2. Mücahit Özden Hun

Transkript

2. Mücahit Özden Hun
Mücahit Hun
MÜCAHİT ÖZDEN HUN
Mühendislik formasyonuyla yoğrulmuş
birisiyim. Edebiyata ve yazı sanatına, mesleğimin
izin verdiği kadarıyla yakın olmuş, ilgi duymuştum.
Bu yüzden bir kitap yazma projesi önüme çıkınca,
içimi bir korku almamıştı değil hani: Acaba bu işin
altından kalkabilecek miydim? (20 yıl Türkçe’yi
konuşma, yazma ve okumadan uzak kalışım tabii
çabası)
Yazı tekniğini geliştirmek için özel dersler
almaya ne zamanım ne de isteğim vardı. Bu işe
kendi elimle bir yerden başlamalıydım. Tanınmış
bir Fransız yazar, “Hatırlamak için en kolayı fakat yazı diline dökülünce en
zoru bir insanın kendi hayat hikayesidir” der. Bu sözü kendime rehber edinip,
çocukluk yıllarımdan kesitleri kaleme aldım.
Aşağıda okuyacağınız yazının tamamı, “Iğdır Sevdası”nı yazmaya
başlamadan önce kaleme alınmıştır. Eğer bu yazı denemesi olmasaydı kitap
yazma girişimim hayata geçmeyebilirdi. Bu yüzden aşağıdaki yazı serisini
kendi kendime vefa borcum nedeniyle yayınlamaya karar verdim. Umarım
ilginizi çeker.
BABAM VE USTAM
Baba, kim?
Herkesin gönlündeki baba tanımı farklıdır; herkes için aynı duygu ve
sevgiyi uyandırmaz.
Benim için babam kimdi?
Böyle düşündüğüm zaman babamı bana anlatan olayların ne kadar
sınırlı olduğu gerçeğiyle sarsılıyorum. Bunun birçok nedeni var:
Babam ev ortamında, erişilmesi zor bir insan gibi hareket eder, kendisini ev halkından ve özellikle çocuklardan uzak tutardı. Evdeki kararlara
müdahale etmezdi. Onun gerçek ve özlediği dünya, evin dışındaydı. Ev onun
için hareketli bir günün sonunda, yorgun zihnini ve bedenini dinlendirebileceği bir mekan, yarının planlarını sakin sakin gözden geçirebileceği bir zaman
dilimiydi. Biz çocuklara hiç zamanı yoktu.
Evdeki bu sosyal kopukluk yetmezmiş gibi on beş yaşımda lise öğrenimim için Türkiye’nin diğer ucuna İstanbul’a gittim. Babamla çok daha seyrek görüşüyor ve zamanla onun fiziki ve sosyal varlığından uzaklaşıyordum.
Baba fikri ve düşüncesi yüreğimde ve beynimde ütopik bir şekil alıyordu.
92
Iğdır Sevdası
Artık O benim için mistik bir kavramdı. Başka ve uzak bir gezegenin bize
gönderdiği bir misyoner gibiydi.
Babamla ilgili bu muamma vefatına kadar devam etti. Onunla hiçbir
zaman senli benli olamadım. O’nun düşlerini, kaygılarını, sevgi ve duygularını paylaşamadım. O’nun ani ölümüyle baba ve oğul arasında hep yarına
ertelenen gerçek buluşma hayali de yarıda kalmıştı.
Kırk yıllık bir zaman sürecinde babamı ne kadar kendi duyularımla
tanıdım diye kendi kendimi sorguladığımda bir film şeridinin kareleri gibi
birbirinden ayrı ve kopuk olaylar yığını ile karşılaşıyorum. Bu her bir kare
onun bir özelliğini ve karakterini ön plana çıkarıyor. Birbirinden kopuk her
film şeridinde, bana ve düşlerime yön veren bir büyük ustanın izlerini yakalıyorum.
Kendimi ve kimliğimi borçlu olduğum babamı bana anlatan bu film
karelerinden birkaçını sizlerle paylaşmak istedim
Baba Evi
Iğdır’ın eski yerleşim yeri İğdırmava’ya uzanan yol, çatal gibi ikiye
ayrılır. Tam o noktada, etrafı iki metre yüksekliğinde killi topraktan bir duvarla çevrili bahçe içinde Bağır Aras’ın iki katlı evi vardır. Bu evin arka bahçeye
bakan odalarından birinde dünyaya gelmişim. Babam o yıllar grafiği hızla
yükselen bir politikacıymış.
Bağır Aras’ın evi büyük bir bahçe içinde toprak
briketten, iki katlı uzun bir
dikdörtgen bine şeklinde inşa
edilmişti. Bu binanın arka ve
ön bahçesindeki ahşap ve hep
yeşile boyalı merdivenler dört
ayrı bölüme açılırdı. Babam
arka bahçeye açılan, “daire”lerden birisini kiralamış; bu
Doğduğum Ev
arada kendi evini yaptırtmak
1952-59 yılları arasında Mecit Hun, Bağır Aras’ın
için de kolları sıvamıştı.
yukarda görülen evinde kirada oturur.
Babam, çocukluğunun geçtiği Baharlı Mahallesine tutkunmuş. Bir yandan ağabeyi Hamit’e ve
onunu oturduğu baba evine yakın olmak, diğer yandan dallanmış budaklanmış
akrabalarının orta yerinde kendini güven içinde hissetmek arzusuyla Baharlı
Mahallesinde 2-3 dönümlük bir arazi satın almış; 1960 yılının ilkbaharında
arazinin yola yakın ucunda, annemin yıllarca övünç payı çıkartarak tekrarladığı “altınlarımı bozdurup de yaptırdığım ” dediği evin inşaatını başlatmıştı.
93
Mücahit Hun
Yapı malzemesi olarak tamamen taşların kullanıldığı, ön cephesinin
Ermeni taş evlerini hatırlatan bir dizaynla süslendiği düz damlı bu ev 1961
yılında tamamlanır.
Evin ön cephesi küçük bir balkona açılır.
İçeri girildiğinde uzun bir hol ve buraya açılan
sağlı sollu kapılar eve tam bir simetri havası verir.
Sağdaki tek kapı “Misafir Odası” dediğimiz geniş
ve uzunca salona tam ortasından girer.
Sol tarafta iki kapı vardır. Birincisi, “Babamın Odası” dediğimiz “kutsal” mekana; ikincisi, biz çocukların ve ev ahalisinin, babaannemize
atfen “Fatma Nenemin Odası” diye adlandırdığımız ve bütün günlük aktivitenin yer aldığı diğer bir odaya açılırdı.
Bu oda gündüzleri oturma odası, mutfak; akşamları yatak odası; haftanın belirli günleri de banyo odası olarak ailenin tüm yükünü taşırdı.
Bu emektar oda on yıl boyunca çocukluk yıllarımın bütün hayallerini
ve enerjisini kucaklamış, sıcak aile yuvası özleminin doğduğu yer olmuştu.
Belleğimdeki İlk Baba.
Hangi yıl hangi mevsim bilmiyorum. 2-4 yaşları arasında olmalıyım.
Evin içinde bir odada mı yoksa bahçede bir yerde mi?... Çok kalabalık var..
Babam ve tanımadığım insanlar yere bağdaş kurmuş şark zevkine uygun arkalarını uzun minderlere dayamış zevkle bir ‘köse oyunu’ izliyorlar..
“Köse oyunu” üç veya daha çok erkek tarafından oynanır. Erkeklerden birisi koca (köse) diğerleri de kadın kılığına girmiş sözde karılarıdır.
Birlikte ağızlarından garip sesler çıkararak dans ederlerken köse birden bire
boylu boyunca yere uzanır ve ‘öldüm’ der. Karıları onu yerde çekiştirirler
‘Bana ne veriyorsun ay koca?’ diye sorarak miras hakkı isterler. Çaresiz kalan
köse malını mülkünü ‘Sana eşeğimi, sana evimi, sana paramı’ diyerekten paylaştırır. Kadınlar hisselerinden hoşnut kalmazlar; oracıkta kavgaya tutuşurlar.
O sırada köse canlanır, ayağa kalkar ve kendi yokluğunda mal mülk peşine
düşmüş karılarını azarlar. Kendisi için içten gözyaşları döken küçük karısı
dışındakileri boşar.
Kösenin bağırarak şiddetli bir şekilde kendisini yere atması ve
sözde karılarının ellerini başlarına götürüp bağırarak ağıt tutması beni çok
korkutmuş olacak ki yavaşça babama sokuldum. Yardım ister gibi ona ve
diğerlerine baktım. Babam benim korkumu azaltmak için sağ elini başımın
üzerine yavaşça yerleştirdi, sıcaklığını hala hissettiğim parmaklarını alnımda
gezdirdi. Babamın bu sihirli elleri tüm hayatım boyunca sadece iki kez beni
94
Iğdır Sevdası
teselli etmek için saçlarıma ve alnıma konacaktı. Bu ilkiydi. Babamı ilk böyle
hatırlıyorum.
“Kutsal” Baba
Babamız bizim için tam anlamıyla kutsal ve erişilmez bir insandı.
Aynı evde birlikte oturuyorduk fakat O meditasyona oturan bir Budist bilge
gibi odasına kapanır, kitaplarını ve gazetelerini okur, bazen de daktilosunun
başına geçer ciddi yüz ifadesiyle bir şeyler yazardı. İki temel ihtiyaç onu bu
kutsal sığınağından çıkmaya zorlardı:Ya karnı acıkmıştır; bu durumda ağır
adımlarla ev halkının oturduğu odanın kapısına dayanır, içerdekilere geldiğini
belli etmek için kesik kesik fakat güçlü şekilde öksürürdü.
Ev halkı hemen kendine çekidüzen verir, korku ve saygı dolu bir eda
ile ayağa kalkarak açılan kapıdaki yabancı bilgeyi karşılardı. Sanki O, başka
bir gezegenden gelmiş gibi bizlere şaşkın ve tedirgin bir göz atar yavaşça şaşkınlığından sıyrılarak bizleri rahatsız etmekten yarı üzgün konuşurdu. Söylenen söz kısa ve emirvari olurdu: “Naciye, karnım aç bir şeyler getirsen!” Böyle anlarda annemin yüzünü mutluluk duygusu sarar, bu koca bilgenin sonunda
onun yardımına ihtiyaç duymasından anlaşılmaz bir övgü payı çıkartırdı.
Ya da babamın tuvalete gitme ihtiyacı doğmuştur. O yıllarda bir kasaba görünümündeki Iğdır’da bütün ahali tuvalet ihtiyaçlarını bahçe içinde
uygun bir köşede inşa ettirilen tek odalı bir yapının içinde alaturka usule
