Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Transkript

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim
İ
İade : Adres bulamayan mektup, satılamayıp da yayınevine döndürülen gazete, dergi vb.; Geri vermek
“Her yıl temmuz başında geldiğimizde değişmez bir ritüel olurdu. Ev sahibi bizi beklerdi. Ona kibarca
Üstad Halim derdik. Gümrük memuruydu ve bizi her karşıladığında takım elbiseli, kravatlı olurdu.Ona
anahtarları verirdik, kapıyı kendisi açardı; resmi bir şekilde bize hoş geldiniz der ve anahtar demetini iade
ederdi.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:382)
“-İngilizlere çatalım öyleyse...
-Yoook... ‘vur’ dedikse ‘öldür’ mü dedik? Bu hafta Mustafa Kemal’e çatarsın, öbür hafta sadrazama...
Benim elim kalem tutmalı da, gazeteyi görmeli bu yokuş... Hepinize top attırırdım alimallah! Sizi iadenin altında
ezerdim...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:137)
iambic, iambus (çoğul: iambi) : (YUN.,LAT.,EDE.) <İam’bik, İambus> : İ a m b u s denilen vezne ait: Bir
kısa ve bir uzun, ya da, vurgusuz ve bir vurgulu heceli vezin; eski Yunan ve Latin edebiyatında çok kullanılan
bir vezin
ib, ibid (ibidem’den kısaltımış) : (LAT) <ib, ibid> : Aynı yerde, evvelce bahsi geçen mehazda, kitapta
ibex : (İNG:,ZOO.) <ay’beks> : Boynuzları arkaya doğru kıvrık bir çeşit dağ keçisi
İbiği kabarmak : Gubarlanmak, kendini bir şey sanmak, kendini başkalarından üstün görmek
“PARONI (Dediğini yaparak.) - Ne yazacağım peki?
LUCA - Söyleyeceklerimi. Şimdi alttan alıyorsun ama seni bilirim ben. Yarın, ben de Pulino gibi
kendimi öldürünce, ibiğin kabarır hemen, önüne gelen yerde benim de aptal olduğumu söyler gezersin.”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Aptal”, sa:74)
ibis : (İNG.,ZOO.) <ay’bis> : Balıkçıl ailesinden bir kaç çeşit kuş; sacred ibis : Eski Mısırlıların kutsal
saydıkları aklı karalı balıkçıl
İblis; İblisane; İblisçe : Şeytan, şeytanca işler çeviren düzenbaz insan, düzenci; O niyetle yapılan iş
“AÇLIK GREVİ ŞİİRİ
<Mahpuslar Konuşuyor>
---------------------------Sanat edinmişler işkenceyi,
Sanat edinmişler açlıkla bitkinliği
işlemeyi.
Sanat edinmişler hakaretle sağlamayı.
Onlar inançsız, hain ve korkaklar,
Onlar İblis’e taş çıkartıyor aşırılıklarında.
Yasa önünde yasasız,
İnsan ömünde saygısız,
Yaşlılara acımasız,
Acımasız, süt dişi yeni çıkmış çocuklara.”
(Adnan Ferhan Abdüllatif-Gündüz Vassaf; “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:70)
“Yanan bir kentin dumanları gibi kızıl renkli Sonsuz Cehennem gitgide belirginleşiyordu: altımızda,
çok uzaklarda, kara ama parlak bir güneş vardı; güneşin etrafında, sonsuz bir uçurumda uçan, daha doğrusu
yüzen avlarının peşinde dev gibi örümceklerin dolanıp durduğu kızıl yollar vardı. Küfün oluşturduğu iğrenç
hayvan şekillerindeki yaratıklardı bu avlar ve hava bunlarla doluydu, sanki bunlardan oluşmuştu: Bunlar
iblislerdir ve Hava Güçleri olarak adlandırılırlar...” .................................
“İblis yanıtladı: Aptalı, buğday tanesini değirmen taşında dövdüğün gibi döv, aptallığı geçmeyecektir.
İsa Mesih en yüce kişiyse onu en yüce sevgiyle sevmelisin. Şimdi, ‘on emir’ yasasını nasıl onayladığına kulak
ver. Sebt günüyle ve dolayısıyla sebt gününün Tanrısı’yla dalga geçmedi mi? Onun yüzünden öldürülenleri
öldürmedi mi? Zina işleyen kadının cezasını yasalardan kaldırmadı mı? Kendisini geçindirenlerin emeğini
çalmadı mı? Pilatus <Bk!.>’a karşı kendini savunmayı reddederek yalancı tanıklığa göz yummadı mı?
Havarileri için dua ederken ve onları evlerine almayı reddedenlerin karşısında, sandallarının tozunu silkmelerini
buyurduğunda imrenmedi mi? Bu on emri yıkmadan hiçbir erdemin var olamayacağını söylüyorum sana. İsa,
baştan aşağı erdemdi ve kurallara göre değil, içinden geldiği gibi davrandı.
(William Blake, ‘Cennet ve Cehennemin Evliliği”, sa:47;57)
“ ‘Hey iblis ve ifrit sürüsü!’ diye bağırdı, ‘kaçırıp arabaya kapattığınız asil Prenses’i derhal bırakın; aksi
halde bunun cezasını çekip, birazdan postu yere sereceksiniz!’ ”….. “Lotario, yolda, daha ilk günden açılmayı
doğru bulmadığını söylemiş; ‘sadece güzelliğini övdüm, bütün şehrin, onun cazibesinden, akıllığından söz
ettiğini çıtlattım,’ demiş. Sevgisini kazanmanın, sözlerini ona dinletmenin en iyi çaresi bu değil miydi?
Söylendiğine göre iblis de aynısını yaparmış: fanilerden birini ayartmak istediği zaman, aslında karanlıklar
zebanisi olduğu halde, parıltılı bir melek şekline girer, kurbanını bu güzel görünüş altında ayartır, arzusuna
ulaştıktan sonra, yüzündeki maskeyi çıkarıp atarmış.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:52;259)
“Neçayev’in <Rus Devriminin bir kahramanı> gençler arasında müritler edinmesinin nedeni, onların
içinde kendi içindekilere yanıt veren bir ruh olması. Elbette kendisi böyle açıklamıyor bunu. Kendini materyalist
olarak niteliyor. Ama bu, moda bir jargon. İşin aslı şu ki, Yunanlıların iblis dediği şey var onda. Bu iblis,
Neçayev’le konuşuyor. Enerjinin kaynağı o..... Aynı İblis, Pavel’in içinde de vardı herhalde, yoksa neden onun
çağrısına yanıt vermiş olsun ki?”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:128)
“Böylece, keder katlanarak çoğalıyordu. Kadınlar dört bir yandan akın akın gelmeye başladılar.
Kimileri şimdiden yas kılıklarını giymişlerdi -koyu mavi pamuklardan pis bir örtü. Yüzlerini çivitle boyamışlar,
salınmış saç örgülerine kül sürmüşlerdi. Yukarıdaki kız kardeşlerinin acı feryatlarını parlak dişlerini göstererek
aşağıdan yanıtlıyor, merdivenleri tırmanarak acımasız iblisler gibi odalara doluşuyorlardı.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:345)
“Şiir: ‘Sen azizleri beşer (insan) gibi görüyorsun. Bu görüşün sana İblis’den miras kaldığını bil.’
Sen, şeyhin zeka ile dolan, içindeki nurlardan habersizsin; çünkü eşeksin, fakat bizim müridlerimizin
secde etmemesi tam bir küfürdür. Çünkü hakkın nuruna sırtını çevirmek, şeytanın mezhebini taklid etmek,
körlerin işidir ve büyük bir hatadır.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:310)
“O akşam evine dönerken Hacı İshak Efendi’yi köşe başında Hacı Numan Efendi yakaladı. Derin bir
ahla onu duvar kenarına çekerek:
-Bugün sokakta zevceniz Hanım’a rastgeldim, yanındaki ufak kızdan tanıdım.
-La vallah, benden izinsiz çıkmaz.
-Çıkmış... Çıktığını bütün komşular gördü.
-Çıktı ha! Ya melun avrat, lanete gelesi iblis.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:359)
“GECEYE DÖNÜŞ
Ben ilahi geceyim
İki gece ölümden döndüm.
----------------------Ben kutsal bir geceyim cennetin.
Ademin ilk atıyım
İblisin yoldan çıkardığı.”
(Cumana Haddat<d.1970>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.12.07)
“ ‘Efendim bu elektrik işi için Parti başkanı ile Belediye reisi zatıalinizi el altından bakanlığa şikayet
etmişler...’
‘Eyy?’
‘Köylülere baskı yapılıyor, zorla para toplanıyor diye... Ah beyefendi, siz o Hacı Yakup denilen iblisi
bilmezsiniz. Ne habis, ne melun heriftir o...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:42)
“(Papazın karısı)- İnsanın yaratıldığı gün, Allah’ın yalnız olmadığı, İblis’in de orada bulunduğunu
bilirsiniz,’ diyordu bize... İblis, her şeye karışıyor, her yanda hazır olmak istiyor ve elinden geldiği kadar kendini
savunan Tanrı’yı durmadan rahatsız ediyordu.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:48)
“ADAM - Neye gözlerini açmadın? Tokuşturalım?
RUPRECHT - Gözlerimi mi açmadım? Açtım, açtım ama iblis herif kum doldurdu.
ADAM, bıyık altından. - Kum doldurur ya! Koca gözlerini neye faltaşı gibi açıyorsun? -Buyurun,
sevdiklerimizin şerefine efendimiz, tokuşturalım!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:72)
“YOLCU - Belki de bu herif, aptallığının yanında, ya da öyle görünse de, Yahudiler içinden
çıkabilecek bir şeytandan daha iblisane biri. Bir Yahudi dolandırınca, dokuz defasından belki yedisinde bir
Hıristiyan onu buna mecbur etmiştir...”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:25)
“Işık Külü V
Hangi iblistir ki
bu dünyanın temelinde
som mutluluktan bir gömü bulunduğu
söylentisini yayan?
Sfenkslerden,
kutsal kaselerden,
dile gelip konuşan yazıtlardan
simyacı büyülerinden söz etmiyorum...
ancak yine de
zaman kervanı
sırlarla yüklü değil midir?”
(Lyubomir Levcev<d.1935>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan. Cumhuriyet Kitap, 03.05.07)
“Bahçesaray’da Gece
-------------------------Gölgeler düşüyor minarelerden ve
tepelerinden selvilerin
Dev kayalar çember çember kararıyor
uzaklarda
Şeytanlar gibi, hani oturan divanında İblis’in”
(Adam B. Mickiewicz<1798-1855>-Doç.Dr. Neşet T. Yüce; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 24.11.05)
“MACDUFF - Korkunç cehennemin sürülerinden bile fenalıkta Macbeth’i aşacak bir iblis çıkamaz.
“MARSDEN (Kendini inandırırcasına.) - Nina ta küçüklüğündenberi bana da çıkışır... şimdi koskoca
kadın oldu... aşkı da, ölümü de biliyor... Gordon’un uçağıyla alev alev düşmesi... barıştan iki gün evvel... iblisin
cilvesi...”
(Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:7)
“Arapça konuşur gibi, boğazının derinliklerinden gelen, gırtlak ünsüzleriyle dolu sesler çıkarıyordu.
Gece-Arapçası, diye düşündü kız, Şehrazat’ın rüya-lisanı. Bir başka yoruma göre, sayıklamaları bilimkurgusaldı,
Klingon diline, uzak bir galakside boğaz temizlerken çıkan seslere benziyordu. ‘Hayalet Avcıları’nda bir iblisi
ışınlayan Sigourney Weaver gibi.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:13)
“İblis’in oturduğu ilk bölge burasıydı, toprağı kavuran ve külleri ezen toynaklar ona aitti, korkuyla
titremiş olan ve bugün bile titremeyi sürdüren dağların arasındaki, İncil’de yazdığı gibi, İsa bile Şeytan’ın
hileleri konusunda deneyimli olmasa mutlak çölde bu aynı İblis tarafından baştan çıkarılmaya razı olurdu.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:82)
“McDUFF - Korkunç cehennemin sürülerinden bile fenalıkta Macbeth’i aşacak bir iblis çıkamaz.
MALCOLM - Kabul ediyorum; kan döken, zevk ve para düşkünü, kancık, sahtekar, öfkeli,
fenalıksever, adı olan her günahtan biraz kapan bir adam.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:72)
“Benim iyi meleğim iblisçe kudurunca
Dosdoğru bilemem de kuşkulara düşerim:
İkisi benden ayrı sıkı dostluk kurunca
Melek, dişi şeytanın cehenneminde derim.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:144, sa:329)
“ ‘Söylediğin kadar yaramaz olduğuna inanmıyorum.’
Çok ciddileştim: ‘Beş para etmem. Çok kötüyümdür. Noel günü, benim için bir İsa değil, bir şeytan
doğar ve hiçbir armağan alamam. Belanın tekiyim ben. Yani küçük bir bela. Bir iblis.’ ”
(J:M: de Vasconcelos, “Şeker Portakalı”, sa:119)
İbne : Pasif eşcinsel, g.t veren (Argo)
“Odama gireli on dakika olmuştu ve ağların içindeki yatakta yatıyordum. Yatağın tamamı -çatısı olan
büyük bir yataktı- bir ağ ile çevrelenmişti. Ağları indirmiş bu ağlarla yatıyordum. Böyle bir şey yaptığım için
ibnemsi hissediyordum kendimi...” ..... “‘Böyle bir kadına bulaşma diye uyarmıştım seni.’ ‘Beş parası yok. Ona
viski alıp sarhoş ettin ibne, sonra da buraya getirdin.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:29;73)
“Ama dışarda da tempo sürüp gidiyordu:
-İbne Müdür istifa
Deyyus Müdür , istifa
İbne Müdür istifa
Deyyus Müdür istifa.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:292)
“Fontana ağzını oynatıyor, ama, zınn, zınn, zınn’dan başka söz duyulmuyordu. Gülmeyin, tempo
bozulmasın, durmadan ağzını oynatıyordu ibne, zınn, zınn zınn, giderek yükseliyor, hep birlikte, bakalım önce
kim yorulacak?..... Sonunda gözlerini kapadı, açtığında ağlıyordu İbne herif… Sınıftan çıktı, ardından herkes,
‘Teğmeni çağırmaya gitti, şimdi ayvayı yedik,’ dedi, ama işin en güzel yanı da buydu, yalnızca çıkıp gitmişti, o
kadar. Her gün ağzına sı.ıyoruz, bir kez olsun subayları çağırmadı.”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:188)
“Spiker ‘Miraflores çıyanına’, ‘Venezuelalı pislik’e sövüp sayıyordu, hem de bir ibne’den söz ederken
vermesi gereken tınıyı vererek. Başkan Romulo Betancourt’un Venezuela halkını açlığa sürüklemekle kalmayıp,
üstelik ülkesine uğursuzluk getirdiğini söylüyordu. Daha geçenlerde, Venezuela Hava Yolları’nın bir uçağı kaza
yapıp altmış iki kişinin ölümüne neden olmamış mıydı? O deyyus istediğini yapamayacaktı.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:33)
“MUSHI
---------karınları gazlı vazilerin dillerinde
köpürüyor bir yandan koka-kola
okşuyor kasırgalar sendeleyen saltanatlarını,
bağırsaklarında istiflenen dolarları, ölümü
avlıyor bağnazlar, ibneler seni
demek ki çalışıyor Çark
yoksullara rağmen”
(Seitlhamo Motsapi<d.1966>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.10.06)
“Ufaklığı sevmiyordum. İpince bir yüzü vardı; korku, ıstırap yüzünü yüz olmaktan çıkarmıştı, bütün
çizgilerini bozmuştu. Üçgün öncesine kadar canlı bir oğlandı; böylesinden hoşlanabilir insan. Ama şimdi yaşlı
bir ibneye benziyordu, ne yapılsa ne edilse bir daha gençleşemeyeceğini düşünüyordum.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:17)
İbret-i alem; İbret olsun diye : Herkese, cümle aleme bir örnek, bir ders olsun diye
“Mösyö Hermann öyküsünü anlatmayı keserek:
-O zamanlar tutukevindeydim, dedi. Herkes gibi ben de yirmi yaşın verdiği coşkunlukla yurdumu
savunmak istemiştim..... Bir gece sekiz yüz kişilik bir Fransız birliğinin içine düşmüştüm. Bizse en fazla iki yüz
kişiydik. Düşmanın arasında gönderdiğim adamlarım beni ele vermişti. Andernach tutukevine tıkılmıştım. O
zaman ülkeyi yıldırmak için, ibret olsun diye kurşuna dizilmem söz konusuydu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:79-80)
İcabına bakmak : Gereğini yapmak; adam öldürmek (Argo)
“Öğretmen, ‘Hayal kırıklığını anlayabiliyorum,’ dedi..... ‘Kilit taşını senin -bir suçlu yerine kendini
Tanrı’ya adamış biri olarak- getirnmeni çok daha fzla isteyeceğime inanmalısın ama Rémy’nin icabına bakılması
lazım. Emirlerime itaatsizlik etti ve tüm çabalarımızı tehlikeye atacak büyük bir hata yaptı.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:409)
“Fellahlar yavaş yavaş ilerliyorlardı. Biraz daha da yaklaşmışlardı. Biz istifimizi bozmadık, ama
Raymond, ‘Çıngar çıkarsa, Masson, sen ikinciyi üzerine alırsın. Ben benim belalının icabına bakarım. Bir
üçüncüsü gelirse, o da senin Meursault!’ dedi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:56)
“O tam bir Güneyli gibi çabuk hırslanırdı. Şimdi gözlerini açmış bana bakıyordu. Bakışlarından
kıvılcım saçıyordu sanki... Fakat ilacın etkisiyle zihni dağınık, dili tutuktu.
-‘H-H-H-adi oradan sen de! Şimdi senin icabına bakarım ben!’ diye homurdandı.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:64)
“ ‘Ben öldürtmezsem, onu yağdan kıl çekercesine öldürtebilirim, dünya gırtlağına kadar kana batmış bir
katilden kurtulur; o ne yapıp edip seni öldürecek, bugün yarın. Emir Selahattini de öldürtecek. Ben şimdi
buradan Emir Selahattine gidiyorum. Her şeyi ona anlatacağım. O da Şeyhin icabına bakarsa bakar. Al şu
tabanca sana yadigarım olsun, şu hançerler de.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:28)
“Bu senin yaptığın yiğitlik mi? Yüreğime dert oldu. Şimdi döneyim diyorum, yakınlardadırlar nasıl
olsa, onlara hadlerini bildireyim. Efe güldü:
‘Yeme kendini kardaş, şimdi onların icabına bakarız. Hele sen dinlen, yemek ye.’ ”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:10)
“Üç gün sonra köpek, bitkin, perişan, sürüne sürüne çiftliğe döndü. Çiftlik sahibi merhamete geldi ve
köpeğin icabına bakılması için bundan böyle ısrar etmedi.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:81)
“SEZAR - Kenti alamadık ki, Rufio. Elimizde şu saray var. Bir de, nedir şu bitişikteki yapı?
RUFIO - Tiyatro.
SEZAR - Bir de onu alırız. Kıyıya egemen durumda. Geriye kalan Mısır, Mısırlılarındır.
RUFIO - Siz daha iyi bilirsiniz. Bu kadar mı?
SEZAR - Bu kadar. Şu gemiler tutuşmadı mı daha?
RUFIO - Telaşlanmayın, saniye sektirmeden icabına bakarız. (Koşarak çıkar.)
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:76-7)
İcarus Complex : Bk.: İkarus Kompleks
İcazet vermek : İzin vermek
“Yabancıyı yanından hiç ayırmadı fakat onunla asla yalnız kalmamaya çok özen gösterdi. Saltanat
yarışçılarını teftiş etmek için yabancıyla birlikte güvercinlikleri ziyaret etti, ışıltılı gölün kıyısına inerken saltanat
tahtırevanının yanında, saltanat şemsiyecisinin peşi sıra yürümesine icazet verdi.”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:100)
ichneumon : (MISIR MYTH:, ZOO,İNG.) <ih’noy’mon> : Firavun faresi; timsah yumurtalarını yiyen bir
çeşit gelincik; i. fly : tırtıl sineği; başka böceklere çok düşman olan bir çeşit sinek
İcma : (DİN) ‘Cem’den gelir. Sözcük olarak, ‘bir araya getirme, toparlama’ demektir. İslam Dininin, <diğer
üç dayanak ötesinde: Kur’anı Kerim, Sünnet ve Kıyas>, dini hükümlerinin dayanıklarından biri
“Üçüncü dini dayanağımız, Peygamberimizden sonra herhangi bir çağda yaşayan İslam bilginlerinin
kandi zamanlarında dini bir konuda görüş birliğine varmış olmalarıdır. Buna: ‘İcma’ denir.”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:83)
ichnography :
sanatı
(SAN.,YAPI,İNG.) <ik’nog’rafi) : Bir binanın yatay planı, zemin planı; böyle planları çizme
ichor : (MYTH.,İNG.) <ay’kır> : İlahların damarlaroında kan yerine dolaşan eter cinsinden bir sıvı; irin,
cerahat; ichorous : sulu, hafif
İç açmak; İç açıcı olmak : Ferahlatıcı, huzur ve sükun verici olmak
“Rahipler kederli bir tavırla, manastırların eski haliyle şimdiki hallerini kıyaslayarak her şeyi
gösterdikten sonra, bizi küçük bir salona aldılar; buranın balkonundan görünen manzara çok iç açıyordu.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:106)
İç çekiş; İç çekmek : Heyecan ya da korkudan nefesini içine çekme
Bk.: İç geçirmek
“ÖZLEM
<Tyutçev’e göre>
Parlak sularıyla koşuyor dere
çiçek açmış kıyılardan geçerek,
susuz söğüt, dalların ta yere
iç çekerek sarkıtıyor bire dek
ve bakıyor şehvet dolu gözlerle
yangınını anbean hissederek.”
(Dimitır Boyaciyev<1880-1911>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
25.12.08)
“Baştan ayağa siyahlar giymiş, kıpır kıpır, ufak tefek, yüzü şimdiden kırış kırış bir kadın, başında iri
topuzlu iğnelerle ve tellerle süslü şapkası, bir elinde hasırörgü bir valiz ve zembil, öbür eliyle, kırmızı bir eşarp
örtülmüş sepeti taşıyan on yaşlarında bir oğlanın elini tutarak içeri giriyor, din adamıyla sizin aranızdaki boş yere
yerleşir yerleşmez derinden bir iç çekiyor.”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:94)
“Hogarth’la oğlu çömelerek elleriyle tekneyi onlara doğru getirir umuduyla dalga yapmaya çalışıyorlar.
Hogarth iç çekiyor. Çabaları boşa çıkacağa benziyor. Çocuk, ayakkabılarını çıkarmaya yeltense de onun
ayaklarının ıslanmasından korkan babası, ayakkabıları ayağında suya girerek teknenin battığı yere doğru
seğirtiyor haşır huşur sesler çıkararak. Kıyıya gelirken kahkahalar atıyor, bir yandan da sövüp sayıyor. Bayan
Gregory ıslak ayaklarla eve girdi diye yine kızacak çünkü.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:91)
“Kalktı, çadırlardan birinden bir kilim parçası getirip yere serdi:
-De buyurasın, oturasın bakalım!...
Karşılıklı oturduk. Ne dersiniz, konuşurken kadın yüzüme melül melül bakıp iç çekmeye başlamasın
mı?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:136)
“Bir sözlük açmak yeter. Savaşmak, kırmak, dize getirmek, belki de öldürmek amacıyla bir başkasının
iradesine karşı kendi irademizi koymamız anlamına gelir. ‘Hayat bir mücadeledir’, işte ilk kez telaffuz
edildiğinde herhalde hüzünlü ve mütevekkil <her olguyu Tanrı iradesine bırakma> bir iç çekiş gibi söylenmiş
olan bir deyim.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:183)
“... Balkonda Nessim’in ağzından küçük, yumuşak bir hıçkırık çıktı - gövdesinden koparılan bir bambu
dalının çıkardığı ses benzer bir ses. Bu hıçkırık büyük bir senfoninin ilk ölçüleri gibi, aşağıda, karanlıkta
yankılandı, dudaktan dudağa, yürekten yüreğe geçti. Hıçkırıklar -birbirinden alev alan mumlar gibi- birbirini
tutuşturdu, o güzelim keder temasının orkestra müziği, karışık iniltilerin uzun titreşimi boş kuyudan yukarıya
yükselerek kararan gökyüzüne tırmandı. Mareotis Gölü’ne yağan yağmurun sessizliğine karışan uzun, sessiz bir
iç çekişi oldu. Naruz’un ölümüne herkesin aklı yatmaya başlamıştı.”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:344)
“Saat vurunca Hogarth iç çekerek, ‘Peki, borcun yirmi bir şilin,’ dedi. ‘Şimdi gidip benim hakkımda
düşünüp taşınır mısın? Eğer sana yardım etmek istediğime karar verirsen, yarın saat dokuzda gel.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:83)
“Niketas iç çekip aşağı indi, bir sepet ile ip buldurdu, içine ekmek, haşlanmış biri ipi yukarı attı,
Baudolino yakalayıp sepeti yukarı çekti. Yalnızca zeytinle ekmeği aldı ve kalanını geri verdi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:529)
“Sanda kapıyı rahatça görebilsin diye yana çekildi. Sanda bir an gözlerini kaldırıp sonra hemen yüzünü
avuçlarına gömdü. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı, sık sık kesilen uzun bir iç çekiş gibi. Egor yatağa,
Sanda’nın yanına oturdu.”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:72)
ÜÇ IRMAĞIN KÜÇÜK BALADI
----------------------------------------“Yelkenli gemiler için
bir yol vardır Sevila’da;
ve küreklere asılan iç çekmelerdir yalnızca
Granada’nın suyunda.”
“Yelkenli gemiler için
Sevilya’da bir yol var;
ama Gırnata’nın suyunda
yalnız iç-çekmeler var.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Sabri Altınel, “aşk şiirleri”, sa:15;21)
“GEORGETOWN’DA YÜRÜRKEN ERKEK
KARDEŞİMLE (Ağustos 1984)
--------------------Çingülü çiçek açıyor
Kendinden geçiyor insanlar
Kız, görüyorsun niçin öldüğünü kentin
İç çekişimi duy erkek kardeş”
(Grace Nichols<d.1950>-Nice Damar, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.03.08)
“Yüzümde o sırada Fazıl’ın allak bullak yüzünden daha iyi bir ifade yoktu herhalde. Aşağıdan
misafirlerin belirli belirisiz konuşmaları, sokaktan da hüzünlü Kars şehrinin iç çekmeleri geliyordu. Fazıl da ben
de bizden daha tutkulu, daha karmaşık ve daha gerçek asıllarımızın karşı çıkılmaz varlığıyla hatıralarımız
arasında sessizce kaybolup gitmiştik.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:421)
“LEAR - Biz de bu ara şimdiye kadar gizli tuttuğumuz bir düşüncemizi açıklayalım..... Damadımız
Cornwall ve siz, onun kadar sevdiğimiz damadımız Albany, ilerde çıkabilecek anlaşmazlıkları önlemek
amacıyla, kızlarımızın her birine düşen mirası bugün burada ilan etmek arzusundayız. Üstelik, en küçük
kızımızın sevgisini elde etmek için çarpışan Fransa ve Burgonya beyleri sarayımızda uzun zamandır iç çekerek
oturmakta...”
(W. Shakespeare, “Kral Lear”, sa:13)
“Anna pusulayı okuduktan sonra derin bir iç çekti. Tuvalet masasının üzerindeki şişeleri, fırçaları
yerleştirmekte olan Annuşka’ya:
-Bırak, istemez bırak, dedi. Sen git hadi, hemen giyinip geliyorum. İstemez bir şey.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:549)
“Kaptan gemisine lanet etti. Çatırdılarını ve iç çekişlerini duymazlıktan gelmeye çalıştı. Ölmek
istemiyordu. O öfkeyle lostromoya bu gece sonuna yaklaştıkları hayatları pahasına taşıdıkları kargodaki ipleri
çalmasını emretti.”
(R. Tremain, “Müzik ve Sessizlik”, sa:289)
“Tepenin yan tarafında büyük, parkımsı bir açıklık oluştu. Bunun içinde engebeli ve yeşillikli bir çayır
görüyordu; orda burda benek benek meşe ağaçlarını görüyordu; dalların arasında sıçrayan ardıçları
görebiliyordu. Gölgeden gölgeye nazlı nazlı geçen geyikleri görebiliyor, dahası böceklerin vızıltılarını ve
İngiltere’de bir yaz gününün hafif iç çekişleriyle titreşimlerini işitebiliyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:103)
İçe işlemek : Dokunmak; İçini, yüreğini sızlatmak
“İntihar etmeden birkaç gün önce Nerval, Gautier’yi aramış, bir sokak lambasına kendini asarak
öldürmesinden sonra da Nerval hakkında içe işleyen bir yazı yazmıştı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:211)
İçerde olmak : Hapiste, mapushanede olmak
“Kudret Yanardağ eliyle alnına vurdu:
-Şimdi oldu. Demek... Vay anasını içerdeymiş ha?
-İçerdeymiş.
-Demek benden sonra emekliye sevk etmişler?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:73)
İçeri atmak; İçeri girmek; İçeri tıkmak; İçeri tıkılmak; İçeriye atılmak, tıkılmak : Hapse koymak, Hapse
konulmak (Argo)
Bk.: Kodese atmak
“Langdon ilerlerken, kendisini karanlıkta yapboz bilmecesi çözmeye çalışıyormuş gibi hissetti. Bu
bilmecenin son boyutu fazlasıyla can sıkıcıydı: ‘Adli polis şefi beni cinayet sebebiyle içeri tıkmaya çalışıyor.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:104)
“ ‘Aç şu kapıyı dostum, son bir buçuk haftada dört kez geldik buraya ve hep aynı şikayet. İnsanları içeri
tıkmaktan hoşlandığımızı mı zannediyorsunuz?’
‘evet.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü-Koca Götlü Annem”, sa:109-10)
“-Dinle Aleksey, şu haydut Mitka’yı bugün bile içeri tıkabilirdim ama bilmem, hala karar
veremiyorum.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:22)
“Anthony, adam kapıya yaklaşınca arkadan bağırdı:
-O kargaşada çıplak, topluca bir oğlan çocuğu gördün mü, acaba? Ok atan biri!
Kelly afallayarak:
-Hayır, fakat dediğiniz gibi çıplak idiyse, görmeye vakit kalmadan polisler enseleyip içeri tıkmışlardır,
yanıtını verdi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:147)
“Kendini tutamadı:
-Seni içeri atanların Allah belasını versin! dedi.
Yenice paketini çıkaran Müfettişler Müfettişi:
-Abdülhamit, koca Namık Kemal’i içeri atmıştı...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:58-9)
“O zaman, yangın çıkarmaktan yargılanmak tehlikesi yetmedi mi diye soruyorum? ‘Ne diye bulguru
pirince karıyorsun?’ diyorum sonra. ‘Başkasının yaktığı bir samanlık yüzünnden içeri giren biri, kendisine
yaklaşanlara karşı dikkatli olmalı.’ ‘Ama suçsuz olduğun için salıvermediler mi seni?’ diye soruyor, o öküz
gözleriyle.”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:7;10-11)
“HAPİSTE YATACAK OLANA
BAZI ÖĞÜTLER
<Mayıs 1949>
Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke
demeyeceksin
yaşamakta ayak direneceksin.”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:25)
“-Millicilikten ne demek?
-Bildiğin millicilik... Kuvayı Milliyeci olduğundan attılar Kamil abiyi içeri.... ‘Millici Abi’ dedin mi,
koca tevkifhanede bilmeyen yoktu. Paytoncu Osman’a bir kötek attıydı senin Kamil baban...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:220)
İçeri dışarı : Bir içeri bir dışarı, sebatsız, sıkıntılı, üzünçlü
“Kollarını açıyor yaklaştıkça, gölgeliklere dalıyor yüzücü gibi. Koşmaktan, gölgelerden göremez
oluyor, ağaçların altına, köklerin içine atıyor kendisini, ışığın içeri dışarı, içeri dışarı çırpındığı yere. Dallar
sallanıyor. Kışkırtma var burada, sıkıntı var. Üzünç var. Işık kırık dökük. Acı var burada.”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:11)
İçerlemek : Çok kızmak, sinirlenmek, kıl olmak (Argo)
“Ancak müşteriler gittikten sonra kadın ağzını açardı. Daha doğrusu açardı ağzını... Başörtüsünü fırlatır,
uzun ve battal parmaklarında cıgarası, Belvü gibi yer varken buralarda sürtmenin de demek olduğunu
anlamadığını, bu işin içinde bir bityeniği olduğunu haykırırdı. Ahmet bu bityeniği lakırdısına içerlerdi.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Garson”, sa:65)
“İçimden şöyle diyordum:
-İblisler bizim yüzümüzden aldatıldılar, zarara girdiler ve öylesine alaya alındılar ki buna fena halde
içerlemiş olmaları gerekir. Eğer hiddet kötü niyetlerini körükleyecek olursa, tavşanı kovalayan ve onu dişleriyle
yakalayan bir köpekten daha amansızca arkamızdan koşacaklar. Korkudan tüylerimin daha şimdiden diken diken
olduğunu söylüyor ve birdüziye arkamıza kulak kabartıyordum.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:250-1)
“Yanımdan dargın bir halle ayrıldı. Onu alıkoymak, gözüne girmek -beni daha iyi savunsun diye değil,
yalnızca gözüne girmek- istediğimi anlatmak isterdim. Hem onu güç duruma soktuğumu da görüyordum: Beni
anlamıyor, biraz da içerliyordu bana.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:65)
“... neyse, yarına dek bekleyebilirdi. Saatin dolmasıyla birlikte kapı dışarı edilmek istenmesine
içerlemişti biraz. ‘Pekiyi, Doktor Hogarth,’ dedi. ‘Çok teşekkür ederim.’ Hogarth eline aldığı çeki ikiye katlayıp
cebine koydu. Kafasını sallayarak piposundan bir-iki nefes çekti.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:83)
“ ‘Gelelim özel sorunlara. Siyasal yaşamımın daha başında Savunma Bakanlığı’nın genel haberalma
konusunda uzman bir şubesiyle çatıştım. Adı geçen bölümün yöneticisi tuğgeneral kendi dairesinin bizim
önümüzde diz çökmesi düşüncesine çok içerledi. Kıdem sorunu, belki ücret sorunu, belki de bunun gibi başka
bir saçmalık!’ ”
(L. Durrell, “Mountolive-İskenderiye Dörtlüsü 3”, sa:117)
“Askerler, sarhoşlukları arttıkça, Kartaca’nın yaptığı haksızlığı daha çok anımsıyorlardı. Gerçi, savaşla
bitkin düşen Kartaca Cumhuriyeti, geri dönen bütün asker gruplarının kentte toplanmasına ses çıkarmamıştı.
Komutanları Gaskon tedbirli davranıp ücretleri daha kolay ödensin diye bunları sırayla göndermişti. Meclis,
askerlerin en sonunda ücretlerinde biraz azaltma yapılmasına razı olacağını sanmıştı. Öte yandan, paraları
verilmiyor diye halk da onlara içerliyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:15)
“Yalnız canımı sıkıyor, her tarafa yayılmış. İşte o zaman, bu işe ciddi ciddi içerlemeye başladım.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:98)
“Ahmet, elinde olmadan kızardığını hissederek kendi kendine içerledi.
Kaymakam pişkin pişkin gülüyordu:
‘Doğru değil mi? Yalnız dikkat et ha... Kadıbaba’yı fena gücendiriyorsun.’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:16)
“ ‘İkinci mevkide geliyorsa hiç inmesin, çeksin gitsin daha iyi!’
Lotte içerlemişti, bana bir ders vermek istiyordu ki, tren istasyona girdi ve durdu; Lotte hemen
vagonlara doğru koştu. Acele etmeden, peşisıra gittim; arkadaşının üçüncü mevki bir vagondan indiğini gördüm:
Yanında gri ipekten bir şemsiye, bir battaniye ve gösterişsiz bir el çantası vardı.
‘Bu benim ağabeyim, Anna!’ ”
(H. Hesse, “Gençlik Güzel Şey”, sa:62)
“Canı sıkılmış, oturduğu yerde ayaklarını uzattı Klein. Bu kadın neşesini kaçırmıştı! İçerlemiş,
sinirlenmişti; haksızlığa uğramış görüyordu kendini. Biliyordu, sarı saçlarıyla bu kadın bir kez daha önünden
geçip onu bir kez daha bakışlarıyla süzmeye görsün, kızarıp bozaracak, giysileriyle, şapkasıyla, ayakkabılarıyla,
yüzüyle, saçı ve sakalıyla kendisini aşağılık ve değersiz biri gibi hissedecekti.”
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:71)
“Ama derken o kaçınılmaz başarısızlık çıkagelir, babam kızıp içerleyerek dayımı alay ve hakaretlere
boğar, bir daha aylarca ne yüzüne bakar ne de tenezzül buyurup kendisiyle bir çift laf ederdi.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:19)
“... genç adam, her sofuluk nöbetinden önce gözlerini çevresinde gezdiriyor, kendisine bakanların çok
olup olmadığını anlamak istiyordu. Bense bunu yakışıksız bir davranış olarak gördüm; kiliseden çıkar çıkmaz
gidip kendisiyle konuşmaya ve neden bu türlü tapındığını sorup öğrenmeye karar verdim. Evet, benim kızın
gelmeyişine içerlemiştim.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:9)
“Çetin’le Metin, iki hafta önce sünnet olmuşlardı. Bisikletler zengin babalarının hediyesiydi. Günlerdir,
o iri-çocukluklarıyla bisikletlerine tünüyor, Fikret’le benim bütün mahalleye yaydığımız ‘asfaltçılar, cakalılar’
adlarına içerlediklerini belli etmek istemedikleri halde, bizleri bir gün fena dövecekleriini söylüyorlardı.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:17)
“Seyfali güvensiz bir bakış atttı Koca Osmanın yüzüne. Koca Osman bu bakışı yakaladı, bu bakışa iyice
içerledi. Sözcüklerinin üstüne bastıra bastıra:
‘Kaç geceyi gördün sabaha varmamış? Yavrum, muhtarım, cücüğüm, öyle bakma bana;’ diye olanca
sesiyle bağırdı.”
(Y. Kemal, ”İnce Memed”, Cilt:II, sa:81)
“Sonuçta her şey müzmin bir çaresizlikten.” kaynaklanıyor olabilir. Dileyenler buna bir küçük yalan da
diyebilirler ve böylesi bir yargıya, inanın ben de içerlemem.”
(M. Levi, “Bir Şehre Dönememek”, sa:15)
“Ben de bu insanlardan biriydim. Sağcılarla solcuların ülkeyi bir arenaya çevirmelerine fena halde
içerliyordum.Okulda bu gruplardan uzak durmaya özen gösteriyordum. Bazen önlerinden geçerken ‘Diskocu,
burjuva piçi!’ falan gibi küfürler duymuyor değildim ama aldırmıyordum.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam. Bir Ölüm”, sa:71)
“Artık bana söyleyeceğiniz şeylere dikkat edin. Herkesin yanında bana tuhaf tuhaf bakmayın.
Söylediklerinize güvenen Maurice babayı unutmayın. İsteğini altüst edersem, bana içerler.”
(G. Sand, “Şeytanlı Göl”, sa:84)
“Kendisine karşı olduğundan daha çok başkalarına karşı pek dürüst, hemen hemen o denli de sert
davranan bu ateşli insan, sonunda bu acı gerçek yüzünden derin bir üzüntüye kapıldı. Gururunun, işi bir rastlantı
sonucu salonlarda toplanmış olan insanlara içerlemeye vardıracak kadar alçalmasından değildi bu.”
(Stendhal, “Armance”, sa:31)
“Nasıl olur da hem eniştemin evinde karşılaştığım iyi niyet dolu kabalığa, hem de, Doktor Sansfin’in
dediği gibi, beni bir kaşık suda boğmaya can atan şu Madame Anselme’in yalancı inceliğine içerliyorum.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:40)
“Kayzer caddesinde yolumuzu çeviren Hans:
-Haydi bakalım, iki çingene dışarıya çıksın! dedi.
Bu çingene lafına o kadar içerliyordum ki! Fakat sabretmekten başka çare yoktu.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:166)
İç etmek : Çalmak (Argo)
“Üstelik Balzac, yukarıdaki alıntıda söyledikleriyle de yetinmemişti: ‘..... Aşırıya kaçmış bir
spekülasyoncu kendini vurabilir, bir banker iflas edebilir... yüzlerce ailenin parasını iç edebilir; bütün bunlar
Paris’te birkaç ayda unutuluveren ve bu büyük kentin dalgalarınca yutulan yıkımlardır...’ ”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:94)
“-Suçlandırın Piotr Aleksandroviç, siz de suçlandırın beni! diye bağırdı. Çocuklarımın parasını iç
etmekle suçlandırıyorlar. Mahkeme ne güne duruyor öyleyse?”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:103)
“ROSA - Yo, yo, yaparım... başka bir gün asarım kendimi. (Torbaya bakar.) Kahve kutusu nerede?
Yok! Biliyorum... şimdi almıştım... manavda unuttum. Gidip alayım (Çıkış kapısına doğru gider.). Antonio’nun
şu felaketi aptala döndürdü beni! İnşallah iç etmemişlerdir.”
(D. Fo, “klakson, borazanlar ve bırtlar), sa:58)
“Sözümona çok akıllı ve uzağı görür ve hesaplar sayılan Batı diplomasisi birbirlerinin sömürgelerini iç
etme peşindeki savaşlarında, hiç akıllarından geçmeyen bir sonuca vardılar. Çünkü onlar savaş edekoysunlar,
insan aklı durmuyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Anadoluı’nun Sesi”, sa:13)
“Ona, panganotların da öğütülmüş olacağını söyleyerek güldüm. Bana, ‘Hem parayı iç eder hem de
bana gülersin ha?’ diye bağırarak sopa çekmeye koyuldu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:73)
İç geçirmek : İçini çekmek, göğüs geçirmek, derin bir soluk almak
“Bir gün yaşam vardır. Bir adam, örneğin, sağlığı yerinde, yaşlı bile değil, hiç hastalık geçirmemiş.....
Sonra ansızın ölüm geliverir. Adam yavaşça iç geçirir, oturduğu yere yıkılır; işte bu ölümdür. Ölümün bu
apansız gelişi düşünmeye yer bırakmaz. Zihnin avutucu bir söz arayıp bulmasına fırsat tanımaz.”
(P. Auster, Yalnızlığın Keşfi”, sa:11)
“İç geçirdi, sonra da elini duvar girintisinde kalan şifre kutusuna uzatıp beş rakamlı PIN kodunu girdi.
Birkaç saniye içinde on iki tonluk çelik levha dönmeye başladı. Dikkatini toplamaya çalışıyordu ama düşünceleri
durmadan david’e kayıyordu.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:7)
“Teabing iç geçirdi. ‘Baskı yapıyorsam özür dilerim Bayan Neveu. Doğruyu söylemek gerekirse, ben
bu belgelerin her zaman halka duyuruuuulmasından yanaydım, ama karar yine de sizin. Sadece kilit taşını
açabilirsek, olabilecekler hakkında fikir sahibi olmanızı istedim.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:325)
“Karanlık bastığında eriyip yokolduğu söylenebilirdi. Ama kokusu onu ele veriyordu. İlk kez
duyduğumda yanık odun kokusu sandığım koku, onun kendi kokusuydu. Uyuşukluğun ve rahatlığın kokusu.
Birden adayı çok özlediğimi hissettim. İç geçirerek perdenin ucunu bıraktım ve yatağıma döndüm.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:113)
“Hemen hemen her yıl, genellikle sonbahara doğru, yolculuktan geri dönen en az bir kişiden böyle bir
kart alıyorum; dile getirilen hayal kırıklığında, ağlamaklı bir suçlamadan çok daha fazlası var. ‘Bizi uyaramaz
mıydınız, St. Juan’ın (ya da Bevalo’nun, ya da Kalamas’ın) çok sıcak ve tozlu olduğunu, bizim milletimizden
insanlarla dolup taştığını söyleyemez miydiniz?’ diye yazıyorlar hep. Bunları iç geçirerek okuyor ve her zaman,
acaba neden hiç kimsenin aklına seyahat acentesinin allı pullu laf kalabalığına karşı Yolculuğun Tehlikeli
Elkitabı hazırlamak gelmez diye merek ediyorum.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:528)
“Birçok kızla hizmetçi ona aşık oldu ve kadınlar aynı caddelerde, ilkbaharın son demlerinde sabahleyin
ya da yazın akşama doğru, günbatımından hemen sonra onu gördüklerinde iç geçirirlerdi.”
(M. Eliade, “Yaşlı Adam ve Bürokratlar”, sa:89)
“Bazan okurken sevecen ve anlaşılır gelir, başka bir kez de tavan arasının kapısı nasıl ardındaki
karanlıkla kapalı durur ve insan o karanlıkta bazan hayaletlerin nasıl kıs kıs güldüklerini ve iç geçirdiklerini
duyarsa, o da öylesine kapalı dururdu.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:203)
“Bir sesle irkildi, suçlu bir şekilde döndü. Kurcaladığı eşyaları valize tıkıştırdı ve kapağını kapattı;
sonra tekrar kulak kesildi, bakındı. Hayat belirtisi yoktu, çıt bile çıkmıyordu. Fakat kesinlikle bir şey duymuştu iç geçirme gibi, yer tahtasının gıcırdaması gibi bir sesti.”
(A. Huxley, “Cesur Yeni Dünya”, sa:192)
“O akşam oturmuş nargileyle kahvenin tadını çıkarırken birdenbire arkamda bir ses işittim:
-Aman bre!
Ürperdim mi sanıyorsunuz? Hayır,ama saçlarım dimdik oldu, çünkü bu iç geçiren Epaminonda’ydı.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:141)
“Şarapçı uyandı:
-Daldım ki daldım, diye iç geçirdi. Kurt Mıstık:
-Niye? Bardağı sıkıntıyla dördüncü kez doldurup önüne sürdü:
-Valla bilmiyorum...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:20
“Hasta adam boş boş ona bakıyor, orada olmasını kanıksamış. Kendi kendisine konuşmasına aldırmyor.
‘İsterik olduğumu sanma,’ diyor ve iç geçiriyor. ‘Henüz değil, baba. Bu yaptığımı, yani konudan
konuya atlama ve anlıları canlandırma işini başka zamanlarda hiç yapmıyorum. Bu benim yıllar sonra ilk tatilim.
Tatil yapmayı sevmiyorum. Burada, küçük bir kızken severdim.’ ”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:136)
“O da başını arkaya devirdi, dudaklarını araladı ve gözlerini kapadı. Aynı anda kendini bırakarak iç
geçirdi. Önce alnından öptüm, sonra yavaşça gözkapaklarından, daha sonra çekinerek ağzına yaklaştım,
dudaklarının köşesinden öptüm, önce bir, sonra öbür yanından. Bütünüyle ağzıma almamıştım daha ağzını;
henüz okşuyordum, arasından durmaksızın ‘Marta’ sözcüğü çıkan titrek dudaklarımla; ‘Marta’, ardından
‘kalbim’, ‘sevgilim’, ‘arkadaşım’, ‘kızım’ anlamına gelen tüm İtalyanca ve Arapça sözlükler ve sonra ‘istiyorum
seni’. Ve kendimizi, birbirimizin kuytuluğunda bulduk. Ev hala sessiz, dışardaki dünya gittikçe daha uzaktı.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü ad” <Baldassare’nin Yolculuğu>, sa:106-7)
“Rosa Cabarcas tabii bunu çoktan bekliyordu. ‘Ay, benim zavallı akıllım,’ diye iç geçirdi o her zamanki
haliyle, ‘iki ay boyunca ortadan kayboluyorsun, sonra da sırf sadaka istemek için çıkageliyorsun.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:97-8)
“Bird, vitrini kaplayan Afrika haritasının yaban geyikleri gibi mağrur ve seçkin haline bakınca engel
olamadı kendine; derince iç geçirdi. Üniformalarının açıkta kalan kısımları, boyunları ve kolları sivilcelerlekaplı
kitabevi tezgahtarları <satış elemanları> Bird’ün iç geçirdiğinin farkına bile varmadılar.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:9
“ ‘O zamanlar o kahrolası Kaçak Köle Kanunu başımıza bela olmamıştı tabii.’ Bayan Healey gözlerini
kapadı, iç geçirdi. Ağzının kenarları tuhaf bir şekilde kıvrıldı.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:73)
“Bu görüntülerde yüreğime işleyen, ne olduğunu bilemediğim bir şeyler vardı. Kimi zaman belli
etmeden durur, bu iyi yürekli insanların küçük oyunlarını izler ve nedenini bilmeden iç geçirirdim.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezenin Düşleri”, sa:176)
“Yağlı ve parlak omuzları var Rirette’in. Fresnel’i sevdiği zaman iyiden iyiye bozulmuştum. Ama asıl
beni altüst eden Fresnel’in onu okşadığını düşünmekti, ellerini omuzlarında ve kalçalarında gezdirdiğini ve
Rirette’in iç geçirdiğini düşünmekti. Bir erkeğin altına çırılçıplak, böyle uzandığı zaman acaba yüzü nasıl olur ve
etinde dolaşan ellerden ne hisseder, kendi kendime bunu soruyordum.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:107)
“Gülümseyerek delikanlının bileğini tuttu dostça.
-Evdeki herkes iyi, yalnız Tarimaru üzgün. Bir hasırın üstünde ilgisizce yatan bakire kızı gösterdi.
Bedeni sararmış bir örtüye sarılmıştı ama esmer, dolgun memeleri açıktaydı.
-Sürekli ırmağa bakıp iç geçiriyor. Bir Inan’ın <Bir Brezilya Kızılderili kabilesi> çıkıp gelmesini ve
onu almasını bekliyor. Bu adam sen olabilirsin Kanau. Çünkü sen yakışıklısın, o da güzel ve sağlam.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:37)
İçgörü : (İng.: İnsight; Fr.: perspicacité, intuition; Germ: Einfühlung) Kişinin, ruhsal durumunun, yani
düşünce sisteminin ve davranışlarının niteliklerinin farkındalığı; sezgi
“Carlos giderek artan bir hızla düzeliyordu. İki hafta sonraki seansa, o hafta içinde iki içgörü
kazandığını bildirerek başladı. Bu içgörülerden o kadar gurur duyuyordu ki onlara birer ad vermişti. Birincisine,
(notlarına göz atarak) ‘Herkesin bir kalbi var’ demişti. İkincisi ise, ‘Ben ayakkabılarım değilim’ idi.” .....
