Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
S
Saat gibi işlemek, çalışmak : Her şey önceden planlandığı gibi düzgünce, sırasınca yapılmak
“On beş günde bir çay ve bezik toplantıları, yakınları, ahbaplarıyla... Evin temizliği, gidip gelmeler,
alışverişler, her şey saat gibi işliyordu.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:17)
Saati gelmek : Ölüm anı gelmek; ölüm saatı, eceli gelmek
“Yan yana, sakin sakin yürüdüler. Bir süre sessiz kaldılar, sonra Tanrı yeniden söze başladı:
-Bueno, ben seni aldırmaya yolladığımda, yeryüzünün ve insanların artık sana bir yararları olmadığını
biliyordum. Günün birinde herkesin saatı gelir. Seni aldırmaya yolladığımda, bunun da nedeni Tanrı’nın
insanlara gereksinim duymasıydı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:75)
Saat(ı)i saat(ı)ine uymaz : Düzensiz, programsız, değişken, huysuz (kimse)
“Uzaktan yanaşmakta olan Kocadağ’ı görünce, ada yavaş yavaş büyümeye koyuldu. Zaten onun saatı
saatına uymazdı. Burası kabarır, ötesi aydınlanır, kızarır, morarır, mavileşir, serap gibi ufka yaslanır, bulut olup
yayılır, buğu olur uçar giderdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:81)
“Kendi konumuna karşı duyduğu öfke yüklü hoşnutsuzluk, bu konumla ilgili hemen hemen her işlevde
açıkça belli oluyordu. Kibirliğinin yanı sıra saati saatine uymaz hali dolayısıyla, özel buyruklar verme
tenezzülünde bulunmuyordu.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:26)
Sabaha çıkmamak Ağır hasta olan bir kimsenin sabaha sağ çıkmama hali
“... adamın görünüşünün bir iskeletten ayrılır yanı yoktu ve bundan ötürü hasta olduğundan kuşku
duyulamazdı. Therese her sabah gözlerini açtığında: Herhalde sabaha çıkmamıştır, diye düşünürdü. Ama
kahvaltısını vermek üzere kocasının odasına girdiğinde, hala yaşadığını görürdü.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:129)
Sabaha kadar başucunda nöbet tutmak : Hastalık dolayısıyle birinin yanında sabahlamak
“Irene telaşla:
-Aaa, yok, gitmeyin, dedi. Sonra alçak sesle devam etti: Gene gitmeye kalkışırsa tutamam ben.
Mathieu:
-Yok, dedi. Herhalde sabaha kadar başucunda nöbet tutacağımı sanmıyorsunuz.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:376)
Sabaha kadar gözünü kırpmamak, yummamak : Sabaha kadar uyuyamamak
Bk.: Gözünü yummamak
“Bu yüzden iş aramaya gitmeye karar verdiğim akşam saati kuramadım, bir yerden bir şişe şarap bulup
yavaş yavaş içmeye başladık. Saati izliyordum arada sırada, ne anlama geldiğini bilmeden ve sabah geç
kalacağım diye endişe ederek. yatağa uzanıp, sabaha kadar gözümü kırpmadım, sonra kalkıp giyindim.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:94)
“Don Quijote, bir ağaçtan, kargı olabilecek ölçüde sağlam bir dal kopardı, eski kargısının demir ucunu
buna taktı. Okuduğu kitaplardaki, geceyi ormanlarda, bomboş çöllerde, yavuklularını düşünmekle geçiren
şövalyeler gibi davrandı, sabaha kadar gözünü yummadı, dur durak bilmeden Dulcinea’yı düşündü.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:50)
Sabaha karşı : Sabah şafak sökerken, gün doğarken
“Edward onu yere iki yatak hazırlanmış bir odaya götürdü ve yataklardan kendini birine attı. Bateman
az sonra soluk alışlarından onun bir çocuk gibi uyuduğunu anladı. Ama, kendisine rahat yoktu; kafası allak
bullaktı ve ancak, sabaha karşı, odaya günün ilk ışıkları sessizce girerken uyuyabildi.”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:99)
Sabah akşam : Sürekli, her fırsatta
“Mora Çiftliğinde ırgatlık yaptığım yıllar boyunca, evet o yıllar boyunca, gözlerimi tarlalardan yukarıya
kaldırmam, gökyüzünün altında Salto Bağlarını görmem için yeterli olurdu ve bağlar da demiryolu
doğrultusunda, sabah-akşam Belbo kıyısında yol alarak aklıma olağanüstü şeyler, istasyonlar, kentler getiren
trenin düdüğü yönünde Canelli’ye doğru alçalırlardı.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:11)
“Sabah akşam demir parmaklıkların önüne gidiyordum. Aklıma Milo ve kamyon yolculukları
geliyordu. Şu ara yollarda gitmek, istediğin her yerde mola vermek güzel olmalıydı. Özgür dünyanın ancak bir
parçacık aydınlığından yararlanabiliyordum. Kimi kez şöyle demek istiyordum: ‘İzin verin de çıkayım. Tevere
kıyısında dolaşıp geri gelirim. Ant içiyorum.’ ”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:179-80)
Sabahçı : Sabah erken kalkan; sabahlara kadar ders ya da dışarda çalışan kimse; İki vardiyeli okullarda
sabah kesimini kullanan öğrenci
“Eğer o dönem ‘sabahçı’ değilsem, yani okula sabahları gitmiyorsam, pazartesi sabahlarının büyük bir
kısmını avluda geçirirdim. Hele havalar ısınmaya başladı mı, alt kattaki dükkanın önüne paketler indirilirkenki o
sesleri duymadan avludan içeri girmezdim.”
(M. Mungan, “Paranın Cinleri”, sa:51)
Sabah dokuz akşam beş : Memurların ve çoğu kişilerin yeğlediği, klasik bir çalışma gününün saatleri.
Genellikle düzgün ve yoğun bir ‘çalışma’ya bir göndermedir.
“... daha akşam olmadan Birinci Cadde’de, Prospect Park’a yakın bir apartmandaki iki yatak odalı
bahçe katını tutmuştum bile. Komşularımın kim olduğunu bilmiyordum, umurumda da değildi. Hepsi sabah
dokuz-akşam beş çalışıyorlardı, hiçbirinin çocuğu yoktu, bu yüzden bina hayli sessiz olacaktı.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:9)
Sabahı bulmak : Sabahı etmek, sabahlamak; Gece, ya çalışma, eğlence ya da uykusu kaçma nedeniyle sabaha
dek uyku uyumamak, gözünü kırpmamak
Bk.: Sabahlamak
“Orada, kıpırdamadan, bir dalıp bir uyanarak, sabahı bulmuştu. ‘Yeni’ ile ‘inanç’ sözlerini biribiriyle
çatıştırmıştı sabaha dek. Bir ilişki kuramıyordu bu iki söz arasında. Kimse kovalamıyordu ardından.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:30)
“PORTIA
Hemen hemen sabahı ettik. Ama eminim
Hiç kimsenin merakı daha giderilmedi.
İçeri gidelim de soruları yağdırın
Biz de düşündükten sonra doğru yanıt verelim.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Venedik Taciri”, sa:182)
Sabahın köründe : Sabahın erken saatında, erkenden
“Telefon sabahın köründe çalmaya başlar; annesi ya menajeriyle, bir yapımcıyla, bir rejisörle, bir
oyuncuyla görüşür ya da röportaj vermek, fotoğraf çektirmek, televizyon programına çıkmak, şu ya da bu ödül
töreninde kazananlara ödülü sunmak önerilerini kabul eder ya da reddeder; dahası o gece hangi lokantaya, ertesi
hafta hangi partiye gideceğini, kimin kim hakkında dedikodu yaptığını konuşur dururdu.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:63)
“Kadınlar, arsızca bir ısrarla işlerine giden erkeklerin arasına karışmaktaydılar. Sabahın köründe
ayaklanmışlardı. Çok geçmeden geri dönünce, kendi cinslerinin bacak sayısını iki katına çıkarmış oldular.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:433)
“Ama belediye başkanının eşi, ‘Ne olursa olsun bu gece kurt uluması duyan yok aramızda,’ dedi. ‘Bu
kızı sabahın körüne kadar burada çalıştırıyorsunuz, öylesine bitkin düşüyor ki sanrılar görüyor.’ ”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:51)
“ ‘Ama şunu unutma ki Tanrı’nın her günü bir değildir. Bilgisizlerin yazgı olarak adlandırdıkları şeyi,
aslında durumun ve koşulların getirdiği bir sonuç gibi görmek gerekir. Herkes bilir. Bazı batıl inançlı kimseler
vardır, sabahın köründe evlerinden çıkarlar, Fransisken mezhebinden biriyle karşılaşırlarsa eğer, çark eder,
evlerine dönerler, bir başkası masada tuzluğu devirdim diye karalar bağlar.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:752)
“LOPAHİN - Biliyor musunuz, sabahları saat beşte kalkarım ben, sabahın köründen akşama kadar
çalışırım, elimde para vardır her zaman, kendimin ve başkalarının parası ve çevremdeki insanların ne biçim
kişiler olduklarını çok iyi görürüm.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:138)
“İttirip kaktırıyorlar, popona çimdik atıyorlar, cüzdanına uzanıyorlar. Ama hiç olmazsa kendini yalnız
hissetmiyorsun. Görmeğe değer, sabahın köründe, bütün bu berbat insan kalabalığı…”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:103)
“MARTA -... neden isitihbarat şefine sormuyorsun?
ELIZABETH - Kime, Egerton’a mı? Nerede o?
MARTA - Burada koridorda, sabahın köründen beri bekliyor. Unuttun mu, onunla randevüm var.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:11)
“HANIM - Aman şu iç bayıltan pembelikler, şu korkunç glayöller, şu mimozalar gün geçtikçe
çoğalıyor! Bu çılgınlar Allah bilir ucuza almak için sabahın köründe hale koşuyorlardır.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:43)
“Geçende öykümün neresinde kaldığımı artık bilmiyorum; yatağa gidişim, gecenin saat ikisiydi, bunu
yazmak yerine sana anlatabilseydim, seni belki sabahın körüne kadar tutmuş olacağımı biliyorum.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:46)
“Yok canım buna kim inanır. Kızcağız sabahın köründe karşına dikilip seni sevdiğini söyleyecek, sonra
öpecek, sonra... sonra arkasına sakladığı tabancayı kalbine dayayıp ateş edecek.”
(Y. Kenan Işık, “Aşk Hastası”, sa:3)
“23 Ekim. Sabahın köründe yatakta.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:39)
“Gelsin de benim karşımda söylesin. Ağzını na böyle yırtıveririm. Ne bileyim böyle olacağını Ayşe
Teyze, ne bileyim. Kadın, Mikrim Hanınmı diyorum, sabaha kadar kur kur kafanda, sabahın köründe dayan
Hayriye’nin kapısına.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
“KENDİ KENDİME BIRAK BENİ
NİHAYET
Kendi kendime bırak beni nihayet!
Gün boyu peşimden yürüyorsun hepBen susarken de, konuşurken de,
Sokak ortasında da, ev içinde de,
Sabahın köründen
Akşam uyuyana dek...”
(Stanka Pençava<d.1929>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.11.09)
“Çıplaklığını biraz daha açıkta bırakmak için üstündeki çarşafı çektim ama Laurence, şok olmuş gibi,
çarşafı yeniden omzumun üstüne doğru kaldırdı.
-Ah, lütfen. Yapma... Sabahın köründe, bu çılgınlıkların. Hayır! Rahat dur!.”
(F. Sagan, “Tasma”, sa:7)
“Çavuş, ‘Ne yapmaya geldiniz buraya’ diye sordu. Chapin, ‘Baksana!’ dedi, ‘seferberlik ilan edildi ya?
Sabahın köründe ne diye gelecekmişiz buralara?’ ”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:83)
Sabahlamak : Bir yerde geceyi geçirmek; sabaha kadar uyuyamamak, sabaha dek çalışmak
“... Yatmaya iniyorum. Sabah altıya dek uyumak olanaksız. İki saat sonra uyanıyorum ve güverteye
çıkıyorum. Hala sisli. Algades ve tayfası batma tehlikesinden ötürü sabahlamışlar.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:165)
“-Beyefendi! Siz benimle alay mı ediyorsunuz? Sabrımı taşırıyorsunuz artık!
-Şşşt! Yoksa sizi susturmak zorunda kalacağım; başımın belası mısınız siz? Söyleyin bakalım, ya siz
bıurada ne arıyorsunuz? Siz olmasaydınız ben sabaha dek yatar, sonra da çıkar giderdim.
-Ama ben burada sabahlayamam ki; ben aklı başında, saygın bir adamım...”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:45)
“José Arcadio Buendia, aylar süren uzun yağmur mevsimi boyunca deneylerini kimse bozmasın diye
evin arkasına yaptığı küçük odaya kapandı. Evle ilgili yükümlülüklerini hepten bırakıp geceler boyu yıldızların
yörüngesini izlemek izleyerek bahçede sabahladı.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:9)
“DORINA -... (Dipteki ışıklı salonu gösterir.) Büyük şenlik var bu akşam!
MUCUCCIO - Sahi mi? Ne şenliği?
DORINA - Bayanın... (Esner.) ...onuruna.
FERDINANDO - Tanrı bilir ya, sabahlarız bu gece?”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun - Sicilya Turunçları”, sa:18)
Sabahleyin : Sabah vakti, sabah
“... o anda, gördüğünüz dağınıklığa benzer bir dağınıklık içinde giysilerinizi, şuraya buraya atılmış,
koyu al kadife koltukların, diğer mobilyaların üzerinde görür gibi oluyordunuz, pufla yatak örtüsünün ve
battaniyelerin altına sizin için serilecek çarşafların hiç kirlenmeyeceğini düşünüyordunuz, nitekim
kirlenmeyecek, ara kapı sabaha dek açık kalacak çünkü... sadece sabahleyin, orda yattınız sanılsın diye,
çarşafları biraz buruşturacaksınız.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:140)
Sabah sabah : Erkenden, sabahın köründe
“Dönüp baktı. Gözleri hala batıyordu, ağzı leş gibiydi, sakalları kabak çekirdeği kabuklarıyla doluydu.
‘Kahrolasıcılar, kim var orada?’ diye homurdandı kaba kaba. ‘Basın gidin buradan! Sabah sabah kafa
çekmeye mi geldiniz buraya? Keyfim yok, defolun!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:322)
“YOLCU - Demek öyle? Üstelik de sallanıyorsunuz? Şimdi anlıyorum, neden böyle anlamlı
konuşuyorsunuz. Sabah sabah sarhoş olmanız şart mı?
CHRISTOPH - Daha doğru dürüst içmeye başlamadım bile, sarhoş olmaktan söz ediyorsunuz. Birkaç
şişe iyisinden köy şarabı, birkaç kadeh konyakla bir de saray simidi dışında, namusum üzerine yemin ederim ki,
ağzıma bir şey koymadım...”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:26)
Sabah sefası yapmak : Kalkmak, banyosunu almak, süslenip püslenmek, iyi bir kahvaltı yapmak
“-Sevgili kuzenim, bakıyorum, bugün keyfiniz yerinde. Neşeli olmak iyidir, dedi Lidiya Yegorovna.
-İyidir, iyidir... Ha, ne diyordum? Güzel perimiz sabah sefası yapıyor, demek ki. Profesör ile ben de
banyomuzu aldık, kahvaltımızı yaptık, dostları ziyarete çıktık. Bizim profesörle başım belada, kuzenim, size
biraz dert yanayım.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:43)
Sabah sökmek : Sabah şafak sökerken
“Fakat şehzade mışıl mışıl uyuduğu için hiçbirisi uyandırmaya kıyamazlar. Sabaha kadar beklerler.
Kimisiii ‘Uyan hey iki gözüm’ der. Uyanmaz... Kimisi ‘Uyan hey şirin sözlüm’ der. Yine uyanmaz. Nihayet
sabah sökmeye başlar. Bunlar ise peri olduklarından sabahtan sonraya kalamazlar.”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:29)
Sabah şerifler hayrolsun : Günaydın (Eski Osmanlılarda)
“Kapı hafifçe vuruldu. Hacı Kalfa’nın sesi:
-Sabah şerifler hayrolsun hocanım, sen yine erkencisin bugün, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:142)
Sabahtan akşama kadar : Her gün, her an, daima
“ÜVERCİNKA <1956>
----------------Bir mısra daha söylesek sanki her şey düzelecek
İki adım daha atmıyoruz bizi tutuyorlar
Böylece bizi bir kere daha tutup kurşuna diziyorlar
Zaten bizi her gün sabahtan akşama kadar kurşuna diziyorlar
Bütün kara parçalarında
Afrika dahil”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:61)
Sabah usuldan usuldan, akşam ağırdan ağırdan : Sabah akşam kahve (ya da içki) nin sürekli içildiği
“Marcel yaşlı Arap’tan kahveyi çabuk getirmesini istedi. Adam, gülümsemeden, başıyla onayladı, ufak
adımlarla çıktı. ‘Sabah usuldan usuldan, akşam ağırdan ağırdan,’ dedi Marcel gülerek. Kahve gene de geldi.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:16-7)
sabba’tical : (İBR.,SOSY.,KOLL.) : <seba’tikıl> : K u t s a l d i n l e n m e. Eski Filistin adeti olarak
tarlayı sürmeyi bırakıp aynı zamanda borçluları ve esirleri serbest bıraktıkları yedinci yıl. Üniversite mensubu
hocaların, her yedi yılda bir aldıkları ücretli izin <sabbatical leave>.
Saban kalantoru : Zengin çiftçi
“Bütün saban kalantorları orada, hatırı sayılır bir altın babası olan hancı ve cambaz Jourdain ustanın
dükkanında yemek yiyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:72)
Sabbahiler :
Bk.: Haşhaşiler
Sabbat (Sabbath, Şabbat) : Sebt günü; Musevilerin dinlenmeyi yeğledikleri cumartesi; keza Hıristiyanların
işten, eğlenceden kesinlikle uzak durdukları, kutsal saydıkları pazar günü; sabbathbreaker : Sebt gününe
hürmet etmeyen kimse; Sabbath day’s journey : Sebt gününde Museviler için şart olan yolculuk mesafesi, on beş
dakikaılık yol; kısa yolculuk; sabbatical : Sebt gününe ait; sabbatarian : Haftanın yedinci gününü mukaddes
tutan kimse; sabbatical year : yedi yılda bir gelen tatil senesi
“ ‘Bugün günlerden ne?’ diye bağırıyordu Baudolino arkadaşlarına. Ve cumartesilerin hesabını tutan
Solomon, haftanın daha yeni başladığını ve nehrin akışını durdurması için en az altı gün beklemek gerektiğini
hatırlatıyordu. ‘Nehrin akışı durduğunda da şabbat buyruğuna karşı gelerek nehir geçilemez’ diye bağırıyordu
allak bullak olmuş bir halde. ‘Çünkü Tanrı, sana şükürler olsın Tanrım, bilgeliği yüzünden bu nehrin pazar günü
durmasını istemedi, nasıl olsa siz zındık değil misiniz, pazar tatilini ayaklar altına almıyor musunuz?’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:371)
Özel Makale: Ben, Prof.Dr. İsmail Ersevim, çocukken bir iki defa denediğimiz Hıristiyan kiliseleri ve Musevi
Sinagog’ları hariç, Türkiye’de, hiç bir resmi ziyaret yapmamışımdır. Amerika’da bulunduğum 1957-1990 yılları
arasında, BOSTON’da ve SALVE REGİNA UNİV.- RHODE ISLAND’da hoca olduğum yıllarda prensip olarak
bu kardeş din yuvalarını ziyaret ettim, hatta resmen ‘Katekizm’ dersleri aldım, terapiler yaptım v.s. ki bana
Dünya Kardeşliğini öğretti. 1990’da Türkiye’ye geldikten sonra, on-on beş bilimsel ve edebi kitap yayınladıktan
sonra, 2006’da, kendimin İngilizcesiyle, doğrudan “A.C. 2084” diye bir kitap yazıp, İngiltere’de bastırttım.
Ütopik ATLANTİS kıt’asının Okyanustan çıkıp özgür bir devlet ve yeni bir ülkenin rüya ülkesi haline geldiğini
hikaye eder. Orada, ben 3. Cumhurbaşkanıyım (Dedem kurmuştu onu!) ve üç kilise de faaliyete geçiyor.
Aşağıdaki parça, Amerika’da tuttuğum not’lardan ve o zaman topladığım bilgi kırıntılarından alıntıdır. Buna
benzer oirijinal çalışmaları diğer dinler ve genellikle sosyal yaşam alanlarını belirten diğer sözcükler ve
kutlamalarda da göreceksiniz. Musevi kardeşlerime hediye olsun’
“The services today are reminiscents of the organized Israeli Children’s worship, in the
Tabernacle of Moses and Aaron, in the wilds and shrine at Shiloh, as well as in King Solomon’s
Temple and later on, in the Temple that was erected in Zion. The Psalms that we are chanting today,
were all chanted gloriously in the Temple of Old, those days.
“Now, I shall greet you, Welcoming to Sabbath.
“It had been said that “more the Jews preserved the Sabbath, Sabbath had preserved the
Jews!” How true is that. From old times on, the faithful Jewish People, before the sunset that was
going to give birth to Sabbath, had prepared themselves for that glorious event. As we read from
Talmud, Rabbi Hanina used to put his best clothing on, saying: ‘Come, let us go forth and greet the
Sabbath queen.’ In this spirit, now we are reading “The Biblical Song of Songs”, in praise of the
Israel’s bride that had already come. Please be aware of the fact that, beginning of next week, we shall
read parts 2 and 3 on next friday afternoon and there on.
“Chapter One - The Song of Songs, which is Solomon’s
“He would kiss me with the kisses on his lips; thy wooing is sweeter than wine. Sweet art thou
as fragrant perfume, as scent poured forth art thou; maidens needs must love thee. O take me with
thee, that we may run away; for the king has brought me to his chambers, saying, “We shall be glad
and rejoice in thee, and chant the praises.” But thy coming is sweeter than wine. Maidens needs must
love thee.
“Dark am I, but comely, ye daughters of Jerusalem, dark as the tents of Kedar, comely as the
curtains of Solomon. Stare not at me because I am swarthy, for it s the sun has scorched me. My own
mother’s sons dealt harshly with me; They made me keeper of the wineyards. My own wineyard -(my
fairness)- I have not kept.
“Tell me, O thou whom my soul loves, where art thou pasturing they flocks? Where now dost
thou let them rest at noon? Lest I wander astray by the flocks of thy companions.
“As if thou knows not, thou loveliest of women! Roam forth in the tracks of the flock and
pasture thy kids beside the tents of the shepherds.
“I liken thee, my dear one, to my steeds in Pharaoh’s chariots. How comely would be thy
cheeks bedight with jeweled wreaths! How comely thy neck arrayed with chains of jewels! We will
make thee wreaths of gold for thy cheeks and for thy neck pendants of silver.
“So long as thou, O king, wast in thy divan, (and in my wineyard,) my spikenard gave forth its
scent. My belowed is to me a cluster of myrrh which rests all night on my heart. My belowed is to me
a spray of henna in the wineyards of Engedi.
“Lo, thou, my dear, lo, thou art fair. Thine eyes are dovelike.
“Lo, thou, my belowed, art fair and very sweet, and our couch is a simple green bower. Our
house beams are of cedar, our rafters of cypress.”
“Now, we are proceeding with LEHU NERANNENAH:
“Come, let us sing praises to the Lord” is the opening call of Psalms 95 to 00 and Psalm 29;
six Psalms symbolize the six working days of the week. In the sixth, seven times repetition of the
phrase “the voice of the Lord” is also reminiscent of the seventh day Sabbath and is associated with
the seven benedictions od the Sabbath Amidah. “The Lord will bless His people with peace” is a very
suitable introduction to Sabbath that brings the blessing of peace.
(Psalm 85)
“Come, let us sing praises to the Lord,
Let us chant in joy to the Rock (*) of our salvation.
Let us come before His presence with thanksgiving.
With joyous songs we shall chant to Him.
______________________
(*) Rock of Ages = Maos Tzur : Opening words of the Hebrew hymn for Hanukkah (One of the biggest feasts
of the Jewish religion; it starts on the 25th day of the month Kislev, -third month of Jewish calender,
corresponding to November-December, of 30 or 31-day duration- and lasts for eight days. It means “Lights of
Dedication”, or, “Feast of Dedication”, sung after the lighting of the Hannukah candles. In English literature it is
known as “The Rock of the Ages” and signifies the Maccabean victory (A dynasty that started by Judah
Maccabeus in the second century B.C., fighting against the despotic ruler of Syria, Antiochus. It lasted for 120
years and at the end bowed to Persian rule.) and compares is to the deliverence of Israel from Egypt.
________________
For above all gods.
The Lord is a great God and a great King,
In whose hands are the depths of the earth,
And the heights of the mountains are His.
His is the sea, it is He who made it,
And His hands formed the dry land.
Come, let us know bow down and kneel,
Let us bend the knee before the Lord our Maker.
For He is our God,
And we are the people of His pasture,
The flock guided by His hand.
O that you would this day hearken to My voice!
Harden not your heart as at Meribah,
As on the day at Massah in the wilderness.
When your fathers tried Me;
They tested Me, though they had seen My work.
Forty years was I wearied with that generation
And I said they are a people who err in their heart;
So that I swore in My anger
That they should not come to the resting place I had appointed.”
(Psalm 96)
“Sing to the Lord a new song,
Sing to the Lord, all the earth.
Sing to the Lord, bless His name;
Day by day proclaim His saving power.
Declare His glory among the nations,
His wonders among all the peoples,
For great is the Lord and exalted in praise;
Awesome is He Above all gods.
For all the gods of the heathens are idols,
But the Lord made the heavens.
Grandeur and majesty are in His presence,
Strength and beauty are in His Temple.
Ascribe to the Lord, you families of nations,
Ascribe to the Lord glory and might.
Ascribe to the Lord in the beauty of holiness;
Bring an offering and come to His courts.
Worship the Lord in the beauty of holiness;
Tremble before Him, all the earth,
Though the world is fixed that it he not moved......
Declare among the nations, “The Lord reigns;
He will judge the peoples with equity.”
Let the heavens be glad and the earth rejoice,
Let the ocean roar and the fullness thereof,
Let the field rejoice and all that is therein,
Let all trees of the forest then sing for joy before the Lord.
For He comes, yes, He comes to judge the earth;
He will judge the world with righteousness,
And peoples with His undeviating law.”
“A Sabbath cannot be a Sabbath without “The Sabbath’s Psalm” This is the92nd Psalm. This
was chanted by the Levites (The members of the tribe Levi; third son of Jacob, and the father of the
tribe Levi.) on the Sabbath day in the temple of Jerusalem. Then comes the 93rd Psalm that acclaims
the God of the creation which was completed in the sixth day, before the Sabbath.”
A PSALM. A SONG. FOR THE SABBATH DAY
(Psalm 92)
“It is good to give thanks to the Lord,
And sing praise to Thy name, O Most High,
To declare Thy loving kindness in the morning.
And Thy faithfulness at night,
With a ten-stringed harp and with psaltery,
With solemn song upon the lyre.
For Thou, O Lord, hast made me rejoice through Thy work,
I sing praise of the works of Thy hands.
Lord, how great are Thy works,
How exceeding deep Thy thoughts!
The dullard observes not,
Nor does a knave understand this,
That when evil men spring up as grass,
And those who do only iniquity flourish,
It is for their utter destruction.
But Thou art supreme forever, O Lord,
For lo, Thine enemies, O Lord,
For lo, Thine enemies shall perish;
They who do only iniquity shall be dispersed.
But my horn of strength Thou hast raised up
Like that of the wild ox;
I am anointed with fresh oil.
My eye has looked on those who lie in wait for me,
My ears hear when the wicked rise against me.
The righteous shall flourish as the palm tree,
Growing strong as a cedar in Lebanon.
Planted in the House of the Lord,
They flourish in the courts of our God.
They shall bear fruit still in old age,
Vigorous with the sap of life shall they be.
To proclaim that the Lord is just,
My Rock, in whom is no unrighteousness.”
(Psalm 93)
“The Lord reigns, robed in majesty,
The Lord is robed and girt with power
So that the worls is set firm
That it cannot be moved.
“Thy throne is established from of old,
From everlasting art Thou.
The floods have lifted up, O Lord,
The floods have lifted up their voice,
The floods have lifted up their roaring.
But above the thunder of many waters,
Mighty waters, breakers of the sea,
Mighty art Thou, Lord on high.
The testimonies are exceeding sure;
Holiness beseems Thy House,
O Lord, for evermore.”
(A.C. 2084 - The Atlantis Republic, Dr.İsmail Ersevim; İng. Basım,Cambride, İNG. 2006)
----Sabır bardağına dönüşmek : Çok sabırlı olmayı başarmak
“BİR ANDA
-------------Güneş denli parlak iki kız dizi
kesmişler yolunu karanlığın.
Sabır bardağına dönüşmüşsün,
geçip gidiyorsun dopdolu.”
(Nikolay Kınçev<1936-2007>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.07.09)
Sabır göstermek; Sabırlı olmak : Sabırlı olmak, sabırlılıkta sebat etmek
“OTHELLO - Ah, kan istiyorum, kan, kan?
IAGO - Sabırlı olun diyorum: Belki fikriniz değişir.
OTHELLO - Asla Iago..... asla kuvvetten kesilip alçalarak aşka doğru gelmeyecek: Ta büyük ve
kudretli, büyük bir intikam, ne var ne yok hepsini birden yutuncaya kadar. Nur içinde parlayan şu gök hakkı
için.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:75)
“Basil onun hayatına gölge düşüren portreyi çizmişti. Dorian bunu bağışlayamazdı. Her şey o portre
yüzünden olmuştu. Basil ona öyle şeyler söylemişti ki yenilip yutulmazdı, gene de Dorian sabır gösterip bunları
yutmuştu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:249)
Sabır rezervasyonunu tüketmek : Kolayca sabırsızlık alameti göstermek, sabrı tükenmek
Bk.: Sabrını yitirmek
“Spor salınlarını sık sık bırakmamın nedeni de, spor yapmaktan hoşlanmıyor olulumdan değil, insanlara
tahammül edemeyişimdendir. Ben insanlara tahammül edemeyen bir kadınım. Zaten kısıtlı olan sabır
rezervasyonum yıllar içinde hepten tükendi. İnsanların çoğunu lüzumsuz buluyorum. Hem hayatta, hem sokakta
çok yer işgal ediyorlar.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:82)
Sabırsızlığına yenik düşmek : Sabırszlığını yenemeyen, sabırsız kimse
Bk.: Sabırsızlıktan patlamak
“... günümü düşüncesizce avarelikler ile azap verici hüzünler arasında bocalayarak geçirdim. İhtiyara
kararlaştırdığımız üzere sabahın erken saatlerinde gitmem gerektiği için, gidişimi sırf bu yüzden geciktirdim
durdum. Sonunda sabırsızlığıma yenik düştüm ve gittim. Gartner sokağını da evi de kolayca buldum.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:30)
Sabırsızlığını yenmek : Yoksulluk, haksızlık, acı çekmeden kurtulmak için bekleme zamanlarında içten gelen
dürtüye karşın duygularını kontrol edebilmek
“Sonra da sevgili yeğeninin önüne bir gün, eski değerli ağacını, yeniden canlanmış ve verimine
kavuşmuş bir durumda koyuverecek, böylece onu, hiç beklemediği bir sevince kavuşturmak umudu tümüyle
gerçekleşmiş olacaktı. Kont, sabırsızlığını yenmeye çalışıyordu.”
(E. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:63)
Sabırsızlıktan patlamak : Sabırsızlıktan son derece rahatsız olmak, sabırsızlığına yenik düşmek
“ ‘Sevgili Friderike,
Bu mektubu sana trende yazıyorum. Bugünden yola çıktım, çünkü pazar günleri tren yok. Pazartesi
trenle gitseydim, ancak salı günü çalışmaya başlayabilirdim. Şu sıralar sabırsızlıktan neredeyse patlayacağım.
Viyana’daki kimi işlerimi hallettikten sonra dinç kafayla ve içim rahat yine Salzburg’a döneceğim.’ ”
(S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:88)
Sabır taşı, Sabır taşı çatlamak : Sabır gösterebilmek, sabrı tükenmeden birçok güçlüklere göğüs gerebilmek;
Tahammülünün son perdesine gelmek, artık dayanamamak
“DUR DİYEBİLSEM
------------------------Uzun bir sessizlik girecek aramıza
Mevsimler dolusu
Bakışlarımız
Yeniden takılacak birbirine
Sabır taşı çatlayacak
Gözlerim gözlerinde durdukça
Sabahın ilk ışıkları
Vurmadan yüzümüze
Gecelerin karanlığı
Delice yaşanacak.”
(Ayla Ataman, “İki Damla”)
“AMEDEE (Geri dönerek.) - Pekala. Gitmiyorum işte! Memnun oldun mu?
MADELEINE (Omuzlarını silkerek.) - Ne kötü huylu! Ne geçimsiz adamsın, pes! Seninle
geçinebilmek için insan sabır taşı olmalı... En azından, becerebildiğin bir şey olsaydı bari. Görüyorsun işte, ne
hale geldiğimizi, beni nerelere sürüklediğini...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:75)
Sabi : Tam büyümemiş, küçük çocuk, çocukça
“Hele ev sahiplerinin avlu sohbetleri, bu avluda geçen aile maceraları, Halime’nin masum sabi
konuşmaları, ona, dünyanın en tatlı, en çekici şeyleri gibi geliyordu...”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:150)
“Kanlar içinde yatan karısının elinden kapıya fırlamış tabancayı almış, ‘ihkak-ı hak’ kafasıyla, yani
kendi hakkını kendi aramak için, hasımlarının bahçesine girmiş, başta hasımlarının yetmişlik ninesi, beşikteki
sabiye varana kadar önüne kim çıkmışsa tam yedi kişiyi temizlemişti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:86)
“Süleyman:
‘Misafir kalktı mı?’
Kadın:
‘Sabi çocuk,’ dedi. ‘Fukara çok yorulmuş dün herhalde. Sayıklayıp duruyor.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:20)
sabo : (GİYSİ,FR.,KOLL.) <sa’bo> : Tahta pabuç
Sabrı kursağında olmak : Sabrının sonuna gelmek (Ha verdi, ha verecek.)
“ÜÇÜNCÜ TÜFEKLİ - Haklısın ağam, çok haklısın. Köylünün sabrı kursağındadır. Yoksulluk
canına yetmiştir.”
(M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:40)
Sabrını taşıran son damla olmak; Sabrı taşmak : Artık tahammülü kalmamak, bardağı dolmuş olmak
“Kesinlikle bilinen bir nokta, Katharina’nın evinin çok sıkı gözaltında tutulmuş olmasıdır. Perşembe
sabahı saat 9.30’a kadar hem telefon edilmeyip hem de Götten’in evden çıkmadığı görülünce Beizmenne’nin
sabrı taşıp sinirleri bozuldu, tepeden tırnağa silahlı sekiz polis memuruyla birlikte eve girildi.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:19)
“...akşam eve dönerken Théatre-Français Meydanındaki trafik tıkanıklığı her zamankinden daha uzun
sürdü, üstelik garaja gidip de, bu hafta garip sesler çıkaran arabanızı Roma’da bulunacağınız zamandan
yararlanarak yıkatmak istediğinizde öyle bekletildiniz ki, sonunda sabrınız taşarak, memurlardan biri de sizinle
ilgilenmek lütfunda bulunamaz mı diye kıyameti kopardınız...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:42)
“Görüşmeler tam bir saat sürdü. Pasaport Aşçısı, arkadaşlarını sırayla bir köşeye çekip hepsine tatlı
paralar vaat etti. Bunun üzerine adamların da sabrı taştı. Kaba bir ifadeyle Fischerle’ye kendisini tutukladıklarını
ve ancak bir koşulu yerine getirdiği takdirde serbest bırakabileceklerini söylediler.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:384)
“Anne biberonu denedi, o da olmayınca çocuğu çay kaşığıyla doyurmaya çalıştı. Öksürüp tıksırıp
ağlayınca sabrı taşıyor, ne yapacağını bilemiyordu. Ebe,
‘Büyüdükçe kapanır,’ diye güvence vermişti, ama ne dudak kapandı -ya da yeterince kapandı- ne de
burun düzeldi.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:11)
“-Beyefendi! Siz benimle alay mı ediyorsunuz? Sabrımı taşırıyorsunuz artık!
-Şşşt! Yoksa sizi susturmak zorunda kalacağım; başımın belası mısınız siz? Söyleyin bakalım, ya siz
bıurada ne arıyorsunuz? Siz olmasaydınız ben sabaha dek yatar, sonra da çıkar giderdim.
-Ama ben bıurada sabahlayamam ki; ben aklı başında, saygın bir adamım...”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:45)
“SANIK - (Histerik.) Çek ellerini yoksa ısırırım!
KOMİSER - Kimi ısırıyorsun sen?
SANIK - Seni! Boynundan ve gırtlağından ısırırım! Hırrr!... Karşı koyarsan 122. maddeye girer:
‘Korumasız ruh ve akıl hastalarına karşı kışkırtıcı davranmak veya zor kullanmak, altı yıldan dokuz yıla kadar
hapis ve emeklilikten men!
KOMİSER - Otur yoksa sabrım taşmak üzere. (Polise.) Baston yutmuş gibi ne duruyorsun öyle?
Oturtsana şunu?”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:13)
“-Birini mi öldürdünüz?
-Evet.
-Kimi öldürdünüz peki?
-Söyleyemem, içimden söylemek gelmiyor... sonra aradan çok zaman geçti, doğru dürüst
anımsamıyorum.
-Sabrımı taşırma da, anlat artık!”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:72)
“Haklıydı. Sözlerimin anlamsızlığını hissettim. Sözlerim, yüreğimde günlerce büyümüş bir sitemi
içeriyordu. Ama bu sitemim anlamsızdı.
‘Evet, konuşuyorsun. Ama genellikle ağdalı dilin sabrımı taşırıyor. Üstelik seni anlayamayacağım bir
tarzda konuşuyorsun,’ dedim.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:109)
“Bekir Çavuş’un sabrı taştı. İleri doğru yürüdü.
-Hey hemşerim, ne bakınıp duruyorsun?
Harifin, bu sesten irkilip ürkmüş gibi silkindiğini gördüm. Sonra acele acele Bekir Çavuş’a yaklaştı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:135)
“Tüm aile, bu kadar çabuk evlenmek mi? diye hayretle birbirlerine bakıştılar. Bu adamın bu denli
üstelediğini bir türlü anlayamıyorlardı.. Kont arabaya binmeden son bir kez dönüp Markiz’e baktı ve ‘Bu konuda
neden bu kadar ısrar ettiğimi günü gelince anlayacaksınız,’ diye mırıldandı. Artık herkesin sabrı taşmaya
başlıyordu. Kont durumu daha da güçleştirmemek için aceleyle arabaya bindi ve hareket etti.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, sa:31-2)
“ ‘Ama kimse belgeleri evine götüremez,’ dedi albay. ‘Her yeni memurun onları ilgili dosyada bulmuş
olması gerekirdi.’
Avukatın sabrı taştı.
‘Üstelik o kağıtlar bakanlıktan şimdi alınırsa listelerde yeni bir yer beklemeleri gerekecek.’
‘Önemi yok,’ dedi albay.
‘Yüzyıllar sürer.’
‘Önemi yok. Büyük şeyler için bekleyen, küçük şeyler için de bekleyebilir.’ ”
(G.G. Marquez, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, sa:33)
“Ursula’nın sabrı taştı. ‘Sen çıldırmaya niyetliysen, kendi başına çıldır! Ama o çingene düşüncelerini
çocukların aklına sokmaya kalkışma!’ diye bağırdı.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:9)
“Kendisini bir kenara çekip yalvardım:
‘Bak, Rivet’ciğim, bunu sırf benim için yapacaksın,’ dedim.
Ne var ki, sabrı taşmış gözüküyordu.”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:290)
“ ‘O halde belli bir yerde ol’ diye haykırdım artık sabrım taşarak ve onunla aramdaki insanı çileden
çıkaran ilişki sürecinde ilk kez hatırı sayılır bir öfke nöbetine tutuldum.”
(H. Melville, “Bartleby’, sa:67)
“Ancak genele göz atarken, bakışları bir an için daha az dikkat çeken bu on adama takılı kaldıktan
sonra, seslerin yarattığı gürültüden dolayı sabrı taşarak, konuğun gözleri bu gemiyi yöneten kişi kim olabilir
arayışı içinde çevrede dolaşmaya koyuldu.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:21)
“KRUTİTSKİ - Fazla ileri gidiyorsunuz. Sabrımı taşırmayın.
GLUMOV (Kibarca.) - Gücenmeyin, lütfen. Siz de bensiz yapamazsınız amca. Uşaklarınıza kucak
dolusu para verseniz bile sizin şu bitip tükenmeyen nutuklarınıza kulaklarını tıkıyorlar. Oysa benim gibi bedava
dinleyiciyi nerden bulacaksınız?”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:126)
“Ödevini inatla yapmayan, yaramazlığıyla hocanın sabrını taşıran bir öğrenci teşhir edilmek için
herkesin önüne çıkarılıp, o içler acısı dayak ve aşağılama dakikaları başladığında kalbim hızlanır, kafam
karışırdı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:123)
“Gaddar olduğun gibi akıllı ol; hor görme,
Zorlayıp da taşırma dili bağlı sabrımı;
Yoksa, belki düşürür üzüntü dilime,
Sen acımadığından, hep sancılandığımı.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:140, sa:321)
“MANGAN -... Mademki ruhlarımızı çırılçıplak soyduk, vücutlarımızı da soyalım. Kimsenin gizli
kapaklı bir yanı kalmasın. Bakalım hoşumuza gidecek mi? Artık sabrım taştı.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:126)
“Lamiel, kendisini gözetlemek amacıyla tuttuğu, görünüşte pek pahalı bir arabadan inen eniştesini
uzaktan görünce, kızdı; sabrını taşıran son damla oldu bu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:54)
“Erkenden sarhoş olan Bachelard kısa boylu ve sinirli bir adamla tartışıyordu:
-Yine benim bardağıma tükürdünüz! diye bağırıyordu Bachelard. Sabrım taşıyor, mösyö!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:19)
Sabrını yitirmek; Sabrını zorlamak; Sabrı tükenmek : Artık sabrı kalmamak, sabrının sonuna gelmek
“Başında siyah kadifeden bir başlık, giysisinin geniş kemeri gümüşsü mavi renkte olan ve elinde yün
yumağı, belinde anahtar destesi ve gümüş plakası bulunan, saçları örtülü, ufak tefek, tombul bir kadın, yani
hancının karısı, iki arkadaşı olağanüstü br ustalıkla, sabırlarını tüketinceye dek bekletti.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:66)
“ ‘Kaputu dört banknot sayıyor, ancak dört, daha fazla vermiyor. Yüzüğe de Allaha şükür altı banknot,
bin üç yüz ediyor. Daha başka bir şeyin yok mu? Çabuk...’ diye fısıldıyor. ‘Sabrı tükenir de yukarı çıkarsa
mahvolduk demektir.’
‘Maaş defterim var,’ diyor Andreas.”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:107)
“Vittoria’nın sabrı tükenmişti. ‘O damla Vatikan Şehri’ni yerle bir etmeye yeter! Söylediklerimin
herhangi bir kelimesini dinlediniz mi?’
Olivetti çelik kadar soğuk sesiyle, ‘Bayan,’ dedi, ‘Patlayıcılar konusunda engin tecrübelere sahibim.’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:164)
“Langdon’ın sabrı tükenmek üzereydi. ‘Yüzbaşı, benden Sauniere’in burada söylemeye çalıştığı şeyi
tahmin etmemi istediniz ve ben de size bunu söylüyorum.’ ”
(D. Brown, “Da vinci Şifresi”, sa:59)
“ ‘Senin günahlarını bağışlasın diye yalvarıyorum buna. Senin için acılara katlandığına nasıl
inanmazsın?’ diye bağırıyordu. Bana sen diye seslendiğinin farkına vardım. Artık sabrım tükenmişti. Sıcak
gitgide artıyordu. Sözlerini pek dinlemediğim bir kimseden yakamı sıyırmak istediğim zamanlardaki gibi onaylar
göründüm.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:69)
“ROSA - (Kocasının yukarıya çıktığını hatırlamadığını düşünür.) Bak anlaşamıyoruz... sabrım
tükeniyor... Eğer kendine çeki düzen vermezsen... ben... boynundan aşağı 12 litre sakinleştirici akıtırım! (Huniyi
alır, Antonio’ya doğru tutar.) Feleğini şaşırırsın. Herkesi delirtirsin sen! Bir ak dediğine sonra kara diyor, sonra
da fikir değiştirip hiçbir şey hatırlamıyor!”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:69)
“Bu deliler evinde sanat duyguları iyice çileden çıkan Kniep’in ilk defa olarak sabrının tükendiğini
gördüm. Beni buradan ayırmaya çalışıyordu, bense, bu karmakarışık şeyleri teker teker görmeye, kafamda bir
şema içine sokmaya çalışıyordum.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:105)
“ ‘Aradan aşağı yukarı üç hafta geçmişti. Nihayet sabrım tükendi. Bu arada dükkanın bulunduğu
sokağın köşesine kadar gitmiştim. Hem de uşaklar görürse, ev için bir şeyler arıyor sansınlar diye şapkasız
gitmiştim.’ ”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:47)
“Siddhartha kaybettikçe sabrını da yitiriyordu; borçlularına karşı sabırsız oluyordu; dilencilere
yumuşak yüreklilikle davranamıyordu artık; yoksullara armağanlar ya da borç verme isteği duymuyordu içinde.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:101)
“Petrus ayağa kalktı. Sabrı tükenmişti. ‘Kardeşler yürüyün gidelim, gelmeyecek!’
‘Yaklaştığını duyuyorum...,’ dedi Yuhanna çekingen çekingen.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:334-5)
“Günün birinde Jean-Marc’ da böyle yitirdiğini düşlüyor. Ondan hiç haber alamamak, olup biten
hakkında düş kurmaktan başka elinden bir şey gelmemek. Canına bile kıyamazdı, çünkü ihanet olurdu bu,
beklemeyi reddetmek, sabrını yitirmek anlamına gelirdi. Sonuçta, yaşamının sonuna kadar hiç yakasını
bırakmayacak bir dehşet içinde yaşamaya mahkum olurdu.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:9)
“Johnny on altı, on yedi yaşlarında, iri yapılı, çalışmayı seven bir genç olup her gün çiftliğe çalışmaya
giderdi. Her zaman temiz, düzenli ve nedenini anlayamayacağım derecede iyi huylu biri idi. Zavallı,
hemşirelerden birinin günah keçisi haline gelmişti. Bayan Plump <Şişko> diye adlandırdığımız hemşire o hemşire,
onu, bir yolunu bulup sürekli olarak kışkırtmaktan çok hoşlanırdı; sabrı tükenip de oğlancık cevap vermeye
kalktığında, Şişko onu kafasından tokatlardı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:28-9)
“... ondan sonra birçok kez bu konuya döndü, yalvarmaları öyle sık, öyle bunaltıcı bir durum aldı ki,
artık sabrı tükenen babası onu bir temiz azarladı ve bir daha da bundan söz etmeyi kesin olarak yasakladı.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:16)
“Adam, işitmemiş gibi görünerek devam etti:
‘Hiçbir zaman bugünkü kadar güzel olmadınız.’
Kadının sabrı tükenmişti ve zaptedemediği bir sinirle karşılık verdi:
‘Farkına varmanızın artık bir anlamı yok; çünkü şunu bilin ki, bundan sonra artık size ait
olmayacağım.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:216)
“... fakat Süreyya’nın tekrar ihtarına karşı sabrı tükenerek birden dudaklarında titremeler, gözlerinde
öfkeyle döndü:
-Oo, rica ederim, gelir gelmez beni yine cendereye sokma Süreyya, dedi; dünkü gelin değilim ya...
Yolu da pekala biliyor.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:280)
“Chénier dükkanda yalnız başına müşterilerin saldırışına uğramışken, Baldini yeni çırağıyla atölyeye
kapanmıştı. Bu kapanışı Chénşer’ye karşı haklı göstermek için, ‘işbölümü ve rasyonalizasyon’ adını verdiği
harika bir kurama başvuruyordu. Diyordu ki, yıllar boyu sabretmiş, Pélissier ve ona benzer, mesleği hiçe sayan
kimselerin elinden müşterilerini alıp işini bozmasına seyirci kalmıştı. Şimdi sabrı ükenmişti. Şimdi o türedilerin
meydan okumalarına karşılık veriyor, onları geri püskürtüyordu, hem de onların kendi silahlarını kullanarak.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:92)
“... Ama Marcus gitmeyi reddediyor, gözyaşlarına boğulup ‘Emilia! Emilia! diye inliyor. Böylece
oyunumuz da mahvoluyor. İşte tüm bunlar sabrımı zorluyor. Hiçbir zaman çocukları sevmeyi beceremedim.
Hepsi de barbar maymunlar. İnsanların yaşamaya çalışmak için koydukları kuralları öğrenmek için en küçük bir
çaba dahi harcamıyorlar.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:325)
“Suvenir, bilardoyla duvar arasında oturan Martin Petroviç’in çevresinde dolaşıp birtakım kaş göz
işaretleri yapıyor, onu alaya alıyordu. Sonunda Martin Petroviç’in sabrı tükendi. Suvenir’i itmek istedi. İki elini
iter gibi ileri uzattı. Bereket versin Suvenir, bu vuruştan kurtulabildi.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:21)
“Evin hanımı geri döndüğünde inatla mutfaktan çıkmadı, sonunda dışarı çağrıldığında, kadını
selamlamaktan kaçındı. Omuzlarını hırçınca öne sarkıttı, taş gibi durdu, bütün soruları öylesine huysuzca
yanıtladı ki sabrı tükenen kadın onunla konuşmaktan vazgeçti.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:168)
“Kader artık onu yönetecek güçte değil, kurbanından istediği şeye ulaşmış artık. Artık sabrı tükenmiş
adam bir kez daha karıştırmıştır kağıtlarını.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:69)
Sabrın sonu selamet : Sabreden sonunda huzura ve rahata kavuşur bağlamında
“Sabreden derviş, muradına ermiş”
Atasözü - Anonim
“Dedim Kemali’yi ağlatma yarim
Dedi aşıkları ağlatmak karım
Dedim kalmadı hiç sabra kararım
Dedi sabrın sonu hep selamettir”
(Aşık Kemali-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:554)
“Sağlıktır her işin başı
Sabırdır ekmeği, aşı
Aferin, ey çeşmim yaşı
Yar yoluna akışın var” (Çeşm: Göz)
(Seyrani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:483)
“ ‘Sabredeceksin. Sabrın sonu selamet! Ben kızı Alaca’ya göndermem, başkasına sattırmam. Hitamında
(Sonunda) akraba olacaksınız. Sonunda yüz yüze bakmak var. Ben gene senin hayrına söylemekteyim.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:234)
Sabun köpüğü gibi sönmek : Çarçabuk eriyip gitmek, etkisini kaybetmek
“Fedakarlık ve amaçtan yoksun bir yaşam beni tatmin edemezdi. Hastabakıcı ya da hemşire olmayı
ciddi olarak düşündüğümü bilirsin. Bundan aileme söz ettiğimde umursamamışlardı. Onlar, aşık olabileceğim
kişiye rastladığım zaman, bütün bu geçici isteklerimin birer sabun köpüğü gibi söneceklerini düşünmekte
haklıydılar.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:12)
sack : (DAVR.,İŞ,İÇKİ,KOLL.,KUMAŞ,GİYSİ) <sa’k> : Torba, çuval; sako, kısa caket; -slang-: kovulmak,
işinden çıkarmak; nişanlı-sevgilisini terketmek; get the sack : işten çıkarılmak, kovulmak; give the sack : kov;
pabucunu ele vermek; hold the sack : çaresiz, eli boş kalmak; gripsack : yolcu çantası; woolsack : Lordlar
Kamarası reisine mahsus yün minder; sackful : çuval dolusu; -fiil-: yağma etmek; -isim- yağma, çapul;
İÇKİ: Güney Avrupa’ya özgü beyaz şarap; çuval bezi, çul
sackbut : (DİN,MUS.,MYTH.,KOLL.)
şimdilerde nefesle çalınan bir saz
<sa’kbıt> : Kitabı mukaddes’te ismi geçen u d’a benzer çalgı;
sacrarium : (ROMA MYTH., DİN) <sec’rer’yum> : Mabet, kilisenin mihrap yeri; dini merasim için el ya
da çamaşır yıkama leğeni
sacred : (DİN) <sek’rid> : Mukaddes, kutsal, mubarek, kudsi; tahsis olunmuş; sacredly : kudsiyetle;
sacredness : kudsiyet
sacrifice : (DİN) <sek’ri’fays> : Kurban, zebiha; takdime; fedakarlık, zarar, feda etme, kurban etme
zararına satmak
sacriledge : (DİN) <sek’ri’liç> : Mukaddes şeye gösterilen saygısızlık, hürmetsizlik; sacrilegious : Kutsal
şeye saygısılık kablilinden; mukaddes şeylere hürmetsizlik ederek
(Yeni Redhouse Lügati)
Sacristi, sapristi; Sacristie : (FR., DİN): -Ünlem-: Hay Allah!, Vay canına, anasını satayım!: Sacristice,
Sacristie, Sacristy : Kilisede ayin materyalinin muhafaza ediliği mahal
“Semenderlerin bilgelerle-filozoflarla -tarihe geçmiş- aşkları vardır. (Descartes’ın kendisine eşlik eden
harika bir kadını vardı; esasında bu bir semender idi, her gittiği yere onu bir kutu içinde götürürdü. Bir gece o
uyurken Kaptan kutunun içini görmek istedi ve semender’i görünce Hollanda denizlerine koyverdi. Fakat bu iyi
dost, denizde boğulmadı ve iyi yürekli dostu Descartes’ın yanına dönmekte gecikmedi!) Semenderlerle bilgelerin
düğünlerinde daha yüce tanıklar vardır. Hava halkı düğünleriini, hafif esintilerle sürüklenerek, arpların
ezgileriyle görünmez dalgalar üstünde kayan, pupası gül çelenkli gemilerde kutlarlar. Ama sanmayın ki bir kilise
sakristis’inde pis bir kütük defterine kaydedilmedikleri için bu bağlamalar sağlam değildir ve kolaylıkla
bozulabilir.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:79)
sacrosanct :
(DİN) <sekro’senkt> :
Çok mukaddes
Saçak saçak : Salkım salkım sarkaraktan, şurdan burdan uzantılı
“TUZ VE ACI
---------------sağda ateşte balık
solda sahile çarpıp dönen dalgalar
beni tuza
ve acıya batırıyor
uyuyor arkadaşlar
saçak saçak bulutların
ve denizin içinde
(Rose Auslander<1901-1988>-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.10.07)
Saç baş; Saç(ı) baş(ı) dağınık, darmadağın(ık), öyle : Bakımsızlıktan, üzüntüden kendine bakamamak, itina
gösterememek
“Ertesi gün, Madam Guillaume sabah saat sekiz sularında geldiğinde, kızını yerde, betbeniz uçmuş,
gözler kıpkırmızı, saç baş darmadağın, elinde gözyaşlarını ıslattığı bir mendil, yırtılmış bir resmin şuraya buraya
dağılmış kısımlarını ve yaldızlı büyük bir çerçevenin parçalarını seyreder buldu.”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası”, sa:108)
“LOPAHİN - Dunyaşa, neyin var senin?
DUNYAŞA - Elim ayağım titriyor. Kendimi tutmasam bayılacağım...
LOPAHİN - Pek çıtkırıldım olmuşsun. Giyimin küçük hanım giyimin. Saçın başın desen öyle.
Olmaz. İnsan kendini bilmeli.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:104)
“Bu sırada, Hubert içeriye girdi. Bizleri saçı başı dağınık görünce:
‘Bağışlayın! Sizi rahatsız ediyorum,’ dedi, tekrar çıkarmış gibi yaparak. Bu kibarca davranış beni çok
etkiledi.”
(A. Gide, “Batak”, sa:117)
“EUGENIO - Madem kimse yokmuş, gidebiliriz.
VITTORIA - Kendimi böyle saçı başı darmadağınık görmek istemem. (Neşe ile oyun salonuna
girer.)
EUGENIO - Zavallı; sevincinden kabına sığamıyor. (O da girer.)
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:116)
“Gerçi evde bulunduğu yoktu pek. Arada bir merdivenlerde ya da avluda karşılaştığımızda, yüzüme
bakarak, bana yırtıcı ve arsızca gelen bir tavırla gülümserdi. Çok kez, fitil gibi sarhoş, saçı başı darmadağın bir
halde raslardım ona.”
(M. Gorki, “Bozkırda”, sa:11)
“GECE SAHNESİ - (Sahne karanlıktır..... Karanlıkta ilk önce bir el fenerinin yandığı görülür. Feneri
taşıyan kişi de seçilir: Bu kara giysili KEŞİŞ’tir; sahneyi sağdan sola boydan boya geçer. O çıkar çıkmaz, bir
KADIN’ın uzun süre kesilmeyen tiz çığlığı duyulur. Sonra, iki saniyelik bir sessizlikten sonra, sağdaki -yani
seyircinin solundaki- birinci pencerenin aydınlandığı görülür. Çığlık çığlığa bağıran, saçı başı darmadağınık bir
KADIN belirir.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:204)
“Sonuçta, bu küçücük, derin, kumluk ve her yanı çıplak yamaçlarla çevrili vadide, subay ile araştırmacı
gezgin dışında, geveze, budala, saçı başı darmadağın mahkumdan ve bu mahkumun boynuna, ayak ve el
bileklerine takılmış -ara zincirlerle birbirine tutturulmuş küçük zincirlerin bağlı olduğu- diğer bir ağır zinciri
tutan askerden başka kimsecikler yoktu.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:29)
“Kaygılanmıştı Kızılsakal, susuyordu. Kapıyı açtı. Sokağın öte ucundan yeni bir köylü sürüsü -saçı başı
darmadağın kadınlar, hasta, ihtiyar erkekler; topalı, körü, cüzzamlısı-, Nasıra’nın geri kalan tortusu belirdi.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:32)
“Ya Kızıl Takkeliler haykırarak tepenin yamaçlarına iniyor ya da Kara Takkeliler tepeye saldırıyorlardı.
Gövdeler birbirine yapışıyor, kardeş kardeşi büyük bir şehvetle boğazlıyordu. Saçı başı dağınık kadınlar bile
avlulardan dışarı uğrayıp, erkekleri daha iyi kışkırtabilmek için damlara tırmanıyorlardı.”
(N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:12-3)
“Bakışları hülyalı, gözlerinin altı mosmor, saç baş darmadağınık, uykusuz kalmış delikanlıların
fotoğraflarını gösterirlerdi. Kiminin gözleri, yıllarca önce babasıyla birlikte eve gelip küpe su doldururken
içerdeki eşyaları bakışlarının projektörleriyle hafızasına hemen kaydeden sakanın kara gözlü oğlunu hatırlatırdı.”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:426)
“Oğulları ayağa fırladılar, ama kapıya doğru gerşlemeye başladılar. Kurtz’le Savage çoktan orya
kaçmıştı. Dul kadın her an patlayıp ortalığı aleve boğabilirdi sanki. Rey, bir saniye daha bekledikten sonra dul
kadına doğru sakin bir adım attı.
‘Bayan Healey.’ Kadının saçı başı dağılmıştı. Rey eğilip lambanın alevini kıstı. ‘Bayan, şunu
bilmenizi istiyorum: Kocanız bir keresinde bana yardım etmişti.’ Kadın birden donup kaldı.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:72)
Saç diplerine kazar kızarmak :
Karşıt cinse duyarlı gençlerde, ani karşılaşmalarda yüzün o denli kızarması
“Kız, sıcaklığı duymak için ona doğru eğilmek dürtüsünü gene duydu ve onun orada bulunuşunun
üzerinde oluşturduğu bu etkiye gene şaşırdı. Buna karşılık Martin selamlaşma sırasında kızın elinin değişini
duyduğu zaman, gene başdöndürücü bir neşe duygusu tatı. İkisi arasındaki fark, Martin’in yüzü saç diplerine
kadar kızarırken, kızın serinkanlı ve kendine egemen olmasında idi Eski hantallığı ile kızın arkasından yürüdü;
omuzları tehlikeli biçimde sallanıp yalpalıyordu.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:71)
Saçı, Saçı tepsisi : Bahşiş, hediye tepsisi (Argo)
“Bu gece, yatsıdan sonra buradaki berber masasının önünde güvey ile arkadaşları tıraş olacaklar... Onun
için kahvenin bir kenarındaki berber masası ile aynası ve takımları pırıl pırıl yanıyor. Kahvenin önünde yüz elli
mumluk koskoca bir lüks lambası... İçinde ayrıca büyük çapta dört beş petrol lambası... Her masanın üstünde
rengarenk fanuslu başka lambalar ve rengarenk mumlar.
Kahvenin bir köşesinde sekiz kişilik bir incesaz takımı durmadan çalıyor. Bu gibi büyük düğünlerde
güveyi tıraş eden, Balat’ın en meşhur berberlerinden berber Tayyar ile kalfaları hep tertemiz, bembeyaz
giyinmişler, boyuna ellerindeki yepyeni usturaları kılağlıyorlar <Kılavlamak: kesici alet ve araçları, daha keskin
bir hale getirmek>. Bir tarafta saçı tepsileri...... Güvey, tıraş sandalyesine oturunca, berber Tayyar, berberlerin
piri Selman Pak’ın ruhuna bir fatiha okuyup, başlıyor güveyin saçlarında makası şakırdatmaya... Kalfalar da
güveyin arkadaşlarını tıraşa koyuluyor. Ötede saz, durmadan en hoş havaları çalıyor.
Böylece tıraş biter bitmez, güvey hemen kalkıp o bahşiş tepsilerinin içine avuçlar dolusu bahşişlerini
atıyor. Tabii, arkasından bütün arkadaşları, ki bunlar en aşağı yirmi yirmi beş kişidir; onlar da tıraştan sonra
güveyi taklit ederek her iki tepsiye ikişer, üçer hatta dörder, beşer mecidiye bahşiş fırlatıyorlar..... Tayyar, bir
aralık Reha Beyin kulağına eğilip diyor ki:
-Ah, bey babacığım, nerede o eski düğünler; gecede elli, altmış lira toplardık. Şimdi ise görüyorsun,
topu topu, on beş oski’nin <lira, papel> içindeyiz.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:203-5)
Saçı başı ağarmak : Hangi cins insan olursa olsun, yaşlanmak; saçı beyazlamak, akıllanmak
Bk.: Saçı sakalı ağarmış
“Bugün 17 Temmuz 2006
Saçlarım ağardı oğul.
Taşımaktan örselendi yıllarım
Oysa hala yükseğe tırmanırlar.
bir elimle göğe değiyorum artık
diğeriyle sana kenetlenmişim sıkı sıkı.
Ey, Tanrım”
(Bojana Apostolova<d.1945>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.08.08)
“Bizim köşkte Neriman’a akran sayılacak kimse yoktu. Lapacı Necmiye’yi insandan saymak tabii
doğru olamazdı. Teyzelerim saçları, başları ağarmış koskoca kadınlardı. Ara sıra ötekinin, berikinin ayağına ip
takmaktan başka konuşacak lakırdıları olamazdı. O halde, o halde?..”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:37)
“-Saçım ağarıncaya kadar sana çocuk gibi inandım. Ne bileyim ‘saçlı sakallı, okumuş, yazmış adam.
Elbette bir bildiği var’ diyordum. Artık yeter...”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:35)
“Taşralarda öğretmenlik ede ede saçı başı ağarmış tatlı sözlü ve özlü bir adamdı. ‘Ödül mü?’ Aferin
mi? Yarış mı? Aman aman onların topundan da ağzımın payını aldım’ diye yaka silkerdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:198)
“Balkonda, Aleksandra Pavlovna’nın yanında, eskiden tanıdığımız Pigasov oturuyordu. Onu görmeyeli
beri, Pigasov’un saçı başı, eni konu ağarmış, vücudu hafifçe kamburlaşmış, zayıflamış ve tek bir dişi düştüğü
için, konuşurken sözcüklerin söyleyişi değişmişti.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:66)
“Sarayda çalışabilmek için kontluk arması, ya da baron olmak gerekiyor. Hatta orta sınıftan biri orduda
saçlarını ağartmış olsa bile onbaşılıktan yukarıya yükselemez. Orta sınıf, durumu kötü ve ahlakça bozulmuş
Fransa’da, her yeden henüz uzak tutulmaktadır.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:13)
Saçı başı birbirine karışmış, karmakarışık : Pejmürde, darmadağınık, perişan bir halde
Bk.: Saçı başı darmadağınık
“Büyükbabam biraz sonra saçı başı karmakarışık, kıpkırmızı ve bitkin bir halde mutfağa girdi.
Arkasından, yanaklarına akan gözyaşlarını bluzunun eteğiyle silerek büyükannem geldi. Büyükbabam iki eliyle
sıraya tutunarak ve kamburunu çıkararak oturdu; titriyordu ve solmuş dudaklarını ısırıyordu.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:158)
“Hiç böyle teni güzel olan bebekler bir kurşunla o canım deriyi parçalamayı göze alabilirler mi? Ben
kendimi, saçım başım birbirine karışmış, elimde küçük bir tabancayla bir koltuğa yığılmış kalmış
tasarlayabiliyorum.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:10)
“Agafya Mihaylovna saçı başı karmakarışık, kıpkırmızı olmuş yüzünü bir keder ifadesi kaplamış,
dirseklerina kadar sıvadığı sıska kolları çıplak, reçel kabını mangalın üzerinde daire çizecek biçimde gezdiriyor,
ahududuna soğuk soğuk bakarak, reçelin kesilmesini bütün kalbiyle istiyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:226)
“Saat beşte, Peder Luiz, bir tek kendinin becerdiği biçimde düdüğü çalarak işaret verirdi. Pis, saç baş
dağınık, ter içinde okula dönerdik. Okula vardığımızda doğru koğuşa çıkar ve pijama pantolonlarımızı giyerdik.
Duşa inerdik. Topu topu altı bölme olduğundan ve her duş beş dakika sürdüğünden, oyuna devam ederdik.”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:146-7)
Saçı bitmedik (bitmemiş) yetim : Daha saçı çıkmadan yetim kalan bebek
“Kimdi milletin sahipleri? Elbette bu ve bunun gibilerdi. Arıyacaklarına, saçı bitmedik yetimlerin
hakkını söküp alacaklarına hiç şüpheleri yoktu!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:155)
“İcabında yirmi kayma borç bulabildiği için bu herif hiç dara düşmez. Borcuna doğru ama, dul
kocakarıların, saçı bitmemiş yetimlerin iki meteliğini fırsat düşürünce aşırması neyin nesi?’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:341)
Saçı deli kısrak yelesi gibi dökülmüş : Saçlarını egzotik bir şekilde iki yana yele gibi salıvermiş
“ ‘... Biz Bursa’ya ılıcalara gidiyoruz. Bunu al da derdine yan’ diye masaya bir zarf bırakıp savuştu.
Açtım ki anadan çıplak resmi... Saçlarını, deli kısrak yelesi gibi, dökmüş. Gözleri baygın ama nasıl baygın...’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:255-6)
Saçımı(zı)n teli kadar : Sayılmayacak kadar çok, bir avuç dolusu
“-... Benim zamanında olaydın da açmaz göreydin. Elimizden, saçımızın teli kadar kız geçti,
Allahlarıma şükür, birine çuvallamadım! Saraylı’ya, Benli’ye, Sidikli’ye git, sor! ‘Memlekette biz, Paytoncu gibi
toy düşüren işçi görmedik,’ derler.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:57)
Saçına ak düşmek : Kışın habercisi, yaşlanmanın ilk işareti
“Saçlarıma ak düştü, sana ad bulamadım,
Gönüle uçmak düştü bir kanat bulamadım
Daldım gönül evine, düştüm sevgi seline
Bu sevdanın diline bir lügat bulamadım”
(Anonim - Halk türküsü)
“Erdeme Tutsak Bir Kadın
Ak düştü saçlarına gelecek günlerden
Camdan süzülerek ışık nasıl düşerse aynasına,
Baktı aynaya ve annesini gördü aynada.”
(E.J. Scovell<1907-1999>-Sevcan Yılmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.07.04)
“AKBABA - Tabii! Bunun birçok şeylerle ilgisi, deneyimle saptanmıştır. Gerçi bunu küçümseyen ya
da alaya alan kimseler çoktur, fakat değer verenler daha fazladır. İnsan, henüz saçlarına ak düşmeden güzel
kızları yakalamalı, hükümdarlık tacını ele geçirmeli ve altınları toplamalı.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:115)
Saçına sakalına kır düşmüş : Yaşlanmaya, ağarmaya başlamış saç sakal
Bk.: Saçı sakalı ağarmış
“Bazı insanların gülümseyişi hayatı kolaylaştırır, Selah onlardandı; saçına sakalına pek erken düşmüş
kırların dışında yüzünde zamanı söyleyen hiçbir şey yoktu.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:92)
Saçını başını (sakalını) yolmak : Hüzünle ya da kavga sırasında birisinin saçına, başına saldırmak; kederden
kendi saç-sakalını çekiştirmek; Üzüntüden inlemek, pişman olmak
“Evet, ağlamıştı, saçını başını yolmuştu. Hatta kederi kızın sütünü bozar, getireceği fiyatı değiştirir diye
Bey telaşa düşmüş, İkbal Hanım’ın evinin kapısına kadar gelmiş, onu yatıştırmaya çalışmış.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:435)
“Elbisenin Öyküsü
----------------------saçımı başımı yoldum,
kendimi azgın sulara attım,
delik deşik ettim her yanımı,
lağım çukuruna atladım,
gazyağı boşalttım mideme,
tövbe duası okudum iki yüz kere”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap; 25-09-08)
“Gazeteciler çılgına dönüyor, birbirlerinin saçını başını yolmaya başlıyorlar, hepsi de ötekinden daha
çok verme yarışında; amma da gürültü kopardılar ha; özel yaşamını açık artırmaya çıkardı cüce, şu işe bakın!
Biri beş milyona çıkıyor ve ortalığı birden derin bir sessizlik kaplıyor. Gürültü bıçak gibi kesildi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:239)
“Şakadan pek anlamayan bu savaş ve ganimet dalgasına da pek akılları yatmayan uşaklar, Don
Quijote’nin arabadakilerle konuşmaya gittiğini görünce, Sancho’nun üstüne saldırdılar, yere yıktılar, şöyle
sağlamca dövdüler, saçını başını yoldular. Zavallının sesi sedası kesildi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:52)
“Papacık can havliyle balkona fırlayarak:
-Ne oluyor? Ona ne yapıyorlar? diye bağıradursun, Tistet Védene, avluya inmiş bile. Ağlar gibi
yaparak, sanki saçını başını yoluyor.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:55)
“Adamcağız alelacele kapıya seğirtti ve ardına kadar açtı. Kapı aralığından meşum gecenin
gözyaşlarından arta kalanlar, taşlığa bir dizi boncuk gibi serildiler. Kadıncağız gözle görülür bir bunalım içinde
saçını başını yoluyor ve yerde yatan bir cismi gösteriyordu.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:98)
“Matmazel, bayılacak haldeydi:
-Güzelim elbise gitti, diye adeta saçını, başını yoluyordu. Kamran mantoyu bir ucundan tuttu ve
gülerek:
-Yenilgini artık kabullenmen gerek Feride, dedi. Aç, elbiseni göreyim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:108)
“ ‘Hayırdır inşallah, hayırdır inşallah,’ diye söyleniyor, bu saatte de yine kendi derdini bırakıp
bayılanlar, saçını başını yolanlarla uğraşmaya mevcur oluyordu.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:94)
“Sonradan bu ve benzeri hikayeleri tekrar tekrar anlattırıp dinlemiştim kendisinden. Ne var ki, bir
akşam keskin nişancılar şenliğinde amansız bir kavgaya tutuşmuş, birbirimizin saçını sakalını yolacak kadar işi
ileriye vardırmış, öfkemizden kudurarak birbirimizden ayrılmıştık.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:92)
“İlle üçüncü mevki vagonla dönmek istiyordu. Ağlaya bayıla, saç baş yolarak ikinciye zor razı
edebildiler. Tren dolu idi; bulabildikleri tek yeri Nebile’ye veren ana baba yolculuğu koridorda, heybeler,
bavullar, torbalar üzerinde yaptı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:181)
“Ama Zebedi Baba kayanın üstüne çıkmıştı bile. Yırtıcı gözleri ovayı tarıyordu; erkekler, kadınlar
tarlalalra koşuşuyor, düşüp kalkıyorlar, ağıta devam ediyorlardı. Bütün köy alt üst olmaya başlamıştı. Kadınlar
saçlarını başlarını yolarak geçiyorlardı, arkalarında erkekler yere kadar eğilmiş bir halde, ses etmeden
yürüyorlardı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:127)
“Ölüyü alıp Ayasurat köyüne götürdüler. Bundan sonra Hatçe iflah olmadı. Her gün saçını yolarak
Efesinin ölümüne ağladı.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:12)
“Toni henüz son nefesini vermemişti. Gustav’ın kendisine sarıldığını duyumsadı... ‘Ah, sevgilim!
Neden... neden güvenmedin bana?..’ Son sözleri bunlar oldu ve gözleri kapandı. Gustav saçını başını yolmaya
başladı. Çıldırmıştı. ‘Haklısın... haklısın bir tanem. Sana güvenmeliydim... çünkü Tanrı huzurunda birbirimizin
olmuştuk...’ ”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-San Domingo’da Nişan”, sa:101)
“Ama bu yetkin örneklerin yanında dili bilmeden, kültüre hakim olmadan kafa göz yararak yapılmış
öyle çeviriler vardır ki, insana saçını başını yoldurur. Üstelik bunlara üniversite kitapları arasında da rastlanır.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:100)
“Mathieu’nun önünde, şişman, salkım saçak bir kadın:
-Saçını başını yolun şunun, dedi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:369)
Saçını süpürge etmek : Bir evliliğe ya da ilişkiye hayatını adamış, yitirmiş kadının söyleyebileceği söz
“Kadın, hayatından ne kadar memnun olduğunu kocasına belli etmekten hoşlanır mı? Hayır. Onun
uğruna saçını süpürge ettiğini ve çile çektiğini görsün ister. Koca işe kendini geliştirmek için gittiğini aklından
geçirir mi?”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:182)
“Abdullah..... ‘Boyun devrilsin, kadın,’ diye patladı, nargilesinin suyunu hiddetle fokurdatarak, ‘eğer
ruhunu şeytana satmak için yarım kilometre yürümek istiyorsan, benden çekinme, buyur git.’ Firdevs ayağa
fırladı ve üstünü değiştirdi. Olanca çabasıyla kendini tutmaya gayret ederek, ‘Aslında şöyle demek istiyorsun,’
dedi Abdullah’a, ‘Sevgili karıcığım, bütün gün saçını süpürge ettikten sonra dışarı çıkıp biraz eğlenmek senin de
hakkın, benim gibi eğlenmenin ne olduğunu unutmuş huysuz bir ihtiyarla evli olsan bile.’ ”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:295)
“-Ah! karşılığını görüyorum, diye sürdürdü Madam Josserand. Yirmi yıl bunları saygın birer hanım
yapabilmek için saçımı süpürge ettim, ama istediğim gibi biriyle evlenmeyi bana çok görüyorlar.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:47)
Saçıp savurmak : Sorumsuzca şuraya buraya vermek, sarfedip dibine darı ekmek
“Gençliğin göstergesi belki de kolay mutluluklara yönelik çok güzel bir iççağrıdır.Ama özellikle, saçıp
savurmaya varan bir yaşama ivecenliğidir. Bab-el-Oued’de olduğu gibi Belcourt’da da genç evlenilir. Çok erken
çalışmaya başlanır ve bir insan yaşamının deneyimi on yılda tüketilir. Otuz yaşında bir işçi şimdiden tüm
kağıtlarını oynamıştır. Karısıyla çocukları arasında ölümü bekler.”
(A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:46)
“Gece geç vakit konuklardan sonuncusu da evden ayrılıp ayak sesleri kesilince Lidiya Yegorovna
ellerini terasın korkuluğuna dayadı, iki yana sallanarak ağlamaya başladı. Hıçkıra hıçkıra ağlarken:
-Malımı mülkümü hovardaca saçıp savurması yetmiyormuş gibi bir de bana ihanet ediyor! diyordu.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:47)
“L. ANDREYEVNA - Benim ne günahım olacak, ha?.. Bir çılgın gibi, her an, durmaksızın saçıp
savurdum paralarımı... Ve borçlanmaktan başka işi olmayan biriyle evlendim..... -oğlum... boğuldu ırmakta,
biliyorsunuz.....”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:132)
“KAPTAN -... Akşamdan akşama görürsün suratını. Geceleri uykuda geçirirsiniz daha çok. Bütün gün
defedersin başından. Çarşılara çıkar, paracıklarını saçar savurursun. Bu da fazla gelirse bir denizciyle evlen.
Yılda olsa olsa, üç hafta başına ekşir.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:99-100)
Saçı sakalı ağarmış : Yaşlanmış; Hayatta yıllarca didinip uğraşmış, olgunlaşmış
Bk.: Saçları ağarmak
“-Öğrenmek ve öğretmek ha? İnsanlara nasıl mutlu olacaklarını öğretebilir misin bakalım? Hayır
şahinim, öğretemezsin. Saçını sakalını ağart da, öğretmek sözünü sonra al ağzına.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:22)
“Örneğin Bopfingen’e giden yol üzerindeki tepede böyle bir durum yaşamıştık, zırhlar içinde saçı
sakalı ağarmış biri ileriden bize doğru gelerek yaşlı başını sallamış, sonra hemen yine ortadan sır olmuştu.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:16)
“Birbirimizle yabancılaşmıştık babamla. Babamın saçı sakalı iyice ağarmış, beli biraz bükülmüştü,
süklüm püklüm bir hali vardı.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:107)
“Kamala, gözlerinin içine baktı Sidarta’nın. Yılanın zehirinden dili diline dolaşarak: ‘İhtiyarlamışsın,
sevgilim,’ dedi. ‘Saçın sakalın ağarmış. Ama o genç Samanaya benziyorsun yine, bir zaman adeta çırılçıplak,
ayakları toz toprak içinde benim koruluğa gelen Samanaya. Beni ve Kamaswami’yi terk edip gittiğin
zamankinden daha çok benziyorsun ona. Gözlerin sanki onun gözleri, Sidarta. Ah, ben de yaşlandım, kocadım
ben de.’ ”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:132-3)
Saçı sakalı birbirine karışmış : Tıraşsız, bakımsız, perişan bir halde, derbeder
“TREBLEV - Tabii Zareçnaya gecikirse tüm etki yok olur. Gelmesi de gerek artık. Babasıyla üvey
annesi baskı altında tutuyorlar kızı, evden çıkması hapishaneden kaçması kadar güç. (Dayısının boyunbağını
düzeltir.) Tıraş olman gerekmez miydi, saçı sakalı birbirine karışmış.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:28)
“Bir de baktım, benim yeni Tanış, kendini koyvermiş ve saçı sakalı biraz birbirine karışmış, bitişik bir
odanın kapısında göründü; ben başımı çevirmek istedim, çünkü bana göre bir şey yoktu ortada. Ama Tanışım
doğru yanıma geldi ve benim neyle vakit geçirdiğime bakıp dalgın gülümsedi.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:5)
“Abtal, çocuk gibi yüzünü buruşturdu. Dudaklarını büktü. Ağlamağa başladı. Fakat Kezban onu okşadı.
Zavallının saçı sakalına karışmıştı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:243)
“Bay Polydoro, panayırdayken, sucuğun kilosunun ‘Sefalet ve Açlık’ın dükkanında daha ucuz olduğunu
söylemişti.
-Öyleyse siz de oradan alın. Zaten orası mucizeler sokağı, öyle değil mi?
-Ne demek istiyorsunuz?
-Saçı sakalı birbirine karışmış o iki ihtiyar orada oturmuyor mu?”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:140)
Saçları ağarmak : Saçları beyazlanmak, yaşlanmak; Saçlarına ak düşmek
“‘... bir kez saatın tik-taklarını ayak sesleri sandık - küllere batmışız, ardımızda hiçbir iz bırakmadan,
yanmamış hiçbir kemik, gittiklerinde yakınlarınızın bıraktıkları gibi madalyonlarda saklanacak bir tutam saç
bırakmadan. Şimdi saçlarım ağarıyor, kuruyorum; ama pırıl pırıl gün ışığı altında aynanın önüne oturarak gün
ortasında bakıyorum yüzüme, kesinlikle üzerinde duruyorum burnumun, çenemin, çok açılarak dişetlerimi çokça
gösteren dudaklarımın. Ama korkmuyorum.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:174)
Saçları diken diken olmak : Korku ya da heyecandan saçlarını dimdik ve batar gibi hissetmek
Bk.: Saçları dimdik olmak
“Gözlerinizde ince bir duman perdesi var sanki, yarı kapalı, gözkapaklarınız daha kayganlaşmamış ve
duyarlı, kırış kırış şakaklarınızın derisi yumuşaklığını yitirmiş, gerilmiş, ince ince çizgilerle sertleşmiş gibi,
saçlarınız diken diken, seyrelmeye, kırlaşmaya yüz tutmuş...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:13)
“ ‘Vahşi,’ dedik. Bu sözcüğü açıklayalım. Devrin kaosu içinde dünyanın yeniden yaratıldığı günlerde
saçları başlarında diken olmuş, pejmürde bir halde, uluyarak, öfkeyle, kafa kırıcı havada, mızrak yukarda,
heyecan ve şaşkınlık içinde Paris’e saldıran bu adamlar ne istiyorlardı?’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:63)
“Baron, sesini çıkarmadan dikkatle yaşlı adama bakıyordu; ancak Daniel ölüm acıları çekiyormuş gibi
inleye inleye duvarı kazımaya başlayınca, Baron’u derin bir korku kavradı. Yüzünün rengi ölü gibi sararmış,
saçları diken diken olmuş bir durumda hızla ayağa kalktı.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:118)
“Ter, sıcak, yaya yolculuk ve toz, bu pejmürde kılığa bir tür iğrençlik katıyordu. Saçları dipten kesik
olmakla birlikte, diken dikendiler, çünkü çıkmaya başlamışlardı ve sanki epey zamandır kesilmemiş gibi
duruyorlardı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:110)
“ ‘Geldim...,’ diye tekrarladı Meryem’in oğlu, öyle yavaş söylemişti ki bu sözü, arkalarında tetikte
duran Yahuda bile, elini kulağına götürmesine rağmen işitememişti. Bu kez peygamber ürperdi. Anlamıştı.
‘Ha?’ dedi va başındaki saçlar diken diken oldu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:273)
“Elinde çok güzel bir Alaman filintası vardı, attığını vururdu. Tüfeğini karısı kadar severdi. Sarıya çalan
saçları diken dikendi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:89)
“Hayvan, gözlerini bir noktaya dikmiş öylece bakıyordu. Sırt tüyleri birden dikildi. Sanki üzerine doğru
bir şey geliyormuş gibiydi. Yavaşça gerilemeye başladı, köşede duran sobaya doğru... Köpeğin bu hali Markiz’in
aklını başından almaya yetmişti; saçları diken diken oldu korkudan.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, sa:106)
“MACBETH, kendi kendine. - Hükümdarlık katına yükseliş yolunda hayırlı birer önsöz gibi olacak iki
gerçek söylendi. Teşekkür ederim beyler! ….. Cawdor beyi oldum. İyi olsa ne diye zihnimde beliren tasarıma
kapılıyorum da, onun korkunç şekli saçlarımı diken diken ediyor?”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:13)
“Rosinéa, saçları diken diken olmuş, bilgiç bir pozda, kalın deri kemeri belini sıktığında sanki soluk
almadan oturuyordu. Belini öylesine sıkmıştı ki, hani neredeyse göğsünü kalçalarından ayıracaktı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:28)
“Bu arada, pencerenin yanında dururken her yanını saran olağandışı bir karıncalaşma ve titreşmenin
ayırdına vardı, sanki üzerlerinde bir esinti ya da beceriksiz parmaklar gezinen binlerce telden oluşmuştu. Bir
ayak parmakları ürperiyordu, bir ilikleri. Leğen kemiğinin oralardan çok garip duyumlar geliyordu. Saçları diken
diken oluyordu. Kolları, yirmi yıl kadar çınlayıp tıngırdayacak telgraf telleri gibi çınlayıp tıngırdıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:158)
Saçları dimdik olmak : Heyecan ya da korkudan ‘tüyleri’ dimdik olmak
Bk.: Tüyleri diken diken olmak
“ ‘Orada mısınız?’ Tabuttan ses çıkmıyordu. Tir tir titreyen Fauchelevent zorlukla nefes alıyordu.
Çekicini ve kerpeteni alıp tabutun kapağını açtı. Alacakaranlığın son ışıklarında Jean Valjean’ın yüzü sapsarı,
gösleri kapalıydı. Fauchelevent’ın saçları bir anda dimdik oldu, ayağa kalktı, sırtını mezarın kenarına çarptı;
tabutun üzerine düşmek üzereydi; Jean Valjean’a baktı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:402-3)
“O akşam oturmuş nargileyle kahvenin tadını çıkarırken birdenbire arkamda bir ses işittim:
-Aman bre!
Ürperdim mi sanıyorsunuz? Hayır, ama saçlarım dimdik oldu, çünkü bu iç geçiren Epaminonda’ydı.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:141)
“Arabadan aşağı indi, tekerleklerin arasına baktı. Görünürde kimse olmadığını anlayınca ve ovada da
bütün genişliğince bir insanın saklanabileceği hiçbir ağaç veya hendek ya da herhangi bir araç görünmediği için
saçları dimdik oldu.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:118-9)
Saçlarına ak düşmek : Genellikle yaşlanmaktan, bazen (ailede ölüm, idam mahkumları) ani ve şiddetli
heyecanlarla saçların beyazlanması
“DÖRDÜNCÜ SAHNE : (Sahnenin solunda, tekerlekli sandalyede yaşlı bir kadını iten biri görülür.
Sandalyeyi iten adam kaybolur. Sol taraftan sahneye genç bir kadın girer.)
YAŞLI KADIN (Genç Kadın’a) : Anne! Benim küçük anneciğim.
GENÇ KADIN : Sen misin küçük kızım, tatlım.
YAŞLI KADIN : Anneciğim seni yeniden gördüğüme çok sevindim. Artık umudum kalmamıştı.
Sürekli aklımdaydın... kendimi kötü hissediyordum.
GENÇ KADIN : Sen misin benim küçük tatlı kızım. Gözlerin hiç değişmemiş. Henüz bebeğinle
oyndığın zamanlarda da bu kadar güzeldiler.
YAŞLI KADIN : Görüyor musun anne, kırışıklıklarım var, saçlarıma ak düştü, artık
yürüyemiyorum, romatizmam var.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları 4 - Bavullu Adam”, sa.135)
Saçlarının köküne (dibine) kadar kızarmak : Son derece mahçup olmak, utanılacak birşey yapmak
“Genç kız saçlarının köküne kadar kızardı, eşi ise dostunun gözlerine içtenlikle baktı ve kardeşlik elini
duygulanarak sıktı. Tek söz konuşmadılar, yalnızca birbirlerine baktılar.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:193)
Saçlarını sıfıra vurdurmak : Kafasını kabak yapmak; Sıfır numara ile traş.
“Kongre Binası güvenlik şefi Trent Anderson, on yılı aşkın bir süredir burada güvenlikten sorumlu.
İriyarı, geniş omuzu, keskin yüz hatlarına sahip adam kızıl saçlarını sıfıra vurdurmuştu. Bu da ona asker havası
veriyordu. Yetkisinin sınırlarını sorgulamak gibi bir aptallık yapanlara gözdağı veren bir silah taşıyordu.”
(D. Brown, “Kayıp Senbol”, sa:59)
Saçma; Saçmalamak; Saçmalık : Gerçekle ilgisi olmayan yalan yanlış şeyler; gerçek dışı, inanılamaz;
Hayvan anında kullanılan av tüffekleri için hazırlanmış fişekleri oluşturan mini mini kurşun tanecekleri
“ ‘Kitabının yayımlandığını okuduktan sonra ne yaptın?’
‘New York’a döndüm. Yaptığım saçma bir şeydi ama kendimde değildim, artık salim kafayla
düşünemiyordum. Kitap beni kendi kazdığım kuyuya düşürmüştü..... Kitap çıkınca geri dönüşüm kalmamıştı.’ ”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:122)
“YEDİ İHTİYAR
-Victor Hugo’ya-------------------Gözü çift gören bir ayyaş gibi kudurmuş,
Döndüm evime, kapattım kapımı, çılgın,
Sayrı ve sıtmalı, ruhuma ateş vurmuş,
Gizemle ve saçmalıkla yaralı, yılgın!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:173)
“EVE DÖNÜŞ YOLUNDA
-------------------------------Yıllarca göz yaşı, günlerce didinmek,
Şimdi karşımızda korku ve zorbaların sömürüsü.
Çilemiz dolmuş olmalı,
Lakin, tek başımıza çekiyoruz bu akıl almaz saçmalığı.”
(Moazzam Begg, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:46)
“ ‘Ben evlenmemeliymişim!’ ded, Fred.
‘Saçma!’ dedim. ‘Üzme beni. Bütün erkekler böyle söyler.’ Yüzüne baktım, şunları ekledim: ‘Hem
sonra bu ne kompliman benim için… ama hangi kadın, iyi ki evlendim dedirtebilmiştir?’ ”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:109)
“İşte şimdi havalimanı restoranındaydık. ‘Senin kararınla buradayız,’ dedim somurtarak. ‘Kılıcımı
arama kararını başka birine bıraktım ya, bu işin yürüyeceğinden bile emin değilim.’
Karım, saçmalamaya başlayacaksak vedalaşıp yolumuza gitmemizin daha iyi olacağını söyledi.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:26)
“Peki kendisi neden, sanki kadın bulması zormuş gibi bu tehlikeli, saçma ilişkiyi sürdürüyordu?
Zengin, genç, ünlü, yakışıklıydı. İşine deli gibi bağlıydı, evlendiği kadınları sevmiş, onlar tarafundan sevilmişti.
Sonuç olarak, avazı çıktığı kadar, ‘Mutluyum!’ diye haykırması için bütün kıstaslar tamdı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:147)
“Vampirlerle ilgili bir belgesel çekmek için Transilvanya’ya yaptığım yolculuk da, insanların ne kadar
kolay aldatıldıklarını kanıtlamanın bir yoluydu. Bazı boşinançlar, ne kadar saçma görünürlerse görünsünler,
insanoğlunun düşgücüne yerleşip kalırlar ve insanlar tarafından fazla düşünülmeden sık sık kullanılırlar.”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:15)
“ ‘Ben ne İvanov’un dostuyum ne de yaptığı işten hoşlanıyordum. Ama bütün bunlar onu öldürme
nedeni olamaz! Halk’a gelince, saçmalık bu! Halk yapmadı bunu. Halk cinayet tasarlamaz. İzlerini de saklamaz.’
”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:137)
“ ‘Ama kuşkusuz, şunu da kabul etmen gerek, belli bir düzeyden sonra, herkes gibi konuşur, dolayısıyla
herkes gibi yazarız. Yoksa her birimiz birbirinden ayrı, kendi öz dilimizi konuşup yazıyor olurduk. Bizi
birbirimizden ayıran şeyler üzerine kafa yormaktansa ortak nelerimiz olduğuyla ilgilenmek, hiç de saçma değil,
sence saçma mı?’ ”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:16)
“O kadın, David’e baktığında ne görüyor ki sesi bu kadar öfkeyle titriyor? Zavallı minicik balıkların
arasında dolaşan bir köpekbalığı mı? Yoksa başka bir şey mi canlanıyor kadının gözlerinin önünde: İriyarı, iri
kemikli bir adam, bir kız çocuğunun üzerina abanmış, kocaman eliyle onun çığlıklarını boğuyor. Ne saçma!”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:64)
“BOYUNSUZLARA
Alçak hırsızım,
Hainim ve korkağım,
Ama belki daha çok cesaret geciktirir
Benliğinde saçma masalların aktöresini öldürmek
Kamuoyuna kafa tutmaktan.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:135)
“... elini sıcak sudan soğuk suya sokmadan, yalnızca uyuması, ballı-kaymaklı yemesi, bir de insan
soyunun tükenmemesine çalışması için önüne bütün zenginlikleri yığın; bakın, bu insan salt nankörlüğü, rezilliği
yüzünden başınıza ne püsküllü belalar açacaktır! Balı-kaymağı gözü görmez; bile bile en zararlı, çıkarına en
aykırı yaramazlıklar, saçmalıklar yapar.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:45)
“ ‘Gelelim özel sorunlara. Siyasal yaşamımın daha başında Savunma Bakanlığı’nın genel haberalma
konusunda uzman bir şubesiyle çatıştım. Adı geçen bölümün yöneticisi tuğgeneral kendi dairesinin bizim
önümüzde diz çökmesi düşüncesine çok içerledi. Kıdem sorunu, belki ücret sorunu, belki de bunun gibi başka bir
saçmalık!’ ”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:117)
“ ‘Bütün bu olanlardan sonra Başrahip, geri kalan azıcık saygınlığını bir büyücü için tehlikeye atmak
ister mi sanıyorsun?’
‘Ubertino’nun kaçışının sorumluluğunu üstüne aldı ama.’
‘Ubertino onun rahiplerinden biriydi ve hiçbir şeyle suçlanmıyordu. Hem sen neler saçmalıyorsun?
Ubertino önemli bir adam; Bernadro onu ancak arkadan vurabilir.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:567)
“EV
<Mihail Gunçev’e>
--Sözcükler üzerinde hükmüm yok biliyorum
Tuna’yı üç defa yüzmüşçesine titriyorum.
ve diyorum ki, yine de bu korkunç titreyişle:
-İnsan, hiçlik karşısında bir dirençtir, bir duvar,
ta ki bellek, fareleri saçma bir yeltenişle
bırakıp, onun acı ekmeğini yedirtene kadar!”
(İvan Esenski<d.1949>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası, ”Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 08.12.05)
“Bakışlarımız karşılaşıyor. Anlaşıyoruz.
‘Seni ele vermeyeceğim.’
‘Biliyorum.’
‘Bildiğin ne?’ diye aklımdan geçiriyorum.
‘Artık yürüyüş yapmaktan bıktım. Hem kumanda edilmeye de katlanamıyorum. Senden iki yaş büyük
olan herkes sana kafa tutuyor. Sonra da şu tatsız tuzsuz nutuklar, hep aynı şeyler, bir sürü saçma.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:134)
“Soru tuhaf ve saçma, ama adamın onu söyleyişi daha da tuhaf, sanki yabancı bir krallıktan gelmiş ve
Fransa’yı tanımadan Fransızca’yı sarayda öğrenmiş bir elçi gibi tuhaf bir vurguyla konuşuyor.”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:138)
“... <Yeni gelen hemşire> başgardiyana giderek her mahkum hakkında ‘günlük” bir rapor verme sistemi
başlatmak istedi. Başgardiyan, hepimizin önünde, -belli ki- tepesi ataraktan kükredi: ‘Öyle saçma bir şey burada
olamaz. Burada kendi zırvalarınızla oynamaya başlamayın. Sizler burada öylece dikilir ve kimsenin kaçıp
kaçmayacağını gözlemlersiniz...”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:97)
“Farkına vardığım yeni bir karışıklık dördüncü gün ortaya çıktı; duraksadım; biten ay otuz gün müydü,
otuz bir gün müydü? Sonra şubat ayının söz konusu olduğunu ve benim 30 sandığım günün gerçekte 2 mart
olduğunu anımsadım. Ne denli saçma görünürse görünsün bu yanılgı zaman kavramını karıştırdı.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:56)
“Sergey Yesenin’e <1926>
--------------------Siz
her gün
yazarmışsınız
yüz dize bularak,
Doronin gibi
upuzun ve
yorucu bir dil kullanarak.
Bana gelince,
böyle bir saçmalığa
düşülseydi
intihar ederdiniz
çok daha önce.”
(Vladimir Mayakovskiy<1893-1930>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 19.02.04)
“Oturduğu bankın yer yer boyaları soyulmuş. Hani, nasıl adlandıracağını bilemediğin bazı ara renkler
vardır, bununki de onlardan. Şimdi içeri çekip, polis zoruyla sorsalar, ‘Söyle bakalım kızım, ne renktir bu?’ diye,
söyleyemezsin. Neler de düşünüyor! İnsan zihni ne tuhaf! Polisin burada, Diyarbakır’da sorduğu, sorabileceği
sorular düşünüldüğünde ne kadar saçma şimdi bu aklından geçenler!”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:205)
“İnsanlar bunu gülünç olarak düşündüklerini iddia etmekle beraber, bu marşı işitince öfkeden
kendilerini kaybediyorlardı. Bu kadar aşağılık ve saçma bir şeyi hayvanların dahi söylemelerini akılları
almadığını ifade ediyorlardı.”
(G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:43)
“Ne var ki, yapılabilecek bir şey var; o da, az çok akıllı Sosyalistlerin hareketi destekleyebilecek
kimseleri aptalca ve saçma yollarla soğutmaktan, uzaklaştırmaktan vazgeçmeleri. Kolaylıkla bırakılabilecek öyle
çok bedava akıl hocalığı var ki.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:288)
“Sokakta Gülen Çocuk <4 ekim 1934>
Sokakta gülen çocuk,
Rast gele duyduğun şarkı,
Şu saçma resim, o çıplak heykel,
Sınırı olmayan iyilik -”
(Fernando Pessao<1888-1935>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.05.08)
“Ruhumda büyük bir devrim olmuştu; başka bir manevi alem keşfetmiş, insanların -kurbanı olacağımı
henüz bilmediğim- şuursuz kararlarının saçmalığını anlamıştım.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezenin Düşleri”, sa:51)
“LORD - Tıpkı insanı olmayacak düzeylere yükselten bir rüya, yahut bir saçma hayal gibi. Hadi
bakalım şimdi yerden kaldırın, alayı iyi kollayın; yavaşcacık benim en güzel odama götürüp duvarlara en
şatafatlı resimleri asın; pis kafasını sıcacık, kokulu sularla temizleyip yattığı yerin güzel kokması için buhurlar
yakın...”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:9)
“KLEOPATRA (Öfkeyle.) - Sezar, merhametin bu kadarı saçma.
POTHINUS (Sezar’a.) - Benimle özel konuşmaz mısınız? Hayatınız buna bağlı olabilir. (Sezar
azametle kalkar.)
RUFIO (Yavaşça, Pothinus’a.) - Eşek! Şimdi gene bize nutuk çekecek.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:128)
“Hepsi saçma! Jonathan biliyordu doğrusunu: Bekçinin uyanıklığı daha birkaç saat geçince sönüyordu.
Çevresini, hele bankaya giren yüzlerce insanı daha ilk günden başlayarak bilinçli biçimde zaten algılamaz
oluyordu. Hem bu gerekli de değildi, çünkü bir banka soyguncusunu nasıl olsa banka müşterisinden ayırt
edemezdi insan.”
“Şöyle düşünmüş: Hangi dünyada yaşıyorum ben? Ve aklına tuhaf bir fikir geldi, belki de yaşamıyordu,
sanki çoktan ölmüş gibiydi. Daha da beteri, ölümü, inanmadığı bedenin dirilişi ve buna benzer başka
saçmalıkları düşünmekten başka bir şey yapmıyordu, yaşamı sağ kalmaktan öteye geçmiyordu, yaşamın bir
kurgusuydu.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:14)
“Birden kızarmıştı Anna’nın yüzü. Dolli ne söyleyeceğini bilemeden,
-Evet ama çok iyiyiz orada... dedi.
Anna bir kere daha öptü Dolli’yi.
-Bırak şimdi onları, dedi. Sevincimden saçmalıyorum. Seni gördüğüme öyle sevindim ki canım.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:351)
“Hava, beş gündenberi pek kötü gidiyordu. Ava gitmeyi düşünmek bile saçmaydı. Canlı olan ne varsa
bir yere saklanmıştı. Serçeler bile susmuş, çulluklarsa çoktan ortadan yitmişlerdi. Rüzgar ara sıra boğuk boğuk
uluyor, ara sıra da kulakları çınlatırcasına ıslık çalıyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:74)
“İstanbul 76 Yazı <Kaş Şiir Akşamı, 7 ekim 2004>
İstanbul’un köpekleri
Havlıyor, çabuk çabuk çabuk
Ve kadınlar (her zaman çift ya da çocukla)
Gözleri umut verici ve yumuşak
Orada değil, uyuşturucu gözünde
Hızlanan yüzler, ve her şey kısıtlandı
Para düşüncesi, günlük ekmeği çıkarmak gördük
Her gece ihtiyar dilenciyi muhallebicide yürekleriyle
Boş bira şişeleri (Tuborg çıkmış lisanslı, ne saçma)
masanın üzerinde”
(Thomas Wulff -Sezer Duru,Orhan Duru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.01.05)
“Terapide duygularım ve benim aynı deri koltukta oturuyor olduğumuz noktasına kadar ilerleme
kaydetmiştim. Derken sıradışı bir olay hayatımı, en azından yerimi değiştirdi. Saçma bir arzunun etkisiyle
California’daki bir yazarlık programına başvurmuş ve kabul edilmiştim.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:23)
“İKİ ŞEHİR <1964>
Bir trenim ben,
bunca yıl telaşla gidip gelen
Evet şehri ile
Hayır şehri arasında.
Sinirlerim farksızdır
gergin bir telden
Hayır şehri ile
Evet şehri arasında!
------------Evet şehrinde ise hayat ardıçkuşu gibidir.
Duvarsızdır bu şehir, kuş yuvasına benzer.
İstediğin her yıldız gökten avcuna düşer.
Dudaklarını rica ederler çekinmeksizin,
Zorla işitirler, mırıldanarak: ‘Her şey saçmadır...’ ”
(Yevgeniy Yevtuşenko<d.1933>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 28.10.04)
“ ‘İnsanlar iki türlüdür: polisten korkanlar, bir; polisten korkmayanlar, iki’. İlk bakışta saçma gibi
gelebilir, ama bence doğru bir söz.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:8)
“ ‘Sevgili, sana okuman için bu kadar çok şey yazdığım ve saçmaladığım için affet beni. Böyle
yapacağıma, nasıl da isterdim seni doyasıya öpmek, ya da öpmemek! Ne de olsa şu sıralar aşık olmaya
hazırlanıyorsun... İçten selamlar. Kuzun.’ ”
(S. Zweig - F. Zweig; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:46)
Saçmalamak : Gerçekdışı sözler etmek, uydurma yalan şeyler söylemek
“Ben onun beyin döşeğinin altındaki mahut üç binlik paketi çalmakla yetineceğini sanıyordum, halbuki
o cinayet işledi. Bunu siz de önceden kestiremezdiniz, beyim.
-Anlamak mümkün değildi de ben nasıl akıl edip kalırdım? Saçmalıyorsun sen!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:171)
“ ‘Saçmalamayı bırakalım, saçmalamak adetimizdir zaten bizim,’ demişti Oberto del Foro, ‘bence kenti
yeniden vaftiz edebilir, ama önünden geçip saygılarımı sunamam doğrusu; sonuçta biz onu küçük düşürdük, o
bizi değil, onun için fazla zorbalık etmesin.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:249)
“Yüksek sesle, ‘Saçmalama,’ dedi. ‘Uyuma, yoluna bak sen. Belki talihin döner.’ ‘Talih satılan bir yer
varsa gidip almak isterdim biraz,’ dedi. Neyle alırdım ki? diye sordu kendi kendine, Kaybolmuş bir zıpkınla mı,
kırık bir bıçakla mı, işe yaramayan iki elle mi?”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:93)
“Andronikos gene kalkıyor yerinden. İnmeğe, yürümeğe devam ediyor. Biraz şarap olsa içerdi şimdi.
Gene saçmalıyor.”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:44)
“Sevgili dostum, acımasız öğretmenim, şimdi bu satırları okuyabilseydin nasıl bulurdun acaba? İşte
belki de ilk kez senin istediğin gibi biçim denemeleri yapmadan yazıyorum, kimseye özenmiyorum, kaba saba da
olsa, hantal da görünse, arada bir saçmalasam da, hiçbir yazın değeri taşımasa da kendim anlatıyorum
hikayemi.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:27)
“Bir gün ona karşı çıkma cüretini gösterdim; dedim ki:
-Ama Martin Petroviç, Kara İvan Vasilyev diye biri yoktur; Korkunç İvan Vasilyev vardır; ‘Kara’ sanı
büyük Prens Vasiliy Vasilyeviç’e verilir.
Harlov, hiç istifini bozmdan:
-Saçmalama, dedi, ben öyle söylüyorsam öyledir.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:13)
Saçmalığın, Saçmanın büyüğü, daniskası : Zırvanın daniskası, kabul olunmayacak kadar saçma
“Düşünün, iddiasına göre 20 yıllarında (1820 ve 30’lar) süvarilerimizin hepsi Polonyalı kadınlarla
evlenmiş güya… Saçmanın büyüğü değil mi bu?”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:96)
“-Yeni trenler için elektrik şebekesi döşemeye başladıkları yer burası değil miydi? Korkunç bir lüks
olacak bu.
-Saçmalığın daniskası. Domuzlara inci saçmak gibi bir şey. Daha düzenli ve temiz pak bir tren konur
konmaz insanlar hemen onu mahvederler.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:111-2)
Saçma sapan (düşünmek, konuşmak) : Akıl, mantık dışında, kabul edilemez
“YAY VE TEL
Nasıl ağır, saçmasapan!
Bu yükseklikler, donuk ve ak!
Kemanı çalmak onca zaman
Ve tellerini tanımamak
----------------Ama insan tuttu elinde
Sabaha dek mumu... Tel çaldı...
Yatağın kare kadifesinde
Güneş güçsüz düşeni buldu.”
(İnnokentiy Annenskiy<1856-1909>-Kanşaubıy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 22.08.02)
“Yazı yaşamı hakkında, boş sayfanın karşısında oturmanın yarattığı umutsuzluk hakkında, bir türlü
gelmek bilmeyen esin perisinin verdiği acı hakkında, beklenmedik -ve düzensiz- uykusuzluk nöbetleri, hararetli
yaratım süreci, yazdıklarını bir türlü beğenmemek, özgüveninden kuşku duymak vb. hakkında bir sürü saçma
sapan laf edilir. Ama bunların hepsi de zırva sayılmaz, öyle dğil mi? Yazmak, soluklanmak için pek de ara
vermeden sürekli vermek ve vermek ve vermek demektir. Shakespeare’in çok sevdiği o pelikanı, yavrularnı
kanıyla beslemek için kendi göğsünü yaran o kuşu anımsıyorum. -Ne tuhaf bir masal!- <5 Mayıs 2011, John>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Şimdi ve Burada-Mektuplar 2008-2011, sa:259)
“Bir hazırlığı gösteren bu saçma sapan sözlere, aile reisinin yüzü asıldı; ve görünüşe de öyle büyük bir
önem verdi ki Augustine’e, Saint-Leu’ye giderken birinci tezgahtarın koluna girmesini buyurdu.”
(H. de Balzac, “Top oynayan kedi mağazası”, sa:58)
“ ‘Bir şey unutmuş olmalı,’ dedim.
‘Ne ki?’
‘Belki niçin karaya çıkacağını unutmuştur.’
‘Saçma sapan konuşma.’
Hala oradaydı, hareketsiz, bir ayağı ikinci basamakta, bir ayağı üçüncü basamakta.”
(A. Baricco, “Bindokuzyüz”, sa:49)
“GECE YARISININ SINAVI
----------------------------------Çattık, biz taş yürekliyiz,
Haksız yere hor bakılana;
Alkışladık Bönlüğü, dana
Suratlı koca Bönlüğü biz;
Öptük saçmasapan Nesne’yi
Bağrımıza basarcasına
Ve kutsadık taparcasına
Çürüyerek kokuşan şeyi.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:273)
“Koleksiyon parçası olarak üretilen Mickey Mouse saati ailesinin çocukluğunda verdiği bir hediyeydi.
Mickey’nin saati gösteren açık kollarının saçma sapan görünüşüne rağmen, Langdon’un hayatı boyunca taktığı
tek saatti.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:130)
“Langdon gülümsemek için kendini zorladı. Bundan sonra ne olacağını biliyordu. -‘Harris tüviti giyen
Harrison Ford’ ile ilgili saçma sapan bir dize- ve o akşam Harris tüvitiyle, balıkçıyaka Burberry’sini giymenin
sakıncası olmayacağı sonucuna varmış olduğundan, müdahale etmeye karar vermişti.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:17)
“ ‘Kaç para vereceksin bana?’ Kien’in yüzü kızardı. Fischerle hemen kadına atıldı. ‘Aptal aptal
konuşma! Dostuma hakaret edilmesine izin vermeyeceğim. O kafalı bir adamdır. Saçma sapan konuşmaz. Her
bir sözcüğü, yüz kez evirir çevirir, kafasında konuşmadan önce.’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:223)
“Resepsiyondaki işlemlerimiz tamamlandıktan sonra asansörle çıkarken, asansörcüye durumumuzu
belli etmemek için sana saçma sapan bir şeyler anlatmış olduğumu anımsıyorum (‘biliyor musun, bu,
İstanbul’un en eski otellerindendir; vaktiyle amcamlar da kalmışlar burada... güzel restore etmişler, eskisi gibi
olmuş’ vb.)”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:15)
“İlk başta, bu ona çok güç gelir. Söyleyecek bir şeyi olmadığını düşünür, anlamsızca gevezelik edip
duracağını sanır. Böyle bile olsa savaşçı pes etmez. Sabahtan akşama kadar yüreğiyle konuşur. Aklına yatmayan
şeyler söyler, saçma sapan konuşur.”
(P. Coelho, “Işığın Savaşçısının Elkitabı”, sa:33)
“Gün boyunca, sınıfta bir türlü dikkatini toparlayamadı. Saçma sapan davrandığı için kendi kendini
yiyip bitiriyor, bir taraftan da, oğlanın da onu fark ettiğini öğrendiği için rahatlama duyuyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:14)
“ ‘Avcılar kurtların kökünü neredeyse kuruttular. Ama bu, işlerimize sekte vuracak. Çünkü avcılar kurt
avına bayılırlar. En iri hayvanı kim vuracak diye saçma sapan yarışırlar.’ ”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:51)
“Orada öylece oturup kaldı, kim olduğunu, neyin ne olduğunu artık ayırt edemediğini, kendini tümüyle
yitirdiğini düşünüyordu. Tuvalete gelen insanların seslerini, açılıp kapanan muslukları, gündelik konularda
yapılan saçma sapan konuşmaları işitiyordu.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:120)
“O gece, bir kayalığın yanına uyku tulumlarımızı serdikten sonra uzanıp eline dokunuyorum. Yavaşça
elini çekiyor, evli olduğunu söylüyor. Saçma sapan bir pot kırdığımı anlıyorum; sonra, kaybedecek bir şeyim
olmadığından çocukken gördüğüm hayalleri, dünyada sevgiyi yaymakla ilgili yüklendiğim görevi, doktorun sara
teşhisini anlatıyorum ona.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:194)
“Alan’la ben hiç kavga etmedik, yani ciddi olarak. Dengeli bir çiftiz. Dengeli olduğumuzdan, saçma
sapan beklentilerimiz olmadığından başarılı bir ilişkimiz var. İkimiz de görüp geçirdiğimiz için neyin ne
olduğunu biliyoruz. Ben ona serbestlik tanıyorum, o da bana tanıyor. Kuyruğuna basmıyorum, o da benimkine
basmıyor. Peki şimdi bize ne oluyor? Ne olduğunu anlamadan ilk büyük kavgamıza mı tutuştuk?”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:152-3)
“ ‘Böyle konuştuğunuz için utanmalısınız,’ diyor Neçayev. ‘Pavel İsaev bizim yoldaşımızdı. Ailesi
yokken biz ona aile olduk. Siz yurtdışına gidip onu burada bıraktınız. Onunla ilişkinizi kopardınız, ona bir
yabancı oldunuz. Şimdi damdan düşer gibi ortaya çıkıyor, dünyada sahip olduğu tek gerçek akrabasını saçma
sapan suçluyorsunuz.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:135)
“1. TAVŞAN - Ama o zamanlar gerçekten doğru şeylerden söz ediyordu. Ormanı temiz tutalım,
sularımızı kirletmeyelim filan diyordu.
“2. TAVŞAN - Böyle saçma sapan konuşmuyordu o zamanlar.”
(A. Çınaroğlu, “Boş Kaplumbağa”, sa:8)
“Her şeyden önce, Obdorsk’lu rahip, perhiz taraflısıydı. Ferapont Baba gibi büyük bir perhizcinin garip
şeyler görmesini pek şaşılacak gibi görmüyordu. Sözleri pek saçma sapan gibi görünüyordu ama içindeki asıl
manayı Tanrı bilirdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:15)
“Birader William’a ilişkin olarak, ozaman edindiğim kopuk kopuk izlenimleri en başından bir araya
getirmek istercesine, saçma sapan şeyler söyledim belki de. Onun kim olduğunu ve ne yaptığını, siz, sevgili
okurlarım, manastırda geçirdiğimiz günlerde yaptıklarından, belki de daha iyi çıkaracaksınız.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:31)
“Simina kurnazca, ‘Annem söyledi,’ dedi. ‘Dadım da söyledi.’
‘Dadı sana bu hikayeleri anlatmaktan vazgeçse iyi olacak,’ dedi Sanda sertçe. ‘Artık büyüyorsun, bu
masallara, saçma sapan hikayelere inanma yaşı geçiyor...”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:9)
“Ulu tanrılar! Söyleyeceklerimden geri kalanları söyleyeyim mi? Söylemeyeyim mi? Madem ki bunlar
tümüyle doğrudur ne için içimde saklayayım? Fakat bu kadar önemli bir konuda şairlerin saçma sapan şeyler
için sık sık yardımlarına sığındıkları şu ilahi Musa’ları (Muse: Sanat ve bilim dallarını simgeleyen dokuz tanrıça;
ilham perisi) imdadıma çağırmak, belki yerinde olurdu.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:48)
“ ‘Tanrı’ya seslenip saçma sapan şeyler söylüyordum. Bazen yollarda ölmüş köstebekler görüyordum,
karınlarında kurtlar kaynıyordu. Ben de tıpkı onlar gibi olmak, ölmek istiyordum yani. Şu anda başkaları
karıcıklarıyla sarmaş dolaş olmuşlar, diye düşündükçe elimdeki değnekle küt küt yere vuruyordum.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:24)
“DELİ -... doğal olarak sorgu yargıcından başka, kim inanır size? Herkesin size neden inanmayacağını
biliyor musunuz? Çünkü hikayelerinizin saçma sapanlığı bir yana, insani bir boyutu yok da ondan...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:48)
“ANTONIO - Tabii ya, anlamalıydım. Ben de niye en çok kulaklarının çevresi yanıyor diyordum,
demek favorileri tutuşmuş.. Niye sanki gelir gelmez söylemedin bunu? İki saattir saçma sapan bir sorguya
çekiyorsun beni.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:12)
“Sevgili Jerome, seni gene sonsuz bir şefkatle seviyorum..... Akıl ve mantığımla hareket etmeye
çalışıyorum, fakat iş eyleme döküldüğünde hareketinin nedenlerinin hiçbir anlamı kalmıyor, onları saçma sapan
buluyorum.”
(A. Gide, “Dar Kapı”, sa:113-4)
“ ‘İnşallah böyle bir şey yoktur,’ dedim ona.
‘Böyle söylemek alışılmış şeydir zaten!’ dedi. Ama bunu o kadar ağırbaşlı bir gülümsemeyle söyledi
ki, iç dünyasına ne kadar gömülmüş olduğunu anladım ve böyle saçma sapan sözler söylediğim için kendi
kendime kızdım.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:17)
“ŞAİR - Siz, bu türdeki sanatın ne kadar fena olduğunu, bunun gerçek bir sanatçıya ne kadar az
yaraştığını hissetmiyorsunuz! Görüyorum ki, o güzel bayların saçma sapan sözleri, sizin için artık birer ilke
olmuş.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Vol.I, sa:12)
“Müjgan beni kolumdan tutarak, sürükler gibi koştururken: ‘Allah cezanı versin. Niçin böyle yaptın?’
diyordu.
-Ne bileyim, dedim... İstanbul’daki teyzeler, ‘Dilini sıkı tut. Saçmasapan konuşma... Oraları
dedikoducu yerlerdir,’ diye tekrar tekrar tembih ettiler bana.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:65)
“ ‘Talih satılan bir yer varsa gidip almak isterdim biraz,’ dedi. Neyle alırdım ki? diye sordu kendi
kendine, Kaybolmuş bir zıpkınla mı, kırık bir bıçakla mı, işe yaramayan iki elle mi? ‘Alabilirdim,’ dedi.
‘Denizde geçirdiğin seksen dört günle almaya kalkışmadın mı? Az kalsın alıyordun da.’ Saçma sapan şeyler
düşünmemeliyim, diye düşündü.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:93)
“ ‘Seni sevdiğimi biliyorsun, Chester. Bilmyor musun bunu?’
‘Evet tatlım; tabii biliyorum,’ dedi Chester. Doğruydu bu. Bundan gerisinin de önemi yok, diye
düşündü Chester. Rydal Keener’in o saçma sapan, devede kulak gözdağı çok gerilerde kalmıştı bile. ‘Hadi
soyun,’ dedi. Colette soyundu.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:158)
“ ‘İstanbul’da bırakacaktın,’ dedi Mehmet, yüzü aydınlanmıştı, ‘Yol yorgunluğuna dayanamamıştır
fakir.’
‘Belki.’
Mehmet’in böyle saçma sapan sözleri vardı işte. On dokuzuncu yüzyıl sonu büyük Rus romanından
buraya atlanmıştı. İnsanları güldürebileceğini sanırdı Mehmet bu garip sözleriyle...”
(S. İleri, “Cehennem Kraliçesi”, sa:121)
“Demek ki, yarın hanımlarla birlikte, komutanın locasında oturuyor olacaksınız. Komutan, locada
bulunduğunuzdan emin olmak için ikide bir yukarıya bakıyor. Dinleyicilere yönelik önemsiz ve saçma sapan
gündem konuları konuşulduktan sonra -bunlar genellikle liman binalarıyla ilgilidir, hep liman binalarıyla- sıra
nihayet muhakeme usulüne geliyor.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:56-7)
“ ‘Saçma sapan sözler istemiyorum!’ diye sertçe sözünü kesti komutan. ‘Şimdi düşünmeye başlarsak
hapı yuttuk demektir. Asker olmak, soru sormadan ölmek demektir. Hadi güle güle!’ ”
(N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:164)
“ŞUBAT AYI: CAPE TOWN <1993>
5.
Geceleyin, gelin duvağı çiçeği atılıyor
bana doğru.
Hızla batıyor ay, renk yok.
Ama tanıyorum, sezgiyle, düşünceyle,
bir umut
ziyareti esnasında yırtılarak açıveren,
beni saçma sapan, geyik sözcüklerle
arasına hapseden o çiçeği: ay, nasıl da
sarkıyordu”
(Rustum Kozain<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.04.07)
“ ‘…Gelir gelmez dışarı fırlamak da ne oluyormuş? Ona annesiyle oturmasını söyledim, izne çıkmadığı
zaman kadıncağız perişan oluyor. Başka da bir şey olmadı, gördüğün gibi saçma sapan bir olay. Şimdi de ona
sonuna kadar işkence ettiğimi söylüyor bana, haksızlık değil de ne bu?’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:261)
“... ve vaktim, kararsızlık içinde bocalamakla, yolumu kesen hayalet gibi insanlarla karşılaşmakla
geçiyordu; yine bazı defalar değerli dakikalarımı saçma sapan işlerle boşa harcıyordum..”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:31)
“Aşırı önlem gerektiren durumlarda, sekiz kişilik koruma grubunu her gün değiştirirdi.ç Her türlü
iletişim, hatlar arasına girme ve sinyalleri çözümleme tekniğini bilirdi. Telefonlarını dinleyenler saçmasapan
konuşmalar arasında şaşkına dönüp, onları gerçek mesajlardan ayırt edemesinler diye, bütün günü onun
telefonlarında bir deliler diyaloğu sürdürerek geçiren adamları vardı.”
(G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:180)
“Güzel a ey ‘Koca Karı Masalı’ yazarı! Şimdi sen kitabına giriş yazmayacaksın diye de senin böyle bir
çuval saçma sapan sözün dinlenir mi?”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:21)
“Ona bıraksam, çok daha uzun konuşacaktı elbet, ama geçen bunca yıl, bende, kimsenin varlık
problemini nasıl giderdiğine dair bir merak bırakmamıştı. Tam lafının ortasında, ‘Biliyor musun?’ dedim, ‘Bütün
bu anlattığın saçma sapan şeyler beni hiç ilgilendirmiyor. Ben sana, şimdi neye inanıyorsun, ne yapıyorsun, diye
sordum mu? Züppe sosyete karılarının her gün değişen meraklarını takip etmek istemiyorum.’ ”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:26)
“SUE - Bu gemiyi satın almak ve donatabilmek için evi ipotek etti..... Zaten ömrü boyunca hep
kayıplara uğramıştır. Annemle birlikte doğudan kalkıp buralara yerleştiklerinden biri. Saçma sapan maden
araştırmalarına, sonunda hep çukurlardan ibaret olduğu anlaşılan altın madenlerine az para mı döktü.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:44)
“Winston yazmayı bıraktı, eline kramp girmişti. Bu saçmasapan şeyleri niçin yazdığını bilmiyordu.
Ama ilginç olan bir şey vardı; bunları yazarken, kafasında bütünüyle farklı bir anı tazelenmişti; öyle ki bu olayı
artık yazabilirdi.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:15)
“GLUMOV - Öyle mi? Benim namussuz olduğuma kim karar verdi? Ben makalenizi yeniden yazarken
mi o keskin zekanız namussuzluğuma kanaat getirdi? Yoksa dürüst bir insanın böyle iğrenç bir işe alet
olmayacağına mı karar verdiniz? Belki de, evime geldiğiniz gün, o tumturaklı ama saçmasapan sözlerinize
hayran kaldığım, neredeyse ayaklarınızı yalayacak kadar alçaldığım için namussuz damgasını bastınız bana.”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:124-5)
“Muhtemelen aklınızdan geçmiş olan ve yüce bir duygunun anlaşılmasından çok bir hizmetkarın
düzeyiyle bağdaşan saçma sapan varsayımların niteliği ne olursa olsun, hiç şüphe yok ki, sizden bir kitap
istettiğimde, benim kim ve nasıl biri olduğumu bilmeden, yazmış olduğunuz cevabı göndermekle, kendinize
önemli bir kişi havası verdiğinizi zannettiniz.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:403)
“Dalga geçmiştim güçsüzlüğüyle. Benim hatam yüzünden yine sürgün ve kölece bir yaşama
dönebilirdik. Talihsiz olduğumu söylüyor, saçma sapan erdemler buluyordu bende ve garip nedenler
sıralıyordu.”
(A. Rimbaud, “Illuminations”, sa:70)
“Boris güldü :
-Neden? Sana yemin ederim ki orada temiz, suçsuz şeyler var.
-Biliyorum. Ama anlatamam ki sana… O suçsuz şeyler bensiz gelip geçiyor, onlara söz
geçiremiyorum. Bütün o saçmasapan dediğin düşüncecikler benden alınmış, kaçırılmış şeyler. Anlıyor musun?”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:26)
“Bütün çağdaşları gibi o da <babası> saçma sapan şeyler okuyordu. Sayfa kenarlarında, doğduğum
zamana aşağı yukarı denk düşen canlı ve parıldayan, ufak bir ışığın kalıntıları olan, okunması güç yazılar
buldum.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:17)
“Kuru Kadı, onların herkesi güldüren münakaşalarını, saçma sapan sözlerini gülümseyerek dinlerken,
elçiyi yanına getirdiler, iki deli de sustu.”
(Ömer Seyfeddin’den Hikayeler, Cilt:I, sa:8)
“EPIFANIA - Adrian! Olayların gülünecek yanlarını görmeyi beceremem. Tuhaflık olsun diye böyle
saçma sapan konuştuğun zamanlar içime nasıl sıkıntı bastığını bilirsin. Buraya bay Sagamore’la benim üzerimde
görüşmek için mi geldin?
ADRIAN - Evet. Ama tabii onu burada yalnız olarak bulacağımı umuyordum.”
PATRICIA - Oysa cümbür cemaat hepimiz buradayız.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:27)
“Del Dongo markizinin yanlışları, saçma sapan işleri, görevlileri pek kızdırıyordu, hatta işlerin
yürüyüşünü kensintiye uğratıyordu. Markinin aşırı kralcı sözleri uyutmaya ve savsaklamaya saplatılmak istenen
halkı öfkelendiriyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:35)
“Ömrümde hiç bu kadar saçmasapan bir konuşma yaptığını hatırlamıyordu. Yalanları en kaba bir
açıkseçiklik içinde gözönüne çıkıyormuş gibi geliyor, böylece örtmeleri gereken biricik gerçek: yani kendisinin
hiç ama hiçbir zaman güvercini kovamayacağı, tersine, güvercinin onu çoktan kovmuş olduğu gerçeği en
aşağılık bir biçimde ortaya çıkmış oluyordu.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:34)
“Kitabı kendisiyle ters bir görünüm içindeydi, bu pırıl pırıl kitap saçma sapan şeylerle doluydu. Biraz
daha iyice şair olduğunu sandığım biri kitaba afralı tafralı bir önsöz yazmış, bu adam belki de ilerde çok büyük
bir şair olur diyor.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:132)
“-Kaç gündür ağzına bir şey koymuyor kızcağız, zayıfladı, bu yetmiyormuş gibi sen de saçma sapan
düşüncelerinle üzüyorsun onu. Hadi git artık, hadi canım.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenia”, Cilt:III-IV, sa:23)
“Bunları söyledikten sonra kocasının Gerasim’e ayaklarını havaya kaldırttığını anlattı. Doktor; ‘Ne
yaparsını! Hastaların aklına bazan böyle saçma sapan şeyler eser. Hoş görmeli...’ gibisinden yarı alaylı, yarı
acıyan bir gülümseyişle gülümsedi.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:84)
“STAHOV - Maşa ise onu çağır. Şarkı söyletiriz. Canım nerede o eski çingeneler. Tanyoşa yok mu ne
yaman şeydi.
BUTKİYEVİÇ - Eski hamam eski tas. Değişen ne?
STAHOV - Hayır. Eskiden ne güzel şarkılar vardı. Şimdi hep saçma sapan romanslar.”
(L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:59-60)
“ ‘Sevgili Leydi Clem, kendime ayıracak tek bir dakikam bile yok,’ dedi Lord Arthur, gülümseyerek.
‘Sanırım bütün gününü Bayan Sybil Merton ile şifonlar satın alarak ve saçmasapan şeyler konuşarak geçirdiğini
söylemek istiyorsun, öyle değil mi? İnsanların evlilik konusunda niçin bu kadar yaygara kopardıklarını
anlayamıyorum.’ ”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:31)
“Öfke hissettiği an kendisini kapattığını elimden geldiğince açık bir şekilde gösterdim. Öfkeyi sadece
pasif olarak gösterebiliyordu, örneğin, evi temizlemeyerek ya da elbiselerini sandalyenin üzerinden
kaldırmayarak. Evi hiç bir zaman temizleyemediğini söyleyerek cevap verdi. Bunun saçma olduğunu söyledim,
bunu istediği her zaman yapabilirdi.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:133)
“Ne kadar de rahat konuşuyorum, saçma sapan şeyler söylediğimi de sanmıyorum, çünkü dans ettiğim
bu çok özel adam beni saygıyla dinliyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:70)
“Tanrının yaratmış olduğu bütün sanatlarda yalnızca bir hevesli, bir amatör olarak kalmış ve çoğu
zaman da başarısız olmuştur; saçma sapan mısralar ve can sıkıcı felsefi denemeler yazmıştır.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:57)
“... bu ne idüğü belirsiz plandan, okyanusa kablo döşemek işinden bütünüyle vazgeçilmeli. Başkan
yardımcısı da bu görüşe katılıyor; bu saçma sapan işle artık ilgilenmek istemediğini göstermiş olmak için de
görevden çekildiğini bildiriyor.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:164)
“ ‘Hissetmek istiyorum ta ruhumun derinliklerinde. Hissediyorum ve mutluyum yeni kazanmış
olduğum şeyle. Sevgili, ne kadar isterdim şimdi senin beni alnımdan öpmeni. Sevgili, seni göreceğim için şimdi
sevincim iki kat... Bütün bunlar düş filan değil, saçma sapan sözler de...’ ”
(S. Zweig - F. Zweig; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:47)
Saç saça baş başa döğüşmek, girmek, kavga etmek : Özellikle kadınların, birbirlerinin saçına yapışarak,
çekiştirerek, vücutlarını kullanarak yaptıkları döğüş, kıran kırana kavga etmeleri
“Aynı zamanda hem içli, hem alaycı olan bu yüz, arkalarından ruhun derinliğinden kopmuş bir çığlık
gelen bu görüş değiştirmeler, kendini açan bir gerçekle saç saça, baş başa gelmiş uyumsuz düşüncenin ta
kendisidir.”
(A. Camus, “Sisyphos Söyleni”, sa:36)
“Sırp kız iki saat sonra geri geldiğinde gidip yanına oturdu, çantasından usturasunu çıkardığı gibi kulak
hizasından yüzünü çiziverdi: Derin değildi, tehlikeli de değildi, sadece ona bu geceyi asla unuttturmayacak
küçük bir yaraydı. İki kız saç saça baş başa girdiler, etraf kan revan içinde kaldı, müşteriler korkuya kapılarak
kulübü terk ettiler.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:153)
“<Heinrich Böll>Bugünlerde hele Almanya’da rastlanmayan, pek alışılmamış görünen, hatta giderek
olağan sayılan kopuk, ilişkisiz ailelerden değiliz biz. Oysa şimdi bile bu yaşımızda kardeşlerimle aynı görüşü
paylaşmadan giriştiğimiz siyasal tartışmalarda, saç saça baş başa gelsek de, birbirimize kopmamacasına
bağlıyız. Köln’ü çok severim. Şimdilerde oralarda çocukları sokaklarda oynar göremiyorum. Oysa benim yoksul
sayılacak olanaklar içinde de olsa bu kentin sokaklarında geçmiş olan bol oyunlu, serüvenli bir sokak
çocukluğum vardır. Ailenin sıcaklığını, insanlara sevgiyi büyüten şeylerin temelinde, -sizin de bu saptadığım
olguya sormadan katıldığınızı duyumsuyorum- işte bu öz yatıyor.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:119)
“Şu Kamran’la evlenmek galiba iyi bir şey olacaktı. Çünkü yaşlarımız gittikçe büyüyor, onunla kavga
çıkarmak fırsatı günden güne uzaklaşıyordu. Bir kerecik olsun saç saça, baş başa dövüşerek hıncımı çıkarmak
için evlenmemizden başka çare kalmıyor gibiydi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:30)
“Bir gün evvel saç saça, baş başa kavga edenler bir gün sonra güle eğlene birbirlerinin tırnaklarını
boyuyorlar, cımbızla kaşlarını yoluyorlar, dikişlerini dikiyorlardı.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:70)
“Meğer, hınzır Etem, evli olduğu ve Nazlı’nın da yakın akrabası bulunduğu halde son zamanlarda
kadıncağıza sataşmaya, sarkıntılık etmeye başlamış ve işi o kadar ileriye götürmeye kalkmış ki, nihayet bunu
farkeden Etem’in karısı kıskançlıktan hem bir gece odunla Etem’i adamakıllı dövmüş; hem de ertesi gün Nazlı
ile saç saça başbaşa gelerek onu Topçular’dan buraya kaçırtmış...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:136)
“Onlar da kendi adımlarını atmışlardı. Onlar da her şeyi önceden biliyorlardı, onlar da herşeyi önceden
görmüşlerdi, onlar da babamla sanki cenazesini kaldırıyormuş gibi vedalaşmışlardı ve sonradan Auschwitz’e
tramvayla mı yoksa banliyö treniyle gitmenin daha iyi olacağı konusunda onlar saç saça baş başa girmişlerdi...”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:222)
“On altı yaşındaki bir başka kız, her akşamüstü yaptığı gibi, televizyonda hangi kanal izlenecek ve
kumanda aletini kim tutacak diye iki kardeşiyle saçsaça başbaşa kavga etmiş, onları ayırmaya gelen babasından
iki sert tokat yedikten sonra, odasına girip koca bir şişe tarım ilacı Mortalin’i gazoz içer gibi kafasına dikmişti.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:19)
“LAURA : Bu kadar zaman neredeydin?
TOM : Sinemaya gitmiştim.
LAURA : Bütün bu sürede? Sinemada ha?
TOM : Çok uzun bir program vardı: Bir Garbo filmi vardı bir de Miki Fare... Bir de organ resitaliyle
aynı anda Süt Fonu için yardım kampanyası... aynı anda... ki sonunda şişko bir bayanla bir teşrifatçı kızın saç
saça, baş başa kavgasına neden oldu.”
(T. Williams, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”, sa:31)
“Padua’daki hukuk doktorası (bunu on sekiz yaşındayken aldığını iddia ediyor), geçek midir, yoksa bize
bir oyun mu oynamıştır, bilemiyoruz? Bu önemli problem üzerinde, bugün bile, ünlü Casonavacı’lar saç saça
baş başa gelmektedirler..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:32)
Saç sakal uzamış; Saçlı sakallı : Yetişmiş, olgun, aklı başında adam
“-Saçım ağarıncaya kadar sana çocuk gibi inandım. Ne bileyim ‘saçlı sakallı, okumuş, yazmış adam.
Elbette bir bildiği var’ diyordum. Artık yeter...”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:35)
“Saç sakal uzamış bir halde volta atarken bile bazan biri karşıma çıkıyor:
‘Hey babalık, çetin cevize benziyorsun. Maine ormanlarından tatilden mi dönüyorsun?’ diye
soruyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:125)
Sadak : Ok heybesi, okluk, ok kılıfı
“KAÇAMAK AŞK
Gördüm geçen sabah,
Genç bir tanrıyı, çimenlikte
Peri giysileri içinde,
Cin gibi zıplarken.
Altından ve zümrütlerden pırıl pırıldı,
Yayı yoktu, ne oku ne de sadağı,
Sinsi sinsi, şiirler mırıldanıp,
Çekip gidiyordu dört dönerek.”
(Leon Dierx<1838-1912>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.06.06)
Sadaka vermek : Müslümanlığın başlıca inançlarından ve adetlerinden biri: Yoksullara, hiçbir karşılık
beklemeksizin, belirli dini günlerde, veya gerektiğinde para ya da yiyecek yardımı yapmak
“Babam zengin bir insandı. İspanya’da en yoksul bölgelerde bile zengin insanlara rastlanır. Bunlar,
toplumun zenginleştirdiği insanlardır. Hepsi aşağı yukarı aynıdır ve hepsi de kötü kokar. Benim babam iriyarı ve
yakışıklıydı.... Uzun kirpiklerin çevrelediği iki iri siyah göz, uzun ve düz bir burun, küçük bir ağız, dolgun ve
şehvetli alt dudak, parlak dişler, simsiyah ve kıvırcık saçlar..... Çiftliğin kızları onunla bir ahırda seve seve
gözden kaybolur ve kendilerini ona verirlerdi. Babam onlarla sevişecek kadar alçakgönüllüydü. Değişik
ölçülerde boynuzlanmış olmalarına karşın hiçbir koca bu durumdan yakınmazdı. Elbette, babam patrondu.
Üstelik, babamın onlara güzel bir erkek evlat verebileceği düşüncesi onları gururlandırırdı... Babam zalim biri
değildi. Zengindi. Zengin olmanın faydalarından biri de sadaka dağıtabilmek ve iyilik yapabilmektir. Yoksul
insanların iyilik yapmaları zordur. İyilik yapmak da bir lükstür.”
(Michel del Castello, “Gitar”, sa:22)
sadducee : (DİN,YAH.,KOLL.) <se’diyu’si; se’diyu’ki; saduki> : Hz. İsa zamanında melekleri, kıyameti ve
ahret’i inkar eden Yahudi fırkasından bir fert; Saduki; Sadducize <sa’du’sayz> : Saduki prensiplerini kabul
eden
Sadece : Yalnızca
“ ‘Biz de yalnız ekmek, peynir ve bira isteriz. Bunların fiyatı aşağı yukarı her yerde aynıdır.’
‘Ama bundan hoşlanmazlar. Doğru dürüst yemek yememiz için asılıp dururlar, görürsün. Kararlı
olalım, sadece ekmek peynir isteyelim.’
‘Tamam, kararlı olacağız. Haydi.’ ”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:152)
“Konuşan adam ateşlenmişti..... ‘Bu meseleyi çözmek pahalı iştir bayım. Az önce mezara konmuş
birisinin az sonra pasaportunu ele geçirebilmek için mangizleri tıkır tıkır peşin saymak gerek. Sadece peşin para
gözyaşlarını kurutur ve yası unutturur.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:124)
Sadede gelmek : Lafı güzafı bırakıp asıl konuya dönmek
“Sonra sadede gelip, el yazmalarını oradan nasıl götüreceğimi konuştuk ve sonuçta iki büyük bavula
koymaya karar verdik. Bir saate yakın zamanımızı aldı ama sonunda her şeyi bavullara tıkıştırmayı başardık.
Kuşkusuz bütün bunları gözden geçirmenin biraz zaman alacağını söyledim. Sophie bunu dert etmememi
söyledikten sonra bana zahmet verdiği için özür diledi.”
(P Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:16)
“Öğleden sonra Baudolino daha akıcı bir üslupla yeniden anlatmaya başlamıştı ve Niketas da artık onun
sözünü kesmemeye karar vermişti. Sadede gelmesi için, bir an önce büyümesini istiyordu. Ne var ki,
Baudolino’nun henüz sadede gelmediğini ve bir an önce gelmek için anlattığını anlamamıştı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:51)
“DELİ - Tabii, değil mi ya, apaçık ortada..... (Aniden sinirlenir.) Haydi beyler... Ben buraya ciddi bir
soruşturma yürütmeye geldim! Sizin gibi geri zekalıların önyargılarını dinlemeye değil. Sadede gelelim. Burada
diyor ki...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:31)
“BENZER - Tabii ki hemen anlayacaklar, siyasetçiler, başkanlar, gazeteciler de... ama fark etmemiş
gibi yapacaklar. Bunu sonra anlatacağım size. Neyse, hemen sadede gelelim.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:87)
“BRAND - Sadede gelelim.
B.M. - Her ne ise. Onun yaşında… Allah korusun. Bu ergeç hepimizin başına gelecek, çare yok.”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:93)
“ ‘Başkaları gibi ben de vaftiz olmaya gidiyordum,’ diye başladı Lazarus. ‘Sağlığımı düzeltir belki
düyordum. Biliyorsunuz, epeydir iyi değilim. Nitekim,günden güne daha da kötüye gidiyorum. Başım dçnüyor,
gözlerim şişiyor, böbreklerim de...’
‘Peki, peki, bunları biliyoruz,’ diye azarladı kör ihtiyar. ‘Sadede gel bakalım!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:314)
“MARTHE -... Beceriksiz herifin boynu kırılmış. Ama bu toprak testi, bu balçıktan yapılma testi ayak
üstü düşmüş, bir şeycikler de olmamış.
ADAM - Sadede gelin Bayan Marthe, lütfen sadede gelin!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:35)
“ ‘Alberto Fernandez, beşinci sınıf, birinci takım.’
‘Sadede gel,’ dedi teğmen, ‘sadede gel.’
‘Sanıyorum hastayım, Teğmenim. Kafamdan söz ediyorum, bedenimden değil. Her gece kabuslar
görüyorum.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:20)
“FALSTAFF - Bunları ne maksatla açtınız bana?
FORD - Orasını anlattım mı, hepsini söyledim demektir. Kiminin sözüne bakarsanız, bana karşı
kendini ağır satıyormuş ama, başkalarına karşı pek şuh, pek açık meşrep imiş. O kadar ki, hakkında ileri geri
söylemediklerini bırakmıyorlar. Şimdi Sir john, gelelim sadede. Siz soyu sopu belli, seçkin bir zatsınız.
Sözünüze, sohbetine diyecek yok.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:57-8)
Sadık kalmak : Aradan nice olaylar ve yıllar geçmesine karşın, bir getirisi olmadığı halde, hala birine dostluk
ve arkadaşlığını esirgememek; eşler arasında: Birbirlerini hiç aldatmamak
“İhtiyar Kadın, kocası öldükten sonra her şeyden elini eteğini çekmiş bir durumdaydı. Evine eskisi
kadar misafir kabul etmiyordu. Çocukları ona, fabrikaya bitişik küçük evi vermişlerdi. Kızları, gelinleri ve ticaret
gereğince ilgili bulunduğu kimselerle, noterin karısı Madame Pelletot; doktorun karısı Madame Guerin ve birkaç
dostu ona sadık kalmıştı.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:234)
Sadır; Sadra şifa bulmak, vermek : Yürek, göğüs; Yüreği, gönlü rahatlatmak, şifa vermek; Problemi çözmek
“Bu son hadise <olay> için bin dereden su getirerek önce Etem’in ağzını aradım, hiç bir şey bilmediğini
anladım. Sonra Reha Beye de meselenin aslını tamamiyle anlatmayarak dolambaçlı yollardan işi biraz çıtlattım;
baktım o, benim sözlerime çok alakalı <ilgili> görünür gibi olduysa da ondan da pek sadra şifa verecek birşeyler
öğrenemedim.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:266)
Sadism, Sadist, Sadistik, Sadizm : Başkasına acı vermekten zevk alma; zevk alan; öyle bir aksiyon. Psikiyatr
KRAFT-EBING, Fransız yazarlardan, seks ve ısrtırap çekmeyi tarif eden “S a d i z m”i, ünlü “Marquis de
Sade”dan ödünç aldı. O, sadizm’i şöyle tarif etmişti: “İnsan ya da hayvanda, orgazm dahil, cinsel olarak haz
duyuları yaratacak eziyet, kabalık, dövme, zarar verme vb. şiddet uygulaması.” Bu, klinik olarak üç şekilde
görülebiliyordu:
a) Yetersiz haz veren coitus’u izleyen, sadistik eylemler sergileme,
b) Çocuk yapabilme yetisi fizyolojik olarak azalmış bireylerin, cinsel arzularını artırma
gayreti,
c) Total iktidarsızlık hallerinde, birleşme olmaksızın orgazm yaratmak için sadistik aletler kullanma.
“Cinsel dürtülerde, sadistik bir öge olduğu bilinir. Bu nitelik, cinsel sapıklıklarda (perversions) direkt
olarak görüldüğü gibi, özgür bir klinik form halinde de oluşabilir ve kişinin tüm cinselliklerini kapsayabilir. S a d
i z m, aynı zamanda, ‘pre-genital yapılaşma - pre-genital organization’ adı verilen kişilik yapısında temel bir
öge’yi temsil edebilir. Şimdi soru şu: nesne’i zedelemeye yönelik sadistik bir dürtü, nasıl olur da, hayatı
korumaya yönetik bir dürtü’den, yani e r o s’tan kaynaklanır?
Sadizm’i, ‘ölüm içgüdüsü’nün bir şekli (veya derivatif’i) olarak görmek hata olmaz sanırım. Bu
içgüdü, narsisistik libido’nun etkisi altında ego’dan uzaklaştırılmış ve nesne’ye olan ilişkisinden dolayı ona
aktarılmış olabilir ve şimdi, cinsel fonksiyona hizmet için kullanılmaktadır.
Libido’nun oral düzeydeki organizasyonunda, bir nesne üzerine erotik bir hakimiyet (mastery) elde
etme, o nesne’nin yok edilme arzusuyla eşdeğerli ve eşzamanlııdır. <Örneğin, bebeğin anne memesini emzirme
anında, hazdan dolayı anında yeme, çiğneme, yutma = incorporation, internalization arzusu> Sonraları,
sadistik içgüdü bundan ayrılır ve genitalliğin özerklik kazandığı aşamada, ‘ç o ğ a l m a’ fomksiyonuna hizmet
eder. O anda cinsel nesne -seksüel gayeye ermek için kudretsiz bırakılabilir. Denebilir ki, ego’dan dışlanmaya
zorlanan s a d i z m, cinsel içgüdünün libidinal ögelerini nesne’ye yöneltir ve ona taşır.”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. baskı. Sa:111-12)
“Sadistik bir hemşire, hastaları karnından yumruklamaktan hoşlanırdı. O bunu kendinden geçercesine
bir zevkle yapardı. Yaşlı hastalardan biri yataktan dışarı çıkmaya yeltendiğinde veya yatağını bozduğunda, o
hemen bağırırdı, ‘Yatağına yat ve hemen uyu, canına okuduğumun seni!’ ”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:45)
Saf, safın safı : Temiz, katıksız; Her şeye kolayca inanan, dürüst, olası pek zeki olmayan ama hilesi hurdası
bulunmayan kimse
“DÖRDÜNCÜ PERDE - ... Kleopatra bir kapının önündeki koltukta, ötekiler yerdedir. Kleopatra’nın
kadınları hep gençtir. En sevdiği nedimeleri Charmian ile Iras, dikkati çeker. Charmian ince yüzlü, yüz çizgileri
keskin, teni pişmiş toprak renginde, elleri ayakları düzgün ve zarif, hareketli, cin gibi bir kızdır. Iras tombul, iyi
huylu, biraz saf, gür kızıl saçlı, vara yoğa gülmeye hazır bir yaratık.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:113)
“Ze Oroco hüzünlendi. Kuşkusuz bir tuzaktı bu, saf delikanlıyı kafeslemek isteyen yaşlı bir Kızılderili
kadının dümeniydi. Aşağı Caraja’ların hiçbir şey bilmedikleri ve safın safı oldukları herkesçe bilinir.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:171)
Safa bulduk : Türk-Osmanlı kültüründe, bir misafir geldiğinde, karşılama adabından; ‘Safa geldiniz’e karşıt
“Kız çoktan çekilip gitmişti. Rakım tekrar iskemlesine oturduğu zaman artık sokakla ilgisi azalmıştı.
Tevfik’i düşünüyordu. Acaba çıksa, kapıdan dinlese mi? Hay aksi şeytan, Sabit Ağabey geliyor...
-Safa geldiniz, efendim.
-Safa bulduk, Rabia.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:313)
“Hemen flokları indirip küreklere asıldık. Bir de ne görelim? Ahmet’in tirhandili; serenlerde,
çarmıklarda, apillerde, güvertede, küpeştede, bastonda kuşlar! Hep konuşmuşlar! Birbirlerine (Hoşgeldin! Safa
bulduk! Merhaba!) filan dermişçesine cıvıldaşıp duruyorlardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:144)
Safa geldi(n) hoş geldi(n) : Birini iyi niyet ve temennilerle evine kabul etmek
Bk.: Hoş geldin, safa geldin; Safalar getirdiniz
“Kız çoktan çekilip gitmişti. Rakım tekrar iskemlesine oturduğu zaman artık sokakla ilgisi azalmıştı.
Tevfik’i düşünüyordu. Acaba çıksa, kapıdan dinlese mi? Hay aksi şeytan, Sabit Ağabey geliyor...
-Safa geldiniz, efendim.
-Safa bulduk, Rabia.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:313)
“BÖCEKLER KOROSU, Mephistopheles’e. - Eski ustamız, hoşgeldin! Safa geldin! Biz uçuşup
vızıldarken, seni hemen tanıdık. Ancak, sen bizi tek başımıza sessizlik içinde yüzüstü bıraktın.”
(J..W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:91)
“-Olur ya, olur ya... Bu dünyada ne olmaz? Biz, ta karşıki odacıkta oturuyoruz, çocukları uyuttum,
‘Safa geldin’ demeye geldim size... Allah eksik etmesin, gündüzleri çoluk çocuk gailesi var.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:150-1)
“BEY - Kıral, Kıraliçe, bütün görevlileri buraya inecekler.
HAMLET - Safa geldiler hoş geldiler.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:180)
“Delikanlı çevik adımlarla tepidarium <Eski Roma hamamlarının ilk giriş kısmı>’a girerek:
‘Selam sana! Petronius! İlahların hepsi, bilhassa Asklepios <Yunan mitolojisinde Apollonun oğlu;
hekimlik tanrısı> ile Kypris <Kıbrıs’ın güzellik tanrıçası Venus> seni bütün lütuflarına mazhar buyursunlar.....
Petronius da:
‘Sen de Roma’ya safa geldin, savaştan sonra şöyle güzel bir istirahat temenni ederim. Ermenistan’da
ne var ne yok?’ ”
(H. Sienkiewicz, “Quo Vadis”, sa:5)
Safalar getirdiniz : ‘Hoş geldiniz’ bağlamında bir Anadolu deyimi
“Bayramoğlu, yüzü bir çakmaktaşı kayası gibi keskin, Aşık Kıvrak Aliyi ayağa kalkarak karşıladı:
‘Buyur Aşık, hoş gelmiş safalar getirmişsiniz.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:443)
Safderun :
Bk.: Safdil
Kolayca aldatılabilen, kandırılabilen saf kimse
“Greene alaylı bir kahkaha attı. Kabul, Shakespeare oldukça iyi birtakım sahneler yazmıştı; ama onları
esas olarak Marlowe’dan almıştı. Marlowe iyiydi hoştu, ama insan daha otuzuna gelmeden ölen bir genç için ne
söyhleyebilirdi? Browne’a gelince, düz yazıyla şiir yazmaya kalkışıyordu ki insanlar bu tür graipliklerden
sıkılırlardı. Donne anlam yoksunluğunu haşin sözcüklerle paketleyen şarlatanın tekiydi. Safderunlar şimdilik
yutuyorlardı, ama üslubu bir yıla kalmaz, gözden düşecekti. Ben Johnson’a gelince, Ben Johnson dostuydu ve
dostlarını asla kötülemezdi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:65)
Safdışı bırakmak, etmek : Yarış dışı bırakmak, yenilgiye uğratmak, ortadan kaldırmak
“Senatör Sexton kahkahaya boğularak soruyu bir anda saf dışı bıraktı. ‘Ralph, öncelikle Başkan ve ben
rakip değiliz. Bizler sadece, sevdiğimiz ülkeyi nasıl yöneteceğimiz konusunda farklı fikirlere sahip iki
vatanseveriz.’ ”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:21)
“ELIZABETH - Çok daha iyi. Teşekkür ederim. Yeter artık Egerton. Buna dayanamıyorum. İkide bir
ortaya çıkan bu tertiplerden bıktım artık. Anladın mı Egerton? Ne zaman birileri güçlense, diğerini saf dışı etmek
istiyor.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:66)
“Bunun tek bir açıklaması var, dedi ifadesinden eğitim görmüş olduğu anlaşılan onbaşı, yüzbaşı
arşidükten ya da böyle bir emri vermeye her kim yetkiliyse ondan, filin hemen kendisine teslim edilmesi emrini
almamıştır, bu fikir aklına castelo rodrigo yolundayken gelmiştir. Bu kağıt oyununda portekizlileri saf dışı
bırakırsam, şan şeref sadece adamlarımla benim olur, diye düşünmüştür.”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:115)
Safdil, safdillik : Herşeye inanan, kolayca aldatılabilen
“ ‘Kuşkusuz. Ne yazık ki bu ev bana ait değil. Artık senin de gitme zamanın geldi.‘
‘Biraz sonra. Bir gözlemimi daha söyleyeyim. Dün akşam Tanrı yüreklerimizdeki yarıkların içini
görebiliyor derken laf olsun diye konuşmamıştım. Tam anlamıyla safdilin biri sayılmam ama bu beni gerçeği
söylemekten alıkoymaz.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:102)
“Garga’nın oğlu Nanda bunları <dilbilgisi, gökbilim ve varlık bilgisi temel öğrenimi> yapmamıştı.
Onun ‘karma’sı başka türlüydü. O, hiçbir zaman kan karışmaları ya da kalıtım yoluyla din adamlarına
yaklaşmamıştı, olduğu gibi, şen, safdil bir halk çocuğu, tam bir Krişna tipi olarak kalmıştı.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:17)
“Yaratıcı kişinin bağımsızlığı bağlamında, kuşkuculuğuna da daha önce değinmiştim. Kuşkuculuğun
tersi olan safdillik eğitimine de yaratıcı kişilerde sık rastlanır. Her iki eğilimin de Freud’da yoğun bir biçimde
bulunduğuna inanan Ernest Jones, onu aynı zamanda hem başkalarına karşı saf ve safdil, hem de yetkiye karşı
luşkucu olarak eleştirir.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:241)
“Isocameron’u, bu ütopik roman canavarını, sonuna kadar okuyabilmek için, eşek postuna bürünmüş bir
kuzu kadar sabırlı olmak gerekir ve bizim şu safdil Glacomo’muz felsefe yapmaya kalktığı zaman da
esnememek için, insanın çenesini sıkıca kapamasından başka yapacağı bir şey yoktur.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:3)
Safi kulak safi göz kesilmek : Ses çıkarmadan tüm dikkati toparlamak
“Koğuş safi kulak, safi göz kesilmiş, büyük çiftçi Kemal ağanın koğuş başköşesindeki pufla gibi
yataklarına buyur edilen oturaklı adama bakıyor, adamın gerçek kimliği üzerinde fısıldaşıyorlardı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:65)
Safkan : Halis, katıksız; ait olduğu türün tüm niteliklerini taşıyan at
“Ya bu yazarlar Kutsal Kitap’tan sözcükler alsalar, kendilerine Santos Tomases gibi birer Kilise babası
diye bakılmayacak mı? Aslında yapıyorlar bunu, üstelik o kadar da yakıştırıyorlar ki, önce safkan bir dinsizi
anlatıyorlar, fakat hemen sonra küçük bir Hıristiyanlık vaazı veriyorlar.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:6)
“Kimi soyla övünür, kimi hünerleriyle,
Kiminki zenginlik, kiminki sert pazı,
Kiminde giyim kuşam, korkunç rüküşse bile,
Kiminde safkan atlar, kiminde şahin, tazı.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:91, sa:223)
“Hayvan henüz çok genç ve toydu; biraz eğitilip sahibine alıştıktan sonra herkes onun ne kıymetli bir
safkan olduğunu görecekti. O heyecanlandıkça çevresindekiler daha da çok damarına basarak kızdırıyorlardı.
Aldatıldığını, yanlış ata para yatırdığını söyleyerek onu kışkırtıyorlar, deliye döndürüyorlardı.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa: 367)
Safo : Bk.: Sappho
Safra; Safra atmak : Kayık ve balon gibi taşıtlarda, hareket edinceye kadar, sırf ağırlık yapsın diye tutulan ve
hareket halinde bırakılan taş gibi ağırlık yapan maddeler; Artık işe yaramayan ‘safra’yı atmak, önemli ama
tehlikeli bir kimseyi işinden uzaklaştırmak
“Soğan kayığını bu sabah, hareket için hazır buldum..... Soğanların yerine safra makamında taşlar
konmuştu. Kayık hareket edecekti. Ve soğan kayığı öğleye soğru başlayan poyrazla yelkenlerini şişirdi. Köylü
çocuğundan bir selam bekledim, vermedi. Ve soğan kayığı ağır ağır uzaklaştı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Bir Kıyının Dört Hikayesi”, sa:29)
“Talleyrand bu görevi seve seve kabul ediyor. Kralcıların dümen suyunda gitmek de kolay iş değil.
Safra atarsa, mutluluk gemisini daha başarıyla su üstünde tutabileceğini umuyor. Bakanları arasında en ağır
safra, Kral katili bu eski suçortağı Fouché’dir.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:213)
Safran : ‘Çok’ sarı renkte; köksapı birbirine yapışık işi soğandan oluşan, bir karış boyunda, mor çiçekler açan,
uzun, koyu yeşil yapraklı bitki. Tepecikleri kurutularak bazı besi maddelerine ve içeceklere sarı renk ve koku
verir.
“GARSON : Üzülmeyin bayım, üzülmeyin.
ERKEK : Üzülmekten çok korkuyorum, Bay Garson.
GARSON : Korkmayın, yürekli başladınız bu işe, yürekli gidin.
ERKEK : (Belli belirsiz titremektedir.) Elimi ayağımı bir titremedir aldı. Önleyemiyorum, çok fena,
önleyemiyorum.
GARSON : Evet, yüzünüz safran sarısı. Ayna ister misiniz?
(S.K. Aksal, “Oyunlar-Kahvede Şenlik Var”, sa:414)
“Sarıdır safran gibi
Okunur Kur’an gibi
Bunu ya bilirsin
Ya da bu gece ölürsün.”
(Tukazcı Köyü <Gönen-Balıkesir> bilmecelerinden:“Altın”. Ben çocukken bunu 1930’larda Cihangir,
İstanbul’da ilk kez duyup öğrenmiştim.)
(Prof.Dr. Ş. Elçin; “Halk Edebiyatı Araştırmaları”, Cilt:II, sa:331)
“Ayrıca, rüzgarın, kentin değişik noktalarından esişine göre, muskat, tarçın, karabiber, safran, hardal ya
da zencefil kokuları geliyordu, evet, dünyanın bu en güzel kenti yanıyordu, tıpkı güzel kokular yayan bir mangal
gibi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:22)
“Bu mistik mekanda boğucu bir hava vardı. Kapının ardından rüzgarla taşınmış olması gereken deniz
kumu, oyuklara yerleştirilmiş yuvarlak taşları biraz ağartmıştı. Hamilkar parmağının ucuyla taşları birer birer
saydı. Sonra, safran rengi bir örtüyle yüzünü kapatarak dize geldi, iki kolunu uzatıp secdeye geldi.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:140)
“Bu mistik mekanda boğucu bir hava vardı. Kapının ardından rüzgarla taşınmış olması gereken deniz
kumu, oyuklara yerleştirilmiş yuvarlak taşları biraz ağartmıştı. Hamilkar parmağının ucuyla taşları birer birer
saydı. Sonra, safran rengi bir örtüyle yüzünü kapatarak dize geldi, iki kolunu uzatıp secdeye geldi.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:140)
Safrayla dolu olmak : Eflatun’a göre kişilik-mizaç(duygudurum) türleri olan: “Sanguin=Kanlı,canlı”nın
tersine, “Melancholia (Black-bile)=Kara safra sahibi, yani ‘kederli, hüzünlü, içine dönük’ kişilik yapısı
“Sabahtan akşama dek, kimi zaman çok yerinde, kimi zaman da oldukça yersiz, ama her zaman zevkle
sövüp sayardı. Sinirli olduğu sıralarda çocuk gibi davranırdı; gülüşü, sesinin tonu, bütün benliği sanki safrayla
dolmuştu.” (Sanırım büyük yazar, yukarda tarif ettiğim kişilik yapılarını karıştırarak tersini yazıyor. Eski Yunanlılar, Davud Peygamber
için de söylendiği gibi, melankolik kişilerin kanına karaciğerden fazla safra döküldüğüne inanırlardı. İ.E.)
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:33)
Saf saf : Temizcesine, yüreğinde bir kötülük olmayarak
“Bunca saygıya layık yapıda insan yetiştiren ve yedi istiladan sonra bile hala barışçı yartılışları
yadsınamayan o saf ve soylu Cermen çocuklarının bir örneğiydi. Bu yabancı, saf saf gülüyor, dikkatli dikkatli
dinliyor ve Champagne şarabını, Johannisberg’in açık renk şarapları denli severmişçesine kana kana içiyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:55)
Safsata (yapmak) : Boş lakırdı (sarfetmek), değersiz sözler (söylemek), palavra (atmak)
“Fyodor Mihayloviç sesini son bir kez yükseltmeye çabalıyor. ‘Yo, bu doğru değil, safsata bu. Sen
Rusya’nın yalnızca bir parçasısın, Rusya’nın deliliğinin bir parçası. Deli olan,’ bir elini göğsüne koyuyor, sonra
bu hareketin yapmacık olduğunu görüp yanına düşürüyor ‘deli olan benim. Delilik benim kaderim. Benim
sorunum, sizin değil. Bu ağırlığı henüz taşıyamayacak kadar çocuksunuz.’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:225)
“Onun hiçbir sistemi yok, ama eserleri çoktu. Anlaşılması güç safsatalar baş dönmesi verir. Öyle
apokaliptik şeylerle zihnini tehlikeli maceralara sürdüğünü gösteren hiçbir işarete rastlanmamaktadır. Havari,
cüretkar olabilir, ama piskoposun çekingen olması gerekir.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:105)
“Dahası, Gracinda’nın, aradan yıllar geçtikten sonra az da olsa yabancıladığım üslubunun ve
duygularını dile getiriş biçiminin bile kendi içinde bir ‘anlam’ı yaşattığını ve böyle bir içtenlik adına gösterilen
özeni, birçok şeyi kısa ve yalın tarafından dile getirmeyi tercih edenlerin safsatalarına hiç duraksamaksızın
tercih ettiğimi söylemeliyim.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:29)
“Dixonne devam etti:
-Kalktın, seninle gelmek isteyen Paulo’yu ektin ve Charlier’lerin evine yolladın. Şimdi de bize bu
safsataları dinletiyorsun. Sana nasıl inanalım?
-Ya!.. Demek öyle? Sizinle beş sene çalıştım. Birliği ben kurdum...
Renaudel masanın başından kalkarak sözünü kesti:
-Anladık. Bize hayatını anlatma. Sana Charlier’lerde ne aradığını soruyoruz?”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:116)
“Şimdi dönüp bu konuşmaya baktığımda, sözlerimin büyük ölçüde safsatadan ibaret olduğunu
görüyorum. Ama o anda karşı konulmaz ve derin oldukları duygusunu vermişlerdi. Bir tür kaldırım bilgeliğiyle
her zaman her şey için bir yanıtı olan Penny, yine öylece suskun, sanki şoktaymış gibi oturuyordu.”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı””, sa:145)
Saftirik : Herkesin sözüne kanabilen, yumuşak yürekli kimse (Argo)
“DELİ - Anlamadınız mı? Sizi mahvetmek için kamikaze yaptı! O kendini aşağı atıyor! Siz saftirikler
de herşeyi olduğu gibi gazetelere, televizyonlara anlatıyorsunuz.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:54)
saga : (İSKAND.MYTH; EDEB.,KOLL.) <sa’ga; sey’ga> : Eski zamanlara ait öykü ya da masal; sagacious :
<saga’şıız> akıllı, basiretli, akıllılık, basiretlilik; sagacity : basiretli, akıllıca
sagamore : (U.S.A.HİNT.MYTH.) <saga’mor> : Hintlilerin kabile reisi
Sagittarius : (ASTR.) <Seci’teyriis; Sacitta’rius> : Kavis burcu, ok burcu; okçu
Sagu : Endonezya-Malezya takımadalarından menşe alan bir tür palmiye’nin gövdesinden çıkarılan bir çeşit
nişasta. ‘Hintirmiği’ de denir. Besi yardımcısı olarak kullanılır
“Gerçi öteki vagonlarda da benzer sohbetlere giriliyordu, ama bizimkilerin vagonunda konuşılanlarınnyanında esamisi okunmazdı bunların. Subay vagonunda bile büyük bir hoşnutsuzluk sürmekteydi: Füzesaboni’ye
vardıklarında, alay karargahtan, subaylara verilen bir litrelik şarabın seksen santilitreye indirildiğini bildiren bir
emir gelmişti. Emirde, kuşkusuz, erler de unutulmamış; eratın sagu istihkakında <günlük kullanım>adam başı on
gramlık bir indirime gidilmişti.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:107-8)
Sağak : ‘Sağ’ elini kullanan, ‘solak’ın karşıtı.