uygun olarak giderirdi. Azerilerin “Aftafa”, Kürtlerin “Misin” dediği bazen
tenekeden bazen de ağır metal karışımından yapılan bir ibrikle bahçeye çıkılır
aheste bir yürüyüşle tuvalete gidilirdi. Babam böyle anlarda ev ahalisinden
kime ilk rastlarsa, “Hele şu ibriği hazırla!” der ve ön bahçeye açılan balkona
çıkarak orada ibriğin kendisine sunulmasını beklerdi.
Babam uzun boylu ve iri yapılıydı. Saçları kısa, dalgalı ve hep arkaya
taralıydı. Saç modeli ve yüz hatları nedense bana hep sinema oyuncusu Kenan
Pars’ı andırırdı.
Tanrının bahşettiği bu kusursuz fiziki özellikler ona “yakışıklı bir
erkek” tanımını fazlasıyla hak kazandırabilirdi fakat onun asıl çekiciliği ne
selvi boyunda ne de kusursuz yüz hatlarındaydı: O her şeyden önce son derece karizmatik ve bilge görünümlüydü. Çinliler, Buda’nın kulakları gibi büyük
ve uç memesi sarkık olanların “bilge ruhlu” olduğuna inanırlar. Belki de babamın bilgeliğinin bir sırrı da orada saklıydı: İnce uzun lotus yaprakları gibi
yüzünün iki yanını boydan boya kaplayan kulakları ona alışılmışın dışında bir
bilgelik ruhu veriyordu. Davranışları soyluluk emareti taşırdı. Yemek yemesi,
içmesi ve konuşması adabı muaşeret kurallarını zorlayacak denli öz bilinçli
ve kontrollüydü.
Yarı-göçer bir Kürt aşiretinden böylesine ince ruhlu ve soylu davra95
Mücahit Hun
nışlı bir centilmenin çıkmasına hep şaşırmışımdır.
Babamın karizmasının asıl sırrı onun konuşma yeteneğinde saklıydı.
Ana dili Kürtçe’yi ve Türkçe’yi kusursuz ve güzel konuşurdu.
Babam sosyal ilişkiler kurmak ve onu korumak bakımından hem çok
istekli hem de çok yetenekliydi. Zengin fıkra dağarcığı, etnik ve siyasi anekdotlarıyla herhangi bir insanı kendi karizma girdabına iter ve oraya düşen bir
daha da oradan çıkamazdı.
Babam giyim kuşamına son derece itina gösterirdi. Gençlik resimlerinde bunu açıklıkla görmek mümkün. Zamanın en moda elbiselerini giyinmiş, en iyi terzilerden diktirdiği takım elbiseleri gardırobunu süslemiş. Bu
alışkanlığından bütün ömrü boyunca vazgeçmedi.
Sabahları tıraşını olduktan sonra annemin bir gece öncesinden özenle
ütülediği takım elbisesini bir İtalyan centilmeni gibi cakayla kendisine yakıştırır, dışarı öyle çıkardı. Iğdır’ın diz boyu tozlu ve çamurlu yollarında inanılmaz çeviklik ve dikkatle yürür, gün boyu temiz kalmasını ustalıkla becerirdi.
İlk Okuma Zevki
Benim ilk okuma zevkim ne alfabeyle ne de okul kitapları ile olmuştur. Babamın her akşam eve tomar tomar getirdiği gazeteler, dergiler ve kitaplar bu görevi kendiliğinden üstelenmişti.
Ünlü gazeteci Zekeriya Sertel ve bir grup arkadaşı 1932 yılında 10-15
ciltlik Hayat Ansiklopedisini yayımlarlar. Cumhuriyet döneminin belki de ilk
ciddi ansiklopedi çalışmasıdır.
Babam daha gazetecilik yıllarında bu ansiklopediden 1934 İstanbul
basımlı bir seriyi kitap koleksiyonuna dahil etmişti. Çıkan bir yangında bu koleksiyon büyük zarar görmüştü ama buna rağmen ciltlerin çoğu kullanılabilir
haldeydi. Siyah sert kartondan cilt kapaklarının kenarlarında yangının bıraktığı sarı iz lekeleri ansiklopediyi olduğundan çok daha eski gösteriyordu.
Babam bu seriyi kitaplığın en üstüne koyduğu için biz çocukların merak alanından uzaktaydılar. Zaten kalın ve ağır ciltler dışardan bakıldığında
pek istek ve merak uyandıracak türden değildi. 10-11 yaşıma kadar bu ciltleri
sadece yaşını başını almış, meslek sahibi kimselerin okuduğuna inanırdım.
Bu inancım bir gün tamamen değişmişti.
İlkokul 4. sınıfta Tarih dersi için ev ödev verilmişti. Her öğrenci bir
konuyla ilgili bir tanıtıcı yazı hazırlayacak, sınıfta okuyacaktı. Benim payıma
da Kanuni Sultan Süleyman’ın Mohaç Meydan savaşı düşmüştü. Savaş kaç
yılında olmuş, kimler arasında, nerede vb..
Gerekli bilgiler okuduğumuz Sosyal Bilgiler ders kitabında yoktu.
Zaten öğretmenin amacı da bizi dış kaynaklar kullanmaya özendirmekti.
O yıllar ne bir halk kitaplığı ne de okul kitaplığı vardı. Böyle bir araş96
Iğdır Sevdası
tırmayı nasıl yapacaktım? Çaresizdim. Durumu anneme anlattım ve babamın
yardımını istedim.
Biz çocuklar babamızdan çekinir ve utanırdık. Annem de bunu bilir,
isteklerimizi kendi gücü yettiğince babama iletirdi. Babamın odasına gider,
eğer babam okumakla ve yazmakla meşgul ise bir kenarda oturup bekler, ilk
fırsatta durumu özetlerdi.
Babam çocuklarının okul çalışmalarına müdahale etmeyi sevmezdi. Ne veli olarak okula gider ne de ev ödevlerine yardımcı olurdu. Bunun
tamamen çocuğun kendi öz sorunu olarak algılanmasını isterdi. Erzurum
lisesini pekiyi dereceyle bitirmiş, hayatının iki üç yılını Iğdır Ortaokulunda
Matematik ve Fen bilgisi öğretmeni olarak geçirmiş bir babanın çocuklarının
eğitimine böyle uzak durmasını uzun yıllar anlayamamıştım, ta ki yaşam onu
haklı çıkarıncaya kadar...
Annem gözlerinde sevinç pırıltıları odayı girdi ve bana dönerek, “
Haydi gel! Baban ev ödevinde yardım edecek!” dedi.
Bu babamın bana bütün öğrenimim hayatım boyunca ilk ve son yardımı olacaktı. Elimde defter ve kitaplarım “kutsal” odanın kapısını açtım,
korku ve saygı dolu ayakta dikili kaldım. Babam okuduğu kitabından başını
kaldırdı. Sıkıntılı anlarında yaptığı gibi sağ elini kulağının arkasına atıp orada
birkaç saniye tuttu, bana dönerek, “Ne ödevi?” diye sordu. Bildiklerimi ağzımda geveleyerek zorlukla anlatabildim. Ayağa kalktı biraz güç harcayarak
üst raflardaki siyah ciltli ansiklopedilerden birine uzandı. Çekip çıkardı. Kimi
sayfaları kopmuş ve sararmış olan koca kitabın sayfalarını ince uzun parmaklarıyla karıştırdı. Bir sayfada durdu. “İşte oğlum! Bak hepsi burada yazılı”
dedi. Tekrar kitabının başına dönüp beni tamamen unuttu. Ansiklopediyi zorlukla taşıyarak odadan çıktım.
Uzaktan soğuk ve kasvetli görünen ansiklopedinin renkli resimleri ve
sararmış sayfaları beni gizemli bir yolculuğa götürmüştü. O günden sonra
ciltleri elimden hiç düşürmedim. Babam bana “balık vermemişti fakat balık
tutmasını öğretmişti”
Bozkurt Dersi
Iğdır Ortaokulu son sınıfında öğrenciydim. Sınıf arkadaşlarımın çoğu
Azeri’ydi. Azerbaycan ülkesi ve Turan ülküsü üzerine konuşmalar ve tartışmalar olur, milliyetçi marşlar okunurdu. Birkaç dakikalık teneffüs aralığında
siyah tahtaya bozkurt resmi bile çizilirdi.
En iyi arkadaşlarım Azeri’ydi. Onların bozkurta olan tutkusu beni de
etkilemişti. Resim defterimin bir köşesine bir bozkurt resmi çizmiş ve bir güzelce de renklendirmiştim.
97
Mücahit Hun
Babam sabahları erkenden uyanır; tıraş olmak ve yüzünü yıkamak
için çocukların yer yataklarında yattığı odaya gelir, bir köşede koca bir odun
kütük üzerindeki mazot varilinden devşirme su tankından yıkanırdı. Okul kitaplarımız ve defterlerimiz ortalıkta dağınık dururdu.
O gün her nedense resim defterim açık kalmış ihtişamlı bozkurt resmi
gözler önüne serilmişti. Uyanıktım. Bir ara babamın hiçte alışık olmadığım
bir dikkat ve ilgiyle bozkurt resmini seyre daldığını fark ettim. Birden derin
bir suçluluk duygusu ile sarsıldım. Çok mahrem bir sırrımı ele vermiş gibi
korkuya boğuldum. CHP ve sol çizgi için yıllarca sıkıntılı bir mücadele vermiş ve bu nedenle aşırı sağın boy
hedefi durumuna gelmiş bir lider
kendi öz oğlunun bu pervasızlığına sessiz kalmayacak diye düşündüm. Ama O hiçbir şey söylemedi.
Küçük bir yüz aynasına bakaraktan
tıraş makinesini köpüğe boğulmuş
yüzünde gezdirdi. Sakin bir şekilde odadan çıkıp gitti. Ben bu sorunun artık kapandığına inanmıştım. Soldan Sağa: Taşlıca köyü muhtarı Reşit
Güven, Mücahit Hun ve Hamit Yalçın
Yanılıyordum.
Bu olayı izleyen bir bayram günüydü. Ramazan veya Kurban bayramı. Bayramın birinci ve ikinci günleri geliş gidişler çok olur. İnsanlar telaş ve
heyecan karışımı bir ruh haliyle birbirlerinin bayramını kutlar, yıllardır birbirlerinden uzak kalmışçasına derin hal hatır sohbetlerine dalarlardı. Bu temaşa
üçüncü günden itibaren azalırdı.
Bayramın son günlerinde uzak dağ köylerinden akrabalar gruplar
halinde gelir heyecanı dinmiş misafir odamızı doldururlardı. Babam, kan bağıyla bağlı olduğu bu insanların hemen ayrılıp gitmesini istemezdi. Onca yolu
çoğu zaman yürüyerek veya at sırtında gelmiş bu akrabalarla tatlı sohbetlere
