kalpak ve kartal - Kuşadası Ticaret Odası

Transkript

kalpak ve kartal - Kuşadası Ticaret Odası
Mucize ÖZÜNAL
KALPAK ve KARTAL
Mucize ÖZÜNAL
KALPAK ve KARTAL
KUŞADASI TİCARET ODASI
Akdoğan Çarşısı Kat: 2 No: 226227
Kuşadası/Aydın
Telefon : +90 256 612 57 63 (pbx)
Faks
: +90 256 614 53 93
Web
: http://www.kuto.org.tr
e-mail : info@kuto. org.tr
© Yayım hakları Kuşadası Ticaret Odası'nındır. Yayıncının yazılı
izni olmadan hiçbir biçimde ve hiçbir yolla, bu kitabın içeriğinin
bir kısmı ya da tümü yeniden üretilemez, çoğaltılamaz ve
dağıtılamaz.
Editör
Sayfa Düzeni ve
Kapak Tasarımı
Baskı
: Selim ESEN
: Bekir KAYA
: Körfez Matbası, Kuşadası, AYDIN
KUŞADASI, 2007
SUNU
Kurtuluş Savaşı'ndan sonra ekonominin alacağı
biçim ve yön, Lozan Barış görüşmelerinin kesintiye
uğradığı bir dönemde, Şubat 1923'te toplanan Türkiye
İktisat Kongresi'nde temel nitelikleriyle belirlendi.
Kongre, İktisat vekili Mahmut Esat 1(Bozkurt)
Bey'in önerisi Atatürk'ün onayı ile İzmir'de toplandı.
Mustafa Kemal Kongreyi açış konuşmasında sorunu
şöyle belirtiyordu:
“Hakikaten Türk Tarihi tetkik olunursa bütün
yükseliş ve çöküş nedenlerinin bu iktisat meselelerinden
başka bir şey olmadığı anlaşılır.”
Anadolu Ajansı 13 Şubat 1923 günü Kongre haberini
verirken Mahmut Esat (Bozkurt) Bey'in Kongre'nin amacını
şu şekilde vurguladığını duyuruyordu:
“Bu Kongreyi millet ve memleketimizin kabiliyet
ihtiyacat-ı iktisadîyesiniz elbirliği ile tetkik ederek ona göre
bir ittila usulü vaz ve tetkik eylemek aynı zamanda
1
1892'de Kuşadası'nda doğdu. İstanbul Hukuk Mektebi mezunu. (1912) İsviçre'de de hukuk
öğrenimi gördü. Fribourg Üniversitesi'nden “Hukuk Doktoru” unvanını aldı. Lozan
kentinde kurulan Türk Talebe Cemiyeti'nin başkanlığına seçildi (1919). İzmir'in Yunanlılar
tarafından işgalinden sonra Kurtuluş Savaşı'na katılmak üzere yurda döndü ve
Kuşadası'nda Kuvayi Milliye'yi kurdu. Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne birinci dönemde
girdi.
Londra Konferansı Heyeti'nde görevlendirildi. Adalet ve İktisat Bakanlıkları yaptı. Türk
bandıralı 'Bozkurt' vapuru ile Fransız bandıralı 'Lotus' vapuru'nun Adalar Denizi'nde
çarpışması olayından sonra Türkiye-Fransa uyuşmazlığını Milletlerarası Lahey Adalet
Divanı'nda Türkiye'yi temsil ederek, ihtilafı gidermede başarı kazandı. 1934'de Soyadı
Yasası kabul edildiğinde, Atatürk, bu davadaki başarısına dayanarak Mahmut Esat Bey'e
“Bozkurt” soyadını verdi. 1930 yılı sonlarında Adliye Vekilliği'nden istifa etti. Ankara
Hukuk Fakültesi'nde “Devletler Hukuku”, Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde “Anayasa
Hukuku” profesörlüğü yaptı. 21 Aralık 1943'de beyin kanaması sonucu İstanbul'da ölen
Mahmut Esat Bozkurt, TBMM'de 1. Dönemden ölümüne kadar aralıksız 7 dönem İzmir
Milletvekili olarak görev yaptı. Bozkurt'un 1926 yılında kaleme aldığı Medeni Kanun
Genel Gerekçesi (Esbabı Mucibe Lâyihası), 2001 TBMM'sinde tartışmalara neden oldu.
Başlıca yapıtları: Lotus Davasında Türkiye-Fransa Müdafaaları (1927), Türk İhtilalinde
Vatan Müdafaası (1934), Türk Köylü ve İşçilerinin Hakları (1939), Devletlerarası Hak
(1940), Atatürk İhtilali (1940), Aksak Timur'un Devlet Politikası (1943).
memleketimizin muhtelif ve şimdiye kadar yekdiğerine
yabancı kalmış iktisat amillerinin birbiri ile tanıştırmak için
açıyoruz.”
İzmir'in kurtuluşundan 5 ay sonra, Lozan
Antlaşması'nın imzalanmasından 4 ay önce toplanan
Türkiye İktisat Kongresi'nin başlıca iki amacı vardı. İlki,
tüccar, çiftçi, sanayici ve işçi kesimlerinin kendilerine özgü
sorun ve isteklerini bir bütünlük içinde belirlemek; bu
isteklerin siyasal yönetim tarafından bilinmesini sağlamak;
Diğeri de, yabancı sermaye çevrelerine ekonominin
gelecekte alacağı biçimi ya da niteliği açıklamak.
Bu açıdan bakıldığında, İzmir İktisat Kongresi'nde
ulusal bütünleşme anlayışının ekonomik alana taşınması
görüşü hedeflenmiştir. Kongre'de benimsenen Misak-ı
İktisadi esaslarında Türkiye halkının tutum ve davranışları
konusunda görüş ve ilkeler yer almaktadır. Kongrenin 1355
delegesinin “müttefiken tespit ve kabul ettiği” ilk 12
maddede Türk ulusunun bağımsızlığı, egemenliği, çalışkan
ve dürüst, nüfus artışından yana olduğu, doğal kaynaklarını
kendi çıkarları doğrultusunda kullanmak istediği, yabancı
sermayeye ülkenin yasalarına uyduğu sürece karşı olmadığı,
farklı sınıf ve mesleklerde bulunanların birbirlerine sevgi ile
bağlı oldukları dile getirilmiştir.
Anadolu kurtuluş hareketinin iktisadî yönünü
göstermesi bakımından son derece önemli olan Kongre,
Kuşadası Ticaret Odası açısından da çok önemlidir. İlkin
Kongre önerisinin Kuşadalı bir ulusalcı, devlet adamı
Mahmut Esat Bozkurt tarafından gelmesi sonra da,
sonuçlarının, uğraşı ticaret olan her kişi, her kurum gibi bizi
de yakından ilgilendirmesi…
Elinizdeki bu eser, Mahmut Esat Bozkurt'un
Kuşadası'nda örgütlediği ulusalcı cephe'den Cumhuriyetin
kuruluşuna, çekilen sıkıntılara; kurum ve kuruluşların
oluşumundan çok partili döneme değin bir dönemin
fotoğrafını yansıtmaktadır.
Mahmut Esat bir devrimcidir. İlericilik ve
aydınlanmacılık, görüş ve düşüncelerinin temelini
oluşturmaktadır. Bu bağlamda Bozkurt'un şu özdeyişini
anımsamak gerekir:
“Kendi hesabıma son sözüm şudur: Bir ihtilâl hangi
milletin hesabına yapılırsa, mutlaka o milletin öz evlâdının
eliyle yapılmalı ve onun elinde kalmalıdır. Meselâ: Türk
ihtilâli, öz Türklerin elinde kalmalıdır. Hem de kayıtsız ve
şartsız. Yabancıların yardımı ile başarılan ihtilâller
yabancılara borçlu kalırlar. Bu borç ödenmez.”
Evet… Bu romanda bir yurtseverin, yaşamını
ülkesinin ve milletinin çağdaşlaşma yolunda verdiği savaşa
adayan bir devlet adamının kimi zaman hırçın sert, kimi
zaman, uysal sevecen karakterine tanık olacak,
Cumhuriyetimizin nereden nereye, nasıl ve hangi koşullarda
geldiğini göreceksiniz.
Bize bu eseri kazandıran ülkemizin saygın yazarı
Sayın Mucize Özünal'a, romanın hazırlanmasında aile
belgeliğini açan Sayın Gün Bozkurt Tekant'a ve editörlük
birikimini sunan Sayın Selim Esen'e şükranlarımızı
sunuyoruz.
hemşehrilik bilincini yurttaşlık bilinciyle özleştiren
Odamız bu eseri Türk Edebiyat'ına sunmanın haklı gururunu
taşımaktadır.
Saygılarımızla,
Serdar Akdoğan
Kuşadası Ticaret Odası
Yönetim Kurulu Başkanı
Mucize Özünal
KALPAK ve KARTAL
Roman
Kuşadası Ticaret Odası'nın bir kültür hizmetidir.
Mucize Özünal, 1947 yılında İstanbul'da doğdu. Ankara Üniversitesi
Hukuk Fakültesi mezunu. Çeşitli yerlerde savcı ve avukat olarak çalıştı.
Çağdaş toplum örgütlerinde ve derneklerde görev aldı. Yazın yaşamına
öykü ile başladı. İlk öyküsünü 1965 yılında yayımladı. Çeşitli dergilerde
çıkan öykülerini “Kızkovalayan”, “Park Öyküleri”, “Gün Tutulması
Öyküleri” adlı kitaplarında topladı. Öyküleriyle PEN Yazarlar Derneği
Öykü Ödülünü aldı. “Alayın Kızları” adlı romanıyla Can yayınlarının ilk
Roman Ödülünü kazandı. “Kara Cümle” adlı dosyasıyla 2003 Tudem
Edebiyat Ödülleri roman ikinciliğini kazandı. Gençlik romanları
üçlemesinin ikinci kitabı “Dar Köprünün Dervişi”ni “Kalpak ve Kartal”
izledi. “Kullanılmış Hayat” adlı deneme romanı 2006 yılında
yayımlandı. Birçok gazete ve dergide edebiyat yazıları yayımlanıyor.
Edebiyatçılar Derneği üyesi.
Sevgilim...
Bu zamansız kasabanın iç karartan günlerinden
birindeyim. Gene, bir başıma pinekleyip durduğum köhne
binadaki küçük odamdan yazıyorum. Her zamankinden
daha çok seninleyim şimdi. Sana olan tutkum, bu yakıcı,
gizemli buğu, bütün benliğimi, dünyamı sarıyor. Beni
burada hayata sadece senin aşkın bağlıyor. Ruhumu
aydınlatan çöl çiçeğim, biricik aşkım… İnan bana sevgilim,
karanlık, dar sokaklarında başıboş köpeklerin dolaştığı,
koyu gölgeli gövdelerin bir birine bakmadan “maraba”laşıp
geçtiği bu unutulmuş yerde, lânetlenmiş kürek mahkûmu
gibiyim. Üstelik fail olmayan bir mahkûm.
Odamın geniş kirli camlarının ötesine bakıyorum.
Deniz, külden bir ummanın gri dalgalarını getirip getirip
kayaların rüzgârla biçilmiş çopur yüzlerine vuruyor. Daha
beride, küçük adanın üzerindeki yıkık kalenin burçlarında,
martılar, vahşî deniz kuşları, tiz çığlıklarla avlarına atılmaya
hazır uçuşuyorlar. İş o kadar az ki, öğleye varmadan elim
boşa çıkıyor. O zaman kitaplığın kağşamış tozlu raflarına el
atıyorum. Sicili Kavanin, bakanlık talimatları, kara içtihat
ciltleri, bordo kapaklı desturlar arasında boşu boşuna ilgimi
çekecek bir şeyler arıyor, sonra umutsuzca, kırgınlıkla
küçük odama dönüyor, eski daktilonun tık tıkları arasında,
kâtiplerin yan odadan gelen kaba öksürüklerini dinliyorum.
Yüksek bakanlığın, sanki alçağı varmış gibi, takdirlerine
sunulan iş cetvellerini, müzekkereleri, tutanakları, büyük
baş hayvan hırsızlarının sabıka kayıtlarını imzalıyor,
kaçakçılığın men ve takibine dair yasanın, murabâha
nizamnamesinin, kalem talimatnamesinin arkaik şifre
dillerini çözmeye çalışarak esas hakkında mütalâalar,
iddianameler hazırlıyorum. Yazdıklarımın yazmam
1
gerekenlerin ancak bir karikatürü olduğunu bilerek.
Ben neden buradayım, burada ne işim var?
“Cumhuriyet'in müdafii (savunucu) olacak bu
müessesenin…” Fakültenin camlı döner kapısı önünden
geçerken yüzlerce kez okuduğumuz bu sözlerin bizim
hayatımızda açtığı yer bu mu? Bu insanlar bizim hizmetine
koştuğumuz insanlar değil. Aramızda hiçbir iletişim yok.
Onlar kendi kendilerine çağların ötesinden çekip getirdikleri
geniş zamanlardaki hayatı yaşıyorlar. Sınırları aşılmaz,
kuralları katı, içine girilmesi neredeyse imkânsız bir
hayatı… Ruhları öyle derinde ki, aslında ruhları var mı yok
mu o da meçhul.
Az sonra baş gardiyan gelecek, bu mektubu onunla
postahaneye göndereceğim. Öğleden sonra bir keşif var.
Şimdilik bu kadar bir tanem. Bir an önce diplomanı al da gel.
Gel bu durağan hayatıma, birbirinin aynısı günlerime ortak
ol sevgilim…
Bir Tanem,
Bu gün günlerden pazar. Beni de “güneşe” çıkardılar.
Papazın Bağı denilen yerde Hakim Osman Bey, Tapucu
Hamdi, Yüzbaşı Vural'la bir at gezintisi yaptık. Sonra
körfezin öte kıyısına, bataklıkların arasından ılgınlara, o
eflâtun çiçekli ağaççıklara sürtünerek geçtik. Yaban
ördekleri bulanık göletin üzerinde ağır yağlı gövdelerini
zorlukla kaldırarak havalanıyorlar, başları ve kırmızı perdeli
ayakları aynı düzlemde yitip gidinceye kadar alçaktan uçup
duruyorlardı. Uzaklarda avcı fişeklerinin patladığını
duyduk. Sonra sazlıkların arasındaki küçük çardak
kahvesinde oturduk. Kahveci çakır gözlü, toparlak bir
adamdı. Dizlerine kadar uzanan kara lâstik çizmeleri, kolsuz
keçe yeleği ile bize bıldırcın közledi, nar şarabı sundu. Bütün
ömrünü yaşamış bitirmiş de, bu gözlerden ırak yerde,
ılgınların sazlıkların arasında, kinli Hera'nın Dionysous
2
ruhuna gizlice nar şarabı satarak, Nysa'dan bu yana sırf bu işi
sürdürmek için yaşıyordu sanki. Kadınlarını eve kapatmış
bütün kasaba erkekleri gibi biz de kadınlardan konuştuk bol
bol. Tapucu Hamdi Bektaşi fıkraları anlattı. Bizim Hâkim
Bey çok güzel bir Muğla türküsü söyledi. Saz da çalıyormuş.
Bu fırça bıyıklı adamın küt parmaklı küçük elleriyle o şaşı
gözlü çocuklarına saz çaldığını düşündüm bir an. Yoksa ben
hayata bakmayı hiç öğrenemeyecek miyim? İnsanların
sıradan yaşamlarındaki derinliği kavramaktan mı acizim?
Hayır hayır, sabahları homurtularla sarsıla sarsıla çıkıp
gelen minibüsün, gün batarken bir ilençten kaçar gibi dönüp
gittiği bu yerde daha fazla kalamam. Evet bu hatalı bir
seçimdi. Bu hayat benimki olamaz. Hayatımı bu köhne
kasabalara, yılanlı bataklıklara gömecek değilim. Ben kendi
hayatımı istiyorum.
Saat on sekiz
Bir tanem, o iç sıkıntısıyla evden çıktım. Beni
avutacak bir şeyler bulabilmek umuduyla, tapınak
şövalyelerinin solgun minyatürü Kaleiçi Mahallesi'nin dar
sokaklarında, eğri incir dallarının kol attığı yosunlu ıslak
yıkık duvar diplerinde, servili mezarlık yollarında,
bozulmuş bostanların kıyısında, tütünleri kırılmış tarlalarda
dolaştım. Sonra gidecek hiçbir yerim olmadığından buraya
döndüm, geldim, sığındım. Sana bunları adliyedeki
odamdan yazıyorum. Karşıda Kâtip Ali Bey, kırık sapını
ince bir bezle sardığı, sağ camı çatlak gözlüğü burnunun
ucunda, Remington makinesini tıkırdatıp duruyordu.
Aslında benim maaşımı bu adamcağıza vermeliler.
Mütalâalar dışında her şeyi benden iyi biliyor, yapıyor. Ne
vakit gelsem, burada. Sabahları odacılardan önce geliyor.
Çayını kendisi demliyor. Çaya biraz bergamot katıyormuş,
çok hoş kokuyor. Sonra başlıyor çalışmaya. Az önce beni
bilgece bir gülüşle karşıladı. Belki de kaderine bir ortak daha
3
bulduğunu düşünmüştür, kim bilir? Sonra belki de beni
oyalamak amacıyla kalem odasıyla emanet arasındaki
bölmeyi oluşturan dolabı oradan kaldırmak için izin istedi.
Karşı odaya girince şaşırdım kaldım. Kaç kez girip
çıkmıştım ama hiç dikkat etmemişim. Akıl almaz bir şey.
Düşünsene bütün suç eşyalarının, tabancaların tüfeklerin,
kanı üzerinde kurumuş kör cinayet bıçaklarının, sarı
zarflarda kırmızı mühürler altındaki esrar plâkalarının,
hikâyesi hala anlatılan imam öldüren Burgazlı Fatma'nın
kanlı baltasının bile saklandığı emanet odasının kapısında
asılı o kocaman paslı kilidin bir kıymeti harbisi yokmuş.
Dolabı biraz çekince bize suretli tutanaklarla teslim edilen
bütün bu insan yaşamlarında yaralar açmış nesneler pazar
yeri malları gibi ortaya çıkıverdi. Aman Ali Bey, dedim, bu
işi neden ihmal ettik? Buranın duvarını hemen ördürmeliyiz.
Sonra dolaba baktım, gelişigüzel kapatılmış tahta
kapaklarında nal kadar bir kilit. Bu ne dedim, vallahi
Beyefendi dedi, içindekilerin de aslı yok. Zaman aşımına
uğramış evrak, sıkıyönetim zamanının dosyaları, ilânları,
eski iş cetvelleri falan. Kilidi zorlaya zorlaya açtık. Bir sürü
karton dosya, sararmış silinmiş kâğıtlar, eski daktilo
şeritleri, bildirdikleri zaman tarih olmuş takvimler. Bir sürü
çöp haline gelmiş ıvır zıvır. Üst rafta bez bir torbanın içinde
kalınca bir klâsör gözüme çarptı. Bu nedir dedim. Ali Bey
güldü. Allah selamet versin, öldüyse rahmet etsin, beş altı yıl
önce yaşlı bir savcı geldiydi. Kendisi istemiş buraya
atanmayı. Yatmadan yatmaya giderdi evine. Çocuklarını
evermiş. Ailesi uzak diye gelmemiş. Gece gündüz
buradaydı. Bazı geceler geç vakit masa lâmbasının
yandığını görürdük. Bekçiye açtırıp girermiş içeri. İş desen
değil. Buranın işinden ne olacak. Ne yazar çizerdi, bilinmez.
Okumaya ziyadesiyle meraklıydı. Ayda bir şehre gider, jipin
arkasını kitaplarla, dergilerle doldurur gelirdi. Sonra
emekliliği geldi. Giderken bu torbayı bana bıraktıydı. Bunun
4
içinde özel bir dosya var, daha sonra aldırırım dedi. Sonra da
ne aradı ne sordu. O dosya da orda kaldı gitti. El ile yazılmış
bir tomar evrak, bir de levhası vardı onu da sarıp sarmalamış
koymuş içine.
İşte böyle Sevgilim. Benim öncülüm bu yaşlı
savcının torbası şimdi benim masamın üzerinde. Doğrusu
pek merak ettim. İlk sayfalarına baktım, galiba hatıralarını
yazmış. Bitmeyen sensiz gecelerimde belki biraz beni
oyalar.
Sen şimdi kim bilir neredesin. Ne olur bana daha sık
yaz. Aldığım soluk sensin. Yılbaşını özlemle bekliyorum. Ve
inşallah Aralığın son gününde bir daha dönmemek üzere
kaçıp giderek buradan kurtulacağım. Şunu anladım ki bu iş
bana göre değil. Ben büyük kentlerin çocuğuyum. Daha
parıltılı, daha görkemli bir yaşamı hak etmiş olmalıyım. Bu
köhne binanın karanlık odasında, kurtçukların delik deşik
ettiği bu eski masanın arkasında, bu döner koltukta otura
otura tükenip gideceğim yoksa. İnanır mısın, kendi cüppemi
bile getirmedim O bana senin armağanın. Özenle
saklıyorum. Burada yenleri epirmiş bir cüppe var onu
kullanıyorum. Belki de eski meslektaşım bırakıp gitmiştir.
Doğrusu onun ne yazdığını çok merak ediyorum. Böyle
tomar tomar ne yazmış olabilir. Levhayı da öyle bir sıkı
sarmış ki… Manzara resmi falan olmalı. Mektubunu bitirir
bitirmez okumaya başlayacağım onun yazdıklarını.
Gönlümün ecesi, seni seviyorum. Bu sevgi
yaşamımı gönendiriyor, içimi şenlendiriyor. Sana
tapıyorum. Yarın gene yazacağım. hoşça kal canım.
5
Napoli. Liman, ilk yaz mehtabı altında mavi bir
aydınlığın içinde uykulanıyor. Limon, portakal çiçeklerinin
serinleten kokusuna uzaktan romantik bir baritonun hüzünlü
sesi karışmakta. Rıhtımda, müşterilerinden hâlâ umut
kesmemiş bir iki kadın, kızıl ateşlerinin yüzlerini
aydınlattığı sigaralarından derin soluklar çekerek
tavernaların önünde dolaşıyorlar. Renkli tentelerle süslü,
küçük gezinti tekneleri temizlenmiş hazır bekliyor. Yarın
sabah müslin şapkaları, tüllenmiş etekleri, volânlı
şemsiyeleri, dürbünleri, yandan düğmeli potinleriyle
Capri'ye giden neşeli gezginlerin çığlıklarıyla dolacaklar.
Yıpranmış ağlarla yüklü bir iki balıkçı teknesi karanlık, yaşlı
gövdeleriyle suyun yaldızlı yüzünde usul usul sallanmakta.
Daha uzakta yelkenleri indirilmiş bir gulet. Açıkta büyük
nakliye gemileri var. Bunlardan birinin bütün ışıkları
yanıyor. Asker giysili adamlar telaşla merdivenleri inip
çıkıyorlar. Aralarında subaylar da var.
- Avanti avanti…
- Presto!
- Piano amigo…
Geminin sancak tarafında, karaltıya sığınmış iki
genç adam fısıldaşarak konuşuyorlar.
- Şükrü sen sola, ben arkaya.
Şükrü işaret parmağını dudaklarına bastırarak geniş
omuzlu iri yapılı olanı uyarıyor.
- Yavaş, duyacaklar.
Sırtlarını kamburlaştırıp dizleri üzerinde sürünerek
merdivenin altına çekiliyorlar. Limanın ucundaki fenerin
parlak uzun saçaklı ışıkları dönüp dönüp geçiyor az
ötelerindeki filikaların üzerinden. Çelik halatlı ağır
makaralarla geminin bordosuna asılı, üzerleri brandalarla
sıkca örtülü bu ufak botların içine sığınabilirlerse ötesi
6
kolay. Bir hamlede ileri atılıp girmek gerek. Bekliyorlar
fenerin ışıkları süpürüp geçiyor, süpürüp geçiyor… İki
aydınlık arsındaki karanlıkta iki karaltıdan biri fırlıyor. Tok
bir ses işitiliyor. Küt! Aman sakın, halat makaradan
çözülmüş olmasın. Karanlığın içinde heyecanla fısıldayarak
haykırıyor.
- Şükrü! Şükrü…
-Tamam merak etme. Bir şey yok. Dikkat et
brandalar çürümüş yırtılıyor.
Fener dönmeye devam ediyor. Ama artık ikisi de az
önce sığındıkları, pek emin olmayan merdivenin altında
değiller. Ağır mermi sandıklarını sırtlayan askerler geçip
gidiyor, nöbetçilerin ayak sesleri, nöbetçi subaylarının
anlaşılmaz sert komutları… Korkuyorlar yakalanmaktan,
yakalanıp her şeyi berbat etmekten korkuyorlar. Şimdi
sessizce bekleyecekler. Bütün mühimmat gemiye
yükleninceye kadar. Sonra bu İtalyan nakliye gemisi demir
alacak ve onlar bir yolunu bulup kimseye görünmeden
ambara inecekler. Ondan ötesi kolay. İş ki şimdi
yakalanmasınlar.
Başına çektiği brandayı az aralayıp bakıyor. Ay
masmavi. Sular yaldızlanıyor, havada bahar kokusu. Zihni
sıçramalarda. İçinden şarkılar, türküler, gazeller, şiirler
geçiyor. Ağır brandayı azıcık daha aralıyor iyot kokulu taze
havayı derin derin içine çekiyor. Biraz sakinleşiyor. Alnında,
boynunda biriken terleri siliyor, sonra işaret parmağının
sırtıyla teknenin şişkin karnına iki kez vuruyor. Tok! Tok!
Bekliyor. Yanıt yok. Şükrü! Aman sakın… Az sonra iskeleye
uysallıkla vuran dalgaların fışırtıları içinden yanıt geliyor.
Tok… Tok! İyi, şimdi artık beklemek gerek. Bariton çoktan
sustu. Hafif bir rüzgâr kamelya, gül kokuları getiriyor.
Gecenin içinde sesler tenhalaşırken yıldızlar birer birer
kayboluyor…
7
O yıl Temmuz ayının cehennem sıcağında Patras
patriği Germanos, dilinde baba oğul ve kutsal ruh, kara
cüppesinin uzun eteklerini savurta savurta, kilise kilise
dolaşıyor, Girit halkını Türklere karşı kışkırtarak Osmanlıya
baş kaldırmaya çağırıyordu. Din adına yapılan bu çağrı
etkisini çabuk gösterdi. Dip dibe komşu evlerde cinayetler
işleniyor, Türkler çoluk çocuk canlarını kurtarmak için
kalelere sığınıyorladı. Ganimet İsa adına paylaşılırken
Osmanlı, mavi saçlı denizin hem kilidi hem kapısı Korent
ile, Akropol taçlı Atinayı geri aldı. İsyancı Patrik'in uzun
sakallı ince gövdesi üç gün güney kapısında sallandırıldı.
Ama iş işten geçmiş, yangın adalar denizini çoktan sarmıştı.
Mora… Leventlerin gücü bu boynu bükük deniz
kızını kurtarmaya yetmedi. Küçük Kaynarcada haçın
hamileri dur dediler, isyan tiz bastırıla, diyen kaptanı derya
buyruğuna. Haç bir kez daha hilâle karşı birleşip ayağa
kalkmıştı. Mora'nın şakayıklı sokakları, mermer çeşmeleri,
sütunlu ak meydanları kana boyandı. Kan akıyor, kin
kabardıkça kısa cepken altında sırma kuşakta kör bıçaklar
taze bedenlerde şah damara girip girip çıkıyordu. Dağlara
kaçtılar. Zeytin, defne ağaçlarının altında gecenin
karanlığında pısarak beklediler. Gün geldi zülüm haçı da
tanımadı, hilâli de. Aynı avluyu paylaşanlar kimi zaman
dağda aynı ağacın karaltısından medet umdular, Muhammed
ile İsaya birlikte yalvararak. Dualar geçmedi, derde derman
olmadı yakarmalar. Can pazarında pazarlık olmazdı. Artık
yollara düşme zamanıydı. Yükte hafif pahada ağır ne varsa
alıp çıkmak, çıkıp göçmek zamanı…
Moralı Hacı Mahmut Zade o geceden sonra birkaç gün
ortalıkta gözükmedi. Kadınlar için için ağlayarak, çocuklar
korkarak, hizmetkârlar susarak beklediler. Sonra bir gece
8
sabaha karşı arka mahallenin köse zangocu konağa bir haber
getirdi gizlice. Göçeceklerdi. Hazırlansınlar diyordu Bey.
Demek bu ata toprakları, bu tezgâh, bu düzen bozulacak, bir
daha dönmemecesine bu ev bark terk edilip gidilecekti.
Dip komşularıyla yan komşularıyla, avludaki nar
ağacıyla, harpuşta örtülü avlu duvarıyla, duvardaki sarı
kediyle, kalem işlemeli güneşli odalarla, aynalanan suyunu
derinlerde gizleyen uğultulu sarnıçlarla vedalaştılar.
Kalanlar suskun kala kaldılar. Haç hilâl demeden, kimseye
göstermeden, çıkınlarda sepetlerde yolluklar ilettiler,
yıllarca bayramı, paskalyayı, ramazanı, Noeli, Hanuşka'yı
paylaştıkları göçüp giden komşularına…
O sisli sabahta, eski bir yandan çarklı yolcu vapuru,
bacasından kara dumanlar salarak, Mora'nın mermer
meydanları sokakları, kalabalıklaşmadan ufukta usulca yitip
gitti...
Hacı Mahmut Bey akik ağızlığından dumanlar
salarak hüzünle Mora dağlarını seyrederken kadınlar
ağlaşıyordu. Nice batıkların mezarı bu derin suların ötesine,
İzmir'e selametle ulaşabilecekler miydi? Yeniden yurt tutup
soyunu sürdürmek nasip olacak mıydı? Bu ak köpüklü
suların, aysız çok yıldızlı gecelerin ötesinde onu, ailesini
nasıl bir gelecek bekliyordu? Ne Sultan ikinci Mahmut'un,
kendisine batı Anadolu'nun bitek topraklarında, Menderes
boyunda bir çiftliği tımar olarak ferman edeceğini biliyordu,
ne o topraklarda oğuldan oğul, kızından kız bulacağını ne de
oğlu Hasan'ın gün gelip yurt tuttukları bu yerde yıllarca
belde başkanı olacağını, henüz biliyordu.
Moralı Hacı Mahmut Zade, şafağın ilk ışıklarıyla gül
pembesine dönüşen mor suları üst güvertede seyrederken,
göçmenliklerinin ilk güneşi parlak bakır kızıllığıyla ufku
yırtarak doğuyordu. Kısa kalın kollarıyla küpeşteye abandı,
sıkıntılı yüreğini biraz ferahlatmasını umarak yüzünü
rüzgâra verdi, öylece kaldı.
9
Şehremini Hasan Bey, dışarıya çıkınca kuru bir
sıcaklık yüzünü yaladı, güneşin parıltısı gözünü aldı.
Koltuğunun altındaki geyik başlı abanoz bastonu yere sertçe
dayadı, iki elini üst üste koydu bekledi. Beyaz alınlıklı,
yüksek geniş çatılı belediye binasının ince koyu gölgesi,
sütunlu mermer sahanlığı aşmış bahçeye düşmüştü.
Redingotu altındaki sadakor yeleğinin küçük cebinden
Selanik köstekli saatini çıkardı. Daha kapağını açmadan asıl
önemli evrakı yukarda unuttuğunu hatırladı. Döndü, telâşla
içeri girdi. O sırada iki doru atın çektiği sepet fayton dağ
mahallesinden inen yokuşun başında gözüktü. Belediye
başkanı Hacı Mahmut Zade Hasan iki sarmal merdivenin
tırmandığı üst kata doğru bağırdı.
- Ziya, oğlum Ziya efendiii!
Yukardan telâşsız bir yanıt.
- Buyur Beyim.
"Bu çocuk yavaş, bu işi beceremeyecek. Rüştiye
mezunu diye aldık amma..."
- Buraya baksana oğlum.
Cılız gövdesinin çakır gözlerinde çaresizliğe
dönüşmüş beceriksiz telâşı, ince boynu üzerinde düştü
düşecek seyrek saçlı yassı kafasıyla çıktı geldi.
-Yukarda benim masanın üzerinde büyük sarı bir zarf
var hemen al gel. Haydi çabuk!
- Hemen efendim, şimdi.
"Hemen diyor hala duruyor yahu." Hasan bey malta
taşı döşeli sahanlıkta sabırsız adımlarla gitti geldi. "Keşke
dükkândan birkaç kutu yaptırsaydım kayınvalideye.
Aklımıza gelmedi. Helvahaneye uğrayıp almalı. Davaslı
Zekeriya Efendi tahini yetiştirdi mi acaba? Önümüz bayram.
Usta geçen sefer, susam yanık dediydi ya, neyse. Bu
helvacılığı toptan bırakmalı, kapatmalı helvahaneyi. Bu
10
babadan kalma usullerle, ağır aksak tezgâhla olacak iş değil.
Aslında peder Mora'dan geldiğinde hiç başlamasaymış
keşke. Yahut modernleştirmeli. Yeni makineler almalıyız.
Belki çikolata lokum işine girmeli." Tekrar saatini çıkardı,
eh vakittir… Zarfı açtı baktı. “Ziraî istihsalin sermaye
imkânları”. Raporu fazla mı uzun tutmuştu? Ziyanı yok,
gerekirse yarınki toplantıdan önce kısaltabilirdi. Bu bahusus
İzmir İttihat Terakki'nin talebi olarak zabta geçirilmeliydi.
Zirai istihsal programına bizim cemiyetin müessiren
öncülük etmesi icap ederdi. Arabanın şakırtısını duydu.
Kâğıtlar, sarı zarf, raporlar elinde çabucak dışarı çıktı, bu
düşüncelerle arabaya atladı.
Mekkiye Hanım krepdöşin yaşmağını çenesinin
altından şakağı hizasında küçük bir elmas iğneyle tutturmuş,
iki yanından zülüfler çıkarmıştı. İri siyah gözlerinde küçük
saadetlere razı gizli bir hüzün. Kocası gözlerini kaçırarak
uzandı, şaşkın çocuk utangaçlığıyla annesinin koluna
yüzünü gömerek yan yan kendisine bakan kızı Süreyya'nın
yanağını makasladı. Faruk'la Esat yakasız beyaz gömlekleri,
tüvit küçük ceketleri içinde, rugan fotinlerini yere
değdirmeye gayret ederek özenilmiş erkek somurtkanlığıyla
arabacının arkasındaki küçük koltuğa ilişmişlerdi.
Oğullarının çocuk yüzlerindeki bu yapma ciddiyet güldürdü
Mahmut Zade Hasanı.
Araba ağır ağır Tabakhaneler Köprüsünden, Musevi
mahallesinin kıyı evlerinin önünden geçerek yıkık kiliseye
yöneldi.
- Hüsmen oğlum kestirmeye vur. Geç kalıyoruz.
Arabacı atları kamçılarken, karısına döndü.
- Mekkiye Hanım ben Pazartesiye gelir sizi alırım
Alaşehir'den. İsterseniz oğlanları özellikle de Esat'ı
alıkoyayım, malûm yaramazdır sizi oralarda üzmesin, dedi.
Esat'ın yuvarlak yanaklarında belli belirsiz bir
titreme. Kara gözleri Mekkiye Hanımda. Hayır de anne
11
hayır de. Mekkiye Hanım susuyor. Çolak Hüsmen atları
a c ı m a s ı z k ı r b a ç l ı y o r. A r a b a , s u t e r a z i l e r i y l e
basamaklandırılmış Roma su kemerleri boyunca tozutarak
sarsıla sarsıla gidiyor, sonra Pamucak sahilini solda
bırakarak kıvrılıp uzanan toprak yoldan sarıçam ormanına
dalıyor. Pürenlerin, orman toprağının ıslak kokusu. Ard
ayakları üzerinde dikilmiş kızıl kürklü gümrah kuyruklu bir
sincap. Patileri arasındaki çürük palamutu uzun beyaz
dişleriyle kemirerek sanki Esat'a bakıyor. Faruk'u dirseğiyle
dürtüp başıyla bu arsız oburu göstermek istiyor. Ama babası
tam gözünün içine bakıyor. Anladı mı? Başını eğiyor. Aklı
Alaşehir'de, büyük dayısında. Şam'dan yeni geldi. Kim bilir
neler neler anlatacak Esat'a.
Büyük dayı Übeydullah Efendi aslında bir tıp
doktoru, Jöntürk. Haver gazetesini çıkarmış. Önce İzmir'de
sonra Paris'deki genç Türklerin çıkarttığı Servet gazetesine
İngilizce Arapça Farsca çeviriler yapmış. Bu yüzden Şam'a
sürgün edilmiş. Üç ay mahpus yatmış. Esat'ın hayalinde
Übeydullah dayısı gibi olmak var. Yetkin bilgili, özgürlüğe
tutkun. Güreşmeden yenilmeyen.
İğde ağaçlarının çevrelediği yıkık türbenin yanı
başında kâgir eski ev. Alt kat taş, üstü kırmızı tuğla, çatı
kiremit. Geniş avlunun bir ucunda kerpiç duvarlarına tütün
dizelerinin asıldığı ahırlar. Ağır gövdelerini zorlukla taşıyan
ıslak burunlu kocaman kara gözlü bir çift camız. Kara kısa
kıllarla örtülü bedenlerinde bir sürü parlak kanatlı küçük
sinek. Daha küçükleri mandaların gözpınarlarında. Ahırın
öteki bölümünde iki aygır. Biri al biri demir kırı. Demir kırı
dedesinin. Al olanı daha genç. Parlak karnında kuru ağaç
dalları kalın damarları titrer durur. Koşumları çıkarılmış at
arabası, tekerlekleri kırmızı mavi boyalı. Esat Marsilya
kiremitleri arasından hüzmelenip gelen tozlu gün ışığının
perdelediği tavan arasını sever en çok. Susam helvalarının,
kırmızı tarhanaların, sarı eriştelerin ak örtüler üzerinde
12
kurutulduğu, hala bal kokan boş karakovanların üstüne çıkıp
atçılık oynadığı tavan arası.
- Bu sandıkta ne var nine?
- Dokunma. Dayının o. Geldiğinde sana kızar sonra.
- Ne zaman gelecek?
- Yakında.
- Ya bu kâğıtlar ne?
- Dokunma onlara.
- Nece yazıyor bunlarda?
-Öff sıktın artık be çocuğum. Ne bilem ben,
gavurcadır her hal. Okur yazarlığım mı var benim?
- Bak burada Übeydullah yazıyor. Dayımın adı.
- Kapat çabuk onu. Her bir şey bu kâatlardan geldi
başına zahir. Bir gün yakacam hepiceğini ya, ne gün dur
bakalım.
- Bağa gitmicez mi?
- Gitmemiyiz. Haydi kapatalım tahtaboşu. Bak sana
cevizli sucukla kaymak verecem. Gel haydii
- Bu kamçı benim olsun mu?
- Ne edecen eski şeyi. Al bakalım. Bak şinci, elleme
dedenin kütüklüğünü, dokunma çifteye!
Bir keresinde ninesi ona sararmış bir tomar eski
gazete göstermişti… Dayısının Şikago'da çıkarttığı
İngilizce gazetenin eski sayılarıydı bunlar. Sonra küçük bir
risale. Liverpool'da bastırmış. Din ve Dünya. Sonra Sofya'da
çıkarttığı Hilâl ve Doğru Yol gazeteleri. Şimdilerde
İstanbul'da o. Ama neden çıktı geldi Alaşehir'e?
Babası Hasan Bey, bu adamın başında bir iş olmasın
gene diyor. Esat korkuyor, Abdülhamit Han dayısını bir kez
daha sürecek diye. Atlar dörtnal, araba toz bulutu içinde
savrularak gidiyor. Babası bastonuyla tak tak vuruyor öne.
Hüsmen! Hüsmen oğlum, yavaş biraz. Çocukların
midesi ağızlarına geldi. Şuradan çiftliğe sap. Kahyaya
uğrayacağız.
13
Birkaç gün sonra bayram, kahyaya para bırakmak
gerek. Kimsenin alacağı kalmamalı Hacı Mahmutlarda.
Hüsmen dizginleri geriyor. Ağızları köpüklü güçlü katanalar
kısa ayaklarının toynaklarıyla direniyorlar. Araba ormanın
kıyısından dar patikaya sapıyor. Bu yol Arvalya'ya çıkar. Az
ötede Bülbül Dağı onun ötesi şimendifer yolu. Beride Efes
derler bir harabe. Caddeleri mermer, sokakları taş. Canlanıp
kalkıverecek gibi erkek kadın heykelleri, taş kesmiş tanrılar,
boylu boyunca yatar otların, yaban incirlerinin arasında. Son
zamanlarda kırmızı sakallı bir Alman tebelleş oldu…
Heykelleri sütunları dikip şehri mamur edecek deniyor.
Daha yukarılara çıkıp baktın mı, bir yanın Menderes öte
yanın Ege. Buğu içinde tarlalar, zeytinlikler, bahçeler bağlar,
çavuş üzümü, çilli yapıncak. Kız saçı çayır çimen.
Arvalya… Kutsal Koru. Daha Kemal Paşa gelecek buraya
gelecek ve diyecek ki Esata, bundan böyle burası Eroğlu
olsun. Ama daha çok var o günlere, çok acı, çok ateş, çok
kavga…
Fazla eğlenmediler çiftlikte. Taa Ayasuluğ İsa Bey
Camii görünene kadar, sustu bekledi Esat. Bekledi ki annesi
olmaz desin, onu İzmir'e göndermesin. Bekledi ki trene
binip Manisa'ya Alaşehir'e gitsin. Gitsin de bir an evvel
dayısına Übeydullah Efendiye kavuşsun. Ama olmadı
Ayasuluğ kemeri önündeki taş binada, garda bıraktılar
annesini, kardeşi Faruk'u, küçük Süreyya'yı. Ayasuluğ
çarşısında asılan dervişi biraz büyü de anlatırım diyordu
Dayısı. Babasına mı sorsa?
Baba oğul yeniden düştüler yola. Baba dalgın
düşünceli, oğul suskun tedirgin. Derken tam Tire sapağında
Belen Kahvesi'nde dinlenirlerken Hasan Efendi bir haber
daha verdi oğluna.
Esat biliyor musun ne düşündüm? Seni
Kuşadası'ndaki mektepten alacağım. Düvenci Rıza'nın
mektebine gitmelisin. Zeki malûmatlı cerbezeli, tam
14
manasıyla terakkiperver. Yaman bir insan.
Babası bunları söyledi ve sustu. Gözlerini uzaklara
çevirdi. Düvenci'yi tanıdığı günü düşünüyordu. Salepçizâde
konağında, matematikçi Celalettin Efendiyle hararetli bir
sohbete dalmıştı Rıza Düvenci. Diyordu ki,
-Üstadım zatınızın kitabında da beyan ettiğiniz üzere
eğitim ezbere değil, muhakemeye istinat etmeli, olaylardan
sonuçlar çıkarmaya yönelik olmalı.
Mahmut Zade Hasanın Celalettin Efendiyle İttihat
Terakki toplantılarından tanışıklığı vardı, ama Düvenci'yi
ilk kez görüyordu. Bir Parisli veya Viyanalı kadar şık giyim
kuşamı, zerafetinden öte, Fransızcası Almancası... Bir
akşam üstü endüstri mektebinde ziyaretine gittiği Mehmet
Celalettin Bey anlatmıştı Düvenci'nin acısını. Fikri Hür
vicdanı, irfanı hür olsun diye kızının ismini İrfan koymuştu.
İrfan İzmir'deki mektebini bitirince babası onu İsviçre'ye
gönderdi. Lakin heyhat! Ecel yolda yakalamıştı göz bebeği
kızı İrfan'ı. Ama o Yusuf Rızaydı, kadere teslim olmak
yazmazdı onun defterinde. “Hür Akıl” ona ışığını tuttu. İşte
bu ışık kızının adıyla, Darül İrfan Mektebi'nin öğrencilerini
aydınlatıyordu şimdi. Kuşadası şehremini Hacı Mahmut
Zade Hasan işte bu yüzden Esat'ı onun okuluna vermek
istiyordu. Oğlu, iri kara gözlerini babasına çevirmiş tam bir
teslimiyetle bakıyordu. Demek bu yıl İzmir'de okuyacaktı.
Kordelya'yı, Pasaport'u, büyük gemileri, Kokaryalı'yı, ışıklı
saat kulesini, çarşıları düşündü. Çocuk yüzü aydınlandı,
birden gülümsedi. Babası gülüşünü görünce de utandı,
başını eğdi, sustu. Mutluydu.
Esat, Darül İrfan'a böyle yatılı oldu. Mektep o yıl
yeni taşınmıştı ünlü Kerim Ağa Konağına. Arabî ilmî ve
ahlâk, ulûmu dinîye, Türkçe ve Farisî, tarih coğrafya, resim,
hesap hendese... Ne çok ders! Bari Fransızca olmasaydı. En
çok hendese ve tarihi sevdi. Sonraki yıllarda İzmir İdadisinin
l264 nolu öğrencisi tarihe merakı yüzünden Fransız
15
ihtilâlcilerinin söylevlerini ana dillerinden öğrenmek istedi.
Bu yüzden çok çalıştı. Sözlükler buldu, kendi kendine
didindi, iğneyle kuyu kazdı, kök söktü, sonunda Fransızca'yı
hocaların yanlışlarını bulacak kadar iyi öğrendi. Yıllar
geçtikce bu öğrenme açlığı, bu dil aracılığıyla ona hiç
bilmediği, düşün, sanat, siyaset dünyasının kapılarını açtı.
Okuyor okuyor, okuduklarını belliyor, konuşuyor
tartışıyordu. Bu yorulmak bilmez çaba Esat'ı dönüştürdü
değiştirdi. Hügo'ya, Fikrete merak sardı. İbni Sîna, Şirazî,
Fuzûlî, Şeyh Galip, Sezar, Napolyon, hepsi birden
doluyordu yaşamına. Öğrenilecek çok şey, yapılacak çok iş
vardı. Bunu anlıyordu. Bu kavrayışla bambaşka bir yönde
gelişti karakteri. O artık eski uysal, içe dönük, ”Mazlum”
Rüştiye öğrencisi küçük Esat değil, öğretmenleriyle bile
serbestçe tartışmalar yapabilecek, bilgili birikimli bilinçli ve
cesur, karnesinde yazdığı gibi “Haşarı, çevik, isyankâr…”
Mahmut Esat'tı.
16
Haziran ayının ilk günlerinde iki büyük imparator
küçük bir kentte buluştu, Reval. Finlandiya Körfezi'nin
güney girişinde küçük bir liman kenti. On dördüncü
yüzyıldan kalma Kuleli Şato'nun görkemli kilisesi, Birinci
Petro'nun yaptırdığı barok saray, eski surlar, konserve
fabrikaları, keten işçiliği, eğik çatıları altında güçlükle
doğrulan, soğuk karanlık dükkânlarında dağlar gibi yığılmış
kınnaplar ipler halatlar, yelken bezleri ve ağır paslı kocaman
dişli kepçelerin, arzın çekirdeğine yakın bataklık balçık
galerilerden kazıp getirdiği, yüksek ısılı kara parlak kömür.
Sonra baltık ormanlarının mis kokulu pandispanyası,
kereste… Tahta fıçılarda siyah bira. Uzun beyaz gecelerin
yoldaşı votka. Küçük pencerelerde, başlıkları ak kanatlı,
kaya dibi çiğdemi, solgun tenli gri gözlü kuzey kadınlarının
tahta mekiklerde işlediği ince dantel perdeler. Çoğunda
deniz feneri, ringa balığı, boynu bükük bir kedi.
İngiliz kralı yedinci Edward ile Rus çarı ikinci
Nikola kentin iki ayrı kapısından insanlar uykudayken
girdiler Reval'e. Çarın ve Britanya kralının taçlarıyla
süslenmiş kırmızı atlas bayrakları halk, ancak sabah
uyanınca gördü. Bu bayraklar Almanya'nın giderek artan
gücüne karşı iki imparatorluğun kurduğu ittifakın simgesi
olarak dalgalanıyordu. Ve Osmanlı'nın elindeki Makedonya
ortada bir tepsi yağlı börek gibi iştah kabartıyordu.
Avusturya Almanya'ya yanaşınca Fransa da İngiltere
ve Rusya'ya katıldı. Böylece “Hasta Adam”ın mirasını
paylaşmak isteyenlerin safları belli oldu.
İstanbul'da ordu harekete geçti. “Her parçası binlerce
kahramanın şehit kanıyla yoğrulmuş vatan topraklarına” göz
dikilmesi, üstelik Yıldız'ın bunu görmezden gelmesi kabul
edilemezdi. Yıldız'dan, “Zalim elinde yıpranan”
özgürlükleri ilan etmesi istendi. Aksi takdirde iki yüz bin
mücahit her şeyi göze alarak kararlılıkla İstanbul'a
17
yürüyecekti. Bu ültimatomu Yıldız “Yüce gönüllülüğünün
ve hayır severliğinin bir nişanesi olarak” lütfen kabul etti.
Yakasını da böylece kurtarmış oldu. Eh ordu da padişahtan
daha az yüce gönüllü değildi. ”Vatanı parçalayan kanlı
pençelerden, vatanın ciğerini emen kanlı ağızlardan”
hürriyeti kurtaran ordu belki bu kez yola gelirler diyerek,
”Vücutlarının bekası caiz olmayan müstebiti” af etti.
On Temmuz günü Kanuni Esasi böylece yeniden
yürürlüğe kondu. Genç Türkler, öncülleri Yeni
Osmanlıların, Tasviri Efkar, Mirat, Tercümanı Ahval ile
döşedikleri hürriyet yolundan geçerek ikinci Meşrutiyete
böylece ulaşmış oldular. Artık Fikret'in şiirleri gizli gizli
değil açıkça okunabilecek, “Bir kavmi çiğnemekle bugün
eğlenen alçak”a karşı mecliste de güçlü özgürlük
savunucuları olacaktı. Oysa dirilen ruh Mithat Paşa
günlerinden kalma, fetvayla Abdülazizi tahttan indiren
“Ruhani ve cismani” nitelikli padişahın egemenlik ruhuydu.
Gene de şenlikler günlerce sürdü. Yıldız pencerelerindeki
Sultanın titrek gölgesine şükürler ile biat edildi. Sultanınsa
içi titriyordu, maazallah bunca kul bir arada, üstelik pek de
ateşli! Gene de Gülhane'de, Sultanahmet'te, At Meydanı'nda
günlerce marşlarla, meşalelerle sürdü şenlikler.
Osmanlılarız can veririz şan alırız biz!..
Oysa ulus olmak için ayaklananlar, artık ne Osmanlı
olmak istiyorlardı ne de Osmanlı için can vermek. İttihat
Terakki güçlü uluslaşma rüzgârına karşı, özgürlük eşitlik
kardeşlik bayraklarını yükselterek vatanın bütünlüğünü
korumak istiyordu. Ama gençtiler, üstelik deneyimsiz.
Kimisi saraya damat olacaktı, kimisi paşa kızına koca, ve
tartışmalar çoğu kez bele el atılarak, yetmezse revolverler
ateşlenerek sonuçlanacaktı. Ama şimdi bilinçten yoksun
coşkunun kaldırdığı tozda fermanın okunduğu yoktu. Gelsin
fener alayları, marşlar, davullar, bandolar bayraklar
sancaklar…
18
Meclis-i Mebusan açıldığında Mahmut Esat İzmir'de
sevinçten havalara uçuyordu. Nasıl uçmasın ki sevgili
dayısı, ailenin Taif'deki sürgünü dönmüş, Meclis-i
Mebusan'a Aydın milletvekili olarak girmişti. Mekkiye
Hanım artık baş edilmez oğluyla baş edecek "ehil" birini
bulmuştu. O idadî eğitimini İstanbul'da dayısının yanında
tamamlamalıydı. Konuşuldu kararlaştırıldı. Büyük oğulları
tahsiline İstanbul'da devam edecekti.
Esat hürriyet sözcüğünün bir efsun gibi göklerde
dolaştığı İstanbul'a uçarak geldi. İttihat Terakki eğitim
meselesini en önemli iş olarak görüyor bu nedenle
meşrutiyet meclisinde sık sık bu konuda tartışmalar
oluyordu. Bu tartışmalar Darül Fünün'a da yansımakta
gecikmedi. Hocalar öğrenciler, müderrisler muallimler,
mektebi mülkiyeyi şahane, harbiye, tıbbiye... Henüz onyedi
yaşını bitirmemiş Kuşadalı Mahmut Esat bu tartışmaların
orta yerinde İstanbul Darül Fünun'unun Hukuk Mektebi'ne
en genç öğrenci olarak kabul edildi. Meşrutiyet henüz bir
yaşındaydı.
O ilk sabah Harbiye Nezareti bahçesindeki Serasker
Kulesinin dibinde ulu çınar ağaçlarının altında bir başına
gezindi. Sonra heyecanı genç yüzünden taşarak mektebe
yürüdü. İçinde davullar çalıyor, zihninde darmadağın
düşünceler, yarım tümceler, hayaller uçuşuyordu.
Cemil Bilsel Hoca kürsüye çıktığında ön sırada
bütün dikkatiyle gözlerini ona çevirmiş bu genç talebesini
gördü. Büyük işler yapmaya kararlı ateşli genç ruhunun
çakmaklaştığı parlak kara gözleri, heyecanla titreyen geniş
göz kapaklarıyla, yaşının toyluklarından pek erken
kurtulmuş bilinçli bir ciddiyetle ön sırada oturuyordu.
Anlatılanları dinlemiyor da, sanki hocasının ağzından çıkan
sözcükleri içiyordu. Devletler Hukuku dersine böylesine
meraklı bu genç kimdi. Henüz yıllar sonra Cumhuriyet
Üniversitelerinde birlikte ne işler başaracaklarını hoca da
19
öğrenci de bilmiyordu. Büyük bir imparatorluğun çöküş
felâketlerini yaşayan kuşakların karamsarlığına, teslimiyete
pabuç bırakmayanlar safında yerini erkence alanlardandı bu
genç öğrenci. Cemil Bey bir yandan dersini verirken
öğrencilerine kürsüden tek tek bakıyor onların, ülkenin,
insanlığın geleceğini düşlüyordu. Bu gençler, bu felâket
günlerinin gecesini sırtlayıp aydınlık yarınlara mı
yürüyeceklerdi, yoksa istibdadın yumruğu altında inleyerek
geldikleri bu kapıdan, bir kapı kulu olarak çıkıp kalabalıklar
arasında yitip gidecekler miydi? Bu gençler "milletin makûs
talihini" yenebilirler miydi? Tevfik'i gördü. En öndeki
dikkat kesilmiş gencin hemen yanında oturuyordu. Gelecek
günlerin Irak Başvekili. Onların hemen arkasında
Arnavutluk Kırallığı'nın Tâcı'nı giyecek olan Ahmet. Sonra
Cezmi. Geleceğin ticaret Bakanı. Bu gençlerin düşünsel
bilgisel birikimlerinde, siyasal bilinçlenmelerinde
kürsülerdeki hocalar kadar, içinden geçtikleri toplumsal,
tarihsel olaylar da etkin olacaktı şüphesiz.
Daha ilk yarı yıl bitmeden Darül Fünun Hukuk
Mektebi hocaları Mahmut Esat'ın Hizmet Gazetesi'ndeki
makalelerini ilgiyle okumaya başladılar. İttihat Terakki
yanlısı Hizmette yazıları ard arda çıkan bu gencin, tarihin,
olayların, tarihsel koşulların gelip onun önünden akıp
geçmesini bekleyecek ne sabrı ne de isteği olduğu
anlaşılıyordu. Geleceğin dizginlerini ele geçirmek, ona yön
vermek isteği, heyecanı, söylemine her bir yazısında
yansımaktaydı.
O günlerde başladı meşrutiyet grevleri. Selanik
tütüncülerinin grev haberleri daha soğumadan, İstanbu'da
tramvay işçilerininki başlamıştı. Petrol yataklarına ulaşacak
demiryolu ihaleleri, hızla sanayileşen dünyada ticaret
sermayesinin iştahını kabartırken, yalnızca çalışanların
siyasal düşüncelerini değiştirip geliştirmekle kalmıyor,
batının büyük devletleri arasındaki rekabeti de
20
keskinleştiriyordu. Hatta Sultanın, Meclis-i Mebusan'ı
etkileyerek bu ihaleler üzerinden Batılıları bir birine
düşürmeyi plânladığını bile söyleyenler vardı.
On dört Eylül'de Anadolu Demiryolu işçileri işi
bıraktı. Demiryolu'nda katarların durması kârın düşmesi
demekti. Lâkin bu grevdi, direnen kazanacaktı. Öyle oldu.
Sonunda yabancı şirket pes etti, işçiler haklarını aldılar.
Grev şenliklerle bitti. Ama Rumeli demiryolcularının işi
bırakmaları hızla Selanik, Demirkapı, Üsküp Metroviç
hatlarına da yayılınca Bulgaristan'la Osmanlı bir birine
düştü. Şirket grevin öncülerini işten çıkarıyordu. Bunlara
Osmanlı topraklarında hiçbir işletme uzun süre iş vermedi.
Divan Yolunda bahçeli, küçük bir restoranda
buluşmuşlardı.
-Ne dersiniz dayıcığım bu iş bizi yeniden Bulgarlarla
kapıştırır mı?
Ubeydullah Efendi ince uzun parmaklarıyla iri
kemikli çenesini sıvazlayarak bir süre düşündü, beyaz keten
örtü üzerindeki billûr sürahiye uzanacakken vaz geçti.
Küçük bir yara izinin böldüğü kaşını hafifçe kaldırarak,
sıkıntılı bir sesle konuştu.
-Bu işte bir değil birkaç oyun iç içe oynanıyor. Şirketi
Ecnebiye'nin menfaatinin en düşük maliyetle, en yüksek
kârla bu demir yolunu tamamlamak olduğu belli. Ama
bunlar aynı peynire ulaşmak için bir birleriyle de kıyasıya
yarışıyorlar.
- Arap petrolleri mi?
-Ondan önce Osmanlı'nın işini bitirmek. Sultanın
gırtlağını her gün biraz daha sıkıyorlar. Sultansa hala
bilgiyle ferasetle değil de o küflü şark kurnazlığını
kullanarak bununla işin içinden çıkabileceğini sanıyor.
- Peki cemiyet?
-Biliyor musun Esat biz hâlâ geçmiş asırların
21
karanlıklarında dolaşıyoruz. Bilmeden, anlamadan
öğrenmeden güçlü olunabileceğini sanıyoruz. Yani hâlâ
yüreğimize ve bileğimize güveniyoruz. Oysa ne kuvvet ne
cesaret. Asrın gücü bilim ve fen ve de akıl. Sultan, yenilen
pehlivan atalarının doymazlığıyla oyun üzerine oyun
kurarak saltanatını kurtarabileceğini sanıyor.
-Ben bu günlerde Köprülüzade Fuad Beyin
ehemmiyetle işaret ettiği şiara uygun olarak Temir Leng'in
devlet politikaları sahasında bazı şeyler okuyorum. Ama
gördüğüm şu ki arap çöllerinin Bedevi fırtınası yüz yıllardır
üzerimizi kalın bir kumla örtmeye devam etmekte.
-Şunu unutmamalıyız Esat, tarih bize maziden bu
güne bakmaya ve atiyi inşaya hizmet etmelidir. Kavmi beşer
geriye gitmeyecektir. Her şey değişmekte. Biz terakki
yönündeki değişimler için çabalamalıyız. Bence sen…
Dayısı sözünü tamamlamadı. Kapıdan girmekte
olanlara bakıyordu. Onlar da Übeydullah Efendiyi gördüler.
Selâmlaştılar. İçlerinden birini tanımıştı Esat. Hizmet
gazetesinde görmüştü bir iki kez. Hatta bir keresinde, bir
somun ekmek için on oniki saat çalışanların ıstırabını
yüreğimizde duymalıyız, dediğini işitmişti. Übeydullah
Efendi önündeki keşkülü bitirmeden kalktı.
- Sen yemeğini bitir oğlum, dedi.
Esat, çıkışta adamlarla tokalaşıp ayaküstü konuştuğunu gördü dayısının. Telâşlanmış gibiydi. Az sonra o da
tatlıyı yarım bıraktı çıktı. Adamlarsa arka tarafta küçük bir
masada kafa kafaya vermişler konuşuyorlardı.
O gün Pera Palas'ın önünde atlı tramvaydan indi.
Gazeteci sabah gazetelerini henüz diziyordu. Avucundaki
bozukların içinden bir kuruşu çıkardı tam uzatacakken gözü
üst başlığa ilişti, “Dört yaralı bir ölü. Punta istasyonu
yakıldı.” Telâşla İttihat Gazetesini çekti aldı. Punta mı? İçi
burkuldu. Demek Aydın Demiryolu grevine kan bulaşmıştı.
22
Haberi bir solukta okudu. “Olayların sirayetini engellemek
için jandarma icap eden tedbiri almışsa da işçilerden
şimdilik bir kişinin vefat ettiğinin öğrenilmesiyle Mecidiye
zırhlısı asker çıkarmak üzere bu sabah İzmir'e sevkedilmiştir.” Mahmut Esat dondu kaldı. Nasıl olurdu cemiyet
kendi öz be öz soydaşları üzerine, şirket yönetiminin
zalimce tatbikatına karşı çıkan zavallılar üzerine, asker
gönderirdi. Hürriyet zalimin elinden bu işler için mi, böyle
olsun diye mi kurtarılmıştı?
Bir kaç gün sonra aynı gazete, İttihat Terakki
Partisinin bütün grevleri yasaklayan Tatili eşkâl Kanununu
meclise sevk ettiğini yazıyordu.
O akşam sofrada Übeydullah dayısıyla ilk defa
tartıştılar. Belki de Esat'ın ağzından inkılâp sözü ilk kez o
akşam çıktı. Dayısı, "Sen her şeyi birden yıkıp yapmak
istiyorsun ama bu her zaman mümkün olmaz" demişti de
Esat, bir milletin bekası o milleti teşkil eden efradın
ittihadıyla kaimdir, fikirler red ve çerh edilirse istibdadın
envaına kapı açılır demişti. Peki dayısının gözbebeklerindeki bu sevince benzer ışıma nedendi şimdi? Sonra uzanıp
karafaki'ye yeğeninin bardağını ilk kez rakıyla dolduruşu?
Ve ilk tadı boğazında anasonun…
Sultan Ahmet'te küçük bir kahvede toplanmışlardı.