“Marvin hızlı, belki de fazla hızlı ilerlemişti. Başlangıçta içgörüden yoksun bir adamdı: bakışını içeriye doğru
yöneltemiyor, yöneltmek istemiyordu. Nispeten kısa bir dönem olan altı ay içinde muazzam keşifler yapmıştı.
Gözlerinin yeni doğmuış bir kedi yavrusu gibi kapalı olduğunu öğrenmişti. İçinin derinliklerinde zengin,
kalabalık bir dünya olduğunu, yüz yüze gelinirse bu dünyanın müthiş korkular getirdiğini ama aydınlatma
yoluyla kurtuluşu da sunduğunu öğrenmişti.”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:99;291)
İçgüdü : (PSİK.) Freud’un Psikanalitik kuramı iki bölümde incelenebilir: (1) ‘İçgüdüler’ (instincts) ve
Dürtüler (drives), ve onların oluşturduğu bir stratum; (2) Onların üzerinde çalıştığı, ruhsal fonksiyonun
yöneticisi Ruhsal Aygıt (psychic apparatus). Psikanalizde birinci kısımdaki iki sözcük, değişmeli olarak, çoğu
zaman, aynı anlamda kullanılagelmektedir, fakat esasında birbirlerinden farklıdırlar. Hata, Freud’un her ikisi
için de (Alm.: ) ‘Trieb’ sözcüğünün kullanmış olmasından kaynaklanıyor
“S. FREUD’a göre, bir İçgüdü, ‘…bireyin ruhsal ve bedensel sınırlarında oturan bir kavramdır.’
Özetle, dört özelliği vardır: 1) Kaynak <Source>, içgüdünün doğduğu vücut kısmı, yani somatik bir süreç; 2)
İtici güç <Impetus>, içgüdünün yarattığı çalışmayı yürütecek nicelik, baskı <Qualitative character, pressure>; 3)
Amaç <Aim>, Gerilimi azaltacak ya da ortadan kaldıracak, doyumluluk yaratacak herhangi bir aksiyon; 4) Nesne
<Object> Bu aksiyon için hedef olan kimse ya da şey. Freud, 1915’te yayımladığı ‘Instinctes and Their
Vicittidues’ (İçgüdüler ve Onların Değişiklikleri) adlı kitabında şöylece açıkladı:
“Bir ‘içgüdü’, bir bireyin ruhsal ve bedensel sınırlarında oturan bir kavram olarak gözüküyor. O,
uyarıların ruhsal bir temsilcisi olup organizmanın içinden doğar, vücutla olan ilişkilerin sonucu olarak ortaya
çıkacak çalışmayı yapabilmek için zihne ulaşır.’
Psikoanalist Charles Brenner de, içgüdüyü, nörolojik yollarla tarif eder:
‘Bir içgüdü (instinct), basit bir nörolojik refleksin ötesinde, bir tür uyarıya devamlı olarak aynı
şekilde tepki verebilme yeteneğidir. Bununla beraber, bir yanıt, bir refleks ark’ının tüm beş elemanını içerir:
içten veya dıştan gelen bir etki, onu kaydeden duygu organı, hissi beyne götüren duygusal <afferent> yollar,
bunları değerlendirebilecek bir merkez sinir sistemi ve tepkiyi motor ,<efferent> yollarla deşarj organına
taşıyan kısım. İçgüdüye örnekler: açlık ve susuzluk halleri.
İçgüdüler hakkında çalışmalar daha evvellerden başlamış ve ilk ‘hayvansal içgüdü’den bahsedilmişti.
Darvinistik kuram’a göre içgüdü, biyolojik, kalıtsal, çevreden öğrenilmiş fakat içten gelen, organşizmanın
korunması ve bekaı için faydalı bir davranıştır.
‘Yine Brenner’e göre, bir dürtü (drive) ise, bir motor yanıt olmaksızın bir his veya duyumun merkez
sinir sistemine kaydedilmesidir Böylece bir dürtü, genetik olarak saptanmış bir psişik süreçtir ve operasyona
konulduğunda bir ‘gerilim’ (tension) ve bir ‘ruhsal heyecan’ (psychic excitation) yaratır. Doğal olarak bahsedilen
gerilim, kişinin yaşamına göre değişir.”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. Bakı, sa:101-3)
“Mantıklı davranacak durumda olmadığından kör bir içgüdü onu denize uzanan ırmak kıyısını izlemeye
yöneltmiş olmalıydı. Çünkü şafak alışılmadık bir hızla söküp gök açık sarı bir renk aldığında ve yağmur hemen
hemen dindiğinde kendini Wapping açıklarındaki Thames kıyısında buldu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:47)
“Orada öylece oturmuş, ‘Peki şimdi ne yapacağım?’ diye düşünüyordum. Bereket içgüdülerim bana bir
ilham verdi. Gözüm çantasına -çalınmış, hayli hırpalanmış çantaya- ilişti ve’Şanssızlığa sözüm yok,’ dedim,
‘ama bu kadar büyük bir şeyi taşıyıp gezmekle sen de ona davetiye çıkarmıyor musun?’ ”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:171-2)
“Ayrıca, her uykuda bir parça ölüm vardır. Uyandı. Ona baktı. Léonard derin ve deliksiz uyuyordu.
Boynunu izledi, güzel boynunu yalnızca. Onun içinde hayat vardı. Şairler bunu hissetmişlerdir. Birdenbire yine
bir şeyler olduğu düşüncesi geldi aklına. Korku geri gelmişti. Bir şey yapması gerekiyordu. Pencerenin önüne
gitti. Bir içgüdüydü. Karşıda bir kilise vardı. Yaşlı kadınların geçerken istavroz çıkardıklarını gördü. Ah, kendisi
de kiliseye gitmeliydi.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:96)
İçgüveysi girmek : Bir erkeğin, evlenip kız tarafının evine yerleşmesi
“KAHVECİ HASAN - Baş üstüne efendim! Yarına nikah, perşembeye de düğün. Kızı mutluluk
yuvası eve göndereceğiz.
AZMİ EFENDİ - Öyle ya! İçgüveysi olacak değilim ya?
AZMİ EFENDİ (Çekmeceyi açıp para çıkararak.) - Peki! Şunu da al da, ağırlık olarak öteberi almak
için harcarsınız.”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:106)
“Diyelim ki paralı bir eve içgüveysi girdin. Güzel... Fakat şeytan kaynata, kızın payını ayırır mı
bakalım?.. Malını bölmek ister mi?.. Eh, işin yoksa arpacı kumrusu gibi düşün dur artık!”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:68)
İçi açılmak : Sıkıntısını gidermek, rahatlamak
“Küçük Hanım etrafına bakındı, ayrı ayrı yokladıktan sonra:
-Sokak dar, kapanık, pencereler sık kafeslerle sıvama örtülü. Ev değil mezara benziyor. Büyük sözüme
tövbe, ben burada oturamam. Ruhuma sıkıntılar basıyor. Haydi kalk dadı, beraber bir parça sokağa çıkalım. Seni
arabaya bindireyim, hava alırsın, için açılır.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:358)
İçi bayılmak : Bayma, ruhu sıkılma, bezginlik duyulama; çok aç hissetmek
“HANIM - Aman şu iç bayıltan pembelikler, şu korkunç glayöller, şu mimozalar gün geçtikçe
çoğalıyor! Bu çılgınlar Allah bilir ucuza almak için sabahın köründe hale koşuyorlardır.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:43)
İçi beni, dışı eli (seni) yakar : Sen üzülüyorsun ama, ben (ya da diğerleri de) üzülüyor; İşin içyüzü başka
“Topal Ali çok dingin;
‘Celallenme kardaşım. İçi beni, dışı eli yakar. Sen köylüye gücenme. Korkularından ağayı tutar
görünüyorlar. Yoksa yürekleri seninle bile..’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:347)
İçi burkulmak : İçi cız etmek, içtenlikle üzülmek
“‘Emelyan İliç,Dinle!’
‘Ne var Astafiy İvaniç?’
‘Sen,’ dedim, ‘bir hırsız, bir dolandırıcı gibi, benim iyiliklerime, ekmeğime, tuzuma karşılık
pantolumu çalmadın mı?’ Yani efendim adam önümde, diz üstü sürünmeye başladığı zaman içim burkuldu.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:84-5)
“Niçin? Ayaklarına kapanarak pişmanlık göz yaşları dökmek, bağışlatıncaya dek yalvarmak için mi?
Evet, o sırada böyle istemiyor değildim. Yüreğim paramparçaydı, o anı anımsadıkça şimdi bile içim burkulur.
‘Peki ama neden?’ diye sordum kendi kendime. Ayaklarına kapanıp yalvardığım için ertesi gün ondan nefret
etmeyecek miydim? Ona mutluluk verebilir miydim?”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:166-7)
“Akşam yemeğinde en çok Hollanda peynirini severdim, karpuz boyunda kırmızı top peynirler alınırdı
eve, ama büyükanne o peyniri tepesinden başlayarak kağıt gibi ince dilimlere böler, herbirimize bir dilim
uzatırdı. Çok güzeldi, ama tadına doyamadan eriyiverirdi peynir ağzımda. Bir dilim daha istesem mi, istemesem
mi? Hiç protokol yoktu Kesselerlerin sofrasında, yemeğini bitiren kalkar işine giderdi. Ben de yarı aç, yarı tok
kalkar, içim açlıktan çok bu sevdiğim yemekleri yiyip yutmak için gösterdiğim çabadan burkulurdu.”
(A. Erhat, “Gülleyla’ya Anılar”, sa:125)
“Aşklarının baş döndürücü bir hızla gelişen ilk dönemlerini içi burkularak düşünüyordu. Chantal’ı
fethetmeye girişmesine gerek kalmamıştı: İlk andan başlayarak o zaten fethedilmişti. Onun üzerine titremek?
Bunu yapmasına gerek yoktu.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:44-5)
“Haftada bir gelen gazeteleri okuduğumuz zaman içimiz burkuluyor, bu şiddet tutkusunun nasıl bütün
ülkeyi kapladığını anlamakta güçlük çekiyorduk. Çocukluğumuzun o sakin, huzur dolu,, güzel ülkesinde, çeşitli
etnik gruplar, mezhepler, silahlı örgütler, bölgesel güçler hem devlete hem de birbirlerine karşı çarpışıyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:30)
İç içe (geçmek, girmek, yaşamak) : Karışmak, birbirine dolanmak, karman çorman olmak; Çingeneler gibi
kadın erkek herp birlikte yatan kalkan yaşam tarzı
“Sangreal... Sang Real... San Greal... Asil Kan... Kutsal Kase.
Hepsi iç içe geçmişti. ‘Kutsal Kase Magdalalı Meryem...’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:281)
“Bir an ne söyleyeceğimi bilemedim. ‘O bir köleydi. Şimdi Afrika’ya dönüyor,’ diye tekrarladım. ‘Ha,’
dedi, ‘ama biz onlara çingene deriz, ordan oraya pislik içinde gezen, kadın erkek içiçe yaşayan, hır çıkarmak için
fırsat arıyanlar yani.’ ”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:86)
“Gerilere doğru bir ayva ve bir de kiraz ağacı, sanırım bu panoramayı tamamlıyor. Evde bahçeden ne
anlayan bir kimse var, ne de çalışacak zamanı olanı. Herhalde doğayla iç içe olacağız burada.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:77)
“İnsanlarla iç içe olmak, insana kendini gözlemlemeye götürür.”
(F. Kafka, “Aforizmalar”, No.:77, sa:51)
“Edebiyatın bu büyük karakterleriyle buluştuğumuz zaman, en kadim konularla günlük hayatınızda
yaşadıklarınız iç içe geçer. Belki çevrenizdeki duyarsızlıkları sorgularsanız, belki de kendinizi.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa: 55)
“Ergenlik çağım yaklaşıyordu, macera ve romantik düşlerle dolu, o çılgın erkek dünyasının çılgın
yaşantısının özlemini duyuyordum. Bu erkek dünyasının alkolle ne denli içiçe olduğunu bilmiyordum o
zamanlar.”
(J. London, “İntihar”, sa:51)
“ ‘O akşam’ deyip duruyordum. Elverişli bir kısaltmadan başka bir şey değil bu. Tanıştığımız dönemde
sayısız akşam yaşanmıştı; bunlar şimdi belleğimde iç içe geçip tek bir akşam oluşturuyorlar. Bazen bana, o
dönemde sanki sürekli birlikteymişizmiş, aillerimizin yanına arada bir kısa molalar için uğrayan uzun saçlı bir
güruhmuşuz gibi geliyor.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:30)
“Serap’ın sevincindeki yapmacılık sürüyor. Gerçekte duyguları göründüğü kadar sahte olmayabilir; ama
bazı kadınlarda samimi olanla olmayan yıllar içinde o kadar iç içe geçmiştir ki, sahici duygularını bile
yapmacıklıkla ifade ederler; ayırt edemezsiniz.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:143)
“TİRESİAS - Sen gençsin, Oidipus ve genç olan tanrılar gibi sen kendin şeyleri açıklayıp, onları
adlandırıyorsun..... Benim gibi bunları görmeyen birisi için, her şey bir çarpmadır, başka bir şey değil.
OİDİPUS - Ama gene de tanrılarla iç içe yaşadın. Mevsimler, hazlar, insanların yoksunlukları uzun
uzun düşündürdü seni.”
(C. Pavese, “Leuko İle Söyleşiler”, sa:28)
“Biri bir avuç dolusu konfeti attı gözlerime, gözlerim kamçı yemiş gibi yandı. Köşe başlarında insanlar
kalmış, iç içe girmişlerdi ve ilerlediklerine dair bir hareket görülmüyordu, yalnız, ayakta çiftleşiyorlarmış gibi,
belli belirsiz yukarı aşağı hareket ediyorlardı.”
(R. Maria Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:77)
“3-Çizgi
Bağrım ona bir yatak, dizili geçen hayatımda
Onunla iç içe yumru aslımızı kaybetmiş
Kolay yerle karıştığında, ayrılır tırnak ve ısırık izleri
Onunla oluşan tırnak izleri - hüzünlü bir ölüm bekler...”
(Tabbat Şara-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.04.04)
İçi çekmek : Çok arzulamak, beğenmek
“Tramvaya binip limandaki deniz hamamına gittim. Suya daldım. Denizde birçok delikanlı vardı. Orada
Marie Cordona’ya rastladım. Eskiden, çalıştığım dairenin daktilosuydu. O zamanlar pek içim çekmişti. O da
öyleydi sanırım.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:25)
“... arsız bir tabiatım var... ne görsem içim çeker... yiyecek görürüm isterim, elbise görürüm isterim...
Fazla olarak bunları başkaları kadar kendimde de hak bulurum... İş böyle olunca içimde kopacak kıyameti varın
siz düşünün.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:7)
İçi daralmak : Ruhu sıkılmak, bunalımda hissetmek
“Önüne geçilemeyen yorgunluk ve sonunda aşk itirafı. Soluk alabilmek - anımsayarak ya da sadakatle
sevmek istiyordum. Ama sürekli olarak içim daralıyor. Seni sürekli olarak şiddetle seviyorum.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:195)
“Zaten bunlar olmasaydı bile, erkeklere vergi bir macera içgüdüsüyle, parçalı ve uzmanlaşmış bir çağın
gündelik hayatından kaçıp kurtulmak isteğini şiddetle duyduğumuz anlarda, kendimizi kaç kere baskı altında
hissetmişizdir ve içimiz ne kadar daralmıştır.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:83)
İçi dışı bir olmak : Duyumsadığı ile düşündüğü ve yaptığı aynı olan, temiz yürekli, dürüst insan
“Anna, kendini yatıştırmaya çalışırken dönüp dolaşıp gene daha önce birçok kereler geldiği noktaya
geldiğini görünce kendi kendinden korktu, dehşete düştü. ‘İmkansız bir şey mi acaba bu? Suçlu olduğumu kabul
etmemek gibi bir huyum mu var acaba?’ Gene baştan başlamıştı. ‘Dürüst bir insandır, içi dışı birdir. Beni de
seviyor. Ben de onu seviyorum. Birkaç güne kadar boşanacağım. Daha ne istiyorum?’ ”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:590-1)
“-... Oysa siz beni istiyorsunuz, yalnız olsaydım da, yalnız, çocuksuz yaşamamız gerekseydi de beni
isteyecektiniz. Sizi anlamış mıyım Don Juan? Siz beni anlıyor musunuz?
-Kuşkusuz Gertrudis, yalnız olsaydınız da sizinle evlenirdim, siz istedikten sonraa. Çünkü benim içim
dışım bir, beni çeken sizsiniz; ama bu durumda ne olursa olsun, düşkünler evinden çıkarmakla da olsa evlat
edinmek düşerdi bize...”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:105)
İçi dışına çıkmak : Midesi, genellikle sarsan bir taşıt aracında çıkaracakmış gibi kötü hissetmek; Aç olmak
“Dikobrazov bardağı bitirince bir inilti koyverdi, boylu boyunca yastığın üstüne devrildi. Yarım dakika
sonra kalktığında Fyodor ‘özel karışımın’ ne derece etkili olduğunu anlamış bulunuyordu.
-Daha içeceksin! diye bağıırdı. Bırak için dışına çıksın, böylesi daha iyi. Haydi, iç bakalım!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:129)
“ ‘Bana bir eğe bulup getireceksin,’ dedi ve iyice yatırdı beni yere. ‘Yiyecek bir şey getireceksin,’ dedi.
‘Yoksa yüreğinle ciğerini deşerim senin, anladın mı?’ Ödüm kopmuştu. Öyle de başım dönüyordu ki. Ona
sımsıkı sarılarak:
‘Lütfen beni ayağa kaldırın, yoksa içim dışına çıkacak,’ dedim.
Bunu söyleyince, bu kez beni ters çevirdi. Karşımdaki kilise adeta takla attı.”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:8)
“-Şimdi içim dışıma çıkarsa, yola nasıl devam ederim? Ha? Söylesene, nasıl? diye soruyordu.
Ufukta bir şeyler kazanmak olanağı görünmediği, cebimizde de onpara kalmadığı için yemişlerle ve
geleceğe ilişkin ümitlerle beslenmek zorundaydık.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:112)
İçi el vermek, vermemek : Gönlü razı olmak, kabullenmek; gönlü razı olmamak
“ ‘Sade bir hayat yaşadık biz. İyi bir hayat yaşadık. Onurlu yaşadık.’ Bunu, yürekten inanarak
söylemişti Jacob. O anda Esther, az önceki bazı sözlerinin Jacob’la, aralarındaki ilişkiyle, hem evlilik öncesinde
hem de evlendikten sonra, taraf değiştirmesi gerekirken değiştirmediği zamanlarla ilişkili olduğunu anladı. Onu
daha fazla incitmeye içi el vermedi .”
(J. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:31)
“Hayır, hayır, utanıyorum. Yazdığım satırları yırtıyorum. Evet, henüz onurumu yitirmedim. Ve bütün
gün hep bizim ihtiyarlara yazmak istiyorum. Fakat bunu yapmıyorum. Hep yeniden başlıyorum; fakat Allah
kelimesini yazmaya içim el vermiyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:140)
İçi ezilme : Teessüriyetten mide burkulması, üzüntüyü batında duyumsama
“Ama iyimserliği yine bazı darbeler alacaktı. Röhm’ün SA’ları fazla şımarmaya başlamıştı. Theodor,
Hindenburg’un sonunda eski yandaşını SS’lere vurdurtma konusunda Hitler’in emrini onayladığını içi ezilerek
okudu. Schleicher’le karısı da, on dokuz kişiyle birlikte kurşuna dizildi.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:132-3)
İçi fesat dolu olmak : Sürekli kötülük düşünen, şeytana yoldaş olan
“Niye bakıyorsun bana? Ne biçim bakış o? Gözlerinde, ‘Seni gidi sarhoş!’ gibilerden bir anlam var.
İşkilli gözlerin, işkilli... İçin fesat dolu senin.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:209)
İçi geçmek; İçi geçmiş : Yaşlılıktan ya da üzüntüden, hastalıktan zayıf düşmüş; Neredeyse uyuyuverecek;
Hayata karşı ivmesini, heyecanını kaybetmiş
“Turgut hemen ayağa fırladı. Fuat’ın en yakın arkadaşlarından biriydi Mehdi Bey. Yanında eşi ve
yabancı dostları vardı. Neyse ki masa küçük olduğu için onları davet edemedik. Mehdi Bey ayrılırken, ‘Canım
zaten böyle çifte kumruları rahatsız edecek değiliz ya bizim gibi içi geçmişler...’ diya bana bakarak gülümsedi.
Öyle bir gülümseme ki bir anda kıpkırmızı oldum.”
(K. Başar, “Başucumda Müzik”, sa:183)
“Annesi her geçen gün daha çok uyuyordu. Ara bir Michael’ın da oturduğu yerde içi geçiyor sonra da
otobüsü kaçırıyordu. Sabahlarıysa bir baş ağrısıyla uyanıyordu. Gündüzleri sokakları arşınlıyordu. Her şey, bir
türlü gelnmeyen izin kağıtları yüzünden askıdaydı.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:19)
“Yaşlı adam bir-iki kez uyandı, doğrulup yatağında oturarak adanın bitki ve hayvan örtüsü üzerine ipe
sapa gelmez, anlaşılabilir ve kısa bir konuşma yaptı. Bir keresinde de Fonvisin uyandığında onun yatak
örtülerinin altında burnunu çeke çeke kendi kendine ağladığını ve bir kadınla kopuk kopuk bir şeyler
konuştuğunu duydu. Yine saat dört olduğunda içi geçmişti. Saat altıda, Fonvisin’i (sonuçta herkesi) çok şaşırtan
bir şey oldu: Adam ölmüştü.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:290)
“Uzun zaman, mesut olmaya çalışmıştı. Şimdi artık mesut olmak için uğraşmayacak, ihtiyar
Mesurat’nın öfkesine boyun eğerek günü gününe yaşayacaktı. Uykusu geldi. Başını kollarına dayayınca sofranın
üstünde içi geçti.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:121)
“Yemek terine uyumayı tercih ediyordu Gavroche. Ama tavşan uykusuydu bu: Tek gözü kapalı, tetikte
uyuyan bir uyku. Nitekim bir yandan içi geçmekte ama öte yandan da çevreyi gözetlemekteydi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Vol.:IV, sa:168)
“Güzel bir şarap. İçki içmek, sigara tüttürmek, sevilen bir dostun gözlerine bakmak! Aman Tanrım!
Marco… Epaminonda…İçiniz geçmiş sizin! Acıyı ben çektim ama ölen siz olmuşsunuz!”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:100)
“Akşam hava kararırken, ‘Uyan İoakim, seni gereksiyorum, gereksiyorum daha, biraz daha sabret’
diyen sesiyle sıçramıştı yerinden. Bugünmüş gibi anımsıyor. İçi geçmişti. Gözlerini kaldırdığında Andronikos’u
ayakta bulmuştu. Pencerenin altında duruyordu. Pencereden, o mazgaldan gelen soluk ışık gözle görülecek bir
hızla kararıp yok oldu. Nöbetçi değişmişti, bunun omuz takası daha yukarda ışıldıyordu.”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:86)
“Bırakalım gitsinler, sonuçta bu bölüm Portekiz’de demiryolunun tarihçesine ayrılmadı. Beden insana
tamamen egemendir, vagon ağır ağır sallanırken ve tekerlekler rayların bağlantı yerlerine vururken Joao MauTempo’nun içi geçiyordu, ama çok geçmeden korkuyla gözlerini açıyordu, her seferinde düş görmediğini
anlıyordu yeniden.”
(J. Saramago, “Umut Tarlalaları”, sa:204)
“Ama birden, ani bir kaygıyla durakladı ve gülmez oldu: Çok korkmamak gerekti. Evet, o içi geçmiş
moruklar gibi yapmayacaktı, ama bu, yaşamını berbat etmesi, kendinde her boku yemeye hak görmesi için
yeterli bir neden değildi.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:339)
“Dün akşam canım okumak istemediğinden televizyon seyrettim. Seyrettim demeyeyim de dinledim,
çünkü yarım saat sonra içim geçti. Sözlerin ancak yarısını işitiyordum, hani trende uyuyakalırsın da öteki
yolcuların konuşmaları sana kesik kesik ve anlamsız gelir ya, öyle.”
(S. Tamaro, “Yüreğinin Götürdüğü Yere Git”, sa:27)
“Bay Antoninho Verdureiro’nun durmadan içi geçiyordu; gözleri, mumların salınıp duran ışıltısına
dayanmaıyordu. Taninha’nın onu arada bir dirseklemesi ve belli etmeden kulağına fısıldaması gerekiyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:27)
İçi gitmek : Çok özenmek; bir şeyi yapmayı ya da elde etmeyi çok arzulamak
“Dışarı çıkarken el eleydiler, uzun bir ayrılıktan sonra buluşmuş aşıklar gibi. Sokak ortasında öpüştüler,
gelip geçenlerden birkaçı kızgın gözlerle baktılar onlara. Yarattıkları rahatsızlık ve uyandırdıkları arzular ikisini
de gülümsetiyordu; böyle olduğunu biliyorlardı, aslında bu insanların da onlar gibi davranmak için içi gidiyordu,
kızılacak br şey varsa o da bu ikiyüzlülüktü.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:210-1)
“Öbürleri övmezler ama bacaklara içi gitmeden bakamazlar. hem iş yalnız bacakla bitmez ki…
Gruşenka’yı hor görse bile küçümseme filan para etmez dostum. Hem küçümser, hem ondan vazgeçemez.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:117)
“Talihi yaver giden herkese gıpta eder,
Şu denli güzel olsam, dostlarım olsa derim;
Şunda sanata, bunda dehaya içim gider,
Oysa solda sıfırdır yapmak istediklerim.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:29, sa:99)
“... ter ve kir içindeki o kalın, rahatsız cüppeden kurtulmaya can atıyordu. Buz gibi yağmur suyuyla
güzel bir banyo yapıp yatağa uzanmaya, belki hizmetçinin hazırlamış olması gereken sulu bir rabanada’yı (
Dilimlenip kızartılmış meyve) yemeye içi gidiyordu.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:31)
İçi götürmemek : İçi almamak, dayanamamak, tahammül edememek, vicdanı elvermemek
“Yaşamı boyunca çalışmıştı, aslında tembellik etmek, hakkıydı. Ama vicdanı vardı. Her şeyden önce
bakmam gereken bir kızım var, diyordu kendi kendine. Bu kızı evde yalnız başına bırakmayı kimin içi
götürürdü?”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:420)
“Gördüğümüz insanların alışveriş konusunu daha küçük hayvanlar, yani eşekler oluşturuyordu, oysa
zaten eşekten geçilmiyordu kent; bütün yük eşeklerin sırtına vuruluyor, bu hayvancıklara o denli acımasız
davranılıyordu ki, eşek görmeyi içi götürmüyordu insanın.”
(E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:7)
“Sesinde bir ölüm kederi vardı. Bu seste, binlerce ağıtı bir arada duydum. Sonra gene içi götürmedi,
Orman Bölge Şefine:
-‘Bari sen de oraya git. Köylülere yalvar yakar. Ayaklarının altını öp. Götür yangına.’ ”
(Y. Kemal, Denizler Kurudu”, sa:6)
“Ayağına bir ham çarık geçirmişti. Çarığın, daha tüyleri dökülmemişti. Ayağa kalktıktan sonra şaşkın
şaşkın, elleri yanlarına düşmüş bakakaldı... Yüzünde keder, tarifsiz bir acılık çöreklenmiş kaşmıştı. Oğlunun
ölüsüne bir türlü bakamıyordu. İçi götürmüyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:137)
“KAPTAN - Bana karşılık verilmesi kafamı allak bullak ediyor, cesaretimi kırıyor. Kadınları da,
erkekleri de içim götürmüyor artık. Kaçmak zorundayım. Şimdi de tabanları kaldırmalı. (Kaçmaya davranır.)
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:103)
İçi içine sığmamak : Çok heyecanlanmak, sevinçten yüreği kabarmak; ender olarak: keder ve üzüntüden
yerinde duramamak, gubarlanmak
Bk.: Kabına sığmamak
“Dudaklarında kötü bir gülümseme belirdi. Alyoşa’ya dönerek,
-İçim içime sığmıyor, deliyim! dedi. Üstümdekileri kopararak kendimi, güzelliğimi mahvederim,
yüzümü yakar, bıçakla doğrarım, dilenmeye çıkarım…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:324)
“Ertesi gün, perşembeydi. Hava açık olduğu için öğleden sonra gezmeye çıkacaktık. İçim içime
sığmıyordu. Bu düşünceler içinde bir gece daha geçirmek fikri beni korkuttu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:96)
“İşte o zaman, artık içi içine sığmayan Davut, limanda uyuyan kayığının demirini hırçın hırçın koparıp
fırlatır ve adından da, sanından da, özel kişiliğinden de -kopup gitmekte olan kayığı kadar- özgür.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:79)
“Yaşlı adam coşkuyla sürdürdü:
-Ben de ona geliyordum. Seni buraya çağırmamın nedeni bu..... İstesem bir gün içinde nakit on bir
milyon dolar toplayabilirim. Taşınmazları saymadım... Canın sıkılıyorsa, yat körfezde hazır. İki günde seni
Bahamalara atar.
-Babacığım, üstüne bastın. İçim içime sığmıyor.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:141)
“Denizin hayli uzaklarda gökyüzüyle birleştiği yer karşısında da yine içim içime sığmıyordu. Tıpkı
çocukluk günlerindeki gibi o burcu curcu kokan mavi uzaklıkların önümde açılmış bir kapı gibi beni beklediğini
görüyordum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:78)
“İçi içine sığmayan Pierre, narin vücudunu sağa sola sallamaya başlamıştı. Burkhardt Amca,
Malezya’nın balta girmemiş ormanında kurduğu çiftlikten anlatmaya devam etti.”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:39)
“Nefise:
-Kudret’in konuşmasını duydunuz öyleyse?
Kocası gibi tombulca abla:
-Tüylerimiz asbablarımızdandan fırladı vallaha, dedi.
-Diline sağlık oğluuum, içim içime sığmadı. Seninle iftihar ettik tekmil!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:203)
“Memed:
‘Çok şükür bu günü de,’ dedi.
Ne yapacağını bilmiyor, içi içine sığmıyor. Tabana kuvvet önde uçar gibi yürüyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:260)
“Ama gördükleri aklını iyice karıştırmıştı. Sürekli olarak resimdeki adamın kim olabileceğini
düşünüyordu. Merak bütün benliğini sarmıştı. Elvire’yi önünde öylesine diz çökertebilen bu adam, anlaşılan çok
önemli bir insandı. İçi içine sığmıyordu Nicolo’nun. Sonunda dayanamadı; Xaviera Tartini’ye giderek bu garip
olayı ona anlattı. Eskidenberi Elvire’yi pek sevmeyen kadın, bu durumu fırsat bilerek ona kötülük yapmayı
düşündü.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Yetim”, sa:114)
“Sonra beni hiçbir zaman adam yerine koymamış olan mahalle çocuklarının şaşkın bakışları arasında
yürüyüp gittim. İçim içime sığmıyordu; büyük bir zafer kazanmış, kendimi kanıtlamıştım ve birkaç gün sonra
başlayacak vicdan azabının bir ömür boyu süreceğini bilemiyordum henüz.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Çocuk, Bir Ölüm”, sa:83)
“<Yusuf> Bu dayanılmaz gurbetliğin yakında sona ereceğini, sabaha karşı yıldızlar gökte
sönmekteyken evine doğru ilerlemekte olacağını düşündükçe içi içine sığmıyordu, yıldızlar kaybolurken o
Tanrı’ya methiyeler sunacak, evini koruması ve adımlarına yön vermesi için ona yakarıyor olacaktı.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:86)
“Adamın etekleri sevinçten zil çalıyordu. Bütün akşam süresince, herkesin sözünü kesti, en garip
öyküleri anlattı (sözgelimi, bir gün önce bir Fransız gezgininden öğrendiği ünlü aktrisle Pequigny markisinin
öyküsünü). Beri yanda, markizin de içi içine sığmıyordu; salonda geziniyordu, markinin sadece her biri yirmi bin
franktan fazla eden tabloları astırdığı, salonun bitişiğindeki resim galerisine geçiyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:551)
“Öğleden sonra, Kamil Bey, revire çıkan merdivenle, karantinaya inen merdivenin geniş sahanlığında,
avluya girilecek kapıyı gören köşeyi, Zekeriya Hoca’nın yirmi beşer kuruşa kiraladığı üç iskemleyle çoktan
tutmuştu. İçi içine sığmadığından oturamıyor, iskemlelerle kapının arasındaki üç adımlık yerde dolaşıp
duruyordu.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:113)
“BUGÜN HAVA GÜZEL
Bugün hava güzel,
Bugün içim içime sığmıyor.
Annemden mektup aldım,
Memlekette gibiyim.”
(C. Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:149)
İçi içini yemek : Her şeyi içine atmak, kimseyle paylaşamak, üzülmek, sessiz acı çekmek
“Sustular. Mathieu: ‘İçi içini yiyor,’ diye düşündü; bir an önce gitmek istiyor. Bruner, ona bakmadan
devam etti:
-Ben seni severim, dedi, seni beğenirim de. Yüzünü, ellerini severim; sonra, aramızda anılar var. Ama
ne yapalım ki bu, işimiz açısından hiçbir anlama gelmez şu anda; benim dostlarım, parti arkadaşlarımdan
ibarettir. Onlarla ortak olduğumuz, paylaştığımız tüm bir dünya var aramızda.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:130)
İçi kabarmak : Duygulanmak, içinde sevgi hissetmek
“Govinda bir gün arkadaşına, ‘Ey Siddhartha’, demişti, ‘bugün köye indim. Bir Brahmin beni evine
çağırdı; Magadha’dan bir Brahmin oğlu vardı o evde. Buddha’yı kendi gözleriyle görmüş, vazını dinlemiş.
Doğrusunu istersen içim kabardı.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:49)
İçi kalkmak : Tiksinmek, iğrenmek, içi götürmemek
“Yavaşça herkes çekildi ve içini boşaltan kızı yalnız bıraktılar; çünkü iyice dağıtmış ve tüm apartmanı
sayıp dökmeye başlamıştı.
-Ben bir hizmetçi parçasıyım, ama hiç olmazsa onurum var! Bu kerhanenizdeki hanımlardan daha
namusluyum! Gidiyorum, çünkü burada içim kalkıyor!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:132)
İçi kan ağlamak : Son derece kederli olmak, çok üzülmek
“Korkularla geçiyor hayatımız. Hiçbir şey beklemiyoruz iyi, aydınlık, umutlu... Yarınlara güvenimiz
yok. İşimizi yaparken yalnızca günü geçiriyoruz. Eğlenirken içimiz kan ağlıyor. Ürpertiler içindeyiz. Ufuktaki
gölgeyi büüyütüyoruz. Küçük bir lekeyi yaygınlaştırıyoruz. Okuduğumuz bir haber, kulağımıza çalınan bir
söylenti, otobüste karşılaştığımız bir bakış, düşlerimize giren heyecanlı olaylar, hepsi korkularla çevreliyor bizi.”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Korkudan Yana Olmamak”, sa:71)
“HANIM - ... Hapishaneler azılı canilerle dolu. O ince ruhlu beyefendi onlarla ne yapar? Utancımdan
ölüyorum. O istediği kadar suçsuz olduğunu söylesin, ben elalemin ortalık yerinde yüreğime taş basıp birtakım
ağların altında bunalıyorum. İçim kan ağlıyor.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:43)
“PANTALONE, kendi kendine. - Ah.. İçim kan ağlıyor, ne olurdu istediğim gibi bir evlat olsaydı da
şu kızı kaçırmasaydık. Üstüne atılıp, ağzını yüzünü yırtmak, parçalamak geliyor içimden.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:150)
“O gün öğleden önce bir türlü geçmek bilmedi zaman. Stuttgart’tan bir haber çıkmadı. Öğle yemeğinde
lokmalar içi kan ağlayan Hans’ın boğazına dikildi. Öğleden sonra saat ikide sınıfın kapısından içeri adımını
attığında, öğretmen derse girmiş bulunuyordu.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:31)
“ ‘Önce çam çırasını, onun da arkasından, düzgün, sobalık zeytin odunlarını ilk olaraktan mektebe
getireceksiniz.’
‘Baş üstüne doktorum.’
Haydar Ustanın da içi kan ağlıyordu, ya ne yapsın, başka hiçbir mümkünü çaresi yoktu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:433)
“ ‘Biz eşşekliğimizden ocağımızı söndürdük, Marmara’yı öldürdük, diyor.’
‘Sen bakma onun öfkesine.’
‘İçi kan ağlıyor onun.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:275)
“Karacaoğlan yürüyordu. Bir dağa geldi. Bir mağaranın önündeki bir taşın üstüne oturdu. Dertlenmişti.
İçi kan ağlıyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:151)
“Anımsıyorum, bu son bölümü yazarken içim kan ağlamıştı ve uydurma olmasına karşın nerdeyse
doğru çıktı; yıllardan sonra bu akşam hiç beklemediğim bir iç çarpıntısıyla bu bölümü yeniden okuyorum, biraz
da yaşam güncesindeki son sayfayı öldükten sonra okurmuş gibi.”
(P. Loti, “Doğudaki Hayalet”, sa:29)
“Savunması ne kadar karmaşıklaşır, kanıtları ne kadar incelirse adama inanış o kadar azalıyordu.
Arkasından:
-Bunlar hep yalancı ağzı, diyorlardı.
O bunu duyumsuyor, içi kan ağlıyor, boşu boşuna güç tüketiyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:77)
“José Dinis genç öldü. Çocukluğumuzun altın yılları sona ermişti, her birimiz hayata atılmak zorunda
kalmıştık, aradan bir süre geçtikten sonra bir gün Maria Elvira Teyzeme sordum, ‘José Dinis’e ne oldu?’ diye. O
da, fazla açıklama yapmadan ‘José Dinis öldü’ diye cevap verdi. Zaten biz böyleydik, içimiz kan ağlardı, ama
dışımızdan belli etmezdik.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:76-7)
“Geçmiş yaslar yeniden beni yürekten vurur,
Acıları saydıkça bir bir, içim kan ağlar;
Gönlüm eski dertleri anıp çile doldurur,
Borcum bitmemiş gibi yine keder borcum var.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:30, sa:101)
“Oraya çağrılmadan hükümdarın sarayında görünmek istemeyen kont, içi kan ağlayarak, kendi eliyle
Rassi’yi Saint-Paul Şövalyesi yapan ve ona ‘çocuklarına geçebilir’ soyluluk veren motu proprio <Lat.: Kendi
arzusuyla hareket etme>’yu yazdı. Kont buna bir de bu önleme başvurmayı öğütleyen Devlet yararlarını prense
açıklayan yarım sayfalık bir gerekçe ekledi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:340)
İçi kararmak; İç karartıcı : Sıkıntı basmak, deprese-hüzünlü hissetmek; o hale düşmeye neden olacak etkenler
Bk.: İç karartıcı
“MAHKUM EDİLMİŞ BİR KİTABA ÖNSÖZ
Çobansı ve rahat, büyüklenişi
Bilmeyen iyicil okuyucu, sen,
Bu rezil kitabı fırlat elinden,
İç karartıcı ve sefahet işi.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:271)
“Ama kendi Türk olmadığına göre onu Nazan’ın benimsemesi uygundu. Gene de dışarı çıkılmaması
içini kararttı. Akşam üstleri, gün boyu sürüp giden tutsaklıklarında tek mutluluklarıydı. Üstelik kıvırcık
salataların mevsimiydi. Onların sulanıp sulanıp diriltildiği. Neredeyse kış bastırırdı.”
(Füruzan, “Kuşatma”, sa:100)
“Yürüyor gene. Burası çok kayağan. Ama kaysa da ağaçlara, köklere tutunabilir. Zaten yer iyiden iyiye
düzelmeye başlıyor. Urubasının cebinde şimdilik karnını doyuracak kadar ekmek var. Geceden kalan parça.
Sonrası için yeniden inmek gerekecek. İnmek düşüncesi içini karartıyor şimdi.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:15)
“Gazete ve dergi alıp bir kahveye oturdum. Gazeteler yine Türkiye’nin iç karartıcı haberleriyle
doluydu. Ekonomik kriz, birbirini suçlayan politikacılar, sütunlarını meslektaşlarına çatarak dolduran köşe
yazarları... Bunları peş peşe okumak insanın bütün neşesini kaçırıyor, içini karamsarlıkla dolduruyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:419)
İçi kaynamak : Yakın hissetmek, hoşuna gitmek, sempati, duymak, özdeşmek
“Bu yaşlı kız besbelli, onca varsıllık ortasında, tıpkı benim gibi bir hayat mağlubuydu. Birden
birbirimize ısınmış, içim kaynamıştı ona.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:190)
İçi kazınmak : Açlıktan mide ağrısı, spazmı geçirmek
“Bana katı davranmasalar ben de ölebilirdim, açlıktan içim kazınıyor, yemek artıklarına saldırmak için
uyumalarını bekliyordum; uyanık durmakla yaşamım kurtulmuştu.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:110)
“Pierre bir dirseğine yaslanarak doğruldu :
-Şimdi biraz iyiceyim, dedi. Ama kendimi hala çok güçsüz hissediyorum. Dünden beri kusa kusa
içim kazındı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:221)
İçi kurumak : Sürekli üzüntüden dolayı gözyaşları kadar ruhu da kurumak, dünyasından vazgeçmek
“Üç büyüğü gömdük, onlara pek acımadım ama bu sonuncuyu toprağa verince aklım başımdan gitti…
Hep gözümün önünde… İçimi kuruttu…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:67)
İçinde bir ukde kalmamak; İçindeki ukdeyi atmak, gidermek : İçinde üzüntü kaynağı olmuş problemi
çözmek
“Hapishaneden dönerken çok üzügün ve şaşkındı. Birdenbire, Mitya’nın kaçması için otuz bini defa
edişinin içindeki ukdeyi gidermek istediğinden değil, başka bir nedenden geldiğini hissettti.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:193)
“İvan:
-Bir umarımız daha var, dedi; bir Çeçen evi bulalım, sözler vererek sahibini elde edelim. Bizi ele
verecek olursa, hiç olmazsa içimizde bir ukde kalmamış olur. Böyle birini buluncaya dek, biraz daha çaba
gösterin.”
(X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:113)
İçinde boşalmamak : Hamile bırakmamak için cinsel ilişkide vagina’ya boşalmamak
“Büyüdükçe, babamın anneme seksle ilgili araştırmalarda bulunduğunu anladım. Babam sık sık Bana
aşktan söz edin şarkısını mırıldanır, aile yemeklerinde herkesi şaşkına çevirerek o ‘İşte bedenim sizi sevmek için
burada’ şarkısını okurdu. Annesinin babasının yoksulluğunu üretmemek için temel koşul olan şeyi öğrenmişti:
Kadının içinde boşalmamak.”
(A. Ernaux, “Bir Adam”, sa:28)
İçindeki endişe çanları çalmak :
Alarma geçmek, endişelenmek
“Genelde hemen içinde dalıp, bir kase mamayı jet gibi süpürürdü, ama bugün yapmadı. Bunun yerine
durdu ve bir sürü baktıktan sonra yemeye karar verdi. O zaman bile tereddüt içindeydi sanki. Sadece jölemsi
kısmı yedi. Ete hiç dokunmadı. İçimdeki endişe çanları tekrar çaldı. Bu benim tanıdığım ve sevdiğim Bob
değildi. Kesinlikle bir sorun vardı.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:148)
İçindeki pası silmek : Arasıra gezmeye giderek ya da farklı birşeyler yaparak yaşamına bir az değişiklik
getirmek
“Acaba köyde oturan bunca insan içinde biraz paslarını silmek için arasıra Londra’ya gitmeyen bizden
başka kimse var mı? İşte çifte Miss Hogg’lar, işte komşumuz Mrs. Grigsby; her kış bir ay şöyle bir kendilerine
gelmek için kente gidiyorlar.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:15)
İçinde kurt olmak : Kıpır kıpır kıpırdamak, bir yerde duramamak
“Denize doğru koşan Mathieu’yu gördü. ‘Hakkı var,’ diye düşündü. ‘İçimde bir kurt var benim.’ Her an
bir gidiş, bir yeniden başlayış, her an bir kaçış.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:33)
İçinden alıp vermek : İçinden kendi kendine konuşmak, dışarıya vermemek
“Murtaza Ağaysa içinden alıp veriyor, Arif Sami Beyi, oradakileri baştan aşağı kalaylıyor, öfkesinden
patlayacak gibi oluyor, sonra birden Ali Safa Bey, İnce Memed sözünü biri açacak diye umutlara düşüyor,
bekliyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:39)
İçinden geçirmek : Düşünmek, hayal etmek , aklından geçirmek
“Birden durdum. Oluşum halindeki düşünce ansızın açıklığa kavuştu. Her şey açıklık kazandı ve bir
Agape dalgası kapladı bedenimi. Keşke Petrus yanımda olsaydı da, nicedir benden duymak istediğini ona
söyleyebilseydim, diye geçirdim içimden.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:204)
“Berta’nın tahmin etmiş olduğu gibi otele girdi adam. Berta, bu istenmeyen ziyaretçi konusunda rahiple
konuşsam mı acaba, diye geçirdi içinden, ama sonra vazgeçti..”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:14)
“Dizleri dirseklerine dayalı, dalgın gözleri kirli yer karolarında ayak izi seçer gibi yere çakılı kalmış
olarak oturduğu bankta, başkomiserin kendisin içeri çağırmasını bekliyor. ‘Nüveyre duyduğunda bu işe çok
gülecek,’ diye geçiriyor içinden. ‘Amma iş yahu!’ Ne kadar ışıklandırılsa da aydınlatılamaz karanlık ruhlu
koridorlardan biri bu; ölgün, soğuk...”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:205)
“... Dağları aşmakla perdeyi bir aralamış ve şimdi, çoğu insanın haberdar olmadığı hakikatler aleminin
eşiğinde duruyorlardı. -Allah’a şükürler olsun, diye geçirdi içinden soytarı Şalimar. Gerçek. Nihayet. Berdevam
gerçek. Asla yalana dönmeyecek gerçek-.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:320)
“Kiti ‘Ben olmayınca kendi aralarında konuşmaya başladılar besbelli,’ diye geçirdi içinden. ‘Ama
Kostya’nın evde olmayışı gene de kötü. Arı kovanlarının yanına gitmiştir gene yüzde yüz.’ ”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:674)
“İşçiler bir yandan kazma sallarken, bir yandan da uzaktan uzağa onların konuşmasına kulak
kesiliyorlar; içlerinden ekip şefi kötü bir oyun peşinde olmasın, diye geçiriyorlar.
‘Bir ekip şefinin bir işçi tarafından pataklanması ilk defa olmuyor ki...’ ”
(K. Yacine, “Nedjma”, sa:14)
İçinden gelmemek : İstekli, arzulu olmamak
“ ‘Ama nasıl da farklı ve ne kadar yoğun... Her durumda: Siz bize kendi imgenizi vermeyi denemek mi
istemiyorsunuz, yoksa böyle bir şey içinizden mi gelmiyor?’
‘İçimden gelmiyor, ama istiyorum.’ ”
(L. Sciascia, “Her Türlü”, sa:127-8)
“HIDOUX - Ayrılmadan önce bir şişe içelim dersem red edemezsin ya.. Haydi Madam Cordier,
üçümüz için iyisinden bir şişe.
SEGARD, şiddetle. - İstemez Madam Cordier, ısrar etmeyin. İçmem Hidoux. Beni mazur görün.
İçimden gelmiyor. Boğazımda kalır.”
(Ch.Vildrac, “Sonsuz Yolculuk”, sa:68)
İçinden (içten) pazarlıklı : Düşüncelerini, duygularını, kötü planlarını içinde saklayıp dışarıya vurmayan,
sinsi
“Tam manasıyla dürüst, temiz çocuk,karşılaştığı rezaletlere katlanamadıkça, oradakileri
küçümsemeden, ayıplamadan sessizce çekilip gidiyordu. Ötekinin berikinin sığıntısı olarak yetişen babası
duyguları incelemiş, hakareti çabuk sezen bir adamdı. Oğlunu ‘pek içinden pazarlıklı şey…’ diye güvensizlikle,
soğukça karşıladı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:21)
“EMEL - Zaman.. Ardında gizlendiğin tek sözcük zaman.. Dört yıllık evliliğimiz zamanı içinde dğil
mi idi?.. Neyi çözümledi bu dört yıl?.. Zaman ha!... İşkence ile geçen dört yıl!.. Bakma öyle yüzüme.. Deli
ediyorsun beni.. Senin bu korkunç içinden pazarlıklı bakışların..”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:74-5)
“Homais şaşkınlıkla geriledi. Kadın da üç basamak merdiveni inip onun kulağına fısıldadı:
‘Nasıl? Haberiniz yok mu?’ dedi. ‘Bu hafta haciz koyacaklar. Lheureux <Lörö> satıyor dükkanı.
Senetleri üst üste dayayıp adamın canına okudu.’….. Hancı kadın da işin içyüzünü anlatmaya başladı. Olayı
Guillaumin’in uşağı Theodore’dan öğrenmişti. Tellier’yi hiçsevmemekle beraber, yinde de haczi koyduran
L’Heureuz’yi ayıplıyordu: İçinden pazarlıklı, alçak bir herifti bu Lheureux.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:149)
“MACBETT - Ben kendi hesabıma eleştirilecek herhangi bir yanını göremiyorum. Benim kendim ve
çıkarlarım söz konusu olamaz zaten. Yalnızca sevgili ülkemizi düşünmek gerekir. Evet, şüphesiz iyi bir
hükümdar o. Ama içten pazarlıklı olmayan, salt çıkarlarıyla hareket etmeyen kişilerin de sözlerine kulak
vermesi, onları da dinlemesi gerekirdi, örneğin sizin gibi kişilerin.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:302)
“... Beyoğlunda ne işi vardı? Para yemeğe çıkmıştı. Ah ne diye elinden kaçırmıştı sanki deyyusu!