dalardı. Aşiret içi sorunlardan politikaya kadar her şey konuşulurdu. Böyle
günlerde benim görevim misafirlere önce kolonya ve şeker, daha sonra çay ve
baklava ikram etmekti.
Bir gün konuşma dönüp dolaşıp politikaya gelmişti. Iğdır’da yeni
oluşan siyasi dengelere ilişkin bir konuyla ilgili olarak yaşlı amcalardan biri
(Bekir Yalçın) babama dönerek, “Niçin kurda tapıyorlar?” dedi.
Babamın yüz ifadesinden soruyu ciddiye aldığını anlamıştım. Bana
dönerek, “Oğlum, Tarih kitabını getir!” dedi. İlk anda benim Tarih kitabımla
bu soru arasında nasıl bir bağlantı var diye ikirciklendim. Getirdiğim Tarih
kitabını eline aldı ve sanki sayfasını ezbere biliyormuş gibi bulduğu sayfayı
sorunun sahibi amcaya göstermek için ayağa kalktı. Okur yazarı olmayan
98
Iğdır Sevdası
yaşlı amca açılan sayfadaki bir resme dikkatle bakarken babam konuşarak
koltuğuna geri geldi. “Kurtlar, bir çok eski uygarlığın kuruluşuna ilham vermişlerdir. Elindeki resim Roma şehrinin ve dolayısıyla Büyük Roma İmparatorluğunun kurucusu iki kardeşin anneleri tarafından terk edilmesinden sonra
nasıl bir dişi kurt tarafından beslendiğini gösteren temsili bir resimdir. Aynı
şekilde Turancılar da Türk ırkının bir dişi kurt tarafından yol gösterilerek kurtarıldığına inanıyorlar.”
Bu cümleler babamın karakterini tam olarak ele veriyordu.
Babam insanların etnik ve siyasi kimliklerine son derece saygılı idi.
Dağ köylerinde dünyada olup bitenden habersiz yaşayan bir insana dahi doğru bilgiyi vermek için bu denli titiz davranabiliyordu. Çünkü o ruhunun gerçek derinliklerinde sınırsız bir tolerans ve hoşgörü ile doluydu. Onu korkutan
cahil, bağnaz ve şımarık siyasal şiddetti.
Yayla Günlerimiz
Baba tarafından yarı göçer
bir aileden geliyorum. Hayvancılık
göçerlerin her şeyidir. Çok eski
zamanlardan beri bölgedeki Kürt
aşiretleri yazın sıcağından hayvanlarını korumak için yaylalara
göçerler.
40-50 sığırımız vardı. Kışı
Iğdır’daki geniş bahçemizin uzak
köşelerindeki ahırlarda geçiren
inekler, yaklaşan sıcaklarla, Mayıs ayında yaylaya doğru yola çıkarlardı. Bu
günler, babaannem ve annem neler yapılması gerektiğini beraber tartışır, gün
boyu süren hummalı bir çalışmanın içine atılırlardı.
Önce siyah kıl çadır depolandığı yerden çıkarılır, çimenler üzerine serilirdi. Çok eskimiş bölmeler yenileri ile değiştirilir, küçük delikler onarılırdı.
“Sıng” denilen çadırı ayakta tutan uzun direkler sayılır, çadırın etrafını bir
duvar gibi kapatan çitler yeni örgülerle sağlamlaştırılırdı. Bu hazırlık tamamlanır tamamlanmaz bir traktör ya da kamyon kapıya dayanır beş ay sürecek
göçebe bir yaşam için neler gerekli ise yüklenilirdi.
“Bilir misiniz? Top mermisi niçin uzaklaşır”
Hayat ansiklopedisinin sayfaları arasında yıllarım geçti. Açmadığım,
dokunmadığım sayfa kalmamıştı. İlgimi en çok resimler çekiyordu. Bir de
her kırk elli sayfada tek bir sayfa olarak düzenlenmiş “Bilir misiniz?” deki
sorulardı. Bu sayfada akla gelebilecek her soruya kısa bir cevap vardı.
99
Mücahit Hun
Bu sorulardan hatırlayabildiklerim: “Papağan konuştuğunu anlar
mı?”, “İkisi de ot yedikleri halde niçin koyunların yünü, atların kılı vardır?”,
“Balıkların niçin göz kapakları yoktur? vb. Her soruyu dikkatle okur kısa bir
metin olarak eklenmiş cevabı mantık ölçülerime vururdum.
Bu sayfalarından birinde şu soruyla karşılaşmıştım:”Top mermisi
niçin uzaklaşır?” Alttaki kısa cevapta
çok basit olarak bir topun nasıl işediği anlatılıyordu. Mekanizmayı tam
olarak kavramıştım. Bu düşünceyi
uygulamaya karar verdim.
O yıllarda elektriğe ilgim
çok fazlaydı. Her gün yeni bir şey
icat etmekten mutluluk duyuyordum.
Evdeki gömme dolaplar açıldığı za- Soldan Sağa: Mehmet Hun, Ahmet Melek,
Mücahit Hun, Süheyla Aksoy (Hun), Mehmet
man ışık veriyor, bahçe kapısı özel
Emin Melek, Rabun Aksoy (oturan)
bir mekanizma ile açılıp kapanıyor
bahçedeki tuvalet geceleri bile aydınlanıyordu!.
Bu ünüm yakın aile çevresinde yaygın olduğu için bana bozuk radyo
ve el fenerleri getiriliyor tamiri isteniyordu.
Bir gün Hamit amcamın hanımı, Fatma yenge, halk arasında “İran feneri” olarak bilinen gerçekten de İran’dan kaçak olarak getirilen beş pilli uzun
bir el fenerini tamir için bana bırakmıştı. Epey uğraşmış fakat bir türlü fenerin
kontak mekanizmasını seri çalışacak şekilde düzenleyememiştim. Oldukça
uzun el fenerini bir köşeye atmış, dikkatimi başka uğraşılara çevirmiştim.
Kendi topumu yapmaya karar verdiğim gün birdenbire bu el fenerini hatırlamış onun uzun kolunu bir top gibi kullanabileceğime karar vermiştim.
Barut almak zor olmadı. Büyük torbalar içinde kiloyla satılıyordu.
Peki, mermi olarak ne kullanacaktım? Bahçemiz de ki bostan henüz olgunlaşmamış irili ufaklı yeşil domateslerle doluydu. El fenerini ansiklopedinin
tarifine uygun biçimde içine taş konmuş böylece patlamanın tepki gücünü
dengeleyecek bir sandığın üzerine yerleştirdim ve iple sıkıca bağladım. Önce
barutu sonrada sert, yeşil domatesi baruta yakın oturttum. Bir bez parçasını
uzunca kesip barutla temasını kaybettirmeden birkaç metre gerisin geriye
uzattım. Yaktığım kibrit, fitili hemen ateşledi, ortalığı yanık bir bez kokusu
doldurdu.
Ben heyecanla ateşin barutla temas anını bekliyordum. Birdenbire bir
av tüfeğinin patlamasından çok daha kuvveti bir sesle irkildim. Korku ve sevinci aynı anda hissettim. Küçük domates fırlamış elli metre ilerideki ahırın
beyaz kireçli duvarında patlamıştı. Sanki topu dünyada ilk ben icat etmişim
100
Iğdır Sevdası
gibi gururlu edayla barut kokusuna boğulmuş halde zafer falsoları göndermeye devam ettim.
Bütün bunlar olurken babam odasında yazı yazmakla meşgul imiş.
Garip patlama sesleriyle irkilip arka bahçeye açılan balkona çıkmış, havadaki
barut kokusuna bir anlam verememişti.
Patlamanın geldiği yana doru hareketlenince göz göze geldik.Yakayı
ele vermiştim. Küçük kardeşim Leyla hemen ileri atıldı babama yaptıklarımı
tek nefeste anlattı. Babamın ciddi yüzüne birdenbire tatlı bir gülümseme oturdu. “Dikkat et oğlum! Barut tehlikeli olur!” demekle yetindi.
Korku?
Iğdır’ı Doğubeyazıt’a bağlayan yolun 20 inci kilometresine yakın bir
yerde birkaç yüz dönümlük bir arazimiz var. 60’lı yıllarda açılan ve Iğdır’ı
çepeçevre saran kocaman bir kanal bu araziyi tam ortasından ikiye bölerdi.
Bu araziler tarıma elverişli olmadığı için ya mera olarak kullanılır, ya
da barajdan (kanaldan) bir motopomp yardımıyla aktarılan Aras nehrinin lilli
sularıyla çayır ekimi yapılırdı.
Balyalanmış ve preslenmiş ot, Kars’tan Trabzon’a kadar alıcı bulurdu.
Ailemizin geçim kaynağının bir kısmı da böylece sağlanırdı.
Temmuz ve Ağustos ayının dayanılmaz sıcağında İtalyan Lombardi
marka çayır biçer makinelerini, adam boyu yükselmiş çayırların içine sokar,
benzin kokusunun ve kulakları sağır eden gürültünün eşliğinde ev ekonomisine katkıda bulunurduk.
Böyle bir yaz günü çayırın orta yerindeki kuyudan su çeken motopomp arızalanmıştı. Babam beraberinde yeteneğine ve makineler konusundaki bilgisine herkesin saygı duyduğu Yusuf Beko adlı amcayı getirmişti.
Yusuf Usta çok derin olmayan geniş ağızlı kuyunun içine girdi. Bir
yandan motopompun etrafına göz atıyor, bir yandan da babamla tatlı bir sohbeti devam ettiriyordu. Konuşma nasıl bir yön aldıysa, babam, “Hayatta üç
şeyden korkmuşumdur” dedi.
Hep uzağında ve bir yabancı olarak büyüdüğüm babamın nelerden
korktuğu beni ilgilendirmişti. Konuşmasına pür dikkat kesildim.
“Gençlik yıllarımda atla Alıköçek – bir dağ köyü- mezrasında geziniyordum. Birden atımın huysuzlandığını ve terlediğini fark ettim. Atımı
korkutan nedir, diye etrafıma bakınırken tam önümde beyaz bir yılanın kafasını kaldırıp beni izlediğini gördüm. Atın yönünü değiştirip gerisin geriye
sürmek istedim. Yılan uçar gibi yer değiştirdi ve yine yolumu kesti. Yılanın
her çeşidini görmüştüm ama böyle yarı uçanını ve saldırganıyla ilk defa karşılaşıyordum.
Bu kez ben de at gibi anlamsız bir korkuya kapıldım. Cesaretimi
101
Mücahit Hun
toplayıp atın yönünü tekrar değiştirdim ve ata hızlı bir tekme savurdum. Korkunun verdiği gerginlikle at dörtnala fırladı. Bu cehennemden kurtulmak için