İçeride nargile tokurtuları dışarıda rengârenk bahar. Ama
yüzlerde baharın uçarı canlılığından eser yok. İstanbul'un
binbir kokulu havasında bungunluk, endişeli bir suskunluk
var… Sarıklı ulema ayakta. Meşrutiyet dine aykırıdır, zinhar
zındıklıktır. Meclisi Mebusan hıristiyan yasalarının yazıcısı,
Kanuni Esasi ise Hıristiyan kanunuydu. Şeriat elden
gitmekteydi. Ümmeti Muhammet bu kâfirlere karşı
birleşmeliydi.
Yağmurlu bir nisan gecesi iki tarikat şeyhi;
Nakşibendî dervişi Vahdeti ile Ağrı'nın Nurs köyünden Sait
23
Ayasofya'nın binlerce yıllık kırmızı kalın duvarları arasında
mevlit bahanesiyle bir araya geldiler. Mevlit kısa zamanda
tekbirlerle gösteriye dönüştü. İki şeyh ayrı ayrı minbere
çıktı, müritlerine seslendiler. Her ikisi de tehditle açılmış
gözleri, sıkılmış yumruklarıyla aynı son tümceyi
yineliyorlardı.
- Ey cemaati müslimin! İttihadı Muhammedi Fırkası
allahın fırkasıdır. Onun yeşil bayrağı altında toplanınız!
Kalabalık dalgalandı. Şeyhlerle cemaat arasında
görünmez bir cazibe oluşmuş bununla kalabalığı
oluşturanların istençleri bu iki adamın eline geçmişti.
İstencini teslim edenin yönetilmesi kolaydı. Aslında bütün
mizansen de bu amaç içindi.
Ertesi gün Volkan Gazetesi beşinci alayın tüm subay
ve erleriyle derviş Vahdetinin İttihadı Muhammedi
Fırkası'na katıldığını duyuruyordu. Artık pandoranın kutusu
açılmıştı. Kutudaki iki yılandan biri, öte dünya kurallarını bu
dünyaya uygulamak isteyen bağnazlık, irtica, öteki onun süt
çanağı, kraliçeli çil çil Britanya altınlarıydı.
Sultanahmet'teki küçük kahvede beş darül fünün
talebesi, Cezmi, Cevat, Hakkı, Hikmet ve Tevfik sesizce
kahvelerini içerek etrafı süzüyorlar. Canları sıkkın
insanların huzursuzluğuyla kımıltılı kahvede kimse
konuşmuyor. Kapıya yakın bir iki kişi, tedirgin gözlerle öne
arkaya bakarak, uğursuz haberler verir gibi usulca
fısıldaşıyor. Cezmi ta öteden gördü Esat'ı. Kanı çekilmiş bir
yüzle koşmakla yürümek arası, öfkeli öfkeli geliyordu.
Telâşlandılar. Esat daha oturmadan verdi haberi.
-Arkadaşlar, Serbesti gazetesi yazarı Hasan Fehmi'yi
Galata köprüsünde kurşunlamışlar.
Sesi heyecanla yükseliyordu. Bütün gözler onlara
döndü. Herkes kulak kesilmişti. Cevat çekti kolundan,
oturttu.
- Dur birader, sakin ol. Ortalık karışık.
24
Hakkı masanın üzerine eğildi etrafı kolaçan ederek
usulca,
-Bence dedi ittihatçıların işi bu. Hasan Fehmi
muhalifti.
Tevfik sakin bir sesle,
- Bunun böyle olacağı belliydi, dedi. Daha hürriyetin
ilanından bir ay geçmeden Ahrar Partisi Liberal Parti diye
kurulmadı mı? Ademi merkeziyeti savunmak Osmanlıyı
parçalamanın İngiliz oyunu olduğu besbelli değil miydi?
Hakkı elindeki dergiyi masaya fırlatarak,
-Azizim ben onu bunu bilmem dedi, alaylı
subayların harp okulu çıkışlı subayların emrinde olacakları,
erlikten yetişenlerin ordudan atılacağı meselesi İttihadı
Muhammedi fırkasının ordu içinde adam kazanmasına yol
açtı. Taşkışla'daki dördüncü avcı taburu, göreceksiniz bu
işin başını çekecek.
-Yok birader, dedi Cevat, onları İttihatçılar
meşrutiyeti korumak üzere Selanik'ten getirmediler mi?
Bence asıl mesele Medreselerdeki softaların okur yazarlık
imtihanına tabi tutulması. İmtihanı veremeyenlerin askere
alınmasıyla ilgili.
Esat susuyordu ona döndü,
- Öyle değil mi Esat?
-Hepsi bir bütün arkadaş bence. Alaylı subayları
ordudan çıkaracağı, softaları askere alacağı söylenen
harbiye nazırı Ali Paşa'nın bunların bütün husumetini çektiği
gerçek.
Onlar böyle konuşurlarken, daha birkaç saat önce,
gün doğmadan Taşkışla'da komutayı ele geçiren çavuşlarla
erlerin subayları esir almaya devam ettiklerini henüz
bilmiyorlardı.
Kahvenin önü birden kalabalıklaştı. İnsanlar ayağa
kalkmışlar Divanyolu'ndan geçerek Ayasofya'ya akan
kalabalığa bakıyorlardı. Ellerinde yeşil sancaklarla İttihadı
25
Muhammedi militanları, Said-i Nursi müritleri, alaylı
askerler, onların peşine takılmış çapulcular, tekbir getirerek,
ellerinde palalar, tüfekler, zincirler, hançerlerle, “Okullu
subay istemeyiz alaylı isteriz, şeriat elden gidiyor, şeriat
isteriz.” diye haykırıyor, arada bir “Padişahım Çok Yaşa”
naraları atılıyordu. Dükkânlardan, kahvelerden bürolardan
çıkan insanlar, dehşetle şakırdayan boğma zincirlerine,
inecek enseler arayan keskin satırlara, gözler oymaya hazır
kamalara, bütün bunları perdelemek için dalgalandırılan
yeşil bayraklara bakıyordu. Kalabalıktan kopan bir gurup,
Tanin gazetesine yöneldi. Bir kaç dakika içinde makineler
kâğıtlar yerlere serildi, kapı çerçeve aşağı indi. Vahşetin
elinde insanlıktan çıkanlar, yok edici bir ruh, bilinçsiz bir
şiddetle her yeri yıkıp ezmekte, herkesi yok edilmesi
gereken münafık olarak görmekteydi. Beş arkadaş donmuş
kalmışlardı. O sırada koşa koşa bir genç içeri girdi korkuyla
bağırıyordu.
- Ey millet uyanın! Adliye Nazırı Nazım Paşa'yı az
önce meydanda süngüleyerek öldürdüler. Meclis-i Mebusan
isyancıların eline geçti! Hüseyin Cahit'i öldürmüşler!
Onunla birlikte içeri girenlerden biri,
-Hayır Hüseyin Cahit değil Lazkiye Mebusunu o
sanıp süngülemişler, dedi.
Gençler sözlerini bitirir bitirmez geldikleri gibi
telâşla çıkıp gittiler. Kahve birden boşalıvermişti. Az ötede
kalabalığın kıyısında çember sakalını ıslatan, salyaları
ağzının iki yanından taşan kara cüppeli, yeşil takkeli genç bir
adam bir yandan elindeki yeşil bezi sallıyor öte yandan altına
almaya çalıştığı setre pantollu rendigotlu birini tokatlıyordu.
Rendigotlu bir anda elinden kurtulunca ayet yazılı bezi yere
attı, kaçanı arkadan sıkıca kavradı, altına aldı. Bir müddet
yerde yuvarlandılar. Sonra sakallı kuşağının arasından
çıkarttığı büyük paslı bir kamayı adamın gırtlağına soktu.
Kızıl köpüklü kan yırtılan gırtlaktan fışkırdı. Çember sakal
26
kana bulandı. Yerdekinin gözleri dehşetle ağarmıştı kama
öylece boğazında saplıyken bilinçsizce debelenip kalkmaya
çalışıyordu. Sakallı bu kez iki eliyle boynunu kavradı
göğsüne oturdu. Tekbir getirerek hasmının başını kıllı kara
parmaklarının arasında sıkıyor küt küt yere vuruyordu.
Kahvenin önünde birikenler gözlerinin önündeki bu
vahşetten birer ikişer uyanarak kaçıp kurtulmaya
bakıyorlardı.
Alaylı bir asker demirkırı atının terkisine bağlanmış
gülümser gibi bakan, mavi gözleri hala açık bir ölüyü ardı
sıra sürükleyerek dörtnal Vezneciler'e girdi. Esat'la
arkadaşları donup kalmışlardı. Gördüklerinin gerçek
olduğunu kavramaya çalışarak bir birlerinin gözlerine
bakıyorlardı. Biraz toparlanınca hemen Beyazıt'a doğru
koşmaya başladılar. Ortalık mahşere dönmüştü. Dükkânlar
evler ateşe veriliyor, tüfekler ard arda patlıyor, millet canını
kurtarmaya çalışıyordu. Bir anda kalabalığın içinde
yapayalnız kalmışlardı. Önce sığınacak bir yer. Esat
koşarken arkadaşlarına sesleniyor, durmayın beni takip edin
diyordu. Bir ara soluklanmak istedi, ardına döndü kimseyi
göremedi. Arkadaşları, onlar nerede?
Yanından geçen şirketi Hayriye memuru, koş beyim
koş durma diyordu. Unkapanı köprüsü? Evet evet… Koştu.
Nefes nefese geldi köprünün altına. Haliç kayıkları…
İktidar burgacının dışarıda tuttuğu insanlardan biri, ihtiyar
bir kayıkçı, yetke olamayacağını bilmenin sakinliğiyle
çubuğunu tüttürüyordu. Kıyamet onun dışında bir dünyada
kopmaktaydı. Esat'ın ilk aklına gelen uzak bir akraba evi
oldu. Oraya ulaşabilir miydi? Yollar kesilmiş, köprüler
açılmıştı. Tramvaylar işlemiyordu. Vapurlar denizin orta
yerinde çakılmış kalmıştı. Her yerde avlanacak adam,
özellikle de İttihatçılar arıyordu. Ana caddeleri, boğaz
yolunu kullanmadan korulardan, bostanlardan surlardan
geçerek Ortaköy'e ulaşmanın yolunu bulmalıydı. Oradan
27
Naciye Sultan Korusunu geçer Büyükdere üzerinden
Bebeğe inerdi. Ama önce şu kayıkçı.
- Baba sen beni Kasımpaşa iskelesine bırakır mısın?
- Beyim ben siya siya Balat'a…
-Kaça gidiyorsun Balat'a? İki mislini vereceğim
sana.
Kayıkçı yanıtlamadı. Karşı kıyıya baktı. Eliyle atla
dedi. Kayığın burnunu kuzeye çevirdi. Haliç sis içindeydi.
Ayaklanma haberi o vakte kadar daha Yıldız'a
ulaşmamıştı. Çünkü Sultan, kullarının olabildiğince az
iletişim içinde olmalarını saltanatının selameti için
önemsediğinden İstanbul'da telefon yoktu, Yıldız'a da
haberler bu nedenle geç ulaşıyordu. Esat kayıkçının
anlattıklarını düşünerek bütün gece yürüdü. "Sen ne
diyorsun beyim?" diyordu Haliç'teki kayıkçı. Alaylı asker
karakola girince nöbetçi er demiş ki ona, "Beni öldürmeden
tüfeğimi alamazsın. Sen korkma beyim, Padişahımız
efendimize Allah uzun ömürler verisin, uzun ömürler versin,
ömürler versin, versin, versin…" Bu sözler dolanıp
duruyordu kafasının içinde. Şehzadebaşı karakolunda
irticaya direnen yiğit askeri düşünerek soluksuz kalıncaya
kadar koştu. Vuruldu mu acaba bu asker? Daha iki gün önce
o karakolun önünden geçmişti. Kimbilir, belki de o sırada
kapının önündeki nöbetçi oydu. Yarı yürüyerek yarı koşarak
yola devam etti. Dört yanı zifiri karanlık, nerede olduğunu
ne yana gittiğini tam kestiremiyordu. Uzaktan at kişnemeleri
duydu. Birden az ötede yüksek duvarlı yapının geniş kapısı
üzerindeki solgun fenerleri gördü. Şale Köşkü yakınlarında
olmalıydı. Demek Balmumcu'ya kadar gelebilmişti. Durdu
etrafı dinledi. Korulardan baykuş, puhu sesleri, uzaktan
geçen atlılar. Ağzı kurumuş, bacakları titriyordu. Tavla'ya
yöneldi. Atlar kokusunu almış olmalıydılar, huylanmış
kişneyerek haykırışlarla şahlanıyorlardı. Daha fazla
gidemeyeceğini anladı, kapının yanındaki samanların içine
28
attı kendini, öylece düştü kaldı… Önce kulağı kirişte tavşan
uykusu, sonra ağırlaşan karabasan. İhtiyar kayıkçı, kana
batmış paslı pala, bir de dayısı. Sıçrayıp sıçrayıp uyandı.
Sonra gençliğin derin uyku sularında iniltili bir uykuya
daldı.
Ortaköy Camii'nin ezan sesiyle uyandı. Her yanı
sabah çiğinde ıslanmıştı. Bir bahçeden pırasa ıspanak söktü
yedi. Kırmızı tulumbanın ağır koluna abanarak güçlükle
çıkardığı paslı suda yıkandı. Tıslayarak peşine düşen tombul
beyaz kazlara aldırmadı. Islak yapraklarıyla ağırlaşmış
dalların altından, bostanlardan geçerek, çitlerden, yıkık taş
duvarlardan atlayarak Boğaziçi korularının tenha, koyu
gölgeli yollarında yürümeye devam etti.
İki katlı ahşap evin önüne vardığında vakit kuşluğa
yakındı. Tokmağı iki kez ancak vurabildi, oracıkta kapının
önüne çöktü.
Ev halkı merak içindeydi. İstanbul'da olan biteni
öğrenmek istiyorlardı. Bakır mangalın çevresine
toplanmışlardı. Kış nefesi üfleyen bahar sabahında
mangaldan yüzüne okşayan bir sıcaklık yayılıyordu…
Anımsadığı dehşet görüntülerini kendine saklayarak
olanları anlattı. Aklı İzmirdeydi. Küçük sinideki yemeğini
acele acele bitirdi, izin istedi. Hemen yola çıkmalıydı.
- Durunuz Esat Bey oğlum biraz istirahat buyurunuz.
Yaşlı kadının elini öptü, vedalaştı çıktı.
Esat İzmir'e varmadan Jandarma Yüzbaşısı İsmailin
ayaklanmayı bildiren telgrafı Selanik'e ulaşmıştı. İsmailin
yıllar sonra Kemal Paşayı öldürmeye teşebbüs etmekten
Esat'ın şimdi ulaşmak istediği İzmir'de asılacağını o an
söyleseler inanmazdı. Ama İsmail o telgrafı çekerken
bundan dolayı sultanın onu Malta'ya sürgün edebileceğini
biliyordu. Gene de telgrafı çekmişti.
Arnavutköy'e kadar yürüdü. Bir manavın önünde
selede taze çilek gördü. İçi kalktı, ne alâkası var dedi. Ama
29
paslı kamanın açtığı yaradan pespembe ittihatçı kanının
köpürerek akışını yıllarca her çilek gördüğünde
anımsayacaktı. Birden ard arda patlayan iki el silâh sesiyle
irkildi. “Aslan gibi genç bir zabit hakka sarılmış yatıyordu.”
Doğruca iskeleye indi. Vapura atlayıp…
Ne vapuru paşam, kıyamet kopuyor haberin yok mu?
Yürüdü. Hey arabacı beni Beşiktaş'a bırakıver. Buyur
beyzadem. Alınları akıtmalı kara kısrakların şakırtısıyla
Yıldız'dan aşağı. Ihlamur yokuşunda süngülü bahriye erleri.
Aralarında elleri bağlı siyahî bir adam. Baş açık, ayakları
çıplak. Tanıdık biri bu, ama kim? Arabacıya sorsa mı? Sordu.
Ne olacak beyim efendimiz padişahımıza hıyanetlik eden bir
hain. Ertesi gün İzmir'e ulaştığında öğrendi “hainin” kim
olduğunu. ”Bahriye Silâhendaz Taburu Asarı Tevfik zırhlısı
komutanı Girit doğumlu Binbaşı Ali Kabuli Bey, tabur
imamı Murat Efendinin telkinleriyle askerler tarafından
parçalanarak şehit edilmiştir.”
harekât Ordusu yola düştüğünde Ahmet Muhtar
Paşa, bu yüzden önce Mesudiye Zırhlısına gitti. Ama
denizciler hem Selanik Redif Tümeni Kurmay Yüzbaşısı
Mustafa Kemal Bey'in adlandırdığı Harekât Ordusu'na, hem
de Meclis-i Mebusana yürekten bağlıydılar. Bu ordunun
öncü birlikleri Ayastefanos üzerinden İstanbula girerken
halk alkışlarla genç subayları bir birine gösteriyordu.
Binbaşı Enver, Ali Fuat, Kazım. İşte bak bu da İsmet. Şu ikisi
İsmail Hakkı ve Muhtar beyler değil mi? Peki ya Mustafa
Kemal? O nerde? Komutan Mahmut Şevket Paşayla birlikte
geliyorlar. Peki bu siviller kim? Harekât Ordusu'nun geçtiği
yerlerden onlara katılan gönüllüler… Ya bunlar?
Gönüllüleri karşılayan Mülkiyeliler. “Ey vatan gözyaşların
dinsin, yetiştik çünkü biz.” Ve işte Çanakkale'de destan
yazacak olan genç tıbbiyeliler. Onlar da irticaya karşı
harekât ordusunun içindeler.
Korkunun teslim aldığı İstanbul sokaklarında
30
askerlerin ayak sesleri marşlara karışırken, kulaktan kulağa
ulaşan haberler İzmirin bahar rüzgârında dalgalanarak
körfezi dolaşıyordu. “Yaşasın İttihat ve Terakki, Kahrolsun
İstanbul İrticayinu” namazgâhta, Kordon'da al bayraklarla
günlerden beri sokaklardaydı İzmirliler…
Kuşadası'na iner inmez müjdeyi verdiler,
Abdülhamit tahttan indirilmişti. Sultana halledildiğini
bildirenler, Arif Hikmet Paşa, Arnavut Esat Paşa ile Ermeni
Aram ve Yahudi Emanuel Karasu, Şeyhülislam Mehmet
Ziayyettin Efendi'nin fetvasını da getirmişlerdi. Sultan ince
uzun gövdesinin gezindiği camların arkasından, altın varak
kaplama tavandan sarkan muhteşem avizenin altında son
kez denize baktı. İngiliz'e güvenmekle hata ettiğini
anlıyordu.
Kuşadalılar kale kapısından bayraklarla çıkmışlardı,
“İttihat yolunda canımız feda” diyorlardı. On beş Mayıs
günlü İttihat gazetesinde çıkan bir yazıda, “Yüzlerce
aşiyaneleri söndürülmüş yüzlerce validelerin böğrünü
bükmüş binlerce evlâdı vatanın kanını içmiş daha önce
affedilmiş hainlerin artık bekai hayatları katiyen caiz
değildir.” deniliyordu. Yazının altında genç bir darülfünun
talebesinin imzası vardı. Kuşadalı Mahmut Esat.
Bir iki gün sonra reji idaresine ait küçük bir vapur
Güvercinada açıklarından Sakız'a gitmek üzere demir aldı.
Kuşadası Kaymakamı beraberinde İttihat ve Terakki'yi
temsilen bu talebeyi de götürüyordu.
Adalarda Türkler ve hıristiyanlar coşku içindeydiler,
zulümden baskıdan eli kanlı gericilikten kurtuluşu, hürriyeti
kutluyorlardı. Çeşme'ye geçtiler. Aynı coşkulu “irticayı
telin...” gericiliğe nefret.
Bu kez İzmir Hizmet gazetesinde arka arkaya
yazıları yayınlanıyordu. “Bir milletin bekası hâkimiyeti
milliyenin tanınmasına” bağlıydı, millet bir kül bir bütündü,
birliğini kaybeden ulusların egemenlikleri tehlikeye
31
düşerdi. İzmirliler henüz on sekiz yaşını doldurmamış bu
hukuk talebesinin yazılarını bu kadar genç olmasına
inanamasalar da merakla bekliyorlardı. Her biri memleketin
bir gereksinimine yanıt veren, köylülerin birleşerek
ormanlarına sahip çıkması, köy yollarının el birliğiyle
hemen yapılarak medeniyete yol açılması, çocuklarını okula
göndermeyen babaların cezalandırılmasını isteyen, kız
kaldırma geleneğinin kadınların şerefini ezdiğini,
medeniyet yolunda kültürel bir uyanış gerekliliğini
vurgulayan, özellikle çocukların, kadınların kızların
hukukunu savunan yazılarını…
32
Havada çayır çimen kokusu. Boğaz sırtlarında mor
erguvanlar, bahçelerde lale, sümbül. Vakit erken. Üsküdar
vapuru turkuvazı lacivertleyen boğaz sularını köpürterek
ağır ağır karşıya geçiyor. Pardösüyü çıkarmalı, yok canım
yukarıya geçeyim daha iyi. Üst güvertede geniş rahat hasır
koltuklar… Bir iki yaşmaklı genç kız. Yanlarında rastıklı
allıklı, parmakları elmaslı madama. Kızlar genç gülüşlerle
kıkırdıyor. Madam uzun etekleri altındaki şason iskarpinleri
içinde ayaklarını belli belirsiz oynatıyor. Az ötede, çene
sakallarına kır düşmüş iki kişi kafa kafaya vermiş
konuşuyorlar. Birinin parmağında pergelli çekiçli lacivert
yüzük. İngiliz kumaşı tırıl tırıl ceket pantolon. Öteki puro
içiyor. Az beride bir subay palaskasına asılı kocaman
silahının ağırlığıyla yana kaykılmış gibi, uzaklara dikmiş
yorgun gözlerini bambaşka bir dünyaya dalmış. Birden bir
gürültü. Heybeli şalvarlı, poturlu kasketli cepkenli üç köylü,
ceplerinden sarkan kırmızı turuncu mendilleri, sarı bıyıkları,
al yanaklarıyla Arnavut oldukları hemen anlaşılıyor. Hepsi
birden avurtlarını şişire şişire konuşarak güverteyi boydan
boya geçiyor, arkadaki yuvarlak masaya koltukları
çekiştirerek oturuyorlar. Az sonra ellerinden sıkı sıkı tuttuğu
iki küçük kızıyla genç bir anne güverteye açılan kapının
ağzında ikircikli duruyor. Uzun krem rengi manto,
bürümcük krep, arkadan fildişi irice bir tokayla tutturulmuş.
Siyah saçları krepten taşıyor. Hareli lacivert gözlerinin uzun
kirpikleri kızlarının gözlerinde de inip inip kalkıyor.
Çekingen. Kimseye gözükmek istemez gibi usulca Esat'ın
yanındaki kanepeye ilişiyorlar. Boyasız canlı yüzünde iki
küçük ben. Eğiliyor çantasından küçük zarif 'Le bon'
paketini çıkarıyor, çikolataları küçüklere paylaştırıyor.
Garson Barba sarı yeşil limonata bardaklarını şakırdatarak
geliyor. Feraceli yaşmaklı kızlar Madama'ya sormadan
hemen birer tane alıyorlar, sanki içmek için değil de
33
gülüşmek için. Canı çekiyor birden. Bir tane de buraya
lütfen. Kızlar ona bakıyorlar. Biri küçük kalkık burnunu
kırıştırıyor. Limonatanın buruk ekşisi Esat'ın damağında.
Keşke Türk Ocağında buluşsalardı şimdi bütün
gününü Çamlıca'da geçirmek zorunda kalacak. Übeydullah
dayısı “Akşama konağa gel etraflıca görüşelim.” demişti. Şu
mektup hiç gelmeseydi keşke. Kalın ipek kâğıt üzerine çini
mürekkebiyle özenle yazılmıştı
“l2 Haziran l911, Oğlum Esat Bey'e muhabbetle,
Parlak mezuniyetini şerefle, saadetle öğrendik. Ben
ve valideniz seni tebrik ediyor gözlerinden öpüyoruz. Bir an
önce Kuşadası'na gelerek çiftliğin başına geçmen bence
muaffık olacaktır. Ayrıca uzun zamandır beklediğimiz
maden arama ruhsatını da elde etmiş bulunuyoruz.
Antimuan çinko manganez filizlerinin varlığı bahusus
Arvalya'da mebzul tahmin edilmektedir. Hatta İzmir'de bir
yazıhane açarak dışarıya sevkıyatı da düşünmelisin.
Unutmayınız ki yurdundan uzaklaşan kendinden uzaklaşır.
Pederin Hacı Mahmutzade Hasan.”
Kalın açık sarı kâğıdı katladı uzun zarfına soktu iç
cebine yerleştirdi. Gözlerini karşıya Üsküdar'ın minareli
göklerine çevirdi. Zor da olsa dayısının eninde sonunda
babasını ikna edeceğini düşündü. Ama nasıl? Gerçekten
İsviçre'ye gidebilir orada hukuk okuyabilir miydi? İçinde
endişelerle vapurun köpüklü izinde döne döne balık arayan
martıları seyrediyordu. İskele verilmeden atlayıp çıktı
vapurdan, çeşmenin yanıbaşında müşteri bekleyen arabalara
yürüdü.
Mahmut Esat yanlıyordu. Dayısı, Hasan Efendinin
kararını değiştirmeyi başaramadı. Sonunda kararını verdi.
Her şeyi göze alarak gerekirse babasından habersiz
gidecekti Lozan'a…
34
Napoli limanından kalkan nakliye gemisi kırmızı
yeşil beyaz bayrağını dalgalandırarak Akdeniz'in derin mavi
sularında yol alıyor. Ayak sesleri… Hemen ambarın
dibindeki sintine çukuruna sindiler. Gelen bas bariton bir
sesle “Ooo miya miyyyaaa” diye bir şarkı tutturmuş
yaklaşıyordu. Gece geç saatlerde yukarıdaki mandolini
çalan bu olmalıydı. Adam öndeki lâmbayı yaktı. Demir
kafes içindeki küçük ampulün ölgün ışığında kısa boylu
şişman bir asker gördüler. Ceket düğmelerini çözmüş,
şapkasını arkaya itmişti. Bir iki dolabı açtı kapattı. Sonra alt
raflardan hasır kaplı kocaman bir damacanayı sırtına vurdu.
Ağır olmalıydı damacana, şarkıyı kesmişti. Merdivenleri
zorlukla çıkarak ambar kapağını öylece açık bıraktı gitti.
Şükrüyle bir birlerine baktılar. Ampul hâlâ yanıyordu. Açık
kapaktan gidip gelenlerin ayak sesleri, kesik kesik
konuşmalar. Bir kaç dakika öylece beklediler. Asker geri
dönecek miydi? Yahut geri dönüp bu taraftaki dolaplardan
bir şeyler almaya davranırsa…
O şişman çavuş o gün bir daha ambara inmedi. Şükrü
sindikleri yerden usulca çıktı kapağı indirdi, ışığı kapattı,
geldi yere uzandı. Az sonra arkadaşının böğrüne hafice bir
yumruk attı. Muzipçe gülüyordu. Elinde kocaman bir sucuk.
En son ne zaman ne yediklerini unutmuşlardı. Sicimlerle sıkı
sıkı sarılmış tombul sucuk ikonların pembe melekleri gibi
ambarın yarı aydınlığında kutsal bir ışıkla parlıyor, iki
arkadaşın ağzını sulandırıyordu. Yukarda denizcilerin
yemek kampanası çaldı. Az sonra karavananın mis gibi
kokusunu duyacaklardı. Ama bu kez onların karavanasında
kaptanın mönüsünden kutsal bir sucuk vardı. Gene de idareli
davranmalıydılar. Napoli'den kalkan geminin Ege sularına
ne vakit gireceğini bilemiyorlardı.
Friburg'da ırmağın iki yanındaki pansiyonlardan
35
birinin küçük odasında, erken batan güneşin yarı
aydınlığında, elleri ceplerinde öylece dikiliyor. Kafasının içi
boşalmış gibi. Zihninde birkaç saat sonra Lozan Türk
Yurdunda yapılacak kabul töreninde başkan olarak aday
üyelere okutacağı betiğin ilk tümceleri dönüp duruyor.
“Yurdun sana olan hitabını dinle, döneceksen şimdi dön.”
Dünkü tartışmayı anımsıyor. Çeşmeli Aliceoğlu Harun
yönetimi şiddetle eleştirmişti. “Amacımız Türklük âleminde
içtimaî inkılâp esaslarını hazırlamak ve onun mazisini
ananelerini müdrik hale getirmektir. Bu güne kadar yapılan
çalışmalar bu amacı sağlamaktan uzaktır.” diyor, örgüt
töresinin behemehal hazırlanmasını istiyordu. Esat'sa baştan
beri örgütün dışa yönelik çalışmalar yapmasını, özellikle
öteki mazlum milletlerin öğrenci cemiyetleriyle canlı bağlar
kurulmasını amaçlıyordu. Saatine baktı. Madamın ders vakti
yaklaşıyordu. Vaud'lu emekli öğretmen Mme. Emma Jeni.
Bu yaşlı kadın ona yalnızca Fransızca'nın inceliklerini değil
demokrasi kültürü, siyaset konusunda da temel görüşlerini
aktarıyordu. Çoğu kez dersler ikisi arasında ateşli
tartışmalara dönüşürdü. Emma onu en çok aceleci olmakla
eleştiriyordu. Bu eleştirilerin birinde Esat yerinden öfkeyle
kalkmış, bakın Madam demişti, Osmanlı toprağı
parçalanmakta, Rumu, Arabı, Bulgarı bayrağını alıp gidiyor.
Vatanın fedakâr evlâları Türkler nihayet bir milliyetleri
olduğunu hatırladılar. Bu hatırlama hızla yaygınlaştırılmalı.
Meselenin beklemeye tahammülü yoktur. Bizler bu yüzden
Türk Yurdu olarak Lozan, Cenevre, Paris, Neuchatel, Zürih
ve Berlin'de teşkilâtlanıyoruz. Buna da devam edeceğiz.
Mme Emma sabırla gülümseyerek dinliyordu. Öğrencisinin
sözlerini bitirmesini bekledi sonra sakin bir sesle,
- Sizi anlıyorum, dünyanın şeklini değiştirecek olan
son saat çalmak üzeredir. Şimdiden hazırlananlar o gün
yaşama hakkını elde edeceklerdir, dedi
- İşte biz de Türklüğü o saate hazır bulundurmakla
36
mükellefiz.
-Ama unutmayınız ki henüz demokratik bir rejimi
kurabilmiş değilsiniz.
O zaman susmuştu. Ne diyebilirdi ki?..
Tekrar masaya geldi. Aylardır Leon Cahun'un Türk
Tarihini çeviriyordu. Sözlükler, sözcükler, anlaşılmayan
anlam boşlukları, kavramlar… Kaldığı yerden çalışmaya
devam etti. Haftaya Şair Raif Hanım'ın çaylı toplantısı
olacaktı. Paris sefiri Münir Paşa'nın Harbin Tarihi Sebepleri
konulu konferansı çok ilgi toplamıştı. Çaya Mme Jeni'yi
çağırmayı unutmamalıydı. O sırada kapısı vuruldu. Açtı.
Temizlikçi sıska kız, telefon diyordu. Ah nihayet Şükrü!..
Sevinçle koşarak aşağıya indi.
-Alo evet evet Cenevre Türk Yurdu evet evet ben,
“oui mademoisselle, attachez sil vous plait, j'ai attent.”
-Hay Allah ses. Alo Şükrücüğüm merak içindeyiz
yahu gelecek ayın programı çoktan ilân edildi. Tâbi, senin
konun, evet evet şark meselesi.
-Elbette mutlaka çoktan hazırlanmışsındır. Şimdiden
ilgi büyük. Alman Avusturya konsolosları geleceklerini
hemen bildirdiler. Osmanlı konsolosu iki kez aradı.
İkdamdan Cevdet Bey, Münir Paşa, Nusret Paşa, ayrıca
Mısır temsilcileri. Hüseyin Siret de.
-Evet çok iyi olur konuyu genişletmiş oluruz.
Erkânın kimliği nazara alınınca... Küçük bir ara veririz Türk
Milli Edebiyatı şiirler açıklamalar. Sonra sen devam
edersin.
- Evet otuz santim alıyoruz bütün dinleyicilerden.
- Anlamadım kaç kişi dedin.
-Tabi tabi memnuniyetle yer bulunur merak etme
sen. Gözlerinden öperim kardeşim.
Telefonu kaparken bir başka şeyi, İzmir'e Köylü
Gazetesine göndereceği yazıyı hâlâ postaya vermediğini
hatırladı. Canı sıkıldı.
37
Lozan günlerden beri kapkara bulutlarla kaplıyken
öğle saatlerine kadar incecik yağan kar iri iri dökülmeye
başlamıştı. Önünde yürüyen kızın kırmızı kapüşonlu
mantosunda kar tanelerinin geometrik biçimleri neredeyse
ayrı ayrı çizilebilirdi. Bulutlar yükseldikçe mavi bir ışık
iniyordu gökten. La deux Dents'in tepelerinde, karlar
üzerinde kırılan altın sarısı keskin bir parlaklık vardı.
Gittikçe genişliyordu. Yaban ördekleri gölün gri sularında,
kıyılardan havalandıktan sonra tüllenen mavi aydınlığın
içinde yitip gidiyorlardı. Le grad Chaine üzerindeki durakta
Uchi'den gelecek tramvayı bekliyordu. Bir yıl daha bitiyor
diye düşündü. Mağazalar şimdiden kırmızı kurdeleli noel
çanlarını, kozalaklı çam dalı çelenklerini kapılarına
asmışlardı. Pastacılarda çörekçilerde Noel Baba'nın geyikli
arabaları, çörekler pastalar vitrinleri doldurmuştu.
Gözlerinden yaşlar boşanıverdi birden. Sonra hıçkırarak
ağlamaya başladı. Bir türlü kendini tutamıyordu. Aylardan
beri içinde biriken acının tortusu gözlerinden, ağzından
burnundan gözyaşı, hıçkırıklı inlemelerle dökülüyor, kalbi
parçalanıyordu. Ah zavallı Süreyya, kardeşim benim. Daha
geçen yıl bu zamanlarda seninle şuradaki dükkândan
çikolatalar almıştık. Lâcivert manton sırtında, başında beyaz
kürk başlığın, yakada nar çiçeği parlaklığında ebe okulu
rozetin. Bayram çocuğu sevincini bana da bulaştırmıştın.
Kartlar almıştık renk renk, anneme kırmızı bir eşarp, Faruk'a
bordo çizgili papyon. Nereden bile bilirdik o menhus
hastalık senin ciğerlerine çoktan yerleşmiş meğer. Ve bana
söylemedin hiç. Ağabeyciğim diyordun bu bahar,
diplomamı aldıktan sonra, dönmeden önce, diyorum ki
Almanya'da da bir araştıralım belki orada Tıp tahsili
mümkündür kadınlar için. Sonra o gece oda arkadaşın Rosse
geldi yüzünde dehşetin korkusuyla. Tepedeki kliniğe nasıl
çıktım, o uzun merdivenin basamakları nasıl çoğalıyordu
ben tırmandıkça. Ah Süreyya şimdi ne kadar zor inanmak
38
buna, o kara gözlerin, kızıl saçların gamzeli gülüşünle orada,
o tepedeki kliniğin bebekler mezarlığında o kanatsız
meleklerle birlikte uyuduğuna inanmak! Ne zor bir bilsen…
- Monsieur. Monsieur!.
Başını kaldırdı. Yaşlı bir kadın kuru zayıf
parmaklarıyla ellerini tutuyordu.
- Vous etes malade? Vous Voulez Qelle que chose?
- Hayır hayır madam teşekkür ederim hasta değilim.
Hayır bir şey istemiyorum.
Kadının çukurlarına çekilmiş küçük mavi gözlerinde
sonsuz bir acıma şefkat. Büyük felâketler yaşamış insanların
yaşam deneylerinden edindikleri, inanca dönüşmüş insan
sevgisi. Yaşlı kadın gene de varlığıyla bu genç adama
verebileceği desteği bilerek yanıbaşına oturuyor. Adamın
gözlerinden yaşlar süzülmeye devam ediyor. Kadının
derinleşen bakışlarında içinin gittikçe artan hüznü birikiyor.
Yüreği sıkılıyor, yeni yıl alış verişinin kırık dökük neşesi de
kayboluveriyor. Artık canı hiçbir şey almak istemiyor.
Buradan biniverir tramvaya. Elinde küçük bir bez torba,
içinde uzun galetalar bir şişe de ucuz şarap. Tramvay
durağında yan yana oturuyorlar şimdi. İnsanı insan yapan
paylaşmayı yaşıyorlar. Artık bir birlerine yabancı değiller.
Birbirlerini anlıyorlar, insan sevgisi insanın doğasında olan
bu yakınlık git gide bir birlerine yakınlaştırıyor onları.
Yalnızca gözleriyle bakışlarıyla konuşuyorlar. Kar lapa lapa
yağıyor, batı Anadolu'dan Mora muhaciri Hasan Efendinin
oğlu Kuşadalı Mahmut Esat, Jura dağlarının kim bilir hangi
köyünden bu yaşlı kadınla diz dize insanın yüce
durumlarından birini yaşıyorlar; acıyı paylaşmak için
dayanışma. Sevgiden doğan özveri. Bir zaman sessizce
öylece oturuyorlar. Sonra tramvay geldiğinde, yaşlı kadın
telâşla ilk basamağı çıkarken Esat koşuyor, bu ermiş kadının
kuru ellerinin ince parmaklarına sımsıcak bir öpüş koyuyor.
Kadının ürkek gülüşü, küçük tramvayın yeşil camları da
39
uzaklaşıp gidiyor. İkisi bir birlerini bir daha hiç
görmeyecekler ama ikisi de unutmayacak bu karlı Noel
gününde, bu tahta sırada, uzun zamanları dolduracak kadar
yoğun yaşadıkları birkaç dakikayı. İçinde bir ferahlık,
rahatlama. Sırtı göğsü ıslak. Bu soğuk rüzgârlı havada ne
çok terlemiş. Yakasını kaldırıyor, kaşkolunu kapatıyor. Saat
kaç? Genel kurula gecikiyor..İlk konuşmayı başkan olarak
onun yapması gerek. Biraz daha kısa tutmalı sözü,özlü olsun
yeter.
Nihayet kongre salonu. İçerisi kalabalık. Öne doğru
yürüyor. Az sonra kürsüde. .
-Sevgili Yurtçular, Lozan Türk Yurdunun tuttuğu yol
açık ve büyüktür. Türklük bu yolu aşarak istiklâline,
hürriyetine kavuşacaktır. Bu yolun koşulları sebat, ümit,
icap ettiğinde mevkii, şahsî menfaatleri ve makamları hakir
görmektir. Yurtçuluk ahlâkı, herkesin sansüre tabi
tutulmadan, düşüncelerini mütalâa ve muhakemâtını
açıklamasını gerektirir. Yurdumuzun amacı her şeyin
üzerindedir. Ama şunu da açıkça söylemeliyim ki ilimle
hakikatle başa çıkılmayacak ahkâmın hakkından kuvvetle
gelinecektir. Lozan Türk Yurdu ilmi bir meclis olmakla
birlikte bu gün içinde bulunduğumuz şerait bize icabında
kuvvete dayanarak hareket edebilecek bir şubesinin de
bulunmasını zarurî kılmaktadır. İçinde bulunduğumuz
dünya yalnız haklı olmanın yetmediği bir dünyadır. Haklının
güçlü de olması gerekmektedir. Türk olmak yalnız bir fikir
meselesi değil, bir ruh meselesidir. Bu meşale etrafında
birleşmeliyiz. İçtimai hayatımız Arap yasalarına göre değil,
bizim ihtiyacımızın icap ettirdiği Türk yasalarına göre
düzenlenmeli. Dokuz yaşında bir kız çocuğunun
evlenmesine bile izin vermekle kalmayarak çok eşlilik gibi
bir büyük ahlâksızlığı meşru gören koşullar yok edilmeli,
kadınlar yeniden tacidâr olmalıdır. Türklük dine değil din
Türklüğe hâdim olmalıdır. Bunu bize sahra çöllerinde
40
cembiyelenen şüheda emrediyor.
İki saate yakın konuştu. Bir an sustu. Salonda çıt
çıkmıyordu. Zihni bir saat gibi çalışıyor birkaç gün önce bir
İngiliz gazetesindeki Anzakın “Heey haydi siz gelmiyor
musunuz” diyen çağrısı, o boz fotoğraflı duyuru, gözünden
gitmiyordu. Tarih bilinci, bilgisi, hitabet gücü dinleyenleri
büyülüyordu. Heyecanlı alkışlarla sık sık kesilen
konuşmasını bitirdiğinde, konuş konuş diye bağıranlar oldu.
Hele doktora çalışmaları nedeniyle gelecek dönem
başkanlığı üstlenemeyeceğini söylediğinde hem davetliler
hem de üyeler karşı çıktılar buna. Sonra kongre çalışma
raporunun okunmasına geçildi.
41
“Binbir düzen sahibi Odysseus. At işte oradaydı
Agorada dimdik. Korumasız ten fark edilince Akilleus vurur
ilk önce Hector'u. Hector'un ölüsünü ver bana dedi
Priamos. Troya'da yiğit evlâtlarım oldu; onlardan bir teki
bile bana kalmadı...”
Avrupa'dan millerce uzakta okyanusun
ortasında
Avusturalya. Sidney duvarlarında kahve renkli afışler.
Kolonyal şapkalı çizmeli tüfekli iri yarı bir Avusturalyalı.
Bir ayağı Settülbahir'de bir ayağı Kitre köyünün tam
üzerinde. Ellerini, o zavallı bilinçsiz köylü ellerini koymuş
da ağzının iki yanına, sesleniyor halkına “Hey haydi siz
gelmiyor musunuz?” Altında Kraliçenin savaşa daveti.
İngiliz usulü nazikçe bir davet bu. Ölüme davet! Ama
uluslaşmamış halkın sömürge ruhu, dansa davet gibi algıladı
bu çağrıyı. Kraliçeleri onlardan yardım istemek lütfunda
bulunuyordu. Doluşup gemilere Yeni Zelanda'dan,
Hindiçin'den, Avustralya'dan geldiler Gelibolu önlerine.
Hectorun ruhu yeniden canlandı gül parmaklı şafakta. Ama o
da ne? Oyun içinde oyun. Londra'nın saldırgan buyurgan
beyleri yağlı kat kat gerdanlarını sarkıtıp göbeklerine, meğer
Süveyş'i, Hindistan'ı isterlermiş asıl. Çar hazretleri
Karadeniz'de mahsur tam üçyüz bin tonaj demir çelik, tahıl
yüklü ticaret filosunu indirmek istermiş de sıcak denizlerine
dünyanın, kıyametin kopayazması bundanmış. Alman
imparatoru kızıl bıyıklı elma yanaklı Wilhem'in derdi ise
petrolmüş de Bağdat demiryolunu gözlermiş çipil mavi
gözleri. Fransa'nın bleu blanc rouge horozu, horozlanıp
dururmuş meğer Suriye, Lübnan, mümkünse Trablus Şam
benden sorulsun diye.
Anzakların kızıl saçlı, yüzleri çilli saf çiftçi
42
çocukları, güçlü bedenlerini sımsıkı saran Bombay keteni
üniformaları içinde gördüklerinde gerçeği, artık her şey için
çok geçti. Kraliçenin sadık harbiye nazırı Churchill
zırhlıların yola çıkarılmasını çoktan buyurmuştu. Osmanlı
harbiye nazırı dövüne dursun paralarını ödedim verin
zırhlılarımı diye. İngiliz amiralleri direndiler Sir Churchill.
Zordu karaya asker çıkarmak Gelibolu'da. Ama devir sanayi
devri. Artan üretim, düşen istihdam, pazarlara aç mal,
doymak bilmez kâr!
Gelibolu bir kızıl topraktır koyları koyakları, dağları
tepeleri, gece gündüz bekler sert rüzgârlarla azgın
dalgalar… Hectorun ruhu hâlâ dolaşır durur, tekin değildir
dağı taşı. Gelen gelir, ama kalan olmaz.
Beşinci Ordunun ihtiyat dokuzuncu Tümeninde
Yarbay Mustafa Kemal yirmibeş Nisan sabahı sular yatmış,
dalgalar yatışmışken Anafartalar'ın az berisinde, bir kızıl
burunu gözlemekte, Osmanlı nezareti harbiyesinin, epirmiş
kanaviçe bezleriyle kaplı solgun haritasına bakmaktadır.
Burun var ama adı yok. Yazar haritaya bu kıpkızıl dikilip
duran mağrur burnun ilk kez adını. Arıburnu! Arıburnu
önünde akça çakıl serin su, ince kum. Sonra birden kumun
üzerinde tüfek çatmış bekler gördü Anzakları. Varsın ihtiyat
olsun bu tümen, varsın Osmanlı'nın Alaman olsun komutanı,
bu toprak bizden sorulur evvelâ deyip Trablusgarp'tan,
Balkandan çıkıp gelmiş Elliyedinci Alaya seslendi.
"Ben size taarruzu değil ölmeyi emrediyorum!"
İlk taarruzda çakıldı kaldı Kraliçe Hazretlerinin
dominyon askerleri. Ama mühimmat bol. Top onlarda,
mermi onlarda, para onlarda. Ne güne doğurdu siyahî analar
bu kakao erleri? Cambridge'de okurken pembe tereyağ
İngiliz bebeleri. Yoğun donanma ateşi destekli dalga dalga
yüklendiler yeniden. Olmadı. Bir daha. Otuz bir, otuz üç,
otuz dördüncü siperlerde yalnız hurma ve leblebi birde
patlamış lâğımların fareleri ve kokuştukça insan bedenleri
43
sinekler… Karşıda düşman siperleri. En fazla onbeş yirmi
adım ötedeler. O da ne? Elliyedinci Alayın destan komutanı
Albay Hüseyin Avni vurulmuş “Tertemiz alnından”
mübarek kanı toprağa karışıyor. Bomba sırtında bir er, adı
Hüseyin, tüfeği patlamayınca sarılıp kayaları söküyor
yerinden fırlıyor ileri. -Şimdi torunlarındadır Yarbayının ilk
ateşkeste oracıkta taktığı onur madalyası- Dokuz kat fazla
düşman çekilip çakılıyor çıktığı yere gerisin geri. Tekrar
taarruz ve Allah Allah… Karşı taarruz. Tekrar geri.
Metrekareye altı bin mermi. Conkbayırı sırtlarında denizden
ağır toplar, karadan yoğun topçu ateşi. Kapkara gecede
kıpkızıl cehennem. Yüzbaşı Cevdet, az ötede Yarbay
Mustafa Kemal.
Nuri Conker birden telâşta.
Vuruldunuz komutanım!
Parmağı dudağında Yarbay'ın. Sus! Sol cebin içinde
paramparça gümüş saat. Kristal camında zaman durmuş.
Ateş hattında Mehmetler, Aliler, Tıbbiyeliler, Mülkiyeliler
ve gönüllü liseliler, Rumu, Ermenisi, Alevisi, Ortodoksu
kanlarıyla zamanı mühürlemekteler. Böyle böyle tanıdı
Anzaklar Mehmedi. Sakinleştiğinde çatışma, yaralı
düşmanını sırtında taşıyıp siperlerine kadar getirdiler. Sizde
merhem boldur garip ölmesin dediler. Hani barbardı
Türkler? Nerede Kraliçe, Lordlar, Dükler? Sonra siperden
sipere iki ateş arasında uçuşan sigaralar. Böyle devam ede
dursun son şövalyelerin savaşı, Londra, Paris, Petrograd,
Roma'da tez elden toplandılar. Demek karadan olmayacak
dedi Churchill, o zaman denizden geçmeli gemiler.
Mart ayı yaman eser bu sularda. Dalgalar, rüzgâr
yağmur, çıplak tepelerde kar. Önde altı zırhlı. Dördü Fransız.
Önde en güçlüleri. Elbette olmalı Troyadan bir anı,
Agamemnon. Ardında Elizabeth, Buvet. Saat onüç elli dört,
Tarassut çavuşu Mehmet. Topçu tabyalarının solunda Fahri
Bey. Dokuz nolu dürbünün çelik dumanlı merceğinde
44
Mehmet'in gözleri fırlıyor sevinçten. Komutanım! tam
isabet! Büvet batıyor. Hamam suyunda teneke bir tas gibi kıç
üstü! Komutan bir kez daha dürbüne bakıyor, sonra dönüyor,
yaz diyor Çavuş bir artı üç kaydet. Bir Yeni Zelandalı
ölmeden önce son mektubunu yazıyor annesine.
“Türk topçuları ardarda sallıyor gülleleri. Ne yazık
ki anacığım pek azı boşa gidiyor. Yarın gece mayınları
temizleyeceğiz bir kez daha. Sular çok derin ve her yer
karanlık. Üşüyoruz.”
Çelik saplı mayınlar, yosunlar, balıklar, deniz anaları
altı kollu kırmızı deniz yıldızları arasında kocaman çelik
kafalarıyla ağır ağır gezinip duruyorlar. Hava soğuk, çoktan
kar tuttu tepeler. Tophaneli Yüzbaşı Hakkı Çimenlik'ten
aldığı mayınları sabaha kadar döktü Karanlık koyuna.
Mayın az. Dikey dizmek olmaz. O zaman yatay. Nusret
gecenin karanlığından daha karanlık sularda, çelik saplı
çiçekler dikiyor, koca kafalı halkalı boynuzlu. Onsekiz Mart
sabahı batık zırhlılarını denizin dibinde, ölülerini siperlerde
bırakıp çekiliyor gemiler. Ve Thames'e bakan penceresinin
önünde bir amiral, en büyük başarımız geri çekilmek
olacaktır diyor sonunda…
45
Sabahın erken saatleri. Dantel başlıklı, fisto önlüklü
garson kızlar yeni yeni masaları siliyorlar kahvelerinde
Lozan'ın, sokakları boş. Alpler'in sert rüzgârları tutmuş köşe
başlarını. İlk bulduğu kutudan bütün gazeteleri aldı.
Hepsinde Amiral Fchier'in üniformalı fotoğrafı. Haber üst
başlıktan. Kraliçenin Amirali istifa etti. Sonra Churchill'in
"Mufassal beyanatı... Bu gün dünya denizlerinde görev
yapan hiçbir gemi Nusret Gemisi kadar başarı gösteremedi
ve biiz…” Sonra yorumlar, “Evet tahliye, çekilme başarıyla
gerçekleştirildi.”
O zaman düşünmemişti Esat yenilenin oyuna
doymayacağını. Yıllar sonra Cağaloğlu'nda Yeni Sabah'taki
odasında İsmail Habiple birlikte okuyacaklardı
Avusturalyalılar'ın dominyon kulu olarak geldikleri
Çanakkale'den edindikleri ulus ruhuyla nasıl direndiklerini.
İkinci kapışmada asker isteyen İngiliz Başbakanı'na demişti
ki Avustralya Bakanı, “İngiltere için tek bir askerin hayatını
bile tehlikeye atamam.” Ama yüzyıla ancak sığan işlerin
birkaç beş yılda yapılacağı o günlere daha yıllar var.
Mahmut Esat şimdi Lozan'da içi içine sığmayarak gazeteleri
okuyor. İçinde bir kuşku. Yoksa hata mı ediyor? Hemen
bırakıp yüzüstü her şeyi varıp gitmeli mi? Bunu dün de
konuştu arkadaşlarıyla. Yurtçular hayır dediler, burada da
yapılacak çok iş var. Esat bir çaresini bulup hemen
bitirmeliydi doktorayı. Doğrusu buydu. Başladığı hiçbir işi
yarım bırakmamıştı şimdiye dek.
Öyle yapacaktı…
Alpler, uzun süren kışın, karın buzun ardından
kozasından çıkan kelebeklerle bahara uyanıyor. Hışır
yapraklı Alp menekşeleri, lâleleri çoktan açtı. Lozan
gölünde renk renk tekneler. Kırmızı, sarı, mavi, beyaz
yelkenleriyle bahar çiçeklerini rüzgâra veriyorlar.
46
Üniversitenin, kara meşeler, sivri tepeli geniş dallarıyla
çadır çamlar, narin akça ağaçlarla dolu koyu gölgeli
korusunda bir başına dolaşıyor. Ortalık tenha. Bir o, bir de
dalları hışırdatan rüzgâr. "Regime Des Caputulations
Ottomanes Leur Caractere judrique D'apres L'histoire Et Les
Textes." Tezinin başlığı bu. Kapitülâsyonlar… Bu başlığı
neden bu kadar zor kabul ettiklerini düşünüyor. Özellikle
Kilise Hukuku Profesörü Pederazzin'i şiddetle itiraz etmişti.
En büyük desteği hukuk felsefesi ve Roma hukuku
Profesörleri Jaccoud ile Tour'dan gelmişti. Fransız Medenî
Hukuku Profesörü Le Gras ile İsviçre Medenî Hukuk
Profesörü Le Aeby önemli olan çalışmanın bilimsel değeri
olduğunu, bu ölçütün esas alınması gerektiğini kararlılıkla
savunmasalardı belki de Ceza Hukuku Profesörü Bise ve
Kamu Hukuku Profesörü Gariel bu kadar içtenlikle
kendisine yardımcı olmazlardı. Dört yıllık başarılı lisans
öğretimini hepsi de takdir ediyorlardı. Ama iki yıldır,
doktora sürecinde sanki gizli bir elle görünmez engeller
yığılmıştı önüne. İşte birkaç saat önce bu hocaların önünde
savunmuştu tezini. Sonuç bölümünü okurken bir yandan da
onları gözlüyordu. “Kapitülâsyonlar çağdaş anlamda bir
antlaşma değil bir ahitnamedir. Ahitname olduğu için
verenin tek taraflı iradesiyle geri alınabilir. Kaldı ki bir
antlaşmayı bile tek taraflı olarak feshetmek mümkündür.
Öte yandan, l908'den beri bir meclisin Türkiye'de varlığı,
meclisin yanı sıra öteki anayasal kurumların varlığı
karşısında kapitülâsyonlardan yararlanan devletlerin,
uluslar arası hukukun çağdaş hükümleri önünde direnmeleri
mümkün değildir.” Başını kaldırmış hocalarına ayrı ayrı
bakarak son tümceyi bir manifesto gibi söylemişti. “Artık
Türkiye'nin kapitülâsyonlar rejimine onay vermesi mümkün
değildir.”
İşte şimdi baharın ıssız korusunda bunları yeniden
yaşayarak düşünüyordu. Seçici kurul kendisini az sonra
47
çağıracaktı. Üst kattaki çalışma odasında beklemeliydi.
Giriş kapısına doğru yürüdü.
Hocalar bilimsel gerçekliğin bu denli yoğun yalın ve
apaçıklığı karşısında bu zeki, cesur Türkün başarısını
onaylamakta gecikmediler. Yetmiş sene sonra onun izini
süren bir başka Türk, tarihçi Zeki Arıkan ”Bu tezdeki
sunuşların çağdaş bilimsel araştırmalarla doğrulanması
Mahmut Esat'ın araştırma gücü ve yeteneğinin engin
boyutlarını ortaya koymaktadır.” diyecekti.
Hocalar doktora tezini 24 Mart l9l9 tarihli üniversite
mühürü üzerinde “Cum laude” takdir derecesiyle
onayladılar.
Arvalya'nın çiftçi çocuğu, mazlum milletinin
hakkını, bilgisi kararlılığı yanında yurt sevgisinden aldığı
cesaretle yıllar sonra bir kez de La Haye'de savunacaktı.
Ama o günlere daha var…
Küçük odasına döndü masanın üzerindeki
mezuniyet belgesine baktı. Friburg Üniversitesi Hukuk
Fakültesi Dekanı Aeby'in imzası üzerindeki tarihi okudu.
Ondokuz Mayıs bindokuz yüz on dokuz. Genç yaşta büyük
başarılara ulaşmış birinin doygunluğu erinci değil, yeniden
varolmak tutkusu içinde bir büyük koşuya atılmak için
sabırsızlanan ağzı gemlenmiş, ayakları bukağılı soylu bir
atın kahredici çaresizliği içindeydi. Ne yazık ki olayların
gelişimi tam da onunun düşündüğü gibi, Türklüğü,
hukukunu eninde sonunda silâhla savunmak zorunluluğu ile
karşı karşıya getirmişti. Ne gerekiyorsa o yapılmalıydı.
Çamlimanı'nda ağaç oluktan çağıldayıp akan pınarın tatlı
serin suyunu, Kuşadası Körfezi'nin ak köpüklü mor
dalgalarını, Güzelçamlı'nın el değmemiş ormanların
kuytularındaki beyaz yaban taylarını, kıllı ağır kara
gövdeleriyle homurdanarak gezinen yaban domuzlarını
düşündü. Ve kuşları, kırmızı başlı şen ötüşlü arıcı kuşu,
48
sarıasma, lâcivert telekleriyle bulutları tarayan saksağanlar,
ispinozlar, düğme gözlü ala kanat baykuşlar, pembe kanatlı
uzun bacaklı su kuşları Karina'nın. Boylu boslu kanlı canlı
birer dost gibi anımsadı ağaçları. At kestaneleri, kokulu
defne, çilekeş akasyaların ıtırlı ak kâğıt fenerleri. Gümüş
yapraklı zeytin, zeytinlikler, deliceler. Yassı sazanların,
mercan pullu alabalıkların, ince uzun turnaların yatağı Bafa.
Menderes boyunda ak pamuk, kızıl tütün, sarı susam, yeşil
buğday tarlaları. Asırların ezilmişliği horlanmışlığı içinde
ak alın terini kara toprağa akıtan yoksul çiftçiler, ırgatlar.
Balkan harbinin, Sarıkamış'ın, Çanakkale'nin yetimleri
öksüzleri…
İşgal edilmiş vatanını düşündükçe saç diplerinden
soğuk terler boşanıyor, şakaklarında tokmaklar inip
kalkıyordu. Yumruğunu bütün gücüyle masaya vurdu.
Oturduğu iskemleyi devirerek ayağa kalktı. Vatanın bağrına
saplanan hançeri çekip çıkarmak gerekti. Bu görev her şeyin
üstünde, her şeyden önceydi. Aylardan beri konuştukları
tartıştıkları bu değil miydi? Daha neyi bekleyeceklerdi?
Şükrüye ben hazırım demesi yeterliydi. Kapıyı öfkeyle
çarptı çıktı. Dar merdivenleri hışımla indi, holde duvara asılı
telefonu kaldırdı.
-Oui madame S'il vous plait Monsieur Şükrü ouie il
est etüdiente a Universite Geneve. Nein, Şükrü Ja Danke. İch
bin Esat. Ja jaa schnelle bitte.
49
İşte
şimdi Şükrüyle Napoli'den kalkan geminin
karanlık ambarında gecenin bir vakti konuşuyorlar.
- Esat arkadaşları üzdün. Bence kabul etmeliydin.
- Hayır, orada da söyledim. Ben her Türk'ün yapması
gerekenden başka bir şey yapmadım.
-Olur mu? Türk yurtlarının açılmasında gelişmesinde, doksanıncı şubeye ulaşmasında büyük çaban cesaretin
oldu. Ne mutlu sana. Altın bir sayfa açılarak sana ulu bir san
vermek istediler. Bence kabul etmeliydin.
-Böyle ulu sanlar daha büyük hizmetler için
verilmeli.
-O zaman izin verirsen bir emaneti sana tevdii
edeceğim. Bunu vatan toprağına ayak basınca yapmam
gerekiyordu ama düşündüm de belki kısmet olmaz dedim.
Şükrü iç cebinden kısa kalın bir rulo çıkardı. Ayağa
kalktı önünü ilikledi. Kalın sicimi özenle açtı. Sözcükleri
vurgulayarak okudu. “Lozan Türk Yurdu'nun başında
Türklüğün uğradığı bu acı ve kara günlerde bütün varlığı ile
çalışan Hacı Mahmut oğlu Mahmut Esat'ı Yurtçu kardeşleri
kutlar ve ona gönüllerinde en derin saygı ve sevgilerini
saklar.“ Ruloyu özenle kıvırdı uzattı. Arkadaşının titreyen
sesinden onun da yüreğinin kabardığını anladı.
-Henüz bir şey yapmadık Şükrü. Memleketin
efendisi olmadıkça hiçbir şeyin önemi yoktur. Bilmem ki…
Sözünü tamamlayamadı. Yukarıda birisi ambar
kapağını kaldırmaya çalışıyordu. Hemen çömeldiler.
Gözleri yukardan yansıyan aydınlıkta parıldayan çelik
basamaklardaydı. Nefeslerini tutup beklediler…
50
Turuva'da yalnız halkların değil tanrıların da nasıl
ikiye bölündüğünü Homeros anlatır. Apollon, Artemis,
Afrodit. Anadolu tanrıları bunlar. Sevginin aşkın güzelliğin
tanrıları. Anadolu'da adına sunaklar tapınaklar kurbanlar
adanan tanrılar. Turva'ya saldıran Akhalıların da bütün
tanrıları savaş alanında. Ama bunlar savaşın öfkenin hıncın
tanrıları. Ve en tüccarı tanrıların, topal ayaklı silah yapımcısı
tanrı Hephaistos. Ve tahta at… Turuva yenilir sonunda.
Anadolu'nun hem kilidi hem kapısı Turuva düşmüştür.
Destan, saldırıya direnen ordunun başkomutanı, onurlu,
yiğit, “Atları iyi süren” Hektor'un cenaze töreniyle biter.
Zafer saldırgan işgalci Akha ordularının baş komutanı
Agamemnon'undur. Akha gemilerine açılmıştır artık iç
denizlerin yolları.
Hasta adamın ölüm fermanı, Limni adasının
Mondros kasabasında, işte onun adını taşıyan bir gemide, bir
İngiliz gemisinde imzalattırılır Osmanlıya. Rastlantı bu ya
Anadolu Agamemnon'da teslim alınır. Hektor'un ruhu bir
kez daha vurulur… Ama ölmez! Çünkü direnen insanın
ruhu, insanlığın ruhudur. Dumlupınar'da muzaffer baş
komutan Mustafa Kemal “Yunanlılar'dan Hektor'un öcünü
aldık” diyecektir. Ama Dumlupınar'a daha çok var.
Mondros'ta atıldı imzalar. Teslim olan kurtuldu. Kurtuldu
ihanetin zelil düşkün titrek gölgesi.
Sarayın boğaz manzaralı Ardnuvo Salonu'nda, altın
varaklarla bezeli yüksek tavanlarında son Harbiye Nazırı
Enver Paşa'nın öfkeli sesi yinelenip yankılanıyordu.