“Alın üstümden paltomu, çocuklar, çakayım
gözünün üstüne yaşlı Babalos’un;
hem sağakım ben, bilirsiniz, hem solak,
kaçırmam bu yüzden hiç hedefi.”
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:68)
Sağa kaymak : Muhafazakar ya da dinci bir görüşe yönelmek
Bk.: Sağcı olmak
“ ‘Bununla beraber Atatürk’ün çevresinde olduğu gibi Köy Enstitüleri’nde de için için ya da açııkça
sağcı olanlar vardı. Hatta sonunda ağır basanlar da onlar oldu. Çamur atmalar, kara çalmalar onlardan geldi.
Memleket ölçüsünde sağa kaymanın, Atatürk devrimlerini yıpratma hareketinin ilk kurbanı Köy Enstitüleri
oldu.’ ”
(A. Cemal, “Hayattan Çevirdiklerim”, sa:33)
Sağanak : Birden başlayan, kısa, bardaktan boşanırcasına yağan yağmur; Yoğun halinde gelen problemler;
Beklenmedik zamanda, dıştan gelen kucak dolusu para
“Düzen, kural tanımaz; kendi başına buyruk,
Kısacık saatlerde bencil çıkarlar bulmaz,
Kendindedir iktidar, ondadır yüce doruk;
Isınmadan da büyür, sağanakta boğulmaz.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:289, sa:124)
“Güz havası pek acımasızdı. Keskin ve şiddetli bir sağanak aralıksız yağıyor, çıplak ağaçlarda kalmış
son titrek yaprakları da alıp götürüyor, evlerin yağmur oluklarından yuvarlanarak iç karartıcı gökyüzünü
milyonlarca iplikçikler halinde beziyordu.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Kızıl Hastası”, sa:5)
Sağa sola; Sağına soluna, Sağından solundan (Bakınmak, dönmek, kaymak, koşturmak, sallamak, selam
yağdırmak, oynatmak) : Etrafa, oraya buraya
“Akrabası biraz daha oturdu. Sonra çekilip gitti. O oturduğu yerde trenin düdüğünü duydu. Bu son
trendi. Pencereden bakınca gözüküyor. Sis içinde bir istasyonda bacasından kırmızı pas renginde bir duman
fışkırtarak, tatlı seslerle sağa sola manevra yapıyordu.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Bekar”, sa:92)
“Sabit Beyağabey telaşla:
-Hayır, hayır, sükkanın önünden geçerken fare gibi sessiz... anlaşıldı mı?, dedi.
Anlaşıldı. Sabit Beyağabey takımı Sinekli Bakkal Sokağı’ndan geçerken artık sağa sola bakmaz,
kimseye omuz vurmaz oldu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:137)
“MEDEİA
-----------Ve göğsünde
küt küt atıyordu yüreği, bir kazana ya da bir bakraca
yeni dökülmüş sudan duvara yansıyan ışığın
titreyişleri gibi; hızla çalkalanırken su,
ışık nasıl sıçrayıp bir çarparsa sağa sola
kızın yüreği de öyle oynayıp duruyordu.”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:19)
“AYNADAKİ OYUN
-------------------------nereye sürüklüyor yangın
aynanın yanında
iki meşale
ışıklarını sağa sola
savurarak camda
alevdev uçurumlar yaratıyor”
(Rose Auslander<1901-1988>-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.10.07)
“DOĞMAK
8
Kibirle yükseleceğini biliyordu
kapının önüne bıraktılar
tutulduğunda ürker bayılır
şimdi fanus içinde
ve o bildiği beyazlar içinde
tavandaki yuvanın içinde
sağa sola dönerek”
(Abbas Baydun-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.07.05)
“Cevizleri karyolanın üsüne boşalttı. Sağa sola dökülenleri topladı. ‘Şu almalara, şu ayvalara bak!’
dedi. Birini alıp burnuna götürdü. ‘Mis gibi kokuyor!’ Ceviz dolu keseyi masaya koydu. ‘Gavatlar!’ Kapıyı
çarptı. ‘Yiyin, zehir sukkum olsun!’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:26)
“... rahibelerin başları uykuda hafifçe sallanıyordu; içlerinden biri tespihini giysisinin altına çekmeyi
unutmuştu, gemi hareket ettikçe tespihin iri taneleri sağa sola gidiyordu.”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:13)
“Metrdoteli görmek için yemek salonuna geçmemiz isteniyor. Gerçekte bu, bir güldürü oyununa
katılmaktan başka bir şey değil. Metrdotel tıpkı Amerikan filmlerinde görülen Fransızlara benziyor, ayrıca, sağa
sola kaş göz işaretlerinden oluşma tikleri var.”
(A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:14)
“Fischerle yakasını bırakmadı. ‘İşte size görülmedik bir şey! Bayanlar, baylar, işte bir yenilik! Dilsiz bir
satıcı!’ Yamuk yumuk parmaklarıyla tuttuğu kağıdı sağa sola salladı ve en az yirmi yerinden buruşturdu.” .....
“Kapıcı tutuklanmakta olduğunu sandı. Korkusu büsbütün arttı. Kien’i yardıma çağırmak üzere üzere bağırdı.
Emekli bir polisti o! Sevgili Profesor! Beni tutuklamalarına izin vermeyin! Bırakın beni! Kızım! Vahşi bir
hayvan gibi sağına soluna saldırıyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:214;333)
“Ama o daha arabayı durdurmaya kalmadan, biraz ötede bir küme insanın çil yavrusu gibi dağılıp sağa
sola kaçıştığını gördük. Ortada üç ayağı üzerinde bir deve dikiliyordu.”
(E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:7)
“Düşmanlar ertesi sabah erkenden savaş sıraları alarak kente doğru tırmandılar... Çocuk doğruldu ve
şöyle dedi: ‘Kimse peşimden gelmesin. Hepiniz kentte kalın!’ Sonra kendi yaptığı gürzü aldı, dışarıya,
düşmanların arasına fırladı ve büyük bir hırsla çevresine, sağına soluna darbeler indirdi.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:37)
“Odasına girdiklerinde, Don Quijote’un yataktan fırladığını, bağırıp çağırdığını, kılıcıyla her yere
saldırdığını gördüler; hiçbir şey olmamış gibi canlıydı. Sağından solundan tuttular, zorla yatağına yatırdılar.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:43-4)
“Maria umursamaz davrandı, kendi de güldü; ruhunun kan ağlamasına karşın. İçindense, işin aslını
göstermeden ona gözlerini kapamayı, bir eliyle karşısındakinin başını tutup yüzünü sağa sola çevirmeyi öğreten
filmlere sövüp sayıyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:19)
“Beriki hemen nöbetçiyi azarlamayı bıraktı. Arhip’in elindeki çantayı aldı, kapağını açtı, yüzü önce
sapsarı, sonra kıpkırmızı oldu..
-Sen burada dur! dedikten sonra kalem odasına koştu.
Orada çevresine bir sürü memur toplandı. Telaşla sağa sola koşturmaya, kendi aralarında fısıldaşarak
konuşmaya başladılar.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:39)
“Ev sahibi ve kahyası konukları oturma odasına alırken altı yaşlı adam ayak altında dolaşmamaya özen
göstererek sessizce sağa sola kaçışıp evin kasvetli karanlığında yok oldular..... daha sonraki giriş çıkışlarında o
yaşlı adamlara bir daha raslamadılar.”
(Ch. Dickens, “Gizemli Öyküler-Asılmış Adamın Gelini”, sa:15)
“Seyircilerin çoğu geç kaldığından, ikinci perde başlamadan bir koltuğa oturması hiç mümkün
olmazmış. Lear’i, gözleri kör ve kollarında Cırdelia’nın cesedi, çılgınca haykırarak sağa sola dolaşırken
seyretmiş; ama o ikisinin nasıl olup da o korkunç duruma geldiklerini bilmiyormuş.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:105)
“... Bir kazaya belaya uğramadan doğduğumu düşüneyim, peki sonra? Aylarsa salıncakta, kucakta sağa
sola çarpıla çarpıla halk otobüslerine döneceğim. Üstelik derdimden de anlamayacaklar.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi”, sa:7)
“Ayakları birbirine bağlanmış olan karaca yavrusu, avcının sırtındaki bir sopanın ucunda sallanıyordu.
Pavel, hayvanın zarif boynunun sağa sola döndüğünü, kulaklarının kısıldığını ve başının da yukarıya uzanma
olanağını aradığını hatırladı.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:17)
“Bayan Lefrançois eczacıya daha başka şeyler anlatmak için onu çağırıyordu ama, Homais hızlı hızlı
uzaklaştı. Dudaklarında bir gülümseme vardı, bacakları gergindi, sağa sola selamlar yağdırıyor, sırtındaki siyah
giysinin etekleriyle oldukça yer kaplıyordu. Bu etekler de ardı sıra rüzgarda uçuşuyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:149)
“Doğu Belin’deki Bergama Müzesi’nin kapısının karşısında Spree’nin kıyısından kıvrılarak giden
sokağın üzerinde yarısı bıçakla kesilmiş gibi duran yıkık üç katlı bir ev vardır. Savaşın ardından otuz yılı aşkın
bir zaman geçmiş ve artık kentin yıkıntıları toplanmış olmasına karşın bir hava akımının ardından hiç el
sürülmemiş gibi duran bu ev, Hegel’in sağa sola dağıtılmış kağıtları arasında yüz adım ötedeki üniversiteye
gitmediği zaman üstünden pijamalarını ve ropdöşambr’ını hiç çıkarmadan oturduğu evdir.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:42)
“MEPHISTOPHELES - O böyle değil. Bizzat kendisi zevk ve safaya daldı, hem de nasıl! O sırada
ülke anarşi içinde kaldı: Büyük küçük, herkes sağa sola saldırıyor, kardeşler birbirlerini kovuyor, öldürüyor;
kaleler kalelere, şehirler şehirlere, avam tabakası da asılzadelere karşı diş biliyor, piskoposlar ruhani meclislerle
gırtlak gırtlağa geliyor...”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:256)
“Onu tanımayan ya da öykülerini işitmeyen Çingene obası yoktu. Aklı fkri atlardaydı Loyko Zobar’ın.
Ama çok uzun sürmezdi hevesi. Biraz bindikten sonra hayvanı satar, parayı da sağa sola dağıtırdı. Kimseden
gizlisi saklısı yoktu.” ..... “Çelkaş’ın keyfi yerine gelmişti. Elleri pantolonunun ceplerinde, hafif bir ıslık
tutturmuş, sağa sola laf atarak usul usul yürüyordu.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:25;64)
“ ‘Bre adam, bacakların sudan mı? Neye sağa sola kırıtıp kayıyorsun? Dümene yapışıp, sapın birini
ikisini göbeğine sapla. Bacaklarını dik tut, yoksa hapı yuttuğumuzun resmidir!..’ ”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:163)
“Jimmy Hayes, kampın gözbebeği olmuştu. Hiç dinmeyen neşesi ve sağa sola takılıp çevresindekileri
kırıp geçirmesi, kamp yaşamlarına yepyeni bir tad getirmişti.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:8)
“Geceki bu manzaraya tanık olan herkes gibi o da çok iyi bilinen yıldızların yerlerinden oynadığı, sağa
sola saçılarak aşağılara yuvarlandığı inancındaydı, çok geçmeden gökkubbenin yıldızlardan boşalıp kararmasını
bekliyordu, daha önce yer yarılarak kendisini yiyip yutmazsa kuşkusuz.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:466)
“2. CADI - Onun tahtına oturacak. (Çıkar. BANCO, kılıcını sallayarak, CADI’nın peşinden sağa, sola
koşar.)
BANCO - Nereye yok oldunuz, lanetli kocakarılar? Şeytanın dölleri! (Sahnenin ortasına gelir, kılıcını
kınına sokar.)
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:282)
“Cehennemi gece, tabiatın en güzel yeniden uyanış devresinde kanlı gece… Ağaçları kökünden sökecek
kadar kuvvetli yetmiş adam, yıkılan sütunlar gibi sağa sola devriliyordu. Kışlada, iki uzun, uçsuz bucaksız yatak
oluşturan halılarla örtülü iki sıra tahta dizisi üstünde ve yerde, hayattan kam almak için yaratılmış insan
vücutları, iğrenç yemek artıkları ve kusmuklar içinde ağızları köpürmüş, gözleri yuvalarından fırlamış,
çırpınarak kıvranıyordu. Nemli, yapraksız kavaklar dehşetinden ürperiyor gibiydi. Konağın iç kapısı yanında,
uğursuz mastikayı <Yunanlılara has sakızlı süt> içmeye yanaşmamış iki haşin Rum, bıçaklanmış olarak, kendi kanları
içinde yatıyordu.”
(P. Istrati, “angel dayı”, sa:92)
“Evin hanımı orta yerde durmuş çevik reveranslar yapıyor, etekliğindeki göz alıcı pliler salıncak gibi
sağa sola gidip geliyordu.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri”, sa:5)
“Üstelik bir kız büroda nasıl oturup çalışabilir, bir kadın etekliği hiç gitmez büro işine; nasıl bir eteklik
dört bir yana gerilir de kaskatı bir sandalyenin üzerinde saatlerce aralıksız sağa sola kayabilir.”
(F. Kafka, “Hikayeler-İlk Uzun Tren Yolculuğu”, sa:210)
“Neden çarkçıbaşı Romanyalı? Adı da Schubal. İnanılır şey mi Allah aşkına! Alçak herif, bir Alman
gemisindeki biz Almanların canını çıkarıyor. Hanı sanmayın ki’ -burada soluksuz kalıp, elini sağa sola oynattı”‘şikayet olsun diye söylemiyorum bunları; elinizden bir şey gelmeyeceğini biliyorum, zaten kendiniz biçarenin
birisiniz.’ ”
(F. Kafka, “Kayıp”<Amerika>, sa:9)
“Hatırladığım kadarıyla büyük salon tıklım tıklımdı, zaten birkaç lambanın yandığı, büyüklerin
seslerinin bir curcuna halinde işitildiği, bir uşağın sağa sola koşuşturduğu şeylerin olduğu her oda, bir çocuğa
tıklım tıklım görünür.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:91)
“Ev sahipleri, misafir hanımın bu tavrını kendilerinin onu ziyarete gitmemiş olmalarına nedenlediler.
Biri susup öbürü özür diliyordu. Hele Murat Bey’in haremi kızara bozara şöyle bir kekeliyor, öyle bir ne
diyeceğini şaşırıyordu ki... Selma’ya adeta bir acımak hissi geldi ve düğümlenmiş kalbi çözülerek sağa sola tatlı
diller dökmeye başladı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:51)
“Bindikleri kayık yeni boyanmış mavi bir kayıktı. Kerim kürekleri içeri almıştı. Kayık başıboş kalmış
sağa sola sallanıyordu. Onlar sallandıklarının farkında bile değillerdi. Küpeşteye yapışmışlar, dalmış
gitmişlerdi.”
(Y. Kemal, “Bir Ada hikayesi-Çıplak Deniz Çıplak Ada”, Cilt:4, sa:8)
“O... Markizi ve çocukları ne yaptıklarını bilmeden sağa sola koşturmaya başladılar. Ateş ve kurşun
yağmuru arasında kalmışlardı. Çaresizlik içinde cayır cayır yanan eve kaçtılar tekrar.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:18)
“Buzul
<Avigliana, 15 Mart 1946>
-------Onun içinde ezgin bir kuvvet uyur.
Ve geceleyin, sessizliğinde
Ayın, bazen gürler bağırır,
Taştan yatağında
Güçlü, kuvvetli koca bir hayalci
Dönmek ister sağa sola, ama yapamaz ki.”
(Primo Levi<1919-1987>-Güran Tatlıoğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.07.06)
“Paydos olmuştu. Özgür bırakılan çocuk seli kaldırımlı avludan geçerek demir parmaklıklı kapıdan
dışarı akıyor, sonra sağa ve sola dağılıyordu.”
(Th. Mann, “Tonio Kröger”, sa:63)
“Uyumak olanaksızdı. Sağa sola dönüp duruyordum. Ellerimi başımın altına alıp dalgaların rıhtımdaki
şıpırtısını ve çevremde uyuyan kırk tayfanın soluk alıp verişlerini dinliyordum. Altımdaki yatakta usta denizci
Luis Rengifo horul horul uyuyordu.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizici”, sa:18-9)
“Yattım, uyuyamdım, bir iki saat sağa sola döndükten sonra kalkıp mektup yazmaya karar verdim.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:29)
“Gel uv bakayım şu kulunçlarımı biraz. Aman aman aman amangg! Sağa sola biraz ımmmhhh! Ne diye
gelecekmiş bu bize acaba? Nerden esmiş? Dur bakalım anlarız. Ovvv! Ay ay ay! Şu pencere önünden
kesemedim ayağını.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:7-8)
“Scarlett, Rhett’in kolunda verandaya kadar geldi. Rhett şapkası elinde sağa sola selam veriyordu. Tam
onlar salona girecekleri sırada orkestra birden durdu. Scarlett’e öyle geldi ki orada bulunan halk gittikçe
çoğalıyor ve dalgalar halinde üzerine geliyor, o tam boğulacağı sırada geri çekiliyordu.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1189)
“SALINCAKTAKİ ÇOCUK
Kımıldıyor usulca
ileri geri, sağa sola,
derken daha hızlı, daha hızlı
sürtünüyor yukarı aşağı.”
(Mbuyiseni Oswald Mtshali<d.1940>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.11.07)
“Beylik Çiftliği sahibi Mister Jones o gece kümesleri kilitledi, fakat pencereleri kapamayı unutacak
kadar sarhoştu. Feneri sağa sola ışık salarak, kendisi de avluda yalpa vurarak, çizmelerini arka kapıda
çıkardıktan ve kilerdeki bira fıçısından bir bardak daha doldurduktan sonra madam Jones’un horlamakta olduğu
yatağa doğru sendeledi.”
(G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:9)
“Ama çoğu zaman içimi bir eksiklik, yetersizlik duygusu kaplar, kafamı sağa sola oynatarak, görüş
açımı değiştirerek, uzaklaşıp-yakınlaşarak, resme yeni açılardan bakarak, bazan da ona fırçayla umutsuzca
birşeyler ekleyerek, yaptığım şeyi kendime kabul ettirmeye çalışırdım.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:254)
“ ‘Burası muhteşem görünüyor Bay Fields.... muhteşem. Ama siz benim için her zaman Old Corner’da
yeşil perdenizin arkasında sıkış tıkış oturarak sağa sola emirler yağdıran küçük bir hissedar olarak kalacaksınız.’
”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:27)
“ADVENT
Rüzgar sürüyor kış ormanında
kar sürülerini bir çoban gibi,
ve seziyor kimi çan, anında
nasıl dindar olacak ve nur azizi;
ve dinliyorum dışarıyı. Beyaz yola
uzatıyor dallarını - genişçe
ve direnip rüzgara, sağa sola
büyür o tek ululuk gecesine.”
(R. Maria Rilke<1875-1926>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.01.05)
“O iri, uzun Rus tazıları koltukların arkalarında koşuşturuyor, dans ediyormuşçasına uzun uzun adımlar
atıp salınarak odada geziyor, arma köpekleri gibi dikiliyor, narin pençelerini beyaz-altın yaldızlı pencere
pervazına yaslayarak sivri, gergin yüzleri ve geriye çekik alınlarıyla, avlunun sağına soluna bakıyorlardı.”
(Rainer Maria Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:41)
“DENİZ
--------peşine düşmenin güzelliği
yalın ayak karada çıplak tir tir titreyen
birine yardım eder gibidir,
suyun üstündeki aynada
olmaktır
vahşeti unutarak,
büyük korsanların vahşetidir,
yeniden asilikleri vurup dağıtarak
sağı solu
uzakları katlayarak
geniş risalelerle mesafeleri tavaf ederek”
(Ceryes Samawi<d.1959>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.05.06)
“Ah, doğrudur kendimi sağa sola attığım,
Vazgeçemediğim ele güne soytarılıktan,
Canevimi yıktığım, sevdiğimi sattığım,
Eskileri kırdığım yeni uçarılıktan.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:110, sa:261)
“SALARINO --------------Sanki o denizlerin şenlik alayı gibi,
Çevrelerinde uçan, onları saygılarla
Selamlayan geçici tekneleri süzerek,
Sağa sola güzel sözler savurduğu enginde.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Venedik Taciri”, sa:17)
“Bir su yılanı, başını bir periskop gibi sağa, sola çevirerek, sessizce, gölden yukarıya doğru kayıp gitti;
göl boyunca bir baştan öbür başa kadar yüzerek ilerledi ve ta, kenardaki sığlıkta hiç kımıldamadan duran bir
balıkçıl kuşunun bacakları dibine kadar sokuldu.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:169)
“Dışarıda neredeyse aralıksız sürüp giden kurşun sesleri, vaizin sözlerini duyulmaz kıldığı gibi,
kilisedeki inançlı kişilerin ilahilerine de karışıyordu: ‘Güneş kardeş’.....Bum...bum... ‘Ay kardeş..’ Bum.. bum..
Sence günün birinde bizlere, yalnızca eğlenmemiz için -bol bol ve haksız yere- sağa sola savurduğumuz
ölülerimizin hesabı sorulmaz mı?”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:201)
“ ‘Baban belki de tüm bunların anlaşılması güç şeyler olduğunu anlatmak istiyor.’
Edwin, ‘Altın bulmak zor bir iş değil, küçük bir leğen alırsın, içini çamurla doldurur, sağa sola
sallarsın, altın dışında içinde ne varsa dökülür. Annem öğretmişti bana,’ dedi.
‘Evet ama her şey döküldükten sonra bazen geriye altın kalmaz.’
‘O zaman bu işin bir anlamı yok.’ ”
(R. Tremain, “Renk”, sa:155)
“Rio-Sao Paulo yolunun kıyısına varmıştık. Yoldan her şey geçiyordu: Kamyonlar, otomobiller, at
arabaları, bisikletler.
‘Dikkat, Zezé! Bu diyeceğim çok önemli: Önce sağına, soluna bakacaksın. Sonra, haydi!’
Yolu koşarak geçtik.”
(J.M. de Vasconcelos, “Şekerli Portakal”, sa:15)
“Ağaç, 1588 yılı içinde onu ilk gördüğü günden bu yana büyümüş, daha gürbüzleşmiş, daha bir dallanıp
budaklanmıştı, ama hala altın çağını yaşıyordu. Küçük, keskin tırtıllı yaprakları hala dallarının üstünde olanca
gürlükleriyle titreşiyorlardı. Kendini yere atıp altında bir omurgadan çıkan kaburgalar gibi sağa sola uzanan
ağacın kemiklerini duyumsadı. Dünyanın sırtına bindiğini düşünmek hoşuna giderdi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:210)
“Havada, kokulu mavi bir bulut dolaşıyor; piskopos, rahipler, mihrap, İncil; herkes ve her şey, dipleri
dolduran kalabalığa varıncaya dek, sağa sola, karşıya doğru uzatılan üç devinimle günlük tütsüsünden
geçiriliyordu.”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:II, sa:142)
“Dürbünleriyle sağa sola bakıyorlar ve dansçılar gibi tek ayakları üzerinde fırıl fırıl dönmesini
biliyorlar; komedyenler gibi tumturaklı bir dil (parlando) kullanıyorlar ve gerçek bir filozofmuş gibi derin
düşüncelere dalmış görünüyorlar.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:24-5)
Sağa sola aldırmamak, bakmamak, Sağı(nı) solu(nu) dinlememek : Etrafa, olup bitenlere yüz vermemek,
etkileri altında kalmamak
“Başkan bu kez sert bir şekilde daha ölçülü konuşmasını ihtar etti. Ama kıskanç kadının gözü kızmıştı,
sağa sola aldırdığı yoktu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:305)
“Orta boylu zurnaları öttürenler de kızıp kızışmışlardı. Dümbelek ve trampetçilerin de ayranları
kabarmıştı. Herkes sağını-solunu dinlemeden, alabildiğine verip-veriştiriyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:69)
“Adam, öteki kapı bekçilerini unutur ve bu ilk kapı bekçisi, yasaya girişin biricik engeli gibi görünür
ona. Bu talihsiz ratlantıya, ilk yıllarda, sağa sola aldırış etmeden, yüksek sesle lanetler okur; ilerde, yaşlanınca,
artık sadece kendi kendine homurdanıp durur.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:72)
“Karısı, ortada fol yok yumurta yokken, kendi deyimiyle ‘de gaité de coeur’ (canı öyle istediği için)
yaşamın tadını-tuzunu kaçırıyordu. Durup dururken onu kıskanıyor, ondan kendisine ilgi göstermesini istiyor,
sağa-sola çatıyor, birtakım hoş olmayan, kaba davranışlarda bulunuyordu.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:40)
Sağa sola yalpa vurmak : Sarhoş yürüyüşü; devrilecekmiş gibi iki yana sallanarak yürümek; deniz fırtınasına
tutulmak
“Gece denizde fırtınaya tutulmuş, karanlıkta sahile varmaya çalışırken, gemicinin boynuna sarılan
küçük oğlu: ‘Baba, bir üzerimizde bir altımızda görünen bu garip ışık nedir?’ diye sormuş. Gemici de oğluna,
bunu ertesi gün anlatacağını va’detmiş. Sonunda bu ışığın, azgın dalgalar arasında sağa sola yalpa vuran
gemiden, sahil fenerinin bir altta bir üstte gibi gözüken alevi olduğu ortaya çıkmış.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:259)
“... bir teneke kutunun kapağı diyelim, elinizden kayıp düştüğünde, bunun nasıl bir gürültü çıkarttığını
hemen hemen herkes bilir. Kapak, hiç de büyük gürültü çıkarmaz, pat diye düşer, yuvarlanır; hızı bitip de
hareketsiz kalmadan önce, sağa sola yalpalayarak yere kapanması kötüdür yalnız.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:198)
Sağcı olmak : Muhafazakar, dini bir görüşe sahip olmak
“ ‘Bununla beraber Atatürk’ün çevresinde olduğu gibi Köy Enstitüleri’nde de için için ya da açıkça
sağcı olanlar vardı. Hatta sonunda ağır basanlar da onlar oldu. Çamur atmalar, kara çalmalar onlardan geldi.
Memleket ölçüsünde sağa kaymanın, Atatürk devrimlerini yıpratma hareketinin ilk kurbanı Köy Enstitüleri
oldu.’ ”
(A. Cemal, “Hayattan Çevirdiklerim”, sa:33)
Sağdan soldan : Şuradan buradan, yanlardan
“İşin tuhafı, tüm bu yaşadıklarına, açlığa, kötü beslenmeye, yaşadığı hüsranlara, fiziksel yıpranmalara,
sağdan soldan aşırarak içtiği onca sigaraya karşın hala demir gibidir.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:177)
“Devlet’in muhafızları, isyanların daha az bilinen hareketleri konusunda uzmanlaşmış kişiler, gerçeğe
gönül vermiş insanlar, sorgulama doktorları. Yani anlaşılan rahat yıllarım sona eriyor, oysa arada sırada sağdan
soldan gelen dirsekler sayılmazsa dünyanın yolundan sapmadan ilerlediğini bilerek dingin bir gönülle
uyuyabilirdim.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:15)
“Birdenbire güneş doğudan altın bir top gibi kudret çevganından (Tanrının ezeldeki takdiri) felek
meydanında oynamaya başladı ve bir mızrak boyu yükseldi. Arif Çelebi buyurdu:
‘Veliler, güneşlerin güneşidirler, Güneş onların nurundan ışığını aldı.’ Bir an sonra:
‘Ben bu alçak dünyadan usandım. Ne zamana kadar bu güneşin altında toz ve dert içinde yuvarlanıp
gideceğim? Renkten renge giren dünyadan tamamiyle kurtulma zamanı geldi.’..... ‘Her an sağdan soldan aşk
sesleri geliyor. Biz göklere gidiyoruz. Biz zaten göklerde idik, meleklerle arkadaşlık ediyorduk...’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:360)
“Haşarı sokak kedileri arasında kalmış bir ev Minnoş’u gibi bu masum yavrucak, sağdan soldan gelen
darbelere, bağırış çağrışlara aldırış etmeden işini görmekte.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Çeşmebaşı”, sa:19-20)
“Fakir fukara giyimli kalabalığın az berisinde, Reşit Hamdi Bey için sağdan soldan hayli tanıdığı,
kendisinden yardım bekleyenler, başkentte görülecek işi olanlar, kimi partililer, ‘yen, nizam’ taraftarları, nihayet
pek şık hanımlar toplanmışlardı.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:126-7)
Sağda solda; Sağlı sollu : Şurada burada, şuraya buraya; Her iki yanda
“Kasım ayının sonlarında, karların eridiği bir günde, sabah saat dokuza doğru Petersburg-Varşova treni
tam yolla, Petersburg’a yaklaşıyordu.. Öyle ıslak ve sisli bir gün idi ki, güçlükle şafak sökmüştü; vagonun
penceresinden, sağlı sollu, yolun on adım ötesinde herhangi bir şeyi seçmek güçtü.”
(F. Dostoyevski, “Budala”, Cilt:I, sa:7)
“Yol da yoktu; birkaç inek, taşmış çimenliklerde, bol, gür, yabani otlarda otluyor, çbirkaçı da, yarılmış
ağaç kümesinin altında serinlemeye çalışıyordu. Zamanında sağlam ekilmiş birkaç çiçeğin kalıntısı, değişik bir
yaprak, o yabani bolluğun ortasında, sağda solda güçlükle seçiliyordu ; onlar da basit türlerin arasında boğulmak
üzereydi.”
(A. Gide, “Isabelle”, sa :5)
“... felsefenin, sentezin özlemi çekiliyor, kendi disiplininin düpedüz sınırları içinde kalmanın şimdiye
kadar sağladığı mutluluğa yetersiz gözüyle bakılıyor, sağda solda bir bilgin çıkıp uzmanlık alanının sınırları
dışına basarak evrensellik bölgesinden içeri adım atmaya çalışıyordu.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:35)
“Arabanın şenlendirdiği yolları, gemilerin yanaştığı iskeleleri, meydanları, bahçeleri, parkları, görkemli
yapıları ve kiliseleri gezip dolaştım; çalışkan insanların alay alay işlerine koşuştuklarını gördüm; avare avare
volta atan üniversite öğrencileri, arabalarla gezintiye çıkmış soylular, çalıp satıp kasılan züppeler, acele
etmeksizin sağda solda gezinen yabancılar gördüm.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:44)
“Köyün evlerinin birinde, yanılmıyorsam karşımızdaki evde iki gariban çocuk vardı ve sanırım
kardeştiler. Biri, herkesin Pale diye çağırdığı Pasquale idi, ama hangisinin adı buydu, onu da çıkartamıyorum
şimdi. Her neyse, sağda solda tanıdığım pek çok çocuk vardı.”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:11)
“Zar zor bir yıl geçirir Hesse, derken bu okul deneyimi de fiyaskoyla sonuçlanır. İçkili lokallere dadanır
Hesse, sağda solda sürter, ona buna borçlanır, ne var ki, pek sevdiği tavanarasındaki odasında gece geç vakitlere
kadar oturur.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:36)
Sa(ğ)dıç, sa(ğ)dıçlık : Ağabey düzeyinde dost, arkadaş; Düğün süresince geline ya da güveye yandaşlık eden
(Best man)
“Arka koltuktaydım. Romanya ekmeği, ciğer ezmesi, bira ve meşrubat(lar)ın arasına sıkışmış; on yıl
önce ölen babamın cenazesinden bu yana ilk kez bağladığım yeşil kravatımla. Şimdi bir Zen düğününde sağdıç
olacaktım.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:7)
“Tüm bunların ötesinde kendisi, özellikle, paçalı tavuğu andıran tulumlarıyla badi badi yürüyen, henüz
konuşmaya başlayan küçük İloş ile yakından ilgilenir ve ona candan bir sağdıçlık gösterirdi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:164)
“ ‘Hey be dedeciğim, hey!’ dedi. ‘Tanrı kemiklerini aziz etsin! O da benim gibi biriydi ama, Tanrı’dan
korkmaz adam, Ayios-Tafos’a <Kutsal Mezar: Hz. İsa’nın gömülü olduğu yer> gitmiş, hacı olmuştu. Ne amaçları vardı
kimbilir? Köye döndüğü zaman, keçi hırsızı ve hayırsız bir adam olan sağdıcı, ona dedi ki: ‘Ah bre sağdıç, bana
Ayios-Tafos’tan bir kutsal haç parçası getirmedin!’ Tepeden tırnağa sahtekar olan dedem ise: ‘Nasıl getirmem,
sağdıç?’ dedi. ‘Seni mi unutacaktım? Akşam eve gel, kutsama işi için, şöyle pişmiş ufak bir domuzcağız ile
şarap de getiriver gayri.’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:215)
2
“LICHT - Nasıl? Bilmiyor musunuz?
ADAM - Evet dersem yalan olur... Peki ne olmuş?
LICHT - Ne mi olmuş?
ADAM - Evet sağdıççığım.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:5)
“Ellinci Gün
-------------Yakınsınızdır, ey gelinler, çözeceksinizdir
artık acı veren düğümünü karnınızın;
dönük olmasın bundan böyle dualarınız
sahte sağdıçlardan yana;
büyür artık o Aziz varlığın yolunda
karnınızda beslediğiniz yaratık.”
(Alessandro Manzoni <1785-1973>-Necdet Adabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
12.02.09)
“Zarfın dışında, ‘Hugh Erskine ile Laura Merton’a yaşlı bir dilenciden bir evlilik armağanı yazıyordu,
içinde ise 10 bin poundluk bir çek vardı. Evlilik töreninde Alan Trevor sağdıç oldu ve Baron evlilik yemeğinde
bir konuşma yaptı.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:119)
Sağduyu : Aklı selim, mantığın dikte ettiği şey
Bk.: Sağgörü
“Öte yandan, sağduyulu olmayan herhangi bir iş yaptığı da görülmemişti. Kendi çalışanlarının gözünde
kahin gibi bir şeydi - ama ne yazık ki (içlerini çekip omuz silkiyorlardı) hiçbir şeyi umursadığı yoktu. Para
kazanmayı umursamamak, işte buna İskenderiye delilik derdi.”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:30)
“Bu noktada sadece ihtiyar Steiner değil ihtiyar Fleishmann da ayağa fırladı. Gerçi hala ötekini tutmaya
çalışıyordu ama artık başarılı olamıyordu. Yüzü kıpkırmızı olan Steiner ‘Ne?’ diye bağırarak ve göğsünü
yumruklayarak suratıma haykırdı: ‘Sonunda yine biz mi suçlu olduk, biz kurbanlar?’ Bense ona açıklamaya
çalıştım: Sorun suç değildi, aksine görebilmekti, sade ve basit bir biçimde bir şey görebilmekti, sadece mantık
hatırına, söz yerindeyse sağduyu hatırına.”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:222-3-)
“Chantal ona büyülenmiş gibi bakıyordu: Leroy, ders veren biri gibi değil, bir kışkırtıcı edayla
konuşuyordu. İşte Chantal’ın onda sevdiği şey: Yaptığı her şeyi, devrimcilere ya da öncülere özgü vazgeçilmez
geleneğe uyarak, kışkırtmaya dönüştüren bir insanın kuru ses tonu; üzerinde herkesin uzlaşmaya varmış olduğu
gerçekleri bile söylese, ‘burjuva zihniyetini şaşırtmayı’ hiç unutmuyor. Zaten en kışkırtıcı gerçekler
‘burjuvaların potasında!’, onlar iktidara geldiklerinde, üzerinde en çok uzlaşılmış gerçeklere dönüşmüyor mu?
Uzlaşma her an kışkırtmaya dönüşebilir, kışkırtma da uzlaşmaya.....Chantal, Leroy’yı 1968’deki öğrenci
hareketinin fırtınalı toplantılarında, mantıklı ve kuru bir ses tonuyla, tüm direnmelere karşın sağduyunun yenik
düşmeye mahkum olduğu sloganları söylerken düşlüyor: ‘Burjuvazinin yaşamaya hakkı yoktur; işçi sınıfının
anlamadığı sanat yok olmalıdır; burjuvazi’nin çıkarlarına hizmet eden bilimin değeri yoktur; bu bilgileri
öğretenler üniversiteden kovulmalıdır...’ ”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:140)
“Bu hikayeyi kaleme almadan önce uzun bir süre tereddüt ettim. Yazacağım şeylerin en çok sevdiğim
kimseleri şaşırtacağını, içlerinden birçoğunda hoşnut(suz)luk uyandıracağını biliyordum. Kimi benim
inancımdan, kimi sağduyumdan şüphe edecek.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:7)
Sağ elini vermek : Mümkün olsaydı, elinde mevcut her şeyini, en değerli şeylerini vermek
“ ‘Ah, belki de senin için böylesi çok daha iyi olmuştur.’ Fakat Knulp zayıf, kuru başını şiddetle salladı:
‘Yok, kesinlikle. Başka türlü olması için bugün bile sağ elimi verirdim. Bana Franziska için bir şey söyleme.’ ”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:90)
Sağ eli olmak : Birinci derecede güvendiği arkadaş, yardımcı, asistan, iş ortağı, sırdaş
Bk.: Sağ kolu olmak
“Akşamın geç saatlerinde, ailenin kahramanı, Pierre, yorgun ve bitkin bir halde Savaş Bakanlığı’ndan
dönüyor, ağzını bile açacak hali yok. Pierre Daru <daha sonra Kont Daru> güçlü Bonaparte’ın sağ elidir ve onun
askeri planlarını yalnızca o bilmektedir.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:137)
Sağgörü : Gerçekleri yanılmadan ve zamanında görüp sonuçlarını betimleyebilme yetisi
“ETİK BİR ŞİİR
-------------------Ne canı gönülden
Bağışla gençliğin ateşli saatlerini,
Ne de aykırı yaşa,
Kandırarak sağgörüyü.
(J.V. Cunningham<1911-1985>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.02.04)
Sağına soluna (bakınmak); Sağını solunu (dinlememek) : Merak ya da şaşlınlıkla etrafına bakınmak; Hiç
kimseyi dinlememek
“Tabutun hemen arkasından kasabın çocukları, onların arkasından da kasapla karısı gidiyordu. Adam
dua okuyormuş gibi durmadan dudaklarını oynatıyor, bir yandan da sağına soluna bakınıyordu. Kadın ise dua
kitabına dalmış, durmadan okuyordu.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:73)
“ / ‘Oğlum ben sizin babanız yaşında bir hocayım. Kuran-ı Kerim’de büüyüğünüze tabanca tutup
hakaret ediniz diye bir buyruk mu var?’ / ‘Sen Kuran-ı Kerim’i ağzına hiç alma, tamam mı. Sağına soluna da
bakma öyle yardım dilenir gibi, bağırırsan da acımam vururum. Anladın mı şimdi?’ / ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:48)
“Aysel’lerin bahçe kapısına gelince durdu. Guguk kuşu gibi öttü. Bir daha öttü. Kapının mandalını
kaldırdı.
-Bu gece bitecek, diye söylendi. Sağına soluna bakındı. Birine kötülük yapmaya gelen birinden çok
sıradan bir hırsızı, yakalanmak üzere olan, çoktan kendini belli etmiş bir hırsızı andırıyordu.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:155)
Sağıra vaaz vermek : Dinlemeyeceğini bile bile, boş yere konuşmak
“VITTORIA - Bu sözleri bana söylemeniz neye yarar?
FULGENZIO - Evet, bunu çok iyi biliyorum. Sağıra vaaz vermek gibi bir şey.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:26)
Sağır sultanın duyması (Mısır’daki) : Haberi herkes duydu, taa Mısır’daki Sağır Sultan bile
“-... Beni hatırladığınız için ikinize de teşekkür ederim. Durumumu elbest bilemezsiniz... Birşeyler
yapmaya çalışacağım. Para kolay...
-Sen neler söylüyosun kuzum? Biz senin para durumunu biliyoruz. Meteliksiz kaldığını Sağır Sultan
duydu. Hem şimdilik bize para lazım değil ki...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:98)
Sağı solu : Şurası, orası burası
“Adına otel diyorlarsa da otel motel değildi kaldıkları yer; düpedüz bir handı. Ama filmciler gelecek
diye biraz çekidüzen verilmiş, sağı solu toplanmıştı. Odalarda banyo-tuvalet yoktu, ortak banyo kullanılıyordu,,
kapılar camlıydı, doğru dürüst kitlenmiyordu.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:71-2)
Sağı solu belli olmamak : Ne karar vereceği, ne düşündüğü ne yapacağı önceden belli olmamak
“ ‘Kötü biri değilim ama sinirliyim. Sağım solum belli olmaz. Adam bana, ‘Erkeksen, tramvaydan in,’
dedi. Ben de ona, ‘Hadi, rahat dur,’ dedim.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:117)
“Kaldı ki, sağı solu belli olmuyordu. Bakkalın daha az sevecen davrandığı bir gün adamakıllı
öfkelenmiş bir halde eve dönmüştü:
-Başkalarıyla düşüp kalkıyor, sürtük, diye yineliyordu.
-Kim başkaları?
-Herkes.”
(A. Camus, “Veba”, sa:54)
“Acı olsa da, bir senyörün önce ondan kendisini korumasını istemesi, sonra onu kollayacağını
söyleyerek onu ölüme yollaması adama normal geldi. Ama Baudolino kılıcını sallıyordu, şüphesiz gözlerini dört
açarak onu korumak içindi bu, ama senyörlerin sağı solu belli olmazdı. Casus haç çıkartıp, tünele girdi. Yaklaşık
yirmi dakika sonra geri döndüğünde, nefes nefese, Baudolino’nun gayet iyi bildiği şeyleri anlatmaya başladı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:195)
“FELICE - Ak derken kara diyor.
MARINA - Ben diyorum size: Bu kadının sağı solu yok.
LUCIETTA - Bakın hele, bakın he.. demekten başka bir şey bilmez ki o...”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:78)
“Gaddar Louis, gökten düşer gibi apansızın çıkıp gelmişti, Klingsor’un eski dostu, göçebe Louis, sağı
solu belli olmayan, bir tren vagonunda yatıp kalkan ve bütün atölyesini sırt çantasında taşıyan Louis. Aramakla
bulunmayacak saatler damla damla gökten döküldü aşağı, eli yüzü düzgün rüzgarlar esti. Birlikte resimler
yaptılar Seytin Dağı’nda ve Cartago’da.”
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:154)
Sağ kolunu vermeye razı olmak : Bir dertten kurtulmak ya da çok önemli amacına varmak için bir kimsenin
yapabileceği en büyük fedakarlıklardan biri; o istençte bir vaatte bulunmak
“Eline geçen aylık gelir sadece dış görünüşüne bir beyzadeye benzetmeye yetiyordu. Kurnazca taklit
ettiği bu kimselerden biri olmak için Corny Brannigan sağ kolunu vermeye razıydı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:187)
Sağ kolu olmak : En yakın yoldaşı, arkadaşı, yardımcısı
“Birkaç yıl sonra büyük şehirlerden birine gönderilmesi düşünülüyordu. Ama dükkanda halasının o
kadar sağ kolu haline geldi ki, kadın onu artık hiç yanından ayırmak istemedi; ilerde dükkan kendisine kalacağı
için de, istikbali <geleceği> garantiliydi nasıl olsa. Gönlündeki özlemdi tek derdi.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey-Nişanlanma”, sa:86-7)
“Köylüler onun adını çok duymuşlardı.
Yaşlı, gün görmüş, savaşlara girmiş çıkmış bir Çerkes:
‘Mustafa Kemal Paşanın sağ kolu o,’ dedi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:150)
“Düşes, kocasının cenaze töreninden ve taç giymesinden sonra, ölen Dükün katilini araştırıp bulmak
için girişimlere başladı. Kocasını öldüren oku incelemek ve katili bulmak için harekete geçen Düşes, güvendiği
kişi ve sağ kolu olan Godwin von Herrthal ile işbirliği yaptı. Ancak oku atanın kim olabileceği hakkında en ufak
bir ipucu bulamadılar.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Düello”, sa:136)
“ ‘İzninizle efendim’ dedi fırsatı yakalayan Hindi, ‘Kendimi sizin sağ kolunuz olarak görüyorum.
Sabahleyin yazılarımı sıraya koyuyor, onları savaş düzenine sokuyorum’..... ve elindeki cetvelle şiddetli bir
saldırıda bulundu.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:19)
Sağlama bağlamak : Garanti altına almak, sağlam kazığa bağlamak
“Ne yazık ki onun yerine arkadaşlarından biriyle karşılaşmıştı. Adam ona, artık Théodore’u görmemesi
gerektiğini, askerlik durumunu sağlama bağlamak için Toucques’tan Bayan Lehoussais adında çok zengin ve
yaşlı bir kadınla evlendiğini haber vermişti.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:9)
Sağlam ayakkabı olmak, olmamak : Güvenilir, namuslu, suça bulaşmamış kimse olmak; Bu niteliklere sahip
olmamak
“PLACIDA - Evet gördüm; beni tepeden tırnağa kadar dikkatle süzdükten sonra hiçbir kelime
söylemeden pencereyi yüzüme kapadı. Doğrusu çok nazik imiş.
D. MARZIO - O bir dansözdür; fakat anlarsınız ya?
PLACIDA - Pek sağlam ayakkabı değil desenize.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:71)
“Üst basamakta önünde eğilerek selam verirken karşıma daire amiri dikildi. Beni işimin başına dönmem
için uyardı, kızı da azarladı. Ona göre bu kız sağlam ayakkabı değilmiş.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:46)
“Longin:
-Bok tulumu! dedi. O ayı bize bok tulumu dedi. Biz, çoluk çocuk sahibi adamlara bok tulumu dedi.
Boynundaki zinciri gördün mü? Sağlam ayakkabı değildi o. Ben bakınca anlarım.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:110)
“Özetlenirse, Theophile budala ve iktidarsız bir adamdı ve karısının yaptıklarını fazlasıyla hak etmişti.
Valerie’ye gelince, o da sağlam ayakkabı değildi; kocası onu tatmin etse bile, doğası gereği, yaptıklarını
sürdürecek bir özyapısı vardı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:72)
“Gürültüye koşan la Trouille, yere oturmuş, kasıklarını tutarak, tavuk gibi gıdaklıyarak gülüyordu.
Fouan baba, daha rahat gülmek için, piposunu ağzından çıkarmıştı. Ah! Şu kafir Jésus-Christ! Hiç de sağlam
ayakkabı değildi ama, yine de insanı çok güldürüyordu.”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:II, sa:84-5)
Sağlam kayaya çarpmak : Bu kez, her seferinin tersine, dürüst, iradeli, yenemeyeceği, aldatamayacağı bir
kimseyi karşısına almak
“Yegorovna:
-Efendimiz o <Viladimir Andreyeviç> olmayacak da kim olacak! diye atıldı. Kirila Petroviç boşuna
kızıp köpürüyor. Sağlam kayaya çarptı bu kez. Benim şahinim kendini korumasını bilir. İnşallah koruyucu
melekleri de bırakmayacak onu. Kirila Petroviç kurum kurum kurumlansın!”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:39)
Sağlıca(lı)kla(n) kal : Şen ve esen kal bağlamında, aile fertlerinin uzağa tatile, askere vb. gittiklerinde, ‘Allaha
ısmarladık, şen ve esen kalın!’ mealinde birbirlerine söyledikleri sözcük
“LOPAHİN - Eh, kadi kal sağlıcakla cancağızım. Gitme vakti geldi. Birbirimize burun kıvırıp
duuruyoruz ya, öte yandan yaşam durmaksızın akıp gidiyor. Uzun süre aklıma yorgunluk getirmeden çalışıp
didindiğimde, düşüncelerim kuş gibi hafifler, mutlu olurum...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:164)
“ ‘Gidiyorum. Sağlıcakla kal.’
‘Sağol Samana.’
Govinda eğilip, ‘Hoşça kal!’ dedi.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:111)
“Üç gün sonra gidecektik; ana-babamı görmek, içimden onlara veda etmek istedim; sırrımı onlara
açmayacaktım; ama Kardinal bırakmadı:
-Sevdiklerine ‘sağlıca(lı)kla kalın!’ demeden onlardan ayrılan adam, gerçekten erkektir, dedi.
Gerçekten erkek olmak isteyen ben de, yüreğim burkula burkula sustum. İnzivaya giden çilecilerin
böyle yaptıklarını, aziz tarihlerinde kaç kez okumuştum! Analarını görmek için geriye dönmezler, ellerini
sallayıp ona, ‘Sağlıcakla kal! Ben de şunu yapacağım’ demezlerdi.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:94)
“Dürülü yorganları sırtlarındaydı. Oraklarını da bellerine sokmuşlar, Memed’i bekliyorlardı. Memet
karısıyla konuşuyordu. Sonra:
‘Sağlıcalıklan kal,’ deyip yürüdü.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:9)
Sağlığı (sıhhati) yerinde olmak : Normal bir sağlığa sahip olmak, hasta olmamak
“Charles’ın sağlığı yerindeydi; yüzünden kan fışkıracaktı nerdeyse, ünü iyiden iyiye artmıştı. Kibirli
olmadığı için köylüler onu seviyordu. Çocukları okşuyor, meyhaneye hiç gitmiyor, iyi ahlaklı oldğundan ayrıva
çevresindekilere güven veriyordu. Daha çok, nezle ve göğüs hastalıklarında başarı gösteriyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:69)
“Sağlığım yerinde olduğu zamanlar, kimse beni umursamadı. Aslına bakılırsa bu bana daha çok uygun
bir şeydi; geçmişi hatırlayarak şimdi bu durumdan yakınmaya başlamayacağım..”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:96)
Sağ ol(un)! : Teşekkür ederim, söylediklerinizle beni çok mutlu ettiniz
“ ‘İki,’ dedi çocuk.
‘İki,’ diye kabullendi ihtiyar adam. ‘Çalmadın ya?’
‘İstersem çalardım,’ dedi çocuk. ‘Ama satın aldım bunları.’
‘Sağol,’ dedi ihtiyar adam. İyilikle karşılaştığında şaşırmayacak kadar saftı.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:12)
“Peder Yannaros, iyice şaşkın, koca kafasını sallayarak uzaklaşıyordu. ‘Sağ ol Ulu Tanrım! Beni
savaşın en amansız yerine yerleştirdiğin için sağ ol. Hepsini seviyorum, içlerinde beni seven tek kişi yok, ama
dayanamıyorum.”
(N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:13)
“ADAM - Sağ olun! Bir dakika Kaptan. (Kaptan döner, Adam ona tatlılıkla sokulur.) Bilmem
hatırlayacak mısınız? Aradan hayli zaman geçti. Hani, küçük kızınız bir mankafayla evlenmişti.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:39)
“ ‘Merhaba Obancuk!’ dedi Kozeltsov trampetçiye. ‘Sen hala postu deldirtmedin mi?’ Sonra sesini
yükselterek, ‘Merhaba çocuklar!’ diye bağırdı.
‘Sağol, efendim!’ diye inledi sığınak.
‘Nasılsınız çocuklar?’
‘Kötü, efendim, kötü. Fransızlar bizi hiç rahat bırakmıyor. Basıyorlar ateşi, ama hep siperden. Öyle
bastırıyorlar ki, bazen insan nereye gideceğini şaşırıyor. Ama hep siperden, şöyle bir meydana çıksalar!..’ ”
(L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:77)
“Duyarlılığım yine kendini gösterdi. Neden bir kurbağa için heyecanlanacaktım?
‘Soyadımı taşımak istemez misiniz? Bu hiç canımı sıkmaz. Bakın ne kadar güzel: Adam de
Vasconcelos.’
‘Sağol dostum. Şu ya da bu biçimde sana öylesine yakın oturacağım ki, dolaylı olarak soyadından
yararlanacağım.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:11)
Sağ (ve) salim : Sağlıklı, yarası beresi bir derdi bulunmadan
“Sophie, ‘Nereye gidiyoruz?’ diye sordu.
Teabing, ‘Bu yol ormanda yaklaşık üç kilometre kadar devam eder,’ dedi. ‘Arazinin ortasından geçer
ve kuzeye doğru kavis çizer. Suya saplanmaz veya yolu kapayan ağaç kütüklerine çarpmazsak, beşinci otoyola
sağ salim çıkarız.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:313)
“ ‘... Adam da, orda, o geldiği yerde, dağların öte yanında, dediğine göre, Armouth’un tepelerinde bir
yerde keçi çobanlığı yaptığını söyledi, ama hiç keçi çobanlığı yapmadığını söyledi. Belki de, orada, ona keçileri
vermişlerdir.’
‘Belki,’ dedi Tenar. Oldukça rahatlamış, oldukça da üzülmüştü. Onun sağ salim olduğunu öğrenmek
istediği kadar burada bulmak da istemişti.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:147)
“Yolculuklarının böyle acıklı biçimde son bulduğunu, planlarının gerçekleşmediğini gören Cecial,
Samson Carrasco’ya dönerek şöyle dedi: ‘Öyle sanıyorum ki hak ettiğimizi bulduk; insan her şeyi kolay sanır ve
hızla işe koyulur, fakat çoğu zaman paçayı güç bela kurtarır. Sözde, Don Quijote ahmak, biz akıllıyız; fakat o, şu
anda sağ salim, tertemiz, keyifli; sizse kederli ve turşu gibisiniz. Şimdi söyleyin bakalım: Elinde olmadan delilik
eden mi, yoksa bile isteye keçileri kaçıran mı daha çlgındır?’ ”
(M de Cervantes, “Don Quijote”, sa:497)
“Garnizondan bir asteğmen ona eşlik ediyor. Asteğmenle özel olarak konuşuyorum. ‘Rehberinize
güvenmeyin. Zayıf ve çok korkuyor. Havayı iyi gözleyin. Sınır işaretlerine dikkat edin. İlk göreviniz
ziyaretçimizi sağ salim geri getirmektir.’ Başını eğerek selam veriyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:18)
“Patricia Rodd’ya – Sevgili Pr,
… On yıldır görmediğim David Gascoyne ile üç-dört gün geçirdiğimiz Aix’den sağ ve salim döndük.
O paris 1938 mahsulüdür, bu yüzden hatırlanacak çok anımız vardı ve şişeleri devirdik.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:176)
“Anarşi hüküm sürdüğü zaman, diyordu Şair, herkes kral olabilir. Bu arada para bulmak gerekiyordu.
Bir sürü badireden (olumsuz olaylardan) sağ salim kurtulmuş olan bizim beş kafadar hırpani, pis ve çaresizdi.
Cenevizliler onları canıyürekten kabul etmişti, ama dedikleri gibi misafir balık gibiydi, üç gün sonra kokardı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:488)
“Biri, sabahleyin hıristiyanların Polyphemos’u, Christophorus’un bir tasvirini veya devasa bir heykelini
görme mutluluğuna kavuşursa bütün gün kendine hiçbir fenalık gelmeyeceğine inanır; öteki, savaştan sağ salim
çıkacağından emindir çünkü savaştan önce Barbara’nın heykeline küçük bir duada bulunmuştur...”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:71)
“DOTTORE - Çok şükür sağ salim geldik.
PANTALONE - Mira’dan Venedik’e de bundan çabuk gelinemezdi.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:52)
“Ben konuşamıyordum, fakat insanların ne dediklerini anlıyordum. Bütün köy halkı dört bucağıma
toplanmış, sağ salim doğduğum için adeta şenlik yapıyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:87)
“Yalçın kaya, uçan kuşların birini kapar boyuna,
Zeus da, azalmasın diye kuşlar, katar bir başkasını,
hiçbir insan gemisi varamadı öbür kayaya sağ salim,
bir gemi yaklaştı mı alır götürür denizin dalgaları”
(Homeros, “Odysseia”, sa:203)
“Onu bırakmak zorunda kaldılar. Yanında sadece kendisine kılavuzluk etmek isteyen bir çocukla
birlikte yola çıktı. Dağı katır sırtında, kimseye rastlamadan sağ salim aşıp, ‘İyi dostlarım,’ dediği çobanların
yerine vardı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:54)
“İlk fırsatta Komutan’a ve Markiz’e bir mektup göndermeyi tasarladığı sırada Napoli’ye haberci olarak
gitmesi buyrulmuştu. Oradan İstanbul’a, hatta belki de St. Petersburg’a geçmesi gerekebilirdi. Bu kadar uzun bir
yolu sağ salim dolaşabileceğine kendisi de inanmadığından, Markiz’e yaşadığını bildirmek için bir süre karar
verememişti.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:23)
“Daha iyi bir plan yapılabilir, daha iyi uygulanabilir, onlar da şu anda sağ salim Aina’ya varmış
olurlardı. Kendine karşı dürüst müsün Mayta? Bunları iyice düşündün mü? Hayır.”
(M.V. Llosa, “Mayta’nın Öyküsü”, sa:286)
“ ‘Umarım sağ salim geri döner!’
‘Umsan iyi edersin,’ dedi öteki. ‘Eğer oğlum geri dönmezse, ben de senin canını alacağım!’
Albert kendi canının umurunda bile olmadığını söyledi: ‘Hiç ipimde değil!’
‘Nasıl ipinde değilmiş?’ Kendi canın mı ipinde değil? Şımarıklığı kes! Aptal aptal sırıtmayı da bırak!
Canın kıymetliyse, oğlum geri dönsün diye duaya başlasan iyi edersin!’
‘Canım kıymetli değil!’ diye ısrar etmişti rehine.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:90)
“Ben bu soruları kendi kendime fazla ısrarla sormamayı tercih ediyorum. Şansım vardı, çokm ağır
etkilenmedim, şansım vardı, ailemle birlikte sağ salim o cehennemden erkenden çıkabildim, şansım vardı,
ellerimi temiz, vicdanımı rahat tutabildim. Ama ‘şans’ diyorum, evet, çünkü eğer Lübnan savaşı başladığında
yirmi altı değil de on altı yaşında olsaydım, değer verdiğim bir yakınımı kaybetseydim, başka bir sosyal
çevreden, başka bir cemaatten gelseydim, durumlar bambaşka bir şekilde de gelişebilirdi...”
(A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:28)
“25 Nisan 1912’de, Havana’dan, kardeşim Butros’a; Tanrı onu esirgesin ve yeniden sağ salim görmeme
izin versin.
Tanrı’nın lutfu bize ilham versin de, şu dağılmışlığımız sona ersin; uzaklarda olmanın yüreğimize
saldığı acılar dinsin...”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:24)
“Bu bir saat üç gün sürmüş, ama kızı emrimize amade ve sağ salim bulmuştu. Kendimden utanarak geri
döndüm oraya ve günahımın kefaretini ödemek için gecenin saat on ikisinden horozlar ötene kadar karış karış
öptüm kızı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:98)
“SMITHERS (Bir göz attıktan sonra, tiksinmiş bir halde başka tarafa döner. ) - Tıpa tıp ormana girdiği
yer burası... Ne de işinize yarayacak ya... Şimdiye kadar millerce yol aldı, sağ salim deniz kıyısına vardı...
Derisini şeytan yüzsün... Onu kaçıracaksınız demedim mi size?”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:63)
“Arama ekipleri Lexington’lu Kenneth Stanton’u Salı günü öğleden sonra Catamount Dağları’nın ıssız
bir bölgesinde sağ salim buldu. Kurtarılan beşinci sınıf öğrencsi, cinsi ilk başta saptanamayan böceklerin
yaralarına bıraktığı larvaların yol açtığı kııızartı ve şişmeler yüzünden Berkshire Tıp Merkezi’nde tedavi altın
alındı.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:9)
“... dümen son bir kez kırılıyor ve başlarının üzerinden geçiyor atılan halat, ve bir anda nehrin iki yakası
birleştirildi. Deniz çekilmekte olduğundan iskele biraz yüksek duruyordu, ve Baltasar, elinde sepet olan kadın ve
kocasına yardım etti, bu arada bizim uyanık usulca ayağa kalktı, tek kelime etmeden sıçradı ve işte sağ salim
karaya ayak bastı.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:39)
“Fakat, yaz gelip Francesco Cenci, Roma’dan Petrella’ya yola çıktığı zaman, hareketi bildirecek olan
casus, ormandaki haydutlara çok geç haber verdi, onlar da yola inecek zamanı bulamadılar. Cenci, Petrella’ya
sağ salim vardı; haydutlar, şüpheli bir avı beklemekten yorularak kendi başlarına hırsızlık etmek için başka
taraflara gittiler.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:78)
“Bütün cesaretini, bütün zekanı toplar, gerektiği biçimde önlemini alırsan, şansın da olursa bu odadan
huruç etmeyi <dışarı çıkmayı> başarırsın. Peki başarınca ne olur? Diyelim ki gerçekten o iğrenç hayvanın yanından
geçip kılına halel gelmeden merdivenlere ulaştın, kendini güvene aldın, sonra? İşe gidebilecek, bütün günü sağ
salim geçirebileceksin - ama sonra ne yapacaksın? Nereye gideceksin bu akşam?”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:20)
“Kartezyen düşünen biri olduğumdan ve de Amerika’ya sağ salim varmak istediğimden bu kum
tanelerini aklımdan silmeliydim ve bunun için en iyi yol en doğru rakamı bir an önce belirlemekti. Demek ki
görevini bitirdiği zaman Pilot Arturo ile yeniden görüşmeliydim.”
(S. Tamaro, “Aklı Bir Karış Havada”, sa:106)
“Ev, sanki gelenler umurunda değilmiş gibi hep öyle hareketsiz, ilgisiz duruyordu. Avluda kimsecikler
yoktu. ‘Aman Yarabbi, acaba hepsi sağ salim mi?’ - diye Rostof uyuşmuş yüreğiyle bir dakika durup, sonra
bildik avluda, eğri büğrü merdivenlerden hemen koşmaya başlayarak düşünüyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:7)
“BASTIEN, tumturaklı bir dille. -... Üç yıl askerliğe hazırlık hizmetiyle, sonradan on ay kaldığımız
kışla hayatını hesaba katmasak bile, dört yıl süren savaştan sağ salim kurtulmamız bir mucize değil de nedir?
Şimdi de tut sen, sanki pazar gününü kırlarda geçirmişsin gibi Montmartre sokağındaki zindana gir; neden?”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:15)
“Yakışıklı kırçıl başını sallayarak, ‘Sonunda menzile sağ salim ulaştım, aferin bana!’ diye haykırarak
elindekileri güvenli bir köşeye yerleştirdi. Mrs Parker, bu övgüden kendine pay çıkardı.
‘Mr Streatfield!’ diye haykırdı ‘Demek bütün işler sizin üstünüzde kaldı! Biz de burada durmuş
gevezelik ediyoruz!’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:100)
“ ‘Öfke, kin ve intihar düşünceleriyle dolup taşan berbat günler gerilerde kaldı, beri yandan yazar
ben’imin oluşmasını sağladı bu günler; alabildiğine çılgınca bir ‘Sturm-und Drang’<fırtına ve dürtü> dönemini sağ
salim atlattım.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:38)
Sahhaf bezirganlığı : Sahhaf sahhaf dolaşıp kitap biriktirmek
“Rambaud’nun, Lavisse’in eserlerini daha mektepten çıkar çıkmaz getirtmiştim. O vakittenberi tedricen
alıştığım sahhaf bezirganlığı, kütüphanemi oldukça büyüttü.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:31)
Sahi; Sahiden : Gerçekten, aklıma geldiği gibi, sahiden
“Jındrette birdenbire sesini yükseltti:
‘Ha, sahi! Aklıma geldi. Bu havada, o, arabayla gelecektir. Feneri yak da al, aşağı in. Aşağıda, kapının
arkasında durursun..... kapıyı hemen açarsın, o yukarı çıkarken merdivene, koridoro ışık tutarsın, buraya girerken
de, sen çabucak yine aşağıya inip, arabacının parasını verir, arabayı savarsın.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:329)
“ ‘Beni henüz çağıran olmadı,’ diye düşünüyordum; Pale’ye dönüp, ‘Neden seni çağırdıklarında
gitmiyorsun?’ diye sordum, ‘Bu akşam dayağı yiyeceksin yine.’
Pale omuzlarını silkti ve yüzünü buruşturdu. ‘Kadınlar bir şeyden anlamaz ki.’
-Sahi, yılan bir adı duyunca, onun peşine düşür mi?’ ”
(C. Pavese, “Ağustosta Tatil-Ad”, sa:13)
Sahip olmak : Cinsel ilişkide bulunmak; Malının mülkünün sahibi olmak
“Babamın ölümünün üzerinden daha altı yıl bile geçmeden bir herifle yaşamaya başladı. Kasaptı ve
gerçek anlamıyla hayvan gibi biriydi; bir yandan annemi döver, bir yandan da bütün gün başka kızların ardından
koşardı. Yüzünü tırnaklarımla adamakıllı yırtmıştım. Bana sahip olmak istiyordu; oysa ben ondan
tiksiniyordum.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:86)
“Erkeğin arzusu nereden kaynaklanıyor? Keskin ve alev bir arzu: Kadını kolundan yakalanak, bekçi
kulübesinin arkasına sürüklemek, elbisesini sıyırıp ona sahip olmak istiyor.
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:17)
“Sonrasında, hiçbir şey hatırlamıyorum.. Gözüm hiçbir şey görmeden ona sahip oldum ve hatıradan
hiçbir iz kalmadı. Birkaç saat sonra şafak sökmekteyken kalktı ve bana bakmaksızın sarisini giydi.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:136)
“Matho, ‘Çocuk muyum ben?’ dedi. ‘Sanıyor musun ki kadınların yüzlerini görünce, şarkılarını
dinleyince hala yumuşuyorum? Drepanum’da elimizde bir sürü kadın vardı; ahırlarımızı süpürürlerdi.
Hücumların ortasında, yıkılmakta olan tavanlar arasında, mancınık henüz titrerken sahip oldum onlara ben!..
Ama bu başka, Spendius, bu başka!’ ”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:46)
“PETER (Kızdan kaçınarak, korkmuş ve kırılmış.) - Vinnie! Sen delirmişsin! İnanmıyorum... Sen...
Sen bunu yapamazsın...
LAVINIA (Pürüzlü bir sesle.) - Neden yapamayacakmışım. Onu arzuluyordum... Ondan aşkı
öğrenmek isitiyordum... Orada günah olmayan aşkı... Hem öğrendim, sana söylüyorum. Bana sahip oldu. Ben
onun metresi oldum.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:321)
“Maud’yu evinde bulması konusunda Lucien’e şans yardım etti. Kıza onu sevdiğini söyledi ve ona
birçok kez, bir çeşit kudurganlıkla sahip oldu. ‘Her şey bitti,’ diyordu kendi kendine, ‘hiçbir zaman önemli biri
olmayacağım.’ ‘Olmaz, olmaz,’ diyordu Maud, ‘dur şekerim, o olmaz, yasak o!’ Ama sonunda Lucien istediğini
yapsın diye bıraktı.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:223-4)
“Kadın Lilitte’i odasına götürmek için davranınca Octave onu tuttu; çocuğu uyandırabilirdi. Böylece
kadın geçen yıl ona teslim olduğu aynı yerde kendini bıraktı. Gecenin bu geç saatinde sessiz odada adam ona
sahip oldu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:45-6)
Sahnelenmek; Sahne olmak : Sergilenmek, oynanmak
“Tüm bu saydığım tepeler, şu veya bu zaman; annemin sessiz sedasız öldüğü gibi, sessiz sessiz -sarı ya
da kırmızı- kanlarını bu yabanıl topraklara akıtmış binlerce ve binlerce insanoğlunun hunharca savaşlarına sahne
olmuştur.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Pork Chop Hill Savaşı”, sa:122)
Sahne yaratmak : Ortalığı velveleye vererek birbirine katmak, dikkat çekmek için sıradışı söz ya da davranış
sergilemek
“Kendi kendine yalan söyleyen herkesten önce alınır. Bazan alınmak pek tatlı gelir, değil mi? İnsan,
kimseden kötülük görmediğini, kırgınlığı kafasından uydurup, laf olsun diye, sırf sahne yaratmak için yalana
sarılarak pireyi deve yaptığını bildiği halde surat asar…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:60)
Sahra, Sahra mutfağı : Çöl, açık arazi; Ordunun açık alanda kurduğu her oluşum ‘sahra’ olarak nitelenir,
örneğin sahra hastanesi, sahra topu
“Vadinin dibinde darmadağın olmuş bir sahra mutfağı göze çarpıyordu. Şvayk fırsatı kaçırmadı,
Balon’a önerek, ‘Bak kardeşlik,’ dedi, ‘yakında başımıza neler geleceğini kendi gözlerinle gör. Karavana hazır,
erat ellerinde tabakları sıraya girmiş, ansızın bir bomba geliyor, ortalık mahşer yerine dönüyor.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:134)
Sahtekar : Hile hurdacı, hırsız, aldatıcı, yalancı, insanları dolaba koymakla geçinen kimse
“KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin..... Sen asılzadelik taslayan, meteliksiz, uşak
kılıklı, kokmuş yün çoraplı bir sahtekarsın. Sıkışınca soluğu mahkemede alan bir ödlek, ayna düşkünü bir züppe,
gayretkeş ve kıçyalayıcı bir hergelesin.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57)
Saint-Sylvestre kutlaması :
tarihi: 30 aralık.
IV., X. ve XI. y.y.’larda yaşamış aynı addan üç papanın adı; ortak kutlama
“Thérese’ den ses gelmiyor. Kapıcı kulübesinde çeneye daldı zahir. Kesinlikle öyle. Bunca yıllık
efendinizin isim kutlamasını bu şekilde mi yapıyorsunuz yani? Saint-Sylvestre’in kutlanacağı gece tutup beni
terkediverin siz! Çok yazık! Eğer bana böyle bir günümde sevgi dilekleri gelirse, bunların yerin altından
çıkmaları gerekecek, çünkü beni seven herkes toprak altında. Zaten şu dünyada benim ne işim var, onu da
bilmiyorum. Kapı halen çalınıyor. Sıcak köşemden ağır ağır kalkıp, kamburlaşmış sırtımla kapımı açmaya
gidiyorum. Eşiklte ne görsem beğenirsiniz? Kapıya demirlemiş Aşk Meleği filan değil tabii, ne de ben yaşlı
Anacréon (Bk!); karşımda on-on bir yaşlarında küçük, güzel bir oğlan çocuğu.’ ”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:54-5)
Saka : Eski Akdeniz uygarlıklarında ve Osmanlı İmparatorluğunda, kentlerde, çeşme ya da kuyulardan
omuzlarındaki sırığın iki ucuna bağlanmış tulum ya da tenekelerle evlere su taşıyan, ya da yazları sıcak
günlerde yolları suyla yıkayarak serinleten ayak esnafı
“Seslerin sürekli uğultusunun arasından, sokakları sulayan sakaların bağrışları işitilmekteydi.
Hamilkar’ın köleleri gelen geçene, onun adına, kavrulmuş arpa ile çiğ et parçaları sunuyorlardı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:383)
Sakalı bir kapıda ağarmak : Bir işte yıllanmak
“Sarı:
‘Memet amca,’ dedi, ‘şu motorlar gelince, Ağa hepiciğimizi kovdu. Herkes çekildi gitti. Veli Ağa
geçti Ağamın karşısına, ‘Ağa,’ dedi, ‘Allahtan kork, kırk beş yıldan beri bu kapıdayım, Ağa,’ dedi. ‘Allahtan
utan, sakalı bu kapıda ağarttım, belim bu kapıda büküldü.’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:20)
Sakalı değirmende ağartmak : Yeterlice yaşlı olunmasına karşın gereğince bilgili olmamak
“Mektup yazmasını;
Yazmasını,
Kalkmasını;
Bunca yılın Halime’sini
Hanginiz bilir, benim kadar,
Memnun etmesini?
Değirmende ağartmadık biz bu sakalı!”
(M. Mungan, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:10)
Sakalına kadar soyulmak : Tepeden tırnağa herşeyi alınıp götürülmek
“ ‘Özetleyerek anlatayım; berberimiz ve dostumuz Nikolas Usta’yla ben, uzun zamandır Hindistan’da
yaşayan bir akrabamın yolladığı parayı almak üzere Sevilla’ya gidiyoruk; para, altmış bin pesos <pezo-İspanya
ve Orta Amerika ülklerinin para birimi> kadar bir şeydi; azımsanır bir şey değil elbette. Dün buradan geçerken
dört eşkiya üstümüze çullandı, sakalımıza kadar her şeyimizi soyup götürdüler.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:225)
Sakalın teneşirde sabunlana : ‘Öl, geber!’ bağlamında bir ilenç
“O, böyle sızlanırken gün geçtikçe süzülüp solan Nebile’nin ufacık kalmış yüzünde büsbütün iri
görünen yaşlı siyah gözleri akşamüstü yağmur altındaki Taksim Meydanı gibi sırsıklam, parıl parıldı. Babasının
sesini işittikçe garazdan yüreği burkularak ve öğrendiği İstanbul lehçesimi unutarak memleket ağzıyle
söyleniyordu:
-Sakalın teneşirde sabunlana!”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:183)
Sakalları bir haftalık, iki günlük vb. : Hastalık, moda, rol ya da seyahat gibi nedenlerle aşağı yukarı tahmin
edilebilir derece bırakılmış sakal türleri
“Bu şişlikler ve kırışıklıklar yüz hatlarını yayvanlaştırıyor, yüzünün kaba saba ve tazeliğini kaybetmiş
bir görünüme bürünmesine neden oluyordu. Küçük ve ela gözleri, olağanüstü canlı, hatta küstahtı; bıyıkları çok
kalındı ve uçları ısırılmış gibiydi. Çenesi, özellikle elmacık kemikleri aşırı sık, kara sakallarla kaplıydı, sakalları
iki günlük olmalıydı ve bu subay 10 mayıs’ta bir şarapnel parçasıyla yaralandığından başı sargılıydı.”
(L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:18)
Sakallı : Güngörmüş, akıllı, bilim irfan sahibi; Kara cahil, sofu, tutucu kimse
“Lakin ben bugün ne öğreneceğim! Yıllarca evvel, korkak ve sıkılgan bir acemi çaylak gibi geldiğim
yer burası değil miydi? Burada o sakallılara güvenerek, onların gülünç sözlerine kapılmamış mıydım?”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:95)
Sakar iş : Yanlış iş, usül ve kurallarıyla yapılmayan iş
“KEENEY, gözleri ve sesi ateş püskürerek - Kıpırdamayın! (Adamlar bir araya sıkışmış bir halde,
öfkeli ve sıkıntılı bir sessizlik içinde dururlar.) Bu gemide isyan çıkarmanın sakar iş olduğunu anladınız, değil
mi?..... (Joe’nun vücuduna bir tekme indirir.) Şunu da birlikte sürükleyip götürün. Daima aklınızda tutun ki:
kimin işi kaytardığını görürsem hemen geberteceğim.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:25)
Sakarlık; Sakar olmak : Elinden ayağından sık sık küçük kazalar çıkmak, şuraya buraya çarpmak, elinden
düşürmek
“Ahmet habire gülüyordu:
‘Yavaş gül ülen sakar şeytan! Gelip geçen olursa duyulur...’ Ahmet:
‘Sen de yavaş patırtat!’ dedi. ‘Asıl seninki duyulur.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:75)
“Her zaman herkesle son derece dostça konuşurlar. Ve çok güçlü fikir ve kanılara sahiptirler. Ayrıca,
hiperaktif ve biraz sakardırlar, ve bazen frene basmayı unutup hızla duvara çarpacaklardır.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:27;145)
“Genç kadın olduğu yerde sallandı. Ayak bileği burkuldu, düşer gibi oldu. Genç adamın omzuna
tutundu, sonra kendi eline şaşkınlıkla baktı kızardı.
-Sakarlığımı görün! Nerdeyse durup dururken odada yere düşeceğim. Çok gülünç bu canım!”
(Fürüzan, “gecenen öteki yüzü”, sa:127-8)
“-Aşık, aşık, aşık diye bağırdı. Hepsi bundan ibaret. Öldürücü hastalık buymuş. Ne hoş şey. Amma
eğlence ha... ve bir şarkı tutturdu:
Bilge adam, ah bilge adam,
Ne de ağırbaşlı düşüncen var!
İpin ucunu kaçırınca,
Bilgeliğin de senden kaçar.
Güzel kızın göz süzmesi,
Aklını etti darmadağan,
İnan ki; senden sakar olmaz,
Ağaçtan düşen sersem maymun!”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:47)
“Elini şiddetle savurarak kadehi yere fırlattı, kadeh paramparça oldu......Garson koşup geldi. Daniel
gülümsüyordu.
-Amma sakarım, değil mi? dedi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:286)
Sakatat : Kesilmiş küçük ve büyükbaş hayvanların iç organlarıyla baş ve ayakları
“Bayan Brooker sağlığını yitirmiş olduğundan, çoğunlukla yemeği adam hazırlardı; eli kirli olan herkes
gibi onun da öte beriyi tutmada özel, değişmez bir tarzı vardı. İnsana bir dilim tereyağlı ekmek uzatsa, üzerinde
mutlaka kara bir başparmak izi bulunurdu. Daha sabahın erken vaktinde, sakatatı çıkarmak üzere Bayan
Brooker’ın sedirinin arkasındaki o gizemli mahzene inerken bile elleri kapkara halde olurdu.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:25)
Sakınca görmemek, sakıncası olmamak : Bir mahzur, aksi için bir neden görmemek
“HANNAH (SONIA’ya) - Uykun geldi mi acaba?
SONIA - Evet, ben de iyi geceler dilemeye gelmiştim zaten.
HANNAH - Gelip üstünü örtmemi ister misin?
SONIA - Sorun değilse, neden olmasın?
HANNAH (PHILIP’e) - Senin için bir sakıncası yoktur herhalde?”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:40)
“Sophie, ‘Sence İsa Mesih’in kız arkadaşı mı vardı?’
‘Hayır hayatım, ben kilisenin bize hangi fikirleri benimseyip benimsemeyeceğimizi dayatmamalı
dedim.’
‘Mesih’in kız arkadaşı var mıydı?’
Büyükbabası bir süre sessiz kalmıştı. ‘Olsaydı çok mu kötü olurdu?’
Sophie düşündükten sonra omuzlarını kaldırıp, ‘Bence sakıncası yok.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:275)
“-Ne emredersiniz? dedi.
Bahçede içtiğimiz üç kadeh biranın tesiri geçtiği için bir iki kadeh de burada yuvarlamakta bir
sakınca görmüyordum.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:196)
Sakız çatlatmak, patlatmak : Ağızda sakız çiğnemek, sonra şişirip patlatmak
“Sokaklarda çıt yoktu. Sonra birdenbire insanlar yatsıdan dönerlerdi. Keskin bir öksürük sesi duyardık.
Kulak verirdik. Karları bir lastik ezer; odada beyaz başörtülü, rastıklı bir taze bir sakız patlatırdı.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç”, sa:12)
Sakil : (ARAP.): Çirkin, kaba
“Bir anda mahalle dolup taşıyor. Toz toprak içinde partallara bürünmüş, sakil eteklerinin altına
pantolonlar ve ayakkabılar çekmiş, başlarına eski çamaşırlar sarmış kadın grupları. Yüksek sesle konuşup
gülüşüyorlar. Arkalarında gene partallar içinde, yüzleri güneşten yanmış çocuklar yürüyor. Ellerinde, tarlalardan
aşırdıkları çileklerle dolu plastik torbalar taşıyorlar. Gülmüyor, konuşmuyorlar. Yüzlerini yakan güneş dillerini
de yakıp kavurmuş.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:102)
Sakin; Sakin sakin : Sessiz, sükunet içinde; Bir mahalde oturan, orayı kullanan (çoğul: Sekene)
“Kesile kesile sürüyordu eski muhasebe şefinin konuşması. Ben de sakin sakin dinliyor, bu kopukluğu
ona belli etmiyordum. Çünkü arada bir kesilmelere karşın anlıyordum açtığı konuyu: Bana yeni bir iş bulmuştu
muhasebe şefim. Bundan ötürü gururlanıyor, yeni işimin şimdikinden daha yüksek bir iş olduğuna beni
inandırarak bu iyiliğin tadını çıkarıyordu.”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:19)
“Kapıcı, kayadan oyulmuş heykel gibi iki bacağını iki yana açmış duruyor, gözleri, öldürülmüş kızının
üzerinden ayrılmıyor. Alışkanlıktan, adeleleri hala yumuşak bir paçavra yerine koyduğu Kien’i tutuyor. Therese,
Theresianum’un tüm sakinlerini yardıma çağırıyor.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:330)
“On beş günde bir, Cuma akşamları Emperio’nun kapıları Vadi sakinlerine açılıyordu. Bu Don
Thomas’ın amacını daha iyi anlatmak için bulduğu bir fikirdi: Önyargıların ve kastların zincirlerini kırmak,
köylülerle halktan insanları kültürler buluşturmak, kültürü liberalleştirmek, halkın anlayacağı bir dile sokmak,
değiş tokuş etmek.”
(J.M.G. Le Clezio, “Ourania”, sa:48)
“Doğduğu kentin sakinleri, memleketlerinin çocuğu, güzeller güzeli Maria’nın, yanında onu Avrupa’da
büyük bir yıldız yapmak isteyen bir yabancıyla gelmesini şaşkınlık ve kıvançla karşıladı. Komşulardan haberi
duymayan kalmadı; liseden arkadaşları da Maria’ya sordular:
‘Nasıl oldu bu?’
‘Şansım yaver gitti.’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:37)
“Şiir:
‘Fakat sen bizi ararsan, neşe ve sevinç tarafında ara, çünkü biz, neşe ve sevinç aleminin güzel şehrinin
sakinlerindeniz.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:217)
“-Ağır ol, gelen var!
Kolları sıvalı, bıyıkları burulu genç şoför, ayağını gazdan kesti, frene bastı. Her tarafı zangır zangır
titreyen otobüs iyice bir sarsıldı. Cins ve renk bakımından tıkabasa dolu halk, kitle halinde öne doğru yollandı;
açık kapıdan da, yoldan kalkan bir toz bulutu, otobüs sakinlerinin üzerini bilmem kaçıncı kez tülledi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Ağır Ol Gelen Var”, sa:39)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
fethettim
kaydettirdim kendimi
bir adla, bir kimliği süsledim
ve varlığım somutlandı bir numarayla
öyleyse yaşasın 678 sayılı, Tahran’ın 5 nolu bölgesinde kayıtlı sakini”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:57)
“Ertesi sabah bizi erkenden yola çıkardılar. Tren pırıl pırıl yaz gününde banliyö istasyonunun kapısının
önünden geçti, üstü ve yanları kapalı kiremit kırmızısı vagonlardan oluşan bir yük treniydi. Her vagonda altmış
kişiydik, ayrıca yüklerimiz ve pazıbentlilerin yolculuk için verdikleri şeyler vardı: yığınla ekmek ve büyük kuru
et konservelerinin kiremithane sakinleri için bir lüks olduğunu kabul etmeliyim.”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:64)
“Bense, on üç yaşımdan beri, her yerde kendimi bir konuk gibi hissetmiştim. Çoğunlukla kucaklanarak
karşılanan, bazen sadece hoş görülen bir konuk; ama hiçbir yerde yüzde yüz hak sahibi bir sakin gibi
görememiştim kendimi. Kimseye benzemez, çevreye uyumsuz – ismim, bakışık, hal ve davranışlarım, aksanım,
gerçek veya varsayımsal aidiyetlerim. İflah olmaz derecede yabancı. Hem doğduğum toprakta hem de daha
sonra sürgünde.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:29)
“Barış, öngörülmemiş, öngörülmek de istenmemiş bir biçimde değiştirmişti şehri. İnsanlarının iyi
huyları ve ışığının berraklığı nedeniyle hem kendi sakinleri hem de yabancılar için öylesine makbul olan bu
şehirde, hafifmeşrep bir sürü kadın, sonradan Abello Yolu, şimdi de Kolomb Bulvarı olan o zamanki Ancha
Sokağı’ndaki eski meyhaneleri işi çılgınlığa vardıracak kadar neşelendirmişlerdi.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:16)
“Bl.: I . “Yıldırımlardan kurtulan Sodom sakinlerinin torunları olan kadın-erkeklerin ilk ortaya çıkışı.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:7)
“Böylesine tatsız koşullar altında olduklarından, geleneğin aksine, iki guruba ayrıldı erkekler, bunlardan
biri kadınlarla çocukların önünden, biri de kadınlarla çocukların arkasından yürüyordu, niyetleri bu zavallıları
hakaretlerden, küfürlerden, ve kim bilir, belki de olası daha büyük kötülüklerden korumaktı. Ama Samiriye
sakinleri ehlileşmiş olacak ki, Celile kafilesinin yol boyunca tüm karşılaştığı birkaç tehditkar bakış, biraz da
bağırış çağrıştan ibaret kaldı, çevre tepelerde yolculara taşlarla saldırmak için pusuya yatmış hırsızlar yoktu her
nedense.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:53-4)
“Koyu renk gözlüklü genç kız da annesiyle babasının yanına bir polis memuru tarafından getirildi, ne
var ki, onun kör olduğu anda içinde bulunduğu koşullar bir hayli iticiydi; bir otelde çığlıklar atan, otel sakinlerini
ayağa kaldıran çıplak bir kadın, bu arada, birlikte olduğu ve pantolonunu yarım yamalak ayağına geçirdikten
sonra, oradan sıvışmaya çalışan bir erkek, bütün bunlar, aslında trajik olduğu su götürmeyen durumu biraz
sulandırıyordu.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:31)
“İKİNCİ PERDE, SAHNE BİR
FRANTZ - Dikkat dikkat! Tavanların maskeli sakinleri! Size yalan söylüyorlar. Tam iki milyar
yalancı tanıklık! İnsanların yakınmalarına kulak verin: Ne diyorlar?: ‘Bize ihanet eden, kendi sözlerimiz, kendi
eylemlerimiz, kendi alçaklıklarımızdır.’..... Biz ise suçsusuz diye kendimizi savunuyoruz. İmzalı da olsa,
itiraflara aldanıp mahkum etmeyin.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:121)
“Selam size, küçük adanın garip sakinleri, susun da beni dinleyin. O bomboş hükumet bültenlerini
ezberleyip kafalarının çocukça saflığını koruyan siz erkekler, kulak verin bana. Süslenip püslenerek erkeklerin
aklını çelen ama kendi aklından geçenleri açığa vurmayan….. siz kadınlar, sözlerimi yabana atmayın.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:19)
“Taş
Kimse duyamaz taşın içinde sakladığını.
Bu sadece taşı ilgilendirir, bir acı gibi
Ayakkabıyla ayak arasında biriken.
---Kimse bilmez içinde sakladığını
Tek sakini sensindir taşın.
Fırlatır atarsın.”
(Aleş Şteger<d.1973>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.01.08)
“Kapıya doğru sakin sakin yürüdü, tam o sırada sağ ayağı yerde duran gaz lambasına çarptı. Allah’ın
cezası kadın, dedi, Çingene Manolo dişlerini sıkarak. Karısıydı, oda karanlık olduğunda kabuslar gördüğünü,
ölen yakınlarının rüyalarına girdiğini bahane ederek gaz lambasını brandasının yanında bırakmak istiyordu.”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:11)
“Sara, birçok kere, akşam saat onda, iş çıkışında uğrayıp onu almak için üsteledi, ama o her seferinde
karşı çıktı. İnsanlardan ötürü değil; o saatte, daracık sokakta, birinci katın pencerelerindeki koruyucuların göz
kulak olduğu üç sakin orospudan başka kimse olmaz. Doğrusu, her şeyden çok geceleri kol gezen saldırgan sıçan
sürüleridir çekindiği.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:13)
“Akşamları, şehrin sakinleri toplanıp eski özgürlükten ve Flamanlarını çok seven iyi yürekli Kral
Karl’dan acımayla ve gizli bir öfkeyle söz ediyorlardı. Şehre huzursuzluk hakimdi. Protestanlar gizli kapaklı
birleşiyor, ışıktan korkan ayaktakımı örgütleniyor, ayaklanmalar ve askerlerle ufak tefek çatışmalar artıyor,
İspanya’dan tehdit dolu mesajlar geliyordu...”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri-Erika Ewald’ın Aşkı”, sa:66)
Saklısı gizlisi olmamak : Birbirleriyle açık ve samimi olmak, her sırrını birbirine söylemek
“Ona, Maria’nın nasıl öptüğünü ve yalnız aşıklarının bilebileceği birçok gizi nasıl öğrendiğini sordum.
-‘Oh, biz arkadaşız ya’ diye bağırdı. ‘Birbirimizden saklımız gizlimiz yoktur. Sık sık yattım onunla,
birbirimizle oynaştık. Çok güzel bir kız yakaladın, eşi yoktur.’ ”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:143)
salacious : (TIP,PSYCHO.,CİNS.,KOLL.) <sele’şız> : çok şehvetli, müstehcen
Salağın önde gideni : Aptalların şahı, salağın teki
“Sonra birden Tipo kabaca: ‘Bilmeden söylediyse Allah belasını versin hayvanın,’ diyor. ‘Hayvan
değil, hayvanoğlu hayvan,’ diyor Martial. ‘Orospu çocuğu!’ ‘Hem nasıl!’ diyor Moulu. ‘Böyle şey söylenir mi
be? Bunu söylemek için adamın salağın önde gideni olması gerek. Hem...’ ‘Salağın önde gideni mi?’ diye
tekrarlıyor Jüra’lı.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:359)
Salak; Koca salak; Salakça; Salak salak; Salakların şahı : Aptal, pek de zeki olmayan kimse; Aptalcasına
(Argo)
“Hayatında hiç çıplak kadın görmemiş oğlanın meraktan ve heyecandan faltaşı gibi açılmış gözleri
önünde o inanılmaz büyüklükteki memelerini çıkartır. Kendisine bakan küçük oğlanın ağzına verir
memelerinden birini. Ve öfkeyle azarlar sonra oğlanı.
-Üflemeyeceksin salak, emeceksin.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:95)
“CLOV : (Dürbünü indirerek, HAMM’a doğru döner.) Ne diyorsun? (Susar.) Bana mı diyorsun?
HAMM : (Öfkeyle) Kendi kendime konuşuyorum, salak! Kendi kendime konuştuğumu ilk kez mi
görüyorsun? (Susar.) Son konuşmama başlıyorum.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1; ‘Oyunun Sonu’ ”, sa:207)
“Yemek yiyenlerden biri, ‘Güzel vücut,’ diye fısıldadı. ‘Sexton kendine yeni bir eş bulmuş bile.’
Diğeri, ‘O kızı, salak,’ diye yanıtladı.
Adam kıkırdadı. ‘Ben Sexton’ı iyi tanırım, o kızını bile becerir.’ ”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:16)
“Kambur parayı sayarken kadın derin bir soluk aldı ve gene soluk soluğa ‘Bana, siz Bayan Fischerle
misiniz, diye sordu.’ dedi. ‘Sen de dedin ki...’ diye haykırdı cüce, aptalca bir yanıt verdi de işini bozdu diye
yüreği ağzına gelmişti; tamam, her şeyi berbat etmişti mutlaka, etmişti ve muradına ermişti aptal salak!”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:274)
“LOPAHİN - Doğru. Niye gizlemeli ki, aptalca yaşıyoruz... (Bir sessizlik.) Babam köylüydü, odunun
tekiydi, aklı hiçbir şeye ermezdi, beni okutmadı, kafayı çekip dayak atmayı bilirdi sadece, hem de her zaman
sopayla. Aslında ben de ondan farksızım, salağım, odunun tekiyim.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:134)
“ÇİMME (1942)
Nereye gidiyorsunuz? Nereye?
Çamur içinde karanlık gecede?
İçine tüküreceğiz yoncaların
İşine işeyeceğiz eşekotlarının,
Salak kafalarımızla
Tavşan dudaklarımızla
İçine tüküreceğiz yoncaların.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:141)
“<Binbaşı> Nöbetçi odasına vardığında süngüsü iyice düşmüştü, gece yaptığı gibi ortalığı biribirine
katmaya kalkışmadı. Soğuk bir sesle içeridekilere kendisine bir araba çağırmalarını emretti. Araba Przemisl’in
bozuk yollarında sallana sallana ilerlerken, sanığın salakların şahı da olsa kesinlikle suçlu olamayacağı
düşüncesi saplandı kafasına.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:243)
“Bunları düşününce aklının pek başında olmadığını anladı, biraz daha yunus yemesi gerektiğini
düşündü. Ama yiyemem, dedi kemdi kendine. Miden bulanıp da gücünü kaybedeceğine aklın başında olması
daha iyi. Hem biliyorum, yesem çıkarırım, suratım battı içine. Ne olur ne olmaz, durum kötüleşirse o zaman
yerim. Ama bir şeyler yiyerek güç kazanmanın vakti geçti. Amma da salaksın, dedi kendi kendine. Öteki uçan
balığı yesene.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:68-9)
“ALTINCI MİMOS
----------------------METRO
Sevgili Koritto, aynı boyunduruk, seni de beni de
bezdiren. Ben de havlayıp duruyorum köpek gibi,
hırlıyorum gece gündüz, şu salak kölelere.”
(Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:33)
“Vücudunu duvara yapıştırmıştı, yalnızca başı havada serbest deviniyordu. ‘Sinirlenmeyin canım! Hani
sizi ilgilendirmeyen şeylere ne diye sinirlenesiniz. Kendim salakça davransam, buna içerlerim; ama salakça
davranan bir başkası ise, sevinirim doğrusu.’ ”
(F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:12)
“GENÇLİK AŞKI
----------------------Sürdürdüğüm ne?.. Çok şey değil
Salak salak küçük ödevlerle yürümek.
Naftalinleyip kaldırdım hayallerimi.
Çıktım kendimden, yalnızca rüyalarım bana
yapışık.”
(Mascha Kaleko-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.02.08)
“Ona bakıyorum ben. Masaya dayadığım ellerime bakıyor. Ölü et kokusunu almış olabilir. Ellerimde
tuzlu suyun yıvışıklığı, sandal tozunun pütürlülüğü, küreğin kızdırdığı nasır var. Bilemez o bunları. Bakıyor gene
de. Ellerimden anlamaya çalışıyor beni. Salak.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:31)
“MARTHE - O herif kimdi?
EVE - Ah efendim İsa.
MARTHE - Koca salak, alçak herif! ..... Geceleyin yanındaki İsa efendimiz miydi?”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:53)
“Telefonu kapattı ve yardımcısının telefonunu çevirdi. Ama yardımcının yerine hattın ucunda onun
kaydedilmiş sesiyle karşılaştı: yapmacık bir ses, şakacı, gülümsemekten doğallığını kaybetmiş: ‘Sonunda
varlığımı hatırladığınız için mutluyum. Sizinle konuşamadığım için ne kadar üzgünüm bilemezsiniz, ama telefon
numaranızı bırakırsanız, ilk fırsatta sizi sevinerek ararım...’
-Salak, dedi telefonu kapatırken.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:316-7)
“Tüm bu olanlardan sonra bir gün aptal bir hemşire gelip şu salak soruyu soruyor:
‘Bugün nasılsın, Willie?’
‘Oo, iyiyim, teşekkürler.’
‘Sen bizlere bir sürü maval okuyorsun, değil mi Willie? Tüm bunlar pişmanlık duyguları. Sen kendini
gerçekten üzgün ve suçlu hissetmiyorsun!’ ”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:123)
“STYOPKA - O subay geldi efendim, hani o süvari alayındaki. Başka bir bayla birlikte bir arabadan
indiler. İkisi de çakırkeyif bana sorarsanız.
MADAM G. - Kurçayev. Ne istiyor acaba?
GLUMOV - Ne isteyecek? Gene salaklığını göstermeye gelmiştir.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:23)
“Ertesi sabah bir buket çiçek getirdiler, ilk nergislerdi. Torino’da daha önce kimsenin bana çiçek
göndermemiş olduğunu düşünüp gülümsedim. Ama çiçekler Torini’dan gelmiyordu. Siparişi, otele geldiğimde
bana sürpriz yapmak isteyen Maurizio salağı vermişti.”
(C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:11)
“Kimi günler daha çocuk olduğumu, salak olduğumu, herkesi güldüren budalalıklar yapmış olduğumu
düşünüyordum. Ama, hiç kuşkusuz Gina’nın gülmediğini, dükkanı, Solino’yu, köprüde çalışanları
düşünüyordum. ‘Salağın tekiyim ben,’ diyordum kendi kendime. ‘Gitarımı çalıp olduğum yerde kalacaktım.’ ”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:175)
“ ‘Hasta olabilirim, ama salak değilim! Bizim aptal ve kötü insanlar olduğumuzu düşünüyorsunuz!
Topunun canı cehenneme diyorsunuz!”
(M. Pearl, “Dante kulübü”, sa:72)
“-Neymişim ne? Salağın tekisin sen Alfredo. Karına acıyorum; onu boynuzladığın için değil, su
katılmamış bir salak olduğun için.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:162)
“Ertesi yıl sınıf arkadaşlarım benimle alay etmeyi sürdürdüler. Çocuklar çok salak oluyorlar, değil mi?
Bir şeyi tutturdular mı artık bıktırıncaya kadar yinelerler. Bu arada yaz tatilinde ilginç bir şey oldu. Boyum
uzadı, geliştim, iri yarı bir çocuk oldum. Çok da güçlü, bütün arkadaşlarımdan daha güçlüydüm.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:15)
“Uzun bir tartışmadan sonra şöyle demişti karısına:
-Onuna tartışmaya girme diye yirmi kere söyledim sana. Zaten salağın tekisin, bir de İtalyanca
konuşmaya, durumu açıklamaya başladın mı büsbütün salaklaşıyorsun.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:65)
“-Salaklar! Salaklar! Ahmaklar! Domuzlar! Pis herifler! Siz busunuz işte. Kentte saygın bir hayat
sürmektense bok yalamayı yeğlersiniz. Bizler zengin olduk, salaklar!..... Bu pisliğin içinde çıkıp benimle birlikte
kente geri dönmelisiniz.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:173)
salamander : (ZOO,MYTH.,ISI) <sal’eman’der> : Semender; ateşte yanmayan efsanevi bir hayvan; içinde
yemek pişirilen bir kab, sıcağa dayanan insan
Salapurya : Küçük koy ve limanlarda barınan, üçgen biçiminde, 10-15 tonluk küçük ticari taşıt, vapur; Fig.:
Çok büyük, hantal ayakkabı
“Öyle ki, akşam dönüşünde Kağıthane’deki Sünnet köprüsünden itibaren yanlarımıza rampalayan
<çarpan> ve peşimize takılan kayık ve sandalların sayısı Karaağaç’a yaklaştığımız zaman belki üç yüzü bulmuş;
oradaki küçük adaların sol tarafında kayık, sandal ve salapurya’ lardan mürekkep <yapılı> sanki yeni bir ada
peyda olmuş <oluşmuş, çıkagelmiş>; deniz orada tamamen tıkanmış; vapurlar bile geçemeyerek dakikalarca
Sütlice ile Tuğla harmanları önünde stop edip bizim alayı vala’nın geçmesini beklemişlerdi.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:192)
Galata rıhtımı... Üstünde siyah giysili adamlar, rıhtımın kenarında bir sürü sandal ve salapurya.
Kürekçiler kürekleriyle oynuyor, sabırsızlanıyor, siyah giysili adamlar uzaktan gelen araba seslerini dinliyorlar.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:221)
Salaş : Tahta öteberiden yapılı, derme çatma kurulmuş meyve ya da sebze satış barakaları; Düzensiz, derme
çatma görünüşlü kimse (Argo)
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
IV
-----------------------Bir dansçısın, tüy gibi kayıp giden bir ruhsun sen,
ama kimse gelip görmeyecek senin elmasların
tuıtkusu
ve şafağın inceliğiyle nasıl sevdiğini, senin
elinle
o salaş kulübenin nasıl aya dönüştüğünü.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“Bu barakaların bazıları, bekçi kulübesinden azıcık daha büyüktü. Ayrıca, gaz lambalarıyla
aydınlanmış, önüne insanların üşüştüğü, dükkan ya da başka bir ticari uğraşa yönelik paçavradan salaşlar ve
çadırlar da bulunuyordu.”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:17)
Salatü selam çekme : Korku dağları beklediği zaman, özellikle ölüm hissedildiğinde Kur’anı Ke rim’den ayet
okuma
“Tanrı’nın salatı <namaz> ve selamı onun soyuna olsun; kainatın efendisi, varlıkların övüncü, dünya
halkının rahmeti, insanların seçkini, zaman devrini tamamlayan <Peygamberliğin Hz. Muhammed’le sona
ermesine gönderme> ey Muhammed Mustafa!...
İnsanlar ve cinler emrindedirler,
Şefaat sahibi, yüce Peygamber!
Güler yüzlü, herkese açık eli,
Peygamberlik mührüyle nişaneli...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:21)
“Bu türbede yatan ölü, Erzurum kumandanı İskender Paşa idi. Haftalardanberi, tozlu bir sanduka içi
gibi karanlık odasında, dizlerini acıtan seccadeye kapanmış, yapayalnız oturuyordu. Mihaniki bir huzu’ ile
Salatü selam’ çekerek beklediği, geç kalan Azrail’di. İşte tam otuz gün.”
“Titrer, gözlerini oğuşturur, yine salatü selamlarını çekmeğe başlardı. Yakın akıbetinin bu uzvi hatırası
o kadar kuvvetliydi ki.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:127;128)
Salavat getirmek : Korku ve tehlike karşısında, Hz. Peygamber’e dua ve niyazda bulunmak; namaz
“... kanatları yarı açılmış bir kocaman, bir korkunç kuş şekli almaya başladı. Hoca, az kalsın, salavat
getirip: ‘İn misin, cin misin?’ diye bağıracaktı. Lakin, gördü ki, bu, yorganına sarılmış bir köylüden balka bir şey
değildir.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:112)
Salgurlu : İran’ın güneybatısındaki ‘Fars-Pars’ ülkesini, 1148-1286 yılları arasında idare etmiş hanedan
‘F a r s A t a b e y l e r i olarak da bilinirler. Köken olarak, Oğuz’ların Salur boyundan gelen
Salgurlulari Büyük Selçuklu Hükümdarları adına İran eyaletlerini yönetmek üzere vekil tayin edilen atabeg’lerin
özerkleşmesiyle ortaya çıkan çeşitli hanedanlarından biridir. Ş i r a z bölgesini idare eden Ebubekir Ataberk,
barışçıl bir siyaset izleyip Moğollara boyun eğmiş ve ancak bu şekilde topraklarnı korumuştu.”
(Sa’di, “Gülüstan”, sa:7)
Salık vermek : Tavsiyede bulunmak, bir şeyin nerede olduğunu bildirmek, öğütlemek, referans vermek
“Ulu Tanrı’nın hizmetçisi ve İsa’nın havarisi olan ben Hartholomew’ya, gözümün önünde beliren bir
melek bu sandığı denizin dalgaları arasına atmamı salık verdi. Bu nedenle bu sandığın karaya vuracağı yerin
halkına onlara aynı gün Tanrı’dan ve İsa’dan kurtuluş, barış ve iyilik geleceğini bildiririm.”
(F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:44)
“Mrs. St. MAUGHAM - Maalesef hayır. Maitland’ı yetiştiriyor ama, Maitland ona artık yaklaşmak
istemiyor. Fakat ben bunun hakkından geleceğim. Bahçe işlerinde öyle iyi ki. (Tekrar zil çalar.)
MADRIGAL - Maitland mı?
Mrs. St. MAUGHAM - Hayır, Pinkbell. Şimdi penceresinden idare ediyor. Bahçecilik, bütün
kahyaların hayalidir. Neyse, referanstan bahsediyorduk. Sizin için kim salık verecek?
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:21
“SONSÖZ TASLAĞI
------------------------Küçük söylevcilerin, ki aşkı salık verirler
Çarpık abartılarıyla, ve kan dolu lağımların ki
Orenoklar gibi Cehennem’e boşanır gider,
Meleklerin, yeni soytarıların, üstleri eski püskü.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:327)
“Bir gecede birden fazla kişiye hayır demesinin salık verilmemesine karşın, kiminle birlikte olacağına
karar vermekte özgürdü. Cevabı olumluysa, bir meyve kokteyli isteyecekti..... Ardından, dans teklifini kabul
edebilirdi. Müşterilerin çoğunun ayağı buraya alışıktı ve Milan’ın karışmadığı ‘özel müşteriler’ dışında, hepsi
gayet tehlikesizdi.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:68)
“Sigara alan bir kadın, onun zamanında Paris’in korkutucu evsiz takımlarıyla değil, sanatçılar ve
bohemlerle dolu olduğunu söyledi. Kasiyere polis çağırmasını salık verdi.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:244)
“Seni görmeye geldim Peder. Hakkında duymadığımız kalmadı babacığım, çok şey duyduk. Yavrumu,
oğlumu toprağa verdikten sonra yollara düştüm. Üç manastıra uğradım, bir de burayı salık verdiler.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:66)
“Deniz kıyısında uzun saatler geçirecek olan tatilcilere, Athanasius Kircher’in ‘Ars magna lucis et
umbrae’ adlı kitabını salık veriyorum; kızılötesi güneş ışınları altında yatan, ışık ve aynaların mucizeleri üzerine
kafa yormak isteyen herkes için büyüleyici bir kitap.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:34)
“DOTTORE - Benim de niyetim vardı zaten. Siz de salık verdikten sonra düşünmeye yer yok artık.
Sinyor Pantalone, buraya kadar beni gondolunuzla getirdiğiniz için size çok teşekkür ederim.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:55)
“Her rastladığım bana salık veriyordu. Yolumu kolay buluyorum. Önce deniz kıyısından yürüdüm. Yan
yatırılmış koca kayıkların yanıbaşından geçtim. Şişman karınlarına çıralarla ateş veriyorlardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:46)
“Hanidir burslu bir öğrenci olarak okuyan Knecht’in elit okullardan birine alınması öğretmenler kurulu,
ama hepsinden çok müzik hocası tarafından iki üç kez üst makama salık verilmişse de, kendisinin durumdan hiç
haberi olmamış, o güne kadar da elit sınıftan, hele yüksek eğitim kurulundan yetkililerle hiç karşılaşmamıştı.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:46)
“PRENS : (Pencereden başını çevirerek) Eee?
MABEYİNCİ : Salık veremeyeceğim, efendimiz.
PRENS : Neden?
MABEYİNCİ : Sakıncalarını şu anda tek tek açıklamayacağim. Ancak, bütün diyeceklerimi
anlatmasa da, herkesin bildiği bir sözü burada tekrarlamak isterim: Ölüleri rahat bırakmalı.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Mezar Bekçisi”, sa:268)
“Güldüm:
-Ben, diye cevap verdim ve çok sevdiğim bir mistiğin sözünü hatırlattım: Başkalarının zaferinden taç
giymenizi salık veririm. Ruhun adı EGO değildir, biz HEPİMİZ’dir.
Daha sonra kendisini daha iyi tanıdığım zaman, şöyle dedim:
-Aramızdaki büyük fark şudur, Angelos: Sen, kurtuluş yolunu bulup kurtulduğuna inanıyordun; ben
kurtuşun var olmadığına inanıyorum ve buna inanarak kurtuldum.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:183)
“Memed:
‘Bu kadar yaradan insana bir şey olmaz,’ dedi.
Cabbar:
‘Başını koy da azıcık uyu,’ diye salık verdi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:197)
“İçimde büyük bir eziklik ve sıkıntı ile, ‘Great Eastern’ oteline giderek otel katibine vaziyeti anlattım. O
bana yardım edebilecek birini salık verdi. Holde çay saatine kadar oturdum. Bana yemek için bir şeyler verdiler.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:62)
“<Sömürge çağında> Batılı güçlerin siyaseti, genel olarak, açgözlü şirketler, sömürgelerde yaşayan ve
ayrıcalıklarını kaptırmak istemeyen Avrupalılar tarafından belirlenmekteydi ve bu siyaset için ‘yerliler’in
ilerlemesinden daha korkutucu bir şey yoktu. Arada sırada, kendi yurdundan gelen bir siyasetçi başka bir siyaseti
salık verirse, onu etki altında bırakmaya, ona rüşvet vermeye, gözünü korkutmaya çalışılıyordu; ayak dirense,
kendisini görevden almanın yolları aranıyordu; hatta idealist olarak değerlendirilen bir memurun gizemli
biçimde öldürüldüğü de olmuştu. Çok büyük olasılıkla Brazza’nın başına gelen de buydu.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:49)
“Kendisi gibi iyi bir acıma duygusu olan Madam G.’ye haber gönderip çağırttı. Genç yolcuya o da salık
vererek, birlikte ona yararlı olmanın yollarını saptayacaklardı.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:41)
“PEREGRİNA
III
Bir yanılsama girdi ayışığı bahçelerine
Evvelce kutsal bir aşkın;
Eski bir hile sezdim ürpererek.
Ve gözlerim yaş dolu, yine de gaddarca
Beni bırakmasını
Salık verdim
O masal kızın.”
“Eduard Mörike<1804-1875>-Ertuğrul Pamuk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.07.03)
“GLUMOV - Sizi budala yerine koyduğumu itiraf edeyim, Madam T. Ama bundan utanmıyorum.
Maşenka’ya acıyorum sadece. Siz Tanrının günü budala yerine konulmaya teşnesiniz. Aslında zevk alıyorsunuz
bundan..... Madam Manyefa kimi tanır, size kimi salık verebilir? Avucuna en fazla para sıkıştıranı tabii. Bir
buluttan inerken gördüğü iyi ki bendim de, bir hapishane kaçkını değil. Yoksa onu da bağrınıza basardınız.”
(A.N. Ostroski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:125-6)
“ ‘Ağzınızı sıkı tutmanızı söylemeye bilmem gerek var mı? Bu işte hepimizin çıkarı söz konusu.
Güvendiğiniz kimselere tabii bizi salık verebilirsiniz. Yolu biliyorsunuz. Haydi iyi akşamlar.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:125)
“Kardinal Karafa’nın salık vermesiyle Papa, İspanya kralına savaş açtı ve Fransa, Papa’ya yardım etmek
üzere, Dük de Guise’in komutası altında bir ordu gönderdi.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:113)
“Hiçbir düzen ya da dizge içermeyen bir sanat yapıtı düşünülemez. Leonardo (da Vinci) ressamlara,
düşgüçlerini uyarmaları için, nem lekeli duvarlara ve renkli taşlara bakmalarını salık verirdi.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:147)
“Levin çılgın gibiydi hala..... Gelecek üzerine bir plan, amacı bile yoktu. Bunu düşünmeyi başkalarına
bırakıyor, her şeyin çok iyi olacağından kuşku etmiyordu. Yapması gereken şeylerde ağabeyi Sergey İvanoviç,
Stepan Arkadyeviç, bir de prenses yol gösteriyorlardı ona. Önerilen her şeyi hemen kabul ediyordu. Ağabeyi
borç para almıştı onun için, prenses düğünden sonra Moskova’dan ayrılmasına salık vermişti.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Vol:III-IV, sa:5-6)
“ADADA
Tüm çevresinde Ulusal Galeri’nin
Polonyalılar satıyor kalıtlarını Türkler’e
----------Tamam, doğrudur park durumunun kötü
olduğu,
böylece izin verin gece yarısı dans
gezintisini size salık vermeme. ”
(John Hartley Williams<d.1942>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.04.07)
Salına salına; Salınıp; Salını salını : Yürürken uyumlu devinimlerle hafifçe bir sağa bir sola eğilerek; Salınıp
duraraktan, giderekten
Bk.: Sallana sallana
“Çifte konağın gelini,
Gelir salına salını
Almayınca gitmem
Seni, güzel seni.”
(Anonim. Denizli yöresinden derlenmiş bir halk türküsünden -1945- İ.E.)
“Ofelya / Arthur Rimbaud <Tk.:1958>
III
Ozan der: Gündüz derdiğin çiçekleri gece,
Gelip ararmışsın yıldızların ışığında;
Görmüş: Salınır durur uzun tüller içinde
İri bir zambak gibi sularda ak Ofelya”
(Louis Aragon <1897-1982>-Hüseyin Demirhan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.06.05)
“Brick, bunların tümüne kuşkuyla bakıyor. On beş yaşındayken yüreğini hoplatan Virginia Blaine
sınıfın en güzel kızıydı ve ne zaman salına salına yürüyüp gitse bütün oğlanlar dile getirmedikleri bir arzu ve
şehvetle kıvranırlardı. Brick ona buluşma teklif edeceğini söylerken doğruyu söylemiyordu. Hiç kuşkusuz bunu
teklif etmeyi isterdi, ama o yaşta bunu göze almaya yüreği yetmezdi.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:42)
“Geniş yoldan salına salına göl kıyısına doğru yürüyorum. Önümdeki ufuk şimdiden grileşti ve gölün
gri sularıyla karıştı. Arkamda güneş altın sarısı ve kızıl şeritlerin ardında batıyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:174)
“Salına salına seyrana giden
Yürü dilber yürü, devran senindir
Yolunda aşıklar divane eden
Yürü dilber yürü, devran senindir”
(Sinob’lu Emiri-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:750)
“Allah razı olsun, Fevzi Bey bizleri aldı, elimizden tutarak salına salına tüm Kumrulu Sokağını geçtik.
Tepelerden İtalyan Hastanesi yolu yerine, sola bir yokuştan aşağı Tophane’ye dpğru yöneldik. Anacaddeye
gelmedenn, sağ kolda, hafifçe dikleşen yolun solunda, iki katlı kocaman, ahşap bir binaya geldik. Genişçe bir
bahçesi de vardı. Şimdilik ortada in cin top oynuyordu ama, okullar açılınca nasıl bir yer olabileceğini tahmin
edebiliyordum.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:37)
“Binet: ‘Silah başına!’ diye bağırmaya ancak vakit bulabildi.
Albay da onun gibi yaptı. Herkes çatılmış silahlara doğru koşuştu. Birbirlerine girdiler. Yakalarını
unutanlar bile oldu. Valinin arabasının bu sıkıntılı durumu sezmiş gibi bir hali vardı, iki sıska at aincirlerini
şıkırdatıp salına salına ağır ağır belediyeyi çevreleyen sütunların önüne geldiler. Tam o sırada ulusal
muhafızlarla itfaiyeciler trampetlerini çalıp uygun adım yürüyerek avluya sıralanmaya başlıyorlardı.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:154)
“Alacalı bir kedi kapıdan girdi. Birkaç kere miyavladıktan sonra döndü, geldiği gibi salına salına
sokağa çıktı.
‘Hayrettin?’
‘Ne o be?’
‘Yiyemeyeceğim ben bunu...’
‘Ziftin pekini ye... Kes artık’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Bordamıza Vuran Deniz”, sa:37)
“Kasım başıydı. Hava nasıl olursa olsun, küçük çapta gezintiler yapmaya ve bu gezintilerde düşüncelere
dalmaya alışmıştım. Genellikle bir çeşit zevk alıyordum n-bundan; hüzünle, dünyayı ve ve kendimi
küçümsemeyle dolu bir zevkti. Bir akşam kentin çevresinde yine böyle bir gezintiye çıkmıştım, nemli ve sisli
alacakaranlıkta salına salına yürüyordum.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:92)
“Blumfeld işitmezlikten geliyor; çünkü böyle yapmasa, oğlana hakettiği sopayı çekecek. Oysa şimdi
onu biraz süzüyor, sonra elini uzatarak bölmeyi gösteriyor ve yeniden dönüp işine bakıyor. Eh, bu durumda
şefinin davranışındaki iyiliği görerek yardımcının kendi yerine seğirtmesi gerekmez mi? Ama hayır, salına
salına, parmak uçlarına basarak yürüyor; bir adım atıyor, sonra ötekini onun önüne koyuyor.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Blumfeld, Yaşlıca Bir Bekar”, sa:150-1)
“... kaçan kedileri bile geçerek koştuğunu aralığın başına gelir gelmez durakladığını ilk evin kapısının
önünden sümüğü durmadan akıp duran Bamyacılar’ın kızının önünden geçerken salına salına kırıta kırıta
yürüdüğünü, ‘kız ben geldim birazdan bizim kapıya gel de oynayalım’ dediğini ondan sonra gene ok gibi
fırlayarak soluğu halasının kapısının önünde aldığını anlatırdı.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:95)
“ESKİ BİR AHŞAP KAPIYA HİTABE
----------------------------------------------Ben kadınca küçümsendim-sen inekler tarafından
Nasıl seveyim şimdi zengin çiftçi tarlalarını
Bekleyen demir kapıları? Her biri sıkı, sası,
Salınıp dururlar üzerinde beton temellerinParmaklıklar eski mızrak gibi keskin.
Ama senle ben akrabayız Harabe Kapı,
Başımıza gelenler, kaderimiz hep aynı.”
(Patrick Kavanagh<1904-1967>-Suat Başar Çağlan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.02.10)
“Kıyıda
Daha sonra, birlikte,
Paltolara sarınmış, anlar
Birikmiş, gözyaşları,
Akşam, deniz alev alıyordu
Yanan ateşten
Kıyıda salına salına”
(Kana Kehama<d.1964>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.02.06)
“Allah vere de candarmalar komutanlarına durumu açık etmişlerdi. Şarapçıdan şarap içebilmek için bu
numarayı yapmış, herife de bal gibi yutturmuşlardı ama, ne olursa olsun, işin içinde gerçek payı vardı. Bu kelle,
bu kulak, bu cızırdaklı sarı ayakkabılarla salına salına yürüyen, Milletvekili, hatta Bakan yapılı bir insan alelade
bir dolandırıcı olamazdı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:19)
“Karşıdan salınma, dilber,
Sana kurban olayım mı
İsmin okur gönül ezber
Sevdi canım, öleyim mi”
(Aşık Mecnuni-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:376)
“VERA’YA
Bir ağaç var içimde
Fidesini getirmişim güneşten
Salınır yaprakları ateş balıklar gibi
Yemişleri kuşlar gibi ötüşür
Yolcular füzelerden
Çoktan indi içimdeki yıldıza.
Düşümde işittiğim dille konuşuyorlar.”
(N. Hikmet Ran, “Yeni Şiirler”, sa:41)
“Ey içinde bir takvası olmadan
Riya giysisine bürünen insan!
Evine serdiğin bir eski hasır,
Kapında rengarenk perde salınır!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:127)
“Sen değil miydin, Atthis,
‘Sappho, ortaya çıkıp da,
kendini göstermezsen,
seni artık sevmeyeceğim! Diyen?
-----------------------------bir yeldirme atalım omuzlarına,
saçlarına taç örelim çiçeklerden
çık, salın bizi çıldırtan
güzelliğinle...”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:65)
“...tüm nakil vasıtalarına karşı büyük bir horgörü sergiliyorlar, onlara nereye gittiklerini sormanın
faydası yok, aynı düşünceyi paylaşmak ve Gibraltar’dan uzaktan salına salına geçip gidişini izlemeyi istemek
için adınızın Pedro Orce olmasına gerek yok, İspanyol olmanız yeterli ve burası İspanyollarla kaynıyor.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:89)
“Zenci boksörün önündeki grupta birkaç dakika süren gizli bir görüşme oldu, sora sarışın küçük
arkadaşlarından ayrıldı, ceketini giymemiş, omuzuna atmıştı, elleri ceplerinde, salına salına adama yaklaştı.
Korkak ve tetikte bir hali vardı.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:136)
“Hep bir orospu var, bir sokağın köşesinde sigarasını tüttürerek ‘salınmak’ için yaratılmış olması da
onun suşu değil. Bir adam geçecek oradan. Ona içki ısmarlayacak, hamağına götürecek, nasırlı elleriyle
memelerini avuçlayacak ve birkaç sefil lira verecek bir adam. Hep bir gitar var gecenin karanlığında inleyen.”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:17)
“İşte nasıl da herkes Percival’ın peşinden gidiyor. Ağır o. Salınarak geçiyor alanı, uzun çimenlerin
arasından, kocaman karaağaçların olduğu yana doğru. Bir ortaçağ komutanı denli görkemli. Arkasından
çimenlerde ışıktan bir iz bırakıyor sanki. Bir de bize bak, ona bağlı köleler; o mutlaka umutsuz bir girişime
kalkışıp savaş alanında ölürken vurulmak için sürü sürü peşine takılmışız koyunlar gibi.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:28)
“Salına salına yürüyordu; hani hayvanat bahçesindeki develer ellerindeki parlak ambalajlardan
birşeyler atıştıran, bitince de kağıtları parça parça edip yerlere atan kadınlı erkekli ahalinin iki yandan çevirdiği
asfalt yol boyunca salına salına yürürler ya, aynen öyle.”
(V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:105)
“Filetosu çıkarılmış dil balıklarını, yarı-saydam, kılçıksız nesneleri mutfak masasının üstüne devirdi.
Mrs. Sands’in kağıdı sıyırmasına kalmadan, hasır iskemleden olanca görkemiyle kalkan, balıkları koklayarak
salına salına masaya yaklaşan görkemli erkek sarmana ufak bir şaplak attıktan sonra yok olmuştu ortalıktan.”
(W. Woolf, “Perde Arası”, sa:34)
“Vücudu bu ölçülü hareketle salınırken, iri kunduraları yere batıyor, tabanlarına yapışan özlü toprağı
kaldırıyor; buğdayı her serpişinde, boyuna savrulan sarı taneler arasında, Jean’ın, sırtında eskitip durduğu
emireri ceketinin iki kırmızı şeridi parıldadığı görülüyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:3)
Salıvermek, salmak : Bırakmak, gitmesine izin vermek
“Dilpesent boşandı:
-Ah küçük Hanım’cığım, ben bozulmayayım da kimler bozulsun? Ölmediğime çok şükür. Gün, güneş
gördüğüm yok. Bu evin içinde bittim.
-A... vah vah... Bir kere gelip gözükmüyorsun a dadı...
-Salıveriyor mu yavrum? Ah efendimin gülü...
-A, zavallı Saadet’e bak, kızcağız sarartma olmuş. İğne ipliğe dönmüş, gel kızım seni öpeyim.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:358)
“Arananlar, kaçaklar, fahişeler, hırsızlar, şüpheliler, sınır ihlalcileri... Sonunda, mahkeme eve gelip
evlilik cüzdanlarını alıp getirmesi kaydıyla, karısını alıkoymuş, adamı salmış. Adam yolda hiç durmadan son
hızla evine gitmiş..”
(M. Mungan, “Çador”, sa:11)
Salic law, salique : (MYTH,HUK.,KOLL.,KADIN> <Sey’lik lo’, sey’lik> : Orta çağlarda, V. y.y.’dan
başlayarak, Ren nehrinin kuzeyinde yaşayan Frank’lar <Fransız kabileleri> arasında mer’iyete konulan
kadınların krallık tahtına ve hiçbir mirasa sahip olmama gerektiğini içeren yasa
Saligia : (LAT.) Günah; Yedi Ölümcül Günahınn herbiri
“Langton, şeytanın altına kazınmış yedi harfe baktı. Süslü kaligrafi, tüm silindir mühürlerde olduğu gibi
tersten yazılmıştı ama Langdon harfleri okumakta zorlanmadı: SALIGIA
Sierra gözlerini kısarak yazıya bakıp yüksek sesle okudu. Saligia.
Langdon başını salladı, Kelimenin yüksek sesle söylenişi tüylerini ürpertmişti. Ortaçağda,
Hıristiyanlara Yedi Ölümcül Günah’ı hatırlatmak için Vatikan’ın türettiği bir anımsatıcıydı. S a l i g i a
<günah>: superbia <kibir>, avaritia <hırs>, luxiria <şehvet>, invidia <kıskançlık>, gula <açgözlülük>, ira
<öfke> ve acedia <tembellik> baş harflerinden oluşan bir akronim <sözcüklerin yalnızca başharflerini alarak
düz yazı ya da şiir sunma oyunu>.
(D. Brown, “Cehennem”, sa:78)
Salih, Saliha; Salih Peygamber : (ARAP. MYTH.) : ‘Salah’tan: İyi yarar, salahiyeti-hakkı olan, din
buyruklarına uygun davranan (Çoğul: Suleha); Salih Peygamber, Semud kavmini dine davet edince, onlar bu
daveti reddederler. Üstüne üstlük, taptıkları putlardan yardım dilerler. Putlar sessiz kalınca, Salih
Peygamber’den bir mucize isterler. ‘Kayadan bize bir deve çıkarırsan, sana iman ederiz’, derler. Peygamber
dua eder ve deve çıkar, ama Semud kavmi yine de iman etmez. <Bk.: Kur’an, 91:10-15>’ ”
“Salih Peygamber’in devesi midir?
Acaba Deccal’in eşeği midir?
Yırtıcı, aç köpek bulunca eti,
Bunları sormaya olmaz niyeti...”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:225)
Salim kafayla düşünmek : Hiçbir dış etken olmaksızın, rahatlık ve huzur içinde düşünebilmek
“ ‘Kitabının yayımlandığını okuduktan sonra ne yaptın?’
‘New York’a döndüm. Yaptığım saçma bir şeydi ama kendimde değildim, artık salim kafayla
düşünemiyordum. Kitap beni kendi kazdığım kuyuya düşürmüştü..... Kitap çıkınca geri dönüşüm kalmamıştı.’ ”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:122)
“O sırada, daha Kaptan Delano henüz yaşanan olay üstünde salim kafayla düşünme fırsatı bulamadan,
daha önce sözü edilen genç İspanyol denizcinin halatların oradan aşağıya inmekte olduğu görüldü.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:49)
Salkım ateş : Eski zaman savaşlarında, aynı anda birçok gülleyi birlikte atma
“Vur, vur sonu gelmez.!... Kökü kuruyasıcıların! Ah, bugüne kadar tam da barutun keşfedilmiş olmasını
isterdim; bir Quartang-Schlang ya da bir Tarras (Her biri beş kiloluk gülleler atan toplar) ile üç dört salkım ateş
sayesinde bu pisleri öyle silip süpürürdük ki!”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:82)
Salkım saçak : Pejmürde, her yanından birşeyler sarkarak ya da dökülerek; düzensiz, darmadağınık bir
şekilde
“Fatma şaşırdı. Bozuldu. Salkım saçak bir ağlama tutturdu, sonra:
‘Öldürürler beni hala!’ dedi. ‘Çentik çentik ederler etimi. Parçalayıp köpeğe atarlar.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:103)
“Ayın görüntüsü, yine Agnes’in saçlarından kayarak, küçük bir limandaki dizi dizi kayıkları
canlandıran, ama şu anda görünmez olan fotoğrafın camına düştü, salkım saçak bir gece kuşunun gölgesini,
yalnızca gölgesini değil avını yakalama sabırsızlığıyla bir kasılıp bir gevşeyen pençelerini de anımsatıyor;
çerçevenin ucuna kayıyor görüntü, oradan da pencereye ve çkıp gidiyor, ama camdan dolunayı görebiliyorsunuz,
pencerenin tam ortasına gelmiş, titreyip duruyor...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:250)
“YETİM
Ey duvarın kirecinden sızan güz küfü!
Salkım saçak dalların verimiydi
Kanlı elmalar
Ve suyun yatağı
Yakar şişmiş eklemleri,
Top çam ağaçları altında atlar
Tepinir
Kişner...”
(Ahmet Hafez<d.1963>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.10.09)
“Kulübem hakkında birkaç söz söyledi. Duvarları bir sürü hayvan postu, kuş kanadı ile süslemiştim;
kulübenin içi salkım saçak bir ayı inini andırıyordu. Hoşuna gitmişti: ‘Evet, tıpkı bir ayı ini!’ dedi.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:24)
“DİONYSOS’A İLAHİ <Homeros İlahileri’nden>
--------------------------Teknenin başında kükrüyordu
Aslan kesilmiş Dionysos. Gösterip gücünü, bir ayı
yarattı orta yerinde geminin, tüyler salkım saçak.
Köpürüyordu ayı öfkeden, ayaklarının üstüne kalkmış.
Öfkeyle bakıyordu ürkmüş aslan üst güvertede.
Korkmuştu gemiciler; kaçtı hepsi kıç tarafına
Teknenin,
Sardılar çevresini dehşet içinde güngörmüş dümencinin.”
(Homeros,“antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:101)
“Sokağın iki ucundan birinde taş kesilmişcesine durur, kapılarda itişip kakışan, gelen geçene boğuk
sesleriyle laf atıp kolundan çeken, maskeli baloya gider gibi giyinmiş salkım saçak kızları bir an seyrederdik.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:92)
“O zamanlar için bile dağ başı sayılabilecek Sarıyer sırtlarında, gayet ağaçlıklı ve kuytu bir yerde,
akşam vakti gene öyle ‘full makyaj’, ayağında yüksek topuklu ayakkabılar, gerdanı salkım saçak inci-boncukla
dolu, hafif bir dekolte giysiyle otostop yaparken kaçırılmış.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:302)
“Oda, koyu ve donuk mavi göğe bakıyor;
İçinde tıklım tıklım, sandıklar, çekmeceler!
Cinlerin çenesini attıran mor çiçekler
Dışardaki duvardan salkım saçak akıyor.
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:140)
“Mathieu’nun önünde, şişman, salkım saçak bir kadın:
-Saçını başını yolun şunun, dedi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:369)
“Yapraksız, çıplak kalmış ulu ağaçlar işte;
Sürüleri sıcaktan korurlardı eskiden.
Yeşil yaz ekiniydi: şimdi devrilmiş de.
Aksakal, salkımsaçak şu arabada giden.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:12, sa:65)
“Şimdi, içimde o bildik ritim yükselmeye başlıyor; uyuşuk bir biçimde yayılmış olan sözcükler şimdi
sorguçlarını kaldırıyor, şimdi silkeliyor; düşüyorlar, yükseliyor, düşüyorlar, yükseliyorlar yine. Ben bir ozanım,
evet. Kesinlikle büyük bir ozanım ben. Gelip geçen kayalıklar, gençler ve uzaktaki ağaçlar ‘salkım saçak
ağaçların akan çeşmeleri.’ Olduğu gibi görüyorum. Olduğu gibi duyuyorum. Esinleniyorum.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:62)
“... bir korku rüzgarı esivermiş ve bir anda herkes çil yavrusu gibi dağılmıştı. On binlerce insan otelleri
boşaltıvermiş, trenler salkım saçak doldurulmuştu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:275)
Salkım salkım : Grup halinde, bir sap veya ağaç üzerinde çiçek ya da yemiş; insan toplulukları
“Saat beşte tramvaylar gürültü patırdıyla sökün ettiler. Banliyö stadyumlarından, basamaklara tünemiş,
kapı demirlerine salkım salkım asılmış seyircileri taşıyorlardı.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:28)
“Arabalar, bu tribünlerde oturanların hemen ayaklarının arasında sekiz ayak kadar genişliğinde bir
gezinti yeri kalıyor; herkes bu dar alan içinde ileri geri hareket etmeye çalışıyor. Pencere ve balkonlardan salkım
salkım insanlar sarkmış, aşağıdaki kalabalığı seyrediyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:227)
Sallabaş : Dalkavukluk edip patronunun her sözüne kafa sallayan, hiç düşünmeden her teklifi onaylayan kimse
“MÜZİK
----------Askeri bandomızıka orta yerde durur,
Çatlak, cırtlak ezgiler ve sallabaş kelleleri...
-En öndeki sıralara kodamanlar kurulur,
Noterin kafasında vergi dalavereleri...”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:86)
Sallamak; Sallanmak : Rüzgar ya da deprem nedeniyle, tüm cisimlerin yerlerinden -çoğu kez ritmik olaraksallanmaları, örneğin salıncak; Asmak, asılmak; Doğru olmayan, yalan ya da tutarsız bir şey söylemek;
ertelemek, ihmal etmek
“dışarı çıkıyor oğlum
-------------------------Çıkıyoruz birlikte bahçeye. Rüzgar var,
Yaprakları süpürüyor. Değişiklikler:
birlikte
olmak istediğim kişi sensin, baba
sallar mısın beni? diyor.
Boğazı düğümleniyor babanın.”
(Alan Finlay<d.1971>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.04.06)
“ ‘Ohhooo, yaşadık,’ dedi Salman Sami.
‘Balıklar da her gün bizden. Bir de adanın şifalı, cana can katan otları var. Ot toplama pişirme ustaları
da var aramızda. Belki de bugün şifalı bir ot yemeği yiyebileceğiz.’
‘Gördün ya Halil,’ dedi Salman Sami, ‘sana adaya gidelim de gidelim diyordum da sen durmadan
sallıyordun.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2, Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:482)
“ ‘Geçenlerde gece ikide çıkan rüzgar bizi çok salladı,’ diyordu; ‘Bu gece de çıkabilir; onun için bence
şöyle başlayalım.’ Bunun üzerine Profesör’ün ağzı şaşkınlıktan açık kalıyordu; gerçi kızın söyledikleri doğru
değildi ama bu kadar cesur olması da ilginç bir durumdu doğrusu. Allah kahretsin diye düşünüyordu gülerek.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:280)
Sallamamak : Gerekli önemi vermemek, saygı göstermemek, ‘nemelazımcı’ davranmak, kurallara uymamak
“Senin anlayacağın, bankada ne tür bir çalışmanın geçer akçe olduğunu öğrenmiştim. Fakat bizim
serviste bankanın güpegündüz dalga geçen ve hiç kimseyi sallamayan bir memuruna hayret etmekten kendimi
alamıyordum. Giyinişinden hali vakti yerinde, hatta zengince bir genç olduğuna şüphe yoktu.”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Kötülük Yapayım Derken”, sa:147)
Sallana sallana (gelmek, yürümek) : Yavaş yavaş, vaktini alarak; iki yana yalpa yaparak
“Hedwig duraksadı, durduğumuz sırada yalnızca bir an duraldı: Arabanın kapısını açık tuttum çıksın
diye, ona elimi uzattım ve önünden sallana sallana merdiveni çıktım.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:106)
“Şakayık, başı önünde, elleri iki yanında sallana sallana, sokaklardan koşa koşa gidiyordu. En sonunda,
şehrin öbür ucuna geldi. Manastırın kapısı açıktı. İçeri girdi. Avluda kimsecikler yoktu. Seslendi.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:304)
“NEREUS - Uzaktan tekrar sallana sallana geri dönüyorlar, artık göz göze gelemiyoruz. Zincir
halinde geniş halkalar oluşturan o sayısız sürü, şenliğin gereğine uymak için, hep dönüp duruyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:176)
“<Binbaşı> Nöbetçi odasına vardığında süngüsü iyice düşmüştü, gece yaptığı gibi ortalığı biribirine
katmaya kalkışmadı. Soğuk bir sesle içeridekilere kendisine bir araba çağırmalarını emretti. Araba Przemisl’in
bozuk yollarında sallana sallana ilerlerken, sanığın salakların şahı da olsa kesinlikle suçlu olamayacağı
düşüncesi saplandı kafasına.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:243)
“Sanki hepsi de özgürlüklerine kavuşan küçük tutsaklardı; açık havada ve parlak güneş altında öyle
sallana sallana yürürler; kendileri için ‘arabaların, atlı tramvayların, sokakların ve dükkanların karışık
yığınından ve bunların arasında evi bulmaktan’ başka bir şey olmayan bu gürültülü, taze ve devinimli boş kentin
kaldırımlarında öyle gezinirlerdi.”
(F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:16)
“Sonra sallana sallana yokuşu tırmandı. Daniel döndü geldi, hasır koltuğa oturdu. Esnedi, zaman usul
usul aktı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:134)
“Baktım.. Salepçioğlu Hanı tarafından kırsakallı, şişmanca bir adam, arkasında iki üç zeybek, sallana
sallana geliyordu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:82)
Sallanmak : Ağır ağır hareket etmek, vakit geçirmek; Deprem ya da nakil vasıtalarında (Gemi, uçak)
çalkanma; Ayakta ya da oturduğu yerde kımıldamak; (İple asılarak) idam edilmek (Argo)
“SUBAY - Ama benim bir suçum yok ki; bir şey yapmadım ben. (Bir asker gelir ve SUBAY’ı
gitotinin bulunduğu fona doğru sürükler..... Müzik kesilirken DUNCAN yine sahnede görünür; MACBETT’e
öpücükler göndererek geri geri çıkan LADY DUNCAN’a seslenir.)
DUNCAN - Haydi, sallanmayın madam. (LADY DUNCAN’ı yaka paça götürür.)
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:276)
“Duvar dibindeki resim makinesinin başına geçti, çıpıl gözlü sarhoş, numara sırasiyle esmimizi
çekmeye başladı. ‘Şuraya bak,’ ‘Ağzını kapa,’ ‘Aman sallanmayalım! Şu kadar paralık kağıdı gavur ederiz bey
baba,’ diyerekten gör nasıl paralanmakta...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:173)
“Avlunun öteki köşesinde ben,
Diğer mahkumlarla volta atarken
Nasıl bir suç işlemişti acaba
Diye soruyordum kendi kendime
Duyduğum bir sözle irkildim birden:
‘Suçu ağır, sallanacak bu adam!’ ”
(O. Wilde, “Reading Hapishanesi Baladı”, sa:12)
Sallapati : Özensizce, kaba saba, patavatsız ve pek kibar olmayan davranış
“Ablan iş buldu bile..... New York’a gelir gelmez şehir merkezindeki büyük bir ticari yayınevinde
editör yardımcısı olarak işe başlayacak. Oysa sen her zamanki dağınık, sallapati tavrınla iş aramayı son dakikaya
bıraktın, kravat takıp haftada kırk saat bir ofiste pineklemek istemediğin için de önüne çıkan ilk fırsata balıklama
atladın.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:78)
“O, çatkın çehresini daha çatıyor:
-Yoo! İş senin bildiğin gibi değildir. ‘İslam kadınları’nın yanına öyle sallapati girilmez, diye bana
çıkışıyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:117-8)
Salle a manger : (FR.,EV,KOLL.) <sal a manje> : Yemek odası = Dining room; Salle d’attente : Bekleme
odası = Waiting room; Sall de jeu : Oyun (kumar) odası; Salle des pas perdue : Kaybolmuş ayak izleri
salonu : <Parlamento dışında halkın herhangi bir niyetle ya da gayesiz olarak dolaştıkları salon, meydan =
Waitin room outside a court of law or parliament where people walk around to no purpose. Specifically name
applies to a large hall in the Palais of Justice (Adalet Sarayı) in Paris
(İNG.)
Salma, Salma yapmak : Köy kurulunca, köy için toplanılan para; Pirinçli bir et yemeği; Başıboş dolaşan
insan ya da hayvan
“ ‘Bir sorarız. Eğer yoğusa başka bir şey düşünürüz. Şimdi bunlar için külliyetli para lazım. En aşşa yüz
lire. Kuzusu, rakısı, tatlısı... Bunu da mı salma yapalım?’
‘Öyle ya.’ dediler üyeler. ‘Salma yaparız.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:92)
salmagundi : (YİY., EDEB.,KOLL.) <sel’me’gandi> : Soğuk et ya da balık v.s.’den yapılmış karışık salata;
çeşitli parçalardan birleştirilmiş edebi eser
Salmak : Koyvermek (Genellikle hayvanlar için), azat etmek (Esirler, tutuklular için)
“KLEOPATRA (Ukalaca.) - Susun Rufio, Sezar’ı dinlemek istiyorum.
RUFIO (Kabaca.) - Majesteleri bunu daha önce de dinlemişlerdi. Geçen hafta Apollodorus’a
naklettiniz. Adam kendi sözleriniz sandı..... Hey nöbetçi. Tutsağı dışarı sal. Serbest bırakıldı. (Pothinus’a.)
Yollan bakalım. Fırsatı kaçırdın.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:129)
Salome : (FİL.,MYTH,MUS.) Eski Filistin’de, Büyük Herodes : (Baba)- Büyük Herodes’in oğlu, Galilea ve
Perea tetrarkı Jerod Antipas /(M.Ö.4, M.S.39), üvey kardeşinin karısı Herodias ile evlendi. Salome de, onun
üvey kızıydı. Salome, annesi Herodias’ın isteği üzerine H e r o d için dans etti ve ödül olarak, annesinin
evlenmesine karşı olan ünlü Vaftizci Yahya’nın <Aınsarsınız herhalde, Hz.İsa’nın vaftiz babası!> başını bir
tepsi içinde getirtti.
“Doğal olarak bu kadar kudretli trajedi, Müzik alanında da kendini gösterdi; bir opera olarak, ilk kez
Paris’te 1907’de, Theatre des Arts’da, Loie Fuller, kendisi için Robert d’Humieres tarafından yazılan skoru
seslendirdi. Daha önceleri de piyes olarak Oscar Wilde ve opera olarak Strauss tarafından da onore edilmişti.
En son variasyonu, 1945’de Serge Lifar’ın “Salomé’si, 1945’de Monte-Carlo’da ‘Nouveau Ballet de MonteCarlo’ tarafından, Richard Strauss’un bestesi kullanılarak aktris Olga Adabache’ye hayatının en başarılı
performansını yaşatmıştı.”
(Selma J. Cohen, “Dictionary of Modern Ballet”N.Y. 1959, sa:344)
Salon adamı : Kibar, zenginlere mahsus giysi ve tabırlı kimse
“Her akşam Corny takım taklavatını toplar, çabuk servisiyle ün salmış bir sandviççi dükkanında bir
şeyler atıştırıp ve herhangi bir salon adamından geri kalmayacak biçimde özenle giyinip kuşanırdı. Sonra da
Thepsis, Thais ve Baküs’e ait o pırıl pırıl cazibeli yolda soluğu alırdı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:186)
Salonika : (YUN.,ŞEHİR,TAR.) <sela’niko>- YUN.: Thessaloniki : Yunanistanda, Büyük Atatürk’ün ve benim
babamın da doğduğu güzel Selanik şehri. Kuzey Yunanistan’a her geçtiğimde ziyaret ederim. Balkan
Savaşından sonra (1912-13) Yunanistan’a geçmiş, I. Dünya Savaşında da, Müttefiklerin Almanya’ya karşı
açtığı savaşta da, Makedonya Cephesi için üs rolünü oynamıştır. (Dr.İ.E.)
Saloz; Saloz gibi suratına bakmak : Salak, aptal bön kimse; Aptal aptal yüzüne bakmak (Argo)
“ ‘... Biliyorum, insanın birkaç salak yumruk yüzünden şikayette bulunması hiç de hoş bir şey değil.
Zaten bu Kunert kardeşimiz de buraya gelmemek için ne kadar direndi, bilemezsiniz, sayın komutanım. Hayır
gitmem diye tutturdu. Bana sorarsanız, yediği dayaktan feleği şaşmış salozun, öyle sersemlemiş ki çenesine inen
yumrukları bile unutmuş..... Ona kalsa, buraya gelmeyip ömrünün sonuna kadar yumruk yemeği tercih ederdi.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:146-7)
“Osman Ağa, dargın bir sesle bağırdı:
-Namussuz Zarzar, dün gece bizi kaz gibi yoldu. Sana dedim, Fayrap!.. Ulan saloz gibi suratıma ne
baktın? Kimde alacağımız varsa topla getir.
-Şimdi. Şipşak...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:132)
Salt : Sadece, yalnızca, tek
“Sonradan bu ilk akşamı sık sık anımsadığım zamanlar oldu. Onları açıklayacak bir işaret bulmaya
çalıştım ve sırf beni çağırmış olmasının, yeterli bir işaret olduğuna inandım. Neden? Salt merak mı yoksa, can
sıkıntısı mı?”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:46)
“O BENDİM
--------------salt olanın topacı bendim
bin alfabenin anahtarı bendim
yıldız kümesini yakan bendim
göz kamaşması göz kamaşması
göz kamaşması”
(Zéno Bianu<d.1950>-Gertrude Durusoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.06.05)
“Üstelik boş inançları olan bir insanım, hem de tıbba saygı duyacak kadar. (Oldukça iyi bir öğrenim
gördüm, boş inançlara inanmamam gerekirdi, ama inanıyorum işte.) Hayır, hayır, salt hıncımdan dolayı tedavi
olmak istemiyorum.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:13)
“Ama bu sözünü ettiklerimiz gene de ahlaksal ve duygusal tepkiler niteliği taşıyacaktır..... Buna
karşılık, daha kökten bir tutumla, savaşı salt biçimsel açıdan, içten tutarlılık açısından, olasılık koşulları üzerine
kafa yorarak düşünmek de mümkündür.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:17)
“ ‘Anımsamıyorum,’ diye onun sözünü kesti Jorge, kuru bir sesle, ‘çok yaşlıyım. Anımsamıyorum.....’
‘Anımsamayışınız tuhaf,’ diye üsteledi Venantius, ‘çok bilgece ve güzel bir tartışmaydı; Benno’yla
Berengar da katılmışlardı. Gerçekte, sorun, ozanların da salt zevk için tasarladıkları görülen, üstü kapalı
benzetimlerin, sözcük oyunlarının ve bilmecelerin bizi nesneler üstüne yeni ve şaşırtıcı bir biçimde düşünmeye
götürüp götürmeyeceğiydi...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:128)
“<Yabancı ülkelerde> ilgimi canlı tutmaya özen gösteririm. Bulunduğum yabancı toplumun bir parçası
olmaya çabalarım sanki. Buna kısaca şöyle de denebilir: Oraya ait yaşanmış bir bellek kazanmak, sadece
gözlemek değil ve bu yüzden de Batı’daki bu büyük zamanlı ve uzun gezimde kendime, ‘ilkten hayran kalmalı
insan’ diyorum, ‘eleştiri ve uzaklaştırma sonra.’ Nasıl olsa bir Doğulu, duygularının coşkun yanıyla eleştirecek
çok şey bulabilir. Çünkü salt aklın, hayatın sonsuz boyutlarına yetmediğini Avrupa’ya gelince hemen
görecektir.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:32)
“POSİDONİANLAR
(19. Yüzyıl Sonu)
<SAPANCA ŞİİR AKŞAMLARINDA
BEŞ YUNAN ŞAİRİ-2>
II
Yunanlılar olarak geride yalnız
ve yurtsuz sütunlar bıraktık
sesi kısılmış kadınlar gibi
yüzlerini denize dönen.
Yabancılara ruhun anlamı
ve sonsuzluk nedir, gösterdik.
Pusulasız ve arafsız
(bu yabancı buluşlar olmadan)
salt yıldızları incelemekten
hoşlandığımız için
karanlık denizlere açıldı”
(Stathis Gurguris-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.07.04)
“Belki iki saat sonra, tekrar uyumaya hazırlandığım sırada Hacı Kalfa, hafifçe kapıma vurdu: ‘Bak
bakasın, hocanım, otelde başka kadın yok. Fakir hatuncağız bayılıp duruyor. Salt gülmek olmaz. Gel dinini
seversen şuna biraz bak. Adımız erkeğe çıkmış diye yanına giremiyorum. Sonra ölür, mölür de başımız derde
girer he!’ dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:168)
“MASAL
---------Diyeceğiz ki ona: Sakın ayırma bizi.
Bizi ilgisizlik suyuna gömme.
Duymazdan gel ekmekle örtü isteğimizi,
salt sıcaklığını bize çok görme.”
(Veselin Hançev<1918-1966>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
07.02.08)
“AKŞAM TROMPETİ
--------------------------Yetsin artık savrulduğum bu duvar diplerinde
sesi gibi delik deşik bir çanın, hurda malı.
Trompetini çalmalıyım olanca şiddetiyle
ki sessizlik yıkılmalı, salt bu çığlık kalmalı.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“TÖREN MARŞI (Titreşimler’den)
Elveda uyuşuk yurdum, elveda!
yeni bir yaşam var önümde benim,
yeni bir hevese yenik yüreğim,
ve ruhum dörtnala koşar şu anda
mutluluk, heyecan, coşku peşinde:
sarhoşuyum gençlik denen ilhamın
çığlık atan can evimde, derinde:
salt kadın ve şarap, şarap ve kadın!”
(Kiril Hristov<1875-1944>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
31.08.06)
“-Sen şimdi anlat bakayım bana, bize o gece ilk ninniyi dinleten çocuklu dul kadın mı seni böyle sık sık
oraya çekiyor; yoksa o esmer, narin, tirşe gözlü kız mı?
-Vallahi değil yahu, ben orada salt eğlenmek, vakit geçirmek, biraz da onların musikisi hakkında bir
fikir elde etmek için gidiyorum!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:43)
“NE MÜMKÜN REBAPÇIYI DURDURMAK
---------------------------------------------------------Sarmaşık, o yapraklı yılan, sokup kalabalıkta, salt kendinle
dost olma kötülüğünü öğütlemek için sürünerek ulaşıyor sana.”
(Nikolay Kınçev<1936-2007>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.07.09)
“ARİADNE BUYURUYOR
--------------------------------Gördüm, bir sabah gibi doğdunuz.
Labirentlerin ve ruhumun en gizli kıvrımlarında
kendinizi,
Bir başka kadının tuzağında buldunuz.
Sizin hatırınıza, Tanrıların hışmına direndim.
Oysa siz bana küçük bir vedayı çok gördünüz.
Umudun uyku bilmez hoş yalanlarından,
Bir dönek gibi yoksun ettiniz beni.
İntikamım salt ölümüm olsun,
Tüm zaferiniz benden sonra karanlıklara kurulsun.”
(Jean Pourtal de Ladeveze<d.1898-?>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
09.10.03)
“... oysa kılı kırk yararcasına düzenlediğim ve o ana kadar büyük bir başarıyla sürdürdüğüm tatilimi salt
merakım yüzünden tehlikeye düşüreceğimi, zaman zaman hayatımı cehenneme çeviren o ruh taşkınlığının bir
kez daha yüreğime çökeceğini sezinliyordum; bedenimde tepeden tırnağa tuhaf bir ürperti dolanıyordu. Ama
ister istemez girdim içeri.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:7)
“Şanslı delikanlılar kızların yanına kuruldu: Bunun için zaten aileleriyle tanışmak yetiyor. Sylvie’yle
yan yanaydık. Kardeşi de ordaydı, ‘uzun zamandır görünmüyorsun, neden gelmiyorsun bize?’ diye sitem etti.
Ders yüzünden Paris’e çakılıp kaldığımı, salt onları görmek için geldiğimi söyleyip gönlümü aldım. Hemen karşı
çıktı Sylvie: ‘Hayır, hayır, aslında beni unuttu.. Köylüyüz biz, Parisliye benzer miyiz!’ Öpüp susturmak istedim,
ama hala somurtuyordu; kardeşinin ısrarıyla, o değilden uzattı yanağını. Hiçbir zevk alamadım, herkese
sunulabilecek sıradan bir öpücüktü.”
(G. Nerval, “Sylvie”, sa:33)
“Aslına bakarsanız, o günün öğle sonrasında rüzgar falan esmiyordu. Nerdeyse tam bir bahar havası
vardı. Gordon dün başladığı şiir salt kulakları bayram etsin diye fısıldayarak kendi kendine yineliyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:74)
“SEVİYORUM SENİ
-------------------------Salt sevmem gerekli, yalnızlık içinde, böyle
Seviyorum seni,
Seviyorum bıkmadan!
Seviyorum seni
şarapla ve ekmekle
bir çocuk eliyle sana sunulan.”
(Vanya Petkova<d.1944>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.08.07)
“Konukseverliğin parayla satıldığını yalnızca Avrupa’da gördüm. Asya’nın hiçbir yerinde konuktan
para alınmaz. Belki rahat etmek söz konusu değildir; ama ‘ben ki bir insanım, insanlar beni konuk ediyor; beni
konuk eden salt insanlıktır.’ diyebilmek az şey mi?”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:135)
“... kralın beyinsel yetkinliğinin azalması ya da salt ihtiyarlık nedeniyle tahtı başka birine devretmeye
karar vermesi durumunda dahi kral olmayı sürdüreceğini söylüyorlar, bu gidişatın bitmez tükenmez bir krallar
silsilesi başlatacağını, silsilenin tahttan feragat edenlerle tahta çıkanların birbirini izlemesiyle sürüp gideceğini
öne sürüyorlardı...”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:83)
“Sırf bu yüzden bile biz yaşamalıyız ayrı;
Tek diye bilinmesin güzel aşkımız artık:
Sana verebilirim salt hakkın olanları
Hele bir gerçekleşsin aramızda ayrılık.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneleri”, no:39, sa:119)
“BİZ
----Başımızda hep kırbaç, sırtımızdaysa eyer,
bir de sarı sikkenin esareti amansız;
biz sefil büyüyerek gamda boğulanlarız
ardımızda kalan salt gözyaşı ve kanlı terbiz, yaşamca dışlanmış- sapsarı ölümcüller.”
(Hristo Smirmenski<1898-1923>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.05.08)
“Varlık
-------son evime kilit olan
şu taşta bile varsın
salt bir çamur olduğumda ben
tanrının
avuç içinde de olacaksın
sen”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.09.07)
“Doktor Freud yumruğunu kaldırdı. Bu herif gerçekten çok oluyordu. Hiç kendisi, ünlü Doktor Freud,
cinsel düşler kurar mıydı? Böyle şeyler, salt ona bunları anlatmaya gelenlere göreydi. Oysa o, sapına kadar
erkekti; bu düşleri yalnız çocuklar ya da aklından zoru olanlar kurardı.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:70)
“Kimbilir: belki de o tür peynir yaşamın kimi temel durumlarına, doğuma, ölüme falan özeldir demek
istiyordu. Ama diyordum ya, belki de salt benim hayal gücümün bir yorumudur.”
(A. Tabuchhi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:25)
“Neden böyle yaratılmıştı acaba? Ama o da acı çekmişti. Oyunun sürdüğü üç korkunç saat boyunca
kimbilir kaç yüzyıllık ıstırap, sonsuzluklar dolusu işkence yaşamıştı. Kendi hayatı onunkine bedeldi. Kendisi
Sibyl’i bir süreliğine yaraladıysa, Sibyl de onun yaşantısına bir an için gölge düşürmüştü ya. Zaten kadınlar çile
çekmeye erkeklerden daha yatkındılar. Duygularıyla beslenirdi onlar. Salt duygularını düşünürlerdi. El altında
biri olsun, karşılıklı bir şeyler yaşayabilsinler diye sevgili edinirlerdi.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:107)
Saltık : Bağımsız, koşulsuz, sınırsız
“İSMENE
----------Hayır, çöküş değil belki de - bütün bunların düşecek
bir yerleri olmadığına göre;
bir çeşit havalanma, neredeyse kanatlıymışçasınakuşlar gibi, örneğin,
yükselip alçalan, kanatlarının arasında kımıldamadan;
o saltık ve soylu boşlukta kımıltısız diyebileceğim bir
uçuş,”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:172)
salva me ab ore leonis : (LAT.) <salva me ab ore leonis> : ‘Beni aslanın ağzından koru!’ duası
“Sonra beni dinlemeye gönderdi. Yatağıma yatarken, babamın beni dünyayı dolaşmaya göndermemesi
gerektiği, dünyanın sandığıomdam daha karmaşık olduğu sonucuna vardım. Gereğinden çok şey öğreniyordum.
‘Salva me ab ore leonis!’ diye dua ettim uykuya dalarken.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:183)
salvation : (DAVR.,SOSY.,KOLL.) <sal’veyşın> : Kurtarış, kurtarma, halas; Salvation Army : 1875’de
İngiltere’de William Both tarafından askeri bir nizamla kurulmuş, daha sonra tümüyle Amerika Birleşik
Devletlerinde de yerleşmiş,gerçekten faal sosyal yardım teşkilatı <Özel Not: U.S.A.’da ‘Akliye Müsteşarı’
olduğum yıllarda, her Cuma ziyaret ederek psikolojik yardımda bulunduğum ve cidden saygı gösterilecek bir
müessesese. Başka bir kuruluş olan ‘Parents Without Partners = Partner-eş’leri Olmayan Ebeveynler’
Cemiyeti de hafta sonları, onların binalarında, bir dolara girip, getirdikleri yiyecek ve içecekleri ve bedava dans
bandını kullanarak bingo oynar, dans ederlerdi. Gerçekten bir dostluk, arkadaşlık yuvasıydı ki ben de üyesiydim.
(Dr.İ:E.)>
“ Hıristiyanlığa, ‘fakir insanlara yardım’ yoluyla hizmet için kurulmuş uluslararası bir oluşum. Kendine
has koyu mavi renkli üniformaları ve rütbeleriyle, silah taşımaksızın sırf insani hizmet veren şayanı hürmet bir
birliktir bu ‘Salvation Army’. Özellikle Christmas zamanında müzik aletleriyle küçük küçük gruplaral konserler
vererek yardım toplarlar. Keza, eski, kullanılmış giysileri genel alışveriş meydanlarındaki ATV’lerin dışına
yerleştirlmiş büyük metal madeni depoları olduğı gibi, hemen oracıkta, küçük atölyelerde direk olarak vermek
(ya da satmak) için kurulu tezgahları vardır. <Şaşırabilirsiniz, kişinin cebindeki ufak miktarlara, yanı 25-59 sen’e
bir bömlek ya da pantolon alabilirler!> Ayrıca mevcut küçük barınaklarında da, geçici olarak, kimsesizlere ve
sokak müdavimlerine yemek ve hatta yatak verirler.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:89)
Salve : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) <sal’ve> : Selam, selamlar = Hail, greetings (İNG.)
Salve Regina : Hıristiyanlıkta Hz. Meryem’e övgü oratoryosu; (İng.: ‘Hail Queen!’; bu konuda okunan dua ve
müziği; R:C. Kilisesi’nin ‘Divine Office = Ulu Ofis’de söylenen him (hymn)- ağıt : mater miisericirdiae!
(Kişisel not : Amerika’da bulunduğum yıllarda, Rhode Island eyaletinde Akliye Müsteşarı-Mental Hijyen
Direktörü olduğum sürede (1966-1970), Newport, Rhode Island’da bulunan ve o zaman bir ‘Kız Koleji, sonra
bir Üniversite olan Salve Rejina Üniv.’de ,1968-70 yılları arasında, full-time Psikoloji Profesörü ve Süpervizör
olarak hizmet verdiğimi şerefle yadederim (Prof.Dr.İ.E.)
“ ‘(Dilenci vaizlere karşı Sorgucunun suçlama metni) : ..... Roma Kilisesinin her türlü yetkesini
yadsıdığınızı; ne Papanın ne de başka bir yetkenin sizinkinden başk bir yaşam biçimi öngörmeyeceği savınızı
öne sürdüğünüzü; sizi hiç kimsenin aforoz etme hakkı olmadığını......, tüm kilisenin önde gelenlerinin yoldan
çıkmış ve ayartıcı olduklarını; tıpkı ilk havariler gibi mutlak kuzursuzluk ve yoksulluk içinde olsunlar diye
laiklerin papazlara ondalık ödemelerinin gerekmediğini, bunun için de ondalıkların, İsa’nın biricik havarileri ve
yoksulları olan sizlere ödenmesi gerektiğini; Tanrı’ya yakarmak için kutsal bie kilisenin bir ahırdan daha çok
değeri olmadığını......, yığınları kendinize çekmek için haince ‘Salve Regina’yı söylediğinizi, herkesin gözünde
kusursuz bir yaşam süren tövbekarlar olarak geçindiğinizi, sonra da, her türlü kuralı çiğneyip her türlü
kösnüllüğe <cinsel faaliyetlere> izin verdiğinizi; çünkü evliliğin kutsallığına inanmadığınızı ve kendinizin
ötekilerden daha arı olduğunuzu öne sürerek, kendinizin ve başkalarının bedenlerini kirletip her türlü davranışa
izin verebildiğiniz kabul ediyor musun? Konuş!’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”,sa:436)
Salvo : Topla açılan yaylım ateş, genellikle gemiden açılır ya da siperlerden
“ELLİSİNDE BABAM
---------------------------Durumlar farklı şimdi. Eril ayrımların
-et ve iş- yitirdi üstünlüğünü.
Dişlerin dolduruldu, her bulduğunu yemenin
işareti.
Her neredeysen, oradan bir gürültü salvosu:
zor soluman, bir de böğüren radyodüşüncesiz ve gerekli soluma kadar.”
(Michael Hoffmann<d.1957>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.10.06)
Salyaları akmak : Hayranlıktan ağzının suyu akmak, aptallaşmak
“Nasıl efendim beğendin ya? Bak! Salyaların bile akıyor! Lakin bir de şunu düşün ki ya sarıca saçlı,
irice ağızlı, irice burunlu, sarı gözlü, kısa gerdanlı, benzi kaçık, zayıfça, esmerce mesmerce, işvesiz mişvesiz dişi
insanları turşu mu kurarlar?”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:123-4)
Salya sümük, salya sümük akıtmak : Bakımsız, burnu akan hayvan ya da insan; Sureti haktan görünüp
karşısındakini aşağılamak ve bundan haz almak (Argo)
“Bazı zenginlerin evlerinde bir kilometre kadar bir giriş vardır. Bu pek uzun değildi: 300 metre kadar.
Dışarı çıkıyoruz. Tropik bahçeler. Dört veya beş köpek. İri, kara, bol tüylü, salya sümük yaratıklar.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:8)
“Dükkanın önünde, güneşte bir sigara içerken, kir pas içinde, salya sümük, hırpani kılıklı biri erkek biri
kız, beş ila yedi yaşlarında iki küçük çocuk yanıma yanaşıyor. İsimleri Adem ile Havva imiş. Paraşütçüler
mahallesindeki diğer çocuklar gibi Kızılderili suratlı değiller, sarı saçlı, yeşil gözlü ve açık renkliler.”
(J.M.G. Le Clézio, “Ourania”, sa:103)
“ELLIE - Yüce gönüllülük ettiğini sanıyorsun. Oysa şımarık, budala, bencil karının birisin.
Canevimden vurulduğumu gördün..... Dayanacak bir destek arıyorum, taş gibi, demir gibi bir destek. Karşıma
geçmiş salya sümük akıtıyorsun.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:77)
Samana, Samana olmak : (HİNT MYTH.) : Sofu-sofi-sofist olmak, münzevi, -inzivaya, mağaraya ya da
ormana - yalnızlığa çekilerek ibadet etmek, kendini bulmak
“O gün akşama doğru (Siddhartha ve Govinda) Samanalar’a yetiştiler, aralarına katılma isteklerini,
bağlılıklarını bildirdiler ve kabul edildiler.
Siddhartha’nın tek bir amacı vardı artık; boşalmak, susuzluktan, tutkulardan, düşlerden, zevklerden ve
üzüntülerden arınmak; Benlik’ini öldürmek. ‘Ben’ olmaktan çıkmak; aruınmış bir yüreğin dinginliğini tatmak,
salt düşünceye ermek - buydu onun amacı. Benlik bütünüyle ele geçirilip öldürüldü mü bir kez, tüm tutkular,
tüm arzular susacaktı; işte o zaman en son şey, ‘Varlık’ın artık ‘Ben’ olmayan iç özü, -o büyük sır- uyanacaktı.
Samanalar’ın en yaşlısı, Siddhartha’ya benliğini yadsımayı, Samanalar’ın kurallarına göre düşüncede
yoğunlaşmayı öğretiyordu. Bambu ormanının üstünden bir balıkçıl geçti; Siddhartha balıkçılı içine aldı; onunla
birlikte ormanların, dağların üstünden uçtu, kendisi balıkçıl oldu, onun dilini konuştu, balıkçının ölümünü öldü.
