İndir - Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Derneği

Transkript

İndir - Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Derneği
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU DERNEĞİ BÜLTENİ
BULLETIN OF MEDICAL ETHICS AND LAW SOCIETY
www.teth.org.tr
ISSN: 1308-6928
Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Derneği a. Sahibi
Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir
Editörler
Doç. Dr. Arın Namal
[email protected]
Doç. Dr. jur. Fatih Selami Mahmutoğlu
[email protected]
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
Prof. Dr. İbrahim Başağaoğlu
Yayın Kurulu
Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir
Prof. Dr. İbrahim Başağaoğlu
Prof. Dr. Hakan Hakeri
Prof. Dr. Esin Kahya
Prof. Dr. Öztan Öncel
Prof. Dr. Nil Sarı
Doç. Dr. Hanzade Doğan
Doç. Dr. Nüket Örnek Büken
Doç. Dr. Zafer Zeytin
Dr. Elif Atıcı
Dr. Hakan Ertin
Dr. Gülsüm Önal Gürsoy
Editörlerin Yazışma Adresi
Doç. Dr. Arın Namal
İstanbul Universitesi İstanbul Tıp
Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi
Anabilim Dalı, Horhor cad. 13
34260 Fatih-İstanbul
Prof. Dr. jur. Fatih Selami Mahmutoğlu
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Ceza ve Ceza Usulü Hukuku Anabilim Dalı
İstanbul
Düzenleme
Nobel Tıp Kitabevleri - Çapa-İstanbul
Tel: (0212) 632 83 33
Baskı/Cilt
Nobel Matbaacılık
Basım Tarihi: Aralık 2008
Dernek üyelerine
ücretsiz dağıtılır.
Dernek Aidatları
Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Derneği üyelik aidatı 25 YTL’dır.
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU DERNEĞİ Hesap Numarası
Türkiye İş Bankası Kadıköy Şubesi Hesap No: 1187/1429015
-2-
EDİTÖRLERDEN
Merhaba!
Merhaba,
Ülkemizdeki siyasal ve hukuksal gündemi hep birlikte izliyoruz.
Yurttaşlarımız bu gelişmeler karşısında haklı olarak şaşkın ve kaygılı. Hangi
siyasal ve hukuksal analize inanacağını bilememekte. Olaylar üzerinden değil
de, kişilere duyulan beğeni ya da karşıtlık üzerinden yapılan değerlendirme farklılıkları ise, anılan karmaşayı daha da arttırmakta, neredeyse anlaşılamaz bir noktaya taşımaktadır. Sözgelimi, haksız olarak görülen bir gözaltı işlemine duyulan
tepki, benzer başka bir olayda adeta görmemezlikten gelinebilmektedir. Aslında
vurgulamaya çalıştığımız bu çifte standart bugüne mahsus da değildir. Toplum
vicdanını derinden etkileyen ve hukuka aykırı olduğu hususunda genel kabul
gören bazı idam cezalarının (1961, 1972, 1980 yılarında gerçekleştirilen) infazında bile siyaseten taraf olunmakta, cesaretle tüm yapılanlara karşı çıkılmamaktadır. Çıkılsa bile bu tepkinin samimi olup olmadığı noktasında ne yazık ki tereddütler devam etmektedir. Hatırlarsanız yıllardır işkence suçunun belirli bir siyasal görüşe sahip olanlara yapılması karşısında sanki hiçbir şey olmuyormuşçasına davrananlar, işkence hususunda siyasal gruplar yönünden ayrım gözetmeyen
1980 askeri rejiminde, kendilerine yapılan insan onuruyla bağdaşmayan muameleler karşısında feryat etmektedirler. Bizce doğru olanı, haksızlık söz konusu
olduğunda siyaseten, ahlaken benimsemediğimiz birinin de yanında durulmasıdır. Umarım, tüm bu acı tecrübeler, yeni ortak paydaların oluşumuna katkıda
bulunur ve aklıselim galip gelir.
Diyebilirsiniz ki, böyle bir bültende neden bu içerikte bir ön yazı kaleme
alınmıştır. Cevabı çok basit. Yaşanan tüm olaylarda ortaya konulan görüş ve eleştirilerde içini etik kurallarla dolduramadığımız bir alan bulunmaktadır. Bu da
bültenin ana eksenine uygun düşen bir konudur. Hele hele değindiğimiz gündem
içerisinde sağlık ve hukuk bağlantılı bir içerikte ortaya çıkıyorsa, Tıp Etiği ve
Tıp Hukuku bülteni açısından daha da anlamlı bir konu yakalanmış demektir.
Bu bağlamda cezaevinde hayatını kaybeden Kuddusi Okkır vakıası üzerinde biraz duralım. Bilindiği üzere, modern devletin en temel yükümlülüklerinden
biri de yurttaşlarına gereği gibi sağlık hizmeti sunmaktır. Söz konusu hizmetin
sunulmasında öncelikli ilke, tüm bireylerin eşitlik kuralına uygun bir biçimde
devletin sahip olduğu olanaklardan yararlandırılması olmakla birlikte, ekonomik
yeterliliğe sahip olmayan kişilere öncelik tanınması da diğer vazgeçilmez esaslardan biridir. Herhangibir nedenle ceza soruşturmasına maruz kalanlar ve bu
kapsamda haklarında tutuklama önlemi ya da mahkumiyet kararı neticesinde
cezaları infaz edilenler bakımından ise, durum daha da önem arz etmektedir.
Başka bir ifade ile, özgür bireylere göre her alandaki seçenekleri kısıtlı kişilerin
sağlık hizmeti alma yönündeki talepleri özel bir durumu ortaya koymaktadır.
Zaten bu statüdeki kişilerin anılan konumları modern ceza infaz mevzuatlarında
da özenle dikkate alınır. Nitekim 5275 sayılı Ceza ve Güvenlik Tedbirlerinin
İnfazı Hakkında Kanun’da da sayılan çok sayıda haklar arasında sağlığın korunmasına ilişkin düzenlemelere yer verilmiştir. Bunlar arasında; hükümlünün muayene ve tedavisi, sağlık denetimi, hastaneye sevki, infazı engelleyecek hastalık
hali ile ilgili kurallar özenle düzene konulmuş, aynı esasların tutuklular bakımından da geçerli olduğu yasada isabetli olarak benimsenmiştir.
Kısacası Devlet tutuklu ve mahkûmlara sağlık hizmeti vermekle, ortaya
çıkan hastalıkların tedavisini üstlenmekle yükümlüdür. Başka bir deyişle bu kişiler devletin sağlık güvencesi altındadır. Söz konusu yükümlülüğün yerine getirilmemesinin hem hukuki hem de cezai sorumluluğa neden olabileceği de zaten
bilinmektedir.
Durum ilkesel bazda böyle olmakla birlikte, hayatını kaybeden yurttaşımız
Kuddusi Okkır bakımından içeride yaşananları tam olarak bilmemekle birlikte,
idarenin üzerine düşeni gereği gibi yerine getirmediği yönünde kamuoyunda
haklı görülebilinecek bir inanç oluşmuştur. Tekrar vurgulamakta fayda var, bu
süreçte neler gereği gibi yapılmıştır ya da yapılmamıştır, bilemiyoruz. O nedenle de peşinen birilerini suçlamıyoruz. Ancak nedeni ne olursa olsun, modern devlete yakışan uygulama bu olmamalıydı. Kanımızca bu ve benzeri durumlarda,
tutuklama önlemine başvururken yargıçlarımızın daha özenli davranması, şüpheli, sanık ve müdafiilerince sağlık sorunlarına dikkat çekildiğinde ise, ilave
duyarlı olunması gerekmektedir.
Görülüyor ki, bu acı olaylardan çıkartacağımız onlarca ders var. Fakat etik
açıdan kendimizi sorgulamamız gereken başka bir nokta da, bu şekilde hayatını
kaybeden başkaları için gösterdiğimiz ya da göstermediğimiz tepkilerimizdir.
Hatırlarsanız bir banka davasında sanık olan ve tutuklanan yurttaşımız da kanser
hastalığı nedeniyle hayatını kaybetmişti. Kamuoyu aynı duyarlılığı sergilemiş
miydi? Acaba davanın konusu nedeniyle mi aynı ilgi oluşmamıştı?.
Biliyorum, karamsar bir önsöz oldu. Ama umutlar yok olmaz. Medeni bir
toplum olma adına küçük tuğlalar koymaya devam edelim.
Bu sayımızda genç akademisyen arkadaşlarımızın yazılarına da yer veriyoruz. Umarım bu yöndeki çalışmalar daha da artar. Sevgi ve saygı ile…
Bülten, bu sayısında hukuk disiplininin katkıları bakımından daha dolu
bir içerikle karşınıza çıkmış bulunuyor. Bu katkıları teşvik ettiği için
Editörümüz Sayın Prof. Dr. Fatih Selami Mahmutoğlu’na teşekkür borçluyuz.
Hukuk, kültürün, kurallar ağı aracılığıyla oluşturduğu bir düzen. Her kültürün, toplumsal, ekonomik, siyasal vb. bir alt yapısı olduğu gibi, inançlar,
değerler, ilkeler, dünya görüşlerinden oluşan bir anlam yapısı da vardır. Yine
her kültür düzeninin, bir yaşama alanından beslendiği de bir gerçektir. Hukuk
düzeni ile yaşam arasında uzaklıklar oluşursa, hukuk yaşama yakışmaz,
yaşamla örtüşmez hale gelir. Bu nedenle hukukun, yaşamla zenginleşip değişmek üzere yaşamla dinamik bir ilişkide olması istenir. Tıp Etiği ve Tıp
Hukuku Derneği, yayınlamakta olduğu Bülteni ile, ilk sayısı Ekim 2008’de
yayınlanacak Yıllığı ile, düzenlemekte olduğu çeşitli bilimsel etkinliklerle
hukuk disiplinini tıp alanında yaşananların içine çekme, bu disiplin mensupları ile yaşananları birlikte değerlendirme arayışını sürdürüyor. Tıp Etiği ve Tıp
Hukuku Derneği dört yıl önce, etik ve hukuk disiplinlerinin tıp alanındaki işleyişi birlikte eleştirmeleri, bu eleştiri platformundan daha insancıl özlü yasaların yapımına katkı sağlamaları iddiası ile yola çıkmıştı. Bu iddiayı karşılayacak yönde adımlar atabilmekten mutluluk duyuyoruz.
Hukuk, insanca yaşam içindir. Bu gerçekler bize, yasa, yönetmelik
vb.lerinin, gücü elinde bulunduranların lehine yorumlanmaması gerektiğini
hatırlatmalıdır. Bu tehlikeye işaret eden ”Hukuk erezyonu, en şiddetli depremdir!” sözü, kuşkusuz çok haklı bir vurgudur. Tıp uygulamalarının hiçbir zaman
insancıllıktan uzaklaşmaması için, ülkemizde de tıp etiği ve tıp hukuku işbirliğini güçlendireceğiz.
Bültenimizin bu sayısında ilginizi çekecek yazılar bulacağınızı ümit ediyoruz.
Doç. Dr. Fatih Selami Mahmutoğlu
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi
Ceza ve Ceza Usulü Hukuku AD
-3-
Saygıyla.
Doç. Dr. Arın Namal
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi
Deontoloji ve Tıp Tarihi AD
21.YÜZYILIN EN ÖNEMLİ ETİK KONUSU:
GENETİK DANIŞMANLIK VE ETİK
Prof. Dr. Ayşegül DEMİRHAN ERDEMİR
Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Derneği Başkanı
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Deontoloji Anabilim Dalı Başkanı
[email protected]
Tıbbın gelişmesi, sosyo ekonomik faktörlerin iyileşmesi,
gelişmiş ülkelerde enfeksiyon hastalıkları ve yetersiz beslenme nedeniyle ortaya çıkacak bazı hastalıkları minimuma indirdi. Buna bağlı olarak da kalıtsal nedenli hastalıklar ön plana
çıkarak tıpta özel bir anlam kazandılar. Böylece genetik danışmanlık ortaya çıktı ve bazı etik problemler belirdi. Genetik
danışmanlık kuruluşlarına başvuran ailelerin sayısında son yıllarda bir artış gözlenmektedir. Genel olarak genetik danışmanlık, kalıtsal hastalık riski olan hastaya veya akrabalarına, hastalığın sonuçları, seyri konusundaki olasılıkları, hastalığın
kuşaklar arası aktarımı ve buna benzer korunma yolları hakkında danışmanlık verilmesidir. Tanı unsuru olmaksızın hiçbir
önerinin güvenilir bir temeli olamaz.
Şu durumlarda genetik danışmanlık söz konusudur: 1)
Eşlerden biri ya da her ikisi birden kökeninde genetik nedenler olabileceği tahmin edilen bir hastalıktan muzdariplerse, 2)
Eşlerden birinin veya her ikisinin akrabalarında kalıtsal olması muhtemel olan bir hastalık baş göstermiş ise, 3) Bir ya da
her iki partner kalıtsal bir genetik defektin taşıyıcısı olarak
belirlenmiş iseler, 4) Eşlerin birbirleriyle kan yakını akraba
olmaları durumunda (Örneğin kuzen evliliği gibi), 5)
Hamilelik öncesi veya hamilelik esnasında ışın veya mutajen
ya da teratojen ilaçlar alınmışsa, 6) Alkol ve uyuşturucu gibi
maddeler alınması yoluyla veya hamilelik sırasında oluşmuş
bir virüs enfeksiyonu nedeniyle bebeğin oluşumunda bozukluk olabilmesi söz konusuysa, 7) İleri yaşta anne olmanın riskleri konusunda bilgi edinmek isteyen herkes, 8) Ailelerinde bir
veya birkaç tane bozukluk taşıyan çocuklar bulunan sağlıklı
çiftler, 9) Jinekolojik, endokrinolojik veya immunolojik
sebeplere dayanmayan habitüel abortuslarda .
Yukarıda anlatılanlar doğrultusunda bu alanda atılması
gereken adımlardan biri, hamilelik öncesi danışma hizmetleri
olmalıdır. Danışmanlık veren hekim, tıbbın diğer alanlarında da
olduğu gibi yalnızca hastasına ya da danışmanlık arayana karşı
bir sorumluluk duyar. Toplumun arzusu burada rol oynamaz.
Danışmanlığın ağırlık noktasını, kalıtsal hastalıkla doğabilecek
bir çocuk veya danışanın ya da doğacak çocuklarının genetik
hastalık sahibi olma riskleri gibi kişisel problemler oluşturur.
Literatür incelemeleri, genetik danışmanlığın eugenik düşüncelerden geliştiğini göstermektedir. Önceleri pek çok sayıda bilim
adamı eugenik konusundaki fikirlere sıcak bakmışlardı.
Sonraları ise objektif bilim adamları Nazi Almanya’sında ırkı
saflaştırma (eugenik)’ya yönelen bu gibi önlemlerden geri durmuşlardır. Bir toplumda hastalık oluşturan unsurların sıklığını
yalnızca genetik danışmanlıkla azaltmak ve bu vasıtayla toplumun gen havuzunu düzeltmek fikri değişik nedenlerle gerçekleştirilemez ve ırkı saflaştırma amacına da ulaşılamaz. Özgürlükçü demokratik bir toplumda risk taşıyan bütün şahısların
genetik danışmanlık alması beklenilemez.
Bunun dışında pek çok çalışma göstermektedir ki danışmanlık isteyenler sunulan bilgiyi değil, algıladıkları bilgiyi
kullanmakta ve algılanan bilgi, karar verdirici olmaktadır.
Sonradan yapılan araştırmalar ,genetik danışmanlığın danışanlar üzerinde değişik etkiler yaptığını göstermektedir. Genetik
danışmanlık gereksiz yere hasta bir çocuk dünyaya getirme
korkusu taşıyan bir kişinin korkusunu yenmeyi sağladığı gibi,
aynı şekilde sakat çocuk dünyaya getirebilirim düşüncesiyle
gebeliği sonlandırmak isteyen bir annenin fikrini değiştirmesine yardımcı olup hamileliğin devamını sağlamayı da başarmaktadır. Buna göre genetik danışmanlık; ilk olarak danışan
kişi ve ailesi üzerinde etki göstermektedir. Başarısı ise danışanın, danışmanlıktan sonra kendisi ve ailesi için kendi değer
sistemlerine göre taşıyabileceği bir karar vermesinde yatar.
Bir ailede genetik bir hastalığın ortaya çıkması, sıklıkla,
kızgınlık, şaşkınlık, korku ve suçluluk duyguları oluşturmaktadır. Eşler karşılıklı birbirlerini suçlayabilirler. Genetik bir
hastalığın utanılacak bir şey olduğu duygusu oldukça yaygındır. Danışmanlık veren uzman böyle bir durumu hesaplayabilmeli ve psikolojik yardımda bulunmalı veya eğer kendisi
böyle bir hizmet sunamayacak ise bu konuda uzmanlaşmış
kişilerden yardım istemelidir.Ortaya çıkan problemler genellikle bir oturumda sonuna kadar tartışılamamaktadır ve çoğunlukla ikinci bir randevu yapılmasını gerektirmektedir. Bu
nedenle eğer spesifik bir durumun açıklanması söz konusu ise
danışan kişinin kişiliğini, eğitim durumunu ve özel gereksinimlerini göz önünde bulundurmak, mutlak bir gerekliliktir.
Doğaldır ki prenatal tanı ve buna bağlı olarak gebeliğin sonlandırılması işine karar vermek ebeveyne bırakılır. Fakat
danışman hekim bu konudaki kendi sorumluluğundan kaçınmamalıdır. Burada hekimin görevi böyle bir olayda hamile kişi
ve onun ailesiyle birlikte bir çözüm bulmaktır. Danışan kişinin
kişisel durumu, onun dünya görüşü, inanç ve duyguları burada
dikkate alınmalıdır. Diğer bir problem de, günümüzde bazı
hastalıklar yaşamın her hangi bir aşamasında ortaya çıkabilir
ve tahmini olarak tanı konulabilir. Bu hastalıkların tedavi olanaklarının henüz bilinmiyor olması ve bu gerçeğin danışan
kişilerde bazı tartışmalara yol açması sorun olabilir. Genetik
danışmanlığa gereksinimi olan insanların, bu hizmetten haberdar olmalarını ve bundan yararlanmalarını teşvik etmek gerekir. Bu konuda özellikle hekimlere görev düşmektedir. Her
hekimin genetik danışmanlık yoluyla hastasına ne zaman ve
nasıl yardım edebileceğini bilmesi etik bir zorunluluktur.
KAYNAK
1. Genç Z, Demirhan Erdemir A: Genetik Sorunlar ve Tıbbi Etik.
Nobel Tıp Kitabevleri. İstanbul 1997.
-4-
HEKİM HASTASINDAN UZAKLAŞIRKEN
Dr. Hakan Ertin MD, PhD
[email protected]
Levinas, “Hekim hastayı anlayamaz, eğitimi buna
uygun değildir” demişti. Bunun doğru olmadığını
hekimler göstermeli!
Son yıllarda hekim hasta ilişkisinde geçerli olduğunu
düşündüğümüz kural ve kavramlar hızla değişime uğruyor.
Özellikle tıp alanı içine hızla giren yeni teknolojiler bu değişimin esas itici gücünü oluşturuyor. Zira, artık klasik tıp olarak
adlandırabileceğimiz alan için belirlenen ölçütler, teknolojinin
bu kadar yoğun kullanılmadığı geçen yüzyılda tartışılıp yerleşmiş kurallardır. Teknolojinin tıbbı çok farklı bir noktaya taşıdığı aşikârdır. Bu değişimde en göze çarpan ve üzerinde önemle durulması gereken noktalardan biri de, bu teknolojinin “sistemle” kesiştiği nokta olan tıbbın ticarileşmesi -tıp ekonomisinin ortaya çıkışı da denilebilir- ve bu bağlamda hekimlerin
hastalarıyla kurdukları ilişki biçiminde yaşanan dönüşümdür.
Hekimler hastalarına, sekiz sene önce terk ettiğimiz geçen
yüzyıla göre farklı bakıyorlar. Geçen sene dinlediğim bir
radyo programında, sunucunun, karşısındaki plastik cerrahi
uzmanı hekime soru sorarken ısrarla hastalarınız yerine “müşterileriniz” dediği ve hekimin de bunu düzeltme gereği hissetmediği dikkatimi çekmişti. Hasta kavramının, son yıllarda
iyice belirgin hale gelen para-sağlık ilişkisi sonucu müşteri
kavramına dönüştüğünü gösteren bundan iyi bir önek olamaz
sanırım.
Teknolojik yeniliklerin hekim-hasta ilişkilerini nasıl etkilediği ve değişime zorladığını anlamak için birtakım uygulamalar üzerinden bazı örnekler vermek yerinde olacak. Sağlık alanında teknoloji genellikle radyolojik görüntüleme sistemleri
alanında yoğunlaştı. Bununla birlikte tüm hayatımızı etkileyen
internet de tıp ve sağlık alanında önemli bir yere sahip.
İnternet iletişimi yoluyla görüntü transferi sonucu, birtakım
muayene ve tedavilerin uzaktan yapılmaya başlandığını biliyoruz. Örneğin Norveç’te iyice kuzeyde kalan birtakım yerleşim alanlarında, merkezde yer alan hekimlerin bu yolla dermatolojik muayeneler ve tedaviler yaptığı bir uygulama mevcuttur. Yine, teknik ekipmanların uzaktan kullanılması suretiyle
ameliyatlar yapılıyor. Amerika’dan yönetilebilen cihazlar veya
kameralar yoluyla uzaktaki bir doktorun verdiği komutların
hekimler tarafından uygulanmasıyla, birtakım tıbbi müdahaleler gerçekleştiriliyor. Yani şunu diyebiliriz ki, hekim hasta ilişkisi eskisi gibi yüzyüze olmaktan çıkma eğilimindedir.
İnternete dayalı tıbba ait diğer ilginç bir uygulama örneği
ise Hindistan’da görülüyor. Saat farkının avantaja çevrildiği
bu uygulamada ABD’de gündüz çekilen X-R filmler ya da
tomografik görüntüler Hindistan’a gönderiliyor, ABD geceyi
yaşarken Hindistan’ın gündüzü yaşaması sebebiyle oradaki
hekimlerce bu görüntüler değerlendiriliyor ve sonuç raporları
ertesi sabah ABD’ye iletiliyor. Bu noktada iki konu tartışılabilir: Hintli hekimler belki de ABD’de çalışmak isteseler onlara
orada hekimlik yapma hakkı verilmeyecek iken bu yolla pratik olarak ABD’de hekimlik yapıyor gibiler. İkinci olarak da
işlemin sonuçları bakımından bir sorun var gibi duruyor. Ceza
ve tazminat hukuku bakımından yapılacak yanlış bir işlemin
gerekleri nasıl yerine getirilecek? Bu örnekten anlaşılabileceği gibi teknolojide sınırların olmayışı, hem tıbbi değer yargılarını hem de hukuk alanını zorluyor.
İnsan sıcaklığından yoksun
Teknolojik tıbbın hekimi mesleğinden ve aldığı eğitimden
uzaklaştırıp yabancılaştırdığı bir vakıadır. Makinelerin duvarlara yer bırakmadığı uzay merkezi görünümlü hastane odalarında, bu aletlerin içine sokulan ve kendini insan sıcaklığı yerine
soğuk demirlerin içinde yalnız başına bulan ve makinenin
çekeceği resimlerden çıkıverecek kötü bir sürpriz veya haberi
büyük endişeyle bekleyen hasta, hekim veya hemşireden
oldukça uzaktadır. İnsan şefkati, yerini makine donukluğuna
bıraktı. Makine duygusuzdur ve gördüğünü anında söyleyiverir. İşin aslı zaten ABD gibi ülkelerde hekimler, hastalarına gördüklerini hemen söylüyorlar, galiba insanlar da demir soğukluğuna dönüyorlar. Tazminat korkusu, hastayı bilgilendirip onayını alma anlayışı -aydınlatılmış onam-, kişi kendi bedeni hakkında kendi karar verir şeklindeki genel kabul, belki de kaçınılmaz olarak bunu doğuruyor olabilir. Sanırım teknoloji daha
uzun yaşam olanaklarını bize sunarken sevgi ve şefkat gibi
kavramları henüz bilemiyor. Ona bunu öğretecek olan da insandır. Ama öncelikle insanın -burada hekimlerin- bunun gerekli
olduğuna inanması gerekiyor. Yoksa 21. yy filozoflarından
Emanuelle Levinas’ı haklı çıkarmak zorunda kalırız. Levinas,
“Hekim hastayı anlayamaz, eğitimi buna uygun değildir”
demişti. Bunun doğru olmadığını hekimler göstermelidir.
Aslında bu yazıyı yazan da bir hekimdir ve hastaları anlayarak
teknolojik tıbbı yorumlamaya çalıştı. Tıp eğitiminin içinde yer
alan tıp etiği hekimi, sevecen, ilgili ve sevgi dolu olması için
eğitiyor. Bu satırların yazarının da bu türden kaygıları öğreten
bir eğitimden geçmiş olması dahi Levinas’ı haksız çıkarıyor.
1995 yılında kaybettiğimiz 20. yüzyılın önemli filozoflarından
olan Levinas da, hekimlerin hastalara insani kaygılarla yaklaştığını görüp hastaları anladığına ikna olabilseydi, haksız çıkmaktan elbette mutlu olacaktı.
(29 Temmuz 2008 tarihli Radikal Gazetesinde yayınlanmıştır.)
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU DERNEĞİ
www.teth.org.tr
-5-
TIP ETİĞİ YÜKSEK LİSANS VE DOKTORA EĞİTİMİ İÇİN BİR ÖNERİ
Dr. Murat Civaner
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi Deontoloji AD
[email protected]
Tıp etiği eğitimi ülkemizde yüksek lisans ve doktora
biçimlerinde verilmektedir. Tıp fakültelerinin Tıp Tarihi ve
Deontoloji anabilim dallarınca verilen eğitim, alanımızın Tıpta
Uzmanlık Tüzüğü’nden çıkarılması sonucunda tıp etiği alanında verilen tek eğitim türü olma özelliği kazanmıştır. Felsefe
bölümleri Etik alanında yüksek lisans ve doktora eğitimi vermektedir; ancak bildiğim kadarıyla tıp etiğine özel bir eğitim
bulunmamaktadır.
Tıp etiği alanında yürütülen yüksek lisans ve doktora eğitimlerinin (kısaca eğitim olarak anılacaktır) genel olarak belli
bir standartta / birbirleriyle uyumlu içeriklerde yürütüldüğünü
ileri sürmek kolay değildir. Elbette, tıp etiği bir bilim dalı
olmadığı için her yerde verilen eğitimin aynı olması, eğitilenlerin örneğin kolonoskopi girişiminin her cerrahi uzmanlık
öğrencisince bilinmesi ve belli/kesin kurallara dikkat ederek
uygulanmasına benzer biçimde belli/aynı etik yaklaşımları
öğrenmesi ve çözümlemede kullannması beklenemez; eğiticilerin benimsedikleri etik yaklaşımlar eğitimin içeriğinin belirlenmesinde önemli derecede etkili olur. Bununla birlikte, eğitimin belli bir çekirdek müfredata sahip olması ve bu çekirdeğin ulusal çapta tüm eğitimlerin içinde bulunması gerekir.
Bunu, bir tıp etiği uzmanının bilmesi gereken minimum bilgi
ve sahip olması gereken minimum beceri olarak düşünebiliriz.
Örneğin tıp etiği alanında doktora eğitimi alan bir kişi, temel
etik yaklaşımları biliyor, çözümlemede kullanabiliyor ve tıp
mesleklerinin temel değerlerini koruyarak haklı çıkarılabilen
çözümler üretebiliyor olmalıdır. 01-02 Kasım 2004 tarihlerinde Adana’da yapılan ve ana teması “Tıp Fakültelerinde Etik
Eğitimi” olan V. Tıp Etiği Sempozyumu’nun sonuç bildirgesinde de benzer bir vurgu yapılmaktadır:
“Tıp etiği alanında yüksek lisans ve doktora programı
bulunan birimlerin ders programında yer alması
zorunlu dersler olarak felsefe, uygulamalı felsefe ve
etik konuları, bilim felsefesi, araştırma metodolojisi,
araştırma etiği, biyoetik, tıp etiği ve klinik etik genel ve
özel konuları ile sağlık hukuku, tıbbi deontoloji önerilmektedir.”
Önerilen konu başlıklarının geniş olduğu, bir çekirdek
oluşturmaktan çok tüm konuları kapsayıcı özelliği olduğu ileri
sürülebilir. Ancak bir sonuç bildirgesinin sınırlı çerçevesi içinde ifade edilen bu başlıkların, hem sempozyum boyunca tartışılarak tüm ülkeden katılan akademisyenlerce oluşturulduğu,
hem de ayrıntılı bir eğitim programı oluşturma çalışmasının
ilk basamağını oluşturduğu gözden kaçırılmamalıdır. Bu kısa
yazının amacı ise, sözü edilen ilk basamağın sonrasında yürütülecek çalışmalara katkı sağlaması amacıyla, tıp etiği yüksek
lisans ve doktora eğitim programlarında yer alması önerilen
çekirdek içeriğe ilişkin bir öneri getirmektir.
Yukarıdaki alıntıda sözü edilen başlıklardan “araştırma
metodolojisi”, non-normatif çalışmalar yürütmek için gerekli
bilgi ve becerilerin edinilmesi amacı ile gündeme getirilmiştir. Ahlak felsefesi ile uğraşırken kullanılacak argümanların
bilgisel öncülleri olması gerekebilir; diğer deyişle “iyi”nin
tarifini gerçeğe ilişkin bir bilgiyi temel alarak ve elbette belli
bir değeri dile getirerek yapmak gerekebilir. Bu bilgiyi üretmek için bilimsel araştırma yapmak, dolayısıyla da bilimsel
araştırmaların yöntemi hakkında bilgi sahibi olmak gerekir;
bu anlamda “araştırma metodolojisi” başlığı eğitim için
uygun bir başlıktır. Ancak bu eğitim alanı anlamak açısından
yeterli donanımı sunmaz. Bilimsel bilgi üretebilme becerisinin kazanılmasının yanı sıra, tıp etiği uzman adayları, hekimler de dahil olmak üzere, öncelikle ülkemiz sağlık sistemi
hakkında bilgi sahibi olmalıdır. “Sağlık sistemine oryantasyon” gibi bir başlıkla sunulabilecek eğitim, öğrencilerin sağlık hizmetlerinin örgütlenmesi, finansmanı ve sunumu hakkında temel bilgilere sahip olmasını amaçlamalıdır. Sosyal
Güvenlik Kurumu’nun uyguladığı geri ödeme sistemi,
MEDULA sistemi, yeşilkart, döner sermaye, performansa
dayalı ödeme, sağlık çalışanlarının istihdam biçimleri, genel
sağlık sigortası, Sağlık Bakanlığı’nın aile hekimliği modeli,
esnek çalışma, özel hasta muayenesi, tam gün uygulaması,
bütçe uygulama talimatı gibi tıbbi uygulamaların biçim ve
içeriğini önemli ölçüde belirleyen politikaları öğrenmek tıp
etiği uzmanının daha sağlam argümanlar kurmasına yardımcı
olacaktır. Eğitimin ikinci kısmı ise kurum ziyaretlerinden
oluşmalıdır. Sağlık hizmetlerinin sunulduğu birinci, ikinci ve
üçüncü basamak kurumları belli sürelerle ziyaret edilmeli,
hatta katılımcı gözlem yapılabilmesi için öğrencilerin en az 1
hafta bir kurumda kalarak hizmet alımı ve sunumunu gözlemlemesi sağlanmalıdır. Ziyaretler sonrasında öğrencilerin gündeme getireceği etik sorunları birlikte tartışmak, hem alana
değen tartışmaları artıracak, hem de çalışmalarımızı hangi
alanlara yöneltmemiz gerektiği konusunda bizlere yol gösterecektir. Ayrıca bu uygulama, kliniklerle olan bağımızı ve ilişkilerimizi güçlendirecek, alandaki sorunlara müdahil olma
şansımızı artıracaktır.
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU DERNEĞİ
www.teth.org.tr
-6-
ÖLÜM KADAR UZAK AMA BİR ADIM DAHA YAKIN
Cansu SAYIN
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğrencisi
[email protected]
Gün gelir sağlığınızın eskisi gibi olmadığını, bir şeylerin
yolunda gitmediğini anlar ve doktorun yolunu tutarsınız...
Doktor tahliller yapar, siz merakla beklersiniz kafanızın içinde
keskin bir “Neyim var acaba?” sorusuyla... Sonuç gelmiştir:
Siz ALS hastalığına yakalanmışsınızdır... Artık size ancak ve
ancak adım adım hastalığın gelişimi, sizi nasıl esir alacağı
anlatılabilir zira bu hastalığın tedavisi mümkün değildir.
Kaçınılmaz son ölümdür... Peki şimdi ne olacak?? Yaşamak
mı, ölümün nefesi arkanda ve ızdıraplarla? Ölmek mi, acılarla
boğuşmadan?
Tüm dileklerimiz “-En başta sağlık, ...” diye başlar.. Peki
hiç düşündünüz mü nedenini? Sağlık olmadığı zaman geriye
kalan dileklerin ruhlarının yok olacağından ve sadece birer
harf yığını olarak kalacaklarından olabilir mi acaba? Ya da
artık isteklerin imkansızlaşmasından sonra bize yabancılaşmaları mı? Ölümcül bir hastalığa yakalandığınızı öğrendiğiniz
anda siz artık o eski insan değilsinizdir. Hayatın bütün kapıları kapanır yüzünüze bir bir...Tek bir kapı kalmıştır artık ve o da
ölümdür ve karşınızda iki yol belirir: biri kısa, acısız, diğerine
oranla nispeten kolay ve kaçınılmaz olan sonun yakın biçimi;
ötekisi acılı, katlanılması güç, umutsuz, bekleyişle dolu ve
bilinen son... Siz hangisini seçerdiniz??
Kısa yolun adı -tahmin ettiğiniz gibi- Ötanazi. Tıp, din,
hukuk, ve hatta sistemleri de içine alan ve halen bir uzlaşmaya varılamayan konu. Grekçe’den gelen Eutanasia, İyi Ölüm
anlamına geliyor (Eu: İyi, güzel; Thanatosis: Ölüm). Tıp, din
ve hukuk kendilerince tanımlamışlar. Tıbbi tanımlama; hastaların tolere edilemeyen ızdıraplarını sonlandırmak amacıyla
öldürücü bir zehrin hastaya zerkedilmesidir. Hukuki olarak ise
tedavisi hiçbir şekilde mümkün olmayan, insanda acıma duygusu uyandıran bir hastalıkla yaşamak zorunda olan hastanın
talebiyle -ya da yakınlarının- icrai ya da ihmali bir davranışla,
tıbbi yoldan hastanın hayatına son verilmesidir.
Ötanazinin aktif ve pasif olmak üzere iki ayrımı bulunuyor.