Beyler kabul buyurunuz ki Mondros'ta elde ettiğimiz
bu imkân küçümsenemez. Bu yedinci maddenin, bu hükmün
uygulanılabilirliği mevcut değildir. Bundan emin olunuz.
Müttefiklerin güvenliklerini tehdit edecek şerait
doğmayacaktır ki asker çıkarma haklarını kullanabilsinler.
Hele hele Osmanlı topraklarının işgali asla mevzuu bahis
51
olmayacaktır…
Yaşlı paşalar, mebuslar bir birlerinin gözüne
bakıyorlar. Enver Paşa'nın hiddeti, kızaran yanaklarından,
elâ gözlerinin çakmaklanan ateşinden belli oluyor. Başı bir o
yana bir bu yana döndükçe omuzlarındaki sırmalı
apoletlerinin püskülleri savruluyor. Sarayın billûr
camlarında boğaz suları kıpır kıpır… Berlin, Viyana, Paris
Roma, Londra, Atina'da bütün gözler kulaklar İstanbul'a
çevrilmiş sabırsızlıkla, tetikte beklemedeler. En büyük
parçayı kim kapacak? En iyisi Paris de bir araya gelip
konuşmak dediler sonunda.
Paris Barış Konferansı günlerdir ateşli tartışmalarla,
çekişmelerle sürüp gidiyor. Champs Elyisees. Sisler içindeki
bulvarın ucunda zafer takı kar altında. Zafer takına erişen,
her biri Napolyon'un kadınlarından birinin adını taşıyan
caddelerde kupa arabalar, bisiklet tekerlekli, tahta cantlı
otomobiller. Buzlanmakta olan karın üzerinden ağır ağır
geçiyorlar. Nehrin kıyısında, balkonlarında bu soğukta bile
kırmızı sardunyalar açan Hotel Ville'de, salonlar lobiler her
yer tıklım tıklım. Gazeteciler, delegeler, çeşitli milliyetten
ciddi görünümlü komisyon üyeleri… Büyük sömürgenler,
Avrupa'nın sömürme heveslisi genç devletlerini mavi
boncuklarla avuttular bu güne değin. Venizelos savaşa
girerken verilen sözün tutulmasını İzmir'in çevresiyle
birlikte Yunanistan'a verilmesini istiyor. Oysa İtalya'nın da
gözü İzmir'de. Maurienne anlaşmasıyla kazandığımız
haklarımızdan ödün vermeyiz diyor. Sonra ekliyor, “Bize
yalnız İzmir değil Antalya ve yöresi de vaad edilmişti.”
Yunanlılar kendilerinden emin. Hatta biraz şımarıkça bir
rahatlık içindeler. İngiltere'nin arkalarında oluşu onların
elini güçlendiriyor. Bu nedenle İtalyanlar baskın basanındır
diyerek atak davranıyorlar, konferans dağılmadan
Anadolu'yu işgale girişiyorlar… Ee kurtlar sofrası bu, erken
gelen oturur. İtalyan gemileri bu nedenle Marmaris, Antalya,
52
İzmir sularında artık.
Anadolu'nun büklüm büklüm batı kıyılarındaki bu
küçük körfez Kuşadası. İtalyan torpidosu, körfezin lâcivert
sularını yırtarak ilerliyor. Günlerden Çarşamba, ayın on
sekizi, bahar kuzuları kırlarda. Napoli'den kalkan nakliye
gemisi Lucciri ise Ege Sularına girmek üzere. Ambarındaki
iki kaçak yolcu ile ilgili bir telgraf ulaştı Roma'ya. ”Lucciri
gemisinde kaçak iki Türk Mahmut Esat ve Şükrü isimli iki
Jöntürk'tür. Müşterek menfaatlerimiz açısından ne pahasına
olursa olsun karaya çıkmaları mutlaka engellenmelidir.
İmza Venizelos.” Paris'te ise Konferans Başkanı
Clemenceau aşağı yukarı ayni saatlerde Venizelos imzalı bir
başka telgrafı açıyordu. “Mahmut Esat ve Şükrü iki nüfuzlu
jön Türk'ün karaya çıkmaları behemehal engellenmelidir.”
Liciri'deki kaçak yolcular ise olan bitenden habersiz
sabırsızlıkla karaya çıkacakları anı bekliyorlardı.
53
Soğucak Köyü sırtlarından bakılınca Kadıkalesi
beride, Samos Boğaz'ı kuş kanadı mesafesindedir. Amazon
kraliçesi Anaia, Samos Boğazını denetleyen bu yükseltide
kurdu kentini. Peleponnes savaşlarında çok kan döküldü
burada. Sonra Cenevizliler ile Venedikliler arasında el
değiştirdi durdu bu küçük liman. Şövalye Vilanova kendi
adına sikke bile bastırdı burada. Hala sikkeleri bazen bir köy
çocuğunun eline geçer de şimdilerde kıymeti bilinmez. Ama
zaman doğayla el ele verdi. Aydın Oğullarının eline
geçtiğinde Anaia, liman çoktan alüvyonlarla dolmuştu. Pek
uzun olmayan beylik dönemini de atlattı Anaia. Beylik
Kadısı'nın ise kendi gitti adı kaldı yadigâr. Anaia, Kadıkalesi
diye anılır oldu.
Çok gün görmüş Kadıkalesi'nin yıkık burçlarında ay
çoktan battı. Sular karanlık. Küçük beyaz bir leke karanlıkta
gökle deniz arasında parlayıp yitiyor. Gecenin rüzgârında iki
genç adam küçük teknenin yelkenini toplamaya çalışıyorlar.
Kıyıda demirli Yunan bayraklı torpido her an onları fark
edebilir. Can derdinde değil fişek, tüfek derdindeler.
Cephane Yunan'a kaptırılmadan ulaştırılmalı kızanlara.
Şimdi enginde beklemekteler. Şafakta deniz yatışınca,
ortalık ışımadan usulca kıyı kıyı yol alabilirler. Böyle
düşünerek gözleri torpidoda, yürekleri tetik, küreklere
asılıyorlar Hasan Reis ile İrfan. Kıyıya az kaldı haydi gayret.
Derken birden şimşek gibi parlayıverdi ışıklar. Kocaman bir
ışıldak bu. Evreni aydınlatacak kadar büyük. Kamaşan
gözleri hiç bir şeyi göremiyor. Torpidonun güvertesinde
koşuşan subaylar. Megafonun sesi alaca sabahın sığ
sularında yankılanıyor. “Durun! Kimliğinizi açıklayın!
Yükünüz ne?” Yanıt yok. Denizin dibi bel boyu yosun, ot.
Dümen takıldı kaldı. Megafon yeniden kükrüyor, “Teslim
olun!” İrfanla birbirlerine bakıyorlar. O sırada “Ateş!” diyor
komutan. Kızıl mermiler karanlığı deliyor. Birden İrfanın
54
sesi, “Yandım anam.” Komutan haykırıyor bir daha,
“Ateeeş!” Mavzer, mavzer nerede? İşte. Ekmeğe sarılır gibi
sarılıp mavzere Hasan Reis, ver yansın ediyor torpidoya.
Akıl alır şey değil bu. Bir tek kişi koca torpidoyu kurşun
yağmuruna tutuyor. Torpido ateşi kesti. Yeniden tertibat
alıyorlar. Hasan yaralı bacağını sürükleyerek sandıklara
ulaşıyor. Dinamitler işte şurada. Fitil? Torpidodan yeniden
mitralyöz takırtıları… Hasan İrfanı son kez o sırada görüyor.
Kan fışkıran boynu üzerinde, utangaç yüzü gülümser gibi
ağır ağır karanlık sulara gömülüyor. Reis bütün gücüyle
yüzüyor. Mağaralara kadar dayanabilse. Omzundan da
vuruldu galiba. Artık zorlukla kulaçlıyor. Arada dönüp
bakıyor. Neden hala patlamadı, fitil söndü mü yoksa?
Tüfekler, cephane Yunanın eline mi geçecek? Dalarak suyun
içinde dönüyor. Yeniden tekneye gitmeli mi? O sırada
patlıyor tekne. Her yer tan ışığı. Alevlerin kızıllığında deniz
mağarasını görmesiyle dibe dalması bir oluyor. Su soğuk.
Bacağı zonkluyor. Nefes nefese mağaranın ağzına,
dalgalarla şakırdayıp duran çakılların üzerine atıyor kendini.
Arayın durun beni namussuzlar şimdi diyor. Torpidonun
ışıkları dönüp duruyor denizin yüzünde…
Mehmet Reisle adamları gün doğana kadar
beklediler. Patlamayı duymuşlardı. "Gitti Hasanla İrfan,
yazık oldu gençtiler," dediler. Ama tayfadan biri “Ne diyon
sen allasen? Hasan Reis ölür de teslim olmaz. Bence onlar
deniz mağaralarından birine çoktan varmışlardır.” dedi.
Böyle böyle buldular Hasanı. Bacağı, omzu yaralı.
"Gitti diyordu kız gibi tüfekler canım fişekler" Mehmet Reis
özenle sardı yaralarını, üzülme dedi, “Seni eve götürüp
yatıralım, ben ardını toplar gelirim.”
Öyle yaptılar. Hasan bir hafta yattı. Sonra bir gece
gitti Hıristos'un meyhanesine. Daha iki kadeh rakısını
içmeden, İtalyan belinde tabanca, körüklü çizmelerini tak
tak vurarak, kibirli yüzünü gölgeleyen parlak siyah
55
saçlarıyla içeri girdi. Kimseye bakmadan gitti masasına
oturdu. Rakı söyledi. O içti, Hasan İçti. İçtikce gözlerindeki
öfke artıyor, yaraları sızlıyordu Hasan'ın. Geç vakitte kalktı
İtalyan. sarhoşlaşmıştı. Hasanın zihni ayna gibi apaçık.
Düştü peşine. Hava rüzgârlı, yağmur sis. Karanlık dar
sokaklardan kale surları arasındaki dar yola saptı İtalyan.
Hasan da peşinden. Kuşağını yokladı, kamasının kara
kaytan dolalı sapını okşadı. Sonra altıpatlarını usulca çıkardı
eline aldı. Artık iyice yakınlar. Horozu yavaşça kaldırdı.
Kalkan horozun sesini gecenin içinde dumanlı kafayla
duydu Luca. Ayılıverdi. Bu ses tanıdıktı. Biri tetiği
düşürmek için şimdi basacaktı. Dönmesiyle namluyu
göğsünde hissetmesi bir oldu. Ortalık zifiri karanlık. Demek
böyle olacakmış ölümü. Karının orta yerinde bir çukur
açılmışçasına aldığı soluk içerisini doldurmuyordu. Yeniden
derin bir soluk daha aldı. Hasan karanlığın içinde Luca'nın
yüzünü gördü. Kendisinden de genç bir köy çocuğu.
Yumuşayıverdi yüreği. Silâh indirdi, sırtını döndü, nalçalı
potinlerinin sesini ardında bıraka bıraka yürüdü gitti. İtalyan
uzaklaşan ayak seslerini dinlerken elleri hâlâ havada
bekliyordu.
Sonra, aylar sonra bir gün Luca gene öyle aysız bir
gecede o sokakların birinde bir kavganın üstüne geldi. Bir
kaç Rum sıkıştırmışlardı bir Türkü. Rumlardan biri bıçaklı.
Türk'ü hemen tanıdı Reis dedikleri Hasan bu. Bıçak ensesine
inmek üzere. Elini beline atıp koştu. Onu görünce önce
bıçağı çeken sonra ötekiler kaçıp sıvıştılar. Hasan bir hayli
hırpalanmış gözüküyordu. Gitmez bunlar şimdi ötede pusu
kurarlar diye düşündü.
- Gel Reis dedi Luca, şurada iki tek atalım.
Oturup içtiler birlikte. Ayrılırlarken o gece, Reis
Hasan ayrık uzun bacakları üzerinde kaykılarak durdu yolun
ortasında,
- Luca be iyi ki seni o gece vurmamışım bak sen de
56
beni kurtardın, dedi.
Luca şaşırdı.
-Vay o sen miydin Hasan? Söylesene neden ateş
etmedin o gece çok düşündüm, sonraları da çok merak ettim.
İşgal komutanını vurmak onur kazandırırdı sana.
Hasan, geniş omuzları iri gövdesi, uzun boyuyla
çocuk gibi utangaç güldü.
- Benden bile gençtin be Luca dedi, kıyamadım…
İşte böyle dost olmuşlardı Luca'yla. Yıllar sonra, ikinci
savaşın ateşten günlerinde bin dokuzyüz kırk ikide, Rodos
işgal komutanı General Luca böyle başlayan bir dostluğa
güvenerek geldi bir kez daha Kuşadası'na. Bu kez sivildi.
Yardım istiyordu eski arkadaşından. Ama o günlere daha çok
var. Şimdi ikisi de gençler ve dostluk denilen erdemin dini
dili milliyeti olmaz insanlar arasında. Belki de bu yüzden
ancak bazıları gerçekten dost olabilirler ve değerlidir
dostluk herşeyden.
İtalyan Teğmen Ugo Luco kalenin Hanım Camii'ne
bakan odasının arka penceresinden Lucciri'nin limana
girmesini seyrediyordu. Gemi yarım yol, birkaç ay önce
İtalyan erlerinin onardığı eski iskeleye ağır ağır
yanaşmaktaydı. Geminin güçlü kalın düdüğü birkaç kez
Kervansaray'ın kulelerinde yankılandı.
Aşağıdaki iki kaçak yolcu önce yukarda koşuşmaları
işittiler, sonra birden ambar kapağı ardına kadar açıldı.
İçerisi gün ışığıyla doldu. Günlerdir karanlığa alışmış
gözleri kamaştı. Birkaç saniye hiçbir şey göremediler. Sonra
yavaş yavaş görüntüler belirginleşti. Üzerlerine doğrulmuş
kısa namlular… Evet işte korktuklarına uğramışlar, karaya
çıkamadan yakalanmışlardı. Yavaşça ayağa kaktılar, ellerini
kaldırdılar. Onlar önde silâhlar arkada merdivene yöneldiler.
Gözleri ışığa alıştıkça şaşkınlıkları artıyordu. Evet işte
Güvercinada, Yılancı burnu, kuzey doğuda Çamlimanı. O
anda her şeyi unutarak bir birlerini kucakladılar.
57
Başarmışlardı. Gelmişlerdi ya ötesi kolaydı.
Silâhları alındı elleri kelepçelendi. Kaptan köşküne
götürüldüler. Merakla olacakları bekliyorlardı. Kırmızı
sakallı yaşlı kaptan açık deniz rüzgârlarının derin izler
bıraktığı yüzünde gülen gözleriyle karşıladı kaçakları. Sonra
yaprak sigarası. Ama hepsi bu. “Beyler dedi gemime kaçak
olarak girdiniz ve kaçak olarak geldiniz. Sizi işgal
komutanlığına teslim edeceğim. Yerel hükümet size ne
yapar bilemem.”
İşte şimdi iki manga İtalyan askeri arasında
Kervansaray'ın önünden geçiyorlar elleri kelepçeli. Yaşlı
palmiyelerin arasından Kervansaray'ın avlusundaki
makineli tüfekleri, top arabalarını gördüler. Küçük meydana
geldiklerinde göz ucuyla viran olmuş kara fırının ötesine
bakıyor. İşte babasının helvahaneleri dükkânları, işlikleri.
İzmir'e gidiyorum diyerek vedalaştığı babası. Aslında
Belediye Reisi Hasan Bey hiç şaşırmadı oğlunun İsviçre'ye
gittiğini öğrendiğinde. Öyle anlatmıştı rahmetli Süreyya.
”Ben demedim mi? Aklına koyduğunu yapacak diye” demiş,
öfkelenmiş, sabah akşam söylenmiş. Ama yıllarca elinden
gelen yardımı da yapmıştı. Ne acı ki onu son kez gördüğünü
bilememişti İzmir'e gidiyorum diyerek elini öperken.
Gözleri doldu. Başını çevirdi, Dağ Mahallesi'nin yokuş
sokaklarında bir birine yaslanmış, şahnişli kafesli kâgir
evlere baktı. Çınarlı sokakta mavi boyalı pencereleri,
kırmızı kiremitleriyle işte oradaydı yirmi dokuz numaralı ev.
Pencerelerinden kayıklar geçen, çatısı güvercinlikli,
güneşler koyağı avlu. Alını karıncalandı, genzi yanıyordu.
Bilmezler hasretten olduğunu, korktu sanırlar. Şuradan
yürüyüverse, Mekkiye Hanımla Hasan Bey sofada kahve
içmekteler şimdi. Yerde kırmızı halı, harlı mangal. Sade
kahve, mis gibi. Başı ardına dönük arkada kalan eve
bakarak yürüyor, elleri önde kelepçeli. İtalyan çavuş
kolundan tuttu çekti sertçe. Bunların elinden çekecekleri
58
vardı besbelli. Dik, dar kale merdivenlerinden ite kaka
çıkardılar. İki er kollarını sıkı sıkı tutarak komutanını
odasına getirdiler. Önde Esat arkada Şükrü.
İnce uzun esmer bir adam komutan. Üniforması jilet
gibi tertemiz, yüzü güleç. Ama biri daha var içeride. Körüklü
zahtiyan kara çizme, sırma cepken, oyalı fes. Trablus
kuşağında iki büyük kama sokulu.
Teğmen Luca şapkasını çıkardı, ayağa kalktı. Dalgalı
uzunca saçları açık anlına dökülüyordu. Halktan insanların
yalın gülüşü… Halindeki yakınlık şaşırttı tutsakları. O güleç
yüzüyle kelepçeleri açtırdı. Ama daha şaşırtıcı bir şey yaptı
silâhlarını geri verdi onlara. Bu inanılır gibi değildi. Efe
giyimli adamı o sırada bildiler, Hasan Reisti bu. Kuşadası
direniş örgütünün başkanı, ne işi vardı işgal komutanının
odasında? Hasan Reis kendini daha fazla tutamadı ikisine
birden sarıldı.
- Hoş geldiniz, hoş geldiniz. Gözümüz aydın olsun.
Merak etmeyiniz, Teğmen Luca biz millîcilerin dostudur.
Yunanlılara karşı her türlü yardımı yapmakta bize.
Yeniden içtenlikle el sıkıştılar. Luca'nın heyecanı
belli oluyordu. Sözlerine Fransızca, Türkçe sözcükler
karıştırarak İtalyanca konuşuyor. Özgürlük için savaşan
bütün ulusları yürekten desteklediğini anlatmaya
çalışıyordu. Sonra geniş masanın iki yanındaki koltuklara
oturdular. Mahmut Esat gözlerini karşı kıyılardan
alamıyordu. İşte mübarek vatan toprağı, işte bizim
denizimiz, bizim kuşlarımız, bizim ovamız, bizim
ırmaklarımız. İşte çayır çimen, buğday, başak, ot, ağaç. İşte
bizim güzel vatanımız. Ant olsun senin üzerinde esir değil,
efendi olacağız. Türkün çiğnenen şerefini kurtaracağız.
Elleri bu düşüncelerin heyecanı ile titriyor ince çay
fincanına hâkim olmaya çalışıyordu. Bu sırada az önce
onları kelepçeleyen çavuş içeri girdi. Kaymakam Ferruh
Bey gelmişlerdi. Ürkek bakıştılar. Kısa ama endişeli bir
59
sessizlik oldu. Hasan Reis balkonun hemen yanındaki küçük
kapıyı açtı.
-Buyurunuz biz böyle gecelim.
Bu küçük odada Luca'nın çadır beziyle kaplı çapraz
ayaklı, üzerine asker battaniyesi örtülmüş katlanılabilir
yatağı ile birkaç parça özel eşyasından başka bir şey yoktu.
İçerden Kaymakam'ın sakin ama ısrarcı sesi duyuluyordu.
-Sayın komutan hükümet idaresine karşı gelmek,
hükümete karşı yıkıcı faaliyette bulunmakla suçlanılan
Mahmut Esat ve Şükrü isimli şahısları bize teslim etmeniz
gerekiyor. Haklarında önceden verilmiş mevkufiyet kararı
vardır.
Luca dikkatle kaymakama bakıyordu. Bir kaç saniye
sustu. Şapkasını yeniden başına geçirdi, masanın üzerindeki
küçük İtalyan bayrağını düzeltti, sigara kutusunun kapağını
kapattı, birkaç kez üst üste öksürerek düşündü.
-Özür dilerim sayın Kaymakam sanırım yanlış
bilgilendirildiniz. Bahsettiğiniz kişiler ne yazık ki
nöbetçilerin uyuklamalarını fırsat bilerek kaçmış
bulunuyorlar. Bunu ben de az önce öğrendim. Bu nedenle
onları size teslim etmem mümkün olamayacak.
-Bu durumu İstanbul'a rapor edeceğim. Nazır
Hazretleri bu gafletinizden dolayı sizi affetmeyecektir.
Kaymakam birden yerinden kalktı beklenmedik bir
atakla Luca'nın ellerini avuçları içine aldı. Gözleri parlıyor,
yanağı garip biçimde seğiriyordu.
-Sayın Komutan lütfen beni onlarla tanıştırınız. Ve
lütfen bu gece Hasan Reis'in evinde yapacakları ilk
toplantıya katılmama izin vermelerini sağlayınız.
Luca kulaklarına inanamıyordu. Ne diyordu bu
adam? Direnişçilerin gizli toplantılarından nasıl haberi
olmuştu Osmanlının? Kaymakam devam ediyordu.
-Lütfen beni onlarla tanıştırınız. Sizden bunu
Osmanlı Hükümeti'nin Kaymakamı olarak değil bir
60
vatansever olarak rica ediyorum. Sizin mazlum devletlerin
dostu olduğunuzu biliyoruz.
Luca küçük odasının kapısını açtı. Bu küçük odada
bir işgal subayı, yenik imparatorluğun kaymakamı, iki jön
Türk, kuvvacı Hasan Kaptan, tarihin bu kavşağında
bağımsızlığa odaklanmış, zulme isyan fotoğrafı olarak
yerlerini aldılar. Tarihin tekerlekleri ileriye doğru dönmeye
devam ediyordu. Ve bundan böyle Mahmut Esat “Cidal
Cephesi”nin yalnız siyasal bilgi eksikliğini tamamlamakla
kalmayacak silâhıyla ateş hattında da dövüşecekti.
61
Kıyısında
Leukkippos'un da bir kent kurduğu,
beyaz kaşlı Artemisin sularında dolunayı seyrettiği
Menderes Nehri, Kufi Suyu ile Banaz Çayı'nın birleşmesiyle
Sarayköy önünde yer yüzüne çıkar. Denizli'den geçerken
Çürüksu'yu içine alır, batıya döner Nazilli'nin, Aydın'ın incir
bahçeleri kıyısından dolanır, Söke ovasına ulaşınca uykulu
bir rehavetle sere serpe yayılır. Vandalos çayı Miletos'a
varmadan az önce katılır Menderes'e. Milet, doğmaları bir
kenara koyup soruların peşinde gerçeği arayan insanın
doğduğu yerdir. İsa'dan beş yüz seksen beş yıl önce Mayıs
ayının yirmi sekizinci günü güneş tutulunca, Lidyalılar ila
Medler bunu tanrıların barış çağrısı sanıp savaşı
kestiklerinde, Miletoslu Thales güneşin o gün tutulacağını
çoktan açıklamıştı. Bir köleydi Thales, ama bir karış bağ
çubuğu yetmişti, güneşle ayın, ayla dünyanın arasını
ölçmeye. İnsanın ilk kez insan olduğu kenttir bu yüzden
Milet. Nehir, içine kattığı Bozdağ'ın Madran Suyu ile,
Beydağları'nın kar sularını irili ufaklı dereleri çayları
etekleyip getirir Miletos'un az ötesinde, Karina'da denize
boşaltır. Karina deltası kabuklu deniz böceklerinin,
pavuryaların ıstakozların, sazan turna balıklarının
mahşeridir. Pirienne de mermer Athena tapınağı, uzun saçlı,
değirmi yüzü gamzeli tanrıça Demeter Sunağı'na tepeden
bakar. Her biri bir ev büyüklüğünde kara taşlarla örülü,
onaltı kuleli Pirienne surlarından bakınca, ormana benzer
sazlıklarda, kağşımış tekneler gezer kapkara suyun yüzünde.
Köylüler kürekleyip çıkarttıkları kara alüvyon balçığın
içinden bir bir toplarlar böcekleri. Dağlara çarpa çarpa inen
yükü yağmur bulutlar, bütün ağırlığını ovaya boşalttığında,
dere ağızlarına atılan sepetler silme böcek dolar. Beride çam
ormanıyla deliceler, delicelerle zeytinlikler iç içedir.
Ömer Ağazade Hasan Bey'in zeytinliği Burgaz
ayrımının az berisinde bir ucu Bafa Gölü'ne öteki ucu
62
Karina'ya bakar. Dedesi Koca Ömer buraları yurt
tuttuğundan beri zeytin develerle çekilir gelir Söke'ye.
Yağhanede sıkılır, çam fıçılara doldurulur. Yağhanelerin içi
hep prina kokar. Bu nedenle dışarıda sundurmanın altında
oturulur. Gün yükselip sundurmanın gölgesi kısaldıkça,
çarpık bacaklı tahta iskemleleri çeke çeke duvarların dibine
kadar gelirler.
Söke Heyet-i Milliyesi'nin Başkanı Hasan Ağa
sabahtan beri sundurmanın altında, gözleri yolun tozlu
ucunda. Kuvva-ı Milliye'nin başı Giritli Cafer Ağayı
bekliyor. Bekledikçe sabırsızlığı artıyor, avurtlarını
çiğneyerek öfkeleniyor. Yunan azdıkça azmakta. Afyon
müftüsü sanayi mektebinden bin lira çalmış da Aydın'a öyle
sürülmüş diyorlar. Rivayete göre Hürriyet İtilaf partisi
azasıymış. İzmir'in işgalinde, Afyon'da bando çaldırmış
alçak. Aydın göçmenleri taa Karahisar'dan Karesi'ye kadar
dağlarda taşlarda yollarda. Artık medreseler camiler, sıtmalı
frengili göçmenlerle doldu taşıyor. Hilal-i Ahmer Nazilli'de
dokuz bin yüz elli hastaya kinin dağıtmış. Yunan
mezaliminden kaçan Atmış dört bin göçmen! Pazar'dan
Söğüt'den tut da taa Çine'den Antakya'ya kadar. Nazilli'de
Mehmet Efe'nin Yemekhanesi'nde üç yüz göçmene üç öğün
yemek çıkıyor deniliyor. Ama ya ötekiler. Amma illa şu hain
Müftü Şevki efendi. Hasan ağa dişlerini sıkıyor. Öfkenin
yumruğu boğazına geldi tıkandı. Sandıklı'da Akhisar'da
Efeler adam asıyorlarmış deniliyor. Mehmet Efe Rum
kızlarına tasallut eden iki palikaryayı asmasın da kimi assın.
Salihli'de on bir kişiyi kesmiş alçaklar bir gecede. Altı aylık
bir bebe...
Mercan tesbihi bileğine geçirdi ayak değiştirdi.
Oturamadı yerinden kalktı içeri girdi. İçerisi Karanlık. Üç
işçi sırtlarında ağır çuvallar, sepetler, baldıra kadar
çemrenmişler. Memik Âmat demir presin başından çıktı
geldi, buyur ağa dedi. “Kayfe alıverip gelem mi?” Yanıt yok.
63
Ağa tekrar dışarı çıktı. Memik de peşinden. Kocaman elleri
iki yanından sarkarak nerdeyse çıplak baldırlarına kadar
uzanıyor. Öylece arkasında dikilip durmakta. Memik iki gün
önce geldi Köşkten. Uzaktan tanış olur anası, “Ağam, millet
perişan diyor Memik. Hasta kadınlar çocuklar birer gölge
gibi çamurun içinde dolanıyorlar. Lonca binasının eşiğinde
hala kıpkızıl kan göllenmiş durup duru. Tamamı kırk bir kişi.
Bir çevreye sarmışlar iki üç kelleyi de gömü vermişler yıkık
kiliseye. Ziya Beyin boğazını ustura ile kesmişler,
sonracığıma öldü sanıp itivermişler çamıra. Bi küçük çocuk
dedi ki dedemi alıp götüdüler; deyha şo tepenin ardına.
Gelmedi dedem varıp bi yol bakı vesene amuca. İki üç kişi
olduk da gittik. Kesi kesi vermişler boğazlarından koyun
temsil ağam. İki de kadın. Çoktan davul gibi şişmişler öylece
yatıp durular garipler. Yağmır ağam iniyo siçim gibi nede
bılıcan da acacan ayrı çukur. Hepiçeğini aynı yere
gömüvedik. Döndüm geldim. O küçük oğlancık, kirli
elleriyle çapaklı gözlerini ovup baa, çıplak ayakları, değnek
bacakları dikili verdi önüme, ağa dedi buldun mu dedemi?
Kimi, nerde buluyon beğim?..”
Hasan Ağa Memike bakıyor. Sırtta delik mintan,
başta alı solmuş, epirmiş takke. Eski keçe bir yelek. Yirmi
beşinde olmalı ama on yedisinde gibi, seyrek sakalları saz
benzini örtmüyor. Öylece yüzüne bakıyor ağanın. Bir şey
söyleyecek yutkunup duruyor. Sonunda ben diyor, ”Ağam
iznin olursa, Kaymakçıya varıp gidecem, Gökcen Efe'ye
kızan duracam ağam. Bu irezillik böyle çekilmez. Anam
öldü getti. İki biraderim şehit. İmam Köyünden Emir Ayşe
kadar olamayacam mı? Sormuşlar da ağam neye geldin
çepheye deye, demiş ki Emir Ayşe, Yunan Aydın'a girdiğinde
İmam Köyde idim, yedi yaşındaki kızımla ben. Adamımı
vurdular. Vardım boynumdan altın paramı söktüm, aldım
martini. Sonra dediler ki köylüler, silahı olan alsın çıksın,
çıkmayan silahını versin dediler. Düşman Nazilli'ye
64
geçerken buraları yaktı hep. Ben de aldım martini çıktım,
demiş ağam. Kepez baskınında bizim Köşk'ten birine
anlatmışlar. Karılar bile silah alıp çıktı ağam. Erlere durmak
olmaz.”
Memik konuştukça göğsü körükleniyor. Sivri
çenesinde seyrek sakalları titriyor konuştukça bir başka
Memik oluyor. Köse sakalı gürleşiyor, dar göğsü genişleyip
kambur sırtı doğruluyor, iri elleri daha irileşiyor. Sonra
arkasını dönüp çıkıyor sundurmanın kısa gölgesinden tozlu
yola düşüp gidecekken dönüyor, o eski Memik sesiyle,
“Katırı çekivedim arkıya cevizin dibine ağam” diyor.
Ağanın göğsü daralıyor, tozlu yolun içinde yarım kelik, keçe
yelek bir canından gayri verecek hiçbir şeyi olmayan ırgata
bakıyor. Burnunun direğinde ince bir sızı, gözlerinde biber
acısı yanarken içinden de be baylan Memikim deh! diyor.
Sonra sesleniyor yola doğru,
-Çöz de al git katırı, Adagediği'nde Hüseyin Efe'nin
kızanlarını bul, onlarla kal. Kaymakçı'ya sapma, yollar
hepten kesik.
Şimdi nasıl anlatmalı Gökçen Efe'yi bu garibe. Kırk
dört kişiyle üç yüz kişilik Yunan taburunu berhava eden
Gökçeni… Yunan zabitleri davet etmişler Gökçen'i, bir
başına almış gümüş tüfeğini çıkmış. Efem demişler nereye
böyle bir başına? Hadi ulan demiş kargadan korkan darı
ekmez. Varmış. Rakı sunmuşlar. Gökçen rakı içmeyince
gülü vermiş Yunanlılar. Bir kese tütün atmışlar önüne.
İçlerinden biri gülmüş. Bu keseyi demiş Aydın'da kadife
ceketli bir kızdan aldım, sırmayla işlettim. O kızın mintanı
işte bu kese demiş. Efe usulca sormuş, kızı çevirdiğinizde ne
diyordu size? Palikarya, benim intikamımı size komazlar
dedi, demiş. Keseyi atanı oracıkta al kan içinde boğmuş Efe.
İşte böyle yeniden dağa çıktı. Hacıilyas Köprüsü'nü, Davalı
Köprüsü'nü baskın verip attıydı Efe. Hep istila altındaki
mıntıkaları vururdu. Yirmi dört saatlik muhasaradan sonra,
65
dayanın gahpe Yunanlılar bu Gökçen Baskını'dır demiş,
atılmış öne. Ossat alnında açı vermiş tek kurşun şahadet
gülü. Efe'nin naaşını alamamış kızanlar. Emme silahı ile
fişekliğini iki üç kızancık kendini feda edip komamışlar
Yunan'a. Şimdi nasıl anlatmalı, Memik'e Gökçe Efe'nin
şahadetini? Varsın gitsin oralarda öğrensin.
Ömer Zade Hasan, arkasına kenetlenmiş yumruk
parmaklarını çözdü geldi; tahta iskemleye oturdu yeniden.
Sarı kirpikli gözlerini kısarak yola baktı. Nerede kaldı bu
Caferaki. Sabırsızlıkla tesbihine el atacakken uzaktan
görüverdi. Hah işte kır atı tırıslamış geliyor. Yüzü
aydınlandı, koşar adım sundurmanın altından çıktı.
Caferaki o gün batımında, havuzlu kahvede anlattı,
Millici'lerden Tütüncü Bahri ile Ömer Zade Hasan Ağa'ya.
Öksüz muhacirleri, ateşten ve zulümden kaçarak dağ
başlarında kaya kovuklarında yol kenarlarında birbirlerine
sarılarak yatan bahtsızları, tamam yedi köyün ahalisinden
kırk ailenin, süvarilerin nalları altında ezildiklerini, boranda
karda kaçarken, boğazlanmış yedi aylık bir bebeği
kollarında taşıyarak donup ölen ihtiyarın, kerpiç duvardan
sızan sel suyunda çamura batmış,küçülmüş cesedini nasıl
gördüğünü, yeşil damarları esmer cildi üzerinde parıldayan
bedbahtların tabanlarındaki kızıl kanlı yaraları… Hepsini
bir bir anlattı… Hele yatsı namazını kılarken kurşunlanan
ihtiyarın son sözleri.
”Aslen Rumeliliyim ben oğul. Dıramalı
Hasanoğulları deler. Kızım Fatma'm, gelinim gitti. Birinin
kocası Balkan'da kaldı ötekini Aydın'da bıraktık. Altı aylık
kızanı memede idi. Kaya kovuğunda teslim etti ruhunu, oğul
aç gitti, aç gitti de ona yanarım. İki kız, iki oğul, üç gelin.
“Dayanamamış Giritli Cafer Ağa, yeter baba demiş anlatma
yürek dayanmaz.” Biz dayandık oğul, demiş ihtiyar
veballeri sizin boynunuzda. ”Kadid elleriyle köşe başlarında
kinin dilenenler...
66
Tütüncü yumruğunu tahta masaya vurarak, acısı
damakta kavrulan, öfkeden kısılmış sesiyle; "anlatma yeter,
yeter sus" dedi. Ağır gövdesini masaya dayadı, kısık
gözlerini yumdu. Sonra buruşuk el kadar bir kağıt çıkardı
koynundan, "bir destancı geldi geçen gece kahveye al oku da
gör" dedi, ama Caferakiye vermedi kağıdı kendisi okudu:
“Meydan kazanı kurdular / Bebekleri kaynattılar / Gün
görmedik hanımları / Süngü ile oynattılar / Kapı kapı
geziyorlar / İfadeyi yazıyorlar / Düşman başına vermesin /
Oğlak gibi yüzüyorlar…” Sonunu getiremedi Bahri.
Hıçkırıkları okumasını engelliyordu. Üç erkek bir birilerinin
yüzüne bakmaya utanarak dışarıda havuzun başındaki
küçük tahta masada hıçkıra hıçkıra ağladılar.
Kahvenin içindekiler Emir Ayşe'nin namı diğer
Mehmet Çavuş'un, elli iki saat çakmak çaktığını
konuşuyorlardı. Sonra Şerife Ali Kübera'nın Çiftlik Köyü
baskınındaki mertliğini. Hayret diyorlardı kahvedekiler
daha on yedisinde bir kızmış bu Şerife Ali dedikleri. Demirci
Mehmet Efe İzmir'i geri alacağız dermiş. Haham
sinagogdan çıkmış gelmiş eteğine yapışmış da korkman
demiş sizi kırdırmayız Yunana.
Felaket günlerinde acı haberler bütün ayrıntılarıyla
kulaktan kulağa, kahveden kahveye, köyden köye
yayılıyordu. Ama ille de kör destancı, suskun kalabalıkların
sesi olmuş kapı kapı sokak sokak dolana dolana düzüyordu
destanlarını.
Caferaki'nin geldiği gün Söke'de bir başka buluşma
vardı. Kız Mektebi'nin sıvaları dökülmüş rutubetli odasında
Feride Hanım, Nurullah Bey, Ahmet Bey kulakları kirişte
bekliyorlardı. Sökeli kadınlar bağış toplamaya devam
ediyorlardı. Öğretmen Feride Hanım günlerden beri ev ev
dolaşarak topladığı bir kese parayı getirmişti. Feride'nin bu
haberi sevindirdi erkekleri. Paradan ziyade halkın kendileri
67
yanına gelmesine, yüzünü Millici'lere dönmesine sevindiler.
Gün geçtikçe atlı sayısı artıyor ahali birikiyordu. Akşamın
alacasında uzaklardan bir köpek uzun uzun havladı. Taşlıkta
ayak sesleri. Ağır kapı tokmağı iki kez üst üste sonra iki
aralıkla vuruldu. Bir birlerine baktılar.
-Kimdir o?
-Çalıkuşu!
İmsöz böyle seçilmişti. Madem aralarında Feride
isimli bir muallime vardı bu çekirdek örgüte bu ad yakışırdı.
Nurullah Bey koştu kapıyı açtı.
-Hoş geldiniz Esat Bey.
Mahmut Esat çekingen gülümsemesiyle selam verdi.
Kucaklaştılar.
-Arkadaşlar hazır. Caferaki'yle görüştük. Bizim
düşüncemiz eldeki kuvvetin kâfi olduğu noktasındadır.
Mahmut Esat düşünceli görünüyordu. Kolluklu tahta
iskemleye çöktü.
-Kuşadası'nda örgütlenme henüz tamamlanamadı,
dedi. Bu nedenle bence saldırıdan önce Menderes'in güney
kıyısında gözetleme, savunma noktaları oluşturulmalı.
Ötekiler ikircikli bakıştılar. Nurullah Bey hepsi
adına konuştu.
-Ömer Ağazade Hasan Beyle Giritli Cafer Ağa,
zatınızın Kuşadası Heyeti Milliye başkanı olarak Söke'yi de
içine alan bu bölgenin emniyetini sağlayacağınızı
düşünüyorlar. Söke Heyeti Milliye'si ise, Bağarası Koçarlı,
Çine Nazilli ile irtibat halinde. Bu teşkilat içinde elinizdeki
yüz yirmi kişilik milli müfreze kuşkusuz giderek hem
sayıca, hem dövüşme kabiliyeti itibarı ile daha da temayüz
edecektir.
Mahmut Esat bir süre anlatılanları dikkatle dinledi.
Sonra kısa bir değerlendirme yaptı kendi kendine. Ötekiler
susuyorlardı.
Pek âlâ diyerek kalktı, Heyet-i Temsiliye ve Kuvay-ı
68
Milliye başkanlarının mütalaası böyle ise, harekâtı
başlatmak için gün belirlemek gerekiyor. Ama önce
Menderesin güneyi tahkim edilmeli derim ben.
Gün belirlenmeli ona göre tedbir alınmalı dedi
Ahmet Bey.
Bir süre herkes kendi yüreği, düşünceleri ile baş başa
kaldı. Sonra sabah erkenden öteki müfrezelerle buluşmak
üzere sessizce ayrıldılar.
Amasya Genelgesi'nin yayınlanmasından bir gün
önce, 2l Haziran l9l9 günü Söke Kuşadası müfrezeleri
topraklarını savunmak üzere harekete geçtiler. Yunanlılar bu
işin daha da büyüyeceğinden korktular. Menderes
Vadisi'ndeki güçlerini iki tümene çıkartmakla kalmadılar
istihkâmı tel örgülerle de güçlendirdiler.
O günlerde Mahmut Esat'a bir haber geldi. Yunan
generali Hamburny keşif gezisinde Kuvay-ı Milliye
Komutanı Albay Şefik Bey'le görüşmek istiyordu. Nasıl
olmuşsa olmuş, Hürriyet ve İtilaf Partisi taraftarları heyette
Mahmut Esat'ın bulunduğunu öğrenmişlerdi. Bunu hemen
Yunanlılara bildirdiler. Üstelik Nazilli'de İngiliz işgalinin
onaylandığını da bu kişi parti adına açıklamıştı. Görüşme
iptal edildi. Ama bu isim Mahmut Esat'ın defterine çoktan
yazılmıştı. Demek Nazilli'de Hacı Süleyman Efendi,
Karacasu'da Müftü Mustafa Hulusi gibi vatanseverlerin
varlığı bunları durdurmaya yetmiyordu. Düşmana, yerli
işbirlikçilerine karşı örgütlenmenin yaygınlaştırılması,
zaman yitirilmeden yerel kongrelerin tamamlanması
gerekiyordu… Nazilli Müdafaayı Hukuk Cemiyeti ile
derhal irtibata geçilmeli çalışmalara hız verilmeliydi.
Zaman bir yağız atın terkisinde yelce giderken gökte uçan
kuşun kanadına, yerde kara karıncanın kıl bacağına kadar
nüfus edilmeden kurtuluş mümkün görülmüyordu.
Meandros'un iki yakasındaki köyler birbirlerine artık
uzaktan bakar olmuşlardı. Çünkü Menderes işgal bölgesi
69
sınırı olarak belirlenmişti. Ahalinin geçip gitmesi, eşini
dostunu, işini gücünü gelip görmeleri yasaktı. Tarlalar
bostanlar, köyler, bağlar bahçeler ikiye bölünmüştü.
Düşmanın elinde yalnız insan değil toprak da esirdi. Düşman
bölgesinden bu yakaya kaçıp göçenler gün geçtikçe
artıyordu. Her gelen kafile akıl almaz vahşetin tanıklığını
yapıyor, göç öfkeyi hıncı biliyor, durağan halkı etkileyerek,
harekete geçiriyor, birbirleriyle ilişkilendirerek direniş
kararlılığını güçlendiriyordu. Bu bütünleşmeyi hemen
kırmak gerekti.
İşte şu İngiliz, aslında bir rahip. Vatikan günah
imparatorluğunun gizli elçileri bunlar. Önünde bir çoban,
ardında bir köylü. Rahibin üzerinde İngiliz üniforması.
Rahip atlı ötekiler yayan. Madran Çayı'nın yeşil suları
kıyısında yürüyüp geliyorlar. Köylerde, kasabalarda,
kahvelerde, yazıda belende durup vaazını veriyor İngiliz.
”Size şunu söyleyeyim ey tanrının evlâtları. Biz bir
sürüyüz, bizim çobanımız yüce İsa adına bildiririm ki
Aydın'dan Yunan çıksa yerine İngiliz, Fransız gelse sizler
köylerinize İsa'nın şefkatli kollarına dönersiniz. Yüce İsa
sürüsündeki tek bir kuzusunun tek bir kılına zarar gelmesini
istemez. Baba oğul ve kutsal ruh adına, düşmanlarınızı sevin
onlara iyilik edin. Lanet edenlere hayır dualar edin. Bir
yanağına vurana öbürünü uzat. Ve senin abanı alandan
gömleğini esirgeme...”
Rahip ağır tempolu bir sesle Luca'nın İncili'nden
altıncı babı ezbere okumaya durmuştu. Hava sıcak mı sıcak.
Çine çayının şırıltısı, cırcır böceklerinin sesleri. Toprağa
bakarak yürüyor köylüler. Rahip hayalindeki kilise
mihrabından, Yunan'a tutturduğu İngiliz silahının dilinden,
planını veryansın ediyordu. Madem Yunan'ın kuvvacılarla
başa çıkamayacağı belli olmuştu o vakit oyunun taşları
değiştirilmeli, İngiliz ile Fransız ortaklaşa Aydın'ı işgal
etmeliydiler. Lakin acep halkın nabzında atan, gönlünde
70
yatan neydi? Bu nedenle Rahibin derdi ne İsa'ydı ne âsâ.
Tasa birdi, tekti. Bu dağlarından yağ, ovalarından bal akan
toprakların efendisi olmak, petrol denizinin yoluna akbaba
misali konmak.
Baklan köyünden kara kuru Musa, kırk yamalı
poturunun altında deri çarık. Çaput dolaklı başını kaldırdı.
Defne kokulu yemyeşil suyunu gümüş yapraklı zeytinlerin
kökünden şırıldatıp gelen Madran Çayı'na baktı. Dededen
toruna miras yaşlı zeytinlerin yağı gibi ışıltılı sarı ela
gözlerinin iğne ucu pırıltısıyla dedi ki “İyi hoş da rahip
efendi sizin İsa'nın öte dünyadaki tek derdi Aydın çukuru mu
dur? Bizim bu yakanın çobanı asalı olur, sizin çoban neden
silahlı? Sen bi zamat iletiver rabbimiz İsa'ya, toplasın gitsin
sürüsünü ve de hiç gölge girmesin kalbine. Biz Aydın
çukurunu ondan çok severiz. Biz va iken burlarda heeç
bişeycik olmaz. Olursa tepeleriz. Alimallah tepeleriz...”
Miralay Rahip İmliğ kasıldı kaldı beygirin tepesinde.
Gözleri çapaklı elleri kemreli, bir koyun kadar uysal bu cahil
köylü ne diyordu? Haftalardır köy köy ev ev dolaşıp
duruyordu. Demek suskunluğun altında bir ateş vardı. O
ağzı var dili yok köylüleri, o suskunluğun altındaki ateşi
Londra'dakiler, İstanbul'dakiler görmeliydiler.
O gece isli bir gaz lambasının titrek ışığında yazdı
İmliğ raporunu. “Yunan kuvvetlerinin çekilmesiyle yerini
alması düşünülen İngiliz ve Fransız askerlerine karşı halkın
aynı kararlılıkla direneceği anlaşılmaktadır. Nazilli ve
Denizli için ayrıca görüş bildirilecektir.” Sabah erkence
kalktı, şifrelediği telgrafı Çine Postanesi'nden çekti.
Aynı telgraf direkleri bir başka telgrafı Menderes
Gurup Komutanı Albay Şefik Bey'e iletiyordu. ”Vatanı ve
iki bin yıllık Türk tarihinin namusunu kurtarmak için kılıç
çektiğimiz gün biz hepimiz sizin arkanızdayız. Kuşadası
Müfreze Komutanı Mahmut Esat.” Ve toplar patlıyordu
Naibili sırtlarında, Gümüş Dağı eteklerinde. Aziziye,
71
Burgaz'da on metre ötedeydi düşman. Balatçık'da
mücahitler mitralyöz ateşi altında direniyorlardı. Çünkü
Karina'da su kuşları, Kalamaki'de köpük yeleli ak mermer
yaban atları, Çam Limanı'nda mürenler, deniz içinde
aynalanıp duran bin bir çeşit balık, bu sıcak güneş, bu toprak
onların yurduydu. Bombalar kurşunlar öfkeyle titreyen
bereketli mübarek toprağa iniyordu. Telgraf direkleri
onarılmalı hatlar hep açık olmalıydı ki müfrezeler, Kuvay-ı
Milliye Meclisleri, Efeler; bu direniş zincirinin halkaları
kopmasın. Bu nedenle teller kısa gelende, ıslatıp bileklerini
bedenlerini iletkene dönüştürüp manyetoyu çeviriyordu
telgrafcılar. Demirci Mehmet Efe Balatçık Çatışması'nda
Yunan'ın ünlü Yorgaki'sinin tepelendiğini böylece çekilen
bir telgrafla öğrendi. Öğrendi de acele kırk lira buldu
gönderdi Kuşadası müfrezesine. Sonra Albay Şefik Bey'e
hemen haber saldı. Bu nazik mevkiye hiç olmazsa yirmi
tüfek bulunup gönderilmeliydi. Beş yüz kişilik kuvvet ata
yurdu için kanlarını dökmeye hazırdır dedi. Tüfekler
Kuşadası'na geldi. Kabzaları memleket ağaçları, ustaları
memleket çocukları. Oysa Yunan adalarında kayıklar dolusu
silah Rum köylerine akmakta, İngiliz, Fransız, İtalyan
yapımı. Rumlar, adalardan teknelere canlı hayvan doldurup
doldurup kaçırmaktadır Yunan birliklerine. Kıyıların
güvenliği sağlanmalı, ikmal yolları kesilmeli düşmanın.
Mahmut Esat sabırsız beklemede. Bir aşağı bir
yukarı geziniyor. Faruk bir gelse. Kapıda telaşlı ayak sesleri.
Bey'im geldiler. Faruk ardında küçük bir kalabalıkla içeri
girdi. İki kardeş sarılıp öpüştüler. Zaman kıt.
-Ağabey gelen haberlere bakılırsa kaçakçı tekneleri
yetmişden fazla sığırla geliyorlar. İngiliz kuvvetlerinin
korumasında Didim üzerinden İzmir'e ulaştırılacak.
-Yetmişten fazla sığır ha. Bizimkiler açlıktan kırılır,
ot kökü yerken.
-Faruk bu sığırları derhal kaldıralım. Cephe
72
Komutanlığı'nın bunları kurşuna dizme emri var. Kim
bunlar?
-Giritli kaçakcı Türkler.
-Türkler mi?
Mahmut Esat yıldızsız gökte başının üzerinde
parıldayan çoban yıldızına baktı. Yüreğinin merhameti
öfkeyle sıkılmış yumruklarını gevşetti.
-Hayır Hayır Faruk, yıkın kerataları falakaya,
sığırlara el koyun, bir daha Kuşadası'na ayak
basmayacaklarına yemin etsinler, savın gitsin. Ama
gözümüzü dört açalım bir tek buğday tanesi çıkmamalı
bizim mıntıkadan karaya. Yunan'ın erzak durumu kötü.
Açlık isyanın ebesidir. Haydi Faruk göreyim seni.
İki kardeş çapraz fişek, kara kalpak kucaklaştılar.
Kararan akşamda yıldızlar birer ikişer parlarken Faruk'la
arkadaşları atlarını dörtnal sürüp gittiler.
O geceden sonra bir tek buğday tanesi çıkmadı
karaya. Mahmut Esat Bey başarıyı da paylaştı. Kendisini
kutlayan Tümen Komutanı'na bu sonuçta birçok kimsenin
“himmeti hak” olduğunu söyledi.
Çeşme'den ard arda kara haberler geliyordu. Dört
yüz Türk'ün evleri yakılmış, kadınlara kızlara saldırılmıştı.
Direnen erkekler şehit, teslim olanlar esirdi.
“Albay Şefik Bey'e Yunanlıların işbirlikçi Rumlar'la
birlikte yaptıkları kanlı mezalim derhal milletler arası
basında protesto edilmelidir. Bu gün Kuşadası İtalyan
Komutanlığı önünde gerekli protesto gösterisi yapılmıştır.
Kuşadası Yunanlılar'a verilirse, bundan Yunan'ın payına
düşen yalnızca ateş olacaktır. Mücahitler Kuşadası ve
havalisini yakacaklardır.”
Albay Şefik'in telgrafı okurken gözleri dolacaktı.
Mahmut Esat'dan telgraflar gelmeye devam ediyordu…
“Elli yedinci Tümen Komutanlığı'na. Altmış kilo
vazelin, dört bin battaniye, bin çadır Menderes'ler Grubunun
73
Kuşadalı mücahitlerince temin edilerek emrinize
gönderilmiştir. Müfreze Komutanı Mahmut Esat.”
Bir gün sabaha karşı bir telgraf da Albay Şefik'den
Kuşadası havalisi Kuvay-ı Milliye Komutanı Mahmut
Esat'a geldi.
“Heyeti Temsiliyye Başkanı Mustafa Kemal
Paşa'nın emirleriyle Menderes'ler gurubu adını taşıyan
mıntıka İzmir cenup cephesine dahil edilmiştir.
Bilgilerinize.”
Mahmut Esat ağaran tan yerine bakarak, heyecanla
çarpan yüreğinin üzerine yumruğunu koydu. Demek direniş
güçlendikçe kuvvetler merkezîleşmekteydi; cephe
tutuluyordu… Mümkün olsa uçup gidecekti Kemal Paşaya.
74
Ankara'da ise günlerden beri yağan kar iki gün önce
dinmişti. Hava dona çektikçe bozkır rüzgârı kıraç toprağın
üzerindeki kepek karı tozutuyor, ortalığı kurt dumanı
basıyordu. Çoban yemişi alıçlar, güneş parmağı iğdeler,
bozkırın dikenli beyi ahlat ağaçları, kara çalılara dönmüştü.
Ankaralılar ısıtmayan parlak buz güneşi altında yıllarca
cepheden cepheye koşarak savaşmaktan usanmış bütün
Anadolu halkı gibi, kendilerine küs, içlerine örtük, yılgın.
Dışarıdan gelen herkese yabancı, herkes ona yaban.
İstanbul işgal altında. Meclis-i Mebusan kapatılmış.
O ”Milleti, milletin azim ve kararı kurtaracaktır” diyor, ama
bu kararlılık nasıl oluşacak? Kabala Ticaret Mektebi'nde boz
giysili kalpaklı adamlar. Ankara'ya gelişini bekliyorlar.
Ankaralılar aylar önce toplanıp karar almışlar. Artık
savaşmayacaklar. Ne vakit düşman gelir dayanır kapılarına
o vakit. O vakte kadar tek bir kurşun atmayacaklar. Her
koyun kendi bacağından diyorlar. Suskun beklemedeler.
Ama son günlerde değişen bir şeyler var. İstanbul'dan,
Kayseri'den, Sivas'tan, Konya'dan, İzmir'den, akın akın
insanlar geliyor Ankara'ya. Subaylar harbiye öğrencileri,
tıbbıyeliler, mülkiyeyiler, gazeteciler yazarlar. Ekmek kıt,
yatacak yer yok. Yokların var olduğu tedirgin bir zaman.
Kıştan daha soğuk, yürek ürperten haberler. Aznavur Ahmet
ulusal güçlere saldırıyor. Şeyhülislam kuvvacıların katli
vaciptir buyurmuş. Halk kararsız şaşkın.
Boz giysili adamlar sıkıntılı bir bekleyişle avuçlarına
gömdükleri cıgaralarını içiyorlar. Kalabalık kımıldanıp
duruyor. Birden davul zurna sesleri, oynak misket havası.
Seymenler bunlar. Cepkenleri sırmalı, belleri silahlı.
Dillerinde Ankara türküleri. Şahnişli, eyvanlı, sundurmalı
Ankara evlerinin örtük kepenklerinde, kafeslerinde ikircikli
kıpırtılar. Kapılar yavaştan birer ikişer açılıyor. Önce
kadınlarla çocuklar evlerden sokaklara ürkek ürkek çıkıp
75
geliyorlar. Sonra erkekler. İnsanlar biriktikçe küçük meydan
kalabalıklaşıyor. Otomobil gözüktü. Boz kalpaklı, gök gözlü
paşa, Kemal Paşa bu. Sivas'tan, Erzurum'dan geliyor.
Ayağında, kağnılar geçen tozlu yolların, yüksek yaylaların
izi var. Yüzünde Kızıldağ'ın kızıl saçlı kızı Kızılırmak'ın
Hitit güneşi. Kalabalık dalgalanıyor. Başları çemberli
nineler, üç etek kadınlar, sırtları bebeli gelinler, eli kınalı
kızlar. Gök mavisi boncuk, gümüş mercan alınlıklar, nakışlı
tiftik çoraplar. Onlar öylece Nuri İyem gözlerini kocaman,
dünya kadar açıp bakıyorlar. Ak keçe dolak, kıl şalvar, yalın
kat mintan gençler, soluk yüzlerinde mahzun umudun çıplak
gülüşü, coşkusuz alkışlıyorlar, misket oynayan seymenleri.
Otomobil durdu. Birden paşaları gördüler. Her birinde
Ankara kalası heybeti, gözlerinde suyu iyi verilmiş akkor
kılıçların ışığı. Bastırılmış duygular birden boşalıveriyor.
Hep birden bağırıyor alkışlar güçlendikçe yaşa varol sesleri
yükseliyor. Kemal Paşa ayakta.
“Esas olan Türk milletinin onurlu bir ulus olarak
yaşamasıdır. Bu ancak tam bağımsızlıkla kazanılabilir. Ne
kadar zengin ve rahata kavuşmuş olurlarsa olsunlar
bağımsızlıktan yoksun milletler uşak olmaktan kurtulamaz.
Türk'ün haysiyeti, izzet-i nefsi çok yüksek ve büyüktür.
Böyle bir millet tutsak olmaktansa mahvolsun daha iyi.
Öyleyse ya istiklal ya ölüm.”
Yeşil trençkontlu İtalyan, fötr şapkalı Fransız, ekose
ceketli kasketli İngiliz gazeteciler küçük defterlerine çabuk
çabuk yazıyorlar bu sözleri. Son tümce muhabir
telgraflarının haber başlıkları olarak dünyaya yayılıyor. Ya
istiklal ya ölüm! Olabilir mi, bu yoksul Anadolu'da, bu hasta
adam yeniden dirilebilir mi?
Suyu uyutan düşman İzmir'de uyumuyor. Yunan
genelkurmayının amacı, işgali küçük Asya'nın derinliklerine
doğru genişletmek, küçük Asya'da asayişi sağlamak. İzmir
Kordon boyundaki tabur tabur askerler bu kararın erleri.
76
Zito Venizelos! Kırgın kederli sesin sahibi Vali…
Damat Ferit Hükümeti'nin İzmir Valisi. Kambur İzzet…
Fesi başından alınmış, per-ü perişan. Öteki devlet
memurlarıyla birlikte dipçik darbeleri altında bağırtılıyor.
Yaşasın Venizelos… Esirlerden sadece biri, bir adam
böğrüne batırılan süngülere direniyor. Bağırmayı
reddediyor. Bu adam Albay Süleyman Fethi. İzmir Askerlik
Dairesi Reisi. Süngüler ceketi deler, tene değer oldu.
Gittikçe daha derine giriyor. Albay Süleyman Fethi
direniyor. Ten delindi kan fışkırıyor. Albay'ın dudakları
aralanıyor, son gücüyle bağırıyor. “Yaşasın Türk Milleti”.
Artık süngüleyebilirler onu. Kumral başı çok sevdiği İzmir
toprağına düşüyor. O çoktan öldü. Ama düşmanın kini
dinmek bilmiyor. Süleyman Fethi'nin gövdesinde
korkularını süngülüyorlar.
Aydın Köprübaşı'nda kadınlar bağrışıyorlar. Albay
Şefik telaşla fırlıyor. Yeni bir baskın mı? Hayır. Kadınlar
ellerinde ayran tasları, su testileri Albay'a doğru seğirtip
geliyorlar. Bir yaşlı kadın el dokuması haneli örtüsüne
siliyor göz yaşlarını, ”Yıllardan beri rahat yüzü görmedik,
kocalarımızı kardeşlerimizi oğullarımızı şehit verdik. Son
kalan çocuklarımız da işte sizinle döğüşüyorlar. Bizi bırakın.
Biz de döğüşmek istiyoruz. Varıp gidelim onlarla biz de
döğüşelim.” Tasfir-i Efkar'dan gazeteci Arif Oruç'a bakıyor
Albay. Yaşaran gözlerini birbirlerinden kaçırıyorlar.
Paşanın otomobili Ankara'nın küçük meydanında
davul zurnayla ilerliyor. Ama büyük derlenişe, daha çok
zaman var.
Yol ayırımında Ayasuluğ sapağında Kuvvacı küçük
bir müfreze, yaşlı zeytin ağacı altında dinleniyor. Çoraklı
Hasan yirmi dört yaşında bir Yörük. Müfreze Komutanı. Az
sonra öteden bir İtalyan kolunun aheste adımlarla bu yana
77
geldiğini görüyorlar. Tedirginlik… Bekliyorlar. Mitralyöz
Onbaşısı Çoraklı Hasan çapraz fişekliğini, belindeki silahı
yokluyor. İtalyanlar az ötede durdular. İtalyan subay el edip
Onbaşı Hasan'ı çağırmakta. Bir, iki, üç, beş adım. Subay
elini Hasan'ın kuşağına atıyor. Dokunmasıyla suratının
ortasına tokadı yemesi bir oluyor. Sırtüstü yerde. Subayın
manevra kayışındaki ağır revolver şimdi Hasan'da. Hasan
silahı İtalyan erlere doğrultuyor. Atın tüfekleri! Erler şaşkın.
Kuvvacı'lar fırlayıp gelmişler. Silahları topluyorlar. Hasan
mavzerin ucuyla toz toprak içinde yatan subayı gösteriyor.
Kalk marş marş! Subay sarsak adımlarla askerlerinin önüne
geçiyor. Kuvvacı'lar komutu bir ağızdan yineliyorlar. Marş
marş! İtalyanlar Kuşadası yönüne fırlayıp gidiyorlar.
Bundan bir kaç gün sonra Selçuk sapağının az
berisinde bir olay daha oldu. Bu subayın ölüsü Arvalya
yakınında bulundu. Gençten bir çiftçiyi kırbaçlamıştı bağ
kuyusu başında. Ölüsü işte tam kırbacı vurduğu yerdeydi.
Gencin ise imi timi belli olmadı.
Anadolu direniyor... Ayvalık, Nazilli, Aydın, Antep,
Maraş, Çukurova, Antalya… Ege bu direnişin harlı ocağı.
Ama bu yetmez, topyekün bir kalkışma gerek. Bunun için
düzenli bir ordu. Ve evvela Meclis. Kemal Paşa, eski ticaret
mektebinden bütün dünyaya sesleniyor. ”Ben her hareketi
Meclis'ten bekleyenlerdenim. Artık her şey meşru olmalıdır.
Meşruiyet milli kararlarla kabildir. Bu husus millete iyice
anlatılırsa millet bizi anlayacaktır. Türk milleti sürü halinde
vesayetle yönetilemez. Bu nedenle bizi anlayacak, hem
savaşta hem beşeri yaşamda başarıya koşacaktır.”