-Bilemezsin, dedi. Öyle dürzüdür ki, içinden pazarlıklı, sineğin yağını hesap eden...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:129)
İçinde öfke seli kabarmak : Son derece kızmak, öfkelenmek
“... akademik unvan olmadan bir işe yaramıyor, insan ilerleyemiyor, bunun için de param yok, param
olmadığı için de para kazanma yollarını bulamıyorum, işte bu yüzden insanın içindeki öfke seli kabarıyor ve
kendini kuduz bir köpekmiş gibi hapsediyor.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:205)
İçinde yılan gibi çöreklenip yatma : İçinde (midesinde, yüreğinde) uzun süredir uyuyan, hiç bitmeyen bir acı
ya da düşünceyi sürekli hissetme
“İçinde çöreklenip yatan bir acı vardı. On gün ağlasa acısı bitmeyecekti. Acı, içinden çıkıp
gitmeyecekti: ‘Kör şeytanından bulasıca! Her şeyin bir yolu yordamı var. Düşünmeden danışmadan gelip kazma
furdun elin evinin önünde.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:105)
İçine bir ateş düşmek : İçi yanmak, endişelenmek
“Ferhan - Dünyada yarına sabredemem.
Sara - O halde söyleyeyim... Paşa babam geçen yıl, ‘Gelecek yıl sizi mutlaka Erzurum’a
aldıracağım,’ diyordu... Ne kadar inatçı bir adam olduğunu bilirsin... Askerlik hayatında dediğini mutlaka
yaptırmaya alışmıştır... Daha geçen sonbaharda içime bir ateştir düştü Ferhan...”
(R.N. Güntekin, “”Bir Kadın Düşmanı”, sa:10)
“Memedin içine bir ateş düştü. Yerinde duramaz oldu. Bir an önce köye varmak için, içi kalaklıyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:228)
İçine bir keder çökmek : Efkarlanmak; keder, hüzün hissetmek
“Adam elindeki Eclaireur de Nice’i boydan boya açtı ve okumaya başladı. Ortayaşlı kadın denize doğru
döndü. Matheu bir an adamı seyretti sonra birden içine bir keder çöktü. ‘İşlerimi yoluna koymalıyım!’ diye
düşündü.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:88)
İçine bir korku düşmek : Birden, korkuya kapılmak, yetersiz ve çaresiz hissetmek
“Ama o boyuna konuşuyor, gevezelik ediyordu. Harlov’un çevresinde zıplıyor, fır fır dönüyordu.
Başuşakla çamaşırcı hala gelmemişti! İçime büyük bir korku düştü. Annem konuşurken yavaş yavaş rahatlayan,
sonuna doğru yatışıp tümüyle boyun eğen Harlov’un yeniden öfkelenmekte olduğunu anlıyordum.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:84)
İçine bir kurt düşmek : Şüphelenmek, içine bir şüphe düşmek
“Kız, geçen Cuma, pazardan geç geldiğinden beri, esasen içine kurt düşmüştü. Kimbilir nasıl bir
felakete uğramıştı... Tüüü... Yazıklar olsun!”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:97)
“ ‘Sen bize gelen subay beylere sor, havamızın pis mi temiz mi olduğunu…’ diye yanıtladım. Ama o
zamandanberi içime kurt düştü, geçenlerde, şurada otururken baktım, Paskalyada gelen general içeri girdi.”
(F. Dostoyevski, Karamazov Kardeşler, Cilt:II, sa:69)
“Memedin içine kurt düşmüştü. Bu da böyle konuşunca... ‘İyiler iyiler,’ diye geçiştirmesi hayra alamet
değildi.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:228)
“Bolu Beyi telaşlandı, hemen tavlaya koştu, atların yanına geldi ki ne görsün, gözlerine inanamadı..
Şaşkınlık içinde kalmıştı.. Bir de düşünüp duruyordu. İçine de bir kurt düşmüştü.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:35)
“Yola düşüp eve geldiler. Hasan’la Dursun’u gören köylüler buna bir anlam veremediler. İçlerine bir
kurt düşmüş olacak ki, Dursun’a da, Hasan’a da duyuracak biçimde beddualar ettiler.”
(Y. Kemal, “Yılanı Öldürseler”, sa:66)
“Hayır, hayır. Raymond böyle bir şey yapamazdı; onu okuldan tanıyordu, ailesini tanıyordu, karakterini
biliyordu; Raymond bu kadar alçalamazdı. Bir hırsız olamazdı, hayır, hayır. Ama içine kurt düşmüştü bir kez.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:88-9)
“BEŞİNCİ TÜFEKLİ - Uşaklar, sabah tez vakit biriniz Eyşan Ana’nın kapısına varsın. Sorsun baksın
Mahmud ordadır? Benim de içime kurt düşürdünüz deyyuslar!”
(M. Mungan, “Mahmud ile Yezida”, sa:70)
“Memur şaşırmış görünüyordu, uykusu başına sıçramıştı. Ama Koca Louis’nin içine kurt düştü:
-Burada Montpellier mi yazıyor gerçekten? diye sordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:295)
“HAMLET - Bu, bu kadar efendim; şimdi size ötekini anlatayım. Durumu olduğu gibi hatırlıyorsunuz
değil mi?
HORATIO - Unutur muyum, efendimiz!
HAMLET - Efendim, içime kurt düşmüştü, bir türlü uyuyamıyordum. Yatağımda prangaya vurulmuş
asilerden daha işkence içindeydim.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:171)
“Süvari kılıcı koltuğunun altında, neşeli yürüyerek küçük kentten çıkar çıkmaz Fabrice’in içine bir kurt
düştü. Kendi kendine:
‘Cezaevinde ölmüş bir süvari erinin giysileri ve izin kağıdıyla dolanıp duruyorum,’ diye söylendi.....
‘adam oraya birkaç gümüş çatal-bıçak hırsızlığından girmiş! Ben bir bakıma onun varlığının kalıtçısıyım...’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:51)
“... adam servis merdivenine açılan kapının arkasında bekliyordu. Octave şaşırmıştı, kapıcıya ne
yaptığını sordu.
-Araştırıyorum, Mösyö Mouret.
Kapıcı başka bir şey söylemeden uzaklaştı. Genç adamın içine kurt düştü. Yoksa kapıcı Berthe’le
ilişkisinden mi şüpheleniyordu?”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:11)
İçine bir şüphe düşmek : Kuşkulanmak, birinden şüphelenmek
“ ‘Herif’ten ilk sapartayı yemiş olan kıyı mahalle şarapçısı, gri pantalonunun kıçındaki kahverengi
yamayı kaşıyarak:
-Fakat, dedi, şimdi kendi yok Allahı var, heybetli adamdı ya, zart zurt edişinden içime bir şüphe
düşmüştü, Allah’tan.’ ”
(O. Kemal, Üç Kağıtçı”, sa:5)
İçine doğmak : Sezinlemek, olacağı önceden bilmek, hissi kablelvuku
“Bugün içime doğmuş. Koruluğa daha ilk adımımı atar atmaz, onunla karşı karşıya gelmeyeyim mi?
Henüz yıkadığı çamaşırları dallara asıyordu. Sıvanmış kolları, bileklerinden itibaren bembeyazdı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:60-1)
“MRS HUSHABYE, Mangan’la birlikte bahçe sırasının arkasına gelerek. - Bu gidişle göndereceğim.
Durmadan, ‘içime doğdu, ben yakında öleceğim,’ diyor. Acındırmaya çalışıyor kendini. Ömrümde sevgiye bu
kadar susamış adam görmedim.
MANGAN - Vallahi içime doğdu. Size meram anlatmak ne zormuş. Beni dinlemiyorsunuz bile.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:118)
İçine edilmiş ahıra dönmek : Pis, berbat, karman çorman bir hale dönmek
“Subay onu telaşla tıkaçtan uzaklaştırıp kaldırdı ve kafasını çukura doğru çevirmek istedi, ama geç
kalmıştı; kusmuk makinen her tarafından akıyordu bile. ‘Bütün suç komutanda!’ diye bağırdı subay kendini
kaybetmiş halde, öndeki pirinç çubukları sarsmaya başladı, ‘makine, içine edilmiş ahıra döndü!’ ”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:47)
İçine ettiğimin (sıçtığımın) dünyası : Yerin dibine batsın bu dünya bağlamında
“Çöl, ötede, uzakta, daha uzakta, gün pazardı. Berck’te bir pazar: Kumlarda oynayan çocuklar,
kahvelerin teraslarında sütlü kahve içen aileler. ‘İçine ettiğimin dünyası,’ diye düşündü, ‘içine ettiğimin
dünyası!’ ”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:239)
İçine fenalık getirmek : Anlamsız bir şeyin yarattığı sıkıntının çok uzun sürmesi ve o kişide içsel bir bunalım
oluşturması
“ ‘Güzel! Bu durum beni düşünceye sevk etti….. bu adada şimdiye kadar bir yönetim kurulu olmamış.
Her şey başıboş bir biçimde sürüp gitmiş. Doğru mu ?’
‘Doğru !’
Bu ‘Doğru’lar artık içimize fenalık getirmeye başlamıştı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa :41)
İçine girmek : Kadının vaginasından içeri girmek, cinsel ilişkide bulunmak
“İçine girmedim. Daha en başından beri arzum bu yöne, bu dolaysızlığa yönelmedi. Kuru, yaşlı
organımı o kanlı canlı, sıcak kılıfa sokmak bana sütün içindeki asidi, balın içindeki külleri, ekmeğin içindeki
tebeşiri anımsatıyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:47)
“Baudolino, bunu ve diğer şiirleri Şair’e okuyunca, o kıskançlık ve utançla yandı tutuştu ve ağladı ve
hayal gücünü kurutan kuraklığı itiraf edip, beceriksizliğine lanet okuyarak, hissettiklerini böyle anlatamayacak
durumda olmaktansa, bir kadının içine girmeyi becerememeyi yeğlediğini haykırdı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:91)
“Don Rigoberto, kadının altında, şımarık bir kedi gibi mırıl mırıldı. Dona Lucrecia’nın bacaklarını
elleriyle tutup azgınca ayırdı. Ata biner gibi üstüne oturttu, yarıp içine girdi.”
(M.V. Llosa, “Üveyanneye Övgü”, sa:15)
“ ‘Orospu,’ demişti, ‘küçük orospu. Başkalarına var da bize yok mu?’ Sonra Vesna’nın eteklerini
kaldırıp üzerine çıkmıştı. Ne ilk kez, ne de ikincisinde bir türlü içine girememişti. O zaman işi zora dökmüş,
kızın bacaklarını ayırıp, anahtarını bulamadığı bir kapıyı nasıl bir tekme ile açarsa, öyle girmişti içine.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:146)
İçine (ciğerine, yüreğine) işlemek : Kalbinde yer etmek , dokunmak, acısını derinden duymak; elbisesinin,
pardesüsüsünün altına geçmek (kar ya da yağmur)
Bk.: Kanına işlemek
“ ‘... izin verme seni parçalamasına. Toparlanabilirsin.’
‘Biliyorum toparlanabileceğimi. Vazgeçmek gibi bir niyetim yok.’
‘Güzel. Sadece çok üzgün görünüyordun, öyle üzgün görünüyordun ki.’
‘Tabii üzgünüm. İçime işledi, kanıma. Ama geçer.’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:54)
“Onlarla birlikte geneleve gittim. Kar yağıyordu. Kar incecik yağıyordu, içe işliyordu. Hepsi içmişti.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:116)
“Oğlanın sözleri içime işledi. Ama nedense burası bana çok bildik geldiği ve bu sahneyi daha önce
okumuş ya da yaşamış olduğum duygusuna kapıldığım için bir kez daha karşı koydum: ‘Olmaz. Bu top bana
lazım. Sana para vereyim, başka bir tane al, hem de daha güzelini, ama bu top benim.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:70)
“Noel’in ilk töreninde Papa ve diğer ruhanileri St. Peter’de gördüm. Papa ödevini kah tahtında oturarak,
kah tahtından inerek yapıyordu. Bu, nev‘i şahsına mahsus bir tiyatro. Yükümlü ve gerektiği gibi, ağırbaşlı. Fakat
Diogen’in isyankar ruhu öyle içime işlemiş ki, bütün bu görkem bende bir boşluk hissi bırakıyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:227-8)
“Bana öyle bir bakış fırlattı ki, ta içime işledi. Tanrı’nın bir insana bakışı gibi sert ve gururlu değil, öyle
dingin, öyle berrak, ama öyle ruhani.”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:68)
“Partiye taparcasına bağlı kişiler, genç olanlarıydı. Ama bu kız, onda, ötekilerden daha tehlikeli biri
olduğu izlenimi uyandırıyordu. Bir kez koridorda karşılaştıklarında, kendisine yan gözle çabucak bir baklış
fırlatmıştı. İçine işlemişti bu bakış ve ona karabasanlar salmıştı.”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:16)
“Yoksulluk ya da çaresizlik değildi içine bu kadar işleyen; şehrin her yerinde, fotoğrafçı dükkanlarının
boş vitrinlerinde, kağıt oynayan işsizlerle tıkış tıkış kalabalık çayhanelerin buzlu camlarında, karla kaplı boş
meydanlarda daha sonra göreceği hep tuhaf ve güçlü bir yalnızlık duygusuydu.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:16)
İçine sıçan düşse başı yarılmaz : Bir yerin (Örneğin çok eski ahşap ev) kimseyi incitemeyecek kadar çok eski,
zaten harap olmuş bir yapı olduğuna bir gönderme
“Süleyman Ağa:
‘Eyi geçtin elime efendi kardaş. Eyi ki yolun bana uğradı.’
‘Seni deyip geldim.’
‘Çok çok eyi etmişsin. Şu evi görüyor musun? Bu ev yüz elli senelik evdir. İyi bak. İçine sıçan düşse
başı yarılmaz.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:44)
İçine sindirmek, sinmek : Özümsemek, kabullenmek, güzel bir yaşantıyı kaydetmek, hazzını duymak, gönlü
rahat olmak
“Böylece, hiç içime sinmese de, gün içinde yavaş yavaş onu daireden dışarı çıkmak için alıştırmaya
karar verdim. Gündüzleri işe gittiğimde onu artık dairede bırakmayacak, bahçeye salacaktım. ‘Bağrına taş
basmak buna denir,’ diye düşündüm.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:44)
“SORİN (Bastonuna dayanarak.) - Şu köy hayatı bir türlü içime sinmedi oğlum. Alışamayacağım
buralara, belli bir şey bu.”
(A. Çehov, “Martı”, sa:26)
“Aydın izlenimi veren saf ifadeli yüzüne baktım. Sahne çok gülünçtü, yine de açlıktan ölmek üzere
olan bir köpek gibi bu kırık dökük sıcaklığı, bu bir damla sevgiyi ve başkalarınca birazcık tanınmayı içime
sindirdim.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:73)
“Bu akşam vaktinin rengini ve tüm çağrıştırabileceklerini uzunca bir yolun başında olduğunu bu
zamanda işte biraz da bu yüzden elimden geldiğince içime sindirmeye çalışıyorum.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:35-6)
“AİLE
-----Hayatta olduğuma
Seviniyorum şimdi:
Kavuştum çoluk çocuğuma.
Koltuğuma uzandım, rahatım.
Kahvem içime sindi,
Başladı gecelik saltanatım.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak-Aile”, sa:14)
“Zézette, sınıfının iç güdülerini, şişman ve hayırsever kadınların suratlarına doğru şöyle bir gülüp
geçebilmek kadar sağlamca içine sindirmiş miydi?”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:23)
“... <Bertrand Russell> Hiçbir zaman doğru bir şey yazamama korkusuyla içim içimi yerdi. Birbiri
ardısıra içime sinmeyen bir sürü girişimde bulunur, derken hepsinden vazgeçerdim.’ ”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:62)
İçine su serpilmek, serpmek : Gönlü rahatlamak
“BN. ROONEY : B. Barrell, kaçmadan önce, sizden bir açıklama rica ediyoruz..... (Susar.) B. Barrell,
bıyıklarınızı yeterce kemirdiniz, sizdeen bir açıklama bekliyrouz, hemen şimdi – bizler, şu bahtsız yolcuların en
sevdikleri, ya da en yakınları.
B. TYLER (İnandırıcı bir tonda.) - Sanırım bazı açıklamaların yapılması gerekiyor bizlere de, B.
Barrell, yalnızca içimize su serpmek için bile olsa.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - I”, ‘Tüm Düşenler’, sa:147)
“Besbelli iyi terbiye görmüş bir kızdı, ana-babanın içi iyice rahat etti; oğlan sonunda insan ilişkileri
konusunda ilerleme göstermeye başlamıştı. Üstelik, her ikisinin de başka bir konuda içlerine su serpilmişti -tabii
bunu birbirlerine açmadılar- kızla ilgilendiğine göre Eduard eşcinsel değildi.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:171)
“Aksi halde - aksi halde öz babalarını bıçaklayabilirler. Zaten babası sarhoşun, sefihin biri; öteden beri
ölçü, karar nedir bilmezdi. Dayanamazlar, ikisi de uçuruma yuvarlanırlar.
-Hayır Mişa, hayır. Hepsi bu kadarsa içime su serpildi. İşi oraya vardıramazlar.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:116)
“İşte şimdi elinde şemsiye ve valiz, istasyonda dikiliyor, babası da karşısında durmul kendisine
bakıyordu. Müdür beyin yolladığı son haber, hayırsız oğlunun adamda yol açtığı düşkırıklığını ve öfkeyi akıl
almaz bir dehşete dönüştürmüştü. Hans’ı kafasında yıkılmış, çökmüş ve korkunç derecede perişan durumda
tasarlamıştı babası; oysa şimdi kötüleyip zayıf düşmesine karşın yine de sağlam ve kendi ayakları üzerinde duru
halde bulmuştu onu. Bu da içine biraz su serpmişti.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:133)
“Şunu anladım ki, üçlü ya da dörtlü gruplar halinde ilerleyen bu kişilerin suratları benimkinden daha
asıktı, bastonlarına benden daha çok yükleniyor, bacaklarını daha büyük bir çırpınışla kaldırıp ayaklarının
tabanlarını daha bir ürkek ve keyifsiz yere bastırıyorlardı. Hepsi de bendan daha mustarip, daha zavallı, daha
hasta, daha acınacak durumdaydı, bu da işte alabildiğine su serpti içime…”
(H. Hesse, “Kaplıcada Bir Konuk”, sa:12)
“Bazı zavallı çilekeşlerde görüp önünde saygıyla eğildiğim bu mükemmellik, şimdi bile acınacak
derecede uzak benden. Ne var ki bugüne kadar beni ona ulaştıracak yolda yürüdüğüm inancını, içime su serpen
bu inancı yitirdiğim seyrek görülmüştür.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:102)
İçine tükürürüm (bu işin) : (Bu iş) Kokuşmuş, canına yandığımın (işi) bağlamında nefret ve tiksinti ifade eden
sözcük
“Ben ise tersine, sözlerimde asaletten çok içtenlik (Fr.: plus de sicerité que de noblesse)’i tercih
ederim. Asalet’in içine tükürürüm ben!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:131)
“Ağır ağır başını salladı:
-Tabii değil, küçük, tabii değil, doktorluk da insanlar gibi, kitaplar gibi doğruluk ve cefa gibi asılsız,
fasılsız bir masal... Parmak kadar çocuğu kurtaramadıktan sonra, içine tüküreyim ben böyle fennin.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:358)
İçini boşaltmak : İçini dökmek, uzun zamandır susup bastırdığı tedirginlikleri ortaya çıkarmak
“Yavaşça herkes çekildi ve içini boşaltan kızı yalnız bıraktılar; çünkü iyice dağıtmış ve tüm apartmanı
sayıp dökmeye başlamıştı.
-Ben bir hizmetçi parçasıyım, ama hiç olmazsa onurum var! Bu kerhanenizdeki hanımlardan daha
namusluyum! Gidiyorum, çünkü burada içim kalkıyor!”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:III, sa:132)
İçini çeke çeke ağlamak : İç geçirerek, zari zari ağlamak
“Başlıyordu içine çeke çeke ağlamaya. Onun için, yengesi, yani Nefise ablasının annesi sık sık, ‘Aman
kızım, sakın karşılık verme. Bu karı yakında tımarhanelik olacak!’ diyor, ekliyordu: ‘Nefise’yi kıskanıyor...’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:203)
İçini çekmek : İç geçirmek, üzüntüden derin derin göğüsten nefes almak
“Annemin haç çıkardığını gördüm ve ben de Eugene gibi dua ettim.
‘Sizin istediğiniz ne?’ derken hıçkırdı annem. ‘O kadar uzun süre gittiniz. Tam döndünüz, tekrar
gitmek istiyorsunuz.’
‘Ya California?’ diye içini çekti babam.
‘Seni üzmek istemiyoruz anne,’ dedi Leon yanına gelip ona sarılırken. ‘Biz sadece kendi hayatımızı
yaşamak istiyoruz.’ ”
(Rudolfo Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:93)
“-Yanıtım evet, dedi Nastassia bir solukta, Gregorij Alexandreviç, sizinle Petersburg’a gelip eşiniz
olmayı kabul ediyorum.
-Nastassia, Nastassia, diye içini çekti Gregorij Alexandreviç ve başka bir şey söyleyemedi.
Sarmaşıkların ve yumuşak yosunların arasına yığılıp kaldı.”
(S. Benni, “Deniz Dibindeki Bar”, sa:77)
“Rachel içini çekti. O ve babası daha önce bu konuyu tartışmışlardı. ‘Baba, ben Başkan için
çalışmıyorum. Başkan’la karşılaşmadım bile. Tanrı aşkına, ben Fairfax’da çalışıyorum!’
‘Siyaset algılama meselesidir Rachel. Başkan için çalşıyormuşsun gibi görünüyor.’
Rachel dinginliğini bozmamaya çalışarak içini çekti. ‘Bu işi almak için çok çalıştım baba.
Bırakmayacağım.’ ”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:18)
“Kız, başını öne sarkıtıp ona yaklaşıyor. Adam kızı kolunun altına alınca onun titrediğini hissediyor.
Saçlarını, şakaklarını okşuyor. Sonunda kız kendini bırakıyor, adama yaslanıyor, yumruklarını çenesinin altına
dayayıp hıçkıra hıçkıra ağlıyor. ‘Anlamıyorum,’ diyor içini çeke çeke, ‘neden ölmesi gerekti onun?’ ”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:97)
“İçini çekiyor. Eksantrik, küçük bir oda operasının yazarı olarak, toplumun içine zaferle dönmesi çok
hoş olurdu. Ama bu gerçekleşemeyecek. Daha alçakgönüllü umutlar beslemeli: Karışık seslerin arasından,
ölümsüz aşkı dile getiren bir tek gerçek nota, bir kuş gibi başını uzatabilir örneğin.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:246)
“Öte yandan, sağduyulu olmayan herhangi bir iş yaptığı da görülmemişti. Kendi çalışanlarının gözünde
kahin gibi bir şeydi - ama ne yazık ki (içlerini çekip omuz silkiyorlardı) hiçbir şeyi umursadığı yoktu. Para
kazanmayı umursamamak, işte buna İskenderiye delilik derdi.”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:30)
“Paskalya horası, salkım söğütlerin altında alevlenmişti. Yirmi yaşlarında, daha ustura değmemiş
yanakları tüylü, esmer, boğa gibi bir delikanlı, kendini horaya vermişti; açık göğsü orman gibi kıvırcık kıllarla
simsiyahtı; başını arkaya devirmiş, ayakları kanatlar gibi toprağı dövüyordu; gözlerini ara sıra kızlardan birine
çeviriyor, suratının karanlığı içinde gözlerinin vahşi akı parlıyordu….. Barba Anagnosti’nin yanına yaklaştım,
yanındaki kanepeye oturdum. Kulağına,
‘Oynayan delikanlı kim?’ dedim.
Barba Anagnosti güldü. Hayran hayran bakarak,
‘Canalıcı Başmelek gibidir hınzır!’ dedi. ‘Çoban Sifakas’tır bu….. Yalnız Paskalya’da insan görüp
oynamak için iner.’ İçini çekti:
‘Ah, ulan!’ diye mırıldandı, ‘onun gençliği bende olsa! Onun gençliği bende olsa, dinim hakkı için,
kasabaları basardım be!
Delikanlı başını salladı; azgın koç gibi, meleyerek, biçimsiz bir nara attı:
‘Çal Fanurios!’ diye bağırdı. ‘Çal! Ölümü kahredene kadar çal!.’
Ölüm her an ölüyor, her an hayat gibi yeniden doğuyordu.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:233)
“Bu durumlara çok canı sıkılan Kecskemet Belediye Başkanı Bay Janos Szücs boş yere içini çekiyor ve
elindeki değneği yere vurarak:
-Nereden bulayım, yiğit ağalar, nereden? diyordu. Şu bastığımız yer Körmöcz altın madeni değil ki!
Burası kum işte, ta cehenneme kadar basbayağı kum.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:17)
“Teyzesi içini çekerek, ‘Ne diyorsun, Pollyanna, neler çeviriyorsun sen?’ diye sordu. ‘Gördüğüm en
tuhaf çocuksun!’
Pollyanna biraz endişeyle kaşlarını çattı.
‘Polly Teyze, söyler misin, sıradışı nedir? Eğer sıradışıysan, sıradan olamazsın, değil mi?’
‘Kesinlikle olamazsın.’ ”
(E.H. Porter, “Pollyanna”, sa:140)
“Usulca içini çekiyor Lucie. Şaşkın iri gözlerini açarak boğazına götürüyor elini. Bunca acıya
katlanması, yapısından gelmiyor, hayır. Dışardan geliyor… Bu ağaçlı yoldan geliyor. Onu omuzlarından tutup
ışıklı sokaklara, insanların içine, pembe renkli tatlı caddelere götürmek gerekirdi: O tatlı sokaklarda böylesine
güçlü katlanamazdı acıya; yumuşardı, gevşerdi, olumlu tavrına yeniden bürünür, hüzünlerinin alışılmış düzeyine
yükselirdi yeniden.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:40)
“-Sana diyeceğim şu ki: onun bir başına Pierre’le birlikte olması, özellikle gece, hoşuma gitmiyor.
Düşünsene, dünyanın bin türlü hali var. Pierre fazlasıyla içten pazarlıklı.
-Bilmem ama, dedi Madam Darbédat, pek kaygılanmaya gerek yok; çünkü onun her zamanki hali bu.
Herkesle alay eder gibi bir izlenim bırakıyor. Zavallı oğlan, önce çalım sat, sonra da bu hale gel, diye içini
çekerek ekledi.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:44)
“ ‘Enselemediler ki. Onlar yürürken ayaklarının altında dolaşmayalım diye bir yana kaldırdılar bizi.’
Sarı, kıvırcık çocuk içini çekiyor: ‘Öyle de olsa,’ diyor, ‘çabuk bitmez bu iş.’ ‘Ne olacak yani? kıçlarına
neftyağı sürülmüş gibi koşacak değiller ya.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:257)
“Ak sakallı bir hoca: ‘Allah ıslah etsin!’ diye içini çekmişti ama, hiç acımadığını da saklamamıştı.
Kamil Bey, elinde olmayarak gene yalvardı:
-Bir araba çevirin İbrahim efemdi!... Lütfen bir araba... Rica ederim...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:13)
İçin için (Ağlamak, gülmek, inlemek, kaynamak, köpürmek, öfkelenmek, sevinmek): Belli etmeden, açığa
vurmaksızın, gizlice; yüreğinin ta içine kadar, deruni, içten, sinsi sinsi
“Selim Paşa için için güldü. Ne söylesin? Büyüdüğünü, güzelleştiğini, mahalle delikanlıları için bir
tehlike olduğunu nasıl söylesin?”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:139)
“Bourg’a vardığınızda ortalık kararmaya başlayacak, Macon’da iyice karanlık basacak, bir gün evvel
geçenlerle, pek yakında geçecek olan olayları bir bir gözden geçireceksiniz ve Cécile ne denli üstelerse üstelesin,
ne Paris’teki işten, ne de iki ahbabınızın vereceklerini umduğunuz dairelerden Cécile’e hiç söz etmemeyi
başarmış olacağınız için sevineceksiniz için için.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:199)
“İnsanın sadece aşkla özgürleşebileceğini, kimsenin bir başka varlığa sahip olamayacağını düşünmesine
rağmen, için için gizli intikam arzuları besliyordu hala; Brezilya’ya yapacağı muhteşem dönüşü fırsat bilerek
gerçekleştirebilirdi bunları. Çiftliğini hale yola koyduktan sonra kente gidecek, en iyi arkadaşının uğruna
kendisini terkeden çocuğun çalıştığı bankaya uğrayıp sıkı bir miktar para yatıracaktı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:89)
“Bir gün babam Sultan Veled hazretleri, son derece hastalanmış yatağa düşmüştü. Bütün dostlar onun
hayatından ümidi kesmişlerdi. Annem Fatma Hanım bir gece babamın baş ucunda başını önüne eğip oturmuş
için için inliyordu. Babam gözlerini açıp: ‘Fatma Hatun, hakkını bana helal et ve üzülme, ben gidiyorum.
Göçmek zamanıdır.’ dedi. Annem: ‘Hayır, hayır, göçmek sizden uzak olsun. Siz gitmeyecek ve çok iyi
olacaksınız ve bundan sonra iyi hayat geçireceksiniz. Ben sizden önce öleceğim ve siz mübarek elinizle beni
mezara koyacaksınız.’ Yedi gün sonra babam tamamen iyileşti.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:227)
“Oğlanın gözleri büyüdükçe büyüdü; yüzü gayet sakin olmasına karşın için için köpürüyordu. Ama,
ufak tefek şişman gazinocu fena halde korktu, yine de Pavel: ‘Paraları benim vermem gerektiği kararını kim
verdi?’ diye sordu.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:191-2)
“HALKA
---------kadın perişan oldu
ve yüzünde yine de ışık ve parıltı olan bu halka
kölelik ve kulluk halkasıdır diyerek
için için ağladı”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-tutsak”, sa:27)
“... her zaman beş dakikada uçup gittikleri bir yolda üç saat oyalanmak zorunda kalınca, için için
öfkelenerek zararlarını hesap ederler. Kavgalar, bağrışmalar, arabacıların karşılıklı sövmeleri arada bir de kamçı
şaklamaları birbirine karışır.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:17)
“ ‘Bugün hiçbir şey vurmadık!’ dedi; avda ilahi söylemiş olmasını mazur göstermek, kendisini
bağışlatmak için gülümsedi. Fakat o anda bile güzeldi gülüşü, için için ağlıyor gibiydi, bu tehlikeli saatte
gülebiliyormuş gibi görünmesine karşın dudakları titriyordu nitekim.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:182-3)
“Gut ağrılarını, işkence etmekten zevk alan bir düşman gibi gözün ve kulağın her sinirini pençesine alan
o kör olası, geçmek bilmeyen başağrılarını ve insanları için için saran o boşluğu ve umarsızlığı bilen biri yarım
yamalak bile yaşansa böyle bir günden hoşnut kalır.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:25-6)
“İnsanların çoğunda da böyle gizli bir ejder, için için besledikleri bir dert, içlerini kemiren bir canavar,
gecelerine yerleşen bir keder vardır. Adam başkalarına benzer; gider, gelir. Falan adam filan adamlara benzer.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:381)
“Eskiden ne zaman gelseler önlerine sıcak bir kahvaltı çıkardığını hatırlayarak bu sefer de onlar şeker,
çay, kahve getiriyorlardı, hatta ara sıra ‘mutfağı ısıtmak ve eskisi gibi biraz daha neşeyle çene çalmak için’
diyerek bir çuval odun bıraktıkları da oluyordu. Anna, için için ağlayarak çay pişirirdi.”
(P. Istrati, “Uşak”, sa:117)
“... güler benim bir tanem diye ellerini uzatır havada bir şahin görüp yolunu değiştiren kuşlar gibi yağlı
olduğu aklına gelen elleri bileklerinden kıvrılır kollarını yanaklarıma değdirirdi sonra gene Allah iyiliğini versin
kız bula bula bu zamanı mı buldun saati sormak için der gene de için için sevinir...”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:97)
“ ‘Böyle bir tanışmaya aracı olmuş ve bu zemini bizzat hazırlamış olmanızdan dolayı harikulade
birisiniz, rahip efendi ve size minnettarız,’ dedim. Herkes için için gülüyor, yalnız Marchas gülmüyor ve son
derecede kızgın gibi görünüyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:176)
“... başta Yahya Kemal olmak üzere dönemin önde gelen Türk yazarlarını çok gücendiren bu laflara,
böyle durumlarda günümüzde yapıldığı gibi popüler Türk basını, gazete ve dergilerde cevap yetiştirmemiş,
İstanbullu Türk aydınları hakaretleri milletten sır gibi saklayıp için için üzülmüşlerdi.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:223)
“Lola böyleydi: Bir kere başladı mı, artık çenesini tutmayı bilmezdi. Boris onun şu anda ıstırap
çektiğini biliyordu, ama o için için o ıstıraptan da memnundu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:31)
“Depreşir yüreğimde nice kapanmış yara,
Yitip gitmiş yüzlere inlerim için için.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:30, sa:101)
“ ‘Söylesene bana, bu Vasili Mihayliç güvenilir bir insan mıdır?’
‘Öyle diyelim öyle olsun, yalnız çok cimridir. Ayda en azından üç yüz ruble alır, ama sen de gördün
ya, bir domuz gibi yaşar. Hayır, benim dayanamadığım şu levazım subayı. Elime geçse bir güzel kırbaçlatırdım.”
......Kozeltsov tefecilik hakkında atıp tutmaya başladı. Bu konuda için için kaynayan öfkesinin nedeni, itiraf
edelim ki tefeciliği hor görmesinden çok, durumdan yararlanıp kazanan bu gibi insanların varlığına
katlanamamasıydı.”
(L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:52)
“------------------------------------Solmuştu sopsolgun ve yer yer
Al alevden kızartılar, bir mezarda meşaleler
Ama bu noktada ani ve sert bir devimle mürekkebi sayfanın üstüne döktü ve umuyordu ki, onu
sonsuza dek gözlerden saklamış oldu. Her yanı ürperiyor, için için kaynıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:157-8)
İçin içini yemek : Kederini içe atıp çok üzülmek
“ ‘Bütün bunları okumalı mıydım, bilmiyorum! Belki cahil kalmak daha iyiydi, bir kadının sadık bir eş,
göl manzaralı bir ev ve devlet memuru olmaktan başka bir hayali olamayacağını düşünerek. Siz buraya geldiniz
geleli, ben de o kitapları okumaya başladığımdanberi, hayatımı ne hale getirdiğimi düşündükçe içim içimi yiyor.
Herkes benim gibi mi?’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:212-3)
“Abdül içinden mektupları prensesine atfetmişti ve sanki onları kendisi almış gibi yanıp tutuşuyordu.
Bu edebi oyuna önem vermiyormuş gibi gözükmeye çalışan Şair (bu arada kendisi bu kadar güzel mektuplar
yazmamış ve bu mektuplardan daha da güzel yanıtlar almamış olduğundan içi içini yiyordu), aşık olacak kimsesi
olmadığından mektuplara aşık olmuştu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:91)
“Kısa bir süre geçti, içim içimi yiyordu: Varşova’da bir Yahudi tiyatrosu vardı ve ben bunu görmeyecek
miydim? Her şeyi göze alarak, her tehlikeyi hesaba katarak, Yahudi tiyatrosuna gittim.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:124)
“Upuzun hayatımda ilk kez içimden birini öldürmek geliyordu. Vaktiyle veremediğimiz kırıp geçirici
yanıtları kulağıma fısıldayan şeytanın yüzünden içim içimi yiyerek döndüm eve, öfkemi ne okuma yumuşatmıştı
ne de müzik.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:48)
“Bu çirkin şeyi söylediği için şimdiye kadar duyduğu bütün üzüntüler yeniden onu sardı, çeneleri
kilitlenmiş, konuşamıyor, yemek yiyemiyor, lokmalar boğazına diziliyordu. Pamuk ipliğiyle bağlı bulunduğu bu
insanlardan, artık kendisinin olmayan bu evden kaçıp kurtulma isteği içini yiyordu.”
(G. de Maupassant, “Pierre ve Jean”, sa:162-3)
“Sustular. Mathieu: İçi içini yiyor, diye düşündü; bir an önce gitmek istiyor.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:130)
“‘Ne ala,’ dedi, ‘beni yüzüstü bıraktınız.’
-Ah, Charles, içim içimi yedi. Ama gelemedim. Madam Louise size söylemiştir herhalde.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:221)
“... Bertrand Russell, her zamanki açık seçik anlatımıyla diyor:
‘Yavaş yavaş en az endişe ve sıkıntı duyarak yazma yollarını keşfettim. Gençken, her yeni ciddi
çalışma bana bir süre -belki de uzunca bir süre- gücümün ötesinde görünürdü. Hiçbir zaman doğru bir şey
yazamama korkusuyla içim içimi yerdi.’ ”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:61)
İçin için yanmak : Bir kimsenin ya da duygunun etkisinde, pişmanlıktan dolayı sürekli üzülmek, içi kemirilmek
“TEKİN - Babamın, annemi kötülemek için geldiğini sanmıştım. İnanılmaz bir ruh haleti içinde
kıvranıyordum. Oysa ki babamı ne kadar çok görmek istiyor, onun hasretiyle için için yanıyordum. Annem
gittikten sonra...”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:14)
“Bunca acıdan sonra sıradan bir köpeğin, hatta sıradan bir insanoğlunun bile ruhu incinebilirdi. Ama
Flush’da bütün o yumuşaklığın ve ipeksiliğin yanısıra, çakmak çakmak gözler de vardı; sadece parlak alevler
halinde yükselmekle kalmayıp alçalan, için için yanan tutkular vardı.”
(V. Woolf, “Flush”, sa:59)
İçini dışını sormak : Gereksiz yere ayrıntılı kişisel sorular sormak
“Hatta bazan birbirinize darılır, barışırsınız. Evvela isminizi, yaşınızı, evli misiniz, bekar mısınız gibi
içinizi, dışınızı soran bir arkadaş, bir hafta sonra en teklifsiz muhiplerinizin (sevdiklerinizin) soramayacağı şeyleri
sizden sorar.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:201)
İçini dökmek : Derdini, sırrını söylemek; hislerini anlatmak
Bk.: İçini açmak, İçini boşaltmak
“... Ona anlatacak, sığınacak. Hemen o gece söyleyecekti. Öğleden sonra konağa gitmediğinin kim
farkına varabilirdi, o, akşam yemeğine gider, yemekten sonra Sabiha Hanım’ın odasında içini dökerdi.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:94)
“Önemli hiçbir şey söylemedi, yalnızca böylesi sırları hiç bilmediğini söylemekle yetindi. Ama akşama
kadar suspus oturduktan sonra hiç değilse içimi dökecek birini bulmuştum. Yaşlı kadın kapımı vurup uykumda
konuştuğumu söylediğinde saatlerdir konuşuyorduk.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:203)
“Moskova’dan gelen bir ziyaretçi, durumu bilmeyen bir genç adam, Maria’yla konuşmaya başlamış ve
genç kız da ona içini dökmüş. Genç adam belki de yalnızca kibar davranmaya çalışıyordu. Maria
heyecanlanmış...”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:84)
“Müsaadenizle Başrahip Peder, her ne kadar bir paskalsam, paskal gibi görünüyorsam da, gene de
namus silahşörüyüm ben, içimi dökmek istiyorum. Evet, namus silahşörüyüm!.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:137)
“Sonra okuyucunun böylece içimi dökmemle ilgilenmeyeceğini düşünerek, bu ön sözü çıkardım. Ama,
eleştirmen, belki… İşte bu sebeple bunu size yazıyorum, eninde sonunda dikkate alıp almamakta tamamıyla
serbestsiniz ve yazınıza zarar verecek bunları, bilmemezlikten gelirsiniz.”
(A. Gide, “Günlük”, sa:210)
“Maruz kaldığım yavan rejim beni tiksindiriyordu. Hiçbir şey yapmaya, hatta sigara içmeye bile iznim
yoktu. Ertesi gün ellerinde çikolata, sigara ve meyveyle beni ziyarete gelen Gertie ve Clara’ya içimi döktüm.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:32)
“BİLİNMEYEN KONUK :
-----------------------------İsteğinizin bir yabancıya rahatça
İçinizi dökmek olduğunu da biliyordum.
Onun için en iyisi gene bir yabancı kalayım ben.
Ama şunu söyleyeym ki size, bir yabancıya
başvurmak,
Beklenmeyeni çağırmaktır.”
(T.S. Eliot, “kokteyl parti”, 32)
“sensiz şiir
------------Biraz önceydi bu,
yarın ayrılıyorum ve
sana değil bu şiire dönüyorum
yüzümü, ona döküyorum içimi”
(Alan Finlay <d.1971>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 20.04.06)
“ ‘Heyecanlanıyorsun, Effi!’
‘Hayır, hayır; biraz içimi dökmek beni heyecanlandırmaz, yatıştırır. Sana şunu söylemek istiyordum:
Tanrı’yla, insanlarla barışmış olarak ölüyorum, onunla da barıştım.’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:142)
“Bir aile cenazesi nedeniyle Bordeaux’ya çağrılan Rahip Bredel, dün öğleden sonrasını bana ayırdı.
Beni o kadar iyi anlamış ki! Zaten bir zamanlar onunla çok iyi anlaşırdık. Ona içimi döktüm. Bunu epeydir
yapmamıştım; çünkü dini epeydir ihmal etmiştim.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:79)
“Genç kız içini döktükten sonra yeniden sessizleşti. Kederden önüne düşen başı, bulutlanan alnı,
umutsuz bakışları, önce göz yaşlarıyla ıslanan, sonra kuruyarak solgunlaşan yanakları, ‘Bu dünyada mutluluk
denen şey var mıymış?’ der gibiydi.”
(N. Gogol, “Taras Bulba”, Cilt:I, sa:94)
“EUGENIO - Dükkanda iyi olmaz; siz gelirseniz o zaman da o sıkılır; yalnız gitsem bu sefer de
gözümü oymaya kalkar; ama zarar yok, biraz içini döksün, belki bu şekilde huzur bulur.
RIDOLFO - Nasıl isterseniz. Allah yardımcınız olsun.”
(B. Goldoni, “Kahvehane”, sa:103)
“Sonra da tütün kullanmayanlar cemiyetine girdim. İşte onun yüzünden, ne zaman canım sigara istese,
saraydan dışarı sıvışıp bu karanlık köşeye kaçıyorum. İşte İmparator bana böyle içini döktü, ben de ona
yolculuğum sırasında başıma gelenleri anlattım.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:85-6)
“Aglietti işitmişti bunu.
‘Ah,’ dedi, ‘siz de bu duyguyu tattınız mı yoksa? Henüz öyle gençsiniz ki! Haydi siz de bana şimdi
içinizi dökün bakalım? Ama gerçekten istiyorsanız tabii.’ ”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:65)
“Çocuk başını eğerek kayboldu. Başrahip yedi kollu şamdanın altında hücrenin orta yerinde ayakta
kaldı, işte yapayalnız kalmıştı Tanrı’yla; istediği gibi içini dökebilirdi.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:121)
“Albert içini dökmekten hoşlanan biri değildi. Hele hiç tanımadığı bir adama. Ama o gün, belki de onu
kaçırdıkları sırada veda mektubunun cümlelerini zihninden geçirdiği için; belki de her şeyi hazırladıktan,
mizanseni kurduktan, her şeyi şaşmaz bir mekanizma gibi ayarladıktan sonra yazgısının denetimini birdenbire
elinden kaçırdığı ve bu nedenle dengesini biraz yitirdiği için; belki de hayatındaki son muhatap olarak karşısında
bedbaht bir zindancıyı bulduğu ve şu yeryüzündeki olayların saçmalığına uygun bir sonsöz fırsatı yakaladığı için
konuşmaya başlamıştı.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:91)
“O kahvaltıları Rosa Cabarcas’a içimi dökmek için fırsat kolluyor. Delgadina’nın esenliğini ve rahatını
sağlayacak küçücük lütuflar istiyordum ondan. Tıpkı okullu bir kız cilvesiyle hiç düşünmedne yerine getiriyordu
bunları.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:69)
“Amelio hastaneye kaldırılınca, konuşup içimi dökebileceğim kimse kalmamıştı artık. Gidip onu
görmemin bir yararı olmadığını biliyordum, çünkü gece-gündüz sövüp sayıyor, kimseyi de tanımıyordu.”
(C. Pavese, “Yoldaş”, sa:5)
“Lamiel, olan bitenlerin hepsini kendisine bağlı, bilgisine çok güvendiği ve her şeyini söyleyebileceği
bir dostla görüşmek, tartışmak isteğiyle yanıyordu. Carville’den ayrılışından bu yana kimseye dökmemişti içini.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:119)
“Frau Marta, çünkü sizin çok sorununuz var, sevgili Dora, diye yanıtladı, hepimiz gibi sizin de sürüyle
sorununuz var; birine içinizi dökmeniz gereksinimi duyuyorsunuz ve inanın bana, bu konuda Doktor Freud’dan
iyisi yoktur; kadınları çok iyi anlar, bazen onlarla öylesine özdeşir ki kendisi de kadın oluverir.”
(A. Tabucchi, “Düşler Düşü”, sa:70)
“Özellikle bana değil, başka şeylere kızınca da annem başlardı bağırmaya: ‘Defol karşımdan, gözüm
görmesin. Seni yatılı okula kapatacağım. Orada öğrenirsin dünyanın kaç bucak olduğunu!’ Böyle bir süre bağırıp
sonra susardı. Ben artık aldırmıyordum bile. Sabrı olmadığını, bağırıp içini döktükten sonra yatıştığını
biliyordum.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:16-7)
“Joel ayağa kalktı. Gregorao bir kibrit çaktı. Ve gülümseyen Joel’le burun buruna geldi. Ağzı açık kaldı.
Kendine geldiğinde, gözleri yaşlarla doluydu. Gülünç bir şekilde kekeleyebildi ancak:
‘Yavru.’
Sarmaş dolaş oldular. Artık Joel’in içini dökebileceği bir dostu vardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:149)
“Aynı şekilde uzaklaşmakta olan baba da gizleyemediği bir hoşnutsuzluk hissederdi. Zaman zaman
nesnel konuların dışında kızını ilgilendirebilecek ve istekleriyle hevesleri hakkında onun içini dökebileceği bazı
sorular bulmaya çalışırdı, ancak yetişmekte olan kızının karşısına geçtiğinde ya da önemli anlarda bakışlarını
hissettiğinde çaresizliği azalacağı yerde çoğalırdı – onunla rahat rahat sohbet edemeyecek kadar savunmasız hale
gelirdi.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:21)
“On bir yıl bunları hep sustum. Büsbütün de susacağım yakında. Fakat bir kerecik haykırayım, bütün
mutluluğum olan ve şimdi burda soluksuz yatan şu çocuğu ben neler karşılığı elde etmiştim, diye içimi dökeyim
istedim.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:210)
İçini kaldırmak : Heyecanlandırmak, şehvet uyandırmak
“... eski kocası, sonunda ona belirsiz erotik önerilerde bulunuyordu, karısı da Chantal’ı, dilini onun
dudakları arasına kaydırmaya çalışarak, ağzından kuvvetle öptü. Birbirine değen iki dil öteden beri içini
kaldırırdı. Aslında, onu uykusundan uyandıran, bu öpücük oldu.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:10)
İçin için : İçinden hissetmek, duyumsamak
“Ama açıkçası bu mesele beni biraz endişelendiriyorduu. Beatrice’in kalbiyle oynamakla
suçlanmayacağımı umuyordum. Yüksek sesle Beatrice’in annesinin huzuruma getirilmesi emrederken, için için
de o imzasız mektupları yazan kimseye küfürü bastım.”
(A. Christie, “cinayet reçetesi”, sa:48)
İçini karalar basmak : İçin içini yemek, deprese, üzüntülü hissetmek, içinden yas tutmak
“TRİGORİN - Evet, yazarken zevk duyuyorum. Düzeltileri okumak da hoş. Fakat yazdığım şey
basılıp da çıktı mı, dayanılmaz bir sıkıntı oluyor benim için. Her şeyin baştan başa yapmacık ve yanlış olduğunu
görüyorum. Bütün bunları keşke hiç yazmamış olsaydım diye düşünüyorum ve içimi karalar basıyor. (Güler.)”
(A. Çehov, “Martı”, sa:59)
İçini (kurt, merak, soru) kemirmek : İçin için yemek, sürekli olarak rahatsız olmak, aklında bir soru işareti
olmak
“Gene de o anda, yeni, bilinmedik özlemin etkisi altında olduğu halde içini kemiren başka bir şey vardı.
‘Baba evine karşı duyduğum nefret olmasın bu?’ diye düşündü.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:176)
“Baudolino, <İmp.Friedrich’in küçük oğlu> Heinrich’in renginin soluk olduğunu, sık sık öksürdüğünü,
sanki küçük bir sineği kovmak istermiş gibi sürekli sol gözünü kırptığını gördü. Düğün kutlamaları esnasında da,
sık sık yanlarından uzaklaşıyordu. Baudolino onun kırlara doğru gittiğini, küçük bir kırbaçla sinirli sinirli, sanki
içini kemiren bir şeyi yatıştırmak istermiş gibi çalılara vurduğunu görmüştü.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:284-5)
“Kilercibaşı bir an durakladı, sonra adamlarına işaret etti ve katırlarımız yeniden yokuşu tırmanmaya
koyulurken sağdaki yol boyunca koştu. İçimi bir merak kemiriyordu; William’a soru sormak üzereydim, ama o
beklememi işaret etti bana. Gerçekten de birkaç dakika sonra sevinç çığlıkları işittik; rahipler ve hizmetçiler, atı
yularından çekerek yolun dönemecinde belirdiler.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:46)
“TEKİN - Anlaşıldı. Bugün elinden kurtulamayacağım.
GÜLTEN - Merakımı hoş gör. Son günlerde artan bir şüphe içimi kemiriyor. Gerçeği öğrenmek
istiyorum. Sözlerine bakılırsa baban pek öyle ahım-şahım bir adam değilmiş. Ama başkaları?...”
(S. Engin, “Suçlu”, sa:10)
“Dahası var. Marino pişmanlık duymasına yol açan ruhsal durumunu inandırıcı kılmak için gittiği
Roma’da çok bilgili, çok değerli bir Salesiani rahibiyle tanıştığını söylüyor. Rahiple uzun uzadıya
konuştuklarını, rahibe içini kemiren vicdan azabından söz ettiğini, rahibin de ona öğütler verdiğini, içini
rahatlattığını ekliyor.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:6)
“LEONARDO - Güya sevindiniz, teşekkür ederim, ama emin olun, sizi bir daha asla rahatsız
etmeyeceğim.
BERNARDINO - Zavallı köleniz.
LEONARDO (Fulgenzio’ya.) - Ben size demedim mi? Sanki bir şey içimi kemiriyor; çekemem artık.