ikimiz de sabırsızlanıyorduk.
Birkaç dakika tam hız yol aldık. Ben artık tehlikeden uzaklaştığımıza inandığım bir anda savrulan bir değnek gibi bir cismin omzumu sıyırarak
geçtiğini fark ettim. Bu uçan beyaz yılandı! Atın yönünü bu kez hiç tereddüt
etmeden yokuş aşağı çevirdim. Epey bir koşturmacıdan sonra ben ve atım kan
ter içinde kalmıştık.
O günden sonra yılanların her türünden korkar oldum. Bana korku
veren diğer iki şey tabanca ve trafık kazasıdır.”
Okunan Kitaplar
Babam kitap okumayı çok severdi. Bunca yıl sonra babamı hayalimde
elinde bir kitap bir yandan önündeki masadan çok sevdiği tulum peyniri ile
annemin ev tandırında pişirdiği lezzetli keteleri iç içe koyup yerken, diğer
yandan kitabının sayfalarını özenle çeviren bir insan olarak hatırlıyorum.
Böyle durumlarda dikkatinin bozulmasını istemez, yalnız bırakılmayı arzulardı. Annem bile küçük bir konuşma koparabilmek için çeşitli bahanelerle
masanın etrafında dolaşır, kısa sorularla şehir havadislerini sorar, babamın
ilgisiz kaldığını anlayınca da sessizce uzaktaki bir sandalyeye oturup, babamı
seyre dalardı.
Oda kapısının her açılışında, iri ve parlak gözlerini birkaç saniye
kadar merakla gözlüğünün üzerinden bakarak kapıya çevirir, gelen ve gideni
sayıyormuş gibi bir havayla ciddi bir yüz ifadesine bürünürdü. Sonra elindeki
kitabın sayfalarına döner başka bir dünyaya yolculuk ediyormuş gibi etraftan
uzaklaşırdı.
Babam en çok biyografi ve otobiyografi kitaplarına meraklıydı. Özellikle yüzyıla damgasını vuran Stalin, Hitler, Roosvelt, Gandhi, Churchil gibi
devlet adamlarıyla ilgili yazılmış her türden kitabı alır, zevkle okurdu. Şevket
Süreyya Aydemir’in Atatürk, İnönü, Enver Paşa ve Menderes’le ilgili biyografi kitapları; Hasan İzzetin Dinamo’nun Kutsal Barış, Kutsal İsyan serisi;
Samet Ağaoğlu, Kazım Karabekir Paşa ve Dr. Rıza Nur’un anı kitapları baş
köşeye otururdu.
Roman konusunda son derece seçiciydi. 19. yüzyılın büyük devleri
Balzak, Dickens , Dostoyevski onu açmaz; daha çok Soljenitsin, Şolohov,
Pasternak, Kazanackis gibi politik-sosyal içerikli kitaplara yönelirdi.
Babamın kitaplarının raflarda sakin bir yaşamlarının oldukları söylenemezdi.
1970 Askeri darbesini izleyen günlerdi Evi aranacaklar telâşına
kapılanlardan birisi de babamdı. Aceleyle kitapları karıştırıyor, tehlikeli (!)
102
Iğdır Sevdası
bulduklarını ağzını açık tuttuğum un torbalarına fırlatıyordu. “Bunu da, onu
da...” diye kendi kendine mırıldanmasını bugün bile duyar gibi oluyorum.
Torbalar bahçeye çıkarılıyor, orada açılmış derin bir çukura atılıyordu.
Nemden çürümesinler diye de naylon örtülerle her taraftan kapatılıyorlardı.
Kitap mezarlığı aile sırrı olarak saklanırdı.
Birkaç yıl sonra birdenbire hatırlanıp da açıldığında sararmış ve yaprakları lime lime olmuş kitaplar kocaman bir sundurmanın altındaki bahçe
ocağının yanında üst üste yığılacak, ocağı tutuşturmak için çıra gibi yavaş
yavaş harcanacaktı.
Kürsüde
Babamı seçim kürsüsünde sadece bir kez gördüm.
1969 yılı seçimleri olmalıydı. İlk okulda öğrenciydim. Şehir merkezine yakın ara bir sokakta telefon direklerine asılı hoparlörün birinden hiçte
yabancısı olmadığım bir sesle irkilmiştim. Ritmik olarak yükselip azalan,
tezahürat nedeniyle arada bir susan ses babamın sesiydi. Oldukça heyecanlanmış, hızlı adımlarla şehir merkezine yönelmiştim.
İğdırmava’ya giden yolun başında, Söğütlü kahvelerinin çevrelediği
alanda büyük bir kalabalık vardı. Kürsüye yaklaştım. Babam sol eliyle mikrofonu tutuyor, boşta kalan sağ kolunu hararetle sallıyordu. Konuşması sona
erince, “bravo!” sesleri eşliğinde kürsüden inip coşturduğu kalabalığın arasına dalıp kayboldu.
Ağlarken
1974 yılının Ağustos ayında Iğdır trajik bir haberle sarsıldı. Çok sevilen Abdülbaki Barbaros bir trafik kazasında ölmüştü. Iğdır böylesine şok bir
haberin ağırlığı altında suskundu. Ahali başsağlığı için ölü evine akın ediyordu. Ben de mahalleden arkadaşlarımla birlikte taziye yerine gitmiştim. Gün
boyu kalabalığın arasında dolaşarak bu zamansız ölüm için üzülmüştük.
Akşama doğru eve döndüğümde her yer ıpıssızdı. Böyle anlarda babamın kitaplarına heveslenir, sessizce odaya girer, rafları karıştırırdım.
Kapıyı açıp içeri adımladığımda babamı iki eli şakaklarında hüngür
hüngür ağlarken buldum. Benim varlığımı fark etmeyecek kadar kaybettiği
arkadaşının üzüntüsüne boğulmuştu. Sessizce kapıyı kapatıp uzaklaştım.
Tiyatroda
Yatılı lise günlerimde babam birkaç kez beni okulda ziyarete gelmişti.
Lise ikinci sınıfın ilk sömestrindeydim. Sonbahar yaklaşıyordu. İstanbul sisli ve yağmurlu günlerini yaşıyordu.
Boğazın Ortaköy yakasında, 19. yüzyıl Osmanlı mimarisinin en göz103
Mücahit Hun
de binalarından birine kurulu Kabataş Lisesi, ciddi ve vakur bir eda ile yeni
öğrenim dönemine devam ediyordu.
İkinci katta, boğaz manzaralı, tavanı ve kapıları yüksek, iç dizaynı
oldukça şatafatlı sınıfın kapısı Edebiyat dersinin orta yerinde açıldı. Babacan
tavırlı nöbetçi hocamız içeri girdi. Gözlerini benden ayırmadan, ayakta elinde
kitap dolaşan Edebiyat hocamıza bir şeyler fısıldadı.
“Mücahit ziyaretçin var!” cümlesini duyduğumda yüreğimin hopladığını ve garip bir gurur duygusuyla dolduğumu hatırlıyorum. Bu benim gibi
“daimi yatılı” bir öğrenciye verilebilecek en büyük ödüldü.
Okuldaki öğrencilerin yarısı “gündüzlü”, yani ders bitiminde okuldan
ayrılıp geceyi kendi ailesinin sıcaklığında geçirenler; diğer yarısı da “yatılı”,
yani geceyi boğaza nazır geniş yatak odalarını dolduran iki katlı ranzalarda
boğazın hırçın dalgalarını, vapurların ve yük gemilerinin acı böğürtülerini,
bazen de bilinmeyen bir yerden yükselen hıçkırık seslerini dinleyerek geçirenler.
Bu “yatılı” öğrencilerin önemli bir kısmı, “evci yatılı” yani hafta
sonlarını aile içinde geçirenler oluştururdu. Benim de dahil olduğum “daimi
yatılılar” demirbaş eşya gibi okulun bir parçasıydık. Cumartesi ve Pazar günleri dört beş saatlik “şehir izni” dışında okul kampusunu terk etmemize izin
verilmezdi.
Sınıftan çıkar çıkmaz gözüme Ağrı dağının beyaz zirvesi gibi, babamın kır saçları, ilişmişti. Uzatılan eli özlem ve saygıyla öperken o da alnıma
dudaklarını değdirdi.
O günü birlikte deli dolu geçirmiştik. Aksaray’da, vitrininde kızarmış
piliçlerin döndüğü bir lokantada öğle yemeğini yemiş; Piyerloti’de salep içmiş; Çağaloğlu’nda hemşehrimiz avukat Medet Serhat’ı ziyarete gitmiştik.
Bol balıklı bir akşam yemeğinden sonra da Altan Erbulak Tiyatrosunda günü
tamamlamıştık.
Korku mu?
Şehir merkezini Baharlı mahallesine bağlayan yol; Asri Hamamın
önünden geçer, içinde sık kavak ağaçlarının olduğu, halk arasında “Meşe
Kerem’in Kalemeliği” diye bilinen, geceleri insanı ürpertiye boğan sessiz ve
karanlık geniş bahçenin yanından geçerek evimize doğru uzanırdı. Ta eskiden
bu bahçe uğursuzluğa alamet sayılmış, sayısız hırsızlık ve cinayet olayına
mekan olmuştu.
Yanı başında, yıkık bir duvarla yoldan ayrılmış “Mal meydanı” vardı. Sabahları canlı hayvan borsasının kurulduğu, öğleden sonraları mahalle
çocuklarına futbol sahası olan bu alanın bir ucu mezbahaya dayanırdı. Ruslardan kalma kocaman ve harabe bir binaya yerleşmiş mezbaha binasından
104
Iğdır Sevdası
etrafa kan ve leş kokusu yayılırdı. Akşamları, ağır kokuyla soluyan karanlık
sokakta tek başına yürümek korkuya meydan okumak anlamında gelirdi..
Sıradan bir insanın karanlık bastırdıktan sonra yüreğinin atışlarını
dinleyerek geçeceği bu yolu, babam, siyasi cinayetlerin yoğunlaştığı ve kendisinin bir numaralı hedef olduğu zamanlar bile tek başına, koltuk altında
gazeteleri, sanki bir şehrin geniş ve aydınlık sokaklarında yürüyormuş gibi
adımlardı. Mahkeme tutanaklarına geçmiş nice itiraflar, “elimizde silah Meşe
Kerem’in kalemeliğinde ya da Asri Hamamın arkasında Mecit Hun’un gelmesini bekledik” diye başlardı. O buna rağmen korkusuzdu. Azrail’le anlaşma
yapmış ve ne zaman öleceğini bilen insan gibiydi.
Zifiri karanlık ortalığı doldurmuştu. Babamın dayısı oğlu, politikanın