Ama önce meclis. İşte bu yüzden Ulus'taki İttihat ve
Terakki kulübü olarak yapılmış olan bu taş binanın kemerli
pencerelerinden, mermer balkonlarından, yüksek
cumbalarından taşan bir telaş, kırmızı kiremitleri üzerinde
dalgalanan, giderek özgürlük çiçeklerine dönüşecek al
bayrakta cisimleşen bir telaş var. Sıralar mekteplerden,
78
dersliklerden toplandı, mebusların oturmaları için.
Dinleyicilere, tahta iskemleler koltuklar ne bulunduysa alıp
getirildi kahvelerden. Bir öğretmen kürsüsü bulundu geldi,
vaktiyle Ankara yaylalarında yaşlı bir cevizdi. Bundan böyle
istiklal için dövüşen bir ulusun meclis kürsüsü olacaktı.
Milletin toprağı bir ilk yazda çiçeğe böceğe, çimene yaprağa
kesmişken, bozkırda bademler, güneyde portakal limon,
Orta Toroslar'ın alçak tepelerinde ıhlamurlar çiçeğe
durmuşken, bir günlük ömür için kelebekler kanatlarında
ebemkuşakları taşırken, ardıç kuşu ardıç tohumunu
kursağında beleyip bırakırken toprağa bir büyük tohum
göveriyordu Ankara'da..
Albay İsmet'ler, Celalettin Arif'ler, Yunus Nadi'ler,
Halide Edip'ler, Doktor Adnan ve taa Erzurum'dan Fevzi
Paşa. Diap Ağa Dersim'den, Malatya'dan Kadir, Bekir
Ağalar. Konya'dan Abdül Halim Çelebi, Mardin'den
İbrahim Efendi. Ziya Hurşit Lazistan'dan. Celal Bey
Saruhan'dan, Hakkari'den Mahzar Lütfi, Sıvas'tan Kara
Vasıf. Hamdullah Suphi Antalya'dan… Bu şarkla garp
arasındaki arafta, bu petrol lambalı meclise yurdun dört bir
yanından seçilip geldiler.
Bunlardan biri, sözcükleri güzelleştirerek anlamın
bütün sınırlarına kadar ustaca kullanan ve birbirine ulayıp
ağzında top gibi patlatan biri vardı ki konuşmaya başlayınca
herkesi etrafına toplayıveriyordu. Ak tenli yuvarlak yüzünde
ateşli ruhunun pencereleri iri kahverengi gözler, çelik
kararlılığında çekilmiş dudakların üzerinde ince bıyık. Zarif
terbiyeli ve pek müşfik. Ama memleket meseleleri, millet
söz konusu olduğunda sözlerini maharetle mermiye
dönüştürerek konuşuyor. O zaman amansız bir savaşçı,
inatçı bir müzakereci. Kararlı sabırlı. Kuşadası ve Havalisi
Mebusu Hasan oğlu Mahmut Esat bu. Onu artık herkes
tanıyor. Yeni fikirlerin, yeni duyuşların sözcüsü. Ankara'nın
eli kalemli İzmir Mebusu, Ege'nin beli silahlı eli mavzerli
79
kuvvacısı. O yüzden kalıcı değil. Tepelenecek işbirlikçiler
var, arka çıkılacak el verilecek direnişçiler… Bu yüzden
aklı, kalbi çıkıp geldiği puslu Menderes boylarında.
Sisli bir akşam vakti Rodos'dan gelen bir İtalyan
gemisinde, Genaral Kont Senni, İzmir Mebusu Şükrü Bey
ile müfreze komutanı bir mebus, Mahmut Esat buluştular.
İtalyanlar Yunanistan'la İtalya arasındaki çekişmede,
büyüklerin kendilerini seçmediklerini artık biliyorlar. Türk
Ulusu'nun Meclisini tanımaya hazırlar. Napoli Limanı'nın
kaçak yolcuları şimdi gene bir İtalyan gemisindeler. Ama bu
gün bu gemide onlar şeref konuğu. İzmir Körfezi açıklarında
demirli gemi lâcivert sularda inip inip kalkıyor. Masada
kırmızı şarap, gramofonda müzik. Şükrü Bey sıkıntılı. Bir an
önce konuyu açmak için sabırsızlanıyor. Sonunda baklayı
ağzından çıkarıyor. Düzenli deniz ulaşımının yaşamsal
önemini kavratmak istiyor İtalyan'a. İlk tümcelerini
söylüyor. Kont ellerini kaldırarak sözünü kesiyor
Şükrü'nün.
-Merak etmeyin diyor, biz Rodos'la Kuşadası
arasında düzenli posta seferlerini başlatıyoruz.
Şükrü ile Mahmut birbirlerinin yüzüne bakıyorlar.
Şimdi hangisi söylemeli bu yolla İtalya'dan silah ve cephane
getirmenin kurtuluş için ne kadar önemli olduğunu?..
-Kont elbette diyor, asıl amacımız silah ve cephane...
Sakın bir şaka olmasın bu sözler? Dikkatle
dinliyorlar General'i. Bu cömertliğin altına yatan ne? Onu
anlamaya çalışıyorlar. Kont devam ediyor,
-Ama benim asıl öğrenmek istediğim, sizlerin barışa
ilişkin düşünceleriniz.
Esat ayağa kalkıyor olabildiğince sakin, kararlı bir
sesle konuşuyor.
-Bizim İzmir bölgesinde tek bir Yunan askerine
tahammülümüz yoktur. Türk'e hıyanet edenler nadim
80
edilecektir.
Taa Damat Ferit'e kadar uzanan bu yanıt, İtalyan
Generali için umulandan daha tehlikeli anlamlar
içermektedir. Bu Türkçe hıyanet sözü yüzünü bulandırıyor.
Bunları not ederken telaşını gizlemiyor. Gene de rüzgârlı
güvertede el sıkışarak dostça ayrılmayı başarıyorlar.
Şükrü ile Esat daha karaya çıkmadan İtalyan kararını
verdi. Bu insanları zabt-u rapt altına almak gerekirdi.
İngilizler hiç olmazsa bir gemi ile desteklemeliydiler
Kuşadası'nda İtalyanlar'ı.
Oysa “su uyur düşman uyumaz”ı bilenler çoktan
gerekeni yapmışlardı. İngiliz gemisi Yılancıburnu
açıklarında göründüğünde Mahmut Esat Müfrezesi çoktan
mevzilenmişti. Aşağıda Tabakhaneler Deresi'nden, Dağ
Mahallesi'nin Güvercin Ada'ya bakan sırtlarına, Kadınlar
Denizi'ne tırmanan keçi yoluna kadar. Heyecanla dikkat
kesilmiş bekliyorlardı. Çünkü Damat Ferit ajanlarının
kaytaklık etmek için bu gemiyle karaya çıkarılacaklarını
günler öncesinden öğrenmişlerdi. Gemi ışıklarını
söndürmüş Haziran rüzgârının yedeğinde kıyıdaki solgun
birkaç lambayı gözleyerek limana doğru hain sessizliğiyle
körfezde ilerliyordu. Nefeslerini tutanlar, elleri tetikte
bekleyenler İtalyan İşgal Komutanı'nın küçük botunun
seyrek patırtılarla İngiliz gemisine doğru yol alışını izlediler.
İşgal komutanı Kuvvacı'ların iki tümcelik iletisini
getirmişti. Kararları kesindi. ”Karaya hiçbir yolcu
çıkarılamaz. Aksi takdirde tepelenecektir.” İki gemi karanlık
denizde dalgaların sırtında inip çıkarak öylece duruyordu.
Tetiktekiler sabırsız. Küçük adanın yıkık kale burçlarında
yarasalar uçuşurken, Kervansaray'ın sivri bacalarında
kırmızı gözleriyle ötüşen baykuşların sesini dinleyerek
beklediler. Gecenin sonunda çelik kızılı bir güneş dağların
tepelerinden sıyrılmakta iken İngiliz gemisi uğursuz bir
hayalet gibi ufukta kayboldu gitti. Bu kez tetiklere
81
asılmadan kararlılıklarıyla kazanmışlardı.
Bir iki gün sonra Hasan ve Mehmet Reis'lerin Köşk
baskınının haberi geldi. Ustaca planlayıp basmışlardı
kasabayı. Can kaybı yoktu. Yunanlılar geri çekiliyorlardı.
Ama Aziziye'ye gelip dayandıklarında toparlanmışlardı.
Kuşadası'na yeniden toplarla mitralyözlerle saldırdılar.
Gülleler Arvalya topraklarına düşüyordu. GümüşdağıMoralı-Üzümlü hattınını ele geçiren Yunanlılar, İtalyan
Karakolu'nun bulunduğu Korfalı Köyü'ne girdiler. Halk iki
ateş arasında kalmıştı. Yıkık damlardan dumanlar
yükseliyor, çoluk çocuk yalın ayak başı kabak kaçışıyordu.
Günlerdir sırtları yatak yüzü görmemiş, uyku tünek
bulmamıştı gözleri. Mahmut Esat silâhlandırılmış ahalinin
kaçmayacağını düşünüyor halkın topyekün silahlandırılması gerektiğine inanıyordu.
“Kazım Bey Hazretleri'ne, Bütün kadınların ve
çocukların derhal silâhlandırılması zaruri görülmektedir.
Müfreze Kumandanı Esat”.
Telgrafın yanıtı kahredici çaresizliği ulaştırıyordu..
“Sevr anlaşması gereği mekanizmaları sökülmüş
silahlarla ateş etmek mümkün değildir.”
Öte yandan Yunan, köyleri yaka yaka geliyordu.
İtalyanlar önce kendi işgal bölgelerine giren Yunanistan'ı
protesto ettiler, sonra Kuvay-ı Milliye milislerine kendi
çıkarlarını korumak amacıyla hızla silâh, mühimmat
göndermeye giriştiler. Milisler ancak böylece ilk kez döğüşe
tutuşabilecek kadar silâha kavuştular.
İncirliova'da incirler ballanır, Davutlar'da şeftali,
Kirazlı'da vişne kiraz allanırken bu kez İngiliz donanması
geldi Kuşadası'na. Yanında Yunan Zırhlısı Averof. İtalyanlar
panikledi. Milisler direnişe devam ederlerse Yunan zırhlısı
onlara da saldırabilirdi. Kuvvacılar ellerinde ne var ne yoksa
sakladılar. Mahmut Esat adamlarını topladı. Kimi zaman
öfkeli, kimi zaman heyecanlı duygulu, tartıştılar enine
82
boyuna. Durum açıktı müfreze komutanlarının hepsi artık
savaşın ancak düzenli ordular arasında geçeceği
fikrindeydiler. Bir büyük taarruz olmadan bu üç devletin
ordusuyla baş etmek mümkün görülmüyordu.
O günlerde defterine şunları yazdı Mahmut Esat;
“Beli silâhlı girdiğim inkılâba eli kalemli hizmet etmekten
başka çarem kalmadı.”
Öyle yaptı. Artık Kuşadası'nın değil, Ankara
kalesinin uz görülü kartalları arasında bir kalpaklı kartal
olarak, bütün yurdun direnişine kavgasına, kurtuluşuna,
inkılâbın neferi olarak katılacaktı. Gelecek günler ona çok
daha yüksek burçlarda bir yer hazırlıyordu. Onun kafasında
ise bir tek sözcük vardı. Zafer…
Milletin meclisi kurtuluştan sonra bu genç hukuk
doktorunun silâhlı hizmetlerini unutmayacak onu kırmızı
yeşil şeritli istiklâl madalyasıyla Milis Yüzbaşısı olarak
ödüllendirecekti.
83
Puslu bir kış gecesi. Ocak ayı bütün şiddetiyle tipiyi
boranı getirip bozkırın ortasındaki bu ağaçsız kente
dökmekte. Ankara kalesi burçlarını Ulus'taki Meclis
binasına döndürüp kulak kabartmış… Hüseyin Avni Bey
kürsüde.
-Teşkilat-ı Esasiyye çalışmalarında temayüz etmiş
genç hukukçumuz Mahmut Esat Bey'in kuvvetler ayrılığı
prensiplerinin şimdilik uygulanmasının mümkün
olmadığına dair fikirlerine katılıyorum. Vatanı savunmak,
milletin hakkını millete vermek üzere toplanmış bu
Meclis'te kararların hızla alınması aynı hızla da icrası
gerekmektedir. Mahmut Esat Bey diyorlar ki, Dugit'nin
parlâmentarizmin uygulanması için bizim içinde
bulunduğumuz fevkalade şartlar nedeniyle hükümet ve
parlamentonun eşit tesirde prestijde olması lazım. Ben bu
görüşe katılıyorum, ancak gelsinler daha mufassal
konuşsunlar.
Hüseyin Avni Bey kürsüden inerken bağrışmalar.
"Gelsin anlatsın, bu nedir, nasıl olacak anlayalım." Sonra
alkışlar. Mahmut Esat yeniden kürsüye çıkıyor.
- Efendiler Türkler'in hâkimiyetini bütün dünyaya
karşı tecelli ettirmek için toplanan bu mecliste hiç şüphe yok
ki milli hâkimiyete darbe vuracak tek bir kişi olsun. Bizim en
büyük şerefimiz milli hareketler tarihinin büyük
mücadelesini vererek cephede döğüşen Mehmetçik
'lerimizin yanında, kendi kendini idare edemeyecek sanılan
Türklerin hâkimiyeti milliye prensibini dünyanın en medeni
milletlerine karşı ortaya koymuş olmaktır. Bu, Türkler
buraya her yan bakanın gözünü çıkarabilir demektir.
Salonda "evvel Allah" sadaları, elbette, bunun için
varız sesleri. Yozgat Mebusu Feyyaz Ali Bey, en arka sıradan
ayağa kalkıyor.
- Hakimiyet bila kaydül şart milletindir ne demek?
84
Açıklansın.
Mahmut Esat hala kürsüde.
- Hakimiyet-i Milliye demek? Milletin doğrudan
doğruya mukadderat-ı siyasiye, maliye, mülkiye idaresini
bil fiil milletin eline alması demektir. Ancak hakimiyet-i
milliyenin istismali kanunla mümkündür.
Gece sabaha evriliyor. Tartışmalar sürüyor. Tek tük
horoz sesleri soğuk tenha sokaklarda yankılanıyor. Herkes
bütün dikkatini vermiş dinliyor, soruyor… Soruyor…
Bir başka odada Mustafa Kemal, Anadolu ve Rumeli
Müdafaay-ı Hukuk grubunun ilk toplantısını yapıyor. Amaç
ülkenin bütünlüğünü ve ulusun bağımsızlığını sağlayacak
zaferi kazanmak. Mahmut Esat da toplantıda. Söz istiyor,
- Ulusal bütünlük ve bağımsızlık ancak yönetsel ve
ekonomik yaşamda terakkiperver bir cereyanla
sağlanılabilir. Bunun ana esaslarını da Türk halkının
ihtiyaçları belirler. Halkın ihtiyaçlarını esas almayan bir
terakki düşünülemez. Meclis'te muhafazakârların
bulunması tabidir, ancak bu vaziyet bize mani olamaz.
Toplantıdakiler dikkatlice dinliyorlar. Halkın
ihtiyacının gerektirdiği siyaset… Yeni yepyeni bir bakışla
bambaşka düşüncelerdi bunlar. Bu sözlerle farklı bir
dünyanın pencereleri açılıyordu. Grubun genç üyesi sık sık
yaptığı konuşmalarla herkesi etkilemişti. Onu Anadolu ve
Rumeli Müdafaayı Hukuk idare heyetine seçtiler. Mustafa
Kemal grup iç tüzüğü uyarınca oluşturulan gizli komiteye
aldı Mahmut Esat'ı. İnşası düşünülen yeni devletin
"Teşkilat-ı Esasiye" çalışmalarında bu genç hukuk
doktoruna güveniyordu.
Başı neden bu kadar ağrıyor? Pencereyi açtı derin bir
soluk aldı. Dışarıda Alp Dağları'nın rüzgârından daha ferah
bir hava. Gökyüzü ferah yüksek, güneş billur parlaklığıyla
gözleri kamaştırıyordu. Neden bu halsizlik, ağzındaki kinin
85
acısı? Birden hatırladı hiç dışarı çıkmamıştı ki. Bu odaya
kapanmış Teşkilat-ı Esasiye taslağı üzerinde çalışıyordu.
Kaç gündür? Üç beş gün, bir hafta? Beyaz gömleğinin
yenleri kararmış, pantolonu şalvara dönmüş. Önünde
izmaritlerle dolup taşmış kül tablası, ayraçlarla bölünmüş
kitaplar, şerhler, notlar. Komisyon raporları, tomarlarla
kâğıt... Bazılarını öyle acele yazmış ki kendi yazısını
okumakta zorlanıyor. En üste halk devleti diye yazmış. Bu
başlığının altında, devletin izlemesi gereken politikalar. Bir
ok çıkarmış. Merkezle bağı tümden koparmayan yerel
yönetimler. Altında bir ok daha. İdari sistem ülkenin kendi
koşullarından kaynaklanmalı. Kalın bir çizgi ile çekilmiş
okun ucunda kırmızı kalemle yazılmış bir tümce: Bilimin ve
aklın yolunda halkın zararına ait her şeyi zecri olarak
yıkmak. Devletin halkın hizmetinde olması. Bu son tümce
çerçeve içine alınmış...
Bir başka kağıdı çekti aldı. Başlık Halk devletinin
izlemesi gereken politikalar. Üç ayrı ok çıkarmış. Halk
Devletinde Eğitim. Parantez içinde kızlar, öğretmenler,
köylüler. Halk Devletinin adalet Politikası. Gene bir
parantezin içine yazmış. Mesarif-i Mahkeme kalkmalı,
sorgu hakimliği ihdası, adalet hizmeti halkın ayağına
gelmeli. Üçüncü okun ucunda halk devletinin mali
politikası. Parantez içinde aşar ve mültezime son, say
sahiplerinin gözetilmesi, halkın ihtiyacı için sarf.
Bu böylece devam edip gidiyordu. Kocaman bir
tomar bu düşüncelerin ayrıntılarıyla doldurulmuştu. Dalgın
gözlerle üstünkörü baktı. Akları kanlanmış, gözlerine
yumruklarını gömerek ağır ağır bastırırken kapı açıldı. Kapı
vurulmadı mı, yoksa içi geçiverdi de ondan mı duymadı?
Saruhan Mebusu dudaklarında zarif gülüşü, elinde
gümüş bastonuyla onu seyrediyordu.
- Buyurun Beyefendi, kusura bakmayınız ortalık pek
toz duman.
86
- Aman efendim ne haddimize? Biz size sitem
etmeye geldik.
Nasıl, bir kusur mu ettik bilmeden?
- Ah azizim, olmadı olmadı. İşittik ki zatınıza hem
maarif hem adalet vekilliği ayrı ayrı teklif edilmiş de her
ikisini de kabul etmemişsiniz.
Masanın önünde kucaklaştılar. Oturdular karşılıklı.
Kahveler geldi.
- Haklısınız. Kemal Paşa önce Maarif Vekâleti için
teklifte bulundular. Ama takdir edersiniz ki bu ihtisas işidir.
Mütehassıs olunmayan konuda başarılı olunamaz.
Adliyenin ise bu köhne mevzuat ile idare edilmesi mümkün
değildir. Önce bir hukuk inkılâbına mecburuz. Bütün
kanunlarımız medeni ve müterakki devletlerin yasaları
tetkik edilerek yeniden yazılmalı.
- Kendileri ne buyurdular?
- Bütün kanunları yeniden yapsak bile bunları
uygulayacak hâkimleri nereden bulacağımı sordular.
- Siz ne dediniz?
Mahmut Esat sanki o anı yeniden yaşıyor gibi,
gözleri çakmaklanarak hayalindeki ışıklı geleceğe gözlerini
çevirdi, yumruklarını sıktı.
- Onları da yetiştireceğim Paşam, dedim. Size bir şey
söyleyeyim mi Şevket Bey, hukuk düzeni bir otomobilin
kaportası gibidir. Hâkimlerle savcılar da motoru. Kaporta ne
kadar yeni olursa olsun motor yenilenmedikçe olmaz. Bu
nedenle inkılâbın ruhuna uygun, inkılâbın bekçileri olan
yargıçları da yetiştirmeliyiz. Yeni okullar açacağız.
Devrimin ruhu, devrimcileri yetiştirmeye muktedirdir.
Saruhan Mebusu Refik Şevket, karşısında heyecanla
titreyerek konuşan bu coşkulu adamı dikkatle dinliyordu. O
da heyecanlanmıştı ayağa kalktı. Ellerini omuzlarına koydu,
gözlerinin taa içine bakarak,
- Siz bunu da başarırsınız Mahmut Bey dedi,
87
yüzünde geleceğe umutla, güvenle bakan insanların mutlu
ışımasıyla vedalaşmadan kapıya yöneldi.
Mahmut Esat bir süre yarı açık kapıdan, çıkıp
gidenin ayak seslerini dinledi. Sonra Mustafa Kemalin
kendisini beklediğini hatırladı telaşlandı. Pencereyi kapattı,
notları yazıları kitapları öylece bıraktı. Çıkacakken döndü
küllüğü döktü.
Merdivenlerde adını anımsayamadığı biri ellerine
sarıldı.
- Beyefendi bahusus bir gayretiniz için sizi tebrike
geldim. Hürriyet kahramanı Resneli Niyazi Bey'in eşi iki
çocuğu ve kız kardeşi sizin himmetinizle kifayet edecek bir
maaşa kavuşmuşlar.
Birkaç gün önce mecliste nasıl baş edilmez bir
öfkeyle konuşmuşsa ayni öfke gelip yerleşiverdi Mahmut
Esat'ın içine. Geniş alnındaki o tek damar birden kabardı.
Bu İstanbul Harb Divanı kararını onlara yedirmek
gerekir. Bir kahramanın yetimlerinin talebini reddederek
açlığa mahkûm etmek! Vicdan gerek beyefendi vicdan!
Şimdi bir himmet varsa o bize değil, hâkimiyeti milliye tacı
giydirilmiş millete aittir. Ve bizden önce hürriyet kavgasına
atılmış olanlarındır.
Sesinin yüksekliği uyardı kendisini. Sustu. Adam
nezaketle kenara çekildi. Tokalaştılar, Mahmut Esat telaşla
merdivenleri indi. Hala öfkeliydi, dışarı çıktığında bir an
durdu, düşünmeye çalışıyordu. Karaoğlan Semti'ndeki
küçük evine gitmeden önce Öğretmen Okuluna
uğramalıydı...
Öğretmen Okulu artık millet meclisi üyelerinin
yatakhanesi olmuştu. Yurdun dört bir yanından gelenler
burada yatıp kalkıyor, hatta ortak kotardıkları karavanayı
burada bölüşüyorlardı. Kimi zaman müzakereler nedeniyle
uyumaya vakit bulamazlar, yataklar öylece günlerce
bozulmadan kalırdı. Ailelerini getirebilenler birer ikişer
88
bulabildikleri evlere, Dışkapı'nın, Hoşdere'nin, Samanpazarı'nın eski evlerine, iyi kötü demeden yerleşiyorlardı.
Ailelerine kavuşanlar birkaç gün içinde derbederlikten
kurtulur, ütülü pantolonlara, temiz gömleklere, aile
hayatıyla birlikte mesut bir çehreye de kavuşurlardı. Kendisi
ne yapacaktı? Bütün hayatı ancak uyumak veya üst baş
değiştirmek için uğradığı bekâr hanesinde mi geçecekti? Kız
kardeşi Süreyya'yı hatırladı. Ebelik eğitimi almak için bin
bir zorlukla ikna edebildikleri babalarının Lozan'a
gönderdiği, gepegenç orada toprağa verdiği zavallı
Süreyya'yı. Hayatta olsaydı ağabeyini asla yalnız
bırakmazdı. Özlemle, acıyla iç geçirdi. Hele bir bakalım.
Belki talih yüzüme güler, gönlüme göre bir eş nasip olur.
Şöyle akıllı güzel, tahsilli bir eş olmalı. Gerçek bir hayat
arkadaşı. Annesi Nakiye Hanım'ın sözleri kulaklarında
çınladı. ”Senin gazabının merhametten olduğunu anlayacak
biri.”
Pantolonunu aceleyle değiştirdi. Yeni gömlek kravat.
Tüh cigara bitmiş. Neyse ötedeki tütüncüden... Merdivenleri
iner inmez alt salonda bir iki vekil önünü kesti.
-Mahmut Bey, bu Londra konferansındaki
mütarekenin mahiyetini pek anlayamadık.
- Mecliste bir izahat lütfederseniz...
-Hakkı âliniz var. Bendeniz de az sonra emirleri
üzerine bu konuda Kemal Paşa'ya ulaşacağım. Sanırım
vaziyet bir iki gün içerisinde netleşecektir.
Vekiller bir birlerinin yüzüne baktılar sonra,
- Uğur ola Esat Bey, dediler.
Gözlerinde korkulu bir telaş, aman ha bunca çaba
İngiliz oyununa gelmeye! Gerçi Sevr Kasabası'nın porselen
fabrikasında imzalanan paçavrayı padişahın başkanlığındaki saltanat şurası onaylayınca bunu tanımadığımızı ilan
ettik. Sağ olsun vatan evladı Kazım Paşa, imzalayanlar vatan
hainidir bunu oylarınıza sunuyorum diyerek meclis
89
kararıyla hainliklerini tescil ettik amma, bu İngilizin kırk
oyunu vardır kırkı da bizim üzerimize...
İçerisi göz gözü görmez sigara dumanı. Küçük odada
ayak basacak yer yok. Kemal Paşa elinde sade kahve fincanı,
bol kollu ak mintan, bordo avcı yeleğinin düğmeleri baştan
aşağı ilikli. Kâh kalkıp geziniyor kâh oturuyor. Tane tane
sözcüklerin hakkını vererek, adeta söyledikleri iyice
kavranılsın diye dinleyenleri gözbebeklerinden yakalayarak
konuşuyor.
-Malumlarınız olduğu veçhile, Türkiye Büyük
Millet Meclisi ordusu Konya, Adapazarı, Dersim başta
olmak üzere irili ufaklı birçok isyanı maharetle bastırdı.
Doğuda Ermeniler'in işgal ettikleri vatan parçası topraklar,
askerlerimizin gayretleriyle kurtarıldı. Gümrü barışı
imzalandı. Ancak Yunan saldırısı karşısında Sakarya'nın
doğusuna çekilmek zorunda kaldık. Şimdi zayıf da olsa bir
ihtimal var. Yunanlılarla savaşmadan barışı bizim
koşullarımızla belki sağlayabiliriz. Her vakit söylerim vatan
tehlikeye düşmedikçe savaş bir cinayettir. Biz askerler bunu
yaşayarak öğrendik. Şimdi bir barış ümidi doğar gibi oldu.
Fransa Cumhurbaşkanı önemli bir açıklama yaptı. İzmir
Yunanistan da kaldığı sürece kalıcı bir barış yapılamayacağını beyan etti. Bunda Sovyetler'le kurduğumuz dostane
ilişkilerinin müessir olduğu bellidir. Şimdi Şubatın yirmi
birinde Londra'da bir konferans toplama eğilimindeler.
Sustu. Arkalardan birini eliyle çağırarak seslendi.
- Gel Mahmut gel, şöyle gel.
-Sağolun Paşam. Müsade buyurursanız ben şunu
belirtmek istiyorum. Bağlaşık devletler bu konferansa hem
İstanbul Hükümeti'ni hem de Türkiye Büyük Millet Meclisi
Hükümeti'ni çağırmalarının maksatlı olduğu açıktır.
Milletin yegane temsilcisinin meclisimiz olduğunu
perdeleyen bu davet kabul edilemez. Türkiye'yi temsil
90
edecek biricik güç ulus iradesine dayanan Ankara
Hükümeti'dir.
Oturanlardan bazıları da ayağa kalktılar. Gözler
Mahmut Esat'a çevrilmişti.
- Elbette; doğru söylüyor.
Kemal Paşa yerine oturdu. Düğmelerinin bir ikisini
çözdü. Arkasına yaslandı.
- Efendiler, dedi. O zaman bu kararımızı meclis
iradesi olarak kendilerine bildirelim.
Adana Mebhusu Zekai Bey söz aldı.
- Bir murahhas heyet teşkil edilecekse bu heyet işgal
altındaki illerden olmalı.
Trabzon Mebusu Hüsrev Bey,
- Ayrıca mutlaka yabancı dil bilmeli ve evvela
mandacı olmamalı.
Karesi Mebusu Vehbi,
- Benim korkum saflığımızdandır. Bizler tecrübesizliğimizden zarar görebiliriz. Bu nedenle gidecek kişi cin
fikirli uyanık olmalı. İngilizin oyunbazlığını anında sezip
bilmeli.
Meclis toplantısı başlamak üzereydi. Kalabalık hep
birlikte odadan çıkarak toplantı salonuna yöneldi.
91
Brindizi şubat ortasında bir bahar yaşıyordu. Birinci
savaşın dehşeti uçup gitmiş gibi; akordeon, mandolin
sesleriyle neşeli şarkıların dışarı taştığı güneşli tavernalarda,
şen kahkahalar, şarap, dans... Ama onların ne tavernaları, ne
şarkıları görüp işitecek halleri var. İzmir Mebusu Yunus
Nadi ile hariciye müsteşarları Münir, Rauf Ruşen beylerin
ard arda yaktıkları sigaraları sessizce izleyerek bungun
bekleşiyorlar. Mahmut Esat resmi çağrı gelmeden Londra'ya
hareket edilmemesi gerektiğini herkese kabul ettirdi. Bu
nedenle en çok o bunalıyor. Şimdi yukarda telefon başında.
Zaman hızla geçiyor. Otelin alt salonundan gittikçe
tenhalaşan limanı seyrediyorlar. Vakit gece yarısını geçti.
Ortalıkta onlardan başka kimse kalmadı. Umutlar kırılmak
üzere. Barış için bu bir fırsattır, çağrı gelmese de Londra'ya
gidilmeli diyenler seslerini biraz daha yükselterek
yineliyorlar düşüncelerini. Ötekiler şiddetle itiraz ediyorlar.
Hayır, sonuna kadar direnmeliyiz. Yeniden geçmez dakikalar, bitmez saatler, günler…
Direnenler, uzun bir gecenin sonunda sabaha karşı
kazanıyorlar. Konferans başkanlığının Anadolu heyetine
resmi çağrısı ellerine ulaşıyor. Umutlar yeniden
yapraklanmakta. Şimdi bir an önce Londra'ya ulaşılmalı.
Hemen Ankara'ya bir telgraf, Ankara Hükümetinin resmen
çağrıldığı bildirilmeli.
Saint James Sarayı'nın soğuk bir ışıkla parlayan
yüksek tavanlı koridorları. İçine girende yok oluş hissi
uyandıran, insanı hiçleyen gotik yapının çatısı altında Loyd
George oturumu açıyor. Konuşmalar hayli tumturaklı, ama
fikirler aydınlık değil. Asıl amaçlar bir türlü açıkca ortaya
konulmuyor. Görüşmeler ilerledikce anlaşılıyor, bu
konferans ustaca düzenlenilmiş bir manevradan ibaret.
Ankara delegelerinin hepsi öfkeli, kırgınlar. Sonunda Bekir
Sami Bey görüşmelere ara verilmesini resmen talep ediyor.
92
Mahmut Esat o gün Ankara'ya şifreli bir telgraf çekiyor.
“Misak-ı Milli şartlarımız onlara her zamankinden
çok daha güçlü bir Türkiye ile karşı karşıya kalacaklarını
anlatmaya yetmiştir. Amaçları Türk limanlarını bir koloni
haline getirmektir. Bu durumunda konferansın barışı
kurmaya yönelik bir karar alması beklenilemez.”
İsmet Paşa endişeli gözlerle Mustafa Kemal'i
süzüyor. Güneş doğmak üzere. Özlü bol tohumlar yatağı
Ankara bozkırı yeşillenen yavşanlarıyla lâcivert bir sabaha
uyanıyor. Paşalar susarak bekliyorlar. Kemal Paşa elinde
telgraf, ayakta, ağaran bozkırı seyrediyor. Sonra yüzünde
keder, yavaşça dönüyor çetin bir yolculuğa çıkacak
yolcunun kararlı gözleriyle, paşalara tek tek bakıyor, derin
bir soluk alıyor,
-Olmayacak arkadaşlar diyor. Bütün ümitler ne yazık
ki heba oldu. Biz de bu düğümü Gordion gibi ancak kılıçla
çözeceğiz. Savaşmadan olmayacak. Ne yazık ki hakikat
böyle!
İkisi de elle tutulur bir hüzünle sabahın ilk ışıklarını
bekleyen lâcivert hareli Ankara tepelerine bakıyorlar. Top
atışlarının gürlemesi, mitralyözlerin takırtıları, bombaların
sesi kulaklarında, kopan ellerin ayakların parçalanan
gövdelerin ve vahşî bir hayvanın açılmış ağzından fışkıran
oluk oluk kanın görüntüleri gözlerinin önünde. İşte bir kez
daha dalacaklar o cehenneme. İstiklali tam için…
93
Meclis
kürsüsüne muhalif mebhusların biri inip
öteki çıkıyor. On beş gün süren Kütahya, Eskişehir
muhaberelerinde Yunan ordusu bu iki ili ele geçirdi. Ve
şimdi Loyd George Yunanlılar'ın daha geniş çapta
desteklenmesi gerektiğini söylüyor. Yunanlıların artık bir
tek amaçları var. Ankara'yı da ele geçirmek… Meclis'te gizli
oturum. Fevzi Paşa konuşuyor.
-Muzaffer olamadık fakat muvaffak olduk. Ama
heyet-i vekilenin tedbiren Kayseriye çekilmesi gerekir.
Hava birden elektrikleniyor. Karşılıklı sataşmalar.
Müdafaayı Milliye görevini yapamadı. Hayır yaptı. Milli
Müdafaa heyetleri cansiperane çalıştı fakat casuslar, ajanlar
cephe gerisinde etkili oluyorlar. Kese kese altın geliyor
İngilizden. Asker kaçakları vurulmalı. Hayır Hıyanet-i
Vataniyye ve İstiklal Mahkemeleri…
Arka sıralardan beyaz sakalları göğsünü örten, başı
sarıklı, omuzu poşili yaşlı bir mebus ayağa kalkıyor.
Başkandan söz istiyor.
- Buyur Diap Ağa
Yaşlı adam ağır ağır kürsüye çıkıyor. Yüzünün
solgunluğunda gözlerinin ateşi parlıyor. Uzun parmaklı
kocaman kuru elleriyle kürsünün iki yanını sıkıca kavrıyor.
- Benim siyasete aklım ermez. Beni buraya salarken
bana dediler ki; aman orada kendine dikkat et, dönme,
kanma. Ben de onlara dedim ki siz sütseniz ben de sizin
kaymağınızam. Eğer siz kokmazsanız men bozulmazem.
Burada paşalar var, okumuşlar var. Menim sözüm şudur. Süt
kokmamıştır. Anaların memelerinde bebelerin ağzında
bembeyaz dupdurudur. Biz buraya dövüşmeğe mi geldik,
kaçıp saklanmağa mı?
Diap Ağa'nın sesi ortalığı çınlatıyordu. Öfkeyle
kürsüden indi, kimsenin yüzüne bakmadan yürüdü yerine
gitti. Önce kısa bir sessizlik, sonra alkışlar bravo sesleri.
94
Muhalifler bir birlerine endişeyle bakıyorlar. Manda
yönetimi benimseniverse her şey hallolacaktı. Ama artık
umut yok. Mebuslar Ankara'nın dışına tek bir adım atmak
istemiyorlar. Meclis dört gün aralıksız toplantı kararı alıyor.
Polatlı'dan Yunan toplarının sesleri geliyor. Edirne Mebusu
Şeref Bey o top sesleri arasında söz alıyor. Mebuslardan
oluşan bir heyet cepheye meclisin selamını götürmek üzere
derhal hareket etmelidir. Aynı gün bir başka öneriyi Fevzi
Paşa veriyor. Konya, Kastamonu, Samsun'da İstiklal
Mahkemeleri kurulmalıdır. Öneriler hızla ard arda oylanıyor
onaylanıyor. Mahmut Esat iki göreve de ayrı ayrı öneriliyor.
En çok oy alanlardan biri de o. Demek önce cepheye
gidilecek, sonra Kastamonu İstiklal Mahkemesine.
Birkaç gün sonra Mahmut Esat'ın telgrafları
cepheden Meclis'e gelmeye başladı.
“Kara günlerin ancak kanla silinerek barışa
ulaşılacağını bilen, düşmana son darbeyi indirmenin güçlü
imanı içindeki milletin eli silâhlı aksamı, sarsılmaz
inancıyla meclisin üzerine düşeni yapmasını bekliyor.”
Telgraflar meclise yağmur gibi yağıyordu. Ordunun
askere ihtiyacı vardı. Askerin her şeye. Yürüyüşten dönen
askerlerin çoğu yalın ayaktı. Esat cephede yalın ayak talim
yapan eratı görünce, meclis kürsüsünden haykırarak çarık
istemediği için utandı. Elbise, tütün, sigara kâğıdına bile
ihtiyaç vardı. Ve de aylardır askerin alamadığı maaşları...
Telgraflar merhametin gazabını iletiyordu. Muhaliflerle
mandacılar birleştiler. Bu orduyla hiçbir zafer
kazanılamazdı. Yenilmeye mahkûm bu ordunun
başkomutanı o olmalıydı. Kemal Paşa. Böylece bir taşla iki
kuşu birden vurmuş olacaklardı. Milliciler daha da
kararlıydılar, tek bir yumruk gibi sıkılmış birleşmişlerdi. Bu
orduyu zafere yeryüzünde bir tek kişi götürebilirdi; Mustafa
Kemal Paşa. Oylama yapıldı. On üç red, yüz altmış dokuz
kabul!..
95
Mahmut Esat, gazete yazılarıyla tanrıya
haykırıyordu.
”Türk milletini bu cehennemi gecelerin sabahına
kavuştur. Hürriyet ve İstiklal için dövüşen Türk milletinin
dumanlı dağ başlarında kalmış kimsesiz kadınlarına
öksüzlerine acı...”
”Mazlumlar adına Asya'nın zülüm dünyasına bayrak
açan ey milletim. Senin davan tanrı ve vicdan davasıdır.
Çünkü sen hürriyet ve istiklâl istiyorsun. Tahkir edilen
yurdumuzun derin dertleri bize kanlı gözyaşları döktürürken
inanalım ki, cephelerde dimdik duran altın ordunun garbî
Asya kolunu teşkil eden Mehmetçikler bu büyük davayı
mutlaka kazanacaktır.”
Bütün Anadolu gözlerini Ankara'ya çevirmiş
göklerden bir ışık, kuş kanadından bir muştu beklemede.
İşte nihayet şimdi büyük kentlerin meydanlarında
caddelerinde, Ulus'ta, Taksim'de, Kordon'da gazeteci
çocukların sesinden bir zafer müjdesi. “Yazıyor… Yazıyor,
Sakarya'nın doğusunda tek bir Yunan askerinin kalmadığını
yazıyor!”
Bu sese önce Fransa kulak kabarttı. Loyd George
kendi parlementosuna bile Türklerin barbarlığını kabul
ettirememişken Fransa artık daha fazla direnemezdi. Ankara
ahitnamesi derhal imzalanmalıydı. Bu ahitname ile Türkiye
Büyük Millet Meclisi'nin isteklerini ilk kez bağlaşık
devletlerden Fransa kabul etmiş oluyordu. İçerde ise
muhalif cephede siyasi olarak bir gedik açılmıştı. Bu gedik
telaşlandırdı Avrupa'yı. Paris'te toplandılar. Atina, İstanbul
ve Ankara'ya mütarekenin içeriğini bildirerek silah
bırakışmasına çağırdılar.
Mahmut Esat'ın yüreği her zamankinden daha
tedirgin şimdi. Bunun bir başka oyun olmasından kuşkulu.
- Paşam izin verirseniz ben bu yakın şark sözünün
Misak-ı Milliyi kapsamadığını söylemek istiyorum. Bunun
96
ötesinde iki yıldan beri Türkiye'nin yaralı bağrında ve
insanlığın önünde irtikâp olunan bunca faciaların,
uluslararası hukukun önünde dökülen bunca masum kanın,
hakiki faili ve müteşebbisi olan Avrupa'nın bu diplomasi
girişimini inandırıcı da bulmuyorum.
- Merak etme Mahmut biz Anadolu ve Trakya
tamamen temizleninceye kadar silahlarımızı duvara
asmayacağız.
Birkaç gün sonra genç bir mebus kürsüde.
-Yunanistan'ın mütarekeyi derhal kabulü gösteriyor
ki zaman kazanma telaşındalar; toplanmak, kuvvet
toplamak ve saldırmak için.
Mahmut Esat yanında oturan Denizli Mebusu Yusuf
Bey'in kulağına eğildi.
-Türk köylüsü Yunanlı'yı saçlarından tutarak
Akdeniz'de boğmadıkca Avrupa'yı ikna edemeyiz. Misak-ı
Milli'yi kabul edecek kadar sıkışmadılar daha. İstekleri
kapitülâsyonlar. Musul ve Trakya'da bir Yunanistan.
Yusuf Bey yaşlı elleriyle onun genç parmaklarını
tutarak kahverengi parlak gözlerinin içine, sevgi şefkatle
minnetle bakıyordu.
- Kurtulacağız Mahmut Bey. Siz gençlerin imanı,
ordumuzun gücü ve aziz milletimizin gayretiyle, hem
vatanımızı hem milletimizi kurtaracağız.
Kürsüdeki genç mebus kararlılıkla, heyecanla
konuşmaya devam ediyordu.
- Onlar kendiliklerinden çıkıp gidecek değillerdir.
Yunan'ın ve onun arkasındakilerin oyununa düşmeden
savaşmayı sürdürmeliyiz.
Genç hatip kürsüden alkışlarla inerken onlar, Yusuf
Bey'le Mahmut Esat salondan kol kola umutla çıktılar.
97
Gündoğdu Meydanı'na yakın otelin yarı karanlık
odasında uyandı. Göz ucuyla saate baktı. Bu baş ağrıları.
Günlerdir öksürüyordu. Cigara nerede? Şu mereti
bırakamadı gitti. Kapının altından atılan gazeteyi aldı açtı.
Başyazıya göz attı.
“Rauf Bey başkanlığında kurulan İcra Vekilleri
Heyeti'nde Mahmut Bey gibi kıymettar bir mütehassıs,
müstahsil köylünün candan bir aşıkını, iktisadiyatın başında
bulundurmakla ne kadar iftihar etsek yeridir.”
İzmirli'ler hemşehrileri, yeni İktisat Vekili'ni
günlerden beri coşkuyla kutluyorlardı. Deniz Palas Oteli'nin
ahşap beyaz panjurlarını açtı. Ege'nin kız gülüşü rüzgârı
yanaklarını okşadı. Uzakta Karşıyaka, öte yanda Kokaryalı
sabah pusu içinde. İzmir sıcak temmuz günlerinden birine
hazırlanıyordu. Gülümseyerek keyifle gerindi. Hemen bir
sütlü kahve içip çıkması gerekiyordu. Evrak çantasından
dökülen kâğıtları topladı, zile bastı.
Deniz Palas'a birkaç dakika uzaklıkta Göztepe'de, iki
katlı taş bir evde, İzmir Amerikan Koleji'nin son sınıf
öğrencileri toplanmışlardı. Denize açılan yüksek
pencerelerin içleri kocaman porselen vazolarda mis
zambakları, şebboylarla dolu. Kapının önündeki manolyada
neredeyse yapraktan çok çiçek var bu yıl. Bu uçuk pembe
çiçekleri çok sever Feheda. Bu yüzden bu bahar da
budanamadı manolya.
- Haydi kızlar bardaklarınızı kaldırın. Feheda'nın
istikbaline, Feheda'ya.
Açık camlardan giren rüzgâr bordo bej çizgili saten
perdeleri, kızların saçlarını uçuşturuyor, masanın pembe
örtüsünü havalandırıyor. Feheda bu gün on sekizine basıyor,
özgürlüğün yaşı. İki kapılı hanının aralanan kapısından genç
ömürlere dolan o parlak yansıma. Kızların bardakları; içine
gizlice votka karıştırılmış vişne suyu bardakları, hala
98
yukarda. Lacivert puanlı elbisesinin yakasını düzeltiyor,
işaret parmağının sırtıyla kanatları çekik ince burnunun
ucunu kaldırıyor. Kızlar anlıyorlar, o utanınca yapar bunu.
Şakaklarına kadar uzanan ince kaşları üzerinde koyu kızıl
bukleleri titriyor. Sincap gözlerinde mutluluk.
Arkadaşlarının yüzlerine tek tek bakıyor.
- Kızlar söz veriyoruz değil mi? Bu dostluğumuz her
zaman baki kalacak…
Arkadaşları "elbette, elbette" diye bağrışıyorlar.
Hayatın onlara neler hazırladığından habersiz. Armağan
paketleri köşedeki berjerin üzerinde açılmayı bekliyor.
Fildişi bir tarak, bir küçük şişe Chat dö noire, üzeri incilerle
süslü küçük mavi cüzdan. Ne hoş! Ah Charles Dickens İki
Şehrin Hikâyesi bu. Geçen seneki Londra baskısı. Her bir
paketin açılışında küçük çığlıklar el çırpmalar. Parlak
kâğıtlar ince kurdeleler yerlerde. Feheda piyanosunun
önüne oturuyor. O da arkadaşları için bir armağan çalacak
şimdi. Önce bir serenat...
Bu büyük ev Menekşeli Zadelerin evi. Doktor Hüsnü
Bey uzun zamandır ailesiyle birlikte burada oturuyor.
Namazgâhtaki Yunan cephaneliği patladığında, bunu
Doktorun yaptığı, bu yüzden adalara kaçtığı söylentisi
kulaktan kulağa dolaşmıştı. Gerçekten de o günlerde
Menekşelizade Hüsnü, bir vakit ortadan kaybolmuştu. Ama
nasıl olduysa oldu ansızın çıktı geldi. Muayenehanesinde
hastalarına bakmaya devam etti.
Onun hastaları yalnızca muayene olmak için
gelmezler İkinci Beyler'deki bu kitaplarla dolu daireye.
Amaç söyleşmek, görüşmek, danışmak, belleği bilgiyi
tazelemektir biraz da. Bilge adamdır doktor. Menekşeli Zade
demek, şefkat sevgi, anlayış, ileri görüş, hoş görü demektir.
Menekşelizade demek bu uysal adamın beklenilmeyen
cephane infilakları demektir. Geniş masasında her zaman Le
Monde, Daly Thelegraf gazeteleri, Gökalp'in mecmuaları,
99
bilhassa Tevfik Fikret'in şiir kitaplarıyla doludur. Şeyh
Galip'den, Sadi'den beyitler okur. Son zamanlarda Rus
bestecilere merak sardı. Ama göz bebeği Şirazi'nin
sözleriyle bezeli Itri'nin nevâkârıdır.
Feheda serenadın son notalarına basarken
düşünüyor. Fındıkkıran'dan bir dans mı çalsa? Onun genç
kız kalbi her zaman Chopin'den yana. Bir prelüdün ilk
seslerine kayıveriyor parmakları. Sonra bir başkası. Artık
kendisi için çalıyor. Babasının antrede ayak üstü kendisini
dinlediğini bilmeden. Babanın yüzünde kırık bir sevinç.
"Yarabbi diyor bu memleketi, bizleri tez elden aydınlığa
çıkar. Ordumuza güç ver, bize zaferler nasib et." Fesini
düzeltiyor usulca kapıyı çekip bahçeye iniyor. Fayton hazır,
atlıyor.
Feheda o akşam alt taşlıktaki etajerin üzerinde Yeni
Gün Gazetesi'ni gördü. Mahmut'un sabah otelde okuduğu
İzmir Gazetesi'nin alıntıladığı baş yazıya çabucak göz attı.
“... İktisat vekili olarak bu ağır ve şerefli vazife
nedeniyle kendilerini tebrik ediyoruz. İnkilabın iktisat
cephesini tahkim etmesini diliyoruz.”
- Feheda ne yapıyorsun?
Annesi bu. Yatak odasından sesleniyor.
-Yeni Gün'e bakıyorum. Kuşadalı Mahmut Bey
İktisat vekili olmuş.
- Kızım bırak şimdi gazeteyi. Git giyin misafirler az
sonra gelecekler.
Feheda'nın neşesi kaçtı. İçi karardı. Eğer düşündüğü
gibiyse, yani bu ziyaret örtülü bir görücülükse derhal fikrini
açıklamalıydı. Annesiyle hemen konuşsa mı? Yok canım ya
öyle değilse, gülünç olur. O Avrupa'ya gidip orada tahsiline
devam etmek istiyor. Piyano hocası musikiye yönelmelisin
fevkalâde kabiliyetin var diyor. Her neyse bu akşam belli
olur her şey. Sandığı gibiyse o vakit konuşur annesiyle.
Annesiyle konuştu, annesi de babasıyla. Kız
100
evlenmek değil piyano çalmak, virtüöz olmak istiyordu.
Doktor Hüsnü Bey gene de kestirip atmadı. Görücüler
umutla ayrıldılar taş evden. Acele iş yapmayı sevmez Hüsnü
Bey. İyice düşünür taşınır, karar verince de kimse onu
caydıramaz fikrinden. Böyledir.
“Misafirler” birkaç kez daha gelip gittiler. Oğulları
tahsilliydi. Dış satım işiyle uğraşıyorlardı. Feheda'yı görmüş
pek beğenmişti. Münasip görülürse hemen bir nişan,
ardından gecikmeden düğün yapılabilirdi.
O sabah doktor evden çıkarken kızının uzattığı
bastonu aldı yanağını okşadı, muzipçe göz kırptı.
- Eee ne diyorsun bakalım?
Feheda'nın yüzü ateşler içinde, gözlerini indirdi
sustu. Babası küçük çenesinden tuttu kaldırdı.
-Bana sorarsan acele etme. İyice düşün. Reddedeceksen de öyle et. Haydi allahaısmarladık. Annene söyle
akşama misafir var. Kaç kişi mi? Dört beş falan. Belki
yemeğe kalmazlar ama siz yine de hazırlıklı olun.
Babası çıktı gitti. Feheda taşlıkta kaldı. Gerçekten
acele mi ediyordu? Kapani'lerin küçük kızı tanıyormuş, hoş
adam, fevkalâde romantik diyor. Öff o Avrupa'ya gitmek
istiyor. Çok çalışırsa virtüöz bile olabilir. Neden olmasın?
Piyano hocası...
- Fehedaa
- Geliyorum anne.
Evde her günkü sabah telaşı.
- Sütçüye söyle bu gün yoğurt bıraksın.
- Peki gelince söylerim.
İçinde bir sıkıntı.
Eski Frank Sokağı'nın az berisindeki binanın önünde
büyük bir kalabalık var. İzmirliler bir birlerinin omzundan
uzanarak içerdeki konuşmayı duymaya çalışıyorlar. Genç
İktisat Bakanı konuşuyor.
101
-Sevgili Hemşehrilerim! Bağımsızlık savaşımız
sürüyor. Bu savaşı kazanmanın şartı ekonomidir. Halkçılığı
ve halk efendiliğini temel alan halk iktisâdiyatı dönemi
başlamıştır. Köylülerimiz, işçilerimiz çiftçilerimiz sayları,
emekleri ile büyük bir tarih vücuda getirmişlerdir. Bu günkü
muazzam istiklal cidalini de silahla olduğu kadar sabanı,
öğendiresi, tezgahı çekici çivisi ile başaracaktır… Say ve
tabiat kaynaklarımız müttefiken harekete geçirilecektir.
Halk iktisadiyatı ve fikriyatı halk devletinin, gerçek
milliyetçiliğin temelidir.
Sık sık yaşa varol, sesleriyle kesilen konuşması
salonda ilgiyi, heyecanı arttırıyor, dışarıda kapının önünde
yığılan kalabalık ayakta da olsa bir yer bulabilmek
umuduyla içeriye hücum ediyordu. Tam olarak
işitemedikleri son sözleri coşkuyla alkışladılar. Hava
kararıyordu. Valinin otomobili toplantı salonunun önüne
yanaştı. Mahmut Esat tam otomobile binecekken durdu.
Dikkatle bakıyordu. İleride kısa sakalının çevrelediği dingin
yüzüyle kendisine hayranlıkla, sevgiyle bakan Doktor
Hüsnü'yü gördü. Birbirlerine doğru yürüdüler. Ortak
ideallere birlikte yürümekte olan yoldaşların kararlılığıyla el
sıkıştılar.
-Tebrik ederim Mahmut Bey, bunlar memleketin
ihtiyacı olan inkılâpçı fikirler, sizi candan tebrik ederiz.
- Doktor Bey şimdi vilâyete bir toplantıya gidiyoruz,
size yemeğe biraz gecikebiliriz kusura bakmayınız.
-Aman efendim ne beis var. Rica ederim. Siz
müsterih olunuz.
- Tekrar el sıkıştılar. Otomobil kalabalığın arasından
kaydı gitti.
Büyük avizenin dökülen ışıkları altında özenle
hazırlanmış yuvarlak masanın etrafına oturmuşlardı. Vali
Beyle eşi, Mahmut Esat, bir yakın akrabası yaşlı hanım,
102
Doktor Hüsnüyle karısı. Salonun orta bölmesinin cam kapısı
örtülmüştü. Gümüşlerin, kristallerin, karafakilerin titrek
yansımaları arasında narin bir gölge bu camların ardında
arada bir görünüp kayboluyordu. Vali ısrarla konuşmayı
sürdürüyordu.
- Kemal Paşa baş komutanlığı bırakmalı. Mutlaka
bırakmalı. Ama Çerkes'i de anlamak mümkün değil. Adam
Kuvay-ı Seyyare olarak büyük yararlılıklar gösterdi, şimdi
bu isyan…
Doktor Vali'nin sözünü kesiyor.
- Ama efendim düzenli bir ordu olmadan nasıl olacak
bu iş.
-Elbette söküp atmak için büyük bir taarruz gerek
lâkin benim endişem..
Gece ilerliyor. Mahmut yorgun, suskun. Cam
bölmenin arkasındaki narin gölgeyi izliyor. Yüzünde belli
belirsiz bir gülüş. Bu o olmalı. Kapıdan girerken annesinin
arkasında kocaman açılmış iri ceylan gözleriyle ona bakan,
küçük elini bir lahza hafifçe tutup sıktığı, doktorun ürkek
kızı. Bardağını cam kapının parlak yüzeyinde oynaşan
kristal ışıklara hafifçe kaldırıyor ve bir dikişte içiyor.
Kararını verdi bile. Bu işi halledecek. İzmir'den ayrılmadan
önce.
Halası telaşlanıvermişti birden,
- Aman evlâdım diyor, sanırım onlar söz kesmek
üzereler. Belki de söz kesildi bile.
- Olsun efendim ne çıkar? Siz gidip bir kez
görüşünüz.
- Ah seni seni. Gördün kızı pek beğendin değil mi?
Mahmut Esat küçük bir çocuk gibi başını eğiyor.
Muasır medeniyete aşina genç bir hanım. Düşlediği her
şeyde destek, bilgili sevgili bir kadın, yolunun yoldaşı bir
eş… Acaba gerçekten söz kesilmiş mi?
103
Hayır Feheda henüz son sözünü söylememişti. Ne
yapacağını da bilemiyordu. Duyguları, kafası karmakarışıktı. Ama o akşam yemeğinden bir iki gün sonra gelen
yaşlı Hala tutup çıkaracaktı Feheda'yı bu karışıklıktan.
Hüsnü Bey ise çoktan razıydı. Annesi, ama Bey diyordu,
Feheda'yla da bir konuşmalıyız. Feheda'nın hayalinde,
kalabalıklara o ateşli nutukları veren, genç adamın bulut
hafifliğindeki görkemli heybeti, camlı kapı aralığındaki
munis yüzü. Hep öteleri gözleyen bakışlar, fikirlerle
dopdolu tümceler. O sert üslûbun altındaki müşfik yürekten
haberdar değildi daha. Demek o yürekte bir yer açmıştı
Feheda.
Saatine baktı telâşla alt kata indi. On dakika sonra
ders başlayacaktı. Hoca gelmiş olmalıydı.
Piyano hocası tekrar tekrar aynı ölçüyü işaret ediyor.
Feheda yineliyor, yineliyor. Ama bugün bir şey var, bir türlü
parmaklarına tuşlara, pedala hakim olamıyor, olmuyor.
Sonunda piyano öğretmeni pes etti.
-Pekala Feheda siz sanırım bugün fazla istekli
değilsiniz. Yarın buluşuruz, olmaz mı?
-Elbette, beni bağışlayın Hocam. Dün pek vakit
ayıramadım. Oysa bilirsiniz Debusy'nin piyano etüdlerini ne
çok severim.
-Evet tabii biliyorum kızım. Her vakit bir olmaz
insan, üzülmeyiniz. Yarına...
Piyano öğretmeni daha bahçeden çıkmadan Beyhan'ı
getiren fayton evin önünde durdu. Beyhan her zamanki
şıklığında ama biraz telaşlı. Acele adımlarla geçiyor
bahçeyi. Kapı açılıyor, iki genç kız koşarak el ele üst kata
çıkıyorlar, Feheda'nın yatağının üzerine atıyorlar
kendilerini. Annesi sesleniyor,
- Ne var kızlar, ne oluyor?
Ses yok. Beyhan heyecanla anlat anlat diyor nasıl
oldu? Feheda üzerinde leylakların tomurcuklandığı, Çin
104
iğnesi işlemeli ipek yatak örtüsü üzerinde doğrulup
oturuyor. Uzun meşakkatli ama bir o kadar onurlu bir yolun
başında olduğunu bilir gibi kararlı.
-Ben diyor karar verdim Beyhan, onunla evleneceğim.
-Ne yani mebus hatta vekil karısı mı olacaksın?
İzmir'i bırakıp Ankara'ya, o mahşerin ön cephesine
atılacaksın. Öyle mi?
-Evet dedi Feheda, o cephede onunla olmak
istiyorum.
Her şey çabucak oldu. Vakit yoktu. Tekerleklerine
çaputlar sarılmış top arabaları Afyonkarahisar'ın steplerinde
ay ışığında sessizce ilerlerken, tohum tutmuş mor dikenler,
kırkikindilere aç alıç ahlat ağaçları, kökü tüllerle örtülü
çiğdem yumruları yer altında bekleşirken, yağmura
hazırlanan toprak özgürlüğe kabarıyordu. Onlar, Esat'la
Feheda Arvalya'daki çiftlik evinde ancak iki gece
kalabildiler. Ankara'ya bir an önce ulaşmalıydılar. Paşa bir
çay partisi veriyordu diplomatik erkâna.
O gece ay Ankara Kalesi'nde batarken bir başka
kalede, Afyon'da; Ağustos'un yirmi altıncı şafağında güneş
kızıl bir zafer kılıcı olarak doğacaktı.
105
Cebeci'deki
bu eski Ankara evinin beyaz filitre
işlemeli perdeleri hep örtük. Çoğunlukla aşağıda küçük
salonda oturuyorlar. Hasan Ali Yücel'ler kapı komşuları.
Daha ötede Musiki Muallim Mektebi. Hatip Çayı'nın öte
yakasında eski Özbek tekkesi. Şimdilerde yatakhane.
Musiki Muallimde Ahmed Adnan bir opera hazırlıyormuş.
Bazı geceler koro seslerini işitiyor talebelerin. Gündüz bir
başka âlem. Eşeklere yüklenmiş söğüt dalı küfelerde
Hacıkadın Deresi'nin güz güneşi kırmızı üzümleri. Ayaş'tan
kokulu elma, ay yumağı ayva. Fasulye kabak Çubuk'tan.
Dikmen'den yaşlı bir yörük toprak testide şarap getiriyor.
Her hafta kalaylı kocaman bir güğümle de süt… Feheda
pişirdiği sütlacı arkadaki yetimhaneye, Kuvay-ı Milliye
şehitlerinin yetimlerine kendisi götürüyor.
Nigar ince uzun ela gözlü güpgüzel genç bir kadın.
Mebus Hayri Bey'in kızı. Feheda ne zaman yetimhaneye
gitse orada. Gide gele ahbap oldular. Çok iyi Fransızca
biliyor. Ud çalıyor. Feheda onu bir akşam üstü eve davet
etmeyi düşünüyor. Böyle böyle yakınlaştılar bir birlerine.
Müzikten, sanattan konuşuyorlar ve sıkça siyaset. En çok da
kulak gazetesi haberleri. Söz çocuklara döndüğünde ikisi de
çocuklaşıveriyorlar. Çocuk sevgisi onları yetimhanede
buluşturduğu gibi annelik özleminde de buluşturuyor...
Akşamları piyanoya geçiyor, kocası için zeybekler
çalıyor. Bazı geceler dayanamıyor Mahmut, kalkıyor ayağa,
dizlerini Kuvay-ı Milliye şehitlerinin kanlarıyla suladığı
toprağa vurur gibi saygıyla küt küt yere vurarak zeybek
oynuyor. Birinde ansızın tutuyor karısının piyano çalan
ellerini, Feheda diyor şart olsun kurtuluştan sonra çiftlikte
yedi gün yedi gece davul zurna çaldırıp zeybek
oynayacağım. Bir birlerine hüzünle sarılıyorlar. Feheda
ağlıyor.
Ve kurtuluş. Yedi Eylül, Aydın Kuşadası. İtalyanlar
106
çoktan sessizce çekildiler. Ama Yunanlılar Küçük Asya
bozgununun acısını kadınlardan, çocuklardan çıkartıyorlar.
Evleri ocakları talan ediyor, ateşe veriyorlar. Yün yükü akça
koyunlar, rüzgâr eşi al atlar, başı bulutlu dağlardan kopup
gelen ırmakların bulanık sularında cansız sürükleniyorlar.
Ağır kara gönleri süngülenmiş gök memeli sığırlar, gencecik
gebe kadınlar, göbek bağı toprağa karışmış yeni doğanlar.
Akhisar, Manisa, İzmir alevler içinde. Dağ taş yanıyor.
Selçuk sapağında Yunan süvarileri. Arvalya neresi? Neresi
Arvalya Çiftliği? İşte burası. Burası onun, Mahmut Bey'in.
Ateşleyin. Taş üstünde taş kalmasın!
Kalmadı. Tekmil yandı yıkıldı “baş belası”nın
çiftliği. Sonra cumhuriyet hükümeti, halkın devleti, bir bir
dağıttı “harikzede” senetlerini. Düşmanın yaktığı evi barkı
onarabilsin, başlarını sokacak bir dam, hiç olmazsa bir iki
mal maşat alabilsin diye yurttaşları. Feheda kocasına verilen
bu senetlerden birini üzerinde Kemal Paşa'nın imzası var
diye yıllarca sandığında kutsal bir emanet gibi sakladı. Beş
parasız, üç çocukla kaldı da o zor günlerde bile bozdurmadı.