Aktif ötanazide; doktor hastanın damarına ölümcül dozda
uyuşturucu zerkediyor, hasta 30 saniye içinde uykuya dalıyor
ve 5 dakika sonra da yaşama veda ediyor. Pasif ötanazide ise
hastaya yaşaması için gerekli olan müdaheleler yapılmıyor ve
hasta ölüme terkediliyor. Ötanazi kararı aslen temyiz kudretine sahip ve bilinci açık olan hasta tarafından verilirken kimi
zaman (hastanın bilinci kapalı, vs..) ise bu kararı vermek hastanın yakınlarına düşüyor. Aktif ötanazinin gerçekleştirilebilmesi için hukuken mahkeme kararına ihtiyaç duyuluyor
(Kazai ötanazi). Kazai ötanaziye örnek olarak Amerika gösterilebilir. Bazı ülkelerde ise intihara yardım hukuken yasaklanmıyor ve ötanazinin gerçekleşmesi için sadece hekim kararı
yeterli görülüyor (medikal ötanazi). Hollanda ve Belçika da
aktif ötanaziye yasal olarak izin veriliyor (Yasal ötanazi). Aktif
ötanazi çoğu ülkede yasak olduğu için pasif ötanazinin oranı
daha fazla. Pasif ötanazi yetersiz sağlık şartları yüzünden oran
olarak %20, yoğun bakım ve kanser üniteleri de dahil edilirse
% 60 ları buluyor. Pasif ötanaziye örnek olarak 56 yaşındaki
Muzaffer K. verilebilir. 2005 yılında akciğer kanserine yaka-
lanmış. İlaçlarını kullanıyor fakat ameliyat olması gerekmekte, yoksa 3 ay içinde ölecektir. Yıllarca ödediği SSK primlerine güvenerek SSK’ya ameliyat tarihi almaya gidiyor ve ameliyat tarihi 1 yıl sonraya veriliyor. Doktorların ameliyat olmadığı takdirde 3 ay ömür biçtikleri hastanın 1 yıl sonraki ameliyatı olması hangi imkanların dahilindedir??
Hukuki açıdan ötanazi konusunda çeşitli tartışmalar var.
Bunlardan ilki hastanın yaşam hakkı çevresinde gelişmiştir.
Hukuken yaşam hakkı kişiye sıkı sıkıya bağlı bir haktır ve bu
hak bir başkasına devredilemeyeceği gibi hak sahibi yaşam
hakkından feragat de edemez. Hasta bilincini kaybetmiş olsa
da yakınları hastanın yaşam hakkı üzerinde tasarrufta bulunma
yetkisine sahip değillerdir. Hasta bilinci açıkken eğer kötüleşirse, ölüm kaçınılmaz bir hal alırsa ve bu esnada bilinci kapalı olursa kendisine ötanazi uygulanması yönünde bir vekaletname verse dahi bu vekaletname yaşam hakkının yukarıda
değindiğim özelliklerinden dolayı yokluk sebebiyle geçersiz
olacaktır.
Hukuk alanındaki bir diğer tartışma ise ötanazinin kasten
adam öldürme olduğu konusundadır; çünkü her ne kadar hasta
izin vermiş olsa da yaşam hakkının kişiye sıkı sıkıya bağlı
olması, başkasına devrinin olanaksızlığı ve bu haktan feragatin söz konusu olmağından dolayı irade bu yönde olsa bile
hakkın icrası mümkün değildir. Bu sebeple ötanaziyi yapan
kişi hastanın iradesi ile eylemini gerçekleştirmiş olsa dahi
sonuç olarak hukuka aykırı davranmış olarak kabul ediliyor.
Kimi hukukçular ise aktif ötanazinin suç sayılması gerektiğini
kabul etmekte fakat kasten adam öldürme suçuna dahil edilmemesi gerektiği görüşündedirler; çünkü ötanaziyi yapan kişinin vicdanı sebeplerle bu eylemi gerçekleştirdiği düşünülmektedir.
Karşıt bir görüşe göre ise ötanazi belirli sebepler dahilinde
suç sayılmamalıdır; çünkü iyileşemez ve ızdırabı dindirilemez
hastalar vardır. Bu hastalar tıp bilimi olmasaydı zaten öleceğine göre, hastanın tedavi edilmemesi ya da verilen tedavinin
kesilmesinin suç sayılmaması gerektiğini savunuyor; fakat bu
görüşe karşı çıkanlar bu sebeplerin genişletilerek suistimal
edilebileceğini düşünmekteler.
Ötanazinin tartışıldığı bir diğer taban tıp etiğidir. Ötanazinin pratik yaşamdaki uygulayıcıları doktorlar olduğuna göre
ötanazinin meslek etiğine uygunluğu konusunda diğer alanlarda olduğu gibi tartışmalar bulunuyor. Tıp etiği Hipokratik
Hekim Andı’nı benimsemiştir. Hipokratın ilke düzeyindeki
değerlerinden bazıları; yararlılık, zarar vermeme ve özerklik’tir. Ötanaziyi savunanlar daha çok özerklik ilkesini öne
sürüyorlar; çünkü özerklik hastanın tedavinin uygulanmamasını veya kesilmesini istemesidir. İlk bakışta özerklik ilkesi pasif
ötanazi gibi duruyor olsada yararlılık ve zarar vermeme ilkeleri özerklik ilkesinin önüne geçmesiyle çelişki sona eriyor. Yine
Hipokratik Hekim Andı’na göre hekimler hastalarına yararlı
olacak tedaviyi seçmeliler ve onlara zarar vermemeliler bu
yüzden ötanazi yapmaları kesinlikle yasaklanıyor. Fakat
zamanla hastalarda uygulanan tedaviyi kesme ya da tedaviden
-7-
kaçınma gibi haklara sahiptir. Yani hasta dolaylı yönden pasif
ötanazi hakkını kullanabilmektedir.
Tıp kesinlikle hastalarını iyileştirme, onlara yararlı olma
gibi yüce amaçları ilke edinse de tıbbın da çaresiz kaldığı, ölümün kaçınılmaz olduğu durumlar söz konusu olmaya devam
ediyor. Bence bir hastaya tedaviyi kesme ya da tedavi olmama
hakkı tanınmışsa aktif ötanazi hakkının da verilmesi gerekmektedir; çünkü bazı ölümcül hastalıkların son dönemlerinde
yüksek dozdaki ağrı kesiciler uyuşturucular bile hastanın ızdırabını dindirmede yetersiz kalıyor. Böyle durumlarda tedaviyi
kesme hakkı yani pasif ötanazi yolu tanınan hastaya aktif ötanazi hakkının tanınmaması işkence sayılmaktadır.
Bir başka açıdan bakıldığında ise ötanazinin yasallaşması
ile tıptaki ilerlemenin yavaşlayacağı, doktorların güvenilirliğini, doktorluğun hayat kurtaran, saygıdeğer meslek olma gibi
niteliklerini kaybedeceği düşünülüyor. Ötanazi karşıtlarının
bir başka görüşü de yanlış teşhis koyma ihtimalinin bulunması; çünkü aktif ötanazi yapıldıktan sonra yapılan hatanın telafi
edilmesi mümkün olmamakla beraber bu hata doktoru derin
bir vicdan azabına sürükleyecektir.
Gelelim dinlerin ötanaziyi değerlendiriş tarzlarına...
Hristiyanlık, İslamiyet ve diğer tek tanrılı dinler ötenaziye kasten adam öldürme gözüyle ya da intihar gözüyle bakar ve karşı
çıkar... Hristiyanlıkta Tanrı insanı yaratmıştır ve insanın sahibidir. Tanrı insana hayat verir ve ancak kendi uygun gördüğünde hayatını alır. Hiçbir insan bir diğerinin hayatını sonlandıramaz. Hayatta güzel anlar olduğu kadar acı anlarda vardır.
Acılar insanı Hz. İsa’ya yaklaştırır. Görüldüğü gibi aktif ötanazi tamamiyle Tanrı’nın iradesine karşı çıkmak yani dinen
günah olarak adledilmektedir; fakat pasif ötanaziye ise karşı
çıkılmadığı anlaşılıyor.
İslamiyette ise Allah yaradandır. İnsan ise onun kuludur.
İnsan iradesi ile bazı kararlar verebilir; fakat doğma hakkına
sahip olmadığı gibi ölüm hakkına da sahip değildir. Takdir yetkisi Yaradandadır. Eğer ki kendi hayatına ya da başkasınınkine son verirse günahkar olur ve yaptırım olarak cehenneme
gider. Hristiyanlık dinine benzer olarak İslam dininde de
hayatta verilen güzelliklere şükredildiği gibi acılara da katlanılması gerekmektedir. Toplamak gerekirse, İslamiyette
Allah’ın verdiği canı Allah’tan başkası alamaz. Allah’ın iradesine karşı çıkanlar cehennem ile cezalandırılır. Ve bir gayrimüslim kişi son nefesini vermeden önce müslümanlığı seçebilir, bir günahkar son anda tövbekar olabilir. Bu yüzden kulların son ana kadar yaşamaları zorunludur. Açıkça olarak görülüyor ki aktif ötanazi yasaktır; fakat pasif ötanazi ise öbür dünyada ödenecek bedellerin bu dünyada ödenmesi şeklinde algılanmaktadır. Acılar çekerek ölmek ise Allah’ın insana sunduğu bir tür lütuftur. Musevilik ve diğer Tek Tanrılı Dinler ötanaziye karşıdırlar; Hristiyanlık ve İslamiyetteki sebeplerin benzerleri yüzünden... Doğu dinlerinden olan Şintoizm, Budizm
ve Çin’deki Konfüçyus ahlakı ötanaziye ümitsiz hastalık durumunda istemli olarak yapıldığı takdirde karşı değildir.
Tıbbın, hukukun ve dinin yanısıra coğrafik, demografik,
sosyolojik etmenlerin de etkilediği devlet düzenlerinin de ötanaziye karşı değişik yaklaşımları bulunmaktadır. Öncelikle
ötanaziyi yasal kabul eden Hollanda’dan başlayalım.
Hollanda; topraklarının önemli bir kısmı deniz seviyesinin
altında bulunan dar alanlı bir ülkedir. Ülke varlığının sürdürülmesi maksimum verim ve minimum yüke bağlıdır. Bu da
demek oluyor ki en fazla faydayı sağlamak için her bir bireyin
olabildiğince üretken ve sağlıklı olması şart. Bunu sağlamak
içinde birçok sıradışı şeyi yasallaştırarak insanların yasadışı
şeylere ulaşmak için harcayacakları enerjiyi ve zamanı üretime yönlendiriyorlar. Ve tabi ki bu tutumun devamında toplumun barışı ve huzuru sağlanıyor. Böylece kaynak tutucu
potansiyeli arttırılıyor ya da en azından sabitleniyor; çünkü
ancak bu şartlarda varlıklarını devam ettirebilirler.
Hollanda’nın sosyolojik yapılanmasının bir benzeri de
Japonya’da mevcuttur. Bushito öğretisine göre onurunu kaybeden veya öyle olduğunu düşünen Japonlar, özel bir törenle
karınlarını tamiri imkansız şekilde deşerek intihar ediyorlar ve
bu toplum tarafından onurlu bir davranış olarak nitelendiriliyor. Japonya’nın nüfusu oldukça fazla ve hayat alanı nüfusa
oranla dar olduğundan artık topluma hizmet edemeyecek veya
üretemeyecek hale düşen insanın yaşama hakkının ortadan
kalktığı düşünülüyor. Değindiğim özelliklere sahip coğrafik ve
demografik etmenlerin şekillendirdiği toplumsal yapı ötanaziyi yasaklamıyor; çünkü eğer bir insanı yaşama döndürmek
mümkün değilse ve kişi de rıza gösteriyorsa o kişinin topluma
kazandıracağı bir şeyin kalmadığı yolunda bir düşünce oluşmuştur.
Doğu medeniyetine gelirsek, coğrafi, iktisadi demografik
ve kültürel şartlar Batı medeniyetine göre oldukça geniş, tabiri caizse umursamaz ve rahattır. Batı’nın aksine Doğu medeniyeti bağlanma sistemini benimsiyor. Kaynak tutucu potansiyelimiz de Batı’ya oranla daha yüksektir çünkü nüfusumuz hızla
artıyor. Bireysellikten çok toplumsal düzen öne çıkıyor.
Toplumsal düzenin korunabilmesi için var olan Örf ve
Adetlere uymak önemli bir şart ve bu sayede homojen bir toplum yaratılıyor. Toplumsal düzeni tehdit etmediği sürece toplum yaşlılarını, hastalarını, delilerini koruyor ve içinde barındırıyor. Dolayısı ile Türkiye şartlarına ve genel çerçeveden
bakıldığında Doğu medeniyetlerine taban tabana zıt bir seçimdir ötanazi hakkı; çünkü toplumu bir arada tutan bağlanma sistemini yıkar. Oysa Batı kültüründe bireyci, rekabetçi ve faydacı bir tutuma bağlıdır toplumların bekası...
Gelelim bu yazının yazarının nacizane görüşüne...
Hepimiz ufacık bir hastalıkta tadımızı tuzumuzu giden sağlığımızın yanında yolcu ediyoruz. Düşünün ki bunun kat kat fazlası ızdıraplara katlanmak zorunda olan insanlar var. Ve daha
da kötüsü iyileşmelerinin imkansızlığının sonucu olarak artık
yaşama ümitleri de yok. Bu insanlar hemen ölmek istiyorlar.
Bana göre insanın yaşam hakkı olduğu kadar ölüm hakkı da
vardır. Kimi hastalıklar kişiye dindirilemez ızdıraplar çektirmektedir ve böyle durumlarda kişiyi hayatta tutmanın kişiye
faydasının olmadığı kanısındayım, zira iyileşemeyeceği ve bu
ızdıraplara dayanamayacağı açıktır. Ayrıca kişi kendi özgür
iradesiyle bu işlemin yapılmasını istemektedir. Bilinci açık ve
temyiz kudreti yerinde olan bir kişinin bu isteği yerine getirilmelidir. Aksi takdirde kişiye tanınan yaşam hakkı kişiye işkence edilmesi sonucunu doğurur. Oysa haklar kişilerin menfaatlerini koruma amaçlıdır. Eğer ki tıp, hastalarını iyileştirmek,
ızdıraplarını dindirmek için, yani başka bir deyişle insanlığa
faydası olsun diye varsa, yetersiz kaldığı yerde kişinin iradesine saygı duyulması gerekiyor.
Hasta hakkı adı altında hastaya tedaviyi durdurma ya da
tedavi olmama gibi bir seçim sunulurken aktif ötanazi yolunun
tıkanması bana bencillik gibi geliyor, sanki kimse elini taşın
altına koymak istemiyormuş gibi.. Kabul ediyorum ki duygularımı yoğun olarak katıyorum ama mantıken hastaya tedaviden kaçınma hakkı tanınarak dolaylı yoldan hastanın kendi
haline terkedilerek ızdıraplarla ölmesine göz yumuluyor. Öte
-8-
yandan hastaya daha başka bir rahatlatıcı seçeneğin sunulmaması bana göre eksiklik yaratıyor. Eğer ki bir hastaya dolaylı
yoldan ölme hakkı tanınabiliyorsa bunun direkt yolunun tıkanması sorumluluktan kaçınmak, başkasının acısına seyirci kalmak değil mi?? Tabii ki kişi tedavisi mümkün olmayan ölümcül bir hastalığa sahip, acı çekiyor ve ötanaziyi tercih etmiyorsa ötanazi yapılsın demiyorum; ama kişinin iradesi ötanazi
yönündeyse karşı çıkmanın çok doğru olduğu kanısında da
değilim. Kararsızlığım ise iki noktada.. Birincisi bu kararı
veren hastanın son anda bu fikirden cayması ve geri dönüşün
olmaması insanı korkutuyor. İkinci nokta, ötanazi yapan dok-
torun ileride verdiği karardan ötürü pişman olması ya da acı
çekiyor olması ise başka bir boyutu oluşturuyor; çünkü insanlar, bazen o an için doğru gelen fikirlerinin bir zaman sonra
aslında doğru olmadığını farkedebiliyorlar.
Son olarak belirtmek isterim ki, ötenazinin insan hayatıyla
yakından ilgili oluşu bu konuda yapılan ve yapılacak olan tartışmaları, tartışan kişilerin ötenazi yandaşı veya karşıtı olmaları bir kenara, nihai karar için önemli kılıyor. Diliyorum ki tıp
bütün ölümcül hastalıklara çare bulsun, ne hastalar ne de doktorlar böyle zor ve yüksek sorumluluk gerektiren bir kararla
sınansınlar...
YAŞLILIK OLGUSUNA TOPLUMSAL, KÜLTÜREL YAKLAŞIM
Doç. Dr. Nüket Örnek Büken
Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Tıp Etiği AD
[email protected]
“Yaşamın uzatılması ve yaşın getirdiği doğal erime ve
çürüme ile yavaş yavaş gelen ölümün bir süre ertelenmesi, hiçbir hekimin, taşıdığı öneme değer biçimde ele
almadığı bir konudur.”
Francis Bacon
(The Advancement of Learning)
Biz hekimlerin; bilimsel ve tıbbi gelişmelerin, güncel bilgi
ve uygulamalara adım adım ve önceden tahmin edilebilir değişikliklerin eklenmesiyle ilerleyeceğine inanma yönünde doğal
bir eğilimimiz vardır. Bu, bilim ve tıp alanında günden güne
kaydedilen ilerlemelerin büyük bölümü için uygun bir tanımdır da. Ancak tıp tarihçileri çok iyi bilirler ki tıp tarihi, kabul
görmüş paradigmalarda ve bunlardan kaynaklanan klinik
uygulamada, önceden tahmin edilemeyen yenilikçi değişmelerin, ilerlemelerin gerçekleşebileceğinin örnekleriyle doludur.
Bu değişimlerin en kayda değer olanı kuşkusuz “mikrop teorisinin” oluşturulması olmuştur. Genetik için de aynı durum söz
konusu olabilir; ancak buna ilişkin klinik yararlar henüz büyük
ölçüde kuramsaldır. Ancak kanser, yaşlanma ve yaşla ilgili
hastalıklar konusunda ileri düzeyde gelişmeler son hızla
devam etmektedir.
Kim bilir Bacon bugün yaşasaydı bu konudaki ilerlemeler
ve çalışmalar karşısında oldukça şaşırır, kim bilir belki de yaşlanmaya ve yaşlılık hastalıklarına karşı başlayan bu mücadelenin nedenlerini sorgulamaya başlardı. Çünkü yaşlanma,
Bacon’un “erime, çürüme” sözleriyle dile getirdiği ve Batı
toplumlarında da algılandığı şekliyle bir “hastalık”, kurtulunması gereken bir “illet” değildir; normal, dinamik bir süreçtir.
Yaşlanma kaçınılmaz ve geri döndürülmez bir süreçken, çoğu
örnekte yaşlanmaya eşlik eden kronik özürlülükler önlenebilir
ya da geciktirilebilir. Bu, yalnızca tıbbi müdahalelerle değil,
daha etkili biçimde olmak üzere toplumsal, ekonomik ve çevresel müdahalelerle sağlanabilir.
Yaşlı nüfusun genç nüfusa oranla daha hızlı artması olarak
tanımlanan yaşlanan bir toplum, bireylerin genç ve yaşlı olarak iki genel kategoriye ayrılabileceğini öngörmektedir. Çağdaş Batı toplumu; gençlik, adölesan, orta yaş ve yaşlılığı yaşamın kendine has sorunları olan ayrı safhaları olarak görmekle
birlikte, bu bakış açısı genelleştirilemez. Gerçekte, yaşamın
akışına ilişkin şimdiki görüşler görece yeni fenomenlerdir.
Thomas Cole, yaşam safhaları metaforunun izini, günümüzün
yaşam safhası metaforunun ilk olarak ortaya çıktığı 16. ve 17.
yüzyıllardaki kuzey Avrupa şehirlerine dek sürmüştür. Yazara
göre, yaşamı, sıraya konulmuş evreler serisi olarak resmetmek, yaşamın safhalarının evrenin düzeni ile uyumlu olduğunu ifade eder ve her bireye “kendi yaşam deneyiminin dışına
çıkmak ve onu bir bütün olarak görmek” imkânını verir.
Yaşlılık tanımımızın, tarihsel ve kültürel geleneklerimizi
yansıtması gibi, yaşa verilen değer ve anlam hakkındaki inanışlarımız da tarihsel ve kültürel mirasımızın gereğidir. Yaşlı
insanların toplum içindeki mevkileri, ileri yaş gruplarının desteklenmesinin doğurduğu maliyete ve bu bireylerin yapacakları düşünülen katkıya bağlı olarak, farklı tarihsel ve kültürel
süreçlerde çeşitlilik göstermiştir.
Yaşlı insanlara ve toplum içindeki rollerine ilişkin farklı
kültürel anlayışlar olmasına rağmen, antropologlar yaşlılığın
ortak biyolojik ve kültürel niteliklerini tanımlamaktadırlar.
Buna göre, bilinen her toplumda “ileri yaştaki insanları kronolojik, psikolojik ya da jenerasyona göre tanımlayan” ayrı bir
kategori mevcuttur. Bu kategorilerin her birinde söz konusu
bireyler, gençlere kıyasla değişik haklara, görevlere, imtiyazlara ve zorluklara sahiptir. Bu durum, kültürel olarak farklı
toplumlarda yaşayan insanların farklı yaşlardaki bireyler arasındaki ilişkiler açısından benzer etik sorularla yüz yüze
olduklarını göstermektedir.
Yaşlanma bir organizmanın zamana bağlı olayların üst üste
yığılmasıyla, yaşamın zorluklarına daha açık ve ölüme daha
yakın duruma gelmesidir. Her canlı türü için bir en yüksek bir
de ortalama yaşam beklentisi tanımlanabilir. En yüksek yaşam
beklentisi, o türün en uzun yaşayan bireyine, ortalama yaşam
beklentisi ise, o türün üyelerinin yaşamayı umabilecekleri
ortalama süreye göre belirlenir. Yaşlanma molekül, hücre ve
dokuların kendilerini onarma yeteneklerinde azalma ve buna
bağlı olarak fizyolojik işlevlerinde düşüş olarak tanımlandığından, onu engellemeyi amaçlayan yöntemler de bu süreçleri
bir noktada durdurmayı hedefler. Ancak yaşlanmanın tamamıyla durdurulması olanaksız görünmektedir. Hatta bugünkü
ölüm nedenlerinin başında gelen kalp hastalıklarına ve kanse-
-9-
re çare bulunsa bile, insan türünün yaşam beklentisinde dramatik bir artış olmayacaktır. Genetik özellikler, yaşam biçimi
ve beslenme yaşlanmayı etkileyen unsurlar olup, bu unsurlara
yönelik girişimlerle yaşamın uzatılmasına çalışılmaktadır.
Ancak yaşlanmayı geciktirmek adına ortaya konan yöntemler
birçok biyoetik soruna yol açabilmektedir.
Konu ile ilgili bir makalesinde Bramstead, günümüzde
yükselen değer olan ölümsüzlüğün yaşlılar için ne anlama gelmesi gerektiğini toplumsal yapılanmanın dikte ettirdiği ya da
belirlediği savından yola çıkarak, yaşlanmanın bir problem
olarak değerlendirilmesini eleştirmektedir. Bu bağlamda, sayıları giderek artan yaşlı populasyonu problemiyle savaşırken
teknolojik keşiflere olan ihtiyacın bir politika olarak benimsenmesine de karşıdır. Yaşlanmanın ‘problem’ olarak algılanmasında pazar ekonomisinin katkısı yadsınamaz. Bu ekonomik anlayış sayesinde, sağlıklı ve kaliteli yaşam olanakları
sağlamaya yönelik birçok ürün ve teknoloji, yaşlanma probleminin çözümü olarak üretilmeye başlanmıştır. Böylece pazar
ekonomisinin genç ve orta yaşlı populasyona sunmakta olduğu güzellik, sağlık, zindelik ve uzun ömürlülük seçenekleri
karşısında, bu seçenekleri onlarla paylaşmak isteyen ancak
paylaşmaktan utanan ya da çekinen yaşlı populasyonu cesaretlendirerek ürün pazarını hareketlendirmek hedeflenmiştir. Bu
tür ekonomik baskılar akla “acaba yaşlılık problemini toplum
kendisi mi yaratıyor?” sorusunu getirmektedir. Etik açıdan,
pazarlama ve tüketim stratejilerinin sağlık ve bilim teknolojilerinden ayrı tutulması gerektiği bilinmektedir. Bu anlayış
doğrultusunda, tıp ve bilim teknolojisinin amacı, hastaların
yaşam kalitesini artırmanın yanı sıra, bu populasyonun toplum
hayatında algılanış biçimini ve yerini korumak olmalıdır. Eğer
bu yaklaşım benimsenirse, yaşlı populasyonun ihtiyacı olan
sosyal destek de sağlanmış olur.
Bir filozof ve etikçi olan Callahan’a göre yaşlılar için konfor yönelimli teknolojiler değerli olsa bile, derde deva olan
teknolojiler her zaman daha gözde olacaktır. Ne yazık ki bu
yaklaşım hasta yaşlı ise geçerli, ancak genç ise geçerli değildir. Eğer bu yaklaşım doğru ise, yaşlanma sürecinin doğal
sonuçlarını saygıyla karşılayıp kabullenmek yerine, yaşlanmayı bir ‘hastalık’ yaşlıyı da ‘hasta’ olarak kabul eden toplumsal
yapılanma kaçınılmaz olacaktır. Sözü edilen yaklaşım sayesinde en ucuzundan (vitaminler) en pahalısına (gen tedavisi)
kadar geniş bir ürün yelpazesine sahip binlerce ‘tedavi’ imkânı yaratılmıştır. Satış ve pazarlama alanının profesyonelleri de
hızla giden bu treni kaçırmamış ve her fırsatta gençliğin heyecanlı ve mutlu, yaşlılığın ise güçsüz ve ümitsiz bir dönem
olduğu mesajını vermişlerdir. Nitekim yazılı basın ve magazin
basınında yer alan reklâmlarda ilaçlar ile diğer tıbbi ürünlerin
imajlarının gülen, dans eden ya da spor yapan yaşlı insan imajlarıyla yan yana verildiği hepimizin gözlemidir. Sonuç olarak,
yaşlıları ‘problemli populasyon’ olarak görmek yerine, üretim
faaliyetlerine katılabilen ve sosyal yaşamı zenginleştiren
bireyler haline getirecek toplumsal düzenlemeler son derece
önemlidir. Ancak bu modern toplumsal yapılanma anlayışı
sayesinde, yaşlanma teknolojik keşifler yoluyla savaşılması
gereken bir ‘problem’ olmaktan çıkabilir. ‘Yaşlılıkla savaş’
yerini yaşam kalitesi ve yaşam ömründe uzamaya bırakmalı;
toplumsal sorumluluklarımız, bilimsel teknolojilerin geliştirilmesinde belirleyici rol oynamalıdır.
Günümüzde artık insanlarda yaşlanmanın ardındaki temel
hücresel mekanizmaların keşfedilmesi ve hücresel yaşlanmanın oynadığı rolün açıklığa kavuşturulması mümkün görün-
mektedir. Buna göre, yakın zamanda, gelişmiş ülkelerdeki yaşlanmakta olan insanlarda ölüm ve işlevsel yetersizliğin başlıca
nedenleri olan kanser, ateroskleroz, osteoartrit, demans v.b.
gibi hastalıklara bu tür temel mekanizmaların ne derece katkıda bulunduğu saptanabilecektir. Söz konusu hastalıkların hücrenin yaşlanma sürecinde değişiklikler yapılarak önlenmesi ya
da tedavi edilmesinin mümkün olması durumunda, bu bulguların klinik önemi de büyük olacaktır.
Sağlıklı ve uzun süreli yaşlılık dönemi beklentileri, günümüzde giderek daha fazla gerçekleşmeye başlamıştır. Nüfusun
küresel olarak yaşlanması, yaşam beklentisindeki büyük kazanımları da yansıtmaktadır. Bu yaşlanma eğilimi, bütün toplumlar için hem büyük olanaklar hem de zorlu görevler yaratmaktadır. Yaşam beklentisindeki gelişmenin potansiyel toplumsal ve ekonomik uzantılarının tam olarak kavranması ve
gerekli girişimlerin bugünden başlatılması büyük önem taşımaktadır. Bir toplumun esenliği, yaşlı üyelerinin yaşamlarının
son dönemlerindeki sağlığına bağlıdır. Gerek politika üretenler, gerekse tek tek kişiler için bu, gelecek için plan yapma
anlamına gelir.
Gerekli olan şey bakış açısında yapılması gereken radikal
bir değişimdir. Tüm toplum için yaşlılığa bakış açısında yenilikçi, radikal bir değişimin yapılmasının zamanı gelmiştir.
Yaşlı bireylerin ayrımcılığını içeren politikayı değiştirmemiz
ve bunun yerine katılımcı stratejiyi yerleştirmemiz, yaşlı
bireylere karşı oluşturduğumuz önyargılardan kurtulmamız
gerekmektedir. Politikanın ana noktası yaşlı bireyin toplumla
bütünleştirilmesi olmalıdır. Toplumun her üyesi bilmelidir ki
yaşlılık bir süreçtir. Yaşlılarda toplumun diğer üyeleri gibi aynı
haklara sahiptirler, aynı hakları ve sorumlulukları paylaşmaktadırlar. Ayrımcılığa neden olacak her düzenleme ortadan kaldırılmalıdır.
Yaşlılar da kendi problemlerini çözebilme gücüne sahip
olmayı, aynı zamanda bağımsızlık, yeterli gelir, uygun barınma, sağlık, iş olanağı, yeterli hizmet ve eğitim, dolayısıyla topluma katılmak için fırsat istemektedirler. Bu tür katılımların
mümkün olduğunca desteklenmesini içeren girişimlerin olması ve engellerin mümkün olduğunca ortadan kaldırılması
gerekmektedir.
Teknolojik değişikliklere uyabilen, durumu çalışmaya
müsait yaşlılar eğer çalışmaya devam etmek istiyorlarsa çalışabilmelidirler. Diğer taraftan yaşlıların yaratıcılığına, katılımcılığına ara verilmemelidir. Hayattan ve faaliyetlerinden
emekli olmamaları hatta yeni yaratıcı faaliyetler keşfetme
alanları sağlanmalıdır. Toplumun genç kesimi yaşlılara fırsat
vermeli, onların tecrübelerini kullanmalı ve uzmanlık alanlarından yararlanmalıdırlar. Yaşlıların da topluma pozitif katılımları adım adım ve gönüllü olmalıdır.
Yaşlı bireyler içinde bulundukları toplumun ayrılmaz bir
parçası olduklarını; sadece haklarının değil, vatandaşlık görevlerinin de olduğunu fark etmelidirler. Bağımsız ve saygın
yaşamak haklarıdır. Toplum içinde aktif kalarak bilgeliklerini,
deneyimlerini paylaşmak ve kendilerini değişikliklere uydurmak görevleridir. Yaşlılığın ne demek olduğunu en iyi onlar
bilirler ve anlatabilirler. Bu nedenle yaşlılık için arzu edilen
tutumların geliştirilmesine yardımcı olacak radyo ve T.V.
programlarının planlanmasında ve yürütülmesinde katılımları
büyük önem taşımaktadır. Aynı zamanda bu programlar vasıtasıyla geleneksel rollerini oynayarak toplumun değer ve kültür modellerini diğer kuşaklara aktarabilirler. Başarılı bir
emeklilik ve yaşlılık için üniversitelerde özel interaktif eğitim
- 10 -
programları düzenlenerek sosyal, psikolojik, ekonomik ve
sağlık boyutlarıyla yaşlıların aydınlatılmaları sağlanabilir.
Yaşlılık olgusu ne bir problem ne de herhangi bir krizdir. Bu
durum yaşlı bireyleri pasif alıcılar olarak görenler için geçerlidir.
Birleşmiş Milletler tarafından tanımlandığı gibi kalkınma süreci
insanın saygınlığını arttırıcı ve toplumun kaynaklarını, haklarını
ve sorumluluklarını paylaşmada yaş grupları arasındaki eşitliği
sağlayıcı olmalıdır. Başarılı yaşlanma sadece yaşlı bireyin saygınlık gördüğü, ait olma duygusunun ve değerli olduğunun en
üst aşamada hissedildiği durumda oluşur.
Yaşlılık, dünyaya gelen her insanın ulaşamayacağı önemli
bir ayrıcalıktır. Geçen yılların kişiye kazandırdığı birikim,
deneyim ve olgun bakış açısı kolaylıkla edinilecek şeyler
değildir. Yaşlıların aktardığı deneyimler gençler için yol gösterici olacaktır. Hiç kimse, hangi gerekçeyle olursa olsun bir
kenarda, yaşama katılmadan, edilgen bir yaşam sürmeyi yeğlemez. Yaşlılara verilecek sorumluluklar, onları mutlu edecek
ve gereksinim duyulan, danışılan kişiler olmaları özgüvenlerini pekiştirecektir.
Onlara gösterilecek sevgi ve ayrılan zaman, yaşamları
boyunca verdikleri emeklerin karşılıksız olmadığını düşünmelerini sağlayarak onları güçlendirecektir. Yaşlılara hizmet
konusunda tüm yurttaşlar bilinçlendirilmeli, gereksinim duyduklarında kendilerine uzatılan bir el mutlaka olmalıdır.
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU DERNEĞİ YÖNETİM KURULU
ESKİŞEHİR’DE TOPLANDI
Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Derneği Yönetim Kurulu, 2009
yılında derneğin düzenleyeceği 2. Uluslar arası Tıp Etiği ve
Tıp Hukuku Kongresi’nin hazırlıklarını görüşmek için 4 Nisan
2008 tarihinde Osmangazi Üniversitesi Tıp Fakültesi
Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalında, Dernek Kurucu
Üyelerinden Anabilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ömür Elçioğlu
evsahipliğinde toplandı.
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU DERNEĞİ
www.teth.org.tr
- 11 -
İNSAN ÜZERİNDE DENEY ve DENEME SUÇLARI İLE
İLAÇ ARAŞTIRMALARI HAKKINDA YÖNETMELİK ARASINDAKİ İLİŞKİ
Arş. Gör. Selman DURSUN
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Ceza ve Ceza Usul Hukuku Anabilim Dalı
01.05.2005 tarihinde yürürlüğe giren 5237 sayılı Türk
Ceza Kanunu (kısaca TCK.), yeni gelişmelere ve bunlarla ilgili ceza hukuku yaptırımlarına olan ihtiyaç ve zorunluluklara
bağlı olarak, bundan önce yürürlükte olan mevzuatımızda
mevcut olmayan birçok yeni suç tipine yer vermiştir. Bu suçların arasında insan üzerinde deney ve deneme suçları da
bulunmakta olup, bu suçlar, TCK.’nın 90. maddesinde düzenlenmiş bulunmaktadır.1 Söz konusu hüküm, esasen deney ve
deneme fiillerini cezalandırarak yasaklamakta, ancak belirli
koşullarla bu araştırmaların ceza sorumluluğunu gerektirmeyeceğini belirterek, bunların önünü sınırlı bir çerçevede
açmaktadır. Öte yandan insan üzerinde yapılan bilimsel araştırmalarla ilgili olarak 5237 sayılı TCK.’dan önce yürürlüğe
girmiş olan bazı düzenlemeler de mevcuttur. Bunlardan en
önemlisi, Sağlık Bakanlığı tarafından çıkarılan ve 29.01.1993
tarih ve 21480 sayılı Resmi Gazete’de yayınlanan İlaç
Araştırmaları Hakkında Yönetmeliktir. Halen yürürlükte bulunan bu Yönetmelik ile TCK.’nın 90. maddesi hükümleri belirli noktalarda kesiştiklerinden, aralarındaki ilişkinin ne şekilde
belirleneceği hususu, konuyla ilgili faaliyetlerin hukukiliği
bakımından önem taşımaktadır. Aşağıda söz konusu ilişkiye
dair genel bazı tespit ve değerlendirmeler yapılacaktır.
Öncelikle belirtmek gerekir ki, insan üzerinde deney ve
deneme suçlarına ilişkin düzenleme ve özellikle deneyin ve
denemenin ceza sorumluluğunu gerektirmemesi için aranan
koşullar, insan üzerinde yapılan her türlü bilimsel deneyi ve
denemeyi kapsamaktadır. Buna karşılık İlaç Araştırmaları
Hakkında Yönetmelik (kısaca İAY.), sadece ilaç kullanılmak
suretiyle insan üzerinde yapılacak tıbbi araştırmaları düzenleme altına almaktadır.2 Yönetmeliğin “Kapsam” başlıklı 2.