(Çıkar) ”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:61)
“YAŞLI ADAM - Başlangıçta, şaşkınlığa çevirmişti beni dünya. Çevreme bakıyordum, ‘Nedir bütün
bunlar?’ diyordum, sonra şaşkınlığımdan uyanıyordum..... sorgulama sürdükçe heyecan vericidir yaşam,
ilginçtir. Sonra, soru sormaz olur insan, soru sormaktan yorulur. Yalnızca tehdit sürdürür varlığını, insanın içini
kemiren kaygı sürdürür.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:224-5)
“ ‘Adamcağızın nesi eksikti ki?’ diye sordu çoban Filipus. ‘Tanının verebileceği her nimete
kavuşmuştu! Gençliğinin baharında ne oldu da böyle davrandı?’ Böyle sormasına soruyordu ama, zenginlerin de
içlerini kemiren kendi kurtları olduğunu biliyor, gizliden gizliye kıvanç duyuyordu.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:52-3)
“Memed gülerek:
‘Hoş bulduk,’ dedi. Yüzünde gülümsemesi dondu kaldı sonra. İçini bir şüphe kurdu kemirip
duruyordu. Deli Durdu ne yapacaktı acaba?”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:182)
“ ‘Tanrım! Nedir bu başıma gelenler... neden bir türlü rahatlayamıyorum peki... içimi kemiren duyguyu
neden yok edemiyorum? Kendimi aşağılanmış hissediyorum.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-O... Markizi”, sa:33)
“İşte onlar, bu kitaptaki on iki öykü. İki yıl daha kesintilerle süren bir çalışmadan sonra geçen eylülde
baskıya hazır haldeydiler. Ve böylece, son dakikada son bir kuşku içimi kemirmemiş olsaydı, çöp kutusuna gide
gele yılan hikayesine dönen bu bitmek bilmek gezicilikleri sona ermiş olabilirdi.”
G.G. Marquez, “On İki Gezici Öykü”, -Önsöz-)
“ ‘... Mascaret, mükemmel bir koca olmakla beraber, bugün iyi yaşamasını bilen bir erkektir..... Bir
süredir karısına gayet ilgisiz davranıyor. Söylendiğine göre, bir üzüntüsü, bir kaygısı, içini kemiren bir kurt
varmış. Bu yüzden adeta ihtiyarlamış, çökmüş deniyor.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:229)
“Kararan havayla birlikte burada geçirdiği yılların tanıdığı, içinde hep saklı kalmış nedensiz bir
sıkıntının göğsüne aynı düğümü attığını duydu. Günbatımında ve alacakaranlıkta olurdu; alacakaranlık
tutulmasıydı bu. İçini kemiren bu şey, ancak geceyle, saf geceyle diniyordu.”
(M. Mungan, “Çador”, sa:29)
“Bir de ona bu acıyı vermişti, kendi de büyük bir acı şekiyordu. Böyle acıya ne gerek vardı? Ermiş
kadınlar gözyaşı istiyorlar mıydı? Onu mutlu görmek Agnes’i öfkelendirir miydi? Şimdi, bir kuşku içini
kemiriyordu. Bir zamanlar gelecek olan kimseyi beklerken, o gelişi, kafasında daha iyi tasarlıyordu, içeri
girecekti.”
(E. Zola, “Hulya”, Cilt:II, sa:13)
İçini okumak : İçindekilerin, aklından geçenlerin farkına varmak
“ ‘Kendinizden utanmayın, hepsinin başı bu!’ derken adeta içimi okudunuz. Bir toplulukta hemen daima
herkesin beni paskal olarak gördüğü duygusuna kapılşıyorum. O zaman, ‘Pekala, öyleyse ben de paskallık
edeyim’, diyorum. Vızgelir hakkımda düşündükleriniz…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:59)
İçini ürpertmek : Düşündükçe içi sızlamak, yüreğini titretmek
“... bence, hikaye yazılmamış olsa bile, şövalyeyle aynı köyde ya da yakınında oturanlar onu
unutmamışlardı. Bu düşünce içimi ürpertiyor; bana, bizim ünlü İspanyol’un, Mancha’daki şövalyelerin ışığı ve
aynası, gözünü budaktan sakınmaz Don Quijote’nin yaşamıyla serüvenlerini tanıma arzusunu veriyordu.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:56)
İçini yağ bağlamak : İçi sevinçten çok mutlu hissetmek
“FALSTAFF - Oh, içim yağ bağladı. Bana çevirdiğiniz ok, dönüp dolaşıp kendinize saplandı ya.
PAGE - Eh, ne çare. Fenton, Tanrı neşeni eksik etmesin. Bükemediğin eli öpmeli.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:143)
İçini yemek : Hırsını yenememek, sürekli gerginlik-tedirginlik içinde bulunmak
“Sonya gösteriş olsun diye gülüyor, fakat kıskançlıktan içini yediği belli oluyordu: Kah sararıyor, kah
kızarıyor, Nikolay’la Juli’nin ne konuştuklarını duymak için kulak kesiliyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:145)
İçi sızlamak : Yüreği sızlamak, bir anımsamayla anlık acı çekmek
Bk.: İçi titremek
“Candan sevdiği İloş’un kaderini yakından takip etmişti. Onun da aile yuvasını erken terk edip
İsviçre’de, daha sonra Amerika’da ve İngiltere’de kısa sürelerle bir mutluluk, bir gelecek arayışına çok sevinmiş
fakat daha sonra onun eğitimini bitiremeden, İstanbul’a dönmesi gerektiğini duyunca içi sızlamıştı.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:175)
İçi titremek : İçi sızlamak, hayalleri ve beklentileri için vaktinden önce heyecanlanmak
“Denizden karaya çıkan bir kimse nasıl soluğu kesilmiş bir halde tehdit edici sulara takarsa, ben de, asla
canlı bir tek kimseye yol vermeyen geçidi (karanlık orman) seyretmek üzere içim titreyerek döndüm, arkama
baktım.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:72)
“Zavallı çocuğun, bir suç işlemiş gibi dargın dargın yüzüne bakıyordum:
-Munise, dedim. Seni büsbütün alıkoymak mümkün değil. Çünkü görüyorum ki, durmayacaksın.
Şimdiden düğünlerde gelin tellerini başına takarken için titriyor. Anlıyorum kızım, durmayacaksın, mutlaka
gelin olmak isteyeceksin, beni yalnız bırakacaksın.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:287)
“Delgadina’yı düşününce içim titredi. ‘Kızı alıp gitsem iyi olur,’ dedi Rosa Carbarcas. ‘Önce ölüyü
halledelim,’dedim, korkudan buz kesilerek. Kadın korktuğumu sezinlemişti, beni küçümsediğini gizleyemedi:
‘Titriyorsun!’ ‘Kız için,’ dedim, ama yalnızca yarı yarıya doğruydu.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:79)
“MUHABBET FASLI
Her kapı açılışında içim titrer;
Bu cadde, bu kalabalık, bu tramvaylar,
Birşeyler götürüyor hayatımızdan!”
(C.Sıtkı Tarancı<1910-1956>, “Otuz Beş Yaş”, sa:108)
İçi yanmak : İçi sızlamak, içi titremek, hasret çekmek
“Kapıya yöneldi, fakat Eve arkasından koştu:
-Sen en çok Lucette’i severdin.
-Diriler çabuk unutulur, göreceksin. Nişanlı olduğun zamanlar seni bu mendebur herifle gördükçe içim
yanardı. Bunu sana daima söylerdim. Ama sen de tıpkı Lucette gibi beni işitmeden ona gülümserdin.
Kapıya doğru yürüdüler.
-Haydi, kızım, Allahaısmarladık. Beni geç bırakıyorsun. On dakika sonra bir bricim var.”
(J.-P. Sartre, “iş işten geçti”, sa:55)
İç karartan, karartıcı : Ruh sıkıcı, üzücü
“BEATRİS
-----------Baktım iniyor başıma öğlen üzeri
İç karartan bir fırtına bulutu, iri,
Acımasız, meraklı cücelere benzer,
Bir sürü şeytan taşıyan, kötücül, beter.
Başladılar beni soğuk soğuk süzmeye,
Ve bakakalan yolcular gibi bir deliye,
Fısıldaştıklarını duydum gülüşerek,
Durmadan birbirlerine kaş-göz ederek.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:221)
“Camphoux’da, Mathieu’lerin evinde, yaşlanmış Klytemnestre Madam Mathieu gözlük takmış.
Kocasına gelince, zinde işletme şefi, salyalarını bile tutamayan düşkün bir ihtiyar haline gelmiş. Kiralık evle
ilgileniyorum, biraz iç karartıcı ama yine de Luberon manzarasıyla sevimli.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:254)
“Ertesi günü iç karartıcı bir gün oldu. Dışarı çıktığımızda, baştanbaşa gri bir gökyüzüyle karşılaşmak
bizi şaşkınlığa düşürdü. Hala rüzgar esiyordu, fakat dünkünden daha az şiddetliydi.”
(A. Gide, “Ahlaksız”, sa:22)
“Yalnız güzel bir şubat ayında ve başka zamanlarda olduğu gibi denizden gelen, muz ağaçlarının
arasından geçip giden bir rüzgarın serinlettiği güneşli bir günü anımsayanlar çoğunluktaydı. Ama bunların
birçoğu da havanın iç karartıcı, gökyüzünün kapalı, her yerde durgun bir su kokusu olduğu noktasında
birleşiyorlardı.”
(G.G. Marquez, “Kırmızı Pazartesi”, sa:10)
“İçim kararınca, mutsuz olunca, canım sıkılınca kimseye bir şey demeden bizim daireden çıkar, ya
aşağıya halamın oğluna oynamaya ya da çoğu zaman babaannemin katına giderdim.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:24)
İçki küpü :
Tüm hayatı içki ve işret etrafında dönen hayat kadını ya da erkeği
“Martin, fabrikalardaki kızların zayıf ve hastalıklı yüzlerini, Market’in güneyindeki aptalca sırıtan
gürültücü kızları gördü. Orada, sığır kamplarındaki kadınlar, ‘Old Mexico’nun sigara içen kadınları vardı.
Sırasıyla, tahta ayakkabıları üzerinde, yapmacık yürüyüşü, taşbebek gibi Japon kadınları; zarif görünüşlü,
yozlaşmanın damgasını taşıyan Avrasyalılar, Güney Denizi Adaları’nın çiçekten taçlı kahverengi derili, dolgun
bedenli kadınları doluşmuşlardı. Bütün bunlar garip ve korkunç bir karabasan sürüsü - Whitechapel
kaldırımlarının pasaklı, çirkin, karmakarışık yaratıkları, genelevlerin içki küpü acuzeleri ve bütün bu uçsuz
bucaksız cehennemlerin harpy’lerin devamı, iğrenç ağızlı, pasaklı, müthiş dişi görünüşleri altında denizcileri
avlayan, limanların döküntüleri, insanlık çukurunun pis yapışkan köpüğü - tarafından ortadan silindi.”
(J. London, “Martin Eden”, sa:10)
İçkiye boğmak : Aşırı içirmek, sarhoş etmek
“MACBETH - Ya başaramazsak…
LADY MACBETH - Başaramazsak mı? Sen sade cesaretini gergin tut, bak nasıl başarırız. Duncan
uykuya dalınca -zaten bütün gün süren yolculuğundan yorgun olduğu için derin bir uykuya dalacaktır- iki oda
uşağını öylesine içkiye boğarım ki- …..”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:23)
İçkiye vurmak :
İçkiye düşkünlüğü artmak, sürekli içmek
“Odanın kapıya yakın kısmındaki devasa masada ise, yemek sonrası olsa gerek, hafifçe yağlanmış ve
pembeleşmiş yanakları parlayan üç doçent oturmuş kahve içiyorlardı. Bird, üç adamı da sima <yüz, çehre>
olarak tanıyordu. Adamlar, Bird’ün üniversitesinde ondan daha kıdemli olan geleceği parlak araştırmacılardı.
Bird haftalar boyunca kendini içkiye vurduğu için raydan çıkmamış olsaydı, o üç adamla aynı kariyer
basamaklarını tırmanabilecekti.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Sorun”, sa:56)
İçkiyi fazla kaçırmak : Fazla içmiş olmak, içkinin dozunu kaçırmak
“O karşımdaydı, bir gölge gibi görsem de karşımdaydı. İçkiyi fazla kaçırmış gibi kafam karmakarışıktı.
Güçlükle bir şeyler mırıldandığımı sanıyorum, ilk kez o anda konuşmaya başlamıştım sanki.”
(U. Eco, “Kraliçe Leona’nın Gizemli Alevi”, sa:11)
İçki yuvarlamak :
Bir kaç kadeh -ya da duble- içkiyi arka arkaya içmek
“Fabrice kadına yaklaşırken:
‘Oysa çok yakışıklı bir adamdı!’ dediğini işitti.
Bizim çiçeği burnunda askeri, odada çok berbat bir manzara bekliyordu: Beş ayak on parmak boyunda
çok yakışıklı bir delikanlı olan bir zırhlı süvarinin bacağını kalçasından kesiyorlardı. Fabrice gözlerini yumdu ve
üst üste üç dört kadeh içki yuvarladı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:63)
İçler Acısı : Yürek yakan, içlere acı veren görünüm
“İlk gece, sevgiyi ölüyü bu eski dostlaa bekledik. Annemi çok seviyorum. Fakat gözyaşlarıma karşın,
içimde ümitsizlik yoktu.. Kendisinden küçük olduğu halde, dostunun Tanrı’nun huzuruna daha erken çıktığını
gören Miss Ashburton’un hali içler acısıydı.”
(A. Gide, “Dar Kapı”, sa:25)
“Brenner’den aşağı inerken, gün ağarmasiyle, insanlarda da büyük bir değişiklik farkettim. Bilhassa
kadınların renksiz mermer teni hiç de hoşuma gitmedi. Yüzlerinden sefalet akıyor, çocukların hali de aynı
şekilde içler acısı.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:49-50)
“Çirkin ve içler acısı bir bir manzaraydı doğrusu. Utancımızdan neredeyse yerin dibine geçmiş, aynı
zamanda gözü bağlanıp gönlü çelinmiş arkadaşımızın hali yüreğimizi sızlatmıştı.”
(H. Hesse, “Doğu’ya Yolculuk”, sa:18)
“RUPRECHT -... Fakat, bakın göz yaşlarım boğazımı tıkıyor. Çünkü, Bayan Marthe bu arada odaya
girip lambayı tutunca, kızı, içler acısı bir halde, titrerken gördüm.” Halbuki her zaman nasıl da yiğit yiğit
bakınırdı.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:49)
“Hughie geldiğinde Trevor’u bir dilencinin doğal boyutlardaki harika bir resmine son rötuşları yaparken
buldu. Dilenci, stüdyosunun bir köşesinde yükseltilmiş bir platformun üzerinde ayakta duruyordu. Çok yaşlı bir
adamdı, yüzü buruşuk parşömene benziyordu ve yüz ifadesi içler acısıydı.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:113)
İçli dışlı (davranmak, olmak) : Samimice, dostçasına, içtenlikle (davranmak)
“Yahya Kemal’i sevmeye başladım yeniden. Bir zamanlar kızıyordum, sinirleniyordum okurken.
Düzeyde kalmış duyguların, gözlemlerin, izlenimlerin şairiydi. ‘Kolay’ bir şairdi. Bizim ustalığı da kurtarmıyor
bazen. Üstelik sığ söyleyişleriyle de gözüme batıyordu nedense. Son zamanlarda değişti bu düşüncem. Özellikle
Boğaz’la böylesine içli dışlı yaşadıktan sonra..”
(O. Akbal, “İstinye Suları”, sa:11)
“Artık benimle içli dışlı olan ölüm duygusu. Ölüm duygusuuu, acının yardımından yoksundur. Acı,
şimdiki zamana asılır, uğraştıran bir savaşım ister.”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:79)
“Ayrıca, çamaşırları temiz tutmalı, düşen düğmeleri dikilmeliydi; Louise buna yetişemiyordu. Evde bir
hizmetçi barındıramayacaklarına, onu yaşadıkları yakın içli dışlılığın içine de sokamayacaklarına göre, Jonas,
Louise’in kızkardeşini, koca bir kızla dul kamış olan Rose’u yardıma çağırmayı esinledi.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:97)
“-Evet, diyordu Grand, mükemmel olması gerek.
Edebiyat yöntemleriyle pek içli dışlı olmasa da, Rieux işlerin o kadar basit olmadığı, örneğin
yayıncıların bürolarında şapkasız olmaları gerektiği duygusuna kapılıyordu. Ama yine de belli olmazdı ve Rieux
susmayı yeğledi.”
(A. Camus, “Veba”, sa:96)
“Ardından hemen benim sorgum başladı. Başkan, sakin sakin, hatta, bana öyle geldi ki, biraz içli dışlı
olmaya çalışarak sorular sordu.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:84)
“ ‘Bir kitaba gerek duyduğum zamanlar dışında, yazı salonuna hiç gitmediğimi söyledim; ama
genellikle hastanede sakladığım ot kolleksiyonum vardır. Dediğim gibi, Adelmo, Jorge’yle, Venantius’la ve...
doğal olarak Berengar’la çok içli dışlıydı.’
Secerinus’un sesindeki belli belirsiz heyecanı ben bile sezdim. Üstadımın gözünden de kaçmadı bu.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:110)
“Mevlana ahiret alemine göçünce, Çelebi Hüsameddin tahtına oturdu. Mana hareminin içli dışlı
olanlarından bir ulu kişi yani Kirake Hatun, Sultan Veled hazretlerine itiraz edip ona: ‘Babanın yerine sen
halifelik yap, çünkü o tahta ve öyle bir talihe sen layıksın; niçin yerini Hüsameddin Çelebi’ye bırakıp ondan
feragat ediyorsun?’ diye sordu. Sultan Veled yanıtladı: ‘Çelebi’nin mübarek cismi arı kovanı gibi gayb
alemindeki ruhların bir uğrağıdır. Hem onu övmek için binlerce sırlarla dolu beyitler söyleyen babam, onu kendi
halifesi yapmıştır.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:186)
“ ‘Haklısın’ diye hırsız onayladı. ‘O sabun sadece kedi parmağını tırmaladığı zaman küçük Minnie’nin
işine yarayabilir..... Eskiden beri tanıdığımız, dost bildiğimiz, cana can katan içki! Şey, bu gece iş yapmamaya
karar verdim. Haydi üstüne bir şeyler geçir de gidip kafaları çekelim. Biraz fazla içli dışlı olduk ama ne yapalım,
arada olur böyle kaçamaklar.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:18)
“Üç aydanberi bu hayal aleminde avare dolaşıyorum; develerle, devekuşlarıyla, ceylanlarla,
suaygırlarıyla, gorillerle, zencilerle içli dışlı oldum; beyaz maşlahlarını bayrak gibi savuraraak uçup giden arap
atlıları gördüm.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:107)
“Meraklısın kendinle içli dışlı olmağa;
Bu, tatlı benliğini sırf aldatmağa yarar.
Vaktin geldi diyerek seni çağırsa doğa
Vereceğin hesapta elle tutulur ne var?”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:4, sa:49)
“RANDALL - Ne? Ama siz eniştesisiniz.
HECTOR - Siz de kayınbiraderisiniz.
RANDALL - Ama pek içli dışlı görünüyorsunuz onunla.
HECTOR - Siz de.
RANDALL - Ama ben içli dışlıyım. Yıllardır tanışıyoruz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:108)
“I. PERDE (Genç, gösterişli bir avukat olan Bay Julius Sagamore, Lincolns Inn Fiekds’teki yazıhanesindedir.....
Profilden, pencerenin altında oturur, sırtını oraya vermiştir. Bize sol yanı dönüktür. Yazı masası kendisini
heyecana çabuk kapılır eş sahiplerinin aşırı içli-dışlıklarından, azılı yahut deli olanların da beklenir
saldırışlarından korumaktadır.)
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:5)
“Bu kara düşüncelerle sabaha dek kıvrandıktan sonra, herzaman olduğu gibi, gene şöyle bir sonuca
vardı: Oğlunun sık sık Bonnivet Markizi’nin evine gitmesi için onun üzerindeki tüm sözü geçerliğini
kullanacaktı. Markiz kendisinin çok içli-dışlı arkadaşıydı, kardeş çocukları oluyorlardı.”
(Stendhal, “Armance”, sa:26)
“Doktor, dört saat süren karmakarışık iç sarsıntılarından sonra Imberville ormanından çıktı, düşesle içli
dışlı bir dost olma kararıyla döndü Carville’e. Onunla evlenme düşüncesini bir yana atmıştı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:81)
“Otuz-kırk uşağın doldurduğu bu şatodaki yaşam hç de iç açıcı değildi. Bu nedenle Fabrice bütün
günlerini avda ya da bir sandalla gölde gezinmekle geçiriyordu. Kısa zamanda arabacılar ve seyislerle içli dışlı
oldu. Bu adamların hepsi de çılgın gibi Fransa yanlısıydılar. Markinin ya da büyük oğlunun özel hizmetine
bakan tam sofu oda uşaklarıyla açıktan açığa alay ediyorlardı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:30)
“Yaşayanları ölülerden ayıran mesafe gerçekten büyük müdür, diye sorar kendi kendine kimi zaman.
Bu soruya ne yanıt vereceğini bilemez. Cesetlerle içli dışlı olması diyelim, bir anlamda bu mesafeyi kapatır.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:12)
“Camura, balta girmemiş ormanların gizleriyle içli dışlı olan, asıl dostu Kızılderililerin duygularına
anlayış göstererek istifini hiç bozmadan akan ırmağa çevirdi başını. Limana, kuru buriti sazlarıyla yüklü
canao’lar giriyordu. Karaya atlayan Inan’lar <Kızılderili aşireti> sazları demet yapıp yamaçtan çıkarıyor, on
metre ara ile kümeler yapıyorlardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:97)
“Bartholomew da aşıktı oğlana; şu anda onun kızgın olduğu gözünden kaçmamıştı - neden acaba? Ama
yabancı bir konuk vardı aralarında, birden anımsadı. Başkalarının yanında ailedekiler, içli dışlı olamazdı. Demek
yabancının Giles içeri girdiğinde incelediği resimler hakkında ister istemez bilgi verecekti konuklara.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:49)
“... Hugo Ball, pek çok yıl Hesse’nin konuşup görüştüğü en yakın dostlarından biri olarak kaldı. ‘Ball’la
kişisel ilişkimin, ona karşı duyduğum, yıllar içinde saygı ve hayranlıktan içli dışlı bir dostluğa dönüşen sevginin
ikimiz için de ortak iki dayanağı, ortak iki özelliği vardı.’ ”
(B. Zeller, “Hermann Hesse”, sa:122)
“Duyarlığı, bir bebeğin pespembe bedeninden, işten yıpranmış bir beygirin gevşek derisine ya da bir
köylünün pamuklu elbisesinden, en haşmetli komutanın tören üniformasına varıncaya kadar her yereee girebilir;
her bedenleee, her ruhla içli dışlı olabilir...”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:273)
“Sonra kibar, alçak gönüllü bir davranışla karısının koluna girdi. Kocanın, böyle içli dışlı davranışından
kadının utandığı, önümüzde küçük düşmesini bulantı ve alay karışımı bir duygu ile içine attığını
hissediyordum.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:123)
İçmeye ayranı yokken, her yere (s.çmaya) tahtı revanla gitmek : Kel başa şimşir tarak misali, para ya da
imkan yokken, bazı insan ya da idarecilerin, bilerek ya da bilmeyerek başından büyük sorumlulukları üzerlerine
alarak kitleleri zarara, hatta felaketlere sürüklemesi
“Ayranı yok içmeye
Tahtırevanla gider s.çmaya!”
-Anonim“Ne yazık ki gelişen ve öngörüleriyle dikkat çeken bu cumhuriyetçi akıma yeni katılanların sağlıklı bir
demokrasinin gereği olan ortak yaşam kurallarını uygulayamadıkları ve terbiyelerini muhafaza edemedikleri
anlar da oldu. Hatta bazıları, işi en ağır hakaretlere kadar vardırarak, halkın içmeye ayranı yokken her yere
tahtırevanla giden bu semersiz yaratıklara artık gem vurulması gerektiğini bile söylediler.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:84)
İç oğlanı : Osmanlı İmparatorluğu devrinde, Devletin türlü hizmetlerinde yetiştirilmek üzere genç yaşta Saraya
alınan kimseler
“Varsın beklesin. Kral uzun gece için çekilmeden önce, hala hazırlanmakta. Hizmetlileri soyunmasına
hizmet etti, ona merasime uygun fistanı giydiriyorlar, tüm parçalar sanki kutsal bakirelerin anılarıymış gibi
büyük hürmetle elden ele dolaşıyor, tüm bu merasim başka hizmetlilerin ve içoğlanlarının huzurunda icra
edilmekte, birisi koca sandığı açıyor, diğeri perdleri bir yana atıyor, bir diğeri mumu tutmakta, birisi fitili
düzeltiyor, iki hizmetli hazırolda bekliyor, diğer ikisi emre amade, bu sırada bazıları da arka planda belli bir
işleri olmaksızın dolanmakta.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:7)
“Çobanlar, Çingeneler, katırcılar hala ‘zümrütlerini kuyuya atan’ İngiliz Lord’unu anlatan şarkılar
söylerler ve bunlar hiç kuşkusuz bir öfke ya da sarhoşluk anında mücevherlerin üzerinden sökercesine çıkartıp
bir pınara atan Orlando’dan söz etmektedirler; mücevherler daha sonra bir iç oğlanı tarafından pınardan
çıkartılmışlardır.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:88)
İçten; İçten içe; İçtenlikle : Samimi, katıksız, doğru
“Bayan Zwicker bunun bir bahane olduğunu sezmekle birlikte Effi’nin sözlerini onayladı; Zwicker,
feleğin çemberinden geçmiş bir kadındı; bir sözün içten olup olmadığını derhal anlardı.”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:89)
“Ama Famiglia Christiana benim hayır yanıtımla yetinmedi. Ilımlı bir biçimde ısrar etmeyi sürdürdü.
Onlar ısrar ettikçe, ben kendimi daha yetersiz, daha yeteneksiz hissetmeye başladım, zaten bana ne zaman bir
‘ödev’ verilse hep böyle olur. Ne var ki birkaç ay sonra minik bir şeytan beni içten içe kemirmeye başladı.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:9)
“Bu işin sonunun yaklaştığını görüyor ve içten içe üzülüyordu; gerçi, onun büyük bir gözüpeklikle
kollarını göğsüne kavuşturup çevresini gözleyişini gören kimse, bunun böyle olduğunu düşünmezdi.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:II, sa:35)
İçten (İçinden) pazarlıklı(lık) : Hilekarlık, düşündüğünün tersine hareket etme, iki yüzlülük
“O zaman, ancak otuz sekiz yaşında bulunan ev sahibesinin, bu gibi içten pazarlıklı insanlarda zamanla
dehşet verici bir ‘kendini beğenmezlik’e dönen kimi düşünceleri ve ‘hüsnü kuruntuları’ vardı. Piskopos
danışmanı, Matmazel Gamard’la hoş geçinmek için ona hep aynı ilgileri, aynı gurur okşayıcı pohpohlama
siyasetini göstermek, ‘kusursuz ve yanlışsız’ olma bakımından Papa hazretlerinden daha ileri olmak gerektiğini
anladı.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:49)
“Bir gün, dostum elektrik direğinden daha konuşkan birini bulmak için büyük bir özlem çekerken,
kahvehanede oturan biri bana:
‘Güzel bir gün’ demesin mi.
Balık suratlı, içten pazarlıklı, sinsi birine benziyordu ama ben yerimden fırladığım gibi adamın
boynuna sarıldım.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:55-6)
“Siddhartha’nın sıradan bir Brahmin, tembel bir kurban görevlisi, büyülü sözler satan açgözlü bir tacir,
kendini beğenmiş, boş bir konuşmacı, kötü yürekli, içten pazarlıklı bir keşiş ya da kocaman bir sürü içinde aptal,
iyi bir koyun olmayacağını biliyordu.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:32)
“SUBAY - Emrinizdeyim efendim.
DUNCAN - Çevremde haris dostlar ile tehlikeli düşmanlar var yalnızca. Hiç kimse çıkarı olmadan
hiçbir şey yapmıyor; içten pazarlıklı herkes. Oysa krallığın mutluluğu ve benim refahım yetmeli onlara.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:298)
“Hepsi Lamia’daki doğallığın, yapmacıklıktan uzak oluşun, saflığın, iddiasızlığın, içten pazarlıklı
olmayışın farkındaydı, onun için kardeş gibi severlerdi. Hatta Şeyh bile ona dostluk gösterirdi.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:25)
“Burası tam eski Huguenot ülkesi, parlak bir sanatı olmayan, Rouen’a o kadar büyüklük vermiş yetkin
anıtlardan birine bile sahip bulunmayan, bununla birlikte baştan başa ciddi görünüşüyle göze çarpan ağırbaşlı,
kapalı, biraz da içinden pazarlıklı bir ülke, bağnazlıklar kaynağı..... bir kentti.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Döküntü Gemi”, sa:86)
“Temiz ruhlu bir insan olan Bölge Valisi Trotta, yakın dostluk kurduğu Doktor Skowronnek’in içten
pazarlıklı olduğunu acaba anlamış mıydı? Ancak bu kişi, yaşlanmaya başlamış olan Bölge Valisi’nin gençlik
arkadaşı ressam Moser’den sonra kendine yakın hissettiği, güvenip saygı beslediği ilk insandı.”
(Joseph Roth, “Rodetzky Marşı”, sa:293)
“Bir süre sonra ekledi:
-Sana diyeceğim şu ki: onun bir başına Pierre’le birlikte olması, özellikle gece, hoşuma gitmiyor.
Düşünsene, dünyanın bin türlü hali var. Pierre fazlasıyla içten pazarlıklı.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Oda”, sa:44)
“Bununla birlikte, aynı Kardinaller Meclisi üyelerinden, saray ve yol yönetiminden uzmanlaşmış birkaç
kişi, bu görünüşten oluşan duyarsızlığı bir duygu eksikliğine değil, Kardinalin, çok içten pazarlıklı olduğuna
verdiler.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:27)
“Zira böylesine ‘genç’ bir adamı yeterince olgun bulmuyorlardı. Bunda da bir gene bir içten pazarlılık,
burjuva düzeninin tabiata aykırılığı ortaya çıkıyordu.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:105)
İçtiği başına vurmak : İçince ruhsal dengesini, davranışını kaybetmek
“İçtikleri her zamanki gibi başına vuran Kirila Petroviç gücendi ve eğer geceyi Pokrovskoye’de
geçirmek üzere hemen gelmezse; kendisinin, Troyekurov’un, onunla bir daha barışmamak üzere bozuşacağını
söylemesi için aynı uşağı ikinci kez Andrey Gavriloviç’e gönderdi. Uşak yeniden tabanları yağladı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:15-6)
İçtikleri su ayrı gitmemek : İçli dışlı, çok yakın - sıkı fıkı arkadaş olmak
“Birbirlerini görmeyeli beş yıldan çok olmuştu. Maria o garip Amerikan turuna çıktıktan sonra ilişkileri
kopmuştu. Ama o zamana kadar ta çocukluklarından gelen yakın bir arkadaşlıkları vardı. Lisedeyken içtikleri su
ayrı gitmezdi.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:70)
“Böyle diyeceğim işte. Birlikte yaşayacağız. Bahçıvan olacaksın. İstediğin kadar ye, iç!... Ah, ah, ah!..
Hayatın öyle şenlenecek ki! Yan gelip yatacaksın!... İçtiğimiz su ayrı gitmeyecek!..”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:132-3)
“Vanyek..... Şvayk’a dönüp, ‘Bizim teğmen de telefonda amma bağırıyor haa!’ dedi. ‘Seninle
konuşurken bile duyuyorum söylediklerini. Hani nerdeyse, enseye tokat g.te parmak...’
‘Canciğer kuzu sarmasıyızdır. İçtiğimiz su ayrı gitmez. Başımızdan ne maceralar geçti.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:425)
“Aradan günler geçti... Irazla Hatçe, ana-kız gibi oldular. Belki de ana-kızdan daha ileri. İçtikleri su ayrı
gitmiyordu. Şimdi ikisinin de derdi bir tek dert olmuştu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:210)
“ ‘Zevkle dinlerim!’
‘Efendim, genç yaşımda Jülyen adında çok sevdiğim bir arkadaşım vardı. İçtiğimiz su ayrı gitmezdi;
öylesine birbirimize düşkündük ki, sormayın.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:45)
“Boissier, markizin evine akşam yemeğine gitmiş ve büyülenmişti. Fakat Mme Boissier davet
edilmemişti. Bu isimleri duyan Morel, şefkatle gülümsedi. ‘Ah, Thureau-Dangin,’ dedi bana, Norpois
Markisi’yle babam kartşısında ne kadar kayıtsız kaldıysa, bu sefer o kadar ilgilenerek, ‘Thureau-Dangin’le
amcanızın içtikleri su ayrı gitmezdi. Bir hanım, Akademi’nin bir daveti için iyi bir yer isteyecek olsa, amcanız,
‘Thureau-Dangin’e yazarım,’ derdi. Doğal olarak bilet hemen gönderilirdi.”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:469)
“Bu bakımdan <Papaz du Saillard>, Sansfin’in Saint-Priz’ye geldiğini görmekten pek haz duydu. Bu iki
adam çok kötülük edebilirlerdi birbirlerine, ama, politika gereği, içtikleri su ayrı gitmezdi.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:51)
“ ‘... Ama sen anlat, Bay Dorian Gary konusunda neler söyledi?
‘Şöyle bir şeyler mırıldandı: sevimli bir çocuk... Zavallı annesiyle içtiğimiz su ayrı gitmezdi.
Dorian’ın ne yaptığı aklımda kalmamış... Korkarım hiçbir şey yapmıyor... Ha, evet, piyano çalıyor ya...”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:16)
İç yolculuk :
Analiz, psikoterapi
“Her ikimizin de çekinceleri olduğu açıktı. Marvin psikoterapiye ilişkin kuşkular taşımaya devam eiyor
ve bir iç yolculuğa pek az ilgi duyuyordu. Terapiyi kabul etmişti çünkü migreni onu dize getirmişti ve başka
çaresi kalmamıştı. Benim de kendi hesabıma çekincelerim vardı çünkü tedavi konusunda çok karamsardım:
onunla çalışmayı kabul etmiştim çünkü uygulanabilir başka bir terapi seçeneği görmüyordum.”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:276)
İd = The Id : ( PSYCH.) : Çağdaş Psikanalizin, Ruhsal Aygıt’ın üç bölümdem ibaret yapısının çekirdiği
İçsel dürtülerden kaynaklanan ‘Primary Process Thinking’ birincil süreç düşüncesi’nin yapılandığı yuva. Haz
ilkesi (pleasure principle – plejür principıl> esastır.
“İd, psikanalitik düşünüşün başındanberi, ‘içgüdüler’in (instincts) yuvası olarak kabul edilir. Dürtüle,
tüm psişik enerjiyi taşıdıklarında, İ d, dolayısıyla, psişik enerjinin rezervuarı sayılabilir. Ego ve Superego,
oluşum süreçlerinde bu depo’dan enerji çekerler.
Ego’nun İd’den, bebeklikten ilk dört, beş aylar sürecince olgunlaşarak ayrıldığı ve çocuğun ilk kez
kendisinin anne vücudundan ayrı bir entite olduğunu farketmesi (differentiation – diferenşıeyşın), genellikle
kabuıl edilen bir varsayımdır. Bununla beraber, İd’in, diğer ögelerin öncüsü inancı yerine, üç ögenin
‘ayrışmamış ortak bir yapıdan’ (undifferentiated - andiferenşıeytıd matriks) ayrı ayrı geliştiklerini savunan
görüşler de vardır (Hartmann, Kris ve Loewenstein).
İ d (das Es) sözünün başlangıcı Nietzsche’ye kadar gider, fakat Freud onu, ‘The Book of the Id’ i
yazan Georg Groddeck’ten ödünç aldığını itiraf eder. Okunmaya değer bu kitap, özetle, bir Patrick Troll
tarafından, güya bir kadına, ‘bilinçötesi’nin bilinçli hayata ve organizmaya olan etkisini göstermek arzusu ile
yazılan bir seri mektuplardan ibarettir. Groddeck’in tarif ettiği ‘bilinçötesi’, eski romantiklerin betimledikleri
mantık dışı bilinçötesi idi; İd; kişliği olmayan, agresif ve öldürücü dürtülerle dolu ve her dürtünün özel bir hedefi
olan bir kurul idi. Örneğin, Patrick’in mektup yazdığı genç kadın, bebeğini bilinçli olarak sevmesine karşın,
bilinçötesi ondan nefret ediyordu. Hamile kadının mide bulantısı, kusması ve diş ağrıları, onun bebeği terketme
arzularının simgesel röprezantanları idi. (Somatizasyon ve Psikosomatik hekimliğin ilk materyali!)
İd’in enerjisi ya ‘refleks’ ya da ‘arzu doyurum’ (wishfulfillment) yolları ile dürtüsel duyumluluk için
kullanılır. Refleks yollara örnekler: yemek yeme, idrar etme ve otomatik olarak motor aksiyon gösteren cinsel
orgazm........ Bir nesne imajı için enerji kullanılmasına veya bir içgüdüye ve doyumluluk sağlamak için enerji
sarfına ‘nesne seçimi’ (object choice) veya ‘nesne yatırımı’ (object cathexis) denir. Tüm İd’in enerjisi, bu nesne
yatırımlarına yapılır........... Dürtüler, bilinç’e çıkacak yol bulamazlarsa, onların taşıdığı enerji, ego ve superego
sistemleri tarafından rutin zihinsel işlevsellikler için kulanılır. Şunu da hatırlatmak isteriz ki, İd’i, hiç organize
olmamış bir enerji rezervuarı olarak kabul etmek doğru olamaz. Eğer içgüdüler özel gayelere yönelmişlerse,
0onların, kendi oluşumları içinde bir tür organizasyona sahip olduklarını düşünmek gerekir.’ ”
(İ. Ersevim, “Freud ve Psikanalizin Temel İlkeleri”, 7. Basım, sa:201-4)
İdare etmek : Örtbas etmek, göz yummak, tutumlu davranmak, ancak yetmek
“İvan Fedoroviç bunu son derece hiddetli söyledi, idare etmeye, gizli konuşmaya lüzum görmediğini,
her şeyi bütün çıplaklığıyla ortaya sermek niyetinde olduğunu belirtmek istiyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:182)
“HASTINGS - Elmasları kaybettiğini anlayınca annenizin duyacağı öfkeden kokuyorum.
TONY - Onun öfkesine pek aldırmayın! O işi ben idare ederim. Annemin öfkesi kestane fişeği gibi
bir şeydir; önem vermeyin. Vay, işte onlar, seremperen geliyorlar. (Hastings soldan çıkar.)
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:64)
“Öğretmenlerim, hakkımda bir sürü şey biliyorlardı, pek çok kez ağır cezalara çarptırmışlardı beni,
günün birinde okuldan atılmam bekleniyordu. Kendim de farkındaydım bunun, zaten epey çalışkan bir öğrenci
de sayılmazdım; artık uzun zaman böyle sürüp gidemeyeceğini seziyor, yanıltma ve aldatmalarla durumu
güçbela idare ediyordum.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:100)
“Boena’yla konuştu, idare etmeyi kabul etti kendisini. Sonra tuvalete yöneldi, içeri girdi, üçü hala
çömelmiş oturuyorlardı; onu görünce Jaguar ayağa kalktı.
-Dediğimi duymadın mı?
-Kıvırcığa söylenecek iki sözüm var.
-Git anana söyle. Al voltanı.
-Duvardan atlayacağım, hemen şimdi. Kıvırcığın beni idare etmesini istiyorum.”
(M.V. Llosa, “Kent ve Köpekler”, sa:168)
İdarei maslahat : İşi şöyle böyle, bugünlük görerek idare etme; Durumu dengede tutma
“Buna karşılık bütün güçsüzlük ve cefamızla gayrete devam edersek, o zaman da çoğun salınarak,
idarei maslahatla, başkalarının yelken ya da kürekle gittiğinden daha ileriye vardığımızı düşünürüz.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:88)
İdol :
şey
Örnek; ideal olarak çok beğenilerek ‘onun gibi olmak’ arzusnun gerçekleştirecek (?) olan model kimse,
“Adam 29 nisan pazar günü not defterine, ‘Bilal’in kardeşinin beni hatırlayacağından emin değildim,’
diye yazacaktı. Hayatımda onu en fazla üç kere görmüştüm ve sonuncusu da çeyrek yüzyıl önce, yitirdiğim
arkadaşın cenaze törenindeydi. O gün Nidal annesinden ve kızkardeşlerinden bile daha üzgün görünüyordu. Hiç
sakınmadan hıçkıra hıçkıra ağlıyordu. Henüz on yedisinde değildi ve Bilal onun modeli, rehberi, idolüydü.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:311)
İfade takınmak : Durum, hal almak, bir duyguyu yüzsel ifadeye dökmek
“Hale kendini beğenmiş bir ifade takındı. ‘En iyileri işe alınanın sonuçlarından biri işte, komutan bazen onlar senden daha iyidir.’
‘Genç adam,’ dedi Strathmore öfkeyle, ‘bu bilgiyi nereden aldığını bilmiyorum ama boyundan büyük
bir işe kalkışıyorsun.’ ”
(D. Brown, “Dijital kale”, sa:287)
İffet, İffetli : Namus, ar; Namuslu kimse (genellikle kızlar, hanımlar için daha çok kullanılır)
“Adrian, pek az yiyip içerek, on satte ancak bir saat dinlenerek iki gün iki gece durmadan yazdı. Fincan
fincan kahve içiyor, sigarasını ağzından hiç düşürmüyordu. ‘Ulvi’liğini zedelemek istemediği için Anna’nın
iltifatlarına karşı hemen hemen hareketsiz kaldı. Anna da dürüst bir insan olduğu için, bütün gizli isteğine
rağmen, kadın zevzekliğinin sınırını aşmadı. Ama artık iffeti bir pamuk ipliğine bağlıydı ve Adrian istediği anda
onu koparabilirdi.”
(P. Istrati, “uşak”, sa:100)
“Ben yatağa kadar gitmiyorsam, ne çok güçlü bir iradeye sahip olmamdandır bu, ne de teninin ‘etik’ine
çok bağlı iffetli bir kadın olmamdan; düpedüz babama benzemekten korktuğum içindir. Bayağılığa düşmekten
ölesiye korkarım. Babam, ailemizin birkaç kuşağına yetecek kadar bayağılığa meraklı bir insandı çünkü.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:103)
İflahı kesilmek : Kuvvetten, kudretten kesilmek; çok yorulmak, bitkin düşmek
“ ‘Şimdi mi?
‘Hayır, hemen değil, ev hala insan dolu. Sekiz buçuğa doğru gelirsen hiç kimse kalmaz. Tania da seni
‘gördüğüne sevinir.’
‘Böyle bir günün ardından çok yorgun olmaz mı sence?’
‘Olur, iflahı kesilmiş olur. Şimdiden kesildi bile. Ama seni görürse yine de içi rahat eder.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:159)
İflahını kesmek, kurutmak : Hakkından gelmek, ortadan kaldırmak
“ ‘Ya, anlatsana, noldu?’ dedim.
‘Heç birşey olmadı. Heç birşey olmadı amma, gıyamet koptu. Annadın mı şindi? Gıyamat koptu. Bu
taraktorlar gelince Hözük Emmiyin de iflahı kesildi. Hösük Emmin bitti. İş göremez oldu Hösük Emmin.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:94)
“Dağda ne kadar ipten kazıktan kurtulmuş varsa başına topladı. Bir bela, bir afet gibi. Çukurovadaki Ali
Safa Beye karşı gelen fıkaraların başına çullandı. Ali Safa Beyin hasımlarının iflahını kuruttu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:302-3)
İflah etmemek, olmamak : Kötü huylarından vazgeçememek, doğru dürüst bir iş yapamamak; düzelmemek,
şifa bulmamak; -bir hastalıktan- iyileşememek
“Dediler ki: ‘Bu uslanmaz!’
‘Ar damarı yırtılmış, iflah olmaz.’
‘Döğsen döğmeğe yaramaz bu gudurası!’
‘Söğsen söğmeye de yaramaz.’
‘Onbaşıyı kandırmıştır, arka çıkar bu ite.’ ”
(F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:99)
“... Deli Haceli’nin Fatma zorlu gancık. Gaya gibi. Değirmen alt daşı. İnsanı döndürüyor. Gara...
Gözelin adı var, garanın dadı... demiş elin oğlu, boşa mı demiş? Gara emme gaya gibi. Değirmenin alt daşı. Bu
dert bizi iflah etmez öldürür.’ Aklı gene türküye gitti: ‘Çay taşı, çakmak taşı’nı tersinden düşündü: ‘Gözelinen
bal yenir,çirkininen daş daşı.’ dedi. ‘Kim? Fatma mı çirkin? Fatma’ya çirkin deyenin anasını satayım.’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:49-50)
“ ‘Seni dergi okurken gördüm. Hemen yanına gelebilirdim, ama iflah olmaz bir romantiğim ben.
Düşündüm ki en iyisi, Paris’e giden ilk uçağa bineyim, havaalanında dolaşayım, üç saat bekleyeyim, dakika başı
uçak saatlerini kontrol edeyim, sana çiçek alayım...’ ”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:234)
“Üçüncü kişiler aracılığıyla kulağıma gelen bütün bu rezaletler içten içe beni sevindirmiş, meyhanede
kafayı çekip eve dönerken bazı geceler yolda şöyle düşünmüştüm kendi kendime: Görüyorsun ya, biz iflah
olmaz kişiler onlardan daha iyiyiz.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:89)
“Ölüyü alıp Ayasurat köyüne götürdüler. Bundan sonra Hatçe iflah olmadı. Her gün saçını yolarak
Efesinin ölümüne ağladı.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:12)
“ ‘Kim söyledi bunu size?’
‘Herkes. Çukurova’da herkes söyledi o ağacı bize.’
‘O ağacı bulmazsanız, iflah olmazsınız dediler...’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:104)
“Bu haberden sonra, Hatçe iflah olmadı. Alnına kara bir yazmayı çeke çeke bağlamıştı. Yüzü mum
rengini almıştı. Donuk, sapsarı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:218)
“ ‘Ölümden dönen kişilerin neler anlattıklarını bilirsin. Tolstoy, bir öyküsünde bundan söz eder: Bir
tünel ve ucunda bir ışık. Yaşamötesinin çekici güzelliği.... ben ışık filan görmedim...işin kötüsü, bilincimi hiç
yitirmedim. Her şeyi biliyorsun, her şeyi işitiyorsun, ne var ki onlar, doktorlar bunun farkında değil ve senin
önünde, akıllarına ne gelirse anlatıyorlar, senin duymaman gereken şeyleri bile. Artık iflah etmez olduğunu.
Beyninim ayvayı yediğini.’ ”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:13)
“Sırtımı geniş bir aynaya verip, omzumun üstünden bakarak ve kendi kendime gülümseyerek kolumu
havaya attım. Bunu otuz defa, belki de elli defa yaptım ve onu düşündüm. Hem beni selamlayan o idim, hem de
onun beni selamlayışına bakan bendim. Ama tuhaftır, bu hareket bana yakışmıyordu. Bu hareketle iflah olmaz
derecede beceriksiz ve komiktim.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:407)
“İŞİN DOĞRUSU
Ahhhh!…
zor artık iflah olmam ben
bu sevdaya düştüm düşeli.
İşte bu sevdadan
esen yelin canımı yakması,
yüreğimin derin sızısı,
ve de şapkamın can acıtması.”
(F.G. Lorca<1898-1936>-Fahri Özdemir, “aşk şiirleri”, sa:49)
“Naim, ‘Ben iflah olmaz bir oburum ve bundan utanmıyorum’ diye durumunu kabullendi. ‘Yemek
yemeği sevmek Tanrı’nın bir lütfu! Sabah çekilmiş kahve kokusuyla uyursun. Brezilya’nın kokusudur bu ve
dünyadaki en nefis kokudur. Moralin hemen düzelir ve gün sona erene kadar kendine üç ziyafet çekeceğini
bilirsin. Her gün üç büyük şenlik!’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:375)
“Bazen, Nubar’la ikisi <babası> bir olurlardı. İki ihtiyar, iflah olmaz iki saf adam. ‘Büyük bir devrimci
olacaksın, oğlum! Dünyanın çehresini değiştireceksin yavrum!’ O bakışların karşısında tek bir şey gelirdi
içimden: Kaçmak, isim değiştirmek, dünya değiştirmek.”
(A. Maalouf, “Doğu’nun Limanları”, sa:44)
“ ‘Caldas’daki gemicilerden hiçbiri yurda dönüş sevincini başçarkçı Elias Sabogal kadar gürültülü
biçimde göstermiyordu. Ufak tefek, kırışık yüzlü, sağlam yapılı, kırkına yaklaşan bu deniz kurdu iflah olmaz bir
gevezeydi, adım gibi biliyorum ki yaşamının büyük bir bölümünü gevezelikle geçirmiştir.”
(G.G. Marquez, “Bir Kayıp Denizci”, sa:22)
“Çocuk eğitilmezse çocukluğunda,
İflah olmaz yetişkin olduğunda!
Ağaç yaşken, eğip bükersin onu,
Ateşle doğrultursun kuru odunu!
Böyledir yaş dalın doğrultulması,
Odunu eğmenin olmaz faydası!’