Siddhartha Samanalar’dan çok şey öğrendi: Benlik’ini yok etmenin çeşitli yollarını. Benliğini yadsıma
yolunda acı duyarak, bu acıya isteyerek katlanıp sonra acıyı yenerek, açlık, susuzluk, yorgunluk duyarak ilerledi.
Benliğini yadsıma yolunda düşüncede yoğunlaşarak, kafasını tüm imgelerden temizleyerek ilerledi. Bu ve buna
benzer başka yollarda yürümeyi gerçekten, iyice öğrendi. Benliğini binlerce kez yitirdi, günlerce yokluk içinde
kaldı. Ne var ki bu yollar onu benliğinden çıkarıyor ama sonunda gene döndürüp hep kendisine getiriyordu.
Sonra Siddhartha kendi kendine konuşuyormuş gibi alçak bir sesle, ‘Düşüncede yoğunlaşmak da
nedir?’ dedi. ‘Gövdeni terketmek nedir ki? Nedir oruç tutmak? Soluğunu tutabilmekte ne var? Benlik’ten kaçıştır
bunlar, Benlik’inin verdiği acıdan bir süre için kaçıp kurtulmaktır. Yaşamın acısına, aptallıklarına karşı geçici,
hafifletici bir çaredir. Bir sığır çobanı da handa birkaç tas pirinç şarabı ya da hindistan cevizi sütü içtiği zaman
aynı kaçış içindedir, geçici uyuşturucusunu almaktadır, ya da geçici bir bakış içindedir. Pirinç şarabı tasının
üstüne yığılıp sızdığında, o da Siddhartha’yla Govinda’nın uzun alıştırmalarla bedenlerinden çıkıp yokluk içinde
yaşadıkları zaman buldukları şeyi bulur...”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:41-45)
Saman altından su yürütmek : Sinsice, yaptığını belli etmeyerek herkesi birbirine katmak
“Böylesi daha iyi: demek ki konuya büsbütün yabancı değilsin, şehvetle ilgilenmişsin. Seni gidi
anakuzusu seni !.. Sinsisin Alyoşa, evliya gibi adamsın ama saman altından su yürütürsün.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:117)
CLAIRE - Ne durdun, söylesene! ..... Doğru, ben çiçeklerimi kendime kalkan yapar, saman altından
su yürütürüm. Ama sen bana hiçbir kötülük yapamayacaksın.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:9)
“... bu Neriman, haincesine güzeldi. Benim onda çekemediğim şey fazla koketliğiydi. Yalnız, kadınlar
arasında bulunduğu zaman şöyle böyle çekiliyordu. Fakat araya kazara bir erkek karışacak oldu mu yüzü
değişiyor, sesi, kahkahaları, bakışları bambaşka oluyordu. Hasılı, benim okuldaki saman altından su yürüten
arkadaşlarım daha fenlenmişti...”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:37)
“ ‘Hastalara yalnız başına dolaşma izni verdiğinizi düşünün; sonra aynı zamanda kadın sekreterler
oradan geçerken, ya hastalar onlara hücum ederlerse?’ gibi hayali senaryolar da yazılıyordu. Bizlerin onlara
sadece ‘merhana!’ da diyebileceğimizi düşünen yoktu. Mone ve McCulloch gibi sessiz görünüp de saman
altından su yürüten canilerin varlığı bir gerçek idi...”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:180-1)
“Bir yerde, Fransa’nın en büyük koku maddeleri ticarethanesi, zenginliği, ikinci konsül görevi lütuf
olsun diye kucağına konmuş değildi; tehlikeleri zamanında görüp rakiplerin tasarılarını kurnazlıkla anlayıp
karşısına çıkanları atlatarak savaşmakla, direnmekle, saman altından su yürütmekle kazanılmışlardı.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:204)
Saman arabası gibi : Çok yüklü, yavaş, iki yana yalpa vura vura
“Arabacı hayvanı kamçıladı ve araba gıcırdayarak sağa sola salladı. Pierre gülerek:
-Saman arabası mübarek, dedi, her seferinde dingilin biri kırılıverecekmiş diye korkuyorum.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:55)
Saman çöpüne sarılmaktan medet umma : Küçücük bir umuttan tüm derdine deva bulunabileceğine inanmak
“-Siz ne diyorsunuz? Ayyaşlığın tedavisi var mı ki!
-O da iş mi? Bizim berber ayyaşlığı iyileştiren en iyi yolu bulmuş. Herkes ona geliyor.
Çaresizlik içinde, saman çöpüne sarılmaktan medet uman Popçeçuyev çok sevindi, as zonra tiyatro
berberi Fyodor Greboşkov’u buldu karşısında.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:125)
Saman kağıdı kopyası olmak : Kötü bir taklitten ibaret olmak
“Üç genç elleriyle ağızlarını örterek pufladılar. Fakat Peregrini memnun görünüyordu. Çocuk onun
zihninde ders verdiği alafranga zengin kız çocuklarıyla derhal bir kıyas yapmıştı. Onların hepsi Avrupa
çocuklarının saman kağıdı kopyası gibi idiler.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:72)
Samanlık seyran (olmak) : Gönül hoş olunca (özellikle aşık olunca) samanlığın bile gül bahçesi olarak
algılanabileceğine kinaye
“Sevdiğim,
Meyil verdiğim;
Ben dizinin dibinde elpençe divan,
Samanlık seyran,”
(M. Mungan<d.1955>, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:51)
Samanlıkta iğne aramak : Arandığında bulunması hemen hemen olanaksızlık örneği
“Arazi içinde kaybolmuş, şurada burada bir askeri kamp, samanlıkta iğne aramak gibi bir şey. -Soğuk,
sis, fırtına, hastalık, sürgün ve ölüm- ölüm sinsi sinsi dolaşıyor; havada, suda, çalılıkların arasında. Burada sinek
gibi ölüyorlardı herhalde.”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:36)
Samanyolu : Geceleri, sema’nın açık olduğu zamanlarda, tüm evreni kaplayn sayısız yıldız ve gaz bulutundan
oluşan donuk yıldız kümeleri
“İSKENDERİYE MONOLOGLARI
<Deniz tüm uzaklıkları yakınlaştırır.>
Yoan Ekzarh (9.&10.yy.)
2. Antonius’tan Kleopatra’dan Antonius’a
--------------------------------------------Çocuğun başka bir çocuğu aradığı,
dünyanınsa güneşi dolandığı
ve bu oyundan yorulmadığı gibiaşık olan kadın sevgilisini
Samanyolu altında arar.”
(Anton Baev<d.1963>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.04.06)
“SEN PENCERENİN ÖNÜNDE DURDUĞUNDA
-----------------------------------------------------------Akşamın ılık mavi alacakaranlığında demir alıp
birden dinginliğine götürdün beni samanyolunun.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, bir mayıs günü bırakıp gittin-yazıt”, sa:21)
Samaria : (ŞEHİR,MUS.,DİL,KOLL.) <Sema ’ria> : Eski Filistin’de bir şehir : Samiriye; Samiriyeli,
Samiriye dili; a good samaritan : merhametli adam, bilhassa hastalara yardım eden kimse (LUKA İncili 10:2537)
sambo : (IRK,SOSY.,KOLL.) <sem’bo> : Özellikle biri Zenci ve biri Hintli ya da Avrupalı anababnın
çocuğu; Sambo : Zencilere genellikle takılan takma isim
Samian : (YUN.,ADA,KOLL.) <Sey’mi’ın> : Sisam adası’na ait; Samian earth : Sisam adasında bulunan
ve eskiden ilaç için kullanılan balçık; Samian ware : bu balçıktan yapılan kablar; Samos : Sisam adası
Samson : (FİL.,MYTH.,TAR.) <Sem’sın> : Gücüyle Dünyaya ün salmış İsrail’li doktor. Sevgilisi Delilah
<Di’layla>‘ya, bu insanüstü gücün, saçlarından geldiğini söyler. Delilah, bu sırrı kavim halkına ağzından
kaçırır. Onu kıskanan kimseler, gelip Samson’un saçlarını keser ve üstüne üstlük gözlerini de oyar. Samson
insanüstü bir sabır ve gayretle kaderine razı olur, ama saçları yine büyüyünce eski kudretine kavuşur. Bu kez,
hiddetine yenilerek, kentin sütunlarını yıkar, eline geçirdiğini ezerek intikamını alır. Hatırlarım, 1939 sonlarına
doğru, bunları yaşatan -ve bizleri çocuk olarak titretip korkudan alkışlatan- bir film de İstanbul sinemalarında
oynamıştı. .(İ.E.)
Samurai : (JAP.,HÜK.,KOLL.) <sa’murai> : Eski Japon Derebeylik sisteminde ikinci derecede asılzade;
Sam yeli vurmuş Mayıs çirozuna dönmek : Azar rüzgarıyla kavrulup iskelete dönmek (Uskumruların en zayıf
olduğu mevsim)
“Laz Ali, kolunu ikinci defa dürtünce Osman Ağa kapıya bakıp kaşığını kızgınlıkla salladı:
-Bırak! Şart olsun, kötü söylerim. Ulan ‘Bu dümbük gözüme görünmesin,’ demedim mi? Dinim
hakkına, siz bana bu iti geberttireceksiniz.
-Günahtır Ağa! Sam yeli vurmuş Mayıs çirozuna dönmüştür.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51)
Sanatçı : Güzel sanatların: Resim, heykel, müzik, edebiyat, tiyatro ve sinema gibi herhangi bir dalında kitlenin
beğenisini kazanmış, eserleriyle heyecan ve duygu yaratan kimse
“Sanatçı ne bir din adamı ne de bir peygamberdir. Oynadıkları rol hem alçakgönüllüdür, hem de gözü
yükseklerdedir. Bu, geleceği gören bilincin rolüdür ya da öyle olmalıdır. Sanatçı, gözleri açıkken düş görür ve
bu düşleri biçimlendirir. Hiçbir şeyi uydurmaz. İnsanda zaten var olan tutkuları ve kusurları, özlemleri ve
pişmanlıkları betimlemekle geçinir.”
(Michel del Castillo, “Gitar”, Önsöz)
“Böylece Mr. Oscar Browning’in yaşamını kapatıp öbürlerini de bir yana ittikten sonra, ondokuzuncu
yüzylda bile bir kadının sanatçı olmaya yüreklendirilmediği sonucuna vardım. Tam tersine, küçük görülüyor,
tokatlanıyor, paylanıyor <azarlanıyor> ve kendisine öğüt veriliyordu.”
(V. Woolf, “kendine ait bir oda”, sa:66)
Sanbenito : (MYTH. İSP.): İspanya’da, engizisyon zamanında, yakılacak mahkumlara giydirilen sarılı
kırmızılı elbisenin adı; Engizisyon günlerinde ise yakılma cezasına çarpılan ya da pişmanlık duyan kimselere
giydirilen, önlerinde ve arkalarında X biçiminde haç, alev ve şeytanlarla süslü siyah gömlek; İSPANYA’da
St. Benedikt keşişinin kısa kollu giysisi.
“Bu nedenle, vaftiz anasıyla evlendiğine kanaat getirilen bir Biscaya’lı (İspanya) ile, piliç yerken yağını
çıkaran iki Portekiz’liyi yakaladılar. Yemekten sonra da, üstat Pangloss’la çömezi Candide’i bağladılar. Biri ileri
geri konuşmuş, öteki de onaylayan bir edayla dinlemişti. İkisini de güneşin kendilerini hiçbir zaman rahatsız
etmeyeceği, son derece serin iki ayrı daireye götürdüler. Sekiz gün sonra her ikisine birer Sanbenito giydirdiler.
Candide’in külahıyla Sanbenito’sunda, tersine fışkıran alev resimleriyle kuyruksuz ve ayaksız şeytan resimleri
vardı. Buna karşılık Pangloss’un şeytanlarının ayakları ve kuyrukları vardı, ayrıca onun alevleri dikineydi.”
(Voltaire, “Candide”, sa:32)
Sancağı indirmek : Yenilgiyi kabul etmek
“Fazla iyimser olunmamakla birlikte, kabloyu döşemek için yine de birkaç deneme yapılıyor; fakat bu,
aşağı yukarı iki yüz mil uzunluğunda kablonun denizin dibine atılıp yok edilmesine neden oluyor. Bu, sancağı
ikinci defa daha indirmek ve vatana zaferle değil, yenilmiş ve onuru kırılmış bir halde geri dönmek demek.”
(S. Zweig, “İnsanlık Tarihinde Yıldızın Parladığı Anlar”, sa:164)
sanction : (HUK.,KOLL ,İNG..) <senk’şın> : Tasdik, kabul, teyid; yasalara itaatsizlik cezasını onaylamak
sanctimonius :
(DİN,KOLL.) <sank’timonyus> : Yalancı sofu, mutaassıp
sanctum sanctorum : (LAT.,HUK.) <senk’tım, senk’torum> : Kudsülakdes; en mukaddes yer; inziva yeri,
özel hücre; sanctus : bu sözcük ile başlayan ilahi; (MUS.) Bu ilahinin makamı
Sandal : (HİNT.): Hindistan’da yetişen küçük ve güzel kokulu, sert bir ağaç. Yapraklarını toz haline getirip
gül suyuyla karıştırırlar ve baş ağrısı için başa, ateşi gidermek için de ellere ve ayaklara sürerler
“Bir ihtiyar can vererek inlermiş,
Kocakarı ona sandal sürermiş!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:19)
sang-froid : (FR.,DAVR.,KOLL.) <san’-fruva> : Soğıkkanlılık, itidal, telaşsızlık
Sang Real : (İNG.,ANTR.,DİN, SOSY.) <san’ re’al> :
Asil kan, ırk, insan türü
“S a n g R e a l”. Sophie o anda tercümeyi fark etmişti. ‘Sang Real’ aslında ‘Asil Kan’ anlamına
geliyordu.
“Sangreal... Sang Real... San Greal... Asil Kan... Kutsal Kase.
Hepsi iç içe geçmişti. Kutsal Kase Magdalalı Meryem... İsa Mesih’in asil soyunun annesi. ...... Bir
kitap rafını karıştıtan Teabing, ‘Anlayacağın hayatım,’ dedi. ‘Kutsal Kase hakkında gerçeği dünyaya anlatmak
isteyen tek kişi Leonardo değildi. İsa Mesih’in asil soyu, çok sayıda tarihçi tarafından geniş biçimde
anlatılmıştır.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:278;281)
Sanhedrim, -erin : (MUS.,HÜK.,) <Sen’hedrim, -drin> : Eski devirlerde Musevilerin millet meclisi
Sanısına kapılmak : Sanmak, zannetmek, hayal etmek, fantazi kurmak, inanmak
“Sözlerimi bitirince, korkunç bir şey olduğu sanısına kapıldım. Çocuklar ipnotize edilmiş gibi
hareketsizdiler.
‘Bravo!’ dedi müdür. ‘Adın ne senin?’
Adımı söyledim, rüyadaymışçasına indim merdivenlerden.”
(D. Tomazini, “Konuşmayan Su”, sa:52-3)
Saniyen : İkinci olarak; Ek olarak
“LOMOF -... Amma evlenmesem de olmayacak... Evvela 35 yaşındayım, nasıl söyleyeyim, oldukça
düşünülecek bir yaş. Saniyen, bana, gürültüsüz patırdısız, düzenli bir hayat lazım... Kalbim sakat, çarpıntım
eksik olmaz...”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:14)
Saniye sektirmeden : Hiç vakit kaybetmeden, hemen, derhal
“Bir pazar sabahı ‘La Bagel Delight’ diye tuhaf adı olan kalabalık bir şarküteriye gittim. Niyetim
tarçınlı-üzümlü ekmek istemekti, ama dilim dolaşınca ‘tarçınlı-reagan’ deyiverdim. Tezgahın başındaki delikanlı
anında cevabı yapıştırdı: ‘Kusura bakmayın onlardan yok. Onun yerine ‘çavdarlı nixon’ versek olmaz mı?’
Saniye sektirmeden patlatılan bu espri yüzünden az kalsın altıma kaçırıyordum.’ ”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:12)
“SEZAR - Kenti alamadık ki, Rufio. Elimizde şu saray var. Bir de, nedir şu bitişikteki yapı?
RUFIO - Tiyatro.
SEZAR - Bir de onu alırız. Kıyıya egemen durumda. Geriye kalan Mısır, Mısırlılarındır.
RUFIO - Siz daha iyi bilirsiniz. Bu kadar mı?
SEZAR - Bu kadar. Şu gemiler tutuşmadı mı daha?
RUFIO - Telaşlanmayın, saniye sektirmeden icabına bakarız. (Koşarak çıkar.)
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:76-7)
Sanki : Sözüm ona, öyle olmadığı halde ona benzeyen; belirli konusu olan cümlelerde ona dikkat çekmek ve bir
değerlendirme yapmak için kullanılan bir belirteç
“Gözler Yunuslarda
Yaz aylarında, Pire’ye her geçişte
Bakarsınız birtakım yolcular hemen
Dolu salondaki yerlerinden kalkıp
Ciddi yüzlerle ve kim bilir ne amaçla
Dar kapıdan çıkar, yunusları seyre
Geminin burnuna giderler. Sanki
Yitirmişlerdir öbür isteklerini...”
(David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03)
“Saz
Var sanki
Büyük bir saz
Uzun bir saz
Telleri böceklerden hayvanlardan
Teller üzerinde gezer
Doğanın elleri”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak”, sa:43)
“Nihayet, arkadaşlarıyla uzun uzun konuştuktan sonra, daha doğrusu bol bol sustuktan ve rahat
koltuklarında arkaya doğru kaykılarak birer sigara daha tüttürdükten sonra, mühim adam sanki birdenbire
hatırlamış gibi, elinde kendisine imzalatmak üzere getirdiği kağıtlarla kapıda bekleyen sekreterine dönerek, ‘Ah,
bu arada... bir memur bekilyordu değil mi? Söyleyin, içeri gelsin,’ dedi.”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:58)
Sanki inadına : Sanki inat olsun gibi rastgele, tesadüfen oluşan
“O aralık, sanki inadına; benim gibi kokozun cebine üç bin kağıt düşüverdi. Soluğu Mokroye’de aldık;
buradan yirmi beş verst tutar. Çiganlar, çigan kızları, şampanya gırla gitti.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:181)
Sanki kırk yıllık ahbaplarmış gibi : Birden gereksizce aşırı yakın ve samimi, senli benli davranmak
“Ama adam, sanki kırk yıllık ahbaplarmış gibi sohbete başladı. Yaptığı yolculuklardan, yazı yazmanın
gizeminden söz etti. Heidi’yi şaşırtıp dehşete düşüren ise, ömrü boyunca karşılaştığı ve sevdiği kadınları
anlatması oldu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:217)
Sankim : Sanki
(Anadolu lehçesi)
“-Amma da canavar heriflermiş be... Her şeyi silip süpürdüler. Ne üstte ne altta kodular.
-Öbür köylerde de böyle mi yaptılar acep?
-Ne olacak sankim, gitsen sana hayırları mı olur?”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:190)
Sans appel : (FR.,HUK.,KOLL.) <san z’apel> : (Kelimesi kelimesine : Çağrılmaksızın!) Mahkemeenin nihai
<son> kararı = Final judgment ! (İNG.)
Sansar hücumuna uğrayan kümese dönmek : Alt üst, darmadağınık, karmakarışık, allak bullak olmak
“Homongolos’u bir türlü susturamıyorlardı:
-Aptal yüzlü, küçük küçük köylü kızları, ‘Ana, ölecek mi şimdi bu adam?’ diye bağrışırlarken Rumeli
göçmenlerinden bir kocakarı ortaya çıkıverdi... Hani Karagöz’de uçak gibi küpe binip uçan cadılar vardır... Tıpkı
ona benzeyen bir kadın, ‘De bırakın... Bir yol da ben nefes edeyim!’ diye haykırıyordu. Özetle, vapurun içi
sansar hücumuna uğramış bir kümese döndü.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:67)
sans cérémonie : (FR.,SOS.,DAVR.) : <san sere’moni> : Merasimsiz; Nezaket kurallarını dikkate almadan
sans-culotte (FR. MYTH.) : 1789 Büyük Fransız Devrimi’nde Aristokratlar, devrimcilerle (Cumhuriyetçiler)
alay etmek için, onlara, kıyafet görünümlerinden dolayı ‘sans-culotte’= ‘külot pantolonsuz ve donsuz’ adını
takmışlardı. O zamanlar, aristokrat’lar ve burjuva’lar dizlere kadar gelen, dizlerden aşağısını ise çorapların
örttüğü külot pantolon giyiyorlardı. Varoşların yoksul halk devrimcileri, eski rejimin giysilerini bile protesto
için, yalnızca, kırkızı bir başlık, kırmızı karmanyol <soyguncu biçimi> ceket ve kaba kumaştan, çubuklu
pantolon giydiler. Tabii külot aynı zamanda ‘don’ anlamına geliyor. Bu adı, daha sonra devrimciler kendileri
bile benimsediler.
“Hem konuşuyor, hem de kap-kacağı yerleştiriyordu. Ressam, anasını dinlemiyordu artık. Oyun
kağıtlarında ‘maça valesi’nin yerini alacak kırmızı başlıklı, karmanyol ceketli sans-culotte’u nasıl resmedeceğini
düşünüyordu.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:30)
sans doute :
(FR.,KOLL.) <san dut> : Şüphesiz
sans façon : (FR.,DAVR.,KOLL.) <san fa’son> : Teklifsizce, lafını sakınmamak
^
sans gene : (FR.,KOLL.) <san jen> : Seremoni olmaksızın; serbest, kolay= Without ceremony (İNG.)
sans pareil : (FR.,KOLL.) <san pa’rey> : Eşit , paralel olmaksızın = Without equal (İNG.)
sans peur et sans reproche : (FR.,KOLL.) <san pör e san rep’roç> : Korku ya da azar, ceza olmaksızın =
Without fear and reproach (ayıp, kusur, sitem) (İNG.)
sans souci : (FR.,KOLL.) <san susi> : Kaygısız, tasasız = Care-free; easy-going
(Dict. of Foreign Phrases and Abbreviations)
San Stefano : (COĞR.,TAR.) <San Ste’fano> : İstanbul-Yeşilköy’ün eski ismi
Santa Hermandad : (DİN,HUK.,TAR..) : Orta Çağların ünlü Engizisyon mahkemesi. Onların verdiği ölüm
cezalarını okçular infaz edermiş
“Asla karşılık verme, beni dinle: tehlikeden kaçtığımı, hele korkup kaçtığımı düşüneceksin, burada
yalnız kalıp kendi başıma, yalnız aralıksız lafını ettiğim şu Santa Hermandad’ı değil, On İki İsrail Kabilesini,
Yedi Macabeos’u, Kastor ile Polydeikes’i ve dünyanın bütün kardeşilik kurumlarını beklemeye hazırım.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:155)
Santim(i) santim(ine) : Tamı tamına, tüm ayrıntılarıyla; kılı kılına, milimi milimine, gayet hesaplıca
“Vizemi bir hafta önce almış ve gemideki yerimi ayırtmıştım bile. Şimdi biletimi almak ve yerleşmek
için paraya gereksinim vardı. Çözüm, küpeleri satmaktan geçiyordu. Santimi santimine hesaplamıştım.
Gecelerimi elde kalem geçirmekten pek hoşlanmıyordum ama herkes bir yerde buna zorunluydu.”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:9)
“Saint-Sulpice Kilisesi’nin Paris’teki en tuhaf tarihe sahip olduğu söylenirdi. Mısır tanrıçası İsis
onuruna yapılan eski bir tapınağın üstüne inşa edilen kilise, mimari açıdan Notre Dame’a santimi santimine
benziyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:101)
“O akşam geçireceği heyecanlı dakikaları gözünde canlandırdı, Yabancı’nın yaptığı teklifi nasıl
anlatacağının provasını yaptı: kah duyduğu ve gördüğü her şeyi santimi santimine anlatıyor, kah üç gündür
kendisini uykusuz bırakan Yabancı’nın üslubuna öykünerek uydurma mı gerçek mi olduğu belli olmayan bir
öykü buluyordu.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:55)
“Durumumuz hakkında açık bir fikir sahibi olmanız için şu kadarını söyleyeyim yeter: Annem, yıllar
boyunca, her mevsim şaşmaz bir dakiklikle, kış sona erdiğinde battaniyeleri alıp rehinciye götürür, sonra parasını
santim santim biriktirip her ayın faizlerini ve son taksidi bu şekilde ödeyerek, ilk soğuklar bastırmaya başlarken
onları rehinden kurtarabilirdi ancak.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:53)
santon :
(İSP.,DİN.) <San’ton> : Münzevi islam dervişi
Saorstat Eireann : (İRL.,HÜK.) <Saor’stat Ay’rean> : Özerk İrlanda Cumhuriyeti
Sapa (bir yer) : Yol üstü olmayan, bulması zor, gözden uzak (yer)
“Kazaklar atlarını sapa yollardan sürerek altı gün, altı gece Lehlilerden kaçtılar. Yiğit atlar bu amansız
kovalamacadan binicilerini zor kurtarıyordu. Pototskiy, Kazakları adım adım izledi, nereye gittilerse o da
arkalarından sürdü. Taras Bulba, Dinyester kıyılarına varınca yıkık bir kaleye sığındı, orada bir süre dinlenmeye
karar verdi.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:II, sa:91)
“İşte böylece, sapa bir köyün insanları paskalyaya rastlayan Salı günü, koskocaman bir otobüsün
geldiğini gördüler. İtfaiye geliyormuş gibi şoför devamlı siren düdüğünü öttürüyordu.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:37)
“Kesinlikle gelmesi gerektiği açıktı, bunun için K.’ya önceden uyarıda bulunmaya gerek görülmüyordu.
K.’ya geleceği binanın numarası bildirildi. Bina uzak bir yöre kentte, K.’nın daha önce hiç ayak basmadığı sapa
bir caddedeydi.”
(F. Kafka, “Dava”, sa:48)
“Bazen olur, nedenleri de zorlukla tasavvur edilebilir, ülkenin en büyük boğa güreşçisi boğayla
güreşeceği yer olarak, Madrid seyircisinin adını pek duymadığı, sapa bir kasabada bulunan virane bir arenayı
seçer.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:25)
“Birkaç yıl önce Bursa’da, Çekirge’deki geniş bir apartman dairesinden çıkıp Bademli’deki bu villaya
yerleştiğinde, onu buraya çeken şey, bu sessizliğin vaat ettiği huzur olmuştu. Eski Mudanya yolunun üzerindeki
bu küçük köy, yeni Mudanya yolu açıldıktan sonra sapaya düşmüş, Bursa’nın ileri gelen zenginleri de buraya
birer ikişer villalar yaptırarak köye korunaklı, yalıtılmış lüks bir sayfiye görünümü kazandırmışlardı.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:56)
“Bir olay patlak verecek olsa, burası sapa bir yerdi, el altında değildi. Günü köyde geçirdim. Pazardı ve
insanlar taş oynuyordu. Ben duvara dayanıp onların yüzünü seyredip tanımaya çalıştım, şakalaşıp, bağrışmalarını
dinliyordum.”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:194)
Sapan : Küçük çocukların kuş avlamak için kullandıkları, Y şeklinde bir ağaç çatala iki kolu lastik ve ortası
meşinden yapılı, küçük taş fırlatan araç; Daha büyüklerin taş atmak amacıyla yaptıkları, el büyüklüğünde bir
meşine bağlı araç; Denizcilerin kullandığı, kaldırılacak bir şeyin üzerinden geçirilen halat çember, ya da
makarayı bir yere bağlamak için tablaların etrafına geçirilen çelik kuşak veya halat; Eski savaşlarda, okları
fırlatmak için icat edilmiş fırlatma aleti
“Sapan’ların çok çapraşık bir mekanizması vardı. Küçük bir direk üzerine tam ortasından, yatay bir
kiriş tutturulmuştu. Dik açı biçiminde bir çeşit oluk, bu kirişte son buluyordu. Yatay kirişin içinde iki başlık, bu
başlıkların içinde de at kılından yumaklar vardı. Tunç bir levha üzerinde aşağıya dek inen ipin uçlarını tutturmak
için, başlıklara iki kiriş yerleştirilmişti. Bu tunç levha, bir yay aracılığıyla yerinden kurtuluyor, oluğun üzerinden
kayıp okları ieterek ileriye fırlatıyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:294)
“Yine de, gökteki minik kuşlara karşı nişancılığım her zaman fiyasko sonuçlanmış olsa bile,
Almonda’daki kurbağalar konusunda hiç de öyle olmaz, hem isabetli hem de acımasız olan sapanımla onları
kırıp geçirirdim. Doğrusu çocuklardaki acımasızlığın haddi hesabı yok (büyüklerininkinin de sınırsız olmasının
en büyük nedeni bu zaten): Dalgalanan balçığın üzerine güzelce oturup aynı zamanda hem güzel havanın, hem
de aşağıdan gelen serinliğin tadını çıkararak güneşlenen o masum kurbağaların bana ne zararı vardı ki?”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:48)
“Çocuklar sapanla vurana kadar portakal ağaçlarının üzerinde hareketsiz, aptal aptal duracaklardı.
Rengarenk kuşlarını besleyecek parası kalmayınca Zico kafes kapılarını açmış ve tam bir kıyım olmuştu. Bir tek
kuş bile çocukların taşlarından kendini kurtaramamıştı…”
(J.M. de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:174)
Sapartayı yemek : Azarlanmak, fırça çekilmek
Bk.: Zapartayı yemek
“ ‘Herif’ten ilk sapartayı yemiş olan kıyı mahalle şarapçısı, gri pantalonunun kıçındaki kahverengi
yamayı kaşıyarak:
-Fakat, dedi, şimdi kendi yok Allahı var, heybetli adamdı ya, zart zurt edişinden içime bir şüphe
düşmüştü, Allah’tan.”
(O. Kemal, Üç Kağıtçı”, sa:5)
“-E, azizim Mihail Mitriç - diye bir tabur komutanına döndü (tabur komutanı gülümseyerek ona doğru
bir adım attı; belliydi ki mutluydular) - bu gece sapartayı yediğimizin resmidir; bununla beraber alay fena
değil… değil mi?”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:263)
Sapasağlam : Şüphesiz tam sağlıklı, olaya karşın problem yok
“ayna
aynada, dallar
çıkıyordu başımdan, sırtımdan
yapraklarıyla sapasağlam
kalbimi yokladım
tarihin kara kanları kurumamıştı hala
yoğun bulutlar arsından sıyrılmaya
çalışıyordu güneş”
(Robert Berold<d.1948>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.12.05)
“... geceliği içinde o vurdumduymaz haliyle kapıda Rosa Cabarcas belirdi. Hiçbir şey söylemedi.
Bakışlarıyla felaketin bilançosunu çıkardı ve kızın kafasını kolları arasına gizleyerek bir salyangoz gibi dertop
olduğunu gördü: Kız dehşet içindeydi ama sapasağlamdı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:90)
“Onlar bana müjdeler getirmiştir gelirken
Senin sağ, sapasağlam olduğunu görmüş de.
Duyunca mutluyumdur, sonra sevincim söner;
Yine elçi yollarım, hüzün kalbine döner.”
(W. Shakespeare, “Tüm Soneler”, no:45, sa:131)
“Nikolay Semyonoviç düşüncelerinin doğruluğundan dolayı ne kadar sevinse azdı, çünkü bugünkü bir
gazete de öyle yazıyordu. Mari’nin keyfine diyecek yoktu, çünkü Goya sapasağlam uyanmıştı. Doktor hastanın
ailesinden aldığı ücretten dolayı kıvançlıydı. Valya ise koca bir tabak çilek yediği için neşesi yerindeydi.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:117)
“ ‘Ben,’ diyordu, ‘kürküm olmasa da ısınabilirim. Ne de olsa bir kadeh votka yuvarladım, damarlarımda
yanıyor şimdi. Gocuğa da gerek yok. Derdimi unutmuş yürüyorum işte burada. Sapasağlam adamım ben! Neyim
eksik? Kürksüz de yaşayabilirim. Aklıma bile gelmez kürk filan...”
(L. Tolstoy, “İnsan Ne İle Yaşar”, sa:18)
Sapa yollara gitmek (sapmak) : Toplumun yanlış sayacağı başarısız ya da yasadışı yollara gitmek, yoldan
çıkmak
“O zaman ne söylediğimi bugün artık hatırlamıyorum, sadece şunu biliyorum, birkaç dakikalık bunaltıcı
bir sessizlikten sonra babam iri siyah gözlerini bana dikerek dedi ki: ‘Unutma oğlum, bu seni uzağa, çok sapa
yollara götürür’ -ve haklı da çıktı.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:125)
Sap derken (deyip) saman demek : Cehalet, ne dediğini ne ettiğini bilmemek
“Eski il başkanının büyük bir öfkeyle atlayıp Ankara’ya giderek, herifin sap deyip saman dediğini, dini
siyasete ahmakça alet ettiğini, boş, tamtakır, cahil biri olduğunu ısrarla belirtmesine iltifat edilmemişti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:241)
Sap gibi kalmak : Cascavlak ortada kalmak, sahipsiz olmak
“-Evet, hanımınız kurnazlık etti, ama işe yaramadı. Tüm mahalleli biliyor. Kocanızın sağlığı
bozulmuştu; yaşlı adamın mirasını güvenceye almak için kasaptan çocuk peydahladı. Ama işte kocası hala
sağlam, yaşlı adamsa öldü. Şimdi velediyle sap gibi kaldı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:110)
Sapık; Sapıkkanlık : Genellike cinsel menşeli, toplumun kabul edimiş değer yargılarına uygun olarak hareket
etmeyen; Bu davranışları niteleyen durum
“O akşam İshak Efendi karısının orospuluğunu mahalleye ilan etti. İddiasını ispat için de Hacı Numan’ı
tanık tuttu. Biçare Pesent Hanım’ın böyle bir sapıkkanlığa gereken bir yaş ve güzellikte bulunmadığını kimse
insafla düşünmedi. Bütün o semt halkı kadının bu azgınlığına parmak ısırdı.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:361)
Sapına dek, sapına kadar (dürüst, erkek, haklı, hıristiyan, kovboy, mert, müslüman) : Gerçek anlamıyla;
üstün nitelikte, tastamam
“Kayınpederine gelince; 1922’de Cannon Falls, Minnesota’da doğmuş üçüncü kuşak Amerikalı olduğu
halde yine de sapına kadar Norveçliydi; on dokuzuncu yüzyıl yayla çocuklarının sonuncusuydu; kütüklerden
yapılmış, elektriği ve suyu olmayan bir evde büyüyen bir çiftçi çocuğuydu…”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:178-9)
“Yirminci yüzyılda ise insana ilişkin araştırmalar daha ilerledi; bu arada bilim, herkesin hem erkek,
hem de kadın hormonlarının taşıyıcısı olduğunu da kanıtladı. Böylece ‘sapına kadar erkek’ ve ‘tepeden tırnağa
dişi’ nitelendirmeleri de -en azından bilimsel gerçeklik anlamında- tarihe karışmış oldu.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:40)
“Efendim, sapına kadar haklı olduğunuzu, eşsiz bir ahmaklık ettiğimi kabul ediyorum… bak şimdi, bu
laf da nasıl çıktı ağzımdan? Asılan adamın evinde ipten söz edilmezmiş. Neyse, efendim, verin şu mektubu da,
yoluma gideyim. Daha uzun durmaya gelmez.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:181)
“Kah-kah!.. Merak etmeyin baylar, söyleyeceğim, boşuna telaşlanmayın! Karşınızdakinin nasıl bir
insan olduğunu bilmiyorsunuz. Karşınızda kendi kötülüğüne tanıklık eden bir suçlu var. Evet, çünkü ben sapına
kadar merdim, ama siz değilsiniz!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:187)
“ ‘Güzel. Şu askeri görüyor musun? Bir günlüğüne Teğmen Feldhuber’den ödünç aldım onu. Teğmenin
emireri. İçkiden nefret edermiş. Sapına kadar yeşilaycı. Böyleleri benim işime yaramaz. Emireri değil, ineğin
teki.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:129)
“... yularlarından bağlandıkları kazıkların dibinde bekleşen kovboy atları zaman zaman Sam’ın
midillisiyle dalga geçmiş olacaklardı... Öyle ya, kendi sahipleri gibi naralar atıp, küfürler savuran sapına kadar
kovboylar dururken gitar çalan birinin atı olmak da nereden çıkmıştı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:258)
“... kendi yaşlılıklarını ve deneyimlerini ya da genç oluşlarını ve yürekliliklerini övüyor, neredeyse işi
kavgaya dönüştürüyor, bağırıyor, gülüyor, beraberliğin ve sürtüşmenin coşkusunu yaşıyor ve karşılarındakilerini
sapına dek haklı olduklarına inandırıp onları mat etmeye çalışıyordu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:249)
“Ve boşalmış bardağını ters çevirdi; bu, artık içmek istemediğine işaretti. Tıpkı, sağlam erkeklerin
sigarayı, şarabı, zarı kestikleri gibi: yiğitçe!
‘Şunu bilmelisin ki, babam sapına kadar erkekti; sen bana bakma, ben üfürüktüm; onun önünde dikiş
tutturamam! O ‘Eski Yunanlılar’ denen soydandı; elini tuttu mu, kemiklerini kırardı.’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:287)
“Katip: ‘Sapına kadar büyük adam Müdür bey!’ demişti. ‘Sonra, şehirde dolaşan rivayet doğru. Çünkü
Ankara’da büyüklerden yığınla ahbabı var.”
Başgardiyan da aynı kanıyı paylaşıyordu katiple, bilmeyerek: ‘Herif dört yüz dirhem ama, laf
aramızda, bilmem sizin işinize gelecek mi?’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:91)
“Yalanın insan ilişkilerinde ve yazıya dönüşme sancısını taşıyabilecek her yaşantıda sapına kadar
geçerli olabileceğine yürekten inanıyorum çünkü.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:15)
“ ‘Başlangıçta ben de anlamamıştım, ama şimdi anladığımı sanıyorum,’ diyor Blacker. ‘Unutma, o bir
devrimciydi. Sapına kadar devrimci.’ ”
(M.V. Llosa, “Mayta’nın Öyküsü”, sa:167)
“-Kendine gel, Ufaklık. Rahibe anaların adını ağzına almak için, insanın yedi kez yutkunması gerekir.
Şişko her şeyi hoş karşılayabilir, ama bazı konularda laf etmenin de bir sınırı var; inançlara biraz daha saygılı
olmak gerekir.
Bu kez Ufaklık da sesini yükseltti: O da sapına kadar Katolikti elbette, ama aklına yatmayan bir şeyi
de pekala kınayabilirdi.”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:161)
“Nonnenhof <Rahibeler> adındaki hanın şişman bir sahibi vardı; bu, Bayan Bertha Seysolffin adında
güler yüzlü, dürüst, sapına kadar Hıristiyan, konuşkan, iyi huylu bir kadındı.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi , sa:30)
“ŞEHİTLER CADDESİ
<Jackstraws-Mikado’nun Çöpleri’nden>
Üstü açılabilen bir Buick’in direksiyonunda
Boynu kırılan Catherine,
Memelerinden süt fışkırarak.
Dili kesildiğinden beri
Ağzı kara bir mağara olan dev Max.
Babasının kimse görmesin diye
Bir hücrede hapis tuttuğu Barbara.
Beni bir kibrit kutusuna
Gömün diyen sapına kadar Amerikalı beyzbolcu.”
(Charles Simic<d.1938>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.02.05)
“Doktor Freud yumruğunu kaldırdı. Bu herif gerçekten çok oluyordu. Hiç kendisi, ünlü Doktor Freud,
cinsel düşler kurar mıydı? Böyle şeyler, salt ona bunları anlatmaya gelenlere göreydi. Oysa o, sapına kadar
erkekti; bu düşleri yalnız çocuklar ya da aklından zoru olanlar kurardı.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:70)
“JIMMY, vahşice bir övünme ile sırıtarak. - Herifleri hakladım, kaptanım. Bir şey söyleyecekleri yok.
Artık ağızlarını açamazlar.
CATES, cıvık cıvık. - Erkekmişsin Jimmy. Sapına kadar erkek.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:28-9)
“-‘Bayram şekeri’ dediydik, almış mı?
-Almış.
-Alınır! İki yanındakilere göz kırptı: ‘Ulan ne karı be!.. Sapına kadar erkek!.. Nerde bizim şeker
kutusu?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:33)
“ ‘Halt ettin şimdicik... Muhtar Arif Ağa’nın ırzına dolanmak kimin haddi... Kız sağlam, kız sapına
kadar kız ehli kız... Birinci defa bana yanmış ki dumanı tepesinden uğramış.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:222)
Sapır sapır (dökülmek, titremek) : Kendiliğinden ve çok sayıda (dökülmek), örneğin meyvaların ağaçtan,
insanların hastalıktan ölmeleri, savaşta dövüşenlerin birbiri ardından düşmeleri
“ ‘Hökümet de hep kendini düşünüyor bilader.’ diye söylendi Muhtar. ‘Yaz gününde, hemi de
akşamınan olacak iş mi bu? Şimdi çıkar da kaç ev dolaşırsın? Sapır sapır uykuya dökülüyor millet. Beri bak
Tasıldar! Valla ben sana şimdi bir yol gösterir, hemi de bir zopa çekerdim emme, başımda şu işler var.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:115)
“Çeşit çeşit yavru kuşlar bahçede yem arıyorlardı. Julien bir kamışın içine bezelye doldurmayı düşündü.
Bir ağaçta cıvıltı işitince usulcacık yaklaşıyor, çubuğunu kaldırıyor, yanaklarını şişiriyor, üflüyordu. Bunun
üzerine, hayvancıklar sapır sapır omuzlarına dökülüyor, o ise yaptığı muziplikten pek gönenmiş, katıla katıla
gülüyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş Julien’in Efsanesi”, sa:57)
“Bizim bölükte Şits diye bir er vardı; Porjiçili iyi bir çocuktu, ama biraz yobazdı, hem de ödleğin
tekiydi. Fakir, tatbikatlarda korkunç şeyler olacağına kafayı takmıştı bir kere; yolda susuzluktan sapır sapır
döküleceğiz, sıhhiyeler bizi bir bir toplayacaklar diye ödü patlıyordu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:430)
“Köylüler diyorlar ki:
‘Bu evleri şimdi don ayakta tutuyor. Bahar yağmurları başlayınca evlerin hepsi, sapır sapır
dökülecekler.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:7)
“Kocam şaşkınlıktan sırtını dönmüştü bize. Başını kuma sokup avcıdan saklandığını sanan devejkuşuna
benziyor, eli ayağı sapır sapır titriyordu. Tam bir panik içindeydi.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:105)
“-Bundan üç ay kadar önce, çarşıda dolaşırken, üstü başı yırtık pırtık bir adam gördüm. Sapır sapır
dökülen bir alkolik. Gözgöze geldik. Beni görünce gözleri parladı. İki elini birbirine kavuşturdu, guguk kuşu gibi
ötmmeye başladı. Anladım oydu.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:142)
“HANK - Kendini böyle diyerek kurtaramazsın Shannon. Otobüsün anahtarını vermezsen, öleceklerini
bilseler yürüyerek giderler.
SHANNON - Yolda güneş çarpmasından sapır sapır dökülürler sinekler gibi. Harika, namussuzum
harika.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:17)
Sapısilik :
kimse
Kişiliği zayıf, başkalarına tabi, arkasında dayanacakları bir dayanak-kimse olmayan, kudretsiz
“Şvayk, ‘asıl konumuzu unutmayalim,’ diye devam etti. ‘Bendeniz, Teğmen Bukanek’in yürüyüş
sırasında askerleri canlandırmak için o konuşmaları yabana atmamalı derim. Bir gün askerlerin bitkin düştüğünü
görünce, ^mola’ emri verdi, hepimizi tavuğun etrafına toplanan civcivler gibi çevresine topladı, başladı
fırçalamaya: ‘Ulan somun pehlivanları, şu yerkabuğunun üstünde yürüdüğünüz için Tanrı’ya şükretmelisiniz,
ama ne gezer! Sizin gibi sapısilikleri görünce midem bulanıyor! Sizi güneşte yürütmeli aslında! Bu lanet
gezegende altmış kilo çeken adam orada bin yedi yüz kilo çeker. O zaman görürsünüz ananızın örekesini,
marsıvan eşekleri!.<Marsıvan: Osmanlı devrinde sınır Beyi; Marsıvan eşekleri: Eşek; sersem, aptal, gerzek,
salak kimse!>’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:190-1)
Sapıtmak : Akli dengesi bozulmak, delirmek
“ ‘... Onu o zamandanberi tanırım. Sanırım derdi, içtiği viski... Ayda bir kere iyice sapıtır ve bir hafta
ayyaş gezer. Herkese Yahudi gezginci olduğunu söyleyip durur. Artık kimsenin ona kulak astığı yok.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:92)
“Eldivenlerini giydi, yeniden söze başladı:
-Bıkıp usanacak demiyorum sana. Ama ya bu yakınlarda sapıtırsa? Biraz dışarı çıksın istiyorum,
dünyayı görsün. Birkaç kibar gençle karşılaşsın, Simplon’da mühendis olan Schröder’i al işte; geleceği olan biri,
birilerinde biraz görür, ötekilerde biraz görür ve hayatını yeniden görmek düşüncesine yavaş yavaş alışır.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:48)
Saplanıp kalmak, saplanmak : Kafası takılmak, aklı bir düşünceye yapışık kalmak
“Yaşlı adamın gözetlendiğinden haberi olsa, bu yine de hiçbir şeyi değiştirmeyecektir. Aklı başka
yerdedir, yakasına yapışan uğursuz sorunun cevabını ararken, kafasında ürettiği hayaletimsi görüntülere saplanıp
kalmıştır.”
(P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:9)
Sapla samanı (birbirine) karıştırmamak : Birbirleriyle ilintili görünebilecek olaylarda hemen genelleme
yaparak yapay bir ‘neden’ ve ‘sonuç’ çıkarmaya kalkışmamak
“Bazı ahlaksızlıkların üstünü ketumca bir peçeyle örtelim, rüşvetlere, kumpaslara ve alçakça ihanetlere
sık sık rastlanıyordu, hatta ciddi suçlara da, bazı insanlar bir bilet için cinayet işliyorlardı, üzücü bir durumdu bu,
ama dünya böyle, bu yüzden farklı bir şey beklemek ahmaklık olur. Kısacası, her şey göz önüne alındığında,
tarih kitapları büyük olasılıkla üç değil dört aşamalı bir göçten bahsedecektir, sınıflandırmaları kılı kırk yararak
yapmak adına değil, sapla saman birbirine karıştırılmasın diye.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:240-1)
Sappho : (TAR.,EDEB.,KOLL.) <Sa’fo> : Eski Yunanlıların ünlü kadın şairlerinden. M i d i l l i adasının
(LESBOS) yerlilerinden olup, M.Ö. 610 yıllarında, tam yıldızı parlamaya başladığı zamanlarda, adada çıkan
Sonu gelmez politik akımlara daldı, üstüne üstlük bir de umutsuz aşka düşünce, kendini deniz atarak intihar etti.
Herhalde intihar nedeninin psikolojik baskılarından biri de, Saafo’nun, eşcinselliği olsa gerek. O kadara ki,
Psikopatoloji’de bu bozukluğu adlandırmak için, pratik bakımdan Eski Romalı’larda bol bol icra edildiğini
Bimemizle beraber, iaim vermek için Sappho’nun yaşadığı ada: L e s b o s olduğundan, herhalde ona kinaye
olsun diye kadın eşcinselliğine l e s b i a n i z m ve onu işleyene de l e s b i a n - l e z b i y a n sözcüğü tarihe
geçmiş. (Dr.İ.E.)
“Sen değil miydin, Atthis,
‘Sappho, ortaya çıkıp da,
kendini göstermezsen,
seni artık sevmeyeceğim! Diyen?
-----------------------------bir yeldirme atalım omuzlarına,
saçlarına taç örelim çiçeklerden
çık, salın bizi çıldırtan
güzelliğinle...”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:65)
sapsago : (YİYE.,KOLL.) <sep’sego> : Bir tür yeşilimsi İsviçre peyniri
Sapsarı (görünmek, kesilmek, olmak) : Beti benzi atmak, korkudan rengi gitmek
“... gıpta, aşk, kim bilir bir çocuk hasediyle büyüklüğüne bakan bir küçük çocuğu denize düşürdü. Bir
saniyede iki çığlık koptu..... Kenarda duran bir sandalcı ile bir balıkçı, çocuk daha denizden kafasını çıkarmaya
zaman kalamdan, hiç düşünmeden ikisi birden dakikasında denize atladılar. Sandalcı Karamursallı, çocuğu
denizden çıkardı. Öteki, kendini denize, çocuğu kurtarmak için atan balıkçı, sapsarı kesilmişti. Zorla kıyıya
çıktı.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:87)
“REQUİEM II
Durgun Don sessiz akıyor.
Sapsarı ay evden içeri dalıyor.
Dalıyor, başlığı kulaklarında
Sarı ay bir gölge görüyor.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:80)
“Yeni gelenler bizden yana döndüler:
-Dağa giden yolu biliyorsanız, bize gösterin, dediler.
Vergilius:
-Siz galiba buraları bildiğimizi sanıyorsunuz, diye yanıtladı. Biz de sizin gibi yabancıyız. Sizden az
önce öyle sarp, öyle çetin bir yoldan geldik ki böyle bir yokuşu tırmanmak bizim için işten bile değil.
Ruhlar, nefes alışımdan benim canlı olduğumu anlayınca hayretten sapsarı kesildiler.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:15)
“Bu sırada, kuşkusuz, mum ışığı altında pek aydınlık olmayan yüzü, bana anlatımını değiştirmiş gibi
geldi: Sapsarı kesilmiş ve yer yer morarmıştı; can çekişen bir insanın cansız yüzünü andırıyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmiyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:58)
“Kunğ Çen bu inatçı çocuğa karşılık vermedi. Asıl öğrenmek istediği şeyi de öğrenmişti. En sonunda
uzun bir sessizlikten sonra:
-Bu işte benim sözümü dinleyeceksin! Dedi.
O zamana kadar Kueylan’ın öfkesi geçmiş, yerine korku gelmişti. Dadısı da korkudan sapsarı
kesilmişti.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:182)
“... kadın, giderek sesini yükseltiyor, konuşma hızını artırıyordu. Tek bir sözcüğü bile unutmuyordu, her
biri patlayan bombalar gibi ağzından fırlıyordu, çünkü soluğu, zorla, irkilmeler halinde çıkıyordu. Üçüncü kez
kalçalara geldiğinde etekliğini arkadan çözdü, ama düşmesin diye çantasını sımsıkı eteğine bastırdı. Satıcı,
korkudan sapsarı kesilmişti; kadın her zamankinden daha yüksek sesle konuşuyor, kırmızı, terli yanaklarını
adamınkilere sürtüyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:314)
“Eşek Arıları
----------------Kendi böcek karalamalarımı; sonra eşek arılarının
Yumuşak tüylerini gördüm; karın altlarını, o uzun
Siyah cam ziyaretilerle sapsarı kaynıyordu, cam
Uğulduyordu sanki.
Kutsadım hayatımı bunca canlılığa istek duyduğu için.”
(David Constantine<d.1944>-Cevat Çapan, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.01.03)
“Antrede Fearmax ile karşılaştı Baird. Hogarth’a çek bırakmak için uğramıştı. Son birkaç aydır yolları
her kesiştiğinde görgü kuralları gereği iki çift laf ediyorlardı. Fearmax sokağın köşesine kadar Baird’in yanında
yürüdü. Sapsarı görünüyordu, yorgundu.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:94)
“Evlere yaklaşmıştık. Codine çocukları geri yolladı ve meydana bir göz attı. Üçüncü ev Irene’in evi idi.
Codine’le ilk karşılaştığımızda, buraya bir pusula getirmiştim. Codine birden sapsarı kesildi. Sefil zampara,
sırtında Pazar giysileri, şapkası kulağının üzerine eğik, orada idi. Bir çingene kemancıya eşlik ederek şarkı
söylüyordu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:65-6)
“Seniha, hayatını ikiye ayıran bu maceranın içinden kolayca sıyrılıp çıkmak istiyordu. Bununla beraber,
Faik Bey odadan içeri girer girmez, Hakkı Celis ikisinin de sapsarı kesildiğini gördü. Seniha, ellerindeki ve
sesindeki titremeyi güç zaptediyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:182)
“İpler direklerde ıslık çalıyor, kıyılar raks ediyordu; kadınlar altın sikkesi gibi sapsarı kesilmişti.
Silahlarını (makyajlar, firketeler, küçük taraklar) teslim etmişlerdi; dudakları beyazlaşmış, tırnakları morarmıştı.
Ağaçkakan tüyleri yolunmuş, yabancı tüyler (kurdeleler, yapay kaşlar, yapay benler, göğüslere takılı bezler)
dökülmüştü; insan onları böyle kusmanın arifesinde görünce, bir iğrenmeyle büyük bir acıma duyuyordu.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:26)
“Mutaf sapsarı kesilmişti. Tanımıştı. Hacı’nın nezaretinde başka bir odaya gidip üç kese altın getirdi.
Çakırcalı’ya verdi.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:117)
“Bir zamanlar bu düşüncenin kendisine verdiği korku, İmparator’un iyilikleri, babasının yakında
kurtulacağı düşüncesi, minnet dolu yüreğini anlatılmaz bir heyecana düşürdü. Sapsarı kesildi, ellerini
kavuşturarak gib bir sesle, ‘İşte!’ diye yineledi, ‘işte İmparator’un tahtı!’ ”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:64)
“Ungaratti Dizisi
2. ‘Vagammo Forse Vittime
del Sonno?’ <Yoksa biz başıboş dolaşan
Kurbanları mıydık uykunun?>
Nadasa bırakılmış taşlı topraktan:
Külrengi krepon kağıdı güller
solgun saplarında.
Güç kalmamış dikenler için.
Bak, karahindibalar filizleniyor,
çiçekleri şimdiden sapsarı.”
(Hans Raimund<d.1945>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 09.11.06)
“ ‘Eksik olma oğlum’ dedi kadın. Uzun boylu ve zayıf. Kırkını geçkin. Dirseği yırtık nefti bir örme
ceket giymiş. Ferid’e kapılmadan bakan, biri ötekinden daha büyük, çipil ve nemli gözler, sola doğru hafif
çarpılmış ağız. Sağındaki karyolada oturmuş, yüzü sapsarı bir oğlan çocuk.”
(P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:9)
“Hatırlıyor musun
Nasıl sapsarı
katırtırnakları açar
deniz kıyılarında”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:118)
“İskender Paşa, otağın mehabetinden ürkerek sapsarı kesilmiş, başında perişanisi dağılmış, tir tir
titreyen bir adamı soktu.” ..... “İpek yığınlarına sarılmış, sırmalarla, tuğlarla, sancaklarla bağlanmış gibi - garip
bir yırtıcı kuş sükunetiyle tüneyen Şah’a uzattı. Ayağı öpülmeyen Şah, gazabından sapsarı kesildi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:59;90)
“BİZ
----Başımızda hep kırbaç, sırtımızdaysa eyer,
bir de sarı sikkenin esareti amansız;
biz sefil büyüyerek gamda boğulanlarız
ardımızda kalan salt gözyaşı ve kanlı terbiz, yaşamca dışlanmış- sapsarı ölümcüller.”
(Hristo Smirmenski<1898-1923>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
15.05.08)
“Nöbetçi gardiyan düdük çalmaya başlayınca Osman Ağa da dışarı çıktı. Kamil Beyin yüzü sapsarı
olmuştu. Zekeriya Hoca fısıldadı:
-Aldırma! Olur böyle şeyler...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:117)
“Elis Oğlan’a
--------------Bir Dikenli Çalı çınlar
Ay gibi gözlerinin olduğu yerde.
Oy, ne kadar oldu Elis sen öleli.
Bir sümbüldür bedenin
İçine bir rahibin sapsarı ellerini batırdığı
Karanlık bir mağaradır suskunluğumuz.”
(Georg Trakl<1887-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.04.09)
“BİR GÜZ ŞARKISI
Güz gibi bir güz işte, sisi de var çamuru da.
Ama ben çok iyiyim, tasasızım burada.
Gökyüzü kurşunrengi, akağaçlar sapsarı,
aradaki patikayı örtüyor yaprakları
yemyeşil bir erikle bir armudun, kan gibi.”
(Ekaterina Yosifova<d.1941>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.07.09)
SARA, Hz.: (MUSE.,DİN,TIP)
kadar süeen uyuz
<Sar’a> : Hazreti İbrahim’in annesi; S a r n a : İnsanı canından bezdirene
“ ‘.... Şimdi de siz bu kızdan söz edeyim; bunu bilmeniz iyi olur, çünkü, belki de, aslında belkisi filan
yok, bütün ömrünüzce böyle birşey ne gördünüz, ne işittiniz; dahası, ‘Sarna’ kadar yaşasanız bile, bundan böyle
de duyacağınız yok.’
‘Sarna’ değil ‘sara’ diye düzeltti Don Quijote; böyle hatalara hiç gelemezdi.
‘Vay canına!’ diye bağırdı Pedro, ‘Sarna’ herşeyden daha uzun ömürlüdür; eğer her sözüme böyle
karışmaya kalkarsanız, bir yılda bitiremeyiz bu hikayeyi.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:71)
saraband : (PERS.,İSP:,MUS.) <sera’bend> : Arap’lardan alınmış ağır adımlı bir İspanyol dansı
Sararıp solmak : Üzüntü, aşk ya da hastalıktan sağlığı bozulmak, rengi solmak
“Ona yeryüzünün en güzel şeyleri olan nar ve portakalların yetiştiği ülkeleri göstermek istiyormuş. Nar
ve portakallar, adı Bistritsa olan sevgilisinin güzelliği önünde sararıp soracaklarmış.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:5)
Saracen : (AR.,HAÇLI,KOLL.) <Serasen> : Suriye ve Arabistan çölleri kabilelerinden bir fert; Haçlı
Ordular zamanlarında Müslüman veya Arap; Haçlı Ordu düşmanı; Saracenical : Araplara ya da
Müslümanlara ait
Sarajevo : (COĞR.,TAR.,KOLL.) <Sara’yevo şehri> : Bosna-Hersek’teki Bosnasarayı şehri
Saray yavrusu : Eski konakları andıran, birçok aileleri barındıran büyük ev
“Juin’ler, yedinci bölgede, l’Université Solağı’nın paralelindeki Verneuil Sokağı’nda oturuyorlar; ama
Margot’nun ailesinin saray yavrusu evlerinin tersine, Juin’lerinki, kuşkusuz kocasının kazasından sonra
Hélene’in sıkışık ekonomik koşullarına bağlı olarak ufak, sade döşenmiş bir daire.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:169)
“Eskiden beri bir türlü kurtulamadığım ve duygusallıkla saray yavrusu evler ya da sade, yoksul evler
yerine, bezir yağı ve sabun kokan, bir kapı çarptığında ya da çamurlu ayakkabılarla içeri girildiğinde telaşlanan
tertemiz ama sıkıcı burjuva evlerini yeğledim.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:27)
“1939 yılında bir gün, Teodoro, Havana’ya ve oraya ayak basar basmaz da başkanlık sarayına gitti.
Burası, parlak avizeleri, Venedik aynaları ve holü süsleyen Yunan heykelcikleriyle çok zengin görünüşlü bir
saray yavrusuydu.”
(O. Hijuelos, “Dünyadaki Eviniz”, sa:13)
“Patronu, tam o sıralar Esme iş değiştirmesin diye uzun vadeli bir sözleşme karşılığı bu villayı armağan
etmişti ona. Çok geçmeden köyün çevresi yeni zenginlerin görgüsüzce para savurarak yaptırdıkları saray
yavrusu çirkin villalar, yan yatmış apartmanlar biçimindeki sevimsiz kooperatif evleri kuşatmaya başlamıştı.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:56)
Sarazen :
(DİN, MÜSL.)
Ortaçağ’da Batılı’ların, Müslüman halklar için kullandıkları ad
“Yıl 1200. Kutsal Kabir fethedilmiş, sonra yeniden kaybedilmiştir. Haçlı Seferleri hem boşuna olmuş,
hem de olmamıştır, çünkü Avrupa bu seferler sırasında uykusundan uyanmıştır. Artık kendi gücünü hissetmiş,
cesaretini tartmıştır. Tanrı’nın dünyasında ne kadar çok yeni ve farklı şeyin kendine yer bulduğunu, aynı göğün
altında farklı meyvelerin, farklı kumaş, insan, hayvan ve adetlerin olduğunu görmüştür. Şövalyeler ile bunların
köylüleri ve serfleri Doğu illerine vardıklarında kendilerinin Batı’da ne denli dar, ne denli körelmiş bir yaşam
sürdüklerini, Sarazen’lerin ise ne denli zengin, doya doya ve zekice yaşadıklarını görünce şaşırıp utanmışlardır.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:17-8)
Sardanapalus : (TAR.,DAVR.) <Sardana’palus> : Irak’taki Asur Devletinin son kralı, (d.: M.Ö.626).
Zevk, eğlence ve kadın’a düşkünlüğüyle ünlüydü
Sardis : (COGR.,TARİH,KOLL.) : Manisa ilinin tarihi Sart ilçesi
Sargasso Sea : (COĞR.,TAR.,KOLL.) : Atlas Okyanus’un su yüzünde çok yosun bulunan kısmı
Sarhoş; Sarhoş gibi sallanmak : Çok içki içmiş, kendinden geçmiş, şuuru bulutlu kimse; Yalpalamak,
sendelemek
“Öfkeyle sokağa fırladı. İki saat sonra eve bulut gibi olgun döndü. Rakıdan kan çanağına dönmüş iri
hain gözlerini açtı, Dilpesent’i tekmeledi, tekmeledi. Kadın, komşulara kepaze olmamak için, dışardan işitilmez
ufak iniltilerle bu dayaklara dayanıyordu. Sonunda sarhoş öfkesini alamadı, dolu bir rovelveri cebinden çıkardı.
-Senin gibi kokmuş gudubet bir karıya bedava ekmek yediremem, bari geberteyim de kurtulayım,
hakaretiyle üzerine dört el ateş etti.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:354)
“Kuru Kadı’nin dili tutulmuştu. Cevap veremedi. Sarhoş gibi sallana sallana hisara girdi. Hala
titriyordu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:14)
Sarhoş kafayla : Sarhoşluk halinde iken
“Bakakaldım. Şeytan karı sarhoş kafayla gerçekten de yapmaya kalkarsa dediğini, çok kötü olurdu.
Yabancılara karşı zaten sert davranan karakol komutanı tutuklayıveriridi bizi. Ondan sonra ayıkla pirincin taşını!
İyisi mi, alttan alayım dedim.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:133)
Sarhoşlamak : Sarhoş olmak
“Balo salonunun her köşesinde şampanya şişesi bataryaları patlamaya başladı, pist vals yapan çiftlerle
doldu, ışıklar renk değiştiriyordu. Şampanya kadehinin üzerinde, Clea’nın bana dönük, mutlu bir zevklenme
yansıtan güleç yüzünü bir mavi, bir kırmızı, bir yeşil görüyordum. ‘Onun başarılı burnunu kutlamak için bu
akşam biraz sarhoşlarsam kusuruma bakar mısın?’ ”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:102)
Sarı çizmeli Mehmet Ağa : İsmi cismi bilinmeyen bir insana gönderme yapılacağı zaman söylenen bir sözcük
“Birdenbire sert bir tavırla bana döndü:
-Bahse girerim ki Öğretmen Hanım da bu bildiriyi almıştır. Fakat byna karşın yine kartsız başvuruyor.
Yine yardımcı elemanın ağzında: ‘Siz bir hanım çağırmışsınız, o geldi!’ teranesi. Kim? Hangi hanım? Sarı
çizmeli Mehmet Ağa.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:235-6)
“... yüzü bozuldu, ağlayacak sandım, elimi uzattım, banyoya girip kapısını yüzüme çarptı, uyandırmak
istemedim dedim kapının arkasından, uyandırabilirdin dedi beni ne boş şeyler için uyandırmışsındır dedi
sarıçizmelinin biri için bile gelir dürter uyandırırdın dedi...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:109)
Sarı oğlan :
Güneş (Roman dilinde)
(Argo)
“Kahvelerden ikişer yudum aldık, almadık; Etem bizim arkadaşa kemanı işmarladı <Elleriyle tarif
ederek>:
-Haydi bakalım, beyağa, tam sırasıdır işte... Çamlıcanın tepesinden sarıoğlan <güneş> yükselirken sen
de buradan başla kemanenle oğlancığı <Her gece, karşı gazinolardan ‘Karmen’i çalan profesyonel çalgıcı!>
karşılamaya!.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:35)
Sarı para : Çil altın
“İhtiyarın iskelet parmakları hayrete değer bir hızla liraların üstüne kapandı. Fersiz gözlerinde koyu
ışıltılar oluşmuştu. Kaç yıldır sarı para yüzü görmemişti.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:351)
Sarıp sarmalamak; Sarmaşmak : Şefkatle kucaklamak, sımsıkı sarılıp bürünmek; sıkı sıkı paketlemek
“Gözlerim kapalı, ağır ağır ayağa kalktım; her an başım dönecekmiş, yere düşecekmiş gibiydim. Ama
bu arada büyümeyi sürdürüyordum. Kollarım iki yana açılıyor, gövdem uzuyordu. İşte yeniden doğuyordum;
daha da büyümemi, daha da uzamamı, onu tüm dallarımla sarıp sarmalamamı isteyen koskocaman, parlak
güneşin içimi ve dışımı yıkaması için yanıp tutuşuyordum.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:40-42)
“David yanıt vermeye üşeniyor. Gün henüz sona ermemiş, canlı. ‘Savaş’, ‘gaddarlık’: günü sarıp
sarmalamak istediğiniz her sözcük, günün kara gırtlağından aşağı yuvarlanıp yutuluyor.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:120)
“Couture 2.
----------Kocaman eski bir çengeldir sonbahar
Yorgun duruşunu sarmalayan
Parlak ve kırışık ipek bir tül.
Yıllanmış bereketini
anlat bana! Buğulu alto,
müzik de var”
(Mark Doty-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.08.02)
“ ‘Her dönemde düşünce biçiminin genelleştirilmiş bir biçim anlayışı vardır: soluduğumuz hava gibi, bu
biçim de öylesine berrak, öylesine sarıp sarmalayan ve tartışmasız öylesine gerekli ki ancak gücümüzün sonuna
kadar zorlarsak onun bilincine varabiliyoruz’ (Whitehead)”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:34)
“ZAFİYET
1.
Korkusuzca üzerimden
yalnızlığı sıyırıyorum.
Dolunay,
rahmime uzan!
2.
Aşkın
beni uzaylı elbisesi gibi sarmalıyor:
yakında havam tükenecek.”
(Fedya Filkova<d.1950>-Hüseyin Mevsim; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.08.02)
“Orta yetenekte sanatçılar da bu işte (balmumu sabununu kaynatmak) insana yardım ya da hocalık
yapabiliyorlar. Yabancılar arasında, bu yaptıkları işleri sanki kendi eserleriymiş gibi sarıp sarmalayarak
memleketlerine götüren pek çok kimseler gördüm.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:97)
“Madame Legras’nın işini sarıp sarmaladığı o üzücü anı beklemesi gerekiyordu. O zaman, büluzundan,
şaşırmış gibi, saatini çıkarıyordu. Şimdi eskisinden daha çok nefret ettiği Gürgenli villada tek başına kalacağını
düşünerek, kolu kanadı kırık, anlatılmaz bir üzüntüyle kalkıp gidiyordu.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:166)
“Ama Digne’de dokuz yıl süren piskoposluktan ve asıl ikametini oraya almasından sonra, önce küçük
kasabaları ve küçük insanları sarıp sarmalayan bu öyküler, gevezelik, sohbet konuları sonsuza kadar unutuldu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:17-8)
“Baltayla çamlığa kimse giremezdi. Balta sesini duymayan kalmazdı. Bir evde yaşlı eski bir hızarcı
vardı, testeresini sarmış sarmalamış birlikte getirmişti. Komşular ona başvurdular, çamları testeresiyle kesmeye
razı olmadı. Komşular onun üstüne çullandılar, yaşlı hizarcı Nuh diyor da Peygamber demiyordu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:425)
“O gün sis, İstanbul’u beyaz bir bürümcük tülbentle sarıp sarmalamıştı. Hayal meyal seçilebilen
tekneler, çırpınan denizin üstünde beşik gibi sallanıyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:5)
“Rüyamda Ege’nin türkuvaz rengi sularında yüzüyordum. Attığım her kulaç beni kıyıdan
uzaklaştırıyordu. Sonsuza kadar yüzebilecek bir enerji hissediyordum. Gökyüzü ve deniz masmaviydi, bir tek
bulut bile yoktu. Güneş omuzlarımı yakıyordu. Su o kadar hoş bir biçimde sarıp sarmalıyordu ki beni, her
kulaçta hışırdayan ipeklere dokunur gibi oluyordum.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:207)
“Praskovi, annesiyle babasının peşinden eve gelinceye dek hiçbir şey sormadı; ama yüreği umutla
doluydu. İsteklerinden birini olsun kabul etsin diye Tanrısına şükürler ediyordu. Babası pasaportu bir beze sarıp
sarmalayıp hırtı pırtısının arasına sakladı.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:21)
“Biz ki yedi oğluyduk İphikratidis’in:
Eupylidas, Eraton, Khaeris, Lykos, Agis
ve Alekson, öldük surları dibinde Messene’nin
ve yaktı ölülerimizi yedincimiz Gylippos;
döndü eve ağır kül yüküyle; Sparta için
büyük onur ama büyük acı anamız Aleksippa için.
Şanlı bir kefen sarıp sarmaladı hepimizi.”
(Nikandros, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:77)
“UYKU MUYDU O
<Gümüş Çağ Rus Şiiri - 1918>
Uyku muydu o...
Beşik mi
Kapanmış
Kırmızı pencerede
Kumaşın
Ateşin
Aleviyle yanmış
Yavaşça sollayarak
Selam verip ninni söyleyerek
Dikkatle sarıp sarmalayarak
Günün bakışlarından.”
(Olga Rozanova<1886-1918>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 22.04.04)
“... ünlü yazar içeri giriyordu; bir küçük yeğen sapsarı başını hayatımın hikayesi üzerine eğiyor, gözleri
yaşlarla doluyordu; gelecek kendini gösteriyor, sonsuz bir sevgi beni sarıp sarmalıyor ve yüreğimde ışıklar
fırdolayı dönüyordu; kıpırdamıyordum, bu gösteriye şöyle bir dönüp bakmıyordum bile.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:183)
“LORD - Hay koca hayvan! Nasıl da domuz gibi yatıyor..... Baylar, ben bu sarhoşa bir oyun
oynayacağım. Götürüp bir yatağa yatırsalar, güzel elbiselerle sarıp sarmalasalar..... ağzının suyunu akıtacak bir
sofra kursalar, gözlerini açtığı zaman, miskin herif kim olduğunu unutmaz mı acaba?”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:8)
“Dalga bileti sarıp sarmaladı ve gözden kayboldu. Aman Tanrım, diye düşündüm bir an, yüreğimde bir
veda sırasında duyulan çarpıntıyla (vedalar hep biraz kaygı nedenidir; ben de bilirsin hep abartırım), kayalara
toslayacak. Ama toslamadı.”
(A. Tabucchi, “Gittikçe Geç Olmakta”, sa:30)
“Bu resimlerden birini çevreleyip salona asabilir miyim diye sorduğumda oğlan dehşete kapıldı. ‘Hayır!
Hayır!’ diye tekrarlamaya başladı ve kağıtlarını sarıp sarmalayıp bir çantaya koydu.”
(S. Tamaro, Yanıtla Beni”, sa:123)
“Anna,..... yastığı alıp dizlerinin üzerine koydu, bacaklarını dikkatlice örtüp rahat oturdu. Yaşlı bir
kadın uyumaya hazırlanıyordu. Öteki iki kadın Anna ile konuşmaya başladılar. Yaşlı şişman bir kadın
bacaklarını sarıp sarmaladıktan sonra, vagonun iyi ısıtılmadığından yakındı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:194)
“ ‘Allah belanızı versin öyleyse. Ne denli yorgun, elimi eteğimi çekmiş olursam olayım, ben, kendimi
tutup kaldırmalıyım, benim olan o belli paltoyu bulmalıyım; kollarımı içine sokmalıyım; gece havasına karşı
kendimi sarıp sarmalamalı, çekip gitmeliyim.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:228)
“Üst üste giydiği iç çamaşırlarla kendisini sarıp sarmalayan bu yaşlı kadın yürümek istiyor, fakat
sürekli sendeliyor, balon gibi şişmiş kocaman bacaklarıyla bir ileri bir geri yalpalıyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:20)
“Sıkıntılı bir şekilde sırtındaki süslü elbiseleri çıkarıyor, soğuktan sızlayan kemikleri kalın yünden
yapılmış şeritlerle süslü Türk tipi sabahlığı ile sarıp sarmalıyor..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:99)
“Şimdi bazı insanlar birdenbire merhametleriyle bütün dünyayı sarıp sarmalamaları, on binlerce,
milyonlarca alınyazısıyla ilgilenmeleri, duygularıyla ta sonsuza ulaşmaları gerekeceğini düşünerek ürkebilir.
Fakat günümüzde onlardan bunu beklemek çok olağandır. Bu savaş <1. Dünya Savaşı> bize şunu öğretmiştir:
İnsanoğlu, duyguları ve ortak sevgiyi yüceltebilecek yetenektedir.”
(S. Zweig, “Geleceğe Güven”, sa:47)
“Batmaya hazırlanan güneş, bahçenin bazı yerlerini aydınlatıyordu. Başka bir köşede birkaç küçük
çocuk oynaşıyordu. Sağlığına kavuşmuş hastalar gürültü yapmadan koşuşturan çocuklara ilgi ve merakla
bakıyordu. Suskun bir dünyada saatlerce süren gezintimin ardından ilk kez -ölümün duvarlarında yankılanarak
da olsa- kulağıma gelen çocuk gülüşmeleriyle mutlu olduğumu hissettim. Fakat hemen ardından da, bir mezar
kadar soğuk, olağanüstü simgelerinin beni sarıp sarmaladığı kente dönmekten bir an korkar gibi oldum. Burada,
karanlığın içinde, pek anlaşılmaz bir yaşam sürdüren insanlara da acıdım. Ardından, okul yıllarından kalma, çok
eski bir bilge sözü anımsadım: Ölüm üzücü bir şey, yaşam ise en isteksizi bile sevgi duymaya zorlayan sonsuz
bir güç…”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine-Brugge”, sa:21)
Sarışın : Özellikle II. Dünya Savaşı zamanlarında, şen, şuh ve şehevi, güzel hanımlar, dolgun vücutları, belirli
vücut hatları ve sarı bukleli saçlarıyla tarif ve nitelik kazanıyorlardı (Marilyn Monroe tipi!). Bu tipoloji, aynı
yapıyı anımsatanlara, “aptal sarışın’, ‘erkekler sarışınları beğenirler ama esmerlerle evlenirler” gibi
basmakalıp inançların ortaya çıkmasına neden oldu ve şuh, hafif kadınlar da aynı şekilde nitelendirildi..
“Öğretmen, acele uzaklaşmıştı. Başka da herkes bir yolunu bulup bizden kaçıyordu. Yalnız bir kadına
daha rastladık; uçuk benizli, şişko bir sarışın; gece zevklerinin eşiğinde bir sevgi kışlasının önüne çıkmış,
yönetmeliğin buyurduğu havalandırma işini yapıyordu. Geçerken eliyle şöyle bir öpücük yolladı bana, ben de
teşekkür yollu gülümsedim, polis bir şey fark etmemiş gibi yaptı.”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek-Üzgün Yüzüm”, sa:17)
Sari : (HİNT MYTH.):
Hint kadınlarına özgü giysi; ipekli ya da pamuklu kumaş
“Günlerce benim soğuk sabah duşlarım dışında bir şey konuşulmadı. Sırası gelince Maitreyi’nin beni
övmesini bekledim. Onu her sabah erkenden beyaz sade bir sari içinde, ayakları çıplak halde görüyordum.”
............. “Veranda <camlı taraça ya da balkon>’nın basamaklarından iniyordum ki, birden yukarıdan gelen bir
ses duydum:
‘Nereye gidiyorsun?’
Beyaz sade bir ev sarisi giyinmiş, saçları omuzlarına salınıverilmiş, kolları çıplak bir şekilde
Maitreyi’yi tırabzana <merdivenlik> dayanıyordu. Tütün almak için bir yürüyüşe çıktığımı söyledim.”
(Mirceas Eliade, Bengal Geceleri”, sa:39;64)
sark : (GİYSİ,KOLL.,SKOTCH) <serk> : Gömlek
Sarkıntılık etmek : Sulanmak, sataşmak, cinsel tacizde bulunmak (Argo)
“Meğer, hınzır Etem, evli olduğu ve Nazlı’nın da yakın akrabası bulunduğu halde son zamanlarda
kadıncağıza sataşmaya, sarkıntılık etmeye başlamış ve işi o kadar ileriye götürmeye kalkmış ki, nihayet bunu
farkeden Etem’in karısı kıskançlıktan hem bir gece odunla Etem’i adamakıllı dövmüş; hem de ertesi gün Nazlı
ile saç saça başbaşa gelerek onu Topçular’dan buraya kaçırtmış...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:136)
“Goldmund, elindeki giysileri yere bıraktı:
‘Ya, demek alıp götürecektin bunları. Eski birkaç giysi için hayatını tehlikeye atmakla akıllıca bir iş
yapmadın doğrusu. Bu kentte mi oturuyorsun?’
‘Hayır. Yerim yurdum yok, zavallının biriyim. Hoşgörünüze sığınıyor....’
‘Kes sesini! Sonunda hanımefendiye de sarkıntılık edecektin, belki, kim bilir. Ama nasıl olsa ipe
çekileceğin için, en iyisi bundan hiç söz açmayalım. Hırsızlığa kalkışmış olman yeter.’ ”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:305)
Sarmak : Beğenmek, ilgisini çekmek, zevkle izlemek (Sanat eseri, film, roman vb)
“Sohbet sarmıştı aslında, ama Maria bunları aklından geçirmek istemiyordu - o okşayışı, göz bağlarını,
bedeninde dolaşan elleri hatırlamasıyla cinsel organının ıslanması bir oluyordu. Hayır, seks onun için ölmemişti;
bu adam bir şekilde kurtarmıştı onu. Ne güzeldi hala hayatta olmak!’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:198)
“ ‘Şu anda öğretmenlik ve inşaatçılık yapmaktan bitkin durumdayım ama İskenderiye üzerine
olağanüstü bir romanın 25.000 sözcüğünü yazmış bulunuyorum. Bu kitap elbette hiç kimsenin hoşuna
gitmeyecek ama beni çok sarıyor. Evet, benim mama burada, sana sevgilerini gönderiyor. Yılan hikayesi onu
çok korkuttu.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:145)
“Onlara ‘Bir Baron’un Seyahatleri’ni okuyorum, benim bile hoşuma gidiyor. Şimdi ben de okumak için
bol vakit bulabileceğim. Senden öğüt istiyorum; bu sabah birbiri ardınca birkaç kitap aldım elime, hiçbiri beni
sarmadı.”
(A. Gide, “Dar Kapı”, sa:75)
Sarman : İri, kızıl-sarı tonlardaki tekir kedilere verilen isim. ‘Tekir’ sözcüğünün İngilizcesi olan ‘tabby’ çizgili
ve hareli bir ipekli kumaş türü olan ‘tafta’dan gelir <taffeta>. Bu kelimenin orijini de, Arapça <attabia>dır.
Yakın geçmişe kadar bu kumaş, Bağdat yakınlarında Prens Attab’ın şehrinde üretilmekte imiş.
Sarman’ların kürkleri de diğer tekirler gibi çizgili, benekli veya her kisinin karışımı olabilir.
Alınlarındaki çizgi olukları, genellikle yaygın bir ‘M’ harfidir. Gözlerinin rengi ise yeşil, altın, bakır ve
topaz’dır. Pekçok kedi ırkında sarman görülebilir. Tekirlik ve özellikle sarı tekirlerle evcil kedilerin ataları olan
Avrupa, Afrika ve Asya yaban kedilerinden gelen doğal bir renk oluşumudur. Sarmanlar, gen yapılarından
dolayı çoğunlukla erkektirler. Bazılarında, dil ve damaklarında kaydedilen siyah minik noktacıklar, halk
arasında ‘uğur’ sayılır <İng.: Peppered nose: Biberlenmiş burun>
“İlerleyince, hole çıkan koridordaki giriş katı dairelerinden birinin paspasına kıvrılmış olan sarmanı loş
ışıkta seçebildim.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:8)
Sarmaş dolaş (olmak) : Fiziksel ya da ruhsal çok yakın, iç içe (olmak)
“Unutuşun Yerleştiği Yer’den seçmeler
(Donde habite el olvido)
------------------------------Ölen sevda değil,
Bizim kendimiz,
İlk masumiyeti
Yürürlükten kaldırmış tutku,
Kendini unutmak başka bir unutuşta,
Sarmaş dolaş dallar,
Yaşamak niye yok olacaksan bir gün?”
(Luis Cernuda Bidon<1902-1963>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
18.07.02)
“... böylece geri kalan saatlerinizi huzur içinde geçirebilecek, bu uçsuz bucaksız kentte, tarihsel
kalıntılarıyla, ağaçlarıyla, tüm sokaklarıyla sizin olan Roma’da, gençler gibi sarmaş dolaş gezebileceksiniz, öyle
ki istediğiniz sokağa dalabilirsiniz, iş yerleri kapalı olacağına göre Le Corso Bulvarında, Colonna Meydanında
bile rahat rahat dolaşabilirsiniz ama, ne olursa olsun Vittirio Veneto Caddesinde, özellikle Café de Paris
yakınlarında pek görünmeseniz iyi olur, çünkü Bay Etore Scabelli genellikle orada bulunur ve saatlerce oturmayı
sever.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:61)
“GERARDO - Tamam işte! Ne krikosu? Sen arabanın krikosunu nereye koydun? Şu, hani, arabayı
kaldırmak için...
PAULINA - Arabayı kaldırmak için sana kriko mu gerekli? Peki, ya o güçlü kolların ne işe yarar,
benim güzel sevgilim?
GERARDO - (Onu kollarının arasına alır.) İşte bu işe. (Onlar sarmaş dolaş olurken, kısa bir
sessizlik.) Bu kadar çıldırtıcı olup da, neden işin içinden sıyrılabildiğini biliyor musun?”
(A. Dorfman, “Ölüm ve Kız”, sa:13)
“Gerçi insanın önüne gelenle sarmaş dolaş olmaya kalkışması da ayıp, onu da biliyorum.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:79-80)
“Derin bir soluk aldı, parmaklarını sakalının arasında dolaştırdı. Üst katta Baird uyuyordu - çömezin
görkemli uyuması uykusunda ninni gibi geliyordu herhalde. Başpapaz derdini sahil duvarına taşımaya karar
verdi. Lambayı üfleyip odadan çıktı, kapıyı arkasından usulca kapattı. Avluda çıt çıkmıyordu. Gökyüzündeki
aydan gelen parlak mavi ışık, gölgeleri mürekkep rengine boyamıştı; deniz arada bir uykusunda dönüp duran biri
gibi inliyordu. Şebboyların kokusu karanlıkla sarmaş dolaş olmuştu.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:216)
“IŞIK
Toscana adalar enizinde
Giglio Adası’na giden vapurda
sarmaşdolaş çiftler
Adam ne görüyor acaba o kadında
ya da kadın o adamdaKadının bacağını okşuyor adam
Kadın da adama aşık
Nasıl da bakıyor
kadın adama”
(Lawrence Ferlinghetti<d.1919>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.12.05)
“ ‘Tanrı’ya seslenip saçma sapan şeyler söylüyordum. Bazen yollarda ölmüş köstebekler görüyordum,
karınlarında kurtlar kaynıyordu. Ben de tıpkı onlar gibi olmak, ölmek istiyordum yani. Şu anda başkaları
karıcıklarıyla sarmaş dolaş olmuşlar diye düşündükçe elimdeki değnekle küt küt yere vuruyordum.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:24)
“ELIZABETH - Hamlet’in annesi kayınbiraderi ile evlenir... Babam VIII. Henry de kardeşinin dul eşi
ile evlendi. Yengesiyle yani.
MAMA - Maşallah, bütün aile nasıl da birbiriyle sarmaş dolaş.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:33)
“MEYDANCI, Plutus’un elinde tuttuğu deyneği yakalıyarak. -... Lakin şimdi de büyük bir talihsizlik
oluyor: Sakal, alev olarak geriye doğru fırlıyor, hem tacını hem de göğsünü tutuşturuyor, ve bu nedenle, neşesi
acıya dönüşüyor. Onu söndürmek için herkes koşup geliyor, fakat hiç kimse alevlerden yakasını kurtaramıyor.
Onlar çırpınıp tepindikçe de, alevler büsbütün etrafı sarıyor. Tüm maskeliler alayı, cehennem ögeleriyle sarmaş
dolaş olmuş, cayır cayır yanıyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:51)
“Kendi elinden çıktığı belli olan, yarı kasap tezgahını yarı laternayı andırır korkunç çalgısıyla, kendi
yaralarının acısına benzer bir acıyı herkeste uyandırmaya çalışan tahta bacaklı bir ihtiyar. Eciş bücüş topal bir
çocuk kemanıyla sarmaş dolaş olmuş, gelişmemiş göğsünün hasta telaşıyla bitmek bilmez bir vals tutturmuştu.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:20)
“Kimsecikler olmadığı için; dağ, taş, insan... kimseden utanmaya gerek duymuyorlardı. Ali çocuk gibi
perendeler atarak otlarla, yamaçlarla sarmaş dolaş oluyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:66)
“MARİA KADIN
--------------------Pervane gibi döndürdü başımı, yitti çarşaf altında,
ben baygın düştüm onun sipsivri iki tepesinin üstüne...
Kütürdüyen karpuzlar gibiydik akşam karanlığında
ve sarmaş dolaş, sırılsıklam tutkulu, başladık yeni güne.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“Fakat korudan çıktığım sırada birden taş kesilmiş gibi olduğum yere sanki çivilendim. Tamamiyle
aldandığımı anlıyordum, ayaklarımın dibindeki bir uçurumda Irene ve Alexis sarmaş dolaş birbirleriyle ateşli
ateşli öpüşüyorlardı.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:72)
“Bekir Çavuş’un sabrı taştı. İleri doğru yürüdü.
-Hey hemşerim, ne bakınıp duruyorsun?
Harifin, bu sesten irkilip ürkmüş gibi silkindiğini gördüm. Sonra acele acele Bekir Çavuş’a yaklaştı.
Bir süre karşı karşıya hareketsiz kaldılar. Derken, iki ağızdan bir anda bir feryatla her iki adam sarmaş dolaş
oldu. Bir süre, bir uzun süre öylece kaldılar.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:135)
“İsa’nın elini tuttu. Nerdeyse çiçek açacak olan limon ağaçları altında yürürken, ateş kırmızısı peçesi
kabarıyordu. Erkeğin parmaklarıyla sarmaş dolaş olmuş parmakları yanıyordu, ağzıysa limon yaprağı
kokuyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:514)
“Sonra bütün kalabalığın duyabileceği bir sesle, ‘Bu kasabada herkes yalancı bibi!’ diyecekti. ‘Bunların
hepsi yüze gülücü. Arkandan kuyunu kazıyorlar. Beni İstanbul’a uğurlarken söylediklerinin hepsi yalan.
İçlerinde bir tane bile dürüst insan yok. En kötüleri de teyzem. Hem İstanbul da dedikleri gibi bir yer değil.
Yakub’un halini görsen anlarsın. İti bağlasan durmaz onun evinde.’
Sonra bibisiyle sarmaş dolaş içeri girecek ve şaşkın kalabalığı dışarıda bırakacaklardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:395)
“Leonlar ve Josefino çevresini sarmışlardı. Birden küçük gözlerinde bir pırıltı belirdi ve eğildi,
Josefino’ya yapıştı: ‘Vay, aziz dostum benim’. İyice kollarına düştü adamın, ‘Seni gördüğüme ne kadar sevindim
bir bilsen kardeşim’. Josephino’yla sarmaş dolaş öylece kaldı.”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:217)
“LEONARD - Ama kendisini bıraktım. (Karısına) Ne o, yine ağlayacak mısın yoksa? (Kadının yüzüne
kapanmış ellerini birden çeker.) Haydi gidip çocuğa bakalım. (Sarmaş dolaş çıkarlar. Genç kız gelir, çok
neşelidir.)
(F. Garcia Lorca, “Kanlı Düğün”, sa:17)
“Tania ile Murad, istisnasız toplandığımız her gece oradaydılar; hatta bizim topluluk daha çok onların
çevresinde öbeklenmişti. Semi ile Bilal kah gelir, kah gelmezlerdi; bir gün ağlayarak birbirlerini terk eder, ertesi
gün sarmaş dolaş ortaya çıkarlardı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:179)
“Bir sabah Chatou yakınlarında kamışlar arasında sarmaş dolaş iki ceset bulunmuştu. Kadın da, erkek
de zengin, hemen hemen genç ve yörenin belli başlı kibarlarındandı. Daha geçen yıl evlenmişlerdi.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:123)
“Birdenbire, yüz adım ötede, ağaçların dalları açıldı. İki gölge belirdi. Sarmaş dolaş bir çift, sanki
Tanrı’nın ona fırlattığı canli bir cevap gibi rahibe doğru geliyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:42)
“Paul ona ayrıca uzun bir mektup yazdı. Bahçeyi tam onun beğeneceği bir biçimde düzelteceğini ve o,
nasıl adlarını sarmaş dolaş etmişse kendisinin de Avrupa çiçekleriyle Afrika çiçeklerini öyle birbirine
dolayacağını bildiriyordu.”
(B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:86)
“Bu ağaçlıklar, her bahar mevsimiyle tazelenenn, yeşillenen ve sarmaş dolaş olmuş alçak dalları
arasında, geçen kış sellerinin çalı çırpılarını taşıyan söğüt ağaçları ve yatık, beyaz benekli ışkınları (yeni sürmüş
filiz) ve gölün üstünde bir kemer oluşturan dallarıyla duran çınar ağaçlarıdır.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:7)
“Prens, hala yaşamakta olan yaşlı Scotti’yi, genel karargah saydığı eve çağırıp, Branciforte ile birlikte
oturduğu odaya çıkardığı zaman, zavallı Giulio’nun ne hale geldiğini gözünüzün önüne getirin. İki dost sarmaş
dolaş oldular.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:134)
“Meydanın ortasında, apaydınlık gün ışığı altında saf köylüler alemin taşkınlığı içinde üstlerinden
fırlatıp attıkları elbiselerini, iffetli kadınlar kocalarını, çocuklarını arıyor, insanlar dehşete düşmüş bir halde, hiç
tanımadan sarmaş dolaş oldukları insanlardan çözülüyor; tanıdıklar, komşular akrabalar, eşler herkesin ortasında
rezil mi rezil bir çıplaklık içinde karşı karşıya geliveriyordu.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:242)
“Rengarenk çiçek desenli, üzerine sıkı sıkıya oturan bir giysi giymiş olan Maria onu kaldırımda
bekliyordu. Arkadaşını görünce kollarını açtı ve keskin bir çığlık attı. Rossella da aynen öyle yaptı ve sıkı sıkı
kucaklaştılar. Sarmaş dolaş olarak konuşmaya ve sorular sormaya başladılar.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor”, sa:106)
“AFFET BİZİ LAMBA
Öyle sarmaş dolaş olduk,
O kadar geçtik ki kendimizden
Lambayı söndürmeyi unutmuşuz,
Perdeleri çekmeyi de.
Meğersem sabah olmuş;
Gün pencereden bizi gözetler.”
(C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:153)
“BİZ
----Derin yerde köklerimiz
Tesadüfen sarmaş-dolaş,
Nasıl gerçekleşti bu giz,
Bilmiyorduk, nasıl bir iş!”
(Nadejda Teffi<1872-1952>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 18.12.02)
“Küçük Prenses içeri girdi. Parça, yarıda kesildi, bir haykırma, Prenses Mariya’nın ağır adımları ve
öpüşme sesleri duyuldu. Prens Andrey içeri girdiği zaman, ancak bir defa düğününde görüşmüş olan gelinle
görümce sarmaş dolaş olmuşlar, birbirlerini rasgele şapur şupur öpüyorlardı.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:226-7)
“Joel ayağa kalktı. Gregorao bir kibrit çaktı. Ve gülümseyen Joel’le burun buruna geldi. Ağzı açık
kaldı. Kendine geldiğinde, gözleri yaşlarla doluydu. Gülünç bir şekilde kekeleyebildi ancak:
‘Yavru.’
Sarmaş dolaş oldular. Artık Joel’in içini dökebileceği bir dostu vardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:149)
“ ‘Derken Chopin’e geçiyor Maria. Kristal narinliğinde, ürkek çekingen tonlar, düşlerde gezinen silik
ritmler, olağanüstü güzellikte sarmaş dolaş zarif figürler, eciş bücüş olduğu kadar duygulandırıcı akortlar, uyum
ve uyumsuzluk birbirinden ayrılacak gibi değil artık.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:70)
“Bir susma oldu, fakat, sarmaş dolaş yattıkları yerde ne kadar sussalar, kafalarının içinde,
düşüncelerinin atışını hisssediyorlardı. Nefesi daima daralan bu ihtiyarın işini tamam etmek ne kadar kolaydı.
Ağzına önemsiz bir şey, bir mendil tıkamak yeterliydi.”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:II, sa:368)
“... iki ya da üç ay önce yatakta bir erkekle çırılçıplak hayvanca sarmaş dolaş olduğunu, belki de
vücutların hazdan iki dudak gibi birbirine geçtiğini, korkunç bir apaçıklıkla görüvermiştim.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:31)
“Sanırım Oxford’dan mezun olup yurduna dönenlerin beraberlerinde götürdükleri ağır bavulda üç şey
var: Değerli bilgiler, dinç bir beden ve eğitilmiş güç. Ve bunların ötesinde, bir de anılar… Hafif rüzgarda dalları
sallanan yemyeşil ağaçların gölgesinde, kemerli manastır koridorları ile geçitlerinin serinliğinde, iki uyku
arasında geçirdiği saatlerden kalan güzel anılar. Anılar, küçük ve önemsiz gibi görünseler de, insanın kanını
kaynatan, duygularını coşturan, onu zenginleştiren, geçmişi usul ve hoş bir şekilde günümüzle buluşturan,
onunla sarmaş dolaş eden anılar…”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine”, sa:82)
Sarmate (Sarmat’lar – Sarmatian’lar) : (PERS. MYTH.): M.Ö. 6. ve 4. y.y.’lar arasında, Orta Asya’dan,
Ural dağlarını aştıktan sonra güneye, Balkanlar’ın doğu yörelerine yerleşen İran kökenli halk. 5.y.y.’da, Don
ırmağını geçerek komşuları ve benzeri oldukları İskit topraklarını ele geöirdiler. Onlar gibi iyi at biniciler ve
göçebe yaşamı uygulayanlardı. Ostragot’lar ve Hun’ların 4. y.y.’daki akınlarıyla eriyip kayboldular. İskit’liler,
Doğa tanrılarına taparlardı, Sarmat’lar ise, atlarını kurban etikleri ateş tanrısına taparlardı. İskit’lerden diğer
bir farkları, evlenmemiş kadınların erkeklerle birlikte savaşa katılmaları idi. Roma’lılara karşı Pontus kralı
Mitridates’in ordusunda savaştıkları söylenir. Zamanla, sade mezarlarının içine ölen kişinin zati kıymetli
eşyalarını da koymaya başlamışlardı. Yalın savaş alet edavatında göze çarpan farkları, çok uzun kılıç
kullanmaları idi. Bu kılıçların altın bağcıklarla kaplı ahşap kabzalarının tepesinde bir akik <kızıl kahve renkli
değerli bir taş> ya da damarlı akik topuz bulunuyordu. Ayrıca, yüzük, bilezik, taç, broş, toka ve ziynet eşyası
yapımı da çok ileri bir safhadaydı.
“Bana çıtlatıldığına göre yemek benim için düzenlenmişti, her ne kadar üstat Mouche orada idiyse de,
yalnız benim için. Herhalde şu bayan Préfere, tereyağ konusunda bende bir Sarmate damak zevki bulunduğunu
düşlemiş olamalı, çünkü bana ikram ettiği şey son derece bayattı.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu”, sa:143)
Sarp : Kayalık, sert, dik, yalçın
“Ufak tefek, sapsarı saçlı bir Avusturyalı teğmen, tertemiz üniformalar içindeki bir keişf koluna komuta
ediyordu. Saçlarını enselerinde toplayan şeritleri, topuzları, üç köşeli şapkaları, tozlukları, beyaz çapraz askıları,
tüfek ve kasaturaları, her şeyleri tamamdı. Sırayı sarp patikalarda bile bozmamaya çalışarak askerleri ikişerli
kolda yürütüyordu.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:210)
“THE NİGHT OF LOVELESS NİGHTS
(Aşksız gecelerin gecesi)
-----------------------------------------------Kıyıda, sarp mı sarp kayaların eteğinde
Arıyordun deniz yıldızlarının düşeceği koyu:
Akşamdı, soğuk gök boyunca ateşler yol alıyordu
Ve sen düşlere dalarak tuzlalar ortasında”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:97-8)
Sarpa sarmak (herşey, işler) : Karman çorman olmak, bir engele takılmak, çözümü güçleşmek
“Langdon kaşlarını çattı. On Draco devini al! - On sahte alim! Hem Sophie’nin, hem de kendi iyiliği
için mesajı anlayabilmeyi isterdi. Bakışlarını gizemli kelimelere çevirdiği andan itibaren her şey sarpa sarmıştı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:104)
Sarsak; Sarsak bir Flaman kuşu gibi yürümek : Titrek, sallantılı; Sallana sallana, sarhoş gibi kaypak bir
yürüyüşle yürümek
Bk.: Sarsak sarsak
“UMARSIZ
------------Büyüye uğramış bir mutsuz sarsak
Ellerle yoklayıp duran boş yere,
Çıyanlı bir yerden kaçmak üzere
Anahtar ve ışık araştırarak.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867Z, “Kötülük Çiçekleri”, sa:159)
“D’Arrast bir an duraksadı, sonra istenen belgeyi çıkarıp uzattı, beriki bunu hırsla kaptı. Pasaportu şöyle
bir karıştıran uzun boylu, sarsak adam, pek belirli bir hoşnutsuzluk gösterdi. Cüzdanı, kılını kıpırdatmadan bu
öfkeli adamı seyreden mühendisin burnuna doğru uzatarak yine söyleve başladı.”
(A. Camus, “Büyüyen Ağaç”, sa:48)
“KOMİSER - (Kulise doğru göz atar.) İşte, onu geri getiriyorlar. (Girişe doğru.) Gelin, gelin. (Sarsak
bir flaman kuşu gibi yürüyen Benzer içeri girer. Sahnenin ortasındaki tekerlekli sandalyeye oturtulur. Benzer’in
içeri girmesiyle, polis memeuru, daktilo sehpasıyla birlikte onun soluna kayar.)
(D. Fo, klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:35)
“Taşın üzerine oyduğu ilk küçük çizgi, K. için bir kurtuluş oldu; ama adamın alabildiğine kendini
zorlayarak bunun üstesinden gelebildiği anlaşılıyordu. Kaldı ki yazı da eskisi kadar güzel değildi; en başta altın
yaldızdan yoksun görünüyor, soluk ve sarsak uzanıyordu.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Bir Düş”, sa:104)
“Korkunç sarsak göbeğine, bronşitli sesine, geniş, solgun, daha çok Sargent’in Henry James portresini
andıran, çekingen bir gurur ifadesi takınmış yüüzüne, saçları tamamen dökülmüş kabak kafasına, solgun,
torbacıklı gözlerine, boşu boşuna yukarı kıvırmaya çabaladığı sarkık bıyığına baktığınızda, zavallı yaşlı amcanın
bir zamanlar genç olduğuna asla inanmazdınız.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:70)
“Dorothy bir an daha ayakta kaldı. Bayan Mayfill yavaş, sarsak adımlarla sunağa yanaşıyordu. Zar zor
yürüyebiliyordu, ama yardım önerilerinden fena alınırdı. Yaşlı, kansız yüzüne göre ağzı şaşırtıcı ölçüde geniş,
gevşek ve ıslaktı.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:15)
“Biri vardı… Bir adam; ama gerçekten bir adam olduğu söylenemezdi. Neredeyse bir çocuk; daha sakalı
çıkmamış. İlk delifişek kıllar, çirkin sarı lüleler halinde ancak belirmeye başlıyordu. Cılızdı, konuşmayı
bilmiyordu. Yalnızca anlaşılmaz sesler çıkarıyordu. Göğsü içeriye çökük, yürüyüşü sarsak. Bakışsız gözler, çok
büyük bir kafa. Öbür insanların kendisinde uyandırdığı korkuyu hafifletmek için gülümsemekten başka bir şey
bilmiyoru. Adı Pedrinho’ydu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kayığım Rosinha”, sa:182)
Sarsak sarsak : Kaypak, savrula savrula (Genellikle: yürümek)
Bk.: Sarsıla sarsıla
“ ‘Kaç yıldır bu ailenin kiracısıyım, senli benli davranışları bir yana, bana karşı çok iyidirler, ne var ki
karşılarına alıp bitmez tükenmez ve bezdirici nutuklar çekmeyi üzerlerine saymaları can sıkıyor......
‘Bilmem kendileri farkındalar mı, Katolikliği anlayışları bambaşka -sanırım farkındalar bunun, zaten
bu yüzden çok rahatım yanlarında-, onların anlayışı sarsak sarsak yürüyen karasinekler gibi Roma’nın yüzüne
yayılan alay alay kilise adamının anlayışından farklı.’ ”
(M. Butor, “Değişme”, sa:150-1)
“Trenim Baden’e yeni gelmiş, vagonun merdiveninden biraz zahmetle yeni inmiştim ki, kentin büyüsü
hemen hissettirdi kendini. Peronun beton zemini üzerinde dikilmiş, gözlerimle otelin kapıcısını ararken, trenden
siyatik hastası üç, dört meslekdaşımın daha indiğini fark ettim, söz konusu müptela oldukları bacaklarını korka
korka hareket ettirişlerinden, sarsak sarsak adım atışlarından ve sakıngan devinimlerine eşlik eden biraz çaresiz
ve ağlamaklı mimiklerden açıkça belli olmaktaydı.”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk”, sa:12)
“Yemek odasının önüne gelince, Pierre, önce mi girsin, sonra mı diye duraksadı, derken sarsak sarsak
kapıyı açtı, annesiyle babasını masada karşı karşıya oturmuş gördü. Annesine yaklaştı, eskisi gibi, onu
yanaklarından öpeceği yerde, birkaç zamandan bu yana yaptığı gibi, ona yine alnını uzattı.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:162)
“..... temel hedef ise, hepimiz kör olup ortalıkta sarsak sarsak dolaşırken görme yetisini korumuş
olduğu söylenen o kadın ile bu yeni beyaz oy salgını arasında herhengi bir bağ olup olmadığını ortaya
çıkarmaktır.”
(J. Saramago, “Görmek”, sa:204)
“Sarhoş gibi sarsak sarsak yürüyen kara sıpa, her nedense arada bir duruyor, kulaklarını dikip bir
zaman arkasına baktıktan sonra koşarak anasına yetişiyordu.”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:11)
“ ‘Tıpkı çingeneler gibi alelade serseri makulesi, onlar tıpkı serseriler gibi muamele görmelidir,’ dediler
ve başları havada, azametli bir tavır takındılar; küçük Cüce çayırların arasından sarsak sarsak bakıp setin
üzerinden saraya doğru yollanırken de pek memnun oldular.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:24)
“ ‘Yetki sözcüklerini, onları söyleyenler çürütüyor. Beyaz, incir ağaçlarıyla gölgelenmiş, çocukların,
çıplak çocukların, tozlar içinde yayıldıkları, şarapla gerilmiş keçi derilerinin içki evi kapısına asıldığı bir yoldan
inen, bu ürkek, üzünçlere kapılmış, yaralı, ölü gibi sararmış biçimlerle, bu acıklı dinle, dalga geçerim ben, vız
gelir bunlar bana. Paskalya’da babamla Roma’ya gitmiştik; sarsak sarsak kafalarını sallayarak caddelerde
İsa’nın annesinin titrek biçimini dolaştırıyorlardı; camdan bir kutu içinde de acılı İsa’yı.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:27)
Sarsalamak : Sarsmak, silkmek, titretmek
“Çözüyor yine dizlerimin bağını Eros,
sarsalayıp beni,
kaçsan kaçılmaz, o tatlı-sert yaratık”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:130)
Sarsıla sarsıla : Sendeleyerek, sarsak sarsak, sarhoşvari
“Bir taraftan sarsıla sarsıla yürüyor (adeta denizde giden gemiler gibi yalpa vuruyordu), gözlerini oraya
buraya kaydırıyor (çünkü hiçbir şeye doğrudan doğruya bakmaz, sanki hayatın alayını, öfkesini hoş
görmüyormuş gibi gözünün ucu ile yan yan bakardı) ..... bir taraftan da şarkı söylüyordu.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:208)
SARTRE, Jean-Paul : (1905-1980) , Fransız, Egzistensiyalistik filozof ve yazar, yaşam savaşında, insan’ın
kendi yapısını b e k i r l e m e d e aktif bir rolü olduğunu, ve varolan öteki n e s n e l e r l e kendi varlığı
arasındaki farklılığı i n c e l e m e k zorunda olduğunu, ve kendi-insan varlığının ne anlama geldiğini
sorgulamasının esas işi olduğunu vurgulamıştır.
“Sartre, Descartes gibi ö z n e’den yola çıkar, i n s a n’ın özgürlük ve sorumluluğu’nun n a s ı l
açıklanabileceği problemini ortaya koyar.
Metafiziği : ‘İnsan bir masa yapmak isterse, bu fikrin ö z ü, insanın varoluşundan önce gelir. İnsan, ilk
bakışta sanki bir TANRI-YARATICI’nın eseri gibi görünür. T a n r ı yoktur, onun için de insan’ın da,
yaratılmadan önce Tanrı tarafından belirlenmiş bir ö z ü de olamaz. İnsan, öncelikle v a r o l u r, kendisini
nasıl yaparsa öyle olur. ‘Neyse o olan’ kayalardan, taşlardan farklı olarak, bilinçli bir ö z n e d i r. Yani,
‘varolduğunun bilincindedir’. Bundan dolayı, insana, önceden verilmiş ve değişmeyen bir ö z eklemek,
yüklemek söz konusu olamaz. İnsan’ın, sonsuzca değişme kapasitesi vardır. Bilinçli bir ö z n e, sürekli olarak bir
g e l e c e k önünde duran vir varlıktır; b i l i n ç, ö z g ü r l ü k ve g e l e c e ğ e doğru yönelmiştir.
B i l i n ç, dünyadaki şeylere , ‘V a r l ı k vermese bile a n l a m’ verir. Bilinç, kendini aşar ve
N e s n e l e r arsına bir mesafe -yakın ya da uzak- koyarak, bir kontrol - b a ğ ı m s ı z l ı k yaratır.
İ n s a n ı n v a r o l u ş u, onun n e o l a c a ğ ı’ndan önce gelir. Nesne’lere n a s ı l ve n i ç i n
bağlanacağı konusunda bir fikir sahibidir ve bir seçeneği vardır. İnsan özgürlüğe mahkumdur.
İnsan,, v a r o l u ş u n u bir ö z’e dönüştürür ve öylece, ‘kendi özü’nü oluşturur. Bu demektir ki,
o, kendisini sürekli olarak yeniden yaratır.”
(Ahmet Cevizli, “Felsefe Sözlüğü”, sa:821-2)
Sasalak : Saloz, aptalımsı, şaşkın ve çekingen (Argo)
“Birkaç gün sonraydı, kapım iki kere çalınıp susunca, eski postacım hasretime dayanamayıp döndü
sanarak kendimden bile saklayamadığım bir sevinçle kapıya koştum. Değilmiş, karşımda gene bu sasalak suratlı
yeni postacı duruyor, yanlış bir şey yapıyor olmaktan duyduğu çekingenlikle, parmak uçlarında dikkatle tuttuğu
‘taahhütlü gönderilmiş’ bir zarfı bana uzatarak...”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:524)
Sası, Sası sası sarmısak kokmak : Pis kokulu, pis; mide bulandıracak kadar kokulu
“Sası sası sarımsak kokan genç bir göçmen, yanıma yaklaşıyor:
‘Ben, San Francisco’ya gidiyorum… Ya sen?’
‘Tombouctou’ya.’
‘Nerede orası?’
‘Kanada’da.’
‘Orası çok soğuk yermiş, diyorlar…’
‘Rahat bırak beni!’ ”
(P. İstrati, “hayat yollarında”, sa:74-5)
“ESKİ BİR AHŞAP KAPIYA HİTABE
----------------------------------------------Ben kadınca küçümsendim-sen inekler tarafından
Nasıl seveyim şimdi zengin çiftçi tarlalarını
Bekleyen demir kapıları? Her biri sıkı, sası,
Salınıp dururlar üzerinde beton temellerinParmaklıklar eski mızrak gibi keskin.
Ama senle ben akrabayız Harabe Kapı,
Başımıza gelenler, kaderimiz hep aynı.”
(Patrick Kavanagh<1904-1967>-Suat Başar Çağlan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.02.10)
“Ne yalan söylemeli, gene de seks vaat eden bir yanı var. Yaptığı espriler, aklı sıra beni tavlamak için
bulduğu numaralar, ne kadar sası olursa olsun içimi gıcıklıyor, ne yazık ki böyle... Gözlerimin içine, arzusunu
saklayamayan gözlerle yalvarır gibi bakıyor...”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:102)
Sassanian, Sassanid : (SASA.,TARİH.,KOLL.) <Se’sani> : Sesani, Sasanid. İran’da, Sasani hanedanının
süürdüğü devir ve o döneme ait her şey (M.S. 211-651)
Sassenach : (İNG.,KOLL.)
<Sa’senak> : Scotch ve Irish’lere göre: İngiliz person
Sastyagra’ha : (HİNT.,POLİT.,SOSY.) : <Sasti’agra’ha> : Büyük önder Mahatma GANDHI’nin, 1919 yılları başlangıcında, Hindistandaki İngiliz idaresine karşı başlattığı d i r e n i ş p r o g r a m ı : ‘S o u l F o r c e’
Satara : (GİYS., HİNT., KOLL.)
satchel :
<satara> : Bir tür HİNT parlak yün kumaşı
(GİY.,KOLL.) <sa’çel> : Omuzdan askılı okul çantası
S. A. T. Sınavları : (Es Ey Ti) Bugün Amerika Birleişk Devletlerinde yüksek okul ve üniversitelere girerken
yapılan seçimlerde kullanılan en muteber ‘muhakeme’ testidir. İki esas konudan puan alınmaya çalışılır:
İngilizce ve Matematik. 450-500 arası puan alamayan kendini Ivy-League (Harvard, Yale etc:) hulyalarından
uzak tutmalıdır. Kolay tarafı şudur ki, istediğiniz sayıda (senede iki kez civarında) testlere girebilirsiniz.
Sonuçların ötesinde, son söz, kampüs’te yapılacak kişisel mülakat <interview> ile belirlenir. (İ.E.)
“Pilar öğrenmeye hevesli, planları var, çok çalışıyor; kızı yüreklendirmek, eğitimini ilerletmesine
katkısı olabilecek her şeyi yapmak delikanlıyı da mutlu ediyor. Kız evinden ayrılıp onun yanına taşındığından
beri, genç kız SAT sınavlarında yüksek puan almanın inceliklerini gösterdi...”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:18)
Satanizm : Şeytana tapma mezhebi taraftarlığı
“Kohler birden kuşkucu bir sesle, ‘Masonlar kesinlikle Satanist değiller,’ diyerek fikrini söyledi.
‘Elbette değiller. Masonlar kendi yardımseverliliklerinin kurbanı oldular. 1700’lerde kaçan bilim
adamlarına yataklık ettikten sonra Masonlar farkında olmadan İlluminati’ye paravan oldu.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:53)
“ ‘X.: Alçakgönüllü ve merhametli bir satanizm.’ ”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:137)
Sataşmak :
Mızıkçılık etmek, şaka yapmak, kavga çıkarmaya uğraşmak, tenkit etmek
“Şvayk, onbaşıya sataşmadan edemedi: ‘Sende iş yok, kardeşlik. Bizim orada bir bodrum katında
oturan çöpçü Makaçek’in eline su dökemezsin.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:248)
“Ayrı çağların insanları, aynı bölge ya da yörede, biribirine aldırmadan, ötekilere sataşmadan yan yana
yaşayabilir. ‘Keşiş Peter’in Katolikleri ile Üçüncü Dönem’in Jakobenleri, ayrı ayrı kahramanları, süreleri,
takvimleri ve ahlak ilkeleriyle aynı gök kubbe altında yaşarlar.”
(O. Paz, “Yalnızlık Dolambacı”, sa:13-4)
Satılık kızlar, mal : Parayla aşk yapan kadınlar, sokak kadınları
“Bu saatte büyük kilisenin önündeki meydan bomboştu. Saint-Sulpice’in bittiği yerde görülebilen tek
canlı, gece gezinen turistlere satılık mallarını gösteren ergenlik çağındaki fahişelerdi.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:86)
“... şüphesiz, zariflikten pek az nasibi var, cesareti ise daha da az, sokak fenerlerinin etrafında dolaşarak
kendilerini düşük bir ücretle gelene geçene peşkeş çeken şu satılık kızlardan birine yaklaşmayı göze alamıyor ve
öfkeyle dolup taşarak, kendisinden daha cüretli olan gençlere haset duyuyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:136)
Satılmış : Satın alınmış, casus (Anadolu’da, eğer bir anne birçok düşük yapar ya da evlatlarının hepsini erken
kaybeder ve en sonunda da bir erkek evlat doğurursa, sağlıklı ve uzun ömürlü kalabilmesi için ona ya ‘Durmuş’
ya da ‘Satılmış’ ismi konması adettendir.
“LENI - Kapını vuracak, sen de açacaksın. Sana ne diyecek biliyor musun?
FRANTZ - Umurumda bile değil.
LENI - Aynen şöyle diyecek: Kendini tanık yerine koyuyorsun ama sen sanıksın! (Kısa bir sessizlik.)
Ne cevap vereceksin?
FRANZ - Defol burdan! Satılmış! Benim moralimi bozmayı asıl isteyen sensin!”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:138-9)
Satıp savmak : İvedilikle elindekileri çıkarmak, her şeyi satmak
“Ben parayı sevemem. Öyle paraya fazla düşkün olanlara kızarım. Geçenlerde şoförün biri, otuz lira
için kalbimi kırdı. Beni sinirlendirdi..... Görgüsüz oluyorlar bunlar, çok görgüsüz. Başka birşey değil. Köyden,
taşradan geliyorlar. Satıp savıp altlarına bir araba uyduruyorlar. Ceplerine de bir ehliyet. Hadi bakalım adam
soymaya.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt: I, ‘Adi Suçlu’, sa:36)
“Varımı yoğumu (Tanrı Hakkı için!) satar savar, har vurup harman savurur, kıymık bırakmam sana!
İki gün düşün taşın, o zamana kadar da gözüme gözükme!”
(A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:174)
“Yeni bin yılın başlamasıyla mahşer günü gelmiş olacaktır; insanlar korkmuş bir halde, paçavralar
içinde ve ellerinde adak mumlarıyla akın akın toplanıp büyük dinsel tören alayları oluştururlar. Çiftçiler
tarlalarını bırakır, varsıllar mal mülklerini satıp savarlar. Çünkü ertesi gün soluk renkli atlarının üzerinde
mahşerin dört atlısı gelecektir. Mahşer günü çok yakındır. Binlerce, on binlerce insan geceleri, bu son geceyi
kiliselerde diz çökerek geçirir ve sonsuz karanlığın içine yuvarlanmayı bekler.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:16-17)
Satır arası : İçeriğinde gizli olan anlam (söz ya da yazın)
“Yazının dili akıcıydı, savunulan düşünceler de akılcı. İnce buluşlar, sanat dolu betimlemeler,
beklenmedik pırıltılar ve ani çıkışlar vardı, satır aralarında.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:219)
Satır satır bilmek : Bir şeyi adeta ezberlemek
“Sıkı bir biçimde takip ederdim bu ‘mecmuaları’. Tabii en çok da Ses’i. Onlarda yazılanları neredeyse
satır satır bilirdim.”
(M. Mungan, “Paranın Cinleri”, sa:52)
Satır satır okumak : Gayet dikkatlice, başından sonuna kadar okumak
“Kocasının düşüp ölmezden önce böyle bir belgeyi hazırlamış olduğundan emin gibiydi. Ayrıca ortada
başka bildiği mirasçı olmadığından, kocasının her şeyini kendisine biraktığına da kuşkusu yoktu. Ne var ki
A’dan Z’ye dek satır satır okuduğu bilimsel notların arasında paraya ilişkin tek sözcük bulamadı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:134)
Satiros :
düşkünü
(YUN. MYTH.):
İnsan vücutlu, teke ayaklı, küçük boynuzlu, yaratanrı yaratık. Mec.: Şehvet
“Kendi kendime ‘Bu kadar güzel şeyin, bu kadar çirkin ellerde bulunması olası mı?’ dedim. ‘Eğer
Catherine beni hor görüyorsa, bu aşağılık Frere Ange’a eğilimiyle, beni aşağılamasını daha bir zalimliğe mi
çevirmeli? Bu yeğleme bana şaşırtıcı görünüyor ve bundan şaşkınlık kadar nefret de duyuyorum. Ama boşuna
Bay Jérome Coignard’ın öğrencisi değildim. Bu eşsiz üstat zihin gücümü geliştirmişti. Nimpa’ların gönül çekici
bahçelerinde görülen satiros’ları gözümde canlandırdım ve düşündüm k, eğer Catherine nimpa şeklinde var
olmuş bir şeyse, bu satiros’lar da öyle bize betimledikleri gibi, bu kapüsen <Bk!>kadar iğrenç olmalıydı.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:61)
Satis superque : (LAT.,KOLL.) <sa’tis super’kay> : Yeter, gereğinden fazla yeter = Enough and more than
enough (İNG.)
Saturn : (AST.,ROMA MYTH.) <Satürn> : Romalı’ların Z i r a a t tanrısı. Sonraları YUN. Titanı Chronos
ile bir tutuldu; Gökteki gezegenlerden güneşe yakınlık bakımından altıncı, kitle bakımındansa Jupiter’den
sonra gelerek ikiinci; etrafında ekvatorünü saran bir halkası ve onlardan özgü uzayda dönüp dolaşan on
u y d u’su vardır.
Saturnalia : (ROM.,MYTH.) <Satur’nalya>Satürn Bayramı: Eski Romalı’ların, aralık ayında, Yunanlılardaki
Dyonisus’a benzer, yeme, içme, eğlence şenlikleri. Bu zamanlarda esirler, geçici olarak serbest bırakılırlardı.
Okul’lar da, Saturnalia’dan sonra açılırdı.
“O y u n (Tedavisi), çocuk için, oyunun kendini en doğal olarak ifade edebilceği bir medya olması
esasına dayanır. Nasıl büyükler, problemlerini ‘konuşarak’ (talking out) ifade ederlerse, çocuklar da
duygularını, ‘oynayarak’ (playing out) ifade ederler.
O y u n, eminiz ki, insanlık tarihi kadar eskidir. Eski Romalılar devrinden kalma kitaplar, o devirdeki
çocukların da bugünküler gibi çeşitli oyunlarla kendilerini eğlendirdikleri gösteriyor. Birdirbir, kör ebe, kuka,
saklambaç, çember, sırıkla oynamak, çelik çomak, ip atlama, uzun eşek, beştaş, aşık oyunu bunlardan en
önemlileridir. İmparator Augustus, ‘Saturnalia<Aralık ayındaki ‘Saturn Bayramı’> bitince, çocuk, çıngırakları,
mile’leri ve ceviz’leri arkasında bırakarak (relinquare nuces –relinkere nuses> okuluna döner!’ derdi.
Halk arasında, başka bir mesel olarak şu da söylenirdi:
‘Rex erit qui recte faciet
<Reks erit ki rekte fecit
Doğruyu yapan Kral olacak,
Qui non faciet non erit.!’
Ki non feçit non erit!’>
Yapmayan Kral olmayacak!
(İ. Ersevim, “Oyun ve Oyun Tedavisi”, sa:11-12)
sauerkraut : (ALM.,YİYE.) <sau’er’kravt> Almanların bayıldıkları klasik tuzlanmış lahana
Saul, Kral : (İSRA. MYTH.) : Benjamin <Bünyamin> soyundan Kis’in oğlu, İsrail’in ilk kralı <M.Ö.
1200>; Aynı şekilde: Tarsus Kralı St. Paul’ün orijinal adı
“Froyland <Alm.: Genç bayan, matmazel> Lydia ne yapıyor peki?’ diye sordu Goldmund. ‘Benim için
bir şey söylemedi mi sana? Bir mektup falan vermedi mi?’
‘Hayır, hiçbir şey vermedi. Kendisini yalnızca bir an görebildim. Diyeceğim, evvelki hava pek iç açıcı
değildi; Beyefendi Kral Saul gibi dolanıp durdu ortalıkta..... Ben gidiyorum artık.’ ”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:156)
Savak : Bir akarsuyu, bir değirmene, baraja ve benzeri kullanım mahallerine yönlendirmek için, arklarda bu
ayrımı gerçekleştiren düzenekler
“Hans, suda sağa sola oynayan tomrukların <suda yüzen, muntazam kesilmiş, sevke koyulmuş ağaç
gövdeleri> üzerine sıçradı, bir söğüt yığınının üzerine uzandı, hayal kurdu; salın ırmakta yol aldığını, hızlı hızlı,
arada bir duraklayarak çayır çimenlerin, tarlaların, köylerin ve serin ormanların önünden, köprülerin altından ve
kapakları açılmış savaklardan geçtiğini canlandırdı gözlerinin önünde, kendisi de salın üzerinde uzanmış
yatıyordu, her şey yine eskisi gibiydi.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:16)
Savat, Savatlı olmak : Gümüş üstüne kurşunla işlenen kara nakış: Bu nakışla işlenmiş olmak
“Tüm Kafkasın yamacında Çeçen Hanlarının sırça sarayları yükselir. Arkalarında ulu Kafkas dağları.
Kimsesiz o saraylardan daha geceleri, bir de tanyerleri ışırken, bir de, bir de, bir de… Kılıç şakırtıları gelirmiş.
Bir de sarayın önündeki ovadan binlerce kır atlı Çeçen, gümüş savatlı koşumları yanarak, kılıçları parlayarak
geçerlerken sarayın önüne gelince, atlarından iner, alınlarını toprağa koyar, beş bin yıllık Çeçen Hanlarını
selamlarlar, sonra da atlarını doldurur, ovadan mor kayalıklı dağlara sürer, dağların mavisinin içinde yitip
giderlermiş.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:47)
“Recep Çavuşun bütün fişeklikleri, kemerleri, tüfeğinin kayışı gümüş savatlıydı. Gümüşler
ustakuyumcu elinden çıkmıştı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:238)
“Kapı açıldı, sürü, sayı sıra tanır akıllı yaratıklar gibi teker teker içeri girdi. Bir az sonra köy içinde bir
ihtiyar belirdi. Bembeyaz çember sakalı yuvarlak kırmızı yüzünün çevresinde gümüş bir hale gibi parlıyor, abani
(ipek, sarımtırak dallı nakışlarla işlenmiş bir tür beyaz kumaş) sarığıyla savatlı bir uyum yaratıyordu.”
(Ö. Seyfeddin, “Yalnız Efe-Yörük Hoca’yla Kızı”, sa:25)
Savmak : Uzaklaştırmak, işten azat etmek
Bk.: Başından savmak
“Şaban altına aldığı ayağını değiştirdi. Uyuşan bacağını kaşıyarak sordu:
-Nasıl savdın o canavarları be Hafız?
Bekir meraktan salt kulak kesilmişti.”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:9)
“İnsanüstü bir gayret sarf ederek, takınabildiğim bütün soğukkanlılığımla gereken açıklamaları yapmış,
komşularımın heveslerini kursaklarında bırakmış, polisleri kapıdan savmış, çakmak çakmak gözlerimle tam
banyoya yönelmiştim ki, salondan telefonun çığlıkları duyulmaya başladı. Benim banyoya yönelmemi fırsat
bilen Tuğde, telefona doğru sekerken, alev dilli bir canavar gibi hızla önünü kestim.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:69)
Savoie, François Eugene de-Carignan : (KUTSAL ROMA-GERMEN IMP.-MYTH.): ‘Savoie’ <Savua
okunur> hanedanının Carignan kolundan, mareşal ve devlet adamı (1663-1736). Kutsal Roma-Germen
İmparatorluğu’nun hizmetinde, Osmanlılara ve Fransızlara karşı çarpışmış, döneminin en ünlü askerlerinden.
Prens Eugene olarak da bilinir.
“Hastaneden taburcu olup cephedeki alaylarına katıldıklarında hepsi de soylu birer yiğit gibi
savaşmalıydı. Savaş meydanında kahramanca çarpışacaklarına, savaşta ve özel hayatlarında onurlarından ne
küçük bir ödün vermeyeceklerine yürekten inanıyordu. Tıpkı General Radetzski ve Eugene de Savoie-Carignan
gibi, yenilmez savaşçılar olacaklarından zerre kadar kuşkusu yoktu.” ........................ “Papaz Katz ikide bir,
‘Tamam mı?’, ‘Bittabi’ deyip duruyordu. ‘Askerlerim, bugün cepheye gidiyorsunuz. Tamam mı? Şimdi,
yüzünüzü Tanrı’ya çevirip dua etmenin tam zamanı. Tamam mı? Başınıza neler gelebileceğini bilemezsiniz,
bittabi!’............. Bir ara, o kadar coştu, kelimenin şehvetine öylesine kapıldı ki, Prens Eugene’i aziz
mertebesine yükseltti: Irmaklar üzerinde köprüler kurarlarken, onları Prens Eugene koruyacaktı. Gene de sahra
ayini hiçbir münasebetsizlik olmadan sona erdi.
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:100;156)
Savoire faire : (FR.,KOLL.) <sa’vuar fer> (Harfi harfine : Ne yapacağını bilmek) ; zeki ve duyarlı olmak =
Tact; cleverness ; Savoir vivre : (Harfi harfine : Yaşamayı bilmek) = Good breeding; polished manners
(İNG.)
Savsak; Savsaklamak; Savsaklanmak, Savsatlatmak : İşini ağır gören; İşi bilerekten ağırdan almak,
geciktirmek, ertelemek, ihmal etmek, kaytarmak
“Eline geçiren, pasaporttaki resmin yerine bir başkasını yapıştırıyor, böylece yaşama boyunca
düşünülebilecek en güzel pasaporta sahip olmuş oluyordu. Pasaportunu fazla göstermemeliydi çevresindekilere;
trenler korkunç insanlarla doluydu. Ayrıca mektup yazmayı da hiç savsaklamamalıydı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:386)
“Böyle şeylere aldırış etmememi, kızını yola getirmiş olduğunu söyledi. Bunları söylerken öyle bir
şeytani gülüşle güldü ki korktum. O zaman Barbara’nın ikazını hatırladım ve konuşmamız mirasın ne kadar
tuttuğuna gelince miktarı söylemediğim gibi, ticaret tekliflerini de savsakladım.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:55)
“Yıllık tatilimi geçirmek için bu yabanıl taş duvarlar evrenine girdiği zaman Jeff, karanlık basarken
ormanda kalıp da elinde olmadan ıslık tutturan bir çocuk gibi, serüvenlerini anlatmaktan kendini alamazdı.
Takvimime geleceği tarihi işaretlemeyi bundan dolayı savsaklamazdım.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:101)
“Yolculukta uyansam, bu uyanış trende uyumaların doğasına ters düştüğü için, her zamankinden güçlü
bir uyanış oluyor. Gözlerimi açıp, yüzümü bir an pencereye dayıyorum. Pek fazla bir şey gördüğüm yok;
gördüklerim, düşlerdeki birinin savsak belleğiyle algılanıyor.”
(F. Kafka, “Hikayeler-İlk Uzun Tren Yolculuğu”, sa:217)
“Bunun da suçu en başta hükümetlerin kendisindedir; çünkü hükümetler yeryüzünün bu en eski
ülkesinde <Çin> şimdiye dek imparatorluk kurumunu, ülkenin en uzak sınırlarına kadar doğrudan ve sürekli
olarak etkisini hissettirecek gibi bir saydamlık ve açıklığa kavuşturamamış ya da bu görevi başka görevler
yanında savsaklamıştır.”
(F. Kafka, “Hikayeler:Şarkıcı Josephine ya da Fare Ulusu-Çin Seddinin İnşasında”, sa:142)
“ ‘Kaytarıyorsun!’
‘Hayır Tania, kaytarmıyorum. Ama her şeye de şu anda karar verecek değiliz. Önce arkadaşlara da bir
yazıp onların durumunu öğreneceğim. Sonra haberleşiriz.’
‘Savsaklıyorsun!’ diye yineledi Tania. Yarın gideceksin ve bu proje unutulacak. Halbuki arkadaşların
o kadar isterdi ki!’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:41)
“Uzun zaman, boşuna, var gücümle çırpındım. Becerikli, iki yüzlü, usta ve önlemli olmadığım için, açık
sözlü, sabırsız ve çabuk kızar bir kişi olduğum için çırpındıkça daldım ve düşmanlarıma, bana yeni yeni
kötülükler etme konusunda, asla savsaklamadıkları fırsatını verdim.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:12)
“<Doktor>, aklına uzun süre önce keşfetmesi gereken bir şey gelmiş gibi, hüzünlü bir sesle mırıldandı.
Yarı ilgisizlik, yarı kötü niyetten oluşan bir çirkef içinde yüzüyoruz. Ve artık zaman yitirdiğini, bilgiyi gitmesi
gereken yere en güvenli biçimde ulaştırmanın, bürokratların işi savsaklatma girişimini atlayıp çalıştığı
hastanenin klinik şefiyle doktor doktora karşılıklı konuşmak olduğunu anlamıştı, daha sonra da o kahrolası resmi
mekanizmanın dişlilerini harekete geçirmeye çalışacaktı.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:36)
“Del Dongo markizinin yanlışları, saçma sapan işleri, görevlileri pek kızdırıyordu, hatta işlerin
yürüyüşünü kensintiye uğratıyordu. Markinin aşırı kralcı sözleri uyutmaya ve savsaklamaya saplatılmak istenen
halkı öfkelendiriyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:35)
“Baş uşak Ole de elinden geldiğince geniş bir çevreye haber yaymayı ve böylece Hauke ile suç ortağı
olması gereken babasına karşı bu çevrede hoşnutsuzluk yaratmayı savsaklamadı.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:51)
Savurmak : Fırlatmak, atmak; hakaret, küfür saçmak
“Raymond kumsala ineceğini söyleyince hangi yana gideceğini sordum. ‘Hava almak istiyorum,’ diye
karşılık verdi. Masson’la ben, ‘Biz de seninle gideceğiz,’ dedik. Bunun üzerine küplere bindi, bize hakaretler
savurdu.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:58)
Savuşmak : Gizlice kaçmak
“İyisi, şimdilik hiç ses çıkarmaz, bir hafta sabrederdim. Baktim ki Mikaella bir yabancı ile baş göz
oluyor, o zaman ben de tası tarağı toplar, savuşurdum.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:56)
“Orlando da böyle yapacaktı, yemin ediyordu. Ancak on altısına henüz bastığından ve onlarla Afrika’da
ya da Fransa’da at koşturamayacak kadar genç olduğundan, annesinin ve bahçedeki tavuskuşlarının yanından
usulca savuşur ve tavanarasındaki odasına gider ve burada atılır, saldırır, kılıcıyla havayı biçerdi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:18)
“Halbuki, bir hektar toprağı ıslah etmek için yüz frangı gözden çıkaramazlar! Güvenleri kalmamış;
babalar, ayakları tutuk beygirler gibi, basmakalıp işler içinde dönüp duruyorlar; kızlarla oğlanlar, inekleri bırakıp
gitmekten, tarlanın toprağından silkinip şehre savuşmaktan başka bir şey düşünmüyorlar...”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:I, sa:201-2)
Saydam : Işığın geçmesine ve gerideki cisimlerin görülmesine engel olmayan; (Fig.) Her şey açık, apaçık,
gözle görülebilir; Gözün en önündeki ışık geçiren kornea tabakası
“Dere otların üzerinde başıboş kıvrımlar oluşturuyordu. Yapraksız kavakların arasından geçen akşam
buğusu, bunların gövdelerini mora boyayarak belirsizleştiriyordu. Bu morluk, ağaçların dallarına gerilmiş ince
bir tülden daha solgun, daha saydamdı. Uzaklarda hayvanlar yürüyordu ama, ne ayak sesleri, ne de böğürtüleri
duyuluyordu; kilisenin çanı ise sürekli çalarak, sakin iniltilerini havaya yaymayı sürdürüyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:123)
Saye, Sayende, sayenizde, sayesinde : Sizin yardımınızla, siz olmasaydınız yapamazdım (Aslında:
‘gölgenizde’) anlamında
“‘Köyün imar işleri nasıl muhtar?..’
Hemen toparlandı:
‘Sayenizde beyim..’
‘Nasıl diye soruyorum!’
‘Sayenizde yeni yeni evler yapılıyor beyim..’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:200)
“Başkan Sato, gelen telefono cevaplamak için uzaklaştı. Arayan Nola Kaye’di. İlk defa, iyi haberler
veriyordu. ‘Hala dağıtıldığına dair bir işaret yok efendim.’ Sesi umutlu geliyordu. ‘Olsaydı, şimdiye kadar
mutlaka görürdük. Durumu kontrol altına almış görünüyorsunuz.’
Sato, Langdon’ın aktarımın tamamlandığını görmüş olduğu dizüstü bilgisayara bakarak, ‘Sayende,
Nola’ diye düşündü, ‘kıl payı kurtardık’ ”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:480)
“Athenaios bir kolunu omzuma dolayarak yanımda durdu: ‘Bak,’ dedi, ‘şimdi Korfu’dan geri
döndüğüne göre yine gelir, bizim yanımızda kalırsın diye düşünüyordum, öyle değil mi? Senin sayende biz
bunca ün sahibi olalım, ticaret yapıp para kazanalım da sen avucunu yalayasın, olur mu öyle şey. Bizim için bu
çok ayıp. Hayır, burada oturacaksın.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:373)
“ ‘Buyurun Hakim efendi.’
‘Nasılsın bakalım Hasan efendi?’
‘Allah uzun ömürler versin Hakim beyefendi, sayenizde geçinip gidiyoruz efendim...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:41)
“Dahası, bir köy rahibi Digne’ye geldiği zaman Madam Magloire’ın elinin sıkılığı ve Matmazel
Baptistine’in kusursuz yöneticiliği sayesinde piskopos, misafirini ağırlayıp mutlu edecek olasılığı buluyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:23)
“Bu yüzden, boyuna karısının ne kadar fedakar bir eş olduğunu söyleyip duruyor. Yani, deliyken tekrar
kendisiyle yaşamayı kabul etti diye.
-O karıya küçük bir fino gibi bağlı ve minnetkar, çünkü onun sayesinde ekmek yiyor, diye düzeltti
Doktor Rebagliati. Camacho’nun karakollarından haber toplayarak kazandığı parayla geçinebilirler mi
sanıyorsun? Orospu sayesinde karnı doyuyor, yoksa çoktan verem olmuştu.”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:356)
“Dorothy biraz para bulmak için beynin harap etti ve sonunda Jül Sezar ile başlayacak, Wellington
Dükü ile sona erecek tarihi bir gösteride karar kıldı. Bir gösteri ile iki sterlin çıkartabiliriz, diye düşündü... Şans
ve güzel bir gün sayesinde, üç sterlin bile toplayabilirlerdi!”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:326)
“O zaman Fatin, eğer evde ise onun gözüne görünmemek için ufalmak ister gibi tıs bir köşeye büzülür,
hanımefendiyi haksız bularak, ‘İyi ya canım o da bakıversin. Evde hizmetçi yok değil ya; gönül kırmamak için
aldırmıyor ama... İhtiyar adam bu, hiddet eder ya!... Hepimiz sayesinde yaşıyoruz...’ derdi.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:288)
Sayfa karalamak :
Alelacele yazmak, bir hamlede bitirmek
“ ‘Anlıyorum, böyle bir anda hasretlerin yüzeye çıkması normal. Ama bana sanki biraz yolunu şaşırıyorsun
gibi geliyor... Seni tanıyorum Adam. Arkadaşların hakkında yüzlerce sayfa karalayacaksın, ama bütün bunlar sonsuza
dek çekmecede kalacak. Lütfen beni anla, bunu yapma demiyorum. Akıl sağlığına da faydası olacak bir katarsis bu.
Çünkü ‘geçmiş arkadaş’ının ölümü, seni kabul etmek istemediğin kadar etkiledi. Ama kendini aldatma, bunu asla
yayımlamazsın.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:122)
Sayıda sırada olmak : Şanı şöhreti, toplumda belirli bir yeri olmak
“Ketenkuşu, ‘Evvel zaman içinde,’ dedi, ‘hans isminde bir çocuk varmış.’
Su faresi, ‘Sayıda sırada bir şey miymiş bari?´diye sordu.
Ketenkuşu, ‘Yok,’ dedi, 'hiç de sayıda sırada filan değilmiş, temiz kalbiyle iyi huylu insanlara mahsus
yusyuvarlak tuhaf yüzünden başka farklı bir şeyi yokmuş.’
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:41)
Sayıklamak : Özlediği, arzu ettiği bir şeyden sürekli olarak bahsetmek, yinelemek, anmak; yanılmak; ümitsizlik
içinde beklemek
“PHANISCUS - Ben sana bir şey söyleyeyim, baba, sen yanılıyorsun; Philolaches bu evden bugün,
yahut dün taşındıysa onu bilmem, ama burada oturuyor o.
THEUROPIDES - Hayır, altı aydır bu evde oturan yok.
KÖLE, Theuropides’e. - Sayıklıyor musun sen?”
(Terentius, “Hortlak”, sa:65)
Sayılar : Yazı ile işaret, yani rakkamları kullanma, Fenikelilerin yarattığı ilk alfabe kadar eskidir derler.
Kültür arttıkça ve otpluımlar, düzenli bir ‘devlet’ şekline büründükçe, numaralar da: Doğum ölüm tarihleri,
savaşlar, kazanılan servet, mal, para da daha çok tarif edilebilir şekilde nesillerden nesile olası ciiddiyet ve
kat’iueyini kazandı ve korudu. Burada, şimdilik kısaca, Umberto Eco’nun bu eserinde bulabildiğimiz değerli
anektot’ları sıralayacağız şimdilik ve zamanla bu önemli gösterge’i daha çok dokümante edeceğiz. Yüzlerce çeşit
toplumvar, o kadar ayrı dillerle konuşuyoruz, amma hepsi de aynı rakkamları kullanıyor. Bu çok ilginç bir
fenomen.
“ ‘Güzel bir kale, dedi’, ‘orantıları, kemerin yapımını yönetenaltın kuralı özetliyor. Üç kat üzerine
kurulmuş; çünkü (3), kutsal üçlü sayısıdır: 1) İbrahim’i ziyaret eden meleklerin sayısı üçtü, 2) Yunus, koca
balığın karnında üç gün geçirmişti; 3) İsa’yla Lazarus mezarda üç gün kaldılar; 4) İsa, Baba’dan, acı kadehi
kendisindan uzaklaştırılmasını üç kez istedi; 5) Havarilerle birlikte dua etmek için üç kez saklandı; 6) Petrus, üç
kez göründü; 7) Tantrbilimsel erdemler üçtür, 8) Kutsal diller de üçtür; 9) Ruhun bölümleri, düşünen yaratıklar
da üç sınıfa ayrılır: melekler, insanlar ve şeytanlar; 10) Üç çeşit ses vardır: ‘vox’:insanların sesi, ‘flatus’:
barsaklardan salıverilen gas sesi; ‘pulsus’ : nabız sesi; 11) İnsanlık tarihinin de üç dönemi vardır: Yasadann
önce, yasa dönemi ve yasadan sonraki dönem. Bunlara katılabilecek bir iki item daha vardır : Eski Osmanlı
Şeriat usulünde, nikahta taraflardan biri, üç kez, iki şahidin huzurunda: ‘Boşsun, boşsuni boşsun!’ dediğinde
nikah sona erer; Çocuklarla oyun oynarken, ya da sportif hareketlerde başlangıç hareketliliğini verirken
müsabıkları hazırlamak için, bir, iki üç, desin, koşu başlar; İnsanlar birbirlerine bir şeyi bir daha yapmamaları
için ciddi ihtarlar verdiklerinde, birden başlayıp, üçte kararlarını verirler, Hava erleri, uçaktan atlarken birden
üçe kadar syarlar; Olimpiyat ya da düz yarışlarda başlangıç için aynı sayılar sayılır v.b.>........... ‘Ama , d ö r t g
e n (4) biçimi de,’ diye sürdürdü Başrahip, ‘tinsel ders bakımından zengindir. 1) Dört yön vardır; 2) sonra dört
mevsim; 2) Dört temel öge; sıcak,soğuk, nem ve kuruluk; 3) Yaşamda dört önemli periyod: doğum, büyüme,
olgunluk ve yaşlılık; 4)Canlılar için yaşam yeri seçenekleri: Gökyüzü, kara, hava ve deniz; 5) Gökkuşağını
oluşturan renkler <?7>; 6) Yılın aylarının göreceli olarak hep aynı ve fakat Şubat ayının dört yılda bir 29 çekişi)..
‘Evet, kuşkusuz,’dedi William, ‘sonra üç dört daha yedi eder, sayılar içinde en gizemlisi; öte yandan
üç çarpı dört on iki eder. Havarilerin sayısı; on iki çarpı on ikiyüz kırk dört eder, ‘seçkinlerin sayısı’. Sayısal
kavramlar dünyasına iişkin bu son bilgi gösterisine Başrahibin ekleyici başka bir şey yoktu......”
<Özel not: Bir iki rakkamın kullanuılış önemini ekleyelim: (13) Birçok kimse tarafından ‘uğursuz’ sayılar,
Tiyatro ya da maçlarda o numarayı seçmişler. Ben kişisel bir olay tanıyorum, 1950 civarında, Açık Hava
Tiyatrosı açıldığı zaman, orada İstanbul Belediyesi Türk Mucisi İcra Heyeti bir konser veriyordu; bilet paraları
hayli yüksekti; bizler bir iki öğrenci Konservatuvar’da acı acı düşünüyorduk: Nasıl kırardık? Bir yandan ben Tıp
talebesi, arkadaş hukuk öğrencisi, bir yandan da Konservatuvar öğrencisi, içeri bedava anasıl gireriz? Ben
‘kanun’umu yüklendim, kapıya gelince ‘Hocam Fikret Kutluğun yedek kanununu getiriyorum’’ diye, elimde
kanun, daldım içeri. Sa’di de notalarını getirmişti güya. Her neyse, girdikten bir iki dakika sonra, gözcüler
bedavacıları tepen aşağı teker teker taramaya başlayınca, ben de ümitsizlik içinde aşağı sıraları kolaçan etmeye
başladım. İlk sıraya gelince bir de ne göreyim: No.13 boş. Yanlarındakine sordum, gerçekten boş olduğunu
söylediler. Bir tek ben 13 numaraya bedava oturarak, o müstesna konseri izlemiştim. Hayat boyunca böyle bir
şansı tekrar etmediğimi beyan etmek isterim. No.: 31, malum gençlerin onanizm-mastürbasyon numarası;
40, ‘sana kırk kere söyledim, hala anlamıyorsun!’ : azarlama numarası; Yeni doğmuş çocuğa: ’41 kere maşallah!
Övgü numarası; 69, büyükler için cinsel anlamı olan parola gibi bir rakkam. Hoşça kalın!”(İ.E.)
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz”, sa:483-4)
Sayım suyum yok : Ben sana küstüm bağlamında çocuk oyunlarında mağdur olan bir çocuğun olası sözcükleri
“KABUS YİYEN - Cin misin, in misin, sen nesin?
KRAL - Hortlak mısın, mortlak mısın, ya sen nesin?
KABUS YİYEN - Sayım suyum yok, önce ben sordum.”
(M. Ende, “Kabus Yiyen”, sa:7)
Sayıp dökmek : Bir bir sıralamak (genellikle problemler, şikayetler)
“İlk karşılaşmalarının üzerinden daha beş ay geçmeden, 12 Mart 1979’da düğünleri yapıldı. Ondan beş
ay sonra evlilikleri çıkmaza girmişti bile. Babası, annesiyle olan anlaşmazlıklarını, uyuşmazlıklarını sayıp
dökerek oğlunun canını sıkmak istemedi; ancak durumu özetledi: Birbirlerini seviyorlardı ama geçinemiyorlar,
evliliği yürütemiyorlardı.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:59)
“ ‘Özel etkiler elde etmek için az bulunur türlü içkinin, ekmekler ve etlerin yapıldığı içki, ekmek
fabrikalarımızı, mutfaklarımızı sayıp dökmekle zamanınızı almayacağım..... Bu içkiler birçok yıl, bazıları kırk yıl
bekletilir.’ ”
(F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:72)
“Kerizin yanında neler getirdiğini, evden neler gönderdiklerini sayıp döksem, aklınız durur, götünüz
tavana vurur. Her nasılsa, kendi yemeğini getirtmesine, tütün içmesine izin vermişler.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119)
“Bu tür söyleşilerle ilgili olarak Ziegenhalss’ın sayıp döktüğü başlıklara bir göz attığımızda bizi
yadırgatan şey, bunları her Tanrının günü yiyip yutarcasına okuyan insanların varlığından çok, isim ve paye
sahibi, iyi eğitim görmüş yazarların kof ilginçliklerinin pek geniş kapsamlı tüketimine, ‘tüketelim’ parolasıyla ön
ayak olmasıdır.”
(H. Hesse “Boncuk Oyunu”, sa:20)
“Demeseydi, Kel Mıstık lafı uzatacak, ‘Beyefendi’nin İstanbul’da hangi maksatla tutuklanıp,
candarmalarla buraya gönderilme nedenini sayıp dökecekti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:13)
“En sonunda: ‘Buralarda yıkık duvarlar, kenarlı geniş kiremitler, oymalı taşlar gördünüz mü?’ diye
sordum.
-‘Valla, hiç dikkat etmedim böyle şeylere!’ dedi açıkça.
Buna karşılık at konusunda bilgili olduğunu gösterdi. Benim atı eleştirdi; hani pek de güç bir iş değildi
bu.. Sonra, ünlü Kordoba harasından gelen kendi atının soyunu-sopunu sayıp döktü.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:43)
“ ‘Ne! Hizzettiğiniz heyecanı hatırlamıyorsunuz demek? Birşeyi yakalamak için ileri atılmaya
çabalayan ellerinizi, gözlerinizi, bütün vucudunuzu; dudaklarınızı nasıl ısırdığınızı, gözyaşlarını nasıl gözlükle
tuttuğunuzu hatırlamıyorsunuz demek?’
‘Olup bitenleri şimdi siz sayıp dökünce, hareketlerimi hatırlar gibiyim,’ dedim.
(K.S. Stanislavsky, “Bir Aktör Hazırlanıyor”, sa:29-30)
“Yavaşça herkes çekildi ve içini boşaltan kızı yalnız bıraktılar; çünkü iyice dağıtmış ve tüm apartmanı
sayıp dökmeye başlamıştı.
-Ben bir hizmetçi parçasıyım, ama hiç olmazsa onurum var! Bu kerhanenizdeki hanımlardan daha
namusluyum! Gidiyorum, çünkü burada içim kalkıyor!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:132)
Sayıp sövmek : Öfkeyle küfür etmek
“İri yarı, bağırıp çağırıp sayıp söven biriyle kendi halinde, çekildiği köşede sessizce oturan açık mavi
gözlü yabancının arasındaki seçimi bırakın ben yapayım, hangisine daha büyük zevkle saldıracağıma karar
vereyim.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:265)
Sayıynan kendine gelmek : Boks’ta düşüp on saymadan yerden kalkıldığı gibi, yavaş yavaş ‘sayıyla’ kendine
gelmeye çağrı
(Anadolu lehçesi)
“Derken iktidar partililernen ver yansın. Ben onlara, onlar bana. Bana Serbest Fırka’yı unutma diyorlar.
Devir o devir değil sayıynan kendinize gelin dedim. E, Rakı, şişede durduğu gibi durmuyor ki. İçlerinde bir
kıranta var, en azgınları o. Dedi ki: Fırkanızı başınıza geçireceğiz dedi. Ben de bok yemişsiniz dedim.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:53)
Saymakla bitmez : Tekrarı o kadar çok ki, say say bitmez, çok sayıda
“Aşçı Mai tencereleri yağlıyor: Becerikli parmaklarını tencereye daldırıp domuz yağını üç kere
karıştırarak yayışını izliyorum. Yaptığı hamur tatlılarını, meşhur salamları ve ıspanaklı yemekleri ve peynir
tatlılarını düşündükçe ağzım sulanıyor.
‘Öyle çok kişi gitti ki,’ diyor, iri hamur topağını döndürürken, ‘saymakla bitmez.’ ”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:168)
“Yazık! Hem kıyasıya harcıyorsun kendini,
Hem gönlün yeltenmiyor hiç kimseyi sevmeye.
Biliyorsun, saymakla bitmez sevenler seni
Ama besbelli sen aşk duymuyorsun kimseye.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:10, sa:61)
Sayrı, Sayrılık; Sayrılar evi : Sağlığı yerinde olmamak, bir illeti olmak; Dinlenme evi, sağlığı bozulanların
uzun süre nekahat ve tedavide buluacakları sağlık yurdu; Hastane; Şifahane
“FENERLER
--------------Rembrand, yalnız bir büyük haçla süslenen,
Fısıltılar dolu, soğuk sayrılarevi,
Gözyaşlı dualar taşar süprüntülerden,
Birdenbire gelip geçer bir kış alevi.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:37)
“ARINMIŞ ÜLKE
Bir ülke görüyorum
Kocaman gökyüzü birleşirken kocaman yeryüzüyle
Açı yok
Sayrısı bakımlı
Çıplağı yok”
(F. Hüsnü Dağlarca<d.1914>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:4)
“İyi değil
insanın
her istediğini
elde etmesi
Sayrılık
sağlığı hoş kılan”
(Herakleitos, “Kırık Taşlar”, sa:30)
“Knulp kıs kıs güldü. ‘Senin de gözünden hiçbir şey kaçmaz! Yazık ki köy bekçisi olmamışsın. Sözün
kısası, yarın sayrılar evine yatacağım. (Dr.) Machold beni oraya yolluyor.’ ”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:95-6)
Sayvan : Samanlık, ahır; Güneşten, yağmurdan korunmak için ya da süs olarak bir şeyin üzerine çekilen dam
saçağıgibi düz ya da eğilimli örtü; saçak, süs saçağı
“Haçça da dokundu. Sıcak diz...
‘Biz onu bunu bırakalım da...’ dedi Haçça. ‘Güzün şu sayvanın üstüne bir güççük oda yapalım. Taku
tuku taşıyalım içine. Anamı da boşalacak yan eve alalım. Ben utancımdan gahroluyorum.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:94)
“Bunun üzerine, muazzam bir haykırış yükseldi. Ziller ve çıngıraklar daha hızlı çalmaya başladı. Tefler
şıkırdıyordu. Al kumaştan büyük sayvan, iki sütunun arasına daldı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:386)
“Bak nasıl örtüyor yemyeşil çınar
aşıkların gizini, kutsal yapraklardan
bir sayvan yapıp onlara. Sarkıyor dallarından
salkımları güzelim asmanın, sevinci mevsimin.
Durma, boy at çınar ağacı! Gizlesin her zaman
yemyeşil yapraklarının yoldaşlarını Aphrodite’nin.”
(Thallos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:47)
“Emektarlar kendi oturma odalarında dedikodu yaparken, Orlando eline gümüş bir şamdan aldı ve bir
kez daha salonlarda, galerilerde, avlularda, yatak odalarında gezintiye çıktı; bir kez daha ataları arasındaki şu
Baş Mabeyincinin, bu Hazinecibaşının esmer yüzünün kendisine yukardan heyula gibi baktığını gördü; kah şu
görkemli koltuğa kuruldu, kah bu rahat sayvana uzandı;kapıya asılı nakışlı halıyı, sallanışını izledi...”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:116)
Sazan balığı gibi peşine düşmek, izlemek : Tatlı sularda yaşayan, elips biçiminde, ortalama bir metre
boyunda, kemikli, derisi pullarla kaplı, çensinde iki uzun bıyığı bulunan, sırtı gri-siyah-yeşil renk karışımında,
takipçiliği, ısrarlı avcılığı ile bilinen balık
“Alıntılar konusunda, illiyet <nedenselik> araştırmalarını her zaman çok ciddiye almışımdır. Gençlik
arkadaşlarım bunu bilirler ve bazen eğlenmek için bana yem atarlar, ben de sazan gibi peşine düşmekten kendimi
alamazdım: ‘Bunu kimin söylediğini bulamazsın...’ Eskiden, araştırmanın sonucunu göz açıp kapayıncaya kadar
önümüze seren mucizevi ‘arama motorları’ yoktu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:97)
Saza söze düşkün olmak : İçki ve işret alemlerine katılmak
“-Mezin’i <müezzin> neden yakalamışlar? O da çini mi satmış?
-Hayır. Mezin saza söze düşkün... Çalgıdan, türküden baş alamayan bir gavur mezin...Cemile adında
bir dostu <sevgilisi> var.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:107)
scabra rubigine : (LAT.,ASK) <skab’ra rubi’gini> : Askeri materyalin üstüne zamanın getirdiği ‘sert pas’
“Tümseğin çevresinde şosenin taşlarından seken gülleler Napoléon’a kadar (Wellington savaşı) geliyor
idi. Brienne’de olduğu gibi, başının üstünde kurşunlar ve karabina mermileri ıslık çalıyordu. Daha sonraları
hemen hemen atının durduğu yerde delik deşik gülleler, eski kılıç demirleri, pasın kemirdiği şekilsiz şekilsiz
mermi parçaları toplandı : Scabra rubigine”
(V. Hugo, “Sefiller”, Çev.:Semih Atayman, Cilt:II, sa:46)
scala : (İTA.,MUS.) <skala> : Merdiven, basamak, maaş değerleri; Nota; scale : (İNG.) <skeyl> : ölçmek,
terazi; Balık pulu; Scala Santa : Roma’daki Kutsal Merdivenler : “Holy Staircase” in Rome. Supposedly,
transferred miraculously from JERUSALEM. According to legend, these stairs were trod <üzerine ayak basılmış
>by CHRIST when he was brought to PilateS place (İNG.)
Schachleitner, Alban : (DİN,TAR.) <Şah’ layt’ner> . Peder; 1910-1930’larda, Çekoslovakya-Prag’da bir
Benedikten keşişi. Sonradan Almanya’ya göç edip Nazi olduğu söylenir
“Ama orduya katılmadan, (Rahip) Otto Katz’ın aklına, kendini vaftiz ettirmek gibi çok parlak bir fikir
gelmiş, kendini kalkındırması için İsa’ya yönelmişti. Sonsuz bir güvenle başvurduğu Tanrı’nın Oğlu ile bir iş
ilişkisi olarak görüyordu bunu. Prag’daki Emmaus Manastırı’nda, ciddi bir törenle vaftiz edildi. Katz’ı vaftiz
kurnasına bizzat Peder Alban batırdı. Olağanüstü bir gösteriydi. Otto Katz’ın alayından dindar bir binbaşı ile
Yardımseverler Derneği’nden yaşlı bir hanımefendinin de hazır bulunduğu törende, Katz’ın vaftiz babalığını,
gerdanı kat kat olmuş bir Kilise temsilcisi bulundu.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:106)
Schlafen Sie wohl ! : (ALM.,ZAMAN,KOLL.) <Şlafen Zi vol> : İyi geceler, iyi uykular ! = Sleep well;
Good night ! (İNG.)
Scu İpsit : (LAT.,SAN.,MİMA.) <Sku İpsit> : Eski Romalılarda, San’atkar heykelini yaptıktan sonra, isim
yerine attığı imza : ‘İşte şehrin adamı’nın yaptığı heykel, dimdik duruyor!’ demek istedikleri sanılır (İ.E.)
scutarius : (LAT.,TAR.,KOLL.) <sku’taryus> : Kalkancı, kalkan taşıyan; scutus : <sku’tus> kalkan;
scutarii : <sku’taryi> Eski Roma lejyonlarında kalkanlı bir tür asker
Sebeplenmek : Bir çıkar temin etmek, dolaylı olarak yararlanmak
“Onu eskiden şöyle üstünkörü bir görmüştüm. Fevkaladeliği yoktu. İhtiyar tüccar problemini
duymuştum. Zaten herif hasta, yatalak, bir ayağı çukurda… Gruşenka bundan da iyice sebeplenecektir.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:180)
“Semtte hırsızlık günah sayılmazdı; hatta yarı aç, yarı tok geçinen semtliler için birinci kazanç
kaynağıydı. Bir buçuk ay süren panayır, bir yıllık geçimi sağlamıyordu. Bu yüzden hatırı sayılır birçok yerli de
nehirden sebeplenerek, sular taşıdığı zaman ortada odun, kalas ve kereste adına ne varsa, hepsini toplayıp salla
üzerinde evlerine taşırlardı.”
(M. Gorki, “Çocukluğum”, sa:238-9)
“BİR TAŞRA AKTRİSİNİN
MİNİK GECE İTİRAFI
----------------------------------Dedikodu açlığı var her yanda,
İlginç bir şey açlığı kol geziyor!
Akşamları herkes bu kasabada
bizim sırlarımızla sebepleniyor.”
(Stefan Tsanev<d.1936>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.07.07)
Sebep olanlar kebap olsunlar : Bir kimsenin olası masumiyetine karşın onu mağdur durumda bırakanlara
söylenilen ilenç
“Kalabalıkta gene de bir dalgalanış:
-Geçmiş olsuuuun!
-Sebep olanlar kebap olsunlaaar!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:193-4)
Sebil; Sebil etmek : Hayrat, ölmüşlerin ruhuna; Hayratlık, bedavadan, karşılıksız bol bol dağıtılan şey
(genellikle su); Gereksiz yere sarfetmek, bol bol vermek
“Bu ilk seyahatimden, daima daha fazla br güzellik, dudağımda öldürücü bir haz bırakmıştır. Ruhum,
böyle yeni bir isyan kaynağı bularak yenileşmiştir; çünkü genç insanın basit ruhu, güzelliğin deşilmesini ve
Tanrı’nın elini ona uzatıp ölümsüz hale sokmamasını kabul etmez. Genç kişi, ben Tanrı olsaydım, der,
ölümsüzlüğü sebil olarak dağıtırdım; güzel bir vücudun ya da yiğit bir ruhun ölmesine izin vermezdim.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:179)
“Çeker mi benim Esin Perim konu kıtlığı
Sen şiirime sebil ettikçe soluğunu,
Yanında kaba kağıt-kalemin kof kaldığı
Hoş varlığın oldukça bana en tatlı konu?”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Soneler”, no:38, sa:117)
“ELMA <1956>
-------Hatırlanacak olursa tam üç gün önce soyunmuştun
Bir duvarın üstünde
Bir yandan elma yiyorsun kırmızı
Bir yandan sevgilerini sebil ediyorsun sıcak
İstanbul’da bir duvar”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:33)
Sebt günü : Musevilerce Cumartesileri, Hıristiyanlarca Pazar günleri uygulanan ‘kutsal dinlenme günü’
Bk.: Yahudilik
“İblis yanıtladı: Aptalı, buğday tanesini değirmen taşında dövdüğün gibi döv, aptallığı geçmeyecektir.
İsa Mesih en yüce kişiyse onu en yüce sevgiyle sevmelisin. Şimdi, ‘on emir’ yasasını nasıl onayladığına kulak
ver. Sebt günüyle ve dolayısıyla sebt gününün Tanrısı’yla dalga geçmedi mi? Onun yüzünden öldürülenleri
öldürmedi mi? Zina işleyen kadının cezasını yasalardan kaldırmadı mı? Kendisini geçindirenlerin emeğini
çalmadı mı? Pilatus <Bk!.>’a karşı kendini savunmayı reddederek yalancı tanıklığa göz yummadı mı?
Havarileri için dua ederken ve onları evlerine almayı reddedenlerin karşısında, sandallarının tozunu silkmelerini
buyurduğunda imrenmedi mi? Bu on emri yıkmadan hiçbir erdemin var olamayacağını söylüyorum sana. İsa,
baştan aşağı erdemdi ve kurallara göre değil, içinden geldiği gibi davrandı.
(William Blake, ‘Cennet ve Cehennemin Evliliği”, sa:57)
Secde etmek; Secdeye gelmek, kapanmak : Yere kapanma, (namazda) yüzünü yere değdirme; çok takdir
etme, kulu olma (fig.)
“Şiir:
‘Yüz senelik kafir, eğer seni görse secde eder ve çabucak Müslüman olur.’ ” ..... “Kendi önünde secde
edenlere kafir de olsa secde ederdi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:149;164)
“Bu mistik mekanda boğucu bir hava vardı. Kapının ardından rüzgarla taşınmış olması gereken deniz
kumu, oyuklara yerleştirilmiş yuvarlak taşları biraz ağartmıştı. Hamilkar parmağının ucuyla taşları birer birer
saydı. Sonra, safran rengi bir örtüyle yüzünü kapatarak dize geldi, iki kolunu uzatıp secdeye geldi.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:140)
“ ‘Yüzlerce senedenberi kalbimizde uyuyan ilahi aşk, senin bir mısraınla tekrar tutuştu...’ diyordu.
‘Güzel İstanbul’ gazetesinin hiçbir şeyi beğenmemekle, herşeye taarruz etmekle şöhret alan münekkidi bile:
‘Ben Orhan Bey’in dehası karşısında secde ederim..’ diyordu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:67)
“Meleğin Yürüyüşü
Bu ölü meleğin başına saplanmış baltayla
ve kesik kanatlarıyla
üstüne yağdıracak o ölümü
o ölümüyle
ve bütün şeyler beleğin bilgeliği altında ve
kötülük yalnız ondan
bu yürüyen meleğe
sabır ve imanla tutunurlarve ona şükrederler,
yapmadan, bir şey yapmadan
lanetlenen zaman ve hayatla
ona yardım edip secde ederler...”