O senet şimdi Merkez Bankası'nda halk devletinin nişanesi
gibi durmakta.
Ama şimdi daha çok gençler bir ömür var önlerinde.
Kocası gece gündüz bakanlıkta. Önce var olan ekonomik
durum saptanmalı. Sonra sanayi, orman, ticaret, baytarlık,
maden ve ziraat müdürlükleri kurulacak. Sonra her birime
bağlı Anadolu'daki örgütlerden sanayi, ticaret, hayvancılığın son on üç yıldaki durumunu gösteren raporlar. Ziraat
Genel Müdürü nasıl olur beyefendi diyor. Bu kadar kısa
zamanda ülkenin genel ziraî durumunu grafiklerle haritalar
üzerinde gösteren bir çalışma nasıl yapılabilir? Ama
yapılıyor. Sonra Sanayi Müdürü, ülkedeki yabancı ticaret
şirketlerini gösteren istatistik ve haritaları getiriyor. Şimdi
hep beraber bakanlıktalar. Tevfik Rüştü, Şükrü Kaya, Ticaret
Genel Müdürü Vehbi, Menafi Müdürü Ali Bey'ler. Bir
107
konferans heyeti bu. Ulusal ekonomi düşüncesinin
geliştirilmesi, halkın kendi öz kaynaklarıyla nasıl rahat bir
yaşama erişebileceği, dünyadaki ekonomik gelişmeler…
Halka bunları anlatacaklar. Mahmut Esat, ortada tahrip
edilmiş koca bir vatan var diyor. Bu tahribatı en kısa
zamanda yok etmek gerek. Küçük çiftçi için köy bankaları,
ziraî araç-gereç, gümrük muafiyeti. Sabırsızlıkla yılmadan
çalışılıyor.
Sık sık çıkılan uzun memleket gezileri. Kendi
memleketi Aydın'da şimdi. Küçük bir istasyonda Köşk'te
konuşuyor. ”Her şeyimizi kaybettik. Fakat hürriyet ve
istiklâle nail olduk. Her şeyi yeniden en iyisini yapacağız.”
Sonra kış… O soğuk kasım ayının ilk günlerinde
yeni ziraat müdürlerinin atamaları yapılıyor. Yeni müdürler
görev yerlerine giderlerken yanlarında bakanlığın dağıttığı
tohumlukla zirai aracı da birlikte götürüyorlar. Gezici Fen
Memurları, “Âlât-ı Ziraiyye Tamirhanesi”, işte bu
politikanın, İktisat Bakanlığı'nın, üretimi arttırma
politikasının uygulamalarıydı. Bazen uygulama yasanın
önüne geçiyordu. İstihsal ve Alım Satım Ortaklıkları
Nizamnamesi'nde olduğu gibi. Bazen de yasalar çıkartılıyor
ama uygulaması zaman alıyordu. Alat ve edavat levazımı
ziraiyye mukavelenamesi gibi. Devlet ve özel girişim
ortaklığı, ziraatin makineleşmesi.
O günlerde Yeni Gün Gazetesi'ne verdiği mülâkatta
Yunus Nadi Bey'e diyordu ki, “İktisaden yabancıların
hizmetçisi olan Türklerin, dış alım ve dış satımda da efendi
olması gerekir.” Bu sözler, Türkiye Milli İthalat ve İhracat
Anonim Şirketi gibi büyük bir tasarımın habercisiydi. Kısa
bir zaman sonra Konya'dan Hacı Bekir Efendi, Ankara'dan
Çayırlızade Hilmi, Diyarbakır'dan Bedri Bey, Erzurum'dan
Nafiz Bey, Kütahya'dan Nail Bey bu anonim şirketin
yönetim kurulunu oluşturdular. Daha sonra bütün
gazetelerde iri harflerle yazılmış bir ilanı okudu herkes.
108
“Koşunuz İstiklal Harbi'nde döktüğümüz kanları
heder etmemek için birer lira vererek hisse alınız.
Unutmayınız damlaya damlaya göl olur.”
Böyle böyle kurulacaktı Türkiye Milli İhracat İthalat
Şirketi. Çünkü istiklali tam halk devletinin baş davasıydı.
109
Bursa'nın denize el attığı iskele, Mudanya. Tirilye
pazarında zeytin, zeytinyağı ipek kozası top top ibrişimler
yok artık. Yorgun yoksul kadınlar, ihtiyarlar, babalarını
kurtuluş savaşında yitirmiş yetim çocukların ağır, yürek
burkan acıklı yoksulluğu var. Diyorlar ki bir ateşkes
imzalanacakmış Mudanya'da. Düşman ateşkes istemiş kabul
etmiş Kemal Paşa.
Sıcak bir Ekim günü imzalandı ateşkes. İşte o günden
beri Ankara'da dikkatle beklemekte Hariciye vekili Yusuf
Kemal Bey. Aylardan beri özenli bir çalışmayı yürütüyorlar.
Bakanlık müşaviri Münir, umuru siyasi müdürü Hikmet
Beyler. Ateşkes ertesinde "muhtemel sulhname" için bütün
meseleler seçenekler ihtimaller en ince ayrıntılarına değin
bir bir değerlendiriliyor.
Hariciye Vekili, O günlerde Kemal Paşa'ya müracaat
etti. İzni olursa görevden çekilmek istiyordu. Son
ameliyattan sonra artık çalışması olanaksızdı. İyi ama,
şimdi, koşulların her an değiştiği, yeni gelişmelere gebe bu
günlerde, kim olacaktı Dışişleri Vekili? Kazım Karabekir…
İsmet Paşa? Yoksa Mareşal Hazretleri mi? Bir kaç gün sonra
gazeteler verdi haberi. İsmet Paşa Hariciye Vekili seçilmişti.
Seçimin ertesi günü İtilaf Devletleri'nin barış
konferansı çağrısı ulaştı Millet Meclisi'ne. Aralıksız
toplantılar. Danışmanlar Celal, Şükrü, Mustafa Şeref Bey'ler
hükümetin konferansa baş delege seçtiği İsmet Paşa'yla
bütün olasılıkları, tedbirleri etraflıca düşünerek elde avuçta
olanı, kozları, taktikleri, savunma ve ithamları her şeyi, ama
her şeyi araştırıyor, betimliyor belgeliyor. Tarihin nabzının
attığı günler geceler. Hilafet ve saltanatın kaldırılmasına
karar veren Meclis'te sert tartışmalar. Ankara Hükümeti'nin
İstanbul Yönetimi'ne el koyması. Ve Ankara Garı'nın nice
tanıklıkları arasına bir fotoğraf daha düşüyor. Lozan
delegasyonunun Ankara'dan hareketi…
110
Uşi Şatosu'nun duvarları binlerce yıllık ön yargılar
kadar kalın, katı değildi. Ama o dar kapılı şatonun duvarları
arasında öyle pazarlıklar, öyle tuzaklı görüşmeler
kotarılmıştı ki, batılılar ne pahasına olursa olsun Türkleri
hem Meriç'in doğusunda kalmaya mahkûm etmek istiyorlar
hem de kapitülâsyonlardan asla vazgeçmek niyetinde
görülmüyorlardı.
Aralık ayının karlı gecelerinden birinde, bozkırda ısı
eksilere düşmüş, kentte köpekler bile ortalıktan
çekilmişken, meclisin bütün ışıkları yanıyor. Bu gizli bir
oturum. Başbakan Rauf Orbay'ın Uşi'de süregelen
görüşmeler hakkında açıklamaları yalnız kalplerde öfke
değil, zihinlerde yeniden silaha sarılmak ihtimalini de
yaratıyor. Ve şifreli bir telgrafların heceleri düşüyor buz
tutmuş tellere.
“Bütün Kolordulara! harekât için hazır olunuz.
Genel Kurmay Başkanı Fevzi Paşa”
Birkaç gün sonra İngiliz gazeteleri Lord Curzon'un
görüşmelerin kesilmesine neden olan sözlerini
yayınlıyorlardı.
“Ümid ederim ki, İsmet Paşa umduğumuzdan daha
çok fedakarlık yaptığımızın farkındasınız. Savaş olabilir.
Vatanınızı kurtarmak için yarım saatiniz var!”
Paşa bu yarım saati görüşmeleri keserek Ankara'ya
dönüş için kullanacaktı. Bütün yurtta hayal kırıklığı,
şaşkınlık. Askeri zaferlerin akçalı başarılarla
güçlendirilmesi gereğinin yakıcı gerçeği… Yanmış yıkılmış
Anadolu'da, yoksul mazlum halkın son kan damlasını
emmek çabasında doymak bilmez ihtiraslar…
Talihi Mahmut Esat'a iktisat vekilliğini işte böyle dar
bir dönemeçte sunmuştu. Esat bunu milleti gönendirecek bir
talihe çevirmek çabasındaydı. “İktisat cidali”nin bir sıra
neferi olarak canını dişine takmıştı.
Bir kongre toplanılamaz mıydı? Bütün gücüyle bu
111
işe koyuldu. Bu çabasında yalnız değildi. Lozan'da kesilen
barış görüşmelerine iktisat cephesinden bilinçli bir yanıt
olacaktı bu kongre… Memleketin iktisadi durumunu
bilgisel olarak saptamak, geleceğe yönelik ulusal tasarımları
ortaya koyarak bunları gerçekleştirebilecek kararlılığı dosta
düşmana göstermek. İktisat cephesinde, zaferi taçlandıracak
yeni zaferler kazanmak azmini bilemek, belgelemek…
112
İzmir'in
puslu sabahlarından biri. İkiztepeler
üzerinde yağmur bulutları rüzgâr gittikçe sert esiyor, hava
soğumakta. Dünden beri masa başında. Çok yorgun. Önüne
çektiği kâğıda dikkatini olabildiğince toparlayarak yazıyor.
“Mustafa Kemal Paşa Hazretlerine,
Ekonomik bağımsızlığın bir gereği olarak ulusal
ekonomiyi inşa etmek, uzun senelerden beri unutulmuş,
ihmal edilmiş amilleri harekete geçirmek ve bir program
oluşturmak için iktisat kongresi düzenlenmesi ve halkçı olan
T.B.M.M. Başkanlığı'nca kürşadı ve fahri riyasetinin
şahsınızda isabetli olacağı düşünülmektedir.
Tasvip ve kabullerinize sunulur.”
- Bu telgrafı derhal gönderiniz.
-Fakat nasıl olur Beyefendi Milli Türk Talebe Birliği,
Ticaret-i Hariciye Kongresi için vekâletimize başvurmuşlardı. İstanbul tüccarlarının bu teşebbüslerini nasıl erteleriz?
- Ertelemiyoruz Milli Türk Ticaret Birliği de İktisat
Kongresi'nde temsil edilecektir. Sadece erteliyoruz. Bu
husus kendilerine bildirildi. Siz lütfen acele ediniz.
Ticaret Müdürü çıkmadan Saruhan'lı Necati Bey
içeri girdi.
-Beyefendi tüccar temsilcileri kongrede
savunacakları raporları bastırdılar. Sergi için de beş altı
sandık eşya toplanılabildi. Heyet-i Faale raporlarını sanırım
görmüşsünüzdür.
-Evet raporları gördüm. Kredi sorunu üretimin
düzenlenmesi ve arttırılması gümrük sorunu vergilendirme
ve ulaşım konularının ele alınmasını belirtiyorlar. Gururu
milli ile uyuşacak bir ekonomik sistem istiyorlar. Ben bu
akşam Ankara'ya dönüyorum.
- Hazırlıklar tamamlamadan mı?
-Kongre heyeti faali olarak sizlerin çabalarıyla
hazırlıkların tam olarak yapılacağından ben eminim.
113
- Pekala Beyefendi nasıl tensip buyurusanız. Bir de
şunlara baksanız…
Mahmut uzatılan dosyayı alıyor. İş bitecek gibi değil.
Saatlar geçiyor, yeniden çalışmaya koyuluyorlar…
Kilometrelerce uzakta gece Cebeci Çayırı'na bütün
ağırlığıyla çökerken, uzaktan uzağa uluyan köpekler.
Ötelerde karanlığın içinde tek tük cılız ışıklar. Feheda
kocaman yatakta gözleri açık öylece upuzun yatıyor. Oda
iyice soğudu. Kalkıp sobayı yeniden yaksa mı? Yok canım
sabaha ne kaldı. Uzandı baş ucundaki lambayı yakmadan
perdeyi araladı. Ezan okunuyordu. Telefon etse mi? Hiç
hoşlanmaz ama artık dayanamayacak. Üşüyor, merak
içinde. Dün akşam burada olmalıydı. Hah en iyisi Kılıç
Ali'ye telefon etmek. Bir tıkırtı. Korkuyla karışık ürktü.
Esma Kadın bu kadar erken niye gelsin. Dış kapı açılıyor.
Esma? Sesi titrek. Yeniden daha yüksek. Esma Kadın sen
misin? Ses yok. Sırtında karıncalanma, boğazında kuruluk.
Fırladı çıktı yataktan ayakları çıplak seğirtti. Sonra sevincin
öz suyu. Evet evet! Bu o, onun ayak sesleri, Oh çok şükür
nihayet.
- Mahmut! Öyle korktum ki…
Kucaklaşma. Sevinç, öfkeyi çoktan sildi.
Gözyaşlarını tutamıyor.
-Çok merak ettim. Dün yola çıktı dediler. Hiç
uyumadım…
-Telaşlanma hemen canım. İşte buradayım. Sabah
geldim. Bütün gün vekâletten çıkamadım. Sonra Kemal
Paşa'yla…
Ne kadar yorgun görünüyor. Gözlerinin altı çökmüş
benzi soluk. Ben ne yapıyorum? Şımarık sıradan kadınlar
gibi mi davranmalıyım, yakışıyor mu bana? Toparlandı.
Saçlarını arkaya attı, dudaklarını ıslattı.
- Tamam Mahmut Bey yorulmayın. Ben şimdi size
sıcacık bir…
114
- Yoo yapma bir şey. Gel otur şöyle yanıma. Bak ne
diyeceğim sana. Bu kez İzmir'e birlikte gidiyoruz.
- Sahi mi, nasıl?
- Kongre'ye.
Feheda sevinçle ellerini çırptı.
- Ah demek kongrenin günü artık belli oldu. Senin
fikirlerine ben de aynen iştirak ediyorum. Çok haklısınız.
Önce milletin neyi var nesi yok saptanılmalı. Ekonomide
temel siyasetimiz de istiklali tam olmalı. Ama sermayenin
kıtlığı...
Birden sustu. Mahmut onu dinlemiyordu. Oysa her
zaman onun fikirlerine kıymet verirdi. Birden bir kaç gün
önce Nigar'dan duyduğu önemli bir şeyi hatırladı.
- Biliyor musun, Kemal Paşa'nın Muammer Bey'in
kızıyla evleneceği söyleniyor. Ama ne kadar doğrudur
bilemem.
Mahmut Esat güldü. Ah şu kadınlar. Bu koşullarda
bile her şeyi herkesten önce duymayı nasıl beceriyorlar?
- İyi ya İzmir'e gidince kendilerine sorarsın.
İzmir'e gitmek! Kanatlanan yüreği birden
mahzunlaştı.
- Ah ne yazık ki ben gelemem seninle.
Mahmut küçük yatak odalarının yarı aydınlığında
karısının yüzüne dikkatlice bakıyor. Parmağıyla tutup
kaldırıyor çenesini. Gözlerinin içine bakıyor. Nasıl söylese
Feheda? Utanıyor. Böyle bir şey nasıl söylenir ki? Yazsaydı
keşke. O sırada dış kapının açıldığını duyuyorlar. Bu kez
gelen gerçekten Esma Kadın. Feheda'da bir sevinç. Şimdilik
kurtuldu.
- Haydi gel aşağıya inelim. Orada konuşuruz.
İniyorlar. Daha oturmadan telefon. Feheda kurtarıcı
gibi sarılıyor ahizeye.
- Evet evet henüz gelmişlerdi. Kendisine veriyorum.
Hanımefendiye hürmetler, hayırlı sabahlar efendim.
115
Kocası birkaç sözcükle konuşuyor. Sonra telaşla
kapıya yöneliyor, hemen gelirim derken, tam çıkacakken
dönüyor, kayınvalide yemiş göndermişti sana ama vekâlette
çocuklara dağıttım diyor. Feheda haylaz bir çocuğa bakar
gibi bakıyor ardından. Gülümsüyor. İşte onun kocası böyle
bir adam. Hep zamanın önüne geçme telaşında. Ona İzmir'e
gidemeyeceğini söyleyemedi. Çünkü doktor bünyeniz
narin, gebeliğiniz boyunca dikkatli olmalısınız diyor.
Pişman şimdi, keşke hemen söyleyiverseydi.
O akşam eve erken geldi Mahmut. Keyifli
görünüyordu. Yemek masasındaki üçüncü tabağa baktı.
- Feheda misafirimiz mi var?
Hay Allah neden anlamıyor? Çabucak söyleyiveriyor.
- Evet, ama Temmuz'da.
Kocası dudaklarına götürmekte olduğu bardağı
öylece tutuyor bir an, sonra kollarını indiriveriyor masaya.
Bir şeyler söylemek isterken dili dolaşıyor, yavaşça adını
fısıldıyor karısının… Feheda, ruhum benim…
Şubatın on yedisi. Göğün ve denizin mavisi arasında
güzel İzmir, yangın yerleriyle perişan, yaralı bir kuğu. Dört
bir yandan gelen delegeler eski Osmanlı Bankası deposunda
çoktan toplandılar. Sokağın girişinde bir zafer takı var.
Türkiye İktisat Kongresi'ne gelen herkes bu takın altından
geçiyor. Sergi salonu sağ tarafta. Hemen yanında kongre
posta telefon telgraf şubesi. Kongre Lokantası, az beride
Ertuğrul Mızıkası'nın yeri. Salona çıkan merdivenler kırmızı
halılarla kaplı. Bütün duvarlar kırmızı beyaz renklerle
süslenmiş. Konuşmacıların kürsülerinde Milas, Uşak, Sille
halıları; Bergama ve Diyarbakır kilimleri, yörük cicimleri.
Tıklım tıklım trenler İzmir'e günlerdir yolcu taşıyorlar.
Kongre binası önünde ardarda faytonlar, at arabaları.
Hanlardan, otellerden, işliklerden, tezgâhlardan, dükkanlar116
dan, çarşılardan insanlar getirip götürmekte. Ayrıca kadınlar,
genç öğrenciler. Azerbeycan Sefiri Abilof, gri astragan
kalpağı, Rus sefiri Aralof kürklü kasketiyle davetliler
arasında oturuyorlar. Gözler onlarda. Açılış saati
yaklaşırken salondakiler birden ayağa kalkıyorlar, sivil
giyimli iki paşa, Fevzi ve Kazım Paşalar salona giriyorlar.
Elle tutulur sevgi coşku. Alkışlar haykırışlar. Sonra birden
Ertuğrul Mızıkası. İstiklal Marşı bu... Bir ulus varoluşunu
eliyle tutmak, gözüyle görmek, sanki kendi bedenine
dokunmak istiyor. İşte şimdi O. Varoluşun simgesi salona
geliyor. Heyecan son aşamada. İzmir Belediyesi adına
Haydar Rüştü Bey'in kongrenin Onursal Başkanı'nı kürsüye
davetine kadar, Kemal Paşa çok yaşa haykırışları sürüyor.
Mustafa Kemal, gergin yüzünde ışıklı gözlerini birkaç
saniye salonda gezdirdikten sonra kısa ama özlü konuşarak
açılışı yapıyor.
-Efendiler! Kılıçla fetih yapanlar sabanla fetih
yapanlara yenilmeye mahkûmdurlar. Kılıç kullanan kol
yorulur, saban kullanan kol güçlenir. siyasî ve askeri zaferler
ne kadar büyük olurlarsa olsunlar ekonomik zaferlerle
taçlandırılmazsa yok olur giderler. Tam bağımsızlık, milli
egemenlik, ekonomik bağımsızlıkla pekiştirilmelidir.
Herkes dikkat kesilmiş, her şeyi tam olarak
kavramak anlamak istiyorlar. Ağırbaşlı yoğun alkışlar.
Bilinçsiz bir duygunun değil bilinçle kavramanın coşkusu
bu.
İşte şimdi İktisat Vekili kürsüye geliyor.
- Ameleler, sanatkârlar, çiftçiler, tacirler ve çilekeş
Türk hanımlar!
Bu özgün sesleniş özellikle kadınların yoğun
oturduğu sıralardan uzun alkışlar alıyor.
- Yeni Türkiye'nin iktisat mektebinde ekonomik
faaliyet kısmen devlet kısmen de teşebbüsü şahsî tarafından
deruhte edilmelidir. Ancak…
117
Uzun bir konuşma bu. Ama öyle coşkulu, öyle lirik
bir söylev ki reji sisteminin ilgası, gümrük politikaları,
üretim için eğitim, şirketleşme, iktisat cidaline topyekün
katılma gibi teknik konularda bile hitabetin gücü
dinleyenlerin dikkatini hiç eksiltmiyor. Sonra kongre
başkanlığı için oylamaya geçiliyor.
O akşam kongre başkanı Kazım Paşa Mustafa
Kemal'i Alsancak Garı'ndan uğurladı. İki silah arkadaşı
iktisat cephesinde de muzaffer olmanın inancı, kararlılığıyla
bir birlerinin gözbebeklerinde kendilerini görerek
kucaklaştılar. Mustafa Kemal'in aklı Eskişehir'de kendisini
bekleyen İsmet Paşa'da. Trende baş başa Lozan'ı
konuşacaklar. İsmet Bey sıkıntılı bir heyecanla Eskişehir
Garı'ndaki ışıkları solgun vagonun içinde Mustafa Kemal'i
bekliyor.
Kongre çiftçi, işçi, tüccar, sanayici gurubunun
günlerce süren ekonomik politikalarını belirleme
çalışmalarından sonra Misak-ı İktisadi Belgesi'nin
okunuşuyla sona erdi.
“Türk, açık alınla serbest çalışmayı sever. İşlerde
inhisar istemez. Türk kadınları, mekteplerde Türk hocaları,
çocuklarını iktisadî misaka göre geliştirir. Türkiye milli
hudutları dâhilinde lekesiz bir istiklal ile dünyanın sulh ve
terakki unsurlarından biridir. Türkiye halkı servet itibariyle
büyük bir hazinenin üzerinde oturduğunu bilir...”
Misak-ı İktisadî belgesi Lozan'da baskı altına
alınmak istenilen yoksul Anadolu halkının, ekonomik
esarete karşı da onurlu baş kaldırışının belgesi olarak bütün
dünyaya ilan ediliyordu. Yalnız Türkiye'deki gazetelerde
değil, dünya basınında da bütünüyle bir manifesto gibi
yayınlandı.
118
Feheda yazıyı baştan tekrar okudu. Bu sözcükleri,
bu söylemi tanıyordu. İçinden kocasının son günlerde
söyleyip durduğu bir tümceyi yineledi. “Feheda biz yabancı
sermayenin düşmanı değiliz. Ama biz yabancı kapitalin
jandarmalığını da yapmayacağız” Evet, evet doğru olan bu
olmalıydı, işte meselenin özü buydu.
Esma Kadın o sırada içeri girdi. Bir kucak odunu
sobanın yanındaki geniş sepete yığdı. Bu gün sabahtan beri
sıkıntıyla dolanıp duruyordu etrafında. Sonunda konuştu.
- Duydunuz mu? Nigar Hanım'ı…
İçinden bir şey koptu. Eyvah demek dedikodu artık
ayyuka çıkmıştı. Ah biçare Nigar. Gazeteyi okuyor gibi
Esma Kadını duymazdan geldi. Esma gitti sobanın
arkasındaki yer minderine oturdu. Üşüyen ayaklarına çetik
örüyordu morlu sarılı. Beş şişi elinde sıkıca tutarken göz
ucuyla baktı Feheda'ya. “Nasıl da duymazdan geliyor.
Bilmez mi, bilir. Ama sır küpüdür bu. Adam evliymiş
diyorlar. Üstelik çocuklu. O gece geç saatte bizden çıktı gitti.
Udunu bizde bıraktıydı. Gördüm uzaktan. Adamın kaputu
bembeyaz olmuştu. Karda ayın altında öylece dikiliyordu.
Nigar Hanım'ı görünce sigarayı attı koşmaya başladı.
Masmavi bir aydı, ak pak aydınlatıyordu her bir yanı. Âşık
gözü kördür derler ya doğru. Sarıldılar bir birlerine, diz boyu
kar içinde öylece kaldılar. Dönüp ardına bir baksalar üst
katta hanımın, alt kattan benim onları seyrettiğimizi
görecekler.”
Esma göz ucuyla yeniden baktı Feheda'ya. Söz
kapısı açmak istedi sordu.
- Ihlamur ıscacık içesin var mı?
- Aa içmez miyim?
Esma çıktı. Feheda gazeteyi katladı koydu. Ah Nigar
ah. Hiç söz dinlemedin. Yapma böyle, ağlama ne olur, her
derdin bir çaresi bulunur. Daha çok gençsin kimleri
119
tanıyacak ne sevdalar yaşayacaksın daha, diye günlerce dil
döktüm. Tabip yüzbaşıymış. Geçen gün gelişinde durup
durup çaldı, çaldı çaldı söyledi. Yankılı sesi ağzından değil
yüreğinden çıkıyordu. El çek tabip yarem üstünden/Sen
benim derdime derman olabilmezsin. Sonra o defter. Mai
kaplı. Gösterdi bana. Yüzbaşı vermiş. Şiirler, şarkı sözleri.
Mesti hab-ı naz ol cem et dil-i sad paremi… Çılgın adam
bütün gazeli kanıyla yazmış. Günlerce mecnun gerçekten
kendisiymiş gibi dolaştı durdu bizimkisi. Zavallı çocuk.
Neden son günlerde hiç uğramadı bize?
Fincan elinde kalkarken masanın üzerindeki saati
gördü. "Daha erkenmiş" dedi.
- Esma, Nigar Hanım'ın udu bizde kaldı istersen hem
onu götür hem de meşgul değillerse buyursunlar de.
Esma kısa şişlerle ördüğü patiği bırakmadan başını
çevirdi gözlerinin düzeyindeki pervazdan camların ötesine
baktı. Diz boyu karda âşıklar hala oradaymış gibi kayıtsız.
- Yüzbaşı, dün gece kendini vurmuş dedi.
Ihlamur fincanı parmaklarından kaydı Feheda'nın,
odun sepetinde sekerek bir kütüğün sert budağında
paramparça oldu.
Hayat ona olağanüstü koşullarda yalnız
parçalanmaları değil ihanetleri bir o kadar da vefalı
dostlukları gösterecekti.
O kış genç iktisat vekili o küçük eve hep yorgun
geldi. Kimi geceler, telâşlı tedirgin bekleyişlerle geçti. Yaz
başlarken zaman yeni olaylara gebeydi.
120
Ağustos, Aydın çukurunda güneşi gökten çeker yere
bitek toprağa indirir. Bütün ova kocaman bir fırının ağzında
saydam bir hayalle titreşir durur. Ortalığı bin bir çeşit koku,
renk, ışık kaplar. Menderes'in boz bulanık yüzünde buhar
sırsız bir ayna olur tutulur kalır. Kör köstebek, kirpi, yılan
bile toprağın taa altına işleyen sıcaktan bunalır da gözünü
karartır, çay kenarlarına çeşme başlarına, arklara üşüşürler.
Gene de o sıcakta ovanın yüzünden insan eksik olmaz. Bu
ateşte tüten ışığın buhar cehenneminde dızgar çeker, çapa
yapar fide sular. Hele demiryolu işçilerinin hali hepten
dumandır. Taşın, demirin biriktirip biriktirip yansıttığı
“alafta mafolur”lar. Raylar ateş çubukları, taşlar akkor gibi
yakar ellerini ayaklarını. Çoğu yırtık mintan, baş açık, ayak
çıplaktır. Aydın Demiryolu işçilerinin temsilcileri de işte o
çıplak ayak yanık ellerle iktisat kongresine katılmışlar, alın
terlerini bu kez ak kâğıda dökmüşlerdi. Amele komitesinden
birlik başarı sevinciyle döndüler Aydın'a atölyelerine. Ama o
da ne? İngiliz şirketi Mondros'tan beri Türkleri atıp Rum'u,
Ermeni'yi doldurduğu yetmezmiş gibi, bu kez de onları işten
atmış. Hem de yalnız bu beşini, İzmir İktisat Kongresi üyesi
beş demiryolu işçisini. Uzun zamandır ücretlerin
arttırılması, yıllık ücretli izin, iş ve sağlık koşullarının
iyileştirilmesi için bütün işçiler birlikte çırpınıp dururken.
Demek hepsinden ağır gelmişti “Amele Birliği'nin Faale
Raporu”. Bu beşi, beş Türkü kapının önüne koymuşlardı.
Şirket Nuh dedi peygamber demedi. Görüşmeler
süre dursun Alice diye biri çıktı geldi taa Ankara'ya; Umum
İstanbul Ameleleri Birliği'ni temsilen. Aydın ve Bomonti
grevlerinde, Türkiye İktisat Kongresi'nin amele grubu
kararlarının uygulanmasını istiyordu Bakan Bey'den. Kim
bu Alice? Alice… Alice. Hiç yabancı değil. İçeri alınız. Girer
girmez tanıdı geleni. Lozan Türk Yurdundan Harun bu. Bu
ne hal Alice? İzninizle anlatayım. Dur hele kahvelerimizi
121
içelim. Alice anlattı olanı biteni. O anlattıkca Mahmut son
zamanlarda kendisine yönelen husumeti düşünüyor,
düşmanca eleştirileri sert tenkitleri geçiriyordu zihninden:
“İktisat Vekilinin işçi hareketine karşı müsamahakâr
politikaları, ekonomideki müdahaleci tutumuyla birlikte
nazara alındığında endişe vericidir…”
İzmir Mebusu Enver Bey'i mi yollasa Aydın'a? Belki
bir uzlaşma sağlayabilir. Evet o, ancak o belki... Alice
anlatırken bir çözüm bulmaya çabalıyodu.
Enver Bey Aydın'a kadar gitti ama çabaları boşa
çıktı. Grev yayılıyordu. İktisat vekilinin mesai yasası tasarısı
aynı günlerde meclisten geçti. Sekiz saatlik iş günü…
Hükümet gene de işçi hareketlerini onaylamıyor, İktisat
Vekiline yönelik eleştiriler gittikçe sertleşiyordu. Grev
hareketleri, zihinlerde hâlâ tazeliğini koruyan Rusya'daki,
Almanya'daki, hatta Atlantik'in öte yakasında, Latin
Amerika'daki iktidara el atmayı başarmış ihtilalci eylemleri
hatırlatıyordu. Henüz planlı ekonominin, ekonomide
müdahaleciliğin komünistlik olduğu ilanına vardırmasalar
da işi, en yakın çevresinde bile, elle tutulur bir tedirginliği,
seziyor, görüyor, anlıyordu.
Vatan Gazetesi birkaç gün sonra manşetten bir
telgraf metni yayınladı: “İktisat Vekili Sabık-ı Mahmut
Esat'ın Halk Fırkası Kongresi müzakeresinde kendisine
itimatsızlık asarı gösterilmiş olduğundan, istifaya lüzum
hissettiği dermeyan edilmektedir.”
Yeni Gün Gazetesi ise daha ayrıntılı yorumlarıyla,
haberleriyle geniş yer ayırmıştı İktisat Vekili'nin istifasına,
“Sosyalizmi bir hıyanet gibi göstermek isteyenler
yalnız İktisat Vekili Mahmut Esat Bey'i değil, onun
arkasından istifalarını veren iki genç mütehassıs Genel
Müdür ve Maden Müdürü Kenan, Vehbi ve Nizamettin
Beyler'i de feda etmişlerdir. Her halde Türk İktisadı ağır bir
kayba uğramıştır.”
122
Feheda gel gel. Akhisar'a geldik! Şu güzelim
dağlara, ovalara, tepelere, ağaçlara bağlara bak. Tütün
tarlalarına bak hele. İşte doğudan batıya burası bizim
vatanımız. Ben işte en çok bunun için severim şimendiferi.
En güzel bunun pencerelerinden görülür toprağımız.
Şavaştık vuruşa vuruşa kurtardık.
Sesindeki heyecan küçük demir pencereden akıp
giden manzarayla aynı hızla yükseliyordu. Feheda sarsıla
sarsıla ilerleyen lokomotifin iki yanına tutunarak pencerenin
önüne geldi. Duyguları düşünceleri gene heyecan demetleri
halinde ağzından dökülen kocasının göğsüne yaslandı. Ah
Mahmut Bey, bu coşkulu ruh, bu heyecan dolu yürek, büyük
tahayyüllerle dolu bu baş! Yüzüne dikkatle baktı. Ne kadar
yorgun görünüyordu. Bu bir aylık izinde birkaç gün İzmir'de
kalırlar sonra Kuşadası'na çiftliğe giderlerdi. Orada
çiftçilerle oturup konuşmak, ırgatlarla, yarıcılarla ortaklarla
dertleşmek, eşin dostun bağlılığı sevgisi ona her vakit iyi
gelirdi. Tren kara kurumlarla yüklü buharıyla tiz düdüğünü
öttürerek kehribar sultani asmalarının arasından Manisa'ya
akıyordu.
İlk şiddetli münakaşalarını orada çiftlikte yaşadılar.
Esat'ın geldiğini duyanlar atlarla arabalarla hatta
otomobillerle kalkıp geliyorlardı. Esnaftan eşraftan insanlar,
çiftçiler, köylüler, işçiler, ırgatlar. Gece geç saatlere kadar
çardağın altında oturuluyor, ateşli tartışmalar yapılıyordu.
Oysa dinlenmesi gerekirdi. Dinlenmek için buraya
çekilmişlerdi.
Herkes gittikten sonra tan ağarırken kocası içeri
girdi. Feheda'yı uyanık, ayakta yaprak gibi titrerken görünce
önce şaşırdı. Telaşla iki kolundan tuttu ve oturttu.
- Neyin var, neden uyumadın?
Daha fazla dayanamadı
- Mahmut Bey bu işe bir son vermelisiniz. Bu böyle
123
devam edemez. Burası meclis değil, parti merkezi hiç değil.
Burası bizim evimiz. Neden geldik buraya söyler misiniz?
Siz daha çok sigara içesiniz, kendinizi harab ederek daha çok
uykusuz, tüneksiz kalasınız diye mi?
Kendine hâkim olamıyor habire konuşuyordu. Sesi
hiddetten çatlamıştı.
Mahmut Bey, karısının iki kolunu birden bırakıverdi.
Tabakasını çıkardı bir sigara daha yaktı. Aralarına karlı
dağlar girmiş gibi birden birbirlerinden uzaklaşmışlardı.
Feheda söylemek istediklerini arka arkaya söylemiş içini
boşaltmıştı. Ama şimdi? İri iri açılmış gözleri merakla
kocasına bakıyordu. Küçük bağ evinin alçak tavanlı odasını
heybetli gövdesiyle dolduran kocasına. Zaman durmuşçasına sessizce bekleşiyorlardı. Bekledikçe kocasının sırtı
genişliyor, kabarıyor sanki odadan dışarı taşıyordu. Neden
sonra döndü. Üşüten, buzdan soğuk, uzak sesiyle,
- Şimdi uyuyunuz. Yarına dedi.
Çıktı gitti. Kapı ardından öylece açık kalmıştı. Yerde
kırmızı beyazlı Uşak Kilimi'nin, eli belinde kadınları
arasında, yumruk gibi sıkılıp buruşturulmuş ezik bir sigara
paketi duruyordu.
Arvalya'da kaldıkları sürece o sıkıştırılmış ezilmiş
sigaralarla dolu paket hep aralarında kaldı. Bir kara mayını
gibi ona değmemeye özen göstererek onun etrafında dolaşıp
durdular.
İzmir'de geçirdikleri son bir iki gün ikisini de biraz
ferahlattı, ama olanlar olmuş aralında geçenler kalmıştı. Ve
Ankara'ya döndüler.
124
-Bakınız Celalettin Bey, biz sizin nazarı dikkatinizi
daha önceden de buna çekmiştik. Paşa Hazretleri daha
meclisin açıldığının ikinci günü, kuvvayi adliyesi müstakil
olmayan bir milletin devlet halinde mevcudiyeti kabul
olunamaz buyurmuşlardı. Biz o zamanlar bunun bir temenni
olduğunu düşündük. Ama bakınız şimdi nelerden söz
edilmekte. Bahusus İzmir Mebusu sabık İktisat Bakanı
Mahmut Esat Bey, adliyenin yeniden teşkilinden söz ediyor.
Dikkat buyurunuz, bir tadilât değil inkılâbın ruhuna ve
halkın ihtiyaçlarına uygun bir teşkilâttan söz ediyor.
- Efendim telaş buyurmayınız. Biz taa vekilliğimiz
sırasında kendileriyle görüştük. Adalet kapısının halka
yakın olmasında, adaletin halkın ayağına gitmesinde ne
fenalık var? Bakınız, cumhuriyet ilan edilmeden önce de bir
takım endişeler vardı. Ama görüyorsunuz ki korkulan esbabı
mucibeler vuku bulmadı. Medeniyet ilerliyor.
- Ama müteyakkız olmalıyız, Mahmut Bey Şerriye
Mahkemeleri'nin kaldırılacağından söz ediyor. Şeriat
nizamına karşı çıkılmakta. Halk Cumhuriyeti'nde yasaların
ve adliyenin hakk-ü taalanın değil de, halkın hizmetinde
olmasını müdafaa ediyorlar.
- Efendim zatı âliniz görüşlerinizi kürsüde
açıklayınız. Buyurunuz şimdi salona girelim…
Salona girdiklerinde Mustafa Kemal kürsüdeydi.
- Mühim olan adli telakkimizi asrın icabıyla gayri
mutabık rabıttan biran evvel kurtarmaktır. Hukuk-u
Medeniye'de, hukuk-u adliyede takip edeceğimiz yol ancak
medeniyet yoludur. Hukukta idareyi maslahat, hurafelere
merbudiyet milletleri uyanmaktan men eden en ağır
kâbustur. Türk Milleti üzerinde bir kâbus bulunduramaz.
Bu sözler teokratik, din temelli devlet kurumlarının
ortadan kaldırılması gerektiğini düşünenlerin görüşlerini
dillendiriyordu. Herkes dikkatle dinliyor, muhaliflerse
125
gittikçe yükselen seslerle itiraz ediyorlar, kuliste ateşli
tartışmalar yapılıyordu. Hele eğitim öğretimin tekleştirilmesi, ulusal eğitim zorunluluğu, tartışmaları daha da
sertleştirmekte çekişmeyi saatlerce uzatmaktaydı.
Kararsızlar bir o yana bir bu yana eğilim gösteriyorlar,
müzakereler çoğunlukla üyelerden kiminin bilgisizliğinden
sık sık kesiliyordu. Hilafetin kaldırılması hakkında
Müderris Sait Efendi söz aldı. Dört saatlik konuşması
etkisini oylamada gösterdi. Hilafetin kaldırılmasıyla birlikte
tekke ve zaviyelerin kapatılmasını da kararlaştırdı meclis.
Ama artık Cumhuriyete yeni bir Anayasa gerekiyordu.
Yirmibir Anayasası'yla bu atılımlar yapılamazdı. Tarihin
akışı içinde yalnız toplum değil, kurumlar, insanlar da
dönüşüp değişiyordu.
126
Keçiören'e bahar her zaman Ankara'dan önce gelir.
Badem ağaçları pembe, erikler narin beyaz çiçekler açarken,
dağ gülleri tomurcuklanır. Çakaleriği, papaztakkesi,
böğürtlen, akdiken çalılarının kırmızı sarı beyaz yemişleri
uç verir. Safranın kız kardeşi Ankara çiğdemi ta bin dörtyüz
kırkdokuzda, Almanya'da bir safran karaborsacısının diri
diri yakıldığını bilmeden, sarı parlak çiçeklerini
yapraklarının yeşil kurdelelerine bağlayıp sunar. Böcek
sinek, arı kelebek kırlara üşüşür. Ahatlıbel, Çaldağı,
Dikmen, Çankaya Hüseyingazi sırtlarında, suya katar katar
turnalar, taze yeşil çayır çimene kan ayaklı keklikler gelir.
Bahar yağmurları Keçiören bağlarında gökyüzüne, aldan
yeşilden, sarıdan maviden, turuncudan mordan köprüler
kurar. Beyaz çiğdemler, sarı papatyalar, ballıbabalar, teke
sümbülleri. Havada acıbadem kokusu…
Onlar işte yolun kıyısındaki bu eve baharın ilk
günlerinde taşındılar. Bu kez şansları güldü. Bebek yaşıyor,
Feheda doğuma hazır. İyice uzayan saçlarını iki geniş tarakla
kaldırıp başının iki yanında topluyor. Kucağında leylaklar,
geniş cam vazonun içinde oynak berrak su. Leylakların
kokusu dolduruyor odayı.
- Fehedaa!
Kocası içerden, çalışma odasından sesleniyor. Eyvah
gazetesini bulamadı her halde. Nereye koymuştu? Hah işte
şurada.
- Geliyoruuum.
Çalışma odası gene darmadağın. Her yerde kâğıtlar
notlar. Fransızca, Tükçe kitaplar, Almanca şerhler. Mecelle
tefsirleri. İki gündür durmaksızın yazıyor. Dersim'li Feridun
Fikri, Gelibolu'lu Celal Nuri, Mut'lu İlyas Sami, Niğde'li
Nazım, Ordu'lu Faik Beyler'den kurulu Teşkilat-ı Esasiye
Encümeni'nin hazırladığı taslak önünde. Yüzü gergin,
çalışıyor.
127
- Vatandaki yazını okudum, diyor Feheda.
Mahmut kalemini bırakıyor şaşkınlıkla karısının
yüzüne bakıyor.
- Sen benim yazılarımı her gün okuyor musun?
Elbette neden okumasın? Üstelik bazı konularda o
kocası gibi düşünmüyor. Kemal Paşa haklı, yeni anayasa
kuvvetler ayrılığına dayanmalı. Taa Rousseu'dan beri
demokratik rejimlerin iskeleti bu. Hatta Feheda, madem
diyor Kemal Paşa Cumhurbaşkanına meclisi fesih yetkisi,
veto hakkı istiyor her halde bir bildiği var. Verilmeli. Üç
Martta devrim yasaları hazırlanırken görülmedi mi hâlâ öte
dünyaya ait kuralları bu dünyada uygulamak isteyen
gericiler var. Halbuki kocası, kişilere güvenilerek yasa
yapılmaz, asıl olan anayasal kurumlardır diyor.
“Reis-i Cumhur'a veto, fesih yekisi vermek Kuvvayı Milliye şehitlerinin ruhuna irticai bir darbe indirmektir”
demiş mecliste. Bununla kalsa iyi. Anayasa Komisyonu
taslağını hazırlayanların tahakküm ve istibdatın tarih
boyunca meclislerden değil hükümetlerden geldiğini
bilmediklerini de açıkça söylemiş kürsüde. Kocasının elini
tutuyor, yalvarır gibi,
-Mahmut diyor, ben Kemal Paşa'ya güveniyorum;
bütün millet güveniyor.
Kocası hala yüzüne bakıyor. Ama sadece bakıyor.
Daldı gitti. Zihni karma karışık. Komisyon Başkanı Yunus
Nadi'nin, meclisteki söylevini dün gazetesinde eleştirel bir
yorumla yayınlaması, Hâkimiyet-i Milliye'nin de bu yayına
katılması, meclisi fesih yetkisini Cumhurbaşkanı'na vermek
isteyenlerin elini güçlendirmişti. Demek halk böyle
düşünüyordu. Kemal Paşa varken bir şey olmaz. Ama Kemal
Paşa olmadığı zaman bu yetkinin, canla kanla kurulmuş bu
yüce meclisi yok edeceğini düşünmüyorlardı.
On altı Marttaki oturumda Saraçoğlu Şükrü Bey
uzun uzun konuştu. Meclisin millet hâkimiyetinin kalesi
128
olduğunu, onu ancak Milletin feshedebileceğini birkaç kez
yineliyerek söyledi. Oturum bittiğinde ikisi de
umutsuzdular.
Bozkır gecesinde Ankara Kalesi'nin eteklerindeki
kerpiç evler çoktan uykuya yatmıştı. Farları fersiz eski bir
otomobil Çankaya yokuşuna tırmanıyordu. Yol bozuk, her
yer çamur. Tepeye ulaşmak üzereyken motor önce bir iki
tekledi, sonra sustu kaldı. Mahmut ile Şükrü bir birbirlerine
sıkıntıyla baktılar. Bu geç saatte Kemal Paşa'nın onları
çağırması, nedenini az çok tahmin etseler de tedirgin etmişti
onları. Şöför atlayınca onlar da dışarı çıktılar. Ayazda birer
sigara yaktılar. Uzaktan köpekler havlıyor, aşağıda
karanlıklar içerisindeki Yenişehir'in ötelerinde Ulus
Meydanı'nın tek tük ışıkları seçiliyordu. Ağızlarından çıkan
soluk buharlaşırken Şükrü sıkıntıyla sordu.
-Sen daha önce de bunları açıkça söylemedin mi? O
zaman neden toplantının başında değil de şimdi, bu geç
vakitte çağırılıyoruz?
-Bilmiyorum ama içimde zayıf da olsa bir umut var.
Meclisteki konuşmaların ona da tesir etmiş olduğunu
umuyorum.
-İş daha gerginleşmesin de. Cumhuriyetin kişilerle
kaim olmayacağını nasıl anlatmalı bu adamlara bilmem.
Samimiyetsizlik midemi bulandırıyor, saray dalkavukluğunu marifet sayanlar var.
Sigarayı bitirmeden karanlığın içine fırlattı attı.
Şöförün kaputu kapattığını duydular. Mahmut sabırsız
seslendi.
-Ne oldu çalışmıyor mu? Olacak gibi değilse
beklemeyelim yürüyelim.
-Oldu beyim oldu. Az biraz el atabilirseniz, yer
çamur olunca gömüldü sağ teker.
Şükrü keyifle güldü.
-Bak gördün mü, ben sana demez miyim Mahmut
129
Bey'i her daim aynı yana oturtma diye. Demiri bile ezer
büker evvel Allah.
Şoför mahcubiyetle,
- Yok beyim dedi ön takım çoktandır arızalı da idare
ediyoruz işte.
Şöför yerine geçti, onlar arkadan var güçleriyle
ittiler. Otomobil direniyor yerinden kımıldamıyordu. Sonra
birden fırlayıverdi.
Tekerleklerden sıçrayan kıpkızıl yağlı çamurun
pantolonlarını berbat ettiğini Çankaya'ya vardıklarında
salonun girişindeki aynalarda gördüler. Ama artık çok geçti.
İçerisi kalabalıktı. Dersimli Feridun Fikri ayakta
konuşuyor, Gazi dikkatle dinliyor arada bir küçük notlar
alıyordu. İnsanların yüzlerinden gerilimli tartışmalar
yaşandığı anlaşılıyordu. Sessizce selamlaşarak, uzun
masanın alt kenarına, oturdular. Gün ağarırken masada üç
kişi kalmışlardı. Mahmut Esat, Şükrü bir de Mustafa Kemal.
Keçiören'deki küçük evin lambası o gece hiç
sönmedi. Feheda kâh okuyarak kah uyuklayarak bekledi.
Nihayet kapıda ayak seslerini duydu. İşte sonunda gelmişti.
Koşarak açtı. Yüzünde o yumuşacık gülüşüyle sevgiyle
azarladı onu. Neden yatmamıştı. Ne demişti doktor ona?
Yorgunluk yasak. Feheda susuyor endişeli bir merakla
sormaya cesaret edemeden yüzüne bakıyordu. Sevecen
gülüşü rahatlamaya dönüştü.
- Merak etme onu ikna etmeyi başardık.
-Fesih ve veto yetkisinden vazgeçti öyle mi? Yani
meclisin çoğunluğu ondan yana iken. Öyle mi?
Mahmut, pencerenin önünde doğmakta olan güneşe
bakıyordu. Derin bir soluk aldı, gülümseyen yüzüne sabah
güneşinin ilk ışıkları vuruyordu. Övünçle,
- Eee o niye Mustafa Kemal? dedi.
Küçük evde sabah sabah Kemal güneşi, esenlik…
- Otur otur artık şuraya dinlen, sana hemen bir kahve
130
yapayım Mahmut.
- Yoo asıl sen otur bakalım. Bu sabah kahveler
benden.
Mutfağa yönelirken sordu.
- Feheda bu leylaklar bizim bahçeden mi?
Feheda başını koltuğa koydu gülümsedi, cevap
vermedi, evet bizim bahçeden dese duymazdı ki. Zihni
çoktan kayıp gitmiştir şimdi onun, kim bilir hangi meselede
hangi düşüncelere. Az sonra sessizce yerinden kalktı
mutfağa girdi. Cezvenin yarısı boşalmıştı. Taşan kahvenin
kokusu bile uyarmamıştı onu. Dalgın gözlerle öylece hala
kaynayan cezveye bakıyordu.
Yeni Anayasa 20 Nisan l924 de kabul edilirken İzmir
Mebusu Mahmut Esat kürsüde, yine de; “bu Anayasa
eksiktir. Türk İstiklalinin temel düsturlarını ifade etmiyor.
Ulus egemenliği tam anlamıyla tahakkuk etmemiştir”
diyerek hep mükemmele yönelik muhalefetini sürdürecekti.
Ama şimdi İzmir'deler. Ankara daha yeni yeni bahara
kavuşmakta iken yazın pembe sıcak kolları Ege'yi çoktan
sardı. El işi ağ ipliği perdelerin açıldığı imbatla dolu
akşamlarda enginar, kiraz, çağlabadem geçti gitti çoktan.
Şimdi bardacık zamanı. Şimdi çekirdeksiz üzüm, buğulu
kara erik, sofralarda şafak şeftali zamanı. Şimdi dikenli
dallarda ak kozaların, samur tütünlerin büyüme zamanı.
Şimdi kızıl sıcakta iş güç zamanı.
Doktor Hüsnü Beyin evinde bir telaş bir telaş.
Doğuma ne kaldı şunun şurasında. Ethem Bey sabah akşam
uğruyor. Sabah gelmişse, sakız kokulu yeşil incir reçeli, acı
kahve, öğlenden sonra ise allanmış yüzünde beyaz küçük
fıstıkların gezdiği çilek şurubu, ya da naneli yeşil limon
kabuklu limonata, zarflı billur bardaklarda…
- Esat Bey yoklar mı bu sabah hemşire.
- Mahmut Bey Ankara'ya döndü efendim…
-Yaa Neden böyle ani? Her neyse bakalım bizim
131
küçük yolcumuz nasıl?
Feheda beklemekten yorgun. Sıkılarak bakıyor
annesine. Annesi, Ethem amcasını hastasıyla yalnız
bırakmak için odadan çıkıyor. Yıllar sonra, kocasının
kendisini doktorlara göstermemek için kapı ardından örtülü
muayene ettirdiğini yazan bir gazeteyi, şimdi özlemle
beklediği yavrusunun dava ederek ana babasının hatırasına
gölge düşürmeyeceğini bilmeden, yatağa uzanıp artık iyice
gerilmiş karnını açıyor.
İlk kez Cumhuriyet Halk Partisi dışında bir parti.
Terakki Perver Cumhuriyet Halk Fırkası Başkanı İstanbul
Mebusu Fethi Bey.
Mahmut Esat İzmir Mebusu olarak arka arkaya
makaleler yayınlıyor. Anadolu'da Yeni Gün, Vatan, Saday-ı
Hak, Türk Yurdu gazetelerinin okurları inkılâbın yepyeni
kavramları düşünceleriyle karşılaşıyorlar. Devrimin, halkın
bütün ihtiyaç noktalarına parmağını basmadığını düşünüyor,
yazıyor. Meclis kürsüsünü bir halk kürsüsü gibi,
tasarımlarını, eleştirilerini dillendirmekte kullanıyor.
Cumhuriyet Halk Fırkası'nın, İsmet Paşa Hükümeti'nin
devrimin asıl hedeflerine yönelerek köklü çözümler
getirmesini istiyor. Özellikle halkın cumhuriyeti ilkelerinin
sözden eyleme geçirilmesini, uygulamalarda gecikmelerin
derin yaralar açacağını vurguluyor.
Çekişmeli toplantılar, ayrıntılı müzakereler, ikili
üçlü görüşmeler… Fikir ayrılıkları tartışmalar. Sonra bir
telgraf İzmirden. “Kızımız ellerinden öpüyor. Adını bildir.
Dr. Hüsnü.” Birden bir eşiği aşmanın başkalaşımı... Ne bu?
Baba olmak... Sevinç şaşkınlık. Kendisi kaç yaşında? Otuz
iki. Sonra bilinçli sevinç. Evet evet sevinç. Ah Feheda! Ne
acılar çekti kim bilir? Engin merhametini en çok verdiği,
kadınlardan bir kadın karısı, çocuklardan bir çocuk… Çocuk
bile değil daha bebek. Kızım! Adı Gün olsun! Aydınlatsın
132
ışıtsın, olgunlaştırsın üretsin… Mehlika Sultan'a aşık yedi
genç/Gece şehrin kapısından çıktı/Mehlika Sultan'a aşık
yedi genç/Kara sevdalı birer aşıktı… Nerden aklına düştü
şimdi Yahya Kemal? Mehlika mı olsun yoksa? Hayır hayır,
Gün olsun, Gün.
Gün mü, diyor genç anne, hiç duymadım. Doktor
Hüsnü gidip bakıyor bebeğe. O keyifli kahkahasını
işitiyorlar. Gün, Gün, adıyla müsemma diyor. Feheda ilk
Cumhuriyet bayramından sonra Arvalya'da zeybek
oynarken görüyor Mahmut'u. Dizlerini artık hüzünle değil
coşkuyla vura vura toprağa. Belki şimdi de Keçiören'deki
küçük evde… Bir başına… Zeybek?
133
-Mahmut Bey sanırım zatınıza dokuz yüz yirmide
bizzat Atatürk tarafından Adliye Vekilliği teklif edilmişti.
Siz o vakit gerek İstanbul, gerek Avrupa darülfünunları
Hukuk Fakültelerinde hayatı tahsiliyeniz zarfında adliyemiz
ve kanunlarımız hakkında edindiğiniz pek radikal
kanaatlerinizi bildirerek bu teklifi o zaman kabul
buyurmamıştınız.
- Evet doğru söylüyorsunuz. Gerçi Necati Bey yatağı
ışıklar olsun maarif gibi adliye vekâletini de yeni bir düzene
koydu. Ama ben onüç asır evvel Bağdat çöllerinde yazılmış
ve on üç asırdır Türkün mukadderatını idare eden bir kısmı
arap bir kısmı Frenk kokan bu yasalarla devlet ve toplum
yapısının uygarlaştırılamayacağı konusundaki fikirlerimi
aynen muhafaza ediyorum.
-Efendim ben bahusus bize bir teklifle gelmiş
bulunuyorum. Fethi Bey bu görüşme için beni bizzat memur
ettiler. İsmet Paşa Hükümeti yarın istifa edecek diyorlar. Bu
durumda Terakki Perver Fırka başkanı olarak hükümet
kurma görevi kendisine verilecektir. Bu durumda Adliye
Vekilliğini deruhte etmeyi düşünür müsünüz?
Beklenilmeyen bir teklifti bu. En azından bu kadar
erken beklemiyordu. Sıkıntıyla ayağa kalktı, bir iki adım attı
geldi oturdu. İlkelerini kararlılıkla ortaya koymalıydı.
-Eğer bir ıslahatın değil de bir inkılâbın hizmetkârı
oluğum hakikatını müdrikseler ve buna müsteniden bu teklif
bana yapılıyorsa.
Karşısındaki bu sözlerin ne anlama geldiğini
kavrıyordu. Tedirgin tedbirli bir eda ile küçük defterini
çıkardı sözlerini aynen not etti. Saygıyla selâmladı çıktı.
Yirmi Dört Kasım bin dokuz yüz yirmi dört günlü
gazeteler İstanbul Mebusu Fethi Beyin Kabinesinde
Mahmut Esat Beyin Adliye Vekili olarak yer aldığı haberini
veriyorlardı. Saraçoğlu Şükrü Bey de Maarif Vekilliğini
134
deruhte etmişlerdi. Bu iki isim yeni kabinede Gazinin
kadrosu olarak yorumlanacaktı.
Mahmut Esat gazete haberlerini hasta yatağında
okudu. Günlerdir düşmeyen ateşi, Mustafa Necati'nin
ölümünde "şimdi ölünecek zaman mıydı be çocuk" diye
gözyaşı döken Kemal Paşa'yı telaşlandırmıştı. İkinci bir
uğursuzluk korkusu muydu bu? Yaverini özel olarak
göndererek sağlığı hakkında sık sık bilgi almıştı.
Hükûmet oy birliği ile güven oyu alınca zorlukla
yataktan kalktı. Öyle halsiz ki karyolaya, konsola tutunuyor.
Başı dönmekte, dizleri titriyor. Feheda çırpınıyor.
- Mahmut Bey yapmayınız. Bakınız ateşiniz henüz
düştü. Allah korusun sonra daha ağırlaşır, daha uzun
yatarsınız.
- Hayır diyor, bir an önce başlamak gerek
memleketin beklemeye tahammülü yok.
Bebek ağlıyor. Feheda bebek odasına koşuyor.
Döndüğünde o çoktan çıkıp gitmiş. Elleri çaresizlikle iki
yanına düşüyor. Yüreğinin taa derinlerinden kopan endişe
dudaklarında sessiz yakarışlara dönüşüyor. Tanrım onu
koru. Yardımını esirgeme ondan…
Bu gün önemli Toplantıları var. Adliye Başmüfettişi
ile müsteşar Kazım Beyi çağırttı. Yapılması gereken
atılımların eş güdümü için bir Adliye Kongresi toplanılacak.
Sonra da denetleme gezileri. Eskişehir, İstanbul İzmir, öteki
iller. Sık sık, her fırsatta halkın ihtiyacının halkçı, laik bir
hukuk bir adliye olduğunu söylüyor, yazıyor. Adliye
teşkilâtının önemini vurguluyor. İki partili dönemin ilk
Adalet Bakanı coşkuyla kimilerince de kuşkuyla izleniyor.
Sonra adliye kongresi. Şubatın yirmi yedisi. Adliye
encümeni üyeleri, İzmir'den İsanbul'dan hukukçular, adliye
çalışanları, Temyiz başkanları, İstanbul Barosu temsilcileri.
Kongre izlencesine bakan kimi katılımcılar bu kadar
135
geniş bir gündemin değil on gün on ayda tamamlanamayacağı kanaatindeler.
-Vekil hazretleri izin verirlerse biz bu sürenin
kifayetsiz olduğunu bilidirmek isteriz. Önümüze konulan
meseleler yalnızca bütün bir ahkâmın değil hukukun esasına
tevcih edilmiş meselelerdir.
İstanbul adliyesinin yaşlı ticaret mahkemesi azasını
sabırla dinliyor. Yaşlı yargıç devam ediyor.
-behemehal belirtmekte zaruret vardır ki bir
mahkemenin lağvı ile ortaya çıkacak meselelerin tahlil ve
ipkası...
Başı traşlı köşeli çenesinin büyük ağzı üzerindeki
kırpık bıyıklarıyla kocaman kemikli ellerini sallayarak
konuşan bu adam Adliye encümeni başkanı.
Baro temsil heyeti üyelerinden birkaç kişi dışında
kimse inanmıyor bu kongrenin elle tutulur sonuçlar verecek
kararlar almakta başarılı olacağına. Baro Başkanı,
-Hâkim bağımsızlığı… Mudde-i Umumilik, ceza
mahkemeleri, istinaf mahkemelerinin kapatılması,
tebligatların hızlandırılmasında jandarmadan yararlanma,
adli tıp tesisi aciliyeti, yalnızca bunların müzakeresi için hiç
olmazsa bir aylık bir mehil düşünülmeli diyor.
Mahmut Esat herkesi dikkatle dinliyor, dinledikçe
şarkın o hantal ağır, eyleme geçmekte ikircikli bulanık
ruhunun, üzerine abanarak boğazına sarıldığını, kendisini
soluksuz bıraktığını hissediyor. Hayatı boyunca sık sık
duyumsayacağı ayakları bukağılanmış bir yaban tayının
zapt edilmez öfkesiyle, konuştukça yükselen sesiyle hepsine
tek tek bakarak konuşuyor.
-Bütün kongre üyeleleri şunu iyice bilmelidirler ki
içinde bulunduğumuz şerait geçmiş asarın uyuşuk
zihniyetinden süratle sıyrılmaya bizi mecbur etmektedir.
Halk devletinin adliyesi halkın hizmetinde olacaktır.
Yıllardan beri haksızlığın adaletsizliğin elinde zelil
136
olmuşların, değil on ay değil bir ay bir gün bile beklemeğe
tahammülü yoktur. Halk devletinin mevcudiyeti evvela
adalette tebeyyün edecektir. Bizim anladığımız manada
adalet, halk için adalettir.
Komisyonlar kuruldu, kâtipler seçildi, çalışmalar
başladı. Sultanahmet esnafından çorbacılar tepsilerle çorba
taşır oldular gecenin bir vakti adliyeye. Kimse ayrılmaya
mezun değildi. Günler geçtikce çalışanların şevki arttı.
Değişim özleminin parlak ışığı gittikce daha etkili oluyor
isteksizlik umutsuzluk yerini özenli çabaya, heyecanlı
tartışmalara bırakıyordu. Gençten bir avukat yaşlı başlı
hocasını sertçe eleştirmekten çekinmiyordu. Kimi hocalar
buna katlanamadılar ayrıldılar kongreden. Kimileri ise
gençlerin cevvaliyetinden hoşnuttular.
Sonunda kongre kararları kamuoyuna açıklandı.
Bunun kırk elli yıllık bir uz görüşle hazırlanmış bir büyük
devrimin programı olduğu hemen anlaşılıyordu. Laik hukuk
sistemi için yapılmış bu büyük atılımla, medeni yasa,
yurttaşlık yasası, borçlar yasası, yargılama usul yasaları, icra
iflas yasası, mahkemelerin ve icra dairelerinin yeniden
örgütlenmesi tasarımlanıyordu. Ve Mahkûmlar. Ceza tutuk
evlerini çağdaşlaştırılması, adliye çalışanlarının hakları,
hâkimlerin savcıların, avukatların özel yasaları, hatta kılık
kıyafetleri, tüzükler yönetmelikler…
Bunca büyük atılımı bu kadar kısa sürede bu kadar
kapsamlı yapmak! Nasıl olacak başarabilecek mi? İşte bunu
sordu Mustafa Kemal Çankaya'da ona.
