Dosyayı indirmek için tıklayınız!
Transkript
Dosyayı indirmek için tıklayınız!
PİSPAS ALP BUĞDAYCI roman 2013 1 İçindekiler 1. TOPRAĞINIZ HAYÂT 2. DÜMBELEK 3. MAHPUS DAMLARI 4. HUYSUZ VE TATLI HAYÂT 5. ESÎR ŞEHRİN MAHKÛMLARI 6. UYKULUK 7. YÂDELLER 8. KUMARHÂNE 9. USTA ZANAÂTKÂR 10. HIŞIRDAYAN EROTİK TÜLLER 11. AY PERİ’NİN DANSI 12. HALK ÇALGILARIYLA EZGİLER 13. MAKASA GELEN BEYİN 14. DAMARDAN GİREN NEHİRLER 15. İKİ EMSÂLSİZ KAFDAĞI 16. TOKMAKÇIYA SUPET ALIKAN GACI 17. CİNÂSLAR ZİNCİRİ 18. YANIK KABLO KOKUSU ya da TEKLİFİN SÂATİ 19. KAN VE GÜL 20. GÜZEL KUMAR 21. KOMANDO TORBACI 22. TEHLİKE, FIRSAT VE FUHUŞ 23. SÖZCÜKSAVAR 24. AZ SONRA 25. KÂĞITLAR 26. ATMACA HALÎL 27. TEDRÎSÂT 28. NUTUK’S (SERBEST KÜRSÜ) 29. MERKEZ HAPİSHÂNESİ 30. ERKENLER 31. DELİYÜREK 32. ERKEKLİĞİN KİTABI 33. İKİNCİ AZ SONRA 34. KÂĞITTAN BEBEK 2 35. İKİ TERS BİR DÜZ 36. BOŞTA 37. ŞAKACI FİLOZOFLAR 38. SEYRÂN 39. A GARİP YOLCU 40. VÂSITA 41. SAYILAR OPERASYONU 42. ADLİYE KORİDORLARI 43. MERMER TAŞIN ÜZERİNDE DÖNGÜ 44. AŞÎRETİN GAZABI 45. KANLI KARPUZLAR 46. PROFESÖR 47. RABARBA 48. BİR KÜÇÜCÜK FIÇICIK 49. GÜVERCİN GÖĞÜSLÜ KADIN 50. ÜÇÜNCÜ AZ SONRA 51. NUTUK’S (KÖPRÜDEN ÖNCE SON ÇIKIŞ) 52. ÇÖP EDEBİYÂTI 53. ÇÖPEV 54. PİSTANBUL 55. TÂRİHÇE 56. YABANORMAN 57. ÇÖPŞEHİR 58. MİSTANBUL 59. YÜRÜYENİSTAN 60. TAMBULPİSTAK 61. KÖRÜK GÖĞSÜ İNİP KALKIYOR ŞEHRİN 62. DÖRDÜNCÜ AZ SONRA 63. NUTUK’S (HAYÂTIN YAPILDIĞI MADDE) 64. SEVGİLİ GÜNLÜK 65. PEDOFİLİK FOTOĞRAFÇI 66. HİKÂYEYE AYIBOĞAN GİRER 67. ECE PAVYON 68. KÂMİL BEY VE CANSEL İLE GOMEZ 69. NUTUK’S (ESRÂR BİR SIRDIR) 70. BEŞİNCİ AZ SONRA 71. ÖYKÜ TEYZE VE AKM’NİN ÖNÜNDE AKŞAMÜSTÜ 72. DARBUKACI 73. SESLER 74. BETİK 3 BİR 75. TEKNİK YOK DARBUKA VAR 76. DOĞAÇLAMA DÜMTEKLER 77. ÇÖPLÜKTE CİNÂYET 78. MEZÂRLIK 79. ZIPTARALELLİ HA HA HA 80. ÇÖKÜNTÜ BÖLGELERİNİN TÜRKÜSÜ 81. NUTUK’S (TAKSİM) 82. SANATSEVER TÂTİL BELDELERİ 83. ALTINCI AZ SONRA 84. PİYONLARIN KURUGÜRÜLTÜSÜ 85. ŞEYTANO ŞEN VE ÇETESİ (KÜNTÖZ, DÖLBAZ VE TAKAROF) 86. SALI TOPLANTILARI VE KB’NIN NUTKU 87. KOMİSER KENAN’DAN KESİTLER 88. KARA KOLLUKLAR 89. KESİKBAŞ CİNÂYETİ (ARKADAŞININ KELLESİNİ DÖNER BIÇAĞIYLA KESEN GENCİN HİKÂYESİ) 90. ALFABE SAPIĞI (İSTANBUL’DA GOTİK DEHŞET) 91. TÜRK FİLMLERİNDE ESRÂR KAFASI (TFE KAFASI) 92. HANDÂN’IN SENARYOSU 93. HANDÂN’IN İSTEKLERİ 94. GECE HAYÂTI RABARBASI 95. HANDÂN VE DJ TUĞBERK 96. DÜRÜMCÜLER, PİLAVCILAR VE SOSYETE 97. ÇAYCI MAHMUT’UN SEMÂVÎ DÜNYÂSI 98. YEDİNCİ AZ SONRA 99. NUTUK’S (HAYÂT ACIMASIZSA SEN DE ACIMASIZ OL) 100. CANINA AVCI ERKEKLER 101. ŞEHRİN DEHLİZLERİNDEKİ KAHRAMÂN 102. KATİLLER YA DA KURBANLAR 103. HEY KOCA ŞEHİR 104. PARA DOLU SİYAH SIRTÇANTASI 105 . OTEL ODASINDA VUSLAT 106. SEKİZİNCİ AZ SONRA 107. AYIBOĞAN DEĞİRMENCİ 108. AY PERİ’NİN RÜYÂSI 109. AYPERİ İLE ŞEYTANO 110. DOBERMAN İLE AYIBOĞAN 111. MANYAK BİR ÇETE 4 112. 113. 114. 115. 116. HAYDÛDUN KARA ELLERİ AKSARAY’DAN BİR YAZAR GEÇTİ NUTUK’S (KAMERA) MERKEZGEL SON ÂRZUHÂLCİ KÂTİP ya da YALANMASAL 5 1. TOPRAĞINIZ HAYÂT Mahpus bir hayâtın hikâyesi bu, hâkim ve mahpus bir dilin hayât hikâyesi: yıkıcı, soluksuz, pis. İşitip kokladıkça gören Kâtip, ürpermeseydi anlatmayacaktı. Zordu. Korktu. Üstü başı pislikle paralandı, rûhu zımparalandı, gövdesi paslandı; düşe kalka ilerleyebildi. Rüzgâr esti, yağmur yağdı, fırtına koptu; ufkunu kesen karayazısının bayrağı dalgalanınca, yelkenleri fora edip açıldı. Yalnızdı. Günlerce gecelerce yolaldı. İflâhı kesildi. Tâkatten düşünce çuval gibi uyudu. Aysız soğuk gecede uyandırdılar. Bağlanmıştı. İşkence tezgâhındaki etinde parlayan çelik hızarların hakkı için bilendi. Baktı kepkeskindi; kesebilir, kesilebilirdi. Zaman denen ummândaki mâcerâlar okyanusunda nice vartalar atlattıktan sonra kavrayabildiği hikâyenin sayfalarına çıktığını anladı. Öz hayâtının safahâtındaki her kelime döşünü kanatıyordu. Lâlleşmiş dillerin lisânla kurşunlandığı serî ince cinâyetlerin toprağında papağanlaşmış yurttaşlar suspuslaştırılırken yöntemlerin de kibarlaşarak kurtuluş ümitlerini iyice söndürdüğü bu ezgin uzayda yapışkan balgamları andıran böyle sergüzeşt belki de yazılmamalıydı. Kahramanlar tozlu çuvallardan çıkarak âkıbetsiz istîkamette yitip gidiyorlardı; döşemeleri dışkılayarak tabii, toz zerrelerini bile pisleterek. Neyi anlatsındı Kâtip, giriş gelişme nasıl sonuçlanmalıydı? Ne kana susamış canavarlardandı, ne entrikacı dubaracılardan, ne de bebek kanına takıntılı cânîlerden. Doğrusözlüydü, iffetliydi, civânmertti; ama pas da sinmişti üzerine, pisti; temizleri kirletmeyi severdi; cihânın murdârlaştığı devirde O artık alınyazısının hudûtlarında karabaht çomaklayıp bozgunculuk edendi. Anlamı iliklerine kadar bozundurulmuş tümden yalan hikâyeyi sunan ben kurbân olsun kalem tutan ellere; ey Kâtip, yaz benin ârzûhâlini tuzukuru müşteriye böyle. Söz al de: tabutluk coğrafyadaki rüzgâr elektroşok dolaylarından eser; de ki, caddeler terli sidikten kansız bira kokusuyla ağırlaşmıştır; işittir ki, cinsiyetsiz zarbo otoları canavardüdüklerini öttürerek cıva gibi kaysınlar asfaltta. Azman martılarla yaslı kargalar, sokak köşelerindeki çöp tepelerine hamle etsinler gün ağarırken; canalıcı cardonların emrindeki milyonlar, sevinçli tâze sabâhın ilk ışıklarıyla itişmeye başlasınlar toplutaşıma araçlarında. Dönersahnenin gerçeklikefekti, duman kutucukları olsun; tivi istasyonlarının genişaçılı kartal gözleri, 6 legal banknot matbaalarındaki kaymelere zum yapınca, belgesel kanla sulanmaya nâmzet yurdun toprağından verimsiz bitkiler fışkırsın. Derken kasvetli ömrün çarklarını döndürmeye başlasın ağır kara değirmentaşı; kederli, kahırlı, fakat bahtiyâr lüpçüler, ağızlarını serçe gibi açarak düşecek lokmalarla kırıntıları beklesinler. Yeraltındakilerden zâten biteviye ıstıraplı iniltiler yükselmektedir. Vırraklayan kurbağalar bataklığın sümüksü dokusunun rengini yansıtırken balçıksı çamurla da özden bir olmuşlardır. Bedbaht hayâtı acımasızca öğüterek dönen çarkta ömürleri kimlerin harcadığının, ihânetlerin nasıl fitillendiğinin önemi kalmaz, yüzlerin ağtabakalarında âfâkî heveslerden başka yalım ışıldamaz. Devrân nasıl olsa dönecektir gene. Zaman billûr tuzlar gibi akar, akar, akar; ağlarını sinsice ören zâlim kader, kahpe felekle kolkola girerek vefâsız âleme dehşetengiz bir bakış çakar. Daha ne acâyip dümbüklükler döner ânında görüntü veren tıraş edebiyâtının dünyâsında; atom bombaları örümcekağlarını patlatır, zokalar ciğerlerden parça etler koparır, zifte bulanmış kaşmerlerin masalları tirşe rengi derilere kazınır; görmek istemez okumuş yazmış takımı bunları nedense. Pis inşâat mahâllerinde dolaşmak, sıvaaltına gömülü canların uğunan damarlarından damlayan kanı çornalayıp altın harflerle târihe kazımak tehlikeli yasaktır. Rengi uçmuş tül aralansa, esrâra gizli sır sezilebilir: hayâlkırıklığına uğramış ne çimentolar, ne betonlar vardır; yamuk gezegende gezen ne hicrânlı odunlar vardır; yazıktır, ayıptır, günâhtır: çerle çöple sobalarda yakılmışlardır. Hâlbuki bedduâlanmışların yedi delikli sûretleri kimileyin öyle füsûnludur ki, ölüler bile mezârlarından gülümseyerek kalkıp selâma dururlar. Bilemeyengillerin haşerât gürûhu, günâh yoncalarını gümrâh gümrâh yeşertebilseydi, ömürcükleri belki de bayram yeri gibi geçerdi. Hikâyecilerin kudretleri dile yetse, hükümrân binâlar bzzump diye havaya uçar, kısa çöpün hakkını yiyerek semirmişler öz boklarından tiksinerek donlarına sıçarlardı; memlekette yer yerinden oynar, taş üstünde taş, baş üstünde baş kalmazdı. Yollar da ancak o zaman yeraltına açılabilirdi zâten. Olmazsa olmasın; dem bu demdir; derttir, tasadır, gamdır; geçer. Soğuklar üşütür, sıcaklar yakar, âşklar acıtır; böyledir. Usuldan çalıp söyleyen can Erenler’in baldan tatlı deyişleri olmasa, o çayşekeri diller olmasa, dil yarasıyla geçen isli seneler çekilmez, ıstırâbın yoğunluğuyla başedilemez. Temsîlîyetlerle ölmek gerekir önce, Âidiyetleri öldürmek gerekir sonra; yerli karadağları yıkmak, gölgelice ağaçları kesmek, dil mülkünün Sâhiplerini asmak gerekir. Çünkü 7 hayât harflerden önce gelir: nefes alan, zıplayan, devinen, kıpır kıpır oynaşan, kanlı canlı kaynaşan, terleyen, kımıldaşan, ürken, boğulan korkan, sızlayan, ellerini ovuşturan, gözyaşlarını gizleyen, sümüklerini çeken, deryâ lâğımlarında yüzülen, denizanası gibi açılıp kapanan incirimsi rahimlerinde doğulan, hapishâneden küçük evlere benzeyen mezârlarında ölünen, toprağınız hayât. Yetmediğinde devreye karbonatlı mevzûlar girecektir: ihtişâmlı yalanlar, rengârenk üçkâğıtlar, alengirli karavanalar, mühürlü zarflar, iğrenç kokular, gıdaklayarak dönen medâr-ı mâişet motoru, hayât katarı, o romantik ve rezil tekerlek. Sevgi, iyilik, âşk ekilir toprağa; vefâsızlık, şer, ihânet biçilir; tâze ümit, ince fidan, kırılgan can serpilir; simsiyahlık, yeis, kırılmış cam yetiştirilir; hislerin büklüm büklüm urganları dolanı dolanı ilerler kötülüğe. Azrâil kıllı kalın parmaklarıyla kâlpleri sökmedikçe, kabir azâbına irâdeyle yatmış gövdeler kılcalkurtlarla oyulmadıkça, imdâda hiçbir Velî yetişemez; edilgen ölügözlerin mutlusonları aslında kurşunî mukadderâtın müjdecileridir: zamana inanmak gerekir. Ardından, âşkı andıran, âşkı çağıran, âşka benzeyen hayâlet ölüm gelecektir: yıkılışın kesinliğini imleyen bir vefât şekliyle: dırınımm, ciririnnk, bımdırıbımm... Kâtip ârzûhâlini hayâlinin mahsûlleriyle beslediğinden hikâyesinin merhaleleri de muallâkta kalabilir, dilbilgisine hapsedilmiş farazî karakterlerin serüvenleri zihnin perendeleriyle her yöne ilerleyebilir; hikâyeler sayfalar ya da seneler sonra anlaşılır. Hayâlhanesindeki bölücü çuvalların yağlı ilmeğini çözecek Kâtip; vıcırdaşan böcükler, romanla zehirlenmekte ısrar eden tüketicilerin beyinsoğancığını yalayıp yutabilmek için kararlı adımlarla yürüyüşe geçecek. Kâtibin durmadan burnunu karıştırdığı mikroplu parmaklarıyla üretimbandı sürecinden bağımsız gayrısıhhî şartlarda dolmakalem mürekkebiyle damgalanarak imâl edilmiş bu yeknesak esere giriş için uyuz bir katırın sırtında körşafak vakti tâlî yollara düşülecek; serin yaylalardan, derin koyaklardan, yüceyeşil ormanlardan geçilecek, keçiyolları izlenerek dağlara tırmanılacak; ârzû edenler nâne kokulu sütleri içip tandır ekmeklerinden de yiyebilecek. Asîlzâdelerin ürkmüş doru kısrakları, yaklaşan bozguncu çekirge bulutu karşısında huzûrsuzca kişneyip eşinecek; meşin kırbaçlar şaklayacak, uşaklar dörtnala mahmûzladıkları doludizgin atlarla efendilerinin kâğıttan kulelerine kaçışacak; sabah çiyinin ıslak çimenlerinde uyanan ayazda kalıp götü donmuş lumpen bir harâmi, ârsızca 8 vahşî ıslıklar, edepsizce fısıltılar, iğrenç çığlıklar eşliğinde hikâyeyi başlatacak. 9 2. DÜMBELEK Erken zıplayan pislerdendi Kahramân, akıllı değildi; bombaları da bu yüzden arka arkaya patladı; suçlarıyla cezâlarını çektirdiler. Neşvünemâ çağında ayağına pantolon geçirdikten sonra bile delikanlı adamı rezil etmeyen raconu çözememişti; göğsüne mintan giydi, gene bilemedi; âlemin ağır şartları beynini balyoz gibi tokmakladıkça öğrendi; kaburgasının gereken ayârda kalınlaşması için kol gibi kazıklar yemesi gerekiyordu; herkesin bir zamanı vardı, Gri Zaman’dı ki eyvallahı kalmadı, dırınımmm. Etlerini jiletleme pahasına en eskil dertlerin odağına dalabilir, ceketi sırtında gidebilirdi; kâlbi kâfi miktarda kamaşmıştı. Kokmasın diye sevgisini buzdolabında saklayan âşıkları, sokak itlerine merhabayı esirgeyen yavşakları, gırtlağı delikleri hesaba katmadan pastırmalı ekmeklerini yutan puştları, gözbebeklerindeki ölümcül keskin ışıltıdan ürken tırsakları görmüş, tanımış, merkez üssü belli yüksek şiddette isyânlara geçmişti. İşi mi olur artık O'nun arkadaşlarını tek pula satanlarla, beyaz bayraklarını şipşak sallayanlarla? İşi mi olur O'nun artık bükülmekten boyunları eğrilmiş itâatkâr kullarla? Ömür gıcıklığının ummanında boğulmamak için ağızlara sıkmayı, keskin kelebeklerle bok borularını deşmeyi, zımbaladığı leşleri caddelere sermeyi, ânında gazlamayı öğrendi; sike sike öğrettiler; O da böylece siyahlaştıktan sonra Mavi Zaman’a geçti, dümbeleğin zamanına. 10 3. MAHPUS DAMLARI Kahramân Öztürk (27) denen zibidi, ondört aydır istirâhat ettiği Bayrampaşa Dinlenme Tesisleri’nden kaşkaval jandarmalar eşliğinde dışarı atıldığında, üniformalı çobanköpeklerinin çektiği fotoğrafındaki suç rakamlarıyla süslü hükümlü kimliği, buruk mâzîye çoktan hâvale edilmişti bile. Kuş uçmaz kervan geçmez Ocağına imkânı yok kesindönüş yapamaz; nûrsuz, uğursuz, îmânsız girdâba düşmüş bir kere, çöküyor dönerek dibe. O zâten her acının tiryâkîsi olmuşken, kullarına tesellî bile vermeyen gaddar ormana mahpus biridir, hâkim ve mahpus elektrikli tellerin mahkûmudur. Çocukluğunun yıldızlı, serin, dolunaylı gecelerinde, bir çeşit sereserpeliğin uhrevî âhengine vurgunlaşmıştı. Nâğmeleri duydu, dinledi, iz sürdü, fakat bulamadı; kefenli hayâletlerin voltaladığı mahpushânelerden kurtuluş yolunu bilmiyordu. Bilemedi. Ataocağını terkeyleyip babasına boynuz takan anasına kaçtığında, üveybabanın ezâlarıyla cefâlarından sıtkı sıyrıldığında, bitirim ayaklarına takılıp hedef tahtalarına tektabanca atış tâlimleri yaptığında, mevzûatla racona uyan işleri kovaladığında, büyüdüğünde, bilirim sandı. Fakir gelmişti fakir gidecekti hâlbuki; tatlıhayât hayâlleri altyazılardaydı: ayrılıktan, yoksulluktan, ölümden başka yazısı yoktu. Upuzun gurbet yollarında, tarlalarda, fırın köşelerinde, mazgallarda, kuytularda, ham demirden ranzalarda, beton maltalarda, kırık aynalı otel odalarında, kâlleşlerin arasında geçirdiği hayât ona tatsız tuzsuz geldi. Bir tek, mıknatıslı zarların paldır küldür yuvarlandığı, iskambil destelerinin zehirli fârepeyniri gibi serildiği yeşilçuha kaplı masaları sevdi. Bir de, elinde kavak dalı, parmaklarında kör çakı, sırtını fıstık ağaçlarına dayayıp büyüyünce mutlu olma hayâlleriyle içine ağlarkenki zamanları güzeldi. Sabâh sayımı yeni bitmişti. Hortlağa dönmüş esvaplarını, tufaya getirildikleri için mahpus yattıklarına inanan tâze garibanlarla acar bitirimlere ikrâm etti; kavatların, yüksek şahsiyetinin hürmetine muhabbetle pişirdikleri bir demlik çaya harss diye çöktü; sahanda kızartılmış sucukla dumanı tüten somunu mideye indirdi: zâten açık iştâhı, hâkim heyetinin ânî tahliye kararıyla iyice gaza gelmişti: güzel bir karınaltı yaptı. Falçataları sâyesinde kuntlaşmış kürek mahkûmları çekimleri kıpırdamadan izliyorlar, kafayı genel affa takmış kilit patlatma hastası hükümlüler saf saf dizilmiş bakıyorlardı. Millî Piyango 11 biletlerinin amorti rakamlarını sabırla değiştirmeye uğraşan denyo mühürcüler, derin faâliyetlerine kısa bir ara vermişlerdi. İndiragandi hususlarında, bilimsel olmaktan ziyâde hayâtta kalma bilgisinden süzdükleri pratik yöntemler geliştiren kanemici gardiyanlar, jandarma zulmünün süngülerini de sindirme aracı olarak çıkarlarına âlet edip kahpe faklarını kurmuşlar, haraç bekliyorlardı. İletişim aygıtlarıyla dalga dalga yayılarak vücût bulan vahşî kapitalist ahlâk, serpileceği müsâit zeminde kök salmıştı; ritmik maya tutuyordu; kafakoparma zamanıydı, Alacakaranlık Zaman. Sakaldan sayılmayan tek yirmilik buruşmuş Atatürk’ü tutuşturdu kerhâneci sivrisineklerin ellerine Kahramân, cukkası biraz daha sağlam olsa malafatını bile yalatırdı. Suçların evine dönmeyecek, kararlıdır; görüşçüsüzdü, parasızdı, hâtunsuzdu; teklikle başedip dayanmayı, teklikle yaşamayı öğrenmişti. Ayaklarını sürüyerek yürüyen yaşlılar gibi ağır ağır attı kaldırımlara adımlarını, tek tek bastı kunduralarını; pergellerini açmakta acelesi yoktu, nalçalarını öttürdü. Kanûn hükmündeki kararnâmeyle açılan demirkapı kalabalıktı: gözüyaşlı hükümlü âileleri, dostlar, akraba, hısım. Düzeniçi prizlere takılı akülerle beslenen, karadeliklere görüntü ileten taşıyıcıların tepelerindeki röportaj ışıkları yandı. Kahramân’ın aşağılanmış, incitilmiş, alçaltılmış gurûru cevâben hüzünlü hüzünlü bakan yeşil ampüllerini yaktı. Körpe hıyarları çıtırdatarak yeme ya da ballı meyvelere banma duygusuna benzetilen hayâta çıkmak kavramı ânsızın manâsızlaşmıştı. Tahliye haralagürelesinde aklına düşürmediği dana gibi bir cebir problemi dank etti: nereye gidecek? Adım attı, huysuzlandı, kafasını kaşıdı, eşindi. Suâlin efendisine kuvvetli bir Osmanlı şamarı aşketti. Kalpazanlığa çalışan mekanizmasını güzelce yağlayıp köşelerin dönüldüğü meydanlarda ürpertici gedikler açabilseydi, kapardı talandan payını zâten, Pembe Zaman’a geçerdi. Erken zıplayınca çakaralmazı tutukluk yapmıştı. Birden eski çorbacısı Apaçi Eyüp’ü gördü. Otuziki dişiyle sırıtan pişmiş kelle, parlak turuncu saten takımelbisesiyle yolun ortasında anıtmezar gibi dikiliyordu. Giyim kuşamına rağmen cenâbet âhiretlik âdî suratıyla Eyüp, kollarını Panda Ayısı gibi açarak, ağır endâm fıstıkî makam yürüdü. Şafak attı Kahramân’da, olayını bilmek istedi. Sevinsin mi üzülsün mü? ne oldu? balık kavağa, kurbağa ağaca mı çıktı? hangi kızılırmaktan doğuyor bu uvertür sevdâ? sınırötesi operasyon mu, planlı tatbikat mı, keşif uçuşu mu? nedir? zıngadank nereden fırladı böyle? ne ister 12 Kahramân gibi bir baldırıçıplaktan, her dem âşık, hayâlperest, garip oğlandan? Donukkare olduktan sonra zincirleme birbirlerine geçtiler. Mandalaşıp develeşmiş Eyüp, kurbanlık öküzler gibi semirmiş; sanki Cesuryürek Apaçi gitmiş, yerine ateşsuyu karşılığında obasını satan bir Cılızyürek gelmiş; belli, kanlı karanlık inlere dalmış, kokusuz, hafif, kuru, tükenmez, sıcak, küflenmez, canlıparayı bulmuş. Binek otomobil piyasasını hasetten çatlatacak zeytin siyahı Mersedesli dekorun önünde durdu Apaçi: “Yiğidim, cankuşum, koçum; işlerim çoktu uğrayamadım.” Kahramân, dört tekerli yağız hayvanın terkisine kurulduğunda, pırlanta bir saçıbuçuk gördü: müstesnâ parçalarını dört yapraklı yoncayla, uzun sarı saçlarını da yapma kızıl güllerle örten, koyu kırmızı rujlu, mevzûn bacaklı, dolgun kalçalı, leziz etli, muazzam balkonlu şugar gacı; yüz bulamayan Kahramân’ın kâlbinden tinerle sildiği eski âşkı: pavyon fıstığı Ayperi. “Geçmiş olsun,” dedi Ayperi, bir kısa bir uzun sellektör yaparak; parfümü buram buram fettanlık, tatlı tatlı da orospuluk kokuyordu. Zâhiren terbiyeli, romantik yüzlü, işveli, ince endâmlı civelek Ayperi, külotlu çorabından taşan sütbeyazı baldırları karşısında nâçâr kalıp putlaşmış esîrin yanağına usulcacık bir bûse kondurdu. Hazırlardı. Kasketli gerivites arabacı, ağır hareketlerle palamarları çözdü, motorize oldular. Birinci sınıf araç telörgülerle taşduvarları geride bıraktı, asfaltta ince vınlamayla kaydı, trafik ışıklarıyla kesilen ilk sıkışık yere kadar tehlikeli derecede sessiz bir iguana gibi süründü. Silâh kabzalarında balkıyan tamtamların ziyâsı doğacak birazdan kavanoz dipli dünyâya; /tak tak taka tak, tak takatak/, biraz müzik girecek hikâyeye: Hatâsız kul olmaz / Hatâmla sev beni / Dermânsız derd olmaz / Derdimle sar beniiiii-i. Kahramân’ı, patlıcanmoru rengindeki sümeniyle süslü yazıhânesinde ağırlayan Apaçi, radyonun sesini kıstı. Kazanmayı uman nâmzet konuklarla dolu bingo oynatılan canlıyayın stüdyolarını andıran ortamda, geçmiş olsun dilekleri, sarılmalar, gelenler, gidenler, şunlar, bunlar. Gördükleri her üçgeni kare sanan, Reis’in râhmetini esirgememesi için diz kırıp boyun bükmüş, köylerinde harbî pigmeyken, şimdi taşra plakalı yeni İstanbulluları teşkîl eden gariban ayağındaki andavallı grubu sessizce oturuyor, çanak yalama sırasının kendilerine de gelmesini bekliyorlardı. Siyah ceketli kahramân, kemendi boyuncuğuna yiyip sofradakilerin hîlelerine yem olmamak için antik taşlar gibi sabırla susarak takıldı. Ne Hacıbaba tekkesiydi Apaçi’nin damı, ne de Dingonun ahırı; artı, devâmlı aportta 13 bekleyen yedek işgâl kuvvetleri de dâhil, kimseye mama yoktu haybeden; kazanmak için akıllı olmak lâzımdı, vesâire. Horlanmış, sünepe, başıboş, eğitimsiz, sümsük, koyun topluluğun üyeleri arasında bu hakikati marizleyip Efendi konumuna geçenler, Ankâ Kuşu’nun sırtında yedi kat semâya kanatlanabiliyor, doğru adresi bulmanın sefâ pezevenkliğiyle cennet plajlarında birincisınıf kancık hûrîlerle âlem yapabiliyorlardı. Gündoğusuyla karayelden esen rüzgârlar mekânı serinletmeye yetmeyince, çalışırken metal bir albatros gibi laplaplap diye kanatkayışını çırpan vantilatör devreye girdi. Apaçi, sessizliği Zaptuzapt’la bozunca ânsızın odayı mahâllî vınlama sesleri kapladı. Haberlerin yorumlanışı Kumarhâne’nin müdîriyet odasında da özneldi: “İyi günler gadasını aldığım seyirciler. Memlekette yeni kanûnlar çıktı. Kimin gücü kime yeterse sistemine resmen geçildi. Dizboyu puştluk, yasalar çerçevesinde garanti altına alınarak tescillendi. Ondan sonracığıma, mafya hesaplaşmaları devâm etti, pireler kanguruları çok üzdü, birçok her iki taraf karşılıklı tehdîtler savurdu. Ayrıca Trafik Canavarı gene can aldı, TEM'de haşırt: 15 ölü. Yabancı heyetler, akıllı olun diyor. Coplanan kadınlar boş tencerelerle evlerine döndü. Eğlenceye doymayan sosyete bu akşam bütün ayrıntılarıyla golvoltel programında. Tinerci çocuklar, Beyoğlu’nda gezmeye çıkan SAT komandosu yüzbaşıyı bıçakladılar. Dört kişilik âilenin aylık mutfak masrafı ne kadar? Sıkılacak kemer kaldı mı? Güneşli günler geliyor sayın seyirciler. Bugün cezâevlerinde sevinçle hüzün biraradaydı.’’ Ses düğmesinin çizgileri kademe kademe inerken, amatör tivi yorumcularının rabarbası mekâna hâkim oldu. Görüntüye girebilmek için itişerek izlemegözünü sarsan hükümlü manzaralarında Kahramân yoktu. Eyüp, tırtıllık zamanlarından hiç hâtıra saklayamamış bunak kelebekler gibi hep bugünkü işlerinden bahsediyordu. Şehrin benzersiz işletmelerinden birini yaratmanın övüncüyle kubarmaktaydı. Devâmlı yılışarak Türkçesözlü Fantezi söyleyen silikonlu yapma sarışın kadınlarla, havayastıklarını andıran bargülü yumuşakların adlarını harâretle ve hayrânlıkla zikrediyor, bâzı bakanlarla devlet ricâlini yakından tanıdığını sezdiren îmâlarda bulunuyordu. Apaçi'nin rûhunda baykuş gibi tüneyen hırslarını gizlikamerasıyla sarsıntılı sursuntulu izleyebiliyordu Kahramân. Menfâat sepetini tıklım tıkış doldurma uğraşında debelenen Reis’ten özbenliğine yönelik saldırı olasılığı sezerse, yargısız infâz mekanizmasını tetikleyerek Apaçi’yi 14 hunharca katledecekti ya da başka türlü bakacaktı icâbına. Planlardan plan beğenmesi, intikamlardan intikam seçmesi yetecekti. Erken zıplamıştı merken zıplamıştı, artık O da tatlı, şirin, cici bir hayât yaşamak isiyordu. Mahpus damlarından acı dünyâya mancınıkla fırlatılmak yetmezdi, meydan muhârebelerinden kalan çapaklar temizlenmeden cenk kazanılmış sayılmazdı; mayınlar, bubi tuzakları, pimleri çekili elbombaları, keşfedilmemiş nice savaşkan ayrıntı vardı: yüzeyler pürüzsüz olmalıydı. Kahraman birbuçuk acılıadanayı yuttu, bulgur pilâvını kaşıkladı; kalın dilimlenmiş beyaz turpları, halka inceliğinde doğranıp bolca sumak serpilmiş kurusoğanları, saplarından ayıklanmamış maydonozları çiğnedi; koca bakır tastaki ayranı yudumladı içti, bıyığına bulaşan köpükleri kâğıt peçeteyle sildi; diş aralarına sıkışmış cıyındırıkları, endüstriyel kürdanla temizledi. Suç İmparatorluğu’nun Aksaray Şûbesi personeli, kahramânın yemeğini bitirmesini bekliyordu; teneke tepsilerdeki incebelli bardaklarda gelen çayın dumanı tüterken höpürdetme faslı da başlamıştı. Apaçi, sonunda gırtlağını temizledi: “Himâyemdesin koçum.’’ Sırtını tapıkladı: “Otelin ayrıldı. Gomez seni götürsün, git yerleş dinlen. Paşa gönlün ne vakit isterse gel işine başla.’’ Gomez, dostça mı düşmânca mı olduğu belirsiz bir teklifsizlikle sırıttı. Cilveyle ârsızlık karışığı serbest hareketler silsilesinde kifâyetli miktarda dönenebilmek için zirzop karaerkek kalabalığının Apaçi tarafından kışkışlanmasını bekleyen Ayperi, çıldırtıcı müthiş frikiklerini şahısın radarından esirgememeye kararlıydı. Şehri devâsâ fil hortumlarıyla emer gibi somuracak nemli, küf kokulu, heybetli, şirret, godoş, vahşî, harcıâlem, esrârlı, maymuncuklu ve madiden folloş gece başlamamıştı daha; suların durulmasına, renklerin şuruplaşmasına sâatler vardı. 15 4. HUYSUZ VE TATLI HAYÂT Hatırâlarına hasretle bakacağı kıyılardan epeyce uzaklaştığı için rahat rahat yürüyebilecekti Kahramân. Kanûnun zapturapt altına almadığı bahâr güneşiyle ısınan gün avuçlarındaydı. İstediği her hayâta dokunabilirdi. Çocukların isterik haykırışlarla taşkınlaşırken emeklilerin uyuyakaldıkları, seyyâr satıcıların mallarını avazladıkları, gâvuramı gibi yanar görünen kotlu, tâze, çıtır, yerli, yabancı sermâyelerle, kendilerini dişi pop idollerine benzetmeyi mükemmelen becermiş Travestilerin ganîmet yarışına çıktıkları kıyıya yakın belediyeyeşili parklardan birine gitti. Kara ceketiyle ütülü pantolonunun çimen çamuruna batmasına aldırmadan otlara yattı; âvâre âvâre, dalgın dalgın, açık, berrak, masmâvi gökyüzünü seyre daldı. Donsuzun gönlünden dokuz top bez geçmişti, hâkim tahliyeyi vermişti; hayâttaydı; dünyâ dönüyordu, sokaklardaydı; her taşı bir ıslıkla öttürdü: düşmez kalkmaz bir Allah, Allah kahramânın da gönlüne göre verir inşallah: fiuuvv, fiuvv; iyiliğe iyilik olsaydı, vah vah ki vah vah, kocaöküze bıçak olmazdı. Hayât denen gül solacak, mahşerde toplaşılacak amanın, dert ağlatacak âşk söyletecek yamanın; güzellik olmaz kötülük olursa o da olsun; çok yaşayıp mihnet çekmektense az yaşayıp zilletle ölmek yeğdir; ne olacak? Yürüdü. Yetmişiki buçuk millet ferdinin pervâsızca cirit attığı eğlence cenneti ve suç cehennemi Aksaray’da turalamak mahpusta yer etmiş ânlarını hatırlatır gibi olunca, sıcak güne rağmen derisinde yaygın bir kaşınma başladı; bir yandan da teskîn edemediği bir hırsla hapçılar gibi titriyordu. Kahramân’ın nefesini kesen hikâye gerçekten de çok pis bir hikâyeydi. Biti tam kanlanmadan şahbazlık etmeye kalkışınca, nedâmete dahî fırsat bulamadan, eşekten düşen hamkelek gibi kafatası yarılmıştı. Apaçi Reis’in mekânında efendiden zanâatını eylerken, hangi para kudurganı hıyarın balkabağı beynine uyup fidye operasyonu cihetinde görev aldığını kendi de bilmiyordu. Hâlbuki, yurtlanmış cin olmadan adam mıhlamak, gerillaların bile harcı değildi, bilemedi; bileğine kelepçeler geçirildikten sonra suçu idrâk etti. Zengin piçin Pederi, parayı ödeyeceğini vaâdettikten sonra klasik modellerde Emnîyet Şûbe’yle anlaşınca, keriz turfanda meyveler gibi hânelerinden tek tek toplanmış, suçortaklarıyla berâber feverân ede ede damaltını boylayıvermişlerdi. Bileğine kuvvetli bitirimlerdi kankaları hesapta; fakat göt korkusu ağır basmış, uzun menzilli üniformalı 16 Barolarla silâhlı çatışmaya girmeye yürekleri yetmemişti. Basmışlardı işte tahtanın yaşına, hukuk-kanûn-adâlet bakmamıştı gözlerinin yaşına. Kenar mahâllerdeki bir dolu vatandaş gibi, yağmacı yeniçerilerle tulumbacı kabadayılara öykünen biriydi Kahramân. Günün birinde âleme karşı racon gereği hareketlerine biraz sertlik katmış, pazularını şişirip omuzlarını dikleştirmiş, yürüyüşünü kostaklaştırıp vücûdunu yengeçleştirmiş, erkekliğini vurgulayarak erkekler dünyasında makbûl insan muâmelesi göreceğine inanmıştı: ibiğinin kesilmesinden başka sonuç elde edemedi. Esâs mahâreti elindeydi hâlbuki O’nun, parmaklarının kudretinde; imparator kumarcıydı O: çılgınlar gibi kumar oynayan adam ayağıyla müşterileri patron hesâbına indiren şahıs. Apaçi bu yüzden sorgusuz suâlsiz açmıştı hanının kapılarını; beyazadamı sülük gibi emmesi, kaz gibi yolması için. 17 5. ESÎR ŞEHRİN MAHKÛMLARI Turalarken aval aval gezinen eski sabıkalılara rastladı; haddinden fazla açılmış beyin damarlarıyla gayrımeşrû tünellerde bitmez, yorulmaz, ölene kadar sürdürecekleri bir koşu tutturmuşlardı. Sokak diplerinde sinsi sinsi sigara içerek günlük tayınlarının peşinde koşan sinyâlcilerle selâmlaştı; parayı bulduklarında kral, sâir zamanlarda sümüklüböcek tarzında yaşayan esîr şehrin mahkûmlarıyla. Uyuşturucu arazözlerinin altına yatarak bahtiyârlık arayan, yakında pek muhterem bir cellâdın ilmiğine dolanacak göğsü jiletlenmiş amcıkağızlılarla karşılaştı; önemsiz tipler, lâkırdıları ciddiye alınmayacak yeraltı garibanları; analarından dertli doğan, gayrımeşrûnun yol yordam bilmez posaları: hızla kana işleyen hergeleler. Kız suratlı ibnetorlara benzeyen, iyice elden ayaktan düşmüş herifin teki, yalakalığın hudûtlarını zorlayarak selâmladı kemik umduğu adamı; güldü, sırnaştı, sürtündü. İlgilenmedi Kahramân, iki kuru lira attı önüne habbe parası diye; merhametten maraz mı doğurtsaydı yâni zorla? Jilet gibi boyattığı ayakkabılarını çamurlardan sakınmak istiyordu; beleş kıyakçılığın sonu ayakçılıktı; herkese karşı hoşgörülü olması imkânsızdı; bütün psikopatlar gibi ne zaman ne yapacağı belli olmayan bir çocuktu: bâzen ipek pijamalar kadar yumuşak ve hemşîreler kadar merhametli, bâzen da otistikler kadar embesil ve demir bir külünk kadar sert. Sevincinin gökgürültüleri, yerini kümülüslü bulutlara bırakıverdi; çaktırmadan avurtlarını dişleyerek Alemdar Oteli’ne seyirtti. Yuvasız garip kuşların gurbet türküleriyle tırmandı merdivenleri. Hem yürüyendi özü, hem özünü izleyen; diktatör gibi ânsızın büyüdü izlenen; lâînin üzerine atılıp avını boğacak kedigillerden yırtıcı âdetâ. Birinci kelime, ikinci kelime, üçüncü kelime, işte dördüncü kelime: 401 numaralı oda. Kilit noktasını buldu çevirdi. Bu buz gibi, morga benzeyen soğuk gibi, ayazda kalmış yalnız yürek gibi otel odasında yaşayacaktı. 18 6. UYKULUK Aradan vakit geçti; göz gözü görmez, iğne iplikten seçilmez oldu. Darağacındaki kaderi halata bağlıydı; ya kurutoprağı karasabanla işleyip dörtyapraklı yoncalar yeşertecek ya da tırnaklarıyla bireüç metrelik mezârını kazacaktı: hayât manyaklığından şimdiden yorulmuştu. Fırlayıp köşedeki Göreme Muhâllebicisi’ne indi; mermer masada sucuklu yumurta yedi, tulumba tatlısı yedi, üç şişe su içti; robot gibi geri döndü. Takımelbisesiyle uzandığı yatakta Kaf Dağı kadar rüyâ gördü, Peri Padişahının Kızı kadar uyudu. Yeller esti, yağmurlar yağdı, seller aktı; günler akşama, akşamlar sabâha kavuştu; böylece aradan bir eyyâm geçti. Bir durdu kahramân, iki satır düşündü; pey, pazarlık, çekişme, tepişme sonunda ortalık aralandı. Düştü yollara, yürüdü yokuşlara. Gide gide giderek, birim birim sekerek, tepelerden yel gibi, derelerden sel gibi geçerek, az gitti uz gitti. Gün döndü akşam oldu. Durmaz sırıtır, çakır gözleri fıldır fıldır Apaçi’yi, içorganları ayıklanıp kızartılmış bir sivrisinek hâlinde, îmânsız bulgur çorbasında yüzerken gördü. Ah vah etmedi, inim inim inildemedi, gümbür gümbür vanılayıp durmadı. Başı buğuluydu kaşları çatılı; gert gert geğirdi, kas kas kabardı durdu. Bir gün ağır yükün altında can vereceğini bildiğinden dört başı mamûr sevinemedi. Kafasının tası bir tamam attı, gözleri gazaptan belerdi; içinden coştu da dışından küfürleri bastı; gök terlere battı. Davullar vuruluyor, dümbelekler tokatlanıyor, arada bir de zurnalar ciyak ciyak öttürülüyordu. Derken herkes uyudu; kurtlar, kuşlar, ağaçlar, sular uyudu. Sabâh yelinde, şafak serinliğinde gözlerini açtı Kahramân; sabah uykusunun tadı açlığının gurultusunu bastırdı; daldı çıktı. Kahve içmek, çubuk yakmak, can sohbetine girişmek istedi. Soğuk duşun kırbaçları altında aklı başına gelir gibi olunca giyindi, usulca maymunlar cehennemine giden yola bıraktı kendini; tıkır mıkır geçti dünkü güzergâhını. Ortalık yanmış lâstik, çöp, haşlanmış mısır, söndürülmemiş izmarit, sürünülmüş parfüm, dökülmüş asfalt, sıçılmış bok ve vaâdedilmiş terle kokuşmuştu. Gırtlak gırlağa yaşayan köleler ülkesindeki efendilerin tehditkâr homurtuları kan dondurucuydu. Zûlmet altındaki açlar, paçavralara sarılı dilenciler, yasaların sopası altında inleyen saygılı korkak yurttaşlar, uzaktan uzağa, sinirleri geren aptal sesleriyle böğürüyorlardı. 19 7. YÂDELLER Tasvirlerin garipsiliğinde, buzulçağ mamutlarının ürkünç ulumaları gizliydi sanki. Hayât çok kalabalıktı: büfelerin, lostra salonlarının, ayakkabıcı vitrinlerinin, bakkalların, seyyârköfte tezgâhlarının, lokantaların, iççamaşırcıların, fotokopicilerin, pastanelerin, bankaların, gazete dergi bayîlerinin, kuyumcuların, cansız mankenli butiklerin, hamburgercilerin, karakolların, otoparkların, döviz bürolarının, tatlıcıların, sinemaların, trafik lâmbalarının ışıkları deli gibi yanıp sönmekteydi. Ortalık her dâim bayram yeri gibi mahşerîydi: minietekli kızlardan, kadife pantolonlu delikanlılardan, parklarda yemek pişiren çok çocuklu başıbağlı kadınlardan, fırçalarını ritmik vuruşlarla sallayan ayakkabı boyacılarından, buz kütleleriyle soğutulan mikroplu sıvıları otuziki dişi dondurup harâret giderdiği savsözüyle satanlardan, lunaparklardaki çocuklardan, uçanbalonculardan, simitçilerden, turşuculardan, pilavcılardan, kokoreççilerden, soyulmuşhıyarcılardan, hamsiekmekçilerden, çeşit çeşit insandan geçilmiyordu. Çiftesu verilmiş yatağanlarla döner kesen Hacılar, işlerini mütevekkil sabırlarla sürdürürken, garibanlara erlikleri için tekdal sigara, kaytan bıyıklarını burmaları için yuvarlak cepaynası, berber düşmanı saçlarını düzgünlemeleri için şimşir taklidi tarak, bir gün gülecek kaderleri için şansoyunu formülleri kitapları satan cümle ipten kazıktan kurtulmuşlar, yevmiyelerini nasıl doğrultacaklarını kara kara düşünmekten çoktan vazgeçmişlerdi, tez vakitte nasıl zepezenginleşeceklerinin hesabını yapıyorlardı. Birden silâhlar patladı; Kahramân, gayrıihtiyârî geriye sıçradı; zıpkını onikiye mıhlayarak erkeklik pekiştirmek isteyenler, mantar hedeflere kurusıkı tüfeklerle atıştaydılar. Sırlar şimdi ayân oluyordu Kahramân’a. Daha evvel binlerce kere seyretmişti hâlbuki bu tulûât tiyatrosunu, değişen neydi ki? Yâdellerdeki son canalıcı karar sâatlerinde, dalgaboyunun sesini duymak için antenlerini sonuna kadar açarak dörtkafa kesildi: her yöne aynı ânda dönebilen kedigil, her düğümü dişleriyle kesecek kemirgen, Türkişi gangster bozuntuluğunu vehmeden mahpustan yeni çıkmış, acıya tiryakî, pişmemiş kelle. Batan güneşin altında keyif çatan takımelbiseli janti pezevenkler, evlenme vaâdiyle kandırıp kötü yola düşürdükleri patlakgözlü orospuların memelerindeki rantı 20 gaddarca gaspetmekte berdevâmdılar. Ağbilerinin kurdukları koçak şebekelerin cevvâl işleyişini sürdüren imajları tâzelenmiş silâhlı kanûn adamları, alıyorlardı sakallarını gürül gürül, insaneti satılan kanlı mezbahaların suç defterlerini yakıyorlardı okumadan cayır cayır. Anadolu’dan gelen kavruk delikanlılar ise, torlak kurnazların teşkîlâtında itâatkâr vida vazîfesi görmeye başladıktan sonra tazyîklere direnemeyip şehrin ekmeklik unlarına katık ediliyorlardı. Suç İmparatorluğu’nun bütün lâgar bireyleri, paylarına düşen leşten daha fazlasını kapabilmek için her türlü çaşıtlığı olumluyordu. Tırnaklarıyla kaldırımları yeterince tırmalarsa, bulutdelenlerde yer kapabileceğini umanlar da çoktu. Taşı toprağı altına çevirmek için saldırıyorlardı nasırlı ya da nasırsız elleriyle. Aç itlerin fırın yaktığı diyârlardan gelmişlerdi. Kimse yeniden açlığa dönmek istemiyordu. Tam o sırada biri, imdat frenine asıldı; banliyö treninin feryâdı figânı, günle geceyi ayıran ham meyvayı tilki gibi kopardı dalından, elma gibi yardı ortasından. Lûgatlerdeki kelimeler uzamdaki ezginliği nakletmeye yetmiyordu. Boğazı düğümlendi Kahramân’ın, koyu hıçkırık yükseldi genzine; burnunu çekince damağına bir tutam nikotin oturdu; yutup yutmamakta bir ân kararsız kaldıktan sonra, dünyâyı umurlarına almayıp mazgalların başında balgamlarını boşaltmak için fırsat kollayan âdemlerin kervânına katıldı O da, kan çekirdekleriyle süslü mikrop odağını tükürdü sokağa. Zaman kahredecekti, insan zûlmedecekti ve kader elbet bir gün adâlet edecekti. Cardon ölülerinin yattığı boklu çukurlara dolup boşalırken istiflerini hiç bozmadan kaldırımlarda mühendislik edenlerle, ya çekiç ya örs olmak isteyen cacık malzemeleri çarpışınca, havaîfişek gibi rengârenk tablolar yaratıyorlardı. Deli ederdi bunlar adamı; donsuzlardı, donacaklardı, her dâim şaşacaklardı. Doğarkenden dertli doğar, sorarlardı daha kundaktayken: sır alıp sır vermeyen boş duvarlar mıdır tek dostumuz, ömrümüze verilen bu cezâ niye? ıstırap çemberi neden sarıyor kollarımızı, sevgi gibi kutsal kelimeler neden yarasalar gibi emiyor kanlarımızı? perîşân yaşadığımız yeryüzünde, solarken ârzûlarımız gözlerimizde, kalırken heveslerimiz kursaklarımızda, acıları yıkıp üstümüze, neden unuttun mahsun kullarını ya Rab? doğduğumuz kusur yaşantımız hatâ, acı çekmek için mi gelmişiz biz bu dünyâya? hayâtlarımızı yazsak roman olurdu, mâcerâlarımızı filme çekseler gişe rekorları kırardı… ya Rab, neden unuttun mahsun kullarını? Gövdesine bocalattığı papatya esansını derin derin koklayarak tekinsiz bir 21 sustalı gibi ara sokaklara daldı Kahramân. Evden eve gerili iplere serili yeni yıkanmış kırmızı meyhâne masası örtüleri şıpşıp damlıyordu; kenar mahâlle dilberlerinden biri dudaklarını yalayarak camdan bakıyordu; çatıya çıkmış iki velet gergin darbukalarını ihtirâsla dümtekliyorlardı. Bir vakit öyle kaldı, kımıltısız. Kafasını kaldırdığında gördü ki, dünyâ henüz zifirî karanlığa gömülmemiş, akbabalarla sırtlanların leş parçalama sâati gelmemiş, korsanların yaylım ateşi başlamamış. Mezârlı kubbelerin damaltlarına çöken koyu karanlık, tere batmış bedenlerin âşk sâatlerini de tiktoklayacaktı. Hıyânet, ihânet, zulüm, fuhuş, kumar, cinâyet ve ölüm ise, âşk ârzûsuyla berâber harekete geçecekti; âşka inanan saf insanlar, kanları gözyaşlarına karışan kederli insanlar, âşkın suçları için dilim dilim doğranacaklar, âşk denen muammâ tarafından katledileceklerdi. Böyle semâvî bir manzara karşısında götü tutuşan gün, hızla kaçacaktı geceden. Dîvânece hareketlerle, kem niyetlerle, morarmış ellerle, kan kokulu iç çamaşırlarla piyasaya fırlayacaklardı suçun piçleri, kaçkınlar, bıçkınlar, serserîler, kaçaklar; yeryüzüyle yeraltındaki bütün lânetliler. Ömrünü kör sandukaya kilitleyeceği mahrem mahzenin önüne geldiğinde, doğmaya ve ölmeye yetecek bir soluk alma zamanı kadar durdu Kahramân. O artık biliyordu ki, insan bir doğarken bir de ölürken berraklaşır; insan bir uykuya dalarken bir de uyandığında şeffaftır; bunları bilmek de iyidir işte, hoştur. Mukadderâta hâkim olmak hangi kula müyesser olmuştur, hangi âdem alnındaki yazıyı okuyabilmiştir ki O okusun? Damlar ölümü bir halâskâr gibi kabûllenmesi gerektiğini öğretmişti. Fakat havvaâdem soyu it canlıydı, kolaylıkla ölmeyi beceremeyince değişik tiryâkîlikler icadediyordu; tiryâkîlik insanda muhâkeme kudretini yokediyor, eylemlerin doğruluğuyla eğriliği ayırdedilemiyordu; tiryâkîliklerin tek yararı korku hissini bertaraf etmeyi kolaylaştırmasıydı; günlük tedâvî dozunu uygulamak koşuluyla yaşamayı sağlayan tek faaliyetti tiryâkîlik. Korkaklar korkudan korkmamayı öğrenemeyenlerdi; korkmayanlar, belki bir vakitler en çok korkutulmuşlardı. Korkmamak; ohhh, ne rahat; fakat ne kadar da zâlimliğe yakın bir his. 22 8. KUMARHÂNE Kumarhânede selâm ile, hoşsohbet kelâm ile karşılanacak Kahraman; arş-ı âlâya yükselen bir şaşaa, bir debdebe ile ihtisâs sâhasına girecek. Garson, barmen, komi, badigard, tuvaletçi, gülcü, kuruyemişçi tayfası sökün ettikten sonra, patronluğunun tadını purosundan dumanlar salarak çıkartan Apaçi zuhûr edecek; dikilecek öyle dere kenarındaki kavak gibi. Arenada boğalarla matadorlar tezâhürâtlar altında çarpışacak, sempatik kanalların yanısıra bazı kısadevreler ârıza yaratacaklar. Sersem kölelerden biri, “İçerde kedi mi siktin oğlum, ne lan bu hâl?’’ diye sorunca, gelişini dosta düşmâna müjdeleme fırsatını yakalamanın kıvancıyla, orta parmağındaki muştayı paryanın suratına gömecek Kahramân: dönüşü muhteşem olacak. Derken araya figüranlar girecek, ameleler naşlayacak, ortam mecbûren sâkinleşecek. Gidinin gamlı baykuşu bunların alayı, zulaya çöreklenmiş kirliparaların çomarları. Suaygırları gibi gülecekler, gerçekler işte hem de ne gerçek. Bir vakitler seraplar kadar buğulu, rüyâlar kadar kesin, hayâller kadar hakikattiler. Göstergelerin panayırında, şu yalan acunda, ancak benzeşerek hayâtta kalabilirlerdi. Teşkîlâttaki bu acâyip mahlûklar, mıncası büzüklerle hırgürcü dalkavukların çalçeneliklerinin sona ermesinden sonra, filmi komple başa sararak sıfırladılar, işlerinin başına döndüler. Klâsik kumarbaz terbiyesiyle serin kuytuya çekilecek Kahramân, tâlim salvoları yapacak. Hatırlanmalı: bitirimlik, hergelelik, fırlamalık yok; itinâyla kesilecek racon; bütün yedekler askere alınana, kilerlerle ambarlar tıkabasa zahîreyle doldurulana kadar uzun uzun, kararlı kararlı susulacak; dünyevî mangırları toplamaya gelir sıra nasıl olsa. Kırmızı kadifelerle kaplı koridorda yüznumaraya ilerlerken Ayperi’yle karşılaşacak; ikizleri dolgun, kâsesi yuvarlak, minicik tefecik etekli Ayperi’ye çakılacak gözleri; sahte haspanın, civelek kancığın yenmelik hâllerinin manâsını kavramaya çalışacak. Evvelden kaç kere yazıldığı hâtun, iki ileri bir geri âşk yaşadığı hâtun, gene mi fikir değiştirmişti? Âşk hîleleriyle hurdalarındaki söylemi, daha yavrupsikopatlık zamanlarında yeterince ezber etmişti Kahramân, âşkın sihrine kapıldıkları ân hayâtları kayan, terkedilen ya da süründürülen kız-erkek yurttaşların hikâyelerine tanıktı. Âşk acısından kıpırdayamaz hâle gelmiş arkadaşlarının mesellerini, bakımsız bekâr evlerindeki solgun ampüllerde o 23 kadar çok dinlemişti ki, mecbûren temkinliliği öğrenmişti. Soğuk suyla yanaklarını tokatladı. Bayat âşk edebiyâtının temalarını yeniden ezberlemeye kalkışmayacaktı, sıfırdan başlayan bir hikâye yaşadığı yanılsamasına düşmemek için duyargalarını açmalıydı. Kızın içini billûr bir bardak gibi görebiliyordu. Bir şarkı koydu diline: “İlk ve son âşkımsın gençlik çağımda / Sevgi çiçeğimsin gönül bağımda.’’ Derinlerden oynak göbek havaları duyuluyordu: “Nâciye, Nâciye / Çalkala göbeği / Âşk ile, şevk ile.’’ Nâciye’nin yerine Ayperi’yi koyarak uydura uydura devâm etti. Gözlerini yumdu, açtı; alkışlar kopmamıştı. Elleriyle suratını tokatlayarak ısınma antrenmanlarına geçti; bu kadar lüzûmsuz fikir yeterdi, kumar zamanıydı artık, Para Zamanı. Azıcık yorgun, bitkin görünmelidir; gömleğini buruşturur, kravatını gevşetir, saçlarını dağıtır; boy aynasında, kundak bebesiyken adını dedesinin (Fâtihâ sûresiyle) üflediği kütlenin hücrelerini dikizler, röntgenini alır, bakar. Bakacak. Mahâretli parmaklarını saydamten okşuyormuş gibi kenetleyerek çıtlatacak, ovuşturacak; avuçiçlerine hohlayacak, ellerini öpecek; ezelden beri sürdürdüğü şahsî törenini gören yok. Parmakları yumuşamıştır; yüzünü de biraz yorması, surat çizgilerine, kaygı, cesâret ve intihâra yatkınlık duygularından birer tutam serpmesi gerekecek. Lokanta kısmında karnını mezelerle ağız tadıyla doyurduktan sonra iki kadeh rakı parlatmış, ardından gizlibölmeye geçip sâatlerce oynamış, kâh kazanıp kâh kaybetmiş biri O: sinirli, sert. Hareketleri nemli ve sert, para sürüşü terli ve sert; fişleri alırken dalgın ve mutsuz; ama ikide bir sarkan alt dudağına bakanların görebilecekleri gibi, kınsız palalarıyla harbeden cengâverlerle ölene kadar oynayabilecek biri; o da olmazsa, harakiriyle karınkaslarını yarıp mide çeperini dağlayabilecek bir kul. Sessiz hırslarla oynayıp şiddetle kaybetmek isteyen kumarbazların o melûn kâhinleri andıran, panter hayvanları gibi buz, vahşî, donuk ve sevimsiz suratlarından herhangi birini takındı; evet, aynen koyabiliyordu fotoğrafı. Sotada, deste iskambillerle oynaşan ekip arkadaşlarına baktı güldü, sırıtarak ısınan elemanlar vâdeleri dolduğunda oyuna karışmayı bekliyordu. Mesleğe yeniden dönüşünün şerefine bugünkü gizliservis şefi O’ydu. 52'lik desteyi aldı Kahramân, jokerini ayırdı, güldü: “Sen kenara geç bakalım güzelim.’’ Destedeki sûretlere atak tokatlar çaktı; bombardıman uçaklarındaki samuraylarıyla, savaşgemilerine kamikaze dalışları yaptı. Sağ eline aldı havuz yaptı, sol eline aldı su yaptı, burnuyla 24 desteledi dağ yaptı. Kardı, karıştırdı, harmanladı, paketledi; yılaniskeleti gibi inceden serip ilk dört kemiği çekti: Karo As, Pik Papaz, Sinek Vale, Kör 10'lu: ârzûladığı kâğıtlar ellerine yürümüştü. Demek ki yerinde duruyordu kabiliyet hâlâ, demek ki dimağ ile parmakuçları arasındaki denge mükemmelen işliyordu; demek ki Kahramân, onca çileyle yoksulluğa rağmen Rabbinin ihsân eylediği has becerisini korumayı bilmiş, avantacı cadılarla lavantacı meleklere kaptırmamıştı; demek daha canı nâzik teninden ayrılmadan şâhit olacağı nice acâyip, fevkalâde garip ömürlerle, güneşin doğmakta geciktiği şafaksız sabâhlar vardı. Peşinsatan esnaf tadında, tereyağından kıl çeker gibi zahmetsizce elde ettiği hesapsız paracıklarını yemeye gelmiş işadamı şeklindeki giysisini düzeltir: siyahceket stil, ütülü pantolon jilet, rugan kundura parlak, kravat saten, atkı beyaz; ceket yakasında şatafatlı arma; elde cep telefonu şıkıdım; belde altınkaplama kabzası halıdesenli sıkı âlet, öldürücü. Gomez’in tâne tâne sayıp verdiği banknotları cüzdanından çıkardı, tarttı, kokladı, sayar gibi yaptı, asâletle yerine koydu; biryantinli saç tarlasını tarağıyla bir kez daha pullukladı, bıyıklarını burdu; gözlerini kıstı, lânetini gözlerine gizledi, intikâm yeminini karnından konuşarak etti; kılkeçe çadırda Yezid’in ordularına karşı yoldaşlarına onurla kumanda edeceği Delibalta’lığa hazırlandı; Yanık, 66, Batak, Okey, Barbut, Kılıç oynanan masalarda gözlerini kırpmadan oturan, imkân olsa cümbüşü yirmidört sâat devâm ettirecek elemanların bulunduğu esrârlı mekânın gizlerine nüfûz etmek ister gibiydi. Vurulacak birazdan karıncanın sırtına palan, mum yakacak binbir yalan; iş bilenin kılıç kuşananındır, hırsızın âşkı karanlık gecelerde gelir; kepçeyle toplayıp kaşıkla dağıtabilmek için büyük zar atılmalı, şans fazla zorlanmamalıdır; kuvvetli zarın kazandığını kim bilmez ki? hesaplanmalıdır gâlibiyetle mağlûbiyet kılı kırk yararcasına. Atmosfer boğucu, dumanlı, kasvetliydi. Benliklerine kazanmayı telkin eden varoş şâkîleri, yalçın dağlardaki sarp kayalıkları vaşak dikkatiyle geçerek sihirli mağaranın anahtarını bulup karapara ambarını yağmalamaya kilitlenmişlerdi, gözlere perde çekmişti hırs bulutları. Yaşamın gaddarlığını gâyet iyi kavramış yasakoyucular ise tuzaklarına düşürecekleri tavşanları kaynatacakları bakırdan koca cadı kazanlarının altına kuru meşeleri hababam debabam sürüyorlar, ateşi durmadan harlandırıyorlardı. Ufaktan çevrilen birkaç partiden sonra, tavana grî bir pelerin gibi yapışmıştı ki sıkıntı, ânsızın gelen ölüm gibi içeri girdi Kumarbaz; avcıların avlarına 25 baktıkları ihtirâsla mekânı dikiz etti: kendi cinsini avlayan bir hayvanın avı olacaklarını bilmeyen bîçâreler, çatlak kavalların tiz melemeleri eşliğinde heyecân denizlerine batıp çıkıyorlardı. Demir halkayla mıhlanmış İçeri’ye girdi Kızılmaske gibi; loş, dumanlı, sinirden zangır zangır titreyen, rûh hastası içeriye girdi. Vecd ve huşû ile uyuşturulmuşa benzeyen, her yanlarını ter basmış, götlerine binlerce iğne saplanıyormuş gibi kaşınan tipler Barbuttaydı. Büyük zar atılıyordu. Yanaştı. Önce kaybetti biraz. Rakip şeş car atıyor, Kahramân car ü se; rakip penc i dü atıyor, Kahramân car ü yek: devâsa mıknatısların câzibesine kapılmış nazlı kelebekler gibi dışarlıklı cüzdanlara kanat çırpıyor paracıklar. Altıncı ele geldiklerinde, rakîbin çirkin suratının kırmızı damarları fazla sevinmekten şişmişti; kıçıkırık zaferlerle iki ucuz plastik kale fethedince, erkek gövdeciklerinin kallavî siklere dönüştüğü zehâbına kapılan zavallı adamcıklar gibi o esnâda O da bütün dünyâ malıymış zannediyor, yerkürenin doğal tiranı gibi davranıyor, elinden tutup yüzüne gülen Şeytanın lûtfunu bir daha katiyyen esirgemeyeceğine inanıyor, devâmlı sûrette oynayıp daha çok kazanmak için canını vermeye hazır görünüyordu. Varını yoğunu yitirmeye ramak kalmış insanları andıran Kahramân, intihar komandosu kararlılığındaki keskin usturaya benzeyen suratıyla teklîfini patlattı. Sanki bu kadar kaybetmeye tahammül edemiyor, kem talihine lânet okuyarak, feleğe isyân ediyordu. Zara mim koymadan önce, “Hepsine,’’ dedi, ‘‘her şeyine var mısın arkadaş?’’ Vatandaşın götü bir kere kalkmıştı ya, artık iffetine, ismetine toz kondurmak kaygısını kenara bıraktı, altın adının bakıra tahvîl olabileceğinden hiç şüphe etmeyerek âdetâ vahşetle titredi: “Sen bilirsin hayâtım, okey yâni...’’ Dudaklarında tebessüm, gözlerinde azamet vardı, kulakları uğulduyordu, burun delikleri edepsizce genişlemişti; bu arada yalaka avânesi de boş durmayarak, “Götüüüür...’’ diye tezâhürâtta bulunuyordu. 26 9. USTA ZANAÂTKÂR İşte o zaman Kahramân, senelerdir elceğizlerini kanatma pahasına binbir zahmetle sabâhlaraca süren Gece Jimnastikleriyle ustalığına erdiği zanaâtının meyvesini dalından kopararak oyuna sundu. Hâricî enerjisi, maddî mânevî tüm varlığını kaybetmeye müstahak nâmzetin siliksoluk korkak portresiydi; rûh arzına gizlediği sırlı güç ise, soğukkanlılıkla döşenmiş atlas bir bohçaydı. Kredikartıyla payandalandığı için, fâsılasız mâğlubiyetine rağmen diklenmeke ısrar eden meymenetsiz rakibin Şeşbeş’ine karşılık düşeş attı: ziyâdesiyle geri dönecekti teşkîlâtın tatlı paracıkları. Düşeş’e hortlak görmüş gibi bakan müşterinin kaz gibi yolunduğunun farkına varması zaman aldı; işin içinde iş ihtimâlini çakozlayamamıştı. Îtirâza yeltenen aslanı kediye boğdurmak için diğer iki elemanın da Barbut masasına sökün etmesiyle, okyanus dibindeki mercan kayalıklarında nihâyetlenecek mâcerânın rotası çizildi: Angut Bey, boş kâğıda imzâlattırılan senetle şansını zorlamaya devâm edecekti. Kemik, cıvalı ya da mıknatıslı zarlar atıldı, tespihler şaklatıldı, çekişmeli müsâbakalarda kritik terler aktı; fâsit dâirelerin sentetik raylarında çuf çuf giden Hayât Katarı da böylece gecenin meçhûlüne doğru ağır ağır yolaldı. Yarasalara bile îtimât telkîn etmeyen tekinsiz hayın karanlıkta kurnaz sansarlar gibi boşlukları araştıran Kahramân, her kalıba giren su gibi süzülüyor yeryüzüne; su bilir O'nu bir de yer bilir; yağmur gibi peşpeşe düzülüyor, yağmur bilir O'nu bir de sel bilir. Hayrân kitlesini önbeyinyıkamalı kuyrukluyalan tekniğiyle güdülediği âşikârdı, çılgınlar gibi reyting alıyordu. Seyirciler, yabandan gelmişe benzeyen bu garip cengâvere, kellesini uçuracak pala hamlesinden son ânda sıyrılıp rakiplerini galebe çalan, şans çarkının torpilleyip iltimâs geçtiği bu isimsiz kahramâna hayrânlıkla, gıptayla bakıyorlardı. Püskürüyordu kumarevine yağlı Afgan dumanı, mekânı cayır cayır yakıyordu burnubüyük sahrânın kızgınlığı: “Amanın yandım kelle, kelleyi verdim fırına, pişmedi geldi kelle...’’ Hanlarını, hamamlarını, borsa senetlerini, gayrımenkûl tapularını patavasızlıktan yitiren ihvânın hurûç harekâtına giriştiği merkez, tıpkı denizler gibi geç ısınıp geç soğuyordu. Oyunu yöneten Ganyetocu’nun raconuna sığınmış bilumûm oyuncular, zar bağımlılarında haysîyet aramanın beyhûdeliğinin farkındaydılar; zahmetsizce uylaşım fikrisabiti 27 benliklerini kapladığından, horozların ötmeye durduğu vakitte ille de gâlibiyetle çıkabilmek için tünelin sonundaki girift yollara dalmaktan çekinmiyorlardı. Neredeyse sabâh oldu, tanyeri ışıdı, kurtlar kuşlar destûr verdi; fakat bu şavkı solup gülbenzi üşümüşler, hâlâ aramaktaydılar. Sahneye epey uzak sağ cenâh, Okey’le 66’ya devâm ediyordu; cıgaralıktan beyni morarmış bir başka grup ise yeni Barbutun kurulmasını bekliyordu. Sınıf farklarıyla kastlar arasındaki ayrımcılık yüzünden cimri mabûdun hayratı kuruyuktu birçoklarına; burası, canların musallâ taşında okunan alelusûl fâtihâlardan sonra deliklerine pamuk tıkılarak definlendiği şeytânî bir evrendi; sanki fânîlerin leziz cennet meyvelerine vâsıl olacakları masaleviydi Apaçi Night Club. Ellerde kıyması hayli bol çiftkâğıtlılar, ortada dans denen icrâ, diğer yanda kumar denen çarpışma vardı: sihirli zanaât: kumar: âlemlerdeki putların ilk, tek, bir, başsız, sonsuz, doğmamış, doğurmamış, rahmân ve rahîm olanı, tabîatın asâletli atası, alev alev yanan rûhlardaki yalazların tertemiz anası, gaddar cangılın tek manâlandırıcısı. Kumarda nefislerini sınamamış âdemler, ömürlerini marazlı girdapların yeknesak dâirelerinde geçirmeye mecbûrdurlar. Bir lokma ekmeğe muhtâç yetimlerle sabîlerin gözyaşı pınarı, meyperest ve haşerât babaların tatmin gıdâsı, odları ocakları söndürüp yuvaları yıkan pis iş. Adına kumar denen illet, bir nevî uyuşturucu hissi veriyor, bir nevî zillet; bu şimşek gibi hakikatlere rağmen kudurmuş gibi oynuyor millet. Keneler içeri girdi, pişmanlıklar dışarı çıktı. Yüznumaracı Kadın’ın radyosunda, Afyon dolaylarından bir türkü çalıyordu: “Ana beni Kırkpınar’da kestiler / Cepkenimi saz dalına astılar / Anam babam benden umut kestiler...’’ Tesâdüfen kazandıklarına sevinen zıpçıktı amatörlerdi kaybedenler her dâim; hâlbuki usta kumarbazlar, fişleri deli gibi yeşilçuhaya sürenler değil, koz hâkimiyetini elden bırakmadan sabırla tek ânı beklemesini bilenlerdi: kondüsyondan düşmeden ufak ufak oynayarak sinir meydan savaşından az zâyiâtla çıkmaya bakarlardı. Gülmesi beklenen şansın hangi kullara ne vakit zuhûr edeceği belli değildi. Kumarevine inceden ve derinden yayılan S.O.S sinyâlleri, Manocu’dan Salon Koruyucusu’na, giriş kapısındaki Ekipotosu’yla laklak eden Bekçiköpekleri’ne, kıvrılmış 100 dolarla buruntavayı beynine gönderen Patron’a kadar ulaşmaktaydı. Oyuncuların adrenalini tavana vurmuştu, kemirmekten avurtlarında et kalmamıştı; tırnak diplerini yoluyorlar, sigaralarını emiyorlar ve Ganyetocu’nun zayıf ânını 28 bekliyorlardı. Tâlimat gereği yükleniyordu görevli Kumarbaz, elinde ne var ne yoksa; canını önesürmeyi göze alamayanların kazanamayacağının tecrübesiyle, basıyordu varını yoğunu büyük büyük. Bu yüzden ya şiiri ya cinâyeti andırıyordu kumar; kısa, kesin, ânî bir küçükölüm gibi. Fakat açıklayamıyordu bu tek atış, yeni sattığı evin parası avucunda, gümbedegüm beyinüstü betona çakılan kumarcıları. Parsayı kürekleme hayâlleriyle yanıp tutuşanların acıklı ahûzarları değil, kaybettiklerinde bile kazanıyor vakarında davranan ustaların hikâyeleriydi önemli olan; oyunun hakkını vererek, icâbında hayâtlarını silmek pahasına, Sinek Kızı kadar yalnızlaşabiliyor, Maça Vale kadar hırçınlaşıp Kupa Papazı kadar zâlimleşebiliyorlardı; onlar her yerde ve her zaman sâdece kuralları koyanın kazanacağını iyi biliyorlardı. Şimdi Kumarhâne, rüyâlarda fısıltıyla söyleşen mümtâz hayâletlerin yurdu gibiydi; tenhâlaşmış, ıssızlaşmaya yüz tutmuştu. Kahramân’ın götcebindeki cüzdan, abaza similyalar gibi yumruktu. Civân delikanlıları indirdiği, mert Anadolu Esnafını dürtüklediği, Beyaztürk Zenginleri tırtıkladığı hâlde, gecenin sonlarına doğru esrârlı bir keder kaplamıştı yüzünü, hüzünlü bir zafer ifâdesi. Danışıklılarıyla ince ince doğramışlardı kerizleri; hamur gibi yoğurmuş, maydonoz gibi kıymış, limon gibi sularını sıkıp posalarını çıkarmış, çöp poşetlerine tıkmışlardı. Alnında biriken terleri sildi Kahramân; operasyon başarıyla tamamlanmış, sefil fâreler lâğımlarına gönderilmişlerdi; sıra içki, kadın ve uyuşturucudaydı; boşluğa lehimlene lehimlene semâya yükselen zennûbenin raksına doğru yürüdü. 29 10. HIŞIRDAYAN EROTİK TÜLLER Suç şebekesinin karanlık kadrosu, zulalarda baba cıgaralıkları anasütüne saldıran bebe gibi somuruyordu. Kumarda sinirlerini bozmayacak ölçeklerde kaybetmiş, yasal gayrımeşrûyu Devlet’e âit evrâk üzerinde kovalayan keyifehli zâtlar, değişik ülke bandıralı kımızlarını yudumlamayı savsaklamıyorlardı; şâhâne yemeklere ve hasosundan Osmanlı mezelerine adamışlardı işkembelerini: Pilâki, Cacık, Tarama, Közpatlıcan, Çerkestavuğu, Şakşuka, Acılıezme, Kalamar, Haydarî, Ballımuz veyâ Canerik. Mekânın kalas işçileri, Ayperi’nin sahnesi için karıncalar gibi koşuşturuyorlardı; Işıklar, Tüller, Ampüller; yanıp sönüyordu durmadan ışıklarla ampüller, sürtünüyordu hışırdayarak erotik tüller. Avratsız ve mahpus hatırâları bedenindeydi hâlâ Kahramân’ın; yerleşik yabancıların iyi bildiği, geriden, eskiden, derinlerden gelen bir duygu şekli kıvranıp duruyordu beyninde: eski uzak Ayperi, neden fıkır fıkır dâvetkâr böyle? Haritasız ve pusulasız yolculuklardan sonra piramitlere ulaşıldığında ne kadar da şüpheci olunuyordu, insan kendini nasıl da pâyitahtın terkettiği bir palangada muhâsara altındaymış gibi hissediyordu. Kahramân da baktı, âlemin erkeklerini hasta eden mahbûbeye, pistteki Ayperi’ye, Apaçi’nin gözdesi kıvırtık rakkaseye. Tek maksadı, kobrayı salmak mıydı derin kuyuya, kara mokarı itelemek miydi dar kutucuğa; yoksa daha kalbî bir ârzû muydu Ayperi figürüne râm eden? Belki her ikisini de ârzûluyordu; ama bunu terinin, teninin tadında yapmak isterdi. 30 11. AY PERİ’NİN DANSI Beklemeye tahammülleri kalmayan masalardan bâzıları hançerelerini yırtarak gırtlak temposuyla tezâhürâta girdiler: Aype-ri, Aype-ri, Aype-ri. Derken zemberek gibi gerilmiş sinirleri yaylarından boşanırcasına bağırdı müşteriler: Ay-Pe-Ri. Dişi kaplanın çevik sıçrayışlarıyla geldi pırıl pırıl Ayperi; koşarak, sekerek, ürkerek geldi, kondu âhenkle sahneye; ufaktan, usul, narin, kıvırmaya başladı; milletin mestolduğu kumsaatine benzeyen kadının deligoncaları da yavaş yavaş patladı. Fevkalâde stiliyle danseden rakkase, seyredenlerin eskideki gençlik hatırâlarıyla ihtirâslarını kamçılayan figürlerle oynuyordu; kadının dansını târif etmek imkânsızdı. Ayperi, ensesine topladığı uzun sarı saçlarını üzerinde küçük elmas tâneleri parlayan tarakla tutturmuştu; tavanlardan dökülen ışıklar, ışıldayan elmaslara vuruyor, tasavvur edilemeyecek bir manzara hâsıl oluyordu. Topuklarının üzerinde 360 derecelik şâhâne dönüşlerle, cûşa gelmiş Mevlevî Dervişleri gibi canözünden geçerek raksediyordu Ayperi. Müşteriler, memelerden karına, ayvatüylü göbeğe, dolgun kalçalara, sâbit nazarlarla bakıyorlardı; sihire uğratılmış gibiydiler. Gözlerinde bir şeytan gülümsemesi, yanaklarında gamze, türlü edâ, cilve, işveyle dönen Dansöz’ün uzayında kaybolurken, sanki her biri birer Ayperi oldular, huşû içinde vecde geçtiler; Ayperi’nin şahsında kendi şapşal, boktan, zavallı sûretlerine tapındılar. Uğursuz bir rüzgârla sallanan dev mumların alevleri müşterilerin yüzünde esrârlı pırıltılar yapıyordu ki, Ay Peri’yi çevreleyen gergefli hâle gökkuşağı gibi balkıdı, sahneyi çevreleyen muazzam perde yavaş yavaş indi; operasyonu yöneten tiğvi şöhreti çığırtkanın işâreti üzerine, gayet kıvrak bir raks havası çalmaya başladı. Yarımay gibi dizilmiş ayaklı gümüş şamdanların aydınlattığı geniş sahnenin önünde, çıplak vücûtlarının bir kısmını örten kumaşlara bürünmüş, salınarak Ay Peri’ye vokalistlik yapan gençkızların pullu payetli giysileri gözkamaştırıcıydı; göğüslerinde, bileklerinde ve kulak memelerinde parıldayan mücevherler, hayrânları seyirciler arasındaki zengin kokainmanlar tarafından gönderilmişti. Birden, yarıçıplak vücûduyla Ay Peri denen dilber yeniden ortaya çıktı. Dakikadan dakikaya âdetâ canı çekilen seyirciler çâresiz görünüyorlardı, şakaklarında biriken siniri boşaltacak bir kap arar gibiydiler; diplerdeki karanlığın 31 derinlerinden vuran solgun turuncu ışıkların altında lotusçiçeği gibi açılan bu kadına doğru bütün güçlerini toplayarak yanaşmak, ellemek, dokunmak, parmaklamak istiyorlardı; yanıp sönen ışıklar altında tenini saran şeffaf tül, Ay Peri’nin iliklerinden akan bal damlalarını gizlemeye yetmiyordu. Efsâne Dansöz, masalara püskürttüğü alevlerin arasında kasım kasım kasılan yıkıntı rûhlara sâhip adamların bütün ihtişâmını yalayıp yutmak ister gibiydi: Duvarlar inse, yekpâre hisârı aşsa, dağa tırmansa. 32 12. HALK ÇALGILARIYLA EZGİLER Derken ışıklar yandı, tavandan aşağı bardaktan boşanırcasına bir alkış seli indi. Ayperi, saçlarını sağdan sola, soldan sağa savurarak yerlere kadar eğildi; gülkoncası memeleri fırladı fırlayacak gibiydi; gergin yırtmaçlı eteğinden taşamadıkça daha da iştâh kabartan bacaklarıyla, temennâ ede ede kulise doğru kaçtı. İşte o esnâda kadîm deryâları aşarak, gönüllere dolup boşalarak gelen bir şarkı, gerçekliğin üzerini kolonlardan yayılarak azıcık kahırlı fakat makaracı bir tavırla örttü: “Her gönlün bir köşesinde / Yaralanmış bir yer vardır / Benim gibi sevenlerin / Yaşaması ıstıraptır...’’ Garsonlar, hesâba itirâza yeltenen birkaç dallamayı, badigardların insâfına terkeylediler; temizleyici ameleler, kırılmış şişelerle yarısı içilmiş filtreli sigara izmaritlerini, müslüman sabâhın ezânına doğru süpürdüler; Gayrımeşrû Babalar, avuçlarında buruşturup terlettikleri kirliparaları, sabâha Devlet Bankalarındaki hesaplarına geçirmek üzere desteleyip istifleyerek uykuya yatırdılar. Ütmekten rûhu daralan Ganyetocu bîtâptı; kafasını mercimek çorbasına gömmüştü, kirli ellerindeki yarım somunla katıksız kaşıklıyordu; taşa kesmiş mimiksiz suratı, Manocu’lara, Danışıklı Oyunculara, hâsılı kimseye tahammül edecek hâli olmadığını belgesel tarzda ifâde eder gibiydi. Apaçi, kasa hesâbını alır almaz, iççamaşırı mankeni ölçülerindeki kalkık burunlu sarışın sevgilisini kaptığı gibi villasına topuklamıştı. İşletme Müdürü Gomez, yardakçısı Boksör’ün, muvâzenesini yitirmiş titrek parmaklarla kıvırdığı çiftliyi yakmak için davranırken, mekândaki döküntülerin son hâlini de dikiz etti. Helâcı Kadın’ın TRT’ye bağladığı radyosu, halk çalgılarıyla nefesler vermekteydi; sidikli bok kokan yüznumarayı foşur foşur suladı; aynı zamanda, kan, ter, gözyaşı ve paranın teri gibi de kokuyordu. 33 13. MAKASA GELEN BEYİN Salon şimdi Kahramân’a büsbütün kararmış görünüyordu; boş, zifir, ışıksız, muammâ uzam; derinliklerinde karışık homurtularla cinâyet ekonomisi rantçılarının taşkınlıklarının, içsavaş artığı silâhların uzunmenzilli seslerinin, her biri birer Cüzdanadam’a kapılanmış Parazitkadın kahkahalarının, Halktürküsü melodili cep telefonlarının, insan denen hayvan gece boyunca deşilirken bölgenin güvenliğiyle sükûnetini sağladıkları için but payını bekleyen Aynasızların telsiz vızıltılarının kaynaştığı, pis bir çirkef çukuru. Makyaj odasına yürüdü. Vücûdunu arkaya atıp gözlerini hafifçe kısarak bir müddet kızı seyretti; entârisinin göğsü sımsıkı gerilmiş, belinin inceliğine karşılık şâhâne kalçalarının nefis yuvarlaklığı meydana çıkmıştı. Derken, birden, ansızın, gözleri kenetlendi; sarı peruğunu çıkaran Ayperi, başını biraz yana eğdi; kızıl saçlarındaki alev perçemlerden birinin gölgesi, yanaklarına düştü. Kahramân, sigarasından yuvarlak mâvi dumanlar üflüyor, oltutaşı tesbîhini şşakk şşakk diye ağır ağır çekiyordu. Bir müddet öyle kımıltısız kaldılar. Yanaştı Ayperi, yaklaştı, şûh nefesini saldı: “Ateşin var mı?’’ Çakmağını çıkaracak Kahramân; hızlı, serî, atak hareketler; tak, çat, çak; ama sonra birden, cıstak ritmindeki kemanın âhesteye geçmesi gibi, nazlı nazlı yavaşlayacak, bir hafif keder, bir hafif neşe notalarına basarak, bir sonraki ezgiyi terennüm edecek; Muhtarçakmağı’nı biraz öyle, yanık tutacak, gazın ışığında Ayperi’nin yüzünü seyredecek: şehvetten çâresizleşmiş görünen masûm hûrî; ürkek kedi, tedirgin balık gibi; insanı ânında günâha sokacak cadımsı şeytanlar kadar güzel ve köşede kıstırılıp köklenecek oğlan melekçikler kadar tâze. Sabâha karşıydı, berâberce çıktılar; havada ısınmak için mâkûl olmayan bahâneler arayanların tercîh edeceği hafif bir serinlik vardı. Ayperi, ebeveynlerinden gizli bâzı kabâhâtler işlemiş küçük kızlara özgü safımsı tavırla sordu: “Koluna girebilir miyim?’’ Kahramân, okkalı bir lâf oturtturmak istediyse de, kızın kokusundan felç olmuş beyni makasa geldiği için yanıt veremedi. Sanki donuyormuş gibi çenelerini takırdattı Ayperi: “Çok üşüyorum.’’ Dedi ve yılanbalığı gibi kıvrak, gevrek simit gibi sıcak vücûdunu, erkek suratında tuhaf bir şaşkınlık yaşayan oğlana yapıştırıverdi. Böylelikle günü imbikten geçirip künyelerine kazıyacakları yiyişken bir zaman imâlâthânesine dörtnala daldılar. 34 14. DAMARDAN GİREN NEHİRLER Mesût bir Aksaray gecesiydi. Ne tâlihten ne kadından yana gülmemiş şanslarına küfrederek bekâr odalarına dönenler, uyanan pis şehrin sabâhına hınçla tükürdüler. Bu cehennemlik günahkârlar, gece boyunca üçkâğıtlara mârûz kalmışlardı: kemik seslerinin duyulduğu yeşil sahâlarda, faüller eşliğinde küt iniliyordu. Börek salonlarındaki ısıya çöken gözleri pörtlemiş Şehirşebekleri, ne iyi, ne kötüydüler; dişlerini fırçalamazlardı, meselâ çorapları da kokardı; maratonu tamamlayabilmek için, gemlerinden kurtulmuş boğalar gibi boynuz koyarak tükettikleri tek bir zaman vardı ellerinde; âşk için ıstırap çekmiş şarkıların zamanı, Tatlı ve Acı Hayât’ın zamanı. Pisti ortalık, pisti pisler içinde, en pis kadar pis; işler her vakit pis hayât efendilerinin çemberleri içre dönüyordu. Han-ı yağma gösterisinin dirençsiz ödlekleri sistemin vidaları hâline gelirken, haysiyetsizce yaşamaktansa haykırmayı göze alanlar ya tecrite ya sürgüne gönderiliyor ya da yağlı ilmeklerle darağacında sallandırılıyordu âleme ibret olsun diye. Masal aynaları gibi sırlandırılmış fason gündelik hayât, sahtekâr bâkireler gibi örtünüp namus kumkumalığı taslarken, buruk şehvet hissiyle damardan girip alevden bir nehir gibi önüne geleni yakarak akıyordu. Pavyonlarla gece kulüpleri kepenklerini indirmişti. Kusmuklarla kediboklarına bastılar; cılız lâmbaları sönmeye yüztutan caddelerden, çöp dağları yığılı iğrenç kokulu Pistanbul sokaklarından elele geçtiler; dijital taksimetre gözlü fırlama şoförleri umursamadılar, ışıklarından içli deyişler sızan evlerin önünden ağır ağır yürüdüler. Nâmuslu, uyumlu, mutlu yurttaşlar, yüzbeşbininci uykularında osuruyorlardı. Başı dönüp midesi bulanan karakterler, Kokakola kutusu yığınını tekmeleyip küfrettiler. Beşyüzlü aşağılık şehrin alimünyum estetiğinin gölgeleri, şafak alacasında gâh devleşiyor, gâh minnâcık kalıyordu. 35 15. İKİ EMSÂLSİZ KAFDAĞI Geçtiler karakol haritalarındaki pilot suçbölgelerinden, koşaradım uçtular ispiyonculuk ahlâkının kutsandığı ürkünçlüklerden; açlıkların fakirliğinden, mutluluğun zenginliklerinden, kıyâmet tellallarının sirk neonlarından, az sonra birbirlerine inecek oraklı iki Azrâil gibi geçtiler gittiler; parke taşlara basıp topuk çınlatarak Ayperi’nin âşk yuvasına, fikifiki mağarasına, şahsî kerhânesine girdiler: Dansöz Ayperi’nin evi, güzel Ayperi’nin şâhâne evi. Gâvurun kızıyla âdî şerefsizin bol taklalı meşveret gecesi müthiş; murat verecekler, murat alacaklar. İki ulu yükseltiydiler, iki ulu rakîp, karşı karşıya iki emsâlsiz kafdağı. Ağızları için, dilleri için, çıplak ve terütâze vücûtları için, yaradanın hakkı için birbirlerine kapanmak, birbirlerinde kaybolmak istediler. Akça yüzlü iki yeni sevgiliydiler, birbirlerine köprü olmaya söz verdiler. Kurusoğanla ayranı katık ettikleri mutluluk aşlarına zehirli bahârâtlar serpmek istemiyorlardı. Kıyak kafalarıyla âsî fırtınalar gibi edepsizce sokuldular birbirlerinin efsûnlu menzîline. Bütün aşklar tatlı başlar; saftırlar, zamanla bozulurlar. Acelesi yoktu Kahramân’ın da, kızı tatlı tatlı okşuyordu; âşk hızlı başlar yavaş öldürür nasıl olsa, biliyordu. Rol kişileri insiyakî olarak şimdiki âna kilitlenmişlerdi. İri burnu, kalın kaşları, kemikli suratıyla, tornavidalığını haykıran Anadolu’nun güzîde evlâdı o esnâda kâinâta kızın rimelli kirpiklerindeki esrâr perdesinden bakıyordu. Kıpkırmızı rujun tineriyle başkalaşmış etli dudaklar açılınca, karanlıkta bir sıra inci diş göründü, kaptı hart diye dilini oğlanın; kökünden koparmak ister gibi emdi. Kahramân’ın omurgası, mekanik bir düzeneğe bağlıymış gibi titredi; ne cezâevi, ne kumar, ne uyuşturucular, ne kumpaslı pis teklifler… velhâsıl, gayrımeşrûya âit hiç... sâdece kendi bahtiyâr erkekliğini duyumsuyordu. Öpüştükçe yüzlerine pembelik yürüdü, sevindiler; gözleri açtı gördü, gönülleri verdi, sevdiler. Bayıltıcı haspa ne de güzel kokuyordu elma gibi; ne de güzel kırıtıyor, ne de güzel kişniyordu tay gibi. Gözleri çıldır çıldır ışıklı, ağzı maç maç sakızlı, kendisi nazlı avradın dudaklarında, yanmış şeker, erimiş bal tadı bulan Kahramân, adaleli kollarında eritmeye ahdettiği fingirdeğin kemiklerini ufalarcasına basınçla sıktı: inleme seslerini bizzat kulaklarıyla duymak istiyordu. 36 16. TOKMAKÇIYA SUPET ALIKAN GACI Ayperi, eve adım attıkları ândan itibâren, diliyle ve nefesiyle müthiş bir faâliyete girişmiş, ayak pençelerini gıdıkladığı adamı, burundeliklerine kadar yalayarak mestolacağı râddeye getirmişti. Kıvranırken öyle dehşetli bir ârzû hissediyor, bunu erkeğine o kadar derinden duyumsatıyordu ki, öpüşmelerine hudût çizgisi çekmeseler nefessizlikten boğulacakları kesindi. Ayperi, zincirlerinden boşanmasına ramak kalmış sinirleriyle kendini karayağız horozun canalıcı hamlelerine hazırlarken, Kahramân da kösnül bir hırsla, rabbinin el değdirmeden ambalajladığı şişenin tıpasını paralayıp kargıyı mazgala saplamak için sabırsızlanıyordu. Fildişi beyazlığındaki vücûdun sâhibesi, dişleneceği sergüzeştin heyecânıyla cân-ı gönülden hınzır hınzır kikirdiyordu, gülmekten bayılacaktı neredeyse; kara kafasını pembe ormanına daldıran oğlan, dilindeki paslı elektriği bızırından beynine iletmekle meşgûldü; süte saldıran yılan gibiydi, incirin balını yalamaktan nefessizdi: inşâatın subasmanını döşüyormuş, katları tek tek çıkacakmış; her katta bir duracak, bir vuracakmış; ta ki binâ zangır zangır sallanana, gökkatındaki bulutlar çatlamış toprağı şarıl şarıl sulayıncaya kadar. Öpüyordu Ayperi de adamını, okşuyordu, saçlarını karıştırıyordu; yumuk gözleriyle, aralanmış dudaklarıyla, kopacak zelzeleye hazırlanıyordu. Pantolonunu indirip fermuarını çözdü, but similyayı avuçladı; hiç tereddütsüz, mosmor bir sosis hâline getirinceye kadar supet alıktı: çocuğu içine almak, bağrına gömmek, +90 ak memelerinin arasında kayıp etmek istiyordu. Birdenbire üstüne pars kızgınlığı, antilop yırtıcılığı gelmişti; artık kediyavrusu değil, dişi bir leopardı. Güzelliğinin en şaşaalı devirlerini yaşarken hâfızalardan silinmeyecek izler bırakan bu kadın, gül memelerini, kiraz dudaklarını, gamzeli yanaklarını, nihâyetinde de bal çanağını, siyah erkek hayvanın istifâdesine sundu: zevkten çarşafları parçalıyor, iniltisi yeri göğü tutuyordu. Feryâtları duyan komşuların eve baskın vereceğinden korkan Kahramân, eliyle ağzını kapatmaya çalışınca, Ayperi sinirlendi: “Devâ-meeeet...’’ Dişlerini gıcırdatıyordu: “Duysalar da farketmez, devâm et tokmakçım benim.’’ Boşalmasını geciktirmek istedi ama dayanamayıp ilk ohunu çarçabuk verdi; çok daha kuvvetli ikinci artçı sarsıntının fazla gecikmeden geleceğini iyi biliyordu. İnsan yemeye hazırlanan iki dev karınca gibiydiler, ilâhlar tarafından 37 görevlendirilmiş vandal seksmakinalarını andırdıkları da söylenebilirdi; çölleşmiş dipölüdoğada çarpışan âşkrobotları, gibi benzetmeler, bu tür şahsiyetler için üretiliyordu sanki: dil korusunda, kelime göletlerinde sıçradılar durdular; sözlere tek tek değdiler, sözler aracılığıyla emiştiler. Ayperi’nin memesinden sallanan bir damla sütü bebecik gibi emen erkeğin düşüncebalonu, “Ahh...’’ dedi, “demek daha bebek bu, demek anasının kınalı kuzusundan bir damla süt getirebilmek için devâmlı memelerini sömürmeliyim.’’ Sâatler ilerledikçe, Ayperi’nin solumaları kesik kesik cümlelere dönüştü: “Sok. Sakın boşalma. Dibe. Daha ileri. Derine.’’ Kızın gözlerinde yansıyan Kahramân, cançekicini cinçukurundan ayırmadan ağır işçiliğe devâm ediyordu. Ayperi, isterik minik kahkaha krizlerine geçti: “Em. Aaah. Mmmm. Kimim ben? Adımı söyle’’ Çıldırma ânını kaçırmak istemeyen Kahramân emirlere harfiyen uydukça, Ayperi’nin diyalogları da denetimden çıktı: “Nereden geldin gene sen? Manyak. İt. Tam bir hayvana benziyorsun. Sars beni. Amcığım; evet. Bayılacağım. Yalvarırım. Sakın çıkarma; sakın, sakın, sakın.’’ Şehvete gelmiş fingirdek tâzenin kabukları soyuldu, bâdemleri yendi, pulları tek tek ayıklanıp içorganları boşaltıldı, kemikleri çatır çatır kırıldı. En nihâyetinde ikisi de bitkin vaziyette taş gibi ağır bir uykuya şuûrsuzca düştüler. 38 17. CİNÂSLAR ZİNCİRİ Öğle ezânı minârelerden yükseldiğinde, çapaklı gözlerini kırpıştırarak sevinçle güldüler. Keşke çorak tabîat, envâi çeşit herzeyi zıkkımlanan Ayperi ile Kahramân kadar saâdetle yüklü olsaydı. Anadan üryân dünyâ ne hoştu, sevdicek kollarındaki uyku mahmûrluğu ne muhterem duyguydu. Bal, kaymak, pekmez, yumurta, peynir, çayla kahvaltı ettiler. Aranılan numaralara o ânda ulaşılamıyordu, şahıslar cevap vermiyordu ya da kapsama alanı dışındaydılar. Radyolar dinlendi, televizyonlar açıldı; sabah ve öğle geyiklerine, dizilerdeki karton karakterlere, çizgifilmlerdeki doğaüstü tiplemelere, belgesellere, az sonralara, konserlere, olayların perdearkalarına, haberlere zapla bakıldı. Kahramân, kızı kucağına oturttu: ‘‘Birer çizgi çekmenin zamanı geldi.’’ Koko’yu gıcır 1’lik doları külâh yapıp kristal yüzeyden beyinlerine yolladılar. Derken kankırmızısı güneş yavaşça soldu, tâze benzin kokan rüzgârlar içeri doldu, gökdelenlerden birinin tepesine kocaman bir ay kondu ve taraflar yıldızlar ışımaya yüz tutarken bir kez daha nefes aldılar. Amansız, acımasız kaynamaktaydı Büyükkent; asfaltla betona fedâ edilip katledilmiş dut ağaçları yerin altından inlemekte, dertlenmekte, of çekmekteydiler. İlenç dolu bereketli toprakların kargışlarını siktirederek, özleri dostlukla sarhoş ırmağın akışında, uçan bir halıya yerleştiler; dereler, tepeler, köyler, mahâlleler, arsalar, paftalar, gayrımenkûller, cam piramitler miniminnâcıktı: zamanı tekmelediler; ışıkhızında bir hâzdan öteki edepsizliğe pürüzsüz geçişler yaptılar. Perdelenmemiş gerçekliği kuşbakışı yeniden tanımladıklarında, nerede, nasıl, ne hâlde bulunduklarını ayırdettiler; halının altında uzayıp giden sonsuz iyiniyet ovalarına konmuş göçer boylarının katı kurallarına lama gibi tükürdüler; zemin, mekân, uzam, cisim kayboldu; halı sâbit, yolculuk müteharrikti; beyincik hücrelerine perdah atan Toz’un seyyâl ve cevvâl zamanından son katresine kadar içtiler; destûrsuzca algı kapılarına yaslanan yarışmadışı sâniyeler pıhtılaşmaya yüz tuttuğunda, başağrısı yapmadan güldüren Birincielek Kubar’a geçip vahşîce birbirlerini dişlediler; burgaçlarla dibe indiler, iyice dibe. Kahramân’ın gözleri nemlendi kuştüyü yastıklarla bezeli pirinç karyolada, hayâttalığına pek çok sevindi. Üstelik mûcize gerçekleşmiş, ümitsizce âşk beslediği müseccel kevâşenin katmer tadındaki fıstıklı etini iri lokma darbeleriyle tekrardan yemeye 39 koyulmuştu. Temerküz kamplarındaki müebbet esâretinden milyonda bir tesâdüfle kurtulup hür vatana şapka sallamış refleksleri zayıf bir tutsaktı sanki; adımlarını hayret nidâları süslüyor, keleş başına gelenleri acemi gülüşlerle izliyordu. Mahpusluktaki abazalığının azgınlığıyla, fevkalâde Ayperi’nin bacakarasına hamle etmiş, diz çökmüştü; el etek öpüyor, simli kaftanın altındaki serin tüyleri yalıyordu; vardığı yer, cinâs, teşbîh ve telmîh zincirinin doruk noktasıydı. Ustaişi bir zilli hamlesiyle yatağına bağlayan ateşli dilberin koynunda geçirdiği yakıcı âşk saatlerinden sonra, ister çengele vursunlar, ister etinden çekip kavurma etsinler, ömrü billâh gam yemeyeceğine inanıyordu. Gözleriyle Ayperi’nin gözbebeklerine umarsız aklını yitirmiş bir meczûbun Allahına yakarırcasına baktığı gibi bakarken her seferinde vücûdî âşkın gayyâ kuyusuna yeniden yuvarlanıyordu. Hırıltıyla kızcağızın boğazına çöküyordu o vakit, tatlı omuzbaşlarını geviş getirerek dişliyordu; selvi gölgeleriyle sükûn bulmuş, fakat gürültücü çılgın kalabalıkla huzûru kaçırılmış inceuzun yola da o zaman giriyordu işte. Çelenklerle süslenmiş zafer taklarının altından inleye sarsıla geçti. Kulakları uğulduyordu. Zılgıt sesleri, davul tokmakları, çepik çalanlar, saç baş yolan kadınlar, hülyâlı atmosfere küncü tâneleri gibi serpilmişlerdi. Silâhlı bir grup, gez-göz-arpacık tetikte durarak kitleyi denetliyordu. Herkesin gözü Kahramân’ın üzerindeydi. Mecbûren yürüdü. Kiremit kırmızısı toprak altüsttü, deşilmişti. Mahlûkatın perde perde sönen feryâdı duyulmaz oldukta, başı döndü, midesi bulandı. Durdu. Ölü de mezârcı da özüydü, topraklar da kemikler de öz canınındı. Ezbere bildiği rüyâydı; ne zaman ölüme ya da âşka yaklaşsa, kımıl kımıl kaynaşan bu hayâller kaplıyordu beynini. Sıçrayarak uyandı. İşte başbaşaydılar, şehrin lâğımındaki kutuevde üşüyen kimsesiz iki çocuktular. Dilleriyle bulaştırdıkları tükürüklerden, memelerindeki dişil ve eril izlerden, âşka kapanmakla âşkta kaybolmanın arasından, döşeğin dört yanına bulaşan beyaz bel damlalarından geçerek canözlerine yeni bir târik aradılar. Bukağıya ebedîyyen mahkûm tutuklulardandılar; âşkları, ihânetleri, intihârları, cinâyetleri çok yakındaydı; gözbebeklerinden hissediyorlardı. Lâstik gibi sünen günlerin nasıl geçtiğini anlayamadılar. 40 18. YANIK KABLO KOKUSU ya da TEKLİFİN SÂATİ Yamyam yıllardan sonra eşkıyâ inine sâlimen dönen Kahramân’ın burnu, pispas işlerin yanık kokusunu alıyor gibiydi. Devâmlı tetikteydi. Tam çakozlayamıyordu. Eh, sever görünen bir sevgilisi bile vardı. Gecelerde ekmek paralarını kazanıyorlar, masûm ve mahrem bir gündüzün kirâsını ödüyorlardı. Cennet düşlerine dalıp gitmiş günahkâr ahâliye paslı hoparlörlerle ezân boca eden minâreler ikindiyi çığırırken uyanıyorlardı ve koklaşıyorlardı mahmûr. Tâze hayâtına inanmasına ramak kalan Kahramân, Apaçi’yle özel görüştüğü bir günün sonunda allak bullak oldu; teklîfin sesi, tehdîtle karışık ricâ tonundaydı: bu seferki en gizli, en büyük, en dalavere işinin adamı olursa, hiçbir kumarda ütemeyeceği kadar para kazanacaktı, harcamakla bitmeyecek hadsiz para: “Küba sâhillerine gidersin, evlâdım Kahramân.’’ Çocuğun yüzü sarıya kesti, gözleri kristalleşti; koşarak güvercin göğsünü açmış kızının kollarına sığındı: elektrik şebekesinin ârızalandığı bir gece vakti, mumların pırpır eden alevlerinin gölgeleri yüzlerine vururken dertleştiler. Sevdiğinin başı hakkı için korktu Ayperi, titredi, sesini çıkarmadı. Şaraplarıyla esrârlarını içtiler, leblebileriyle tulumbalarını yediler, kızışmış gövdelerinin ateşiyle birbirlerine kuralsız daldılar. Aradan üç gün daha geçti. Günler geceye döndü, teklîfin saati acımasızca çalıştı; hayâtî tercîh, Kahramân’ın rûh telini kiriş gibi gerdi. En büyük destekçisi yuvayapıcı dişikuşuydu; Ayperi, kırmızıkaslı savaşçının peşinde dolanıyordu mırıl mırıl. Derken yumuşak bir Hazîran sabâhı, Kahramân’a işi sordu: kaçırıp seyredemediği bölümlerde neler olmuştu? oğlanla kız engelleri aşacak, kötü adamlardan kurtularak mutlusona erişebilecekler miydi? Yarattığı zaaf hâlesine rağmen Kahramân’ın ketûm surlarını yıkmayı başaramayınca, doğrudan eyleme geçip toplarını ateşledi: “Sen ne biçim erkeksin? Pusu at, tuzak kur; oyunda hîle varsa erken davran. Sen bunu deneyecek kadar zekâlı bir adam değil misin?’’ Her tür İnceiş’te elinden gelen yardımı yapacağına söz verdi, bir pay da kendi almak şartıyla icâbederse kadınlığını bile kullanacaktı. 41 19. KAN VE GÜL Tatlıhayât Kurbânları, yaşamak için dövüşmek zorunda mıydılar? Kuzgun dolunay, Ay Peri'nin câzibesarısıyla şehvetkızılı arasında dalgalanan saçlarını örttü. Kafasını yârinin sıcak karnına dayayan Kahramân’ın alnına perçem düşmüştü. Melekuykusundan sıyrılan hâtun, gözlerini bebek gibi ovuşturarak çişe gitti. Sekansları ağırçekimde yeniden izleyen Kahramân, senaryoları her zâviyeden ayrı ayrı tahlîle girişti. Ne kadar da korkusuzdu Ay Peri böyle; o ne cesâretti, ne Amazon yürekti o öyle? Suça teşvîkin telaffuzunda, civeleğin küçükdilini bile görmüştü. Ay Peri’nin Apaçi’ye döşekyoldaşlığı ettiği âşikâr değil mi? Filmlerde de böyle olmaz mı? Soğan, Midye, Yengeç, Bal, Hurma ve Salyangoz’dan sonraki en büyük afrodizyak İktidar, saf gençkızların kâlbini çalmaz mı? Makam, mevkii, para ve lükshayât, masûm bâkirelerin yüreğini hop hop hoplatmaz mı? Kızın şimdi koltukaltına sığınmasının ne anlamı var? Sıçradı: “Kapatması değil miydin ulan sen Eyüp ibnesinin?’’ Sel gibi gözyaşı döktü afallayan kız, âhı âsumanı tuttu; tırnaklarını oğlanın suratına geçirdi, bir müddet çekiştiler; ağır tokatla yere serildiğinde iki damla kan nârin burun deliklerinden döşemeye sızdı. Ocağın kubbesini ölüm sessizliği kaplamıştı. Kesik kesik kısa voltaya geçti erkek. Ay Peri’nin nemlendirme kremi kutusuna gizlediği zulayı patlattığı ân da o ândı: sıvıesrârı kaşla göz arasında yaladı. Malbuş’a yedirdiği kokusuz Neft’i, şahnişine oturarak paflarken, mükemmel derecede derin kafayla düzendışı mahâllenin çatılarını seyre daldı. Dumanlı kafasında bando mızıka eşliğinde sünerek resmîgeçit yapan fotoğraflar, sonbahar yaprakları gibi sapır sapır döküldüler yere; üstlerine bastığında gördü ki, hışır hışır sesler çıkıyor; bir duman daha asıldı. Sessizce kanlı gözyaşları döken iri memeli hâtunun, gözlerine âşk sürmesi çektiğinin, âşk sarhoşluğuyla mestettiğinin de farkındaydı. Boşuna dememişlerdi, sevdâ çeken gönül bir kararda duramaz, diye. Acaba insanı bedbaht edecek kadar güzel lolipopu çıtır çıtır yerken, cancağızından gram koklatmaması mı gerekiyordu? Yoksa korsangösteriler mi düzenlemeliydi? Sigaranın yarısında ayağa kalktı, acıdan perîşân ve hâzdan mestolmuş, saç baş dağınık Ayperi’ye yöneldi; sanki mel’ûn ve kör bazı içgüdülerin tesîrindeydi. Dünyâ denen nâmussuz okyanus da o kadar dalgalıydı ki, lânet olsundu. Cıgaranın dumanı, Kızılderili 42 obalarına yağacak belâ gibi siyah tüterek Ay Peri’nin mâhcemâline yaklaşıyordu. Göz zinâsıyla geçen saniyelerin ardından önce makaralar karıştı, ardından da film koptu; kokusuyla başını döndüren kızın kukusunu haşin dil darbeleriyle derin yalamaya girişince, Ayperi ağlamayla karışık bir inleme tutturdu, tırnaklarını Kahramân’ın kalçalarına geçirdi. Taze amcık kokusunu bir kez daha içine çeken kahramân yalamaya devâm ederken kızın belini kavrayıp çevikçe döndü. Baş hizâsındaki sopayı ağzına alan Ay Peri, boğulur gibi sesler çıkarıyordu. Ormanların gümbürtüsünde kaybolmuş gibiydiler, nefessiz kalana kadar öpüştüler. Oğlanın taşşaklarını okkalayıp babafingosunu emiyordu Ayperi. Kahramân da iki eliyle dudaklarını araladığı kayısının hassâs noktalarına hunharca hamleler yapıyordu. İşte şimdi ikisi de dilsiz kalmışlardı. Hâin emellerine aynı ânda ulaşıp şehre su veren anaborular gibi patladıklarında yekvücût olmuşlar, et ete kaynaklanmışlardı. Neden sonra soluklanıp toparlandılar, berelenmiş yerlerini kolonyayla ovdular. Halının püskülünü yakacakken sönüveren Malbuş, dibinde öpülmemiş son öpücüğüyle, yeni sünnet olmuş çük gibi mahzûn, boynunu bükmüş yatıyordu. Renksiz esrârı sürdüğü sigaralardan birini daha yakan Kahramân, acele iki duman aldı. Ağlamaktan sesi boğuklaşmış Ay Peri, dedi ki: “Ben âşkımı paraya satan kadınlardan değilim. Kâlbim severse severim; pazara kadar değil, mezâra kadar giderim; sevdi mi adam gibi seven erkek isterim.’’ Bu sefer, pamukyorgan gibi tiril ve usul seviştiler. Ayperi, tatlı sözlerle kulak memesine fısıldar, keleş kafasını okşarken, oğlan mat gözlerle bakıyordu: “Hadi gel gir bana âşkım.’’ Böylece dipsiz gayyâ kuyusunda berâberce kayboldular, sessizce uyudular. 43 20. GÜZEL KUMAR Basamakları, hîle, desîse ve kurnazlıkla tırmanmış mühim şahsiyetti Apaçi. Kendi neydi? Mücâdeleye garibanlık kapısından girmiş, hâlâ ezgin, hâlâ yoksul, hâlâ yeni doğan her güne tekkalemlik vurgun fikriyle uyanan bir dertler insanı, bir çilekeş. Gözünü kırpmamalıydı bu şebek; elikanlı mafia neferi gibi değil, gizliservis ajanı gibi de olmalıydı. Suça mecbûr ve mahkûm varoş delikanlısı ayağı bayatlamıştı, her şekil cürüme zorlanmış Hırterkek fotoğraflarından artık vazgeçilmeliydi. Bileği sağlam, yüreği pek, rûhu berk bir elemana daha ihtiyâcı vardı Apaçi’nin, Çetebaba ayakları taslayan sonradan görmenin. Yabancı yataklardaki rüyâlarından uyandığında şaşkın biriydi O; hiç de oturaklıca cezâ yatmışa benzemiyordu; gene aynı zaaflar, gene aynı helecanlar. Akıllı olmak ne demekti meselâ? Yanardöner ihtimâllere karşı, çifttaraflı, süpergizli, ipleri sonuna kadar elinde tuttuğu, kırk tilkiyi kuyruklarından düğümleyebileceği kumpası kurabilmek mi demekti? Ay Peri’nin alev alev yatağı iyiydi hoştu da, küt diye vermesi gereken karara bir faydası dokunacak mıydı? Karnını doyurdular, cebine para koydular, sıcak bir dam verdiler; daha 17 yaşındayken Şûbe’de hayâları ufalanan çocuğun cevâbı, bu yüzden tektir, evettir. Çünkü oyun evvelden kurulmuştu, halka takılmıştı burnuna bir sefer. Apaçi, bir sürü amele ve bilyayı çevirecek rulman besliyordu; başına tâlihkuşu konmaya nâmzet şahıs, şikâyet ne kelime, şükür pozisyonunda domalmaya devâm mı etmeliydi? Ya ölecek, ya deliğe tıkılacak ya da sekizbin fitteki F-16'lardan düşüp ölmeyecek ve hazîne sandığına sımsıkı sarılarak vaâdedilmiş topraklara yelken açacak: iyi kumar, tek zar. Kahramân, bu cansıkıcı cümlelerle düşünmüyordu elbette. Derbeder yatan tâzenin koynundan eğri büğrü tüten bir duman gibi sıyrılıp oteline uzadı. Çılgın âşkının şeytânî mıknatısından, efsûnlu câzibesinden uzaklaşabilecek miydi? Dimâğı sopasına iniyor, zihni malafatına kilitleniyordu; sâdece O’nu, O Kadını görüyordu; nabız O Kadınla atıyor, damara O Kadınla kan doluyordu; duyargaları bir tek O'nun için dikiliyordu. Sâlim kafayla düşünebilmek için, sağlam üç dört dumana ihtiyâcı vardı. Cepten, Komando Torbacı’yı aradı. Yarım saat sonra otel odasında esrâr basıyorlardı. Tüpgaz yerine dürülü gazete, maşa yerine çatal, jelatin yerine bahârât poşeti kullandılar. Oda dumana boğuldu, Komando’nun inanılmaz stratejik hatâsı yüzünden 44 bütün otele fotoğraf oldular. Komando, yanlışını telâfi amacıyla, dört Arapkâğıdını yapıştırıp Çarşaf yaptı, ateşledi. Öyle derin nefesler çekiyorlardı ki burun deliklerinden parmak kalınlığında dumanlar çıkıyordu. Kahramân, pek de usta olmayan muharrirlerin mâcerâ romanlarındaki seyrândaydı: düşmanlarına silâh çekiyor, dünyâ güzeli perikızlarıyla yakıcı âşk saatleri geçiriyordu. Komando ise soluk almadan kesitler naklettiği hayât hikâyesinin sunumundaydı. 45 21. KOMANDO TORBACI O kişiyi unutamam baba. Tarlabaşı Karakol’un orda oturur. Zengin değil. Aşırı ufak tefek bir sevgilisi var. Kız esâsında Yahudi. Evin her tarafı kitap baba. Baba dediğim bu tip önce müşteriydi, sonra arkadaş olduk. Diyebilirim ki iki üniversite bitirmişimdir. Dinleyerek. Baba’nın sâyesinde torbacılığı Budist felsefeye göre yapıyorum. Berâber iş de çevirdik. İstasyon onun eviydi, üs. Bir gün gitti, nerede bilmiyorum. Benim olay askerde başladı. Komutana çıktım dedim işte. Dedim ben vatanım milletim için bölücü hâinlerle savaşmak istiyorum. Komutan aferim oğlum falan, vatanını böyle seven gençler bilmem ney. Amma dedi seni gönderemeyiz. Dedim ki, komutanım beni o zaman firâr yazın, ben vatanım için savaşmaya gidiyorum. Vatan matan hikâye baba, ben maaşın peşindeyim. Yoksa bütün askerliğim patates soyarak geçecek. Şafak beşyüzelli hesâbı. Hâtıra defterine gün gün çizgi çizersin. Dedim, ya giderim, ya giderim komutanım. İlk günlerde bürokrasi. Marş ezberle. Bir gün gene dağdayız baba. Antakyalı bir çavuş var; köye keşife gidiyorum diyor, çok mutlu bir hâlde geliyor. Lan? Amma sonra uyandım. Bizim çavuş harbi ot içiyor. Oranın köylüsü de esrârı bilen bir köylü baba biliyor musun? Bir gün çavuşu yakaladım. Baktım kola kutusundan duman çıkıyor. Esrârın ney olduğundan haberim yok. Dedim: ne yapıyorsun ağa, ne ayaksın? Dedi: bilmez misin? Öyle oldu. İlk. Çek, dedi. Çektim. Olduk biz çavuşla arkadaş. İkimizden başka bilen yok. Başka da içen de mutlaka vardır. Sonraki günlerimiz normal geçti. Ölüm riskiyle yaşıyorduk, savaşın en yoğun olduğu zamanı hayâl et baba. Şehit cenâzelerini dikip gönderdikleri dönem. Çatışmadayız, kutuda içiyoruz. Boşluk bulduğunda sotada yakıyor çavuş. Dumanı çekiyoruz, silâhı soğutuyoruz, ateşe devâm ediyoruz. Mevzîden mevzîye konuşmalar. Bir onlar küfrediyor, bir biz. Biriyle arkadaş gibi olduk. Garip cümleler kurardı: Gelin, Özgür Kürdistan Ordusu’na teslîm olun. Gibi. Örgüte katılmış amma bence niye katıldığını bilmiyor. Manyak mısın oğlum diyorum, tetiğe basıyorum; onsekiz ay mecbûriyetim olmasa bana ne lan, tohumunuza para mı saydım? AhmetKaya’nın sesini de açarlar. Konuşmalar hep böyle baba. İki taraf da akşam oldu muydu duruyor, zâten karanlık çökse de dursak diye bekliyor. Esâsında iki taraf da bezmiş. Antakyalıyla kurduğumuz sistem tıkır. 46 Devâmlı arâzîdeyiz. Kafamız devâmlı güzel. Dağda değilsek Tugay’da otururuz. Lokantamız, Kantin. Televizyon açık. Ülker Hanımeller alırım, yerim. Genellikle İnekŞaban’ın bir filmi olur. Sosyal hayât bu baba. Meme veya göt bulursa kilitlenir millet. Mecbûr otuzbire asılıyorsun. Yirmi kilometre yol yürüyorduk, yirmi kilo da teçhîzât koy. İnan şimdinin beş misli yemek yiyordum baba. Her ân baskın da olabilir. Kantin’de adamın varsa üç pay alırsın. Ancak doyarım. Sucuk, Konserve, Dardanelton, Salam, Zeytinyağlı Barbunya, Kabak veyâ Patlıcan Kızartma. Çantaya zula. Bendeki AhmetKaya merâkı askerde başladı. Bendeki kasetler AhmetKaya’nın bütün kasetleri. Döneli dört sene oldu, sâdece AhmetKaya dinliyorum. Dağda günlerce yürüyoruz, bâzan tarlasına rastlıyoruz. Toplayabildiğimiz kadarı cebe. Askerde yaptığımız bir iş yok. Esâsında boş bir hikâye baba biliyor musun? Kimse niye sıktığını bilmez. Zorunluluktan. Sen vurmasan o seni indirecek. Bâzen da gülme tutuyor insanı, lan diyorsun biz burda ne yapıyoruz? Bu teröristler dağda doğarak anası sikilmiş, devâmlı dağda yaşamaktan dolayı da atik ve çevikler. Bir sâniye sonra bakıyorsun karşıki tepeyi tutmuş. Keçi gibi. Kafamız devâmlı güzel olduğu için olayların en ince detaylarına kadar girebiliyoruz. Bir gün bir köy yakmaya gittik. Emir öyle. Evlerine gidiyoruz, eşyalarınızı toplayın falan. Dört sâat içinde alın evinizi gidin diyorsun adama. Evlerini boşaltmazlarsa kül. Elimizde gaz bidonu. Köy. Adamlar oraya yığılmış öyle. Kadınlar bedduâ ediyor. Yüzünü tırnaklayan, bağıran. Kadınlar nasıl vahşî çığlıklar atıyor biliyor musun baba? Dolanırken baktım dayının biri böyle sotada bir çuval yolmuş. Dedim biraz para verelim de azıcık ver. Alın yeğenim dedi, ne kadar istiyorsanız alın, beni yakmayın. Dayı dedim, biz de gönlümüzle yapmıyoruz, emir demiri keser dedim. Ağladı. Dayı ağlama dedim, şimdi beni de ağlatacaksın. O köyü öyle yaktık. Şefkatli Devletbaba kırılan camlarınızın parasını ödeyecektir, hesâbı. Amma kız o ortamda da kız baba. Bizi düşman askeri olarak görüyor kız, amma kendini de kesik atmaktan alamıyor. Bir kız vardı, hâlâ unutamam. Ben ona aç kurt gibi baktıkça göğsü inip kalkıyor, falan. Gel kız, dedim. Kaçtı. Ne kaçıyorsun dedim. Sen düşmansın, dedi. Ben nasıl gülüyorum. Lan dedim, hangi devirde yaşıyorsun, bu işin dostu düşmanı mı kaldı, bulan bulduğunu götürüyor. Bana dedi ki, sen manyaksın. Dağkeçisi gibi de sıçradı kaçtı. Bir gün gene dağdayız, dinliyor musun baba? Askerliğim, diyebilirim ki çavuşla esrâr içerek geçti. Maaş da 47 birikiyor öyle. Teskereyi aldım, direk memleket. Anam sarıldı falan, babam… Askerden gelmeden plan program yapılmış baba. Beni hemen bir fabrikaya paket ettiler. Yedek parça imâlâtında işçi hesâbı. Askerliğe devâm. Onbir ay çalıştım. Beyazeşya taksitine girmişler. Maaş alıyorum amma elimde beş kuruş yok. Bir sürü eşyam oldu. Buzdolabı var, çamaşır, bulaşık makinası falan. Onbir ayın sonunda isyân bayrağını çektim. Dedim ben İstanbul’a gidiyorum. Babam, aman oğlum falan. Dedim de hadi siktirin lan. İstanbul’da Hacı’nın yanına takıldım. Beyoğlu’nda. Telefoncu. İkinci el hesâbı. Dedi sen ne ayaksın, ne iş tutarsın? Dedim komandoyum, bir iş bilmiyorum amma verdiğin her işi yaparım. Hacı’nın tahsîlâtlarına bile gittim baba, düşün. Terkedilmiş bir binâ vardı Abdullah Sokak’ta, Hacı bir gün dedi girin kalın. Binâyı gaspettik. İki sene Beyoğlu’nda kaldım. İnsanları gözlemledim. Kadir’le tanışmamız daha sonra. Bunlar Hacı’nın oraya takılan bir grup. Harbiye’de kalıyorlar. Evlerinde bir maymun var. Bu kadar mikrop bir hayvan olamaz baba. Devâmlı pislik yapar, masaya çıkar, yemeklere bulaşır. Hem obur, hem de ârsız bir hayvan. Üç beş tip daha var evde öyle. Kadir esrâr satıyor. Bana dedi, seni sevdim. Dedim ne yapacağız? Dedi esrâr satıyoruz. Ufaktan bir iki teslîmat yaptım. Baktım şekil ne? Öyle. Kadir gayrımeşrû amma çok duygusal bir insan, para mara kazanamaz. Çünkü sattığından çoğunu kendi içiyor baba. Hacı, hâlâ bilmez esrâr sattığımı. Sorar: Ne ayaksın çözemedim. Derim: Sağlığına duâcıyım Hacı. Esrârı satmaya böyle başladım. Bağımsız. Sinsi olmak zorundasın. İki evin kirâsını ödüyorum. Biri depo. O Baba dediğim şahıs, evde nasıl esrâr yetiştirileceğini öğretti. Bilimsel. Serada sene oniki ay mahsûl alıyorum. Şeytânplaka torbacısı değilim. Piyasayla işim olmaz. Kendi müşterilerim var. Az ve Öz. Cadde’ye pek çıkmam. Benim torbacılığa geçiş şeklimi anlatmak istedim. Başını ağrıttıysam kusura bakma baba sultan. 48 22. TEHLİKE, FIRSAT VE FUHÛŞ Mahpus damlarından artakalan balıkkılçığı er, günlerinde, ateşe kesmiş gizli cürümdü. Ayperi’nin karşısına en şeytântüyü suratıyla çıktı. Elele tutuşup eve döndüler. Ay Peri’nin, cüzdanı hafif bir âşığı tez vakitte şutlayacağı kesindi: kral nakit paraya hayır demeyecekti; delikanlının hislerine zincir vurmakta karar kılabilme ihtimâlini de kestirebiliyordu. Âşk havasının sürüyeceği yönde esemez miydı şu erkekler? Ay Peri, Mutluluk=Para veyâ tersi teorisini işlediği uzun bir söyleve girişti o gece. Yüklü vurgun fikrini Kahramân’ın kafasına kaktı durdu; ecelden aman bulabilirlerse, icâbında hîlebazlıkla, şarlatanlıkla, üçkâğıtla, hudûtsuz paralar kazanabilirlerdi. Paranın satın alabildiği en iyi hayâtı elde etmek için günümüzde her yol mubâh değil miydi? Şımarık kız çocukları gibi alt dudağını sarkıtıp parmaklarını kâhkülüne dolar: “Üçbeş sene sonra benim de devrim geçecek, şâhâne kalçalarım selülit bağlayacak, dimdik göğüslerim sarkacak...’’ Boyun çukurlarından öper oğlan: “Hiç merâk etme yavrum, yaşın kaç ki? Milletin aklını alırsın daha…’’ Ayperi, banyoda memelerini sabunlatırken diyordu ki: “Yakaladığımız en büyük fırsat bu âşkım. Ülkemizde kimsenin hayât garantisi yok. Çoktan da çok paramızın olması lâzım.’’ Kahramân, arkasayfa güzelini köpüklere boğdu, ova ova temizledi: “Apaçi Reis, bâzen böyle sürpriz yapar, hapyapparakap hesâbı. Ama tabii ölebilirim de. Aslında olayımı tam bilemiyorum. Hayât gelse kamyon gibi çarpsa diyorum.’’ Buharlar, yanıp sönen oklu kâlp desenlerini hamam aynasına resmederken, ikisi de esrikleşmiştiler. Kahramân, tepesine tüneyen doymaz fâhişeyi ipince yalamaya girişti; kızın dizlerinin dermânı çözülüp titremeye başladığında, tahterevallide sallanır gibi, kucağına oturtup kökledi. Köpükleri oyuncak ederek şakalaştılar. Ayperi, dibine dayanmış sopayı kanırtarak gidiş gelişini hızlandırdı; esâreti bile isteye kabûl etmiş kuşlar gibi erkeğinin kollarında çırpınırken, yalancıktan döver gibi de yapıyordu. Gülüşleri tavana vuruyordu; porno yıldızları gibi haldır huldur sokuşuyorlardı; geveze imâmlar gibi, ay, fezâ, ötedünyâ, merhamet, başlıklarında çene yarıştırıyorlardı. Âşkları videoklipler gibi hızlı boy attığı için normâl çevrime geçmekte zorlanıyorlardı, herhâlde arada kare de atlıyorlardı. Sevmişler işte birbirlerini ne denir? At ayağı külük, ozan dili çevik olur; yediler içiler yere geçtiler, kalan günlerini de 49 bize bağışladılar. Onbeş gün daha geçti aralarından, onbeş koca gün. 50 23. SÖZCÜKSAVAR Kerem Bakırcı, lobide oturmuş kahramânını izliyordu; genç, başarılı, yetenekli, yakışıklıydı; yeni romanının temellerini farklı arakatmanlarda atmak için ortakarat haybecilerin yatakları işgâl ettiği, dörtkaşlı bokpüsürlerin dolup boşaldığı, matlık derecesinde netâmeli, uğursuzluğu her hâlinden belli, Aksaray mıntıkasındaki Alemdâr Oteli’ne yerleşmişti. İyi de yapmıştı, çünkü otel daha ilk günden yazacağı eksenkarakteri armağan etti: Kahramân. Hanidir keşfettiği büyülü sokak sözcüğü, O’nu ilkin Tophâne'deki Fehmi’nin Kırâathânesi’ne götürmüştü. Tavla hâricinde herhangi bir oyun bilmeyen kahvekültürü yoksunu KB, deneyimlerle, gözlemlerle biriktiğini biliyor, taşacağı ânı sabırla bekliyordu. Yazarlık, başkalarının adına da acı çekmek demekti; yazabilmek için, cici karısı Siğmin Hanım’la bile günlerce sevişmediğini, iki roman önce yaşattığı karakterin kişiliğinde somutlamıştı. Birinci ayın sonunda kırâathânelerin yetersizliğini ayırdetti. Otelde yaşama düşüncesini bir süreliğine de olsa kılgıya geçirmek gerekiyordu. Önceleri, pis ortaçağ hanlarına benzeyen Dünyâ Oteli’nde, ayakkokularına, kalitesiz muhabbetlere, seviyesiz esprilere katlanmaya çalıştı. Kimse bu ortayaşlı gözlüklüden hâzzetmiyordu, polis ya da benzer biri sanıyorlardı; ortamların insanı olmadığı o kadar belliydi ki. Horlayan otelin müşterileri ya da bütün müşterileri horlayan otel, KB’yi sinir ediyordu, duvarlar da kâğıt gibi inceydi. Elbette bu koşullarda çalışılamazdı; bir şekilde araştırmalı, koklamalı, doğru zamanda doğru yerde bulunmalıydı. Roman yazarı olarak altsınıf insanlarının arasında yapayalnızdı, illâ ki. Değil sanattan, oturup kalkmaktan bile habersiz bu câhil kitle, açık söylemek gerekirse, çok zaman KB’yi umutsuzluğa sürüklüyordu. Fakat yılmadı. Yüreğinin sesini dinledi. Otel atmosferinde rûhunu dinlendirecekti; yenilikçi kitabını hasretle bekleyen okurlarını hayâlkırıklığına uğratamazdı; ilâveten, uluslararası markaya dönüşmek için bambaşka bir yön tutturmaya da çalışacaktı. Bu uğurda âile saâdetinin bozulmasına, yaşamortağı Siğmin Hanım’ın sızlanmalarına bile aldırış etmeyecekti. Gerçekliği, rûberû yaşayarak kurmayı tasarladığı yapıtı için müsâit çöplükler aramış, bulmuştu. Kumarbaz’a tahsîs edilen günâh kokan odaların otelinde oturmuş çay içiyordu Kerem Bakırcı; Kahramân’ı dikizliyordu; piranha balıkları gibi dişliyordu 51 elindeki kalem akçapakça kâğıtları, hırsla. Yazı mı yazarı yazıyordu, yazar mı yazıyı kuruyordu? Bu belli değilse de, O, sayfaları gözlemleriyle sular seller gibi doldurdukça hedefine daha da yaklaştığını hisseden edîplerdendi. Doyuramadıkları duygularını bastırmaya çalışan yurttan seslerle doluydu sokaklar; insanlar patlamaya hazır bombalara benziyorlardı. Kanûnsuzlukla öfke, intikamla linç, rüşvetle dolan, tek ifâde biçimi hâline gelmişti. Cinnet vatanın kampanaları acı acı çalıyordu. Epeydir bu sarsıcı olguları tek bir romanda nasıl bütünleyebileceğine yoğunlaşmıştı KB; anlatısının putrelleriyle direklerini sağlam kazığa bağlamak için patlakgözlü yurttaşların hokkabazlıklarıyla tanışıp iç dünyâlarına dalmalıydı. Sırça köşklerle fildişi kuledeki aydınları, devlete ya da özel sektöre sığınmış memûr sanatçıları zâten tanıyordu; farklı malzemelerle zenginleşmeli, köreltici benzeş ışıkların kodesinden tüymeliydi. Alttabakanın lânetli esmerlerinin içle dış dünyâlarından görklü feyzler alabilirse, gudûbet lombaklarla yamuk lavukların, Azrâil’e benzeyen tetikçi Kürtlerle, kirliparaya tapmış ağır aksanlı Lâzların şahsında, yepyeni bir yazınsal evren yaratabilirdi. Kabagüçte birinci, gündelikte vahşî, yerleşiklikte yağmacı bir cemiyetteki canpazarının odağına bu yüzden yerleşmemiş miydi? Gerçekdışılığın sınırlarını zorlayan zâlim Suç İmparatorluğu’nun, çekirdeğinden başlayarak bütün hücrelerini resmedip, gerçeğe çok benzeyen ama gerçektekinden çok farklı estetik bir anıt dikebilmeyi umuyordu. Böylece gelecek kitap fuarında, eleştirmenleriyle okuyucularının karşısına, hayret ile hayrânlık uyandıran tuğla gibi bir yapıta imzâ koyarak çıkabilecekti. Hicret etmiş mağlûp zâtları, çıldırtıcı âşkların hüzünlü sâhiplerini, fişekli tüfenkli yeniahit dümbüklerini, bakla fallarında çıkan kehânetlerle dudaklardaki lânetleri, paçavralara sarılı açlarla kavas kılığında gezen trilyonerleri, topluseks âyinlerinde şişe çevirenlerle bacakarası ahlâkçılarının nâmûs cinâyetlerini, sahte cennetlerle yalan cehennemleri merâmınca anlatabileceği bir edebiyâtın dilini niyâz ediyordu; duruluğu ârzûluyordu ukalâlığı değil; tırınımmm? Kalemi en hızlı durumlara başlamadan önce diyebilecek miydi, kaldırımların dili yoksa e bu sanatı icâdedenin de anasını? Bira okyanuslarında boğulurken hâlâ intihârî çivilemeler yapan, baltalı cürümler işlerken çelebice türküler de çığırabilen, topluiğne büyüklüğündeki acınası ömürlerine sıkı sıkıya sarılırken kaşartekerlekleri kadar eski törelerin hammallığından 52 vazgeçmeyen, modernçağın zavallı yozlaşmış kullarını anlatmak kolay mıydı? Mevzû çoktu ama otelin civârında kaydettiği karmakarışık malzemeyi ne tür kalıplara oturtup hangi saydam ibrişimlerle bağlayacağına karar veremiyordu. Dizginleri kaçırırsa, abuk sabuk benzemez tipteki vatandaşların yalama hâle getireceği öykü dingonun ahırına dönebilir, özyapılar destânsı anlatıların çatalyollarında pusulalarını şaşırıp ormandaki şuûrsuz keklikler gibi o daldan bu yaprağa sekebilirlerdi. Önemli değildi; KB sıkı çalışıp her gün bir tam sayfa yazarsa, nemli karanlık mahzenlerde yanıp sönen ÇIKIŞ OKU’nu takîp ederek günışığına kavuşacağını biliyordu. Kahramân’ı gözden yitirmesiyle kesintiye uğruyordu bazen notları. Kapandığı otel odasından çıkan kahramân, avlarını yutmak için bekleyen köpekbalıklarının vıcır vıcır kaynaştığı, fakat zifîri âlemlerin tescilli mağlûplarının, yâni görkemli bütünemeyenlerin piyasaya daha düşmediği caddelere fırlıyordu. Çağdaş işgünü köleleriyle bebelerini taşıyan yolları tıkamış servis araçları, düzeniçi vasatlığın ebrûlî renklerini anımsatıyordu gizli ajan 007-CeymsBond tribindeki KB'ye: “Bir evim / Bir arabam / Bir de mutlu bir yuvam.’’ Avcı avını izliyordu, av avlandığını bilmiyordu. Biri hayâtını doğaçlama yaşıyordu, öteki gerçeğin silik resmini soluk renklerle boyayarak yaşananı resmediyordu. Apaçıktı, anlamın izdüşümündeki gizi kimsecikler çözemiyordu. Birbirlerini bâzen anladılar, bâzen anlamadılar; bâzen uzak, bâzen yakındılar. Günler tesbih tâneleri gibi ardarda eklendikçe, ortamla edebî kuram arasında bocalayan fikir çekirge gibi hüp diye zıplayarak yerini buldu. KB, peklik çekip ıkınan manikürlü pedikürlü edebiyâtın dışında biçem bulabilmeli, kent efsânelerindeki canalıcı nüveleri kâğıda dökebilmeliydi. Kişisel durumunun basmakalıp roman taslaklarını çağrıştırdığını kavrayacak kadar uzakaçı sahibiydi. Salata malzemelerinin bataklığında söz sektirmeyle kelime saydırmaca tekniğine sâhip olmaksızın yitivermek işten bile değildi. Kemikkıran defans oyuncuları gibi dan-dunla olmazdı bu iş; savaşkan oyuncu hammal değil yaratıcı olmalı, tersle düz bütün taklaları atabilmeli, ileri-geri dinamo gibi çalışarak takımını sırtlamalıydı. Tekniğine güveniyordu; kötüyü iyiye, geleneksizliği öncü yapıta dönüştürebilmek için senelerce süren özenli eğitimlerden, aparttığı deyiş devşirmeleriyle yetkinleştirdiği tekniğinden başka silâhı yoktu. KB’nin sesbombaları, yarılmış rûhunda patladıkça, yazınsal evreninin kökenindeki gizemli tedirginlik arttı; 53 özgürparçacıklarının, kızılötesi ışıklardan aldığı etkilerle sözbombasına dönüşmesi ve günlük hayâta saklı şiddetin merkezine sır ifşâ eden Şaman gibi dalması da o sıralarda gerçekleşti. Yaşamı iki ay önce dönendiği güvenli anarahmine göre düşlerinde bile göremeyeceği ölçüde değişmişti; su toplamış akciğerlerine sanki süperbenzin pompalanmıştı: kötühuylu tümörlerin hikâyelerine mıknatıs gibi kışkırıyordu. Henüz eski ahbaplarından kimseyle görüşmediği için sudaki sertlik derecesini tam ölçemiyordu; yapıtını rüşeym hâlindeyken görseler edebiyât demezlerdi muhakkak; pis derlerdi, pispasla doksana takılan karambol gol. Dünyâgörüşünün devrime uğrayıp başkalaştığı kesindi: tatlısu yazarlarla limonata edebiyât, ülkenin kanını emen çakalları, katledilmiş cesetleri yiyen akbabaları altedemez, halkının alınterini emperyalistlere peşkeş çeken sömürgenleri tanımlayamaz, özgürhayât yolundaki fillerle gergedanları mahmûzlayamazdı aslâ. Yazıları ele vermez miydi yazarları? Pispas ortamlardaki roman malzemesi inanılmaz boyuttaydı. Memleket zâten linçken, şiddetken, cinnetken, bu gerçeğin farkına nasıl da varamamıştı? Oysa bir romancı için, kültür dünyâsından borsa spekülatörlerine, vurmalı çalgılardan polis müfettişlerine, taksitli satışlardan cum namâzlarına, klitoral orgazm tekniklerinden atyarışı bültenlerine, hayâtsigortası poliçelerinden konutkooperatifi taksitlerine kadar bütün ayrıntılar eşit derecede önemliydi. Anlıyordu bunları bir bir bu rezil kepâze mahâllede, doğarken kaybetmiş vatandaşların yaşadığı bu orospu otelde. Pispas edebiyât gerekliydi evet ama nasıl? İşte Kerem Bakırcı, gündemi değiştirip yazın âlemini allak bullak edebilmek, atmosferdeki karbonmonoksiti temizleyip ülke kültürüne yepyeni yeşilalanlar yaratabilmek için, gerekirse 1 yılını Aksaray otellerine gömmeye hazırlanıyordu. Ön hazırlıklarını hemen hemen bitirip romaniçinde roman kurgusuyla demir ağlar gibi öreceği yapıtına geçici olarak KIRILGAN SERSERÎ FAY HATTI adını vermişti. 54 24. AZ SONRA And olsun okuyuculara ki (Onlara) bütün gerçekleri tek tek anlatacağız, (Bizi) andıkları sürece biz de (Onları) anacağız. Anlatacağız ki kıssalardan hisseler çıkarabilsin (ve) tırstıkları âhiret korkularını yüreklerinden ırak tutsunlar. Kelâma (Bize) îmân etmezlerse ürksünler gazabımızdan. Garbın afâkını saran çelik duvarların perdelediklerine daldıkça, pis hikâyeye durmadan pis kahramânlar girecek; yarılmış dil galebe çalacak; üslûbunu yitirmiş ulus, çamurda debelenecek. İsteri krizlerinde (korkudan) zangır zangır titreyen piç kültürün bireylerine, ancak esas duruşa geçtikten sonra okuma hakkı lûtfedilecek. Okuyunuz lûtfen, okuyunuz ey canlar, nâçâr bırakılmış azîz (bîçâre) insanlar. Niyâz ederiz ki okuyacaklarınız, altyazılar kadar akıcı, görüntü bombardımanları kadar sersemletici, gizlikameralar kadar kurnaz, günlük haberler kadar yeknesak, avangard paparazziler kadar çılgın, izleyici profilleri kadar mûğlak, tâze ölümler kadar duygusuz, zapingler kadar çabuk, verili hayâtlar kadar klişe olsun. Okudukça meraklarınız gıdıklanacak, kâlpleriniz korkacak, dağarcıklarınız fesatla fenâlaşacak, beyinleriniz dumûra uğrayacak, canlarınız üşüyecek; ellerinizi çenelerinize dayayıp kara kara kâbûslara dalacaksınız, tüyleriniz dehşetten diken diken olacak; âdetâ şok geçirip hayretlere garkolacaksınız; belki de dayanamayıp koltuklarınızdan fırlayarak, OLMAZ BÖYLE ŞEY diye haykıracaksınız. Ayrıntıları ilerleyen sayfalarda birlikte okuyacağız, sakın kaçırmayın diyoruz; bu bölümü gerçeklere yeminli tercümânlık için yazıyoruz; gerçeklerden bir milimetre bile sapmaya kimsenin tahammülü kalmadığını, aksi takdirde ahâlinin deliye döndüğünü iyi biliyoruz. Tekrar tekrar anmaz, anlatmaz, göstermezsek, burunlarımız sızlayarak farkediyoruz ki mânâsızız. Hikâye nakletmek zor; tâkatten düşüp mecâlsiz kalana kadar, su katılmamış kıssaları öykülemek zorundayız. Önümüzde kalemimiz kâğıdımız, çıkınımızda azığımız, ayağımızda demirden çarığımız, elimizde hakikat asâmızla, semâzen dervişler gibi merkezinizde dönerek arayacağız; memleket pisliğinden daha müsâit çöplük bulamayacağımızın farkındayız. Yekûn cemiyet, elbet yalandünyâyı terkedip hakkın rahmetini boylayacaktır. Olsun. Sen, uyanık okuyucu, kurnaz şey; mayınlı arâzîde seninle kolkola savaşacağız biraz sonra. AZ SONRA. Sâbıkalı 55 KUMARBAZ’ın hayât hikâyesinden kesitleri; Kumarbaz’a vurgun GÖBEKDANSÖZÜ’nün âşk oyunları çevirdiği akîde şekerli evrâkı metrûkesini; genç ve dinamik CİNAYET MASASI KOMİSERİ’nin duyuntularını sereceğiz parayla satın aldığınız sayfalara. Tütün ve Hubûbat rekoltelerinin ardındaki oy hesaplarını irdeleyecek, SİYÂSET’teki dalgalanmalarla BORSA’daki iniş çıkışları dikizleyecek, SİLÂHLI KUVVETLER demokrasiyi rayına oturtmak için darbe yapacak mı, suâllerine yanıt arayacağız. MEDYAPLAZA’lara bombacıklar yerleştiren KÜLTÜRİST’lerin yanısıra, silikonlu mutlulukçubuğu taktıran sosyetenin renkli sîmâlarını ve ALFABESAPIĞI’nın PİSTANBUL’a saldığı Gotik Dehşeti de atlamayacağız tabii. Komşusunun tavuğuna kışt deyince canından olan ÇİFTÇİ, ROMANLAR’la SİNEMALAR’ın kamu ahlâkını incitici PORNOGRAFİ’k yönleri, 1 TIR dolusu UYUŞTURUCU’nun dolambaçlı perdearkası da var. Doyuramadıkları duygularını bastırmaya çalışırken sâatlibomba gibi gezen YURTTAN SESLER için de epeyce kelime harcayacağız. Masûm, merhametli, devrimci ve şehvetli bir dilin peşinde koşan KÂTİP’inizin ey salt hicâptan kurtulmak için yazarak sürdürdüğü izzetinefis mücâdelesi: yarılsın gökler. Bira içtiği arkadaşının kellesini DÖNER BIÇAĞI’yla kesip poşete tıkarak bizzat KARAKOL’a teslîm eden bitirimin, TELEVIZ’daki mankenlerin lolipop hayâtını gördükçe ONLARDAN NEYİM EKSİK? zannıyla bazı yanlış hareketlerde bulunan ve “Gerçekleri farketmeseydim şu an genelevde orospuydum,’’ diyen GÜNGÖRENLİ HANDÂN’nın, cam bardakları şıkır şıkır yiyerek şöhret kapılarını aralayacağına inanan BOZGUNDAKLI KÂZIM’ın öykülerini de es geçmeyeceğiz elbette. Cinnet vatanın yılışık sathında meşakkâtli bir seyrüsefer eyleyeceğiz ardından, şerre hapsedilmiş karakterlerin peşindeyiz. Televız Betiklerini iki çimdik tuzla karıştırıp yüksek kalibrede estetik anıt dikebilmeyi uman YAZAÇ koyacağız sofranıza. Kurbânlarını 16’lık inşâat çivileriyle haklayan ÇİVİCİKATİL’i kapatıldığı tımarhânede ziyâret edip tavla oynayan HİÇİŞLERİ BAKANI’na ve ÇÖPEV’lerde saklanan ölülere kısaca gözattıktan sonra, hafiften çıldırık Anakent birikintisi kaçgınlara zaplayacağız cup diye, örgütlüsuça yatkın dolgu malzemelerine ya da gerdek gecesi şofbenden sızan gazdan zehirlenen çiftlere. VEYSEL USTA’nın da dediği gibi, gidiyoruz gündüz gece iki kapılı handa. Fırından yeni çıkmış gevrek hikâyeler bunlar, çıtır çıtır; 56 bayat edebiyât olmaz aslâ merceklerimizin altında, yanılsamaçlı karanlık aynalarımızda. AZ SONRA. 57 25. KÂĞITLAR Ömrünün safhalarındaki zifirzift yalnızlıklarda kâğıtlarla yârenlik etmiş, hasbıhâl eylemiş, öpmüş, okşamış, sarılmış, dost bilmişti Kahramân. Sırtları birörnek cansızlıktaydı kâğıtların, lâldiler. Gönül gözüyle bakıldığındaysa, geveze lâkırdılara, göz belertip işmâr eylemeye, saç savurup kırıtmaya girişirlerdi ki ne manzara peydahlanır, ne vâveylâ kopardı: harlayan ateşin çevresinde zıplayarak izânsız çılgınlıklara sürüklerdi beşerin fânîlerini. Sevilmezse küserdi; nazlıydı, kırılgandı, şımarıktı, lâftan anlamazdı; buyrukları fermândı, dilekleri nihâyetsizdi, hıyânete şer diliyle karşılık verirdi. Kıskanç bir Allah gibiydi; tapınılmalıydı ki yâr olsun kâlben, yüz sürülmeliydi ki asâsıyla yol göstersin mürîdine. Doğarken bahşedilen sırrın mevcûdiyetini kanatlandırabilmek için, bu bencil âşığa karşılıksız râm olunmalı, bîat edilmeli, beş vakit şefâat dilenilmeli, dâima nedâmet getirilmeliydi. Varlığına sebep olanı boşlarsan, buz gibi soğurdu senden; “Seç,’’ derdi, “ya beni sev ya hayâtı ya da zehrolsun hayâtın.’’ Kadere kafa tutmak isteyenler, elbette kaybedenlerdir. Kahramân, kâğıtları sevdi, kâğıtlara îmân etti, kâğıtlarla büyüdü: iskambil zamanı, iskandil zamanı, aldım verdim ben seni yendim zamanı. Kâğıtlar rüyâlarına girdi; rüyâlarında Karo, Kör, Maça, Trefl resimleri çizdi; her birine şahsiyet uydurdu; eyleşti, oynaştı, sevişti. Meselâ, Sinek Beyi bir gün, rûhunu dinlendirmek için çıktığı yemyeşil ormandaki at gezintisinden dönerken, toprak yola anadan üryân fırlamış kütür kütür bir Hâtun gördü. Bu, Maça Hanımı’ydı; dikizlendiğini farketmeden derenin duru sularında çimdiği sırada tecâvüze yeltenen kötüadamlardan panikatakla kaçıyormuş gibi bir hâli vardı. Soylu kısrağının sırtında dinelen Sinek Bey’ini görünce haykırdı: “Siz iyi bir insana benziyorsunuz. Bana kıyacaklar. Beni kurtarınız lütfen n’oğolur.’’ Çürümüş yaprak kokan toprakta, cırcırböceklerinin sesi duyuluyordu. “Bendenizi henüz tanımıyorsunuz Matmazel, ya ben de size bir fenâlık edersem?’’ Maça Hanımı güldü: “Atınızın markasından anladığım kadarıyla zengin birine benziyorsunuz, bankada nakitiniz de vardır. Para bütün fenâlıkları yatıştırır. Size güveniyorum.’’ Bilgisayarda ölüm kusan savaş makineleri kadar esnekti Sinek Bey’i; kıvrılıyor, dönüyor, yuvarlanıyor, ilerliyor, gülüyor, ateş açıyor, öç alıyor, masûmları zâlimlerden kurtarıyor, hâsılı şekilden şekile sokuyordu kendini; uzarken hap olup 58 kısalırken sünüyordu şerefsiz. Kızı tam terkisine atacakken, Maça Hanımı’nı bu kez yolun kenarında oturmuş dantel örerken görür. Yıldırım hızıyla dişi kişiye ilerleyen Sinek Bey’i bakar ki, oyun Batak’tan Poker’e dönmüş; O da ne yapsın, betonarme surata geçer. Dönüyor kâğıtlar ışığın gözyitimi hızında, eller akılalmaz hızlarda resmîgeçit yapıyor masada. Sinek Bey’i, kâlpleri, baklavaları, çapaları, sinekleri sildi süpürdü, dolar bazında kâğıt bırakmadı; son model Bugatti’sine binerek rüyâyı jet izi gibi ikiye ayırdı. Erkişiliği rüyâsında bile yarılmıştır. Göğüslerinden kıl fışkıran yakabağır açık bir grup âlem insanı, kalabalıktan sıyrılıp öne fırlayarak hep bir ağızdan bağıracaklardır: “Biz böyle bir kral görmedik, göremeyiz. Bu efsâne bir daha gelmez. Şu sâate kadar gelmiş geçmiş en birinci ağbimiz bu.’’ İşte Kahramân, rüyâsında bile buna çalışıyordu. Tek tek basaraktan ufak ufak terfî etti, eski bir üstâd kumarbazın çıraklığına yerleşti. Tahta masalı kahvelerde karılmaktan hamurlaşmış destelerden kem iskambile geçtiğinde, ellediği her kâğıdı ışığa tutup resimlerin sayı değerlerini ezberleyerek hîlelerini beynine kazıdı. Dumanda boğulmadı, rakı kadehinde balık değildi, ezber mektebinde titizlikle çalıştı durdu. Ustasının tavırlarını sükûnetle izleyip sebatla tekrar ederken nasîhatlarını da bilinçaltına nakşediyordu. Bu lavuk lumpen, Kahramân denen şanslı piç, zamanla yetişti, kıvâma geldi, terini salıp serinledi; bir vakit çıraklıktan kalfalığa tırmanınca, Kumarhâne’de kadro verdiler; gerizekâlı kazların canlarını alamıyorduysa da, ciğerlerini söküyor, cüzdanlarını hafifletiyordu. 59 26. ATMACA HALÎL Bir zamanlar üstâd kumarbazların önde gideni, milleti soyup soğana çeviren adam: Atmaca Halîl. Yalnız, kırgın, kovgun insanlardan biri. Derisi buruş, yüzü kırış; yaşsız; gırtlaktan gelen hüdâi nâbit; ufak tefek, çevik, ince. Nârin parmakları, ak düşmüş saçları, pırıl kırmızı gözleriyle dalgın. Duman almadan asla konuşamayan, üçüncü nefesi takîben kolay susmayan biri. Bâzen gözleri çakmak çakmak kararan, memleketin kaderine isyân eden, ağzına gelen cümleleri fırlatabilen bir karakter. Reklâmdan hoşlanmaz. Bir zamanlar biz neydik, diye böbürlenme ihtiyâcındaki tiplerden değil. Oturup kalkarken kural kaîdeye uyan görgülü. İnsanlardan kopmuş derken, hayât kâlbini kırınca küsüp efkârlanmış şahsiyetten bahsedildiği unutulmamalı. Üttüklerini, merhametinden kibarca iâde de edebilen eskizaman centilmeni, derin zaferlerle görkemli mağlûbiyetlerin de insanıydı. Çok para kazanmış, lâkin dikiş tutturamamış, her seferinde batmış; yüzde seksenbeşi düşmüş, yüzde onbeşi daha düşmemiş Tambulpistak çocuğu. Düştü, kalktı. Şirin yurdun ezici çoğunluğu gibi, bataçıka ilerlemeye çalışmıştı; hikâyesi tutarsızlıklarla doluydu. Vefâsız âleme inişi de, yükselişi gibi sert olmuştu. Pistanbul gayrımeşrûsunda adı fısıldandığında kapılar ardına kadar açılırdı; nerede sabah orda akşam sürten bu herifin, âlemden usanıp yorulduğu görülmemiş, işitilmemişti; ille sızana kadar içip dünyâya damızlık koçlar gibi saldırmasına katlanılmak zorundaydı. O kadar çok para saçıyordu ki, sülükler eksik olmuyordu. Fakat ihtişâm sona erince, götünü yiyeyim ağbi ayağı da kesildi. Şimdi Pistanbul’un hayli balta girmiş ormanlarından birinin otoparkındaki barakada ikamet ediyordu. Halatlarla raptettiği ahşap bira fıçılarından mürekkep seyyâr yuvası, âdemsoyuyla arasına ördüğü tecrit duvarıydı. Apaçi Night Club’ün araç misafirhânesi, akşam sekize kadar iki bitirim elemanın idâresindeydi. Atmaca ise sabaha kadar bekçilik ederek ekmekle esrâr parasını çıkarıyordu. Sokaklarda sürünmekten, donmaktan, dilenmekten ya da çöp toplamaktan iyiydi. Gece çayını çorbasını pişiriyor, gündüz de aynı yerde uyuyordu. Elden ayaktan düşmüş televizyonları andıran Atmaca Halîl, devâmlı karlanıyor, devâmlı eski anılarından karmakarışık söylüyordu; yönetim kurulu üyeliği bahşedilmemiş emekli generaller gibiydi, sözünü keserlerse çok sinirleniyordu. 60 27. TEDRÎSÂT Şahsiyetler birbirlerini görür görmez ısındılar, hele Kahramân’ın içi bir hoş oldu: “Amca seni çok sevdim, müsâade edersen sana baba diyebilir miyim?’’ Cevap: “Türk filmi mi çeviriyoruz ulan, köftehor?’’ Atmaca’nın havada uçuşturduğu iskambilleri seyrederken zevkten öleyazmıştı: “Sağol usta, eline sağlık.’’ Atmaca tersledi bunu: “Bana usta deyip durma.’’ Dişmacunu reklâmlarındaki adamlar gibi sırıttı Kahramân: “Benden bir büyüksün, o yüzden ustamsın; öğret bana.’’ El çabukluğu kabiliyetini ölçtü hîlebaz, baktı fenâ değil; söz dinliyor mu dinliyor, şagirt olur mu olur; hevesi de var. Tez vakitte geberdikten sonra bu dünyâda bir hoş sadâ bırakabilmek için evlâdı yetiştirmeye karar verdi. Kumar üçkâğıtlarıyla mengene sistemlerini, hîlelerle hurdaları talebesine tek tek öğretecekti. Atmaca denen moruk, Barbutta da fenâ sayılmazdı. Esas faâliyet sâhası ise iskambildi. Kılık değiştiren kâğıtlarla icrâ edebildiği numaraları dünyâyı tutan adam, azıcık bunamasına rağmen, parmak mahâreti göstermede denebilir ki Türkiye hudûtları dâhilinde 1 numaraydı. Bilenler iki dakikada bağlıyor mevzûyu, sen sağ ben selâmet, paket tamam; elleri manyak gibi adamın, sihirbaz da denebilir; desteyi çapraştırıp karıştırırken uçuşan kâğıtların rüzgârıyla serinliyorsunuz. Marlboro’sunu yakıp dan diye ilk gün Atmaca: “Mutlu musun?’’ Cevap: “Değilim.’’ Soru: “Söyle bakalım evlâdım, hayâttaki yaşama gâyen nedir?’’ Evlât şak diye yapıştırdı: “Zengin olmak, para çok olmak.’’ Atmaca Halîl, başını ümitsizce iki yana salladı: “Vah ki vah. Ne bilirsiniz nakitten başka? Şimdiki gençlerin hepsi böyle olmak mecbûriyetinde mi arkadaş? Evlâdım onu sormuyorum, gâyen ne diye soruyorum.’’ Azarlanan Kahramân, mahzûnlaşmıştır: “Bilmiyorum usta.’’ Atmaca Halîl, devâmlı sûrette tekrarlayacağı nutuklardan ilkini bu vesîleyle verir. 61 28. NUTUK’S (SERBEST KÜRSÜ) Şimdi senin sâhibin gelse dese: “Buralarda kaybolmuş çocuk gördün mü?” Susarım, dumanımı üflerim. Ne kadar ısrar etse sırrı açık etmem. Baban şimdi seni arar, anan şimdi seni arar, sen buralarda sürtersin. Yaşın kaç? Yirmibir. Nedir ki yirmibir? Sen kaybolmuş çocuklardan sâdece birisin. Ömrümce senin gibilerini gördüm, ömrümce anlatamadım. Ben becerebildim mi? Bin kere hayır. İsteklerime söz geçiremedim, nefsimin kölesi oldum. Elime ne paralar geçti, uçtu hepsi, püfff. Bir zamanlar Pistanbul’un en şeker para yiyen insanıydım. Bugün Apaçi denen götleğin eline düştük, bize tekaüt maaşı gibi bir şey veriyor. Hâlbuki ben onun sıçtığı boku bilirim. Kaybolan bir sen misin, yoksa hepimiz miyiz? İnsanlık kayboldu. Senin gibi kaybolmuş bir çocuğun ne hükmü olabilir ki? Adâlet yok, sanatkârlar yavşak. İtin köpeğin eline kaldık; vurgun, yağma, talan düzeninde herkes kafayı yedi, bugün iki çift lâf edecek adamı zor bulursun. İlâveten ahlâk da gitti. Eşitlik hiç yok; garibanın açlıktan nefesi kokuyor, zenginler kafelerde on milyonluk tabakları kedilere yediriyor. İnsanlık ölmüş, insanlığın cenâze namâzını kılmışlar. O milletvekili denen pezevenkler yediler bitirdiler arkadaş memleketi. Anarşist misin kardeşim, dal meclisin çatısından, uçsun hepsi. Ben buna anarşist derim. Yoksa git öyle polis vur, karısı iki çocukla cenâzenin başında ağlasın, tabutta bayrak falan, avrat dul kalsın; istemem ondan. Gidecekler bu meclisi bombalayacaklar. Kamikaze Japon uçakları vardır evlât. Kendiyle berâber meclis de havaya uçacak. Ondan sonra herkes takkeyi önüne koyup düşünsün kardeşim. Bunu yapacak adam bekliyorum artık veyâ örgüt veyâ da biz kuracağız örgütü. Kulağını aç da dinle evlât. Birincisi, her ne olursa olsun, ilerde parayı bul veyâ bulma, ki öğrettiklerimle bulacağın yüzde yüzdür, aslâ benim düştüğüm şekillere düşmeyeceksin. Beni hor kullanılmış bir kitap gibi de görebilirsin. İşe yaramam diye çöpe nâmzet görmüşler, torbaya tıkmışlar. Zeytinyağlı pırasayla falan. Kurumuş bulgur pilavıyla hooop. Direkman çöplüğe göndermişler. Biri de almış evine götürmüş, it bokuna bulaşmış sayfaları tek tek yeniden okumuş. Çevir çevir oku hesâbı, anladın? Benim çöp olmama lüzûm yok, yaşadığım yer zâten çöplük. Diğer çöplerden tek farkım, çöp olduğumun farkındayım. Çünkü hayâtta iddiâm yok, mücâdele etmeyi bıraktım. Yaşlı bir ağaç kütüğü düşün, kökünden 62 sökmüşler, deli gibi akıyor ırmak. Her taraf kan kızıl kıyâmet. Öyle akıp duruyorum ben de suyla berâber. Sâkinim, alâkasız. Kafama göre. Hayâl kırıklığına uğramaman için baştan söyleyeyim ki, kitabımı okumakla bütün hünerlerimin sırrını ele geçirmen imkânsızdır. Çünkü dersle veya lâfla idrâk edilemeyecek sırlar da vardır. Hünerleri mâhirâne ve ustalıkla yapabilmek için mutlaka tecrübe lâzımdır. Hünerin işlememesi, kurulmuş kumarın bozulması, sâdece oyunun mahvına sebep olmakla kalmaz, patronun sana olan itîmâdını da suya düşürür. Çalışacağız evlât, bakacağım, kabiliyet görürsem sana iskambilin bütün sırlarını öğreteceğim. Sır yoktur; görenler vardır, görmeyenler vardır. Esrâr da budur zâten, sır demektir. Herkes içer, esrârı kaç kişi anlar? Sırrı çözememiş insanlar esrârengiz olaylar karşısında apışıp kalırlar, hâlbuki bütün hayât esrârengizdir. Olaylar öyle bir şekilde olur ki, tak, bir bakmışsın fâili meçhûl olmuşsun veyâ da bilekçelerde kelepçeler hesâbı paket postanesi. Horoz gibi keserler ibiğini. İşe önce vücûdunu eğip bükmekle başlayacaksın. Spor mu yaparsın, dere tepe yürür müsün, inşâatlarda amelelik mi edersin, karate kurslarına mı gidersin, bilmem artık. Vücûdu dengesiz adam, iskambilde illâ ki açık verir. Basit oyunları iyice idrâk edene kadar idmân yapacaksın. Haaa, temizliğe de dikkat edeceksin. Temizliğin îmânla alâkası yok, suyla alâkası var. Bâzen su da yetmez, içinden gelecek insanın. Şu otoparka gelen centilboy herifler var, görünüşü süper değil mi? Hamamda bir soyunsun da bak, pispasın Allahı. Jöleyle şunla bunla örtmeye çalışıyor. Veyâ da adam câmiye gider, kokusuna dayanamazsın be kardeşim. Günde beş vakit elini ayağını götünü başını yıkıyorsa temiz olması lâzım değil mi? Değil ecdâdını siktiğimin ibnesi. Temizliğin suyla da alâkası yoksa neyle alâkası var? Tıraşını olacaksın arkadaş, iki dirhem bir çekirdek giyineceksin. Lüks şartı yok. Dost var düşman var, kuyruğu dik tutacaksın. Kuyruk titremeyecek. İkincisi, aslâ karıya kıza para yedirmeyeceksin. Yollarda karılara bakan karıları gözlemleyerek karıları çözebilirsin. Gözlerini kısarak vahşî kedi gibi bakarlar, orda uyanacaksın. Kadındır, acındırır, ağlar, kandırır. İliğini kurutabilir. Vantuz gibi çekerler. Öyle bir somurur ki, dersin ulan ben ne zaman kurudum böyle? Karıları sikip bırakacaksın, temel felsefen bu olacak, âşk yok. Sıra parmakları eğitmeye gelecek. Beyinsiz diyoruz meselâ. Gramaj olarak eksik. Veyâ da kuşbeyinli diyoruz. Parmaklarını beynin yönetecek, duyguların kat’iyyetle işe karışmayacak. 63 Oyununu kurdun, kerizleri üttün, ooohhh, keyfin yerine geldi. İşte şimdi istediğin kadar hislenebilirsin. Ne esrâr, ne alkol: insanı dinlendiren en güzel şey, seni koynuna alacak bir dilberdir evlâdım. Kadının iyisi kısrağa benzer. Onu sevdin ya, öptün ya, kişnemesi dünyâyı tutacak veyâ da tay gibi seke seke çaydan geçecek. Zâten akıllı kadın vıdıvıdı yapmaz. Direk göğsüne sokulur erkeğinin, tıp tıp atar kâlbi. Kazık gibi olmuş kasları dindirmenin en tatlı yoludur kadın. Veyâ tersine çevir, kadın da neticede insan, onun da ârzûları var. Mesâîn biter bitmez doğru yengenin yanına koşacaksın, yenge varsa tabii. Hayır gelmez Ayperi’den sana, sikilmedik bir kulağının arkası kalmıştır o kadının, şimdiye kadar feleğin çemberinden seksen sefer geçmiştir o kadın. Çünkü bir defâ çok güzel, Allah özene bezene yaratmış. Güzelliğinin farkında, menfâati için her şekil kullanır. Kötü kâlpli, çünkü paraya çok düşkün. Sâhip olmazsa yaşayamaz, lükssüz çıldırır o kadın. Böyle güzel kadınların elde edemeyeceği hiçbir kale yoktur. O kadar güzeldir ki, kendi güzelliğinin esîri olur. Ya ifrât ya tefrît. İlâveten, Apaçi kaymıyor mu ablamıza, tosunum? Kızımız mâşâallah kumsaati gibi kadın. Havada bulut, bence sen o kadını unut. Şöyle yolagelir bir hatun bul, o kadın bu kadından bin kat iyidir tamam mı? Sıkmayacaksın, gezsin tozsun. Çağırdığında gelsin, seni güzel bir yoğursun. Erkeğin iliklerinde birikmiş bir sinir vardır, onu alsın. Mantinotayla sikiştikten sonra bak dünyâ ne biçim görünüyor gözüne. Bitirim ayaklarını bırak, bir yol çiz. Ağa kapısı bekleyen itten kork aslanım, Gomez’e güvenme, sakın. Kesinlikle alkol kullanma. Kontrolü kaybetmediğin müddetçe iki üç duman alabilirsin. Sinirlerine hâkim olamayanlar kumar oynamaya değil, intihâr etmeye gelmişlerdir. Son istasyondur herif için. Kumara gelirken o çok iyi bilir kaybedeceğini. Ulan beyinsiz şahıs, anlaması lâzım ki, her rıhtıma demirleyebilen gemi kesin batar. Son durak kara toprak hesâbı. Kazanan her zaman mekâncıdır, kural değişmez. Herhangi bir nizâda, mekâncının kestiği racondur kural. Bir oyuncunun şununu bununu tahmîn edebilirsin. Rûhu nerededir hıyarın, hayâlinden geçirdiği nedir? Mutlu mu, mutsuz mu? Meymenetsiz suratınla neyin peşinde koşuyorsun arkadaş? Boyun damarları da bir şişer ki bunların, dersin lasvegasta milyon dolarla oynuyor. Salla zarı ileri geri büzükdeş kardeş, şaklat avucunda, bir de tükür istersen, belki şansın açılır. Kazanırsa dikilir göt. Kaybederse? Titreye titreye gene sallar zarı. Kurnaz ya, sabah ezânına kadar devâm edecek. Depodaki benzini bitti mi, 64 ânîden terkeder masayı. Gözlerinin feri kaçmıştır, beli çökmüştür pezevengin. Oyundan da kopamaz, kıçın kıçın masaya yanaşır. Ümit etmekten yoruluncaya kadar seyreder artık. Kaybetmiştir. Kaybeder, bu sefer tam dağıtır, saçmasapan hareketler yapmaya başlar. Ağbi bana bir çorba, o da kesmez, ağbi bir oralet, limon, çay, ıhlamur, neskafe. İçer içer doymaz ibne, kaybetti ya. Kumar oynayan adamda şeref ne gezer? Çok gördüm bu uğurda karısını ortaya sürenleri. Yeter ki bir zar daha atsın. Kaybetmeden kazanamayan zayıf karakterli bu şahıslar batmaya mecbûr ve mahkûmdurlar. Ancak kafasına taş düşecek ki, ulan desin ben ne halt yedim? Tokatlanabileceği bir yer arar. En büyük tokat kumardır. İcâbında sürünerek bile gelir, koklaya koklaya lâğımı bulur. Pazarcısı da gelir, esnafı da, kaportacısı da, tâmircisi de, bakkalı da, çakkalı da. Çoluk çocuğunun nafakasından keser, bir ayda kazandığı o parayı kumar masasında bir oyuna veyâ da bâzan tek bir zara fedâ eder. Bâzı gün de bakarsın lavuk evini satmış, karısına don bile almadan kumara çökmüş. Kumar, tedâvisi imkânsız bir hastalıktır evlât. 65 29. MERKEZ HAPİSHÂNESİ Merkez Hapishânesinin müdür nâmzetlerinden Kerem Bakırcı, merkezin ta kendisini istiyordu. Ayakları sağlam basan azâlardan KB, pazarda satışa sunulduğu ilk gün kopuşlarını rafa kaldırmıştı; merkezin güvenli rahmine doğru vargücüyle, hızlı hızlı kulaç atmaya başlamıştı. Korku galebe çalmış, aç kalmama dürtüsü baskın çıkmıştı. Etine tırnak geçirip parça koparma cesâreti göstermek kolay mıydı? Merkezin düzenli maaşına tâlim eden kadrolu yangınsöndürücü işleviyle yaşamaya mahkûmdu. Sınıfsal alışkanlıkların kabuğunu kırıp hudût aşmak ne çetindi. Massetsindi merkez varlığını, hapsetsindi. Aslına rücû etti. Barınacak, çiftleşecek, yazacaktı. Lezzet yoksa neye yarardı ezber temalarla aşılanmış birörnek lifleri yemek? Çok uzaktaydı enginler, o belgetirici ufuk ve balina sırtındaki târifsiz yolculuk. Gecekonduülke’nin kabak gibi yansıdığı kırılgan aynalara demirlemişti romanını KB. Günlerini limanbabalarındaki halat düğümlerini sıkılaştırmakla geçiriyordu. Gerisi, atıkçöpü nasıl güncelleyeceğine kalmıştı, malzemeyi devşirip uygun miktarda tutampıştırması yetecekti. Sanıldığı kadar zor değildi teknisyenin zanaâtını icrâsı. Örgüleyebilmek için hâtırâtları dinledi KB ya da pazarın talebine göre yontacaklarını okunaklı dillerde kopyalayıp yapıştırarak didindi çalıştı tekdüze. Kahramânları ara sokaklara daldırdı çıkardı; kan, kin, ihânet, zulüm, nefret ekledi. Fonda, Arabesk çalıyordu. Zar, Silâh, Cinâyet, Karapara, Fuhuş ise tezyînâttaki inceişçilik için yeterliydi. Tek kazanda kaynattığı diğer donmuş yemeklik yağlar Otel’deydi zâten; taktı fişi bitirdi işi KB: gülle donatacaktı şimdi tabancasının sapını. 66 30. ERKENLER Bu parçayı siz değerli okurlarımıza armağan etmeden önce, sırları görelim. Şans kader kısmet, değerli ablalarımla abilerim, hepinize madiden hürmetler ederim, dinleyin hele bir yol ne derim. Çalsın sazlar, oynasın kızlar, okusun Kopyakullar. Cehâlet sosu bulamacı ne fenâ, ya Rabbim. Bilseler, ki bilmezler, sorsalar, ki sormazlar; deli merak eder, akıllı suâl eyler, deyişini hatırlarlar. Para, sâdece para, katıksız kurupara, canlı sıcakparanın peşindeydiler Erken Vatandaşlar; hikâye cereyanlarının voltajı pırpır ederken, törelerle Kentgün arasında, yarılıp duruyorlardı. Mesele neyi anlattığınız değil, neyi anlatamadığınızdı. Köşe Dönmek felsefesini irdeleyen Kâtibiniz, Televız camlarına sinek gibi yapışmış çeyrek karakterlerin Parallah İbâdetlerini görmezden gelemezdi. Erken zıpla ya da zıplama, önemsizdi; şu umut varmıştı her zaman: inşâallah vurursun voliyi, damgalanırsın alnında paralarla; dönersin topaç gibi, parmak şaklatırsın sırıta sırıta, döner devrân ya da civciv gibi koparılır kafan. Şimdi sırada, altmışlardaki ilk göç dalgasıyla kente gelen familyadan artakalan Gomez Deliyürek’in hayâtından kesitler, koniler, açılar var. Yaklaşın, dokunun; tam dâire olunca çok ısınacaksınız. Gençti, yakışıklı değildi, hattâ çirkindi. Arjantinliye veyâ Meksikalıya benziyordu veyâ Peruluydu; değirmi suratı ve yağlı cildiyle, Anadolu Bazlamasını andırdığı da söylenebilirdi. Niyeyse şahsiyete Gomez derlerdi. Bütangaz gibi sıkışmış erkek enerjisi kültüründen gelen Gomez Deliyürek, erkekler dünyâsında açık verilirse her ân herkesin götaltına gidebileceğini gâyet güzel idrâk ettiğinden, akıllanmaya karar vermişti. Zayıfını bulduklarında babaları olsa affetmeyen diğer deliyürekler, menfaât için öz analarını bile sikebilirlerdi. Gomez, bütün bir millet ahfâdının yaşama tarzını, kendi küçükevren modeline uyarlamış, dış dünyâdan gelebilecek tehlikeleri bertâraf edebileceği formülü aramaya koyulmuştu. Gariban ayağının, prim yaptığını keşfetti. Böylece erkeklikten tâviz verilmiyor, ilâveten erkeklikte varolduğu vehmedilen mertilkel vicdân gerekçe gösterilerek, fesât, dolan ve yenilen her tür bok, yine erkeklik kalkanına sığınılarak yutturulabiliyordu. Gomez, zekî bir kardeşti. Kılları kalınlaşıp rûhu kuntlaştıkça, erkekliğin nîmetlerini kavrıyordu: EZEN TÜR. Sopasıyla bıldırcın yuvalarını çomaklamaktan başka bildiği iş var mıydı? Anası HATÎCE 67 ABLA’nın elini öpüp mahâllenin dışındaki dünyâya ayak bastığında, önce APAÇİ’nin ayak işlerini gördü, getir götüre takıldı. Apaçi’nin hem dokunaklı hayât hikâyelerine karşı zaafı vardı, hem de bütün sonradan görmeler gibi yıkama yağlamadan fecî hâlde hoşlanıyordu. 68 31. DELİYÜREK Rezilce sıcak tatsız yaz gününde ânîden pis rüzgâr da peydahlanınca iyice yavanlaşan dünyâda ergen adımlarını atan evlât ilk çetesini kurduğunda ondört yaşındaydı. Sabaha karşı yalpalayarak evlerine dönmeye çalışan kusmuklu sarhoş çâresizleri soyuyorlardı. Arzı yaratan talepti, boşluğu görünce dalmışlardı. Gaspettikleri düşük model cep telefonlarını okutup esrâr alarak binâ kömürlüğünde dumana boğulan bu haydût çocuklar, camlaşmış gözlerle, gece yolunu kestikleri aynı sokağa, bu sefer terbiyeli vatandaş rolünde yeniden çıkarlardı. Toy çağların o tozpembe günlerinde âlemin kralı olmaktan kolay ne vardı ki? Zâlim kader işte; esas krallar, şen kız kahkahalı yatlarda, konfetilerle ihsân dağıtıyorlardı; paranın hükmedemediği hakikat mı vardı, her türlü hikmeti de tabii ki onlar yumurtluyorlardı. Ezcümle, mahâlle hayâtının sıfır câzibesi, A kategorisi tüketici grubuna azgınca kışkıran hayâsız oğlanla mükemmel derecede tezat teşkil etmekteydi. Siki, suçla âşka aynı ânda kalktı. Hesapta devâmlı tetikti, bismillâhla donanmıştı; saldırdı ya da saldıracaktı. Atın iyisine doru, yiğidin iyisine deli demezler miydi atalar, ulu kişiler? Muhitinde adı çıkmıştı; saygınlığı sıfırın altında eksi yirmi dereceydi. Alkolle şişik ergen benliğini geceyarıları gırtlağındaki avaza veriyor, korkunç haykırışlarını aynı ses şiddetiyle karşılayan semt sâkinleriyle dalaşıyordu. Gide gide höt zötüyle de kimseyi korkutamaz oldu, it gibi ürüdü ürüdü durdu. Ana oğul iki göz evde yaşarlardı. HATİCE ABLA’nın sivil gayrımeşrûdaki son görevi, konsomatrislikti; canını dişine takarak, alkolik bedbahtların perâkende et ihtiyâcını karşılar gibi yapıyordu. Bu efkârlı mekânlarda, gösterip vermemek, başlı başına bir işti; paso içirecek, işlem tamam, no problem; çimdiklenip okşanan bacaklara yanlış yapılırsa, garsonlar derhâl müdâhale ederlerdi. Hayli kilolu Hatice Abla’nın yaşı geçmişti fakat mihrâp yerindeydi; küfe sağlamdı, göt meraklısı erkeklerden ekmek parasını çıkarması zor değildi. Ev kirâydı, birinci kat. Akşamüstü, demir kafesine tüner, dostuyla, yâni gönlüne göre sevişebilmek için düzensiz miktarlarda para ödediği adamla muhâbbet ederdi. Mevzûyu herkes biliyordu, fotoğrafı niye bu şekil verdiklerinin manâsı yoktu. Dostu, Hatice Abla’yı koparıyor, dost insanı ise Gomez ayıklıyordu: ince iş ve soru işâreti aynı ânda. Gomez, 69 onsekizine geldiğinde mevzû bu şekle dönmüştü; kim kimden ne tırtıklarsa hesâbı. Dost kişi, bir gün alkol zehirlenmesini müteâkıben imamın kayığına binince, HATİCE ABLA Otopark Mafyası’na yalvardı da, Gomez’i işe yerleştirdiler. Hicrânlı dalgaların şıpırdadığı deniz kıyısındaki otoparkta, şımarık hâl ve hareketlerle saçlarını savuran, keneye yapışmış avratları kesen Kerizmatik: tik, ik, k. İş koymayı denediği hâtunlar fos çıkmıştı; bu eğitimsiz bireyin yüzüne bakmayan Otopark Hanımları, son model oto anahtarlarının peşindeydiler ve aslında en iyi erkek ölü erkekti, iyi mi? Şansını değişik alanlarda da denedi: StarAv Jürilerinin bile karşısına çıktı. Demesine göre, ilk elemeyi geçmiş; otelde şarkı sözlerini ezberlemek yerine bilardoya takılınca, acımadan elemişler. Yılmadı, dizilerde oynayabilmek için ajansa kaydoldu; “Evlâdım senin kabiliyetin hiç yok, tipin de enterasan değil, git normâl bir işe gir,’’ dediler, onlar da siktirettiler. Neticede tutturamadı; ya şansı yâver gitmedi, ya elinden tutan yoktu. Ki, anası bunu ihbâr etti, direk kucağa geldi. Yoklama kaçağını asker ocağına postaladılar; vatanî görevini yirmialtı ayda tamamlayabildi, anavatana kan ağlattı; zâten sekiz ayında askerî cezâevindeymiş: rahat durmamış ki hıyarağası. 70 32. ERKEKLİĞİN KİTABI Askerlik dönüşünde, gene anası sâyesinde, eski sinemacılardan Câhit Ağbi’yle dostluk tesîs edince, senaryolarında bâzı tatlı kısadevreler oldu. Cahit Ağbi, normâlde bunun yüzüne bile bakmazdı. Gomez, ısrar, yalvarma, ricâ, gözyaşı, yâni bildiği ne kadar acındırma numarası varsa tatbîk ederek, Apaçi Night Club’ta Koruma Yardımcılığı gibi ne idüğü belirsiz bir işi elde etmeyi başardı. Gomez, mangizi bulunca önce bağırsaklarıyla işkembesini doldurdu; yedi, yedi, yedi. Akabinde, maaşsız emekliliğe tâlim eden anasına yardım olayına girdi. Dişinin kovuğundan artakalanlarla İsmail’in (Gomez) bir baltaya sap olur gibi olduğuna fikreyleyen Hatice Abla, memnûndu: “Bizim oğlan mafyada iş buldu komşu hû... Dedikleri gibi değilmiş bu mafyalar, çok da iyi insanlarmış.” Zaman denen meymenetsiz zımbırtıdan pataküte dayak yemiş Gomez Deliyürek nâm şahıs, dumanla renklendirilmiş âleme attığı ilk adımda, yumruklarıyla dövüşüp dudaklarıyla sevişmesi gerektiğini anlamıştı; hergele. Suça yatkın genç, ayağına devâmlı pislik bulaşabilecek Kentoloji tiplemelerinden biriydi; ekstradan, çözündürülmüş Ağırağbi taraklarında da bez dokumak ârzûsuyla, Tatlıpara’nın sihrinden vazgeçemiyordu. Yâni yorgun hayâttaki ağıryük hayvanı, depoladığı bastıbacak enerjiyi boşaltabileceği yerler aramaktaydı. Dünyanın en mühim varlığı saydığı sopasını kaşıya kaşıya, dökeceği delikler arayarak gezinen âvâre yılların serkeşine göre, âlemin alayı göttü; aptal değilse de kavradığı dünyâ bu kadardı. Erken yaşta nâm tutturarak Erkekliğin Kitabını yazmalıydı. Nâmsız ve de amsız bir yiğit olamazdı; %100 ER O, kalça, but, kanat ve beyazet hedeflerine kilitlenmişti. Bu yalamuk topraklar da bir nevî fırsatlar ülkesi değil miydi? Gomez, müessesedekilerin altını çaktırmadan oyarak sızıntı yaptı; yalakalıkta sınır tanımadığı için bir sene sonra Apaçi’nin en güvendiği adamlarından biriydi. İlke yoktu; değer, şeref, nâmus, haysiyet yoktu; verilen her işi imân ile, itaât ile, sonsuz bağlılık ile gördü. Esrârkeşlikten kokainmanlığa terfî etmeyi kafasına koymuştu. Pozisyonu sâyesinde, kulüp ortamındaki çıtır simitleri her türlü ısırma imkânını yakalamıştı. Kristal tabaklara yataygeçişini de tamamlamak üzereydi; köpekler gibi kokain çekebilecek, tekkollu canavarlara darphâne kadar para basacaktı. Arkadaşlık dostluk mevzûlarını rafa kaldıran Gomez, yiyip içmişliklerine rağmen, 71 demiri kesen emir geldiğinde, gözünü kırpmadan bütün ekip arkadaşlarının ümüğüne çökebilirdi. Her fısıltıyı Şef’e yetiştiriyordu; Apaçi, öl dese ölürdü. Sevdiğinden mi? Yoo, menfâati için. 72 33. İKİNCİ AZ SONRA İsterseniz bu fırsattan yararlanarak, roman kahramânları gibi bir hayât yaşayan mültimilyarder Apaçi Eyüp’ün, küçük dolandırıcılar şâhı kumarbaz Kahramân Öztürk’e teklîf ettiği, kıldan ince kılıçtan keskince, yükte hafif pahada ağır, riskli, sıcak Kurupara’nın hikâyesine gözlerimizi çevirelim. Ormanda bin ahtapot gücündeki Apaçi lâkaplı kişiliğin mâzîsini deşmeliyiz: hangi menbadan, kimlerin hayratından kesesine fışkırdı nakit? Debdebeye, şâna ve ihtişâma giden yolun taşlarını tesâdüfler mi döşedi, yoksa destek gördüğü yardımcı unsurlar da var mıydı? Apaçi’yle Kahramân, SAYILAR OPERASYONU’ndan önce neler konuştular? Kahramân mı çok salaktı, Apaçi mi çok akıllıydı? Hangisi daha zâlimdi? Kumarbaz, rizikoyu sîneye çekerek, uçsuz bucaksız çatalyola girmeyi kabûl edecek mi? Sırat Köprüsünü geçerken kadîm kadın faktörünün payı ne olacak? Kelimeleri yutarcasına okumanızı sağlamak için bir miktârını önden anlatabiliriz. Gençliğinde, millîyetçi yeraltı örgütlerinde, Sempatizan, Tahsîlâtçı ve Katil olarak râhle-i tedrîsten geçen Eyüp, örgüt unsurlarının kısmen dağıtılmasından sonra gayrımeşrûya sessiz ve derinden bir dönüş yaptı; Kuledibi’ndeki garajdan bozma mekânı, kumar da oynatılan modern bir bitirimhâneye çevirdi. İşleri kısa zamanda öyle büyüdü ki, Kanûn Arabaları kapıda kuyruktu. Bürokrat kesimiyle ilişkilerini canlı tutmasının semeresini seneler sonra da olsa gördü: DerinDevletteki uzman kanallardan aldığı tüyolarla, Borsa’da ÇelikMetal’in hisselerinden 1 haftada 1000 misli para kazandı: zengin olmuştu. Îtikatlıydı; irikıyım gorillerini de yanına katarak, Eyüp Sultan’da koçlar kestirdi, fakir fukarâya dağıttı, zekâtıyla fitresini verdi; parayı bulduran Allahına secde edip, kan dökmeyeceğine, helâlinden kazanacağına yemin verdi, bildiği bütün Arapça duâları okudu. Ertesi gün, kumarhânesinin yanına, APAÇİDÖVİZ bürosunu konduruverdi. Memur Emeklilerinden Telekızlara, Mafya Tetikçilerinden Ev Kadınlarına, Belediye İşçilerinden Üniversite Öğrencilerine, Eskisolcu yeni Reklâmyazarı Edebiyâtçılardan Köşedönücü Müteahhitlere kadar geniş yelpâzedeki kitleye sattığı dövizlerle, altı ay sonra paranın belini kırdı: artık dolar milyoneriydi. Derindevletle bağlantılarını kuvvetlendirdi, yatırımlarını hızlandırdı. Daha büyük kafaları koparmanın vakti gelmişti. Kumkapı’da çay bahçeleri, Ataköy’de 73 et restoranları, Etiler’de hamburgerciler, Bağdat Caddesi’nde otomobil galerileri açtı. Paralar gürül gürül akıyordu. Pistanbul’un en pahalı, en orijinal, en otantik, en Beyaztürk, en millîyetçi gazinosu onundu. Şimdiden bir efsâneydi; ölse, tabutunun ardında sicim gibi uzayan tufeylî gürûhun sloganları eşliğinde, vatan kurtaran aslanlara yaraşan görkemli törenlerle gömülürdü. Çökerken güce gittikçe daha çok tapınan topluluğun bütün elementleri, Apaçi Eyüp’ün şahsında cisimleşiyordu; Yabanorman Cemâatleri, sımsıkı kenetlenmişlerdi mutlak menfaate. Apaçi, sonunda, çocukluğundan beri rüyâlarını işgâl eden paraya kavuşmuştu; gene de dinmiyordu açlığı. Şampanyalar, istiridyeler, yatlar, havyarlar, konyaklar, viskiler, telekızlar, helikopterler, beş yıldızlı oteller, ebleh TV starları, tenis kortları, taşralı türkücüler, yüzme havuzları, silikon memeli mezekızlar, kral dâireleri, doyurmuyordu büklüm büklüm bağırsaklarını; cürûfta çırpınılan kokainli ve mutlulukla haplanılan her günâh gecesinden sonra, eskiye oranla daha büyük bir açlık, iştihâ, oburluk kalıyordu. Apaçi, kazandığı onca paraya rağmen tek kuruş vergi ödemiyorsa, bu, DerinDevlet’in yüksek katlarında, uyuşturucu rantından pay kapmak için vatan millet âşkıyla yanıp tutuşan eski ülküdaşlarının bulunmasından mıydı? Bizi okuyanların, emekli, dul ve yetimlerin, sekreter kızlarla teknisyenlerin, çıraklarla VJ ve DJ'lerin, bakkalların ve bereket dönercisi hacıların, mezârcılarla tüpgaz bayiilerinin, barcılarla solcuların, mîmarlarla mahâlle kasaplarının, ressamlarla boyacıların, sonütücülerle muhasebecilerin, sendikacılarla kameramanların, bütün yaşayanların ve üzerlerine ölütoprağı serpilmişlerin, roman-hikâye-şiir yazarlarıyla haciz memûrlarının, tinercilerle serbest meslek erbâbının vergilerindeki tüyü bitmemiş gasplarda anlatılma sırası: AZ SONRA. İddiâlara göre gözünü hırs bürüyen Apaçi, kazanma tutkusunu gemleyemeyince uyuşturucu ticâretine bulaşmış ve büyük kaçakçı DAZLAK ÖMER’in mal temîn ettiği vâsıtalardan biri hâline gelmişti. Durmadan haberleri izleyip ülke gündemini ısrarla takîp ederek sistemi sorgulayan duyarlı yurttaşlar, Dazlak Ömer’i çok iyi anımsayacaklardır: Anadolu Haşhaşı’nın DÜNYÂ EROİN LABARATUARLARI’yla doğrudan bağlantısı, İnterpol’ün Kırmızı Bülten’le yeryüzünün dört köşesinde didik didik aradığı amansız Türk: Dazlak Ömer ya da yabancıların deyişiyle, DEZ: Korsika Cezâevi avlusuna atmaca gibi alçalan helikopterden sarkıtılan halata bir Âzerî mahkûm da tekmelere rağmen yapışınca uçan 74 kancalı tenyalar gibi birleşen iki adamın mecbûren demirkuşa çekilmesiyle akılalmaz firârı başaran uluslararası suçlu. Peki, epeydir ortalıkta görünmeyen Apaçi’nin, ÖLÜM ÜÇGENİ’ndeki cukkanın üleşimi sırasında, vazoya çiçek yerleştirilir gibi, penisi ağzına sokularak hûnhârca katledildiği ve öldürülmeden önce, “Bildiklerimi açıklarsam ülkede yer yerinden oynar,’’ dediği doğru mu? Şimdi reklâmlara geçiyoruz: Ârzûhâlci Kâtip’in müthiş eseri PİSPAS, yakında bütün tezgâhlarda. Bir romanda ne ararsınız? Sağlam bir mevzû mu, âşk ve ıstırap mı, kin ve nefret mi, kaçma kovalamaca ve bol bol hareket mi? PİSPAS, mevcûdu jiletleyerek yazılmış bir kitaptır. Okuyunuz ve tavsiye ediniz, dostlarınız size muhakkak minnettâr kalacaktır. (Kitabın arka kapağına da konulacak.) 