(Fetva Tukan<d.1914>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.11.02)
secundum ipsium naturam : (LAT.,DOĞA,KOLL.) <sekun’dum ipsi’um natu’ram> : Onun normal yapısına
uygun = According to its very nature; secundum legem : (HUK.) <sekun’dum le’gem> : Yasaya göre =
according to law (İNG.)
securus : (LAT.,DAVR.,SYCH.> . <se’kurus> : Kaygısız, endişesiz; FR.: sure, sureté <sür, sürete>,
Emin, emniyet; İTA.: sicuro - sicurta <sikuro, sicurta>
Sed ignotis perierunt mortibusili : (LAT.) <sed ig’notis perie’runt morti’busili> : ‘Onlar, hiç kimsenin
bilmediği bir ölümle yitip gittiler!’ (İtalya-Roma’da, bir “Mezarlık Kitabesi”nden)
Sedilia :
yerleri
(DİN,KİLİSE) <sedi’ya> : Kilise mihrabının güney tarafındaki üçlü kanepeler halindeki oturma
sediola : (ARAÇ) <sedi’yola> : Modern oto’ların icadından önce, evvelki yüzyıllarda, Avrupa’da, asillerin
ve kraliyet ailelerinin kullandığı yollu, lüks payton
“Fabrice, sediola adı verilen bir çeşit araba kiralamıştı. Bu, kırsal yörelere özgü ve yollu araba
sayesinde, beş yüz adım gerisinden annesinin arabasını izleyebildi. Fabrice, ‘casa del Dongo’ <del Dongo
ailesi>nin bir uşağı kılığına girmişti, çok sayıda güvenlik ya da gümrük görevlisinden hiçbiri ondan pasaport
istemeyi akıl etmedi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:181)
Seet : Saat
(Anadolu lehçesi)
“Muhtarla Haceli, hayata çıktılar, yan yana.
‘Bu iş çabuk olacak!’ dedi muhtar. Elini Haceli’nin omuzuna koydu. ‘En geç bir seete kadar. Yoğsam
canım çok sıkılacak yani. İstersen bekçiyi de götür yanında. (Ödlek herifin biridir çünküm.)’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:145)
Sefarat Yahudileri : 1492’de, İspanyada, Castille ve Aragon Kral ve Kraliçelerinin birleşmeleri sonucu,
İspanya’da sona eren Arap hakimiyeti sırasında engizisyon’dan kaçıp Türkiye’ye yerleşen museviler
“Herkesin ‘Madam’ diye hitap ettiği karşımdaki zarif hanımın Raşel Ovadya olduğunu öğrendim. Beş
yüz yıldır İstanbul’un yerlileri olan Sefarat Yahudilerindendi. İsabella ve Fernando zamanındaki engizisyon
İspanyasından kaçıp, 1492 yılında Cadiz limanından kalkan Osmanlı gemileriyle buraya gelmişlerdi. Aynı gece,
aynı limandan, okyanusu dolaşıp Hindistan’a gitmeyi planlayan Kristof Kolomb adlı bir kaşifin gemileri de
kalkıyoru.”..... “Buraya 1492 yılında geldikleri için, artık İspanya’da epey değişmiş olan Cervantes dönemi
İspanyolcası konuşuyorlardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:337-8)
Seferber etmek, olmak; Seferberlik : Maddi ve manevi tüm olanakları sahneleyerek bir gayeye ulaşmanın
planlanması; Eski zamanlarda, harp <savaş) ilan edilmeden, bu tür millet çapında bir hazırlık için, önce
‘seferberlik’ ilam edilirdi.
“Beklerken, Fache’ın gecikmesinin başka bir nedeni aklına geldi. Hasar kontrolü. Emniyet teşkilatında,
bir kaçağın tutuklanması sadece bir nedenden ötürü geciktirilirdi, şüphelinin suçunan emin olmadıkları
zamanlarda. Fache, Langdon’ın aradığımız adam olmadığından mı şüpheleniyor? Bu düşünce korkutucuydu.
Yüzbaşı Fache, Langdon’u tutuklamak için o gece herkesi seferber etmişti. Interpol bile cinayet zanlısını
arıyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:300)
“Hammett bu tür özelliklerimi (öfkemin çabuk kabarması) yakından bildiğinden, kendi salıverilişinden
bir yıl kadar sonra hapse atılmam söz konusu olduğunda, kaldıramayacağım, üstesinden gelmeye çalışırken de
büsbütün batacağım bu olaydan beni korumak için bütün bilgisini seferber etti.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:49-50)
“Ben evlenmeden az önce halam -ruhlarla dost olan-, astrolog bir arkadaşıma yıldız haritamı
çıkartmıştı. Günün birinde elinde bir kağıtla karşıma dikilmiş, ‘işte, bu senin geleceğin,’ demişti. O kağıtta
geometrik bir desen vardı, bir gezegenden ötekine uzanan çizgiler açılar oluşturuyorlardı. Buna bakar bakmaz,
burada uyum, süreklilik yok, sıçramalar, düşmeye benzer inişler var diye düşündüğümü anımsıyorum. Astrolog
kağıdın arkasına şöyle yazmıştı: ‘Zor bir yürüyüş, yolun sonuna kadar varabilmek için bütün erdemlerini
seferber etmelisin.’ ”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:41)
“Avrupa monarşilerinin Fransa’da yeni rejimi boğmaya kalktığı ve ‘yurdun tehlikede’ olduğu bir sırada,
buluş güçlerini harekete getirerek, bu ateş çemberini kırıp parçalamak için seferber olurlar. Bu seferberlik,
Avrupa’da ilktir ve Jakoben bir anlayışla yola çıkmıştır.”
(S. Tanilli, “Fransız Devrimi’nden Portreler”, sa:241)
Sefer çadırı : Eski devirlerde hükümdarların savaşa; Bey’lerin, Kont’ların, halk kahramanlarının ava giderken
içinde konakladıkları her tür araç gereçi içeren otak, çadır
“Yazık ki Mustafa Caddesi dünden beri bir hayli uzamış gibiydi. Bir güneş, bir toz ki, demeyin gitsin!
Sefer çadırı da taşınacak gibi değildi. Tartarin kente kadar yürümeyi göze alamadı. İlk gelen atlı arabaya el
sallayarak bindi.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:76)
Sefil :
(SOSY.) :
Düşkün, fiziksel ve ruhsal perişan bir hayat süren kimse, adi, alçak
“PHEİDİPPİDES - Püh! Çulsuzlar, biliyorum. Sen aralarında o sefil Sokrates’le Khairephon’un
bulunduğu şu yüksekten atıp tutucuları, şu sapsarı benizlileri, şu pabuçsuz serserileri söylüyorsun değil mi?”
(Aristophanes, “Bulutlar”, sa:26)
“Budalanın tekisin. Sen allahın belası, sefil bir budalasın.
Biliyorum. Ama herkesten daha budala da değilim. Orda oturmuş, bana benden daha zeki olduğunu
mu söyleyeceksin? En azından ben ne yaptığımı biliyorum. Yapacak bir işim vardı, onu yaptım. Ama sen
sıfırsın, Mavi. Daha ilk günden beri hapı yutmuşsun.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:72)
“SAİNT PİERRE’İN YADSIMASI
-----------------------------------------Ah! İsa, Zeytinler Bahçesi’ni bir kez an!
Diz çöker, sadelikle yakarırdın yine
Ona ki sefil cellatlar canlı etine
Çivi çakarken gülüp dururdu yukardan.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:233)
“Ama sabahın bu saatindeki koridora karşılık oda, bar, çok daha parlak, aydınlıktı. Bir randevuevinin
kötü niyetli, soğuk, gri koridoru; saat dört. Bütün bu oda kapıları kışladaki kapılar gibi birbirini andırıyor. Hepsi
aynı eski püskü kapılar. Bu sefil yoksulluk.”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:114)
“ ‘Polisim oğlunuza yaptığını düşünürsek,’ diyor Neçayev (Rus Devriminin bir kahramanı), ‘sizin
hiddetlememeniz şaşırttı beni. Kutsal kitaplarda, göze göz, dişe diş denir.’
‘Seni sefil, kutsal kitaplarda böyle bir şey yazmaz. Pavel hakkında söylediğin ne? Hem neden bu
gülünç kılık içindesin?’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:115-6)
“Bir kez pencereleri açınca, onların avlulara, tonozlu odalara ya da, güneşsiz, havasız sefil avlulara
baktığını gördüm. Böyle bir şeye tanık olur olmaz, içim buruk, bütün gücümle haykırdım: Rabbim! Ulu Rabbim!
Korkunç bir hapis hayatı yaşıyoruz!”
(A. Gide, “Batak”, sa:116)
“Kapıya vurdum, cevap veren olmadı. Kapıyı itip içeri girdim. Oldukça geniş, fakat son derece sefil bir
odadaydım. Duvarlar sivri çatının eğim açısına göre yapılmıştı. Kapının yanında pis olduğu kadar karmakarışık
bir yatak vardı. Her yanda düzensizlik hüküm sürüyordu.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:30)
“Süngü çattı çavuş:
‘Sefil!’ dedi zor zaptedilen bir öfkeyle. ‘Nereye gittiğini söyleyecek misin, söylemeyecek misin?’
Gavroche buna da şu karşılığı verdi:
‘Karımın doğum sancısı tuttu da, ebe getirmeye gidiyorum generalim.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:545)
“Lanet okumasının hiçbir yararı olmuyordu... istemekle olmuyordu artık... ama yine de geride bıraktığı
yaşam öyle sefil bir yaşam sayılmazdı. Dünyada gelişen olayları hep sıcağı sıcağına izlemişti. İhtilaller ve
savaşlar gümbür gümbür gelmiş ve sert dalgaları onun yüreğinde de derin izler bırakmıştı.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:522)
“Gene o yaşlı kadın, -konuğuna böylesine insanca davranan o kadın- hastanın önünde bana şöyle
diyordu:
-‘Singo, singo, homte hi mulo.’ (İSP.: <singo, singo, om’te i mulo> ‘Çok sürmez, çok sürmez...
Nasıl olsa ölecek.’)
N’aparsınız! Bu insanlar öyle sefil bir yaşam sürüyorlar ki birisinin ölecek olmasının onlar için hiçbir
korkunç yanı yoktu.”
(P. Mérimée, “Carmen”, sa:129)
“Kalktığında pantolon cebindeki paralar şıngırdadı. Orada tam tamına kaç para olduğunu biliyordu.
Beşbuçuk peni - iki buçuk peni, bir de üç penilik madeni para vardı. Durdu, o sefil üç peniliği aldı ve baktı.
Canavar, beş para etmez şey! Onu alansa aptalın aptalı!”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:9)
“Neredeyse bir sefil gece boyunca o soru aklında gidip geldi. Ama onu rahatsız eden sorunun kendisi
değil, yanıtlanmak üzere olduğu bilgisi idi. Hafızası geri geliyordu, bu kesindi, ve onunla beraber çirkin bir şok
da geliyordu. Kendi kimliğini hatırlayacağı andan korkuyordu.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:141)
“Bozog Alavi İçin
<24.XI.1988>
85 yaşında
sürgünün 42. yılında
yanaşmıyor
hükümetin biri
senin pasaportunu uzatmaya.
---------------------Ve söz,
bu sefil rasgele, orospu,
ağzımıza takılır,
her tüfek ağzıyla
sadakati fısıldamak için.”
(Said<d.1947>-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.05.02)
“Sokak, döküntülerle ve içi boş konserve kutularıyla dolu. Ötede beride pis su birikintileri göze
çarpıyor. İki tane testiyi çeşmeden dolduran yırtık elbiseli ihtiyar bir kadın ağır adımlarla yürüyor. Testilerin
ağırlığı altında beli iki kat olmuş. Birkaç pis ve sefil kılıklı çocuk, arkın içinde oynuyor..... Nihayet pis bir bakkal
dükkanı önünde kuyruk yapan fakir kılıklı bir sıra kadının yanına yaklaşınca, Pierre ev numaralarına baktı ve
durdu:
-Burası.
Bu ev bütün ötekilerden daha sefildi.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:104)
“Yıkımlara egemen olan Doğa tanrıça
Seni geri çekiyor sen hızla yol aldıkça:
Amacı, hünerini sende kanıtlayarak
Zamanı rezil etmek, sefil anlara kıymak.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:126, sa:293)
“ ‘Sizin söylediğiniz otel sefil bir mahallededir,’ dedi adam tatlı dille. ‘Ve malın kalitesi çok kötüdür.
Bombay’a ilk defa gelen turistler, sık sık pek uygun olmayan yerlere düşerler, ben sizin gibi bir beyefendiye
yaraşan bir otele götürüyorum sizi.’ Pencereden tükürüp bana göz kırptı. ‘Ayrıca mal da birinci kalitedir.’ ”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:16)
“Bunu söylemesinin nedeni, diye iddia ediyor Pereira, Rua Rodrigo da Fonseca’daki tıknefes
vantilatörün sürekli vızladığı ve her şeye kuşkuyla bakıp zamanını kızartma yapmakla geçiren cadaloz kapıcı
kadın yüzünden sürekli kızartma kokusunun hüküm sürdüğü şu ufak sefil odaya tanımadığı birini çağırmak
istememesiydi.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:10)
Sefirah, çoğulu: Sefirot : (İBR.) KABALA’nın temel öğretilerinden biri, bir k o z m o g o n i <gökbilimi>
kuramı.
“Bu kurama göre, e v r e n, Tanrı’nın s i m s u n’larla (Bk.: Kapların Kırılması!), kendi kendini
dışlaştırmasıyla oluşmuştu. Bu akışım s e f i r o t (daireler) denen otuz iki daire aşamasıyla gerçekleşmiştir.
Bunlardan herbiri, Tevrat’ın Tanrı’ya verdiği adlardan birini, sonuncusu ise ‘Adonai’ adını alır; tümü birden
Adam Kadmon’u = Örnek insan’ı oluşturur. İlk on daire: yaratıcı söz = k e l a m’dır. On sefirah, sırasıyla,
Tanrı’nın adlarının belirişi olarak tasarlandığı için, Tanrı’nın her adıa bir ‘sıfır’ denk düştüğünden, yeni bir dizi
denklikler oluşturulur.
Sefirot ağacı : Bunda, sefirah’lar değişik biçimlerde sıralanmışlardır. Birinci merkezde YHWH
(Ti f- e r e t>, ortak merkezli dokuz daireden oluşur; ikincisi: her sefirah’ın baş, gövde, kollar ve bacakların
simgelediği insan vücudu: A d a m K a d m o n biçimindedir. Üçüncüsü ise kökleri yukarıya : (Tanrı’ya doğru)
, dalları aşağıda (Yer’e doğru) bir kozmik ağaçtır.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Sözlükçe, 603;621)
Seğirtmek : Sıçrayarak koşmak, koşar gibi adımlarla yürümek
“Köye düşen bu yeni yükün yarısını üstünden attığı için sevinmiş olan belediye başkanı ihtiyar bayanın
bakışlarındaki, artık gidebilirsiniz ifadesine hemen uydu..... Bu sırada ihtiyar bayanın yanına seğirtmiş olan bir
hizmetçi kadın, Milada hakkında verilen direktifleri dinliyordu.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:12)
“Eczacı birdenbire: ‘Ne yapıyorsun sersem?’ diye bağırdı. Sonra da oğluna doğru seğirtti.
Napoléon, ayakkabılarını beyaza boyamak için bir kireç yığınının içine dalmıştı. Azarlanınca uluya
uluya ağlamaya başladı; beri yandan, Justin bir avuç kuru otu kullanarak, çocuğun ayakkabılarını temizliyordu.
Çakı, bıçak filan gibi bir şeye de gerekti; Charles kendi bıçağını verdi.”
(G. Flaubert, Madam Bovary”, sa:113-4)
“Büyük bir acı çığlığıyla yerimden fırladım. Yaşlı amcam bana seslendi:
-Franz’a kapıyı aç!
Kendimden geçmiş bir durumda odanın içerisinde bir sağa, bir sola seğirttim; ne kapıyı, ne kilidi
bulabildim. Yaşlı amcam, bana yardım etmek zorunda kaldı.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:61)
“Ama ancak bir saat sonra doğrulup kalktı adam, titizlikle istavroz çıkardı, arada br duraklayarak kutsal
su kurnasına yürüdü. Hemen seğirtip kurna ile kapının arasına dikildim, bana bir açıklamada bulunmadan ona
yol vermeyeceğimi biliyordum.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:9)
“Karl, ..... öbür yolcularla uzaklaşmaya başlayan tanışı üzerinden ilerilere bakınca, şemsiyesini aşağıda
unuttuğunu hayretle fark etti. Hemen tanışına seslenip bir dakika bavuluna göz kulak olmasını rica etti. Ne var
ki, buna pek sevinmemişti tanışı. Karl, dönüşte aynı yeri bulabilmek için çevresine bir göz gezdirip seğirtti.”
(F. Kafka, “Kayıp”<Amerika>, sa:5)
“Aralarında Belbo’yu tanıyanlar vardı, birileri iyi niyetlerle iki yaşlı kadından söz etti, kim olduğumu
sormadan beni aralarına aldılar. Karanlıkta seğirtip duruyorlardı, birkaç çocuk vardı ve hep yuları bakıyorlardı.”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:12)
“Büsbütün şaşırıp kaldım. Dedikleri gibi, iki jandarma kapının eşiğine oturdu. Diğerleri de öteye beriye
seğirttiler. ”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:127)
“Suvenir, yarı sığıntı, yarı dalkavuk, herkesin aşağı gördüğü bayağı bir adamdı; tek sözcükle söylersem,
çanak yalayıcıydı. Ağzının bir yanında hiç diş yoktu. Bu yüzden buruşuk, küçük yüzü bir yana eğilmiş
görünüyordu. Durmadan oraya buraya seğirtirdi.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:20)
Seher; Seher yeli: (AR.) Tan ağarması, sabah gündoğumundan bir az evvelki an; o vakit püfür püfür esen
tatlı sabah rüzgarı: Tan yeli
“Turnam gelir katar katar
Kanadın boynuna atar
Seher ile bir kuş öter
Öt(ü)şü gül dalında olur”
(Dadal Oğlu-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:571)
“Işık artıyor, sanki iki seher birbirine karışıyordu; artık dostumun sevimli yüzünü daha iyi görüyordum,
limanın rüzgarı içinde hareketsiz ve kederli, yağmurla yıkanıyordu bu yüz.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:17)
“Bizim ellerimiz Aydın elleri
Çifte çifte bülbüllüdür dalları
Kul Mehmet eder seher yelleri
Yarın siyah zülfün böler durmayıp.” <Zülf: saç>
(Kul Mehmet-Prof.Dr. K. Mehmet Fuat, “Türk Sazşairlerine Ait Metinler ve Tetkikler IV”, sa:20)
“15
Ömür gelip geçiyor, vakti ganimet bil uyanılmaz uykulara varmadan,
Yakut şarabı billur kadehe doldur, seher vaktidir, ey delikanlı uyan
Perdesiz, buz gibi odasında uyandı delikanlı...”
(N. Hikmet Ran”, “Yeni Şiirler”, sa:39)
Sehl-i mümteni :
(ARAP): Sade ve kolay bir dille yazılışına aldanılıp herkesin yapabileceği basit bir işlem
olarak görülen, çoğu kez nesir ve şiirin dönüşümlü olarak kullanıldığı eski Arap ve Fars edebi eser yazı tarzı
“Nazım ve nesrin uyumlu bir karışımından meydana gelmiş bu eserin <Gülistan>, çok kısa bir
zamanda yazılmış olmasına rağmen hiçbir noktasında bayağılığa rastlanmaz. Arap edebi nesrinde bir tür olan
makame tarzında yazılmış olan Gülistan’ın bir sehl-i mümteni , bir harika olduğu kabul edilir.”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:11)
seid : (İSKANDİNAV. MYTH.) <s(z)ayd> : Eski Çağlarda, İskandinavya ve Kuzey Avrupada yapılması adet
olan Gaipten Haber Alma ve Kehanet (Divination) Seremonileri.
“İskandinavya’nın Romalıların idaresinde olduğu zamanlar, birçok Tanrıçalar da, örneğin Freyja ve
Freyr, altır’larda heykelleştiriliyordu. Köpek, yaban domuzu gibi hayvanlar da dahil ediliyordu. Domuz ve at’lar
da, ilahi kudretin temsilcileri sayılıyordu. S e i d, yani-Kehanet-divination seremonilerini başlatan F r e y j a idi.
Genellikle bir kadın ya da erkek bunu başlatabilirdi, fakat völva ya da seeress < k a h i n >, eşzamanlarda
Asya’da, Kuzey Sibirya’da süregelen ş a m a n i s t i k gösterilere paralel olarak liderliği alırdı. ‘Kahin’, çok
özel bir saçdüzeni ile nitelenmiş biri olurdu. Başlık, çeşitli hayvan kürklerinden yapılırdı. Ona bağlı olarak bir
büyü kesesi ve bir asa bulunurdu. Seremoniyi, üzerine oturduğu bir yapı iskelesinden, ilahiler, şarkılar
söyleyerek ve etrafındakileri de beraber şarkı söylemeye davet ederek, böylece şarkıların içine sinmiş,
kaybolmuş giz’lerin, ruhların geri gelmesine yardım ederdi. Sonra herkes birden susar ve kahin, ‘trans’-trance –
kendinden geçme, vecit hali’ne girerdi. Artık sorulan suallerle, kaybolmuş bir eşyayı ya da kişiyi bulmak, açlık
ya da doğa olumsuzluklarına yardım için öğüt zamanı gelirdi. Bu tür praktis’in bazen kötü niyetlerle, birine zarar
ya da ölüm getirmek için yapıldığı da olurdu. Tarih, Kral Harald Fairhair’in, oğullarından birini bu suretle
kendine tüm bu tür praktislerde katılan büyücülerle birlikte ölüme gönderdiğini kaydeder.
(H.R. Ellis Davidson; “Scandinavian Mythology”, Library of the Worlds Myths and Legends, Peter
Bedrick Books, 2nd Ed., New York 1988)
Seke seke : Hoplaya zıplaya, topallaya topallaya yürümek
“ ‘Zavallı, dayanıksız, ölümlü yaratık; Tanrı merhamet etsin ona. Seke seke düştüğü için tam olarak
hangi noktadan düştüğünü saptamak kolay değildi; kulenin uçuruma bakan üç yanındaki üç katta sıralanmış
pencerelerden birinden düştüğü kuşku götürmezdi.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:58)
“Bu dehşet ancak bir saniye sürdü, çünkü karanlığın içinde ihtiyarın seke seke uzaklaştığını görür gibi
oldum. Fakat yaşından umulmadık bir hız ve sessizlikle gidişi içimde garip bir huzursuzluk uyandırmıştı.
Nedenini pek kestiremediğim bir huzursuzluk...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:91)
“Onu oracıkta parçalayabilirdim. Dilimi ısırdım. Tam o sırada Gabriella seke seke koridordan geçti;
bize acele bir merhaba deyip aşağı koştu.
‘Bir bu eksikti,’ diye homurdandım. ‘İkinizden hanginiz baştan çıkardınız bunu?’
‘Ne diyorsun, kim onu baştan çıkarmış? O çapkın daha anasından doğmadı.’ ”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:135)
Seki; Sekilenmek : 1) Dağ başındaki düzlük, 2)Toprak üstündeki yükseklik, doğal set; 3) Üzerine oturulacak,
sedir biçimindeki yüksekçe yer; 4) Evlerin önünde oturmak için düzenlenmiş, taştan, topraktan ya da ahşaptan
yapılmış yüksekçe yer; 5) Alçak ayaklı, arkalıksız iskemle, 6) Akarsuların iki yanındaki yamaçlarda, kimi deniz
ve göl kıyılarında görülen basamak biçiminde yeryüzü şekli; 7) Ahşap direkleri nemden korumak için altlarına
konulan taş altlık; 8) Kimi atların ayağında görülen, genellikle dize ya da bileğe değin çıkan beyazlık;
Düzeltmek
“Trenden yorgun indiler. Gidecekleri kasaba çok mu uzaktaydı? Soracak bir kimseyı arandı bu ıssız
istasyonda. Bavullarını, yataklarını, kapkacağı, sandıkları, masaları, sandalyaları istasyon yapısının önündeki
yaşlı bir ceviz ağacının altına yığmışlardı. Hanım bir düz taşın üzerine sekilenmiş örgüsünü örmeğe başlamıştı
bile.”
(Y. Kemal, “Tek Kanatlı Bir Kuş”, sa:9)
Sekizgen : ‘-gen’ ekinin nitelediği üzere, ‘sekiz köşeli meta, mimari eser. Özellikle, Hıristiyanlıkta ‘sekiz’in
yeniden doğuşu-hayata gelişi de sembolik olarak belirttiğini eklersek, manevi değerini daha da çok takdir etmiş
oluruz. Sekizgen mimari bina’ya en güzel örnek, Floransa’da, San Giovanni Vaftizhanesidir (İ.E).
“Langdon, sekizgen şeklin estetikle değil, sembolizm’le ilgili olduğunu biliyordu. Hıristiyanlıkta sekiz
rakamı, yeniden doğuşu ve yeniden yaratılışı temsil ediyordu.. Sekizgen, Tanrının cennet ve cehennemi yarattığı
altı günü, Sebt için bir günü ve Hıristiyanlığın vaftizle ‘yeniden doğdukları’ veya ‘yeniden yaratıldıkları’
sekizinci günü temsil eden bir hatırlatmaydı. Langdon’a göre San Giovanni Vaftizhanesi, Fransa’nın en göz alıcı
binalarından biriydi, ancak oraya yapılmış olması büyük bir haksızlıktı. Bu vaftizhane dünyanın başka bir
yerinde ilgi odağı olurdu. Ama burada, iki dev kardeşinin yanında devede kulak kalıyordu.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:293)
Seks : İnsan ve omurgalı ve daha yüksek biyolojik yapıdaki hayvanların hayatlarının idamesini temin eden
yegane doğal yol: iki ayrı cinsten gametlerin bileşmesi. Bitkisel dünyada rüzgar ya da böceklerin ‘pollen’leri
taşımaları ve bazı ilkel hayvan türlerinde (örneğin balık) yumurtaların bir araya gelmeleri ile, dolaylı olarak,
“döllenme”, dolayısıyla hayatın bekaı temin edilmiş oluyor. Öleceğini önceden bilen yegane hayvan türü olan
insan varlığının ‘duygu’ların önde olduğu yaşam tarzında, seks, doğal olarak, sınırlı olan hayatı daha iyi
değerlendirebilme açısından, eşini seçebilme şansına sahip olduğundan, seks, hayatın niteliği konusunda önemli
bir rol oynuyor.
“Margot hayatta önem verdiği tek şeyin seks olduğunu, seks yapamazsa kendi teninin içine hapsolmanın
sıkıntısı ve tekdüzeliği yüzünden kendini öldürebileceğini söylüyor. Walker susuyor ama ikinci kez onun içine
boşalırken Margot’la aynı görüşte olduğunu fark ediyor. Seks için deli oluyor. Seks, bu dünyadaki tanrı ve
kurtarıcı, tek kurtuluş yolu.”..... “Kardeşimi severdim Jim. Gençliğimde o bana herkesten daha yakındı. Ama
onunla hiç yatmadım. Çocukluğumuzda da öyle büyük bir deneyim yapmadık. 1967 yazında encest macerası
yaşamadık. Evet, o dairede iki ay beraber oturduk ama yatak odalarımız ayrıydı ve seks diye bir şey hiç söz
konusu değildi. Adam’ın yazdıkları düpedüz uydurma.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:140;197)
Seksapel : (FR.): <le sexe appel> <ING.: sex-appeal (seks ap’pil): cinsel çekicilik> Fransızcadan alıntı:
Cinsi cazibesi, albenisi olan. Le sexe faible <lö seks febl-zayıf seks: kadınlar, cinsi latif; le sexe fort-lö seks forkuvvetli seks: erkekler, erkek cinsi
“ ‘ Madem ben böylesine güzel insanı düşünebildim; bu güzel insana ulaşıldı...’ dedi. ‘Ben güzelliğin
Afrodit’iyim... Parayla satılan seksapel’in Afrodit’i değil...’ ”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:25)
Sekte vurmak : Araya girmek, kesintiye uğratmak, olumsuz ya da verimsiz bir düzeye kaymak
“Hepsi bu muydu - bir kendini beğenmişlik bunalımı mıydı? Yoksa, daha iyi, daha ilginç rol teklifleri
alacağı bir sıra işi bırakarak o fırsatları kaçırmaktan, meslekteki ilerlemesine en olmayacak zamanda sekte vurup
belki bir daha o noktaya gelememekten duyduğu korku muydu?”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:60)
“IV (Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?
kasım 1846)
-------------------------------------------Çocuk çağlarında nerdeyse her sabah,
Alışıktı odama gelmeye.
Işığı bekler gibi beklerdim onu.
Girince ‘günaydın babacık’ der, başlardı söze,
Divitimi alır, kitaplarımı kapar,
Yatağıma kurulup, kağıtlarımı savurur,
Gülücükler dağıtıp, bir kuş gibi uçar giderdi.
Yorgun başım ellerimin arasında kalır,
İşime sekte vurur ve notlarımın arasında,
Sık sık çılgın arabesk çizgileriyle çıkardı karşıma.
----------------------------------------------------En sevinçli balolarda bile üzgünüm yine
Giderken, biraz gölge düştü mü gözlerine?”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
Selamet; Selamete ermek : Esenlik, kurtuluş; Başa gelen bir felaketten gün ışığına çıkmak, esenliğini yeniden
bulmak ya da hayatta yıllardır planladığı emellerine kavuşmak
“ ‘Ama nasıl bir beddua edildiğini öğrenemedin.’
‘Aynı dönemde birileri sana da beddua etmiş. Sen öğrenebildin mi?’
‘Evet, öğrendim. Üstelik seni temin ederim benimki seninkinden çok daha çetrefilli bir meseleydi. Sen
ömründe bir kez ödleklik etmişsin, bense kim bilir kaç kişinin hakkını yemişim. Ama sonunda selamete erdim.’ ”
(P. Coelho, “Elif”, sa:23)
Selam atma : Selam verme, selam söyleme, selamlaşma
“Dudaklarından varla yok arası bir gülümseme geldi geçti Bayram’ın. ‘Şuna bir selam atayım.’ diye
düşündü. Sonra vazgeçti. ‘Eşşekleşir.’ Dedi. ‘Selamı mahana eder de vakitsiz bir çıngar çıkarır.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:115)
Selameti kaçmakta bulmak : Kaçarak hayatını kurtarmak
“Derken sahneye güzel bir kız girdi, evcilleştirilmiş adamın yanına gitti, yanağını yanağına dayadı,
çenesini okşadı ama adam dört ayağı üzerinde hayvan olarak kaldı. Başını salladı ve dişlerini gerçek bir kurt gibi
öyle ürkütücü şekilde gösterdi ki güzel yaratık selameti kaçmakta buldu.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:195)
Selametlemek : Yolcu geçirmek, konuk uğurlamak
Bk.: Geçirmek
Selamı (sabahı) kesmek : Arkadaşlığı, dostluğu, merhabayı kesmek
“Anlayacağın, bir Hosanna okumuş ama ölçüyü öyle kaçırmış ki, oradakilerden daha efendice
düşünenler onunla selamı sabahı kesmişler.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:238)
“MARGHERITA - Hoş geldiniz, Sinyor Simon.
SIMON, sert. - Hoş bulduk.
MARGHERITA - Sinyor Lunardo selamı sabaha kesti mi? Sabır ister, sizinle!”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:58)
“Artık berikilerle büsbütün selamı sabahı kestim. Kaç aydır, Sulukule’yi, Aksaray’ı, Balat’ı, Fener’i
unuttum. Çakır Emine’nin mektubunu da yırtıp süprüntü tenekesine attım.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:281)
“Beni etkileyen hiçbir şeyi saklamayı bilemediğim için, sık sık gazilerden ve görünüşlerinin beni nasıl
etkilediğinden bahsediyordum. Bir süre sonra onlara artık yabancı olmadığımı, hatta halk nasıl bakıyorsa, onların
da bana öyle baktıklarına göre beni pekala tanıdıklarını anladım. Selam sabah kesildi. İlk kibarlıklarının yerini
itici bir tavır, sert bir bakış aldı.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezenin Düşleri”, sa:177)
“Günün birinde onun genç bir felsefe öğrencisine önemli ve keyifsiz bir tavırla: ‘Ya! Bugün oturup
Serguine’e mektup yazmam gerek!’ diyeceğini bilse, daha şimdiden onun yüzünü görmemeye razı olur, selamı
sabahı keserdi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:153)
“Ben de neredeyse sürekli Raoul ile birlikteydim. Ve birdenbire bir öğle üzeri sanki beni görmemiş gibi
selam vermeden yanımdan geçip gitti, ailesi de selamı kesti, düşünebiliyor musun Clarissa? Orada oturuyorsun,
karşında o çocuk, daha dün oynadığın, sohbet ettiğin, şakalaştığın -niye söylemiyorsam, öpüştük de- tabağının
içine bakıyorsun ve ne yaptığını bilmiyorsun, boşuna kafa yoruyorsun…”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:29)
Selamlık : Osmanlı devri konaklarında, erkek erginlerin kaldığı bölüm
“-Beni gece haremde kadınların odasına girip saldıracak kadar adi, alçak bir adam mı sanıyorsun?
-Benim ne sanışım para etmez. Ben sana gerçeği anlatıyorum. Eğer dün geceye kadar selamlıkta sana
benzer Hasan adında bir delikanlı bulunduğundan haberim var idiyse iki gözüm su gibi önüme aksın. Tanrı’nın
gazabına uğrayayım.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani”, sa:100)
Selam onların üzerine olsun : Ermiş, veli, peygamber gibi din ulularından bahsederken, esas konuya
girmeden önce, bir hürmet ifadesi olarak eklenen sözcükler
“ ‘Bütün peygamberler ve veliler (Selam onların üzerine olsun) mucize ve kerametler göstermek için
değil, temiz insanları davet ve onlara merhamet etmek için bu toprak alemine gelmişlerdir. Hatta onlar, şöhretin
afetinden kaçmak için can atarlar. Fakat ara sıra bedbahtların yadsımalarının uğursuzluğu nedeniyle kerametler
ve olağanüstü şeyler gösterirler ki başkaları ibret alsınlar ve bir daha böyle bir harekette bulunmasınlar.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:273)
Selamsız sabahsız : Daha merhaba demeden, aniden, sırasını beklemeksizin
“MÜDÜR - Yeter ama... yabancılar var...
DELİ - Öyle ya...
BERTOZZO - Ama müdürüm, bir anlayalım bakalım... Öyle selamsız sabahsız pat diye içeri
girmeler falan!”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:72-3)
“Bozkırkurdu yanıt vermedi, adını da söylemedi. Kısacık saçlı sivri başını geriye attı, sinirli sinirli
havayı kokladı, ‘ooo, burası iyi kokuyor’ dedi gülümseyerek. İyi yürekli teyzem de gülümsedi. Bense selamsız
sabahsız söze girmesini o an için yersiz ve itici buldum.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:6)
“Kolumdan tuttu: ‘Nereye böyle Nazif, selamsız sabahsız?’ dedi. Ay, bir de ne göreyim; bizim Murat...
Tam yirmi yıllık arkadaşım.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:34)
“Önce nasıl davranacağını çabucak bir düşündü. Sırıkların yanına gitti, bir şimşek hızıyla, artık
kurumuş olan kırmızı bezleri çimenin üzerine serdi; sonra selamsız sabahsız, ne iyi ne de dargın bir yüzle
boyacının hemen önüne çıkıverdi.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:120)
“Telefonun zili çalmaya devam ediyordu. Gün ağarmıştı, düngeceki yağmur devam ediyordu. Bird
yataktan fırlayarak tüylerini ürpertecek ölçüde nemli ahşap zemin üzerinde tavşan gibi sıçraya sıçraya telefona
ulaştı. Ahizeyi kaldırır kaldırmaz, bir erkek sesi selamsız sabahsız ona Bird olup olmadığını soruktan sonra,
‘Hemen hastaneye gelin lütfen. Bebeğinizde bir anormallik var. Konuşmak istiyorum,’ dedi.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:29)
Selamünaleyküm : Müslüman kültüründe müminlerin birbirlerini selamlama tarz, “Allahın selamı sana
olsun”
Bk.: Aleykümselam
“Hemen bir on dakika yürüyünce kasaba haricine çıkılır. Şimdi artık insan kuş misalidir. Şose hür,
srazat, serseri uzanır. Yanın sıra kambur gölgen yürür. Geçenler selamünaleyküm derler.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:16)
“Eşref ertesi gün öğleden sonra İstanbul’a ayak bastı. Küçücük bir cami avlusundaki kırk kişilik açık
hava yatakhanesinde yatacak yerini yurdunu garantiledikten sonra, Sultanahmet’ten aşağı ana caddeyi boyladı.
Gözüne bir aşçı dükkanı kestirip içeri daldı:
-Selamünaleyküm usta...
-Ve aleykümselam evlat.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Eşref Peygamber”, sa:57)
“Otuz beş, kırk yaşlarında, vasat giyinmiş, orta boylu bir bey içeri girdi ve,
-Selamünaleyküm, dedi.
-Aleykümselam. Buyrun.
Adam, kısa bir tereddütten sonra:
-Beyim, dedi, benim niyetim sizi öldürmek...”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:281)
“İnce bir bağ yolundan, eşkıya gibi korkunç kıyafetli, uzun bıyıklı iki jandarma geliyordu. Yapımızdan
geçerken arabacıya:
‘Selamünaleyküm,’ dediler, dik dik bana baktılar.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:170)
“Akşamüstü, tarladan dönen Zülküf, büyük çınarın önünde Ali’ye rastladı:
‘Selamünaleyküm.’
‘Ve aleykümselam.’
‘Beri bak Zülküf, diyeceğim var sana.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:129)
“Avantaya bayılan Kel Mıstık bedavadan çay içme fırsatını kaçırmamak için, hemen sokuldu:
-Selamünaleyküm.
-Aleykümselam... Buyrun.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:220)
“Traktörcünün başındaki siperliği geniş kasketinin rengi de turuncuydu. Sürücü tam karşılarına gelince
durdu:
‘Selamünaleyküm ırgatlar,’ dedi. ‘Demek işi bitirdiniz de dönüyorsunuz?’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:108)
“Ağacın dibine üflesen yıkılacak yaşlı bir kadın çömelip tünemiş, fıldır fıldır gözleriyle gelenlere
bakıyordu.
‘Selamünaleyküm!’
‘Aleykümselam Ferhat Hocamız. Sen hoş gelmiş, sefalar getirmişsin.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:335)
“Tekrar çarpmaya başlayan kalbiyle zehirli bir ateş bütün vücuduna yayıldı. Her tarafı yanıyordu.
Düşecekti. Düşmeden, en son bir gayretle selam verdi:
Esselamü aleyküm ve rahmetullah.
Soluna da döndü. Sonra, hiçbir tarafa bakmadan gözlerini kapadı:
-Ne duruyorsunuz haydi! diye son nefesini çıkardı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:134)
Selatin, Selatin meyhane : Osmanlı devrinde, Sultanlar, Padişahlar, padişah eşleri tarafından hayra yapılan
kalıcı yapıt (Cami, çeşme, meyhane, sebil v.b.)
“Dün gece Ayvansaray’ın en meşhur, en gözde klarnetçisi İnce Mehmet’le, onun çiftenağracı
Kahraman’ı alıp Balat’taki selatin meyhanelerden birine gitttik.... Ben İstanbul’da bu kadar klarnet dinledim;
fakat, bunu kadar kıvrak, oynak, şakrak çalanına rastlamadım. Kaba’sı <müziğin pes kısmı>, tizi <müziğin ince,
yüksek perdesi> kabasından daha mükemmel....... Hatta kemanım yanımda olsuğu için dün akşam İnce
Mehmet’le ve onun çiftenağracısı <biribirine yapışık iki küçük dümbelek sanatkarı> meşhur Kahraman’la
birlikte birkaç marş, polka, vals, kadril, mazurka çaldık..... Herifçioğlu bildiğimiz o çiftenağra ile adeta davul
trampet çalıyor ve masanın üstüne koyduğu boş bir su bardağı ile de arada bir orkestra zili nağmeleri yapıyor.....
Ne yazık ki böyle yüksek istidatlar <yetenekler> birtakım pestenkerani şarkılar, keriz havaları, çiftetelliler
arasında ziyan, sebil olup gidiyor.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:155)
Selbes; Selbes Fırka : Serbest, hür; Cumhuriyetin ilk devirlerinde, Atatürk’ün izniyle Fethi Bey’e kurdurulan
ve sonra da kapatılan Parti
(Anadolu şivesi)
“Hangi taş kaviyse başını ona çalabilirsin. Haceli’den, benden, guruldan, eşraftan, Karataş köyünün
küllisinden davacı olabilirsin. Davacı olup bizi Kürdistanlara sürdürebilirsin. Selbessin. Ve de hürsün! Yalnız,
eyi dinle, sana bir kısa anlatayım da kulağında küpe oldun.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:266)
“Bu Selim Nuri Efendi’yi Saray mebusanından Hakkı Tarık ve Asım Beyler’in Vakit gazetesine
yerleştirdiği için az biraz kuşkudadır. Selim Efendi’nin yeniyetme olmakla, bu Selbes Fırka işinde şaşırtıp bir
halt etmesinden ürkmektedir.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:52)
Selçuk Çinisi : Çok koyu tonlu yeşil-lacivert renkli, mücevherciliği de etkileyen Anadolu Selçuk çini yapısı.
“Sultan Hanı, Sırçalı Medrese (Karatay Medresesi) ve asıl Büyük Sultan Hanı kervansarayının yapıldığı
devirde birdenbire şahit olduğumuz bu değişiklik, Erzurum’da Çifte Minare ve Sivas Darüşşifası’nın
cephelerinin daha bütün görünüşleri yanında belki yeni bir dini hassasiyeti ifade eder. Bu binaların duvarlarını,
geniş eyvan’larını <Köşk, büyük sofa> içerden sırlı tuğlalaro veya çiniler süslerdi. Tuğla, inşaatta, tıpkı minarelerde
olduğu gibi, bu renk dışarıyı da süslerdi. Selçuk çinisi dediğimiz mücevherciliğe koyu zümrüt yeşili, çok koyu
laciverdi ile asıl tonunu verirdi.”
(A.H. Tanpınar, “Beş Şehir”, sa:103-4)
Selçuk Kûfisi : Selçuklulara has, kabartmalı, süslü yazı tarzı
“Selçuk Kûfisi denen o çok sanatkar yazı şekli, hiyeraltik <önemine göre yapılan sıralama> çizgi ile -ve hatta
tabir caizse şekilleriyle- bu oyunu bir taraftan aşiret işi kilim ve dokumaların süsüne yaklaştırıyor, bazen de
nisbetler <oranlar> büyüdü mü bütün bir kabartma oluyordu. Bu emsalsiz taş işçiliği bazen de heykel zevkinin
yerine kitap sahifesini, yahut kitap kibi dokunmuş kilim veya şalı koyuyordu.”
(A.H. Tanpınar, “Beş Şehir”, sa:103)
Selçuk Mimarisi : (MİMARİ) : 10. y.y. sonlarından 13. y.y. sonlarına dek, doğuda Orta Asya sınırlarından,
batıda Anadolu’ya kadar uzanan, çeşitli Selçuk hanedanlarının -özellikle Oğuz’larn ‘Kınık’ soyundan gelenkendilerine özgü yarattıkları mimari tarzı.
“Hakikatte Selçuk Mimarisi, çok defa, dince yasak olan heykelin peşinde gibidir. Bu binaların
cephelerinde durmadan onun tesirlerini arar. Mektepten mektebe küçük madalyonlar, şemse’ler <güneş biçiminde
işleme>, yıldızlar, kornişler, su yolları ve asıl kapı üstünde ışık ve gölge oyununu sağlayan istalaktitler <sarkıt, dikit
konikler>, iki yana fener gibi asılmış oymalı çıkıntılar, çiçek demetleri, firizler <taban kirişi ile çatı arasında kalan, üzeri
boydan boya kabartmalarla süslü bölüm> ve kordonlar, arabesk levhalar bu cephelerde bazan yazıya pek az yer bırakır,
bazen de onu ancak seçilebilecek bir oyun haline getirir.”
(A.H. Tanpınar, “Beş Şehir”, sa:103)
Selef :
Bir işte, kişi’nin kendisinden sonra o işi alacak kimse (Önceki kimse: Halef)
“Kanaryayı sık sık aç bırakırlardı. Emirerlerinden biri, Ankara kedisinin bir gözünü çıkarmıştı. Pinçar’a
(bir köpek) ise çok kötü muamele ederler, her gördüklerinde dayak atarlardı; sonunda, Şvayk’ın seleflerinden
biri, hayvanı Pankratz’daki görevlilerden birine teslim etmiş, on kronuna acımadan köpeği öldürtmüştü. Eve
döndüğünde, teğmeninin gözünün içine baka baka, dolaştırmaya çıkardığında köpeğin kaçtığını söylemişti.
Tabii, ertesi gün bölükle birlikte eğitim alanında bulmuştu kendini.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:186)
self : (GRA.,KOLL.) <self> -önek- Kendi, kendisinden; self-abased <self-abeyzd> : kendini alçaltan
(FR.: abaisser : indirmek’den gelir.İ:E:>; self-abhorrence : kendi kendinden nefret etme; self-abuse : kendi
kendini fenaya kullanma; abaza, suistimal; onanizm; self-acting : kendi kendine işler; self-admiration :
kendini beğenme, hodperestlik; self-appointed : kendi kendini tayin etmiş; self-assertive : kendini ortaya
koyan, empoze eden, zorlayan; self-banished : kendi kendini sürgün ettirmiş; self-centered : içine dönük, hep
kendini düşünen; self-command : kendini idare etme; self-conceit : <self-con’sit> kendini beğenme; selfconfidence : kendine fazla güvenme; self-conscious : kendi halini çok düşünen; self-contained : kabında sıkı,
kendi düşüncelerini pek sızdırmayan; self-kontrol : heyecanlarını iyi -hatta fazla- kontrol eden; kendini tutma;
self-created : kendi kudretiyle meydana çıkmış; self-deceit <self-disit> : kendini aldatma; self-defense
(SPOR,HUK.) : kendini meşru savunma; self-denial : feragat, kendini inkar etme, elinden geleni tüm
yapmamak; self-dependent : başkasına muhtaç olmayan, kendine güvenen; self-destruction : kendi kendini
mahva sürükleme, intihar; self-determination : kendi meslek vb eleceğini kendi tayin etme; self-devoted :
kendi seçmiş, kendi kendisini vakfetmiş, bağlamış ve başarmış; self-distrust : kendi kendine güvenmeme; selfeducated : kendi kendisine eğitim vermiş, yetiştirmiş; self-esteem : kendi nefsine saygısı olma, beğenme;
self-evident : aşıkar, açık, meydanda; self-examination : elini vicdanının üstüne koyup öyle karar verme;
self-existence : kendi kendini yetiştirme ve -bir dereceye kadar- yaşayabilme; self-forgetful : gerekirse feragat
edebilen, önce başkalarının gereksinmelerine kulak veren; self-government : demokrasi; özerklik; self-help :
yaşamda önce kendi yedeklerini kullanabilen, başkalarından geçinmeyen; self-importance : kendini
diğerlerinden daha yüksek görme; self-indulgence : kendini nefsinin arzularına teslim etme; self-interest :
kişisel ilgi, menfaat, hodbinlik, bencilik; self-invited : davet edilmeyi beklemeden kendi kendini davet etme,
kendi gelen; self-knowledge : kendini tanıma <Herşeyden önce kendini bil! -Conficius->; self-love : kendini
beğenme, hodbinlik, narsisizm; self-made : kendini yetiştirme, adam etme; self-mastery : kendini tutma,
kendine hakim olma; self-moving : kendi kendine hareket eden, otomatik; self-murder : kendini öldürme;
self-opiniated : kendi fikirlerinde ısrar eden, bencil; self-pity : kendine fazla acıyan; self-possession : kendine
sahip olma, vekar sahibi; self-praise : övünme, kendini methetme; self-preservation : nefsini koruma; self-
registering : kendi kendine kaydeden alet; self-regulating : otomatik, kendi kendini regüle eden alet; selfreliance <self-ri’layıns> : kendine güvenme; self-renunciation : feragat, kendini feda etme; self-reproach :
kınama; self-respect : kendine saygı; self-righteous : <self-ray’ti’us> kendini doğru sanan; self-sacrifice :
(self-sakrifis> ; fedakarlık; selfsame : tıpkı, aynı; self-satisfied : kendinden memnun; self-seeking : yalnız
kendi çıkarını arayan; self-sown : kendi kendine ekilmiş, doğal tohumdan yetişen; self-starter : otomatik
startır; self-styled : kendine şu veya bu sıfatı veren; self-sufficient : <self’saffişınt> kendine güvenen kimse;
kendine yeterli; self-support <self’saport> : kendi emeğiyle kendini geçindiren; self-surrender : kendi
teslim olan; self-sustained : kendi kendine devam ettirebilen; self-taught : kendi kendine öğrenmiş; selftormentor : kendi kendine işkence eden kimse; self-willed : inatçı, düşüncesinda ısrarlı; self-worship :
kendi kendine taparcasına özel işlerini yapan : dua eden, sosyal davranışlarda bulunan, cemaat adamı
(Yeni Redhouse Lügati)
Sel gibi : Süratle, çok çabuk olarak, bir film şeridi gibi; Silip süpürerek
“Uyanıkken düş görür gibi, apansız ve sessiz bir fışkırmayla, imgeler sel gibi iniyor üstüne, her iki
kıtada tanımış olduğu kadınların imgeleri; bazıları o kadar eski günlerden kalma ki zor tanıyor onları. Rüzgarla
savrulan yapraklar gibi, karmakarışık, geçiyorlar önünden.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:221)
Sel gibi yağmur boşanmak : Bardaktan boşanırcasına çok miktarda yağmur yağmak
Bk.: Seller götürmek
“Ne çare ki, bir dakika sonra sel gibi yağmur boşandı gökten, fırtınadan Tuna kudurmuş gibi akıyordu.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:81)
Selis :
(ARAP.):
Düzgün, akıcı, uyumlu (söz)
“Çok geçmeden on küsur sayfayı şiirle kaplamıştı. Besbelli pek selisti, ama soyuttu. Oyunun kişileri
Günah, Suç ve Acı’ydı; olmadık ülkelerin kralları ve kraliçeleri vardı; korkunç entrikalar karşısında
bocalıyorlardı; soylu duygulara kapılıyorlardı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:19)
Seller götürmek : Sel gibi yağmur yağmak, dereler gibi sular akmak
“KOPENHAG KADINLARI
-----------------------------------Kim denetleyebilir ki yaşamı
bu koşullar altında?
Kürkü vardı kadınlardan birinin, ötekindeyse
kıpkızıl çizmeler.
Biri bir gazete okumaktaydı, öbürü Heidegger.
Ve seller götürüyordu sokakları”
(Klavs Bondebjerg<1953-2004>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.05.06)
Sema : Dönmek, oynamak, güzel sesle ve müzikle vecde gelmek. Dini bir örtü altında, insanların, oynamak ve
müzik gereksinimlerini karşılayan bir tür eğlence, hobi. Eski Yunan filozofları tarafından icra edilmeye
başlandığı sanılıyor, mamafih Mevlana ile doruğuna varmış ve evrensel bir gösteri haline gelmiştir.
Mevlana’nın, hatta bir sahaf dükkanının önünden geçerken, içerden gelen çekiç darbelerine, bazen de değirmen
taşının dönüş temposuna uyarak raksettiği rivayet edilir.
“Bir gün Mevlana Şemseddin, İrak-ı Acem’de sema ediyordu. Bir kalender de o mecliste dönüyor,
hırkası daima Şems’e dokunuyor ve bundan hiç çekinmiyordu.Bir iki defa kendisine ‘Ey derviş biraz öteye git’
diye söyledilerse de kalender: ‘Meydan geniştir’ diye yanıtlayarak hiç aldırmadı. Mevlana Şemseddin hemen
semaı bırakıp gitti. Kalender de o anda yere düşüp öldü. Orada bulunan gönül sahibi dervişlerin yüreklerine bir
ateş düştü: ‘Eyvah! Şems-i Perende = Uçan Şems yine bir dervişin canına okudu’ diye bağırdılar. Yakalamak
için peşine düştülerse de o uçup gitmişti.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:51)
Sembolik; Sembolik olarak : Temsili, temsil edercesine; Çok az bir miktarda
“... ayrıcalık sözleşmesini hem küçümseyici, hem de karşısısındakine acır bir ifadeyle imzalayan
belediye görevlisinin yüzünü çok iyi hatırlıyordu, sembolik bir bedel karşılığında on iki aylık bir ayrıcalıktı bu,
üstelik görevli Manolo’ya, ‘Unutma,’ demişti, “belediyeden altyapı falan beklemeyin, suyla elektrikten söz
etmeye zaten gerek yok...’ ”
(A. Tabucchi, “Damasceno Monteiro’nun Kayıp Başı”, sa:12-3)
Semel et ssimul : (LAT.,SOSY.,KOLL.) <se’mel et si’mul> : İlk kez ve hep birlikte : Once and all together
(İNG.)
Semender : (MYTH.): Her iki Doğu ve Batı mitolojilerinde bahsedilen, büyük bir kertenkeleye benzetilen,
ateşte yanmadığına inanılan canavar hayvan
“Kabalist’lerin ‘silf’ler, ‘semenderler’, ‘elf’ler, ‘gnom’lar ve ‘dişi gnom’lar hakkındaki genel
düşüncelerinin, bunların bedenleri gibi ölümlü bir ruhla doğdukları ve büyücülerle düşüp kalkmaları
sonucu ölümsüzlüğe eriştikleri yönünde olduğunu biliyorum. Benim kabalist’im, tersine, ister yersel ister göksel
olsun, sonsuz yaşamın hiçbir yaratığın payına düşmediğini öğretiyordu. Ben hakemlik savında bulunmaksızın
onun yolunu izledim.” ................... “Birdenbire, büyük bir gürlemeyle filozofa:
-Beyefendi, dedi, ben elli bir yaşındayım. Edebiyat lisans sahibi ve Tanrıbilim doktoruyum. Zamanın
haksızlığı ya da insanların kötülüğü yüzünden sönüp gitmemiş bütün Grek ve Latin yazarlarını okudum; onların
yapıtlarında hiç semenderlerden söz edildiğini görmedim. Bundan akla uygun olarak, böyle bir varlık olmadığı
sonucunu çıkarıyorum.
Frere Ange keklik palazından, börekten ve dehşetten boğulur gibi:
-Beni bağışlayın, dedi. Beni bağışlayın. Ne yazık ki semenderler vardır. İsmini unuttuğum bir Cizvit
babası onların görünüşünü konu edinmiştir. Ben kendim de Aziz-Claude isimli bir yerde, bir köylünün evinde,
ocakta tam pencereye yapışmış bir semender görmüştüm. Kafası kedi kafası, gövdesi kurbağa gövdesi, kuyruğu
balık kuyruğuydu. Bu hayvanın üzerine bir tencere okunmuş su döktüm. Derhal havada bir kızartma gibi
korkunç bir gürülyüyle, as kalsın gözlerimi yakacak keskin bir duman ortasında silindi gitti.”......................
“Bay d’Astarac tekrar söze başladı:
-Mosaide yalnızca Musa’nın kitaplarını yorumlamakla kalmıyor, ondan daha da önemlisi;
Hıristiyanların -bir Arap masalında, yemine düşen inciyi hor gören horoz gibi- anlamını kavrayamadıklarından
bir kebara attığı o Enoş’u da yorumluyor. Enoş kitabı, rahip Coignard efendi, o kadar değerlidir ki, insan
kızlarının silflerle söyleştiği ilk onda görülür. Çünkü Enoş’un bize kadınlarla aşk ilişkisi kurduklarını gösterdiği
melekler, anlayacağınız gibi, silf’lerle semenderler’dir.” .........................
“Semenderlerin bilgelerle-filozoflarla -tarihe geçmiş- aşkları vardır. (Descartes’ın kendisine eşlik eden
harika bir kadını vardı; esasında bu bir semender idi, her gittiği yere onu bir kutu içinde götürürdü. Bir gece o
uyurken Kaptan kutunun içini görmek istedi ve semender’i görünce Hollanda denizlerine koyverdi. Fakat bu iyi
dost, denizde boğulmadı ve iyi yürekli dostu Descartes’ın yanına dönmekte gecikmedi!) Semenderlerle bilgelerin
düğünlerinde daha yüce tanıklar vardır. Hava halkı düğünleriini, hafif esintilerle sürüklenerek, arpların
ezgileriyle görünmez dalgalar üstünde kayan, pupası gül çelenkli gemilerde kutlarlar. Ama sanmayın ki bir kilise
sakristis’inde pis bir kütük defterine kaydedilmedikleri için bu bağlamalar sağlam değildir ve kolaylıkla
bozulabilir.” ...............................
“Taş ve muskayla dolu elini alnında dolaştırdıktan sonra:
-Oğlum, dedi. Kuğular Adası’ndaki söyleşimizden sonra, artık zihnimizde silf’lerle semender’lerin
varlığına ilişkin bir kuşkun kaldığını hiç sanmam....... Semenderler yüzyıldan yüzyıla, hiç bozulmayan
gençliklerini gezdirirler. Hala yaşayan bazıları, Nuh’u, Menes’i ve Pythagoras’ı görmüşlerdir. Anılarının
zenginliği ve belleklerinin tazeliği, konuşmalarını son derece çekici kılmaktadır. Hatta ölümsüzlüğü insanların
kolları arasında elde ettikleri ve asla ölmemek umudunun, onları, filozofların yatağına çektiği de ileri
sürülmüştür...... Çünkü onlar da bilgelerin kolları arasında yalnız bir çeşit ölümsüzlük aramaktadırlar...... O halde
oğlum, saçma masallar gibi, bir öpüşle bağlanan ölmezlik düşüncesini aklınızdan çıkarmalısınız...”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:9-10;36;69;78;91)
Semerini gören Capitou’nun eşeği gibi terlemek: Semerini görünce yapacağı işin ağırlığını anımsayıp
terleyen eşek (Mecazi anlamda yaptığı ya da yapacağı işin ağırlığından ıstırap çeken kimse)
“... Artık içme zamanı geldi mi, sözüm meclisden dışarı, semerini gören Capitou’nun eşeği gibi, benden
bir terdir boşanıyor.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:84)
Semersiz (At, eşek, yaratık) : Serbest, zaptü rapta alınamayan, yolundan çıkmış yaratık
“Ne yazık ki gelişen ve öngörüleriyle dikkat çeken bu cumhuriyetçi akıma yeni katılanların sağlıklı bir
demokrasinin gereği olan ortak yaşam kurallarını uygulayamadıkları ve terbiyelerini muhafaza edemedikleri
anlar da oldu. Hatta bazıları, işi en ağır hakaretlere kadar vardırarak, halkın içmeye ayranı yokken her yere
tahtırevanla giden bu semersiz yaratıklara artık gem vurulması gerektiğini bile söylediler.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:84)
Semirmek : Yiyip yiyip şişmanlamak (Çoğu kez hayvanlar, bazen insanlar için kullanılır)
“Kimseyi kişisel olarak tanımadan ve protokol kurallarını sıkıca izleyerek, bütün kenti salonunda kabul
ederdi. Sofada ve kızlar odasında oturan çok sayıda hizmetçisi bu ölmekte olan kocakarıyı durmadan
tırtıklayarak ve istedikleri gibi yaşayarak semirip yaşlanmaktaydılar.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:126)
Semper eadem – Semper idem : (LAT.,DEVL.,MOTTO,KOLL.) <sem’per ea’dem - sem’per i’dem> :
İdem – Her zaman aynı (İngiltere’nin Kraliçe Elizabet I’in motto’su = Always the same : The motto of
QUEEN ELIZABETH I of England; Semper paratus <sem’per para’tus>:‘Daima hazır!’ = Always prepared;
Motto of the UNITED STATES COAST GUARD
(İNG.)
Semptom : Ing.: Symptom, Fr.: Symptome, Alm.: Symptom; Bir hastalık ya da fonksiyonel bozukluğun
göstergesi, şikayet, araz
“(Niertzsche) ‘Hayır, bu ‘sebep’ <neden> değil, bir gösterge; daha derinlerde yatan ‘Angst’ <anksiyete,
sıkıntı>ın göstergesi. Joseph (Bruer)’in tedavisinin kalıcı olmamasının sebebi de bu. Asıl anlama bakmalıyız.
Semptomlar yalnızca ta derinliklerde Angst’ın infilak etmekte <patlamakta> olduğunu haber veren ulaklardan
<haberci> ibaret! Sınırlar, Tanrının ölümü, tek başınalık, amaç, özgürlükle ilgili derin kaygılar - yaşamboyu kilit
altında tuturlmuş derin kaygılar- artık zincirlerini kırıp zihnin yapılarını ve pencerelerini zorluyorlar. İşitilmek
istiyorlar. Yalnızca işitilmek de değil, yaşanmak istiyorlar.’ ”
(Irvın D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:262)
Semtine (bile) uğramamak : Hiç arayıp sormamak, ziyaret etmemek; Öyle bir şeyi asla yapmamak
“-Mesela Büyükbaban hastalansa, ölecek olsa, elini öpüp duasını almak istemez misin, iki gözüm?
Rabia’nın ruhuna neşteri biraz daha sokuyor.
-Onun duası sanki dua mı? Varsın ölsün, semtine bile uğramam. Şom ağzını toprak kapasın, İnşallah.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”,sa:357)
“MAZZINI - Bizim patron, makineden falan anlamaz ki. Adamlarının semtine bile uğramaz. Korkar
onlardan. Mangan nerede, adam idare etmek nerede? Fabrikalarla ilgilenin diye o kadar da dil dökerim.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:70)
“Az-çok yaşlı olup da sofu olmayan kadınlara kamu oyunun bu hali adeta zorla kabul ettirişinden beri
böyle bir tutum sevimliliğini yitirmiştir ama, yapmacık denen şey Malivert Markizi’nin semtine bile
uğramamıştır.”
(Stendhal, “Armance”, sa:17)
“On beş dakika sonra Lamiel:
-Hoşçakalın, Monsieur, dedi. Yarın da görmek istemiyorum sizi. Dükün çekilip gitmekte ağır
davrandığını görmesi üzerine de, buyuran bir sesle:
-Hemen çekilip gitmezseniz, sekiz gün semtinize uğramam, diye ekledi.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:53)
“Kimi kentlerin halkı: ‘Türkler bizde yüz, iki yüz yıl oturdu, çok çile çektik!’ diye sızlanır; delidir
bunlar. Beri yanda, söz gelimi Kecskemet gibi kentler de vardır, buralarda ne Türk oturmuştur, ne Labancz, ne
de Kurucz. Öyleyken asıl çile çekenler bunlardır, çünkü savaşçı taraflardan birinin eğleştiği bir yerde yalnız
onun sözü geçer, haracı o keser, ötekiler de onların semtine bile uğramazdı.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:15)
“Biri Prusyalı Aristokrat, öteki Hamburg’lu armatör oğluydu, bir üçüncüsü Vestfalya’lı köylü ailedendi.
Viyana’da semtine bile uğramayacağım bir alana, yırtık giysili ve patlak pabuçlu gerçek yoksulluğa da
rastlanılan bir çevreye karışıvermiştim.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:148)
Senaryo : Film, tiyatro sanayilerinde oynanacak rollerin taslak yazımı; Yaşamda, insanın kendi kişiliğiyle
bağdaşmayacak bir şekilde bir davranış ya da kişilik sergileme, hikaye etme
“Kapı açıldı ve onu gördüm. Değişmişti. Maskesi düşmüştü, karşımda yine o eski Oleron, okulun son
günündeki o soluk benizli canavar vardı.
-Egistus, dostum, dedi. Ne senaryoydu ama! Ne gülünç komedi! Şimdi beni tanıdın mı?
-Ne yapmak istiyorsun, diye sordum titreyerek.
-Ben doğru yolu terk etmedim, dedi Oleron, bana doğru ilerleyerek. Ve sen de bana-son adımı
atmamda yardım edeceksin. ONLAR bir sınamadan geçmemi istiyorlar. Zaman kaybetmemeliyiz.”
(Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:101)
Sencileyin : Sana göre
“GÖM BENİ
------------Sencileyin özgürdüm,
Ama yaşamak istiyordum, yaşamak
Görüyor musun, hey rüzgar! şu soğuk ölü bedenimi
Ve ellerini kavuşturacak kimsenin olmadığını.”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:22)
“AŞKLA İLGİLİ FARKLI BİR TÜMCE 1
Ceviz yaprağının kokusudur o,
parmak uçlarımızın sürmesi,
çırçır sesleriyle dolu
ahşap katedral kubbesi,
---------------------------seni uyurgezer yapar,
avucunda ezer yüreğini,
tutar fırlatır sonra - oyuncak bebek gibi;
Burgaç üzerinden halat köprü geçirir,
hem de sırf sencileyin - ”
(Nadya Popova<d.1952>Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.03.08)
Sendeleye sendeleye : Yalpa yapa yapa, sarsak adımlarla, yalpalaya yalpalaya
“Evet böyle işte, benim kuşağımın en önemli, hatta tek buluğ sorunu karıydı. Yani bir türlü ele
geçiremediğim karı... Çünkü o zamanlar şimdiki gibi değildi. Bu yüzden, o zamanlar bizim en büyük olayımız,
sonradan ortaya çıkacak ve saflığı bozucu anlaşmazlıklara karşı duyulan son derece abtalca korkusuyla bir nefsi
körletmekti. Şöyle de söyleyebiliriz. Karıların üstünden sendeliye sendeliye geçtik, savaşa kayıverdik.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:29)
“ ‘Ama bekleyin. Onlar perdenin ardında hesabı yaparlarken bir an bekleyin. Şimdi beni sendeleye
sendeleye bu meyve kabukları, kırıntılar, et artıkları arasına gönderen tokat yüzünden size sövüp saymış
olduğum için, bakışınız altında, üzerimde bu zorlamayla aynı zamanda nasıl da şunu, bunu, ötekini sezmeye
başladığımı tek heceli sözcüklerle anlatacağım.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:226)
Senden gelecek yardım Allahtan gelsin : Birinin veriği yardım sözü doğru çıkmayınca, onu üzüntü ve nefretle
böyle yüzlerler
“Eşeği üstünde düşüne düşüne gidiyordu Irazca:
‘Domuz Muhtar!.. Domuz, yardım edecekstin. İşlerin bir yanından dutacaktın. Deli Haceli’yi golundan
dutup atacaktın. Hep lümere! <lümere> diyorum da, ‘Deyil’ diyordun. Hemi de senin yardımın senin olsun! Kim
ister senin yardımını? Senden gelecek yardım allahtan gelsin. Domuz herif!.. Haceli’ylen de kafa kafaya verip
dolaşıyorsun... Fiskos fiskos...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:174)
Senet sepet; Senetsiz sepetsiz (emanet etme) : Biir mal alışverişinde ya da kiralamada iki taraf arasındaa
yapılan yazılı anlaşma ve beneri şeyler; Sözüne güvenilir olduğundan senet ve benzeri belgeler olmaksızın
“Yapamaz, beceremez o, kolay değil ki bu… İşten anlamaz. Baha biçilmez adam, eline senetsiz
sepetsiz yirmi binimi emanet ederim. Gel gelelim işe hiç aklı ermiyor, kargalar bile dolandırır.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:196)
“Elinde iki kanun vardı; biri eskice, altı çatlak değil ama çizik, mandalları tam değil ama çok güzel sesli
olan. O, elli lira. Diğeri, Bursa’da yeni bir usta tarafından yapılmış, pırıl pırıl, dokuzlu ve dörtlü tüm
mandallarıyla tam bir sanat eseri. O da yüz yirmi beş lira.... Uzatmayalım, ustayla elli lirada karar kıldık. Beş
lirası peşin ödenecek, diğer kırk beşi de aylık taksitlerle dokuz ayda ödenecek. Senet, sepet ve faiz yok. Ermeni
usta faize inanmıyor.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:156-7)
“Yeryüzünde tapulu on paralık malı olmayan Balıkçı Ahmet’e bir Yunan ortaklığı güvenerek, sentsizsepetsiz dört-beş bin lira vermişti. O da paraların topunu, otuzdan fazla Ege balıkçısına senetsiz ve sepetsiz
dağıttı. Şartlar basitti; Yunanlı tacire de anlatılmıştı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Demet Çiçek”, sa:27)
Sen (git, kalk, yap vb) : Sanki birinin (söz konusu diğer kişinin) yapacak başka işi yokmuş gibi, gereksiz yere
bunu yap
“ANTONIO - Hayır.. Hayır.. Olamaz.. Ben.. Benim arabam o.. Bütün bu hikayede ben de suç ortağı
oluyorum, öyle mi? Belki de çetenin başı. Bir teröristtim belki de! Bir daha yabancılara yardım edersem ne
olayım! Sen kalk, hacıağanın birini kurtar, hem de masasındaki havyar eksilmesin diye binlerce işçiyi yakan bir
herifi.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:13)
“Fransız’ın gelişi Savelyiç’in çok canını sıktı. Kendi kendine ‘Çocuğun ne eksiği var?’ diye
homurdanıp duruyordu; ‘Çok şükür yıkanması, taranması, beslenmesi yerinde. Kendi adamın yokmuş gibi sen
git elin mösyösünü kirala! Boşu boşuna para harca!..’ ”
(A. Puşkin, “Yüzbaşının Kızı”, sa:18)
Seni dağların ayısı seni : Üstüne başına bakmayan, bakımsız, pis ve kaba kimse için kullanılan sözler
Bk.: Seni teke seni
“TRANIO - Jupiter de, bütün tanrılar da belanı versinler senin! Kötü kötü sarmısak kokuyorsun!
Çöplükten mi çıktın? Seni teke seni, seni dağların ayısı seni!”
(Terentius, “Hortlak”, sa:7)
Seni (sizi) gidi seni (sizi) : Sen şeytanın art bacağı! Seni kurnaz seni!
NATALYA STEPANOVNA - Evlenme teklifi mi? Bana? Niçin buna bana daha önce söylemedin?
ÇUBUKOF - Onun için zaten frak giymiş ya! Seni gidi enik seni! Bak şu mantara!”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:25)
“Güven dolu, cıvıl cıvıl bir sesin bağırarak:
-‘Haydi toparlan artık Muriel... Benim yaşlı kızım... Neredeyse geldik. Senin için uzun bir yolculuk
oldu değil mi? Seni gidi geri kafalı, tarihi yer çivisi seni!...’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:5)
“KENEVİRCİ - Amma da martaval ha. Biz böyle bir dinsel bölge bilmiyoruz. Belli ki siz kötü
insanlarsınız, sizi gidi haydutlar, yalancılar! Bu zırvaları dinletmek için başka yere gidin.”
(G. Sand, “Şeytanlı Göl”, sa:132)
“KAYIKÇI (Heyecanla basamaklardan yukarı atılır.) - Seni insafsız hamal. Seni dişi devenin yampiri
yavrusu. (Apollodorus’a.) Efendim, benim şu kayık beş ada alır da bana mısın demez..... Seni uyuz hecin devesi
seni.” ..... “KLEOPATRA (Kurnazca bir umut pırıltısıyla.) - Ama Sezar, bunu yaparsanız sizin de sonunuz
gelir. (Sezar’ın gözleri cam gibi parlar.)
RUFIO (Çok telaşlı.) - Aman ulu Jüpiter! Seni gidi iğrenç Mısır faresi. Bu söz Sezar’ı çileden
çıkarmaya yeter. Şimdi tek başına kente giderse görürsün. Bizi burada paramparça ederler.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:96;144)
“BASTIEN - Seni gidi obur seni! Gözlerin ışıl ışıl ışıldayacak, daha da güzel olacaksın. Kanada’ya
bizimle beraber gelsene; her Pazar şampanya içiririm sana...
THERESE - Ölürüm de gitmem oraya!”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:47)
Seni hangi ana doğurdu : Çok kıymetli evlat, müstesna kişileri methetmek için söylenir
“Kendilerinden başka yiğit olduğuna asla ihtimal vermeyen mağrur yeniçeriler bile, önlerinden o
geçerken kendilerini tutamazlar, galeyana gelirler:
-Yaşa Tosun Bey! Seni hangi ana doğurdu! diye nara atarlardı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:97)
Senin anlayacağın : Yani, sana açıklamak isterim ki, işin içyüzü şu ki
“Senin anlayacağın, bankada ne tür bir çalışmanın geçer akçe olduğunu öğrenmiştim. Fakat bizim
serviste bankanın güpegündüz dalga geçen ve hiç kimseyi sallamayan bir memuruna hayret etmekten kendimi
alamıyordum. Giyinişinden hali vakti yerinde, hatta zengince bir genç olduğuna şüphe yoktu.”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Kötülük Yapayım Derken”, sa:147)
“BASTIEN, tumturaklı bir dille. - Hayır, zenaatımıza güvenerek gitmiyoruz Kanada’ya. Aklıma esti
de bir gün arkadaşıma dedim ki: dün savaş vardı; bugün savaştan doğan borçları ödüyoruz; yarın başka bir bela
çıkaracakar başımıza. Senin anlayacağın, burada dertten kurtuluş yok.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:15)
Senin için hava hoş : Sen bu işlere olsa da olmasa da aldırmazsın zaten, yeterli derecede duyarlı değilsindir
“MADELEINE - Ağaç mı sanıyorsun sen onu! Hiç utanıp sıkılması da yok! Her yeri kaplayacak,
Tanrım! Her yeri! Nereye koyarım ben onu? Senin için hava hoş tabii. Ev işleriyle uğraşan sen değilsin ki!
AMEDEE - Başımıza bir sürü dert açtığı besbelli. Ama, yine de, beni etkiliyor. Düşünüyorum da...
Ah, başka türlü de olabilirdi bu...”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:53-4)
Seninki : Söz konusu olan kimse, konuşulanla hiç bir ilintisi olmadığı halde, sanki ilintili imiş gibi, biraz
aşağılanırcasına, böyle ifade edilebilir
“ŞAMRAYEV - Anımsıyorum da şimdi, bir gün Moskova’da, operadayız... Seninki ansızın,
şaşkınlığımızı tasavvur edin, bir perde daha aşağıdan ‘Bravo Silva!’ diye gürlemez mi... Tiyatro dondu kaldıydı.
(Sessizlik.)”
(A. Çehov, “Martı”, sa:41)
Seninle evlenen karga açıkta kalır : Sen o kadar fakir ve cimrisin ki, kimseyi geçindiremezsin bağlamında
“Kim gelirse gelsin, kapıyı yüzüne kapatacaktı. Hiç kimseler gelmedi. Severino, onu kızdırmak için,
masanın üstüne bir çift çorap fırlatarak, onu yalınayak mı gezdirmek istediğini sordu. ‘Seninle evlenen karga
açıkta kalır,’ diyordu.”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:117)
Seni teke seni : Üstüne başına, temizliğine bakmayan, pis kokan; son derece inatçı kişi
“TRANIO - Jupiter de, bütün tanrılar da belanı versinler senin! Kötü kötü sarmısak kokuyorsun!
Çöplükten mi çıktın? Seni teke seni, seni dağların ayısı seni!”
(Terentius, “Hortlak”, sa:7)
Senli benli (davranmak, konuşmak, olmak) : Samimi, labuali, teklifsiz (olmak)
“Yaşlı tefecinin odasına çıktık. Ona:
-Mr.Gobseck, size en senlibenli dostlarımdan birini getiriyorum, dedim. ‘Yaşlı adamın kulağına,
iblise nasıl güvenim yoksa ona da öyle güvenim yok, diye ekledim’ ”
(H. de Balzac, “Tefeci Gobseck & Üç Öykü”, sa:44)
“ALBATROS
---------------O bulutlar prensine benzer Ozan da,
Fırtınayla senli benli, yaylara gülen ;
Yere sürülmüştür yuhalar arasında,
Yürüyemez devce kanatları yüzünden.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:31)
“Şakayık böyle, yıllarca geldi gitti; David’le, Kueylan’la senli-benli konuştu. Hatta öyle bir zaman geldi
ki, karı-koca onu kendilerinden üstün görmeye başladılar. Birçok işte ona güveniyorlar, hep ona danışıyorlardı.
Evde onun sözünü herkes dinliyordu.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:308)
“ ‘Kaç yıldır bu ailenin kiracısıyım, senli benli davranışları bir yana, bana karşı çok iyidirler, ne var ki
karşılarına alıp bitmez tükenmez ve bezdirici nutuklar çekmeyi üzerlerine saymaları can sıkıyor......
‘Bilmem kendileri farkındalar mı, Katolikliği anlayışları bambaşka -sanırım farkındalar bunun, zaten
bu yüzden çok rahatım yanlarında-, onların anlayışı sarsak sarsak yürüyen karasinekler gibi Roma’nın yüzüne
yayılan alay alay kilise adamının anlayışından farklı.’ ”
(M. Butor, “Değişme”, sa:150-1)
“İvan Fedoroviç odanın bir köşesine gitti, havluyu alarak dediğini yaptı, başında yaş havluyla odada bir
aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı.
-Seninle hemen senli benli oluşumuzu beğendim; diye başladı misafir.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:224)
“Bunu söyleyen, serbest tavırlı, hiç de sıkılgan görünmeyen bir gençti. Eldiven, beyaz yelek giymişti....
Resmi bir tavır takınmıştı. Düğünde, tesadüfen bulunuyor, Pseldonimov onu el üstünde tutuyordu.
Pseldonimov’la senli benli konuşuyordu...”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa:42)
“Félicité arkadaşının ailesine de sevgi duyuyordu. Onlara bir yorgan, bir ocak ve gömlekler satın
almıştı. Elbette bu durumda sömürülüyordu. Bundan ötürü Bayan Aubain Félicité’nin bu zaafına sinirlenmiş;
ayrıca, böyle laubalilikleri sevmediği, -çünkü oğluyla senli benli konuşuluyordu- ve Virginie öksürmeye
başladığı, mevsim de artık güzelliğini yitirdiği için Pont-l’Evéque’e dönmüştü.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:17)
“ADAM - Muslukçu seni niye ‘canım’ diye çağırıyor?
ANTONIA - Yok yahu, senli-benli olmamak için öyle söylüyordur…”
(D. Fo-F. Rame, “Kadın Oyunları & Açık Aile”, sa:105)
“ ‘Gürültüyü yalnızca farelerin yaptığını söylüyor.’
‘Fare bile olsa çok kötü. Ben farelere katlanamam. Şimdi asıl konuya gelelim: Kruse ile nasıl
gevezelik ettiğini, ona karşı ne derece senlibenli davrandığını açıkça gördüm.’ ”
(Th. Fontane, “Effie Briest”, Cilt:II, sa:120)
“Sanırım, babası ticaretle uğraşıyormuş. Robert onu kaybettiği zaman henüz çok gençmiş. Ondan pek
istekli söz etmiyor; ben de bu konuda ona soru sormaya cesaret edemiyorum. Annesini çok sevdiğini seziyorum.
Henüz senlibenli olmadığımız dönemde, ‘Ancak onu kıskanabilirsiniz,’ dedi bana. ‘Kendisinden daha genç bir
kız kardeşi vardı, o da öldü.’ ”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:18)
“MEPHISTOPHELES - İndiriver şunu gövdeye! Ha gayret! Şimdi kalbinde bir sevinç duyacaksın.
Şeytanla senli benli olduğun halde, hala alevden mi korkuyorsun ? (Büyücü kadın daireyi bozar, Faust da
çizginin dışına çıkar.)”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:132)
“HARDCASTLE - Beni görünce de gümbür gümbür bağırdı; öyle kurum tasladı, öyle senli benli
davrandı ki, kanımı buz gibi dondurdu.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:62)
“Bir ara rehberlerimizden birinin benimle senli benli konuşmasını fırsat bilerek, bu dönek kardeşimizin
durumunun ne olacağıını sorma cesaretini göstermiştim.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:19)
“... konuşkan ve dindar manav, Santo üzerindeki birkaç söyleşimize dayanarak benimle içten bir dostluk
kurdu ve çevrede dini bütün bir Katolik olarak tanınmamı sağladı. Her ne kadar böyle bir şeyi haketmemişsem
de, söz konusu onurlandırıcı durum buradaki insanlarla daha senli benli görüşüp konuşabilmek için bir avantaj
sağladı bana...”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:112)
“Paris’in bir çocuğu, ormanın bir kuşu vardı. Orman kuşunun adı serçedir, çocuğun adı sokak
çocuğudur..... Bu küçük yaratık neşelidir. Her gece karnı doymaz, ama canı isterse her gece tiyatroya gider. Ne
sırtında gömlek, ne ayağında ayakkabı, ne da başını sokabileceği bir yeri vardır. Sinekler gibi yersiz yurtsuzdur.
.... arar, bakar, dilenir, zamanını öldürür, pipo tüttürür, eğlence yerlerinin çevresinde sürter, kızlarla senli
benlidir, argo konuşur...”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:13)
“Sofrasında herkesin pek senlibenli yakınlıklarla buluştuğu bu dergah, kalbimde acı uyandırırdı. Beyaz
örtülü büyük masada şişeler, kristal kadehler, meze tabakları hep bir arada her nedense ölü evlerin derin, suskun
matemini çağrıştırıyordu.”
(S. İleri, “Kırık Deniz Kabukları”, sa:201)
“Odanın bir köşesinde duran Adrian’ı çağırdı, onu soluna, iki dayısı arasına oturttu; sonra, biraz daha
kuvvetli bir sesle,
-Stefan kardeş, dedi, sizin din hikayelerinizde hazin yalanlar olsa gerek. Kafam sana cevap verecek
halde değil (Papazla senli benli konuşuyordu); ama işte bu çocuk, yeğenimiz, o bizden çok biliyor...’ ”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:23)
“Samuel, daha şimdiden enikonu senli benli oldu kızla. Hatta onu bizimle trenin restoranına gelmeye
razı etti ki, doğrusu bunu hiç aklımdan geçirmezdim. Restorandan içeri, tanımadığımız yolcuların arasına her
üçümüz, daha şimdiden nerdeyse inanılmaz bir birlik ve bütünlük oluşturarak dalıyoruz.”
(F. Kafka, “Hikayeler-İlk Uzun Tren Yolculuğu”, sa:210)
“Herkesle son derece senli benli, girgin bir kız vardı meselaa, okula şoförlü bir arabayla gelir, öğretmen
ondan her istediğinde gayet memnun tahtaya kalkar, kırıtarak “Jingle bells, jingle bells, jingle all the bells”
diye İngilizce bir şarkı söylemeye başlardı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:122)
“İlk zamanlar ondan çok hoşlandım ve seve seve birkaç para bağışladım; bir süre bundan zevk aldım;
konuşmasını pek tatlı bulduğum için, onu sürekli konuşturdum. Ancak, bu zevk yavaş yavaş alışkanlık
durumunu aldı; sonunda da benim için bir görev oldu. Ne var ki, çocuğun, tanıdığını göstermek için beni adımla
çağırmaya başlaması, senli benli konuşmalarını dinlemek zorunda kalmam, beni rahatsız etmeye başladı. Bundan
dolayı da, o günden sonra oradan geçmeyerek, dolambaçlı yollara saptım.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:77-8)
“O öfke içinde, dudaklarında acı bir gülümsemeyle gözlerini açtı ve gördü. Gördü ve hayhırdı:
Görüyorum!... karısını çılgın gibi kucakladı, sonra doktorun karısına koştu, onu da kollarında sıktı, onu ilk kez
görüyordu ama o olduğunu biliyordu, ve doktoru, ve koyu renk gözlüklü genç kızı, ve gözü siyah bantlı adamı
kucakladı.... ardından şehla çocuğu kucakladı, karısı sıkı sıkı yapışıp bırakmak istemediğinden onu adım adım
izliyordu... adam da ötekileri öpmeyi bırakıp yeniden doktora dönmüştü, ‘Görüyorum, görüyorum doktor,’
aralarında öteden beri adet olduğu gibi onunla senli benli konuşmuyordu, bu ani değişikliğin nedenini anlayana
aşk olsun.’ ”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:286)
“ ‘Tabii döneceğiz ya! Julien duydun mu, eve döneceksiniz diyor. Sor, ne zaman dönüyoruz, sorsana,
ne zaman dönüyoruz?’ ‘Hey, bana baksana arkadaş! Ne zaman döneceğiz, ha?’ Askerle bir tanıdıkmış gibi,
gülerek, senli benli konuşuyorlar, alttan alarak: O bütün bir kazanmış ordu şimdi gözlerinde, ama gene bir asker
işte, bir adam, kendileri gibi.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:258-9)
“Kurul üyesine elini uzatarak:
‘Öp elimi,’ dedi. ‘Ve ayağa kalk. (Şunu bilmek gerekir ki, İtalya’da senli benli konuşmak daha tatlı
bir duygunun olduğu kadar içten ve candan bir dostluğun da belirtisidir.) Senden yeğenim Fabrice’în
bağışlanmasını istemeye geldim. İşte eski ve bir dosta söylendiği gibi, eksiksiz ve dobra dobra aslı şu: Fabrice on
altı buçuk yaşında akıl almaz, önemli bir çılgınlık yaptı...’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:109)
“Bulvarda oturan bir bayanla tanışıyor, akşamları ona gidiyordu. Arharof’ların balosunda mazurka’yı
idare ediyor, feld mareşal Kamenski’yle harbden konuşuyor, İngiliz kulübüne uğruyor, Denisof’un tanıttığı kırk
yaşlarında bir albayla senlibenli konuşuyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:21)
“İvan İlyiç emrinin altındaki bu bir kaç kişiye nazik, hemen hemen arkadaşça davranır, onlardan daha
güçlü olduğu halde, dostça, senlibenli davrandığını hissettirmek isterdi. Ama böyle davranabileceği kişilerin
sayısı kaç taneydi ki!...”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:37)
“Saat altıya doğru davetliler toplandılar, Truhaçevski de, pırlanta düğmeli, zevksiz siyah bir frakla
göründü. Senli-benli, çok samimi davranıyor, sorulan her şeye aceleyle, hemen anlayıp onayladığını ve
söylediğiniz ya da yaptığınız her şeyin aynen beklediği şekilde olduğunu göstermek isteyen tuhaf bir
gülümsemeyle karşılık veriyordu.”
(L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:110)
“SHANNON - Eh, senin de Pedro’nla Pancho’n var.
MAXINE - Uşaklarım. Bana yeterince saygı duymuyorlar. Yanımda çalışna insanların sana karşı çok
senli benli olmalarına izin verirsen seni saymaz oluyorlar.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:86)
“Eski Avusturya’da karşılıklı çekişmelerde bile kibarlıktan ayrılınmazdı, gazetelerde, parlementoda
atışmalar olmaz değildi, amma uzun uzun demeçlerde ağzına geleni söylemiş milletveklleri sonda dostça oturup
bira ve kahvelerini içer, senli benli konuşurlardı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:40)
“Heyecanına rağmen, iyice düşündükten sonra, mağrur genç kızın kendisini babasının sekreterine nasıl
verdiğini. ‘Mathilda’ ona ‘sen’ diye hitap etmeye, onunla senli benli olmaya çalışıyordu.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Stendhal’, sa:198)
Sen sağ ben selamet : Sıfır kere sıfır elde var sıfır, tapi olmak; Bir sonuca varmak, iş sonuçlandırmak
“ ‘Bakkal ve çiftçi olabilecek kimse hiç gider de balıkçılığa mı katlanır? Allah iyiliğini versin şu
balıkçılığın! Aç dükkanı, ısmarla kahveyi, tellendir cıgarayı, tart fasulyayı, al parayı... Sen sağ ben selamet. Oh,
gel keyfim gel! Ne ayazı, ne uykusuzluğu, ne fırtınası ne de boğulması var...’ derlerdi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:27)
Sensu bono : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) <sen’su bo’no> : İyi bir duygu içinde = In a good sense; Sensu lato :
Geniş (rahat) anlamda = In a broad sense; Sensu malo : Kötü bir duygu içinde = In a bad sense; Sensu
stricto : Titiz, dikkatli (Teyakkuzda)
(İNG.)
Senyör; Monsenyör : Ortaçağ’da Avrupa’da toprak ve kudret sahibi derebeyi; Bugün bile: İspanyolca’da
‘Bey=Senor’; Tanrı’nın hitap lakaplarından biri; Kilise’de Piskopos, Kardinal vb. düzeyinde olan din
büyüklerine de hitap tarzı
“Mutfaktaki büyük şişte bir öküz çevrilebilirdi. Şatonun küçük kilisesi bir kıralın tapınma yeri kadar
görkemliydi. Hatta, ayrı bir yerde, Romen tarzında yapılmış bir hamam bile vardı; fakat senyör, putataparca bir
töre olduğu düşüncesiyle, orada yıkanmıyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:52)
Separation Anxiety : (PSYCH.) <Separeyşın engzayeti = Bebek-anne; sevgili-sevgili ayrılımı); Bk.: Anksiyete
Sepete kaldırmak : İptal etmek, sürüncemede bırakmak, ertelemek
“‘Harvard değil!’ diye bağırmıştı. ‘ABD! Dünyanın en güçlü zerrecik hızlandırıcısı olacaktı! Yüzyılın
en önemli bilimsel projelerinden biri olacaktı! Bu işe iki milyar dolar yatırıldı ve şimdi senato projeyi sepete
,kaldırıyor! Kahrolsun İncil müptelası lobiciler!’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:70)
Sepetlemek; Sepetlenmek : Başından savmak, huzurundan kovmak; Kovulmak, sürgün edilmek, işten atılmak
(Argo)
“Çocuğun bir sorusu üzerine, babası, annesinin velayeti almak için diretmediğini söyledi. Kadının o
zaman söylediklerini aynen yineleyerek, annesinin paramparça olduğunu, Miles’dan vazgeçmenin hayatındaki
en zor, en korkunç karar olduğunu ama o koşullarda elinden başka bir şey gelmediğini anlattı. O gün Abington
Meydanı’nda, babası ona, bir başka deyişle, annesinin ikisini de sepetlediğini söyledi, ‘Seni de beni de def etti
oğlum. İkimize de haydi vira, çekin arabanızı’ dedi.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:61)
“... adı Lou’ydu, eski kaya madencisi, kartal burun, iri, kocaman eller, buruşuk ayakkabılar, dağınık
saçlar, kadınlarla benim kadar becerikli değildi -o sıralar. neyse, bir gün içki yüzünden işe gidemedi ve şekerci
patronlar onu sepetlediler.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Pis Moruğun Notları’ndan Seçmeler”, sa:122)
“ ‘Düşünsenize, tutun ki ben burnumu hınkırdım! Siz ne derdiniz? Anında sepetlerdiniz beni! Sizin gibi
aklı başında bir adam yapmaz bunu.’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:290)
“Yapamaz mıyım sanıyorsun Rakitka, cesaretim mi yok? Yaparım; yaparım, hem de şimdi yaparım,
kızdırmayın beni! Ötekini de sepetlerim, burnuna nanik yaparım, tırnağımı göremez o!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:324)
“EMEL - Hadi oradan.. Gittin mi? Gördün mü? Ben gördüm. Aralarında yıllarca yaşadım..
HALA - Saçlarınız kurudu Emel hanım..
EMEL, ona döner. - Ne o? Beni sepetlemek mi istiyorsun? Vay Hala hanım vay!..”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:56)
“Cevdet Bey ölü gibi mırıldandı: ‘Seni hiçbir zaman evlatlarımdan ayrı düşünmedim!’
‘Yalan! Beni niye onlar gibi Galatasaray’a yollamadınız peki o zaman?..... Askeri okula sepetlediniz
beni!’ ”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:167)
“BAYAN - Sizden söz ettiğini duymuşumdur. Avustralya’ya sepetlendiğinize göre, doğal olarak,
değersiz olduğunuz kanısına varmıştım. Ama bunun zararı yok. Çünkü işim çok basit. Vasiyetnamemi
düzenletmek istiyorum. Nem varsa hepsini kocama bırakacağım. Bunda da hataya düşmeniz hemen hemen
olanaksız sanırım.
SAGAMORE - Elimden geleni yaparım. Lütfen oturunuz.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:4-5)
“ ‘Çabuk tutmalı elini kişi, bir ağaca oyuncaklar yerleştirir gibi beceriklilikle eklemeli olayları,
parmakların bir kıvrılmasıyla. Eğiliyor, nasıl da eğiliyor, hanımelinin üzerine bile. Şu yaşlı kadının üzerine bile,
çünkü kulaklarında elmaslar var, at arabasıyla malı mülkü çevresinde koşuşturarak kime yardım edileceği, hangi
ağacın devrileceği, ertesi gün kimin sepetleneceği gibi işleri yönetiyor.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:135)
Sepilemek; Sepilenmiş : Deri ya da postu türlü kullanım şekilleri için işlemek; İşlenmiş deri, post
Bk.: Tabakhane
“Tapınak hizmetkarları uzun birer kancayla Baal’ın vücudunda kat kat sıralanmış yedi bölmeyi açtılar.
En üsttekine un, ikincisine iki tane kumru, üçüncüsüne bir maymun, dördüncüsüne bir koç, beşincisine bir koyun
yerleştirildi. Altıncısına koymak için öküz bulunmadığından, bunun içine de tapınaktan alınma sepilenmiş bir
deri konuldu. Yedincisi ise açık durmaktaydı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:332)
“Ama Tede Haien düşünceli düşünceli, ‘Sana bir öğüt verebilirim Trin Jans,’ diyerek küçük dolabının
yanına gitti ve çekmeceden küçük bir gümüş sikke alarak, ‘Hauke’nin hayvanınızı öldürdüğünü söylüyorsunuz,
yalan söylemediğinizi de biliyorum, işte size dördüncü Christian’ın bir sikkesi; bununla üşüyen bacaklarınız için
sepilenmiş bir kuzu derisi alın!’ ”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:39)
Septik : Kuşkucu, şüpheli, olmayacağı daha olası görülen, neredeyse mantık dışı şey ya da olay
“Sinema kalabalık; seyircilerin yarısı bu mucizevi diriliş sahnesini görünce kahkahayı basıyor. Onların
bu septik tarzına öfkelenmiyorsun ama senin için mantığı aşan bir an oluyor bu ve gözyaşların yanaklarından
aşağı süzülürken, ablanın koluna yapışıp öylece oturuyorsun. Olamayacak olan oluyor ve sen tanık olduğun
sahne karşısında şaşkınlıktan donakalıyorsun.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:106-7)
SEPTİSİZM : (FEL.) <İNG.: Scepticim, FRA.: Scepticisme, ALM.: Skeptizismus> Bk.: KUŞKUCULUK
Sepya :
(SAN.) :
Suyla yapılmış suluboya resim; Mürekkep balığından elde edilmiş kopkoyu, sipsiyah renk
“Ağustos 78’de, Murad ve eşinin mektuplarından sadece birkaç gün sonra, bir başka dostumdan,
Albert’den bir mektup aldım. Onu da yolu Paris’e düşen biri getirmişti. Öncekilerin tam aksi bir görüşle
yazılmıştı. O zamandan beri hepsini büyük bir ataşla birleştirerek topluca saklamıştım. Ama ataş paslanmıştı;
şimdi mektuplardan birinin ön, diğerinin de arka yüzünde onun sepya rengi izi var.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:70)
Serbest kadın : Cinsel tercihlerini rahatça kullanan kadın
“Effi’nin yazdığına göre Zwicker alımlı, güzel ve biraz da serbest bir kadındı; belki bir geçmişi bile
vardı; ama çok hoştu ve insan ondan çok, pek çok şey öğrenebilirdi.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:44)
Serçe kuşu kadar canı kalmak : Çok zayıf, yaralı ya da hasta, çaresiz olmak
“Süleyman:
‘Eee, hoş gelmişsen koca oğlan! Biz de senin aklına hiç düşer miydik? Serçe kuşu kadar canımız kaldı.
Çok şükür seni gördük, koca oğlan,’ dedi, karısına döndü.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:194)
Serçe kuşunun gözü kadar : Küçücük, ufacık, azıcık
“ ‘Bayram, bir Fatma’yı soyuyor, bir de bunu. ‘Askeriyenin duşu’nda bastırıyor ikisini. Ne kadar
gülünç buluyor bu manzarayı’ Deli Haceli’yle Fatma! ‘Hey gigi yeri göğü yaradan Allah heyy!.. Serçe kuşunun
gözü kadar da mı adaletin yoğudu?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:233)
Serçe parmağınla paramparça etmek : Kuvvet, güç gösterisinin aşırı, mübalağalı bir şekilde ifadesi
“ ‘Koca ispiyoncu. Hayvanoğlu! Eğer şu anda karşımda olsaydı o, sevgili dostum, gözleriniz yerinden
fırlardı, onu nasıl evire çevire döverdim, serçe parmağımla nasıl paramparça ederdim, görürdünüz!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:305)
Serçe pehlivan : Cılız, ufak tefek, çelimsiz çocuklara alay olsun diye verilen sıfat
“Mektepte iken, hatta iki üç sene evvel ben son derece cılızdım. Mektepte siz, bütün arkadaşlarım
benim cılızlığımla eğlenir, arkamdan hep ‘Yuha! Serçe pehlivan...’ diye haykırırdınız. Serçe pehlivan! Şimdi
,hatırlıyor musunuz?”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler”, Cilt:II, sa:46)
Serde ... olmak vardı : Kaderde (Ser: Baş-Farisi-) ..... olmak vardı; Talihli olsaydım öyle olurdu
“Ama ne yaparsınız! Serde papanın katırı olmak vardı... Çocuklar ne yaparsa yapsın, hiç aldırış
etmiyordu; yalnızca Tistet Védene’e içerliyordu.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:55)
Serdengeçti : Osmanlılar zamanında, kendi arzusuyla çok tehlikeli görevlere ‘fedai’ olarak atanan kişi
“Yerli Serdengeçti hem Yeniçeri
Binbaşı, Subaşı hem Sekbanbaşı
Topçu, arabacı, cebeci’leri
Feda kıldılar hep baş ile canı”
(Aşık Deruni-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:400)
“Açılup al, yeşil bayrak düzüldü
Her diyardan serdengeçti yazıldı
Boşandı aç kurtlar, bendi çözüldü
Ağzını açmışlar arslanımız var”
(Aşık Ravzi-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:343)
Seremperen : Rahatça, özgürce, hiç çekinmeden
“HASTINGS - Elmasları kaybettiğini anlayınca annenizin duyacağı öfkeden kokuyorum.
TONY - Onun öfkesine pek aldırmayın! O işi ben idare ederim. Annemin öfkesi kestane fişeği gibi
bir şeydir; önem vermeyin. Vay, işte onlar, seremperen geliyorlar. (Hastings soldan çıkar.)
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:64)
Serencam : Macera, sergüzeşt
“Daha çok çok şeyler gördüler, başlarından inanılmaz serencam geçti. İki gün de aç kaldılar. Aşık Ali
olmasa halleri dumandı. Köylere gidip saz çaldı, ekmek topladı.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:43)
Sere serpe : Dört başı mamur, rahatça, sıkıntısız üzüntüsüz (yaşam); serilip serpilerek, yayılarak, açılarak
“Paris başkaydı bu ayda. Yabancılara bırakılmıştı. Sere serpe, alabildiğine... Zengin turistler, yoksul
turistler, Amerikalılar, İsveçliler, Almanlar, şunlar bunlar. Bir öğle vakti Café de la Paix’ de oturup seyrettim o
pahalı turistleri. Cakalı Amerikalılar, aile babaları, her yerde resim çıkartarak bu anı ölümsüzleştireceklerini
sanan gafiller!”
(O. Akbal, “İstinye Suları”, sa:64-5)
“YALNIZIN ŞARABI
Seven kadının o garip bakışı var ya,
Sere serpe yıkansın diye güzelliği
Dalgalı ayın titrek göle gönderdiği
Beyaz ışın bize doğru kayar ya...”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:201)
“Perşembe günü gelip çatınca, arabaya atlayıp yola düştük. Ama geç kalmıştık; surların önünde sere
serpe uzanmış yatan geniş alana varmamız öğleyi bulmuştu. Alan boştu adeta.”
(E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:7)
“ ‘Orda sıcak kumun üzerine sere serpe uzandım. Başım, güneşin yakıcı parlaklığı içinde, iç etekliğim
(gemiden kaçarken birlikte götürebildiğim tek şey oydu) üzerimde kururken, bitkin ama bir felaketten kurtulan
herkes gibi minnettardım.’ ”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:7)
“Bir gün babam bana, bunu böyle sürgit devam edemeyeceğini söyledi. - Niçin mi? Çünkü, allah
kahretsin, onun oğluydum. Ondan sonra çıkacağım tahta yaraşır hale gelmeliydim... Oysa ben, sere serpe taze
çimenlerin üzerine uzanmış, ya da kızgın güneş altında yanan bir arenanın taşları üstünde kendimi ne kadar
mutlu hissediyordum.”
(A. Gide, “Thésée”, sa:6)
“Dinyester Irmağı, yatağında sere serpe yayılmış akıyor. Sular kimi yerde sığ, kimi yerde derin, kimi
yerde coşkun… Sazlık adacıkların serpiştirildiği bu ışıltılı suklarda kuğular çığlık atıyor, cakalı balıkçıllar,
kırmızı bağırtlaklar, uzun gagalı çulluklar bağrışarak av kovalıyorlar.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt :II, sa :94)
“Babasının ölümünden beri, geçmiş yılları, hele çocukluk yıllarını sık sık hatırlıyordu. Derin hayallere
dalıyor, kendini hatıralarının akışına bırakıyordu. Hemen her yaz, ağaçlı yolların ıssız kaldığı sabahın ilk
saatlerinde, bahçeye karatavuklar gelir, iyi beslenmiş papazlar gibi yağlı ve semiz, buralarda sereserpe
dolaşırlardı.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:226)
“Yakışıklı öğrenci içeri girdi, elini uzattı bana, ismini söyledi; öylesine sere serpe ve neşeli
davranıyordu ki, sanki eskiden beri birbirini tanıyan iki kişiydik.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:45)
“SERESERPE
Uzanıp yatıvermiş, sere serpe;
Entarisi sıyrılmış, hafiften;
Kolunu kaldırmış, koltuğu görünüyor;
Bir eliyle de göğsünü tutmuş.
İçinde kötülüğü yok, biliyorum;
Yok, benim de yok ama...
Olmaz ki!
Böyle de yatılmaz ki!”
(O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:376)
“Kadın erkek, çoluk çocuk çingenelerin bir kısmı sıcaktan çadırların biraz ilerisindeki incir ağaçlarının
altlarına devrilmiş, sereserpe uyuyorlardı.”
(O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:7)
“Dünya dünya olunca işte böyle bir dünya olmalı da insanoğlu şöyle bir sere serpe yaşamalı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:49)
“AŞKIM
---------Aşkım, yüreğimin fışkırmasıdır
Masmavi bir gökyüzüne
Görüyorum seni bir ırmak gibi akıyorsun
Çölün susuzluğu içinde
Sere serpe alabildiğine
Oradasın, akıyorsun, görüyorum seni...
Sonsuzca arzuluyorum seni
Sonsuzca istiyorum seni.”
(Yandam Kolani-Eray Canberk; “Şiir Atlası, “Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.09.09)
“Martin iyi dansederdi ve kız onunla zevkin cennetinde dönüp durdu. Başı onun omzundaydı ve bunun
sonsuza kadar sürmesini diliyordu. Sonra, öğleden sonra ağaçlar arasında dolaşarak uzaklaştılar. Orada eski, o
güzel usulde kız oturdu ve Martin başı onun kucağında, sereserpe sırtüstü uzandı. Kız onun saçlarını okşar,
aşağıya onun kapalı gözlerine bakarak onu çekincesiz olarak severken o uzandı ve kestirdi.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:427)
“BİRİNCİ SAHNE: Bir çatışma öncesi. Genç bir kadın -Adriana- evinin önünde sere serpe oturmuş,
özlem yüklü eski bir şarkı söyler. Eve girmek istediğinde Tsargo’nun yolunu kestiğini görür. Genç adam
sarhoştur; sendeleyerek onunla konuşmaya çalışmakta ve geçen yıl birlikte dans ettiklerini anımsatmaktadır.”
(A. Maalouf, “Adriana Mater”, sa:9)
“Peygamberlerin mucizeler haber verdiklerini duyuyor, saray teraslarında ipek şalvarlı sultanların sere
serpe uzandıklarını, buhurdanlarından tüten dumanların cin, peri şekillerini alıp havada dağıldıklarını görür gibi
oluyordum.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:111)
“Döndü, gevşek adımlarla uzaklaştı. Hepsi gitmek istiyordu. Mathieu kalkmaya cesaret edemedi; uzun
bir sessizlik oldu, yüzler ağır ağır kızardı, ateşli gözlerle birbirlerine baktılar.
-Barıştaymışsın gibi yollarda sere serpe gezebilsen, daha ne istersin? dedi biri. Şimdi, savaşta...”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:111)
“Sende bir murat var ki, sereserpe, koskoca:
Meramıma varayım, bırak, bir kez girerek;
Başkaları amaca ulaşırken kolayca,
İtilsin de sönük mü kalsın bendeki erek?”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:135, sa:311)
“Fırlak karnının üzerine yatarak başını ellerinin üzerine koyan Mişka, kalın, çarpık bacaklarını da sere
serpe uzatarak derin bir uykuya dalmıştı. Olguşka, Agulina’ya seslendi, çocuğu uyandırıp avucuna çilek koydu.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:114)
“Perdeleri açtı, korkmuş ve iki yana kaçmış gözleriyle çocuğu uzun zaman bulamadılar. Nihayet onu
gördü: pembe beyaz yavru, başı yastıktan düşmüş, sere serpe, karyolada enlilemesine yatıyor ve dudaklarını açıp
kapayarak rüyasında meme emiyor, düzenli nefes alıyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:195)
“Yüksek, biçilmemiş otlar arasında kendilerine yol açmaya çalışan ya da sere serpe frenk asmalarının
tozlu, yaldızlı boynuzlarının çevresinde tekdüze bir ısrarla dönüp duran arıların donuk mırıltısı, ortalığın
dinginliğini büsbütün sıkıcı kılar gibiydi.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:9)
“Seyirciler yerlerine dönüyorlardı. Müzik çağırıyordu onları. Patikalardan inip tarhlardan geçerek akın
ediyorlardı yine. Mrs Manresa, yanında Giles, alayın başını çekiyordu. Eşarbı kabarmış, düzgün dalgalarla
omuzlarında uçuşuyordu. Rüzgar çıkmıştı. Çimlerden gramofon sesine doğru salınırken bir tanrıçayı andırıyordu
Mrs. Manresa, sereserpe, bereket saçan bir tanrıçayı.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:105)
Sergilemek : Göstermek, açılıp saçılmak, ortaya koymak
“Ama bir başka fotoğrafta, aklımdan hiç çıkaramadığım gözleri ışıl ışıl, karnı şişmiş, ağzı ve burnu yara
ve çıbanlarla kemirilmiş oğlanı görür görmez tanıdım. Kendisini gizemli bir yabanıl hayvana çeviren, yalnızca
dişlerin, damağın ve bademciklerin göründüğü o göçüğü tıpkı bize gösterdiği saflık ve doğallıkla fotoğraf
makinesine de sergilemişti.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:9)
Serha : Çingene çadırı
(ROMAN sözcüğü)
“-Senin memleketin neresi?
-Benim memleket... Ah benim memleket... Ne ise çok konuştuk, verin siz şinci şu şoparlara
<çocuklar> birkaç para ufaklık da yarın avşım <akşam> yine konuşuruz. Zere geldi (uzaktan gelen bir falcı
kadını göstererek) bizim baş belası... O açmadan ağzını, ben gideyim serha yanına...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:29-30)
Serilmek : Uzanıvermek (Genellikle yatağa-insan-); Yere uzatılıvermek (Halı, kilim)
“Gerios geri döndüğünde, karanlık basmıştı. Gecenin karanlığı! Karısı, odaya dönmüştü bile, yatağa
serilmişti.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:37)
Seri(l) sefil : Perişan, sefalet içinde
“Ve son, umarsız bir hastalık, esenli günlerinde altını oyduğun varlığa musallat olup da, artık fersiz
seril sefil yatağa düşmüş, boş bakışları göğe yönelmiş, soluk alnında ecel terleri gelip giderken...”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:54)
Serinkanlılık; Serin kanlı olmak : Kendinden emin olmak, çabuk heyecanlanmamak, paniğe kapılmamak
Bk.: Soğuk kanlı olmak
“ ‘Neyi anlattı?’ Bu saçma bir soruydu, ama Sachs’ın serinkanlılığı karşısında başka bir şey
söylemeyecek kadar afallamıştım.
‘Ben yokken olanları. Kafanıza dank edişini, düzüşmeleri, emişmeleri. Bütün rezilliği.’
‘Anlıyorum. Bilinmedik fazla bir şey kalmamış.’
‘Hayır, bir bok kalmadı.’ ”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:92)
“Kız içeri girip kapıyı arkasından kapatıyor. ‘Pavel’in arkadaşıydım,’ diyor. Fyodor Mihayloviç,
başsağlığı sözcüklerinin gelmesini bekliyor. Ama gelmiyor. Bunun yerine kız tam karşısına dikiliyor, kolları iki
yanında, adamı ölçüp biçiyor; duygusuz, dikkatli bir serinkanlılık var üzerinde...”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:103)
“EMEL - Siz karışmayın.
GÜLTEN - Bir dakika hanımefendi...
EMEL - Kararımı biliyorsunuz.
TEKİN - Anne, ben babamla konuşmak istiyorum. Müsaade edin de biraz onu dinleyeyim. Serin
kanlı olun. Biraz da kendi irademle hareket etmemi doğal karşılayın.”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:64)
“... O zaman hepinizi o şiirsel gece kıyafetiyle görmek mümkün olacaktı. Ama ilk şaşkınlığı atlattıktan
sonra öylesine serin kanlıydım ki anlatamam...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:75)
“Knecht’in yaşamında gizli kalan kimi şeyleri bilemiyoruz kuşkusuz; ayrıca unutulmamlıdır ki, ne kdar
serinkanlı, tarafsızlık konusunda ne kadar iyi niyetli davranılırsa davranılsın, tarih yazmak her zaman düzmece
nitelik taşıyacak, böyle bir yazının üçüncü boyutunu her zaman kurmaca oluşturacaktır.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:44)
“Sidarta kaybettiği zamanlar serinkanlılığını eskisi gibi koruyamıyor, eli ağır borçlulara karşı eskisi gibi
sabır gösteremiyordu artık; dilencilere karşı iyi kalpliliğini elden çıkarmış, bağış için gelenlere bağışta
bulunmaktan, borç istiyenlere borç vermekten zevk almaz olmuştu.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:95)
“Burada, eğer birisi, ‘Herkesin canı cehenneme, ben Perth’in Belediye Başkanıyım!’ dese, kimse bunu
adamakıllı sorgulamaz bile. Nasıl bizler, geriye yaslanıp, bir baş sallamasıyla, ‘Büyüklük hezeyanları. Akıl
hastalığı!’ diyebiliriz? Bu, belki de, serinkanlılıkla, hesaplı bir şekilde, yaşadıkları monoton hayattan uzalşamak
için seçtikleri bir eylem tarzı olabilir.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:49)
“Sömürge çağının ayrıntılı ve serinkanlı bir incelemesi, Avrupalılar arasında her zaman sıra dışı kişiler
-siyasetçiler, askerler, misyonerler, entellektüeller, Savorgnan de Brazza gibi birtakım kaşifler- bulunduğunu
gösterir; onların tutumları cömert, dürüst, hatta kimi zaman kahramancadır ve inançlarının ilkelerine olduğu
kadar, uygarlıklarının ideallerine de kesinkes uygundur. Sömürgeleştirilen ülkelerde zaman zaman onların anıları
korunur; Kongoluların Brazzaville adını değiştirmeleri de bu şekilde açıklanabilir kuşkusuz.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:48-9)
“Müdürün temizlik hastası olduğu fark ediliyordu. Yirmi dokuz yaşını yeni bitirmişti, beyaz kadın
ticaretiyle servet yaptıktan sonra deneysel yoldan gazeteci olan ve ömür boyu birinci başkanlık yapan
büyükbabasından farklı olarak dört yabancı dil biliyordu, uluslararası alanda üç master yapmıştı. Yol yordam
bilirdi, şık giyimli, serinkanlı diye tanınırdı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:50)
“Bird serinkanlılıkla konuşuyordu. Kendisinin nihayet kendini aldatmanın son tuzağından kurtulduğu
hissiyle, kendine güvenini yeniden kazanmıştı. Himiko ise dolu dolu olan gözlerindeki bakışları Bird’e
çivilemişti.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:228)
“MUCİZEYE GİRİŞ
<Sapanca Şiir Akşamlarında Beş Yunan Şairi-1>
Dünyanın seyrek dokusundan
en değersizi, en sözü edilemeyeceği
bekliyorum yaşadıkça
burada ve her yerde.
Bunu açıklamaya kalktığında mucize yitiyor,
Yağmurun kendi öğretisini okuyuşunu
anlatmayı denesen serin kanlılıkla”
(Athina Papadaki-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.06.04)
Sermaye : Bir işe başlamak için gereken ana para; Ticaret için kullanılan kadın (Argo)
“Neden sonra tiz sesler duyuldu ve sel baskınına uğrayan karıncaların yuvalarından dışarı uğraması
gibi, sermayeler birbiri ardı sıra kapıdan dışarı fırladılar. Yüzleri gözleri boya içinde ve hepsi yarı çıplaktı.
Uluyor, debeleniyor, olay yerinden bir an önce kurtulmaya çalışıyorlardı. Peder Garcia’nın sesi yükseldi, denizin
üstünü örttü ve kabaran dalgalarla kaçışan kızların arasındaki boşluğa yüzlerce kol uzandı, sermaye kızları
kavradı, ters çevirdi ve yere vurdu.”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:285)
“Hırs geldi miydi, insan ne dediğini biliyor mu? Dedim tabii. Bana iş yapan karıyı kızı ayartıp sermaye
yapacak değil misin a orospu dedim. Evine giren çıkan...”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:26)
Sermayeyi kediye yükletmek : Tüm varını yoğunu kaybetmek, iflas etmek
“Mrs. HUSHAYBE - Ya, adamcağızın günahına girmişim demek. Peki, para ne oldu?
ELLIE - Hepimiz tepeden tırnağa donandık. Yeni bir eve taşındık. İki yıl kadar yeni bir okula gittim.
Mrs. HUSHAYBE - Topu topu iki yıl mı?
ELLIE - Topu topu iki yıl. Sonunda babam sermayeyi kediye yükletti.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:22)
Sero sed serio : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) <se’ro sed se’rio> : Geç olmasına rağmen, ciddi ! = Serious even
though late (İNG.)
Serpent d’église : (MUS.,MYTH.,KOLL.) <ser’pan d’eg’liz> : Kilise Yılanı; Yılankavi borusuyla, modası
geçmiş bir müzik enstrümanı; Organ’da kamış ‘stop’ = The church serpent : An obsoolete musical instrument
with a serpentine tube. A reed (kamış) stop on the organ (İNG.)
Serpilmek : Gelişmek, büyümek, olgunlaşmak; Bir yerlere saçılmak
“Gülüşüyor, birbirimizin gözlerinin içine bakıyor, arada yeniden el ele tutuşuyor, küçük araba ile
önümüz sıra ilerleyen, sık sık arkasına dönüp bize bakan Fritz’e başımı sallıyorduk. O da benim gibi büyümüş,
serpilmişti.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Bir Şey”, sa:31)
“Sekine Hanım:
‘Hem de maşallah, ne kadar serpildi, toplandı, güzelleşti,’ diyordu. ‘Gitmezden evvel, bilekleri
ipincecik, benzi sapsarıydı ve gözlerinde fer kalmamıştı... Şimdi bakıyorum, yanakları adeta pembe pembe
pençeleşti, gözlerine can geldi.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:78)
“Dadı, Bonnie dört yaşına basınca serpilmiş bir kızın ata binerken eyere bir erkek gibi oturmaması
gerektiğini, homurdanarak söylemeye başladı. Rhett, Dadı’nın söylediklerine kulak asmamazlık edemedi. Çünkü
onun çocuk büyütmek ve özellikle kız çocuğu yetiştirmek konusunda bir hayli deneyimi vardı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1258-9)
“Buğday doğru zamanda toprağa ekildi, serpildi, büyüdü ve şimdi olgunlaştı. Tarlanın kenarından bir
ekin koparalım, avuçlarımızın arasında yuvarlayalım, eskiden beri böyle yapılmıştır. Kuru ve sıcak tınaz
dökülür, çukur yaptığımız avucumuzda bu saptan en sekiz-yirmi buğday tanesi kalır, ekini biçme zamanı geldi,
deriz.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:113)
“ ‘Louis, gözlerin bir noktaya dikilmiş, “ölü mü?” dedim, öptüm seni; pembe giysilerimin altında
yüreğim, tıpkı durup dururken kendi kendine kımıldayan yapraklar gibi küt küt atarak. Itırların kokusunu
duyuyorum şimdi; incecik toprağın küf kokusunu. Dans ediyorum. Dalgalanıyorum. Işık ağı gibi sana serpildim.
Üzerine savruldum, titreyerek uzanıyorum.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:10)
Sersebil olmak : Buna yalnız Y.K. Karaosmanoğlu’nun “Yaban”ında rastladım, başka hiçbir lügatte
görmedim. (Yerli ve yabancı iki en önemli kaynak: Ali Püsküllüoğlu’nun: “ARKADAŞ Türkçe Sözlük”, arkadaş
yayınları, Ankara 1997; ve; Mevlut Sarı’nın: “Turkish English, Arabic, Persian SÖZLÜK”, Gonca Yayınevi,
İstanbul, -tarih yok-“. Farsça “Ser”, ‘baş’ ve “sebil”, ‘hayıra dağıtılan su’ olduğuna göre, bu sözcüğün,
romanın daha ilk sayfalarında anlatılan kişisel yoksunlukla hiç ilgisi yokmuş gibi geliyor. Evvelki baskılarında
ya da Osmanlıca da nasıl yazılmış bilmem. Kitabın bu baskısı da göz göre göre bir hata mı yapıyor? Kitabın
başına, Karaosmanoğlu’nun Osmanlıca el yazısıyla bir tablet sunulmuş, “Yaban’ın birinci sayfası” deniyor.
İnsaf! Tablet’in sol üst tarafında, Eski Yazıyla, (159) yazıyor, sağ üst köşesinde ‘giyme’ arasında yalnızca
“Yaban”. Sonra ilk satırda, kendim okuduğum gibi, “Yunan Taarruzu”ndan bahsediliyor ve sayfa karşılıklı
konuşmalarla dolu. Halbuki bu yeni Türkçe baskısında, ilk sayfa, (sa:17) de yalnızca tek taraflı anlatı var.
Neyse, sözcüğü bu yıl, sayın Yaşar Kemal’de de rastladım ve aşağıya aldım. (İ.E.)
Bk.: Sersefil olmak, Sersefil ölüp gitmek
“Mehmet Ali bana: ‘Gel beyim, seni bizim köye götüreyim; buralarda, yalnız başına sersebil olursun’
dediği vakit, bir Anadolu köyünün ne olduğunu bilmiyor değildim.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:17)
“ ‘Kovulduk komutanım.’
‘Hayır,’ diye bağırarak yumruğunu masaya vurarak, müşekkel <iyi şekillenmiş, iri> gövdesiyle ayağa
kalktı,’ biz sizleri Yunanlıların elinden zorla aldık. Oralarda sersebil olmayasınız, hakaret görmeyesiniz diye,
Yunanlının ayaklarının türabı <toprak> olmayasınız diye. Lozan Konferansında bütün Avrupayla, düveli
muazzama <Kazanan birlik: İtilaf Devletlerinin tümüyle, Fransa, İngiltere vs.> ile mücadele ederek sizi öz
yurdunuza intikal ettirdik <kavuşturduk.>.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:44)
Sersefil olmak; Sersefil ölüp gitmek : Fakirlik ve perişanlık içinde ölmek
“Yürüyebilseydi bile kiliseye ulaşamazdı. Ulaşsaydı bile rahip uyanana, giyinene ve kapıyı açana kadar
beklemek zorunda kalır, beklerken soğuk yüzünden ateşi iyice yükselir, hatta kilisenin, kutsal bilinen o mekanın
iki adım ötesinde sersefil ölüp giderdi.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:50)
Sersem, Sersem sersem; Sersemler şahı : Ne yaptığınınn bilincinde olmayan, pek de zeki olmayan kimse;
Aptal aptal (bakınmak)
“Dehası henüz taze ve kesesi boşken, bir üstadın karşısına ilk çıkışında yoğun bir duygu duymamışsa
insan, yüreğinde her zaman bir tel, yapıtında bilmem nasıl bir fırça vuruşu, bir duygu, bir şiir anlatımı eksik
kalacaktır. Kendilerini bir şey sanan kimi farfaralarda geleceğe güvenme duygusu çabuk ortaya çıkar; ama onları
ancak sersemler akıllı sayar.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:12)
“SEKRETER - Yo, hayır, başınıza iş açmaya değmez. Ahmakın teki.....(Sersem sersem duran YANK’a
aşağılayıcı bir yüzle bakar.) Allah kahretsin, laf anlatılmaz ki sana. Allahın ayısı.
YANK (İşittiği laf üzerine vahşi bir tavırla boşuna çırpınır.) - Ne dedin ne? Seni gidi düdük seni!”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:63-4)
“ ‘Ekselansları bir gün onun iktidara geleceğini ve yanına akıllı birini yerleştirmeyi düşünmeliydi!.’
‘Önce benim öncelim olan Felino markisinin çağırdığı, öğrencisini sersemler şahı yapmaktan başka
bir işe yaramayan rahip Condillac örneği var karşımızda.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:465)
Serseme çevirmek : Aptallaştırmak, sıradan bir insan gibi davranmak, ne yapacağını bilememek
“Çalışmaların ayakta tutuyor seni, doğru, ama bu çalışmalar sana haz vermiyor, uyuşturuyor, serseme
çeviriyor seni. O canım gücün ve kuvvetinin yarısı yoksunluklarda ve her gün üstesinden gelmen gereken küçük
çaptaki savunmalarda çar çur ediliyor.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:63)
“Ali durmadan konuşuyor, Memedi, Memedin çocukluğunu, yiğitliğini, Abdi Ağayı, onun zulmünü,
Abdi Ağayı nasıl öldürdüğünü, Hatçeyi, Irazı, çakırdikenliğini, Alidağın tepesinde patlayan ışığı, Memedin
kayıplara karışmasını bir bir anlatıyor, onu serseme çeviriyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:198)
Serseme dönmek : Aptallaşmak, ne yapacağını bilemeyecek derecede şaşırmak
“Mrs. St. MAUGHAM - Öldü... Geçmişim de onunla beraber gitti.
HAKİM - Aman yarabbi, serseme döndüm. Önce onun sağ olduğunu bilmek... Sonra da olmadığını
öğrenmek. Aman yarabbi.”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:105)
Sersem gibi : Kafası karışık, yaptığının pek bilincinde olmayan
“Başı sersem gibiydi ve midesi açlıktan gurluyordu. Yine de birşey yememeyi yeğledi. Kendisi,
yazgısının sergilediği tüm bu olumsuz şeylere dayanabilirdi, fakat bir daha yağmur fırtınasına, asla!.. Sokaktan
tek tük sesler geliyordu. Acaba onun hakkında ne konuşuyorlardı?”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası”, sa:101)
Sersem kafa : Genellikle ‘Ne aptalmışım!’ ya da ‘Ne aptalsın sen!’ bağlamında kullanılır (Argo)
“Dört yüz çok para dedi. Kadın yüzünden, dedi, o anlıyormuş, parayı vermek de istermiş. Bütün belalar
kadınların başının altından çıkıyor. Onunla iki laf etmeme izin verilmiş olsaydı, ah, sersem kafa! Kadınlar!
Kadınlar!”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:276)
Sersem sepelek : Aptal, pek kurnaz ve zeki olmayan
“ANTONIO - Bak, aylardır sabret diyorsun: ‘Bırak ortalık düzelsin, sonra kaçarız... Karın canımızı
sıkmaz artık, çünkü, sersem sepelek de olsa, artık bir kocası var! Bir kaç haftaya kalmaz Agnelli bahsi kapanır.’
”
(D. Fo, “Klakson, borazanlar ve bırtlar”, sa:59)
Sersem sepet : Aptal aptal, yarı uyur gezer, uyku mahmuru
Bk.: Sersem sepelek
“Sexton, halka duyuru yapacağını öğrendiğinde Başkan’ın yüz ifadesini görmek için, şu anda Beyaz
Saray duvarlarında bir sinek olmayı diliyordu. Sexton, göktaşını ulusa en iyi nasıl anlatacağını tartışmak için
Herney ile Beyaz Saray’da görüşmeyi kabul etmişti. Herney şu anda televizyon karşısında sersem sepet bir halde
oturup, Beyaz Saray’ın artık kaderi engelleyebilecek hiçbir şey yapamayacağını düşünüyor olmalıydı.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:494)
“KOMİSER - Sersem sepete dönmüş bir zavallı olduğuna inandırmalıyız herkesi... onu
konuşturduğumuzdan kuşkulanırlarsa, kendi örgütünden buraya gelip onu öldürürler.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:45)
“SOLANGE - İyi ya gebersin. Ben de mirasına konayım bari. Ahçı kadınla o sersem sepet uşak
arasında yaşamaktan, o pis tavan arasında sürünmekten kurtulurum hiç olmazsa.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:22)
“İlkyazda sıcak öğle sonlarıydı, kükürt sarısı limon kelebekleri güneşin altında sersem sepet dolanır,
yağ gibi kaygan, mavi ve durgun göl hafifçe ışıldar, incecik bir pus dağların doruklarını kuşatır, fazla geniş
olmayan taşlı alan zift ve yağlıboya kokusundan geçilmezdi.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:14)
“Acaba Memed duymuş muydu bu söylediğini? Duymuşsa rezillik. Gelmiş de eve sığınmış yaralı bir
kuş gibi. Bir de sen kalk da yiğidin anası çabuk ağlar diye bağır. Sersem sepet Koca Osman!”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:35)
Serseri; Serseri kılıklı, makulesi, tayfası : İşsiz güçsüz, ne idiğü belirsiz; Ayak takımı, serseri grubundan
“Söküp bir dizi katıra çektirmek için o güzelim kürsüyü iplere bağlamışlardı. Kafayı bulmuş bir grup
serseri sövüp sayarak hayvanları dürtüklüyordu, ama hayvanların toynakları düz zeminde kayıyor, askerler
zavallı hayvanları önce ileri itiyor, sonra yana çekiyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:23)
“Arkamızdan gelenin, yırtık pırtık giysili bir serseri görünümü varsa da, bir rahip olduğu açıktı; yüzü de
az önce sütun başlıklarının üstünde gördüğüm canavarlarınkini andırıyordu. Rahip kardeşlerimin çoğunun
tersine, ömrüm boyunca hiç şeytanla karşılaşmamştım; ama inanıyorum ki, eğer bir gün karşıma çıkacak
olursa..... şu anda sözümüze karışan adamın yüz çizgilerinden farklı olamazdı.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:77)
“Elinde olsa da onun bütün yaşayışını gözaltında bulundurmayı çok istiyordu. Günün birinde de aklına,
sokakta onun peşine adam takmak geldi. Otelin yakınında serseri kılıklı bir herif vardı, sürekli yolculara
sokulurdu; ondan istense yapmam demezdi bu işi herhalde… Ama gururu isyan etti:
‘Aman, n’apayım! Varsın aldatsın beni vızgelir! Bu kadar önemli mi bu benim için yani?’ ”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:309)
“Misis Trotter:
-Anladım efendim, anladım, diye karşılık verdi. Sizin bereketli olmayan bir işle uğraşmayacağınızı
bilmeliydim. Peki, bana ne gibi bir görev düşüyor? Bu üç bin serseriyi birer birer mi, yoksa toptan mı geri
çevireceğim?”
(O. Henry, “New York’u Neden Sevdi?”, sa:14)
“Yavaşlığın keyfi neden yitti gitti böyle? Ah nerede şimdi geçmişin aylakları? Halk türkülerinin tenbel
kahramanları neredeler, bir değirmenden ötekine sürüklenip duran, açık havada yıldız palasta uyku çeken şu
serseri tayfası nerede şimdi?”
(M. Kundera, “Yavaşlık”, sa:8)
“Birleşik Devletleri karış karış gezerken yeni bir görüşe sahip olmuştum. Bir serseri, bir aylak olarak
toplumun sahne arkasında, bodrumundaydım. Mekanizmanın işleyişini görebiliyordum. Toplumsal makinenin
çarklarının nasıl işlediğini çok iyi gördüm.”
(J. London, “İntihar”, sa:154)
“ ‘Kibarlık böyledir ve ancak böyle olur. Fakat kuşlarla kertenkeleler hiç durup oturmak bilmezler,
hatta kuşların daimi adresleri bile yoktur. Tıpkı çingeneler gibi alelade serseri makulesi, onlar tıpkı serseriler gibi
muamele görmelidir’ dediler ve başları havada, azametli bir tavır takındılar.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:II, sa:24)
Serseri kurşun : Hedefini şaşırmış, kazaen masum bir insanı yaralayan kurşun. Normal arbedelerde
rastlandığı gibi çoğu kez düğün, askere gitme, bir kutlama gibi iyi niyetli, kutlama olaylarında maalesef
alışılagelmiş bir Anadolu adeti; (Mecaz) Ne yapacağını bilmeyen, şaşkın, konfüze olmuş kişi: Bir orada, bir
burada
“Herkes korkuyordu ama yine de yaşamını sürdürüyordu….. Sağcılarla solcuların ülkeyi bir arenaya
çevirmelerine fena halde içerliyordum. Okulda bu gruplardan uzak durmaya özen gösteriyordum…… sokakta
dikkatli olmaya çalışıyor, serseri bir kurşuna kurban gitmemek için özen gösteriyordum.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:71)
Serseri mayın gibi, serserice orada burada gezinmek : Yönsüz, gayesiz, rastgele yaşam ya da güdüm
“Babam beni limana kadar uğurladı, ara sıra gözü bana kayıyor, huzursuzluk ve merakla yan yan
bakıyordu; ne olduğumu, ne istediğimi, niçin orda burda serserice dolaşıp Girit’de yerleşmediğimi
anlayamıyordu.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa303)
“...bütün Batılaşma ve modernleşme çabalarına, askeri darbelere, devlet, okul disiplini ve Batılı
belediye anlayış ve söylemlerine rağmen İstanbul’un gizli sinir uçlarında devlet ve iktidarın gücünden çok, bir
beyhudelik, boşvermişlik ve şefkat duygusunun oradan oraya serseri mayınlar gibi gezindiğini hatırlatır.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:50)
Sertleşememek, sertleşmemek : Gerekli cinsel ereksiyona ulaşamamak
“Blaine elbiselerini çıkarıp yüzükoyun yere uzanmıştı. Etrafında dolanıp duruyorlardı.
‘Tanrım! Hayatımda bu kadar ÇİRKİN bir kıç deliği görmedim!’
‘Sertleşmiyorum Boyer, inan bana sertleşmiyorum!’
‘Çürük domatesi andırıyor!’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:49)
Serüven : Macera, olay
“Üç araştırmacı, hayvanlarından indi; ipi sıkı bir şekilde Don Quijote’nin beline doladılar, bu sırada
Sancho ara vermeden konuşuyordu: ‘Dikkatli olun, velinimetim efendim; kendinizi canlı canlı şu mağaraya
gömmeyin sakın; soğumaları için kuyuya sarkıtılan şarap güğümlerine benzemeyesiniz sonra. Yani ne geçecek
elinize, şu mağarayı bulan adam olacaksınız da!’ ‘Kapa çeneni de işine bak sen! Tam bana uygun bir serüven
bu.’ ‘Sayın şövalye,’ dedi kuzen. ‘İçerde çok dikkatli olun lütfen. DEĞİŞMELER adlı kitabıma malzeme
olabilecek bir şey çıkar belki!’ ‘Geçin dalganızı bakalım!’ dedi seyis.
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:544)
“Bütün bu serüven bir dakika bile sürmemişti. Fabrice’in yaraları önemli değildi. Albayın gömleğinden
biçilen sargılarla kolunu sımsıkı bağladılar. Hanın ilk katında ona bir yatak hazırlamak istiyorlardı. Fabrice de
başçavuşa:
‘İyi ama, ben burada birinci katta el bebek gül bebek nazlandırılırken, ahıra kapatılan atım tek başına
sıkılıp bir başka efendiyle gitmeye kalkarsa?’ dedi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:91)
Ser verir sır vermez ; Sır verince ser de verilir : Kellesini (ser) verme bahasına ağzından söz sızmayan,
güvenilebilir kimse; Sır vermemenin ardındaki esas nokta
“Tüccar, soğuk bir ciddilikle:
-Joseph, diye söze başladı, size Virginie’den söz ediyordum. Bilirim, ısmarlama aşk olmaz; sizi ser
verir sır vermez bir kimse olarak tanıyorum, söylediklerimizi unutalım.”
(H. de Balzac, “Top oynayan kedi mağazası”, sa:56)
“ ‘Vetra’nın öldürülme nedeninin yaptığı çalışma olduğunu mu düşünüyorsunuz?’
‘Oldukça mümkün. Leonardo bana çığır açacak bir şey üsütünde çalıştığını söylemişti. Tüm söylediği
bu. Proje konusunda ser verip sır vermiyordu. Özel bir laboratuvarı vardı ve rahatsız edilmek istemediğini
belirtmişti.’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:61)
“Artık duygusal olarak sarsılmayacağını düşünüyordu. Defteri okudukça, yabancı birinin hayatını
izlediği duygusuna kapılıyordu. Günlükteki adamı hiç tanımıyor, onun hakkında bir şey bilmiyordu. Çünkü paşa
ailesinde bir tabuydu bu. Hiç konuşulmazdı. Her ailenin sırları vardır ama sanki yalı aileleri daha gizemli, daha
içe kapanık ve ser verir sır vermez cinstendi.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:134-5)
“Gazneli Mahmud’un kullarından birkaçı Meymend’ <İran’da bir kasaba> l i Hasan’a <Sultan
Mahmud’un büyük veziri>:
‘Sultan, bugün o iş hakkında sana ne söyledi?’ diye sordular. Vezir de:
‘Sultan..... söylediklerini kimseye açmayacağımı bildiği için bana söyledi, siz neden soruyorsunuz?’
‘Kişi, her bildiği sözü söyler mi?
Sır verince ser de verir, bilmez mi?’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:165)
“Calinus bir ahmağı gördü: Bir danışmanın yakasına sarılmış, saygısızlık ediyordu. Dedi ki:
‘Bu adam gerçekten bilgin olsaydı, işi bir cahille dalaşacak duruma getirmezdi.’
‘Akıllılar birbirleriyle dalaşmaz
Bilgin olan akılsızla uğraşmaz...’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:163)
Servet dökmek : Hatırı sayılır bir miktarda para sarfetmek
“Maria, birlikte çalıştığı fahişeleri düşünüyor. Annesini, kız arkadaşlarını aklından geçiriyor. Hepsi
erkeklerin her günü topu topu on bir dakika için yaşadığını, bu uğurda servet dökmeye hazır olduğunu sanıyor.
Oysa bu son derece yanlış; erkeklerde de kadınlıktan bir parça var ve onlar da karşılarına birinin çıkması,
hayatlarına anlam katması için can atarlar.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:188-9)
Servis yapmak : Özellikle otel’de, restoran’da ya da gaz istasyonunda müşteriye onun ihtiyacı olduğu; özel
evlerde de kendi ailesine ya da misafirlere kahvaltı ya da yemek hazırlamak ve sunmak
“Odadan çıkıp restorana indi ardından, masaların bir kaçında şimdiden akşam yemeği yiyenler
görülüyordu. Az önce yemek yememiş miydi kendisi? Aldırmadı, yeniden oturup bir şeyler atıştırmak için büyük
bir istek duydu, yemeklerle ilgilli harıl harıl sorular yöneltti garsona, ardından güzel bir yemek söyledi.
‘Acaba beyefendi bu akşam Castiglione’ye gitmek isterler mi?’ diye sordu garson servis yaparken.
‘Otel’den bir motor kalkıyor da!’ ”
(H. Hesse, “Klingsore’un Son Yazı”, sa:78)
Serzenişte bulunmak : Kendini suçlu hissetmek, şikayet etmek, kendi aleyhine muhasebe yapmak
“ ‘Sevgili,
Sana çabucak yazmam gerekiyor. Eğer gelebilirsen cumartesi günü gel. Noel’e az kaldı, telaşa hiç
gerek yok. Son hafta birkaç kötü gün geçirmiştim, sana karşı davranışlarım umarım can sıkıcı değildi... Sakın
kendi kendine serzenişte filan bulunma... Fri Maria.’ ”
(S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:28)
Sesi bağrında kalmak : Konuşacakları, sesi, söylemeden içinde kalmak
“Ve sesi bağrında kaldı. O zamana kadar ilgisiz ve sessiz duran Hakkı Celis, Seniha’nın bu bozguna
uğramış manzarası önünde biraz merhamete, biraz da nefrete benzer bir şey duymaya başladı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:209)
Sesi boğazında düğümlenmek : Korku ya da heyecandan sesi kısılmak
“ ‘Söyleyemedim… Söyleyemedim.’ Söyleseydi, Mathieu o umursamaz tavrıyla, bir ilacı yutar gibi:
‘Eh, pekala,’ diyecekti. ‘Dur bakalım!’ Buna dayanamayacağını biliyordu, onun için sesi boğazında düğümlenıp
kalmıştı.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:70)
Sesi karıncalanmak : Sesi kısılmak; Aşırı yorgunluk ya da ani gelen sıkıntı nedeniyle, bir nevi düşünce
karmaşası geçirmek, söyleneni anlayamamak, rahat konuşma fonksiyonunu düzenleyememek
“Yaşlı adamın sesi karıncalandı, boğazına bir yumruk geldi tıkandı, başını önüne eğdi, dudakları
büzüldü. Bir süre öyle kaldı. Başını kaldırdığında kırışık içindeki yüzü gerilmiş, örümcek ağı gibi olmuştu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:187)
Sesini çıkarmamak : Susmak
“Bir zamanlar rahmetli babamın kullandığı eski eldivenleri pençelerime geçirmeyi kendime
yedirememiştim. Hep şehirde satılan çocuk eldivenlerindeydi gözüm. Babacığım haşlanmış bezelyeye bile sesini
çıkarmaz, oturur afiyetle yerdi; bense ağzıma koymazdım bezelyeyi, ille tavuk, kaz falan gelecek önüme. Domuz
kızartmasına bile burun kıvırdığım olurdu; oysa canım anacığım domuzu bir güzel kızartır, koca bir bardak
birayla önüme koyardı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:134)
Sesi sedası kesilmek : Korkudan sesi çıkmamak; ölmek
Bk.: Ses seda çıkmamak; Sesi soluğu kesilmek
“Meydanda birdenbire ses seda kesilmişti. İnsanlar iki sıralı dizilmişler, sepetlerin aralığından cezveleri,
gazocakları ve kırmızı ince kağıtlarla örtülmüş bin bir eşya gözüken gezinti kafilesini seyrediyorlardı.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:21)
“Langdon’un sesi sedası kesilmişti. Vittoria, onun içinde bulundukları durumdan kurtulmak için
Harvard kafasını çalıştırdığını umut ediyordu. Ama Langdon’ın yüzündeki ifadeden, düşündüğünden daha fazla
sarsıldığını sezinledi.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:153)
“ ‘Bunun üzerine Malambruno, kocaman, keskn hançerini çıkardı, başımı kesecek, beynimi
dağıtacakmış gibi saçlarımdan kavradı. Ödüm patladı, sesim sedam kesildi. Bununla birlikte büyük bir gayret
harcayarak, titrek ve ağlamalı bir sesle yalvardım kendisine ve bu düşüncelerinden caydırdım.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:642)
“Onu gören avcının suratı dondu; hayvanlarıyla olduğu yerde saklandı; korkudan titremeye tutuldu;
sesi sedası kesildi. İçini sıkıntı bastı, çehresini bulut kapladı, gönlünü gam, keder sardı.”
(Dr. A. Schott, “Gilgameş Destanı”, sa:22)
Sesi soluğu çıkmamak, kesilmek : Sinmek, bir kenara kıvrılıp sessiz kalmak, tepki göstermemek
“Nasıl uzundu günleri! ‘Ne ölüyüm ne sağım.’ On sekiz gün vardı daha. Dedesi (Haşim Bey) üçüncü
kattaki o odaya kapatılınca beş gün dayanabilmiş. ‘Koskoca adam eriyiverdi sanki; sesi soluğu çıkmazdı.’ ”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:125)
“Hale gözlerini kısarak karanlığa baktı, komutanın nerede saklandığını merak ediyordu. Strathmore’un
birden sesi soluğu kesilmişti, bu da Hale’in paniğini arttırıyordu. Zamanın dolduğunu hissediyordu. Güvenlik her
an gelebilirdi.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:296)
“Vernet’nin sesi soluğu kesilmişti. Bu her şeyi değiştiriyordu. Gözlerini saygıyla kutudan kaçırdı ve bir
sonraki hareketini planlamaya çalıştı. ‘Onları bankadan çıkartmalıyım.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:216)
“Yine de bana uygun gibi görünen bir mesafede durduğumuzda hakikati birden anladık: Titanic’in
burnu giderek suya gömülüyor, ışıkları zayıflıyordu. Hepimizin sesi soluğu kesilmişti. Birden bir ses duyduk, bir
adam bize doğru yüzüyordu.”
(A. Maalouf, “Semerkant”, sa:316)
“JAUFRE (Bir an sesi soluğu kesilir ve yeniden konuşmaya başladığında, yalnızca şunları söyleyebilir)Konuş benimle dostum,
Konuş benimle,
Ondan söz at bana...”
(A. Maalouf, “Uzaktan Aşk”, sa:21)
“ÜÇÜNCÜ TÜFEKÇİ - Üç gün olmuştur, sesleri solukları çıkmamıştır daha.”
(M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:65)
“Korney kızı kolundan yakaladı, çekip annesinin kucağından kopardı. Sonra kedi yavrusu gibi bir
köşeye fırlattı. Çocuk bir çığlık attıktan sonra birkaç saniye sesi soluğu kesildi.”
(L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:111)
“Klasik müzik konusunda da inceleme ve araştırmalar yaptım beri yandan ve bu sırada bir yeğenim
(Carlo Isenberg, sanatın Ferromonte’si) bana yardım etti; bir organist kendisi; eski müziği tanıyor ve eski
müziğin koleksiyonculuğunu yapıyor. Birkaç hafta yanımda kaldı, normalde sesi soluğu çıkmayan evin yüzü
kiralık bir piyano gördü bu süre içinde.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:166)
Seslenmek : Yüksek sesle çağırmak, birini aradığını belli edecek bir ses çıkarmak, adını çağırmak
“Kapıyı vurup bekledim. Bir daha vurdum, ama yanıt gelmedi. Üçüncü kez vurdum, yine ses seda
yoktu. Hem şaşırmış, hem de kaygıya kapılmıştım. Karım oraya tam o gün varmam gerektiğini söylemişti; bu
kez sesleneyim dedim, ama yine yanıt alamadım.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:31)
Sesli sesli gülmek : Yüksek sesle kahkaha savurmak
“Fischerle, gülmekten büsbütün yamuldu. Gülerken iyice uyandı. Bir otel odasındaydı, bitişik odada
uyuyor olmalıydı, parayı çalmıştı. Çabuk, tabanları yağlamalı Amerika’ya gitmeli. Kapıya doğru iki ya da üç
adım koştu. Neden öyle sesli sesli gülmüştü sanki? Ya kitapçı uyandıysa!”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:242)
Ses sabah olmamak : Sesi sadası çıkmamak
“Irazca’da gene ses sabah yoktu.
‘Çekil çabuk önümden!’ dedi Haceli. ‘İşimden avare etme beni! Ne demek istiyon yani? Sabah sabah
aklından zorun mu var yoğsam?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:54)
Ses seda : Ses, etrafta duyulabilecek her tür natürel ses, gürültü
“Kapıyı vurup bekledim. Bir daha vurdum, ama yanıt gelmedi. Üçüncü kez vurdum, yine ses seda
yoktu. Hem şaşırmış, hem de kaygıya kapılmıştım. Karım oraya tam o gün varmam gerektiğini söylemişti; bu
kez sesleneyim dedim, ama yine yanıt alamadım.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:31)
Ses(i) seda(sı) çıkmamak (olmamak), kesilmek : Sessiz kalmak, sinmek, bir kenara çekilmek
Bk.: Sessiz sedasız; Ses soluk çıkmamak
“Meydanda birdenbire ses seda kesilmişti. İnsanlar iki taraflı dizilmişler, sepetlerin aralığından
cezveleri, gazocakları ve sarı kırmızı ince kağıtlrla örtülmüş bin bir eşya gözüken gezinti kafilesini
seyrediyorlardı.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:21)
“Bu arada Born New York’a dönmüştü ama aradan koca bir hafta geçtiği halde beni hala aramamıştı.
Ondan ses seda çıkmayışı geciktikçe, aslında beni aramasından ne kadar korktuğumu fark ediyordum. Margot, o
yokken, neler yaptığımızı anlatmış mıydı?”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:48)
“Parçalar bir ağacın tepesine saçılınca beyaz çiçeklerden yumuşak bir yağmur çayırın üzerine boşandı.
İkinci şarapnel Baeumer’in evine doğru, babaevinin hemen hemen tam karşısına düşmüş olacaktı, üçüncü ile
dördüncü de aynı yükseklikte, ama daha soldaydı, hepsi de orta kalibre. Feinhals yavaşça doğrulduğu sırada
beşinci şarapnel de düştü, sonra ses seda çıkmadı artık.”
(H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:163)
“Şakadan pek anlamayan bu savaş ve ganimet dalgasına da pek akılları yatmayan uşaklar, Don
Quijote’nin arabadakilerle konuşmaya gittiğini görünce, Sancho’nun üstüne saldırdılar, yere yıktılar, şöyle
sağlamca dövdüler, saçını başını yoldular. Zavallının sesi sedası kesildi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:52)
“Avukatın ilk sözleriyle salonda ses seda kesildi. Bütün gözler ona dikildi. Fetükoviç son derece açık,
sade bir dille, kendine güvenen fakat tafraya varmayan bir halle konuşmaya başladı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:376)
“ ‘Şimdi bu bataklık çevrili. Köylüler, candarmalar burasını boş bırakmazlar.’
‘Bırakmazlar,’ dedi Memed. ‘Biz burada en az üç gün kalmalıyız. Onlar, bizden ses sada çıkmayınca,
üç günden fazla kalmazlar.’
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:33)
“Kocasına döndü :
-Gustave, diye mırıldandı. Mösyö Birbenschatz yanıt vermedi.
-Bugün hiç sesin sedan çıkmıyor.
-Öyle, dedi Mösyö Birbenschatz.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:441)
“Onu gören avcının suratı dondu; hayvanlarıyla olduğu yerde saklandı; korkudan titremeye tutuldu; sesi
sedası kesildi. İçini sıkıntı bastı, çehresini bulut kapladı, gönlünü gam, keder sardı.”
(Dr. A. Schott, “Gilgameş Destanı”, sa:22)
“Cevap değil, etrafta ses seda yoktu. Bu son umudum da boşa çıkınca oraya, otların üstüne yüzükoyun
yatıp hüngür hüngür ağlamaya başladım.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:318)
“Sergey İvanoviç bir eleştiri yazısı için gerekli zamanı inceden inceye hesap ediyordu; ama bir ay
geçmişti aradan, bir ay daha geçmişti, hala ses sada yoktu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:646)
Sessizliğe gömülmek : Sessiz sedasız kalmak, sesini kesmek, susmak
Bk.: Sessizlik çökmek
“Bizim bu konuştuklarımız son derece kendiliğinden gelişen canlı konuşmalardı. Bir şeyden rahatsız
olduğunu hemen anlıyordum, çünkü böyle durumlarda sessizliğe gömülüyor, hatta, neyse ki pek sık olmamakla
birlikte bazen büyük bir umutsuzluğa kapılıyordu.”
(E. Canetti, “Gözlerin Oyunu”, sa:240)
Sessizliği bozmak : Bir zamandır süregelen sessizliği bozarak konuşmaya başlamak, lafa karışmak
“FOUSTKA - Kusura bakma, ben de bir fincan kahve istesem.
MAGGIE - Hayhay efendim.
FOUSTKA - Sağol!
(MAGGIE çıkar. LORENCOVA, KOTRLY ve NEUWIRTH gözlerini FOUSTKA’dan ayırmadan
kahvelerini karıştırırlar..... Sessizliği sonunda Kotrly bozar.)
KOTRLY (FOUTSKA’ya.) - Ee, anlat bakalım...”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:27)
Sessizliğini korumak : Sükutunu muhafazaya devam etmek, uzun süre sessiz kalmayı yeğlemek
“ ‘İyi anladınız mı, Mösyö Hart? Tepeden tırnağa, başımdan ayaklarıma, ben bir fahişeyim ve bu benim
meziyetim, erdemim!’
Adam sessizliğini korudu. Kılını bile kıpırdatmadı. Maria, güveninin yerine geldiğini hissetti.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:101)
Sessizlik çökmek : Sessizliğe gömülmek; duyarlı, heyecanlı anlardan sonra ortalığın birden sükun bulması
“ ‘Bir erkeğin bir ya da aynı zamanda iki-üç kadınla yapmayı hayal edebileceği ne varsa yaptım. Ve çok
şey öğrendiğimden emin değilim.’
Odaya tekrar sessizlik çöktü. Şimdi konuşma sırası Maria’daydı. Ressam, Maria’dan ne kadar yardım
gördüyse, kendisi de o kadar yardım etmişti.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:119)
Sessiz sakin; Sessiz sessiz : Sessiz sedasız, hiç gürültü çıkarmaksızın; sükunet ve huzur içinde
“... daha akşam olmadan Birinci Cadde’de, Prospect Park’a yakın bir apartmandaki iki yatak odalı
bahçe katını tutmuştum bile. Komşularımın kim olduğunu bilmiyordum, umurumda da değildi. Hepsi sabah
dokuz-akşam beş çalışıyorlardı, hiçbirinin çocuğu yoktu, bu yüzden bina hayli sessiz olacaktı. Ben de her şeyden
çok bunu isitiyordum. Hüzünlü ve gülünç yaşamıma sessiz ve sakin bir son.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:9)
“Pazarları; siyah turp soslu haşlanmış dana eti, iskambil oyunu, kadınların bir köşede sessiz sessiz
oturmaları, ilk radyoyla birlikte çekilen aile fotoğrafı.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:16)
“Ortalardaki ranzalardan birinde, adamın biri sessiz sakin anlatıyordu:
‘Tüymeye kalkışıp da buraya, sizin aranıza getirilmeden, 12. Koğuş’ta yattım bir süre. Orada durumu
daha hafif olanlar kalıyordu. Bir gün taşralının tekini getirdiler koğuşa. Adamcağıza, bir gece evinde askerleri
yatırdığı için on dört gün vermişlerdi. Önce gizli örgüt toplantısı falan sanmışlar, bereket sonradan adamın bu işi
para için yaptığı anlaşılmış.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:119)
“Sessiz sakin durdum, en sevgili anılarımın barınağını, anlatılamayacak kadar harap, bir enkaz yığını
halinde gördüm. Gölgelerinde bayram günlerimizi yaşadığımız, gövdelerini el ele tutuşarak ancak
kucaklayabildiğimiz çok yaşlı kestane ağaçları, kırılmış yarılmış yere seriliydiler; kanırılmış, koparılmış
köklerinden, toprakta koca koca oyuklar, yarıklar ortaya çıkmıştı.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey-Kasırga”, sa:27)
“Gelip geçenler arasındaki boşluklardan yolun düzgün parke taşları seçilmekteydi. Boyunlarını ileri
uzatmış atlar, yüksek tekerlekli nazenin arabaları çekip götürüyordu. Arabaların yumuşacık minderlerine
kurulmuş olanlar, yayaları sessiz sakin süzüyor, gözlerini dükkanlarda, evlerde, balkonlarda ve gökyüzünde
dolaştırıyorlardı.”
(F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:5)
Sessiz sedasız : Hiç ses çıkarmadan, suskun
“Hamal:
-Meserret Oteli’ne mi? diye sordu. Bu soruşta, işitmemekten değil, bir güzel sözü bir daha
tekrarlatmak isteyen acemi bir ruh durumu var gibi idi. Kadının sesi, yağmurlu havanın içine daha madeni bir
yağmur gibi düşmüştü. Erkekler, sessiz sedasız, ceketlerinin yakasını kaldırmış, istasyon binasının içine doğru
kaçıyorlardı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Meserret Oteli”, sa:23)
“Karahisarlı, teli bir vücıt hareketiyle ileriye doğru bırakmıştı. Abdurrahöam hızla bir yarım sağ döndü.
Arkadaşı Salih’i müthiş bir tekme ile denize yuvarladı. Kendisi de sırtüstü, ağzından kan boşanarak iskelenin
tahtaları üzerine düştü. Salih yüzmek bilmediği için bir on dakika içinde boğulmuştu. Abdurrahman’ı hastaneye
kaldırdılar. Bu son putreldi. O da çekilmişti. Şahmerdan makinesini, akşam karanlığında öteki iki amele, sessiz
sedasız, bir son vapurdan sonra söktüler.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:15)
“Sofada üç kişi, hep kendi düşünceleriyle başbaşa, sessiz sedasız yemek yediler. Yemek bitince üçü de
dışardaki sessizliği dinliyor gibi yerlerinden kalkmadılar. Ve birdenbire, bariton bir ses dışarıda, ‘Müse’nin
“Ayrılmak biraz ölmektir” şarkısını söylemeye başladı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:364)
“Yolda giden çömezler gibi, yanımızda kimse olmadan tek başımıza sessiz sedasız yürüyorduk, o önde,
ben arkada.
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:250)
“Sağa sapıp köye girinceye kadar böyle yürüdü. Aşağıda, okuldan yeni çıkmış öğrencilerin akımına
karıştı. Kent kapısına varıncaya dek bir grup çocuğun arasında yalnız başına kaldı. Cadde üzerinden sessiz
sedasız geçip alt geçide vardı.”
(H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:161)
“Fundahl’ın oğlu, kızı ya da karısı, kim duruyorsa kapıda, arkasına dönüp karanlık kordidora doğru
bağırırdı: ‘Baba, öğretmen bey geldi.’ Babam sessiz sedasız beklerken ben arkasında durup Fundahllar’ın akşam
yemeğinin kokusunu kafamdaki deftere geçirirdim.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:13)
“Aringarosa, ‘Beni satın mı alacaksınıız?’ diye sormuştu. ‘Sessiz sedasız gitmem için para mı
ödeyeceksiniz? Opus Dei mantığın tek sesiyken öyle mi?’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:454)
“Önümüzde uzanıp giden tarlalarda rençperler toplanmaya başlamışlardı, ama o kadar uzaktaydılar ki
konuşmalarını işitemiyordum. İnişli çıkışlı bir araziydi, işlenmiş alanlar ova boyunca bambaşka görüntüler
oluşturmuştu. Aşağıda süzülüp giden kanalın suyu kuraklık yüzünden ip gibi kalmış, sessiz sedasız akıyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:72)
“Kimi zaman kaputunun altında bir gömleği olup olmadığını bile düşünürsün; eline ne geçerse içkiye
verir. Kavgacı da değil; sessiz sedasız, şöyle sevmli, iyi bir adam.. bir şey istemez, ezilir büzülür; o zaman
anlarsın ki zavallı içmek isitiyor; ona içki sunarsın.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:76)
“Çamlıca Bahçesi bundan önce şimdiki gibi hüzünlü, ıssız ve sessiz sedasız bir yer değil, gürültülü
patırdılı bir coşkunluk ve fitne dolu bir eğlence yeriydi. Gerçekten de, o yaşlı ağaçlar bir zamanlar gençti; gelip
geçici hevesleri önünde kararsız olan gençler gibi, bunlar da en hafif bir rüzgarla hemen titrerler; coşku ve
umutla ilgili dedikoduya başlarlardı.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:32)
“Aman ne yangındı o. Herhalde cehennem denilen şey bu olacaktı. Ve cehenneme gitmemek için de
kendime sık sık yaptığım gibi, ‘bir daha kötü çocuk olmamaya’ yeminler ettim. Hele herkesin şurasını burasını
hiç kaçırmayacaktım. Bizler üç gün üç gece yukarı çıktık, indik, yangın sessiz sedasız devam etti ve en sonunda
da söndü. O yangında acaba annem o binada mıydı diye düşündüm durdum.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:29)
“Profesör Lombardo uyandığında saat yediyi on geçiyordu. Gün, banyodan yeni çıkmış bir güvercin
gibi pırıl pırıldı. Tüm bulutlar sanki geleneksel maratonlarını bitirmiş, sessiz sedasız geldikleri yere
dönmüşlerdi.” ..... “Tüm bu saydığım tepeler, şu veya bu zaman; annemin sessiz sedasız öldüğü gibi, sessiz
sessiz -sarı ya da kırmızı- kanlarını bu yabanıl topraklara akıtmış binlerce ve binlerce insanoğlunun hunharca
savaşlarına sahne olmuştur.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Yağmur Fırtınası; Pork Chop Hill Savaşı”, sa:97;122)
“Uzun saçlarını kafalarının üstünde toplamış olan Galyalılar, karpuz ve limonları kapışıp kabuklarıyla
yiyorlardı.”Ömürlerinde ıstakoz görmemiş Zenciler, bunların kırmızı dikenleriyle yüzlerini bereliyorlardı. Tıraş
olmuş Yunanlılar tabaklarındaki artıkları arkalarına atarken, kurt postu giymiş Brutium çobanları önlerindeki
yemeği eğilmiş, sessiz sedasız atıştırıyorlardı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:14)
“Yüzü zayıf ve sesi keskindi, yirmi beş yaşında iken insan onu kırkında sanıyordu. Ellisine bastıktan
sonra ise hiçbir yaş göstermiyor; dimdik boyu ve ölçülü hareketleriyle, sessiz sedasız otomatik biçimde işleyen
tahtadan bir kadına benziyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:7)
“... hala şimdi, bu satırları yazarken kirpiklerimden yaşlar dökülüyor, önümdeki defter kağıdını fiske
fiske kabartıyordu. Bu, acaba dışarda sessiz sedasız yağan yağmurun etkisi miydi? Şimdi İstanbul nasıl?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:141)
“Hazırlığımı çabuk tamamlayıp onunla beraber çıktım; ikimiz de hiç konuşmuyorduk. İlk olarak
vurduğumuz iki yaban tavuğunu filinta ile değil de av tüfeğiyle vurduğumuz için paramparça ettik, ama bir ağaç
altında mümkün mertebe iyi kızartarak sessiz sedasız yedik.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:181)
“Josef Knecht’in kişiliğini böyle kapsamlı bir inceleme konusu yapmakla bizi yöneltenin de pek bu
trajiklik olmadığını kuşkusuz söyleyebiliriz; bunun nedeni daha çok, onun yazgı, yetenek ve misyonunu sessiz
sedasız, bir neşe havası içinde, hatta parlak şekilde gerçekleştirmesi olmuştur.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:43)
“Kontesin çok yaşlı, bir ayağı çukurda birçok akrabası vardı ve elbette oğulları bunların mirasçıları
durumundaydılar. Üç oğlundan en genci büyük bir haladan tam yüz bin livre’lik bir gelire konacaktı. İkincisi
amcasının düklük unvanının adayıydı..... Piskopos bu masum ve bağışlanabilir analık gösterisini genellikle sessiz
sedasız dinlerdi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:29)
“Yardımcı hemşireyi de çekirge gibi sıçrarken yakalatmıştım, oh olsun. Bu gibi küçük şeyler, benim
Baldovan gibi bir yerde kalmama direncimi artırıyordu; yoksa, umudumuzu keser ve sessiz sedasız bitkisel bir
hayat yaşamaya başlarsınız, onların sizi öylesine muhafaza etmek istediği bir dünyaya kayar ve orada yaşamaya
devam edersiniz.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:30)
“Aynı zamanda, birçok göçmen de göç ettikleri ülkelerin entellektüel, sanatsal, toplumsal, ekonomik ve
siyasal yaşamlarına sessiz sedasız biçimde ve yüce gönüllülükle katkıda bulunuyor; o ülkelere yeni düşünceler,
eşsiz rekabetler, ahenkler, tatlar, farklı duyarlılıklar kazandırıp Batı ülkelerinin dünyaya ayak uydurmasını,
dünyayı bütün çeşitliliğiyle, bütün karmaşıklığıyla daha yakından tanımasını sağlıyor.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:169)
“İvan sessiz sedasız gidip kitaranın kılıfını aldı, ocağın üzerine koydu; ama komutanının kendisine
uzattığı çalgıyı eline alacağı yerde birden İbrahim’in arkasında duran baltayı kapıp kafasının üstüne öyle bir
vuruş vurdu ki, adamcağız gık bile diyemedi, kaskatı uzanıverdi.”
(X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:101)
“Ağrı Dağı’ndan İniş
*
Zincire vurulmuş zamandır
yukarılara daha yukarılara kalkarken onlar
gölgelerin peşinden yavaş yavaş ilerledikçe tufan
Sessiz sedasız bir kırıntıdan
İbarettir sadece şimdi her şey”
(Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.04.05)
“Elleri titriyordu. Subay devam etti:
‘Bu mesele tamamiyle aramızda kalacak ve hiç kimse bilmeyecek. Sessiz sedasız buradan çekilip
gideceksiniz. Bu sır aramızda gömülecek, ama reddederseniz ölüm fermanınızı imzalamış olursunuz.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:66)
“Epeyce patırtılı bir yerdi. Yine de bu gürültü ve pisliğin içinde, alışılagelmiş saygıdeğerlilikleriyle
Fransız dükkancılar, fırın, çamaşırhane ve benzeri yerleri işleten kimseler, başkalarına pek karışmadan
yaşamlarını sürdürüyor, bu arada, sessiz sedasız, ufak servetler ediniyorlardı.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:20)
“Sahnede olup bitenleri izleyen Karslıların çoğu Sunay’ın pek az can çekiştikten sonra hemen gerçekten
öldüğünü olayı ertesi sabah ‘Serhat Şehir Gazetesi’nde okuyunca anladılar. Millet Tiyatrosu’nu dolduran
kalabalık perde kapandıktan sonra şüphe içinde ama sessiz sedasız dağılmış, televizyon ise son üç günde olup
bitenlere bir daha değinmemişti.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:409)
“PASTORAL ŞİİR
----------------------Kurilo’da küçücük bir evim var, sevimli, eski çite bir onarım gerekli yalnız,
yaşayıp gideceğim sessiz sedasız.
Kış günlerinde boyuna düşüneceğim,
bir şeyler yetiştireceğim yaz günlerinde.”
(Konstantin Pavlov<1933-2008>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.08.09)
“Caddenin Gündüz Düşü
------------------------------Sonra bir kuş kök saldı,
çiçek çamur delikleri üzerinden sıçradı
asfaltta ve çocuk en yüksek daldan
imdat sinyali ıslıkladı
trafik işaretleri ağacında.
Koma ve fren cayırtıları. Fırtına.
Lambanın gözleri karardı. Bir an
sonra çiçek durdu,
çocuk zıpladı, kuş öttü,
lamba sessiz sedasız
ormanda yitti.”