yükselen yıldızı Ali Yiğit, erkenden evimize gelmiş, hep birlikte babamı bekler olmuştuk. O gün yine önemli siyasi olaylar olmuş, günlük yaşamın huzuru
bozulmuştu. Böyle anlarda evde tedirginlik artar; annem, sinirli ve düşünceli
bir halde “şimdi gelir” diye söylenerek pencereden yolu gözlerdi.
Az sonra kapının tokmağı vurulup, açılan kapıdan babam içeri girince, hepimiz rahatlamıştık. Kendisini dört gözle bekleyen ev halkının şaşkın
bakışları arasında terliklerini giyinip odasına girdi. Ali Yiğit’le oturup, annemin gün boyu özenle hazırladığı yemekleri atıştırmaya koyuldular.
O anda hatırlamıyorum, annem mi yoksa Ali Yiğit mi babama sitem
etti:
“Keşke bir taksiye binip de öyle gelseydiniz, yollar pek güvenilir
değil” dedi. Babam sofraya uzanmış eğik başını doğrultmadan, gülümsedi,
“Ölüm korkusu ile yaşamak bir insanın kendisine verebileceği en büyük cezadır. Böyle bir cezayı kendime vermeyi men ediyorum” dedi.
Bu söz bir cevaptan öte, bir yaşam anlayışını ele veriyordu.
Gece Yarısı Misafiri
60’lı yılların ortalarına doğru Iğdır’ı çevreleyen dağlar kendilerine
“kaçakcı” ya da “eşkıya” denilen kanun kaçakları ile doluydu. Cafero, Toyut
ve Ferzende bunların en ünlüleri idi. Kimi adam öldürmek gibi önemli bir
suçtan, kimi kız kaçırma gibi olağan bir olayın bir aile dramına dönüşmesi
yüzünden elinde mavzer dağların kuytularına çekilirlerdi.
Sakin hayatlarında yoksul bir yaşam süren bu “gönüllü kahramanlar”,
aşiret içi veya aşiretler arası bitmek tükenmek bilmeyen çatışmalarda istedikleri gibi taraf olurlar; yalnızlık dolu yaşamlarını renklendiren saygı ve para,
böylece yanlarından eksik olmazdı. Bununla beraber, arada bir, dağlardaki
vahşi rant yaşamına kendisini alıştıramayan veya gittikçe yaşlanan eşkıyalar
adalete teslim olup yeni bir yaşama başlamak isterlerdi. Ya yaklaşan bir af
105
Mücahit Hun
ümidi, ya da sıcak mahpus damlarını dağlara tercih duygusu onları saklandıkları yerlerden gün ışığına iterdi. Teslim olmadan önce belki cezalarını
hafifletici bir unsur vardır diye, kendilerine yakın gördükleri insanlara fikir
danışırlardı.Bunlardan biri de babamdı.
Saat gece yarısını çoktan geçmişti. Garip seslere uyanmış, yatak
odamızın loş bir köşesinde elinde mavzer pos bıyıklı bir amcayı oturur görmüştüm. Kemerine asılı paketler ve vücudunu dört yandan kuşatan fişeklikler
mermiyle doluydu. Sakin edayla bağdaş kurmuş, elindeki mavzeri sağ dizine
dayamış, annemin ikram ettiği çayı yudumluyordu. Tedirgin bir sesle annem
“Mecit birazdan gelecek, siz rahatınıza bakın”dedi. Anlaşılan misafir az önce
gelmişti.
Babam pijamasının üstüne uzun bir yelek giyinmiş, mahmurlu yüz
ifadesiyle içeri girdi. Kısa bir selamlaşmadan sonra anlamakta zorluk çektiğim Kürtçe’yle konuşmalarını devam ettirdiler.
Eşkıya amca, elindeki mavzerin sert görünümüne uymayan mahcup
yüz ifadesiyle boynunu eğiyor, babama saygıyla, “Siz nasıl isterseniz, Mecit
Beg” diyordu. Bazen de “Allah için öyledir!, Allah için öyledir!,” diyerek
onaylıyordu.
Bir ara her ikisi de kısa bir süre için sustular. Birden eşkıya amcanın, kesik hıçkırıklarla sarsıldığını, sakalına düşen gözyaşlarını eskimiş bir
mendille sildiğini gördüm. Babam, “Çocuk olma! Her şey düzelecek!” deyip
teselli etti. Yıllardır yalnızlığı yaşayan eşkıya amca, evinin sıcaklığına ve
çocuklarına hasret, yorgun düşmüştü. Artık direnemiyor, teslim olmak istiyordu.
Eşkıya amca, elinden hiç düşürmediği mavzeri ile açılan kapıdan gecenin karanlığına karıştı.
Annemin, “Mecit yardım et!” sözlerini babam,”Elbette, yarın avukat
arkadaşlarla konuşup duruma hal çaresi bulacağız “ diye tamamladı.
Babamın Ailesi
Dedem Ahmed Şemo, babam evlenmeden önce vefat etmişti. Geride
bıraktığı iki hanımı Zeynep ve Fatma ninelerimiz aile yaşantımızın ayrılmaz
birer parçası olmuştular.
Zeynep ninem, bir kız çocuğu doğurmuş, fakat aşiret yaşamının neredeyse zorunlu kıldığı ve dedemin çok arzuladığı oğlan çocuğu veremeyince
de, kendi eliyle dedemi genç bir kızla, Fatma nenemizle evlendirmişti. Bu
evlilikten, iki oğlan, altı kız dünyaya gelmişti.
Zeynep ninemi, dört beş yaşındaki bir çocuğun hafıza gücüyle hayal
meyal hatırlıyorum. Meşe ağacından yapılı, kırmızıya çalan ince bastonunun
106
Iğdır Sevdası
üzerine abanarak yürürdü. Odaya girişinde bastonunu kapının yanındaki duvara dayar, yer yastığına kurulurdu.
Çok sakin, sevecen ve neşeli bir kadındı. Oturduğu yerden kalkmak
için ya biz çocuklara elini uzatırdı, ya da duvara dayalı bastonunu bizden isterdi. Bu görevi severek yapardım.
Bir gün evimizin önüne gelen kocaman bir kamyonun üzerine bindirip götürdüler. Bu onu son görüşümdü.
Anlattıklarına göre Zeyno ninemin yüreği bir çocuğunki gibi safmış!
İnsanlar arasında ayrım yapmaz, kıskançlık, kin gibi duygulardan uzak sade
bir kadınmış. Onun saflığına ilişkin bazı hikayeler anlatılır, gülerek yad edilirdi. Bunlardan birisi bunca yıl hala hafızamın bir köşesinde ilk anlatıldığı
gibi saklı kalmış:
1900’lü yılların başında, Adetli köyü Rus yönetimi altında iken, bir
sonbahar günü yöredeki aşiretler arasında yaralama olayları olur. Rus jandarmalar ev ev arama yapıp silah toplarlar.
Dedem elindeki mavzeri kaptırmaya niyetli değildir. Soba borusunun
içine saklar. Şüphe çekmemek için de tezek sobası yakılır, içine ıslak tezekler
konur. Soba alevsiz bir dumanla yanar; çıkan dumanlar, içinde mavzerin saklı
olduğu borudan geçerek bacada tüter.
Jandarmalar evi köşe bucak ararlar, bir şey bulamayınca gitmeye
hazırlanırlar. Zeyno nenem ileri atılır, “İsterseniz boruların içine bile bakabilirsiniz!” demiş.
Dedemin benzi solmuş, yüreği sıkışmış. Bereket, ateşle barutu bir
arada hayal edemeyen jandarmalar, bu sözleri gülerek karşılamışlar. Çıkıp
gitmişler.
Fatma ninemiz “bısk” denilen kılları uzun küçük bir yer halısının
üzerine kurulur, elinden düşürmediği Bahar veya Yenice sigarasını hızlı hızlı
içerdi. Gittikçe yaşlanan bedeni hareketlerini sınırlandırır; zorlukla abdest
alır, namazını kıldıktan sonra mavi gözleri ışıl ışıl ev halkını seyre dalardı.
Kuvvetli hafızası vardı. Annemle sohbet ederken, “Sütün ateşini söndürdün mü, çobanlara yemek verdin mi?” diyerek birşeyleri hatırlatırdı. İnek
sağma, yoğurt mayalama, peynir ve tereyağı imalatı, tandırda ekmek pişirme,
çamaşır yıkama, elbiseleri ütüleme, yemek pişirme gibi olağanüstü bir iş sorumluluğu altında bunalan annem için bu hatırlatmalar çok önemliydi.
Babaannem Türkçe konuşamazdı. Basit cümleleri anlar, fakat Kürtçe cevaplardı. Arada bir çocuklar etrafını sarar, “Benim ismim Fatma” cümlesini Türkçe
olarak söylemesini isterdik. Önce kesinlikle reddeder, ısrarlara dayanamayıp, hepimizi güldüreceğini bildiği garip bir ses tonuyla, Türkçe konuşmaya çalışırdı.
107
Mücahit Hun
Hamit Amcam
Hamit amcam, müstesna bir karakterdi. Edebiyattan tarihe, felsefeden
dine, karikatürden nüktedanlığa bütün konularda söz sahibiydi. Çizdiği karikatürler inanılmaz derecede gerçekçi olur, hedef alınan kimseyi bir daha ilhak
olmayacak şekilde halkın gözünde alaşağı ederdi. Hamit Hun’un kalemine
düşmektense, bir kurşuna hedef olmak daha hayırlı idi.
Amcam her büyük şair gibi sofra düşkünüydü. Yemekler onu neşelendirir, kıpırdayan iştahı parmaklarını hareketlendirir ve açılışı beklemeden
sabırsızca yemeklerden atıştırırdı.
Yemek faslı hızla geçer, çay bardaklarının sıcak rengi ve yayılan ince
buhar, sihirli bir şekilde ruhunu okşar, bu kez de ruhunun açlığına esir düşerdi. İçine çağlayan gibi dolan duygular patlar, izin falan dinlemeden, Ömer
Hayyam’dan Yahya Kemal’e dünya şiir antolojisinden mısraları kendine özgü
gür sesiyle okurdu.
Eğer Osmanlıca bilmeyen veya şiirin taşıdığı mecazi anlamı yakalayamayan olursa, duraklar, kısa bir açıklama yapardı.
En çok da nüktedanlığı ve hazır cevaplığıyla aranırdı. Konuştuğunda
etraf pür dikkat kesilirdi. Anlatılan her fıkra söylenen her söz hafızalara kazınır, bir kasırga gibi meclisleri dolaşırdı. Kendi öz yaratısının ve hayal gücünün eseri olan fıkralar çoğunlukla doğaçlama ortaya çıkar, aktüel bir soruna
yada konuya referans olurdu.
Hastalık Zamanı
Babam nadiren hastalanırdı. Hafif ve orta halli grip durumlarında