Üstadın, yerinde tavrı ve konuşması padişahın hoşuna gitti. Ona hilat ve para verdi, rütbesini daha da
yükseltti.”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:207)
“Bunca önlem, bunca çare varken nasıl oluyor da hala ölüyor bunca insan, hayret, Lizbon Tanrı’nın
gözünde telafisi olmayan bir günah işlemiş olmalı, çünkü üç ayda dört bin kişi öldü hastalıktan, bu da her gün
gömülecek kırktan fazla fazla ceset demek. Sahil çakıllarından oldu, hastaların da ağzı kapandı ve böylece bu
yöntemin işe yaramadığını söyleyecek halleri kalmadı, Bunu inkar etmeleri, imansızlıklarını ele verirdi, hiç
kimse pudraya batırılmış ya da bir içeceğe veya çorbaya katılmış çakıl taşının iflah olmaz sayılan hastalıkları
iyileştirebileceğinden şüphe etmemeli...”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:200-1)
“Ah ettim bir gonca bulmamasına
Bulmadım çaresin solmamasına
Bu derdinden iflah olmamasına
Kat’iyyen ümidin kes, kara bahtım”
(Seyrani-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:473)
İflas bayrağını çekmek; İflas etmek : Batmak, İşini yitirmek, Mahkeme kararıyla borçlarını ödeyemediğinden
dolayı resmi müraacatte bulunarak onlardan arınma; Hasta olmak, vücudun direncini yitirmesi
“Haleplizadelerin iflas bayrağını çektikleri günün akşamı su başında verilecek ziyafete hazır
bulunmamak için sokağa da çıkmamıştım. Akşam oluyordu. Evin önündeki tahta havalenin kenarında cıgaramı
savuruyor, sessiz sokakları, susan halkı, köpekleri seyrediyordum.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Beyaz Altın”, sa:26)
“İnsan yalnızca köylerin adlarını bir tespih gibi çekebilirdi - Bassoues, Peyrusse, Vicnau, Miélan,
Masseube, Plaisance, Riscle, Gouts. Bu adlar bellekte bir figür motifleri gibi yankılanıyor. Sonra tabii bunca iyi
yemek ve şarap yükünün ağırlığına dayanamayarak gövdem iflas bayrağını çektiği zaman bütün insan
hastalıklarının tek ilacına başvuruyordum - o güzelim Arquebuse’e.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:504)
“Hemen yola çıkmadık. İki ejder, bütün Habeşistan düşlerimizin üzerine bina ettiğimiz on kilo sırça
<cam> yığınını bir hale yola koymak için üç gün uğraşmak zorunda kaldık. Birer ceviz kemirerek ve Türkler
gibi durmadan sigara tüttürerek, odamıza kapanıp bu rengarenk taş parçalarına çekici şekiller verdik: Bu yalancı
mücevherleri özenle yan yana getirerek gerdanlıklar, bilezikler, madalyonlar, küpeler ortaya çıkardık, bunların
gerektirdiği ufak tefek masraflar ise bizi iflas ettirdi.”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:63-4)
“Babam aslında iflas etmişti de, farkında değildi. O hala zamanın kötüleştiğini, işlerin durduğunu,
faturaların iyice kabardığını filan söyleyip duruyordu. Tanrıya şükürler olsun ki, gerçekten iflas ettiğini hiçbir
zaman bilemedi, çünkü 1915 başında bir gün, pnömoni’ye çeviren nezleden, apansız ölüverdi.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:124)
“MANGAN - Nereden anlayacaksınız? İş nasıl çevrilir, aklınız erer mi?..... Başarı kazanacağız diye
canlarını dişlerine takıp didinirler..... Ama ilk adımda karşılaştıkları güçlükler bellerini büker. Mali işlerde
deneyimleri kıttır. Bir yılın sonunda ya iflas bayrağını çekerler ya da işi başkalarına devrederler..”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:61)
İfrata ya da tefrite kaçmak : Ya çok abartılı (eli açık), ya da yapması gereğinden çok daha az (cimri) hareket
etmek
“HAMLET - Doğallığa yaraşan soğukkanlılıkla hareket edin. Aşırılığa düşmek, sizi oyunun
amacından uzaklaştırır; ..... Şimdi; bu işte ifrata yahut tefrite kaçmak cahili güldürür belki, ama ustasına fena
gelir.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:89)
İfrit; İfrit cenapları : Şeytan’ın bir lakabı (Alm.: Junker Voland)
“Ah dostlarım! Bu kadın melek... İfrit... Her şeydir... Onu sevmiyorum da. Fakat beni rahat bırakmıyor.
Bir an kendisiyle uğraştırmamazlık etmiyor ki. Odamaa günlerce kapanıyorum, camlarımı taşlıyor, sabaha kadar
korna çalıyor.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-İhtiyar Talebe”, sa:89)
“Onca kadın içinden beni seçtin ya sen
Vermek için suratsız kocama tiksinti,
Alevlere fırlatmak gelmez ya elimden,
Bir aşk mektubu gibi, o cılız ifriti.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri-Kutsama”, sa:25)
“Dul annesi. Bir dulun oğlu. Duloğlu. Ancak kenara ittiği, konuşurken sürekli kendini hatırlatan şey,
olsa olsa bir ifrit olabilir, çarpık çurpuk bir küçük yaratık, kızıl saçlı, kızıl sakallı, boyu üç-dört yaşlarında bir
çocuk kadar.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:161)
“MEPHISTOPHELES - Vay! Hemen oraya kadar sürüklendin mi? O halde ev sahipliği hakkımı
kullanmaya mecbur olacağım. Çekilin! İfrit cenapları geliyor. Çekilin, tatlı mahluklar, çekilin!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:213)
İfrit kesilmek; İfrit olmak : Son derece sinirlenmek, delicesine öfkelenmek
“Zaten daha önce de uzun boylu görüştükleri yoktu, hatta Mitya, bayan Hohlakova’nın ondan nefret
ettiğini çok iyi bilirdi. Ona baştan beri ifrit kesilmesinin tek nedeni Mitya’nın Katerina İvanovna’nın nişanlısı
olmasıydı..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:34)
“Bir hışırtı, bir patırtıdır koptu ekinin içinde. Keçileri ekinin içinde görünce Pancar Hösük ifrit oldu.
Elindeki orağı hışımla keçilere fırlattı.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:41)
İftira atmak, etmek : Bir kişiyi yapmadığı bir işten dolayı karalamak, ismini kötüye çıkarmak
“ ‘Onu öldürtemeyince onurunu beş paralık etmeye çalıştılar. Bir yığın iftira attılar. Kalleşçe vaatlerde
bulundular ve Zola Davası’nda konuşmasına engel olma uğraşısına girdiler. Başaramadılar. Haklı, kişisel çıkar
gözetmeyen, korkusuz bir insan nasıl konuşursa öyle konuştu.. Sözlerinde ne en ufak bir güçsüzlük belirtisi ne
de en ufak bir aşırılık vardı. Orada konuşmanın nasıl bir cesaret gerektirdiğini umursamadan, günselik
yaşamında nasıl konuşuyorsa öyle konuştu. Ne tehdit, ne zulüm onu geriletti.’ ”
(A. France, “Bay Bergeret Paris’te”, sa:79)
“Müjgan ayağa kalmış, üstünü silkiyor:
-Feride, sen sahiden deliymişsin, diye gülüyordu. Ben yerimden kalkmamıştım. Titreyerek:
-Allah’dan korkmadan bana nasıl iftira ediyorsun, abla, dedim. Ben daha çocuğum.
Sonra kendimi tutamayarak ağlamaya başladım.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:69)
İftira hangarı : Çok iftira atan, yalan söyleyen, küstah ve sinsi, aşağılık insanlara -ancak İspanyada ve kağıt
üzerinde söylenebilecek bir azarlama ve tehdit treni. ‘İftira hangarı’ Sözlüğümüzde mevcut tek item olduğu
için, diziden onu seçtim. Ben bu yaşa kadar yazılı ya da sözlü, bu sözcüğü ne okudum ve ne de işittim. (İ.E.)
“Seyisin o densiz sözlerini duyunca, Don Quijote’nin öfkesini görmeliydiniz. Gözlerinden alevler
çıkıyordu, sözlerinin yarısını yutarak bağırdı:
‘Hey ahmak, zavallı, zırcahil, odun, aşağılık, dedikoducu, utanmaz, arlanmaz, küfürbaz köylü, engerek
soyu!’ Benim karşımda, Hanımefendi’nin önünde nasıl konuşma bu? O odun kafanla, kaba saba düş gücünle
böylesine küstah ve sinsi fikirleri nereden bulup çıkarıyorsun? Çekil karşımdan yabani, yalan kumkuması, hile
kutusu, fenalık deposu, iftira hangarı, alçaklık pınarı herif! Kral soyundan gelenlere borçlu bulunduğumuz
saygıya düşman adam! Çek git! Bir daha da önüme çıkma, yoksa kemiklerini kırarım!’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:369)
İğdiş edilmek, etmek : Kısırlaştırmak, özellikle evcil hayvanlara, örneğin kedi, köpek, domuz vb. uygulanan
ameliyat
“YAŞLI AT İÇİN DUA
<Prof. Çavdar Dobrev’e>
Yaşlı atı sakın öldürmeyiniz,
Kör bile olsa, topallasa da Ona bir mevsim özgürlük bağışlayın siz
İnsanlarla köpekler arasında…
----------------------------Yine de yaşanmamışı yaşar gibi yaşadı,
Neşelendi unutarak dizginlerini.
O çok yaşlı, çaresiz ve güçsüzdür şu anda
-İğdiş edilmediğini unuttum söylemeye.-”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“İletişim dersi öğrencilerinin karşısında dururken aklından hızla cümleler geçiyor, notalar, henüz
kaleme almamış olduğu çalışmasındaki şarkılardan parçalar geçiyor. Hiçbir zaman iyi bir öğretmen olmamıştı;
bu biçim değiştirmiş ve, ona kalırsa iğdiş edilmiş öğretim kurumunda, şimdi kendisini eskisinden de uyumsuz
hissediyor.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:11)
“Bahçenin öbür ucunda, küçük bir mandıradaki iğdiş edilmiş domuzun kulaklarımızı sağır eden
çığlıklarını duyuyorduk. Acıdan bağırıyordu. Az sonra içerdeki ocaktan da, korda pişen taşakların kokusu bize
kadar gelmekteydi.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:64)
İğne atılsa yere düşmeyecek kadar kalabalık; İğne atsan yere düşmez : Omuz omuza, hiç boş yer
bırakmayacak dere cede kalabalık, mahşer gibi
“Samopliuyev’in meyhanesinde oturmuş bizim katedralin zangocuyla çay içiyorduk. İçerisi öyle
kalabalıktı ki, iğne atsan yere düşmez! Baktım, bu dürzü de orada, yazıcı arkadaşlarıyla birlikte bir şeyler
zıkkımlanıyor. İki dirhem bir çekirdek, cakası da yerinde ha!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:65)
“Heryer mahşer gibi kalabalık. Mermer kaldırımlı. Üstündeki çatıdan ağaçların dal budak saldığı büyük
meydanda iğne atsan yere düşmez.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:206)
“Asker bekliyordu, bekliyordu ama, bu kadarını da beklemiyordu. Bir an şaşırdı, sonra kendini topladı.
Çare yoktu. Kaçmak gerekti. Hacı Mustafa haklıydı. Ama nasıl kaçmalıydı? Askerden, iğne atsan yere
düşmeyecek. Asker çepeçevre kuşatmış. Kaçılamaz.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:97)
“Eskiden Kalekapısı ırgattan taşardı... Kalekapısında iğne atsan yere düşmezdi. Şimdi azaldı. Eskiden
Adana sokaklarında ayağı çıplak çocuklar, her köşe başında kamış somururdu. Şimdi gene öyle.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:88)
“‘Duyan tırpanını, orağını, tabancasını, hançerini, kamasını, silahını alan geliyor, alan geliyor. Kozan
altından, Ceyhan, Osmaniye köylüklerinden duyan geliyor o kan içiciyi yakalamaya. Akçasazın kıyıları o kadar
doldu ki insanla, iğne atsan yere düşmeyecek.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:46)
“Sonra efendim, işin acı tarafı, şu bizim Tatvan gemisi dopdolu. İğne atsan yere düşmez, öylesine dolu.
Tatvan gemisi, yük gemisidir, affedersiniz hayvan gemisidir, insan gemisidir.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:31)
“Gece, Duscal Alanı’ndayız. Ortada, kentin kurucusu Kral Charle’ın bronz heykeli. ‘İğne atsan yere
düşmez’ derler ya, işte öyle kalabalık. Çoğunluk gençlerden oluşuyor.”
(A. Rimbaud, “Dizeler”, sa:62)
“Ayaspaşa’dan Kabataş’a inen dik ana yokuş, iğne atılsa düşmeyecek derecede kalabalıktı ... Bütün
İstanbul sevinçten taşıyor, kabına sığamıyordu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:61)
“Çok iyi tahmin edersiniz ki bu tür mektuplar asla postaya emanet edilmiyordu. Mosca kontesi
Napoli’den şu yanıtı gönderiyordu:
‘Her perşembe bir konserimiz var, her pazar da söyleşimiz. Bizim salonlarımızda iğne atsan yere
düşmez, insan yerinden kıpırdayamıyor.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:536)
İğne (iplik) bile geçmez : Çok dar, çok sıkışık
“EV SAHİBİ - Bir az uzağımda dursanıza. Havasızlıktan boğacaksınız beni. Uzaklık sağlığa yararlıdır.
Kapıları iyice kapattınız mı? (EV SAHİBİ’nin yanından çekilirler.)
2. HİZMETÇİ KADIN - Kapının altından iğne bile geçmez.
EV SAHİBİ - İplik de geçmemeli!
2. HİZMETÇİ KADIN - Her yer kapalı.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Ölüm Oyunları’, sa:171)
İğne düşse duyulacak kadar sessiz : Son derece sakin ve sessiz
“Ve, iğne düşse duyulacak kadar sessiz bir anda, Sam eline gitarını aldı. Kötü niyetli bir keneyi
kovalamaya çalışan av köpeğinin ard ayaklarıyla yeri eşelemesini de saymazsak, çevrede çıt çıkmıyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:258)
“Düşünce ve hayat karşı kutuplar kadar ayrıdırlar. Bu nedenle -Orlando’nun şu anda tek yaptığı bir
koltukta oturup düşünmek olduğundan- o işini bitirene kadar ayları ezbere saymak, tesbih çekmek, burun silmek,
aeşi karıştırmak, camdan dışarı bakmaktan başka çaremiz yok. Orlando öyle sessiz oturuyordu ki, yere bir iğne
düşse duyabilirdiniz. Keşke bir iğne düşseydi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:176)
İğne iğne (alevler) : İnce ince, iplik halinde oluşan (alevler)
“... her sabah, her tür hazzı feda edeceğim kanlı kurban törenini, her gün şafakta, günlük kederimin,
kanayan yaramın tazelenmesinin ciddiyetle kutlanmasını simgelercesine, yoğunlukta meydana gelen bir
değişimin, pıhtılaşma anında yol açacağı denge bozulmasıyla harekete geçmişçesine, resimlerdeki gibi iğne iğne
alevlerle bir süredir arkasında, kıpır kıpır, sahneye çıkıp ileri atılmayı beklediği hissedilen perdeyi tek sıçrayışta
yırtarak içeri girdi...”
(M. Proust, “Sodom ve Gomorra”, sa:543)
İğne ile (iğneyle) kuyu kazmak : Olumsuz koşullarda özveri, büyük gayret ve fedakarlıkla başarıya ulaşmak
“NORA - İşte, buna kesin yanıt verecek durumda değilim. Bu işlerin hesabını düzgün tutmak, bilsen o
kadar güç ki. Yalnız bir şey biliyorum: İğne ile kuyu kazar gibi kazandığım paraların hepsini borca verdim.”
(H. Ibsen, “NORA-Bir Bebek Evi”, sa:34)
“KALBİMİ YARALADI YABANCILIK
-----------------------------------------------İstediğin gibi olmayacak her şey,
Kimi zaman denk düşecek, kimi zaman
yakınından geçmeyecek.
Umut başkalarının dediklerini, kimsen osun,
bu yetsin sana.
Sabır, iğneyle kuyu kazarcasına ereceksin muradına.
(Abdullah Mecid en-Nueymi, “Guantanamo’dan Şiirler”, sa:81)
İğne ipliğe dönmek (bir iğneye bir ipliğe) : Çok zayıflamak
“Oturun; sanki ne diye kaldırdı sizi?.. ‘Ayaksız bayan’ diyor. Ayaklarım var ama kovalar gibi şişti, ben
de bir deri bir kemik kaldım. Eskiden ne şişmandım bilseniz, şimdi iğne ipliğe döndüm.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:68)
“Tam beşinci gün, güneş doğarken, bir de baktım kapı gıcırdadı (bayram günüydü), Emelyan’ın içeri
girdiğini gördüm. Morarmış, saçları kir içinde, sanki sokakta yatmıştı. İğne ipliğe dönmüştü. Paltosunu çıkardı,
sandığın üzerine oturarak bana baktı.”
(F. Dostoyevski, “Namuslu Hırsız”, sa:88)
“Arif Hoca, bazen bir sabun parasına, bir topluiğne kaplar ve sabunu okuyup üfledikten sonra toprağa
gömermiş. Sabun toprakta eridikçe, insanın düşmanı da oturduğu yerde erir, iğne ipliğe dönermiş.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:153)
“Dilpesent boşandı:
-Ah küçük Hanım’cığım, ben bozulmayayım da kimler bozulsun? Ölmediğime çok şükür. Gün, güneş
gördüğüm yok. Bu evin içinde bittim.
-A... vah vah... Bir kere gelip gözükmüyorsun a dadı...
-Salıveriyor mu yavrum? Ah efendimin gülü...
-A, zavallı Saadet’e bak, kızcağız sarartma olmuş. İğne ipliğe dönmüş, gel kızım seni öpeyim.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:358)
“… Ve biz yedi doktor, başımızda binbaşı Salman Sami gecemizi gündüzümüze katmış çalışıyorduk.
Binbaşı iğne ipliğe dönmüş, ameliyat yaparken elleri titremeye başlamıştı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2, Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:493)
“Elif sararıp solmuş, bir iğne bir ipliğe dönmüştü. Ne yiyor, ne içiyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:153)
“Bu adamdan geriye kalan her şeyi sanki pencereden atmak istiyor. Ablasını bir yabancı gibi görmeye
başlıyor. Ne kadar da sert biri olmuş, ne kadar zayıf, ne kadar da kuru, iğne ipliğe dönmüş, eskiden nasıl da ince,
nasıl da hareketliydi.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:191)
İğnelemek, İğneli sözler söylemek : Kinayeli, batacak ya da alaycı, üstü kapalı sözler söylemek
“Miles’ın tepesi attığı zaman neler yapabileceğini bir bilse, iğnelemeği anında bırakırdı ama Jake işte
bunu bilmiyordu ve aynı şeyi bir kez daha yineleyecek olursa işin sonunda ya burnundan kan fışkıracaktı ya da
çenesi kırılacaktı. Miles bu kadar yıldır kendisini tutmaya, öfkesine hakim olmaya çalıştıktan sonra, New York’a
ayak bastığı ilk günden yeniden hırslanıyor, birini parçalayacak noktaya geliyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:121)
“Maskelilerden kimisinin yarı alaylı, yarı hayran haykırışlarını, kimisinin gerçekten uğradığı şaşkınlığı,
iğneli şakalaşmaları, pek tatlı sözleri duymuyordu, görmüyordu.”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar 1”, sa:15)
“Başarısızlığa uğrayıp geri çekilmeleri, sonra zılgıtları, yüksek rütbeli subayların kendi aralarında
birbirlerine alayla, azap çektirerek verip veriştirmelerini, iğneli telefon konuşmalarını..... sıtmalı bedeniyle
yatağının kenarına ilişen ve umutsuz görünen yorgun, yaşlı bir adamı akla getiriyordu.”
(H. Böll, “Ademoğlu Nerdeydin”, sa:5)
“Fakat bu sırada sekretere aşık olan diğer kadın ve sorguya çekilmekte olan kadının asıl aşığı,
kıskanarak araya giriyorlar, öteki kadınlar da bunları izliyor, patırdı gürültü yeniden başlıyor, hakaretlerin, iğneli
sözlerin arkası gelmez oluyor ve evvelce limanda oluşan olaylar şimdi mahkeme salonunda yineleniyor.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:132)
“Yazdığım şey bir polemik yazısıydı ve iğnemelerle doluydu. Bu nedenle, yazı kurulu yaşlı ve temkinli
kişilerden oluşan ‘Plastik Düşünce’ dergisi bu metni reddetmiş ve be de incelememi sonunda daha az önemli,
ama yazı kurulu daha genç ve daha atak kişilerden oluşan rakip bir dergiye vermiştim.”
(M. Kundera, “Gülünesi Aşklar-Hiç kimse gülmeyecek”, sa:7)
“‘Ben, Cem’le tanıştığımda, Melek yeni evliydi. Aşklarının parlak, ışıklı günleriydi henüz. Kendi
kusursuz evliliğiyle, kardeşinin süfli seçimi arasındaki kendince kurduğu dengesizliği ima etmekten kaçınmıyor,
her fırsatta beni ya da Cem’i iğnelemekten geri durmuyordu.’ ”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:97)
“-Neyse, bırakalım şimdi bu lafları.
-Tabii, her zamanki gibi değil mi? Her zaman böyle: Üstü kapalı sözlerle beni iğneliyorsunuz, sonra
anlatın diye rica ettiğim zaman, şimdi kalsın, deyip işin içinden çıkıyorsunuz. Bu size kolay geliyor…”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:81)
“Bütün bakışlar üzerinde toplandı, arkasından da iltifatlar yağmaya başladı hepsinden. Arabadayken,
aşağalamaya dek varan iğneli sözlerden çok, makasının sivri ucunun daha başarılı sonuç aldığı kaçmamıştı
gözünden.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:65-6)
“Düşes derin derin içini çekerek:
‘Gerçekten ben de bilmiyorum,’ diye yanıt verdi. ‘Gerçekten de bilmiyorum. Parma’dan öylesine
nefret ediyorum ki.’
Düşesin ağzından çıkan bu sözlerde hiçbir iğneleme niyeti yoktu, onun diliyle içtenliğin ta kendisinin
konuştuğu açıkça görülüyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:284)
“... ve istenmediğini de bildiği halde, küstah bir tavırla, Köln’de onu tanımayan bir toplulukta boy
göstermiş ve dişlerini sıkarak ev sahibinin iğneli sözlerine ve orada bulunan başka kimselerin gülüşlerine
katlanmak zorunda kalmıştır, ama bir aygır kızıştığı zaman sırtına inen kamçı darbelerini hissedebilir mi ki?”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:61)
İğneli fıçı içinde olmak : Sürekli tedirgin olarak beklemek, diken üsütünde oturmak bağlamında
“BAYAN BARTLETT - Seni geçen aydan beri bekleyip duruyorduk. Sonra, önceki gün geminin San
Fransisco’ya vardığını gazetede okuduk. Bugün yarın neredeyse gelir diyorduk. Sue, o zamandanberi iğneli fıçı
içinde.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:41)
İğne olmak : Aşı, ateş, hastalık vb. nedenlerle, cilt altından, kabadan ya da damardan enjeksiyon yapılmak
“Efsun bu manzarayı çok tuhaf buldu, ama hemen unuttu. Sonunda hemşirenin sert tutumu ve doktorun
kararlı tavrı karşısında iğne olmayı kabul etti. Dört erkek de odadan çıktı. İğneden sonra doktor Efsun’un otele
dönebileceğini söyledi. Efsun yine nemrut suratıyla minibüste bir köşeye büzülüp oturdu.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:73-4)
İğne üstünde oturmak : Her an birşeyler olacakmış endişesiyle, kaçmaya hazır, endişeli endişeli oturmak,
kıpır kıpır kıpırdamak
Bk.: Diken üstünde oturmak
“-Atı biraz yavaşlat bakalım, İşittin mi, yavaşlat dedim sana!
-Neden yavaşlatayım?
-Öyle işte... İstasyondan, arkamdan dört arkadaşım daha gelecekti de... Bana yetişmeleri gerekiyor...
Ormana varmadan yetişeceklerdi. Hepsi de iri yarı, güçlü adamlardır. Yanlarında birer de tabanca var... E, niye
öyle kıpırdanıp duruyorsun? İğne üstünde oturuyor gibisin..”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:136)
“Şimdi de kulakları tavşan kulağı gibi dikilmişti, titriyorlar, iğne üstünde oturuyorlar, kaçmaya hazır
bekliyorlardı... Canınız cehenneme cesur Galileliler, dedi kendi kendine.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:325)
İğnenin deliğinden kurşun geçirmek : Çok usta atıcı olmak, keskin nişancı
“‘İğnenin deliğinden kurşun geçirir.’
‘Abdi’nin gözlerinin bebeğinden inşallah.’
‘Yavaş söyle yavaş!’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:90)
İğrenç : Tiksindirici, mide bulandırıcı, ruh karartıcı olay ya da kimse
“YOLCULUK VI
Kadın, o iğrenç köle, burnu havada, ahmak,
İğrenmeden bayılan kendine, gülmeden tapan;
Erkek, dediği dedik, pisboğaz, azgın, yalak,
Kölenin de kölesi, akan dere lağımdan.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:263)
İğrenç katil : Son derece öfke hissedilen birine söylenmiş bir sövgü (Argo)
“MACOL - (Kendisine doğru dönen Macbett’e) En sonunda buldum seni! İnsanların en adisi, aşağılık,
soysuz, alçak yaratık! Azgın canavar. İnsanlığın çirkefi! İğrenç katil! Manevi salak! Sümüklü yılan! Boynuzlu
engerek! Murdar kurbağa! Uyuz dışkısı!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:330)
İğrençten titremek : İğrenip sarsılmak, aşırı iğrenmek ve tiksinmek
“Doktorun uzattığı bardaktan süzgün süzgün iki damla aldı. Bardağı elinden düşürecek bir halsizlikle
geri verdi. Yine yumruk gözlerle bir zaman dalar gibi yaptıktan sonra:
-Ah, dedi, ah doktor, bana ettiği iltifatları işitseniz iğrençten titrersiniz. Beni yutacak gibi nefesini
içeriye çeke çeke: Ah benim şekerli, ballı, sütlü, kaymaklı karıcığım. Ver bana gerdanının kremalarından… İçir
bana Kevser’ini yudum yudum…”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:176-7)
İğri büğrü : Eğrili büğrülü, düz olmayan, düzensiz
“FAUST - Hayhay! Muazzam bir şey benim dikkatimi çekti. Ne olduğunu bil bakalım!
MEPHISTOPHELES - Bu hemen oldu bile. Ben kendime şöyle bir başkent seçerdim. Tam
göbeğinde halkın besi pislikleri, iğri büğrü ve daracık sokaklar, sivri çatılar.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:251)
“... ancak bir çeyrek kadar harabeler içinde yolumuza devam ettikten sonra hana varabildik. Bu bina,
tüm mahallede yeniden onarılmış olan biricik bina; yukarı katın pencerelerinden iğri büğrü harabelerle dolu
geniş sahalar görüyoruz.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:189)
“Tam baş tarafında, güneşsizlikten büyüyemeyen cinsi belirsiz, cılız, bücür bir ağaç yeşermişti. Renk
renk paçavralarla donanmış olan iğri büğrü dalları onu, sıcak memleketlerin yaz kış çiçeğini dökmeyen tuhaf bir
fidana benzetiyordu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Yatır”, sa:104)
“Gözden kaybolunca, küfürler, böğürtüler işitti, sert kayalar ile firavun incirleri ardından insan
sürülerinin çıktığını gördü, tamamiyle değişmiş, tanınmayacak hale gelmişlerdi. Devler nasıl da ezilip büzülmüş,
nasıl da iğri büğrü biçimlere girmişlerdi!”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:12)
İhbar etmek : Birinin yanlış hareketini ya da suçunu, onun haberi olmadan resmi otoritelere bildirmek,
gammazlamak
“Bir mağazada çalışan ve öyle cahil denemeyecek olup politika alanında pek faal olan bir meyhanede,
elinde kadeh, yarı içkili durumdayken, ağzından majestelerine karşı hakaret sayılacak bir söz kaçırmıştı; yanı
başındaki masada oturup belki ondan da içkili bir başka müşteri de durumu ihbara kalkmış, o kafası dumanlı
halinde herhalde pek güzel bir iş yaptığını sanarak hemen çağırdığı bir polise adamı kıvançla <sevinç>tutup teslim
etmişti.”
(F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:297)
İhsan, ihsan etmek :
İyilik, bağış, bağışlanan şey; İyilik etmek
“Zenginlik istersen çok azla yetin,
Budur senin en bulunmaz devletin!
Zengin altın saçıyorsa etrafa,
Sakın imrenme onun sevabına!
Derler ki: ‘İyidir çoğu zaman
Yoksul sabrı, zenginin ihsanından!’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:110)
İhthys :
(Eski YUN. MYTH.) Balık, Balık Burcu Kırlangıç Balığı, Uçan Balık, Hz.İsa
“Bu kırlangıç balığına, kendi ruhummuş da, orada. Saray duvarının (Girit’te, Psileridain tepelerinde>
üzerine binlerce yıl resmedilmiş gibi heyecan ve acımayla bakıyordum. Girit’in balığı budur diye mırıldandım;
zorunluluğu aşmak ve özgürlüğü solumak için zıplayan balık İHTHYS olan İsa da, insanın kaderini aşmak, yani
mutlak özgürlükle, Tanrı’yla bilrşmek isterken aynı şeyi yapmış olmuyor muydu? Sınırları yıkmaya çalışan her
ruh aynı şeyi yapmış istemez mi? Özgürlük için mücadele edip ölen bu ruh sembolünün dünyada, belki de ilk
defa Girit’te doğmuş olması ne büyük mutluluktur! diye düşünüyordum. Kırlangıçbalığı... Acı çeken ve güveni
olmayan insan ruhu budur işte!”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:440)
İhtilaf :
(ARAP MYTH.) :
Uyuşmazlık, anlaşmazlık, aykırılık
“Bunun yerine, çatışmalar başlar başlamaz yerel ihtilaf, deyim yerindeyse, daha geniş çaplı
ihtilaflarla iç içe geçti. Muradın hasımları < düşman, karşıt, muhalif> silahlandılar, hızla gelişen bir siyasal
siyasal harekete katıldılar ve bir gün, ülkeye hakim olan kaos ortamından faydalanıp, eski evi işgal ettiler.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:157)
İhtiyacı gidermek : Abdese gitmek, tuvalete çıkmak
“Aşağı yukarı dört yıl barakalarda yaşadık. Tuvalet evimizin dışındaydı ve geceleri, korkumuzdan,
ihtiyacımızı elimizden geldiğince gidermemeye çalılşırdık.”
(M. Levi, “Bir Şehre Gidememek”, sa:56)
“Kontes Roggendorf’un ona verdiği siyah benekli küçük köpeğini, Malempyge’yi, dövmeye cüret
ettiler, hem de zavallı sevgili hayvancık tabii bir ihtiyacı odaya yaptı diye.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Casanova’, Cilt:III, sa:95)
İhtiyar : Anlayış, Seçme, katlanma, kabul etme; Erkinlik (Felsefe)
“Allah’tan başkasında ihtiyar yoksa, suçluya karşı niye öfke doluyor içine?
Niye düşmana karşı diş bileyip duruyorsun? Suçu, günahı nasıl oluyoır da onda görüyorsun?”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:5, sa:287)
İhtiyar; İhtiyarlık : Yaşlı insan; Kadın, erkek; Baba; (Fig) Hayat, dünya;. Reis; Başbuğ; Bitkin; Yaşlılık hali
Bk.: Moruk
“Bu garsonun temiz, tertemiz yüzü, yıkanmış pembe bir ensesi ve kulakları var. Ama ihtiyar, adamakıllı
ihtiyar. Öyle olduğu halde insana eğer harikulade değişiklikler olmazsa hayatında, daha senelerce bu pembelik
ve beyazlık ve bu sessiz adımlar, sakin vücut, iyi kalple senelerce, on sene, yirmi sene, yirmi beş sene
yaşayacağa benziyor.”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmeran-Bekar”, sa:93)
“Godeshal üç yazıcıya:
-Durunuz, dedi, bu musibet cümle sahifemi doldurdu..... ona bir oyun oynamak isterseniz, kendisine
patronun müşteriyle ancak sabahın saat iki veya üçünde görüşebileceğini söyleyin, bakalım gelecek mi ihtiyar
kerata?”
(H. de Balzac, “Albay Chabert”, sa:3)
“YEDİ İHTİYAR
-Victor Hugo’ya-------------------Bir ihtiyar gördüm. Gözbebeği sırsıklam
Sanki acıdan;bakışıyla keskindi kış,
Ve bir kılıç gibi dik, uzun sakalı, tam
Yuda’nınkine benzer, ileri fırlamış.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:171)
“Bekçinin ‘Nine’ dediği ‘İhtiyar’ da, günden güne kapı ardına itildi. O, Durana için, işleyip yiyen bir
insandı. Gök Sultan ilk çocuğunu doğurunca Durana: ‘Seni tekavüde sevkettim, İhtiyar!’ dedi. Adı İhtiyar kaldı.
İhtiyar aşağı, İhtiyar yukarı... Asıl adı unutuldu.”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:9)
“O zaman inanmamış, pürüzsüz, heyecanlı delikanlı sesi ile beni savunmuştu; o sırada bana -ayına
varıncaya dek aynı yaşta olduğumuz halde- benim hak ettiğim dayağı yiyip içine sindirmiş bir küçük kardeş gibi
gelmişti. İhtiyar onu azarlamış, sonunda da tokatlamıştı.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:66)
“İhtiyarın iyice eskimiş, yırtık pırtık olmuş üniformasını incelediğini ve bana doğru biraz daha
yaklaştığını hissediyordum, gözlerimi kapadım, çünkü bana bir şey soracağını biliyordum.
‘Belki onu tanıyorsunuzdur...’ dedi.
Hiçbir şey söylemedim...”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Kayıp Cennet”, sa:136)
“Beş yaşındaydım, ona annemin terliklerini getirmiştim. İşte şimdi yine taburesinin gerisinde, duvarda
haç asılı. Haçın yanında, ellerinde üç ayaklı bir kunduracı demiri, ermişlerden kır sakallı, halim selim bir
ihtiyar.”
(H. Böll, “Ve O Hiçbir Şey Demedi”, sa:16)
“ ‘İyi bir kadın olmadığını söylemiştim sana Henry. Söylemiştim kötü bir kadın olduğunu.’
‘Beni sevmiyor musun artık sevgilim?’
‘Çıkar onu burdan... HEMEN!’ dedim ihtiyara.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:73)
“Karşınızda oturan oturan ihtiyar İtalyan ayağa kalktı, kocaman siyah valizini indirirken epey güçlük
çekiyor, sonra dışarı çıkıyor, arkasından gelmesini işaret ediyor karısına. Ellerinde eşyalarla yolcular, alay alay
koridordan geçmeye başladı. Az sonra kapının önü tıklım tıklım dolacak.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:271)
“Bütün bu titizlenmeler ihtiyarın öfkesinin artırmaktan başka bir işe yaramıyordu, o kadar ki tabak,
kaşık ve çorba, hepsi birden adamın elinden düşüp, üzerini ve çevreyi kirletti. Adamın üstünü başını temizlemek
gerekti. Bir sürü insan bir şeyler yapmaya çalışıyor ve herkes bana emirler yağdırıyordu. Ayrıca, ihtiyarı tuvalete
götürmek gerekiyordu. Ben oradaydım. Kaçmalı mıydım? Yardım ettim, onu yeniden küfeye koyduğumuzda,
başka kuşkular belirdi: ‘Bak bu kolunu hareket ettiremiyor..... bir doktor gerekli...’ ”
(I. Calvino, “Savaşa Giriş”, sa:24-5)
“İhtiyarın önünde diz çöküyorum. ‘Beybaba, dinle beni. Seni buraya bir stok baskınından sonra
yakaladığımız için getirdik. Bu çok ciddi bir medele. Bu yüzden cezalandırılabilirsin, biliyorsun!’
Dili dudaklarını ıslatmak üzere dışarı çıkıyor. Yüzü kül rengi ve bitkin.”
(J.M. Coetzee, “Barbarlar Gelirken”, sa:8)
“Bu nehir ne zamandır ışık saçıyor? Şövalyeler zamanından beri mi diyorsunuz siz? Evet, ama ovada
yayılan bir yangın, bulutların arasında bir şimşek gibidir o. Onun parıltısında yaşıyoruz. İhtiyar dünya döndükçe
de böyle sürer umarım!”
(J. Conrad, “Karanlığın Yüreği”, sa:36)
“PROFİL
farzet
ki Hayat başında çiçekler taşıyan bir ihtiyar.
genç ölüm bir kahvede oturuyor
gülümseyerek, baş ve işaret parmakları
arasında bir para”
(E.E. Cummings<1894-1962>-Sinan Fişek, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.05.08)
“ÇUBUKOF - Ne, ne! Ben dalavereci miyim? (Bağırır.) Sus!
LOMOF - Dalavereci!
ÇUBUKOF - Mahalle çocuğu! Enik!
LOMOF - İhtiyar sıçan! Cezvit!”
(A. Çehov, “Teklif”, sa:34)
“Onların sevinci benim sevincim, onların üzüntüsü benim üzüntümdür. Tanrı’nın her günü, aynı saatte
Fontanka’da rasladığım ufak tefek bir ihtiyarla da nerdeyse ahbaplık peydahladım. Görkemli, dalgın bir
görünüşü olan bu ihtiyar, sol elini sallayarak hep kendi kendine bir şeyler mırıldanır; sağ elindeyse, sapı altın
kaplamalı, boğum boğum, uzun bir baston vardır.”
(F. Dostoyevski, “Beyaz Geceler”, sa:12)
“ ‘Bu kadar aptalca bir fikir hiç duymamıştım,’ dedi Guasco; Trotti de, ihtiyarın artık kafayı yemeye
başladığını söylemek ister gibi, bir parmağını alnına değdirerek, Guasco’ya hak verdi. ‘Canlı bir inek kalmış
olsaydı onu çoktan yemiştik bile, hem de çiğ çiğ,’ diye ekledi Boidi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:200)
“Ben, Sant’Albano’lu Pietro’nun yanındaydım, onun, yanındaki Nola’lı Gunzo’ya, biraz anladığım orta
İtalya ağzıyla, ‘İnanırım, bugün toplantıdan sonra zavallı ihtiyar allak bullaktı. Abbone tıpkı Avignon orospusu
gibi davranıyor!’ dediğini işittim.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:630)
“Peygamber, ‘İlk rekat namaz dünya ve dünya içinde bulunan her şeyden daha iyidir’ buyurmuştur.
Mustafa Hazretleri namazdan sonra okunacak şeyleri bitirince, Cebrail-i Emin’den ‘Bugün oluşan bu halin sırları
ne idi?’ diye sordu. Cebrail de ‘Ali mesçide gelirken, ihtiyar bir yahudiye rasladı. Onu yüceltip ağırladı. Ondan
ileri adım atmadı, ve o senin ‘İhtiyarlara hürmet gösterin, onlara hürmet göstermek Tanrı’ya hürmet
göstermektir’ buyruğuna göre hareket etti.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:121)
“Baba, ‘eğer dünyaya bir kez daha gelmek kısmet olursa, acaba ne olarak gelmek isterdim?’ diye kendi
kendine düşündü. Herhalde lime lime olmuş elbiseleriyle, yükünü taşıdığı ihtiyar olmak istemezdi.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:68-9)
“O GÜNLER
--------------gözlerim, taze sütü içer gibi içerdi
bakışlarımın değdiği her şeyi
sanki gözbebeklerimde
her sabah ihtiyar güneşle
arayışın keşfedilmemiş çölüne koşan
her gece karanlığın ormanına dalan
mutluluğun huzursuz tavşanı vardı”
(Furuğ-Ferruhzade-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:72)
“Gıdısı, damar damar şişmiş çenesinin altında düğümlediği örtüsünü aşacakmış gibi iterdi. ‘Paraları
sarnıca gömdüler,’ diye bağırırdı bazı geceler karanlıkta. ‘Zeynep Hanımın konağının sarnıcına. Ya da İbrahim
Ağa Mahallesindeki Gavur İmamın sarnıcına.’ Çekinir, korkardım Edadil kalfadan. Çocukluk işte... Zavallı, eli
erişmez bir ihtiyarcıktı oysa.”
(Füruzan, “Gül Mevsimidir”, sa:8-9)
“-Yaş altmışı çeyrek geçiyor, hala mı güzel kadın görünce kendini kaybediyorsun?
-Yok, hayranlığım bedii değil, eleştiricidir.
-Ne demek?
-Şimdi kadınlara gençliğimdeki düşkünlüğümle bakmıyorum. Artık onları düşmanca bir görüşle
süzüyorum, gözlerimle adeta ısırıyorum.
-Bu düşmanlık neden?
-İhtiyarlık aklımı başıma getirdi de...”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Gönül Ticareti”, sa:161)
“Salkımlar kırıldıkça ihtiyarın vücudu kızışıyor; beline, göğsüne doğru rahatlatıcı bir ılıklık
yayılıyordu. Terleyeceği zaman durdu. Ahırın kapısını itti. İçeri girdi. Yerde, toprağa serpilmiş kuru ot
yığınlarının üstünde iki inekle bir eşek, başbaşa yatıyorlardı.”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:6-7)
“ ‘Öyle şeyler gelir ki aklınıza, yarısı doğru olsa, İmparator Hazretleri ömür boyu temizleyemez bu
rezilliği. Ama doğruya doğru, eğriye eğri, ihtiyar bu lafları hiç hak etmiyor. Düşünsenize! Oğlu Rudolf, gencecik
yaşında, erkekliğinin baharında göçüp gitti bu dünyadan...”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:35)
“Gulf Stream’de bir sandalla yalnız başına avlanan ihtiyar bir adamdı; bir tek balık tutamayalı seksen
dört gün oluyordu. Ama balıksız geçen kırk gün sonunda, çocuğun ailesi, ihtiyar adamın artık düpedüz salao, kör
talihli olduğunu söylemişti..... İhtiyar adam zayıftı, kavruktu, ensesinde derin kırışıklıklar vardı. Yanakları,
güneşin tropik denizlerde yanmasından oluşan deri hastalığının kahverengi lekeleriyle doluydu.” ..... “‘Benim
çalar saatim de yaşımdır,’ dedi ihtiyar adam. ‘İhtiyar adamlar niye erkenden uyanırlar? Daha uzun bir gün
geçirmek için mi?’ ‘Bilmem,’ dedi çocuk. ‘Bütün bildiğim, çocukların geç vakte kadar mışıl mışıl uyuduğu.’ ”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:10;21)
“Omode baba ufak tefek nesi varsa bohçaladı ve İblis’in gemini vurmaya başladı.
-Büyük beyin, bana izin, dedi. Alpar sordu:
-Beni bırakıyor musun, ihtiyar?
-Bırakıyorum, beyim. Gayri ben kocadım, dişi, tırnağı dökülenin hayrı mı olur?”
(F. Herczeg, “Paganlar”, sa:301)
“Eskiden bu günlerde babam sandalını vernikler, annem bahçeden ona bakar, ben de bizim ihtiyarın
çalışmasından, piposundan yükselen duman bulutlarından ve sarı kelebeklerden gözümü ayırmazdım. Ama bu
kez boyanacak kayık yoktu, annem çoktan göçüp gitmişti bu dünyadan...”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:161)
“Büyük amcam kürkünü sırtından sıyırıp ocağın kenarına yaklaşırken:
-Bu da nerden aklına geldi, ihtiyar! diye bağırdı.
-Ağzımdan öyle çıktı, dedi Franz.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:27)
“Hayır, hayır, utanıyorum. Yazdığım satırları yırtıyorum. Evet, henüz onurumu yitirmedim. Ve bütün
gün hep bizim ihtiyarlara yazmak istiyorum. Fakat bunu yapmıyorum. Hep yeniden başlıyorum; fakat Allah
kelimesini yazmaya içim el vermiyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:140)
“İhtiyarın kararlı ve boğuk sesi, müthiş bir öfke patlamasına gebeydi. Marius’a doğru ürkek bir bakış
attı teyze, zar zor tanıdı onu. Ne bir harekette bulundu ne de ses çıkarabildi. Babasının emri üzerine, kasırgaya
kapılan bir saman çöpünden de çabuk kaybolup gitti.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:340)
“Yemekten sonra, masanın sağındaki bir sedirin üstüne ayak yaptı, yattım; o da karşımda, öteki sedire
uzandı. Dışarıda bardaktan boşanırcasına yağmur yağıyordu; bir süre damda suların şakırtısını dinledim; yatar
yatmaz rahatlayan ihtiyar kadının sakin soluğunu dinliyordum; herhalde yorgundu, uyuya kaldı; yağmurla,
ihtiyarın ahenkli soluğu ile yavaş yavaş ben de uyudum; uyandığımda gün ışığı kapının aralıklarından içeri
giriyordu.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:173)
“ ‘Bu sözleri kendi kendine demiş bile olsa, yüksek sesle söylemezdi, çünkü kralın duyacağını bilirdi,
adamın kim olduğunu anlamak için casuslar salardı, çöldeki İsa’yı bulur, onun başını da keserdi. İhtiyarın dediği
gibi, iki kere iki dört eder. Böylece, fazla şişirmeyelim kafamızda.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:328)
“ ‘Gençsin,’ dedi; ‘ihtiyarlara kulak asma! Dünya, ihtiyarları dinleseydi, çok çabuk ıssızlaşırdı. Bak
dinle, yoluna bir dul çıkarsa, üzerine doğru orsa et! <kürek çek!) Evlen, çocuk yap. Çekinme, acılar yiğitler
içindir!’ ”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:164)
“Bu noktada sadece ihtiyar Steiner değil ihtiyar Fleishmann da ayağa fırladı. Gerçi hala ötekini tutmaya
çalışıyordu ama artık başarılı olamıyordu. Yüzü kıpkırmızı olan Steiner ‘Ne?’ diye bağırarak ve göğsünü
yumruklayarak suratıma haykırdı: ‘Sonunda yine biz mi suçlu olduk, biz kurbanlar?’ Bense ona açıklamaya
çalıştım: Sorun suç değildi, aksine görebilmekti, sade ve basit bir biçimde bir şey görebilmekti, sadece mantık
hatırına, söz yerindeyse sağduyu hatırına.”
(Imre Kertész, “Kadersizlik”, sa:222-3)
“Ölümünden üç-dört gün önce, güneşin tam tepede olduğu bir öğle vaktinde, koşmaya başlayacağını
söylemişti bana. ‘Kilom epeyce arttı,’ diyordu, ‘bu durum tehlikeli. Yakında kıpırdamakta güçlük çekeceğim.
Oysa bak ihtiyar martılar uçmayı bırakıyorlar mı? Sürekli olarak gökyüzünde süzülüp duruyorlar, denize dalıp
çıkıp yiyecek buluyorlar. İnsanoğlu, bu akıllı yaratıkları örnek almalı.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:14)
“Kendimi Sunarım
----------------------O Maya kadını bir giysi dokuyan
gökkuşağından. O ihtiyar.
Armonikası ondan da ihtiyar. Giriş kapıları,
New Orleans’ın yorgun sokakları.
Benim sesim melezlerin blues’unun çatlak sesi
blues’dan başka birşeyi olmayanların”
(Antonio Lopez<d.1981>-Olcay Öztunalı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.04.08)
“ROMA’YA DOĞRU HAYKIRIŞ
-----------------------------------------Ama saydam elli ihtiyar
Aşk, diyecek, aşk, aşk,
Milyonlarca can çekişmesi içinde:
Aşk, diyecek, aşk, aşk,
Sevecenliğin titrek kumaşı içinde;
Barış, diyecek, barış, barış,
Bıçak ürpertileri ve dinamit yığınları arasında
Aşk, diyecek, aşk, aşk,
Dudakları bir gümüşe dönüşene kadar
Bunları diyecek.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:74)
“ÖLÜLER ÜŞÜR MÜ?
Saat gece yarısından sonra iki buçuk.
İhtiyar kadın aşağıdaki ölüler odasında
çarşaf kaldırdı ve keşfetti
sükunet bulmuş bedeni sedye üstünde
aynı elbiseleri giyinik.”
(Yorgi Manousaki<d.1933>-Ahmet Yorulmaz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.10.02)
“ ‘Gazetede okuyunca çok mutlu oldum, ben seni doksan değil yüz yaşını bitiriyorsun sanmıştım.’
Sinirlenerek yanıt verdm: ‘Beni bu kadar bitik mi gördün?’ ‘Tam tersi,’ dedi kadın, ‘beni şaşırtan seni o kadar iyi
görmek olmuştu. İyi durumda olduklarını sansınlar diye yaşlarını büyüten o edepsiz ihtiyarlardan olmaman ne
iyi.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:48)
“Yağmurlar
2.
Türkü
-------Öyleyse al götür beni diyorum al götür beni ey çocukluğum
ey türkü ölümsüz ve unutulmaz ihtiyarlık götür beni
ey mecazsız yanılsamaların en büyüğü
sonsuzluğun bütün renklerine
bir hayli derinliğe acemice açılan pencere”
(Mateya Matevski<d.1929>-Suat Engüllü; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 21.04.05)
“Madame de la Guichardie bunları düşünürken, içeriye on üç yaşlarında bir hizmetçi girdi. Onu Anne
de Saviniac’ın dairesine götürdü. Bu taş duvarlı küçük salon vaktiyle Breuilh senyörlerinin dua ettikleri ufak bir
mabetti. Salonun ortasında yeşil örtülü bir masa duruyordu. Üstünde iki kitap vardı. İhtiyar kadın yalnız kaldığı
zaman içindekilere göz gezdirdi.”
(A. Maurois, “Ruh Tartıcısı”, sa:174)
“Romantiklik
<Sanki görüyor gibiyim de...Nerede?
Ruhumun gözleri önünde.> Shakespeare
---------------Bir ihtiyar ve sesleniyor halka:
‘İnanın gözüme de, gözümdeki büyütece de,
Burada hiçbir şey görmüyorum etrafta.
‘Ruhlar meyhanelik ayaktakımının eseridir,
Ki ahmaklığın demirhanesinde dövülen,
Saçmalarken kız ipe sapa gelmezlikler,
Sövüyor akla avam.’ ”.
(Adam Bernard Mickiewicz<1798-1855>-Dr.O. Fırat Baş; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 24.11.05)
“Genç kadın, Pitty halasına içeriği ilk iki mektuptan farklı olmayan bu üçüncü mektubu yazıyordu. Ona
kendisinin, Melanie’nin ve Ashley’nin Atlanta’ya gidemeyeceklerini bildirecekti. Canının sıkıldığı her halinden
belli oluyordu, çünkü göndereceği bu mektup Pittypat’ı tatmin etmeyecekti. İhtiyar kız, hemen ‘iyi ama tek
başıma korkuyorum!’ diye cevap verecekti.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:677)
“SETH - (Yaşlılığın verdiği bir fütursuzlukla Minnie ile yarenlik ederek onu kendine çekmeye çalışır.
Şarkı söylemesi onu etkilemek içindir. Sırıtarak, kadını dirseği ile dürter.) İhtiyarım ama nasıl şarkı söylüyorum
ha? vaktiyle heyamola şarkılarımla ünlü idim.” (Ames’e dönerek sevinçle.) Ulan Amos, eğer şu haber doğru ise,
bu gece kasabada ayık adam kalmaz... Bunu kutlamak vatani görevimizdir.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:18)
“Perde açılınca bir an tam bir sessizlik sürer. Sonra içeriye kamarot girer..... Bu ihtiyar kırçıl bir
adamdır. Üzerinde bir süveter, kaba pamuklu kumaştan pantolon; başında kulaklıkları olan bir yün başlık vardır.