(Barbara Pumhösel-Yüksel Pazarkaya; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.10.09)
“İnsanlar gazetecinin çevresini sarmışlar, sessiz sedasız, elindeki gazeteleri kapışıyorlardı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:16)
“TRANIO - Sade onun sevmesi değil, asıl önemli olan babasının da hoşuna gitmektir: bunu başarmak
için de evvelce efendime söylediğim gibi ben birini bulacağım..... benim evvelce burda Padua’da bol keseden
va’dettiğim şeylerden fazlasını vereceğini doğrular. Siz de sessiz sedasız umutlarınıza kavuşur, babasının
rızasıyla güzel Bianca’yı alırsınız.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:73)
“Eski dostları artık yaşamıyordu, yenilerini kazanacak durumda değildi. Ama çatısının altında dinginlik
vardı ve sessiz sedasız çocuk bile bunu bozmuyordu.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:123)
“Annesi! James’in aklında annesine sormak istediği bir şey vardı, aylardır sessiz sedasız kafasını
kurcalamakta olan bir şey. Tiyatroda kulağına çalınan birkaç söz, bir gece kulis kapısında beklerken duyduğu
birkaç küçümser alay, zihninde korkunç bir düşünceler zinciri başlatmıştı. Delikanlı bunu, yüzüne inmiş bir
kırbaç vuruşuymuş gibi hatırlıyordu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:80)
“Buteau, köylü kadına sordu:
-Ey, söyle bakalım analık! İneği kaça veriyorsunuz?
Kadın, deminki fiskosu görmüştü, fütursuzca yanıt verdi:
-Kırk pistol.
Buteau, önce işi alaya aldı, takıldı, hep geride, sessiz sedasız duran erkeğe döndü:
-Söyle bakalım, ihtiyar! Bu fiyata, senin bacıyı da beraber mi veriyorsun?”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:233)
“... neşeli neşeli ve yüksek sesle Fransızca sohbet eden yolcular, Rumen soyluları, en arka köşede
büzülmüş, sessiz sedasız oturan o zavallı garibanın gölgesini fark edememişlerdi.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:40)
Sessiz sessiz (ağlamak, çalışmak) : İçin için, ses seda çıkarmadan ağlamak; Sessiz gözyaşları dökmek
“Emma ona bakarak omuzlarını silkiyordu. Ne diye sanki, geceleri kitapların üzerine kapanıp sessiz
sessiz, harıl harıl çalışan bir kocası yoktu? Hiç değilse böyleleri, altmış yaşlarına ulaşıp romatizmadan
kıvranmaya başlayınca kötü dikilmiş siyah giysilerinin yakasında haç biçimi bir nişan taşırlardı.”
(G. Flaubert, “Madam Flaubert”, sa:69-70)
“... sevgilisinin vücudu ardında Eros’u değil, ölümü görüyordu. O da evlilik gibi koku gerektirirdi.
Yatığının altından kristal şişeyi aldı, göğsüne bastırıp ağlamaya başladı... Göğsünde onu bir bebek gibi
sallayarak kimse duymasın diye sessiz sessiz ağladı. Sonra gözlerini sildi, dışarı çıktı, gidip İsa’nın ayaklarına
kapandı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:477)
Sessiz Sinema oyunu :
Bk.: Kulaktan Kulağa oyunu
Sessiz soluksuz; Ses soluk çıkmamak, kesilmek : Her yer sessiz sedasız olmak, nefes bile almamak
“Iraza, ellerini beline koydu, kollarını gerdi, ses soluk çıkarmadan dinledi. Dinledikçe başı dönüyor,
benzi uçuyordu. Kolları gevşeyip yanlara düşüyordu. Gözleri dumanlanıyor, dudakları titremeye başlıyordu.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:40)
“Lohusa bu şenliklerde hazır bulunamadı. Sessiz soluksuz yatağında yattı. Bir akşam, uyanınca,
pencereden giren ay ışığında kımıldayan bir gölge gördü. Yanında tespihi ve omuzunda heybesi, abadan bir keşiş
cübbesi giymiş yaşlı bir adamdı bu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Konuksever Ermiş”, sa:53)
“Kapıyı usuldan tıkırdattı. Kulağını verdi. Ses seda yok. Birkaç kere daha tıkırdatıp bekledi. Gfene ses
yok. Edemedi, küçücük pencereye vardı. Usuldan, ‘ana, ana, ana!’ diye seslendi. Gene ses soluk yok.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:229)
“Anası inledikçe şöför emmisi kızarı bağırırmış, ‘Kes sesini!’ diye, anası güç bela susarmış. Çocuk
şoföre çok kızmış ama küçükmüş, elinden bir şey gelmezmiş. Kamyon gelmiş gelmiş, Eğribel diye bie yere
varmış. Anasında ses soluk kesilivermiş, hiç kıpırdamaz olmuş.. Çocuk sarsmış onu, ‘Ana, ana!’ demiş ama ses
yok, ‘Şöför emmi ne yaparız, şöför emmi anam gitti’ demiş, korkmuş.”
(Ö.Z. Livaneli. “Arafat’ta Bir Çocuk”, sa:40-1)
“Köpeklerini gezdirmeye çıkmış kara giysili hanımlara raslarsınız. Kemerler altından geçip, duvarlar
boyunca yürürler. Yolun aydınlık kısmına dek yürümezler pek, ama Gustave Impétraz heykeline, genç kız
bakışları gibi kaçak ve doygun bakışlarla bakmaktan da geri durmazlar. Bu tunç dev’in adını sanını bilmezler
elbet, ama giysilerine, kılık kıyafetine bakıp yüksek tabakadan toplumun yüksek katından biri olduğunu
anlarlar…..Kara giysili bayanlar, bu heykeli gördükçe kendilerini yüklerinden kurtulmuş duyup, ev işlerine
sessiz soluksuz ara vererek, köpeklerini dolaştırmaya çıkarlar. En kutsal, en iyi düşünceleri büyük babalarından
almışlar nasıl olsa, bu düşünceleri savunmak sorumluluğunu duymazlar artık; tunçtan bir adam bu düşüncelerin
bekçisidir.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:41)
Set : (MISIR.MYTH.) Seth ya da Sutekh, ikiz kızkardeşi Nephthys ile evli, Libya’dan göç etmiş bir tanrı
NUT’ın, Mısır yılbaşı takvim arası (ıntercalary günler)in üçüncüsünde dünyaya gelen oğlu.Timsah ve
Hipopotam fetişleri altında büyümüş. Esas mekanı Yukarı-Mısır idi. Daha sonraları taraftarları, MENES adı ve
HORUS!un başkanlığı altında Two LANDS <Mısır’ın iki üst ve alt bölgeleri>’i birleştirdileri zaman, o
katılmadı bile.
“Ra’nın izleyicilerin ısrarıyla, S e t taraftarları Yukarı Mısır’a itilmişlerdi. Ra- kralları, HORUS ile
özdeşmişlerdi. Onun izleyicileri ise, Delta civarında sulh içinde yaşıyorlardı. Problem S e t ile yeğeni H o r u s
arasında çıktı. Osiris’in oğlu HORUS, artık, İlk Dinasti’yi kuran Horus olarak tanınmıyordu. Tanrı Geb, Yukarı
Mısır’ı SET’e, Aşağı Mısır’ı da OSIRIS’e bıraktı. Osiris’in dönüşü için (Nil’e atılıp parçalandıktan ve yeniden
hayata getirildikten sonra,) Memphis’te bir tören yapılıyordu; orada vicdansız kardeş SET, Osiris’i bir kafes
koyarak Nil’e salıverdi. <Efsane için lütfen Isis’e bakın!>
SET, Osirian efsanede, ‘Lord of Upper Egypt’ olarak bilinirdi ‘Koruyucu Tanrıça Nekhebet ile yakın
temastaydı. HORUS da, ‘Lord of Lower Egypt’ diye anılırdı. Birinci ve İkinci Dinasti firavunları onların her
ikisini de: Nubui - The ‘Two’ Lords : HORUS bir şahin, SET herhangi bir hayvan, olarak mitelendirirlerdi. Her
iki parça ‘Mısır’ın birleşik idaresi: samtaui, ‘kutsal nizam = divine order’ın kuruluşuna vesile oldu. SET’e
ondan öyle: ‘Majesty of Set’ unvanı verildi ki bu, Ra’dan başka hiç bir süperior tanrıya verilmemişti. HORUS
ile SET arasında çıkan bir kavgada,, Horus, Set’i iğdiş etti; o da Horus’un zayıf gözünü parçaladı ki bu da
kendini ayda bir, gökte ayın kaybolması ya da ışınının zayıflaması, eklips haline sık sık girmesi (Nedeni:
Osiris’inr uhu karışmıştı!) ile görüntüleniyordu. Mamafih, Horus’un gözü, Tanrıların Tribünü tarafından
onarılarak, tüm Mısır toprakları onun idaresine verildi. Ra’nın SET’e, kendini savunması, korunması
bakımından çok gereksinimi vardı. Bu itibarla da, SET’i, kendi oğlu olarak ilan etmişti. ‘Solar Kayık’ta tüm
düşmanlarına ve bir defasında da ebedi düşmanı Apep - Apophis Yılanına karşı savaştığı ve onu öldürdüğü gibi.
Ra’nın onun kudretini yeterli derecede tanımamasından şikayet eden SET, onu, tüm fırtınaları bir isyana,
başkaldırmaya daveti ile meydan okumasından sonra, Ra, altındakilere SET’i kovalamaları emrini verdi. Onu
başarıyla yaptılar; NUT, SET’le bir ‘rüzgar torbası’ diye alay etti. Bundan sonra da, Ra, yine tüm haşmetiyle her
gün, mutat yolu üzerinde etrafta gezindi. SET’in, diğer yandan ‘Solar Kayık’ı simgelemesi alınmış, THOTH’a
verilmişti. Hele bir rivayete göre, Osiris’i omuzları üzerinde taşıması, ya da Osiris’in kayığına gayet zarif bir
esinti vermesi dolayısıyla, SET, ‘göklere sürgüne gönderildi.’ ‘BÜYÜK AYI’ nın vücuduna kalboldu ve arada
bir ‘Esinti ve Fırtına’ Tanrısı olması dolayısıyla, ağzından garip gürültülü sesler çıkarmasına izin verildi. Bunun
ötesinde, Krallığın hudut bölgelerindeki ‘kuraklık’ ve yeni göçedenler için ‘Yabancıların Tanrısı’ görevi verildi.
SET, bu son özleşdiştirilme ile, 15. Dinasti’nin firavunlarının, Hyksos firavunlarının kontrollü altında,
Mezopotamya tanrısı SUTEKH ‘le ilintide bulunmasıyla kudreti yine yükselmeye başladı. Fakat bu pek kısa
sürdü; Osirian’lar çok yücelmeye başlamıştı, Yirmi-Altıncı Dinasti ile en aşağı düzeylere indi; ‘şeytan’ile, hatta
eski başdüşmanı yılan Apep ile özdeştirildi. Sonunda, imajı, Yirmi-İkinci Dinasti zamanında, heykelleri ortadan
kaldırılarak ‘Timsah Tanrısı’ = Thoth - Sebek ile özdeşti ve öylece kaldı.
SET, T y p h o n i a n animal olarak prezante edilirdi, ya da onun başını, omuzlarında taşırdı. Bu
acayip hayvanın, domuzunkine benzer uzun, kıvrık bir burnu, kare biçiminde dikilmiş kulakları ve şurası burası
kümeler halinde şiş acayip bir kuyruğu vardı. Çöl hayvanları, erkek domuz ve hipopotam, timsah ve yılanlara da
çok severdi.”
(Veronica Ions, “Egyptian Mythology”, Library of The World’s Myths and Legends, Peter Bedrick
Books, 2nd Ed., New York 1988, sa:63) (Çev.: İ.E.)
Setre pantolon giysi : (OSM. MYTH.) : Osmanlı devrinde pek moda olan çuhadan yapılı, düz yakalı ve önü
ilikli bir ceket ve ona uygun pantolon; O devirlerin takım elbisesi
“Herkes misafirleri geçirmek için avluya inmişti. Kapının aralığından bahçenin dış kapısı görünüyordu.
Rabia siyah setreli harem ağalarının, süslü, renkli üniformalı seyislerin araba kapılarını açtığını gördü.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:67)
“-Durun, durun, bakayım! Dön de iyice göreyim cüppeni. A, şunun setresine bakın! Böyle uzun setre
mi olurmuş? Bu yaşa geldim, görmedim böylesini. Etekler öyle uzun ki, koşmaya kalksanız ayağınız dolanır da
kapaklanıverirsiniz.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:15)
“Usta, dükkandaydı. Taze tıraşlı, iki dirhem bir çekirdek giyinmiş, bıyıklarını hovardaca bükmüş,
setresini omuzlarına atmıştı; paraca zengin, sağlığı yerinde, otuz yaşlarında yaman bir çapkındı.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:19)
“Aşar memuru setre pantolonlu, kauçuk yakalıklı, yusyuvarlak bir kıranta adamdı. Dizleri ve
ayaklarının uçları birbirine bitişik oturuyor. İki laf arasında bir uyukluyor.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:74)
Sevaba girmek :
Hayır işlemek, yardıma muhtaç olanlara yardım etmek
“-Yani, inelim mi artık dersin?...
-Siz bilirsiniz amma, beyim... inerseniz çok sevaba girmiş olursunuz. Yoksa bilirsiniz ki ben,
cehennemin bucağı olsa giderim... İlle ne yapayım ki hayvanın bacakları berbat!....”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:65)
Sevap işlemek : Yardıma muhtaç kimselere yardım ederek Tanrının şefkatini kazanmak
Bk.: Sevaba girmek
“Muhtar Efendi, gözlerini kapadı, sakalını çekiştirerek bir zaman düşündü, sonra:
-Pekala, kızım, hakikaten sevap işlemiş olursunuz, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:207)
Sevda çekmek : Aşık olmak, aşktan ıstırap çekmek
Bk.: Sevdalanmak
“AKŞAMCI
Hep sana koştumsa akşamları,
Bunca yıllık emektar kadehim,
Zannetme ki sevda çektiğimden;
Öyle günlük efkardan hiç değil;”
(C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:103)
Sevdalanmak : Aşık olmak
“İyi! Cesur şövalyemiz, bu güzel nutku attıktan sonra, sevgilisi olacak kadını bulmuş gibi sevindi.
Söylentilere bakılırsa, bir zamanlar, kız ayrımında bile değilken ya da hiç oralı olmazken sevdalandığı, genç ve
güzel bir köylü kızını eş olarak seçti.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:15)
Sevdasına düşmek; Sevdasında olmak; Sevdasıyla : Aşık olmak; Yapma, yaratma, bitirme düşüncesinde,
arzu ve hulyasında bulunmak
“Amasyalı Mevlana Alaeddin gençliğinde Çelebi Hüsameddin’e (Tanrı rahmet etsin) iyi hizmet ederdi
ve hizmetin en küçük ayrıntısını tamamlamaya çalışır, fırsat düştükçe de Mesnevi’yi dinler ve tam bir ciddiyetle
okurdu. Mesnevi okumada da beni ortağı yapmıştı. Bir süre sonra seyahate çıkmak ve tekrar yerine dönmek
sevdasına düştü. Hüsameddin Çelebi ona: ‘Daha seyahate çıkacak zaman gelmemiştir. Bir kaç yıl daha dostların
sohbetinde bulun da o vakit sen bilirsin’ dedi..... Dönüp geldikten sonra Çelebi hazretleri: ‘Yazık bu adamın
koruğu kızardı, fakat adam akıllı tatlı olmadı’ dedi.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:284)
“Doğu treninin sigara salonuna geçtiğimde Wabash ırmağının batısındaki aklıyla zihnini aynı zamanda
kullabilmek yeteneğine sahip tek akıllı insanı gördüm. Ama Jeff Peters dulların, yetimlerin korkacağı bir insan
değildi. O yalnızca fazlalıkları tırtıklar! Savurganların veya paralarını tehlikeli işlere yatırmaya hevesli atak
paralıların önemsiz birkaç dolarını ele geçirerek dolaplar çevirmek sevdasındadır.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:45)
“Kendini sadece felsefeye verdiği için Atina’nın dilini Roma’nın dilinden daha yararlı görmüş. Önemli
konularda olsa olsa yalnız Seneca ya da Cicero’dan cümleler söyler. Memleketi Portekiz’miş. Gençliğinde varını
yoğunu kardeşlerine bırakmış ve dünyayı dolaşma sevdasıyla yanıp tutuşarak, Amerigo Vespucci ile kader
birliği etmiş.”
(Th. More, “Utopia”, sa:15)
Sevdaya düşmek : Aşık olmak
“Ormanın kuytusunda türküler söylüyordu durmadan. Durmadan coşup coşup duruyordu. Ulaşılmaz bir
sevdaya düşmüştü. ”
(Y. Kemal, “ Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:108)
“İŞİN DOĞRUSU
Ahhhh!…
zor artık iflah olmam ben
bu sevdaya düştüm düşeli.
İşte bu sevdadan
esen yelin canımı yakması,
yüreğimin derin sızısı,
ve de şapkamın can acıtması.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Fahri Özdemir, “aşk şiirleri”, sa:49)
Seven Gods of Luck : Yedi Şans-Uğur Tanrısı (JAP.MYTH.)
“ ‘Yedi Şans’ ya da ‘İyi Servet’ Tanrıları’ doğal olarak Japon Mitolojisinde çok popüler bir yer alırlar.
(1) Hotei , koyu bir Budist’tir. Onun karakteristik imajı, çok büyük midesidir. Onun da hemen
altından elbiseleri sarkar. Gayet yumuşak huylu olup, geniş karnı, ‘geniş ruh’unun sembolüdür derler. Şirinliğini,
Budist erdemine verirler.
(2) Jurojin, ‘uzun ömürlülük’ tanrısıdır. O daima bir Turna kuşu, Kaplumbağa ya da İğdiş edilmiş
Boğa refakatinde görünür ki bunların herbiri uzun yaşamın sembolüdür. Genellikle Noel Baba gibi beyaz bir
sakalı ve elinde de, s h a k u adı verilen, dünyanın ‘akıl ve İzan’ını temsil eden, üzeri yazılı bir kordela yapışık
bir baton ile dolaşır. ‘Sake’ i sever, fakat alkolik dereceye kat’iyyen varmaz. Hoşsohbettir.
(3) Fukurokuju ya da Fukurokujin, uzun ve dar bir kafaya sahip olup, ‘uzun ömür’ ve
‘basiretliliği’ temsil eder. Vücudu çok kısa olup, başı pek sık olarak ayaklarından daha uzun görünür. Açıkçası
Japon orijinli değildir; onun Çinli bir peygamber ve filozof olduğu söylenir.
(4) Bishamon, bazen ‘Zenginlik’ temsilcisi olarak düşünülür, fakat işte bu Çin Budizm’inin
sembolüdür. Buna rağmen, Japonlar, onu daima ‘Şans Tanrıları’nın grubuna koydular; her zaman zırhlar
içindedir ve elinde bir mızrak vardır. Diğer elinde de, minyatür bir Pagoda < Budist Tapınağı> vardır. Bu iki öge
ile, bir yandan ‘misyoner’ ve diğer yandan da ‘savaşçı’ duyguların bileşimini taşıdığını kanıtlar.
(5) Daikoku, gerçek ‘zenginlik’in temsilcisidir. Çiftçilerin de koruyucusu olduğu gibi, iyi doğalı ve
neşe dolu bir Tanrıdır. Bir elinde tokmak, ölümlülere güzel nasihatler vermek için bir iki pirinç çuvalının üzerine
oturur, sırtında da sebze içermeyen yeme içme yedeklerini taşıdığı bir torba vardır. Onun iyi huyluluğuna örnek
olarak, pirinç beg’lerinin üzerine sohbet için oturduğu zaman, hemen daima bir iki sıçan, pırtlamış pirinç
keselerinden yiyecek çalar.
(6) Ebusi’ye gelince, bu çok çalışan, iş gören bir Tanrıdır. Alışveriş tüccarlarının ve balıkçıların
patronu ve değiş-tokuş yapan elemanıdır. Yanında her zaman balık avı için olta taşıdığı gibi, bir de ‘tai’: ‘tatlı su
balığı’ vardır.
(7) Benten, yedi tanrı arasındaki tek Tanrıçadır. Su ve türbelerle her daim iç içedir; genellikle oradan
oraya giderken bir deniz yılanı ya da dragon’la beraberdir. San’at ve Kadın Departman Tanrısıdır; Müziği de
sever ve ‘mandolin’e benzer bir musiki aleti: b i w a. çalardı. Coğrafik olarak, ‘Lake Biwa – Biwa Gölü’nün, bu
alete aynen benzediği iddia edilir.”
(Juliet Piggott, “Japanese Mythology”, Library of the World’s Myths and Legends, Peter Bedrick
Books, 3rd Ed., New York 1987, sa:55-59) (Çev.:İ.E.)
Seve seve (yapmak) : İçtenlikle, gönlünden gelerek (Yapmak)
“İlk Haçlılar Kudüs-ü-Şerif’i ele geçirdikleri zaman Kıptilerin kente -kendi kutsal kentimizesokulmamaları için bir karar çıkardılar hemen. İşte böyle, batılı Hıristiyanlar kendilerini Askelon’da yenilgiye
uğratan Müslümanlarla Kıptiler -Yani Hıristiyan Kilisesi’nin tek kanadı- arasında hiçbir ayrım göstermediler.
Ama sonra, sizin saygıdeğer Salisbury piskoposunuz bu Doğulu Hıristiyanlara Tanrı’ya inancı olmayanlardan
bile daha kötü gözle baktığını açık açık söyleyince, sizin Haçlılar da onları seve seve kılıçtan geçirdiler.”
“L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:44)
“Anthime az çıkardı sokağa, güçlükle yürüyebildiği için mümkün olduğu kadar az çıkardı; Véronique
seve seve alırdı onun öteberilerini; terziler, kunduracılar yanına getirtilir, onlar da modele göre sipariş alırlardı.
Anthime artık modalara kulak asmıyordu; ama, ne kadar sade bir kravat (kara Hint ipeklisinden alçakgönüllü bir
şey) olursa olsun, gene de kendisi seçmek istiyordu.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:7-8)
“Richard yürüyerek kütüphaneyi arşınlamaya başladı. Yaşlı babasını ona her türlü sırrını açacak kadar
sever ve kendisine yakın hissederdi.
Anthony: ‘Neden ona evlenme teklif etmiyorsun?’ diye sordu. ‘Seve seve kabul ederdi. Paran var,
yakışıklı bir gençsin. Ellerin de tertemiz. Üzerlerinde Eureka sabunu bile yok. Üstelik üniversiteye de gittin.
Ama kız buna kulak asmayacaktır.’ ”
(O. Henry, “Gurur ve Samur”, sa:52)
“İnsanlar onlara vız geliyor. Bir makine, bir vida ya da bir burgu, yahut da herhangi bir tekerlek veya
bir kayış olmak istiyorlar. Makineden çok cephane, mesela bomba, şarapnel ve mermi olmayı daha çok isterlerdi.
Herhangi bir savaş alanında nasıl da seve seve geberirdi.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:25)
“Üç ya da dört çiçek tarhından ibaret bir tarla, piskoposu neredeyse kitapları kadar meşgul ediyordu.
Burada keserek, yolarak, toprağın orasını burasını eşip tohumlar ekerek seve seve bir iki saatini geçiriyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:50)
“Gündüzleri çene çalar, ufak gezintiler yapar, uyuklarlar ve satışlar yaparlardı, ama geceleri çok çetin
bir çalışma gerekiyordu. Sabahın dördünde yataktan kalkıp eli hamura sokmak gerekirdi. Aslında, Kir Nicolas,
çırağına böylesine erken kalkmasını şart koşmamıştı ama Adrien, ihtiyar dostuna beslediği sevgi yüzünden bunu
seve seve yapıyordu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:139)
“Mihail’i bu mutlu ortamda bulacağımı ummuyordum: Ordan kaçmış olduğuna emindim. Hatta nerede
olacağını bile biliyordum: Port-Napoleon’da <İskenderiye’de coşkun denizciler bölümü>. Oraya seve seve
gider, Rus tayfaların hoşlandığı gevezeliklerini dinlerdi. Bu sokakta, yiyecekleri, içecekleri pis ve iğrenç ama
çoğunlukla kasada oturan güzel kadınların bulunduğu meyhaneler meraklı yabancıya ayak takımı hayatından
çeşit çeşit görüntüler sunar. Burada her milletten müşteri kaynaşır. Birçoğu kumarda batmıştır.”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:76)
“-..... Devam edin, sizi merakla dinliyorum. Demek İtalya’ya gidinceye kadar Gaston’un metresi
değildiniz, cevabını verdi.
-Hayır. Venedik’te metresi oldum. Bu, ilk tecrübemden büsbütün başkaydı. Martin Bussiere’e
tahammül etmeye çalışıyordum. Halbuki Gaston’a kendimi seve seve veriyordum. İçimde pişmanlık hisleri
yoktu. Mutluydum...”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:214)
“İHTİYAR KÖPEK
-----------------------Yaşlılık mıhlamış onu iyice
seve seve görev yapması çok zor;
fırlamıyor yoldan biri geçince,
havlasa da göstermelik havlıyor.”
(Konstantin Pavlov<1933-2008>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.08.09)
“İlk zamanlar ondan çok hoşlandım ve seve seve birkaç para bağışladım; bir süre bundan zevk aldım;
konuşmasını pek tatlı bulduğum için, onu sürekli konuşturdum. Ancak, bu zevk yavaş yavaş alışkanlık
durumunu aldı; sonunda da benim için bir görev oldu. Ne var ki, çocuğun, tanıdığını göstermek için beni adımla
çağırmaya başlaması, senli benli konuşmalarını dinlemek zorunda kalmam, beni rahatsız etmeye başladı. Bundan
dolayı da, o günden sonra oradan geçmeyerek, dolambaçlı yollara saptım.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:77-8)
“İyice coşmuş Golanişçef’in sözünü kararlı bir sesle kesti:
-Ne yapalım biliyor musunuz? Gidip kendimiz görelim onu.
Golanişçef kendini toparladı, seve seve razı oldu buna. Ressam uzak bir mahallede oturduğu için bir
araba tutmaya karar verdiler.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:64)
“SÜRGÜNLER
<Bulutların Gölgeleri Peşinde’den>
-----------------Zulme başkaldıran bizler
hainleri bilemezdik:
yakalandık birer birer
düşman cezasını yedik...
Oysa, ey yurt, vuruşurduk
seve seve, biz bugün de,
emin ol ki ne mutluluksenin kutsal mabedinde.”
(Peyo K. Yavorov<1878-1914>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan; Cumhuriyet Kitap,
17.08.06)
“Talleyrand bu görevi seve seve kabul ediyor. Kralcıların dümen suyunda gitmek de kolay iş değil.
Safra atarsa, mutluluk gemisini daha başarıyla su üstünde tutabileceğini umuyor. Bakanları arasında en ağır
safra, Kral katili bu eski suçortağı Fouché’dir.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:213)
“McConnor tahtaya öyle sabit bakıyordu ki, sanki taşları iradeyle kazanamak, mıknatıslamak istiyordu;
soğuk bakışlı rakibinin yüzüne büyük bir zevkle ‘Mat!’ diye bağırmak için bin doları da seve seve feda ederdi,
adım gibi emindim bundan.”
(S. Zweig, “Satranç”, sa:27)
Sevgili; Sevgilim : Bir kimseye en yakın, içtenlikle bağlı diğer bir kimse; Hasreti çekilen Eş; Vatan
“Sizler
------Sevgilim, o uzayan bekleyişimin içinde
Sevgilim, o uzayan sabrımın içinde.
Sevgilim, o çalkalanan bütün savaşlar yaktı ateşimi
Sevgilim, o uzayan dalgaların şiddeti ve sabrı
Hapsimin uğultusunu kırar ve ışığını ellerimin ve evimin.
Sınırın yanında denizinin yolu biter
Sabrının sınırında kaderi arzular
Sevgilim, öğreneceksin,
Yitirdiğimiz yürüyüşlere sığınırız
Beklediğimiz sürenin bizi karşıladığında
Sevgilim ağaçların çiçekleri,
Sevgilim yağmurun havası
Sevgilim bütün bu yaşamın içinde,
Dünya sensin.”
(Hanan Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.03)
“ÇİNGENE AŞIĞIN GÜNLÜĞÜ
----------------------------------------Ruhunun penceresinde
çözülerek gelir
bir naz gibi
ruhun penceresine girer
avlanışını ister
avlanışımız bitene dek
hayatın penceresinde
sevgilim!”
(Rita Avvad-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 30.08.07)
“IV Dört Şiir
4.
<1948>
Sevgilim ölsün isterdim
ve yağmurlar yağsın mezarına
beni ilk ve son kez sevenin yasını tutarken
yürürken sokaklarda”
(Samuel Beckett<1906-1989>-Suat Kemal Angı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
26.01.06)
“YENİDEN, HÜZÜNLE...
----------------------------Ölümü ve tuzlu
fıstıkları unutmadım,
bayat tuzlu fıstıkları.
Sarhoşlar kusardı bir de
ben varken orda. Dünya’da.
1965 yılında.
Bir savaş ve hüzün korkusuyla
kahvelere dolardı insanlar
Sevgilim! Sevgilim!
‘Kanayan yerim benim’ ”
(Ataol Behramoğlu<d.1942>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:332)
“... bunu yaparken de elini kadının omzuna koydu: ‘Şimdi, sevgili yavrum, onu nerede bulabileceğimi
söyleyin artık.’ Kadın da söyleyiverdi, bunun nasıl olduğunu anlayamadı, uzun süredir kafasını kurcalayan bu
sır, ruhunun derinliklerinde gizliydi oysa: ‘Prens Heinrich Oteli.’ ”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:14)
“İNANALIM SOĞUK MEVSİMİN
BAŞLANGICINA
----------------------sevgili, ey biricik sevgili
ne çok kara bulut beklemekte güneşin şölenini
bir gün beliriveren o kuş sanki gözle görülür bir
çimenlikten havalanmıştı
meltemin şehvetiyle nefes alıp veren körpe
yapraklar
sanki hayalin yeşil çizgilerinden doğmuştu
pencerenin lekesiz belleğinde yanıp sönen
o menevişli alev”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-inanalım soğuk mevsimin başlangıcına”, sa:104)
“ALACAKARANLIK RAHAVETİ
Aklım, sevgilimin uyuduğu oda gibi mutlu,
Aklım duru ve güzel kokulu düşler kurar.
Ak özlü iri çiçek hoş kokular sunar geceye
Ay baygın, gökkubbedeki gölünde.”
(Jean Lahor<1840-1909>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.08.05)
“... ve sevgilime artık ‘Lara’ demeye karar verdim. Adanın en güzel koyunun adıydı bu. Berrak,
saydam, temiz, turkuvaz rengi suların dipteki kumları bir masal dünyası gibi aydınlattığı küçük bir koydu. Aynen
benim sevgilim gibi. Eski adını bir daha hiç kullanmayacaktık. Yeni adı bir çeşit uğur, taze bir başlangıçtı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:58)
“BADEM AĞACIMIZ NEREDE
Yatarım,
sevgilim, kollarında,
badem çekirdeği bademde gibi.
Söyle, acaba nerede
Bizim badem ağacımız?”
(Hilde Löwenstein<1909-2006>-Gertrude Durusoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
08.03.07)
“Aşığın Yaprakları
12
Güneşin
battığı yöne yürürüm
yorgun…
Yağmurun altında
tavaf ederim
şiirlerin nağmelerini
sevgilimin
yokluğunda”
(Fatiha Mürşit<d.1985>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.03.07)
“SOĞUK YERYÜZÜ
-------------------------Diyorum ki sevgilim
hiçbir şey beklemeyelim onlardan,
değerlerimizin piliç köklerine saldıran
atmaca gagalarına biçim verenlerden,
beklemeyelim geleceğimizi korumalarını
kendi dönemlerinde bize attıkları
çamurlardan.”
(Odia Ofeimun<d.1950>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.08.09)
“Mavsad Sokağı <Çeykar 1975>
-------------------Ey sevgilim
öyle bir baharda
ey kayıp sevgilim
hangi aşktasın
ve nasıl?
(Leyla Saharat Revşani-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 19.01.06)
“Yaz Vakitleri
IV
----------------Aşk ağır yük - ruhumsa bezgin.
Söyle sevgilim, ne şimdi üstümüzden geçen,
Sessiz bir çift kanat mı uzakta süzülen.”
(Albert Samain<1858-1901>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.05.03)
“Geçmiş Zaman, yapsan da en şom kötülükleri,
Şiirimde sevgilim sonsuz yaşar dipdiri.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:19, sa:79)
“BABA (Üzgün.) - Desene iş ciddi?... Aklın da hep çocuklarda senin!
ANNE - Olmaz mı ya, onlar benim yaşamım, ömrümün varı, hem derdim, hem umarım...
BABA - Christine, bana hakkını helal et!
ANNE - O nasıl söz? Sen bana helal et, sevgilim!”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:16)
“BALZAMİN <1955>
Sen el kadar bir kadınsındır
Sabahlara kadar beyaz ve kirpikli.
---------------Güzelsindir de oldukça, çocuksundur da
Saçlarınla beraber penceredeyken
Besbelli arandığından haberli
Gemiler eskirken, deniz eskirken limanda
Sevgili.”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:40)
“GÖZYAŞLARIN KASİDESİ
-----------------------------------Sevgilim eller delik deşik
Tutulamaz göz yaşlar
Gözler birer çiçek
Göz yaşlar ilk bahar
Sevgilim göz yaşlar tutulmaz.
Ey sevgilim her şey acı ıçinde
Aşıkların ayrılığı yaklaştı
Duvarlar sesleri gizledi
Evimizde gizledi!”
(Musa Şekip-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.03.03)
“Bir Genç Kıza Öğüt
Sahip olunmaya değer hiç kimseye
Tam anlamıyla sahip olunamaz;
Şunu kalbinin üstüne koy,
Benim küçük kızgın sevgilim;
Bu gerçeği, bu sert ve değerli taşı,
Koy sıcak yanağının üstüne,
Bırak saklasın gözyaşını.”
(Sara Teasdale<1884-1933>-Nurduran Duman; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
29.06.06)
“Sevgili Kirsten,
Ne? Senin ve Emilia’nın Tilsen’in evindeki casusu mu olacağım? Sevgilim, benden böyle bir şeyi
isteyebildiğin için donup kaldım! Hiç şüphen olmasın ki casusluk ucuz bir hizmet değildir ve eğer isteğiniz olan
bu ziyaereti gerçekleştirirsem, neden enden bunun karşılığında ben de bir şey istemeyeyim ki. Bir casusun
sorumlulukları tehlikeli ve çelişkilidir. Umarım taleplerimi geri çevirmezsin.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:132)
“KRALİÇE ELİZABETH I VE SIR WALTER RALEIGH
ARASINDA GEÇEN ŞİİR TARTIŞMASI
<Raleigh’den Elizabeth’e > (1587)
-------------------------------Ve yalnızca kralları devirdiğinde sevineceğim Talih.
Yeryüzünü ve dünyaya ait olanları yöneten Talih,
Aşkımı alıp götürdü, erdemin gücüne rağmen:
Nasıl adil olabilir böylesine kör bir tanrıça?
Bilgeliğin gözleriyle anlaşılır bu kör talih,
Sonra aşkım görünür, her zaman var olan aşkım.
Fakat şimdi elveda, sevgilim - talih ele geçirse de seni,
Güçsüz ve kahpe talih, asla değiştirmeyecek beni.”
(I. Elizabetha Regina<Tudor>-Gökçen Ezber, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.08.04)
“Neden böyle yaratılmıştı acaba? Ama o da acı çekmişti. Oyunun sürdüğü üç korkunç saat boyunca
kimbilir kaç yüzyıllık ıstırap, sonsuzluklar dolusu işkence yaşamıştı. Kendi hayatı onunkine bedeldi. Kendisi
Sibyl’i bir süreliğine yaraladıysa, Sibyl de onun yaşantısına bir an için gölge düşürmüştü ya. Zaten kadınlar çile
çekmeye erkeklerden daha yatkındılar. Duygularıyla beslenirdi onlar. Salt duygularını düşünürlerdi. El altında
biri olsun, karşılıklı bir şeyler yaşayabilsinler diye sevgili edinirlerdi.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:107)
“ ‘Sevgili,
Sana çabucak yazmam gerekiyor. Eğer gelebilirsen cumartesi günü gel. Noel’e az kaldı, telaşa hiç
gerek yok. Son hafta birkaç kötü gün geçirmiştim, sana karşı davranışlarım umarım can sıkıcı değildi... Sakın
kendi kendine serzenişte filan bulunma... Fri Maria.’ ”
(S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:28)
Sevince boğmak : Ortamı sevinç kumkumasına döndürmek, neşe saçmak
“Bay Abraham, kocaman bir mango ağacının gölgesinde çok hoş bir çevre oluşturmuş, çocukları
çevresine toplamıştı. Onlara ‘Serçelerim’ derdi. Büyük bir şamata içinde gelirler, her yanı çocukça bir sevince
boğarlardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:135)
Sevinci kursağında kalmak : Düşkırıklığına uğramak, sevinci yarım kalmak
Bk.: Sevinci yarım kalmak
“... bu düzlükte dumanlar gördü. Uzakta dalgalana dalgalana tütüyordu. Kendi kendine, ‘Bir oba
konmuş olmalı oraya,’ dedi. Sevindi. Sevinçle yürüdü. Dumanların tüttüğü yere gelince, sevinci kursağında
kaldı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:94)
Sevincinden kabına sığamamak : Sevinçten coşmak, havalarda uçmak
Bk.: Sevinçten havalara uçmak
“Effi bundan çok hoşnuttu ve ilk resim dersi, onun için iyiliğe doğru bir dönüm noktası oldu. Effi’nin
zavallı yaşamı artık o denli katlanılmaz değildi; Roswitha, sözlerinde haklı çıktığı ve hanımına oyalanacak bir iş
bulunduğu için sevincinden kabına sığamıyordu.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:103)
“EUGENIO - Madem kimse yokmuş, gidebiliriz.
VITTORIA - Kendimi böyle saçı başı darmadağınık görmek istemem. (Neşe ile oyun salonuna girer.)
EUGENIO - Zavallı; sevincinden kabına sığamıyor. (O da girer.)
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:116)
“Bu işlerden anlayan oğlu Paşa ile kızı Lizanka’nın yapılanları görünce nasıl şaşıracaklarını
düşündükçe sevincinden kabına sığmıyordu. Herhalde bu kadarını beklemezlerdi. Odalara kibar bir görünüş
veren eski eşyaları ne iyi etmişti de ucuza alıvermişti.
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:47)
Sevinci yarım kalmak : Sevinçli iken kötü bir haberle onu yitirmek, kederlenmek
“Kardeşine sordu:
-Şimdi ne yapacaksın?
-Dövüşeceğim! dedi Auguste kararlı bir sesle.
Theophile’in sevinci yarım kaldı. Auguste’ün gözüpekliği karşısında karısıyla birlikte surat astılar.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:63)
Sevinçten ağzı kulaklarına varmak :
Bk.: Ağzı kulaklarına varmak
Sevinçten bayram etmek : Pek çok sevinmek, uzun zamandanberi beklenen mutluluğa kavuşmak
“Münih ve Wittelsbach’daki kıralcılar da sevinçten bayram ediyordu. Alman Nasyonalistleri, Hitler’in
kendilerine yararlı olacağını umuyordu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:448)
Sevinçten çıldırmak, deliye dönmek : Çok sevinmek; bayram etmek
“Nefise sevinçten çıldıracaktı. Çeyrek saat sonra tıpkı tıpkısına hep o kral azameti içinde salına salına
gelen Kudret Yanardağ’ın ellerine sarılarak öptü ve ağladı:
-Çok şükür, çok şükür sana Allahım!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:173)
“Şubat sonunda, geçen günlerden daha açık, daha aydınlık bir gün, Einfried’de sonsuz bir sevinç havası
vardı. Kalp hastaları coşkuyla konuşuyor, şeker hastası general, bir delikanlı gibi cıvıldıyordu. İnmeli hstalar da
sevinçten deliye dönmüşlerdi. Ne olmuştu?”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:35)
Sevinçten uçacak gibi hissetmek, havalara uçmak : Mutluluktan göklerde uçmak
“İnanma konusunda, tüm yaşamının en büyük jestini yapacaktı şimdi. ‘Size inanıyorum!’ dedi
yaalnızca. Fischerle sevinçten uçuyordu. ‘Hah şöyle! Bakın şimdi görürsünüz ne iyi olacak!’ Kitap anlaşması
onaylanmıştı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:250)
“Atelyede babası yeni resim için yapılacak çerçevenin ölçüsünü almaktaydı. Pierre’i sevincinden
uçarak karşıladı. Ama Pierre uzun zaman kalmak istemedi babasının yanında..”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:122)
“Çarık ıslaktı. Çarığın üstünde mor tüyler de vardı. Tüylerden bunun bir tosun derisi olduğu
anlaşılıyordu. Çarıktan dolayı sevinçten uçuyordu İnce Memed.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:23)
“Karargaha varınca Albay Demolen, iki dostun ricasını gülümseyerek dinledi ve sınırı geçebilmeleri
için gereken izni verdi. İki ahbap, ellerinde izin kağıdıyla, sevinçlerinden uçarak hemen yola çıktılar.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:62)
“Nihayet Rhett, Bonnie’ye midillisiyle engel aşabileceğini söylediği zaman kız sevincinden havaya
uçtu. Atına kavuşup engelden atladı. Daha sonraları babasıyla birlikte dolaşmaktan hiç zevk alamdı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1261)
“Dük sevinçten uçacak gibiydi sanki; onu öpmek istedi yeniden.
-Yok olmaz, ne zaman buyruk verirsem, beni o zaman öpersiniz.
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:59)
“Söz, oğlunun okulundaki çocukların bir gazete çıkarmaya başlamasından açıldı. Öğrenciler birkaç sayı
sonra yayını durdurmaya karar vermişler, çünkü kşisel ve fazla bir maddi kazançları olmadığı sonucuna
varmışlar. ‘Eğer daha onların yaşındayken,’ dedi Angela, ‘okul bizlere de bir gazete çıkarma fırsatı tanısaydı, biz
sevinçten havalara uçardık.’ ”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:63)
Sevinçten zil takıp oynamak : Son derece sevinmek, havalara uçmak
“ELIZABETH - Öyle mi? Ve siz Egerton, danışmanlarımla birlikte, sanırım sevinçten zil takıp
oynuyorsunuzdur.
EGERTON - Altes, lütfen... biz... gerçek şu ki Kont ipe sapa gelmez bir grup insanın aleti oluyor.
Onu gerçek bir halk isyanı düzenlemeye ikna etmek üzereler.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:14)
sexta hora : (LAT.,DİN) <seks’ta ora> : Altı saat; yani, ‘Gündüz burcundan itibaren altı saat’, bir diğer
söxle: ö ğ l e y e m e ğ i a r a l ı ğ ı. İSP.: ‘Siesta’
Seyirci Dramaturgisi : (TİYATRO, MYTH.,PSYCH.) : Seyirci, tiyatro’nun ‘olmazsa olmaz’ ortağıdır.
İstanbul Büyük Belediyesi Şehir Tiyatrolarında ‘Süpervayzır ve dramaturg yardımcısı’ olarak, çalıştığım
senelerde (1992-2002) edindiğim deneyim ve bilgileri, sözcüğüme katmakla mutluyum (İ.E.)
T i y a t r o S e y i r c i s i - SEYİRCİ DRAMATURGİSİ
Son yirmi yıldanberi Modern Tiyatro’nun gelişiminde yeni alternativler arayışında, s e y i r c i
‘nin aktif olarak içerilmesi, evrensel bir boyut kazanmaya başladı. Seyircinin böyle bir rol almasıyla,
kültürel yaşantının ‘kültürlerarası’ bir forum oluşturarak, daha heyecan ve teşvik verici bir uyarıcı
düşünce yaratması beklenmektedir.
Grotowski, 1968’de “Hiç seyircisiz performans olur mu? Hiç olmazsa, tek bir kişiye
gereksinim vardır!” demişti.
Antik Yunan Tiyatrosu, Atina’nın sosyal, ekonomik ve politik yapısının bir sergilenme yeri
idi. Ortalama on dört bin kişiyi kapsama kapasitesinde olan City Dionysia, bugünün entellektüel
tiyatro düşkünlerinin aksine, genel dinleyicileri içeriyordu. Grek amfiteatrı’nın sosyomatik bir dizaynı
vardı; ardı açık bir amfiteatr olan tiyatrodan tüm şehir görünürdü. Oynanan yapıtları da, Devlet finanse
ederdi.
Bu itibarla, Antik Yunan Tiyatrosu’nun, seyiricilerin aktif olarak katılabilecekleri, toplumla
direkt temas sağlayan bir arabulucu olduğunu söyleyebiliriz. Mediavel ve 16. Asır seyircileri, Eski
Yunan Tiyatro seyircilerinin kudretinden hoşlanmazdı ama, seyircinin bir tür aktör olarak oyuna
katışmasına izin verirdi.
17. Yüzyıldan itibaren özel tiyatroların kurulmalarıyla, “hayali sahne” dünyası ile “dinleyici”
birbirlerinden ayrılmaya başladılar. Zamanla, giriş ücretlerinin artması, seyircinin sosyal
kompozisyonunu sınırlamaya başladı. İngiltere başta olmak üzere birçok devletlerde, dinleyici, daha
pasif ve daha elit gruplardan oluşmaya başladı. Salonda da, ışaklar da söndürülerek ayak düzeyindeki
‘spot’ ışıklar yerleştirilmeye başlandı.
Oyuncuyla beraber, tiyatral olayların kültürel durumu da değişti ve daha çok ekonomik,
politik ve sosyal yapılanmaya endekslendi. Tiyatronun ekonomik yaşamı, yalnızca ona devam eden
seyirciyle değil; hükumetlerin, şirketlerin ve benzeri mali kudretlerin temsilcilerine de bağlı kaldı.
Gerek tiyatro eserleri ve gerekse eserlerin performans teknikleri, yine ayni tür seyirciye dayandı. Alan
Sinfield (1983) demişti: “Tiyatroda bugün her tür artistik form, onun gaye ve geleneklerine, seyircinin
kabullemeye ne denli hazır olduğuna bağlıdır!”
Grotowski, “Yoksul Tiyatro” (Poor Theatre) adlı eserinde, -olabildiği kadar- bilimsel esaslara
dayanarak, seyirci’nin tiyatral süreçte en önemli bir öge olduğunu kaydetmişti.
Şimdi size, MİMESİS’in (Boğaziçi Üniversitesi’nin Tiyatro Dergisi), No.4, ‘özel’ “Yoksul
Tiyatro” yayınından bir özet sunuyorum (İstanbul, 1991).
Bilindiği üzere Jerzy Grotowski, Polonya’da kurduğu ‘Tiyatro Laboratuvarı’ndaki
deneyimlerinden sonra, 1965’te, “Yoksul Bir Tiyatroya Doğru” (Towards a Poor Theatre) adlı epik
yapan eserini yayımlamıştı. Onun kendi ağzından dinliyoruz..
“Benim uyguladığım yöntem’in esası, tiyatro oyuncusunun, san’at yoluyla, “maske”lerin
fırlatıp atılması, gerek fiziksel ve gerekse zihinsel tepkilerin bütünlüğüne varması için, yeni bir tekniği
kullanmasıdır.
“Oyuncunun birinci ödevi, hiç kimsenin ona birşey vermek istemediğini anlamasıdır.. Hiçbir
kural kutsal değildir...Genellikle bir metinde birçok arketip’ler vardır; bunlar kah ayrılırlar, kah
birbirlerine karışırlar. Bunlardan bir tanesi, oyunun ‘eksen’i olarak seçilir. Hedef, ikna edici
karakterleri sergilemek değil, metni, seyircide şiddetli bir tepkiyi ortaya çıkaracak bir katalizör olarak
kullanmaktır. Dünyayı seyirciden ayırarak göstermek değil, tiyatro’nun sınırları dahilinde, onunla
birlikte yeni bir dünya yaratmak. Yönetmen, me t i n karşısında özgürdür.
“Bana göre üç tip oyuncu vardır:
1) Akademik Tiyatro’lardaki “ilksel oyuncu”,
2) “Yapay oyuncu”, Bu, vokal ve fiziksel sahne etkilerinden oluşan yapıyı düzenleyen ve
inşa eden oyuncu,
3) “Arketip Oyuncusu”, yani, kolektif bilinçaltı’ndan aldığı imgeleri yarınlı bir biçimde ele
alıp geliştiren yapay oyuncu. Benim seçeneğim, bu tür oyuncudur.
“Tekniğin diğer kuralları şunlardır:
1) O y u n c u’nun kusurları gizlenmesi kullanılır;
2) Kostümler ya da sahne donatımı, oyuncunun partneri ya da ‘yapay uzanımı’dır,
3) Oyuncu’larla seyirci’ler arasında doğrudan temas olmalıdır;
4) Makyaj gereksizdir;
5) Her j e s t, düzenlenmiş olmalıdır;
6) T e t r a l ç a t ı ş m a daima mevcut olmalıdır;
7) K a r a k t e r l e r birkaç düzeyde inşa edilmelidir;
8) S t i l’ler hızla değişmelidir;
9) F i z y o l o j i k ‘açığa vurumlar’ kullanılmalıdır;
10) Hatha-Yoga, yapay ve doğal mim çalışması elzemdir.
“Bizim Tiyatro Laboratuvarı’nın prodüksiyon’ları başka bir yönde ilerliyor. Öncelikle,
eklektisizm’den kaçınmayı; tiyatro’yu, disiplinlerin bir ‘bileşimi’ olarak düşünmeye karşı durmayı
deniyoruz. Ayrı olarak, tiyatro’ların n e olduğunu, bu etkinliği ‘sergileme’ ve ‘gösteri’
kategorilerinden n e y i n ayırdığını belirlemeye çalışıyoruz. İkincisi, bizim prodükdiyon’larımız, o y
u n c u – s e y i r c i i l i ş k i s i’nin ayrıntılı ilişkileridirler. Yani, oyuncunun kişisel ve sahneye
ilişkin tekniğini, tiyatro sanatı’nın nüve’si olarak düşünüyoruz.
“Beni yetiştiren Stanislavski’dir. s ü r e k l i l i ğ e dayanan araştırması, g ö z l e m
yönetimlerini sistemli bir şekilde yenilemesi ve daha önceki çalışmalarıyla diyalektik ilişkisi onu
benim kişisel idealim haline getirdi. Ben, Avrupa ve ötesindeki belli başlı tüm o y u n c u e ğ i t i m
yöntemlerini inceledim. Bunların arasında, amaçlarım için en önemli olan şunlardır: Dullin’in ‘rutin
alıştımaları’, Delsarte’nin ‘dışa dönük ve içe dönük tepkiler’ üzerine araştırmaları, Stanislavski’nin
‘fiziksel eylemler’ üzerine çalışması, Meyerhold’un ‘biyomekanik’ eğitimi, Vakhtanghou’nun
‘sentez’i. Ayrıca, Doğu Tiyatrosu’nun eğitim teknikleri, -özelde Pekin Tiyatrosu, Hint Kathakali ve
Japon No Tiyatrosu- benim için özellikle uyarıcı oldu.
“Bizim geliştirmekte olduğumuz yöntem, bu kaynaklardan ödünç alınmış tekniklerin bir
kombinasyonu değildir. Burada herşey, en ufak bir egoizm ya da kendine dönük haz izi taşımaksızın
en uç noktaya doğru bir gerilimle, tamamen soyunmayla, bir kişinin kendi mahremiyetini
sergilemesiyle ifade edilen oyuncunun ‘olgunlaşma’sı üzerine yoğunlaşır. O y u n c u, tam bir
özveride bulunur. Bu, bir tür 'aydınlatmaya-geçiş' içinde ileriye fırlama, bir ‘trans’ ve oyuncunun
varlığı ve içgüdünün en mahrem katmanlarından gelerek ortaya çıkan tüm ruhsal ve gövdesel güçlerin
bütünleşmesi tekniğidir.
“Teknik olarak, fazlalık olarak görülen herşeyi aşama aşama eleyerek, m a k y a j, özerk k o s
t ü m kullanımını, s e n o g r a f i, ayrı bir gösteri alanı (s a h n e), ı ş ı k l a n d ı r m a ve s e s e f
e k t’leri v.s. olmaksızın tiyatro’nun varolabileceği düşüncesine ulaştık. Tiyatro, algısal, doğrudur,
‘canlı’ katılıma dayanan oyuncu-seyirci ilişkisi olmaksızın varolamaz.
Bu eski bir teorik’tir ve doğrudur elbette, ama pratik’te çok dikkatli bir sınamadan
geçirildiğinde, tiyatro hakkında alışık olduğumuz çoğu düşünceyi sarsar. Farklı yaratıcı disiplinler’in
(edebiyat, heykel, resim, mimari, ışıklandırma, oyunculuk, bir metteur-en-scene yönetimi altında) bir
sentezi olarak tiyatro anlayışına meydan okur. Bu “sentetik tiyatro”, bizim “zengin tiyatro” (çatlakları
bakımından ‘zengin’) dediğimiz “Çağdaş Tiyatro”dur.
“Tiyatro’nun mekanik kaynaklarını ne denli genmişlettiği ya da özümsediği hiç de önemli
değildir. Teknolojik olarak, film ve televizyon’a göre, o, aşağıda kalacaktır. S o n u ç o l a r a k ,
t i y a t r o’ d a y o k s u l l u ğ u ö n e r i y o r u m. Makyajı, takma burunları, şişirilmiş göbekleri –
oyuncunun giysi odasında gösteri öncesi kendine eklediği herşeyi- terkettik. Oyuncunun, y o k s u l
bir tarzda, yalnızca kendi vücudunu ve zanaatını kullanarak, -seyirci seyrederken- tip’ten tip’e,
karakter’den karakter’e, siluet’ten siluet’e dönüşmesinin tamamen teatral olduğunu ortaya çıkardık.
Oyuncunun kendi kaslarını ve iç itkilerini kullanması yoluyla sabit bir yüz ifadesini oluşturması,
çarpıcı bir teatral dönüşüm başarısı sağlar, öte yandan makyaj sanatçısunun hazırladığı ‘maske’,
yalnızca bir ‘trük’tür.
“Işık efekt’leri kullanmayı bıraktık, demiştik; ve bu özenle tasarlanmış gölge, parlak spot vs.
çalışmaları yoluyla oyuncunun sabit ışık kullanımı olanaklarında çok geniş bir alanı açığa çıkardı. S e
y i r c i bir kez aydınlatılmış bir bölgeye yerleştirildiğinde, başka bir deyişle, görünüş olduğunda,
gösteri içinde o da bir rol oynamaya başlar. Bununla birlikte, El Greco’nun resimlerinde olduğu gibi,
oyuncuların “tinsel ışığın” bir kaynağına dönüşerek, kişisel teknik yoluyla ‘aydınlatabilecekleri’
açıktır.
“Özerk bir değeri olmaksızın, yalnızca özel bir k a r a k t e r ve onun etkinlikleriyle bağlantı
içinde varolan bir k o s t ü m, seyircinin önünde, oyuncunun işlevleri vs. ile çatışkılı hale
dönüştürülebilir. Kendi yaşantılarına sahip plastik öge’lerin (yani, oyuncunun etkinliklerinden
bağımsız bir şeyi temsil eden ögelerin) elenmesi, en asli ve açık öge’lerin yaratılmasına yol açar. J e s
t’in kontrollü kullanımı yoluyla, oyuncu, ‘zemin’i bir ‘deniz’e, bir ‘masa’yı bir ‘günah çıkarma’
hücresine, bir ‘parça demir’i ‘canlı bir partner’e,vs, dönüştürür. Oyuncular tarafından üretilmeyen m
ü z i ğ i n (canlı ya da kayıtlı) elenmesi, seslerin ve çarpışan nesnelerin orkestrasyonu yoluyla,
gösterinin kendisine bir “müziğe dönüşme” yetisi kazandırır. M e t n i n kendi başına tiyatro
olmadığını, oyuncunun onu ‘kullanımı’ yoluyla -yani, entonasyonlar, ses çağrışımları, dilin
müzikalitesi sayesinde- tiyatro’ya dönüştüğünü biliyoruz.
“O y u n c u – s e y i r c i ilişkisinde, sonsuz sayıda çeşitlemeler olanıklı hale gelebilir.
Oyuncular, seyirciyle d o ğ r u d a n i l i ş k i k u r a r a k ve ona oyunda e d i l g i n b i r r o l
vererek seyircilerin arasında oynayabilirler (örneğin, Byron’ın Kabil‘i ve Kalidasa’nın
Shakuntala’sı). Ya da oyucular, seyircileri bir uzay baskısı ve sıkışması ve sınırlaması duyumuna
bağımlı kılarak, o n l a r a r a s ı n d a y a p ı l a r k u r a b i l i r ve onları böylece ‘aksiyon
mimarisi’ içinde kapsayabilirler (Wyspianski’nin Akropolis’i). Ya da oyuncular seyircilere
bakarken o n l a r ı y o k s a y a r a k o n l a r ı n a r a s ı n d a o y n a y a b i l i r l e r. S e y i r
c i l e r o y u n c u l a r d a n k o p a r ı l a b i l i r l e r –örneğin, büyük bir tahta perdeyle; tahta
perdenin üstünden seyircilerin yalnızca kafaları görünür (Calderon’un Sadık Prens’i); köklü bir
eğitime uğratılmış perspektiften, seyirciler oyunculara, bir ring’teki hayvanları seyredermişcesine, ya
da bir ameliyatı seyreden tıp öğrencileri gibi üstten bakarlar (üstelik bu kopuk, üstten bakış, aksiyon’a
ahlaki bir ihlal anlamı kazandırır. Ya da, b ü t ü n s a l o n s o m u t b i r y e r o l a r a k k u l l
a n ı l ı r: Faustus, bir manastır yemekhanesindeki “son yemeğinde”, bir barok ziyafetin konukları
olan ve devasa masalarda hizmet edilen seyircileri ağırlar ve onlara yaşamından episod’lar sunar. Tüm
bunlarda önemli olan şey salon-sahne ayrımının ortadan kaldırılması değildir; bu, yalnızca yalın bir
laboratuvar durumu, araştırmaya uygun bir alan yaratır. Asıl sorun, her bir gösteri tip’ine uygun s e y i
r c i - o y u n c u i l i ş k i s i kurmak ve varılan kararı, fiziksel düzenlemelerle cismleştirmektir.
x
x
x
Tekrar Antik Yunan Tiyatrosu’na dönersek, Aristotle’un “Poetika”sında, seyirci, iyi trajik
tekst ve performans’ın kudretini kanıtlamak için kullanılmıştır. Horatiuse’un “Ars Poetika – Şiir
Sanatı”sında, dinleyici, şairin çalışmalarının ‘kabulcüsü’ rolüne konmuştur.
Meyerhold (1969), pek uçlarda olmayan, fakat etkisini tiyatronun kuram ve uygulanmasında
hemen gösterebilmiş çalışmalarında şöyle der: “Orta Çağların Tiyatrosu, ellerinde hiçbir sahne alet ve
edavatı olmaksızın, nasıl başarılı oldu, bilmem? Seyircinin canlı hayal gücüne teşekkürler olsun!
Natüralistik tiyatro, yalnız seyircinin hayal edebilme yeteneğini yadsımakla kalmıyor, sahnelerde
oluşan zekice konuşmaları da kavrayabilmesini de körleştiriyor!”
Meyerhold’un 1917’de Lermentov’un Masquarade’ini sahnelediği zaman, ortaya iki önemli
gerçek sundu. Herşeyden önce, ilgi çekici, canlı bir sahneleme (mise en scene) ile yazarın tekst’ini
çok dahakudretli bir şekilde yansıtabildi (Yoksa oyun, beş yıldanberi, inen çıkan bir ilgi ile sürüp
gidiyordu!). İkincisi, seyircinin ilgisini çekmek için, natüralist tiyatro’nun süs ve takılarını,
olduğundan büyük boyda yaptırtmıştı. Oditoryumun ışığı, performans boyunca açık bırakılmıştı.
Seyirci ile sahne arasındaki sınırı ortadan kaldırmak için
sahnenin kenarlarına büyük aynalar yerleştirilmişti.
Meyerhold, daha 1920’lerde, Rus sosyetesinin düşüncesel bazında oluşagelen değişimleri
sergilemek üzere Verhaeren’in The Dawn’ını sahnelediğinde şöyle diyordu: “Bizim karşımızda şimdi
yeni bir tür halk var. Onun, saçmaya hiç tahammülü yok. Sanki her bir seyirci Sovyet Rusya’yı
microcasm olarak temsil ediyor. Bizler şimdilerde yazarın değil, seyircinin çıkarlarını korumak
zorundayız!” Onun bu tür gayretleriyle seyircinin katılımı o derecede başarılı olmuştu ki, eser beş ay
süresince 120,000 kişi tarafından izlenmişti.
1960’larda ve 70’lerde drama’nın ne olduğunu analiz etmeye çalışan eserler yayımlanmaya
başladı. Bunların arasında en önemlileri J.L. Styan’ın Elements of Drama (1960) ve Martin Esslin’in
An Anatomy of Drama (1970) sayılabilir. Bu yapıtlar, yazarın yaratıcılığından başlayıp, tekst’e bağlı
performansa gelinceye kadar olagelen dramatik sürecin ögelerini analiz etmeye çalıştılar. Mamafih,
Eric Bentley, The Life of Drama adlı eserinde (1964), seyircinin rolünün pek de masum olmadığını ve
eğer tiyatrodan seyircilerin kaldırılmaları mümkün olsaydı, diğer bir tabirle eğer voyeurism var
olmasaydı, sahne oyuunlarının pek de ilgi görmeyeceğini vurguladı. Genel olarak kabul etmek gerekir
ki, seyirci, sosyal gösterilerde –tiyatro dahil- önemli bir rol oynamaktadır. Styan diyor: “Seyirciden
aktöre ve aktörden metne ne yansıdığı kadar, metnin ne vermek istediğinin bilinmesi de çok önemlidir.
Mamafih, niyetin, etkileşimde pek önemli bir rol oynamadığı herkes tarafından bilinmektedir.”
Bernard Beckerman da, ‘üç-yollu-iletişim’den söz ediyor: oyun, kişi ve kolektif dinleyici.
Oyun, çift yönden, dinleyicinin her bir üyesine bir ‘kişi’ olarak ve kolektif olarak hitap ediyor (1970).
Genellikle bir tiyatroda, seyircilerde oluşacak ‘duygular’ ve ‘algılama süreçleri’ tartışılır. Tiyatro’nun
‘kolektif’ yönünden bahsedildiğinde, doğal olarak, bahsedilen süreçlere takılan ritüel’ler farkedilir.
Esslin’e göre, drama’daki ritüel, gaye’nin ileri derecede bilinçlenmiş bir şeklidir. Bu ‘varlığın’
(existence) niteliğinin anılmaya değer bir içgörü kazanmasıdır. Theodore Shank de, benzer bir
kelamda bulunur: “Dramatik çalışma, seyircide, içinde daha evvel idrak edemediği bir takım duygusal
hayatları açık seçik konuşturur!”
Performans sanatının ve kuramının böylece derinden incelenmeleri, oyunda kullanılan tekst ve
lisanı ,‘olay’ın lehine zayıflattı. Bununla beraber, 1970’lerdenberi, drama kuramları üzerine verilen
önem de değişti. Esslin’in Anatomy’si bunu açıkça göstermektedir. Yani, tiyatro, pratik terimlerle,
seyirciye, (tiyatro içinde) nasıl davranmaları gerektiğini, sosyal co-existence’ın kurallarını ima
etmekte, hatta öğretmektedir. Bu nedenle tüm tiyatroya bir “politik olay” diye bakmak yanlış olmaz.
Beckerman’ın da kaydettiği gibi, bazan, gelişigüzel bir seyirici grubu, medya ya da genel eğitimden
nedenlenen yeni bir toplumsal akıma yönelmiş görünürler. O takdirde tiyatro eğilimlerinin ne
olduklarını öğrenmek ve ona göre hazırlanmak zorunda kalırlar. Mamafih genel eğilim, dinleyicilere,
‘orta hattaki’ genel kültürel ve entellektüel verileri sergilemektir.
1980’lerden sonra ise, d r a m k u r a m ı’nın iki alanı, seyirciler için daha da gelişmiş
kuramların gereksinimine neden oldu.
Bunlardan biri, p e r f o r m a n s k u r a m ı’nın (performance theory) yücelişidir. Bunun
taraftarları, tekst’in, aktörler tarafından, devalüe edildiğine hatta tümüyle değiştirildiğine inananlardan
oluşan Kuzey Amerika kuramcılarının akımlarına paralel olarak gelişti. Geleneksel kuram bu değişimi,
seyircilerin ‘yabancılaştırılma’ları yolunda, sanki onlara kültürel açıdan zayıf sinema ve televizyon
eğlenceleri göndermeleri gibi yorumladı.
Rothenberg’in kaydettiğine göre (1977), s e y i r c i , a k t ö r l e b i r l i k t e performans
alanına bir ortak gibi girmelidir. Bu, san’atın, en yüce bir düzeyde dramatize edilmesine yardım eder.
Toronto’nun Ground Zero prodüksiyonu olan In The Neighborhood of My Heart (Kalbimin
Yöresinde) ‘ın gösterisine, evsiz barksız orijinal seyirciler katılmışlardı.
İkinci gelişim alanı ise, s o s y a l s ü r e ç (social process)’tir. Drama’nın nesne’leri ve
eylemleri, sosyal sürece paralel gider. Elizabeth Burns’ün “Tiyatrosallık” (Theatricality) adlı
eserinde (1972), sosyal süreçlerin drama’yı hem bilgilendirdiğini ve hem de onu yapılandırdığını
savunur. Mamafih o tarihtenberi sosyoloji ile bir diyalog oluşumu yolunda pek az yol kat’edilmiştir.
Maria Shevtsova bunu şöyle analiz ediyor: “Tiyatro sanatı, sosyoloji’yi kendine yabancı bir disiplin
olarak kabullenmiştir; ikisi birbirinden o kadar farklıdır ki, aynı yönde çalışıp birleşik sonuçlar
vermeleri hemen hemen imkansızdır.”
Schechner (1977) de yazıyor: “Aktörlerin ve seyircilerin tiyatroya gelip gitmeleri, tiyatrosal
bir düzen nosyonunun varlığını garantiliyor. Bu sayede sahne olayları bir aktüel gerçekleşme olarak
algılanabiliyor. Yani, ‘performans’ gerçeği, ‘performans’ın içindedir. Sahnede bir cinayet izleyen bir
seyircinin, günlük yaşamda yapabileceği gibi, sahneye fırlayıp katil sahnesini önlemeye çalışmasına
gereksinim yoktur, zira sahnedeki ‘şiddet’, yalnızca bir ‘performans’tır. Bu onu ‘daha az gerçek’
yapmıyor, ama ‘farklı bir gerçek’ yapıyor. Bu şekilde, ‘performans kuramı’nın iddia ettiği ‘seyirci
katılımı’, değerinden düşüyor.
Yakın yıllarda, ikinci bir tür ‘drama kuramı’, tiyatronun çok yönlü diğer ögelerine bir yönelim gösterdi:
S e m i y o l o j i.
T i y a t r o S e m i y o l o j i s i (Semiology, Semeiology: Orijinal olarak Tıp bilimlerinden
alınma, hastalık belirtilerinin incelenmesi anlamında. İşaretlerin ve bunların dil ile olan bağlantılarının
incelenmesi) yalnızca sahneyi değil, salonda da olup bitenleri ve her ikisi arasındaki etkileşimi
incelemeye başladı. Prague Okulu, gerek Rus bilimcilerinin ve gerekse İsviçreli ünlü dilbilimcisi
Ferdinand de Saussure (1857-1913)’ün, 1930’larda yaptıkları çalışmalarından ilham alınarak, dil
kuramlarının Tiyatronun ilk semiyotik çalışmalarına katkıda bulundu. Onun üyelerinden biri olan
Mukarovsky, 1941 de ilk kez “Tiyatro Kuramı’nın Güncel Konumu Üzerine” (On the Current State
of the Theory of Theatre) ismiyle yayımladığı eserinde, bu problemi irdelemiş ve çok daha
sonraları(1977) şunları yazmıştır:
“Aktörün ve dinleyicinin rolleri, gözle görüldüğünden çok daha az ayrılırlar. Hatta bir aktör
bile, birlikte oynadığı partner’e –bir düze- seyirci gibidir. Ek görevli aktörler, çok daha seyirci
konumundadırlar. Aktörün, seyircileri de içermesi, özellikle bir aktörün diğerini bir performans
esnasında güldürdüğü anlarda daha belirlidir. Biz bu ‘güldürme’ akt’ının, sahne ile dinleyici arasında
aktif bir iletişim yaratma kastıyla yapıldığını bilmemize karşın, sahnede oluşan bu olayın, gülen
aktörleri seyircilerin yanına çektiğinin farkında bile olamayız!”
Ondan sonra da bu alanda, belli bir performans’ın tüm analizini yapmaya yönelmiş
çalışmalardan çok, tiyatro’da oluşan bir çok önemli yönleri hedefleyen etüd’ler yayımlanmaya başladı.
Örneğin Anne Ubersfeld’in “Tiyatroyu Okumak” (Lire le Theatre)ında (1977) yazılı drama tekst’inin
semiyotik analizinin yapılması ve Mihai Dinu’nun “Manzaraların Alcebra’sı” (The Algebra of Scenic
Situations)’nda sergilediği ‘karakter yapılarının matematiksel dilimleri’nde görülebilir (1984).
Tiyatrosal iletişimin daha tümevaran semiyotik çalışmalarını inceleyen eserler arasında
Girard, Ouellet ve Rigault’nun “Tiyatro Alemi” (L’Univers du Theatre) ve Keir Elam’ın “Tiyatro
ve Dram’ın Semiyotikleri” (The Semiotics of Theatre and Dram) (1980) sayılabilir.
Patricia Pavis (1982) yazıyor:
“S e m i y o l o j i, bir tekst ya da sahne hakkında hazır nutuk atan bir makina veya teknik
değildir. Gerçekte, bu önceden düşünülmeye alışılmamış analitik makinayı, üzerinde çalışılan tiyatro
nesnelerine göre inşa etmek zorundayız.
“Bir performans’taki ‘kod’ları ve ‘belirli sistemleri’ analiz etmek, yazar ve direktörün daha
önceden gizemli bir şekilde kurdukları alaşımı yeniden keşfetmek değildir. Ya nedir? Bu, performans
ve metnin verimlilik ve uygunluğunun, söz konusu olan tiyatro olayına (ve analist’e) göre, aşağı
yukarı, başarılı bir anlamda seyrini organize etmektir.
Burada, ‘seyirci’nin etüdü hakkında yapılmış iki esaslı çalışmadan bahsetmeden
geçemeyeceğiz.
Bunlardan biri Daphna Ben Chaims’in “Tiyatro’da Mesafe: Dinleyici Tepkisinin Estetiği”
(Distance in the Theatre: The Aesthetics of Audience Response) (1984)’dir. Bu, yazarının kendisinin
de kabullendiği gibi, sınırlı bir çalışma olmamakla beraber, yirminci yüzyılda e s t e t i k ve d r a m a
kavramlarının her ikisinin de ‘mesafe’ anlamına gösterdikleri ilgiden bahsediyor.
İki konu arasındaki ayırıcı set, Ben Chaims’e göre, Edward Bullough’nun araştırmaları ve
onun 1912’deki yayımlarında açıkça belirttiği gibi, tiyatrosal durumlarda f i z i k s e l m e s a f e’nin
merkezi bir tartışma konusu oluşu. O, Sartre’ın, Brecht’in, Artaud’nun ve Grotowski’nin bu
alandaki çalışmalarını da incelemiş. Genel inanç, ‘mesafe’nin ortadan kaldırılması, ‘sanat’ın da
ortadan kaybolmasını nedenliyor. Kuramsal olarak bu nokta bilinmekle beraber, nasıl yok olabileceği
şüpheli bir konu. Geleneksel ‘salon’ kavramı, ‘seyirci-sahne’ ilişkileri ve diğer alışılagelmiş tiyatrosal
gösteriler terkedilince, tiyatro kavramının tümüyle kaybolmadığı da diğer bir gerçek.
Grotowski’nin isminin geçtiği her yerde, seyircinin tiyatrosal bir beklentisi olduğu olduğu
kabul edilir ama, Irvine-California Üniversitesinde profesör olduktan sonra o da, Ben Chaims’in tarif
ettiği para-tiyatrosal ögeleri (mesafe, ışık, dekor vb.) terkettiği gibi, kaynaklar ve objektif tiyatro’ya
döndü. Bu şekilde o, tiyatro’da, ‘sahne’ ve ‘diğer dünyalar’ı dengelemeye çalışan seyirciye hitap eden
e s n e k bir tiyatro araştırmasına yöneldi.
Seyircinin hayali dünyalarla bağdaşmasını inceleyebilecek dram kurucularının eksikliğinden
dolayı, Ben Chaims, s i n e m a kuramcıları Christion Metz ve André Bazin’e döndü. Bu iki kuramcı
da, tiyatro performansı’nın gerçek belirtilerinin, ‘sahne’ dünyası ile ‘seyircilerin yaratıcı
düşünceleri’nin bağdaşmalarını engellediğini iddia ederler (1984). Bazin’e göre, film, gerçeğe daha
yakındır ve ‘mesafe’nin yakınlığı, seyirci ile tüm bir bütünleşmeyi sağlar. Tabiatıyla mesafe, perde-
salon arasında çok gereksinimli bir öge olarak kalmaya devam eder. O sayede ‘seyirci’, ‘izleyici’
rolüne kavuşmuştur. Ben Chaims diyor:
“Sahnede olup bitenlerle özdeşim (identification) için, ‘gerçek olmayan dünya’(unreality)nın,
tanınabilecek insan karakteristikleriyle kombine edilmeleri, asgari bir koşuldur. Bu koşulların her ikisi
de değişken’dir ve mesafe’nin var olduğu sınırları temin ederler. Nesne’yi bize benzeten
(humanization) bu nitelikler, onu bize doğru çeker. Buna karşıt olarak, nesne’yi kendimizden
ayırdeden nitelikler ve gerçek dünyamız (hayali dünyanın farkındalığı), nesne’yi bizden ötelere iter.
Bu birbirine zıt iki eyilim arasındaki estetik gerilim, m e s a f e kavramını oluşturur ve onun
değişkenlikleri konusunda koşullar sunar..
Ben Chaims devam ediyor:
“En düşük düzeyde hissedilebilecek ‘hayali’ bir dünya farkındalığı ile birlikte gelen en yoğun
‘kişisel ilişki’, ‘kısa mesafe’de oluşur ve gerçek film ya da sahne eserine talip olunur. Buna karşılık
olarak, hayalin yüksek düzeyde hissedilmesi ise, en aşağı düzeyde bir ‘bizlere benzetme’
(hümanizasyon) ögesi ile birlikte gider. Bu şekilde, Punch ve Judy’nin ‘uçlar’da soyutlaştırdıkları
stilde gülünçlü tiyatro eseri yaratılmış olur.
“Gerçek dışının”( unreality) yüksek ama değişik bir şekilde algılandığı ve yine yüksek ve
değişken bir hümanizasyon olarak sergilenmesine en iyi örnek olarak da Brecht’in “Cesaret Ana”
(Mother Courage) adlı sahne eseri örnek olarak gösterilebilir.”
Sonuç olarak, m e s a f e, san’atın içinden gelen bir öge’dir ve konu hala tiyatrosal san’atı
nasıl etkilediğidir. Ben Chaims’e göre onun bilinçli olarak manevralandırılması, bu asrın tiyatro stilini
belirtmektedir. Dolayısıyla da, ‘mesafe’nin ‘seyirci’ ile olan ilinti ve etkileşimi, seyircinin yaşantısının
analizinin en merkezi tema’sıdır.
Bu tartışmadan şu sonucu çıkarabiliyoruz: mesafe’nin önemi, tiyatro’nun sosyal, kültürel,
politik ve estetik değer ve ilintilere olan ilişkilerinin ölçülmesinden sonra, onun gerçek yaşantısına bir
malzeme teşkil edebilmesidir.
Jill Dolan’ın 1988’de yayımladığı “Kritikçi Olarak Kadın Seyirci” (The Feminist Spectator as
Critic) adlı eseri, k a d ı n s e y i r c i’yi bir süreç olarak esas almakta ve cins, cinsellik, ırk ve sosyal
klas ideolojilerini tartışmaktadır. Özel olarak, feminist bir kadın, geleneksel tiyatroyu kendi duygu ve
politik düşünceleri için prensip olarak ‘yabancı’ ve ‘taciz edici’ bulmakta, örneğin diğer seyirciler
oyunu alkışladıklarında, o, kalkıp tiyatroyu terketmektedir.
Yukarda özetlediklerimizi bir toparlamaya çalışırsak diyebiliriz ki, Pavis’in de işaret ettiği
gibi, seyirciler tiyatro’da bir rol oynamaktadırlar, fakat ne çeşit bir rol? Ve ne tür bir seyirci? Tiyatro
arenasında onlara o rolü oynatan ögeler nelerdir? Performans’ın temelinde yatan ögeler, performans
modelinin kendisini ne şekilde etkilerler? sorularına da yanıtlar bulmamız gerekir.
Bilinçli olarak ‘iletişim’ oriyantasyonlu tiyatrolarda, örneğin Beck ve Malina’nın “Living
Theatre”ında, seyircinin rolü az çok gözle görülebilir. Fakat, geleneksel olarak, tüm bir pasivite
beklentili bir tiyatro dünyasında, dram’ın kendi kimlik ve sürecinin olası bir seyirci paylaşımı
nedeniyle bir duraksamaya uğramamaya itina göstermesini nasıl niteleyebiliriz?
Bu konudaki problemlerin çoğu, dram’ın ”geçici” niteliğinden kaynaklanır. Daha önceden
varlığı olmayan (ya da bilinmeyen) bir seyirci ilişkisi, geçici bir an için, çeşitli mesafelerden nasıl
hemen sahnelenir ve sanki hiç olmamış gibi noktalanır? (Bir analist olarak bu olay bana Freud’un,
tabiri caizse, meşhur ‘coitus interruptus’ kuramını anımsatıyor.)
Problem, asırlardanberi ihmal edilen bir konuyu aynen devam değil, fakat sistematik
ve önyargısız bir şekilde, bir san’at şekli olan d r a m ile s e y i r c i arasındaki ilintiyi
çalışmaya ve analiz etmeye devam etmek. Aynı seyirci, diğer san’at türleri, örneğin resim,
heykel, müzikal konserler için ne şekilde bir iletişim uyguluyor, incelemeye değer.
Dram’ın tarihi boyunca önce dramatist’ler, sonra aktör’ler ve şimdilerde de yönetici’ler
dikkatin merkezi olmuşlardır; ama seyirci’ler, sosyal yapıların değişmesine karşın, hemen daima aynı
kalmışlardır. Mamafih, sessiz oylarıyla, yani bir performans’a gelerek ya da gelmeyerek, o
performans’ın bekaında önemli rolü oynamışlardır.
Başka bir yönden bakarsak, biz bu tür etkileşimi, ‘Demokratik’ yaşantıda, ulus olarak, “idare
eden” ve “idare edilen” olarak zaten yaşamaktayız. Devlet idaresi’nin millet’i oluşturan fertlere
gereksinimi olduğu gibi, dram’ın da seyirci’lere gereksinimi vardır. Bir dram’ın sergilenmesinde,
başlangıçta yazar, aktörler ve yönetmen, yapıtın organik bileşiminin analizini yapar ve ‘kartlarını
açarlar’; ama performans ilerledikçe, seyirci, ister sahneye çıksın ya da çıkmasın, tiyatrosal
performans’ı oluşturan organik öge’ler, seyircilerle olan sessiz etkileşim ve beklentilerle yavaş yavaş
çözüşür ve adeta mental bir telepati ile seyirciye inorganik bir mahsul olarak teslim edilir. Yoksa
neden san’atçılar her kez aynı performans’ı sergiledikleri halde her biri hakkında farklı ve hala yaratıcı
hissedebilirler?
Epilog
Bu küçük kitabımızda, Şamanizm’in tarihçesi –ki insan toplumlarının tarih başıdır- ve onunla
ilgili efsanelerden başlayarak, şamanların giysileri, seremonileri, gökyüzü ve yeraltı seyahatleri
hakkında mümkün olabildiği kadar bilgi vermeye çalıştık. Daha sonra kozmoloji’ye, kültür’e ve
Jung’un ‘kolektif bilinçdışı’na da değindik; ‘sembolizm’de, tarih boyunca yaşanmış kültürlerin gerek
mit, gerek san’at eseri olarak kültürün gelişimini –sembolik de olsa- gözden geçirdik. En son bölümde
de, esas konumuz olan ‘Oyun ve Oyuncu’ya dönerek, ilk kez ‘oyun’ ve ‘dramaterapi’ hakkında bazı
kısa anektod’lar verdikten sonra, Aristoteles – Antik Yunan Tiyatrosu’nun ilkelerini, bunların Yeni
Çağlara dek uzantılarını, Brecht’le gelişen Epik Tiyatro’yu, Egzistansiyalistik harekete paralel gelişen
Absürd Tiyatro’yu ve onun temsilcilerini, en sonunda da Grotowski’nin önderliğini sürdürdüğü
Modern Tiyatro hakkında görüşlerimizi sunduk. Ümit ediyoruz ki okuyucularımz, bu birbirleriyle pek
göze görünen ilintileri yokmuş gibi görünen oluşumlar ve değerler arasındaki gizli tünelleri
sezinleyebilecek ve bir tiyatro eseri izlediklerinde, gerekli bütünleyici yorumları yapabileceklerdir.
Her san’at eserinin bir ölmezliği vardır, ve ölümsüzlük, dünyevi duyguların ötesinde, her
san’atkarın hem en çok istediği ve hem de en çok layık olduğu bir mertebedir. Plastik sanatkar veya
yazar, kendisi var olsun ya da olmasın, eserleriyle her zaman her an anılabilir. Aktör bu konuda
talihsiz bir yer alır : ancak görüldüğü zaman yaşanır ve ölümsüzleşir, sonra yine ölür ve yine dirilir.
Halbuki aktör, uygarlıklardan uygarlıklara aktarılan sosyal-kültürel değerlerin yegane canlı kültür
elçisidir. O bir aziz oyuncudur ve bir şamandır, seyirci de bu oluşagelen kültür ve antropolojik,
etnografik hazinelerin kaynağı, yani toplu-bilinçötesi’dir. Bu itibarla Modern Tiyatro, bir gösterim
alanı olan Sahne’de, asırların kültürünün sembolik gösterilerinin temsilcisi olan şaman-aktör ile,
cedlerimizin adet, örf, gelenek, din ve inanç sistemlerinin ham maddelerini taşıyan seyirci-toplumsal
bilinçötesi arasında cereyan eder. Çağdaş tiyatronun diğer özellikleri ise bir dinamizm’e ve özgürlüğe
sahip olması, yoğunlaşma, sembolizm, çağrışımlar ve seyircinin kendisinin anılarını üretmesidir.
Başka bir deyimle, modern oyuncu, üreten ve üretileni seyrettiren, bu arada da kendi iç dünyasını
izlemeye izin veren yaratıcı kişidir.
(Derleyen : Prof. Dr. İsmail Ersevim (Henüz basılmamış Şamanizm kitabından seçmeler)
Seyir(t)mek : Koşmaya yeltenmek, koşar adım gelmek, kendini yönlendirmek
“Bayan Truman canı sıkılarak gerisin geri döndü. A güvertesinde en sevdiği yere doğru seyirtti.
Yüzünden söz ederken, ondan ayrı bir nesneymiş, onunla ilgisi yokmuş gibi konuşuyorlardı; ruh hallerini,
zarafetini yansıtan kişisel bir ayna değildi sanki yüzü.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:149)
“Bir sabah Ayşe kız bana seyirtti, soluk soluğa:
‘Elifbemi çaldılar,’ dedi.
‘Kimden şüpheleniyorsun?’ dedim.
‘O Esma Dudu’nun kara eniği Amet’ten’ dedi.
Vah, vah! diyerek ona bir elifbe daha verdim. Fakat aradan iki gün geçmeden onu da aşırmışlar.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:199)
Seyrek basan : Avane, serseri takımından
“Bolu büyük şehir. Yol kesen, seyrek basan, ardiye malı, kazanda kaynamış, ipten kazıktan
kurtulmuşun tümü sokaklarda.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:24)
Sezar’ın hakkı Sezar’a verilmeli : Herkes hakkaniyetle hareket etmeli, ‘İşin doğrsusu budur’ bağlamında
“Rabia’nın gözleri isyanla tutuştu, fakat Peregrini kızı yatıştıran bir samimiyetle dedi ki:
-Hayır, Sezar’ın malını Sezar’a, Allaha ait olanı Allah’a vermek gerek. Ben Sezar’ın, ben Şeytan’ın
toplumundanım. Çocuk Allah’ın, bırakın olduğu yerde kalsın.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:76)
“ ‘... İsa’nın Romalıları atıp, kendini kral ilan etmek istediğini söyleyerek İsa’yı suçluyorlardı. Ama
Pilatus aynı fikirde değildi. ‘Zırdelinin biri’ diyordu onun için, ‘burnunu Roma’nın işine sokmuyor. Bir
keresinde, bile bile adam gönderdim, ‘İsrail’in Tanrısı bizlerin Romalılara vergi verip vermememiz için ne der?’
diye sordurdum, ‘fikriniz nedir bu konuda,’ O, doğru olarak, akıllıca cevap vermiş: ‘Sezar’ın hakkını Sezar’a,
Tanrı’nın hakkını Tanrı’ya vermek gerektir’ demiş.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:440)
Sezinlemek : Hissetmek, duyumsamak
“Gece vakti açık havada yollarda..... hayatın başlangıçlarına yaklaşmışızdır, kendimizi bitkilerle
hayvanlarla hısım akraba hissederiz. Evlerin de, şehirlerin de henüz kurulmadığı, yersiz yurtsuz insanın ormanı,
akarsuları, dağları, kurtları, atmacaları, kendi benzerleri, eşit haklara sahip dostları ya da can düşmanları gibi
sevdiği, nefret ettiği, zamanlar öncesi bir hayata ilişik belli belirsiz anılar sezinleriz.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:56)
Sfenks, Sfinks, Sphinks, Sphinx : (MYTH.) : Suskun duran büyük, cansız, hareketsiz heykel (ya da kimse);
Oedipus mitinde, Thebes’in dışkapısında içeri her gireni imtihan eden: “Sabahları dört, öğlenleri çift ayaklı,
akşamları da üç ayaklı olan hayvan kimdir?” (İnsan!) diye soran, bilmeyenleri yiyen; kadın başlı, aslan vücutlu,
kanatlı canavar yaratık.(Bk.: Ödipus Mit)
“SOKRATES - ... Zannımca böyle şeyleri yapanlar hakikati hiç düşünmeyip yalnız kelimelerin ağıza
kolay gelmesi için çalışanlardır. Onların yaptıkları bu değişikliklerle ilk adlar, ne demek istediklerini kimsenin
anlayamayacağı bir şekle giriyor. Mesela Sphinks’e phiks yerine sphinks diyorlar; buna benzer neler var.”
(Eflatun, “Kratylos”, sa:72-3)
“AŞK
-----Bir çift acılı gölgeyiz
O eski güzelliğin uyuduğu
Tanrısal mezarın mermeri üstünde.
İkimiz tek bir Sfenks’iz kendimize
Aynı gizin iki sesli ağzıyız biz,
Aynı çarmıhın iki kolu.”
(Vyaçeslav İvanov <1866-1949>, “çağdaş rus şiiri antolojisi”, Ataol Behramoğlu, sa:26)
“Işık Külü V
Hangi iblistir ki
bu dünyanın temelinde
som mutluluktan bir gömü bulunduğu
söylentisini yayan?
Sfenkslerden,
kutsal kaselerden,
dile gelip konuşan yazıtlardan
simyacı büyülerinden söz etmiyorum...
ancak yine de
zaman kervanı
sırlarla yüklü değil midir?”
(Lyubomir Levcev<d.1935>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan. Cumhuriyet Kitap, 03.05.07)
“Bir sfenks gibi -böyle geliyordu Jonathan’a <çünkü bir ara kitaplarından birinde sfenksler üzerine bir
şeyler okumuştu> bir sfenks gibiydi bekçi. Yaptığı etk eylemiyle değil, sırf vücutça varlığı yoluyla oluyordu. Bu
varlığını, ve yalnızca bu varlığını, çıkarıyordu soyguncu olabilecek kişinin karşısına. ‘Benim yanımdan geçmek
zorundasın,’ der sfenks, mezar hırsızına, ‘sana engel olamam, ama geçmek zorundasın benim yanımdan; hele bir
cesaret et, o zaman tanrıların, firavunun ruhunun öcü üzerine yağacak!’ Bekçiyse: ‘Benim yanımdan geçmek
zorundasın, sana engel olamam, ama cesaret edecek olursan, o zaman da mahkemelerin öcü üzerine yağacak
cinayetten hüküm kılığında!’ ”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:39)
“Ceviz
------Cevizin içi meyve, umurunda değil,
Sen kabuğun içine kazınmış çözümü arıyorsun.
Acı büyük, avucunu sıkıp cevizi kırıyorsun.
Sessizleşiyor, okunmaz oluyor kırılan işaretler.
Cevap dersen Sfenks mübarek, ama boşluklardan tırmanıp
Giriyor ve meyveyi yiyorsun. Böylece kendine yer açıyorsun.”
(Aleş Şteger<d.1973>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.01.08)
Shadrach : (MUS.,BABYL MYTH.,TAR.) : <Şad’rah> : Azgın Babilonya kralı Nebechadnezzar (M.Ö. 605502?) tarafından, Mısır’dan sonra Kudüs’ü işgal ettiği zamanda (M.Ö. 588) sırf kudretini ve cezalandırıcı
gücünü göstermek için ateşli fırına attığı üç yahudi gencinden dışarı sapasağlam çıkanı
shake : (DAVR.,KOLL.,İNG.) <şeyk> : titreme, sallanma; AVUSTURYA argo’su: Çalmak, soymak, aşırmak
Shalom alekhem : (DİN,MUSEVİ,KOLL.) <Şa’lom alek’hem> : İslam’ın, iki kişinin karşılaştıkları zaman
söyledikleri: ‘Selamün aleyküm’ün İbranicesi
Sheba : (DİN,MYTH.) : Seba melikesi B e l k ı s’ın İncil’deki adı.. Queen of Sheba <kvin of Şiba>
Hz. Süleyman’ı ziyaret etti, onun olağanüstü gücünü gördü ve H a k D i n i’ni <Musevilik> kabul etti
Shime wasa : Judo dövüş sanatında, rakibin nabzı civarına tatbik edilen bir teknikle onu anında, geçici olarak
bilinçsiz hale getirmek
“Asker, ‘Sizden almak istediğimiz bilgiler var,’ dedi. ‘Ve fazla zamanımız yok.’
Langdon, ‘Size neden bir şey anlatayım?’ dedi. ‘Neredeyse beni öldürüyordunuz.’
‘Pek sayılmaz. Shime waza denilen bir judo tekniği kullandık. Size zarar vermek gibi bir niyetimiz
yoktu.’ ”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:424)
shin’dy : (DAVR.,KOLL.) <şin’di> : Gürültü, patırdı, yaygara
Shiva :
The Hindu Triad: Brahma, Vişnu ve Şiva; Hint Mitolojisinin Üç Büyük Tanrısı
<Önemine binaen, Brahma ve Vişnu’da da bu aynı başlık yazılıdır.>
“The Hindu Triad - Hintli Üçlüsü’ in ilki ve en büyüğü Brahma ile; Shiva ve Vishnu ile, Hint
Mitolojisinin en kabul edilmiş üç ayaklı sistemi. ‘Üç Vücut’, daha erken evrelerden gelen , ışınlarıyla dünyayı
pırıl pırıl ışıklandıran ‘Güneş’i: 1) Tohumları açan kudreti, 2) Işığı koruyan ve 3) Yakan şualarıyla öldüren, ‘üç
vücutlu’ bir kudret olarak kabul eden inanç sisteminden geliyor. ‘Üçlü’ kavramı değişti, ama üyelikler de
değişti: A d i t y a s böyle değişince: 1) V a r u n a ..... Agni <Toprak tanrısı>na, 2) M i t r a ........... Vayu=
(sonra).....Indra’ya <Atmosfer-hava Tanrısı>, 3) A r y a m a n ............ Surya’ya <Gök Tanrısı> dönüştü.. Fakat
“Brahmanik” ve özellikle “Upanişad”ların devrelerinde Indra değil de Vişnu en önemli tanrı olarak ortaya
çıktı ve ‘üçlü’ sisteme yerleşti.
“Shiva’nın VEDAlar devri-Vedik eşdeğer Tanrısı Rudra, fırtınaların, yıldırımların ve yırtıcı dağların
kendine has sığır güruhu ve ilaç yetiştirmekle görevli dehşet panoramasıyla özdeşmiş varlığı, yakından
anlaşılmalı. Şimşek-Yıldırım tanrısı olması nedeniyle, tanrı Agni – Ateş Tanrısı ile de özdeşerek ‘fedakarlık’ sacrifice’i ve ‘consumer’ - ve onun ‘kullanıcısı’ olmak zorunda kaldı. Bu nedenle, ondan sonra gelen Shiva, ister
istemez tanrıların papazı ve en yüksek yaratıcı adayı olmak zorunda kaldı.
‘Brahma ile olan mukayesesinde, Shiva, Vedic epizod’dan daha öncelerinin verasetini de yapısında
getiriyordu: Hint krallarının karakteri olan mistik kudret, haşinlik fakat sadelik, ama hala epik peşinde; yokluk
ile bağdaşmada ya da zorlu-olumsuz durumlarda ‘fedakarlık’tan ziyade ‘Yoga’ . Onun bu eğilimleri, onu anide
‘tanrıların rahibi’ arzunu doğal olarak kabul ettirmeye yeterliydi. Yani, kar-beyazı yüzü, kaplan derisi giysisi ve
hasırla örtülmüş, keçeli saçı ile, cidden bir ‘Yogi-Shiva’ görünümünde idi.
‘Rudra’nın orijinal ‘İnek sürülerinin tanrısı’ karakteri, onun fertility-üreme ile karakterize olabilecek
‘Yırtıcı Hayvanların Lord’u: The Lord of Beasts unvanını da sahiplenmesine yardım etti. Tabii bu nitelikler,
aynı zamanda hasır altında tuttukları agresyon, öldürme, hırs, vahşet vb., kontrol altında tutulmuş -ve fakat
sahiplenilmiş- oluyordu. Böylece onun ‘Destroyer’ - ortadan kaldırıcı, saldırgan teması, dışa, sanki yaratıcı
Brahma’dan daha kudretli intibaını yaratıyordu. Bundan dolayı Shiva, daha çok, Mahadeva ya da Izwara =
Supreme Lord olarak tanınır ve sembol’ü de: phallus = penis’tir. Bir diğer lakabı da: demon slayer – şeytan
avlayıcısı, bir asura = -öldürdüğü- Hinduizm’de kötü ruhlu yaratık vücuduna girmiş, fil derisinden bir giysi,
danseder görünürdü. Bharata Savaşı diye açtığı bir savaşta, dağlara hakim olmak isteyen bir dağcı ile çatışmaya
girişmişti, ama anlaşıldı ki, o ‘dağcı’ Shiva’nın kendisi idi; karşı tarafın başı Aswathaman, onunla öııysayıa bir
kavgaya girişmişti ve fakat onun bir Tantı olduğunu öğrenince, kendini mahvedecek bir ateş’e atlayarak
sacrifice’de bulunmuştu. Ama Shiva derhal onun vücuduna girmiş ve kolaylıkla tüm düşmanlarını ölçerek,
bilerek bir hamlede hepsini mahvetmişti. Shiva, Hindistanın Ganj nehrini kontrol altına alarak, onu yedi kola
bölmüş ve tüm memleketi sulamıştı. Ayni şekilde, bir kıtlık vukuunda, ırmağın sularını döverek onları süte
çevirmiş ve memleketi kurtarmıştı. Bir seferinde de, Dev yılan Vasuki, demon’ların en büyüğü ve en kötüsü,
Shiva’nın süt akımına çevirdiği nehire ağzından zehir dökerelk tüm tanrılarız zehirlemek istemişti, ama o,
cesaretle nehire atlayarak, karısı Parvati’nin de gayretleriyle zehirli sütleri yutmadan, boğazında tutabilmişti. Bu
kurtarıyı yapmış ama boğazının tüm rengi maviye dönmüştü.
‘Bu kahramanlıklarının ötesinde, S h i v a, sade görünen, beş yüzlü, dört kollu ve üç gözlü bir
yaratıktı. Üçüncü göz, tam alnının ortasında olup onu kapattığında tüm dünyayı zindan çevirmekle korkuturdu.
Onu düşmanlarının üstüne sabitlemekle, ateşlendirerek mahvolmalarına neden olurdu.. Tüm diğer tanrıları da bu
yolla mahvetmeye kadir olduğu gibi, diğer silahları: Fırtına Tanrsı olması ve şimşeklerle oynaması nedeniyle, P i
n a k a denen ‘deniz mabudunun üçlü çatalı’; bir k ı l ı ç; bir ‘bow’ = yay; ucunda bir kafa iskeleti bulunan bir
çomak : K l a v a n g a ve vücudunu serbestçe saran ve ok gibi fırlatılabilen ü ç y ı l a n.. Parvati’den olan oğlu
K a r t t i k e y a, daha sonraları Pantheon’un en kuvvetlisi ve S a v a ş Ta n r ı s ı olmuştu. Bu aşırı
agresyon’un yanında, S h i v a, hem neş’e ve hem de elem içindeyken dansetmesini severdi. Dansını kendi
kendine ya da karısı, r i t i m t a n r ı s ı olan Devi ile yapardı. D a n s, hem Shiva’nın zaferini ve hem de f e z a
’nın eternal-sonsuz raksını temsil ederdi. Onun dansı, kozmik gerçek’ demekti, ve bu dansı, ancak onun izin
verdiği kimseler seyredebilirdi. Ne zaman yılan Shesha’ya onun dansını görmeye izin verilmişti, yılan, yıllarca o
dansı görebilmek için, türlü fedakarlıklara katlanarak, yıllar sonra, tekrar görebildi. Bunlar mezarlıklarda icra
edildiklerinde temizlenmemiş-kirli ruhlar, onun spiritüel kudret çemberine girerek temizlenmiş olurlardı. Onun
T a n d a v a D a n s ı ile, bir zaman sonra Shiva, dünyanın yok olmasını davet edebileceğini, bu suretle de
Maya Uygarlığının ‘hayali dünyası’ dediği ‘bu dünyadaki yaşam’ı noktalayabileceği konusundaki kudretini
yansıtıyordu.
‘Mahabharata’da da verilmiş version’a göre, Shiva, ezeli ve ebedi rakibi Brahma’ya dönerek, bir
kargaşalığı daha da şiddetlendirdi. Brahma’nın oğlu D a k s h a, Shiva’nın kayınpederi oluyordu.. Daksha,
birlikte toplanmayı teklif ettiği zaman, kızı S a t i, kocasını ilan etmeye hazırlanıyordu ve , pek temiz ve has
olmayan davranışları, pek deprezantable olmayan görünüşünden dolayı Shiva’yı düğün törenine davet
etmemişti. Bundan dolayı çok müteessirdi. Ara bozulmasın diye, Sati, toplantı salonunu çek ettikten sonra, onun
‘görüntülenmesi’ için dua etti ve bu dua kabul edilince, o, düğün çelengini Shiva’ya fırlattı. Bu suretle, Daksha
evliliğe izin vermek zorunda kaldı. Shiva, mamafih, orijinal hakareti unutmamıştı. Daksha toplantıya geldi ve
tüm tanrılar onu tebrik etmek için ayağa kalktılar: Brahma ve damat Shiva hariç. Daksha, toplanmış tanrılara,
Shiva’nın arzu edilmiyen, mevcut dünya liderlerinin haysiyetlerine dokunan mevcudiyetini yerle bir etti: O,
hayaletler ve kötü ruhlarla, mezarlıkları birer birer ziyaret ediyor, küllere batmış, çıplak, Arap Saçına dönmüş
başıyla, elinde insan kemikleri ve kafatasları ile yalnızca bir heyulaydı. Tirad’ını söyledikten sonra da, Daksha,
Shiva’ya karşı olan planının kalanını bitirmek için evine döndü.
‘Ama işler planlandığı gibi gitmedi. Sati, babasının evine koşup onun Shiva’yı davet etmesi için
niyazda bulundu, ama Daksha, toplantıda daha evvel yaptığı knuşmaları özetleyip ‘hayır’ı çekti. Bunun üzerüne
Sati, kendini mekanın ortasında gürleyerek yanmakta olan ortasında kocasının şerefinin zedelenmesinden
etkilenerek kendini mekandaki Kurban Ateşi’nin ortasına attı. Shiva, bunu duyunca, Daksha’nın evine fırtına
gibi eserek onun saçından bir takım canavarlar yarattı ve beraberce ateşi söndürdüler amma Sati ölmüştü. Sonra
da herkesi azarlayan Shiva, gitti Daksha’nın kellesini uçurdu. Vishnu, acılardan o kadar etkilenmişti ki, onun
hiddetinden dünya yedi kez sarsıldı. Sonunda Vishnu, hala Shiva’nın kolları arasında cansız yatan kızın
vücudunu beş parçaya böldü, yaptığından özür diledi ve vücudunu yeniden hayata getirdi. Fakat kızcağızın başı
kaybolduğundan, yerine bir keçi başı kondu. Başka bir hikayede de, Mitra’nın gözleri çıkarılır, Agni’nin elleri
kesilir; Shiva boğazından zorlanarak Vishnu’nun ona üstün, ya da tam tersi , Vishnu’nu ondan daha kudretli
olduğu rivayeti vardır....”
(Veronica Ions, “Indian Mythology”, Library of the World’s Myth and Legends, Peter Bedrick Books,
2nd Edition, New York 1986) (Çev.: İ.E.)
Sı(i)byl : (MYTH,DİN) <Si’bil> : Eski Çağ’larda: kahin, büyücü kadın
Sıcağa gitmek : Evden dışarı hamama gitmek
“Çukur kapıdan başını uzattı:
-Seni arıyorlar ağa!
-Kim gelmiş? B..tan biriyse ‘Evde yok! Sıcağa gitti’ deseydin...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:111)
Sıcağı sıcağına : Hemen, olduğu zaman, durum yeni iken, olay daha hafızalarımızda tazeyken
“Hele Şevket’in: ‘Bu kadar önemli bir şeyi benden saklamaya hakkınız yoktu. Sıcağı sıcağına haber
verseydiniz belki bir çare düşünürdüm,” diye darılması olasılığı da vardı.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:102)
“Ertesi sabah, bizim bahçeye çalışmaya gelen Etem’le birlikte, baktım, Nazlı da geldi.
Hoppala! Çattık belaya... Dün Emine derken bugün de Nazlı, aynı firaklı <ayrılış üzüntüsü> sahneyi
annemin önünde tekrarlayacak olursa, mutlaka kadıncağızın bir tarafına inerdi. Bir gün önceki hadisenin
<olayın> böyle sıcağı sıcağına Nazlı’yı da birlikte getirdiğine canımın sıkılacağını anlayan Etem, bahçe
kapısında kulağıma eğildi...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:301)
“Lanet okumasının hiçbir yararı olmuyordu... istemekle olmuyordu artık... ama yine de geride bıraktığı
yaşam öyle sefil bir yaşam sayılmazdı. Dünyada gelişen olayları hep sıcağı sıcağına izlemişti. İhtilaller ve
savaşlar gümbür gümbür gelmiş ve sert dalgaları onun yüreğinde de derin izler bırakmıştı.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:522)
Sıcak; Sıcak bakmak : Taze taze oluşan, sevgi dolu, olumlu (bakmak); Yasa dışı, gayri kanuni (para); İnsanın
içini sevgiyle dolduran ılıman, yakın ilişki’nin niteliği; -son zamanlarda, yayımda sık sık tekrarlandan,
haberleşme repertuar’ına giren sözcük- : Son dakika haberi: önemli, cinayet,Meclis kavgaları, savaş, yangın
v.s.olayları. Peru’nun Nobel’li, ünlü yazarı Llola, bunu Batı’dan 30 yıl önce literatüre geçirmiş.
“Teabing BBC’ye, televizyon seyiricilerine Kutsal Kase’nin tartışmalar yaratacak tarihini açıklayacağı
bir tarih belgeseli teklifiyle gelmişti. BBC prodüktörleri Teabing’in önerisine sıcak bakmışlar, araştırmalarınaa
ve dayanaklarına bayılmışlardı ama o kadar şaşırtıcı ve hazmedilmesi o kadar zor bir konuydu ki, kaliteli
yayıncılık ünlerine leke gelmesinden çekinmişlerdi.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:243)
“Kafka’nın bu haftalarda tuttuğu notlar, içerik açısından çok zengindir ve Thalia Gezisi ya da büyük
yazarların yaşadıkları yerlere duyulan saygı gibi konuların etkisi altında değildir. Ama bu arada Weimar’daki
güzel kıza gönderdiği kartlara sıcak yanıtlar alır.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:176)
“Benim de bu yemeğe gelmemi isitiyor. Kendisine eşlik etmem için babamı ikna etti. Memnunum,
çünkü onunla yaptığım her şey hoşuma gidiyor. Ayrıca bu izin, babamın evliliğimize sıcak bakmaya başladığını
gösteriyor.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:48)
“Kıvırcık anlatırken gözlerini kocaman açıyor, ‘Yaklaşacağını bile düşünemedim, Boa, aklım o kadar
başka yerlerde ki. Jaguar’ın cesetlerle, Şair’le ilgili söylediklerini düşünüyordum, sonra baktım doğrudan bize
yaklaşıyor Boa, dimdik de bakıyor,’ diyordu. Bana baksana kancık, senin dilin niçin hep böyle sıcak? Çocukken
annemin sırtıma yapıştırdığı hacamat şişelerini hatırlatıyor bana.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:318)
Sıcak basmak : Sıkıntıdan kendini sanki ateşi çıkmış gibi sıcak hissetmek; havanın ısısının yükselmesi
“Otelci kadın, üzerinde en zengin giysiler bulunan bu genç kızın küçük bir kentsoyluya benzemek
isteyişine bayıldı. Yeni bir olay otelci kadın Madame Le Grand’ı iki kat şaşırttı; Lamiel’e sıcak basmıştı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:80)
Sıcak kanlı : Sevimli, konuşkan, gülümser, sosyal kişilik
“Bütün diller konuşuluyordu. Ruslar, İsviçreli ve biz üç Fransız ve az kalsın unutacağım bir Belçikalı
yüzünden özellikle Fransızca konuşuluyordu. Masadakilerin tamamı sıcak kanlı kişilerdi; ama Robert’in
soyluluğu tümünü gölgede bırakıyordu.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:21)
Sıcaktan fırın gibi olmak : Çok sıcak hisetmek, pişmek
“Saat sekiz buçukta, Pollyanna yatmaya gitti. Sineklikler daha gelmemişti ve kapalı, küçük oda sıcaktan
fırın gibi olmuştu. Pollyanna arzu dolu gözlerle, sımsıkı kapalı olan iki pencereye baktı, ama onları kaldırmadı.”
(E.H. Porter, “Pollyanna”, sa:73)
Sıcaktan patlayacak gibi hissetmek, olmak : Aşırı sıcağın duyumsattığı sıkıntı, ateşten çember
“Odası serindi, ama sıcaktan patlayacak gibi oluyordu o. Pencerenin iki kanadını da açıp, önündeki
masanın üzerine oturdu. Karla örtülü bir damın ötesinde zincir oymalı bir haç, onun üstünde de sarımtrak ışıklı
Capelle yıldızıyla Arabacı takın yıldızı üçgeni görünüyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:764)
Sıcaktan pişmek : Aşırı sıcaktan kendini sıcak, hararetli hissetmek
“Özenle seçilmiş bir manga muhafız güneşin altında gururla dururken sıcaktan pişiyorlardı. Davetliler
arasında Kaptan Charlemont’un anne ve babası, kayısı rengi bir takım giymiş, soylu tavşan kulakları olan
nişanlısı Sunbury Markizi, Lady Ashley-Compcott da vardı.”
(S. Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:49)
“Tereddüt ediyordu: ‘Yol epeyi, sıcaktan pişeceğim,’ diye söylendi. Flanel ceketini giymek isterdi, ama
zararı yok, zaten her istediğini yapmaya alışık değildi, üstelik bu sıcakta, elinde koca bir sepet ve o kalın ceketle
kan ter içinde yürümek gülünç olurdu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:87)
Sıçan deliği; Sıçan deliği bir para : Kaçan kaçana, saklanacak yer arayan arayana
“Evli evine
Köylü köyüne
Evi olmayan
Sıçan deliğine!”
(Anonim - Eski İstanbulda karanlık düşünce çocukların oyundan
dağılma anına söyledikleri tekerleme)
“PANTALONE - Seni buldular mı?
LELIO - Bulmaz olurlar mı?
PANTALONE - Kalbim çarpıyor, çabuk söyle. Sana ne yaptılar?
LELIO - Hemen kılıcıma sarıldım. Sıçan deliği bir para! Hepsi kaçtılar.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:90-1)
Sıçmak; Sıçıp batırmak : Büyük abdestini etmek; Hayvanların uluorta, rastgele etrafı pislemesi (Argo)
“Bir hemşire bana sert bir rosto ile yarı haşlanmış havuç ve yarı püre halinde patates teklif etmişti.
Reddettim. Boş bir yatağa ihtiyaçları olduğunu biliyordum. Neyse, sıçma isteğim geçmiyordu. Tuhaf. Ordaki
ikinci veya üçüncü gecemdi..... Helaya gidip oturdum. Ikındım ve oturdum orda ve ıkındım. Sonra kalktım. Hiç!
Sadece biraz kan.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:69)
“Asker azığını aramızda paylaşabilir ya da her gün birimiz yiyebilirdik; kendisi nasıl olsa yemeyecekti.
Öyle hanım evladıydı ki; koğuştaki kovaya sıçmamak için ertesi günkü havalandırmayı bekler, avludaki helaya
yapardı kakasını. Düdük, tuvalet kağıdını bile getirmişti yanında.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:119)
“Ve ben, üzerimizden geçen mavi kuşun adını sorduğumda köylünün verdiği karşılığı hatırlarım; bana
alaylı alaylı bakmıştı: ‘Boş yere ne uğraşıyorsun, be zavallıcığım! Yenmez o...’
Yanımda duran alaycı adamın biri de, aynı şekilde alay dolu bir bakışla söze karışarak araya girdi ve
şu maniyi söyledi:
‘Bir mani söyleyeceğim sana, çevreyle ilgili,
‘sıç, ye, osur, iç... İşte insanın hayatı...’ ”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:181)
“Derken garip bir şey oldu: İğrençliğin çokluğu Jonathan’ın yılgınlığını değil de, tersine, direnme
istencini güçlendirdi: O tek leke, o tek tüy karşısında herhalde geri çekilir, kapıyı sımsıkı kapatırdı, ilelebet. Ama
güverdcinin gördüğü kadarıyla bütün koridoru sıçıp batırmış olması -o nefretlik olgunun bu ölçüdeki genelliğibütün cesaretini seferber etti. Kapıyı iyice açtı.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:24)
Sıddık : Birinci halife Hz. Ebubekir’in lakabı. O, adaleti ile ün salmıştı; Bilgi, söz ve davranışlarıyla Hazreti
Peygamberin her getirdiğini kalben onaylayacak kişilikte olgun insan
“Vezirlerden biri (Tanrı sırrını kutsasın!) Mısırlı Zünnun’ <İlk Melami’lerden -Melametiyye
Tarikatından ve ünlü Sufi’lerdendir. Söylenceye göre, çok hapis görmüş, çok eziyet çekmiş, ama bunların
hepsine Allah’tan geldiği için katlanmıştır. Bu lakabla anılmasının öyküsü şudur: Gemide giderken bir tüccarın
yüzüğünü çalmakla suçlanmış, bunun üzerine dua etmiş. Balılar da ağızlarında değerli taşlarla gemiye
yanaşmışlar ve o bir tanesini alarak o tüccara vermiştir> un huzuruna çıktı ve içini açtı:
‘Gece gündüz Sultanın hizmetindeyim; iyiliğini umuyor, fakat darılıp azarlamasından da
korkuyorum!’ Zünnun, ağlayarak dedi ki:
‘Senin Sultandan korktuğun kadar, ben de Tanrıdan korksaydım, sıddıklardan biri olurdum!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:76-7)
Sıfıra indirmek : Değerinden düşürmek, hiçe indirgemek
“Bu sıkıntılı şatoda geçen günleri aklına getirebilecek her şeye karşı tiksinti öyle büyüktü ki, on altı
yaşındaki bir kızın yüreğinde doğması pek doğal olan o övünme duygusunu bile sıfıra indiriyordu.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:33)
Sıfıra sıfır (sıfır kere sıfır), elde var sıfır : O kadar uğraş verdikten sonra aynı noktaya gelmek
“Nashe’ın kafası yaptığı işin görkemini kavrayamayacak kadar bomboştu. Sonunda, işte yeniden sıfır
noktasına döndüm diye düşündü. Sıfıra sıfır, elde var sıfır.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:151)
Sıfırdan (işe) başlamak : Hiç yoktan, ana babadan mal mülk kalmaksızın; bir işte yenilgiye uğradıktan sonra
sil baştan başlamak
“Valiz elinizde Monsieur-le-Prince Sokağını yaya geçtiniz, sanki yabancı bir kente ayak basmışsınız da,
kimseyi tanımıyordunuz, henüz ne zengin (buna zenginlik denebilirse) ne de evli barklı olduğunuz zamanlara
geri dönmüştünüz sanki ve kendinize kalacak bir yer arıyordunuz, artık yoluna girmiş işinizi, güven verici ve
size toplumda bir yer sağlayan tüm olanaklarınız yitirmiştiniz gibi geliyordu size, tıpkı sıfırdan başlayan bir
genç gibi...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:161)
“Sık sık rastlanan, yalnız kötü ve ahlaksız değil, üstelik kafasız ama, kendi mal-mülk işlerini gayet iyi
beceren kafasız tiplerdendi; zaten başkasına da aklı ermiyordu galiba. Fedor Pavloviç aşağı yukarı sıfırdan işe
başlamıştı. Mülkü pek önemsizdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:3)
“Sonra annem babam altı ay arayla öldüler. Önce annem kanserden, sonra da babam kahrından gitti.
Erkek kardeşlerimin ikisi de Kanada’da, Vancouver’deydiler; beni yanlarına çağırıyorlardı. Ama her şeye
sıfırdan başlamaya ne isteğim ne de cesaretim vardı, terk edilmiş durumdaki bu mülkü üzerime geçirip otele
dönüştürmeyi tercih ettim.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:372)
“ ‘Anlaşmamız dürüst olmayı gerektiriyor, Doktor Breuer, sizinle aynı fikirde olmadığımı söylersem
samimi davrtanmamış olurum. Bugün oldukça yoğundu ve gerçekten yoruldum.’ Sandalyesine çöktü. ‘Ama
hayır, fazla özel ilgi duymadım. Ben de sizden, bir şeyler öğreniyorum. İnsanlarla ilişki kurma konusunda
sıfırdan başlamam gerektiğini söylerken sözlerimde ciddiydim.’ ”
(Irvin D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:189)
Sıfırı tüketmek : Harap, bitkin bir halde olmak; çok korkmak; her iş bitmiş olmak; iflas etmek
“Vahap Bey, savaş arkadaşlarının esaretten kaçtıklarına çok sevindi. Nasıl sevinmesin, arkadaşları
Yunan esaretinden kaçmışlar. O bilir ki esaretten kaçıp kurtulmak, düşmanla süngü süngüye çarpışmaktan daha
zordur. Ben bu savaşlar sürerken borca vere vere sıfırı tüketmişim.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:360)
“İşte o zaman sıfırı tükettim. Bir saniyede aklımdan bin düşünce, bin olasılık geçti. Bana küçük
Chantellerden birini mi seçtirmek istiyorlardı? Bu, onlardan hangisini yeğlediğimi bana söyletme vesilesi mi,
yoksa olası bir evlenmeye doğru tatlı, hafif, duyulur duyulmaz bir ana baba atılımı mıydı?”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:142)
“Kış yaklaşıyordu, ortada ise dişin kovuğuna gidecek bir şey yoktu. Hatta komşularının sebze
bahçesinde de sıfırı tüketmişlerdi. Oysa mohut, mısır unu, pirinç ve daha birçok yiyecek olmadan yaşamak
mümkün değildi.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:572)
“Oysa onun hedefine varması için daha beş saatlik yolu vardı. Taze güçle bile Stuttgart’a gece
yarısından önce varması olanaksızken, şimdi sıfırı tüketmiş durumuyla ve kesesindeki ancak dört fenik parasıyla
bunu göze almak ona akıllıca bir iş gibi görünmedi.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa :123)
“JONES - (Artık adamakıllı ileriye çıkmıştır. Karaltısı hayal meyal farkedilebilecek bir yerdedir.
Pantalonu o derece yırtılmış ve kopmuştur ki, geriye kalan parçaların edep yerini örten bir bezden farkı
kalmamıştır. Kendini boylu boyunca yüzükoyun yere atar. Sıfırı tüketmiş bir halde, nefes nefesedir. Kapalı yer
ağır ağır aydınlanır gibidir.)
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:56)
“Masanın üzerinde yengeç biçiminde bir tabla vardı. Mathieu onu canlıymış gibi iki parmağıyla tutarak
kaldırdı: Yengeç biçimindeki tabla. Neye yarar? Neye yarar? Yengeci masanın üzerine bıraktı ve karar verdi:
Ben sıfırı tüketmişim.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:131)
“Soğuk su dolu banyoya girerken Ritchi seslendi:
-Ne haldesin sen?
-Sıfırı tüketmek üzereyim. Bir tek gömleğimle on sekiz dolarım kaldı.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:9)
“S. ANTIPHOLUS - Söylediklerini anlamıyorum.
S. DROMIO - Anlamıyor musunuz? Halbuki çok basit. Hani biri vardır, bir viyolonsel gibi meşin
mahfaza içinde gezer; yorgun efendileri zorla dinlenmeye götürür; sıfırı tüketmiş kimselere acıyarak onlara
devamlı ve dayanıklı şeyler giydirir...”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:67)
“Şu yanık, kavruk topraktan nasıl da iğreniyordu! Güçlü ellerini yumruk yapıp yerleri yumrukladı, elleri
kan içinde kalana dek deli gibi yumrukladı toprağı, sonra sıfırı tüketip olduğu yere çöktü. Yavaş yavaş kendine
geldi. Yüzünü kanlı elleriyle yıkayıp ağladı. Deliler gibi ağlayıp inledi, ağzından akan salyası duygudan yoksun,
ölü toprağa damladı…”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:105-6)
“CHARLOTTE - Evet, benimle seviştikten sonra beni dövdüğünü hatırlıyorum, yüzüme tokat attın,
seninle birlikte bağışlanmak için dua edeyim diye kolumu büküp yere diz çöktürdün.
SHANNON - Yaparım, her zaman böyle yaparım... sinirlerim sıfırı tükettiyse, tek kuruş kalmamışsa
o hesapta - artık olmayan hesabım için çek yazamam.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:56)
“... oyalanacak bir şeyi olmadığı için, dişleri dökülmüş uyuz bir köpek gibi, can sıkıntısından,
hoşnutsuzluktan kaşınarak, bu altmışına gelmış Casaneus-Casanova, sıfırı tüketmiş bir halde, söylene söylene,
homurdana homurdana, hayatını anlatmaya koyulmuştur.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:III, ‘Casanova’, sa:5-6)
“Oysa ben... benim böyle şeyler düşündüğüm yoktu, artık. Korkunç çelişme de bundandı... Ben çoktan
sıfırı tüketmiştim ... Ben ona yardım etmek istiyordum sadece..... Ona bakmak bir işkenceydi. Bakışları çökmüş,
gözleri içkiden, ya da ağlamaktan şişmişti. İlgilenmemden kaçınıyordu. Sıfırı tüketmiş varlığından utanç
taştığını seziyordum.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:41;69)
Sıfırlamak :
Sıfıra indirgemek, ortadan kaldırmak
“Zayıftık, barbardık, köyümüzden on kilometre ötede neler olup bittiğini bilmiyorduk. Ama bu
soykırıma, ‘bilimsel’ olarak, açık uzlaşım (felsefi uzlaşım da) beklentisiyle izin verilmiş ve tüm dünyaya yönelik
bir model olarak propagandası yapılmıştır. Yalnızca ahlaksal bilincimizi yaralamakla kalmamış; felsefemizi,
bilimimizi, kültürümüzü, iyi ile kötü inançlarımızı da işin içine sokmuş ve hepsini sıfırlamaya yönelmiştir.”
(U. Ego, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:109)
Sıfır numara : Düpedüz, alasından; kabak (Gönüllü ya da askerlikte, hapiste ve yatılı okullarda eskiden
olduğu gibi mecburi traş)
“Budalanın tekisin. Sen allahın belası, sefil bir budalasın.
Biliyorum. Ama herkesten daha budala da değilim. Orda oturmuş, bana benden daha zeki olduğunu
mu söyleyeceksin? En azından ben ne yaptığımı biliyorum. Yapacak bir işim vardı, onu yaptım. Ama sen
sıfırsın, Mavi. Daha ilk günden beri hapı yutmuşsun.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:72)
“ÜÇÜNCÜ SAHNE - (Emekli polis komiseri Cavit Kocabıyık 45 yaşındadır. Uzun boylu ve zayıftır.
Başı sıfır numara ile traş edilmiştir. Suratı daima asık, gözleri daima şüphe içinde fırıl fırıl döner. İnsanlara
yiyecekmiş gibi bakar.)
(C.F. Başkut, “Harput’ta Bir Amerikalı”, sa:17)
“İKİZ (Kafasını çıkartır.) - Sakın onu yalancı çıkarmayın. Ona alabildiğince çok ipicu verin. Onun
hoşuna gidebilecek şeyler söyleyin. Anlamsız şeyler.. Yoksa seni de aynen tuzlu suyla doldurabilirler. Kocana
yaptıkları gibi. Bu herif sıfır numara manyak.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:71)
Sığ : Bön, yüzeysel, duyarsız (kimse ya da davranış); Deniz suyunun derin olmayan tarafı, sahil kısmı
“Yahya Kemal’i sevmeye başladım yeniden. Bir zamanlar kızıyordum, sinirleniyordum okurken.
Düzeyde kalmış duyguların, gözlemlerin, izlenimlerin şairiydi. ‘Kolay’ bir şairdi. Bizim ustalığı da kurtarmıyor
bazen. Üstelik sığ söyleyişleriyle de gözüme batıyordu nedense. Son zamanlarda değişti bu düşüncem. Özellikle
Boğaz’la böylesine içli dışlı yaşadıktan sonra..”
(O. Akbal, “İstinye Suları”, sa:11)
“Canımızı acıtanın canını acıtmak geçiriyor mu acımızı?
Yaralandıkça yaralıyoruz.
Yaraladıkça yaralanıyoruz.
Bu kadar basit mi gerçekten yaşadıklarınmız?
Böylesine ufuksuz bir gerçeği gördüğümüzde bütün gerçeği görmüş mü oluyoruz?
Ve, biz bu kadar sığ mıyız?”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:133)
“Dokuz gün önceki faksına cevap vermekte geciktiğim için beni bağışla. İşin doğrusu, 70’lerin sonu ya
da 80’lerin başından bu yana, sanatın içsel yaşamamızdaki rolünün önemini yitirdiği görüşüne cevap olarak
tutarlı, uygun bir şey söylemeye çalıştığım için geciktim. Düşüncelerimi belirttiğim ve öfkeyle verip
veriştirdiğim birkaç sayfa yazdım, ama beğenmedim. Yazdıklarımı sığ ve sıkıcı buldum, o yüzden de sana
göndermekte çekimser kaldım. <Paul, 23 Ekim 2009>”
(P. Auster-J.M. Coetzee, “Burada ve Şimdi, Mektuplar 2008-2011”, sa:112)
“ ‘Holten öldü, şehit oldu,’ dedi Robert, ‘ama Schweugel hala yaşıyor, yazarlık yapıyor, bazen
akşamları aradığında ya da kapıyı çaldığında, Ruth’a yok dedirtiyorum; bence hem dayanılmaz, hem sığ biri,
onunla birlikteyken sıkılıyorum işte.’ ”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:253)
“... Tiber nehrini izlerken, sığ ve kapkara sularda yansılanan ışıkların titreştiğini görmek için zaman
zaman duracak, kıyıdaki duvara yaslanıp bakacaksınız, bu sırada üzerlerinde dansedilen ponton’<sal>lardan,
akşam rüzgarıyla uzaklara savrulan beylik bir müziğin yankıları gelecek kulağınıza...”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:96)
“Aracılık işiyle uğraşıp bir firmanın temsilciliğini yapan Bay Joseph Giebenrath’ın, kendisini
hemşerilerinden ayıracak herhangi üstün bir meziyeti ya da da özelliği yoktu. O da hemşerileri gibi iri kıyım,
sağlıklı bir adamdı. Ticaret işinde hayli becerikli, ayrıca para canlısıydı.... Tanrıya ve devlet büyüklerine gereken
saygıyı göstermekte kusur etmez, orta sınıf vatandaş ahlakının sarsılmaz yasalarına körü körüne boyun eğerdi.
......... Kasabadaki bir derneğin üyesiydi; cumaları ‘Adler’ lokalinde bowling oynamaya gider, ayrıca burada
pasta ve çörek, yahni ve sosisli çorba günlerini de kaçırmazdı. İş başında ucuz sigaralar içer, pazarları ise, yemek
üzerine iyi cins purolar tüttürürdü.......... Joseph Giebenrath hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar. Onun sığ
yaşamını ve bilinçdışında sürdürülen dramını kalame alabilmek için insanın doğrusu güçlü bir mizah ustası
olması gerekiyor.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:5-6)
“Gündelikte, bize geçmişi en kolay hatırlatan şeylerden biri şarkılar değil midir? Neden, nicedir, doya
doya ‘Akşam oldu hüzünlendim ben yine’ şarkısını sahici bir içtenlikle söyleyemez olduk. Ya da ‘Dönülmez
akşamın ufkundayız vakit çok geç’i... Her konuda repertuarı sığ olan kaba, kıyıcı ve yağmacı bir kalabalığın,
‘eski’ diye bilebildiği birkaç şarkıdan biri olarak, nostalji modasının gündelik tezgahında içi boşaltılmış birer
tüketim nesnesi oldular nicedir.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:273)
“Beni tutup yüzdürür en sığ yardımın bile
O, senin derin sessiz dibinde ilerlerken;
Ben boraya tutulsam tekneciğim nafile,
Ama o, sapasağlam, mağrur, dik, pupayelken.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:80, sa:201)
“Bu duygulardan ona hiç söz etmedim, doğallıkla. Dorian Gray’in bundan haberi yok. Olmayacak da.
Gelgelelim başkaları bunu sezebilir; benim de ruhumu onların o sığ, meraklı gözlerinin önünde sergilemeye hiç
niyetim yok.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:20)
“Bu iş, Lord Arthur’un başına gençliğinde -yani, karakteri orta yaşın hesapçı sinikliğiyle bozulmadan
veya kalbi günümüzde moda olan sığ bencillikle kararmadan önce- gelmişti ve görevini yapmakta hiç tereddüt
etmedi.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:27)
Sığınacak bir bahanesi olmamak : Durum o kadar açık-aşikar ki, ona mazaret uyduracak bahane bulunamaz
“Başpapaz neredeyse odasına döner dönmez derin bir uykuya dalmıştı, Peder Markus elindeki tepside
kuru ekmek ve bir bardak keçi sütü götürmek üzere parmak uçlarında içeri girene dek uyanmadı. Uykusunu
almıştı, dolayısıyla Baird onu korkuluğa oturmuş, elinde oltasıyla uyuklarken bulduğunda sığınacak bahanesi
yoktu. Güneş parlıyordu. Baird parmak ucunda usulca yaklaşmış, maviliklere doğru bakıyordu. ‘Yemini alıp
götürdüler,’ dedi tatlı dille. Başpapaz homurdandı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:217)
Sığıntı : Bulunduğu yerde arzu edilmeyen, değer verilmeyen kimse; göç, doğal afetler, sosyal kayıplar, savaş
nedeniyle boğaz tokluğuna varlıklı kimselerin, yabancı bir ülkenin, sosyal tesislerin ya da kilisenin himayesine
giren, özgür yaşayamayan kimse
“Tam manasıyla dürüst, temiz çocuk,karşılaştığı rezaletlere katlanamadıkça, oradakileri
küçümsemeden, ayıplamadan sessizce çekilip gidiyordu. Ötekinin berikinin sığıntısı olarak yetişen babası
duyguları incelemiş, hakareti çabuk sezen bir adamdı. Oğlunu ‘pek içinden pazarlıklı şey…’ diye güvensizlikle,
soğukça karşıladı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:21)
“Suvenir, yarı sığıntı, yarı dalkavuk, herkesin aşağı gördüğü bayağı bir adamdı; tek sözcükle söylersem,
çanak yalayıcıydı. Ağzının bir yanında hiç diş yoktu. Bu yüzden buruşuk, küçük yüzü bir yana eğilmiş
görünüyordu. Durmadan oraya buraya seğirtirdi.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:20)
Sığır sidiği gibi gitmek : Yalpalaya yalpalaya yürümek
“... Karnında bir gerginlik, bir sıkıntı başlamıştı kahvede otururken; ama ağrımıyordu. Kolkola, ağır ağır
yürüyen bir erkek kadını geçti. Karşıdan konuşarak gelen iki genç yanından geçerken biri ‘Oh be, sığır sidiği
gibi gidiyorsun amca’ dedi. Güldüler. Yalpalıyor muydu yoksa? Başını sarstı, hızlandı.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:116)
Sığır tersi gibi serilmek : Hiç bir işe yaramadan ‘boku bokuna’ yola serilip kalmak
“Bn. ROONEY - Nasıl devam edeceğim, yapamıyorum. Ah, bir sığır tersi gibi yola uzanıp kalsam ve
bir daha hiç kımıldamasaydım!”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Tüm Düşenler’, sa:131)
Sıhhiyelerin = Sağlık Personeli’nin (Dr., hemşire, hastabakıcı, taşıyıcı vb.) savaşta tarafsız sayılması :
“Sıhhiyelerin savaşta tarafsız sayılması gerektiğini, ilk kez, Haçlılara karşı savaşan Arap Sultanı
Salaheddin <Mısır, Suriye, Yemen ve Filistin sultanı ve Eyyubi hanedanının ilk hükümdarı Salaheddin Eyyubi:
M.S. 1137-1193> kabul etmişti... Her iki taraf da yaralılarına aynı özeni göstermeli... İki taraf da birbirine doktor
gönderebilmeli... Yaralı esirler generallerin koruması ve güvencesi altında iade edilmeli ya da değişmeli.. Her iki
tarafın yaralıları esir de alınmamalı, öldürülmemeli de. Hastanelerde tedavi edildikten sonra geri gönderilmeli.
Bu ayrıcalıklar rahipler, doktorlar, cerrahlar, eczacılar, hastabakıcılar için de geçerli olmalı. Yaralılarla ilgilenen
hiç kimse esir alınmamalı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:418)
Sıkarsa : ‘Cesaretin varsa, kıçın sıkıysa-eşcinsel değilsen-)dan gelen kamçılayıcı-provokatif bir iddia-kavga
kışkırtması (Argo)
Bk.: Sıkıysa
“Adam gitti, duvara tosladı, hepsine kötü kötü bakarak: ‘Pis Fransızlar!’ dedi. ‘Sıkıysa bir daha söyle,’
dedi Marchesseau. Lucien çıngar çıkacağını anladı. Marchesseau Fransa söz konusu oldu mu şakaya gelmiyordu.
‘Pis Fransızlar!’ dedi yabancı. Fena bir tokat yedi ve başı öne eğik, homurdanarak ileri doğru atıldı: ‘Pis
Fransızlar, pis kentsoylular, sizden tiksiniyorum, diliyorum hepiniz geberirsiniz, hepiniz, hepiniz!’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:217)
Sıkboğaz etmek - Acele ettirmek, düşünmeye olanak vermemek; üstüne üstüne gitmek-varmak
“LELIO -... Onu Roma’da bulunduğum otelde tanıdım. Bana balta oldu, peşimi bırakmadı. Bir gün
sarhoştum, biraz şarap içmiştim, fırsattan isitifade beni sıkboğaz etti. Ne yazdığımı, ne va’dettiğimi ben de
bilmiyorum. Şahitler gösterebilirim.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:148)
“Derken birbirini kovaladı anılar: okula gidip gelirken yaptığımız söyleşiler, Konfirmasyon dersleri.
Sonunda Demian’la ilk karşılaşmamız geldi aklıma. Ne üzerinde konuşmuştu o zaman? Hemen çıkaramadım
ama kendimi sıkboğaz da etmedim doğrusu, bütün dikkatimi bu noktaya yöneltip bekledim. Ve anımsadım
derken: Kabil üzerinde düşündüklerini bana açıkladıktan sonra evimizin önüne gelip durmuştuk.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:114)
“-Beni böyle sıkboğaz etmeyin, dedi Lituma. Hem korkmayın da. Bakın işte hiçbir şey yapmıyorum.
Yalnızca gidip arayacağım onu. Gidip onu görmek istememde ne kötülük olabilir? Beni rahat bırakın.”
(M.V. Llosa, “Yeşil Ev”, sa:184)
Sıkı : Yakın, samimi; Oldukça, çokcana
“İnsanın sadece aşkla özgürleşebileceğini, kimsenin bir başka varlığa sahip olamayacağını düşünmesine
rağmen, için için gizli intikam arzuları besliyordu hala; Brezilya’ya yapacağı muhteşem dönüşü fırsat bilerek
gerçekleştirebilirdi bunları. Çiftliğini hale yola koyduktan sonra kente gidecek, en iyi arkadaşının uğruna
kendisini terkeden çocuğun çalıştığı bankaya uğrayıp sıkı bir miktar para yatıracaktı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:89)
“Ne yazık ki, o sırada bilmediğim ve aradan iki yıldan fazla bir zaman geçtikten sonra öğrendiğim bir
şey vardı: Şoförün müşterilerinden biri de M. de Charlus’tü ve şoföre parasını ödemekle yükümlü olup (şoförle
anlaşarak kilometre sayısını üçle, beşle çarpmak suretiyle) paranın bir bölümünü cebine indiren Morel,
(başkalarının yanında tanımıyormuş gibi yapsa da), kendisiyle sıkı bir dostluk kurmuştu ve uzak yerlere gidip
gelmek için onun arabasını kullanıyordu.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:418)
Sıkı ağızlı : Ketum, ser verip sır vermeyen
“ ‘Söyle bakalım Kısacık, İnce Memedi bulabilecek miyiz?’
‘Vallahi bilemem Ana,’ dedi Mahmut. ‘Şu küçük kıza bak, o bile kök söktürdü bize. Bunların çok sıkı
ağızlı olduğunu bilirdim de bu kadar oldukları aklımın ucundan bile geçmezdi.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:251)
Sıkıda olmak : Kendini sıkıntıya, zora sokmak
“MARCELLUS - Ne olur, oturun; sonra kim biliyorsa söylesin bana: niçin ger gece memleket halkına
bu kadar sıkı, bu kadar dikkat isteyen bir nöbet işi yükleniyor? ..... Gemi yapanlar öyle çalışıyorlar ki, pazar
günleri hafta günlerinden farksız oldu; niçin bu kadar sıkıdalar?”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:9)
Sıkı durmak : Metanetini, kudretli görünümünü muhafaza etmek
“Marcelle’in elleri lambanın sarı aydınlığında gidip geliyordu, tuz istedi ve elleri örtünün üzerinde
gölgeler çizdi. Daniel: ‘Blöf yapıyor,’ diye düşündü, ‘sıkı durmak gerek, kartlarını ister istemez açacak yakında
nasıl olsa, kozunu gösterecek!’ ”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:70)
Sıkı fıkı : Çok yakın ilişkide olmak, çok bağlı, samimi
“Yargıçlarla, belediye encümen üyeleriyle, futbolcularla sıkı fıkıydım, her gece saat on birde ve birde
sunduğum geçit törenlerinde bedenlerini sergileyecek kızları bulmak için elemeden geçirdiğim bütün o gösteri
kızları ve koristleri düşünürsem yatak odalarında güreş tutmak için yeterince fırsat çıktı önüme.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:215)
“O zaman kapıcı yanıma geldi, yamacıma oturdu. Epeyi sonra yüzüme bakmadan, ‘Anneniz hanımla
çok sıkı fıkıydı. O benim burada biricik dostumdu, şimdi ise kimsesiz kaldım, diyor,’ dedi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:17-8)
“Mahpusa son zamanda sık sık gelmeye başlayan Rakitin de ‘emniyet amirininkiler’in (Mihayıl
Makaroviç’in kız torunlarına verdiği ad) en sıkı fıkı ahbaplarındandı ve Tanrının günü kapılarını aşındırırdı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:132
“Mevlana Şems hazretleri, ilk defa, dinsiz kıskançların kıskançlığından ve yakin sahibi olmıyan
alçakların düşmanlığından Şam’a gitmişti. Orada uzun müddet kaldıktan sonra, Mevlana’nın işareti ile dönüp
Konya’yı şereflendirdi. Bir kaç ay sıkı fıkı sohbet ettiler.”
(Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:106)
“Lütfen düşününüz ki teologlarla bu kadar sıkı fıkı, bu kadar eski dost olduğumdan, onların ilimlerinden
bir şeyler kapmış olmama şaşmamalı. Priapos, bu incir ağacından Tanrı, efendisinden duyduğu birkaç grekçe
sözcüğün farkına varıp onları zihninde tutmadı mı?”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:137)
“Annesine ayıracak pek az zamanı vardı. Kadıncağız bütün gün odasında yapayalnız tespih çekip dua
ediyordu. Oğlunun acıklı ölümü yiyip bitirmiş, ölümün acısını duyamayacak kadar yıkmıştı kadını. Rose ve
Elodie sıkı fıkı ahbap olmuşlardı.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:312)
“Marie Maurecourt kıpırdamadı.
-Ya sizin yaptığınıza ne demeli? Böyle kartlarla sık sık ilanı aşk eder misiniz? O Legras denen size bu
hususta değerli öğütler vermiş olmalı mademoiselle. Aranızdaki bu sıkı fıkılığa şaşmam.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:249)
“ALTINCI MİMOS - KADIN KADINA
METRO
Söyle hangi Kerdon?.... Gri gözlü olan mı,
Ama o, lirin mızrabını bile dikemez. Ötekiyse,
Hermodoros’un kocaman evinin bitişiğinde yaşayan,
hani anayoldan giderken. Bir zamanlar adamdı,
ama yaşlanmış şimdi. Rahmetli Kylaithis’le
çok sıkı fıkıydı, akrabaları ansın onu!”
(Herodas, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:35)
“Öte yandan, her şeyi enine boyuna düşündüğümüzde, dine saygısızlık edenlerin her zaman olağanüstü
parlak bir yazgıları olduğu da gerçek değil miydi? Ve de kısa pantolon giydiği zamandan beri kuşla sıkı fıkı
ilişkisi olan birinin, yazgısı daha önceden belirlenmiş, önemli ve seçkin bir insan olmadığı ne malumdu?”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:247)
“Kendime başka dostlar aradığım yoktu, tüm sevgimi Richard’a ayırmıştım ve kıskançlıkla seviyordum
onu. Kendileriyle sıkı fıkı olup birlikte çok zaman geçirdiği kadınların elinden de Richard’ı koparıp almaya
çalışıyordum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:50)
“Çoktan yaşlanmış olan bu iki adam, daha gençliklerinde, yazık ki Pugaçef ayaklanmasına
karışmışlardı; o zamandan beri de sürgündüler. Lopulof, kızı gittikten sonra onlarla daha sıkı fıkı olmuştu; bütün
tanıdıklarının içinde yalnızca bu iki adam Praskovi’nin yaptıklarıyla ilgilenmişlerdi.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:67)
“... ya da annemle babamın hepsinin zenginliğinin arkasında bir ayıp, bir rezalet, bir üçkağıt olduğunu
tek tek gülerek anlattıkları bu insanlarla şimdi ne kadar da sıkı fıkı olabildiklerini farkettiğim için huzursuz
olurdum.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:188)
“Lakin bir yandan da tedirgindi. Genç bir erkekle ilk kez gizli, sıkı fıkı ilişkilere giriyordu. Durumun
yakışıksızlığı korkutuyordu onu. Pervasız davranışından ötürü kendini azarlıyor, ne yapacağını bilemiyordu.”
(A. Puşkin, “Maça Kızı”, sa:131)
“Her zaman bir parça yana eğik o uzun alaycı yüzü can sıkıntısıyla anımsıyordu. Eve’in evliliğinin ilk
günlerinde, damadıyla biraz sıkı fıkı olmak Madam Darbédat’ınn canına minnetti. Ama adam çabalarını boşa
çıkarmıştı, hemen hemen hiç konuşmuyordu, her zaman aşırı hareketlerle ve dalgın bir tavırla başını sallıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:44)
“Mrs. HUSHABYE - Tanışmıyor musunuz? Nasıl olur?
ELLIE - Konuşuyoruz ama...
Mrs. HUSHABYE - Daha sıkı fıkı olmak mı isterdin?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:27)
“BAYAN - Tanır mısınız kendini?
SAGAMORE - Hersabah kulüpte yüzeriz.
BAYAN - Bu tanışıklık size pek az şeref kazandırır.
SAGAMORE - Size söylemem iyi olacak: Kocanızla sıkı fıkı dostuz, bayan Fitzfassenden.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:5)
“Çok geçmeden, genç kızın bulunmadığı zamanlarda sıkıcı bulmaya başladı odasını. Kocası istediği
kadar bir yabancıyla böylesine sıkı fıkı olmadaki aymazlık konusunda söylensin dursun..”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:81)
“Adamlar çevrelerine baktılar ama yemek artıklarının durduğu masadan başka bir şey göremediler.
Mumlar falan, çok sıkı fıkı bir akşam yemeği Doktor Pereira, dedi kısa boylu sıska, ne kadar da romantik.”
(A. Tabuchhi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:158)
“HIDOUX -... Eğer vapurun hazır olduğunu söylememiş olsalardı, dün sana açılacaktı, ben bundan
eminim. Haber gittikçe daha ağır bir nitelik alıyordu senin için; bizzat söylemeye cesaret edemedi; Bastien
şaşkına dönmüştü de ondan, anladın mı?
SEGARD - Ama, Thérese’le sıkı fıkı olmaya başladığı zaman, pekala söyleyebilirdi bunu bana...”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:63-4)
“Aslında zeki ve ince ruhlu, insanı eğlendirmesini bilen, hatta tuhaf bir adama, ama artistlerle sıkı fıkı
oluşu, özellikle şu İtalyan kadını Bayan Pasta ile düşüp kalkması davranışlarını bozmuş.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:155)
Sıkıntı basmak : İleri derecede sıkıntılı hissetmek
Bk.: Sıkıntıdan çatlamak, patlamak
“Küçük Hanım etrafına bakındı ayrı ayrı yokladıktan sonra:
-Sokak dar, kapanık, pencereler sık kafeslerle sıvama örtülü. Ev değil mezara benziyor. Büyük sözme
tövbe, ben burada oturamam. Ruhuma sıkıntılar basıyor. Haydi kalk dadı, beraber bir parça sokağa çıkalım. Seni
arabaya bindireyim, hava alırsın, için açılır.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:358)
Sıkıntıdan çatlamak : İleri derecede iç sıkıntısından sanki içi çatlayacakmış gibi duyumlamak
“Peki, bir insan niçin böyle kötü yola sapar? Eğlenmek için; bense, sıkıntıdan çatlayacak durumdayım.
Yaşamımda hoş bir yön bulmak için, uzun uzun kafa patlatmak zorunda kalıyorum.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:74)
Sıkıntıdan patlamak : Çok sıkılmak; sıkıntının şiddetinden sanki içi patlayacakmış gibi gelmek
“Komşu soylu aileler onlara pek seyrek geliyor ve sorunlu karşı ziyaretlerden önce Effi her seferinde
yarı yaslı bir sesle: ‘Peki, Geert, kesinlikle gitmemiz gerekiyorsa gidelim; ama sıkıntıdan patlıyorum’ diyerek
görüşünü belirtiyordu.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:11)
“Vanyek sıkıntıdan patlamak üzereydi ki, kapı açıldı ve subay mahfelinin aşçısı Yurayda içeri girdi. Bir
iskemle çekip otururken, ‘Bugün bir emir geldi,’ dedi dili dolanarak. ‘Yolculuk için rom bulup getirin dediler.
Baktık, tek bir rom damacanası bile boş değil, biz de birini boşaltalım bari dedik. Mutfakta ayık adam kalmadı
tabii!’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:412)
“Lubéron ağzını kocaman açarak gürültüyle esnedi:
-İnsan sıkıntıdan patlar burada, dedi. Charlot’la Longin peş peşe esnediler.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:55)
“Sanfins’se, kamburunu unuttuğu zamanlar, bir salon dolusu insanı eğlendirmesini ve bir şato
sahibesinin gönlüne girmesini bilirdi. Avranches Bölgesi’nde çok şato vardır ve buralarda, hükümete karşın,
insanlar patlarlar sıkıntıdan.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:51)
Sıkı (olmak) : Sert, külhan (Argo)
“ELIZABETH - Evet evet afedersin.
MARTA - Özür yok. Sen o özürlerini al da... orana yapıştır!
MAMA - Bu kız amma sıkıymış!”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:82)
Sıkıp suyunu çıkarmak : Son kerteye kadar kullanmak, alabildiğine istismar etmek
“Rosa Cabarcas, mallarını, dükkanında piyasaya sürdüğü küçük yaştakiler arasından seçerdi hep; onları
mesleğe adım adım attırarak, Kara Eufemia’nın tarihi genelevinden emekli olan orospuların en berbat
yaşamlarını sürmeye başlayana kadar sıkıp sularını çıkarırdı.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:22)
Sıkı sıkı; Sıkı sıkıya (giyinmek, sarılmak, tembih etmek, uygulamak) : Çok yakın, gövdeyi sıkıştıran bir
palto gibi sarmalayarak; Tembih etmeyle ilintili olduğunda: Önemli bir olay konusunda üsteleyerek anımsatma
“Bir aşk sınavıdır şarap. Bize, aşık olmadığını
söyleyen Nikogoras’ı üst üste devrilen kupalar.
Düştü başı, bir damla yaş damladı gözünden
sonra yere dikti gözlerini, derken düştü yere
boynuna sıkı sıkıya bağladığı çelenk.”
(Asklepiades, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:54)
“Bu yüzden gerçekçilik, burada olduğu gibi, fikirler üzerine tartışılması gerektiğinde, durumlar
türetmeye yönelir -kırda gezintiler, sohbetler- ve karakterler, bu durumlar aracılığıyla, çakışan fikirleri dile
getirir. Böylece onları bir anda cisimleştirir. Cisimleştirme kavramı gerçekten de hayati bir önem taşır. Bu tür
tartışmalarda fikirler özgürce salınmaz, aslında salınamazlar; onları dile getiren konuşmacıya sıkı sıkıya
bağlıdırlar, konuşmacıların dünyadaki rollerini belirleyen bireysel ilgilerin kalıbından üretilirler.”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:17)
“Tabii onu müzevirlemedim, okul büyüklerinin kulağına gitmesin diye çocuklara da ses
çıkarmamalarını sıkı sıkı tembih ettim.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:39-40)
“Hepsi yan tarafa toplanmış, küpeşteden eğilmiş, vaat edilmiş toprakları gözleriyle tarıyor, gülüşüyor,
parmaklarıyla bir şeyleri işaret ediyorlardı; ama bağıranlar, parmağıyla işaret edenler, haykıranlar azınlıktaydı.
Çoğunluğu küpeşte demirine sıkı sıkı yapışmış, sessizce ayakta duruyor, ülkesinden uzak yaşayanların, Dıver
kayalıklarının görünüşüyle depreşen ülke aşkı duygusunu yaşıyorlardı.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:220)
“Balthazar’sa bir elini Naruz’un alnına koymuş, öteki eliyle de kasları burulmuş bileğini sıkı sıkı tutarak
bir yontu gibi oturuyordu. Arapça bir şeyler fısıldadı: ‘Sakin ol canım. Yavaş, bir tanem.’ Üzüntü onu
sakinleştirmiş, kendine getirmişti. Gerçek öylesine acıdır ki, onun bilgisine varmak bir tür rahatlama verir.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:343)
“Mahzende böyle bir çeyrek saat kadar dolaştık. Lixandru son derece solgundu, dudakları sıkı sıkıya
kapalıydı. İlk önce bir duvara, sonra diğerine baktı, mumun alevini ayak altındaki kuma yaklaştırdı, duvarlara
elleriyle dokundu, kim bilir hangi işaretleri ararmış gibi avuçlarını ağır ağır üzerlerinde gezdirdi.”
(M. Eliade, “Yaşlı Adam ve Bürokratlar”, sa:87)
“Sabahlara kadar ‘artık konuşamayacağım!’ diye ağladım. Her zaman sıkı sıkı sarıldığım Tekir bile iri
gözlerini açmış, sanki elemimi paylaşmak istiyordu. Söylemeye gerek yok ki, yatağımı yine ıslatmıştım, hem de
iki kez.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:13)
“O andan itibaren rahibin de keyfi yerine gelmişti. Kiliseye girdik. Kale muhafızı -her türlü dini
törenden uzak olan bu sarayda, kilise bekçisine bu ismi verebiliriz- ona sıkı sıkı tembih edilen ödevi henüz
yapmaya başlamıştı ki, birdenbire Kniep’le konsolos başgösterdiler.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:200)
“Çünkü, içinde yaşadığı zamana öylesine sıkı sıkı sarılır ki, karşılığında dünyayı verseler, onu ne
geçmişle, ne de gelecekle değiştirir.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:10)
“Konsül Buddenbrook biraz sinirli bir hareketle oturduğu koltuktan öne doğru eğildi. Tarçın rengi
ceketinin koni biçimindeki kollarının geniş manşetleri bileğinin üzerinden taşarak ellerini sıkı sıkı kavrıyordu.
Üstünde yıkanır kumaştan, yan dikişleri siyah şeritlerle bezenmiş beyaz bir pantolon vardı. Çenesinin değdiği
kolalı yakalığına bağladığı geniş ipek kravatı, renkli yeleğinin açık kalan yakasını iyice örtüyordu.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:11)
“James’in vaadinde bir şart saklı olduğunu ona açıklamadım. Bununla birlikte hemen hemen emindim
ki, arkadaşıum bu cümleyi söylediği anda kesin bir fikre sahipti ve hatta bu fikri keşfedecek kadar onu tanıyordu.
İki ruhu ya da (onun dediği gibi) iki akışkan tayfını sıkı sıkıya karıştırmaya girişmiş olduğu deneydeki
başarısızlığın onu derin bir surette ümitsizleştirdiğini görmüştüm.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:90)
“ ‘Anlıyorum bayım. Ne çare ki, size sadece oturma iznimi gösterebileceğim. Çalışma iznim yok. Bunu
siz de beklemiyordunuz elbette.’
Denetçi kibar bir edayla, ‘Haklısınız bayım,’ dedi, ‘böyle bir şeyi biz de beklemiyoruz. Fakat bu
kadarı da yeter. İşinize devam edebilirsiniz. Hükumet, sergi inşaatı gibi olağanüstü hallerde yönetmelikleri sıkı
sıkı uygulamak istemiyor. Rahatsız ettiğimiz için özür dileriz.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisiniz”, sa:476)
“Oto hırsızını evine bir polis memuru getirdi. Sivil güvenlik güçlerinin bu sakınımlı ve iyiliksever
üyesi, yalnızca tökezleyip düşmemesi için kolundan tuttuğu adamın kaşarlanmış bir suçlu olduğunu, başka
koşullarda olsa, kaçmaması için koluna sıkı sıkı yapışacağını düşünemezdi.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:31)
“Sabaha yakın çıkan soğuktan korunmak için battaniyelerimize sıkı sıkı sarınarak geç vakit uykuya
dalardık. Ama şu melankoli anımda kafamdan silinmeyen görüntü, yağmurun altında, sanki değiştiremeyeceği
bir kadere boyun eğen biri gibi inatla, sessizce ilerleyen o yaşlı adamın görüntüsü. Belki de ölümün kendisi.
Neredeyse ellerimle dokunabildiğim bu yaşlı adam nasıl öleceğini bilmiyor.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:68)
“...sağ eliyle şemsiyeyi kavrayıp omuzuyla yanağı arasına sıkıştırmaya kalkınca da anahtar yere
düşmesin mi, kıl payı şaşarsa lekelerden birinin tam orta yerine düşecekti; anahtarı kaldırmak için eğilmesi
gerekiyordu, anahtarı sonunda elinde sıkı sıkı tutmayı başardığında ise, ancak heyecandan üç kere deliği
ıskaladıktan sonra kilidin içinde iki kere çevirmeyi başardı.”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:25)
“Baharda yola çıktı, mayıs ayında bir gün, sabah erkenden. Baldini kendisine bir sırt çantası vermişti,
ikinci bir gömlek, iki çift çorap, büyük bir sucuk, bir at çulu ve yirmi beş frank...... Ona gezginliği süresince iyi
şanslar diliyor, bir kez daha sıkı sıkı ettiği yemini unutmamasını <ondan öğrendiği koku formüllerini hiç bir
şekilde kullanmayacağını!> tembihliyordu.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:112)
“Rengarenk çiçek desenli, üzerine sıkı sıkıya oturan bir giysi giymiş olan Maria onu kaldırımda
bekliyordu. Arkadaşını görünce kollarını açtı ve keskin bir çığlık attı. Rossella da aynen öyle yaptı ve sıkı sıkı
kucaklaştılar. Sarmaş dolaş olarak konuşmaya ve sorular sormaya başladılar.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor”, sa:106)
“... kara derililerin ağır ayak sesleri; sonsuz ilerleyişi; bir zamanlar testilerle Nil’e indikler gibi ataşe
çantalarıyla Strand’dan aşağı yürüyen kadınlar; birçok kez katlanmış yaşamın, sarılmış, sıkı sıkı kapanmış
yaprakları şimdi adımda toplanmış; apaçık, çıplak, kazınmış kağıda.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:130)
Sıkışmak : İki cisim-şey-kişi- kalabalık arasında kalmak; küçük ya da büyük abdestini tutmağa zorlanmak;
Paraca darda olmak
“… biraz önce çişin geldi, idrar torbandaki baskı giderek artıyor, arka koltukta kıvranmaya başladın,
daha ne kadar tutabileceğini kestiremeden elini pipinin üstüne bastırıyorsun. Anene, ‘sıkıştım’ diyorsun, annen
de on dakika daha sabretmeni söylüyor…”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:22)
“KAPLUMBAĞA: -Koskoca başkan olacağım. Hele bir başkan olayım, ondan sonra istediğim gibi…
Ayyy, ay, ay, çişim geldi yahu. Çok sıkıştım…”
(A. Çınaroğlu, “Boş Kaplumbağa”, sa:16)
“Şikayet gibi olmasın ama, gece beni tuvalete bırakmadılar. Fena sıkıştım. E, malum, askerlik. Sonra
nöbetçilik boru değil tabii. Mamafi suç bende. Nöbet değiştirirken çavuşa ricada bulunmalıydım.”
(O Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:48)
“-Yalnız, biraz acele etmeniz gerekiyor. Pazara, Amerika’ya gidiyormuş. En geç, öbür gün olsun diyor,
ilk birkaç gün kontrol altında olmak istiyor.
-İyi, peki… Ben hemen Marcelle’e haber veririm, yalnız ben biraz sıkışığım, para bulmam gerek. Ne
istiyor?
(J.-P..Sartre, “Akıl Çağı”, sa:65)
“Üç sene oluyor. Bir cuma günü kasabadaydım. Harmanı yeni satmıştık. Köylülerden alacaklarımı da
almıştım. Bu herif bana rasgeldi. ‘Aman hoca, şu dakika çok sıkıştım. Bana üzerindeki paraları ver!’ dedi.
(Ömer Seyfeddin’den “Seçme Hikayeler”, Cilt:II, sa:223)
“-Selam, laf değil ki…
-Olsun, biz neler gördük? Bir selamın bin anlamı vardır burda… Eh, bana izin…
-Oturuyorduk…
-Gerekmez! Geç oldu. Sen ayak yoluna çıkacak mısın? Sonra sıkışırsan kapıyı açmazlar.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:251)
Sıkış sıkış; Sıkış tepiş; Sıkış tıkış : Dizdize, sıkışık düzende, vücut vücuda adeta yapışık
“Rachel gözlerini aşağıda uzanan karanlık okyanustan çevirdi. Tekrar suyun üstünde olmanın verdiği
endişeye rağmen, okyanusu kadim <eski> dostu ilan eden bir adamın yanında olduğu düşüncesiyle kendini
rahatlatmaya çalıştı. Dar gövdede sıkış tıkış yanında oturan Tolland’ın omuzları ve kalçaları onunkilere
değiyordu. Her ikisi de oturma şeklini değiştirmeye kalkışmadı.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:374-5)
“ ‘Burası muhteşem görünüyor Bay Fields.... muhteşem. Ama siz benim için her zaman Old Corner’da
yeşil perdenizin arkasında sıkış tıkış oturarak sağa sola emirler yağdıran küçük bir hissedar olarak kalacaksınız.’
”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:27)
“Kralın maiyeti oldukça kalabalıktı, fakat gemi ancak yüz elli kişi alabiliyordu. Baş taraf, kralın maden
dehaları dediği, bir tepeye baktıklarında değerli taş damarlarının nereden geçtiğini bilebilecek kişiler olan
mühendislere ayrılmıştı. Maden dehaları burada sıkık tıkış bir şekilde oturup homurdanırken bir yandan da
notlarını karıştırıp dizlerinin üzerine yaydıkları Nudemal haritasına bakıyorlardı.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:75)
“Ancak konuklar arasında bulunan bir İngiliz deniz subayının, John Fenner Brigge’nin günlüğünden her
ulusa ait kişilerin ‘bir fıçıya istiflenmiş sardalyeler gibi’ avluyu doldurduklarını öğreniyoruz. Kalabalık öylesine
sıkış sıkışmış ki bir süre sonra Brigge olan biteni daha iyi görmek için bir erguvana tırmanmış.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:89)
“Eylül, Ekim, Kasım 1914 - Dönüş yolculuğunda olup bitenleri Clarissa sonradan artık hatırlamıyordu.
Çünkü dış dünyaya kapatmıştı kendisini. Her şeyi sanki bir sis perdesinin ardından görüyordu. Her yerde afişler
vardı. Hiçbirine bakmadı. Her şeyi ne olduğunu bilmiyormuş gibi yaşıyordu. İnsanlar sıkış tepiş biniyorlardı
trene, ellerinde bayraklarıyla yaralı askerler, her şey gürültülü ve telaşlıydı, gözleri parlıyordu, kardeşliği
kutluyorlardı.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:99)
Sıkıysa : Erkeksen, cesursan (‘Kıçın sıkıysa’dan gelme-Argo)
“Gitmesi gerekti. Şayet bir aksilik çıkarsa malları bırakır kaçardı. Kaldırdı mı tabanları, tazı gibi
koşardı. Sıkıysa yetişsinler. ‘Emme de o zaman da dile düşerdi. Mallarını goyup gaçmış derler’... İki ucu batık
bir değnek...’
‘Deryalarda gemin mi battı ula?’ dedi Boz Ömer. ‘Ne düşünüyon goyu goyu?’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:26)
“SEZAR - Sezar’dan korkuyorsan gerçek kraliçe değilsin. Bir piramidin altına saklansan bile, o saat
yerini keşfeder. Piramidi tek eliyle havaya kaldırdığı gibi... (Dişlerini takırdatır.)
KLEOPATRA (Titrer.) - Deme.
SEZAR - Sıkıysa kork bakalım. (Buçinanın sesi gene uzaktan gelir. Kleopatra korkuyla inler. Sezar
ağzı kulaklarına vararak bir hatip edasıyla.) İşte Sezar, Kleopatra’nın tahtına yaklaşıyor. Haydi yerine geç.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:49)
“Berthe hemen dingin bir biçimde karşısına dikildi:
-Az önce söylediğinizi, sıkıysa annemin yüzüne söyleyin bakalım. Sizi nasıl kapıya koyar.
-Ah! Beni kapıya koyacakmış! Pekala, hemen çıkıp söyleyeceğim.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:125)
Sıklet = Siklet (ARAP.,KOLL.) : Ağırlık; sıkıntı : PROFESYONEL BOKS’ta, 23 Kasım 2009’da yeniden
sınıflandırılan ağırlıkler aşağıda belirtilmiştir; Sıkletkeş (FARİSİ) : Ağırlık çeken, yük taşıyan
Hafif sinek sıklet :
Sinek sıklet :
Horoz sıklet :
Tüy sıklet :
Hafif sıklet :
(Light flyweight)
(Flyweight)
(Bantamweight)
(Featherweight)
(Hafif sıklet)
(Welterweight)
(Lgt. Middleweight)
(Middleweight)
Yarı ağır sıklet : (Mid- Heavyweight)
: 48 Kg.
: 48-51 Kg.
: 51-54 Kg.
: 54-57 Kg.
: 57-60 Kg.
: 67 Kg.
: 71 Kg.,
: 75-80 Kg.
: 81 Kg.
(Vikiped’den)
Sıksan kan damlar (yanaklarından) : Kanlı canlı, sağlıklı, kırmızı yanaklı çocuk ya da genç
“Delikanlılar atlarından ineli çok olmamaıştı. Okulu yeni bitiren papaz yamağı utangaçlığıyla
kızarıbozarıyorlar, babalarının yüzüne bakamıyorlardı. İkisi de babayiğit delikanlı oldukları halde yüzlerine
ustura değmemişti daha, sıksan kan damlar yanaklarında çocukluğun ayva tüyleri vardı.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:15)
Sık sık : Aralıksız bir şekilde, pek az aralıklarla
“Nur, Süha’dan çekinmiş. Anlatamamış. Ne olsa annesi. Bana anlatmıştı. Hücreye konulduğunda
havasızlıktan sık sık baygınlık geçirmiş. Belki ta o günden istediklerini imzalarmış, ama bu bayılmalar yüzünden
konuşamıyormuş.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:37)
“Geceleri doruklarında dağın, meşaleler altında
sık sık cümbüş yaparken tanrılar, gelirdin
elinde kocaman bir güğüm, çobanların kullandığı
türden.”
(Alkman, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:114)
“MEDEİA
-----------Diliyordu şimdi bir an önce ağarsın diye tanyeri,
vermek için İason’a tılsım yapacak büyüleri,
yüz yüze gelsin diye onunla. Sık sık açıyordu
sürgüsünü kapının görmek için ağaran günü.”
(Apollonius, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:21)
“HOTEL BROWN ŞİİRLERİ 4
-------------------------------------ve sık sık kuşatılmışlık duygusu var,üstüne kapanmış bir üzüntü seli gibi
ve belirgin kilit ve parmaklıkların yokluğu çok kötü
doğrular bunu, kusur tininde senin.”