1
2
3
4
5
6
7
8
maddesi, “Bu yönetmelik, yukarıda belirtilen amaçlarla3, ilaç
kullanılmak suretiyle insanlar üzerinde yapılacak tıbbi araştırmaların şeklini ve kontrolünü, bu araştırmaları yapacak
kişi, kurum ve kuruluşları kapsar” demektedir. Ancak her iki
düzenlemenin de insan üzerinde yapılan bilimsel araştırmaları4 kapsaması en önemli ortak nokta olarak dikkat çekmektedir.5
İkinci olarak ise her iki düzenleme arasındaki ilişkiye ve
bunun sonuçlarına değinmek gerekir. Söz konusu ilişki üç
farklı biçimde ortaya çıkabilir.
1. İAY.’deki koşullar ile TCK.’daki koşulların çelişmesi:
TCK.’nın, insan üzerinde deney ve denemeye ilişkin
koşullarıyla Yönetmelikteki hükümler çelişebilir. Bu
durumda, TCK.’daki hükümlerin hem sonraki düzenleme
hem de normlar hiyerarşisinde üst konumda olması nedeniyle Yönetmelik hükümlerini zımnen değiştirdiği veya
ilga ettiği, başka bir deyişle öncelikle uygulanacağı kabul
edilmelidir.6
Yönetmeliğe bakıldığında, genel olarak TCK. hükümleriyle açık bir çelişki içeren, tümüyle aksi yönde olan
hükümlere rastlanmamaktadır. Bununla birlikte,
Yönetmeliğin 8. maddesinde, klinik araştırmalara ilişkin
dört dönemden sadece ilk üç döneme ilişkin araştırmada7
rızanın aranacağı belirtilmiştir. Eğer dördüncü dönemdeki
deneme hasta bir insan üzerinde gerçekleştiriliyorsa,
TCK.’nın mutlak hükümleri gereği bu aşama için de rıza
alınması şarttır.8
2. İAY.’de TCK.’daki koşullara ilave veya başka koşulların
bulunması: TCK.’daki düzenleme bir suç hükmü olup,
unsurları 90. maddede yazılanlardan ibarettir. Bu bağlam-
TCK. m.90’da, esasen insan üzerinde deney ve deneme şeklinde, birbiriyle bağlantılı olarak iki suç tipi düzenlenmiştir. Toplam altı fıkradan oluşan maddenin ilk üç fıkrasında deney suçu, dördüncü fıkrasında ise deneme suçu yer almaktadır. Maddenin beşinci fıkrasında deney suçuna
ilişkin bir düzenleme bulunmakta, altıncı ve son fıkrada ise her iki suç için ortak bir hüküm öngörülmektedir. Buna karşılık, madde başlığında
“İnsan üzerinde deney” ifadesi kullanılmış ve deneme sözcüğüne yer verilmemiştir. Dolayısıyla başlık, deneme suçunu yansıtmamaktadır. Bu
husus doktrinde de eleştirilmiştir. Bkz.: Yener Ünver, “İnsan Üzerinde Deney ve Deneme Suçları”, Sağlık Hukuku ve Yeni Türk Ceza
Kanunu’ndaki Düzenlemeler, Sempozyum No:1, 17.11.2006, İstanbul 2007, s.165; Hakan Hakeri, Tıp Hukuku, Ankara, Seçkin, 2007, s.418,
dn.: 2.
Yönetmelik bu araştırmaları “Klinik araştırma” terimi ile düzenlemekte ve bu terim, “İlaçların etkilerini ve/veya yan etkilerini, emilim, dağılım,
metabolizma ve atılımlarını araştırmak ve değerlendirmek amacıyla insanlar üzerinde yürütülen tüm çalışmalar” olarak tanımlanmaktadır (İAY.
m.4/C). Deney ve deneme ile klinik araştırma kavramları arasındaki ilişki bakımından doktrinde; “…klinik araştırma, deney ve denemenin ilaçlarla ilgili yapılmasını ifade etmekte ve bu anlamda üst kavram olmaktadır. Ancak deney ve denemenin bir ilaçtan bağımsız olarak da yapılması mümkündür ki, bu takdirde klinik araştırmalardan söz edilmemektedir. Fakat ortada yine de bir deney ve denemenin olacağında kuşku yoktur” (Hakeri, s.404) saptaması yapılmıştır.
Yönetmeliğin “Amaç” başlıklı 1. maddesi; “Bu yönetmeliğin amacı; hastalıklardan korunma, teşhis, tedavi veya vücudun herhangi bir fonksiyonunu değiştirmek amacı ile kullanılmak üzere yeni geliştirilen sentetik, bitkisel ve biyolojik kaynaklı maddeler ve bu maddeler kullanılarak hazırlanacak terkipler ile gönüllü insanlar üzerinde yapılacak klinik araştırmaların safhalarını, niteliğini, bunların tabi olduğu esas ve usuller ile bunlardan doğacak sorumluluğun esaslarını belirlemektir” şeklindedir.
Genel olarak konuyla ilgili mevzuatta ve bu bağlamda TCK. m.90’da bu tür faaliyetlerin değişik deyimlerle (klinik araştırma, test, deney, deneysel araştırma, tetkik) ifade edilmesi eleştirilmiş, doğru ve ortak terimin “araştırma” olması gerektiği savunulmuştur. Bkz.: Ünver, s.167.
İAY. m.10’da klinik araştırmalar dört döneme ayrılmaktadır. Bunlardan I. Dönem çalışmalarının sağlıklı insanlar üzerinde, diğerlerinin ise hastalar üzerinde yürütülmesi esas alınarak, TCK. m.90 bağlamında, I. Dönem araştırmaların insan üzerinde deneyi, diğer dönemlerin ise insan
üzerinde denemeyi ifade ettiği (Hakeri, s.407) belirtilmiştir.
Ünver, s.181; Hakeri, s.407. Ünver’in de işaret ettiği gibi (Ünver, s.181) bu durum, Yönetmeliğin, insanlar üzerinde yapılacak ilaç araştırmalarından doğan cezai ve hukuki sorumlulukların genel hükümlere tabi olduğunu ifade eden 23. maddesiyle de uyumludur.
Yönetmelikte “deneme” ifadesi kullanılmıştır.
Hakeri, s.416.
- 12 -
da ceza sorumluluğunu gerektirmeyen deney ve denemeler
için aranan koşullar, maddede sayılanlarla sınırdır. Farklı
bir ifadeyle, insan üzerinde deney ve deneme suçları, sadece TCK.’nın aradığı koşullara aykırı deney ve denemeler
yapılması halinde söz konusu olacaktır. Bunların dışında,
örneğin İAY.’de öngörülen ilave veya başka koşullara veya
yükümlülüklere, yasaklara uyulmayarak deney ya da deneme yapılması, bu suçları oluşturmayacaktır.9 Bu durumda
sadece Yönetmelikteki idari tedbir veya diğer sonuçlar
doğacaktır. Örneğin, kesin bir zorunluluk olmamasına rağmen gebe olanlar ve mümeyyiz olmayanlar üzerinde I. ve
II. Dönem ilaç araştırmalarının yapılması (m.8), araştırma
konusu ilaç hakkında tanıtım (reklâm) yapılması (m.20)10,
bilgi verme yükümlülüğüne aykırılık (m.21) vb. hükümlere uyulmaması suç teşkil etmeyecek, sadece yönetmeliğe
aykırı davranılmış olacaktır (m.18).11
Bu durumun aksine İAY.’de olmayan ve fakat TCK.’da
bulunan ilave veya başka koşullara aykırı deney ve deneme
yapılması, suç teşkil edecektir. Bu nedenle TCK.’daki ilave
koşullar, Yönetmelikte bulunmasa bile mutlaka dikkate alınmalıdır. Örneğin, TCK. m.90/f.4 uyarınca hasta insan üzerinde tedavi amaçlı deneme yapılabilmesi için, “bilinen tıbbi
müdahale yöntemlerinin uygulanmasının sonuç vermeyeceğinin anlaşılması” şarttır. Yönetmelikte bu yönde açık bir
hüküm yer almamaktadır. Ancak hasta insan üzerindeki ilaç
denemelerine verilecek izinlerde bu koşulun dikkate alınması gerekmektedir. Bir başka örnek, çocuklar üzerinde yapılacak deneylere izin verecek yetkili kurullarda çocuk sağlığı ve
hastalıkları uzmanının bulunması şartı [TCK. m.90/f.3, bent
(c)], Yönetmelikte öngörülmemiştir.
3. İAY.’deki koşulların TCK.’daki koşullarla uyuşması ve
onu tamamlaması: TCK.’daki insan üzerinde deney suçuna
ilişkin koşullarından bazılarının gerçekleşip gerçekleşmediğinin belirlenmesi, konuyla ilgili mevzuatın esas alınmasını gerektirmektedir. Bu bağlamda İAY. hükümleri de ilgili koşulları bu yönüyle tamamlamaktadır. Örneğin, TCK.
m.90/f.2’de deneyle ilgili olarak yetkili kurul veya makamlardan izin alınması koşulu öngörülmüştür. İlaç kullanmak
suretiyle yapılacak deneylerde yetkili kurulun kim olduğu,
iznin koşulları Yönetmelikte gösterilmekte, bu yönüyle söz
konusu hükümler TCK.’yı tamamlamaktadır.
Bundan başka, Yönetmelikte TCK.’daki koşullarla aynı nitelikte sayılabilecek koşullara da yer verilmektedir. Örneğin, klinik öncesi araştırmalar bağlamında ilacın ve etkinin özelliğine
göre uygun sayıda deney hayvanının kullanılmasının öngörülmesi12, araştırmalarda kişilerin aydınlatılmış yazılı rızalarının
aranması, TCK. düzenlemesiyle uyumlu koşullardır.
Sonuç olarak, öncelikle insan üzerinde bilimsel araştırmalara ilişkin mevzuatın toplu olarak gözden geçirilmesi ve birbirleriyle gerek koşullar gerekse kullanılan terminoloji bakımından uyumlu hale getirilmesi gerektiği açıktır. Bu bağlamda TCK.’nın suç düzenlemesinde yer alan koşullar, bu konuda
ceza sorumluluğunun doğmaması açısından asgari temel olarak değerlendirilmeli, diğer mevzuatta ise buna uygun detaylara yer verilmelidir.
9
Ünver de farklı bir açıdan bu konuya değinmiş ve TCK. m.90 bağlamında şu açıklamaları yapmıştır: “Dikkat edilmelidir ki, madde metninde
eylemin hukuka uygun hale gelmesi için ilgilinin rızası ve (ilgilinin çocuk olması durumunda sayısı artırılmış) ilave kanuni koşulların ne olduğu
kanuni tipte belirtilmiştir. O nedenle, uygulamada bunlarla yetinilmeli ve bazı hukukçu ve tıpçıların hatalı olarak iddia ettikleri gibi ayrıca hakkın
icrasının koşulları, tıp etik kurallarına uygunluk gibi ilave koşulların varlığı aranmamalıdır. Etik konusunda denetimi etik komisyon yapacak ise
de, bu komisyon etik kontrolü yapsın yapmasın hem etik uygunluk hem hakkın icrası açısı gibi gerçekte kanunun aramadığı koşullar hukuka
uygunluk için yanlış yorum ve teorilerle aranırsa, bu uygulama hukuka ve adalete aykırı olacaktır” (Ünver, s.153-154). Kanımızca TCK.
m.90’daki koşullar, deney ve deneme fiillerinin ceza sorumluluğunu gerektirmemesine ilişkin ve bununla sınırlı olup, bunların dışında, diğer
mevzuatta söz konusu faaliyetler için ilave koşullar aranması mümkündür. Ancak tekrarlamak gerekirse, bu ilave veya başka koşullara uyulmaması, ceza sorumluluğunu doğurmayacaktır.
10 Tanıtım (reklâm) yasağı bağlamında, TCK. m.90/f.2-bent (g)’deki menfaat teminine dayalı rıza verme yasağı dikkate alınmalıdır.
11 Yönetmeliğin 18. maddesi, “Bu Yönetmelik hükümlerine uymayan araştırmalar yasak olup; Bakanlık, gerekli gördüğünde Etik Kurul’un da görüşünü alarak, bu araştırmaları durdurur” hükmünü taşımaktadır.
5237 SAYILI TÜRK CEZA KANUNU ve 2827 SAYILI NÜFUS PLANLAMASI
HAKKINDA KANUN IŞIĞINDA ÇOCUK DÜŞÜRTME VE DÜŞÜRME
Sezen KAMA
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Lisans Öğrencisi
Halk ararsında ‘kürtaj (abortion, curettage)’ olarak bilinen çocuk düşürtme ve çocuk düşürme eylemleri Türk mevzuatında 1965’e dek yasak olarak kabul edilmiştir. İlk defa
1965 tarihli Nüfus Planlaması Hakkında Kanun’da (NPHK)
‘tıbbi zorunluluk halinde’ çocuk düşürtme eylemine cevaz
verilmiştir.1 1983 tarihinde bu kanunu ilga eden 2827 sayılı
NPHK yürürlüğe girmiş ve bu kanunda, yasal süreye uyulmak,
kaydıyla rızaya dayalı çocuk düşürtme ve düşürme eylemleri
1
tanınmıştır. Bugün de çocuk düşürtme ve düşürme konularının
ana dayanağını bu kanun oluşturmaktadır. 5237 sayılı Türk
Ceza Kanunu (TCK) ise 765 sayılı TCK’ya paralel bir düzenleme ile Kişilere Karşı Suçlar başlığı altında çocuk düşürtme
ve düşürme suçlarına yer vermektedir.
NPHK’ya dayanılarak çıkarılan Nüfus Planlaması
Hizmetlerini Yürütme Yönetmeliğine göre çocuk düşürtme
kavramı, ceninin rahimden tahliyesi anlamına gelmektedir.
http://tr.wikipedia.org/wiki/Türkiye’de_kadın_hakları #Cumhuriyet_Dönem_1950’den_sonra (çevrimiçi) 05.08.2008-14.30, Syf. 1, Konu Başlığı
15.2
- 13 -
Yani doğumdan önce gebeliği sona erdirmek maksadıyla cenine yapılan her türlü müdahaleyi kapsamaktadır. Bunun için ilk
olarak eylemden önce ana rahminde canlı bir ceninin varlığı
gerekmektedir. Ayrıca suçun oluşumu açısından rahme doğrudan müdahale şartı da aranmaz. Biyolojik veya kimyasal etkilere sahip araçlar kullanımı sonucunda da ceninin ölümü gerçekleşmişse, çocuk düşürtme veya düşürme suçlarının oluştuğu söylenebilecektir.2
Çocuk düşürtme ve düşürme ifadelerindeki ‘çocuk’ kavramı TCK md. 6’da ‘henüz onsekiz yaşını doldurmamış kişi’ olarak tanımlanmaktadır. Ancak incelediğimiz suç tiplerinin
konusu, doğmamış yaşamı korunan cenindir. Zaten aksi
durumda, dünyaya gelmiş bir insan söz konusu olacağından,
kasten veya taksirle insan öldürme suçlarına yönelinmesi gerekecektir.3
NPHK ve TCK bakımından gebeliğe hangi hallerde son
verilebileceğini bilmek, suç tiplerinin anlaşılması bakımından
önemli bir noktadır. Buna göre gebeliğe, isteğe bağlı durumlarda yahut tıbbi zaruret halinde son verilebilecektir.
Çocuk düşürtme ve düşürme, salt isteğe bağlı olarak 10
haftaya dek gerçekleştirilebilecektir.4 TCK md. 99/1, 10 haftaya kadar olan gebeliğin sona erdirilmesinde annenin rızasını
yeterli görmüş, ayrıca gebeliğin sona erdirilmesinin annenin
sağlığı açısından tıbbi bir sakınca doğurmaması koşulunu aramamıştır. NPHK md. 5’te ise ‘gebeliğin onuncu haftası doluncaya kadar annenin sağlığı açısından tıbbi sakınca olmadığı
takdirde istek üzerine rahmin tahliye edileceği’ öngörülmüştür. Bu iki ayrı düzenlemeyi incelediğimizde annenin sağlığı
açısından tıbbi sakınca bulunsa bile, onun rızasına dayanarak
10 haftaya kadar olan gebeliğin sona erdirilmesinin bu suçu
oluşturmayacağı sonucuna varılacaktır. Ancak gebeliğin kadının rızası sonucu sonlandırılması halinde, sağlığı bozulmuş
yahut ölüm durumu gerçekleşmiş olduğunda kadına dair (taksirle) öldürme ve yaralama suçları gündeme gelecektir.5
Rahmin tahliyesinde evli kadının rızası konusunda NPHK
ve TCK’da iki farklı düzenleme mevcuttur. NPHK’ya göre;
kişi evli ise, eşin de rızası gerekmektedir. Bu duruma ilişkin
olarak eski düzenlemede şayet eşin rızası yoksa suç oluşmuyor
ancak ilgili kanun bakımından usule aykırılık durumu oluştuğundan md. 8 uyarınca para cezası söz konusu oluyordu. Bu
hüküm, uygulamada kimi doktorların eşin rızasını alma ısrarı
sonucunu doğuruyor, hatta bazen eşin rızası alınamadığında
rahim tahliyesi işlemi yapılamıyordu. Ancak NPHK md. 8’de,
2
3
4
5
6
7
8
23/01/2008 tarih ve 5728 sayılı Kanun’un 401. maddesi ile
yapılan değişiklik sonucu eşin rızası olmadığı hallerdeki adli
para cezası yaptırımı kaldırılmıştır.
Buna bağlı olarak ‘eşin rızası’ kavramı, TCK ve
NPHK’daki düzenlemeler dikkate alındığında, tartışmalı bir
alanı daha beraberinde getirmektedir. Çocuk düşürtme ve
düşürmede vücut dokunulmazlığına dair bir rıza ve rıza gösteren açısından kişiye bağlı bir hak söz konusudur. 5237
sayılı TCK’daki düzenleme de buradan hareketle ‘yalnız
annenin rızasını’ yeterli görmektedir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi NPHK ise yalnız annenin rızasını yeterli görmemekte, ayrıca eşin rızasını da aramaktadır. Anlaşıldığı üzere
hukuki alanda iki farklı düzenleme mevcuttur. Kadının bireysel vücut bütünlüğü düşünüldüğünde, TCK’daki düzenleme
uygun bulunabilecektir. Şahsi kanaatimiz ise; durumun etik
boyutlarının varlığı da değerlendirilerek, cenini kadının taşımasının, gelecek tayin yetkisini tek başına kadına vermeyeceği; bunun, evlilik birliğinin doğasına ve yol arkadaşlığına
da aykırı olduğu yönündedir. Bu bakımdan, evli kadın açısından eşin rızasının alınmasının hedeflenen bir amaç olduğunu,
ancak alınmadığı takdirde de suçun oluşmayacağını düşünmekteyiz. Evlilik içinde eşler her açıdan eşit ve birlikte karar
veriyorlarsa, bu durumda da beraberce karar vermeliler. Tabi
buradaki durum, çocuk istemeyen bir anne adayı bakımından
düşünüldüğünde, eşin rızasının çocuğun doğrulması konusunda bir dayatma haline dönüşmemesi gerekmektedir. Şayet
böyle olursa bu durum gerçek bir insan hakları ihlali olacaktır.
Tıbbi zaruret halinde6, 10 haftadan fazla gebeliklerde de
yine rıza şartıyla (NPHK md. 6), rahim tahliye edilebilmektedir. Bu noktada hekime düşen, hamilelik süresini ve tıbbi
zorunluluk durumunu NPHK md. 5’te sayılan hallere dayanarak araştırmaktır. Öte yandan derhal müdahale edilmediği takdirde hayatı veya hayati organlardan birisini tehdit eden acil
hallerde durumu belirleyen yetkili hekim tarafından müdahalede bulunularak gebeliğe son verilecektir.7
Çocuk düşürtme (Illegal Abortion) ve düşürme
(Miscariage) suçları özleri itibarıyla benzerdir. TCK md. 99
bağlamında çocuk düşürtme suçunun faili herhangibir kişi olabilir. Buradaki herhangibir kişi kavramına cenini taşıyan kadın
da girmekle beraber, TCK md. 100 çocuk düşürme suçunu
özel olarak düzenlemiş olduğu için8 TCK md. 99 bağlamında
suçun faili ‘cenini taşıyan kadın’ dışında herhangibir kimse
TEZCAN Durmuş/ERDEM Mustafa Ruhan/ÖNOK Murat,Teorik ve Pratik Ceza Özel Hukuku, Seçkin, Ankara, 2007, Syf. 256
TEZCAN Durmuş/ERDEM Mustafa Ruhan/ÖNOK Murat, Age., Syf. 256
Burada 10 haftalık süre koşulu kimi kadın örgütlerince eleştirilmekte ve bu sürenin 12 hafta olması gerektiği belirtilmektedir. Gerekçe olarak,
her kadının hamile olduğunu ilk 10 haftada fark edemeyebileceği ve bu nedenle güvenli olmayan çocuk düşürtme ve düşürme yollarına başvurmalarını engellemek bakımından bu düzenlemenin değiştirilmesi gerektiği belirtilmektedir. Ayrıca uluslararası sağlık örgütlerinin de vurguladığı gibi ilk 12 hafta içerisinde donanımlı sağlık kurumlarında gerçekleştirilen kürtajın kadının sağlığını tehlikeye atmayacağı da dile getirilmektedir. http://www. kadinininsanhaklari.org/files/TCK_CHVfinal.pdf, (çevrimiçi) 04.08.2008-13.30, Kadının İnsan Hakları-Yeni Çözümler f. 20
Kaldı ki uluslararası mevzuatdan örnekler verecek olursak; Alman Ceza Kanunu’nun § 218a hükmüne, göre, kürtajın istek üzerine gerçekleştirilebilmesi için, gebeliğin üzerinden 12 haftadan fazla geçmemiş olmalı, gebe kadın operasyondan en az üç gün önce yeterince aydınlatılmış olmalı ve kürtaj işlemini bir hekim gerçekleştirmelidir. Avusturya Ceza Kanunu’nun § 97 hükmüne göre ise, gebeliğin ilk üç ayında elektif
kürtaj işlemi serbest olacak,ancak hastanın, hekim tarafından önceden aydınlatılması gerekecektir. (ERMAN Barış, Ceza Hukukunda Tıbbi
Müdahalelerin Hukuka Uygunluğu, Seçkin, Ankara, 2003, Syf. 205-206)
TEZCAN Durmuş/ERDEM Mustafa Ruhan/ÖNOK Murat, Age., Syf. 257-258
2827 sayılı Nüfus Planlaması Hakkında Kanun md. 5’te ‘tıbbi zaruret hali’, ‘Rahim tahliyesi ancak gebeliğin anne hayatını tehdit ettiği veya edeceği ya da doğacak çocukla onu izleyecek nesiller için ağır maluliyete neden olacağı haller’ şeklinde düzenlenmektedir.Bu halde, ‘rahim ancak
… doğum ve kadın hastalıkları uzmanı ve ilgili daldan bir uzmanın objektif bulgulara dayanan gerekçeli raporları ile tahliye edilir.’ denmektedir.
CİN Onursal, İnsan Üzerinde Deney ve Organ Nakli Makalesi, Yeni Türk Ceza Adaleti Sistemi Tanıtım Sitesi, Syf. 8, http://www.cezabb.adalet.gov.tr/makale/147.doc (Çevrimiçi) 01.08.2008 17.00
Türk Tabipleri Birliği’nin 27 Nisan 2005 tarihinde,5237 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun Bazı Maddelerinin İvedilikle Yeniden Düzenlenmesine
İlişkin Türk Tabipleri Birliği’nin Görüş ve Önerileri’nde TCK md. 99/2 bakımından,’ “(2) Tıbbî zorunluluk bulunmadığı halde, rızaya dayalı olsa
bile, gebelik süresi on haftadan fazla olan bir kadının çocuğunu düşürten kişi, iki yıldan dört yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır. Bu durumda, çocuğunun düşürtülmesine rıza gösteren kadın hakkında bir aydan bir yıla kadar hapis veya adli para cezasına hükmolunur.” düzenleme-
- 14 -
olacaktır.9 Gebeliği sonlandırma yetkisine kimlerin sahip
olduğu 1983 tarihli Rahim Tahliyesi ve Sterilizasyon
Hizmetlerinin Yürütülmesi ve Denetlenmesine İlişkin Tüzük
(RTST) md. 2/3-4’te düzenlenmiştir. Buna göre, kadın hastalıkları ve doğum uzmanları asıl yetkili kişilerdir. Ayrıca Sağlık
Bakanlığı tarafından açılan eğitim merkezlerinde kurs görerek
yeterlik belgesi almış pratisyen hekimler de kadın hastalıkları
ve doğum uzmanının denetim ve gözetiminde (menstrüel
regülasyon yöntemiyle) rahim tahliyesi yapabileceklerdir.
Bununla beraber çocuk düşürtme suçunun faili olmak için
mutlaka gebeliği sonlandırma yetkisine sahip kişilerden olmak
da şart değildir. Şayet suçu, gebeliği sonlandırma yetkisi olmayan bir kişi gerçekleştirmiş ise bu, ancak TCK md. 99/5’teki
nitelikli hal bakımından önem arz edecektir.10 TCK md. 99’da
düzenlenen diğer nitelikli haller bakımından ise, rızası olmaksızın bir kadının çocuğunu düşürten kişi, şayet söz konusu
kadının beden veya ruh sağlığı bakımından bir zarara uğramasına neden olmuşsa altı yıldan oniki yıla kadar yahut kadının
ölümüne neden olmuşsa onbeş yıldan yirmi yıla kadar; aynı
eylemlere tıbbi zorunluluk olmaksızın, kadının rızası dahi olsa
10 haftadan fazla olan bir çocuğu düşüren kişi sebep olmuşsa
ilk durum bakımından üç yıldan altı yıla kadar; ikinci durum
açısından ise dört yıldan sekiz yıla kadar hapis cezaları gündeme gelecektir.
Çocuk düşürtme suçu bakımından TCK md. 99’un analizini yaptığımızda, çocuk düşürtme;
— Rıza olmaksızın gebeliğin 10.haftası dolmadan yapıldığında,
— Kadının rızası olsa dahi 10 haftalık yasal süre geçmiş ve
tıbbi zaruret durumu bulunmaksızın yapıldığında,
— Tıbbi zorunluluk bulunmasına rağmen rıza olmaksızın
yapıldığında,
— 10 haftalık süre dolmamış, rıza bulunmakta ancak RTST
md. 2/3-4’e göre sayılan yetkili kişiler dışında biri tarafından yapıldığında bu suç tipi oluşacaktır.
Ayrıca 10 haftalık sürenin geçtiği ve tıbbi zaruretin
bulunmadığı hallerde rahim tahliyesine kadının rızası bulunuyorsa, kadına da ceza verilebilmektedir (TCK md. 99/2Son cümle).
Son olarak insan hakları uygulaması bakımından da önemli olarak nitelenebilecek mevzuatımız bakımından yeni bir
düzenlemeye değinmek istiyoruz: TCK md. 99/son’da düzen-
lenen mağduru olunan suç sonucu oluşan hamilelik durumu.
Buna göre kadın, mağduru olduğu bir suç sonucu hamile kalmışsa, gebelik süresi 20 haftaya dek olan hamilelikler kadının
rızasıyla sonlandırılabilecektir.11 Bu düzenleme ceza hukuku
doktrininde bir cezasızlık nedenidir. Ancak burada tek yetkili
olarak kadın hastalıkları ve doğum uzmanları belirlenmiş ve
bu işlemin hastane ortamında gerçekleştirilmesi şart koşulmuştur. RTST md. 6 uyarınca gebelik süresi 10 haftadan fazla
olan kadınlarda rahim tahliyesi zaten resmi yataklı tedavi
kurumlarıyla özel hastanelerde yapılacağına göre, cezasızlık
nedeninin uygulanması bakımından bu koşulun özel bir anlamı bulunmamaktadır.12 Bununla beraber bu yeni düzenlemede
hukuki bir sorunla karşı karşıya kalmaktayız. Kadının mağduru olduğu suçu belirleme yetkisi kimde olacaktır? Eğer suç,bir
ceza davası sonucu belirlenecek dersek, Türkiye’de hemen
hiçbir ceza davası 20 hafta gibi bir sürede neticelenememektedir. Bu açıdan bir eksiklik söz konusudur. Burada Alman Ceza
Kanunu paragraf 218 A/3’teki gibi bir düzenleme uygun düşebilir. Anılan düzenlemeye göre, eğer hekim kendisine gelen
mağdureye karşı bu suçun işlendiğini ve gebeliğin bu eyleme
dayandığını kuvvetle muhtemel görüyor ise rahim tahliyesini
gerçekleştirebilecektir. Ancak bu şartlar yanında hekimin elinde gebeliğin böyle bir eyleme dayandığına dair kesin deliller
olmalıdır.13 Bu düzenlemenin mevzuatımıza girmesi etik
bakımdan oldukça önemli bir durum doğurmakla beraber
madde metninin daha açık ve belirli biçimde düzenlenmesi,
uygulamada oluşabilecek anlaşmazlıklar bakımından önleyici
bir rol oynayabilecektir.
Sonuç olarak tüm mevzuat dikkate alındığında, çocuk
düşürtme ve düşürme gibi psikolojik, sosyolojik, etik, tıbbi ve
hukuki yönleri olan multidisipliner bir konunun ortalama bir
çözüme ulaştırılması memnuniyet vericidir. Aksi takdirde
insan hayatına ilişkin bu kadar mühim bir mesele, sağlıklı
olmayan ortamlarda ve süresine dahi bakılmaksızın çözülmeye çalışılacaktır. Bu da hem annenin hem de doğacak çocuğun
yaşamı bakımından etik olmayan sonuçlara neden olabilecektir. Ancak yukarıda değinmiş olduğumuz üzere tüm süjelerin
dikkate alınarak eşin rızası kavramının belirttiğimiz çerçevede
TCK nezdinde de düşünülmesi gerektiği fikrindeyiz. Ayrıca
TCK açısından önemli bir yenilik olan bir suçun mağduru olan
kadının hamile kalması düzenlemesi, değinmiş olduğumuz
Alman düzenlemesine benzer bir şekilde doldurulması uygun
olabilecektir.
sindeki koyu ile belirttiğimiz ikinci cümlesi ile 100. madde de “(1) Gebelik süresi on haftadan fazla olan kadının çocuğunu isteyerek düşürmesi halinde, bir aydan bir yıla kadar hapis veya adli para cezasına hükmolunur. ” diyerek esasen aynı fiili cezalandırmaktadır.
Her ne durum olursa olsun, düşük yapan kadına ceza verilmesi söz konusu olmamalı, kadının kendi yaşamını tehdit etme potansiyeli olan bir
konuda karar verme hakkı, ceza verme kapsamında/ bağlamında düşünülmemelidir.Bu madde tümü ile kaldırılmalıdır, 10 haftadan büyük olan
düşük zaten yasa dışıdır, yapanlara, yapılmasına yardımcı olanlara caydırıcı hükümler getirilmelidir ama yine burada kadının demografik bir
hedef gibi görülerek doğurganlığı ile ilgili, karar hakkını kullanmasının, cezalandırılabilir olarak kabul edilmesi, kadının insan hakkının ihlalidir,
bu çeşitli uluslar arası dökümanlarda da vurgulanmıştır. (ICPD, Pekin Eylem Planı gibi). Bu gerekçeyle düşük yapan kadının cezalandırılmasına ilişkin her iki düzenlemenin de Türk Ceza Kanunu’ndan çıkarılması gerektiği düşüncesindeyiz.’denilmiştir.
TTB’nin duruma ilişkin değerlendirmesinde TCK md.99/2 ve md. 100’de düzenlenen suç tiplerinin aynı olduğuna ilişkin değerlendirmeye katılmamaktayız.Buradaki suç tiplerinde fiiller değil, olsa olsa neticeler aynıdır denebilecektir. Şöyle ki, söz konusu düzenlemelerin failleri birbirinden farklıdır ve kadın ilk suç tipi bakımından edilgen bir durumdayken, ikincisi açısından etken konuma geçmiştir. Anılan düzenlemeler birer
ceza hukuku ve politikası konusudur.
9 TEZCAN Durmuş/ERDEM Mustafa Ruhan/ÖNOK Murat, Age., Syf. 255
10 TEZCAN Durmuş/ERDEM Mustafa Ruhan/ÖNOK Murat, Age.,, Syf. 255-256
11 KESKİN-KİZİROĞLU Serap,Yeni Türk Ceza Kanunu’nda Kadına İlişkin Düzenlemeler ve Cinsel Suçlar, Ord. Prof. Dr. SULHİ DÖNMEZER
Armağanı, Cilt 2, Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Atatürk Araştırma Merkezi-Türk Ceza Hukuku Derneği, Ankara, 2008, syf. 996
12 TEZCAN Durmuş/ERDEM Mustafa Ruhan/ÖNOK Murat, Age., Syf. 260-261
13 KESKİN-KİZİROĞLU Serap, Marmara Üniversitesi Sempozyum No:1 Sağlık Hukuku ve YTCK’daki Düzenlemeler 17.11.06, 4. Oturum,
Gebeliğe Son Verilmesi Sterilizasyon Kastrasyon Gibi Tıbbi Müdahalelerin Türk Ceza Kanunun Bakımından Değerlendirilmesi, İstanbul, 2007,
Syf. 215-216
- 15 -
TÜRK TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU YILLIĞIMIZIN
BİLİMSEL DANIŞMA KURULU ÜYESİ
Dr. iur. Dr. med. ADEM KOYUNCU
ALMANYA’DA ÖDÜL ALDI
Almanya’da yetişmiş ve çalışmakta olan Dr. iur. Dr. med. Adem
Koyuncu, tıp hukuku alanında verilen “Deutsche Arzt Recht Preis
2008 [Alman Hekim Hakları Ödülü
2008]“e layık görüldü. “AZR Arzt
Zahnarzt Recht [Hekim-Dişhekimi
Hakları]” Dergisi’nin yayımcıları
ve danışma kurulu tarafından her yıl
verilen ödüle kimin sahip olacağı,
tıp hukuku alanında yapılan çalışmaların değerlendirilmesi sonucu
belirleniyor.
pmi Yayımevi yöneticilerinden
Peter Hoffmann, Koyuncu’yu ne-
den ödüle layık gördüklerini şöyle açıklamaktadır: “Dr. iur. Dr.
med. Adem Koyuncu esas olarak doktor, ilaç üreticileri ve ilaç
kullanıcıları arasındaki karşılıklı etkileşimden doğan suç
sorumluluğu üzerine yaptığı çalışmalar nedeniyle bu ödüle
layık görülmüştür.” “Deutschen Arzt Recht Preis 2008”, 29
Ekim 2008’de Frankfurt’ta yapılacak törenle Adem Koyuncu’ya verilecektir (1).
Türk Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Yıllığı Bilimsel Danışma
Kurulu üyesi olan Dr. Dr. Koyuncu’nun Almanya’da hekimin
cezai sorumluluğuna genel bakış konulu makalesini yıllığımızın ilk sayısında okuyabilirsiniz.
KAYNAK
1. Deutsches Ärzteblatt 2008; (105) 28-29: A 1561.
TIP HUKUKU BAĞLAMINDA GENİTAL MUAYENE
SUÇUNA İLİŞKİN BAZI SORUNLAR
Fulya Eroğlu
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usul Hukuku Anabilim Dalı
Araştırma Görevlisi
Genital muayene suçu 765 sayılı Türk Ceza Kanununda
yer almayan bir suçken, 5237 sayılı yeni Türk Ceza Kanunu ile
ceza hukukumuza girmiştir. Bu şekilde, doktrinde de belirtildiği gibi1, Türk Tabipler Birliği Hekimlik Meslek Etiği
Kuralları’nın “cinsel ilişki muayeneleri” başlıklı 39. maddesinde2 yer alan etik kuralı TCK’nun 287. maddesinde3 yer alan
düzenleme ile bir hukuk kuralı haline getirilmiştir.