75 34. KÂĞITTAN BEBEK Mesleğe henüz onaltısındayken başlamış küçük bir fâhişeydi; saçları sümbül koçanı, gözleri gökyakut ve büyük, ağzı öpüldüğü zaman doyurucuydu; gül kokulu, yasemin göğüslü bir servi soyu. Eşsiz câzibeli parlak gözleriyle etrâfa âşk saçardı. Sırrını gökkuşağından alan gözlerinin cilâsıyla tatlı sesinin âhengindeki tılsım, onu her vakit kesin zafere ulaştırmıştı; kime tebessümle baksa, ilk ânda teslîm olurdu: Ay Peri, insanın nefesini kesecek kadar güzeldi. Daha yirmilerinin başlarını sürüyordu. Siyah zülüfleri perde çekerdi gözlere câriyenin, oyalı vücûdu tığa benzerdi; ne kuru kemik, ne gevşemiş et; tam balık kıvâmında, sıkı lop et. Kendini çapkınlık ehli sanan ne eller mücevherle kandırmak, hazînesine bir kerecik sâhip olmak istemişlerdi ama O sâdece canının çektiklerine, kâlbini titretenlere, şeftalisini sulandıranlara veriyordu; para illâ ki şart değildi. Motor karı, derlerdi bir de; üstüne binebilir ücretini ödeyen her er kişi, derlerdi. Hâlbuki îmânına kadar bağımsız bir hava kontrolkulesiydi; jumbojetleri keyfince uçuruyor, istemediklerine paraşüt bile ikrâm etmiyordu; bırakıyordu memelerine secde edip tapındıktan sonra çakılıp unufak gebersinler ya da sakat kalıp selsebîl olsunlar. Fakat yüzündeki çocuksu ifâde de bir o kadar gerçekti. Hem alev alev yanan azgın bir dişiydi, hem de sürtünerek erkeğine yaltaklanan korunmaya muhtaç Küçükkadın. Hem erkekler tarafından kıskanılıp sahiplenilmek, hem de hayâtının sonuna kadar anneciğinin küçük kızı kalmak istiyordu. Tuhaf bir karışımdı O; bir yanıyla Kâğıtbebeklerin yaşadığı pırıltılı hayâta özenen, hırslı, tutkulu, kendine güvenen, modern bir kadın; bir yanıyla da tavşan gülüşlü, ürkek bakışlı, çikolatayla kandırılabilecek küçük bir kızçocuğu. Fettan fettan kırıtarak bakışları üstüne çekmese yaşayamazdı. En sıradan hareketlerinde bile gayr-i ihtiyârî fingirdeyen Ay Peri, sanki yeryüzüne insanı günâha sokacak bütün zevkleri tadmak ve taddırmak için gelmiş bir mahlûktu. Kimilerini yoldan çıkarıp bataklığa sürükleyecek, kimilerine de âşk şarâbından içirecekti; varlık sebebi buydu. Güzellikte emsâli bulunmayan Ay Peri, aynı zamanda zâlim ve meş’ûm da bir kadındı. Dünyânın nîmetlerini, erkekler ve diğer mülkiyetler dâhil, her nesneyi elde etmek istiyordu. Vücûdu gibi zekâsı da kıvraktı. En büyük korkusu, karpuz gibi dilimlenerek satılmaktı. Vücûdu para 76 etmediğinde, ciğerine erişememiş bütün Köpekheriflerin, murdâr diyerek selâmsız geçeceklerini kestirebiliyordu. Diğer bir kabûsu ise, ârsız bir cür’etle önüne ilk çıkanı tahrîk etmeye çalışan, bütün utanç duygularını yitirmiş bir sokak fâhişesi olmaktı; dünyâlığını o vakte kadar doğrultamazsa, Mektep’te günde otuz kırk erkeğe peşkeş çekilen dişleri dökülmüş sermâyelerden birine dönüşmesi, işten bile değildi. Mal mülk fikrinin çok defâ bir hapishâne olduğunu inkâra gayret ediyor, kavimlerin her vakit revaçtaki alâmeti fuhûşu, toptan alışverişe çevirerek yırtmaya çalışıyordu. Göbek dansının sırrı nasıl kalçalarda değil de ellerle gözlerin uyumundaysa, paranın sırrı da, ter dökmekte değil, ârzûlar ve isteklerle akıl arasındaki uyumdaydı. Aptal Sarışın’ı mükemmelen oynadığı Apaçi Night Club’te dönen dubaraların farkındaydı. Elaltından, vererek ya da vermeyerek, göstererek veyâ koklatarak, o kadar çok erkeği birden idâre ediyordu ki, belde silâh keçilik taslayan karapara zengini bütün o hödük herifler, Ay Peri’nin kafasından geçirdiklerinin yüzde birini öğrenseler, kızı ânında kayıp ederlerdi. O bebekyüzün ardında ne şeytânlıklar gizlendiğini kestirmek kolay değildi, hangi kozu ne zaman kullanacağını henüz kimse bilmiyordu. 77 35. İKİ TERS BİR DÜZ Teşkilâttan Ajan-XL, manevralar yürütüyordu; kâh telgraf tellerine konuyor, kâh bukalemun gibi renkten renge bürünüyordu. DANSÖZ, kalça kıvırdı, gece başladı. APAÇİ, ısıtılmış kristal tabakta buruntava yaptı; ı-ııh, kısa sürüyordu; acaba Şaşal’ın kafası mı daha kıyaktı? KAHRAMÂN, sevgilisiyle vedâlaştı. İçinde sıkıntı vardı, kızda da; gene de ihtirâsla uzun akan ırmak öpüşmesinden kurtulamadılar. DANSÖZ, eteklerini savurarak kuaföre girdi. Ajan-XL, parkta sıvaları dökülmüş bir KBANK’a çöktü. Biri daha oturdu; sicili affedilmiş yurttaşın uygunadım yürüyüşündeydi; kimlikli, dosya numaralı, suçu sinekkaydı. Ters, düz; ileri, geri. Yeni gelen teklîf karşısında dumûra uğramıştı Kahramân; birken iki, ikiyken ters, üçken düz oluyorlardı. Suç, çeliğine çiftesu verilmiş suç; ikincisini, üçüncüsünü de istiyorlardı. Her ışık fışkını, bir sonraki âna bitişiyordu, ilmek ilmek hikâye dokuyordu ZAMAN. Pastoral pembe dekor, cîfeyi örtüyor, romantik tâze bölümler afâkı sarıyordu. Pistanbul Teşkilâtı, gençleri beyazzehire alıştıran ölüm tâcirlerine darbe indirmek için, kaçtır fırsat kollamaktaydı; kamuoyu nezdindeki saygınlık için, tekrârlanan parlak başarılara ihtiyâç vardı; hedef, Apaçi Eyüp’tü. Uzun zamandır Kızılderili’nin peşindeki Teşkîlât, suçüstü çözümleri arşınlıyordu. Kitlelere yaygınlaştırılmış edebiyât baş belâsı mı, yoksa sağır kamuya epikleştirilmiş hikâyeler mi anlatmalı? Meselâ, DANSÖZ, çil çil altınlarla dolu şatoda, manyak bir kontes gibi şehvetten genleşmişti; veyâ... DANSÖZ’ün ağırdan dövdüğü zillerle sarsılan memeleri... cürüm ile hadisâtın fenâ rüzgârları, incebelli dansözü soğuk soğuk titretti; ve, ve, ve… Ne garip hikâye. Karakterler giriyorlar, çıkıyorlardı. Teslîmi yapılacak Emânet’in hasosu, bozkırdaki tezenenin ücrâsında, kurbânlık koyun gibi yatarak, SAYILAR OPERASYONU’nu bekliyordu. Suçta mutluson var mı? Rûh Mühendisleri aslâ bitirmezler hikâyeyi, uzatırlar ve Televız Dizisi yaparlar. Neyi bekliyordu Kahramân? Suçun piçleri ölmeli mi? Hava isli, pis kokuyor, sisli. Camdan sızan yağmursuyu gibi diyaloglar var: Büyükbalıklar küçükleri yutmaz mı, uyanıklar kerizleri ütmez mi? Milyonlarca insan her gün cinâyet tefrîkalarıyla, sapıklık hikâyeleriyle, uyanık dolandırıcıların yaşamlarıyla, çılgın suçların arkaplanıyla zaman öldürmüyor mu, eğlenmiyor mu, oyalanmıyor mu? O sabâh da Tambulpistak’ta 78 suça uyanan insanlar yok muydu? Olay-Yer-Zaman birliği: Târihsel Esrâr. Merak. Tedirginlik. Endişe. Yırtıcı vukûatlar, dehşet vahşetler. Sürükleyici bir hikâye, öyle mi? Şehir Duvarları’ndaki korkunç suçlar binlerce sebepten işlenebiliyordu. Yitik Altınülke’yi aramaktan vazgeçip gündeliğe tav olmuş ümmetin karnı suçla mı doyuyordu? Kararmış Yağlıpara pay edilirken, ne güneşler mi batıyordu yâ Rab? Sağlam hikâye değil bu, sıkı kurgu yok örgü tekniğinde; ileri şablonsuz teorik, geri sempatik mikroplu; İKİ DÜZ BİR TERS. Kahramân, vergilendirilmiş kutsal kazançlarla örülü basamakları tırmandı. Gecedir ve boynunda ihânetin kılıcını taşıyan Kahramân, Mafya’yla Teşkilât’ın aynı ânda adamıdır ya da malıdır ve gölgelerden bile ürkmektedir. Ajan-XL, suçu resmetmişti; suça O hükmedecekti: DÖNÜŞÜ OLMAYAN YOL’un RESİMLİ ÇAPRAZ SUÇ’u. Parktaki gün, güneşten kaçınca KBANK'tan kalkan AjanXL, acı konuştu: “Devlet her zaman onsekiz yaşındadır birâder, devlete karşı bostan ekenin götünde hıyar biter. Bu benim operasyonum, sayılarımın operasyonu. En nihâyetinde, sen de bir sayısın. Son tahlilde, Apaçi ölmek mecbûrîyetinde. Düzgün çalış, ücretini al, sonra da siktirol. Hayâtın boyunca Üçmaymun’u oynayacaksın. Seni bir daha kutsal Anadolu topraklarında görmek istemiyorum.” 79 36. BOŞTA Apaçi’nin verdiği mühlet 7 gündü; Teşkîlât gün vermiyor, pay teklif ediyordu. Vitesi takmalı, yola çıkmalıydı. Rûhu, ölü gibi şişmişti, üzerine kararsızlıktan karanlık bir ağırlık binmişti. Düşünecek vakit yok, çiftine çok para vaâdedilmiş suç çağırıyor; fakat motor ısıtılmamış daha, marş basmıyor; Araç boşlukta; durmuş sanki hikâye, yaşamak harbindeki Kahramân, eylemini ete kemiğe büründürebilmek derdinde. Otel Kâtibi’yle selâmlaştı. Anahtarlığı, Tespih gibi sallayarak yürüdü. Asansöre eğri büğrü harflerle, BOZUG-ÇALİŞMİYOR yazısı yapıştırılmıştı. Merdivenleri tırmandı; birinci kelime, ikinci kelime, üçüncü kelime ve işte dördüncü kelime: 401 numaralı odanın kilidini çevirdi. Yaban oda Morg’a benziyordu. Cep telefonunu kapattı. Bekleyişle geçireceği 72 saat vardı. Takımelbisesiyle Yatağa uzandı. Ya mahvolacağı, ya mahvedeceği, fakat muhakkak bir iş edeceği rüyâlara daldı. Uyandığında gözleriyle Tavanı sessizce deldi. Pencere kenarında minik bir Serçe öttü; gagasını Robot gibi çarptırıyordu ki ötüşüne ganîmetinin heyecânı bulaştı: kankırmızısı elmakabuğu. Tam sevinmişken, topaç gibi besili anaç bir kara Güvercin musallat oldu kuşa, alıcı Kartallar gibi dâireler çizerek tâciz etti. Ciyak ciyak bağıran Serçecik, penseleştirdiği ağzındaki malla, boşluğa kanat çırptı; bir kanat, iki kanat. Birden ok gibi fırladı Güvercin, havayı yardı. Güvercin taklalarla yaklaşıkça irtifâ kaybeden Serçe, kuyruk darbesiyle sarsıldı, ağzı acıdan sonuna kadar açıldı. Yerçekiminin arzın merkezine sürüklediği Elmakabuğunu, birinci kelimenin oralarda bir yerde yakaladı Güvercin, yavrularına tezelden vâsıl olmak için fezâda hızlı hızlı kanat çırptı. Serçe geldi kondu gene Pencere kenarına, medet umdu ağlaya ağlaya. Kahramân, Çekmeceleri karıştırdı, yok; Dolabı eşeledi, yok; Halıyı tırnakladı, yok. Sonunda hangi Zifâf Gecesi’nden artakaldığı müphem Çikolata buldu kırıntıcık, getirdi pervaza dayadı usulcacık. Tayınını kapan Serçecik, uçtu. Yaslı Kargalara benzeyen Vapurdüdükleri öttü; Yolcu Uçağı, rotasını ayârlayıp gökyüzüne beyaz tebeşir izi bırakarak geçti; delirmiş 1 Kentli, yeşilışıkta durmayan Taksi Şoförüne salyalar saçarak saldırdı; Kuluçkalama Merkezleri, gündüz vardiyasının düdüklerini öttürdü. Kahramân, sararmış otel Aynasında yüzüne baktı, yüzü canını sıktı. Cebi açtı, üç mesaj: “1-) Dün gece şimşekler çaktı, çok korktum. 2-) Biz ormanda oynarken yolunu 80 kaybetmiş iki çocuğuz. Beni burda bırakma. Bütün hayâtımız değişebilir. Çok zengin olma ihtimâlimizi unutma âşkım. 3-) Başkasına sokarsan senin sikini keserim, cevap ver.” LOBİ yazan yere indi. Ortayaşlı bir Gözlüklü, bacakbacak üstüne atmıştı, zarif dolmakalemle hızlı hızlı yazıyordu. Lavuk, ne yazıyordu? Kendi hayât hikâyesi, piyasadaki kitaplara kesin binbeşyüz çekerdi; Gözlüklü Balkabağı, ne yazıyordu? Amcabey’e yakın markaja rağmen, Konuşma Balonları’nı dolduramadı. Beyinfırtınası devâm ederken gözü Televız’a takıldı, bastı götüne tekmeyi bütün fikirlerin; Kumandayı aldı, zapladı; derinlerdeki KRAL EFEM diyen sesi yakaladı. Bütün Narkopatlar gibi zaman zaman olayların örgüsünü yitiriyor, sonra da bu hayâllerle niye zaman öldürdüm, niye fikirlerimi karmaş çormaş ettim diye suçluluk çekiyordu. Müslüm’den VEFÂSIZ ÂLEM şarkısını çaldılar, ardından BENİM DERİN MESELEM geldi. Çıktı, yüz metreyi aşmayan Çemberi iki kez çevirdi. Köşedeki Esnaf lokantasına girdi, mermer masalardan birine oturdu. İki kocamış Gangster Sinek, gözçukurlarıyla burundeliklerine aynı ânda saldırdılar. Kovaladıktan bir saniye sonra tabağına hamle ettiklerinde O da artık uğraşmadı, paylaştı. Nohut, Pilâv, Cacık yedi, iki şişe Su içti. Hava kapalıydı, grî. Yağmur, tenekeden dökülüyormuş gibi foş diye yere çarpıyor, zınk diye ânî frenle duruveriyordu. Cadde gürültülüydü; ürkütücü Kasırgalar, vahşî Hayvanların kan donduran ulumaları, Kölelerin sırtında şaklayan Kırbaçlar ve diğer, diğer benzetmeler. Döndüğünde, Gözlüklü aynı yerde oturmaktaydı. Odada volta atar, Serçelerle yârenlik eder, Rüyâ görür. Tümüyle tekrâra dayanan, tekrârın sihrini arayan 72 saat. Sonunda dâhîlî Telefon çalar. Büyük Reis çağırmaktadır. Vakitlerden akşam alacasıydı ki, Eyüp’ün ofisine gitti. Loş mekân ıssızdı. Sâfi sinirdi Zürâfâ gibi dimdirek duran Apaçi: “Cevâbın gecikti delikanlı. Hayât beklemez. Karar ver.’’ Kahramân düşünür, ki düşünmek boştur; ölüm mü, para mı, artık her ne ise, bir ân evvel sonuçlanmalıdır. Şafakla berâber, ölümüne kovalayacaktır. Elleri toka ettiler. Çıkarken Gomez’le karşılaştı, pis pis bakıştılar. Ay Peri, şu ânda ne yapıyordu acabâ? Kasıklarından göğsüne nükleer bir bulut yükseldi, geri indi; yutkundu. Son nefesini vermek üzere darağacına yürüyen îdâm Mahkûmu gibi hızla Hotel Güvenlik Kamerası’na girdi, çıktı. Gergin, tetikti. Odasında? Yıkandı, Silâhını beline yerleştirdi, Aynada yüzüne baktı. Çantasından bir deste İskambil çıkardı; öptü, burnuyla desteledi Dağ yaptı; Serçeyi gördü, gülümsedi. 81 Zincirleme Hâinlikle Çifte İhânet senaryosunu kafasından hızla geçirdikten sonra yüzüyle Rûhu aynı ânda çakmak çakmak karardı. Derin nefes aldı, Tabancasını okşadı, eli Telefona gitti, Dansözün mesajlarını okudu. Gece sabâha dönerken Komandonun hediyesi Afganı kırdı, inceden bir tekli sardı içti, ihânet hikâyesini çapaklarından temizledi. Böyle olur; Kapandaki Kaplanların Zamanları uzar babam uzar, Korku ile Gerginlik artar; cambaz ipinde tutunmaya çalışanlar bunu anlar. Motorun o ince hırıltısı duyulur Kaputun altından; Sekmanlar çalışır, Marş Dinamosu harekete geçer; Vites Teli, Gaz Pedalı aracılığıyla Krank Miline biner. Derken, otelin kapısına Kahramân’ı Cezâevinden alıp hayâta fırlatan Mercedes yanaşır. Şoför, gerzekçe bir saygıyla, Eksen Karakter’in sırt çantasını bagaja yerleştirir; konuşmazlar, ara sıra dikiz aynasından kesik kesik bakışırlar. Garajda iner Kahramân, Kesilmiş Biletiyle ağır ağır Otobüsüne ilerler. Duruk gibi görünen Çatışma, yavaş yavaş Karşıtların Birliği’ne doğru ilerlemektedir. Cebine mesaj gelir: “Ömrüm oldukça sâdece seni seveceğim. Ay Peri.’’ SMS’lerin Mesajlar bölümündeki hâneyi siler, telefonu sessize alır. 82 37. ŞAKACI FİLOZOFLAR Otobüs gazbulutlarını şehirlere belâ gibi savurup kendini asfalta attı ve virajları cehennem gibi dönmeye başladı. Hurda Kamyon’un dingiline asılı AFORİZMA, hikâyeyi kurtaracak mı? “Gönlünde Bana yer yoksa Güzelim, FARKETMEZ, Ben Ayakta da Giderim.’’ Hatalı Sollama sona erdiğinde, diğer yazı: “Sana Taptığım Kadar Paraya Tapsaydım Milyarder, Allah’a Tapsaydım Peygamber Olurdum.” Yaratıcıkurgunun bozundurularak kullanıldığı bu toplumbilimsel canlandırmadan sonra Otobüs herhangi bir otobüs gibi yoluna devâm etti. Tütün, Saç, İrin, Mazot, Kolonya, Bit, Koltukaltı, Riyâ, Dağ, Vefâ, kokularını karıştıran Gece, iğneli burgularla açık camlardan viuvv diye baykuş gibi girip neskafesini yudumlayan ERGÖBEK ve FINDIKKIÇ Kaptan’ın ensesini yalayarak bir lâhza dinlendikten sonra gerisingeri dönerek sotada sümüklerinden hap yapan Muavin’in kaşıdığı Göt’e yapışıyordu. Petrol katranı dermânsız yorgunluk, yolcuları uykuya mıhlamaktaydı. Sayın SONEKSPRES yolcuları. Karakuru Muavin’in meydanlar avazlayan yanıksesi. Yarım sâatlik yemek ve ihtiyâç molasına, at gibi şarıl şarıl yüznumaralara işerken, fikirleriyle kurgu izdivâçlarından kelimeler de türetenler hâkimdi. ÇÖPADAM’lar boylarından büyük PENİS’lere, ÇÖPKADIN’lar kalçalarından büyük MEME’lere sâhipti. Off yaa, gene bissürü kelime: ama amma da ilginç. 1-) BENSENS.k. AmBenSenSi. KemMiResimeBak. 2-) Götten s..işiyorum çok güzel g.tüm var gö.ümü si..ek isteyenler beni arasın. 3-) 18-25 yaş arası güzel si...en genç aranıyor-Tel yazarsan tel yazarım. ÖPTÜMKOCACIM. 4-) Gö..nü .iktirmeye utanmıyor musun lan ahlâksız, erkekliğin yüz karası, orospu gö.ünü kazık girsin yavşak. 5-) Hatasız kul olmaz bokumla sev beni. 6-) Yaşasın DevGenç. 7-) N’ayır n'olamaz. yaşasın Sev-Genç. 8-) Elimde kaldı yazık SPERMlerimle MENDİL. 9-) Kanımız aksa da zafer İslâmın-Yurdu kahpe Yunana satan vatan hâinlerinin anasını .ikeyim. imzâ türk milliyetçileri. 10-) Bırakın bu işleri kakanızı yapın, Allahım ben ne suç işledim de beni bu bok kokularının arasında bıraktın? Masalar tozluydu, yemekler ağırlaşmıştı, garsonlar uykuluydu. Yerini pispas karanlığa terkeden tatlı bahâr, sanki tabaktan dökülen gülyaprakları eşliğinde yargısız infazcı timlerce katledilmiş gibiydi; yaşıyormuş görüntüsü veren 83 bedbaht müşteriler sanki ölü, BEYAZCAM’da canlananlarsa etekemiğe bürülü gibiydiler; cenâze namâzı kılınıp kefenle defînlenmiş hayât, o ölü menbadan son bir devinimle yekinip fırlamak istiyordu sanki. 84 38. SEYRÂN Alacakaranlığın boşanma sâatleri. Güvenlik sistemlerini bozduğundan dolayı lütfen cangüvenlikleri için cep telefonlarının kapatılması îkâz edildi. Terminâl ağzıyla yayılan yayvan sesler, cümle gurbetçilere hayırlı yolculuklar diler. Vuracaktı menzîle, yayan, yapıldak, aç ya da çıplak (K); suçla, mahpusla, kanûn adamıyla son kumarını oynayacaktı; yeşilçûha masalarda barbuta çıkmış, kanlı fanilalarla lâğımlarda çimmiş (K). Hey pencere cam pencere, yollar tuzak pencerede; kim görse figân eder hey, külüstür taşra otobüsüdür işte. Derken, zamanın yekpâre akışında utangaç örtünen pencere sürülerinden biri daha. Soyutlanmış Karanlık Oda Teknikleri’nden yararlanılarak ustaca deneme şeridine aktarılan devingen konuçekimleri üstüste basılınca, acar kompozisyonlar elde edildi; akkâğıda düşen öykülerden bazıları şöyle: 1-) Otobüs, yolu SİVASKANGAL gibi kavrarken, YABANDOMUZU gibi de soluyordu; 2-) Camlara yaslanan kadîm şehirler harâptı; 3-) Soylu Zıplarat’lar, hiçlik çölünde kaybolmuşlardı. Mandakasa mekanik hayvan, sırtlandıkları canlı tavuklar, ölü bulgurlar, ibiği düşmüş horozlar, sıska köpekler, şişmiş delidanalar ve keleş uşaklarla bîçâre bekleşen köylüleri toplayacak. (Asfalt, vınvın taşıtlar, kramponlu lâstiklerin yağlı kokusu.) Konaklayacaklar çeşmelerinden cânım suların fışkırdığı münbit arâzîlerde; böğürtlenle, sarımsakla, elmayla, cevizle ve dondurmayla dolu gümrâh topraklardaki osuruktan tayyâre dinlenme tesislerinde. (Leziz menemenlerin şimşek hızıyla pişirildiği Kamyoncu Lokântası.) Beyazkent hayâtına sümük gibi akmak isteyen, yabanbozkır rüyâlarında turist hanımlara meni attırırken tırlatmalarına ramak kalmış köylüçocuğu otuzbirci garsonlarla komiler, sırıtmayla ağlama arasındaki hurdahaş ifâdeyi yerleştirdikleri yüzleriyle sahne alacaklar. Kemankaşlı yaylılar, kanatvuruşlu bağlamalar, gülle gibi patlayan vurmalılar, sesbirimini şahdamarından kavrayan rüzgârgülü basgitarlar, altınkaplama şadırvanlarda anatema hatmettiren sopalı orkestra şefleri, cümlesi bir ânda, lâgar mandanın sıçrattığı suyun kaosu gibi şâhâne patlayacaklar Cura’lardan. Böylece îlâhlara yaraşan zümrüt yeşili müzik seyrân ederek yaslı rûhların tortul gamını dağıtacak, ekşimiş toprakları bilimsel yöntemlerle fısfıslayacak. Irak dallardaki çetrefilli yemişler bile koçanlarından kurtularak acemi çimenlere 85 düşecekler. Akrepler şenlenecek, yılanlar kıvançla tıslayacak, muktedir hayâlmantarları çıldıracak. Hüzüngözlü eşşekler mesût anırırlarken, tabîat bal tadındaki uyanışın hikâyesini yazacak. (Çapa yapan köykızı fingirdeşmeleri.) Pispas talaşlarla örtülü işliklerdeki artıdeğerin tüzükle bağlaşık muhasebecileri bile, bahârın şeneltici havasına mağlûp olup elden ayaktan çekilecekler ya da çekilseler. Bezem yüklemelerinden yorgun sözler, nihâyetinde bütün benzetilenler gibi birbirine benzeyecek. Yağmursuyu birikintilerinden hırçın genç avcılar gibi sıyrılan su, oluklardan koşaradım geçip köklerin harâretini dindirecek; tarlalara hücûma geçen aynı su, çağıldayan nağmelerle yolcu rûhlarında enfes duygular uyandıracak: manzara nefis. Otobüsteki havalandırma delikleri; çit, çat, aç, kapa. Kolonyalı duâlar arşa mırıldanılırken başörtüleri çekiştirilir, bıyıklar burulur, suratlara dünyevî kaygılarla uhrevî âlemin sentezi ifâdeler yerleştirilir. Ovalar boyunca ezânlar ve seyrân eden yıldızlar gâh yanıp gâh sönerek hayâtı imlerken, tekerleklerin iflâh kesen zulmeti de tabîata yerleşmiş demektir. Şahıs, gözçapaklarını cımbızlayıp pantolonuna silerken görüntüye giren İnzibat, kimlikleri toplamaya başlar. Böylece, karışıkmış gibi duran dirimli hikâyeye, kıyâmetli, suyu kılıcına iyi verilmiş, masûmiyete saklı gaddar öğelerle bezeli bir ivme kazandırır. 86 39. A GARİP YOLCU Gözünüz yolda, kulağınız Kâtip’te olsun sevgili okuyucular; egsozlu serapların bilmecesinde çözülürken yumaklar: pompacılar, benzinciler, karayolcular… Darmaduman olsun hikâye; kokuların çorbası gece, hâl yolu gösterir canı isterse. Gazla sürücü kardeş. Tesâdüfen doğup mecbûren yaşayanların edebiyâtında, zenginim diye övünmesindi kimse, güzelim diye sevinmesin. Sabır Selâmet, Sür’at Felâket, nâmıdiğer Garip’ti; Düz’de yavaştı, Rampa’da savaştı; Oto Yolları’nda değil, Yârin Kolları’nda ölmeliydi. Alacânım hey, kutlu olsun hikâyesinin töresi, dâim olsun gizi Kâtibim hey; Suç’ların ve Para’ların SEYRÂN destânını beyân etsin Kâtip, ala ala hey. Yerebakan evleryıkan kuşbeyinli karakterler, yanmayla tutuşmayla yol mu biter? Biterse, gitmeyle biter. Kim yola uzun, atına uyuz der? Kim, atım yoksa gayrı benim ne kolum var ne kanadım, der? Kim, kadın gibi Sıcakpara’yı görünce çözmez yularını? A garip yolcu, nereden gelip nereye gidiyorsun? Seni buralara kim attı, bu dertlere kim kattı? SAYILAR OPERASYONU’ndan sonra tükenecek mi SİNOPSİS’teki söz, sönecek mi ROMAN’daki köz? Yollar asfalt veyâ çakıl, sür hele şoför yallah. Serçekuş, Servidal’a söylemiş, O da eğildi Kâtip’e söyledi; eyitti Kâtip... Gözlerine kem sözle mil vursalar da gam kasâvet çekme, saçları ipek, gözleri boncuk, bir dalda üç tomurcuk cânım kardeş. Bitek toprak karakutularında şakıyan Ötmebülbül’lerin hikâyesi bu; pis rüzgârın hayâtı, kirli kötükanın buruk tadı... Pingpong hızıyla özsuları emilen kelimelerin gayyalarda boğulduğu devirlerde, Kukladiller dâimâ sarhoşlamaz da ne yapardı Alacânım, ay Kâtibim? Göçüş, Çöküş, Bitikülke resimlerini ânbeân resmeden görsetişitsel kurgunun şahbazları, işi ârsızlığa vardırmışlardı; limitsiz sefih eğlencelerdeki vurpatlasın çaloynasın sefâhatlarda, düşük sınıfın içleracısı hâlini hiç hatırlarına getirmiyorlardı. Günlerin bugün getirdiği, baskı, zulüm ve kan mıydı; vatanın ezinç diline mahpus ahâli, meğer kafesinin mecbûri bekçisi miydi? Pispas Kudretin geçerli tek akçeye dönüştüğü günlerde, hangi hikâyenin yüzüne bakılır yanı kalmıştı, kimin ötekine yüzü kızarmamıştı ki can Bugatti, kardeş Kâtip? Yücelerden yüce Göktanrı’yı duâlayıp dururken, pisparaya gazâ eylemeli, kâfirlere kakınç etmeli idiler. Derlerdi ki Kâtibim, ak otağlarda adsız, yurtsuz, ârsız edilmişlerdi, fırlatmışlardı şoseye canlarını; 87 kopsundu fırtına kopacaksa Kâtibim hey. Fakat şimdi yorumlara açık çapraşık ayrıntıları bırakıp renkoskop sahneler için dörtgöz olalım; nokta kadar menfaât için virgül gibi eğilmeyen diğer kahramânların macerâlarında neler olmakta bakalım; ki nasıl bakalım. 88 40. VÂSITA Müjdeci rüzgâr ve ezân melodili gürbüz tecim sesleri, geniş kanatlarıyla lâcivert açılan kapıdan zombiler ülkesindeki zerzevatlara haşmetle dalarken, asalak usturaların hangi yumuşak karınlara dalacağının cevâbını da arar gibiydi. SAYILAR OPERASYONU’nun sonunda, hangi hırbonun baklavası şerbetlenecek? EROİNİ ELDE ETME cenginde, kim taklaya düşecek? Uzayıp gidiyor bozkırda yollar tenhâ; ya kopacak kiriş yayları ya da ortalık barut kokacak. Hayın geceye süzülen İmpalalar, kibar Antiloplarla dikbaşlı Zebraların çiğ etine yürüyecekler; çayırlarda otlayan masûm rolündeki savunmasız sürüye varlık zâviyesinden geçecek dişler. Hem nasıl kahramân ki bu? Eski çamlar bardakken kahramânmıştı belki kurgularda. Hâl hareketleri tutarsız, attığı adımlar mantıksız. Biraz para, ümîdi ışıtacak kadar para; tatlıdilli, iknâ edici, esirgeyen ve bağışlayan Delipara için, gayrımeşrûdaki konforunu rizikoya atıp Teşkilât Gammazlığına geçerken, yavuklusu Ayperi’nin neydi lâkırdısı? “İnsandır güvenilmez, Âdem soyu yılanlar padişâhını bile kandırmadı mı? Misâl, Apaçi bile dostlarını hançerleyip kurulmadı mı tahtına? Sen çuvalları sırtladığın gibi, doğru bana topukla. Mal elimize geçtikten sonra direk para; âşkım benim.” Şehre indi. 24 saati vardı. Ne can almaya gelmişti ne de şemşâmer çitlemeye. Flamingo stili uçmakta karar kılmıştı. SAYILAR OPERASYONU’ndan sağsalim sıyrılabilirse, adam ettirecek parayı tamam edip köşeye koyabilecekti; evle köklenebilir, hatta toruntorba üretimine bile geçebilirdi. Apaçi’nin, Teşkilât Komiseri Ajan-XL’ın ve Ay Peri’nin çekiştirdiği olayörgüsü usturuplu giderse iyiydi. Hortumladıkları ödenekleri Anadolu Pavyonlarında konsomatrislere saçan AŞÎRET ÜYELERİ’nin çürükçül liflerinden biriydi VÂSITA: genç bir bıçkın, çigan obalarından bir kopil, hergele bir çıbanbaşı. ALTINHİLÂL yolundaki lokântalarda tanınır, merhamet edilir, zekât falan bile verilirdi. Lavuk, AŞÎRET SIYIRTMASI denen mesir macununu PİSTANBUL’daki Bey’lere taşıyor, yaşamak eziyetini hafifletecek diğer avantalara da hayır demiyordu. Sandalyesini duvara yaslamış, kasketini yan yıkmış, baltaağzını andıran sivri çenesiyle memnûn gerinmekteydi. İki evlek ilerden keman gıygıyları başladı. Yabancıya dikizedenzi çorçocuk dalgalandı, kaçamak titreyen kızmemeler kikirdedi. Vâsıta’nın 89 mensûp olduğu Kabîle, pis değil aşağıydı, uç değil fakat kenardı. Toplumdışı iğrençlerin yaydığı lâğımsı koku duyulabiliyordu resmen; hasıraltı çapaklar, mıknatıs zerrecikleri, kir öbekleri ve mihribân lâmbalarda kavrulan pervâneler de vardı. PİSPAS Gazetesinde, mankenlerle seks âleminde basılan topçu tefrîkalarına bakarken çay da içtiler. Betondelen gözleriyle, haplanmış kertenkeleleri andıran VÂSITA, dümbük psikopatlar gibi afra tafra yapmadı. Epitopu, maymuncuklardan biriydi; çetrefilli neticeleri çilingirler düşünsündü. Teşkilât Emirnâmelerinde belletilen şifreleri hâfızalarından devşirdiler; lâkin, fazla tıraş cildi bozardı, kısa kestiler. Kahramân, VÂSITA’dan ayrıldığında vâde vuslata ermiş, OPERASYON’a gerisayım başlamıştı. Anayasa’daki Fıkra’lar ve Bend’ler, yel gibi koşmaktaydı; vedâ hutbesine az kaldı, soldu solacak kor şafak çok değil. Kâlpleri yakıp tutuşturan kintikam rüzgârları gökün yedinci katında dâim yanan ateşi döne döne indirirken yere, rastlantının, soyut olasılıkların, karmaşaya gizli sır formüllerin, fenomen akışkanların yağmurları, sağanak mı yağsınlar, mûtedil mi kalsınlar, bilememekteydiler. 90 41. SAYILAR OPERASYONU DELİPARA HESÂBI filmindeki dublörsüz ölümatlayışı, sütlimanmış ayaklarına yatan patlarbomba coğrafyada çekilecek: KANLIHASAT. Hele uzasın kavakların gölgeleri bir yol, biraz akşama dönsün gün. Kurşun kusup kızılcık şerbeti içen bagajlara zulalı zamane Deliklidemirleri, KATLİÂM için kapacak sözü. Sigara İçilmez alandaki BENZİNLİK’e, Yarışotosu gibi girecek kocaman TIR. Mal işte O, TIR. Ağır uzundu dışcephesi, yılana benzerdi ince kıvrak gölgesi; TIR, Hayrât Çeşmesinin simetrisine inleyerek parketti. Mâvi iştulumlu, pırıl tıraşlı 5 Robotadam, TIR'ın yankapaklarını açtı. Âlet silme beyaz çuval doluydu, UN. Mâvimsi Emirkulları, çuvalları çakıltaşı desenli betona ağırçekim indirirlerken, tutsak imgelerle felçolmuş göstergeler dünyâsına, koşulsuz müşteri memnûniyetini şiâr edinmiş kocaman bir SUTANKERİ girdi. TIR ile TANKER, geri geri gelip kıçkıça yapıştılar. İki Ölümtimfaz eleman, SERİN KAYNAK SUL’u, ardından da İZE ULAŞTIRIL’ı açtılar; SAĞLIKLI ŞARTLARDA S kalmıştı geriye, bir de ARINDAN DOLDURULMUŞ EL DEĞMEDEN ile az önce kapatılan MIŞTIR. Ölümfazlar, çuvalları SUTANKERİ’ne karınca kolonisi disipliniyle döşediler. Mâvi ve Beyazdı sessizlik, sağa sola Kankırmızısı serpiştirilmişti. 182 sâniye sonra bitti. Susmak en büyük görev, bağlılığın imânını ölçen en hassas barometreydi. TIR’daki ve TANKER’deki işlemler tamamlandığında, geride tozkümeleriyle rüzgârlardan başka sâdece birkaç damla su kalmıştı, SERİN KAYNAK SUYU. TEŞKİLÂT’ın Çeliktim Kaşgözleri, eşgüdümü DİJİTAL TEKNOLOJİ ile sağlıyorlardı. Derken Mâvitulumlular, TIR’ı terkedip TANKER’e zıpladılar ve düştüler karayoluna karayılan gibi. Ölümfaziklerin faâliyetleri sonlanmamıştı. İşler yolunda gibiydi… ki… MAFİA ile TEŞKİLÂT sansarlarının barutları patladı; bozkırda koptu kıyâmet, bir deprem sanki yeri sarstı. İsrâfil, sanki Sûr Borusunu üflemek için benzinciyi seçmişti. SAYILAR OPERASYONU’nun YalanMasal tınısı da taşıyan gülünç muhteviyâtı, ârzû edilen miktarda bahâratlı benzetmeyi de kaldırabilirdi: deposu havaya uçmuş benzinlikten petrol gibi kan aktı, ısılişlemle kavrulmuş kafaderileri çekirdek gibi yere saçıldı, cehennemî gürültü civardaki ahâlînin kulaklarını sağır etti, kolu bacağı koptuğu hâlde hayâtta kalabilenler için İtfâiyenin ve Cankurtaranların yardımı gerekti, vesâire. Midesinin kurşun 91 yemeğiyle şişmesinden kurtulan Kahramân, sümüklerini yuta yuta sürünerek tarlalara dalmıştı bile. TEŞKİLÂT’ın ışıkları operasyon alanını terkedemeyenlerin üstlerine kalktığında, 900 Kg. MAL’ın sırra kadem bastığı anlaşıldı. Sırada Basın, Kameramanlar ve Kıymetli Medya Mensûpları vardı. Taşra Muhabirleri çıtır birinci sayfa fotoğrafları çekerlerken, Teşkilât Memûrları alışkın devinimlerle torba torba ceset taşıyorlardı. 92 42. ADLİYE KORİDORLARI Manşeti, hayırlı günler temennîleriyle sokuşturacağız: 1 TIR EROİN, ÖLÜ ELE GEÇİRİLEMEDİ. Adâlet insanlarının demelerine göre, 900 Kg. işlenmiş eroinin teslîmâtı şehir dışında YOLÇATI mevkiînde benzinlikte yapılırken kimliği henüz belirlenemeyen kişiler arasında silâhlı çatışma çıktı ve ortalık kan deryâsına döndü. Sanıklar derinlemesine sorgu yöntemiyle öttürüldükten sonra neler çıktı neler, gâliba sarımsaklı nânelerden biriyle karşı karşıyaydık değerli izleyenler. Gözlerimize fiyakasız resimler sunan zanlı nüveler, ürkek nazarlarla çevreyi kolaçan etmekteyken, flaşların ardarda çakan güneşi kamçı gibi derilerinde şakladı. Dijital titreşimlerin stresinden yüzlerini gizlemeye çalışan tutuklular, ÇEKMELANÇEKME diyerek gözlerinize menfûr saldırılarda da bulundular. İletişim Odası’nı, çelikbeyaz bir uğultu sarmalamıştı. TEKSIRA zanlılar MASANIN önünde, Suç İmparatorluğu’nun göstergeleri MASANIN üstündeydi. MASADA, Kalaşnikoflar, Mermi Çekirdekleri, Sinirgazları, Uykuhapları, naylon poşetçiklere plâstik sicimle bağlı Bazmorfin ile Saf Eroin diziliydi; Karbonat veyâ Bebekmaması’yla sulandırılmamış mis gibi eroin; haso mal; sıcak sıcak. Eh, itirâf zamanı gelmedi mi sevgili seyirciler; faks ve e-maillerle hep daha fazla bilgilenmek istediğinizi bildirmiyor musunuz? Meselâ bakınız, saksı gibi dikilenler, GERÇEK SUÇLULAR mıydı? Cevâbı bulanlar, avazlanan cıngıl yarışmalardaki armağanı kazanabilecekler. Tuzukuru devlet büyükleri Halk’a televizyondan uzlaşma ve barış çağrıları yapma gereğini duyarken, TABÎATIN GONGU ACIMASIZCA ÇALDI; dolayısıyla sıra mesajımıza geldi: Sık sık bunalıma giren ve canları ölesiye sıkılan cemiyetin fertlerine gram gram uyuşturucu satılması lâzımdı. Çene altlarındaki NO’lar suçluyu fâş etmeye yarar, haberlerle yemlenen hayli manyaklaşmış sayın seyirciler. Zanlılar, şanlı ve cesurmuş gibiydiler; tasalı bir de yürüyüş tutturmuşlardı. Emniyet Âmirliği’yle Adliye’nin arası ikiyüz metreydi. ZINK diye dayandı karadelik suratlara, soğuk metalle yavşak plâstiğin hâinliği değdi dudaklara. Adliye Binâsı’nda biteviye tuhaf sesler ürerken, gerçekçi yazarların yapıtlarında tafsîlâtlıca betimlenebilecek ânlar küllen yaşandı; manzaralar bulanıklaşırken çirkefleşti de. 93 Savcı, kapıları zorlayan meslektaşlarımıza yüzünü ekşitti; Kâtibe’nin nûh-u nebîden kalma daktilosu takırdamaya başladı. 94 43. MERMER TAŞIN ÜZERİNDE DÖNGÜ Yamuk mevkutelerdeki fikir ameleleri, sağlı sollu kroşelerle ahâlînin gözüne çalışıyorlardı: (JET-HA)- Piyasanın önde gelen eroin üreticilerinden (HD), bir TIR’ın gizli bölmelerinde Pakistan’dan Türkiye’ye getirilen 10 trilyon TL değerindeki birbuçuk ton Bazmorfin’in sâhibi olduğu gerekçesiyle gözlem altına alındı. Uzunyol Köyü Şahin Tepesi mevkiînde 19 dönüm arâzi üzerindeki elma armut bahçesini seherde basan Narkotik Ekipler, modern bir eroin fabrikasıyla karşılaştılar. Bidonla gizlenen kapaktan girilen (ÜSTTE) yeraltına yapılmış depoda (YANDA) bir ton kadar da Asitanhidrit bulundu. Maddeciklerin piyasada Çokdolar’a alıcı bulduğu belirtildi. Belirttiler. DÜMTEKE TEK DÜM. Vurdu yollara ayakçıklarını, kalktı göç eyledi uyuşturucu ellerinden Kahramân Öztürk (KÖ). Pis bir yolu vardı, gitti. TAK-CIS-TAK. Pis hikâyenin bir başka dalına kondu hey cıstak düm; dedir şimdi grî âlemlerde. Ajan-XL’yle kendi biliyordu hakikati Kur’an hakkı için, yemîn ettirsinler isterlerse. Bayılınmalıdır ötüşlerine yanardöner alevler saçan masal kuşunun. Bir ters, bir düz perende; HOP-HOP. Nâmlar O’na mı kalır hâlbuki? Bilmez mi ki, pirazcıklar açmazsa maknotirler ölür? Söylemediler mi O’na: “Ey can, cısço, çakağı şey; duru vuruk u saba duuu.” Açsın kollarını iki yana köpekçil köle. O da iğrençlik sergilerdi lâğımlardaki fâremsi hayâtında, anlatının kargışlanmışı O’ydu. Uludu: “Homba hurala geldi ya, ıssız acun kaldı ya, gora lara garon, DUU ÇISSS TAK.” Avuçlarıyla gökyüzüne yakardı: “Bedduâlandım. Hırpaladılar. Dâirem çevirince beni bana, ben de aşağıladım her yeri.” Dedi ki: “Ölmelerle acıları geçtim.” Böyle dedi işte. “Ey hayât,” dedi, “Ey dünyâ malı, ey basit hakikat,” dedi; “Bir, iki, üç, dört, beş, altı, yedi, sekiz, dokuz, on,” diyerek, alınyazısı resmedilmiş mermer taşın üzerinde dönmeye başladı. Kılıçsokmayla ateşyutma numaralarını cebirle belletmişti vakitler O’na; sünen, uzayan, kısalan ol garip âdem görünürdü gamlı kaneviçelerde. Cıva gibi kayan karakteri tutamazdı kimse, yazısını yazan bile. Aldatıyor, yalan söylüyor, fenâ düşünüyor, bencilce yaşıyordu. İğrençti; pis; velhâsıl ne azâd edebilir özünü, ne âbâd olabilir koşumlarıyla, öyle bir piç. Peki ya ipucunu çözerse yurttaşlardan biri? Taklacı güvercinlerin Şâh’ı, yollar boyunca dişlediği her kuru lokmada vâsıl olacağı kudrete biraz daha yaklaştığını sanıyordu, cefâlara 95 katlanmalıydı. O bir kahramân mıydı? Hayır. O, şu ânda, şehirlerarası otobüste muâvin koltuğuna çökmüş, kaptan şoförle muhabbet koyultup, ön camdan akan dünyâyı seyrederek yolculuk ediyordu; elinde azık torbası, sırtında eroin çuvalıyla saftorik köylü kılığındaydı. Dağ lokantasında bir bakır tencere dolusu menemen yedi; sulu, az pişmiş; ıslak yeşil soğanın ucunu tuza batırıyor, yalıyordu diliyle keçi gibi. Biliyordu ki, ele geçirilirse acımasızca vefât ettirtilecektir. Ayçiçeği tarlasında usul usul toprağı sağarken, dilindeki şarkı yeni zamanların müjdecisiydi. Pispas karakterler, seven ve sevmeyen herkesle, sokak maltalarında, ömür koğuşlarında ve cadde voltalarında hesaplaşmaya hazırlanırken, eğitilmiş yırtıcı hayvanlar gösterisini kimsenin kaçırmasına izin verilmedi. Hızlı hokkabazlar vardı gergin iplerde, çiftetakla atıyordu kaçık çalgıcılar; cambazlar atlarını ip üstünde güreştiriyor, şânlı sihirbazlar sakallarını sıvazlıyorlardı yedi düvel cihâna meydan okuyarak. Hadi herkes katılsın hikâye sirkini okumaya; taraf seçilmelidir dümbelekler eşliğinde, taraf olmayanın bertaraf olma zamanı gelmiştir. Derinlerden kopan fırtına zorluyor bütün kapıları, pis hayâtınızı nakil ediyor tokmaklayarak; bir dünyâ kuruyor vurarak, pompalayarak, delerek, koyarak. 96 44. AŞÎRETİN GAZABI Eksenkarakter Pistanbul’a ulaşmadan, kabîle tamtamlarının gürültüsü vapur turnikelerinden geçerek banliyö trenlerine binmiş, pörsük memeler koklayıp kerhâne tatlılarından yemiş; seyyâr pilavcı camlarında soluklandıktan sonra, pezevenklerin tespihlerine sarmalanmıştı bile. Manyak gibi mermilerle debelenen devrânda, sanki çiviler çekiçlere meydan okuyordu; AŞÎRET’e ve APAÇİ’ye döşeyivermişlerdi boruyu. MAL kayıptı. Müşteriler şoktaydı. Uyuşturucu kaçakçılığı, adam kaçırma, haraç, karapara aklama, cinâyet, gasp, işkence, tehdît, şantaj ve silâh ticâretiyle iştigâl eden, dünyânın ikinci büyük mafyası hüviyyetine mazhar olmuş Anadolu Kaplanları’nın şereflerine hayli gölge düşmüştü. Delirüzgârdı Aşîret silâhlı kuvvetleri, ağırkanlı ısırmaktaydılar avurtlarını; hâinin hesâbını şehirde kesebilmek için hunhar öçler peşindelerdi. İstihbârât Birimleri’nin de desteğiyle, Babakent’teki yasadışı suç odaklarını hallaç pamuğu gibi atmaya hazırlanıyorlardı. Önce, sütliman havaları beklediler. Yiğidin harman olduğu topraklardan kente akan itâatte dünyâ birincisi kulların hurûç harekâtı, ortadireğini akşamdan sabâha çaktıkları Çadır’larını, Üniversite Hastahânesi’ne dikmeleriyle başladı. Reisleri, kâlp ve damar tıkanıklıklarından şikâyetçiydi. Âcil Servis’in önünde yoğurdukları Çiğköfte’yi zekâtlarına sayıp sebîl diye ahâlîye dağıtırlarken, anahaber bültenlerinde yayınlandılar. Dağlarda solumuş, âsî nehirlerle beslenmiş, bol bahâratlı Sözeltöre’leri var onların. Kanbağı temelinde örgütlenmiş çokgizli Tim’ler, şehrin altını üstüne getirirlerken, girilmedik delik, çevrilmedik anahtar, kırılmadık kilit bırakılmayacak; tütecek dağ, yanacak ateş, büzüşüp acılaşacak öfke. Tırnakucu dokularını sağ bırakacak mı peki Aşîret? Milyon kere hayır. Bir vakit beklenen olacak, Keleş’ler yüklüklerdeki battaniyelerden çıkacak, kentlerin ara sokakları Feodalkan kokacak. Sefâletle görkem karışığı cangılın çengelli kuytuları kan kırmızısına kesecek belki yarın, belki yarından da yakın. Kurtlu elmalar yayılgan palalarla fâş edecekler kamunun dingin düzenini; karasarı yılanlar jimnastikçi kurbağaları canlı canlı yutarken, tüm renkleri karmakarışık eden gözler, bir çift burjuvabacak görecek; pörtletilecek kurbağalar dilim dilim; kesilecek gereksiz hanek eden diller; DİLİM DİLİM DİM. Taranıyordu kırâathâneler, kumarhâneler, lokantalar, 97 büfeler, barakalar, villalar, odunkömür depoları, terziler, marangozhâneler; bağ bağ fişeklik yakılıyordu durmadan. Siyah Mercedes’lerinde Dönerekmek yiyen iki İstihbârâtçı, masûm minieteğiyle trafiği altüst eden kadına küfrederken salyalarını da akıtan Erkişiler, şalgamsuyu satıcısı Göçer, baba mesleği Cepçilik uygulaması için kalabalığa karışan şık giyimli iki Baro, Şakamatik izlencesi için İzgöz’leriyle toplum ormanında avlanan Tivinsan’lar, otoban artığı yeşilliklere dizdiği renkli balonlara kurusıkı tüfeklerle ateş ettirten vasıfsız Köylü; daha kimler kimler? HERKEŞ, HERKEŞ. “Sağdan soldan esterabime he kardaş,’’ diye bağırarak yükleniyorlardı işâretledikleri kapılara. Susturuculu bir kurşun, AUMMM; acıma el aman diyene, AUMMM. Kötü kaderin, hicrânlı âşkların, feleğin sillesinin, pis yoksulluğun acımtrak kokusu sinmişti izbelere. Aradılar. Ölüm kuyularını, çiş kokulu yapıları, battâl vîrâneleri, bekâr berdûş evlerini, bitirimhâneleri aradılar. Ne kadar garîban yuvası, ezgin gecekondularda ne kadar dertler insanı varsa, kevgire döndürüldü hepsinin yünü, yorganı, yatağı, kâlbi. Misli menendi görülmemiş ihânetin müsebbiplerini ele geçirebilseydi Aşîret, etnik arındırmayı kitle imhâ silâhlarıyla sonuçlandırırdı; fakat ağısını saklayan çıngıraklıyılanı bulamıyorlardı. Bu arada nice günâhsız yiğit, tüyü bitmemiş sabî katledildi; RAK RAK RAKARAK RAK RAKARAK; çözerdi ama yakında urganın düğümünü Aşîret muhakkak, raka rak. Çünkü her zaman ihânetçiler kazanmaz; çünkü her ihânetçinin bir kendi, bir de gölgesi vardır; kendi değilse de gölgesi ihânet edecektir elbet. Aşîret gazabının uğultusu, şehirdeki bütün yeraltılardan duyulabilirdi. Tutuklanan 14 Aşîret tetikçisinin Açıkgörüş’lerde Lâhmacun ile Künefe dağıttırdıkları, hâriçten maval okuyan dingildekleri şişledikleri zaman işte o zamandı; sırmalı cepkenlerin ve ibrişimli şalvarların zamanı: ZAMAZAMAZAM. Yeniaç’lar, şehir aynalarındaki yansımalara çarpıp durmaktaydı öyle, dağınık mağınık; kavun karpuz tarlaları uzaklarda kalmıştı, çok uzaklarda. Seçmek vaktiydi; Siyahzaman, Grîzaman, Kırmızı ya da Mâvizaman. Şahsiyetler, renklerden renk, kaderlerden kader beğeneceklerdi. Yazılıyordu alınyazılar, binek tekerlekler dönüyor babam dönüyordu. Aşîret kalkışmasından doğan hengâmede, çiçek yüklü yamaçlardan sürgüne uğramış bir Balarısı’nın, Apaçi Night Club’ün kurşungeçirmez camlarına yapıştığını kimse görmeyecekti. 98 45. KANLI KARPUZLAR Ejder haykırışlar toprak sâhaya patladı; Meşinyuvarlağın kıran kırana iddîaları, Kale’lere gol diye saçıldı: Altıpas’ta çalım ahkâmları, Onsekiz’de ofsayt hasbıhâlleri, Köşegönderi’nde Dünyâ Futbol Yıldızları’nın hâl hareketleri… Karataş İdmanYurdu Teknik Direktörü Vahap Çolak, topu kapıp antrenman maçının bitiş düdüğünü çaldı. İlçenin Gençerkek Bitkileri, Televız’daki naklen yayınlarda gördükleri gıcır toplarla haşır neşirdiler: renk âşkıyla terden sırılsıklam formalar ve Hoca’larının sunduğu teknolojik imkânlar. Mayınlı ârazîde siyah tespih tâneleri gibi yola düzülen kara katırların kanlı karpuzlar gibi patladığı Kaçakçılık Devirleri’nden artakalan, yarım kollu, tek bacaklı, korsan gözlü yurttaşların vatanıydı Karataş Ovası. Fıstık ağaçları, üzüm bağları sona ererdi ânsızın ülke haritasında; kuru, susuz, çatlamış topraklar başlardı. Kırmızıydı toprak burda kırmızı kadar, kankırmızı. Evveleski zamanlardan beri dağlarda konuşlanan Kabîleler, düze indikleri kasabalarda mevzîlenmişlerdi. Dağdaki burnudik gurûrlu Koçer, evcilleşmişti ve tek bir Canlıiplik gibi kımıldamak, durmak ya da vurmak yetenekleriyle donanmıştı. İlk yılların ırgatı aç bîçâreler, satırlarını bileyerek bir gece ânsızın meskûn mahâldekilerin mülklerine karşı kalktılar; ceviz ağaçlarını, zeytin dallarını, susam tarlalarını dalayan büyükbaş sürülerin sâhibi Kabîle mensûpları, göçe mecbûr kılınan Az’ların boşaltılmış topraklarına kast derecelerine göre kondular. Seneler içinde kollarını Başkent’in siyâsî kulislerine uzatabilecek kadar Erk de elde eden Aşîretlerden, bu hikâyeye konu edilen Doğan’lar, uluslararası mâlî sermâyeyle nikâhlanarak güçlenmeye karar vermişlerdi; “Bir kilo toz, bir Otoboz’’ savsözünün ziyâsını meşaleye dönüştürüp, 200 Kg. eroini Apaçi Kardeş’e satarak âni büyüme politikasında noktaatış. Tı. Hesaplanamayan tek unsur, Taklacı Güvercin’in fâhişeliğiydi. Orospu analıyı deşmek için kente başlatacakları parasal harekâtın son hazırlıklarını yürütürlerken; ken, ken, ken... Hummâlı, ancak ağızları bıçakların açmadığı sıkıntılı günler geçirmişler, gene de binyıllık Aşîretin en önemli kuralını, susma kuralını bozmamışlardı. Ârzûhâlci Kâtip içe çayı, doldura boşalta harfi; TAKCISTAK, çok sıcaktı, kurusıcak. Vahap Çolak, kırtladığı şekeri diliyle dişlerinin arasına yerleştirip çay yudumladı. Şerit gibi kesilmiş kamyon lâstikleriyle örülü 99 kürsülerden birine çöktüğü D-210 devlet karayolunun 23. kilometresindeki kamyoncu lokantasının bitişiğine gölge eden asmaaltı kırâathânede iki sayfalık eskigazete buldu, yoldaşını beklerken meşgûlmüş gibi görünebilmek için okumaya başladı. 100 46. PROFESÖR Kısa boylu, siyah bağa gözlüklü, kartalburunlu Profesör, sarıtaksiden ıslık çalarak indi, Doktor’u Vahap Çolak’ı selâmladı. Üç hafta boyunca sabâhlaraca sürecek tedirgin gece böyle başladı. Takrîben 1250 kilo Bazmorfin, Eroine dönüştürülecekti. Profesör, 1953-Trabzon/Sürmene doğumluydu. Bakkaldı. 4 Kasım 1987’de Edirne/Uzunköprü civârında 18 bin 120 adet Mavzer Mermisi ile 43 kilo 225 gram Afyonsakızı yakalattı. Yattı. Çıktı. Uslanmadı. 1 Şubat 1993’de, Başkent’teki HongKong otelinin lobisinde, eroin taşıyıcısı Lübnan göçmeni John Habibi’yle viski tokuştururken suçüstü yakalandı, SUÇ. Dümteke tek; dümtek teketek. Afganistanlı Şeyh Fehim, Almanya’nın Münih kentinde 2 kilo 800 gram eroinle enselendiğinde, imâl mühendisi olarak Profesör’ün adını verince, ışık hızıyla İnterpol Dosyalarına yerleşti, bir daha da çıkamadı. Polis, zamanla yakaladığı eroinin kalitesinden, malı Profesör’ün pişirdiğini anlar hâle gelmişti; Avrupalı evvelâ Profesör’ün işliğinden çıkan Toz’u tercîh ediyordu. Çeşme akarken testisini dolduran Prof., bir müddet ayı gibi kış uykusuna yatınca, manşetlerine tırmandığı Kamu’ya kendini unutturdu. Bu, apayrı bir hikâyeydi: Sırdaş nakitlerini azar azar İsviçre’ye transfer eder; kalan Canlıpara’yı lüks konut üreten inşâat şirketlerine yatırır; evlenir, iki çocuğu olur. Öyle bir geçer zaman ki, denilenler aynıyla vâkî. Yanında çalıştırdığı has adamının, cin gibi zekî şantiye şefinin adı, Vahap’tır. Adını vermek istemeyen görgü tanıklarının bildirmediğine göre, geceler mum ışıklarında sabaha döner; Prof’la Vahap sırlarında ortak, muhabbetlerinde katıktırlar. Ucundan Vahap’a asıl mesleğini çıtlatan Profesör’ün bir daha imâlâta girişme niyeti yoktur. “Kazancın onda dokuzu ticârettedir, ticâretle uğraşınız ve cessur olunuz,’’ diyen Peygamber Efendisinin izinde helâl yoldan bezirgânlık yaparak dolarcıkları buluyordur nasıl olsa; tâ ki, Doğan Aşîreti lideri, bizzat ayağına gelip ricâcı oluncaya kadar. Reddetmek, ölmekten de beterdi, kabûl etti; illâ ki. Profesör, seneler içinde eğitip eroin tadımcısı hâline getirdiği Vahap’ı kamuflaj için Karataş’a gönderir, kendisi dört ay sonra gelecektir. Özbeöz zozan çocuğu Vahap, Almanya’daki kursları başarıyla bitirdikten sonra verdiklerini söylediği sahte Teknik Direktörlük diplomasıyla, Amatör Küme’de sürünen Karataş İdman Yurdu futbol takımının başına geçer. İyidir durum, örtü örtülmüştür. Doktor, Profesörünü 101 beklemektedir. Havadan inceuzun, tadı mayhoşa çalan bir sızıltı geçer, arttıkça artar; ardından, gâh koşmayı, gâh bozlağı, gâh da semâhı andıran uzunhavanın belli belirsiz ağıdına dönüşür. Güneş, Çamdibi mezrasında, çinko tencerelerin üzerine doğar. İnceuzun hava, şimdi yüzünü eski bir türküye dönmüştür: “Üç kardaştık çıktık geyik avına / Geyik bizi çekti kendi dağına.’’ Bilemezlerdi av mıdırlar avcı mı? Geyik kimdir mavzer kim? Dağın gizli patikalarından geçilerek ulaşılan Mağaralar Bölgesi’nde, gerekli malzemeleri hazırladılar. Çoban Serxo, tepenin ardındaki boğazı tutmuş, gözcülük ediyordu. 1 Kg. Bazmorfinin 750 gram Eroin hâline gelebilmesi için 2 Kg. Asitanhidrit, 1 Kg. Sodyumkarbonat ve 15 litre suya ihtiyaç vardı. Kara volkanik taşların üstünde, açık havada yakılmış ateşe oturttukları çinko kabın kapağını, patlamasın diye sıkıca kapattılar. Profesör, bir sâat kaynayan kabı toplam üç kez karıştırdıktan sonra ateşten indirdi. Filtrekâğıdı konmuş süzgeçten geçirdi sıvıyı, CISSS, dikkat; filtrede kalan bazmorfinin pisliğini attı, SUSSS; tekdümtek. Eroini sudan ayırmak için sıvıya çorba kaşığıyla Sodyumkarbonat ekledi, dibe çöksün diye onbeş dakika bekletti. Çinko kabın dibindeki maddeye yapışık Sodyumkarbonatı eritmek için, sıcaksu döktü, Vahap’ın mezralardan tedârik ettiği beyazketen torbadan süzdü, bezin üzerindeki malzemeyi tepsilere dizerek kurumaya bıraktı. Prof.’un gözleri kuruovaları delerek nihâyetsizliğe bakıyordu. Doktor Vahap, sessizdi; hayrânlıkla ustasını seyrediyordu. Geçici tövbekâr üstâd, tezini kanıtlamak için senelerin tecrübesini meydana sermişti. Profesör kaliteyi gözüyle, Doktor burnuyla ölçecekti. Dört saat sonra tepsilerdeki eroin kurudu. Renginin, kırmızıya çalan şeffaf bir mâvi olması gerekiyordu; tutturmuşlardı. Doktor, ustasının mübârek ellerine sarıldı. Aşîret vekilleri, malı tartıp katırlara yüklediler, Jeep’lerine bindiler, çektiler, gittiler. Bizim alâkasız kahramânlar, Çoban Serxo’ya da yol verdikten sonra, başbaşa kaldılar. Fiksini alan Doktor’un kafası pürüzsüz turkuaz bir cam gibiydi. Vefâsız avlardan ve kahpe avcılardan artakalırken iç piyasada gidebilecek avları da pazarlayan o feodal mağara ormanından çıktılar. Akşamın serini kuruovaya çöktüğünde patikalara serpişmiş bodur bitkilere tutuna tutuna ilçe yoluna doldurdular. Vahap’ın eroin taklasındaki beyni, ufaktan kaydıraklı salıncağa geçmişti. Ayın ondördüydü, hilâl çoktan dolunaya dönmüştü, gökçatı pırıl pırıldı. Küçük yaşta sazı ele almış Haydutbaşı ile Şürekâsı, kasap 102 lâkabıyla da anılan Koruyucu’lara yakalanmadan yol tutabilmek için alabildiğine sessiz yürüyorlardı. Düşük verimli arâzi taşlıktı, içmesuyu kışın yağan yağmursuyuydu. Çevik adımlarla seken Prof., bütün tehlikelerden azâde kılınmış zırhla kaplıymış gibiydi. Vahap ise sendeliyordu. Ayağı sivrikayalara takıldı, dizlerinin üstüne çöktü, bileğini çalıya doladı, parmağından kan aktı, gözlerinin feri kaçtı, yüzü beyaza çaldı, zihni yemyeşil oldu. Ah oroin, oroin; soyut ve nazlı oroin. Telâşlanan yoldaşı, yörenin temel ulaşım araçlarından At ile Eşeğe neden itibâr etmediklerine hayıflandı. Hızla olay mahâllinden uzaklaşmazlarsa kânûn kaçağı pozisyonundaki fotoğraflarında tutunacak dalları kalmayabilirdi. “Ben çirkinki, ben çirkinki,’’ diye ağladı ustasına Vahap, “benin hayâtı boşki.’’ Üstâdı şefkatle, “Yok,’’ dedi, “Sen güzelki, sen hoşe.’’ Ellerinde beyaz keten torbalarla, suya hasret çatlamış topraklarda yürüdüler. Saf mı saftı mal; birinci sınıf; SNIF, SNIF, SNIF. O yaz, Doğan Aşîreti için 72 parti MAL imâl ettiler. Mutlu bile sayılabilirlerdi. Karataş İdman Yurdu, ölü sezonda şâhâne bir form grafiği yakalamıştı, tutturdukları kondüsyonla bölge takımlarına karşı oynadıkları bütün hazırlık maçlarını kazandılar. Halısâha eğlenceleri, yerel medyanın bile ilgisini çekiyordu. Profesör ise tıpkı geldiği gibi sessizce Pistanbul yeraltısındaki mazbût yaşantısına geri dönmüştü. 103 47. RABARBA Gökteki kara kapak açıldı, gökyüzü yedi kez yandı söndü: Siyah Zaman. Lâğımdan acı fren sesi geldi. Ölü hamamböcekleri yekindi. Pis martılar öğürüyordu. Turuncu alevden dil, Karakol’u yaladı. Hayâletin biri upuzun koridor boyunca koştu. Kopmuş bir el, döşemeye yüzükoyun kapaklandı. İnceden yağan toz, marley zemîni kapladı, döşemeleri aştı, SEYYÂRÇAYCI’nın tepsisine yapıştı. Solgun elfenerinin cılız ışığı, koridorda milim milim ilerledi. Kirli bir yağmur yağıyordu. Arabesk Şarkı çaldı: “Türkiye’m Türkiye’m cennetim / Benim eşsiz milletim.” İşkencehânelerdeki mutlu şarkıların sebebi, örtülmesi gereken feryâd-ı figânlardır. Müziğin sesi yükseltildi. Işıklar pır pır etti, söndü sönecek. Dahilî telefona sarılan yetkili, “Esîrlere uygun seviyelerde elektrik verin, binânın voltajını düşürüyorsunuz,’’ dedi. Kusmuk kokusu çişle karışarak yapıyı doldurdu, el ayak ortalıktan çekildi, âlem sessizliğe gömüldü. Hiç kimse yeteri kadar iğrenme cesâreti gösteremiyordu. Hayâlet, İskelet, Betonarme Duvar. Taş Duvar, Sağır Duvar. Parmakizi uzmanları titizlikle çalışıyorlardı. Bir bulmacadır suç. Halk türküsü melodisiyle saat 13.00 bipini veren Radyo: “Bizim eller / Ne güzel eller.’’ Ezginin vuruşlarını duyan kalabalık, sâatlerini ayârladı. Herkesin sâati 13.00’tü, ANA HABER BÜLTENİ zamanı. Giriş katında kuyruktaydılar vatandaşlarınız; uslu uslu sıralarını beklerken hayât da sesli sedâlı akıp gidiyordu. Nereye? Ertesi sabâha kadar, gece karanlığı güne dönünceye kadar, sarı fakat kirli bir ışık pencerelerden bahâr gibi doluncaya kadar. Daha dün annenizin kollarında yaşıyordunuz, çiçekli bahçenizin yollarında koşuyordunuz; herkes sevinçli: yaşasın hayâtınız. Annenin biri, silâhlı gücün ellerine yapışmış, düzeniçi düzeniçi haykırıyordu: “Benim kızım eroinman olamaz, benim kızım eroinman olamaz.’’ Hücre tipidir nezârethâneler. Merkez Bankası’nı, bilgisayar yazılımı mârifetiyle tokatlayan atkuyruğu saçlı iki Üniversiteli, süklüm püklüm büzüşmüşlerdi. Mazgalın altında akıp giden hayâtın sesleri: “Aç ulan, indir donunu, ağzına mı gömelim kurşunu?’’ Sessizlik, uzun bir zaman mutlak sessizlik. Sınırsız alçaklığı böylece örgütlediler. Üslûplar ve Replikler kusursuzdu. Yapıyı, terlemiş gölgelerin kokusu sarmalamıştı, dışarıdan gelen uzayyakıtı kokuları da katlanılır gibi değildi. Memûrlardan birinin naklettiğine göre, Ülkebaşkanı Kavşağı’nda borular 104 patlamış, şehir bok içinde yüzüyormuş. Bir ara, HERKES AYNI ÂNDA KONUŞMAYA başladı. Teyakkuzdaki Çelikyelekler, mermilerini SAYILAR OPERASYONU’ndaki vatan nânkörlerine sürdüler. Uzaysı sarımtırak alev, bütün katları dolaştı. Gölgenin biri, entelektüel hâinlikle çarpıcı zekânın işâreti kahkahayla güldü. Ah o herkesin birbirini jurnallediği amatör ajan curcunasındaki asimetrik kaos, ah o kan tadındaki askerî vampir rüyâsı: işkenceden mortlayanlar, sakat kalanlar; bok yedirilen dişleri sökülü aslanların seyrine doyulmaz tekkanal lezzetindeki o şarkı: “Kahramân ırkıma sızmış ihânet / Bütün yüreklerde acı ve nefret / Düşmanlarım mert değil hepsi de nâmert / Türk’e Türk’ten başka yoktur dost nîmet / Türkiye’m Türkiye’m cennetim / Benim eşsiz milletim.’’ Gürültülü füze, Karakol’a uçtu. Patladı duvarda havantopu. Mücrimler, Hâinler, Serserîler, Derbederler, Ayyaşlar, Anarşistler, Haydûtlar, Baldırıçıplaklar, şehrin lâğımlarında yüzerek ve telefon şebekelerinde vızıldayarak varlar. Bozucu matematikçilerle yıkıcı edebiyâtçılar nerededirler? Ulan nerededirler? Bâzen upuzun ömür geçer boş boş, bâzen kısacıktır hayât zehir gibi yaşanmış; bâzen bütün bir kitapta tek bir nâmuslu karaktere rastlanmaz. Canîileri muhbirliğe zorlamak sonsuz alçaklıktır, fakat bilinir ki herkes biraz alçaktır. Artıyor gerilim, sarıyor baskı havası, yaklaşıyor boşalma ânı. Yerli malı yurdun malı: balta cinâyetleri, tabancayla alnının çatını nişanlayanlar, sandığa tıkılan altınlar, sivri zekâlı suçlular, patlamaya hazır âdî sokaklar, havadaki kaotik muamma. Kötülük yaklaştıkça, arzın merkezi soğuyordu. Yeni mahkûmların fotoğrafları çekiliyordu ki, gölgeler duvarlardan fırlayıp vücûtlarını yakarak işkencecilerine saldırdılar. Yakında yeni YaşamaDönüş operasyonları başlatacaklar, bu sefer kuruların yanında yaşları da haklayacaklar. Yapının karşısındaki Kasap, koyun bağırsaklarını düğümlüyordu. Çözümleyici olay tekniği ne değil? Dedektif romanı tekniği ne? Bir gecede kaç suç işlenebilir? Arada bir ilginç biri gelir; delirmiş, saldırmıştır. Zevk için mi, Mülk için mi işlenir suç? İşte size muazzam bilimsel kaynakların meşrû müdâfâası. Saat 14.00. Demli, duru, esmer sese, Tanrıların biçtiği cezâ, durmadan suçun haberlerini okumasıydı. HEPSİYLE HERKES HEP BİR AĞIZDAN konuşmaya başladı. BİP: “Si-zin-eller-ne-gü-zel-el-ler.” Tok bir ERKEK SESİ Haberleri okudu. ÇAYCI, çay taşıyordu şıngır mıngır. Yaban hayâlet, gene yel gibi geçti. Muhteşem güzel metal bir böcek, havayı yardı. Elektrikli örümcekler, sarkıtlara yuva kurmuşlardı. Dikitlerden kristal 105 sütunlara aktı durdu zaman. Duvar yırtıldı. Füzeler, kaç yıl önce kavurdular kengerle ninnilenen keskin bahâr toprağını? Savaşı kim başlattı? Ya ilk kurşunu atan kim? Ey İmparatorluk artıkları; itleri itlere kırdırırlar, yüksekteki yalnız tepelere Sınır Kalekolları kurarlar. Kan niye akar? Döne döne gelen ışık kümeleri. Hayâtı yalayan alevden top. Kimlik araştırmaları. Hiçişleri Bakanlığı bünyesinden kanûn kuvvetinde kararnâmeyle hareket eden Demirbaş Kamyonu depoya yanaştı; cop, sopa, elektrik bağlama mandalı, bilgisayar kartuşu, klasör ve karbonkâğıdı boşalttı. Kalabalık saygıyla kenara çekildi. Yapının girişindeki insan anatomisi haritası esen rüzgârla sallandı. Kaburga Karaciğere girdi, Kafatası başını eğdi. Tik tak, tiktak. Duvar saati 24.00’ü vurdu. Hayâlet, İskelet, Betonarme Duvar. Bir Karakol’u kompozisyon kurallarına göre betimleyiniz lütfen; kent Karakol’u olsun, duvarları şeffaf olsun. Kameraların odağındaki KIRMIZI IŞIĞA bakınız lütfen; evet siz bıçaklanmış beyefendi: GÜLÜMSEYİNİZ. Hummâlı bir sıkıntı herkesi perîşânlaştırıyordu. Pembe imge püskürtücüleri, ilkokul çocuklarının siyah önlüklerini mâviye çevirdi, sihirli eller beslenme çantalarını tıkabasa istifledi, güzelahlâk sâhibi Hocalar, beyinleri, İmân-İtâat-Uyum bilgileriyle doldurdu. Kimsenin kimseden haberi yoktu. Gerçekdışılık gerçekle sık sık yer değiştiriyordu. Dev bir insan kazanı kaynıyordu. Alevler herkesi yutmaya kararlıydı. HERKES HEP BİR AĞIZDAN konuşmaya başladı. 106 48. BİR KÜÇÜCÜK FIÇICIK KB, vapur iskelesinden koşuşturarak inen insanları göstererek, “Bak bunların hepsi konu, hepsinin içi konu dolu,” dedi. Dergilerde öyküleri ve şiirleri yayınlanan genç çırak Medet Baran, sinsice ustasını dinliyordu. Edebiyâtın bu ağır işçileri, sabâhın erken sâatinde üşenmeyip İstanbul’un mahşerî kalabalığına salmışlardı özlerini. Patlayan kâğıt torbadan yere saçılan 100 gram beyaz leblebi gibi vapurdan saçılan insanları işâretliyordu MB’a KB: “Böyledir işte hayât; bir küçücük fıçıcık, içi dolu turşucuk gibi.” “Anladım,” dedi Medet Baran, “dikkatlice bakıyoruz ve konuları bulup çıkarıyoruz. Sonra ne yapıyoruz?” Ustası şöyle buyurdu: “Asıl önemli kısım sonra başlıyor. Konuların içini dolduruyoruz ve çevrelerini süslüyoruz. Az köpürtürsek hikâye yazarız, çok ayrıntıya boğarsak da roman elde ederiz.” Çırak: “Yıllardır insanlara bakar dururum, ama bu kapsamdaki bakışaçısını elde edememiştim.” Eller arkada yürüyen KB, gevrek gevrek güldü: “Herkes insanlara bakar, herkesin elinde kalem var, herkesin gözü var. Sanatçıyı ayıran fark ne peki? Yumurtlamamış tavukların yumurtalarını andıran hayâtları vardır bu insanların; yumurtayı bul, pişir ve ye. OKEY?” Yeni yolcularını alan vapura yürüdüler. KB: “Susamlı simitlerden dişleyerek Karaköy-Kadıköy seferini yapalım, böylece belli mesleklerdeki insan gruplarına da kısaca gözatarız.” Sevinçle onayladı genç çırak; ustasına gönülden bağlıydı, usanmadan edebiyât yapmak için sabırsızlanıyordu ve dâima nedensiz bir coşkulu sevinç içindeydi. Karaköy’e döndüklerinde ara sokakları adımlayarak Galata Kulesi’ne tırmandılar. MB, her bir insan bedeninin tam İÇİNE bakarak hikâyesini görmeye çalışıyordu. Ustasının öğütlerini tekrar hatırladı: ‘‘Yazar denilen şahıs, hayâtında olup biten her durumu bir başka nesneye dönüştürmek üzere unutmadan kaydeden insan demektir,’’ derdi tutumlu KB, ‘‘maratona benzer yazarlık, küçük not defterlerine ayrıntı yazmak lâzım; karınca gibi yuvaya hergün tek tek kelime taşımak lâzım...” Medet Baran, “Trigorin gibisiniz üstâd,” dedi. ‘‘Akşama kelimeler yorulur,’’ da derdi KB, dokunaklı yazılarında. Sözcüksavar, Harfatar; İmkusar, İmatar; Emeratarsavar, Harfsatar; Sıkıemer, Kuruatarsavar. “Sâdece canımın çektiği kitapları okumak isterdim, hiçbir sorumluluk almadan tüm günümü kitaplığın karşısında geçirmek... iş yok, güç yok,” dedi KB. “İyi ama, işiniz 107 bu değil mi?” dedi Medet Baran. “Yok,” dedi KB, “yazar olunca okumaya vakit kalmıyor pek.” Tarlabaşı’nın arka sokaklarındaki yoksul Kürt göçmenlerini incelemeye aldığı günlerde Medet’le tanışan KB, gelen geçen herkesi dükkâna buyur eden kebapçı garsonu gülümsemesini yüzünden eksik etmeyen bu delikanlıyı pek çok sevmişti. İstanbul Üniversitesi Felsefe’de okuyan MB’nin bilinçaltında, sarışın ve bakımlı beyaztürk kadınların ak baldırlarının kaç okka yer tuttuğunu psikanalistler belki bilirlerdi. Sanat dergilerinde eşinirken, Merkez’in nîmetlerinden yararlanmayı kafasına koyduğu kesindi. Edebiyât âşığı Medet Baran’ın hayâtta kalma mücâdelesi gâyet çetindi, yoksunluklara göğüs germek zorundaydı. Şu anda dış kulvarda koşusunu sürdürüyordu, bir kaşık su bulsa alimallah okyanusu geçecekti; öyle kemik gibi hırslı, bekliyordu. Rezidans’lardan birinde oturan ve terapi sürecini romanlaştıran o vasat zekâlı çoksatar zengin işkadını yazarın imlâ hatâlarıyla ve fakrü zaruretten yıkılan ifâdeleriyle dolu kitabını düzeltip yeniden yazarak (arada kadına çakarak seks ihtiyacını da gideriyordu) yılın yarısındaki mutfak masrafını ikame edebilmişti. KB’nın florasındaki kentli bitkiözü vâdîlerinin o kaygısız doğallığına imrenir, yudum yudum beslenirdi. Buluşuyor, dalgın dalgın, dip köşe Pistanbul’u yürüyorlardı. Bir Televız Belgeciliği çıkar mıydı bu yürüyüşlerden? Ha? SOKA-PİSTAN. Ha? “Bir gün ben de, yazaç oldum, yazaç oldum, diye haykıracak mıyım?” diye soruyordu Medet Baran, “benim de okuyucularım olacak mı üstâd?” Bir seferinde, Diyarbakır’a imzâ gününe sürüklemişti KB’ı. Diyarbakır, KB’ı karışık duyguların girdabına çekmişti. Ne kadar kadim bir şehirdi burası; bu dar sokaklar, surlardaki kara taşların büyüsü ve medenîyetin ta başlangıcına apaçık uzanan bu derin koridor... KB önce, bütün naifliğiyle, Kürtleri, yaşadıkları acıların durgunlaştırdığına; hoyratlara, uzunhavalara, destanlara ve çiğköftenin varlığına bakıldığında da acının göstergelerinin kendini görünür kıldığına hükmetti; fakat bu fikir ile his arası tuhaf akılyürütmecik, ışık kaynağı bulamamış ampül gibi elinde kalakaldı, bir yere bağlayamadı. Dönüş uçağına binmeden önce, Dağkapı taraflarında, Surdibindeki kürsülerde, ciğer kebabıyla sabâh kahvaltısı yapmışlardı Medet’le; “Diyarbakır’a gelip hep ciğer kebabı yiyelim,” demişti KB. Ama şimdi, sokak sokak arşınladıkları yeni zamanların Bizans’ındaydılar. Tepebaşı taraflarında, suratlarından sahtekârlık akan insanların televizyonda atyarışı seyredip ilkel çığlıklarla bağrıştıkları bir 108 kıraathâneye girdiler, demli çay söylediler. İki masa, Okey ıstakalarının başındaydı; esnaf kılıklı iki göbekli erkek, geğire geğire tavlada zar sallıyorlardı; birkaç yamuk tip de, üç gün öncesinden kalan kirli ve buruşmuş spor gazetelerini okumaktaydılar. MB, bakışlarına aşikâr bir öküzgözü ifâdesi yerleştirerek, “Bizim ne zaman bir F.M. Dos’umuz çıkacak üstâd?” diye şaka kanalına zapladı. KB: “Sana ne DOS’tan be yabanvatanın serkeşi, daha sen nesin ki?” Medet Baran, yılıştı: “Dos, senin köpeğin olsun ağam...” dedi. “Hah şöyle,” dedi KB. KB’nın not defterlerindeki sıfat bezemeleriyle süslü betimleme yığınları, gerçeklerin sağlamasını yapan hassas bir kantar gibiydi. “Bâzen bir yılgınlık geliyor üzerime, bu insanları tarafsızca gözlemlemem gerekirken nesnelliğimi yitirip sinirleniyorum... yetenekliydi, iyiydi hoştu da, fakat nerede Faik Baysal, Suat Derviş, Reşat Enis nerede, KB nerede, mi diyecekler? Mezârtaşımda, KB burada yatıyor; hızlı yaşadı; devrinde en büyüklerdendi, kibirinden yanına yaklaşılmazdı; iyi bir yazardı, fakat Hüseyin Rahmi Gürpınar kadar değil... mi diyecekler?“ KB, çırağını eğitirken KIRILGAN SERSERÎ FAY HATTI adlı eseri için malzeme de biriktiriyordu; avlandığı yerler, Tarlabaşı, Talimhâne, Okmeydanı ve Aksaray civârıydı. Vitamin takviyeleriyle yaşadığı o güne kadarki hayâtından sonra, kader ortaklığı ettiği entelektüel grubu canevinden vuracak esere imzâ koyarak, bu yeni edebiyâtla romancılığın gulyabânisi gibi çıkacaktı karşılarına. 109 49. GÜVERCİN GÖĞÜSLÜ KADIN Bahâr sabâhları kadar tâzeydi, akasyalar kadar beyazdı; ömrü bir masal, bir roman gibi geçti. Göğsünden güller ve güvercinler fışkıran o kadın, erkeklerin karanlık ve soğuk zindanları andıran rûhlarını aydınlatan bu acâyip kız, hakikatte kimdi? Göğüsleri ilk kabarmaya, etekleri kıçının üzerinde ilk havalanmaya başladığında, göz zînâsı yapanlar, mahâlle nâmusçusu ağbilerdi. Fır fır fır etekler havada, hop hop hop akıllar rüzgârda. Koşsun oynasın dolansın, çember çevirsin ip atlasın, gençliğini doya doya yaşasın. Pis. Pus. Sus. Pörsümüş, elden ayaktan düşmüş, bakıma muhtaç kocakarının kızıydı; açlığı, soğuğu, parasızlığı yakından tanıyordu. Odun ya da kömür sobalarını elleriyle yakmıştı, çöpe dökülen balıkkafalarından çorbalar pişirmişti, pazaryeri kapanırken zerzevat artıklarını toplamıştı. Kötüydü yoksulluğu kokusu. Bet bereket kaçmış ocakta âşkın da benzi solmaz mıydı? Geleceği için zar atmış, fal tutmuştu. Bir ok gibi akıp giden zaman, tâlih rüzgârlarını kendinden yana estirecek miydi? Soğuk algınlığından şişen boğazıyla yutkunurken cinnetimsi hâller yaşayan Ayperi, çevresindeki herifleri mandallayıp çamaşır ipine asmak istiyordu. Zaman, insanın rûhunu, kurtlu bir şüphe gibi kemirip dururdu. Geceyarısı mahâllede ne kadar çok cam kırılır; cam kırıkları yürekte bir yerleri de kanatır. Camlar da ölüydü, mahâlle de ölüydü. Kırılan camın şıngırtısı, evin içindeki hangi hikâyeyi yazardı? Erkek tâifesinin örtülü saldırganlığına sessizce iç geçirdiği ergenliğinin günlerinden birinde, aslında biraz ürktüğü Pistanbul’un merkezine, tek başına yolculuk etmeye niyetlendi. Sıcak suyun altına girdi, yundu. Vişneçürüğü renginden, çiçekli dallı, basma bir entârisi vardı, onu giydi. Yüzü, maskeleri kustuğu için, makyaj aynasının önüne oturmadı. Duru beyaz teni, kederden pırıl pırıl parlıyordu. Korka korka attı apartmanın eşiğinden adımını. Zırhı, kendisiydi. Şehirde züppeleşmiş yol yordam bilmeyen angutlar tarafından atılan hakaretâmiz lâfların sağanağından geçecekti birazdan. Yol boyu, toplumun erkekleri gözleriyle deldiler kızı. Aksaray’a çıkınca, çember daraldı. Koçburunlu biri kesti önünü; hem yelkenkulaklı, hem de palabıyıklıydı; konuştu: “Yatırsam da beş posta kaysam sana.” Alnı secdeye kapanmaktan nasır bağlamış sakallı bir mümin ise şu tepkiyi verdi, giyitinden fırlayan memeciklerine gözleri takılı: “Eşhedü en lâ ilâhe illallah. Sen günâhlarımızı 110 affeyle yâ Rabbî.” Hem yedirendi yasak meyvayı ve hem de ta kendisiydi yasak meyvenin Ayperi. Anne ziyâretlerinden döndüğü vakitlerde, genç kadının kâlbi üşürdü, önündeki hayât ona pek karanlık, pek korkunç ve dikenli görünüyordu. Geçmiş günâhların buram buram koktuğu odalarda, anası, başına bir örtü bağlıyor, gözlerini kapatıp duâya oturuyordu. Anası gibi, kerhânede çalışan kadın olmaktan korkardı; yaşlılığında, elden ayaktan düşmekten, bakıma muhtaç kalmaktan korkardı. Çünkü kerhâneden emekli çalışan kadınların yüzünde mahzûn bir ifâde vardır. Canını yakan bu gerçekle başedemezse, bir ayağı çukurda sendelemeden önce, usulca delireceğini ve sokaklarda öleceğini biliyordu. Apaçi Eyüp’le, bir İşkembeci’nin açılışında tanıştığında, Ayperi, 15-16 yaşlarındaydı. Apaçi’nin bayanlara çok ilgisi vardı; nâzik, sıcak, koruyucu, babacan, fazlasıyla para harcayan, sıradan bir halk adamı. Apaçi’nin o sırada el atmadığı işkolu yoktu, elbette bir reklâm prodüksiyon ajansı da açmıştı. Klip için deneme çekimine çağrıldı; Ayperi’nin annesine, “Çıkar mısınız, prova çekim yapacağız,” denildi. Klipte, senaryoya göre, birbirine deli gibi âşık iki metropol genci, Büyükada’da fayton gezisine çıkacaklardı, sâhildeki balık lokantalarında yakınçekim gözgöze bakışacaklardı, erkek figür abartılı jestlerle bağrını paralayacak, böğrünün kıllarını yolacaktı. Ama senaryoya göre, sevgililer tartışıyorlardı da; sonra da, tonuzlan şarkıcı kızı öpüyor ve dilini kızın gırtlağının dibine sokuyordu. Deneme çekiminden sonra Apaçi dedi ki: “Bana güven, elinden tuttuklarım mutlaka bir yere gelirler.” Ayperi, göbek dansındaki hünerleri kapmak için usta ablalardan dersler almaya başladı; pavyonda konsomasyona da çıkıyordu. Müessese hesâbına alkol ısmarlatılan Beylerbeyi, Konsomatris Ay Peri ile sohbet edebilir, iki santim yakınlıktan tenini koklayabilir, en fazla bacağını okşayabilirdi, o kadar. Artist ve manken takımı arasında pek revaçta bir ekmek kapısıydı. Kimi zaman gül demeti içinde mermi, kimi zaman orkide içinde pırlanta gönderilerek, başlarından aşağı güller dökülüp, para ve elmas saçılarak sürüp giden bir hayât. Ama bir yandan da, Gayrettepe Şûbe’den gelirler, Ahlâk Zâbıtası’ndan, ordan da CanCan’a götürürler; konsomatrislik zahmetli, yıpratıcı bir iş. Önceleri Pistanbul’un merkezinden tırsmıştı. Zamanla sırdaş kadın arkadaşlarıyla berâber Mafia Babaları’nın ya da yancı elemanlarının takıldıkları mekânlarda eğlenmeye başladı. Arkadaşı kızların çoğunun mesleği mankenlikti, genellikle villâlardaki özel defilelere gidiyorlardı. Belli bir paraya gecelik 111 giderdi özel müşterilere, Apaçi’ye tam kapılanmadan önce. Süslenir, giyinir kuşanır, galaksilerarası yolculuktan yeni inmiş bir uzay tanrıçası edâsıyla, kapıda bekleyen otomobile binerdi. Otomobil uçar gider, gönlü gibi coşar gider, o tâlihin peşinde, tâlih ondan kaçar gider. O zamanlarki hayâtı, boşa dönen bir pikap iğnesi gibiydi. Öylesine tüy gibi hafifti ki, sanki vücûdu kendisine ait değildi, sanki kendi vücûdunu dışarıdan seyrediyormuş gibiydi. Baba’lar, çekinilen insanlardı ve bir kadının, Baba kanadının altında olması hoştu, itîbar kazandırıcıydı. Eyüp bâzen hırçınlaşıyordu ve saygısızlaşıyordu; seviştikten sonra durmadan kadını seyrederdi; bu, kızı bunaltıyordu meselâ. Kesmece karpuz gibi kokan dipdiri ergen Ayperi, iki üç sene içinde kıvamını buldu, güvercin göğüslü kadına dönüştü, akıl uçuran o delirtici güzelliğe erişti. Karapara gecelerin adamı Eyüp, şampanya şişelerinin sıralandığı masalarda arz-ı endâm eden hafif kadınların tiz gülüşmelerine, baygın bakışlarına su gibi para akıtmasıyla, yağmur gibi mücevher saçmasıyla ünlüydü. Zargana balığı gibi danseden kızı sahnelerden çekti, eve kapattı; Kuzguncuk’ta bir yalı kirâladı, bir elini yağa bir elini bala, parmaklarını da yakut yüzüklere buladı; bütün masraflarını karışılıyordu; yat âlemleri de dillere destândı; iş toplantılarına ve iş yemeklerine götürmezdi. Önce Baba Eyüp, otelin lobisinde görünürdü, sonra da kızı Ayperi. Üstüste yürütülen uyuşturucu operasyonları, hayâli ihrâcat dümenleri, sahte çek ve naylon fatura koordinasyonları, derken, birkaç kere sosyete sayfalarında da resimleri çıktı. Eyüp, Ayperi’den önce, hep estetik ameliyat geçirerek sarışın âfetlere dönüşen basit kadınlarla birlikteydi. Magazin dergilerindeki resimaltlarında yayınlanan röportajlarına, “Ben zengin erkek avcısı değilim, benim de kâlbim var,’’ diye solgun ve süzgün başlayan bu kadınlardan biri, bir gece, Eyüp’ün yakın arkadaşı bir başka Baba’nın düğününde tam tavana çiğköfte atıldığı sırada, kıskançlık krizi geçirerek Ayperi’ye saldırmış, elbiselerini makasla doğramaya kalkmıştı. O sırada silâhlar patladı, Mafya Babası’nın yeğenini kurşunladılar, Ayperi de yaralandı. Kahramân’la doludizgin yakınlaştığı yasak âşkın tohumları da bu evrede atıldı. Ayperi’nin yeniden sahnelere döndüğü, Apaçi’nin 38 günlük cezâevi sürecinde, gizli gizli her dakika buluşup sevişmişlerdi. Eyüp, hapisten çıkıp, yeniden işlerin kontrolünü ele alınca, Kahramân bunalıma girmiş ve “Her gece birinin koynunda yatan orospu Ayperi’yle mi görüşüyorum?’’ diye telefon bile açmıştı; “En yakın arkadaşlarınla yatacağım,’’ diye tehditler 112 savurmuştu. Ne olmuştu? Sonunda, Kahramânı, kelepçelerle kilitleyivermişlerdi. Köprülerin altından çok sular akmıştı; şimdi, yalnız, bağımsız ve özgür bir kadındı Ayperi. Hayâtı sürekli, kendisinden kaçan hayâtı yakalamaya çalışmakla geçmişti; mutluluk dilerdi kahve telvelerindeki yazgılarda. Banka hesaplarında para, adına kurulan paravan şirketler, mal mülk, zümrüt küpe ve kolyelerle, yıllar içinde, Apaçi’nin gayrımeşrû holdinginin önemli illegal unsuru oldu; kafasına göre hareket etmeye kalkarsa, ölüsünü sikerlerdi. 113 50. ÜÇÜNCÜ AZ SONRA İşte kintikam ve şişkencenin genişaçılı mercekleri sevgili okuyucular; gösterilenlere ayna tutan hikâyenizde, Adsız Vahşîliğin zamanı. Günleriniz aslında kederlidir, işleriniz zevk vermiyor, yemeklerinizdeki tadı yitirdiniz, hayâtlarınızın katili sizsiniz. Bizim tek silâhımız ise kalemimizdir. Sizi mürekkeple boğacağız; imhâ için infilâk etmemiz gerektiğinin farkındayız; aktıkça büyüyen bir şelâle gibi denizinize patlayacağız. Zenginkarışımla gerçeklerin ermeydanında güreşmekten daha doğal (başka şık var mı?) ne olabilir? Varlığınızın içeriden çökertilmesine katkıda bulunmalısınız, unutmayınız. Hadi, yücelere tırmanmak için biraz cesâret. Renkli kimyâsal ticâretini, derinkanlı çetelerin örgütlediği doğru mu? Ormanları yakanların, doğalgaz borularını patlatanların, GSMH’nın düşük çıkması için işçileri greve sürükleyenlerin, silâh tüccarlarının, turizmi baltalayanlarla enflâsyonu yükseltenlerin bilindiği, ama bir türlü yakalanamadığı doğru mu? Komşu ülkelerin, güzel yurdu bölüp parçaladıktan sonra lokma lokma ağızlarına dizmeye hazırlandıkları doğru mu? Şirin topraklarınızı işgâl niyetindeki köstebek ajanların tahrîklerine ne demeli peki? Yetkililer açıklamaz, kamuoyunun sesi özgürbasın yazmaz, halkın vicdânı CANLIYAYIN CAMBAZLARI ölüm taklaları pahasına başaşağı çekimlerle durumu anlatmaz, aydın erbâp da hesap sormazsa, kim verecek yanıtları? Zincirleme geçişleri sürekli sözsüz seskuşaklarına kaydedip sırtlan gösterilerini naklen yayınlayan verici istasyonları mı, görselişitsel kurgunun yarattığı SESBAZ CANAVARLAR’ın tuhaflıklar çadırından bağıra çağıra verdikleri yıldırımhaberler mi; ne, kim? Tabiî ki BİZ, yüzdeyüz gerçekçi edîpleriniz. Yazdıkları sebebiyle 8 bin küsûr saat hapise mahkûm olan, ağzına yastık kapatılmak sûretiyle ebedîyyete kadar susturulmak istenen, aynada gördüğünüz kendiniz kadar realist muharririnizin hikmetlerini ezber etmezseniz, sahtegerçek haplarının altınvuruşuna marûz kalacaksınız. Sizi biz bile kurtaramayacağız. Gurûrunuzu ezerek canözünüzden yeni bir dünyâ kurunuz, orada kendinize bir yer bulunuz; bu bakımdan dikkatli okuyunuz. And olsun ve şart olsun ki, vak’alardaki esrârengiz Dijital Kutsal Canavarlara teslîm olmayacağız. Halkıyla kucaklaşması engellenmek istenen (O), yakılarak imhâ edildiği lâhzada, fısıltı mezeleriyle fondipleniyordu. Tekkelerde 114 Şeyhlik eden EDEBİYÂT DEDELERİ, Holding Üniversitelerine dolgun maaşlarla kapağı atmış PROFESÖRLER, çöreklendikleri Medya Plaza’larda hayâtlara polislik de yapan YAYIN YÖNETMENLERİ, Cihângîr Cuntası’nın sağladığı iktidar olanaklarını birer tahakküm aygıtına çevirmekte mâhir DÜZENİÇİ AYDINLAR, açık yaraya dokunduğu muhakkak olan (O’nun) yazdıklarına açıkça küfretmişler, savcı olsalar toplatma kararı vereceklerini bildirmişlerdi. Sanki sanattan başka her şeyin fazlasıyla (bol bol) bulunduğu, müzmin melânkolik bu topraklarda kötü yazma hakkı bir tek (O’nun) elinden alınmıştı; sanki ülke ekiniyle yazını DÜNYÂ LİTERATÜRÜ’ne sokacağı yığınlarca yapıt üretiyordu da, bu ilâhî ve kusursuz işleyişi bir tek O’nun pis dili bozuyordu. Oysa zâlime korku, mazlûma şefkat, bîçâreye derman (O)’ydu; iflâhkesen gerçeklikleri devşirip yeniden yorumlayan da O’ydu; gülü solmuş bağdaki devedikenlerini hep (O) anlatıyordu; ürperişlerin dertop çökeltisini Kâtip’ten başka kim yazmaya cesâret edebilmişti? Dimâğları zehirleyen şeytânî temâşânın karşısına (O) dikiliyordu gazanfer bir aslan gibi; (O), şöhretbudalası, koyungibigüdülen, şâhâneaptal sığırcık yavrularının da gözlerini açabilecek (O) idi. Hudûtların kanûnundaki yarıgöçerleri, mekânsızlığı yurt tutmuş hâneberduşları, tebdîl-i kıyâfet gezen bombacıları nakledebilmek için zehir gibi tasvîrler yapmaktan çekinmedi; kelimelere korkmadan saldırdı; dağ bayır, sahrâ çöl dolaştı; baktı, arı her çiçekten yapıyordu balı: damla damla biriktirdiği şerbetini bu mantıkla topladı. Evde göt büyütenler vakit öldürsünler diye değil, EVLİLİK MÜESSESESİ’nin işine yaramaz; çocukların kafasını karıştırır, gençlerin ahlâkını bozar, kuşkucuları yoldan çıkarır; özdeşleşip olumlayabileceğiniz tek satır bulunmaz PİSPAS’ın koruluklarında. Minâregölgesi ve Davultozu katıştırılarak bozundurulmuş dâirelerden çıkmak kolay değildir, AZ SONRA donakalacağınız yepyeni bölümlerle karşınızda olacağızdır. 