Kongrenin hemen ertesinde, uzun beyaz örtülü bir
masanın etrafında toplanmışlardı…
-Paşam dedi Mahmut Esat, siz bizimle olduğunuz
sürece yapamayacağımız hiçbir şey, başaramayacağımız
hiçbir iş olamaz. Bakın size ne getirdim. Adliye vekili
sıfatıyla yaptığım gezide bir tarlada korkuluklara asılmış
olan bu ilâm, mehakimi şerriyece beraiğ tebliğ olunmuş.
137
Evrak çantasını açtı sararmış arap abecesinde eğri
büğrü satırlarla yazılmış bir belgeyi çıkardı. Bu bir
mahkeme kararıydı. Kadı, şeriat namına mezruata, ekinlere
hasar iras eden çekirgelere fuzulü tecavüz ettikleri, haksız el
attıkları yerden çıkıp gitmelerini emrediyordu!..
İş bu kadar vahimdir paşam. Halkın Cumhuriyeti
adaleti gökyüzünden indirip Cumhuriyetin hâkimi eliyle,
savcıları eliyle halka vermelidir.
Çantasına eğildi evrakların içinden bir iki belge daha
aldı. Bakınız bunları vekâletimiz bir kitap halinde
yayınlayacaktır ki artık mecellenin anlaşılıp uygulanmasına
imkân kalmadığı iyice anlaşılsın.
Masadakiler belgeleri elden ele dolaştırıyorlardı.
-Tamam. Peki dedi Mustafa Kemal. Hatırlar mısın
ben sana birkaç yıl önce bir soru sormuştum.
- Evet Paşam, buyurunuz.
-Bütün bu kanunları çıkardın, yasaları yaptın,
mahkemeleri kurdun diyelim. Pekii bu yeni mevzuatı
uygulayacak hukukçuları nerden bulacaksın?
Mahmut Esat belli belirsiz gülümsedi. Paşa o
zamanki yanıtı unutmuş olamazdı. Ayağa kalktı bütün
heyecanıyla yanıtını yineledi,
-Bulmayacağım paşam onları da ben yetiştireceğim…
Mustafa Kemal onu dinlerken birden üç dört yıl önce
Kastamonu Mebusu Abdülkadir Kemal Beyin önergesini,
parasızlıktan reddedilen, sonra adliye vekili Şevket Beyin
ısrarıyla ertelenmek koşuluyla kabul edilen önergeyi
hatırlıyor. Ankara Hukuk Mektebi'nin açılması hakkındaki
önergeyi. Oysa memleketin ihtiyacı bir hukuk mektebi değil
hukuk bilimini geliştirecek bir fakülteydi. Bu nedenle o
zaman meclisin açılış nutkunda Gazi ilk kez, bir hukuk
fakültesinin zaruretinden bahsetmişti. Genç Adliye vekili
sözlerine devam ediyordu.
138
- Paşam siz bütçeden gerekli kaynağı sağlayın bizim
için yeter. Denize girilmeden yüzme öğrenilmez. Arabın çöl
kumunda boğulmamak için laik hukukun engin denizine
dalmaya mecburuz. Burada başarıyla yüzeceğimizden emin
olunuz.
Bu inanancın heyecanıyla bakanlarla vekillerle
birebir kendisi konuştu. Meselenin önemini anlatmaya
çalışıyordu. Ama bütçe görüşmeleri başlayınca herkes kendi
derdine düştü. Herkes kendi örgütünün bütçeden en büyük
payı, tahsisatı almasını istiyordu. Kendi kalemlerine
bütçeden kaynak aktarımı yapmak için canlarını dişlerine
taktılar. Maliye encümeni ülkenin kıt kaynaklarını büyük bir
dikkatle kullanıyor birkaç kuruş arttırmak için büyük
çabalar gösteriyordu. İhtiyaçlar, yapılmak istenilenler o
kadar çok, para o kadar kıtdı ki, ödenek bulmak hiç de kolay
olmadı hukuk mektebi için. Ama bulunmuştu ya önemli olan
buydu.
Gece geç saatte, müzakerelerin yorgunluğu
gerginliğiyle eve geldi.
-Hoş geldin Mahmut. Birşeyler hazırlayalım mı?
-Hayır yorulma şimdi aç değilim. Benim küçük
prensesim nasıl?
-Ah hiç sorma şimdi uyutabildik. Dişlerinin biri
önden patladı.
-Feheda, belki bizim kızımız da bu Hukuk
Mektebine girer, ne dersin? Bak sana ne göstereceğim.
Hakimlerimizin, savcılarımızın, avukatlarımızın yeni
cüppelerinin taslakları bunlar. Düşünebiliyor musun Feheda
Cumhuriyetin genç kızları, genç hakime hanımlar sırmalı
kızıl yakaların içinde Cumhuriyet Mahkemeleri'nin
kürsülerinde! Edirne'den Ardahan'a, Samsun'dan Antep'e.
Laik hukukun genç uygulayıcıları.
Heyecanla anlatıyordu kocası. Sonra dalgın
gözlerini yere indirdi hayalindeki görüngülere dalarak sustu.
139
Artık iyice anlıyordu Feheda o öteki kocalardan farklıydı.
Evlilikleri de öteki evliliklerden çok farklı. Kimbilir hangi
tasarımın, hangi işin içine dalıp gitmişti. Feheda da bir şey
düşünüyordu ama, söylese miydi?
- Mahmut Bey ben düşündüm de Anadolu'nun dört
bir yanından talebeler gelecek diyorsunuz Ankara Hukuk
Mektebine. Peki bu gençler nerede barınacaklar. Yani yeme
içme yatıp kalkma. Bu fakir halk nasıl okutacak bu
çocukları.
Mahmut lambanın yuvarlak aydınlığında yüzü
gölgelenen karısına dikkatle baktı. Sözcükleri seçerek
konuşuyordu. Uzandı elini tuttu.
- Sorma, bir tasarımız var ama mektep için parayı
bulmakta zorlanıyoruz. Mektep için para bulamazken yatılı
öğrencilere yurt için onları nasıl ikna ederiz bilemiyorum…
- Halkın çocukları başka türlü nasıl hukukçu olabilir
Mahmut. İşçinin çiftçinin, küçük esnafın çocukları. Sen her
zaman halk için hakla birlikte demez misin?
Sustular. Uzaktan bir gece kuşu öttü. Batan ayın
kırmızı ışığı bahçeye vuruyordu.
- Feheda dedi, bana bir şeyler çalsana çok yorgunum.
Feheda piyanoya geçti, notaları karıştırdı. Saygun'un
Mevsimler Çeşitlemeleri önce hafif sonra gittikçe
güçlenerek odayı doldurdu. Yeni bir parçaya geçecekken
kocasının koltukta uyuyup kaldığını gördü. Sırtındaki şalı
anaç bir şefkatle sıyırdı onun üzerine örttü.
Ertesi günkü bütçe görüşmelerinin ateşli çekişmeleri
arasında Konya, Çorum, Rize mebusları Fevzi, Kemal, Ali
Beylerin önerileriyle, yeni Hukuk Mektebine ayrılan
ödeneğe, “Leyli Yurdu Mesarifi” adıyla yeni bir fasıl
eklenecekti…
140
Yaz. Moda plajı. Gülüşler, bağrışmalar, kalabalık.
Deniz bugün dalgasız. Kayıklar küçük sallantılarda. Kürek
çeken gençler, paçalı, çizgili mayolarıyla sandallardan
denize atlayan kadınlar. Açıklarda denizin lacivertinde bir
iki yelkenli, mavi beyaz tenteli bir kotra, beride küçük
sandallarda olta balıkçıları…
Burundaki çay bahçesinde genç bir kadın.
Kucağında, pembe başlığı, kabarık etekleri içinde bir bebek.
İkinci kızı Ay bu. Moda'da ikinci yazları. Artık çoğunlukla
annesi yanında. Kocası hep meşgul, hep Ankara'da. Olmaz
böyle diyor annesi, memleket, memleket… Peki, sen ne
olacaksın? Gençlik günlerin hep böyle yalnız mı geçecek.
Ev, çocukların sorumluluğu hepsi hepsi senin omuzlarında.
Benim bundan bir şikâyetim yok anne diyor. Ama birkaç gün
sonra yine ayni konuyu açıyor annesi. Bu evlilik değil diyor.
Sen burada o orada. Sonra üzüntülü ekliyor. Hep seni
düşünüyorum, halin ne olacak böyle? Feheda küçük kızı Ay'ı
kucaklayarak yatırmaya götürürken dönüyor, kararlı ama
dingin bir sesle,
"Beni merak etme sen anneciğim" diyor.
Başka şeyler de geliyor dilinin ucuna ama onları
içinden söylemeyi yeğliyor. "Koşullar ne olursa olsun, ikinci
bir Latife olmayacağım!" Oysa kocası olabildiğince sık
gelmeye çalışıyor. Feheda onun düşüncelerini tasarımlarını
artık gazetelerden izliyor. O kadar sık ve uzun yazıyor ki.
Her zamanki gibi herkesin ilgisini çekiyor yazdıkları. Ajans
haberlerini dinliyor. Her gün mutlaka onunla ilgili bir haber
veriyor radyo. Yeniden kumsala bakıyor. Denizden
ferahlatıcı bir rüzgâr esiyor. Bebeği ağlıyor. Acıkmış olmalı.
"Ayşenaz nerde kaldı, nasıl unuttular biberonu?"
Bileğindeki ince kayışlı dikdörtgen saate bakıyor. Vapur da
gelmek üzere. Ah! nihayet. Koş kızım koş. Ay uyandı.
Ayşenaz ince uzun bir göçmen kızı. Ailesi Yakacık'ta
141
bahçivan. Sağolsun, Kılıç Ali'nin karısı buldu gönderdi.
Yazları hep onlarla Ayşenaz. Can yoldaşı Feheda'nın.
Ayşenaz biberonu uzatıyor, sonra Gün'ün elinden tutuyor,
burnu çevreleyen ağaçlı yolda, Kolat'ların evi önünden
geçerek yürüyorlar. Arada bir dönüp bakıyor. Lacivert
gözlerinde gökler kadar geniş masumiyet. Feheda bir eliyle
bebeğin arabasını hafif hafif sallıyor, ötekisiyle tuttuğu
Akşam Gazetesini okuyor.
“Yeni ticaret yasası yarın meclise sunuluyor.” Altta
kocasının dünkü meclis konuşmasının özeti.
“Gerek sürat, gerek ahkâm hususunda, kanunu
ticarîye istisnaî bir karakter arz eder. Vatandaşlara ve
yabancılara en geniş teminatı bahşeden, muassır
medeniyetin en yeni, en mütekâmil ve ticarî hadiseleri
vüsatle kavrayan yeni ticaret kanunu, bin dört yüz seksen beş
maddeden oluşmaktadır. Türk ihtilâli uluslar arası kurallar
çerçevesinde ekonomik ticarî yaşamı yeniden
düzenlemekte, özellikle deniz ticaret babında, ticarî işletme
ahkâmında, akit serbestisi yanında Cumhuriyetin
gereksinimlerine, amaçlarına göre hükümler getirmektedir.”
Feheda Akşam'ı bıraktı Cumhuriyet'e baktı. Baş
yazıda ticarî hükümlerin bazılarında neden Belçika
yasalarının örnek alındığını tartışıyordu. Gazeteleri katladı,
geniş hasır çantasının üzerine koydu. Vapur Haydarpaşa
açıklarından burun kırmış, süzülerek koya giriyordu. Hava
serinlemişti. Keşke ceketini alsaydı. Lacivert puantiye ipek
elbisesi içinde ürperdi. Ayşenaz belki şalını? Çantanın
dibinde… Ah bu çocuk, canım benim. Kendinden çok
düşünür ablasını. Geniş beyaz şala sıkıca sarındı. Bu
vapurdan çıkar herhalde annesi. Şişli'ye İzmir'li dostlarına
gitmişti sabahtan. İskeleye bırakmışlardır onu. Allah vere de
vapuru şaşırmış olmasa. Hâlâ alışamadı İstanbul'a. Yarın
belki onu Heybeli'ye götürebilir, pek sevmişti geçen sefer.
Çocuklar da işte dönüyorlar. Ayşenaz haydi iskeleye inelim.
142
Büyük hanım gelmiş olmalı.
Bebek arabasını sıkıca tutuyor Feheda. Ay arabanın
içinde, Gün Ayşenaz'ın elinde küçük adımlarla yürüyor
yokuş aşağı. İskele tıklım tıklım. Yazları böyle olur.
Şehirden gelen beyler ellerinde kaba kâğıtlara sarılmış
paketler, kese kâğıtlarında boğaz köylerinden taze meyvalar.
Yenidünya, hünnap. Karşı iskeleden balık, lacivert gövdeli
aynapul uskumru, istavrit. Hafta sonları buket buket gül,
karanfil şakayık… Le Bon'dan çikolata, Hacıbekir'den
lokum. Markiz'in gösterişli pasta kutularına kayar gözler.
Geniş kenarlı hasır şapkalarıyla, keten kasketleriyle Rumlar,
Museviler, iri gövdeleriyle barışık tek tük İtalyan kadınları.
Vapur boşalıyor. Dikkatle, tek tek bakıyor çıkanlara. Annesi
öteki vapurda mı acaba? Haydarpaşa'ya uğramalı diye
binmedi mi acaba? Aaa Mahmut Bey… Mahmut! Buraya
bakıyor. Gördü bizi, vallahi ta kendisi. Kısa kenarlı fötr
şapka, lacivert keten kruvaze ceket...
Evet, daha vapur yanaşırken gördü karısını. İnce
uzun bir genç kadın kıyıda. Önünde bir bebek arabası, beyaz
şalı kollarından uçuşuyor. Gün. Minik kızı. İhtilalin amansız
militanı, hukukun hakkın, mazlumun müdafii, bütün
celaletinin, haklılığının bir kez daha bilincine varıyor. Durup
biraz daha bakıyor. Gördüğü yalnız kendi ailesi değil, şimdi
yurdunun bütün çocuklarını, kadınlarını görüyor. Şevkatle
titreyen yüreğinin yumuşaklığında gözleri dolarak bakıyor.
Bu iskele, bu insanlar ve daha bir kaç gün önce teftişten
döndüğü Çermik, Anadolu'da inşaatları süren adliye
binaları... İstanbul ve Anadolu... Bu makas kapanmadıkça,
eşitliğin özgürlüğün erinci onun dünyasını saramayacak.
Küçük asude yuvasında mutlu olamayacak. Kucaklaşıyorlar. Kimileri tanıyor onları… Saygıyla yaklaşıp elini
sıkıyorlar. “Hoş geldiniz beyefendi.” Ne makam arabası ne
maiyet. O nun kocası işte böyle biri. Cumhuriyetin yurttaşı.
Cumhuriyetin trenine atlayıp ulaşır Haydarpaşa'ya. Sonra
143
öteki babalar gibi elinde akşam sofrasına kücük bir ağız
tadı… Ama onların paketi taa başkent Ankara'dan.
Büyük Hanım bir sonraki vapurdan tek başına çıktı.
Dikkatle etrafına baktı. Tamam doğru iskelede inmişti.
Feheda neden yok? Çocuklardan biri ateşlenmiş olmasın?
Bir telaş, soluk soluğa yokuşu tırmanmaya koyuldu.
Az ötedeki evde, Mahmut bardağını karısına doğru
kaldırmış adalara bakarak içiyordu. Ceza kanununu takdim
nutku hemen hemen zihninde tamamlanmıştı. Yarın erkence
kalkar, dinlenmiş kafayla yazardı. Gene de bir iki şeyi not
etmeden yapamadı.
O gece Feheda esenlik içinde uykuya daldı. Ama
sabaha karşı uyandığında kocasının, salondaki büyük
masanın örtüsünü yarıya kadar sıyırarak sigara dumanı
altnda çalıştığını gördü. Lambayı küçük sehpa örtüsü ile
kapattığından, kırmızı ışık altında, düşünceli başıyla daha da
heybetli görülüyordu. Feheda kısa bir an çocuklarına bakar
gibi sevgiyle hayranlıkla seyretti. Sonra usulca yaklaştı.
- Kahve ister misin?
Öylesine dalmıştı ki sıçrayıverdi. Karşılıklı
gülüştüler.
-Hayır. Neden kalktın geldin? Haydi git uyu. Ben
erkence döneceğim.
Feheda şaşırdı.
- Neden? Bir gece için mi geldin bunca yolu?
Kocasının gözlerinin taa içine bakıyor. Annesinin
sözleri geçiyor aklından.
-Doğuda durum karışık. İş büyüyor. Esasen buraya
gelişimin bambaşka bir nedeni var.
Feheda'nın içini bilinmezin korkusu sardı.
Sandalyenin ucuna ilişiverdi. Endişenin titrek çizgileri
yüzünü bulandırıyor, şaşkınlıkla açılmış iri gözleri, merakla
bakıyordu.
-Eski Şurayı Devlet Reisi Seyit Abdül Kadir'in
144
Fatihteki evinin Kürt Teali Cemiyeti irtibat bürosu olarak
kullanıldığı saptandı.
- Nasıl olur?
- Oluyor işte… Ne derler İngiliz'in altını şeytanı bile
dans ettirir.
Mahmut daha fazla anlatmadı, o sabah henüz
çocuklar uyanmadan sessizce çıktı gitti.
Gerçek buydu. Şeyh Sait'in yakalanan askerleri
üzerindeki urbalar İngiliz ordusunun eski elbiseleriydi. Taa
isyanın ilk başladığı günlerde Elaziz'in Eğin İlçesi'nde,
Eğinliler birden sokakları dolduran bu asker urbalı, mavzerli
atlıları görmüşler, şaşkın ürkek bakakalmışlardı. Sonra
yollara düşmüş Drahni Köylüleri'ni gördüler, Şeyh Sait
köylerine karargâh kurduğundan beri tedirgindiler. Bu
yüzden evlerini ocaklarını terk ediyorlardı. Yıldızsız bir kış
gecesinde pervaneli bir uçak Diyarbakır'da Mardin kapı
üzerinde alçaldı. Parlak renkli kâğıtlara basılmış yüzlerce el
ilanı, bildiri, yağmur gibi düştü sokaklara. Aynı saatlerde
Muş vilâyet konağının küçük meydanını aynı parlak renkli
kâğıtlar kaplamıştı. Sabah kapılarını açan halk, yollara
döküldü ellerinde ta Londra'da basılıp gönderilmiş
bildirilerle.
“Bizim dinimiz şeraittir. Cumhuriyet Dinsizliktir.
Halife sizi bekliyor. O geri dönecek ve Ankara Hükümetini
yıkacaktır. Cumhuriyet mekteplerinde dinsizlik öğretiliyor
Millicilik dinsizliktir. Kadınların başı açılmıştır...”
Ve asker urbalı isyancılar kentlerin dükkânlarında çil
çil İngiliz liralarını bozduruyorlardı… Ve para bir kez daha
şeytanı dans ettirmeye başlamıştı.
Bir iki gün sonra bütün gazetelerin üst başlıkları aynı
haberi veriyordu. “Doğu illerinde seferberlik.”
İsyancılar direnmeye devam ediyorlardı. Sandıklar
dolusu cephane, tüfek ele geçmişti. Bunlar İngiliz
ordusunun silâhlarıydı. Ve bir katalog mektubu eline geçti
145
bir köylünün. Koştu getirdi jandarmaya. Kürdistan Krallığı
Harbiye Bakanlığı adresine postalanmıştı. Bir silâh fabrikası
mallarını indirimli fiyatlarla tanıtıyordu. Topal bacaklı silâh
yapımcısı tanrı Hepaistos bu kez tezgâhını Dersim dağlarına
kurmuştu.
“Birinci Kolordu komutanı Şükrü Naili Paşaya,
Olayın genel bir gericilik hareketinin başlangıcı
olduğu kanısındayım. Girişilecek bastırma hareketinde
bölgenizden güvenli olabilir miyiz?
Cumhurbaşkanı M.K”
Aynı telgrafı Erzurum, Trabzon valileri de aldılar.
Aynı gün gelen Şükrü Naili Paşanın şifreli cevap telgrafı
dikkatle okunuyordu Çankaya'da,
“Birliklerim verilecek her türlü görevi bağlılıkla,
özveriyle başarmaya hazırdır. Kolordu Komutanı. Ş.N.”
Varto dağlarının kartal kanadı yalçın kalyalıkları
gündüzleri güneş, geceleri ay ışığıyla gümüşlenir, balkıyıp
parlar. Çarpuh Köprüsü köpüklü kar sularının, koca koca
kayaları, ağaçları önüne katıp getirdiği azgın bir akarsuyun
üzerindedir. Altı uçurum, üstü yıldızsız gök.
Ateş gün batımında yoğunlaştı. Mitralyözler hiç
susmuyor. Çekile çekile bu köprüye gelip dayandılar. Şeyh
Sait adamlarının çoğunu yitirdi. Kimi vuruldu, kimi teslim
oldu. Hele Diyarbakır… Diyarbakırlılar bir bir yakalayıp
teslim ediyorlardı adamlarını. Şeyh Abdullah'ın birlikleriyse
tüfeklerini arkadaşlarına çevirmişlerdi. Artık kabul etmesi
gerekiyordu, bu iş bitmişti. İngiliz'e güvenilmeyeceğini
bilmeliydi Şeyh Sait. İngiliz kaybedeni sevmezdi, yarı yolda
terk etmişti onları. Şimdi burada ölümü bekliyorlardı.
Mağaradan çıktı. Uzun eteklerini topladı, uçları
tütünden sararmış bıyıklarını, göğsüne inen kaba sakalını
sıvazladı. Ay ışığında, geceyi kıpkızıl çıvgınlarla delip geçen
kurşunları gördü. Bir bir düşüyordu genç bedenler toprağa.
Ölümün eli iki yakasına yapışmıştı. İçeri girdi. Emretti. “Tez
146
bir ulak gönderin kumandana. Müzakere istediğimizi
bildirin.” Çok geçmeden döndü geldi ulak. Müzakere falan
yoktu.
Çember daralıyordu. Her yandan sarılmışlardı.
Derenin alt başına kadar ellerinde tüfekleriyle sarılıp
kalmıştı adamlar. Şeyh'in benzi uçtu. Onca genç toprağa
düşerken titremeyen yüreğini ölümün korkusu sardı. Beyaz
ipek sarığını çıkardı. Urbalarını değiştirip kaçabilirdi belki.
İşte bu yüzden İstanbul gazetelerinde elleri zincirli
fotoğraflarında başı açıktı.
Diyarbakırlılar Siverek kapısında sallanan kırk yedi
bedeni gördüler. Vahdettin'in kurduğu Tarikatı Selahiye'nin
müridi, Osmanlı'nın Şurayı Devlet başkanı Seyit Abdülkadir
de aralarındaydı.
Ankara'da Adalet Bakanı Meclis kürsüsünde
konuşuyordu.
- Arkadaşlar ceza kanunumuz serttir çünkü inkılâp
kıskançtır. Bundan korkacak olanlar, korkması lâzım
gelenler Türkün istiklâline, Türk Milletinin menfaatine
refahına, hulâsa Türk inkılâbına karşı olanlardır…
147
Aylardan Kasım, beşinci gün, yıl bin dokuz yüz
yirmi beş. Cumhuriyet Halk Fırkası salonunda Hukuk
Mektebinin açılış töreni yapılıyor. Başbakan İsmet İnönü,
Meclis Başkanı Kazım Paşa, bakanlar mebuslar, adliye
çalışanları ve iki yüz on sekiz tane ilk öğrenci. Herkesin
gözü kulağı kürsüde. Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal
konuşuyor. “Cumhuriyetin müeyyidesi olacak bu
müessesenin kürşadında duyduğum sevinci hiçbir yerde
duymadım.” İşte bu sözler, söylediği bu tümce Ankara
Hukuk Fakültesi'ndeki anıtın altına kazınmıştır. Yüzlerce
öğrenci yıllar sonra da bu sözleri okuyarak derse girecekler,
içlerinden pek azı belki uzmanlaşacakları alandaki yasaların
nasıl büyük mücadelelerle emeklerle hazırlandığını
düşünecek… Oysa ta tanzimatta Sadrazam Ali Paşa'nın
Fransız Yurttaşlar Yasasını çevirerek Osmanlı hukuk
sistemine sokmaya çabaladığını, mecelleyi, islam hukukuna
dayalı, üstelik hanefi mezhebinin ilkelerini esas alan
kurallar içeren mecelleyi, savunan Cevdet Paşa'nın karşı
duruşuyla engellendiğini ve mecellede, kişi, aile, miras, eşya
hukuku ile ilgili hükümler bulunmadığını öğrendikçe
hayrete düşeceklerdir. Genç öğrencilerin pek olağan
buldukları bu cumhuriyet yasalarının bütünü yıllar süren
bilimsel komisyonların kongrelerin, geceler günler boyu
süren çetin meclis müzakerelerinin ürünüydü. Hele
Yurttaşlar yasası… Bu yasanın gerekçesini Adalet Bakanı
Mahmut Esat'ın kürsüde bizzat savunmak lüzumunu
hissettiği o çetin günler…
Soğuk kasım sabahları yerini hızla kışa bırakırken
inkılâbın toplumsal yapısını düzenleyen temel yasalardan
birinin, Medenî Kanunun son hazırlık çalışmaları bitmek
üzereydi. Özellikle İsanbul Darülfünun çevrelerinden alttan
alta beslenen muhalefet, meclis içinde yandaşlar bulmaya
çabalıyordu.
148
-Bana sorarsanız durum umutsuz. Bunlar Frenk
kanunlarını da sokacaklar.
-Olsun biz gene de bildiğimizi söylemeliyiz.
Ahkâmda tefsir yok mudur ki kifayet olmasın.
Gerekçeyi bizzat Vekil sunacak, öyle anlaşılıyor.
-Biz Gazi Paşa hazretlerinin arkasındayız. Ammaa
reyimizi de inandığımız yolda kullanacağız.
-Bizce müteredditlerin reyini gördükten sonra
kullanmak gerek. Bu güne kadar müzakereler sırasında
reylerin taraf değiştirdiğini çok gördük.
-Bu sözlerinizden maksat bendeniz ise şunu
bilmeniz gerekir ki bizim yolumuz terakki istikametindedir.
Ammaa...
Sözünü bitirmeden Adliye Vekilinin gelmekte
olduğunu gördüler. Geri çekilip yol verdiler, sonra peşi sıra
hep birlikte salona yürüdüler.
Gazetelerden bazıları günlerden beri bu oturumun
çok tartışmalı geçeceğini yazıyor, büyüklü küçüklü
grupların tasarı hakkındaki görüşlerine geniş olarak yer
veriyordu. Gerekçenin bizzat Adliye Vekili tarafından
okunacağı haberi oturuma ilgiyi olağan üstü arttırmıştı.
Dinleyici localarında yabancı misyon görevlileri,
maslahatgüzarlar, konsoloslar, hatta kimlerinin eşleri de
vardı.
Oturum açıldı. Başkan Adalet Vekâleti adına tasarıyı
genel kurula sunmak üzere İzmir Mebusu Mahmut Esat'ı
kürsüye davet etti. Yoğun alkışlar heyecanın derecesini
ortaya koyuyordu.
Mahmut Esat bütün, bu yasaları hazırlarken
inkılâbın önderi Kemal Paşa'dan ilham aldığını, karşılaştığı
zorlukları aşmada İsmet Paşa'yı hep yanında bulduğunu
belirterek konuşmasına başladı…
-Yüce Türk ulusunun muhterem temsilcileri, Bu
yasa devrimin anlamını ortaya koyacaktır. Yeni Medeni
149
Kanun, tarihin en hazin siması olan Türk kadınına değer
verdiği için toplumu güçlendirecektir. Bugün bütün medenî
âlemde çok eşlilik bir ahlâksızlık olarak görülmektedir.
Kimileri gizlice bir birlerinin gözlerine baktılar,
sonra utançla başlarını eğdiler. Mahmut Esat konuşmasını
sürdürüyor, bilimsel görüşlerini, tarihle sosyolojiyle
felsefeyle harmanlayarak belâgatla, gittikçe artan bir hızla
elle tutulur bir coşkuya dönüştürüyordu. Dakikalar ilerliyor
o konuşmaya devam ediyordu. Ama esas olarak yüreklerden
çok akıllara yönelerek konuşuyordu…
-Mecellenin kaidesi ve anahtarı dindir. Değişmemek dinler için bir zarurettir. Halbuki insan hayatı her an
esaslı değişimlere maruzdur. Bu itibarla dinlerin sadece bir
vicdan işi olarak kalması eski medeniyetlerle bu günkü
medeniyetleri ayıran en önemli unsurdur. Halkın
mukadderatını muayyen müstakar bir adalet esası yerine
tesadüfî çelişkili kaidelere teslim edemeyiz. Milli hayatı
içtimaiyenin nâzımı olan ve yalnız ondan mülhem olan bir
kanunu medeniye'den halkı mahrum edemeyiz...
Son tümceyi okumadan önce kuruyan dudaklarını
bir yudum suyla ıslattı. Ateşli gözlerini salonda gezdirdi.
Sakin olmak istediyse de sesi gene top gibi patladı.
-Kalkan eller sayesinde on üç asırdır duran Türk
halkına, Türk camiasına, yeni, aydınlık, feyizli, medenî bir
hayat açılacak, kadınlarımız erkeklerimiz topyekûn
halkımız oylarınızla bir kez daha tacidâr olacaktır.
Sözleri bittiğinde kısa bir sessizlik oldu. Sonra
birden ön sıradakiler ayağa kalkarak kuvvetle alkışlamaya
başladılar. Çantasını, notlarını topladı, genel kurulu
selâmlayarak kürsüden indi. O anda başardığını hissetti.
Alkışlar bitmeden Besim ve Şükrü beyler kürsüye
geldiler. Cumhuriyetin güçlenmesi şeriat artığı yasaların
kaldırılmasına bağlıdır, kadın haklarından yoksun
milletlerin bedenlerinin yarısı meflûçtur dediler. Art arda
150
hatipler kürsüye geliyorlar muhalif de olsalar fikirlerini
açıkça söylüyorlardı.
Lapa lapa yağan karın altındaki meclis binasında
saatler akıp gidiyordu. Hava kararmaya yüz tuttu… Basın
odası yoğun tütün dumanı içinde, telefonlar hiç susmuyor.
İğne atsan yere düşmez, hummalı bir kalabalık. İtalyan
Fransız, İngiliz gazeteciler… Telgraflar çekiliyor, ajanslara
haberler geçiliyor, farklı diller bir birine karışıyor. İsviçreli
bir kadın gazeteci, askılı telefonun bir parçasını kulağına
yapıştırmış önündeki almaca bağıra bağıra, "Evet evet
diyordu" oy birliğiyle. Türkler bir tek oy vermediler şeriat
yasalarına.
Hemen arkasında bir İtalyan Adliye Vekiliyle yaptığı
söyleşiden tümceler aktarıyor.
"Memleketimizin kadınları, çocuklarımızın anaları
esirden pek farklı vaziyette değildiler. Erkekler hiçbir neden
göstermeksizin bir amelenin teminatından bile yoksun olan
karısını evinden atabilir, tek sözle boşayabilirdi. Artık altı ay
sonra yürürlüğe girecek olan bu yasa ile dini nikâh
geçersizdir. İzdivaç ancak medenî nikâh ile mümkündür."
Bu sırada basın odası birden daha da karıştı. Adliye
Vekili kulise çıkıyordu. Gazeteciler koşuştular. Magnezyum
alevli bol dumanlı flâşlar…
-Sayın Bakan, bu yasa ile kadınlarınız Avrupalı
kadınlarla eşit hale geliyorlar mı?
Mahmut Bey yorgun ateşli gözlerini gazetecinin
gözlerine dikiyor.
- Eşitliğin ötesinde, bir çok Avrupalı kadından da
daha ileri bir statüye kavuşuyor. Kadınlarımız tarihimizin en
hazin simasıdır… Ama onlar en az erkekler kadar kurtuluş
savaşımızın muzafferidirler.
-Sayın bakan ceza yasanızın çok sert olduğu
söyleniliyor.
-Evet, doğru çünkü inkılâp kıskançtır. Ama sizi
151
temin ederim ki yasalarımız ilmîdir.
Mahmut Esatın bu sözlerini yıllar sonra bizzat
İtalyanlar doğruladılar Cumhuriyet ceza yasasını onlardan
almıştı. Ama onlar kendi yasalarında hukuk la bağdaşmaz
değişiklikler yaptılar sonradan. Bu onları faşizmin müttefiki
haline getirdi. Bu hukuk dışı düzen yıllarca hâkim oldu
İtalya'ya. O zaman anladılar Bruno'nun ne kadar haklı
olduğunu. Ateşe atılırken, özgürlüğün değerini
kaybetmeden bilmek gerek demişti.
-Sayın Bakan inkılâbın ve devletin manası
mütecavizleri korkutmaktır diyorsunuz.
-Evet cezalar caydırıcı olmalı, cezaevleri ıslah edici.
Ve toplumsal düzende yurttaşlar yasa önünde eşit olmalılar
ki suçların nedenleri azalsın.
-Ama sizin siyasal özgürlüklerle ilgili suçlarda
cezaları azalttığınızı da biliyoruz.
-Evet, çünkü siyasal suçlarda cezalar artarsa
özgürlükler tehlikeye girer.
-Sayın Bakan çok sayıda sulh mahkemesi
kuruyorsunuz.
-Evet doğru. Adalet halkın ayağına gitmeli, halkın
kapısında beklemelidir.
Gazeteciler koridorun sonuna kadar ona sorular
sorarak gelmişlerdi. Artık onu yalnız bırakmak gerekiyordu.
Bakanın iflâh olmaz bir tütün tiryakîsi olduğu söylenirdi
ama onu sigara içerken hiç görmemişlerdi.
Muhabirler haberlerini geçmek için basın odasına
dönerlerken Mahmut Esat da tabakasından günün ilk
cigarasını derin bir istekle çıkartıyordu. Günün tarihi
dudaklarından dökülüverdi. Yirmialtı Şubat bin dokuzyüz
yirmi altı.
152
-Beyefendi zatınızla ilgili önemli bir konuda
görüşme talep ediyorum.
Sabahın erken saatinde yolunu kesen bu yaşlı adama
bakar bakmaz tanıdı. İstanbul mahkemelerinin birinde
yargıç. Saygıyla eğildi elini sıktı önden buyur etti. Genç
bakanın hâkimlere saygısı artık bir efsane gibi dolaşıyordu
kulaktan kulağa. Güney illerinden birine gittiğinde
karşılamaya gelenler arasında il hâkimlerinin
bulunmadığını söyleyenlere “Hâkimler hukuku temsil
ederler. Onlar bizim, değil biz onların ayağına gideriz.”
demesi şimdiden bir özdeyiş olmuştu.
Yaşlı yargıç bin dereden su getiriyordu
-Efendim takdir edersiniz ki kavanini tatbikte asıl
olan tecrübedir. Bendeniz tefrik ve intihap encümeni
kararıyla İsanbul'dan alınarak Karesi vilayatı aza mülâzımı
olarak tayin edilmiş bulunuyorum.
Birden öfkesi başına çıktı. Demek aylardan beri
terfilerinin İstanbul'da yapılarak bütün maaş zamlarını
aldıkları halde İstanbul dışına gitmemekte inatla ayak
direyenlerden biri de bu zattı. Koridorun orta yerinde durdu.
-Sizlere taşrada en büyük adlî rütbeler verildi.
Yıllarca adliyenin üzerine bir kâbus gibi çöken, şunun bunun
tavsiye olunmasıyla Cumhuriyet Adliyesinde artık tefeyyüz
imkânı yoktur, daima yok olacaktır. Bahusus adliye
âleminde imtiyaz ve istisna her meslekten ziyade bağız ve
nefretle karşılanılan bir zihniyettir ki inkılâp adliyesi
bunların imhasıyla mükelleftir.
Konuştukça öfkeleniyor, öfkelendikçe sesi
yükseliyordu. Bakanın sesini duyan memurlar, müsteşarlar
müdürler koridoru dolduruyordu. Bakanın hâkime yanıtı
inkılâbın ilkelerinin bir kez daha toplum önünde izahına
dönüşmüştü.
-Biz kendisi için imtiyaz talep edenlerin eline
153
hukukun keskin kılıcını emanet edemeyiz.
Yaşlı yargıç, efendim müsaade buyurun falan gibi bir
şeyler söylemeye çalışıyordu. Bakan onun bu tavrına daha
da içerledi.
- Özellikle hâkimliğin ulviyetinin, hukukun her türlü
bağdan azade, münhasıran kanunla takviye edilmiş
üstünlüğünü, hâkim masuniyetini buraya gelerek bizzat
ayaklar altına aldınız.
Yargıcın yüzü sarardı, elleri titriyordu. Bu hali birden
dikkatini çekti bakanın, sustu. Az sonra mesleğe ilk
atamaları yapılacak hâkim ve savcı adaylarının ad çekme
töreni vardı. Öfkesi duvarlarda yankılanılarak yürüdü gitti.
Al bayraklar, defne mersin çelenkleriyle süslenmiş
tören salonunun bütün ışıkları yanıyordu. Ankara
adliyesinin hâkimleri savcıları, temyiz mahkemesi üyeleri
ve arka sıralarda genç adaylar. Kimi Karadeniz'in çay
bahçelerinden, İç Anadolu'nun buğday tarlalarından, kimi
doğunun bin bir çiçekli geçit vermez karlı dumanlı
dağlarından, kimisi de Akdeniz'in turunç kokulu
yaylalarından gelmişlerdi. Heyecanlı yüreklerinde engin
denizlerin kabaran dalgaları, avuçlarında ter. Dikkatle
hayranlıkla bakanı dinliyorlar. Sözcüklerin bütün anlam
çerçevelerini bir birine ulayarak konuştukça, dinleyenleri
yeni düşüncelerin engin ufuklarına götürüyordu.
Coşkunlukla konuşuyor, bu coşku salonu bir sihirle
sarıyordu. Sanki gözleri bağlı meleğin kanatlarıyla karanlık
ufukları bir anda aşarak bütün mazlumların hakkını
zalimlerin elinden bir bir alıp teslim edecekti.
- Ey Cumhuriyetin Savcıları! Meriç kıyısında çalışan
Türk köylüsünün kaybolan sabanından tutunuz da bu
vatanda yaşayanların uğrayacakları en ufak bir haksızlıktan,
hatta Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını
bekleyen öksüzlerin gözyaşlarından sizler mesulsünüz.
Adayların yürekleri defne çelenklerinin yaprakla154
rıyla birlikte titriyordu. Sözleri biter bitmez hepsi ayağa
kalktılar. Bir çoğunun genç yüzleri göz yaşlarıyla ıslanmıştı.
Az sonra giyecekleri cüppeleri şimdiden omuzlamışlar gibi
gururun ve onurun ağır birlikteliği içinde bakanı saygıyla
selâmladılar.
Ertesi gün gazeteler hâkim adaylarından Süreyya
Hanımın İzmir'e, Melahat Hanımın Bursa'ya, Nigar
Hanımın İzmit'e aza hakim olarak atandıklarını
duyuruyordu. Tarihin en hazin simasını, Cumhuriyet
inkılâbının adliyesi en yüksek kürsüye çıkararak
taçlandırıyordu. Bu haber öyle büyük bir sevinçle kabul
gördü ki en ücra yerlerde kulaktan kulağa dolaşıyor, gazete
haberi efsane söyleme dönüşüyordu. Hâkim hanımların
atandıkları yerlerde kimileri bu efsaneye gözleriyle tanık
olmak için adliyelere geldiler. Kapıları günlerce onları
görmek, sadece görmek isteyenlerin meraklarıyla açıldı.
Elleri hamurda, tezgâhta, bebekte belekte kadınlar,
kimsesizlerin kimsesinin Cumhuriyet olduğunu bütün
varlıklarında bilinçle değil ama duyumla sezdiler. Bu
duyumun bilince dönüşmesi için inkılâbın kesintisiz sürmesi
gerekiyordu. İnklabın adliyesi işte bunun için özenle inşa
ediliyor, bunun için Cebeci'de bir “Mektep” yapılıyordu.
Batı'dan İncesu Deresi, Aktepe Çamlığı, güneyde
Balkeriz Bağları'yla çevrili bu semtte oturanlar artık
biliyorlar Hukuk Mektebi buraya yapılıyor. Yakupabdal
köylü taş ustaları geceleri bile durmaksızın büyük
varillerden taşan alevlerin kızıl parıltısında çalışıyorlar.
Taşları yontan çekicin, ahşabı kesen hızarın sesi kış
gecelerinin soğuk, karlı, rüzgârına karışıyor. Kocaman
sütunların arkasındaki büyük kapıların camları daha bu
sabah takılabildi. Meşe oturmalıklar çelik sıralara vidalandı
dizildi, büyük anfiye yerleştirildi. Orta avlunun mermerleri
Afyon'dan, kara kara bazalt taşlar Kırklareli'nden geldi. İki
155
katın ortasındaki açık avluyu örten geniş cam çatı bu bulutlu
ocak ayında bile gün ışığını yakasından tutup aşağıya
indiriyor. Arka taraftaki uzun bina yatakhane. Bu zor
koşullarda kararlılığın abidesi dikiliyor Cebeci'ye. Devrimin
müeyyidesi Ankara Hukuk Mektebi. Ama hukuk devrimini
koruyup kollayacak, geliştirerek yılların ötesine taşıyacak
bu abide, ancak, öğrencilerin gelişiyle canlandı. Şimdi
uğuldayan bir arı kovanı “Mektep”.
Öğrenciler telâşla hazırlanıyorlar. Sabah çorbaları
hazır. İçip bitirenler çabucak büyük anfiye koşuyorlar.
Hukuk Fakültesi öğrencilerine ihtilâlin tarihini bizzat Bakan
anlatıyor. Öteki hocalar Ağaoğlu Ahmet, Yusuf Akcura,
Cemil, Süheyl, Nazmi Beyler bakanın hocaları atamasına
karşı çıktılar. Üniversitenin bağımsızlığı karşısında “Vekâlet
haddini aşmamalı” dediler. Bu nedenle hocaları tedris heyeti
seçiyor. İhtilaller tarihi dersini Mahmut Esat'ın vermesini
onlar uygun buldular. Bu heyet iki onursal san da verdi.
Tedris Heyeti onursal başkanlığı Mustafa Kemal'e ve Fahrî
Türk Hukuk Tarihi Profesörlüğü İsmet Paşa'ya.
Tedris Heyeti, inkılâpçı hukukçular yetiştirecek bir
çığır açmak amacına ancak hukuku mukayeseli ve
muhakemeli öğretmekle ulaşılacağını ilk günden açıkladı.
Harward Mektebi, Lozan Mektebi gibi Türk halkının
ihtiyaçlarına, inkılâbın amaçlarına hizmet edecek bir Ankara
Mektebi oluşturmayı bilimsel hukuka böylece bir katkı
sunmayı amaçlıyorlar.
İki genç öğrenci, Gemlikli Necati ile Beypazarlı
Hüseyin yatakhaneden koşarak çıktılar, yemekhaneye
geldiklerinde kar atıştırmaya başlamıştı. Necati kısa boylu
güleç, hep iyimser. Kalın dudaklarının üzerinde küçük
kalkık burun, sevecen gözler. Hüseyin uzun mu uzun, yüzü
asık mı asık, sıska mı sıska. Yoksul ailelerinin bulup
buluşturarak diktirdikleri takım elbiselerini ders biter bitmez
çıkarıyor, pantolonlar yatakların altına düzgünce seriliyor
156
her gece. Ama bu sabah pantolonları ütülettiler. Beyaz
gömlekler tertemiz. Çorba soğumuş, yok ziyanı. Son
lokmalarını yutuyorlar gözleri duvardaki büyük beyaz
saatte. Bu yıl açılış dersi ihtilâller Tarihi ile başlayacak.
İngiliz Fransız inkılâpları ve prensipleri, ikinci yarı yıl Rus
ihtilâli, Türk ihtilali ve prensipleri. Sonra Avrupa İtalya ve
Almanya'daki yenilik hareketleri. Bu dizgeyi Mahmut Hoca
kendisi hazırlayıp uyguluyor. Koşar adım bahçeye çıktılar.
Tam döner kapıdan geçecekler, Hüseyin durup ceketini
çekiyor Necat'inin.
-Yav baksana diyor bizim maaşlara zam varmış bu
ay.
-O da niye?
-Yahu kardeşim duymadın mı, Mahmut Hoca
Profesörlük maaşını bizlere bağışlamış. Bu ay sıra bizim
guruptaymış.
-Eee
-Yav Necati beni sınıyor musun sen. Biz ikinci
gurupta değilmiyiz?
Necati duraklayarak soruyor.
-Yapma yav. Kaç para ki?
Hüseyin yanıtlamadı arkadaşının kolunu tekrar tuttu
başıyla önlerinde yürüyen üç kişiyi işaret ediyordu. Mahmut
Hoca'yı hemen tanıdılar. Yanındakilerle ateşli bir tartışmayı
sürdürerek yürüyordu. Başında geniş kenarlı siyah fötr,
üzerinde uzun trençkot, valiz yavrusu hırpanî çanta… Az
sonra kürsüye çıkacak açılış dersini verecekti. Artık hukuk
mektebinin adı Hukuk Fakültesiydi... Ankara'nın kasım
göğü erken karını indiriyordu bahçedeki küçük çam
fidelerinin üzerine. Hüseyin ile Necati Çankaya yönünden
gelen Gazinin arabasını gördüler. Ankara Hukuk
Fakültesi'nin ilk açılış dersini izlemeye o da geliyordu…
157
Yüksekkaldırımla
Tünel arasında bir aşağı bir
yukarı bağıra çağıra koşan çocuk, kolunun altından çekip
çekip uzatıyor gazeteleri.
- Yazıyor yazıyor İstabul Cumhuriyet Savcısı Kenan
Bey'in talebiyle Jul Fresko, Jac Basat, Saloman Nasi ve
İbrahim Beyzade Lütfü'nün irtişa ve Cumhuriyet'in şerefiyle
oynamak suçlarından tutuklandıklarını yazıyor.
Küçük tünel'den çıkanlar, tramvaylardan inenler
binenler kapışıyorlar çocuğun uzattığı akşam gazetelerini.
Gazeteci küçük çocuk eski pantolonunun cebindeki sarı
kuruşları şıngırdatarak durmaksızın bağırıyor.
- Adalet bakanının hırsızları teslim alacağız dediğini
yazıyoooor!
İbrahim Beyzade Lütfü ve Şürekâsı şirketinin barut
ve patlayıcı maddeler ithalindeki yolsuzluk haberini insanlar
günlerdir ilgiyle izliyor. Küçük gazeteci çabucak tükenen ilk
baskının yerine yenilerini almak için yokuş aşağı seğirtiyor.
Aynı saatte Ankara'da Adalet Bakanlığı'nda yoğun
bir çalışma var. Rüşvet alıp verenlerin süratle devlet
görevlerinden el çektirilmesini sağlayacak bir kanun tasarısı
hazırlanıyor. Yasa bir an önce meclise sevk edilmeli. Bakan
bizzat yazıyor yasanın metnini.
Birkaç gün sonra, Tünelin Karaköy çıkışında aynı
küçük gazeteci bağırıyor.
- Yazıyor yazıyor, Vakit muhabiri Namık Bey, rüşvet
lekesinin büyüdüğünü yazıyor. Son Posta ve Yarın gazeteleri
hakkında efkâr-ı umumiyeyi yanıltmaktan dava açıldığını
yazıyor.
Cumhuiyetin ilk skandalı bu. Uluslararası silâh
tacirlerinin taşeronu mu bu adamlar? Bunun için mi
rüşvetler verilip alınmış?
Aynı gün akşamüzeri, Ankara. Hava gergin. Büyük
devletlerin baskıcı hayaletleri geziniyor Bakanlık
158
koridorlarında. Yabancı elçiliklerin sekreterleri, yabancı
şirketlerin temsilcileriyle birlikte oradan oraya koşuşturuyorlar. Akşama doğru kulağı delik gazetecilere ulaşıyor
haber. Adalet Bakanı basın açıklaması yapacak. Merakla
koşuyorlar bakanlığa. Bakan her zamankinin aksine sakin
görülüyor. Perçinlenmiş bir kararlılığın sükûneti bu. Ama
söze başlayınca içindeki öfke ortaya çıkıyor.
- Altı yıl boyunca izlediğim politikadan dolayı
muhalifler, mürteciler, suikastçılar, ecnebi yardakçıları
yorgun ve bîtap düşmüştür. Hırsızlar mutlaka teslim
alınmalıdır. Bu nedenle devletin kudretli kisvesini bir yana
bırakarak sade bir vatandaş sıfatıyla da memleketin hesabını
sorabilecek zindeliğimizin varlığı bu şer cephesince
bilinmelidir…
Herkes bir birine bakıyor. Bir istifa mı bu, Bakan
bunu mu açıklıyor?
Evet artık bakan olarak kendisini engelleyen
bağlardan kurtulmak, bütün mücadelesini özgürce yürütmek
istiyor. Adalet Bakanı olarak değil Yurttaş Mahmut Esat
olarak, mecliste mebus olması yeter. Cumhuriyeti yalnız
savunmakla kalmayacak ona sahip çıkanlarla birlikte saf
tutmayı da sürdürecektir.
159
Heybeli Ada'da bahar. Bu yıl bahar gecikti. Nihayet,
mimozalar mor salkımlar, çardak gülleri. Ama gözlerde eski
baharların pırıltısı yok. Dünya allak bullak bu bahar.
Türkiye'de de insanlar tedirgin. Neden kocası hâlâ hep hedef
tahtasında. İngiliz liralarıyla döşenen ihanet yolunun
yolcusu Şeyh Sait'ten bu yana hep Mahmut hep Mahmut…
Mustafa Kemal'e açıkça saldıramıyorlar da ondan mı? Hani
ne derler semerini dövermiş... Arap dünyası önce bize destek
olmalı değil mi? Muhammed'in torunu Şerif Hüseyin İngiliz
yönetiminin kralı olmayı ne de çabuk kabul etti. Sonra
Gazi'ye suikast. Daha kaç ay geçti üzerinden? İstiklal
Mahkemeleri nedeniyle ne çok saldırdılar ona. Oysa
kaytaklığın taltif edildiği nerede görülmüş? İngiltere'de
Kraliçe, Fransa, neler yaptılar ve yapıyorlar?
Feheda artık dayanamıyor. Tükendi. Herşeyi bırakıp
İzmir'e dönmeyi bile düşünüyor. Mahmut bir başına ne
yaparsa yapsın. Her gün daha sinirli, daha uzak. Bakanlık
bitince biter bütün bunlar sanırdım. Ne kadar aldanmışım.
Bizim hiçbir zaman asude bir yuvamız olmayacak. Oysa ne
güzel şiirler okur o bana. Akşamları kamelyada baş başa.
Nazım'a merak sardı son günlerde. Salkım Söğüt'ü okuyor,
nasıl içten nasıl tutkuyla, yüreğinden gelen o yankılamalı
sesiyle… Feheda bir süre gözlerini kapatıyor, sonra kendi
kendine mırıldanıyor, “Kardır yağan üstümüze
geceden/Yağmurlu karanlık bir düşünceden/Ormanın
uğultusuyla birlikte/Ve dört nala dümdüz mavilikte/Kar
yağıyor üstümüze inceden/Sesin nerede kaldı her günkü
sesin…” Ah sevgili Dıranas!
Birden kulak kabarttı. Bu tıkırtı da ne? Ayşenaz?
- Benim Feheda abla yatmadın mı? Üzerinde uzun
beyaz geceliği, küllü sarı saçları iki omzundan dökülüyor
Ayşenaz'ın.
- Neden yatmadın kızım? Geç oldu.
160
- Ne bileyim siz böyle kederle burada çamın altında
otururken uyuyamadım. İster misiniz size soğuk karadut
şurubu getireyim? İçiverin.
Ben kalkar alırım. Kızlara baktın mı? Sofanın camını
açmıştım üşümesinler kapatıver.
Fıstık çamlarının, yeşilleri belli belirsiz kara gölgeli
dal uçlarında mavi bir ay. Hüseyin Rahmi'nin evi. Sivri
çatısının tam üzerinde ayın mavisi. Rahmi Bey bahçedeki
ıhlamurun altında oturuyor olmalı. Kapısının önündeki
ağacın dalında solgun ampulün çimkelenen ışığı görünüyor.
Pala bıyıklı ev arkadaşı gittiğinden beri pek kederli diyorlar.
Yeni romanı Billur Kalp'deki kimi sahneler bazılarını
rahatsız etmiş olmalı. Uzaklardan biri mızıka çalıyor. Bildik
bir müzik bu ama neydi bu? Şey… Nal sesleri dikkatini
dağıtıyor. Bir faytonunun kişneyen kısrakları tırısa kalkmış
olmalı. Nal şakırtıları bahçe duvarının önünden akıp
geçiyor. Sonra sessizlik. Mehtaba, denize baktıkça bu sessiz
görkem hüznünü daha da arttırıyor. Adalar denizi önünde
uzanıp gidiyor taa karşı kıyıda yakamozlanan pırıltılara
kadar. Mehtapla sırmalanmış deniz zihninde birden kapkara
bir okyanusa dönüşüyor.
Demek sekiz can bu karanlıklar kuyusunda yok olup
gitmişti. Ali İhsan Paşa'nın kömür yüklü Bozkurt gemisi.
Fransızların Martin şirketinin Lotus'una böyle karanlıklar
içinde ecel gibi gelip çarptı demek. O anda acaba neler
yaşandı kamaralarında, güvertelerinde ambarlarında, bu
gemilerin. İzmire vapurla gidip gelişlerinde görürdü onları.
Çokçası Boğazın Karadeniz'e bakan köylerinin kırmızı
yanaklı, sivri çeneli çocuklarıydı. Etsiz, kemikli yüzlerinde
gümrah sarışın bıyıklar, başlar tıraşlı. Konuşurken yere
bakarlardı. Karıları kim bilir nasıl bir yürek kabarmasıyla
bekliyorlardı. Şimdi dul kaldılar, yirmili yaşlarında, genç
dullar. Çocukları yetim. Rizeli ateşçi Mustafa İbrahim.
Gazeteler özetledi anlatımlarını.
161
“Biz sığrı kenarı üzerinde altı mille yolumuza devam
ediyorduk. Lotus da İzmir'den, Sakız Boğazı'ndan
geliyordu. Bizim de onunda sağ yanı takip etmemiz lazımdı.
Lotus on beş mil süratle üzerimize geldi. Oysa sağı izlemesi
gerekirdi. Bizim kaptan üst üste düdük çaldı. Baktık geliyor
bağırmaya başladık. Yer gök kapkara zindan. Seslerimiz
karanlığın içinde kaybolup gitti. Son bir iki dakikada Lotus
sancak alabanda yaptı ama geç kalmıştı. Geldi ortadan bize
bindirdi. Kazan patlamıştı. İstim iki ateşçimizi, Göreleli
Hüsnü ile Sinoplu Ahmed'i yaktı. Lotus geri geri
çabalamaya başladı. Tayfalar Sürmeneli Aslan ile Arap
İbrahim kıç direğinin dibine kaçtılar. İkisi de kıç kısmı
batarken direğe sarılmışlardı. Arslan Mehmet direğin
tepesinden suya atladı. Çarkçı Nizamettin kıç taraftan
Lotus'a zincir atıp tutunmak isterken denize düştü. Onu
Lotus'tan bir İngiliz seyyah simit atıp kurtardı. İkinci
kaptanın ölümü hepsinden acıklı oldu...”
Feheda yüreği titreyerek Hüsnü Efendiyi
düşünüyordu. Lotus onu ezmişti. Kömürcü bahriye
mütekaidi Tahsin, karanlık sularda kaynadı gitti diyor.
İstanbullu Hakkı, luntal demirine can havliyle yapışıyor
oysa demir kıpkızıl ateş. Ben diyor Tahsin Bey, onun çıra
gibi yandığını görünce tutunmadım demire. Tahtayla
kurtuldum ben. Tayfa Mustafa ile Hacı Kadir'in öldüğünü
karada öğrendim… Feheda'nın gözünde akkor halindeki
demir direğe yapışmış kalmış tayfalar geliyor. Bazı geceler
elektrik telleri akkor olur hani, serçelerin bıldırcınların
kırlangıçların tırnakları arasında titrer durur. Nasırlı
kocaman elleri tayfaların kıpkızıl demire tutunmuş yanıyor.
Ve şimdi ne diyor Tan Gazetesi? “Jean Demos'u tutuklayan
hâkim ve savcılar, savcı Fuat, sorgu hâkimi Hatemi
uluslararası hukuka aykırı davranmışlardır. Fransız Dış
İşleri Bakanı Briandin hemen salıverilmesini emretmek
küstahlığını göstermişse bunun sorumlusu bu iki hâkim ve
162
savcıdır.”
İçi daraldıkca daralıyordu. Gözleri yanıyordu ama
bir nebze uykusu yoktu. Gene de kalktı ön verandanın
kapısın kapattı. Artık çıkıp yatmalıydı.
Birden görüverdi, ön bahçenin kapısında bir kadın.
Aa Gündüz Bey'in kızı bu. Üzerinde tenis etekliği, buluzu.
Gecenin bu vaktinde neden gelmiş olabilir? Elinde bir tomar
dergi gazete.
- Işığını görünce geldim Fehedacığım. Sana bunları
getirdim.
- Gel canım gel, bahçedeydim. Ama bunlar Fransız
gazeteleri.
- Evet, onun için getirdim sana.
Birlikte içeri giriyorlar. Le Jurnal, Figaro, Matin,
Excel Soir… Haber başlıkları yorumlar bir birinden keskin
hatta küstah… “Ankara hükümetine Fransızların fazla yüz
verdiği... Türk makamlarının laubaliliği, Türk zabıtasının
Fransa'ya karşı tuzağı, Türkiye'nin Fransa'ya hakareti,
meşhum Lozan Antlaşması...”
İki genç kadın yuvarlak masanın üzerine
kapanmışlar gazetelerin birini bırakıp ötekini alıyorlar.
Feheda dizgi biçemine göre önemsediği yazıları uzatıyor,
- Nejlacığım lütfen şunu da tercüme et bana.
Franszcayı hiç anlayamıyorum. Anlat anlat. Bak bak şurada
savcı Süleyman Bey'in adı var ne diyor?
- Fehedacığım biliyor musun bu günkü oturumda
ağır ceza mahkemesi Fransız kaptanın mevkufiyetinin
devamına karar verdi.
- Ben de Yunus Nadi Bey'in yazısını okudum. Diyor
ki Türkiye hakkında bu kadar cahil olan bir memleketle dost
dahi olunamaz.
- Kardeş, hukukçular bile ikiye bölünmüşler, bazıları
Kaptan Demostos'un serbest bırakılmasından yanaymış.
Sonra sustular. Yeni gölgeler mi düşüyordu
163
memleketin üzerine. Karanlık bulutlar, gene çan sesleriyle
mi Hıristiyan Avrupa'nın müşterek cephesinden ateş
edeceklerdi üzerimize. Çağdaş uygarlığın öncüsü Fransa
neden hukuku reddediyor, kapitülâsyonlardan vaz geçmek
istemiyordu? Batı uygarlığıyla batı sömürgeciliğinin iki
farklı yüzü. Biz birine batının uygarlığına sahip çıkarken
ötekini sömürülmeyi reddettiğimiz için mi bize
yükleniyorlardı? Nejla ile Feheda'nın suskun dudaklarının
ardında bir birine ulanıp gidiyordu sorular.
İki genç kadının korkuyla sustukları saatlerde
Ankara'da Çankaya'da iki adam saatlerdir süren bir
toplantıda Mahmut Esat'ı dikkatle dinliyorlardı. Gece
sabaha açılırken bir birlerinin gözlerine bakarak bir karara
varmaya çalışıyorlardı.
-Paşam izin verin Lahey Adalet divanına gidelim.
Kim haklı kim haksız orada belli olsun. İzin verirseniz
davamızı orda ben savunayım. Fransızların istediğini yapar
da bunları salıverirsek Fransızın karşısında boyun eğmiş
olacağız. Halbuki Lahey'de kaybetsek dahi uluslararası bir
mahkemenin hükmüne uymak büyüklüğünü göstermiş
oluruz. İzin verin Lahey'e gidelim. Ben orada savunmayı
üstleneyim. Eminim kazanacağız.
Kısa bir an sustu. Sonra kötüsünün geleceğini de
düşünerek kederli bir sesle konuştu.
- Kaybedersem geri dönmeyeceğim Paşam.
İki adam, İsmet Paşayla Gazi onun heyecanla
buğulanan gözlerine baktılar. Mustafa Kemal yerinden
kalktı, büyük savaşlardan zaferlerle çıkmış olmanın
güvenciyle gülümseyerek geldi, omuzlarından tuttu. Güçlü
parmaklarıyla sımsıkı kavradı.
- Güle güle git! Kazanacaksın. Kazanmasan da bu
millet seni gene bağrına basacaktır Mahmut. Müsterih ol!
İşte şimdi sisli bir eylül sabahı Avrupa'ya giden
trenin hemen önündeler. Dış İşleri Bakanı Tevfik Rüştü
164
Aras, Profesör Camal Hakkı Selek, taa Darül Fünün Hukuk
Mektebi'nden beri kendisini gururla umutla izleyen
devletler hukuku hocası Cemil Bilsel, Yusuf Kemal, Reşat
Nuri. Bir yıl boyunca çabalarını yüreklerini ortaya koydular.
Bütün dünyada hukuk alanında kuram, uygulama didik
didik edildi. Örnek kararlar incelendi. Adeta resmi olmayan
bir akademi oluşturuldu. Mahmut Esat'ın içi hâlâ rahat
değildi. Fransız ve İngiliz hukukçularının görüşlerini de özel
olarak aldı. Küçük bir odada yatıp kalkıyordu. Ankara'da,
kapısı penceresi kapalı odalara, kütüphanelere, kitaplara
raporlara içtihatlara mahkeme kararlarına kendini
hapsetmişti. Bir kaç kez İngiltere'nin Fransa'nın
üniversitelerine kadar gitti. Mahkeme arşivlerine daldı.
Kendisini öylesine bu ulusal davaya vermişti ki ailesini
kızlarını evini barkını unutmuş gibiydi.