Genital muayene suçu TCK’nun adliyeye karşı suçlar
bölümünde düzenlenmiştir. Suçun yer aldığı bölüm de dikkate
alınarak bazı yazarlar tarafından, korunan hukuksal değerin,
karma bir nitelik taşıdığı ifade edilmektedir. Söz konusu
1
2
3
4
5
6
yazarlara göre bu suç ile korunan hukuksal değer, kişinin
beden bütünlüğüne ilişkin dokunulmazlığın yanı sıra adliyenin
genital muayene konusundaki iradesi ve bu iradeye karşı
gelinmemesidir. 4 Ancak kanımızca madde ile korunan hukuksal değer adliyenin iradesi olmayıp, bireyin vücut dokunulmazlığı, kişi özgürlüğü ve bireyin cinsel özgürlüğüdür.5
Genital muayenin yalnızca vücut dokunulmazlığına ilişkin
olduğu ve adliye idaresi ile bağlantısının bulunmadığını
düşünmekteyiz. Bu bakımdan söz konusu hükmün, ceza kanununun adliyeye karşı suçlar bölümünde düzenlenmiş olmasını
da hatalı bulduğumuzu belirtmek isteriz. 6
Hakan Hakeri, Tıp Hukuku, Ankara, Seçkin, 2007, s. 528.
Türk Tabipler Birliği Hekimlik Meslek Etiği Kuralları, madde 39; “hekim, savcılıklar ve mahkemeler dışında kalan kişi ve kurumlardan gelen cinsel ilişki muayene istemlerini dikkate alamaz. Hekim ilgilinin veya ilgili reşit değilse, veli veya vasisinin aydınlatılmış onamı olmadıkça cinsel
ilişki muayenesi yapamaz”.
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu, madde 287; “Yetkili hâkim ve savcı kararı olmaksızın, kişiyi genital muayeneye gönderen veya bu muayeneyi
yapan fail hakkında üç aydan bir yıla kadar hapis cezasına hükmolunur. Bulaşıcı hastalıklar dolayısıyla kamu sağlığını korumak amacıyla
kanun ve tüzüklerde öngörülen hükümlere uygun olarak yapılan muayeneler açısından yukarıdaki fıkra hükmü uygulanmaz”.
Necati Meran, Yeni Türk Ceza Kanununda Kamu Görevlisine ve Adliyeye İlişkin Suçlar, Ankara, Seçkin, 2006, s. 371, 372.
Aynı yönde; Hakeri, Tıp Hukuku, s. 529; Yener Ünver, Adliyeye Karşı Suçlar, İstanbul, Yeditepe Üniversitesi, 2008, s. 448. Konuya ilişkin olarak Dülger de genital muayene ile öncelikle bireyin maddi ve manevi kişiliğine saldırılmakta ve cinsel anlamda vücut dokunulmazlığının ihlal
edilmekte olduğunu ifade etmiş, adliyenin irade ve işleyişine de yapılan bir saldırı var olmakla beraber bunun tali ve bireyin uğradığı zararın
yanında çok daha önemsiz olduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda madde ile korunan hukuksal yararın, öncelikli olarak bireyin cinsel anlamda
vücut dokunulmazlığı, kendi irade ve tercihiyle hareket edebilme özgürlüğü, onurlu, saygın ve haysiyetli yaşama hakkı olduğu görüşünü savunmuştur. İbrahim Dülger, “Tıp Ceza Hukukunda Genital Muayene”, V. Türk – Alman Tıp Hukuku Sempozyumu “Tıp Hukukunun Güncel
Sorunları”, 28 Şubat – 1 Mart 2008, Türkiye Barolar Birliği Yayınları, 2008, s. 1262.
Aynı yönde; Hakeri, Tıp Hukuku, s.529; Dülger, “Tıp Ceza Hukukunda Genital Muayene”, s. 1262.
- 16 -
Ele alınması gereken bir başka konu da “genital muayene”
kavramından ne anlaşılması gerektiğidir. Kanımızca cinsel
organlar veya anüs bölgesinde yapılan muayene genital muayene olarak değerlendirilmelidir.7 Bu bağlamda kızlık zarı
muayenesi de genital muayene kapsamında olmakla birlikte
TCK madde 287’de düzenleme altına alınan genital muayene
suçu kızlık zarı muayenesi ile sınırlı değildir. Ancak bazı
yazarlarca, genital muayenenin “ürüme sisteminin, üreme
organlarının kontrolü, incelenmesi” olarak tanımlandığı, anüsün genital sisteme dahil olmayıp sindirim sisteminin bir parçası olması sebebiyle de, anüs bölgesinde yapılan muayenelerin 287. madde kapsamında değerlendirilmediği görülmektedir.8
Genital muayene suçu fail bakımından ele alındığında ise
ebeveynin fail olup olamayacağı tartışma konusu olmaktadır.
Ebeveynin fail olamayacağını belirten Hakeri, “reşit olmayan
çocukları üzerinde rıza gösterme yetkisine sahip olan ebeveyn[in] çocuklarını genital muayeneye gönderme hakkına da
sahip [olduğunu]” ifade etmektedir.9 Buna karşılık Dülger ise
hukukun ebeveyne çocuklar üzerinde tanımış olduğu hak ve
yetkilerin sınırsız olmadığını ve bu bağlamda ebeveynin çocuğunu tıbbi zorunluluk bulunmayan bir durumda genital muayeneye göndermesi eyleminin, TCK’nun 287. maddesi kapsamında suç teşkil edeceğini belirtmektedir.10 Burada öncelikle
ele alınması gereken husus, maddenin ortada bir suçun söz
konusu olmadığı halleri de kapsayıp kapsamadığıdır. Maddede
yer alan ifade göz önüne laındığında suçun söz konusu olmadığı hallerde de genital muayene suçunun oluşabileceği sonucuna varılmaktadır.11 Kanaatimizce, rıza ehliyetine sahip bir
küçük, rızası hilafına muayeneye tabi tutulamayacaktır. Yaş
küçüklerinin rızaya ehliyetli sayılabileceği konusunda pek çok
görüş bulunmaktadır. Bu açıdan ceza ehliyeti yaşı, temyiz
kudreti yaşı, ergenlik yaşı gibi ölçütlerin benimsendiği görülmektedir.12Biz rıza ehliyetinin küçüğün söz konusu tıbbi
müdahalenin anlam ve kapsamını, kişisel ve toplumsal sonuçlarıyla tam olarak kavrayıp, özgürce seçimini yapacak olgunluğa ulaşmış olması ölçütü ile belirlenebileceği görüşünü
savunmaktayız.13 Bu ölçüt çerçevesinde rıza ehliyetini haiz
bir küçüğün ebeveyninin onu genital muayeneye göndermesi
halinde hekimin muayeneden kaçınması gerekecektir. Aksi
halde, söz konusu muayeneyi gerçekleştiren hekim, 287. maddedeki suçun faili konumuna gelecektir. Ebevyn ise kendisine
objektif olarak isnad edilebilen bir eylemin varlığı durumunda,
genital muayeneye gönderen olarak söz konusu suçun faili
olacaktır. Küçüğün rıza ehliyetini haiz olmadığı ve ebeveynin
küçüğü genital muayeneye gönderdiği hallerde de, somut olay
bakımından velayet (veya temsil) hakkının kötüye kullanılmasının söz konusu olup olmadığı değerlendirilmeli ve bu değerlendirme doğrultusunda hareket edilmelidir.14
Konu bakımından TCK’nun 280. maddesinin de göz önünde bulundurulması gerekmektedir.15 Sağlık mesleği mensuplarının suçu bildirmemesi suçunu düzenleyen 280. maddeye
göre, görevini yaptığı sırada bir suçun işlendiği yönünde bir
belirti ile karşılaşmasına rağmen, durumu yetkili makamlara
bildirmeyen veya bu hususta gecikme gösteren sağlık mesleği
mensubu, bir yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılacaktır. Bu
durumda, yetkili hakim ve savcı olmaksızın bir kişinin genital
muayeneye gönderilmesi halinde hekimin muayeneden kaçınmasının yanı sıra durumu gecikmeksizin yetkili makamlara
bildirmesi de gerekmektedir. Aksi halde hekim, görevini yaptığı sırada genital muayene suçunun (TCK 287) işlendiği
yönünde bir belirti ile karşılaşmış olmasına rağmen durumu
bildirmemiş olduğundan, TCK’nun 280. maddesinde yer alan
suçu işlemiş bulunacaktır.16
Genital muayene suçu bakımından ilgilinin rızası hukuka
uygunluk nedeni teşkil etmekte ve hukuken geçerli bir rızanın
varlığı fiilin suç teşkil etmesini engellemektedir. Bir kişinin
kendi isteği ile genital muayene için hekime başvurması halinde hekim o kişiyi muayene edebilecektir. Rızanın varlığı halinde hekimin dikkat etmesi gereken, yetkili bir hakim ve savcı
kararının bulunup bulunmadığı değil, söz konusu rızanın
geçerli bir rıza olup olmadığıdır.17
Burada uygulamada karşılaşılan bir soruna da değinmek
isteriz. Kanunda öngörülen koşullara uygun şekilde muayeneye gönderilen bir kişinin hekim tarafından muayenesinin
yapılması ve gerçeğe uygun bir rapor tanzim edilmesi halinde,
kişi bakımından hayati tehlikenin doğabildiği durumlar söz
konusu olmaktadır. Örneğin koşullara uygun şekilde yapılan
7
Hakeri, Tıp Hukuku, s. 530; Ünver, Adliyeye Karşı Suçlar, s. 456, Meran, Kamu Görevlisine ve Adliyeye İlişkin Suçlar, s. 373.
Söz konusu görüş için bkz; Dülger, “Tıp Ceza Hukukunda Genital Muayene”, s. 1272. 5237 sayılı TCK’nun 287. maddesinin TBMM görüşme
tutanakları incelendiğinde de madde yer alan “genital muayene” teriminin tıp hukuku bağlamında yerinde bulunmayarak eleştirildiği de görülmektedir. Bu açıdan Canan Arıtman maddenin, bir organın değil tüm genital sistemin muayenesini kapsamakta olduğunu ve hekimler tarafından sistem muayenelerinin tanı ve tedavi amaçlı yapıldığını belirterek, madde düzenlemesinde üreme organları sisteminin muayenesine yaptırım getirildiğini ifade etmiştir. Arıtman ayrıca, anüsün genital sistem dışında kaldığını, gastroinstinal sisteme ait bir organ olduğuna da işaret
ederek, maddede yer alan “genital muayene” terimini hatalı bulduğunu dile getirmiştir. Söz konusu ifadeler için bkz. Çevrimiçi,
www.tbmm.gov.tr/tutanak/donem22/yil2/b121m.htm, son erişim 06.08.2008, 15.45.
9 Hakeri, Tıp Hukuku, s. 529.
19 Dülger, “Tıp Ceza Hukukunda Genital Muayene”, s. 1264. Ebevynin fail olabileceği görüşündeki bir başka yazar olarak bkz; Ünver, Adliyeye
Karşı Suçlar, s. 450.
11 Görüşümüzü yukarıda açıklamış olmakla birlikte belirtmek isteriz ki; maddenin yalnızca suç sonrası muayeneyi kapsadığını kabul eden görüş
benimsendiğinde ve somut olay bakımından ortada bir suç bulunmamasına rağmen küçük muayeneye gönderildiğinde, genital muayeneyi
yapan hekim açısından 287. maddede yer alan suç oluşmayacak ancak koşulları mevcutsa TCK’da yer alan başka suçlar gündeme gelebilecektir.
12 Konuya ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz. Fatih Selami Mahmutoğlu, “5237 sayılı Türk Ceza Kanunundaki Yeni Düzenlemeler Işığında Tıbbi
Müdahalelerde Hekimin Ceza Sorumluluğu”, Yüksek Teknoloji Tıbbı ve Hekim- Hasta İlişkisi, İstanbul, Nobel Tıp Kitabevleri, 2006, s. 208, özellikle dipnot 24; Barış Erman, Ceza Hukukunda Tıbbi Müdahalelerin Hukuka Uygunluğu, Ankara, Seçkin, 2003, s. 81- 82.
13 Erman, Ceza Hukukunda Tıbbi Müdahalelerin Hukuka Uygunluğu, s. 83- 85, özellikle s. 84.
14 Konuya ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz; Erman, Ceza Hukukunda Tıbbi Müdahalelerin Hukuka Uygunluğu, s. 87- 90.
15 Kamu görevlisi sağlık mensuplarının suçu ihbar yükümlülüklerine ilişkin öneriler açısından bkz; Yener Ünver, “Türkiye’de Ceza Hukuku
Alanında Yapılan Yakın Tarihli Düzenlemelerde Tıp Hukukuna İlişkin Birkaç Sorun”, Uluslararası Katılımlı I. Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Sempozyum
Kitabı, İstanbul, 2005, s. 110- 113.
16 Meran, Kamu Görevlisine ve Adliyeye İlişkin Suçlar, s. 374; Dülger, “Tıp Ceza Hukukunda Genital Muayene”, s.1266.
17 Dülger, “Tıp Ceza Hukukunda Genital Muayene”, s.1277- 1278.
8
- 17 -
bir muayene sonrası kişinin kızlık zarının bozulmuş olduğu
hekim tarafından tespit edilmiştir. Ancak bu durumu açıklayan, gerçeğe uygun bir rapor yazılması halinde kişinin töre
veya namus gibi sosyolojik gerekçelerle kişi bakımından
hayati tehlike doğabileceği de anlaşılmıştır. Bu şartları göz
önünde bulundurarak, kişinin kızlık zarının hasar görmediğine
ilişkin hekimin yazacağı, gerçeğe aykırı bir rapor ise, evrakta
sahteciliğe ilişkin hükümleri gündeme getirebilecektir. Bu tür
bir durumda hekimin fiili açısından TCK’nun “zorunluluk
haline” ilişkin hükümleri uygulama alanı bulacak ve hekim,
ortada bir zorunluluk hali mevcut olduğundan evrakta sahteciliğe ilişkin suçlardan dolayı sorumlu tutulmayacaktır. Hekimin
bu konuda bir yanılgıya düşmesi halinde ise TCK’nun 30.
maddesinde düzenlenen “hata” hükümleri çerçevesinde sorun
çözülecektir.18 Ayrıca hekimin bu gibi hallerde muayene yapmaktan kaçınması durumunda da hekim açısından TCK’da yer
alan görevi ihmale ilişkin hükümler uygulama alanı bulmayacaktır.
287. maddenin ikinci fıkrasında ise bir hukuka uygunluk
nedeni olan “kanun hükmünü icra” niteliğinde özel bir düzen-
lemeye yer verilmiştir. Bu bağlamda, bulaşıcı hastalıklar dolayısıyla kamu sağlığını korumak amacıyla kanun ve tüzüklerde
öngörülen hükümlere uygun olarak yapılan muayeneler bakımından 287. maddenin birinci fıkrası uygulama alanı bulmayacaktır. Hayat kadınlarının genital muayenesi bu duruma
örnek teşkil edebilecektir. 19
Genital muayene suçu, şikayet koşuluna bağlı bir suç
olmadığından, soruşturma ve kovuşturma işlemleri doğrudan
cumhuriyet savıcılığınca gerçekleştirilir. Genital muayene
suçunun faili kamu görevlisi ise bu kişi hakkındaki soruşturma
4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin
Yargılanması Hakkında Kanun uyarınca yapılacaktır. Ancak
belirtmek gerekir ki, Ceza Muhakemesi Kanununun 161/5.
maddesi bu kuralın istisnası niteliğindedir.20
Son olarak belirtmek isteriz ki, söz konusu suç açısından,
üç aydan bir yıla kadar hapis cezası öngörülmüş olduğundan,
“Adli Yargı ve İlk Derece Mahkemeleri ile Bölge Adliye
Mahkemelerinin Kuruluş, Görev ve Yetkileri Hakkında
Kanunun” 10. maddesi uyarınca yargılamayı yapmakla görevli mahkeme sulh ceza mahkemesi olacaktır.
18
Hata konusuna ilşkin ayrıntılı bilginin yer aldığı eserler olarak bkz; R. Barış Erman, Yanılmanın Ceza Sorumluluğuna Etkisi, İstanbul Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Hukuku Anabilim Dalı, yayımlanmamış doktora tezi, İstanbul, 2006; Cemil Ozansü, “Yeni Türk Ceza
Kanunu Çerçevesinde Hata Kavramı”, Suç Politikası, Karşılaştırmalı Güncel Ceza Hukuku Serisi- 5, Ankara, Seçkin, 2006, s. 384 vd.
19 Kamu sağlığının korunmasına ilişkin müdahalelere ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz; Erman, Ceza Hukukunda Tıbbi Müdahalelerin Hukuka
Uygunluğu, s. 174- 175.
20 CMK madde 161/5: “kanun tarafından kendilerine verilen veya kanun dairesinde kendilerinden istenen adliye ile ilgili görev veya işlerde kötüye kullanma veya ihmalleri görülen kamu görevlileri ile cumhuriyet savcılarının sözlü veya yazılı istem ve emirlerini yapmakta kötüye kullanma
veya ihmalleri görülen kolluk amir ve memurları hakkında cumhuriyet savcılarınca doğrudan doğruya soruşturma yapılır. Vali ve kaymakamlar
hakkında 2.12.1999 tarihli ve 4483 sayılı Memurlar ve Diğer Kamu Görevlilerinin Yargılanması Hakkında Kanun hükümleri, en üst dereceli kolluk amirleri hakkında ise, hakimlerin görevlerinden dolayı tabi oldukları yargılama usulü uygulanır”.
CİNSEL SALDIRI SUÇLARINDA MAĞDURUN VÜCUT ve
RUH SAĞLIĞINDA BOZULMA MEYDANA GELMESİ NİTELİKLİ HALİ
(YTCK 102/5)
Gülşah Bostancı
İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usul Hukuku Anabilim Dalı
Araştırma Görevlisi
5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nun Altıncı Bölümünde
düzenlenen ve cinsiyetlerarası toplumsal barışı bozan, hürriyet
ve eşitlik değerlerini sarsan1 cinsel dokunulmazlığa karşı işlenen suçlar gerek uluslararası belgelerde gerekse raporlarda
“şiddet” terimi içerisinde değerlendirilmektedir. 5237 sayılı
Türk Ceza Kanunumuzun 102 vd. maddelerinde düzenlenen
cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar ise cinsel davranışlarla bir
kimsenin vücut bütünlüğünün ihlal edilmesi halinde suçun
faili hakkında belirli aralıklarda hapis cezası öngörmektedir ve
bu kapsamda TCK cinsel dokunulmazlığa karşı suçlar neticesinde meydana gelen ve daha ağır cezayı gerektiren nitelikli
unsurlara yer vermektedir. Kanun koyucu, (TCK 102/3a)
suçun neticesinde mağdurun beden ve ruh sağlığının bozulma1
2
sını neticesi sebebiyle ağırlaşan bir durum olarak kabul etmiş
ve verilecek ceza miktarının arttılması yönünde bir düzenlemeye gitmiştir.
Türk Ceza Kanununda yer alan bu düzenleme kanımızca
yerinde değildir. Keza cinsel saldırı suçunun faili, mağduru
maddi güç kullanılarak etkisiz hale getirilmekte veya tehdit
gibi birtakım zorlamalara maruz bırakılmakta ve neticesinde
mağdur, gerek beden gerekse psikolojik zararlara uğramaktadır. Dolayısıyla mağdurun beden sağlığında olumsuz sonuçların ortaya çıkması tabiidir2. Ayrıca, meydana gelen cinsel saldırı suçu neticesinde büyük ölçüde mağdurda ruh sağlığı
bozulması görülebilmektedir. Dolayısıyla 102. maddenin 5.
fıkrasında belirtilen nitelikli halin ne zaman uygulanacağı
Öykü Didem Aydın, “Cinsel Dokunulmazlığa Karşı Suçlar”, Hukuki Perspektifler Dergisi, Sayı 2, Sonbahar 2004, s.155.
Bahri Öztürk, “Türk Ceza Kanunu Reformu, Toplumsal Değişim Sürecinde Türk Ceza Kanunu Reformu”, s.144.
- 18 -
sorunu doğmaktadır. Tartışılan bir diğer sorun da meydana
gelen ruhsal ve bedensel zararların kalıcı olup olmamasıdır.
Doktrinde, her cinsel saldırının mağdur üzerinde ruhsal bir
çöküntü meydana getireceği, madde metninde düzenlenen
hususun kalıcı ruhsal bozukluğu karşıladığı3 görüşüne karşılık
mağdurda oluşan beden ve ruh sağlığının bozukluğunun geçici ya da kalıcı olup olmamasının öneminin bulunmadığı görüşü yer almaktadır.4 Kanımızca, mağdurda oluşan bozuklukların kalıcı olup olmadığı gözetilmeksizin meydana gelen ruhsal
ve bedensel bozukluklar neticesinde nitelikli hal uygulanmalıdır. Mağdurda mevcut olan bozukluğun kalıcı olup olmadığı
konusunda defalarca yapılacak psikiyatrik ve tıbbi muayene
mağdurun daha fazla yara almasına neden olabilecektir. Bu
bakımdan mağdurun tekrarlayan şekilde muayeneye tabi tutulmasının tıp etiği açısından da yerinde olmadığı kanaatini taşımaktayız.
Dünya Sağlık Örgütü’nün 2002 tarihli Raporunda5 yer alan
cinsel şiddet hakkındaki bölümde cinsel şiddetin psikolojik
sonuçlarına yer verilmektedir. Rapora göre, cinsel şiddet yetişkin ve ergenlik döneminde birçok ruhsal ve davranış bozukluklarını da beraberinde getirmektedir. Cinsel istismara maruz
kalan kadınların deneyimlerine ilişkin raporlarda cinsel şiddete maruz kalan kadınların büyük bir kısmının kalmayanlara
oranla depresyona girme ve post travmatik stres bozukluğuna
uğrama risklerinin önemli ölçüde artış gösterdiği görülmektedir. Bu risk cinsel saldırı esnasında yaralanan ya da depresyona girme, alkol bağımlılığı hikayeleri bulunan kişiler bakımından artış göstermektedir. Fransa’da ergenler üzerine yapılan
araştırmada tecavüze uğranılması ile uyku bozuklukları, depresif bozukluklar, somatik komplikasyonlar, sigara bağımlılığı
ve davranış bozuklukları arasında ( agrasif davranışlar, hırsızlık gibi) ilişki bulunduğu saptanmıştır.
Şiddetli cinsel zorlamalar ayrıca duygusal bunalım ve intihar davranışlarına da neden olmaktadır. Gençliğinde ya da
ergenliğinde cinsel şiddete maruz kalan kadınların bunları
yaşamayan kadınlara oranla intihara teşebbüs etme ye da intihar etme eğilimlerinin daha fazla olduğu görülmektedir.
Etiyopya’da tecavüze uğrayan okul çağındaki kızların %6’sının intihara kalkıştığını ifade ettikleri görülmektedir.
Brezilya’da ergenler arasında yapılan araştırmada ise cinsel
şiddetin intihar da dahil olmak üzere birçok sağlık sorununu
nedeni olabileceği tespit edilmiştir. Kanada’da kadın ergenler
arasında yapılan araştırmaya göre sık sık ve istemeyerek cinsel ilişki gerçekleştirenlerin %15’i intihar etme eğilimi göstermektedir ki bu oran cinsel tacize uğrayamayanlarda %2 olarak
belirlenmiştir.
Cinsel saldırı neticesinde mağdurun beden sağlığının
bozulması da nitelikli hal olarak düzenlenmiştir. Mağdurun
beden sağlığının bozulması genellikle dikkate alınmayan ve
üzerinde tartışılmayan bir durumdur. Oysa, mağdurun beden
sağlığının bozulması neticesinde hastalıklara açık hale gel3
4
5
6
7
8
9
mektedir. Mağdur, doğrudan cinsel ilişki ile cinsel yolla bulaşan hastalıklara yakalanması neticesinde yaşamsal tehdide
maruz kalmakta hatta ölmekte, sadece kendisi değil ailesi de
bu tehditten etkilenmektedir. Cinsel saldırı mağduru, bu saldırı neticesinde istenmeyen hamilelik durumları yaşamakta ve
bunun giderilmesi için tıbbi müdahalelere uğrayabilmektedir.
Bazı mağdurların bu tıbbi müdahaleler neticesinde tekrar istediği takdirde çocuk sahibi olamadığı da görülebilmektedir.
Meydana gelen hastalığın doğrudan fail tarafından geçmesi de
gerekmemektedir. Saldırı neticesinde mağdur hastalığı dışarıdan da almış olabilir. Failin mağduru bir veremlinin yatağına
yatırmış olup da mağdurun hastalığı yataktan kapması durumunda da nitelikli hal uygulanacaktır. Failin kendisinde varolduğu bir hastalığı bilmesine rağmen bunun mağdura geçmesi
halinde iki ayrı suç oluşacaktır.6
Dünya Sağlık Örgütü Raporunda cinsel şiddetin fiziksel
sonuçlarına da yer verilmektedir. Rapora göre, cinsel saldırı
fiillerinde sadece fiziksel zorlama gerçekleşmemektedir.
Tecavüz sonucunda ölümlerin meydana geldiği de bilinmektedir. Sonuçlardan biri hamilelik ve genital komplikasyonlardır.
Etiyopya’da yapılan bir araştırmada rapor edilen tecavüzlerin
% 17’sinin hamilelikle sonuçlandığı görülmektedir.
HIV virüsü ve diğer cinsel yolla bulaşan hastalıklar tecavüz sonrası sonuçları olarak ortaya çıkmaktadır. Kadın sığınma evlerinde yapılan araştırmaları göstermektedir ki yakın
partnerleri tarafından cinsel ve fiziksel istismara maruz kalan
kadınların cinsel yolla bulaşan hastalıklara yakalanma risklerini daha fazladır. Seks ticaretinde kullanılan kadınların da HIV
ve diğer cinsel yolla bulaşan hastalıklara yakalanma riski daha
fazladır.
1937 tarihli Yargıtay Kararlarında, cinsel saldırı neticesinde kızlık zarının yırtılması beden bütünlüğünün bozulması
olarak kabul edilmekteydi. Kızlık zarının vasfının toplum
bakımından yalnız evlenebilme şansına etkili olmasının yanı
sıra kızın şeref ve haysiyetinin sembolü7 olması bu kararlarda etkili olan bir unsurdu. Kanımızca, kızlığın bozulması bu
düzenleme bağlamında tek başına beden sağlığının bozulması olarak nitelendirilmemelidir. Zira, kızlık zarının bozulmasının beden sağlığını bozucu bir etkisinin olmadığı Adli Tıp
Kurumu görevlilerince de ifade edilmiştir.8 Yargıtay kararları
da bu yönde değişikliğe uğramaktadır. Yargıtay 5.C.D.
10.04.2006 tarih ve 2706/3034 sayılı kararında “sanık hakkında 5237 sayılı kanunun 102/5. maddesinin uygulama olasılığı
dikkate alınarak, kızlığı bozulan mağdurenin suçun sonucunda beden veya ruh sağlığında bozulma olup olmadığının, Adli
Tıp Kurumu ilgili ihtisas dairesinden görüş alınarak belirlenmesi gerektiği” kararı ile nitelikli halin uygulanabilmesi için
sadece saldırı neticesinde kızlık zarının bozulmuş olması
yeterli olmadığı, ruhsal veya bedensel bir hastalık meydana
getirip getirmediğinin araştırılması gerektiği vurgulanmaktadır.9
Mehmet Emin Artuk/Ahmet Gökçen/Caner Yenidünya, Ceza Hukuku Özel Hükümler, 7. Bası, Ankara, 2006, s.159.Adli tup uzmanlarına göre,
kalıcı ruhsal bozukluğun bulunup bulunmadığının kişiden kişiye değiştiğini, iki ile altı ay arasında devm eden tedaviye rağmen iyileşmemesi
halinde ruhsal bozukluğun varlığı kabul edilmektedir. A.e.
Necati Meran, Yeni Türk Ceza Kanunu, Seçkin, Ankara, 2007, s.522.
(çevrimiçi)http://www.who.int/violence_injury_prevention/ violence/world_report. s. 149-177. 29 Temmuz 2008.
Erdal Baytemir, Cinsel Dokunulmazlığıa, Kişi Hürriyetine ve Genel Ahlaka Karşı Suçlar, Adalet, Ekim 2007, s.287.
A.e.
İsmail Malkoç, Yeni Türk Ceza Kanunu’nda Cinsel Saldırı Suçları, Malkoç, 2005, s.79.
Artuk/Gökçen/Yenidünya, A.g.e., s.160.
- 19 -
DERNEĞİN 2008 deki YENİ ÜYELERİ
Doç. Dr. Nesrin Çobanoğlu
Gazi Üniv. Tıp Fak. Tıp Etiği ve
Tıp Tarihi AD. Ankara
0 312 202 47 30
[email protected]
Uz. Dr. Ahmet Cevat Yalın
Sefaköy Kızılay Tıp Merkezi
İstanbul
0 212 624 20 58
[email protected]
Öğr. Gör. Güzin Yasemin
Tunçay
Gazi Üniv. Tıp Fak. Tıp Etiği ve
Tıp Tarihi AD. Ankara
0 312 202 47 30
[email protected]
ERDEMLİ HEKİM TUTUMUNA İLİŞKİN GEÇMİŞTEN YANKILAR…
ORD. PROF. DR. KEMAL ATAY’DAN
(1890-1978) HASTA SEÇİMİ (TRIAGE)
KONUSUNDA DÜŞÜNDÜRÜCÜ BİR ANI
Fotoğraf: İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi
Deontoloji ve Tıp Tarihi AD Arşivi
“Ciddi, disiplinli, düzensizliğe göz yummayan, gerektiğinde sözünü kimseden esirgemeyen, gölgesi ağır bir yönetici, bilgisi ve tekniği çok yüksek, ameliyatları çok başarılı bir cerrah”(1) olarak anılan, onüç yılı Darülfunun Tıp Fakültesi’nde,
yirmi beş yılı da İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde olmak
üzere Türk tıbbına 38 yıl hizmet etmiş Ord. Prof. Dr. Kemal
Atay, 1939-1943 yılları arasında İstanbul Üniversitesi Tıp
Fakültesi’nin Dekanı olarak görev yapmıştır. Yazdığı ders
kitapları yanında, “Kemal Atay Tekniği (pupart bağına sigmoidopeksi)” örneğinde olduğu gibi (1) cerrahide başarıyı artırıcı
yöntem önerileri ile de adı, tıp tarihinde ışıldamaktadır.
Ahmed Kemal (Atay), Birinci Dünya Savaşı başında Halep
Gureba Hastanesi Başhekimi ve Operatörü olmuş daha sonra
Kudüs ve başka Hilâl-i Ahmer (Kızılay) hastanelerinde görev
yapmıştı. Harp içerisinde 1916 yılında Almanya’ya giderek,
Berlin Üniversitesi Charité Hastanesi’nde ünlü cerrah Prof.
Dr. Auguste Bier (1861-1949)’in yanında kendisini yetiştirmeyi sürdürmüştür. Atay’ın Berlin’deki asistanlık günlerine ait,
Dr. A. Talip Arban’a anlattığı anısı, hekimin ancak az sayıda
kişiye yardım edebileceği durumlarda vereceği karar açısından
düşündürücü bir örnektir (2): “…Berlin’de haftasonları civarı
tanımak için etrafta gezerdim. Bir akşam geç kalarak nehir
geçmede kullanılan son feribotu kaçırdım. Böylece geceyi
karşı sahilde bir küçük otelde geçirmeye mecbur kaldım. O
zaman, yanımdaki para ancak otelde geceyi geçirmeye ve
lokantada sadece bir çorba içmeye kâfi geldiğinden, çorbayı
mümkün olduğu kadar yavaş içerek açlığımı telafiye çalışırken, kasada oturan lokanta sahibi ayağa kalktı. O zamana
kadar onun bir bacağının ampute edilmiş olduğunu farketmemiştim. Bana, ‘Siz Dr. Kemal Bey misiniz? Beni tanıdınız mı?
Siz, benim hayatımı kurtardınız’ dedi. Hayal meyal biraz hatırlayabildim. O sırada Almanlar taarruz ediyorlar, dolayısıyla
cepheden çok yaralı geliyordu. Koridorlarda yatan yüzlerce
yaralıdan ancak vizitde şefin gösterdiği, ümit veren cüz’i bir
miktar ameliyat ediliyor, gerisi maalesef ölüme terk ediliyor ve
yaralılar da bunu biliyorlardı. Otel sahibi dedi ki, ‘Ben bu
talihliler arasında değildim. Fakat siz, Şef gittikten sonra tekrar gelerek, sıhhiyelere beni derhal ameliyata hazırlamalarını
söylediniz.’ Bu sözleri ardından masam derhal o zamanın en
iyi yiyecekleri ile donatıldı. Israrıma rağmen ücret de almayarak, beni ertesi sabah feribota kadar geçirdi.”
KAYNAKLAR
1. Erel Ş: Rectum prolapsusunun cerrahi tedavisinde Prof. Dr.
Kemal Atay Tekniği (sigmoidopeksi) ve neticeleri. Sekizinci
Milli Türk Tıp Kongresi (Ankara 18-20 Birinciteşrin 1943).
İstanbul 1944, S. 700-703.
2. Terzioğlu A: Şimdiye kadar bilinmeyen mektupların ışığında ünlü
cerrahımız Ord. Prof. Dr. Kemal Atay. Dirim Tıp Dergisi 1994,
(9)1-2-3: 48-55.
- 20 -
SAĞLIKTA DÖNÜŞÜM’DE SON ADIM:
‘‘e-SAĞLIK ve TELETIP PROJESİ’’
PROJE VE UYGULAMA AÇISINDAN DÖNÜŞÜM TAMAM;
PEKİ, YASALAR VE ETİK AÇISINDAN?
Yrd. Doç. Dr. Esin KARLIKAYA (MD, PhD)
Trakya Üniversitesi Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi Anabilim Dalı Bşk.
2007’nin Ekim ayında, Sağlık Bakanlığı yetkililerince
Sağlıkta Dönüşüm’ün önemli adımlarından biri olarak kabul
edilen Teletıp Projesi’nin, Van’ın Bahçesaray ilçesinde uygulanmaya başladığı haberi yazılı basında bol bol yer aldı. Bu
haberlerde ‘‘Uzman doktor bulunmadığı için, Bahçesaray’dan
Van’a gelmek zorunda kalan ancak kış mevsiminde VanÇatak-Bahçesaray güzergahının kapalı olması nedeniyle VanHizan güzergahını kullanarak, yaklaşık 10 saat süren yolculuğun ardından kent merkezine ulaşan hastalar, artık bu eziyetleri yaşamak zorunda kalmayacak’’ deniyordu. Bu projeyle
kurulacak olan Görüntü Arşivleme ve İletişim Sistemi aracılığıyla çağın gereği hızlı ve verimli veri alışverişinin sağlanarak
hizmet kalitesinde artış sağlanmasının hedeflendiği; proje
sayesinde taşradaki hastaların tomografi ve röntgenlerinin
internet üzerinden büyük şehirlere gönderilerek uzman doktorlara inceletileceği; küçük il ve ilçelerde yaşayan hastaların,
teşhis ve tedavi için artık büyük şehirlere gitmek zorunda kalmayacağı yetkililer tarafından açıklanıyordu.
Peki ama neydi bu e-sağlık ve teletıp projelerinin mucizesi? Hiç mi sorun yoktu? Ne tür yasal düzenlemeler yapılmıştı?
Etik ikilemler var mıydı? Bu tür uygulamalara ilişkin uluslararası prosedürler nasıldı? Uygulamaların önünde ahlaki engeller var mıydı? İşte bu soruların yanıtlarına yeterince yer verilmemişti medyada çıkan yazılarda, yapılan açıklamalarda.