bile, rutin yaşamını aksatmaz, erkenden kalkar, kendisini bekleyen sosyal ve
siyasal yaşamın canlılığına ve cazibesine koşardı. Ancak bazen salgın hastalığın herkesi yokladığı soğuk günlerde şiddetli gribe yakalanır, boylu boyunca
yatağa düşerdi.
Annem telaşla odadaki odun sobasını yakar, maviye boyalı kocaman
çinko çaydanlığımızı üzerine yerleştirir, kapağını da yarım aralardı. Kaynayan su buharlaşıp odayı doldurur, içerisi hamamdan farksız olurdu. Bu sıcağa
ve üzerine örtülen yün yorganlara rağmen babam, hala soğuktan titrermiş gibi
uzanırdı.
Tedavinin ilk adımına annem karar verirdi. Ciddi ifadeyle “Babanız
hasta!” der, bütün ev halkını tedavi için ayaklandırırdı. Herkes böyle bir
günde görevinin ne olduğunu iyi bilirdi. Elimde paslı teneke, kalorisi yüksek
koyun tezeklerini sobanın yanı başına taşır, üst üste yığardım. Sonra da bir
sandalyeye oturup, ateşin sönmemesi için elimde maşa sobayı karıştırıp dururdum.
108
Iğdır Sevdası
Birisi, “küp” denilen seramikten koca bir kupayı elinde tutar, dikkatle
ayakta beklerdi. Annem doktor kararlığıyla babamın sırtını açar, yemek tabağı büyüklüğünde parmak kalınlığında hazırlanmış hamuru omza yerleştirir,
içi tuz dolu ucu gazyağına banmış bez fitili hamurun ortasına yerleştirip ateşlerdi.
Fitilden, kesif ve gazyağı kokulu siyah bir duman yükselirdi. Alevin
yükselmesiyle kupayı ters çevirip, fitili kapatır; tüm ağırlığıyla kupaya abanır,
beş on saniye öylece tutardı. Alev oksijeni tüketir, hava boşluğu küpü sıkıca
deriye bağlardı. Böyle anda ağrının dayanılmaz olduğunu bilirdim. Babam,”Yeter Naciye!” derdi ama annem, “Olur, olur!”diyerek zaman kazanmaya
çalışırdı. Küpün ne kadar uzun süre kalsa, o kadar etkili olacağına inanırdı.
Böylece beş altı siyah yada koyu kahverengi leke babamın sırtını süslerdi.
Limonlu çaydan sonra , babam, tam anlamıyla baygın, derin uykuya
dalardı. Eğer ateşi hala yüksek ve sayıklıyorsa, ayak ucuna toplanır, sırayla,
nasırı olmayan iyi bakımlı ayaklarına masaj yapardık.
Mantık Adamı
Babamın bir insana verdiği değer, onun ne parasına, ne mevkisine ne
de akrabalık ilişkisine dayanırdı. Aradığı tek koşul, tek kelimeyle “mantık”
idi. Mantık ölçülerine uymayan her söz, her davranış onun kaşlarını çatar,
“Yahu, biraz mantıklı olun! Mantıksız mantıksız konuşmayın” demesine neden olurdu.
Fayton Sefası
Babamın en severek bindiği taşıt aracı faytondu. Bunu yüzündeki
mutluluktan anlamak mümkündü. Koltuğa özenle kurulur, iki dirseğini bacaklarına dayar, ellerini birbirine kavuştururdu. Öne eğik kafası, at nalının
ritmine uygun sallanırdı.
O bu şekilde kendisini, gözlerinin önünden yavaşça akıp giden manzaraya kaptırır, evleri ve insanları sağlı, sollu izlerdi. Arada bir sigara paketine
uzanır, bir elinde tüten sigarası, diğerinde çakmağı ya da kehribar tespihi, tatlı
düşüncelere dalardı. Parke taşlar üzerinde patlayan nal sesleri ve çalan klakson ruhunu okşar, onu dinlendirirdi.
Bu yalnızlığı çok sürmezdi. Bir zevki başkalarıyla paylaşmak isterdi.
Sürücüye “Hele bir yavaşla!” der, bir tanıdığı içeri davet ederdi.
Çocukluk yıllarımda, yaygın binek aracı faytondu. Acil durumlarda
rağbet edilen birkaç taksiyi saymasak, faytonlar köşe başlarını tutardı. Yazın,
atları güneşinin yakıcı sıcağından korumak için, faytoncular, ana caddenin iki
yanına, kocaman karaağaçların gölgesine dizilirlerdi. Bu da yetersiz kalın109
Mücahit Hun
ca, şehir merkezini geçip Iğdırmava’ya uzanan dereye yakın park ederlerdi.
Bunun için de en uygun yer, eski polis karakolunun önü ya da köprünün iki
yanıydı.
Fayton, taksi gibi müşterisini hazır beklemezdi. Nihayet
atta bir canlıydı, “deh” denilmeden
önce biraz ilgi isterdi. Ya karnı
acıkmıştır; bu durumda, koşumları
gevşetilir, kafasına içinde saman
ve arpa, yem torbası geçirilirdi.
Açılıp kapanabilen körükleri, usta nakkaşların elinden çıkmış rengarenk desenleriyle faytonlar, atların gururlu tırıs adımlarıyla
sokakları dolaşır dururlardı. Biz
çocukların en büyük eğlencelerinden birisi, sürücüye ilgimizi belli
etmeden, iyi aile terbiyesi görmüş
çocuk havasında yol kenarında yürürdük. Sürücü gözden kaybolunca Marianne ve Mücahit (Hawaii 1993)
faytonun arkasından koştururduk.
Eğer, dikenli telden bir kapatma yoksa, arka tekerleri bağlayan uzun
kollar üzerine oturur, bedava bir yolculuk yapardık. Çoğu zaman bu zevkimiz
uzun sürmez, çocuklar, “Emmi arkada adam var!” diye bağırarak ihbar ederdi.
Yüzümüzde şaklayan kamçıya aldırmadan tutunmaya çalışır, dayanamayınca
da vazgeçip kendimizi tozlu yola bırakıverirdik.
Bir gün körükleri kapalı bir fayton mahallemize doğru yol alıyordu.
Bir grup kafadar, sürücüyü tongaya düşürüp arkaya tünemiştik.
Fayton, dört beş çocuğun ağrılığıyla arkaya meyl etmişti. Durumu çakan tecrübeli sürücü seri halde kuvvetli kamçıları iki yandan şaklattı. Hepimiz
şapır şupur yolun ortasına dökülmüştük.
Yerden, toz toprağın içinden doğrulup sürücüye küfrediyor, faytonun
siyah renkli körüğüne taş yağdırıyorduk. Fayton hızlanınca, biz de hızlandık.
Yavaşlayınca biz de yavaşladık. Sürücüye iyi bir ders vermeye kararlıydık.
Fayton evimizin önünde durdu, içinden babam çıktı. Babam tedirgingözlerle kızgın gençlere bakınca göz göze geldik. O an nasıl da utanmıştım
Tanrım!
Gazetecilik
Gömme dolaplarda ya da ambarın karanlık köşelerinde hep garip me110
Iğdır Sevdası
kanik aletler üst üste yığılı olurdu. Merakla izbe köşeleri karıştırır, aletleri incelerdim. 50’li yıllarda satın alınan traktör ve ot biçme makinesinin paslanmış
parçaları; kulübe ait buzdolabı, meyve sıkma makineleri, anlam veremediğim
daha nice aletler sanki ailemizin ekonomik tarihini gizliyordu.
Bu aletlerin en gizemlisi gömme dolabın en üstünde, naylon örtüye
sarılı teksir makinesiydi. Kimsenin etrafta olmadığı zamanlar, “yasak bölme”
ye kaçamak yapar, örtüyü sıyırır, merakla incelerdim ama hayal gücüme rağmen ne olduğunu anlayamazdım. Bu merakım bir gün babam elinde ispirto
şişeleriyle gelinceye kadar devam etti.
Babam odasına geçip masanın üzerindeki kitapları, sigara tablasını bir
kenara koydu. Teksir makinesini indirip temizledi. İspirtoyu hazneye boşaltıp
ince plastik bir hortumu makineye bağladı. Daktiloda yazılmış kağıdı silindire sarıp, bir tomar kağıdı diğer uca yerleştirdi. Kolu dönderince, makinenin
içinden geçen kağıtlar üzerlerinde mavimsi yazılarla çıkmaya başladı.
Ayrıntılara o kadar dikkat etmiştim ki, ne zaman fırsat bulsam teksir
makinesini çalıştırır, kendimce bir gazete çıkarırdım. Mahalle dedikodusunu
yazar, direğe asardım.
İnönü Sevgisi
Babamda nerede ve nasıl başladığını bilmediğim İnönü sevgisi vardı.
Daktilo kağıdı büyüklüğünde çerçeveli İnönü portresi odamızın duvarından
eksik olmazdı. Resim, sol alt köşede İnönü’nün dolmakalemden çıkmış bir
imza taşırdı.
Politikanın değişen rüzgarlarıyla bu resmin yanına arada bir başka
liderlerin portreleri de eklenir veya inerdi ama İnönü gözden düşmezdi.
Futbol
Dayımızın Iğdır’a gelişi sevinç ve heyecana neden olurdu. Dört kız
kardeşi, sayısız yeğeni, anne babası, kısacası tüm ailesi, onun yolunu merakla
beklerdik.
İstanbul’daki yaşamıyla ilgili haberler aile konuşmalarını renklendirirdi. Onun ardından öylesine sevgi ve özlemle konuşulurdu ki gelmeden
haftalar önce, nerede ve hangi yatakta yatacağına, hangi gün hangi kardeşin
evinde misafir edileceğine özenle karar verilirdi.
O yıl dayımız gittikçe kalabalıklaşan yeğen ordusuna hediye olarak
kocaman bir top getirmişti. Meşin top, koyu Beşiktaşlı dayımın sevdiği siyah
beyaz renkteydi.
Benim gibi 6-7 yaş grubundakilerin topa dokunmasına izin verilmezdi. Büyükler sokak aralarında oynar biz de seyrederdik.
Bir gün top kamyon tekeri altında patladı. Dikişler açıldı, iç lastik
111
Mücahit Hun
boydan boya yarıldı. Mahalle gençleri yasa boğulmuştu. Tamiri mümkün
olmayan top bahçenin bir köşesine atıldı. İşte benim futbola ilgim bu deri
yığınını sahiplenmemle başlamıştı.
Yırtık parçaları tomar yığını halinde bağlıyor, yaşıtlarımla sağa sola
tekmeliyorduk.
Futbola ilgimiz artınca baba cebinden aşırdığım parayla plastik top