Heybeli Ada'dan gelen telgraf kapandığı odaların
kapılarını pencerelerini birden ardına kadar açtı. Yeniden
yaşamın, esenliğin gün ışığı girdi gönlüne. Yeniden hayata
döndürdü onu. “Bir de tarihi gevherini bil, çalış/Oğlum adın
gibi Yüksel…” gözlerinden yaşlar boşandı birden. Ah
Feheda ne çok haksızlık ediyorum sana. Demek bu kez
oğlan. İmza olmasaydı da bu ebcet hesabı ile bildirilen
doğum tarihini Hüseyin Siret'in düşürdüğünü bilirdi. Hey
koca adam! Heyecandan ne yapacağını bilemedi, dolandı
durdu, sonra küçük bir not yazdı defterine. “Yirmi üç
Ağustos bin dokuz yüz yirmi yedi. Oğlum oldu. Bir iki
günlüğüne onu görmeye Heybeli'ye gidiyorum.”
İşte Yüksel henüz yirmi günlük bir bebekken babası
bir kez daha yurt savunmasına koşuyordu. Bu kez Lahey
Adalet Divanı'nda, kürsüde cepheyi tutacaktı. İşte
şimendiferin önünde çekilen o resim hukuk cephesindeki
müfrezenin fotoğrafıydı.
Tren Avrupa topraklarına girerken Türkiye'de
gazeteler onun sözlerini üst başlığa çıkarmışlardı.
165
“Kapitülâsyonlara alışık olanlar bilmelidirler ki
Türk devleti esir devletleri alakadar eden en küçük bir
ananenin iddiasına muvafakat edemez. Biz hakkımızı
müdafaa ediyoruz.” Son tümce bütün gazetelerde iri
harflerle basılmıştı.
Karakteri istiklal olan bu ulusun temsilcileri,
hükmetmeye sömürmeye alışık Avrupa'nın, atalarının
bilimsel düşünsel kültürel kalıtıyla mağrur, valonlu,
kravatlı, koca cüppeli hâkimleri önünde dim dik durdular La
Heye'de. Bu diklik ulusal onur kadar, bilgisel düşünsel
birikim, duyarlılıkla iyi silahlanmış küçük ama inançlı bir
müfreze olmalarındandı.
Sonunda karar açıklandı. Kibirli Fransızlar Türkiye
karşısında kaybetmişlerdi! Üstelik tazminat talepleri de
reddedilerek. Genç Cumhuriyetin adliyesi uluslararası
hukuka örnek bir karar armağan etmekle kalmıyordu.
Kapitülâsyonları kaldıran Lozan ilk kez uluslararası bir
mahkeme kararıyla onaylanıyordu. Türkiye Cumhuriyeti
'nin ulusal hukukunu korumaktaki kararlılığını böyle bir
başarıyla taçlandıran Mahmut Esat'ın soyadı Artık
“Bozkurt” olmalıydı. Bu ad Atatürk'ün ona armağanı oldu.
Onlar yurtlarına döndükten sonra Fransızlar uzun
zaman bu yenilgiyi tartıştılar. En çok Türkiye'nin taktik
başarısından söz ediliyordu. Bir baş makalede şöyle
deniliyordu.
“Fransız kaptanın tutuklanmasında Türkiye uluslar
arası hukuka uygun hareket etmiş midir? İşte bu soruyu
Türkler yargılama sırasında, ustaca bir taktikle, aykırı
hareket etmiş midir şekline çevirdiler. Uygun yerine
aykırı… Böylece bir tek sözcük değişimiyle ispat külfetini
Fransa'nın üzerine yıkmayı başardılar ve biz kaybettik.
Türkler bu zekice savunmanın mimarı Mahmut Esat'la
övünmekte hep haklı olacaklardır...”
166
Bütün eziyetler, gerilimler heyecanlar, sabahlanan
geceler övgüler her şey geçti gitti. Görevini başarmanın
erinciyle, şimdi dünyada en çok sevdiği yerde. Zeytin nar
incir, limon turunç ağaçlarının altında. Efes kalıntıları kadar
uzayıp giden Roma su kemerleri boyunca rüzgârın sırtında
at sürüyor.
Yolun kıyısında yaşlı bir köylü. Sabanın önündeki
cılız öküzü dürtükleyip duruyor. Toprak sert, tarla taşlı,
adam yaşlı. Öküz de adam gibi bir deri bir kemik, dermansız.
Attan iniyor.
- Kolay gele baba.
Adam kirpiksiz gök gözlerini çevirip bakıyor. Can
pahası zamanlarda geçen ömrünün, tekinsiz kırların,
doğasına kattığı uyarılmış gizli bir dikkatle bakıyor…
Kubbeli açık alını altında iri kara gözlerini
karşısındakinin üzerine tutup, sâdalı bir sesle konuşan, bu
doru atın üzerindeki binici de kim? At da at hani! Alnı
akıtmalı ard ayak seki. Savatlı başlık, sıvama dizgin, parıl
parıl kantarma, şebeş kolu... Tepindirik kösele kaltak
üstünde yüksek kaşlı çerkez eyeri. Üzengiler tokalı,
kararmış ama gümüş olduğu belli. Kim acep bu?
- Sağol Beyim. Ne edelim rençperlik irezillik. Sen
kimlerdensin nereden gelip nereye gidersin?
La Hey kahramanı attan iniyor. Herkese tanıttığı gibi
tanıtıyor kendini.
- Kuşadalı çiftçi, Hasan oğlu Mahmut Esat.
Adam boyunduruktan kurtulan öküzle meşgul.
Yağmur tek tek atıyor. Hava soğuk poyraz. Az ötede denizin
üstü kapkara. İhtiyarın üzerinde eski bir asker ceketi.
Yırtıklarından teni gözüküyor. Kuşadalı Mahmut Esat'ın
boğazı düğüm düğüm, şakakları atıyor, alnında o tek damar
gene gömgök. Yüreği parçalanıyor. Haykırmak istiyor.
Hırsızlar! Teslim olun!.. Paltoyu çıkarıyor sırtından,
167
giydiriyor ihtiyara. Sonra atladığı gibi atına mahmuzlayıp
gidiyor.
“Lozan'da bana verilen harcırahla yedim içtim.
Birkaç kitap, bir de palto aldım. İşte bu da harcırahtan artan.”
Bakanlık mutemedi tekrar ayağa kalkıp saygıyla eğiliyor.
Duygulanışın heyecanıyla titriyor sesi, “Mahmut Bey, diyor
bunlar sizin hakkınız.” O çoktan çıkıp gitmiş odadan.
mutemet siyah tahta masanın üzerindeki franklara bakıyor.
Yağmur gök gürültülü ayazla inerken Arvalyada'ki yaşlı
köylünün kürklü paltoya sarınarak toz bulutu içinde
uzaklaşıp giden atlıya baktığı gibi bakıyor. Hayranlıkla
gönül borcuyla…
Akşam İzmir'de arkadaşı Avukat Murat Çınar'ın
yazıhanesinde buluştular.
- Ne, Avrupa'dan aldığın o güzelim paltoyu mu
verdin adama?
Mahmut Esat kahveyi yudumlarken sigarasını
yakıyor.
- Zaten halkın parasıyla alınmıştı. Şimdi Kemeraltı
'na gider hazır elbisecilerden bir palto alırım kendime, diyor.
Öyle de yaptılar, Kemeraltına gidip dükkânların
önünde sallanıp duran harcıâlem hazır paltolardan birini
yirmi lira verip aldılar.
O akşam sofrada gene türküler, Bağdatlı Ruhi'den,
Fuzuli'den, Ziya Paşa'dan gazeller okundu. Sonra Hüseyin
Rıfat'ın mermi taşıyan kadınlar için yazdığı şiiri okurken
birden bire kendini tutamayarak ağladı.
“Sabanı ardında bakır çehreli kır saçlı kadın/İçi
kevser gibi ayran dolu bakraçlı kadın/Kükremiş kaplana
binmiş/Eli kırbaçlı kadın/Kim bu omzundaki gülleyle koşan
taçlı kadın?”
Sonra susuyorlar. Dağların kuytularında
yoksulluğun acısıyla kuru toprağı deşenleri, iki taşın
arasında bir buğday tanesini ezerek parmak basıp yiyenleri
168
düşünerek susuyorlar… Gençten biri ayağa kalkıyor uzun
bir şiir okuyor.
“Anne deniz nerede, yalımız nerede? Hani gideceğiz
İzmir'e der de? Beni uyuturdun dizinde anne? Yeşil bir
bahara büründü dağlar/Bülbüllü bahçeler üzümlü
bağlar/Kimlerin işine yarıyor anne?
Genç adam okumayı sürdürüyordu onun zihninde ise
Kemalettin'in başka dizeleri yinelip duruyordu. Belki şimdi
sana son sözlerimi yazmadan... O ne anne o ne geri
dönmedim diye… Birden silkindi ayaklandı.
Haydi dedi kalkalım daha yapılacak çok iş var...
169
İzmir limanında depolar antrepolar, pamuk incir,
demir, krom tütün yüklü şilepler. Dünya büyük ekonomik
bunalımın pençesinde kıvranıyor. Fabrikaları durmaksızın
çalışan, kâr için ürettikçe üreten ülkelerin limanlarında mal
yüklü şilepler demir alıp açılamıyor dünya denizlerine.
Dünyanın kuzey ve güney yarı küresi patlamış bir yaz narı
gibi ikiye ayrılmış durumda. Açların ve aç gözlü tokların
dünyası… Amerikan borsası hızla yükseliyor, ardından
Wallstreet'deki zincirleme iflaslar, gittikce derinleşen kriz,
işsizlik çığ gibi büyürken ücretler düşüyor. Dünyanın
sanayileşmiş ülkelerinde kitlesel gösteriler, genel grevler.
Newyork valisi Roosvelt otuz beş bin kişinin katıldığı
protesto gösterisini dehşetle izliyor. Birden hiç hesapta
olmayan bir şey oluyor. Polisin sert eylemleri kenti bir anda
sokak savaşının alevleri içine atıyor. New York ateşler
içinde. Ve ateş dünyayı kasıp kavuruyor. Savaş... Çine
saldıran Japonya Mao'nun askerleriyle boğaz boğaza. Çin
komünist partisi hızla güçleniyor. Stalin'in Mareşal
üniformalı resimleri geri tarım ülkesi olmaktan kurtulmakta
olan Sovyetlerin sanayi kentlerinin üzerine düşüyor. Gürcü
diktatör ortak malcılığı acımasız uygulayarak hızla silah
sanayine yatırım yapıyor. Bütün cephelerde önce kadınlar ve
çocuklar ölüyor. Bu ateş barut içindeki çalkantılı dünyada
genç Türk Cumhuriyeti ulusal politikalarını koruyarak
gelişmesini sürdürmeye çalışıyor.
İsmet Paşa'yı getiren tren küçük bir Anadolu
kentinde istasyon binasının taş duvarları önünde duruyor.
Trenin kapısı açılıyor ve paşa daha toprağa basmadan halkın
elinde Serbest Cumhuriyet Fırkası lideri Fethi Bey'in
resimlerini görüyor. Karşılayıcılar sessizce öylece gözünün
içine bakarak kaldırıyorlar resimleri. Paşa kürsüye
yöneliyor, çok partili hayat, demokrasi, savaş ve barış
üzerine konuşuyor. Durgun gözlerin, coşkusuz ellerin
170
alkışları. Ama küçük bir gurubun protestolu haykırışları
durmuyor. Sonra bir küçük çocuk fırlayıp geliyor kürsünün
önüne. Sonra bağırıyor. “Sen beni aç bıraktın!” Herkes
susuyor. İsmet Paşa eğilip kaldırıyor çocuğu, kürsünün
üzerine oturtuyor. Yüzünü avuçlarının arasına alıyor, “Evet
ama babasız bırakmadım, bırakmayacağım!” Protestocular
şaşkın. Halk alkışlıyor. Paşa nihayet umduğu rüzgârı
yakalamanın mutluluğuyla gülümsüyor.
Aynı saatlerde bir başka garda Uşak üzerinden bir
başka tren giriyor İzmir'e. Tren orta Anadolu'dan geliyor.
Mahmut Esat, bu kez İsmet Paşa kabinesinin Adalet Bakanı
olarak “Türk Adliyesini denetim” gezilerinin birinden daha
dönüyor.
Aylardan beri bütün yurdu karış karış dolaştı. Türk
devriminin “müeyyidesi” olan Cumhuriyet yasalarının
uygulanışını bizzat görmek, Adliye binalarının açılışlarını
yapmak, cezaevlerini ıslah evleri haline getirmek, adaleti
halkın ayağına parasız götürmek...
Dört Eylül. İzmir depoları dış satım ürünleriyle dolu.
Gemiler demir alsalar gerek. Yeni Asır günlerden beri karma
ekonomiye son verecek tedbirlerin derhal alınmasını ilişkin
yayınlar yapıyor. Ver yansın ediyor İsmet Paşa Hükümetine.
Cumhuriyet Halk Fırkası yanlısı Anadolu gazetesi o
günlerde okurlarına İzmir'de Fethi Beyin halka hitap
edeceğini duyuruyor. Hükümete eleştirilerini Mahmut
Esat'ın seçim bölgesinden gönderecek.
Yedi Eylül... Tek parti yönetimine duyulan öfke
Alsancak spor alanını tıklım tıklım dolduruyor. Davullar
zurnalar bayraklar. Fethi Bey, sanayici, çiftçi, iş adamlarının
eşliğinde alkışlarla alana giriyor. Hoparlörler sonuna kadar
açılmış. Kalabalık ısıtılmış tef gerginliğinde.
- Cumhuriyetin temel ilkelerine yürekten bağlıyıııız!
İlk tümce alkışlar bravo sesleri arasında yitip gidiyor.
-Sevgili İzmirliler! Partimiz laik ve liberalizmi
171
benimseyen bir partidir. Bunu önemle bildirmek isterim
kii…
Sonra birkaç tümce daha. Ama halk sanki dinlemeye
değil, alkışlamaya bağırıp çağırmaya, muhalefetini
sergilemeye gelmiş gibi. Öfke Alsancak'da dalgalanıyor.
Fethi Beyin konuşması mümkün değil. Sokaklara taşan
kalabalık onu da sokağa taşımak üzere kürsüye yöneliyor.
Birden omuzlara alınıyor. Fethi Bey dengesini kaybederken
şapkasını tutarak omuzlayanları uyarmaya çalışıyor.
-Yapmayın arkadaşlar bu partimizin ciddiyetiyle
bağdaşmıyor rica ederim... Kalabalık caddeleri doldurdu
bile. Anadolu Gazetesi taşlanıyor. Taşlar her yönden kurşun
gibi yağmakta. Kalabalık ergimiş metal akışkanlığıyla bütün
alanları sokakları dolduruyor. Bu kıyamet içinde bir kadın
haykırıyor.
- Çocuğum oğlum! Oğlum düştü, kaldırın oğlumu...
Küçük bir beden on iki yaşında. Sarışın başından
toprağa kan sızıyor. Bu küçük ölü kalabalığın aklını başına
ancak getirebiliyor. Duraklama, sonra panik. Koşuşan
Polisler, bekçiler, sirenler düdükler. Yakalayın tutun
avazları. Kaçışanlar.
Basın toplantısı. Fethi Bey alanda yapamadığı
konuşmasını bu toplantıda bitirmek istiyor. İstiyor ki
meramını anlatabilsin ve bu üzücü olay tam olarak ortaya
çıksın. Ekonomik liberalizmi anlatıyor önce. Sonra
örnekliyor.
-Meselâ demiryolu imtiyazının Belçika şirketi
yerine bir Türk şirketine verilmesi bizim prensiplerimize
aykırıdır. Ve şunu belirtmeliyiz ki serbest piyasa...
Toplantı devam ederken tahkikat genişliyor.
Gözaltına alınanlar. Yakalananlar, ihbar edilenler. Konak…
Adliyenin önü tıklım tıklım. Alsancak olaylarını izleyen
gazeteciler, polisten vilayete, vilayetten adliyeye
koşturuyor.
172
Fethi Bey bu kez Bandırma'da. Veryansın ediyor
Adalet Bakanına.
- Adalet Bakanı bir partinin bakanı gibi davranamaz.
Halk partisi iktidarı son bulmalıdır. Çünkü bu parti iktidarı
ekonomiyi daraltmıştır.
Mahmut Esat Ödemiş'den yanıtlıyor.
- Cumhuriyet Halk Fırkası azasıyım. Çünkü bu fırka
Türkü efendi yaptı. Burada bir vekil olarak değil bir mebus
olarak konuşuyorum. Şu anda o fırkaya sövenler bilsinler ki
bu saadetlerini Cumhuriyet Halk Fırkasına borçludurlar.
Bu karşılıklı açıklamalar siyasi havayı geriyor. Her
iki partide ve Çankaya'da huzursuzluk…
Manolyalı bahçede el ayak çekilmiş. Köprüdeki taş
evin bütün pencereleri karanlık. Üst katta küçük bir camdan
sızan sarı ışık kameriyeye düşüyor. Yüksel kucağında.
Denize bakan odada büyük ceviz karyolada iki küçük kız
çocuğu uyuyor. Gün ve Ay. İnce çocuk kollarının açıklığında
saf yüzleriyle düşlerine gülümsüyorlar. Feheda uzun
sabahlığının eteklerini toplayarak balkona çıkıyor. Çok
yorgun. Artık dayanamıyor. Kocası ile aylardır kendilerine,
yuvalarına ilişkin tek bir söz etmediler. Aylardır… Bu
yorucu hayat bitsin artık. Varşova sefaretine atanacağını
yazıyor gazeteler. Evet hemen kabul etmeli. Memlekete
hizmetin binbir şekli olmalı. Kaç gündür yollarda. Sesi bir
güneyden bir kuzeyden bir orta Anadolu'dan, Ege'den
duyuluyor. Gelse de konuşsa onunla. Kızlar büyüyor eğitim
çağları. Bu böyle gidemez… Rüzgâr eteklerini uçuruyor,
saçlarında dolaşıyor. Uzanıp bir yaprak koparıyor balkona
dayanmış limon ağacından. Oh mis gibi, içi ferahlıyor.
Kocası o akşam da gelmedi. Sabah erkenden telefon
etti. Yorgun sesi fırtınayı atlatmış okyanus dinginliğinde.
Çocukları sordu. Sonra kahvaltıya geleceğini söyledi
kapattı.
O eve gelmeden ajanslar, daha önce de birkaç kez
173
çekilmek isteyen Adalet Bakanı'nın istifasını baş vekil İsmet
Paşa'nın üzülerek kabul ettiğini bildiriyorladı. Gazeteler ise
Mahmut Esat'ın laiklik karşısındaki kaytaklığa, vekil zırhına
bürünmeden bir yurttaş olarak daha rahat mücadele etmek
için bakanlık görevinden ayrıldığını yazacaktı. İsmet Paşa
“Tek tesellimiz bizimle çalışmayı sürdüreceğine söz vermiş
olmasıdır.” diyordu.
174
Menemen'in
tozlu sıcakları yerini kuru sert bir
rüzgâra bırakmıştı. Hava günlerden beri hiç açmamış, güneş
yüzünü göstermemişti. Genç teğmen dünkü teftişten yüz
akıyla çıkmıştı ama içinde gene de nedeni belirsiz bir sıkıntı
vardı. İçtimayı dağıttı. Yaz çiçekleri çoktan kurumuş,
sararmış otlarla kaplı bahçeye çıktı. Kaputu sırtında,
kurumuş sarmaşık dallarıyla örtülü çardağın altında zihni
çook gerilerde ayaküstü öylece dalgın dikiliyordu.
Anası, sen derdi, hürriyetten iki yıl önce doğdun. O
vakitler İbrada'nın üç beş hanelik bir köyündeydiler.
Sonradan göçtüler Antalya'ya. Kesme taşlarla döşeli
sokaklarda balk sırtı bitişiği yerden akardı yağmurun tatlı
berrak, kuyuların acı bulanık suları. Anasının her vakit,
künnar külünde ağarmış çamaşır kokulu elleri, süt buğulu
soluğu. Oğul derdi, babanı seferberlik aldı gitti. Arabın
çölünde öldü mü kaldı mı bilinmez. Lakin sağ olaydı çıkar
gelirdi Mustafa. Oğlan olursa Fehmi olsun dedi. Kız olursa
sen koy adını. Vaktinden evvel doğdun sen. Kıl çadırda
doğurdum seni. Yaylada. Parmak kadardın doğduğunda.
Ölür bu yaşamaz dediler. Ama ilk günden sarıldın
biciklerime. Öyle bir asıldın ki o saat anladım ölmeyeceğini.
Keçi sütünde ezdim ezdim de bademi balla karıştırıp
tülbente dolayı dolayı emdirdim sana. Şimdi belli belirsiz
hatırlıyordu Mustafa Fehmi kırmızı keçinin yeşil mavi
gözlerini. Memelerine gerili çaput torbalar. Sonra dayısıgille
birlikte Antalya'ya göçmeleri.
Dayısı Eyüp peynir toplardı köylerden, sonraları
harnut. Saat kulesi altında küçük dükkânı Oskar'ın. Birinci
sınıf terziydi Oskar usta. Anası zanaat altın bilezik oğul dedi,
verdi çıraklığa. Köz sıcakta dikişe ter damlamasın. Sıkıca
sarılmış tülbentler alınlarında, dibi açık kalın yüksükler
parmaklarında. Kalfa ol da sana arastada fes giydirelim derdi
usta. Sonra bir gün elinde bir kâğıtla çıka geldi Oskar Usta.
175
Maarif Antalya'da Öğretmen Okulu için sınav açıyordu.
Elde yok avuçta yok ay oğul, neyle okutacağız seni diye
dövünen anasını, okul parasız be ana diye sevinçle
kucakladıydı. Sonra İzmir'e aldılar en başarılı öğrencileri.
Ertesi yıl okul birincileri Bursa'ya. Beş kişiydiler. Onlar
Yüksek Öğretmen Okulu'na gönderilecekti.
-Teğmenim sahra telefonundan sizi arıyorlar.
Sıçrayarak sertçe ardına döndü. Bozkırlı Muharrem,
ayazda kurumuş dağ yemişi küçük eğri büğrü kafasının ön
yüzündeki seyrek fırlak dişlerini, geniş kabuklu
dudaklarıyla örtmeye çalışarak esas duruşta bekliyordu. Bir
an toparlanamadı Asteğmen sonra,
-Kim arıyor oğlum?
-Muhabereci söyledi Komutanım.
Koşarak içeri girdi. Sahra telefonunda ses bir geliyor
bir yitiyordu.
-Aloo Asteğmen Kubilay?
-Buyrun Komutanım
-Nakşibendî şeyhi Esat'ın oğlu Ali Menemen
'deymiş. Haberiniz var mı? Derviş Mehmet, Sütçü Emin,
Nalıncı Hasan'la birlikte köyleri dolaşıyorlar. Halkı
kışkırtıyorlar. Nasıl haberiniz olmaz?
-Komutanım biz esasen bu üçünü tanıyoruz.
-Her neyse bunlar üçyüzbin kişi ile İstanbulu
muhasara ettiklerini, Ankara Hükümeti'nin düştüğünü
söyleyerek, Abdülhamit'in oğlu Selim'in tahta çıkmasının an
meselesi olduğuna halkı inandırmaya çalışıyorlar. Gerekli
tertibatı alınız. Derhal bir müfreze ile Paşa Köy'e hareket
ediniz. Durumu tahkik ve bildiriniz.
-Emredersiniz Komutanım. Derhal.
-Eratı takviye ediniz.
-Başüstüne komutanım.
Telefonun kara almacı elinde öylece dondu kaldı. O
sırada gördü atlıyı. Dörtnal tozu dumana katarak geliyordu.
176
Tanıdı. Bozalan Köyü Muhtarı'ydı bu. Fesi düşmüş yüzü
gözü yara bere içinde. Karabasan birden yüreğine abandı,
altüst oldu. Şapkasını almadan fırladı çıktı. Atlı elinde
mavzer indi atından. Sol bacağını sürükleyerek geldi.
Heyecanla nefes nefese, korkudan titreyerek konuşuyordu.
-Teğmenim durum kötü. Kese köyünde silahlanıyorlar yarın buraya sabah namazını topluca kılmaya gelecekler.
Bunlar bildiğin gibi değil kumandan. Derviş Mehmet
afyonu yuttumu zaptedilmez oluyor. Ben mehdiyim diyor
kumandan…
Adam ayni şeyleri bilinçsizce üst üste yineleyerek
anlatıyordu. İçeri aldı. Oturttu.
- Sakin olunuz muhtar, Cumhuriyet kaytaklığa geçit
vermez. Bir iki başıbozuğun ardına düşmez bu koca
Menemen.
- Öyle demeyin beyim. Korkan insanın etmeyeceği
olmaz. Ben, varıp gideyim kumandana haber edeyim dedim.
Benim çoluk çocuğum var ötesini ağalar beyler düşünsün
gari. Canımı zor gurtardım şinçik. Yarın bırlarda durulmaz
bunlar afyonu çekti mii gari...
Adamın korkusu bir türlü yatışmıyordu. Az sonra
geldiği gibi telâşla, yaralı ayağını sürükleyerek, atına atladı
tozutarak sürdü gitti.
İki nöbetçi ile Hükümet Konağına girdiğinde
kaymakamı yerinde bulamadı. Memurlarda garip bir hal
sezdi. Gözlerini yere eğiyorlar, varoluşlarının bütün nedeni
orada bulunmaktan ibaretmişçesine sinik, onu görmezleniyorlardı. Küçük insanların kargaşa anındaki zelil
kurnazlığıyla şimdiden tarafsızdılar. İçlerinden yalnızca bir
ikisi ayağa kalktı kuvvetle elini sıktı. Bu sıkışla buradayız,
dimdik ayaktayız diyorlardı. Sokağa çıktı. Evlerin kafesleri
indirilmiş, perdeleri çekilmişti. Avluların örtük kapılarından
çayıra meraya salınmamış ineklerin böğürtüleri geliyordu.
Küçük alanın ötesindeki camiinin az berisinde kümelenmiş
177
insanlar gördü. Mırıl mırıl konuşarak bekleşiyorlardı.
Tehlikeli bir halleri yoktu. Şubeye döndü.
Birden sala okuyan imamın sesini duydu. Her günkü
imam değildi bu. Sala bir türlü bitmiyordu. Silahını kuşandı
teçhizatlı bekleyen müfrezeye emretti,
İstikamet hükümet meydanı! Marş marş…
Erler silahları çapraz tutuşta rap rap dar sokaktan
geçip alana geldiklerinde sokağın iki başının da tutulduğunu
gördüler. Askerleri görenlerden kimileri kaçıştı. Birden
Derviş Mehmet'i gördüler. Kıl şalvar, kara cüppe, ak kuşak
yeşil sarık. Kara çember sakalı üzerinde kalın kırmızı salyalı
dudakları yarı aralık. Elindeki yeşil bayrağı sallayarak öne
çıktı, ortaya geldi. Şişman yağlı gövdesi basık yemenilerinin
üstünde sallanıyordu. Göbeğindeki kuşaktan altıpatları çekti
havaya üç el ateş etti. Kalabalık çakılmış kalmıştı.
Nakşibendi dervişi konağın merdivenlerine çıktı. Devrilip
duran kaymış kanlı gözlerini kalabalığın üzerinde
gezdirerek bağırmaya başladı.
- Ey ümmeti müslimin din elden gidiyor. Şeriat
isterüz. Şimdi şapkalarınızı bu gavur icadını çıkarıp benimle
birlikte zikir edeceksiniz. Zikretmeyen kafirdir. Ve dahi katli
vaciptir… Tekbiiir... Teeeek biiir…
Şeyh'in saldırgan kaba sesi suskun sokaklarda
yankılanıyordu. Bu ses evlerine kapanmış Menemenlileri
daha da korkuttu. Canlarını kurtarmanın yolunu aramaya
koyuldular. Evlerden tek tük dışarı çıkıp isyancılara
katılanlar oldu. Mustafa Fehmi çömlekçi Rıza'nın da onların
arasında olduğunu gördü. Biz Bektaşiyiz beyim derdi. Kısa
bir an göz göze geldiler. Mustafa Fehmi kalabalığa doğru
yürüdü.
- Durunuz bu yaptığınız kanuna aykırıdır. Beni ateş
etmeye mecbur etmeyiniz. Diye, bağırdı.
İnsanlar bir o yana bir bu yana bakıyorlardı. Kısa bir
bekleme. Derviş Mehmet birden tekrar merdivenlere atıldı.
178
Yeşil bayrağı sallayarak bağırıyordu.
- Kâfir kanı helaldir içiniz…
Mustafa Fehmi erlerin tüfeklerinde yalnızca
merasim fişeği olduğunu düşünüyor, gerçekten silah
kullanmaya gerek olmaması için dua ediyordu. Birden
aklına geldi. Alandaki çınarın altına yürüdü, kör kuyunun
yıkık tuğla bileziğine çıktı, kalabalığa seslendi.
- Bakınız askeri geri çekiyorum. Siz de artık
dağılınız.
Gene sessizlik.
- İşte ben de tabancamı atıyorum.
Belinden silahı söktü attı. Tabanca tozlu yola ölü bir
kartal gibi küt diye düştü.
Her şey o sırada oldu. Tekbir sesleriyle kaynayan
kalabalık bir anda kuyunun başına üşüştü. Az sonra, alana
bakan cumbaların kafesleri ardından bir kadının dehşetin
tanıklığında bilinçsiz çığlığı duyuldu. Mustafa Fehmi'nin,
kör bağ bıçağıyla kesilmiş, nakşibendi Şeyhi derviş
Mehmet'in kanlı elleriyle kumral saçlarından kavradığı,
aydınlık umutlarla dolu genç başı, kör kuyunun üzerinde
sallanıyordu. Bu kesik başı dehşetle açılmış gözlerin önünde
yeşil bayrağın temrenine geçirdi. Yeşil sancak ve kesik
baş… Kalabalık donup kalmıştı. Nakşibendî Şeyhi kanlı
sancağı bir kez daha kaldırdı. O zaman suskun kalabalığın
üzerinde, o canhıraş kadın çığlığı yeniden yankılandı…
Şeyh kalabalığa döndü.
- Kâfir kanı içmek helâldir, bu kan, bu kâfirin kanı
size helâl kılındı...
Sarkan atardamardan boşalan kanı avuçlayıp
avuçlayıp içiyor, bir yandan da bağırıyordu.
- Halife sınırda bizi bekliyor! Kalkın ey ümmeti
Muhammet! Müslümanlığı kurtaralım.
Kalabalık bağırıp çağırarak dalgalandı. İsyancılar
yeniden tekbir getirerek etrafa kurşunlar yağdırdılar. Onlara
179
karşı koymaya çalışan iki bekçi art arda vuruldu, toprağa
düştü.
Jandarma alayı Menemen'e girdiğinde iki bin
celladın kanlı testeresi hâlâ kör kuyunun tuğla bileziğindeydi. İsyancılar tek tek evleri basıyor yağmalıyordu.
Askerler kısa zamanda hâkim oldular ilçeye. Bana kurşun
işlemez, ben mehdiyim diyen Derviş Mehmet ilk
vurulanlardandı.
Ankara çalkalanıyordu. Gazi'nin İsmet Paşa'ya bir
tek sorusu olmuştu.
- Peki, Menemenliler ne yapmışlar, Cumhuriyeti
savunmamışlar mı?
- Halk korkuyla evlerine çekilmiş paşam.
- O vakit Cumhuriyet idaresini hakketmiyorlar.
Menemen'i derhal tenkil et...
Gazi bu sözleri söylemiş miydi gerçekten? Ama
Ankaralılar söyletiyordu en azından bunları. Gönüllerinden
geçen buydu. Cumhuriyet hakedenin hakkıdır ve adalet
herkese hakkını vermek!
Meclis kürsüsünde üç ay önce görevinden çekilen
eski adalet bakanı şimdi aynı öfkeyle konuşuyordu.
- Şeriat üsterik… Eli silahlı derviş Mehmet,
Menemen kasabasını bu nara ile bastı. Bu narayı laik
Cumhuriyetin kapısında yükseltecek kadar cesareti bu
eşkıya kendisinde buldu. Şakinin sesi kendi kanında
boğuldu. Ortada ne yazık ki bir Kubilay'ın başı kaldı... İhtilal
hızını hıncını şakileri kendi kanlarına bastırarak yok ettiği
zamandır ki, ancak devrimlere temiz bir nefes aldırabildi.
Şeriatçının maksadı neydi? Din namına milleti soymak.
Bütün bunların sebebi dinin dünya işlerine karışması. Dinsel
inançların zaman zaman eşkıya elinde, eşkıya halife elinde,
eşkıya Sultanlar elinde satır gibi kullanılmasıydı.
Mahmut Esat kısa bir soluk aldı. Meclis onu
dinliyordu. Bir görüntü, yıllar öncesinden bir anı gözlerinde
180
canlandı. Ayasofya önünde yeşil takkeli kara çember
sakalının elindeki kanlı kama ve Ihlamur yokuşunda elleri
bağlı Binbaşı Ali Kabulî… Heyecanla sözlerini sürdürdü.
- Din hangi millette dünya işlerine karıştırıldıysa bu
yolda satır gibi kullanıldı. Din vicdan işi olduğu gün,
yobazın eşkiyanın papazın elinde haraç keşkülü olmaktan
kurtuldu. Din siyasetin yönünü tayin ettikçe Allah zalimlerin
hesabına bir cellât, din de bir mezbaha gibi işletilmek
istendi. Tarihin en büyük, en kanlı faciaları hep bu nama
irtikab olundu. Türk ihtilali uzun tecrübelerden sonra laikliği
benimsedi ve onu müdafaa ediyor…
Ertesi günkü gazeteler Menemen, Manisa,
Balıkesir'de sıkıyönetim ilan edildiğini, suçluların
Korgeneral Mustafa Muğlalı başkanlığındaki askeri
mahkemede yargılanacaklarını yazıyordu.
181
Gün ile Ay koşarak sevinçle odaya girdiler. Babaları
konsolun aynasında çizgili uzun kravatını bağlıyor. İkisi
birden ince çocuk sesleriyle kocaman gözlerini açarak,
- Babacığım Şükrü Amca aşağıda diyorlar…
Şükrü Amca'yı çok seviyor kızlar. Onları çok
güldürüyor. Bir çocuk gibi içten kahkahalar atıyor onlarla
birlikte. Çok eğlendiriyor onları. Oysa günlerdir Şükrü
Amca'nın da babasının öteki arkadaşları gibi canları çok
sıkkın. Devletler bütün dünyada derinleşen krizden ulusal
pazarlarını korumak için gümrük duvarlarını yükseltiyorlar.
Otuzbeş milyon işsiz var Avrupa'da. Uluslararası ticaret
hacmi daraldıkça piyasalar çöküyor. Dünya ekonomisi
küçülüyor. Bu, yoksulluk, sefalet açlık demek. Aç ayı duvar
deler. İlk ses artık üzerinde güneş batan imparatorluktan
geliyor. İngiltere ekonomide “Himayeciliği” benimsediğini
açıklıyor.
Türkiye'de üç yıldır ağır kuraklık tarım ürünlerini
vuruyor, çiftçinin köylünün beli bükük. Dışalım mallarına
uygulanılan vergiler üç misli arttırıldı. Ham maddede dış
alıma bağlı. Cumhuriyet ekonomisi gittikçe daralıyor.
Karaborsa!
-Kızım oynama şu kibritle yanacaksın.
Küçük kız oralı değil. Gözlerini babasının yüzüne
dikmiş gözünün içine baka baka yakıyor kibritleri. Yakıp
yakıp atıyor yere halının üzerine. Birden öfke. Patlayan sesi
babanın. Gün yüzünü tutuyor. Ayın gözleri kocaman, ayrık
bacakları arasında halının üzerinde çişi gölleniyor. Hiç
böyle bir şey görmediler, olmadı. Babaları neden yaptı bunu.
Feheda koşup geliyor. Annenin gelişi çocukları
ağlayabilecekleri kadar yüreklendiriyor. Şimdi çığlık çığlığa
ağlıyor kızlar. Kravatı çözüp atıyor boynundan. Kızlarını
kucaklıyor. Gözlerinde pişmanlığın gözyaşları taştı taşacak.
Gün hıçkırıklarla kesik kesik soruyor,
182
- Hani sen beni seviyodun?
- Gene seviyorum kızım hem de daha çok. Daha çok
be yavrum…
Anne kızları odadan çıkarıyor. Yüksel bebek, mama
iskemlesinden uzanmış örtüyü çekiştiriyor. Feheda durup
bakıyor küçük yemek odasına. Kahvaltı masası darma
dağın, iskemlede bir bebek, saçları taranmamış burunları
akan iki küçük kız, hiçbir şey hayallerine uymuyor. Ellerine
bakıyor. Piyanoya aylardır değmemiş ellerine. Gözleri
doluyor. Oğlu ağlıyor. Elindeki süt bardağını usulca
bırakıyor yere. Taşta parçalanan camın sesi… Öylece
bilinçsiz kırılan bardağa, yerde yayılan süte donuk gözlerle
bakıyor. Şükrü Kaya'nın sesini duyana dek.
-Mahmut gazeteleri gördün değil mi? Mebuslar
tütünün devlet tekeline alınmasına karşı açıklama yapmışlar.
Mahmut ceketini giyerken salona giriyor.
-Gördüm, bunları onlar kışkırtıyor. Tütün ihraç eden
mebuslar var ya onlar. Ticaret bulaşıyor siyasete. İşte
mutedil devletçilik dedikleri böyle kepazeliklere yol açar.
-Ağaoğlu Ahmetle yeniden görüşmeliyiz. İhtiyaca
göre ekonomi ilkesinden ayrılıyor bunlar. Bütün dünya
müdahaleciliği benimserken bizim devletçiliği terk etmemiz
olacak şey değil.
Sıkıntı basıyor içlerini. İkisi de aynı şeyi
düşünüyorlar. Kazıya kazıya binbir emekle çileyle
kazanılanlar yok olup gidecek mi? Şükrü Bey sonunda
haberi veriyor.
-Fethi Bey serbest fırkanın feshini bildirmiş Mustafa
Kemal'e.
Çıkıyorlar. Otomobile binerlerken
-Şükrü diyor Mahmut Esat, bu büyük kriz ancak tek
parti yönetimi ile aşılabilir. Çok husumet çekeceğiz ama yok
ziyanı. Millet var olsun. Artık ne çıkarsa kaşığımıza.
Bin dokuz yüz otuz yılı biterken başta demir yolları
183
olmak üzere yabancıların elinde olan liman, rıhtım, elektrik,
telefon şirketleri millileştiriliyor. Genç Cumhuriyet
kırkikindi yağmurlarını bekleyen bir bozkır bitkisi gibi
toprağın altındaki köklerini korumaya, böylece gelecek için
beslenerek serpilmeye hazırlanıyor.
Feheda artık Halk Dostu gazetesinin tiryakisi. Her
gece çocuklar uyuduktan sonra bütün yazıları, özellikle de
kocasınınkileri dikkatle okuyor. Mahmut sık sık sorar ona,
nasıl buldun, fazla mı kapalı, herkesin anlayabileceği gibi
mi? Feheda ona, Mahmut der okuyanı bu kadar çarpan
yazılarını yazarken kim bilir sen ne kadar hiddetleniyorsun?
Açık çayını karıştırıyor. Yazıları, bilhassa Halk Dostu imzalı
olanları arka arkaya gözden geçiriyor. Memleketin ıstırabı,
hırsızlar teslim olun… Demek Mahmut'tan daha öfkeliler de
var. Öfkeli ve haklı. Kim bu “Halk Dostu” imzasıyla yazan
acaba?
Halk Dostu o sırada Ankara'da meclis kürsüsünde
konuşuyor. Sert bir eleştiri bu.
-Destek alımları sınırlı düzeyde kalmıştır. İşçiler,
küçük üreticiler, yoksul köylüler ihmal edildi. Onların
kanları tefecilerin dudaklarından sızıyor. Biz komünist
değiliz ama marksist anlayış da bir kalemde silinip atılamaz.
Memleketin paraya ihtiyacı var. Osmanlı borçları
behemehal taksitlendirilmelidir. Halkın kazancı halkın
kesesine verilmelidir.
Mebuslar bir birine bakıyorlar. Parti içinde hiç bu
kadar sert muhalefet görülmedi. Mahmut Esat ne yapmak
istiyor?
184
Rüzgârlı
sokak Ankara kalesinin dış kapısına
uzanan tozlu yolun az berisinde, bir ucu Ulus'a çıkan eski dar
bir sokaktır. Burada yıllardan beri kavaflar, çilingirler,
tenekeci, eskici esnafı iş tutar. Ama Haydar Rüştü
matbaasını burada kurduğundan bu yana, Rüzgarlı'da
kırtasiye kitapçı dükkânları açılır oldu. Defter kâğıt kalem
ucuzdur burada. İlk mekteplerde tek defter sarı defterdir.
Onun bile bulunmadığı günler olur. O vakit Rüzgârlı'nın
samanlı kâğıtları kapış kapışa gider. Evlerde kesilir dikilir de
defter edilir. Kadınlar biçki dikiş kutularının parlak solingen
makaslarıyla özenle keser, yorgan iğnelerinin koca
gözünden akan pamuk ipliğiyle diker. İşte sana yüz yapraklı
defter, kullan hele bitesiye, ötesine Allah kerim. Kalemler
küçüldü de parmak tutmaz mı oldu, akça söğüt kapçığından
bir düdük yap geçiriver, hem öttür hem yaz. Ne diyor
Başvekil İsmet:." Yerli malı yurdun malı, her yurtsever yerli
malı kullanmalı." İş Bankası'nın kumbaralı kocaman saatleri
Ulus'ta Kızılay'da. "Damlaya damlaya göl olur. Güç giyitte
değil yiğitte." Gömlekler yedek yakalı, ceketler ters yüz.
Lacivert ayyıldızlı kasket, sarı şerit. Heceli Faruk Nafiz
şiirleri “Yağız atlar kişnedi meşin kırbaç şakladı /Bir dakika
araba yerinde durakladı.” veya Çoban Çeşmesi…
Haydar Rüştü hiç üşenmez. Üç katlı bu Ankara
evinin aşı boyalı sarsak merdivenlerini günde üç dört kez
iner çıkar. Altta kasa kasa kurşun hurufat. Maşalı
Heidelberg, elleri kara yağlı başı kasketli üç adam. İkisi
dizgici, birisi baskıda.
-Mahmut Bey'in 'İnkılabın Eksiklikleri' yazısını
yarına koysak, veya küçük punto dizsek?
-Canım bunu ortala, ötekini alta. İşte şöyle. Yazı
önemli, küçük dizemeyiz. Ve bu gün mutlaka çıkmalı.
-O zaman fotoğrafsız çıkıyor.
-Çıksın. Hah işte kendileri de geliyorlar. Buyrun
185
Buyrun Mahmut Bey, safa ile…
Mahmut Esat önce Şevki ustayla, sonra dizgici
çocuklarla sohbet ediyor. Çırağa soruyor.
-Mektepler açılmadı mı? Senin ne işin var işlikte?
-Açıldı beyim ama abamla ben yalnız kaldık. Ninem
sizlere ömür. Abam tezgâha girerse ben de okula gidecem.
Mahmut Esat ayağını öfkeyle Malta taşı tabana
vuruyor.
-Gör işte Rüştü biz say para etmiyor, emek hakkını
alamıyor dedikce bize komünist diyenler mi haklı, biz mi
haklıyız?
Dizgici Şevki ustanın yüksek arkalıklı iskemlesine
oturmuş, şapkasını dizine geçirmiş, yüreğinin yangınını
sözlerine, sözcüklere anlamlar katarak bütün duyarlılığıyla
konuşuyordu.
-Bitlis dağlarında ot toplayan bedbahtlardan senin
çırağın ne farkı var? Maziye ait bu tabloyu yok etmek
rejimin vazifesidir. Kaç defa yazdık. Bu devlet işidir
sermaye ise kâr bekler. Ama hizmet devletten gelir,
gelmelidir de.
İzmir Mebusu, eski iktisat ve adliye bakanı Profesör
Mahmut Esat'ın bu bilgili uz görülü öfkeli kırık sesi Anadolu
Gazetesi'nin mütevazı matbaasından makaleleriyle bütün
yurda, ihtilalin kararlı sedası olarak yayılıyordu. 'Liberallik
Masalı', 'Ne Yapmalıyız?', 'Milletin Hali', 'Yarı Açlar',
'Acılar İçinde'…
Her yazı bir manifesto. Sevgiyle merhametle
yoğrulmuş bir yüreğin yüksek alınlı bilgiyle deneyimle dolu
istifli bir beynin, keskin bir bilincin sesi. Halkın sesinin ta
kendisi. Bu ses her gün mecliste, fakültede kürsüde.
Mektuplar geliyor. Kuş uçmaz kervan geçmez köylerden.
Tefeci elinde esir kasabalardan, karaborsanın kör
karanlığında debelenen kentlerden. Halk Dostu, “Hırsızlar
Teslim Olunuz” yazısının son bölümünü bastığı gün öğleye
186
varmadan gazete tükeniyor. İkinci, üçüncü baskı. Son
baskıda bütün bölümler birlikte.
“Halkı yoksulluğa sürükleyen hırsızlar kim? Bir,
bazı ecnebi mali müesseseler, İki; bunların yurdumuzdaki
adamları, üç, devletin nüfuzunu gizli gizli kullananlar, dört;
dalavereciler rüşvet alanlar verenler, beş; şantajcılar
haysiyet şeref bezirgânları altı, adi sokak hırsızları. Türk
parasının değerini bir çıkarıp bir indirerek aradaki farkı
emme basma tulumba gibi çekerek yurt dışına akıtanlar.
Bunlar birincilerdir. Ötekiler devletin kapısına kertenkele
gibi yapışırlar, dilekleri kabul edilmeyince iftira ederler
kıyameti koparırlar. İhracaat belgeleri toplayanlar. İşte
bunlardır. Türk halkına bakıldığında inkılâbın, inkılâba
bakıldığında Türk halkının sevincini görmemizi
engelleyenler. Tefecilere, faizcilere, rehincilere, kravatlı
eşkıyaya karşı olan zihniyet yasalar çıkararak derhal tedbir
almalıdır. Ticaret özgürlüğü ile yola çıkanlar, üreticiyi
haraca bağlayanlar, on beş liralık zeytini elli kuruşa, afyon,
pamuk üzüm incir fındıkta ise maliyetini karşılamaz
paralarla bu kravatlı eşkıyaların depolarında birikmektedir.
Üretici, banka, tefeci borcu için emeğini bu vampirlere
kaptırıyor…”
İzmir'de maroken koltuklu yazıhanelerde ağalar
beyler öfkeleniyordu. Tam da dibe vurmuşken ederi incirin,
tütünün, Akhisarlı, Germencikli, Sökeli, Menemenli,
Manisalı çiftçiler, köylüler diz çökmüşken izbe hanlarında
Symirna'nın ne demekti bu böyle. “Beş yüz bin müstahsilin
Kravatlı eşkıyalar tarafından soyulması!” İstanbul'da
Galata'nın küflü hanlarında, zincirlerin şakırdadığı, böğrü
halkalı şifreli, içi adam alır banknot kasalarında ve kara
duvarlarında Kostantinapoli'nin, “Hırsızlar Teslim olun!”
sedaları yankılanıyordu. Ve hemen ilk aksı sedası duyuldu.
Büyük toprak sahibi çiftçilerin gazetesi üst başlıkta sordu
soruyu. “Mahmut Esat komünistliğe zemin mi hazırlıyor?”
187
Yemişçiler çarşısında sırt hamalları, sabahtan
akşama ağır yükleri altında iki büklüm, yevmiyeyi
doğrultmaya çalışıyorlardı. Anadolu Gazetesi “Yemiş
Çarşısı Faciası”nı yayınladı.
“İhtilali yapan bir partinin prensipleri latife değildir.
Dağlardan eli silahlı eşkıyayı sürüp indiren devlet bunların
hakkından gelemedi. Bunları sıksanız dulların iniltisi,
öksüzlerin ahı, kimsesizlerin kanı, emeği sızan varlıklarıyla,
köyleri kasabaları şehirleri baskı altında tutmaktadırlar.”
Van Milletvekili İbrahim Bey'in tefecilik suçlarına
idam cezası verilmesi önerisi mecliste. Başkan öneriyi
okutuyor. Evet tasarı hakkında söz almak isteyenler… En
son söz sırası İzmir mebusuna geldiğinde kürsüye büyük bir
torbayla çıkıyor Mahmut Esat. Boşaltıyor torbayı.
Tefecilerden gelen tehdit mektupları kürsüye yığılıyor.
Bu haydut mühtekirler için idam bile azdır. Bunlar
bacağı bukağılı, boğazı laleli mahkeme önüne sürülmeli,
derhal hesap sorulmalı.
Salonda bir yanda bıçak ağzı öfke, öte yanda yaşa
varol sesleri. Sonra hükümete yetki. “Belirlenecek taban
fiyatlarıyla Ziraat Bankası aracılığıyla destekleme alımları
yapılabilir. Yasa iki bin yirmi altı.”
Kanunlar ard arda geliyor. Yabancı uyruklular küçük
sanatlarla uğraşamazlar. Tarım Kredi, Tarım Satış
Kooperatifleri, Ödünç Para Verme Hakkında kanun, Zirrat
Bankası borçlularından haczedilen çiftçi mallarına ait
hacizlerin ertelenilmesi için yasa…
Ama yara o kadar derin ve büyük ki merhem kar
etmiyor. Olsun ne yapılabilirse kârdır. İş yasası görüşülüyor.
Arka sıralardan homurtular.
Yaşamı ve uygarlığı yaratan saydır da ne demek
oluyor? Köylüler ve işçiler geçmişte vatanı kanlarıyla
korudular diyerek ne yapılmak isteniyor? Anadolu
Gazetesi'nde neden durmadan arda arda yazıyor? 'Türk
188
işçileri', 'Ne yapmalı', 'Türk işçilerinin hakları', 'İşçi hakkı ne
demek?', 'Komünist mi olacağız?'...
Sonra gene kürsüde Mahmut Esat.
Efendiler on yıl geçti hala iş kanunu çıkartılamadı. O
vakit doğan çocuklar şimdi işçi oldu. Türk inkılâbı
sermayeci olduğu kadar ameleci de olmalı. Muassır
demokrasilerde komünizmi sermayenin gücü değil, hakları
ödenmiş işçiler mağlup edebilir. Onlar sizden çok şey
istemiyorlar. Sıcak bir çorba. Haftada bir iki kez hane
halkına et yedirebilecek ücret, hastalıkta yaşlılıkta insan gibi
bakılma, iş yolunda kazaya uğradıklarında tazminat. Halk
Fırkası Kongresi'nin kararları hayata geçirmelidir. Bu Türk
inkılâbına yeni bir hamle yaptıracaktır!
Bıkmadan usanmadan saatlerce konuşuyor,
kulislerde tartışıyor, yasa teklifleri hazırlıyor, yazıyor
yazıyor ve hemen her gün sözcükleri ateşleyen sesi, inançlı
insanların ısrarlı duyarlılığıyla meclis kubbesinin
derinliğinde yankılanıyor yankılanıyordu...
189
Bugün Salı. Devletler Hukuku dersi var dört saat.
Feheda cocuklarla Büyük Ada'da. Bir araba peyledi
çoktandır kendisine. Onunla gelip gidiyor meclise de, okula
da. Atın kişnemesi, tekerleklerin dönüşü, faytonun çanparası
gidip gelişlerde onu eğlendirip dinlendiriyor. Çoğu kez eve
gitmek gelmiyor içinden. Çocuklar yokken ne yapacak
gidipte? Küçük bir otel odası uyumak için yeter ona. Araba
nerde kaldı?
-Burdayım Beyim.
-Araba nerede?
-Arka yana çektim, hayvan kölkede kalsın deyü.
-Haydi davran. Mektebe.
-Bilmem mi beyim. Bu gün devletler hakkı.
-Yahu Akbaş üç yıl oldu öğrenemedin. Devletler
hakkı değil, hukuku. Söyle bakalım cumaları ne?
- Onu bilirim beyim. İnkılap Tarihi. Robes Piyer'de
kaldık.
- Aferin aferin. Sen dinleye dinleye öğreneceksin bu
işleri.
Akbaş arabayı her günkü gibi Mülkiye ile Hukuk
arasındaki ağaçlıklı yola çekiyor, beygirlere torbalarını
takıyor, sonra ayaklarının ucuna basa basa giriyor amfiye en
arka sıraya oturuyor. Hoca kürsüde anlatıyor. Düverge,
Dügit, Machievelli. Sonra ekliyor.
-Arkadaşlar şimdi bütün karşılaştırmalı olarak
verdiğimiz bu bâbâ dair kendi görüşümüzü de özetleyelim.
Bize göre ise…
Birden anımsıyor kendi görüşünü başta söylemişti.
Öndeki yakışıklı delikanlıya işaret ediyor.
-Buyurun siz özetleyiniz bize göre durum nedir?
Öğrenci şaşkın. Nereden vurdu bu piyango şimdi.
Mahmut Hoca bu asla unutmaz. Bir iki öğrenciye daha
soruyor, yanıt yok. Öfkeyle masaya vuruyor.
190
Gençler, benim Akbaş Efendi öğrendi siz
öğrenemediniz.
Arka sıradan arabacı Akbaş'ı çağırıyor.
- Gel Akbaş anlat.
Akbaş geçiyor kürsüye başlıyor anlatmaya. Dört
yıldır dinleye dinleye ezberlediklerini döküyor, sonunda
gözlerini devire devire bir hocaya bir öğrencilere bakıyor,
devam ediyor.
- Bize göre isem...
Öğrencilerle birlikte hoca da kahkahayı basıyor.
Mahmut Hoca'nın hiç böyle güldüğünü görmediler bu güne
dek. Sınıfı zorlukla susturuyor.
-Akbaş kim bu bize göre?
-Bilmem ki beyim. Bu bize göre Dügit'nin ehbabı
olmalı her sefer ondan sonra lafa giriyo baksağa.
Artık gençleri tutmak mümkün değil. Mahmut Hoca
kitapları toplayıp çıkıyor. Asistanlar da peşinden. Öğrenciler
amfide hala gülüşüyorlar.
Akşam çoktan indi Ankara kalesinin burçlarına. Ama
onlar küçük tahta masanın üzerinde birkaç dilim meyve,
küçük bir tabakta Erzincan tulum, kısa kalın bardaklarla
içmeye devam ediyorlar. Şevket Süreyya,
- Devletin inkılâpçılık devletçilik ve milliyetçilik
anlayışının işlenmesi bilimsel dayanaklarla oluşturulması
birinci derecede Darül Fünun'un işidir. Ama gel gör ki,
dokuz yüz otuz üç'e kadar bu konuda bir basit broşür bile
yayınlanmamıştır.
Burhan Asaf tartışmayı başından beri sessizce
izliyordu.
- Bence Recep Bey'in hakkı var. Başvekil olarak
inkılâp halk tarafından halka anlatılmalıdır. Halkevleri'nden
bu konuda yararlanılması fikrini ben de doğru buluyorum.
- İyi da kim yetiştirecek bu halk adamlarını?
Nedim Beyin hakkı vardı. Söz bu doğrultuda uzadı
191
gitti. Hatta Ülkücülerden Zeki Mesut'tan bile söz ettiler.
Temel meselelerde anlaşamasalar da gençliği cumhuriyet
ideallerine bağlamak konusunda iki dergide de yazıları
yayınlanıyordu sık sık. Bütün mesele Şevket'in söylediği
gibi "inkılâbın ideolojisini inşa etmek, yaşatmaktı."
Kadro dergisinin odalarında sık sık yapılan
tartışmalardan biri o akşam da geç saatlere kadar süreceğe
benziyordu.
Bir kaç ay sonra Anadolu Gazetesi'nin okurları
İstanbul Üniversitesi'nde kurulan İnkılâp Enstitüsü'ne
ilişkin ayrıntılı bilgiler edindiler. Derslerin bir bölümü
konferans şeklinde yapılacak halka da açık olacaktı.
Üniversite son sınıf öğrencileri, harp akademileri,
mühendis, iktisat, ticaret mektebi öğrencileri için derslere
katılmak zorunluydu, üniversiteden mezuniyet için İnkılâp
Enstitüsü'nün başarı belgesi koşulu getiriliyordu.
192
Yaz bitti. Yazlıkçılar çoktan gitti… Büyükada'nın
çamlıkları tenhalaştı. Büyük kulübün az berisindeki küçük
köşkte sessiz bir telaş var. Beyefendi uzunca bir zamandan
beri ilk kez eve, Ada'ya geliyor. Gün bu yıl koleje başlıyor.
Acaba Arnavutköy'den bir kışlık ev mi düşünmeli? Ya Ay, o
da yakında leylî olacak. Yüksel'i burada ilkokula başlatmak
ne kadar uygun? Ah Mahmut Bey yıllardan beri hep benim
üzerimde bu yük. Gel artık İstanbul'a. Temelli.
Çocuklarının başında ol. Daha ne vakte kadar Ankara
İstanbul arasında perişan edeceksin hem bizi hem kendini?
Bahçeden çocukların sesi geliyor. Akşam ayazı çıktı,
hâlâ bisikletteler.
- Güün, haydi kızım, içeri girin artık.
O sırada duydu vapurun düdüğünü. Bu vapurla mı
geliyor acaba? Mutfağa inip bakmalıydı. Bakarsın yanında
Yahya Kemal veya İsmail Habib Sevük ile çıkagelir.
“Sıkılma Feheda der ne verdiyse Allah koyuver olsun
bitsin.” Oysa Yahya Kemal düşkündür yemeğe. Şarap içer
çoğunlukla. Sonra şiirler okur. Ve derki, Mahmut bey benim
şiirlerimi siz okuduğunuz zaman daha çok beğeniyorum.
Yusuf Ziya, hele o, çocukları bile güldürür. Gidip üstüme
başıma çeki düzen vereyim. Aaa bak Altemur'a…
- Altemuur bırak o salıncağı başınıza çarpacak.
Haydi bakalım içeri.
"Bu Altemur yaman çocuk. Nasıl anlatıyordu,
Mahmut Amca kırk adımdan bıçağı tabancayla vurdu diye.
Şu güllerden çelikletmeli ön tarafa. Mahmut pek sever
kırmızısını. İçinden bir şarkı yükseliyor. Kırmızı gülün alı
var/Hergün ağlasam da yeri var. Aman Allah ağlatmasın."
O akşam ancak son vapurla geldi Mahmut Bey.
Çocuklarının uyuyan gözlerinden öptü. Hâlâ bekleyen
beyaz örtülü yemek masasına geçtiler. Bir iki öksürük, eşden
dosttan bir iki haber. Çatal bıçak tabak sesleri aralarındaki
193
görülmez engeli daha çok duyumsatıyordu. Feheda'nın
ağzında büyüyor lokmalar. Mahmut soğumuş yemeğini
didikliyor. Kalktılar. Rüzgâr gittikçe şiddetini arttırıyordu.
Kopan yağmur oluklarından biri karanlıkta tınlayarak
duvara çarpıp duruyor, bu ses ikisinin de içinde giderek
uğursuz bir kampanaya dönüşüyordu. Bir zaman kırmızı
geniş koltuklarda yan yana oturarak bu sesi dinlediler.
Sessizce. Yan yana iki koltukta birbirlerinden fersah fersah
uzak. Duvar lambasının donuk ışığında, tek tük akların
belirdiği saçlarla çevreli karısının yüzüne göz ucuyla baktı.
Mutsuzluğun çizgileri. Kadife sabahlığın üstünde öylece
cansız, umarsız küçük kadın elleri. Sigarasını bitirmeden
söndürüverdi. Bu kederli yüze bakmaya korkarak,
bağışlanmak ister gibi,
- Söz sana Feheda dedi bir daha asla bu kadar
uzatmayacağım.
Feheda başını yarım döndürerek baktı. Sonra
gözlerini yeniden yağmurun çizdiği gecenin karanlığına
çevirdi. Elleri hala dizlerinin üzerinde boynu bükük
duruyordu. Mahmut uzandı karısının üşümüş ellerini tuttu.
-Hem sana bir müjdem de var. İnkılap Enstitüsü'nde
dersler başlıyor Artık ben de belki İstanbullu olacağım.
Büyük bir gök gürültüsü. Üst kattan kırılan camın
şangırtısı. Yüksel'in odasındaki cam olmasın. Çatlaktı.
Feheda ağlamaktan korkarak, koşar adım salondan çıktı.
Mahmut Esat ağır ağır kalktı, balkon kapısını açtı
şimşeklenen gökyüzüne baktı. Bir müddet yağmurun içini
ferahlatan sesini dinledi. Kanaatini pekiştirmek ister gibi,
"şu dersler iyi olacak," iyi iyi dedi.
Mart'ın kapıdan baktırdığı boranlı tipili kış
günlerinden biri. Yer gök kar bulutu içinde. Eminönü'nde
vapurlar denize değil de karın içine demirlemişler gibi. Sis
çanları vapur düdükleri, kar grisinde sarı ışıklı sokak
lambaları… Uğultulu bir kalabalık üniversite bahçesinde
194
ayakta bekleşiyor. Kalın kara şemsiyeler açılmış. Yaşlı
kadınlar, genç kadınlar, esnaftan askerden zanaatkârdan
adamlar… Biraz sonra Profesör Mahmut Esat Bey'in, içerde
İnkılâp Enstitüsü'nde vereceği dersin başlamasını
bekliyorlar. Halktan ilgi öylesine büyük ki, ses yükselticiler
yerleştirildi yaprakları dökülmüş ulu çınarların dallarına.
İçeri giremeyenler oradan dinleyebilsinler diye. Üniformalı
bahriye talebeleri, tıbbiyeliler, mülkiyeliler. Harp
Akademileri'nin, bütün yüksek okulların profesörleri
öğretmenleri, lise son sınıf öğrencileri öğretmenleriyle
birlikteler. Ön sırada bir kız öğrenci not defterinin ilk boş
sayfasına bir başlık yazıyor, 'İhtilallerin Felsefesi ve
Hukukiyatı'.
Birden, yaşa var ol sesleri. Kız öğrenci ayağa fırlıyor
yüzünde saygıdan çok hayranlık dolu gülüşle coşkuyla
alkışlıyor. Mahmut Esat bulut hafifliğindeki görkemli
iriliğiyle, dudaklarında mahcup bir gülüş, söze başlıyor.
-Her şeyden önce Gazi Mustafa Kemal Hazretlerini
ve onun şahsında Türk İhtilalini hürmetle selamlarım.