115 51. NUTUK’S (KÖPRÜDEN ÖNCE SON ÇIKIŞ) Binmişiz bir alâmete, gidiyoruz kıyâmete. Köprüden önce son çıkışı geçtik, otobanda mecbûrî istikamet. Mektup şikâyetlerle dolu. Çâreler tükendi. Kazanmamızın imkânı yok, zar hîleli. Manoyu dünyâ devletleri toplayacak. Bize de diyecekler sizi âzadettik, gidin birbirinizi siker misiniz, sever misiniz, ne yaparsanız yapın. Otobüs kalktı ustacığım, hepinize hayırlı yolculuklar. Toplum olarak son seyâhatimiz bu diyorum, dinletemiyorum. Bilanço korkunç olabilir. Topyekûn imhâ olma ihtimâlimiz de var. Çöplük karıştıran kravatlı adamlar görebilirsin yakında. Bâzı devlet ve hükûmet büyükleriyle sohbetler etme imkânlarını yakaladım. Yapmayın dedim, dinletemedim. Etmeyin eylemeyin aslanlarım, dedim. Bizimkisi hayât mı efendim dedim, bizimkisi yaşantı. Vaziyetin vahâmetini idrâk edemediler. Sen kendi halkını neden dilenci pozisyonuna düşürüyorsun? Aç ayı oynamaz. Zenginin malı züğürdün çenesini yorar. Biri yer biri bakar, kıyâmet bundan kopar. Kene varsa, memlekette akan sular durur hemşerim. Hepiniz taptınız paraya. Sağcısı, Solcusu, Müslümanı... Dünyânın çivisi çıktı. Kardeşlik niye öldü, kim öldürdü? Paranın saltanatı da biter bir gün, okey? Belki yarın, belki yarından da yakın. O güzel denen günler de güzel değildi evlât. Senaryoyu yazanlar edebiyât baronları. İyilik bitti, acımak yok. Misâl, ot. Hiçbir ot usta, komşusunun tavuğuna göz dikti mi? Hiç diğerinin canına malına kasteden, melânet teşkilâtlayan? Yavşak olmuş millet, göt olmuş. Zâten kucaktaydı, şimdi tam geçirdiler. Özgürlük diyordunuz, her taraf özgürlük amına koyayım; yudumla yudumla iç. Özgürsünüz dediler, sokaklara saldılar. Millet gemini koparmış aygır gibi koşmaya başladı. Nereye gidiyorsun hemşerim? Oku duvardaki kırmızı kalemli yazıyı: En Büyük Devlet. O duvarın dibinde oturuyorum ben. Bir muz bir kamçı sistemi, tık. Tavşanlar far ışığını görünce donar kalır ya, kıpırdayamaz; öyle dondunuz, derin dondurucu hesâbı. Arada bir gezdirmeye çıkarıyorlar, tam çözülür gibi olurken, tak, geri. Derinden donun diye, deninizden donun diye, derin dondurucuya aynen geri. Sizi gidi balık konserveleri sizi. Toplum boğazına kadar bok içinde, aziz milletimiz topyekûn çıldırdı. Düdüklü tencerede kayna babam kayna, haştavuk gibi. Derisini gerisini birbirine dikip patlatacaklar bombaları Tambul’da. Yakında herkesin bombası patlayacak. Beyoğlu nezih 116 bir yer olduğundan değil, aynı. Hep gâlibin, tamam mı, hep Mührü Süleyman yazar târihi. Açlar toklar yok muydu o zaman da aynı gene? İğrenç var ya evlât. Anlatmak da bir yerde boş, insanların suratına tükürmek lâzım. Daha tükür diyecek bu sefer de orospu çocuğu. Harbî yavşak olarak. Reklâmın iyisi kötüsü olmaz mantığı. Ustayla dalga geçmek yok; hâl hareketlerde yarrak antenliği yaparsan, seni evlâtlıktan reddederim evlât. Görünüşte derbederim, fakat gözlerim her yanlışı görmekte, burnum her pisliğin kokusunu almakta, aklım her yamukluğu kavramaktadır. Sürüden ayrılmayan yolunu bulamaz, sürüden ayrılanı da kurt kapar. Vardık tuttuk yolumuzu. Kader çizgimizin sonu buymuş. Alkol içseydim bugün bir kâtildim, esrâr sâyesinde hayâtımı devâm ettirdim. Fazla böbürlenme pâdişahım, deveden büyük fil var. En rahat yastık vicdândır evlât, vicdân da kâlbe yakın bir yerlerde bulunur. Hayât dersini aldık, bu arada ömür bitti. Yalnızlık Allah’a mahsustur kardeş, sus diyorum. Bu otoparkta yalnız başıma çişimle bile mutluyum. Kafam zehir gibi de, vücûdum tutmuyor. Kemiklerim yoruldu. Bu can bu bedene fazla geliyor. Düşmemeliydik. Kader değil. Yanlış hayât doğru yaşanamaz hemşerim. Sikerim bu kahpe dünyâyı. Ne insanlar gördüm üstlerinde elbise yoktu, ne elbiseler gördüm içlerinde insan yoktu. Bize okyanus olan hayât şimdi dere oldu. 117 52. ÇÖP EDEBİYÂTI Son günlerde ele geçirilen iki ÇöpEv’e dün yenisi eklendi. İstanbul-Erenköy’deki (Bağdat Caddesi) bir apartman dâiresinin ÇöpEv olduğu ortaya çıktı. (BİR ÇÖPEV DAHA.) Anne FS. (66) ile kızı BS. (27), yetkililer tarafından gözlem altına alındı. Korkunç gerçek, komşuların ihbârı üzerine yapılan baskında ortaya çıktı. Eve operasyon düzenleyen Tanımsız Suçlar Masası görevlileri, hâneyi gördüklerinde, şaşırdılar ve tiksindiler. Bir yetkili, “Meslek hayâtımdaki en rezil vakâ bu,’’ dedi. Kapılar açıldığında yayılan koku tüm mahâlleyi kaplamıştı sevgili okuyucular. (ÇÖP BİRİKTİREN ANA-KIZ.) Görgü tanıklarının bildirdiğine göre, 11 yıldır dört katlı ŞENKAL APT.’nın en üstünde ikamet eden mülk sâhibi S. ÂİLESİ, yıllardır misâfir bile kabûl etmedikleri yuvayı, ÇÖPEV biçiminde örgütlemişlerdi. Perdelerini açmıyor, kimseciklere randevu vermiyorlardı. Komşulardan edinilen bilgilere göre, 11 sene evvel, âile reisi H.S.’nin (merhûm) satın aldığı eve yerleşen S. Âilesi, içe kapanıktı. Ana-Kız’ın çöp biriktirme mâcerâsı, Devlet Su İşleri’nden emekli HS, ânîden ölünce başladı. Araştırmalarını derinleştiren rûh uzmanlarına göre bu, tedâvîsi imkânsız bir hastalık. (KİMSE FARKETMEDİ Mİ?) Çöplerin yaydığı Koku, komşuları rahatsız etmemiş miydi? Hâlbuki sâdece sigara izmaritlerinin radyoaktif sızıkıntısı bile, kent ormanında bin Kaplan gücündeydi. Yetkililer bu soruların cevâbını ara vermeksizin ve durup dinlenmeksizin arıyor sayınsever okuyucular. (DEHŞET VEREN MANZARA.) Zili uzun süre çalan İtfâiyeciler, kapıyı baltalarla kırmak zorunda kalmışlardı. Ev, sıkıca düğümlü çöptorbası doluydu. Sistematik istiflendikleri dikkat çeken torbaların kimi yırtılmış, kimilerinin ucu ise irili ufaklı sürüngenler tarafından deşilmişti. Dadanan kemirgenler vitaminsiz kalmıyordu. Ayrıca karıncalara, hamamböceklerine, uçan haşerâta ve diğer böcek türlerine de rastlandı. Sonuç korkunçtu, koku dayanılamayacak kadar ağırdı; dâirede biriken metangazı yoğunluğu, görgütanıklarını serseme çevirmişti. Midesi bulanan vatandaşların kustukları, kâlbi zayıfların ise bayıldıkları bildirildi. Cankurtaranla Âcil Servis’e yetiştirilmeye çalışılan konu komşunun hiç durmadan öğürdükleri belirtiliyor; vay anasını sayın okuyucular. (BU EVDE YAŞANIR MI?) ÇöpEv’i sarmalayan çöpdağı, tahminen 7-8 yıllıktı. Ana-Kız, çöplerden kaça kaça, dört metrekarelik kilere sığınmak zorunda 118 kalmışlardı. Akıl sır erdirilemeyen ÇÖP-EV hakkında daha epeyce konuşulacak sevgideş okurcuklar. (KOKMUYORMUŞ.) Operasyondan sonra suskunluğa gömüldüğü belirtilen ÇöpEv Annesi, sorulara karşılık, boş boş bakmakla yetindi, herhangi bir açıklamada bulunmadı. Özel dershânede arşiv görevlisi olarak çalıştığı saptanan GençKadın ise, kapıları ve pencereleri açmadıklarını, çünkü evin kokmadığını iddiâ etti. Dershânedeki arkadaşları, BS’nin, sessiz, içine kapanık biri olduğuna dikkat çektiler ve bugüne kadar herhangi bir erkek ya da kadın arkadaşına denk gelmediklerini söylediler. (KURU GIDÂLAR.) Yakalanan çöp torbalarının incelenmesi sırasında hâne halkının daha çok kuru gıdâlar üzerinde yoğunlaştığı belirtildi. Ayrıca ne kadar hazır gıdâya yönelinirse yönelinsin, çöp torbalarında lüfer kafatasları, kuzu kemikleri, karaciğer zarı, işkembe parçaları, küflenip mutasyona uğramış sebzeler gibi, ilginç parçalara da rastlandı. (KOMŞULAR NE DİYOR?) Eve taşınıldığı ilk günden beri âileyi merâk etmişler, karşılıklı bir iki ziyâretten sonra ellerini ayaklarını çekmişler. Ancak suya sabuna ilişmeyip kendi hâllerinde yaşadıkları ve bâriz bir rahatsızlık vermedikleri için şikâyette bulunmamışlar. Apartmana sinen koku dayanılamayacak raddeye geldiğinde ise çâreyi polise bildirmekte bulmuşlar. Görüştüğümüz komşuların hiçbiri, 20 ton çöpün nasıl biriktirildiğini hayâl dahi edemediklerini vurguladılar. Apartman Kapıcısı HM. (47), bu âilenin ne ekmek-süt almak, ne de çöptorbası vermek gibi bir alışkanlığı olmadığına işâret etti. Yönetici ise, apartmanın ortak giderlerine muntazaman katıldıklarını, bu bakımdan şüphelenmediklerini söyledi. 119 53. ÇÖPEV Fazla yemem. Annem de iştâhsız. Kahvaltı türü. Atıştırarak. Yemek pişirmiyoruz. Atmadık. Birikti. Yavaş yavaş. Şişmanlamak gibi. Ev bize babamızdan kaldı. Perdelerimiz kapalı. Pencereleri açmıyoruz. Işık sızmasın diye, biri bizi gözetlemesin diye. Dışarısı tehlikeli. Onaltı yaşından beri aynı kilodayım. İftar ve Sahur programlarındaki yemekler. Pişirirler. Durmadan çöp. Burası, Ankara’dan sonra ikinci başkent. Bâzen trafik durur. Başbakan geçer veyâ önemli biri. Kırmızı plaka. Biriktiğini ikimiz de biliyorduk. Komşular bizimle konuşmaz. İşe giderken hızla çıkarım. Onlar benim arkadaşım değil. Mutluluk acaba ne? Kimse bana çıkma teklif etmedi. Anneme göre... bütün erkekler... Bilmiyorum... Devâm edeyim mi? Beslenme yetersizliği çektiğimi söylediler. Şimdi üç kilo aldım, burda insanı zorla besliyorlar. Fotoğrafımdan anlaşılıyor mu zayıflığım? Yer azaldıkça yeni girintiler keşfettik. Mıncıkladık, ittirdik, sıkıştırdık, havalandırma boşluğunu bile değerlendirdik. Yığdık. Atamayız. Birikir. Ev giderek küçüldü. Yatakodasında berâber uyuyorduk. Kilitliyorduk. Kıpırdamak imkânsızdı. Mutfak doldu. Dolaplar, tencereler, bütün delikler doldu. Üstüste, altalta. Atamıyorduk. Sığmadı. Her yere tıktık. İş dönüşünde zili çalıp beklerdim. Ne olacak? Ne bileyim? Evin içinden, derinlerden, bâzı yaratıklar fırlayabilir. Burnumu yiyebilirler. Korku işte. Sence insan tiksindiğiyle yaşayabilir mi? Bir şey yedim mi, paketi filan, buruşturup atmalıyım. Ev sıkışık. Süt mü? Nefret ederim. Şaşırtmak için mi soruyorsun? Hiç süt içmedim. Babam öldüğünden beri annem hiç konuşmuyor. Dizileri seyreder. Üç ayda bir emekli maaşı. Akşam sâdece televizyonun sesi. Maaşımı anneme veriyorum. Hiç harcamıyoruz. Şimdi annem yaşlılarevinde. Ben burdayım. Burası neresi? Beni niye burda tuttuklarını anlamıyorum. Psikologlar olumsuz rapor vermişler. Anlamadıkları şu: Ben akıl hastası değilim, kütüphânecilik bölümü mezunuyum. Evde güvenliydik. Anneme karşı çıkamam. Akıl hastası olmadığımı biliyorlarsa beni neden tutuyorlar? Babam hayâttayken akrabalara gidiyorduk. Paralarınız eski, değerlerini yitirmiş, dediler. Enflasyon yüzünden sıfır olmuş. Yatakodasındaki konsolun üst çekmecesinde kutudaydı. Babam öldüğünden beri. Açmadık. Eve yabancı girmedi. Önce karıncalar geldi. Sonra hamamböcekleri, kanatlı böcekler, birtakım böcekler. 120 En son da kemirgenler. Niye zevk alalım? Her şey normâldi. Kimse ses çıkarmıyorsa her şey normâldir. Kilere sıkıştık. Hayır, kokmuyordu. Kemirgenler. Bize dokunmadılar. Annem ortalıkta pislik bırakmazdı. Kemirgenler nasıl yaşıyordu bilmiyorum. Gene de torbalar. Torbalardaki koku. Ben koku almam. Cevap yok, biriktirmekten niye hoşlanalım? Olay şöyle oldu. Şikâyet etmişler. Kıştı. Soğuk. Kapıyı yumrukladılar. Dışarısı içeri girdi. Açın, açın, açın. Akşamdı. Annem bütün elektrikleri kapattı. Köşelere büzüldük. Dertop. Baltalarla kapıyı kırdılar, itfâiyeciler girdi. Polis. Gazeteciler. Flaşlar patladı. İtfâiyecilerden biri bize küfretti. Burunlarını tutuyorlardı. Bâzıları bayıldı. İki polis kapıdaydı. Çok meraklı komşular girmeye çalışıyordu. Allahım, nasıldı o komşular? Bizden nefret ediyorlarmış. Hâlbuki hiç zararımız yoktu. Bizi sürükleyerek kelepçelediler. Apartmanda bize bağırıyorlardı. Gene burunlarını tutuyorlardı. Bir iki tanesi tükürdü. İtiş kakış oldu. Polisler annemle beni Karakol’a götürdü. Gazetelerin yazdıkları yalan, uydurma, iftirâ. İşte ben. Gerçekleri anlatıyorum. Âile dağıldı. Ev yok. Ben buz ülkesindeyim. 121 54. PİSTANBUL Çöp yığınları yapılara dayanmıştı. Ortalık bok kokuyordu. Sokaklar cerâhatliydi. Pislik şehri anakucağı gibi sarmalamıştı. Görünüşte mekân-zaman sâkindi. Otomobil klaksonları dayılanarak ötüyordu. Mağazalar kentlileşme adaylarına marka giysiler satıyordu. Hamburgercilere doluşan genç kütle, parmaklarına bulaşan sosları dilleriyle yalayarak gülüşüyordu. Haberleştirilen olgular kurgu masalarında azaltılıyor ya da çoğaltılıyordu. Klipler hayâtın boşunalığını haykırıyor, ânı yakalamak gerektiğini bildiriyor, şarkıcılar âşkı işâretliyorlardı. Canavardüdükleri, asker uğurlayışları, maç tezâhüratları, sirenler, silâh sesleri, pislik şehrinin dört yanını çevreleyen elektrikli dikenliteller, de eklenebilir. Manzaralar hızla akıp solarken hayât kokmuş yemekler gibi çöp torbalarına tıkılıyordu. Sâat ayârlarını veren de veren sunucuların doğru telaffuz için harfleri tek tek vurgulamaları gidişâtı değiştirmiyordu; ağızlarını genişçe açarak kelimeler ve bildiriler püskürtüyorlardı. İlginç, mâcerâlı, esrârlı ve tehlikeliydi Pistanbul, günbegün çölleşen parayatapıcı günâhkâr kavmin şehri; yapışkan, nemli, vıcık vıcık sıcağa rağmen arıkovanı gibi lebâlep şehir. Kabristanlardan yayılan tâze ölü kokuları, yaşantıların aksisedâsını yansıtan cam iletişim kulelerinin yapay garâbetini gizliyor, sidikli tezek yığınlarında yayılarak geviş getiren toplumsal ahırın hayvanlarını serinletiyordu. Ölümü seviyorlar, ötedünyâdaki cenneti ârzûluyorlardı. Ocaklarında yanan küresel günlere niye binbir acemi heyecânla girerlerdi ki? Adım bile atamadan zınk diye düzçizgisel akıntılarla karşılaşıverirlerdi zâten; Pistanbul’da farklılıklar ânında kurşunlanır, eğlenceye dokunan vurulurdu. Cemâat üyelerinin salatalarına doğradıkları domatesler bile simetrikti. Verili dil, bu şehri konserveleştiriyordu. Anlatmıyordu. Anlatır gibi yapıyordu. Bütünü kavramak zordu, sâdece arakesitlerden sözediliyordu. Atık zemzemsuları yeraltından taştıkça, kir silip süpürecekti Pistanbul’u. Aslında bu şehirde her mevsim kıştı. Odalar birbirine benziyordu, kahkahalar zevk vermiyordu. Evler ikiye iki idi, hücre tipi. Şehrin lâğımları fokur fokur kaynıyordu. Herkes ölüydü, şehir çöldü, kafeler vâhaydı. Geceleri zombilerle yatan cesetler çoğalmıştı. Vakâlar uzaklarda değildi. Anlatmaya tasvîr mi yeterdi? Ne acâyip makinaydı şu şehir. Pistanbulluların 122 hepsi deli miydi yoksa? Azıcık akla sahip olanlar ötekilerle yaşaya yaşaya çıldırıyorlar mıydı? Yaşayan ölülerin güvendikleri dağlara kar mı yağıyordu? Rûhları lîme lîme miydi? Gâliba hiç bu kadar çâresiz kalmamışlardı. Kaynaktaki sorun özleriydi. Yarın ne olacak? Öngörülemiyordu. Vahiy gelenler ya da vahiy bekleyenler eksik değildi. Gaibten sesler duyuyorlardı. Işık kaynakları gördüklerini sananlar çoktu. Doğaüstü güçlerce kuşatıldıklarına inananlar da vardı. Usulca deliriyorlardı. Asal yaşama biçimi vahşetti. Pistanbul kaotik büyümüştü. Amacı, yönü, yolu yoktu. Zincirleme akan konutlarla örülmüştü. Uygar gökdelenler yığınıyla toplu böcek konutlarının uçuca birleşerek ufku örtmesinin sebebi buydu. Şehrin emen, benzeten, yokeden, geri püskürten muammâ bir yanı vardı. Pistanbul’a rağmen yaşamak zorundaydı insanlar. Tavuk kümeslerini andıran kibrit kutularında dik durmak imkânsızdı, tabutluk evlerin tahtaları çelik çivilerle mıhlanmıştı. Mecbûren eğilmişti başlar. Görünürde vücûda eziyet, ete ezâ yoktu; sırtta kamçı şaklatılmıyordu, makata cop sokulmuyordu, taşşaklara elektrik verilmiyordu. Pistanbul’da beden dayansa bile rûh dayanmıyordu. İmâmlar fâtihâ üstüne fâtih okurken, cenâze namazları çoktan kılınan canlar, musalla taşında yapayalnızlardı. Eşşek cennetine giden yol, poparabesk nağmelerle dokunmuştu. Ortada esirgeyip bağışlayacak bir Allah da kalmamıştı. Yemek kabıyla sıçılan kap aynıydı. Kemikler kireçlenmişti. Bombalar içerilerde patlıyordu. Örümcek ağları bile zokayı yutmuştu. Yekpâre lahitte mumyalanmış ölülerin şehri, toplutaşıma araçlarında ıhtırılan ölücanların şehr-i Pistanbul’u. Suç İmparatorluğu’nun kâlbi, suçun hayât mânâsına denk düştüğü iğrenç şehir. Tebaâsının kanını vampir gibi emerek hayât bulan istibdat: zanaatkârlar, âlimler, derbederler, orospular ve dalkavuklar. Kancık egemenlerin erkek şehri Pistanbul’un rutûbeti, canları da çürütüyordu. Benizler solmuştu. Halk psikopatlaşmıştı. Havası da, suyu da, insanı da fenâydı. Kirliydi. Nefes çekenler soluk aldıkları yere benzerlerdi. Yerler çamurlu mamurluydu. Cırlayıp kin kusan semiz kentliler vardı: doymuşyağ oranı yüksek, besiye çekilmiş yük hayvanları. Uygar dilencilerse hiç orgazm olamıyorlardı. Mezbahalardan, evlerden, işyerlerinden, uğursuz çığlıklar duyuluyordu. Kopkoyu bungunluğa ilerliyordu pispas evren. Piyon fânîlerin ömürleri dizifilm gibiydi, köpürtüldükçe boşlaşarak çoğalıyorlardı. Gangsterlerin, rakır kızların, internet kuşağının, amele eroinmanların, saplısultan orospuların, 123 âilebabası kılığına gizli sübyancıların, trajik ensest kurbânlarının, cümle zehirli sarmaşıkların gözaçtırmadığı yer; düşmüş eskizaman hükümdârları gibi, hür Anadolu yaylaklarından gelenleri seyre dalan huzûrsuz Tambulpistak. Sabâhın erken saatlerindeki siyah asfaltlar, ağlayan nar ile gülen ayvayı özlemiş insanlarla doluydu. Tıpkı eski şarkılardaki gibi Pistanbul’u artık kimse sevmiyordu. 124 55. TÂRİHÇE Kadim şehrin rivâyetlerini üflerdi kulaklara rüzgâr bâzen, yaşlılar hâlâ anlatırdı: şeker bir yerleşkeymiş Pistanbul, kuşbakışında yaşama sevinci açıkça görülebilirmiş. Suriçi’nde üretim ve eğlence merkezleri bulunurmuş; Surdışı’ndaysa bağlar, bostanlar ve lâhanalar. Ahâli, yekdiğerine sevgili, saygılıymış; Pistanbulluluk itîbarlı akçeymiş, şehir cürûfla kaplı değilmiş, gülümseyen insanları mumla aramak zorunda kalmazmışsınız, kimse süreğen asıksuratlılığa mahkûm ve mecbûr gibi davranmıyormuş. Farklı dinlere ve ümmetlere mensup yetmişikibuçuk çeşidin kaynaştığı dünyânın en güzel şehirlerinden biriymiş. Hakikaten o zamanlar Pistanbul’daki tepe sayısı 7 idi. Kelle sayısı arttı, ahşap anakent kârgir yapılarla donandı; ardından çöpdağları türedi ve tepe sayısı 77’ye çıktı. Aparthanlar, Gökdelenler, Camdan Kuleler de inşâ ettiler: şehrin ufkunda mâvi, manzarasında yeşil, içinde aydınlık kalmadı. Kütürt Uygarlaşmasının simgesi oldu Pistanbul: yamuk, delidolu, karmakarışık, derbeder ve vahşî. Kente ilk gelen dışarlıklı Kütürtler, sefil hücrelerinde zorbelâ yaşamaya çalışırken hakâretlere uğrar, hor görülür, ciddîye alınmazlardı. Açtılar, ekmek dâvâsında tedirgin ve endişeliydiler, âkıbetlerinde güvencesizdiler. Yemediler, biriktirdiler. Sessizce ve sinsice beklediler. Târihin herhangi bir şafağında onlara da yazılacak bir kahramânlık marşı düşerdi. Yerleşiklerin burun kıvırdıkları işleri gördüler; çöpleri de topladılar, kapıcılık da yaptılar, inşâatlarda amelelik de ettiler. Kısacası istihsâli sağladılar. Armudun sapı, üzümün çöpü demeden, buldukları her besini mideye göndermeyi de ihmâl etmiyorlardı. Netice, elbette sermâye birikimine bağlandı; bakkallar da, dükkânlar da açtılar, Ulusdevlet Anamalına eklemlendiler. Ocakbaşlar, Anglosakson Kafeler, Kebapçılar, Japonsuşiciler, hayâta neredeyse eşzamanlı başladı. Kente tutunabilen dışarlıklıların üçüncü kuşağı, Pistanbul’u sıfırıncı noktada yeniden yarattı: küresel Hamburger’le yerel Lâhmacun’u bitiştirip asrî zamanların hâkimiyetini kurdu. Önce bostanlardaki maydonozlar, rokalar, nâneler ve marullar söküldü; dereyatakları dolduruldu, suyollarına süflî gecekondular dikildi; ardından da tavuk kümeslerini andıran betonarme yaşamama evlerini yürürlüğe soktular. Talanın hızıyla yangından kaçırılan malların telâşı yanıltıcıydı. Yeni Efendiler, 125 Pistanbul’un belkemiğini çiğnemekten başka ne yapabilirlerdi? Kan gibi damardan akan yağma, belki de zorunluydu. Nefes almak için mi? Kimbilir? Herkes bir ucundan tutuyor, çekiştiriyor, benzetmeye çalışıyordu. Canlar buharlaşıyordu. Yurtlarından ve ocaklarından kentlere süpürülmüşler, fethedecekleri vatanda baş sokacak dam bulurlarsa heybelerinden ne çıkaracaklardı? İşte Pistanbul’u, Büyükköy diye niteleyen kitaplar da bu sürecin hemen sonunda yayınlandı. Mişli şimdikizaman kipiyle cümle kuran kalem erbâbı mâzîye hislenerek vahvahlanıyor, sevinçleniyor ya da hüzünleniyordu. Sokaklara balgam tükürenlerden, antika duvar diplerine işeyenlerden, ağzı açık yürüyenlerden iğrenir ve sorarlardı: “Neden bu şehirde çarpışarak ve ezişilerek yaşanılıyor, daha kibar olunup hayât hoşlantısı tesîs edilemez mi?’’ 126 56. YABANORMAN Değişen, yıkılan, yeniden yapılan, bozulan, mekânın durmaksızın çiğnendiği, mucır, çimento ve çakıltaşıyla denizlerin doldurulup karaların büyütüldüğü Pistanbul’a yıllardır fâsılasız geliyorlardı. Pistanbul’un Yabanorman’ında didinenlerin her biri ötekini yabancılıyordu. Yerli yoktu. Herkes yabanlığı yaşıyor, yeni yabancılıklar üretiyordu. Kaypak şehirdi burası, dengeler durmadan değişiyordu. Yolları arşınlayanlar, dinginleşebilmek için çok çaba sarfetmek zorundaydılar. Bîtap düşürücü günlük hayâtın sonunda elde ettikleri, genellikle yeni yalnızlıklardı: benzersiz tekbaşınalık duygusu. Tırnaklarıyla tutunmaya çalışıyordu yeni Pistanbullu şehre; kanarsa kanasın, dişlerini geçiriyordu. Yaşamaya yetecek et parçasını koparmak için doğaçlama vahşîlikler icâdetmekten kaçınmıyordu. Bu çöldeki çılgınlıklar da târifsiz büyüktü. Çıldırı sürecini zihinsel boyutta yaşayanların beyinleri patlıyordu. Zombilerin hikâyeleri aslında ne kadar hazindi. Ağır vinçlerin tokmaklarıyla dövülenler yükü kaldıramıyordu. Herkesin katili herkesti; zehirler, kısırdöngüler ve cilâlı elmaşekerleri. En kullanışlı nesneler maskelerdi, azâbı evetlemeye yarıyordu. Her türlü uyduruk tarîk, uygun fiyata alıcı buluyordu. Kafası fesâda yatkın her utanmazadam, postu serip rûhları ârızalanmışların hayâtlarının sağlamasını, mânevî örtü altında yaptırtarak, sövüşleme sanatını icrâ edebiliyordu; ün, şan, para ve itibâr da hemencecik geliyordu. Pistanbul’da avel mi yoktu? Çoktu. İsterik kütle dağılıp parçalandıkça vicdânsız yollara sapıyordu, yâni ki körler körlere yol gösteriyordu. İlikler boşaltıldıktan sonra elde kalan çöptü. Kafayı yemiş hücrelerin üremesi için yeter şartı merkez bizzat tek elden yönlendiriyordu. İnsan soyunun dışkısı muâmelesi gören yeraltı garibanları donarak geberirlerken nizâmî kılıkla dolaşanlar da vardı. Tuhaf ayrıntılara merak salmışlardı: “Pistanbul’un fenerlerini inceliyorum.’’ Fenerler? Acaba ne? Toplumsallaşmak için mi? Partiler? Alkol? Uyuşturucu? Sınırsız Seks? Hâz? Hangisi? Yeni hayâtın nüveleri, lüks tüketim tapınaklarında mı gizliydi? Dedikodu had safhadaydı. Tiktakların sesi artmıştı. Salâlar ölüler şehri için veriliyordu. Toplumsal altüstoluşlar ve kitlesel hercümerçlerin tazyîkine dayanmak zordu. Potansiyel bütün suçlular şehre akıyordu. Başka nereye gideceklerdi? Bıçaklıçocuk çeteleri meydanlardaki hamburgercilerde kümeleniyor, infâz 127 timleri otoyollarda devriye geziyordu. Karapara aklama merkezlerindeki ışıklar harıl harıl yanıp sönmekteydi. Tek olmak tehlikeliydi. İtfâiye hortumlarından basınçlı su fışkırtılıyordu. Şehrin yeni sâhipleri kimdi? Saatler, Yeniyoksulların gongunu vuruyordu. Yakın zamana kadar Bizans’tan artakalan rızkları tırtıklayan Beyazyakalıların çoğu da Pistanbul’da yuvalanmıştı: kente sızdılar, mekânlara damgalarını vurdular, yayıldılar. Fakat musluklar ânîden kesilince ücretler düştü, kişi başına çalışma saati arttı; kalakalmıştı Ortadirek. İşlerin düzeleceğine dâir bir işâret görünmüyordu. Ötekine yaslanarak hayât mı kurulurdu? Buhrânın daha da derinleşeceği âşikârdı. Çark unufaklaştırıyordu. Yel üfürüyordu, su götürüyordu. Topyekûn kirliliğin oyuncuları pislikle anakucağı gibi sarmalanmışlardı; Suç ile Güç, tek yaşama biçimiydi. Gasp, yağma, talan, hortumlama, rüşvet, sahtekârlık, adam kayırma, Yabanorman’ın kanûnuydu. Güçsüzün haklı olma hakkı yoktu. Tahrîbât büyüktü. İnsan soyu katıatıktı. Vasat yan karakterlerin başarı asâsını ele geçirip Pistanbul’u kasıp kavurduğu günler işte o günlerdi, kalabalık ordular hâlinde gelen cardonların şehri istîlâ etmeye başladığı dar vakitler. Hınçlarıyla her yıkıntının altından kentli nüfûsa çıkıyorlardı. Aç kemirgenler yakında şehrin bütününü ele geçirebilirlerdi. 128 57. ÇÖPŞEHİR Seller caddeleri süpürüyordu. Vıcık vıcık yağmurlar yağıyordu Çöpşehir’e, ziftli sicim gibi ipil ipil yağıyordu, gecelerin günâhlarını süpürmek ister gibi yağıyordu. Yağmurla berâber damlardan bayağılık aktı, Çöpşehir’e gömülü çığlıklar dinmedi. Gökçatıdaki balyozlar, pat diye bumlamak için sanki hazır kıta bekliyordu. Ceset kokuları camdelenleri tutmuştu. Ceset torbalarının uyku tulumu olarak kullanıldığı da vâkiydi. Her sabâh Suç ile Açlığa uyanan Çöpşehir, isle sis de kusuyordu. Yangınlara fazla bakan yaşarmayan gözlerden kalan külleri savuran rüzgâr, felâket muştulayacak tellallardan başka bildiri sunmuyordu, mahşerî kargaşanın atlı habercileri Cihad borularını üflüyorlardı durmadan. Hırsızlık ya da süs köpeği katletme gibi suçlardan ölüme mahkûm hükümlüler, altlarında ot bitmeyen darağaçlarında sallandırılıyorlardı. Ne ses ve ne de koku: şer zamanıydı, ihânetin rengiydi, açlığın vakti, suçun piçliğiydi; dilenciliğin kanûnu, çapulun şehvetiydi: vahşetin çağrısı. Açlar çâresizdi. Yoksulluğun ilâcı yoktu. Sefâlet ölüm uykusu gibi sinmişti şehrin üzerine. Metal yüklü yağmurları toplayan bulutlar elektrikle çapraşınca, uzun kızılışık izleri yeryüzüne ağdı. Uçsuz bucaksız mezbahanın dış manzarası gâyet uygardı. Bıçkı dikiş makinaları, çöplükte vücût bulan ağaçkakan hızındaki hayâtı gagalıyorlardı. İlişkiler çöplükte varoluyor, besleniyor, yeşeriyordu. Kalabalığı özüne benzeterek imhâ eden ÇelikÇekirdek, sinsiydi; düğümlerini loş kuytularda atıyor, halatlarını aklauygun liman babalarına bağlıyordu. Çiş kokulu yapılardaki hayât, yüreğe aykırıydı. Koku burunların direklerini kırdı, genizlere kaçan mütehakkim bahâratlar göz çukurlarında biriken yaşları sular seller gibi çağlattı. Bütün hayvanlar benzer yemlerin oltalarıydı. Toprakta biten, yeryüzünde koşan, yürüyen, sürünen, bütün canlıları yiyorlardı. Özsuyunu çürümüş kamu kuruluşlarıyla vareden sülfürik asitli gündelik hayâtı soluyan zavallılar, değirmen dişlilerinde öğütülerek ekmeklik beyazunlara dönüştürülüyorlardı. Yokoluşu yaşarken ölmeye de duran bu zifir karası destûrsuz yığın, sırtında dâima şaklayan kırbaçlarla inlerken, sevinç şiârları üretmekten âcizdi. Çöplük hikâyeleri tamamlanmamış gibiydi. Olaylar ne zaman başlamıştı? Büyük zelzeleden sonra mıydı? Şehrin belâ yağmurlarıyla ıslandığı o büyük yangından sonra mı yoksa? Paçavralara sarılı bu 129 insanların bâzıları büyük buhrân öncesinde, yastıkaltına Şekerpara istifliyorlardı. Geçen yıllar kötürümleştirmişti. Buhrân, mâzîyi silip süpürmüştü. Tutunamadıkları günlük cehennem, ebedî ıstırâbın ta kendisiydi. Yeni çağın kanûnu yaşamaktı, her ne şartsa yaşamak. Ölüm kapıları her ân çalabilirdi; ol sebep, her ânı hâz ile doldurmak, zevki aşırılaştırmak; doymamak, doymamak, doymamak. Çöpşehir günâha çağırıyordu: Kokular, Yemekler, Işıklar… Uçuşan küfürün bini bir paraydı. Pazar yerlerindeki Didikleyiciler, çamurlaşmış sebzelerde nasiplerini arıyorlardı. Çürümüş yeşil yaprakları oracıkta midelerine indiren Sınıfaltı Çöpşehir Yurttaşları, câhil, aptal, zekâsız, diye niteleniyordu. Açtılar, ne bulurlarsa yerlerdi: pirzolanın artığı, ekmeğin taşı, bokun püsürü; ne varsa işte. Pirelerin uçuştuğu mukavva yorganlarından dürtüklenerek uyandırılan Çöpinsanları’nın, ekmek-çorba harbinde kazınan işkembeleri, iknâ edici yetersebep değil miydi? 130 58. MİSTANBUL Mutlu azların Mistanbul’daki hayâtı kıyaktı. DemirErk kimdeyse Yönetici Makina oydu. Mistanbul ile Pistanbul arasında, Telörgüsü ya da Mayın bulunmamaktaydı. Mesâfe fazla değildi, yürüyerek yarım sâat. Hudûdu izinsiz geçmeye çalışan vurulurdu. Meskûn mahâldeki gözetleme kulelerinde, palaları kınlarında Sırtlanlar, egemenliğin cebir ve kan ile korunmasının garantisiydi. Güçsüzlere acımak, eski moda edebiyâttan kalan çağdışı bir temaydı; acıya batmış bedenlere merhamet edilmiyordu. Özkaynaklar tükendikçe, Merkez ile Hudût, Kenar ile Dış arasındaki çelişkiler de keskinleşiyordu. İbret-î âlemlik Mistanbul hikâyesine Belgesel Kamerasıyla Açılış... Gelirin 327 katını somurdukları hâlde hâlâ nefisleri aç ve ârzûları çiğ BeyazKentli Mistanbullular, Pazar günleri, pimi çekilmemiş el bombası gibi tekinsiz duran kenar mahâllelere Foto-Safari’ler düzenlerlerdi. Ağlayan sümüklü çocuklar, kapı önlerinde çekirdek çitleyen kadınlar ya da yoksul vîrânesini manken posterleriyle donatan hayâtı kaymış tiplerden herhangi biri. Şikâyetlerle dertlerin röportaj teknikleriyle soğurulması, vicdânlardaki sızıyı dindirmeye yarayabiliyordu; kimilerine göre bu, dilencilerin ve kedilerin çıkardıkları aynı yalvaran sadaka mırıltısının kâlpleri nasıl kökünden sarsaladığının da açıklamasıydı. O pispas senelerde, Mistanbul Bahçeleri’nde Tavuskuşu Yetiştirmek Modası almış yürümüştü; sülünler, en az otuzbeş kilo çekiyorlardı: kemiksiz et. Nâdide mahlûkata dişbileyenler, kefeni göze alanlardı. Mistanbul nizâmına aykırı davranan bozguncuların cezâsı, bıçakla çentiklenerek sınırın dibindeki çöplüklere bırakılmaktı. Tokların lokmaları Açların boğazlarındaki yumruydu ya da Sefillerin alınyazıları vahdetten yoksundu. Sırtlanlar’ın her sabâh süpürdüğü mosmor büzüşmüş Posa’lara dar sokaklarda Ağırçekim. Ayıklayıcılar, cançekişen hemşehrilerini çöplük gurbetinde kıstırıverirler. Portreçekimleri: Kelle, bıldırcın gibi koparılır. Karanlık gecedeki petrol lâmbalı toya hazırlanan sevinçli kitleye Genelçekim. Ürün fazlaysa denize dökülürdü, çoklaşmak malın değerini düşürürdü; çökmüş toplulukların son bûhrânlarında icrâ demek, temizleyip yoketmek demekti. 131 59.YÜRÜYENİSTAN Solgun şafakta uyanıp gün batanaca yürümek zorundaydılar. En iyi Ayıklayıcı, en çok yürüyebilendi. Tâkatten düşerlerse ganîmetleri diğer sefiller kaparlardı; eşelenirken oyalanan, dermândan kesilirdi. Çöp tenekelerine seher vakti ilk varanlar, mükemmel kuşluk kahvaltısına erişiyordu. Zenginçöpü’ne denk gelirlerse, cilâ niyetine biftek de çıkabilirdi. Ekmek o kadar sertti, o kadar az bulunuyordu ki, çöplüğün balına çokuşan çalışmak düşmanı reziller sürüsü, bulduğunu mümkünse oracıkta midesine yollamak şıkkını işâretliyordu. Ciğerlerindeki kıymıkların röntgeni, yorgun cemâllerinde saklıydı. Beyinleri işkembecilerde sarımsaklanmış, cılk yara bedenlerinden başka kaybedecekleri kalmamıştı. Açların ocağındaki perîşanlığın ihtişâmı göz kamaştırıcıydı. Aylak gürûhun iki temel derdi vardı: Yemek ve Yatak. Nûrsuz tembellere başkaca zaman kalmıyordu. Deliksiz uykuya hasrettiler, dört başı mâmur dinlenemiyorlardı; ölesiye yorgundular. İblis, gözkapaklarına uğursuz uykuyu döker, çeker giderdi. Açken ölüydüler; mideleri sulandırılmış unla şiştikten sonra gözlerine azıcık fer gelir, dillerinin kilidi çözülür, yedi kat dibe tevkîf edilmiş rûhları kıpırdardı. Çarpık bacaklı, zayıf kollu, bitkin suratlı bu insanlarda cürüm eyleyecek kuvvet bile kalmamıştı. Bitkindiler. Bitmiştiler. Ezgin vîrâneler, buzdolabı kutusundan evler ve kaotik fakirhâneler. Döşek, aş, iş yoktu. Kemik bulanlar bahtlılardı. Kalanlarsa kül rengi yağmurun pasları altında ıslanmaya mahkûm toplumsal atıklardı; çöplüklerde hurdalarla ezilmeye yazgılı vazgeçilmişler, kaybedengiller, yedek organ depoları. Çöp tenekelerinden koşaradım uzaklaşmazlarsa, çivili Korucu sopalarının etçiklerine batacağını bilirlerdi; yanısıra gözlem altına alınıp beyin loblarının yamultulması, katıksız kuru ekmekle hücre hapsi ya da tatlı canı teslîm etmek ihtimâlleri de vardı. Bazı Süprüntüler, ibret olsun diye Mistanbul Meydanları’nda tepeleme yığılır, kente uzaktan gösterilen ateşler yakılırdı; plâstikler, yağlı kâğıtlar ve sanayî ambalâjları tutuştukça, alev zebânî gibi büyür, seyre gelen meraklı kalabalık artardı. Tek göz dam bulabilen geçici Mesûtlar, dudaklarına sıvaşan tebessümün kanı daha tam kurumadan yeni foseptik çukurlarına düşüyorlardı; debelenirkenki hamleleri burgaçla kuyu dibine inmekten başka sonuç doğurmuyordu. İspirto ya da kolonya bulabilen tâlihliler, cızlamı çekmeden önce 132 ciğerlerini parçalarcasına sızaki oluyorlardı. Rengârenk kalabalığın gösterdikleri, görünenlerden çok farklıydı. Aman yârabbi, dışarısı cehennemdi: Üçkâğıtçılar, Dervişler, Tırnakçılar, Cardonlar... harlanıyordu alevin ateşten dili. Bâzıları mendillerini yere serer, oturur, beklerlerdi. Kısmetsiz doğmuşlardı, kadersizliğin bataklığında çürüyeceklerdi. Soygun tasarılarıyla sabâhı ederlerdi pır pır mumlarla; çalmalar, çırpmalar, cinâyetler, katller, yangınlar, kundaklamalar... gün ağardığında cayarlardı: suç tasarılarını kuvveden fiîle geçiremedikçe daha da zavallılaşıyorlardı. Yaşlılar dişlenmeden ölmenin çârelerini arıyor, gençler yaşlanmadan gebermenin ustalıklı yollarını araştırıyorlardı. Kilden putlara sürülen yüzlerdeki duâlar, acındırıcı yakarışlarla mızmız şikâyetler aynıydı: ah sevgili kepâze ölüm kapıyı çalsa, ah Azrâil fazla acıtmadan canlarını alsa. 133 60. TAMBULPİSTAK Ey Tambulpistak, nasılsın, ne var ne yok bakalım? Bugün kimleri yuttun oyunda, kaç kişi gebe kaldı suyundan, tadı nasıl yemişlerinin? Sabâhlara yoğunlaşmış bir sessizlik kalıyor, Tambulpistak uyanıyor. Fişmatiklere göre sâat 05.00. Şehri morg gibi aydınlatan ışıkların altında uğuldayan müthiş sessizlik, geceyi sarıp sarmalıyor. Yüksek ısıda, düşük ateşte resimleri alınan fondaki hikâye sâhiplerinin şehri, kıpırdıyor, püskürüyor, için için yanıyor. Kapkara, tekrenk kıyâfetleriyle milyonlarca insan, şehrin yepyeni karanlığını ve aydınlığını, bir başka büyük patlamasını bağrında taşıyan yenişehrin şafağını selâmlıyor. Ölü gibi tortulaşmış şehrin cenâze kokan geceleriyle, çocuksu uçarılıklarla dolu gündüzleri birbirine karışıyor. Bitmiş ve bedbaht insanlar evlerine dönüyor. Büyük şehirler büyük uygarlıklara benzer, eğlence doruğa vurmuşsa çöküş de yakın demektir. Ahâlînin bir bölümü ötekilere sağırsa, aymazlık başlamıştır. Yaşayanları yemeleri için kaldırılan ölülerle, rûh gibi gezen dirilerle doludur sokaklar. Tüm hücreleriyle günün her sâatinde yaşayan organizmada yanıp söner ışıklar, gelir geçer otomobiller; birinin hayâtı uykuya dalarken ötekininki başlar; sabâh ayazında yuvarlanır bir paslı teneke, rüzgâr zorlar kapılarla pencerelerin menteşelerini, çokluk içinde yalnızlık morartır rûhları; fakat ayıptır dile getirmek yalnızlığı. Hâl hareketleri nizâmî, kılık kıyâfetleri temiz beyazkentlilerin gözlerine dikkatle bakınca, sonsuz boşluğa kilitlendikleri görülmektedir; oradan buradan derilmiş kırpık fikirler, garip hikâyeler; alkollü uyuşturuculu partiler, dedikodulu sabâh kahvaltıları ya da çaylara gidiliş. Hesapsız kurulan kentiçi ilişkilerden herhangi biri, ölümün gizli sebebi olabilir, güven duymamak esastır; serî hâlde üretilen yalanların sınırı yoktur. Şehir sözlüğünde, îtimât etmek, yazılı değildir; benzemez gruplar, yanyana varolurlar: hacı dönerci, ibne, pezevenk, eroinman, esrârkeş, hapçı, şarapçı, gaspçı, darpçı, kokainman, tırnakçı, tinerci, sinyâlci, dolandırıcı, gözdendüşmüş, arpacı, kapkaççı, keşfe çıkmış ördek yavrusu ortaokullu, erkete, yoldançıkmış, senaryocu, boştagezer, goygoycu; cadde neymiş görelim, diyenlerle beraber, bir potada erir, bir olurlar. İnsanların kaynadığı dev bir kazan; giren haşlanır, girmeyen aç kalır. Darmadağınık Pistanbul, mağara resminin parçaları gibi. Taksim ise merkez. 134 Bütünü aydınlatmaz ama bütünü görebilmeyi kolaylaştırır. Tek bir yer. Varılacak nihâî nokta. Doğulabilir, ölünebilir, felekten bir gece çalınabilir, sokaklarında kusulabilir, sürprizleriyle kolkola girilebilir. Yine bir haftasonu. İstiklâl Caddesi. Merkez Hapishânesi’yle ünlü ülkenin yaşayan odak noktası, nefeslerin alınıp verildiği yer. Yeni gruplar, kategoriler, sınıflar var; neşeliler hepsi, caddeyi doldurmuşlar; gülüyor, koşuyor, oynuyorlar. Haftasonları millet alkol denizinde boğulmak ister gibidir; izbelerde, bütün deliklerde, bar, meyhâne, biraevi, pavyon, şaraphânelerde, haftaiçi beş gün kölelik eden Pistanbul’un ameleleri, bedenlerini Cadde’ye atarlar. Uğultusunu tutmaya başlar Cadde. Sinirkaslarıyla bağdokuları zedelenmiş müşteriler, akşamüstü ağır ağır Cadde’ye çıkar, toplu hâlde bir adım ileri, iki adım geri yürürler; yeraltı mekânlarını vehmeden turistik tekkelerde, ellerde kadehlenirler. Günde ikibuçuk milyon insan giriş çıkış yapar, emlâk bedelleri de pek yüksek. Efsânelerin kurduğu imgesiyle Cadde Cumhuriyeti’ndeki tuhaf enerji, karakitlenin eğlence ve dağıtma merkezidir. Lâhmacunculardan, keskin içyağı ve kavrulmuş soğan kokuları gelmektedir. Cadde, emer, alır, içine çeker, kayıp eder, yok eder. İnsülin iğnesi, eczâneden fırlayıp tiril tiril bir çocuğun şahdamarına mâvi ve serin akar; masûm görünüşlü sarışın fizik talebesi, sessiz ama ayık bir rûh gibi geceye dalar. Dün akşam barda tanışıp takıldıkları bir Taksimli kadının evinden muammâyla ayrılan ikisi kız biri erkek üç yeniyetme, fışkırırcasına kahkahalar püskürterek pürneşe geçerler. Babasıyla anlaşamadığı için tinercilik yolunu tutmuş ondört yaşlarında asîl bakışlı bir genç, gelenden geçenden zorla sigara da alır. Cadde, aslında kafayı yemiştir. Sabâh olacak, aç martılar kalpazanca mahâret sergileyecek. Eskilerin gözlerini kapadıkları, yeni neslin ise pek beğendiği Pistanbulis’in devingen dinamikleri de kıpır kıpır: dünyâ çapında bir eğlence, para, kumar ve fuhûş merkezi; oteller, tenis kortları, uluslararası kongreler, şans vahâları; hâsılı, şehrin yeni varoluşunun simgeleri. Bir yandan da Cadde’de para musluklarıyla coşan yetmişiki buçuk millet her ân var. Burası bir labaratuar azîzim. Haklısınız mîrim, son derece enterasan bir olgu. Canavarmakina’nın kötüniyetli hâin Efendileri, suçu bizzat örgütlüyor ve sonra da yarattıkları bu suçluları topluyorlar ey halkım. Bak unutma bunu. İti ite kırdırma politikasına son ver. Karşı çık, diren. Cadde, bâzen açık, bâzen gizli, bâzen için için, ama durmadan kaynamaktadır. Herkes merkeze doğru gidiyor: 135 Taksim’e. Herkes durmadan hızlı hızlı hareket ediyor. Beyoğlu’nun harâcını kim yiyecek? Elbette, Canavarmakina Devlet. Bu sahnede, Millî Emnîyet ve Yunus’lar, ganîmet yüklü batık gemilerin çarklarının dönmesini sağlayan en önemli figürler. Görüntüyü hoş ve katlanılabilir kılıyorlar. Temiz toplum, temiz devlet, temiz millet. Tertemiz. Pek yakında tek bir atık malzeme tarafından rahatsız edilmeyeceksiniz, aslâ pis kokular çarpmayacak burnunuza, tatlı bahâratların buharlarını salacaklar rûhunuza… Uyanın… Ey… sabâhçı SİMİTÇİ, 24 sâat hizmetinizde: çay-simit-peynir menüsü, 1 dolara ya da rakı masasından sonra köşedeki seyyâr kibe mumbarcıya. Esrârlı Gözler, diye, gözleri kançanağı gence lâf atarak geçen grup, sallana sallana bir TravestiKulüp’e girer. Salla salla, gül memeler oynasın; salla salla yer yerinden oynasın. Patlayan havaî fişekler, acaba hangi eril sünnetin hükümrânlığını kutsuyordur? Derken, zavallılara biçilen kaderin Cadde’sinde, yaşamı semereli kılınmış iki kul geçer. Emrin olur ağbi, saygıda bir kusûr etmeyelim. Kanemici sülükler de geçer. Sanat etkinliğinde sizinle etkinen herhangi biriyle tanışıp düzeyli ilişkiler de yaşayabilirsiniz. Ahşap bir eskizaman kadını, lâvanta kokularıyla geçer. Taşşaklarını toplamaya çalışan yandançarklı bir travesti, anaavrat geçer. Travesti Fâhişe, Tarlabaşı Bulvarı’nda yürüyen birine iş olur: pıssst, baksana. Amaçsız yürüyen Sap, sese döner. “Sikişelim mi?’’ der travesti. Yok, der öteki, ağzına alırsan olabilir. Tabii hayâtım, der travesti, benim mesleğim fâhişelik, ne istersen yaparım, yeter ki parasını öde. Adam kararsızlık çekerken, travesti, gençkız nâzına bürünüverir, çenesinin altından yumuşakça tuttuğu Baro’ya, en şûh sesiyle fısıldar: “Hadi gel gidelim, sana unutamayacağın bir saksafon çekelim.’’ Adam tam evet diyecekken, zınk diye duran sivil otodan eli sopalı Zarvolar iner, travestiler grup hâlinde arka sokağa kaçarken bıçkın bir bağırtı duyulur: “Benim adım Sevdâ, ben adamı sikerim.’’ Adam yavaş yavaş yürür. Derken Sevdâ, yanında bitiverir: “Ay polislerden kaçarken karşıma köpek çıkmasın mı?’’ Gülerler. “Hadi ama hadiii,’’ der Sevdâ, “saksafon beklemez.’’ Sevdâ’nın evine gidecekler; döküp saçacaktır adam. Sarhoşun biri, geceyarısı Pavyon’dan çıkar; ara sokakta kıstırılan şahsiyet, ertesi gün kendine geldikte, der: “Ağbi her şeyimi ayıklamışlar, soyup soğana çevirmişler, bu arada götü bile kaybetmiş olabilirim, hatırlamıyorum.” Her ân kurulup dağılan çeteciklerden biri akbaba gibi üşüşmüştür ara sokak kuytusunda kubaran 136 erkekçiğin tepesine. Tambulpistak’tayız, hatırlayalım. İstiklâl, sanki gündüz de dâhil her zaman gece. Burada bütün güneşleri batırırlar. Tamam mı cicim? Piyizlendik ağbi, mandepsiye bastırdılar bizi… Gel bari bari / Dam üstünde un ele / Doldur kardaş içelim / Bir sıkıntı var rûhumda… Fonda, çiğköfteci geçer. Akşamüstü pis bir yağmur epil epil yağarken, sağından solundan sarkan tinercilerle yüklü tramvay, vıcırdaşıp duran karınca kafilesini yara yara ilerliyor. Vakum gibi kara kalabalık bir ân açılıyor; kocaman bir çukur görünüyor, kapanıp sırtüstü dönerek kararıyor yeniden. Geceye çocuk bilyası heyecanıyla saçılan ezici çoğunluk, gençler. Hele de Cuma-Cumartesi. İşte bir ülkenin kâlbi burada atıyor. Meydanın kenarları tıraşlanmış, kaldırımlarına perdâh atılmış. Göbeğine oturan Silâhlı Kuvvetler, (Her şey vatan için) her dâim teyakkuzda. Ülkedeki bütün siyâsî eylemler de Cadde’de yapılıyor. Burası gösteri meydanı ve yürüyüş caddesi. Özneler değişebilir; hergün herhangi bir grubun saldırıya uğradığı, incelenecek böcek gibi gözlem altına alındığı, ara sokaklara kaçmaya çalışanların Allah Allah nîdâlarıyla kovalandığı, bir yer. Olaylara karşıdan bakılamaz. Yaşayanların gözünden de anlatılamaz. Arayüz hakikatlerden dem vurulabilir. Tasvîr bataklığına düşülmeyecek, bilinen tekrar edilmeyecektir. Midyeci, Pilavcı, Kokoreççi ya da Otoparkçı, Tetikçi, Torbacı ya da Orospu, Travesti, Fâhişe ya da Memûr, Bürokrat, Belediyeci ya da Hâkim, Avukat, Savcı ya da Polis, Çevikkuvvet, Terörlemücâdele ya da Evkadını, Emekli, Dul-Yetim ya da Ayıklayıcı, Hurdacı, Keş ya da Ciks, Çıtır, Tiki ya da Hırbo, Dingil, Kıro ya da Bitirim, Teşkilât, Ağırağbi ya da Oto, Motor, Kaykay ya da Arabesk, Türkü, Fantezi ya da Kan, Revân, Acı ya da Zeytin, Ekmek, Çay ya da Bey, Ağa, Efendi ya da Ümmet, Kul, Maraba ya da Garîban, Vurgun, Ezgin ya da Rûh, Zombi, Dut ya da akla gelebilecek bütün üçlemeler. Temsîlî şehir hikâyesi, merkezden çevreye doğru, merkezçek kuvvetiyle akacak. Taksim. Merkez. Merkezin çevresi. Koca Taksim Çukuru. Sistem, boşlukları doldurur. Çukuru da durmadan doldurur. Kozmosta genleşen gaz kütlesinin içinde oynaşıp duran kristal parçacıkları gibi… yanıp sönen… çok parlak ve çok karanlık bir yer… içine çeken çukur gibi bir yer… Girersen yanarsın, girmezsen devredışısın. Ayakta adam kesiyorlar. Her köşede ayrı bir hayât dönüyor. Birbirine çarpan gözlerden akan ânlar, atmosferiniz oluyor. Ortalık kopmuş, kopartmış tiplerle dolu. Hayvan belgesellerinin dilini yardıma çağırmalı mıyız? Saçılı patlangaç mısırlar birbirini eziyor. 137 Beyinler durmadan kısadevre. Cadde Cumhuriyeti’nde ârıza var. Ukalâlar, okumuşlar, yarıcâhiller, heybeli kızları götürmek için şiirsevermiş gibi yapan erkekler, kılçıksız tatlısu balıkları, var. Hayâl, rüyâ, anı, patates kızartması, bira, et, fal, özgeçmiş satılan dükkânlar, var. Et, kan, irin, ter, sidik, kokoreç, ekmek, atlet, çilek, insan, hepsi birarada, aynı ânda satılır. Tambulpistak: çıldırının nehri. Koş, zıpla, oyna. Nasıl olsa yıkılacaksın yakında. 138 61. KÖRÜK GÖĞSÜ İNİP KALKIYOR ŞEHRİN Hayât hakkı kalmadı, ölmek için yaşanacak Pistanbul’da doğulmaz. Ümitler son kuyruk darbeleriyle titreyen ölü balıklarla berâber suya düştü. Yok gelecekteki gökyüzü delindi. Toprak yarıldı. Yeşil ekinler dondu. Mantıksızca para istifleyen şehirde, çıkışlar kapatıldı. Yükü kaldıramayan zihinler, yay gibi gerildi. Derinleşeceği aşikâr kriz henüz bebekti. Mezâr başlarında işleyen çalarsâatlerin tiktakları kuvvetlendi, öğütülen buğday tâneleri toprağa dönüştü. Salyasümük deste kâğıtların biri düşünce, tümü yıkıldı. Cennetin cehennemi burası, intihâr bile edemeyenlerin toprağı; girdabı yaratanlar da, içine emilenler de, aynı ölücanlar. Yakın kıyâmette Şehrin lâğımları fokurdayacak; atık zemzem suları yeraltından taşacak, silip süpürecek pislik Tambulpistak’ı. Îmâna dâvet edilen cemâat, özvarlığına yeretmiş sapkınlık tohumlarıyla çamurgüreşine devâm ederken dâîma tuş olacak. Paslı hoparlörlerden, döver gibi uyumsuz haykıran sabah ezânlarında kimseyi uyandıracak kudret yok. Çöküntü bölgelerinden artakalan molozları tâze çiçeklerle tohumlama mevsiminde, pispas kokulara dayanamayanlar, özlerine yeni yurtlar bulmak için, gayrı gûrbeti mesken tutacaklar. Ölü sâatlerini anlatmalı bu şehrin, nabızlar durduğunda bakılmalı yüzlere. Dağlar yeniden kükremeye hazırlar mı, haberci peygamberlerin duyuracakları müjdeli işler kaldı mı? İpin ucunu kaçıran gâyesiz kütleler, felâkete müstehâk mıydı? Şaşırtıcı kalabalığıyla, birbirine yaslanmış evleriyle korkutan şehir ahâlisi, hangi görünmez bağlarla bağlıydı; ne yerler, ne içerlerdi, çöplerini kim toplardı? Şehrin surlarında sorular: kimlik belgesi, yetkili imzâlar, mühürler? Soygun, yağma, zulüm, kıyım, gen havuzuna elkoyma ve eritme politikalarıyla azaltılıp nüfûs müdürlüklerindeki kayıtları silinen şehrin asıl sâhiplerinden sağlamlar, bedâva işgücü diye kullanıldı; kalan erkekler öldürüldü, kadınlar ve çocuklar sekskölesi yapıldı; katlîamlardan kurtulanlar, köşebaşlarını tutan göçebe yenişehirli işgâlcilerin azgın baskısı karşısında direnemediler; yurtlarını, ocaklarını terkettiler, çoktan sürüldüler; yabancıdırlar artık. Geçici süre konaklamak için duran yeni sâhipler ve nefeslerinin hurâfeler üfleyen buğusu, şimdi şehre kara yağmurlar yağdırmaktadır. Vâdesi tamam eylenmiş kutsal günlerde, düzeneklerin cıvataları sökülecek, dişlileri dökülecek, kapkaranlığın estetiği sokaklara 139 hükûmet edecektir. Bir vakit ıraklardan gelenler, düşmanlık hisleriyle adımlar şehri, koptuğu yurduna bir gün geri döneceği sanısıyla, saldırır durur şehre: tedirgin rûhlar, garîpler, zavallılar. Şehrin kapitaline sermâye katmaya gelmiş, ufuksuz, çağcıl, hızlı zenginler ise, eşit bölüşülmeyen kazancı talan etmekteler. Çağ sonundaki Tambulpistak’ta, muktedirler, ustalık gerektiren satranç hamlelerini, yumuşaklıkla tatlılıkla kotarmaktaydılar. İktidarın nîmetlerini kimseciklerle paylaşmıyorlardı. Sefâlet ile siyâsî karmakarışıklığın atbaşı gittiği ortamda, günlük geçim gaîlesi çukuruna düşmüş çırpınan basit insanları da kazanmışlardı. Sistem, mesûttu; hem hayâlgücünün denetlenebildiği karmaşık bir soğurma düzeneği, hem de sarsılmaz derecede güçlü bir devlet makinesi yaratmak, becerilmişti. Kendine benzeyen zayıflardan nefret edecektir Halk. Şehirliliğe nâmzet yeniler, cürûf yığınında tekme tokat, anarahmine benzeyen kuvözlerde debelenerek, et dişleyip kan tükürerek, yaşamaya, üremeye, can almaya ve ölmeye devâm edecekler. Hırpânî kılıklı serseriler, tek tek toplanacak, şehrin varoşlarına sürülecekler. Ayaz gecelerde yatak bulamayanların kafalarında, anakent zorbalarının petrokimyâdan mâmül copları patlayacak. Kente üyelik aîdatını ödemeyene yaşama hakkı yok. Şehirler de yokolacak; beyinleri değil, kasları kuvvetliler hâkîmiyet kuracak, çünkü yiyecek bulmak çok zor. Çöplükte yaşama mücâdelesi… yıkılmış şehir… insanlaşmış çöplerin arasından yürüyen ayıklayıcılar… ölümorucuna yatmış tutsağın sol kolu, çöplükte ölü elegeçirildi… çöplüklerden, nükleer reaktörler çıktı… Kent yıkılıp yeni yaşam hüküm sürmeye başladığında, acaba dil nasıl kullanılmalı; eski dil, çoğul şahıslara yetecek mi? Keşfetmedikleri bedenlerini sürterek ârzûsuz öznelere, aksırtmayan bahâratsız doyumun peşindeler. Hiçbir hissi kalmamış zavallı deney köpekleri gibi, belirsiz ne yana döneceği. Acıkınca ya da susayınca, ummadıkları bir kemik atılıyor önlerine, kanı kurumuş bir dirsek parçası meselâ. Doyurun türdeşlerinizin etiyle karnınızı, kusana kadar yiyin ki, belli değil sofranın ne vakit donatılacağı. Vampirin kanlı dişlerindeki tebessüm bu, kodes artığı nâdim suç. Şehrin dipleri, sınıfaltının lâneti. Tambulpistak’ın yıkılıştan sonraki hâli bu. Atık malzeme, ikili karakter taşıyan suça kışkırtırken, çöple kesişecek. Temellerinden kavrulan binâlardan sokağa fırlayan cümle kemirgen, can havliyle kendini dışarı atacak; iri cardonlar, alev topunda dönerek ciyaklayacaklar. Ellerinde gaz tenekeleriyle, 140 benzin bidonlarıyla geldiler. Şehrin en ucundaki Cadde’nin bitiminde, ülkenin merkezine, damar damar olmuş tek yürek hâlinde atan Tambulpistak’a, şehrin arka mahâllelerinden geldiler. Ellerinde meş’aleler yoktu, erekli bir kalabalık da değildi. Merkeze dağıldılar, merkezi talan ettiler. Gürültüyle geldiler. Volkanların tepesinden koparak yanan taşlar gibi geldiler, şehrin kapısında durdular. Gelişlerinden kimsenin haberi olmadı. Sessizdiler, bitkindiler, açtılar, ne yapacakları belli değildi. İntikâm da alabilirlerdi, uzlaşabilirlerdi de; pazarlık, ortayol ya da kısasa kısas savaş. Tam o sıralarda, Beşiktaş İskelesi’nin oralarda bir gürültü koptu. Tanklara binmiş polisler, kalabalığa doldurdular, Çarşı’ya doğru. Bu dipten uğuldayan azgın fırtınada, kuruceviz kabuğu sandallardan medet uman kulların, yalnız kalmaktan ölesiye korktukları günlerle gecelerde, amaçsızca aşağı yukarı gidip gelerek, güldürecek ışıltılı ümit aradıkları kör sâatlerde, tıngırdayan bira tenekelerini tekmelemekten mecâlsiz ezginlerin, kör kandilli sotalarda, aynı battaniyenin altında, sokulganlıkta insan harâreti aradıkları erken sabâh sâatlerinin gözleri kançanağı uykusuz öznesi, zamanı katıştırdığı ânın alaborasında, diri erik gibi yemyeşil canlı rengi, alıcı verici telepatların yetişilmez hızında, her yerle her şeye taşıyor. Zamandışılaşmak gibi, sanki hiç zaman geçmemiş gibi, bütün zamanlar aynı ânda yanyana içiçe gibi, zaman yokmuş gibi. Körük göğsü inip kalkıyor şehrin, canavar nefes alıyor; sonra dev Kong adımlarıyla, titreterek basacak fay hattına ev kurmuşların fânî bedenine; ahâlînin son resmi, ölümün ânî şimşeğinin hâtırası olacak. Cadde’ye dalıyorlar oyucu, kesici, delici oyuncaklarla. Hava öylesine şiddet yüklü ki, çarpıyor elektrikli bulutlar kısadevre yaparak. Bellerdeki şimşekler patlamaya hazır. Bir işâret fişeği bekliyorlar sanki, şiddeti eğlenceli kılacak bir maytap. Yaşama biçiminin adı kardeşlik ile dostluk, ama zuhûr eden yalan ile kalleşlik. Kabîle bir gün tam delirip açlıktan türdeşlerini yemeye karar veren piranha balıklarına dönüşecek; etinden parça kopan, eksildiğiyle kalacak. Akıl hastânesinden çıkışın tek çâresi, kararlı adımlarla bölgeyi terketmektir. Şartlanmış sürüden, yerleşikliğin sindiği nişastamsı rehâvetten gidebilmek, kuvvet gerektirir; tazyîklere karşı koymalı, gövdesinin tüm kaslarıyla yüklenmelidir; yoksa tüketilip atılacak çöp diye. Atık nesnelerle dolu bu çöplükte, yolunu şaşıran birkaç gezgin serserî rûhla, suçlu yasayı mahkûm etmeye yürekli bir avuç karakoyun, farkında olup bitenin; o yüzden atmış kendini dışarı; çevreden kuşatıyor, göbeğe 141 uzaktan pike yapıyor; dolanı dolanı geziyor arıların çokuştuğu çiçekli yollarda. Ya kalanlar, serum şişesinden damlayanlarla âb-ı hayât arayanlar? Gazabını yeraltından hissettiren büyük hortumun yaklaşan tehlikesi; çoklukla var kaynarsu damlalarıyla haşlanmak; var yeni günlerin kör gündeminde. Sivilömrün siniruçları harâp olacak, kimsenin DNA zincirlerinden başka kaybedeceği şey kalmayacak. 142 62. DÖRDÜNCÜ AZ SONRA Kâtibin eserini kaleme aldığı senelerde, Anadolu’nun hâli perîşândı. Ambarlar, kilerler, silolar, eli maşalı vurguncularca hızlı hızlı boşaltılmaktaydı; inleyen bîtâp ahâlî, yağmayla, talanla, eşkıyâlıkla başedemiyordu. Sağda solda hâlâ serseri mayın gibi patlayan baldırıçıplak isyâncılardan artakalan kılıçartıklarına aman verilmiyordu ki, itirâzcılığa yeltenmesinler, başa belâ olmasınlar. Diğer yandan, kirli ve karanlık hırslar, aczin doğurduğu alçaklık, kardeşi kardeşe boğazlatıyordu. Şehirlerin ümüğüne hayâlet bir çekirge bulutu gibi sessizce çöküveren kravatlı eşkıyâlar, evrak tahrîfâtlarıyla halkın mallarını hortumlar, en süflî eğlencelere pervâsızca dalar, yağma için destûr veren reisleriyle görüntükutusundaki açıkoturumlarda arzı endâm ederlerdi. Nefsin bu son derece câzip şeytânî ziyâfetinden lokma kapmaktan başka ârzûsu kalmayan ve efendilerin yularlarıyla çekiştirilen ahâlînin ise, canının yongası malına mal katmaktan başka fikri yoktu. Talanın çığ gibi inen kuvveti karşısında, boynubükükmüş gibi duran cümle kasaba ve köylerin asıl felâketi, bizzat kendi felsefeleriydi. Para tutkusu, tüketmek çıldırıklığı ve Kral-Kraliçe SENSİN gazlarıyla zembereğinden boşalıp, ânlık zevkler uğruna çığırından çıkarılan Gençlik, değersizleştirilmişlik hissinin üstüne bir de geleceksizlikyarınsızlık ekleyince, iyice berdûş ve serkeş olmuştu; zaaf karşısında ayârsız ârzû gösteriyorlar, kuvvet karşısında eziklenmeye OKEY diyorlardı. Ahâlîye îkâz görevini kim yapacaktı peki, kim DUR diyecekti, KİM? Doktor doktor arkadaş kalksana, lâmbaları yaksana, lezzet ve zarafet elden gidiyor, çâresine baksana. Neden susuyorsunuz, paraya taptığınız dürüstlükten uzak bu alçak hayât kör mü etti gözlerinizi? Kelimelerin uzamdaki ezginliği nakletmeye yetmediği bu cerâhâtli yurttaki sahtegerçekliklere, Parallah’a çağıran yalancı peygamberlerin gözüyaşlı vaazlarına inanmaktaki ısrarınızın kaynağı nedir? Tokuşturup durdu beyinlerinizi işte Para’nın iktidarı; akınızla sarınızı ayırdılar, kızgın tavadaki yumurta gibi piştiniz, âfiyetle yediler sonra sizi. Kendinizden geçtiğiniz baygınlıkta gözlerinizi sürmeleyen gibileştirilmiş görüntülerle esrikleştirildiğiniz bu efsûnlu rüyânın afyonunu neden patlatmıyorsunuz? Sizler bu kadar akılsız ve manyak bir topluluk musunuz? Eğitilip uysal köleler olabilmeniz için binbir acıyı 143 çekmenize göz yumduktan sonra üstüne bir de sadâkat bekleyen ebedî ırz düşmanınız Devlet Baba’dan hâlâ dingin bir düzen talep ederken yaşadığınız böcek hayâtını adına cemiyet denen o bok çukurunda biraz daha sürdürebilmek için açmaz noktalarına çok yakın yerlerde inanılmaz riskli hareketler yapmaya nasıl tenezzül edebiliyorsunuz? Böyle bir ahvâl ve şerâit içindeki bu memlekette hâlâ nasıl yaşıyor, toprağı nasıl çiğniyor, suyu nasıl içiyor, havayı nasıl soluyor, seçmen kütüklerinde adlarınızı bulup sandıklara nasıl oy atabiliyor, dayanıklı tüketim mallarının taksitlerine azgın atılışlarla nasıl yanaşabiliyorsunuz? Hiç utanmıyor musunuz? Suratlarınızdaki morarmış saygıdeğer bön ifâdelerle, ezber yerli temalara tutundunuz, ileri geri sallandınız, hayâtınıza hikâye yazdınız: sorgusuzca inanabilmek için, unsurlarını kafanıza göre durmadan değiştirdiğiniz hikâyeler; menfaâtperest ve bencil hayâllerle beslenen, zıvanadan çıkmış isli anlatılar. Yüz sürdüğünüz yalıtkan mihrâbın ardındaki iğrenç hayâttan, teyel iplikleriyle tutturduğunuz bu hayâttan, ufkuna vedâ etmiş hayâtınızdan ne gibi bir âkıbet bekliyorsunuz? Gerçek hem ekmeğinizdir karnınızı doyurduğunuz, hem de hergün som altın taslardan içmek mecbûrîyetinde bulunduğunuz zehiriniz. Gerçekleri öğrenmeden yaşayamıyor, gerçeklerinize gereksinim duymadan kişisel hayâlleriyle kendine yeterek yaşayanlardan nefret ediyorsunuz; muhayyelenizin imgelerini bile tasarlayamadığınız için, bizleri, nâdîde inci parçalarını, kuyumcu gibi sabırla çalışan gerçeğin ağırişçilerini vazîfelendiriyorlar, gösteri dünyâsının gizli kahramânlarını. Birinci vazîfemiz, istikbâlde dahî, oltalarımıza takılıp ağlara düşmenizi sağlayacak şirinlikte ballı bâdemli tuzaklar hazırlamak; ikinci vazîfemiz, kapanda değil, bahçesinde hanımelleri açan müşfik bir yuvada yaşadığınıza inandırmak; üçüncü vazîfemiz ise, özgürlük, eşitlik, adâlet, yurttaşlık bilinci, Cumhûrîyet, Demokrasi, Vatan, Millet nutukları çekerek, verili hayâtlarınızın sağlamasını yapıp sizi rahatlatmaktır. Böylece kısırdöngü devâm edecek, beyniniz her geçen sâniye biraz daha çöplüğe döndürülerek yıkanacak; karafatmalardan bile aşağı yaratıklara dönüşeceksiniz. Belki biz günümüzde bile akıntıya kürek çekiyoruzdur; seslerin, renklerin, kokuların, yankıların, boyaların ötesine geçilmiştir; Araf da geçilmiştir. Alevleri harlandırıp kılköprüyü yaktınız, cehennemi hayâtın ta kendisi yaptınız; Sırat’ı her adımlayan öldü, kalanları cehennemin tabutluklarına gömdünüz. Harflerle kelimelerden tepeleme cümleler yığmak boştur, artık her nesne bomboştur; bu 144 yarınsız dünyâ yıkılacaksa bir ân evvel yıkılmalıdır. Tespitlerinin ardından giderek saldırgan, kışkırtıcı bir üslûba bürünen Kâtibiniz, bir slogan patlatmaz mı? Eyyy bu harfler için gözünü sayfalara düşürmüş okur, okuduğun yerleri kelime diyerek geçme; her birinin altında bin türlü sızı, tarîfsiz sıkıntı ve kanatılmaktan parçalanmış çocuk ve masûm bir yürek vardır; daha da eşelersen, yangını bitmiş soğuk bir kül bulursun. Slogan bitti. 145 63. NUTUK’S (HAYÂTIN YAPILDIĞI MADDE) Mağarama çekilmişim on metrekarede yaşıyorum, önümdeki camdan akıp giden hayâtı gözlemliyorum. O beni göremez ama ben onları görüyorum. Pencereden seyrederim, ne yaparım ki odamda? Ya çorbamı veyâ esrârımı veyâ da makarnamı pişiriyorum. İşte bizim hayâtımıza dumanın perdesinden bakıyorum. Ben hiç kimseyim. İnceden ve derinden gözlemler içindeyim. Benim bu cümlelerimi alıp kitap yapabilirler. Bir cümleyle özetlemişim: zamanın törpüsüdür volta. Yetinmeyi bilen insanım tamam mı? Ulan bana ne mutluluktan? Hayât tıp fakültesini kaç sefer bitirmişim. Deniz gibi kurnazlık yapmasınlar. Şans topunu Allah çevirmiyor ki, Allah’ın çok işi var. Ne korkacağım Allah’tan? Benim anladığım şekildeki Allah çarpmıyor beni, hatta çok çok seviyordur diyebilirim. Münâsebetlerimiz gâyet saygı sevgi çerçevesindedir Allah’la. Mesaj at bekle. Allah sana cevap mı verir? Pistanbul’a yeni geldiğim vakitlerden söylesem, tezgâhlarımı bir bir yazsam? Ha? Satar mı usta? Kameralardan kaçıyorum artık Kahramâncan, usandım. Şebeke reisi yakalandı, dediler. Haberlere de çıktık. Pistanbul üniversitesi sahtekârlık ve dolandırıcılık bölümünden mezun, çete lideri Atmaca. Böyle başlık attılar. Yaşadığımız hayâtı anlatıyorum sana. Hâlâ uyanamıyor lavuk; hâlâ neden, neden, neden? Düşündüğün gibi yaşayamazsın hemşerim, yaşadığın gibi düşünürsün. Hiç geceleri şehirde yürüyüşe çıkıyor musun? Yürümek gözün kulağın olsun. Evlerde ışıklar yanıyor değil mi? Her apartmanı bir kibrit kutusu gibi düşünebilirsin. Olay budur. Götlerinden ışık vermişler, ampüllerle aydınlatmışlar, havagazı pompalamışlar, olmuş sana ev. İçine de konu mankenleri yerleştirmişler. Her evi bir cezâevi diye düşüneceksin. Annebaba, hapishâne müdürüyle gardiyan; yavrular da mahkûm, farketmez. Burdan milletin röntgenini çekiyorum. İçlerine kapanmış hepsi kurumuş evlât. Öl diyorum hepsine öl. Ölmeden ölsünler. Her şekil yanlışlar. Bitmişler. Bu, ister istemez bu usta. Ve ben. Gözleri ufka dalarken bakan ben. Şanslarımı kullanamamışım. Gurûr evlâdım. Beğenmişliğimden kaybettim. Hepimiz kendimize âşığız. Özgür değiliz. Herkesi affetmek lâzım evlât, herkesin en az bir günâhı var. Toparlarsak herkes suçlu çıkar. Gizli kapaklı sırlar dökülse tencereler taşar. Derbederler günâhkâr değil, orospular günâhkâr değil. Esas 146 günâh işleyenler ötekiler, yaşamak suçunu işleyenler. Ulan şu rezil dünyâda nasıl arkadaş siz? Kimse kafasına sıkmıyor. Zamanımın dolduğuna inanayım, harbiden sıkarım. Karar verip tekrar gayrımeşrû da yapabilirim. Gene eski Atmaca olur, ciğerlerini sökerim. Ölmeden önce parayı son bir kere bulacağım evlât, inan buna. Dünyânın merkezi bulunduğun yerdir. Hayâta kafalarını soksunlar, kafalarını kuma sokmasınlar. Kurtlu ağaçtan ne olur ki? Duvarda bir silâh varsa çekilmeli hemşerim, çekilen silâh da patlamalı. Biz burda kelimelerle makinalı tüfek atışı yapıyoruz. Silâhı çektik yâni, baltalar elimizde. Acılara dayanamayan çöker. Kazanmak isteyen aksi olacak biraz, terse gidecek. Görünen gösterildiği gibi değil ki, gördükleriniz göründüğü gibi değil ki. Hayâtın yapıldığı madde zamandır usta. Hislerimle tecrübelerimle bulduğum hayât bu; ben burdayım ey insanoğlu, sen neredesin amına koyayım? 147 64. SEVGİLİ GÜNLÜK Polisin tuttuğu kayıtlarda, hakkında şunlar yazıyordu: Adı: Kerem Bakırcı. İşi: Yazar. Boyu: 1.78. Kilosu: 80. Sabıkası: Yok. Parmakizi, yok. Başka vukûatı, yok. Dızzıt, zıttıdd. Eski. İstanbul. Meraklı. Okumalar. Edebiyât Dergileri. Sol Hayât. Afişler. İyi bir okuyucu. Askerî Darbe. Askerî Cezâevine gidenler ve dönmeyenler. İşkence. Dağılma. Edebiyâtın yeniden dirilişi. Yeni bir yazar doğuyor. Evlilik. Ekonomik bunalım. Gazete yazılarıyla romanların yanısıra televizyonlarda programcılık. Alkol, sigara. Çocuklar. Masraf. Edebiyâtın uhrevî âhengi ile gündelik hayât arasında uzlaşmaz çelişki. Roman satışları rekor düzeyde. Para. Servet. Ün. Sıkıntı. Edebiyâtta yenilik arayışları. Aksaray. Pis. Pas. Ter. Zor. “Sevgili Günlük,” diye başladı Kerem Bakırcı, “Bugün sabâh Erzurumlu amelelerle, MetalCeket Rahmi’nin kahvesinde kahvaltı ettim. Gözlüklü hâlim ilgilerini çekmiş olmalı ki, beni, uçandaireden yeni inmiş yeşil renkli bir canlı gibi süzdüler. Gezegendeki en yeni evrimsel oyuncak, benmişim gibi. Poğaça yedik, çay içtik...’’ Metalceket Rahmi, hayâtında iki roman okumuş, isimlerini hatırlamıyormuş. Birinde, seyyar köfteekmekçi, genç ve güzel piyanist bir kıza âşık oluyormuş, âileler bu âşka karşı çıkıyormuş, falan. “Hayât başka, roman başka,’’ diye devâm etti günlüğüne, KB. Eski hayâtı şimdi ona mânâsız geliyordu. Büyük otellerin balo salonlarında tertîp edilen panellerden, İnsan Hakları Derneği’ne sanki vazîfeymiş gibi sıkıla sıkıla üye oldukları her hâllerinden belli birtakım tatlısu aydınlarından, Cihangir’in seçkin sanat sosyetesinden, Beyoğlu Cumhuriyeti’nin alkolden başını kaldıramayan yamuk özgürlükçülerinden ve bütün yarımakıllılarıyla, eline bir demet kırmızı karanfil alıp içeriğini pek de merâk etmediği politik protestolarda alkışlı eylemlere katılmaktan; kadri bilinmemiş şâirlerin dizelerindeki derinliği tartışıyormuş gibi yapan yazılar çırpıştırmaktan sıkılmıştı. Bir vakit, lüksle donanmış sâatlerin de tüketicisiydi, şöyle şiirler yazardı: “Gelenlere selâm olsun / Timsah Sokağındayım / Sanatın göbeğindeyim / Otobüste, Vapurda, Fuayedeyim / Merâk etmeyin siz beni sevgili okurlarım / Geri dönüş yok bana / Kimse gücenip darılmasın / Merkezimin Hapishânesindeyim / Yeraltı pazarındayım, isyânın kucağında / Acıların ocağındayım ne sandın dostum / Tek başımayım kırk yaşımdayım / Edebî dolaşımdayım acâyip kârdayım / Timsah 148 sokağındayım.” Hey gidi, Çırağan Oteli’nin ferâh ortamında yazılarını yazdığı, TV güzelleriyle gününü gün ettiği, elektronik ve dijital uçuşlu günler. Şimdiki hayâtıysa bambaşkaydı; ötekinden daha ahlâklı değilse de, yepyeni bir hayât. Pispatik hikâyesinin sayfaları kökten değişmişti. Dandik muhâllebicilere, köhne Aksaray otellerine, akrobatik dilbaz taklalar atan Dijeylerin osuruktan tayyâre Ef-Em kanallarına, edebiyât pazarlamacısı gözüyle bakmıyor, rûhunda da hissetmeye çalışıyordu. Çünkü dünyâ kimilerine kalsa, biri ötekini mutlaka kirletir, sözcükler bile sararır ve ağaçlar muhakkak yapraklarını döker. Derinliksiz ve sığ, koca koca bıyıklı ve tespihli adamların, kasvetli bilgi yarışmalarını ve dümbelek televizyon starlarını hayrânlıkla izlediği otellerde yatar, bitirimhânelerde konaklar; Atari salonlarına, pavyonlara takılır; geceleri de hırsla defterlerine gömülür. KB, SEVGİLİ GÜNLÜK’ünü, Canlandırıcı İstanbul Romanı gibi, hücûmkayıtla yazıyordu. KB’nin aklına gelmemişti, sözcüklerin böyle lâstik gibi eğilip bükülerek kullanılabilecekleri. Harfleri başka türlü öbekleyen ve farklı cümle fışkınları yaratan bu insanlar, sanki hayâl âleminde yaşıyormuş gibiydiler. Kapıya yakın masalarda Yeşilçam’ın eski figüranları tek bir çay içerek sabâhtan akşama kadar oturuyor, ileriki sandalyeleri okumuş yazmış birkaç Tutunamayan işgâl ediyor, arka sıralarda ise gizlice çanak oynayan Esnaf saf tutuyordu. İçtiği demli çaylar, dişlediği gevrek simitler, muhakkak bilincine nakşolacak ve eserlerine damlayacaktı. Eski tarz kıraathânelerde, garibanlarla oturmaktan zevk almaya mı başlamıştı? Bir çeşit, münzevî muamelesi görüyordu. Parklarda, sirklerde, işkembecilerde dolaşıyordu artık, tanımışlardı onu. Kimlik sormuşlardı kahvelerden birinde; “Yazarım ben’’ demişti, “gözlem yapıyorum.’’ Sivil polislerden biri pis pis bakmıştı buna, “Siktir git başka yerde yap…’’ demişti. Aksaray otellerini mesken tuttuktan sonra ise günlük yürüyüşlerine tekstil sanayiinin kâlbi Lâleli’den kafilelerle Slavca konuşarak geçen Bavul Ticaretçileri’nin arasından başlardı; Çemberlitaş’ta Osmanlı Hat Sanatı süslemeleri eşliğinde aksak ritm; Ayasofya’daki Bizans çeşmelerinden kavisli U dönüşü; Çorlulu Ali Paşa Medresesi’nde Yemen’den gelen kahve molası; Sahaflar’daki hurûfattan geçerek Beyazıt Meydanı’na varış. Ağır ve oturaklı bir havası vardır ya da bunu yaratan hayrânlarıdır; kuşatırlar Çınaraltı’nda, gönülden sohbet etmek isterler. “Sanat,” diyor KB, “artık kirlendi. Bir zamanlar, fikirleri uğruna hapislerde çürüyen yazarlarımız vardı; 149 şimdiyse pisletilmiş sanatlarla karşı karşıyayız. Alpovski Bugatti, iyi bir örnektir, yozluğun temsilcisidir; sırf aykırıymış gibi görünmek için, kitaplara, çocuk sahibi hiç kimsenin okuyamayacağı iğrençlikte satırlar döşüyor.’’ KB, yapıtının Âşk’la ilgili (en mühim) bölümlerinde uzun kararsızlıklar geçirdi. İnsanoğlunun târihi, aynı zamanda Âşk’ın târihi de değil miydi? Dillerdeki en güzel şarkılar, Âşk’ın değil miydi? Yazarsa, Âşk’a, zenginlik, ufuk, boyut mu katacaktı? Handân ile kısa ilişkisinden hareketle yarattığı dişi kahramânına, yeni duygusal donanımlar ve yazılımlar üretmeyi, yeni işletim sistemleri yüklemeyi gereksiz buldu. Erkeklerin kadınları mutfakrobotu ya da tam otomatik çamaşır makinası gibi görmelerindeki saçmalık, iyi eş, iyi anne, iyi kadın, dâimâ koşulsuz seven müşfik insan, gibi kalıpların eleştirisine gerek yoktu. Samîmî bir üslûp benimsedi. (…) Kenar mahâlle dilberlerinden Handân’nın şipşak resmi bile, fettan ve tatlı bir kızın resmini verecektir size. Mahâllesinde, ‘güzel kız’ diye bilinir. Kolay kolay ağzını bozmaz ama bir başladı mı kimse durduramaz ve inanmazsınız, küfür bir şiir olur çıkar inci gibi bembeyaz dişlerinde. Saldırgan görünüşüne karşın, içi yumuşacıktır. Görseniz seversiniz, inanın. (...) Bahâr gelmiştir, tâze âşkların mevsimidir. KB’nin eski hayât alışkanlıkları pörtler, kaynar bir gün deli kanı. Rivâyete göre, eski Türkiye 3. Güzeli sevgilisinin kapısını çalar; tak, tak, tak; şişmiş gözlerini ovuşturarak açar kapıyı kız, hızlı geceden yeni uyanmıştır. KB, kem küm eder; istemez bunu kız, defolup gitmesini söyler. Tam o ânda içerden, beline havlu sarmış bir çamyarması genç tıkmakçı, çokamaçlı tokmakçı çıkar; KB’yi tartaklar, kıçına tekmeyi yapıştırır; “Bas git beyamca,’’ diye tokatlar, dişlerinin arasından tıslayarak kızı bir ân evvel parçalamak için içeri girer. Olay, KB’nin rûhunda ve yüzünde derin izler bırakır; günlerce odasından çıkmaz ve tekrar pis Aksaray romanına gömülür. 150 65. PEDOFİLİK FOTOĞRAFÇI Eğer Apaçi, rivâyet edildiği gibi adamlarını denetlemek için ŞANTAJ FOTOĞRAFLARI çektirtseydi, bu hikâyenin Eksenkarakteri, PEDOFİLİK FOTOĞRAFÇI olurdu. Dijital makinasıyla yaz kış güneşgözlüğünü çıkarmadan dolaşan fotoğrafçı O’dur. Adamın tipi nedense Fortçu’yu andırır ya da okul önlerinde çocukları ayartmaya çalışan teşhircileri. Görüntüde devâmlı gülücükler saçan Tonton Amcadır, bulûğ çağındaki yavruların yanaklarını okşadığı ise ispatsızdır. Bu karanlık ve betimlenmesi zor tip, Polaroid’den Dijital’e bir hamlede sıçrayan bu tuhaf eşkıyâ, deklanşöre ilk düşürdüğü Akis’ten beri, çerçevelediği her kareyi saklıyordu; şüpheci, hattâ hafiften paranoyaktı. Fısıltı gazetelerine göre, kimseciklere göstermediği, tersışıkta çekilmiş fotoğraflar sâyesinde, gölgeli paralar kazanmaktaydı; bâzı çıkar amaçlı suç örgütü yöneticileri, bu resimlere dünyânın mangırını ödüyorlardı. Babanın ayakkabıları, işmakinası türü botlardı; siyahbeyaz film tadında meşin ceket, içine de lâlesoğanı desenli bisikletyaka kazaklar. Bâzen de tepeden tırnağa sapsarı civciv gibi giyiniyordu. Mahâllede yürürken her adımına bir de kelime yerleştiren bu canayakın adam, öyle itîmât telkîn etmişti ki, eksiketeklerin nâmahreminde bile kabûl görüyordu. Her kadının negatifi, O’nun çelik dolaplarında saklıydı; unuttukları her bakışın hâfızası, PEDOFİLİK FOTOĞRAFÇI’ydı. Hudûtlarda danseden bu hayât, acı tatlı olaylar dizisi değildi. Vahşî orman? Denebilir. Kurt kanûnu ya da kapanı? Hı hı, olabilir. Günâhkâr Şehir, kuşbakışı izlendiğinde, konuya uygun sürüyle fotoğraf türetilebilir. 1 NO’LU FOTO’da, “Şantaj nedir, hakikaten var mıdır?’’ sorusuna yanıt aranacaktır. Yumurta akıyla yapılır. Erkek Yurttaşı, Roş’lu birayla sarhoş ettikten sonra, çırılçıplak soyup domaltırlar, yumurtanın beyazını yüzüne bularlar; fotoğrafını da bizim güneşgözlüklü fotocu çeker. 2 NO’LU FOTO: Işığı yanlış, çerçevesi kabız bu resim, testerenin diğer yüzüne bakılmasını sağlar. Neşeli, matrak ya da katlanılabilir değildir. Penisini kesip ağzına vermişler, üstüne deklanşörü doğrultmuşlardır. 3 NO’LU FOTO: Palabıyıklı elemana etek giydirilmiştir. Köçek gibi oynatılmaktadır. Yüzündeki ifâde korkudan manâsızlaşmıştır. Ormanı andıran gür göğüs kılları, resmin odağına hamle eder gibidir. 4 NO’LU FOTO’ya RESİMALTI: 64 Mercedes’i gerivitese 151 takan Tâmirci, garaja dadanan eniklerden birini ezmiş, işte bakın fotoğrafa görüyorsunuz kan. Uyanamamış garip, uyku tatlı gelmiş, belki uykunun en tatlı yerindeymiş. Bir grup Esnaf ile İmâm arasında çıkan tartışmanın sebebi ise, ‘Köpekler için Salâ verilmesi câiz mi?’ imiş. Zâten Pedofilik Fotoğrafçı’ya göre de insan denen bezdirici mahlûk, akılalmaz derecede iğrençtir, her tür iğrenme sonra gelir; kâtiller gece uyumaz, kurşun karanlıkta da yolalır. 