Teletıp, iletişim ve bilişim teknolojilerini kullanarak, sağlıkla ilgili etkinliklerin ve hizmetlerin uzak mesafelere iletilmesi olarak tanımlanmakta; bu uygulamalar kapsamındaki
tıbbi bilgiler, tanı, tedavi ve eğitim amacıyla gönderilmekte ya
da alınmaktalar.
Ülkemizde, 30 Ocak 2003 tarihinde Sağlık Bakanlığı koordinasyonunda, Sağlıkta Dönüşüm’ün önemli bir adımı ve
Genel Sağlık Sigortası uygulamasının kilit noktası olarak
kabul edilen Türkiye Sağlık Bilgi Sistemi (TSBS) çalışmalarının başlatılmasının ardından daha sonraki aşamalarda da
Elektronik Hasta Kayıt Sistemi ve sonunda da Teletıp uygulaması hizmet tanımı içine alındı.
Tıbbi görüntüleme alanında yeterli uzmanının olmaması,
kompleks vakalarda ikinci görüş olarak konsültasyon ihtiyacının giderilmesi, hasta memnuniyetinin artırılması ve doğru
teşhis ve tedavi işlemlerinin uygulanması amacıyla geliştirildiği ifade edilen Teletıp Projesi’nin pilot uygulaması, ‘‘Teletıp
Hizmetleri (Pilot) Uygulama Protokolü’’ başlığı altında,
Sağlık Bakanlığı tarafından 04.04.2008 tarihi itibariyle onaylanarak yürürlüğe kondu. 2007 Ekim’inde Bahçesaray’da
uygulama başlatılmasına karşın protokolün onay tarihinin
Nisan 2008 olması da bir başka ilginç nokta.
Teletıp projesinin, sağlık hizmeti erişimindeki eşitsizliği
ortadan kaldıracağı; görüntüleme alanında uzman sıkıntısını
hafifleteceği; daha doğru tedavi ve tanı işlemleri uygulanması-
nı sağlayacağı; hastane maliyetlerini azaltacağı; doktorlar arasında bilgi paylaşım platformu oluşturacağı; gereksiz sevkleri
ortadan kaldırararak hastaların tasarruf etmesini sağlayacağı
Bakanlık yetkilileri tarafından öne sürülüyor.
Hakkari’deki bir hastaya ait tomografi görüntülerinin,
İstanbul’daki öğretim üyelerince konsülte edilmesi gerçekten
de bir mucize gibi. Etik açıdan bilgi paylaşımı ve danışmanlık
konusunu kabul etmek kolay; ancak, elektronik ortamda veri
alışverişini, bazı branşlardaki uzman doktor eksikliğinin çözümü için kullanmak ne kadar doğru? Hasta-hekim ilişkisinin
insani boyutunun elektronik ortamda yok olma riski nasıl
önlenecek? Özümsenmeden ve aşırı biçimde medyatikleştirerek lanse edildiğinde ‘‘Uzman hekime gerek yok, interneti kullanmayı bilen hekim ve hatta yalnız bir sağlık çalışanı, yok
yok sıradan bir vatandaş bile yeter hastaların tedavisi için’’e
kadar gidebilecek tehlikeli bir yol haline gelme riskini de taşımakta teletıp. Hekim olmayanların hekim gibi tanı koymaya,
tedavi etmeye yönelmelerini önlemek için ne tür önlemler alınacağının yetkililer tarafından iyice tanımlanması lazım.
Nitekim, Sağlık Bakanlığı’nca pilot hastanelerde başlatılan
‘teleradyoloji’ uygulaması ve konunun hukuki boyutuna ilişkin Türk Radyoloji Derneği’nin görüşlerini içeren ve
Bakanlığa sunulan 14.01.2008 tarihli raporda ‘‘e-sağlık uygulamalarının hukuksal boyutunu düzenleyen kurallara henüz
mevzuatımızda yer verilmemiş veya mevcut düzenlemelerin
bu konuya yer verecek biçimde düzenlenmemiş olması;
güvenlik sorununun çözümü; teleradyoloji uygulamalarının
radyoloji uzmanlık dalının görev ve yetki kapsamıyla uyumluluğu gibi pekçok konu yanında sağlıkta kullanılan bilişim sistemimizde ciddi eksiklik ve yetersizlikler bulunması nedeniyle, söz konusu eksiklikler giderilmeden teletıp ve özelde de
teleradyoloji uygulamalarına başlamanın hastaların kişilik
haklarının ve sağlığa erişim haklarının zedelenmesine, hekimlerin ise yasalarca ve etik kurallarca belirlenmiş mesleki
yükümlülüklerinin ihlali sonucunu doğuracak olaylarla yüz
yüze gelmelerine yol açacağı’’ ifade edilmekte.
Kişilerin sağlık ile ilgili bilgileri uluslararası yasal düzenlemelerde “hassas veri” olarak kabul edilmekte ve bunların işlenmesinin yasayla düzenlenmesi, sınırlarının önceden belirlenerek açıklanması, tıbbi verilerin toplanması ve tıbbi kayıtların
tutulmasını özel hayat kapsamına alan Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin (AİHS) 8. maddesinin sınırlarına uygunluğun
sağlanması gibi konuların gözetilmesi ve gerekli düzenlemelerin uygulama başlamadan tamamlanması çok önemli.
Bu kişisel verilerin elde edilmesi, kaydedilmesi, depolanması, değiştirilmesi, silinmesi, yeniden düzenlenmesi, açıklanması, üçüncü kişilere aktarılması, kullanımının sınırlanması
amacıyla işaretlenmesi, tasniflenmesi veya kullanılmasının
engellenmesine ilişkin de uluslararası belgelere (AİHS 8. mad-
- 21 -
desi, OECD İlkeleri, 108 Sayılı Avrupa Konseyi Sözleşmesi,
95/46 sayılı AB Direktifi, 2002/58 sayılı AB Direktifi, 2006/24
sayılı AB Direktifi vb...) uygun yasal düzenlemelerin hızla
tanımlanarak ilgili kişilere duyurulması gerekiyor.
Sağlık alanındaki kişisel bilgilerin gizliliğinin korunması
konusuna da yer verilen ulusal ve uluslararası pek çok belge
bulunmakta. Örneğin Tıbbi Deontoloji Tüzüğü’nün 4. maddesi, Hasta Hakları Yönetmeliği’nin 21 ve 23. maddeleri,
Hekimlik Meslek Etiği Kuralları’nın 9. maddesi hasta sırrının
korunmasına ilişkin ülkemizdeki başlıca yasal düzenlemelerden bazıları. 5237 sayılı Türk Ceza Kanunu’nda da
(135.madde) kişisel verilerin kaydedilmesine ilişkin olarak
‘‘Hukuka aykırı olarak kişisel verileri kaydeden kimseye altı
aydan üç yıla kadar hapis cezası verilir; kişilerin siyasi, felsefi veya dini görüşlerine, ırki kökenlerine; hukuka aykırı olarak
ahlaki eğilimlerine, cinsel yaşamlarına, sağlık durumlarına
veya sendikal bağlantılarına ilişkin bilgileri kişisel veri olarak
kaydeden kimse, yukarıdaki fıkra hükmüne göre cezalandırılır’’ hükmü bulunmakta.
Dünya Sağlık Örgütü Avrupa Bürosu’nca yayınlanan
Amsterdam Bildirgesi ile Dünya Tabipler Birliği (DTB) tarafından yayınlanan Lizbon Bildirgesi’nde konu hasta hakları
açısından ele alınırken; yine aynı kuruluş tarafından 1973’te
yayınlananarak sonradan revize edilen Bilgisayarların Tıpta
Kullanılışına İlişkin Duyuru’da da, gizliliğin korunmasının
önemi vurgulanmakta. DTB tarafından 1992’de yayınlanan
Evde Tıbbi Gözlem, Teletıp ve Tıp Ahlak Yasaları başlıklı bildirgede de, hastanın bu konuda bilgilendirilmesi, onam vermesi konusuna vurgu yapılmakta.
Özel yasal düzenlemeler için bizde de ilk adımlar atıldı.
Adalet Bakanlığı tarafından ‘‘kişisel verilerin işlenmesinde
kişinin dokunulmazlığı, maddi ve manevi varlığı ile temel hak
ve özgürlüklerinin korunması ve kişisel verileri işleyen gerçek
ve tüzel kişilerin uyacakları esas ve usullerin düzenlenmesi’’
amacıyla hazırlanan ve Bakanlar Kurulu tarafından 7 Nisan
2008 tarihinde kabul edilen “Kişisel Verilerin Korunması
Kanunu Tasarısı”, 22 Nisan 2008’de TBMM’ne verildi. Ancak,
bu kanun tasarısında, kişisel sağlık verilerine ilişkin düzenlemenin özellikle verilerin işlenmesi bakımından yeterli olup
olmadığının daha ayrıntılı olarak incelenmesi; konuya ilişkin
sorumluluk taşıyan başta hekimler olmak üzere tüm sağlık çalışanlarının haklarının korunması ve sorumluluklarının ayrıntılı
bir biçimde tanımlanması amacıyla mümkünse yalnızca sağlık
verilerinin tanımlanması, kaydedilmesi, taşınması, işlenmesi,
erişilmesi ve korunmasına dair bir başka Kanun çalışması
yapılmasının gerekli olup olmadığı hukukçular ve konunun
ilgili tarafları tarafından daha fazla tartışılmalı.
Sonuç olarak teletıp uygulamalarının yaygınlaşmasıyla
birlikte zamandan ve işgücünden tasarruf, sağlık hizmetlerinin
kalitesinin arttırılması, danışma ve sürekli eğitim sayesinde
tıbbi hataların önemli ölçüde azalması ve sağlık merkezlerine
uzak yerlere de sağlık hizmetlerinin verilebilmesi gibi artıların
sürekli vurgulanması yanında; hizmetten yararlanacak tarafların (hasta da buna dahil) hak ve sorumlulukları ile konunun
ahlaki yönü konusunda tam olarak aydınlatılmalarıyla birlikte
gerekli yasal düzenlemelerin de en kısa zamanda tamamlanmamasının ardından sağlıkta gerçek dönüşüme ulaşılacağını
gözden kaçırmamak gerekir.
HAYVAN DENEYLERİ ve ETİK KURULLAR
Doç. Dr. Hanzade Doğan
İstanbul Üniversitesi Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi AD
[email protected]
Ülkemizde genellikle 1993 yılından sonra ilaç araştırmaları yönetmeliği ile kurulması hız kazanan etik kurullar, her
geçen gün gelişmekte, yenilenmekte, çeşitliliği artmaktadır.
İlk kurulan etik kurullar, özellikle klinikte insan üzerine
deneyi denetlemeyi hedefleyen, değerlendirme komiteleri
olmuştur. (Review Boards) Etik kurulların bir başka şekli hastane Etik Kurulları veya Klinik etik kurullardır ki, bunların
sayısı henüz ülkemizde çok fazla sayıda değildir. Bunların
görevleri, klinikte hasta ile ilgili bir ikilem yaşandığında veya
bir dar boğaz kararı ile karşılaşıldığında etik probleme çözüm
getirmektir. Ayrıca kurumun kararları ve uygulamaları ile ilgili protokoller hazırlamak, kuruma eğitim vermek ve kendisi
için eğitim programları hazırlamak asli görevleri arasındadır.
Bir de hayvan deneyleri etik kurulları vardır ki, bunlar da
deneysel amaçla hayvanları kullanacak olan araştırıcıların projelerini etik açıdan inceleyen kurullardır. Bunlar da yeni yeni
kurulmaya başlamışlardır.
Bu yazımızda etik kriterlerden söz edilecek, nasıl işlediği
ve değerlendirme kriterleri evrensel bazı ölçülerle karşılaştırılarak tartışılacaktır.
Şimdiye kadar gerek konulan yasalarla, gerekse bu konuda
yapılan araştırmaların sonuçlarıyla ilgili kurallar geliştirilmiştir.
Etik kuralların hayvanlarla ilgili olanları analjezi uygulamalarının kuralları, ötenazi uygulamalarının kuralları, kimyasal ötenazi yöntemleri, fiziksel ötenazi yöntemleri gibi ana
başlıklar altında toplanmaktadır. Yüksek dozda inhalasyon
yoluyla verilen anestetikler eter, halotan,, metoxyflurane, isoflurane, enflurane dır. Ayrıca CO2 ve karbon monoksit gibi gazlarda kullanılabilir. Yüksek dozda enjeksiyon yoluyla verilen
anestetikler de pento barbital ve barbitüratlardır. Fiziksel ötenazi yöntemleri, servikal dislokasyon, dekapitasyon, sıvı azot
içinde dondurma, mikrodalga, büyük hayvanlarda karotisleri
kesmek gibi yöntemler kullanılabilir.
Ötenazi yöntemi ve kullanılacak madde seçilirken hayvanın türü ve türe özgü fizyolojik fonksiyonlarıyla davranışları
göz önüne alınmalıdır. Deney sonrası alınacak dokuya uygunluk düşünülmelidir. Hayvan sayısı göz önüne alınmalıdır.
Hayvanın yaşı çok önemlidir. Yeni doğanlar hipoksiye çok
dayanıklıdırlar ve ölümleri çok geç olur. Kullanılan maddenin
deney sonuçlarını değiştirici etkisi olmamalıdır. İnsancıl olmalıdır. Deneyimli personel tarafından yapılmalıdır. Bilinç kaybı
olmadan kas felci oluşturan ajanlar reddedilmektedir. Ötenazi
diğer hayvanların yanında yapılmamalıdır. Operasyon alanında gereksiz insan bulunmamalıdır.
- 22 -
Hayvanlarda uygulanan ötenazinin kuralları hayvanların
sakrifikasyonu ile bitmez, sakrifikasyon sonrası ortaya çıkan
hayvan cesetrlerinin ve atıklarının yok edilme yolları da kurallara bağlanmıştır. Öncelikle bir hayvan ölüsünü atmadan önce
rigor mortisin meydana geldiğinden emin olunması gerekir.
Atıkların en ideal ortadan kaldırılma tekniği yakma fırınlarında yok etmektir. Bütün kurumlar yakma fırınına sahip değildir,
bu durumda hayvanların ölülerinin soğuk odalarda toplanıp,
özel işaretli çöp ambalajlarıyla çöpe verilmesi ve mümkünse
çöpleri ortadan kaldıran kişilerin bunları kireç kuyularına
gömmeleri uygun olur.
Bu yazıda tartışılması gereken bir diğer önemli konu da,
etik komitelerin işleyişlerindeki en temel amacın iyi saptanabilmesidir. Bugün işleyen kurulların pek çoğunda temel bazı
prensiplere uyulmakla birklikte, bir araştırma projesinin bilimsel veya etik açıdan değerlendirilmesi arasındaki an temel
farklar gözden kaçabilmekte hatta etik açıdan değerlendirilmesi gereken projeler aslında daha çok bilimsel yetkinlik açısından değerlendirilmekte, ve ikisi arasındaki fark net bir şekilde
ortaya çıkamamaktadır.
Buradaki temel amaçlarımızdan biri de bu farkı vurgulamak ve etil komitelerin fonksiyonunu iyi benimseyebilmektir.
Bilimsel amaçla değerlendirilecek araştırma projelerinde
araştırmacılar/araştırmacılar genellikle şu çerçeve içinde projelerini sunarlar: Özet, amaç, giriş bilgisi, detaylandırılmış bir
materyel ve metod, tartışma, sonuç, referanslar, araştırıcıların
özgeçmişleri, araştırıcıların projedeki rollerini belirleyen bir
işbölümü cetveli ve her araştırıcının imzası ve bütçe.
Etik değerlendirme için gereken temel sorular şunlardır:
Araştırmanın amacı, orijinalliği, bilime katkısı, literatür
desteği, araştırmacıların özgeçmişleri, kullanılacak hayvan
türü ve sayısı, kullanılacak anestezi ve ötenazinin türü, projenin maddi desteği, araştırmanın materyel ve metodu.
Bu iki değerlendirme ölçülerine bakıldığı zaman hayvanlar
hakkındaki detaylandırılmış bazı bilgiler dışında çok belirgin
bir fark yok gibi gözükmektedir . Aslında bugünkü etik kurullarda yaşanan en temel problemlerden bir tanesi de asıl amaçtan daha çok hangi konunun daha fazla inceleneceğinin çok da
netlik kazanmadığı daha şekilsel bir değerlendirmedir.
Bazen etik kurul üyeleri araştırmanın bilimsel detaylarını
ne kadar değerlendirme yetkileri olduğu konusunda tam bir
görüş birliğine varamayabilmektedirler.
Uluslar arası düzlemde, araştırma ve hayvan deneyleri etik
kurullarında temel olarak ulaşılmaya çalışılan bilgi ve ölçüler
şöyle özetlenebilir.
Araştırmanın önemli basamaklarını vurgulayan bir özeti,
araştırmanın bilim dünyasına katkısı ve amacı, amacı ve orijinal katkıyı destekleyen literatür bilgisi, araştırmacıların iyi bir
işbölümü çizelgesi ve bu işbölümü için imzaları, araştırmacı-
ların özgeçmişleri, deneyin bütünlüğünün ve bütünlüğü bozabilecek etkenlerin değerlendirmesi, hayvan sayısının ve kullanılacak materyel ve metodun araştırıcı tarafından rasyonalize
edilmesi ve savunulması, risk veya olası zararların dış dünya
objeleri açısından değerlendirilmesi (çevreye zarar, insana
zarar, floraya zarar, vs.) , çıkar çatışmaları ve endüstri ilişkisinin tanımlanması, araştırma ile ilgili olası ütopyanın değerlendirilmesi ve etik kurul üyeleri tarafından gerek iç eğitimin
gerekse kurumsal eğitimin devam ettirilmesi.
Burada vurgulanması gereken, bazı faktörler mevcuttur.
Etik kurul üyeleri, gelde süregeldiği üzere, savunma ve rasyonalizasyonu bilimsel proje ölçülerine göre sunulmuş araştırmada kendileri yapmamalı, bunu araştırıcılara uygun sorularla
yaptırmalıdırlar. Örnek olarak: Hayvan sayısı öğrenildikten ve
materyel metod okunduktan sonra, etik kurul üyeleri tarafından sayının uygunluğu varsayımsal olarak değerlendirilerek,
bir sonuca varılmamalı. Bu miktarda hayvanın neden tercih
edildiğinin savunması ve rasyonalizasyonu, mataeryel ve
metodla birlikte araştırmacının kendisine yaptırılmalıdır.
Böylece araştırmacının araştırmanın muhakemesine hakimliği, kendi ifadesine göre değerlendirilmeli, savunma araştırmacıya yaptırılmalıdır.Böylelikle, hem varsayımsal değerlendirmenin olası yanlış anlaşılmaları bertaraf edilebilecek, hem de
araştırmacının, araştırmanın neden ve niçinlerini açıklayarak
iyi bir muhakame geliştirebilmesine katkıda bulunmaktır ki,
etik için muhakeme önemli bir unsurdur. Ayrıca maddi destek
alınan gerek kamu gerekse özel kuruluşların açıkça belirtilmesi, araştırmanın ileride menfaat çatışmasına gebe olup olmadığını anlayabilmek açısından önemlidir.
Etik kurulların araştırmanın devamlılığını takip etme
yükümlülükleri vardır ki bu araştırmanın bütünlüğünün sağlanabilmesi için çok önemlidir. Diğer bir çok önemli konu da
tarafsızlıktır ki, etik kurulun başkanından tüm üyelerine kadar,
aslında ideal olanı araştırmacıların ilk etpta isimlerini bilmemeleri ve konum itibarı ile yakınlıkları olan kişiler ve gurplar
için belirleyici savunma ve değerleendirmeler yapmamalarıdır.
Bu ana unsurlar, etik değerlendirmeyi bilimsel değerlendirmeden ayıran ayırıcı tanıya yönelik önemli unsurlardır.
Bunların iyi benimsenip, uygulamaya geçirilebilmesi bugünkü
bazı belirsizlikler ve tartışmalara ışık tutabilecektir.
KAYNAKLAR
1. Aytuğ T., in 3. Ulusal Tıp Etği Kongresi, Kongre Kitabı Cilt:1,
Bursa 2003, s:360-365.
2. American Cancer Society Hayvan Deneyleri Protokolü.
3. Bioethics Committees at Work: Procedures and Policies,
UNESCO, Guide NO:2, France 2005.
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU DERNEĞİ
www.teth.org.tr
- 23 -
BOCHUM (ALMANYA) TIP ETİĞİ MERKEZİ
www.medizinethik-bochum.de
20 YILI GERİDE BIRAKTI
EL YAKAN KONULARA DOKUNULAN YİRMİ YIL
Doç. Dr. Arın Namal
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi AD
[email protected]
Bochum (Almanya) Tıp Etiği Merkezi (Das Zentrum für
Medizinische Ethik-ZME), yirmi yıldır yaşamın son evresinde
beliren etik sorunlar, hasta vasiyetleri, vasi sorunları, sağlıkta
kaynak ayırma sorunları, hekimlerle yabancı hastalar arasındaki kültürel sorunlara yaklaşım gibi.tıp etiğine ait el yakan
konularla uğraşıyor. Bu konularda araştırmalar, eğitim etkinlikleri, bilgilendirme ve danışmanlık verme hizmetleri sunuyor. Bu sorunlarla uğraşa adanan 20 yıl, 28 Nisan 2006’da bir
jübile ile kutlandı.
Bochum Tıp Etiği Merkezi, 1986 yılında Ruhr Üniversitesi Profesörlerinin kurucu oldukları bir dernek olarak faaliyete
geçti. O sırada, Alman Üniversitelerinde henüz Tıp Etiği için
bağımsız bir kürsü kurulmamıştı. Geçen süre zarfında Tıp
Etiği, Fakülte yapılanmasında sabit yer edindi. ZME’nin
hekim, felsefeci, teolog, hukukçu ve biyolog olan üyelerinin
motivasyonları ile edindikleri deneyimin, alandaki eğitim ve
araştırmaların geliştirilmesi ve yapılandırılması için iyi bir
eleştirel birikim sağladığı ifade edilmektedir.
Bochum’da tıp etiği disiplini, ZME dışında iki Kürsü aracılığıyla temsil edilmektedir. Bunlardan biri Felsefe
Enstitüsü’dür ve burada Prof. Dr. Klaus Steigleder, Tıp ve
Biyolojik Bilimlerde Etik konularındaki çalışmaları yönetmektedir. Tıp Fakültesinde ise Prof. Dr. Jochen Vollmann Tıp
Etiği ve Tıp Tarihi Enstitüsünün Başkanı’dır. Bu Enstitüler,
interdisipliner ve kliniğe odaklanmış araştırmalar yapmakta ve
yayınlamaktadırlar.
Şekil: 1 Bochum Tıp Etiği Merkezi Yayın Serisi’ne ait kitapçıklar
ZME Başkanı Prof. Dr. Hans Martin Sass, başından itibaren saf felsefi konuların bir kenara bırakılarak, interdisipliner
çalışmaların ve klinikle ilgili yönlerin ön planda tutulduğunu
vurguluyor. Merkez 20 yıl içerisinde kendi yayın serisi içerisinde tıp etiğinin güncel sorunlarının ele alındığı 166 yayın
yapmış bulunuyor. Bu yayınlara Genetik Tanı Çağında Bilme
ve Bilmeme Hakkı, Durmadan Geliştirilen Tıbbi Cihazların
Yaşamın Son Evresinde Ölümü Ertelediği Koşullarda Kendi
Hakkında Karar Verme Hakkı, Alman Sağlık Sisteminde
Müslüman Hastalara Yaklaşım Konularında yapılmış yayınlar
örnek verilebilir. (Bkz. Şekil 1) Yayın serisinin ilk kitapçığı,
1987 yılında Herbert Viefhues tarafından yazılmıştı ve “Açık
Toplumda Tıp Etiği” adını taşıyordu. 166 yayının isimlerine
göz gezdirilirken, daha 1987 yılında Hans Martin Sass tarafından “Biyomedikal Etik İçin Kısa Bir Bibliyografya” başlıklı
yayının yapılmış olduğu görülmektedir. Bu da merkezin daha
ilk adımlarını atarken önemli bir boşluğu doldurmayı ihmal
etmemiş olduğunu ortaya koymaktadır.
ZME, bilimsel araştırmalarının yanı sıra çok yönlü bir bilgilendirme ve danışmanlık hizmeti vermektedir. www. zystennieren.de adresinde, sık olmasına karşın az tanınan, iki böbrekte de kist oluşumuna yol açan ve diyaliz zorunluluğu doğuran bir kalıtsal hastalık hakkında internet platformu oluşturmuştur. Bu genin taşıyıcıları, hastalığın çocuklarına geçme
riski bulunup bulunmadığı, çocukları olup olamayacağı ya da
bunu isteyip istemedikleri soruları ile karşı karşıyadırlar.
Sağlıklı olmanın etik yönleri, www.health-literacy.de sitesinde
tartışılabilmektedir.
Merkezin çalışanları ve üyeleri başta olmak üzere Almanya
ve Almanya dışından toplam 450 abone için [email protected] adresinde bir tartışma platformlu oluşturulmuş bulunmaktadır. Bu platformda her güncel
konuda derhal çok hareketli tartışmalar yürütülmekte, çok
önemli uzmanlar bu tartışmalara görüşlerini geniş biçimde
açıklayarak katılmaktadırlar. Ben de bu tartışma platformunu
yaklaşık 6 yıldır üye olarak izlemekte ve yararlanmaktayım.
[email protected], 1800 üyesine,
vasilik konularında danışmanlık vermektedir. Merkezin üyeleri, Meslek Birliklerine, Sağlık hizmeti Veren Kurumlara ve
Biyomedikal Araştırma alanına danışmanlık vermektedir.
Danışmanlıkta ağırlık, kompleks olguların etik analizi ve teknik değerlendirilmesidir. Danışmanlık verilen konular içerisinde AIDS, Etik Kurullar, Tıpta Bilirkişilik, Üremeye Yardım ve
Klinik İlaç Araştırmaları konularındadır.
“Tıp Etiği Uygulamalarında Bochum Kontrol Listesi”, her
olguda ayırıcı tanıya tıp etiği açısından tanılamayı eklemlemek için oluşturulmuş bir kılavuzdur.Bu kılavuz, şimdiye
kadar 8 dile çevrilmiştir. ZME, tıp öğrencilerine tıp etiği
- 24 -
sorunlarına ilişkin seminerler ve interdisipliner kurslar da
düzenlemektedir. (1)
ZEM’in Hasta Vasiyeti ve Sağlıkla İlgili
Yetkilendirme (Vekil Tayini) Formu
“Hasta Vasiyeti Formu” hazırlanması, Merkezin materyal
üretme etkinliği içinde dikkat çeken bir çalışma olarak yer
almaktadır. Yaşamdan alınmış öyküler aracılığıyla kişi, kendi
dileğini ifade edemez duruma düştüğünde kendisine ne yapılmasını istediği üzerinde düşünüp karar verebilmekte ve bu
kararını vasiyetinde ifade edebilmektedir.
ZEM’in hasta Vasiyeti ve Sağlıkla İlgili Yetkilendirme
(Vekil Tayini) Formu (2),
1- Benim İçin Kim Karar Vermeli?
2- Yaşam Her Durumda Mutlaka Uzatılmalı mı?
3- Bir Felcin Bilinmeyen Sonuçları
4- Tıbbi Tedaviyi İstememek başlıklarını taşıyan 4 olgu aracılığıyla hasta, vereceği karar konusunda bilinçlendirilmekte, kararını olgunlaştırmasına katkı yapılmaktadır.
Dört olgudan biri şöyledir:
Bay B. 79 yaşındadır ve gündelik yaşamında her konuda
başkalarının yardımına muhtaçtır. Duymada, görmede zorluk
çekmekte ve artık hiçbir şeye istek duymamaktadır. Ayrıca
çoğu zaman zihinsel karmaşa içerisindedir. Eskiden çok sigara içtiğinden, bacaklarındaki dolaşım bozulmuştur, birkaç
metre yürüdüğünde bacakları ağrımaya başlamaktadır. Batın
bölgesinde yapılacak bir ameliyatla yürürken ortaya çıkan
ağrılar giderilebilir, gündelik yaşamda da başkalarına muhtaç
oluşu azaltılabilir. Fakat Bay B., bu müdahalenin riskleri ve
faydaları konusundaki düşüncelerini mantıklı biçimde ortaya
koyabilecek durumda değildir. Çocukları, planlanan tıbbi girişimi sorunlu bulurlar ve babalarının bu ameliyatı geçirmemesi gerektiğini düşünürler. Bay B. Daha önce idraki yerindeyken, ileride kendisine yapılabilecek tıbbi girişimler hakkında
hiç bir görüş belirtmemiştir.
1. Siz, böyle karar veremez bir duruma düşseniz, yerinize
kimin karar vermesini istersiniz? Hekiminizin mi, çocuklarınızın mı, yoksa başka bir kişinin mi?
2. Bir kişi “sağlıklı günlerinde” bazı tedavileri reddetmek ya
da kabul etmek istediğini beyan etmişse, bu beyanı ilerideki “kötü günlerinde” geçerli kabul edilmeli midir?
3. Siz Bay B.’nin durumunda olsaydınız, kendiniz için nasıl
bir karar verilmesini isterdiniz?
4. Kendinizi Bay B.’nin yerine koyarak, aynı durumda nasıl
davranılırsa sizin arzularınızın ve tasarımlarınızın gerçekleşmiş olacağını anlatınız.
KAYNAKLAR
1. (Anonym): 20 Jahre heiße Eisen: Zentrum für Medizinische Ethik
feiert Jubiläum. URL: http://www.uni-protokolle.de/nachrichten/
id/116578/
2. URL: http://www.zme-bochum.de/downloads/de/patientenverfuegung/01._Patientenverfu=egung_und_Gesundheitsvollmacht.pd
f
Kaynak: Funcke M: Vearzten. München 1999, S. 36
- 25 -
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU ALANINDA 2008 YILINDA
TAMAMLANAN YÜKSEK LİSANS VE DOKTORA ÇALIŞMALARI*
* Bu köşede, yakın tarihte tamamlanmış ve editörlere gönderilen yüksek lisans ve doktora tezleri tanıtılmaktadır.
VOLKAN KAVAS: 1976
Tokat doğumludur. Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesinden
2001 yılında mezun olmuştur.
2002 yılında Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Deontoloji
Anabilim Dalı’nda Prof. Dr.
Yasemin Oğuz danışmanlığında başladığı doktora eğitimi ve
tez yazımını 2008 Haziran
ayında tamamlamıştır. Tezi,
“Ölüm ve Ölmekte Olan
Hastaya Yaklaşım” Konusundaki Etik Eğitiminde Anlatısal Uygulamaların
Etkililiği” başlığını taşımaktadır.
Bu tez ile, Türkiye biyoetik çevrelerine anlatısallık kuramı
ve anlatısal etik yaklaşımının tanıtılması ve tıp etiği eğitiminin, “ölüm ve ölümcül hastaya yaklaşım” konusunda planlanan bölümünün verilmesinde anlatısal yöntemlerin etkililiğini
sorgulamak hedeflenmiştir. Çalışmanın ilk bölümünde kapsamlı ve derleyici bir kuramsal inceleme yapılmıştır. İkinci
bölümde ise, ilgili eğitim ile öngörülen bilgi, beceri ve tutumların oluşturulmasında anlatısal yöntemlerin, öteki yöntemlerle etkililik açısından karşılaştırıldığı bir araştırmanın raporu
sunulmuştur. Araştırma çerçevesinde, “ölüm ve ölümcül hastaya yaklaşım” konusunda tıp fakültesi lisans düzeyi öğrencile-
rinden oluşan küçük gruplara farklı yöntemler ile etik eğitimi
verilmiştir. Çalışmaya 2007 yılı bahar döneminde, Ankara
Üniversitesi Tıp Fakültesi’ndeki eğitimlerine devam eden 3.,
4., 5. ve 6. sınıf öğrencileri dahil edilmişlerdir. Başvuran
gönüllü öğrenciler, rasgelleme yöntemi ile eğitim verilecek üç
gruba ayrılmışlardır. Buna göre, birinci grup “rol-oynama”
yöntemi ile, ikinci grup “seminer oturumları” yöntemi ile,
üçüncü grup ise “anlatısal yöntemler” ile seçilen konuda hazırlanmış bir tıp etiği eğitimi programına katılmışlardır.
Dördüncü gruba ise, sadece bu grup için gönüllü olmak isteyen öğrenciler katılmışlardır. Bu son gruba herhangi bir eğitim
verilmemiş, gruptaki öğrenciler kendi olağan tıp eğitimlerine
müdahalesiz bir şekilde devam etmişlerdir (kontrol grubu).
Uygulamanın öncesinde ve sonrasında, her gruptaki öğrencilerden, aldıkları eğitim ile kazandırılması öngörülen tutum
değişiklerini ölçmeye yönelik hazırlanan “tutum ölçeği”ni doldurmaları istenmiştir (ön test ve son test).Eğitimden sonra,
hem süreç boyunca her bir grubun kendi içinde ne yönde
değiştiği, hem de grupların birbirlerine göre farklılaşıp farklılaşmadığı, son test puanlarının hesaplanmasıyla ortaya konulmuştur. Rol oynama ve anlatısal yöntemleri, açık ki, hedeflenen tutum değişikliğine ulaşmakta seminer yöntemine göre
daha etkilidir.Bu sonuçlar her bir yöntemin etkililiği açısından
tartışılmıştır. Anlatısal yöntemlerin, bir uygulamalı etik biçimi
olan tıp etiği eğitiminde kayda değer bir etkiliğe sahip olduğu
kanıtlanmıştır.
GÜLKIZILCA
YÜRÜR:
1967 Ankara doğumludur.
2000 yılında Boğaziçi Tarih
bölümünden mezun olmuş,
2004 yılında Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji bölümünde
Yüksek Lisansını tamamlamıştır. 2006 yılında İstanbul
Üniversitesi İstanbul Tıp
Fakültesi’nde Doç. Dr. Arın
Namal danışmanlığında Yüksek Lisans eğitimi ve tez yazımı çalışmalarına başlamıştır.
2008 Haziran ayında “Canlıdan Organ Nakline Yaklaşım
Farkları: Istanbul’da Orta Öğrenim Öğrencileri ve
Velileri ile Yapılan Bir Anket Çalışması” başlıklı tezini
savunmuş, başarılı bulunmuştur.tez çerçevesinde yeni tıp teknolojilerinin bir kazanımını teşkil eden canlıdan organ nakli
konusuna, iki kuşak arasında (lise 2. sınıf öğrencileri ve bunların velileri) yaklaşım farkları olup olmadığı, 3 lisede random örneklemeyle seçilen 15-17 yaş grubundan 139 kız ve
186 erkek öğrenciye, 30-50 yaş grubundan 96 kadın ve 95
erkek veliye uygulanan 16 soruluk, üç yanıt şıkkı bulunan bir
anket ve metin şeklinde yanıtlanacak 2 soru üzerinden değerlendirilmiştir. İstatistiksel analizlerde SPSS for Windows Ver.
11.5 istatistiksel paket programı kullanılmıştır. Varılan 3
ilginç sonuç şöyle özetlenebilir: 1) Modern tıp, her iki kuşakta oldukça etkileyici bulunmaktadır. 2) Canlıdan organ ve
doku nakli bağışçısı olma bakımından, her iki kuşakta da
kadınların verici olmaya daha gönüllü oldukları görülmüştür.
Veli grubundaki erkekler, ailelerinden organ kabul etmeye
meyillidirler. Öğrenci grubundaki genç erkekler, beden
bütünlüğü konusunda en hassas ve çekinceleri olan gruptur. 3)
Öğrenci grubunda tıp kurumu ve uzmanlarına güvensizliğin,
veli grubuna göre daha yüksek oranda olması, düşündürücü
bir durum ortaya koymaktadır.