(John Ash<d.1948>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.12.07)
“Yedinci Cadde’deki Park Slope Berberi’nde kestirdim, Movie Heaven diye bir yerden videolar
kiraladım, ve (ilerde kendisinden daha etraflıca söz edeceğim) Harry Brightman adında süs düşkünü bir
eşcinselin işlettiği, karmakarışık kitap yığınlarıyla dolu sahaf dükkanı Brightman’s Attic’e sık sık gittim.”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:12)
“Ben, kafasınınm biçimine bakıp boş yere onun kişisel özelliklerini anlamaya çalışmakla, zekasına
değer biçmekle uğraşırken, babacan Alman bir tutam burunotu çekip öyküsüne başlamıştı bile. Bu öyküyü, aynı
sözcüklerle, sık sık duraklamaları ve konu dışı gevezelikleriyle, onun gibi anlatamam.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:59)
“SES
----Ve o gün bugündür, yalvaçlar gibi ben de,
Çöle ve denize ta gönülden vurgunum;
Gülüp geçerim yasta, ağlarım şölende,
Ve en kekre şarapta hoş bir tat bulurum;
Bana sık sık yalan gelir olup bitenler,
Çukura düşerim göğe göz gezdirirken.
Ama avutur Ses: ‘Sakla dişlerini,’ der
‘Delinin düşü güzeldir Bilgeninkinden!’ ”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:315)
“Sonradan bu ilk akşamı sık sık anımsadığım zamanlar oldu. Onları açıklayacak bir işaret bulmaya
çalıştım ve sırf beni çağırmış olmasının, yeterli bir işaret olduğuna inandım. Neden? Salt merak mı yoksa, can
sıkıntısı mı?”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:46)
“Adımlarını sessiz atmaya çalışır, ışığı çekinerek yakardı. Ama yine de büyükanne ile sık sık karşılaştığı
olurdu. O zaman kadının boğuk sesi, holde yankılanırdı: ‘Ne o? Açgözlü herif? Bu saatte hala daha
zıkkımlanmayı mı düşünüyorsun?” Bolda, tiz sesiyle gülerdi: ‘Evet, leş kargası, daha karnım aç. Var mı bir
diyeceğin?’ ”
(H. Böll, “Babasız Evler”, sa:10)
“Hochbret’in oturduğu yere ansiklopediden bakmasına gerek yoktu, dış mahallelerden birinde
oturuyordu, Blessenfeld’de, minibüsle yalnızca otuz beş dakika uzaklıkta. Adamı ziyaret etmek gibi budalaca bir
düşünceye kapılıyordu sık sık, sesini duyarak, onu görerek, elini sıkarak varlığından emin olmak istiyordu, ama
adamın daha otuz iki yaşında olması ve bekar olduğu gerçeği, böyle içten davranmaktan alıkoyuyordu kadını.”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:13)
“Sallar kente arada bir uğramaya başlamıştı; artık ağabeyimin elinden tutmadan tek başıma gidip
bunları görebiliyordum. Aradan bir süre geçti; günün birinde gazetede okuduk ki, kendisiyle sokakta sık sık
misket oynadığımız bir arkadaşımız, babası tarafından öldürülmüştü: oğlan komünistti, azılı bir komünist, koyu
bir komünist, zeki bir çocuk, ama babası sosyalistti.”
(H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:270)
“Sonraları, Hedwig’i istasyonda karşılamasaydım her şey nasıl değişirdi diye sık sık düşündüm:
Yanlışlıkla başka bir trene biner gibi, ben de başka bir hayata atılmış olacaktım, öyle bir hayatı ki, o sıralarda,
Hedwig’i tanımadan önce, bana tamamen çekilebilir bir hayat gibi görünmüştü.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:8)
“Okulda Karpatlar’ın devamını okuduğumuz, ben haritada Galiçya, Lemberg, Stryi kelimelerini ilk
okuduğum zaman belki de karanlık bir ürperme geçmişti içimden. Bu ürpermeyi unutmuşum ben. Belki de
ölümün kancası sık sık salınmıştı içime de sonunda bu küçücük kelimeyi yakalamıştı aşağıda...”
(H. Böll, “Trenin Tan Saatiydi”, sa:117)
“Bu bakımdan belki biraz da babasına çekmişti. Haham uzun boylu, ince yapılı bir adamdı. Üzerinde
adeta onu nurdan cüppe gibi saran, mübarek bir hal vardı. Çinliler arasında sık sık görülen bir göz hastalığına
yıllarca önce o da tutulmuş, bu derdin devası bilinmediği için, kör olmuştu.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:12)
“Salyangozların ablamızın ürkünç yaratıcı güücüne sık sık esin kaynağı olması, Csimo’yla beni, işkence
gören bu zavallı hayvanlarla dayanışmadan, tatlarına duyduğumuz tiksintiden, her şeye ve herkese duyulan
öfkeden oluşan bir baş kaldırmaya itti. Cosimo’nun ölçülü biçili davranışının ve ardından gelen hareketlerinin
kaynağında bu baş kaldırma varsa şaşmamak gerekir.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:17)
“Yaşamımı, denizin ve şimdi şarkıya başlayan ağustosböceklerinin iç çekişleriyle dolu, sıcak taş
tadında bir yaşamı oynuyorum burada. Esinti serin ve gök mavi. Bu yaşamı vazgeçişle seviyor ve ondan özgürce
söz etmek istiyorum: bana insan koşulumun gururunu veriyor. Oysa, sık sık söylediler bana: bunlarda
gururlanacak bir şey yok.”
(A. Camus, “Düğün-Tipasa’da Düğün”, sa:19-20)
“Gelenek’e göre, haberci, yeryüzü güçlerini yöneten bir ruhtu ve her zaman bir dosttu. Ondan büyü
işlerinde sık sık yararlanılırdı, ama hiçbir zaman gündelik olaylarda yardımına başvurulacak ya da akıl sorulacak
bir danışman olarak görülmezdi. Petrus, habercinin dostluğundan bu dünyadaki işlerimi düzeltip geliştirmekte
yararlanabileceğime yöneltmişti beni. Oysa bu düşünceyi hem zındıkça, hem de çocukca bulmuştum.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:74)
“Edindiğim azıcık deneyim bana gösterdi ki, kimse herhangi bir şeyin efendisi değildir, hapsi sadece bir
yansılmadır; maddi zenginlikler de, ruhsal zenginlikler de. Çantada keklik sandığını kaybetmiş bir kişi (ki bu
başıma sık sık geldi), sonunda hiçbir şeyin ona ait olmadığını öğrenir.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:33)
“Vampirlerle ilgili bir belgesel çekmek için Transilvanya’ya yaptığım yolculuk da, insanların ne kadar
kolay aldatıldıklarını kanıtlamanın bir yoluydu. Bazı boşinançlar, ne kadar saçma görünürlerse görünsünler,
insanoğlunun düşgücüne yerleşip kalırlar ve insanlar tarafından fazla düşünülmeden sık sık kullanılırlar.”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:15)
“ANNE
-------İpliğin sık sık kopuyor
Çünkü kalbine kahır basıyor,
Anlamsız sözler söylüyorsun,
Gözlerini bir yöne dikiyorsun,
İpliğin karışsa bile,
İğe bakıp kaldırmıyorsun,
Kızlar şaşıyorlar, haliyle.”
(George Coşbuc<1866-1918>-Sheila İaia; “Çağdaş Romanya Şiiri-Anne”, sa:37-8)
“Christine, hava değişiminden gerçekten yararlanmış, yanakları kızarmıştı. Fakat sürekli onu
düşünüyor, onun iştahsızlığına ve sık sık sigara içmesine üzülüyordu.”
(A.J. Cronin, “Şahika”, sa:175)
“Bana ulaşan son mektubunda Balthazar şöyle yazıyor: ‘Sık sık seni düşünüyorum, hem de bıyık
altından kötü kötü gülerek. Bizimle, yaşamlarımızla ilgili bütün verileri toplayıp -topladığını sanıyorsun- adana
çekildin. Kuşukusuz yazarca bir biçimde kağıt üstünde bizleri bir yargıya indirgiyorsun. Bunun sonunda ortaya
ne çıkacak, merak ediyorum.’ ”
(L. Durrell, “Balthazar-İskenderiye Dörtlüsü 2”, sa:16)
“Walsh ile ikisi <Trigger> sık sık birlikte alıp başlarını gider -Walsh’ın Vole’den kiraladığı on ikilik
tüfekle- ve kontluk ormanında rasgele ateş ederlerdi. Toprak sahibi Trigger’a izin vermişti, nerede ne zaman
isterse avlanabilirdi.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:265)
“Sanat sık sık, dönemi hızlandırarak yadsıma-yeniden oluşturma konusunda bir anlatım geliştirmekte ve
başka düzeylerde daha başlamamış olan bir süreçte hayal gücünün ürünü olan anlaşmalar sunma noktasına
gelmektedir.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:42)
“Baudolino, <İmp. Friedrich’in küçük oğlu> Heinrich’in renginin soluk olduğunu, sık sık öksürdüğünü,
sanki küçük bir sineği kovmak istermiş gibi sürekli sol gözünü kırptığını gördü. Düğün kutlamaları esnasında da,
sık sık yanlarından uzaklaşıyordu. Baudolino onun kırlara doğru gittiğini, küçük bir kırbaçla sinirli sinirli, sanki
içini kemiren bir şeyi yatıştırmak istermiş gibi çalılara vurduğunu görmüştü.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:284-5)
“Korkuya kapılmış çömezler önce çıktılar; kukuletaları yüzlerine çekilmiş, başları öne eğik, her
zamanki gibi şakalar yaparak, birbirlerini dirsekleyerek, muzip muzip gülerek, kurnazca ve çaktırmadan çelmeler
takarak birbirlerine takılmaksızın (çünkü bir çömez genç bir rahip de olsa her zaman bir çocuktur; öğretmenin
azarlarının pek değeri yoktur; onun sık sık genç yaşının gerektirdiği gibi çocukca davranmasını önleyemez).”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:631)
“Yine eski dostlar Mevlana hazretlerinden rivayet ettiler ki: Mevlana hazretleri bir gün ‘Şeyhim
Burhaneddin Muhakkik sık sık, yedi sekiz yıla yakındır ki midemde bir lokma kalmıştır, derdi. Onun bu hali
tuhafıma gitti. Şaşakaldım. Seyyid hazretlerinin bu halini, gözlerin hıyanetini ve kalblerde gizli olanı bilen Tanrı
şahittir ki, şimdi otuz yıla yakındır bir lokma midemde bir gece bile kalmamıştır,’ buyurdu.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:65)
“Silas kızına bakarak, ‘Bunu sen de istiyor musun?’ diye sordu.
Eppie safça, ‘Pek itirazım yok,’ dedi. ‘Benim için önemli olan senin artık fazla çalışmaman. Böyle
olmasa zaten durumun hemen değişmesini istemezdim. Şimdi çok mutluyum Aaron’un beni sevmesi, bize sık sık
gelmesi, size karşı iyi ve saygılı davranması hoşuma gidiyor.’ ”
(G. Eliot, “Silas Marner”, sa:247)
“Biricik kızları Narin, bizim Leyla ve Berrin’in yaş ortalaması civarında. İyi bir kız ama, şımarık gibi,
sık sık gülüp duruyor. Evde oturup kısmet bekliyormuş. ‘Büyüyünce kimse onu almaz!’ buyurdu halamlar. Niye
olmasın, ben bile onunla evlenirim. Ama, yok, eğer ben evlenecek olursam, bir bakayım. Berrin gibi saf,
terbiyeli, uykulu gözlü bir melekle evlenirim. Hele bir günü gelsin de.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:72)
“İskemlesinde geriye doğru eğilerek yaptığı bu hareket sırasında, ta uzakta, ‘Kırlangıç’ adlı eski yolcu
arabasını gördü. Külüstür araba, ardından bir toz bulutu kaldırarak, Leux Yokuşu’ndan aşağı iniyordu. Léon da
sık sık bu sarı arabaya binerek gelmişti ona; sonra bu yoldan bir daha gelmemecesine gitmişti.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:161-2)
“Babam, birlikte durduklarında daha canlı, daha yakın görünürdü bana. Bu ayrım bence Perran
Hanımefendinin sık sık kullandığı sözlerden geliyordu babamı anlatırken: ‘Azıcık taşra havalıdır. Oysa
aldanmamak gerek.’ derdi. ‘Dürrüzadeler bilinir ki Osmanlı eskisidirler. Yani iki yüzyıla yakın bir aile kütüğüne
sahiptirler.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:115-6)
“1889’daki Evrensel Sergi’de, Güzel Sanatlar’ın başındaki adamlar sık sık karşıdaki kafeye, Café
Volpini’ye içmeye giderlerdi. Benim önerim üzerine bu kafenin duvarları benim de yer aldığım bir grubun
tablolarıyla süslendi.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, sa:173)
“LONGOZ ORMANININ KESİMİ
Yararak o görkemli yaşlı dişbudakları,
titreyen mor genizlerinden
duman püskürtüp sık sık;
hiddetle ilerliyordu kesiciler, kararlı,
çünkü cana tak demişti
açlık ve topraksızlık.”
(Andrey Germanov <1932-1981>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.01.10)
“Oysa bu hanım arkadaş, karısından daha genç ya da daha güzel değildi, ancak bildiğiniz gibi
yeryüzünde bu gibi şaşırtıcı olaylara sık sık rastlanmaktadır ve bunları eleştirmek de bizim işimiz değildir. Her
neyse, arkadaşlarından ayrılan mühim adam merdivenlerden indi, kızağına bindi ve sürücüye ‘Karolin
İvanovna’ya sür’ talimatını verdi.”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:66)
“Kadınlardan sık sık söz açar ve hep açık saçık hikayeler anlatırdı. Fakat bütün bu anlatışlarında soru
işareti, bir yakınlık da seziliyordu. Sanki bizi de kendisiyle birlikte düşünmeye davet eden bir hali vardı.”
(M. Gorki, “Çocukluk”, sa:247)
“Günümüzde Hitler’in, Yahudilerin saf ırk olmadıklarına içtenlikle inandığı konusunda tarihin kuşkusu
yok artık. Gelgelelim McCarthy’nin sık sık hınzır bir ışıltıyla yanan, kendini ciddiye alanlarla alay edercesine
gülen ayyaş suratı gözönünde canlanınca, adamcağızın sarhoşken gördüğü karabasanlardan başka hiçbir şeyi
ciddiye alabileceğine inanamıyor kişi.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dünyası”, sa:39)
“ ‘Eskiden Terrace’a o da gelirdi bazen. Ama, kaba, küfürbaz bir adamdı, içti mi çekilmezdi. Kafasını
beyzbol kadar atlara da takmıştı. Hep yarış listeleri bulunurdu cebinde; telefonda konuşurken de sık sık atların
adlarını söylerdi.’ ”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:20)
“Sınır-Orşovası yakınlarında Surbanlar uzaktan sık sık gelen bir at kişnemesine kulak kabarttılar. Kıyıda
başı boş bir binek hayvanı dolaşıyordu. Kah Tuna’yı yüzüp geçmek ister gibi ayaklarını suya atıyor; kah yolu
tutup nallarından kıvılcımlar saçarak koşuyordu. Sallardaki Peçenek atları kişniyerek ona sesleniyorlardı.”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:303)
“Gece serinlemişti, sevinç içinde evin yolunu tuttum. Yol uzundu. Sağda solda gürültü patırdıyla ve
yalpalayarak evine dönen öğrenciler görülüyordu. Onların komik neşeleriyle benim yalnız yaşamam arasındaki
karşıtlığı sık sık hissetmiştim, çoğunlukla bir yoksunluk duygusunun eşliğinde, hatta biraz da alayla.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:175)
“Narziss heykeli üzerinde Goldmund yürekten bir sevgiyle çalışıyor, doğru yoldan saptığı kimi
zamanlar bu çalışmada kendini, kendi sanatını ve kendi ruhunu yeniden buluyordu. Sık sık sevdalanıyor, danslı
eğlencelere, arkadaşlarla içki alemlerine dalıyor, zar oyunlarına ve kavga döğüşlere çoğu zaman fena halde
kendini kaptırıyor, dolayısıyla da bir ya da birkaç gün atelyeye uğramıyor, uğrasa da işin başında ne yapacağını
bilemeyerek surat asıp dikiliyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:200)
“Konuşmamız sık sık yarıda kalıyor. Julius Ceasar’ı saygıyla selamlayarak akıl danışmaya gelen, pek
çokları var. Zira dostum, aklı başında ve bilgili bir insandır. Her şey yabani ottur. Ave Ceasar, morituri te
salutant! =Ey Sezar, ölüme gidenler seni selamlıyor=”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:141)
“IV (Giderken biraz gölge düştü mü gözlerine?
kasım 1846)
--------------------------------------Çocuk çağlarında nerdeyse her sabah,
Alışıktı odama gelmeye.
Işığı bekler gibi beklerdim onu.
Girince ‘günaydın babacık’ der, başlardı söze,
Divitimi alır, kitaplarımı kapar,
Yatağıma kurulup, kağıtlarımı savurur,
Gülücükler dağıtıp, bir kuş gibi uçar giderdi.
Yorgun başım ellerimin arasında kalır,
İşime sekte vurur ve notlarımın arasında,
Sık sık çılgın arabesk çizgileriyle çıkardı karşıma.
---------------------------------------En sevinçli balolarda bile üzgünüm yine
Giderken, biraz gölge düştü mü gözlerine?”
(Victor Hugo<1802-1885>-Galip Baldıran, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.08.03)
“Sevgili dostum, hayallerimdeki mutluluğun büyüklüğünü bir bilsen!.. Başdöndürücü hayaller sık sık
seni kocanın kollarına taşıyor, sevgili Adele’im.”
(V. Hugo, “Nişanlıya Mektuplar”, sa:331)
“Saz kesmeye giderken, atı arabaya koştuğu zaman, sık sık gözleri yaşarıyordu kuşkusuz. Onları
çabucak silerdi, çünkü sardunyalarla çevrelenmiş evinin önünden on araba dörtnala geçer ve on genç ses ona:
-Minka Abla! Çabuk ol! Bugün, ‘kesim’ çok güzel olacak! diye bağırıyordu.”
(P. Istrati, “Minka Abla”, sa:125)
“Gün geçmiyordu ki bir kadın, altı ay önce en nefis yemeklerin piştiği, şimdiyse her şeyden yoksun
olan bu mutfağa dişinden tırnağından arttırdığı bir şeyler taşımasın. Anna artık onlara kahve ya da çay ikram
edemiyor ve bu sefaletten yüzü kızarmıyordu. Ama sık sık oturup ağlardı, hem de en beklenmedik zamanlarda.
Büyük bir atkıya sarınarak kör bir ateşin güçbela ısıttığı ocağın önünde çömelirdi.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:116)
“Bir keresinde içimizden biri, Josephine’e sıradan halk ağzıyla çalınan ıslığı -bu doğal olarak sık sık
gerçekleşirdi- gösterdiği sırada ben de yanlarındaydım, aslında son derece gösterişsizdi. Fakat Josephine için bu
bile çok fazlaydı. Onunki kadar küstah ve kibirli bir gülümseme hayatımda hiç görmemiştim.”
(F. Kafka, “açlık sanatçısı”, sa:40)
“ ‘Eşyalarınızı depo yerine bize vermeniz daha iyi olur,’ dediler, ‘çünkü depoda sık sık hırsızlık oluyor,
ayrıca aradan belli bir süre geçtikten sonra ilgili kovuşturmanın bitip bitmediğine bakmaksızın her şeyı
satıyorlar.’ ”
(F. Kafka, “Dava”, sa:19)
“Bol bol evlenmekten ve sık sık doğurmaktan başka ömürlerinin tadı, acısı yoktu. Kadınlarında ne
oynaklık, ne bir haşarılık. Kaçma, kaçırma gibi olaylara tektük raslanırdı; ahlaksızca olgular da binde bir
görülürdü.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatık Emine”, sa:13)
“Bu gibi alemlerin bizim evde sık sık tekrarlanması için annemin yüzüne öyle gülüyor, ona öyle tatlı
diller savuruyorum ki... Fakat annem de kaçın kur’ası? Hiç böyle şeylere yanaşmak istemiyor, boyuna bana
çatıyor. Zavallı hatuncağız, bu Nevruz gecesinin ertesi günü bana demesin mi ki:
-Haydi artık, bahar geldi, biz yine pılıyı pırtıyı buradan toplayıp eski yerimize, Topçular’a gidelim!’ ”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:180)
“Senin Gibi Biri
-------------------Sık sık takarım mavi ve beyaz çiçeklerin filizini,
kalp şeklindeki yaprakları
ve yatağımdaki vazoya koyarım.
sanki sen burada benimle birliktesin. Onların
güzel kokusu
gülüşün gibi odayı renklendirir kuş şakıması ve yıldız ışığıyla.”
(Kerry Shawn Keys-Zeynep Köylü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.05.09)
“Annemin de benimle beraber ya da onun yakınında bir yerde yaşamamı isteyebileceğini neden
düşünmüyordu? Ayrılmadan evvel ‘Great Eastern’de bir yatağım olduğunu anneme söylediğim zaman onun
yüzü gülümser gibi oldu, ama McNab bana annemi ziyaret bahanesiyle sık sık boy göstermememi ihtar edince,
zavallının suratı yine asıldı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:64-5)
“Çoğu kişi İstanbul Boğazı’nı yazın sever, ben kışına vurgunum. Kar yağarken camgöbeğine dönüşen
akıntılarını, kıyıya çekilmiş sarı, kırmızı, mavi boyalı sandalların üzerinde biriken beyaz karı, yiyecek arayan
martıları sık sık seyrederim.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:5)
“O günden sonra, alt kattaki komşularıyla Maximilian, sık sık görüşmeye başladı. Bu insanlarla
görüşmek iyi geliyordu. Rober Arditi, Nadia’yı bulmak için yaptığı gayretli çalışmalar hakkında bilgi veriyordu.
Sonuç alamadığı girişimlerden bile söz ederken, espriler yapıyordu. Duygulu ve aynı zamanda neşeli bir
adamdı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:309)
“Bu sükünetten faydalanarak vapura verdiğimiz mektupta yeni camlar sipariş ettik. Evlerimizi tamir
ettik, akşamları yine taflan, ıtır, yasemin kokuları arasında şarap içmeye başladık. Gitarist arkadaşımızı sık sık
ziyaret ettik, ona neşeli fıkralar anlatıp üzüntüsünü biraz hafifletmeye çalıştık. Başkan ve adamlarını da hiç
görmedik. Bu sakin günler böylece sürüp gitti ta ki ada, martı hücumunda ilk şehidini verene kadar.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:120)
“Araştırmasını bıraktı. Kibar olmanın bir insanın tüm zamanını alacağını ve nasıl kibar olunacağını
öğreneceği bir önyaşam yaşaması gerektiğini öğrenmişti.
‘İstediğinizi bulabildiniz mi?’ ayrılırken masadaki adam sordu.
‘Evet efendim,’ diye cevapladı. ‘İyi bir kütüphaneniz var.’
Adam başıyla onayladı. ‘Sizi burada sık sık görmekten memnun olacağız.’ ”
(J. London, “Martin Eden”, sa:56)
“Sık sık artık geçmiş olan gelecekleri düşünüyorum. Hatta kimi zaman, dağımın patikalarında yaptığım
günlük gezintilerim sırasında, düşlere dalıp, altmış yıl öncesine, Béatrice yüzyılının hemen öncesine dönüyorum
ve benim de bir parçası olduğum sinir bozucu türün izleyebileceği yolları düşünmeye çalışıyorum.”
(A. Maalouf, “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl”, sa:166)
“Yolculuklarını, dostları Nanda’nın kullandığı, üstü ve yanları örtülü ve bir zebu öküzüyle tek hörgüçlü
bir devenin çektiği arabayla yapıyorlardı. Nanda takkesini bir yana eğmiş, ayaklarını sallayarak önde oturuyor ve
arabadakilerle çene çalmak üzere, sık sık başını geri çeviremeyecek kadar yolla ilgili görünüyordu.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:52)
“Sahte doktor gazetecinin kurnazlığı, gazetelerin denizdeki on günümün öyküsüne gösterdikleri ilgi
konusunda gözlerimi açtı. Halkın bayıldığı olağanüstü öykülerden biriydi bu. Arkadaşlarım bile sık sık
anlatmamı istiyorlardı.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:116)
“Zaten bu, ölümün yaratıcısı çaresiz ayrılığın insanlara yüklediği katı ve acı bir duygu idi. Bana sık sık,
söylenmiş olması pek istenilen ve artık kör ve sağır bir cesede söylenemeyecek o sözlerden bahsetmişti. İki
ruhun daha devamlı bir birleşme imkanı onu çekmiş, onun en duygulu noktasına dokunmuş olmalıydı.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:97)
“‘İyi şiir, doğa gibidir,’ derdi ilk ustası, ‘En çok kullanılan kelimelerle bile şaşırtmayı başarır.’ Onu, şu
aralar çok sık anımsıyordu. İnceden inceye ölmeye yaklaştığını hissettiğinden midir nedir, sık sık ilk ustasını
düşünürken yakalıyordu kendini; oysa ilk ustalar, ilk aşklar gibidir, hiç unutulmazlar.”
(M. Mungan, “Elli Parça-Koku”, sa:8-9)
“Demek o da burada. Karşılaşmaları kaçınılmaz artık. ‘Seni gördüğüne sevinecek!’ Ne yapması, neler
hissetmesi gerektiğini bilemiyor Meltem. Polen tozları yutmuş gibi boğazına yürüyen bir karıncalanmayla sık sık
boğazını temizleme ihtiyacı duyuyor.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:143)
“ ‘Hem İstanbul’dayız, hem değil gibi. Bir de onun sık sık yurtdışına çıkmak durumunda olması,
ilişkiye soluk alma payı bırakıyor. Kaygılısın biliyorum, ama iyiyiz biz, gerçekten iyiyiz. Şaka maka üç yılı
geçtik, epey fırtına bora atlattık, artık derede boğulmayız. Ancak okyanus ayırır bizi.’ ”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:443)
“İlkbaharda birdenbire korkunç bir şey keşfedildi. Snawball’un sık sık gece vakti çiftliğe geldiği
söyleniyordu. Bu, hayvanları ahırlarında uyutmayacak kadar aralarında huzursuzluk yaratmıştı.”
(G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:79)
“Bayan Creevy’nin ‘pratik okul eğitimi’ hakkında söylediklerine gelince, gerçeklerle yüzleşmekten
başka bir şey değildi. Kadın yalnızca onun konumundaki pek çok insanın düşündüğü ama dile getiremediği
şeyleri söylemişti. Sık sık tekrarladığı, ‘Benim peşinde olduğum şey ücretler,’ deyişi, İngiltere’deki her özel
okulun kapısına asılabilecek bir düsturdu.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:270-1)
“Brooker’ların birçok oğlu, kızı vardı ama, çoğu epeyce zaman önce evden ayrılmış. Birkaçı
Kanada’daymış. Yakında oturan bir tek oğulları vardı, bir garajda çalışan şişman, domuza benzer bir delikanlı.
Sık sık yemeğe geliyordu. Karısı bütün gün iki çocuğuyla zaten oradaydı.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:28)
“BÜLBÜLLER ÖTÜYOR
Batı Park bülbüllerine atanmıştır.
-------------------------------Yapayalnız olmamam için
üç küçük balık aldım, kırmızı.
Cam kavanozda.
Superileriyle besliyordum onları
ve suyunu tazeliyordum sık sık.”
(Konstantin Pavlov<1933-2008>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
13.08.09)
“M. de Charlus Jupien’e her baktığında, bakışına bir sözün eşlik etmesine dikkat ediyor, bu da,
bakışlarını, az tanıdığımız veya hiç tanımadığımız bir insana genellikle yönelttiğimiz bakışlardan son derece
farklı kılıyordu; Julien’e, adeta, ‘affedersiniz ama, sırtınızdan aşağı uzun, beyaz bir iplik sarkıyor,’ veya
‘Yanılmıyorsam siz de Zürihlisiniz, size antikacıda sık sık rastladığımdan eminim,’ diyecekmiş gibi bir sabitlikle
bakıyordu.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:11)
“Saint Michel meydanında birçok araç ve aceleyle sağa sola koşturan insanlar vardı, sık sık iki araba
arasında kalıyorduk, o zaman derin bir nefes alıyor, sanki dinlenir gibi, kendini biraz salıyor, bir parça sekiyor,
bir parça başını sallıyordu.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:98)
“PENCERE
------------Ben sık sık rastlamışımdır bu cesede, bu insana,
özellikle ay ışığında dolaşırken biraz solgun, ama her zaman genç - rıhtımda
ya da boyalı kadınları, aç köpekleri, paslı tenekeleri,
traşı uzamış denizcileri, çürümüş meyveleri, küfürleri,
sıkılmış limon kabukları, yeşil çinko leğenleri,
tuvalet tasları, mumları, gaz lambalarıyla
o pis genelevlerin olduğu yukarı sokakta.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:80)
“Sergio, süt ve bisküvi yemek üzere eve hep arkadaş getiriyordu. Bu Alfredo’nun hoşuna gidiyor, evde
çocuklarıyla ya da karısıyla baş başa zaman geçirmekten zevk alıyordu. Sergio onlardan uluorta öpüşmemelerini
istemek zorunda kalıyordu sık sık. Pek hoş bir şey değildi bu.”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:175)
“Büyükelçinin yirmi dört yaşındaki kızı, birbirinin aynı, sıcak geceler boyunca rahat uyuyamadı.
Uykusu sık sık bölünüyor ve sonunda dalıp gittiğinde bile bedeni nadiren huzur buluyor, görünmez prangalardan
kurtulmaya çalışır gibi kıvranıp çırpınıyordu.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:13)
“Orhan başını ileri doğru uzatarak tekrarladı:
-Kardeş! Anlıyor musunuz? Onun herşeyini düşünen bir kardeş! Çünkü onun babası milliyetini
savunduğu için hapse girdi... Yani sizi, beni, hepimizi savunduğu için... Demek biz onun çocuğuna borçluyuz.
Ben okuldan ayrılıyorum ama onu unutmayacağım, sık sık buradaki öğretmen arkadaşlara mektupla, telefonla
soracağım.”
(P. Safa, “Biz İnsanlar”, sa:86)
“Daha pek küçük yaştanberi, karşımdakini dinlediğim halde içimden başka şeyler düşünmeyi, zihnimi
iki dikkatle çalıştırmayı öğrenmiştim. Karanlık da buna yardım ediyordu. Fakat odaya ışık girince dışarıyla
meşgul oldum. Gözlerim evvela piyanoya gitti ve üstünde birşeyler aradı. Kapıya da sık sık bakıyordum.”
(P. Safa, “Dokuzuncu Hariciye Koğuşu”, sa:18-9)
“Evet, Atthis, inan Sardes’te bile
sık sık bizi düşünüyordur Anaktoria
Ona bir tanrıça gibi göründüğün
en çok senin türkülerinden hoşlandığı
birlikte yaşadığımız günleri.”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:59)
“Odessa Caddesi’nde sık sık gözüne çarpan, biraz geçkince, ama etine dolgun bir esmer vardı. Biraz
geçkin kadınlardan nefret etmem: Soyundukları zaman ötekilerden daha çıplakmış gibi olurlar. Ama benim
huyumu suyumu bilmiyordu, açık açık ona anlatmak da beni biraz utandırıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Herostratos”, sa:79-80)
“Otomobille yol alıyordum. Genellikle nefret ettiğim ve pek az kullandığım bu araç, özgür kalmaya
karar verdiğim an, özgürlüğümün bir parçası olmaya başlamıştı. Arabayı hızlı değil, sık sık içine düştüğüm
dalgınlıkları zararsız kılan bir sakinlikle sürüyordum.”
(L. Sciaschia, “Her Türlü”, sa:10)
“Işıldar göğün yüzü, yakacak kadar sıcak,
Ve sık sık kararır da yaldız düşer yüzünden;
Her güzel, güzellikten ergeç yoksun kalacak
Kader ya da varlığın bozulması yüzünden;”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:18, sa:77)
“POTHINUS (Meydan okurcasına.) - Sezar öyle yollara başvurmaz.
SEZAR - Dostum, bu dünyada adamın söyleyecek bir sözü varsa, güç olan onu söyletmek değil, sık
sık söylemesini önlemektir. Bırak da doğum günümü seni özgürlüğüne kavuşturarak kutlayayım. Güle güle. Bir
daha görüşmeyeceğiz.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:128)
“ ‘Sizin söylediğiniz otel sefil bir mahallededir,’ dedi adam tatlı dille. ‘Ve malın kalitesi çok kötüdür.
Bombay’a ilk defa gelen turistler, sık sık pek uygun olmayan yerlere düşerler, ben sizin gibi bir beyefendiye
yaraşan bir otele götürüyorum sizi.’ Pencereden tükürüp bana göz kırptı. ‘Ayrıca mal da birinci kalitedir.’ ”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:16)
“Evin hanımı ilk haftalarda sık sık onu yanına çağırdı. Ev işlerinin nasıl yürüdüğünü, tencerelerin,
temizlik bezlerinin nerede durduğunu, elektrik süpürgesi ve cila makinasının nasıl kullanıldığını, çamaşır
makinesini doldururken renklileri renklilerle, beyazları beyazlarla atması gerektiğini anlattı.”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?-Salvacion”, sa:41)
“Kuşun kokusunu giderek daha kuvvetli hissediyor, beklemenin hazzını tadıyordu. Kuyruğu dümdüz
gerilmiş, yalnızca ucu kıpırdıyordu. Ağzı hafif açık, kulakları dimdikti. Bir kulağı demin koşarken ters
dönmüştü. Sessizce sık sık soluyor, başını çevirmeden, daha çok gözlerini çevirerek sahibine bakıyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:307)
“Fakat bunların arasında bir tanesi vardır ki, kimse dokunmaz, üzerine hiçbir koyun basmaz; yalnızca
kuşlar gelip, sabahleyin orada şakırlar. Çevresinde demir bir parmaklık vardır: iki köknar fidanı mezarın iki
ucuna dikilmiştir. İşte Eugene Bazarov buraya gömülüdür. Yakındaki köyden, iyice çökmüş iki ihtiyar karı-koca
onu sık sık ziyarete gelirler.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:268-9)
“Sık sık solumaya başladı. Kulağının altı birden şişer gibi oldu. Parmakları kımıldamaya, gözleri
çamurlu yüzünün kara maskesi altında yeniden parlamaya başladı.
-Suvenir! Suvenir! diye haykırdım. Susun, yoksa anneme söylerim.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:84-5)
“Artık sık sık zihnimde Lappin soyunun hikayesini geliştirmekle oyalanır olmuştu, kah herkesin yağmur
yağacak diye uyardığı ve yağdığı başbaşa uzun yürüyüşlerde konu sıkıntısı geçince, kah soğuk gecelerde,
hizmetçi kızlar ve balıkçı gidip zille çağırabilecekleri bir tek garson kaldığında, şömine başında.”
(V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:77)
“Grup terapisi sırasında Ginny kendisi için inşa ettiği utangaçlık zindanından kaçmak için diğer
yöntemleri de denedi. Sık sık Esalen ve diğer yerel gelişim merkezlerine katıldı. Bu programların liderleri
Ginny’yi bir anda değiştirmek için çok sayıda yüzleştirme tekniği hazırladılar.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:17)
Sıla : Gurbette doğup büyünülen yer için duyumsanan özlem
“O bir duvar. Ve duvar ölümdür.
------------------------------------Bu yerin sözlerini öğrenecek o,
Öğrenecek dilini tutmayı.
Bu yüzden insan: onun için bir sıla.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:50)
“Evlerinin önü söğüt
Atalardan kalmış öğüt
Yarinden ayrılan yiğit
Sılasına döner gelir”
(Karaca Oğlan-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:313)
Sımsıcak : Sıcacık, çok sıcak, hayat dolu
“O GÜNLER
--------------o günler geçip gitti
o sükut içindeki karlı günler
sımsıcak odada, pencereden
dışarıyı seyre dalardım, başım dönerek
saf, beyaz kar tanelerim
tüy gibi yumuşak
usulca yağardı.”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:72)
“Kemerlerin alacakaranlığında, Torino’yu yeniden böyle gördüm. Otele girdiğimde sımsıcak bir banyo
yapıp uzanmaktan ve uzun bir geceden başka bir şey yoktu aklımda. Torino’da bir süre kalacaktım nasıl olsa.”
(C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:7)
“Hayatın çağlaya çağlaya akan ve soluk soluğa kalmış bu duyularının bir gün sağır ve dilsiz
olacaklarını, ellerin bir deri bir kemik kalacağını ve duyarlığını yitireceğini, şimdi kan dolaşımı ile sımsıcak olan
şu çıplak ve sağlam bedenin kurtlara yem olabileceği ve taş gibi soğuk bir iskelet haline geleceğini akla ve
hayale nasıl sığdırmalı?”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:255-6)
Sımsıkı : Sıkı bir biçimde, çok sıkı olarak
“-Doğanın gizi böyle elde edilmez! Sizin yaptığını el, hocanızın işliğinde kopya ettiğiniz elin bir
örneğidir de siz ayrımına varmazsınız. Biçimin gizemine yeterince aşkla, dirençle, dikkatle bakmıyorsunuz.
Güzellik ciddi, zor bir şeydir, ona böyle erişemezsiniz, zamanını kollamalı, beklemeli, gözlemlemeli, sımsıkı
sarılmalısınız ki bir gün kendinize boyun eğdirebilesiniz.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:18-9)
“Çubuk şeker, M. Bernard’ın uzun zaman önce, unutulmuş bir öğrencinin elinden aldığı, mürekkep
lekeli, kertik ve yarıklarla bozulmuş, kırmızı tahtadan, kalın ve kısa bir cetveldi; öğrenci bunu M. Bernard’a
verir, o da genellikle alaylı bir havayla alıp bacaklarını açardı. O zaman çocuğun başını öğretmenin dizleri
arasına sokması gerekir, öğretmen de bacaklarını sıkarak sımsıkı tutardı onu. M. Bernard böylece sunulan kıça,
suça göre değişen sayıda, kıçık iki yanı arasında eşitçe paylaştırılan okkalı vuruşlar indirirdi.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:122)
“Söylediklerimi kavramış olarak yere çömeldi, battaniyesine boğazına kadar sımsıkı sarılmıştı, gözleri
bize dikiliydi. ‘Haydi, ama dostum!’ dedim. ‘Kimse canını yakmayacak, bize bilmek istediğimizi söyle yeter!’
Suskunluk uzadı. Noel ağzını açmıyordu, tüm sıkıntıyı bana yıkmıştı. ‘Haydi Michaels,’ dedim, ‘sabahtan
akşama kadar burada kalamayız, savaştayız!’ ”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:160)
“Pavel’in yüzünü hatırlamaya çalışıyor. Ama gözlerinin önüne, hem de şaşırtıcı bir canlılıkla gelen yüz,
kara kaşlı, seyrek sakallı, ince dudakları sımsıkı kapalı bir genç erkeğin yüzü..... ‘Çekil git!’ diyor Fyodor
Mihayloviç, bu imgeyi uzaklaştırmaya çalışarak. Ama gitmiyor imaj. ‘Pavel!’ diye fısıldıyor; oğlunun
görüntüsünü boşu boşuna çağırıyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:58)
“FANTOMAS AĞIDI 13
Öldürdü bir fayton sürücüsünü.
Sonra yerine bağladı sımsıkı
Tıngır mıngır giderken yollarda
Aldırmadan sövüp sayan yolculara,
Durmak bilmiyordu bir türlü
Ölünün sürdüğü araba.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:146)
“Benimkinden daha büyük olan Justine’in budalalığı gizli bir kefaret isteğinden geliyordu; ya da belki
birbirimize sımsıkı kenetlenmiş olduğumuzdan ancak büyük bir yekinmenin (eyleme girişmek) adi akıllarımızı
başımıza getireceğini hafifçe sezinliyorduk. İşaretler, uyarılarla dolu günler yaşıyorduk, tedirginliğimiz oradan
kaynaklanıyordu.”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:154)
“Takımları sandaldan aldılar. İhtiyar adam omuzunda taşıyordu direği, çocuk da içinde birbirine
dolanmış, sımsıkı örülü ipler bulunan tahta kutuyu, kancayı, zıpkınla sapını almıştı. Sandala çekilen büyük
balıklara vurmak için kullanılan sopayla yem kutusu teknenin kıçındaydı.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:14)
“UÇUK MAVİ HÜLYALAR
-----------------------------------Mavi ülkeleri bulutların,
Sımsıkı, yan yana yelkenler,
Uzakta kıyılarını gökyüzünün
Eritir ışık ve rüzgar.”
(Georg Heym<1887-1912>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.07.09)
“Gerçekten başka hiçbir şey söyleyemeyecek kadar ödü kopan Colette de kocasına Hank’le yatmadığını
söylemiş, bu olaydan sonra da bütün bir gün boyunca ağlamıştı. Chester’in parmaklarıyla sımsıkı kavradığı
kollarındaki çürükler iki hafta iyileşmemişti. Bu da iyi olmuştu, çünkü kadınlar, erkeklerinin kadınlarının ne
yaptıklarını umursamalarından, çizgiyi geçerlerse ölesiye dayak yiyebileceklerini bilmekten hoşlanırlardı.”
(P. Highsmith, “Ocak Ayının İki Yüzü”, sa:116)
“HERKESİN BÜTÜN ÖĞÜTLERİNE
KARŞIN
----------Evet, deniyorum görüyorsunbenimle gurur duyabilirsin.
Tek başıma bu gülünç café’de,
sımsıkı tutturulmuş saçlarımla,
senin son mektubunu tutarak
bir kayalığın üzerine yüzüstü bırakılmış,
pişman bir yeniyetme gibi
elinde İncil’i,
çok şükür kızın getirmeyi anımsadığı,
deniyorum.”
(Selima Hill <d.1945>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.12.06)
“ ‘Fransa Cumhuriyeti.
‘Araba teslim alındı.’ Ve bastı imzayı: ‘GAVROCHE.’
Sonra da kağıdı hala horlayan köylünün kadife yeleğinin cebine bir güzel yerleştirdi. Ve iki eliyle
sımsıkı yapıştığı el arabasını şanlı bir zafer patırdısı içinde itip koşturarak Halles’e doğru gitti.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:543)
“SÜRÜKLENİYORUM RÜZGARDA
--------------------------------------------gökyüzünü boydan boya rahatça fırçalayan elini
kapatıyor sımsıkı
özgürüm, inanıyorum eski arkadaşımın beni
terk ettiğine
özgürüm, inanıyorum içimdeki dağların davrilmesine
izin verdiğine
özgürüm, acı güneş ve kan kokuyor
güzelliğim”
(Ingrid Jonker<1933-1965>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.12.06)
“Ömer ‘Hay gidi miskin!’ diye koştu, hayvanın tam başından sımsıkı tuttu. Sıktı. Sonra yerden çekerek
havada çevirdi, çevirdi. Kaz, iki misli uzayan boynunun ucuna asılı kocaman, iri yağlı vücuduyla fırıl fırıl
dönüyordu. Birden Ömer’in avucu açıldı, kaz yayından kurtulan bir ok gibi fırlayarak gitti, şadırvanın mermer
oluğuna hareketsiz cansız düştü.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Küs Ömer”, sa:93-4)
“Son bir gayretle adamın kollarından sıyrıldı ve kumbarayı göğsüne bastırarak Profesör Avenarius’a
doğru koştu. Avenarius kollarını açıp onu kucakladı. Kadın ona sımsıkı sokulmuş tir tir titriyor, hıçkıra hıçkıra
ağlıyordu.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:189)
“Çocuk kendini tutamıyordu, yüzü allak bullak olmuştu. İncecik bedeni sarsılarak ağlamaya başladı.
Senora Lucrecia oturduğu koltuktan sıçrayarak kalktı, yere, halının üzerine, çocuğun yanına oturdu. Çocuğu
kucakladı, saçlarını ve alnını öptü, mendiliyle gözyaşlarını sildi, burnunu temizledi. Fonchito da ona sımsıkı
sarıldı.”
(M.V. Llosa, “Don Rigoberto’nun Not Defterleri”, sa:94)
“SETH (Kızın bakışından korkuya düşerek onu kolundan sım sıkı yakalar.) - Oraya girme, Vinnie!
LAVINIA (Sert) - Korkma. Annemle Orin’in gittiği gibi gitmiyorum. Böylesi cezadan kurtulmak
olur. Beni cezalandıracak kimse kalmadı. Ben sonuncu Mannon’um, kendi kendimi cezalandırmak zorundayım.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:323)
“Saat sekiz buçukta, Pollyanna yatmaya gitti. Sineklikler daha gelmemişti ve kapalı, küçük oda sıcaktan
fırın gibi olmuştu. Pollyanna arzu dolu gözlerle, sımsıkı kapalı olan iki pencereye baktı, ama onları kaldırmadı.”
(E.H. Porter, “Pollyanna”, sa:73)
“Sen de öyle ol, sevgi: bugün aç gözlerini:
Tıkabasa doyur da sımsıkı kapat, ama
İyice görmek için, yarın aç gözlerini:
Sonsuz duygusuzlukla aşkın ruhuna kıyma.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:56, sa:153)
“Kemikler
-----------gözlerimi sıktım sımsıkı
dinlemiyor duymuyorum
annemi çıkartıyorlar
eski geceliğinin yenleriyle
bağlanmış olarak
babam soluksuz kalmış
son basamağa çökmüş
bir köşesini çekiştiriyor
şeffaf giysisinin
duraksıyor annem
minicik kız kardeşimin vücudu da
titreşimlerini kesiyor”
(Krasimir Simeonov<d.1967>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet Kitap, 12.06.08)
“... evet, şu erkeklerin kadınların hepsi de onu görünce ‘Mabel ne giymiş? Ne çirkin görünüyor! Ne
iğrenç bir elbise!’ diye düşünüyorlardı gözkapaklarını önce kırpıştırarak sonra sımsıkı kapayarak.”
(V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:53)
“KULÜBEDE BİR KUŞ
-----------------------------Delikanlı! titriyorsun. İhtiyar! sen de;
Korkuyla... İşte böyle avuçlamışsınızvahşi kuşu sımsıkı; elmas tutarcasına,
aranızda, burada, burada.”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman, Ali Çeviker; “Şiir Atlası” Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
“ ‘Çitteki yarıktan,’ dedi Susan, ‘onu öptüğünü gördüm. Saksıdan başımı kaldırdım, çitteki yarıktan
içeri baktım. Onu öptüğünü gördüm. Onları gördüm, Jinny’le Louis’i öpüşürken. Şimdi acımı mendilime
saracağım. Sımsıkı düğüm olacak. Ders başlamadan kayın ormanına gideceğim tek başıma.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:10)
“İyi tanınmış bir kadının bir toplulukta bacak bacak üstüne atması, elbise kenarının altından ayak
bilekleri görülebilir diye pek büyük bir saygısızlık sayılırdı. Hatta güneş, su ve hava gibi doğa ögelerinin çıplak
kadın derisine değmesine izin yoktu. Tepeden tırnağa ağır giysilerle sımsıkı olarak denize giren kadınlar,
güçlükle biraz yüzebilmek için eziyete katlanırlardı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:97)
“Her yeni düşünce, kalın bir kevgirden geçiyormuş gibi içindeki duyarlığa damlardı. Ancak yeni bir
şeye eninde sonunda sahip olunca, onu dirençle ve hırsla sımsıkı tutardı.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün-Leporella”, sa:67)
Sınamak : Denemek, imtihandan geçirmek
“Bir saat olmuştu. Graecen son günlerdir yakasını bırakmayan olayları unutalı; yok, yakasını
bırakmamak deyimi biraz abartılı kaçıyordu. O kadar keskin olmayan bir söz aradı. Masum yuvarlak yüzünü
buruşturarak gazetenin sütunlarına göz gezdirirken, zihninin bir köşesini korkuya dayanma gücünü sınamaya,
ölümü çağrıştıran mecazi sözcüklerle oynamaya ayırmıştı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:34)
“Bir gün övüneceğim sevdiğim için seni,
O güne dek görünmem sınarsın diye beni.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:26, sa:93)
Sınıflı Toplumlar Çağı - Hint - Avrupalılar : İnsan toplumlarının gelişiminin III. aşaması. Madenler çağı.
<Lütfen, Bl.:I : Eskitaş Çağı ve Bl.: II : Yenitaş Çağı’nı, bu bölümü okumadan evvel okursanız, bu son
bölüme daha hazırlıklı girmiş olusunuz. İ.E.> Daha önceki çağlarda, servet eşitsizliğinin sonucunda, hukuksal
eşitsizlik ırtaya çıkmıştı. Topluluğun özgür üyelerinin emeği, toplum zenginliklerinin başlıca kaynağı değildi
artık. Tarihin yeni bir çağı başlıyordu artyık.
“M a d e n l e r çağı, insanlık tarihinde, halkların en büyük yayılış hareketlenden birine tanık olmuştur
:H i n t A v r u p a l ı l a r ı n y a y ı l ı ş ı (Büyük Göç!) HİNT-AVRUPALILAR deyince: Latince, Sanskritçe
gibi, birbirine pek yakın dilleri konuşan halklar anlaşılıyor; bütün bu diller, tek bir dilden kopup gelmişlerdir.
Fransız bilginlerinden Goerges Dumeril’in önayak olduğu son bir kuram,inançlarına ve esfanelerine bakıp,
Hint-Avrupalıların kendine özgü bir sosyal örgütlenişe sahip olduklarını öne sürer. Bu kurama göre, bütün HintAvrupa halkların kurumları, özellikle ‘ü ç l ü b i r s o s y a l s ı n ı f ayrılığı’temeli üzerine kuruludur. Bu üç
sosyal sınıf şudur: Rahipler, savaşçılar, tarımcı-hayvan yetiştiriciler.
Hint-Avrupalılarka ilgili bir gerçek de şu: Bu halkların yazıları yoktu; gelenekleri bütünüyle s ö z l ü
idi. Bu toplumun, bir merkezden başlayarak, dört bir yana dağıldıkları bir gerçek. Önceleri bu merkezin O r t a a
S Y A (Pamir, Türkistan) olduğu sanılıyordu; bugün ise, merkezin, Elbe ile Vistül arasındaki Kuzey Almanya
ovalarıyla, Tuna-Ural arasındaki Rus bozkırları üzerinde durulmakta. Gerçekten, İsa’dan önce II.bin yıl
süresince, birbiri arkasından süzen halk dalgaları, Sibirya’dan İrlanda’ya değin çok geniş bir alana yayıldılar:
Aryen’ler Hindistan’a, Med’lerle Pers’ler İrana, Hitit’ler Anadolu’ya, Hellen’ler Yunanistan’a, İtaliot’lar
İtalya’ya gittiler. Bu göçlerden sonuncusu, Latinler’in göçüdür. Gün gelip, bütün Akdeniz dünyasını
birleştirecek Roma uygarlaığını işte bu Latinler kurmuşlardı. Ancak onlardan da önce, Kelt’lerin, tüm Batı
Avrupa için bir ortak uygarlık yaratmalarına ramak kaldığı da bir gerçek.
T a r i h Bilimi : İnsanlık tarihi, tarihçilerce, ilk yazılı belgelerden önceki ve sonraki dönemler
olarak: “tarih öncesi” ve “tarih sonrası” diye ikiye ayrılır. By ayrımda ölçüt,yazının, giderek yazılı belgelerin
ortaya çıkışıdır. Yoksa insanlık, doğduğu günden beri tarihin konusu. B i l i m, ‘nesnel’i arar. Toplumların,
giderek insanlığın oluşumuna bir ‘gelişim süreci’ olarak bakmak, olayların akışını doğrudan doğruya kişilere
bağlamadan, toplumdan, giderek birbirinden soyutlamadan bu sürecin içinde değerlendirmek, yani bilim olarak
tarih pek yeni olup, XIX: y.y.’ın ürünüdür.
T a r i h düşüncesinin ilk belirtilerine, A r i s t o t e l e s’te rastlıyoruz. Ancak Aristoteles’in tarih
anlayışı, tarihin felsefe düzayine gelmiş bir edebiyattan yola çıkılarak öğrenilebileceği görüşüyle sınırlıydı. Bu
anlamda t a r i h, olayların bir araya hetirilmesinden başka bir şey değildi. Bu anlayış XVIII. y.y.’ın ortalarına
değin sürmüştür.
H ı r i s t i y a n l ı ğ ı n ‘tarih’ anlayışının merkezinde ‘Tanrı’ vardı. İnsan, ne denli uğraşırsa
uğraşsın, tarih, daha önceden Tanrı’nın belirlediği bir çizgi üzerinde sürüp gidecektir. Bu çizgi üstünde ortaya
çıkacak olaylar, i l k g ü n a h’tan, yani Adem ile Havva’nın Tanrı’ya karşı işledikleri günahtan, Kıyamet
Günü’ne değin önceden planlanmıştır.
R ö n e s a n s’ın tarih anlayışı, ‘insan’ı merkez edinmesiyle Hıristiyanlığın tarih görüşünden
ayrılıyordu. Ne var ki, İlkçağ’ı örnek alarak ileriye sürülen ‘y e n i d e n d o ğ u ş’ düşüncesi, tarih anlayışına
bir ilerleme, bir gelişme ufku kazandırmaya yetmedi. İnsanlık, bu ufku görebilmek için, Avrupa’da, XVIII.
yüzyılın ortalarına, burjuvazi iktidara adaylığını koyacak güce erişinceye kadar beklemek zorundaydı.”
B u r j u v a ideolojisinin sınırları içinde, tarihin ‘bitmiş’ bir olaylar yığını olmayıp, bir s ü r e ç l e r
b ü t ü n ü olduğu, yalnız akla uygun gelişmelerin değil, irrasyonel gelişmelerin de, adına “tarih” denen çelişkili
ilerleme içinde düşünülmesi gerektiği anlayışı, doruk noktasına H e g e l’de ulaşmıştır. Gerçekten Hegel, tarih
içinde faal olan insanın yönelişlerinin tarihsel gelişme sürecini belirleyen tek neden olmadığını ortaya
çıkarmıştır. Onunla, tarihsel gelişme sürecinin bağımlı olduğu ‘n e s n e l y a s a l l ı k’ gündeme gelir. Ancak
Hegel, insanın yönelişlerinin d başka nedenlere bağlı olduğunu açıklamaya kalkarken bunun, o inanın yaşadığı
‘maddi nesnel gerçeklik’ olduğunu göremeyip, söz konusu nedenleri, insanın ‘manevi’ faaliyet alanından :
(‘Geist’-Alm.) <süperior bir ruh> tarihe sokmak istemiştir. Zamanla, d i y a l e k t i k m a t e r y a l i z m’in
sahneye girmesiyle, tarih, yalnız tarih felsefesi temeller, üzerine oturmakla kalmaz, kanunları olan bir b i l i m
niteliğini kazanır.
Tarihsel Materyalizm:
Toplumda, ü r e t i m ilişkilerinin, son iki yüz yılda, kendine özgü değişimlerinden ötürü, s ı n ı f s ı z
b i r t o p l u m a d o ğ r u b i r g i d i ş olduğu tarihi bir gerçektir. Özetle, başlangıçtan şimdiye dek, toplumda,
beş t o p l u m t i p i’nin ortaya çıktığı ve yaşandığı görülür: ‘İlkel toplum’, ‘Köleci toplum’, ‘Feodal toplumn’,
‘Kapitalist toplum’, ve ‘Sosyalist’ toplum.
Tarihin, ‘ilkel toplum’ aşaması, zorunlu olarak sınıfsızdı; bugünkü kapitalizm’in iç çekşmeleri ise
sosyalizm’e, yani yeniden sınıfsız bir topluma doğru gidişi zorunlu kılmaktadır. Gerçekten, bugün üretim, işçi
sınıfının, büyük kitlelerin eseri olduğu, yani sosyalleştiği halde, aslan payını burjuvazi almaktadır. Burjuvazi,
üretim araçlarının mülkiyetine sahip olduğu için, salt bu gerekçeyle, işçi sınıfını ‘artı-değer’ yoluyla
sömürmektedir. Üretici güçlerle üretim ilişkileri arasında çelişme vardır; giderek, burjuvazi ile işçi sınıfı aynı
üretim ilişkisi içinde birbirlerine karşıt durumundadır. Bu karşıtlık, bir yerde kutuplaşmıştır da. Ancak,
kapitalizmin gelişmesi içinde, Sanayi Devrimi ile ortaya çıkan burjuvazi-işçi sınıf çatışması, i n s a n l ı k t a r ih i n i n s o n ç a t ı ş m a s ı d ı r. Ve işçi sınıfının burjuvazi’yi devirip, toplumu s ı n ı f s ı z hale
getirmesiyle, yalnız burjuvazi-işçi çatışması değil, bütün yazılı tarihi kaplamış olan sınıf çatışmaları dönemi de
sona erecektir. Bu gelişme kaçınılmazdır.”
(Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I, ‘İlkçağ’, sa:30-39)
Sınıfta kalmak : Akademik yönden başarısız olup okulda bir üst sınıfa yükselememek, yılı tekrarlamak
“Ben, yedi yaşımda birinci sınıfa başlarken, talihime bir zalimin eline düştüm; hiç yoktan beni döverdi.
Sonuç: Sınıfın yarısı okuldan kaçardı. Bataklıklara gider, ya da kışın kayak kayardık. Tabii sınıfta kaldım, ertesi
yıl ilkinden de zıvanasız bir adamın eline düştüm. Bu adam, kulaklarımnızı koparır, cetvel tahtasıyla ellerimizi
kırar, burnumuzdan kan getiresiye tokatlardı.”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:10)
Sıpa : Eşeğin yavrusu; Çocuklara hitaben bazan şaka yollu bazan da aşağılayıcı bir sözcük olarak kullanılır
“Anladığıma göre, yaşlılık ve zayıflıktan gözleri sulanmış olan, benim ve anamın sahibi Memiş Ağa’yı
kutluyorlardı. Bana ‘sıpa’, anama da ‘eşek’ diyorlardı. İhtiyarcağıza:
‘Çok zarplı bir hayvan olacak. Kıbrıs cinsi olduğu daha şimcikten besbelli,’ diyorlardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Atılmış Bir Çiçek”, sa:87)
Sır : (HIRİST. MYTH.) : Gizem; Tarihsel ve sosyal nedenlerle gerek bazı dinlerin başlangıcı ve gelişimi
süresince (Hıristiyanlık vs. Hz.İsa ve Hz.Meryem) ve gerekse bazı gizli tarikat ya da toplumların (XII. y.y.’da
Kudüs’te gelişmeye başlayan Tapınakçılar, Tapınak Şövalyeleri, Farmason’lar) belki ebediyete kadar
saklamaya gayret etikleri, ortaya çıkmadığı sürece ‘sır’ olarak nitelendirilen gerçek bilgiler.
“ ‘Aklım çok karıştı şimdi’ diye itiraf ettim. ‘Bu kadar tesadüf çok değil mi? Babaannem de kimliğini
gizlemiş, anneannem de. Bir ailede bu kadar sır. İnsanın inanası gelmiyor.’
‘Aslında bütün mesele de bu. Türkiye’de her ailenin böyle sırları var. Bir ülke nüfusunun yarısından
fazlasını kaybeder de ailelere bundan pay düşmez mi? Aile üyelerinin bile çoğu kendi sırlarını bilmiyorlar.
İmparatorluk yıkılınca kimi Balkanlar’dan, kimi Kafkasya’dan, kimi Ortadoğu’dan gelmiş. Hepsi kılıç artığı...”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:151-2)
Sıradan; Sıradanlaşmak; Sıradanlık : Alelade, herkes gibi
Bk.: Sürüdenlik
“Biri çok sarışın, narin bir adamdı. Öteki uzun boylu, esmer ve sıska... Bir tanesi kısa boylu, kalın
enseli ve zaman zaman birdenbire kızacağı yerde sararan bir şişman. Dördüncüsü ise her gün tesadüf edilen
hamallar gibi sıradan.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:12)
“... benden bir başka ben yaratan, onun her şeyi, babası, oğlu, kardeşi, kocası, sevgilisi olduğum, onu
her şeyim yaptığım, varlığıyla her şeyin tadını, kokusunu, görüntüsünü değiştiren, sıradan birçok davranışı
olağanüstü maceralara dönüştürüp olağanüstü maceraları olağanlaştıran kadınlar.”
(A. Altan, “İçimizde Bir yer”, sa:7)
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
I
-----------------------perdede ve üzerinde ‘Fabrika’, ‘Berber’, ‘Polis’
tabelaları olan
eğri büğrü sokaklarda açlığın üstesinden gelip şiddete
karşı çıkarak
sokağa düşmüş sıradan bir insanın kulağına bir giz
fısıldarcasına
sevgiyi ölümsüzleştiren ve böylece soytarılığı ve
yaşamayı sürdüren serseriler dahil dünyanın öbür halklarına benzediğini söylemeye gelen
biri”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“PARÇALAR
Sürtüşme bir başlamasın
Adamdan sayılır sıradan olan”
(Anonim, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:174)
“O ilk saniyelerde başka neler gördüm? Beyaz bir ten, (o devirde çoğu erkeklerinkinden daha kısa
kesilmiş) dağınık, kızılımsı saçlar, hiçbir çarpıcı özelliği olmayan ablak bir surat (kalabalığın içinde fark
edilmeyecek, göze çarpmayacak sıradan bir yüz), bakışlarını kaçırmayan kahverengi gözler, hiçbir şeyden
korkusu yokmuş gibi görünen birinin keskin gözleri.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:10-11)
“Tanrı değil onbaşı, sıradan bir adam. Bütün gün bir odada oturup yazıyor ve yazdıklarının hepsi
gerçekleşiyor. İstihbarat raporları adamın suçluluk duyduğunu, ama yazmaktan kendini alamadığını belirtiyor.
Herifin kendi kafasını uçuracak kadar aklı olsa, bu konuşmayı yapıyor olmazdık.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:16)
“O günlerde kendi yeteneklerim konusunda kuşkularım vardı, ben kendimi Fanshawe’un dediği kadar
beğenmiyordum. Bana sorarsanız onlar, para için yazılmış sıradan şeylerdi.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:15)
“ ‘..... dürüstçe bir anlaşma değil mi? Sen bana şans tanıdın, şimdi ben senin iyiliğine karşılık verecek
durumdayım. Bu dünyada sadakatin bir değeri olmalı, şansımı sağlayanın kim olduğunu unutacak değilim.
Benim düşündüğüm yer, sıradan insanların gideceği hava cıva bir yer olmayacak. Ben, süslü püslü Altın
Sahilinden söz ediyorum.’ ”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:213)
“Sanatçı doğasının ne olduğunu şimdi tam olarak sezmişti: Elindeki gücü çoğu kez yersiz kullanan,
soğukkanlı, sıradan insanları, taşlı dikenli binlerce yoldan sürükleyen çılgın bir doğa...”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:31)
“Onu her gördüğümde, ikimiz için hazırlanmış bu büyülü gerçekliğin kırılmasından,
sıradanlaşmasından, hemen günlük hayata dönüvermesinden korkardım. Bence o herşeyi anlıyordu. Ama çoğu
zaman komiklik yaparak, çocuksu bir alayla gülerek, hikayeler anlatarak, bir anda beni elimden tutup gerçeğe
döndürecek şeyler söyleyerek kuşkuda bırakırdı.”
(K. Başar, “Başucumda Müzik”, sa:316-7)
“ ‘-Sizin yüzünüz sıradan bir yüz sayılmaz,’ diye sürdürdü konuşmasını. ‘Biçimi, tümüyle, şey değil...
tam karşılığını bulamıyorum.’
Bu arada kendi yüzü de tatlılaşmıştı; esprili ve sevimli sözler yüzünü aydınlatıyordu.”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:46)
“AĞAÇTAKİ KUŞ
Ağaçtaki kuş en önemlisi
Kuşun konduğu ağaç, en önemlisi
Ağaç ile kuş en önemlisi
Ve benim onları görüyor olmam
-----------------------Simge-ötesi genellik: edimsel olan Sayımdaki yanlışlığın benzersizliği
Tümcenin genelliğindeki besleyicilik
Sıradan gerçeklerin eşsizliği”
(Jörgen Gustava Brandt<d.1929>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
14.08.03)
“Gül Haçlılar öğretisine göre, tarikat ‘eskilerin ezoterik gerçekleri üzerine kurulmuştur.’ Manevi
dünyaya ışık tutan bu gerçeklerin, ‘sıradan insanlardan saklı tutulması’ gerekiyordu. Yıllar içinde kardeşliğin
sembolü süslü bir haçın üstündeki gonca güle dönüşmüş olsa da, ilk başta sade bir haçın üstündeki noktalı bir
çemberdi, yani en basit haç betimlemesinin üstündeki en basit gül betimlemesiydi.”
(Dan Brown, “Kayıp Sembol”, sa:340)
“Beti benzi atan Langdon başını sallayarak kendini şanslı saydı. Her şey dikkate alınacak olursa, uçuş
son derece sıradandı. Kalkış sırasında kemiklerini sızlatan ivmeleme dışında uçağın hareketleri sıradandı.....
ama uçağın akıllara durgunluk veren bir süratle, satte 17,000 kilometre hızla gittiğini gösterecek hiçbir farklılık
olmamıştı.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:32)
“Silas keçeyi o gün, gerekli görülen iki saatten daha fazla taktığı halde, sıradan bir gün olmadığını
biliyordu. Tokayı kavrayarak bir diş geri çekince, etine daha fazla batan kancalar yüzünden irkildi.... ‘Acı iyidir,’
diye fısıldadı Silas.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:22)
“... gerekli evrakları imzaladım ve duruşma için gün aldım. bir kez daha kısa etek ve topuklular ortaya
çıkıverdi. ancak bu kez sıradan ve sade hatunu oynamadı. entelektüel kadını oynadı. kendini çok parlak bir
şekilde savundu. beni, karısını başından savmak isteyen bir koca gibi gösterdi.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:158)
“Servitude et Grandeur militaires <Fr. Kölelik ve Askeri büyüklük, şan>. Olgunluk çağında yeniden
okunması gereken olağanüsütü kitap. ‘Turenne öldürülünce, Montecucilli, sıradan bir oyuncu karşısında
savaşmaya tenezzül etmeyip çekilecek.’ ”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:172)
“Nesnelerin ve insanların yönetimi çok şey öğretmişti ona, ama, öncelikle, az şey bildiğimizi öğretmişti.
Oysa bilgisi uçsuz bucaksızdı ve J. C. ona sınırsız bir hayranlık duyardı, çünkü, üstün insanların öylesine sıradan
oldukları bir zamanda, Malan, insanın kişisel bir düşüncesi olabildiği ölçüde, kişisel düşüncesi olan tek insandı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:36)
“Eğer, kadın, çocuk ya da sıradan insanların kaldığı yerlerin çevresindekilerden başka oda yoksa, bunu
kendisine hemen bildirmelerini rica ediyordu, çünkü bu durumda, verilen odayı kabul etmemek zorunda
kalacaktı. ‘Sıradan insanlar’ sözcükleri karşısında tüm otel kapıcılarının yelkenleri suya inerdi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:207)
“Felice, sıradan bir şeyden söz edercesine, bir şeye bakarken ya da bir yazı okurken, İbranice öğrenmiş
olduğunu söyler. Kafka buna şaşırır, ama bu konudan sıradanlığı bu denli abartılarak söz edilmesinden
hoşlanmamıştır; bu yüzden daha sonra Felice Tel Aviv sözlüğünü çeviremediğinde, içinden sevinir.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:178)
“Benim şimdi gördüğüm, aşırı uçların daha bütünleşmiş bir hale gelmekte olduğudur. Kutsalların en
kutsalları sıradan insanlar haline gelmektedir.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:26)
“ ‘Sıradanlık, dehanın en büyük düşmanıdır,’ demiş Oscar Wilde. Sıradanlık bu düşmanlıkla yetinse,
yine iyi. Çünkü sıradanlık, aslında her türlü özgürlüğün ve tüm bireysel ahlak geliştirme girişimlerinin de
düşmanıdır.”
(A. Cemal, “Bizi Yaşatanlar ve Öldürenler”, sa:84)
“Bu, belki de hiçbir şeyi kendini tehlikeye atacak ölçüde göze almaktan yana olmayan sıradanlığın, az
sayıdaki yüreklilerden her zaman aldığı bir intikamdır.”
(A. Cemal, “Okuyan Gençliğe Mektuplar”, sa:13)
“Örneğin günlük yaşamın sıradanlığından kaçmanın yollarından biri sayılan sanat, bu kaçışın
gerçekleştirdiği her noktada kaçılan sıradanlığı daha da pekiştirmekten, daha da değişmez ve değiştirilemez bir
gerçek kılmaktan başka bir sonuç doğurmaz.”
(A. Cemal, “Sanat Üzerine Denemeler”, sa:34)
“Genç kuşakların nehir-romanların sonsuzluğu yerine günlerin boğucu, kimi zaman da kirleten
sıradanlığı ve maddenin kalıcılıktan yoksunluğuyla örtülü atmosferlerde yetiştiren, onlara bugüne kadar böyle
olagelmiş hiçbir şeyin bundan sonra da öyle olması gerekmediği inancını aşılayamayan toplumlar, hiçbir yarına
umut bağlayamazlar.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:82-3)
“Okumuş olduğunuz bu hikayeye benzer şeyleri sevenler bu kitabın yazarı Seyyid Hamid Badincani’ye
kesinlikle büyük bir teşekkür borçludur; yemin ediyorum ki böyledir bu. Gördüğünüz gibi, en önemsiz noktayı,
en sıradan görünen ayrıntıyı bile es geçmiyor, her şeyin üzerinde özenle duruyor.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:643)
“Ne var ki, bir gün geliyor, ‘Yeter!’ diyor.
‘Yeter! Benim için seyahat etmek sıradanlaştı artık.’
‘Hayır, yetmez, hiçbir zaman yetmeyecek,’ diye diretti J. ‘Doğduğumuz andan ölene kadar hayatımız
sürekli bir yolculuktur. Manzara değişir, insanlar değişir, ihtiyaçlar değişir, ama tren hep ileri gider. Hayat bir
trendir, tren istasyonu değil. Seninkine yolculuk değil, ülke değiştirmek denir, ki o da bambaşka bir şeydir.”
(P. Coelho, “Elif”, sa:22-3)
“ ‘Eğer geri çevirseydin, kılıç sana geri verilecekti çünkü yüreğinin temiz olduğunu göstermiş olacaktın.
Ama korktuğum başıma geldi, en can alıcı anda sendeleyip düştün. Hırsın yüzünden artık kılıcını yeniden
aramak zorundasın. Gururun yüzünden onu sıradan insanların arasında araman gerekecek. Mucizelerin büyüsüne
kapıldığın için, sana cömertçe verilmek üzere olan şeyi yeniden ele geçirmek amacıyla uğraş vermen gerekecek.’
”
(P. Coelho, “Hac”, sa:19)
“ ‘Araştırmacılar, Karındeşen Jack’ın da Zodyak Katili’nin de bazı bölgelerdeki ahlakı ve namusu
korumaya çalışan insanlar olduğuna inanıyorlar. Yani, bir misyonları vardı, diyebiliriz. Onlara Boston Canavarı
ya da Toulouse Çocuk Katili gibi korkunç adlar takan basın ne derse desin, bu insanlar hafta sonları
komşularıyla bir araya gelen, hayatlarını kazanmak için çok çalışan sıradan kişilerdi. Cinayet işledikleri için
ellerine bol para da geçmedi.’ ”
(P. Coelho, “Kazanan Yalnızdır”, sa:260)
“ ‘Şu önündeki rakıyı görüyor musun,’ diye devam etti ressam. ‘Böyle işte, sadece bir rakı
görüyorsun..... (Bense) alkolle tanışmadan önce bitkinin sahip olduğu kokuyu ve rengi görüyorum. Günün
birinde bu sahneyi çizmem gerekse, bütün bunları resmederdim - ne var ki, sen tabloyu gördüğünde, onu bir
bardak dolusu sıradan bir rakı sanırdın.’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:102)
“ ‘... hani kendini olağanüstü güzellikte bir konakta bulursun, orada nefis yemekler yersin, ama bu
öylesine bir şölendir, konak bir başkasınındır, yiyecekler bir başkası tarafından satın alınmıştır; en sonunda
ışıklar söndürülecek, konağın sahipleri yatıp uyuyacaklar, uşaklar odalarına dönecekler, sen de kendini yeniden
sokakta bulacak, bir taksi ya da otobüse atlayıp gündelik hayatının sıradanlığına geri döneceksindir...’ ”
(P. Coelho, “Portbello Cadısı”, sa:18)
“Bu dünya ihanetler, boşanmalar, cinayetler, suikast girişimleri ile öylesine doluydu ki bir ay sonra
konu sıradan halk tarafından unutulmuştu.” ..... “Arabaya bindik ve bir süre İpek Yolu’nu izledik. Bunun ne
olduğunu bilip bilmediğimi sordular ve ben de bir önceki gece bir İpek Yolu hacısı gördüğümü anlattım ve onlar
da bu tür yolculukların giderek daha da sıradanlaştığını ve bir süre sonra ülkenin turizm endüstrisine çok katkısı
olacağını söylediler.’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:64-5;290)
“Sersemlemiş ilgim kabaklarda, ıslak kabuklarındaki parıltılarla odaklı kalmayı sürdürüyor. Sanki kendi
iradesi varmışçasına kıpırdamıyor. Böylece yapmaya çalıştığım şeyle yüzleşmeye başlıyorum: Kızı silmek.
Yüzünü çizmek için elime bir kalem alsam nereden başlayamayacağımı bilemeyeceğimi fark ediyorum. Yüz
hatları gerçekten o kadar sıradan mı?”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:63)
“Uyuyakalıyor. Uyandığında hava kararmış, ortalık sessiz. Bir kibrit çakıyor, zihnini toplamaya
çalışıyor. Vakit gece yarısını geçmiş. Nerelerdeydi? Örtünün altına girip bölük pörçük bir uykuya dalıyor. Sabah,
pis kokarak, saçı başı darmadağın banyoya giderken Anna Sergeyevna’yla karşılaşıyor. Başında örtüsü,
ayaklarında kocaman botlarıyla sıradan bir pazarcı kadın gibi.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:26)
“İngiltere tahtında koca çeneli bir Kral ile sıradan yüzlü bir Kraliçe vardı. Fransa tahtında ise geniş
çeneli bir Kral ile güzel yüzlü bir Kraliçe oturuyordu. Her iki ülkenin soylu ve sorumlu beyleri her şeyin yolunda
olduğundan, sonsuza dek de öyle kalacağından en ufak bir kuşku duymamaktadırlar.”
(Ch. Dickens, “İki Şehrin Hikayesi”, sa:5)
“-... Sıradan bir meyhanede karşılaştık. Sarhoş, sefil, asalak herifin biri, daha önce bir yerde çalışmış
ama sarhoşluğu yüzünden işinden çıkarmışlar. Dedik ya, hayırsızın biri! Üst baş hak getire.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:76)
“Bir süre hiçbir değişiklik olmadı. Sonra can çekişen adamın kıllı boğazından tek bir kocaman sözcük
fırladı: Clea’nın adı...... Öylesine çıplak bir ad, onun adı, ‘Tanrı’ ya da ‘Anne’ kadar sıradan -ama gene de
gövdesinin, soluğunun için için eridiğinin bilincinde olan, can çekişen bir fatihin, yitik bir kralın dudaklarından
dökülmüş gibiydi.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:342,3)
“Zihnini meşgul eden bu konuya biraz ara vermeyi, o başka şeylere ilgi gösterirken konunun bilinç
altında pişmesini, kısa bir süre için de olsa, günlük işlerden mutlu olan sıradan bir adam gibi yaşamak
istiyordu.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:56)
“FINDIK AĞAÇLARI
Kuru yapraklar
altında fındık ağaçlarının.
çıplak dallar, coşkun.
Kuru bir rüzgar.
ve çıplak bir güneş
sıradan bir günde
kışın içine inmiş.
ses yok.
(G.F. Dutton <d.1924>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.01.10)
“ ‘Onlar artık Latinlerin elinde iki rehineydi, IV. Aleksios onların maskarası olmuştu: bir keresinde,
sıradan bir asker gibi onlarla birlikte eğlenirken, altın yaldızlı miğferini çıkarıp kendi kafalarına taktılar. Hiçbir
basileus asla bu kadar küçük düşürülmemişti.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:488)
“... evlerde ya da sıradan küçük büfelerde bulabileceğiniz türde Amerikan tipi bir süzgeçli kapta
hazırlanan ve domuz pastırmalı yumurtayla birlikte sunulan nefis bir kahve de, böylece mis gibi kokar; saf
kaynak suyu gibi iner midenize, ama arkasından da bir çarpıntı tutar sizi, çünkü bir fincan kahvede dört fincan
espressodakinden daha fazla kafein bulunur.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:45)
“Risorgimento’nun bir diğer büyük düşmanı Silvio Pellico idi. Pellico’nun bir Avusturya
hapishanesindeki hapsi sırasında yazdığı anılarını okumuş en sıradan okur bile, bu kitabın İtalya’nın birleşmesi
için bir çarpışmadan daha fazla şeye mal olduğu gibi açık bir izlenim edinir.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:73)
“Pipom için işçilerin pis karışımından başka bir şeyimin olmadığı bir gecenin anısı bile beni ürpertirdi.
Yol arkadaşlarımla asla konuşmazdım. Burra-sahipler, sıradan Oxford mezunlarına, kendini dedektif öykülerine
vermiş, birinci sınıfta yolculuk etmeyi öğrenmiş, fakat bir ceketi giymesini veya kürdan kullanmasını bilmeyen
zengin, genç Hintlilere bayılmıyordum.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:11-2)
“Sesi şimdi daha kalındı; kayıtsızca, sıradan bir tonda konuşmaya çalışıyordu.
‘Mümkün değil,’ dedi. ‘Sözümü tutmam gerek. Bütün tehlikelere rağmen, sözümü tutmalıyım... Gece
boyunca gözümü bile kırpmayacağım...’ ”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:108)
“Dahi, yaratıcı sanatkarın, biz sıradan insanlardan farkını bilimsel olarak bilemiyoruz. Düşünür ve
yazarlar, ‘deha’nın ve ‘delilik’in, iki ucu arka arkaya doğru döndüğünde birleşecek bir daire halkası gibi
birbirlerine çok yakın olduğunu söyler ve yazarlar.”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:11)
“Kılığında hem bayağı, hem özentili şeyleri karmakarışık bir halde birleşmişti. Eskiden beri sıradan bir
insan, böyle giyinmiş birini görünce acayip bir yaşam sürdürdüğünü, karmakarışık bir yaşam sürdürdüğünü,
karmakarışık duyguları olduğunu, sanata kul köle olduğunu, toplumun göreneklerini az çok küçümsediğini sanır.
Bu hal ya hoşuna gider ya da çileden çıkarır.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:152)
“Doğu Berlin’de genellikle sinemalar tenha olur. Fakat o gün o seansa liseli olduklarını tahmin ettiğim
kızlı erkekli büyük bir genç kalabalığı gürültüyle doluşmuştu. Hallerinden filme gönüllü olarak gelmiş olmaktan
çok öğretmenlerinin verdiği bir ev ödevini yerine getirmiş olmak için geldikleri belliydi; yer yer sessizliği bozan
kıkırdaşmaları kesilmiyordu..... Film başlayalı epey bir zaman geçmişti. Ben, ‘Eyvah Almanların içinde kaldık
işte, onlar zaten ne anlar böyle filmlerden’ diye hain hain hayıflanmaya başlamıştım ki film birden kesildi,
salonda ışıklar yandı. Görevi gereği orada olmadıklarından emin olduğum genç iki Kızıl Ordu subayı ön
sıralardan ayağa kalkarak Alman gençlerine ‘Anlayamadıkları şeylerle alay etmemeleri gerektiğini, eğer
sıkılıyorlarsa sessizce salondan çıkabileceklerini’ söylediler. Bir an susuldu ve o susku filmin sonuna dek sürdü.
Belki kötü bir genelleme olacak ama iki Almanya’da da gençler bana biraz fazla dışsal, sıradan yaşıyorlarmış
gibi geldi.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:36-7)
“ ‘Yaşantımın bana verdiği heyecan, işte söylemek istediğim bu: Sıkıntı, hiçlik, tekdüzelik. Batak’ı ben
yazdığım için, bana göre hava hoş, ne var ki Tityre’in duyguları öyle değil; inanın bana Angele, bizim
görüşlerimiz çok daha sıkı ve sıradan.’ ”
(A. Gide, “Batak”, sa:27)
“Ona uzun bir cevap yazdım. Mektubumun hatırlayabildiğim, hangi duygular içersinde olduğumu
gösteren tek parçasını alıyorum:
‘Bana öyle geliyor ki, içimde en yüksek şey aşkımdır ve diğer bütün duygularım ona bağlıdır. Beni
benliğimin üzerine çıkaran odur. Onsuz ne denli sıradanlaşacağımı biliyorum. Sana ulaşan en dik yamaç bile
gözümde rahatlıkla yürünebilecek düz ve geniş bir yoldan üstündür.’ ”
(A. Gide, “Dar Kapı”, sa:88-9)
“Bütün davranışlarından sezilen bu soyluluğu, öyle sanıyorum ki, yalnızca kendi iradesine borçlu;
çünkü bana ailesinin oldukça sıradan olduğunu anlatmaya çalışmıştı. Ailesinden dolayı yüzünün kızarmadığını
söylüyordu.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:18)
“Anne sağına soluna bakınıyordu. ‘Burası – burası Deborah’nın geldiği oda mı?’
‘Evet.’
Özenle çekidüzen verilmiş dış görünüşte bir rahatlama görüldü. ‘Hoş bir oda. Hiç - demir parmaklık
yok.’ Esther bu sözleri söylerken, rahat ve sıradan bir şey söylüyormuş gibi görünmek için kendini öyle
zorlamıştı ki, doktor irkilir gibi oldu.
‘Şu anda bunun pek önemi yok. Deborah’nın bana odayı olduğu gibi görecek kadar güvenip
güvenmediğini bilmiyorum.”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:36-7)
“SANA O DERİN DENİZDEN
SÖZ EDECEĞİM
---------------------Sana göklerin uzaklığını anlatacağım
beyaz bir bulutun havada soytarılık ettiği,
sıradan ahlak kurallarını unuttuğum,
senin için çıldırdığım, mucize eseri soluduğum.
Sana o uzak yıldızdan söz edeceğim,
o beyaz yıldızdan. Tek başıma. Zalim.”
(Nigar Hasanzade<d.1975>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.05.03)
“Tabii komünizm korkusu o yıl başlamıştı, gelgelelim o günlerde Rusya ile dostluk kuran yeni Çin’in
daha sağlam dayanakları vardı ve kadın-erkek bir sürü sıradan, namuslu yurttaş, o güne kadar sürdürdükleri
çalkantısız yaşamın bir günde alabora edilebileceğinden doğal olarak korkuyorlardı.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:38)
“-Buna olsa olsa incelik ve nezaketimiz, soydan gelme kültürümüz engel olur, dedi. Pittsburg’lu
milyonerler gurursuz, büyüklenmeleri olmayan, sıradan, eli açık insanlardır. Tavir ve davranışlarında kaba ve
nezaketsizdirler. Gürültücü, patırdıcı oldukları gibi yontulmamışlardır. Kaba saba davranışlarının arkasında bir
hayli nezaketsizlik ve saygısızlık gizlidir.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:96)
“Ne soğuk, ne sıcak, artı eksilerle normal, sıradan bir günün kotarılması konusunda ne çok çaba
harcarsam harcayayım, benim için tatsız bir itirafta bulunmaktan yine de esirgeyemeyeceğim kendimi; çünkü her
gün, hele kaplıcada bir kür günü ne yazık ki bir sabahla başlar.”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk”, sa:29)
“Kodamanlarla sıradan insanlar, cinfikirlilerle bön kişiler hısım ve akrabalık ilişkileriyle birbirlerine
bağlı olup arap saçı gibi çözülmez bir bütün oluşturuyor, aşırılığa vardırılan kasılmalar, büyüklenmelerle
dünyayı umursamayan uçarılıklar ve zirzopluklar çokluk aynı çatı altında boy gösteriyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:9)
“Siddhartha’nın sıradan bir Brahmin, tembel bir kurban görevlisi, büyülü sözler satan açgözlü bir tacir,
kendini beğenmiş, boş bir konuşmacı, kötü yürekli, içten pazarlıklı bir keşiş ya da kocaman bir sürü içinde aptal,
iyi bir koyun olmayacağını biliyordu.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:32)
“Uyuyor. Yazgısı ona neler etti neler
Yaşıyordu. Meleği gidince o da gitti.
Herkes gibi onu da buldu bu sıradan şey
Günün tükenip akşamın inişi gibi.”
(V. Hugo<1802-1885>, “Sefiller”, Cilt:V, sa:445)
“Annem korkunç bir cadolozdu… kendini ne yahudi, ne de hıristiyan duyumsardı, yalnızca aşklarıyla
yaşardı. Bu yüzden ailesi onu reddetmiş; onların sıradan insanlar olduğunu söylerdi.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:103)
“Taraçadaki bir masada çok güzel bir Yunan yemeğini yerken, genç yolcu Adrian, oldukça haklı olarak
kendi kendine şunu soruyordu: ‘Sıradan bir restoran eşsiz bir anıtın ardından kendine nasıl bir şeref payı
çıkarabilir? Oysa örneğin, ‘Nefis Biftek Lokantası’ gibi bir levha taşısaydı, yolcu burada iyi şeyler bulacağını
anlardı.’ ”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı”, sa:11)
“Bir keresinde içimizden biri, Josephine’e sıradan halk ağzıyla çalınan ıslığı -bu doğal olarak sık sık
gerçekleşirdi- gösterdiği sırada ben de yanlarındaydım, aslında son derece gösterişsizdi. Fakat Josephine için bu
bile çok fazlaydı. Onunki kadar küstah ve kibirli bir gülümseme hayatımda hiç görmemiştim.”
(F. Kafka, “açlık sanatçısı”, sa:40)
“Bugün sıradan bir askere verilen görev, o zamanlar benimdi, yani mahkeme başkanının ve bu görev
bana büyük bir onur verirdi. Sonra, infaz başlardı.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:49)
“Şimdi bulunduğu yerde, bu kadar sıradan bir soruya ne karşılık vereceğini bilememişti ve sanki ona
yardım etmekle yükümlüymüşler, sanki bu yardım gelmediği takdirde kimsenin ondan bir karşılık istemeye bir
hakkı yokmuş gibi, başkalarına bakıyordu. O sırada yanına yaklaşan mübaşir, adamı yatıştırmak ve
yüreklendirmek için konuştu: ‘Buradaki bey, yalnızca ne beklediğinizi soruyor. Lütfen cevap verin.’ ”
(F. Kafka, “Dava”, sa:82)
“GENÇLİK AŞKI
----------------------Bugün vergi memurusun iki çocuklu,
Sade yaşamın çerçeveli, sıradan.
Değişik arzuların vardı eskiden;
Şimdi dingin yaşamın uyumlu.”
(Mascha Kaleko-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.02.08)
“İnsanlar da Kleist’ın o anlaşılmaz katılığını, fanatik abartıcılığını kavrayamadı. Alışılmış, sıradan
ölçütlere ve insanlara karşı her zaman kayıtsız kaldı; bir bakıma onları görmemezlikten geldi.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi”, Önsöz, sa:7)
“Bulunduğum ünitede görevli başhemşire tarafından, kıdemli staf’ın haberi olmaksızın -ki bundan
hoşlanmadılar- terfi ettirilmiş ve başka bir koğuşa gönderilmiştim. Orada depo edilen şeylerin idarecisi olarak
başka bir hasta bulunduğundan, ben sıradan bir hasta konumuna gelmiştim. Teesssüf edilecek şey, oradaki
görevli hemşirenin ve benim birbirimizden pek de hoşlanmadığımız idi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:153-4)
“Adada benim yıllarca en yakın arkadaşım olan Yazar, bütün bunları kimbilir hangi yazı hüneriyle,
eğretilemeyle, metnin içine yedirerek verebilirdi size. Ne yazık ki, adanın ve sevgili arkadaşımın başına gelen
korkunç olayları sadece benden öğrenmek durumundasınız. Bu yüzden de postmodern, antiroman, yeni roman
vs. gibi karmaşık anlatım tekniklerini bilmeyen benim gibi sıradan bir yazıcıya katlanmak zorundasınız.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:8)
“... Ceza Kanununun tecavüz ve reşit (ergin) olmayan kişilerle ilgili bölümünde milimetresine kadar
tanımlanmış tipik (prototipik!) bir suç; taammüt (bilerek, tasarlanarak), kavlen (sözsel) ve fiilen (bedensel) şiddet kullanma
ve manevi işkence gibi en açık ağırlaştırıcı nedenlerle donanmış sıradan bir ırza geçme olduğunu düşünüyordu.”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:103)
“Sıradan bir insanın bir içkiden aldığı keyfi elde etmek için benim üç dört tane devirmem gerekiyordu.”
(J. London, “İntihar”, sa:200)
“...silaha başvurmanın artık çok sıra dışı bir durum olduğunu ve Batı’nın üstünlüğünü koruması için,
ekonomik sisteminin ve toplum modelinin kusursuzluğunu ileri sürmesinin yeterli olacağını öngörmek akla
yatkın geliyordu. Ne var ki bunun tersi oldu. Batı’nın ekonomik üstünlüğü Asyalı devlerin yükselişiyle aşındı ve
silaha başvurmak sıradan bir şey haline geldi.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:40)
“Doğduğu ülkede işler gerçekten böyle mi yürürdü? Adam pek emin değildi. Ama öne sürülen gerekçe
karşısında eli kolu bağlanmıştı. Her göçmen pot kırmaktan çekinir ve ülkede kalmış olanlar onda gülünç düşme
korkusunu ve sıradan bir turiste dönüşmenin utancını kolayca uyandırmayı başarabilirler. Adam parasını cebine
koydu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:47)
“İşlerimin derdini kafam kaldıramıyor artık; benim kafam sıradan bir adamın kafası, belki sıradanın
biraz altı bile sayılır...”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:24)
“Çevremdeki insanlar başka şeyden söz edemez oldular. Yaklaşan yıl, ön belirtiler, kehanetler... Gelsin!
diyorum kimi zaman kendi kendime; boşaltsın artık mucize ve felaketlerle dolu heybesini! Sonra cayıyorum bu
düşünceden; tüm o güzel yıllara geri gidiyorum belleğimde, her günü akşamın zevklerini beklemekle
geçirdiğimiz o sıradan, iyi yıllara. Ve ağız dolusu lanet okuyorum kıyamete tapanlara.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad -Baldassare’nin Yolculuğu”, sa:11)
“Rosa Cabarcas adamın kiminle olduğunu bilmiyordu, çünkü o da içeriye meyve bahçesi tarafındanki
büyük kapıdan girme ayrıcalığına sahipti. Yanındakinin bir başka erkek olduğu kuşkusunu da göz ardı
etmiyordu. Genelev sahibesinin benden istediği tek şey, cesedi giydirmesine yardım etmemdi. Kendinden o
kadar emindi ki, ölümün onun gözünde evin içindeki sıradan işlerden biri gibi olduğu düşüncesi tedirgin etti
beni.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:78)
“Bu sıradan teklifimi hiç yadırgamadı. Yine o kahreden gülücüğüyle beni tepeden tırnağa süzdü. Nasıl
biri olduğumu anlamaya çalışıyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:54)
“Sosyalizm, feminizm, anarşizm, yoga, uzakdoğu felsefesi, taocu seks, ikebana kursları, parapsikoloji,
sağlıklı beslenme, çevre duyarlığı, yeşil politika gibi çok çeşitli şeylere bulaştıktan sonra, şimdi evimde nihilist
nihilist oturuyor..... Hepimizin, bütün gençliğimiz boyunca büyüklerimizden hemen her Allahın günü duyduğu
bu yavan sözü söyleyebilmek için, niye bu kadar zaman kaybettiğimi, bu sıradan gerçeğe ulaşmak için, niye bu
kadar gezip dolaştığımı sormayın bana. Bilmiyorum.”.....“Oturduğumuz masadan çevremizi kuşatan mağazalara
bakıyorum: İyi bir ışık altında sergilenen, ilk bakışta çok çarpıcı gelen bütün bu eşyalar, bu aksesuarlar, bir süre
sonra sıradanlaşıyor, çakımını yitiriyor; tılsımları uçuyor, düpedüz ölüyorlar. Tezgahtar kızlara takılıyor gözüm.
Tezgah gerisinde, ya da kapı önünde sıkılmış, kollarını kavuşturmuş öylece duruyorlar. İlk bakışta birçok kişiyi
heyecanlandıran bu eşyalar, onlar için çoktan birer cansız nesneye dönüşmüş.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:12;59)
“TÜKÜRSEM Mİ YUTSAM MI
Kentlerimizin kokuşmuş cehenneminde
gerçek, tersyüz oluyor bulanık mazgallarda
---------------------------------------Ama nasıl bulurum nefretimi dile getirecek dili
öfkemi dışa vuracak çekici
zavallı savsözlerle kum gibi kaynayan bir gökyüzünün
sıradan taklitleri içinde yetişiyorken biz”
(Odia Ofeimun<d.1950>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 27.08.09)
“... ansızın, ona karşı yenilmez bir sahip olma tutkusu oluşmuştu. Parti üyelerinin sıradan dükkanlara
girmemeleri gerekti, (buna serbest piyasada alışveriş deniyordu) ama bu kural sıkı sıkıya uygulanmıyordu, çünkü
ayakkabı bağı, jilet gibi şeyleri başka yerde bulmak olanaksızdı.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:13)
“Kendime olan güvenim öylesine kaçmıştı. Kendimi uzaktan izler gibiydim, şişman kırmızı suratım,
takma dişlerim ve kaba elbiselerimle işte yolda yürüyordum. Benim gibi bir adam hiçbir zaman bir beyefendi
gibi durmaz. Daha yüz metre öteden, sigortacı olduğumu değilse de, bir şekilde sıradan bir satıcı olduğumu
tahmin edebilirsiniz.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:14-5)
“Benim öyküm burada bitiyor. Sıradan bir öyküydü. Umarım, herhangi bir yolculuk güncesi kadar
ilginç bulunmuş olsun. En azından şunu söyleyebilirim ki, beş parasızsanız, karşılaşacağınız, işte böyle bir
dünyadır. Gün oluyor, o dünyayı daha iyi keşfetmek istiyorum ki, Mario gibi, Paddy ya da Beleşçi Bill gibi
kimseleri öyle gel geç karşılaşmalarda değil, yakın arkadaşlıklarla tanıyayım.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:155)
“Genellikle yatak odasında dört kişi yatıyorduk; berbat bir yerdi; kendi amacının dışında kullanılan bir
oda nasıl görünürse, öyleydi. Ev, yıllar önce, sıradan bir konutmuş.”
(G. Orwell, “Wigan İskelesi Yolu”, sa:21)
“Alacağı paşa kızının evine sıradan bir kira arabasıyla gitmek istemiyordu, ama sürücüsü ve ahır
masraflarıyla iyice pahalıya oturan bir arabayı satın almak ticari hesaplarına uymuyordu.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:14)
“Arada bir babaannemin bir devletin kurucusundan bahseder gibi, erken yaşta ölen dedemden söz
ederken, masalardaki ve duvarlardaki bu çerçeveli resimleri eliyle işaret etmesi bu hayat-eşsiz an, sıradanlıkprotokol ikilemini vurgulardı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:21)
“Kızlarını sürekli döverek ezen, sokağa çıkmasına bile izin vermeyen ana babaların anlayışsızlığı,
kıskanç kocaların baskısı ve parasızlık da değildi. Ka’yı asıl korkutan ve şaşırtan şey, intiharların sıradan günlük
hayatın içine, habersiz, törensiz, birdenbire girmesiydi.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:19)
“Ve bunun üzerine çıktılar, Corradino ona evinin kapısına kadar eşlik etti; dirseğinden hafifçe tutuyor,
kaldırım değiştirdiğinde öbür yanına geçiyordu. Anlamsız ama nazikçe birşeyler söylüyordu. Bir an Cate mimik
yaptı, onun yüzünde sıradan bir gülümseme görmek Corrado’yu sevindirdi.”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:192)
“Aczinin farkındaydı. Artemus Prescott Healey’nin öldürülmesi onun felaketi olmuştu zaten. Sorun
adamın ölmüş olması değildi. 1865 yılının Boston’unda ölüm her zamanki kadar sıradan bir olaydı: Bebek
hastalıkları, verem, bilinmeyen ateşli hastalıklar, yangınlar, ayaklanmalar, doğumlar...”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:17)
“Teyzesi içini çekerek, ‘Ne diyorsun, Pollyanna, neler çeviriyorsun sen?’ diye sordu. ‘Gördüğüm en
tuhaf çocuksun!’
Pollyanna biraz endişeyle kaşlarını çattı.
‘Polly Teyze, söyler misin, sıradışı nedir? Eğer sıradışıysan, sıradan olamazsın, değil mi?’
‘Kesinlikle olamazsın.’ ”
(E.H. Porter, “Pollyanna”, sa:140)
“UÇURUM MUYUM, UÇURTMA MI?
----------------------------------------------Beni bağlayan görünmez bağ, şimdilik de olsa
ayırıyor günlerimi, onları bir yana koymalıyım.
Nasılsa gerekebilir, değil mi? Sıradan günler bile.
Kaldı ki, gerekmese de, yeterince solumalıyım havayı,
işlemeli eski günlerdeki tılsım.”
(A. Püsküllüoğlu<1935-2008>, “Zamansız”, sa:62)
“16 Mayıs 1809 salı günü kuşluk vakti, atlılarla çevrili büyük bir yaylı araba Schönbrünn’den çıkıp
yavaş yavaş Tuna’nın sağ kıyısı boyunca ilerlemeye başladı. Zeytuni yeşil, sıradan bir arabaydı, üzerinde arma
filan yoktu.”
(P. Rambaud, “Savaş”, sa:11)
“GÜLLER
XVI
-----------Seni korlar sıradan bir vazoya,her şey işte değişti:
belki sözler aynı sözler ama,
bir melek söylemekte şarkıyı sanki.”
(Rainer Maria Rilke<1875-1925>-Eray Canberk; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.12.09)
“ÖLÜMDEN SONRA
-------------------------Evet, gürültü koparanlar oldu! Ya o, o ne yapabilirdi?
Çekip aldılar giysilerini, iç çamaşırlarını, paraladılar
kemerini.
Kala kala sıradan, çıplak, ölümlü biri kaldı ortada.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kavafis için on iki şiir”, sa:149)
“Hollanda’da halkın saatı söylemek ya da yol göstermek için para aldığını söylerler. En sıradan insanlık
görevlerini alışveriş konusu yapmak için pek aşağılık bir ulus olmalı.” ..... “Tatlı ve incelikli bir kadının aşkıyla o
birkaç yıl istediğimi yaptım, istediğimi aldım ve onun gösterdiği örnekten, verdiği dersten yararlanarak, boş
zamanlarımı henüz sıradan ve genç ruhuma, kendisine en çok yaraşan ve o günden beri koruduğu biçimi
verebildim.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa::135;137)
“İsa artık sıradanlaşan mucizelerinden birini daha gerçekleştirmek için bir sabah yola çıktı, diğer
sabahlardan farkı olmayan bir sabahtı, İsa da aynı ruh halini koruyordu. Bulutlar alçalmıştı, yağmurun ilk
işaretleri, lakin yağmur balıkçıları evlerinde tutmaya yetmez...”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:299)
“... ne olup bittiğini bilmeyen sürücüler, sıradan bir trafik kazasındani kırılan bir far, ezilen bir
çamurluktan başka bir şey olmadığını, bu kadar gürültüye ne var, diye düşündükleri olayı protesto ediyorlar,
Polis çağırın, diye bağırıyorlardı, ‘kaldırın şu külüstürü yolun ortasından.’ ”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:10)
“Bir gün, Maria Elvira Teyzem, José Dinis ve ben, Mouchao de Baixo’da bir kavun tarlasındayken,
nasıl oldu hatırlamıyorum, ama eminim öyle sıradan bir rastlantı değildi, Alice ve annesi babasıyla karşılaştık ve
benim o kindar kuzenim, kızın ona gösterdiği ilgiden çok daha fazlasını bana gösterdiğini görünce, ondan
bekleneceği gibi öyle bir kıskançlık krizine tutuldu ki, elindeki kavun dilimini tutup suratıma fırlattı.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:45)
“Ben orta halli bir ailenin kızıyım, dedi. Orta halli bir Fransız ailesinin kızı. Sıradan bir kadınım ben,
ekledi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:32)
“Alexandra
------------Ne istiyorsun benden, Alexandra?
Anlıyorum uysallık batağına düştüğümü!
Uzanıyorum öylece bırakırken beni uzaklarda.
Senden geldim, birçok defalar,
Dönüyorum geri.
Alexandra, seviyorum seni;
Biliyorum
Bütün yaşamlar saçma geldiği aman bana
Yürürdüm sana doğru, sessizce, bata bata çamurlarda,
Uzanırdım moloz yığınlarının ortasında,
Sıradan ve siyah.”
(Mongane W. Serote<d.1944>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.01.10)
“HEKİM - Ey... Ya o merdivenlerden aşağıya yuvarladığınız adam? O kimdi? İnsan kocasını
merdivenlerden aşağıya atmaz. Sizinle sevişiyor muydu yoksa?
EPIFANIA - Hayır. Burada yediği öğle yemeği beklediği gibi çıkmadığı için babamın hatırasına
hakaret etti. Babam aklıma geldikçe bütün sıradan erkekler, gözüme yalnızca süprüntü gibi görünür.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:57)
“DOST
Sıradan biri için, yıllar, fırtınaya bedeldir;
yıllar sıradan biri için: Rüzgarınoluklarında ve ufkun üzerinde eser,
aralıksız ve uzun.”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman, Ali Çeviker; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
“ ‘... Jenden’in Gravida’sında Sanrılar ve Düşler’den alınan aşaüıdaki paragrafı karşılaştıralım:
‘Ama yaratıcı yazarlar değerli müttefiklerdir ve onların sundukları kanıtlar büyük övgüye layıktır;
çünkü onlar yer ve gök arasında, bizim felsefemizin henüz düşünü bile kurmamıza olanak vermediği bir sürü
bilgiye sahiptirler. Onların zihin konusundaki bilgileri, bizim gibi sıradan insanlarınkinden çok daha ileridedir,
çünkü onlar bizim henüz bilim alanına sanmadığımız kaynaklardan yararlanmaktadırlar.’ ”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:15)
“... karı kocadan birini yalnızca bir yerde karşısına alsa da kulağından tutup güler yüzle şu sıradan
soruyu sorsa ona; dese ki, ‘Şimdi onu bunu bırak da, karının ya da kocanın suçu nedir, onu söyle!’ Vallahi
karşısındaki ne bir yanıt verebilir, ne de bir neden gösterebilir.”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:33)
“Annenin, her gün yollarda, otobüslerde karşılaştığın iyi giyimli, şık tayyörlü, baston yutmuş gibi
dimdik yürüyen o sıradan kalabalığın içindeki sıradan kadınlardan birini olduğunu öğrenmek belki seni düş
kırıklığına uğratacak.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:68)
“Müthiş etkilenmiştim, yaşamım o ana dek bana çok sıradan görünmüştü; evet, zorluklar olmuştu, ama
eften püften zorluklardı bunlar, uçurumdan çok birer gençlik hendeğiydi. Sonra büyüdüm, eş, anne, dul ve nine
oldum, hep bu normal çizgide ilerledim. Olağanüsütü denebilecek tek olay, annenin trajik ölümüydü.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:41)
“-... Haydi bakalım, gidecekseniz toplanın. Gidin bakın sayın dedeniz neler yapıyor. Partiye yazıldıysa
onda çok dedikodu var demektir. Bizim gibi sıradan insanlar onun anlattıklarını anlayabilir mi, ne dersiniz?
-Anne, sen de gel bizimle.
-Gelmeyeceğimi biliyorsun. Haydi bakalım. Koyulun yola. Toplayın tası tarağı.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:150-1)
“Silas keçeyi o gün, gerekli, görülen iki saatten daha fazla taktığı halde, bunun sıradan bir gün
olmadığını biliyordu. Tokayı kavrayarak, bir diş geri çekincei eline daha fazla batan kancalar yüzünden irkildi.
Yavaşça nefes vererek, ıstırabının arındırıcı ayininin tadını çıkarttı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:22)
“Gene de çocuğun başka birine çılgınca tutulmuş olması genç kızda zerrece kıskançlık ya da can
sıkıntısı vermiyordu. Tersine, hoşuna gidiyordu onun. Bu tutku Dorian Gray’i daha ilginç, incelemeye değer
kılıyordu. Lord Henry oldum olası doğa bilimlerine karşı derin bir merak beslemiş, gelgelelim bu bilimlerin
sıradan konularını önemsiz, entipüften bulmuştu.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:69)
“Bunca acıdan sonra sıradan bir köpeğin, hatta sıradan bir insanoğlunun bile ruhu incinebilirdi. Ama
Flush’da bütün o yumuşaklığın ve ipeksiliğin yanısıra, çakmak çakmak gözler de vardı; sadece parlak alevler
halinde yükselmekle kalmayıp alçalan, için için yanan tutkular vardı.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:59)
“Tam bir yolunu bulup da bu basit kadınla süt kovalarına değinecekti ki şair, Greene soyadı bu kadar
sıradan olduğu halde ailesinin Fatih’le birlikte Fransa’dan gelmiş olup, oranın en yüksek soyluları arasında yer
almasının tuıhaflığından söz ederek lafını ağzına tıkadı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:63)
“Kendimi iyi hissediyorum. İyileşmek için bana A vermeniz için ne kadar sıradan olabileceğimi merak
ediyorum. Sıcacık, kıvrılıp dertop olmuş benliğimden dışarı çıkmak istemiyorum. Kendimi heyecanlı bir hatıraya
dalarak sakinleştirmeyi yeğlerim.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:274)
“ ‘Ne var ki, onun erdemliliğine öyküneceğim diye yarı ömrümü elden çıkardım. Olduğum gibi değil,
bir başka türlü olmak istedim hep. Bir yazar olmaya niyetlendim, ama sıradan bir vatandaş gibi yaşamaya
çalıştım.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:109)
“ ‘…Bir ülkenin önemi, onun ölmüş büyüklerinin sayısıyla orantılı değildir. Yaşayanları önemlidir.Hem
de tepedekiler ve üstündekilerde değil, sıradan insanlarda yaşamaya devam eder. Ben onları her yerde arıyorum.
Çünkü olağandışı olanı aramak yanlıştır,’ dedi Leonard. ‘Yanlış bir ölçüt mevcuttur. Turist rehberlerinde önemli
olarak Ravenna, Katedral, Lionardo sıralanmıştır. Burada da <Wenger Alpleri> heybetlilerin yanından geçtik.
Çünkü gerçek olan anonim olandır, sıradan insandır, bizi biz yapan Ben’dir. ”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:90)
“İspanya’da Engizisyon ortalığı kasıp kavurmakta, en güvenilir insanlara bile huzur vermemektedir.
İtalya’da, Fransa’da savaş rüzgarları esmektedir. Bunun gibi günlük sıkıntıların pençesinde kıvranan binlerce,
yüz binlerce insan, bu gerilimli dünyadan tiksinti duydukları için zaten manastırlara kaçmıştır. Kendi küçük
dünyasında yaşamayı arzulayan ‘sıradan’ insanın, huzur, sükunet ve barış bulabileceği hiçbir yer yoktur.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:36)
“Hastalık onu sıradan insanların hiçbir zaman ulaşamayacağı duyguların en yüksek noktasına kadar
çıkarmış, genellikle canlıların bilemeyeceği birtakım korkuların, sıkıntıların kucağına atmıştır..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, ‘Dostoyeveski’, sa:183)
“Fransız romanları okuyor, dükkandan dükkana dolaşıp alışveriş ediyor, ancak bu arada pazarlıklarıyla
sıradan Rus pazarcı kadınları gibi davranıyor, argo konuşuyordu. Elbette ki kendi çıkarı uğruna çevresinde
bulunmasına tahammül ettiği tek kişi hizmetçisi için hayat hiç de kolay değildi.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:150)
Sıradan geçmek : Birisinin bir seri kimse tarafından ardarda cinsel kullanılımı; Okul ya da esir kampında, bir
cezanın (örneğin dayak) sıralanmış aynı tür insanlara art arda uygulanması
“Bachelard ve Guelin bakıştılar. Bu nazik bir durumdu. Ama dayı sorumluluğu üzerine aldı ve zavallıya
Clarisse’in kim olduğunu anlattı: Her akşam, o gittikten sonra arkadaşları sıradan geçiyorlardı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:89)
Sıradışı : Olağan üstü, olağan dışı, her gün olmayan
“Başkalarına bakıldığında, adaletsiz, sıra dışı bir kader sayılabilir benimki elbette. Ama, mutluluk
arayışında hepimiz eşitiz, memur/müzisyen, dişçi/yazar, kasiyer/oyuncu, ev kadını/manken: Aramızda mutlu
olan yok.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:59)
“Maitreyi’yi sevsem ne olurdum, onu merak ediyorum? Tüm şuurumu kaybedip, kapana kısılarak kabul
etmem mümkün müydü? Bildiğim tüm kızlar arasında en hünerli ve gizemli olan kuşkusuz oydu. Fakat şu da
apaçık ki evlenemem. Özgürlüğüme ne olacaktı? Sıradışı ülkelere seyahatlere ve günlük maceralarıma elveda!”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:71)
“Entelektüeller arasında, ‘yaratıcı’ kişiye genellikle dünyada arzularını gerçekleştirmesinde başarısız
olduğu için fantaziye başvuran, düşkırıklığına uğramış bir insan gözüyle bakılır. Psikanaliz, bunu reddetmemekle
birlikte, ‘yaratıcı’nın en önemli savunma mekanizması olan ‘yüceltme’ye (sublimation) -ki bilinaçaltı br
mekanizmadır- nasıl varıldığının dinamiği konusunda bir görüşbirliği ve kesinlik yoktur. Bu süreç, çok gizemli
ve sıradışı bir olaydır.”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:13)
“ ‘Evet, ilk önce hep aynı maceradır; zaten ben de benimkinde sıradışı bir şey olduğunu ileri
sürmüyorum. Ama sonra bunu benim başıma nasıl kaktılar ve ben nasıl: ‘Evet öyle’ demek zorunda kaldım, işte
bu dehşet vericiydi.’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:II, sa:120)
“Sömürge çağının ayrıntılı ve serinkanlı bir incelemesi, Avrupalılar arasında her zaman sıra dışı kişiler
-siyasetçiler, askerler, misyonerler, entellektüeller, Savorgnan de Brazza gibi birtakım kaşifler- bulunduğunu
gösterir; onların tutumları cömert, dürüst, hatta kimi zaman kahramancadır ve inançlarının ilkelerine olduğu
kadar, uygarlıklarının ideallerine de kesinkes uygundur. Sömürgeleştirilen ülkelerde zaman zaman onların anıları
korunur; Kongoluların Brazzaville adını değiştirmeleri de bu şekilde açıklanabilir kuşkusuz.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:48-9)
“Albert’in durumu bir anlamda sıradışı değildi. Bir öğrenci okulda yaşıyorsa, bunun nedeni ailesinin
yokluğuydu. Ama tabii ki yokluktan yokluğa fark vardı ve çıkan söylentiler de aynı değildi. Orada olmayan her
anne akciğer hastası olmadığı gibi, orada olmayan her babanın ömrü de cinayetle sona ermiyordu. Adam kaçakçı
mıydı? Okulda dolaşan söylenti bu yöndeydi.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:77)
“Oldukça yaşını başını almış bir adam sayılırım. Otuz yıldır sürdürdüğüm işin doğası, bildiğim
kadarıyla şu ana dek haklarında hiçbir şey yazılmamış olan ilginç, hatta biraz tuhaf bir tür insan takımıyla
sıradışı bir ilişki kurma noktasına getirdi beni.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:13)
“Papaz kutsamayı bitirdiği zaman Bayan Mayfill, zar zor, ağır ağır, parçalarını toplamaya çalışan
bağlantısız tahta bir yaratık gibi ayağa kalkmaya çabaladı ve her hareketle güçlü nafralin dalgaları salıverdi.
Sıradışı bir gıcırtı vardı... muhtemelen giysisinin balinalarından geliyordu.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:15)
“Teyzesi içini çekerek, ‘Ne diyorsun, Pollyanna, neler çeviriyorsun sen?’ diye sordu. ‘Gördüğüm en
tuhaf çocuksun!’
Pollyanna biraz endişeyle kaşlarını çattı.
‘Polly Teyze, söyler misin, sıradışı nedir? Eğer sıradışıysan, sıradan olamazsın, değil mi?’
‘Kesinlikle olamazsın.’ ”
(E.H. Porter, “Pollyanna”, sa:140)
“Sana kendimden ve sırrımdan söz ediyordum. Ama bir öyküyü anlatabilmek için en başından
başlamak gerekir ve başı da benim gençliğimde, büyüdüğüm ve yaşamayı sürdürdüğüm o sıradışı yalnızlıkta
yatıyor. Benim zamanımda zeka, evlilik amaçlandığında son derece olumsuz bir çeyiz sayılırdı; dönemin
geleneklerine göre bir hanım durgun ve hoş bir işçi olmalıydı.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:90)
“Terapide duygularım ve benim aynı deri koltukta oturuyor olduğumuz noktasına kadar ilerleme
kaydetmiştim. Derken sıradışı bir olay hayatımı, en azından yerimi değiştirdi. Saçma bir arzunun etkisiyle
California’daki bir yazarlık programına başvurmuş ve kabul edilmiştim.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:23)
Sırası gelmek : Ölüm anı gelip çatmak
“... böyle bir kızla bir saat başbaşa kalsam da onu tepeden tırnağa öpebilsem. Benim bu hareketim onun
da hoşuna gitse, durmadan gülse, hiç itiraz etmeden o da beni öpse; savaşın en sıkı anlarında, yanı başımda
arkadaşların birer birer nalları diktiğini görüpte, sıramın geldiğini düşündükçe en çok canımı sıkan ne olurdu
biliyor musun? Bir kadını öpmenin zevkini bir kere daha tatmadan ölüp gideceğimi düşünmek.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:59)
Sırasını savmak : Herkesin başına gelebilecek kişisel ve sosyal görevleri zamanında yapıp gerisinde bırakmak
(örneğin genç kadın, gelin, anne olmak; sünnetini yaptırmak, askerliğini veya mahkemede jürilik ödevini yapmak
vb.)
“Hüsniye Hanım kimi zaman kendi de alıverirdi tozları, süpürgeye elini sürmese de. Zamanında çok
yapmıştı on yedi yaşında gelin geldiği evde. Sırasını savmıştı. Artık kenarda oturup denetleme vaktiydi.”
(Saba Öymen, “Mübadele Öyküleri-Unutulmayan”, sa:191)
Sıra sıra : Dizi dizi, saf saf
“Kütüphane katlarının her biri ötekilerinin aynısıdır: Bu kitapların kaç milyar, kaç trilyon sözcük
olduğunu düşündüğün zaman kitapları çok seven seni bile şaşkına çeviren, heyecanlandıran, başını döndüren
binlerce, on binlerce, yüz binlerce kitapla, bir milyon kitapla tıkabasa dolu, yüksek, gri metal rafların sıra sıra
dizildiği, penceresiz, kocaman bir alan.”
(P. Auster, “Görünmez”, sa:80)
“Sevdiğimiz Kadınlara
---------------------------sevdiğimiz kadınlar kuğudurlar
bahçeleri yalnızca kalplerimizde yaşar
kanatları
meleklerin kanatlarıdır
heykelleri gövdelerimizdedir
ta kendileridir sıra sıra güzel ağaçlar
ayaklarının uçlarına basarak
bize yaklaşırlar
ve bizi gözlerimizden
öptüklerinde
kuğudurlar”
(Nikos Engonopulos<1910-1985>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.07.08)
“BARBAROS MEYDANI
------------------------------Fidanların, mezarların önünde
Yontulu taşlar çepçevre,
Yer yer banklar konulmuş
Meydana dolmuş millet,
Sıra sıra oturmuş.
Ah genç kız kalbi,
Sıralara bakar elbet.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:22)
“Öğle tatili sularıydı, ya bir-iki müşteri gelirdi, ya da hiç. Yedi bin kitapla baş başaydı. Toz ve eski
kağıt kokan ve büroya açılan küçük karanlık bölüm, tepeleme kitap doluydu, çoğu eskiydi, satılacak durumda
değildi. Tavana yakın üst raflarda toplu mezarlarda sıra sıra dizilmiş tabutlar gibi yan yatmış uyuklamakta olan
nesli tükenmiş A3 boyutunda ansiklopediler bulunuyordu.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:10)
“SEBASTİAN BAH’IN 1 NUMARALI
DOMİNÖR KONÇERTOSU
Güz sabahı üzüm bağında
sıra sıra, büklüm büklüm kütüklerin tekrarı,
kütüklerde salkımların,
salkımlarda tanelerin,
tanelerde aydınlığın.”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:165)
“...hani hayvanat bahçesindeki develer ellerindeki parlak ambalajlardan birşeyler atıştıran, bitince de
kağıtları parça parça edip yerlere atan kadınlı erkekli ahalinin iki yandan çevirdiği asfalt yol boyunca salına
salına yürürler ya, aynen öyle. Deve izleyenlere tepeden bakar; yerinden hoşnut değildir; mavi gölü ve
eteğindeki sıra sıra palmiye ağaçlarını düşler.”
(V. Woolf, “Pazartesi ya da Salı”, sa:105)
Sırat Köprüsü :
(DİN,MÜSL.) : Cehennem üzerine kurulmuş manevi köprü
“Sırat Köprüsü, Cehennem üzerinde kurulmuş manevi bir köprüdür. Dünyadaki işleri Yüce Allah’ı
hoşnut edenler, bu köprüden kolaylıkla geçecek, cennet’e gireceklerdir. Yüce Allah’ın hoşnutluluğunu
kazanamayanlar Cehenneme düşeceklerdir.” <Çocukken kazanılmış bir öğreti: Erken ölen masum çocuklar, bu
köprüyü, ailelerinin kestikleri kurbanlar üzerinde geçireceklerdir. İ.E.>
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:135)
Sırf : Yalnız, bütünüyle, katışık olmadan, yalnızca, salt
“Bunca yaygaranın içindeyken odama kapanmak için bahane bulmaktan her seferinde pek kolay
olmuyordu elbette. Birkaç kez Ustanın beynimi okuduğunu, ikiyüzlülüğümün farkına vardığını, sırf onu rahatsız
etmeyeyim diye yaptıklarıma göz yumduğunu düşünmedim değil.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:61)
“Sonradan bu ilk akşamı sık sık anımsadığım zamanlar oldu. Onları açıklayacak bir işaret bulmaya
çalıştım ve sırf beni çağırmış olmasının, yeterli bir işaret olduğuna inandım. Neden? Salt merak mı yoksa, can
sıkıntısı mı?”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:46)
“Kılıcı kazdığım çukura yerleştirdim, çamurla örtüp üstünü düzelttim. Bunu yaparken, geçirdiğim onca
sınavı, tüm öğrendiklerimi ve sırf o eski ve dost kılıç sayesinde gerçekleştirebildiğim tuhaf olayları geçirdim
aklımdan.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:18)
“Biz ağlamayız, siz ve ben. Acımızı içimizde biriktiririz, sonunda şeytanın kendisi olur! Sonra da gidip
budalaca bir şey yaparız, sırf bir-iki saatliğine o kederden kurtulmak için.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:100)
“Evet, bunu istiyordum, göğsüm parçalanacak gibiydi; o anı asla soğukkanlılıkla hatırlayamayacağım.
‘Fakat ne gerek var?’ diye düşündüm. Belki daha yarın, sırf bugün ayaklarını öptüğüm için ondan nefret
etmeyecek miyim? Onu mutlu edebilir miyim? Bugün, belki de yüzüncü olarak bir kez daha değerini anlamadım
mı? Hayatını cehenneme döndürmez miyim onun?”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:144)
“Surlara yapılacak ilk saldırıda, yürekli bir avuç insan kente girebilir, kapılara doğru gidip onları
açabilir, yeter ki dışarda içeri girmeye hazır bir başka grup olsun. Talihim yaver gitti. Ama sen bu gece neler
gördüğünü hiç kimseye söylememelisin, çünkü bir başkasının benim keşfimden yararlanmasını istemiyorum’
dedi. Eli açık bir adam havasıyla ona para verdi, ve susamanın bedeli o kadar gülünçtü ki, Ditpold’a olan
sadakatinen değil, sırf intikam için, casusun hemen koşup ona her şeyi anlatacağı açıktı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:195)
“Yalnızca arada bir, birbirlerinin dizlerine neşeyle vurup, bozuk plak gibi ‘İşte böyle Stefan
Barlamoviç!’, ‘Ya, demek öyle Stefan Barlamoviç!’ diye sayıklıyorlardı. Buna rağmen, sırf birkaç sene önce
memuriyeti bırakıp köye yerleşen arkadaşına memurların kendisiyle görüşmek için ne kadar uzun bir süre
beklemeleri gerektiğini göstermek için, Akakiy Akakiyeviç’i bekletmelerini emretmişti.”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:66)
“... ama beri yanda bütün başka şeyleri, deniz kuşlarının çığrışlarını, ormanda avlanmalarımı,
geçirdiğim geceleri, yaz mevsiminin bütün o sıcak saatlerini düşündüğüm oluyor. Hem benim o kızı tanımam
sırf bir rastlantı idi zaten, bu rastlantı olmasaydı o kız düşüncelerimde bir gün bile yer etmeyecekti.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:12)
“On arkadaşım birden ileri atıldı; hepsi kalmak istiyorlardı. Eski savaşlarda yaralanmış, en gösterişli
eski bir sınıf arkadaşımı, sırf umursamazlık ve neşeden ibaret olup tehlikeyle şakalaşmaktan zevk alanını seçtim.
-Sen kal, İraklis, dedim. Yunan Tanrısı yardımcın olsun!
O gülerek cevap verdi:
-Nalları dikersem beni bağışlayın, Tanrı da sizi bağışlasın!’ ”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:412)
“Gerçekten de bu tür yiğitlikler bana daha çok onur veriyor. Bu konuda kaç Lydia’lı benimle aşık
atabilir ki! Bir gece -kafayı bulmuştum- sırf bunu kanıtlamak amacıyla en seçkin Habeş kölem Atlas’ımı
konağıma çağırttım.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:18)
“ ‘... Kızların eve götürebileceği ve ebeveynlerin komşularına gösterebileceği, bizim için bedava reklam
yapabilecekleri bir sürü güzel, düzgün kopya. Çocuklara günde iki saat sırf el yazısı dersi vermenizi istiyorum.’
‘Günde iki saat sırf el yazısı,’ diye tekrarladı Dorothy itaatle.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:268)
“AŞKLA İLGİLİ FARKLI BİR TÜMCE
Ceviz yaprağının kokusudur o,
parmak uçlarımızın sürmesi,
çırçır sesleriyle dolu
ahşap katedral kubbesi,
---------------------------------------------------seni uyurgezer yapar,
avucunda ezer yüreğini,
tutar fırlatır sonra - oyuncak bebek gibi;
Burgaç üzerinden halat köprü geçirir,
hem de sırf sencileyin - ”
(Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.03.08)
“PENCERE
------------Bir ara ben de düşündüm sokağa çıkıp
bu pencereyle o koca sandığı satmayı,
sırf onların bakımından kurtulmak için,
şu alışveriş işine ben de karışayım,
yabancı bir dilde konuşan sesimi duyabileyim diye.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:88)
“Sırf aynı binada oturuyorlar diye komşumuz olduklarını söylediğim, yoksa altıncı kattaki tavan arası
dairelerinde oturan bizler gibi önemsiz kişilerle aynı düzeyde olmayan o insanların hayvanı yanlarına
çağırmaları, iç,imizdeki temel yardımseverlik duygusunun gerektirdiğinden çok daha uzun sürmüştü.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar, sa:17)
“Meraklısın kendinle içli dışlı olmağa;
Bu, tatlı benliğini sırf aldatmağa yarar.
Vaktin geldi diyerek seni çağırsa doğa
Vereceğin hesapta elle tutulur ne var?”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:4, sa:49)
“Her Şeye Kadir Yaratan’ın bizzat şahsını olmasa da olur gibi gösterip, kemal-i ciddiyetle, dünyada
düzenin, ahlakın ve mutluluğun O olmadan da, sırf ,insanoğlunun kendi içinde doğuştan var olan töreciliği ve
aklı sayesinde gerçekleşebileceğini ileri sürerlerken, aa... aman Tanrım, aman! Hal böyleyken, her şeyin
tepetaklak olmasına, törelerin bozulmasına, insanlığın o, varlığını yadsıdığının cezasını üsütüne çektiğine de çok
şaşmamak gerekirdi aslında.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:62)
“Özünün belki de içindeki geniş boşlukta olmadığını, belki kendisinin dışında ve hatta diğer insanlarla
birlikte olduğunu söyleyerek sırf kendi zevkini düşünen içebakışını yansıtmaya çalıştım.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:43)
“Geride köşede ağır hantal tahta bir bavul, tek malı, iki gömleği ve ikinci bir kat eski takım elbiseyle.
Yoksa sırf kitaplar ve müsvetteler, bir tepside bir sürü irili ufaklı şişe ve şurup..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:78)
Sırık; Koca sırık : Uzun, ince sopa; Spor’da atlama, yarışma branşı; İnce uzun boylu insanlara verilen isim
(Argo)
“... sabahleyin, sokak kadınlarıyla canilerin bile uyuduğu sırada, saat altıda kalkacak, kitapları
toplayacak, rolünü oynamayı süürdürecekti. Koca sırık onun, yani Fischerle’nin, şu yok olan kitapların varlığına
gerçekten inandığını sanıyordu herhalde.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:289)
“-Bahse girdik. Onun için öğrenmek istiyorum. Dün akşam bu ilanı veren kişi kısa boylu, şişman, tahta
bacaklı, kara nıyıklı biri değil miydi? diye sordum. Karşımdaki:
-Hayır, sırık gibi, bir sekseni aşkın, mısır püsküllü saçlı, konservatuar zıpırları kılıklı biri, yanıtını
verdi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:57)
“Annem, ‘Okul bitti artık, git vaftiz babanla konuş, sana iş bulsun,’ dediğinde, ‘Okuldan ayrılmadan
para kazanmayı becerebilirim, merak etme,’ diye karşılık verdim….. Sonra, ‘Sırık Higueras’ı tanıyıp
tanımadığını sordum ona. Bana tuhaf tuhaf baktı, sordu: ‘Ya sen, sen nereden tanıyorsun?’ ‘Arkadaşım o benim,’
dedim, ‘Onun için ufak tefek işler yapıyorum.’ Omuzlarını silkti, ‘Büyüdün artık,’ dedi. ‘Kendi başının çaresine
bak, ben hiçbir şey bilmek istemiyorum.’ ”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:319)
“DEĞER BİÇME
Bu ölen adam, gerçekten, eşi benzeri olmayan
biriydi: bize kendimizi ve hepsinden öte
çevremizi ölçebileceğimiz şaşmaz
bir ölçü bıraktı: - bir adamın boyu şu kadar,
çok kısa; öbürü zayıf, üçüncüsü sırık gibi.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kavafis için on iki şiir”, sa:150)
“Duvar üzerinde bir başka yazı gördü, aynı mavi kalemle yazılmıştı: ‘Lucien Fleurier koca bir sırıktır.’
Yazıyı özenle sildi ve sınıfa döndü. ‘Doğru,’ dedi arkadaşlara bakarak, ‘bunların hepsi benden çok küçük.’
Kendini rahatsız hissetti. ‘Koca sırık.’ ..... Lucien kulağına ‘Koca sırık’ diyen kuru bir ses geldiğini sanıyordu.
Düşündü: ‘Ben büyüğüm.’ Utançtan ezildi..... Gömleğini biraz kaldırdı ve bacaklarını gördü, o zaman Costil’in
Hébrard’a: ‘Bak bak, sırığın uzun bacaklarına bak,’ dediğini düşündü.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:158)
Sır(ıl)sıklam; Sırılsıklam ıslanmak; Sır(ıl)sıklam aşık olmak : Yağmurdan alabildiğine ıslanmak; Mecnun
gibi, delicesine aşka tutulmak
“YEDİ İHTİYAR
-Victor Hugo’ya------------------Bir ihtiyar gördüm. Gözbebeği sırsıklam
Sanki acıdan; bakışıyla keskindi kış,
Ve bir kılıç gibi dik, uzun sakalı, tam
Yuda’nınkine benzer, ileri fırlamış.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:171)
“KOPENHAG KADINLARI
Şimdi Njalsgade’den Osterbro’ya
40 numaralı otobüsle giderken
bir kez daha tutuldum beş ayrı kadına.
Kim denetleyebilir ki yaşamı
bu koşullar altında?
Kürkü vardı kadınlardan birinin, ötekindeyse
kıpkızıl çizmeler.
Biri bir gazete okumaktaydı, öbürü Heidegger.
Ve seller götürüyordu sokakları
Sırsıklam bir prenses bindi Amager Bulvarı’nda
hem mutluluktan uçuyor hem kızgın; kapıldım hemen ona da.”
(Klavs Bondebjerg<1953-2004>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.05.06)
“Denizin karşısındaki yolun üsütünde, ilk badem ağacı çiçekleri. Ağaçların, taç yapraklarını sırsıklam
eden bu yağmura ve soğuğa dayanabileceği düşünülmeyen bu narin karla kaplanmasına bir gece yetti.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:152)
“Deniz... Onu burada acımasız, ama sevgi dolu bir mitoloji tanrıçası gibi düşlemen gerekir..... Uzun
dalgaları ile çetin ve erkeksi kayaları okşar, kulağına bir şeyler anlatır ve sonunda sinirlenerek, doyurulmamış
arzuların kalbi kırması gibi, aşkının öfkesiyle dağılır. Ama yenik düşmemiştir. Yeniden başlar ve onu iten erkeğe
sokulmayı ve onu parçalamayı başarır. Uzaklarda, bu kaya parçaları yalnızlıktan ağlar. Deniz, sırılsıklam aşık ya
da kör kıskanç olduğu zaman ve yükselip çağladığında bu kopmuş parçaları örter, bağrında yok eder.”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa:16)
“Ve sonra, daha fazla yalvartmadan, başlarına gelenleri, Don Quijote’yi ne halde bıraktığını anlatıverdi;
kendisinin de, efendisinin sırılsıklam aşık olduğu, Lorenzo Corchuelo’nun kızı, Toboso’lu Senyora Dulcinea’ya
mektup götürdüğünü söyledi. Sancho’nun anlattıklarını dinleyen iki ahbabın ağzı açık kaldı; gerçi Don
Quijote’nin deliliğini biliyorlardı, fakat bu anlatılanlar, hepsini geride bırakmıştı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:188-9)
“GECE YAĞMURU
------------------------Şapka ya da baykuş büyüsünden
Daha derin bir büyüden içtik bu gece
Belki de uçamayacak ıslak kanatlar
Iroko ağacının üzerinde sırılsıklam.
Dikiliyorlar bomboş yürekleriyle,
Kımıldayamayacaklar bu yüzden, hayır
Hatta şimdilik şafakta bile
Kaçmalılar saklanmak için.”
(John Pepper Clark<d.1935>-İlyas Tunç, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.03.10)
“AÇIK DENİZLER
Sol kulağıma çarpan bir serpinti
Sildirir bana tuz tanelerini boynumdan
Ve sırsıklam yakamla gurur duyarım.
Tekne titrer ve eğilir
Ağır dalga tümseğine. Uzanırım denize,
Bir ipi çekerim, yerimi değiştiririm düzensiz yalpalarla.”
(Jack Clemo<1916-1994>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.01.09)
“Dosdoğru Zverkov’a yöneldim. Kendimi öyle yorgun, öyle bitkin hissediyordum ki, bu durumdan
kurtulmak için ölümü bile göze alabilirdim. Ateşten cayır cayır yanıyordum; terden sırsıklam saçlarım
kuruyunca alnıma, şakaklarıma yapışmıştı.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:109)
“Az sonra da, bizim matmazel çıkageldi. Deminki gibi güler yüzlü değildi; sırsıklam olmuş, soğuktan
ve korkudan tir tir titriyordu.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:40)
“Bacağının birinde kocaman bir demir parçası paçavralarla sarılı olan bir adamdı bu! Ayakkabıları
param-parça olmuş, şapkasız başına eski püskü bir bez sarmıştı. İliklerine kadar sırılsıklam ıslanmış, baştan aşağı
çamurlara bulanmış, taşlardan, kayalardan bacakları yara-bere içinde kalmış, dört bir yanına dikenler yapışmış,
sırtındakiler çalı-çırpıya takılmaktan parça parça olmuş bir adam...”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:6)
“Meclisin köleleri gergedan derisinden kırbaçlarıyla ona öylesine şiddetle, o denli uzun zaman vurdular
ki, mintanlarının etekleri terden sırılsıklam oldu. Matho bir şey hissetmiyor gibi görünüyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:391)
“Ama iki saat sonra balık ağır ağır dönmekteydi hala, ihtiyar adam terden sırsıklam olmuş, iliklerine
kadar yorulmuştu. Ama çemberler daha küçüktü şimdi, ipin suya girişinden anlaşıldığına göre, yüzerken boyuna
yükselmişti balık.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:70)
“... ben de sırıl sıklam aşıktım ona. Bir defasında saat beşteki sokak izninden okula dönüyordum -bile
bile dönüş zamanını geciktirmiştim biraz, yalnızdım, aklım fikrim Meta’daydı; okula döndüğümde geç kaldığım
için cezalandırılacakmışım, şuncacık umurumda değildi- ansızın karşıda göründü Meta, o yuvarlak duvarın
yanıbaşından çıkıverdi.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:36)
“Öğleden sonra hepimiz N.’yi aramaya çıkıyoruz. Bütün çevreyi araştırdık, tekrar tekrar N. diye
seslendik, hiçbir yanıt alamadık. Zaten ben de cevap beklemiyordum. Döndüğümüzde güneş batmıştı. Sırılsıklam
olmuş, iliklerimize kadar donmuştuk, fakat araştırmadan da hiçbir sonuç alamamıştık.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:91)
“MARİA KADIN
--------------------Pervane gibi döndürdü başımı, yitti çarşaf altında,
ben baygın düştüm onun sipsivri iki tepesinin üstüne...
Kütürdüyen karpuzlar gibiydik akşam karanlığında
ve sarmaş dolaş, sırılsıklam tutkulu, başladık yeni güne.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“Terden sırılsıklam olmuş soluk yüzü, boğulanların yüzüne benzemişti. Öfke bu yüzü öylesine
şekilsizlendirmiş ve değiştirmişti ki Codine’i nerdeyse ben bile tanıyamayacaktım. Yuvalarından fırlamış gözleri
ile çevreye donuklaşmış bakışlarla bakıyordu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:48)
“Avcı yağmura tutulduğundan, yoluna devam etse sırılsıklam olacağından kapıyı açmasını söyledi.
Ayşe ipi çekti, mutfağa kaçtı. Yağmur saçma gibi yapraklara vuruyor; camlara serpiliyor, oluksuz damın her
tarafından çarşaf gibi dökülüyordu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Ayşenin Yazgısı”, sa:173)
“Bir gün yürürken sağanak yağmura yakalanmıştık. Başlangıçta biraz oyun biraz da çocukça bir yiğitlik
gösterisi olarak umursamaz havalarda, göğüs dışarıda, aynı şekilde yürümeye devam etmiştik. Ama birkaç
saniye içinde sırılsıklam olmuştuk.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:35)
“... gök gürültüleri şimdi tepemizde gümbürdemeye başlamıştı. Ben, arabacıya:
-Çal kırbacı biraz, yol alalım!, dedikçe, o gülümseyerek,
-Aldırma, diyordu, yaz yağmurudur, geçer. Hem şeker değiliz ya eriyeceğiz!
Evet; şeker, tuz filan değildik; gel gelelim boşanacak yağmur da öyle pek kıvır zıvır yaz yağmurlarına
benzemiyordu. Haznedar çitliğinin oraya yaklaşınca, ela gözlüm birden şarladı. Hem öyle bir şarlayış ki, birkaç dakika
içinde yamaçlardaki daracık hendekler birer çağlayana döndü. Artık beygir de, arabacı da, ben de sırsıklam
kesilmiştik.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:46-7)
“Gazeller
----------Islak sırılsıklam sessizlikte
Seninle evine dek gitmiştim
Uzun bir yolculuk esintisi
Alıp beni, çok uzaklara götürüyordu.”
(Nazir Kazimi-Asuman Belen Özcan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.02.03)
“ADAM -... Dengemi kaybetmişim, tıpkı suda boğulan biri gibi çırpınıp tutunacak yer ararken, düm
akşam sırsıklam sobanın yanına astığım dizlik elime geçti..”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:6)
“Dağların zirvelerinde hissettikleri geçici rahatlık ve üstünlük duygusu uzun sürmüyordu; çünkü
operasyona çıktıkları zaman günler, geceler boyu açık arazide yağmur altında kalıyorlardı; miğferleri, parkaları,
üniformaları, yün fanilaları, uzun donları, yün çorapları, postalları sırılsıklam durumda, burunlarının ucundan
şırıl şırıl yağmur suları akarken, kuru olmanın ne demek olduğunu unutuyorlardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:41)
“Nabo erken döndü ve hemen yattı. Ertesi Cumartesi, Zenci görünmediği için alana gitmedi. Ve üç
hafta sonra, bir Pazartesi günü, Nabo ahırdayken gramofon kendi kendine çalmaya başladı. Kara çocuğun şarkı
söyleyerek, atların suyuyla sırılsıklam geldiğini görünce, ‘Nasıl çıktı dışarı?’ diye sorduk. O: ‘Kapıdan çıktım,
öğlenden beri ahırdayım,’ dedi.”
(G.G. Marquez, “Yaprak Fırtınası”, sa:146)
“O yılların taverna müziği furyasında ilkin sesine, sonra kendisine vurulduğu, mahalle birahanelerinde
org çalıp şarkı söyleyen temiz yüzlü bir çocuğa sırılsıklam bağlanmış Melek. Ailesinin karşı koymasına
aldırmadan liseyi bitirir bitirmez, üniversite sınavlarına bile girmeden apansız bir kararla evlenmiş.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:97)
“Aradan iki ay geçmeden Aleksey’imiz sırıl sıklam aşıktı.”
(A. Pushkin, “Erzurum Yolculuğu ve Biyelkin’in Öyküleri”, sa:163)
“YATAR BURSA KALESİNDE
<12 Aralık 1945>
--------------------------------------Ağaçlar ovada son bir gayretle pırıldamakta:
pul pul altın
bakır
tunç ve tahta...
Öküzlerin ayakları yaş toprağa gömülüyor yumuşacık.
Ve dağlar dumana batık
kurşuni, sırılsıklam...”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:13)
“Bir elektrik düğmesi çıt etti, ortalık aydınlandı. Gözlüklü adam kalkıp üçüncü yatağa gitti. Yatakta
terden sırsıklam olmuş biri delirmiş gibi bakıyor ve kesik kesik soluyordu.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmeli”, sa:74-5)
“İSMENE
----------bedeninin yumuşaklığı, daha doğrusu, kendini
koyverişi,
bana bahçedeki o geceyi, gökteki o koca ayı, ve beni
sırsıklam ıslatan
suyu hatırlatıyordu. Yeniden giysilerimi ona
giydirebilme isteği geçti içimden.
Ama göze alamadım bunu. Sonra kara benekli turuncu
bir kelebek girdi pencereden
ve kamışının üzerine kondu. Bunun üzerine kadınlar
hemen ağıtlarına başladılar
ve onu hızla kefenine sardılar.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:181)
“Bölge valisi bastonuna uzandı, ayağa kalkmak için gümüş sapından kavradı.
‘Bense onu en son on dokuz yıl önce görmüştüm.’ Dedi. ‘O günlerde üstteğmendi ve şu Koppelmann
denen kıza aşıktı. Tedavisi olmayan bir aşktı onunki. Evet, sırılsıklam aşıktı Koppelmann’a...’ ”
(Joseph Roth, “Radetzky Marşı”, sa:63)
“Balıkçı teknelerinin ve yük indiren gemilerin yarattığı kargaşa can sıkıcı, tayfalar siyah hammallara
küfürler yağdırıp kabadayılık taslıyordu, hamallar ikişerli guruplar halinde çalışmaktaydı, sepetlerden yayılıp
elleriyle yüzlerini pullarına bulayan sudan sırıl sıklam olmuşlardı.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:39)
“GÖĞE RESMİ VURAN HAPİSHANE
NÖBETÇİLERİ
<Jackstraws-Mikado’nun Çöpleri’nden>
-------------------Korkuyla kasılmışken ben, bir göz kırpması beklerken
Kahkahalara karıldım hatırlayınca nasıl
Düğmelerimizi ilikleyip, koşmuştuk sırılsıklam
Eyalet hapishanesinin yanından geçmiştik
Silahlı nöbetçileriyle, kulelerinde göğe resimleri vuran.”
(Charles Simic<d.1938>-Nazmi Ağıl; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.02.05)
“Kız hala sana sırılsıklam aşık ama, Gilletti’den ödü patlıyor. Üç gün önce, sergilediğimiz son oyunda,
Giletti kızı kesinlikle öldürmek istiyordu. Ona hatırı sayılır iki tokat patlattı, en kötüsü de, Marietta’nın mavi
şalını yırttı. Eğer ona bir mavi şal armağan edersen, pek hoşuna gider, biz de onu piyangodan kazandığını
söyleriz.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:209)
“... O zaman babam sağa doğru eğildi, -Bir yandan Bay Sommer’in yanı başında ilerlerken- arabanın
sağ kapısını açıp bağıırdı: ‘Ee, hadi binsenize artık, Allah aşkına! Bakın, sırılsıklam olmuşsunuz. Bu yaptığınıza
ölüme meydan okumaktır derler!’ ”
(P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:32)
“Arkadaşımı bulmak için harcadığım gayret, kolumu, kanadımı kesmişti! Soğuk ırmak sularıyla
sırsıklam olan elbisem de vücuduma yapışmış, adeta sudan çıkmış sıçana dönmüştüm.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:318)
“Kiti ile dadıydı bunlar, Levin koşarak onların yanına geldiğinde yağmur hızını kaybetmeye, ortalık
aydınlanmaya başlamıştı. Dadının elbisesinin alt tarafı kuruydu, ama Kiti sırılsıklamdı, elbisesi bedenine
yapışmıştı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:727)
“Teğmen Daniel’e baktı, başıyla karşılık verdi. Kayığı Maro Grosso yönüne çeviirdiler, bir yan kola
saptılar, gizlenecek bir yer aradılar.
Sa Lua, bitkin bir halde uyandı. Çok solgundu, alnı terden sırılsıklam olmuştu. Teğmene baktı, gözleri
yaşla doldu, duraksayan bir sesle:
-Artık dayanamayacağım… dedi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırrmızı Papağan”, sa:65)
“Moda salonunun kapısının önünde saatlerce bekledikten ve birçok umutsuz ataklardan sonra zengin ve
oldukça da tutucu biri olan kereste imalatçısı, birkaç gün içerisinde bu alımlı ve aynı zamanda da büyüleyici
sarışına sırsıklam aşık oldu ve çevresinin hiç de hoş karşılamadığı bir cömertlikle, genç kız ile kurduğu ilişkiyi
ilerletti.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:15)
Sırım gibi : İnce, uzun boylu, sağlıklı, dinç insan
“Görkemli kütüphanede ünlü gezgin ve değerli taş uzmanı tarafından karşılandı. Uzun boylu, sırım gibi,
elli yaşlarında, hemen hemen bembeyaz bıyıklı asker tavırlı bir adamdı bu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:215)
“Karşımızdaki kösele yüzlü, sırım gibi herif, iri fakfon tabakasını bize uzatırken arkadaşa beni sordu:
-Bu beyağa da sizin gibi meraklı olmalı cümbüşe!
-Biraz öyledir!
-Bağışlayın göreyim, bu beyağanın adını bana!
-Hayri!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:22-3)
“Ex marine <emekli, terhis olmuş denizci> rahatsız olmuş gibi bir dikişte konyağını içiverdi.
Generalisimo bu adamın seksenine merdiven dayamış olduğunu düşündü. Olağanüstü iyi görünüyordu. Düz
kesilmiş kısa saçlarıyla dimdik, sırım gibiydi, ne bir dirhem yağ ne de boynunda sarkmış bir deri vardı.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:209)
“İngiliz usulü, favorilerinin çevrelediği yüzü ve frakının içindeki sırım gibi ince bedeniyle Şvats’ın
çıtkırıldım bir kibarlığı vardı. Uçarı tavırlarına uymayan bu kibarlığın burada hiç uygun kaçmadığını düşündü
Piyotr İvanoviç.”
(L. Tolstoy, “İvan İlyiç’in Ölümü”, sa:24)
Sırıtmak : Alaycı bir tavırla pis pis gülümsemek
“Sophie, ‘Peki,’ dedi. ‘Ama Tapınakçılar’ın kutsal saydığı taş büst Baphomet ise, bir ikilem var
demektir. Kripteksin üstündeki harfleri işaret etti. ‘Baphomet kelimesinde sekiz harf var. Burada ise sadece beş.’
Teabing genişçe sırıttı. ‘Tatlım, Atbash Şifresi burada devreye giriyor.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:349)
“Yazdığını elinden çekiyorum. Hınzır oğlan gülümsüyor. Kağıt parçasına bakıyorum. Bütün sözlerim
stenografi ile not alınmış.
‘Ya, demek beni ele vermek istiyordunuz?
Sırıtıyorlar! İstediğiniz kadar sırıtın! Ben hepinizden nefret ediyorum.”
(Ö von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:23)
“Aşçı sinirli halime dişlerini gıcırdatarak sırıttı ve elime buharı tüten bir maşrapa uzatarak, ‘Şey, bu size
iyi gelir,’ dedi. Mide bulandırıcıydı geminin kahvesi ama sıcaklığı insanı canlandırıyordu.”
(J. London, “Deniz Kurdu”, sa:26-7)
“JIMMY, vahşice bir övünme ile sırıtarak. - Herifleri hakladım, kaptanım. Bir şey söyleyecekleri yok.
Artık ağızlarını açamazlar.
CATES, cıvık cıvık. - Erkekmişsin Jimmy. Sapına kadar erkek.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:28-9)
“... James’e kalırsa kendisinden on bin kat üstün olan karısını gülünç etmek zevkiyle değil, kendi
düşüncesinin doğruluğuna inanan gizli bir gururla alaylı alaylı sırıtıyordu. Dediği doğruydu. Her vakit doğru
çıkardı. Yanılmak istese bile yanılamazdı; eğriyi doğruyu gösterdiği hiç olmamıştı.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:4)
Sır küpü olmak : Sır tutmak, ser verip sır vermemek
“ELLIE - Shakespeare gerçek olduğuna inanıyordu.
Mrs. HUSHABYE - Desdemona da inanıyordu ama aslı faslı yoktu bunların
ELLIE - Neden öyle esrarlı bir tavır takınıyorsunuz? Ne sır küpüsünüz siz! Ne demek istediğinizi bir
türlü bulup çıkaramam.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:26)
Sırnaşık; Sırnaşmak : Sırnaşan kimse; Bir kimseden, ne denli rahatsız ettiğinin içgörüsü olmaksızın, ısrarlı
olarak isteklerde bulunmak, yalvarmak, asılmak, yapışkan kişilik
“ ‘Daha önce de söylemiştim ya, Barbara’nın dairede çörek satarken sırnaşan birine attığı tokatın
hikayesini arkadaşlar anlatırlardı. Ufak tefek sayılan bu kızın elinin ağırlığına dair söylenenler, alay olsun diye
fazlaca şişirilmiş gibi gelirdi bana. Ama gerçekmiş, söylenenler azmış bile.’ ”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:58)
“WEISKOPF - Eğlenceden arta kaldı bunlar, Bay Kittel.
KITTEL - Af dileyen insanlar özellikle sevimli görünür bana.
WEISKOFP - Bay Kittel, Bay Kittel! Onun niye fazladan beş yüz işçi almak istediğini tamı tamına
anlatabilirim size.
KITTEL (GENS’e.) - Kurtar beni şu sırnaşık adamdan!”
(J. Sobol, “Getto”, sa:101)
Sır olmak : Esrarengiz bir şekilde kaybolmak
“Önüne bakarak başını salladı. Gizli bir şey söylüyormuş gibi yavaşça:
‘Burası Yalnız Efe’nin sır olduğu yerdir!’ ”..... “Paketimi cebime soktum:
‘Anlat bana baba,’ dedim. ‘Yalnız Efe kim? Nasıl sır oldu?’
Yaşlı avcı torbasının yanına bağdaş kurdu. Çiftesini kucağına uzattı. İri ela gözüyle dik yarın keskin
kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit uçurumlara baktı, baktı.”
(Ö. Seyfeddin, “Yalnız Efe”, sa:22-3)
Sırra kadem basmak : Gizemli bir şekilde birdenbire ortalıktan kaybolmak <kadem=ayak>
Bk.: Toz olmak
“Ona meydan okuduğum için bir parça afallayarak, ‘Bu sana koz vermek olur ve tabii ki direkt inkar
<yadsıma> yoluna gidebilirisin,’ dedi.
‘Hadi ama bir suçlamada bulundunuz, şimdi buna arka çıkmalısınız,’ dedim savunmamı arttırarak.
Aceleyle sırra kadem bastı ki sanıyorum bu oldukça akılcı bir davranış oldu, çünkü tavrını sürdürseydi
muhtemelen tokadı yiyecekti”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:203-4)
“Yattığım yerde, ellerimi başımın altına koyup bekliyorum. Acaba bu amansız makineden kurtulan,
idamdan önce sırra kadem basan, polis kordonunu yaran ölüm hükümlüleri var mıdır, diye kimbilir kaçıncı kez,
kendi kendime sorup duruyorum.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:103)
“Troyekurov ertesi gün yangın yerine gelerek, kovuşturmayı kendisi yönetti. Polis şefi, bölge yargıcı,
noter ve yazıcının, ayrıca Vladimir Dubrovski, Yegorovna dadı, uşak Grigori, arabacı Anton ve demirci Arhip’in
sırra kadem bastıkları anlaşıldı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:51)
“...tüm yazlık villalar ve çiftliklerde anahtarlara el kondu ve demirbaş eşya kaydedildi, biz işçiyiz,
soygun yapmaya gelmedik, üstelik bunun tersini savunacak kimse kalmadı; çünkü hiçbir yerde, ne avlularda ne
salonlarda ve şarap mahzenlerinde, ne ahırlarda ne tavuk kümeslerinde, ne sarnıçlarda ne sulama tanklarında,
hiçbir yerde Norberto’lar ve Gilberto’lar yok, sırra kadem bastılar, kimbilir nereye kaçtılar, kraliyet taburu
kışlalardan kıpırdamıyor, melekler gökyüzünü süpürüyor, bugün devrim var, katılan o denli çok ki.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:313)
“... Peki yiğitliğin zagonu? Dokuzu kaçmak, biri hiç görünmemek değil midir? Tamam... Aman Selim
hemşerim, bu kez, yiğitliğin gereğini yerine getireceğiz. Savuşmayı bilir misin savuşmayı?.. Yolu ele alıp
tozutaraktan sırra kadem basmayı?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:53)
Sırt(ını) çevirmek : Daha önce söz verdiği halde, sonra hiç oralı olmamak; yardımı ya da dostluğu kesmek,
arkasını dönmek, terketmek; Prensip olarak ilgi göstermemek
Bk.: Arkasını çevirmek
“Kendime çok haksızlık etmiş olabilir miyim acaba, diye düşündüm. Böyle düşünmeye başlayınca da
ipin ucunu kaybettim..... Kim böylesi bir umut olasılığına sırt çevirecek denli güçlüdür? Bir gün kendi gözümde
de yeniden dirileceğim düşüncesi içimi kıpır kıpır ettirdi ve birdenbire, bizi birbirimizden ayıran onca yıllık
sessizlikten sonra, Fanshawe’a kanım kaynadı.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlüsü 3-, sa:16)
“Yasa, belli bir değerin üstündeki, kurtarılabilen eşyanın bankaya verilmesini öngörüyor; banka da
bunları sahiplerine iade etmekle yükümlü; oysa iş arkadaşları hoşlarına giden her şeye el koyuyor ve gerisini
düşünmüyorlar. Miles bu yağmaya -şişelerce viskiye, radyoya, CD çalarlara, okçuluk gerekçelerine, açık saçık
dergilere- sırt çevirdiği ve sadece resimlerin, eşyanın kendisinin değil eşyanın resimlerinin peşinde olduğu için
ona aptal gözüyle bakıyorlar.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:13)
“YEDİ İHTİYAR
-Victor Hugo’ya------------------Sekizinciyi de görür müydüm, ölmeden,
Uğursuz, alaycı, yavuz eşi, kendine
Hem baba hem oğul Feniks’i iğrendiren?
-Sırt çevirdim bu cehennem kafilesine.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:173)
“Bütün bunlara karşın anne ve baba olarak çok iyi insanlardı. Ama öylesine dalgındılar ki, ikimöiz de
aşağı yukarı kendi halimize bırakılmış olarak büyüdük. Kötü mü oldu bu? İyi mi? Kim söyleyebilir? Cosimo’nun
yaşamı kuşkusuz, olağandışı geçti. Ama benimki düzenli ve sade. Oysa ikimiz de aynı çocukluğu yaşadık.
Birlikteyken yetişkinlerin dertlerine kayıtsızdık, insanların geçtikleri yollara sırt çeviriyorduk.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:15)
“Şerefli bulduğum şeyi ve yalnızca onu yaşamak gerekir. Bazı durumlarda bu, insanlara tutkuyla
bağlanmış bir yüreği bile (özellikle de onu) insanlara sırt çevirmeye yöneltebilir.”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:108)
“Eğer Tolstoy karısını hemen bırakmış olsaydı, onun yaşamı için kaygı duymasaydı, ortak yaşamları
dayanılmaz olunca karısına hemen sırt çevirseydi -ki bunu yapmak için yeterince nedeni vardı-, o zaman
Tolstoy’u ciddiye almak gerekmeyecekti. Ama Tolstoy, kaldı ve çok yaşlı olmasına karşın, karısının şeytanca
tehditlerine göğüs gerdi.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:135)
“Ülkenin yönetimine gelenler, onyıllar boyunca başarıyı tarihsel gerçeklere sırt çevirip toplumu ve
bireyleri bir yanılsamalar dünyasına sürüklemekte aradılar. Bunun sonunda gerçekler tehlike, yapay yapılaşmalar
ise erdem diye belletildi.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:43)
“Öğleden sonra iki olmuştu; Petrus yüksek sesle dua etmeye başladığında ortalıkta çıt yoktu:
‘Yüce Tanrım, bize merhamet et, çünkü biz Compostela yollarına düşmüş hacılarız ve burada
bulunmamız bir kusur olabilir. Bilgimizin bize sırt çevirmemesi için, sonsuz merhametinle el ver bize.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:131)
“Ama ruhun ölümsüzse, duyularını ilgilendirmeyen şeylerle ilgilenmek için bütün bir sonrasızlık
olmayacak mı önünde? İçinden geçtiğin şu güzel yerleri hor mu göreceksin, çabucak elinden alacaklar diye
güzelliklerine sırt mı çevireceksin? Yolculuğun ne denli hızlıysa, bakışın da öylesine doymaz olsun; kaçışın ne
denli hızlıysa, kucaklayışın da öylesine birdenbire olsun!”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri &Yeni Nimetler”, sa:142)
“Kazandığım parayla her gün doğru dürüst karnımı doyurmakla kalmayacak, gönülsüzce yaptığım
öğrenime sırt çevirip belki de çok geçmeden sevdiğim bir alanda çalışarak kendi ekmeğimi tümüyle kendim
kazanabilecektim.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:55)
“ ‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam,
-kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-,
tatlı sözlerle ossaat susturdun onu.
Hem sana <Hektor> ağlarım bu yüzden,
hem talihsiz başıma ağlarım.
Engin Troya’da dostum yok senden başka.
herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’
Helene böyle dedi ağlaya ağlaya,
inim inim inledi kalabalık halk.”
(Homeros, “İlyada”, sa:534)
“Ancak benim bu zayıflığımla alay edecek bir tanık olmasından çekinerek sırtımı Codine’e çevirdim.
Fakat birden çok şaşırtıcı bir şey oldu. Omuzuma çok ağır bir elin dokunmasıyla başımı çevirdim. Codine göz
yaşları arasında şöyle söyleniyordu:
-Fratello, fratello <Ita.: Kardeş>, görsün ya… Ben sana dememiş miydim? Bak işte ben de senin
gibiyim. Benim de zayıflıklarım var. Haydi fratello ne olur, bana sırt çevirme!..”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:31)
“Altında, gittikçe derinleşen, koyulaşan, uğultu, kımıltı içinde bir çam denizi var. Böceklerin tümü
sanki orada cırıldıyor, kuşların tümü orada ötüyor. Tam karşısında, adanın ikinci tepesi var. Çok daha alçakta
duruyor. Onun üstü silme çam kaplı. Kopkoyu. Deniz iki yanda, erir gibi, titrek bir pırıltı içinde, dümdüz,
geniş…”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:32)
“Markiz kollarını açarak onun peşinden koştu; sonra ayaklarına kapandı. ‘Anne... suçsuzluğumu
kanıtlayıncaya kadar bana inanmanı istiyorum senden... annelik sevgini esirgeyemezsin benden... hele şu anda...
asla... yapmamalısın bana bunu... şu anda sana ihtiyacım varken bana sırt çevirme. Beni yalnız bırakma
yazgımla...’ diye inledi.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:34)
“Gerios, insanların buna ne diyeceğini sormak için dudaklarını araladı ama ağzından hiçbir ses çıkmadı.
Keşişin karısı devam etti:
-Gerios, yukarda oturduğu için bize sırt çeviriyor, oğluna bizimkiler gibi bir ad takmak istemiyor
diyeceklerdir. Sana ve karına kızacaklar, dilleri durmayacaktır. Zaten durumunu kıskanıyorlardı.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:40)
“Dünyaya sırt çevirmem ve o zamandan beri beni terk etmeyen yalnızlıktan zevk alma duygusu bu
döneme raslar. Yazmaya başladığım eser, ancak tam bir inziva içinde yazılabilirdi; toplumun gürültüsünden
uzak, uzun ve sakin bir şekilde düşünmeyi gerektiriyordu.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezenin Düşleri”, sa:51)
“CİMRİ SULTAN
Eskiden, sultanın biri ülke idaresinde gevşeklik gösteriyor, askerlerine sıkıntı çektiriyordu. Bir gün,
zorlu bir düşmanla karşılaşıldığında bütün ordu sırtını çevirdi.
Hazine askerden esirgenince,
Asker de kılıcı almaz eline!”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:55-6)
“Kimse son gününden sonra yaşamayı umamaz, sen bir kahinsin, Bunu fark etmenin zamanı gelmişti,
Sanki yolculuklarımız sona ermiş gibiydi, hepimiz evlerimize, normal var oluşlarımıza dönecektik, O günlere
sırt çevirelim ve ne olacağını görelim.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:134-5)
“Mösyö Darbédar sigarayı tercih etti. Birazdan yapacağı konuşmayı düşünüyordu. Pierre’le
konuşurken, bir dev, bir çocukla oynarken nasıl zor duruma düşerse, aklı başında olduğundan dolayı sıkıldığını
hissediyordu. Kendinde taşıdığı bütün aydınlık, açıklık, kesinlik nitelikleri ona sırt çeviriyordu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:52-3)
“Boris fırtınanın kendiliğinden yatışacağını ummuştu; ama şimdi yanıldığını ve fırtınaya göğüs germek
zorunda kaldığını anlıyordu.
-Ben seviyorum Fransızları, dedi. Şimdi savaşı kaybettiler, onun için herkes sırt çevirir onlara; ama ben
onların ilk safta nasıl vuruştuklarını gördüm ve sana yemin ederim ki mümkün olan her şeyi, ama her şeyi
yaptılar.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:75)
“Bana sırt çevirdinse bir kusurum yüzünden
Anlatayım suçumun nedir aslı astarı;
Bana topalsın dersen aksak yürürüm hemen:
Savunmam, üstlenirim yüklediğin suçları.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:89, sa:219)
“-Yaşlı dükle marki cenapları sağ olsunlar koruyorlar beni.
-Yaşlı dükün bir ayağı çukurda, marki de karısının isteklerine on beş gün bile dayanamaz; bir ay içinde
ben markiz’i öyle bir duruma getirebilirim ki, bugün sizi ne denli koruyorsa, o zaman da öyle sırt çevirir.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:33)
“<Kafka’nın ‘Dava’sına atıfla> Mahkeme’nin görevlileri pek çok yönden çocuk gibiydi. Sık sık, en
ufak ayrıntıdan dolayı -ne çare ki K.’nın davranışları ayrıntı olarak sınıflandırılamıyordu- öylesine gücenirlerdi
ki, eski dostlarıyla bile konuşmaya başlar, onlara sırt çevirir, akla gelecek her yoldan onlar aleyhine çalışırlardı.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:73)
“Sonunda Sinclair, ruhunda alabildiğine güçlü bir imaj olarak yaşayan anne özlemine sırt çevirmesini
öğrenerek özgürlük yolunu ele geçirir, kendi sorumluluğuna giden yolu bulur.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:103)
“Koltuğundan alaşağı edilmiş bu yüksek konuğu Prag da pk hoş karşılamıyor; hele eski aristokrat
çevreler, bu istenmedik kimseye sırt çeviriyor. Çünkü, Bohemya soyluları hala Fransız gazetelerini okuyorlar;
Fransız gazeteleri de o ara ‘Bay Fouché’ye karşı pek sert ve öc alıcı saldırılar yayınlıyorlardı.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:216)
“Memlekete tuhaf bir kafirlik ayak basmıştı ve dine tamamen sırt çevirmeyenler bile Tanrı’ya hizmette
daha gevşek ve isteksizdiler; dolayısıyla sabah ortaya çıkan bir sis bulutu birçok kişiyi ibadet görevinden
uzaklaştırmaya yetmişti.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:12)
Sırtına bardak vurmak :
Bk.: Sırtına şişe çekmek
Sırtına (geçirecek) giyecek bir basması (giysisi) olmamak : En basit bir giysi alamayacak kadar fakir olmak
“-Sırtına geçirecek giysin bile bulunmadığı durumda, boyuna evimin önünden geçmeye ve kızımın
pencerelerine küstahça bakmaya nasıl cüret ediyorsun? Hareketimi, komşuların yanlış yorumlamasından
çekinmesem, sana üç tane altın sikke verirdim; Roma’ya gider, daha uygun bir gömlek satın alırdın.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:30)
“Onun böyle olması belki de benim suçum. Eskiden böyle değildi o... Ben ona çok eziyet ettim...