Hali ters ve öfkelidir. Tabakları üst üste istif ederken durur; yukarıya, tepe penceresine hızlı bir bakış fırlatır.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:8)
“Tavan arasında, Gordon’unkine bitişik odada uzun boylu, vardakosta bir ihtiyar kadın oturmaktaydı;
biraz kafadan kontaktı ve yüzü, genellikle kirden bir zenci yüzü gibi simsiyahtı. O kiri nerden bulduğunu asla
anlayamıyordu Gordon.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:233)
“Yatak odasındaki ışık söner sönmez, bütün çiftlik binalarında bir hareket, bir telaş başgösterdi. Ortabeyaz-boğa-domuz ödülünü almış olan ihtiyar Major’un bir gece evvel görmüş olduğu garip rüyayı bütün
hayvanlara söyleyeceği haberi o gün ağızdan ağıza dolaşmıştı.”
(G. Orwell, “Hayvan Çiftliği”, sa:9)
“ ‘Günaydın, baba.’
‘Gerçekten de, Dorothy,’ dedi papaz anlaşılması güç bir şekilde (takma dişlerini takana kadar sesi hep
boğuk ve ihtiyar çıkardı), ‘sabahları Ellen’ı yatağından çıkarmak için çaba göstermeni diliyorum. Ya da senin
biraz daha dakik olmanı.’ ”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:11)
“STYOPKA - Kaç haftadır metelik almadım. İhtiyar öldü öleli.
MADAM G. - O durağı cennet olan efendinden öyle saygısızca söz etme. Ruhu şad olsun. Ne
duruyorsun, yıkıl karşımdan. Seni gözüm görmesin.”
(A.N. Ostrovski, “Bu Hesapta Yoktu”, sa:20)
“/Hadi oku...’ / ‘Saygıdeğer evladım, bırak ağlasın bu ihtiyar adam biraz. Bırak son kere karımı, kızımı
düşüneyim.’ / ‘Zulmettiğin genç kızları düşün. Biri sinir krizi geçirdi, dört tanesi üçüncü sınıfta okuldan atıldı,
biri intihar etti, okul kapısında tir tir titremekten hepsi ateşlenip yatağa düştü, hepsinin hayatı kaydı.’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:50)
“Gülerek havaya bir bakışı vardı ki, herkesin ilgisini çekerdi; akşam boyunca komiklik olsun diye
yapmayacağı, söylemeyeceği şey yoktu. Üstelik de bir de horoz gibi kavga ederdi. ‘Neyin var Rosa?’ derdi biri,
orkestranın çalmasını beklerken. ‘Korkuyorum,’ (gözleri yuvalarından fırlardı bunu söylerken); ‘Şu arkada
gözlerini bana dikmiş bir ihtiyar gördüm, dışarda beni bekliyor, korkuyorum.’ ”
(C. Pavese, “Güzel Yaz”, sa:9)
“Tam geri dönmek üzere yürüyecekken kendi kendime şöyle dedim: ‘Aptalın tekisin sen. Seni bekleyen
iki ihtiyar kadın. Bırak beklesinler.’ ”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:11)
“GROTESK
Oğlum, benimle evlenmek istiyordu
üç yaşındayken.
Beşine girdiğinde
ucu lastikli baston sözü verdi
çöktüğümü gördüğü zaman
ihtiyarlıktan.”
(Nadya Popova<d.1952>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
06.03.08)
“BİR NEHRE ATILAN CENAZE
<1949>
-----------------------------------------ihtiyar bir kadın gelip durdu kapıda
annem
ana oğul cenazeyi kaldırdık
ben ayaklarından tuttum o başucundan
ağır ağır indirdik
attık Yang-tse nehrine
kuzeyden akıyordu ordular ışıl ışıl”
(N.Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:24)
“O zaman Fatin, eğer evde ise onun gözüne görünmemek için ufalmak ister gibi tıs bir köşeye büzülür,
hanımefendiyi haksız bularak, ‘İyi ya canım o da bakıversin. Evde hizmetçi yok değil ya; gönül kırmamak için
aldırmıyor ama... İhtiyar adam bu, hiddet eder ya!... Hepimiz sayesinde yaşıyoruz...’ derdi.”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:288)
“İhtiyar, eski anıları yoklamak isteyenlerde görülen bir düşünce ile bir zaman şakaklarını tuttuktan
sonra öyküsünü anlatmaya başladı.”
(B. de Saint-Pierre, “Paul ve Virginie”, sa:4)
“..... işte bu adam, geçenlerde gözden kaçırdığı o dilenci olmalıydı. Yusuf bir daha baktı, açıklama
gerektiren bir durum, onca kadının arasında bir de o adam yürüyordu. Yusuf Şimon’a da bakmasını söyleyecekti,
hayal görüp görmediğini anlayacaktı aklı sıra, lakin ihtiyar söyleyeceğini söylemiş, çekip gitmişti, aile reisi
akrabalarının yanına dönmüştü, bu rolü oynayabileceği çok zamanı kalmamıştı artık. Tek şahidini de kaybeden
Yusuf dönüp bir kez daha Meryem’e doğru, bu kez dilenci kaybolmuştu.”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:52)
“Söz konusu olan kişi itibariyle tüm diğer vakalardan farklı olan ise son derece saygın bir ihtiyar olan
ana kraliçeydi. O otuz bir aralık gününün yirmi üçüncü saatinin elli dokuzuncu dakikasında hiç kimse bu soylu
hanımefendinin yaşamı için iddiaya girmez, böyle bir iddia uğruna ortaya yanık bir kibrit çöpü bile koymazdı.”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:22)
“LENI - İhtiyar Hindenburg yaşamının elli yılı boyunca bunun doğruluğuna inandı.
JOHANNA - O zaman için doğruydu ama günümüzde...”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:13)
“Yaşlı kadın, bürosunda oturmaktaydı. Karşısında, yün kazak giymiş, beti benzi uçuk genç bir kız
duruyordu. Islak ve dağınık saçları yüzünün iki yanından dümdüz sarkmıştı. İhtiyar kadın ona kalemi uzatarak
üzgün ve müşfik bir edayla şunları söyledi:
-Bu yaşta boğulmanız, doğrusu yazık... İmzalayın... Şimdi sonuna gelmiş bulunuyorsunuz.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçmti”, sa:56)
“Seçtiği de kimmiş? Sözde usta bir matematikçi, Floransalı Michael Cassio adında biri; her güzel
kadınla başını belaya sokacak bir adam. Ne bir kıtaya kumdanda etmiştir, ne de savaş düzenini ihtiyar bir
kadından daha fazla bilir.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:3)
“FALSTAFF - Bana mı söylüyorsun karardı, morardı diye? Ben kendim yediğim dayaktan,
gökkuşağının ne kadar rengi varsa hepsini sıraladım. Az kalsın Bradford cadısı diye yapışıyorlardı yakama.
Aklımı başıma toplayıp, zararsız bir ihtiyar kadın taklidini mükemmel becerdim de kurtuldum bereket. Yoksa
güvenlik görevlisi olacak herif büyücü diye deliğe tıktığı gibi, kastıracaktı bacaklarımı cendereye.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:123)
“MÜDÜR -... Bulaşıkçı kadın durumlarını bunların yüzlerine vurdu. Söylenen onları hemen tuz buz
etti; gerçekti de ondan; inkar edemezdim. İhtiyar (annem), pes etmek zorunda kaldı. Çünkü mülkünü karşılık
gösterip para kaldırmıştı. Şimdi paranın faizini ödemek için dokuz doğuruyordu.”
(G.B. Shaw, “Milyoner Kadın”, sa:80)
“KULÜBEDE BİR KUŞ
-----------------------------Delikanlı! titriyorsun. İhtiyar! sen de;
Korkuyla... İşte böyle avuçlamışsınızvahşi kuşu sımsıkı; elmas tutarcasına,
aranızda, burada, burada.”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman, Ali Çeviker; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
“Kibrine karşın M. de Rénal, katı yürekli ve inatçı bir köylü olan ihtiyar Sorel’e kaç defa gidip geldi;
bıçkısını başka bir yere taşımaya razı edinceye kadar ona kaç avuç dolusu altın verdi!”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:I, sa:6)
“Orada ihtiyarlar ve orospular, seyyar satıcılar, balıkçılar, işsiz güçsüz serseri gençler, kapı üstündeki
boyası solmuş levhalarda ‘Şarap-Bakkaliye-Tütün’ yazısı zar zor seçilen, karanlık eski rutubetli dükkanlarında,
baharat ve kurutulmuş morina balığı kokulu bakkallar yaşar.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:13)
“Bursa’da bir eski cami avlusu,
Küçük şadırvanda şakırdayan su,
Orhan zamanından kalma bir duvar,
Onunla bir yaşta ihtiyar çınar
Eliyor dört yana sakin bir günü.”
(A.H. Tanpınar, “Beş Şehir”, sa:147)
“-Ben ihtiyar bugünkü durumu bilmiyor muyum sanıyorsun? Avcumun içi gibi. Gece uyumuyorum.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:I, sa:241)
“Tüccar tam cevap vermek üzereyken tren hareket etti; ihtiyar hemen şapkasını eline alıp istavroz
çıkarttı ve fısıltılı bir sesle dualar mırıldanmaya başladı. Avukat bakışlarını ondan öteye çevirerek, saygılı bir
tavırla duanın sonunu beklemeye koyuldu. Adam duasını bitirip üç kez istavroz çıkardı, ardından şapkasını
tekrar başına koydu, düzeltip bastırdıktan sonra, oturduğu yere iyice yerleşip konuşmaya başladı.”
(L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:10)
“Fakat bunların arasında bir tanesi vardır ki, kimse dokunmaz, üzerine hiçbir koyun basmaz; yalnızca
kuşlar gelip, sabahleyin orada şakırlar. Çevresinde demir bir parmaklık vardır: iki köknar fidanı mezarın iki
ucuna dikilmiştir. İşte Eugene Bazarov buraya gömülüdür. Yakındaki köyden, iyice çökmüş iki ihtiyar karı-koca
onu sık sık ziyarete gelirler.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:268-9)
“Seyahatlerimde, çok akıllı, çok uslu, çok bilgili ihtiyar bir Brahman’la tanıştım; bu adam üstelik çok
zengindi de; böylece daha akıllı daha uslu görünüyordu. Çünkü hiçbir eksiği olmadığından kimseyi aldatmaya
gereksinimi yoktu.”
(Voltaire, “Hikayeler”, Cilt:II, ‘İyi Kalpli Bir Brahman’ın Hikayesi’, sa:9)
“Mr. Ramsey ihtiyar Macalister’e, ‘çok sürmez, biz göçüp gideceğiz; ama çocuklarımız hiç
görmedikleri şeylerle karşılaşacaklar,’ diyordu. Macalister, ‘Geçen mart yetmiş beşine girdim,’ dedi; Mr.
Ramsey yetmiş birinde idi. Macalister, ‘Ömrümde doktor nedir bilmem,’ dedi, ‘ağzımda tek diş eksik değil.’ ”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:329-30)
“Çocuk arabası çimenlikten geçiyordu. Isa o yana baktı. Ne sevimliydi şu ihtiyar kadın! Çocukları
böyle candan karşılayışıyla; bütün bu belirsizlikleri; ayrıca ihtiyarın densizliklerini cılız yumrukları, gülen
gözleriyle dize getirişiyle! Bart’a ve havaya meydan okuma cesaretiyle.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:27)
“Hemen koştu, mumu aldı, geldi. Bir köşede, pancarların gerisinde, saman bağları vardı: bir tanesini
aldı, tutuşturdu; ihtiyarın, önce çok uzun, bembeyaz olan saçlarıyla sakallarını kavurdu. Ateşe yağ dökülmüş gibi
bir koku çıkıyor, kıllar, ufacık sarı alevlerle, çıtır çıtır yanıyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:371-2)
İhtiyar suratlı : Yaşlanmış görünen, buruşuk
“Üst üste yığılmış kasvetli evler var. Açık pencerelerde oturan ihtiyar suratlı bir sürü çocuk alacalı
bulacalı bebeklerini boyuyor. Evlerin içi kapkaranlık.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:51)
İhtiyar teke : Gençliğindenberi inatçılığıyla tanınmış kimsenin yaşlılık hali
“Kibirli davranıyordum. O ihtiyar teke aslında hiç de kötü bir insan değildi, babacan, misafirperver bir
insandı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:167)
İhtiyatı elden bırakmamak : Tedbirli ve dikkatli olmak, tedbiri elden bırakmamak
“Babam kafasını kaşıdı, eski genişliğini yitirmiş omuzlarını silkti; kurnazca ihtiyatı elden
bırakmayarak, ‘Sen bilirsin!,’ dedi. Kasabadan ayrılmadan önce konu komşudan birkaçını dolaştım,
manastırdaki rahipleri ziyaret ettim, ben yokken babama göz kulak olmaları için ricada bulundum kendilerine.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:111)
“Ve tam Selma Hanım böyle düşünürken avludan Ömer Efendi’nin kalın ve karık (Oluklu, parça parça)
sesi işitildi ve bunu pencerenin arkasındaki üç kadının paldır küldür konuşmaları takip etti. Bir an içinde ihtiyatı
elden bırakmışlar ve işi aleniyete (açıklığa) vurmuşlardı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:70)
“Yine de birkaç gün daha, belli bir ölçüde resmiyeti korudu, ama sonunda bütün ihtiyatı elden bıraktı.
Kızın dilini tutacağını belli eden sayısız işaretten cesaret alarak ve bekarlık günlerine geri dönmüşçesine, kendi
evinde rahatça hareket etmeye başladı.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:162)
İkaf; İkaf törenleri : Masonluk’da, en yüksek derece olan 33’e varma yolunda, başta geçilmesi gereken üç
sınırtaşı: ‘Çıraklık’, ‘Kalfalık’ ve ‘Ustalık’ dereceleri ve bu dereceleri alma yolunda icra edilen törenler
“SMSC <U.S.A., Washington, D.C.’deki Smithsonian Müzesi Destek Merkezi>’nin karşı tarafındaki
yeşillikli bir otoparkta, Mal’akh limuzininin yanında durmuş, telefonunun çalmasını beklerken kollarını ve
bacaklarını esnetiyordu. Yağmur durmuş, bulutların arasından Ay görünmeye başlamıştı. Bir süre önceki ikaf
töreni sırasında Mabet Evi’nin kubbeli tavanındaki yuvarlak delikten aşağı ışıkları süzülen yine aynı Ay’dı.”
(D. Brown, “Kayıp Sembol”, sa:128)
İkarus; İkaru(o)s Karmaşası : Eski Grek mitolojisine göre, Deniz tanrısı Poseidon, Girit kralı Minos’a hediye
olarak bir boğa göndermişti; işte o boğa, Minos’un karısı Pasiphae ile ilişkide bulunmuş ve o birliktelikten boğa
başlı, insan vücutlu bir yaratık: Minotaur doğmıştu. Kral Minos, o canavarı gözden uzak tutmak için başmimarı
Daedalus’a bir yer altı sarayı: Labyrintos inşa ettirip evvela canavarı, sonra da mimarı ile oğlu İkarus’u oraya
hapsettirmişti. Daedalus, oğlu İkarus ile birlikte, kuş tüylerini balmumu ile birbirleriyle yapıştırarak kanat yapıp
adadan uçarak kaçmayı başarmışlardı. Akdenizi geçerken, göğre, dolayısıyla güneşe daha yakın olan İkarus’un
kanatları eriyerek Akdenize gömülmüştü. Baba, uçarak Kartaca sahillerine varmayı başarmıştı. İkaros’un
boğulduğu yerin yakınındaki adaya ‘İkaria’ adını vermişlerdi. Tanrı Poseidon ile Aithra’dan doğma ‘yarı-ilah’
Thesus de Minos’un gazabına uğrayarak Labirent Sarayına hapsedilmişse de, kahraman Thesus (Theseus)
Minotaur’ü öldürerek saraydan çıkabilmişti. “Uçma” kompleksi olan kimselerein ruhsal durumuna da,
yukarıdaki öykü nedeniyle “İkarus Karmaşası” adı verilir. Dahi ressam Picasso Minotaur hakkında çok değerli
gravürler çizmiştir ki, İstanbul, Tepebaşı, Pera Müzesi, 15.02.10-18.04.2010 tarihleri arasında bu gravürleri,
Picasso’nun diğer şaheserleri arasında, o zamanın ressamlarının yolgöstericisi olan Ambroise VOLLARD’ın
adına tertiplenen “Suite Vollard”da sergilenmiştir.
“İKARUS’U OYNAYIŞ
Gidip istedim kuşlardan,
Bir tüy
Verdi bana her biri.
-----------------------------Onları ruhuma takıp
Başadım uçmaya.
Akbabanın yüksek uçuşu,
Cennetkuşunun kırmızı uçuşu,
Sinekkuşunun yeşil uçuşu,
Papağanın konuşan uçuşu,
Devekuşunun utangaç uçuşuAh, nasıl uçtum!”
(Marin Sorescu<1936-1996>-Baki Yiğit, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.02.10)
İkbal : Zenginlik, şan şöhret, varlık, yüksek bir sosyal konumda olma
“Benim aşkım ikbalden rastgele doğmuş değil
Belki, babası yoktur, Talihin piçi denir;
Onu sevip sevmemek, Çağın keyfine kalsa
Otlarla ayıklanır, çiçeklerle derlenir.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:124, sa:291)
İki adımlık (mesafe, yol) : Çok yakın bir yeri nitelemek için kullanılan sözcük
“Hepsinin annesi babası okula onları almaya gelirdi. Neden olduğunu anlayamazdım. Okuldan eve iki
adımlık yol için gelmeleri ne saçmaydı. Çoğu anne babalar kuruntulu oluyorlar, değil mi? Neyse, beni almaya hiç
kimse gelmezdi. Annem gelmezdi, çünkü çalışıyordu. Babamı hep beklemiştim, ama hiç gelmedi.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:15)
İki arada bir derede kalmak : İki önemli seçenek arasında kalıp da karar verememek
“Otur iskemleye Mavi, diyor Siyah, silahla masanın tahta iskemlesini işaret ederek. Mavi’nin seçme
şansı yok, oturuyor - Siyah’la yüz yüzeler şimdi, ama Siyah’ın üzerine atlayamaz, bunun için çok uzakta, silah
konusunda da bir şey yapamaz; garip, iki arada bir derede bir durumdalar.”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:69)
“Düş Demeti
--------------Yenilgi anlatılıyor
İki arada bir derede karşılaştığım
Göğe baktıkça
Avuçlayarak toprağı saran.
Düşlerimi duygusallaştırırım
Söylemeden mecazi anlamda
Şiirlerimde.”
(A. Basri<d.1960>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.10)
“Bir aile istemiyordum, ev istemiyordum, saygın bir iş istemiyordum. Böyleydim işte, entelektüel
değilim, sanatçı değilim, alelade bir insanı kurtaran köklerden de yoksunum. Arada derede kalmış bir şey
gibiyim ve sanırım bu da deliliğin başlangıcıdır.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:39)
İki ayağı çukurda olmak : Ölmesi pek yakın, her an ölebilir
“SETH (Kızgınlıkla.) - Senin gibi bir ayağı çukurda olan budala ihtiyarlar kendi işlerine bakarlar.
Başkalarının işine burunlarını sokmazlar. Asıl acayip olan bu senin yaptığın.
MACKEL (Kızgınlık sırası ona gelmiştir.) - Ya! Ama bana kalırsa, eğer bunlar kasaba halkının el
etek öptüğü Mannon’lar olmasalardı, ortaya kim bilir ne acayip işler çıkardı! Benim ihtiyar bir budala olmama
gelince, sen benden daha beter budalasın. Senin iki ayağın çukurda.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:240)
İki ayağını bir pabuca koymak, sokmak : Emrivaki yapmak, birini bir iş yapması için sıkıştırmak, zora
sokmak
“Kadın kuzuya şöyle eğreti bir göz atıp söylenmesine devam etti:
‘Ne bileyim gayri!.. İki ayağımı bir pabuca soktunuz, çırpınıp durayım artık akşama kadar...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:151)
“İhtiyar hademe, üç beş dakika sonra tekrar odadan çıktı. Siyah çarşafımla beni birdenbire ayırt
edemeyerek söylenmeye başladı:
-Nerede o kadın? Hay Allah, hem adamın iki ayağını bir pabuca sokar, hem kaçar.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:235)
“Şvayk hemen atıldı: ‘Emireri dedin de aklıma geldi. Teğmene yeni emireri buldun mu?’
‘Ananın karnında dokuz ay nasıl durdun?’ diye karşılık verdi Vanyek. ‘İki ayağımı bir pabuca sokma,
vaktimiz bol. Kaldı ki, bana sorarsan, teğmen zamanında alışacaktır Balon’a. Arada bir tepesi atar, ama sonra
öfkesi yatışır.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, sa:430)
“HJALMAR - Peki, peki!… Olur. Bana bak Gina, biraz Sardalye salatası yapsan çok iyi olurdu.
Çünkü, Relling ile Molwik dün gece yine serseriliğe çıkmışlardı.
GINA - Eğer erkenden gelip iki ayağımı bir pabuca koymazlarsa, ben de…”
(H. Ibsen, “Yaban Ördeği”, sa:75)
İki büklüm (olmak) : Yaşlılıktan kamburu çıkmış sırtındaki yükten eğilmiş (olmak)
“Paşa, elini başına götürerek resmi bir selam verdi:
-Padişah’ın emirleri harfiyen (aynen) yerine getirilecektir, dedikten sonra kapıya yürüdü. Bugün arkası
adeta iki büklüm olmuş gibiydi, fakat kafa hala o büyüklük taslayan kafaydı.”
( H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:216)
“Ama düşündeki adam, resimdekinden çok başkaydı. Tıpkı bir bulutun üsütündeymiş gibi, bir
mürekkep lekesinin ortasında duran, acıdan iki büklüm katlanmış bir beden. Yüzü olmayan, ama milyonlarca
yıldır beklemekte olan birinin ağlamaklı anlatımını taşıyan biri.”
(H. Böll, “Babasız Evler”, sa:10)
“Daha evlerden içeri adım atar atmaz, kontak ya da kablolardan çıkan yanık kokusunu alıyor, önümde,
içlerinden çizgi filmlerdeki gibi sabun köpüğünün taşıp aktığı makineler buluyor, parmaklarıyla basacakları biriki düğmeden bir tanesine basmayı unutmuş ya da birine üst üste iki kez basmış, suçluluk duygusu içinde iki
büklüm olmuş adamlar ve ağlaşan kadınlarla karşılaşıyordum.”
(H. Böll, “İlk Yılların Ekmeği”, sa:9)
“Hale büyük bir acıyla inledi ve iki büklüm oluverdi. Susan’ın yanına yuvarlandı kapaklanarak. Susan
kıvrıla büküle onun hareketsiz ağırlığının altından çıktı. Kapıya doğru sendeledi, kaçmak için yeterince güçlü
olmadığını biliyordu.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:249)
“Yumruklarını bembeyaz oluncaya kadar sıkan Langdon yolcu koltuğunda iki büklüm oturuyor ve
peşlerinden gelen polis oluıp olmadığını kontrol etmek için arka tarafa bakıyordu.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:163)
“Torino karlı ve puslu. Mısır galerisinde, kumdan çıkartılmış sargısız mumyalar soğuktan iki büklüm.”
(A. Camus, “Defterler 3”, sa:127)
“Adam duraladı, karısına döndü. ‘Eve mi gidelim, yoksa köye mi?’ diye sordu. ‘Eve, ev daha iyi.’ Biraz
ilerde, araba kendilerini bekleyen bilinmedik ev yönünde sağa döndü. ‘Bir kilometre daha,’ dedi Arap. Adam ,
karısına doğru, ‘Geliyoruz,’ dedi. Kadın, yüzü kollarının arasında, iki büklüm olmuştu. ‘Lucie,’ dedi adam.
Kımıldamıyordu. Adam eliyle dokundu ona. Sessizce ağlıyordu.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:22)
“Geçmiş, geçmişti. O günlerde iyi geçiniyorlardı. Şimdiyse onu tutuklamak zorundaydı. Şimdi Kien’in,
‘Anımsıyor musunuz...’ diye sormasını ne kadar isterdi. Kien, salt elin baskısıyla değil başka nedenlerle de iki
büklüm oldu ve ‘Biliyordum,’ diye mırıldandı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:323)
“Gecenin geri kalanında kapılar açık kalıyor ve küçük aile grupları, çoğu yayan ve ağır yüklerin altında
iki büklüm olmuş halde, askerlerin peşinden koşturuyor. Ve şafaktan önce balıkçılar sinsice yürüyereek geri
geliyor, direnişle karşılaşmıyorlar, hasta çocuklarını ve zavallı eşyalarını ve ev yapma işine tekrar en baştan
başlamak için kullanacakları sırıklarını ve sazlarını getiriyorlar.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:187)
“Aileler arasında erkeklerin karılarına hatta çocuklarına vahşete varan kaba davranışları hep
sarhoşluktan doğuyor. Fabrikalarda çalışan sıska, cılız, beli iki büklüm dokuz yaşında çocuklar gördüm..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:259)
“Seviyordum, sevgili Okurum, aziz dostum! Ve sizin hantal bir düşüncesizlikle ‘yaşlı kadınlar’ diye
adlandıracağınız kimseleri o coşkulu yıllarımın çılgınlığıyla seviyordum. Sert, amansız yılların damgasını yemiş,
seksen yaşlarının öldürücü ritmiyle iki büklüm olmuş, yaşlılığın gölgesinin bir deri bir kemik bıraktığı o
yaratıkları, sakalsız varlığımın sen derin labirentinden arzu ediyordum.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar”, sa:17)
“ ‘Biz de birazdan çıkıyoruz,’ dedi Harold elini mühendise sunarak. Maitreyi’ye nasıl veda edeceğini
bilmiyor gibiydi. Ziyaretçilerim gider gitmez dostlarım kahkahadan iki büklüm bir halde yatağın etrafına
toplandılar. Ağır bir ironiyle Narendra Sen’in daveti için beni kutladılar.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:36)
“Ne zaman bu yaban görünüşlü adamlar, akşamın çarçabuk olduğu kış günlerinin alaca karanlığında
yaylada görülseler, çoban köpekleri öfkeyle havlamaya başlardı. Ağır bir çuvalın altında ikibüklüm olmuş bir insanın
köpekler nesinden hoşlansın?”
(G. Eliot, “Silas Marner”, sa:11)
“... öteki, bir genç kıza aşkında ölür, onun uğrunda en deneyimsiz ve en divane delikanlılardan daha
fazla delilik yapar. Şu iki büklüm pir’lerin, bir ayakları çukurda olduğu halde başkalarına eş olacak olan bir genç
kızı trahomasız almalarına gelince, bu, övünme konusu olacak kadar yaygınlaşmıştır.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:52)
“Sevgi bir yana dursun, bir gün onun, küçük İloş’a hiçbir yakın ilgi ve sevgi göstermediğine hayret
ederdi. Sevgi bir yana dursun, bir gün onun, küçük İloş’u koltuk altlarından tutup üçüncü kat balkonundan aşağı
sarkıtarak sanki boşluğa atacakmış gibilerden oyun oynadığını görünce çılgına dönüp ‘Yapma beyim!’ nidasıyla
yavruyu kurtarmaya seğirtmiş, fakat karnının ortasına yediği bir tekmeyle iki büklüm kalmıştı.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:166)
“MEYDANCI - O halde, mübarek değnek kafanda kırılsın, serseri köpek! Hemen şurada iki büklüm
olup kalıver!... O iki kat bodur vücut, nasıl da kıvrılarak iğrenç bir yığın haline geliyor!...”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:34)
“Bu toprağın rengi açık sarı ve işlenmesi pek kolay. Pek derin ekiyorlar, fakat ta ilkel zamanlarda
olduğu gibi, sapanları tekerleksiz ve saban demiri sabit. Bunu köylü, öküzlerin arkasından, iki büklüm
sürüklüyor ve böylece toprağı kabartıyor.
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:162)
“Kendisi de yakışıklı, kanlı canlı bir askerdi. Babası o sıralar yaşlı bir adamdı artık. Çift sürmekten iki
büklüm olmuştu. Anasının yüzü de buruş buruştu.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:90)
“Elsasser’in kendine özgü serin tadı, bu odadaki herkese ve her şeye olan bağlılığını, uzun süredir
kendimi kardeşçesine yakın duyumsadığım, iki büklüm oturup içki içerek düş kuran bu insanların yüzleri, onların
yaşadıkları düş kırıklıkları benim için çok değerliydi.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:157)
“Çadırın içi sade döşenmişti. Kral, pelerinini yanına koymuş, alçak bir divanda düşüncelere dalmış iki
büklüm oturuyordu. Güzel yüzü hüzünlüydü.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:107)
“Hissizleşmiş bacaklarıyla, şafak vakti hala uyumakta olan kentten sessizce ayrılırken, son kulübeden
iki büklüm bir gölge çıktı, yolcuya katıldı. Govinda’ydı bu.”
(H. Hesse, “Siddhartha”, sa:40)
“Kapının önündeki oğlan, şimdi daha hızlı vuruyor. Hah, kapı açıldı işte. İhtiyar bir köylü kadın,
değneğine dayana dayana, iki büklüm yürüyor. İhtiyar kadın koku almak ister gibi çevresine bakınıyor.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:46)
“BRAND, arkalarından uzun uzun bakarak. - Her birinin sırtı iki büklüm olmuş, sessiz sedasız evlerine
dönüyorlar. Fikirleri bulanık, ruhları endişeli..”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:56-7)
“MADAM BORKMAN, alay eder gibi. - Tabii, işgal ettiğimiz mevkiin ‘şerefini korumalıymışız.’
Doğrusu bu şerefi hakkıyle korudu. Krallar gibi… dört atlı arabadan inmedi. Bir kral gibi, herkesi önünde iki
büklüm etti…”
(H. Ibsen, “John Gabriel Borkman”, sa:11)
“Uyku saatlerimde, arkadaşlarım yataklarında horuk horul horlarken, açılmış bir şemsiye altına bir
mum yakıp ihtiyaten ayrıca eşyalarımla da siper ederek kafamı dünkü bilgilerle dolduruyordum. İki büklüm,
burnum o isli alevciğin dibinde, her dakika bir dünyadan ötekine atlıyordum. Ama bir sefer kapı açıldı, kasadar
bir iki yumrukta, kurduklarımı yıkarak beni uçtuğum göklerden yeryüzüne indiriverdi.
-Vay orospu çocuğu! Uyu ulan kerata! Uyu, iş var yarın!
Ama umurumda değildi! Yumruklardan, tokatlardan korkmuyordum artık. Bir tek kaygım vardı:
Kitabımı saklamak!”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:47)
“Akşamları annem işten dönmeden önce, sokağa fırlardım. Gece bastırdığında, dolardı Angelina’nın
meyhanesi. Liman işçileri ‘dinlenmek’ için orada buluşurlardı. Toz toprak içinde iki büklüm çuvallardan
ömuzları sıyrılan bu işçilerin hepsi de gençti ve atletik yapılıydılar.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:19)
“‘İki renk atkısı altında iki büklümdü, doğrulmaya mecali kalmamıştı. Çoktan kaybetmişti genç
görünümünü. Yetmiş altı yaşındaydı ve zamanın bütün eziciliğini omuzlarında hissediyordu. Her şey bitmişti;
birkaç dakika sonra ondan ayrılmak zorundaydı; bunu aklına getirdikçe kalbi hıçkırıklarla boğuluyordu. Torunu
uzaklara, çok uzaklara... ta Çin’e gidiyordu, ölümün kol gezdiği bir savaşa.’ ”
(S. İleri, “Hayal ve ıstırap”, sa:181)
“Akşam hava kararırken, ‘Uyan İoakim, seni gereksiyorum, gereksiyorum daha, biraz daha sabret’
diyen sesiyle sıçramıştı yerinden. Bugünmüş gibi anımsıyor. İçi geçmişti. Gözlerini kaldırdığında Andronikos’u
ayakta bulmuştu. Pencerenin altında duruyordu. Pencereden, o mazgaldan gelen soluk ışık gözle görülecek bir
hızla kararıp yok oldu. Nöbetçi değişmişti, bunun omuz takası daha yukarda ışıldıyordu. Yüzünü seçemiyordu
ama kısa boylusu, köşede uyukluyor görünen iki büklüm biçimdi herhalde; insanların küpe, küpün biçimine en
çok benzedikleri durumda…”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:86)
“ESKİ BİR AHŞAP KAPIYA HİTABE
Yemiş sillesini zamanın ve rüzgarın; çıraya
Ayırsan olmaz; yok ki bir parça boya
Saklasın kırışıklarını; iki büklüm olmuş beli,
Boğulup sessiz kalmış paslı menteşeleri;
Dikenli teller sarılı pörsük dalına,
Elveda eski sürgü, şeytan tüyü var bunda. “
(Patrick Kavanagh<1904-1967>-Suat Başar Çağlan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.02.10)
“Ardında iki büklüm, iri kemikli ihtiyarlar, asalarıyla, çalıyı andıran kaşlarıyla ve çatal sakallarıyla
ilerliyorlardı; en sonra da sağlam erkek ve kadınlar. Çocuklar artçılık ediyorlardı, her birinin elinde bir taş vardı,
kiminin de omuzunda sapanlar asılıydı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:28)
“Güneş, Kastello’ya ulaşmış, damları ışığa boğmuştu. Şimdi kabarıyor işte ve inişli çıkışlı yokuşlara
yayılıyor, köyün kaskatı çirkinliğini acımasız, çırılçıplak ortaya koyuyor. Kül rengi, asık suratlı bir köydü bu;
kupkuru, taştan yapılmış, evlerinin kapılarını kurtlar kemirmişti, iki büklüm giriliyordu içeriye; kapkara,
kasvetliydi eviçleri.”
(N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:11)
“Bir köyde küçücük bir sarnıcın başına bütün köy birikmiş, su kavgası ediyordu. Bir hay-huy almıştı
ortalığı. Sanki kıyamet günü... Omuzlarında deri tulumları... Sırtlarında, ıslak ıslak, su damlaya damlaya, iki
büklüm, çölün bir ucundan öteki ucuna su taşırken gördüm kadınları.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:110)
“Karşılarından şayak şalvarı dizlerine kadar püskül püskül yırtılmış, yalınayak, başına bir mendil eskisi
sarmış, sırtındaki yorganın altında iki büklüm, ayağını yere değdikçe kızgın saça basmış gibi birden kaldıran, bir
tuhaf yürüyüşlü, kupkuru bir adam geliyordu.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:28)
“Gökte kara bulutlar yuvarlanıp duruyordu. Abdi Ağanın kapısında üşümekten iki büklüm olmuş, yırtık,
el dokuması giyimli bir kalabalık, birbirlerine sokulmuş titriyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:56)
“Arabaya binmeden önce kapıyı tutan Süleyman’a bahşiş verdiğini gördüm. Biraz para iyi geldi
Süleyman’a. İki büklüm teşekkür etti.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:45)
“Tüm bunları hissedip sana bir şey belli etmeyeceğim.
Haftalarca uykumdan Cenin’in ağlama seslerini duyarak uyanacağım. Hasretiyle iki büklüm olarak.
Bombay havaalanında elimi sıkıp ‘Aferin bebeğim,’ diyeceksin. ‘İşte tam da böyle olmalısın. Her an,
her şeyi geride bırakabilmelisin.”
(P. Mağden, “Biz kimden kaçıyorduk Anne?”, sa:76)
“Araba toprak bir yoldan geçerek beş dakika kadar sonra durdu. Telsiz telefonlu adam şöyle dedi:
-İşte geldik.
Hiç ışık görünmüyordu. Maruja’nın kafasını bir ceketle örterek onu iki büklüm çıkardılar arabadan,
öyle ki tek görebildiği şey yürüyen kendi ayaklarıydı; önce bir avludan, sonra da belki bir mutfak olan karolarla
kaplı bir yerden geçirmişlerdi.”
(G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:12)
“Ulrich Kunsi yeniden yola düzüldü. Tıpkı bir avcı gibi iki büklüm, izleri gözleyerek, köpeğe: ‘Ara
tosunum, ara!’ diyerek yürüyordu.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:19)
“İki büklüm yerlere sürünerek, büyük fundalıklar arkasına saklanarak, gözleri endişe dolu, kulakları
tetikte yol almaya başladılar.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:63)
“ÇIPLAĞI YIKAMAK
‘Su!’ siyah gözyaşı aktı,
Ve parladı kan kopardı bedenini ölümcül hastalık
Ve yuvası çamurdan saçları dalgalı
‘Su!’ ve ne üşünür ne de duyulur
--------------------------Ve vahşi celladı dönünce insanlarla karşılaşacak
‘Çıplak?’ siler irinini- ‘yırtarak çıplaklığı’
‘Biz de artanla geri döndük, özgürlüğü duyup’
‘İki büklüm eğilen tanrıya, nerede şarap?
nerede bardak?’
‘Şarkıların nidası tembel, çiçeklerin kokusu şaşkın’
‘Gözlerini feda ederim boynuzların gücüne’ ”
(Nazik El Melaike-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.03.03)
“Titizlikle, sanki bir kaşık ilaç tutuyormuş gibi hoşnutsuzlukla, baş ve işaret parmağı ile kavramıştı
ekmeği. Gözü, bir güve tırtılı gibi, gıcırtılar eşliğinde iki büklüm diz çöktüğü yerden doğrulmaya çalışan Bayan
Mayfill’in üzerindeydi. Kadın öyle ayrıntılı haç çıkarıyordu ki, ceketinin önünde bir dizi kurbağa işlemesi
çiziyor olduğu sanılabilirdi.”
(G. Orwell, “Papazın Kızı”, sa:16)
“Ansızın yükselen hava sıcaklığıyla birlikte yerdeki buzlar erimeye başlamış, derecikler halinde
akıyorlardı. Yokuş çıkıyorlardı. Holmes bir tepeye çıkar gibi iki büklüm olmuştu. Cambridge Adliyesi’ne baktı.
Devrim Savaşı’ndan kalma toplardan dumanlar çıkıyordu.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:415)
“Her şey sessizdi sarayın içinde;
Hükümdara tapınırcasına herkes
Gazabın ve kederin belirtilerini
Okuyordu kararan çehresinde.
Ama mağrur han bunalınca,
Tahammülsüz bir el sallayışıyla
Herkes iki büklüm uzaklaşıyor.”
(A. Puşkin, “Bakır Atlı”, sa:23)
“Annemin ölümünden dolayı bizi hiçbir zaman tümüyle affetmedi. Zaten o da bir sonraki kış aniden
çöktü. Yürürken duruşu hala dimdikti, ama koltuğunda iki büklüm oluyor ve kulağı daha ağır işitiyordu.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:148)
“Meryem’in çocuğu..... birkaç hafta içinde ayağa kalkma girişiminde bulunacak, yürümeye çalışacak,
sayısız kez elleriyle yerden destek almak zorunda kalacak, annesini bulabilme çabasıyla iki büklüm başını
kaldıracak, ‘Gel buraya, gel buraya oğlum.’ ”
(J. Saramago, “İncil’deki İkinci İsa”, sa:109)
“Mathieu bir sevinç fırtınası içinde: ‘Bana küsmemiş,’ diye düşündü. Kolundan tutarak onu, iki büklüm,
salonun ortasındaki deri koltuğa sürükledi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:76)
“Ellerini korkuluğun demirine yaslamıştı. ‘Her şey bitti,’ diye düşünüyordu. Sokağın köşesinden bir
adam çıktı, sırtında arka çantası vardı, bastonuna dayana dayana yürüyordu. Yorgun görünüyordu; ardında, koca
denklerin altında iki büklüm, iki kadın vardı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:9)
“Charlot, reklamlardaki Fransa’nın o en güzel bebeğine benziyordu. Schwartz, her sabah yaptığı gibi
usulca arkasından sokuldu, parmak uçlarıyla okşamaya başladı.
-Tüyleri diken diken oldu, dedi, üşüdü bebek, üşüdü.
Charlot her sabah yaptığı gibi iki büklüm oldu, gülmekten katıldı, ama keyifsizdi.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:50)
“Kapıdan iki büklüm çıktı: Kuru Zeynel de tüfeğini omuzlarken sordu:
‘Bankonotlar sende mi İskender Ağa?’
‘Bende, ne olmuş?’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:252)
“... çocuklarını kucaklarına almış kadınlar, yalınayak çocuklar arabalara bakıyor ve birbirleriyle
konuşuyorlardı. Başında kışlık kalpak, hırkalı, iki büklüm yaşlı arabacılardan biri, arabanın okunu tutmuş,
yokluyor; düşünceli düşünceli arabaya bakıyordu...”
(L. Tolstoy, “Çocukluk”, sa:74)
“Rudin, eliyle pencereden dışarısını göstererek:
-Bakın, diye söze başladı; şu elmayı görüyor musunuz? Kendi meyvelerinin çokluğundan ve
ağırlığından iki büklüm olmuş. Dahinin doğru bir belirtisi...”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:94)
“Yıllar Malua’yı yıpratmış, iki büklüm etmişti. Geniş omuzlaru çökmüş, teni buruşmuştu. Gözlerinin
ışığı sönmüştü. Ama saçları siyah ve parlaktı hala. Sesi olduğu gibi yumuşak, davranışları ince ve güzeldi.
-Otur Kanau!”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:37)
“SHANNON - Yüce Tanrım, ben... ne yaptım ki? ...... (Pancho, kızların bagajlarının üzerine Shannon
’un nasıl işediğini anlatırken, oğlanlar tıkanırcasına, katıla katıla gülerler.)
PANCHO - Tu measte es las maletas de las senoras! <Isp.: Sen bayanların valizleri üzerine
işiyorsun!> (Oğlanlar iki büklüm gülerlerken, Shannon da onlara katılmaya çalışır. Shannon gülerken ara sıra
tıkanır.)
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:97-8)
“Yetmiş yıldır çok yakından tanıdığı bu dünya öyle pek rahat edilir, hoşa gider bir yer değildi.
Yorgunluktan iki büklüm olmuştu. Yatağın altında, dizüstü, inleyip oflayarak tahtaları silerken, ‘Daha ne kadar
zaman, acaba ne kadar zaman dayanacak?’ diye kendi kendine sordu.”
(V. Woolf, “Deniz Feneri”, sa:209)
“Ve kadın zamanından önce yaşlanmakta, yıpranmakta, iki büklüm olmaktaydı. Top atışlarının sesi her
an kulaklarındaydı. Her an parlayan zehir damlasını ve sinsi kamayı görmekteydi. Masanın başında otururken
kulak kabartırdı: Manş Denizi’ndeki silahları işitirdi; hep endişeliydi- şu bir beddua mıydı ya şu bir fısıltı mı?
Saflık ve temiz yüreklilik onları önüne yerleştirdiği karanlık fon nedeniyle kendi açısından büsbütün değer
kazanıyorlardı.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:24)
“Gülünç bir manzara: Eğer terkisine bağlanmış torbaların önünde, iki büklüm olmuş, yarı sivil yarı
askeri kıyafette kısa bacaklı, şişman bir genç, tıpkı bir maymun gibi, zayıf bir kısrağın boynuna sarılmış, bu
acemi biniciye yeri öpmeye ahdetmiş olan inatçı hayvanla boğuşup duruyor.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:138)
“Sancılar bir mayıs gecesi öylesine ani ve feci bir biçimde başladı ki, iç organlarına saplanan bu şiddetli
ağrılar arasında inleyerek yerde iki büklüm oldu ve ışığı yakacak vakti bile olmadı. Dudaklarını kanatırcasına
dişleyerek, tek başına, çaresizlik ve acı içinde, bir hayvan gibi çıplak zeminde çocuğunu doğurdu.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, s:241)
İlkokula başlamak : Çocukluğun, yıllar boyu anne-baba bağımlılığından kurtulup, sosyal yaşamda kendinin
gelişmesi için gereksinimi olduğu bilgi, iletişim, ahlak, etik ve moral konularında seçenekler yapacağı >semiindenpendent: yarı bağımsızlık> devresine başlamak
İki cami arasındas kalmış beynamaz : Farsça: ‘bi-namaz’: namazsız sözcüğünden gelme. Beğendiği iki
camiden hangisine angaje olması gerektiğinde karar kılamayan; aynı şekilde, mecazi ve pratik olarak, beğendiği
iki kişiden hangisiyle daha yakınlaşmaya gayret etmesi gerektiği hususunda kararsız olan kişi; Kendine iyi
bakmayan, namaz kılmayan, düşük düzeydeki, pis kimse
“Gülizar’ın mektubunu birkaç kere üst üste okuduktan sonra onu cebime yerleştirip Topçular’ın yolunu
tuttum... İşte şimdi döndük iki cami arasında kalmış beynamazlara!... Meğer Gülizar’ın bana bu mektubu
yazmasına sebep, o gün benim yanımda gördüğü şık küçük hanımefendi(!) imiş... Gülizar, bu şık küçük hanımı
o gün benden o kadar kıskanmış ki, az kalsın, kadının yanında benim başıma bir bayrak açacak, beni orada
maskara edip bırakacakmış. Bereket versin, dişini sıkmış... Şimdi artık benim yakamı bırakmayacakmış...”
(O.C. Kaygılı, “Çingeneler”, sa:146-7)
İki canı birden beslemek : Hamile bir kadının yerken kendini ve bebeğini de beslemesinden kinaye
“LIESCHEN - Şurası muhakkak ki, nihayet o da tongaya basmış. Bugün bana bunu Sibylle söyledi.
İşte kibarlık taslamanın sonu budur!
GRETCHEN - Ne olmuş?
LISCHEN - Kokusu çıktı! Şimdi yiyip içerken iki canı birden besliyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:188)
İki çıplak bir hamama yaraşır : Fakir fakire, zengin zengine varır; malı mülkü olmayan iki kişi evlenirse,
sanki hamamdaymış gibi nerdeyse yataksız yorgansız yaşamak zorundadırlar
“Sevişmek zenginlerin harcıymış
İşsizlerin harcıymış.
İki gönül bir olunca
Samanlık seyranmış ama,
İki çıplak da -olsa olsaBir hamama yaraşırmış.”
(M. Mungan<d.1955>, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:67)
İki çift (kelam) laf etmek : Birşeyler söylemek, gevezelik etmek, dostlarla şundan bundan bahsetmek;
azarlamak
Bk.: İki lakırdı etmek
“Koca kentte kibar bir yer kalmadı. Kulüp, büyük otellerin çay salonları, o kadar. Hoş, otellerin çay
salonları da bozuluyor artık. Giyinip kuşanıp gidiyorsun. İki arkadaşınla buluşacaksın, iki çift laf edeceksin değil
mi?”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:36)
“ ‘Tamam, efendim, tamam,’ dedi Sancho, ‘gereğinden fazla keyiflendiğini biliyorum. Ama mademki
bu işi çözdük, dilerim Tanrı sizi bütün belalardan kazasız belasız kurtarsın; gelin iki çift laf konuşalım; gece
duyduğumuz korku gerçek değil miydi? Gülünecek ve anlatılacak ölçüde de aptalca değil miydi ha?’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:135-6)
“Antrede Fearmax ile karşılaştı Baird. Hogarth’a çek bırakmak için uğramıştı. Son birkaç aydır yolları
her kesiştiğinde görgü kuralları gereği iki çift laf ediyorlardı. Fearmax sokağın köşesine kadar Baird’in yanında
yürüdü. Sapsarı görünüyordu, yorgundu.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:94)
“KOMİSER - Hangi binaya?
BENZER - Biii na.. yukarı... sonra... oraya! (El hareketiyle merdiven, asansör, zil, otomatik kapı
anlatır) pat pat pat, ııvrrnn... zııırrr... şlakk.. pat!
DOKTOR - Yoo, zorlamayın. Rahat olun, sadece dostlar arasında iki çift laf etmek istiyoruz.”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:36)
“Hayatım boyunca bu adamı ne gördüm, ne de kendisiyle iki çift laf ettim. Gelin de katıla katıla
gülmeyin. Ne var ki, mahkemelerde gülmek de alkışlamak da yasaktır.”
(D. Fo, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:6)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
----------------------------fethettim evet fethettim
şimdi bu fethin sevinciyle
aynanın önünde, iftiharla, 678 veresiye mumu yakıyorum.
Ve rafa zıplayıp çıkıyorum ve izninizle
Hayatın yasal faydaları üzerine
İki çift kelam etmek istiyorum huzurunuzda”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:58)
“Yılda üç dört kez, kafa dengi bir dostu atıyla çiftliğe gelir, kendisiyle iki çift laf ederdi. Böyle
zamanlar ihtiyar Ellison için en önemli günlerdi.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:261)
“Yaşlı bir Anadolu efendisinin ‘Hele otur, iki kelam edelim’ deyişini edebiyattan çıkaracak mıydık?
Pir Sultan Abdal’ın ‘Mecliste arif ol, kelamı dinle’ dizesini unutacak mıydık?”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Edebiyat Mutluluktur”, sa:208)
“Durdu, torbasını yere bıraktı, meşin ceketini çıkardı ve koluna aldı, sonra alnının terini sildi ve torbayı
sırtına vurdu. Biriyle iki çift laf etmek istiyordu canı.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:41)
“ ‘Feyzi Efendi! Hey Feyzi kahya!’
‘Buyur.’