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU DERNEĞİ
www.teth.org.tr
- 26 -
American Medical Association (AMA)/Amerikan Tıp Birliği Duyurularından
TIP ALANINDA CİNSİYET AYRIMCILIĞI
(E-9.035- Gender Discrimination in the Medical Profession)
Tıp okulu ve diğer tıp kurumlarındaki yönetici doktorlar,
bütün idari konumlarda görev alan kadın sayısını artırmak için
bir an önce harekete geçmeli. Halihazırda, bu görevleri üstlenecek donanıma sahip, çok sayıda kadın hekim bulunuyor. Ayrıca,
bütün hekimlerin çalışmalarının karşılığını eşit olarak almasını
sağlayacak bir sistemin de bir an önce oluşturulması gerekiyor.
Aynı deneyime sahip, aynı işleri gören ve aynı uzmanlık dalında
çalışan erkek ve kadınların, yaptıklarının karşılığında aynı ücreti alması gerekir. Hekimlerin çalıştıkları yerlerde şu noktaların
hayata geçirilmesine önem vermesi gerekiyor:
1) Ailesine zaman ayırmak için kariyerini yarıda kesmek
zorunda kalmış hekimlerin sorunsuzca iş yaşamına dönebilmesini garantileyecek düzenlemeler 2) Bakım gereksinimi olan
çocuklar için kurum bünyesinde yuva ve kreşler 3) Hamilelik ya
da ailevi yükümlülükler gereği bir dönem işinden uzak kalmak
zorunda olan hekimlerin iş güvenliğini sağlayacak hükümet
politikalarının geliştirilmesi. Tıbbi akademik çerçevede çalışan
hekimlerin şu noktaların hayata geçirilmesine önem vermesi
gerekiyor: 1) Kıdem ve atama kararlarının “saati durdurma”
yöntemiyle alınması, yedi yıl kuralının gevşetilmesi ya da kıdem
ve atama standartlarına uyulması için gereken sürelerin, yarım
zamanlı atamalarla uzatılması 2) Araştırmaya aşırı vurgu yapan,
eğitim ve öğretim faaliyetlerinin değerini göz ardı eden kıdem
standartları yerine, bireysel yeteneklere göre kariyerde yükselme
olanağı tanıyan düzenlemeler, nicelik yerine niteliğe ağırlık
veren yayın kriterleri, ne kadar zamanda ve miktarda yayın
yapılmasına ilişkin daha akla yakın talimatnameler 3) eğitim,
klinik görev, araştırma ve idare sorumluluklarının ve bu alanlarda yükselme olanaklarının kadın ve erkekler arasında daha adil
biçimde dağıtılması. Ayrıca, akademik kurumlarda görev yapan
hekimler öğrenci ve asistanları, daha adil ve görünür bir sisteme
göre danışmanlara dağıtacak şekilde bir danışmanlık yapılanması geliştirmeyi de görev bilmelidir. Bu tip politikaların olmadığı
ya da takip edilmediği kurumlarda, tüm tıbbi çalışma yerleri ve
kurumları, cinsel tacize karşı işleyebilir ceza mekanizmaları
oluşturmalıdır. Disiplin komitelerinde her iki cinsiyetten ve
çeşitli toplum gruplarından insanlar temsil edilmelidir. Bu komitelerin tacize karşı ceza verebilecek yetkisi olmalı ve korumaları gereken kişilerce komiteler kolaylıkla ulaşılabilir şekilde işlemelidir. Önyargı ve kayırmaya karşı, araştırma fonlarını yöneten
kişiler, bilimsel ve tıbbi dergilerin editörleri kararlarını verirken,
başvuru sahibinin cinsiyeti konusunda bilgilendirilmemeyi tercih etmelidir. Buna rağmen, editör ve fon idarecisinin yazarın
kimliğini bilmesi ve buna uygun karar vermesi mümkün olabilir
(II, VII) Yayınlanma tarihi: Haziran 1994, “Tıp alanında cinsiyet
ayırımcılığı” raporuna dayanılarak hazırlanmıştır. (Women’s
Health Issues. 1994; 4: 1-11)
HEKİMLERİN SAĞLIK ve İYİLİK HALİ
(E-9.0305- Physician Health and Wellness)
Sağlık ve iyilik halinin korunması için akut ve kronik hastalıklardan korunmak ve oluşan hastalıkları en iyi şekilde tedavi
ettirmek, ruh sağlığının korunması, işe bağlı sağlık sorunlarından kaçınılması ve engelli hale gelinmesine yol açacak durumlara karşı önlem alınması için gayret göstermek büyük önem
taşır. Hekim kendi sağlık ve iyilik haline gereken dikkati sarf
etmezse, sunduğu tıbbi bakımın etkisi ve güvenilirliği de sarsılır. Hekimin fiziksel ya da ruhsal sağlık durumu işini güvenilir bir şekilde yerine getirmesini önleyecek boyutlara ulaştığında, hekim iş göremez hale dahi gelebilir.
Sağlıklı bir yaşam tarzını oluşturan alışkanlıkların geliştirmenin yanı sıra, her hekim kendine durumunu sürekli takip
edecek, nesnelliğinden şüphe duymayacağı bir kişisel doktor
seçmelidir. Sağlık ve iyilik durumları sallantıda olan hekimler
sorunlarını çözmek için zaman kaybetmeden yardım almalı,
kendilerini dürüst bir gözle değerlendirmeden geçirmeli ve
mesleklerine eskisi gibi devam etmelerinin iyi olup olmadığını dikkatle tartmalıdır.
Bir hekim meslektaşına hizmet veren doktorlar, bakım hizmetleri hakkında herhangi bir bilgiyi, hasta onamı olmadan
açıklayamaz. Ancak hasta mahremiyetine ilişkin belirlenmiş
yasal, etik ve mesleki sınırlamalara uymak ya da hastanın
zarar görmesini önlemek için bu kuralın dışına çıkmak gerekebilir. Bu gibi koşullarda, hastanın güvenliğinin sağlanması ya
da yasal zorunluluklara uyulması için verilen bilginin olabildiğince asgari tutulması şarttır.
Tıp camiası, hizmet verenlerinin güvenli ve etkili bakım
hizmeti sunabilecek halde olmasını güvenceye almakla
yükümlüdür. Bu yükümlülüğün gerekleri arasına şu noktalar
girmektedir:
Hekimlerin sağlık ve iyilik halini korumak ve gleiştirmek; meslektaşları yardıma gereksinim duyan hekimlerin durumunun
farkına varacak şekilde yetiştirmek – bir meslektaşın sağlık ya
da iyilik hali tehlikede olduğunda hemen müdahale etmek; kişiyi yardım ve destek aramak için cesaretlendirmek, karşılayamayacağı masraflar konusunda destek bulmasına yardımcı olmak
veya bir uzmana ya da sağlık programına yönlendirmek; hekimlerin sağlık v iyilik hallerini korumalarını ya da yeniden
bulmalarını sağlayacak, uygun bir ortam oluşturmaya yönelik
hekim sağlığı programları geliştirmek; - engelli ve sorunlu
hekimlerin mesleklerini uygulamalarına hemen ara vermelerini
sağlayacak mekanizmalar geliştirmek; - hasta bakımına ara vermiş, ama iyileşip, yeniden mesleğe dönen meslektaşlara yardım
ve destek sunmak; - yardım önerilmesine rağmen, bakım vermeye devam eden ancak engelli durumda olan meslektaşları yasa
ve-ya da etik kuralların gerektirdiği gibi, ilgili mercilere bildirmek. Bu yükümlülük, hekimlik lisansı düzenlemelerini denetleyen kuruma haber vermeyi de gerektirebilir (I, II). Yayın tarihi
Haziran 2004 Aralık 2003’de yayınlanan “Hekimlerin sağlık ve
iyilik hali” Raporuna dayanılarak hazırlanmıştır.
Performans kalitelerinin düşmemesi için, hekimlerin sağlık
ve iyilik hallerinin sürekliliğini güvenceye alması şarttır.
- 27 -
Çeviren: Uzm. Gülkızılca Yürür
YURTDIŞINDA GÖZE ÇARPANLAR
Derleyenler: Elif Dinçer-Aysel Yılmaz
İstanbul Üniversitesi İstanbul Tıp Fakültesi Deontoloji ve Tıp Tarihi AD
YL Öğrencileri
FDA LASİK ŞİKAYETLERİNİN KAPSAMLI
ARAŞTIRMASINI YAPMAYI PLANLIYOR
Çift görme, bulanık görme ve görüşü düzeltmek için yapılan popüler lazer operasyonlarının ardından gelen diğer komplikasyonlar konusundaki şikayetler, Amerikan Gıda ve İlaç
Dairesi’ni (FDA) harekete geçirdi. FDA, olası riskler konusunda hastaları eğitmek ve sorunların kapsamını değerlendirmek amacıyla yeni yollar arıyor. Bu prosedürü geçiren hastalarının çoğunun memnun olduğunu belirten, FDA Cihaz ve
Radyoloji Sağlığı merkezi başkanı Daniel G. Schultz, memnun olmayan bir kesimin de bulunduğunu ve bu insanların
beklentilerinin karşılığını alamadığını, memnuniyetsiz kişilerin sayısını belirlemeye çalıştıklarını belirtti. FDA ayrıca sorun
yaşayan hastaları dinlemek ve prosedürler göz önüne alınarak
riskler konusunda daha iyi bilgilendirme için tavsiyelerde
bulunmak amacıyla gün boyu süren halka açık toplantılar da
düzenliyor. Schultz insanlara karar verebilmeleri için doğru ve
güncel bilgilendirme sağlamak istediklerini de belirtti. Her yıl
yaklaşık 700,000 Amerikalı, Lasik olarak bilinen bu operasyonu geçiriyor. Bir göz için 2,500 dolar masrafı olan Lasik operasyonunu şimdiye kadar yaklaşık 7.6 milyon Amerikalı geçirdi.Operasyon, kornea yüzeyinden bir parçanın kesilip, altındaki kornea dokusunun, miyop, hipermetrop ve astigmat gibi göz
kusurlarını düzeltmek için lazerle yeniden şekillendirilmesini
içeriyor.
Prosedürleri gerçekleştiren hekimleri temsil eden Amerika
Katarakt ve Refraktif Cerrahi Derneği, hastaların yaklaşık
yüzde doksan beşinin sonuçtan memnun olduğu belirtiyor.
Ama yüksek oranda hastanın aşırı derecede göz kuruluğu ve
görüşü zorlaştıran benekli ya da hareli görme gibi sorunlar
yaşadığı yönünde eleştiriler de bulunmakta. 2001 yılında prosedürü geçiren ve şimdi komplikasyon yaşayan hastalara yardım için kurulmuş olan Görme Ameliyatı Rehabilitasyon Ağı
başkanı olan Barbara Berney, karanlıkta göremediğini, gece
araç kullanamadığını ve odasının duvarına baktığında kendini
mumlu kağıda bakar gibi hissettiğini söylüyor. “Her gün Lasik
operasyonundan sonra perişan olmuş ve mutsuz insanlarla
uğraşıyorum,” diyor.
Böylesi şikayetlerden sonra FDA sorunlarının kapsamının
kesin bir değerlendirmesini yapmaya çalışıyor. Schulz’un söylediğine göre, FDA, varolan verilerin yetersiz olduğunu ve
hastaların prosedürden sonraki yaşam kalitelerini değerlendirmek için güvenilir bir yöntem olmadığı kararına vardı. Daha
kaliteli bir bilgi sistemi geliştirilmesi gerekiyor. Kurum, kendilerini daha önce başka tıbbi tedavilerdeki sorunlar konusunda uyarmak için organize olmuş 350 tıbbi tesisten oluşan ulusal bir ağ sayesinde, şikayetler konusunda bilgi toplamayı
planlıyor. Schultz’a göre “Bu bize oftalmik cihazların gerçek
dünyadaki performansı konusunda daha iyi bir görü sağlayacak.” Muhalifler bu çabaları şüpheyle karşılıyor, çünkü organizasyon prosedürleri gerçekleştiren hekimleri temsil ediyor.
Hastaların Lasik sonrası sorunlarını tedavi eden optometri
uzmanı David Hartzok buradan bir sonuç alınamayacağı inancında. “Çalışmayı, endüstri tasarlayacak. En sonunda konunun
biraz da olsa aydınlanacağını umut ediyorduk, ama gidişat onu
göstermiyor.” Güney Carolina Tıp Üniversitesi’ne oftalmoloji
profesörü olan Kerry D. Solomon çalışmanın değerli bilgiler
sağlayabileceğini düşünüyor. “Bu çalışma bize yaşam kalitesini oluşturan birçok farklı görü sağlayacak. Bu yeni bilgi hasta
ve hekimlere büyük fayda sağlayacak.”
Stein R: FDA Plans to Examine Scope of Complaints About Lasik.
Washington Post Friday, April 25, 2008;
URL: http://www.washingtonpost.com/wp-dyn/content/article/2008/04/24/
AR2008042403355_pf.html
AVUKATLAŞAN HEKİMLER:
BİR AVUKATIN BAKIŞ AÇISINDAN
TIBBİ PRATİĞE BAKAN HEKİMLER
ÖĞRENDİKLERİNİ PAYLAŞIYORLAR
Hemşire, eczacı ve diğer hekimlerin oluşturduğu bir takımın
sadece bir parçası olduğunuzu unutmayın. Suzanne Fidler “Bir
hekimin, başka bir hekimin tavsiyesiyle çakışacak bir ilaç yazması sık rastlanan bir durumdur,” diyor. “Doktorlar bakımın
devamlılığı konusunda diğer uzmanlarla aynı fikirde olduklarından emin olmalıdır.” Her vizitede hastanın aldığı diğer tedavi,
tıbbi bakım ya da ilaçları sormak önemlidir. Doktorlar aynı
zamanda kanuni savunma desteği için neler gerektiği konusunda da gerçekçi olmalıdır. Richmond’da dahiliye avukatı olan
Joseph McMenamin’e göre hekimlerin hukuk konusundaki en
büyük yanlışlığı, kendilerini savunmak için yeterince zaman ve
enerji harcamıyor oluşları. Mc Menamin’e göre davalar savaşın
yerini almış durumda. Kanuni bir talebi serinkanlılıkla değerlendirmeye ve kişisel olarak algılamamaya yardım etse de,
McMenamin ve diğerleri, bir savunma oluşturmak için gerekenleri yapmanın çok önemli olduğu görüşünde. “Yeminli ifade
hazırlamak zaman alır,” diye ekliyor Mc Menamin. “Avukatınızı
davalar konusunda eğitmek de öyle. Ben bir hekim olduğum için
doktorların neler yaşadığını biliyorum.”
Kanuni dayanağı olmayan davaların kapsamı
Birçok doktor kanuni dayanağı olmayan davaların giderek
arttığı görüşünde, ama konuştuğumuz hekimler bu görüşe
katılmıyorlar.
Los Angeles’ta damar cerrahı olan, eski AMA (Amerikan
Tıp Birliği) başkanı Donald J. Palmisano, duruşma avukatlarıyla boğuştuğu uzun yıllar boyunca bir yandan da Kongre’de
darp reformu için lobi faaliyeti yürütmüş. Palmisano
“Avukatlar kötü adamlar değildir,” diyor. “Doktorlar esası
olmayan davalar karşısında hemen sinirlenir, ama malpraktis
mücadelesinin her iki tarafında da iyi avukatlar vardır.”
Rol aldığınız ya da almadığınız bir davada adı geçen bir
doktorsanız bunun hiç tesellisi yoktur.
- 28 -
Yine de hekim-avukatlara göre dayanaksız davalar azalmaktadır. 28 boyunca KBB uzmanlığı yapan avukat Arthur
Acwartz “Obstetrisyenler gibi uzmanlar daha büyük risklerle
karşılaşmaktadır, ama birçok hekim için bu geçerli değildir,”
diyor.
Dayanağı olmayan davaları kısaltmak için 23 eyalette,
çoğunlukla davanın dayanağı bulunduğuna dair onay verecek
bir uzman tanığın doldurduğu bazı formlar kullanılmaya başlanmıştır. Bir hekim-avukat olan James E. Beasley’e göre
“Pensilvanya da bu kanun 2003 yılında kabul edildiğinde,
malpraktis şikayetlerinde önemli bir azalma oldu. Bundan
önce bazı avukatlar, hekim veya sigorta şirketinin bununla
savaşacak enerjisi olmadığını düşünerek dava açıyorlardı. Bu
artık olmuyor.”
Birçok hekim, avukat ücreti anlaşmasının iki yüzü keskin
bıçak gibi olduğunu düşünür. Bir yanda bu hastanın doktoru
dava etmesini kolaylaştırırken, diğer yanda avukat ücreti
anlaşmaları dayanağı olmayan davaları engelleyebilir. Bu
düzenlemede avukatlar kaybettikleri davadan ücret almamakla kalmıyor, danışılan uzmanların ücretlerini ve dava masraflarını da ödemek zorunda kalıyor. Bir DO-JD olan Eric Shore
“Bir malpraktis davasını mahkemeye taşımak firmama 20,000
ila 50,000 dolara maloluyor, “diyor.
Doktor-avukatlardan ipuçları
— Olumsuz sonuçlar ve hatalar konusunda hastanızla konuşmak için daha fazla vakit ayırın. Tedavi beklendiği gibi gitmezse dürüst ve mütevazi olun.
— Kaçınılmaz komplikasyonları ve bunların ihmalden nasıl
ayrıldığını açıklayın.
— İyi niyetin dava edilmeyi engellemediğini unutmayın, bu
yüzden adaletsizlikle rasyonel şekilde ilgilenin.
— Kayıtlarla oynamayın.
— Eğer tedavi reddediliyorsa bunu belgeleyin.
— Belirli bir hasta ya da tanının standart tedavisi konusunda
emin değilseniz, Standard tedavinin ne olduğunu öğrenin.
— Hastanızın tedavi gördüğü diğer uzmanlar, kullandığı ilaç
ve reçeteli ilaçlarını öğrenin.
— Savunma hazırlamak için yeterli zaman ayırın.
— Doğru tarafta olmak kadar, sempatik bir davalı olmak da
önemlidir, unutmayın.
— Mahkemedeyken duygularınıza hakim olun. Sakin, mantıklı ve jüriye yardımcı olma konusunda kendinize telkinde bulunun.
eğitim, jüriyi kazanmaya da yardım ediyor. McMenamin’e
göre bir doktorun işi, hastanın tavsiyelere uyması için, karmaşık kavramları sıradan insanların anlayabileceği şekilde basitleştirmek. “Aynı şey, tıp eğitimi almamış olan jüri için de
geçerli. Bir hekim-avukatın jüri üyelerine açıklama yapması
daha kolay oluyor.”
Tutumunuzu ne zaman belirlemelisiniz ?
Eğer tüm çabanıza rağmen dava edilmişseniz, hislerinizi
kontrol etmek çok önemlidir. Kontrolsüz öfke ve düşmanlığın,
savunmanızı sabote edeceği bir gerçektir. Bu nedenle hekimavukatlığın yanında bir de pilot lisansı bulunan James E.
Beasley, Pensilvanyalı bir hekime açılan davadan endişe ediyor: “Doktor o kadar kibirli ve kendine dava açıldığı için o
kadar sinirli ki, sanki hiç yanlış yapan hekim görmemiş gibi
davranıyor. Jüri ondan nefret edecek.”
Beasley kendine resmen zorla dava açtıran bir başka
hekimden de bahsediyor. “Bir Aort anevrizması operasyonuna
yardım eden bir cerrah vardı. Sekiz saatlik operasyon sonunda
hasta kurtarılamadı. Aile doğal olarak çok üzgündü, ama doktorla konuşmak istediklerinde doktor vakti olmadığını söyledi.
Hastanın ailesi sinirlenip onu dava edeceklerini söyleyince
cerrah şöyle cevap verdi ‘Tamamdır, sıra numarası alın’ ve
yürüdü gitti.Biraz sempatik davranarak kısa bir açıklama yapmak ve görüşme için ertesi günün uygun olduğunu söylemek
yalnızca 30 saniyesini alırdı” diyor Beasley. “Cerrah yanlış bir
şey yapmamıştı, ama tutumu, aileyi bir avukata koşmaya itti.
Hastaların sorularına yanıt veren hekimler genellikle dava
edilmezler.” Öfkenin mazur görüldüğü durumlar olduğunu
kimse inkar edemez. Hekimin tepkisinin nedeni genellikle, iyi
niyeti olduğunu ve ihmalkar davranmadığını düşünmesinden
kaynaklanmaktadır. Hekimlerin birçoğu davaları kendi dürüstlüklerine bir saldırı olarak görürler. Ama damar cerrahı Donald
J. Palmisano, okulda şunları öğrenmiş: “Hekimin niyetinin
dava edilmekle pek ilgisi yoktur. Sorun hastanın zarar görmesine standart tedavideki bir sapmanın neden olup olmadığıdır;
bunun iyi ya da kötü olmakla alakası yoktur.” Hekim-avukat
Eric Shore 26 yıllık tıp pratiğinde üç kez dava edilmiş. Artık
çoğunlukla doktorların savunmasını yapıyor ve onlar için
sürecin kolay geçmesine yardım ediyor. “Fazla sinir hem akıl
sağlığınızı, hem de pratiğinizi etkiler ve sizi savunan avukata
yardımcı olmanızı da engeller. Herkes hata yapar. Gerçeklere
objektif olarak bakan hekimlerin kazanma şansı daha yüksektir.”
Şu temel gerçeği göz ardı etmeyin
Mahkemede hekimlere yardım için tıbbi
deneyim kullanmak
Tıbbi eğitimlerinden ötürü, hekim-avukatlar uzman tanığın
gerçek dışı bir teori üretip üretmediğini daha çabuk anlarlar.
Suzanne Fidler, “Uygun bir tanık seçmek ya da bir sahtekarı
ifşa etmek genelde daha kolaydır” diyor. “Başımdan geçen bir
davada bir uzman, benim hekim olduğumu farketmedi.
Kartımda ve internet sitemde hekim olduğum yazıyor ama,
avukat gömleğimi giydiğimde bunu açıklamaya çok gönüllü
olmuyorum. Yanlışlığını bildiğim şeyler söylüyordu. Eğitimim
sayesinde yalanlarını kolaylıkla ortaya çıkardım.” Joseph
McMenamin de aynı görüşte. “Doktor olmak, uzman tanığın
yanlış bilgi verdiğini anlamama yardım ediyor. Doktor olduğumdan onlarla aynı dili konuşuyor ve teorilerindeki açıkları
hekim olmayanlara göre daha hızlı yakalayabiliyorum.” Tıbbi
Birçok malpraktis davası tıbbi kayıtlara bağlı olarak kazanılır (ya da kaybedilir). Arthur Schwartz, “Tıp fakültesinde
hepimize tedavi protokolünü kaydetmemiz öğretildi, ama bu
her zaman olmuyor” diyor. Savunma avukatları, sigorta şirketleri ve tıp çevreleri doktorlara kayıtları değiştirmemelerini ne
kadar çok söylerse söylesin, hekim-avukatlar, sürekli olarak,
değiştirilmiş tablolar gördüklerini belirtiyorlar. Bu, hekimlerin
en büyük hatasıdır. Eric Shore şunları belirtiyor, “Hekim hastanın mutsuz olduğunun farkındadır. Bu nedenle kaydı kontrol
eder ve bazı risk ya olası komplikasyon hakkındaki konuşmayı kaydetmediğini farkeder. Eğer bunun tarihini doğru yazmamışsa, bu sonunda gelip yakasına yapışacaktır. Niyeti ne kadar
masum olursa olsun, jüride sahtekarlık yaptığı izlenimi uyanacaktır. Bunun için çeşitli alternatifler bulunmuş. Örneğin,
hekimler farklı renk bir kalem kullanabilirler.”
- 29 -
Diğer ipuçları
“Takip için geri gelmesini istediğiniz hastanın kaydına
bunu düşün. Gelip gelmediğini ve onu getirmek için yaptığınız
çalışmayı kaydedin. Eğer düşük bir ihtimalle de olsa hasta hiç
geri çağrılmadığını söylerse, elinizde bir belge olacaktır. Lang
şöyle diyor “Eğer hasta kolonoskopiye gitmeyi reddediyorsa
bunu kaydetmelisiniz. Eğer hastada sonradan kolon kanseri
gelişirse, sizin savunmanız hazır olur. Siz kaydettiğiniz zaman
hasta bunun kendine söylenmediğini savunamaz. Bu da jüri
için artı puandır. Risk, fayda ve alternatif tedavileri açıklamak
yeterli değildir” diye ekliyor Palmisano. “Sizi dava etmeye
niyetli bir hasta sizin bunu söylediğinizi hatırlamadığını iddia
edebilir. Bu eğer kaydedilmişse büyük ihtimalle dava reddedilir.”
Teste gönderip takibini yapın
Eğer bir hastada pnomöni varsa ve antibiyotik tedavisi
yapılmışsa, infiltratın temizlendiğinden ve altında karsinom
olmadığından emin olmak için göğüs filmi takibini yapın. Bu
savunma için değildir, standart tedavidir.En kötü olasılığı
kontrol etme konusu da önemlidir. Mide ekşimesi ya da göğsünde rahatsızlık hisseden bir hastayı ele alalım. Hasta genç
olması nedeniyle kalp hastalığı profiline uymuyor, bu yüzden
de kardiyoloji tetkikleri yapılmıyor. Bu sadece reflü de olabilir, ama angina da olabilir. Doktorlar hangisinin hastayı öldürebileceğine karar verip, önce o olasılığı yok etmelidir…
Crane M Doctors who became lawyers: What they want you to know MDJDs share provocative lessons they learned from looking at medical practice
from an attorney’s point of view.
Medical Economics. Apr 4, 2008
URL: http://medicaleconomics.modernmedicine.com/memag/article/
articleDetail.jsp?id=505787&s)k=&date=&pageID=4
HASTALAR ŞİKAYETÇİ OLDUKLARINDA
NE YAPMALILAR?
süre sonra içinde, teşekkür eden ve hastanın memnuniyetinin
sizi ilgilendirdiğini belirten bir notla karşılık verin. Şikayet ne
şekilde iletilirse iletilsin (mektupla, e-postayla, telefonla ya da
bireysel olarak), hastayı, aceleniz olmayan ve rahatsız edilmeyeceğiniz bir zamanda konuyu detaylı konuşmak için davet
edin. Büroda, hasta ve çalışan trafiğinden uzak, konuşacak
sakin bir yer bulun.
Önce hastanın konuşmasına izin verin ve sözünü kesmek
için acele etmeyin. Eğer hoşnutsuzluğunun nedenini anlamadıysanız “Kızdığınız konu hakkında bir örnek verir misiniz?”
ya da “...dediğinizde tam olarak ne demek istediniz?” gibi açık
uçlu sorular sorun.
Hastanın sıkıntısıyla ilgilendiğinizi gösterin, sonra savunmaya geçmeden, hikayeyi kendi tarafınızdan anlatın. Örneğin
tedaviyle çok fazla iyileşme göstermeyen bir hasta, oldukça
çok hayal kırıklığına uğrar. Bu duyguyu göz önünde bulundurun. Şöyle diyebilirsiniz “Gücünü yeterince geri kazanmadığın
için ne kadar üzgün olduğunu anlıyorum. Ben de böyle hissederdim.” Eğer şikayetin nedeni olası bir tıbbi hataysa dikkatli
davranın. Hastalar genellikle affedilebilir, hataları mazur
görürler. Ancak, diğer hekimler hakkındaki hata ya da eleştirileri kabul etmek, ileride bir davada meslektaşınız karşısında
tanıklık etmeniz gerekirse kanıt olarak kullanılabilir. Samimi
ilgi ve sorunu çözmek için verilen sözler çok değerlidir.
Hastaya sorunun nasıl çözüleceği konusundaki fikrini sorun.
Sonra konuya dikkatinizi çektiği için ona teşekkür edin, ve elinizden geleni yapacağınıza onu ikna edin. Ama konuyu takip
etmeyi unutmayın; eğer bir hastaya konuyla ilgileneceğinize
dair söz vermişseniz, sorun çözüme kavuştuğunda bunu hastaya bildirin ya da neden çözümlenmediği konusunda açıklama
yapın.
Johnson LJ: What to do when patients complain.
Malpractice Consult. Medical Economics Mar 21, 2008.
URL: http://medicaleconomics.modernmedicine.com/memag/
Medical+Malpractice%3A+Communication/What-to-do-when-patients-complain/ArticleStandard/Article/detail/501541?contextCategoryId=4393
MALPRAKTİS DANIŞMANLIĞI
HEDİYELER: TÜM BU TELAŞ NİYE?
Hasta şikayetleri ve suçlamaları, rahatsızlık verici, zaman
alan ve hatta korkutucu olaylar olabilir. Ama sorunları mahkemeye gitmeden belirleyip düzeltme yolları da olduğunu unutmayın.Yapılan çalışmalar malpraktis davalarının ana nedenlerinden birinin hasta ve hekim arasındaki iletişimin kesilmesi
olduğunu göstermektedir. Hastalar size sorunlarını dinletemiyorlarsa, bunu yapacak bir davacı avukatı bulabilirler. Bu
nedenle şikayetlere kulak verin ve personelinize de dinlemelerini söyleyin. Klinik dışı sorunların hastaların üzüntüsü kızgınlığa dönüşmeden hemen çözüme kavuşması için yetkiyi büro
müdürüne bırakın. Ama unutmayın ki, özellikle bakım kalitesiyle ilgili daha ciddi şikayetlerle bireysel olarak karşılaşmak
zorunda kalabilirsiniz. Hastaların çoğu, şayet siz ve ofis personeli onların ihtiyaçlarını önemsediğinizi ve onların memnuniyeti için çalıştığınızı hissederlerse, uzun bekleme sürelerini,
fatura tartışmalarını ve diğer sıkıntıları (hatta optimumun
altındaki sonuçları bile) kolayca affederler. Hastanın geri bildirimi, sizin kendinizi değerlendirmeniz için gerçek ipuçları
verir. En iyisi elbette hastalarla yüzyüze konuşmaktır, ama
öneri ve istek kutusu da oldukça işe yarar. Önemli olan her
şikayeti ciddiye almaktır. Eğer bir hasta size yazmışsa, kısa
Doktorların çoğu ilaç endüstrisinden gelen hediyelerden o kadar da çok etkilenmediklerini söyler Neredeyse
tüm hekimlerin ofisleri hediyelerle doludur: Her biri birer ilaç
şirketinin logosunu taşıyan kalemler, kahve fincanları, defterler, saatler, golf topları vardır. Doktorların çoğu böylesi “hediyeleri” (ya da ara sıra davet edildikleri bir akşam yemeğini)
kabul ederken bunun üzerine çok kafa yormazlar. Bu hediyeleri, mümessillerin yoğun programlarından çaldığı zamanın
telafisi olarak görürler. Ancak hediyeler büyüdüğünde (bir golf
turu, bir tatil köyünde hafta sonu tatili, tenis maçı biletleri, ya
da gösterili bir akşam yemeği) hekimler daha ihtiyatlı davranırlar. Doktorların bu süslü ikramiyelerin, sadakâtlerini satın
almanın bir yolu olduğunun farkında oldukları açıktır. Ancak
düzenlediğimiz 2002 Etik Anketi’ne katılan hekimler arasında
%71’lik kısım, hediye, gezi ve konukseverliğin nesnelliklerini
etkilemediği görüşünde. Birçok hekim bu fikri onur kırıcı
buluyor. New Mexico’lu bir dahiliyeci “Bilime ve deneyimime dayanarak reçete yazarım,” diyor. “O kadar da çok etkilenmiyorum.” Seattle’lı bir kardiyolog da aynı görüşte: “İlaç şirketlerinin desteğimizi almak için görüşmeler yapmasında bir
sorun görmüyorum. Eğer ilaç fiyatları çok yüksekse, hastaları-
- 30 -
nız bunu size söyler. Eğer işe yaramıyorsa, bundan da haberiniz olur. Eğer çok uygunsuz ve kötü bir sonuç çıkarsa, hastanın avukatları sayesinde haberiniz olur.”
Bir hekim, konu nedeniyle AMA’dan ayrıldığını belirtiyor.
“Sırf bir ilaç hakkında bilgi edinmek için bir gezi ya da yemeğe gittim diye, bu ilacı yazabileceğimi düşünmek bir hakarettir. Eğer ilaç iyiyse, hastalarıma faydası dokunacaksa ve
hesaplıysa, bu ilacı kullanırım. Eğer değilse, kullanmam.” Bu
hediyelerin gerçekten de pratikte, doktorlar üzerinde hiç etkisi
olmadığı doğru mudur? Cevap ne yazık ki hayırdır. ’00 yılında JAMA’da basılan 16 çalışmanın analizine göre, hekimlerin
ilaç mümessilleriyle etkileşimi, daha yeni ve pahalı ilaçların
reçeteye yazılmasına neden olmuşken, yazılan jenerik ürünlerin sayısının azalmasına yol açmıştır.
Katılımcılarımızın bir kısmı da bunu onaylıyor.
Michigan’dan bir dahiliyeci “Belirli ilaçların, kliniğimizde
tanıtıldıktan sonra daha fazla yazıldığını gösteren kuruluş içi
ilaç verilerimiz var” diyor. Hekimlerin çoğu da, daha ucuz bir
alternatif varken bile markalı ilaçları yazdıklarını söylediler.
Bir jinekolog, “Yoğun olduğumda, yazacağım ilaç büyük ihtimalle aklıma ilk gelen ilaç olur, “diyor. Şüphesiz ki ücretsiz
numuneler belli markaları doktorların zihninin hemen önünde,
ulaşılabilecek bir yerde tutuyor. Bazı hekimler etkiyi sınırlamak için çalışıyor, hastaların tasarrufu için, onlara vermek
üzere numune kabul ederken, ilaç mümessillerinden gelen
başka hiçbir hediyeyi (defter, kalem de dahil) kabul etmiyorlar. Bir dahiliyeci olan Mary Ann Bauman “Etki oluşturabilecek iz bile görmek istemiyorum,” diyor. Şirketler yine de doktorlara teklif götürme yolları buluyor. Bir dahiliyeci şunları
söylüyor “Kısa süre önce akademisyen olarak Boca Raton ve
Phoenix’e yapılan gezilere davet edildim. Danışman olarak
gittiğim bir tatil köyünde geçirdiğim hafta sonundan sonra,
artık her şeyin numara olduğunu anlıyorum. Tüm hafta sonu
boyunca bana tek bir soru soran olmadı.”
AMA, hediyelerin “çok değerli” (100 dolar üstü diye tarif
ediliyor) olmaması gerektiğini bildiriyor, ayrıca bu hediyenin
hekime değil, hastaya faydası olmalı. (Bu yönergelere göre bir
tıp kitabı almakta bir sakınca yoktur, ama futbol maçı biletleri
için vardır.) AMA ayrıca, daha büyük bir hediye seçmek ve
konferans kayıt ücretleri ya da yolculuk masraflarını karşılamak adına ödeme almak için “puan” biriktirmeye de karşı çıkıyor. Amerikan Hekimler Akademisi-Amerikan Dahiliye
Derneği’nin yönergeleri daha az kesinlik taşıyor: “İdeal olan,
hekimlerin, değeri ya da faydası ne olursa olsun, eğer mesleki
karar ve hasta bakımına gölge düşürme olasılığı varsa, hiçbir
tanıtım hediyesi ya da daveti kabul etmemelidir.”
Amerika İlaç Araştırma ve İmalatçıları (PhRMA) üye şirketlerinin satış elemanları için gönüllü olarak pazarlama
yönergeleri kabul etti. PhRMa başkanı Alan F. Holmer, “Yeni
kılavuz şirketin satış görevlilerinin sağlık uzmanlarıyla etkileşiminin, hastalara fayda sağlamak ve tıp pratiğini geliştirmek
için olduğunu açıkça belirtmektedir” açıklamasını yaptı.