Aldığımda çok yoksuldu, sırtına giyecek bir basması bile yoktu.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:240)
Sırtına kara çekmek : Karalara bürünmek, yas tutmak
“Vurgunum gözlerine, o gözler acır bana:
Bilirler, yüreğin hor görüp işkence eder;
Seven yaslılar gibi kara çekmiş sırtına,
Kıvranışına çzlü bir şefkatle süzerler.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:132, sa:305)
Sırtına şişe çekmek : Sırtına bardak vurmak. Eski devirlerde, soğuk algınlığı, zatürre (pnömoni) gibi
akciğer rahtsızlıklarında, küçük çay bardaklarının havasını yanmış pamukla alarak sırta beş altı tanesini
yapıştırarak bir müddet tutmakla ciğerlerdeki konjesyonu’nun üstesinden gelme işlemi
“Girit’de tek başına yaşayan ve yanına dişi sokmayan kır bekçisi Kostandi’yi hatırlıyorum. Bir gün
Kostandi’nin ansızın evlendiği duyuldu. ‘Bre Kostandi,’ dedim; ‘nedir bu duyduğum? Senin evlendiğini
söylüyorlar!’ ‘Ee, ne yapayım patron?’ diye karşılık verdi; ‘Soğuklarsam sırtıma kim bardak vurur?’ diye
düşünüyorum’ Evlenen bir başkası da evlilik konusunda kendini haklı göstermek için bana şunları söylemişti:
‘Ee, ne olsun oğlum? Ben de yastığımda saç örgüsü bulunmasını istedim!’ ”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:171)
“Sevecen bir gülümsemeye sahip olduğu için kendine şaştı Lamia, ‘Sızlandığını gören, anasından
doğmadı!’ demişti. Bir erkek gibi konuşmuştu ama, bir kadının kulağına, bu sözler küçük bir oğlanın
böbürlenmesi gibi yansıyordu. Lamia, erkek kardeşinin sırtına şişe çektikleri gün, kelimesi kelimesine aynı
sözleri söylediğini anımsıyordu.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:27)
Sırtına vurmak : Elindeki giysiyi ya da torba vb.ni taşımak azmiyle omuzuna atmak
“Durdu, torbasını yere bıraktı, meşin ceketini çıkardı ve koluna aldı, sonra alnının terini sildi ve torbayı
sırtına vurdu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:40)
Sırtından bıçaklamak : <Mecazi olarak> Arkadan vurmak, sözünde durmayıp davranışını değiştirmek ve
verdiği sözü tutmayarak, elde mevcut kanıtları söz konusu kimsenin aleyhine kullanmak
“W. Aşağıya, resepsiyona inip telefonu alıyor. Born konuşuyor: Hakkımda kötü şeyler söylediğin
kulağıma geldi Walker. Anlaştığımızı sanıyordum, oysa şimdi döneklik edip beni sırtımdan bıçaklıyorsun. Tam
Yahudilere yaraşır bir tavır. Düzmece Anglo-Sakson adınla, bok akan ağzından tam bir kokuşmuş Yahudisin.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:184)
Sırtından geçinmek, para kazanmak; zengin olmak : Başkasını kullanarak geçimini ya da herhangi bir
menfaat temin etmek
“‘Psikiyatr,’ dedi ansızın alçak sesle, ‘seslerin şişeden geldiklerini iddia ediyordu, ama ben ona
seslerime karışmamasını söyledim, ne de olsa onların sırtından para kazanıyordu.’ ”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:135)
“Kadınlar Portekizce konuşuyor, durmadan erkeklerden yakınıyor, bağıra çağıra tartışıyor, çalışma
saatlerini protesto ediyor, işe geç geliyor, patrona dikleniyor, kendilerini dünya güzeli sanıyor ve beyaz atlı prens
hikayeleri anlatıyorlardı; buldukları prensler ise genellikle uzak yerlerde yaşıyorlardı ya da evliydiler, daha
olmadı parasızdılar ve kızların sırtından geçiniyorlardı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:44)
“Zaten daha şimdiden ikisi arasında bocalayıp duruyor. Şu İvan’ın hepinizi tapınacak derecede neyle
büyülediğini anlamıyorum doğrusu! Oysaki o, beleş ziyafete konduk, sırtınızdan geçiniyoruz diye sizleri alaya
alıyor.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:120)
“Porfirio hırslıydı, hem sonra önemli kişilerle düzüşmeyi becermişti: Fransız Danielle Darrieux’den tut
da multimilyoner Barbara Hutton’a dek... Hem de bir tek çiçek bile armağan etmeden. Tam tersi, karılardan para
sızdırarak onların sırtından zengin olmuştu.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:32)
“Gerçekten en ince, en değerli yünü çıkaran krallığınızın her yanında soylular, zenginler hatta pek sayın
rahipler bile toprak için birbirine giriyorlar. Bu zavallılara iratları, türlü kazançları, toprak gelirleri yetmiyor;
işsiz güçsüz oturup keyif çatmak, devlete bir yarar getirmeden halkın sırtından geçinmek gözlerini doyurmuyor
adamların.”
(Th. More, “Utopia”, sa:28)
“ ‘Kendinizi topluma adamak zorundayız’ demiştiniz bana. Siz bir öğretmen olarak alışılanı
yapıyorsunuz. Ben de kendi ilkelerimi izliyorum, eski budala arkadaşlarımı bulup sıkılmadan onların sırtından
geçiniyorum.”
(A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:47)
“Böylece, evinden kaçarak yaşamaya çalıştığı bu metres evinde cehennemi bulmuştu. Clarisse’in ailesi
onun sırtından geçiniyor, onu açıkça dolandırmaktan geri durmuyordu. Parasal durumu gitgide bozuluyordu:
para suyunu çektikçe, adliyedeki konumu tehlikeye girecek diye korkuyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:121)
Sırtından kaynar su boşanmak : Hafakanlar basmak, sinirlilikten sıcak basıyor hissetmek
“Yolcuların her kahkaha atışında kendisiyle alay edileceği korkusuyla Christine’in sırtından sıcak sular
boşalıyordu sanki. Kafasını kaldırıp atılan kahkahaların gerçekten kendisiyle ilgili olup olmadığını öğrenmeye
cesaret edemiyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:41)
Sırtından soğuk terler boşanmak : Ansızın duyulan strese tepki olarak ürpermek, utanç duymak
“O anda bende bir gariplik olduğunu sezinledim. Sırtımdan aşağı soğuk terler boşandı. Gözüm aşağıma
iliştiğinde ayakkabılarımın olmadığını, yere çorapla bastığımı gördüm ve utançtan yerin dibine girdim.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:139)
Sırtından yük kalkmak : Ağır bir sorumluluktan kurtulmak, rahatlamak, derin bir soluk almak
“Serge bana birkaç çekle, içinde para bulunan bir zarf uzattı.
‘Altmış iki mark, seksen fenik,’ dedi. ‘Lütfen çeklerde yazılı paralarla bu zarftakileri bizim hesabımıza
yatırınız. Hesap numaramızı biliyorsunuz, değil mi?’
‘Biliyorum.’
‘Bu yük sırtımdan kalkarsa memnun olacağım,’ dedi, ‘neyse, Witsch öbür gün dönüyor; kurtulacağım
bu döküntü işlerden.’ ”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:160)
Sırtını (birisine) dayamak : Güvenmek, sayesinde geçinmek,geçinebilmek için maddi yardım almak
“Bu aylıkla bunca giderin karşılanması olanaksız olduğuna göre devlet, geleceğin bilim adamlarının ya
sırtlarını geniş ölçüde ailelerine dayamak zorunda kalanların ya da yarı aç yarı tok yaşamayı göze alan
idealistlerin arasından çıkmasını öngörmektedir.”
(A. Cemal, “Yaşamdan Çevirdiklerim”, sa:165)
“Ama sırtını kime dayayabilirdi? Deli güz yellerine sordu bu soruyu. Artık ekim gelmişti ve hava her
zamanki gibi yağışlıydı. Arşidük olmazdı: Pek soylu bir hanımla evlenmişti ve yıllardır Romanya’da tavşan
avlamakla meşguldü. Bay M. de olmazdı; Katolik olmuştu. C. Markizi de olmazdı: Botany Körfezi’nde yükünü
tutmuştu. Lord O. da olmazdı: Çoktan balıklara yem olmuştu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:161)
Sırtını çevirmek : Dostluğundan, eski tutumundan vazgeçmek; Sırtını dönmek
“Şiir: ‘Sen azizleri beşer (insan) gibi görüyorsun. Bu görüşün sana İblis’den miras kaldığını bil.’
Sen, şeyhin zeka ile dolan, içindeki nurlardan habersizsin; çünkü eşeksin, fakat bizim müridlerimizin
secde etmemesi tam bir küfürdür. Çünkü hakkın nuruna sırtını çevirmek, şeytanın mezhebini taklid etmek,
körlerin işidir ve büyük bir hatadır.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:310)
Sırtını dönmek : Bir kimseye ya da olaya arkasını dönmek, yadsımak, hiç yokmuş ya da olmamış gibi
davranmak, aldırmamak
“Eğer bu çocuklar ana-babalarının davranışlarının dürüst olmadığını, onların özlerinin-sözlerinin bir
olmadığını hissederlerse, onları kabul etmeyecek, onlara sırtlarını döneceklerdir.”
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:143)
“ ‘Han sahibi masamıza geldi. Kibar bir tavırla iki bira ve bir tabak ekmek ve peynir istedim. Hiç yanıt
vermedi, ama dik dik önce Cuma’ya sonra bana bakmaya başladı. ‘Bu benim uşağım,’ dedim. ‘Sizin ya da benim
kadar temizdir’ dedim..... ‘Burası temiz bir yerdir. Biz serserilere ve çingenelere hizmet vermiyoruz’ dedi han
sahibi ve bize sırtını döndü. Kapıya doğru yöneldiğimizde eşeğin biri ayağını uzatıp Cuma’ya çelme taktı ve
sendelemesine neden oldu.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:83)
“ ‘Çünkü o, İsaev’den daha iyisini bulabilirdi! Gençlerin artık hoşlanmadıkları için ailelerine,
yuvalarına, yetiştirilişlerine sırtlarını dönmeleri çağımızın bir hastalığı halini aldı!”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:155)
“Eggo’nun Doğumu
-----------------------Alnının doğrusuna bakarak, sırtını dönüp ardına bakarak
ve profiline, değişmemek üzere çizdiği
güçlü elleriyle. Yalnız başına,
ve camdı, altındı teknesinden akan,
yaratılmış olan her şeyin gövdesi,
tükenişin gelip çattığı o saate değin.”
(Pablo Armando Fernandez<d.1930>-Ayşe Nihal Akbulut, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 03.04.08)
“Artık ben de mesele değilimdir onun için. Ama gene de bir şey var bu radyonun düğmelerinde. Neyi
çözemedi acaba? (bu gece gene bana sırtını dönecek gene konuşmayacak gene düşünecek gene cıgara içecek
kaşları gene çatılacak benimle uğraşmadığına kalıbımı basabilecek durumda olduğum halde sanki kızdığı
benmişim gibi sanki bunca şey olup bitmemişmiş gibi davranacak biliyorum bekliyorum)
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:114)
Sırtını sıvazlama : Herhangi bir iş ya da gaye de başarılı olduktan sonra, birinin, temsili ya da gerçekten,
diğerinin sırtını sıvazlayarak ‘aferin’ demesi
“İlaçların hepsini durdurdular. Aman Allahım, geri çekilim bir facia idi. Öyle geceler oldu ki,
uçurumlardan düştüğümü, boğulduğumu ya da ateşler içinde yürüdüğümü sanmıştım. Zaten pijama vermezlerdi,
terlemekten geceleri üç gömlek değiştirirdim..... Fakat bir gün, onu da fethettim: benim iç-kudretim, hemen her
şeyin üstesinden gelebileceğimi bir kez daha kanıtladı. Geceleri saat yediden sabahın yedisine kadar o
karabasanları kendi kudretimle yendim. Sonunda benden başkası sırtımı sıvazlamadı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:111-2)
Sırtını tapıklamak : Bk.: Tapıklamak
Sırtı pek olmak : Kışlık ya da mevsimlik üzerinde giyicek giysiye sahip olmak; genellikle varlıklı, iyi gelirli
Bk.: Karnı tok sırtı pek olmak
“-... Ayrıca sizden almayıp da kimden alacaktım, Boris Petroviç? Bunu sizin anlayışınıza bırakıyorum...
Siz varlıklı, sırtı pek bir müteahhitsiniz. Keyfiniz için evlenmiştiniz, keyfiniz istediği için de boşandınız.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:141)
“Hava yağmurlu ve oldukça rüzgarlı olduğundan, ceketlerin sıcaklığından yararlanabilmek için mumları
erkenden söndürmeye karar verdiler. Sırtları pek olarak geçirecekleri ilk kış olacaktı bu. Yıllarını, böylesine tatlı
bir rahatlığı bilmeden geçirmişlerdi.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:152)
Sırtı yere gelmemek : Mağlup olmamak, dava kaybetmemek, başarısız olmamak
“ ‘Aferin komşular!’ dedi muhtar. ‘Dahile karşı dirlik, harice karşı birlik! Bu böyle sürüp gittikçe, bizim
Ömer pelvan her güleşte yenilse de Karataş köyünün sırtı yere gelmez arkadaşlar.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:79)
“Ahmet’in canı fena halde sıkılmış olmakla beraber belli etmemeye çalıştı:
‘Aldırma canım... Biz öyle şeylere alışığız. Öyle her şikayette sırtımız yere gelse, şimdiye kadar
çoktan toprağa gömülmüş olurduk.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:42)
“Pazar yerindeki pislik cabadan toplanıyor, cümle evlerin önü her sabah, her akşam süpürülüp sulanıyor
tertemiz. Bu kadar yardımcısı olur da, Van Belediyesi’nin sırtı yere gelir mi hiç?”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:34)
“GLUMOV -... Ama geçim derdine düşünce anladım ki, bu şehri yönelten aptallarla alay etmek karın
doyurmaz. Hüner, onların enayiliklerinden yararlanmayı bilmek. Ne yazık, Moskova’da bir meslek sahibi olmayı
düşünemezsiniz. Burada çene çalmaktan başka iş yapılmaz. Ancak zengin bir kız alıp işi az, maaşı dolgun bir
göreve atandın mı, sırtın yere gelmez.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:21-2)
Sırtüstü uzanmak, yatmak : Sırtı, arkası yere gelecek şekilde yere uzanmakl; Arka üstü yatmak
“Sonunda çevre alaca bir renk alıyor. Yine sabah olmaktadır. Kimseler yok önümde. Ne bir surat, ne de
başka bir bir şey. Sessizce karargaha giriyorum. Yine başçavuş ağzı açık olduğu halde hala sırt üstü yatıyor.
Çadırın dışına yağmur çarpmaktadır. Yorgun olduğumu ancak şimdi anlıyorum.”
(Ö. von Horvarth, “Allahsız Gençlik”, sa: 87)
“Aklımı kaçırmak üzere olduğum ikinci olayda, sevdiğim yerde, bu avludaydım; taşlara sırtüstü
uzanmış, ayaklarımı duvarın en yüksek yerine dayamış, gözlerimi gökyüzüne dikmiş, bir saattir kim olduğumu
öğrenmek için adımı yineliyordum durmadan.”
(P. Istrati, “Mihail”, sa:177)
“Ölü İsabella
Yağmurlu bir günde girmiştik
annenin evinden içeri
sırt üstü bulduk seni
ufacık bir tabutta
ince bir perdenin arkasındaki.”
(Nizar Kabbani<d.1952>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.09.08)
“EKMEK
---------Dilimin ucunda bir eski arkadaş adı,
Unutulmuş şekilleri taşıyan bulutlar;
Bir gökyüzü genişliğiyle ruhuma dolar,
Otların içine sırtüstü yatmanın tadı.”
(O. Veli Kanık<1914-1950>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1, sa:360)
“Kendimi Sunarım
----------------------Boğazda bir köprü. Manhattan.
-Manhattan sokaklarında çocuklar yok-.
Tikal’de sırtüstü bir gece.
Yerliler Puerto Plata’yı gözlüyor
Isabel tepesinden. O sesizlik.
Canon’un kızıl derisi altında
gizlenen devasa yerliler.
Bütün Hollanda’ya ışık saçan bisikletler.
Camide diz çökmüş bir adam.”
(Antonio Lopez<d.1981>-Olcay Öztunalı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.04.08)
“Yokuş aşağı koşuyorum, yeşilliklerin btiminde, ulu ağaçların arasında pırıl pırıl görünen Isere’e doğru
inen, küçücük dağ çiçekleriyle beneklenmiş, kısa ama sık çimenlerde yuvarlanıyorum... ırmağın kıyısında diz
çöküyorum, ellerimi berrak sularına daldırıyorum, yüzüme su çarpıyorum, sırtüstü uzanıyorum...”
(N. Sarraute, “Çocukluk”, sa:211)
“Derken davullar durdu, yorgun eşek görünmeyen bir yerden gelen bir buyruğa uyar gibi sırtüstü yere
yatıp bacaklarını kaldırdı ve dimdik organını gözler önüne serdi. Kadın ortada dönerek, gösterinin sonunu ancak
peşin para ödeyenler görebilirler, diye bağırıyor, bekçi kılıklı iki cambaz ellerinde kırbaçlarla çocukları ve
dilencileri kovalıyordu.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:22)
Sıska; Sıpsıska : Zayıf, bir deri bir kemik kalmış
“Biri çok sarışın, narin bir adamdı. Öteki uzun boylu, esmer ve sıska... Bir tanesi kısa boylu, kalın
enseli ve zaman zaman birdenbire kızacağı yerde sararan bir şişman.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan”, sa:12)
“Rabia’nın burnunun üstü kırışarak güldü:
-Sanki ben bunu düşünmüyor muyum? Fakat benim gibi sıska çalı süpürgesi kılıklı kızı kim alır?”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:140)
“YABAN BALI ÖZGÜRLÜK KOKAR
Yaban balı özgürlük kokar,
Toz, güneş ışını kokar,
--------------------------------Aşk ise elma,
Ama biz, biliyoruz artık
Yalnız kan kan gibi kokar...
Romalı yöneticinin halkın önünde
Topluluğun ölüm bağırtıları altında,
Ellerini yıkaması boşunadır,
İskoçya Kraliçesinin sıska avuçlarını
Oğuşturması boşunadır”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:57)
“Böylece Brick, kendisine dostça davranan sıska kızla havadan sudan konuşmaya çabalayarak dört
çırpılmış yumurtasını sipariş ederken, bir taraftan da bu döküntü lokantada yumurtanın tanesi beş dolarsa,
Tobak’ın verdiği paranın bu fiyatlarla fazla dayanmayacağını hesaplıyor.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:32)
“İnsanın aklına Bay Boş’un bu onur kırıcı pozisyonda yakalanmaktan (donu aşağıda, cılız penisi
çırçıplak, sıska bacakları arasından sarkmaktadır) mahcub olacağı gelebilir, ama durum öyle değil. Bay Boş’un
Anna’nın yanında hissettiği, sahte bir alçak gönüllülük değildir.”
(P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:26)
“İÇ SIKINTISI
-----------------Kedim taşlıkta aranırken bir kovuk
Sıska gövdesini titretip gezmekte;
Üşümüş, dolaşır olukta, sesi boğuk
Eski bir ozanın ruhudur elbette.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:143)
“Ne kadar çok gri-yeşil battaniye sıska omuzlara sarınmıştı, ne kadar çok sert hatlı profil gördüm, kimi
rahibin dikleştirilmiş yakasında da gerekebilir diye yanlamasına tutturulmuş ve üstünde takılı iki, üç, dört
iğnenin yavaşça sallandığı çengelli iğneler gördüm...”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:17)
“Bir ara bitişik odanın kapısı açıldı, kapı aralığında sıska bir kadın yüzü belirdi; gözleri sarıya çalan ve
büyük büyük, bir kadın yüzü. ‘Gayret et, yavrum,’ dedi kadın. ‘Seni okula göndermek için nelere katlanıyorum,
biliyorsun. Bu derslere de para veriyoruz.’ ”
(H. Böll, “Ve O hiçbir Şey Demedi”, sa:19)
“Sorgu yargıcının karşısında sıska mı sıska bir köylü duruyordu. Köylünün sırtında evde dokunmuş
bezden alacalı bulacalı bir gömlekle yamalı bir pantolon vardı..... çoktandır tarak yüzü görmemiş karmakarışık
saçlarının bir şapka gibi örttüğü başı adama iri, öfkeli bir örümcek görünüşü veriyordu.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:111)
“BEREKET
--------------Özlüyorum dağılıp gitmiş kız
kardeşlerimi,
bütün bu banyo kavgalarını, ve sonra,
gülümsemesini annemin, sıska, kurak
zamanların,
uzun çocukluğumuzun bağlarından
kurtulmuş.”
(Isobel Dixon<d.1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.05.07)
“Mr. Meursault’nun Yaşlılar Yurdu’ndaki kimseleri tasvirine bakın: ‘... Erkeklerin hemen hepsi
sıskaydı. Ellerinde birer baston vardı. Yüzlerinde beni şaşırtan şey şuydu: Gözlerini fark edemiyor, yalnız
buruşukluklar ortasında fersiz bir ışıltı seziyordum.’ ”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:35)
“Köydeki pencereler arasında bir tanesi vardı ki, önünde daha sık olarak birini görmek mümkündü;
çünkü pazar günleri sabahtan akşama akadar her gün, hava açıksa öğleden sonraları, bir çatı katının penceresinde
Binet’nin sıska yüzü yandan görünüyordu. Adamcağız tornasının üstüne eğilmiş çalışıyor, tornanın tekdüze
uğultusu ise ‘Lion d’Or’ hanından bile duyuluyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:111)
“Hacı Kalfa’nın programına göre bu çocuk, iki yılda bir okul değiştirecek, yirmi yaşına kadar sırayla
Fransızca, Almanca, İngilizce, İtalyancayı mükemmel öğrenerek tam bir adam olacakmış. Tabii bir solucan gibi
sıbsıska çocuk bu yükün altında ezilip ölmezse.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:156)
“Laigle onun sözünü kesti:
‘Her şeyden önce, içten gelen birkaç övgü ifadesiyle Blondeau’yu mumyalamak isterdim. Onu ölmüş
sayıyorum. Mumyalayınca, sıskalığında, renksizliğinde, soğukluğunda, katılığında ve de kokusunda büyük bir
değişiklik olmaz zaten.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:141)
“Gerçi evi korumak için bir kedi kalmıştı -Arhont’un yaşlı bir ağabeyi- ama o, artık bir korkuluktan, bir
vakitler damlar üstünde fazla cirit atmak yüzünden sıska ve keleş bir hale gelmiş bir kediden başka bir şey
değildi.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:80)
“Derken, tırmık biraz daha aşağı indi, çünkü mahkum sıska bir adamdı.. İğnelerin uçları bedenine
değdiğinde mahkumun tüyleri diken diken oldu.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:45)
“Öfkeli pejmürde kılıklılar Zebedi Baba’ya baktılar, aralarından biri, en sıskası ileri atıldı.
‘Hey, Zebedi,’ diye seslendi, ‘Tanrı’ya inanıyorsun değil mi? Elin taş kesilecek şimdi, korkmuyor
musun? Bir daha düşün.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:203)
“Keten giysimin içinde iki dirhem bir çekirdek, sanki yer yarılıp da içine geçsem kaygısıyla
yürüyordum, ama hiç kimse dikkat etmedi bana, çevredeki evlerden birinin kapısına oturmuş uyuklayan sıska bir
melezin dışında.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:25)
“ORKESTRA
Bana bak!
hey!
Avanak!
Üç telinde üç sıska bülbül öten
üç telli saz
dağlarla dalgalarla kütleleri
ileri
atlatamaz!”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:121)
“Verdun Oteli eski ve harap bir binaydı. Sıvaları büyük parçalar halinde yer yer dökülmüştü. Küçük bir
giriş kapısı ve bunun arkasında otelin sahibi olan, siyah elbiseli, sıska kadının oturduğu küçücük bir odası vardı.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:393)
“Biraz sonra başımı kaldırdım; meraklı bir tavırla beni süzüyordu. Gardiyanlar bir ot minderin üstüne
oturmuşlardı. Koca sıska Pedro başparmaklarını çeviriyor, öteki de uyumamak için zaman zaman başını
oynatıyordu.
-Işık ister misiniz, diye Pedro birden sordu doktora.
Beriki, başıyla ‘Evet,’ dedi. Doktorun bir meşe oduna kadar kafasız olduğunu düşünüyordum.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:19)
“Kısa bir süre sonra, sürgüne gönderilen yurtseverlerden artakalanların geri döndüğü görüldü; dönüşleri
ulusal bir bayram gibi kutlandı. Yurtseverlerin solgun yüzleri, iri iri açılmış şaşkın gözleri, bir deri bir kemik
kalmış sıska kol ve bacakları her yandan coşan neşe ve sevinçle garip bir çelişki yaratıyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:26)
“Adamlar çevrelerine baktılar ama yemek artıklarının durduğu masadan başka bir şey göremediler.
Mumlar falan, çok sıkı fıkı bir akşam yemeği Doktor Pereira, dedi kısa boylu sıska, ne kadar da romantik.”
(A. Tabuchhi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:158)
“-(Gülümsedi.) Katır söylemiştir. Zeynep’in öz kızımız olmadığını elbet... 1915’te Rize göçmenlerinden
aldık. Dokuz yaşında var yoktu. Kurumuş mısır koçanı gibi sıskaydı. Dil mil bilmiyordu. Şimdi Rüştiye’yi (Lise)
bitirdi. Biraz piyano çalar.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:283)
“Agafya Mihaylovna saçı başı karmakarışık, kıpkırmızı olmuş yüzünü bir keder ifadesi kaplamış,
dirseklerina kadar sıvadığı sıska kolları çıplak, reçel kabını mangalın üzerinde daire çizecek biçimde gezdiriyor,
ahududuna soğuk soğuk bakarak, reçelin kesilmesini bütün kalbiyle istiyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:226)
“Üçü de sıska, sapsarı, kemikli; üçü de aynı boyda. Gerçek birer ütü tahtası; tam birer süpürgesiz cadı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:28)
“Daha bunları söylerken, Tilde aklına geldikçe yüreğine çöken sıkıntıyı bastıramıyordu. Sarımtırak bir
ten, aynı renk bir giysi, sıska bacaklar, yamru yumru ince kollar… Ve elleri, hele o her zaman kım ıldayan
parmakları…hırslı yılanlar gibi, bir şeyi tutunca iyice kavrayan parmakları. Bu iğrenç orospunun tek güzel yanı
saçlarıydı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:52)
“ ‘Yine de hala çatı katındaki odamı tutuyorum elimde. Her zamanki küçük kitabımı orada açıyorum,
polisin muşambadan yağmurluğu gibi parıldayana dek yağmurun kiremitlerde ışıldamasını oradan izliyorum,
yoksulların evlerindeki kırık pencereleri, sıska kedileri, caddenin köşesine çıkmak için yüzüne çekidüzen
verirken bir sokak kadınının çatlak aynaya gözlerini süzerek bakmasını oradan görüyorum, bazen, Rhoda oraya
geliyor. Çünkü seviyoruz birbirimizi.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:131)
Sıtma görmemiş ses : Beklenilmeyecek derecede sert, kaba, yüksek perdeden, yedi mahalle öteden
duyulabilecek ses
“Testiyi, olduğu yerde büzülen Kambur’un eline tutuştuuurudu. Elinin tersiyle bıyıklarını sildi. Sonra:
‘Ve aleykümüsselam...’ diye homurdandı.
Delikanlı, sıtma görmemiş bir sesle:
‘Ağanın selamı var,’ dedi. ‘Aşağıda bekliyor...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:165)
“Ben gene dalgama döndüm. Allahımla konuşuyorum. O kadarcık gövdede öyle sıtma görmemiş ses
m’olur? Kahveye ‘cehennem makinesi’ düştü sandım. Yekten ‘Kalk ulan deyyus!’ demez mi?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:110)
Sıtma tutmuş gibi (tiril tiril) titremek : Aşırı heyecan ya da korkudan titremek
“Kısrak genç olmakla beraber sıskaydı; ön bacakları iki yana ayrıktı, kulaklarıysa ısırık içindeydi.
Arabacı yerinden doğrulup ipten yapılmış kamçısıyla vurunca kısrakçık başını salladı; arabacı kamçıyı ikinci kez
yapıştırınca araba gıcırdadı, sıtmaya tutulmuşçasına titredi.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:131)
“Çok yiğidin kanını kuruttu bu Radda, o-hoo, pek çok yiğidin. Moravya’da, saçları perçem perçem yaşlı
bir derebey taş kesildi onu görünce. Atının üzerinde, sıtma tutmuş gibi titreye titreye baka kaldı.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:26)
“Alize rüzgarları o kadar şevkle esiyorlardı ki, ırmağın kıyısında annemi tekneye binmeye ikna etmek
pek kolay olmadı. Haksız da sayılmazdı. Tekne New Orleans’taki buharlı nehir gemilerinin benzinli motorla
çalışan bir taklidiydi ve öylesine sarsılıyordu ki, güvertedeki herkes sıtma tutmuş gibi titriyordu.”
(G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:12)
Sıvanmak : Kendini bağlamak, soyunmak-girişmek; Eylemi yapılmak
“Bütün bunlara karşın, bu romanı kaleme alanın, yapıtını o arkası gelmek bilmez maceralara devam
edeceğim diyerek noktalamış olmasını esrimeyle karışık bir saygı duygusuyla kabulleniyordu; bu işe kendisi
sıvanmayı sıvanmayı bir, iki kez denedi.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:12)
Sıvışacak delik aramak; Sıvışmak : Yalanı ya da hatası ortaya çıkınca, sinsice kaçmak (Argo)
“Birotteau, bu son sözcükleri işitince, sanki kız kurusuyla esenleşir gibi hafifçe eğildi, sonra da
ivedilikle dışarı sıvıştı. Daha fazla kalırsa, bayılıp yere yıkılmaktan, böylelikle de bu amansız düşmanlara büyük
bir zafer sevinci vermekten korkuyordu.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:101)
“... eğer vakit olsaydı da her zamanki gibi Marnal’dan sizin için yer ayırtmasını istemiş olsaydınız, işte
tam burayı isterdiniz, yok hayır, kendiniz telefon edip ayırtırdınız yerinizi, çünkü birkaç günlüğüne Roma’ya
sıvıştığınızı Scabelli Şirketinden kimse bilmemeliydi.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:14)
“Bir Fransız kadın karşımda Franco’yu övmenin yolunu buluyor. Yorgun bitkin saldırıyorum - ve
oradan ayrılmamın daha iyi olduğunu anlıyorum. Kültür ateşesi bayana benimle bir bardak bir şey içmesini
öneriyorum, birlikte sıvışıyoruz. Bu güzel yüz, en azından yaşamayı kolaylaştırıyor.”
(A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:114)
“Üçüncü Büro’ya, İmparatorluğun hiç uyumayan koruyucusuna öfkeli bir mektup yazıp adamlarından
birinin beceriksizliğini ihbar ediyorum. ‘Niye sınırdaki huzursuzluğu soruşturmak için deneyimli insanlar
göndermiyorsunuz?’ diye yazıyorum. Akıllılık edip mektubu yırtıyorum. Gecenin bir vakti kapıyı açsam, diye
merak ediyorum, balıkçılar sıvışıp gider mi acaba?”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:29)
“Her ne olursa olsun, neyi reddettiğini bilmek istiyordu. En sonunda ‘Nedir bütün bunlar?’ diye sordu
ve Dombey oltasına balık vuran balıkçı gibi aniden oturduğu yerde dikleşti. Bir sigara yaktı ve uzun kollarını
uzatarak gerindi. Methuen oturduğu yerden ağırbaşlı bir şekilde ona baktı ve ‘Bana kısa bir özet ver,’ dedi, ‘ve
sonra da ben tiyatroya gitmek üzere sıvışayım.’ ”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerine Beyaz Kartallar”, sa:13)
“MEYDANCI - Bana maskeli balolarda meydancılık görevi verildi verilelei, kapıda öyle ciddiyetle
nöbet bekliyorum ki, sizlere kötülüğü dokunabilecek hiçbir kimse, ne içeri süzülebilir, ne aranızda sallana
sallana dolaşabilir, ne de sıvışıp kaçabilir.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:35)
“Bizden başka, bir halka halinde on iki kişi, bu hayvan dövüşüne tanık oluyordu. Yanımızdakiler her
halde bize gıpta ediyorlardı, çünkü tam kapının yanında duruyorduk ve gazaba gelmiş ihtiyar, kalkıp, karga
gagası biçimli bastonunu sağa sola sallarsa hemen sıvışabilirdik.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:193)
“MARLOW - Elbette! Öyle yerlerden gerçekten sıvışmak istiyorum da ondan! Vallahi, çok kez şöyle
ilk adımı atıp ne olursa olsun çatır çatır konuşayım diyorum, fakat nasıl oluyor bilmem, bir çift güzel gözün
bakışıyla karşılaşınca kararım altüst olup gidiyor.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:36)
“Anlaşıldığına göre, o da benim gibi meteliksizdi. Başbaşa vererek dertleştik. Bill usta bir ev hırsızının
niçin bazen furgonlarda yolculuk etmeye gerek duyduğunu açıkladı. Little Rock’da bir hizmetçi kızın ihanetine
uğradığından alealecele sıvışmak zorunda kalmıştı. ”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:105)
“Liverpool Sam’dan söz ederken sakın sadece onun arkasından konuştuğum ve kendisini kötülediğim
aklına gelmesin. Fakat bana kalırsa bir İngiliz onun alçaldığı kadar alçalır, hemen hemen bir hiç olursa diğer
ülkelerin ayak takımından kendini kurtarmak için bir yolunu bulup ortadan sıvışmalıdır.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:225)
“Aklıma geçmiş seneler geldi: Çiçeği burnunda bir delikanlıyken baba evimdeki hayatı esirlikten
farksız bulur, haince ve bir serüven düşkünü gibi kendi kafamın dikine, geceleri evden sıvışır, gidip geç saatlere
kadar açık bir meyhanede bir şişe bira içerdim.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:55)
“Aniden istedikleri oldu.
‘Kaltak!’ Vahşi gözü dönmüş bir şekilde genç kadına saldırdı. ‘Sürtük!’ Delirmişçesine kısa iplerden
oluşan kırbacını savurarak vuruyordu.
Korkudan ödü kopan kadın kaçmaya kalkmış, ancak tökezleyip fundalığa düşmüştü. ‘Henry, Henry!’
diye bağırdı. Fakat kızıl suratlı arkadaşı sıvışıp helikopterin arkasına saklanmıştı.”
(A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:330)
“Bir gece, kibar giyinişli bir genç, avluya bakan özel odalardan birinde yemek yiyordu. Bu hal patronun
garibine gitti.
‘Dikkat et!’ dedi. ‘Herifçioğlu hesabı ödemeden avlu kapısından sıvışabilir!’
Evet, bana bunu tembih etmişti ama, benim aklım güzel Kefalonyalıdaydı. ‘Özel’ yemek yiyen bay,
bana oyun oynadı: İyice yiyip içtikten, bir paket sigara ile hesabı istedikten sonra ikimiz de okkanın altına girdik.
Parayı vermeden, ‘Bana beş frangın üstünü getir,’ dedi….. Düzenbaz herif, kendisine parayı verdiğim zaman,
‘Koş bana bir pul getir,’ dedi. Tabii koştum, ama avlunun karanlığında, Kir Leonida’nın tokadını da
yedim.’ ”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:33-4)
“ ‘Kalmak isterdim, fakat kabil değiil, bilseniz… Kabil değil,’ dedi ve çıktı gitti.
Öbür davetliler de sekiz buçuğa doğru birer birer çıkıp gittiler. Cemil de sıvıştı, Madam Kronski
odasına çıktı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:28)
“-Bu yaşta evlenebiliyorsun da neden askere gidemiyorsun bakalım? Evlenmesini bilen adam, pekala
askere de gidebilir. Şimdi nizam böyle...
İsmail, dayak yemiş bir kedi gibi belini kısarak sessizce aşağıya sıvıştı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:84-5)
“ ‘Çölde, Kardeşlik Derneği’nin bana seni öldürmem için görev verdiğini söylemiştim, hatırlarsın. Ama
son dakikada fikrimi değiştirdim, bıçağımı kınına soktum, şafak atarken, hırsız gibi sıvıştım manastırdan.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:234)
“Bu arada kızlar sıvıştılar, doğru nar bahçesine… Çalılıkların, otların arasından zorlukla koşuyorlardı.
Deniz kıyısına indiler. Kumların, çakılların üstünde daha çabuk koşuyorlardı… Edemediler, geriye döndüler, bir
sel yarığı bulunca yarı tırmanıp yukarıya çıktılar, yürüyerek nar bahçelerine geldiler, elli adım kala önlerinde,
orada tek başına bitmiş, dalları çiçekten yere sarkmış, gövdesi eğri büğrü, yaşlı, yaşlılığına karşın gür, geniş, üç
dört nar görüntüsünde bir ağacın altında durdular. Tetikteydiler, gözleri de yılanda.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, sa:66)
“Delikanlı düşmanını hemen tanıyarak hamur yutmuş bir sıpa gibi budala budala bakakaldı ve bir an
oradan sıvışmak istedi; ama kunduracı onu yakalamıştı. Hiçbir mengene, çeneleri arasına konan bir iş ağacını
bizim kalfanın delikanlıyı tutan iki kol kıskacı kadar güçlü kıstıramazdı.”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:120-1)
“BUTLER , gözleri dört açılmış, bir süre dinler. - Evet, onlar… (Halsiz halsiz ayağa kalkar.) Gel
sıvışalım. (Abel sallana sallana ayağa kalkar. İkisi de sola doğru ilerlerler.)”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:10)
“SMITHERS (Büyük bir merakla.) - Ona söylemeyeyim mi? (Sonra alayla.) Ha.. şu Allahın belası
Haşmetmeabı demek istiyorsun.. Nedir bu oyun? Niçin sıvışıyorsun? Galiba ufak tefek bir şeyler de arakladın.
(Kadının sırtına kamçısı ile anlamlı anlamlı hafifçe vurur.)”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:11)
“CİMRİ SULTAN
Eskiden, sultanın biri ülke idaresinde gevşeklik gösteriyor, askerlerine sıkıntı çektiriyordu. Bir gün,
zorlu bir düşmanla karşılaşıldığında bütün ordu sırtını çevirdi. Bu hükümdara sırt çevirenerden biri de benim
dostumdu. Kınayınca bu davranışını, o kendisini şöyle savundu:
‘Atım arpasız kalırsa, eyerimin altındaki keçe rehinde kalırsa nasıl olur? Yakışık alır mı? Para verirken
eli sıkı davranan bir sultan için can pahasına cömertlik edilir mi?’
Askere para ver, o da baş versin,
Ona para vermezsen, o n’eylesin?
Karnı tok savaşçı yürür düşmana
Aç ise sıvışır, bakmaz ardına.”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:55-6)
“Bu kardeşlik havası uzun sürmedi. Kargaşadan yararlanan birçok kör bu arada taşıyabildiği kadar çok
miktarda kasayıı yüklenip sıvışmıştı ve bu yakışıksız davranış yiyeceklerin dağılımında elbette adaletsizliklerin
yaşanmasına yol açacaktı.”
(J. Saramago, “Körlük”, sa:97)
“Royale Caddesi ağır ağır Seine’e doğru akıp gidiyordu. Brunet de ona kapılmış, birlikte akıyordu; biri
çarpmıştı ona, yanından sıvışan melon şapkalı, kaskatı kolalı yakalı, çentik burunlu, sıska bir solucan görmüştü.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:23)
“...Ama dersini almalıydı şu yetkinlik budalası kerata! Şu gülünç seyir bitsin, öyle bir haşlayacaktı ki,
geldiği zamanki gibi bir küçük sıfıra dönecek, sıvışacak delik arayacaktı. Haşarat! Bu zamanda hiç kimseye
güvenip yaklaşmaya gelmiyordu aslında, bunun gibi gülünç haşarat kaynıyordu ortalık!”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:86)
“Daha yükseklerden
<Hangzhou, 1988>
Daha yükseklerden
göreceksin
batışını bir kentin
sürü sürü sıvışan insanları
tıka basa dolu hızlı trenlerde.
Daha yükseklerden.”
(Cai Tianxin<d.1963>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.08.08)
“Dolli, annesinin yüzünde belli belirsiz bir gülümseme farkedince sıvışmaya kalkan Maşa’ya döndü:
-Dikil orada, dikıl! (Gene Levin’e döndü.) Sosyete, onun her genç gibi davrandığını düşünürdü. Il fait
Ia cour a une jeune et jolie femme <Genç ve güzel bir kadına kur yapıyor. -Fr.->”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:323)
“HANNAH - Yani kilise dışında mı demek isitiyorsunuz?
SHANNON - Evet, hem benden de çılgın davrandılar! Hemen toz oldular, kilisedeki peykelerinden
yavaşça sıvışıp, parlak, siyah hamamböceği otomobillerine bindiler..”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:62)
“ ‘Göle doğru, gözden uzaklaşıyorlar,’ dedi Rhoda. ‘Çimenler üzerinde gizlice sıvışıyorlar, ama yine de
sanki o eski ayrıcalıklarını, tedirgin edilmemeyi sağlamak için bizim anlayışımıza sığınmış gibi güvenlik içinde.
İçlerindeki usulca vuran gelgit, şu yana akıyor, bizi yalnız bırakmamak gelmiyor ellerinden.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:179)
“Onun şaşırdığını görünce ekledi:
-Azizim, fıstık gibi kız. Gidin bir de siz bakın. Tuvalete gidiyormuş gibi yapıp mutfağa sıvışırsınız.
Şahane!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:100)
Sıyırmak , Sıyırmazlık : Hileyle ya da şansın yardımıyla ciddi bir durumdan kaçamak yapmak, kurtulmak;
Kendini tehlikeli sayılabilecek bir vaziyetten kurtarmak; Silahı her ne ise (Bıçak, kargı, kılıç, ok vb.) kendisini
korumak gerektiğinde - büyük bir beceri ile- erkencecik kullanabilmek
“1969’un sonundaki askerlik kurasında 297’yi çekerek askerlikten sıyırdım. Bir kura kartıyla paçamı
kurtardım ve yıllardır beni yiyip bitiren karabasan bir anda sona erdi.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:50)
“Galiba senin askerlik yapmaya niyetin yok.
Hayır. Vietnam’da savaşacağıma hapse girmeyi yeğlerim.
Hapisten de askerlikten de sıyırırsan ne yapmayı düşünüyorsun?
Hiçbir planım yok. Yapmakta olduğum şeye devam etmek isitiyorum ve başarılı olmayı umuyorum.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:13)
“Hancı, oradakilere, Don Quijote’nin sıyırmışlığını, silah nöbetini ve şövalye olmak için ne çok
sabırsızlandığını çıtlattı. Handa kalanlar sıyırmışlığın böylesi karşısında afallayarak onunla eğlenmeye geldiler
ve gördüler ki, vakur bir ifadeyle, zaman zaman geziniyor, zaman zamansa kargısına yaslanıp silahlarına
dönüyor, uzun süre bakıyor. Karanlık iyica bastırmıştı, ama mehtap vardı, çaylak şövalyenin her yaptığı
izlenebiliyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:24)
Sızdırmak (paraları) : Oyun oynayıp paraya, servete konmak
“Kendisini traş eden uşağa nasıl davranıyorsa, diyelim muz alırken kendisinden üç beş kuruş fazla para
sızdırmasına bilerek ses çıkarmadığı sokak satıcısına nasıl davranıyorsa, yabancı ülkelerden gelmiş varlıklı iş
adamlarına da öyle davranıyordu.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:85)
“-Herif seni eski elbise, eski pabuç diye sızdırmak istiyor. Kim bilir onların arkasından daha neler
isteyecek?
-Haaa! Dün akşam da bana küçük beyağa! Bir akşam şunun şurasındaki incirlerin altında çilingir
sofrasını kurup bir papa uçuralım! -dedi.
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:20-1)
“Herifi önce o biçim vazifelendirir, paralar sızdırır, sonra da boktan bir tevkif, gazetelerde resmi resmi;
candarmaların arasında suç işlediği şehre yollar, ardından da..”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:6-7)
Sızım sızım sızlamak : Tüm kemikleri, kasları teker teker ağrımak
“Adamcağız bön bön bakındı, çevresini baygın gözlerle süzdü, sonra yavaş yavaş aklı başına gelmeye
başladı.
-Her yerim neden böyle sızım sızım sızlıyor? dedi. Sanki üzerimden koca bir katar geçmiş, Biraz votka
içersem iyi olacak. Hey, kim var orada? Votka getir!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:130)
Sızla(n)mak : Şikayetçi bir şekilde bir problemi paylaşmak, dert yanmak
“Bir kreple süslü bir şapkasını kapıda bıraktıktan sonra, masanın üzerine yeşil bir karton kutu koydu,
sonra çok nazik bir edayla söze ‘Bugüne kadar hanımefendinin güvenini kazanmamış olduğu için’ sızlanmakla
başladı:
‘Bizimki gibi yoksul bir dükkan, şık bir hanımı ilgilendirmez elbette,’ diyordu. Bu ‘şık’ sözcüğünü de
üzerine basa basa söyledi.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:115)
“Beni mahzun görmediğine şaşırdı.
‘Ne yapacaksın? diye sordu. ‘İbrail’e neden gittin ve neden tekrar Köstence’ye döndün? Sen aklını
kaçırmışsın! Haberin olsun. Regina Oteli artık seni istemiyor.’
Ve beni bekleyen geleceği düşünerek sızlanmaya başladı.”
(P. Istrati, “Sünger Avcısı-Dostlukla”, sa:47)
“Gözlerinizle onlara birçok vaatte bulunursunuz. Bu da onları sizinle başbaşa kalmak için çare aramaya
tahrik eder. İçlerinden biri amacına ulaşıp sizi öpmeye kalkıştıysa siz gücenebilir ve hatta bir hayli kızabilirsiniz.
Her çareye başvurup ikinci bir kez öpmeye de çalışırlar. İşte o zaman ağlarsınız, sızlamaya başlarsınız. Kendinizi
bir kaza sonucu öptürdüğünüzü ve bundan sonra size saygı göstermeyeceğini söylersiniz.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:234)
Sibernetiks
Bk.: Homeostasis
Sibiryayı boylamak : Eski Çarlık Rusya’sında Sibirya’ya sürgüne gönderilmek; (Mecaz) Uzaklara (hapis ya
da sürgün) gönderilmek
“‘Katya’ya ihanet edip çaldığım parasıyla erdemli bir hayata başlamak üzere Gruşenka ile kaçtığımı
yüzüme bağırması hakkını vermemek için varsın öldürüp soyduğum adamın katili, hırsızı olarak yargılanayım,
Sibiryayı boylayayım! Başka türlü yapamam…’ ”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:8)
Sicil : Bir şahsın kişisel doğum, sosyal yaşam, çalışma-iş kayıtlarının yazıldığı kütük; c.v. (Eng.)
“Vali iri kıyım, sessiz, çok dikkatli biriydi, hizmet sicili kusursuzdu, adanın geçmiş tarihi konusunda
kendisine sağlam bilgiler verilmişti, şu anki hoşnutsuzluklara karşı düşünülüp taşınılmış adımlar atmaya
istekliydi, ancak bunlar soyutlanabilir ve çözümlenebilirse.”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:157)
Sicim gibi gözyaşı dökmek : Zari zari ağlamak, hüzünlü hüzünlü ince gözyaşları akıtmak
“Farkına varmadan doğru bir söz etmiş olacağım. Yaşlı adam sicim gibi akan gözyaşları arasında yartıcı
bir saldırıya geçti...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:84)
sicut ante :
(LAT.,KOLL.) <si’kut an’te> : Önceden olduğu gibi = As before (İNG.)
sicut erat in principo :
(LAT.,KOLL.) <si’kut e’rat in prin’sipo> : ‘Önemli asiller böyle yapmıştır.’
“ ‘Haşmetlim, çok doğru bir şey söylediler: zavallı günahkar Sancho’nun gözleri bağlandı, büyü
yüzünden, olmayacak şeyleri görüyorum sandı; aslında tertemiz bir kalbi vardır zavallının, alabildiğine iyidir,
yalan söylemeyi beceremez.’
‘Kesinlikle öyle olmuştur,’ diyerek sözü bağladı Don Fernando, ‘bu yüzden, Senyor Don Quijote,
kendisini bağışlamalı, acıma dolu kalbinizi tekrar açmalısınız ona, yoksa iyice tozutur <aklını kaçırır>, gerçekten
,sicut erat in principio.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, Çev.: Hacer Güneyligil, sa:370)
sic vos non vobis : (LAT.,HUK.,KOLL.) <sik vos non’vobis> : ‘Siz böyle çalışıyorsunuz, ama kendiniz için
değil!’ (Birinin hakkı olan şeyi, başkasına verilince söylenir.)
Eğer ‘sic nos non vobis’ sözüne uygun bir yer varsa, orası Waterloo köyüdür. Waterloo hiçbir şey
yapmadı ve harekatin yaklaşık iki buçuk km. ötesinde kaldı. Mont-Saint-Jean topa tutulmuş, Hougomont
yıkılmış, Papelotte yakılmış, Plancenoit yakılmış, Haie-Sainte ele geçirilmiş, Belle-Allince iki galibin
kucaklaşmasına tanık olmuştur. Bu adlar ancak şöyle böyle bilinir. Oysa, savaşta hiçbir iş görmemiş olan
Waterloo, onun bütün şerefine konmuştur.”
“V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:II, sa:94)
Siddha : (HİNT MYTH.): Eski devirlerdenberi Doğu’da, hatta bugün Hindistanda bulunan büyücü, simyacı,
bilge kimseler
“Hindistan’da bulunduğum yıllar boyunca, çok eskiden yaşamış Siddha isimli olağanüstü varlıklar
hakkında bilgi edindim. Bunlar büyücü ve simyacıydılar, ve binlerce yıl Hindistan’ı etkileri altına almışlardı.
Ego ve Benlik arasında diyalog oluşturmaya çalışmışlar, ama Vedacıların ‘samadhi’ kavramı yerine ‘kaivaldi’
ismini verdikleri daha derin bir trans durumu yaratmaya uğraşmışlardı. Bu sözcük ‘izole’ veya ‘ayrılmış’
anlamına geliyordu ve ‘evren’den, hatta Tanrı’dan bağımsızlığı simgeliyordu. Siddhalar kendi bedenleri içinde
ölümsüzlük kavramaya çalılşıyorlar ve bunu yapmak için metallerin simyasal birleşimini kullanıyorlardı.”
(Miguel Serrano, “C.G.Jung & Hermann Hesse”, sa:69-70)
Si Dieu n’existait pas, il faudrait l’inventer : (DİN,KOLL.) <Si di’yö n’egzis’te pa, il fod’re l’ envan’te> :
Eğer Tanrı mevcut olmasaydı, O’nu icad etmek gerekecekti = If God did not exist, it would be necessary to
invent Him. (Supporting this view, VOLTAIRE erected a church at his own expense : Voltaire, ‘Epitre a l’Auteur
des Trois Imposteurs’ (İNG.)
Sidikli : Toy çocuk; henüz gelişmemiş, büyümemiş genç; Geç yaşlara kadar yatağını ıslatan çocuk
“Sidikli şişe
Okkası beşe
Adam olacak
Beni dövecek!”
(Anonim. 1930’ların Cihangir-Tophane folkloru)
“Osman Ağa, oğlanı tepeden tırnağa alıcı gözüyle süzdü:
-Nedir ulan? Namın buralara senden önce gelmekte... Sidikli ablan haber uçurmuş. ‘Benim Toycuğu,
Osman Ağa’ma ısmarladım’ demiş. Sen, yoksa, şimdilerde Sidikli’ye mi çalışmaktasın?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:46)
Sidik torbası : Mesane; Boyundan büyüklere hava atanlara karşı söylenen aşağılandırıcı sözler <yani, sen
daha sidikli bir çocuksun, bu gibi işlere nasıl karışırsın, bu soruları nasıl sorarsın?> (Argo)
“İçeceğimden bir yudum aldım, karanlık gökyüzündeki yıldızlara baktım, esnedim, ‘Kimmiş bu?’ diye
sordum, can sıkıntımı gizlemeye çalışmadan.
‘Kim olduğunu sanıyorsun, sidik torbası? Dili dolaşıyordu, ne dediği güç anlaşılıyordu. Onu daha iyi
tanımasaydım, beyninin içi su dolu şaşkolozun biri olduğunu düşünürdüm.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:96)
Siesta (zamanı) : (İSP &İTA: MYTH.) : İspanyol (ve İtalyan) kültüründe insanların, özellikle çalışan
esnafın, öğle yemeğinden sonraları aldıkları uzun süreli uyku-dinlenme adeti (örneğin 12-14 ya da 13-17)
“Kasabaya ulaştığımda görünürde kimseler yoktu. Arabadan inip epey bir süre dolaştıktan sonra ortaçağ
tarzında yapılmış eski bir evde küçük bir bar buldum. Barın sahibi televizyonda bir programa dalmıştı; başını
bile çevirmeden siesta vakti olduğunu söyledi, o sıcakta ortalıkta dolaştığıma bakılırsa deli olmalıydım.” .....
“Yalnızca yemek ve uyku molası vererek, beş gün boyunca yürümüştük..... Sıcak dayanılır gibi değildi; mola
verdiğimiz tüm kahveler ve köylerde insanlar kuraklıktan yakınıyorlardı. Sıcak yüzünden, İspanyolların siesta
alışkınlığına biz de uymuştuk, güneşin yakıp kavurduğu öğleden sonra ikiyle dört arasında yürümeye ara
veriyorduk.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:29;55)
“Ne tuhaf, Almanya’da olduğum sırada, hem de bu ıhlamur ağacının altında birkaç kez siesta
yapmıştım. En sevdiğim yerdi burası. Her iiznimde, bir kitap alıp bu ağacın altına kurulurdum, ağaçlıklı yollarda
gezinen kızları seyrederdim.”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:186)
Siftah etmek : Esnafın, sabah kepengi kaldırdıktan sonra ilk müşterisine mal satması; İlk oluşan
“-Daha dükkan pek hazır değil ama, zarar yok. Buyurun bakalım, küçük hanım. Bir siftah edelim...
İnşallah ayağınız uğurlu gelir!”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:88)
“Bir de sömürgelerde kıpırdamalar başlıyordu. Sonraları Üçüncü Dünya diye adlandırılacak ülkeler de
Mustafa Kemal önderliğinde Anadolu Ulusal Savaşında, uç gösterdi. Bu da iki. Bu iş dünyada siftah oluyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadolu’nun Sesi”, sa:13)
“-... Evet, ‘Siftah eden etmeyene yollardı müşteriyi...’ diyordun!
-Yollardı, hem de cıbıl müşteri değil... O zamanlar, vezir vüzera gelir dolaplara (Bedestandaki dükkan)
otururdu da, akşama kadar antika hediyelik alırdı. Bir günde altı aylık nafakanı çıkarırdın.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:168)
Sigara bağımlılığı : Çopu kez sigaraya bağımlılığın sonuçlarını bilmeksizin, ya da sözüm ona bile bile, bir tür
yaşama meydan okuma. Bağımlı olduğunuzu nasıl test edebilirsiniz? Gayet basit. Ders ya da konferanstan
kafanız şişmiş çıkıp da ‘hürriyetinize kavuştuğunuzda’; ‘karnınızın açlığının farkına vardığınızda’ ilk kez eliniz
cebinize gidip de paketten bir tane çekiyorsanız; ‘sevinçli ya da kederli bir anınızı farkettiğinizde’, sigara sizi
kurtarıyors (?) o dertlerden, evet, maalesef bağımlısınız. S İ G A R A Bağımlılığı = “To Be or Not To Be”
“Sıkıntı Yüzyılı” olarak nitelendirilen XX. yüzyıl, bir yandan uzaydaki keşif ve araştırmalarla, sağlıkta,
özellikle birçok tür kanserin tedavisinde insan hayatını sağlıklı bir şekilde uzatmayı başarmış iken, insanoğlunun
kendini ve doğayı mahvetme hünerini bir alışkanlık haline getirdi. Bir zamanların “erkeklik ve büyüme” işareti
olan sigara içme, diğer alışkanlık verici “madde”lerle birlikte, ilköğretim kapılarına kadar geldi. Koşulları verin,
insanoğlu her tür sefalete bağımlı olabiliyor. Archimedes’in bir zamanlar, “Bana yeterli deredece uzun bir sopa
ile uzayda sabit bir nokta verin, dünyayı yerinden oynatayım” erdemli mesajı, artık gençleri heyecanlandırmıyor.
“Casablanca”da Humphrey Bogart’ın ve benzeri büyük artistlerin on yıllarca taklit edilen sigara içme tavrı, hiç
olmazsa bir klas’ı simgeliyordu. Şimdi hemen her an, on beş-on altı yaşlarında bir kız ya da erkek gencin,
ağzından sigarayı sokağa fırlatıp, eskiden yalnızca sarhoşların yaptığı “ayakla izmariti çiğneme” jesti (?). günlük
yaşamın doğal bir parçası. Yaşam tuhaflaştı; toplum, -iyi niyetle yapılmak istendiğini varsaysak bileüniversitelerde kılık kıyafet vb. konularda insanların “seçim hakkı” konularında sosyal çalkantılar yaparken,
birçok kimseler tarafından itiraz edilen “sigara içme hakkı”nın ihlali o denli tepki uyandırmıyor. XXI. yy.’a ne
ad takıldı bilmiyorum, belki de, ‘Yaa. Sigara da nesi, cep telefonuyla nefes al nefes ver, paranın, servetin
nereden geldiğini sorma. Unutmayasın diye ardına yasa da koymuşlar. Dostuna , hatta kardeşine bile güvenme;
şimdi buldum işte, bu yüzyıl, ‘üniversal güvenmeme’ yüzyılıyılı. Herhalde emekli bir hekime de niçin ve nasıl,
niye güvenesin?
Bir hekim olarak tabii sigaraya karşıyım, içkiden bile çok zararlı. Yeniyetmelerin ağızlarında sigara
görünce içimden sormak geliyor: “Bunun parasını sen mi kazanıyorsun? -ki sigarayla uzun senelere yayılmış
kendini zehirlemeye, bir tür intihara hak kazanıyor diyelim-, yoksa ebeveynler “n’apalım, baş edemiyoruz,
herkes içiyor, bir şey de olmuyor” uslamlamasıyla bu sessiz felakete razı oluyor?
Yıl 1946; İstanbul Üniversite’sinin Tıp Fakültesinin 2. sınıfında, merkez binada, biyokimya hocamız
Prof. Bush, herhalde sınıfta sözüm ona gizli gizli arka sıralarda sigara tüttürenlerden rahatsız olmuş, efendice,
derse elinde iki deney tübüyle geliyor. “Bakın çocuklar,” diyor, “Bunun birinde yüzde bir nikotin solüsyonu var,
herkesin içtiği sigara yani. Diğeri de normali tuzlu solüsyon.” Sonra, ufacık, kapaklı bir kutucuktan cımbızla bir
et kıymığı çıkarıyor; “Bu da, ölmüş solucanın barsağı. Evet ölü. Şimdi bu bağırsak parçasını şu tuzlu suya
batıralım.” Batırıyor, barsakta hiç bir hareket yok. “Şimdi de bu, altını çizerek söylüyorum, yüzde bir nikotin
solüsyonuna banalım.” Yapıyor, ölü barsak parçası, yılanın kuyruğu gibi kıvrılıyor. “İşte çocuklar,” diyor, “her
nefes alışınızda kalp, mide, barsak ve böbrek dokularının tepkileri de böyle.. Siz bilirsiniz!” Bu olaydan sonra
sigarayı bırakanlar çok oldu, hiç olmazsa onun dersinde içmediler. Uluslararası istatistikler de, sigaranın ömrü 810 yıl kısalttığını ilan edip duruyorlar.
Bugünün ‘zevk başlangıç modası’ “ot” (marihuana) ve “esrar” olduğuna göre, gençlerin sigara içer olup
olmadığı çok önem kazanıyor. 1980’lerin sonlarında Harvard’da yaptığımız bir araştırmada, esrara başlayanların
yüzde 83’ünün daha önceden sigara kullanmakta olduklarını saptamıştık. “Ben sigara içmem, hap kullanırım!”
diye kendinizi savunmaya kalkmayın gençler, zira hala anne sütünü alıyor gibi, “ağız zevkinizi” tatmin
ediyorsunuz. Keşke, yaşınız ve sosyal durumunuz izin verdiğinizde, zevk sahibi kimseler gibi, belirli zamanlarda
bir bardak bir şey içseniz ve sağlığına saygınızı devam ettirseniz. “Sigara içmediğiniz için teşekkürler!”
Derleyen: Prof.Dr. İsmail Ersevim
Sigara tellendirmek : Keyifle sigara yakmak, sigara tüttürmek
“ ‘Yemeğimi pişirip ayakta yedim. Pencerede bir sigara daha tellendirmek istedim, ama hava
serinlemişti. Biraz üşüdüm. Camları kapadım.’ ”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:30)
“Orada bir süre oturup sigaralarını tellendirdiler. Truman yerinden kalkıp dar yarıktan aşağı, bir gelip
bir giden sulara bakmadan edemedi, bir yandan da oraya nasıl inebileceklerine kafa patlatıyor gibiydi. Karısı da
çektiği dumanı burun deliklerinden üflerken gözlerini kocasından ayırmıyordu. ‘Kalıbımı basarım’, dedi,
‘ötekiler aşağıya giden yolu bulmuşlardır.’ Truman ses çıkarmadan baktı ona, ‘Denize giden yolu mu?’
deyiverdi, kibarca alay ederek. ’Neden olmasın?’ diye üsteledi kadın.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:237)
“Eczacı, Victor’un gemisinin Havana’ya vardığını haber vermiş, havadisi bir gazeteden okuduğunu
söylemişti. Sigaralarından ötürü Félicité, Havana’yı, içinde bol bol sigara tellendirmekten başka bir şey
yapılmayan bir ülke olarak düşünüyor, Victor’cuğunu da orada zenciler arasında, bir tütün bulutu içinde
dolaşırken tasarlıyordu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:25)
“Ön sıralarda, kendi yaşındaki oğlanlar bağırıp çağırmaya, birbirlerinin enselerine vurarak sigaralarını
tellendirmeye başlamışlardı. Hamdi onlara hasretle baktı. Aralarında olmayı o kadar istiyordu.”
(O. Hançerlioğlu, “Büyük Balıklar”, sa:78)
“Z.’nin anasını ne diye burada bekletiyorlar? Kadın ne yaptı ki? Oğlunun yaptığına karşı kadının
elinden ne gelir? Oğlu lanetlenince ne diye anayı mahkum ediyorlar? Hayır, o da adil değil.
Bir sigara tellendirmek istiyorum. Hay Allah cezasını versin, evde unutmuşum!”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:109)
“Oturuyorum, gecenin sessizliği içinde sigaramı tellendiriyorum. Geçecek kontrolü düşünüyorum. Bir
görsün nasıl karşılıyorum onu! Bir direttissimo’da mıyım, değil miyim? O halde? Ne kafa şişiriyorsunuz?”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:106-7)
“ ‘...Banka memuru, her saat, her dakika, her saniye çalışıyor görünmelidir. Aksi takdirde, servis
şefinden azar işitir. Ben ilk zamanlar bu inceliği (!) bilmiyordum... Bana verilen işi çarçabuk yapıyor, sonra
sigaramı tellendirip banka dışındaki dünyayı düşünmeye başlıyordum. Bir gün servis şefimiz beni böyle bir anda
yakaladı. ‘Niçin çalışmıyorsunuz Osman Bey?’ İstifimi bozmadan, ‘İşimi bitirdim,’ dedim. ‘İyi ama mesai
zamanı boş durmak olmaz. İşi başından aşkın arkadaşlarınıza yardım etmelisiniz.’ ”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Kötülük Yapayım Derken”, sa:147)
Sigara tüttürmek : Keyifle sigara içmek
“Girişteki oda da öyle yoksul döşenmiş. Birkaç eğri-büğrü sandalye, bir banko, yarı yırtık, parçalanmış
kağıdı andıran bir halı. Willi sigarasını tüttürüyor. Yüzü hiç tıraş görmemiş gibi, çıkınında yeni sigara arıyor.”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:115-6)
“Yine de çalışmayı kesmemiş, aklından geçen olasılık iyice kesinleştikten sonra da uzun süre kazmaya
devam etmişti. Cesedi bulması nedense zorunluydu onun için; gelgelelim ortada hiçbir iz görünmüyordu.
Sigarasını tüttürüp öfkeyle kafa patlatarak kazdığı tünel boyunca aşağı yukarı volta attı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:188)
“Nihayet, arkadaşlarıyla uzun uzun konuştuktan sonra, daha doğrusu bol bol sustuktan ve rahat
koltuklarında arkaya doğru kaykılarak birer sigara daha tüttürdükten sonra, mühim adam sanki birdenbire
hatırlamış gibi, elinde kendisine imzalatmak üzere getirdiği kağıtlarla kapıda bekleyen sekreterine dönerek, ‘Ah,
bu arada... bir memur bekliyordu değil mi? Söyleyin, içeri gelsin,’ dedi.”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:58)
“... ekmekleri dilip tereyağını sürüyor, yumurtaları lüp lüp götürüyor; sizin anlayacağınız, sabahtan
akşama kadar domuz gibi tıkınıp duruyor. Sigaraları birbiri ardına tüttürüp bir nefes olsun çektirmiyor
kimseye.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk, Cilt:1, sa:119)
“Hayes karnını adamakıllı doyurduktan sonra ateşin çevresinde sigara tüttürenlerin yanına sokuldu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:6)
“Yaşlı ve çirkin bir üniversiteli bir kız dikkatimi çekti özellikle, bende tiksinti uyandırdı; kırpılmış
saçlarının üzerine hasır bir erkek şapkası oturtmuştu, sigaralar tüttürüyor, bol bol şarap içiyor, bağırarak
konuşuyor, laf ebeliği yapıyordu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:63)
“ ‘Aman Tanrım!’ dedi. ‘Bu sıcakta! Patron büroya geliyor... biz, sekiz kişi, çevremizde uçuşan sinekler
gibi oraya buraya uzanmış, sigaralarımızı tüttürüyorduk, sinekleri belki kaçırırız diye. ‘Aman Tanrım! Siz ne
yapıyorsunuz böyle?’ dedi patron. ‘Çalışmıyor musunuz, baylar?!’... ‘Hayır patron!’ diye yanıt verdi Johnny
Thunderstrom. ‘Görüyorsunuz işte!’ Bunu söylerken hep birlikte ağzımızdaki dumanları patronun yüzüne
üfledik. Aman Tanrım, neydi o!”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:242)
“Bir sonraki ay yirmi üç yaşına basacaktım, bir süreden beri asker kaçağıydım, belsoğukluğundan iki
kez gaziydim; hiç umursamadan korkunç bir tütünden yapılma altmış sigara tüttürürdüm günde.”
(G.G. Marquez, “Anlatmak İçin Yaşamak”, sa:10)
“ÜÇGENLER <1955>
Ali’nin üçgenidir bu çizdiğim
Nerde Öklid’in üçgenleri bu nerde
Na şunlar üç açısı üçü de yoksul
Biri sıfırın altında sekiz derece
Birine atan atmış tekmeyi işi yaş
Biri sizden bir sigara istiyor
Sadece bir sigara ne sandınız
Ne şu
Ne bu
Sadece bir sigara istiyor tüttürsün
Nerde Öklid’in üçgenleri bu nerde”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:27)
“ ‘Anlatanın sonuyla yemeğin sonu,’ dedi Christine, ‘çakışıyor.’
Bir sigara tüttürdük ve garsona işaret ettim. ‘Christine,’ dedim. ‘Kusura bakmayın, ama galiba fikir
değiştirdim, bu yemeği ben ısmarlıyorum...’ ”
(A. Tabucchi, “Hint Gece Müziği”, sa:105)
“...(bizdeki lodos fırtınası gibi)’nun şiddetle estiği böylesine günlerde, martılara kentin göbeğinde bile
sık rastlanır: Döküntülerle dolu su yolunu grup halinde aşar, sonra yiyecek arayışında, anakaranın üzerinde fır
dönerler. Saat tam dört buçukta, Spino geçeneğin alçak duvarının üzerine, sırtı mezara dönük oturdu ve bir
sigara tüttürdü.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:81)
“Sabahleyin güçlükle uyanan Semyonoviç sigarasını tüttürüp gazetesini okuyordu. Valya babasını
atlattıktan sonra kızlara yirmi kapiği verdi, çilekleri bir tabağa döküp hemen tıkınmaya başladı.”
(L. Tolstoy, “Efendi ile Uşağı-Çilekler”, sa:116)
“Rudin sigarasını tüttürerek dinliyor, susuyor ve çenesi çözülmüş olan hanımefendinin konuşmasına
ancak arada sırada kimi düşüncelerini katıyordu.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:67)
“Dökülmüş içkilerden ıslanmış masa örtüleri yerlere kadar sarkmıştı. Erkekler, kucaklarına oturttukları
karılara sarılmışlardı. Sigara tüttürüyor, içki içiyorlardı. Bayağı bayağı da gülüyorlardı. Bir de baygın müzik
olsa tablo bütünlenecekti.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:17)
“Lord Arthur Venedik’te erkek kardeşi Lord Surbiton ile karşılaştı..... birlikte enfes bir on beş gün
geçirdiler. Sabahları Lido’da at sürdüler..... siyah gondollarıyla yeşil konakta aşağı yuıkarı gezindiler. Öğleden
sonraları genellikle yatta ziyaretçi kabul ettiler; akşamları da Florian’da yemek yediler ve Piazza’da sayısız
sigara tüttürdüler.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:35)
Sigara yakmak : Sigara içmeye başlamak
“Çok geçmeden Kızılsaç da tırmanıp Chicao’nun <Çiko> yanına oturdu, yeni bir mısır yaprağı sigarası
yaktı..
‘Allah kahretsin! Çoktan içerde olabilirdik. Şimdi işin yoksa sabaha kadar bekle dur.’
‘Ne fark eder, ha bugün, ha yarın!’
‘Elbette, sana göre hava hoş, Joaninha nasıl olsa bekliyor seni. Ya ben? Bende şans nanay.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:10)
Sigaya çekmek : Sorguya çekmek, sorgu sual etmek
“Ama ne yazık ki cezalandırılmama yol açan kabahatimin ne olduğunu araştırmak benden uzaktı ya da
seyrek durumlarda yapıyordum bunu, daha çok taksit taksit cezalandırılmaları kendimi sigaya çekmeden, arzu
edilmeye değer böyle bir yola başvurmadan tevekkülle, bazen de somurtarak kabulleniyor ve böylesi akşamlar
bir kez daha borcumu ödediğimi ve önümde cezalandırılmadan geçirebileceğim birkaç haftanın bulunduğunu
düşünerek seviniyordum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:15)
“50 ve 60 yaşları arasında Hesse bir dizi kitap çıkardı..... bu kitaplar, başını geriye çevirip o zamana
kadar yazıp çizdiklerine eleştirel bir gözle bakmanın ürünüydü, bir süzgeçten geçiriş, bir derleyip toplama,
yaşam ve çalışmalarının çok renkliliğiyle birlik ve bütünlüğü kendini sigaya çekme çabasıydı.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:160)
Sigortası atmak : Uslamlı, mantıklı davranıştaki bir gevşeme; mantıksız hareket etmek, kızmak
“Davranışlarını düzenleyen ve her zaman mantıklı hareket etmesini sağlayan sigortalardan biri atmıştı.
Belli bir hedefe koşmuyor, sadece ileriye, adlandıramadığı anlamsız bir korkuyla ileriye doğru koşuyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:141)
Si jeuness savait, si vieillesse pouvait : (FR.,KOLL.) <Si jö’nes s’ave, si viey’yes pu’ve !> : Eğer gençlik
bilseydi, eğer yaşlılık muktedir olabilseydi ! = If youth only knew, if age only could (İNG.)
S..ilmiş sıpa gibi olmak : Boynu bükük, kaderini kabullenen, mağdur kimse
“Evet, ilk seferki gibi, sanki yerden bitiverdi. Onu çoktan gözden çıkarmıştım. Çocuk için dört yıl
bekleme süresi fazlasıyla uzundur. Si.ilmiş sıpa gibi olursun.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:46)
Sikloterapi : (İng.: Cyclo-therapy) Psikolojik tedavide, zamanında çözülemeyen bzaı problemlerin, zaman
boyunca, tekrar geriye dönülerek üzerlerinde yeniden çalışılmaları
“Bu eski duyguların yeniden ortaya çıkması beni yıldırmıyordu. Birincisi, terapinin sonu yaklaştıkça
hastalarda geçici bir gerileme görülmesi kaçınılmazdır. (Demek mutlak olan bir şey var!) İkicisi, terapide
sorunlar hiçbir zaman bir defada tümüyle çözülmez. Tersine, terapist ve hasta kaçınılmaz bir biçimde,
öğrenilenleri düzeltmek ve pekiştirmek için tekrar tekrar geri dönerler; hatta bu nedenle psikoterapi çok kez
‘sikloterapi’ diye adlandırılır.”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:134)
S..tir buradan; S..tir çektirmek: S..tir et; Sittir et; S..tir git, S..ir ol; S..tir ulan : Defol git buradan
anlamında (Argo)
“Yine de Nashe’a ‘budala’ demekten geri durmadı. ‘Bunlar hep o şırfıntı karının yüzünden,’ dedi. ‘Karı
s..tirip gidince sen de kafayı yedin Nashe. Aslan gibi bir adamın bir karının apış arası yüzünden yıkıldığını
görmek kadar içler acısı bir şey olamaz. Topla kendini oğlum.’ ”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:12)
“Dodgers (Baseball takımı) kazanınca onlar da kazanıyordu. Bir adam aya ayak basınca onlar da basmış
oluyorlardı. Ama açlıktan ölen biri onlardan üç kuruş istemesin - kimlik yok, s..tir git, bok kafalı. Sivil
dolaştıkları zaman tabii ki. Bir polisten para isteyen bir aç görülmemiştir henüz. Bu konuda şüpheniz
olmasın.”..... “her gün çorap değiştirmediğimden ötürü.., küçük ve büyük aptes için çözmediniz mi onu?’
‘aptes nedir?’
‘s..tir et, yemek verdiniz mi?’
‘şarapçılar yemez, şarap verdik ona.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:23;116)
“1. POLİS - Eğer bir mahsuru yoksa efendim, benim mesaim doldu. Karımı doktora götürecektim.
2. POLİS - Ben de.. Benim de gözlerim kötüleşti.. Lenslerime bir baktıracaktım..
KOMİSER - Mesaiymiş.. Lensmiş.. S..tirin gidin!”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:80)
“Bereket versin ki hemşirelerden biri, Geordie, diğerinden daha insaflı idi, ondan rica ettim, ‘Allah
aşkına durudurn, onu öldüreceksiniz!’. Öteki hemşire bana küfretti, ‘S..tir ol! Yoksa aynını sana da yaparız!’ Ben
Geordie’ye ısrar ettim, ‘Lütfen, senin gibisi yok, onu öldüreceksiniz!’ Onun yüzü bembeyaz kesildi.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:42)
“-... İşte o zaman afandım, Mister Rett’in delirdiğine karar verdim. Üstelik ne yiyor, ne içiyor. Bir de zil
zurna sarhoş! Ama hepsi bu kadar değil afandım. O aklını iyice oynatmış, zır deli olmuş.. Beni hemen kapı dışarı
etti. Affınıza sığınarak söylüyorum afandım, ‘s...tir buradan!’ diyerek beni odadan kovdu.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:1270)
“AŞKA KARŞI
-----------------Aşk: gizli bölümler
Boyanmış kapıları petek dehlizlerin.
İşte böyle. Lanet olsun! S..tir et! Zulüm.”
(Charl-Pierre Naude<d.1958>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.09.06)
“Max durumu anlayınca ortam aniden değişiverdi. Karanlık adeta gerildi, sıkılmış iki yumruğa dönüştü.
Finkenberger sigarasını attı, nefes alıp verişinden anlaşıldığı kadarıyla, öfkesini kontrol etmek için çaba
harcıyordu. Sonunda konuştu: ‘Le Patron, Molsheim’dan ayrılıp s..tirdi Paris’e gitti, çünkü işçilerin nankörlük
ettiğini düşünüyordu. Eski ekolden biridir o.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:191)
“Orada çalışmaya başladığım zaman, Bobby’ciğim aşağı, Bobby’ciğim yukarı, benden iyisi yoktu; ben
ona s..tir çekinceye kadar. Sonra bana, ben seni nasıl olsa enselerim, dedi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:140)
“-Ya karın! dedi Mathieu.
Pinette’in yüzü birden değişti, kabaca:
-S..tir ulan, dedi.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:114)
S..tirici; S..tirici bir metelik bile bırakmamak : Eften püften, beş para etmez; Zaten değeri olmayan bir tek
kuruş bile bırakmamak
“‘Metelik kalmadı. Cebimizde si.tirici bir metelik bile bırakmadılar.’ Pozzi bu anlaşılmaz sözü bir an
havada bıraktı, Nashe sesini çıkarmayınca yeniden başladı ve on on beş dakika soluksuz konuştu.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:29)
“İKİZ -... Yokluk.. Ben de bu hayatta yokum artık. Bana grevci de, grev kırıcısı de, ne istiyorsan de,
ama ben aptal bir fabrika işçisi değilim. Bütün bunların üstündeyim ben. BU S..TİRİCİ FABRİKANIN
SAHİBİYİM!!!”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:50)
Silah altına alınmak : Askere gitmek, askere yazılmak
“Komün, Vendée’ye on iki bin kişilik bir kuvvet gönderilmesini kararlaştırmıştı. Bölgeler bu kararı
yerine getirmekle yükümlüydüler. Fortuné Trubert, Pont-Neuf kesiminin, eski adıyla ‘Dördüncü Henri’
bölgesinin silahlandırılmasını ve silah altına alınması konusundaki önerileri kaleme alıyordu.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:12)
“EVE - Sen şimdi kıtaya gidiyorsun Ruprecht. Kim bilir, silah altına alındıktan sonra dünya gözüyle
seni bir daha görebilecek miyim? Savaşa gidiyorsun, düşün bir kere, savaşa gidiyorsun!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:25)
“Onbaşı:
‘Karşısına çıkan ilk süvari astsubay!’ dedi, ‘kendi içki parasını ödetmek için bunun parasına el kor ve belki
de bunu düşmana karşı silah altına alır, ne bileyim, çünkü herkes ihanet ediyor. Rastgele biri peşinden gelmesini
buyurur buna, bu da kuzu kuzu adamı izler. Bizim alaya girmesi onun için daha hayırlı olur.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:80)
Silah başı yapmak : Bir askeri birliğin ister talim ister savaş gerekçesiyle silahlarının başına koşup
donanması
“Giulio, Hazreti Meryem’e olan inancıyla yine umutlanarak atını sürdü ve birkaç saatte, bölüğünün
karargahına geldi. Bölüğü, silah başı yaparken buldu.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:80)
Silah çekmek : Silahına sarılmak, birine silah doğrultmak
“Kadın yüzünden kavgalar olurdu. En ucuz otellerde kalan Arap yol işçileri ne olduğu pek
anlaşılamayan kan davası güderler, bunları çözümlemek için sandalyelerle kapışırlar, bazen de karşılıklı silah
çekerlerdi.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:20)
Silahını teslim etmek : Cinsel yeteneğini yitirmek (Cinas)
“Rosa kahkahayı bastı: ‘Ay benim akıllım, senin tam bir erkek olduğunu, hem de ezelden beri öyle
olduğunu hep bilirdim, düşmanların hep silahlarını teslim ederlerken senin hala öyle kalmana sevindim.
Tevekkeli değil, seni dillerinden düşürmüyorlar.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:69)
Silahlar konuşmak : Silahlar işe karışmak, kan dökülmek
“Eğer gerçek bir hanımın ya da el değmemiş bir genç kızın gönlü fethedilirse, er veya geç kocalar ve
babalar durumu fark eder ve kavga çıkardı, hatta bazen silahlar konuşurdu, hatta ölenler ya da yaralananlar
olurdu, ama hemen hemen her zaman koca ya da baba kaybederdi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:74)
Sil baştan : Olmadı, hadi yeniden başlayalım; Aynı şeyi tekrarlamak; Yeniden; Al baştan
“SUNU
Yaralar içinde yanarken canım
Bana gelme cüreti gösterdiğin için
Yaşamıma farklı tat verdiğin için
Kutsasın Tanrı seni kadınım!
Sözcükleri keşfettirdiğin için sil baştan
Tazelediğin için ruhumu gıdım gıdım
Yüzün için dizelerime nur gibi akan
Kutsasın Tanrı seni kadınım!”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“Bununla ne demek istediğini pek anlayamadım, onun için sesimi çıkarmadım. ‘Davraşınızda
anlayamadığım birtakım şeyler var. Eminim, bu konuda bana yardım edeceksiniz,’ diye ekledi. ‘Her şey çok
basit,’ diye yanıtladım onu. O bilinen günü silbaştan anlatmaya beni zorladı.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:66)
“Sanatın gerçekleri yalnızca ve yalnızca bunlarken, sanatın eğitiminde öğrencinin başarısızlığının
sürekli bir ‘sil baştan’ zihniyetiyle perdeleme yoluna giden yasal haklar tanımak, olayın özünü saptırmaktan
başka bir şey değildir.”
(A. Cemal, “Oynamak Varken”, sa:23)
“Üç tekerlekli arabasını nasıl süreceğini de o öğretmişti, abisi değil. Hasan, çocukluğunu sil baştan
yeniden yaşatan bu çocuğa şükran borçluydu sanki. Hayretti ki, aile bu ilişkiye hiç karışmamıştı, bil’akis saygı
gösteriyor gibiydi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:165)
“Marino bir kez daha özür diler, bir kez daha sil baştan yapıp anlattıklarını düzeltir. Yargıç da hemen
arka çıkar kendisine..”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:38)
“SUNU
Kalmak istiyorsan ta sonsuza dek,
artsın istiyorsan değerin kat kat,
her yüzü, her şeyi keşfedip tek tek
onları sil baştan özenle yarat.
Onlara can verip zevkle yeniden
taneye mekanlar hapseden bağ ol,”
(Veselin Hançev<1918-1966>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
07.02.08)
“Paris’ten yüzlerce kilometre uzağa gitmek için bir taksiye ihtiyacı olduğunu söyleyince, ses derhal
‘hayır’ diye cevap verdi ve umutsuzca bir taksiye ihtiyacı olduğunu açıklamaya kalkınca da, kulağında sil baştan
gene o neşeli müzik çınladı, bateri, kadın cıyaklamaları, sonra uzun bir anın sonunda banttaki tatlı ses onu sabırla
hatta kalmaya davet etti.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:316)
“Acaba tekrar özgür olabilecek miydim ya da son sefer salıverildiğimde yaşadığım birkaç özgür ay
kendi başıma yaşayabileceğim hayatın tümünden mi ibaretti? Nefret ettiğim bir sisteme dönüyordum. Bu,
kendimiz için düşünmeye izin vermeyen bir sistemdi. Yığının en altına konulacak ve her şey sil baştan olacaktı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:151)
“AVUKAT - Bugün çamaşır günümüz.. bütün mendiller yıkanacak...
KIZ - Eyvah, yeni baştan mı koşulacağım bu işlere?
AVUKAT - Bütün yaşam bu işte: ‘Sil-baştan!’ yapmak! Şu içerki doçente bak: dün doktarasını
yaptı..... bugünse yeni baştan okula başlıyor, iki kere iki kaç eder diye soruyor, ölünceye kadar da soracak...”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:67)
“Hep başkalarının isteklerini yerine getirdim, başkalarına hizmet ettim, hiçbir zaman kendimin istediği
bir şeyi yapamadım; sonuçta hep aynı ıslığı çaldılar: Dışarı! Yeter artık! Başka kapıya! Yeniden başlamak, hep
sil baştan. Olmuyor. Artık direnecek gücüm kalmadı.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:237)
silf : (MYTH.): Ortaçağ Kelt-Celtic Mitolojisinde, havada uçan peri’ler, cin’ler
“Kabalist’lerin ‘silf’ler, ‘semenderler’, ‘elf’ler, ‘gnom’lar ve ‘dişi gnom’lar hakkındaki genel
düşüncelerinin, bunların bedenleri gibi ölümlü bir ruhla doğdukları ve büyücülerle düşüp kalkmaları sonucu
ölümsüzlüğe eriştikleri yönünde olduğunu biliyorum. Benim kabalist’im, tersine, ister yersel ister göksel olsun,
sonsuz yaşamın hiçbir yaratığın payına düşmediğini öğretiyordu. Ben hakemlik savında bulunmaksızın onun
yolunu izledim.” ..................................
“Bay d’Astarac tekrar söze başladı:
-Mosaide yalnızca Musa’nın kitaplarını yorumlamakla kalmıyor, ondan daha da önemlisi;
Hıristiyanların -bir Arap masalında, yemine düşen inciyi hor gören horoz gibi- anlamını kavrayamadıklarından
bir kebara attığı o Enoş’u da yorumluyor. Enoş kitabı, rahip Coignard efendi, o kadar değerlidir ki, insan
kızlarının silflerle söyleştiği ilk onda görülür. Çünkü Enoş’un bize kadınlarla aşk ilişkisi kurduklarını gösterdiği
melekler, anlayacağınız gibi, silf’lerle semenderler’dir.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:9-10;69)
si licet magnis componere parva : (LAT.) <si licet magnis componere parva> : ‘Büyük şeylerden küçük
şeylerin oluşturulmasına izin vardır’
“.... Dili de, tıpkı başkalarının yüzlerinden alınan parçalardan oluşmuş yüzü, ya da kimi zaman kutsal
nesnelerin artıklarından doğmuş kalıntılar gibiydi. ‘Si lecet magnis componere parva.’, ya da şeytani şeylerden
kutsal şeylerin oluşturulmasına. Onunla ilk kez karşılaştığım anda, Salvatore, gerek yüzü, gerek konuşma
biçimiyle bana az önce, kapının altında görmüş olduğum tüylü ve pençeli melez hayvanlardan farklı görünmedi.
Daha sonra, adamın belki de iyi yürekli ve şakacı olduğunu düşündüm.............. daha konuşur konuşmaz, üstadım
büyük bir merakla onu sorguya çekti.
‘Niçin p e n i t e n z i a g i t e <Tövbe edin!> dedin?’ diye sordu.
‘Domine frate magnificentisimo’ <Efendimiz, Yüce birader>, diye yanıtladı Salvatore, bir tür
reveransla, ‘Jesus venturus est et li homini debent facere penitentia’ <İsa gelecek ve insanlar tövbe etmelidirler>.
Değil mi?’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:65)
Silindir : Silindir şapka (Argo)
“Yabancıyı bir koruluğun kıyısında çevirdik. Karanlık bastığı ve çevrede kimse bulunmadığı için gören
olmadı. Bill adamın kafasındaki silindiri kaptı. Koluyla tozunu aldıktan sonra yine yerine koydu.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:107)
Silindir mühür : Baskı resim sanatında kullanılabilen, oyma ile işlenmiş, eski Sümerliler zamanındanberi
bilinen, ürlü maddelerden -örneğin tahta, fildişi- yapılabilen özel ve nadide mühür
“Sienna, ‘Eski bir şeye benziyor,’ diye fısıldadı. ‘Bir tür...’
Langdon sonunda nefes vererek, ‘Silindir mühür,’ dedi.
Sümerliler tarafından M.Ö. 3500 yılında keşfedilen silindir mühürler, baskı resimde oymacılığın
habercisiydiler. Dekoratif şekiller oyulan bir mühürde, içine aks başının yerleştirildiği bir oluklu mil bulunurdu.
Bu sayede, oyulmuş silindir; tekrar eden semboller, şekiller veya yazılar şeridinin ‘basılabilmesi’ için ıslak kil
veya pişmiş çamur üzerinde modern bir boya fırçası gibi yuvarlanabilirdi.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:77)
Silip atmak : (Kafasından) silip süpürmek, bilinçli olarak olyları unutmaya çalışmak
“Lucrecia’ya kararlılıkla yaklaşıyor, girmeye çabalıyor, ama bozguna uğrayıp soluk soluğa geri
çekiliyordu. (Sonra baktım Lucrecia bu olayı belleğinden silip atamıyor, Atlas’ın kellesini vurdurdum.)”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:18-9)
“Biliyorum. Her yerimde suçlu olduğum yazıyor, hem de büyük harflerle. Ve aslında suçlu bile
değildim! Ama bu bir alışkanlık meselesi. Ben daima yanlış tarafta yer almışımdır. Ona cevap verirken sesime
sinmiş olan suçluluk duygusunu, yüz papele bile silip atamazdım.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:266)
Silip götürmek; Silip süpürmek : Tümüyle ortadan kaldırmak, mahvetmek (fırtına, doğal felaketler); Sofrada
ne varsa yiyip bitirmek
“Bu fotoğraflara baktıkça, Hrisopulos ailesinin büyük kızını bir kraliçe tavrıyla sandalda çekerken,
küçük Trifon’u berrak dişleriyle gülerken görür; bütün çirkinlikleri silip süpüren alacakaranlığı seviverirdi.
Hrisopulos ailesi bütün ölüleri ve iki tek canlısıyla güzel bir aileydi.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hrisopulos Gemisi”, sa:16)
“Ortadan, yaz-kış bir çay akardı. Çay, Durupınar köyünden çıkar, Erikbeli’nden, Damalı’dan,
Sümbüllü’den geçer, varıp göle dökülürdü. Bazı uslu akar, bazı deli; bazı da iyice taşardı. Yanında yakınında ne
var, ne yoksa, siler süpürürdü.”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:7)
“Kucağında tohum çıkılarıyla dolu bir kalbur tutan karısı:
‘Eğer hasat zamanı sel gelip her şeyi silip süpürmezse...’ diye düşünüyordu.
‘Silip süpüremez.’ diyordu Bayram. ‘Bütün bentleri kavileştirdim.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:19)
“Yemek siparişlerimizi aldıktan sonra lüks Hint restoranının kahverengi kağıt poşetinden gelen baştan
çıkarıcı kokular o kadar aklımı başımdan aldı ki, neredeyse eve koşarak gittim. Eve varınca yemeğimizi silip
süpürdük. Aylardır, hatta belki de yıllardır, bu kadar iyi yememiştim. Bob’un <kedi> aynı durumda oldğundan
emindim. Ardından, ben televizyon izeleyerek, o da en sevdiği yer olan kaloriferin altına kıvrılarak birkaç saat
uzandık. O gece ikimiz de kütük gibi uyuduk.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:60)
“Varlar (mevcutlar), farklı isimler altında, Clement’in sahte suçlamalarına ve onları silip süpürmek için
gösterdiği çabalara rağmen Şövalyeler’in güçlü ittifakları vardı ve içlerinden bazıları Vatikan’ın temizlik
operasyonundan kurtulmayı başardılar.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:181)
“Koyun etinden ziyade, inek eti konulan çorba, hani neredeyse her akşam mideye indirilen soğanlı
yahni, cumartesilerin yemeği olan domuzyağında kızartılmış yumurta, cumaların yemeği olan mercimek ve
Pazar günleri fazladan sofrada bulunan bir güvercin yavrusu, gelirinin üç çeyreğini silip süpürüyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:11)
“ ‘... yıkma tutkusu, yaratıcı bir tutkudur. Eğer saldırgan olmasalardı, tüm butikler hemen bu tür
giysilerle dolardı; yayıncılar ‘devrim niteliğindeki davranışlarla dünyayı silip süpüren’ yeni hareket hakkında
dergiler yayınlar, televizyon programları kabileyi anlatan bir bölüm hazırlar; sosyologlar bilgi veren makaleler
yazar, psikologlar kabile üyelerinin ailelerine öğütler verir ve kabile tüm etkisini yitirir.’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:238)
“Devasa, kara bir dalga karlı ovadan bize doğru yuvarlanarak geliyor. Hala millerce ötede, ama
yaklaşırken toprağı silip süpürdüğü açıkça görülüyor. Tepesi karanlık bulutların arasında gözden kayboluyor.
‘Bir fırtına!’ diye haykırıyorum. Hiç bu kadar korkutucu bir şey görmemiştim.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:89)
“Çıktık; bütün köy halkı sokaklara dökülmüştü. Şiddetli bir poyraz, bulutları silip süpürmüştü; gökyüzü,
yağmurdan ıslanmış kırmızı damların üstünde keyifli keyifli parıldıyordu.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:29)
“Külüstür bir otelin önündeki havadar çardakta, gösterişsiz bir yemekle karnımızı doyurduk. Etrafımızı
saran köpekler, attığımız sucuk derilerini büyük bir iştiha ile silip süpürdüler.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:137)
“LEANDRO - Bravo, bravo; paraları kazandı; eğer oyunu bırakmamış olsaydım, ortalığı silip
süpürecekti.
EUGENIO - Sahi mi? Ben de ne adammışım. Üç elde meseleyi çözdüm.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:74)
“Bununla beraber zavallı, pis, çirkin Hüseyin’in bana Beyrut’a çıkar çıkmaz gönderdiği bir kutu hurma,
hiddetimi yatıştırır gibi olmuştu. Bunların bitmesinden bir felaket gibi korktuğum halde bir oturuşta hepsini silip
süpürdüm.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:18-9)
“Bundan böyle herhangi bir şey yemek söz konusu değildi: Ne ekmek vardı, ne et. Barikattaki elli kişi,
orada bulundukları on altı saat içinde, meyhanenein zaten yetersiz yiyeceklerini son kırıntılarına kadar silip
süpürmüşlerdi. Saldırıya dayanan her barikat gibi burası da, belirli bir anda ve kaçınılmaz bir şekilde, tamtakır
kuru bakır hale girivermişti: Açlığa katlanmak gerekiyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:27)
“Vezneciler’e döndü. Ardındaki de. Şöyle bir elli adım kadar gerisinden. Çıtır çıtır çıtırdıyan, adeta
elektrikli bir rüzgar. Şapkasını tutmasa, uçacak. Ya bu rüzgar, delidolu, bu homurtulu bulutları dağıtır,
gökyüzünü silip süpürür; ya da bu bulutlar bütün heybetiyle bu rüzgarın gırtlağına çöküp boğar.”
(A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:7)
“Bu, tam da Kutsal - Pantelimon Günü’ne rastlar. O gün Muskal ya da Krivatz dediğimiz Rusya
Rüzgarı dondurucu soluğuyla geniş alanları silip sipürür; ancak toprak hala bir fırın gibi yandığından, hızı biraz
kesilir.”
(P. İstrati, “Baragan’ın Devedikenleri”, sa:5)
“Bir ton su kadar ağır, yoğun, korkunç bir rüzgar, tentemize şiddetle çarpıyor, onu şişiriyor, bütün
iplerini koparıyor, ve götürüp direğe vuruyor; direk öyle bir çatırdıyordu ki kıyamet kopuyor sanırsınız.
Erkekler, kadınlar, çocuklar, eşyalar, şişeler, ekmekler, peynirler, soğanlar, portakallar, bütün bunlar geminin
sancaktan iskeleye yuvarladığı, ezdiği, parçaladığı şekilsiz bir yığından ibaret, fırtına güverteyi silip süpürürken
kaptan,
‘Herkes ambarlara!’ diye bağırıyor.”
(P. İstrati, “Hayat Yollarında”, sa:79)
“Ne de olsa, onların tutkulu oynaşmaları sayesinde, biz ‘Irmakağızlılar’ eşi ender bulunur bir topraktan
yararlanıyoruz, çünkü onlar, yolunun üstünde rastladığı her şeyi silip süpüren o suratsız Tuna’ya genç ruhlarını
teslim etmeden önce, en çok burada sevişmişler.”
(P. İstrati, “Minka Abla”, sa:6)
“-Ben de gördüm. Hayvanlarını, yüklerini hep hazır etmişler. Biraz önce kumandan çadırı kurulmak
üzere idi, sonra vazgeçip toplamaya başladılar.
-Durup ne edecekler ki, onlar da bizim gibi aç kalırlar.
-Amma da canavar heriflermiş be... Her şeyi silip süpürdüler. Ne üstte ne altta kodular.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:190)
“Öldürebilirlerdi de.. ‘Öyle bir şey olursa,’ dedi kendi kendine, ‘bu obayı da Beyiyle, atı eşeği, çadırı,
çoluk çocuğuyla silip süpürmek boynuma borç olsun.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:112)
“Bu sefer bana ‘tedavi yapacaklarını söylediler ve sonraları piyasadan kaldırılan ‘Sulphonal’ denilen bir
ilaç verdiler, ‘Sana yardım edecek!’ dediler. Onların inançlarına göre bu her şeyin üstünde ve akıl hastalığı
denen şeyi silip süpürecek kudrette bir ilaçtı.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:72)
“Zenci kadınların elemli öfkesi diğerlerini geride bırakıyordu. İskorbüt hastalığının yanı sıra humma
gemidekilerin büyük bir kısmını, özellikle de İspanyolları silip süpürmüştü. Ümit Burnu açıklarında bir deniz
kazasından kıl payı kurtulmuşlardı; sonra günlerce rüzgar yüzü görmeksizin kendilerinden geçmişlerdi.”
(H. Melville, “Benito Cereno”, sa:19)
“ ‘Soylular sınıfı ve uşak takımı sizi kaygılandıran çapulculukların tek nedenleri değildir. Yalnız sizin
adaya özgü bir bela daha var başınızda.’
‘Nedir o?’ diye sordu Kardinal.
‘Bütün İngiltere’yi saran koyun sürüleri..... bu hayvnlar sizin memleketinizde öyle aç gözlü, öyle
doymak bilmez olmuşlar ki, insanları bile yiyorlar, kırları, köyleri, evleri silip süpürüyorlar.’ ”
(Th. More, “Utopia”, sa:28)
“Vur, vur sonu gelmez.!... Kökü kuruyasıcıların! Ah, bugüne kadar tam da barutun keşfedilmiş olmasını
isterdim; bir Quartang-Schlang ya da bir Tarras (Her biri beş kiloluk gülleler atan toplar) ile üç dört salkım ateş
sayesinde bu pisleri öyle silip süpürürdük ki!”
(E. Mörike, “Stuttgart Cücesi”, sa:82)
“İKİ HIRSIZ
Sahip olduğum her şeyi kaybettiğim gündü.
Silip süpürülmüş, yağmalanmış, hiç beklenmedik.
İki yabancı tarafından, bir genç kadın, küçük bir kız.
Bir uyarı vardı bu son yönlem üzerinde.
Masumları kullanırlar, pusu kurarlar sonra bize.”
(Charl-Pierre Naude<d.1958>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.09.06)
“ESKİ MAHALLEDE ÖĞLEDEN SONRA
Kahve masalarını kaldırıma çıkarıyorlar,
Yaşlılar gelip oturuyorlar orda öğleden sonra.
Gazetelerine vuran güneş silip götürüyor
haberleri.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:227)
“Ama başka olagan bir şeyi daha söylemeden geçmeyelim, bütün gün yenmesi gereken erzak çıkınının
ağırlığını neredeyse hissettirmiyor. Antonio Mau-Tempo, yarım Carapau ve bir parçacık mısır ekmeğinden
oluşan bir ziyafet. Evden çıkmasıyla birlikte balığı silip süpürmesi bir oluyor, çünkü açlık beklemeye gelmez ve
bu çocuk ergenlik çağına gelmiş.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:74)
“Nazi’lerden nefret ediyordu: onlar suratsız, sert ve acımasızdılar. Dünyadaki her şeyi silip süpürmek
ister gibi görünüyorlardı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:36)
“Kutsal Müziğin Yanında
-------------------------------Şimdi şef müzisyen söylesin:
‘Şehvet ve öne geçme arzusu içimizde yaşadı
Barbar krallar gibi: Fethetti bizi:
Yüreklerimizde yer edindi: Sildi süpürdü ve mahkum etti
-Zalim açgözlülük ve ateşin hırsıylaAcımanın ve merhametin özü.’ ”
(Delmore Schwartz-M.Ş.Ş., Anıl Çifter; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.01.08)
“BAPTISTA - Pekala, bir kere amaç elde edilsin de, yani onun sevgisi, asıl iş onda.
PETRUCHIO - O, işten bile değil; babacığım size şunu söyleyeyim ki o ne kadar dik başlıysa, ben de
o kadar inatçıyım; felaket gibi iki yangın karşılaştı mı, hiddetlerini besleyip büyüten şeyi silip süpürüverirler.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:48-9)
“İNSAN
<Gümüş Çağ Rus Şiiri - 1911>
--------Ama kork bu kör öfke gününden;
Doğa silip süpürür ilk veledini,
Rahimde henüz olgunluğa ermeyen
Kanlı ve çirkin cenin gibi.”
(Mihail Zenkeviç<1891-1973>-Kanşaubiy Miziev,Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 22.04.04)
“Clarissa ileri yıllarda geçmiş hayatını anımsamaya çalıştığında olaylar arasında bağlantı kurmakta
zorlanıyordu. Yaşamının büyük bir bölümünün üzerinden adeta bir kum fırtınası esmiş ve olan biteni silip
süpürmüş gibiydi, zaman bile bulutlar gibi belirsiz ve ölçüsüz akıp gitmişti.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:11)
“Saat on, Christine hala kahvaltı masasının başında, içi beyaz çörek dolu sepet boşalmış, dağ havası
karnını iyice acıktırmış olmalı ki masanın üstünde ne varsa hepsini silip süpürdü.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:82)
Silkip atmak : Bağlantıları koparmak: nişan ya da nikahı atmak
“... ben ama asıl Hasan’dan korkuyorum hastalıklıdır o bilirsin Allah etmeye ona bir şey olursa Nimet
de sürünür Suat da Hasan Bey oğlunu şimdi yanında ister ama bir bir bir şey olsa ikisini de silker atar, vallahi
dedi annem oğlu dışarıdan bir kadın aldı da mırın kırın etti gene de evinde oturması şartıyla kabul etti.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:59)
Sille; Sille ensesinde olmak; Sille indirmek; Sille tokat; Sille tokata dökmek, Sille tokat girişmek, Sille
yemek : Tokat, enseye tokat indirmek; Hayatta tokat yemek
“... Sofrada ağzını açamazsın, tek kelime yok. Hele bir aç, sille ensendedir. Bir yerlere götürmez,
harçlık vermez.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:51)
“MAMA - Sen bilirsin kraliçeciğim. Şöyle elbiseni biraz düzeltirsek dingilin daha ufak görünür.
ELIZABETH - Hey, ne biçim konuşma bu. Seni sille tokat kovarım biliyorsun.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:29)
“Birdenbire korkunç bir gürültüyle yataktan fırladım. Sofada bir şeyler yıkılıp devriliyor, gecenin
sessizliği içinde çocuk feryatları, boğuk hırıltılar, sille tokat seslerine karışıyordu. Uyku sersemliğiyle ilk aklıma
gelen şey yangın oldu. Fakat yangına uğrayanlar herhalde birbirlerini dövmezlerdi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:166)
“Hödük kaçmak üzere idi! Kanatlarını açamıyor, gagasını tutturamıyor, inen silleler altında nefes
alamıyordu. Şimdiye kadar meydanı bırakmayışına herkes şaşıyordu. Bu aralık yere bir deve gibi göçtü, oturdu,
dinleniyordu. Ömer’in kazı işi bitirivermek için tepesinde horozlanmış, kanat indiriyordu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Küs Ömer”, sa:93)
“ESKİ BİR AHŞAP KAPIYA HİTABE
Yemiş sillesini zamanın ve rüzgarın; çıraya
Ayırsan olmaz; yok ki bir parça boya
Saklasın kırışıklarını; iki büklüm olmuş beli,
Boğulup sessiz kalmış paslı menteşeleri:
Dikenli teller sarılı pörsük dalına,
Elveda eski sürgü, şeytan tüyü var bunda.
Çürümüştür ne zamandır asılıp durduğun kavak.”
(Patrick Kavanagh<1904-1967>-Suat Başar Çağlan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.02.10)
“Hiç beklenmiyordu. Tezahürat sanki bıçakla kesiliverdi. Kalabalık şaşkına dönmüş, kaçışıyordu ki,
Savcı yerinden fırlamış ok gibi daldı, içlerinden en kalıplısını sille tokat yere yıktıktan sonra bir başkasını, daha
sonra daha bir başkasını yerlerde sürükledi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:292)
“Hayır, kader kısmetten doğmamıştır bu çocuk,
Onun başına bela değildir ne tantana,
Ne de yaşamdan sille yiyendeki mutsuzluk;
Bağlı kalmaz zamanın iniş çıkışlarına.
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:289, sa:124)
“Mrs. HUSHABYE - Siz kadının göğsüne sille indirmekten söz edince utandım. Ömrümde ilk defa
utandım. Benim yaptığım da bundan farksız. Ta kemiklerime kadar kızardım.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:83)
“Ama şimdi, evindeki bütün kızları ‘kızlarım’ diye çağırıyor, topunu çelikten pençesiyle yönetiyordu.
Kızları yola getirmek gerekti mi, sille tokat girişmekten geri kalmıyordu, sözlüğü de yakası açılmadık sövgülerle
zenginleşmişti. Orospulardan biri, karşı koymaya görsün, orospuyu gırtlağından yakalıyor, aşağıdan almadı mı
orospu, kıçına tekmeyi basıyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:33)
“Kocalarını öpmeyi pek çok adet edinmemiş olan kadınlar, onların bu iğrenç okşayışlarını şiddetle
reddettiler. Kocalar öfkelendi, karılar çığlığı bastı; ailelerin çoğu da bu işi sille tokata döktüler.”
(Voltaire, “Hikayeler”, Cilt:1, ‘Hafızanın Hikayesi’, sa:9)
“Fakat Clarisse onu duyacak durumda değildi; küçük kız kardeşinin piyanoyu hırpaladığını sonunda
fark etmiş, sille tokat salondan dışarı çıkarmaya uğraşıyordu. Bu arada yatalak teyze de, kendisini dövmeye
geldiklerini sanıp, korkudan bağırmaya başlamıştı.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:79)
Sille yemek : Açık elin iç yanıyla vurulan tokat; horoz, kaz dövüşlerinde hayvanların birbirlerini kanat
çarpmalarıyla dövmeleri; hayattan acı ders almak, felaketler yaşamak
“Kasabamıza yeni gelen sorgu yargıcı Nikolay Parfenoviç çalışmaya başlar başlamaz bizim İppolit
Kiriloviç’e karşı sonsuz bir saygı hatta yakınlık duymuştu. O, ‘mesleğinde sille yemiş’ İppolit Kiriloviç’in
erdemlerine, olağanüstü yeteneğine yüzde yüz inanmış belki biricik insandı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:174)
“Evet Feride, hayatının en ağır sillesini yedin. Yalnız olaydın bu darbe seni öldürebilirdi. Öyle ya, bu
kadar insan, kuş kadar çocuğun üstüne çullanırsa ne olur?”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu, sa:375)
“İhtiyar balıkçı çizmelerini koltuğu altına koydu ve Zebedi’nin ardından gitti. Evin içine girdiler,
Salome’nin sandığı üstüne yanyana oturdular.
‘Yunus,’ diye söze başladı Zebedi, sözleri ağzında geveliyordu, öfkesini yatıştırmak için fazla
içmişti.’Yunus sille yemiş arkadaşım benim, iki oğlun vardı, sil onları. Benim de iki oğlum vardı, ben sildim.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:395)
Silme dolu; Silmece : Ağzına kadar dolu, tümüyle, bütünüyle
“Irazca, yarı gecede uyandı. Zaten, geceleri dolduran silmece bir uykusu yoktu. Tilki uykusu da değil.
Uykuyla uyanıklık arası. Canın geçi-geçiverdiği bir hal.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:90)
“Önünüzdeki kadehlerin silme ay ışığıyla dolduğu geç saatlere kadar oturup yemek yemek. Bir
minarenin gölgesinde ya da bir karpit lambasının titrek ışığıyla aydınlanan dar bir kum şeridinin üzerinde ya da
İncirlik Burnu’nda yalınkat ilkbahar çiçeklerini kucak kucak toplamak.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa247)
“Bu olaydan bir kaç gün sonra La Junta silahşörlerinden bir gurup çiftliğe geldi ve bizim kendileriyle
gitmemizi istedi. Tabii bu isteğe karşı koyduk. Evi siper almıştık. Daha karşı koymamız son bulmadan, evin
duvarları silme dolmuştu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:242)
“Tahtaların, çatı padavralarının <Yun.: Köknar’dan ve ladin’den elde edilen, çatı örtüsü olarak
kullanılan ince tahta>, ağaç dallarının havada uçuştuklarını; düşen taşları, harç parçalarını gördüm; hepsini aynı
dakikada gördüm. Hepsi, çok geçmeden, üzerlerine fırlatılan, silme dolu taneleriyle örtüldüler. Sanki çabuk
çabuk inen çekiçlerle kiremitlerin kırılıp düştüğünü, camların tuz buz olduğunu; saçaklardan, yağmur oluklarının
yamru yumru, eciş bücüş yere yuvarlandığını duyuyordum.”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:23)
Silme kantar gitmek : Ağzına geleni küfretmek
“-Deheeeeeyt arslanlarım!
Yoldan geçenler güldüler. Herif gene neye sevinmişti acaba? Öfkeli zamanlarında da bu kırbaç şaklar
ama, ardından da kızım sana söylüyorum, gelinim sen anla gibilerden silme kantar giderdi hayvanlara.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:303)
Sil(n)silenizi eşekler ... (düzsünler, tepsinler) : Tüm aile efradını hedefleyen küfür (Argo)
“ ‘Otur dayıcığım. Ömrüne bereket ve de beline kuvvet...’
‘Dayının da senin de sinsilenizi eşşekler... töbe yarabbi!’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:106)
Siluet; Silüet : Bir nesne ya da insanın yalnızca dış çizgilerinin renksiz, hayal meyal belirlenmesi
“Babam ilk kez dönüp mutfak kapısına baktı. Işıkta birbirine sarılmış iki siluet, annemle Ultima
duruyordu. Babam sonra dönüp Narciso’ya baktı. Eski arkadaşına güveniyordu.
‘Saygı göstereceğim,’ dedi babam kısaca. Haç çıkardım. Ultima’nın kutsal haçın oradan geçeceğine
hiç şüphem yoktu..... ‘Saygı göstereceğim’ diye geveledi. Başka şansı yoktu.”
(R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:160-1)
“Onu ne kadar çok sevdiğini, ne kadar güzel bulduğunu Gwyn’e söyleyeceğin, dilini onun ağzına
sokarak aylardır hayal ettiğin biçimde öpeceğin ilk fırsattı bu. Soyunurken titriyordun, yatağa girip de ona
sarıldığını hissettiğinde tepeden tırnağa tir tir titriyordun. Oda karanlıktı ama ablanın gözlerindeki parıltıyı,
yüzünün çizgilerini, vücudunun siluetini hayal meyal seçebiliyordun....”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:93)
“İçeri girmesini söylüyorum, kapı açılınca arkasındaki solgun, mavimtrak ışığın önünde siluetini
seçebiliyorum. Galiba sırtında Red Sox takımının tişörtüyle gri eşofman pantolonu var. Uzun saçlarını ensesinde
at kuyruğu yapmış.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:121)
“Sağ tarafta, nişan karanlığında biri duruyordu, hiç hareket etmeyen biri; ‘hey’ diye seslenmek istedi
ona; fakat korkudan sesi kısılmıştı, şiddetle çarpan kalbi buna izim vermedi. Karanlıktaki siluet hiç hareket
etmiyordu.”
(H. Böll, “Melek Sustu”, sa:7)
“Elizabeth içeri girince kapı kapandı.
Küçük, karanlık konferans salonu bir ekranın parlaklığıyla aydınlanıyordu. Ekranın önünde leylek gibi
uzun bir siluet kendisine bakıyordu. Yüzünü seçemese de gücünü hissedebiliyordu.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:128)
“Pencerenin dışında güneş batmıştı, ama Langdon yine de ufukta antik bir saatin kulesi gibi yükselen,
dünyanın en büyük dikilitaşının ince siluet’ini hayal meyal görebiliyordu. Yüz yetmiş metrelik mermer dikilitaş,
ulusun kalbinin attığı yeri işaret ediyordu. Geometrik bir planla düzenlenen sokaklar ve anıtlar bu kuleden dışa
doğru uzanıyordu.”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:16)
“....ama yüreğin belleği vardır ve ben bizim o güzel başkentimizin hiçbir yerini unutmadım, rıhtımlarını
da. Paris gerçek bir göz cümbüşüdür, dört milyon siluetin oturduğu görkemli bir dekordur. Son sayımda beş
milyon mu? Desenize, yavrulamışlar. Şaşmam buna. Bana hep öyle gelmiştir ki, hemşerilerimizin iki tutkusu
var: Fikirler ve zina. Rastgele sanki.”
(A. Camus, “Düşüş”, sa:9)
“AKHILLEUS - Birinci Şarkı
----------------------------------Akhilleus ise çanağın dibinde durmaktaydı, çevresi
İçinden şimdi bir anıtın yükseldiği duvar yıkıntısıyla sarılı.
Athena yaklaştı arkasından, örterek Antilokhos’un siluetini.”
(J.M. von Goethe<1749-1832>, “Yarat Ey Sanatçı”, sa:97)
“Hayvanın ölümü
<Kaş Şiir Akşamı, 7 ekim 2004>
--------------------Araba gelince
Seyis çocuk beni bir yana çekti
Ayaklarıma çaktı nalları.
Babanın siluetini
Kapıda görünceye dek
Acıyormuş gibi bakarak
Tabancasını doldururken”
(Themis Liveriadis-Sezer Duru, Orhan Duru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 06.01.05)
“ ‘Dünya bir vaha ve biz biz burada onu çevreleyen sonsuzluğun içindeyiz. Vahalarda insan vaktini
kervanı yükleyip boşaltmakla geçirir. Buradan bakıldığında kervanlar ufukta bir siluet olarak gözüküyorlar.
Uzaktan seyrettiğinde kervandan güzeli yoktur. Ama yaklaştığında gürültülü ve pistir, deveciler kavga eder ve
hayvanlara kötü davranılır.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:284-5)
“Kadın koridorda ilerledi ve ben o manastır atmosferinde beklerken sandal ağacı aura’sıyla
sarmalandığımı hissettim. Derken bir kapı açıldı ve gölgeler içinden, beyazlar giyinmiş ince bir silüet belirdi.”
(Miguel Serrano, “C.G. Jung & Hermann Hesse”, sa:23)
S’il vous plait : (FR.,KOLL.) <S’il vu ple> : Lütfen = If you please ! (İNG.)
Simandra : (HIRİST. MYTH.) : Hıristiyanlıkta gölgede kalmış, az bilinen ve kullanılan sözcüklerden biri:
Ahşaptan yapılmış çan. Nedeni de yapısından olsa gerek. Eski-yeni cami ve kiliseler, duyulmak için inşa
edilmişlerdir. Kiliseler ya da manastırlar, sakinliği ve ucuzluğu nedeniyle, bu tahtadan yapılmış çan’ları
kullanmışlardı, şimdi yapmıyorlar. Müslüman camilerinde de hoparlörler moda olunca, bazıları karşı
gelmişlerdi. İnsan, Allahın sesini içinde duymalı bence.
“Hücrenin küçük penceresi hafifçe aydınlanmaya başladı; Manastırın ufak avlusunda tahta
simandra’nın melodili bir şekilde çaldığı, hücreden hücreye gittiği, keşişleri sabah duasına davet ettiği
duyuluyordu.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:224)
Simera : (MYTH,ZOO.DİN) <Si’mera> : Fransızların ‘Chimere’ <şimer> dedikleri aslan vücutlu, yaban
keçisiyle ejder’e benzer, ağzından ateş çıkaran mitolojik canavar
“...İnsan, sanki her tarafı kule ve mazgallarla dolu bir Ortaçağ şehrine gelmiş ve düşman yaklaşırken
savaşçılar kapalı kapıların arkasında silahlanıyorlar. Atmosfer, çetin bir savaş hazırlığı içinde... Bütün başların
üzerinde büyük bir tehdit ve ümit sallanıyor. Buradaki havada insana korku veren bir şey pusu kurmuş sanki...
Kremlin’in kubbelerinde, gotik çan kulelerindeki Ortaçağ Simera’sına benzer, sırf göz ve kılıçtan ibaret ateşten
bir Kheruvium ötüyor.”
(N. Kazancakis, “El Greko’ya Mektuplar, sa:383)
Si monumentum requiris circumspice :
(LATIN. MYTH.) : ‘Eğer anıtını ararsan, etrafına bak!’
“İnsanlığa hizmet edenler onur ve anımsanmayı hak ederler. Profesörler için bir Pantheon <Bak!> inşa
edelim. Bu tapınağı, Avrupa ya da Japonya’nın yerle bir olmuş kentlerinden birinin kalıntıları arasında yapar ve
mahzen mezarın girişinin üzerine iki metrelik harflerle şu basit sözcükleri kazırdım: DÜNYA EĞİTMENLERİN
ANISINA ADANMIŞTIR (Si monumentum requiris circumspice)
(Aldous Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:7)
Simsar : Komisyoncu. 1950’lerde, İstanbulda, Sirkeci, Babıali-Ankara Caddesinde, muayenehanesi olanların
başına bela kesilen ‘Hasta simsarları’ vardı. Anadolu’dan tren ya da otobüslerle gelen, bazılarının eşlerinin
kollarında çarşaflar, bohçalara sarılmış, ya da sırta alınmış hasta ailelerinin peşinden gidip, genellikle ‘Sizi
İstanbulun, en ünlü, kendimin yetiştirdiği’(?) hocaların mayenehanelerine getirir, hizmeti için para ısrar eder,
kapıdan uzaklaşırlardı. Kaç akşam çoğu kılıksız, ellerinde tesbih bu adamlar kapınıza gelir, ‘yaptıkları hizmet’
(?) için komisyon dilenirlerdi.
“İhtiyarın kanı tepesine çıktı. Gözleri aysız bir gecedeki közler gibi parladı. Bacağını hayvanın
üzerinden aşırdı. Yaşlı kısrağından yere atladı, sesin geldiği yöne doğru topallayarak yürüdü; hayvan simsarları
gibi. Tabancasını çekti, beklenmedik bir ustalıkla parmağında döndürdü, çevresine halka olmuş adamların
yüzlerine baktı ve sordu:
‘Arkamdan bağıran orospu çocuğu hanginiz?’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:30)
Simsum, ya da Tsimsun : Tanrı’nın ‘türemeler’den önceki k a s ı l m a l a r ı n d a n
“Seferha-İyyun adlı antik bir İbranice metinde de söz ediliyordu. Isaac LURİIA’nın da benimsediği
bu kavrama göre, Tanrı’nın ilk edimi, bir y a r a t ı ş edimi değil, tam tersine, y a r a t ı l ı ş a y e r a ç m a k
için bir ‘kendi kendini sınırlama’ edimidir. Bu nedenle, s i m s u n, Tanrı’nın ‘içeri doğru k a s ı l m a s ı’
anlamında değil, kendisinin olan bir boşlukta, ‘k a s ı l a r a k ç e k i l m e s i’ anlaşılmalıdır.”
“U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Sözlükçe, 622)
Simurgh : (FARS MYTH.) : Zümrüdü Anka Kuşu; And Dağlarında yaşamış olduğu söylenir; kanatları sihirlidir; Mitolojik Kahraman Zal’oğlu Rüstem’in babası Zal’ı yetiştirmiştir. Bk.: Anka Kuşu
Simya, Simyacı : Alşimi; Alşimist; Orta Çağların pek önemli meşgalelerinden biri olan, kurşun, bakır gibi
‘aşağı’ metalleri, çok daha yüksek ve değerli ‘altın’a çevirme (simya) sanatı.
Bk.: Felsefe taşı
“Langdon içini çekti: ‘Pek çok fanatikle aynı yanılgıya düştü, mecazla gerçeği birbirine karıştırıyor.’
Benzer şekilde, boş yere kurşunu altına dönüştürmeye çalışan eski simyacılar da bunun, insanın gerçek
potansiyelini ortaya çıkarmak anlamına gelen bir mecaz olduğunu anlamamışlardı. Kurşunun altına dönmesi,
aslında, boş ve cahil bir zihni; çalışan ve aydınlanmış bir akla dönüştürmek demekti.’ ”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:95)
“Taşıt bölümünden sonra, üst katlara çıkan büyük merdivene bakan Lavoisier bölümü geliyordu.
İki yana sıralanmış camekanların düzeni, ortadaki o bir çift simyasal sunak, o ygarlaştırılmış on sekizinci yüzyıl
macumba ayini rastgele bir düzenlemenin sonucu değil, simyasal bir sunaktı.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:23)
“İçrek bir öğreti olan S i m y a ‘nın , tinsel değerlerdeki amacı ise, sıradan insanı, tinsel insana
dönüştürmektir. Bu dönüşüm, F e l s e f e T a ş ı aracılığıyla gerçekleştirilecektir. Köleri Antik Yunan’da
bulunan simya, gnostik çevrelerde gelişmiş, daha sonra A r a p’lara geçmiştir. Simya öğretisinin ilk bireşimi,
Cabir İbn-Hayyan’ın yapıtlarında görülür. XIII. y.y’dan başlayarak Arapça metinlerin çevirileri aracılığıyla,
Batı’da yeniden gelişmiştir. Simyanın sonul amacı, B ü y ü k Y a p ı t’ı gerçekleştirmektir: “Felsefe Taşı’nın
üetildiği, böylece değersiz madenlerin soylu altın madenine dönüştürüldüğü en son aşama.” Bu sürecin
üç aşaması : Kara Yapıt - Beyaz Yapıt ve Kırmızı Yapıt’ tır.”
(U. Eco, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe, 622)
Sina dağı : (İSRA. MYTH.) : Sınai-Sina Yarımadası’nın güneyindeki dağ. Musevi ve Hıristiyan inanışına
göre, Musa Peygamb-er, Tanrıdan ‘On Emir’i bu dağı ziyaretinde almıştır
“ ‘Bugün, Peder Agapios ve ressam Peder Pahomios’la birlikte, Musa’nın yüzyüze gelip Tanrı’yı
gördüğü, dimdik bir kale olan Aziz Tepe’ye çıkıyoruz. Sert tepe çizgisi, karşıdan bir vahşi köyünün yelesine
benziyordu. Kutsal kitap: ‘Otlar, sürüler ve peynirlerle dolu öbür dağları neden hesaba katıyorsunuz? diyor;
gerçek olan bir tek dağ vardır: Tanrı’nın indiği ve üzerinde oturduğu Sina Dağı. .......... Dağın eteğinden tepesine
kadar olan üç bin yüz basamağı çıkıyoruz; kaya üstüne açılmış, alçak bir kemerli kapıyı geçiyoruz. Burada
insanlar Zirve’ye dokunmaktan korktuğu vakit bir ruhani oturur, günahlarını çıkarırmış. Efendi’nin <Tanrı>
dağına kim çıkarsa, ellerinin temiz, yüreğinin masum olması gerekliydi; aksi halde Zirve onu öldürür. Bugün
Kapı haraptır, kirli eller ve günahkar yürekler korkmadan geçebilir, Zirve artık öldürmüyor... Geçiyoruz!..’ .......
‘Biraz daha yukarda Pahomios durdu ve bize bir kayayı gösterdi:
-İbraniler, Amalikler’le savaşırken, Musa burada duruyordu; ellerini havada kalkık tuttukça İbraniler
galip gelmekteydi, yorulup indirdiği zaman da İbraniler tabanları kaldırıyorlardı; bunun üzerine iki aziz olan
Amon ile Or, Musa’nın ellerini havada tutmaktaydı; ta ki bütün düşmanlar kılıçtan geçene kadar.
‘Kutsal Tepe’ye ayak bastığımız zaman yüreğim hopladı. Yüreğim, hiç bir vakit böylesine trajik ve
olağanüstü bir manzaranın hazzını tatmamıştı: Aşağıda koyu mavi dağlarıyla Kayalık Arabistan’ı, ötede Mutlu
Arabistan ve firuzeler <gök mavisinden türlü yeşil renklerde olabilen, saydam olmayan hidratlı alüminyum ve
bakır fosfat bileşimli, takılarda kullanılan değerli bir taş> gibi ışıldayan deniz; doğuda çöl, güneşin altında
buğulanıyordu en geride; uzakta Afrika’nın dağları. Burada, diye düşündüm; ümitsiz ya da seçkin insanın yüreği
son mutluluğa kavuşur.’ ”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:266-7)
Sinameki : Sevimsiz, mızmız, yapışkan, kararsız, yakınlık kuramayan kimse; baklagillerden, hekimlikte müshil
gibi kullanılan bir bitkinin meyvesi.
“BENİM MÜTHİŞ KALEMİM
--------------------------------------Şiir, o sinameki insanlar için değildir!
Dow Jones endeksi kadar dürüst olmalı bir şiir
yani gerçeklik ile blöften bir karışım.
Nelere fazla duyarlı olmuştu ki insan?
Çok az şeye.”
(Klavs Bondebjerg<1953-2004>-Kemal &Gülşah Özer; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.05.06)
“MACBETH - Tıbbı köpeklere at öyleyse. İstemem, lüzumu yok….. Şu İngilizleri buradan hangi
ravent, sinameki, hangi müshil temizleyip atar, Onlara dair bir şey duydun mu?”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:85)
sina sole sileo : (LAT.) <sina sole sileo> : ‘Güneş almazsa susarım!’ (Eserde, Girit’in güneşine hayranlık!)
“Bütün gün, bütün gece çalışıyordum. Ben, hayatım boyunca hiç bir gece çalışmamışımdır; tıpkı güneş
saatleri gibiyim: Sina sole sileo: Güneş almazsa susarım. Gece rüyaları ve sessizliği, içimde açtığı karanlık
kapılarıyla bana, ertesi günün çalışmasını hazırlar. Benim için en yüksek iyilik, z a m a n d ı r. İnsanların
gezindiğini ve saçma şeylerle vakit geçirdiğini ya da zamanı boş konuşmalarla harcadıklarını gördüğümde, yool
kavşağına çıkıp elimi açmak ve dilenmek isteğini duyarım.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:474)
Sindirilmiş : Hazmedilmiş; Baskıyla susturulmuş, edilgen kılınmış kimse
“Bu müşteriler, herhalde liman işçileri olmalıydılar; kısa, parlak sakallı, güçlü kuvvetli adamlardı.
Hiçbirinin ceketi yoktu, gömlekleri yırtık pırtık, gariban, sindirilmiş ahaliden kimselerdi.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:69)
“POTHINUS - Aklının başından gitmesini mi isterdin? Nasıl olur?
KLEOPATRA - Aklım başımda değilken, aklıma eseni yapardım. Yalnızca Ftatatita’dan dayak
yemek sindirdi beni. Onu da kandırır, gene bildiğimi okurdum.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:118)
Sine die : (LAT.,SOSY.,KOLL.) <si’ne di’e> : Ne zaman tekrar toplanacakları hakkında bir karar vermeden
dağılma = Adjournment without indicating a day for reconvening
Sine dubio : (LAT.,PSYCH.,KOLL.) <si’ne du’bio> : Hiç şüphelenmeden = Without doubt
Sine ictu : (LAT.,ACİL.,KOLL.) <si’ne ik’tu> : (Acil bir olay) patlama olmadan = Without a blow
Sine invidia : (LAT.,KOLL.) <si’ne invi’dia> : Arzu olmadan = Without envy
(Monasterium) sine libris : (LAT.) <(Monasterium) sine libris> : ‘Kitapsız ‘Manastır’, kentsiz devlet, insansız
kale, araç gereçsiz aşçı, yiyeceksiz sofra, bitkisiz bahçe, çiçeksiz çayır, yapraksız ağaç gibidir.’
“ ‘Monasterium sine libris,’ diye alıntıladı Başrahip, dalgın dalgın, ‘est sicut civitas sine opibus,
castrum sine numeris, coquina sine suppellectili, mensa sine cibis, hortus sine herbis, pratum sine flobirus,
arbor sine follis’... Bizim, çalışma ve duanın çifte buyruğunda gelişen tarikatımız <Fransisken>, bilinen
dünyanın ışığı; bilgi hazinesi, yangınlar, yağmalar, depremler içinde yok olma tehlikesiyle karşı karşıya bulunan
eski öğretinin kurtuluşu; yeni yazının ocağı ve eskisinin artışı oldu... Ah, biliyorsunuz, çok karanlık zamanlarda
yaşıyoruz şimdi...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:52)
Sineğin yağını hesaplamak : Bk.: Sinekten yağ çıkarmak
Sinek avlamak : İşsizlikten eli boş olmak, boş oturmak
“Annemin ne esnediği, ne de sinek avladığı vardı. Bütün kasaba onu severdi. Aralarında
paylaşamazlardı, çünkü yaşamını alnının teriyle kazanırdı.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:103)
“Gider Versailles’da geçiririm günlerimi, iflas etmiş İngilizlerle bu iç kapayıcı kente sinek avlamaya
giden zavallılar tanır beni!”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:98)
“Avustuya’da bir yumurta parasıyla eskiden lüks bir otomobil - Almanya’da bir yumurtaya ödenen
para, bir milyon Mark, bütün Büyük Berlin yapılarının arsa değerindeydi -alındığını duyacak bir yabancı,
mantık gereği, kadınların dağınık saçlarla caddelerde koştuğunu, kimselerin alışveriş etmemesinden mağazaların
sinek avladığını, hele eğlence yerleri ve tiyatroların bomboş olduğunu sanacaktır.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:365)
Sinek kaydı tıraş : Düğün, davetiye gibi çok önemli toplantılar için itina ile, perdahlı, yüzü parlatırcasına
yapılan tıraş
“Basamakların sağlamlığını yoklarcasına bastonuyla vurarak, ağır ağır çıkıyordu merdivenden.
Generalin arkasından da, başında geniş kenarları yukarı kalkık, Nuh Nebi’den kalma şapkası, sinek kaydı tıraşlı,
emekli profesör Pavel İvanoviç Knopka bastonunu basamaklara vura vura geliyordu.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:43)
“Çavuş ala çuhadan pantolonu ve sedef düğmeli tozluklarıyla garnizonda herkesi umutsuz bir
kıskançlık içinde bırakmış. Daireye bağlı olduğu için, angaryalardan bağışık, çarşı pazarda elde beyaz eldiven,
siney kaydı traş olmuş, koltuğunda büyük defterler, dolaşır durur.”
(A. Daudet, “Değirmenimden mektuplar”, Cilt:II, sa:63)
“Haydi Harry, davran, okumayı bırak, elini yüzünü yıka, çeneni kanatana dek sinekkaydı traş ol, giyin
ve insanlarda olumlu bir izlenim bırak!”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:74)
“Sıradağlar ve tarlalar içinde, efsanevi adlarla geçen bir ulusun, peygamberlerden kalma bir göçü bu…
Ben de senin, Yunanistan için dediğin gibi, Adanmış Toprak’a doğru, bu seçkin ulusu yönelten bir çeşit Musa Yalancı Musa- olacağım….. Ama yazık ki isteğini yerine getiremeyeceğim. Ruhumu değiştirmek, giyimimi
değiştirmekten daha kolaydır. Tozluklarım var, sinekkaydı tıraş olmuşum ve bekarım.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:144)
“Gördüğüm kadarıyla doktor beni daha ayrıntılı muayene etti, bakışları ciddi, dikkatli ve
değerlendiriciydi. Ben de göğüs kafesimi görebilmesi için dikleştim -böyle hatırlıyorum- ve Moskovicks’in
ardından sıra bana geldiğinde biraz da gülümsemek zorunda kaldım. Doktor da bende hemen güven uyandırdı,
çünkü hoş görünüyordu, sempatik, sinek kaydı tıraşlı uzun bir yüzü vardı.”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:76)
“BİRİNCİ KATTAN
SÖYLENEN ŞARKI
Sevsinler hiç sakal tıraşı olmayanı.
Sevsinler yüzünü hep sinek-kaydı
tutanı.
Sevsinler bacaklarındaki kılları bile
almayanı
Sevsinler yıldızları gökyüzünden
indirip
odadaki karanlıkta parlamaya
bırakanı.”
(Peter Poulsen<d.1940>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.04)
“Şimdi onu çağırtan adamın sakalı yoktu gerçi, sinekkaydı tıraşlıydı ve güzel bir erkek olduğunu
söylemekle kimseye yağcılık yapmış olmayacaktık.”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:119)
“Adam coşkulu bir aceleyle, gövdesi dimdik, yalnızca dizlerini yumuşak hareketlerle bükerek
yürüyordu. Daniel: ‘Sen korse giymişsin, ahbap,’ diye düşündü. Elli yaşlarında bir adamdı, yaşamın yoğurduğu
yüzünde halden anlar bir ifade vardı, sinekkaydı tıraş olmuştu, beyaz saçlarının altında şeftali yumuşaklığındaki
derisi pespembe görünüyordu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:135)
“Vronski sağlam yapılı, kısa boylu, esmer bir gençti. Güzel yüzünde kararlı, son derece sakin, içten bir
ifade vardı. Kısa kesilmiş siyah saçlarından sinekkaydı tıraş edilmiş sakalından yepyeni üniformasına kadar her
şeyi sade, sade olduğu kadar hoştu da.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:98-9)
“... Bir değişimin olması kaçınılmazdı, dedi kendi kendine, yoksa Babacığımın sakalıyla Anneciğimin
örtüleri uzadıkça uzardı, kilometrelerce. Şimdilerde damadı, sinekkaydı tıraş oluyordu. Kızının bir buzdolabı
vardı... Kafam nasıl da daldan dala atlıyor, diyerek toparlanmaya çalıştı. Aslında demek istediği, düzen tıkır tıkır
işlemiyorsa değişimin mutlaka gelip çatacağıydı.... Değişmezlik, Tanrı katına özgüydü.”
(V. Woolf, “Perde Aarası”, sa:150)
“Fakat tam bu sırada eğilen birinin gölgesini fark ediyor önünde, smokininin altına beyaz gömlek
giymiş, dağ güneşiyle bronzlaşmış, sinek kaydı tıraşlı, uzun boylu, geniş omuzlu ve asker görünümlü bir
beyefendinin gölgesi bu.”..... “İngiliz marka birinci sınıf çok özel bir araba, her tarafı nikelajlı ve cilalı, pırıl pırıl
parıldıyor, şöförü bile açık gözlü ve sinek kaydı tıraşlı tam bir İngiliz beyefendisi.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı” sa:68;82)
“Pırıl pırıl fraklar ve zengin tuvaletler arasında bulunmaktan hiçbir tedirginlik duymuyorlardı. Ama
sinek kaydı traşlı garson da, Almanya ve İngiltere’de böyle köylü müşterilere yaptığı gibi burun kıvırmıyor, bir
nazıra ve ekselansa servis yaparmışcasına incelik gösteriyordu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:163)
Sinek papazı gibi harcamak : Hiç değer vermemek (Kağıt oyunlarında dört esas türün: kupa, karo, maça ve
sinek arasında sineğin en değersizi oluşuna kinaye) (Argo)
“MARTA - Tamam, koru onu, kurtar! Sen kraliçesin... ve o sadece senin kupa valen. Ama dikkatli ol,
eğer bu kupa valesi kozlarını çıkarırsa... ya da jokerini...
ELIZABETH - Jokerini mi! Hiç bir şey anlamadın... Robert’in elinde jokeri vardı. Onun jokeri
bendim! Ama aptal oynamasını bilemedi... beni de sinek papazı gibi harcadı.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:16)
Sinekten yağ çıkarmak : Yokluktan elindekini son derece idareli kullanmak
“... Beyoğlunda ne işi vardı? Para yemeğe çıkmıştı. Ah ne diye elinden kaçırmıştı sanki deyyusu!
-Bilemezsin, dedi. Öyle dürzüdür ki, içinden pazarlıklı, sineğin yağını hesap eden...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:129)
“Meteliğe kurşun atıp sinekten yağ çıkmıyor. Ruşen her gün iki ekmeğini alıp eve dönerken o
başıbozuklardan biri önünü keser, ekmeğin birini elinden haraç olarak alırdı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:25)
sine mora : (LAT.,KOLL.) <si’ne mo’ra> : Gecikmeden = Without delay
sine paejudicio :
sine qua non :
(LAT.,KOLL.) <sine pray’yudi’kio> : Önyargılı olmadan = Without prejudice
(LAT.,HUK.) : Yasa’da ‘Olmazsa olmaz’ prensibi
“Rassi büyük bir güvenle:
‘Beni dava edemeyeceğinize bahse girerim,’ diye yanıt verdi. Bunun prensi yatıştırmanın en güvenilir yolu
olduğunu biliyordu; ‘Yasa benden yana, ustalıkla onun içinden çıkmak için de elinizde ikinci bir Rassi yok. Beni
azletmeyeceksiniz, çünkü çok sert huylu olduğunuz anlar var. Böyle zamanlarda kana susuyorsunuz ama, aynı
zamanda da aklı başında İtalyanların saygısını korumak istiyorsunuz, bu saygı sizin hırsınız için bir sine qua non’dur’
”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:407-8)
Sineye çekmek : Bir zararı, istenmeyen bir sonucu, inandırıcı olmayan şeyleri metazori kabullenmek
“Yeni bir şey öğrenmek için sabırsızlanan savcı bu lafları sineye çekti. Mitya, Fedor Pavloviç’in
Smerdyakov için icat ettiği işaretleri hiç bir noktasını unutmadan, uzun uzun anlattı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:188)
“Sınırdan içeri sızan ve kolay kolay baştan atılamayan bu düşman <ahlak çöküntüsü> karşısında
takınılacak değişik tutumlar vardı. Hiç ses çıkarılmaksızın acı gerçek benimsenip sineye çekilebilirdi örneğin,
zamanın en seçkin kişilerinden bazısı da böyle davranmıştı.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:23)
“... hazırdım ben. Cemiyete ihanette bulunmadığımı kanıtlamaya hazır, benden isteenileni yapmaya
hazırdım. Cemiyetin üst yöneticileri ister beni cezalandırsın, ister bağışlasınlardı, her ne yeparlarsa sineye
çekmeye, ne derlerse yapmaya önceden hazırlamıştım kendimi.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:65)
“Rahatı kaçan Kraliçe <Karlar Kraliçesi> bekler bir süre, kendisine yapılan kötülüğü sineye çeker, kimi
zaman olur, başını sallayarak, usulcacık ve küçümseyerek, kalkıp geldiği o yükseklerdeki yerine döner.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:17)
“‘Haklısın, anne, haklısın. Ama bizi mutsuz kılan şeyleri hep susarak sineye mi çekeceğiz böyle?’ ‘En
doğrusu bu, Albert. Kolay değil, biliyorum, çocuklardan da böyle bir şeyi istemek doğru değil. Ama en uygunu
bu.’ ”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:48)
“Cahil bir çalgıcıya, daha doğrusu davetlilerin gözleri gece gündüz kendi dudaklarına ya da yayına
bağlı kalmaktan duyduğu zevk uğruna her türlü hakareti ve dayağı sineye çeken o İbrailli çingene kemancılara
benziyordum. O dinleyen gözleri tanıdım ben, severdim o gözleri. Beni bir öykücü yapan da onlardır. Ne yazık
ki günün birinde büyü bozuldu.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:8)
“...aç kalmayı kolaylaştırmanın yolunu bulduğu için hiç güçlük çekmeden aç kalabilen, üstüne üstlük
bunu yarım yamalak itiraf etme yüzsüzlüğünü de gösteren üçkağıtçının biri olduğunu düşünüyorlardı. Bütün
bunları sineye çekmek zorunda kalıyordu; aradan geçen yıllar içinde buna alışmıştı da.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:79)
“30 Kasım. Gem vurulmamış bireycilik inançta baş gösterir göstermez - kimse böyle br olanağı yok
etmez ve kimse bu yok edişi sineye çekmez, yani, mezarlar açılırsa, işte o zaman Mesih gecikmeden gelecektir.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:48)
“Esasında karşısına dikilip de çenesine şöyle bir kroşe göndermek ya da yüzüne karşı, ‘Peki, kararını
ver. Beni ya dışarıya gönder ya içerde alıkoy. Böyle takılmaktan vazgeç!’ demek isterdim. Fakat yapamazsınız.
Orada oturup sineye çekmek zorundasınız. Kırılmış bir bacağın iyi edildiği ve bunu her iki tarafın bildiği bir
hasta doktor ilişkisi değil ki.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:135)
“LISETTE - Ya siz, dostum?
CHRISTOPH - Ben, ben de onunla birlikte firardayım..... Ne yapabilirdik ki? Düşünün hele; genç,
şımarık bir züppe bize hakaret etti. Beyim de tuttu onu devirdi. Başka türlü olamazdı! Biri bana hakaret ederse,
ben de ederim, ya da pataklarım. Namuslu biri böyle bir şeyi sineye çekemez.”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:50)
“Ama aradan sekiz yıl geçtiği, bir baltaya sap olamamamın erdemine inanmaya nedense devam ettiğim
ve onda çözümsülüğü, duygularımın muhalefetine karşın sineye çekmek zorunda olduğum halde, Gracinda’yı
hala hatırlayabiliyor ve kafama üşüşen bin bir çağrışımla birlikte olası bir yazının gündeminde tutabiliyorum.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:15)
“Yeterince yontulmamış dağlı pozlarına girmekten hoşlanıyordu, ama bu bir oyundan ibaretti. Bu
sayede her düşündüğünü çekinmeden söyleme olanağı buluyordu…..Başka birinden, -örneğin benden- çıksa
kaba veya kötü niyetli olarak yorumlanabilecek, yıllarda sürmüş dostlukları bir hamlede yok edebilecek çiğ
gerçeklerin onun ağzından döküldüğünü kaç kez görmüşümdür. Ondan gelince bu sözler sineye çekiliyor, kimse
ona bozulmuyor, ‘Murad işte!’ deniliyor ve kusurun üçte ikisi affediliyordu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:67)
“Sabah, şafak vakti, bu lanet olası şatodan, oğluyla ayrılmaya karar verdi. Şayet biri onu önleyecek
olursa, babasına ve ağabeylerine bir haberci gönderir, onlar da ellerinde silahları, artlarında adamlarıyla gelip
onu kurtarırlar ve Şeyh’in şatosunu yerle bir ederlerdi. Bugüne kadar her şeyi sinesine çekmişti. Ama bu sefer iş,
köylü kadınlarıyla kaçamak yapmak değildi.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:41)
“TOINETTE - Sizin içiniz azarlamakla rahat ediyorsa, benim içim de ağlamakla rahat ediyor... Herkes
kendini düşünür... ah!
ARGAN - Eh, ne yapalım, bunu da sineye çekeceğiz. Kaldır şunu aşifte, kaldır.”
(Moliere, “Hastalık Hastası”, sa:18)
“Mrs. HUSHABYE - Sizden azıcık hoşlanmaya başladım. Önceleri bulsam bir kaşık suda boğacaktım.
Hayatımda karşılaştığım en iğrenç, en kendini beğenmiş, en can sıkıcı ihtiyar ukala diye düşündüm.
MAZZINI, hepsini sineye çekmeye razı olmuş, hatta biraz neşeli. - Tanrı bilir, bütün dedikleriniz
doğru, Mrs. Hushabye.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:73)
“Birkaç gün sonra, Bayan Anken, her zaman olduğu gibi öğle yemeğiyle efendisinin odasına girdi. Ama
bugün ince dudaklarını her zamankinden daha fazla kısıyor, küçük, zayıf gözleri de sevinçten parlıyordu. Çünkü
o akşamki unutkanlığı yüzünden sineye çekmek zorunda kaldığı sert sözleri unutmamıştı; şimdi de bunların
karşılığını efendisine faiziyle geri vereceğini düşünüyordu.”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:65)
“... Mösyö Ricard hiçbir şey yokmuş gibi bir sigara istiyor. Özellikle bir Araba asla hitap etmediğinden
kimseden ses çıkmıyor. Zaten otobüste her zaman paketini uzatan saf biri ya da bir burjuva çıkar. Bu da yolcuları
derin bir öfkeye sürüklüyor. Mösyö Ricard sigarayı alıyor. Gülüyor. Kulağını kabartıp küfürleri sineye çekerek
keyifle içiyor.”
(K. Yacine, “Nedjma”, sa:15)
“Ama böyle bir şantajı sineye çekmeye hiç niyetim yoktu. Ona şu anda boyun eğmem beni tamamen
etkisiz kılacaktı. Bu bakımdan heyecansız bir tonda devam ettim. ‘Bana o olağanüstü mutluluk duygususnu
anlat, anımsadığın her şeyi.’ ”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:50)
“Ancak 1894 Haziranından 1895 Eylülüne kadar her Allahın günü mengene ve torna tezgahı başında
dikilip eğeleme, delik delme, frezeleme işleri yaptığı, arada bir kilisenin çatısında sağa sola tırmanıp çanların
yerine asılmasına yardım ettiği, beri yandan ‘Çarklar Arasında’ romanındaki Hans Giebenrath gibi ‘Eyalet
Sınavı Çilingiri’ diye çağıırılıp pek çok alayı sineye çektiği bu yıl, içine düştüğü bunalımı kendi çabasıyla
atlatmanın üstesinden gelir.”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:37)
“Karı koca arasındaki birlik, erincini yitirmemek isteyen kocanın tüm çabalarına karşın, giderek
çözülüyordu. Adam karısının ufak kusurlarına göz yumuyor, hatta daha büyüklerini de sineye çekiyordu, ama
sürekli olarak daha büyük bir ayıbın korkusuyla yaşıyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:136)
Sini : Üzerinde börek açılan, kalabalık ailelerde hep birlikte yemek yenilen, yuvarlak, bakır ya da tunçtan
yapılan büyük tepsi
“Bir avluda büyük büyük günebakanlar açmış, başlarını güneşe dönmüşlerdi. Güneş hangi yöne
ağıyorsa, onlar da o yöne yüzlerini döndürüyorlardı. Günebakan çiçeklerin her birisi küçük birer sini
büyüklüğündeydi.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:59)
“İSMENE
-----------
Yalnız kız kardeşim bir köşede duruyordu, taş kesmiş,
siyah giysileri içinde,
yaptıklarımızı kınayan ve saldırgan bakışlarıyla.
Merdivenleri koşarak indik, bahçeye çıkıp dağıldık.
Erkek kılığına giren kızlar delikanlılardan daha ataktı.
Gökte ay vardı, bakır bir sini gibi parlayan koca bir ay.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:176)
Sinik; SİNİZM : Alaycı (Fransızca “cynique”, ING.. “Cynic, ALM.: zynismus. Sokrates’in öğrencisi
Antisthenes (M.Ö. V..y.y.) tarafından kurulmuş, “Mutluluk ve erdem’e, hiçbir değer yargısına bağlı
kalmaksızın, yani onlara tabi olmaksızın, bilimi ahlaka tabi kılan bir düşünüş sistemi. ‘Ne olursa olsun Doğa’ya
dönmeliyiz’ prensibi.
‘Ne olursa olsun, ahlak için ödün olamaz.!’ Anthisthenes, ahlak anlayışının ilkelerini
Socrates’den almış, ama onun çırağı olmadan evve, Gorgias’ın derslerine devam etmişti
Bk.: Kinik
“... derken o da söndü, sonra yine arkasındaki, yanındaki o gri karanlık, önünde hepsi de sessiz, hepsi de
kara bir sürü eviyle kapkara gece. Yalnızca uzaklarda göğü tarayan ışıldakların o suspuş olmuş, dehşet uyandıran
uzun ceset parmakları. Bu parmaklara ait olan suretler sırıtıyorlar, vurguncuların, hilecilerin suratları gibi sinik,
dehşet salarak sırıtıyorlar gibi geldi ona.”
(H. Böll, “Trenin Tam Saatiydi”, sa:8)
“Doğa-uzlaşım karşılığında, ‘doğal’ olanın tarafından olan ‘Kinik’lerin bir diğer ünlü temsilci olan
Diogenes <Diyojen>, kendisine: ‘Dile benden ne dilersin?’ siyen Büyük İskender’e verdiği: ‘Gölge etme, başka
ihsan istemem!’ yanıtıyla ün kazanmıştır.
(A. Cevizli, “Felsefe Sözlüğü”, sa:851 ;A. Tokatlı, Ansiklopedik Felsefe Sözlüğü,Ankara 1973-den
alıntı)
“Savaş haberiyle birlikte borsada bir yükselme oldu, ama bir ay sonra borsa olası bir barışa ilişkin
haberlerle aynı şekilde yükselmeye devam etti. Ne ilk yükselmede bir ‘sinizm’den, ne de ikinci yükselmede bir
erdemden söz edilebilir.”
(U. Eco, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:21)
“Hele bir evlenme işinden dolayı kendisine kafa tutan kızına vicdan ve ahlak dersi vermeye kalkışan
babanın kız tarafından durmadan sinik kahkahalarla karşılanışı, insan üzerinde adeta Rigoletto operasındaki
gülüşler gibi bir dram, bir tragedia etkisi yapıyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:199)
“Kaba ruhçuların içinde oluşturduğu bir aile içinde yolunu şaşırmış olan bu kurnaz ve gerçekçi kadın,
Voltaire’den bir satır okumadan diklenerek Voltaireci oldu. Çıtı pıtı, tombul, sinik ve neşeliydi; sonunda
katışıksız bir olumsuzlaşma haline geldi.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:10)
Siniler sinek kalmamak, olmamak : Hiçbir canlı kalmamak, ıssız olmak
“Köpekler havlamayı, horozlar ötmeyi kestiler. Sanki köyde bir tek canlı bile yoktu. Biraz önceki büyük
gürültü, büyük sevinçle birlikte sanki bütün köy, bütün canlısıyla başını almış başka bir diyara göç etmişti.
Siniler sinek kalmamıştı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:319)
Sinir basmak, bastırmak : Anide sinirlenmek, öfkelenmek
“-Evet hem sinirli hem neşeli. Sinirleniyor, bir dakika sonra gene neşeleniyordu; ardından birdenbire
tekrar sinir basıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:102)
“Ana: ‘Çeneni kıs!’ diye çirkin bir çığlık koparıyor ve gittikçe daha sinir bastırıyor: ‘Hala şu mutfak
paçavralarından vaz geçip de zavallı ananı düşünmek aklına hiç gelmiyor.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:113-4)
Sinir bozucu : Bk.: Sinirleri bozuk olmak
Sinir etmek : Sinirlendirmek, asabını bozmak, tedirgin etmek
“-Durmadan içiyordu. Sabah başlıyordu içmeye, gece yarısına kadar. İçiyor ve anlatıyordu. Birlikte
para yiyorduk, benim için de en kötüsü bu. Üstüme düşüyordu, ondan. Şuraya gidelim, yok buraya gidelim. Sinir
ediyordu bu beni.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:136)
Siniri geçmek : Sinirleri yatışmak, sakinlemek
“Artık sinirleri geçmişti. Gülüyordu. ‘İşte ben sizi bu akşamdam biribirinize veriyorum!’ dedi ve
Resan’la Suad’ın ellerini birleştirdi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:106)
Sinirine dokunmak : Sinirlenmek, rahatsız olmak
“Floyd giderek Nashe’ın sinirine dokunmaya başlıyordu. Herif budalanın, geri zekalının tekiydi.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:203)
“Kocasının okuyup buruşturduktan sonra yatağın üstüne attığı dağılmış gazeteler de ne kadar sinirine
dokunurdu.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:15)
“Kocası gittikçe daha çok sinirine dokunmaya başlıyordu zaten. Yaşlandıkça tavırları da
hantallaşıyordu; yemekten sonra sıra tatlıya geldi mi, oturup boş şişelerin mantarlarını kesmeye başlıyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:70)
“-Hadi evladım anlatıver her şeyi! Soygunları bırakıp, cinayeti anlat! Soygun sinirime dokunuyor! Kan
görmek istiyor gözlerim! Demek ki, yirmi yıl önce bir otomobile bindiniz ve birine ateş ettiniz...”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:72)
“Mesele şu: Eşref Bey’in muhtemel diyalogları, bu konuşma merakıyla uzun monologlara dönüştürmesi
sinirime dokunuyor.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:40)
“Kadın bir doktora, bir de eşine baktı, onları odanın ortasında böyle çaresiz durudklarını görünce
dudaklarını büktü. Anlaşılan komutayı eline alması gerekecekti. Beceriksiz insanlar onun sinirine dokunurdu,
ama bir yandan da odayı derleyip toplamak için avuçları kaşınıyordu.”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:111)
“Heyecandan, az önce buz kesen sağ eli şimdi ateş gibi yanıyordu.. Sol eli, sarılmış, sarmalanmış,
hareketsiz, dizlerinin üzerindeydi.
-Şu sargı sinirime dokunuyor, dedi, Ivich. Savaşta sakatlanmış heriflere döndüm. Şeytan kaldır şu
bezleri at diyor.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:239)
“... Bence mahpusluğu en zor yanı, külhanbeyi dediğimiz pislikle bir arada bulunmak, cıvık argo
ağzıyla konuştuklarını duymaktır.
-Sizin de sinirinize dokunuyor değil mi?
-Yalnız sinirime dokunsa aldırmam! Kendimden iğreniyorum.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:200)
“O, merdivenin başında kollarını kavuşturmuş bekliyor, yukarı çıkışımızı izliyordu. Yüzündeki
gülümsemeyi çok iyi anımsıyorum, basamakları çıkarken aşağıdan yukarı bakıyor, her baktığımda daha çok
sinirime dokunuyordu.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:20)
“DESAVESNES , kat’iyetle. - Hayır, gelme; bırak şapkanı. İstasyonda yolcu geçirmek kadar sinirime
dokunan şey yoktur, sen de bilirsin. Giden için de, kalan için de rahatsızlık. İnsana büsbütün keder verir.”
(Ch.Vildrac, “Dünya Gözüyle”, sa:57)
“ ‘Çok hoş bir kadın. Birkaç duvar halısı alacakmış da, sana danışmak istiyordu. Mutlaka gel, ha. Yoksa
öğle yemeğini küçük düşesimizle mi yiyelim? Dediğine göre hiç görüşmüyormuşsunuz artık. Yoksa Gladys’ten
bıktın mı? Tahmin etmiştim. Hazırcevaplılığı insanın sinirine dokunuyor.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:2469
“Sarı benizli Hortense, yüzünü bozan annesinin burnu nedeniyle yirmi üç yaşında olmasına karşın yirmi
sekizinde görünüyordu. Ondan iki yaş küçük olan Berthe bir çocuk havasında, beyaz tenli ve alımlıydı.
‘-Bana bakın diyorum size! diye kocasına bağırdı Madam Josserand. Hem de şu lanet olası yazınızı
bırakın, sinirime dokunuyor.’ ”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:37)
Sinirini bozmak : Asabını bozmak, sinirlendirmek, kızdırmak
“BERTOZZO - Bu adamın her şeyi bilmesi, herkesi tanıması sinirimi bozuyor. Ben de onu bir yerden
tanıtacağım ama!”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:77)
Sinirleri ayakta olmak : Sinirli olmak, çatmak için bahane aramak
“Teyzenin sinirleri ayaktaydı, öfkesini kimden alacağını bilemediği için, Carville’de denildiği gibi,
kabak Lamiel ’in başına patladı .”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:59)
Sinirleri boşalmak : Son derece sinirli olmak, asabı bozulmak, tir tir titremek, çok tepkisel olmak
“Ne var ki, gazetelerin hiçbirinde Chichester’e en ufak bir atıf bile yoktu ve Lord Arthur girişimin
başarısızlığa uğramış olduğunu hissetti. Bu, ona ağır bir darbe oldu ve bir süre sinirleri tamamen boşaldı.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:45)
Sinirleri bozuk olmak, bozulmak : Çabuk sinirlenmek, asabı bozuk olmak
Bk.: Sinirlerini bozmak
“Gece böyle sürüp gidiyor. Siyah kitabını okuyor, Mavi onun kitabı okumasını seyrediyor. Zaman
geçtikçe Mavi’nin morali iyice bozuluyor. Böyle boş boş oturmaya alışık değil, hele şimdi karanlık da çökerken
sinirleri bozulmaya başlıyor.”
(P. Auster, “Hayaletler”, -New York Üçlemesi 2-, sa:11)
“Kesinlikle bilinen bir nokta, Katharina’nın evinin çok sıkı gözaltında tutulmuş olmasıdır. Perşembe
sabahı saat 9.30’a kadar hem telefon edilmeyip hem de Götten’in evden çıkmadığı görülünce Beizmenne’nin
sabrı taşıp sinirleri bozuldu, tepeden tırnağa silahlı sekiz polis memuruyla birlikte eve girildi.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:19)
“Herkes etrafta durup konuşuyor; bazıları merhaba diyor, diğerleri sadece bana bakıp birbirlerine bazı
yorumlar yapıyorlar; ödül törenini düzenleyen kişi bana doğru geliyor ve hep aynı sinir bozucu sözcüklerle
oradaki insanlara beni tanıtıyor: ‘Bu beyefendinin kim olduğunu elbette biliyorsunuz.’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:270)
“Marino cinayetten sonra Torino’ya döndüğünü, sinirleri bozuk olduğu için siyasal toplantılara
katılmadığını, yalnızca Lotta Continua gazetesini dağıtmakla yetindiğini söylüyor.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:41)
“Sonunda likör kadehini dikti ve bir kahkaha daha attı. Bu seferki kahkaha sinir bozucu bir şeydi.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:226)
“MAXINE - Buraya her türlüsü gelir. Burada her türlüsünü gördüm. (Shannon masaya yaklaşır.)
SHANNON - Maxine, sana söyledim, yeterince sinirleri bozuk insanların asaplarını daha çok bozma
, diye, ama, sende o anlayış ne gezer.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:80)
Sinirleri gerilmek : Aşırı sinirli olmak, hemen tepki vermek
“Akşam ezanı daha öbür köyde okunmuştu. Atlarımıza biraz su vermiştik. Babam şehirden çıkalıberi
somurtmuştu. Bir tarafta bulutlu gök, diğer taraftan yolun tozları ve hendekleri sinirlerini adamakıllı germiş
olacaktı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Babamın İkinci Evi”, sa:33)
Sinirleri laçka olmak : Sinirleri bozulmak, çok sinirli olmak
“Ve ne zaman eline iyi kağıt gelse, Pozzi büyük para sürüyor, sonunda kaybediyor, şanssız, umutsuz
ataklarla parasını eritiyordu. Şafak sökerken, önündeki para bin sekiz yüz dolara inmişti. Sinirleri laçka
olmuştu.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:96)
Sinirlerini bozmak : Sinirlendirmek, sürekli onu rahatsız etmek
“Ama onu kovduktan sonra, bu adama karşı aşağılayıcı bir acınma, acıklı bir aşağılama duygusu
girmişti içine. ‘Ona çok sert davrandım mı?’ diye soruyordu kendine. ‘Bu adam sinirlerimi bozuyordu, orası
kukusuz; bakışları sözlerinden de çok yaralıyordu içimi, ona başka türlü de davranabilirdim. Zavallıcığın derdine
derman gerek, ama aradığı bu değil, bir başka, yürekli ve kökten bir çare.’ ”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:105)
Sinirlerinin akordu bozulmak : Asabı bozulmak, ruhsal ahengin dengesini yitirmek
“AKBABA, boğuk bir sesle. - Ak saçlı değil! Akbaba... Hiç kimse kendisine ak saçlı denilmesinden
hoşlanmaz. Her sözcükten, mutlaka ait olduğu kökün sesi yansır. Nitekim: ‘Aksakal’, ‘akağa’, ‘aksi’, ‘aksak’,
‘akrep’ deyimleri de, kökleri bakımından aynı sesleri çıkararak bizim sinirlerimizin akordunu bozarlar.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:115)
Sinirlerini yatıştırmak : Sakinleşmek, uysallaşmak
“Sinirlerini yatıştırmaya çalışan piskopos, yüzüğündeki mor ametist taşa bakarak meditasyon yaptı.
Piskoposluk arması işlenmiş yüzüğünün ve elmasların dokusunu hissederek, kendi kendine bu yüzüğün yakında
sahip olacağı güçten çok daha küçük bir gücün sembolü olduğunu hatırlattı.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:171)
“Bütün pencereleri kapatıp sinir içinde evde oturmaya başlamasına karşın, arada bir dışarıya göz atmayı
da unutmadı; sonunda sinirleri yatışınca, sanki ölüm kalım sorunuymuşçasına pazara koşanların hepsi gözden
kaybolunca, çizmelerini giydi, para kesesine bir sikke koydu ve bastonunu aldı.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:117)
Sinir(ler)i tepesine çıkmak, fırlamak : Aşırı sinirlenmek
“Artık Elizabeth’in siniri tepesine fırlamıştı. ‘Kimsiniz bilmiyorum ama, Dünya Sağlık Örgütü’nün
nüfus artışını ciddiye aldığını çok iyi biliyorsunuzdur. Daha yakın zaman önce, Afrika’ya bedava prezervatif
götürüp insanları nüfus planlaması hakkında bilgilendirecek doktorlar göndermek için milyonlarca dolar
harcadık.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:131)
“Ben, bu saatte nasıl uyanıp hazırlandığını bile akıl edemezken. O kahvaltısını bile etmişti anlaşılan.
Üstelik daha önce hiç bilmediği bir mutfakta!
‘Kahve makinesini kullanabildiğine sevindim,’ dedim anlayabileceğini sanmadığım bir imayla.
‘Bizim evde bütün modern aletleri ben kullanırım,’ dedi.
‘Bak bunu duyduğuma da sevindim,’ dedim. Sinirlerimin tepeme çıkmış olmasına karşın, ben de
sesime cikirtili bir hava verebilmiştim. O da sahi sandı.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:20)
Sinirli olmak; Sinirli sinirli davranmak : Huzur içinde olmamak, tepkili olmak, kolay kızmak
“‘Kötü biri değilim ama sinirliyim. Sağım solum belli olmaz. Adam bana, ‘Erkeksen, tramvaydan in,’
dedi. Ben de ona, ‘Hadi, rahat dur,’ dedim.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:117)
“Sancısı hala sürüyordu, ama sonsuz huzura kavuşmak uğruna birkaç dakikalık acının ne önemi vardı?
Gösterdiği tek tepki, filmlerde en sinir olduğu şey faltaşı gibi açılmış ölü gözleriydi.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:84-5)
“Yağlama ve ovalama, uyuklama, kendimden geçme ritüeline köle olmaya başkaldırdığım zamanlar da
oluyor. Onun dik kafalı, soğukkanlı bedeninden nasıl zevk alabileceğimi artık anlayamaz oluyorum, hatta içimde
öfke kıpırtılarına bile rastlıyorum. İçime kapanıyor, sinirli oluyorum, kız sırtını dönüp uyuyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:56-7)
“Baudolino, <İmp.Friedrich’in küçük oğlu> Heinrich’in renginin soluk olduğunu, sık sık öksürdüğünü,
sanki küçük bir sineği kovmak istermiş gibi sürekli sol gözünü kırptığını gördü. Düğün kutlamaları esnasında da,
sık sık yanlarından uzaklaşıyordu. Baudolino onun kırlara doğru gittiğini, küçük bir kırbaçla sinirli sinirli, sanki
içini kemiren bir şeyi yatıştırmak istermiş gibi çalılara vurduğunu görmüştü.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:284-5)
“Kadın sinirli sinirli güldü. ‘Siz de ne cins adammışsınız yahu, hem benim adım Luise değil,
Therese’dir.’
‘Therese... rüya gibi bir isim.’
Kadın kahveyi getirdi. Bir bavulu göstererek, ‘İhtiyar Seligman’ın öteberisi hala burada,’ dedi.