Kalabalığın coşkulu gösterisi sözünün arkasını
getirmesini engelliyor.
-Büyük Şef ihtilalin hukuk tarihini Türk gençliğine
anlatmamı uygun görmüşler. Bu çok ciddi işi Maarif
Vekâleti bana bildirdiğinde Kuşadası'nda çiftimin
başındaydım. Yapıp yapamayacağımı düşünmedim bile.
Çünkü Gazi emredince yapılamayacak bir iş olmadığına
inanırım. Gazi Mustafa Kemal, Türk Milletinin önünde
ilerleyen bir zafer bayrağıdır. Bu bayrak bu gün de yarın da
öbür gün de yükselecek ve hep yenecektir.
Arka sıralardaki gençler ayağa fırlıyorlar. Mahmut
Esat onlara oturmalarını işaret ediyor.
-Türk gençliği! Bunu dosta, eğer varsa düşmana
böylece anlatın. Yenilecekler bu büyük derlenişin karşısına
çıkan bahtsızlar olacaktır. Yenecek olan kadınıyla çocuğuyla
195
kaya gibi yükselen Türk milleti olacaktır. Önce şunu
özetlemeliyim ki...
Mahmut Esat şimdi ihtilâlin sesi olarak yalnız kar
altındaki İstanbul'un bu geniş alanında değil, radyonun
naklen verdiği yayınla evlerde kahvelerde de işitiliyor.
Dinleyeni heyecanlandıran, yüreklendiren, eyleme yönelten
bir söylem bu. Bu heyecan taa Mayıs sonuna kadar böylece
devam edecekti…
Dersler ilerledikçe ön sıradaki genç kız öğrencinin
yazdığı başlıklar art arda sıralanıyordu çizgili sarı
defterinde. Düzey ve gelişme kuramı, Wilson ilkeleri ve
Mondros, Mütareke günlerinde Türkiye'nin yıkımı, Devlet
Sorumluluk ve Disiplin kavramları, Erzurum Kongresi ve
Ulusal Mücadele. Ulusal Egemenlik, Laiklik… Bütün bu
bilimsel bilgileri gündelik bir söylemle aktarmaya
çabalıyordu. Geniş kültürünün, heyecanlı inançlı ruhunun,
yetkin bir bilinçle yoğurup harmanladığı dersleri, öğrenciler
kadar halkı da etkiliyordu. Bilgiyi kitlelere aktarmaktaki
ustalığı büyük ölçüde halktan biri olarak halk bilgisindendi.
Kurandan ayetler veriyor, Ömer'den, Ebubekir'den söz
ediyor. Danton'u Robespiyer'i hâlâ yaşıyorlarmışçasına
capcanlı betimliyor, “ah hürriyet senin adına ne cinayetler
işleniyor” diyerek Madam Rolland'ı konuştururken, birden
Paris'in caddelerinden birinde ruhunu teslim ederken, “Türk
Milleti sağ olsun” diyen Mithat Paşayı anıştırıyordu. Sonra
birden Baki, “Batıl her vakit batıldır, felaket onun hak
suretinde görünmesidir.” diyerek, bu kez kaytaklığı ihaneti
anlatıyordu, Baki'nin dilinden. Sonra Namık Kemal'den
Hürriyet Kasidesi ve Şeyh Bedrettin… Bütün bu süreç
içinde, sağrıları terli, ağızları köpüklü atlarla Asya'dan gelip,
bu köprünün iki başını tutanların, binlerce yıllık bu
birikimine sahip çıkan, Anadolu'nun tapusunu, Cumhuriyeti
kuran Anadolu halkına teslim eden Halk Cumhuriyeti'nin
zengin kalıtını sergiliyordu. Dinleyenler Marks'ı Engels'i
196
Lenin'i tanıyorlar, Jeanne Juares'in Nietzcshe'nin belki de ilk
kez adını duyuyorlardı. Ama sözü dolandırıp Yunus'a,
Karacaoğlan'a getirdiğinde, dörtlüklere beyitlere
dinleyenler de katılıyordu. Mehmet Emin'in mısraları
Nazım Hikmet'inkilerle buluşuyor, bu iki şairin Kemalizm
için gelecekte ışık olacağını vurguluyordu. Bir yandan Türk
ulusunu yüceltirken, öte yandan gerçek değerin emek
olduğunu öğretiyordu dinleyenlere… Bu coşkulu söylevler
dinleyenleri bir ruhsal geçiş alanında buluşturuyor, gizil bir
gücün etkisiyle onları bütünleştiriyordu…
Feheda evde radyo başında kocasını bütün dikkatiyle
dinlerken bunu düşünüyordu hep. Bu coşku öğrenmeyi
bilgilenmeyi de sağlıyor muydu acaba? Sonra bir sabah
mahallenin sütçüsü,
-Abla be dedi ne datlı anlatıyoo Mahmut Ağbey.
Akşamüstü kahvede dinledik de. Ben bile anlıyom.
-Neyi?
-Ne bileyim, hani çalışmalı çabalamalı. Yani demem
o ki, Çeşmelerden bardağın/Doldurmadan kor isen/ Bin yıl
daha beklesen/Kendi dolası değil.
-Öyle mi dedi, ben duymadım.
-Yok Abla, o demedi, bizim Yonus'un demesi bu.
Ama dinleyom da Mahmut Bey'i o da bunu deyiveriyo.
O akşam Feheda sütçünün sözlerini aktardı sofrada.
Mahmut tam bardağına uzanıyordu.
-Deme, bunu mu anlamış bizim sütçü?
-Valla öyle diyor.
İçten bir kahkaha attı.
-Bak işte bizim dersleri fazla ilmi bulanlara en iyi
cevabı vermiş adam. Hem de kestirmeden.
Bir sonraki derse Yunus'un bu beytiyle başladığında
onu en çok alkışlayanlar dışarıdaki dinleyicileri oldu.
197
Ne kadar uzun olursa olsun her gecenin sonunda
doğa, yapraklardan fışkıran oksijenle temizlenip paklanarak
gün doğumuna hazırlanır. Mavi bir aydınlık ağaçların
tepelerinden çimenlerin üzerine ta uzakta denizin silinip
gittiği enginden yükselir gelir. Tertemiz bir serinlikte arıcı
kuşları, bülbüller, serçeler, yalıçapkınları saksağanlar
ispinozlar bahçelere dalarlar. Sabah çiğinin suladığı, dalında
ballanıp duran meyveleri gagalar, çekirdeğe en yakın
yerinden öz suyunu içerler.
Mahmut Esat oldum olası en çok bu saatlerde
çalışmayı sever. Ayaklarının ucuna basarak aşağı iner, büyük
kulpsuz bir fincanı dolduran sade kahvesini pişirir ilk
yudumu höpürdeterek köpük kaçmadan oracıkta içer. Az
sonra çalışma odasına kapanacak, ev halkı uyanıp onu
kahvaltıya çağırıncaya kadar aralıksız çalışacaktır.
“Tanrı uludur! Tanrı uludur!.. Bilirim ve bildiririm
kiiii” Saba makamındaki ezanı Saadettin Kaynağa özenen
gençten biri okuyordu besbelli. Pencerenin beyaz boyalı
tahta güneşliklerini açtı. Aşağıda bahçenin ortasındaki
havuza, top top kasım patlarına baktı. Birkaç gün sonra
vereceği konferansın ana başlıklarını zihninde sıralıyordu.
Fincanı elinde masasına döndü.
Dil ve Tarih konusunda Çankaya'da yapılan
toplantılarla ilgili ayrıntılı bilgiler günlerdir gazetelerin ana
başlıklarında veriliyordu. Falih Rıfkı ile son görüşmelerinde
bu masa başı çalışmalarının Gaziyi çok yorduğunu, hatta bir
gece ansızın burnundan boşalan kan nedeniyle çalışmalara
ara verdiklerini söylemişti. Uzun zamandır içini kemiren
tasa dünkü gazetelere göz gezdirirken daha da arttı.
Zatürrenin yinelenmesinden endişe ediliyordu. Daktiloyu
önüne çekti, içinde biriken duyguları kafasının içini
dolduran düşünceleri hızla kâğıda aktarmaya girişti. Hatay
konusunda eskiden beri Fransa'nın çifte ölçekli
198
davrandığına inanıyordu. Birinci sayfa bitince ikinci kâğıdı
taktı, el yazılı taslağa bakarak yazmayı sürdürdü.
“Nasıl ki Fransa Alsasloren'i elli sene unutmayacak
kabiliyette bir millet ise, Fransa şuna inansın ki Türk milleti
de kendi öz parçasını elli bin sene unutmayacaktır. Benim
mebus sıfatıyla söyleyeceğim şudur. Başkasını itham
etmesini bilenler evvelâ kendilerinin vaziyetlerini
düşünmelidirler. Tarihin kanlı parçası, kanlı bir kalp orada
Hatay'da atıyor. Bu kanlı kalbin sukûn bulması Fransa'nın
imza attığı antlaşmaya uymasıyla ancak kabil olacaktır…
Fransa ancak bundan sonra başkaları hakkında
konuşabilir…”
Son satırları okudu. Bu baş ağrıları onu yoruyor
dikkatini dağıtıyordu. Sigaraya uzanacakken vazgeçti.
Kahvaltıya kadar dayanmalıydı. Yeniden makinenin
tıkırtıları işitildi.
“Bu yerler binlerce yıldır Türk'tür. Söz götürmez bu
hakkımız yerine konmadıkça yirminci asır doğruluğun
adaletin değil kuvvetin ifadesi olarak kalacaktır.” Makineyi
itti kalktı. Her zamanki gibi konferansının başından sonuna
kadar yazdıklarına sadık kalamayacağını biliyordu. Gitti
yeniden açık pencereden kasım patlarını, havuzda birikmiş
suyun üstünde yüzen kırmızı sarı yaprakları, çiğ düşmüş
dalları seyretti. Aylardan beri Atatürk İhtilali dosyasını eline
alamamıştı. Kimileri milletvekili hocaların iki görevden
birini seçmeleri gerektiğini düşünüyorlardı. Akademik
çalışma bölünmemeliydi… Hakları var diye geçirdi içinden.
Mebusluk, üniversitedeki çalışmaları önemli ölçüde
aksatıyordu.
Zihni böyle dağınık, konudan konuya, düşünceden
söze, geçmişten şimdiye geleceğe atlayıp dururken, çalışma
odasının iki kanatlı yüksek kapısı usulca açıldı. Yüzü
aydınlandı birden.
- Gel Feheda gel. Bak bakalım ne diyeceksin. Ama
199
lütfen gene cümleler uzun ben bile zorlanıyorum okurken
deme.
Feheda'nın uykulu sesinde yapmacık bir azar,
yüzünde içten sitem.
-Gene kahvaltıdan önce sigara içmişsin. Yapma
böyle, kendine ediyorsun. Hani doktora gidecektin? Kaç gün
oldu?
-Tamam yarın doktor geldiğinde bu kez sizlerden
önce ben muayene olacağım.
-Başın ağrıyor mu bu sabah?
-Fazla değil. Bazen dayanılmaz oluyor.
-Kan basıncın yükselmiş olabilir. Bak ihmal
ediyorsun.
Feheda geldi masanın önündeki küçük iskemleye
oturdu. Sıkıntıyla parmaklarını ovuşturuyor saçlarını geriye
topluyor, sonra vaz geçip ellerini öylece iç içe
koyuveriyordu. Mahmut Esat yeniden yazmaya
koyulmuştu. Feheda susarak bekledi, sonra göz ucuyla
bakarak usulca,
-Mahmut dedi, bu karınca hikâyesine ben
inanmıyorum.
Kocası başını kaldırmadan yazmayı sürdürerek,
-Ne karıncası?
-Gazi'nin kaşıntıları için köşkü ilaçlamışlar ya…
-Evet?
Başını kaldırdı dikkatlice baktı,
-Yok canım. Daha dün Kılıç Ali'yle beraberdik
sapasağlam diyor. Bu dil tarih kurultayları, masa başı
çalışmaları yordu onu. Hatay meselesine üzülüyor.
Feheda kederle iç geçirdi.
-Bilmiyorum. Gönlüm hiç rahat değil.
Mahmut Esat kalemi bıraktı yüreğinden ilk kez
düşünmeye cesaret edemediği şeyi düşünmenin eşiğine
yaklaşmak korkusu geçti. Hemen ayağa kalktı bir tehlikeyi
200
önlemek ister gibi,
- Haydi, haydi dedi, vesveseyi bırak. Ben derse geç
kalıyordum.
- Anayasa notlarını dün orta masada unutmuşsun. Bu
gün Mülkiye'de misin?
- Hayır bugün dersim hukukta. Devletlerarası hak.
Ben böyle diyorum. Onlar Hukuku Düvel demeye devam
etsinler...
Birlikte yukarı çıktılar. Mahmut Esat merdivenleri
çıkarken hafifçe sendeledi. Hemen toparlandı endişeyle
karısına baktı. Fark etmiş miydi? Hayır saçlarını firketesine
sokmaya çalışıyordu. Rahatladı.
O puslu sabah, çocuklar uyanıncaya kadar kahvaltı
masasında uzun uzun söyleştikleri esenlik dolu sabahlardan
biri oldu.
Dolmabahçe, Osmanoğullarının son sarayı. Baba
Garbet ile oğlu Nikos Baylan'ın Sultan Abdülmecit için
özene bezene yaptıkları on yedi büyük salon, iki yüz oda.
Göz kamaştıran ağır süslemeler. Kristal, kaymaktaşı,
mermer, profir kakma. Fransız İtalyan ressamlarının
süslediği tavanlar duvarlar. Kırmızı kadifenin çarpıcı
yumuşaklığında on dördüncü Lui biçiminde altın varak
mobilyalarıyla elçiler salonu. Duvarlarında yaz kış oynaşır
durur boğazın hırçın dalgaları. Boğaz rüzgârı balıkların
yosunların, baharda leylakların kokusunu yüklenir gelir.
Ayvazovski'nin fırtınayla kabaran denizlerinde yelken kürek
gemiler, bulutlarsa efsane tanrıları çağrıştırır. Karşılıklı iki
duvarda biri sabahı karşılar öteki uğurlar akşamı. Ve taht.
Taht söz konusu olunca elbette İngiliz soyu Taht Salonu'nda
tam beş ton çeker yedi yüz elli lambalı avize, Victorya'nın
armağanı Abdülmecit'e. Ama bu ağırlık yetmedi nicelerini
bu salonda tahttan indirmeye. Kimini fetva hal etti kimini
yasa.
201
Arkası ormana çıkar önü denize bakar bu taç kapılı
saray şimdi milleti tacidar yapmış Gazi'yi ağırlamakta. Ama
onun özlemi basit bir ev. Dağda bir ormanın kıyıcığında.
Oysa işi başından aşkın. Dil ve Tarih alanında araştırma,
bilgi birikimi henüz çok kıt. Öte yandan Hatay kan ağlıyor
güney sınırında. Ve içi içini kemiriyor Atatürk'ün. İkinci bir
cihan harbi beni bir yatakta hasta yatarken yakalarsa… Ali
Fuat Paşa ihtimaline bile katlanamaz bunun.
Aman Paşam der, neler söylüyorsunuz.
Öyle görüyorum ki Fuad bu harp neticesinde
dünyanın vaziyeti baştan başa değişecektir. İşte bu devre en
küçük bir hata yapmamız halinde başımıza mütareke
sahnelerinden çok daha ağır felaketler gelmesi mümkündür.
Ben devlet işlerine mutlaka müdahale edecek bir vaziyette
olmalıyım.
Ama dünyanın o felaket günlerine daha zaman var…
Salih Bey, Doktor Nihat Reşat'ı ana girişte karşıladı.
İkisi de endişeli yüzlerinde sıkıntıları örtemeyen kısa
tebessümlerle selamlaştılar. Doktor hemen hızlı adımlarla
üst kata yöneldi.
- Gel doktor gel. Bilir misin Hıta neresidir?
Doktor şaşırmıştı. Onu yatakta bulacağını sanıyordu.
Oysa traşını olmuş, giyinmiş bütün enerjisini yeniden
kazanmış gibi ayaktaydı. Ama bu sözcük? Hıta?
Duymamıştı, hiç,
- Duymadım hiç paşam.
Sarışın yüzünde pembe çocuk yanakları. Muzipce
gülüverdi.
- Hıta eski Türklerin Çin topraklarına verdikleri
isimdir. Gel gel otur şöyle. Bilir misin Ruslar Çin'e Kitay
diyorlar. O topraklarda eski Türkler büyük devletler
kurdular.
Doktor bu anlatımlarına bir anlam veremedi.
Endişeyle gelmişti buraya bir an önce konuyu açmak
202
istiyordu. Mustafa Kemal ince uzun parmakları arasına
sıkıştırdığı sigarasından derin nefesler çekerek dalgın
gözlerle mermer parmaklıklarla çevrili rıhtımın ötesinden
boğazı seyrediyordu. Sonra gözlerini hiç çevirmeden
soruverdi.
- Doktor kaşıntının sebebini buldunuz mu?
-Evet efendim. Bu kaşıntının yemek ve bilhassa
içmekle ilgisi var…
Bundan emin misiniz?
Doktor derin bir nefes aldı. Kederini gizlemeye
çalışarak,
-Efendim kanaatım o kadar katîdir ki bu teşhisimin
isabetinde şüphenin gölgesi bile yoktur. Karaciğeriniz
büyümüş biraz sertleşmiştir. İşte kaşıntının sebebi bu
karaciğer rahatsızlığıdır.
Son tümce o vakte kadar, bilinmezin sis perdesinde
barınan avutucu olasılıkları yırtıp zor katlanılır, ama
kaçınılmaz gerçeği bütün yalınlığıyla ortaya koymuştu.
Bunun hasta üzerinde bir sürpriz, kötü bir sürpriz etkisi
yaratacağını düşünüyordu. Ama o karşısında sükûnetle
oturuyordu. Telaşsız sordu.
-Bu durumda şimdi ne yapacağız?
Doktor yüzünün ifadesinden anladı ki son
Makedonyalı yenilmeyecektir. Bunu herkese göstermek,
kendini buna inandırmak istemektedir.
Serin bir akşam vakti. Renkli kâğıtlar kurdeleler
balonlarla süslenmiş Merinos dokuma fabrikası salonu.
Orkestra valsler tangolar çalmakta. Gazinin geleceği
söyleniyordu ama hâlâ yok. Birden masalardan kalkışmalar
kapıya doğru akan kalabalık. Gazi geliyor… Gece mavisi
ceketi lacivert gözlerini daha kocaman yansıtıyor. Saçlarının
seyrek sarışınlığında aydınlık gülüşlerle herkesi özenle
selamlıyor. Kimsenin rahatsız olmasını istemiyor. Sıradan
bir konuk gibi büfeye yöneliyor, uzun ayaklı yüksek
203
iskemlelerden birine ilişiyor. Bir ayağı hazeren iskemlenin
desteğinde ötekisi dimdik sıkıca yere basıyor. Bir süre
izliyor dans edenleri sonra şefe emreder gibi sesleniyor,
- Sarı Zeybek!
Herkes susuyor. Şef şaşkın, hemen orkestraya
dönüyor ilk işaretiyle birlikte müzik başlıyor. İlk ezgiyle
yüksek sandalyesinden sıçrayarak iniyor. Gergin adımlarla
ortaya geliyor, kollarını ağır ağır kaldırıyor, tam dik açı
oluşturunca, yüksek dağların, engin denizlerin, bitek
ovaların binlerce yıldan beri damıtıp getirdiği mağrur tini
sergileyen zeybeğe, bir tanrı gibi duruyor… Baş, alını
yücelten diklikte, gözler geceyi ışıtarak ileriye, göğüs
kanatları gururla kabarmış, ayakları sanki yere hiç
değmiyor… “Dikkat edilmezse dokuz aydan çok yaşaması
için mucize bile yetmez.” Mucizeye meydan okuyor.
Etrafında halkalananların gözlerindeki hüzünlü anlatıma
meydan okuyor. O aslında ölüme meydan okuyor… Tahta
zemine vuran dizleri, sekişi, yükselişiyle kafesinden
kurtulmak isteyen altın yeleli bir aslanın kükreyişini
izliyorlar şimdi. Alnında terler boncuklanıyor… Soluğu
sıkışıyor… Ritim hızlanıyor…
204
- Hâlâ çalışıyor musunuz Hocam?
Ne güzel yazmışsınız bugün: Hatay kızları
Mehmetçiğin karşısında siyahlarını yırttılar, allı beyazlı
renkleriyle doğdular. Hürriyet ve istiklâl sabahları, kutlu
olsun Hatay'a!
Genç adam hocasını rahatsız etmekten çekinerek
başını kapıdan uzatmış konuşuyordu. Yarı karanlık odada
masanın üzerindeki karpuz lambanın ışığı yorgun başını
yarım ay gibi sarmıştı. İçeri giren genç doçente, bu ateşli
sözcükleri yazan kalem o değilmiş gibi sıkılarak, utangaç
gülüşüyle baktı.
-Gel Nihat gel, bitirmek üzereyim.
Genç adam içeri girdi. Uzun masanın öteki ucuna
oturdu.
-Olağanüstü bir işi başardınız efendim. Devletler
Hukuku alanında bu kitabınızla bir temel attınız.
-Nihat biliyorsun hep söylerim, acemi ağızlarda ve
kalemlerde devletlerarası hak kolayca kozmopolitizmin
silahı haline dönüşebilir. Devletlerarası hak bizim
gençlerimize tam bir hukuk bilinci vermelidir. Bu hak ne bir
dinsel topluluğun ne bir ırkın malıdır. Devletlerarası hukuk
bütün insanlığın malıdır. Bu bilinci vermeliyiz
öğrencilerimize.
-Elbette Hocam. Bunu yaparsak Türkiye'nin ve
ulusumuzun devletlerarası hukukta eşitliğini, öteki
devletlere denkliğini, hukuk bilimi sahasında kanıtlamış da
oluruz. Siz bunu derslerinizde yurt sevgisini güçlendirecek
bir söylemle ustalıkla ve incelikle her zaman yaptınız.
Mahmut Esat gözlüğünü çıkardı kalemi bıraktı.
Alnını oğuşturarak,
-Başarabilirsek hepimizin hizmeti olacaktır Nihat.
Birimizin değil hepimizin dedi.
Hemen basılabilecek mi?
205
- Sanırım biraz daha çalışmam gereken bölümler
olacak. Özellikle Berlin'den Fon Listz'in yaklaşımı, yöntemi
itibariyle…
Genç Doçent ayağa kalktı.
- Sanırım siz biraz daha kalacaksınız. Ben izninizi
alayım.
- Yoo ben de artık çıkayım. Bu haftaki yazıları
gazeteye gönderemedim. Onları da postaya vermem
gerekiyor.
Nihat elindeki Akşam Gazetesi'nin ikinci baskısını
katlayıp usulca yan cebine koydu. Aslında bu gazeteyi ona
getirmişti, ama Hoca'nın Gazi'ye olan derin bağlılığını
bildiğinden bu yorgun akşam saatinde onu üzüntüye
boğmaya kıyamadı. Üst başlığı görmek onu perişan edecekti
kuşkusuz. “Gazi Komada...” Ölümü istemek bir cesaret
değildir ama ölümden korkmak ahmaklıktır, diyen Gazi…
Sokak lambaları birer ikişer yanarken caddeye
çıktılar. Ayrı yönlere gideceklerdi. Vedalaşırlarken Mahmut
Esat durdu, yaslı bir türkü söyler gibi sordu.
- Dolmabahçe'den haber yok değil mi?
O haber hiç gelmesin istiyordu. Artık iyi haberlerin
gelmeyeceğini bildiren aklına yüreği günlerdir isyan
etmekteydi. Nihat yanıtlamadı. Elini kuvvetle sıktı, hızla
uzaklaştı.
Mahmut Esat'ın içine derin bir sızı çöktü. Genç
doçentin arkasından zayıf da olsa bir umut arayan gözlerle
baktı. Mustafa Kemal'in ölümü! Bu uğursuz fikre
kapılmanın dehşetini duydu. Güneşin söndüğü bir âlemde
kapkaranlık bir uçuruma itiliyormuş gibi ürperdi. Bir an
bazen bir asır gibi yaşanır. O an bunu yaşadı, sonunda özü
tinine yengin geldi. Usulca fısıldadı. "Ölürse ten ölür canlar
ölesi değil." O ölümsüzdü… Bir tarih yok olabilir miydi?
O tarihin içinde kendisi de vardı. Bunu düşünmedi
bile… Henüz kırk altı yaşındaydı ama bütün büyük adamlar
206
gibi hayattan hep alacaklıydı. Yaptıkları, yaşadıkları, ortaya
koyduğu eserler onu doyuma ulaştırmaya yetmemişti.
Kafası, saçları artık iyice geriye çekilmiş başının içi, hâlâ
fikirlerle, tasarımlarla doluydu. İnkılâbın kusursuz olarak
olgunlaşması, bütün hayatını ayırdığı toplumsal tasarımların
gerçekleşmesindeki sabırsızlığı hala bütün ruhunu
delikanlılık günlerinin ateşiyle dolduruyordu. İnkılâbın
akışına yeterince ayak uyduramayanlara, karşı çıkanlara,
bağışlanılmaz öfkeyle doluydu. Bu öfke kimilerini
korkutuyor kimilerini ürkütüyordu. Kaytak düşmanlıklar
hem siyasal hem bilimsel alanda her zaman sinsice izlemişti
kendisini. Ama Gazi'nin neredeyse delikanlılık yaşlarında
ondaki cevheri görmesi, onun kişiliğindeki yurtseverliği,
kararlılığı, cesareti tanıması, ona güvenmesi, onu bütün
tehlikelerden koruyor karşıtlarının eyleme geçmelerini
engelliyordu. En ağır haksız suçlamalarda bile şefinin
kendisine duyduğu bu güven kaybolmamıştı.
Hava iyice kararmıştı. Durdu bir sigara yaktı. Soğuk
rüzgârı ta içinde hissetti. Üşüyordu. Birden gönlüne bir
gariplik çöktü. "Garibim her taraf bana yabancı." Faruk'un
dizeleri. İçi özlemle doldu, evde olmayı istedi. Kızları, oğlu
Yüksel. Yüzü aydınlandı birden. Yaman yakışıklı olacak
kerata dedi, dudaklarında sevecen, gönentili bir gizli
gülüşle. Atlayıp trene gitse. Hafta sonu kalabilir. Daha
derslerin başlamasına vakit var. Hatta biraz uzunca kalabilir.
Evet evet hemen atlayıp gitmeli. Yönünü değiştirdi.
Yıllardır dersler, konferanslar kongreler, ilçe ilçe teftişler,
inceleme gezileriyle ilden ile, ilçeden köye gide gele artık
her kavşağını her dönemecini ezberlediği demir yollarında,
bu kez yalnızca kendisi için bir yolculuk yapacaktı.
Biletini alınca nedense iş başarmış çocuk gibi
sevindi. İçinde hafiflemenin hoşnutluğunu hissetti. Gar
Âşevi'ne girdi. Daha içkisini bitirmeden kampanalar
çalmaya başladı. Fötrünü başına geçirdi yağmur altında
207
koşarak perona ulaştı. Onu ailesine kavuşturacak treni
kaçırmaktan korkuyordu. Öteki korkunun, önderini
vaktinden önce yitirerek onun eserine hizmet fırsatını
kaçırmak korkusunun, henüz bilincinde değildi.
Kampanalar bunun için mi çalıyordu yoksa?
Oysa çok yakında soğuk bir kasım sabahı Dil ve
Tarih Coğrafya Fakültesi'nin büyük salonundaki inkılâp
tarihi dersini, "İskenderler, Napolyonlar, Fatihler ayağa
kalkın! Selam durun! Mustafa Kemal Atatürk geliyor"
diyerek bitirecekti. Ve herkes gözyaşlarına boğulmuşken, o
büyük yasını, vakur dik duruşunu hiç yitirmeden bütün
ömrünce tutacaktı.
208
Ne kadar sıcak bir Eylül bu. Gece incir kokuyor.
Yaprak kımıldamaz akşamlarda yemişler pat pat düşüyor
ateş tuğlası toprağa. Çam kozalaklarının çıtırtısı, cırcır
böceklerinin bitmeyen sesi. Susamlar biçilmeden kızıl
kahveye döndü başaklarında. Kuyudan su çeken topal
beygirin kişnemeleri bölüyor geceyi. Uzaklarda bir yerde
biri klarnet çalıyor. Bir Rumeli türküsü. Komşu bağdan
geliyor olmalı. Dertlenir şimdi. Yukarı gelip yatsa ya.
Pencereden uzandı, aşağıya yaprakların örttüğü çardağa
bakıyor. Lüks lambasının parlak ışığında bir gurup adam.
Tahta masanın etrafına oturmuşlar. Kimi yere toprağa
bağdaş kurmuş. Selçuk'tan, Kuşadası'ndan esnaf çiftçi, işçi
ırgat dostları. Kaba bir sesin anlattıkları işitiliyor.
-Çöktük tetiğe verdik kurşunu. Palikarya…
Feheda aşağıya iniyor, arka kapıya dolaşıyor.
Kavunu bari kuyuya salsalardı. Serinlediyse çıkarsınlar
sofraya.
-Abla, ablaa peynir istiyorlar.
-Sen misin Çakır?
-Benim. İçecek su da kalmadı. Oğlanlar da gitti.
-Bey'e söyle adamlar gitti, suya salacak kimse yok
de. Üzümle kavunu da çıkar götür.
-Oturacaklar mı daha?
-Bilmem ki. Ah işte gidiyorlar galiba.
Lüks lambasının ışığı önce hayvan damlarını, sonra
avlunun büyük ahşap kapısın aydınlatıyor. Çakır koşturup
açıyor kapıyı. Feheda içeriye çekiliyor. Kapı önünde
vedalaşmalar.
-Kal sağlıcakla Mahmut Bey.
-Beyim, allah senden razı olsun. Bu derdimizi de
hallettin ya.
Mahmut Esat'ın tok sesi,
-Haydi haydi. Yok canım estağfurullah. Hepimizin
209
yararına bu. İnşallah bu yıl Cumhuriyet Bayramını artık
elektrik lambalarının altında kutlayacağız.
Taşlı yolda konukların ayak sesleri atla gidenlerin
takırtılarına karışıyor. Arkaya dolaşan iki kişi söyleşiyorlar
fısıl fısıl.
-Gazinin ölümünden bu yana çöktü be Mamıt Bey.
-Türküyü duydun mu öteden...
-Duydum, duydum da…
-Eee Türklük yüreğini dağlasın gayrı/Cihan da
bizimle ağlasın gayrı. Ne dersen de… Dünya bir gölgelik
demişler. Gazi bilem gittikten kelli…
Gidenlerin ayak sesleri uzaklaşırken Feheda'nın
içinde bir korku. Çöktü mü Mahmut? Yok canım yorgun,
yorgun da ondan… Hele birkaç gün geçsin, dinlensin
biraz…
-Fehedaa, Fehedaa
Hemen ön tarafa dolaşıyor. Hâlâ tahta masanın
başında.
- Gel gel oturalım biraz.
Tahta sedire oturuyorlar. Yan yana.
-Bu yıl ben de İstanbul'a sizinle birlikte gelirim belki.
-Neden? Yani keşke gelsen. Gün bu yıl koleji
bitirecek. Ay ortayı. Yüksel'in dersleri iyi değil biliyorsun.
Bir haylazlık geldi üzerine.
-Yok canım. Erkek çocuk olacak o kadar.
-Meclis bu yıl geç mi açılıyor yoksa?
-Yeni bir kanun çıkıyor. Öğretim üyeliği yapan
milletvekillerinin iki görevden birini seçmeleri gerekecek.
-Yani?
-Yanisi, ya mebusluk ya hocalık?
-Neden buna lüzum gördüler.
-Doğrusu da bu. Bilimsel çalışma tam bir mesai ister.
-Her halde mebusluğu seçeceksin.
Mahmut Esat küçük bir kahkaha attı. Sonra eğildi
210
karısının yüzüne dikkatlice baktı. Onun bunu isteyeceğini
biliyordu. Oysa kararını çoktan vermişti. Cumhuriyete
inkılâbın hizmetkârı olacak nesiller yetiştirmek… Gazinin
emanetini ehil ellere tevdii etmek. Cumhuriyetin bekçisi bir
gençlik… Ama o akşam bunları karısına söylemedi.
- Haydi senin uykun çoktan geldi. Ben de erken
kalkmalıyım. Halkevi'nin toplantısına gideceğim.
- Hani dinlenecektik.
- Dinleniyoruz ya…
Feheda içeri girerken Mahmut gitti köpeklerin
zincirlerini çözdü. Ay ormanın üzerinde az sonra yere
inecekmiş gibi yakın, öylece turuncu bir ışıkla yusyuvarlak
parlıyordu. Sıcak gecenin içinde köpeklerin uzun uzun
havlamaları duyuldu…
211
“Tramvay şirketi millileştiriliyor.” Gazeteler
günlerden beri süren tartışmaları sonunda bu başlıkla
noktalıyorlardı.
Gülhane Parkı'nda ağaçların dallarına renkli
ampuller asılmıştı. Davulun tokmağı hızlandıkça
Donizetti'nin marşlarına halk da eşlik ediyordu. Bandonun
hemen önünde kıvırcık kır saçları, epirmiş siyah
başörtüsünden taşan yaşlı bir kadın iki uzun ön dişinin
arasına dilini sıkıştırarak kendi kendine konuşuyordu peltek
peltek.
- Rabbim sana şükürler olsun. Artık Fransıza
gitmeyecek bilet paralarımız.
Az ötesinde beresi yana kaymış, çene sakalı kırpık,
elindeki kocaman şemsiyeyi baston gibi tutarak tık tık
tıklatıp duran adam tel gözlüklerinin ardından küçümseyen
gözlerle kadını süzüyordu. Kadınsa kendi kendine
söylenmeye devam ediyordu. Adam ofladı pufladı, sonunda
dayanamadı.
- Çok sevinme hanım. Bakalım işletebilecek miyiz
biz koca şirketi. Bana sorarsanız iki güne kalmaz batırırız
biz.
Kadın başörtüsünün uçlarını çözdü, havalandırdı
yeniden örttü başına. Adamda hâlâ aynı küçümseyen kısık
gözler. Kadın bir iki dik dik baktı, sonra öfkeyle konuştu.
- Senin kesen elin Fransızıyla ortak mı be adam?
Cumhuriyet neredeyse yirmi yaşına girecek çoktan
yapmalıydık bunu. Onlar anasının karnında mı öğrendiler
tramvay şirketi yönetmeyi? Oh ne güzel gelsin İstanbul'un
göbeğinde el atsın kesemize! Yazık değil mi mektep
çocuklarının harçlıklarına?
Kadın susacağa benzemiyordu. Lacivert bereli tel
gözlüklü pişman olmuştu dediğine diyeceğine. Arkadan iri
kıyım biri söze karıştı
212
-Size göre hava hoş beyim. Gelen ağam giden paşam.
Ama bizim için kazın ayağı öyle değil. Ben seksen kuruşa
sayacıyım nah şurada.
Sayacı Dolapdere tarafını işaret ediyordu.
-Hergün Balat'tan buraya git gel, kaç para ediyor bilir
misin?
Bereli keyiflendi,
-Peh şimdi bedava mı gelip gideceksin?
-Olsun dedi sayacı, hiç olmazsa bilet param milletin
kesesine gidecek.
Başörtülü o anda hatırlamış gibi çabuk çabuk…
-Milletin malı milletin kesesine. Milletin… Dedi.
Son sözcüğü bereliyi acıtmak için böbürlenerek iki
kez yinelemişti. Bando yeni bir marşa başlayınca
dayanamadı. Şarkılı kahvelerde bulaşık sularının körelttiği
kalın küt parmakları arasındaki sigarasını tüttürerek o da
söyleyenlere katıldı “Karadeniz Karadeniz, gelen düşman
değil biziz.” Sayacının tütün kısığı sesi ikinci dörtlükte
duyuldu. “Korkma açıl şen yurdum dağlara ordu kurdum...”
Sayacının sesi berbattı ama öyle bir coşkuyla söylüyordu ki
kadın içinden “varsın olsun” dedi.
Bu coşkulu kutlamadan birkaç gün sonra,
Büyükada'da akşam vapuru yolcularını boşaltırken Nizam
yolundaki evin bahçe kapısı üst üste çalındı. Bu vakitte kim
olabilirdi? Paslı çıngırak çalmaya devam ediyordu. Ay
bahçeye koştu. Ferforje kapının beyaz parmaklıkları
gerisinde kır saçları özenle taranmış pardösülü biri vardı.
-Peder bey yoklar mı küçük hanım?
Ay yanıtlamadı koşarak eve girdi.
-Annee babamı soruyorlar.
-Kim soruyor kızım?
Ay annesinin uzandığı kanepenin yanına kadar
sokuldu. Yabancı adam duyuverecek gibi, kısık çocuk
213
sesiyle,
-Lacivert ceketli şapkalı bi adam.
Ay, hani daha önce de gelmişlerdi, o Fransızların
tercümanı diyecekti ama annesi her zamanki özeniyle,
-Bi değil Ay, bir adam diyeceksin. Kimmiş, ne
istiyormuş?
Elindeki gazeteyi bıraktı. Sabahtan beri kaç kez eline
almıştı Mahmut'un şu yazısını, tam olarak okuyup bitirmek
bir türlü nasip olmamıştı. Gözlüğünü çıkardı sehpanın
üzerine bıraktı. Çabucak sofayı geçti bahçeye indi.
-Buyrun kimi sormuştunuz?
-Rahatsız ediyorum hanım efendi. Mahmut Bey için
gelmiştik.
-Henüz eve gelmedi. Yüksek kahvede oluyor bu
saatlerde, bazen vapurdan çıkınca uğrar oraya.
-Biz Anadolu Kulübü'ne bakmıştık.
-Sanmıyorum, orada yoktur.
O sırada gördü adamın yakasındaki bayrak rozeti.
Kırmızı beyaz mavi. Hay Allah gene onlar. Bu kez kimi
araya koymak istiyorlar acaba. Kestirip atmalı.
-Orda yoksa bilemem nerededir.
Adam nazikçe selamladı döndü gitti.
Fitnat Hanım'ın güleç yüzü, birkaç gün önceki
sözleri geçti zihninden. “Aman Fehedacığım bu koca ev
nasıl döner? Mahmut Bey böyle yapmasın. Madem
Fransızların avukatı olmayı reddediyor, devlet de kendini
savunacak kişiye yeterli mesarifi yapmalı. Avukatlık
hakkını ödemeliler.”
Bir iki gün bu adamlar yüzünden gergin geçmişti. La
Haye'nin muzaffer avukatı şimdi İstanbul Barosu'nun bir
üyesiydi, iş işti. Mahmut reddettikçe tekliflerini ısrarla
yineliyor, ücreti yükseltiyorlardı. Millileştirilen Fransız
firmalarının geri alınması davasında Mahmut Esat'tan daha
uygunu kim olabilirdi? Mahmut ise yabancı şirkete karşı
214
devleti savunmakta kararlıydı.
Feheda bir sabah Fitnat Hanımın sözlerini aktarmak
istediğinde, “Ben bilmiyor muyum devletin kesesinin ne
halde olduğunu. Değil avukatlık parası almak, bu davayı
savunmak için üste para bile veririm.” diyerek kestirip
atmıştı.
Oysa mebusluk maaşı kesildiğinden bu yana elleri
her yıl biraz daha daralıyordu. Bu yıl Arvalya'dan gelen para
da çok azdı. Yukarı salona çıkarken Maraşalin eşinin
sözlerini bir kez daha düşündü. Avukatlık parasını istemesi
gerekmez miydi hazineden, konuşsa mı Mahmutla? Ama
yoo hayır, lafını bile etmemeli. Hazır öfkesi sönmüş, bu
konu kapanmışken.
Dava fazla uzamadı. Gazeteler söz birliği etmişler
gibi aynı üst başlığı atmışlardı. “Mahmut Esat Fransızları
Bir Kez Daha Mağlûp Etti”
O akşam telefonları hiç susmadı. İsmet Paşa ilk
arayan olmuştu. Fransız şirketinin savunmanı Refik Şevket
İnce de ilk arayanlardandı.
Bu dava süresince gazeteler Tahtül Bahir davasını da
yeniden gündeme almışlardı. Birinci savaşta Fransızların
vermeyi yükümlendikleri torpidoları teslim etmedikleri
halde bunların parasını istediklerinde bu girişimin gene o
vakit de Mahmut Esat tarafından engellendiğini uzun uzun
yazdılar.
Ama Mahmut Esat'ın bu ayrıntılara ayıracak vakti
yoktu. Hele bunları yeniden gündeme taşıyarak, insanların
dikkatini kendisi üzerine çekmek ayıp bir şeydi.
Eylül'de küçük kızlarını koleje veremediler. Feyzi
Ati'de yatılı oldu Ay. Kocası Cumhuriyetin gönüllü avukatı
olarak Halk Devletine hizmetini sürdürüyordu. Halka,
millete hizmet yurttaşlık borcuydu. Doğal bir sorumluluk.
Yaptırımı ancak yüce duyunçta hissedilen “Tabii bir borç”.
O şimdi bütün bir yaşamını adadığı idealleri uğruna
215
bir üniversite hocası olmanın çok ötesinde, sorumlu bir
yurttaş olarak çok daha fazlasını yapmak istiyordu. Bütün
amacı ihtilali savunacak, yaşatıp geliştirecek genç kuşakları
yetiştirmek, halkı uyandırmak, uyanık tutmaktı. Hele hele
savaşın bütün dehşetiyle, şiddetiyle devam ettiği şu
dönemde cumhuriyeti bu ölüm makinasından uzak tutmak
gerekiyordu. Oysa çok az şey arzu edilen mükemmellikte
gelişmiyor zaman zaman siyasal değerlendirmelerdeki
eksiklikler diplomatik zaaflara dönüşüyordu.
216
Konferans saatinden çok önce Pera Palas'ın büyük
salonu hınca hınç dolmuştu. Her defasında âdeta küçük bir
basın toplantısı kendiliğinden oluşuyordu. Bu gün de
yukardaki küçük fuayede Mahmut Esat gazetecilerin
sorularını yanıtlıyor.
- Yandaşlık da karşıtlık da zaman zaman
gazeteciliğin elinde bir geçim vasıtası olarak kullanıldı.
Hürriyet mi istiyorsunuz önce onu bir geçim, ihtiras ve
tecavüz vasıtası olmaktan kurtarınız. Ben şuna inanıyorum
ki fikirleri okumaktan, mütalâadan, tenkitten kaçınanlar
yalnız zayıf fikirlerdir. Dünyada fikri yenecek bir tek kuvvet
vardır, o da daha kuvvetli fikirdir. Ben sosyalist fikirleri
okumaktan korkmuyorum. Faşizm iç siyasette ırkçılığı, dış
siyasette ise emperyalist amaçları güttüğü için
yaşayamayacak, hayatı gerilerde aradığı için ölecektir. Tıpkı
ekonomik liberalizm gibi. Tarihin ve insanlığın ardında
kalan kaytaklık olacaktır.
Ön sıradan genç bir gazeteci sık sık el kaldırarak söz
almaya çabalıyor.
-Sayın Bozkurt, Almanların Stalingrad'da yenilmesi,
Türkiye'nin müttefikler yanında savaşa girmesi baskılarını
arttırdı. Bundan birkaç hafta önce Yenice İstasyonu'nda
Cumhurbaşkanı İsmet İnönü ile Başbakan Şükrü
Saraçoğlu'nun Churchill ile buluştuğunu bildiriyor yabancı
ajanslar.
Demek işin saklısı gizlisi kalmamıştı. Bir an
düşündü, sonra yanıtladı.
- Bizim dış politikamızın temelini önderimiz Atatürk
belirlemiştir. Yurtta sulh cihanda sulh. Ancak
unutulmamalıdır ki barış istiyorsak savaşa hazır olmalıyız.
Sömürgeciliğe karşı olmadan barışçı olunamaz. Beli silahlı
olanın sesi gür çıkar. Silahsızlanmadan söz edenler her
zaman dişlerine kadar silahlananlar olmuştur. Barış ancak
217
sömürgeciliğe karşı ittifakla güçlenir.
- Sayın Bozkurt son bir soru. Kahire'de bir konferans
düzenleneceği söyleniyor. Acaba burada Milli Savunma
sanayimize bir katkı olabilecek sonuçlar sağlanacak mıdır?
Mahmut Esat saatine baktı. Konferansa başlamak
için ancak birkaç dakikasının kaldığını gördü. Hayatı
boyunca kitleler karşısına hep tam vaktinde çıkmıştı.
Zamana dikkati medeniyetin bir gereği sayardı. Salona
geçmeliydi.
- Evet böyle bir konferans olasılığı var, ama
şimdiden kesin şeyler söylenilemez.
Hep birden ayağa kalktılar. O anda gözü karardı.
Sakın düşmesin. Başı dönüyor. Yüzü sarardı, derin derin
nefes aldı. Geçen birkaç saniye, birkaç saat gibi geldi. O
karanlık çöktüğü gibi açılıverdi birden. Kulaklarındaki
uğultu giderek azaldı. Gene de dikkatli adımlarla yürüdü
kafesli asansöre.
Asansör salon girişinde durur durmaz alkışlar yaşa
varol sesleri yükseldi. Gençler koşarak geldiler omuzlarına
almak istiyorlardı. Polisler koşuştular yolu açtılar. Yüksek
pencerelerden dolan güneş bütün salonu aydınlatıyordu.
Kürsüye çıktı. Dışarıda buzlaşmış karın yüzeyinden
yansıyan ışık arkasından vuruyor, geniş omuzlarını, yüksek
alnını ve iri gözleriyle ateşli konuşmalarının işaretlerini
dinleyenlere ileten ellerini aydınlatıyordu. Arkadan vuran
bu parlak ışık altında daha heybetli görülmekteydi. Her
zamanki gibi söze doğrudan başladı.
- Gerçekleri bunlar aleyhimizde de olsa olduğu gibi
ortaya koymak bizim belli başlı gücümüzdür. Saklamak
korkmak yalnız zayıfın huyudur…
Herkes kulak kesilmiş dinliyordu. Genç gazeteci
acele acele not tutuyor hiçbir sözcüğü kaçırmak
istemiyordu.
Saatlerce konuştu. Özellikle milletler arası ilişkilerin
218
1
bu savaş ortamında Türkiye açısından önemine değindi,
Misak-ı Milli sınırları dışında hiçbir talebi olmayan
Türkiye'nin bağımsız ve başı dik olarak yaşama isteğinden
söz etti. Bütün söylediklerinin önemle kaydedildiğini
biliyordu. Bildiği bir başka şey de, Kahire'de üç büyüklerin
Türkiye'yi savaşa sokmak için ellerinden geleni arkalarına
koymayacaklarıydı. İnönü bu baskıları askeri yardımı
arttırmaları için bir karşı taarruza dönüştürmeyi
başarabilecek miydi?
Gazetecilerden hiç biri bu soruyu sormadı.
Bu gündemli söyleşilerini kimi zaman Halkevi'nde,
kimi zaman gençlik, öğrenci cemiyetlerinde bazen da böyle
yabancı basının da ilgiyle izlediği otel salonlarında büyük
konferanslarla sürdürmeye devam etti. Savaşın kritik
aşamalarında halkın ilgisi daha da artıyordu. Ama asıl
önemli olan gazete çalışmalarıydı. Bunlarla sesi, fikirleri
Anadolu'nun her yerine ulaşmaktaydı.
Feheda mutluydu. İyi kötü bir kararlılık oluşmuştu
yaşamlarında. Akademik yaşamın dizgesi çocuklara
babalarını hangi saatlerde evde bulabileceklerini bilmek
saadetini sağlıyordu. Şişli'deki bu geniş dairede kızlar da
yeni yetmeliğin tadını çıkartıyorlardı. Hele anneanneleri
İzmir'den geldiğinde… Hafta sonları okuldan
döndüklerinde ev bayram yeri şenliğine kavuşurdu. O
zaman Mahmut da onlarla çocuklaşıyor neşeleniyor, savaşı
birkaç saatliğine de olsa unutuyorlardı. Hele Yüksel… En
büyük keyfi babasının omzuna çıkıp oturmaktı. Bir gün
dayanamadı Feheda. Sarışın bukleli bu gürbüz çocuğun,
babasının geniş omuzları üzerindeki sevinçli duruşunun
fotoğrafını çekti. "Büyüyünce babanın seni ne kadar
şımarttığını sana göstereceğim diyordu." Sen de çocuklarını
şımartırsın böyle… Yüksel'in henüz baba olmaya fırsat
bulamadan bu dünyadan göçüp gideceği aklının ucundan
bile geçmezdi…
219
Evden çıkar çıkmaz sert bir rüzgâr çarptı yüzüne.
Hava adamakıllı soğumuştu. Halâskârgazi caddesine saptı.
Durağa geldiğinde yağmur kesilmişti. Ama rüzgâr daha sert
esiyor dükkânların kepenklerinden, çatıların çelenklerinden
kayarak yayaların yüzünü biçiyordu. İlk tramvay o daha
durağa yetişmeden geçti gitti. Adımlarını sıklaştırdı. Ama şu
göğsündeki batma yok mu nefesini kesiyordu. Kaşkolsuz
dolaşmaktan hep. Feheda ne kadar söylense hakkıdır.
Üşütüyorum muhakkak. Sırtıma vuruyor namussuz.
Tramvaya boş verdi. Taksi gözlemeye koyuldu. Böyledir
işte beklersin gelmez.
-Buyrun Hocam.
Döndü. Hemen ardında mavi gri Plymouth. Şöför
arabadan çıkınca tanıdı.
-Yahu Celal ne zamandan beri taksici oldun.
-Valla efendim ayıptır söylemesi bizim kayınço gözü
açıktır. Daha önce memurdu işletmede. Bastı istifayı, ona
rica buna rica denkledi beş kağıdı. Aldı bunu. Ben de
adliye'de iş bitince, şoförlük yapıyorum. Ne edelim hocam,
odacı maaşıyla bu günlerde…
-Haklısın Celal. Her şey ateş pahası. Ama ne
yapalım. Harb…
-Gazeteye mi Hocam?
-Evet, evet ama dolaşma istersen. Sen beni yokuşun
altında bırak.
-Nasıl isterseniz Mahmut Bey.
Vilayetin önüne gelince hava birden yumuşamış
gibiydi. Yağmur dinmişti. Gazeteye varmadan berideki çay
ocağına seslendi.
-Beşir. Beşiiir…
Beşir Trakya göçmeni. Her zamanki şıklığı, beyaz
gömlek, siyah pantolon yelek.
-Hayırlı sabahlar beyim, buyurun.
220
- Benim kahveyi yukarı yolla.
- Hemen Beyim.
O sırada gözüne ilişti. Kitapçı, vitrinin en önüne bir
çerçevenin içine yerleştirip asmıştı kitabını. “Atatürk
İhtilali. Birici cilt” İki yılda bitirememişlerdi ilk baskıyı.
Birinci cildi kendi bastırmıştı. Ama şimdi ikinci cildi bitirse
bile bakalım o kadar kolay basılabilecek miydi? Bu kâğıt
yokluğunda…
Odasına girdi. Paltosunu asarken kahveci çocuk
kulpsuz fincanda sade kahveyi getirdi, masaya koydu.
-Beyefendi siz dün akşam çıktıktan az sonra
Ercüment Bey geldiler. Sizi sordular.
Birden hatırladı. Akşam burada buluşacaklardı.
Ama… Hay Allah tamamen unutmuştu. Canı sıkıldı. Acı
kahveden bir yudum aldı. Pazartesi günkü yazı masanın
üzerinde duruyordu. “Kaybolan Haklar. Acaba şu anda kaç
öksüz, kaç dul, kaç ihtiyar ah etmekte göz yaşı
dökmektedir?..” Göz gezdirirken daldı gitti. Bergama'nın
Kozak köyü, Alaşehir'in İnegöl Köyü, Burgaz köyü, art arda
siyah beyaz, boz bulanık görüntülerle belleğinden çıkıp
geldi önüne. Halk yoksuldu, çiftçi perişan. Savaşsa
kapıda… El yazılı bir tomar pellurun altından kitabı çekti
çıkardı. İlk sayfayı açtı.
“Atatürk'e, bu kitapta eserini anlatmaya çalıştım.
Yapabildim mi? Ummuyorum. Sen ve eserin o kadar yüksek
ki. Erişilmesi çok güç. l5 Eylül l937” İkinci betik hemen
altındaydı.
“Yukarıdaki satırları sağlığında yazmıştım. Kitap ise
ölümünden sonra çıkıyor. Ne yazık!.. Kitaptaki eksikliklerin
arttığına şüphe yoktur. Fakat bu eksiklikler onun eserinin
değil döktüğüm göz yaşlarının, silip götürdüğü parçalardır.
Huzuruna paramparça olmuş bir gönülle, öksüz kalmış
yırtık pırtık bir kitapla çıkıyorum. Affet… Ve hoş gör…
Ankara, 9 Mart l940”
221
Birden hıçkırıklarla ağlamaya başladı. Kitap sanki
üç yıl önce değil de bu gün çıkmış gibi. Bütün o sürecin,
eziyetli heyecanlı acılı gecelerin birikimi, tortusu gelip
oturuvermişti içine. Bir türlü kendine hâkim olamıyordu.
Nihayet biraz sakinledi. Kalktı elini yüzünü yıkamak için
kapıya yöneldi. Sendeledi birden. Başında o ana kadar hiç
bilmediği bıçak gibi bir ağrı… Midesi bulanıyor göğsü
sıkışıyordu. Tutunmak istedi, döşeme ayaklarının altından
kayıyordu. Sonra birden her şey karardı. Düştü. Yüce bir dağ
gibi oracığa yığıldı kaldı. Dışarıdakiler sadece o müthiş
gürültüyü duydular.
Şimdilerde Arvalya sırtlarında bazı günler, çobanlar
ırgatlar çiftçiler, tütün diker, çapa yapar, zeytin silker,
hayvan güderken, şafak vakti bir yağız atın koşumlarını
şakırdatarak dört nala geçtiğini duyarlar. Sevinir, Mahmut
Bey derler, bizi gözetiyor, bu yıl ürün bol olacak…
Ve ne zaman bir duman bassa Samson Dağları'nı,
kayalıklardan bir kartal süzülür de, gölgesi ak ayaklı denize
düşer, göz odağının bahşettiği uz görüsüyle o alıcı kuş döner
durur bütün heybetiyle defne mersin kokulu çiçekler koyağı
Arvalya'nın, o kutsal korunun üzerinde…
Genç savcı başını kaldırdı. Güneş doğuyordu. Sarı
kâğıt tomarını topladı son sayfayı da en üste koydu. İçinde
bambaşka bir dünyanın kapıları açılıyor, o vakte kadar hiç
duymadığı duyumsamalar, hiç düşünmediği şeyler
geçiyordu, kafasından yüreğinden, ruhundan.
Denizin içinde denizi bilmeden yüzen bir balık gibi
mi yaşamıştı? Daha dün kulağına aşina gelen bir ismin
ardındaki o muazzam âlemi kendisine sunan, yitik
meslektaşına duyduğu gönül borcuyla, okşar gibi bir kez
daha eliyle bastırarak özenle düzeltti, uçları kıvrık kimisi
yırtık kâğıtları. Tozlu bez torbanın içinden eski gazetelere
222
sarılmış, kaba bir kınnapla sıkıca bağlanmış levhayı aldı.
Burnu karıncalanıyor, göğsü sıklaşan soluklarıyla
daralıyordu. Dar uzun bir levhaydı bu. Yaldızlı ince bir
çerçeve… Kitap harfleriyle özenle yazılmış.
“Cumhuriyet Savcıları! Meriç kıyısında çalışan Türk
köylüsünün kaybolan sabanından tutunuz da, bu vatanda
yaşayanların uğrayacakları en ufak bir haksızlıktan, hatta
Bingöl dağlarının ıssız kuytularında nafakalarını bekleyen
öksüzlerin göz yaşlarından sizler mesulsünüz…”
Kollarını uzattı levhayı kaldırdı bir daha okudu.
Usulca kâğıtların yanıbaşına koydu, gitti halâ kurdeleleri
çözülmemiş büyük kare kutuyu aldı, açtı. Kırmızı yakalı,
başak sırmalı savcı cüppesini çıkardı. İnce uzun levhayı
siyah cüppeye bir bebeği sarar gibi sardı. Koltuğunun altına
sıkıştırdı. Uzamış sakallarına, kızarmış gözlerine, buruşmuş
ceketine, uykusuz başına aldırmadan sabah serinliğinin
tenhalığında gölgeli Cephane Sokak'ı geçti Adliyeye girdi...
223
Sevgilim.
Bu gün Aralığın on altısı. Birkaç gün sonra onun
gözlerini kapadığı günün yıl dönümlerinden biri daha,
sessizce gelip geçecek… Dün geceden beri ben, senin
nişanlın artık bambaşka bir insanım. Az önce geldim. İçeri
girmeden kapının önünde durdum. Bu üstü kırmızı
kiremitlerle örtülü kocamış binaya baktım. Daha önce sana
kendisini köhne bir yıkıntı olarak tanıttığım için beni
bağışlamasını istedim ondan. Ak diplomalı kara bir cahil
olarak, bu yaşlı binanın ardındaki şanlı geçmişi, kuru
bilgileri kafama istifleyerek öğrendiğimi sandığım bir tarih
parçasının, ancak yaşanmışlığıyla kavranılarak
bilinebileceğini anlamanın ışıltılı sevinciyle odama girdim.
Başımın üstündeki yüksek tavana, defne dallarının süslediği
tavan firizlerine, önümde çırpınıp duran mavi denize
saygıyla baktım. Küçük kalenin üzerinde dalgalanan
bayrağı gördüm. Bana her gün güneşin doğup batışı gibi pek
olağan gelen bayrağı… Olağanüstü bir zaferi can pahasına,
nice öz verilerle taçlandıran bu ay yıldızın dalgalanışındaki
görkemi düşünerek onu ilk kez orada görmenin heyecanıyla
sana yazıyorum.
Yılbaşına beni bekleme sevgilim. Ben buradayım.
Sırtımda cüppem elimde kalemim Cumhuriyet kalesinin
bekçisi, müdafii olarak şimdi ben seni bekliyorum. Beni ad
çekimine yolladığın için sana minnettarım. Lütfen yirmi
birinde burada ol. Kimbilir kaç kez görmeden önünden
geçtiğim mezarına gitmek için seni bekleyeceğim. Anladım
ki sevgilim büyük adamlar yüce dağlar gibiymiş. Heybetini
ancak onlara yaklaştıkça anlayabileceğimiz görkemli
dağlar… Gel o yüce dağı birlikte görelim. Ben bu akşam
Kaleiçi'nin dar sokaklarını dolaşacağım. Eminim Mahmut
Esat beni Gökçen Efe, Sökeli Ali Efe, Demirci Efe ve
Denizli Müftüsüyle birlikte karşılayacaktır. Ama sen
224
gelirsen Şerife Ali Kübera, Ayşe Mehmet Çavuş da orada
olacaktır eminim. Hatta Tarsuslu, Antepli, Mudurnulu
Fatma kadınlar, yanlarına Bitlis defterdarının hanımını da
alıp Gördesli Makbule ile birlikte seni karşılayacaklardır…
Onların mavzerlerini hâlâ ellerinde tuttuklarını biliyorum
artık. Şimdi seni bambaşka bir özlemle bekliyorum...”
Genç adam mektubunu katladı dörtgen sarı zarfa
yerleştirdi. Başını uzatıp seslendi.
- Yusuf Efendi.
- Buyur Savcı Beyim. Mektup mu?
- Evet o da var ama önce sen bana bir çekiçle birkaç
çivi bul.
- Neye gerek Beyim?
- Şu levhayı kapının üstüne asalım.
- Verin beyim biz yaparız.
- Yo olmaz. Ben elimle asacağım.
Odacı mektubu aldı çıktı.
Genç savcı bir yandan çiviyi çakıyor, öte yandan
kendini tembihler gibi mırıldanıyordu. En ufak bir
haksızlıktan sizler sorumlusunuz… Sizler sorumlusunuz…
Sizler...
Karşı odadaki yaşlı katip, eski yazı makinesinin
önünde çayını yudumlarken bilgece bir gülüşle, pencere
camlarını titreten çekiç seslerini dinliyordu…
225
Çağdaşlık ve uygarlık kavramlarının gitgide bir birinin zıddına
dönüşmesi tarihsel bilgi ile tarihsel bilinç arasındaki bağı kopardığından, bu
süreçte bağımsız düşünebilen, etik alanda sorumluluklar yüklenmeye hazır
yurttaşlara, yurttaşlık bilincine gereksinimimiz artıyor. Beni bu romanı
yazmaya yönelten temel neden budur denilebilir.
Ama bunun ötesinde bir “Şark” ülkesinde şeriat düzenini yıkarak
laik hukuk düzenini getirmek cesaretini, başarısını gösterenlerin varlığı…
Bu başarı aslında sadece kendi ülkelerinde değil insanlık âleminde de
“Yıldızın Parladığı An”dır. Mahmut Esat Bozkurt'un yaşamı böyle bir “an”a
denk düşmektedir. Bu denklikte duygusallığı dışlamıyan bir ussallık,
eylemle beliren erdemde süreklilik, insan olmanın açık bilinci ile ulusaldan
uluslararasına yönelen insanlık değerlerinin bilgisine sahip bir insan var. Ve
bu bizim insanımızdır, bizden biridir.
Barışın, hukukun egemenliği olduğunun bilincinde bir adalet
bakanı, hukuk devrimimizin mimarı, korkudan ve yoksulluktan kurtulma
hakkının yılmaz savunucusu bir iktisat vekili, üniversite hocası, gazeteci…
Prof.Dr. Mahmut Esat Bozkurt'u bir imgeye dönüştüren, idealist bir
kuşağın bileşenlerini oluşturan yaşamıdır. Bu insanlar vatansever ve insan
sever kişiler olarak romantiktirler, atakdırlar, tutkuludurlar. Amaçları için her
şeyden vaz geçerek hayatın tadına vardılar. Aslında onların her biri gerçek
bir roman kahramanıdır. Onları yaşatmak özünde kendimiz için bir şeyler
yapmaktır. Özellikle deniz içinde denizi bilmeden dolaşan balık belleklerle,
deryayı bilmediğinden fincanı umman sananlar için…
Mucize Özünal, Kuşadası, Ekim 2007
KUTO
K u ş a d a s ı Ti c a r e t O d a s ı
Chamber of Commerce
Bir kültür hizmetidir.

Benzer belgeler