152 66. HİKÂYEYE AYIBOĞAN GİRER İri cüssesinden taşan kıllı göğsüyle ürkü salan Ayıboğan’ın gövdesiyle beyni zıttı; aklı kıttı: bezelye tânesi kadar küçük, papatya kadar saf bir beyin. Bâzen birbirine rastlar ya hani insan, sanki senelerdir karşılaşmayı bekliyorlarmış gibidir. Ayıboğan Değirmenci ile Ayperi Sûzî’nin yakınlığı işte bu temelde şekillendi. Ayıboğan denen, açlıktan rûhu dışına taşık, yolu kesik eleman, tanır tanımaz, Ayperi’nin gönüllü korumalığını üstlendi. Gomez Deliyürek ile Ayıboğan Değirmenci’nin hikâyelerinin başlangıcına, gençlik devirlerine de bakmak gerek. Kader ikisini yıllar içinde hep yakın koordinatlarda buluşturmuş, görüştürmüştü. Yaşıttılar; hemen kaynaşmışlardı. Ayıboğan kabagücü, Gomez ise kurnazlığı temsîl ediyordu; Ayıboğan, iş bitirendi, Gomez, erkete. Otomobil patlatıyorlardı: fâreler gibi çıt çıkarmadan en ince deliklerden kafalarını uzatarak, ototeybi, cüzdan, çanta, çiçek saksısı, T Cetveli, alışveriş torbası, arabada ne varsa işte. Cebellezî ettikleri malları Kolluk Kuvvetleri’ne ehven fiyattan sunmak zorundaydılar; Mahâlle Karakolu, sakalı az bulursa, sabaha kadar pataklamak üzere alıyor, habersiz kuş uçururlarsa kafalarının kopacağı tehdîdiyle, kazıalanındaki buluntulara geri gönderiyordu. Tırsak kerizlerden cebrî gaspettikleri papeller, Tarlabaşı’nda, Taksim-Tâlimhâne’de, bâzen de İstiklâl’deki âlemlerde krallar gibi yaşamalarına yetiyordu ya da onlara öyle geliyordu. Ne bulurlarsa içerlerdi: Hap, Esrâr, Deligonca; icâbında Asit, icâbında Sarıbomba; ilâveten Roş, Akineton, Zanaks, Köpekkokaini, Kodeinli Öksürükşurubu, kırk tane yutulduğunda kafa yapan Bağırsak Hapları... ortamda ne denk gelirse. Çoğunluğun zebâni gibi korktuğu İğneye, Damlalığa, Kaşığa geçmeye, câhil cüretine rağmen onlar bile cesâret edemediler. Beyazzehiri cıgaralığa serpeleyip içerlerdi ara sıra, o kadar; tadımlık. Kopuk âlemlerin seherinde, ceplerindeki son mangırla sabâhçı kahvelerine de damlarlar, fırından yeni çıkmış sıcak ekmekle zeytin, peynir, fıstıklı salam eşliğinde, demli çayları su bardağıyla içerlerdi. İşte bu kahvaltılar, mâzînin şâhâne ânlarından biriydi: geçmişin ayakizlerini gösteren tanrısal işâretler gibi hâtıralarla geçen, o yamuk, fakat enfes hayât. Çünkü gençtiler, çünkü kanları deli deli akıyordu, çünkü ne işleseler hoştu, e hayât da zâten boştu; obaaaaaa. Katıksız kuruekmek yemekten, vitaminsizlikten canı kemiklerinden 153 fırlayan Gomez’e nazaran, Ayıboğan bir öküz gibi yemek yerdi ve bir at kadar güçlüydü. Ayıboğan, masadaki yiyeceklere kurt gibi saldırırken, Gomez genellikle sırıtarak olayı izliyordu; derken bir gün, cebinden yeşil bir elma çıkardı, Ayıboğan’a verdi; dünyânın en tatlı katığıydı sulu, tatlı, yeşil elma. Sarhoşluktan artakalan bu esrime saatlerinde, kırk yıllık canyoldaşları gibi kâlplerini serip dertleşirlerdi. Günün daha doğmadığı sabâhçı kahvelerindeki tahta masalarda gayrımeşrûnun tortuları uyuklamaktadır: gecenin işçileri, kumarda ütülmüşler, gaspedilmişler, merhametli suratıyla sıcaklık sunan yaşlı Ocakçıdan çay dilenen birkaç sefil mahlûk... Ak ya da kara hayâtlarında, o belgetirici muğlâk gelecek için terütâze ümitler besledikleri çağlardı. Racon kesemeseler de küçük çapta hırtlıklar üretmekten zevk alacak kadar çocuklardı daha; mekânlarda ellerini etekleyen, eteklerini öpen, suratlarına yaltaklanan, arkalarından yalanan tiplere gülerek şu cümleleri kuruyorlardı: “Biz olsak olsak çocuklarımızın Babası olabiliriz, Babalık da neymiş?” Gomez ile Ayıboğan’ın işledikleri suçlar her seferinde kısa sürüyor, dâimâ hayâl ettikleri PARA, uzaklara kaçıyordu. Paçayı kaptırıyorlardı ya da kafaları aşırı iyi olduğundan eşgüdümü yitirip tepesinde ışıkların yanıp söndüğü Ekip Otosu’yla gezintiye çıkarılıyorlardı. Gomez, bu arada, hayât nedir, nasıl yaşanır, dünyâya niye geldik, mutluluk var mı, nerede ve varsa neden bizden uzakta, evlenmek için âşk mı lâzım yoksa mantık evliliği daha mı iyi, gibi soruların cevâplarını bulmaya da uğraştı; pastanelerde Keşkül yediği gecekondu güllerinin memelerini ellemenin hâricindeki vakitlerde, yol yöntem, usûl erkân, edep âdâp da kapmaya çalışıyordu. Âlemde de boş durmuyor, kendi çapında zıplangaç hareketler çekiyordu. Bir ara düzgün iş tutmaya niyet eden Gomez, kumar kuran muammâ insanlardan birinin yönlendirmesiyle, Pangaltı’daki bir Travesti Kerhânesi’nde kapıcılığa başladı. Plânlamada nambırvan olduğuna inanıyordu; kapıyı kütük gibi beklemekten usanınca, cesâret hapıyla yüklendiği bir gün Ayıboğan’ı da örgütleyerek, dört badigardı etkisiz hâle getirdi, direk Patroniçe’nin karşısına dikildi, dedi: “Artık kapıcınız değilim, haracımı isterim.’’ Kafası o kadar güzeldi ki, Karakol bile basabilirdi. Patroniçe, mekândan beslenen gözükanlı tipler ilkyardıma geldiğinde, bu gerizekâlıların icâbına bakılacağını biliyordu; vakit kazanmak için tatlıdil döktü; lâkin Gomez şımarmıştı: “Benim ulan buraların kralı.’’ Bu eylem, sonları oldu. Ekipler Âmiri bizzat yatırdı ikisini 154 de falakaya; yer misin yemez misin; ver Allah ver, ver Allah ver. Dandik amatör çete de böylece dağıldı. Gene Memûrlar bunlara acıdılar da, fezlekeyi, hâneye tecâvüzle gasptan değil, hırsızlıktan düzenlediler. Ayıboğan, birkaç ayla yırttı; çıkınca işi ciddiye bindirdi, içerde tanıştığı Özel Harekât’tan türlü suçlar yüzünden atılan polislerle takılmaya başladı. Gomez ise, 6 ay sonra çıktığında baktı ki, memlekette devirler değişmiş, kabakuvvetle iş bitirenlerin yerini organize çek senet tahsilât çeteleri almış veyâ da kredikartı dolandırıcılığı ve evrak sahtekârlığı en büyük gayrımeşrû olmuş. Paslı rûhu tabîî ki uslanmadı. Hatice Abla’nın, “Güzelce kötekleyin,’’ diye ricâcı olduğu komşu Keko’lar, gene zıplamaya niyetlenen Gomez’i, esrâr üflediği kömürlükte eşşek sudan gelinceye kadar dövdüler. İlkokul âşkı Yâsemin de zaten Bankacı’ya varmıştı; zâten hiç para yoktu, zâten hiç ümit de yoktu. Ayıboğan’a gelince... henüz varlığını Ayperi’nin varlığına armağan etmemişti... hayât denen kumarda genellikle kaybetti ya da güzelliği, beyazteni, duru mavi gözleri ve sevişme tekniğiyle insanın iflâhını kesen bir Nataşa’ya tutulup son nefesini verdi; mal, mülk, karakter, kişilik, hiç biri kalmayınca, serseri mayın gibi yaşamaya başladı, atak batak ömrünün ne zaman patlayacağı belli değildi. Ne önemi var ki hikâyesinin? Evreni suçmuş işte adamın, gıdâsını suçla almış, görgüsünü suçla artırmış; yanlış arkadaşlara takılmış ya da kendisi bizzat yanlışmış, hayâtı böyle kaymış. Olabilir. Suç İmparatorluğu’nun karanlık yüreğinde bir tür sahte hüviyyetle yaşayarak O da kendine göre bir nâm yapmış. Bâzı suçlular erken yaşlanır, bâzıları doğarkenden yaşlıdır, bâzıları da her dem genç kalır. Kimi cezâ tiryâkîleri iki yılda çöker, kimileriyse damaltından çıktıklarında mahrûm bırakıldıkları hâzlara daha hayvanîleşmiş tutkularla saldırırlar. Özlemlerini, isteklerini, öfkelerini, lânetlerini karınlarında biriktirmişlerdir; nasıl yeniden doğacakları, dünyâya hangi yolla fırlayacakları belli değildir. En az sıradan insanlar kadar suçsuz, en fazla onlar kadar suçludurlar. Cezânın kebîr defterlerine göre o kadar çok suç işlemişlerdir ki, yazılsa sayfalar bitmez. 155 67. ECE PAVYON Gomez ile Ayıboğan, bir keresinde, Ece Pavyon’un dans pistinde Travestilerle eller havaya pozisyonundayken basılmışlardı: “Haydi bütün eller havaya…’’ Tâmirci, Şoför, Konfeksiyon İşçisi, Foragazumacı, Hidrolikçi gibi mesleklere sâhip altsınıf insanlardan teşekkül eden müşteriler, mekânı kaplayan kıvrak ritim eşliğindeki kankaynatıcı olağanüstü şen ezgilerde, (Şiwan Perwer’den bangır bangır ‘Cane Cane’ çalıyordu) özlerinden geçmişlerdi. Pavyonda, târifi zor, tuhaf bir kardeşlik hâkim gibiydi. (Şiwan söylerse, herkes coşar.) Piste doluşmuş erkekler, müthiş şûh Travestilerle çılgınca tepiniyorlar, vur patlasın çal oynasın parmak şıkırdatıyorlardı. Ki, Memûrlar baskın verdiler. Işıklar çat çat çat diye yandı, müzik sustu. Travestiler sâniyesinde arka kapıdan uçarak buharlaştı, oynayanlar kabak gibi kaldı. Kardeşlik makamından çalan türkü, bir süre daha devâm etti, sonra o da kesildi. Ahlâk Masası, bağırdı: “Kimlikler beyler.’’ Yaklaşık yüz kadar erkek, spot ışıklarının altına dikilmişti. Süklüm püklümdüler. Kabâhât işlerken suçüstü yakalanmış oğlan çocuklarını andırıyorlardı. Bâzıları beceriksizce parmaklarındaki evlilik yüzüklerini ve alyansları gizlemeye çalışıyorlardı. Bâzıları ise, ellerini göbeklerinin altına kavuşturup başlarını kurbânlık koyun gibi bükmüşler, Uygulama’nın sona ermesini bekliyorlardı. Operasyonu yürüten Komiser Selâmi geğirince, gazinonun sâhibi yaltaklandı: “Bir soda almaz mıydınız âmirim?’’ Şekil şemâil itibârıyla Türkfilmlerindeki babacan aktörleri andıran Komiser’e, kimlikleri toplayan memûrlardan biri, işlem tamam mânâsında kafasını salladı. Kaşları havadaki Komiser şüpheliydi: “Hepsinin kimliklerini soktunuz mu GeBeTeye, kanûn kaçağı manûn kaçağı çıkmadı mı?’’ Memûr, hazırolda cevâp verdi: “Şüpheli davranışlar sergileyen dört kişiyi gözlem altına aldık âmirim, altı adet de asker kaçağı yakaladık.’’ Sodasını bitiren Komiser Selâmi, gene geğirdi. Mekâncı, suratına mağdûriyet ifâdesi yerleştirmişti; elleri namaz duruşunda, güce sürtünüp duruyordu: “Komserim de komserim.’’ Teksıra hâlinde dizilmiş erkek kalabalığına doğru yürüdü Komiser. İki elini kıçının üstünde bağlamıştı. Dudaklarını büzerek gitti geldi, gitti geldi; çok mühim fikirlerle meşgûlmüş gibiydi. Nedense kafayı Gomez’e taktı: “Maraba sayın gençlik. Cinsiyetiniz? Efenim?’’ Gomez, sesini çıkarmadan, suçlu suçlu yere bakıyordu. “Hangi cinstensin 156 diyorum koçum, kadın mısın erkek misin?’’ Gomez'in dili çözüldü: “Allah’a şükür erkeğiz komserim.’’ Komiser parmaklarını şaklattı: “Hah. Ben de onu diyordum işte. Ne iş yaparsın sen?’’ “Boştayım âmirim.’’ Komiser, gözlerini kalabalığa devirerek tok sesle hitâp etti: “Hepinize söylüyorum, iyi dinleyin.’’ Gomez, araya girdi: “Haftaya bi arkadaşın döviz bürosunda işe başlayacağım komiserim.’’ Bu cevâp üzerine hışımla dönen Komiser, kafasını horoz gibi uzattı, işâret parmağıyla Gomez’in göğsünü gagaladı: “Bırak şimdi işi mişi, erkek erkeği siker mi lan? Ha?’’ Gomez, başını tekrar önüne eğdi. Mekânı, sanki hiç sona ermeyecek bir sessizlik kaplamıştı, kimseden çıt çıkmıyordu. “Utanmıyor musunuz lan erkek sikmeye? Ha? Olur mu lan? Yakışır mı erkek adama? Bunlara vereceğiniz parayla karı da sikersiniz oğlum. Ha? Efenim? Duyamadım.’’ Gomez, yutkundu: “Âmirim o şekil değil, bizim bi arkadaşın aklına uyduk, eğlenelim dedi...’’ “Kes lan.’’ Âmir, cık cık cık etti, suratını buruşturdu: “Bunlar götten siktiriyor oğlum. Ha? Erkek götü sikmekten zevk mi alıyorsunuz, sevgili gençlik kitlem benim. İstesem götürürüm hepinizi merkeze, çağırırım basın mensuplarını, birinci sayfalara çıkarsınız. Akşam haberlerinde de gösterirler. Çoluğunuz çocuğunuz ne diyecek? Aaa diyecek, babamız erkek sikiyormuş. Doğal değil oğlum, doğal değil. Tabîat kanûnlarına aykırı. Erkek kadına basacak, kadın da erkeğe verecek. Doğanın kanûnu bu. Erkek erkekle, kadın da kadınla sikişirse, bu dünyânın hâli ne olur lan? Olur mu lan? Hadi onlar şeytana uymuşlar, ipne olmuşlar, götlerine bir kere yarrak değince alışmışlar, vazgeçemiyorlar. Peki ya size n’oluyor oğlum? Lan bunların hepsi saplı sultan. Kadınlığa özenmişler, olabilir, ya siz?’’ Komiser Selâmi, konuşmasına noktalı virgül koydu, mekâncının tuttuğu sigaradan derin bir nefes çekti. Mekâncı da bir Malbuş yakmıştı: “Doğrudur âmirim.’’ Komiser’in deyimiyle, gençlik kitlesi, sağdan sayacak biçimde hazırolda bekliyordu. Komiser Selâmi, sigarasını, uzatılan kültabağında ezdikten sonra gözlerini kısarak hâlâ ayakta alesta bekleyen çakı gibi erkek kalabalığına döndü: “Sizde de var mı lan kendini siktiren? Varsa söylesin, kızmayacağım. İşlem yapan da şerefsizdir.’’ Kimseden ses çıkmadı. Gene mekâncıya döndü: “Araştırmalara göre travestileri arabalarına alanların yüzde sekseni kendilerini kullandırtıyorlarmış, Hürriyet’te okudum.’’ Aportta bekleyen pavyon sâhibi, başgarson kaşgöz edince toparlandı: “Âmirim böyle olmadı, ayakta kaldınız. Yazıhâneye geçelim. Ne tür ârzûnuz 157 olursa baş göz üstüne müdürüm; siz şak diye emredin, biz tak diye yaparız.’’ Komiser Selâmi, gevrek gevrek güldü: “Hıııı, rahatla şöyle bir kardeşim. Ne sıkılıp duruyorsun yaa? Hepimiz kardeşiz.’’ Müşteriler yerlerine oturdular. Bâzıları çıkmaya yeltendi ama memûrlar soruşturma tamamlanmadan kimseyi dışarı bırakmadılar. Spot ışıklarından bir ikisi söndürüldü, inceden bir otel lobisi müziği duyuldu; ilk şoku atlatan Ece Pavyon, yavaş yavaş hareketleniyordu. Hızını alan Komiser’in söyleyecekleri daha tükenmemişti: “Şurda gördüğün kıllı bıyıklı adamlar, lâfa gelince erkekliklerine toz kondurmayanlar... En birinci erkek onlar canım. Yok canım? Anılarını yayınladı ya o travesti, neler dönüyor neler?’’ Mekâncı, başını salladı: ‘’Doğrudur.’’ Komiser devâm etti: ‘’Diyor ki kadın, artık kadın mı erkek mi ne dememiz lâzım bilmiyorum, otosuyla Elmadağ’da iş tutuyor. Gerçi sen daha iyi bilirsin.’’ “Doğrudur âmirim.’’ “Pazarlığını yapar, diyor. Tespihli ağır ağbi adamları arabaya binerken görüyorsunuz siz. İşte o travesti diyor ki, dışardaki aslan yatakta olur bir kuzu. Yaaa...’’ “Doğrudur âmirim.’’ Komiser Selâmi, sinirlendi: “Yahu doğrudur doğrudur deyip durma. Neticede sen de travestilerle haşır neşirsin, mekâncılık yapıyorsun.’’ “Doğrudur.’’ “Bırak doğruduru, herkesin günâhı kendine. Kimsenin özel hayâtına karışmıyoruz. Açmışsın pavyonu çalıştırıyorsun. Hergün kamyon kamyon avanak geliyor Pistanbul’a. Denizde kum, Pistanbul’da keriz bitmez.’’ “İsâbet buyurdunuz âmirim.’’ “Özgürlük dediler, tamam. İnsan hakları, tamam. Travestiler de insan, tamam. Ama biz böyle değildik be. Ne oldu bize?’’ “Doğrudur âmirim, eskiden daha temiz bir topluktuk, fakat 12Eylül sonrası...’’ Komiser parmaklarıyla sus işâreti yaptı: “Yerin kulağı var güzel kardeşim. Belli mi olur biri duyar, bakarsın haftaya Beytüşşebap karakoluna tâyînim çıkmış. Derindevlet var, Batıçalışma grubu var, Doğubilmemne grubu var. Bir de siz varsınız; lideriniz adada, siz burada. Pistiklâl’i harâca bağlamışsınız. Yalan mı? Hangi taşın altını kaldırsan Kürt çıkıyor kardeşim.’’ “Doğrudur âmirim. Fakat bizim Kürtler de Pistanbul’da bozulmuşlar. Şehirde zamanla kaypaklaşılıyor…’’ 158 68. KÂMİL BEY VE CANSEL İLE GOMEZ Ahlâk Masası çekilince mekân yeniden eski harâretini arayıp bulmak ister gibi zonklamaya başladı. Sahneye, Kâmil Bey ve Cansel ile Gomez girdi. Haftada üç kere Ece Pavyon’u ziyâret eden dâimî müşteri Kâmil Bey, alkolden, sıcaktan ve şehvetten buram buram terlemişti. Yüzünden saflık, temizlik, nûr veyâ salaklık akan bu adam, keldi. Gözleri kıpkırmızıydı, gözaltları mor soğan halkaları gibi torbalanmıştı. Göbeğini gizlemeye gerek görmüyordu. Son kalan bir tutam saçını dikkatle ve özenle kafaderisine yaymaya çabalardı. Ece Pavyon’da, dans pistini gören deri koltuklu masalara değil, helâya giden yoldaki loş kuytuya oturur, âşkını, Cansel’i beklerdi. Uçarı gönlünü, şukar çavo Manti’lerle ya da kesesi şişik Balamoz’larla eğlendiren Cansel, Kâmil Bey’in yanına oturmakta hiç acele etmezdi. Beklesindi (Tövbe tövbe töpçüğüm, tövbe tutmaz götçüğüm,) ayol. Ortamın yıldız kraliçesi O değil miydi? Hayrânlarının yoğun ilgisinden bunalmalıydı ki, katıksız âşkını sunmak için kükürtlü kaplıca buharı gibi yanan Beyfendi’nin masasına gitsin. Kâmil Bey ise, lezzetli eti için avlanan nazlı Çil yavruları gibi seke seke çaydan geçen âşkı Cansel’i sayıklamaktan vazgeçmezdi: “Seviyorum seni Cansel, o kadar çok seviyorum ki, kadın veyâ erkek olman farketmiyor. Hem sendeki nâz, işve, edâ, hangi kadında var birâder?’’ Kalçalarını yandançarklı vapurlar gibi döndürmeyi de ihmâl etmeden uzunsaplı pullupayetli elçantasını şıkkıdı şıkkıdı sallayarak gelen Cansel’i beklerken, Kâmil Bey ilk 35’liği devirmiştir bile. Şuûrsuz şuûrsuz oflayıp puflayan Cansel, bacak üstüne bacak atar, gözlerini döndüre döndüre sigarasını üflerdi. Aslında onu ne doktorlar ne mühendisler istemiş de O Kâmil Bey’e kadınlığını lûtfen sunuyormuş gibi, öyle bir bakış savururdu ki zavallı adama… bir de, bujisini ya da rulmanını ellemek isteyince, off: “Kadın olmak beş sene ayol.’’ Kâmil Bey, diller döker, sırnaşır, şahsiyetinin yerlerde süründürülmesine izin verir, ardarda içkiler ısmarlardı; ara sıra kolye, yüzük, küpe gibi hediyeler de getiren, Pistanbul’un bu meçhûl insanı, hiçbir vakit yaranamazdı: Cansel’in yüzündeki sıkıntılı ifâde kaybolmazdı; kâh Laço’ları, kâh Baro’ları keser, her seferinde bir ân evvel naşlayıp geceyi daha kârlı hâle getirmenin yollarını arardı. Kâmil Bey, o baskın gecesinde de, Cansel’ciğini canında can cana hissedebilmek için, ensesine eğilip öldüren câzibenin kokusuna 159 burnunu uzatmıştı; bu koku onu sanki gökün öte âlemlerine fırlatıyordu. Cansel, kaynaklı saçlarını savurarak başını pistte oynayanlara çevirdi. Helâdan dönen, sinsi tipli bir Laço’yla kesişti, kaş göz alıktılar. Cansel, kalkmadan önce Kâmil Bey’in kulağına fısıldadı: “Hemen dönücem kocacım, uslu uslu bekle beni, tamam mı âşkımâşkım?’’ Kâmil Bey, hık mık etti ama o gürültüde sesini duyuramadı, yüzü iyice kızarmıştı; garsona el etti, yeni bir ufak rakı daha geldi. Bu sefer de garson kulağına fısıldadı: “Abeme diyeyim bu kız sana yaramaz. Kusura bakma yanlış da anlama. Seviyorsun inanıyorum. Fakat çok havalıdır, ben bu kızın rûhunu biliyorum. Vallahi insanın damarlarındaki kanının son damlasına kadar çeker, o kadardır. Bak Ahû vardır sana yazılıyor. Cansel’e verdiklerinin gramını versen sana kul köle olur abeme diyeyim. Sen de erkeksin ben de erkeğim, ama bunlar kahpedir ha. Daha ne diyeyim sana güzel abem? Sen bana bir sakal at, direk Ahû’yu alıp getireyim. Sen beni tatmin et, sana en kralını ayârlayayım.’’ Kâmil Bey’i hıçkırık tutmuştu, tıknefesler gibi hırlıyordu; iyi havayla kötü hava ciğerlerinde yer değiştiremiyordu; kesik kesik konuştu: “Ben Cansel’i istiyorum aslanım. Dört dükkânım var. Yedekparça konusunda bir numarayım. Hesâbını yaptım, bir ayda bu kıza tam üçbin dolar yedirmişim. Anamı sikecek, biliyorum; ocağımı dağıtacak, biliyorum. Belki de doğru söylüyorsun. Ama şimdi sarhoşum. Sana inanmak istemiyorum canım kardeşim. Sen de iyi bir insansın, sen de güzel bir kardeşimizsin. Kafayı taktım Cansel’e bir kere, hedefim Cansel; dört dükkânı batırsam da gam yemem. Dünyâ bir yana, Cansel bir yana. Hadi şimdi git bana bir rakı daha getir. Cansel’i de getir. Uğrunda bütün dünyâyı yakarım, âşığım ona…’’ Sakalını kapan garson, sekiz masa ötede bizim Deliyürek Gomez’in kucağında kikirdeyen Cansel’i iknâ etmeye gitti. O günkü avla cüzdanı şişmiş Gomez, Cansel’in ilgisinden memnûndu. Kızların en güzelini kapmıştı. Cansel, o gece Penolope Cruz tadında hırçın bir tâzeyi oynuyordu; balıketli minietek, fileli siyah çorap, ful makyaj, kıpkırmızı dolgun dudaklar ve süper bir özgüven. Nasıl olsa biriyle koli kesecekti, gözüne Gomez’i ve cüzdanını kestirmişti. Pazarlıkta 200 dolara anlaştılar, komple şekoş. Acaba daha fazla mani sızdırabilecek miydi; artı, kim kimi sikecekti? Gecenin soruları bunlardı. Cansel, şimdiden sallanan Deliyürek’i biraz daha içirmenin hesâbını yaptı, gülen şen sevdâlıların kahkahalarından birini attı ve ‘Kocacım’ dediği bütün erkeklere baktığı gibi Gomez’e de ıslak ıslak baktı: “Bekle âşkım. 160 Ay çok fenâ dağıtırsın sen beni âşkım yaa.” Gomez, efelendi: “Hem de ne biçim; öperim, yalarım, koyarım, dalarım. Böyle bir erkek görmedim diyeceksin. Bende darbeli matkap var güzelim, bütün deliklerini delerim. Ben bir kadını sevdim mi, gözüm gibi bakar, ilâh gibi taparım; ama bir yanlışını görmeyeyim, bir bidon benzin döker, çatır çatır yakarım.” Bu şarkısözlerini soğukkanlılıkla dinleyen Cansel, “Ay inanmıyorum dermişim âşkımâşkım,” dedi ve kıvırta kıvırta, kadehlere gömülerek âşkını bekleyen yedekparçacının yanına döndü; viski ısmarlattı; keyfi yerindeydi. Kâmil Bey, sordu: “Gidelim mi âşkım ve âşkım?” Cansel, saçlarını savurdu: “Bu gece olmaz tatlım; aybaşım var, dermişim.” Adam ısrâr etmek istedi, yüzü gözü yüksekdoz alkolden iyice kaymıştı: “Nolurkh, gidelimk...” Cansel, sinirlenmiş gibi yaptı: “Aaaa, teklif var ısrâr yok âşkımâşkım, bu gece olmaz dedim, kanamam var, ahah hahah aha aha...” Rakı şişesinde balığa dönmüş, kan ter içindeki Kâmil Bey’i ve yıkıntılar içindeki rûhunu, yağlı bir üstüpü parçası gibi bırakıveren Cansel, iki üç masa daha dolaşıp tutuzköfte yaparak içki ısmarlattığı yılışık tiplerden ayrıldıktan sonra, Gomez’in yanına kuruldu; pantolonun üstünden direk çadırını avuçladı: “Oooohhh, Allahıma şükürler olsun, ay çok büyük bu...’’ Saat üç olmuştu. Gomez, “Daha fazla dayanamıyorum,” diye dişlerini gıcırdattı. Cansel, yanaklarından makas aldı ve “Takside bekle, geliyorum,” dedi. Bu gâyet sıradan karakterler, Yabanorman’ın çığlık çığlığa gecesinin tam ortasından geçtiler... gaddar zâlimler, korkak erketeciler, ucuz fâhişeler, pis gammazlar, solgun ışıklı pavyonlar, pörsümüş kamışlar, yanıp sönen sokak lâmbaları, gayrımeşrûnun hiç dinmeyen sessiz uğultusu... hepsini, sarıcanavar hızında vınnn geçtiler. Pavyona bağlı çalışan, puşlavat Taksici de mutlu edildikten sonra inildi. Cansel, Kurtuluş’ta, 3+1, kombili+asansörlü bir home-office’de yaşıyor ve çalışıyordu. Çavuş’u artık zaptedemeyen Gomez, daha asansördeyken Cansel’in kalçalarını avuçladı. Cansel, fısıldadı: “Bekle âşkım, sabret biraz, hayâtının sevişmesini yaşatacağım sana.” Her saâdet iki kişiliktir, üçe bölününce kimseye fayda etmez. Cansel ile Gomez’in tiktok aşkı, bir porsiyon vanilya kokulu ıspanaklı kadayıfa benziyordu. Gomez’in, sevecek birine ihtiyâcı vardı, acaba kimi sevseydi? Gözler, kirpiğe yalvarırdı; gözünü dünyâya açtığı günden beri didindiği hayât merdiveninin basamaklarında hoyratça ırgalanmıştı. Hiçbir zaman, ne düşündüğünü, ne hissettiğini, ne umut ettiğini hiç kimse sormamıştı. Şimdi resmini 161 göreceğiniz azılı gangsterin röntgenine lütfen dikkatle bakınız: artçı âşk (Organımı ağzına alır mısın?), öncü sperm (Organını yalayayım yavrum senin,), binbir çeşit âşk oyunu (Diriltilecek erkeklik), şehvet dilinin büyülü sözcükleri (Azdırılacak O) ve açılsın cüzdan (Parayı görelim). Cansel, yatakodasında ılık müzik eşliğinde mükemmel oynadığı kadınlıkta, azgın kancıkdişi rolünde muhteşemdi. Lâkin, goygoyun sırası değildi, vizitesini önden alıp asal ilgisini cüzdana yöneltmeliydi. Sakso uzmanı Cansel, fermuarı çözüp işe girişmeden önce, yatağın başucundaki sehpâda sereserpe uzanan evvelden hazırlanmış üçlüyü Gomez’e uzattı: “Yak.” Madiden Manti, sırıttı: “Hay hay, memnûniyetle.” Ateşledi. Cansel, tabîî ki malın hasını içiyordu: “Çak bir asker selâmı çak, geliyor komutan geliyor, aslanım benim hadi: Bacaaaa komza…” Prezervatifsiz sevişmek, Cansel’in prensiplerine aykırıydı. Gomez dedi: “Yaa bırak şunu...” Azgınca yaladığı diri sopaya, siklik elbisesini giydiren Cansel, “Mecbûri şekoş...” dedi. Gomez’in organının boyu, vasatın azıcık üzerindeydi. Ayolcuk, güvercin taklalara geçmeden iki duman daha asıldı. Gomez, memelerini emerken, Cansel’in çükü hafiften kımıldamaya başladı. Bülbülatör’ünü ağzınıza alırsanız Güğümler’i dikleşiyordu, İkizler’i emerseniz Matrakuka’sı dikiliyordu; ağdalanmış kaymak gibi kestânesini yalamaya başladığınızda ise şehvetten bütün vücûdu elektrik verilmiş gibi titriyordu. Mankenlere taş çıkartacak, cümle avratları hasetten çatlatacak kadar bakımlı Cansel kızımız, tapılacak ârzû imgesinin nesneleşmiş hâlini derinden yaşarken, kâlpleri de hop hop hoplatıyordu. Cansel, tıpkı kadın gibiydi ya da bâzı kadınlar tıpkı Cansel gibiydi; alışveriş tanrısının moda reyonundaki bölümlerinden birinde de, zulalarında maketbıçakları taşıyan Travestiler temsîl ediliyordu. Alttakımları pusatlı, savatlı, gümüş işlemeli Cansel’i görenin canı hemen sarılarak yatmak ister gibi oluyordu; erkeklerin otuzbir çekerken hayâllerini süsleyen kızlar gibiydi tıpkı. Başını hafifçe geriye attı, damaklarına çarptırdığı dumanı esrârlı bir ifâdeyle saldı, buğulu şûh yatakodası sesiyle, Düdükmakarnası’nın kulağındaki kana girdi: “Siksene kocacım beni, sok artık...” Gomez, iyice sersemlemiş, aptallaşmıştı; sâbitleşmiş donuk gözlerle, attırıktan az önceki o ânda, Cansel’e sert darbelerle girerken, Ece Pavyon’dan bu eve, bu yatağa nasıl ışınlandığını kesinlikle hatırlamıyordu. Gomez, Cansel’in kâsesine ucu kıvrık kama gibi saplandı, keskin çelik gibi etine kaydı; dipleri araştırdı, yan duvarlara toslattı; geri çekti, tekrar ileri itti; dipledi. Cansel, 162 Gomez’in balyasından bir tomar para daha çekti ve “Dön,” dedi, “şimdi de ben sana zımbalayacağım.” Cansel’in beli, Gomez’in kalçalarındaki gamzelerde patladığında, ikisi de mutluluk kahkahalarından öleyazarak, derin bir uykunun kollarına yuvarlandılar. Travestilerin, Tarlabaşı ve Taksimbultak dolaylarından çığırdıkları türkülerin hâlâ duyulduğu şehre hâkim şafakta, delikan bir parlamentmâvisi dalgalanıyordu; mevsim bahardı. 163 69. NUTUK’S (ESRÂR BİR SIRDIR) Dermânı çektim, perdeyi kaldırdım, kendimi ateşe attım. Dalgalanıp durulmakta dîvâne gönül. Tedirgin olma balık gibi, hür yaşa su gibi. Ayâr etmesin seni hayât. Mâdem ölüm olmayan yer yok, netsek neylesek boş. Olay bu kadar saçmaysa, çılgınlar gibi niye koşuyorsun kardeşim? Her mevzûyu çözmüşsen hayâta da hükmetmen lâzım, bu sâatten sonra kabloların yerini değiştiremezsin. Ölen ölür, kalan sağlar kimsenin değil. Dünyâ yavşak, insanlar da orospu çocuğu; kimse masûm değil. Yerlisi, yabancısı, alayı rûh hastası. Bitme olayı her kesimi sarmış. Usta? Mutluluk şu ân yok, sâdece tüketim. Gözlerinin içi gülen tek bir insan göremiyorum. Rûhunuzu şeytana mı sattınız lan şebekler? Bunlar şimdiki dökümler, işlemeyen dişleyebilir mi bir kere? Herkes konanlık peşinde, teksasları tommiksleri unutuyorlar. Nasıl ciyaklıyorlar? Yankı vâdîsi hesâbı. Hepsi aklının kölesi olmuş, kimse elinin efendisi değil. Beyinleri, boşaltılmış köyler gibi: yakmışlar, yıkmışlar, vîrân eylemişler. Niye diyorum okulları yakmıyorsun? Yaksana elini. Yapsana bir hareket. Acı. İçimizden top mermisi geçmiş gibi. Barut yutmuş gibi bakıyor gözlerimiz. Acı. Acı bu işte Kahramâncan. Biz sürüklenen nâçiz kullarız hesapta. Felek gelmiş bir tekme koymuş, gelen vurmuş giden vurmuş. Fakirlerin derin bir nefreti vardır. Fakirin bir seferde ölmeye hakkı yok, fakirler hergün ölür. Kaderi baştan yanlış yazılmış. Fakir doğmuş, kafadan kaybetmiş. Nedir toplumda fakir adam? Yaşamaktan daha mühim iş yok aslanım. Bak bana, çalışmıyorum. Serserîlik özgürlüğümü kullanıyorum. Özgürkız benim aslında yâni. İçiyorsam zararım kendime, aklımı kaybetmedim ki. Bulmaca gibiyim, soldan sağa eski Mısır’da bir Tanrı, yukardan aşağı müzikte bir nota: Atmaca. Bütün bildiklerini aynı ânda hatırladığın için bilmediklerini de biliyormuşsun gibi gelir, esrâr esasında budur. Milleti haplamış olabilirler usta. Aynadaki gözlerine çok iyi bak ve de ki sûretine: ey benim yavşak yüzüm, anasını eşşek tepmiş gülyüzlü cemâlim, yemediğin halt kaldı mı lan? İnsan devamlı mâğlup olur mu lan? O aynadan bu aynaya hayâlindeki dünyâyı yaşa. Yokluktan yokluğa giden bir mâcerâdır hayât, bir yangının külünü yeniden yakar geçersin evlât. Doğmakla ölmek aynı; ölüme koşmak lâzım, ölümden kaçmak lâzım değil. Bir gün gelir, zaman koşmaya başlar. İşte o gün yarrağa yan bastığını idrak edersin. Baksana 164 dersin, yaşlandık, durmadan ölümden bahis açıyoruz. Ya öbür dünyâ gerçekten de varsa diyor musun, cehennemde cayır cayır yanmaktan korkuyor musun? O hâlde genç öl cesedin yakışıklı olsun. İlk nefes, son nefes; bütün hayât tek nefes. Esrâr içen adam, felsefeyi bitirir. Esrâr bir sırdır. Muhabbetin demidir esrâr, yüreklerin pasını siler, akla cilâ çeker ama gün yirmidört sâat içilmez. Biz ehlikeyfiz, içiciyiz, keşiz, müptelâyız, üflentiyiz. Adâbına uygun içiyoruz. Eski ustalar, esrârı şöyle içerlerdi: gözüm yok, sağ bacağımı kaybettim, kafam dizlerimin üstünde... iki duman çekerlerdi, yeterdi. Kimi de esrâr manyağı olmuştur. Bu müptezel esrârkeşlerin sonu evlâdım, kendinden tüten dumanları çeke çeke kâlp krizini beklemektir. Dün gece esrâr üfleyip ne acâyip îcâtlar keşfetmiştin değil mi? Şu ân hatırlıyor musun? Bir sürü kıvılcım çakar ama tek bir ateş yakamazsın esrârla. Esrâr içerken kaybedersin veyâ da kaybedenler esrâr içer. Kurt dumanlı havayı sever, bu torbacı milleti de adam değil, sırf paranoya. Bekle soğusun, soğutmadan içme. Soğut beni, mest edeyim seni. Kim demiş bunu? Esrâr demiş. Çiğnemeden yutamazsın kardeş. Sen daha o vaziyetlerdesin. Şaka yapma kâlbim oynar, âşkına perîşânım kız alçak. Sırıtma. Gözler kâlbin aynasıdır; siyah, mâvi, yeşil olsun; âşkı inkâr eden gözler. Ayperi’yi mi görüyorsun nereye baksan hâlâ, geberiyor musun âşkından? Karılar kaybetmiş adam sevmez usta, kadından âşk istersen yıkılırsın. Bir kadının aklından tam olarak neler geçirdiğini aslâ bilemezsin. Her kadın bir gün gidecektir, bunu unutma. Sulak yerlerde arayacaksın karıyı; gübresini vereceksin, çapasını yapacaksın. Oyuncak gibi oynayacaksın, âşk bunalımlarına girmeyeceksin; çok seviyorsan biblo yap vitrine koy. Onun bir akort teli vardır, ayârını bulacaksın. Tenini kokladığında kadının orgazm olması lâzım. Sen kadının beyincik soğanında bir noktasın. Ne sen onun ilk erkeğisin, ne o senin ilk kadının; bir ihtimâl son olabilirsin. Esrârın dahi erkeği kafa yapmaz, dişisini içeceksin. Erkeği ağaca benzetelim. Kadının iyisi de dalgalı deniz gibi olur zâten; dişilik kâînattaki en mûteber nesnedir birâder. 165 70. BEŞİNCİ AZ SONRA Sonlarına yaklaştığımız hikâyemizde artık slogan atmayacağımızı bildirip meselenizin çözümlemelerine devâm ediyoruz. Uyruklar için özgür uzaylar var sanılıyordu, yokmuş; Şey’leşmiş kültür endüstrisi, hâkimiyetini pekiştirip ömürleri kündeye getirmiş: kuyrukluyalan gibi mükemmel tekniklerle devâmlı asalak parazitler üreten, beslenme kaynaklarını bile tanımlayıp sınırlayan, gangster bir endüstri; teşhîr etme sapkınlığını doyurabilmek için zemînsizliği kutsayan bir kültür; haplar, borsalar, diskotekler ve suları akmam diyen kurumuş içdenizler. Kim soyutlayabilir ki kendini bu somut gerçeklerden, nâçîzâne Kâtibiniz mi? Başımızdan aşağı kaynar metal selleri gibi dökülüp duran Ergimiş Şimdiki Zaman’ın gerçekleriyle başetmek kolay mı sanıyorsunuz sevgili okuyucular? Geleceğin önemi kalmadı, bugünün pispasına mahpus Şimdi’de, hemen, bir ân evvel, çabuk acele, istiyor işte insanlar. Gerçeğin şeytansı mühendisleri, bir sonraki ânı beklemeye tahammülü olmayanlara, şimdiki gerçekleri anlatıyorlar durmadan: basit, kaba saba ifâdelerle, nobran ve nâdân dillerde; ucuz şekerlemelerle kandırdıkları şartlanmış insan grupları, burnundaki halkadan nasıl kurtulacağını bilemiyor. Sefil eğlence zihniyetini bütün bir cemiyete aşılayan kurnazlar, halkın artık realitilerden, gerçek hayât hikâyelerinden, yapmasarışın kenar mahâlle dilberlerinin silikonla ünlenmişlerinden, paparazzilerden, naklen yayınlanan giyotinli infâzlı savaşlardan, gerçeğin karekökünü sonsuzca yineleyen şabalak haber bültenlerinden ve maymuna benzeyen sunuculardan gına getirdiğini farkedip Yüce Yenigerçek Çıtası’nı yükseltiyorlar. Yapılacak dağlar kadar iş var: yepyeni imge takımları (gıcır gıcır formalarla) yaratılacak, sâfi cam ya da çelikten yapılar (ferâha ermek için) inşâ edilecek; eli kalem tutan edebiyâtçılar, (ajanımsı istihbârattrak) hayâller pazarlayacak; sürükleyici kötü karakterlerin eylemleri, hep en çok izlenen sâatte boy gösterecek. Derken cıngıl bittiğinde farkedilecek ki, bir parçacık tâze ot için akşama kadar deretepe güdülen uygar mağara adamlarının yakın târihine daldırılmış, yemyeşil engin çayırlarda gezintiye çıkarılmışsınız. Fakat yayın, anakumanda masasından aralıksızca sürdürülecek: Eski ile Yeni, Dün ile Bugün, Doğu ile Batı sentezleri yapılarak, varlığınızı armağan ettiğiniz gençliğinize (tok karnına günde üç defâ) acısız (itâatkâr) 166 ömürü oyalama tabletleri sunulacak. İşte o vakit, gerçekten delirmek gerekecek, Az Sonra’ları delirenler nakledebilecek: karanlık, ıstıraplı gecenin, leylânın zamanında, işte o vakitte… Siberuzam’da mazot tadında dolaşıp duran içi boşaltılmış bir gündelik hayâtın hikâyesini hangi târihçiler, kalemşörler, efsâneciler, dengbejler, çokbilmişler kaleme alacak peki? Kimin araçları buna yetecek? Kâtip’inki mi? Sınır mınır tanımayıp azın diyor size (O), narları parçalamanın zevkine varın, rüyâyı yaşamanın lezzetini tadın. Yeter artık. Yetmez mi? Bitmedi mi? İşçisi köylüsü, okuru yazarı, genci yaşlısı, hammalı kompradoruyla herkes, cânîce su aldığı için hızla batmakta olan bir geminin sefil fârelerden müteşekkil mürettebâtı değil mi? Artık bildirimizi okumanın zamanı geldi: Algılar yoğunlaştırılıp yakınçekimler artırılmalıdır, dikkat: Piyasaya sunulan haberfilmlerinin güvenlikli ve dingin alanlarına kaçma olanağı kalmadı; çift mercekli tarayıcılardan geçerek gelen hîlelerle desteklenmiş tuhaf canlandırma görüntüleri, yükseklikleri açıkarşıaçı dengesine göre düzenlenmiş pedallı görüntüvericiler, vinçle yükselen kameraların üstün mercekleri, negatif hamfilm kutuları, mıknatıslı seskuşakları ve derinlemesine kaydırma yapabilen uyarıcı aygıtlar, taşlaşmış hayâtları bulanık resimlere dönüştürüyor; görüntüoburlukla kimse âbâd olmuyor; güçlendirilerek açındırılmış pozitif yayınlar, vasatlığı kutsayan geribeslemeleri yeşertiyor; dikkafalı izlerkitlesi eksik vâhalar, sistemiçi arkaplanlara uyanamıyor; dikkat: Günışığında sergilenen hassâs duyarlıkölçücü aygıtlar, şarkılı türkülü eğlence programlarının tam ortasından geçiyor; zemberekli motorlar çalışıyor, süzgeç tekerlekleri dönüyor, küme ışıldakları yanıyor ve stüdyodaki canlıyayın konukları sürekli panikliyorlar. Bildiri sona erdi. 167 71. ÖYKÜ TEYZE AKŞAMÜSTÜ VE AKM’NİN ÖNÜNDE BİR Kerem Bakırcı’nın şaşmaz takîpçilerinden biri de Öykü Teyze’ydi. Hayır, takma ad değildi. Sanatsever ebeveynlerinin uygun görüp nüfûsa kaydettirdikleri isim buydu. Bunca saygın bir sanat ortamında neden dolmuşçu ağzıyla ‘teyze’ sıfatının yakıştırıldığını sormalı mıydık? Çocuklara edebiyâtı sevdirmek için, uzun yıllar radyoda ve televizyonda programlar hazırlamıştı Öykü Teyze. Herhangi bir sanat disiplininde ürün vermişliğini gören, duyan yoktu; fakat O’na her yerde rastlayabilirdik: baleler, tiyatrolar, sinema festivalleri, operalar, imzâ günleri, galalar, resim sergileri… kısacası, gerçek bir sanat âşığı, sanat gönüldaşıydı Öykü Teyze. KB’nin SALI TOPLANTILARI’na kimin aracılığıyla ulaştığı ve dâimî dinleyici konumunu nasıl kaptığı bilinmiyordu. Söze pek karışmazdı, fakat dinlerken coşkusunu da gizlemezdi. Tiyatro Festivali zamanıydı. KB ile eşi Siğmin Hanım, AKM’nin önünde, arkadaşlarıyla buluşmak için beklerken, etkinliğe en zarif haliyle avdet eden Öykü Teyze ile selâmlaştılar. Deneysel oyunları mı, klasik yapıtları mı tercih, hakkında kıyasıya bir tartışmaya dalan Siğmin Hanım… her neyse. Pırıl pırıl, aydınlık, huzûrlu bir gündü ve arkadaşlarını bekliyorlardı. KB, o günkü yazılarını gündüzden hâlletmiş, akşamüstü saat 17.00’de yazıevinden çıkmış, hayâtı biraz gözlemlemiş, sindirinceye kadar içine çekerek yürüdükten sonra karıcığıyla buluşmuştu. Siğmin Hanım’ın günü, yoğun geçmişti; Netis Yayınları Roman Ödülü’nün jüri üyesi olması sebebiyle okumak zorunda kaldığı eserlerden sıkılmış, dosyaları tecimevinin sâhibi Mesih Sökmen’in suratına fırlatmıştı. Ülke Yazını O’na da tatmîn yaşatmıyordu; KB’ye şikâyet etmişti hatta: “Hiç kimse, tüyler ürperten gerçeklerden sözeden kitaplar yazmıyor artık.’’ O sırada, üç dört selpakçı çocuk çevrelerini kuşattı. Siğmin Hanım’ın içi eziliyordu çocuklara baktıkça: kokuyorlardı resmen. Bunların anababaları yok muydu? Serî bir hareketle çocukları kovaladı, kışt kışt diye. Fakat tam o sırada, önlerinde duran son model otomobilden inen iki kızı kesen KB’nin gözlerini yakalayınca, sinirden topuklarıyla yerleri dövdü. “Ne yaptığını sanıyorsun?’’ diye çıkıştı KB’ye. KB, gâyet sâkindi, hattâ pişkindi: “Güzele bakmak sevaptır, der halkımız.’’ Siğmin’in yüzü kıpkırmızı oldu: “Yanında başka güzeller varken sevap değil ama. Hiç, gözlem yapıyorum 168 numarasına yatma. Kızların kıçlarına bakmaksa eğer toplumsal gözlem, edebiyâtınız, sanatınız ve değer yargılarınız sizin olsun; her ân New York’a dönebilirim,’’ diye bağırdı. KB, gülümsedi, “Kızların kıçları değil mevzû, toplumumuzun dinmeyen abazalığı üzerine düşüncelere yönlendirdi kızlar beni.’’ “Siz yazarlar çok âdîsiniz,’’ diye haykırdı Siğmin Hanım, “şimdi bunu alır, bir de eserine koyarsın olanca utanmazlığınla…’’ Kıs kıs güldü Kerem Bakırcı, “Tabiî ki,” dedi, ama bu cümleyi eserinin neresine yerleştireceğini bilemedi. Fakat bir romancının hâfızası, açık denizlerde yolalan bir yük şilebine benzemeliydi (yükle babam yükle); ayrıntılar unutulmaz, unutturulmazdı. Beklerken, Öykü Teyze’nin eski Beyoğlu’nun nezâhetini nakil ettiği anlatısının tekrarını dinlemekten kaçınamadılar. Salı Toplantıları’nın teneffüslerinde de sanatsever genç nesille bu güzellikleri paylaşırdı Öykü Teyze, sorardı: “Nasıl, nasıl, nasıl; nasıl bu hâle geldi Beyoğlu?” Öykü Teyze, sonunda yorulur, bir müddet sustuktan sonra, “İnanın artık Beyoğlu’ndan geçmiyorum, yürüyemiyorum Beyoğlu’nda,’’ derdi. KB, aylar sonra, Alemdar Oteli’nin lobisinde FOTOMAÇ gazetesini okurken, Öykü Teyze aklına geldiğinde, kadının saftorik naifliğine gülümseyecekti. Tül, lavanta, sakızlı muhallebi ve 1 milyon nüfuslu kibar İstanbul’dan bugünlere kalan nâdîde parçalardan Öykü Teyze’nin, vahşî Devlet, gaddar Anamal ve acımasız İktidar hakkında, hiçbir fikri yoktu. Evrensel hayât artık asimetrikti ve kaotik çağcıl ritm gâyet sertti. Telâşla koşuşturan insancıkları Lobi’nin camından seyre daldı tekrardan. “Of Allahım,” dedi, “devamlı göçeder gibi hareket hâlindeki şaşkın karıncaları andıran bütün bu Türk Yurdu insanlarını kavramak ve anlamlandırmak ne kadar da zor.” Birçok DJ ve VJ, eski ustalardan bahsederlerken, BABA imgesini kullanıyorlardı. Bir de ALLAH BABA vardı, ALLAH ANNE değil. Garip bir deyimdi bu Allahbaba. Câmîler ve mezârlıklar husûsundaki gözlemlerini yazmalıydı; din ve ırk kavramlarına, kısa veciz ve postmodern bakışlarla hava basmalıydı. Meselâ Türkler, neden Şamanizm’e dönmeyi denemiyorlardı; Kış, Yaz, Yağmur, Rüzgâr, Ağaç, İnsan, Hayvan, Su, Gece-Gündüz, Ölüm, Hayat, Yer tanrıları ve en tepede Gök Tengri. Çok Tanrılı hayât, belki Tek Tanrı’dan daha iyi sonuç verirdi. Otelde notlar bulurdu; birkaç edebiyâtçı dost, meslek örgütlerinden mesajlar ve evceğizindeki karısı. Eski muhitine döndüğü enderdi. Haftada bir, karısıyla uzun ve ağdalı akşam yemekleri yiyordu. Cihângir’deki yüksek tavanlı târihî evlerden birinde bir düzen tutturmuşlardı. 169 Kitaplıklar, antika vazolar ve biblolar, yerler gemi tahtası, duvarlarda önemli ressamlardan tablolar. Siğmin Hanım, neredeyse 1 yıla yaklaşan bu durumdan hoşnutsuzdu. Gerçi kocası daha evvel de ortadan kaybolmuştu ve aylar sonra değişik kılıklardaki resimlerini gazetelerde görünce şaşırmıştı. Tombalacı, Maden İşçisi, Seyyâr Sebze Meyve Satıcısı, Doğalgaz Sayaç Memuru, Kamyon Şoförü kılıklarına giriyor, meyhânelerden, birahânelerden, fuhuşevlerinden ve atyarışçısı kuponlarından süzdüğü hayâtlardan roman yapıyordu KB; acâyip çalışkan ve inatçı bir yazardı. Derken, geniş geniş gülümseyerek, koltuğunun altında tuhaf ve kalın bir romanla, günbatımının kızılığı pâre pâre ağaçlara vururken, çıkıp eve dönüyordu. Ama sanki bu seferki başkaydı, sanki bu sefer, gözlem yapmak için yuvasından geçici ayrılan kişi yoktu da, yaşadığı insanlara dönüşen biri vardı. Siğmin Hanım, bir söyleşide, bu kaygısını eşine de açtı. S: (Meraklı) “Neler oluyor kuzum?’’ KB: (Sâkin) “Hiç.’’ S: (Hafifçe sinirlenmiştir) “Nasıl hiç?’’ KB: (Derin bir nefes alarak) “Hiç işte. Roman değil bu, bizim hayâtımız Siğminciğim, ricâ ederim susalım.” S: (Sinirli) “Benimle doğru dürüst konuş, karşında köyden gelmiş Türkfilmi köylü kızı yok.” KB: (Sıkılmış) “Basit bir mahâlle kadınının düzeyinde, vırvırla dırdır arasında bocalayan aptal bir soru soruyorsun, ne demek şimdi bu?’’ S: (Sigara yakar) “Bizi, gülünç vodvil oyuncuları gibi konuşmaya mecbûr eden yaşamsal sorunlara kafa patlatacağın yerde, benim anlayışsızlığım üzerinde debelenmen, abesle iştigâl değil mi?’’ Uzayıp giden bu konuşmalar devâm ettikçe yazarımız evine daha az uğruyordu. Kapıyı çarparak çekip çıkmadan önceki son sözleri ise, karısını daha bir bunalımlara sokuyordu: “Sanırım kitap bitinceye kadar görüşmeyeceğiz. Böylesi, hem eserim, hem de ilişkimiz açısından daha yararlı olacak.” Diyor ve garip insanların yatağı Aksaray’a atıyordu kendini. Hikâyesinde giderek benzediği bütün kahramânlar gibi, pispas hikâyelerin fay hattındaki bütün serserî kişilikler gibi, kentsel hazân mevsiminde, tek başına, göt gibi, sigarasını içiyor, elbiseleriyle yatağa uzanıp uyuyakalıyordu. 170 72. DARBUKACI Çöp tenekelerini dinlemiş; yıldızları seyretmiş, dinlemiş; derelere inmiş, çimenlerde yuvarlanmış, ağaçlara tırmanmış, dinlemiş; virânelerde gözgöze bakıştığı kedilerin sesini dinlemiş: sessizliğin bile sesini dinlemeyi öğrenmiş bir zâtmış. Cümle mahlûkatın dillerindeki sırra erince, börtü böcekle yordamınca söyleşmiş. Kuşdili’nin şifresini çözdüğünde, sırtlarına alıp bulutlarda gezdirmişler bunu. Ârzûsuna göre, kanat takarak da yol alabiliyormuş. Çöp tenekelerinden asfalta düşüyor, yağmur damlası olup tavanarasındaki oluklardan sızıyor, meçhûl vuslatlara nağme nağme yağıyor, çakıl seslerde sekiyormuş; seslerle âşikâr edilen kelâmın hâzzına varıyormuş. Yerkatına inmiş, doru küheylânla yoldaşlık edip kişnemiş; arşa çıkmış, turna kanadında serüvenlere koşmuş. Yağmuru içmiş, kara dokunmuş, suya sarılmış. Her bir nesne ne söylüyor ne konuşuyorsa dinlemiş, seslerini almış depoya atmış. Eti demir gibi kesen soğuk sabâhlardaki uykunun tatlı rehâvetini kör testereyle doğrayıp fabrikalara taşıyan vapur sirenlerini de, banliyö trenlerinin demiryol seslerini de dinlemiş. İvecen gelinlerin tere batmış koltukaltlarından damla damla inen teri, kuvvetli bileklerde dizili altın bileziklerin şıngırtısını raptetmiş; diri memelerde sallanan zincirlerin teni süpürme sesinden, burundelikleri titreyen gençkızların tıslayan hızmalarında saklı azgınlığa geçmiş. Makinalaşmışların kısadevre ârızalarındaki cızırtıyı da nakşetmiş beyinciğine, genizleri yakan erimiş kablo kokularının seslerini de işlemiş. Karagece özel mesâîsinde korkusu çökelen kör nezâret duvarı, kuruderide şaklayan yağlı kamçının sesi gibi kazınmış yüreciğine. Bir gün sâfi sese kesmiş, cümle âlem ses olup O’na ses diye görünmüş; serserî gezginlerin, deli dervişlerin, yurtsuz ve mülksüz Abdalların en büyük câsûskulağı olmuş da bilumûm sesleri tıknefes hırıltılara kadar indirgeyebilmiş. Ulûlar derlermiş ki: “İnsan bilirse ses can demektir; sesi bilmek, anlamak, insana başka bir can verir.’’ Bunu bir tamam belledikten sonra almış eline Darbukayı, çalmaya başlamış. 171 73. SESLER Radyonun ve Tabîatın seslerini dinledi Darbukacı; sıcaklığın sesi ve soğuğun sesi, kızgın tavada cozurdayan yağdaki biberin sesi, ağlangaç yağan karın sesi, aç bebenin ağız tavanına çarpan ana sütünün sesi, cayılan nesnelerin sesi; ferâha erdiren, yıkan, sevindiren, bozguna uğratan, müjdeleyen, kahreden, iç sızlatan sesler. Akasyaların, açmamış goncaların, aybaşı kokularının, buruşuk pardesülerin, sigara küllerinin, yağmur sularının, çöp bidonlarının, dönen lâstiklerin sesini duydu; fabrika dumanlarından, metro vınlamalarından, uğultusu sabaha karşı dinen şehirden, aç fârelerden, apartman boşluklarından, belediye otobüslerindeki körüklerden dinlediği sesleri beynine raptetti. Çalarsaatlerin mesâî zilinden önceki hızlı koşusunun, dervişâne esen rüzgârın, yanmaktaki tütünün, fincanlarda eriyen şekerin, lokantalarda kaynayan aşın cama vuran buğusunun da sesleri vardı. Çöplüklerin bomba gibi patlayan gümbürtüsü, ayıklayıcıların deliklerine sızıveren böceklerin bıcırtısıyla egzemalı ellerinin sızıltısı da vardı. Hüzünlü ölüler diyârından gelen mezârdan naklen yayın sesleri vardı; kulak kesilenler, mezbahalarda boğazlanan koyunların menevişli gözlerindeki sesi de duyabilirlerdi. Sessizliği dinledi Darbukacı; kimsesizliği, zenginliği, uykuyu, hayâtın duygu aralıklarını dinledi. Yeryüzü bir sesler cehennemiydi, kafayı takan delirebilirdi. Görülen görülmeyen her canlının, kuşun, ağacın, kayanın, kum tânesinin, mutlaka sesi vardı. Çünkü her nesne, bir ötekinin ölmüşü demekti; ölmeden önce çıkardığı son sesi bir öteki rûha iletiyordu. Darbukacı, kulağını günlerce yere verdi; gürültüyle dönen beton makinelerindeki çimentoyu, yapışkanbant fakına tutulan sekiz santimlik kertenkelenin ip gibi ince feryâdını, karabasan gördürten hortlakları, gemi azıya almış suçluları, hicrânlı sevdâ hikâyelerine tutulmuş âşıkları, dost gülüyle yârelenip karayere gitmişleri duymaya çalıştı. Sıcak aşa fit normâller, deli derlerdi; paçavralar içindeydi. Kokuyordu. Kartnak bağlamış derisinden, yol yol kurumuş kirler dökülüyordu. Görenler ürküp iki metre geri sıçrarlardı. Darbukacı, sevdâlandığı seslere kâlbini vakfetmişti; yaşayanların ya da ölülerin fânî seslerini duyabiliyordu; istese notalara dökebilirdi. Yeraltında soluk alan gariban bir peygamberdi, kariyer basamaklarında yer verilmeyen, kıyâmet gününe kadarki bütün sesleri duymakla cezâlandırılmış ezgin bir 172 dâhîydi (O). Bulutları, sevdâ yürümüş yüzlerdeki pembelikleri, misinaya tutunan balıkların yırtılan gırtlaklarındaki pişmanlık dolu iniltiyi, eroin iğnesinden damlayan kanın keskinmâvi ustura sesini, öğütülmüş buğdayın pişerek son nefesini verirkenki soluğunu da dinledi; sivrisinek vızıltısıyla jet uçağının sekizbin metredeki vınlamasını ayırabilecek yetenekteydi. Seslere âşkla bağlıydı, kimseciklerin vâkıf olmadığı sesaltı katmanları ayırdettikçe, engindeki bitimsizliğin sırrına eriyor, böylece de âşkı artıyordu; âşkı anlıyordu; demek âşk, kimseciklerin göremediğini görmek, bilinmeyeni bilmek, duyulmayanı duymak demekti. Darbukacı’nın hem cenneti hem cehennemi, kulağına değip duran, çokların varlığından bile bîhaber seslerden ibâretti; bu günlük hayâtın ötedünyâsındaki mütehakkim zebâni kadrosu, âdemsoyundan seçilmişti: Darbukacıyı iten, kakan, aşağılayan, çöp üreticisi yerleşiklerin sayıyla numaralanmış toplamı. Duyduğu sesleri notalara dökebileceği çalgıların mülkiyetine sâhip değildi, fakat kıvraklıkla dillendirebilirdi: bütün vurmalılar, dümteklendiğinde ses çıkaran eşyâ. Meselâ tükenmezkalem, boş tenekeyle yârenlik (omuzdaşlık, ayakdaşlık) ederdi; eşlik ederdi ve yanmış portakal kabuğu kokusuna benzeyen sesi elde ediverirdi: duyanların şaşıp kaldıkları, işitmeyenlerin tanımlatamadıkları bir ses. Darbukacı, çıplak kulakların duyabileceği sesi çıkaran herhangi bir nesneyi, can kaynatan kıvrak klarnetler gibi öttürebilirdi. Sesler, Darbukacıya, “İnsan duyarsa ses can demektir, ses demek bir dem nefes demektir,’’ derlerdi; “Ancak solukları kuvvetliler nefesleri kesilmeden dağlar aşabilir; ses insana başka bir can verir derler,’’ derlerdi. Cümle âlemin sesleri O’na duyurulur, O’nun kulağında zuhûr eder, özünü O’nda beyân ederdi. 173 74. BETİK Ezgin bir senfoniydi pispasta Darbukacı’nın vuruşları: düm tek teketek, düm teke tek. Seslerin nefesiyle dönen rüzgârın gülü. Darbukacı. İçli melodi, kırık makam, dâhî gariban. Bir gün seslere sevdâlanıp arzın merkezine doldurmuştu. Yerkatını şefkatle çiğnemektedir. Hikâyesini yorumlayanların tümü yanlıştı ya da hepsi doğruydu. Sokaklara neden düşmüştü? Fersah fersah fark atacağı kabiliyetsizler canlı şovların aranan isimleriyken, Darbukacı niye bir lokma ekmeğe muhtaç yaşıyordu? Asıl sebebi kendi de unutmuştu. Bir ara ünlülerle çalmış. “Roş’tan,’’ dediler; parmakları kütleşmiş, kulağı kötürümlemiş; kadrolardan çıkarmışlar. Dediler: “Aynı plağı döndürüyordu.’’ Kimine göre karasevdâya tutulmuş; ya sevdiği kızı vermemişler ya da kız yüz vermemiş, O da derdinden Mecnûn olmuş. Kimi der: “Taptığı karısını en yakın arkadaşıyla basınca, perîşânlığa vurmuş.’’ Kimi derdi: “Gerçekten dâhîydi, duyduğu sesler fazla geldi. Beyni yükü kaldıramayınca belleği çöktü.’’ Duymak azâptı; uyumak o kadar güç, uyanmak o kadar kolaydı; yeter ki uygar dünyânın yarattığı akıldışı ses duyulsun: ÇIT, uyanıverirdi Darbukacı. Oysa çok yatmıştı dere boylarında, köylerden çok ekmek dilenmişti; kuyu sularından kana kana içmiş, samanlıklarda saklanmıştı. Kaynaşıp duran hayvanın, nebâtın ve taşın seslerinden rahatsız değildi; hayâtının en tatlı, en sessiz uykuları bunlardı. Düşük yoğunluklu bulutlar durmadan yağmur toplar, ama bir türlü yağamazken, ezilmiş metal feryâtlar ebedî mutsuzluk sarmalı gibi beste beste ilerlerken, Darbukacı aslında ne kadar bedbahttı. Kader neden ayağını tökezletmişti? Yoksa fırsatlar gösterilmişti de istikbâlini bozukpara harcar gibi kendi mi tüketmişti? Yağmur çinko oluklu teneke damı iri damlalarla gece boyu kamçılarken yorganına sarılıyordu Darbukacı; seslerin selinde deli gibi üşüyordu. O böyle gecelerde lezzetli kış güneşiyle uyanmak için nelerini vermezdi? Ümit eder, bekler, inceden ritm tutturur, vuruşların tartımını ninniye çevirir, uyurdu. İsterdi ki gün, şerbeti bol kadayıf gibi üstüne doğsun. 174 75. TEKNİK YOK DARBUKA VAR Anatolya’dan fırlamış bir kopuktu. Pistanbul’da Kuledibi’nde çalgı imâl edilen atölyeye Çırak girdi, Kalfa çıktı. Darbuka yapar, darbuka çalar, darbuka satarlardı. Eleman, deriyi kasnaklara gerdirdikten sonra düğünlere gidecek Darbukanın sesine sarılıp yatardı; sivrisinek kanadı sesini darbukada dinlemeye tav cümle kınkanatlı haşeratla, o biçim hâzlara batıp çıkarak sesin denemesini yapardı; ‘Kafayı yedi’ diyen sığırların idrâk edemedikleri buydu. Kalfalığa geçtiğinde âleti kırlangıç gibi öttürmeye başlamıştı, kanarya gibi de şakıyordu darbuka. Dükkâna akort ayârına gelen profesyonellerden biri, nota bilmez bu sevimli piçi kadroya aldırdı. Sazlarda pavyonlarda kafası kıyakken, “Kırkından sonra şöhret olacağım,” diyordu. Program bittikten sonra, yangından çıkarılan ilk eşyâ hızıyla topuklarlar, o günkü nafakayla nevâle, yâni tatlı ve tuzlu kayıntı alırlar, birinin bekâr evine gider, sabâhaca oturur, çalar, söyler, eyleşirlerdi. Bir ara Pistanbul’da kriz başgösterdi, kaset satışları düştü, piyasa sıkıştı. Millet evinden çıkmadığı için gazinolardaki masalar dolmuyordu. Bu sigortasız gündelikçiler de Anadolu’yu mesken tuttular. O şehirden bu şehire, deryâda yitmiş ceviz kabukları gibi sürükleniyorlardı. Mersin, Iğdır, Nizip, Adana ya da Niğde. Sürekli değişen gruplardaki elemanlar, bir keresinde Antakya’nın deli goncasından bayıldılar, Darbukacı’yı Isparta Otogaraj’nda unuttular. Sıcak bir yaz günü rüyâsı gibiydi. Darbukacı banklara uzanmıştı, uyumuş; beklemekten usanan çalgıcılar da basıp gitmişler. Kervanı, ancak komşu şehirde yakalayabildi. Böyle böyle ömür tükettiler. Kasabalarda sahne aldılar, kâğıt peçetelere çiziktirilen şarkılardan paylarına düşen kadarını çaldılar. Bağlama üstâdlarına, keman virtüözlerine, ud sanatkârlarına kıyasla, itilmiş tiplerdi darbukacılar; kenardaydılar, neredeyse sahnenin dışında. Daha orkestranın göbeğinde Darbuka görülmemişti. Bu, neden böyleydi? Darbukanın enginleri yırtan sesi hayâl miydi? Darbuka neden birinci sınıf çalgı değildi? Taş, Su, Ağaç ve Gökün sesi, darbuka değil miydi? Bâzen yufka yürekli bir Assolist, ablalık eder; Ortasınıf Tüccarların, Kız Meslek Lisesi Öğretmenlerinin, hatırlı Zevâtın ucuz ârzûlarına bent çeker, Darbukacı’nın çaldıkça devleşen hacminin sahneyi kaplamasına izin verirdi. Darbukaya kapanıp cıva gibi dönenen Darbukacı, sarışın kaşara teşekkür 175 eder, başlardı ufaktan. Assolist, ilin askerî ve mülkî erkânına saygılar sunarken, Darbukacı yâriyle sevişmeye girişirdi: “Yok teknik / Var Darbuka / Ben var bir de / Yâni Ben Darbuka.’’ Düm tek teketek. Geceyarısı. Otel. Saz Heyeti odalara kaçışmıştır. Kasvet rengi duvar kâğıtlarıyla kaplı Yolpalas’ta sabâha kadar, rampa çıkan kamyonların canhıraş sayhaları duyulmaktadır. Assolist, sebepsiz ağlamaya başlar. Darbukacı der: “Ağlama abla be. Abla ağlama be. Noğolursun ağlama abla be.” Susturamaz. Kadın içli gözyaşları döker, der: “Seviyorum O’nu, O’na tapıyorum. Ocağımı yaktı, kül oldum, ayazda kaldım. Beni götüstü bıraktı. O’ndan nefret ediyorum, O’nu öldürmek istiyorum. Ama her ne olursa olsun, gene de âşığım O’na.” O, kimdir? Bunu hiçbir zaman söylemez; cıgaralığa ölüm öpücüğünü verir, sesindeki pürüzlü cızırtının sebebi alkole geçer, sızar; yığılmış kütlenin başında bir tek son sigara içen Darbukacı, sessizce yatağına dönerdi. 176 76. DOĞAÇLAMA DÜMTEKLER Lapa lapa kar yağarken bataçıka yürüyen Darbukacı’ya Yakınçekim. Şehir Duvarları’nda dev gibi kocamandı Darbukacı’nın gölgesi. Kafasında siyah balıkçı Bere. Ayaklarında zehiryeşili rengi Çizme. Elleri granit kadar nasırlı. Vücûdu terlemiş şarap kokar. Yalnız yaşar. Diyor ki: “Bir tek insan arkadaşım yok.” Çöple yaşıyormuş; cebinden devâmlı, devâmlı, devâmlı şarap şişesi sarkıyormuş. Yok, çöpten çıkanları yemezmiş; işine yarayanları satıyor, kalanını hayvancıklarına yediriyormuş. Kedilerinden ikisi donmuş. Her deliğe elini sokardı. Seherde barınağına döner, uyurdu. Çöpdağı’nda başka barınaklar da var. Geçenlerde hânesine tecâvüz etmek isteyen Balici delikanlılardan birini öldüresiye dövdü. Sabâh olacak, yolu gene çöplüklere düşecekti. Pürkulak Çöplük dinlediğini gören vatandaşlar sorardı: “Duyabiliyor musun?” Dudaklarını mühürleyen Darbukacı: “Çöpün sesini dinliyorum, sus. Çöp seslerindeki son demimdeyim, sus.” Ne topluyorsun ey gariban? “Para eden her boku topluyorum.” Günlerce tek lokma girmeyen kursağının kilitlendiği de vâkîydi. Yollar, âşklar, cinâyetler, çöp tenekelerine dalan Ayıklayıcı’nındı; gecenin zifirinden sonra leylâya uyanan gözler O’nundu. İşdünyâsı tepişmelerinde aparkat yiyen sağ yanak da onundu. Kış geçmek bilmezdi, şans bâzen gülerdi, Hazîran uzaktı. Darbukacı, cimri kış boyunca ılık merhameti arar dururdu. Ümit artırıcı bahâr binbir kokuyla sökün ettiğinde, Darbukacı da zindeleşir, köpekleriyle güreşirdi. Hava daha da ısınırsa, Sarayburnu sâhilindeki kayalıklara serilmeye, Karadeniz’den Ege’ye akan Uluslararası Gemi Trafiğini seyretmeye giderdi. En büyük zevki ayaklarını suya sallandırıp Yarımekmek Cızbızköfte’nin üstüne bol şekerli demli çayını da içtikten sonra evvelden hazır ettiği teklisini tellendirmek, ufukla gökyüzünün kesiştiği noktaya bakarak hayâllere dalmaktı. Kayalıklar, dalgalar, balıklardaki oltalar, öpüşenler, boğulanlar... ta ki güneş yeryüzünü biraz da hüzünle terkedene kadar; ta ki gölgeler solana, çiçekler uykuya dalana, kötü sâatte inen gulyabânîler buharlaşana kadar. Fenâlığın öyle çeşidini görmüştü ki, artık ne şâhit, ne kurbân, ne fâil, ne mahpus… olmak… istemiyordu. Darbukacı, sessizce ölmek istiyordu. Darbukalar dümteklenecekse eğer, asûde, gamsız, kılçıksız bir tevekkülle beklediği ölüm hoş gelsin, sefâlar getirsin. Seslerin beynini 177 sikmediği diyârlara gitse? Mükemmel demlenmiş bir son dümtek patlatsa? Olgun, zarif yürüyüşlü, hoş kokulu, alttan gelen, içe işleyen, cesûr bakışlı, gökün bütün mâvisini kaplayan ibrişim yorganmış gibi bir dümtek olacak mıydı bakalım? Gelecek nesiller, bu alaylı dâhîye, ansiklopedilere alınmayan bu istidâda uyanacaklar mıydı? O, bunu bilemedi. Doğrudur; sevdâlandığı sesler hem varetti, hem de aynı sesler daha yaşarken öldürdü onu. (ÇÖPLÜKTE CİNÂYET) 178 77. ÇÖPLÜKTE CİNÂYET Kâğıt Toplayıcısı D.H.A’nın (Erkek-Beyaz-48) ülkesi, E-6’ya bağlanan viyadüklerin yeraltısındaydı; demir talaşı, deterjanlı su ve lâğım ırmakları akardı bu yurtta: BELÂLI ÇÖPLER... kullanılmış yağlar, artık boyalar, vernik, cilâ, aküler, piller... zemherî soğuğu gibi... O günlerde gazeteleri sallayan ‘ÇÖPLÜKTE CİNÂYET’ haberindeki şahıs, Darbukacı’nın komşusuydu: (MEKÂNSIZ KÂTİL, MÛCİT ÇIKTI.) Sokakta yaşayan DHA, Beşiktaş’taki Deniz Müzesi’nde gördüğü Osmanlı Topları’ndan esinlenerek yarattığı silâhla 2 cinâyet işledi. DHA ifâdesinde, “Yüksek sesle tartıştılar, başımı ağrıttılar; canımı sıktılar, öldürdüm,” dedi. DHA, cinâyet ve yaralamaları ikrâr ederken, kanı insanı donduracak kadar soğuk akıyor gibiydi. “Kâğıt toplamak için gezerken, toplar ilgimi çekti. Nasıl çalıştıklarını öğrenmiştim.” Köprüaltı’ndaki alkollü sözleşmeyi ÇÖPSİLÂH’la yırtıvermişti: havada BUMBUM. Köprüüstü’nde egsoz bumbum, aşağıda katıçöple sıvıatık uranyumu bumbum. “Alkollüyken arkadaşla kavga ettik, öldürdüm. Diğerini sırtından vurdum.” Taammüden cinâyet sanığı DHA, diğer cürümünü yine arkadaş çevresinden ayıklayacaktı. Üçüncü kurban ise, kürek kemiğinden vurulduğu hâlde yaralı kurtulan bir KÖYLÜ’ydü; yazları Anakent çöpünü ayıklayıp kışları sedirinde (tezek ve bulgur eşliğinde) çubuğunu tüttürenlerden; kuyruğunu kıstırıp köyüne vınlamıştı. “Birine daha sıktım da, namluya az demir koymuşum ki yaralı kurtuldu.” Cinâyetlerin ne tür bir silâhla işlendiğini tespit edemeyen Adlî Tıp Kurumu’nun otopsi raporuna göre, cesetlerden, otomobil sübabı, pil, demir parçaları ve ince ince doğranmış 16’lık inşâat çivileri çıkmıştı. DHA, çöpte bulduğu bükük demir bir boruyu namlu niyetine kullanmış, plastikleri eriterek kabza icâdetmeyi başarmıştı. Boruya barut ve irili ufaklı metaltalaşı döküyor, kıçına açtığı delikten Zippo’yla ateşliyordu. Patlamayla beraber ziyân derecede ısınan namluyu ise HAVUÇ’la soğutuyordu. DHA’nın silâhı, ateşlendiğinde kesinlikle Yokediciydi. 179 78. MEZÂRLIK Zulümkâr ölükentlerin mezârlıklarına attılar bir gün Darbukacı’yı, servilerin dibine fırlattılar. Sessizlikte böcekler cikirdedi, balarıları vanıladı; tâze yeşil bir otçuk, ayılmaya çalışan Darbukacı’ya ılık sonbahar havasının böğründen selâm verdi. Sinirle homurdanan çöp kamyonuna tıktıkları körler, dilenciler, serserîler, berdûşlar ve yaşayan ölü oldukları varsayılan diğerleriyle birlikte Darbukacı’yı da şehrin en büyük mezârlığına çöp diye dökmüşlerdi. Gözkapaklarını açtı, öksürdü, kesif balgam tükürdü; sırtını yaslandığı ağaca vererek dinelmeye çalıştı, beceremedi. Giysileri hâlâ yaştı, kamyondan indirip itfâiye hortumuyla hepsini sulamışlardı; haykırışlardan, inlemelerden, figânlardan sürünerek kaçmaya çalışırken, ölüsünü bekleyen yeni kazılmış ikiye iki çukurda bulmuştu özünü. Yarı baygın yattı. Gözlerini açtığında alacakaranlıktı. Kulağını sinin duvarlarına dayadı, dinledi: Falakadan önceki kaba dayakta son soluğunu vermiş kapkaççının jopla çatlatılan kafatasının tok kırılma sesi hâlâ geliyordu; töre cinâyetine kurban giden yeni gömülmüş tâze gençkızın cesedini kemirerek midelerine indiren kurtçukların geğirtilerini duydu; yangın yerinde arkadaşına sokulan tinerci çocuğun yanan saçlarının çıtırtısı beyninin tam içinde patladı; koşuşturup duran karıncalar, attıkları her adımda toprağı yerinden sarsan filler kadar gürültü çıkarıyorlardı. Uyanmamış lâğım şehirdeki canların seslerine kulak kabarttı. Kaynayan suyun minesinde haşlanan yumurtadaki rüşeym civcivin rafadan sesi, asfaltta patinajlı tiz sıyırtmayla yolalan otomobil jantıyla öpüştü. Tuhaf, çok tuhaf arkadaş (diye elini dizine vurdu); yedi iklim dört cihân, secdesini sese karşı kılar gibi, nedir bu arkadaş (dedi ve iki elini hayretle birbirine çarptırdı); dağ taş sese durmuş, her çalı öpüş gibi olmuş… Cemiyet seslerindeki cümle belâlar, kaskatı havada asılı elektrik yorgunu bulutlar gibi mezâr toprağına değerken, Darbukacı’nın karnından aksırık tıksırıkla öksürük nöbeti döküldü. Kuvvetlenen rüzgâr, bu ırak mahâlden geçen tüpgaz kamyonetinin hoparlöründeki reklâm şarkısını da taşıdı kulaklarına. Kaynaşıp duruyordu hem yerin altı hem de üstü. Kabirden çıkmaya çabaladı. Tırmanamayacağı kadar dikti, her denemesinde ıhlayarak yere yığıldı. Kan ter içinde kalmıştı; yoruldu, duruldu, mezarın köşesine büzüldü, seheri bekledi. Belki ölmüşlerinin canı için fâtiha okumaya gelecek biri hâline acır da 180 çeker alırdı vücûdunu mezardan. Dişlerindeki takırdamayı ninni niyetine dinleye dinleye uyudu. Lap diye yanına düşen ağır bir kütlenin sıcak soluğuyla uyandı. İrice bir dörtayaklıydı bu, bir köpek: baktı bir köpek gibi tertemiz, ıslak ve yumuşak; nefesinin buğusunu Darbukacı’nın eprimiş pantolonuna, düğmeleri sökülmüş baklava desenli örgü yeleğine saldı, uzun uzun kokladı; burun delikleri şefkatle kösnüyerek açılıp kapanırken koca kafasını zaptedemiyordu. Darbukacı, elinin ayasıyla, temâsına cevap bekleyen varlığın yelelerini, ağır ağır, hakkını vere vere okşadı; dudaklarıyla öptü, burnuyla kokladı. Yüzyüze durdukları mezarda ilk kez gülümsedi, köpeğin havhavlarını yansılayarak üstüne atıldı; iki eliyle sağrısından tutarak tüylerini karıştırdı, sarsaladı. Hayvanî coşkunun zembereğinden boşalırkenki zevk hırıltısını andıran kısık, tiz ve yabanî sesler çıkaran köpekçik, artık güvendi, omurgasıyla kıçını yeni sahibine dayayarak kıvrıldı. Birken iki, ikiyken bir oldular, birbirlerini ısıtarak yattılar. Darbukacı, şafak sökerken gerinerek uyandı, hayvan da; sıkışan sidik torbasındakilerle toprağı suladı, köpek de. Darbukacı, mezarın dibinden ümitsizce gökyüzüne baktı; tazyikli suyla dayak yediği için bütün kemikleri sızım sızım sızlamaktaydı. Mâşûkunun çâresizliğini anlayan dirençli hayvan, toprak duvara kafasını yaslayarak çıkış yolunu gösterdi: Ayağıyla tüylü sırttan destek alarak, ezelden ebede sarhoş gövdesini yeryüzüne fırlattı Darbukacı; ardından köpek de. Mezarlıkta in cin top oynuyordu. Darbukacı, şenlenen tabîatın karmakarışık seslerine kulağını gömdü: bir eşşekarısı, pikeler eşliğinde tek kişilik muhteşem bir solo çekerek konsere başladı; filize durmuş serviler, koro hâlinde parçaya girdiler; rüzgâr altyapıyı döşedi, Darbukacı da bu armoniye melodik elbise giydirerek aksak bir ritim tutturdu: düm tek teketek düm teke tek. 181 79. ZIPTARALELLİ HA HA HA Ah tek dal cıgara olsaydı, ah olsaydı? Ama yok. Darbukacı, yekindi fakat doğrulamadı. Toprakta sürünerek ilerledi, hayvan da berâber. Uzaklardaki şehrin ufkunda sinsice yükselen güneşin fışkınlarını gönderdiği yoldan geçen Azrâil, Darbukacıyı şöyle bir titretti. Adamımız ürperdi. Asfalta yaklaştıkça şehrin çok, karmakarışık, gürültülü, karabasanlara sürükleyen seslerini gene duydu: vınnnn, ğorğorğor, aiiiia, uuuuuğğu, zıptaralelli ha ha ha. Kafasına çekiçli darbeler ineceğini bile bile çöplüğüne dönecek, orada, hercümerç içinde kaynayan cumbuldak canlar şehrinde, yaşayacaktı gene de; çoklukta delirmekten, kaybolmaktan başka çâresi yoktu. Hayvancağız ayrılmamıştı yanından; durdu, baktı; “Gelme,” dedi yoldaşına, “burada kal, orada seni taşlarlar.” Sarıldılar, son defâ koklaşıp vedâlaştılar. Gün minâre boyu yükselenece el salladığı arabalardan hiçbiri durmadı. Sonunda hâlden anlar bir taksicinin hayrına, pestili çıkmış gövdesiyle Taksim Meydanı’na düştü. Bir grup kör, yardım maksadıyla kurdukları ses teşkilâtına bağlanmışlardı, gelip geçenler OMO kutusuna bozuk para atıyorlardı: “Bilsen uzaklarda kimler ağlıyor / Gelemem sevdiğim felek koymuyor / Gurbet eller bana bir mesken oldu / Gelemem bir tânem kader bağlıyor / Huzûrum kalmadı fâni dünyâda / Yapıştı canıma bir kara sevdâ”. Cadde her zamanki gibi vıcır vıcır Vadaaa kaynıyordu; bonus kartların vörd puanları, bankamatik tiltlerinde vücût buluyordu. Hem sakınarak yürüyordu bu uzak düştüğü âhir zaman kitlesinden, hem tanıdık birilerine rastlamak ümîdiyle bakınıyordu. Kikir kikir, fıkır fıkır, şıkır şıkır gülüşerek geçen kızlı erkekli topluluktaki oğlanlardan biri lâf attı: ‘‘Baba işi çözmüş, mevzûyu sürünmeye dökmüş.’’ Zıp zıp zıplayan, hop hop hoplayan, gözleri cam bilya gibi büyüyüp parlaklaşmış gürûhun dikkati, ânında başka nesnelere çevrildi. Halep Pasajı’nın köşesinde sahtekâr abartıyla iki avucunu açarak sinyalde dikilen Darbukacı, kâğıtpara kurtarmayı başardı; titremese biraz daha duracaktı ama içi üşüyordu. İngiliz Konsolosluğu’nun sokağına saptı, eski Adlîye Binâsı’nın yanından Tepebaşı’na yürüdü; hep eski mekânlarıydı buralar, konakladığı oteller, öptüğü kızlar, attığı kahkahalar… Tünel’den Gâlipdede Caddesi’ne saptı, Mevlevîhâne’nin önünden ilerledi, Şahkulu Camiîsini geçti, mâzîde ara sıra muhabbet ettiği Muammer’i gördü. Muammer, dükkânın önüne bir kürsü atmış, esrârengiz bir 182 peygamber gibi oturuyordu. Darbukacının selâmını aldı, sigara tuttu; sessizce içtiler, Galata Kulesi’ne akan turistleri seyrettiler. Muammer, yandaki bakkaldan ekmek, eski kaşar, siyah zeytin, haşlanmış yumurta, turşu, helva, Maltepe aldı, girdiler. Kaşe, pirinç levha ve pantograf yapılan üç katlı daracık bir taş binâydı. Sünger serilmiş divan da bulunan üst katta, Darbukacı sofradakileri silip süpürürken, Muammer arap kâğıdını yapıştırmış, cıgaralık kıvırıyordu. Önce çaylarını, ardından esrârlarını içtiler. İşkembesini dolduran Darbukacı, Muammer’e, düşmeden önceki yaşamından kesitler anlattıktan sonra, bir daha ne zaman eline geçireceğini bilmediği bu birinci sınıf hiltonda, onaltı sâat sürecek derin uykuya daldı. 183 80. ÇÖKÜNTÜ BÖLGELERİNİN TÜRKÜSÜ Feleğin sillesini yemiş hangi vurgun civan çığırmazdı ki Darbukacı’nın türküsünü? Hangi Allahı şaşmış isyânkâr ozan, o bozlak tavırla koçaklamalar döşemezdi ki? Sözlü târihin zahmetli yollarında okullu çocuklar gibi koşulabilseydi, dilenirken ya da çöp toplarken beşikdilini arayan varlığın o sızılı mânîsi, o bilmeceli şiiri, ne biçim bir destân hâlinde metropol tepelerini tutardı. Âşkla, sesle ve rûhla, kâînata dolup boşaldığı ilkgençliğinin türkülerinde, âlemi de kendi gibi bildi de, pürneşe kahkahalarla, topraklarda ve halılarda, yuvarlandı da yuvarlandı, güldü de güldü. Zâlimler, sonra tekmelediler hâlbuki Darbukacı’yı, iteklediler, suratına tükürdüler; parasız kaldığında tek dilim ekmek vermediler. Dedi ki adamımız, feryâdını dağa taşa haykırırken: “Dünyâda candan başka kıymet, kaybedecek servet, var’mola?” “Var,” derdi cevâben, darbukadaki kasnak: “Var, adı da Yâr.’’ ‘‘Âh Yâr, âh hayâtın birtânesi, nartânesi, nûrtânesi,” diye kapanıyordu darbukaya Darbukacı. Kahredip özünü alkolle boğması da bu sıralardır. Tarlabaşı Karakol’un arkasındaki Çukur Mahâllesi’nde birbuçuk odalı evi vardı, kirâyı ödemeyince attılar. Sağda solda sürttü, esrâra verdi rûhunu; keşlere, bitirimlere, âlemcilik taslayan sahtekârlara dümtekledi de, aç karnını doyurdular. Hiçbir yeri, ocağı, vatanı, yurt tutamadan gideceklerin soyundandı; çokluktaki yalnızlıktı onun türküsü. Sokak köşeleri devri böyle başladı. Bankamatik’leri ilk keşfeden adamdır, diğer Otelmatik’ler, Darbukacı’dan ilhâm almışlardır. Buzdolabı kartonlarından uykutulumu yatak ürettiği biliniyordu; sözün kısası, düştü. Bir gün bir bakmışlar, Darbukacı, Cadde’de, sanki duru bir gölde yüzer gibi kulaç atarak, kaldırım taşlarına yapıştırdığı vücûdunu sürükleyerek, yere pençe ata ata ilerliyor; bir yandan da onuncu yıl nutkunu veriyor biriken ahâliye; ne dediğini nakledemiyorlar, sözleri pek anlaşılmıyormuş, sinirliymiş, küfrediyormuş; “Para verin,” diye bağırıyormuş; bir de şey cümlesi: “Ben süperim.” Bir vakit duyuldu ki, Darbukacı, Ayıklayıcılığa terfî etmiş. Karnını doyuracak kadar çöp topluyormuş. Yüzde 30 hızla yokuşları çıkıyor, yüzde 60 hızla düz yollarda yürüyormuş. Kilo fiyatının azlığından şikâyetçiymiş. “Bir sene oldu başlayalı, seneye bırakırım,” diyormuş. Durmadan ha babam de babam kenti adımlayan Darbukacı, üç dört sâatin sonunda tükenirdi. Bâzı günler iyice tâkatten kesilirdi, beş kilo 184 çöp bile toplayamazdı. Dehlizlere, yangın yerlerine, virân bağlara, yıkıntılara, icâbında polisin bile giremediği karanlık mahâllelerin ürkütücü arka sokaklarına da dalabilirdi; yollar, âşklar, cinâyetler, hepsi onundu. Geceyi gören gözler onundu, sabâhı gören gözler de onundu; geceyle gündüz karışırken zâlim tokatları yiyen sağ yanak da onundu; ya görünmeyenleri gören gözler kimindi? Yüklerin ağırlığı altında eziliyordu Darbukacı, taşıyamıyordu tüketici âilelerin ıvır zıvırdan müteşekkil boşçöp yükünü. Direncini yitirmiş korunaksız vücûdu, salgın bir mikrobu buyur ediverince, hastalanıp açlığa iyice mahkûm kalırdı. Günlerce tek lokma yemiyordu bâzen, kursağından tek kaşık sıcak çorbanın geçmediği haftalarda, aç karnına akan lıkır lıkır çeşmesuyu, midesinden gelen gurultuları bastıramazdı ki. Gücü kuvveti yerinde ayıklayıcıların alınlarından şakır şakır ter damlıyordu, çöp toplamayı meslek edinen azimlilerdi bunlar; sistematik mühendisvâri tavırlarla, uygarlık atığı zenginlikten yeni zenginlikler yaratmaya çabalarlardı; bâzıları birer dükkân açarlardı, Sarıyer’de, Tozkoparan’da, Kozyatağı’nda ya da KartalYakacık’ta. Kaçak Afrikalı işçileri çalıştırırlardı; şimdikizaman köleleri, dükkânın bir köşesinde yatıp kalkarken piknik tüple tencerede pişirir, kapağında yerlerdi. Ne yerlerdi? Bâzen yemezlerdi. Çöptenekesi mekânlardaki gariplikler ve garip maddeler, diğer Ayıklayıcılar gibi, Darbukacıyı da şaşırtmıyordu. Karabibere bulanmış hıyar dolu kokmuş Dia poşetlerini, ölü sıçanların tıkıldığı Pizzahut kutularını, çöpahâliden atık insan malzemelerini, Adidas ayakkabı kutularındaki zengin çöpüntülerini, yanısıra kâğıt-karton-naylon-plastik de, bikinileri, paçalı donları, naylon külotlu çorapları, ceketleri, hırkaları, keman tellerini, yoğurt kaplarını, tıraş bıçaklarını ve bütün hurda erkek küsûrâtlarını, dayanıklı ev âletleri kolilerini de topluyordu. Aman Allahım, bir çöplük felâketin ta kendisi demekti. Gittiği yolları geri geri adımlayarak dönerken, gecelerden bir gece meselâ, dört el silâh sesi esrârengiz karanlığı yardı. Sessizlik. Beşinci el atıldı. Uğursuz sessizlik. Ardından uğultu. Psikopat haykırması. Papiklenmiş suçlu namzetinin yitip giden yâvesi. Tekinsiz sessizlik. Ekip otolarının tedirgin edici amortisman tıslamasının yaylanan sesi. Canavar düdüğü. Artan gürültüler. Ardından gene gece, kopkoyu karanlıktaki gece. Sona kalmış bütün gececilerin resmîgeçidi. Şehrin hurdaları evlerine dönüyordu. Gangaster artıkları ve dilenciler, mengenelerde ezildikleri hurdahaş günle gecenin sonundaki sabâhta, ev 185 dedikleri kulübelerin yolunu tutuyorlardı. Atık öğüten kamyonlar tarafından kepekli una dönüştürülmemek için vargüçleriyle, sığınacakları fâredeliklerine ulaşmaya çalışıyorlardı. Yağlı çaputlarla, eski gazetelerle örttükleri pencerelerinden giren fecî soğuk, insanın iliklerine işliyor, kanını donduruyordu. Karla kaplı semtlerden, sıkış tepiş dükkânlardan, çamurlu dar sokaklardan, unutulmuş mahâllelerden geçerek mezbeleliklerine dönen bu bîçâreler, güçsüzü dâra çeken şu zâlim dünyâyı, herhâlde hiçbir zaman affetmeyeceklerdi. Pis, grî, alçak karakterli yağmurlar dâima yağıyor, yağıyordu. Ezilen tenekelerin gökgürültüsüne benzeyen sesleri, geceyarıları sokak diplerinde biriken siyah bir korku gibi, sanki gökyüzünde böcekler geziyormuş gibi, Darbukacı’nın beyninde dörtnala koşan atlarmış gibi, koşuyor da koşuyordu. Hey çöküntü bölgelerinin türküsü, hey Darbukacı arkadaş; bütün gece boyunca çocukluğuna koş, vur Darbukanın türküsünü. 186 81-) NUTUK’S (TAKSİM) Taksim parkı bir zamanlar bizim tapulu malımız sayılırdı. Taksim bizim için düşman toprağı değildi aslanım, yaşamasını bilen bütün insanlar Taksim’deydi. Diğer normâl insanlar da, tamam, tırsarlardı biraz ama gece hayâtı deyince yetmişiki çeşit millet Taksim’deydi. Derbederi, atılmışı, itilmişi, bütün kovgun insanlar da burdaydı. Herkes yaşayacak iki metrekare yer buluyordu, bir çorbasını çıkarıyordu. Ne zaman ki Tarlabaşı Bulvarını açtılar, binâları talan ettiler, işte o vakit Beyoğlu’yla dünyânın arasına hudût çektiler. Ne zaman büyük para girdi Cadde’ye, Cadde koptu. İstiklâl pahalı bir yer artık, kafalarına uymayanları temizleyecekler. Meydan kısmına git, sırf turist göreceksin. Bizim gibi insanları dekor diye kullanıyorlar turistlere, bakın bunlar da var hesâbı. Parasız vatandaş Taksim’e giremeyecek hemşerim, yeni kanûn bu. Taksim’deki Tatlıpara akımı nereden gelmiş? Sorarım. Ki esrârkeşler sorar. Bizans sokaklarında maratonlar, hırsla patinaj yapan arabalar, baldır bacak karılar. Hangi filmde oynuyorsun, orospu çocuğu? Tarlabaşı’na 100 metre yürüse, zâten her şekil gasp edecekler. Verdiği resmin adamı değil ki bunlar, zoru görünce hemen, götünü yiyeyim ağbi ayağı. Bütün mallarına mülklerine veyâ karılarına kızlarına el koyabilirsin. Baylar tiril tiril, kıyâfetler marka hesâbı, bayanlar şıkır şıkır, mis gibi. Kulüpten çıkıyorlar şafak vakti, barakamdan aynen kesiyorum. Sinemalar Taksim’in aynasında; ayna, tiyatronun en birinci hayâtı, bakarsan sûretini görürsün. Ben hudûttayım, solum Tarlabaşı, sağım Beyoğlu. Her iki tarafı da aynı ânda görüyorum, kim ne halt karıştırıyor biliyorum. Türkiye’nin merkezi Pistanbul, Pistanbul’un merkezi de Taksim. Çıldırmış millet, herkes Taksim’de. Ârsızı, hırsızı, nûrsuzu, uğursuzu, pezevengi, iti, kopuğu, orospusu, kahpesi, sivili, narkotiği, mekâncısı, yerlisi, yabancısı, hepsi Taksim’de, Beyoğlu’nda. Taksim’in etrâfını dikenli tellerle çevirmeleri lâzım; içerdekileri dışarı bırakmayacak, dışardakileri de içeri almayacak. Taksim saâtli bomba diyorum veyâ da akıl hastanesi. Taksim’de durmadan bombalar patlayacak, bütün bombalar Taksim’de patlayacak. Taksim, ajanların yolgeçen hanı. Taksim’i kırsal bölge gibi düşün. Gerilla var, korucu var, derindevlet var. Gerilla taktiği uygulayan her grup Taksim’i havaya uçurabilir. Şehir gangaster dolu. Saldırmaya hazır kalabalıklar Taksim’e akıyor. Sıkışmış bir enerji 187 var. Uzatmaları oynuyoruz. Bu ülkenin hayâtı sona erdi. Burda toplum yok, burda herkes çakal. Şehir olmuş barut fıçısı. Bu giden karatren, son tren. Kapıldık bahtımızın rüzgârına, dön baba dönüyoruz bu akşam Pistanbul’un bütün meyhânelerinde. Halk aç, nefesi kokuyor, yakında fâre kebabı yemeye başlarlar. Beyler, hırsıza boçludur. İsyân etmeyi düşünen yok. Halk uyanık, herkes indirirken ben de götürebilir miyim hesâbında. Sindirmişler halkı, kazığa oturtturulacağının farkında, anladın? Kır bir yandan yavrum, Allah çalışanı sever, çarşaf zâten hazır tosunum, yapıştırdım bile. Deli diyorlar, desinler. Bu şartlar altında, yağma bekliyorum, yağma istiyorum. Hâlâ salak gibi Taksim’den elleri boş dönüyorlar, icraât sıfır. Mekânlardan mekânlara mı akacaksın veyâ da bira fıçılarında yüzecek misin, ampül. Yok Noel Baba gelecekmiş, hadi Taksim’e; yok Millî Takım gelecekmiş, hadi Taksim’e; yok şampiyon olduk, hadi Taksim’e. Ulan hazır toplanmışsın 200 bin kişi; kırsana camlarını dükkânların, indirsene kuyumcu vitrinlerini; yağmalasana Taksim’i. 188 82. SANATSEVER TÂTİL BELDELERİ Serbest partiler verdiği evinde, dönemin elit sanat kliklerini onurla ağırlayan, entelektüel sosyetenin gözbebeği Siğmin Hanım’a göre, para bir şekilde kazanılmalıydı; kimse kimseye bedâva aş vermiyordu. Yeraldığı büyük MerkezcilEv’deki aykırı tonlarıyla toplumsal vurguları sertleştiren KB, son yıllardaki kitaplarıyla satış listelerini altüst etmişti. Bir süre başarının tadını çıkardı. Hayâl pazarlayarak fethedilen korsan kalesinin sandukalarındaki ganîmetler, eşi Siğmin Hanım tarafından, akıllıca yatırımlara dönüştürüldü hemen: Bodrum’da yazlık bir ev, Tekirdağ taraflarında 10 dönümlük villa arâzisi ve fıstık gibi bir Mercedes. KB’nin, banknotların özgüveniyle iyice rahatlayan benliği, son birkaç yıldır romancılıkla birlikte yürüttüğü Gazete Yazarlığı ve TV programcılığına ara vererek kendine tâtil sundu. Hayrânlarının ilgisinden bunalmıştı, yurt sorunlarıyla didişmekten yorulmuştu, gâlibiyetlerini çekemeyen kıskanç ve hırslı edebiyâtçılardan sıkılmıştı; Bodrum’daki evine çekilmek, biraz kendini dinlemek, yazarlık serüvenini gözden geçirmek istiyordu; azıcık da kendini şımartmalıydı. Kader edeceğini etmiş, KB’yi, münzevî yaşayan muharrirden, gazetecilerle çataçat konuşan ve canlıyayınlarda arz-ı endâm eden yaman bir yazınerine dönüştürüvermişti. Yazarlığının seneler içinde katettiği süreçlere kendisi de hayret ediyordu KB; ülkenin en önemli, en büyük yazarıydı ve buna inanamıyordu. Ama hoşnut değildi varlığından, yalan hayâller satan beterböcek gibi görüyordu kendini. Siğmin Hanım’la Kerem Bey, otomobilleriyle Bodrum’daki görkemli yazlık konutlarına böyle gittiler. Siğmin Hanım’a da iyi gelecekti bu dinlence. Sanatsever dostlarla kalıcı birliktelikler oluşturdu, güzel ekin insanlarıyla söyleşme olanağı buldu. Bedensel devinimleri artırmak (yüzmek, yürüyüşler, danslar) tenini de parlaklaştırmıştı; elma elmaydı yanakları. Sıkma portakalsulu kahvaltısından önce uzun uzun yüzüyor, ardından ivecenlikle günlük işlerini tamamlarken eşine de özen göstermeyi ihmâl etmiyor, yanısıra birçok başka etkinliğe de zaman yaratıyordu: gerçekten de ideâl bir Eş’ti. Göbeklenmemek için spor yapılmalıydı, KB sık sık uyarılıyordu. Ama birçok yazar gibi KB de hareketten çok düşüncelere dalmayı, Bodrum dağlarında deretepe yürüyüp oflayıp puflamaktansa, tenteli gölgeliklerde buzlu vişnesularını yudumlayarak okuyup yazmayı 189 ya da ziyâretine gelen yayıncısı Mesih Sökmen ve diğer Cihângir Cuntası üyeleriyle dertleşip çene çalmayı tercîh ediyordu. Günler, dingin ve kayıtsızca mutluluk içinde geçmekteydi. Bir KB romanı cümlesiyle söylemek gerekirse, “İşte ne olduysa, o cehennem gibi sıcak yazda oldu.’’ Birkaç arkadaşını da çıkınına katan Siğmin Hanım, kent merkezine gelmesi için KB’ye de öneride bulunmuş, fakat reddedilince sinirlenip gitmişti. Yalnız kalan KB, biraz burnundan soluduysa da, ardarda iki sigarillo içerek sâkinleşmeyi başardı. KB’lerin konakladıkları köy, Bodrum’un 20 kilometre kadar dışındaydı. KB, biraz hava almak için, köyün dışına, ormana doğru yola çıktı. Güneş solmuştu, yeryüzü karanlığa ilerliyordu, tekinsiz gece geliyordu. Ortalığa yaprak hışırtılarıyla tembel cırcırböceklerinin korosundan yükselen garip bir ses dalgası hâkimdi; ses de denebilirdi buna, sessizlik de. KB’nin içi, nereden peydahlandığını bilemediği tuhaf bir huşûyla doldu, ürperdi, ancak yoluna devâm etti. Ardarda birçok resim gördü: daldan dala sıçrayan sarımtrak bir sincap; cırlayan çekirgeler; nefes sesi çıkaran, kıllı, surata yapıştığında ancak ameliyâtla sökülen bir zonayı andıran bir başka yaratık; tepede sallanıp duran ayın hilâl hâli; yuvacıklarına çekilmeye çalışan nârin serçeler; ta derinlerden geldiği zannını veren, orman canlılarının sesleri; ayaklar altında kırılarak çıtırdayan kupkuru dalların garip hareketleri; yumak kütlelerin bir ânlık çakımlarıyla yolu aydınlatan ve kovaladıkça kaçan ateşböcekleri. Kafasında binbir düşünce at koşturuyordu; dünyânın güzelliği, hayâtın fânîliği, Türkçe’nin kaplan kuvvetindeki âtıl kapasite gücü, ülke insanının saflığı, gelecek güzel günlerin hayâli gibi kavramlar, İpekyolu kervânları gibi gelip geçiyor, KB’yi bir yandan derin bir yeis ile ümitsizliğe ve fakat bir yandan da tomurcukları patlamamış bir goncagülün sevdâlı inâdına, inâtçılığına sevkediyordu. Şu tâtil, ne iyi gelmişti. Uhrevî bir sükûtta dinlenmeye çekilmiş gibisine sâkin köyün sokaklarından geçerken, solgun ayışığıyla hafifçe aydınlanan izbelerden birinin duvarına sırtını dayayıp çömelmiş bir köylü gördü, eşeği yanında dineliyordu. Durdu, baktı. Konuştular. Yaşlı köylü, güçkaynağı belirsiz göğün katlarından yansıyan bir nûr topu gibiydi, îtimât telkîn eden bir hâli vardı; durup dururken sebepsiz yere bütün hayâtınızı anlatmak istemek gibi bir rûh boyutuna girebilirdiniz. KB, yaşlı adamı tasvir ederken, “Tıpkı Anadolu Halk Masallarındaki Peygamber Suratlı Evliyâ Dedeler gibiydi,’’ ifâdesini kullanacaktı. Fakat ne konuştuklarını hiçbir zaman yazmadı. Sâdece, ‘‘O gece 190 yıldıztozlarından bir ışık gördüm, uzayı ve zamanı katettim, vardım yeni bir menzîle eriştim,’’ demekle yetinecekti. Yaşlı köylüyle vedâlaştıktan sonra sahildeki balıkçı lokântalarından birine oturdu. Balığını beklerken, garsonlar, ünlü yazarın eserinde rol kapabilmek için çevresinde fırıl fırıl dönüyorlardı. Yalnız başına eve döndü. O gece doğru dürüst uyuyamadı. Yaşlı köylü amca, yaşadığı hayâtın ikiyüzlü sahtekârlığını bir şamar gibi suratına aşketmiş, hakikati anlatma ihtirâsını yeniden alevlendirmişti. Dünyâ ne garipti; Siğmin’le, çılgın Bodrum barlarına aksaydı, sabâhlara kadar sürecek eğlentilerde, tiyatrocular, ressamlar, grafik sanatçıları, kabare şarkıcıları, işsiz aydınlar ve birkaç Tutunamayan’a takılıp kalan beyni, sıkıcı gözlemler yapmayı sürdürecekti ve sonunda gene KB’nin sinirleri bozulacaktı, başı dönecekti. Yatakta kıvrandı durdu. Siğmin Hanım, sabâha karşı döndüğünde, ânlık yakıcı kıskançlık duygusuyla sarsıldı KB. Fakat Siğmin, başını tatlı tatlı okşayarak, sâdece KB gibi büyük beyinler tarafından uyarılabildiğini söyledi, gönlü rahat olsundu; aptal erkeklere hayâtta tahammül edemezdi ve KB’den daha akıllı birine rastlayacağını da sanmıyordu. Gurûru okşanan KB, bu konuyu tekrar açmayacaktı. Fakat şimdi, yıldızlı ve yakamozlu Bodrum gecesinin yalnızlığında, KB’ye bütün bunların hepsi boş geliyordu, bomboş. Panjurlardan sızan günün ilk ışıklarıyla uyandı ve hemen kâğıdı kalemi kapıp, gazetesine yürekler burkucu bir Pazar Yazısı döşendi: YARIN ÇOK GEÇ OLACAK. Yazısında, ‘‘Her şey böyle devâm ederse,’’ diyordu, ‘‘yarın çok geç olacak, sorumluluklarımızı yerine getirmediğimiz için, onlara böyle kirli bir ülke bıraktığımız için, çocuklarımız bizden nefret edecekler.’’ Duyarlı okurları, onun ne demek istediğini çok iyi anladılar, mesajı aldılar, yazıyı internette paylaşarak dijital âlemi salladılar. Bodrum’dan döndükten sonra, KB sessizleşmiş, durgunlaşmış, içine kapanmıştı. Siğmin Hanım’ın sevecen duyguları, soru kipine dönüştü bir gün: ‘‘Ne oldu tatlım, iyi misin? Düşüncelerini benimle de paylaşmak istemez misin?’’ KB, sertçe, “Hayır,’’ dedi ve kahvaltısına dokunmadan sokağa fırladı. “Oooow, yooow,’’ diye sinirle porselen bir fincanı duvara çarptı Siğmin Hanım, az önceki sâkin şeftâli hâlinden, sivri acıbibere dönüşüvermişti ânîden. Haftada iki kez temizliğe gelen Fatma Hanım, sessizce porselen parçalarını topladı. İstanbul Surları’nın 34 kilometre dışındaki gecekondulardan birinde oturan, Giresun kökenli bir kadındı. Altı yıldır, Siğmin Hanım’gilin konutunu paklıyordu. Hanımının 191 huylarını bilirdi. Toz alırken, yerleri silerken, bulaşıkları yıkarken, çamaşırları ütülerken, Siğmin Hanım devâmlı başındaydı; hizmetlerden hoşnut değildi. Konuta gelip gidenlerin Siğmin Hanım’a gösterdikleri hürmete, iltifâtlara sinir olsa da, sesini çıkaramazdı. Kerem Bey’den ise hoşlanırdı. KB, az ve öz konuşur, hâl hatır sorar, çocukların okuldaki gidişatlarını merâk ederdi. Bir gün, bulaşığa ara verdiği sırada, sormuştu: “Kerem Bey, siz tatlıdilli güleryüzlüsünüz, her şeyin en iyisini bilirsiniz. Bir şey sormak istiyorum.” Boğaziçi manzaralı salonunda kahvesini yudumlayarak bilimsel bir makale hatmetmekte olan KB, daldığı yoğunlaşma ortamına rağmen, kadının koyu ve dolgun aksanına gülmüş ve sevecenlikle başını kaldırıp, “Buyur Fatma Hanım,” demişti, “seni dinliyorum. Anımsayabildiğim kadarıyla, Duygu kızımız, yeniliklere açık, kültür ve sanatla ilgili, modern bir gençti ve sanırım 17 yaşındaydı.” Göz kırparak ekledi: “Onunla mı ilgili yoksa, ha?” Elinde tutmakta ısrar ettiği ve suları şıp şıp damlayan bulaşık beziyle ayakta dikilen kadıncağıza oturması için işâret eden KB, sigara da ikrâm etmişti ama içmemişti Fatma Hanım. “Yok,” demişti, “sağlığa çok zararlı, siz de içmeyin Kerem Bay.” Keh keh gülerek düzeltti KB hemen, “Bay değil; o eskidenmiş, artık sınıf vesâyeti kalktı, hümokrasiye geçtik, gönül rahatlığıyla Bey diyebilirsin.” “Şimdi Kerem Bey,” diye devâm etti kadın, “lisede bölüm açmışlar, halkla ilişkiler diye, kız onu seçti. Babasına kalsa okutmaz bile, daha küçücük kıza çalışsa ya diyor. Keşke sizin gibi bir baba destek olsaydı.” Kadının evlâdına duyduğu sevgi, KB’nin gözlerini nemlendirmişti, bütün sanatçılar gibi o da çok hisli bir insandı. “Boşver,” dedi, “evin geçim parasını sen kazandığına göre, senin sözün geçmeli. Ayrıca biliyorsun, ne zaman ihtiyaç duyarsan, çekinme söyle.” Kadın minnettâr bir ifâdeyle, “Sağolun Kerem Bey,” dedi, “Ben kumaş işine koyayım diyorum, kız tutturmuş, ben radyolara televizyonlara girecem deyi…” FH, sözlerinin burasında cıkcıklayarak güldü. KB, içini çekerek, “Zâten kim televizyonda şöhret olmak istemiyor ki günümüzde Fatma Hanım?” dedi, “peki, mümkün mü sence? Ben bir özel görüşeyim istersen. Fiziksel görünüş dört dörtlük, vazo gibi kız. Ama meselâ, sesi güzel ve berrak mı, Türkçe vurguları yerli yerinde mi? Bir bakayım, kontrol edeyim ben.” Bu sefer de FH içini çekti: “Düzgün olmasına düzgün de, öteki iş daha iyi gibi…” KB, “Stilistlik filan gibi bir iş mi yani, onu mu demek istiyorsun?’’ diye sordu. Fatma Hanım, bunca yıldır zengin ve kültürlü evlere temizliğe gittiği hâlde, şivesi en ufak değişikliğe 192 uğramayan insanlardandı. “Hah,” dedi, “ondan istiyyurum.’’ Tam o sırada salona Siğmin Hanım girdi. Bu, olabileceklerin en kötüsüydü. KB, kedi gibi gerildi, savunma pozisyonuna geçti hemen. SH, patlamaya hazır bir Aygaz tüpü gibiydi: “Ooowww, bakıyorum da işi gücü sermişiz, muhabbet ediyoruz Fatma Hanım; bir cappucino da siz ister miydiniz?” Yüzü kıpkırmızı FH, kös kös mutfağına döndü. KB, kem küm ederek duruma müdâhale etmeye çalıştıysa da, Siğmin’in, “Lütfen itirâz etmez misin, sanırım bir şekilde iletişim kurmak zorundayız, KERAM!” azarını sessizce kabûllendi. Şimdi, Pril’i mahsustan, israfçı bir kadın gibi fazla fazla döken FH ise fırtınanın dinmesini bekliyordu. “Kâr, kârdır,” dedi dişlerinin arasından; hem önemli bir konuda KB’nin görüşünü almış, hem de yarım saât az çalışmıştı. İşçisınıfı mensûplarının servet düşmanlığını vurgulayan hâin gülümsemesiyle, Ballerina bulaşık süngerini kristal bardaklara gömdü. SH’ın itirâzı da tam bu noktadaydı: “Âşkolsun Kerem,” diyordu, “lûtfen, ben sana yüz kere söylemedim mi, bu kadına fazla yüz veriyorsun, sonra şımarıyor ve az çalışıyor, işini gerektiği gibi yapmıyor ve bir şekilde bilinçsizce kendini Külkedisi, beni de Üveyanne rolüne yerleştiriyor.” KB, “Ama hayâtım,” diyecek olduysa da, SH, tartışmayı bitiren noktayı koydu: “Bir daha Fatma Hanım’ın iş saâtlerinde lûtfen ayak altında dolaşma, bir şekilde kendine uğraşlar yarat.” KB, kükredi: “Ama ben okuyordum, kimseye engel olmadım ki.” Siğmin, sürecin bu aşamasında, yüzüne şûh bir ifâde yerleştirdi, kalçalarını sallayıp kırıtarak KB’ye yaklaştı, dudaklarına ateşli bir öpücük kondurdu ve “Türk romanının 1 numarası sensen, bu evin de diktatörü benim; tartışma bitmiştir,” dedi. 193 83. ALTINCI AZ SONRA Dile dökersek hikâye daha çok uzar; ama anlatmaktan biz de yorulduk. Abartmış, uydurmuş, ilgi çekmek için acı ve kanla allayıp pullamış, daha çok satmak için çığırtkan edâlarla bağırmış, âdî kelime oyunlarıyla sizleri kandırmış olabiliriz. Ne yapabiliriz? Bayağılık eşiğini çoktan geçmişiz, artık her müşteri (monitör hayvanı) velinîmetimiz. Kupkuru hikâyeleri satın almayıp, mâcerâ ve heyecân arayanların karşısına, süsleyip boyayıp alacalı bulacalı kâğıtlara paketlediğimiz şatafatlı (karmaşık) olayörgüleriyle çıkıyoruz; kesip biçip yapıştırdıktan sonra (bir de) hızlandırabilmek için basitleştirdik mi, tamamlanıveriyor icrâat; mecbûr kaldık. Birazdan kara gece bitecek, masal sona erecek; beyaz sayfaların sonunda hakikatlerle yüzleşeceksiniz; belki de bitirmeden fırlatıp atacak ve “Oh! Hürriyyet ne güzel şey!’’ diyeceksiniz. Gonglar her halükârda bizim gibi hikâyecilerin miyâdının dolduğunu kanıtlamak istercesine ârsız ârsız vuracak. Mevzîleri kaybedilip tersânelerine girilmiş, bütün kaleleri zaptedilmiş, (morgları bile yağmalanmış) bu harâp ve bitâp ülkede; bir mûcize, bir yalvaç, bir ermiş bile beklenmeyen Geleceksiz Şimdiki Zaman’da, hiç farketmeyecek. Yerleşik vahşet, binyıllık uykulardan uyandırmıyor, ezik tenekeye dönüştürülmüş yurttaşlar, sihirbazların büyülü öpücüğünü bekliyor, bulutlar durmadan yağmur topluyor ve herkes o kadar vahşîleşiyor ki, o kadar olur. İnsaneti tadında berkitilmiş damakzevki, verimlilikte hedefe kilitlenmiş hadım, gaspedilmiş, darbeli yığını mestediyor; dişaralarına sıkışmış çiğetten damlayan kardeş kanıyla sarhoşlar: bin kâse içseler bile doyamayacaklar; çünkü gece artık binbirinci gece, AZ SONRA sabâh olacak, bu son masal. Ânlık zevklere yüz süren, basit hesaplara gönül indiren, gösterebildikleri kadar mutlu olacakları yanılgısı (sanısı) içinde debelenip (devinip) duran, gösterenler tarafından cinnetlerini bile gösteriye dönüştürmeye kışkırtılan muazzam derecede kalabalık piyon kitleler, mağrûr padişâhlarla müdebbir vezirlerin emir kulları olarak yaşamaya devâm edecekler; reklâmcılar, yeni yağma sâhaları bulmanın talancı sevinciyle ellerini ovuştururken, kısa çöpün hakkını yiyen uzun parmaklar diklendikçe diklenecek; yıkılışların (arefesindeki) tankırmızısı şafağında yeni bir jenerik belirmeyecek. Farketmeyecek. Nasıl olsa zulüm akılalmaz biçimde 194 incelerek devâm edecek, sistem kibarlaşacak; gemler sıkılaştıkça yularların düğümleri görünmezleşecek, papağanlaşmış yurttaşlar suspuslaşacak; kelimelerin az geldiği bu ezgin uzaydaki mandabokuna bulanmış ufukayârı bozuk gerçeklikler, başta şu göçük yurttan hâlâ medet uman fildişi kuledeki aydınlar olmak üzere, bütün bir âlemi zehirleyecek; yıkılışın kesinliğini imleyen bir vefât şekliyle: (dırıdımmm) cırırinnkk. İşte o vakit gelince, gecenin sert sesleri dinmeyecek, ince cinâyetlerin ardı arkası kesilmeyecek; gözler aslâ yalan söylemeyecek, lânetlenmeye devâm edenler yaşasın diye bağıracak ve kanlar lâvlar kadar sıcak akacak. Okudukça meraklarınız gıdıklanacak, diliniz damağınız kuruyacak, kâlpleriniz korkacak, canlarınız üşüyecek; hayretlere garkolup âdetâ şok geçireceksiniz; andolsun ve şartolsun dediğimiz için anlatacağız; durmadan tüyleriniz ürperecek, durmadan şoklara gireceksiniz, durmadan Olmaz Böyle Şey diyeceksiniz; az sonra, her şey biraz sonra olacak ve artık hiçbir şey hissetmeyeceksiniz. 195 84. PİYONLARIN KURUGÜRÜLTÜSÜ Ne demekti Kurugürültü? 1-) APAÇİ EYÜP: (Gayrımeşrûdaki MARKALAŞMA SÜRECİNİ perçinlemeliydi). 2) KAHRAMÂN ÖZTÜRK: (52’lik desteyi kardıkça, farklı açılışlarla karşılaşıyordu). 3-) AYPERİ SÛZÎ: (Güzel, kararlı ve küstâh. Tasarladığı düzen uyarınca, MAL’a elkoyarak Güney Amerika’ya yerleşmek niyetindeydi.). 4-) GOMEZ DELİYÜREK: (Erk şemsiyesinde palazlanınca, organize suç örgütü kurmak istiyordu.) 5-) ŞEYTANO ŞEN: (İhâleyle Taşeron Tahsîlât veya Katliâm yapan Bağımsız Çetelideri ve tabiî ki Ayperi’ye âşık). 6-) AYIBOĞAN DEĞİRMENCİ: (Yüzünde bön ifâde, kamyon gibi gövde ve hayâtını 150 kelimeyle devâm ettiren bir Yaşayanefsâne. Hanım’ına körükörüne bağlı; taşı sıksa suyunu çıkaracak kadar kas kuvveti var). 7-) KOMİSER KENAN AKSOY: (Pistanbul’a dehşet salan ALFABESAPIĞI’nı enselemek ve mesleğinde yükselmek için gecegündüz didinmektedir. 8-) İNCİ AKSOY: (KK’nin, KB’ye hayrân, edebiyât sevdâlısı kızkardeşi. Bütün amacı bir gün çoksatan bir roman yazmaktır.) 9-) HANDÂN YAĞMUR: (Zekî ve dirâyetli olgun erkeklerden hoşlanan, aktrisliğe hevesli, neşeli ve azıcık da saf Gençkız; babası yaşındaki Çükçöp Adamların hepsi ona hasta. Âile dostu diye lanse ettiği KK’yle gezer, dolaşır, dertleşir.) 10-) KEREM BAKIRCI: (Altsınıf Hayâtlar hakkında gerçekçi bir roman yazmak için kenar semtleri seyrân edip gözlemleyen Yazarlar Sendikası üyesi. Handân’la, Tambul gecehayâtına karabatak gibi gizli gizli dalan KK’nin hikâyelerinden ilhâm alarak bir sonraki projesinde HANDÂN’IN ROMANI’nı yazmak sevdâsına kapılmıştır.) 11-) AJAN-XL: (Derindevlet’in gölge karakteri. Hikâyeye her ân yeni Sayılar veyâ Numarasız Karakterler girebilir; meselâ, ya Apaçi’den başka KAGEMUŞA Apaçi’ler de varsa?) 12-) AŞÎRET: (Malı çornalanan VahşîGöçer’lerin bayındır kentlere akan silâhlı güçleri, muhbirlerin kanlarını son damlasına kadar içmeye ahdetmişlerdi). 13-) PARA: (Planktonlara mı, Köpekbalıklarına mı, Balinalara mı yârolacak?) Durugırıltı, Arıgurultu ya da Kurugürültü; farkcayar mı? Yâni ki Piyonlar, serhat boylarında küffârla nâdân düveler gibi tokuşup duruyorlardı. Halbuki teyakkuzdaki uğursuz âkıbetine yaklaşan SAYILAR OPERASYONU’ndaki garipsilikler, Dümentezgâh Mâliklerini bile şaşırtmaktaydı. Azametli Teşkilât Kurmayları, muhteris 196 kamunun emniyetini tesîs etmekle meşgûlken, yayılgan pispaslı zincirleri de yumruk gibi düğümleyivermişlerdi. Hikâyedeki herkes kendini süperzekâ zannediyor, herkes ötekinin kumpasına uyandığını sanıyordu. Ne yâni, Yönetici Makina keriz miydi? Hâsılı, TERSPEKTİF, kurşunlanan ampüller gibi sayıötesi parçalara bölündü, osurgan ve şekülatif kelimeler içiçe geçti. 197 85. ŞEYTANO ŞEN VE ÇETESİ (KÜNTÖZ, DÖLBAZ VE TAKAROF) Şeytano Şen, bitirici son hamle için deliğinden çıkar. Şeytano’nun kafasında kırk tilki var. Şeytano ve Çetesi’nin pervâsız cesâretleri, para oburlukları, hâin hırsları var. Küntöz ve Dölbaz, Şeytano’nun has adamları; bir de çanak yalayıcıları Takarof var. Ama bugüne kadar üçü de, körü körüne vuruşmaktan başka iş görmediler; çünkü aptal köpekler. Sâdece fedâî olarak işe yararlar. “Ama fedâîlik de külüstürleşti kardeşim,” derdi Şeytano, çayını höpürdetirken, “kafası işlemeyen adamı saksı gibi erketeye yatırmaktan başka nasıl çalıştırabilirsin?” Aksaray’ın, melânet yuvası diye damgalanan köstebek deliklerinin öz çocuğuydu Şeytano. Orta Anadolu kırlıklarından kopup gelmiş bu soyu sopu müphem başıbozuk, kimbilir hangi salçalı patikalarda el yordamıyla emekledikten sonra, cismini, Balkanlar’ın ve Ortadoğu’nun en renkli ve en karanlık merkezlerinden birinde bulmuştu. Önüne çıkan her işi gördükten sonra, genç irisi olarak onaltı yaşını tamam ettiğinde, nâmusuyla çalışan adamın hiçbir bok olamayacağını anladı. Nâmussuzlar alçaklık yoluyla hakkını gaspediyorlarsa, o da sosyetik hırsızların direk varlıklarına el koyacaktı. Yoksa ne kadar çabalarsa çabalasın, hayât boyu, iki eliyle bir siki doğrultması mümkün değildi. Kısasa kısas, diyete diyet. Sokaklardaki hayât suçu seviyorsa, o da paspaslar gibi yerleri süpüreceğine, üç gün padişâh gibi yaşardı daha iyi. Böyle böyle, geceyi koklayıp dinlemeye, karanlığı sevmeye alıştırdı kendini. Bir sene sonra, Romanya Garajı’nın hemen dibindeki Kocwhiski Club’ın işletmeciliğine yükseldi. (Kulüp aynı zamanda, eroinin otobüslere yüklenmeden önceki son nakliye ambarıydı.) Elinin altında bol miktarda kadın vardı, para ve yemek de veriyorlardı. 45 numara ayaklarına şâhâne ayakkabılar yaptırdı, ceketler aldı, “OH” dedi. Tilki kadar kurnaz, kurt kadar tehlikeli. Doğarken anasının amına jilet atan bu götoks, bu amkolik ibne, üç beş kopuğu örgütleyip elbise kravat düzerek ânında takımını da kurdu. Suç İmparatorluğu’nda, zil, şal, gül ve para için, o da kendince, özhücre çekirdeğinin temelini attı: Şeytano Şen ve Çetesi. Kuzeyden gelen Slav kadınlar sayesinde, sekse ömür billâh aç Aksaray erkekleri, Beyazkadın cennetine düşmüş gibi olmuşlardı. Ucuzdu, kadın başına maksimum 20 dolara tam gece 198 kapatabiliyordu kızları. Aygırın tekiydi Şeytano, bir tâne yetmezdi, iki, üç, kaç tâne varsa, kimi bulursa. Kulüp işletmeciliği, yörede statükosu yüksek bir meslekti, diğer mevkîdaşlarıyla da zaman zaman fikir teâtîsi yapıyor, bölgenin jeopolitiği, ortak çıkarları, sürdürülebilir işbirlikleri, kalkınma projeleri husûslarında görüş alışverişinde bulunuyordu. Şeytano’nun başa RI ya da başa RAMAYI hikâyesi, Türk gibi hızlı başladı, Alman gibi makine düzeni disiplinle ilerlemedi, İngiliz gibi kararlılıkla sona ermedi. Hayâtı hakkında ne karar alabilen ne de aldığı kararları uygulayabilen insanların yurdunda, Şeytano da kazandı, yedi, sikti, âşık oldu; Kiev’de tekstilci açtı, 100 bin dolar orda batırdı; Moldova’lı bir Anna’ya yanıktı bir ara bu, bir o kadar da ona yedirdi; hâsılı kelâm, Doğu bloku çöktükten, Berlin Duvarı yıkıldıktan sonra, Volga’dan Karadeniz’e kalkan sessiz gemilerle ilk liman İstanbul’a akan Beyazkadın volisine ağlarıyla yapışan şanslı grubun üyelerinden Şeytano da, elindekilerin kıymetini bilemedi, har vurup harman savurdu, kumarhânelerden çıkmadı, dolarları ite kopuğa yedirdi. Eh, öyle göte böyle yarrak, açılmayan şemsiyeler götünde patladı: iflâs etti. Gün geldi, gölgeler uzadı, kadın akını da bitti. Abaza Türk erkeklerinden hayli Anamal toplayan Beyaz Kadınlar, ülkelerine dönerek, fabrikalar yapan fabrikalar kurdular, sanayî ve ticâretin gelişimine ve ülke ekonomisine ciddî katkılarda bulundular. Kocwhiski Kulüp kapanmıştı, piyasada işler düşmüştü. Uluslararası akan yasadışı paranın merkezi Aksaray’da bir devir batar, yeni bir güneş doğardı. Şeytano da böylece, Aksaray tramvay durağının altgeçidindeki köşelerde, çakma marka mallar doldurduğu tezgâhlar açmaya başladı. Her bir yeri iriydi, adımları uzundu, güçlüydü de; tezgâhı seriyor, zabıtayı gördükte, dört yanına bağlı ipi ânında çuval hâline getirerek topukluyordu. Vakti zamanında Apaçi Night Club’ın müşterilerindendi, efsâne dansöze vurgunlaşan nicelerden biriydi. Ayperi Sûzî’ye ilk günden mim koydu, kâlbine işâretledi. Büyük patronların kızını, gözde dansözü elde etme ihtimâli düşüktü ama O senelerce de sürse bir gün kızı kucağına oturtma hayâlini sıcak tuttu. Şeytano Şen, Ayperi’ye fecî hâlde âşıktı, kızı yıllarca tâkîp etti ya da ettirdi. Kumarda hayli para ütüldüğü Kahramân’ın Ayperi’yle gizli bir tezgâh çevirdiğinden ve muhakkak İstanbul’da ya da Türkiye’nin târihî ve turistik beldelerinden birinde buluşacaklarından emindi. Çakar çakmaz çakan çakmaklara gaz dolduranlardan, çakma ayakkabı tezgâhı açanlara kadar, ispiyona yatkın ne kadar 199 eleman varsa, hepsiyle samîmî münâsebetleri vardı. Sayılar Operasyonu ile düz ve çapraz kurgulanan Belâpara’nın başlangıçtaki yolculuğundan hiç haberi yoktu. Ayperi Sûzî’yi gizli gizli tâkîp ederken, birdenbire kızın hikâyesine bitişmiş bir başka maden keşfetti ve kararmış Kirlipara’nın o ândan sonraki bütün seyrini adım adım izledi. Şeytano, Kahramân’ın izini sürüyordu; Aşiret’ten çornalanan Toz’dan damıtılmış servetin, Balyapara’nın peşindeydi. Bir vurgun. Santim santim kazanılmış çil çil altın paralara bir çırpıda sâhip olmak fikri. İyi fikir değil mi? Kahramân’ı, yer yarılsa da bulup hacamat edecek; Ajan XL’yi ve Teşkilât’ı da atlatabilirse, Küba’ya kaçacak. Çünkü Şeytano’nun çâresi kalmadı, çünkü hayâttan umdukları gerçekleşmedi. Ne bekliyordu? Sultanahmet’te turistlere fistan veyâ yazma sattığı tezgâhında büyük zenginlik hayâldi. Lâleli otellerinde aylık kirâ ödediği odalarda yaşayan bu insan, bu cinfikirli şeytan için, hayât durmadan ısırılması gereken bir kuzubudu gibiydi; dişlemeden yaşayamazdı Şeytano. İştâhını dindirmeliydi ve hayâta karşı deli gibi bir şehveti vardı. Elbette pispas hikâye bu, sayın Kâtip. Ne bekliyordun ki erken zıplamaya müsâit karakterlerden, yamuk hayât hikâyelerine sâhip bahtıkaralardan, âşk mahsûlü sevişmelerden husûle gelmemiş evlâtlardan? Ne? 200 86. SALI TOPLANTILARI VE KB’NIN NUTKU KB, Bodrum’dan döndükten sonra sessizdi, sâkindi; rûhundaki fırtınalar, eski benlik davâlarının yanında hiçti; şimdi, sanatındaki mercek kaynaklı ayârsızlıklardan sıyrılma yolundaydı. Gerçekliğin durmaksızın içinin boşaltılarak bambaşka anlamlarla doldurulduğu bir çağda, artık ortada gerçek varmış gibi yazılamazdı. KB, işte bu yüzden, varolan gerçekliği bile tersinleyebileceği kadar gerçeklere dayalı bir roman yazmak istiyordu. Acımasız gerçeklerin çifte kavrularak, ânbeân, günbegün, tepesine balyoz gibi indiği ülke sanatının temel özelliği ise, gerçeklerle yüzyüze gelememekti; minderden kaçan güreşçileri andırıyordu bu ülkede sanat ya da uçakkazâsı raporunun dökümünü apaçık veren karakutuyu buzul vâdîlerinde sonsuza kadar unutuluşa bırakmaya benziyordu. Bir gün şunu da keşfetti: toplum, hapishânede hayât yaşıyordu sanki; aynı kafese kapatılmış tilkiler, çakallar gibiydiler. Haftalık Salı Toplantıları’nda, sanat camîâsının üyeleriyle seçkin beyinfırtınalarının burgaçlarında dönerek derin mâvilere demir atarlardı; düzey yükseltici, ufukaçıcı, gettolarını kutsayıcı törenler. “Dün,” diyordu KB, “kıraathânede götünüzü tavana vurdurtacak konuşmalar vardı.” Zât-ı Şâhâneler, müstehzî tebessüm ettiler; “G ile başlayan o müstehcen kelimeyi kullanmanızı doğrusu size yakıştıramadık,” dediler, “bakıyoruz da kıraathânelere gideli beri diliniz de değişime uğradı.” KB, parmağını şaklatarak, “Hah,” dedi, “doğru noktaya parmak bastınız. Sınırlı sözcüklere sâhipler ama îtirâf etmek gerekir ki, dili, kendine yazar diyen birçok insandan daha işlek ve daha akıcı ritmde kullanıyorlar. Aklıma gelmemişti, sözcüklerin böyle lâstik gibi eğilip bükülerek yapıbozumuna uğratılabilecekleri. Bu insanlar, farkederek ya da bilmeyerek, sözcükleri başka türlü öbekliyorlar ve sürprizmatik cümleler fışratıyorlar.’’ Örnek bir aydın Hanımefendi, diye dillerde adı nâğmelenen Siğmin Hanım, mutfak sanatlarında da meşhûrdu; inanılmaz becerikliydi; hem bunca kültürlü, akıllı ve yetenekliydi, hem de bunca zarif ve güzel bir hanım kalmayı başarabiliyordu. Son iki toplantıda, Macar ovalarından ve Adriyatik kıyılarından seslenmiş, öncesinde Meksika, Uganda ve Endonezya mutfaklarından dem vurmuştu. Bu sefer, otantik mahâlli sofraları İstanbul kültür sosyetesine elceğizleriyle taşımış, Halep, Antakya, Antep mutfaklarından, 201 standartlara uygun örnekleri sofraya dizmişti: İçliköfte, Cağırtlak Kebabı, Yuvarlama, Mercimekliköfte, Lâhmacun, Patlıcan Kebabı, Yenidünyâ Kebabı, Firikli Aş, Gâvurdağı Salatası, Alinâzik, Kabaklama, Omaç, Ezogelin Çorbası, Kimyonlu Biberli Bulguraşı, Muhammarâ, Şam Oruğu, gibi saymakla tükenmeyecek Arap mutfağının zenginliklerine şıklık katsın diye de, Güllüoğlu’ndan özel imâlat cevizli baklavalar getirtmişti. Sofra mükemmel, ev görkemli, konuklar saygındı. Erbâp, tartışmaya ara verip bir müddet sâdece yemeklere saldırdı. Kerem Bey’in ketûmluğunun devâm ettiğini gören dostları patladılar. “Üstâd,” dediler, “beyninizin kıvrımlarındaki sarsıntısız şosede bizlerden gizlediğiniz zırıltısız sızıltısız garip sırrınızı serzenişsizce sezdik ama çözemedik, bir şekilde anlatsanız?” KB, ayağa kalktı ve “Dostlarım,” dedi, “Arkadaşlarım, yurttaşlarım. Bu topraklarda doğduk. Hiç birimiz uzaydan gelmedik. Kökenlerimizde, Anadolu toprağından, kırlık alanlardan, törelerden bir parça, bâzen hüzünle, bâzen sevgiyle hatırladığımız kırıntılar vardır. Aranızda yedigöbek İstanbullu soylardan geldiğini iddîa edenleri görür gibiyim. Mümkün, çünkü Bizans’ın gübrelerinden yeşerdik biz. Ama eski İstanbul, halk kültürümüzün nâdîde türküleri, oyunhavaları, ninnileri, bilmeceleri ve masalları ile dolu değil midir? Bugünün Türk sanatına bakalım, hangi yerli geleneği uyarlamışız bu yüzyıla? Karagöz-Hacivat belgeselleriyle gelmeyin bana ricâ ederim. Son iki aylık kıraathâne gözlemlerimde dostlarım, şunu keşfettim: toplumun yaşadığı hayât, bizim zannettiğimizden çok farklı. Sanat anlayışımı gözden geçiriyorum nicedir; soruyorum, sanatım halk katında nicedir?” Sözlerinin burasında KB, önündeki kırmızı şaraptan iri bir yudum aldı: “Hepinizin evlerine temizlikçi kadınlar geliyor, değil mi?” Konuklar şaşırmışlardı, KB’nin başına Bodrum’da gerçekten güneş mi geçmişti? “Aklınızdan geçenleri okuyorum,” diye devâm etti aldırışsızlıkla KB, “ama bildiğiniz gibi, karmaşık gerçekler yalınkatlık derecesinde basittir. Şimdi size altı yıldır haşır neşir olduğum, yaşamöyküsünü ezbere bildiğim birinden, Fatma Hanım’dan söz açacağım.” İyice sıkılan dâvetlilerden kimi tuvalete kaçıyor, kimi sıcak bahânesiyle balkona çıkıp Boğaziçi’nden geçen gemileri sayıyor, kimi de masadaki baklavalara kontraataklar yaparak nutuk süresinin dolmasını bekliyordu. Hiç kimsenin, konutu terkedip gidecek irâdeyi koymaya cesâreti yoktu. Aralarında, resimden, müzikten, plastik sanatlardan ünlüler vardı ama sanat evreninde hiçbirinin gücü 202 KB’ninkiyle kıyaslanamazdı. “Dostlarım,” diye devâm etti KB; târihi bir söylev verdiğini hissediyordu. Sonradan, ‘Salı Manifestosu’ diye anılacak yazılı metnin kaynağını da, sâdık dostu, tartışmasız mürîdi, ezelî hayrânı, kültüre meraklı genç insan, Medet Baran’ın tuttuğu notlar oluşturacaktı. Medet Baran’ın KB’ye hayrânlığı fanatizm derecesindeydi, KB’nin yüzlerce tilmîzinden biriydi MB. KB’ye “Üstâd’’ diye hitâp ederdi; birkaç edebî kırıntı kapabilmek için, canlı Türkçe Sözlük gibi yürüyen KB’nin eteğine yapışırdı; dırdı da dırdı. Sevimli görünebilmek için, acıklı bir ses tonuyla, yöresel hikâyeleri derleyip KB’ye nakil ederdi: “Gaz lâmbasının ışığındaki köyleri, sık sık eşkiyalar basardı geceleri...’’ gibi sözdizimleri kullanırdı. Medet Baran’ın tek amacı, ne pahasına olursa olsun, BeyazTürkçe’nin sanat piyasasına kabûl edilmekti. Gücetapan bir tipti Baran; makarna ve deterjan reklâmları yazmaktan artakalan zamanlarında, acı hoyratlarla demli, dengbejlerden arakladığı hikâyeler çırpıştırıyor ve bunu kültür ortamına kaktırmaya çalışıyordu. Öz kavminin târihini, muktedirlere yaltaklanarak kendini beğendirme dili üzerinden hatırlarken utanç hissetmezdi; ne hatırlama, ne unutma biçimlerinde, zerre kadar onur kırıntısı yoktu; turistikleştirdiği hâtırâtını her ân egemenlere göre yeniden kurgulayabilirdi. KB’nin dizinin dibinden ayrılmayan Medet Baran, hemşehrisi, TV şovmeni, Kürtür Merkezi AŞ’nin sahibi Cabbar Püsküllü’ye de ara sıra ziyâretlerde bulunurdu; ilerde üretecekleri sanat yapıtlarının heyecânıyla sabâhları dar ederlerdi. “Tam bir işçidir,” diye anlatırdı arkadaşına KB’yi, “TV’lere çıkıyor, söyleşiler kurguluyor, hepsi tanıtım için yapılıyor; Kırılgan Serseri Fay Hattı’nın 200 sayfasını teslîm etmiş, sonbaharda çıkacak.’’ TE-CE üzerine de derin teâtîlerde bulunurlardı. Cabbar Püsküllü, nîmetlerden faydalanabilmek için, sanatta erdiği onbeşinci şeref yaşında, logosunda ‘Türkiye Türklerindir’ yazan gazetenin başyazarına, geçmişte ‘Türkiye Türklerindir’ deyip bîat etmediği için ne kadar nâdim olduğunu belirten mektuplar yazıp yayınlattıktan sonra, medya sektöründe şaha kalkmış, deveyi hamuduyla götürmeye başlamıştı; yıllar, yıllar sonra, pis pis sırıtarak, “TeCe’de yaptıramayacağım iş yok,’’ diye böbürlenen de yine aynı Püsküllü’ydü. Her devrin adamı, her düğünün damadı, her eğlencenin halaybaşı ve TBMM tavanına bile yapıştırılan Çiğköfte’nin temel harcıydı. KB, Türkçeyle ilk kez 9 yaşında, “El bombası-Paraşüt-Özeltim-Keleş’’ gibi sözcüklerle tanışan Baran’ı, o saf ve naif Kürt delikanlısını sahiden seviyordu. 203 Nutkuna devâm etti: “Fatma Hanım örneği şart değil. Şu kavruk, şu özbeöz Anadolu evlâdı çocuğa bakın.’’ Târihe dürüstçe tanıklık edebilmek için elinde kalemiyle, harf atlamamacasına yazan Medet Baran, utanmış, hattâ azıcık kızarmıştı. KB, coşkuyla konuşuyordu: “Sokaklarda farkettiğim ışık, organınızı sallasanız sanatçıya değen Cihangir’deki bohem çevrelerde göremediğim, bambaşka bir isyân tadındaydı, yaratıcı anarşiydi. Bu yüzden haftalarca kıraathânelere devâm ettim ve inanılmaz hayât hikâyelerini canlı canlı hatmettikten sonra, bugüne kadarki esin perilerime lânet ettim.’’ KB, gene o çılgın sözcük oyunlarına giriyordu ve az önce sönmeye yüztutan ilgi, canlanır gibi olmuştu. “Gördüklerim, göreceklerimin yanında hiçtir, bunu hissedebiliyorum. Artık hayâlgücümden ve hayâl kurmaktan nefret ediyorum. Sokaklar zihnimde öyle bir küşâyişe yolaçıyor, öyle dizginlenemez alanlara at koşturuyor imgelemim ki, masamda oturup hayâli kahramanlar yaratmaya çalıştığım günlere lânet ediyorum. Gerçekçi olalım. Yıllardır sâdece kendimizi kandırıp duruyoruz. Bir zamanlarki sosyal gerçekçilik anlayışı neden terkettirildi? Yoksul insanlar neden edebiyâtta yeralmıyor? Veyâ, manyak bir İçişleri Bakanı portresi neden yok? Hayır, kitap kesinlikle toplatılır.” Konuşma, bu minvâl üzere devâm etti, dizginlenemez alkışlar patladı. İşte, Aksaray’daki derbeder götleklerin oteline yerleşmeden önceki günlerde, KB, böyle mevcûdiyet sorunsalları yaşayarak derinden titriyordu ve yepyeni bir edebiyât dili yaratmaya ahdetmişti. Geliyordu en güzel zamanların en tatlı edebiyâtı, yahhooo. Kahramanların kaderleri kesişecek, kimin kimi anlattığı hiçbir zaman bilinmeyecek. 204 87. KOMİSER KENAN’DAN KESİTLER Kaynağından, üniversite yıllarından dalmak gerekiyordu meseleye. Resmî Târih’in gazete başlıkları, ‘kan, gözyaşı, anarşi,’ idi. Spor Akademisi’nin son günlerinde, Kenan, kantinde, kara kara ve derin derin düşünmekteydi. Parasızdı. Babası da fakirdi. O da darbeci generallerin gölgesinde büyümüştü, beyni gerektiği kadar yıkanmıştı. Vatan’a ve Bayrak’a inanıyordu ama Para’ya ve Kadın’a daha çok inanıyordu. Rûhunun karanlıklarındaki asal inançsızlık onu şu noktaya kadar götürdü: faşistliğin uç noktası, Polisliktir. Beden Eğitimi Öğretmenliği’nden sonra Polis Akademisi’ni tamamlamış, yapılı, sporcu bir adam. İşbilir bir karakter. Yenikuşak polislerden biri. O kendi hayâtının romanını yaşamaktaydı. Her limana demirleyebilir, her geminin kaptanlığını yapabilirdi. Bu topraklardaki birçok insan gibi, O da güce tapıyordu. Hukuk Fakültesine gitmediğine hayıflanırdı, Hâkimler ya da Savcılar, polisten daha güçlü ve îtibarlıydılar. Komiser Kenan da yasalara uygun değildi, iç dünyâların hiçbiri yasalara uygun değildi; ama roman ve film endüstrisi bu hususlardan bahsetmiyordu pek. Şimdi aradan yedi yıl geçmişti ve İstanbul Polisi olarak görev yapıyordu. Kenan, mesleğinde saygın bir noktaya gelmek istiyordu. Hattâ bâzı üst düzey amirleri gibi, ilerde politikaya atılmayı düşünüyordu. Annesi ve kızkardeşi İnci ile yaşayan KK’nin pederi, seneler evvel vefât etmişti. Televizyon ışıklarının yüzlerdeki gölgeleri gizlediği akşamlarda hep berâber otururlardı. KK, sevmediği bir kadınla ömür geçirmeye mecbûr kalmak istemediği için, 32 yaşını sürdüğü hâlde hâlâ bekârdı. Aksaray otellerinden Moldova’lı ya da Belarus’lu Telekız ayârlayıp geceler geçirmek o kadar zor değildi. Karadeniz’den kopan beyaztenli kadınlarla, parasını peşin ödediği tek gecelik fuhşlarla idâre ederdi. Fakat o bir âşk istiyordu. Handân Yağmur’a rastladığında tam da böyle bir rûh hâli içindeydi. Bir sokak kavgasını ayırırken, hızla geçen otomobil tarafından ezilmekten kurtardığı gençkız… ve görür görmez de âşık oldu. Hayât böyle rastlantılarla dolu, kimse akışını değiştiremiyor kaderin, sular bildikleri yataklardan akıyor. KK, sâkinleşmesi için Karakol’a dâvet edip odasında limonata ikrâm ettiği genç kadına, “Çok güzelsin,” dedi. Güldü, öteki. Yetinmedi KK: “Hayâtımda senin kadar zarif bir gençkız görmedim, saf, pürüzsüz. Nereden çıktın sen? Seni yeryüzüne Allah’ın lûtfu 205 melek diye mi gönderdiler? Bu nasıl bir güzelliktir? Hadi, anlat bana kendini.” Handân, güldü sâdece. Bir süre sahilde yürüdüler. Komiser Kenan, ışıl ışıl bir bahâr gününde, o yüreksöken güzele, Handân’cığa rastlamıştı. KK- Tutmak isterim ellerine uzanıp, boynuna sarılıp öpmek isterim. HANDÂN- Ben küçücük bir kızım ama. KK- Bir bebek kadar güzelsin. H- Gerçekten mi? KKGerçeği söylüyorum, iltifât etmek için değil. Hicrânlı dalgalar, tatlı nâğmelerin mûsikîsini tenlere çarptırırcasına kıyıları dövüp dururken, vedâlaştılar. Ertesi gün gene buluştular, ertesi gün de, daha ertesi gün de… Sevdâ tepelerinde elele, dizdize, yanak yanağa âşk sözleri fısıldamak, mutlulukların en büyüğüydü. Handân’ın hayât hikâyesinin seyri baştan ayağa değişecekti sonradan, olayların örgüsü çetrefilleşecekti, yeni âşkların ilmikleri düğümlenecekti. KK’nın hayâllerinin kadını, gecelerini de süsleyen Handân’dı. Kıvırtkan robot bebekler gibiydi Handân. KK, başlangıçta dostluklarını cinsî menfaât için kullanarak kızın minicik garajına son sürat dalmak istiyordu; bal dudaklı Handân’ın karşısında, uygar insan davranışlarından uzaklaşmamak için insanüstü çaba harcıyordu ve kızı beyninden etkilemeye çalışıyordu. Öyle bir hava yaratmaya çalışıyordu ki, Handân, ilişkide tamamıyla özgür olduğuna inansın. Halbuki Handân, fâreyi pençelemiş bir kedi gibidir. Muğlak, müphem veya bedbaht bir âşk sergüzeşti değildi bu ilişki, gâyet netti. Üç aydır buluşuyor, sevişiyorlardı. Peşrevler başlamıştı ilkin, derken emme basma dil tulumbası ve hart diye ısırılan bebek şeftalisi. KK’nın beynine balyoz darbeleri indiriyordu O Kadın. KK’nin başlangıçtaki niyeti ve amacı bütünüyle kaybolmuştu; Handân’ı kucağında hoplatacağına, Handân o sert görünüşlü erkek çocuğunu parmağında oynatıyordu. Lezzette çifte hâzların doruklarında gezen Handân, bağrından kopup gelen lâvları patlatarak, sevgilisine zevk sularını içiren kadındı. Komiser Kenan, başlarda ‘salak’ dediği genç kadının şimdi kölesi olmuştu. 206 88. KARA KOLLUKLAR Komiser Kenan, harf sırasına göre semtleri takîp ederek cinâyet işleyen ve ‘Alfabe Sapığı’ adını verdiği bir serî katille meşgûl olduğu için, âşkıyla yanıp tutuşmasına rağmen, Handân’la fazla ilgilenemiyordu. Son günlerde peydahlanan Alfabe Sapığı yüzünden zâten yorulmuş, yıpranmıştı. Âile içi sorunlarını bir müddet ertelemeye ve öncelikle şu sapık meselesini çözmeye karar verdi. ALFABE SAPIĞI, yükselmek için uygun bir avdı. Haftada bir, âmirine rapor sunuyordu; kel, fodul, şişman, sinsi bir tipti bu. ÂMİR: “Size itîmâdım sonsuz Kenan.” KK: “Güveninize lâyık olmaya çalışacağım, efendim.” Â: “Şu sapık, sizce nasıl bir insan?” KK: “Biraz mâlûmât topladım efendim, doğru izler üzerinde olduğuma eminim.’’ Sapık araştırmaları sürerken, yeni bir manyak haberiyle çalkalandı İstanbul; suç şâhı, ÇİVİCİ. Kurbanlarını çivileyerek haklayan adam. Gözleri bir hoştu, mayhoş mayhoş bakıyordu. Eylemlerini tek tek anlattı. Beton ya da laminant parke döşemelere çivilenen kurbanları sökmek zor oluyordu. Polis memûrları şikâyetçiydiler; basın, söylenmeyen sözleri de yazıyordu. Çivici Katil, televizyonculara verdiği röportajlarda, yüzünü, acı çeken aslanların yüzü gibi kükretti. Sosyâldi, konuşkandı. Çocukluğundan başlayarak bütün hayâtını ayrıntılarıyla hikâye etti. Avlarını nasıl çivilediğini soğukkanlılıkla anlattı. Belli bir sebebi yoktu, içinden bir ses, ‘Çivile’ diyordu ve deli gibi hiç nefes almadan kurbanlarının yüzüne 16’lık beton çivilerini sesleri kesilene kadar çakıyordu. “Suç bir bilmecedir,” diyordu Komiser Kenan. İstanbul’un semtlerinde Alfabe Sapığı’nın harf dehşeti yaşanıyor, vatandaşlar korkudan titriyordu. Sıra hangi semtteydi, sapık hangi harfe gelmişti? KK, som şafak vakitlerinde, daha saf, daha kof suçlara imzâ koyacakların da ardına verebilmek için, sallanarak yürüyen körüklü belediye otobüslerine de bindi, amele kılığına girip işsizler kahvesine de takıldı. Hesâba itirâz ederken yanlışlıkla garsonu mıhlayan çivi çakıcıdan sonra, yeni bir sorguya girdi. KOMİSER KENAN: (Yakaladığı eroin torbacısına hitâben) “Gencecik insanlar senin yüzünden öldü zehir tâciri, senden aldıkları mal yüzünden öldüler.” Kenan da alışmıştı beton duvarlardan yankılanan çığlıklara, polislik ona bunu öğretmişti. Pezevengi vardı, üçkağıtçısı, sahtekârı, gaspçısı, blöfçüsü, sahte sigara üreteni, naylon faturacısı… şehir, suçlularla doluydu. 207 89. KESİKBAŞ CİNÂYETİ (ARKADAŞININ KELLESİNİ DÖNER BIÇAĞIYLA KESEN GENCİN HİKÂYESİ) Karakoldaki gün, atık insan mâlzemeleriyle günü kalayladı. Cemiyet sanki pırıl pırıldı. Suçun üzerine doğacaktı ışın kümecikleri. Zınk, diye açıldı kapılardan bir kapı. Korkudan paçavralaşmış vatandaş gürûhu, ürkek gözlerle KK’na bakmaya yeltendilerse de, grî sert nazârlar, ödlerinin boklarına karışmasına yetti, dalgalandılar kaynayan kazanda şöyle bir. Havada, saygıyla korkunun karıştırılmasından elde edilmiş, mesir mâcunu sertliğinde, bir top sessizlik hâlesi asılı kalmıştı. O sırada koptu gürültü. İnce, uzun, dal gibi bir oğlancık girdi içeri. Saç sakal altı günlük, ak gözler kanlı, serçe parmaklar titrek. Cinâyet Masası, işbaşındaydı gene; üç İnfâz Memûru, zor zapteyliyorlardı delikanlıcığı. Koroplast (Büyük boy, Siyah) çöptorbası sallanıp duruyordu elinde; tıp, tıp, tıp damlıyordu kırmızı kanı Kopukbaş’ın, eski canciğer dostun. Katil, düşecek gibi sendelerken tam, tutunuveriyordu kalorifer borusuna. Yayılıverdi tabiî ânında kulaktan kulağa mitralyöz sesleri gibi: Gündüz Sapığı. Kurban Bayramı Caniîsi. Koyun yerine, arkadaşının kellesini gövdesinden ayıran manyak. Haşırt, diye fırlayıverecekti amelelerle askerlere 31 çektirmek maksadıyla çıkan cürûf gazetelerden sekiz sütuna manşet: (Bunu Yapan Türk Olamaz, Bunu Yapan Türk Olamaz.) İki Kanka, içiyorlarmış birahânede. Maktûl, yanlış yapmış; yapmamalıymış. Zanlı, maktûlü uyarmış. Fakat sanki ezelden beri sarhoş gibiymiş maktûl, mevzûya uyanamamış. Okey’de çift okey atmak kadar kolay iş değilmiş birbirini şişleyen bu ince işler. Yenge’ye gelmiş muhabbet, zanlının istikbâldeki zevcesine. “Motor oğlum o karı, deldirdi bütün mâhalleye,” demiş maktûl; “Tamam, fizikle kimyâ on üzerinden on da, din ve ahlâk dersi zayıf, âile imparatorluğunun millî güvenliğinden çakarsın son sınıflarda.” Bunlarmış işte deyişler, ahhh ki ahh. Büyümüş kavga, önlenememiş tartışma. Kurban Bayramı’nın ikinci günü meyhânede demlenenler, kafayı öyle bulmuşlar ki, bayındır küfürler ederek sevinç içinde eğleniyorlarmış. Birahâne Mâliki’nin ifâdesine göre, tezgâh arkasında bulaşık yıkamaktan başka işe yaramazlarmış aslında. Ama bayramdır seyrândır, bulmuşlar banknotları, içiyorlarmış işte. Keskin döner bıçağıyla bitivermiş ânsızın maktûlün tepesinde zanlı. Kavrayamamış maktûl, böcül böcül bakıyormuş. Kıpır kıpırmış döner bıçağı, yerinde 208 duramıyormuş; daha ilk darbede şasesi çökmüş vatandaşın, yere yığılmış. Yumruk darbesi. Havada sallanan keskin mi keskin bıçak. Zanlı, maktûlün gırtlağını, yaprakdöner keser gibi, ince ince, ağır ağır kesmeye başlamış. Yezid’in oğlu, şahsın ümüğüne de çöktüğünden, çırpınmalar da bir müddet sonra nihâyet bulmuş. Neyse efendim, zanlı beş on dakika çabaladıktan sonra, kelleyi gövdeden ayırmayı başarmış. Maktûlün sarhoşluğu o denliymiş ki, kafacığının kıtır kıtır kesildiğini bile çakozlayamamış ilk evvelâ; salyalar saçtığı ağzında geveliyormuş sözcükleri Allahın montofonu: “Len oğlum, yapma len, sarhoşmun nen len?’’ Ölmezoğlu değilmiş ya, göçecekmiş elbet. Susuzluk çiçekleri öldürür, günler hayâtı öldürür; âdemin biri ötekini, soğanı tuzla öldürür gibi öldürmüşse ne olur ki? Halk edebiyâtından deyiş kırıntıları girmiş devreye; kentleşmenin yarattığı yalnızlık ve ümitsizlik, Anadolu mizâhındaki hınzır mûzipliklere engel değilmiş; “Ölme eşşeğim ölme,’’ demiş zanlı, “ölme yaza yonca bitecek.’’ Az sonra ölecek vatandaş, can havliyle haykırıyormuş ama nâfile. Zanlının gülme krizi tutmuş bir kere, kıh kıh gülerek doğruyormuş sağ eliyle okkaladığı kelleyi. Ürkek bir tavşana dönüşmüş maktûl, zavallı küçük bir tarla fâresine. Baş, eline lâstik bir top gibi düşünce, ellerini kendi başının arasına almış, düşünmüş Katil. Sonra yere çöküp demlene demlene bir sigara içmiş. Döner bıçağını yeniden eline alıp maktûlün erkeklik uzuvlarını doğramış bir güzel, koç yumurtalarını avuçlayıp bilya gibi yuvarlamış kalebodur fayansın üzerinde. ‘Biz Kurban Bayramı’nın kanlarıdır zannettik,’ diye ifâde verecek bâzı görgütanıklarının rastgeldikleri sızılı kanlar, bu akanlardı. “Vah ki vah, benim canım arkadaşımın kulakları,’’ demiş Katil ve ağırçekim döndürerek fırlatmış havaya; buruncuk sonra, otuz senedir durmadan karıştırılmaktan genişlemiş, sümüklü, kıllı, hâlis muhlis Türk burunu. Gözler sonra, neler görmüş geçirmiş gözler. Yeniçeri kılıcı gibi döner işte o suç âleti dönerbıçağı havada. Kalan organ parçalarını serî darbelerle uçurup azyağlı köftelik kıyma külçelerine dönüştürdükten sonra, görgütanığı garsonlardan birine teşekkür olayına bile girmiş. Kelleyi, Garson’un verdiği torbaya yerleştirmiş, Komi’lerden birinin çevirdiği taksiye binmiş, Karakol’un önüne gelince de çöreklenivermişler İnfâz Memûrları tepeciğine. İşte, Gündüz Sapığı’nın, bir milleti ayân eden medârı iftihârlık portresi buydu. Cinâyet Masası’nın ayıya benzeyen bâzı memûrları, suçluyu sakat makat bırakmadan az hasârla cezâevine gönderebilmek için, 209 lânetlik nefret bakışların ışıldaklarından çekip aldılar ve kara eziyet merkezinin dördüncü katına çıkardılar. O ufak tefek katilin, maktûlün öküz büyüklüğünde ve canı rûhundan çıktığı hâlde hâlâ pişmişkelle gibi sırıtan kafasını nasıl gövdesinden ayırabildiği ise bir muammâ olarak kaldı; delirmenin kuvveti herhâlde. Komiser Kenan, bizzat ayaklarıyla gelerek teslîm olan Kurban Bayramı Sapığını bırakıp, kamuoyunu aylardır meşgûl eden Alfabe Sapığı’na yoğunlaşmaya (odaklanmaya) karar verdi. 210 90. ALFABE SAPIĞI (İSTANBUL’DA GOTİK DEHŞET) Lisedeyken şiire meraklı KK, anılarıyla tecrübelerini alınterine katık edip emekliliğinde bomba gibi dizifilm senaryoları yazmak azmindeydi. Filmci+Milletvekîli+Müteahhit? Neden olmasın? “İnci gibi parlaklığıyla günümü aydınlatan güzel,” diye, SMS attı Handân’a. Alfabe Sapığı’nın ortaya çıktığı o meş’um günlerdi. Harf sırasına göre semtten semte atlayarak cinâyetler işleyen bir serî katil; edebiyât meraklısı, harf delisi, kelime manyağı, akrostiş hastası sapık katil. Başladıktan bir hafta sonra 6 kişiyi haklamış, cennet cehennem meleklerinin sorgu suâl odasına postalamıştı. Kimine göre, Tıp Fakültesi’nden atılma eski bir Öğrenci’ydi; kimine göre kitaplarını yayınlatamayan hayli kabiliyetsiz bir Yazar; bir diğerine göre götürü usûlü iş yapan Marangoz ya da Fayans Ustası ya da Pekaka saflarında vuruştuktan sonra şehirlere inmiş Lice’li bir Köylü’ydü. Sanki karda yürüyor da izini belli etmiyor gibiydi, karmakarışık açmazlı tuhaf bir satranç problemiydi. Polis’in gözünde, topluluğun kımıl kımıl katmanlarındaki her meslek grubu ya da insan, doğal şüpheliydi. Geniş zamanlara çekilmiş fiildi Alfabe’ci, dillerin öznesi, cümle kuruluşlarının zorbasıydı, Alfabe Sapığı’ydı o. Kelimeleri öğrendikten sonra sindiren ve dışkılayan bir tür canlıydı. Kelimeler, O’nu hayvanlıktan çıkarıp insanlaştıran uydurma kalıplardı. Tamamı aşağılık değil miydi kelimelerin? Peygamber de yapabilirlerdi insanı, katil de. Ve bir özgürlük türküsü gibi dolanıyordu İstanbul semâlarında cinâyetlerin kelimeleri. Alfabe Sapığı, anadilin bütün o güzelim harflerini döktü, saçtı. Edatlar uçuşuyordu cürmün şanlı havasında, zarflar vınlıyordu mermi sesi gibi, yüklemler bibergazı bombasına siperlenmişlerdi barikatlarda ve nihâyetinde sıfat tamlamalı fiiller de bu ataklara karşı yiğitçe direniyorlardı. Cinâyetlerde neden alfabeyi araç kıldığını katile sormak lâzımdı. Ne istiyordu ki kelimelerden? Kelimeler, hâşâ huzûrdan, onun anasını mı sikmişlerdi? Pistanbul’daki gotik dehşet havası, ucuz gazete yayınlarından sefil televizyon programlarındaki içeriklere kadar, her türlü ifâde ediş aracılığıyla hissedilmekteydi. Sokaklardaki öfke, tek kıvılcımla tutuşacak gaz kaçağı gibi, sinsice beklemekteydi. Harfler tek tek düşen kaleler gibi kan kokarken, hayât çok öfkeliydi. Soru ekleri ilinti zamirlerine bindi; berkitme sıfatları, imse fiileriyle savaştı; yazım yanlışları, ormanı dalayan zehirli 211 sarmaşıklar gibi dili kapladı; yaratılan kelimelerdeki abartma vurguları ve kelimelerin yapım yollarındaki ahenk durguları, dilek-şart kiplerine avuç açtı. Bu arada, Alfabe Sapığı da K harfine kadar gelmişti. KK, endişeleniyordu: Kocamustafapaşa mı, Kartal mı, Anadolu veyâ Rumeli Kavak’ları mı, yoksa Küçükçekmece veya Kanarya mı? Katil, devâmlı semt ve muhit değiştiriyordu. Aksaray’da işlediği ilk cinâyetten sonra, alfabeyi dümdüz takîp ederek kesip biçmeye devâm etmişti. Amacı bütün alfabeyi tamamlamaksa, bu nasıl bir amaçtı? Sıradan insanları katletmiyordu; kurbanlarını, derin fikrin serin sularına dalıp karpuz gibi elleçleyerek seçtiği belliydi; ipucu yerine, akrostişli bir şiir bırakıyordu. Bir dizifilm yapımcısı (Erkek-49), Maslak’taki rezidansında, gâyet ustalıkla, sanki bir film senaryosu için yazılmışçasına öldürülmüştü. Yirmidokuzuncu kattaki şehre hâkim geniş salonunda kanepeye oturtulmuş hâlde bulunmuştu ve REZİDANS kelimesinin baş harflerinden teşekkül eden akrostişli şiir, REZİDANSLAR YIKILACAK dizesiyle açılıyordu; Polis, halkta infiâl yaratacağı endişesiyle, şiirin kalanına yayın yasağı koymuştu. Cinâyetlerdeki dert yelpâzesi, sanattan dîne kadar, hayli genişti. Fâtih Camii Cinâyetinde (F harfi), kadın erkek ayırmadan bütün mürîtlerinin ağzına veren bir tarîkat liderinin boynunu kırdıktan sonra, şu şiiri bırakmıştı: Yalancı ve yavşaksınız / Allah ticâretçileri dînbazlar / Kâlpsiz gaddarlarsınız paraya tapıcılar / Âşkına uzaksınız Yunus’un, Hayyam’ın / Lâstikli kayış gibi kâlpleriniz / Ama siz zâten sahtekârsınız / Yalan dolanla kandırılacak insan mı yok / Âlemde korkuyla yönetilecek dangalak çok / Meleklerle ahbapsınız görüntüde / Arşın hudûtları da sizin kontrolünüzde / Zerdüşt ile Ahura Mazda bir görünse / Sizi gidi hırsızlar dese / Imızganıp durmayın takatukacı serserîler / Nerede o Avesta’dan, Gılgamış’tan indirdiğiniz sahte sûreler / Ihtıracak sizi hakbilir târih, çöplüğe doğru / Zûlmü katmerli gizli zâlimler. KK, akrostişi çözüp yukarıdan aşağı okuduğunda, yüzünü buruşturdu ve acı acı gülümsemekle yetindi; katil bunu kendi mi yazmıştı, yoksa ünlü şâirlerin şiirlerini kolajlayarak aşırmış mıydı? Neticede, zor bir vak’aydı ama KK, şiirseverliği sâyesinde, tehlikeli derecede zekî psikopat katili, ölü ya da diri ele geçireceğine inanıyordu; manyağı ensesinden tutacak ve aç aslanlar gibi ağızları açık bekleyen televizyon kameralarının önüne yağlı bir but gibi fırlatıp atacaktı. KK, 6 kişiyi sorguya almıştı. Biri Tombalacı, biri Ayakkabı Boyacısı, biri Çakmak Tâmircisi, diğeri PTT Memuru (Seyyâr 212 Dağıtıcı), diğeri Yazar ve diğeri de Pavyon İşletmecisi idi. Hepsine aynı soruyu soruyordu: “Söyle, sen mi yaptın?” Elbette, aynı yanıtı alıyordu: “Hayır efendim.” Şüphelilerin sorgusu bir hafta devâm etti. Onca işkence, elektrik, falaka, filistinaskısı, zincire bağlama, ayaktan asma ve kabadayaktan sonra bile, elle tutulur dişe dokunur somut ipucu elde edilememişti. Bütün suçlular masûm değil miydi, suç âleminde ikrardan gelmez miydi yiğitlik? Hepsi iftirâ, suçum yok, masûmum ben, demezler miydi ve dâimâ aynı türküyü söylemezler miydi? TOMBALACI (Acıdan bîtap hâlde)Vallahi bilmiyorum komiserim, ben yapmadım. KK (Boynunu ve kollarını kanırtıp diziyle sırtına basarak)- Sen yapmadıysan kim yaptı, söyle orospu çocuğunun evlâdı. T- Ne bileyim ben ağbi. KKBoş zamanlarında şiir yazıyor musun? T- Hayâtımda ne şiir okudum, ne de şiir yazdım. KK- (Elektriğin voltajını artırır)Konuşşş. T- Biraz daha devâm edersen ağbi, cinâyet de işlerim, tecâvüz de ederim, şiir de yazarım. Taş duvarlar günlerce ağladı. Tombalacı, kanlı gözyaşları döktü; ayakları davul gibi şişmişti, gözleri patlamıştı, avuçları pul pul dökülüyordu. Bir gün, Kerem Bakırcı’yı da sorguya aldılar, 24 sâat nezârette alakoydular. Aslında bu sorgu, C harfiyle ilişkiliydi, Cihângir’deki cinâyeti de Alfabe Sapığı’nın işlediğini biliyorlardı. Semte son yıllarda, entelektüellerin arasına sızmaya çalışan, okuçyazaç kisvesi tesettürüne bürülü çeteleşmiş kifâyetsiz bir tayfa hakimdi. Cihângir semtinde, hem sinsiliği, hem nekesliği, hem de kıllığıyla tanınan Netis Tecimevi’nin sâhibi Mesih Sökmen cinâyetinin faîlini araştırırken, Kerem Bakırcı’yı da sorgulama gereği hissetmişlerdi. Alfabe Sapığı’nın bıraktığı akrostişli şiirde, Sökmen’in, Anadolu’dan gönderilen kitap dosyalarını sümenaltı edip sâdece şahsen tanıdığı ve ya da elaltından rüşvet aldığı kişilerin kitaplarını yayınlayarak edebiyâta büyük kötülükler ettiği için cezâlandırıldığı yolunda îmâlar vardı; Türkçe dilbilgisinden hiç anlamayan ve genç kalemleri hadım eden çürümüş yayın dünyâsına karşı sembolik ya da temsîlî bir eylem gibi duruyordu. Kerem Bakırcı’yı sabâha karşı Aksaray’daki otelinden kaldırmışlardı. Zifir karanlık geceyarısında, yoksul hançerelerden kapı gıcırtısını andıran sesler duyuldu. Kara Kolluklar; ter, kusmuk ve bok, yâni işkencenin kokusu; yeşil, mâcun tadında bir korku. Gözbağını çıkarmadılar KB’nın; nefes seslerine göre, odada en az üç kişi daha vardı. KB ile KK, ayrı dünyânın zâlim insanları, şimdi beton bir odada, kör bir ampulün ışıkları altında karşı karşıyaydılar. Alaylar, gülmeler, 213 konuşmalar; caddeden geçerken gürültüleri yukarı taşan, Futbol, Türkiye, Allah içerikli sloganlar. Birileri şampiyon oluyor, birileri Türkiye’yi seviyor, birileri de Allah’ın iktidârını istiyordu. Patlayacaktı yakında uğursuz sarı bir fırtına, nar tâneleri saçılacaktı elbet bir gün hayâta. KB’nın pispas hikâyesi, işkence sokaklarını geçerek, dijital zûlüm tarlalarını biçerek, boklu sulardan içerek ilerleyecekti. Mantık bulabilene âşkolsun, esrârengiz pispasın hikâyesi bu. KEREM BAKIRCI- Vurun öldürün beni, ama böyle akla aykırı biçimde sorgulamayın. KOMİSER KENAN- Basın ve Ahlâk Yasasından mı medet umuyorsunuz? KB- Hangi cür’etle benden şüpheleniyorsunuz ve gözaltına alıyorsunuz? Havayı yararak KB’nın suratına inen ağır bir Osmanlı tokadı. KK- Kafamıza göre sorgulayamayız, öyle mi? Yanılıyorsunuz. İstediğimizi öldürür, istediğimizi süründürürüz. Biz bu toprakların tek hâkimiyiz. İstersek seni gebertiriz, gazetende haber diye bile yayınlanamazsın. Vatan hâîniydi deriz, cebine eroin koyarız, delil icâdederiz, suçüstü yaparız, cürümlerin vardır mutlaka eskiden, toplumun önüne ısıtır ısıtır yeniden koyarız. Burnundan akan kanları silmeye çalıştı KB. Sorgu odasındakiler, katırlar gibi gülüyorlardı. Dinlendiler, gene başladılar. (Zorbaların elmas gerçeği işkence.) KB, eserinin işkence bölümünü, o kanlarla sulanmış vîrân betonda tasarladı, evet; Ülke’nin işkence târihini orada yazdı. Eserinin kâlbi, demek ki, boklu lâğım yuvalarında atıyor, sefâletin abecesiyle hayât buluyordu. KB, kendini toplayarak, “Zorbalık, analitik zekâyı altedemez,” buyurdu. KK- (Gülerek)- Sen kendini çok mu akıllı zannediyorsun? KB-Yaşattırdığınız bu nezârethane hayâtını unutmayacağım. KK- İyi işte, romanlarına beni malzeme yaparsın. KB- Niye benden kuşkulandığınızı gerçekten anlamıyorum. KK- Sizin gibi ünlü bir romancının, durup dururken evini barkını terkedip Aksaray’da otelde yaşamaya başlaması, size de garip gelmiyor mu? KB- (müstehzî)Hayâlgücünüz pek darmış. KKYanılıyorsunuz, boş zamanlarımda dedektif romanları da okurum. (sırıtır) Ama televizyonda sâdece vurdulu kırdılı filmleri seyrederim. KBKomiserler de gâyet mantıklı cümleler kurabiliyorlarmış, inanamıyorum. Ama bir yandan da burnumun ağzımın dağıtılması emrini veren sizsiniz. Sanki karşısınız ama şiddetten zevk de alır gibisiniz. Bu tür bir kişilik yarılmasına hiç birebir rastlamamıştım. KK- (sigarasının dumanını üfleyerek)- Toplum şiddete bürünmüş, nasıl dışında kalabilirim ki? KB- Enterasan bir 214 karaktersiniz. KK (gülerek)- Geçelim. Söyleyin, siz misiniz sapık? KB- Saçmalamayın. Ben, O değilim. Ne kadar mantıkdışı bir polissiniz siz. KK- Siz saçmalamayın asıl. Bir de romancı olacaksınız. Bir eser yazsaydınız, kahramanınız da toplumun âr ve hayâ duygularını rencîde eden sapık bir katil ve ırz düşmânının peşine düşerek vahşî olayları aydınlatmaya çalışan bir komiser olsaydı, olay havzasındaki Aksaray’da pis bir otelde kalan ve elinde not defteriyle durmadan bâzı gayrımeşrû deliklere girip çıkıp ve karanlık şahıslarla görüşüp notlar yazan bir kişiyi gözaltına almazdı da ne yapardı? KB- İyi de, KIRILGAN SERSERÎ FAY HATTI’nda bu konu hiç yok, gayrımeşrû âlemin dehlizlerinde geziniyorum o romanda. (Başını, cık cık cık mânâsında sallayarak) Yazık, polislerimizin bu kadar akıldan yoksun olduklarını bilmezdim. Dedi ve suratına inen balyoz gibi bir yumrukla sarsıldı. Gözbağını hafifçe sıyırdılar. KB, mısır koçanı gibi kırçıl ve dimdirek bir adam gördü: kara pos bıyıklı, çiğ mâvi gözlü, yabanî bakışlı biri. Korktu. KK- Efendi gibi îtirâf edersen, canını yakmayız. Hızlı, telâşlı hareket eden bâzı gölgeler seçti. O sırada, pat diye bir ses duyuldu. Ölmeden önceki son ânda, eceli yanıbaşında apaçık görmek gibiydi; gözbağının gören gölgelerinden biri, tüylü bir şeylere ilişti: gözlere tutulan duman, havadaki kuşları zehiriyle ağzına düşüren yılanların tıslamalarıyla mayalandı, büyülendi. Bu hâl bir müddet devâm etti. KB’nın başı döndü, midesi bulandı, döşemeye kustu. Sesler, daha bir tahrîk olmuş gibiydiler. O sırada bir patırtı daha oldu, gene bir pat sesi. Kapı açıldı. Gıcırtı. KK- Hayâtımda kimseye işkence yapmadım, yazar efendi. Şu ânda da ben yapmadım. İnsan haklarıymış, falan filan. Kahrolsun insan hakları. Senin gibileri tükürükleriyle boğacak o kadar çok insan var ki bu memlekette. Gene sessizlik. KB’yı beton odada belki bir sâat yalnız bıraktılar. Gaddar tekmelerin altında inledikten sonra dudaklarına koklatılan yarımekmek döneri yemesini bekliyorlardı bir de. KB, belki de hayâtının en metânet gerektiren günlerini karakolda geçirdi. 215 91. TÜRK KAFASI) FİLMLERİNDE ESRÂR KAFASI (TFE Yeni romanı için mevzû arayan genç ve yakışıklı yazar, fakir mahâllelerden birinde gecekondu kiralar; genç ve güzel kıza âşık olur. (Kerem Bakırcı ile Handân Yağmur’un âşkı.) Dev akvaryumun önünde ve arkasında dolanıyorlardı. KB: “Bu cins balıklar berâber doğar, berâber ölürler. Benimle evlenir misin Handân?” HY: “Evet, bin defa evet Kerem.” Aslında, hasret çeşmesinin suyuyla büyümüşlerdi; ayrı dünyâların insanlarıydılar. Bizans İmparatorluğu’na dalkılıç saldırılan Osmanlı’nın ilk günleri için doğal set gibi kullanılan Topkapı Surları’nın önünde buluşmuşlardır, mevsimlerden bahârdır. Handân’ın mahâlleden arkadaşı Figen ve çiroz sevgilisi Nâmık da vardır. Fularlı ve pipolu Romancı, gençkızla konuşmaktadır: “Ben zavallı bir kayıt âletiyim, hayâtta olup bitenleri kaydederim. Ve sen, bana ilhâm veren perisin, mahâlleye düşmüş meleksin, bataklıkta açmış gülsün...” Handân’ın çocukluk arkadaşı Nâmık atıldı: “Ondan olsa olsa çalı fasülyesi olur be, tazebakla, balkabağı...” KB: “Seni seviyorum, inanmıyorsan gözlerimin içine bak.” HY: “Senin gibi usta çapkınların gözleri de yalan söyler sevgilim.” Gülüşür, şarkılar terennüm ederler: “Sevemez kimse seni / Benim sevdiğim kadar / Her gün seni düşünür / Her ân seni yaşarım / Seni sevmekten değil / Kaybetmekten korkarım.” HY: “Rûyâda gibiyim.” KB: “Duysunlar... gökler, ağaçlar, kuşlar, bütün kâinat duysun bu sevgiyi...” Yeşilçam Senaristleri, eline çabuk, işbilir, pratik kalemlerdi; tek atışta işi bitiren birinci sınıf kirâlık kalemler. Türk halkının hangi hislerine ateş etmeleri gerektiğini kâlpleriyle hissetmişlerdi. Duyguların ayârıyla oynarken matematik kesinliklerden yararlanmayı Hollywood’dan öğrenmişler, kökleri zillendirip yerli anlatı ormanlarına gömmüşlerdi. Mahsül gâyet bereketliydi: Darphâne gibi para basan Türkfilmi Sinema Sektörü doğdu. Ağlamak ve Gülmek, temel unsurlardı. Ağlatan film, para demekti. Gözyaşı musluklarından oluk oluk âşksuyu akıtan temalar belliydi: âşk ve acısı, ayrılık ve kavuşamamak, fakirlik ve zenginlik karşıtlıkları, saf Anadolu insanları ve âdî Metropol tiplemeleri, züppe Burjuvalarla his yüklü Köylülerin başlarından geçen gülünç ya da acıklı senaryolar; ille de ümitsiz âşk, kahreden âşk, öldüren ya da süründüren âşk. Bir zamanlar filmler, İstanbul Seyircisi ve 216 Anadolu Seyircisi diye iki ayrı katman için üretiliyordu. Binlerce senaryo yazan kalemşörlerin hikâyelerinden belgeseller yapıldı. Haftada 1 Senaryo türettiğini anlatan senaristin hikâyesine bakılsın. (...) İnsanları dikkatle gözlemlerim. Sabâh altıda uyanırım. Beyoğlu’nda üç evim var. Şişhâne’de hafif bir kahvaltının ardından, çok ince bir esrârlı sigara içerim, oturur iki saât yazarım. Dolabımda her türden 300 orijinal Hollywood senaryosunun çevirileri var. Genellikle uyarlama yaparım, bir türü diğer türe çatarım ve sonra Türk usulü, ekmek arasına katık yaparım. Halk, sever böyle tuhaf perendeleri. Öğleyin İstiklâl’den yürüyerek Büyükparmakkapı’daki eve geçerim. Hafif bir yemek, azıcık uyurum, uyanır ince bir tekli daha içerim, akşama kadar diğer senaryoya devâm ederim. Sıraselviler’deki üçüncü evimde yine ince bir tekli içip sosyâl hayâta atarım kendimi; geceleri, baloları ve kadınları severim. İşte benim son 30 senemin bütün günleri hemen hemen böyle geçti. (...) Sonuç, Sektör tarafından durmadan köpürtülen 3000 senaryoydu. Senarist, konu kıtlığı çektiğinde, çelik dolabını açarak, bütün türleri ve konuları, bu toprağın çocuklarına elbise diye giydiriyormuş. Eski Türk filmlerindeki tuhâflıkların ve üslûp tutarsızlıklarının sebebi, belki de Yeşilçam’daki bu esrâr kafasıydı. Mantık pek yoktu bu hikâyelerde, zamanda ardışıklık ya da mekân-insan uygunluğu da aranmazdı; vukû bulması gereken hâdiseler genellikle fiilleri masal kipinde çekilen olayörgülerinde olup bitiverirdi. Garipti ki bu filmler herşeye rağmen Türk halkının hoşuna gidiyordu. Halk filmlerde hayâlindeki masalların resimli hareketlerini canlı canlı seyreder ve ağlar ya da gülerken mutluydu. Belki de o hülyâlı hayâta dokunamayacağını rûhunun derinlerinde acımasızca bildiği için Yeşilçam masallarındaki esrâr kafasını seviyordu. Ama zâten esrâr da bir sır değil miydi, hikâyeler yoluyla arınmanın efsûnu değil miydi? Bu gaipten gelen bilinemezciliği imleyen kadim Mezopotamya havaları ve Akdeniz havzasının rehâvete yatkınlığı, modern Türkiye’nin işâretleri, eşyâları ve kurumlarıyla birleşerek, tuhâf bir film bulamacı hâlinde sinema salonlarındaki bobinlerin hûnîlerinden varoluşlara lık lık lık diye sıvı sıvı dökülüyordu. Mahkeme sahneleri meselâ, gerçekle ilgisizliği bakımından tipikti. Cumhûriyet Türkiye’si, cezâ yasalarını, faşist Mussolini İtalya’sından almıştı ve Jüri gibi, bireyliklere dayanan, çözümleyici ve sorgulayıcı aklın da zaman zaman devreye girebildiği, sanıklara sorular sorulduğu ve ifâdelemelerdeki kelimelerin, mimiklerin, jestlerin, icâbında yargıcın kararını bile 217 değiştirebileceği işleyiş yoktu. Türk Filmlerindeki Esrâr Kafası, gerçekliği dert etmemişti ve Yeşilçam’ın kafası güzel Senaristleri, haksız yere suçlanan, hüküm giyen, senelerce zindanda çürüyen Sanıklar ya da Mahpuslarla mahkeme salonlarında insânî münâsebetler kurabilen babayâni tavırlı Hâkimler arasında uzun diyaloglar yazabilmişlerdi. Ezberden tüketilen sorgulanmayan hayât hücreciklerinin, aynı birörneklik tamamıyla korunarak peliküle aktarılmasıydı belki de formülü başarılı kılan. Türk Filmlerinin Esrâr Kafasındaki karakterleri, ağdalı cümleler kuruyor, tumturaklı sözler söylüyor, lûgat paralıyorlardı; doludizgin felâketler koşaradım kapıları çalıyor, kar tâneleri gibi trajediler yağıyor, buğday hasadı karavesdâların sapıyla samanı birbirinden ayrılıyor, maaş bordrolu dramlarda dâimâ hesap hatâları yaşanıyordu. Örf ve ananeler ile Pozitivist Cumhuriyet’in meyhâneleri, Akerdeon ile Ud, Keman ile Bağlama, İnşâat Ameleliği ile Millî Piyango biletleri, Yeşilçam’ın tek kaleminde mûcize gibi birleşivermişti. Handân’cık, Keremcik’le kırıştıradursun, kameranın yıldırımileri hareketiyle optik odağı bozalım ve bir başka gerçeğe sâbitlenelim. Handân Yağmur’un, çocukluğundan beri mahâllede başına tebelleş olan belâlısı, Paşakapısı’nda hapisten çıkmış, şehrin Toplutaşıma kurallarının simetrisini hiçe sayarak direk Meyhâne’ye dalmıştı. Şûh, etine dolgun, geçkince bir konsomatris, Ayperi Sûzî (Sûzân), hayât hikâyesini anlatıyordu: (...) Edirnekapı’da doğdum ben. Babam ayakkabı tâmircisiydi. İşler kesat gidince apartmana Kapıcı oldu. Altı kardeştik, annemiz ölmüştü, ne bulursak onu yerdik. Derken bir gün yakışıklı bir delikanlıyla karşılaştım. (Viskiyi fondipler). Erkek dediğin ne ki, hepsi birbirinin aynı. Ucuz piyasa romanları gibi, oku oku bir kenara at. Kimse benden faydalanmadan bir lokma ekmek vermedi, insan posası oldum. (...) Belâlı’ya yakın plan giren Kamera, rakı kadehi ile Handân’ın (mişli geçmiş zamanda) kırlarda ceylân gibi sekerken hoplattığı memelerini ve çalkaladığı kalçalarını montajda eşler; bir rakı, bir kadeh, bir Belâlı, bir Handân. Hesâbı ödeyecek parası yoktur Sabıkalı’nın, hâliyle meyhânede kavga çıkar. Tam o ânda o yoldan geçen HERHANGİ BİRİ, haksız yere cinâyet suçlamasıyla yıllardır damda çürüyen Belâlı’nın kulağına, gerçek kâtilin adını fısıldar; meğer en yakın arkadaşı değil miymiş? Kuledibi’nde Lâtif’in Kumarhânesi’ne (zaman-mekan sıçramasıyla) dalar, mekânın gorilleriyle kavgaya girişir, üç dört kişiyi yere serer; yumruklaşmayı izlediği geriplandaki flualan derinliğinden netliğe 218 çıkan Lâtif der ki: “Kollarının gücüne ve karakterindeki mertliğe hayrân kaldım delikanlı, bizimle kal, benim adamım ol. Çok çileler çekmiş insanlara benziyorsun. Derdini söylemeyen dermân bulamaz. Beni ikinci baban gibi gör.” Belâlı, kabûl eder ve ardından Handân’ı ziyâret eder; yangın yeri bir arsanın kuytusunda (fiil zamanları iyice karışmıştır artık), kompozisyona uygun hassâs ve zarif siyahbeyaz çerçevelerle diyaloglar gerçekleşir. BELÂLI: “O, kan dâvâlım, o ırz düşmanı seni bu hâle koydu, sonra da bir paçavra gibi fırlatıp attı.” HANDÂN: “Artık benden sana yâr olmaz sevgilim.” BELÂLI: “Taş yürekli bir acımasız bir kâtilsin sen, susarak ihânete ortak oldun; iftirâlar ve yalanlar dolanlar sâyesinde, yaşayan bir ölüyüm artık ben. Dön bana. Beni bırakırsan yaşayamam, yaşatmam da.” HANDÂN: “Tehdit mi?” BELÂLI: “Hayır, seven bir erkeğin yalvarışı.” Handân’ın buğulu gözlerinden geçen kameranın aynasında, çelik bıçağın ışıltısı belli belirsiz yanar, söner. Sarılırlar, bakışırlar, al kanlara boyanan gençkadın yere yığılır. Aslında, bir önceki sahnede, Komşu Abla’yla bir tepsi pirincin taşlarını ayıklarken, KB’nın fazîletlerini sayıp döküyordu gençkız. HANDÂN: “Öyle deme abla, neden gönül eğlendirsin? Belâlı’yla takıldım da ne oldu? Benim aldatıcı bir görünüşe değil, ince bir rûha ihtiyâcım var.” ABLA: “İnsan rûhlarla evlenmez kızım, sen aklını peynir ekmekle mi yedin?” HANDÂN: “Pırlanta gibi bir kâlbi var Kerem’in. Annem gibi, senelerce sevdiğim adamı beklemek istemiyorum, kaderin çizdiği yere yolculuk edeceğim...” Seneler, seneler geçer, akla hayâle gelmeyecek gariplikler yaşanır ve Handân kızımız, kendini kent ormanında bir başka kıllı erkek hayvanın dizinin dibinde ya da kollarında bulur; KB’den de ümidini kesmiş, yeni âşklara, yollara yelken açmıştır. Diğer kardeşler yurdun dört yanına dağılmışlardır ve Handân, düşkünleştikçe daha da bir paraya tapan babasıyla yaşamaktadır. 219 92. HANDÂN’IN SENARYOSU Handân, yeni romanını yazmak için fakir mahâlleye taşınan genç ve yakışıklı roman yazarıyla mâcerâlar yaşadı. KB, tanıdığı diğer erkeklere benzemiyordu; hayâl dünyası hayli geniş his insanlarındandı. Romancı, Handân’ın kendisine tılsımlı ilhâmlar verdiğini, romanına ivme kazandırdığını söylüyor, gençkızı hediyelere boğuyordu. Mahâllede adı çıktı Handân’ın, fakat şöhreti eskiydi; KB, edebî bir av gibi yaklaştığı kızın karakterinden sızan bütün zerrecikleri damla damla emmeye bakıyordu. KIRILGAN SERSERİ FAY HATTI’nın mühim bir kısmı da bu köhne ve terkedilmiş fakir mahâllenin vîran bağlarında geçecekti. O romanda, Handân, güzeliğiyle İstanbul’u birbirine katan fettan bir dilberdi; yanakları al, gözleri bal; beli ince, rûhu süzgünce. Çocukluk âşkı (Kahramân), mahpus damlarından çıkıp Handân’a âşkını tekrarlıyor, reddeden kızı bıçaklıyordu. Kanlar içinde yere yığılan gençkızı öldü sanan seyirciler, açılan yeni sayfada, mûcize kabilinden hayâta tutunan Handân’ın, sonu İstanbul’un gece hayâtına uzanacak inanılmaz serüvenlerini okuyacaklardı. Hikâyeye göre, kıza en zor günlerinde dost elini uzatan, Komiser Kenan’dı; gizli gizli buluşup gecelere akıyorlardı, metrolarla tramvay hatlarından geçip kılcal damarlar gibi atan şehrin yüreğine bodoslama bindiriyorlardı; seren direklerinin altındaki küpeştede alkolle yıkanıyorlar, nazlı Marmara’nın mâvi sularında süzülüyorlardı; Tambulpistak’tı burası, yitik âşkların mâbedi hey. Para, otomobil, yüksekses, hız; Çamlıca Tepeleri veyâ Emirgân Korusu’ndaki otoparklara ulaşmadan önce, mahâlleden sessiz sedâsız çıkmak lâzımdı. İlk buluşmalarında, KK, sokağın köşesinden pencereye ayna tuttu, güneş gençkızın yanağına yansıdı. Kavuştular; yanyana, iki yabancı gibi yürüdüler. Ayaklarının altındaki Boğaziçi, ezici güzelliğiyle, dalgalı, serin ve nazlı sularını, esir şehrin insanlarına doğru akıtıyordu. Sevdâ Tepesi’ne vardıklarında, KK, çakısını çıkardı; yaşlı bir çınarın gövdesine eğri büğrü bir kâlp çizdi, ortasından bir ok geçirdi ve iki harf kazıdı: H ile K. Bu, birbirlerini sevdiklerine işâretti. Elleri yavaşça buluştu, parmakları kenetlendi. Güneş, esrârlı bir rûyâ gibi yavaş yavaş sönüyor ve ufukta tatlı ara renkler çizerek yeryüzünü guruba doğru hızla yaklaştırıyordu. Kadın avcısının, cinsel cesâretini ortaya koyma zamanı gelmişti. Manzaraya dalmışlardı. KK, 220 fâresine sinsice yaklaşan kedi gibi gerilmişti; dili, sımsıkı kapalı dudaklarının arkasında yalanıp duruyordu. Kolunu Handân’ın omuzuna attı, yüzünü kızın gamzelerine yaklaştırdı, iri ve dolgun dudaklarına hırsla yumuldu; pek az öpüldükleri o kadar belliydi ki. Handân, birkaç saniye nefesini tuttu, bırakıverdi sonra; doludizgin öpüşmeye başladılar. Handân, çılgın bir âşk nöbetini hemen yaşamamak için dişlerini sıktı, çenesini gerdi. Ancak bir mıknatıs sanki ikisini birbirlerine doğru itiyordu. Kendilerine geldiklerinde, sular kararmıştı. Genç kadın, ‘Çılgınsın,’ diyebildi ancak. Yuvarlak kalçasıyla nârin omuzlarının izi, kendi benzerini toprağa resmetmişti. Kalktılar, yürüdüler. Aksaray’da bir gece kulübüne girdiler. Yemek, içki, dans, kâlp şeklinde yanıp sönen ışıklar, öpüşme, dili dil içinde gezdirme, genç adamın muzaffer edâsı ve Handân’ın mütebessim yüzü. “21 yaşımdayım ve babam beni bugüne kadar hiç sevmedi,” dedi Handân KK’na, “Söylemek istemiyorum, gizlemek istiyorum ama benim babam Kapıcı.” KK: “Aşağılamayalım adamı Kapıcı diye.” H: “Elinden gelse, arkadaşlarımı bile o seçecek. Pazara gidiyoruz, arkamdan biri ıslık çalıyor, dönüp bana bağırıyor babam, önüne bak diye… onun hayâtı içki, şişelerin arkasına sığınmış. Para lâfı da düşmez ağzından hiç, bir de ekmek-süt verirken içerileri dikizlesin… mutsuzum, vallâhi ölmek istiyorum… hayât böyleyse çok kötü… bu hayâttan kurtulabilir miyim bir gün?” KK: “Belli olmaz, bir öpücük ver bakalım.” H: ‘‘Yanaktan öpebilirsin şu ân, bırak dudaklarımı.” KK: “Sevgilim benim.” H: “Terbiyesiz.” KK: “Başka nelerden sözedelim?” H: “Nelerden?” KK: “O güzel, tatlı ağzından meselâ.” H: “Konuşma böyle, utanıyorum.” KK, Handân’ı mahâllesine kadar götürecek. Eve bir iki sokak kala ayrılacaklar. Bu âşktan ne bekliyorlardı acabâ? Babası evde televizyonun karşısında çilingir sofrasını kurmuş, bir de bağdaş kurmuş, tek başına, sinirli sinirli içiyordu. Konuştu: “Geldiğimde seni evde bulacağım. Nâmusunu kirletirler dışarda. Orospu mu olacaksın, katil mi edeceksin beni, eşek sudan gelinceye kadar döveyim mi seni?” Handân, büzüldüğü köşecikten, babasını dinliyor, âile adı verilen insan yumağının çirkinliğiyle, ikiyüzlülüğüyle ve sefilliğiyle gözbanyosu yapıyordu. Oysa Handân, hem gençliğini yaşamak, güzelliğinin tadını çıkarmak, hem de garantili bir kocanın güvenlikli şemsiyesine sığınmak istiyordu; Televizyon’da veyâ Radyo’da her Allahın günü boy göstermek de gâyet câzipti. 