aldık. Futbol birdenbire hayallerimi ve enerjimi en çok severek verdiğimiz bir
oyun olmuştu.
Bu tutku sorunsuz değildi. Komşular bağ, bahçe ve hayvancılıkla
uğraşırdı. Toprakların ekimi, sulanması, hasat bozumu, hayvan bakımı, ahır
temizliği, günlük alışveriş gibi sonsuz angarya çocukların üzerindeydi. Halbuki biz çocuklar futbolu her şeye tercih ediyorduk. Okulu zaten unutmuştuk.
Böyle olunca ev ortamında kavga ve ceza kaçınılmazdı. Ben de kaçamadım:
Yine bir gü akşam karanlığına uzayan maç sona ermiş; aç, yorgun eve
dönmüştüm. Kapıyı açıp içeri girdiğimde annem kartal hışmıyla üzerime çöktü. Güçlü ve nasırlı ellerini boğazıma yapıştırdı. Kalbimin şıp diye duracağını
zannetmiştim. Benzim solmuş, annemin elinde iki kat yere yığılmıştım. Bir
fırsatını bulup pencereden atladım, ahırlara sığındım. O günden sonra futbol
tutkuma bir çeki düzen vermek zorunda kalmıştım.
Ve ismim kendimden önce doğar...
Herkesin isminin bir hikayesi vardır. Benimkinin de öyle...
Türk Dil Kurumu ‘Mücahit’ kelimesini şöyle açıklar:
“Bir ülkü uğruna mücadele eden kimse”
Evet doğrudur bir ‘ülkü’ uğruna mücadele edip durdum o da ismimi
doğru telaffuz ettirme çaba ve gayreti oldu! Fransa’da ‘Mişel’, Amerika’da
‘Mayk’, Rusya’da ‘Mikail’, Almanya’da ‘Muca’ vs. takma adlarını kullanarak ‘Mücahit’ ismini rafa kaldırmak zorunda bırakıldım.
İsmimin telaffuz zorluğu yetmezmiş gibi anlam olarak politik bir
dünya görüşüne referans yapar. Eğer Türkiye’de isem ‘Mücahit Erbakan’ gibi
sloganlardan dolayı bana yakıştırılan siyasi kimlik ‘radikal İslamcılık’ tır.
Düşünün daha hiçbir şey konuşmadan size bir siyasi kimlik verilmiştir bile!
Kısacası “Mücahit” ismiyle hiçbir zaman barışık olamadım.
1997 yılının Ocak ayında babam rahatsızlanmıştı. Bu nedenle Ankara’ya gelmiş, babamla beraber olmuştum. Bir fırsatını bulup sormuştum:
“Mücahit ismini niçin verdiniz?”
“Oğlum sana bu ismi İnönü verdi”, diye cevaplamıştı.
Bende ayrıntısını sormamış, bu bilgiyle yetinmiştim.
112
Iğdır Sevdası
Kitap çalışmasına hazırlık yapmak için Iğdır’a gitmiştim. Akrabam
Şevket Aktaş amcamla sohbet ederken, bana sormuştu:
“Mücahit ismini size kim verdi, biliyor musunuz?” .
“Evet, İnönü”, dedim.
“Peki bunun hikayesin de biliyor musun?” diye sorunca yüreğimin
hopladığını hissetmiştim.
Mele Şevket hikayeyi anlattı:
“Yıl 1957 veya 58 olmalıydı. Mecit Bey, partili arkadaşlarıyla CHP
genel merkezine İnönü’yü ziyarete gider. Konuşmanın bir yerinde İnönü, Mecit Beye döner, fakat sürç-i lisan edip,
“Nasılsınız Mecit Bey?” yerine “Nasılsınız Mücahit Bey?” der. Etraftakiler Paşayı düzeltir. Mecit Bey, İnönü’yü çok sevdiğinden orada, “Efendim bir oğlum daha olursa adını Mücahit koyacağım” diye söz verir.
Adnan Şur ve Alettin Bayat
İki çocukluk arkadaşım yüreğimde ayrı bir değere sahiptirler: Adnan
Şur ve Alettin Bayat.
Adnan Şur; Iğdır’ın renkli tellâlı, köşe başlarının davetsiz misafiri,
her gönlü hoş eden tok sedalı Mehmet Şur amcamın en büyük oğlu idi.
Dostluğumuz futbolla başlamıştı. Ona kalecilik sanatının inceliklerini
ben öğretmiştim. Ayaklar yerden kesik panter gibi havada uçmayı, rakip santrforun ayağına ölümüne atlayışı, penaltı hilesini ve daha nicesini.... O çırak
olup ustayı geçti. Uzun güçlü parmakları, güçlü fiziğiyle geçilmez bir kaleci
olup çıkmıştı. Sonraki yıllar Iğdır Spor Kulübü, “milli maçlar” için kalesini
birçok kez Adnan’a teslim etmişti.
Adnan’ın yüreği sanatla yoğrulmuştu. Ablası Nuran’ın karakalem çalışmasına ilgi duymuş, bu alandaki yeteneğini kanıtlamıştı. Müze duvarlarını
süsleyecek güzellik ve estetikle portre çalışması yapar, sanatını bizimle paylaşırdı. İlgiden mahzun Adnan, boş durmaz, kendisi gibi karakalem çalışması
yapan arkadaşlarını yarışmaya davet ederdi.
Resimlerin gösterileceği yarışma mahali olarak çoğu kez “mal meydanı” tayin edilirdi. Aralarında benim gibi masum birkaç mahalle çocuğunun
seçici kurulu oluşturduğu yarışma heyecanla başlardı. Özenle katlanmış kartonlar açılır, dev portreler gözlere takdim edilirdi. Adnan, hep kazanan taraf
olurdu.
Yıllar geçmiş, gençlik çağına ermiştik. Liseyi İstanbul’da yatılı okuyunca Iğdır’dan uzak kalmıştım. Ancak yaz tatillerinde gidebildiğim Iğdır’da,
fırsat buldukça Adnan’la kol kola girer, “Barakalar” diye tabir edilen, deprem
evlerinin kümeleştiği Baharlı mahallesinin bir ucuna doğru yol alır, kalabalık
bir aileyi kucaklayan mütevazı evlerinde bir odaya kapanırdık. Anneleri Sebi113
Mücahit Hun
le ve Mahizer teyzelerimin ve kardeşlerinin meraklı gözleri hep üzerimizde,
ceplerimizden çıkardığımız kitaplarda Mao Zedung’un, Karl Marx’ın zorlukla anlaşılan cümlelerini okur, değişmeyen dünyayı hülyalarımızda birkaç kez
yeniden kurar, mutlu ve özgünve dolu, proleter (!) bir inançla tozlu yolları
tekrar arşınlardık.
Bir diğer dost da Alettin Bayat idi. Alattin’le kan kardeşiydim. Evlerimiz birbirine komşuydu. Alettin; Alıkızıl köyünün velinimeti, dostluğu ve
dürüstlüğüyle mahallelinin kalbinde yer etmiş Kelba İbrahim amcamın ikinci
oğlu idi. Bahçede, tarlada beraber olur, her türden oyuna gönül kaptırırdık.
Kış aylarında at kuyruğundan ördüğümüz tuzaklara (tele) düşürdüğümüz güvercinleri yakalar, kafeslerde birkaç gün misafir eder, yorulunca gökyüzüne
salıverirdik. Dostluğumuza vefa gösteren bazı güvercinler geri gelir, açık
kafesten içeri girerlerdi.
Yaz aylarında, meyve bahçelerinde hırsızlığa hayır demezdik. Ot
yığınları arasında yığdığımız şeftali
ve elmaları dostça paylaşır, bir sır gibi
herkesten saklardık.
Nevruz bayramında her renk- Arka sıra solda sağa: AzizeAlagöz, Ahmet
Hun, Hasan Alagöz, Aliye Alagöz, Süheyla
ten yumurtayı dövüştürür, en kırılmaz Hun; Oturanlar soldan sağa: Meral Alagöz,
yumurtayı hayranlıkla elden ele dolaş- Ümit Alagöz, Pakize Alagöz ve Abdullah
Alagöz
tırır, övgüyle cebimizde taşırdık.
Bazen de bilye oyununa dalardık. İçleri çeşit çeşit renkle dolu mikalar
toprak yolda zıplar dururdu. “Zekke” yi iyi seçemedin mi vay haline!
Sonbaharda; dökülen kavak ağaçlarının sararmış kuru yapraklarını
çuvallara doldurur, ocak başına taşırdık.
Evet çocukluk, böyle başladı ve doyamadan bitip gitti... Geride acaba
ne kaldı diye düşünmek bile ürkütüyor insanı... Mazide kalmış masum bir
arkadaşlığın sıcaklığını düşünmek tek tesellimiz herhalde.
RESİMLER... RESİMLER... RESİMLER...
Gazete arşivlerini tararken birçok eski ve nostaljik resimle karşı karşıya geldim. Çoğunun kalitesi, geçen yıllar ve sararmış sayfalar nedeniyle
solmuş, rengini kaybetmişti. Ancak bu belirsiz ve muğlak yüz ifadelerinin
gerisinde sıcak ve canlı karakterler bizlere gülümser gibiydirler. Fotokopiden
yüklediğim resimler bir kalite daha da düştü. Buna rağmen bir dönemin Iğdır’ına damgasını vurmuş bu önemli şahsiyetler önemlerinden birşey kaybetmeden sisli bir geçmişten bize bakar gibi, etkileyici ve güzeldiler.
Not: Resimler Ayhavar, Pamukova ve Ekinci gazetelerinden alınmıştır.
114
Iğdır Sevdası
Özel İdare Memuru
Doğan Araslı
Iğdır Ortaokulu Md. Yrd.
Ziya Ayrım
Ziya Ayrım
Hasan Karalar
Behram Öcal
Fazıl Baykal
Fazıl Baykal
Cemal Toksöz
(Kars CHP Milletvekili 1957)
115
Gavsi Gözalan
Mücahit Hun
Fazıl Şıktaş
Osman Yeltekin
Kemal Güven
Dr. Abbas Çöllü
Hidayet Yalçın
Rahim Akyüz
Cihangir Turan
Enver Güneş
Veli Orkun
116
Iğdır Sevdası
Abdürrezak Güneş
Hasan Tezel
Sadık Tezel
Mecit Hun
Osman Ataman
Nağdali Parlar
Enver Sever
Talat Tufan
Kerem Zengi
117
Mücahit Hun
Bahri Çavuş (Yiğit)
Feyzullah Zengi
Cezmi Öztekin
Eşref Başaran
Mecit Hun
Ahmet Armağan
Eşref Kaya
Ahmet Armağan ve
Hasan Tezel
Mecit Hun
118
Iğdır Sevdası
Kurban Akar ve
Mecit Hun
Musa Doğan
Mir Ali Ural
Sadık Tezel
Turgut Sungar’ın kaleminden (DİL gazetesi)
(Soldaki Ali Ural’ı, sağdaki kaymakamı temsil ediyor)
Turgut Sungar’ın kaleminden (DİL gazetesi)
(Koltuğunun altında DİL gazetesiyle yürüyen Ekber Yücel canlandırılmış)
119
Mücahit Hun
Ayhavar Gazetesi (17 Ocak 1954)
Soldan Sağa: Nefes Usta, İsmail Çınar, Musa Doğan, Feyzullah İnan,
Eşref Kaya, Mir Ali Ural
Mecit Hun gazete okurken
(Arka planda kahveci Semet)
Bir grup Iğdırlı
Ayakta sol başta Mecit Hun
120