‘Sana iki çift lafım var. Sen yanılıyorsun arkadaş, bu iş hayır getirmez. Çoluğu çocuğu, cahili kopuğu
başına toplamışsın.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:351)
“Genellikle turunu bitirince, saat bire doğru uğrar ve böylece iki çift laf etmeye zamanımız olur. Laf lafı
açtıkça ikimizin de doğa bilimlerine düşkün olduğumuz ortaya çıktı. O postacılık yapmadığı zamanlar doğa
fotoğrafları çekiyor.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:199)
İkide bir : Sık sık, arada sırada
“Berber gelip Bayram’ı, saç sakal tıraş etmişti. Başındaki sargıyı almışlardı. Sol kulağının üstünde,
alnına doğru, kavun dilimi gibi bir yara izi vardı. Yaranın yeri iyice belliydi. Acaba hep böyle belli olup gidecek
miydi? Köyde ikide bir başına kakacaklar mıydı?”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:193)
“Durana: ‘Ağzına tükürdüğümün gavatı!..’ diye yerlere tükürüyordu ..... İkide bir, ‘Ağzına
tükürdüğümün gavatı’ diye sövüyordu giderken. ‘Adamım diye gezer köyün içinde! Halbuysam, adamlık kim o
kim? Böyle deyyusları bir de köyün başına geçirirler! Ağzına tükürdüğümün gavatları!..’ ”
(F. Baykurt, “Onuncu Köy”, sa:16-7)
“Oysa ben, canımı kaybetmek için değil, bir şeyler kazanmak için evimi barkımı, çoluğumu çocuğumu
bırakıp hizmetinize girdim; fakat çok doğru söylemiş atalarımız: az tamah çok ziyan getiriyor. Açgözlülüğüm
yüzünden, ikide bir vereceğinizi söylediğiniz şu kahrolası adayı ele geçirme umudunu da kaybettim.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:126)
“Copacabana sakin bir yerdi ve İsviçre de belki fahişelik yapmak için en iyi ülke -tabii oturma ve
çalışma iznin varsa, kağıtların düzgünse, sosyal ödenekler de titizlikle ödeniyorsa-. Milan, magazin gazetelerine
çıkıp çocuklarına rezil olmak istemediğini söylüyordu ikide bir; çalışanların durumunu kontrol etmek
gerektiğinde de, bir polisten daha sert davranabiliyordu.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:78)
“... kiralanan ayağı kırık avize konukların toplandığı odayı öylesine parlak ışıklarla aydınlatıyor ki,
yemek yiyenler arasında bir telgrafçı kırıtarak gözlerini süzüyor, ikide bir damdan düşercesine bol ışıktan söz
ediyor.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:73)
“Kara gün dostunu saygısızca yadsıdıktan sonra ayağıyla Cezayir toprağını itiyor ve kayık bundan
aldığı hızla ilerliyor. Deve suları kokluyor, boynunu uzatıyor, eklemlerini çatırdatıyor, denize atlıyor, Zouave
(Fransız gemisi)’a doğru yüzmeye başlıyor. Hörgücü, bir su matarası gibi inip inip kalkıyor denizin üstünde.
Kocaman boynu kadırga mahmuzları gibi dikiliyor ikide bir.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:135)
“Gel dediğim yere gelen erinmen
Beni görüp elvan elvan bürünmen
Neden ikide bir bana görünmen
Kafeslerde besli misin sevdiğim”
(Elbistan’lı Derdi Çok-Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri III”, xıx.-xx. yy., sa:768)
“Pseldonimov onu el üstünde tutuyordu. Pseldonimov’la senli benli konuşuyordu; daha geçen yıla
kadar, birlikte bir Alman kadınının evinde, bir odanın yarısını tutarak sefalet içinde yaşıyorlardı. Adam,
resmiliğine karşın, votka içmekten geri durmuyordu. Bu yüzden, ikide bir, en arkada bulunan ve herkesin yolunu
bildiği kuytu bir odacığa girip çıkıyordu. General ondan hiç hoşlanmamıştı.”
(F. Dostoyevski, “Tatsız Bir Olay”, sa: 42)
“Karlı bir kış sabahı. Yer yer buz tutmuş tepelerden, Cihangir’den Tophane’ye iniyoruz. Bir elim
beybamın elinde, gözlerim yerde, beyaz tozluklu fotinlerimle ikide bir karlara tekme sallamaktan haz
duyuyorum. Beybam, diğer eli ablamınkinde, arada sırada bana her zamanki ihtarını veriyor:
‘Uslu dur İsmayil... Yoksa sana simit almam!’ ”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:5)
“ELIZABETH - Çok daha iyi. Teşekkür ederim. Yeter artık Egerton. Buna dayanamıyorum. İkide bir
ortaya çıkan bu tertiplerden bıktım artık. Anladın mı Egerton? Ne zaman birileri güçlense, diğerini saf dışı etmek
istiyor.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:66)
“On iki yaşındaki kızı Alphonsine’i nereye yollayacağını bilemeyen Bayan Dusuel, ben bu gencecik
hanımefendiye münasebetsiz bir şekilde ansızın görünüveririm korkusuyla, onu ikide bir çıkardığı odaya geri
götürmüş.”
(A. France, “Küçük Pierre”, sa:7-8)
“Genç adam ona tutkuyla baktı. Elini uzatıp değmeden çekti, gülümsedi. Bu gülüş onun yüzünü ikide
bir yoklayan bir ışık gibiydi şimdi.
-Sanınız doğrudur bence. Üstelik çocuklar hayatın en yeni tanıkları. Onları kolaylıkla bozmayı
başaramıyor büyüklerin dünyası. Bence düşünceniz yerinde. O dayanıksız, güçsüz bedenlerinin olağanüstü gücü
duyarlıklarında toplanıyor.”
(Füruzan, “Gecenin Öteki Yüzü”, sa:206)
“Ava üçüncü günü gittim. Orman yeşildi biraz; toprak ve ağaç kokuyor, buzların kavurduğu yosunlar
arasında yabani sarımsaklar yeşeriyordu. Zihninden binbir düşünce geçiyor, ikidebir oturuyordu. Üç gündür
gördüğüm tek insan, dün rasladığım bir balıkçı olmuştu.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:26)
“Oradan çıktıklarında, Şvayk ikisinin de koluna girmek zorunda kaldı. Zor zaptedebiliyordu
muhafızlarını. Bir o yana bir bu yana yalpalıyorlar, ikide bir, bir yerde bir tek daha atalım diye tutturuyorlardı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:128)
“Böylece sayıklayan Goldmund hanidir bilmiyordu nereye gidiyor, nerede bulunuyor, ne söylüyor,
yatıyor mu yoksa ayakta mı duruyor. Çalı çırpılara ayağı takılarak ikide bir düşüyor, seğirtip dururken ağaçlara
tosluyor, karların dikenlerin ortasına yığılı yığılıveriyordu. Ne var ki, içindeki yaşam içgüdüsü güçlüydü, onu
boyuna çekip yeniden ayağa kaldırıyor, rasgele bir kaçışı sürdüren Goldmund’u yeniden önüne katıyordu.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:170)
“Demek ki, yarın hanımlarla birlikte, komutanın locasında oturuyor olacaksınız. Komutan, locada
bulunduğunuzdan emin olmak için ikide bir yukarıya bakıyor. Dinleyicilere yönelik önemsiz ve saçma sapan
gündem konuları konuşulduktan sonra -bunlar genellikle liman binalarıyla ilgilidir, hep liman binalarıyla- sıra
nihayet muhakeme usulüne geliyor.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:56-7)
“Üç bay -ikisinin kıvrılmış kollarında hafif pardösüler vardı- sığındıkları duvar dibinden ikide bir
ayrılarak kaldırımın kenarına yaklaşıyor, durumu kolaçan edip konuşa konuşa yine eski yerlerine dönüyorlardı.”
(F. Kafka, “Taşrada Düğün Hazırlıkları”, sa:5)
“Esasen bu rehin muamelesi, bey’ibilvefa usulüyle (Satıcı bedeli geri verince müşterinin de satılan malı geri
yapılmış olduğu için, bir seneden beri parasını bekleyen alacaklı, Ragıp Efendi’yi ikide bir, miras
muamelesini kati surette yaptıracağını haber vererek tehdit ediyordu.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:81)
vermesi)
“Çerçi Halil işin farkında idi; ikide bir karısına dert yanıyordu:
-Hele şu kancığa bak! Ayağına mıh batasıca! Öz babasına garaz bağlamış. Ben nideyim? Yeldim
yeldim yol verdim, emeklerimi sele verdim. Dünyadır bu. Başımıza geldi işte bir kelli. Malımı it yediği
yetmiyormuş gibi şimdi de bağrımı bit yiyor.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:183)
“İnce Memedin ölüm haberini bekleye bekleye bir hal olmuştu. İkide bir Ali Safa Beye gidiyordu, ‘hani
oğlum Ali? Gözleye gözleye gözüm dört oldu,’ diyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:387)
“Luc, aklı başından gitmiş, koşa koşa kışlaya yalnız döndü ve gözleri de, sesi de yaş dolu, ikide bir
burnunu silerek olayı anlattı: ‘Eğildi... eğil... eğildi... o kadar... o kadar ki tepetaklak oldu...”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:113)
“Jülyen ikide bir bana:
‘Canım,’ diyordu, ‘ne işin var o karanlık pansiyonda? Akşamları bize gel; burada yemeğini yer sonra
da pansiyona dönersin!’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:46)
“İkide bir çıkan bir iktisadi buhrandan sonra dükkanında soğuktan tir tir titreyerek bütün gün bir müşteri
bekleyen yaşlı kitapçılardan, buhranlardan sonra milletin daha az tıraş olduğundan şikayet eden berberlerden…..
bahsediyorum.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:95)
“Bu sırada Vladimir, içindeki acıyı hareket ve yorgunlukla boğmak için korunun derinliklerine doğru
ilerliyordu. Yola, ize aldırış ettiği yoktu. İkide bir çarpan dallar elini yüzünü örseliyor, ayakları sık sık çamura
batıyordu.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:40)
“Kern, ikide bir tekleyen Fransızca’sıyla ne istediğini anlattı. Kadın, parlak, siyah kuş gözleriyle her
ikisini yukardan aşağıya süzdü. Sonra kısaca, ‘Yemekli mi, yemeksiz mi?’ diye sordu.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:393)
“ANGUS - Artık gizli cinayetleri eline ayağına dolaşıyor; artık ikide bir çıkan isyanlar,
sadakatsizliğini yüzüne vuruyor. Emrindekiler sade emirle hareketteler, sevgiyle değil. Artık ünvanı ona bol
geliyor: tıpkı cüce bir hırsızın üstündeki dev elbiseleri gibi.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:83)
“Bütün gün delice bir neşe içinde, evde boyuna, oradan oraya dolaşıyordu; eğer Giulio’yu görebilirse
ona olumsuz bir işaret yapmaya kesinlikle karar vermiş olarak, ikide bir pencerenin önüne gidiyordu. Fakat ne
gezer!”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:36)
“Konuşmalar ilerledikçe eleştiriler de artıyor, başka zaman hep dayanmış olan set ve kapıların şimdi
onarımı gerektiğinden ve set üzerinde ikide bir, yüzlerca araba toprağa gereksinim gösteren yerlerin ortaya
çıktığından söz ediliyor; ‘Bu işi şeytan alsın,’ deniyordu.”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:82)
“Parayı ne çok seviyor ama. Bana ne zamandır ceket pantolon alacak. Unutmuyor da. İkide bir
anımsıyor bana ceket pantolon alacağını. Sözde bir gün denk getirip çarşıya birlikte çıkacağız.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:16-7)
“Bu köylü evinin Levin’de bıraktığı huzur izlenimin doğmasında, ayağında lastik pabuç olan bu kadının
güzel yüzünün etkisi çok olmuştur belki de..... İhtiyarın evinden ayrılıp Sviyajski’ye gelene kadar yolda -bu
izleniminde dikkatini çekmek isteyen bir şey varmış gibi- ihtiyarın evi geldi aklına ikide bir.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:619)
“Hizmetçinin kısa kesilmiş, kuru saçları soluklaşmış şapkasının altından ikide bir dışarı kaçıyor;
kızcağız delik eldivenli kızarık elleriyle rüzgarda uçuşan saçlarını ikide bir düzeltiyordu.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:79)
“Genç kız bunları kuş hızı ile anlatırken, sevgilisinin elini bir an olsun bırakmadı. Ne yapacağını
bilemeden, nişanlısının varlığından hala kuşku duyuyormuş gibi, ikide bir kendini onun kollarına bırakıyordu.”
(S. Zweig, “Lyon’da Düğün”, sa:190)
İkide birde : Arada sırada, sırası geldikçe
“Kış geçti, bahar geldi. Fakat Tevfik’e benzer kimse, Emine’nin kapısında dolaşmıyordu. O, daha aksi,
daha titiz, belki de biraz hastaydı. İkide birde nefesi kesiliyor, keskin bir sancı saplanmış gibi can evini
tutuyordu. Kafası şimdi tamamen bir ölü kafasına benzemişti.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:124)
“Bu kişi ikide birde sol elini önüne uzatarak kalın hava tabakasını yüzünden itiyor ve yalnız bundan
rahatsız olmuş görünüyordu. Allah tarafından gönderilen bir kimse olduğunu anladım, döndüm, üstadıma
baktım. O, susmamı ve önünde eğilmemi işaret etti.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:144)
“
***
-------------------------------Yeşil fener tedirgin ve neşesiz
yanmaktaydı hep benimle birlikte.
ateş istiyordu tuhaf bir polis
yanıma gelerek ikide birde.”
(Miryaba Başeva<d.1947>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
11.09.08)
“Almanların garip bir şarap tutkuları var. İkide birde kalkıp sanki alışveriş pazarları yeterince
gelişmemiş gibi Ren kıyılarında bağlara gidip şarap alıyorlar. Piyasaya çıkanlar arzu edildiğince iyi değilmiş
de... Üstelik hepsi en iyi şarabı bulduklarını iddia ediyorlar.”
(Füruzan, “Ev Sahipleri”, sa:33)
“Ben bilakis gruba alarga duruyor, ikide birde içeride yahut bahçenin arka taraflarında
kayboluyordum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:74)
“Apak evlerin içi de, dışı da, damı da, ikide birde tertemiz, beyaz bir badana ile badanalanır. Bu beyaz
evler, bıçakla kalıp kesilmiş gibi asil, kesin çizgili evlerdir.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:44)
“İkide birde:
-İhtikarcılar, yüce Allah’ın takdis ettiği o kullarıdır ki, işte bugün hepsi varsıllaştı... Koşun, eteklerine
kapanın... diyecek kadar saf ve bön sandığım ev sahibemi yavaş yavaş tanımaya başlamıştım.”
(S. İleri, “Hayal ve Istırap”, sa:206)
“Andronikos onu tanımıştı. Şimdi, orta yaşlı, göbek bağlamış, açık renkli giysisini işlerinin iyi gttiğini
göstermek istercesine ikide birde düzelten, ikide bir çın çın öten kahkahalar atan bir adam olmuştu.”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:22)
“Şimdi de bu ıssız gecede bakın hele içindeki böğüren arslan dışarı çıkmış, karşısında duruyrodu. Ona
sürtünüyor, gözden kayboluyor, derken yeniden ortaya çıkıyor, sanki içine bir girip bir çıkıyor, ikide birde
kuyruğunu ona hafifçe vurarak eğleniyordu...”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:299)
“... ikide birde, yerli yersiz yemini basıyordu: ‘Ne elli bin lira, ne de elli bin paradan haberim var. Allah
bin belamı versin yalan söylüyorsam. Çocuklarımın hayrını görmeyeyim!’ Ama koskoca şehrin ağzı torba
değildi ki büzülüversin!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:145)
“ ‘Bu gördüğünüz tırol da denizin dibini öyle tahrip ediyor.’
‘Nasıl tahrip ediyor, sen bana onu söyle...’
‘Tek taraflı konuşma.’
Ahmet Ateş, Hasan Kuru’nun ikide birde sözünü kesmesine yavaş yavaş öfkeleniyor, sesi
yükseliyordu.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:185)
“Konuşmuyorlardı geceleri. Fakat Iraz, ikide birde:
‘Göreceksin deli kızım,’ diyordu. ‘Göreceksin. Memedin yakında iyi haberi gelecek. Hatçe oralı bile
olmuyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:218)
“Canavar her zaman olduğu gibi durduğu yerde tepiniyor, köpek gibi havlıyor, onun üstüne yürümeye
hazırlanıyordu. Defol dedi canavara, korka korka bir taş aldı yerden, fırlattı. Taş canavarın hiçbir yerine gelmedi.
Canavar yavaş yavaş doğruldu. Pis hayvan, dedi adam, ikide birde karşıma çıkıyor.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:153)
İki dirhem bir çekirdek : Çıtkırıldım, şık, pek frapan giysili
“Çantaların kendileri de bir servet oluşturduklarını bilirler sanki, süslenip püslenerek iki dirhem bir
çekirdek çarşıdan gelip bakışlarına kendilerini buyur ederler. Ansızın ritmik devinimlerde bulunmaya kalksalar,
tüm çantalar ilgili devinimlere katılsa da bir cümbüş havası içinde raksedip önlerinden gelip geçenleri baştan
çıkarmak için bütün numaralarını ortaya dökseler, hiç de şaşırtıcı bir şey sayılmazdı bı.”
(E. Canetti, “Marakeş’te Sesler”, sa:18)
“Olağanüstü bir akşamdı. İki dirhem bir çekirdek giyindim, tarandım, kokular süründüm, bir Don Juan
tavrıyla sevdiğim kızın evine gittim. Sokolniki semtindeki yazlıklardan birinde oturuyorlar.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:28)
“Ama çiçekli kurdelesiyle, pırıl pırıl entarisiyle, dantelalarıyla iki dirhem bir çekirdek, pek öyle
fundalıklar arasında yolunu şaşırmışa benzemiyordu. Belki de dansta gecikmişti.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:38)
“Doğrusu Dmitri Pavloviç, yaratılıştan hırçın, sulh hakimimiz Semyon İnavoviç Kaçalnikov’un bir
toplantısında dediği gibi, ‘düzensiz’ kafalı bir adamdı. İki dirhem bir çekirdek, gayet şık bir kıyafette geldi.
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:97)
“Bu yürekler acısı ihtiyarla (Fragonard) Eşitlik Sarayı’nın kemerleri altında karşılaşmıştım. Yüzüne
pudralar sürmüş, iki dirhem bir çekirdek, ağzı kulaklarında koşturup duruyordu. Gudubetin tekidir. İçimden, bu
adamı bir ağaca asıp, bütün kötü ressamlara ders olsun diye Marsyas gibi diri diri derisini yüzse derdim.”
(A. France, “Tanrılar Susamışlardı”, sa:42)
“Bugün artık lağım temiz, soğuk ve kusursuzdur. İngiltere’de ‘saygıdeğer’ kelimesinin verdiği anlamı
taşır. Ağırbaşlıdır, kurşuniye yakın bir rengi vardır, adeta iki dirhem bir çekirdek sayılabilecek şekilde çeki
düzen verilmiştir.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:159)
“Tıraştan sonra yakamı düzeltiyorum, kravatımı, tıpkı benim de bir insan olduğum günlerde yaptığım
gibi özemle düğümlüyorum. Sonra bıyık fırçamla elbisemi ve paltomu iyice bir temizliyorum, potinlerimi
parlatıyorum. Oldum mu sana iki dirhem bir çekirdek bir delikanlı!”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:101)
“-Bizim Gülistan abla ile Büyük Şöhret’i de unutma ama bey baba!
-A... Onlar unutulur mu hiç.. Fakat iki gözüm yavrum, onlar başka idi, bunlar başka.. Bu benim
dediklerim kalantor, zengin, elleri açık, hanedan kişilerdi..... Onlar böyle, kupa arabaları ile tıpkı gerçek
saraylılar gibi takmış takıştırmış, çakmış çakıştırmış; iki dirhem bir çekirdek Kağıthane, Göksü alemleri
yapamazlardı. Lakin nedir ki, onların da meziyetleri <erdem>, marifetleri başka idi. Allah, nedense berikilere
para, pul vermiş, o sizinkilere de ses vermişti.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:167-8)
“Keten giysimin içinde iki dirhem bir çekirdek, sanki yer yarılıp da içine geçsem kaygısıyla
yürüyordum, ama hiç kimse dikkat etmedi bana, çevredeki evlerden birinin kapısına oturmuş uyuklayan sıska bir
melezin dışında.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:25)
“CLEANTE - Aman! Nasıl soyabilirim sizi?
HARPAGON - Ne bileyim ben? Böyle iki dirhem bir çekirdek gezmek için parayı nereden
buluyorsun?
CLEANTE - Ben mi, baba? Kumar oynuyorum; talihim var, kazanıyorum, bütün kazandığım parayı
üstüme başıma harcıyorum.”
(Moliere, “Cimri”, sa:46)
“Güzel bir çocuk da ona bakarak güldü, yanında bir kadın vardı, pek sıska sayılmayacak, iki dirhem bir
çekirdek bir kadın; çocuğun koluna yapışmış, yalvaran gözlerle ona bakıyordu, ama çocuk ona bakmıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:207)
“GRUMIO - ‘Hoş geldin’i de, ‘vay’ı da, ‘ulan’ı da oldu, bu kadar selam yeter, söyleyin bakalım iki
direm bi’ çekirdek arkadaşlarım, her şey, her şey hazır mı? Temiz mi?
NATHANIEL - Herşey hazır efendimiz.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:84)
“KAPTAN, içerden bağırır. - Hesione; biri daha geldi. İki dirhem bir çekirdek, feleğin çemberinden
geçmiş, su içinde evlilik var.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:39)
“Lamiel’in özyapısında belirttiğimiz bütün bu özelliklere, her pazar iki dirhem bir çekirdek
kasabalarının dansına gittikleri görülen köylü kızlarında raslamak olanaksızdı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:108-9)
“Yıllar önce kendisine bu kadar acı çektiren adamla karşılaşınca, Orlando, şiddetli bir duygu fırtınasına
tutuldu. Halılarında sigarayla delikler açan, İtalyan şöminelerinde peynir kızartan ve Marlowe’la arkadaşları
hakkında on gecenin dokuzunda güneşin doğuşunu görmelerine neden olacak kadar neşeli öyküler anlatan o baş
belası, yerinde durmaz adam bu olabilir miydi? Şimdi günlük gri bir takım elbiseyle iki dirhem bir çekirdekti.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:182)
“ ‘İşte Giles geliyor, yanında Mrs. Manresa. O tip kadından hoşlanmam kendi adıma. Yanılıyor olabilirim...
Albay Mathew da her zamanki gibi iki dirhem bir çekirdek... Cobbs Corner’dan Mr Cobbet de gelmiş, orada, maymun
ağacının altında. Kırk yılda bir görürüz... İşin güzel yanı da bu ya; insanların bir araya gelmesi.’ ”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:138-9)
İki eli kanda olmak : Son derece meşgul olmak, çok önemli problemlerle uğraşmak
“Bugünlerde sizin eve bir gelmek ve ciciannenin ellerinden öpüp duasını almak istedim anna, peşimden
kollayanım <izleyenim> olduğu için oraya gelemiyorum. Ona sebep sen, mektupla bana kimsenin bilemeyeceği
bir yer bildir, ben gelip senin gül cemalini <gül yüzünü, güzelliğini> oracıkta göreyim! Olmaz mı benim tosun,
yiğit, aslan İrfan’cığım? Aslan, aslan da gel sineme <göğsüme> yaslan İrfan’cığım! Artık iki elin kanda da olsa
bana çarçabuk cevap yaz, dört gözle onu bekliyorum!”
(O.C.Kaygılı, “Çingeneler”, sa:277)
“Kadın: ‘Yok,’ dedi, ‘kurban olduğum Hüseyin, senin kardeşin, iki eli kandaysa da akşam yemeğinde
evde bulunurdu her gün. Böyle bir iş hiç olmadıydı.’ ”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan” , sa:112)
“Köroğlu’na babası vasiyet etmişti. İki eli kandaysa da, savaşta, döğüşte, aşkta, sevda içinde, başı bin
türlü beladaysa da önce kıratın rahatını görecek, sonra da kendi rahatına bakacak.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:73)
“-Alnımdaki bıçak yarası
Senin yüzünden;
Tabakam senin yadigarın;
‘İki elin kanda olsa gel!’ diyor,
Telgrafın;
Nasıl unuturm seni ben?
Vesikalı yarim?”
(M. Mungan<d.1955>, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:53)
İki eli yakasında olmak : Eğer sözünde durmazsan, peşini bırakmam, yakana yapışırım, elimden
kurtulamazsın
“İKİ ELİM YAKANIZDA
BU DÜNYADA VE ÖTEKİNDE!”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:305)
“‘Yunuslar Hasan Ağa, vallahi de billahi de yunuslar... Bırak yakamı Hasan Ağa...’
‘İki elim yakanızda, bu dünyada da, öteki dünyada da...’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:208)
“Memedin yakasından tuttu. Gözlerini gözlerine dikti:
‘Bana bak! Oğlum İnce Memed,’ dedi. ‘Suçsuz adamı, az suçu olan adamı, parası için adam
öldürürsen iki elim yakanda olsun.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:120)
İki göz(ü) iki çeşme (ağlamak) : Gani gani, devamlı ağlamak
“İSTANBUL
-------------Geceleri el kadar bayraklı gemilerin
Kızların uykularına girip dolaştıkları malumunuzdur
İnsana daima güzel şeyler düşündüren yıldızların
Zil zurnalığı için cıgaralar yakılıp
İki gözü iki çeşmedir serseriler için İstanbul
Dört yanında Allah’a söve söve yaşanır.”
(İlhan Berk<1916-2008>; “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi”, Ataol Behramoğlu, Cilt:1, sa:427)
“Kalktı, ışığı açtı, ışık tam yüzüne vurdu. Sallana sallana lavaboya gitti, burada bulunan maden suyunu
şişeden uzun uzun içti. Tam yatağa sokulacağı sırada, ona baktı, hiçbir şey anlamadan. O ağlıyordu, iki gözü iki
çeşme, bir türlü kendini tutamadan.”
(A. Camus, “Sürgün ve Kırallık”, sa:28)
“Mektupları alırken elleri titriyordu, okurken güçlükle nefes alabiliyor, her satırda duraklıyordu.
Bitirdikten sonra boynuma atılıp iki gözü iki çeşme ağlayarak bana: ‘Bakın, Madam Madin, Tanrı beni henüz
bırakmamış, demek o da mutlu olmamı istiyormuş. Evet, bu kutsal beyefendiye danışmamı bana Tanrı esinledi.”
(D. Diderot, “Rahibe”, sa:277)
“Adrienne’in bu hareketi üzerine şaşkınlık içinde:
-Nasıl olur kızım, diye devam etti. Yaşlı başlı adam! Su içinde kırk beş var!
Adrienne, iki göz iki çeşme boşandı:
-Elimde değil.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:258)
“Yemekten sonra biraz savaşı konuştular. ‘Savaştan ancak bir avuç insan gelebildi. Geçenlerde
Artvin’den bir genç aşık geldi, bir gözü kör, bir ayağı topal, ağlayarak savaş üstüne türküler, ağıtlar, destanlar
söylüyor, kendisiyle birlikte dinleyenleri de iki gözleri iki çeşme ağlatıyordu.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:208)
“İşte tam o günlerde, Şvayk, eski hizmetçisi Bayan Müller’i görmeye gitti. Evden içeri girer girmez,
Bayan Müller’in yeğeniyle karşılaştı. Kadıncağız, iki gözü iki çeşme, Bayan Müller’in Şvayk’ı tekerlekli
iskemleyle askere götürdüğü günün akşamı tutuklandığını anlattı.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:142-3)
“ ‘Vay fıkara Memed!’
‘Duymuş da gülmüş...’
‘Kızın iki gözü iki çeşme...’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:89)
“Kız geldi. İki gözü iki çeşmeydi. Gözleri kan çanağına dönmüştü.”
“Sel oyuğuna geldiler. Zeynep iki gözü iki çeşme, daha ağlıyordu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi – Alageyik”, sa:182;213)
“Bir keresinde, bir Cumartesi gecesi, meyhanede kafaları çekecektik, Tijen’i de çağırmışlar ama, tabii o
her zamanki gibi reddetmiş. Tam herkes daha yeni kafaları bulmuş, keyfi, neşesi yerine geelmişti ki, gecenin o
saati, ta Göztepe’lerden kalkıp, Çiçek Pasajı’na iki göz iki çeşme çıkagelmişti Tijen. Bizi öyle keyifli, eğleniyor
görünce, sitem dolu hıçkırıklarla masaya çöküp hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:445)
“Germaine iki gözü iki çeşme Bayan Fleurier’ye geldi: Erkek kardeşi zatürree <pnömoni> olmuştu.
‘Zavallı Germaine’ciğim,’ dedi Bayan Fleurier, ‘her zaman onun ne kadar sağlam biri olduğunu söyler
dururdunuz!’ ”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Bir Yöneticinin Çocukluğu”, sa:200)
“Bu saatte sokaklar hastalarla dolu olurdu. Upuzun yatmış koca bir adam ve başucunda iki gözü iki
çeşme ağlayan bir hemşire: Pek güzel bir manzara olurdu doğrusu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:53)
İki gözüm : Canım, ciğerim, sevgilim
“Öyle ya, iki gözüm Padişah’ım hiç böyle şeyler ister mi? Hep etrafındaki adamlar onun kuruntularını
körüklüyor. Kimbilir ne dalavereler var? Gözlerini toprak doyursun, ne rütbeye, ne nişana, ne paraya
doyuyorlar!”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:200)
“Layev:
-Petya, iki gözüm, diyor. Benden pes! Öyle yoruldum ki, beş dakika sonra yatağa girmezsem ölüm
çıkar.
-Ne, yatmak mı dedin? Sen aklını kaçırmışsın, arkadaş! Yağma yok, önce yemeğimizi yiyeceğiz.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:105)
“PİŞÇİK - İki yüz kırk ruble... İpotek faizlerini ödeyeceğim...
L. ANDREYEVNA - Para yok bende cancağızım.
PİŞÇİK - Vallahi iade edeceğim iki gözüm... Çok bir şey değil ki...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:121)
“Son çocuğumuzdu. Nikituşka ile dört oğlumuz oldu ama yaşamıyor bizim çocuklar; yaşamıyorlar iki
gözüm, yaşamıyorlar.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:67)
“1. POLİS - Komiser Bertozzo, siyasi şube komiseri sizinle görüşmek isitiyor. (Komiser Bertozozo,
yazı masasından naşını kaldırır ve sağ köşeye doğru ilerler.)
KOMİSER - Aman iki gözüm... Ben de az önce senden söz ediyordum. Delinin biri dedi ki... ha,
ha...”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:21)
“Çelkaş da irkildi. Gavrila ansızın onun ayaklarına atıldı, elleriyle kucaklayıp kendine çekti. Çelkaş
düşmemek için sendeledi, dengesini güçlükle koruyarak kumsala otururken dişlerini sıkıp yumruğunu hızla
salladı. Fakat tutturamamıştı. Gavrila karşısında durmuş, utançtan titreyen bir sesle yalvarıyordu:
-İki gözüm!.. O paraları bana ver! İsa aşkına bana ver!.. Sen ne yapacaksın? Bir gecede, bir gececikte
kazandın onları.. Bana verirsen, hayatım kurtulacak... Sana dua ederim...”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:97)
“-Bizim Gülistan abla ile Büyük Şöhret’i de unutma ama bey baba!
-A... Onlar unutulur mu hiç.. Fakat iki gözüm yavrum, onlar başka idi, bunlar başka.. Bu benim
dediklerim kalantor, zengin, elleri açık, hanedan kişilerdi..... Onlar böyle, kupa arabaları ile tıpkı gerçek
saraylılar gibi takmış takıştırmış, çakmış çakıştırmış; iki dirhem bir çekirdek Kağıthane, Göksü alemleri
yapamazlardı. Lakin nedir ki, onların da meziyetleri <erdem>, marifetleri başka idi. Allah, nedense berikilere
para, pul vermiş, o sizinkilere de ses vermişti.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:167-8)
“General korkunç bir tavırla:
-Seninle sonra hesaplaşacağım iki gözüm, dedi. Hanımefendi, siz de emir buyurun, bu dolandırıcının
sandığını arasınlar. Sonra bana teslim edin onu. Ben ona dünyanın kaç bucak olduğunu öğretirim.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:64)
“POLONIUS - Efendimiz, onlara layık oldukları muameleyi gösteririm.
HAMLET - Aman iki gözüm efendim, daha fazlasını. Herkese layık olduğu muameleyi etsek kim
dayaktan kurtulur? Onlara, kendi şeref ve itibarınıza uygun hareket edin.”
(W. Shakespeare, “Hamlet”, sa:76)
İki gözüm (su gibi) önüme aksın (ki) : Kişinin özellikle masumiyetine kanıtlamak için söylediği büyük
yeminlerden biri: İki gözüm kör olsun eğer yapmazsam, ya da söylediğim doğru değilse bağlamında
“-Beni gece haremde kadınların odasına girip saldıracak kadar adi, alçak bir adam mı sanıyorsun?
-Benim ne sanışım para etmez. Ben sana gerçeği anlatıyorum. Eğer dün geceye kadar selamlıkta sana
benzer Hasan adında bir delikanlı bulunduğundan haberim var idiyse iki gözüm su gibi önüme aksın. Tanrı’nın
gazabına uğrayayım.”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani”, sa.100)
“Sattığım şarapla rakı, en iyi cinstendi ve herkesin yaptığı gibi çoğaltmak için bir damla su kattıysam iki
gözüm önüme aksın. Bir adamın yeteri kadar içmiş olduğunu, hırsına kapılarak bunu geçmek, aklını içmek ve
işinden geri kalmak istediğini gördüm mü, ona kendi hesabıma bir kadeh doldurur ve yoluna devam etmesini
tavsiye ederdim.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:9)
“Ey benim şehlevendim <boylu boslu güzel>, şahbazım <gösterişli, yiğit; İri doğan kuşu>, ilkbaharım,
ilkyazım <gençliğim, ilkbaharım>, dudakları kirazım, İrfancığım!
Bilmiş olasın ki, senin o mah cemalini ne kadar göresim ve yüzümü o pamucuk ellerine süresim geldi.
Nah, inan olsun, Rana şahittir; evde, sokakta, her yanda senin ismini, cismini sayıklamıyorsam nimet beni
çarpsın, iki gözlerim önüme aksın...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:271)
“ ‘Vay benim başım agelenler!... Kızım! Kızım! Sürüm sürüm sürünesin inşallah. Namusumu iki
paralık ettin kızım! Kahrol! Kızım! İki gözün önüne aksın kızım!’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:100)
“Ben Çin memleketini görmedim. Lakin esir gidenlerden dinledim. Orada, afyon yutmazsan, esrar
içmezsen, sana adam bile demezlermiş! Anadolu mülkü şimdi o biçim! Vallaha, billaha! İki gözüm önüme aksın,
şu güneşe kör bakayım...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:337)
“Berber Ali daha acımasız konuştu: ‘Herifin karılarla çatır çatır yediği maldan mülkten arta kalan bu
koca yıkıntıyı tepe tepe kullan oğlum Sedat, alay etmek için söylüyorsam, iki gözüm önüme aksın. Herif bunu da
bırakmasaydı ne yapacaktın?’ ”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:17-8)
İki gözünün arasından (ortasından) vurmak : Keskin nişancıların bir niteliği: eli çabukluk ve hedefi
şaşmamak konusunda katiyet
“Yüzümde acı bir gülümseme, düşünüyordum. Adam acaba kaçığın biri mi? Aklına esti, girdi içeri?
Birisi kötü bir oyun mu oynuyor? Ben çok ciddi bir adamım, hayatımda kimseye eşek şakası yapmadım, ama
kim bilir. Binanın ikinci katındayım ve arkam pencereye dönük. Elimi daha telefona atmadan herif beni iki
gözümün arasından vurabilir.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:281)
İki(şer) kadeh atmak, patlatmak : İçki içmek, keyifle şöyle bir demlenmek
“-Bari bu gece kalsalardı değil mi abla?
-Söyledim ama, dinletemedim. İşleri çok. Seçimlerden sonra dizimin dibinden ayrılmazlar!
-Yoksa o zaman da Ankara’dan mı sesleri gelir?
-Öyle yahut böyle. Hadi bize gidelim.
Göz kırptı. Amca kızı bunun ‘İkişer kadeh atarız...’ anlamına geldiğini biliyordu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:249)
“Çoğu zaman Derin Su’da çocuklaşır, iki ayrı yerden suya dalar, sonra derinliklerde birbirimizi bularak
el ele tutuşur ve bir zafer kazanmış edasıyla suyun yüzüne fırlardık. Sudan, önce birbirine tutunmuş dört el
çıkardı, sonra da biz. Akşamüstleri ya onun ya bizim bahçede iki kadeh patlatırken, edebiyattan, hayattan,
insanlardan konuşurduk.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:26)
İki karış yer : Çok yakın mesafeyi tarif etmek için söylenen sözcükler
“Bayılmıştın. Etrafıma baktım, kimseler yoktu. Galiba yemeğe gitmişlerdi. Cılız vücudunu bir torba
gibi sırtıma vurdum. Seni çeşme başına götürdüm. Başını bir iki kere yalağın içine daldırıp çıkardım. Sen, titreye
titreye açıldın:
-İki karış yerden düştün diye ayılıp bayılmaya utanmıyor musun, be miskin?.. dedim.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:148)
İki keçeli ayağa kalkmak : Tantana, debdebe, tüm saygı ile ayağa kalkmak
“Eskisi gibi sağdan sola selamlar saçıyor ve mukabilini (karşılığını) de bekliyordu. Meğer hakkı da
varmış. Hakikat bu geçiş, hergünkü geçişlere benzemedi, herkes iki keçeli ayağa kalktı.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:159)
İki kelimeyi bir araya getirememek :
Hiç yazı yazma yeteneği olmamak
“ ‘Bana gelince,’ diye sürdürdü Mrs. Manresa, ‘Açık söyleyeyim. İki kelimeyi bir araya getiremem.
Nasıl oluyor bilmiyorum –dilim hiç durmazken, elime bir kalem almayagöreyim.--’ Yüzünü buruşturdu,
parmakları arsında bir kalem tutuyor gibi yaptı. Gelgelelim, küçük masanın üstüne dayadaığı kalem
kıpırdamamakta direniyordu. ‘Ayrıca elyazım o kadar iri, çarpık çurpuk ki.’ Yüzünü bir daha buruşturduktan
sonra hayali kalemi bıraktı.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:58)
İki kez ücret almak : Ticarette bir kimsenin işi gereğince aldığı para birinci kez ücret almaktır; ikincisi ve
kabul edilmeyeni, karşıdan hediye ya da rüşvet olarak verilmesi olur düşüncesi; Rüşvet almak
“Bundan sonra bizden ayrıldı; ona birkaç altın vermek istediğimz zaman gülümseyerek ‘Bir iş için iki
kez para alamam’ dedi. Bundan benim anladığıma göre, görevi için devletin kendisine verdiği paranın yeterli
olduğunu söylüyordu; çünkü, sonradan öğrendiğime göre, onlar rüşvet alan memurlar için ‘iki kez ücret alıyor’
derlermiş.”
(F. Bacon, “Yeni Atlantis”, sa:35)
İki kuruş; İki kuruşluk : O kadar az; Değerinden çok aşağı, ucuz, hiç değer verilmeyen
“... Jeff işimi kolaylaştırıyordu. Demek istediğim, bu tarz onun için henüz yeniydi ve heyecan
duyuyordu, nerdeyse gerçekmiş gibi yaşıyordu, sanki aldığımız iki kuruşu içkiye, kumara, ucuz odalara
harcamıyor da anlamlı bir şeyler yapıyormuşuz gibi...”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:55)
“Hoşuna gitsin diye söylüyordum, ama o bunu herkese söylememi istiyordu, özellikle de Terdonalu
ulaklara, böylece azizlerin bile kendilerine karşı olacaklarına inanacaklardı ve işte bu yüzden beni babamdan
satın aldı, verdiği iki kuruş para için değil, besleyeceek bir boğaz eksilecek diye verdi beni babam. Böylece
yaşaşmım değişti.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:38)
“Mrs. HUSHABYE - Bu ne taş yüreklilik, bu ne vurdum duymazlık! Şu canavara bakın..... Binlerce
sert, hoyrat işçiyi karşısında susta durduran, binlerce ton demiri dev makinelere dövdüren, kadınların, kızların
alın teriyle geçinen, iki kuruşluk zam istediler mi, onlarla gırtlak gırtlağa gelen bir adam.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:69)
İki laf, lakırdı etmek : Arada sırada konuşup bir iki söz söylemek; sohbet etmek
Bk.: Bir iki laf-lakırdı etmek
“Dört yüz çok para dedi. Kadın yüzünden, dedi, o anlıyormuş, parayı vermek de istermiş. Bütün belalar
kadınların başının altından çıkıyor. Onunla iki laf etmeme izin verilmiş olsaydı, ah, sersem kafa! Kadınlar!
Kadınlar!”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:276)
“Şunu da söyleyelim ki Fedor Pavloviç, Smerdyakov’un namusuna güvendiği gibi onu seviyordu da…
Halbuki oğlan herkese karşı olduğu gibi efendisine de yan yan bakıyor, konuşmuyordu. Kırk yılda bir ağzını açıp
iki lakırdı ettiği olurdu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:194)
“JOE, ne söyleyeceğini bilmez bir halde. - Efendim biz... yani tayfalar, efendim... Sizinle iki lakırdı
etmek için... bir heyet göndermek istiyorlar.
KENNEY, öfkeden köpürerek. - Söyle onlara cehennemin dibine... (Kendini tutar ve korkunç bir eda
ile devam eder.) Söyle onlara, gelsinler... Kendileri ile görüşeceğim.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:22)
İkilem : İkircik; Birbirinin zıddı duygulara sahip olma (Depresyon’un en önemli işaretlerinden biri! İ.E.)
“İnsanlık, iki-üç kuşak içinde, biirbirine karşot birçok yöne saptı. Komünizm deneyimleri ile
kapitalizminkiler; tanrıtanımazlığınkiler ile dininkiler. Bu salınımlara ve onların sonucu ıkan kargaşalara boyun
eğmek zorunda mıydık? Bu deneyimlerden ders çıkarmak isteyecek kadar ve bizleri güçten düşüren bu
ikilemlerden kurtulmayı arzulayacak kadar aklımız başımıza gelmedi mi daha?”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:141)
“Isa, kocasının ayaklarına baktı, bağcıksız rugan pabuçlardı.. ‘Bizim temsilcimiz, sözcümüz,’ diye
güldü alayla. Yine de kocası olağanüstü yakışıklıydı. ‘Çocuklarımın babası, hem aşık olduğum, hem nefret
ettiğim erkek.’ Şu aşk ve nefret ikilemi - nasıl paramparça ediyordu kişiliğini.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:186)
İkilemek : Tekrarlamak
“ ‘Savmıyacak mısın Ahmet’i hala?’ diye ikiledi Fatma.
‘Nereye savayım? Otursun burada çocuk. Ne söyleyeceksen söyle, yoksa çek çabuk arabanı! İşimden
avare etme beni!..’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:102)
İkili oynamak: Her iki taraf gruba göz kırpmak; Açıkça bir taraf için çalıştığı halde gizliden öbür tarafa bilgi
aktarmak, casusluk etmek
“FOUSTKA - Bacak kadar çocukların bildikleri beni zerre kadar ilgilendirmez. Bu enstitüdeki işimi
bilirim ben. Onun dışında hiçbir uğraşım yok.
KOTRLY - Neden sakladığını anlıyorum. Bize güvenmiyorsun değil mi? Hani, pek haksız da
sayılmazsın, bazı işlerde tedbiri elden bırakmaya gelmez.
NEUWIRTH - Hele insan ikili oynuyorsa.
FOUTSKA (NEUWIRTH’e hızla göz atarak.) - Bu da ne demek?”
(V.Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:27)
İki lokma bir şey (yemek) : Bir parça, az buçuk bir şey (yemek)
“MARTA -... Ya benim o canım fesleğen saksılarım, pencerede... Ya Annuzza kadın, komşumuz
Annuzza kadın ne oldu, nasıl?
MICUCCIO - Eh! (‘Öldü!’ anlamına, kutsama işareti yapar iki parmağıyla.)
MARTA - Öldü mü? E, tahmin de ediyordum... İhtiyarcık, benden yaşlıydı... Zavallı Annuzza
kadın... Bir diş sarımsak isterdi, anımsıyor musun? bu bahaneyle gelirdi... tam iki lokma bir şey yemek için
oturduğumuzda, ödünç bir diş sarımsak... ya... Zavallıcık! Ee, kimbilir daha kimler öldü ha...”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Sicilya Turunçları”, sa:36)
İki metelik için : Deymeyecek kadar az para için
“Ben hem güçlü, hem yumuşak adamımdır. İki metelik için sorun çıkarmam. Fakat o? Ah, o! Öyle
hiçbir şey değil gibi görünür, ufak tefektir, çelimsizdir ama bir sansardan daha zararlıdır.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:28)
İkinci el : Kullanılmış, elden düşme meta
“Küçük bir daireydi ve içerdeki hava vanilya kokulu mumla eski halı kokusunun arasında geçen savaşın
haberini veriyordu. Mobilyalar ve diğer eşyalar en iyi kelimeyle yetersizdi. Ev, ikinci el eşyalarla döşenmiş
gibiydi. Dr. Brooks termostatı ayarlayınca kalorifer ses çıkararak çalışmaya başladı.”
(D. Brown, “Cehennem”, sa:44)
“Bird spor arabayı dikkatle yola çıkardı. Oğlanı başından savdıktan sonra zarfın içindeki mektubu
okumak niyetindeydi. Fakat arabayı hızlandırınca Bird, o çocuksu dershane öğrencisine karşı minnet duymaya
başladığını fark etti. Atıldığı dershaneden toza bulanmış kan kırmızısı ikinci el spor arabayla çıkan Bird, o çocuk
şakayla karışık bir ruh haline girmesini sağlamasaydı, dershaneden tam bir zavallı gibi ayrılacaktı.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:158)
“Gökyüzüne dimdik uzanan sedir, çam, kayın ve köknar ağaçları iki yanından hızla kayıyor ve
otomobil, daracık yolun buz tutmış kayganlığında savrulup duruyordu. Eski bir Volvo’ydu kullandığı: Hurdaya
çıkmasına az kalmıştı…..İkinci el oto pazarında bu otomobile belki de sekizinci, onuncu el demek gerekirdi.
Epey yıpranmıştı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:13)
İkinci keman olmak : Daima ikincil planda kalmak, o kadar önemli olmamak
“ ‘Gidiyor musun?’
‘Kalırdım, biliyorsun,’ dedi Midge, kapı aralığında durarak, ‘ama benim biraz olsun gururum var.
İkinci keman olamam, özellikle de gencecik bir kızın ardında.’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:177)
İkincil düşünce süreci :
İkinci mevki :
(PSYCH.) (Secondary process thinking = Segonderi proses tinkin), Bk.: Bilinç
Bk.: İkinci sınıf
İkinci planda kalmak, olmak : Birinin ya da bir toplumun gözünde eski değerini yitirmek; Politik olarak
birinci safta gözükmemek
“Konuşanların başında İvan Fedoroviç’le iki rahip vardı. Miusov da, görünüşte pek hararetle söze
karışıyordu, ama bu kez talihi yoktu, ikinci planda kaldığı belliydi; konuşanlar sözlerini pek yarımağızdan
yanıtlıyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:84)
“İhtilal alevinin aydınlığında, Napoléon’un efsanelere özgü parıltısında onun görünüşe göre pek
alçakgönüllü ve ikinci planda, ama gerçekte işi başından aşkın ve çağına ağır basan varlığını fark edebilmek için
tarihe derinlemesine bakmak gerekir. Ömrü boyunca hep gölgede dolaşır, ama üç kuşağı da yolda bırakır.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:19)
İkinci (mevki) sınıf : İkinci Dünya Savaşı sıralarında tüm dünyada tren, vapur ve tramvay seferlerinde
uygulanan klasman; tahsilsiz ve kültürsüz zümre; Çarlık Rusya’da, malvarlıklarının büyüklüğüne göre ayrılmış
üç sınıf tüccar
“Sistem güvenlik elemanları arasında yazılı olmayan bir kural vardı: birbirlerini kollamak. Kripto’da
sistem güvenlik elemanları ikinci sınıf vatandaştılar; köşkün efendileriyle araları hep açıktı.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:50)
“Podtiagin, ikinci mevki vagonda kürküne, battaniyesine sarınmış, çevresi yastıklarla desteklenmiş
zayıf, kuru yapılı yolcuya:
-Bileet! Bileetiniz! diye sesleniyor.” Adamdan yanıt yok.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:146-7)
“İtalya’ya döndüğümde sinirli olduğumu hissettim ve Locarno’da tatil yapmaya karar verdim.
Açıklayamadığım bir suçluluk duygusu yüzünden, tanınırım diye hafif bir korkuya kapıldım ve blucin ve timsah
markalı bir tişört giyerek ikinci sınıfta yolculuk yapmaya karar verdim.”
(U. Eco, “Somon Balığıyla Yolculuk”, sa:29)
“Çift-obo’ya benzer org bir maymunun ellerinde, bir timsah gelişi güzel ud’la oynamakta. Bir aslan,
lir’le nağmeler saçıyor. Şurada burada küçük heykeller; ikinci ve üçüncü sınıf tanrıçalar birbirlerini hanedan
ailelerine has bir vakar ve sonsuzluktan ödünç alınmış bir sessizlikle selamlamakta.” ..... “Cebimde yalnızca
manda gözü gümüş bir yirmi beş kuruşluk var. Evin önünden geçen otobüs on kuruş. Çok daha ucuz olan ikinci
mevki, paso-tramvay üç kuruş...”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Maui; Aysel Hanım”, sa:81;142)
“Hiç unutmam bir gün, sıkışık bir durumda ikinci mevkiye bindiğimde, aktarmanın işareti için haki
paltolu biletçi benden kalem sorduğunda, bir cebimden mürekkep şişesini, ceketimin iç cebinden de mürekkep
kalemini ve ucunu ayrı ayrı çıkarıp takım taklavatı o kalabalıkta hazırlayıp biletçiye sunduğumda adam şaşırıp
kalmıştı.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:149)
“YARATICI-GENIUS’un özellikleri 2: İ ç i k i l e m (duality): Haz duyma ve Istırap çekme.
Buna müzikten bir örnek verelim. Anton Bruckner, son eseri olan ‘9. Senfoni’ üzerinde tam on yıl çalışmıştı. Bir
türlü bitiremedi. Bugün bile eserin ‘finale’si yoktur, Te Deum (Bk.) ile bitirilir. Herhangi ikinci sınıf bir bestekar
bile onu bitirebilirdi. Senfoni’yi bitirmek onun kudreti dahilinde değildi.”
(İ. Ersevim, “Yaratıcılık ve Diğer Söyleşiler”, sa:22)
“DELİ - Hafızanı beslemek için gerekli olan vitamini, proteini, şekeri, yağı ve kalsiyum fosfatı alacak
gücün var mı? Yoksa yandın, ben yargıç olarak senin tanıklığını yok sayarım... Çünkü sen oyunun kuralları
dışındasın, sen ikinci sınıf bir vatandaşsın çünkü!”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:70)
“Daha rahatça düşünebilmek için de gidip tam karşıda bulunan Grand Café de Grece <Fr.