221 93. HANDÂN’IN İSTEKLERİ Handân’ın peşinde her zaman 100’e yakın erkek vardır. 21 yaşında. Medyada çalışmak ve ünlü olmak istiyor. Cep telefonu durmadan çalar. Komiser Kenan’la günlük hayâtın herhangi bir ânında tanışırlar, sevgili olurlar, birbirlerine ‘aşkım’ ya da ‘gönlüm’ diye hitâp ederek mesajlar yağdırırlar. Ara sıra, İstanbul’un çılgın gece hayâtına da dalacaklar. Handân da her gençkız gibi delicesine eğlenmek isterdi, ama hayâtının âşkını aramaktan da aslâ vazgeçmeyecekti. Görünüşte, kenar mahâllenin fakir kızıydı; ama acabâ öyle miydi? Handân, neleri sever? 1) Yakışıklı erkekler. 2) Pop müzik. 3) Güzel giysiler. Rahatına düşkün Handân, nelerden korkar? 1) Parasız kalmaktan. 2) Yaşlanmaktan. 3) Tecâvüze uğramaktan. 4) Karanlıktan. 5) Babasından. 6) Depremden. Ya istekleri? 1) Geleceğini garanti altına almak. 2) Televizyonda veyâ Radyoda, sunucu veyâ Dijey-Vijey olmak. 3) Babasından kurtularak başına buyruk ve bağımsız yaşamak. 4) Hayâtın tadını bir güzel çıkardıktan yıllar sonra, babacan bir kralla evlenip yuvasının kraliçesi olmak. Güldükleri ve sinirlendikleri de sıralandığında, dört dörtlük bir portre belirebilir. 1) Hemen seks yapmak isteyen erkekler. (Sinirlenir) 2-) Basit ve yaratıcılıktan yoksun lâf atan erkekler. (Nasıl bu kadar aptallar?) 3-) Toplutaşıma araçlarında alenen yalanıp dil şaklatan erkekler. (Cinâyet işleyebilirdi) 4) Kibar, zarif görünüşlü, tâne tâne konuşan erkekler. (Hoşuna gider) 5-) Ünlü bir Dijey’le birlikte olmak. (Karnını tuta tuta, kıkır kıkır güler) 6) Kıskanç ya da kadın düşmanı kadınlar. (Ay, şakasın sen; nefret yâni). 7-) Kadersizlik ya da kötü tâlih (Küfreder). 8-) Aptal yerine konulmak (Kin tutar, intikâm duygusuyla bilenir). Ha, bir istek daha: Mahâllesindeki abaza ordusunun neferleri yerine, elbette şehrin kibar insanlarıyla takılmak. Evde televizyon devâmlı açıktır. Genellikle müzik kanalları. İnsanları ve dünyâyı (kollarını iki yana dünyâ gibi açarak) ne kadar çok sevdiklerini tekrarlayan Dijey ve Vijeyler. Ve izleyiciler. Defâlarca telefon etmiş, fakat canlıyayın hatları sürekli meşgûl çaldığı için, televizyon şekerleriyle konuşma şansı bulamamıştı. Evlilik yarışmalarına, ıssız adada hayâtta kalma cenklerine başvuramamıştı. Elinde zap âleti, bir günâh gibi gezdi durdu, renkli masal klipleriyle kafayı buldu. Yüksek morâl buydu işte; montajlanmış hakikatlerin ağırçekim sarhoşluğu insanı enfes 222 hayâllere sürüklüyordu; Şan, Ün ve Para hayâlleri… derken, yayınların sesleri kızgın cızırtılar eşliğinde hora tepmeye başladı. 223 94. GECE HAYÂTI RABARBASI Azıcık bitliydi, bütün bunlardan ümitliydi. Çanta gitti eli sel aldı. Kaynanasını doğrayan gelini duydunuz mu, hûû? Dublajsesi, kafasesi, nefessesi, Kâtibinizin sesi. Sazların ateşlerin közleri. Pul pul olmuş ağlamaktan gözleri. Aman bre deryâlar, yaşamalak ne demek? Saçmalamak gibi mi? Peki ya, yanlarla yamayanlar arasındaki fark? Mukadderâtın adâleti böyle kahpece mi tecellî eder? Yakalamak mı malamaya çalışır, yoksa lama mı yakalayamaz veyâ hangi lama malayamaz? Otuzdört seksenaltı ticârî, sağa çek. İyi akşamlar Mösyö. Ben ibneyim canım, götveren değilim, götveren senin babandır. Biz de vatandaşız konuşmak istiyoruz. Lütfen canlıyayındayız sayın konuğumuz lan. Rakamların uğruna inanır mısın Richard? O yalnız kasabada şimdi zavallı Betty’den başka kimse kalmadı. Millet ekmek derdinde siz hâlâ sanat diyorsunuz. Gerçekten de söylendiği kadar yeşil mi oralar? Ooo, kimleri görüyorum efendim. Babam ben doğmadan ölmüş. Engereklerin büyülü dünyâsına dalmaya hazır mısınız? Okyanusun dibindeki hayât ne kadar da ilginç değil mi? Gerçekten de, piyango bana mı çarptı Kont? PingPong’u en iyi Asyalılar oynar evlât. Bir süre sonra kaçınılmaza boyun eğmek durumunda kalacaksınız. Artık kral öldü ve başka kral istemiyoruz. Şimdi bakın memûr bey, bu yaya bana yeşil yanarken kendini yola attı. Eşini bıçaklayan şu cânî rûhlu adama bakar mısınız? Eski çamlar Kutubira olmadı. Ülkemizin en önemli meselesi ekonomi mi, eğitim mi? Meclis genel kurulunda milletvekilleri yumruklaştı. Haberler bitti, oyunhavaları başladı. Kanımız aksa da zafer Oyun Teorisi’nin. Biz bunu uluslararası bilim dünyâsına da açıklamak istiyoruz. Ülkemizin dış ülkeler nezdinde nasıl itîbar kazanmaya başladığını hepinize göstereceğiz. Ele geçirilen dolandırıcılık şebekelerinin üyeleri arasında emekli muhasebecilerle matematik öğretmenleri de bulunuyor. Kokain skandalıyla gündeme gelen güzel mankene dikiz. Yaşayan ölüler ülkesinin şerefini kurtaracak kahramân, yeni çıkan partinin genel başkanı olabilir mi? Uyuşturucuya başlama yaşı onikiye düştü. Şehir zombilerle dolu. Çok büyük miktarda paranın sâhibi olmak hârika. Taksitlerim var, fazla harcama yapamam. Ağbi, karı bir âfet. Erkekler âşık olmaktan niye bu kadar korkuyor? Parlementoda ibne var mı? Kurugürültü, çöpşelen keşenkler, yükselen diginler. 224 Pistanbul’a hemşehricilik egemen oldu. Peki ama bu koku ne böyle? Rabara rabara rabarba. Garden Parti sahnesini yeni baştan alıyoruz. Şimdi de sırada camiî sahnesi. Kalabalığa yakınçekim lütfen. İçerde içdüşman, dışarda dışdüşman. Ve Dumrul, Azrâil’in canını almak için doludizgin sürdü atını. Diş sağlığı, can sağlığı demek. Yalvarın bize, lütfen size bir şans daha verelim. Hiçbir anlamı yok bu sözlerin, sâdece rahatlamak için söyledim. Sen de mi öğrendin, âferin, haydi gel berâber söyleyelim: Honki ponki toni nok / Çalona bimbo bori rok / Muşi muşi hubobo kozi zok / Çiki çiki şayne tiki tak tok. 225 95. HANDÂN VE DJ TUĞBERK HANDÂN- (İçinden) (…) Aslında gelecek için plânlarım yok, hayâtı akışına bırakma felsefesindeyim. Şu ânda sâdece Kenan’ın hediyesi akıllı dijital telefonum var. Kimseye bağlı değilim, herhangi bir sorumluluğum da yok ve tabiî ki param da yok. Bence bunlar hayâtımın en güzel yılları. Herkes hasta bana. Eritiyorum erkekleri gözlerimle, yandan bakışlarımla. Güzelliğimin açtığı kapılar var, fırsatları değerlendirmem lâzım. Anlayamadığım şu: neden babam bu kadar sersem, niye bu kadar gerizekâlı, nasıl böyle egoist? Kader ne, alınyazımda neden özel okullar, dadılar, yurtdışında okullar yok, büyük ikrâmiye neden bana çarpmadı da böyle camiî avlusunda bulunmuş bebek gibi yaşıyorum? Hakediyor muyum yâni bu güzellikle bu hayâtı? Gencim güzelim, ne doktorlara mühendislere lâyığım ben; değil miyim? Hû hûû, beyaz atlı prensler, neredesiniz? Acele beni bu hayâttan tereyağından kıl çeker gibi çekip çıkaracak birini bulmam lâzım, kafayı yiyeceğim yoksa. (…) Handân ile Dijey Tuğberk buluştular ve köhne bir apartmanın, dar, basık, karanlık merdivenlerinden çıkarak, beşinci kattaki Radyo’ya ulaştılar. Kapıda cıngıllı harflerle JET-FM (Esenler) yazıyordu. Radyo İstasyonu’ndan çok, büro makinaları ithâlâtı yapan teknoloji şirketlerinin depolarını andırıyordu. Manzarada, şişko ve mat bakışlı, hormonlu domatese benzeyen bir sekreter kız; gece 31 çekmek için direk Handân’ın memelerinin haritasını beynine kazıyan birkaç sivilceli ergen abaza tip; ve saçmasapan emirler yağdırarak boş boş ortalıkta dolanıp müdürlük taslayan âile babası kılıklı ortayaşlı göbekli bir erkek, vardı. Gûrur duyduğu vücûduna yöneltilen hayrânlık dolu bakışları görünce, içine doğru gülümsedi Handân. Bu acâyip seksî kıza bakıp haset eden radyo emekçilerine aldırmadan Handân’ı stüdyoya dâvet etti Tuğberk; rock konserlerinde gençkızların toplu hâlde külotlarını sahneye fırlatmalarına alışkın bir megastar kadar özgüveni yüksekti. Yayın saâti geldiğinde stüdyonun kapısındaki KIRMIZI IŞIK yandı; Tuğberk, kuyruksokumuna yakın kalçaüstü bölgesindeki çifte gamzesini çaktırmadan elleyerek karşısındaki koltuğa oturmasına yardım ettiği Handân’a, süperçapkın bir Kazanova edâsıyla göz kırptı ve dinleyicilerle telefon bağlantıları kurduğu canlıyayınına başladı. Tuğberk de birçokları gibi, kendi sesine âşıktı; sesini duyan kızların direk ıslandığı fikri, kızlardan çok 226 onu çıldırtıyordu. (Yayın, JET-FM kanalından, vargücüyle, bütün hızıyla, barajdan kuraklığa boşalan su gibi çağıldayarak akmaktadır.) (…) Bir kere olsun kör gibi bakma gözlerime prenses hazretleri, müzik eşliğinde yanıma dâvet ediyorum seni. Tependen aşağı dökülen gül yaprakları eşliğinde, dünyâ âlemi çatlatan güzelliğinle, kavuş sevdiğine, kur yuvanı, gir dünyâevine… aah ah sevgili dinleyicilerim, programımız bütün hızıyla devâm ediyor. Sizleri gerçekten çok seviyorum ve bu tarçın güzelliğindeki sözleri, Kartal-Soğanlık’taki dinleyicim Onur ile Nûrsedâ’ya gönderiyorum. Seni seviyorum lâfı ayağa düştü, diyor Sedânûr. Sen ve sevmek kelimeleri öyle sihirli ki sâdece sâhipleri değerini anlayabilir, emânetçiler bu hazinenin kıymetini bilemezler a dostlar, b dostlar, c dostlar. Neyse, sevgiden bahsettik, bakın Ümrâniye’den Emine ne diyor biricik can dostlarına, Songül’e, Nîmet’e ve Makbûle’ye: Rabbi’nin yarattıklarını kardeşin bil, sevdânın hasatıdır insan nefretin değil, kredi kartlarının değil, sâdece sevdiğinin önünde eğil, diyerek ellerinde poşetlerle AVM’lerde dolaşan hanımlara da gönderme yapıyor veyâ dokunduruyor; yu ken taş dis, taş dizebilirsiniz yâni diyor. Programımıza telefonla katılmak isteyenler için telefon numaralarımızı bir kere daha tekrâr edeyim. (…) Tuğberk, işte bu canlıyayınlardan birinde tanıştı Handân’la. Kızın sesini duyduğu ânda, bütün hormonları sünerek timsâh gibi dikilen mikrofona doğru uzadı. Sesi önce dağıtıp sonra toplayarak yayına veren çokamaçlı stüdyodan dalga dalga yayılan kılçıksız bir gençbalık diriliğindeki sesin sâhibinin, bir ‘merhaba’ deyişi vardı ki, baldan tatlı, lokumdan leziz. Bu ses vurmuştu Tuğberk’i canevinden, bu ses kâlbine bir bıçak darbesi gibi saplanmıştı; geceyarıları hayâlinde ete kemiğe bürünen Handân’a porno tadındaki bütün fantezileri uyguluyordu. Bakımlı kızdı Handân. Sabâhları temizleme kremini çıkarıp hafif dokunuşlarla pamukşeker pembesi yanağına sürüyor ve kendine tapınma âyinine başlıyordu. Küçük beyaz peçetelere bulaşmış ruj lekeleri, aynaya sabitlenmiş donukkareler… koltukaltları, burnunun ucu, dolgun dudaklar, ince ve hoş parmaklar, nemli uyluklar, şeker dizler ve vücûdun diğer şâhâne tarafları bir güzel ovalanıp parlatılırdı ve tâze güne, heyecanlı ve canlı, özünü salıverirdi Handân. Makyaj aynasından yumuşak yatağına kadar, iki adımcık atardı Handân ve memnûn, kadınlığı hevesle keşfettiği ilk günlerdeki masalsı mâhremiyete ışınlanır, kıvançla, gülmekten katıla katıla bacaklarını sallardı. Hayrânları onu 227 uyurken görselerdi, başkasına yâr olmasın diye muhakkak öldürürlerdi. Mâdem öyle, erkeklerin sırtlarını merdiven basamağı gibi kullanarak adım adım yükselecekti Handân. Önce Kerem Bakırcı’yla takılıp yol yordam öğrenmiş, ardından Komiser Kenan’a terfî etmişti. KK, oturaklı adamdı, hem de Polis’ti; çelik yeleklinin himâyesindeyken güvendeydi. Tuğberk ise yemeğe azıcık katılan bir çeşniydi; gerçi fazla terleyen ve biraz bulamaca benzeyen bir yemeğin bahâratlı sosu gibiydi ama insanın nefsi her mezeden birer lokma tatmak istiyordu işte, n’aapsındı? Handân da, bütün ülke gibi, yatsıda ve sabâh namâzında, iftarda, oruçlukta, sahurda, kahvaltıda, akşam yemeğinde, yatakodasında, tuvalette, bakkalda, manavda, meyhânede, barda, televizyon seyrediyordu. Rûhları esîr alan ve hayâtı şenlendiren televizyon çağlarının çocuğuydu o; gösterme ve bakınma kültürü yer tuttukça, aygıtlar çeşitlenmiş, çoğalmıştı. Handân’da da, hayâtında tek bir kitabı baştan sona okumamış bütün insanlar gibi, dördüncü satırdan sonra yorgunluk emâreleri başgösterirdi. Yerellikten nakış nakış soluyan bazı radyolara ulaşma azmiyle telefona asılırken, yorgunluk nedir bilmezdi. Ama ya Dijeyler salaktı ya da yayın parazitliydi. Canlıyayınlara yıllardır telefon etmesine rağmen (tabiî ki babasından gizli), mahâlleye hava atacağı bir bağlantıya, Tuğberk’le ik defâ erişmişti. Böylece, Handân için delirenlerin kervanına, süne zararlısının kelleştirdiği maydanoz tarlalarını andıran kellesiyle, yalapşap veritabanlı, iletişim hatlarının ilkesizi, Dijey Tuğberk de katılmıştı. Diğer cephede ise, sevinçten havalara uçan Handân’ın kâlbindeki bütün cephânelikler bum bum patlıyorlardı; Tuğberk onu seksî bulmuştu, canlıyayın formatında ağırlamış ve telefonda kâinat güzelliği tâcını takmıştı. Yalnızlıktan ve Âşk’tan bahsederek uzun uzun konuştular. İçmedikçe kudurtan bir suydu yalnızlık, içtikçe öldüren bir şerbetti Âşk. Acemi çaylakları, şaşkın ördek yavrularını yayına almak üzere dijital meşklerine ara verdiklerinde, hâlâ Âşk’tan sözediyorlardı. Handân da bütün kadınlar gibi şehvetle ve iştâhla konuşuyordu; dolu dolu, tâne tâne, hızlı hızlı. Tesâdüfe bakın ki, bağlantı kurulan yeni sohbetkâr şahıs da bir hanımdı; “Türbanlıyım ama bu, kadınlığımı özgürce yaşamama, hissetmeme engel değil,” diye söze girdi. “Az önceki bayanın (Handân) âşk hakkındaki görüşlerine hem katılıyorum, hem de katılmıyorum,” diye devâm etti. İyi dilekler eşliğinde, konuktan dâima JET-FM dinleyeceğine dâir alınan sözle yayına devâm edildi. “Eğlencenin adı, müziğin tadı, 228 radyonun jeti,” diye agresif agresif çığıran Cıngıl’ın ardından yeniden ağzını mikrofona dayadı, kel başı, mandamsı gövdesi, çalı süpürgesini andıran atkuyruğu saçı ve etkafalı varlığıyla, Tuğberk denen Dijey. Espri makinası Tuğberk. Tuşuna bastıkça gülünçlük fışkırtan şakamatik şûbesi. Vasat kabak yemeği. Haybeye kürek çeken fış fış kayıkçı. Hayât Felsefesi, adı altında, aklına gelen bütün kelimeleri tüküren fotokopi makinası. Dinleyicilerini çok, ama çok seven, beceriksiz amsalak. Kadına aç vitamin fakiri. İndirgeyici antibiyotik. Hasta eden fisür. Amaçsızca harlanıp duran fitilsiz gaz lâmbası. Nasır zonklatan dar ayakkabı. Burnu boktan kurtulmayan kılavuzsuz karga. İletişim devriminin yolaçtığı sonuçların en utanç vericisi. Bayağılığın huzûrlu ve hayırlı yollarında âyet tadında gezinen sahte peygamber. Her sözü kerâmete delâlet sapık şeyh. Müslüman, Türk, Dingil ve Erkek. Günboyu gördüğü bütün kadınlara seks diye akan, aynı salyalı sümüklerle bakan, azgelişmiş ilkel kafatasçı. Hipopotam gibi ter fışkırtırken kendinden pek de emin şamrel. Bayrağa, Ezâna, Cumhuriyete, Bilime, Vatana, Sanata, hepsine birden aynı anda imân eden modernize mü’min. Birdenbire hayâtımıza giren, hükmeden, yön veren, diplomasız vâiz. Yanyana bitiştirilmesi imkânsız kavramların tinercisi. Ağlayan sendromlu şefkat, susatan maraz merhamet, sebepsiz yere gözyaşı döken sebil çeşmesi. Aynılaştırarak içini boşalttığı uhrevî ve salak teorilerin bayraktarı. Beyazcamdan ve radyo mikrofonlarından hayâta sıvaşan pispas toz zerreciklerinin evlâdı. Pispas hikâyedeki derinliksiz ama tantanasından geçilmeyen karakter. Alkışlar, Tuğberk Bey ve sevgilisi manken hanımlar için. CANLIYAYIN(Ben, benim, Tuğberk’im. Saçım benim, saçın senin, dökülüyor saçın senin. Girdim JET-FM stüdyosuna, özgür çıkar saçım benim. Vardım Keloğlan’ın mağarasına, şaşırmadım Tuğberk’e hayrân olmasına. Var varanın, sür sürenin, elbette komşuluk ilişkilerinizi geliştirin, arabanızı yayaların üzerine sürmeyin. Kulaksız kalmayın, kulak verin. Hoh. Çığlığa gerek yok. Havalar nasıl olursa olsun, sizin havanız güzel olsun. Kulağınız dâima bende olsun. Dün akşamki yayınımda, intihâr üzerine konuşuyorduk. Bileklerini keserek bu günâhı işleyeceğini söyleyen medeniyet fukarâsı bir gençkızımız vardı. Sabâh radyodan aradılar, gerçekten de dediğini yapmış. Salaklığına doymasın, insanın en güzel yaşı be ondokuz. Hoh. Derin düşüncelere daldım Metrobüs’le eve dönerken, dedim valla âşk yoksa hayât da yok. 229 Demek ki âşkı içmeli, hayâtı yemeli, sevgiliyi öpmeliyiz, çünkü biz Jet-FM’liyiz. Hoh. Hah. Huh. Peh. 230 96. DÜRÜMCÜLER, PİLAVCILAR VE SOSYETE Handân, pispas hikâyedeki yerini perçinledi, bacaklarının arasına girmek isteyen sevgilisi Kenan’a sık sık yol verdi. Handân’ın gözlerinde bir çift far var, Pistanbul gecelerinde uzun yanar; her bir semti bir ömre değen o şehirde, ki nehir gecekulüpleri, müzikhol vâdîler, âlem dağları var; alkollü meşrûbâtla berâber, şol cennetin ırmakları gibi, PARA PARA PARA diye akar. Handân, özüne güvenen Kraliçe Arı gibi sunuyordu varlığını Pistanbul gece hayâtına. Yeşil banknotları ödedikçe açılan bar kapılarında sigara içerek bekleşenlerin önünden çılgın topuklularıyla yürüyen Handân’ın saçlarından süzülen yağmur, yakında terkedeceği eski hayâtı için bile azıcık dökeceği gözyaşlarına karışacaktı. Gecelere akmadan önce, KebapDünyası’nda Kuzukuşbaşı yerken, “İki lâfın belini kıramadık,” diyen KK, şimdi, buharlaşan alkolü hücrelerinden ve gözeneklerinden damıtırken, “Beni benden alıyor âşkın, ne tatlı şeysin öyle bücürük,” gibi cümleler kurmaya başlamıştı. Daha edebî cümlelerin onlarcasını KB söylemişti Handân’a zâten; “Ormanına girmek ve senin içinde bir orman olmak istiyorum,” mu demişti? Komiser Kenan’ın geniş ve esâsında garip bir çevresi vardı. Emniyet Teşkîlâtı’nda memûrdu, ancak, Devlet’in verdiği maaşa ömür boyu tâlim edecek ve emeklilik idealiyle yetinecek biri değildi. Günde beş vakit Parallah’a tapan bütün Tambulpistak cemaâti gibi, o da bütün boş zamanlarını, hangi sinekte ne yağ var, kaburga ve gerdan ilişkisi, dana döşten nasıl külbastı çıkarılır, bal veren kovan kimde, bunları araştırmakla geçiriyordu. Polisliğin sağladığı avantajları sonuna kadar kullanıyordu; İstanbul’da adım atmadığı gece kulübü, bar veyâ pavyon kalmamıştı. KK ile Handân, eğlencenin dibine vurmak için doğru adresi ararken, plânsız programsız, samîmi ve spontan gecelere aktılar. Türkçe Pop’la eller havaya modunda coşulan alaturka mekânları da ziyâret ettiler, yabancı elektronik müzik çalınan Avrupaî kulüplere de gözattılar. Pistanbul’daki gece hayâtının canlılığını, ne sigara, ne alkol yasağı engelleyemezdi; çeşit çeşit mekânlar, karizma barmenlerin votkadan tırtıkladığı afilli filinta müesseseler, şahsiyetsiz ama kazıkçı barlar, hepsi tıklım tıklımdı. Yaz gelmişti, çılgın açılış partileri hız kesmeden devâm ediyordu. Klasikleşmiş, efsâne olmuş dükkânlarda da aynı hareketlilik gözleniyordu. Hava kararınca, İstanbul denen tulûât 231 tiyatrosunun sahnesinde, günün ikinci perdesi başlıyordu. Eğlenceyle aranız iyiyse, sabâhın ilk ışıklarına kadar durmak yoktu, şempanzeler gibi tepinebilirdiniz. Anadolu Kaplanları’nın gizli kapaklı işler çevirerek yastıkaltı servetlerine servet kattıkları birikimlerin aklandığı, paklandığı, yasal yatırımlara dönüştürüldüğü, kalanını da sebil gecelere akıttıkları Boğaziçi kıyılarından duyulan cıstak cıstak seslerine, piyanist şantörlerin mutluluk temennîleriyle dolu org mırıldanışları karışıyordu. Şehre günübirlik gelen misâfirler bile gece hayâtına mutlaka şöyle bir dalıp çıkıyorlardı. Yirmidört sâat yaşayan bu canlı ve heyecanlı şehirde, kulüplerin ismi değişse de, alaturka bir metronom gibi makamlı salınan şehrin ritmi, hiç durmadan Şehrin kalbine kan pompalıyordu. Eşitsizler arasındaki eşitlik ürkütücüydü ve gecelerde dev hortumlar, döne dolaşa uçuşan Kâğıtpara’yı vargüçleriyle emiyor, sonra şehrin semâlarına yıldıztozları gibi serpiyorlardı. Handân ve KK, geceleri İstanbul’u gezmeye başladılar. Boğaziçi sâhilleri, Etiler’deki ve Nişantaşı’ndaki sosyete barları, Avcılar’daki Türkübar’lar ve Asmalımescit’teki kokoş kültür yuvaları. “Bir polisin kolundaki kadınlık hoş ve gâyet havalı,” diyordu Handân; “ama polis olmak için de biraz deli olmak lâzım di mi, ay akşama kadar ne pislik tiplerle karşılaşıyorsunuzdur şimdi?” Çingene müzisyenler eşliğinde rakı yudumlanan Kumkapı’da fasıllara da eşlik ettiler, sevdâların yollarına gül de döktüler, can cana kadeh tokuşturarak mesût da oldular. Beyoğlu sokaklarında, o bar senin bu bar benim geze dolaşa, İstiklâl’in izbe mekânlarından, bol bira eşliğindeki rock barlara seke sıçraya fink attılar; oynadılar, çaldılar, söylediler. Emperyalist güçler tarafından yozlaştırılarak örf ve âdetlerinden uzak düşürülen fasafiso hayâtta, halkın öz duygularını dillendiren türküleri dinlemek için, Dem, Halay, Ezgi, Nota, Güvercin, Özgür gibi, azgın faşistler tarafından işkencelerde boğularak gerçekleştirilmesi engellenen Anadolu devriminin kültürel temalarından bugünlere mîras kalan kavramlarla isimlendirilen Türkübar’ların loş ışıkları altında beceriksizce öpüştüler; davul zurna eşliğinde halaylar çekerken, zonklayan tahta zeminden fışkıran tozları yuttular. Canlı türkü performanslarının bedelini, kredi kartıyla kasada ödeme imkânı da sunuluyordu. Türkübar’lardaki türküler, anasütü gibi saf, temiz, içten birer yaşam hikâyesiydi. Şehrin yoğunluğundan ve trafik kaosundan uzakta, musikî ya da fasıl da dinlenebilecek, yöresel köy sofraları tarzı bu kuruluşlar, insanın rûhunu da 232 rehabilite edeceği yerleşkelerdi; fakat alkol satıldığı için batakhâne muâmelesi çeken zontaların korkunç kavgalar da çıkarabildiği yerlerdi. Anlamsız elektro enstrümanların iğrenç seslerinden ıstıraplı özgün müzikler de duyulurdu. Veyâ, sosyalist işçi marşlarının Türkçe uyarlamalarıyla terennüm edilen protest parçalara da rastlanıyordu. Bâzen âşka ve hakikate dâir esrârlı bir ses ve derinden bir nefes de değerdi kulaklara, o patırtı gürültü bir ân dindiğinde; bağlaması ve vakur tavrıyla usuldan has türkü söyleyen Halk Âşığı, sahneyi alır, meydanı açar, dostların sofrasına güneşi tertemiz bir örtü gibi serer; “Kırkların cem’inde, dar’a düş oldum,” da derdi, “Gönül çalamazsan âşkın sazını, ne perdeye dokun ne teli incit,” diye devâm da ederdi. Şehir ve gece hayâtı, kendi yörüngelerinde dönen, benzemez küçük gezegenleri andırıyordu. Gecelerde Rakı ve Dans ve Darbuka ve Keman dışarı akıyordu ve bağırsaklardan dökülen atdışkısı gibi patlayan her pispas havaîfişek yığınının tadı, dokusu, rengi farklıydı. Gürültü, şehrin üzerine devâmlı yağan yapışkan bir sağanak yağmur gibi dökülüyordu. Pilâkiler, Lakerdalar, ucuz hissiyâtlar ve müslüman toplumların bin yıldır doygunlukla yaşayamadığı sex hayâtından süzülen şahsiyetsiz atmıkları andıran şarkılar, şarkı sözleri: Abazayım abaza âşkım, Ne yapsam senden ayrılamam, Ya benimsin ya kara toprağın, Abazasın abaza, Paraların hangi cüzdânda, Âşkın ballılokma tatlısı, Aman inşallah hadi hayırlısı… Boğaz’a kalkan teknelerin tekdüze İngilizce anonslarının yanısıra (Bosphorus Tours, Ten Lira), İstiklâl’deki insan selinin ortasında turistik bildiri dağıtan çığırtkanların sesleri de duyuluyordu: “Gece hayâtının başkentinde çılgın haftasonu geçirmek isteyenler, nasıl bir eğlence istediğinizi bilmiyorsanız, kayboldunuz demektir. Müzik seçiminizi yapın; pop, alaturka ya da rock. Mütevazı bir eğlencenin peşinde misiniz, yoksa Arap şeyhleri gibi bahşiş dağıtarak Kuzeyli kadınları mı götürmek derdindesiniz? Felsefeniz, geceler bitmesin, sabâhlar olmasın mı? Tüm hitâplarımızda tekrar ettiğimiz gibi, paranız yoksa tatava yapmayın, evinizde oturun; tatsız olaylar yaşamayın, mala bağlamış tersolar, foldurfoşlar ve sayın şırfıntılar. Coşkuyla içerken hızlı akar zaman; arkadaşım, kardeşim, hadi evine, ikile; aç anason şişesini evde diple; bin tek pırpırlı pervâneye, yürüt el arabasını elle. Aklınıza sâdece seks yapma ihtimâli gelmesin lütfen eğlenmek deyince. Bacaklardaki minietekler olsun kulaklara küpe. Para harcarsanız, eğlenmenize izin veririz; 233 paranız yoksa, rûhunuzda derin hasârlar bırakarak hâtıralarınızın ırzına geçeriz. Cevâplarınız hazırsa, eğlence otobüsümüz kalkıyor…” Diyerek ve çevreciyeşil bir barış vaadederek, yoldan gelip geçenleri (elleriyle kollarıyla) yuvalandıkları deliklere çekmeye çalışıyorlardı. Handân, geceler boyunca mekânlardan mekânlara hopladıkça, gözlerine inanamıyor, her ân yeni bir yaşa daha giriyordu. Sessiz sedâsız bir bar, meselâ saâtler ilerlediğinde birdenbire hareketlenebiliyordu; sanat ve iş dünyâsının önde gelen isimleri, galeri sâhipleri, video artistler, ressamlar, eleştirmenler ve botoks yaptırmış kadınlarla erkekler, ortalığı dolduruveriyorlardı. Sosyetenin gözde mekânlarında (ne demek?) kurtlarını döken ve iğnelerle yüzlerini plâstik maskeye çevirmiş sosyetik güzeller (ne iş yapar, neyle geçinir?), yüzlerini pek derin anlamlar gizliyormuş gibi kasarak, koftiden sırlarla örülü sûretlerini, hayâtı kokoş kokoş gaspeden fotoğrafları çeken onlarca paparazziye, uçaklarda sunulan füzyon yemekleri gibi ikrâm ediyorlardı. Cemiyet hayâtının diğer botokslu isimleri de, denizlerle kıtaları bağlayan anayolların kavşağında tarîhî siluetiyle ışıldayan medeniyet ve kültür hâzinesi, Asya’nın ve Avrupa’nın incisi bu şehrin gecelerindeki vampir baykuşlar gibi taşkınlıklarla kanat çırparak, eğleniyorlar, eğleniyorlardı. Meşhûr kişilerin bile zor girdiği bu mekânlara rezervasyonsuz adım atmak zordu. Ancak KK, Emniyet Teşkîlâtı’ndaki nüfûzunu ve icâbında çayda çorbada bile ortaklık ettikleri ismi var cismi yok şaîbeli Karaparacı’larla tanışıklığını kullanarak (açıl susam açıl) ardına kadar açtırıyordu kapıları. Yanında gurûrla taşıdığı seksî ve güzel kadın kredisi de, gecelerdeki diğer kilitleri kıran sihirli değneklerin tılsımıydı. Ömründe ilk kez böyle hayâtlarla yüzyüze gelen Handân, afallamıştı. Bu insanları daha önce sâdece televizyondaki magazin programlarında görmüştü. Tepeden tırnağa pahalı marka giysileri, muhteşem ve modern lâle devrindeki o takıları, hangi parayla nasıl aldıklarına şaştı. O, fakir semtlerden gelen miniminnacık bir gençkızdı. Birden mâneviyâtı bozuldu ve tuvaletten kasıla kasıla dönen Kenan, Handân’ı bir köşede gizli gizli hıçkırırken buldu. Kulüplerdeki ölçüsüz zenginlik, bu fakir ama gurûrlu gençkızın sinirlerini allak bullak etmiş, rûhu ince bir yerinden kopar gibi olmuştu. Demek, paparazzi programlarında gösterilenler, yalan değildi. Demek, gerçekten de sınırsızca tüketmekten başka zevkleri bulunmayan kadınlar ve erkekler, şehrin ana arterlerindeki eğlence otobanlarında, çöp dağlarından 234 uzaktaki muhitlerinde yaşıyor, günlerini gün ediyorlardı. Gürültüden kimse kimseyi duymuyordu, duyması da gerekmiyordu; jestler, mimikler, kaş oynatmalar, göz kırpmalarla, sanki sözsüz iletişim havuzlarında dörtçekerli jiplerle yüzermişcesine coşkuyla titreşiyorlardı; şifreler aşikârdı, herkes bir diğerinin ne demek istediğini, hiç pispatik kelime kullanmadan da gâyet iyi anlıyor gibi görünüyordu. Bir etrâfı kesme hâli yaygındı, kim bana bakıyor bakışı: bana bakan var mı diye dönüp dönüp gözlere bakış; velfecrî okuyan fıldır fıldır gözler; dansederken aynadaki kendine bakışın tutsaklığına mıhlanmış gözler; yaşamak değil, hiyerarşide yer tutmuş bakışanların gözünde değerli sayılmak; sınıf ortalamasının bakışı tarafından onaylanmak; kabûl görmek için, etrâfa bakar gibi görünmek. Tıklım tıkış arabalarla yüksekdoz gece sâatlerindeki sıkışık trafikte semtten semte geçmeye çalışan bu biraz tuhaf gece hayâtının nüvelerinin, sanki az sonra benzin kıtlığı başlayacakmış gibi yakıt depolarını hızlı hızlı alkolle dolduran bu insanların, palamut sürüleri gibi panik halinde akın akın gittikleri dünyâ çapında ses ve ışık sistemine sahip salonlarda, litrelerce, galonlarca, tankerlerce alkol tüketiliyordu. Zencefil, tarçın, limon; viskiler, votkalar, rakılar, arpasuları ya da anasonlar, hatta lâhmacunlara da tanıklık ederdi bu dükkânlar; haykırış, çığlık, harala gürele eşliğinde cümbür cemaât tepinen, imtiyâzlı, paralı, rûh birliğinde sekmeden kaynaşmış bir kütle. Bâzı müşterilerin denizden yatla ya da kotrayla geldikleri kulüpte, gözalıcı geniş kanepeler, diplerde de localar vardı ama kahramânlarımız, şimdilik canlımüzik yapılan sahnenin dibine yakın yerdeki Mini-CikBar’da konuşlanmışlardı. Hemen yanlarındaki üç kadın, Şat’ları dipleyip duruyorlardı. Yüksek topuklu ayakabıların tak tak tak sesleriyle süzülen ve siyah ve gümüş rengin hâkimiyetindeki bu genç kadınlar, paralel evren boyutuna geçmişlerdi. Topuklular biraz dengesizlik hissi verse de, vazgeçilmiyordu topuklulardan. “Gerçekten güzel kadınlar,” dedi Handân, KK’ye. Handân’ın beline sarılan sarışın bir âfet, “Amaç iyice kafayı bulmak,” dedi. KK, dikizdeydi; Handân’a bir tekila daha ısmarladı; ayârlarsa icâbında ikisini birden götürebilir miydi? Handân, biraz daha içerse, garip isteklere hayır diyemeyebileceğini hissetti. Masaların arası insan doluydu; onlar da kalabalığa karıştılar; nereden tanıdıklarını hatırlamadıkları bâzı sîmâlara da rastladılar; “Sabâhlar olmasın, kadehler boşalmasın,” diye şarkılar söylediler; bardan bara, kulüpten 235 kulübe sekerek, geceyi sabâha bağladılar. Dumûra uğratıcı şaşırtıcı olaylar eksik değildi gece hayâtında. Pistte çılgınlar gibi zıplayarak danseden tombik bir gençkızın âniden memesinin içinden peçeteler çıktı, yaprak gibi süzülerek düştü, kâğıt paralar gibi döşemeye saçıldı. Sahnede salınan, gırtlak hacmi dar, bet sesli hünsâ şarkıcı, “Canın çıksın ayol,” dedi, “göbeğinden korse de çıkar bunun şimdi, kaşının altından takma kirpik çıkar, poposundan da kıç kaldırıcı külot çıkar, dermişim…” Deliler gibi gülen kitle, dansa ve eğlenceye hız kesmeden devâm etti. Sabâha doğru, otoparktaki valeler, lüks otomobilleri ufaktan kapıya parketmeye (elde anahtar desteleri) başladılar. Gece boyu güvenliği sağlayan Badigard’lardan biri diğerlerine elle kolla dil konuşmaları yapıyordu: “Ben bu işin içinde yetişmişim. Raconunu bilirim. Kurnazlığını bilirim. Müşterinin psikolojisine dikkat ederim, nabzına göre şerbetini veririm, ayârlamaları yaparım. Yamuk adamı almayacaksınız kardeşim içeri. O 51 plakada altı tane sap vardı, Murat124’ün üstünü kestirmişler, üstü açık araba yapmışlar; sap sap gelecekler, mekânımızdan karı kaldıracaklar, yok öyle yağma; karılar da sanki onları bekliyordu amk.” Az ilerde sotaya yatmış Mardinli midyedolmacı, söze karıştı, dedi: “Beyoğlu’nda bizim bir Atmaja abe var, aslında vereceksin bunları Atmaja abeye, sabâhtan akşama kadar nutuk atacak; diyecek oğlum, sap sap geziyorsan, paran da yoksa, acılar da dalağını yarmışsa, karı, kadın, kadıncık, sana neden versin?” Tam o sırada, kısa yazlık şort ve temiz bir gömlek giymiş, gözlüklü, emekli ilkokul müdürlerini andıran efendiden bir adam, “Öyle sarhoş olsam ki, bir daha ayılmasam,” diye bir şarkıyı detone haykırarak, valelerin araba yanaştırdığı bölüme hamle etti ve gözüne kestirdiği Komiser Kenan’a, “Başkan, iki liran var mı?” diye sordu. Geceler, kimbilir daha ne sürprizlere gebeydi, sezaryen doğumlardan ne hikâyeler pörtleyecekti. KK ile Handân, barda yakınlaştıkları üç kadın, gecenin harâretiyle samîmî sokuldukları ve “İllâ dürüm,” diyen başka insanlarla berâber soluğu Fulya’daki sokak dürümcüsünde aldılar; hani şu kokusu her yere yayılan, Ihlamur Kasrı civârındaki YES (Yunus, Emin, Sâlih) Kardeşler dürümcüsü. Handân, dürüm yemedi; çünkü geceyi sabâhın ilk ışıklarına kadar süren çılgın seksle taçlandırmak için dayanılmaz, delice ârzûlar içinde kıvranıp duruyordu. 236 97. ÇAYCI MAHMUT’UN SEMÂVÎ DÜNYÂSI Güneş çirkin İstanbul şehrinin surlarına doldu boşaldı. Günün ilk demli çayını masasında hüpleyen Komiser Kenan, aklı muammâ gizemlere takılmış gibi, çaykaşığını eline almış, tam göz hizâsında odaklamıştı; bakışları şaşılaşana kadar kapıya baktı. Mahmûrdu daha. Anadolu evlâdı Çaycı Mahmut, yediği azarlardan onuru kırıldığı hâlde, çayları sektirmeden getirecek miydi bakalım? KK de birçok Türkiyeli gibi, sabahları çay ile sigarayı, bir eroin müptelâsının zehiri kanında isteyişi gibi ârzûluyordu. Bağlı bulunduğu Karakol, Devlet’in binlerce benzerini diktiği iş binâlarından biriydi; yüksek, hâkim, mağrûr ve tedbirli. Dışarıdan bakıldığında ise, Karakol’un kibar bir görünüşü vardı. Diğer memûrlar gibi KK de, ihâle usûlü diktirilmiş birörnek üniformaların içinde, gölge oyunundaki karakterler gibi gülünç görünüyordu. Tâlim Terbiye’den bîhaber Karakol Çaycısı, ıslık çala çala çay getirip götürüyordu. KK, gece hayâtının hızlı hâzlarına batıp çıkarken hâliyle yoruluyordu; erken sâatte Borsaİstanbul’u takîp etmek için muhakkak seanstan önce uyandığı için, ayılması da uzun sürüyordu. Mahmut’u, sinirini boşaltma makinası gibi kullanmaya çalıştığı söylenebilirdi. KK, bu tuhaf tabîatlı, biraz delidolu, kâh sâatlerce susup hiç konuşmayan, kâh manâsız boş bakışlarla enginlere dalan, karakuru, esmer, bozkırkavruğu Anadolu evlâdıyla arasındaki iletişimde herhangi bir kısadevre patlak verdiğinde, sinir krizinin eşiğindeki erkeklerden birine dönüşüyordu. Gelenleri gidenleri gözleyen gözler Mahmut’undu; hırsızları, caniîleri, normâl vatandaşları, yanlışlıkla tek gün geceleyenleri, sarhoşları, ibneleri, esrâr torbacılarını, pezevenkleri, cankileri, hapçıları, gaspçıları, kötü yola düşmüşleri, gurbette kalmış garipleri, ağaran günü ve kararan geceyi, Çaycı Mahmut görürdü ilk. Tutturuklardandı Mahmut’un karısı. Sabâh, kör sabâh. Musluktan akan suyun sesi: şap, şıp, tıp. Yüze değen suyun gizli sesi. Şırıldayarak akan abdest suyu. Sabâh namâzında büyük fâzîletler vardır, ey inananlar, diyen Hocaefendiler’den dinlediği Cumâ vaâzları, zemzem gibi akan suyla berâber, kâlbinde, gönlünde, dimâğında şavkırdı Mahmut’un. Dinde zorlama yoktu, zorlama yoksa zorluk da yoktu. Namâz’da, Kıble’ye yönelmek şarttı. Şehirde sayıları artan külliyetli miktardaki yüksek binâlar yüzünden Kıble yönünü şaşıran bir mü’mîne tafsîlâtlı Kâbe 237 bilgileri veren Mahmut, bâzı işâretlere, meselâ güneşe ya da yıldızlara da bakarak doğru tarafta namâz kılınacağını anlatmıştı. Kıble yönü hakkında şüpheye düşen kişinin kapıları çalıp Kıble’yi sorması gerekmezdi. Abdest alırken, beyninden akan altyazılardaki kelimeler bunlardı Mahmut’un. Ezân sesleri yüksek desibelde patladı; kargalar gaklamaya, köpekler havlamaya, otomobil alarmları ötmeye başladı; şehir gürültü yumağıyla sarmalandı; hayât, asimetrik hoparlörlerdeki dinamik mikrofonların gürültüsü tarafından yutuldu. Musluk suyunun sesi dindi. Mahmut, varlığının en diplerine işleyen huzûrla, sükûnla, tarâvetle, ayağını yıkadığı banyo musluğunu kapatıp Haremlik bölümüne geçti. Onikinci evlilik yılında hâlâ günyüzü görmemiş, ferâha ermemiş Evkadını’nın vesîkalık fotoğrafı. Sigaralı senelerden mîrâs kronik bronşitin kalıcı hasarlarıyla, göğsü hırıldayan adam: hırrrr, hırrr, hırr. Birbirlerine köpek gibi havladılar. Kadın, pazardan alışveriş yapacakmış; para istedi. Mahmut, aysonu gerekçesiyle para vermedi. Ezân sesleri, uçuşup duran jet uçakları, İçişleri Bakanlığı’na bağlı sivil helikopterler, bütün şehri dinleyen dev dijital kulaklar ve cinler âleminin esrârengiz canlıları birleşerek, seyrân edip durmaktaydılar İstanbul semâlarında. Sabâh? Evet. Hayyalelfelâh, Allah-ü Ekber, sesi; Tekbîr, Kıyam, Kıraat, Rükû, Sübhâne Rabbiyel’azim, Rekât ve Secde edip yüzünün bir kısmını Allah’a saygı için yere değdirdi; namâzını bitirdi, selâmını verdi; seccâdesini saygıyla topladı, katladı, büktü. Ergûvan rengi otobüs geldi çattı sonunda durakta mânevîyâtı iyice çökmüş Mahmut’a. Tıklım tıklım hareketli mezar, inildeyerek ilerledi. Ey Rabbî, göndersen bir Zümrüdüankâ kuşu da, çekip alıversen Mahmut kulunu İETT otobüsünden, olmaz mı? Önce bir sallandı otobüs, sonra bir silkindi ve sonra da, Ya Allah Ya Settâr deyip, Hz. Muhammed’in müthiş atı Burak gibi, ilerilere, Karakol’a doğru kanat çırptı. Komiser Kenan, odasının tam önünde burun buruna geldi Çaycı Mahmut’la. Kenan, gırtlağını temizleyerek şöyle dedi: “İnşaâllah bugün de çaylar soğuk gelmez.” Mahmut, KK’nın îmâlı cümlesine, iki susup üç dinleyen Anadolu Evliyâları’nın ağzıyla cevap verdi: “Komiserim, siz tahsilli bir insansınız, okumuşsunuz. Karakol’da kaç memûr var? 50 civârında. Başka? (KK’nın gözlerine bakarak) Gelenler, gidenler. (Kaçamak bakarak) Hepsi 80 diyelim. (Bakarak çılgınca) Daha uzun misâfir edilenler, tarafınızdan eziyete mâruz kalanlar diyelim. (Bakarken biraz korkarak) Veyâhut da suçluları ortaya çıkarmak için diyelim. (Serbestçe 238 bakarak) Etti mi size 100. (Bakarak artık) Bu kadar insana tek bir kişi yetişebilir mi? Allah, çaycılara eziyet ediniz diye mi buyurmuş?” Binâ, KK’nın gazabıyla çöküp bütün camları kırılmadıysa, bu, Devlet Malzeme Ofisi’nin ürettiği evlâdiyelik züccâciyenin sağlamlığındandı. Saydı döktü Komiser yazılı kapının önünde. Köylü, câhil ve kalınkafalıydı Mahmut, İstanbul’a göçen kır nüfûsundan görgüsüz biriydi işte; eski İstanbul’u bilir miydi, Beyoğlu’na takımelbisesiz kravatsız çıkmayanlarla karşılaşmış mıydı hiç? Mahmut, ses çıkarmadan dinliyordu. Mahmut, dinleyecekti. Mahmut, sessizce dinledi. Bıyıkaltından alaycı gülümsedi, gözlerinde bir ân cennet hûrîlerinin incebelli vücûtlarının resmi yandı, söndü; bu, O’na dayanma gücü vermişti. Zebânîler kapıda bekliyor, günahkârları derdest edip cehennem ateşinin orta yerine fırlatıveriyorlardı; yanıyordu cayır cayır ortalık hey. Keşke ölmek olsaydı. Yok, cennet ile cehennemde ölmek yok. Müslümanlar’ın cenneti burası; Yahudiler’e, Budistler’e, Yezîdîler’e, Zerdüştler’e, Şintoist’lere, Şamanlar’a, Hristiyanlar’a, Ateşetaparlar’a, Yehova Şâhitleri’ne, Trafik İşâretlerine Tapan Bâzı Meksikalılar’a, Güneşetapınanlar’a veya Ayasecdeedenler’e yer yok; İslâm Âlemi’nin dışındakilerin âkıbetleri muğlak. KK gibi dinsizlerin hiç mi hiç yok kurtuluşları, salâh onlara ebedîyyen memnû. Çayocağı’ndaki güveç kabı fokur fokur kaynadı. Çaycı Mahmut, yemek yiyecek. İçi dışı birdi bu adamın, aklına eseni söylerdi. Düşünceleri şöyle aktı: “Bana, ‘devleti yıkıcı unsur’ diye bakıyorlar. Keşke yıkabilsem. Bunu acaba nasıl yapabilirim ki?” Gün içindeki her çay sunumunda, hitâbına kaldığı yerden devâm etti. (MAHMUT’UN KAFASESİ)(…) “Dînini bilen bir insan, misâl bu dünyâda günâhı çok, cehenneme gider, cezâsı kadar yanar; yanma bittikten sonra dosyasını incelerler, affolunursa cennetine gider. Bir tek, dînini, Allâh’ını inkâr edene af yok, o hep yanacak… Bir cennet, bir cehennem vardır efendim. Kevser ırmakları akan cennette, bülbüller öter. Her bir cennetlik kul için tam 40 tane mevcûtlu hûrî hizmet eder. Cennette çalışmak yok, yan gelip yatacak. Evet, iş kaldırılmıştır. Yaradana şart koşulmaz, böyle buyurdu Rabbîm. Gündüz ve gece aynen devâm edecek. Açlık, sefâlet yok. Oranın en kötü yemeği, buranın en güzel yemeği. Göğün yedinci katındaki sorgu suâl odasında, Defter’imizi açarlar, günâhlarımızla sevâplarımızın dökümünü tek tek önümüze sererler. Bizim bütün hayâtımızın her bir sâniyesi kayıt altındadır efendim. Her bir omuzbaşlarımızdaki melâikeler, sabâh akşam durmadan, kalem 239 defter ellerinde, günâhlarımızla sevâplarımızı yazarlar. Allâh’ın sevdiği makbûl bir kuluysan, îmân ve itâat içinde, iyi ameller ile O’na kulluk ettiysen, direk cennete gideceksin efendim, sorgu suâl yok. Bu dünyâda Rabbî’sine ibâdetini lâyıkıyla edâ edenler, öte dünyâda karşılığını misli ile alacaklar. Ten kafesine can tuzunu katan Rabbî’m, Rabbî’m, bu muhakkak böyle olacak, olmalı ki olacak, olmalı ve olacak… dünyadâ tecelli eden nûr, bizi aydınlatacaktır efendim, o ilâhî kudret, bizi bağışlayacaktır. Yeryüzündeki bütün koyunların tüylerinden daha fazla sayıda kul, affedilecektir. Mübârek gecelerde, rûhları ve melekleri indiren Allâh’ın rahmetinden ümîdinizi kesmeyiniz, buyurulmuştur. Allah, bütün günâhları affeder, çünkü yalnız o gafûr ve rahimdir, merhamet ve ihsânı da fazladır. Kulu tövbe ettikçe Allah memnûn olur. Sen, ıssız çölde kaybettiğin deveyi bulduğunda nasıl sevinirsen, işte sen ibâdet ettikçe, Allah da öyle sevinir. Hâlisâne Allah rızâsı için oruç tutmalıyız efendim, siz devâmlı orucunuzu yiyorsunuz. Hâlbuki ben, sahurda bile ev halkını uyandırıp ibâdet için gayret gösteriyorum. Daîma âhireti düşünen kişinin kâlbini, Allah zengin kılar; onu derleyip toparlar ve dünyâ, gelir efendim, o kimseye boyun eğer. Ver, ver, ver Allah’ım ver, diyorlar. Saçma sapan isteklerini Allah’tan bekleyen insanları îkaz etmeliyiz. Âlemleri ve âlemlerin ötesindeki âlemleri Rab yarattı. Topraktan geldik, toprağa döneceğiz. Haşâ, maymundan gelmedik, maymuna gitmeyeceğiz efendim. Dünyâda kötü yaşadığın ne varsa, yâni aklına ne geliyorsa, hepsinin tersi olacak. İşte cennet hayâtı dediğimiz şey bu. Cennette daîma şefkat var; yemyeşil çayırlar, billûr sular akar. Olmayan ne? Kötülük yok, ey cemaât. Cennette kötülük yok. Kimsenin kafasında fesat fikir yok, arkadan konuşmak yok, dedikodu, hâinlik, fısıltı gazetesi, dedikodu efsâneleri yok. Say ki Âdemoğlu pîr ü pâk olmuş, işte orası Cennet. Saflığın memleketi. Kötülüklerin bittiği, iyiliklerin başladığı yer, gürbüz yurt, bayındır evler ve halk, efendim; al yanaklı çocuklarla dolu mutluluk ülkesi. Dünyâ imtihân yeri. İyilik yapıp kenara koyacaksın. Haşâ yalan söyleme. Harâma uçkur çözme. Karılarımız bize helâl kılınmıştır. Kadınlar sizin tarlanızdır, onları sürünüz, denilmiştir; işleyiniz onları, tohumlayınız ve zûlmetmeyiniz… hadisler böyle buyuruyor. Cumâ’da Hoca anlattı, misâl: eve gittin efendim, yorgunsun misâl, Allah affetsin bir posta attın, yoruldun yattın. Cennette öyle değil. Cennette yorulmak yok. İstediğin kadar kadına istediğin kadar posta 240 atabilirsin. Cennete vasıl olmuş kişileri görme imkânı da var; misâl ananı babanı, yakın arkadaşını, diğer sevdiklerini, evlâd-ı vatanı mı görmek istedin, gidip ziyâret edebilirsin. Öte dünyâda ebedî hayât bahşedilmiştir efendim, inancımız böyle, inanıyoruz. Cehenneme giden ise, sonsuz zaman sonrasının sonsuz zaman sonrasına kadar, ateşler içinde yanacak; günahkârlar cehennemin yakıtıdır efendim. Cehennemde taş ocakları, kömür ve petrol yanacak; sedef, yeşimtaşı ve akik mâdenleri de var. Ama çıkarılan her mâden, cennettekilerin hakkı olarak diğer tarafa aktarılacaktır. Üçüncü bir seçenek yok efendim, bunlar Kitap’ta harfi harfine yazılı. Cennet ile Cehennemin dışında üçüncü bir yol yok. Yeryüzündeki hayvanlar, kanatlarıyla uçan kuşlar ve bütün beşerîyet, Hâk Tealâ’ya doğru, bir büyük sevinç, esrime, sevâp sarhoşluğu içinde yola çıkacaklar. Bulutları bir yana sürer Hâk, sonra toplar aynı yerde; şimşekler çaktırır, sağanaklar indirir gökten. Cehennem alevlendiğinde ve Cennet, cennetliklere yaklaştığında, fânî hayâtında kim ne ektiyse onu biçecek. İyilik sahipleri iyilik, kötülük sâhipleri kötülük bulacaklar. Allah’ın rûhunun nefesini hissetmeyen yalancılar, ilhâm dolu vahiylere inanmayan şerefsiz putperest mistikler, bu ulu yürüyüşte yerlerini alamayacaklar, ordugâhlardaki su kaynaklarından yararlanamayacaklar, masal bahçelerindeki sihirli yemişlerden yiyemeyecekler. O kutlu gün geldiğinde, Efendimiz önde, bizler arkasında, gözlerimiz yaşlarla dolu, sarsıla sarsıla ağlayarak yürüyeceğiz. Öyle bir büyük nûr parlayacak ki, gözlerimiz sanki kör olacak. Adı güzel kendi güzel Efendimiz’in yeşil sancağının altında, Rabb’a kavuşmak için yürüyüşe geçeceğiz. İşte o zaman bizlere, üzülmeyin, çünkü artık bugün sizin için mutlu bir gündür, denilecektir. (…) Çaycı Mahmut, sözünün burasında sustu, soluklandı, incebelli çay bardağını avucuyla sımsıkı kavradı, sıcak bardaktaki buhara burnu hafifçe değdi, gözlerine ak ve berrak bir ışıltı geldi oturdu; yandı söndü bir menevişli gözleri, derinden bir iç geçirdi iyi insan, iyi kul, iyi mü’mîn, vatandaş Mahmut. 241 98. YEDİNCİ AZ SONRA Hani kocaman bir dünyâ romanı yazacaktı Kâtip? Okuyucu sorar insana: kumpaslara, düğümlere, ihânetlere ne oldu? Şüpheye düştük, kandırıyor musun bizi? Hani nerede eserinizin gizemleri çözecek derin edebî parçaları? İnsan ve hayvan kardeşlerimiz, bitkilerimiz ve bütün dostlarımız; kitabı okuma azminiz bizi hayrân bırakmakta ama anlayıp anlamadığınızdan emin değiliz. Lütfen kitaba yoğunlaşın. Sanmayın ki bu kitabı herkes okuyabilir. Bu göksel zahmet nedendir, miskin dostlarımız, hiç düşünüyor musunuz? Size bütün bilgileri vermek istiyoruz, kelime dağarcığınızı genişletin lütfen. Elinizdeki kitap ne bugünü, ne dünü, ne de geleceği açıklamaz. Çırpınmayın boşuna, bekleyin. Bâzı sırlar şifre gibi çözülür, bâzı bilmeceler sır gibi yazılır. Eğer okuyucu şifreleri çözemezse biz ona yardımcı olamayız. O yüzden bu kitabı bölüm bölüm yazıyoruz. Roman bittiğinde, tüm dünyâ ile evrensel bağınız kurulmuş olacaktır. Gayret sizden, gerisi bizden. Bu kitabı bir kere değil, bin kere, onbin kere, yüzbin kere okuyun. Cim karnında bir noktadır bu kitap; cinler cirit oynar, sağır sultanlar bile duyar; dokuz yorgan eskit, eşeğini sağlam kazığa bağla; at izini it izine karıştırma. Dolu bir tabancadır kitap denen nesne, tetiği çekip çekmemek senin elinde. Papağan gibi tekrarlayıp durmayın edebiyâtı. Bir kitap biter mi hiç, bittiğine ne zaman karar veriyoruz? Ya da, başlayabilir mi? En iyisi, tamamlamadan bırakmaktır. Yaz Kâtip ârzûhâlleri. Pispas’ta da böyle oldu. Sokaklar ihâneti ve kanı gizliyordu. İnce cinâyetler işleniyor ve gecenin sert sesleri, hayâtın üstünü koyunyünü yorganlar gibi örtüyordu. Bir kutu yaratmalıydı, anlatılacak kutu kalmayıncaya kadar, kutu içinde kutu hikâyeler nakledilmeliydi; her birinin anahtarı ayrıydı. İşte algının bu kapılarını bize Kâtip açacak. Bir tek o konuşsun: gelsin, camkırığı gözlerini, öpülmeye lâyık ağzını, hakikate susamış dudaklarını, kırık sesini sunsun bizlere; rûhunu yitirmiş ocağın kayıp kelimelerinden söylesin, dinleyelim kâm alalım. Esas ışık, durgun akan nehirlerde gizlidir. Kâtip, teneke kemanlardan müteşekkil orkestraların gıygıylarını, aksak vuruşlarla çalınan şarkıların şiirlerini, ahşap kulübelerde yazılan görünür görünmez hayât hikâyelerini de dile getirecek, merâk edilmesin. Kâtibiniz, kitap yoluyla kimliğini size bildirmiştir; varlığını akoz etmiştir; uzaydan gönderilen mesajlar sâyesinde, yan gelip yatarak, rahat rahat kitabını 242 yazabilmektedir; çayı, kahvesi, poğaçası, böreği önündedir. (Hamurişi sever) Kâtipler, takıntılı, ısrarcı, yapışkan ve uydurmaya pek meraklı insanlar da olabilirler. Hiçbir yoruma ve açıklamaya lüzûm yok, sizlere bütün gerçekleri bütün açıklığıyla anlatıyoruz. Pispas âlem bir kere dile döküldükten sonra, artık hayât eskisi gibi yaşanamaz; bu dünyâyı devireceğiz ve yeni bir dünyâ kuracağız. Kitapçıların, Dönerci dükkânlarına dönüştüğü günümüzde, Pispas’la, anlatılmayanı anlatacağız, söylenmeyeni söyleyeceğiz, dostlarımız. PİSPAS’ın kelimelerine dikkat ettin mi? Dilin suyunu çıkarana kadar yazacağız, bunun için özel bir parlatıcı uygulayacağız: yansıla, çoğalt, karıştır, çocuk gibi kullan sözcükleri. İyi şarap nasıl tadımcıların damağına yapışıp kalırsa, bizim kelimelerimiz de zihinlerinize zerrecikler hâlinde öylece yapışıp kalacaktır. Dünyâdaki bütün kitapların terkibiyiz. Vatansız kelimelerdir bizimkiler. Pispas’ı bilincinizin terâzisiyle ölçmeye kalkarsınız, hep hatâlı kilogram çıkar. Pispas, size hem yakın hem de uzak olandır; karadeliklerden öteye karadelikleri emen yıldızlardaki çekirdeğin özündeki enerjidir. Yakıcı ve kaotik bir üslûbun nüveleridir okuduklarınız. Olaylardaki kesif esrâr dumanı, okuyucuyu sinirlendirebilir; ama BEKLEYİN diyor Kâtip; eseri satın almanızı sağlayacak diğer hisler vardır; sırasıyla: tohum, hasat, para, banka, süpermarket, vesaîre. Gökyüzünden gelen emirler nâmına, ümîdi kesme hayâttan. İsimlerin, makâmların, mevkîlerin ne önemi var? Yeter ki gönüller bir olsun şu kara galakside. Alkış, hadi alkış. Alkışın desibelini okuyanlar tâyin edecek. Her yer kararacak. Eylem başlıyor. Bu kitap size bir müjdedir, bölümleri tekrar tekrar okuyun dostlarımız. Mahpus Damları’ndan Pistanbul’a, Ayperi’nin Dansı’ndan Üçüncü Az Sonra’ya, Canına Avcı Erkekler’den Piyonların Kurugürültüsü’ne, Ece Pavyon’dan Komando Torbacı’ya kadar, bütün bölümleri, yeniden ve yeniden okuyun, okuyun, okuyun dostlarımız. Zamanın ışığı, saklanmış mutluluğu bize yeniden gösterecektir. Bekleyin, bekleyin, bekleyin. Asıl anlatacaklarımız bunlar değil, bambaşka; şâhâne hikâyelerimiz var, AZ SONRA. 243 99. NUTUK’S (HAYÂT ACIMASIZSA SEN DE ACIMASIZ OL) Yaşayan ölülerin diyârındaki karpuz festivaline hoşgeldiniz. Ben bu çılgınlığın son yemeğinden artakalan dişarası etlerden biriyim. Dümbeleği çala çala yoruldu bileklerim. İlkel çağların yenilmez savaşçılarını hep siktiler. Yırtılmış bir hayât sayfasına geldiğin zaman, bugünü hatırla Kahramân evlâdım. Ben yıkılmış adam, toplumun gözündeki düşmüş insan, vefâsız âlemin tek mirasçısı. Klakson Çalınmaz, Gürültü Etmeyiniz ve Garaj Ücreti Peşindir, levhalarının altındaki Atmaca Halîl. Teslîm Edilmeyen Eşyâdan Mesûliyet Kabûl Edilmez; işte o hikâyedeki bekçi benim. Ben merdivenin en altındayım evlât. Olaylar olup biterken burda esrâra gömülmüşüm, benim benden haberim yok. Fırsatları kaçırmışım, sonra debelenme dönemim başlamış. Gurûrdan gözlerim kördü, şimdi gözlerimin elektriği söndü sönecek. Ben hayâtın dibinden geliyorum. Kendim bulmuş, kendim harcamışım, büyük sahtekârlıklar gerçekleştirmişim. Çok derin bir Anadolu ansiklopedisi olarak da okuyabilirsin beni. Odak noktası olmak istemiyor musun, o zaman insanlara ve eşyâlara büyü yapacaksın. İnsanların yaptığı sahte paralar kadar, paraların yaptığı sahte insanlar da vardır. Çalışırsan kaybedersin bu memlekette. Bu insanlara ne anlatacaksın, rüyâlarını mı satacaksın, maymunlar gibi soytarılık mı yapacaksın? Varsın olmasın kibirli alkışlar canım kardeşim, kimseye muhtaç değilsin. Paranın sermâyesi yok, direk alacaksın parayı. Benim hayât felsefem buydu. Acıyı târif edebilir misin, mutluluğu anlatabilir misin bana? Söyler misin nedir, bir tatlı huzûr almaya gelmek Kalamış’tan? Öyle öfkeler gördüm; şişler, bıçaklar, cinâyetler... Îdâma mahkûm adamın son günlerindeki hâlini gördüm, rûhunu dikiz ettim, gözlerini gözlemledim. İnsanlığı ancak büyük bir felâket kurtarabilir. Kötülüğü icâdeden biziz. Çiğ süt emmiş insanoğlu, esâsında göt yâni. Bencilleşmiş, genleşmiş, şişmiş... Varlık manâsız, bizler zamanın içinde yolculuk eden serserî rûhlarız. Bildiklerimizi bilmediklerimize dâhil edersek varlık oluyoruz. İstediğim zaman edebiyât da yapabilirim Kahramâncan, bu yüzden bâzen tumturaklı cümleler de kuruyorum. Kelime kullanamayan âciz insanlardan değilim, doğal ışıkta çekin resmimi. Ârzûlar şelâle olsun, bahtın saçılsın harlansın, ömrün sevinçli yollarında yürü her dem. Aç âşk kadehini, iç dolu dolu. 244 Hep sorarlar, bu telâş niye, nereye koşuyorsun, iki metre kefen bezi için bu yarış niye? Hiçbir ömür aynı değil, değişen sâdece zaman. Hayâtı seviyor musun, öyleyse zamanı isrâf etme. Ey köpekler gibi devâm ettirmeye çalıştığımız hayât. O kadar asil yaşa ki, düşmanın bile saygı duysun sana. En kötüsü, hergün azar azar ölmek. Zaman durduğunda ben de ölürüm birâder. Her şeyin bittiğini anladığım ân, sıkarım. Benim gibi tipler genellikle bir gün kafalarına sıkarlar, müsâittir yâni bu yapı. Hayât acımasızsa sen de acımasız ol, portakal orda kal. 245 100. CANINA AVCI ERKEKLER Aksaray semti, uğursuz ve tekinsiz geceye gömüldüğünde, defteri kebire sabırla madde madde yazılan cürümün kitabıydı Kahramân. Sayılar Operasyonu bünyesinde saksı gibi dizilen suçluların arasında, bir ân görünmüş, savcılığa sevkedildiği hâlde, her nasılsa tutuklanmayıp Nöbetçi Hâkim tarafından serbest bırakılmıştı. Bir iddîaya göre, Kahramân, Teşkilât’ın lojistik desteği sâyesinde, mükemmel gizlilikte saklanmaktadır. Bir başka söylentiye göre ise, Teşkilât, operasyondan sonra da kendisinden yararlanmak istemiştir fakat O onlara muhteşem bir çalım atıp hiç tereddütsüz sırra kadem basmıştır. İhânet teması mı, yeraltı dünyâsının garip kuralları mı, hakikatini kaybetmiş herhangi bir hayâtın hikâyesi mi, hangisiydi Kahramân’ı hizâdan çıkaran? Korku, âşk, nefret, aldatma, ağlama, ölüm de sökün ediyordu dâima ve ihânet çıkıyordu karşısına; yolları, otel odalarını ve yalnızlığı çoğaltan ihânet. Bilinmez gizli yollardan Aksaray’a döndüğünde gördü ki, şamata var şehirde: kepenkleri indirilmiş, camları ve masaları kırılmış bir Kumarhâne, ölü bir Apaçi Eyüp, işsiz kalmış ve gördüklerinden dolayı korkudan kafayı yemiş bir Ay Peri ve boş bir otel odası. Eyüp’ün infâzını, Haberler’de seyretti; “Sır Dolu İnfâz,’’ dedi spiker bağırarak. Eyüp’ün plânına göre, mal teslîmâtı yapıldıktan sonra, işe bulaşan herkes ama herkes, tek tek ortadan kaldırılacaktı; şizofrenik kılcal damarlarla örülü karanlık kent yanıltmacalarının üçüncü sayfalara yansımış hikâyesiydi bu. Racon keserek kendini 1 NUMARA ilân edersin, ha Eyüp? Bu Devlet beni öldürür demedin mi? Erken ötüşlü horozları bekleyen Azrâil işi âkıbeti bilmez misin? Özbeöz vatan evlâdı nâmlı Eyüp’ü serivermişlerdi midesine kurşun doldurarak Kumarhâne’nin orta yerine. Rivâyetler çeşit çeşitti, kimse sansürlenmiş infâz fotoğraflarının buzlanmış perdesinin gerisindeki sırrı tam seçemedi. Kimi diyordu, dalağını ve kâlbini söktüler, sikini de kesip ağzına vermişler ibret-i âlem olsun diye; kimi diyordu abartmayın, Mafia usûlü beynine tek kurşunla işi bitirdiler. Anadolu Kaplanı Eyüp, pis godoş, sapkın ruhlu madrabaz, para manyağı gerizekâlı, aç köpek, haysiyetsizce derinlikli karakter, katmanlı kişilik; Ayperi’yi, bile bile Kahramân’ın kucağına itti; döşek yoldaşlığı edeceklerini, Kahramân’la birlik olup arkasından iş çevireceklerini bile bile. Ne oyun edeceklerini gâyet iyi bildiği 246 hâlde, oyunlarına uyanamadığını zannetmelerini istedi; şerefsiz. Kozların kozunu oynadıktan sonra, hikâyedeki bütün karakterleri birbirine kırdırdıktan sonra, aslan payını kapıp, Ayperi’yle mutlu mesût hayât kurmak temennî ediyordu. Maâlesef, çektiği bağlamalar, kendi boğazını sıktı, canına avcı oldu, vicdan azâbı çekmeden geçen ömrünün cânîsi oldu: Eyüp’ün ümüğünü sıkıverdiler. Bir diğer rivâyete göre, ellerinin on parmağı, ayaklarının on parmağı ve iki kulağı da kesilerek cezâlandırılacak. Aşîret ve Tetikçileri öylesine öfkeliler ki, bonfile gibi doğrayacaklar adamı. Tabiî ikinci bir infâz timi de, kimbilir hangi Anadolu köyünde, Eyüp’ün bütün sülâlesini, eşiktekini beşiktekini katledecek, zürrîyetinin köküne kibrit suyu dökecek. Cellâtlar acımasız, amansız, kara vicdanlı; canlara avcı. 247 101. ŞEHRİN DEHLİZLERİNDEKİ KAHRAMÂN Kahramân için artık ortadan kaybolma zamanıdır. Ağır ağır İstanbul’a dönecek, hayâtın şansını aramak için sevinçle ve delikanlığın terütâzeliğiyle tiril tiril adım attığı Galata Köprüsü’nden, Bizans’a psikopatça bağırdığı şehire. Ayperi’yi soruşturacak. Aralarındaki bağlantı bir vakittir koptu; söz verdikleri günde ve saâtte, Ayperi’nin gizli ininde, ormanlık bölgedeki o ırak çiftlik evinde, üzengisiyle ve dizginleriyle otağa diz çöküp boyun kırarsa, mala el koyma planı, zemberek gibi tıkır tıkır işleyebilir. Cezâevinin kapısından beri, fâre kapanını sezdirmişti içgüdüleri ona; işte, demişti, işte özgürlük ve ölene kadar oynanacak yeni oyunlardan biri daha. Kumpasa neredeyse bile bile katıldı. Çünkü başka çâresi yoktu, pispasa sarmalanmış kopkoyu demli kumpası seçti. Ama pispas satrançtaki manevralarda her ân herkes şah-mat olabilir. Pis hikâyeler, cerâhatları, yaraları, akan kanları, irinleri, gösterir gibi yaparlar. Ya sırlar? Kumarhâne sırlarını bilen ve hayâtta kalan üç kişi var: Ayperi Sûzî, Kahramân Öztürk ve Gomez Deliyürek. Pek yakında kader ağlarını örecek; iş âhîrete kalmadan, yeryüzünde, ak libaslar içinde karşılaşacaklar. Bum, dumanlar, dan, kaplayacak, dun, gök, dışiyan, yüzünü, dışiyan, ıslıklar, dı, gı, daklama, patçat, küt. Kimlerin niye hayâtta kaldığıysa, pispas hikâyenin ta sonunda belli olacak. Zamanlar siyah, gri, mâvi, pis olur ve hikâyeler hayâtla berâber yerli yerine oturur. Neticede Teşkilât da, Aşîret de, Ayperi de, Şeytano ve Çetesi de, Kerem Bakırcı da, herkes, Kahramân’ı aramaktaydı. Kaç gizli cürümden müebbet yiyecekti, o erken zıplayan pis? Kahramân, zamanlarını, otellerin karanlık ve gizli deliklerinde geçiriyor, hayâtı bir otel odası hâline geliyor, giderek yaşayan ya da ölen bir otel kişisine dönüşüyor ve otellerden hiç ayrılmak istemiyordu. Şehrin dehlizlerinde, yaşayabilmek, hayâtta kalmak için, kendine yollar arıyordu. Bir tezgâh vardı işin içinde, şehrin uğultusu ve televizyondaki reklâmlar da bunu doğruluyordu. Milimetrik suç hesapları, kaçma kovalamaca işleri. Bir otel odasında oturuyor ve kaderine râzı kurbanlık deve gibi bekliyordu işte. Uyudu günlerce şeytanlarla dans ede ede. Bir ara, dinlemeye takılacağını bile bile, telefon etti Ayperi’ye. Ayperi, kendisini, İstanbul Ormanları’ndaki o Çiftlikevi’nde bekleyedursun, Kahramân, şahsî mâcerasının sonuna kadar, yaşamaya mecbûr ve mahkûmdur. Seviyordu kızı, 248 o ayrı; uğruna ölür, öldürürdü, o ayrı. Âşk zamanıydı bir vakitler, suç değil; hapis ve batak âşkların, güzel ve şâhâne âşkların zamanı. Akşamüstünün serinliği günün uzayan gölgelerine vururdu, menekşelerle fesleğenleri okşardı ve biten günün sırtında kırbaç gibi öpüşerek şaklardı âşk. Çocukken, seslerle ve sözlerle kâlbini yaraladılar. Büyümek için, büyükleriyle çarpıştı. Beton gibi iner insanın kafasına zaman. Kaçar, koşar, kovalarlar; mâcerâlara atılır, sürünür. O da hâlince bir Kahramân’dır. Ne zaman çocukluğunu hatırlamaya çalışsa, derin bir ümitsizliğe, kedere gömülürdü; bomboşlukta insan ayağını nereye basacağını bilemiyordu. Hatırladığı duygu, acıydı. Acılı insanlar, acıdan çatlamış topraklar. Bozkırların ortasında yalnızlıktan çıldıracakmış gibi duran kupkuru taşra şehirleri. Her yara büyük yara, sonra ıssız çöl. Teninin kardeşini arayan bir yaban. Ah zavallı yavru ceylân. Niye kıydılar sana? Anısız, anasız, evlâtsız bir döltutmazdır O. Ömrünün son sayfasına kadar körfezdeki dalgın suda çırpınacak, karayı görecek, ama adım atamayacak. Pispas ırmaklar, hep aktıkları yere, şehrin denizine akacaklar. Gözeneklerindeki ümitsiz rengi gizleyecek; her şey mâviyle sarının uyumuymuş, bütün zamanlar güzelmiş gibi davranacak, içindeki simsiyah kasırgadan kimseye bahsetmeyecek. Bütün sert erkekler gibi, onun da asıl sebebi, sevgisizlikti. Paslı çivilerin menteşelerden sökülürkenki gıcırtısı gibi bir hayât. İçkiyi, kadın gülüşünü, elektriği, bütün hayât harbini kusmak istedi. Dâima haksız çıktığı bu hayâtta belki başka yaşamak çâreleri de vardı ama denemeye götü yemedi. Baltalı ilâhlar, savaş narâları atarak Kahramân’ı yakalayıp irice bir kazana oturtmuşlar, suyunun ısınmasını bekliyorlardı. Lânetli etini bahâratlarla güzelce pişirip âfiyetle yiyebilmek için haykıranlara karşı, işte böylece, suçun dâiresine girdi; suç âlemine korkudan eli sopalı girdi. Kabûs çiçekleri patlamaya hazırdır. Karmakarışık rüyâlarından uyanır, yeni doğan güne şahbaz atlar gibi kişneyerek dalar. Öğleden sonra önüne çıkan herkesi öldürmek; ikindide köpekler gibi sevişmek; yatsıdan sonraysa, kılcal kurtlarını dökmek, irinli yaralarını akıtmak, pis kanlarını boşaltmak ister. Böylece belki belâları defedebilir; belâlar eskil ve gelenekseldir. Hayât, Kahramân’a, karanlık, flu, polaroid bir resim sundu: bomboş bir aydınlık, bomboş bir karanlık; haykırışların sokaklara senfonik yağmur gibi döküldüğü pispas çirkef çukuru. Bir gün, ölümü istedi, ölümü özledi, korkusu uçtu gitti; bu mâcerâda kesinkes ölmeyeceğine delildi bu. Bu kadar düşmanın arasında hayâtta kalması zâten 249 mûcîzelere bağlıydı. Çünkü pis ara sokaklarda, canını sessizce haklayabilirler. Bir vakitler, kovaladığı işler vardı; yoruldu; perdelerini kapatı; günbatımlarını iğne deliğinden seyretti, nehirlerinden geçerek kendi içdenizlerine daldı: kendini soğumaya bıraktı. Hayât bardağının fırtınalı dalgalarında hangi kâğıttan gemi yüzdürülebilir ki? Beni kimse sevmez, diyor, sevilecek bir insan mıyım ben; Ayperi beni sevmeye devâm edecek mi, ben O’nu seviyor muyum? Günışığının zûlmünden kaçıp gecenin siyahına teslîm ediyordu kendini, şeytan ve hâin bir zamana. Ardından üflenen boş bir sigara, ufka keskin ve kısa bakışlar, kibrit çöpleriyle temizlenen diş aralıkları ve gırtlaktan söktürülen bir esrâr balgamı daha. Anlatılan hayâtlarda pislikler döner, insanlar halka halka dumanlara boğulur. Uykuya doyulmayan geceler ve bezginlikten geçmeyen günler, esrârlı olaylarla doludur esâsında ya da bizzat hayâtın kendisi esrârdır. Kim bilebilir kalan ömrün günlerinde başa neler geleceğini? Ezân seslerinin şehri doldurduğu bir sabâh vakti, ata ocağını terkeylemişti. Canı, bilinmezliğin yolculuğuna böyle çıktı. Bir daha, doğup büyüdüğü şehre, aslâ dönmeyecek. Su alan delikli ayakkabılarıyla, acabâ hangi hikâyenin toprağına ayak basacak? Sakla, kenara koy ve vakit erişince, saâtlibombanın ipini çek; en iyisi budur işte. 250 102. KATİLLER YA DA KURBANLAR Kapkara ölüm kurulmuştu sizin sevimli oğlana. Kente gizli barınakta, kent masalı kipindeydi. Vak’aların tümü, vahşîleşmiş kent ortamında geçiyordu. Çünkü düşmüştür bağırlara kor ateşler. Yürek durabilir, dalak sökülebilir, mide çeperi çürüyebilir. Yâni hikâye bitebilir. Mevzû ne iş? He? Ne? Yok. Kör bıçak. Ekmek. Dilimlemek. Yemek. İşkembeler doldurulmalı. Cüzdan, Para, Metelik, Mangır, Kuruş, Kene, Hâbbe. Zâten, karmakarışık Sayılar Operasyonu’ndan sonra senaryoda hayâtta kalan karakter pek yoktu; Kahramân, paranın ırzına geçici tek hareketi bulmalıydı. Bulmak zorunda. Yoksa biletini kesecekler. Sapa keçiyollarından döndüğünde binbir hasar görmüştü rûhu, eti, yüzü. Kuyumcu terâzisi gibi hassas baskülden fire vermeden inivermeliydi. Sayılar Operasyonu tamam olduğunda, vâde dolduğunda, Azrâil eşikte göründüğünde, cümle mahlûkat zâten hakkın rahmetini boylayacak; kurtuluş yok; ölen yoksa doğacak yok; doğan olmazsa ölen yok. Dengelerin her ân ölüm üçgenleri lehine bozulabileceği, diriyken ceset diye morga kaldırılanların hortlayabilecekleri, vefâsız, karanlık, çok tehlikeli, çok anlamsız, nefeslerle lokmaların sayılı verildiği günlük hayât. Erk coğrafyasında güce elpençe dîvân taparak yaşayan haşeratlar, sönmeden tüten o en son ocağın çadır direğinin altında, birlik ve berâberlik içinde, kardeş kardeş boğazlaşmaktadırlar. Tabancası kıçında gizli, sönük manzaralı, entipüften bir gençadam; aslâ dikkat çekmez, yabancı yol ortamlarında aslâ söze karışmaz. Güneş doğuyor doğmuyor, ay batıyor çıkıyordu. Başta Aşîret mensûpları olmak üzere, mevzûya kimseciklerin uyanmaması için, aşağılık hayâtına devâm eden itoğluit heriflerden biri gibi, dirimini sürdürmesi gerekmektedir. Durmadan ölümden kaçan, durmadan paraya tapan zavallı Kahramân’ın, daha derin görebilmesi, hakikatin dumanlı tabakalarını aralayabilmesi için, kriz geldiğinde iğne mi yapılmalı? Bedenini, canlıkalkan gibi, şırınganın damlalıklı iğnesine, ardından dumana boğduğu yıllar, çoktan geride kalmıştı. Hiç ve hepsinden takılıyordu Kahramân, hep ve bâzen. O’nu, Para ve Âşk ağacına lehimleyen aşıcısı, Ay Peri idi. Otel odalarında kafa kafaya verecekler, şehir efsânelerinde Kumarhâne’nin zulalarına gömülüğü rivâyet edilen çil çil ABD paralarını çuvallara doldurup sırlar âlemine kanatlanma senaryolarını canlandıracaklar. Bugün, perîşan ve 251 zavallı gibi. Belki iki gün sonra kraldır, padişâhtır, sultandır. Bakmıştır. Durmuştur. Ölümlerden dönmüştür. Görmüştür. Yarın sabâh ölü bulunabilirdi. Rûhunun barınağı, kent betonlarının orta yerindeydi. Nemli duvarlar su sızdırıyordu. Donacak. Soğuk. Ayaz. Kar. Daha başka tehlikeler de var. Bora. Tipi. Üşüyecek. At hırsızları gibi yağlı ilmeği boylamak kötü. Ölüm. Cehennet. Son kurşun. Kefen. Mezar. Seher vaktinde nemli sinlerde uzanmış yatan tâze can. Bir garip ölmüş diyecekler, soğuk su ile yuyacaklar. Nikâhlarda gelinlik, cenâzelerde damatlık; hazırgiyim hayât. Karakterin gökyüzü ne kadar da grî, aman Allahım. Şehirdeki her delikten soluk nefesli hayvan çıkabilirdi, her terlikten ezilirse vıcık vıcık kan pörtleyecek canlı sıçrayabilirdi; ısılgan izlemegözlerine duyarlı varlıklar, mayınlı arâzîden patlamadan geçmek zorundaydı. Beklemeye dayanamıyordu, yaşamaya sabrı kalmamıştı. Canı, ortadan kaybolmak istiyordu. Hikâye zâten hayâtlarından kaçıp kurtulmak isteyen kahramânlarla doluydu, hikâyenin sonuna gelinmişti. 252 103. HEY KOCA ŞEHİR İnlerine gömülmüş sâbıkalıların eylem gongu vurdu durdu Ramazan Davulu ritmiyle. Bâzen sanki ölürdü, bâzen sanki dirilirdi Kahramân; duruma göre. Sinir kaslarındaki, bağdokularındaki ve kaval kemiğindeki kısrak atılganlığı inanılmazdı. İğne battı canını yaktı, sizi size bıraktı. Yola çıktı. Mektubunun ucu yanıktı. Şehrin en ücrâ köşelerinde bile o kadar çok benzeri vardı ve kahramânlık destanları söylenirdi ki. Kahramân denen hergele, dikdörtgen çizdiriyor pergele. Kahramân dedi: “Gider alırız parayı sotadan, mevzûya bir tek Atmaca Ağbi uyanıyor, o da biraz kontak zâten kafadan; bize engel olamaz ya da olmaz.” Aç insan, inancını yerdi; tabanca, güçlükle açılan kapılar için ideal bir anahtardı; felsefeyi böyle bellemişlerdi bu kazandipleri. Gomez’in hâfızasındaydı sırlar ve planlar; sinsi sinsi leşe süzülen akbaba gibi, Kumarhâne’nin mimârî plan ve ada parsellerinin üzerinde tur atıyordu beyni. Beyni? Bir de duygusallaşıp ağlamasın mı Gomez? Bir psikopatın nasıl ağladığını düşünebiliyor musunuz? Gürül gürül akar gözyaşları, sümkürükler bıyıklarından süzülür, akar da akar pınar. Kahramân diyor: “Niye ağlıyorsun oğlum?” Gomez hıçkırıyor, diyor: “Patronu indiriyoruz da ona ağlıyorum ağbi, adamın o kadar ekmeğini yedik.” Kahramân diyor: “Ulan şerefsiz, sen herhangi bir insan evlâdı için ağlayacak adam mısın; haplı mısın tüplü müsün, esas niye ağlıyorsun, onu söyle.” Gözyaşlarını silen Gomez diyor: “Tamam boşver, bir ân kontrolümü kaybettim, ama geçti; paraya odaklandım ben şu ân yine.” Bomboş sâhilde yürüdüler. Nemli bir rüzgâr esiyordu. O muhteşem vakitlerden birinde, sarıldılar; artık neyin inancıysa, inançlarını tâzelediler. Doludizgin koşan vahşî atlar gibi kişneyebilmek için söz verdiler. Gomez ile Kahramân, sabâha karşı derin ve kanlı uykularını habersizce yatan şehir ahâlisinin üzerinden keskin kılıç gibi geçerek, bir zamanlar paranın cirit attığı imparatorluğa, Kumarhâne’ye yöneldiler. Soygun plânı falan yoktu, eski işyerlerinin gizli kasasını indiriyorlardı, bu kadar basitti. Kahramân ve Gomez, Kumarhâne’nin temeline gömülü hazîne sandığını yüklendiler, önlerine çıkan ilk yola dosdoğru yürüdüler. Sirenleri, alarmları, düdükleri geride bıraktılar. Karikatürlerde çizilen hırsızlardan değillerdi. Koşaradım caddelere vurdular; torbalarında Kurupara’lar, Çekdefter’ler ve Hissesenet’ler var; 253 dilsiz hayâletler gibi yürüyorlar; kafalarında kırk pispas kumpas kurarken, nefeslerinin bile duyulmasını istemiyorlar. Soluk soluğa kaçtılar. Arkalarında koca bir sivil polis ordusunu sürükleyerek ara sokaklara daldılar. Pistanbul’u bir ucundan öteki ucuna koştular. Hey koca şehir; zulmün anası ve yoksulluğun atası şehir; sen, sen olalı, böyle şeytanlar gördün mü? Puslu lâmbaların kısık aydınlığındaki sokaklarda başlayan kovalamaca, çıkmaz mahâlledeki boş arsaların ıssızlığında devâm etti; çıtların bile kesildiği ölü bir geceyarısı vaktinde, toplumun polislerinin sıcak nefeslerini enselerinde hissettiler. Teşkilât, bütün şehri gözetlediği güvenlik kameralarını boşuna yerleştirmemişti. Bir garip İblis, bütün ağırlığıyla, Kahramân’ın îmân tahtasına çöktü o aysız gecede; ince uzun sivri parmaklı elleriyle çöreklendi göğüs kafesine. Kara gökün zifiri siyâhı korkutucuydu. Anayollar ışıklıydı resmen, rızk yağmış olmalıydı buralara. Âlemin gözündeki sürmeyi, tereyağından kıl çeker gibi incelikle hırsızlayan bu adamlar, zor attılar kendilerini Ayvansaray’daki bir benzincinin tuvaletine. Hırıldıyordu göğsü, çökmüştü bir kere Azrâil. Hırrr, hırrr, hırrr. 66 model Bedford gibi, tekede tükede öksürerek ölmek istemedi. Su içti. Canı, himmetin, nezâketin ve rikkatin öyle bir derecesinde canıgönül sevgili kucağına yatmak istiyordu ki, sormasın diller. Tam da sırasıydı böyle hislenmenin. Çapraz ateş altında kaldılar. Gomez, sol omuzundan yaralandı, kâlbine yakın bir yerden. Kahramân’a yalvardı, dedi ki: “Sayın arkadaşım, beni lütfen bir hastâneye yetiştirir misin, yoksa nalları dikeceğim.” Kahramân ona dedi ki: “Düşünüyorum İsmail, ama önce peşimizdeki polislerden kurtulmamız lâzım.” Gomez’in kanları, İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin döşediği Çin malı kaldırım taşlarına damlamaktadır. Gomez’in tâkati kalmamıştır. Kahramân ve Gomez Deliyürek, gerçeküstücü ressamların tablolarını andıran inişli çıkışlı Suriçi İstanbul’unda can havliyle ilerlerler. Ayışığının şavkı yaralarına vurur. Dolunaylı bir gece vaktidir; gölgeler irileşmekte, telsiz vızıltılarının ses şiddeti artmaktadır. Ayvansaray kuytularındaki benzincide çıkmıştı kokuları. “Korkma,” diyecekler Pompacı’ya, “git eczâ dolabını getir, akan kanlarımızı dindir.” Pompacı, korkudan irileşmiş gözlerle emirleri yerine getirmeye hazırlanırken, siren sesleri çok yakına gelince, siyah gecede ekip otolarının dönüp duran ışıldakları görününce, Kahramân, ânîden, VIN diye kaçacak; Gomez’i yaralı hâlde, gözlerinin içine baka baka bırakıp kaçacak. Can tatlı geldi, para sıcak geldi; yaşamakla mahpus damlarına 254 dönmek seçenekleri arasından birincisini seçti. Sanki suçunun kefâretiymiş gibi, Gomez’i polislere diyet diye bıraktı. İçorganları ağırçekimde dışarı fırlayan Kahramân, esnek dal gibi ince bacaklarını kalçalarına çarptırarak koştu. Kişisel para hülyâsının sertleştirdiği rûhu, öyle kolay kolay dinginlik bulamayacak. Paranın hikâyesi yorucu ve serttir. Paraya giden yolun basamakları, kurbanların cesetleriyle döşenmiştir. En ilkel, en canlı, en hayât dolu (ve ah, ölüm de dolu) avdır ormandaki para mücâdelesi. Siperin mağarasına koştu, mevzînin kulesine; savunmadaki mühimmâtlarını yüklendi; boşluktaki saflığa, rüzgârlaşmaya yürüdü. 255 104. PARA DOLU SİYAH SIRTÇANTASI Şehirde uyurgezer gibi yürüyen eli kolu bereli kahramân, dönüp durduğu uğursuz dâîrenin sonunda, şehrin çeperindeki toplukonut apartmanının kapıcı dairesinin zilini çaldı. Mâviyle siyah arasındaki alacakör sabâh vakitlerinden biriydi. Gözleri fıldır fıldır dönen, Hacıbâdem kılıklı yaşlı biri açtı kapıyı, Handân’ın babası. Paragöz bir adam, iğrenç. Bir ân sessizlik oldu ve Kahramân’la yaşlıadam arasında bin yılmış zannedilen karşılıklı bakışma oldu. Donmaktan buruşmuş hamburgerler gibiydiler, birazdan çözüleceklerdi ve ergen sivilcelerine bulaşan yağlar gibi çeneye, gömleğe, göbeğe damlayacaklardı. Kahramân, silâhını, yaşlı adamın şaşkınlıktan açık duran ağzından içeri soktu. Adama dedi ki: “Ses çıkarma babalık, ses çıkarırsan öldürürüm seni.” Hacı Amca dedi ki: “Öldürme beni. Ne istersen yaparım.” Güneşin doğuşunu beklediler. Ev, insanı bayıltacak kadar sessizdi. Derken, yakınlarda bir kuş öttü, belki bir serçe. Sonra ötüşler çoğaldı. Pencereden serin bir sabâh doldu. Silâh sesleri, siren sesleri, makinalıların takırtısı duyulmuyordu; ihâneti gizleyen sessiz gecedeki telâşlı ayak sesleri, öfkeli bağrışmalar, bağrında binlerce gizli suçlu saklayan rezil Tambulpistak şehrinin kötü kötü kokan terli gövdesi, uzaklardaydı. Mahmûr yeşil gözleriyle Handân göründü salonun kapısında, yeni uyanmıştı. Ardından, sekiz yaşındaki erkek kardeş Murat belirdi; sahneyi görünce, korkudan gözleri faltaşı gibi açıldı, ağlamaya başladı. Kahramân, silâhını işâret parmağı gibi dudağına götürdü, sus işâreti yaptı. Handân, kardeşine sarıldı; gözleri bir Kahramân’ın gözlerinde, bir silâhtaydı. Yepyeni mâcerâlara hazırlanan film karakterlerinin balmumundan yapılmış maketleri gibi hareketsiz, kişiliksiz, boyuttan yoksun hâlde, dikilip duruyorlardı o odada. Para dolu siyah sırtçantası, ölü bir yabandomuzu gibi yatıyordu ayaklarının altında. Kader ya da ecel, kapılarını ölüm marşı gibi çalmıştı. Kent masallarına sereserpe salmışlardı özlerini karakterler. Kahramân, konuştu: “Pozisyonda bir durum olursa, hepinizi öldürürüm. Sesinizi çıkarırsanız, hepinizi tavuk gibi keserim. Susun. Emirlerimi dinlemeye hazırlanın. Ancak bu şekilde hayâtta kalabilirsiniz.” Üç tutsak, baba, kız ve erkek kardeş, çâresizce birbirlerine sokuldular. Yarım sâat geçti, Baba ârıza yaptı, bir Baba-Kız kavgası patladı. Zar zor müdâhale etti Kahramân, zor susturdu. 