‘Bunları ne yapacağımı bilemiyorum.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:78)
Sinir nöbeti geçirmek, sinir(li) olmak : Aşırı sinirlilik krizi; çok hiddetli olmak, bağırmak çağırmak ya da
ağlamak
“İhtiyar doktor, elinde mumla odama koştu, ne olduğumu, niçin ağladığımı bile söyletmeye gerek
görmeden önemsiz, belki anlamsız şefkat sözcükleriyle beni sakinleştirdi:
-Bir şey değil, kızım, bir şey değil, önemsiz bir sinir nöbeti, geçer yavrum. Vah, çocuğum, vah.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:369)
Sinir olmak : Sinirlenmek, asabı bozulmak, gergin hissetmek; (Kollok.) Kültür düzeyi düşük olanların ya da
ruhsal düşüklüğü minimize etmek isteyenlerin, Şizofrenik ya da derin Depreyon hallerini bile ‘sinirlilik’ olarak
niteleme
“Yayıncı aramaya kalkışırsa dikkatinin dağılacağını söylermiş Sophie’ye; iş o noktaya gelince zamanını
yapıtı üzerinde çalışmaya harcamayı yeğliyormuş. Sophie onun bu kayıtsızlığına sinir oluyormuş, ama bu
konuda ne zaman biraz üstüne gitse, Fanshawe omuz silker, aceleye gerek olmadığını, günün birinde nasıl olsa
bir yayıncıya gideceğini söylermiş.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlemesi 3-, sa:13)
“Bitkin düşüyor, soluk soluğa, kımıltısız kalıyor, alçak sesle hıçkırıyor, gözünden yaşlar akıyordu.
Emma bu bunalımları geçirdiği sırada, içeriye giren hizmetçi : ‘Ne diye bunu beyefendiye söylemiyorsunuz?’
diyordu. Emma:
‘Sinirden oluyor, bir şey söyleme, üzersin onu,’ diye yanıt veriyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:122)
“Dün akşamüstü: ‘Sendedir avare gönlüm sendedir’ diye son mısraı tekrar ederken hiç nedensiz
ağlamaya başladım. Bu adi şarkı parçasının ne güftesinde, ne bestesinde ağlanacak hiçbir şey yok. Dedim ya,
sinir. Bir daha bu şarkıyı söylemeyeceğim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:305)
Siniri-<sinirleri> tutmak : Sinirleri bozulmak, sinirden gülmek ya da ağşamak, tuhaf davranış göstermek
“Dizlerimin derileri büzülmüştü. Benim sinirlerim tuttu. Kendi durumumu görmeden, Kara İzzet’in
durumuna, katıla katıla gülüyordum. Kahkahalardan, avuçlarım kadar karnım da ağrıyordu. İzzet, boyuna sövüp
sayıyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek.”, sa:162)
sinite parvueos :
(LAT.,COLLOC.) <sinite parvüıs = ‘Bırakın, küçük çocuklar bana gelsinler’! Hz.İsa>
“Komisyoncu tekrar söze başladı:
‘Ah! Rahip efendi, doğruları aksesuvarlarıyla <ilintileriyle, araçlarıyla> birlikte sevmiyorsunuz. Oysa
İsa severdi. Bir çalıp alıp mabedin tozlarını temizledi. Nurlar saçan değneği, kaba bir dğruluk vaaziydi. Sinite
parvueos!.. diye haykırdığı zaman. Küçük çocuklar arasında fark gözetmiyordu. Barabbas’ın < Hamursuz
bayramı dolayısıyle, Musevilerin Hz. İsa’yı bölgenin valisinden serbest bırakılmasını istedikleri haydut>
veliahtına yaklaşırken, Herodes’ <Eski Filistin Kralı>ın veliahdından çekinmiyordu. Masumiyet, kendi kendinin
tacıdır efendim. Masumiyetin soyluluk unvanına ihtiyacı yoktur. Paçavralar içindeyken de, ipek şallar
içindeyken olduğu kadar onurludur.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:I, sa:78)
Sinmek : Korkudan geri çekilmek, saklanmak; içine, kimyasına girmek karışmak -koku gibi-; emniyettegüvende hissetmek
“İki milis kuvveti, iki mahalle ya da iki cemaat arasında bir hesaplaşma yaşandığında, tüm cephelerin
militanları bir yere siniyorlardı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:98)
“Yusuf, Meryem’den uzaklaşmadan, kalın ve tüylü battaniyeyi üzerine çekip şöyle bir toparlandı.
Kadının sıcaklığını hissedebiliyordu, kadın tıpkı kuru otlarla dolu bir sandık gibi kokular yayıyordu, adamın
üzerindeki giysiye sinmekteydi kadının kokusu, sıcaklığı adamın sıcaklığına karışmaktaydı. Ardından usulca
kapattı gözlerini, düşüncelerden sıyrıldı, ruhunu geride bıraktı ve yeniden derin uykuya daldı.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:17)
Sinoloji :
(FİLOL.) :
Çin dil ve edebiyatı, filolojisi
“Kıştı, kar yağıyordu. Yanımdaki odada, Sinoloji profesörü bir Alman, uzun bir fırçayı eline almış,
Uzakdoğu’nun o güç yöntemiyle, eski bir Çin şarkısını ya da Konfüçyüs’ün bir özdeyişini yazmaya çalışıyordu.
Bu durumda, fırçanın ucu, yazanın kalkık duran dirseği ve kalbi, bir üçgen oluşturuyordu.”
(N. Kazancakis, “ Zorba”, sa:10)
Sinsi, sinsice; Sinsi sinsi : Gözlerden uzak, gizlice, etrafta bir iz bırakmaksızın
“Peregrini dar kafese konulmuş azgın bir kaplan gibi odasında dolaşıyor. Saray gözünün önünde, Nejat
Efendi sinsi sinsi sandalyesini kıza yaklaştırıyor, eğiliyor, adeta başları birbirine dokunacak. Kızın kulağına bir
şeyler fısıldıyor. Bal gözlerin bebekleri küçük küçük alevler gibi Pelegrini’nin yüreğini yer yer tutuşturuyor...”
(H.E. Adıvar, “Siinekli Bakkal”, sa:291)
“Poussin Gillette’i dinlerken, Frenhofer, karşıssında kurnaz hırsızlar bulunduğunu sanan bir
kuyumcunun ciddi dinginliğiyle, Catherine’in üzerine yeşil bir örtü örtüyordu. İki ressama da hafifsemelerle,
kuşkularla dolu, pek sinsi bir bakışla baktı; onları sessizce, titrek bir telaş içinde işliğinden kapı dışarı etti; evinin
kapısında da onlara:
-Uğurlar olsun, küçük beylerim! dedi.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:50)
“Arazi içinde kaybolmuş, şurada burada bir askeri kamp, samanlıkta iğne aramak gibi bir şey. -Soğuk,
sis, fırtına, hastalık, sürgün ve ölüm- ölüm sinsi sinsi dolaşıyor; havada, suda, çalılıkların arasında. Burada sinek
gibi ölüyorlardı herhalde.”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:36)
“ ‘Ama eğer gerçekten birşey öğreneceksek elimizde onları konuşmaya razı edecek bir yol var. Başka
bir deyişle, gerekirse kilerci ya da Salvatore elimizde, birçok şeyi bağışlayan Tanrı bu aykırı davranışımızı da
bağışlar.’ dedi ve sinsi sinsi yüzüme baktı.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:361)
“YERYÜZÜ AYETLERİ
-----------------------------zehirli, kekre buharlarıyla
alkol bataklıkları
miskin aydınlar kalabalığını
derinliklere çekip sürükledi
ve sinsi fareler
altın yaldızlı varakları
köhne dolaplarda kemirdi”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:79)
“ ‘... Bu hareketiniz vatana yöneltilmiş bir sabotajdır. Sakın ukalalığa kalkışmayın, sizin hümanizma
uyuşukluğunuzun hangi gizli yollarla, hangi sinsi hilelerle, masum çocuk ruhlarını delik deşik ettiğini hala
biliyorum.’
Fakat artık gözüm karardı ve:
‘Ama rica ederim, yeter!’ diye haykırdım. ‘Bütün insanların kardeş olduğunu İncil yazmaz mı?’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:18)
“Aslında bu liman taşıyıcılarının pek de iyi şöhretleri yoktu. Onların düzensiz yaşamlarından nefret
etmeme karşın, nedense bu adamlardan pek korkmazdım. Arkamdan sinsice bir taş fırlatan bir sokak çocuğundan
daha tehlikeli bulmuyordum onları. Üstelik giz dolu yaşamları, beni daima ilgilendirmiş ve beni onlara çekmişti.
Gene de şimdiye kadar hiçbiriyle bu denli yakın olmamıştım.”
(P.Istrati, “Kodin”, sa:14)
“... yavru ağabeyinin dişleri altında çırpınıyor, pençelerinin içinde yuğruluyordu acı acı bağırmaya
başladı. Camı tıkırdattım. Bebek kulaklarını dikip bana bön, sinsi bölük yeşilleriyle baktı, dondu gene. Yavru
silkindi, kendini gene Bebek’in önüne attı.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:83)
“Evini her zaman yalnızken daha çok sevdi. Tek başınayken. Engin ve İrem’le birlikte olduğu zamanlar
bile, onun için ‘ev mutluluğu’, yalnız olduğu zamanlar demekti. Bencilliğin sinsi yüzü, suçlu keyfiydi bu. Her
eşyanın yerli yerinde durduğu, her şeyin yerini bildiği derli toplu bir görüntünün ona verdiği huzurun yerini
hiçbir şey tutmuyordu. İkinci bir kişinin varlığı, bu düzenin altüst olması demekti.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:57)
“ ‘Siz gelmeden, biz Arhan’la bir anlaşma yaptık,’ dedi Sinan. ‘Tuğde ile o ilgilenecek, seninle de ben!
Hadi şimdi içeri geçelim. Söylediğim gibi poyraz çıktı. Sinsi sinsi içinize işler, hastalanmanızı istemem. Hem
seninle konuşacak ne çok şeyimiz birikmiş Nermin.’ ”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:442)
“-İyi günler. Kimliğiniz lütfen.
-Yanımda değil, Şef. Ben... koşmaya çıktım.
-Sizi gördüm; zorla bir bankamatiğe girdiniz, sinsi sinsi ilerlediniz, bu binada özel mülke tecavüz
ettiniz ama koşu falan yaptığınızı görmedim, öyle değil mi?”
(S. Roncagliolo, “Dokunuşlar”, sa:114)
“JOHANNA (Üzülerek Werner’e döner.) - Demek yalan söyledin bana.
WERNER - Kesin artık. Kesin diyorum size! (Leni’yi göstererek.) Şu sinsi sinsi gülümseyişine bak.
Zemin hazırlıyor tabii.
JOHANNA - Zemin mi? Ne için?
WERNER - Babam için elbette. Birlikte bir oyun kuruyorlar. Kurban olarak da bizi seçmişler.
Amaçları bizi birbirimizden koparmak.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:19)
“Teknik elemanlara gereksinin binalar bu mahallededir; kimi zaman tepe, bu çirkin kakmalardan
silkinmek istercesine çöker, o zaman ivedi önlemler alınır, olağanüstü krediler çıkarılır..... Merkezdeyse, aksine,
bakir can çekişme yayılır, sürüngen bir cüzam, sinsi ve acımasız çürüklükteki duvar ve evleri istila eder.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:13)
“Bir boğa gibi, ağır ağır ve güçlükle soluk alırdı. Bir odada, her şeyi kırmaktan, devirmekten sakınır
gibi yavaş, dikkatli, sinsi sinsi ve yan yan yürürdü. Gerçekten Herkül gibi güçlüydü.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:13)
Sion Tarikatı :
(HIRİST. DİN.) :
Bk.: Siyon Tarikatı
Siren, Seiren : (YUN. MYTH.) : Canavar düdüğü (cankurtaran, itfaiye vb.); Alarm; Güzel şarkı söyleyerek
denizcileri kandırıp onları yitiren yarı kuş, yarı kadın yaratıklar (İlyada’dan: On iki ayağının on ikisi de güdük
güdük, devasa altı boynu üzerinde altı ürkünç baş bulunan, üçer sıra dişli canavarlar. Skylla onların başıymış.)
Gemiler, o civarlardan geçerlerken, seslere kapılıp kurban olmasınlar diye, gemiciler kendilerini direklere
halatla bağlatırlarmış. Efsane, Eski Yunanistanda m.ö.vıı. yy.’da başlamış; önce “müz-musiki” varmış, “müz”ler
bunlardan türemiş. Dolayısıyla, müz’ler, siren’lerim anası sayılırmış. Bir kez, “Argo” adlı bir gemi, cesaretle bu
adaların civarından geçmeyi denemiş, büyük dalgalar ve ateşlerle kavrulmak üzere olan gemi, ancak, Hera’nın
(Cronus ve Rhea’nın kızı, Zeus’un kardeşi ve eşi) himmetiyle, Argonauts’ların başı ve gemi kaptanı olan Jason’a
olan sempatisi dolayısıyla, tükürüp yangını bastırması sayesinde kurtulabilmişler.
“Lenox Tepesi
(Lenox Hastanesinde, ameliyattan sonra, annem sirenlerin
Pir Panjal Tepelerinde, Mihiragula’nın adamları
Onları kayalıklardan aşağı sürdüğü vakit filler gibi ses çıkardıklarını söyledi)”
(Agha Shahid Ali-Jale Erzan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.04.04)
“Çalışma bir saatten fazla sürüyor, sonra ortalık, yavaş yavaş sessizliğie gömülüyor. Çok geçmeden
Brick uzaktan siren sesleri duyuyor ve bunu saldırıda hasar görmüş binalara giden itfaiye arabalarının sesine
yoruyor. Sonra siren sesleri de kesiliyor ve Brick’in üzerine yeniden sessizlik çöküyor.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:13)
“GÜZELLİĞE İLAHİ
---------------------------Şeytan, Tanrı, ne olursan ol, Melek, Siren,
-Işık, uyum, ıtır, sen kadife gözlü peri,
Tek kraliçem - daha katlanılır bir evren
Sağla bana, hafif kıl daha saniyeleri.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:59)
“Bereket versin, sirenler çalmaya başladığında karakola varmıştık; çünkü sirenler, sokakların,
yüzlerinde hafif mutluluk okunan kişilerle dolup taşacağını haber veriyordu.”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek-Üzgün Yüzüm”, sa:17-8)
“Soldan, Pitti Sarayı’nın bulunduğu yönden gelen siren seslerini duyabiliyordu. Bunun iyi haber mi
yoksa kötü haber mi olduğunu merak etti. Hala onu mu arıyorlardı? Yoksa, yakaladılar mı? Vayentha neler
olduğunu anlamak için kulak kabartırken aniden yeni bir ses duydu, bir yerlerden yüksek bir vınlama sesi
geliyordu.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:159)
“SÜRGÜNÜM BEN
-----------------------ılımlıyım, sakinim,
dalgın voltalarla
uyum sağlamışım düzene
saygılıyım boyun eğmeye
ne ki pişmanlıklar dolduruyor odacıklarını kalbimin,
sonra beynimde
kıpırtısız gözlerimin gerisinde
duyuyorum çığlıkları, sirenleri”
(Denis Brutus<d.1924>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.08.06)
“ALTIN SAÇLI İREN
Kan lekeli duvar dibindeki kadın,
Kraliçesi misin bu diyarların?
Duymaz mısın kimi zaman kenar semtlerde,
Sızlanır durur bir siren!
--------------------------Ey! Esrarlı İren:
‘Salt, kendi düşlerimin sultanıyın ben,
Siren seslerine karşın,
Hangi katliama doğru gider adımlarım,
Ben de bilmem...’ ”
(Philippe Chabaneix<1898-1982>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.01.03)
“İSTANBUL 1969
İşte yine Galata: Vapur sirenlerinin astımlı iniltileri
taksilerin susmak bilmeyen
kornaları gazete satıcılarının bağırmaktan kısılmış sesleri
sucuların parlak tasları
balıkçı teknelerinden yayılan kızarmış balık kokusu
karaborsacıların ısrarlı çağrıları”
(Peter Curman<d.1941>-Abdullah Gürgün; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.07.03)
“Sevdiğimiz Kadınlara
----------------------------sevdiğimiz kadınlar limanlar gibidir
(güzel gemilerimizin
tek yönü
tek ereği)
gözleri dalgakırandırlar
omuzları mutluluğun semaforları
baldırları rıhtımdaki amforalardan bir çizgi
bacakları deniz fenerlerimiz sevecenliğin
-özlem duyarlar Katerina derler ona
dalgaları olağanüstü okşamalardır
Sirenleri yolumuzu şaşırtmazlar bize
dostça davranırlar
yol gösterirler
limanlara: sevdiğimiz kadınlar”
(Nikos Engonopulos<1910-1985>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.07.08)
“Şarkı bizleri davet ediyordu:
‘Buraya gel, bize gel!
Durdur koca gemini de,
Sesimizi dinlemeye gel!’
Sirenlerin eşsiz sesi yüreğimi dolduruyordu dinleme isteğiyle; adamlarımın beni çözmeleri emrini
vermek amacıyla. Kaşlarımı çattım. Eurylokhas geldi, bağlarımı yeniledi.”
(Estin, C.-Laporte, H.; “Yunan ve Roma Mitolojisi”, sa:53,118,174)
“Euphro, Thais, Boidion, yaşlı kadınları Diomede’nin
ve kaptanların emrinde yirmi kürekli gemi,
hepsi de savruldu kıyıya birer birer, çırılçıplak,
daha da perişan, kazaya uğrayan gemiciler
Agis, Kleophon ve Antagoras’tan. Durma kaç,
Aphrodite’in korsanlarından, onlar ki Siren’lerden
daha büyük düşman.”
(Hedylos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:58)
“DÜNKÜ KUMSAL
<Kendimi Ne kadar Tanıyorum, 1957>
Soluk mazgallarla süslü duvarın
önünde bu ne çok ağlama sesi...
(Emin değilim...) Bir siren türküsü
ya da zincirlerin... (Olamam emin...)”
(José Hierro<1922-2002>-Yıldız Ersoy Canpolat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.03.03)
“Durma orada yürü, arkadaşlarının da tıka kulaklarını,
tatlı balmumuyla tıka ki, onların sesini dinlemesinler,
istersen dinle sen, ama bağlasınlar ayakta seni,
hızla geminin içinde iplerle bağlasınlar
kollarından bacaklarından orta direğe,
ondan sonra dinle Seirenleri doya doya.”
(Homeros, “Odysseia”, sa:203)
“Rodos <Kaş Şiir Akşamı, 7 ekim 2004>
Her bir yanda ozanlar
Duvarın önünde yumuşak ışığın altında
Kararsız sözcüklerinin üzeri
Cırlak polis sirenleri tarafından örtülüyor
gecenin karanlığında
Uzaktaki karadan bir parça sen, bir parça
Kirke, o narin büyücü
Sanki kulağımın içinde oturuyordun”
(Klaus-Jurgen Liedke-Sezer Duru,Orhan Duru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.01.05)
“Bird, kadınların yüzündeki endişe, ümit, hatta sevinci okuduktan sonra başını çevirdi. Ambulan siren
çalmaya başlayarak yola çıktığında, Bird sarsıntıyla oturduğu tabureden düşecek gibi olunca, tüm gücünü
ayaklarına vererek tutundu. ‘Lanet olası siren!’ ”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:41)
“COS(T)A NOSTRA
<Sessizlik mafyanın doğasının bir parçasıdır>
-Maud Webster-
---------------------Kurşunun tabancadan çıkıp
delerek bir bedene girdiği zamanki
sessizliği,
bedenin yere yıkıldığı zamanki
sessizliği;
yerin bedeni kabul ettiği zamanki
sessizliği.
Arabanın içinde bombanın patlayan
sessizliği;
arabanın paramparça olan sessizliği;
bunlar olurkan karayolunun sessizliği.
Yan sokağın anıtsal sessizliği,
polis sirenlerinin sessizliği,
evlerin sessizliği.”
(Peter Poulsen<d.1940>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.04)
“Buna karşın kan dökülmüştü, hem de azımsanamayacak miktarda. Şaşkın, kafaları karışık, dehşet
içinde, kalkan midelerini zorla bastıran itfaiyeciler, paramparça araba enkazı içinden acınacak hale gelmiş insan
vücutları çıkartıyorlardı ki, bu insanlar, matematiksel bir mantıkla incelendiğinde ölmüş, hem de iyice ölmüş
olmalıydılar, buna karşın yaralıların ağırlığına ve aldıkları şiddetli darbelere rağmen yaşanmakta direniyor ve
ambulansların iç parçalayıcı siren sesleri içinde hastanelere naklediliyorlardı.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:11)
“Siren gözyaşlarından nice ağular içtim,
Kokmuş cehennem gibi, süzülmüş imbiklerden;
Umutlardan korkuya, ondan umuda geçtim,
Kazanmak üzereydim, yitiverdim birden.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:119, sa:279)
“Akşam, kuzini onu evine bıraktıktan sonra can sıkıcı bir şey oldu. Anahtarlarıyla kapıyı açar açmaz
alarm çalmaya başladı. Apartmanın merdivenlerinde ve boşluğunda son derece yüksek bir sesle yankılanıyordu.
..... Kapıcı, kızın elinden anahtarları kaptığı gibi alarm makinasının başına gitti. Siren sesi ansızın kesildi. Şimdi
yaşlı kadın daha da hızlı konuşur olmuştu. Ağzında yalnızca üç diş vardı. ‘Söyle bakalım,’ dedi göz kırparak,
‘içeride erkek arkadaş yok, değil mi?’ ”
(S. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor?-Salvacion”, sa:45-6)
“Dev Araguaia’nın kıyılarında Kızılderili köyleri, bir zincirin halkaları gibi birbirini izlerdi. Özellikle
Bananal Adası dolaylarında çok sıktılar. Bereket versin, bu Kızılderililer henüz uygarlığın ilk aşamalarında
bulunuyor, eski geleneklerini koruyorlardı. Sözgelimi kürek çekerlerken kayığın bordasına vururlar, bu ritmik
ses ormanlarda, kıyılardaki kayalıklarda yankılanır, bir cankurtaran sireni gibi insanı uyarırdı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:53)
Sirke yeniden şarap olmayacak : Hiçbir şey yeniden eskisi gibi olmayacak, geçmişe mazi derler
“Ve artık anlamıştım: Dün şarap gibi gelen her şey bugün sirkeye dönüşmüştü ve hiçbir zaman da sirke
yeniden şarap olamayacaktı. Hayır, hiçbir zaman.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:135)
Siroko : Akdeniz bölgesine özgü, Afrika çöllerinden gelip kıyılara çarpan boğucu sıcak rüzgar, lodos
“Onu ilk kez Pire’de tanıdım. Girit’e gidecek vapura binmek üzere limana gelmiştim. Neredeyse sabah
olacaktı. Yağmur yağıyordu. Güçlü bir siroko rüzgarı esiyor, denizin serpintileri küçük kahveye kadar
geliyordu….. Keçi kılından kahverengi fanilar giymiş ve burada sabahlamış birkeç denizci, kahve ve adaçayı
içiyor, buğulu camlardan denize bakıyordu.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:13)
Sisli puslu : Çoğu günleri yağmurlu, sis ve pus ile bezenmiş bir iklim yaşayan bir yer
“Daha Tübingen’e ayak bastığı gün evdekilere yolladığı bir mektupta, ‘kentin içinde değil, dışında,
kente yukardan bakan bir yerde kalacak olmama seviniyorum’ diye yazar. ‘Daracık ve köşeli sokaklarıyla
Ortaçağ romantizmi kokan, Richter’in sevimli tablolarıyla donatılmış, ama biraz sisli puslu ve temiz
denemeyecek bir kent.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:40)
Sitem etmek : Serzenişte bulunmak, alınganlığı ya da kırgınlığı kibar, hafif bir şekilde yansıtmak
“SİTEM ETMEDEN <1900>
Sitem etmeden teslim oldu,
Öpücük dağıttı sessiz
-Kıyı bulutla nasıl soldu,
Nasıl derin karanlık deniz!”
(Konstantin Balmont<1867-1942>-Kanşubiy Miziev,Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 25.09.03)
“Özgürlük işte buydu: Kalbinin istediği şeyi hissetmek ve bunu başkalarının düşüncelerine bağlı
olmadan yapmak. Evinde bir yabancıyı barındırdığı için sitem eden dostlarına, komşularına karşı çıkmıştı. Ama
kendi varlığına karşı çıkmasına gerek yoktu.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:90)
“Rutubetlenir a! Etkisi? O da artacak... Doğal bir şey... Eee, sonra bu herif adama neler yapmaz? Ne
sitemler etmez? Şimdi bile duruşu değişti. Kıskanç değilim, hamd olsun, ama ne yalan söyleyeyim, gönlüm de şu
herifin böyle bir devlete ulaşmasını hiç istemiyor.”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:23)
“Başrahip Şahabarim Salambo’nun yanına geliyordu. Ama hiç konuşmadan gözlerini üzerine dikip
seyrediyor ya da bir sürü söz söylüyordu; ona yaptığı sitemler her zamankinden daha acıydı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:303)
“Adrien onu severdi. Dayı da yeğenini severdi. Arkadaştılar aynı zamanda. Kimi zaman küçük arkadaş,
büyük adama, acımasızlığı için sitem eder, eşini dövdüğü için onu kınardı. O zaman o büyük arkadaş:
-Böyle konuşman için henüz çok erken, bir evlen seni de görürüz. Kadın, pis iş, derdi.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:95)
“Dünya işlerine karışıyordum, arkadaşlarımla çağımın sorunlarını ve düşüncelerini tartışıyordum.
Önceleri tatlı tatlı sitem ettiler bu yüzden: ‘Kunduracı, çizmeden yukarı çıkma!’ diyorlardı bana. Tepem attı o
zaman. Adrian Zograffi’nin öykücüden çok bir başkaldırmış kişi olduğunu unutuyorlar mıydı?”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:8)
“Ben anlattıklarına gülmeyince, her şeyi çok ciddiye aldığım görüşünde olduğunu açıklamaktan
çekinmedi. Bunun üzerine suratına bir tokat indirdim. ‘Demek,’ dedim, babacan bir sesle, ‘kentin başkalarının
eline geçerken, ülken işgal edilirken, yöneticileri sürgüne gönderilir ya da öldürülürken, onların yerini dünyanın
bir ucundan gelen kişiler alırken, sen bana her şeyi ciddiye aldığım için sitem ediyorsun?’ ”
(A. Maalouf, “Afrikalı Leo”, sa:280)
“Şanslı delikanlılar kızların yanına kuruldu: Bunun için zaten aileleriyle tanışmak yetiyor. Sylvie’yle
yan yanaydık. Kardeşi de ordaydı, ‘uzun zamandır görünmüyorsun, neden gelmiyorsun bize?’ diye sitem etti.
Ders yüzünden Paris’e çakılıp kaldığımı, salt onları görmek için geldiğimi söyleyip gönlümü aldım. Hemen karşı
çıktı Sylvie: ‘Hayır, hayır, aslında beni unuttu.. Köylüyüz biz, Parisliye benzer miyiz!’ Öpüp susturmak istedim,
ama hala somurtuyordu; kardeşinin ısrarıyla, o değilden uzattı yanağını. Hiçbir zevk alamadım, herkese
sunulabilecek sıradan bir öpücüktü.”
(G. Nerval, “Sylvie”, sa:33)
“ ‘Sonunda benim alıcı olduğumu anladı,’ dedi kendi kendine. ‘Hiç kuşkusuz birazdan beni suçlamaya,
sitem etmeye başlayacak. Aceleciliğinden dolayı kendine kızıyor olmalı. Herhalde pişman oldu. Kim bilir, hemen
yarın sabah avukatına koşmayı planlıyordur.’ ”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:178)
Sivil albay bıyık şekli : Gür, iyi bakımlı, uçları yukarıya kıvrık, gittikçe incelen bıyık şekli
“Yine de asıl öldürücü zehir, gazetenin kuruluşunun 25. yıldönümünde çekilmiş olan ve tüm personeli
gösteren panaromik bir fotoğraftaydı; o güne kadar ölenlerin başlarının üzerine küçücük birer çarpı işareti
konmuştu. Kanotiye şapkam, koca bir düğümle bağlanmış olan iğneli kravatım, kırk yaşıma kadar kesmediğim o
ilk sivil albay bıyığım, yarım yüzyıldan sonra artık işime yaramayan, papaz okulu öğrencilerinin kullandığı tipte
metal çerçeveli gözlüğümle ben sağdan üçüncüydüm.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:51)
Sivri akıllı; Sivri kafalı : Zeki, kurnaz geçinen; alışılagelmişe aykırı fikri olan
“Viyana’nın yusyuvarlak ‘Semmel’ denilen ekmekçikleri, bir de ‘Gripferl’ diye ay biçimindeki
çörekleri ün salmıştır. Türkler Viyana’ya geldiklerinde sivri akıllı bir fırıncı Osmanlı bayrağından esinlenerek
yapmış bu çörekleri. Bundan daha kıtır kıtır, daha lezzetli bir ekmek yememişimdir ömrümde.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:66)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
---------------------------sesli, görüntülü, taşınabilir neye el atsan
sivri zeka bir aceminin korna sesi geliyor
ve milletin seçkin fikir adamları
ekabir sınıfında arz-ı endam ettiklerinde
göğüslerinde 678 elektrikli ısgara ile
ve iki bileklerinde 678 Navzer saat diziliyken
anlıyorlar ki
güçsüzlüğün nedeni kesenin boşluğudur, cahillik değil”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:58)
“Onlara karşı alaylarımı ve şakalarımı o dereceye vardırıyorum ki, ya yaşam şekillerini değiştirmeye ya
da benden uzaklaşmaya mecbur oluyorlar. Bu, sadece dürüst ve iyi insanlar için söz konusu. Yarım ya da sivri
kafalıları hemen bir kenara bırakıyorum.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:III, sa:159)
“Beneş güya kurnazca davranmak istedi, açıkça hile yaptı, çünkü bizim sivri akıllı devlet adamlarımız
ona, ne yaparsa yapsın, arkasında Fransa’nın desteğini bulacağına inandırmak gibi affedilmez bir hata işlediler!”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:111)
“Hiç kuşkum yok: Geçmişte, ne sivri akıllılar
Senden değersizlere övgüler yağdırdılar.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:59, sa:159)
Sivri dilli : Herkesi kolayca tenkit edebilen, yürekli, bazen küstah ve aşağılayıcı bir dil eleştirme tarzını
kullanan kimse
“Ben Aesop’un, hanım evladı, asla kurallara karşı gelmeyen zararsız bir oyunbozan olduğunu
düşünmüştüm hep, ama tarladaki kahkahalarını duyduktan sonra onun hakkındaki görüşüm değişti. O çarpık
kemiklerde benim düşündüğümdden de fazla renk vardı..... Benim yaptığım, ona biraz eğlence yardımında
bulunmaktı. Sivri dilim onun hoşuna gidiyor, küstahlığım ve yürekliliğim onu keyiflendiriyordu.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:36-7)
Sivrilmek : Başarı ya da ün kazanarak toplumda belirli bir yere gelmek
“Çocukluğun sınırlı dünyasında, başka bir yer demek ancak okul, bir de arkadaşlarınla oynadığın top
sahaları demekti. Yaptığın her şeyde kusursuz olmak istiyordun, belirli bir zekaya ve güçlü bir bedene sahip
olacak kadar şanslı olduğun için hep sınıfın iyilerinden biriydin, hangi sporu yapsan orada da hemen
sivriliyordun.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:88)
“Üniversitenin son yıllarında bilimsel eserler hakkında eleştirmeler yazmaya başladı; böylece
edebiyatçılar aleminde de tanındı. Bununla beraber, geniş okuyucu kitlesinin dikkatini çekip adeta birden
sivrilivermesi ancak son zamanda, o da raslantı ile oldu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:17)
Sivriltilen kazık göte batar : Yüz verilince astarını istemeye benzer, önem verdiğiniz kişinin sizi kullanması
“‘Çakır dayı, “Ben bu mevsimde arı kovanı açmam da açmam” diyor.’
‘Bak dürzüye! Onu da birinci boydan salmaya dahil etmeli hemem! Martta hatırlat. Bu namussuzu da
azdırdık. Sivrilttiğimiz kazık götümüze batar zaten bizim. Kabat bizde.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:140)
Siya; Siya siya; Siya yapmak : Kürekleri tersine çekerek sandalı geri geri yöneltme; Geri geri
“Giresun’da kayıklar
Kızlar fındık ayıklar
Sevenler sevdiğini
Gece gündüz sayıklar
Hoy deniz, Kara Deniz
Hoy deniz, Kara Deniz
Uşaklar siya siya
Gider yare ulaşır”
(Anonim, bir Karadeniz-Giresun türküsü)
“Sular kararıyor ansızın. Yeşil, karalarla, sarılarla kararıyor. Kürekler siya. Andronikos denizci değil.
Andronikos kürek çekmesini bu gece öğrendi dense yeri. Ama sular kararınca siya yapmak, yapılacak tek şey.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:11)
Siyantoloji (Scientology) : Bir tür dinsel felsefe. II. Dünya Savaşından sonra, Lafayette Ron Hubbard
tarafından kurulan ve hızla gelişen bir akım.
“Scientology, uygulamalı bir dinsel felsefedir. Bu, uygulanabilir bir şekilde kapsamlı ve ayrıntılı olarak
araştırılmış ve belgelenmiş aksiyomlar, yasalar ve tekniklerden oluşan kesin bir sistem içerir. Aslında, bireye
sadece kendi yaşamındaki koşulları değil, aynı zamanda çevresindeki dünyanın da içinde bulunduğu koşulları
çarpıcı biçimde geliştirme yeteneği sağlar. Mamafih kültün iç sırlarını öğrenmek yıllarca süren katı bir itaat ve
büyük para bağışlarını gerektirdiğinden sıradan insanların üyelikleri güçtür deniyor. Örneğin bazı ünlüler <John
Travolta, Tom Cruise> ‘talk-shaw’larıyla diğerlerine bu gizemli topluluğa davet ediyorlar. Liderler, “eksiksiz
özgürlük” vaatleriyle bedava sundukları internet siteleriyle, bireylerin kendi düşünce ve sosyal aksiyon
kontrollerini, ‘retorik judo’ <yanlış yönlendirme yoluyla yenilgi, mantıksal yanıltmacıların beceriyle kullanımı
ve benzeri yöntemleri öğreterek görüşlerini sergilemektedirler.”
(Michael Benson, “Gizli Topluluklar Sözlüğü”, sa:211-2)
Siyim siyim (yağmak) : İnce ince, hafif hafif ama sürekli, ahmak ıslatan (yağmur)
“Bu sırada, at hazırlanmıştı. Aliyi çağırdılar. Bir delikanlı hürmetlice atı tutmuş onu bekliyordu. Atın
terkisinde de uzun tüylü, kara bir yamçı bağlıydı. Yağmur siyim siyim yağıyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:106)
Si(y)on Tarikatı (Priori of Sion) : 20. Yüzyılın ortalarına kadar bilinmeyen, fakat başlangıçları 12. y.y.’a
kadar giderek, bu Tarikatın ve Tapınak Şövalyelerinin aynı olduğuna, 1188’e, Kudüs’ün Müslümanlardan geri
alınmasının bir yıl sonrasına kadar birbirlerinden ayrılmadığına inanılır. Grup, İsa’nın gerçek hikayesine sahip
olduğunu iddia eder.
Bk.: Tapınak Şövalyeleri
“İsa’nın hayatıyla ondan söz edilen mevcut ilk yazı arasında yüzyıllar geçmiştir. Bunun olası iki nedeni
var: biri, İsa’nın aslında hiç varolmadığı ve çevresinde bir din oluşturmak için yaratıldığıdır. İkincisi ise, İsa’nın
biyoğrafisinin Kilise versiyonunun sadece ve sadece tek versiyon olabilmesi için İsa hakkındaki o çağa ait bütün
anlatıların yol edildiğidir.
Belgelere göre, Siyon Tarikatı 1090 yılında, Müslümanları Kudüs’ten çıkarmak için Kutsal topraklara
yapılan Birinci Haçlı Seferi’ni yöneten Charlemagne’ın soyundan gelen Godfrey de Bouillon tarafından kuruldu.
Grubun ilk adı ‘Notre Dame de Siyon Tarikatı Şövalyeleri’ idi. Siyon, Kudüs’ün İbranice adıydı. Tarikat adını bir
Bizans bazilikasının kalıntıları üzerinde inşa edilen ve zamanında ‘Bütün Kiliselerin Annesi’ olarak bilinen,
Kudüs’ün güneyinde yüksek bir tepe olan ‘Siyon Dağı’nda inşa edilmiş ‘Notre Dame du Mont de Sion’ adlı,
içinde AUGUSTINIAN papazlarının yaşadığı bir manastırdan alıyordu...... 1188’de, tarikatın adı resmi olarak
‘Ordre de Sion’dan ‘Prieuré de Sion’ (Prieuré -Fr.-: Manastır topluluğu; Başrahibin evi. İ.E.)a dönüştürüldü.
Kilise, Tapınak Şövalyelerine eziyet etmeye başlayınca, onlar da kendilerini İngiltere ve İskoçya’da
bulmaya başladılar. Siyon Tarikatı Fransa’da kaldı. Siyon Tarikatı üyelerinin en büyük grubu XII. y.y.’da
Orleans, Fransa’da kuruldu ve Kral VII. Louis tarafından resmen onaylandı.....Siyon Tarikatı’nın gerçekten
varolduğunun mevcut kanıtları arasındaa Kral VII. Louis’den Orléans’daki Ordre de Sion için gönderilen bir
berat bulunur. Aynı zamanda, Tarikatın mal varlığını doğrulayan bir papalık bildirisi de vardır.”
(Michael Benson, “Gizli Topluluklar Sözlüğü”, sa:240-2)
“<Langdon> ‘Bu grup hakkında bir kitap yazmıştım,’ derken sesi heyecandan titriyordu. ‘Gizli
cemiyetlerin sembollerini araştırmak benim uzmanlık alanım. Kendilerine Prieuré de Sion - Sion Tarikatıdiyorlar. Merkezleri burada Fransa’da ve tüm Avrupa’da çok güçlü üyeleri var. Aslına bakarsan, dünyadaki en
eski gizli cemiyetlerden biri...... Tarikatın üyeleri arasında tarihin en kültürlü isimleri vardı: Boticelli, Sir Isaac
Newton, Victor Hugo gibi adamlar.’ Durdu, ardından akademik coşkuyla, ‘Ve Leonardo da Vinci.’
Sophie, ona bakıyordu. ‘Da Vinci gizli bir cemiyet üyesi miydi?’
‘Da Vinci, ‘kardeşliğin’ Büyük Üstadı olarak 1510 ile 1519 yılları arasında tarikata başkanlık etti. Bu
da büyükbabanın Leonardo’nun çalışmalarına yönelik tutkusunu açıklayabilir. İkisi arasında tarihi bir ‘kardeşlik’
bağı var. Ve her şey, tanrıça ikonolojisi, paganizm, dişi ilahlar ve kiliseyi küçük görmeye olan meraklarını
mükemmel bir biçimde açıklıyor. Tarikatın tarih boyunca kutsal dişilere karşı büyük bir saygı gösterdiğine dair
pek çok vesika var.’ ”
“ ‘Sion Tarikatı’, diye başladı. ‘Şehri <Kudüs> fethetmesinin hemen ardından, 1099 yılında Kudüs’te
Fransa kralı Godefroi de Bouillon tarafındnan kuruldu.’
Sophie gözlerini ondan ayırmadan başını salladı.
‘İddialara göre Kral Godfroi çok güçlü bir sırra sahipti... İsa zamanındanberi ailesinin sakladığı bir
sırra. Öldükten sonra sırrının kaybolacağı endişesiyle, gizli bir kardeşlik kurdu: Sion Tarikatı, ve onlara sırrını
nesilden gizlice aktararak koruma görevini verdi. Tarikat Kudüs’te bulunduğu zaman boyunca, bir zamanlr
Süleyman Mabedi’nin bulunduğu yerin üstüne inşa edilmiş Herod Tapınağı’nın yıkıntıları altında gömülü gizli
belgeleri öğrendiler. Bu belgelerin, Godefroi’nın güçlü sırrını teyit ettiğine ve kilisenin bu tehlikeli sırrı ele
geçirmek için her şeyi yapacağına inandılar.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:128-9; 179)
Sizden iyi olmasın : Bir kimsenin o mecliste olmayan birini överken, karşısındakini küçük düşürmemek
gayretiyle, kibarca ve usulen söylenmiş bir sözcük
“Bu sefer, yani başımızda hiç durmadan boyna kahve cıgara çekmekte olan Sulukuleli muşmula suratlı
bir kocakarı,
-A..., dedi. Hoca Ali efendimiz, sizden iyi olmasın, çok mübarek bir zattır. Bir işinizin, bir hacetinizin
olması için kendisine bir şey adayın, ossaat olur.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:209)
Sizi gidi : Siz şeytanlar, siz yaramazlar, siz kalpazanlar
“Amma da martaval ha. Biz böyle bir dinsel bölge bilmiyoruz. Belli ki siz kötü insanlarsınız; sizi gidi
haydutlar, yalancılar! Bu zırvaları dinletmek için başka yere gidin. Bizler uyanık bulunuyoruz, içeriye kesinlikle
giremezsiniz.”
(G. Sand, “Şeytanlı Göl”, sa:132)
“Zaten yeterince pis kokmuyor mu ortalık? Bu sokaktaki, bütün şehirdeki gürültü zaten kendine
yetmiyor mu? Yetmiyor mu gökten inen cehennem sıcağı? Bir de siz solunacak haldeki son havayı motorlarınıza
çekip, yakıp, zehirle, isle, ateş gibi sıcak dumanla karıştırıp namuslu yurttaşların burnuna püskürtmeseniz olmaz
mı? Sizi gidi pis herifler! Sizi gidi haydutlar!”
(Patrick Süskind, “Güvercin”, sa:71)
Sizinki : Konuşmaya odak olan üçüncü şahıstan, size yakın olanından, bazan böyle söz edilir
“Poçeçuyev korkuyla:
-Votka istediğine göre daha iyileşmemiş, dedi.
-Siz ne diyorsunuz, Prokl Lvoviç? Bu hastalıktan bir günde kurtulunur mu? Bir haftada iyileşirse öp de
başına koy. Öyle zayıf bünyeliler var ki, beş günde sonuç alırsınız, ama sizinki, maşallah, göbekli tüccarlar gibi
dayanıklı. Kolay kolay cinleri içinden kovamazsınız.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:130)
Sizlere ömür : Yaşlı birisinin durumu ya da sağ olup olmadığı sorulduğunda, eğer kişi ölmüşse, o haber böyle
bir deyimle başlanarak iletilir
“Dayısının öldüğünü bilmiyordu. Beş altı yıl önce köyden gelen bir adam ‘Çalık Ali sizlere ömür’
demişti. Cuma akşamı sofradan kalkarken düşmüş, yatırmışlar; sabaha karşı ölmüş.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:69)
“TULIPS AND CHIMNEYS
---------------------------------Buffalo Bill
sizlere ömür
Akarsu-kırı
Bir beygire
Biner
ve birikiüçdörtbeş dağılıverirdihedefleri
Tanrım
ne oturaklı adamdı
bilmek istediğim de
bayıldın mı gökgözlü oğluna
Ölüm Efendi”
(E.E. Cummings<1894-1962>-Sinan Fişek, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.05.08)
“Seneler, sonbaharda dökülen yaprak misali, birbiri ardından göçüp gitti. Yaşamaya alışılınca böyle
olur zaten. Bizimkilerin iki oğlu ve bir kızı oldu. Onlar yetişirken, kendini yetiştirmiş olan anne ve baba -sizlere
ömür- vefat ettiler.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Otopsi”, sa:25)
“Nahiyeye taşınırken eşyamı sırtımda götüremezdim. Ucuzca ihtiyar bir eşek buldum. Bir de semer
aldım, eşyamı onlara yükledim. Eşek nahiyeye vardıktan iki ay sonra, sizlere ömür, nalları dikti, semeri kaldı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Demize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:198)
“Başrahibin yanıbaşına diz çöktü, vücudu üzerine eğildi ve elini yüreğinin üstüne koydu. Dudakları
nerdeyse Başrahip’inkine değecekti.
‘Geç kaldık,’ diye fısıldadı. ‘Geç geldim, sizlere ömür, pederler.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:161)
“Daha çok yakın bir geçmişte, hem de gerçekten büyük düşünürler, gerçekten büyük sanatçılar
yetiştirmiş bir ülkede, milyonları ardından sürükleyip üst üste seçimler kazanmış, yıllar boyu bu büyük ülkenin
tepesine çöreklenmiş çok ünlü bir kişi neden öldü, biliyor musun? Şişmekten, şişip yuvarlaklaştırmaktan!..... çok
yetenekliydi bu alanda, ama, bir an geldi, insan sınırını aştı. O zaman, sizlere ömür: koydunsa bul artık büyük
söylevciyi, büyük bildiri kaynağını; anısı bile kalmadı.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:139)
Skandal : Sosyal olarak kabul edilmeyecek büyük, yankı çıkaran olay
“Boğazına sarılıp yumrukluyorum, onu Esther’in önünde rezil ediyorum; ya da iyice dayak yiyip onun
için nasıl da kavga ettiğimi, acı çektiğimi Esther’in görmesini sağlıyorum. Saldırgan görüntüler ya da numaradan
aldırmazlık veya toplumsal bir skandal düşledim, ama ‘Bu delikanlıyı yemeğe davet etmek istiyorum’ sözcükleri
asla aklımdan geçmedi.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:83)
“Bir ay sonra ilk dedikodular kocamın kulağına gelmeye başladı. ‘Alman kadın,’ diyorlardı, ‘bütün gün
kendi başına sokaklarda geziyor.’ Dehşete kapılmıştım. Bambaşka alışkanlıklarla yetişen ben, bu masum
yürüyüşlerin böyle bir skandala yol açacağını hayal bile edemezdim.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:98)
Skholé :
(ESKİ YUNAN,ROMA,KOLL.) <<sko’le> : Felsefi ya da edebi sohbet; YUN.: Scola’dan devşirme
Slavofil : (SLAV MYTH.) : ‘-fil: seven’; Slav-seven. Rusya’da 19. y.y.’da ortaya çıkan bir düşünce akımının
temsilcileridi. Rusya’nın gelecekteki gelişmesinin, ülkenin tarihinden çıkarılacak değer ve kurumlara
dayandırılmasını savunmuşlardı. Slavofiller, Rusya’nın kalkınması ve modernleşmesi için Batı Avrupa’yı model
almak yerine, ülkenin özgün kimliği ve tarihine dayalı bir yol izlemesi gerektiğine inanıyorlardı.
“.... 9. bölükteki gönüllüye gelince, o da bacaklarının şiştiğini, ayaklarının paramparça olduğunu bahane
ederek daha fazla yürümeyeceğini söylemişti. Ya, işte böyle! Şimdi helayı temizleyecek misin, temizlemeyecek
misin?’
‘Temizleyeceğim, komutanım.’
Albay suratıma bakıp, ‘Yoksa sen Slavofil misin?’dedi
‘Hayır komutanım, değilim.’
‘Ondan sonra beni alıp götürdüler ve isyan çıkarmaktan mahkemeye verdiler.’
Şvayk, ‘Bence sen aptalı oynamalısın...’ dedi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:385)
Slogan, Sloganlar atmak : Bir siyasal eylemde, fikirleri, düşünceleri, sav’ları özetleyen genellikle- bir
deyneğin ucuna geniş kartonlar, tabelaların ya da bezin üstüne yazılı kışkırtıcı sözler; Yazısız, hep bir ağızdan,
çoğu kez kakafonik bir şekilde provokatif haykırmalar
“Chantal ona büyülenmiş gibi bakıyordu: Leroy, ders veren biri gibi değil, bir kışkırtıcı edayla
konuşuyordu. İşte Chantal’ın onda sevdiği şey: Yaptığı her şeyi, devrimcilere ya da öncülere özgü vazgeçilmez
geleneğe uyarak, kışkırtmaya dönüştüren bir insanın kuru ses tonu; üzerinde herkesin uzlaşmaya varmış olduğu
gerçekleri bile söylese, ‘burjuva zihniyetini şaşırtmayı’ hiç unutmuyor. Zaten en kışkırtıcı gerçekler
‘burjuvaların potasında!’, onlar iktidara geldiklerinde, üzerinde en çok uzlaşılmış gerçeklere dönüşmüyor mu?
Uzlaşma her an kışkırtmaya dönüşebilir, kışkırtma da uzlaşmaya.....Chantal, Leroy’yı 1968’deki öğrenci
hareketinin fırtınalı toplantılarında, mantıklı ve kuru bir ses tonuyla, tüm direnmelere karşın sağduyunun yenik
düşmeye mahkum olduğu sloganları söylerken düşlüyor: ‘Burjuvazinin yaşamaya hakkı yoktur; işçi sınıfının
anlamadığı sanat yok olmalıdır; burjuvazi’nin çıkarlarına hizmet eden bilimin değeri yoktur; bu bilgileri
öğretenler üniversiteden kovulmalıdır...’ ”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:140)
Smetana, Bedrich : (ÇEK. MYTH.): <d. 1824- ö. 1884> Çek Ulusal Müzik Okulu’nun kurucusu sayılan
Bohemya’lı besteci Smetana, ulus ve vatan izleklerini <tema> etkileyici bir biçimbde kullandığı opera ve
senfonik şiirleriyle ünlüdür. Tekst’teki ‘Sadakatimdir bu yemin!’ sözcüğü, onun, Wagner’in etkisi altında
bestelemiş olduğu söylenen Dalibor operasından alınmış, bu içten inanışın bir dış göstergesidir
“En yakın ilgiyi, Çekçe konuşan binbaşı gösterdi: ‘İmparator Hazretleri’ne ihanettn suçlusunuz!’
Şvayk, ‘İhanet mi, Tanrı korusun!’ diye haykırdı. ‘Ne ihaneti, ne zaman ihanet etmişim? Ben yüce
efendimizin sadık bir hizmetkarıyım, onun uğruna neler geldi başıma!’
Binbaşı, lafı ağzına tıkadı: ‘Salak numarası yapma bize!’
‘Aman, komutanım, İmparator Hazretleri’ne ihanetin şakası olmaz. Siz ne diyorsunuz,
imparatorumuza bağlılık andı içmiş onurlu bir askerim ben. Hani tiyatroda söylüyorlar ya : ‘Sadakatimdir
ettiğim bu yemin,’ ”
(Y Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:219)
sni’cker :
(DAVR.,PSYCH.,KOLL.) <sni’kır> : Kısık kısık gülmek
Snob : Züppe; Kendinden üstün gördüklerini taklid ederek dikkatleri çekmeye çabalayan kimse
“Aysel klasik müzikten çok hoşlanmasa da kocasının zevkini paylaşır görünüyordu; ama yerel tadlar da
yok değildi hayatlarında. Etiler’deki gece kulüplerini dolduran eşcinsel ve travesti şarkıcıları bu incelmişliğin
içine davet etmek, İrfan’da buruk ama müthiş bir doğu-batı şamatası duygusu uyandırıyordu. Şarkta yaşayan bir
garplı ya da kendisine garp damgası vurmuş bir şarklı gibi karşılıyordu hayatı. Snob’luk yapmıyor, hiçbir alt
kültüre burun kıvırmıyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:27-8)
Sod : (PSYCH.,KOLL.,LAT.) <sod> : Oğlancılık, homoseksüellik; ibne; Çimle kaplamak; Sodom : İncil’e
Göre, eşcinselliği yaygın bir hale getiren insanlar yüzünden, GOMORA ile aynı zamanda (S o d o m v e G o m
o r e)(a) Tanrı’nın hışmına uğrayan Kızıl Deniz <Ölü Deniz> üzerindeki yerle bir olmuş şehir; Sodomy :
Oğlancılık; Bir erkeğin başka bir erkekle ya da hayvanla cinsel ilişkide bulunması; Sodomite <sodo’mayt> :
Etkin olarak cinsel sapıklığa ığramış erkek
Sofra adabı : Yemek yeme şekil ve adabı; çatal bıçak kullanma, ağız hareketleri dahil, kişinin ait olduğu kültür
ve sosyal klas iletişim ve tüm yemek yeme sanatı <Adab: ‘Edeb’ler, kültürel davramış şekilleri>
“Sevgili Paul, 7 Ocak 2010
Aile sofrasının paradigmatik <dizibilim> versiyonunda üç evre var gibi görünüyor:
1) Birinci evrede, bebeklikten çıkıp sofrada bir sandalye sahibi olursun; o sandalyede senden daha
büyüklerin nasıl davrandıklarını gözlemleyerek birkaç yıl geçirirsin.
2) İkinci evrede, sofranın düzenine, toplumla ve özelde aileyle ilgili her tür yanlışı ve riyakarlığı
simgelediğini düşündüğün ‘sofra adabına’ başkaldırmaya başlarsın. Bu başkaldırı, tabağını alıp yatak odasına
giderek yemeğini orada yediğin ya da buzdolabından yemek aşırdığın bir noktaya kadar ilerleyebilir.
3) Üçüncü evrede -senin anlattığın evrede- sofrayı bir kaynaşma, bütünleşme yeri olarak yeniden
keşfedersin ve hatta başkaldırma evresini yaşayan çocuklara sofranın değerlerini vazetmeye başlarsın. <John>”
(P. Auster-J.M. Coetzee,”Şimdi ve Burada-Mektuplar 2008-2011”, sa:134)
“Johann, kayıt defterinden kafasını kaldırmadı.
‘Sofra adabı çok kötü, Fru Marsvin. Düzeltmeye çalışıyoruz, ama henüz başaramadık. Bu yüzden
ziyaretçimiz olduğu zaman, Marcus odasında yemek yiyor.’
‘Ya,’ dedi Ellen, küçük kaseyi geri alıp. ‘Hasta olmadığına çok sevindim. Gitmeden önce onu görüp
hediyesini verebilirim.’ ”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:133)
Sofrasına bereket : Sofrasında misafir edilmiş kimsenin ev sahibine ifade ettiği şükran duası
“‘Efendi uzak yoldan gelmiş. Hemen çabuk bir lokma yemek hazırla. Akşamdan sonra gelene ya süyen,
ya soğan. Efendi de kusura bakmaz.’ ”
Bir on beş dakika sonra sofra geldi. Bulgur pilavı ve soğan. Yedik. Sofrasına bereket.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:44)
Sofrasında misafir eksik etmemek (olmamak) : Yardımsever, alicenap olmak; herkeze sofrasını açmak
“Namusuyla yaşar, kimseye eyvallah etmezdi. Fukaraya, zayıflara, gariplere bakar, sofrasında hiç
misafir eksik etmezdi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:84)
Sofu; Sofu sofu : Koyu dindar, Tasavvuf yolunda yürüyen yahut o yoldaymışgibi görünen; dindarca
“KÖTÜ KEŞİŞ
Yüksek duvarlar üzre manastırlar
Kutsal Gerçekliği hep göz önüne sermiş
Dindar gönülleri bu yoldan ısıtırlar
Soğuk sofuluklarına son verirlermiş.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:41)
“Böylece Marki, sahip olmaktan büyük keyif duyduğu birçok şeyi peş peşe elde etmiştir.” ..... “...
bağlanmak için gerçek ya da hayali nesnelere gereksinme duyduğundan sofu bir insan olup çıkmıştı. Buna
karşın, bizi hala bütün kalbiyle seviyordu. Ama herhalde peş peşe iki oğlunu kaybetmeseydi, onu bir daha asla
Paris’te göremeyecektik.”
(D. Diderot, “Rahibe”, sa:259)
“Gezinti
--------Gövdemden ibaretmiş gibi geliyor bana dünya
Korlaşıyor usulca kent: on bin fener yana yana.
Mum ışığını yakmış bile sofu sofu gökyüzü
..Geziyor her şeyin üstünden şu benim insanyüzü-“
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
“Sofu’nun biri bir sultanın konuğu olmuştu. Sofraya oturduklarında iştahına rağmen az yedi. Namaza
kalktıklarında daha uzun tuttu namazı; oradakiler, hakkında iyi düşünsünler istiyordu...
..................
Sonra, kendi evine dönünce sofra kurdurdu, yemek istedi. Akıllı bir oğlu vardı:
‘Padişahın ziyafetinde bir şey yemedin mi baba?’ diye sordu. Bizim sofu:
‘Onların önünde işe yarayacak kadar yemedim!’ dedi. Oğlu cevap verdi:
‘O zaman, kıldığın namazı da kaza et! Çünkü namazı da işe yarayacak gibi kılmamışsındır!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:92)
“... Sofu köylü karılardan birinin ineği öldü; ne dese beğenirsin? Kadının tarlası bizim göle, yani
Paris’ten gelme bir filozofun, bir dinsizin gölüne bitişikmiş de hayvan ondan ölmüş; haftasına bir de baktım,
göldeki balıklar kireçle zehirlenmiş, hepsinin karnı havada. Anlayacağın, başıma her çeşidinden dert açtılar.”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:5)
So Gott will :
(ALM.,DİN,KOLL.) <So Go’t vil> : Tanrım, lütfen ! = Please God
Soğuk almak : Üşütmek, nezle ya da grip olmak
“Bir akşam üstü, nehir boyunca, yürüyüşe çıkmış biraz uzağa gitmiştik, yağmura yakalandık. Soğuk
aldı.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:159)
“LAURA : Doğru. Sadece dolaşıyordum.
AMANDA : Dolaşmak mı? Dolaşmak ha? Hem de kışın? Şu ince pardesünün içinde, zatürree olmaya
mı niyet ettin? Nereleri dolaşırdın, Laura?
LAURA : Neresi rastgelirse... çoğunlukla parklarda.
AMANDA : Hatta şu soğuk aldığından sonra bile mi?
LAURA : İki beladan ehvenişer olanı, anne.”
(T. Williams, “Sırça Hayvan Koleksiyonu”, sa:21)
Soğuk bir duş almış, yemiş gibi : Ani bir sürprizle şoke olmak
“-Nefret lakırdı bile değil! Öyle sinirleniyorum ki... Bu kızı daha uzun zaman konakta tutarsan ben de
Dürnev’le bir olacağım, kızı, babamın kollarına alacağım.
Sabiha Hanım, soğuk bir duş yemiş gibi titredi. Konakta Kanarya, Dürnev dedikodularınıun bir içyüzü
var mıydı? Hilmi’nin Kanarya’dan sinirlenmesi, bir kıskançlık mı?”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:58)
“Trujillo kardeşlerin geri dönüşü La Victoria’da soğuk duş etkisi yaptı. 17 Kasım’da hapishane müdürü
Yarbay Dante Minervino, sevincini gizlemeye gerek duymadan, Salvador, Modesto Diaz, Huascar Tejeda, Pedro
Livio, Fifi Pastoriza ve genç Tunti Caceres’e akşamüzerine doğru Adalet Sarayı hücrelerine nakledilecekleri
haberini verdi. Ertesi gün Avenida’da suikast bir kez daha canlandırılacaktı. Ellerinde kalan bütün parayı
toplayarak bir gardiyana verdiler ve ailelerine mesaj gönderdiler. Kuşkusuz şüpheli bir senaryo hazırlanıyordu,
canlandırma yeni bir farstı. Kesin Ramfis hepsini öldürme kararı almıştı.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:415)
Soğuk iliğine işlemek : Soğuktan adeta kemiklerinin donduğunu hissetmek
“Alfred’i daha da aramak istiyordum amma, soğuk iliğime işlemişti. Titremeye başlamıştım. O durumda
bir şey yapamayacağımı, benim de sulara gömülüp gideceğimi düşünerek ırmağın kenarına çöktüm.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:317)
Soğukkanlı; Soğukkanlılık : Temkinli, ağır, erdemli, çabuk heyecanlanmayıp paniğe uğramayan kimse; Bu
nitelikleri sergileme
“Sanatçı doğasının ne olduğunu şimdi tam olarak sezmişti: Elindeki gücü çoğu kez yersiz kullanan,
soğukkanlı, sıradan insanları, taşlı dikenli binlerce yoldan sürükleyen çılgın bir doğa...”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:31)
“Kitle kargaşayı onaylayabilirdi, ama makam, soğukkanlı olmak zorundaydı. Göz denemesi
inandırıcıydı. Yaman herifti şu komiser. Therese başını doğrulttu. Güme gitmekten kurtarılan cezaya göz
kırpmaktaydı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:339)
“Bunları böyle korkusuzca söylüyordu ki, hasımları büyük bir ürküntüye kapıldılar; bu korku ve
hancının haykırmaları, taş yağmuru işini bitirdi. Don Quijote, yaralıları taşımalarına izin verdi, yaprak bile
kıpırdamamış gibi büyük bir huzur ve soğukkanlılıkla nöbetini kaldığı yerden sürdürdü.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:25)
“Hostes biletini alıp baktı ve bu biletle böyle bir aktarma yapamayacağını söyledi. Maria, bu kadar
güzel bir kenti tek başına keşfetse bunalıma gireceğini düşünerek kendi kendini teselli etti. Soğukkanlılığını,
iradesini koruyordu hala, bir varlığın eksikliğini çekiyor diye bir çuval inciri berbat edecek değildi.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:233)
“Yağlama ve ovalama, uyuklama, kendimden geçme ritüeline köle olmaya başkaldırdığım zamanlar da
oluyor. Onun dik kafalı, soğukkanlı bedeninden nasıl zevk alabileceğimi artık anlayamaz oluyorum, hatta içimde
öfke kıpırtılarına bile rastlıyorum. İçime kapanıyor, sinirli oluyorum, kız sırtını dönüp uyuyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:56-7)
“Evet, bunu istiyordum, göğsüm parçalanacak gibiydi; o anı asla soğukkanlılıkla hatırlayamayacağım.
‘Fakat ne gerek var?’ diye düşündüm. Belki daha yarın, sırf bugün ayaklarını öptüğüm için ondan nefret
etmeyecek miyim? Onu mutlu edebilir miyim? Bugün, belki de yüzüncü olarak bir kez daha değerini anlamadım
mı? Hayatını cehenneme döndürmez miyim onun?”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:144)
“MUNİSE - Olmaz çocuğum..
TEKİN - Neden?
MUNİSE - Babanız çok duygulu. Birdenbire çok heyecanlanabilir.
GÜLTEN - Tekin, kuzum biraz soğuk kanlı ol.”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:25)
“Bir an olsun soğukkkanlılığını kaybetmemiş bulunan rahip, suratını buruşturdu, başını çevirdi ve
kendini korumak ister gibi sağ eliyle kaldırdığı bastonunu, sarhoş herifin kafasına hafifçe yerleştirdi. Martin, bir
feryat kopardı, kendini yere attı ve bir solucan gibi kıvrım kıvrım kıvrandı, rahip beni ölesiye dövdü, diye
bağırdı çağırdı.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:5)
“BAHÇENİN FETHİ
------------------------biz o yemyeşil akan ormanda
bir gece yaban tavşanlarına
ve o soğukkanlı, acılı denizde
inci dolu istiridyelere
ve o yapayalnız muzaffer dağda
genç kartallara sorduk
ne yapmalı?”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:53-4)
“Oysa bu korkunç anların göz karartıcı tehlikesinden bizi ancak soğukkanlılıkla imdadımıza
çağıracağımız ağırbaşlılık, ağırdan ama kurtarabilir. Ataklıkla yapılacak öldürme değil. Bu kan ve mezar sonucu
işin tehlikeli güçlüğünden kıymığını bile çözümlemiş olmuyor.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:198)
“Bu onu paniğin doruğuna çıkarıyor, ne var ki, yaşamının söz konusu olduğunu, kendini savunmak,
savaşmak için, ne pahasına olursa olsun soğukkanlılığına yeniden kavuşması gerektiğini biliyor.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:163)
“Eğer benim mahallemde işler yalan yanlış söylentilerle kalmayıp gerçek bir kıyım yaşanmış olsaydı,
ben aynı soğukkanlılığı uzun zaman koruyabilecek miydim? Eğer o sığınakta iki gün geçirmek yerine bir ay
geçirmek zorunda kalsaydım, elime verilen silahı reddedecek miydim?’ ”
(A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:28)
“Yaşlı kadın feryat ederek geriye doğru fırladı; ama adam soğukkanlılığını kaybetmedi; bir tekmeyle
meşe odununu şömineye geri yolladı ve ayağıyla halının üstündeki kıvılcımlara basarak söndürdü.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:44)
“LAVINIA (Korkusuz, yukarıya doğru kardeşinin gözlerinin içine bakarak soğukkanlılıkla.) - Yalan
söylemediğimi biliyorsun. Büyük baba Hamel’i ziyaret bahanesiyle New York’a gidip durdu. Halbuki gerçekte
kendini teslim etmek için.
ORIN (Kederli.) - Yalan söylüyorsun, lanet olsun! (Tehdide kalkarak!) Annem hakkında bunu
söylemeye cüret ediyorsun ha!” Öyleyse bunu kanıtlamak zorundasın...”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:155)
“Hacı Durmuş, öksüz kalan kızı evine çağırttı. Ona bin dereden su getirerek, evlenmesi gerektiğini
anlattı. Ama Kezban, soğukkanlılıkla:
‘Amca, ben babamı vuranı hükümete tutturmadan kocaya varmam,’ dedi.
‘Hangi hükümete kızım?’
‘Kasabadaki!’ ”
(Ö. Seyfeddin, “Yalnız Efe”, sa:59)
“ ‘Eugene, ben de size gelmek istiyorum...’
‘Atla,’ dedi Bazarov dişlerinin arasından.
Arabasının etrafında dolanıp duran, neşeyle ıslık çalan Sitnikov bu sözleri duyunca ağzı açık kaldı.
Arcade soğukkanlılıkla arabadan valizlerini indirdi ve gitti, Bazarov’un yanına oturdu.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:143)
“Martin Petroviç tipinde babayiğitler, çoğu zaman soğukkanlı olurlar. O ise tam tersine, pek kolay
öfkelenirdi. Onu en çok çileden çıkaran da rahmetli karısının kardeşi Biçkov’du. Biçkov, küçük yaşından beri
Suvenir takma adını taşırdı; herkes, hizmetçiler bile onu bu adla çağırırdı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:20)
“Bahçede çalışan ve İstanbul’a sebze satmaya giden Cacombo çok iş görüyor ve kötü talihine lanet
okuyordu. Pangloss da Alman üniversitelerinden birinde parlayamamış olduğu için umutsuzlığa kapılıyordu.
Martine’e gelince, o, insanın hiçbir yerde rahat olmadığına kesin olarak inanmıştı; bütün olayları soğukkanlılıkla
karşılıyordu.”
(Voltaire, “Candide”, sa:130)
“Hiçbir öfke ve gözdağı böylesine buz gibi soğukkanlı Fouché’nin kılını kıpırdatmaz. Robespierre ve
Napoléon’un her ikisi de, bu kaya gibi sakin yaradılışa çarpar ve kayalara vuran deniz dalgaları gibi
parçalanırlar.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:19)
“Bana kalırsa, gelecekte, bir dilim ekmek için bile olsa, ilerde bana baskı yapabileceğim riskine de
girmiyordu. Şimdi birçok şeyi böylesine soğukkanlı yüzüme vururken anlamıştım, ben artık her şeyi göze almak
zorundaydım...’ ”
(Zweig, S.-Zweig, F.; “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:45-6)
Soğuk neva, nevale : Asıksuratlı, sıcaklık vermeyen, yakınlık gösteremeyen bir kişilik yapısı
“Biz ordugahın bulunduğu tepeye tırmanırken arkamızdan yetişti, ‘Macar karıları ateşli olur diye
bilirdim,’ dedi, ‘ne gezer! Avrat soğuk nevanın teki, kardeşim; soğuk neva ne kelime buzdağından farksız!’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:362)
Soğuk soğuk : Mesafeli; sıcak ve istekle, beğeni ile değil; dargın ya da kırgın, alıngan bir tavırla
“BEATRİS
-----------Baktım iniyor başıma öğlen üzeri
İç karartan bir fırtına bulutu, iri,
Acımasız, meraklı cücelere benzer,
Bir sürü şeytan taşıyan, kötücül, beter.
Başladılar beni soğuk soğuk süzmeye,
Ve bakakalan yolcular gibi bir deliye,
Fısıldaştıklarını duydum gülüşerek,
Durmadan birbirlerine kaş-göz ederek.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:221)
Soğuk şaka : Sonucu çok tehlikeli olabilecek söz ya da elle yapılan şaka
Bk.: Eşşek şakası
“Zeki İloş, ‘Hasan Abi’sinin de olayı gördüğünü ve hatta onu kurtarmak için koştuğunu söyleyince,
anne Hasan’ı sorguya çekmiş ve ‘evet öyleydi, hanım anne’ yanıtını alınca, tatlı bir sesle paşa oğluna ‘...
Sevgilim... Bir daha böyle soğuk şakalar (?) yapma emi?’ diye şakıyıvermişti.”
(İ Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:166)
Soğuktan mosmor olmak : Ayaz, kar kıştan yüzü mosmor kesilmek
“ ‘Şu zavallı küçük Cosette’in dünyada benden başka kimsesi yok ve şu an hiç şüphesiz
Thénardier’lerin sefalethanesinde soğuktan mosmor olmuştur! İşte böyle alçaklardır bunlar!’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:376)
Soğuk terler dökmek : Zor durumda kalıp sıkılmak, korkudan titremek
“-Görüyorum ki, bu soruya verecek bir cevabın yok.
-Hayır.
İkisi de suskun kaldı. İlyas soğuk terler döküyordu.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:19)
“Gene soğuk terler dökmeye başladı ve korkusunun kontrolünden çıktığını hissetti. O sırada biri içeri
girecek olsa, gözlerindeki dehşeti görecek, her şey mahvolacaktı.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:119)
“Doktor Meade, Malenie’nin ayağa kalkmasını yasaklamıştı. Bu yüzden Scarlett onun yanından
ayrılamıyordu. Bir güllenin altında kalıp ölmek korkusuna, şimdi bir de Melly’nin ansızın bebeğini doğurmasını
görmek korkusu da eklenmişti. Bu tatsız durum ne zaman aklına gelse soğuk terler döküyordu.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:433)
“Korkumla savaşıyordum. Tenimde vıcık vıcık karnının buz gibi soğuduğunu duyar gibiydim. Adam
düşüncelerimi okumaya devam etti.
-‘Bana elini ver.’
Soğuk terler dökerek dediğini yaptım.”
(J.M. de Vasconcelos, “Güneşi Uyandıralım”, sa:14)
Soğumuş küller gibi dökülmek : Dıştan soğuk ama içeriği, yaşanmış da sönmüş bir ateşi hissettiren sözler
“ ‘Burada kadınların çoğunun adı Fatima’dır,’dedi kadın. ‘Benim adım da Fatima. Ama ben annen
değilim.’
Kelimeler ağzından soğumuş küller gibi dökülüyordu.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:17-8)
Soğurmak : Absorbe etmek, emmek; Bütünleşmek; Sıvı ya da katı bir maddenin, gaz ya da ışığı emebilme olayı
“Modulor - Ülküsel Ölçüler
---------------------------------Ve araç gereç ve tahıl taneleri ve sözcük
ilgisizce küçümsenerek bir köşeye itilmiş kalmış.
Ama taşlara bu kadar da bakmak zorunda değilsin.
Sessizliğin içindeki sunakları dikmen gerekmez.
Dövüp yıkman gerekmez küçücük
yabancı cepheyi
Sıkıp soğurman gerekmez bunca kapkara
yüreği.”
(Pablo Armando Fernandez<d.1930>-Ayşe Nihal Akbulut, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 03.04.08)
“GUIMORE’A ŞARKILAR
<Poesias Completas’dan>
III.
Ozanın
seni düşünür. Uzaklar
limon ile menekşe rengine dönmüş,
Kırlar yemyeşil daha.
Benimle geliyorsun, Guiomar;
soğuruyor bizi dağlar.
Bir meşelikten ötekine
geçmektedir gün yorgun argın.”
(Antonio Machado<1875-1939>-Ayşe Nihal Akbulut; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
05.03.09)
Sohbet etmek, Sohbete dalmak : İki ya da daha fazla yakın arkadaş, dost arasındaki anıları tazeleyen
konuşma; Samimi samimi, tatlı konuşma içinde kaybolmak
“... kendisine ilkgençliğinden beri hayal ettiği biçimde sarılacak biriyle dans etmek istiyordu. Gözü,
beyaz giysisiyle arkadaşının arasında hemen göze çarpan şık bir delikanlıdaydı. Oğlanlar sohbete daldıkları için
valsin başladığının farkında bile değillerdi. Birkaç adım ötedeki mavi giysili genç bir kızın içlerinden birine
özlemle baktığını da fark etmemişlerdi.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:100)
“Ardından da, Fabrice kendini pek halsiz hissettiğinden, başçavuş ona bir çanak dolusu sıcak şarap
getirdi, oturup onunla bir süre sohbet etti. Bu söyleşinin içine katılan birkaç övgü sözcüğü kahramanımızın
göklere uçmasına yetti de arttı bile.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:91)
Sokağa atsan :
‘Değerinden ne denli düşürürsen düşür, gene para eder’ mealinda bir sözcük
“Fakat, efendim nerede, ben nerede dedikleri gibi, öteki çergeciler <derme çatma, göçebe Roman
obaları>, harmancılar nerede? Hele bunların erkekleri pek kibar insanlar. Misafirlerle hiç ‘bendeniz’siz,
‘zatıaliniz’siz konuşmuyorlar. Hepsinin de elbiseleri, ayakkabıları yeni ve son moda.. Hepsinin de yeleklerinin
cebinde altın ve gümüş birer saat. Parmaklarında pırıl pırıl yanan elmas yüzükler.... İçtikleri cıgaralar, hep birinci
sınıf cıgaralar... Çalgılarının kutu ve kılıfları hani, diyebilirim ki benim çok kıymetli kemanımın kutusundan
daha şık...Bunlardan kemani Raif isminde birinin kemanına baktım, sokağa atsanız elli lira eder su içinde...
Kadınlardan da Ayvansaraylılar, pek kalontor şeyler...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:166)
Sokağa düşmek : Evsiz barksız kalıp olası sokaklarda yaşamak
“ ‘... Bir çocuğun yardımıyla Petersburg’un sokakları kan emicilerden kurtarılabilir, hatta kan emen bir
bankacıdan bile. Çok geçmeden ölmüş adamın karısıyla çocukları da sokağa düşebilirler, böylece eşitlik bir
açıdan daha sağlanmış olur.’
‘Sizi domuz!’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:205)
Sokak çocukları : Aile ya da toplumun bakım ve kontrolünün dışında kendi başına ya da gruplar halinde
sokaklarda yaşam savaşı veren çocuklar
“Başka zamanlar Trifon yelken açmasın, Trifon soğuk almasın, Trifon bu havada denize girmesin,
Trifon çamlarda uyumasın, Trifon sokak çocuklarıyla kavga etmesin; bütün bunlar ihtiyarı sokak sokak
dolaşmaya mecbur ederdi. O halde Trifon çok yakınlardaydı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Stelyanos Hrisopulos Gemisi”, sa:18)
“Paris’in bir çocuğu, ormanın bir kuşu vardı. Orman kuşunun adı serçedir, çocuğun adı sokak
çocuğudur..... Bu küçük yaratık neşelidir. Her gece karnı doymaz, ama canı isterse her gece tiyatroya gider. Ne
sırtında gömlek, ne ayağında ayakkabı, ne da başını sokabileceği bir yeri vardır. Sinekler gibi yersiz yurtsuzdur.
Yedi ile on üç yaş arasındadır, güruh (topluluk) halinde yaşar, kaldırımları çiğner durur, açık havada yatıp kalkar,
babasının paçaları yerleri süpüren eski bir pantolonunu giymiştir, kulaklarına kadar inen bir şapka ve sarı bir
atkısı vardır.... arar, bakar, dilenir, zamanını öldürür, pipo tüttürür, eğlence yerlerinin çevresinde sürter, kızlarla
senli benlidir, argo konuşur......... Sokak çocuğu bağırır, çağırır, güler, alay eder, dövüşür; hem çocuk gibi
hırpani hem filozof gibi derbederdir. Lağımda balık tutar, Haleluya’yı Matanturlette’ye yavaşlatır. De
Profundis’ten Chienlit’e kadar her türlü vezinde mezmur okuyabilir. Islık çalar, şarkı söyler, alkışlar ve yuhalar,
aramadan bulur, şeytanın bilmediğini bilir; işi yankesiciliğe vardıracak kadar Spartalı, deliliğe vardıracak kadar
akıllı, müstehcenliğe vardıracak kadar coşkuludur. Olympos’un üzerine çömelebilir, gübre yığınları içinde
yuvarlanabilir ve oradan yıldızlarla kaplanmış olarak çıkabilir. Paris’in sokak çocuğu, afacan bir Rabelais’dir...
Sokak çocuğu şehri sevdiği gibi, yalnızlığı da sever. Çünkü onda bilgelik vardır. Fuscus gibi urbis amator
<LAT.:Kent aşığı>, Flaccus gibi ruris amator’ (LAT.:Kır aşığı>dur.................. Bazen aralarında kızlar da
bulunur -kız kardeşleri midir acaba?- Hemen hemen genç kızlığa erişmişlerdir. Pek zayıf ve hastalıklı, elleri
güneşten yanmış, yüzleri çillerle kaplı, saçlarına çavdar başlıkları ve gelinciklerle donatılmış, vahşi, yalınayak
kızlardır. Tarlalarda kiraz ağacçlarının etrafından ayrılmazlar. Geceleyin güldükleri duyulur. Öğle güneşinin
aydınlığında ya da grubun alacakaranlığında görülen bu topluluklar, oralarda gezinenlerin zihnini uzun müddet
meşgul eder, onları hayallere sürükler............................. S o k a k ç o c u ğ u kelimesi ilk önce 1834 yılında
metinlerde görüldü ve popüler dilden edebiyata geçti. Claude Gueux <Klod Gö> adında küçük bir yapıttı bu.
Bu yüzden büyük bir gürültü koptu, ama sonunda kelime dile yerleşti................
S o k a k ç o c u k l a r ı n ı n birbirlerine saygı duymalarını sağlayan öğeler çeşitlidir. Örneğin
Notre-Dame’ın kulelerinin birinden bir adamın düştüğünü görmek, görene saygı duyulmasını sağlardı.
İnvalides’tedi heykellerin geçici olarak konulduğu arka avluya girmeyi başarıp, kurşunlarını ‘araklayan’ birini de
çok önemli sayarlardı. Üçüncü atlı bir postanın devrildiğini gören birinne ve bir burjuva’nın gözünü çıkarmayı
başaramamış bir askeri ‘tanıyan’ sokak çocuğuna da saygı duyulurdu. Basit düşüncelilerin anlamadan güldüğü
bir sokak çocuğunun söylediği şu derin üzüntü ifade eden sözler bu yüzden anlamlıdır: ‘Ah Tanrım, nedir bu
talihsizlik: düşünsenize, daha kimsenin beşinci kattan düştüğünü görmedim.’ Bu sözler ona, özgü ifade edilmesi
imkansız bir geniz sesiyle söylenir.
Sokak çocuğunu öteki insanlardan ayıran şeylerden biri de dini konulardaki cesaretidir. Yaygın
kanaatlerin, önyargıların üstüne çıkmak isteği önemli bir şeydir. İ d a m cezalarını seyretmek onlar için olumlu
bir görevdir. Bu afacanlar, giyotin’i birbirlerine gösterip gülüşürler. G i y o t i n’e birçok isim takmışlardır: ‘Ç o r
b a n ı n s o n u!’, ‘Yaşlı hırıldayıcı’, ‘Gökteki Ana’, ‘Son Lokma’ Olup bitenleri gözden kaçırmamak için
duvarlara tırmanır, balkonlara asılır, ağaçlara çıkılır, parmaklıklara sarılır, bacaların içine çömelirler. .....
Mahkumu cesaretlendirmek için bağırır, bazen mahkuma hayran olurlar. Korkunç Dautun’un korkmadan
öldüğünü gören bir sokak çocuğu olan Lencenaire, bol bol atıf yapan şu ifadeyi kullanmıştır: ‘Onu kııskandım
doğrusu.’ Sokak çocukları Voltaire’i tanımazlar, ama Papavoine’ı tanırlar. Siyaset adamları ile katilleri,
anlattıkları hikayelerle birbirlerini harmanlarlar. Sokak çocuğu demek Paris demektir, Paris demek dünya
demektir.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:13-31)
“Aslında bu liman taşıyıcılarının pek de iyi şöhretleri yoktu. Onların düzensiz yaşamlarından nefret
etmeme karşın, nedense bu adamlardan pek korkmazdım. Arkamdan sinsice bir taş fırlatan bir sokak çocuğundan
daha tehlikeli bulmuyordum onları. Üstelik giz dolu yaşamları, beni daima ilgilendirmiş ve beni onlara çekmişti.
Gene de şimdiye kadar hiçbiriyle bu denli yakın olmamıştım.”
(P.Istrati, “Kodin”, sa:14)
“YAKINIŞ
Martılar uçar... uçar... uçar...
Sokak çocukları koşar.
Ya sen nereye koşarsaın böyle
ey denizi kirli insan?”
(A. Püsküllüoğlu<1935-2008>, “zamansız”, sa:27)
Sokak kadını : Fahişe, orospu, geçimini cinsellikle temin eden kadın; Çok düşük sosyal klasa ait olan, sıradan,
alelade kadın
“Bir sokak kadını ile yaşamama rağmen, her gece 2 veya 3 değişik erkekle beraber olduktan sonra
benimle seks veya kendi deyimiyle ‘aşk’ yapmak istemesi tuhafıma gidiyordu.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:39)
“Solidor’da bir erkek, Barbara, konukların karşısında travesti gösterisini yapıyor (sokak kadını olarak),
konuklar: Annesi, büyükannesi ve o sıradaki aşığının oğlu olan bir genç adam. Bu yuva eğleniyor.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:187)
“Her iş kesiminden müşteri bulunurdu. Kundura tamircileri, dam aktarıcılar, duvarcılar, yol yapımı
işçileri, öğrenciler, sokak kadınları, paçavra toplayıcılar. Bir kısmı akıl almaz derecede yoksuldu. Çatıdaki
odalardan birinde bir Bulgar öğrenci vardı. Amerika’ya satılan o rüküş ayakkabılardan yapıyordu.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:21)
“Sokak kadınları -ki onlarla başa çıkmak olanaksızdı- ona hep edepli bir bey gibi davranırlar hala, otuz
yaşında bile öğrenci olup olmadığını sorarlardı. Ve hepsi -Ernesta, Cate ve yarın da Marina-, sonunda onun
boşvermişliğine kızıyor, hayal kırıklığına uğruyor ve onu bırakıyorlardı.”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:184)
“ ‘Yine de hala çatı katındaki odamı tutuyorum elimde. Her zamanki küçük kitabımı orada açıyorum,
polisin muşambadan yağmurluğu gibi parıldayana dek yağmurun kiremitlerde ışıldamasını oradan izliyorum,
yoksulların evlerindeki kırık pencereleri, sıska kedileri, caddenin köşesine çıkmak için yüzüne çekidüzen
verirken bir sokak kadınının çatlak aynaya gözlerini süzerek bakmasını oradan görüyorum, bazen, Rhoda oraya
geliyor. Çünkü seviyoruz birbirimizi.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:131)
Sokak kedisi : Her gün yürek acısıyla tanıklık yaptığımız ‘evcil hayvanların maruz kaldıkları vahşet’e karşın,
çip takmak, kısırlaştırmak, hayvan barınakları açmak gibi Belediye hizmetlerinin, şimdilik, çok yavaş yürüyen
bir fil gibi yetersiz de olsa, medenileşme gayretlerine rağmen, yılda üç defa yavrulayabilen birçok kedi ve
köpekler, bizler gibi yaşam mücadelelerini veriyorlar. Maamafih, sahipsiz seyahat eden bir çok hayvancağızın,
özellikle kırmızı ışıklarda, birçok sabırısz ya da usullere riayet nedir bilmeyen genç-yaşlı-isyankar insanlara
karşın bazı saygıdeğer kedi ve köpeklerin trafiği izleyerek, kırmızı ışık yeşile döndükten sonra karşı kaldırıma
geçtiklerine, onlar hesabına büyük bir kıvanç ve saygıyla tanıklık ettim.
“İlgimden hoşlanmışa benziyordu, hafifçe üstüme sürtünmeye başladı. Onu okşadıkça, tüylerinin yer
yer döküldüğünü fark ettim. İyi bir yemeğe ihtiyaç duyduğu çok açıktı. Sürtünme şekline bakılırsa, sevilmeye de
muhtaçtı. Sabırla merdivenlerin başında bekleyen Belle’e <Fr.’dan alıntı: Otel ya da ev hizmetkarı> bakıp,
‘Zavallı şey, herhalde bir sokak kedisi. Tasma takmıyor ve çok zayıf’ dedim.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:9)
Sokaklar adam almıyor : Çok kalabalık, mahşer gibi
“Bihruz Bey’in yüreği, bu karar üzerine bir az rahatlayarak o gün saat ona kadar yatak odasında
kaldıktan sonra, dadı kalfanın:
-Beyim! İyisin maşallah! Giyinip de azıcık hava almaya çıksan olmaz mı? Hava güzel, sokaklar adam
almıyor... Gezer eğlenirsin, hadi beyim hazırlan! yollu yüreklendirmesi üzerine giyindi.”
(R.M. Ekrem, “Araba Sevdası”, sa:301)
Sokaklara dökülmek : Bir geçit ya da gösteri için, ya da güzel bir havada halkın sokakları doldurması
“Çıktık; bütün köy halkı sokaklara dökülmüştü. Şiddetli bir poyraz, bulutları silip süpürmüştü; gökyüzü,
yağmurdan ıslanmış kırmızı damların üstünde keyifli keyifli parıldıyordu.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:29)
Sokakları arşınlamak : Fellek fellek sokaklarda dolaşmak, işsiz güçsüz yürümek
“O evlerdeki kızlar, dıştan bakınca, gezginci orospulardan daha iyi durumdalardı. Rüzgarda yağmurda
çamurlu yan sokakları arşınlamak zorunda değillerdi.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:111)
“Yatacak yerleri olmıyan, gündüzleri bir şiltede uyuyup, geceleri tedirgin tedirgin sokakları arşınlayan,
çökmüş, kirletilmiş, cılız vücutlarını her isteyene bir gümüş meteliğe şurada karanlıkta veriveren insanlar.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:154)
Sokak müzisyenliği : Son yirmi yıllarda Avrupa’da Paris, Londra ya da Viyana sokaklarında ciddi bir şekilde
perdormanslarını sergilediğimiz, son yıllarda da Türkiye’de, özellikle İstanbul gibi kültür ve turizm gelenekleri
gitgide kuvvetlenen şehirlerde, sokak aralarında, büyük caddelerde, hatta vapurlarda -özellikle KaraköyKadıköy hattında- ya da Beyoğlu’nda, tek ya da küçük gruplar halinde, veya babanın armonika ya da kemanla
alaturka şarkı ya da türküler çalarken küçüklerin para toplamak için salıverildiği, ender olarak konservatuıvar
öğrencilerinin ciddi Batı müziği denendiği serbest müzisyenlik
“Yolun sonuna gelmiştim. Neredeyse on yıldır aralıklarla sokak müzisyenliği yapıyordum. Devir
değişmişti, özellikle Bob geldiğinden beri hayatım da öyle. Bu yüzden, sokak müzisyenliğine devam
edemeyeceğim gitikçe daha ha netleşiyor, hatta bu iş artık hiçbir açıdan mantıklı gelmiyordu. İki yakamı bir
araya getirmek için gereken parayı kazanamadığım zamanlar olmuştu.” ..... “Covent Garden’dan dünyalar kadar
farklı olan bir diğer şey de, metro istasyonundaki personelin tavrıydı. Covent Garden’deyken (bir) Deccal,
neredeyse nefret edilecek bir kimseydim. Sokak müzisyenliği yaptığım veya ‘Big Issue’ sattığım yıllar içinde, iyi
arkadaşlık kurduğum insanların sayısı bir elimin parmaklarını geçmezdi. Hatta bunu bile yapmama gerek yoktu.
Aklıma en fazla iki kişi geliyordu.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:123;173-4)
Sokak (sokak) sürtmek : Uzun zaman, sürekli sokaklarda dolaşmak (Genellikle fahişeler hakkında)
Bk.: Sokakları arşınlamak
“Bu yaşta biri için ne kadar da çok şey biliyor! Hatta sokaklarda sürten bir kadından bile daha çok şey
biliyor, çünkü çok uyanık. Dünyanın kaç bucak olduğununun farkında.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:216)
“Akşam yemeğinden sonra, yeniden sokaklarda sürtemeyecek denli bitkin düştüğümüzden, Mistral’in
odasına çıktık. Burası, iki büyük karyolasıyla alçak gönüllü bir köylü odaısydı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:30)
“Adrienne şöminenin tozunu alıyordu. Aynaya baktı.
-Ne yazılı yüzümde? Diye sordu.
İhtiyar kız kabaca:
-Uyumadığın, sokak sokak sürttüğün, diye cevap verdi.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:43-4)
“Bir aralık aşağıda kapı açıldı, taşlıktan ve kıvrıntılı merdivenden hafif adımlar duyuldu. Sonunda
Knulp gelmişti. Güzel kahverengi şapkasını başından çıkarıp selam verdi. Usta şaşkınlıkla: ‘Nak hele, nereden
geliyorsun?’ diye sordu. ‘Hem hasta, hem de gece vakti sokaklarda sürtmek! Eceline mi susadın?’ ”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:28)
“Ve geçen her saniye, her saniye onu yıpratıyordu, onu eskitiyor, ihtiyarlığa doğru itiyordu. ‘Bari biraz
ağırdan alabilsem, kendimi kullanabilsem, belki birkaç yıl daha kazanabilirim. Ama bunu yapabilmek için, her
gece sabaha kadar sokak sürtmemek gerek.’ ”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:36)
Sokakta bulmak : Bedavadan almak
“Ivich’in komşusu boyalı dudaklarını bükerek:
-Dans etmeyi bilmiyor, dedi. Konsomasyona otuz beş frank koyunca insan atraksiyonlara biraz
özenmeli.
Şişman adam:
-Lola Montero var, dedi.
-Ne olursa olsun, ama bu yüz karası; bunu kesin sokakta bulmuşlardır.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:179)
Sokol : (ÇEK MYTH.): Çekçe’de atmaca ya da şahin anlamına gelen Sokol, 1862’de Prag’da kurulan ve
beden gücünü, çevikliği ve cesareti artırmayı amaçlayan bir cimnastik derneğidir ve aynı zamanda bir kent’in de
ismidir.. Topluluk ruhunu ve bedensel sağlığı geliştirmede toplu kültürfiziğin örneğini vurgulamıştır. Osmanlı
İmparatorluğunun en kudretli sadrazamlarından Sokollu Mehmet Paşa <d.:1505>, Sokol’da doğmuştur (Asıl
adı: Bayo (Boşnak), Sadrazamlık: 1565-1579, öl.:1579, İstanbul! Kanuni’den sonra II. Selim ve III. Murad
zamanlarında da hizmet verdi. II. Selim ve bayezıd’ın Konya savaşlarında Selim’in yznında olarak onun galip
gelmesine yardım etti.1 ağustos 1971’de Kıbrıs’ın fethini tamamladı.Maalesef, konağında topladığı bir ikindi
divanı sırasında, tımarı azaltılan bir Boşnak tarafından hançerlenerek öldürüldü
“Şvayk, ‘susadım, dedi. Tombulla sıska birbirlerine baktılar Tombul, sıskanın karşı çıkmayacağından
emin, ‘Bir yere uğrayıp çabuk tarafından bir-iki tek atsak,’ dedi. ‘Ama güvenli bir yer olmalı.’
‘Öyleyse, Kuklik’e gidelim,’ dedi Şvayk, ‘Hem tüfeklerinizi mutfağa bırakabilirsiniz. Sahibi Serabona,
Sokol üyesidir. Ondan çekinmenize gerek yok. Üstelik keman ve akordeon çalarlar orada.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:125)
Sokur, Sokurdanmak : İçe göçmüş, köstebek; Kendi kendine homurdanmak
“Irazca, arkada, hem yürüyor, hem de yavaş sesle sokurdanıyordu:
‘Ağzına sıçtığımın herifi. Bu yaştan sonra benim elimi kana bulayacak! Muhtarım diye geçmiş köyün
başına, işi gücü fırıldak! İşi gücü adam kayırmak!’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:130)
Sokuşturmak : Kandırmak; Çürük ya da eksik bir şeyi sağlam ya da tamam diye yutturmak
“Öğleden sonra oturup Amerikanca öğrendi. Girdiği kitapçılarda ona İngilizce öğreten ders kitapları
sokuşturmak istediler. Fischerle ise: ‘Bakın baylar,’ dedi alaylı bir ifadeyle, ‘karşınızda bir budala yok. Sizin
yararınız sizi, benimkisi ise beni ilgilendirir.’ Gerek tezgahtarlar, gerekse dükkan sahipleri, Amerika’da İngilizce
konuşulduğuna yemin ettiler.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:401)
Solak : ‘Sol’ elini kullanan kimse, ‘sağak’ın zıddı; Osmanlı İmparatorluğu düzeninde, Padişah hazretlerinin
kendisini koruma ile görevlendirilmiş yeniçeri bölüğü
“Alın üstümden paltomu, çocuklar, çakayım
gözünün üstüne yaşlı Babalos’un;
hem sağakım ben, bilirsiniz, hem solak,
kaçırmam bu yüzden hiç hedefi.”
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:68)
“Yeniçeri zabitlerini <subayları>, hatta solak’ları bile çağırmış, hepsini huzurunda toplamıştı. Hepsi
‘...Kafdağı’na kadar arkandan gelmeğe hazırız, padişahım!’ diye ayaklarına kapanmışlar, gözlerinden sevinç
gözyaşları dökmüşlerdi.”
“- Gospodin! Boris nerede? Ah, Boris nerede?
Raçof, ayaklarına kapanmış güzel kadının güzel saçlarını müteverrim (kabarmış) ve çamurlanmış
yılanlara benzeyen parmaklarıyla okşayarak.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:51; Cilt:II, sa:137)
Sol bacak : Penis, Cinsel Organ
“Cinsel organı büyük ve hep kalkık. Azgınca su perilerinin peşinde koşar. Kimi yorumculara göre,
Rimbaud ‘sol bacak’ derken Pan’ın cinsel organını, yani üçüncü bacağını ima ediyor. Fransızlar otuzbir çekmek
anlamında da ‘sol el’ deyimini kullanır.”
(A. Rimbaud, “Cehennemde Bir Mevsim”, sa:148)
Solda sıfır kalmak, olmak : Hiç değeri olmamak, hiç sayılmak
“İmam Hacı İlhami Efendi torununa bu iki yeri (Cennet ve Cehennem) kendisine göre tüm
özellikleriyle tanıttı. Cehennem onda daha derin ilgi uyandırdı. Büyük babası söylerken dişleri kilitlenir, arkası
ürperirdi. Fakat gözlerini açar dinlerdi. Evvela İmam, Dante’yi solda sıfır bırakacak bir dehşetle bu azap diyarını
canlandırıyor, sonra babasının öncesiz yurdu, orası olduğunu, şüphe götürmez bir kesinlikle söylüyordu.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:24)
“Ekim ayındaki felaketten <Amerika’nın 24 Ekim 1928 günü büyük ekonomik krizinin başladığı
dönem> birkaç gün öncesine kadar gösterimi sürdürdüm; benim yaptığım şeyin yanında, yukarıda adı geçen iki
beyefendinin (Babe Rurh & Charles Lindbergh) yaptıkları solda sıfır kalırdı.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu” -Vertigo-, sa:7)
“ ‘Burada, tüm öteki Hıristiyan kitaplıklarındakinden daha öok kitap olduğunu biliyorum. Sizin kitap
dolaplarınızın yanında Bobbio’nun ya da Pomposa’nınkiler, Cluny ya da Fleury’ninkiler, çarpım tablosuna daha
yeni başlayan bir çocuğun odası gibi kalır. Yüz yıl, belki de yüz yılı aşkın bir süre önce Novalesa’nın övüncü
olan altı bin elyazması, sizinkilerin yanında solda sıfır kalır.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:62)
“-... Hani... çalışan adama pek benzemiyorsun da... Üstün başın... Fakat, düşmez kalkmaz bir Allah...
Sonra, sarhoş görmemiş adam mıyız yani! Ohoo!.. Sürüyle gördüm senin gibisini! Hem de sen onların yanında
solda sıfır kalırsın...”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:71)
“Talihi yaver giden herkese gıpta eder,
Şu denli güzel olsam, dostlarım olsa derim;
Şunda sanata, bunda dehaya içim gider,
Oysa solda sıfırdır yapmak istediklerim.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:29, sa:99)
“HECTOR -... O zavallı keratalar da bizden beter. Mikroplar, doktorlar, avukatlar, papazlar, tüccarlar,
hizmetçiler, karaborsacılar ve daha bir sürü asalak arasında yaşıyorlar. Onların korkuları yanında bizimkiler
solda sıfır kalır.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:52)
“Grenouille pencereye çıkınca bağrışmalar kesiliverdi.....Ne bir ayak sesi ne bir öksürük ne bir soluk
duyuluyordu. Kalabalık sırf göz-kulak kesilmişti. Yukarıda, penceredeki bodur, üflesen yıkılacak, iki büklüm
adamın, bu güdük şeyin, bu zavallı cücenin, bu solda sıfırın iki düzineyi aşkın cinayet işlemiş olacağını aklı
almıyordu kimsenin.”
(Patrick Süskind, “Koku”, sa:225)
“Fakat Kurbeev’i görmüş olsaydın! Sen, rica ederim, sakın onu boş bir geveze sanma. Benim bir
zamanlar iyi konuştuğumu söylerler. Onun yanında ben solda sıfır kalırım.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:91)
“Kan olan yerde hayat vardır. Ve bir yabanarısını öldürmek bir insanı öldürmenin yanında solda sıfır
kalsa da bir romancı ya da yaşamöykücü açısından böylesi bir dalgacılıktan; böyle düşünüp durmaktan; günlerce
önünde bir sigara, bir yaprak kağıt, bir kalem ve bir mürekkep hokkasıyla oturup kalmaktan çok daha uygun bir
konu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:176)
Sol el : Otuzbir Çekmek (Mastürbasyon, Onanizm)
“Cinsel organı büyük ve hep kalkık. Azgınca su perilerinin peşinde koşar. Kimi yorumculara göre,
Rimbaud ‘sol bacak’ derken Pan’ın cinsel organını, yani üçüncü bacağını ima ediyor. Fransızlar otuzbir çekmek
anlamında da ‘sol el’ deyimini kullanır.
(A. Rimbaud, “Cehennemde Bir Mevsim”, sa:148)
Solipsism; Solipsist :
(FEL.)
Tekbencilik (Fr.: solipsisme’den); Tekbenci
“Solipsism, ‘Benmerkezcilik’ ya da ‘egoizm’e yakın bir öğreti olarak, ‘ben’e büyük bir önem atfeden,
‘ben’i temele alan yaklaşım; kişinin kendi çıkar ve hazları dışında hiçbir şeye değer vermemesi gerektiğini
savunan öğretidir.”
(Ahmet Cevizci, “Felsefe Sözlüğü”, sa:916)
“Şüpheci metafizikçi ya da ‘tekbenci-solipsist’ rolünü oynamak istemiyorum (dünyanın tekbencilerle
dolup taştığı söylenmiştir). Doğrudan deneyim yoluyla bildiğimiz şeyler olduğunu çok iyi biliyorum, şimdi
aranızdan birini bana arkamda bir armadillo’-arkaik bir canavar-nun belirdiğini söyleyip beni uyarsa, birden
arkama dönüp bilginin doğru mu yanlış mı olduğuna bakardım -sanırım bu salonda armadillo’ların olmadığı
konusunda hepimiz görüş birliği içinde olurduk.-”
(U. Eco, “Anlatı Ormanlarında Altı Gezinti-Ormanda Oyalanmak”, sa:102-3)
Sollamak : Geçmek, üstünlüğünü sergilemek, yenmek
“Bununla brlikte, içinde bu öfke -sanıyorum ki- hep vardı. Düzenli görünen, ama aslında içinden yıkılan
evi gibi, bu adamın kendisi de ağırbaşlılığı içinde dingin, neredeyse doğaüstü biriydi, ama yine de içindeki
kuduran, durdurulamayan öfkenin gücüne yeniliyordu. Bütün yaşamı boyunca bu güçle karşılaşmamak için
uğraşmış, onu sollamasını sağlayacak bir tür otomatik davranış biçimi geliştirmişti <Klişe sözleri önceden
hazırlamıştı>.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:41)
Soll und Haben : (ALM., PARA) <Sol und aben> : Nakit para ve kredi (borç)
Solon yasaları : (YUN.MYTH.,HUK.) : Eski Yunanistan-Atina’da, İ.Ö. 621’de arhont D r a k o n’a örf ve
adetlerin, yasaların yazılı olmaması nedeniyle doğan karışıklığı saptama ödevi verilir. Öte yandan, D r a k o n
’un çıkardığı yeni yasalar zalimliğin bir örneği olur. En küçük bir hırsızlığın bile ölümle cezalandırıldığı bu
yasalar için, Atinalı hatip Demade, ‘mürekkeple değil, kanla yazılmıştır,’ der. Onları taştan levhalara kazıyıp
Agora’ya asarlar.
O devirde, A t i n a’da toplum, üç sınıfa ayrılmıştı: Ö p a t r i d’ler adı verilen soylular; G e o m o r e’
ler, yani küçük toprak sahibi köylüler, ve, toprağı olmayan, ancak parası olan tüccar ve zanaatçı orta sınıf, yani
D e m i u r g e’ler. Eupatrid’ler, toprak ve sürüce zengin sınıfı; ötekiler ise, gitgide bağımlılaşan ‘d e m o s =
halk’ı oluşturuyordu. Yerli halkın dışında, çok sayıda k ö l e l e r ve Atina’da oturan özgür, ama vatandaşlık
haklarından yoksun M e t e k’leri görüyoruz. Özet olarak, bütün topraklar, küçük bir azınlığın hükümranlığı
altındaydı.
Rejim de bu sisteme uydurulmuştu: VIII. ve VII. y.y.’larda, Attika <merkez>’da, kralın ikitidarı önce
sınırlandı, sonrada yerine dokuz a r h o n t <bölge valisi> geçti Arhont’lar soylular arasından seçiliyor ve
yürütme gücünü temsil ediyorlardı VIII. y.y.’ın ortalarında arhontluk on yılla sınırlandı, 683 yılından başlayarak
da bir yıl oldu bu süre. Böylece, iktidar bütünüyle soyluların elindeydi; halkın ise hiçbir hakkı yoktu.
Arhontluk sistemi de, içinde, şöyle işliyordu: Başta, adını görevde bulunduğu yıla da veren Arhont
eponyme geliyordu: İç işlerini denetliyor, aile uzlaşmazlıklarını çözüyor, dulların ve yetimlerin vesayetiyle
uğraşıyordu. Basileus adını taşıyan ikinci arhont, kralın eski dinsel görevlerini yerine getiriyordu. Üçüncüsü
polemarqe, askeri işlere bakıyordu; heyetin T h e s m o t h e s e s ‘yasa yapan’ adını taşıyan öteki üyeleri ise,
onların uygulanmasına göz kulak oluyor ve yurttaşları yargılıyorlardı. Eski arhontlardan oluşan A r e o p a g e
ise, yasama gücünü temsil ediyordu; en yüksek adalet ve denetim organı da oydu.
Drakon’un yasaları, kent halkıyla köylülerin durumunu iyileştirmek şöyle dursun, daha da
kötüleştirdi. Halk hareketinin başını çeken, ılımlı tacirler partisiydi. Onların önayak olmasıyla ünlü şair S o l o n
Sorunlara çözüm bulmak amacıyla, en geniş yetkilerle arhont ve hakem seçildi.
<Atina’nın yedi bilgesinden biri olan> S o l o n’ <M.Ö. 638-558> la , ‘Siyasal Devrim’ denen şey
başlar ve mülkiyete el uzanır. Yaptığı işler: Tarlalar üzerindeki ipotekler kalkar - borç yüzünden k ö l e
durumuna getirilmişler borçlular azad edilir - dışarıya köle olarak satılmış olanlar da devlet hesabına satın alınır,
geri çağrılır - borçluların durumunu hafifletmek için bir para reform’u yapar - çpcuklşu kişiler için mallarını
vasiyet etme ve başkalarına devretme özgürlüğünü getirdi (Klan ve aile mülkiyeti, o zamana kadar engeldi
buna!) - şarap ve zeytinyağlının dışında yiyecek maddelerinin dışarıya satımını engelledi - içerdeki meslekleri
korurken, yabancı zanaatçıları da Atina’ya çekti - kendisine bir meslek öğretmeyen babaya, oğluna bakmak
yükümlülüğünü kaldırdı - tutumluluğu emreden, lüksü ve, evlenmede olsun, cenaze törenlerinde olsun,
soyluların gösterişe kaçan harcamalarını uasaklayan önlemler aldı - SİYASAL REFORM olarak da, soyluların,
doğuştan tekelci iktidarını tasfiye etti ve mali varlığa göre <kişisel> değerlendirme ilkesini getirdi; yabni böylece
ANAYASAYA ÖZEL MÜLKİYET ilkesini getirmekle, yurttaşların haklarını ve görevlerini, varlıklarının
ölçüsüne göre ayarladı. - Halkın hükümlere katılması için mahkemelerde j ü r i’ler kuruldu - Halk Meclisi, Dört
Yüzler Kurulu ve H e l i e adı verilen <bir tür Anayasa Mahkemesi> mahkeme, yeni Atina anayasasının temel
organları oldular.”
(Server Tanilli, Yüzyılın Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I, ‘İlkçağ’, sa:244-8)
Sol tarafından kalkmak : Sabah sabah aksi, huysuz, tartışmacı ve aksi olmak
“Mrs. St. MAUGHAM - Hiçbir şey işitmedim.
HASTABAKICI, ekşi bir suratla. - Kahvaltımız yine geç kaldı.
Mrs. St. MAUGHAM - İnsanın her isrediği her zaman olmaz ki.
HASTABAKICI - Fakat, Mr. Pinkbell daha da fazlası olabilir, diyor. (Tepsi ile sahneyi geçer ve
öfkeli bir halde çıkar.)
Mrs. St. MAUGHAM - Yine solundan kalkmış.”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:15)
Solucan gibi adam (kadın) : Sıska, sinsi, yumuşak, önceden pazarlıklı, yapışkan, sessiz kimse
“Brunet de ona kapılmış, birlikte akıyordu; biri çarpmıştı ona, yanından sıvışan melon şapkalı, kaskatı
kolalı yakalı, çentik burunlu, sıska bir solucan görmüştü.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:23)
Soluğu ..... almak : Sığınmak, o gayeyle kapağı biryerlere atmak, kaçıp kurtulmak; Arzulayarak koşmak
“İş hayatında gayet güçlü ve küstah olan, sürekli olarak çalışanlarla, müşterilerle, aracılarla,
önyargılarla, sırlarla, yalanlarla, ikiyüzlülükle, korkuyla, baskıyla yüz yüze gelen bu adamlar, günün sonunda
soluğu bir gece kulübünde alıyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:83)
“Her akşam Corny takım taklavatını toplar, çabuk servisiyle ün salmış bir sandviççi dükkanında bir
şeyler atıştırıp ve herhangi bir salon adamından geri kalmayacak biçimde özenle giyinip kuşanırdı. Sonra da
Thepsis, Thais ve Baküs’e ait o pırıl pırıl cazibeli yolda soluğu alırdı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:186)
“... kaçan kedileri bile geçerek koştuğunu aralığın başına gelir gelmez durakladığını ilk evin kapısının
önünden sümüğü durmadan akıp duran Bamyacılar’ın kızının önünden geçerken salına salına kırıta kırıta
yürüdüğünü kız ben geldim birazdan bizim kapıya gel de oynayalım dediğini ondan sonra gene ok gibi fırlayarak
soluğu halasının kapısının önünde aldığını anlatırdı.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:95)
“Bir gece uyanmış bakmıştı ki, bir kocaman hayvan yüzünü yalıyor, domuza, kurda, köpeğe, sığıra,
hiçbir hayvana benzemiyor. Apak, iri, bir attan da daha iri bir hayvan. Adem başucundaki tüfeğini kaptığı gibi
Anavarza kayalıklarında soluğu almıştı. O acayip hayvan da bir süre arkasından gelmiş, sonra vazgeçmişti.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:II, sa:268)
“CHRISTOPH - Çattık! Siz bu işe sarılıyorsunuz, Mamzel. Değer bir kadın mısınız, yoksa değmez bir
kadın mısınız, bilmem..... Görüyorsunuz, ellerim kollarım dolu. Karnım acıkır acıkmaz, susar susamaz, soluğu
sizde alırım.
LISETTE - Bizim seyis de aynı böyle yapıyor.
CHRISTOPH - Vay anasına! Akıllı bir adam olmalı.”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:38)
“Ne diyeceğimi bilemedim. Bana kalırsa komiser, yani şimdiki komiser bana aklına estiği gibi soluğu
karakolda alan ve bin yıl önce başına gelmiş olaylardan sorumlu tutacağı bir polisi arayan, hafif kaçık bir kadına
nasıl davranılırsa öyle davranıyordu.”
(R. Rogas, “Dorotea’nın Şarkısı”, sa:215)
“KENT (Oswald’a.) - Sen... sen rezilin, edepsizin birisin..... Sen asılzadelik taslayan, meteliksiz, uşak
kılıklı, kokmuş yün çoraplı bir sahtekarsın. Sıkışınca soluğu mahkemede alan bir ödlek, ayna düşkünü bir züppe,
gayretkeş ve kıçyalayıcı bir hergelesin.”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:57)
“İNGİLİZ <1956>
-----------Ben soluğu Meryemin sokağında alıyorum
Meryemin diyorsam, Kolay Meryemin, usulcacık Meryemin
Karanlık bastırmış üstümüzü külliyatlı miktarda
Alçak sesle konuşuyoruzx korkudan değil”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:24)
“... askerken bir mahmuz darbesiyle birdenbire düşman tarafına geçip kendini tutuklatmıştır; herhangi
bir iş bulmadan, hiç kimseden bir tavsiye almadan, bu ülkeler hakkında hiçbir bilgisi olmadan, hatta kendisine
niçinini ve nasılını sormadan, kalkıp Rusya’da ya da İspanya’da almıştır soluğu.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:51)
Soluğu ıslık ıslık çıkmak : Ciğerlerin dolu olması nedeniyle (Bronşit, Pnömoni, Tümör, Veba vb.) ıslık
şeklinde nefes almak
“Birkaç kez gittiği ve kentimizde din konusuna ilgi duymayanların bile büyük bir saygı gösterdiği, çok
okumuş ve militan bir cizvit olan Rahip Paneloux’ydu bu. Onları bekledi. Yaşlı Michel’in gözleri parlıyordu ve
soluğu ıslık ıslık çıkıyordu. Kendini iyi hissetmemiş ve hava almaya çıkmıştı.”
(A. Camus, “Veba”, sa:21)
Soluğu kesilmek; Soluğunu kesmek : Nefes nefese kalmak; Şaşkınlıktann nefesi durmak; Ölmek
Bk.: Soluğu yetmemek
“Kalbimde, büyük bir heyecan içerisinde geçirmiş olduğum bütün gece devam eden korku o zaman
biraz yatışır gibi oldu. Denizden karaya çıkan bir kimse nasıl soluğu kesilmiş bir halde tehdit edici sulara takarsa,
ben de, asla canlı bir tek kimseye yol vermeyen geçidi (karanlık orman) seyretmek üzere içim titreyerek
döndüm, arkama baktım.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:72)
“Yaşlı Büyükannenin Düşü
---------------------------------Su kokmuş, hiç yabani hayvan
kalmamış
insanlığın korkunç aymazlığı
toprağın soluğunu kesen.”
(Susan Bright<d.1945>-Defne Bilir; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 18.10.07)
“Becker nefes almaya çalışırken sendeleyerek ayağa kalktı. Kızın arkasından tökezleyerek ilerledi. Kız
döner kapının ilk bölmesine girdi peşi sıra kumaş çantasını sürükleyerek. Yirmi metre kadar arkasında Becker
sendeleyerek kapıya doğru ilerliyordu kör gözlerle.
‘Bekle!’ Soluğu kesildi. ‘Bekle!’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:263)
“Doktor durdu. Soluk alıp verişlerin arasında küçük fare çığlıkları duyuyor gibiydi. Ancak kıyıda
köşede hiçbir şey kımıldamıyordu. Rieux yatağa doğru gitti. Adam çok yüksekten düşmemişti, omurgaları
dayanmıştı. Tabii ki soluğu kesilmişti. Röntgen gerekiyordu.”
(A. Camus, “Veba”, sa:22-3)
“Biri gülümsemeye görsün, hemen duruveriyorlardı (kadınlar). Kendi kendilerini aşağılıyorlardı.
Tasarılarını erteliyorlar, bacaklarını açıyorlar, zaman yitiriyorlar, ufacık zevkler uğruna ne pazarlıklara
girişiyorlardı! Selam vermek için şapkalarını çıkardıklarında, o denli aşağı indiriyorlardı ki, insanın görüş alanı
kapanıyor ve soluğu kesiliyordu.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:434)
“ ‘... Kör dilenciler, oraya buraya salladıkları bastonlarıyla yollarını bulmaya çabalayan...
Merdivenlerde tökezleyerek ve Sezar’ın ölüsü merdivenlerde, yapayalnız... Oyun körlerle başlıyor, körlerle
bitiyor. Bir süre kimse alkışlamadı. Sanki soluğu kesildi salonda herkesin.’ ”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:51)
“ ‘Önce Portekizceyi deneyerek, ‘Agua’ (su) dedim. Bir yandan da içme işareti yapıyordum. Hiç yanıt
vermedi. Bana, dalgaların sürükleyip sahile attığı ve bir süre sonra soluğu kesilip yenmek üzere kesilecek bir
yunus ya da fokbalığıymışım gibi bakıyordu.’ ”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:7)
“Dağ köyleri güzeldir -bugün, bir dağ selinin kenarına kıvrılıp yatmış, kendi içine kapanmış, dev
akkavaklarla gölgelenmiş Kalkopetria, uğursuz bir şekilde sakin görünüyordu; ama daha yüksekte, kayalık dağ
silsilesinin bayağılığını hafifleten hiçbir insan yapımı bir yer yoktu- oysa Amiandos gibi bir köy gördüğümüz
zaman acıdan neredeyse soluğumuz kesildi. Acemice tıraşlanmış bir dağ yamacına kurulmuştu. Evler, fabrikalar,
kulübeler, lapa lapa kar yağmış gibi bembeyaz toz kaplıydı; nereye baksanız beyaz kar yığınları yükseliyordu,
dağın kımıltısız serin havası asbest tozuyla <Kayalifi, Taşpamuğu; Tremolit’in -bir asetik asit tuzu- değişimi
sonucu oluşan, bükülebilen, ateşe dayanıklı, ipeğe benzer iplikli mineral> kaplıydı.”
(L. Duırrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:156)
“... çok ağır giysileri, paltoları omuzlarımızın üzerinden fırlatıp atarken de yaptım aynı hareketi.
Defalarca, soluğum kesilmiş bir durumdayken, biraz hava almak için pencereleri açarken yaptım bu hareketi,
sonra, umutsuz, öyle kalakaldım.”
(A. Gide, “Batak”, sa :116)
“Vaucluse’de, çoktandır akıyormuşçasına bol su çıkar topraktan; ırmak olup çıkmış, dersin; yeraltından
kaynağına doğru gidilebilir; mağaralardan geçer, karanlığa gömülür. Meşalelerin ışığı titrer, soluğu kesilir
ışıkçağızın; sonra öyle karanlık bir yer vardır ki, hayır, daha ileriye gidemem artık, dersin içinden.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:91)
“Konuşmadan Gérard’ın ardından gidiyorduk. Bulunduğumuz yerin ve mevsimin güzelliğinden
soluğumuz kesilmişti; üstelik bu aşırı bolluğun gizleyebildiği bütün terk edilmişliği ve hüznü içimizde
hissediyorduk.”
(A. Gide, “Isabelle”, sa:5)
“Idaho’nun sözlerinden anladığıma göre, Homer Keyem denen köpek herif için yaşam, kuyruğuna bağlı
bir teneke kutuydu. Korkudan soluğu kesilinceye kadar koştuktan sonra oturup kuyruğundaki tenekeye bakar:
-Mademki çıkarıp atamıyorum, gidip meyhaneciye doldurtayım da birlikte kafaları tütsüleyelim,
derdi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:65)
“Doktor soruya anlamlı bir bakışla karşılık verdi. Jean Valjean:
‘İşler yolunda gitmiyor diye Tanrı’ya haksızlık etmek doğru olmaz,’ dedi.
Bir sessizlik oldu. Bütün soluklar kesildi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:437-8)
“Şans eseri, yürüdükleri sokağın sonunda, okul kitaplarında resimlerini gördüğü ünlü yapılar çıktı
karşılarına. Manzara karşısında soluğu kesildi, ama hemşerisi orayı eliyle işaret etti, o kadar.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:90)
“İyi elbiselerimizi giydik, Metropolit’e çıktık. Zayıf, veremli; çok kötü bir ihtiyardı; konuşurken soluğu
kesiliyor, ama gözleri, yanan kömürler gibi parlıyordu. Masanın üstünde bir İsa heykeli vardı; al yanaklı, iyi
beslenmiş, saçları taranmış bir İsa ve karşıda bir Aya-Sofya taşbasması. Metropolit bize hayretle baktı:
-Ne var, çocuklar? dedi.
Üçümüz birden, cesaret bulalım diye, soluk soluğa bağırdık:
-Büyük bir haksızlık, Muhterem Peder; büyük bir haksızlık oluyor!”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:104)
“Soluğu kesilmişti sanki. Sonra bir çırpıda hepsini okuyup Komutana uzattı gazweteyi. Komutan
gözlerine inanamıyor gibi baktı bir an. Elindeki gazeteyi evirip çevirdi; sonra üç kez üst üste okudu yazılanı.
Karısı: ‘Lorenzo! Ne diyorsun bütün bu olanlara... yanıt ver allahaşkına! Bir şey söyle!’ diye üsteledi.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:44)
“Kadın ona şöyle bir baktı. Bakışlarındaki küçümsemeyi veya bağıran sesindeki aşağılayıcı nefreti
hiçbir sözcük anlatamazdı.
‘Siz erkekler! Ah, sizi gidi pis domuzlar! Topunuz aynısınız! Domuzlar! Domuzlar!’
Doktor Macphail’in soluğu kesildi. Ve o zaman anladı.”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:157)
“ ‘Beni hazırla,’ dedi sarışın adam. ‘Çünkü bugün önemli bir iş için huzura çıkmam gerekiyor; ya Şah’ı
etkileyeceğim, ya da öleceğim.’
‘Bedelini ödeyebilirsen,’ diye cevap verdi Mohini, ‘bir Hükümdardan bile daha cazip kokmanı
sağlarım.’
Yabancının bedenini burunlar için bestelenmiş özel bir senfoniye dönüştüren Mohini, ücretin bir
mohur <altın sikke> olduğunu söyledi… Parmakları arasında beliren üç altın parayı gören Mohini’nin soluğu
kesildi.”
(S. Rushdie, Floransa Büyücüsü”, sa:77)
“Bir yiğitten daha üstün o erkek
Tanrılarla eş benim gözümde
o erkek ki yanında oturabiliyor
sesinin tatlı yankısını,
------------------------------------Birden karşıma çıksan
soluğum kesilir dilim tutulur;
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “nedir gene deli gönlünü çelen”, sa:57)
“Elbiselerimizi kendi askerlerine vermek için almışlardı ve kala kala bize gömleklerimiz kalmıştı; bir
dehastanede yatan hastaların yaz ortasında giydikleri bu keten pantolonlar. Bir süre sonra Tom kalktı, oflaya
puflaya gelip yanıma çöktü.
-Isındın mı?
-Ne gezer, soluğum kesildi.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:16)
“Son günlere dek aklı başındaydı, o saatlerde onu bir an bile yalnız bırakmadım. Elimi, elleri arasında
alıp ‘Bağışla,’ diye mırıldandığında, yağmur camları dövüyordu. Tan yeri ağarmadan az önce solukları kesildi.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:254)
“Pantolonumun önünü açmadan önce çevremi bir kolaçan ettim kimse var mı diye, sonra ensesinden
kıskaç gibi parmaklarımla yakalayıp gözlerinden yaşlar gelinceye, soluğu kesilinceye kadar emdirdim. Bu arada,
‘Baban ne iş yapıyor?’ diye bağırıyordum. ‘Ne iş yapıyor baban ha?’ Koşa koşa kaçarken arkasından bağırdım:
‘Kimseye söylersen canına okurum.’ ”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:15)
“Her şey vardı burada: Özür dileme de, Levin’e güven de, şefkat de, -ince, ürkek bir şefkatti bu - söz
veriş de, umut da, sevgi de. - Bu sevgiye inanmamak elinde değildi Levin’in, mutluluktan soluğu kesiliyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:730)
“Dipteki Taş
Babamım soluğu
yavaş yavaş kesilirken,
sondalar, iğneler
ve oksijen maskesinden kurtulduğundakalp kaslarının kasılıp gevşemesi arasında,
görüntüler fotoğraflar gibi
art arda canlanıyor belleğin sahnesinde.”
(Manuel Ulacia<d.1955>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.01.04)
“Bir gün kızı, Ramiro’nun, küçük beyin -onun deyişiyle Senyorito’nun- odasından soluğu kesilmiş,
kıpkırmızı yüzle çıkarken suçüstü yakaladı. Göz göze geldiler, hizmetçi kız gözlerini kaçırdı.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:84)
“Ne yaparsın, her zaman aynı kolaylıkla katlanılmıyor yalnızlığa: gün oluyor, kurşun gibi çöküyor
üzerime, soluğumu kesiyor. Biraz soluk alabilmek için buraya zor atıyorum kendimi, başlıyorum içmeye.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:9)
Soluğu kokmak : Ağız-diş bakımı yoksunluğundan, içkiden, mide rahatsızlıklarından dolayı nefesi kokmak
Bk.: Nefesi kokmak
“... onu Tanrının günü gizli gizli rakı içen annesinin de ablasının da kendisinden uslanmasından da değil
kendisinden umudu kestikleri küçük halasını daha küçükken soluğu koktuğu rakı koktuğu için sevmezmiş ama
acımış o haline acımak gerektiğini sanırmış ailenin yüzkarası sayıldığı sözü edildiği zaman adının önüne ardına
hep bir zavallı eklendiği için o da acımış ona...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:95)
Soluğunu almak; Soluğu tutulmak; Soluğunu daraltmak (kesmek); Soluğu tutulmak : Gücü tükenmek, zor
nefes aldırmak, güçlük çıkarmak
Bk.: Nefesi daralmak; Nefesini daraltmak
“Pansiyonun asıl havssının nereden geldiği belki belli değildi ama, Effi’nin soluğunu daralttığı kesindi.
Bu maddi neden dolayısıyla genç kadın, oturacak başka bir yer aramak zorunda olduğunu çok çabuk fark etti.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:95)
“Kadının boşluktaki gözleri ağır ağır geldi. Hatçenin üstüne dikildi kaldı. Hatçe şaşırdı. Kıvrandı.
Gözlerin altından kaçmaya çalıştı. Bir şeyler söylemek istedi. Dili diline dolaştı, beceremedi. Sahanı orada,
kadının önünde bırakıp kendisini dışarı attı. Soluğu tutulmuştu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:207)
“Gerçi Fatma ile ile olduğu gibi beraber yatmıyorduk, fakat sabahleyin horozlarla beraber gözlerimi
açtığım dakikada soluğu onun odasında alır, ata biner gibi göğsüne oturarak parmağımla gözkapaklarını
açardım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:12)
“Birkaç gün yavan ekmek yiyip kahve içerek odamdan çıkmadım, ama sonra açlık canıma tak dedi, bir
lokantada aldım soluğu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:55)
“Kurşun geçmez haberini de duyunca Abdi Ağa çılgına döndü. Bir koşu, soluğu Siyasetçinin
dükkanında aldı. Meseleyi söyledi. Hemen, Ankaraya bir tel yazılmasını istedi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:387)
Soluğunu tutmak : Korku ya da heyecandan nefes almamak, endişeyle beklemek
“Ama karşıya baktıkça oradan kendisine ısrarla bakanın bir surat olduğuna daha çok inanıyor. Gerçek
bir surat mı? İmgelemi, karanlık geçitlerde gizlenen, gözleri parlayan, sakallı adamlarla dolu. Bununla birlikte,
bina girişinin zifiri karanlığına adım atarken bir başka varlığı o kadar somut hissediyor ki tüyleri ürperiyor.
Duruyor, soluğunu tutuyor, kulak kabartıyor. Sonra bir kibrit çakıyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:96)
“Yazmak, öyküye başlarken umduğum gibi, yaşamımım geride kalmış, bitmiş bir evresini yeniden
anımsamak değil, tersine, yalnızca sözde mesafe kazanan bir dizi tümceyle, yapmacıklaştırılmasıydı anıların.
Geceleri hala apansız uyanıyor, dehşetten soluğumu tutarak, her an daha da çürüdüğümü hissediyorum.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:71)
“Soluğumu tutuyorum. Kim bu yürüyen? Yoksa, uzaktaki fırtına mı sadece? Havva ile Adem,
neredesiniz? Ekmeğinizi alnınızın teriyle kazanmalıydınız; fakat bu aklınıza gelmiyor. Havva bir fotoğraf
makinesi aşırıyor, Adem de makineyi kollayacağına, buna göz yumuyor.”
(Ö. Von Hovarth, “Allahsız Gençlik”, sa:86)
“MADELEINE - (Yavaş yavaş kaygılanmaya başlayarak.) Düş görüyorsun sen, kulağına sesler
geliyor! (Bu sırada, bu kez daha anlaşılır bir biçimde yeniden ‘Buccinioni’ adı duyulur. MADELEINE yerinde
doğrulur) Tanrım! (AMEDEE’ye.) Sana söylemiştim ben! (İkisi soluklarını tutarak dinlerler, bir ses duyulur.)”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:61)
“Meryem’in oğlu kıvanç içinde soluğunu tuttu, ürkütmek istemiyordu onu; kendi yüreği de güm güm
atarak ona bakarken, kara, kırmızı benekli, iki tüylü kelebek, ona doğru gidip gelmeye başladı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:147)
“Yanına yaklaşarak elini tutu, hafifçe sıktı. Odada yalnızca kadının iniltileri duyuluyordu. Ananias bile,
rahatsız etmemek için soluğunu tutmuştu. Ermişin hareketlerini izleyenler, sanki umutla, son bir umutla dolu bir
akım oluşturmak istercesine, bakışlarını bütün gücüyle ona diktiğini gördüler.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:154)
“Artık herkes olayı biliyordu. Bayanlar soluklarını tutmuş, Octave’ın tepkisini bekliyorlardı. Erkekler
bıyık altından gülüp neşeleniyorlardı. Madam Josserand işaretle Madam Duveyrier’ye endişelenmemesini
bildiriyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:42)
“-Angélique, hasta mısın?
Genç kız, soluğunu tuttu, ses çıkarmadı. Sonsuz bir yalnızlıktan başka istek bulmuyordu, derdine
yalnızca o deva olabilirdi. Bir avuntu, bir okşama, isterse annesinden gelsin, onu incitecekti.”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:II, sa:12)
Soluğu tükenmek, yetmemek : Hastalıktan, fazla koşmaktan ya da çaba sarfetmekten yeterli soluk alamamak,
soluğu kesilmek
“Halk Adamı Charlie
Chaplin İçin Şarkı
VI
-----------------------Ah o önce güvensiz, sonra söylenen
kurtarıcı sözcükler.
Ah o eski soluğu tükenmiş
sözcüklere yeni bir soluk veren
ve yeni sözcükler yaratan insan
sesinin gücü.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 08.01.04)
“O sırada cam gibi sulara birisinin girdiğini görmemişti. Gördüğü kız insan olsaydı, bu zaman içinde
mutlaka boğulmuş olurdu. Kız da onu gördü. Ama, soluğu tükenmişti. Duramıyordu. Fırladı çıktı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:52)
“Nusret: ‘Hayır, hayır, hiçbir şeyim yok!’ diye bağırdı. Sonra birşeyler daha söylemek istedi ama
soluğu yetmedi, sustu. Yapabildiği tek şey olan, küçümseyici, suçlayıvı gözlerle çevresine baktı.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:25-6)
Soluk aldırmamak : Zorluk çıkarmak, adım adım izlemek
“O haziran ayı boyunca Kolya sevdalılara soluk aldırmadı. Onları annesine haber vermekle korkutuyor,
nereye gitseler adım adım izliyor, durmadan yeni armağanlar istiyordu. Aldığı ufak tefek şeyleri az bulduğu için
sonunda cep saati istemeye başladı.”
(A. Çehov, “Korukunç Bir Gece”, sa:26)
Soluk almak; Soluk alıp vermek : Nefes almak; sıkıntılara ara vermek; elindeki fırsatı değerlendirmek için
var hızıyla koşmak; bir yere vasıl olmak; Yaşamak, yaşamın farkına varmak; rahatlamak, dinlenmek
“TUZ VE ACI
---------------Ölme
diye sesleniyordum
dostum, yardım getireceğim
melekler ve deniz tanrısı
suların içinde
yeniden soluk aldıracaklar sana
ölme”
(Rose Auslander<1901-1988>-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.10.07)
“TUTULMA. YANSIMALAR
Sen benim yokluğumdur.
Nerde soluk alsam orada,
buraya dönüş
yolunu tarif eden
bir sözcüğün içine uzanmış buldun beni.”
(P. Auster<d.1947>, “duvar yazısı”, sa:21)
“ ‘Ben Salem’in oğlu veya Ben Salem’in kızı, bunu sana atan söylüyor. Sayesinde soluk aldığın ve
yaşama kavuştuğun adam söylüyor. Sonsuz geçmişten sonsuz geleceğe kadar atamız olan barış ve iyilik
hükümdarının ve kutsal kumrunun iyilikleri, güzellikleri senin olsun...’ ”
(F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:59)
“Önüne geçilemeyen yorgunluk ve sonunda aşk itirafı. Soluk alabilmek - anımsayarak ya da sadakatle
sevmek istiyordum. Ama sürekli olarak içim daralıyor. Seni sürekli olarak şiddetle seviyorum.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:195)
“İçi dolu çantayı öğrenciye verdi ve elini hararetle sıktı. Öğrencinin acelesi vardı, bunca vakit
yitirmesine neden olan işlemlere sövdü. Şaşkınlıktan ağzı bir karış açık kalan Fischerle, yana çekilip ona yol
verdikten sonra soluğu camlı kapıda aldı çocuk.” ..... “Kambur parayı sayarken kadın derin bir soluk aldı ve gene
soluk soluğa ‘Bana, siz Bayan Fischerle misiniz, diye sordu.’ dedi.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:255;274)
“Otuz yılı aşkın bir süre önce İngiltere’ye gittiğimde ve oraya yerleşmeye karar verdiğimde,
Almanca’ya bağlı kalmış oluşumu bir hizmet olarak bile nitelendiremem. Çünkü İngiltere’de Almanca yazmayı
sürdürmüş oluşum, soluk almak ve yürümek kadar doğaldı.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:85)
“Bizi neden ve nasıl büyülediğini bilen yok; fakat zamanla, üstelik pek yakın bir zamanda öğreneceğiz
bunu. Şu an gündüz olduğunu nasıl biliyorsam, Durandarte’nin kollarımda can verdiğini, ölümünden sonra
yüreğini kendi ellerimle çıkardığımı ve bu yüreğin tam bir kilo olduğunu da öyle biliyorum, yemin edebilirim
buna. Doğal bilimlerle uğraşanlara bakarsak, insanın yüreği ne kadar büyükse, o kadar cesur oluyormuş. Fakat
bu şövalye sahiden öldüğü halde nasıl oluyor ara sıra canlıymış gibi soluk alıp veriyor, ah çekiyor, işte bunu
anlamakta zorlanıyorum.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:548)
“Gövdemdeki
Sezmese de kimseler
Besbellidir
Soluk alırken
Seni yinelediğim”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-İkisi”, sa:196)
“Bizimkinin yükü mükü yoktu, gemiden sessizce rıhtıma indi. Devenin ardına düşmesinden korktuğu
için Marsilya’nın içinden hızla geçti. Tarascon’a giden trenin üçüncü mevki vagonlarından birine yerleştikten
sonra rahat bir soluk aldı.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:136)
“O aralık, sanki inadına; benim gibi kokozun cebine üç bin kağıt düşüverdi. Soluğu Mokroye’de aldık;
buradan yirmi beş verst tutar. Çiganlar, çigan kızları, şampanya gırla gitti.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:181)
“-... Léon XIII şiddetli öfkesini bildirdi. Bütün dünya duydu karşı gelişini; bütün hıristiyanlık alemi,
onun Roma’yı terketmekten bahsettiğini duyunca titredi! Roma’yı terketmek dedim!... Bütün bunları önceden de
biliyorsunuz, sayın kontes, bütün bunların acısını çektiniz, siz de benim gibi hatırlarsınız.
Sonra gene devam etti:
-En sonunda Crispi iktidardan düştü. Kilise soluk alacak mıydı artık? 1892 yılının aralık ayında, papa,
bu iki mektubu yazıyordu. Hanımefendi..... Bir ay sonra papa hapsedilmişti.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:69)
“Şöyle bir bakınca meydanda kimsecikler olmadığını gördü. Adam herhalde öteki sokağa sapmıştı.
Belki koşarsam yakalarım, diye düşündü. Koşmak ha! Bir an, ne yaptığını düşündü. Germaine’in kuşkulu
bakışları onu eziyor gibiydi. Bir kasap dükkanının demirine tutunarak biraz soluk aldı.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:213-4)
“Sözde, Hıristiyanların Peygamberi İsa, Romalı vali Pontius Pilate tarafından ölüme mahkum
edildiğinde, sırtında çarmıhla idam meydanına giderken Michop Ader’in kapısında soluk almak için durmuştur.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:82)
“Oysa şimdi ürperiyordu. Eskiden, en derin düşünme anında bile gene de babasının oğluydu; yüksek bir
Brahman’ın, dindar bir kişinin oğluydu. Oysa şimdi yalnız Siddhartha’ydı, uyanmış insandı, bunun dışında bir
hiçti. Derin bir soluk aldı, bir an titredi.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:67)
“AKHİLLEUS’UN ÖLÜMSÜZ ATLARI
------------------------------------------------Acıdı Kronosoğlu böyle görünce onları,
sallayıp başını, dedi kendi yüreğine:
‘Ah, şanssız ikili, neden Kral Peleus’a,
bir ölümlüye verdik ki hep genç
kalacakken, ölümsüzken sizler?
Yakışır mıydı size acılar çekmek
mutsuz ölümlüler gibi? Yoktur çünkü
insan gibi umarsız, soluk alan
canlılar içinde.’ ”
(Homeros <İlyada’dan>, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:96)
“Onlara bakıyor, onları hayranlıkla seyrediyordu. O kadar duygulanmıştı ki, çocukların anası şarkısının
ik mısraı arasında soluk almak için durduğunda, yukarıda okuduğumuzu şu sözü söylemekten kendini
alamamıştı:
‘Pek güzel iki çocuğunuz var madam.’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:250)
“Emine ile uzun müddet omuz omuza dayanıp soluk aldık. Biraz da etrafı dinliyorum. Sürü, kendi
içinden kurbanını verdikten sonra bir zaman sessiz ve hareketsiz kaldı. Hatta Zeynep Kadın bile susmuştu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:194)
“İsa yeniden soluk almak için avluya çıktı. Bu dirilen adam hala hayatla ölüm arasında sendeleyip
duruyordu. Tanrı henüz içindeki çürüklüğü yenememişti.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:447)
“Bir başka iftira. Bu sefer de oğlunu öldürüp yakmışım. Altı yaşındaki oğlunu... Gene mahkemede aldık
soluğu. Anan yahşi baban yahşi, çocuk yok ortalıkta. Allah kuru iftiradan saklasın.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:30)
“Bir yıldan biraz uzun bir sürede, on sekiz konunun altısı kağıt sepetine gitmişti, kendi cenazemle ilgili
olanı da bunların arasındaydı, çünkü rüyadaki gibi bir eğlence havasını vermeyi bir türlü becerememiştim. Buna
karşın, geri kalan öyküler, uzun bir yaşam için soluk almaya başlar gibiydiler.”
(G.G. Marquez, “On İki Gezici Öykü”, Önsöz)
“‘Hem İstanbul’dayız, hem değil gibi. Bir de onun sık sık yurtdışına çıkmak durumunda olması, ilişkiye
soluk alma payı bırakıyor. Kaygılısın biliyorum, ama iyiyiz biz, gerçekten iyiyiz. Şaka maka üç yılı geçtik, epey
fırtına bora atlattık, artık derede boğulmayız. Ancak okyanus ayırır bizi.’ ”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:443)
“Hayatın, sokakların ve eşyaların yoksulluğunu gecenin karanlığı sanki örtecek ve hepimiz ev içlerinde,
odalarda, yataklarda soluk alıp verirken, İstanbul’un artık çok uzaklarda kalmış eski zenginliğinden, kaybolmuş
yapılarından ve efsanelerinden yapılmış rüyalarla, hayallerle haşır neşir olacağız gibi hissederim.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:40-1)
“BİRİNCİ HAMMAL - Sinirlenme hanım, her şey yolunda.
FTATATITA (Soluk soluğa.) - Her şey yolunda mı? Yüreğim ağzıma geldi. (Soluyarak böğrünü
tutar.)”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:97)
“Son kanala geldiklerinde, Ludovic kalası telaşla çekti:
‘Şimdi biraz soluk alalım,’ dedi. ‘O jandarma köpeği Ekselanslarına ulaşmak için iki fersahtan çok yol
tepmek zorundadır.’ Sonra da Fabrice’in yüzüne bakarak: ‘Sapsarı olmuşsunuz,’ dedi. ‘Bereket versin ki küçük içki
şişesini unutmadım.’
‘Aman bu kimya gibi tam zamanında yetişti: Kalçamdaki yara sızlamaya başlıyor. Zaten köprünün ucundaki
polis bürosunda pek korkmuştum.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:230)
“Endişeli kadın soluk aldı. ‘Gerçi yeniden para gidecek ama, gene de size teşekkür ederim,’ dedi.”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:19)
“-Vallah suç benim değil!..
-Üstüne mi saldırdı yoksa?
-Aşağı yukarı...
-Geç otur öyleyse... Biraz soluk al, anlat! Sende haber çok gibi... Demek sen kendi halinde uslu uslu
dururken..... bu azgın paşa kızı... apansız üstüne saldırıp...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:153)
“Köyün ana yoluna çıktım, tramvay istasyonunda durup sigara aldım, sonra da kentler arası yola çıktım.
Daha derin bir soluk almak, denizi görmek istiyordum.”
(S. Tamaro, “Anima Mundi”, sa:47)
“Hiçbir şey düşünmüyorlar şimdi. Yorgun. Düşünceleri kağıt gibi, deniz gibi. Bahçe kapısına
vardıklarında bas bas bağırdı Can:
-Anne! Anne! Anne! Anne! Baba oğul bahçede soluk aldılar.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:19)
“Darya Aleksandrovna oturdu. Stepan Arkadyeviç onun nasıl derin derin soluk aldığını duyuyor, içi
sızlıyordu. Karısı bir şey söylemek için ağzını birkaç kere açacak olmuş, ama sesi çıkmamıştı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:23)
“ ‘Oyunu kazandım,’ dedi Jinny. ‘Şimdi sıra sende. Kendimi yere atıp bir soluk alayım. Tıkandım
koşmaktan, utkudan. Bedenimdeki her şey inceldi sanki koşmaktan, utkudan. Hızlı hızlı atan, kaburgalarıma
çarpan kanım parlak kırmızı olmalı.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:34)
“Ne yaparsın, her zaman aynı kolaylıkla katlanılmıyor yalnızlığa: gün oluyor, kurşun gibi çöküyor
üzerime, soluğumu kesiyor. Biraz soluk alabilmek için buraya zor atıyorum kendimi, başlıyorum içmeye.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:9)
“Çiftlik binaları, güneyden kuzeye, tarlanın üst başına doğru çıkmakta olan Jean’ın tam karşısında, iki
kilometre uzakta idi. Çizinin sonuna varınca, Jean başını kaldırdı, dalgın dalgın baktı, bir dakika soluk aldı.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:3)
“A
II
Celia ve Paul için
---------------------Onurlandırılmış, yüreğinde ölümden başka
bir şey yok, gitBen, toz-kaldır kenarını büyütülmüş dünyanın
Kenarını ki hiçbir şey bırakamaz; git soluk almışken
Yüzleş oğlumla, söyle: ‘Eğer baban gücendirdiyse seni
Sesiz bilgelikle,’ bitirmedi sözlerim
Onun ikinci cennetini”
(Louis Zukofsky<1904-1978>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.07.03)
Soluk almamak, alamamak : Nefes alma yeteneğin yitirmek; Korkudan ya da aşırı hareketten, koşmaktan bir
an için nefesi kesilmek
“PNOMOKONYOZ
Bu Toz’dur:
kara elmas tozu.
------------------------Gördüm öz kardeşimi: doğruluyor,
ölüyor korkudan, zorlukla soluyor
daha kötü oltanın ucundaki
bir sazandan, havada soluk alamayan.
Her soluğu sonuncusuydu onun.”
(Duncan Bush<d.1946>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.09.07)
“O gün kaymakama mızıkacılar:
‘Aman, bu sıcakta gitmeyelim. Bu cehennem havasında doğru soluk alamıyoruz. Nerde kaldı ki, zortzarta soluk yetişelim,’ dedilerse de, kaymakamın dediği dedik, koduğu koduktu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:69)
“Yanında hiç değilse bir saat olsun kalmaya karar vermiştim. Gözlerinin altındaki deri tümüyle
pörsümüştü, yüzüne serpiştirilen takdis suyu damlacıkları hala orada burada göze çarpıyordu. Karnı, aldığı
haplardan biraz şişkindi. Yine de soluk alıp almadığını görmek için göğsüne kavuşturulmuş ellerini az ötede
gözümü diktiğim bir noktayla karşılaştırdım.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:70)
Soluklanmak : Dinlenerek nefes almak, derin derin soluk almak, hızlanmış solunumu dinlenmekle normale
döndürmek; Dinlenmek
“Berta hala aynı yerde oturuyordu.
-‘Bu ne telaş böyle,’ dedi. ‘Biraz yanıma otur da soluklan.’ ”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:56)
“ANTONIO (Dikkatlice hareket ederek.) - Rosa.. Kimse yok mu? (Teker teker diğer odalara da bakar.)
Çok iyi.. Hepsi gitmişler. Belki birkaç dakikalığına soluklanabilirim.”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:50)
“Bunun üzerine biraz soluklanıyor ve sanki iğrenç bir hayal görüyormuş gibi duvara dönüyordu. Sonra
da sitem, acı, nefret, tiksinti ve gerçek bir umutsuzlukla daha yüksek bir sesle:
‘Ben suya yansıyan bu hayalde budalalıktan, kötülükten ve gösterişten başka bir şey görmüyorum,’
dedi.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:90)
“AMEDEE - (Dipteki pencerenin önüne gelmiştir; ölünün ayaklarını pencerenin pervazına koyar,
soluklanmak için durur, alnının terini siler.) Uf!
MADELEINE - Uf!
AMEDEE - Daha da bitmedi. Ama, hakkından geleceğiz.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:114)
“Kont, gösterilen yere yavaşça oturdu, biraz soluklanmak istedi; çok heyecanlanmıştı. Evet, gerçekten
de göğsünden kurşunlanmış olarak P...’ye getirilmişti. Aylarca ölümle pençeleşmiş, yaşamından umut
kesilmişti.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:23)
“Dişi Aslan
Dişi aslan sana olan aşkım, kumral dişi aslan
pırıl pırıl derisi, altın rengi gözleriyle.
Hep benimle yürür;
soluklanmak için oturduğumda uzanır yanıma
yüzünü bacağıma yaslar, sadık bir köpek gibi.”
(Barbara Korun<d.1963>-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.01.08)
“Karanlıkta, biraz soluklanmak için duvara yaslanıyor; sonra, kapının yanındaki elektrik düğmesini el
yordamıyla bularak ışığı yakıyor. Burası küçücük bir malzeme odası: bir elektrikli süpürge, normal süpürgeler,
temizlik bezleri.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:156)
“Uzak akraba evlerinden de eli boş döndü. Aldığı cevaplar birbrinin aynıydı. Sokak arasındaki
kahvelerin birinde soluklanmak istedi.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:49)
“Oysa, bizim kuşaklar, ne yaptılarsa, İmparatorluk bu uçuruma yuvarlanmasın diye yapmışlardı. -Biraz
soluklandı:
-Babanızı Jöntürk’lere katılmadığı için suçluyorsunuz. Katılsaydı da en ileri gelenlerden olsaydı...
Sonu neye varırdı bilir msiniz? Kurtarmak istediği imparatorluğu batıranlardan biri sayılacaktı.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:215)
Soluk soluğa (kalmak, olmak) : Soluğu kesilmek,.nefes nefese olmak.
“DURMA ORDA
-------------------Nasıl unutmalı? Sarsılarak çıktı
Ağzı acıyla çarpık
Koştum dokunmadan korkuluğa
Kapıda eriştim anca.
Soluk soluğa seslendim: ‘Tüm bunlar geçici
Bir eğlence; bırakırsan ölürüm.’
Gülümsedi, sonra, rahat, çıldırtıcı
‘Hadi, dedi, durma orda, üşüyeceksin.’ ”
(A. Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:19)
“Arzusuna uyarak, kollarımı boynuna doladım. O, en uygun zamanı seçti; kanatlar iyice açılınca,
Lucifer’in tüylü kaburgalarını yakaladı; sonra da tüyden tüye geçerek, sık tüylerle kaplı deriyle buz tabakası
arasında girdi. Uyluğun kalça ile birleştiği noktaya geldiğimizde, rehberim başı ayaklarının olduğu yere gelecek
şekilde zorlukla ve soluk soluğa döndü ve yukarı çıkan bir kimse gibi, tüylere yapıştı.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:348)
“... büyük bir yelken gibi rüzgarla dalga dalga kabararak çırpınan çadırın girişine asılmış deri örtüden
içeri sızan serinliğin çıplak bedenlerimize dokunduğunu hissederek, şarap, hurma, tarçıkn kokuları arasında
soluk soluğa ter içinde; çığlıklarla, her dokunuşla kendimşzden geçerek saatlerce çılgınca seviştikten sonra o
çölden nasıl ayrılacağımızı hiçbirimiz kestiremeyiz.”
(A. Altan, “İçimizde Bir Yer”, sa:90-1)
“Der demez içerden birtakım bağrışmalar geldi. Ne dediklerini anlamıyordum. Bir sessizlik oldu.
Apoletli kadın alı al moru mor çıktı ve bana işaret etti. Girdim. Yarı bellerine kadar çıplak iki adam, oda
büyüklüğünde bir masanın üstünden, soluk soluğa bana bakıyorlardı.”
(M.C. Anday, “isa’nın güncesi”, sa:99)
“Anamın babası kasaptı. Çok kıskançmış gençliğinde; dükkanda et doğrarken aklına karısı geldi mi
‘Dönerim şimdi’ dermiş çırağa, sokağa fırlarmış önünde önlük, elinde satır. Kapıya yüklenip soluk soluğa
girermiş avluya.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:99)
“Sonunda çukurun kenarına yaklaşıp da dışarıdaki adam sağ elini yakalayarak onu yukarıya çektiği
zaman, Brick soluk soluğa ve kendisinden tiksinir bir halde toprağa seriliyor. Bu beceriksizliği yüzünden alay
konusu olmayı beklerken, bir mucize oluyor ve adam aşağılayıcı hiçbir şey söylemiyor.”
(P. Auster, “Karanlıktaki Adam”, sa:16)
“Saçları darmadağan olmuştu, yüzünü doğaüstü bir coşkunluk alevlendirmişti, gözleri parlıyordu, aşkla
sarhoş bir delikanlı gibi soluk soluğaydı. Bağırırcasına:
-Bu kadar güzel bir şey görceğinizi ummuyordunuz, değil mi? dedi. Önünüzde bir kadın var, sizse bir
resim arıyorsunuz.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt”, sa:46)
“YIKIM
--------Sürer beni, Tanrı’nın gözünden uzak, böyle
Hep soluk soluğa, yorgunluktan bitkin öyle,
Issız, derin Sıkıntı ovaları içinde.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:207)
“Arası çok geçmeden özel uşağım soluk soluğa girdi içeri, kapının eşiğinde yere kapanıp, halinde bir
bağlılık ifadesiyle: ‘Majesteleri!’ diye fısıldadı, ‘Bir vakit sigara içtiklerini Başbakan’a çıtlattığım için ben
kulunu af buyurunuz!’ ”
(H. Böll, “Cüce ile Bebek-Genç Bir Kralın Anıları”, sa:63)
“Binanın diğer ucundaki Langdon ile Sienna, tavan arasından soluk soluğa inip bir kapıdan geçtiler.
Birkaç saniye içinde Langdon, kırmızı bir perdenin ardına gizlenmiş küçük nişi <kovuk, yuva> bulmuştu. Burayı
‘gizli geçitler’ turundan hatırlıyordu. Atina Dükü Merdivenleri.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:263)
“Susan Fletcher’i gördüğü rüyadan uyandıran şey telefonun sesiydi. Soluk soluğa yatakta doğruldu ve el
yordamıyla ahizeyi arayıp buldu. ‘Alo?’
‘Susan, Ben David. Uyandırdım mı?’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:2)
“ ‘Çağrışım yapıyor mu?’ diye sormuştu birisi soluk soluğa, ‘Mona Lisa... tanrı aşkına,’ demişti.
Langdon başını sallamıştı. ‘Beyler, Mona Lisa’nın sadece yüzü androjen olmakla kalmaz, ismi de
erkek ile dişinin ilahi birleşiminin bir anagramıdır. Ve işte bu dostlarım, Da Vinci’nin küçük sırrıı ve Mona
Lisa’nın bilmiş gülümsemesinin nedenidir.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:137)
“Kurşuniler giyinmiş, sevimli bir yaşlı kadın göründü. Kollarını açarak ona doğru ilerledi.
-Gel yavrum.
Şakayık, soluk soluğa:
-Tehlikedeyim, dedi.
Başrahibe:
-Burada Tanrılar bizi bütün insanlara karşı korurlar, dedi.”
(P.S. Buck, “Şakayık”, sa:304)
“Sağda, şakağınızı dayamış olduğunuz buz gibi camdan ve biraz önce önünden naylon kapişonlu bir
kadının soluk soluğa geçtiğini yarı aralık koridor penceresinden, kurşuni gökyüzünde belli belirsiz çizgileriyle
ortaya çıkan peron saati ilişiyor gözünüze, minik saniye yelkovanı kesik kesik sıçramalarla dönmekte, tam sekizi
sekiz geçiyor, yani trenin kalkmasına tam iki dakika var...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:17)
“O anda, ansızın beni karşılayan harika sessizliğin ortasında oturuverince, kendimi özgürlüğüme
kavuşmuş hissettim. Öncelikle, soluk soluğa geçen şu günlerden, yaşamımı eğemenliği altına alan o güçten, bu
berbat kargaşadan kurtulmuş hissettim.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:115)
“Yumruklar yeniyor, atılıyor ve boğuk soluk soluğa birçok seste çınlıyor öylesine seçim yapmış olan
seyirciler kararlarından şimdi inatla dönmüyorlar, tutkunlaşıyorlar. ‘Arkadaşım haydi denizci, yen şunu’ diye
bağırışan.”
(A. Camus, “Yaz”, sa:19)
“ ‘Ne?’ diye haykıırdı Kien, ‘Bir de edepsizleşmeye kalkıyorsun, öyle mi?’ Çocuk onunla alay etmeye
başlamıştı. Öfkesinden neredeyse kendini yitiren Kien ona birkaç tekme savurdu, soluk soluğa saçlarından
yakalayıp havaya kaldırdı, kemikli elleriyle iki üç tokat indirip bir yana fırlattı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:76)
“Kırmızı entarili kız, kan ter içinde, soluk soluğa oğlanların yanından sürtünür gibi geçti bir kez daha.
Oğlanlar farkına varmadılar.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:87)
“Bir kolumla sarılıp çakıl taşlı bayırı çıkmasına yardım ediyorum. O uzun namlulu eski model
tüfeklerden üç tane sayıyorum; bunların dışında iyi bildiğim küçük yayları var. Tepeye ulaşınca biraz geri
çekiliyorlar.
‘Onları görebiliyor musun?’ diyorum soluk soluğa.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:95)
“Ama nasıl sorarım size, gece gündüz üstümde sürünen, boğulan ve soluk soluğa kalan, tırmalayan ve
itip kakan, beni vahyin derinliklerine, daha derinlerine çeken sıçanlar, köpekler ve kaplumbağalarla yaşayıp
yaşayamayacağımı?”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:253)
“ ‘Sikas mı?’ diye soruyor David. ‘Ben onların yasak olduğunu sanıyordum.’
‘Ormandan kazıp çıkarmak yasak. Ben onları tohumdan üretiyorum. Sana göstereyim.’
Yürümeye devam ediyorlar. Genç köpekler kurtulmak için kayışlarını çekiştiriyorlar, dişi köpekse
soluk soluğa arkadan geliyor.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:83)
“SORİN - Gözler... ağlamaktan kızarmışlar belli ki... Yok, yok! İyi bir şey değil bu.
NİNA - Öyle... Nasıl soluk soluğayım baksanıza. Yarım saat sonra da döneceğim, acele etmem gerek.
Yok, yok ne olur bırakın gideyim... Babam burada olduğumu bilmiyor.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:31)
“Bir akşam dua sırasında, kiliseye büyük bir coşku içinde geldi. Kıpkırmızı ve soluk soluğaydı.
Kukuletası çarpılmıştı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:79)
“Tam hızla alanı geçeceğim sırada, çırağıyla birlikte ilanı okumakta olan demirci Wachter, bana
seslendi:
-Hey küçük, o kadar ecele etme. Nasıl olsa okuluna yetişirsin.
Benimle alay ediyor sandım ve soluk soluğa M. Hamel’in küçük avlusuna daldım.”
(A. Daudet, “Pazartesi Öyküleri-Son Ders”, Cilt:I, sa:13)
“Şimdi elleri ceplerinde, Tarascon’a gitmeye hazırlanıyor. Tam kaptanın sandalına bindiği sırada,
alandan soluk soluğa bir hayvan iniyor ve kendisine doğru dört nala koşuyor. Deve bu, tam yirmi dört saatten
beri Cezayir’de efendisini arayan sadık deve.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:134)
“İvanoviç, hırsızın peşinden koştu, on dakika sonra soluk soluğa eli boş döndü. Adam kaçıp
kurtulmuştu.
-Eh tutamadık, Astafiy İnavoviç. İyi ki kaput bize kaldı, bu da iyi. Yoksa hırsız bizi tümüyle şapa
oturtacaktı!”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:74)
“Yaşlı adam soluk soluğa sustu. Belki de yıllardır kör olmasına karşın, kötülüklerini kınadığı resimleri
hala anımsayan belleğinin canlılığına hayranlık duydum. Onları böylesine tutkuyla hala betimleyebildiğine göre,
onları gördüğü zaman o resimlerin onu kışkırtmış olmasından kuşkulandım.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:126)
“ ‘Korkmayın, dönebilirsiniz,’ dedi Simina; eliyle öteki tarafı işaret etti. ‘Siz erkeksiniz, korkmazsınız...
benim gibi,’ derken gözlerini yere eğdi.
Sonra birden eve doğru yürümeye başladı. Egor, dişleri birbirine kenetlenmiş, soluk soluğa onu
izledi.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:38)
“Bitkin düşüyor, soluk soluğa, kımıltısız kalıyor, alçak sesle hıçkırıyor, gözünden yaşlar akıyordu.
Emma bu bunalımları geçirdiği sırada, içeriye giren hizmetçi : ‘Ne diye bunu beyefendiye söylemiyorsunuz?’
diyordu. Emma:
‘Sinirden oluyor, bir şey söyleme, üzersin onu,’ diye yanıt veriyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:122)
“Gene kahveler... Ey Mağrip kahveleri! - Bazı bazı bir ozan öyküücü uzun uzun bir öykü anlatır.....
Ama seni hiçbiriyle bir tutmam elbet, sessizlik ve gün-sonları yeri, Bab el Derb’in küçücük kahvesi, toprak
kulübe, Vaha’nın ucundaki, öyle ya, az ötede çöl başlıyordu - ben buradan, soluk soluğa geçen bir günden sonra,
durgun bir gecenin indiğini görürdüm.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:102-3)
“Arıza giderilmişti; adam arabaya binmemi işaret etti, hareket ettik. At, yokuşlarda soluk soluğa kalıp
ıklıyor, inişlerde sürçüyor; arada bir, birden, olmadık yerde duruyordu. At gene durmuştu.”
(A. Gide, “Isabelle”, sa:12)
“RUH - Beni görmek, sesimi işitmek ve yüzüme bakmak için soluk soluğa yalvarıyordun. Bu şiddetli
ve candan yalvarışına dayanamadım ve işte geldim!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:29)
“Müjgan, soluk soluğa kendini kurtarmaya çalışıyor, debeleniyordu:
-Bırak beni, dedi... Üstümü başımı yırtacaksın. Yoldan görecekler, rezil olacağız. Allah aşkına yapma!
diye yalvarıyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:68)
“Bir sabah Ayşe kız bana seyirtti, soluk soluğa:
‘Elifbemi çaldılar,’ dedi.
‘Kimden şüpheleniyorsun?’ dedim.
‘O Esma Dudu’nun kara eniği Amet’ten’ dedi.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:199)
“MAGGIE - Üç kahve...
LORENCOVA - Tamam.
MAGGIE (Soldan çıkar. Kısa bir ara olur. FOUSTKA, arka kapıdan hızla girer. Sırtında siyah bir
kazak, ayağında siyah bir pantolon, elinde bir evrak çantası vardır. Biraz soluk soluğadır.)”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:26)
“Bir akşam güneş battıktan sonra, sınır bekçileri yemek molası için durdular. O gün uzun bir yol
gitmişlerdi. Atlar, üstlerinde eyerleriyle soluk soluğa bekliyorlardı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:9-10)
“Madam Magloire ufak tefek, beyaz, tombul ve yaşlıydı. Hiç boş durmaz, bir yandan yaptığı işler, öte
yandan astımı yüzünden her zaman soluk soluğa dolaşırdı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:19)
“Fakat bıçak, adamın yalnız yeleğini yırtmıştı yukarıdan aşağı... Kumaş ve astar ikiye ayrılmıştı. Bu
kez, adam yeleğinin iki yönü havada dalgalanarak acı içinde nereye gittiğini bilmeden koşuyordu. Soluk soluğa
kalmıştı. Artık Codine adamının giysisini değil, bel kemiğini deşecekti.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:47)
“Bir pazar günü öğleden sonraydı. Tüm kapıların önüne insanlar yığılmıştı, soluk soluğaydılar. Çoğu
bağırıyordu:
-Bravo Marco!
-Öp ustanın elini, Miyu!”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:59-60)
“Nihat Bey konyağı tazelemek üzere içeriye geçtiğinde, şuursuzca yerimden fırladım, balkona açılan
odada, tozlu sephaya bırakılmış küçük tahta kutuyu kapıp, soluk soluğa el çantasına sakladım. Eski ki, cilası
ağarmış bir tahta kutu ama, onun tuttuğu, onun kullandığı gizemli bir nesne...”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:81-2)
“Seniha’nın büyükbabası, bir zamanlar kendi torunlarına karşı derin sevgiyi şimdi kızkardeşinin torunu
yanında hissediyordu veSeniha’nın sevdalısı da büyük dayısında aynı derdi, aynı sessiz ıstırabı çeken insanı
buluyordu. Seniha’dan hiç bahsetmiyorlardı, fakat, ikisinin de gözleri onu söylüyor, ikisi de soluk soluğa aynı
gam yokuşunu tırmanıyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:137)
“Müşfik hala kucağımda memesimi emiyordu, süt gelmiyordu atık, oğlum ağlamağa başladı, ben
kaçıyordum o kadın kovalıyordu, oğlumun ağlaması ile kadının gülmesi birbirine karıştı, o zaman uzaktan
annemi gördüm, kollarını açmıştı, bana gel koş yoruldu o kesildi artık yetişemeyecek sana diyordu, soluk soluğa
tepeye tırmanıyordum...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:81)
“İyi elbiselerimizi giydik, Metropolit’e çıktık. Zayıf, veremli; çok kötü bir ihtiyardı; konuşurken soluğu
kesiliyor, ama gözleri, yanan kömürler gibi parlıyordu. Masanın üstünde bir İsa heykeli vardı; al yanaklı, iyi
beslenmiş, saçları taranmış bir İsa ve karşıda bir Aya-Sofya taşbasması. Metropolit bize hayretle baktı:
-Ne var, çocuklar? dedi.
Üçümüz birden, cesaret bulalım diye, soluk soluğa bağırdık:
-Büyük bir haksızlık, Muhterem Peder; büyük bir haksızlık oluyor!”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:104)
“Ama uçup gitmeden başı ağırlaştı, yeniden derin uykusuna daldı. Dağ eskisi gibi kayalaştı, bulutlar ete
kemiğe bürünerek katılaştı. Soluk soluğa kalmış birinin sesi geliyordu, derken hızlı yürüyen birinin ayak sesleri
duyuldu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:11)
“Kedi mırıldanır, Poyraz Musa da dalmış gitmişken üç adım ilerden ayak sesleri duyuldu. Zeytinin
gövdesinden üstlerine sıcak bir soluk aktı, yüreği hop etti, belinden tabancasını çekti, karartıya doğrulttu, tam bu
sırada da burunlarının ucundan büyücek bir kuş parladı gitti. Kanat şapırtısı fırtınanın uğultusunu bastırdı.
Karartının ödü patlamış olacak ki, paldır küldür düşe kalka ılgınların dışına çıktı. Soluk soluğaydı, soluğu zeytin
ağacının altından duyuluyordu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1, Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:169)
“Efe ilk olarak yaralanıyordu. Yaranın acısını ilk olarak çekiyordu.
‘Yürürüm,’ dedi. ‘Yürümeliyim.’..... Yürümeye çalıştı. Bir zaman dişini sıkıp yürüdü de. Sonra durdu,
soluk aldı. Hacı işi anladı. ‘Efem,’ dedi, ‘iznin olursa seni sırtıma al

Benzer belgeler

Joan Steinbeck: Yukarı Mahalle

Joan Steinbeck: Yukarı Mahalle battaniyelerin altına sizin için serilecek çarşafların hiç kirlenmeyeceğini düşünüyordunuz, nitekim kirlenmeyecek, ara kapı sabaha dek açık kalacak çünkü... sadece sabahleyin, orda yattınız sanılsı...

Detaylı