Benzer belgeler

55. Fahrettin Gülseven

55. Fahrettin Gülseven Vapurla karşıya geçip, Sirkeci’deki Şark Oteline yerleştik. Vakit kaybetmeden liseye kayıt yaptırmak için girişimlerde bulunduk. Bütün liseler, kayıtlarını doldurmuş, öğrenci almak istemiyorlardı. ...

Detaylı

38. Şükran Bingöl

38. Şükran Bingöl tamamen çocuğun kendi öz sorunu olarak algılanmasını isterdi. Erzurum lisesini pekiyi dereceyle bitirmiş, hayatının iki üç yılını Iğdır Ortaokulunda Matematik ve Fen bilgisi öğretmeni olarak geçirm...

Detaylı

44. Hoca Mehmet Çetinkaya

44. Hoca Mehmet Çetinkaya Bu olayı izleyen bir bayram günüydü. Ramazan veya Kurban bayramı. Bayramın birinci ve ikinci günleri geliş gidişler çok olur. İnsanlar telaş ve heyecan karışımı bir ruh haliyle birbirlerinin bayram...

Detaylı

14. AYHAVAR GAZETESİ: Cengiz Ekinci(1952)

14. AYHAVAR GAZETESİ: Cengiz Ekinci(1952) CHP‟nin neĢir organı diyenler varsa da ve Tiryakioğlu (Saffet) da bu hayal ile kendisini avutmakta ise de realite baĢkadır ki bunu bir ben bilirim bir de Araslı. “Serhad”: Cengiz‟e sorsanız, “Ben b...

Detaylı