256 Baba diyordu ki: “Nereden tanışıyorsunuz kızım, bu adam bu eve niye geliyor, ne hakla geliyor, bu adam senin neyin oluyor?’’ Handân, gerçeğin sâdece bir kısmını anlattı; eski kırığı Kahramân’dan dem vurmadı, Komiser Kenan’la kurduğu ilişkiler yumağından bahsetmedi, KB’nın romanında kaptığı rolü pas geçti. Kahramân’ın omuzundan sızan kanlar kurumaya başlamıştı, yüzü iyice sararmıştı, bitmiş tükenmiş bir hâli vardı. Dengeyi lehine çeviren tek nesne, kabzasını sıkı sıkı kavradığı silâhtı. Âcilen bu zemin kattan kurtulmalı, çiftlik evine ulaşmalıydı; karar kesim hükmü verilmişti: Ayperi’yle berâber topuklayacaklardı. Pispas Kahramân, âdî karakter, azıcık güç bulduğunda, evden uzayacaktı. Televizyon haberleri, durmaksızın, Sayılar Operasyonu’nun matematik ihtimâllerini, Mistanbul’u hallaç pamuğu gibi atan Aşîret’in saldırılarını ve ülke gündemine çöreklenen karanlık uluslararası ilişkilenmeleri sayıp döküyordu; şimdi, Kumarhâne soygununu da eklemişlerdi. Kahramân, Handân’a, Baba’yı ve erkek kardeşi birer sandalyeye bağlamasını ve ağızlarını bantlamasını emretti. Gençkız, gözyaşları içinde denilenleri yaptı. Yirmidört sâat evde kaldı Kahramân, aynen anlatılan vaziyette. Fakat, paragöz babanın kafası, rahmânî değil, şeytânî işlemektedir. Çantadaki paradan kendine de pay düşemez mi? Kahramân’ın, silâhlı bâzı güçler tarafından kıstırıldığını, sıkıştırıldığını anlamıştı. Sonunda kararını verdi; kızını ayartıp evini istasyon gibi kullanan adamın ağzını aradı, yumuşak tarafından konuştu. Baba, çocuklarını azarlamaya girişmiştir: “Lan adam yaralı. Ne yapmışsa yapmış, bize bir zararı dokundu mu? Yok. Boynunu bükmüş kapımıza gelmiş. Tanrı misâfiri sayılır.” Durgunlaşan Kahramân’ın aklında soğukkanlı bir ampül yandı. Ama bunu Baba’ya hemen söylemedi, bekledi ki kıvâma gelsin. Baba sonunda dedi: “Hepimizin gideceği yer belli oğlum, iki metre kefen bezini sardılar mı bittik. Sana yardım edeyim, bana da biraz para kazandır oğlum.” Kahramân, bıyıkaltından güler: “Bana çok para lâzım babalık. Asya’da, Afrika’da yaşayacağım bundan sonra, bu memlekete dönmeyeceğim.” Baba, boynunu büker: “Oğlum, mantıklı ol. Hemen yakalarlar seni. Nasıl kaçacaksın ki burdan? Sarmışlardır şimdi çevreyi. At bana helâlinden üç beş kuruş, çıkarayım burdan seni.” Kahramân, antenlerini diker: “Bizde yamuk yok Hacı Amca, söyle ne kadar istiyorsun?” Gecekonduyu apartman dâîresine çevirecek parayı siyah sırtçantasından çıkardı, masaya koydu. İhtiyârın sakalları titredi, gözleri Cennet’i görmüş gibi ışıdı, bütün günâhlarından 257 kurtulmuş gibi sevinçle ellerini ovuşturdu. Eve gerçekten sâhip olursa, rakıyı bile bırakabilirdi. Kahramân, Baba’yı çözdü. Baba, sandalyeye Handân’ı bağladı. Dedi: “Kadın gibi bürünsen, sağlam çıkartırım seni burdan, bak diyeyim. Kara çarşafa girersen kimse uyanamaz, sanki hanımıyla yürüyorlarmış gibi, anlatabiliyor muyum?” Aynı renkte, aynı türde, süssüz siyah çarşaflar giyen kadınlardan birine dönüşüverdi Kahramân; sokakta erkeklerin dikkatini çekmezdi, çünkü dıştan hepsi aynıydı. Kuşluk vakti, Kahramân’ı evden çıkardı Baba, sessizce. Kapıyı açtılar, adımları sokağa taştı. Sanki yeryüzü ve gökyüzü, silme düşmanla kaplıydı; öyle paranoyaktılar. Bu sâyede şehrin dehlizlerinde gizlice yol adılar. Kadın bir adım geride, adam dâîma bir adım öndeydi; sahneyi inandırıcı kılmak için, eline bir tesbih dolayan Baba’yla Karaçarşaflı Kadın, kentin pis ve karanlık sokaklarından yürüdüler. Kanûn adamlarından ve Mafia’dan kaçan Kahramân, Baba’yla berâber, uğultusunu tutan şehirde, çıkış yolu aradı; trafik cehennem gibiydi, hava çok sıcaktı. Edirnekapı civârında, Mihrîmâh Sultan Camiîsinin arkalarından şehre vâsıl oldular. Bir kuytuda, çarşafı derisinden sıyırıp attı Kahramân. Baba, namâz için toplanan cemâate karıştı, hızla buharlaştı. Kahramân’ın gözüne câmînin avlusunda musalla taşına yatırılmış mevtânın başına toplanmış ahâliye, “Az sonra toprağa vereceğimiz bu âciz kulunun günâhlarını affeyle yâ Rabbî,” diye hitâpeden Hocaefendi ilişti; cemaâtle berâber cenâzenin başında saf tuttu; tabutu sırtlayanlara katıldı, mezârlığa kadar gitti. Selâmete erişen Kahramân, Cezâ Yasası’nın infâzından kaçmayı başardı; hızlı adımlarla Fâtih yönüne yürüdü; Bizans surlarının yükseldiği Unkapanı Köprüsü civârında şehre bir gülümsedi, karanlık şehrin esrârında kayboldu. 258 105. OTEL ODASINDA VUSLAT Kahramân, Apaçi’nin parasına el koymuştur ve baştan aşağı yalanlarla örülü pispas hikâyenin sonlarına yaklaşılmaktadır; Ayperi’ye de hesâbını soracağı vukûatlar vardır. Apaçi’nin katledildiğini, Hanım’ın başkoruması Ayıboğan Değirmenci haberledi Ayperi’ye. Donacak o ân Ayperi ve titreyecek korkudan: öldürürler beni, diye. Geldiler tak tak tak otel kapısından ajanlar, Teşkilât’ın AjanXL kolundan; Ayperi’yi sorgularken öyle soğukkanlılar ki, sebepsiz yere tir tir titrer insan. Ayperi, 20 dakika süren ama yüzyıl gibi uzun çapraz sorgunun sonunda, ne Eyüp’ten, ne kaybolan Mal’dan, ne de hiçbir şeyden haberi olmadığına iknâ etti iz sürücüleri. Herifçioğulları, bembeyaz karo fayans döşeli otel odasından mısırözüyağı gibi sızarak çıktılar, Ayperi’yi bir başına ve yalnız bıraktılar. Zavallı küçük kadın, kâlbi yırtılır gibi içini çekti. Yarasına neşter vurulmuş gibi irkilerek yatağında oturdu. Gözlerini, ufuktan dumanlarını salarak gelen meçhûl trenlere bakar gibi pencereye dikti ve yeniden korktu; şan, debdebe ve şöhretle geçirdiği yıllardan sonra, Tatlıpara akımının kesileceğini hissedip kendisinin de düzenler içre düzenler kurduğu pispasın tam sonlarına yaklaşmışken, birdenbire sefâletin bataklığına mı düşecekti? Çevresinde binbir erkek pervâneyken, iki erkeğinin de kayıp olması, ne demekti? Ayperi, tam 24 saat, yatağında büzüşüp Kahramân’dan gelecek haberi bekledi. Susmak, beklemek, katlanmak... Kahramân’la mesût saatler geçirdiği otel odası, şimdi ona ebedî bir mezâr gibi geliyordu. Oğlanın koynuna sokulup O’nu kendisine râm etmedi mi ve sonra kendisi de O’na vurgunlaşmadı mı? O kıllı erkek çocuğunu, cennetten apak indikten sonra günahkârların elleriyle yavaş yavaş kararan Hacerü’l-Esved taşı gibi bağrına sevgiyle bastıysa, suç mu işledi? O kadar uzaklaşmışken, ona bu kadar yakınlaşacağını nereden bilebilirdi? Ay Ayperi, güzel Ayperi; seni kimler öpmeli, seni kimler sevmeli? Kahramân, otel odasının kapısını tıklattı, sırtında para dolu siyah sırtçantasıyla, bebek gibi yârinin kollarına atıldı ve saçları karıştırılırken derin uykuya dalmadan önce Ayperi ona şöyle dedi: “Şimdiyi yaşayalım asıl. Yaşadığımız dakikalardan zevk almaya bakalım. Dünyâ zâten cehennem gibi bak. Bugün varız, yarın kimbilir ne olacağız? Gel, kollarının arasında erimek için çıldırıyorum. Hissetmiyor musun?’’ Kahramân, uyandığında dedi: “Beni kandırdın mı?’’ 259 Ayperi, dedi ki: “Söylediklerinden bir şey anlamıyorum.’’ Kahramân, dalgındı: “Eyüp’le bir oldun, beni aldattın.’’ Ayperi’nin dudaklarında müstehzî bir ifâde belirdi: “Birinin seni karşılıksız sevebileceğine inanmıyorsun, değil mi pis kumarbaz?’’ Tırnaklarının ucunu kemiren Kahramân: “Sayılar Operasyonu’ndan sonra beni öldüreceklerini biliyordun.’’ Ayperi’nin gözlerinden iki damla yaş süzüldü, “Hayır, milyon kere hayır,’’ dedi. Makineli tüfek gibi takırdadı Kahramân: “Teşkilât’a çalışıyordu Eyüp, biliyordun sen. Eyüp beni yem diye önlerine attı. Çoktan cartayı çekip tahtalıköye gitmem lâzımdı. Benim yerimde başkası olsa çoktan ölmüştü. Ama şaşırma, hesaplaşacağız daha seninle.’’ Ayperi’nin yüzü adamakıllı korktu, dağılan lepiska saçlarını topladı, deli doktorlarının hastalarına karşı kullandıkları merhamet dolu sesle mırıldandı: “Hayâli senaryo yazmışsın, aşkım benim.’’ Kahramân, dedi: “Salla bakalım son zarını.’’ Ayperi: “Sana ihânet yok. Seviyorum seni. Çok paramız olursa, alırız dedim başımızı, gideriz buralardan. Demedim mi?” Acı acı gülen Kahramân: “Niyete değil, sonuca bak. Öyle oldu, böyle oldu. Düşeş atmasam heriflerin dübeşinden kurtulmam imkânsızdı. Bunu da ancak ben yapabilirim zâten. Kaç kişi öldü biliyor musun? Ne için? Para için.” İyiden iyiye ürkmüştü Ayperi, fakat bütün varlığını teslîm etmeye hazır bir hâli de vardı. Kahramân, bakışlarını pencereden uzayan sokağa sabitlemişti. “Sayılar Operasyonu’ndaki hangi sayıyım, artık iyice karıştırdım. Zarları atıyorlar, ama hep sıfır geliyor Ayperi, iyi mi?’’ 260 106. SEKİZİNCİ AZ SONRA Ben Arzuhâlci Kâtip, merhabâlar efendim. Rûhsal gezegenlerinize damardan naklen gireceğiz. Duygu kanallarınızı açık tutunuz, rûhlarınızın iğdiş edilmesine izin vermeyiniz. Beyninizdeki ârızaları tedâvi ediniz. Samançöpü gibi yanıp sönmeniz, bizi üzmektedir. Cehâletle yıkanmış dünyânızda bizlerle temâs kurmak istiyorsanız, vicdân sâatlerinizin ayârlarıyla oynamayınız; rûhlarınızın sigortası atabilir; algı bulutlarınız ancak altıncı boyuttan sonra açılacaktır. Tertemiz gönlümüzle size köstek olmayız. Hayâl ufuklarınızda seyrân eden binlerce kâğıttan gemilerimiz vardır bizim, ey dünyâlı kardeşlerimiz. Bilin bizleri, tanıyın; iltimâs, rüşvet, torpil yok bizde. Sizinle teker teker irtibâta geçmek isterdik, ama vaktimiz yok. Satırların arasına gizlenmiş saklı kâînatlara buyurunuz. Dostluğumuzun ucu bucağı yoktur, kâlbimizdeki elektrik bildiğiniz ışıklara benzemez. Bizler bu dünyâdan değiliz dostlarımız. Bir süre daha sizi omuzlarınızdan sarsacağız; ilkokul bebesi değilsiniz, dâîma elinizden tutup sizi karşıdan karşıya yürütemeyiz; geçeceksiniz kırmızı ve yeşil ışıkların içinden, heyt. Kimse, bir yerden bir yere gitmemektedir, zaman değiştirmektedir sâdece. Yumurtanın da rûhu vardır ve o rûh, (kabuk çatlayınca) hayâta dönüşür. Hayâtı anlatabilir Felsefeler, ama açıklar mı hayâtı? İki değişken arasındaki sonsuz sürpriz fazında gidip gelemez mi hayât? Geçiniz cin peri masallarını, mutluluğunuz için çalışan ışın kılıçlarıyız. Sizler daha doğmadan bu dünyâyı şekillendirdiler, değiştirecek olanlar da sizlersiniz. Yol akıp gidiyor çünkü, hayât akıp gidiyor. İnleyen her nâğme, kâlplerimizin vuruşlarını ve rûhlarımızın duruşlarını aydınlatıyor. Çok uzaklardan geliyoruz dostlarımız, çok uzaklardan... Fezâda kaç milyon ışıkyılı katettik, gezegenlerde konakladık, beyaz balinaların sırtına bindik, maymunlar cehenneminde yaşadık, atlar ülkesinde başımıza gelmeyen kalmadı, devlerin ve cücelerin diyârlarından geçtik... işte vakt geldi, işte geldik menzîle eriştik, dostlarımız... Ey bu sâhib-i hikâye, ey bu ucu açık masalın sahibi: Herşeyi bilen ve gören göz yoktur; var olsa, kendini bilemez ve göremez. Kâtib’in gözlerine aldanma. O yalan da söyleyebilir. Belki de uyduruyordur. Sen onu bunu okumaktan vazgeç de kendi hayâtının hikâyesini yazmaya bak. Hele roman denen kültür müsveddesine elini sürmesen ne iyi olur. Yönetken Efendiler’in câhil zihinlere ne çoraplar ördüğü, 261 ibret î âlem târihten çıkarılmamalı mıdır? Lütfen biraz daha âdîleşebilir misiniz sevgili dostlar, ricâ ediyorum lütfen. Açlıkla terbiye edilen bir vücûdun ağlamasıdır Pispas. Ne zaman haksızlığa uğrasa, hiç bilmediği bir dilde sâatlerce konuşan ve ağlayan kelimelerdir. Onuru durmaksızın kırılan eski bir âsînin dalının, usulcacık, çıt diye kırılmasıdır. Kimse bilemez sevdâsının isyânını. ÇAT. Genç elemanlar, sokaklarda kovalamaktadırlar. Gökyüzü ne kadar zâlim, hayât ne kadar vahşî... Ey sınıfsız baldırıçıplaklar, mâvi usturalarda etinizi bileyecekler, deriniz keskinliğiniz olacak. Ayrışma, mutlak ve kaçınılmazdır. Bağnaz yobazların kozmik algıları, Parallah’a ayârlanmıştır; hesâpta cemîyyeti, ulvî ve semâvî projektörlerle aydınlatmaktadırlar. Yeni dil zâten aslında yeni din de demektir; ya îmân edin, ya kovuklara sığının, ya da düşmanlık üretmeyin; bizim Kâbe’miz insanlıktır, biz özgürlüğü su gibi kana kana içmek isteyenlerin kavmindeniz. Sizden olmayanlara sizler toplumun pislikleri gibi bakarsınız, fakat onlar kurbândır. Sümük gibi akan beyinleriniz varsa eğer, sünnet ederiz güç kaynaklarınızı. Karar hepinizin, dil sizin. Yaşayan insanları ele alacağız. İşte Kâtip de bunun üzerine, konularını hayâttan seçti. 262 107. AYIBOĞAN DEĞİRMENCİ Kar fırtınası öğleye doğru tekrar başladı. İstanbul’un kuzey ormanlarındaki çiftlikevinde, Ayıboğan Değirmenci ile Ayperi Sûzî (Sûzan), mahsur kalmışlardı. Tepeler bembeyazdı. Ortalık karla kaplıydı ama güneş de açmıştı. Arada bir, keçilerini güden bir çobanın hayâli seçiliyordu. Esrârengiz güneş ışıkları, gökkuşağının yedi renginden, yetmişbin güldeste yaratmaktaydı. Otel odasındaki tuhaf kavuşmadan sonra hikâyenin seyri hayli karışıklaşmıştı. Dağbaşında dik dik bakan aksi bir kartal yavrusu gibi, önünde ağzıaçık yatıp duran siyah deri paraçantası, Ayperi’ye teslîm edilmişti. Para ve mücevher dolu çantadan başka varlıkları, değerleri, gerçekleri ve hayâlleri yoktu. Kahramân, peşindeki zinde ve muammâ güçleri atlatabilirse, Trakya topraklarındaki bu Çiftlikevi’nde buluşacaklardı. Sayılar Operasyonu’nun başlangıcından beri derin tehdît unsuru diğer sayıları ve yarışa son anda dâhil olan Şeytano Şen ve Çetesi’ni (Küntöz, Dölbaz ve Takarof) de çalımlamaları ve kale direklerini yıkmaları gerekiyordu. Kopacak fırtınayı bekleyen orman gibi tetik sessizliğe bürünen Ayperi, yapraklarını bile kıpırdatmıyordu, Çiftlik’te rahatı yerindeydi. Erkekler Ayperi’yi o kadar severek tapınırlardı ki, elde etmek için çeşitli kötülükleri tasarlayabileceklerini de bilirdi. O, sevilmek ârzû etmiyordu. Niye sevdiklerini bilmeden onu seviyorlardı zâten; sevmek istedikleri için seviyorlardı, sevdikleri için değil. Bir kadını sevmeye ihtiyaçları vardı, Ayperi’yi gerçekten sevip sevmedikleri şüpheliydi. Ayperi’ye hayrânlıklarının sebebini sorsalar, çoğu bu soruya etraflıca cevâp veremezdi. Aşûreleşmiş bulamaç sevdâlar, Ayperi’yi öyle nefessiz bırakıyordu ki, bâzen bütün erkekleri öldürebilirdi. Ya da donunda sallayarak menfaâti için kullanmalıydı. İşte bu tarz şahsiyetlerin başında, Ayıboğan denen kazma geliyordu. Kare vücûtlu, kare kafalı, kare gözlü adam… zekâdan yana nasîbi kıt fakir, aynı zamanda gaddar mı gaddar bir itâatkâr köpekti. Hem aptal, hem de oburdu. Beline bağladığı palaskaya, cakalı bir tabanca asmıştı. Ayakkabılarını da boyatmadığı için, gülünç bir çöpçüyü andırıyordu. Romandaki dördüncü dereceden rolünü hakkıyla canlandırmaya çalışırken, gözlerine saplanmış ışıldak gibi yalazlanan kızı gördüğü ân aptallaşan Ayıboğan Değirmenci, bir Mısır kraliçesi gibi piramidinde kararlılıkla dikilen Ayperi’nin câzibesinde biteviye 263 dâîreler çizen âciz bir karga gibi gakgakladı. Hayâta böyle çizgifilm karakterleri gibi bakmak, Ayperi’nin hoşuna gidiyordu. İri bir Japonbalığını andıran ağzını açıp yutağına düğümlenen koca koca lokmaları çiğnemeye çabalayan Ayıboğan’ın kare suratını iki avucuyla tarttı, sağa sola döndürdü, yanaklarından ve dudaklarından makas aldı, en sonunda da ensesine hafifçe şaplak attı. Herifle, zemberek düğmesine basıldığında miyavlayan elektronik kediyle oynar gibi oynamayı da severdi. Ayıboğan, hanımının yanında tıkabasa doyurulmuş bir hayvan gibi mesûttu; sâhibesini canı pahasına da olsa korumaya kararlıydı. Kadının ağzından çıkan her fısıltı ya da işâret parmağının tek bir kımıltısı, düşmanlara yalınkılıç pala çekmesine yeterdi; Komutan Ayperi’nin emri altında acâyip mutluydu Ayıboğan. Ayperi’nin bir nevî gönüllü köpeğiyken, bağırsaklarının kuytusunda yatan, derinden hakârete uğrama isteği uykusundan uyanıyordu. Ayperi’den emirler aldıkça, devâmlı hindi gibi kubardığı, horoz gibi öttüğü erkekler dünyâsında, asla gönlünce ifâde edemeyeceği köleleşme hissini tatmîn ediyordu. Böylece, daha nikâh kıyılırken temeli atılan törende şaftı kaymış, rulmanının bilyeleri dağılmış bir garip hayâtındaki varlığı, azıcık da olsa anlam bulur gibi oluyordu. Pöh pöh pöh. Dişlileri döndüren vidalardan biriydi Ayıboğan, kurbanlara saplamak için yedekte tutulan iri saplı bir taş baltaydı. Yeryüzünde herkese bir hak düşerdi, Ayıboğan Değirmenci’nin kısmetine de, şanlı Ayperi Sûzî’nin yakınındaki kokularla mest hâldeyken, onu emniyete almak vazîfesi düşmüştü. Kar yağıyordu ve Ayperi’nin rûhu salıncaklıydı. Hüzünlü görünüyordu; bütün bu kaçma kovalamacaların, cinâyetlerin, ihbarların, yalanlarla dolanların, sevinçlerin veyâ üzüntülerin nefessiz bıraktığı hayâtını yenibaştan hatırlıyor gibiydi. Kıyâmetlerin koptuğu, deryâların tutuştuğu, kemanların inlediği, rakı kadehlerinin ağladığı hayâtında, şimdi dişi örümcek kıvâmına gelmişti. Her adımının arkasında cesetler bırakarak ilerleyen tam bir serî katile dönüştüğü yola devâm etmek için, Ayıboğan’ı aslanların canlı canlı adam yediği meydana, can pazarına fırlatmakta tereddüt etmeyecekti. Ölümüne çatışma durumunda, Ayıboğan’ın tercîhi de bu olurdu: ölürdü. Akşamüstü, kristal kürelerin içindeki güçlü ampüller, sanrılı bir ışıkla tavanda titreşirken, gümüş şamdanları da yaktı; tıkırtılı antika koltukta ileri geri sallanarak hayâllere daldı. Gözleri açık rüyâlar görüyordu; rüyâsından akan kar tâneleri, silmecam cepheyle öpüşerek ölüveriyorlardı. Ayıboğan, hafifçe öksürerek, geldiğini 264 haberledi. Ayperi, ayakta dikilen Badigard’ın gözlerine baktı: “Bir gün yollarımız ayrılacak, biliyorsun değil mi?” Ayıboğan inledi: “Öldür beni abla, daha iyi. Senden ayrılamam. Başka hava soluyamam. Gözlerimi oysunlar, kâlbimi koparsınlar daha iyi. Bana sâhip çıktığın günden beri köpeğin oldum, müsâade ettiğin kadar yaşıyorum. İstediğin zaman ölürüm.” İnsan azmanı, konuşmasına kendi de şaşıyordu. Ağlayamıyordu ama her kelime hıçkırıktı, her söz hicrân yarasıydı. Ayperi, kendiyle gurûrlanarak baktı: “Peki, kal.” Dev adam, acâyip bir sevinç sesi çıkardı. Ayperi, ayakta dikilen Ayıboğan’a hitâben kısa bir konuşma daha yaptı: “İcâb ederse kanının son damlasına kadar beni savunacaksın. Ölmek var, dönmek yok. Okey? Sararma mararma da yok artık. Sadece itâat. Mâdem ki senin için her şey benim, ben ölürken sen de ölürsün tamam mı?” Ayıboğan, ölmek istemeyen öküz solumasına benzer bir onaylama sesi çıkardı. Hanımının gözleri kapandı kapanacaktı, kedi mırıltısını andıran seslerle tatlı uykuya geçiverdi. Ayıboğan, anahtar deliğinden odanın içini rahatlıkla seçebiliyordu. Hanımın tamamıyla uykuya daldığına kanaât getirince, parmaklarının ucuna basarak içeri girdi, kızın engin güzelliğini yakından seyretmeye koyuldu. O gece sabâha kadar böyle geçti. Ertesi gün de, daha ertesi gün de; ta ki, üçüncü geceye kadar… Gecelerde uyanıktı Ayıboğan Değirmenci, mutlaka Çiftlikevi’nin yerini bulup saldıracaklardı. Gelenler, Apaçi Eyüp’ün de, Teşkilât’ın da, Şeytano’nun da adamları olabilirlerdi. Özel Harekât’çı dostlarından yıllardır dinlediği eylem, taktik savunma, strateji, düşman püskürtme bilgilerini, serçe kadar küçük beyninde yoğunlaştırmış ve ormanda bin kaplan gücünde bir gorile dönüşmüştü; tongaya düşmeyecekti. 265 108. AY PERİ’NİN RÜYÂSI Melekler mutluluktan korkar mı? Bâzen insan bir öpüşe, bir dokunuşa neler vermez? Ya para? Para’nın da kendine göre rengi, kokusu, tadı vardı. Öperdiniz, okşardınız ve Para sizi ısıtırdı. Bâzı rüyâlar vardır ki kelimelere dökmek imkânsızdır. Ay Peri, Paradağı’nda uyandı; büyücek bir odanın ortasında nedense yapayalnızdı. Bir nevî câmî avlusunda terkedilmişlik gibi de bir yalnızlıktı bu. Çırılçıplaktı ya da yarıçıplaktı. Oda pespembeydi, arada bir de metalin gri parlaklığı hâkimdi. Saydam bir Sarayı andıran odada, ne bir duvar, ne tutamak, kapkacak... naylon çöp poşeti bile yok. İyi de nasıl taşıyacak? Hangi çılgın onu bu saçmasapan rüyâya fırlatıvermişti? Niye oradaydı? Ne paraları ya da kimin? Neden banka kasası yerine odaya istiflendi? Paranın sâhipleri deli mi ki getirip, kilitsiz militsiz, yığıveriyorlar öylece? Böyle bir rüyâda kim olsa gözünü paralardan alamazdı. Rakamların dansederek aktığı ışıklı tünellerden, neşeli şarkılar, türküler ve oyunhavaları eşliğinde geçiyordu Ayperi. Altın ve döviz piyasalarının, uluslararası borsa endekslerinin, elektronik kırmızı işâretlerle aktığı bir şirket nikâhı gibiydi. Bilanço, kâr zarar analizi, üretim mâliyeti gibi kelimeler dönmeye başladı beyninin ekranlarında. Paranın rüyâsında ya da rüyâsını gördüğü parada böyle kavramların ne işi vardı onu da bilmiyordu. Ayperi, rüyâsındaki aracı kurumlardan akan Nakitpara akışıyla öyle mutlu görünüyordu ki, sanki şarkın ve garbın afâkını saran bütün çelik kasaların kilitlerini hiçe saymaktaydı. Sanki yüksek ökçelerin üzerine minieteğini giyerek şıkır şıkır plazalara toplantıya giden genç işhanımıydı. Sanki iş âleminin geliniydi O, anaerkil Amazon savaşçılarının, finans kapital merkezlerine saplanan mızrağıydı. Şerit şerit kesilmiş dolardan kurdelelerle süslü Gelinbaşı ve Telli Duvağıyla limuzininden iniyor, önüne serilen kırmızı halıyı tadını çıkara çıkara, hakkını vere vere adımlıyordu. Patlayan flaşların, konfeti yağmurlarının altında yürürken uzatılan çek defterlerini imzâlıyor ve kameralara gururla gülümseyerek, “Kazananlar hep çalışarak kazandılar, başarmak için çok çalışmalıyız,’’ diyordu. Piyanist şantör eşliğinde çalınan AnkaraHavası’na, borçlar hukuku, istihdam, tasarruf paradoksu ve marjinal fayda kavramları eşlik ediyordu ve duble duble yuvarlanan aslansütlerinin keyfiyle, zorunlu olmayan ihtiyaçları aşırı tüketip talep miktarında değişim yaratarak 266 kıtlığa yolaçan konuklarla beraber, Ayperi de göz süzmeye, omuz titretmeye, göbek atmaya başlıyordu: ciro edilemeyen paranın rüyâsı gözkamaştırıcıydı. Derken, gidip Paradağı’nı kucakladı, sımsıkı sarıldı, muck muck diye ıslak ıslak öptü ve sevişmeye başladı; iç geçirerek, bayılacak gibi tavırlar takındı; zevkten çıldıracak gibi görüntüler de yayınladı. Paranın yokluğu kadar, varlığı da, insanı delirtebilirdi. İşte şimdi kendisi de aynı muammâda çırpınıp duruyordu. İşte bu, kafaderisi sıyırtacak muhteşem delilik ânlarından biriydi; irtifâ ve harâret kazanmış kelimeleri de andırıyordu; kelimeler denen o zavallı nesnelere sığmıyordu, deyimler ve atasözleri açıklamıyordu; âşk gibiydi, sıcak gibiydi, para gibiydi. Rüyâ devâm ediyordu. Genç Kadın, rûhtan gelen kapitalist tesîrlerle manyaklaşmış gibiydi; ki, banknotlardan birini ağzına tıktı; çiğnedi, yuttu. İlk 100’lüğü midesine yuvarladığında, damaklarıyla dişetlerine o kimyâsal tad sıvaştı. Ardından Paradağı’na aç kurt gibi saldırdı, şimdi kıtlıktan çıkmışçasına yiyordu. Baktı ki, yemekle Paradağı’nı bitiremeyecek. Seksî geceliğini ve iççamaşırlarını torba niyetine kullanmaya karar verdi. Siyah g-stringini ip gibi değerlendirmeyi de aklından geçirdi bir ân. Bedenindeki deriden bütünüyle soyundu. Acelesi yoktu, usuldan dolduruyordu; bir yandan da sarımsak soğan yer gibi yiyordu. Bağırsakcağızlarının o kâğıtları nasıl öğüteceğini dert etmiyordu. Çünkü rüyâlarda düşünülmez, rüyâlarda fikir yoktur, hakikat yoktur; sâdece Işık ve Gölge vardır; belki de bu yüzden iki değil, dört boyutludurlar. Rüyânın siyahbeyaz boşluğunda yerçekimsiz Ayperi, kâğıtları ve mürekkepleri ağzına tıkmaktan sonunda öyle bîtâp düştü ki, AZ SONRA lahite yerleştirilecek mevtâ gibi donukgöz bir resimde sâbitleniverdi. Para pâdişahının malsahibi, para sultanlarının mâlikiydi O; öyle ki, yaşadığı tüketici tatmîni, ulusal ekonominin enflasyon değerlerini belirleyen üretim ve yatırım miktarlarının çok üstüne çıkıyordu. Ayperi, finans kapitalin yeni merkezi İstanbul’un grî gökyüzünü delerek helâlinden arşa uzandı. Gençti, güzeldi, âşk hayâlleri vardı; yaşamak istiyordu; canlılık damarıyla kıpırdayan her varlığa sevgi doluydu; en de çok kendini severdi ya da kendini daha da çok severdi ama bu bütün dünyâyı sevmesine engel değildi. Benliğine tapmak gibi egosantrik bir sevgi değildi bu; daha çok, özüyle sevişen bir otoseksüel gibiydi. Herkesin vicdânında karanlık ve gizli bir köşe vardı; Ayperi’nin köşesinde de iyilik ile kötülük, bacak bacak üstüne atarak yanyana oturmuş bekliyorlardı. Neyi bekliyorlardı? Hayâta 267 gerekendi para ama hayâtı kirletendi de; zûlüm de oydu zâlim de; kahreden de oydu mahveden de. Paradağı’nın tepesine çıkmış, vargücüyle haykırıyordu Ayperi rüyâsında: (…) Sencil değilim bencilim, aptal büyüklerimi saymam, gerzek küçüklerimi sevmem, özümden çok sevdiğim nesne yok; tembellerden nefret ederim, doğruluğumun içinde bâzen ben de yanlışım; varlığımı kimseye armağan etmedim, kötülüklerden korunmak için gerektiğinde kötüyüm de; ben hayâttan zevk alıyorum, siz almıyorsunuz; paramı zevk için harcarım, siz sâdece harcıyorsunuz. Yatlar, katlar, mücevherler, ben de istiyorum. Geldiğim yere dönmeyeceğim. (…) Deli gibiydi ya da harbî deliydi; ki, varlığından haykırarak gözlerini açtı. Çiftlik’teki Dağevi’nde, beyaz cibinlikli yatağındaydı. Kirpiklerini kırpıştırdı. Kış güneşinin yüzünü yıkamasına izin verdi, gülümsedi ve Ayıboğan’a seslendi. Yatakta şekerleme yaparken, zaman kum saâtinden aktı; fakat yavaş yavaş, bu tatlı uyuşukluğun, yerini lânet bir uğursuzluğa bıraktığını sezinler gibi oldu. Paranın rüyâsında gözleri hâlâ yarı kapalıyken ve çıplak gövdesi, minik titremeler, esrimeler yaşarken, soğuk metal bir borunun dürtüklemesiyle uyandı. Siyah trençkotlu mel’un bir adam, Baretta’sını sâkince Ayperi’ye doğrultmuştu; belâlısı Şeytano Şen’di bu. İtirâza yeltendi ancak beynine dayanan çeliğin korkunç sertliği karşısında yelkenleri indirdi. 268 109. AYPERİ İLE ŞEYTANO Ayperi’nin belâlısı Şeytano, tatlı hayâtın ilâcını arıyordu; Ayperi’yi o kadar seviyordu ki öldürebilirdi. Kız rüyâlarına sızan Şeytano ise Ayperi’nin umurunda bile değildi: “Kapat kapıları Allahın belâsı, rüyâdayım görmüyor musun?” ŞEYTANO: “Sana söyleyeceğim kelimeleri bile kıskanıyorum. Seni kelimelerden bile kıskanıyorum veyâ tersi. Âşkımı söylemek istiyorum. Güzelliğin kelimelerime gelsin, kelimelerim şarkı olsun, şiir olsun, bestelensin âlem duysun. Âşkımsın, diyeyim. Üstüne başka gül koklamayayım. Sen hayâtıma girmiş bir fıstıksın. Seni tımarhâne kaçkınları gibi seviyorum. Seni ne zaman düşünsem, sünnetim ıslanır. Önümdeki sertliği sana bastırmak fikrinden kıvranırım. Şimdi hayât sana tozpembe, yaşlanınca pişmân olursun. Demedi deme kızım. Sen kâlbime giren bir G-3 kurşunusun, seni ya orda bırakacaklar ya da çıkarırken canımı alacaklar.’’ Bir sessizlik oldu, Ayperi rüyâdan gözlerini açtı. Dikleşti. Dimdikti. Dinliyordu. Yüzündeki ifâdeyi seçmenin mümkünü yoktu. Haremine çamurlu ayakkabılarıyla dalan şu uğursuz, gerçekten de Şeytano muydu? Hayvan postları ve geyik başlarıyla dolu Çiftlikevi’ndeki kristal avizelerin hepsi sönmüştü. Karlı dağda bir ateş, çıplak dağda bir gece; dev şömine, uzaymekiği motoru gibi harlamakta köşede. Şeytano, yarı karanlıkta dişlerini gıcırdattı. O da tıpkı Ayıboğan’ın bâzen hanımına hummaya tutulmuşçasına isterik baktığı zamanlardaki gibi sararmıştı. Ezelî ve ebedî kar tâneleri ufku mâvi ışıklarla örtmekteydiler. Odunlar şehvetle yanmaktadır. İki şahsiyet, bu şekülatif dekorda, sâniyelerle ömürden ömüre akmaktadırlar. Hayât memat meselesiydi bu. Elbette hayâtın kelimeleriydi, pispas edebiyâtın değil. Biri ötekine kahredecek, hükmedecek, zûlmedecek ya da lûtfedecekti. Şeytano: “Sen kadın, sen, paranın altın zamanlarını istedin. Şöhret gelseydi hayır demeyecektin. Olaylar hızlı oldu, finâl bölümüne yatay geçiş yaptın. Elimdesin. Ev sarıldı. Adamlarım duruma hâkim. Artık benimsin. Sana demiştim, seninle sonra uzun menzilli görüşeceğiz diye. Gâye kutsal olunca her türlü araç mübâhtır. Biz bütün hesaplaşmalarımızı İstanbul’un Teksas’larında yapıyoruz kızım.’’ Ayperi, Ayıboğan’a sinirlenip küfrettiğinde sarfettiği kelimeleri tekrarlamak istedi. Fakat tıslar gibi sâdece şu kelimeyi konuşabildi: “GÖT.’’ Kelime, anlaşılan Şeytano’ya tesîr etmişti ki, sararması ânîden geçti, yüzü 269 kızılbeyaz kılcal damarlarının rengine kavuşuverdi. Şeytano Şen, Şeytan gibiydi. Mi? Miyerse ne diyecekti? Şeytano, e şıkkını işaretledi: HİÇBİRİ ve kelimeyi geniş zaman kipine sapladı: “OYARIM.’’ Ayperi, kelimesini, ikinci tekil şahısın şimdiki zamanında özgüvenle çekti: “İĞRENÇSİN.’’ Sanki bu kelimeyle Şeytano’nun karakanı, lâv nehri gibi çağılladı, bütün kelimeler ve kelimelerin bütün zamanları tekelindeymiş edâsıyla cümleler kurdu: “Ey benim gönlümün sultanı. İşte yavrum, sana diyemediğim kelime bu; biraz önce söylediklerim değil. Kötülerin dünyâsında elektrikli testereyim, ormanda adam keserim, Şeytano’yum. Ama ben de kelimelerle cümleler kurabilirim. Günâha ve suça batarken demişler mi bu adam kim, ona niye diyorlar Şeytano? Âşkım Ayperi, sana olan kutsal hislerimi yanlış kelimelerle sıçrantılamış olabilirim. Bil ki rüyâlarımda dâîma sen vardın. Sebebini çözemedim. Hâlâ da arayışlardayım. Sen kimdin kızım, neydin, ne ettin de beni kendine böyle hasta ettin? Al sana kelime. Misâl, bir kelime kullanacağım yanlış anlama, şu an ırzına da geçebilirim. Tabii, bağlattırırım kollarını Küntöz’le Dölbaz’a, güzelce şömine ateşinin önüne yatırırım, kirli emellerime âlet ederim. Dört senedir peşindeyim. Çok kafaya taksaydım yapabilirdim de yavrum. Anladın mı güzel kız?’’ Ayperi, roman karakterleri gibi kelimelendi: “HASSİKTİR LAN, PEZEVENK.’’ Yüzünü ekşitmişti, dudaklarını da büzmüştü. Ve diğer Müştü’lerle bürülüy. Dü. Şeytano, kaldığı yerden devâm etti: “Dedim, kız gönlüyle gelsin. İknâ sürecinin sonundaki izdivâç hayâli, dalağımı itfaiyeye çevirdi. Kıspetime gülsuyu döktüler. Beynimdeki altın koyunlar haşlandı. Ayakkabım kâlbime büyük geldi. Palmiye yapraklarıyla kurulandıktan sonra böbreğimde bembeyaz sayfalar açtım. Son iki senedir işleri ufak ufak tasfiye ettim, direk nakite çevirdim. He de kız, Küba’ya gideriz, kaçarız buralardan. SEVİYORUM SENİ ŞEYTANO. De. Rujlu kalçalarından kelime fırlat bana kadın.’’ Ayperi, rakîbine kelime kaptırmamakta kararlıydı. Susuyordu. Lûgatini, beyincik soğanında sessizce tekrarladığı tek bir kelimeye indirgemişti: “AYIBOĞAN???’’ Zihni takrîben şöyle akmıştı: (...) “Benim Ayıboğaç demişti ki: ‘Güvenlik yüzdeyüz abla. Ben ve ekip arkadaşlarım, tetikleriniz için evinize âzâdeyiz ey prenses hazretleri,’ kelimelerini kullandığını da hatırlıyorum. Halayık nerede şimdi peki, nerede havlularım? Arâzîyi koruyan keskin nişancılar nerede? Beni şu kötü ve gerizekâlı sapkıngaçın kucağına nasıl itebildi? Yoksa duvar kadar sağlam hizmetkârımı 270 kalbura mı çevirdiler? Eleklerden kan mı damlamakta? Salaksın kızım, ne kadar lüzûmsuz kelimeler kullanıyorsun. Daha az kelime harcamam lâzım ve bu durumu çözmem lâzım. Ayıboğan, hayvan gibi kuvvetlidir, mutlaka onu da sırtından vurdular, yoksa yenemezlerdi. Emrindeki erketelerden birinin nevri paradan yana döndü, ispiyonu verdi; âh alçak.” (...) Şeytano, şimdi kirli soluğuyla kızın tepesindeydi; banka veznedarlarının elinde ekşimiş banknotlar ya da kasvetli alkol gecelerindeki anason gibi kokuyordu. Kirli tırnaklı kıllı parmaklarıyla kızın nârin ensesine vampir gibi hamle etti. Öd kesesinden penissuyu, dudaklarının kenarından da çenesuyu damlıyordu. Zaman aktı. Ayperi, kristal avîzeler ışık verdiğinde bir homurtu duydu. “Yaşasın,’’ dedi içinden, “Ayıboğan yaşasın lütfen.’’ Ayıboğan’la aralarında sâdece silmecam paravan vardı; birbirlerini görüyorlar, ama iletişim kuramıyorlardı. Silmecamın bir yüzünde Şeytano ile Ayperi, diğer yüzünde ise mücâdeleyi kaybeden Ayıboğan vardı. Çete, Ayıboğan’ı kurbanlık boğa gibi ellerinden ve ayaklarından sandalyeye bağlamıştı. Az ötede Küntöz ve Dölbaz, pis pis sırıtırken, ellerindeki bıçakları birbirine sürterek biliyorlar, uçlarını keskinleştiriyorlardı. Takarof, standart âvâre serseri rolünde, dalgın, elindeki tuşlu cep telefonunda, 0-5 yaş grubu için üretilen oyunlardan birini oynamaya çabalıyordu. Oyunu çözemeyince sinirlenen Takarof, eline pürtüklü bir gürgen dalı geçirdi, dişlerini gıcırdatarak rastgele eşyâları kırmaya başladı. Küntöz ile Dölbaz, ortadan kaybolmuşlardı; Şeytano’dan aldıkları emirle, başka bir göreve yönlendirilmişlerdi. İşte tam o sırada, çok garip bir kütleme sesi duyuldu, uğrunun sopası elinden düştü. Ayıboğan, tuzaktan kurtulmuş, demir yumruğunu, duvara betonçivisi çakar gibi Takarof’un kafasına indirmişti. 271 110. DOBERMAN İLE AYIBOĞAN O gece Çiftlikevi’nin civârında bâzı hâdiseler cereyân ediyordu. Havadaki uğursuz acâyiplik, ufacık tıkırtıyla bile hoplayan Ayperi’yi ürpertince, komutsal buyurgan tâlimâtını kesinledi: “Koruyup kolla beni ve uyurken rahatsız etme beni.’’ Ayıboğan, sâhibesine hizmet etmekten mutluydu. Ayperi hemşîre, Ayıboğan’ın narkoz dozunu ayârlıyordu. (Uzun zaman zehir kullanmış hastaların birdenbire mahrûm bırakılmalarının bâzen ne kadar tehlikeli krizler yarattığını bilirsiniz.) Dolunay vakti, bir hafif makinalıtüfek, Çiftlikevi’ni kurşun yağmuruna tuttu. Karar verirken bir inek kadar yavaş düşünen Ayıboğan’ın hayâtı boyunca kirli işlerle alışverişi olmuştu, ama böyle belâlısına denk gelmemişti; okkalı bir tükürük sallayarak ardarda el bombaları fırlattı; ölmek ya da öldürmekten başka şıkkın bulunmadığı o kanlı mezbahadan Hanımıyla kendisini sağ kurtarmak için bütün gücünü harcıyordu. Şafak söktüğünde, silâh sesleri kesilmiş, müsâdeme bitmişti. Ayperi, yorgun Ayıboğan’a bakarak dudak büktü: “Titriyorsun.” Ayıboğan, dudaklarını ısırdı: “Hepsini vurdum hanımım.” Düşmanlara dost başka düşmanlar da vardı oysa; Şeytano, Doberman’ı Çiftlikevi’ne yönlendirirken, kendisi de gizlice Ayperi’nin penceresine yaklaşacaktı. Şeytano, kamyon kasasındaki köpek kulübesinin kafesini açıp Doberman’ı salınca, hayvan kuyruğunu kıstırıp toprağa bastı, burnunun ucunu kokladı. Niye hapsedildiğini düşünecek zekâsı olsa çoktan insanlaşırdı; ete kemiğe değil, kelimelerle lisâna saldıran bir yaratığa dönüşürdü. Doberman da kelime kullanılarak canlandırılsaydı, elbette onun da fikirleri olacaktı; meselâ, neden bu kadar çok çikolata, pasta, mama vermişlerdi, neden et değil? Bu kamyonun kasasında ne işi vardı? Şoför, neden durmadan türkü söylüyordu? İnşallah kıra gidiyorlardı, yeşil çayırlarda koşmayı özlemişti. Canlı parçalamaktan kalan zamanlarında belki onun da hisleri var mıydı? Katil tabanlarıyla yamyamlaşmışken, Çiftlikevi’nde, döşeme tahtalarını gıcırdatmamalı mıydı? Topraktaki bütün kokuları içine çekti, yön ayârlamasını yaptı ve uzun yolculuğunun sonunda bacaklarının üzerinde yaylanan Doberman vargücüyle tâze etin kokusuna koşmaya başladı. Sessizlik. Kapı gıcırtısı. Rüzgârın uğultusu. Çiftlikevi. Ayışığı altında nûr saçan kar taneleri. Yelin usuldan nefesi. İçerden duyulan tok ses. Döşeme tahtalarına düşen iri 272 külçe. Ayperi’nin karıncalanan ensekökü, gümleyen şahdamarı. Gelen, kesinlikle insan değildi; ecel terleri dökerek bir kez daha titredi Ayperi. Üzerine gelen korkunç canavarı görünce, kâbûslardaki gibi kaçmak istedi. Doberman, hırıldayarak kıza yaklaşmaktaydı. Korkudan midesi bulanınca, sarardı da. Neydi şu sararma kelimesindeki sarmal, hikâyedekiler niçin gül gibi sararıp soluyorlardı? Ayperi, gözlerini cellâdından ayıramadan koltuğa yığıldı; kemendi kimin attığının, ilmeği kimin taktığının ne önemi vardı; kapkara kaderine boyun eğer gibi gözlerini yumdu. Derken, masallardaki iyi kâlpli güleryüzlü devlerin bağırtısını andıran kanlı bir haykırış duyuldu. İnsan sesine benzemiyordu, hayvan sesi de değildi. Kelime değildi bu, düşmanla tokuşmaya hazır Ayıboğan’a özgü yabanıl höykürüştü. Üstü başı yırtılmış hizmetkâr, kanlar içinde olayların geçtiği hacime küt diye daldı. Yarılmış karnını tutan ellerini karıncalar dolamıştı, açık gözlerine sinekler doluşmuş vızıldayıp duruyorlardı. Ayperi, bir sevinç çığlığı attı. O SON ÂN’da, Doberman’ın yolunu bir başka hayvan kesmişti, bu Ayıboğan’dı. Korkma gibilerinden Hanımına baktı, Doberman’ın başına sıçrayarak sustalısıyla bir kulağını kaptı; ilk mücâdele, sâniyeler sürmüştü sâdece. Sızma zeytinyağı gibi döşemeye pıt pıt pıt çarparak gölleşen tâze kan lekelerinin kokusu, terbiyelenip tenbihlenmiş vahşî hayvanı çıldırttığı için, kuyruğuyla masayı devirdi. İkinci çarpışma ânî oldu; Doberman, Ayıboğan’ın üstüne düştü, karışık hırlama sesleri çıktı. Kâh Doberman’ın kanlı köpek dişleri, kâh Ayıboğan’ın şişmiş boyun damarlarıyla devâsa elleri görünüyordu; tanınmayacak hâldeydiler. Yerde yatarken yan gözle köpeğe bakan Ayıboğan’ın dökülen bağırsakları seçilebiliyordu. Sağ kulağı da sol kulağı gibi kopan Doberman’ın boğazının beş altı yerinden kanlar sızıyordu; zor nefes alıyordu, tırnaklarını halıya geçirmişti. İki dakika geçti, mücâdele yeniden başladı. Rakîbinin kafaderisinden parça sıyırmayı başaran Doberman, kanlı deriyi aceleyle mideye indirdi. Beş ton basan öndişleriyle ölümcül darbeyi vuracakken, Ayıboğan korkunç bir yavaşlıkla, sustalısını Doberman’ın tam alnının çatına gömdü; kan çeşmesi oluk oluk akmaya başladı. Hayvan karşılık vermek istedi, fakat pençesi dermânsız düştü. İki düşman derin bir kinle bakıştılar. Dövüşün sonu hepsinden müthişti. Ayıboğan, son gayretle sustalıyı Doberman’ın alnından çıkarıp gözüne soktu. Hayvandan târifsiz acılı bir ses çıktı; salonun kapısına titrek adımlar atmaya çalıştı, kesik sesler çıkardı, son soluğunu oracıkta 273 verdi. Uzun uzun ölü hayvan leşine bakan Ayıboğan, korkudan faltaşı gibi açılmış gözleriyle koltuğa raptiyelenmiş Ayperi’ye, derinlerindeki iç âleminden kopan bir tebessümle gülümsedi. 274 111. MANYAK BİR ÇETE Karanlıkta toprak yollardan sarsılarak geçen otomobilde uyanan Kahramân, iki haydûdun arasında kıstırıldığını anladı. Gene kâbûslu yolculuklardan birindeydi, ya mâcerânın başındaydı ya da finâl bölümüne gelmişti. Usturupsuz gırgırlara bodoslama dalan hamhum şaralop düdük makarnaları, hurda mucırda gıcırdayan tapon zımbırtıyla ilerliyorlardı. Adamlar o kadar pervâsızdılar ki, ışıkları söndürmeye bile gerek duymamışlardı; o aydınlıkta da hiçbir numara yapılamazdı. Kıstırıldığı Otel Odası’nda, çeteye el çabukluğu mârifet yapamamış, silâhına davranamamıştı. Karnına apansız yediği tekmeyle berâber ense köküne inen bayıltıcı zumzukla biletini kesmişlerdi. Tenhâ bir yere sürecekler, gözlerinin içine baka baka şarjörü boşaltacaklar. Hâlbuki yalnız kendisini değil, masûm ve biricik Ayperi’sini de kurtarması gerekiyordu. Bunlar manyak bir çeteydi arkadaşlar. Küntöz ve Dölbaz, Silâhlı Kuvvetler’den atılmaydı; Özel Harekât Dâîresi’nin kahramân askerlerinden, dağa taşa ‘Komando Affetmez’ yazan, sadistleşmiş devlet memûrlarından. Günlük hayâtta bile, komando pantolonuyla gezerler, üstlerinde birer tişört, pazular şişirilmiş, muştalar böyle yol yol, çizgi çizgi. Küntöz’ün sol kolunda, ayyıldızlı bayrak dövmesi vardı, gömleğini bile çemrerdi ki bayrak görünsün. Bâzen, Taksim meydanında nâra atarlardı (Va-Tan-Sa-Na-Ca-Nım-Fe-Da); şaşkın birkaç vatandaş da alkış tutardı. Çetenin ini, Balat’ın daracık sokaklarına sotalanmış Gül Kıraathânesi’ydi. Bir de bunlar normâl insanlar değil; mâdem öldürüyoruz, kâlbini söküp yiyelim, filan da diyebilirler. Küntöz, Dölbaz’a dönüp dedi ki: “Lan oğlum, Dölcübaba, lan kıçının kılıyla balık yakaladın. Öyle de şanslıdır bu ibne.” Sonra Kahramân’a döndü: “He de lan, götdaş. Nerede para? Hey amigo kes sabata, kes sikini yap salata, hani yakalanmazdın oğlum ha? Paralar nerede oğlum? Atını siken kovboy, konuşsana. Götünden kan alırım bak.” Vardıkları yer, İstanbul denen tehlikeli ormanın en berbât yerlerinden biriydi. İnsansız ve boş gibi görünen, kum çakıl hafriyâtı yapılan arâzînin bir bölümü tahta çitlerle, kalanı da dikenli tellerle çevrilmişti. Şehrin ışıkları ve diplerinden aydınlanan yüce binâların iskeletleri, lâcivert gökyüzünde bin yangından artakalan surların gölgesindeki bulutdelenler gibi görünüyordu. İnsanın aklına îdâm sehpalarını getiren kocaman bir vinç kollarını havaya kaldırıp 275 germişti. Kahramân’ın elini ayağını bağlayıp çuvala tıktılar, vincin kancasına market poşeti gibi asıp otuz metre yukarı çektiler. Teli birden gevşetip gövdesini yere çarpacaklardı; bir defâda gebermezse, bu işlemi beş altı kere tekrarlayacaklardı, her seferinde kurbânın kemiklerinin birazcığı ufalanacaktı. Kahramân, ilk yere çarpışta kafam patlasa bâri, diye geçirdi içinden, ama ağzından korkunç bir inilti çıktı: “Alçaklar.” Bu kelime, Dölbaz ile Küntöz denen iki serseriyi keyiflendirdi. Küntöz sırıttı: “Korktun değil mi götoğlanı? Bir de kabadayı geçiniyorsun. Yok kumarmış, yok karıymış kızmış. İt gibi de korkuyorsun işte.” Kahramân, çâresizlik içinde dişlerini gıcırdattı. Hayât ne saçma sapandı, dedi öyle: “Pisi pisine geberiyorsun oğlum, ne şehit olacaksın ne gâzî; sen o kadar bâdireyi atlat, sonra bu gerizekâlıların tuzağına düş.” Elemanlar o ara, akara makaraya dalmışlardı, bir yandan da deney fâreleri gibi haplanıyorlardı. Kimliği ifşâ edilmeyen Büyük Patron, buraya bir Plaza ve AVM inşâ edecekti, çeneleri düşen çakalların gevezeliklerinden çıkardı bunları Kahramân; vinç falan yok, vinç falan yok… fikir değiştirmişlerdi psikopatlar…. daha dehşetli bir şekilde öldürüleceğini algılayınca, ilikleri, mermeri betona yapıştıran zamk gibi dondu. Bir cesedi bu kadar korkunç bir yöntemle yoketmek, ancak Şeytano Şen ve Çetesi’nin aklına gelebilirdi. Beton karma makinesinin dişlileri arasına atacaklardı Kahramân’ı; çimento ve çakılla karışıp o korkunç binânın temellerine çamur hâlinde akacak, sonra da donup kalacaktı. Binlerce ton betonun içinden onu Allah Baba bile bulup çıkaramazdı, mahşerde bile yekinip ayaklanamayacaktı lan. Vince bağlanma işkencesi, beton karma makinesine göre, rahat döşekte ölmek gibiydi. Kendini kurşunlatabilse, anında cortlardı; fakat kafasına aldığı yumruklarla öyle sersemlemişti ki, katilleri cinâyete tahrîk bile edemiyordu. Sarsak sarsak, müthiş ölüme doğru yürüdü. Tek seferde en az 10 kurbânı unufak edebilecek, kalın dökme demirden çeliğine su verilmiş beton karma makinesi, dağ gibi yığılmış çimento torbalarıyla dolu kumlu çakıllı küçük tepeciklerin arasında, ortaçağdan kalma bir cellât tezgâhı gibi dikiliyordu. Kahramân’ın dizleri kesildi, yere çöktü. Küntöz, kolunu bükerken dedi: “Karı gibi titreme oğlum, yavşak.” Şalter, şak diye indi; aynı ânda beton makinası, sinirli bir dinozorun homurtusu gibi seslerle çalıştı. Elinde olmayarak gözlerini yuman Kahramân’ın hayâline, nemli betona karışmış, azıcık pembeleşmiş, azıcık yapışkan, pis siyah bir çamur geldi; bu çamur 276 kendisiydi, karşılaştığı ölüm böyle bir ölümdü. Köşede, sidik torbasını boşaltmakla meşgûl Dölbaz da arada kelime konuşurdu, sesi zevkten titreyerek dedi ki: “Ben gelmeden atma kanka, seyretmek istiyorum lavuğun şeklini.” Küntöz, orgazm oluyor gibiydi: “Biraz tadını çıkaralım, makina hızını alınca bacaklarından tutarız, aşağı sarkıtırız.” Makinenin gürültüsü sâkin geceyi tam ortasından biçerdöver gibi yardığı için, bunları bağırarak söylüyordu. O ara Kahramân’ın gözü, çakılların arasında tozlara bulanmış bir İngiliz Anahtarı’nı seçer gibi olunca, kendirini gevşettiği ellerini ümitle biraz daha zorladı. Ölüm kalım ânı… denemek zorunda… Birden anahtarı kaptı, can havliyle sıçradı, Küntöz’ün kafasını azpişmiş yumurta gibi çat çat diye kırdı. Son damlayı sallarken durumu idrâk edip olay mahâlline intikâl eden Dölbaz’ın âkıbeti de benzer oldu; herhâlde kafatası kemiği daha kalındı ki, ÇAT yerine DONK diye bir ses duyuldu, beyni yere döküldü. Küntöz ise, henüz son nefesini vermemişti, başına gelecekleri anlayınca insan sesine benzemeyen bir çığlık attı; ikinci çığlığa vakit kalmadan beton makinasının dibini boyladı. Kahramân, son gücünü kullanarak ayağıyla Dölbaz’ı da aynı çukura yuvarladı. İki eşkiyânın vücûtları, ayışığında yakamoz içinde yüzen balıklar gibi pul pul ışıltılar yayarak anafora kapıldı, yokoldu; işte çakalların sonu böyle oldu. Kahramân, yere çöküp bir süre maymun gibi dörtayak üstünde soludu. 277 112. HAYDÛDUN KARA ELLERİ Melânet kuyusu gibi derinleşen gözleri alabildiğine açılan Şeytano’nun ağzı bağırırken şirret bir ifâdeye büründü: “Benden kaçamazsın.” Tansiyonu ve kanşekeri gitgide düşerken, gene de iki cümle kurma fırsatı bulabildi Ayperi: “Korkmuyorum senden. Rûhuma nüfûz edemeyen erkekten ne korkacağım. Elindeki tabancayla beni korkutamazsın. Beni istekten titreten erkekten korkarım ben. Sevdiğim, taptığım erkekler var ya, işte onlardan hem korkarım, hem de onlarla sevişirim. Diğer hepiniz kurugürültüsünüz canikom.” Şeytano, bir iki kere yutkunduktan sonra, yarılmış benliğinden örnekler sergileyerek cümleler kurdu: “Seni parçalayacağım telli duvaklı gelinim, yavuklum, helâlim. Fıngırdak kahpe. O bembeyaz vücûdunu her önüne gelene verdin. Etinin lezzetini bir benden esirgedin. Delirtme beni. Aldın götürdün paraları. Nerede paralar? Paralara el koyacağım, seni de köftelik kıyma yapacağım. Doberman ziyafet görsün, köpek acıkmıştır şimdi. Ekip arkadaşlarımın arasında o da var biliyorsun. Ayıboğan’ı da kuşbaşı eder veririz, epeyce lop et var onda, Doberman sever.” Yumrukla patlatılmış dudaklarındaki kanın bir miktarını emen Ayperi’nin beti benzi attı, yüzü sarardı, sinirden titredi. Tül hafifliğindeki fuşya rengi elbisesini cart diye yırttı, yansıyan kar tânelerinin ışığında, antik zaman heykellerinin ihtişâmıyla parlayan gövdesiyle adama döndü: “Al. Mâdem ki rûhu olmayan dişi bir cesetten vahşî hayvanlar gibi zevk duyacak kadar alçalmış bir mahlûksun, al senin olsun bedenim. Üstünde hâlâ sevdiği erkeğin diş izleriyle ısırıklarını taşıyan bu vücûda el koyabilirsin. İstediğin am mı? Al. Amımı al.” Ayperi, deli gibi haykırarak bunları söylerken, sağ elinin avuçiçiyle de kukusuna şak şak şak diye minik tokatçıklar indiriyordu. Şeytano, boğulur gibi haykırdı o zaman: “Kollarını aç bana. Ben buraya bir orospuya kaymaya gelmedim. Hissetmeden veren kadını ne yapayım?” Ayperi, sinir kirizi geçirerek çığlık attı: “Râzı olmayan dişiye köpek bile yaklaşmaz. Sen leş yiyen sırtlanlardan bile daha yamyamsın. Bu toplumun yetiştirdiği mallardan birisin. Bir sikin var diye bütün dünyâ senin zannediyorsun. Gerizekâlı, aptal. Bugüne kadar gelip kulüpte balkabağı gibi dansımı seyredeceğine, iki çift lâf etmeye çalışsaydın. Neyin peşindesin bilmiyorum ki. Hatırlarım seni, dansederken seyircilere bakmazdım, bittikten sonra kulise 278 kaçarken bakardım. Beni seyredersin sikin kalkar, arkaya geçersin kumarda seni sikerler. Nasıl bir rûhun var lan senin? Mal. Çocukken kimse başını okşamamış, öyle anlıyorum. Bir gram sevgi görmemiş gibisin. İnsan bir ömür yontulmadan odun gibi kalır mı be. Şahsiyetsizsin. Senelerdir gerizekâlı gibi peşimdesin. Ben erkek olsam kendime yakıştıramazdım, gideyim de beni sevmeyen bir kadının peşinde sürüneyim. Erkek olsam önüme gelen her kadını sikerdim, bulduğum her deliğe sokardım. Niye tek birinin peşinde koşayım? Dünyâ kadın dolu, azıcık insan ol hayvan. İltifât etmeyi bilmezsiniz, bir kadının gönlünü almayı bilmezsiniz. Varsa da yoksa sopam. Hepiniz aynısınız. Ondan sonra, beş dakikada beşiktaş, iki dakikada tik tok. Erken boşalan milletimin abaza erkekleri. Her lâfın başında, amına koyayım. Nereye koyuyorsun? Am mı gördünüz hayâtınızda? Ay şu toplumda ne çektiğimi bir ben bilirim. Ondan sonra da âşığım da âşığım. Bir kadının duygusuz etinden zevk almaya geliyorsun. Hadi iğrenç ârzûlarını tatmîn et, desem ne yapacaksın? Geliyorum Küba’ya, desem? Ne yapacağız? Bir ömür senin iğrenç varlığına mı katlanacağım? Niye yâ?” Kelimeleri makineli tüfek kurşunları gibi arka arkaya hedef gözetmeksizin saydıran Ayperi’nin karşısında beyinölümü gerçekleşen Şeytano, gözlerini belertti, kusuverdi üç beş kelime: “Boş boş konuşuyorsun, ben bütün dünyâyı siktim. Benim hayâtım süperdi kızım, süperdi; anlatsam senin aklın almaz. E tamam, hadi sana söz geçiremiyorum, kurşun da mı geçiremem vücûduna?” Delimsirek bir hamleyle tabancanın namlusunu kadının göğsüne, çıplak memelerinin hizâsına getirdi, horozu indirdi. Arka arkaya, bir, iki, üç el ateşlenen kurşunların sesi duyuldu; dördüncü kurşunda Şeytano yere mıhlandı, gık bile diyemeden yüzükoyun tahtaların üzerine yuvarlandı. Şaşkın gözleri, andavallı gibi bakıyordu. Ayperi, yüzüne kapattığı parmaklarının arasından, nihâî kurşunu saldırganın beyinciğine sıkan adamı hayâl meyâl seçebildi, Kahramân’dı bu. Ânsızın kapıları ardına kadar açan rüzgâr, bilinmez bir kuvvetle, ikisini de yere, Şeytano’nun cesedinin üzerine kapaklandırdı; kendilerini bir sinekten daha zavallı hissettiler. 279 113. AKSARAY’DAN BİR YAZAR GEÇTİ Komiser Kenan, kızkardeşi İnci’nin edebî dehâsının peynir ekmek gibi satılan romanlara dönüşeceğini hayâtta hayâl edemezdi. İnci, boş zamanlarında gizli gizli yazdığı öykülerle edebiyât dünyâsına kıyı kıyı sokulmuştu. Tabii ki takma isimle yazıyordu, Irmak Gökyüzü, ismiyle. Satıraralarından göz kırpan her fırsatta, gizlice yazıştığı KB’ye şapka çıkarıp saygılarını sunmayı ihmâl etmiyordu. Dupduru buğday teni, kahverengi gözleri, yavruceylan ürkekliğinde titreyen biçimli gövdesiyle, güzel kızdı İnci. Fakat bir gün özünü iç odalarına kilitlemiş, sırça anahtarını da denize fırlatıvermişti. Senelerce dizlerine pötikare bir şal örterek bunalım yumağı gibi oturmuş, romanlar okumuştu. Sırça penceresinin camı kırılmıştı, rûhunun ayârını travmalar bozmuştu; fakat karakterdeki esas hikâye neydi, bu pek açık değildi. Bir vakitler birini sevmişti ve milyonlarca ışıkyılı geride mi kalmıştı o kişi? Sigarasını karton kutusundan çıkarıp efkârla bir tâne yakan nârin gelincik, hülyâlı gözleriyle, bilmediği şehirlerin, görmediği ülkelerin gökçatısındaki bulutlara bakardı; dalardı. Gerçekle başedemeyeceğini anlayınca, sessizce, yazarak delirmeye ya da deliliğini iyileştirene kadar yazmaya karar vermişti. Kayıp olmak, kırklara karışmak, cinlerle halvete girmek de istedi. Yaşlı bir ağaçtan yapılma kraliçe koltuğunda oturttuğu duru tabiatının sessizliğini, durmaksızın kulaklıkla müzik dinleyerek çeşnilendiriyordu. Âşk defterini kapatmış görünüyordu; yeni bir sayfa açmak yerine, âşk hikâyeleriyle dolu sayfalar yazmayı tercîh edecekti. Âşk ona âşk ya da şöhret getirmemişti ama şöhret âşk romanları yoluyla gelecekti. İlk patlamasını, (ustası KB’den alacağı feyz ile) berâber oje sürecek kadar yakın türbanlı bir gençkız ile başıaçık bir gençkızın İstanbul’da yaşama tutunma mücâdelelerini, samîmî ve duygulu arkadaşlıklarını, onları tavlamaya çalışan erkeklerle sürüklenecekleri dijital temelli arayüzlerde can bulacak gönül meselelerini, kalbî hüsrânlarını, modern dünyânın benliklerine zerkettiği ihtirâsları, yanısıra günümüzün çağdaş toplumsal hayâtını da bütün gerçekliği ile tasvîr edeceği romanla yapacaktı. Röportaj isteklerini bıkmaksızın yineleyen İnci’yi KB bir gün kabûl etti. Her iki tarafın da ârzûsu hilâfına, buluşma noktası, Aksaray’daki Emperyal Otel olarak saptandı. Anlaşmaya göre, İnci (Irmak) Hanım, Kerem Bey’le uzun bir söyleşi yapacak ve bu 280 da çoksatar KB’nin gazetesinin pazar günkü nüshâsında yayınlanacaktı. KB, 1 yıldır üzerinde çalıştığı, ‘gösterilen gerçeğe dayalı roman’ tekniğiyle yazdığı eserinin (KIRILGAN SERSERÎ FAY HATTI) son düzenlemelerini yapıyordu. Kitabın meta değerini es geçmemek lâzımdı, pazarda dolaşıma girip satış listelerini altüst edebilmesi için iyi tanıtılması gerekiyordu; piyasanın kaşarlanmış eleştirmenleriyle değil de, İnci gibi edebiyât sevdâlısı tâze bir gençkızla bu söyleşiyi yapması, edebî arenada bir başka tür sempati de doğurabilirdi. Emperyal, Casino’larıyla ünlü, rahat, geniş bir oteldi. Ne KB’nın Alemdar Oteli’ne benziyordu, ne de İnci’nin Cerrâhpaşa Tıp Fakültesi civârında, annesi ve ağabeyiyle yaşadığı küçük dâîreye. Karanlık ilişkilerin kokusu sezilen zenginliğe, kolay kazanılmış çok karaparaya, uyuşturucu batağına ve yüksek viziteli fuhûşa yatkın bir havası vardı otelin. Daha görüşme başlamadan, yazısının girişini kurmuştu İnci: “KIRILGAN SERSERİ FAY HATTI’yla herkes çok farklı bir KB görecek. Bu sefer anlatılan, Aksaray ve çevresindeki gettoların yazılmamış gizli târihi; yalancı kumarbazların ve cin hırsızların Aksaray’ında, kimsenin kimseye acıması yok. Bir kumarbazın, bir göbek dansçısının ve bir Mafya babasının etrafında şekillenen bu biraz avantür hikâyede, asla klasik romanlardaki gelişmeleri göstermeyen karakterler bir sürü bâdireler atlattıktan sonra bir de bakıyorsunuz olmadık bir insanî zaaflarına yenilivermişler. Ama zâten KB’nin bunca sevilmesinin bir nedeni de, onun çok farklı dünyâları, aynı kalem ustalığıyla, bilek darbeleriyle anlatması değil miydi? Doğrusu tadı damağımda kaldı. Olay, dediğim gibi, Aksaray semti ve çevresinde geçiyor. Arada, Anadolu’da yapılan uzun yolculuklar, polis örgütündeki bâzı zehirli yapılanmalar ve tabii geri planda Türkiye yakıntarihinin alabildiğine canlı ve güçlü çizilmiş bir panoraması da var. Gerçekten müthiş bir roman, bir gerçeklik anıtı diyebilirim. Sâdece üçüncü sayfa haberleri değil; hem acımasız, hem de inanılmaz merhametli serseri karakterlerle de tanışıyoruz. Roman bittiğinde sanki arabesk bir konserden çıkmış gibi oluyorsunuz ya da çok tuhaf bir halk felsefesi konferansı mı demek lâzım; bilinçlenmiş, ama kabûl etmek gerekir ki, biraz sersemlemiş olarak. Karakterlerin şahsında, parayı, âşkı, korkuyu, günâhı ve özgürlük kavramlarını izliyoruz. Ve diyoruz ki, böyle bir romanı, zâten sâdece KB yazabilirdi.’’ (...) IRMAK GÖKYÜZÜ- Kırılgan Serseri Fay Hattı’nı yazmak için neden Aksaray’ı seçtiniz? KB- Ben onu değil, o beni seçti. Zorunluluklar 281 dayattı diyelim. IG- Zor muydu? KB- Evet. Fakat inanılmaz bir deneyimdi. Başlardaki çocuksu acemîliğim gitti. Bu semtteki toplumsal gruplarla, sanki onlardan biriymişim gibi sohbet edebilirim şu anda. IG- Peki, romanı yazmak için, o gerçekliği ille de yaşamak gerekli miydi? Ortadan kaybolmadan önce sık sık, ‘yeni bir tür gerçekçilikten’ sözediyorsunuz. Bu kitapla o gerçekçilik geldi sanırım. KB- Çılgın kalabalığın içinde debelenirken bir gün durdum ve yaşadığım coğrafyaya baktım. Manzara dehşet vericiydi. IG- Âşk, para, korku, günâh… kitabınızda öne çıkan bir tema var mı? KB- Her şey var. Bir yeraltı hikâyesi ekseninde, açıkhava hapishânesi gibi bir ülkede, para, âşk, seks gibi gerçeklerin şizofrenik gelgitlerini anlattım, insanların bütün duygularıyla ilgilenmeye çalıştım. IG- Bir roman, bu kadar kapsayıcı olabilir mi? KB- İnsanlar artık tekrar roman okumak istiyor, gerçek romanlar. Bâzen ben de roman okumayı özlüyorum. IG- Daha düz sorayım: neden böyle bir roman? KB- Çünkü ben bunu yazmazsam Türk edebiyâtında bir boşluk kalacaktı, dil öksüz kalacaktı, anlatabiliyor muyum? KSFHattı, günümüze ayna tutmuyor, ama bugünle dün, dünle birlikte yarın da var kitapta. IG- Artık âşk’ı tam manâsıyla yaşayamıyoruz, diyordunuz, bir önceki kitabınızda; KSFH’nın arabesk bir atmosferde geçmesinin altında yatan neden, acabâ saf kalmış bâzı duyguları araştırmak olabilir mi? KB- Bu romanı yazarken herhangi bir mesaj vermeyi düşünmedim. IG- Özellikle erkek karakterlere ağırlık vermişsiniz, kadınlar nerede? KB- Her yerde. Her taşın altında. Bütün hikâyelerin gizli merkezleri kadınlardır. Bu romanda da, hayâtta da. IG- Kadınlara bakışınız sanki düşmanca gibi mi? KB- Katılmıyorum. Kitaptaki tüm karakterler biraz psikopattır, herkes biraz dengesiz... Bir çeşit deliliği, cinneti anlatmak zorundaydım. Yazmasam çıldıracaktım. IG- Komiser Malkoç (KK), diğer tüm karakterlerden farklı geldi bana. Tam olarak yerini algılayamadım. KB- Ülkesine yoğun sevgi duyan biri ama aynı zamanda toplumdaki para hırsı onun da benliğini sarmış durumda. Biz onun bocalamalarının sonuçlarını anlatmayı tercih ettik. IG- Sonunda da tercîhini paradan yana kullanıyor. KB- Kullanıyor, çünkü çürümeye yüztutmuş bir toplumda kimse kokuşmuşluktan âzâde değildir. Herkes bundan payını alacaktır; siz de, ben de… İNCİ- Ben almayayım, sağolun. KB- (Sâdece gülümser.) IG-Bunca romanın ardından, âşk ve özgürlük gibi konularda aşama kaydettiğinize inanıyor musunuz? KB- Hayâtla her karşılaştığımda gene acemîyim. IG- Kırılgan 282 Serseri Fay Hattı’ndan sonra, ‘Yazdığınız karakter benim,’ diye gelenler olacak mı? KB- Kesinlikle evet. Bu kitapta günlük gözlemlerimi roman formunda okuyucuya sunduğum için… ama bu, kaçınılmazdı; hayâlgücümü hor görmeliydim. IG- Tezgâhta neler var? KB- Becerebilirsem, ülkemizdeki kanlı ve kirli içsavaşa ilişkin bir kitap yazmak istiyorum. IG- Ne yâni, bu sefer de gidip Diyârbakır’da mı yaşayacaksınız? KB- Neden olmasın, neden olmasın? Hayâtın bizi nerelere sürükleyeceğini bilebiliyor muyuz? (…) Söyleşimiz burada bitti. Kerem Bakırcı, acı kahvesinden son bir yudum aldı, gözlerimin tam içine bakarak elimi sıktı ve sonra, Emperyal Otel’in merdivenlerini ağır ağır inerek, sanki bir yeraltı masalcısıymış gibi yitti, kalabalığın içinde gözden kayboldu. IRMAK GÖKYÜZÜ, Aksaray, Emperyal Hotel, 5 Haziran 2006. 283 114. NUTUK’S (KAMERA) Kameraya çekeceğim kendimi, ölümümden sonra mevlüdümde seyretsinler. Gömdükten sonra lütfen kulak kesiliniz. Ölüler evinden hâtıralar hesabı; ecinniler, gulyabâniler, akraba ve dostlar denen akbabalar, leş kargaları. Kötü günde yanımda yoktunuz da şimdi mi andınız beni, köfteler, patatesler, ibneler. Ölümümün arkasından toplanan sayın dost ve akrabalarım ve sevgili arkadaşlarım, cenâzeme hoşgeldiniz. İmamın kayığına bindim, gidiyorum gündüz gece. Bant yayındayız ama canlıymış gibi de seyredebilirsiniz. Ölüler diyârından seslendiğim için sizleri görme imkânından mahrûm bulunduğum bu tâziye evinde, pasta ve limonata ikrâm etmekten dolayı sonsuz kıvanç duyar, tekrar hoşgeldiniz derim. Arkamdan istediğiniz kadar atıp tutabilirsiniz, ama irmik helvamdan mutlaka yiyiniz. Bir hayâtı da ben harcadım; gördüm, yenildim, gidiyorum ey dostlarım. Bu bant beş dakika sonra kendini imhâ edecek. Ben ölümün o uzak ülkesindeyim. Şimdi oturup beni seyredenlere diyorum ki, ben kimsenin bildiği ben değildim, sen dediğiniz de ben değildim. Siz beni ne zaman gördünüz? O gördüğünüz ben değildim ki. Usta? Ben masalımı yaşamışım, Beyoğlu’nun sözlü tarihiyim. Nehirler gibi romanım, dalgalar gibi şahlanan film benim. Renk, koku, duygu, ışık, ses, hepsiyim. Sizin kendi bir hikâyeniz var mı, şöyle kâlbinizden geçen, rûhunuzu sikiştirmeyen, ha? Öteki dünyâdayım ama bütün lâflarınızı duyuyorum. Cenâze sırasında kıl tüy problemler çıkmasın diye nakit bir sürü dolar bıraktım. En güzel sofralar kurulsun, isteyene bir duble de rakı doldurulsun. İlâveten, isteyene istediği miktarda, kalitede ve çeşitte esrâr sunulsun. Beni böyle anın, ahlayıp vahlamayın, ağlayıp sızlamayın. Tamam ben öldüm ama lütfen şunları yapmayın: deliklerime pamuk tıkayıp soğuk suyla yıkamayın, soğuk sudan hoşlanmam. Kefenleyip nemli toprağa vermeyin, yeni kazılmış da olsa beni o toprakla bütünleştirmeyin. Mezâr çok soğuk bir yer. Üzerime kürek kürek toprak atmayın. Beni mezârda yalnız bırakmayın. Yakın beni anasını satayım. Küllerimi de rüzgâra verin, havaya karışayım. Beni seyredenler de dâhil, hepimiz her ân ölebiliriz. Son can soluğumuz ummadığımız şekilde kesilebilir. Bir sâniye daha yaşamamız bile büyük tesâdüf. Yarın sabah ölümle sonuçlanabilecek manâsız şeyin adı hayât. Her ölüm eksiktir saygıdeğer dostlar, korkutur da bizi. Ölümün ürpertisi 284 gelir, duyarsınız resmen; o soğuk nefes ecel değil. Tenden tene geçer ölüm, hepimizi üzer ölüm, ejderhâlar ezer ölüm. Yâsinler okuyup hatimler indiriyorsunuz, mevlüt okutuyorsunuz. Doğumdakiyle aynı toplanıyorsunuz; yemekler, helvalar, şerbetler. Çünkü sevinçle acı aynı, aynanın ters yüzünde bayram resmi var. Ölü ölünce korkar insan, şehvet damarlarının kabarması korkudan. Ama korkmayın be birâder Atmaca’dan. 285 115. MERKEZGEL Merkezgel Çekirdek Kabîlesi, dış kulvarda şahsî koşusunu sürdürenlerden, çomaklayıcılardan, bozgunculardan, ayrılıkçılardan nefret ederdi; fırsat geçmesin ellerine, boğuverirlerdi alimallah bir kaşık suda. Kopuşları, delilikleri, sayıklamaları hoş görmezler, daha ileri gitmeyi göze alanları lânetlerlerdi. Kimi yamyam, kimi korkak, kimi bilmem ne belâ: aradıkları her zaman can acıtmayan hoşla boş sözlerdi. Ayrıkotlarını, yaban armutlarını, düşkünleri, gurbet gariplerini yadırgıyor, uzak tutuyor, yaklaştırmıyor, ürküyle bakıyordu Kabîle; sınıflandırıyor, tasnif ediyor, ötekileştiriyordu. Tutuculaşmak zorundaydı tutunabilmek için; değilse, doğasına gömülü korkuları hortladığından, ânında dışlıyordu. Verili özgürlüğün deneytüpündeki kimyâsal karışımla hayâlgüçlerinin de tasarlandığı mükemmel derecede karmaşık soğurma düzeneği buydu işte: BİÇİMLENMİŞ HAYÂT; fonda, kraliçe arının anamakinasını canla işletip başla savunan son model robotların şen kahkahaları. Emiciydi de; tâlibi alır, farklılıklarını tıraşlar, sivri uçlarını törpüler, aşırılıklarından arındırır, benzetirdi kendine; kalmazdı ellerde ne kopuşlar, ne delilikler, ne uçmaklar. Oltada iğne, iğnede yem var; dikkat: merkezden ayrılanları kurtlar kapar; altın tavuk, çıkmaz ayın son çarşambası yumurtlar. Hafifleyip yola çıkanlar, seyrek ağaçlardan sonra görecekler: yeni diller var. Merkeze mahpustu dışarıyı istemekten vazgeçen, hâkim dilin dikenli tellerinin mahkûmuydu. Çemberlerden kanayarak sekense pisti; pisliğin teki, pisliğin işi. Okumayın ayol bu pis bozguncuyu, ilenç ederek safra kusan mikroplu yıkıcıyı; hem üstü başı da leş gibi kokuyor bak, nerede size destek çıkan kültür yapıcılarınız hayy hakk. Merkez lokantasından yiyebilmek için ödenecek âidat yine merkezden; anneciğim aman, bu çelişki ne yaman; surlarla berkitilmiş merkeze boyun eğersen yararlandırır nîmetlerinden, değilse siktireder, görürsün el mi yaman bey mi yaman? Tanımazlarsa yasayı, ne çoraplar örülüyor başlarına, betimleyelim mi, ister misin sayın okurdaş, edebiyât denen safsatayla ninnilenen düşüngeç kardeş? Hudût içre hudût var merkezin dalgalarından yansıyarak kırılan aynada kendini saklayan, iş-aş-bebekle mutluluk formülünü yakaladığın kibirinden aynalar çatlatan benliğindeki kendim dediğin muammadan artakalan; kardeşlerini 286 jiletleyerek nefes alacak pekiştirici geribeslemenin evetlemesini yapacak olan. Sorarlar ki, bugün Merkez için neler yaptın? Hergün, sabâh, akşam, geceyarısı... çalışmalısın; dolapbeygiri gibi dönerken helmelenmeli teri alnının. Merkezle bağlantıları nasıl koparmalı, çekimin güçlü etkisinden nasıl uzaklaşmalı? İyi de ne demek dışarı? Dıştaki dâîreler başka içler de demek değil mi? Merkezkaç’tan kurtulmakla Merkezgel’e yaklaşmak isteyenler, fışkınların patlayacağı zıt kutuplar değil mi? Gayrıresmî sözlü târihin anlattığı, iki ucun çekişmelerinden başka ne ki? Sancılı geçiş sırasında sızacak kan damla damla, mevcûdiyet acı; ama doyulur mu tadına açlığın sonunda gelen tokluğun? Çokbilinmeyenli yerleşik denklemin ayartan ayıp işâretlerinden cayabilmek için reddedebilmeliydi hudût aşmak isteyen. Şeytan mı yoksa melek mi bilinmeyen sofralardaki efsûnlanmış bahâratların yerçekimi alıveriyordu paçaları aşağı yoksa. Hudûttaki ufuk çizgisini geçersen aynısının ikizinde kendini göreceksin, sakın şaşırma. Orası yalnızlığın da ormanıdır, verili kimlikli kamusal yoldaşlarla debelenerek gebermek fırsatını yitirdiğin yer; kıldan, tüyden, paçavradan özgürlüğü reddettiğin hiçbiryer'in uzamı. Nasıl oluyor da oluyormuş, canacıtıcı bedellerden kaçınan vasatı hatmetmiş menfaâtperest okuyucular, bakalım bir. Biçâre günlerdeki edebiyât tabletleri, cam fanuslara tıkılı tüketim kulelerine armağan ettiğiniz varlığınızı ya korkudan tir tir titretiyorsa? Okşuyor başını uslu duranın, sıvazlıyor sırtını terbiyeli çocukların, tatlı tatlı tehdît ediyor Merkez. Tekleştirilmiş aklın iktidarı, sur diplerindeki mezbahalardan uzak tutar çembere yakını, alır koruyucu zarın kanatlarına larvayı, kırıntılarla doyurur karnını. Îtirâz edenin tepesine biniverir egemenliğini sürdürücü cinsiyetsiz mütecâviz araçlarla; girer, deler, parçalar, oyar, deşer; otomatik tüfekle ya da kamerayla, ne farkeder? Ama korkma, sönmeyecek bu şafaklarda yüzen devrim. 287 116. SON ÂRZUHÂLCİ KÂTİP ya da YALANMASAL Sıfatlar ormanında birbirini omuzlayarak giden zamirleriz biz, hey. Şu garip hâlimizden kimse bilmiyor, gönlümüz hep sizi arıyor, neredesiniz siz? Birçoklarınız, ortam gereği kendinizi yorgun hissediyorsunuz. Cilâlıtaş ya da Yontmataş devrinde değiliz, yazı icâd edileli çok oldu, bazı uygarlıklar tekerleği buldu, buhargücüyle çalışan makinalar yaptık, elektrik bulundu. Bırakın bu sahte gözyaşlarını, yaşamak için neye ihtiyâcınız var, ona karar verin. Bir SPA merkezinde rahatlamak mı, şık mekânlarda akşam yemeği mi, eve Suşi sipâriş etmek mi, arkanıza yaslanıp Havana Purosu yakmak mı, sergi salonlarında dolaşarak güncel sanatla iştigâl etmek mi, yoksa Kâtip’i okumak mı? En son ne zaman birine ‘Seni seviyorum,’ dediniz, dingiller, ezik bıngıldaklar; terinizle ve gözyaşınızla sulanmayan başarılar size âît olabilir mi; serseri protonlar, minik atomlar, camaltı resimler, gölge oyunları sizi. Ey üşüyen rûhlar ve robot bakışlılar: psikopat mısınız, ne zaman öleceksiniz, aslında hangi burçsunuz, ne kadar zekîsiniz, hayâtınızın âşkı hangi şehirde? Merâk ettiğiniz bütün soruların cevâbı, Arzuhâlci Kâtip’te. Hafiften tırlatan Kâtip, diyor ki özü özüne: biraz rahat bırak anlatıyı be arkadaş; yazıktır, günâhtır, incitme artık kelimeleri. Ne tür bir garplılaşma ya da şarkîyatçılık hastalığıdır bu, Mösyö Kâtip, sevgili dostumuz? Lâkin Mösyö Kâtip; hayâlin keşfini yazar Kalem. Aynada kıpırdayan yüzünün dudaklarını okuyor artık Kâtip; hem mühürlüyor dudaklarını acı acı, hem altın öpücükle uyandırıyor kurbağayı. Soluk alan, insana benzeyen bir canlı Kâtip, ama bambaşka insandan; hem kadir, hem mutlak meselâ; Kâtip’in izni olmadan arı bile kanat çırpamaz; uysalca mecbûr kılındığınız hayâta katlanmayın diyen O; O’nun her şeye gücü yeter. Öyle bir gün gelecek ki dostlarımız, elektrikî tekâmülünüz tamamlanacak, arındıkça her betikin içinde binlerce yeni gök bulacaksınız. Ummanlardaki frekanslarda ezel ile ebedden beri çalkalanan atomlarınız ayrıştırılacaktır. İlâhi yağmurlar eşliğinde toprağa rahmetiyle, bereketiyle dökülecek özünüzün amel defterlerindeki manyetik titreşimleri, evrensel boyutların sonsuzluğuyla çarpmalısınız. Ne mutlu sizlere ki, Kâtip’i okuma müsaâdesi almışsınız. Bu yazma çabası sırasında, Kâtip’leri fazla rahatsız etmeyiniz; bulaşık ve çamaşır yıkamak, ütü yapmak, yemek pişirmek gibi günlük işler zor ve zahmetlidir. Hazır donmuş paket 288 gıdalar midenizde yanmalar yaratır, yemeklerinizi kendiniz pişiriniz. İyi ama, vakit alır bu... işte Kâtip gibi yüce rûhlar, soylu tekâmüllerle iştigâl hâlindeyken, onlara telörgülerin arkasından fındık fıstık atınız, buharda pişmiş sağlıklı yemekler pişirip getiriniz; Kâtip’in evini de temizleyiniz. Şunu da eklemeliyim ki, annenizi sevmekten vazgeçmeyiniz, ananızın size duyduğu sevgiden şüphe etmeyiniz; babaları ve kardeşleri siktiredebilirsiniz, ama annenizi asla. Kâtip der ki: serbest bırakın omurilik vasıtasıyla merkez çakranıza akan kaînâtın özgücünü, silkeleyin eteğinize uzaysal bilinci. Geçin bunları hemşerim: seks yapın. Ha ha ha ha, seks yâ, bildiğiniz seksten bahsediyorum. Çıplaklığı övünüz Dünyâlı kardeşlerimiz; üşümeyecek kadar giyininiz; insanın onurunu kıran, insanı vücûdundan utandıran örtülerin zavallılığını her fırsatta haykırınız. Ölüm ânınızda, size ekmek veren, su veren, hayât veren, adına Dünyâ denen gezegeninizi hatırlayınız. Cenin, Can, Gönül, Öz, Nefis, Mutluluk... bu kelimeleri de hatırlayınız. Kitap yazmak büyük sorumluluktur, her kelimenin rûhu vardır. Kimi okur yazar, kimi de âvâre gezer. Kelimeler sözlükte; hâlbuki Dil, sözlüğün dışında her yerde: yatakodasında veyâ vapurda içilen çayda. Dikkat buyurunuz; sanki Kâtip, farklı üslûptaki yazarların her biri olmak için yazmış gibidir pispas sayfaları. Ne kalacak bu pispas kitaptan geriye, tükenmiş bir dilin posasından başka? Önce öldürdü Kâtip bu lîsânı, sonra yeniden diriltti, ah sonra yeniden bir daha öldürdü. Mahvetti bizi hayâtınız, Yoldaşlar, Yârenler, Karındaşlar; o kadar gülebilseydik ki ah keşke, gülmekten çenelerimiz yırtılsaydı, ortalık bir güzel bayram olsaydı, yalancıdolmayla kuruköfte pişirmiş âîleler kıra gitseydiler. Kıskanç ve benmerkezci yurdunuz, Parallah’ın pençelerinde kıvranıyor, ey gâfiller. Kör ve sağır kamu, madde âleminden mânevi mefhumlara ne zaman geçiş yapabildi? Varsın taş bassın bağrına bu yepyeni dil evreninde Kâtip ve tavuskuşu tüyünden kalemlere eyvallah etmesin; unutmasın ki ay balam, yol yürüyenindir, toprak işleyenin; dostların zûlmeti elbet bir gün kendi suratlarında patlayacaktır. Ne başı belli bu YalanMasal’ın, ne sonu; ne gecesi belli, ne gündüzü. Gökten üç elma düşmüş, biri okuyana, biri yazana, biri de ârş-ı âlemde seyrâna çıkan âşıklara. Onlar ersin murâdına, biz çıkalım kerevetine. Göklerin yedi katında yolculuk yaptıktan sonra ya cennete ya cehenneme gidenlerin ardından, boy boylayalım, soy soylayalım, ay Kâtibim. Müellifin katline fermân çıkarsalar, hiç. Kelimeleri, şu zâlim 289 hayâta bir çentik mi atabilmiştir? Kıraçtaki yoz verim, ekilen kelimeleri de göstermez mi? Semâya kanat çırpamayan keklikleri avlamak için, dilin bilgisi tuzaklarla örüldü. Dilbilgisinin sıkıyönetimini yararak şahsî üslûplarını koruyabilenler, kalem oynatıp yılanları deliklerinden çıkarabilecekler ancak. Kim kitaplara OL dedi? Hayâtın başlangıcı ya da bitişi mi var? Hikâyenin sonuna karar veren kim? Anadilin yurdundan kovulmuş, yasayla yasadışının sınırlarında gezinen diğerleri, elle tutulur bir anayurt dili bulamayan ötekiler, canla doğrulanmayan deneyimlerin değersizliğini derinine kavramış olmalılar. Yazdıkları kelimelerin nâmusuna muhakkak dikkat edecekler, üflenmiş hayât soluğuyla her dâim silbaştan yazacaklar, sayın okuyucum. Olaylar şu sırayla ilerler; Kâtip, size içdünyâları açık ederken, A dediğinde aslında B de mi demek istemektedir? Pöh. Ne saçma. İçerik anlaşılmıyor karışık, aralarda boşluklar da var; hani bildiğimiz tad, nerede etkileyici tasvîrler, teşbîhler, istîareler; neden seçilemiyor süzgeçlerden damıtılan güzel cümleler, deme ey okuyucu. Çünkü yazanın hikâyesi de saçma sapanlıklarla örülü, sayın okurdaş. Kadim Şaman gereçleriyle sihir yaratılacağına hâlâ inanan Kâtibiniz de, bâzı yerlerde stilize sololar attı, hüner göstermeye çalıştı, yolları katedişindeki emeği saygıdeğer bulmanız için vurgu yaptı, dem çekti. Hâsılı Kâtipler, hikâyelerini can kulağıyla dinlettirebilmeli. Ancak sen gene de hikâyeyi bildiğin dilin enfes mahrem tadından vazgeçmeden anlat, sayın Kâtip. Elbette yaşayan kişilerden yola çıktı, fakat bizzat deneyimlediği gerçekleri karakterlere yedirmeye tenezzül etmedi; kişilikleri kartonlaştırmak yerine, hikâyesini, dikeyine derinlikli karton karakterlerin, boş, bomboş, boşuna hayât hikâyeleri üzerinden anlatmayı seçti. Kamyonla ilgili bir roman yazmak değil de, romanla ilgili bir kamyon kazâsı yapmak daha ilginç, diye sayıkladı durdu. Devâmlı alttan alta vızıldayan açık kalmış bir televizyonun sesi duyuluyordu; vızzzzzttt, dızzzztt; arada bir ateşböceği gibi yanıp sönen görüntülerin yatağında, Dijey’le Vâiz arası bir Hatip’in sesi parazitli cızırdıyordu. Karmakarışık malzeme yığınından tek çıkış yolu, hayât gibi mantıksızca savrulup durmaktı. Pispas, eğlenceli hikâyeler dinlemek isteyenlere göre değil; keyifle kitap okuyan kurtlar, başka cesetler kemirsinler. Edebiyât fabrikalarında üretilen sınâî mâmüllerin şık ambalajlarla kitapçı vitrinlerini süslediği günümüzde, de, de, de. Pöh. Okuyucu ne der, alıcının hoşuna gider mi? Kimbilir? Yerlerde süründürülürken yabanlaşmış bir 290 dilden artakalanlardan, Kâtibinizin öznel bilinciyle süzdüğü canözünü, kartondan kapak arasına sıkıştırdığı uzun bir hikâyedir bu anlatı. Her yerde yaşattığınız lîsânınızı bombalamaktan, âile eviçlerini sabote etmekten, itaâte değil isyâna kışkırtmaktan başka iş becermemeyi isterdi. Başaramasa da dert değil, hiç olmazsa denedi. Her dâim mutluluğu arayın, ömrün sevinçli yollarında yürüyün; bahtınız açık olsun okuyucular, iyi okumalar. Alp Buğdaycı 1998-2013 291