Gerçekten de bu kılavuz oldukça belirli maddeler içeriyor.
Örneğin mümessillerin hekimleri bilgi içeren bir sunum eşlik
etmedikçe yemeğe davet etmeleri yasaklanıyor. Aynı zamanda
video oynatıcı, sanat eseri, seyahat kuponu, golf çantası ve
eğlence (kısacası doğrudan hasta bakımıyla ilgili olmayan her
şey) de dahil olmak üzere belli değerin üstündeki hediyelere
de sıcak bakmıyor. 30 dolar değerinde bir kitap kuponu bile,
bu bir tıp kitabı ya da sağlıkla ilgili bir kitap değilse, yeni
kurallara göre, alınmaması gerekenler arasında.
Kılavuzu eleştirenler bunun, denetimcileri ilaç şirketlerinin
ensesinden uzak tutmak için tasarlandığını düşünüyor.
NewYork’lu bir dahiliyeci ve hiçbir ilaç şirketi hediyesi kabul
etmemeye söz vermiş bir hekimler örgütü olan No Free
Lunch’ın (Bedava Yemek Yok) (www.nofreelunch.org ), yaratıcısı Bob Goodman, “PhRMA yönergelerinin, halka ilişkileri
düzeltmek için yapıldığı açıktır,” diyor.
Buna rağmen Goodman kılavuzu hoş karşılıyor ve sektörün buna uyacağı konusunda iyimser. “Hekimler ve aldıkları
hediyeler son zamanlarda medyayı oldukça çok meşgul etti,
ilaç şirketlerinin daha fazla kötü reklam istediklerini sanmıyorum.” Aslında Goodman’ın söylediğine göre, yeni yönergeler
onaylandıktan kısa süre sonra büyük ilaç şirketlerinden biri,
bir grup hekimi götüreceği yemek ve Broadway gösterisinden
oluşan davetini geri çekti. Ama Goodman’a göre, sorumluluk
sadece ilaç şirketlerinde değil. Doktorlar da bu işin bir parçası, çünkü birçoğu ilaç şirketlerinden cömert hediyeler bekliyorlar. “Kültürü değiştirmek zaman alabilir, ama umut verici
adımlar atıldığını görüyoruz.”
Murray D. Gifts: What’s all the fuss about?. Medical Economics
2002;19:119
URL: http://medicaleconomics.modernmedicine.com/memag/Physician+
Surveys%3A+2002/Gifts-Whats-all-the-fuss-about/ArticleStandard/Article/
detail/ 116468?contextCategoryId=8424
YETERSİZ HEKİMLER:
GERÇEKTEN KÖTÜLER Mİ?
Etik davranmaya çalışan bir doktor için bazen kurulu
düzen, korku ya da empatinin gerisine düşebilir, ama
bunun bedelini ödeyenler hastalar olabilir Eyalet Tıp
Kurulunda ya da hastanenizin yönetimi ya da çalışanları arasında yetersiz bir meslektaşınızı gösterebilir misiniz? 2002
yılında yaptığımız etik anketine katılan hekimlerin yüzde altmış beşi bu soruya “Evet, alkol ya da uyuşturucu yüzünden
yetersiz ya da performansı ve muhakemesini etkileyen fiziksel
veya ruhsal rahatsızlıkları olan bir hekim gösterebilirim” cevabını verdi. Dahiliyeci olan Catherine Landers Skokie de bu
şıkkı işaretlemiş olanlardan. “Eğer kendi kendimizi kontrol
altına almazsak, bunu başkası yapacak ve bunu bizim yapacağımızdan çok daha sert şekilde gerçekleştirecekler. Bu aynı
zamanda meslek onurunu korumak anlamına da geliyor. Kötü
doktorların, tüm doktorların adını lekelemesini istemiyorum.”
Ama yetersiz hekimlerle çalışan birçok etikçi ve uzman, bizim
oluşturduğumuz yüzdenin, eylemden çok mahkum etmek
demek olduğunu düşünüyor: “Doğru olanı yapmaktansa bir
anketteki kutucuğu işaretlemek daha kolaydır.” Pennsylvania
Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde biyoetikçi olan Paul Root
Wolpe “İnsanlar onları ele vermek yerine arkadaşları ve yakın
meslektaşlarıyla konuşmayı tercih ediyor” yorumunu yapıyor.
“Hekim ancak hastalarından birinde soruna yol açmışsa bildiriliyor.”
On katılımcıdan üçü Wolpe’un tarif ettiği yolu tercih ederek, yetersiz hekimle, sorunu özel olarak konuşacaklarını söylüyor. Elbette hekimler arasıra görüştükleri biri yerine, iyi
tanıdıkları biriyle konuşmayı tercih ederler. Mullica Hill’den
Craig Wax, “Eğer bir doktorun alkol ya da uyuşturucu kullandığı biliniyorsa ve ben onu konsültan olarak kullanmıyorsam,
büyük ihtimalle bu işe hiç karışmam,” diyor. Ancak katılımcıların yüzde 95’i, meslektaşlarının bozulduğuna inanıyorlarsa
harekete geçmenin etik zorunluluk olduğunu söylüyor. Bu kıs-
- 31 -
men bağımlılığa karşı olan tutum değişimini yansıtıyor.
Hekimlik vasfına uymayan alkol ya da uyuşturucu bağımlılığı,
artık tedavi edilebilir hastalıklar olarak görülüyor. Sonuç olarak, Hekimler için Kişisel Eğitim Merkezi, (bu merkez yetersiz hekimlere değil, yetenekleri vasatın altındaki hekimlere
eğitim veriyor) Aurora’nın medikal direktörü Martha
Illige’nin de belirttiği gibi, hekimler bağımlı arkadaşlarını gittikçe daha çok tedavi olmaları yönünde zorluyor. Doktorları
yetkililere bildirmek ise başka bir dert. Birçok hekim, meslektaşlarının kariyerini mahvedecek ya da bumerang gibi kendilerine dönebilecek bir şey yapmak istemez. Ama, arkadaşlarını
bildirmekte tereddüt eden Wax ve diğer katılımcılar, onun hastalarına zarar verdiğini ya da onları tehlikeye attığını gördükleri anda rapor ediyorlar.
AMA’nın Tıbbi Etik Yönergesi, “yetersiz, ehliyetsiz ve
etik dışı davranan meslektaşları bildirmek hekimin etik zorunluluğudur” diyerek, kelime oyunlarına yer bırakmıyor.
Yönergeye göre yetersiz hekimleri eyalet lisans kuruluna bildirmeden önce, doktorların bu kişileri tedavi programlarına
gitmeye ikna etmeye çalışmaları ya da hastanelerinin şefi ya da
personeliyle irtibata geçmeleri gerekmektedir. Ancak, lisans
kurullarını son çare olarak kullanma nedenleri ortadan kalkmaktadır. Minnesota Universitesi’nde tıp profesörü olan geriatri uzmanı Steve Miles’a göre birçok lisans kurulu, hastalara
zarar vermemiş yetersiz hekimleri, herhangi bir yaptırım
uygulamadan tedavi programlarına sevketmektedir. Burada
fikir “doktorların birine zarar verene kadar saklanacağına,
tedaviye gelmeleri”dir.
Hekimler lisans kurullarına gitmeye hâlâ gönülsüz olsalar
da, esas olarak bağımlılık sorunları olan hekimler, çoğu eyalet
tıp derneklerince yürütülen “hekim sağlığı programları”na da
sevkedilebilirler. 12 eyalette hekimlerin, eğer hastalara zarar
vermemişlerse meslektaşlarını lisans kurulları yerine hekim
sağlığı programlarına sevketmelerine izin verilmektedir.
Sorun, yetersiz hekimlerin hastalara zarar vermeden önce
belirlenmesinin zorluğudur. Paul Root Wolpe’ye göre akademik bir hastanede “yetersiz ya da ehliyetsiz olup hemen farkedilmemek zordur. Ama küçük bir cemaat hastanesinde çalışan
bir cemaat doktorunun farkedilmesi çok daha zordur. Bu
nedenle hekimler böyle iddialarda bulunma ve bir başkasının
kariyerini
tehlikeye
atma
konusunda
oldukça
isteksizdirler.”Ancak bu risk insanların düşündüğü kadar
büyük olmayabilir. Haksızca suçlanmış bir hekim iftira davası
açabilir, ama malpraktis avukatı Lee J. Johnson’a göre “birçok
eyalette, iyi niyetli bildirimin dokunulmazlığı vardır.”
Hekimler, ne olursa olsun hastaları için tehdit oluşturabilecek
bir hekimi, yasal misilleme olasılığından çekinmeden bildirmelidir.
AMA Etik ve Kanuni İlişkiler Konseyi Başkanı Leonard
Morse önce bu hekimi tanıyan başka hekimlerle konuşulmasını önermektedir. Morse, kendisinin de operasyon sonrası verilen ağrı kesicilere bağımlı hale gelmiş bir hekimi bildirdiğini
belirtiyor. Hekimi bildirmeden önce onu tanıyan iki doktorla
daha konuşup yapılacak en iyi şeyin bu olduğuna karar ermişler. Bağımlı hale gelen hekime saygı duyup ona yardım etmek
istediklerini söyleyen Morse şöyle devam ediyor: “Bu, yapmak zorunda kaldığım en zor hareketlerden biriydi.”
Bazı hekimler, yetersiz bir meslektaşlarını bildirdiklerinde
başka tür misillemelerle karşılaşmaktan korkuyorlar. Johnson,
“Düşman edinmek istemiyorlar,” diyor. “Gelecekteki başvuruları düşünüyorlar, kendilerini karşılarındakinin yerine koyup
düşünüyorlar, ‘Ya bu ben olsaydım?’” Craig Wax buna tanıklık edebilir. Aile hekimliği ihtisasını ilk tamamladığında,
yetersiz olduğunu düşündüğü herkesi bildirmeye meyilliymiş.
Ama o günden bu yana yaptığı, hem yalnız hem de grup çalışmalarından sonra yetersiz bir hekime kişisel olarak yaklaşmanın daha iyi olduğuna karar vermiş. “Diğer doktorun saygınlığını lekelemekten korkarım. Fitneci olarak ün kazanmayı da
hiç istemem,” diyor. “Diğer doktorlar aşırı tepki verdiğimi
düşünebilirler ve kendi kendilerine şöyle diyebilirler: ‘Oh,
Charlie mi? O hep böyleydi ve kimseye bir zararı dokunmadı.
Onu bildirmek saçma olur.’”
Richard Waltman, “Yetersiz bir meslektaşı bildirmeden
önce haklı olduğumdan emin olmak isterim” diyor.
“Endişelerimin haklı olduğundan ve herhangi bir şeyi yanlış
yorumlamadığımdan emin olmalıyım.” Meslektaşınız yetersiz
gibi görünüyor, ama madde bağımlısı değilse, özellikle çok
dikkatli olmalısınız. Bir hekimin, zihinsel olarak yetersiz hale
gelmemişse, zihinsel ya da fiziksel bir hastalığı olduğundan
emin olmak mümkün değildir. Brian Nadolne, örneğin bir
hekimin elleri titriyorsa, büyük ihtimalle bunu önemsemeyeceğini belirtiyor. Titreme Parkinson hastalığının belirtisi değil,
iyi huylu kalıtsal bir titreme olabilir. “Onun hekimi olmadığım
sürece, buna dikkat edeceğimi zannetmiyorum.”
Miles, ruh sağlığı sorunları yaşayan hekimlerin tedavi istemeyebileceğini belirtiyor, çünkü eyalet lisans kurulları ruhsal
hastalıkları genellikle yetersizlikle bir tutuyorlar. Kendisi de
bipolar II hastası. Bir psikiyatr bunu tanıladığında, Miles klinik amirlerini ve eyalet tıp kurulunu durumdan haberdar etmiş.
Hastalık, pratiğini hiç etkilememiş. Yine de kurulun şöyle
dediğini hatırlıyor: “Tanı konduğu için siz yeterli sayılmıyorsunuz. Tüm psikiyatrik kayıtlarınızı görüp, bir takip programına gönderilip gönderilmeyeceğinize karar vereceğiz.”
(Sonuçta kurul meslekle ilgili yetersizliğin, ruh sağlığı tanısıyla karıştırılamayacağına ve Miles’ın tıbbi kayıtlarının
Amerikan Engelliler Yasasıyla korunduğuna karar vermiş).
Hekimler yetersiz olduğunu düşündükleri doktorları da
kurula bildirmelidirler, ama bu ehliyetsizlik ve engelliliği
anlamaktan çok daha zor bir iş. Eğer birine bir operasyon ya
da bunun görülebileceği bir başka faaliyette yardım ediyorsanız, yeterli olup olmadığını değerlendirme şansınız olabilir.
Ama ya bu doktor muayenesinde standarda uyuyorsa ve başka
bir branştaysa? Kalp ameliyatı gibi alanlarda sonuçla ilgili
bilgi edinmek artık daha kolay. Ama doktorların çoğu bildirmeye karar vermek için bu veriyi kullanmıyor. Hatta eyalet tıp
kurullarının yaptırımlarıyla ilgili halka açık bilgiyi bile kontrol etmiyorlar. Bu nedenle de bir konsültanın yeterli olup
olmadığına dair bilgi, çoğunlukla hastaların geri bildirimleri,
önseziler ve söylentilerden elde ediliyor.
Anketimizde birlikte çalışmayla ilgili sorular da sorduk.
Katılımcıların yüzde on sekizi, bir doktorun uygunluğu hakkında endişeleri olmasına rağmen bir hekimle çalıştıklarını ya
da bakım ağı oluşturduklarını belirtti. Aile hekimleri ve GP’ler
bunu en sık yapanlar. Benzer şekilde büyük gruplarda da
hekimler, gruplarının üyesi olduğu için uygun olmayan
uzmanlarla çalışıyorlar. Wolpe’e göre etik açıdan siyah ve
beyaz gibi net bölgeler pek yok.
Terry K: Impaired Physicians: Speak no evil?. Medical Economics
2002;19:110
URL: http://medicaleconomics.modernmedicine.com/memag/
Physician+Surveys%3A+2002/Impaired-Physicians-Speak-no-evil/
ArticleStandard/Article/detail/116466?contextCategoryId=8424
- 32 -
SİZ OLSAYDINIZ NE YAPARDINIZ?
TIP ETİĞİNDE YENİ SORUNLAR
Sigorta geri ödemesi, performans için ödeme ve pahalı
teknoloji gibi konular en uygun etik yolu seçmeyi hiç olmadığı kadar zor hale getirmiştir Josef Mengele gibi istisnalar
dışında genele baktığımızda tıp, ahlak dışı olana yönelen bir
uzmanlık alanı değildir. Hekimlerin çoğu hastalarının acılarını
dindirmek için bu şekilde davranır. Çoğu hekimin hizmet ederken yani hastalarını iyileştirirken iyi bir gelir elde etmesi,
hekimlerin uzun çalışma saatleriyle yüksek strestli ortamlarda
çalıştıkları ve hastalarına en iyi şekilde yardımcı olabilmek
için didindikleri gerçeğini değiştirmez. Bazılarına göre, bu
sonuncusu zaman içinde bilimsel gelişmelerin hayatın sonu,
üreme ve alternatif terapi konularında yeni sorunlar ortaya
çıkarmasıyla git gide daha karmaşık hale gelmiştir. AMA Etik
ve Yasal Konular Konseyi başkanı psikiyatrist Priscilla Ray,
“Örneğin, geçmişte yapay yollarla insanları hayatta tutamıyorduk. Artık tutabiliyoruz, bu nedenle yaşam destek teçhizatının
ne zaman ve ne kadar süre ile kullanılması gerektiğine karar
vermemiz gerekiyor” diyor.
Hekimler, sigortası olmayan veya sınırlı bir sigorta kapsamına sahip olan hasta sayısının artması, geri ödemelerin reddedilmesi ve performans için ödeme gibi etik boyutu daha da
karmaşıklaştıran yeni ekonomik sorunlarla karşı karşıyadır.
Ashland, KY’de bir aile hekimi ve Amerikan Aile Hekimleri
Akademisi başkanı olan Larry S. Fields “Aile hekimleri hastayı görmeden nadiren cüzdan biyopsi (wallet biopsy) yaparlar”
diyor. “Fakat ödemeniz yapılmadıysa, bu durum hem sizin
hem de hastanız açısından bir kayıp olacaktır (lose-lose situation).”
Bugünün hekimlerinin biyoetik sorunları Chicago Üniversitesi, MacLean Center for Clinical Medical Ethics’de ders
veren ve biyoetik konusunda önemli araştırmalar yapmış olan
dahiliye uzmanı G. Caleb Alexander, “Etik ikilemin niteliği
çakışan ilkeler ve ihtiyaçlar arasındaki gerilimdir” diyor.
Alexander’a göre, hekimlerin şu an karşılaştıkları belli başlı
etik sorunları şunlardır:
Hastalar adına “sistemi oyunlaştırma” eğilimi
Günümüzde pek çok insan sigortasız veya değerinden düşük
sigortalı çalıştığından, hastalar gereken terapi ve medikasyonu
alabilsinler diye hekimlerden çoğu zaman üçüncü taraf ödeyecilerini aldatmaları istenir. Bunu yapmanın en iyi yolu erken
hastane ödemesinden kaçınmak için hastanın durumunu abartmaktır; “çift doz” farmasötik reçetelenir, hasta sigortalı olarak
yaptığı ödemeden iki kat fazlasını alır, hastanın tanısı değiştirilir veya tedavi veya hizmet için sigorta kapsamını korumak
için bulgular şişirilebilir.
Hastanın yargıları, inançları ve tercihleri sizden farklı
olduğunda ne yapacağınıza karar verme Bir hasta kürtaj
olmak ister ya da ertesi gün hapı kullanmak isterse ve siz buna
karşı çıkarsanız? Ya da umutsuz durumda bir hasta etkisi
kanıtlanmamış ve hatta test edilmemiş alternatif bir tedavi için
sevk isterse?
Bakım için seçim yaparken maliyet ve uygun kaynakları düşünme gerekliliği Alexander, “Hekimler hastaların neredeyse sınırsız olan ihtiyaçlarıyla sınırlı kaynakları dengelemelidir” diyor. Sınırlı kaynakların bazıları hekimin kendi zamanı
ve enerjisidir. Fakat sınırlı maddi kaynaklar da vardır, örneğin
transplant yapılacak böbrek veya yapılacak aşılar gibi.
“Reddetsek de hizmetlerimizi sürekli sınırlandırıyoruz.
Testleri sınırlandırıyoruz. MRI küçük anormallikleri anlamada
daha iyi bir test olsa da hastayı CT taraması için gönderebiliyoruz. 15 dakika bakılabilen çoğu hasta daha uzun randevularla daha iyi tedavi edilebilirdi.Tedaviyi sınırlandırıyoruz, çünkü
klinik önerilerin hastanın sağlığa etkisi yanında mali durumuna da etkisi var” diyor.
Burada saydıklarımız bugün hekimlerin karşılaştığı ana
etik ikilemler olabilir, fakat elbette bir bunlarla sınırlı değil.
Liste oldukça uzun ve klinik, maddi ve profesyonel soruları
içeriyor:
— Hastanın ön talimatına her zaman saygı duymak gerekir
mi? Ön talimatta bulunmamış ve geri dönülemez biçimde
komada olan bir hastaya nasıl davranılmalıdır?
— Hastalardan bilgi saklamanız gereken durumlar var mı?
Örneğin bir hastaya ölümcül bir hastalığı olduğu söylemek
veya eşinin (ya da hastasının) STD olduğunu söylemek her
zaman doğru mu?
— Klinik karar verme süreci hediyeler, seyahatler ve ilaç
endüstrisi temsilcilerinden alınan diğer gelirlerle mi belirleniyor?
— Sakatlık ödemesi almak veya işinden izin almak isteyen bir
hasta için sahte bir tıbbi rapor yazmak etik olabilir mi?
— Bir meslektaşınızın madde bağımlılığı sorunu olduğundan
veya klinik açıdan yetersiz olduğundan şüpheleniyorsanız
ne yaparsınız?
— Bir hastaya karşı kendisini etkileyen tıbbi bir hata yaptığınızda yükümlülüğünüz nedir?
— Hangi koşullar altında bir hastanın tedavisini bırakırsınız?
Etiği sorun çözme aracı olarak kullanmak Bilincinizin
rehberiniz olmasına izin verirseniz etik şekilde mi davranmış
olursunuz? Phoenix’de sağlık bakımı stratejisti olan ve tıp
etiği alanında çeşitli kitaplar yazmış olan Dennis A. Robbins,
her zaman değil diyor. Robbins’in görüşüne göre, tıp etiği
neyin doğru neyin yanlış olduğunu, neyin toplumsal açıdan
sorumlu veya sorumsuz olduğunu belirlemeyi ve hastanın saygınlığını ve otonomisini hesaba katmayı gerektiriyor. Bir sorunu tanımlamak, seçenekleri değerlendirmek, en iyi alternatifi
belirlemek, ilkeleri uygulamak ve sorumlulukları hesaba katarak karar vermek için etik ilkeleri kullanırsınız. Ancak diğer
taraftan bilinç, veya kişisel ahlak, yaygın inanışlar ve değiştirmek istemediğiniz inançlar veya hislerle ilişkilidir. “Etiğin
karar vermede tek başına belirleyici olarak görülmesi ve tüm
düşüncelerin eşit değere sahip olması ne kadar doğrudur”
diyor Robbins. “Fakat farklı düşünce düzeyleri var. Bu aralık
en ilkel, denenmemiş düşünce türünden (çoğu zaman ön yargı)
bilimsel ilkelere dayanan ve güvenilir kanıta dayalı fikirlere
kadar bir alanı kapsar.Tıpta etiğin çıtasını denenmemiş düşünce seviyesinde tutmanız gerekir” diyor.
Etik olarak davranmak, ön yargılarınızın yerini alan ve klinik açıdan uygun olan davranış biçimleri ortaya atmak için
bakış açınızı ve yargılarınızı hastanın istekleriyle birleştirmeyi
gerektirir, diyor Robbins. Aydınlatılmış onamın ana fikri bilgi
sağlamak, böylece hastanın kendi tercihlerine göre bir seçim
yapmasını sağlamaktır, rahatsız olacağı bir şekilde korkutmak
değildir.
Bazen, etiğe uyumlu yasalar zor durumlarla başa çıkmanız
için size yardımcı olabilir. Üreme tedavileri, çoğul gebeliklerde seçmeli sona erdirme ve yeni doğan hayatın sonu bakımları konularında etiğin karmaşıklığı üzerine yazılar yazan aile
hekimi Elizabeth A “Kızlarının hamileliğinin sonlandırılmasını isteyen bir anne baba ile karşılaşmıştım ve bir keresinde
bana çocuklarının seksüel açıdan aktif olup olmadığını sor-
- 33 -
muşlardı”, diyor. Pector. “Neyseki bu sorunlara eyalet yasasında ve HIPAA politikasında değiniliyor”, diye ekliyor. Ancak
etiğin çoğu zaman yasa gücü yok, bu da etkisini azaltıyor ve
onu teorik alanın içine hapsediyor, incelenebilen ve tartışılabilen fakat herhangi bir idari makam tarafından uygulanması
zorlanamayan bir alan. Bu nedenle tıp okullarında konuya
bugüne kadar çok da önem verilmemesi şaşırtıcı değil. “Ben
okuldayken veya 1980’lerin ortalarında ihtisas dönemimdeyken herhangi bir iyi tıp etiği dersi hatırlamıyorum. Ne olursa
olsun, 1986’daki dersler bizi 2006’daki tıbba hazırladı” diyor
Pector.
Dennis Robbins Pector’un fikrini paylaşıyor ve tıp okullarında yalnızca etiğin minimalist bir düzeye indirilmediğini
aynı zamanda yanlış zamanda anlatıldığını ekliyor: acemi
hekimlerin tekrar tekrar karşılacakları etik durumlarla ilk karşılaştıkları ihtisas döneminde değil de öğrenimin ilk yıllarında
anlatılıyor. AMA’dan Priscilla Ray, tıp eğitiminin bu konuda
yerini aldığını söylüyor ve etik konusunda daha fazla ders
olduğunu, üniversitelerde daha fazla etik departmanının açıldığını ve tıp okullarında bu konuda bilinçlenmenin arttığını ekliyor. Deneyimli hekimler için, etikle ilgili CME dersleri online
olarak ve profesyonel dernek toplantılarında bulunabilir.
Ayrıca American Society for Bioethics and Humanities (
http://www.asbh.org) bu alanlarda eğitim, araştırma ve kamu
politikası geliştirilmesini teşvik ediyor.Robbins’e göre, tıp
etiği konusundaki kamu tartışmalarının çoğu, hayatın sonu
konusuna odaklanıyor. Yine de Terri Schiavo vakası bir şey
öğrettiyse, o da tıp etiği konularında uzlaşmaya varılan bir
bakış açısının olmadığıdır. Bu şekilde olmak zorunda değil.
Robbins’in belirttiği gibi etik, teorinin dışına çıktığı ve problem çözme aracı olarak kullanıldığı zaman, en fazla yararı sağlayabilir.
Weiss GG: What would you do? New issues in medical ethics. .Medical
Economics, 18 August 2006.
URL: http://medicaleconomics.modernmedicine.com/memag/
Latest+Articles/What-would-you-do-New-issues-in-medicalethics/ArticleStandard/Article/detail/365766?contextCategoryId=8424
HASTA HAKLARI:
KİM NE KADAR BİLMELİ?
Bilgi güçse; doktorlar bu gezegendeki en güçlü insanlar
arasındadır. Bir hastanın HIV-pozitif olduğunu arkadaşından
önce biliyorsunuz. Masanızın üzerindeki test sonuçları bir hastanın malignitesinin ilacın iyileştirebileceğinin ötesinde ilerlediğini gösteriyor. Ancak bilmek seçenekleri beraberinde getiriyor: Bu potansiyel açıdan umutsuz durum karşısında ne
yapacaksınız? Çoğu zaman yasal yönergeler vardır, fakat çoğu
zaman karar size aittir.
Bu gibi durumlarda hekimlerin nasıl davrandığı konusunda bir fikir edinebilmek için, 2002’de gerçekleştirilen Etik
Anketi, paternalizm ve hasta hakları tartışmasıyla çakışan
hasta gizliliği sorunlarını araştırdı. İlk olarak şu soruyu sorduk: “Hiç korkunç bir prognoz veya kaçınılmaz bir hastalığa
işaret eden genetik test sonuçları gibi bir tablo karşısında hastanın gerçeği bilmek dışında herşeyin kendisini daha mutlu
edeceğini düşünüp kendisinden bilgi sakladığınız oldu mu?”
Cevapların büyük çoğunluğu (yüzde 87) Hayır dedi. Bilgi saklanması konusunda erkek doktorların kadınlara oranla daha
fazla, daha eski doktorların genç meslektaşlarına oranla daha
fazla olduğu belirlenmiş. Seattle’da internist ve tıp etikçisi
olan Clarence H. Braddock III 1960’ların başında yapılan bir
çalışmada, ankete katılan hekimlerin yüzde 90’ı kanser olan
bir hastaya durumunu açıklamayacaklarını söylemişler. Bir on
sene sonra, benzer bir araştırmada tam tersi bir sonuç elde
edilmiş: yüzde 97’si bir kanser teşhisi yaptıklarında bunu açıklayacaklarını söylemiş. Bir internist ve AMA’s Council on
Ethical and Judicial Affairs (CEJA) Başkanı olan Leonard
Morse “ Geçmişte, oturmuş bir doktor hasta ilişkimiz varsa,
kötü haberleri hastadan saklayıp yakın ailesine haber vermenin daha iyi olduğunu düşünüyorduk. Şimdi ise çoğu doktor
hastaların kendileri hakkında karar verebilmesi için gereken
tüm bilgilerin kendilerine söylenmesi gerektiğine inanıyor.”
Aslında, AMA’nın sözde terapötik ayrıcalık hakkındaki resmi
pozisyonu “ Hastaların geçmiş ve şu anki medikal durumlarını bilmeye ve durumları hakkında yanlış inançlardan kurtulmaya hakları vardır” şeklinde belirtilmektedir.
Bilmeme hakkı var mı? Bazı doktorlar bazı hastaların
endişe verici haberleri kaldıramayacak kadar zayıf olduklarını
söylüyor. Iç hastalıkları uzmanı Caroline Vargas hastanın
metastaik kanseri olduğunun söylenmemesini isteyen ailelere
saygı gösteriyor, özellikle açık açık konuşmanın hastanın
fiziksel ve mental durumunu daha da kötüye dönüştüreceğini
düşünüyorsa. Yine de aile ne derse desin, hasta bilme konusunda ısrar ediyorsa gerçeği söylüyor. American College of
Physicians-American Society of Internal Medicine’s Ethics
and Human Rights Committee başkanı internist William E.
Golden, Vargas gibi doktorların yalnızca hastaya gerçeği söyleme konusunda etik yükümlülük taşımadıklarını, haberin bir
sürpriz olmasının olası olmadığını söylüyor. “Hastanın teşhisten habersiz olması hemen hemen bir hayal ürünü”, diye ekliyor.Bazı doktorlar yine de bunu iletirken biraz olumlu olmanın
mümkün olduğunu söylüyor. AMA’dan Leonard Morse “tüm
medikal bilgiler tersini de gösterse, biraz umut vererek söylemenin” önemli olduğunu düşünüyor. Aynı şekilde, internist
olan James C. Maher of Marshall, kötü haberlerin etkisini
azaltmak için bir prognozu gizleyebileceğini söylüyor.
“Prognoz çok kötüyse, bunu hastaya bildirmek benim sorumluluğumdur. Ancak küçük bir umut ışığı yaratabilir ve hastaya
ölmeyi beklerken biraz daha fazlasını verebilirsem, o kişiye
bir yardımım dokunduğunu düşünürüm.” Maher’in beyin
malignite nedeniyle sürekli tedavi gören bir hastası vardı.
“Üçüncü radyoterapi seansı sırasında hastaneye yatırıldığında,
radyoterapisti altı aylık bir dönemde yüzde 5 yaşama şansı
olduğunu söyledi. Kimsenin kendisine gerçeği söylememesi
çok rahatsız ediciydi, hastalıkla savaşmaya devam etme konusunda biraz gerçeklik kazandırmak için kendisiyle ve ailesiyle
görüştüm. Hastaya tedavisinin başarı şansının yüzde 20’den az
olduğunu söyledim. Radyoterapiye devam etmemeye karar
verdi. Evde öldüğünde yanındaydım. Kendisine yüzde 5 olduğunu söylemek daha mı iyi olurdu? Şüpheliyim. Daha yüksek
bir rakam tedaviyi durdurma kararını değiştirmedi, fakat belki
de bu sırada hayata biraz daha olumlu bakmasını sağladım.”
Hastalarla açık açık konuşmak, elbette tepkilerle başedebilmek anlamına gelir. Pulmoner fibroz olan 35 yaşında bir
adam doktor doktor gezdikten sonra Maher’e başvurmuştu.
“Vakayı inceledikten sonra, problemine çare bulamayacağımı
ve kendisini gerçekten iyileştiremeyeceğimi söyledim, fakat
palyatif tedavi önerdim. Kısa bir süre sonra polis aradı ve hastanın kendisini vurduğu haberini verdi.”
Ortopedik cerrah John O. Cletcher’ın kötü sonucu öğrenince intihar eden bir hastası vardı. “ Zayıflatan bir sırt ağrısı olan
bir hastaya istemeyerek tüm hikayeyi anlattım ve üç saat için-
- 34 -
de öldü. Bu sizi biraz duraklatıyor ve acaba doğru şeyi mi yaptığınızı merak ediyorsunuz. Önceki akşam kadar rahat uyuyamıyorsunuz” diyor. Braddock hekimlerin, hasta umutsuzsa
dikkatli olması gerektiğini söylüyor. “Kişinin intihar etme
riski olup olmadığı konusunda bir değerlendirme yapın.
Hastanın ne yaptığını görmek için çeşitli şekillerde takip edin,
örneğin tanın bildirildiği günün ilerleyen saatlerinde bir telefon edilebilir. Braddock göre, en önemli şey tıbbın “Öncelikle,
zarar vermeme” uyarısına saygı göstermektir. “ Terapötik
önceliğe başvurmak hastanız depresyona meyilli ise ve kötü
haberi vermenin depresyona girmesini tetikleyeceğine inanmak için bir nedeniniz varsa savunulabilir. Ya da hastanın
bilişsel bozukluğu varsa ve verilen bilgileri anlayamıyorsa.
Fakat birisini üzeceğini düşünerek bilgi saklamakla, kişiye
zarar vereceğini düşünüp saklamak arasında fark vardır.
Başlangıç noktası her zaman “hastanın bilmeye hakkı vardır”
olmalıdır.
Başkalarının bilmeye hakkı olduğunda Çoğu hekim hastanın kendi hastalığını bilme hakkının olduğunu söylese de,
diğerlerinin bunu bilme haklarının olup olmadığı konusunda
pek emin değiller. Doktor-hasta gizlilik ilişkisinin merkezinde
bu yer alır ve etik olduğu kadar yasal sonuçları da vardır.
Araştırmamıza cevap verenlerin yüzde 28’nin cevabı Evet, bazı
durumlarda diğerlerinin hastanın hastalığını bilmeye hakkı vardır şeklindeydi. Aile hekimleri, genel pratisyenler ve internistler “Bir hastanız hakkındaki gizli bilgiler hastanın durumu veya
davranışları başkalarını da etkileyecekse bu kişilere açıkladınız
mı” diye sorduğumuzda büyük ihtimalle olumlu olarak cevaplayacaklardır. Clarence Braddock bunu sürpriz olmadığını söylüyor ve şöyle ekliyor, “ Aile hekimlerinin aile üyeleri ile iletişim kurma şansı daha fazladır. Uzmanlar ise bu istekleri aileden
aile hekimine havale eder”. Bazı durumlarda, doktorların gizliliği ihlal etmesi gerekir: Her eyaletteki yasalar hekimlerin şüpheli çocuk ölümlerini bildirmelerini gerektirir. Verem gibi salgın hastalıklar kamu sağlığı yetkililerine bildirilmelidir. Peki
HIV-pozitif olan bir hastanın partnerine bildirilmeli mi, ya da
araba kullanmayı bırakmayı reddeden ama kontrol edilemez
epilepsi olan bir hasta bildirilmeli mi? HIV vakasında eyalet
yasaları HIV pozitif test sonuçlarını yerel sağlık departmanlarına bildirilmesini gerektirir, böylece yetkililer epidemiyi takip
edebilir. Söz konusu departman hastalarla iletişime geçebilir ve
partnerlerinin adını vermesini isteyebilir. Fakat hasta bunu reddebilir. Seropozitif bir hastanın partnerini bilgilendirmek size
göre doğru mu? “Gizlilikle ilgili meşrulaştırılabilir istisnaların
çoğu ancak halka gerçek, oldukça büyük tehditler içerdiği
durumlarda gerçekleşir” diyor Braddrock. University of
Pennsylvania’da Leonard Davis. Sağlık Ekonomisi
Enstitüsü’nden internist David A. Asch, bir doktorun “hastanın
gizliliğini ihlal etmek için çok güçlü bir nedeni olması gerektiği” konusunda hemfikir.
CEJA Code of Medical Ethics, “Hastanın gizli şeylerini
koruma yükümlülüğü, daha ağır basan toplumsal faktörler
nedeniyle etik ve yasal olarak meşrulaştırılmış belli istisnalara
tabidir. Bir hasta bir başka kişiye ciddi bir bedensel zarar veriyorsa, hekim olası kurbanı korumak için mantıklı önlemler
almalıdır, kanun uygulayıcı makamları bildirmek de buna
dahildir” şeklinde belirtiyor.
Korunmadan seks yapmaya devam eden bir HIV pozitif
kişi belli bir tehdit oluşturmayabilir, fakat Asch ve diğerleri bu
tarz davranışların potansiyel olarak tehlikeli olduğunu söylüyor. Bununla beraber, Asch “ Pek çok hekim HIV-pozitif olarak etiketlenme sonucu oluşan ayrımcılık nedeniyle HIV pozi-
tif olan hastaların partnerlerine bunu açıklamama yükümlülüğümüz var diyor” şeklinde belirtiyor.
Braddock “Halk sağlığını korumak için diğer bulaşıcı ve
infeksiyöz hastalıklarda olduğu gibi HIV durumundada aynı
açıklamanın yapılması gerektiğini düşünebilirsiniz. Fakat HIV
epidemisi ilk başladığında, HIV pozitife yakalanan insanlar
virüsün yayılma şekli ve homoseksüellere ve enjektabl ilaç
kullanıcılara karşı önyargılardan dolayı işlerini kaybettiler ve
dışlandılar. Artık tedavi mümkün ve AIDS hastaları daha az
kategorize ediliyor ve belki de HIV’ın bildirilmesine daha az
karşı çıkılıyor” diyor.HIV pozitif bir hastayı bildirme eşi de
hastanız olduğunda daha da gerilimli olacaktır. “Hekim hastayı eşinin bilmesinin hakkı olduğu konusunda ikna etmeye
çalışmalıdır. Hastanın fikrini değiştirmeye çalışabilirsiniz,
fakat reddederse HIV olduğunu eşine veya kendisini tedavi
eden diğer sağlık personeline bildirmek konusunda kendisini
zorlayacak bir yasal mekanizma yoktur.”
Benzer bir durum epilepsi olan bir kişinin motorlu araç
kullanmaya devam ettiğinde yaşanır. Hastaya hem kendisi
hem de toplumun yararı için motorlu taşıt kullanmayı bırakmasını söyleyebilirsiniz ve aile üyelerinden konuya müdahele
etmelerini isteyebilirsiniz, fakat daha fazlasını yapma konusunda sorumlu değilsiniz. Michigan’da internist olan Jim
Maher 80’lerin sonlarında orta derecede bunaması olan bir
hastasının hala araba kullandığını öğrendi. Kendisine bazı
temel sorular sordu ama hasta bu sorulara cevap veremedi.
Maher bu nedenle ehliyetinin yenilenmeden önce dikkatle
incelenmesi gerektiğini eyalet ofisi sekreterine bildirdi.
“Bunun gizlilik ihlali olduğunu kabul ediyorum, fakat sorumluluğum bunu gerektiriyordu”
Genetik kader olduğunda Söyleyip söylememe konusundaki yeni ve git gide artan bir alan da genetik testleri konusundadır. Bazı doktorlar genetik test isteyen bir hastanın sonuçlardan korunması gerektiğini söylüyor. Diyelim bir hastanın
BRCA 1 mutasyon veya Hungtington Koresine neden olan bir
gen testi pozitif çıktı, siz veya hasta bu durumu benzer şekilde
etkilenebilecek aile fertlerine bildirmek zorunda mısınız?
Seattle’da internist ve tıp etikçisi olan Clarence H.
Braddock, bunu tek başınıza diğerlerine bildirmenizi savunmuyor, fakat hastanın aile fertlerine bildirmesi konusunda teşvik edilmesini de tavsiye etmiyor. “Hungtington durumunda,
test pozitif ise diğerleri de test olmak isteyebilir, hayatlarını
buna göre düzenleyebilirler. Bazıları ise böyle bir hastalığa
yakalanabileceklerini bilmeden yaşamayı tercih eder.”
Ortopedik cerrah John. O Cletcher, aile fertlerine test olma
seçeneği vermenin karanlıkta bırakmaktan daha tercih edilir
olduğunu düşünüyor. Ancak genetik testler sonucunda kötü
genlere sahip bir kişi sağlık sigortası veya hayat sigortasından
yararlanamayabilir veya çocuk yapmaması konusunda baskı
görebilir.
American College of Physicians-American Society of
Internal Medicine’s Ethics and Human Rights Committee
Başkanı ve internist William E. Golden’a göre çıkarılacak
sonuç talep eden hastalar için genetik testi uygulamak fakat
elde edecekleri bilginin yayılabileceği konusunda hastayı
uyarmaktır.
Weiss GG. Patients’ Rights: Who should know what? Medical Economics
2002;19:97.
URL: http://medicaleconomics.modernmedicine.com/memag/
Physician+Surveys%3A+Ethics/Patients-Rights-Who-should-knowwhat/ArticleStandard/Article/detail/116463?contextCategoryId=8182
- 35 -
3. Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Sempozyumu
(Klinikte Etik ve Hukuk: Yüksek Riskli Hastaya Yaklaşım)
6-7 Kasım 2008’de, Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Deontoloji ve Tıp Tarihi, Anesteziyoloji
ve Reanimasyon Anabilim Dalları ve Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Derneği tarafından Bursa’da düzenlenecektir.
İletişim Adresi:
Dr. Murat CİVANER
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Deontoloji Anabilim Dalı-BURSA
e-mail: [email protected]
Dr. Elif ATICI
Uludağ Üniversitesi Tıp Fakültesi, Deontoloji Anabilim Dalı-BURSA
e-mail: [email protected]
TIP ETİĞİ ve TIP HUKUKU TOPLANTILARINDAN HABERLER
İSTANBUL BAROSU’NUN DÜZENLEDİĞİ BİR PANEL
ORGAN BAĞIŞI ve ORGAN NAKLİNDE YASAL SORUNLAR-14 Mayıs 2008
İstanbul Barosu Sağlık hukuku komisyonu’nca düzenlerer
“Türkiye’de Organ bağışı Sorunu ve Çözüm Önerileri” konulu
panel, 14 Mayıs 2008 Çarşamba günü, saat 16.00-18.00 arasında Kadıköy’de Caddebostan Kültür Merkezinde yapıldı. Açılış
konuşmalarını Kadıköy Belediye Başkanı Av. Selami Öztürk ve
İstanbul Barosu Yönetim kurulu Üyesi Prof. Dr. Fatih Selami
Mahmutoğlu yaptı. Toplantıda konusan Sağlık Bakanlığı
Koordinatörler Kurulu Başkanı Dr. Ata Bozoklar, Türkiye’de
45 000 kişinin organ beklediğini, bu nedenle organ naklinin
sadece bilimsel-teknolojik altyapısının sağlanmasının değil, toplum nazarındaki yerinin üzerinde durulması gerektiğini vurgula-
dı. Türkiye’de canlıdan nakil oranının (%75) yüksek oluşunun,
para karşılığında organ temini kuşkusunu ortaya koyduğuna işaret etti. Böbrek bulunamayan hastaların uzun yıllar diyalize
mahkum olmalarının maliyetinin çok yüksek olduğu, yoğun
bakım yataklarının azlığı nedeniyle beyin ölümü gerçekleşmiş
olanlardan organ bağışı oranının düşük kaldığını sözlerine ekledi. Ceza hukukunun konuya bakışını ortaya koyan Prof. Dr.
Fatih Selami Mahmutoğlu, bu konuda çeşitli ülke yasalarının
özelliklerine değindikten sonra, her vatandaşını doğal olarak
organ bağışçısı kabul eden Belçika örneğinin, ülkemiz için de
çözüm olabileceği üzerinde durdu. Organ mafyası, organ satıl-
Soldan itibaren: Av. Sunay Akyıldız, Prof. Dr. Fatih Selami Mahmutoğlu, Dr. Ata Bozoklar
- 36 -
Sempozyum Eş Başkanlarından Zürih Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. jur. Brigitte Tag (sağ başta) ilk oturumu açıyor
ması, rıza olmadan organ alınması durumlarını Türk Ceza
Kanunu açısından değerlendirdi. Av. Sunay Akyıldız ise, organ
bağışını artırmak açısından yasal altyapının eksiklerinin tamamlanması gerektiği fikrini merkez alarak konuştu.
YEDİTEPE ÜNİVERSİTESİ ve ZÜRİH
ÜNİVERSİTESİ HUKUK FAKÜLTELERİ
İŞBİRLİĞİ İLE ULUSLAR ARASI ETİK VE
HUKUK SEMPOZYUMU
Istanbul, 17-19 Nisan 2008
Yeditee Üniversitesi Hukuk Fakültesi Ceza ve Ceza Usulü
Hukuku Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Yener Ünver ve
Zürih Üniversitesi Hukuk Fakültesi ve Avrupa bilim ve
Sanatlar Akademisi sosyal, Hukuk ve Ekonomi Bilimleri
Bölümü Pro Dekanı Prof. Dr. Brigitte Tag öncülüğünde düzenlenen kongre, Yeditepe Üniversitesi Rektörlük Binası Büyük
Salonunda gerçekleştirilmiştir. Toplantının ve basılacak kitabın sponsorluğu ROCHE Müstehzarları A.Ş. tarafından üstlenilmiştir.
Uz.Dr. Elif Vatanoğlu: Günümüzde Tıp Bilimindeki Etik
İlkeler, Prof. Dr. med. Yasemin Oğuz: Tıp Etiği Açısından
Tazminat Kavramı ve Bir Değer Olarak Bağışlama, Prof. Dr.
Eva Kereszty (Macaristan): Kadavra Bağlantılı Tıbbi
Kararlarda Yasal ve Etik Problemler, MD. PhD. Prof. Dr.
Ryszard Grenda (Polonya): Geri Alma/ Ret Konusunda
Yetkisi Bulunmayan Ağır Beyin Hasarlı Çocuklarda Böbrek
Soldan itibaren: Yard. Doç. Dr. Leyla Keser Berber (Bilgi Üniversitesi, Sempozyum Evsahibi Prof. Dr. Yener Ünver (Yeditepe Üniversitesi),
Doç. Dr. Arın Namal (İstanbul Üniversitesi 3. oturumda.
- 37 -
Nakli Tedavisinde Etik Dilemmalar, Dr. med. Dr. phil. İlhan
İlkılıç (Almanya): Pharmakogenetik ve Pharmakogenomik’te
Etik Bakış Açıları, Araş Gör. Nilgün Başalp: İlaç Endüstrisi
ve Etik İlkeler, Prof. Dr. Nazan Bilgel: Hasta ve Hekim
İletişiminde Etik, Uz. Dr. Saniye Korkmaz Çetin: Çocuk
Psikiyatrisinde Adli Vakalara Yaklaşım ve Etik İlkeler, Doç.
Dr. Arın Namal: Etik Açıdan Hekim Grevleri, Yard. Doç. Dr.
iur. Leyla Keser Berber: E- Sağlıkta Güvenlik: Dijital
Kimlik Denetimi ve Elektronik İmza, Doç. Dr. Nuran
Bayram: Tıbbi Araştırmalarda İstatistik Etiği, Prof. Dr.
Seyfettin Uludağ: Kadın Doğumdaki Tıbbi Müdahaleler
Nedeniyle Doktorun Sorumluluğu, Prof. Dr. Norbert W. Paul
(Almanya): Klinik Etiğin Teorik Temelleri ve Sistematik
Sınırları, Dr. iur. Marc Thommen (İsviçre): Karar Verme
Yeteneği Bulunmayanlar Üzerindeki İlaç Araştırmalarında
Hukuksal ve Etik Sorunlar, Dr. Dr. iur. Altan Heper: Yapay
Döllenmenin Hukuk Felsefesi Açısından Temel Sorunları,
Yard. Doç. Dr. iur. Ali Kemal Yıldız: Organ Naklinden
Kaynaklanan Etik ve Hukuk Sorunları, Dr. med. Caroline
Steiıacher (İsviçre): Psikiyatride Etik ve Hukuk, Prof. Dr.
Anna Serebrennıkova (Rusya): Rusya’da Tıp Ceza
Hukuku’nun Güncel Sorunları, Prof. Dr. iur. Yener Ünver:
Türk Ceza Hukuku’nda Hukuk ve Etiğin Çatışma Alanları,
Prof. Dr. iur. Brigitte Tag (İsviçre): Plesebodan Kaynaklanan
Ceza Hukuku Sorunları, Prof. Dr. iur. Dr. med. Dr. h. C.
Mult. Carlos Maria Romeo Casabona (İspanya): İnsani
Biyoteknoloji, Globalleşme ve Sembolik Ceza Hukuku, Prof.
Dr. iur. Eric Hılgendorf (Almanya): Almanya’da Ölüme
Yardımın Merkezi Sorunları, Priv.- Doz. Dr. med. Dr. phill.
Fuat S. Oduncu, M.A., E. M. B (Almanya): Ölüme Yardım:
Tıp Etiği ve Tıp Hukuku Bakış Açıları, Prof. Dr. Hasan
Yazıcı: Tıp Araştırmalarında Tümevarımcı Akım ve Etik,
Araş. Gör. H. Burak Gemalmaz: Ulusalüstü İnsan Hakları
Hukuku Açısından Vücut Parçaları, Biyoteknoloji,
Patentlenebilirlik ve Mülkiyet Hakkı İlişkisi, Prof. Dr. iur.
Ersan Şen: Zehirli Madde Katma Suçu, Dr. iur. Pascal
Lachenmeier (İsviçre): İsviçre Hukukuna Göre Kanser
Hastalarında İzin Verilmeyen İlaçların Kullanılması, Prof. Dr.
Luigi Foffani (İtalya): İtalyan Ceza Hukukunda Ötenazi ve
Tıbben Korunan Döllenmenin Günümüzdeki Sorunları, Yard.
Doç. Dr. iur. Özlem Yenerer Çakmut: Yanıltıcı İlaç
Reklamlarının Etik ve Ceza Hukuku Açısından
Değerlendirilmesi, Doç. Dr. iur. Veli Özer Özbek: Türk Ceza
Hukukuna Göre İlaç İşverenlerinin, Doktorların, Kliniklerin
ve Etik Komisyonlarının İlaç Araştırmalarındaki
Sorumluluğu, Prof. Dr. iur. Ali Cem Budak: İspat Hukuku
Açısından Hekimlerin Meslek Sırrı, Dr. iur. Med. Adem
Koyuncu (Almanya): Alman Hukukuna Göre İlaç
İşverenlerinin,
Doktorların
Kliniklerin
ve
Etik
Komisyonlarının İlaç Araştırmalarındaki Sorumluluğu, Doç.
Dr. iur. Veysel Başpınar: Tıp Etiği ve Bilgi Edinme Kanunu
Açısından Meslek Sırrı.
ULUSLAR ARASI CEZA HUKUKU SEMPOZYUMU
“BİLİM VE UYGULAMADA İLAÇ VE HUKUK”
Yeditepe Üniversitesi Hukuk ve Tıp Fakülteleri Evsahipliğinde
Türkiye-İsviçre-Almanya-Avusturya-Macaristan
Ortak Uluslar arası Sempozyumu
Yeditepe Üniversitesi
4-6 Haziran 2008
“Bilim ve Uygulama’da İlaç ve Hukuk” konulu Yeditepe
Hukuk ve Tıp Fakülteleri ile Zürih Üniversitesi Hukuk
Fakültesi ve Avrupa Bilim ve Sanatlar Akademisi işbirliğiyle
düzenlenen, 4-6 haziran 2008 tarihlerinde Yeditepe Üniversitesi Rektörlük Binası Büyük Salon’da ROCHE
MÜSTAHZARLARI A.Ş. ve PFIZER MÜSTEHZARLARI
A.Ş. katkılarıyla gerçekleştirilen toplantının açılışında Avrupa
Bilim ve Sanatlar Akademisi Başkanı Prof. Dr. Dr. h.c. med.
Felix Ungern, İsviçre Başkonsolosu Ernst Balzli, Yeditepe
Üniversitesi Hukuk ve Tıp Fakültesi Dekanları Prof. Dr. Ayça
Vitrinel ve Prof. Dr. Haluk kabaalioğlu, Yeditepe Üniversitesi
Rektörü Prof. Dr. Ahmet Serpil, Yeditepe Üniversitesi
Mütevelli Heyeti Başkanı Bedrettin Dalan birer konuşma yapmıştır. Sempozyumda, bir kitapta toplanmak üzere aşağıdaki
bildiriler sunulmuştur:
Prof. Dr. Dr. h.c. med. Felix Ungern (Avusturya): Sağlık
Alanında Avrupa’nın Lider Pazarı, Prof. Dr. med. Hasan
Yazıcı: Rastgele, Kontrollü İlaç Çalışması ve Kötüye
Kullanımı, Prof. Dr. iur. Brigitte Tag (İsviçre): Organ, Doku,
Hücre Elde Edilmesi ve Üzerlerinde Çalışılması, Ceza
Hukuku ve Ceza Hukuku Etiğinin Sınırları, Prof. Dr. iur.
Yener Ünver: Sahte, Taklit İlaç ile Kullanım Süresi Dolmuş
İlaçların Satışı ve Kullandırılması, Yard. Doç. Dr. iur. Özlem
Yenerer Çakmut: İlaç İhalelerindeki Rekabette Ceza
Hukukunun Yeri, Prof. Dr. med. Johann Steurer (İsviçre): “
Klinik Guidelines” ve Yasal Sorunlar, Prof. Dr. med. Serdar
Alpan: Türkiye’de Klinik İlaç Çalışmaları ve Yasal Alt Yapısı,
Yard. Doç. Dr. iur. Ali Kemal Yıldız: Devlet Memurluğu ve
Kamu Görevlisi Kavramları ve İlaç Firma Temsilcileri İle
Sağlık Personelinin İlişkisi, Doç. Dr. iur. Veli Özer Özbek:
İlaç Tanıtımı ve İlaçta Reklama İlişkin Hukuki Düzenleme,
Arş. Gör. Nuri Erdem: Eczane, Depo ve İlaç Firmaları
Arasındaki
İlişkilerin
Hukuki
Durumu:
Haklar,
Yükümlülükler ve Sözleşmenin Niteliği, Prof. Dr. iur.
Thomas Gächter (İsviçre): Sosyal Sigortada Ücret
Oluşturma Mekanizmaları, Dr. iur. Dr. med. Adem Koyuncu
(Almanya): Alman Sorumluluk ve Hasta Sigortası Hukuku
Bakış Açısından İlaçların Off-Label-Use’u, Dr. iur. HansDieter Lippert (Almanya): Almanya’da İlaçlar ve Tıp Ürünlerinin Klinik Denetimi- Genel Olarak, Prof. Dr. med. Eva
Kereszty (Macaristan): Sağlık Sektörü ve İlaç Mevzuatına
İlişkin Zorlayıcı Unsurlar.
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU DERNEĞİ
www.teth.org.tr
- 38 -
KİTAP TANITIMI
Suçu), Ersan Şen: İnsan Üzerinde Bilimsel Deney ve Deneme
Suçları, Ali Rıza Çınar: Ceza Yasında Alkollü Araç Kullanma
Suçu, Handan Yokuş Sevük: Tıp Ceza Hukukunda Kişisel
Verilerin Açıklanması, İlhan Üzülmez: Sağlık Mesleği
Mensuplarının Suçu Bildirmemesi Suçu, Feridun Yenisey:
Tedavi Açısından İlgilinin Rızası, Yener Ünver: Tıp Ceza
Hukukunda Güven İlkesi, Hakan Hakeri: Tıp Ceza
Hukukunda Yanılgı, Sunay Akyıldız: Hekimin Cezai
Sorumluluğu Bakımından Uygulamada Sorunlar, Faruk
Turhan: Ceza Muhakemesinde Beden Muayenesi ve Tıp
Hukuku (Özellikle AİHM Kararları Işığında Şüpheli veya
Sanığın Zorla Muayenesi Konusunun Değerlendirilmesi), Veli
Özer Özbek: Tıp Ceza Hukukunda DNA İncelemesi, Özlem
Yenerer Çakmut: Tıp Ceza Hukukunda Bilirkişilik, Recep
Gülşen: Suç Sonucu Oluşan Gebeliğin Sona Erdirilmesi,
Nihat Kanbur: Rahim Tahliyesine Yönelik Fiiller
Bakımından Hekimin ve Diğer Sağlık Personelinin Çocuk
Düşürtme Suçu Çerçevesinde Cezai Sorumluluğu, İbrahim
Dülger: Tıp Ceza Hukukunda Genital Muayene, Cemil
Ozansü: Kısırlaştırma Suçu.
Kitabı temin için [email protected] adresine başvurulabilir.
TIP VE CEZA HUKUKUNUN GÜNCEL SORUNLARIV. TÜRK-ALMAN TIP HUKUKU SEMPOZYUMU: Tıp
ve Ceza Hukukunun Güncel Sorunları (28 ŞUBAT-1 MART
2008 ANKARA) KİTAPLAŞTI
Türkiye Barolar Birliği (Yay.): V. Türk-Alman Tıp
Hukuku Sempozyumu/V. Türkisch-Deutsches Symposium
zum Medizinrecht “Tıp ve Ceza Hukukunun Güncel
Sorunları” 28 Şubat-1 Mart 2008 Ankara. Ankara 2008,
1371 S.
Dedeman Otel’de gerçekleştirilen toplantının açılışında
Türkiye Barolar Birliği Başkanı Av. Özdemir Özok, Almanya
Federal Büyükelçiliği Hukuk ve Konsolosluk Bölümü Başkanı
Martin Graf, Prof. Dr. Köksal Bayraktar, Prof. Dr.
Henning Rosenau ve Prof. Dr. Hakan Hakeri konuştular.
Sempozyumda sunulan bildiriler ve yapılan tartışmalar
Türkiye Barolar Birliği tarafından 1371 sayfalık bir kitapta
toplandı.
Kongrede tartışmaya sunulan bildiriler aşağıda yer almaktadır:
Köksal Bayraktar: Tıp Etik Kurallarının Hukuka Etkisi,
Ayşe Nuhoğlu: Tıp Ceza Hukukunda Zaruret Halinin
Sınırları,
Andreas
Mosenheuer:
Hekimlerin
Cezalandırabilirliğinin Sınırı Olarak Varsayımsal Rıza,
Henning Rosenau: Aktif Ötenazi, Durmuş Tezcan: İHAM
Kararları Işığında İşkence Yasağı ve Hekim Raporları, Nur
Centel: Kasten Yaralama Sonucunda Ölüm Meydana
Gelmesi, Berrin Akbulut: Tıp Ceza Hukukunda Nedensellik
Bağı, Ulrich Schroth: Almanya’da Organ Naklinin Hukuki
Şartları, Doğan Soysalan: Organ Nakilleri, Hans Lılıe: Organ
Ticareti Suçu, Murat Aydın: Tıp Ceza Hukukunda Organ
Ticareti Suçu Tartışma, Emin Artuk: Hekimler Açısından
Görevi Kötüye Kullanma Suçu, Mustafa Avcı: Türk
Hukukunda Hekimin İrtikap Suçu, Mahmut Koca: Çocuğun
Soybağını Değiştirme Suçu, Ali İhsan Erdağ: Tıp Ceza
Hukukunda Belgede Sahtecilik Suçu (Sağlık Mesleği
Mensupları Tarafından İşlenebilecek Olan Belgede Sahtecilik
ALMANYA AUGSBURG’DA 10-11 KASIM 2006’DA
GERÇEKLEŞTİRİLEN 3. ALMAN-TÜRK TIP VE
BİYOHUKUK KONGRESİ BİR TÜRK VE BİR ALMAN
HUKUKÇUNUN ORTAK EDİTÖRLÜĞÜNDE ALMANYA’DA KİTAPLAŞTI
Rosenau H, Hakeri H (Hrsg.): Der medizinische
Behandlungsfehler. Beiträge des 3. Deutsch-Türkischen
Symposiums zum Medizin- und Biorecht [Tıbbi Tedavi
Hataları. 3. Alman-Türk Tıp Hukuku ve Biyohukuk
Simpozyumu Bildirileri]. Nomos Verlag. Baden Baden
2008, 231 S.
Kitapta Alman hukukçular yanı sıra ülkemizden tıp hukukçusu ve tıp etikçisi olarak Prof. Dr. Hakan Hakeri’nin
“Patientenrechte in türkischen Krankenhäusern statt
- 39 -
Arzthaftung? [Türk hastanelerinde hekim sorumluluğu yerine
hasta hakları], Doç. Dr. Arın Namal’ın “Ethische Aspekte der
Dokumentation bei der Patientenaufklärung- Ein kritischer
Blick auf die türkischen Aufklärungsformulare [ Aydınlatılmış
onamın kayda geçirilmesinde etik yönler: Türk aydınlatılmış
onam formlarına eleştirel bir bakış] , Doç. Dr. Zafer Zeytin’in
“Die zivilrechtliche Haftung des Arstes nach türkischem Recht
[ Türk Hukukunda hekimin medeni hukuk bakımından sorumluluğu], Prof. Dr. Yener Ünver’in “Die strafrechtliche
Verantwortung des Arztes nach türkischem Recht [Türk
Hukukunda hekimin cezai sorumluluğu] başlıklı sözlü sunumlarının tam metinleri yer almaktadır.
Türk Tabipleri Birliği (Yay.): Türk tabipleri Birliği Etik
Bildirgeler Çalıştayı Sonuç Raporları. Ankara 2008. 56 S.
Türk Tabipleri Birliği Merkez Konseyi tarafından aşağıdaki
sunuş yazısı ile yayınlanmış bulunmaktadır: “Türk Tabipleri
Birliği kuruluş amaçları arasında hekimlik uygulamalarında
yol gösterici olan etik ilkeleri belirlemek önemli bir yer tutar.
Bu kapsamda TTB Etik Kurulu değişik konularda görüş oluşturmuş ve bunları tüm taraflar ile paylaşmıştır. TTB-Etik
Kurulu gerek hekimlere ve sağlık hizmet sunucularına, gerekse sağlık dışı tüm taraflara ve topluma kılavuzluk yapacak etik
bildirgeleri hazırlamak amacıyla 4-5 Nisan 2008 tarihlerinde
birçok kurumun taraf olarak katıldığı bir çalıştay düzenlenmiştir. Bu çalıştaya değişik kurumları temsilen 79 kişi katılmış ve
ekte verilen sonuç raporlarını hazırlamıştır. Sonuç raporları
Başta Dünya Tabipler Birliği’nin bildirgeleri ile alana ilişkin
uluslar arası sözleşmeler, bildirgeler ve tavsiye kararları göz
önüne alınarak oluşturulmuştur. Şüphesiz bu çalışmanın eksiklikleri vardır. Önümüzdeki dönemde, çalıştay sonuç raporlarının ülkemizdeki tıp ortamının güncel sorunlarına yansımaları
izlenecek, gerekli düzenlemeler yapılarak TTB Büyük Kongre
kararları ile kabul edilen bildirgeleri güncel tutmaktır. Bu
çalıştaya katkı sunan herkese teşekkür ederiz.”
Kitapçık içerisinde Türk Tabipleri Birliği Hekimlik ve
İnsan Hakları Bildirgesi Sonuç Raporu, Hasta Hakları
Bildirgesi Sonuç Raporu, Aydınlatılmış Onam Bildirgesi
Sonuç Raporu, Özel Yaşam Saygı ve Mesleki Gizliliğin
Korunması Bildirgesi Sonuç Raporu, Hekimlerin Toplumsal
Sorumlulukları Bildirgesi Sonuç Raporu, Toplum Sağlığı
Hizmetlerine İlişkin Hekim Sorumluluğu Bildirgesi Sonuç
Raporu, Hekim Hakları Bildirgesi Sonuç Raporu, İş Bırakma
Eylemi Bildirgesi Sonuç Raporu, Malpraktis Bildirgesi Sonuç
Raporu, Yaşamın Başlangıcı ve Sonuna İlişkin Bildirgeler
Sonuç Raporu, Tıbbi Genetik Veriler Bildirgesi Sonuç Raporu,
Organ Aktarımlarına İlişkin Etik Bildirge Sonuç Raporu,
Sağlık Hizmetlerinde Yüksek Teknoloji Kullanımına İlişkin
Bildirge Sonuç Raporu, Araştırma Etiği Bildirgesi Sonuç
Raporu, Hekim-Endüstri İlişkisi Bildirgesi Sonuç Raporu,
Yayın Etiği Bildirgesi Sonuç Raporu yer almaktadır.
Ayşegül Demirhan Erdemir, Elif Atıcı, Öztan Öncel, Sezer
Erer: Diş Hekimliğinde Korku ve Etik (Bursa’dan Dental
Korku ile İlgili Veriler – İlgili Yasalar ve Tüzükler). Nobel
Tıp Kitabevleri, İstanbul 2008, 120 s.
Bu kitap, diş hekimliği uygulamaları sırasında ortaya çıkan
huzursuzluk hali olarak tanımlanan “dental korku”yu etik ve
yasal açıdan ele almaktadır. Beş ana başlık altında toplanan
kitap, diş hekimi – hasta tanışması ile başlayan, tanı-tedavi ve
kontrol süreci içinde gelişen korkunun nedenlerini araştırarak
çözüm yolları bulmaya çalışmaktadır. Konu, Bursa kent merkezindeki 9 özel muayenehanede tedavi görmekte olan 110
hastaya uygulanan anket sonuçlarından elde edilen verilerle de
desteklenmekte; gelişen korkuda, yaş, cinsiyet, öğrenim durumu, ekonomik durum ve sosyal güvence gibi temel faktörlerin
önemi vurgulanmaktadır. Kitap, çocukluk çağında yaşanılan
kötü tecrübeler sonucu da oluştuğu belirlenen dental korkuyu
çocuk hastalar için ayrı bir bölümde ele almakta ve bu hastalara yaklaşım konusunda uyarılarda bulunmaktadır. Son
bölümde, diş hekimliğinde etik ilkeler ve yasalar çerçevesinde
konu tamamlanmaktadır. Diş hekimi – hasta arasındaki ilişkide hem hastanın, hem de hekimin yaklaşımlarının nasıl olması gerektiğinin özellikle üzerinde duran kitap, dental korkunun
giderilmesi için uyulması gereken kurallara da değinmektedir.
Diş hekimi ve hastaların dental korku ile ilgili tutumları hakkında bilgi veren bu kitap, diş hekimleri için olduğu kadar hastalar için de yol gösterici bir eser niteliğindedir.
- 40 -
Dr. Sezer Erer
SOCIETY for MEDICAL ETHICS and LAW - NEWS
u
u
u
u
In this issue of the bulletin, by referring to a current incident, Prof. Dr Fatih Selami Mahmutoğlu, one of the editors of the bulletin, evokes that the government is responsible for providing prisoners and convicts with health service and adopting treaatments of ilnesses that occur. Assoc.
Prof. Dr Arın Namal, in her preface, states that they aim
discussions performed within the medical ethics to serve
for more humanistic laws.
Titles and authors of the short writings that we include within this issue of the bulletin is as follows: Prof. Dr.
Ayşegül Demirhan Erdemir: The Most Important Issue
of The 21th Century-Genetic Counseling and Ethics. Dr.
Murat Civaner: A Suggestion for Medical Ethics Post
Graduate and Doctorate. Assoc. Prof. Dr. Nüket Örnek
Büken: The Social-Cultural Approach to Old-age
Phenomenon. Dr. Hakan Ertin: While the Doctor is
Estranging from his/her Patient. Selman Dursun: The
Relation Between the Crimes of Experiment/Test on
Humanbeings and Legislation about Drug Investigation.
Sezen Kama: Abortion and Procuring Abortion in the light
of the Turkish Criminal Law numbered 5237 and Family
Planning Law numbered 2827. Fulya Eroğlu: Certain
Problems Concerning Genital Examination in the Context
of Medical Law. Gülşah Bostancı: Occurence of
Disruption in Body and Mental Health of the Victim in
case of sexual assaults. (The New Turkish Criminal Law
102/5). Dr. Esin Karlıkaya: The Final Step in
Transformation in Health Project. E-health and
Telemedicine Project. Transformation is Okay in terms of
Project and Practice. What about in terms of Laws and
Ethics? Assoc. Prof. Dr. Hanzade Doğan: Animal
Experiments and Ethical Committees. Assoc. Prof. Dr.
Arın Namal: Bochum (Germany) Medical Ethics Centre
Left 20 Years Behind. 20 Years on which Hand-burning
Issues are Handled. Cansu Sayın: As Distance as Death
but One Step Closer.
Dr. Volkan Kavas, in Ankara University Department of
Deontology, supported his thesis called “Efficiency of
Narrative Applications within Ethical Education” concerning “Death and Approcah to Dying Patient” and he got
PhD Degree. The thesis was prepared under the supervision of Prof. Dr Yasemin Oğuz.
In June 2008, sociologist Gülkızılca Yürür, got MSc degree by supporting the thesis called “Different Approaches
to Organ Transplantation from Living Ones: A survey
study carried out with secondary education students and
their parents” in İstanbul University, Faculty of Medicine,
Department of Deontology and History of Medicine. The
thesis was prepared under the supervision of Assoc. Prof.
Dr. Arin Namal.
u
u
u
u
u
u
u
u
u
u
- 41 -
Dr. jur. Dr med. Adem Koyuncu was deemed worthy for
German Doctor Rights Award 2008 which is given in field
of medical law. That who will receive the award which is
granted each year by the publishers and the consultative
board of the journal „AZR Arzt-Zahnarzt Recht [DoctorDentist Rights]“ is determined as the result of evaluation of
studies made within the field of medical law.
In this issue of the bulletin, we include Turkish translations
of the declarations of American Medical Association’s E9.035- Gender Discrimination in the Medical Profession
and E-9.0305- Physician Health and Wellness.
Elif Dinçer and Aysel Yılmaz, who write master thesis in
İstanbul University, Faculty of Medicine, Department of
Deontology and History of Medicine, prepared the corner
called “Prominent Things on Abroad” by means of various
translations.
A memory belonging to Prof. Dr. Kemal Atay (18901978), under the title of Echoes from Past Regarding
Virtuous Doctor’s Attitude is, this time, included in this
issue of the bulletin.
Medical Ethics and Medical Law Association’s periodical
called “TURKISH MEDICAL ETHICS AND MEDICAL
LAW YEARBOOK” is being published in October 2008.
Prof. Dr. Ayşegül Demirhan Erdemir, Prof. Dr. Esin
Kahya, Prof. Dr. Nil Sarı, Assoc. Prof. Dr. Nüket Örnek
Büken, Assoc. Prof. Dr. Hanzade Doğan, from our
country, Prof. Dr. Jochen Taupitz, Prof. Dr. Gunnar
Duttge, Dr. med. Dr. jur Adem Koyuncu and Prof. Dr.
Gerhold Becker from Germany, Prof. Dr. Erwin Bernat
from Austria, Prof. Dr. Brigitte Tag and Prof. Dr. Nikola
Biller Andorno from Switzerland, Prof. Dr. Jayapaul
Azarjah from India, Prof. Dr. Bing Tang from the U.S.A
have contributed to the first issue. A miniature work called
Life Tree by artist Jale Yavuz will take place on the cover
of the yearbook, and each issue will be published with the
same cover picture. This picture is in the collection of Prof.
Dr. Müzeyyen Erk.
Presentations of various meetings that were held concerning medical ethics and medical law in 2008 are also included in the scope of this issue of the bulletin
A panel called “Organ Donation and Legal Problems within Organ Transplantation” was held by İstanbul Bar on 14
May 2008.
On 17-19 April 2008, International Ethical and Medical
Symposium was held in Yeditepe University (Istanbul) by
cooperating with Zurich University.
On 4-6 June 2008, again in Yeditepe University (Istanbul),
International Criminal Law Symposium whose topic is
“Drug and Law in Science and Practice.” was held.
In the bulletin, presentation of various books regarding
medical ethics and medical law which were published in
2008 is also included in the scope.
III. TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU SEMPOZYUMU
Yüksek Riskli Hastaya Yaklaşım Etik ve Hukuksal Boyutları
6 Kasım 2008
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU DERNEĞİ
www.teth.org.tr
- 42 -
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU DERNEĞİ
www.teth.org.tr
- 43 -
TIP ETİĞİ VE TIP HUKUKU DERNEĞİ
www.teth.org.tr
- 44 -

Benzer belgeler