Yunanistan’ın Büyük Kafeteryası>’in bir masasına çöktük. Burası ikinci sınıf bir kahveydi. Açık kısımda, çoğu
Rum olan bir sürü işsiz vardı. Pardösüler omuza atılmış, bıyıklar burulmuş, kaldırım yosmaları’na yaranmak için
hazırlanmış tavırları vardı. Onlardan fena halde tiksindik. Ama kahve pek hoştu ve güzel nargilelerin çekiciliği
dayanılır gibi değildi.”
(P. Istrati, “sünger avcısı”, sa:67)
“Bunu söylerken iki bayanın yüzüne saygıyla bakıyordu.
‘Ayak altında olmasın diye onu alt kata yerleştirdim. Böylece, size rahatsızlık vermez.
‘Vapurdan biri mi?’ diye sordu Bayan Macphail.
‘Evet, madam, ikinci mevkiden bir bayan. Apia’ya gidiyormuş. Onu orada bekleyen bir kasiyerlik işine
başlayacakmış.’ ”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:113)
“İstanbul’da Batı uygarlığının ikinci sınıf, solgun ve yoksul bir taaklidini yapabilmek için hakkıyla
mirasçısı olamadığımız bir büyük kültürün ve uygarlığın son izlerinin de bir an önce yok olmasını suçluluk,
eziklik ve kıskançlık duygularıyla istemek.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:200)
“Ailesi olmayan, tek başına yaşayan ya da insanlardan kaçan kişilerin yardım alabilecek kimseleri
olmayacak, ama onlar bile toplumdan otomatik olarak dışlanmayacak, kişi spontane dayanışmaya güven
beslemeli, insanın komşusuna karşı hissettiği ve kendisini sürekli açığa vuran o sevgiye, örneğin tren
yolculuklarını ele alalım, özellikle de ikinci sınıf kompartımanlarda yapılanları, yiyecek dolu sepeti açma zamanı
geldiğinde ailenin annesi yan koltuklarda oturan yolculara yiyeceklerden ikram etmeyi asla ihmal etmez..”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:228)
“Olağan şeylerdi bunlar, insan sık sık ‘Şu ya da bu vapurda ikinci sınıf kamara almak yazık. Üçüncü
sınıflar bile en az birinciler kadar lüks çünkü..’diyenlere rastlıyordu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:123)
“Bu fitleme doğru da çıkınca, zangoç ve okuluna gün doğmuştu. Markiz, şatonun büyük salonunda bir
ödül dağıtımı töreni yapılmasını istemişti; salon birçok halıyla süslenmiş, birinci ve ikinci sınıf yerler ayrılmıştı.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:35)
“Freud’un sanata yönelik tutumunu tartıştığı bölümde, (Ernest) Jones şunları yazmıştır:
‘Gerek birinci sınıf, gerek ikinci sınıf, birçok sanatçıya analiz uygulanmış ve tartışma götürmez
sonuçlar elde edilmiş bulunmaktadır. Gerçek sanatsal itini varlığı durumunda, analiz yoluyla sağlanan daha
büyük özgürlük sayesinde sanatsal kapasite artmış, ama sanatçı olma arzusunda salt nevrotik ve sanatla ilgisiz
güdülerin erken olduğu durumlarda, psikanaliz durumu aydınlatmıştır.’ ”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:16-7)
“Sergey İvanoviç, ikinci mevkiye gidip kendileriyle konuşmasının daha iyi olacağını söyledi ona.
Katavasof, Srgey İvanoviç’in dediğini ilk istasyonda yaptı: Trenin durduğu ilk istasyonda ikinci mevkiye geçti.
Gönüllülerle tanıştı orada. Vagonun bir köşesinde oturuyordu gönüllüler. Yüksek sesle konuşuyorlardı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:657)
“1870’lerde bir kış mevsimi geçti anlatacağımız bu olay. Aziz Nikolay Yortusu’nun ertesi günüydü.
Yortu köyün kilisesinde topluca kutlanmıştı, ama ikinci sınıf tüccar Vasili Andreyiç Brehunoz kiliseyi bir türlü
bırakıp işlerinin başına dönemedi. Kilise yönetim başkanı olan tüccar, yortuyu daha sonra bir de evinde
kutlayarak akrabaları ve tanıdıklarını ağarlamak zorundaydı.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:11)
“Asıl içinde ağırlığını hissettiği konu, eğer işler böyle devam ederse, bir yolunu bulup Laura’yı ülke
dışına çıkarmayı gerektiğini bilmesiydi. Onun ikinci sınıf vatandaş olarak büyümesine... ya da daha beterine...
izin veremezdi.”
(E. Tucker, “Berlin Bir Mozaik”, sa:161)
“ ‘Sevgili Friderike,
Bu mektubu sana trende yazıyorum..... İkinci mevki çok doluydu. Üçüncü mevkide rahatlıkla yer
buldum kendime...’ ”
(S. Zweig-F. Zweig, “Mektuplaşmalar: 1912-1942”, sa:88)
İki numara büyük (Evlilik, iş, yatırım vb.): Bir kimsenin olduğundan ya da yapabileceğinden veya layık
olabildiğinden büyük, yeteneği ya da niteliği dışında
“İBRAHİM’İN SARAYINDA BÜYÜDÜM
Annem babam vardı ve şişko arkadaşlarım
İki numara büyük geliyordu hayat bana
İstemedim bunu ve kaçtım
Dört yaşındaydım, bilinmeze.
Kaçtım kaçtım
Şehir jandarmasınca yakalandım
Pazar elbisem ele verdi beni
Jandarmayı ısırdım, beni kollarına aldı
Herşey yanlıştı.”
(İnge Müller<1925-1966>-Meral Asa; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.03.04)
İki olsun : Bir daha yapmayacağıma, etmeyeceğime emin olabilirsin, şart olsun
“-Ha, şu bizim küçük gavur. Herif için din değiştirmekten kolay ne var? Zaten kilise kaçkını!
-Seni hasetçi cüce, seni. Sana bir daha Amca dersem iki olsun.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:317)
İki para etmez; İki paralık : Hiç değeri olmayan
“Kimse tek kelim etmiyordu. Düğünün tek hediyesi hoş karşılanmamıştı. Ama kısa sürede toparlanıp iki
paralık konuşmalarına döndüler.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:18)
“Sonunda bir gün onu başka bir ‘dost’uyla yakalamış, hemen çekmiş Bursa bıçağını, şişlemiş. Yosma
hastaneye, kendisi buraya. Şimdi o da yanıyor, ‘Ne ettim elin iki paralık karısı için’, diyor.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:49)
“MAMA -... bir kurbağa kılığıyla kovanın kıçına bakıp ‘Ne kadar güneşli bir gün,’ dediğini
göreceksiniz.
EGERTON - Olamaz.
MARTA - Doğru. Bu iki paralık tiyatrocular ona hakaret ediyorlar... insanlar da utanmadan
alkışlıyor...”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:43)
“Hacı Kalfa, fotoğraf karşısında poz alır gibi sopasına dayandı, gözlerinde tatlı bir gülümseme ile cevap
verdi:
-Çocuk aldatıyorsun, Hacı Kalfa kaç baharın yoğurdunu yemiştir, bilirsin sen? Onlar ki hattat gibi
sülüs yazılar, iki para etmez yazdıkları. Onlar ki böyle karınca ayağı gibi eğri büğrü bir şeyler karalarlar, ne
çıkarsa onlardan çıkar.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:118)
“İki paralık usuma yeniden kavuşunca, -ki gelip geçiyor bu!- Görüyorum ki tedirginliklerim Batıda
olduğumuzun ayrımına zamanında varmayışımdan doğuyor.”
(A. Rimbaud, “Cehennemde Bir Mevsim”, sa:140)
İkirciklenmek; İkircikli olmak : Şüpheci, müphem, kararsız, ikilemli olmak, üstüörtüklük; İma etmek
“Batılılar İkinci Dünya Savaşı’ndaki Japon kamikaze pilotlarına karşı hala ikircikli duygular besliyorlar.
Yaygın görüş, o gençlerin yürekli olduklarıdır; ama canlarını feda etmiş, hatta buna gönüllü olmuş olsalar bile
onlar gerçek kahramanlar olarak nitelenemezler, çünkü onlara aşılanan askeri ve ulusal psikolojide, birey
hayatının bir değeri yoktu.”
(J.M. Coetzee, “Kötü Bir Yılın Güncesi”, sa:35)
“Bu araştırmaların tümünde ortak olan tema, sanatın ve sanatçıların (içerdikleri biçimsel yapılar ve
yazınsal programlarla) Durum, Belirlenemezlik, Olasılık, İkirciklik (üstüörtüklük, müphemiyet, ima) ve
Çokdeğerlilik uyaranları karşısındaki tepkileridir.”
(U. Eco, “Açık Yapıt”, sa:32)
“1 Mayıs günü uzay merkezi. Washington’da öğrenci protestosu sırasında UCLA kampusu... JFK
Havaalanı... Erkek... Her ikisi de... Orada kalır. Uzun süre elinde tuttuğu bir şeyle oynar. Gitmeye davranır,
sonra durur, ikircikli, bir-iki-adım gerilir, sonra tekrar yürür. Uzaklaşmaz, ama kamera alıcısı geriye kaydırılır.
Erkek, kadının eşarbına dokunurken ifadesiz bir yüzle kameraya bakar.”
(U. Eco, “Yanlış Okumalar-Kendi Sinemanı Kendin Yap”, sa:139)
“Artık o kimse tüm yaşamını ustanın inançları. Önerileri, öğütleri doğrultusunda yürütmek
durumundadır. Oysa siz ve ustanız başka başka insanlarsınız. Usta sizin yerimizde olamaz. Nasıl ki siz de
ustanın yerinde olamazsınız. Ustanın tek başardığı şey sizi bir başınıza karar vermenin güçlüğünden
tedirginliğinden, karar verirken düştüğünüz ikirciklenmeden kurtarmaktır.”
(İ. Güngören, “Meditasyon ve Zazen”, sa:9-10)
“ ‘Bu iki terörist piskoposu ne yapmalıyım, Sinforoso?’ diye sordu, pantolonunun düğmelerini
iliklerken. ‘Ülkeden kovmalı mı, hapse mi atmalı?’
‘Öldürmeli, Şef,’ diye yanıtladı Sinforoso, ikirciklenmeden. ‘Herkes onlardan nefret ediyor, eğer siz
öldürmezseniz, halk yapar bu işi. Kimse bu ülkeye <Dominik Cumhuriyeti> ekmek yedikleri eli kesmek için
gelen bu Yankee’yi ve İspanyol’u affetmez.’ ”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:158)
“Yine bir kuş, bir duvarın üstüne konmuş, bir tuzaktaki yemlere göz dikmişti.
Bir yandana ovaya bakarken bir yandan da hırs bakışı onu yeme çekiyordu.
Bu bakış onu öbür bakışla mücadele edip birden bire onu akıldan yoksun bıraktı.
Bir başka kuşsa bu ikirciği bırakarak (yemden) bakışlarını ayırarak ovaya yöneldi.”
(Mevlana, “Mesnevi”, Cilt:3, sa:247)
“... ben sözlerinizden değil davranışlarınızdan bu sonucu çıkarıyorum; çünkü yalnız sözlerinize
baksaydım, sizden şüphe ederdim. Ama size ne kadar güveniyorsam, hangi yoldan gideceğimde de o kadar
ikircikliyim.”
(Platon, “Devlet I-II”, sa:89)
“Psikanalizin yaratıcılık karşısındaki ikircikli zıtdeğerliliği, psikanalizin sanatsal başarıya zarar mı
vereceği, yoksa bunu geliştireceği mi konusundaki tartışmalı soruyla ilgili olarak Ernest Jones’un kaleme aldığı
görüşlerde de yansıtımaktadır.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:16)
“DÖRTNAL GİDEN ATIN TÜRKÜSÜ
Ne çiy, ne taş, ne gölet... Yollara aldırmadan
Başka atlara inat bir hızla koşuyorum.
Dörtnal derler koşuma... Hangi at var benimle
Bu çılgın bu bambaşka rüzgarla yarışacak?
----------------------------------------------Hayat mücadelesi dediğimiz yarışta
En gözde at tek benim! Ötekiler dökülür.
Ama herkes atını rahvan bir at sanıyor.
Cokeyim ikircikli, bense aldırmıyorum.”
(Vladimir Visotsky<1938-1980>-Nikolay Kopil/M.Ş. Onaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 12.05.05)
“Ama Orlando anlaşılan İngiltere’de onulmaz birtakım alışkanlıklar ya da hastalıklar (Siz nasıl
adlandırırsanız) edinmişti. Bir akşam herkes kamp ateşinin çevresinde oturur ve batan güneş Teselya tepelerinin
üstünde alev alev yanarken Orlando haykırdı,
‘Amma da yenilesi!’
(Çingenelerde ‘güzel’i karşılayan bir söz yoktur. En yakın karşılık budur.)
Genç kızlarla delikanlıların topu birden makaraları koyverdiler. Gökyüzü amma yenilesiydi ha! Ancak
onlardan daha çok yabancı görmüş yaşlılar ikirciklenmeye başladılar. Orlando’nun saatlerce sağa sola bakınmak
dışında hiçbir şey yapmadan oturduğunu fark ettiler; bazen bir tepede, keçiler otluyor mu yoksa başıboş
geziniyor mu aldırmaksızın gözlerini dosdoğru önüne dikmiş bir halde buluyorlardı onu. Onun
kendilerininkinden farklı inançları olduğundan kuşkulanmaya başladılar ve daha yaşlı kadınlarla erkeklerin
aklına, onun tanrılar arasında en alçak, en acımasız olanın, yani Doğa’nın pençesine düşmüş olabileceği geldi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:98-9)
İki satır(cık) yazmak : Kısa da olsa bir iki satır mektup yazma (ender olarak da konuşma) yolunda rica
“Luisa Porto’nun Kayboluşu
1.
Sorun bakalım bilen var mı
Luisa Porto’nun nerede olduğunu;
lütfen bildirsin bilenler
Santos Oleos Sokağı, Numara 48’e.
-----------------------------------Eğer raslayacak olursanız-Luisa Porto, 37 yaşında-söyleyin dönsün evine,
ya iki satır yazsın ya da bildirsin
yerini.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 04.08.05)
“Andronikos, birden, bu sözleri yarlığın dediklerine bağlıyor. Yarlığ, bütün resimlere değil, kutsal
resme karşıydı. Andronikos kızıyor bu budalalığına. Bunu daha önce nasıl düşünmemiş, Andreas’la bu konuda,
iki satır olsun, niye konuşmamıştı?”
(B. Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:27)
“Gittim, baktım, Vekil (Bakan) yok. Sordum, Başvekil’in yanındaymış. E, işim var, uçakla derhal
dönmem lazım. Ne yapayım? İki satır bir pusula odacının eline, koşturdum Başvekile. Sağ olsunlar, hep si de
hatırnazdır, hatırımı dirhem dirhem sayarlar...”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:87)
“ ‘Sen de iki satır yazarsan Tania mutlu olur. Ayrıca eski arkadaşların bir süre sonra Murad’ın anısına
bir araya gelmelerini arzu ediyor. Bence müteveffa’nın şerefine yapılacak konuşmalarla geçecek bir merasim
yersiz ve sıkıcı olur; buna karşılık, bunca yılın ardından eski arkadaş topluluğumuzu bir araya getirmek fikri
bana hiç de tatsız gelmiyor. Sen de bunu bir düşün! Yine konuşuruz... Sevgiler, Adam.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:138)
“Bu uyku kadar rahat, uyuşturucu, unutturucu ir şeydi. Mathieu birden ayıldı:
-Seni tutmayayım, dedi. Vaktin oldukça beni görmeye gel.
-Elbette. Sen de, eğer fikrini değiştirecek olursan, iki satır yazarsın bana.
-Tabii, dedi Mathieu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:130)
“-Yo! dedi karısı, Clermont’da dolarlar.
-Der misin...
-Bana yazacaksın ama, dedi kadın; her gün, iki satırcık ..”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:141)
İki seksen yere serilmek : (U.S. Slang) Boyluboyunca serilmek -2,8 yard, normal vücut boyutu“Her şey göz açıp kapayıncaya kadar oluyor, ne tuhaf. Bir dakika önce solumdaki herifin sürdüğü
parayı yükseltmeye hazırlanıyorum ve ne cin gibi, ne birinci sınıf bir züppe olduğumu düşünüyorum, bir dakika
sonra ise iki seksen yere serilmiş, beynimi patlatmasalar diye dua ediyorum.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:31)
İkisi de aynı (bir) kapıya çıkar : İkisi de bir, sonuç aynı
“Ya burada, yukarıda, sessizce oturup tüm arabalara ateş ederiz ya da bir araba bulup gideriz. O zaman
da başkaları bizi vurur. Aslında ikisi de aynı kapıya çıkar. Ben burada kalmaktan yanayım.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:186)
İki sille aşketmek, atmak, savurmak : Şiddetli iki tokat vurmak
“İspanyol, öfkeden kan beynine sıçramış, peşinden fırlıyor, herifi sokakta yakalayarak suratına iki sille
aşkediyor... Yahudi, kollarını açarak, dizüstü çöküveriyor.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:59)
İki sözü bir araya getirememek : Derdini anlatamama, düzenli konuşamama, konuşma özürlü
“Evine giderken düşündükleri böyleydi. Gelgelelim paşaya bir türlü mektup yazamadı, daha doğrusu iki
sözü bir araya getirip istediklerini anlatamadı. Bunun üzerine ertesi gün gene yollara düştü.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:23)
“Ona da denemesi için ısrar ederdim, ama o daha tekerlemeyi söylemeden gülmekten katılır, iki sözü bir
araya getiremez, getirmek de istemez ve cümleye her başlayışında ikimiz de makaraları koyverirdik .”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:211)
İki şaplak yemek : İki tokat yemek
“Sonra daha hızlı dönmeye başladı, hep daha hızlı; o sıra biri yanlış söyledi, şap! bir tokay ve
gülüşmelerle bir yanlış daha, öbürüne de şap! Ve hep daha hızlı. Kendim de iki şaplak yiyip, içten bir keyifle,
bunların diğerlerine vurduğundan daha kuvvetli olduğunu sandım.”
(J.W. von Goethe, “Genç Werther’in Acıları”, sa:45)
İkişerli kolda yürümek : Keşif kolu askerlerinin ikişerli sıra halinde yürüme nizamı
“Ufak tefek, sapsarı saçlı bir Avusturyalı teğmen, tertemiz üniformalar içindeki bir keişf koluna komuta
ediyordu. Saçlarını enselerinde toplayan şeritleri, topuzları, üç köşeli şapkaları, tozlukları, beyaz çapraz askıları,
tüfek ve kasaturaları, her şeyleri tamamdı. Sırayı sarp patikalarda bile bozmamaya çalışarak askerleri ikişerli
kolda yürütüyordu.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:210)
İki tane atmak :
Bk.: İki tokat atmak, yemek
İki tek atmak : Bir iki kadeh içki içmek
“DIEGO - Peki, Nada, nasıl istersen öyle olsun, ama gitmem gerekiyor. Kız beni bekliyor.....
NADA - Daha önce de söyledim, oğul, son saat gelip çattı. Sakın umuda kapılma. Güldürü pek
yakında başlayacak. Benim bile, çarşıya koşup evrensel kıyımın onuruna iki tek atacak vaktim var.”
(A. Camus, “Sıkıyönetim”, sa:16)
İki tokat atmak, yemek : Birisini hafiften dövmek, suratına bir iki şaplak vurmak
Bk.: Bir iki tokat atmak
“Karısının yanında Süleyman, boynu bükük ve hep sırıtan bir çocuktur. Derler ki, Cennet’in arasıra ona,
iki tokat attığı da olurmuş.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:51)
“... şişko karı, karımın üzerine şemşiyeyle yürümüştü. Pat! Pat! Melie iki tane yedi. Fakat Melie’nin
kızması korkunçtu. Kızınca da vurur. Şişmanı saçlarından bir yakaladı ve şırak, şırak, şırak, tokatları erik gibi
yağdırmaya başladı.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:34)
İki ucu batık (boklu) bir değnek : Neresinden baksan kazanamayacağın bir dava
“Gitmesi gerekti. Şayet bir aksilik çıkarsa malları bırakır kaçardı. Kaldırdı mı tabanları, tazı gibi
koşardı. Sıkıysa yetişsinler. ‘Emme de o zaman da dile düşerdi. Mallarını goyup gaçmış derler’... İki ucu batık
bir değnek...’
‘Deryalarda gemin mi battı ula?’ dedi Boz Ömer. ‘Ne düşünüyon goyu goyu?’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:26)
İki ucunu bir araya getirememek : Bir türlü amaca varamamak, problemi halledememek, parasını idare
edememek
“Adam, karşımdaki sandalyeye oturduktan sonra, başını arkaya çevirdi, garsona:
-Hey. bana bak! Büyük bir bardakla bira getir! dedi.
Kendi kendime, Mikaella ile bu çulsuz arasında ne gibi bir ilişki olabileceğini düşünüyor, bir türlü iki
ucunu bir araya getiremiyordum.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:199)
İki-üç
Birden fazla, birkaç kez
“Birkaç bildik düşünceyle yaşarız. İki üç düşünceyle. Karşılaştığımız dünyaların ve insanların
rastlantısına göre, onları parlatır, dönüştürürüz. İyice kendimizin olan, sözünü edebileceğimiz bir düşüncemiz
olması için on yıl gerekir. Hiç kuşkusuz, bu biraz cesaret kırıcı.”
(A. Camus, “Düğün-Djémila’da Yel”, sa:31)
“Scaccabarozzi Devlere at yakalamayı öğretiyordu, ama oradaki atlar sadece Müneccim Krallar’ın
atlarıydı, ve iki-üç talimden sonra az kalsın hayvanlar ruhlarını Tanrı’ya teslim edecekti, onun için eşekler
üzerine talime geçilmişti.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:429)
“Çalışmasını bir dosyaya koydu ve yazı masasından kalktı. Salonda şöyle bir dolandıktan sonra gidip
koltuğuna oturdu. ‘Ah Arnilda!’ diyerek içini çekti.
Ansızın havada garip bir şey duydu. İki-üç kez havayı kokladı. ‘Arnilda! Odada aslan kokusu var!’
dedi.”
(A. Tamaro, “Rüzgar Ne Diyor”, sa:110)
İki yakası bir araya gel(e)memek : Özellikle maddi olarak hesabını bir türlü tutturamamak
“Yolun sonuna gelmiştim. Neredeyse on yıldır aralıklarla sokak müzisyenliği yapıyordum. Devir
değişmişti, özellikle Bob geldiğinden beri hayatım da öyle. Bu yüzden, sokak müzisyenliğine devam
edemeyeceğim gitikçe daha ha netleşiyor, hatta bu iş artık hiçbir açıdan mantıklı gelmiyordu. İki yakamı bir
araya getirmek için gereken parayı kazanamadığım zamanlar olmuştu.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:123)
“Kendinden büyük ve besbelli daha eğitimli kardeşi Butros’a seslenirken, olabildiğince küçülmeye,
olabildiğince alçakgönüllü olmaya ve kültürsüzlüğü için özür dilemeye çalışıyordu. Ama hemen ardından
övünmeye başlıyor,, şişim şişim şişiriyor, bunu yaparken de sözlerinin, köyde kalmış olanlar üstünde, borçlar,
vergiler altında ezilen ve iki yakasını bir araya getirmekte zorlanan o insanlar üstünde ne tür bir etki yaratacağını
kestiremiyordu her zaman.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:25)
“Niccolo, acı bir sesle, ‘Ben işin aslını sana anlatayım,’ dedi. ‘Floransa’nın şu anki mutlak hakimi bir
Medici. Papa da bir Medici. Burada insanlar Tanrı’nın bile bir Medici olduğunu söylüyorlar, Şeytan’a gelince;
onun da Medici ailesinden olduğuna hiç şüphe yok. Ben de Mediciler yüzünden buraya kısıldım kaldım, sığır
yetiştirip birkaç karış toprağı ekerek, yakacak odun satarak iki yakamı br araya getirmeye çalışıyorum..’ ”
(S. Rushdie, “Floransa Büyücüsü”, sa:280)
“Biraz sermayesi olsa başaracağını söyler dururdu. Ocağımız tütsün, bizler iyi yetişelim diye didindi
ömrü boyunca. Ama iki yakası bir araya gelmedi. Yeteri kadar sermaye bulamadı. Bilmem, size nasıl anlatsam?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:21-2)
İkiye bükülmüş : Yarı yarıya katlanmış
“KANCA
2
----------ıslaktı bıçak ağzı özsuyla.
İkiye bükülmüş öne eğik, tırmanıyorum
çayın
tüm sıcak öğleden sonrası”
(Duncan Bush<d.1946>-Nice Damar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.09.07)
İki yumruk patlatmak : Birisine son derece kızıp ani bir dürtü ile onu pataklamak
Bk.: Yumruk patlatmak
“Bu soru üzerine Sami sustu. Ne diyebilirdi ki! Adamın o hasta ve yaşlı haliyle kendisine hala meydan
okumakta olduğunu fark etti. Sinirlendi, boynundan başına doğru bir sıcaklık yükseldi. Adamın suratına iki
yumruk patlatmak, o iğrenç ağzı ve yüzü dağıtmak istiyordu.”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:59)
İki yüzlü; İki yüzlülük : Çifte standartlı kimse; Yüzüne başka ardından başka konuşmak; samimi, içten
olmamak, sözünde durmamak
“Bunca yaygaranın içindeyken odama kapanmak için bahane bulmaktan her seferinde pek kolay
olmuyordu elbette. Birkaç kez Ustanın beynimi okuduğunu, ikiyüzlülüğümün farkına vardığını, sırf onu rahatsız
etmeyeyim diye yaptıklarıma göz yumduğunu düşünmedim değil.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:61)
“Kendi kendime:
-Oh! Oh! dedim; evlenmem ve evlenmemem konusunda gizli bir anlaşma var, işin içinden nasıl
çıkmalı?
-Ötekilerden daha az ikiyüzlü olan okul arkadaşlarımdan biri, düşünmeksizin:
-Kayınbaban nerede oturuyor? diye sordu.
-Artık kayınbaba diye bir şey yok.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:101)
“OKUR’A
----------Can sıkıntısı o! - Gözü yaşarır birden
Çubuğunu yakıp kurar darağaçları.
Onu bilirsin, okur, o nazik canavarı,
-İkiyüzlü okur, -benzerim, -kardeşim, sen!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:21)
“Saklambaç Oyunu <sözsüz piyes>
---------------------N-mekanda
(yedi bölümlük dinamik bir süreç)
7.
filoloji tuzu
buharlaşır kelamdaki suyu
sonuç - gönül yarası
kağıt yaprağı patlatan
kavramda ikiyüzlülük varsa
orada estetik körleşir
el yordamıyla, dilsiz elyazısıyla
bölümler ayırır, bölümler bağlar”
(Sergey Biryukov<d.1950>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.07.07)
“Kolalı rahibe başlığının altında delice bakan gözleri, bir kemirgenin sapsarı yüzü ve sıkılmış dişleriyle
babamızı korkuturdu; evet, onu bile. Anlaşılabileceği gibi, yemek masası bütün düşmanlıklarımızın,
bölünmelerimizin, tüm deliliklerimizle ikiyüzlülüklerimizin açığa vurulduğu yerdi.”
(I. Calvino, “Ağaca Tüneyen Baron”, sa:13)
“ ‘Çok acımasızsın, Petrus. Senden kurtarabileceğimiz hiç kimse yok mu burada yani?’
‘Var elbette. Demin bizi seyreden kız, sonra dans eden kızlarla oğlanlar - onlar yalnızca iyi Eros’u
tanıyorlar. Kendilerinden önceki kuşağa egemen olan sevginin ikiyüzlülüğünden etkilenmemeyi başarırlarsa
dünya çok farklı bir yer olur.’
Masalardan birinde oturan yaşlıca bir çifti gösterdi.
‘Bir de şu ikisi. Öbürleri gibi ikiyüzlülüğün kendilerine bulaşmasına izin vermemişler. Çalışan
insanlara benziyorlar. Açlık ve yokluk ikisinin de çalışmasını gerektirmiş.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:101)
“Dışarı çıkarken el eleydiler, uzun bir ayrılıktan sonra buluşmuş aşıklar gibi. Sokak ortasında öpüştüler,
gelip geçenlerden birkaçı kızgın gözlerle baktılar onlara. Yarattıkları rahatsızlık ve uyandırdıkları arzular ikisini
de gülümsetiyordu; böyle olduğunu biliyorlardı, aslında bu insanların da onlar gibi davranmak için içi gidiyordu,
kızılacak br şey varsa o da bu ikiyüzlülüktü.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:210-1)
“PETER CURMAN
-----------------------Ne ki anlayış olarak kendimi İsveç’te çoğu kez
yabancı hissederim.
Önemli önemsiz her konuda dürüst olmak bana zor gelir.
İsveçli aydın
göğsünü gerip de neyin doğru neyin yanlış olduğunu
öğretmeye
başladığında Türk ve Yunan dostlarımın önünde
mahçup olurum.
Başkalarını kınarken hep haklı göstermeye
hep hazır İsveçlinin
ikiyüzlüğünü anlayamam.”
(Peter Curman<d.1941>-Abdullah Gürgün; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.07.03)
“ ‘Peki, Talloni’nin başvurusundan sonra ne oldu?’ diye sordu William.
‘Ioannes davaya yeniden bakılmasını istemek zorundaydı, anlıyor musun? Bunu yapmak zorundaydı,
çünkü Ruhani Meclis’teki Fransiskenler arasında da ikiyüzlüler, riyakarlar, kiliseden alacakları bir tahsisat
karşısında kendilerini satmaya hazır adamlar; ama kuşkuya kapılmışlardı.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:90)
“Bununla birlikte, bu ikiyüzlülükten tiksindiği oluyordu. Kimi zaman içinden, Léon’la birlikte uzak
yerlere kaçmak geliyordu; çok uzaklara gidecek, yeni bir yaşama başlamayı deneyecekti; ama, hemen o anda da
ruhunda karanlıkla dolu, belirsiz bir ıçurum açılıveriyordu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:122)
“Benim içinse, en azından, bu günlük eşi bulunmaz bir kişiliğin aydınlatıcı bir oto-portresidir. Babama
dair anılarımı, o bulanık ve sayıca az anıyı şekillendiriyor, canlandırıyor. Onun iyiliğini, mizah gücünü, asi
ruhunu, bakış açısının netliğini ikiyüzlülüğe ve yalana duyduğu aşırı nefreti gözlerimin önüne seriyor.”
(P. Gauguin, “Mahrem Günlük”, Önsöz, Emile Gauguin, sa:6)
“-Öyleyse neden yakınıyorsunuz?
-İkiyüzlülükten. Yalandan. Yanlış anlaşılmaktan. Sapkın olmak zorunda bıraktığınız bu kaçakçı
durumundan.
-Sözün kısası, Yunan ahlakına dönmek istiyorsunuz.”
(A. Gide, “Sapık Sevgi”, -Corydon-, sa:96)
“IPHIGENIE Ah, dinle! Ah, gör beni, yüreğim nasıl yıllarca
Sabırdan sonra şimdi açılıyor sevince,
--------------------------------------------Açılıyor sarmaya, kucaklamaya seni!
---------------------------------------------
Ve kayadan kayaya altın koyağa akmaz
Sevincin yüreğinden taşıp aktığı gibi.
Bu beni kucaklayan ak yazının denizi gibi,
Orestes! Orestes! Kardeşim!
ORESTES Güzel nimfa, inanmam
Sana ve okşayıcı, ikiyüzlü sözlerine.
--------------------------------------------Dolanan kollarını çöz boynumdan, sarmasın.”
(J.W. Goethe<1749-1832>, “Iphigenie Tauris’te”, sa:75)
“Ölü gibi solgun bir yüz, buz gibi eller ve içindeki çevik kaplana pek uymayan leylak desenli bir
elbiseyle, Helene, B koğuşuna çıkageldi. ‘Olağan’ gülümsemesi, bir bubi tuzağını andırırcasına yapmacık
görünüyordu. Deborah’la Carla onu gördüklerine sevindiklerini söyleyince, onlara ikiyüzlü ve yalancı olduklarını
söyledi. Ama içtenlikli gülümsemesi, yüzeysel gülümsemesinin gerisinden dışarı sızmıştı. Böylece Deborah’la
Carla, onun gerçekten kendi gövdesinde yaşadığını anlayıp onun adına sevindiler.”
(J. Grenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:240)
“ ‘Bunu hiçbir zaman iddia eden yok. Zira bütün insan toplulukları bencillik, iki yüzlülük ve çiğ kuvvet
esasına dayanır. Pascal ne demişti? ‘Gerçekte zıt, fakat içimizde bulduğumuz şey hep bilinmez olandır.
Mutluluğu ararız, fakat bulduğumuz sadece sefalet ve ölümdür.’ ”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:56)
“NEFRET BİLDİRİSİ
--------------------------İkiyüzlü bakireler gibi, şafakları ve çıplak
çocuklar gibi dakikaları olan koca kent,
yoldan çıkmış ve gösterişli yaşlı gacolarının
arsız davranışları, mutluluk katillerinin
sonunda serilip öldükleri ara sokakları
ve acımasız tuzaklarıyla.”
(Efrain Huerta<1914-1982>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 07.10.04)
“Kimileri onun ikiyüzlünün biri olduğunu söylüyor, başkaları da yine, onun sadece öyle göründüğünü.
Ailem babasını tanıyor: Geçen pazar günü bizi ziyarete geldiğinde, hemen oğlunu sordum ona.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:24)
“Neden lafı dolandırıyorsun be adam? Şunu düpedüz söylesene, ‘Senin berbat şiirlerini istemiyoruz,
desene! ‘Biz sadece Cambridge’de birlikte okuduğumuuz dostlarımızın şiirlerini basarız. Siz proleterler,
yerlerinizi bilin, uzak durun,’ desene! Pis iki yüzlü aşağılık herifler.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:91)
“Ama şimdi, burada tek başına otururken, gene kendisine karşı aacımasız olması gerektiğini seziyor,
istemiye istemiye şiiri korkaklık ve ikiyüzlülükten bitiremediğini düşünüyordu. Kendine karşı acımasızdı şimdi;
Kendini otuz yaşında öldürmeyeceğini, ikiyüzlü olduğunu, kötü bir şair, iyi bir sahtekar olduğunu, biraz, gelecek
olan kadından hastalık kapmaktan korktuğunu düşünüyordu.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:275)
“PENCERE
------------Sonra sessizlik, hareketsizlik, ikiyüzlülük bile
diyebilirsin,
çünkü, belki de bilirsin, kaç çarmıha gerilmiş çığlık,
kaç diz çöküş gizlidir
o dikey saydam görkemin gerisinde.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:75)
“Uzun zaman, boşuna, var gücümle çırpındım. Becerikli, iki yüzlü, usta ve önlemli olmadığım için, açık
sözlü, sabırsız ve çabuk kızar bir kişi olduğum için çırpındıkça daldım ve düşmanlarıma, bana yeni yeni
kötülükler etme konusunda, asla savsaklamadıkları fırsatını verdim.”
(J.J. Rousseau, “Yalnız Gezerin Düşlemleri”, sa:12)
“.....cümlenin havada kaldığını gören ve lafı yarım bırakmak istemeyen çavuş, aklına söyleyecek daha
iyi bir şey gelmeyen komutan, ‘Kendi başlarının çaresine bakmanın bir yolunu bulacaklar’, dedi evrensel olarak
her derde deva kabul edilen cümlelerden birine başvurmuştu; bu tür cümleler arasında, sadaka vermeyi reddettiği
zavallıya sabırlı olmasını tavsiye edeni kişisel ve toplumsal ikiyüzlülüğün kusursuz bir örneği olarak başı çeker.”
(J. Saramago, “Filin Yolculuğu”, sa:89)
“Bu çok can sıkıcı ve hiç kimsenin kanmadığı ikiyüzlülüğün budalalara, bir şeyler söylemek fırsatını
vermesi gibi çok büyük bir yararı var; filan şeyi söylemek, falan şeye gülmek yürekliliği gösterilmiş olnasından
vb. dolayı gocunuyorlar.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:57)
“Sofular, genç kızların suçları konusunda ne düşünmek gerektiğini tartışırlar; çoğu zaman, pek
uygunsuz çekişmeler olurdu aralarında; ama, Lamiel’in koyu bilgisizliği, her şeyi etkisiz brakırdı; onun kafası
çok daha yüksek türden sorunlarla doluydu; bu görenekleşmiş ikiyüzlülüğe karşı kendisinde hiç eğilim görmezdi;
oysa, doktora göre bu ikiyüzlülük olmayınca, en ufak bir başarı elde etme olanağı yoktu yaşamda.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:107-8)
İkizler : Kadının göğüsleri (Argo)
“MAXINE - Ben böyleyim. Ne varmış halimde benim?
SHANNON - Sana söyledim gömleğini ilikle diye. İkizlerini göstermeye pek meraklısın herhalde,
düğmelerini iliklemiyorsun!”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:24)
İkizler burcu : ‘Boğa ile Yengeç’ arasındaki burç: 21 mayıs-21 haziran. YUNAN mitolojisine göre, Tanrılar
tanrısı Zeus ve Léda’nın ikiz oğulları: Castor ve Pollux adına, gösterdikleri kahramanlıklardan dolayı GirgentiSicilya’da bir tapınak yapılmıştı. Daha sonraları göğe yükselince, İkizler Burcu’nu oluşturdular.
“Ekselans, harabeleri ziyaret etmek için rehberlik edeceğim. Size Castor ve Pollux tapınağını,
Olimpos’lu Jupiter tapınağını, Junon Lucinienne tapınağını, antik kuyuyu, Théron’un mezarını ve Altın Kapıyı
göstereceğim.”
(A. France, “Sylvestre Bonnard’ın Suçu’, sa:46)
İkon; İkona : (HIRİST. MYTH.) :
işlenmiş kutsal sayılan resimleri
Hıristiyanlıkta, Hz. İsa, Hz. Meryem ve diğer Uluların tahta üzerine
“REQUEM I
Gündoğumunda götürdüler seni.
Bir ölü kaldırılıyormuşçasına, izledim seni.
Loş odada, çocuklar ağlaşıyordu.
İkonaların önünde mumlar eriyip akmıştı.”
(Anna Ahmatova<1889-1966>, “yaban balı özgürlük kokar”, sa:79)
“YENİDEN DOĞUŞ
-----------------------Yıllar, mevsimler boyu ben
Bir ikona taptım hep
Değiştirmeden.
Kayaları öpsem bile
Karşılaşırım alevleşen
Annemin hayaliyle”
(Voymir Asenov<d.1939>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
01.12.05)
“BULGARİSTAN
Upuzun anayolda gıcırdayan bir eşek arabası.
Altında güz, penes (*) saçıyor ve güneşin altında
bir dilenci.
Kilise mihrabı ve yüzüstü ikona hırsızları.
Bir çocuk ve ağzından diş yerine düşen sigara.
Sonsuzluğa dönük veranda - büsbütün delik
deşik
Çöp kovasını eşeliyor bir çocukla bir dede.”
(*) Altın taklidi sarı teneke pul
(Blaga Dimitrova<1922-2003>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
25.01.07)
“Burası kapkaranlıktı. İçeri girip arkasından kocaman anahtarla kapıyı kilitledi, fenerle katran
tenekesini yere bıraktı. Aziz Demetrius, başında parlak haresiyle mihrabın gölgesinde ona bakıyordu. Sıraların
çürümüş tahtaları arasında fareler cirit atıyorlardı. O kadar tedirgin olmayan ikonalar zifiri karanlıkta baş<lar>ını
döndürdüler.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:216)
İktidarı ele almak : Bir siyasi partinin, yasal ya da diğer yollarla, gereken çoğunluğa erişerek bir ülkenin
hükümetinin iktidarını ele geçirmesi
“-Olacak olacaak... Dinsizin hakkından imansız gelir!
-E, meşhur meseldir: Her firavun’un bir Musa’sı!
-Partimiz iktidarı alsın hele... İliğimizi, kanımızı kurutanların iliğini, kanını kurutacağız!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:145)
İla : İle, arasında
“... henüz yeterince para biriktiremediğini iddia ediyordu. Herkes gibi, birazcık daha dişini sıkıyordu.
Biraz daha para kazanmak için bekliyor, arzularını gerçekleştirmeyi erteliyordu; şimdi işi başından aşkındı, onu
bekleyenler vardı: gecesine üç yüz elli ila bin İsviçre Frangı ödeyebilen müşteriler.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:201)
İlacı olmak : Derdine deva olmak
“BENİ BAĞIŞLA
Beni bağışla, doyumsuzluğumu başına saldığım içn
Onca ilaçtan sonra, ey Besine sana doyumsuzum!
Ey dostum Besime sana güvenim sonsuz, ama
Kin beslemeden, vurdukça bu aşk kalbime!
İnsanların dedikleri ilaçtır bana,
Sen ve tanrı benim ilacım olacaksınız.”
(Cemil Besine<Cemil Bin Abdullah Bin Mamur el Azri el Kdaki><d.701M. 82H>-Metin Fındıkçı;
“Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 04.06.09)
İlaç için; İlaç olsun diye : Çok az
“... Halbuki öyle yıllar olurdu ki, ilaç için istesen, damla yağış düşmezdi.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:59)
“Koca Tarascon kenti her Pazar sabahı silahlanır. Tüfeğini omuzuna, çantasını sırtına alan, kent
duvarlarının dışına fırlar. Köpeklerin, yaban gelinciklerinin, boruların, borazanların gümbürtüsünden kulaklar
kapanır. Ama görülecek şeydir doğrusu. Ne yazık ki avlanacak yer yoktur, ilaç için olsun yoktur.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:12)
İlahi : 1) (DİN) Kutsal; Tanrısal; Çok güzel, mükemmel; Tanrı’yı övmek, ona dua etmek için yazılmış ve
makamla okunan uyaklı söz dizisi; 2) (Kollokial) Tanıdık kimselere bir itirazı tenkit olarak fakat samimiyetle
sormak: ‘Bu da nesi?’, ‘Bu ne hal’, ‘Ne tuhaf’, ‘Ayol, aman sen de!’ bağlamında
“O gece biz de yatakhanede ve hacılar konukevinde çan çalarak dolaşanlara uyandırıldık; içlerinde biri
hücre hücre dolaşıp Benedicamus Domino <Bendeikamus Domino=Efendimizi övelim> diye bağırıyor,
içerdekilerden her biri Deo gratias <Deo grasias=Tanrıya şükür olsun!> diye yanıtlıyordu onu.
William’la ben Benedikten usulüne uyduk: Yarım saatten az bir süre içinde yeni günü karşılamaya
hazırlandık; sonra rahiplere yere uzanmış, ilk on beş ilahiyi söyleyerek çömezlerin üstadlarının arkasından içeri
girmelerini bekledikleri koro yerine indik. Sonra herkes kendi yerine oturdu ve koro: Domine labia mea aperies
et os meum annuntiabit laudem tuam’ <Domine labya mea aperis et os meum anunsiabit lavdem tuam = Ulu
Tanrı, dudaklarımı aç ki, ağzım senin için övgüler dile getirsin.>ı söyledi. Sesleri bir çocuğun yakarışı gibi
kilisenin tonozlarına <Tonos, tonoz = Yunan mimarisinde, biçimi, alttan içbükey olmak üzere, taş ve tuğlayla
örülmüş, yarım silindir biçiminde tavan örtüsü> doğru yükseldi.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, Çev.: Şadan Karadeniz, sa:123)
“ ‘... zaten o yaştaki erkeklerin gönülleri çıra gibidir derler...’
‘Ahmet öyle çocuk değildir hanım. Ciddi, aklı başında bir gençtir...’
‘İlahi bey... dünyada aklı başında erkek var mı ki?’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:50)
“-Keyfime mi bakayım? İlahi İrfan Beyciğim, bende keyif kadı mı ki? Ayol, hastayım, ayol ben
bitkinim, ayol ben peruşanım <perişanım>, ayol ben genç yaşta verem olacağım!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:296)
İlan-ı aşk etmek : Sevgisini, tüm kalbi eli ve ağzında, ilan yoluyla ifade etmek
“Sanık bu hileyle H dairesine girmeyi başarır başarmaz kapıyı kapatır ve diz çöküp ellerini
kavuşturarak Sanita Huanca Salaverria’ya ilan-ı aşk etmeye başlar. Kız ancak o zaman kaygılanır. Gumercindo
Tello, kız tarafından romantik diye nitelenen bir dille, ondan arzularına ramolmasını (boyun eğmesini)
istemektedir.”
(M.V. Llosa, “Julia Teyze”, sa:102)
İlelebet : Sonsuza dek, namütenahi
“TAŞRADA GECE
***
Eğer kardeşsen bana şarkı söyle kadehin yanında,
ve ben önünde diz çökeyim.
Ah hayat ne güzel, selam, selam,
ilelebet seninleyim, ayrılmayacağım hiçbir zaman.”
(Titsian Tabidze-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 13.03.03)
İlenç; İlenmek : Beddua, kötü dilek; Birileri için kötü dileklerde bulunmak
“FENERLER
--------------Bu küfürler, yalvarışlar, bu ilenmeler
Çığlıklar, coşkular, yaşlar, Te Deum’lar bu,
Bin labirent dolaşan bir yankı yer yer;
Ölümlü yüreklerin tanrısal afyonu!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:39)
“ANNECİĞİM <1867>
Sen misin anne böyle inleyen
Sen misin üç yıl beni ilenen,
Ki berduş gizi geziyorum bak
İğrenç şeylerle karşılaşarak?”
(Hristo Botev<11848-1876>-Ahmen Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
02.02.06)
“Fatma erkekçe yere tükürdü. Sonra:
‘Boynu altında kalsın o Murat ağanın...’ dedi.
‘Ne ileniyorsun ona, bize bakıyor o.’
‘Nesine ileneyim, Allah ona etmiş edeceğini zaten...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Ekilmemiş Topraklar”, sa:173)
“MEKTUP
----------Varsın o, minik bir kelebeğin
kanatları gibi alazlasın
kanatlarımı en nihayet
Ne ileneceğim
ne de yerineceğim,
çünkü nasıl olsa bir gün
öleceğimi biliyorum elbet.”
(Nikola Vaptsarov<1909-1942>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
10.09.09)
İleri gelenler(i) : Bir yörenin eşrafı, zengin ve kudretli insanları
“Kapı kemerinde, şimdi otel levhasının altında kalan, ak mermer üstüne kabartma bir yazı varmış. O
zamanlar kasabanın ileri gelenlerinin doğan çocukları, ölen yakınları için tarihler düşürüp birkaç kuruş kazanan
bir yerli ozan...”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:10)
“Birkaç yıl önce Bursa’da, Çekirge’deki geniş bir apartman dairesinden çıkıp Bademli’deki bu villaya
yerleştiğinde, onu buraya çeken şey, bu sessizliğin vaat ettiği huzur olmuştu. Eski Mudanya yolunun üzerindeki
bu küçük köy, yeni Mudanya yolu açıldıktan sonra sapaya düşmüş, Bursa’nın ileri gelen zenginleri de buraya
birer ikişer villalar yaptırarak köye korunaklı, yalıtılmış lüks bir sayfiye görünümü kazandırmışlardı.”
(M. Mungan, “Kadından Kentler”, sa:56)
İleri geri (gezinmek, yürümek) : Sıkıntı ya da başka nedenlerle bir yerde duramamak, ileri geri yürümek,
gezinmek
“Hallward ayağa kalkarak bahçede ileri geri gezinmeye başladı. Biraz sonra gene geri geldi, ‘Harry,’
dedi. ‘Dorian Gray benim için yalnızca beni yaratıcılığa iten güdü.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa19)
İleri geri (konuşmak, söz söylemek) : Hakkında kötü şeyler söylemek, kırıcı ve yersiz konuşmak
PROMETHEUS
“Biliyordum bana bu bildiriyi getireceğini,
İleri geri konuşup kafamı şişireceğini.”
(Aiskhylos, “Zincire Vurulmuş Prometheus”, sa:89)
“Nasıl yani? Maria birden kendisine meydan okunduğunu hissetti. Ne hakla mesleği hakkında ileri geri
konuşurdu? Tamam, ne iş yaptığını tam olarak bilmiyordu, kuşkusuz basmakalıp bir fikirdi ileri sürdüğü, ama
onu yanıtsız bırakamazdı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:99)
“EUGENIO - Elinde rehin var, beklesin.
RIDOLFO - Peki, şerefiniz ne olacak? Bu geveze herifin hakkınızda ileri geri söz söylemesine izin
verecek misiniz? O öyle bir adamdır ki, bir işi yapmış olmakla öğünmek için yapar.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:53)
“Bu nedenle, vaftiz anasıyla evlendiğine kanaat getirilen bir Biscaya’lı (İspanya) ile, piliç yerken yağını
çıkaran iki Portekiz’liyi yakaladılar. Yemekten sonra da, üstat Pangloss’la çömezi Candide’i bağladılar. Biri ileri
geri konuşmuş, öteki de onaylayan bir edayla dinlemişti. İkisini de güneşin kendilerini hiçbir zaman rahatsız
etmeyeceği, son derece serin iki ayrı daireye götürdüler.”
(Voltaire, “Candide”, sa:32)
İleri gitmek : Haddini bilmemek, saygı sınırını aşmak
“Karşılıklı oturdular; Paul mektuptan söz etmek için yanıp tutuşuyordu ama iyi yetişmiş terbiyeli biri
olduğundan, ilk başta nezaketin gerektirdiği sözleri söyledi: ‘Bu sabah erken saate seni dinledim. Şu aktörü
tavşan gibi kovaladın.’
-Doğru, dedi Bernard. Belki biraz ileri gittim. Ama berbat keyifsizdim.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:153)
“Fakat kendisini her yerde, belirgin bir saygıyla karşılıyorlardı, kentin en ileri gelen adamları önce ona
selam veriyorlardı; hatta bir iki zevzek, ona senyör komutan diye seslenecek kadar ileri gitmişti.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:II, sa:64)
İleri sürmek : İddia, itham etmek; İddiada, yeni bir fikir ya da beyanda bulunmak
“Buna karşılık, Müslümanlar da Hz. Muhammed’in bir kolunun yanlarında olduğunu ileri sürmüşler, o
kolu kendilerine yol gösteren bir simge haline getirmişlerdi. İspanya, ülkenin denetimini yeniden ele
geçirdiğinde, militan tarikatlar soylular için büyük bir tehlike oluşturacak kadar güçlenmiş bulunuyorlardı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:28-9)
“Erkek çocukları ve özellikle Georges, Beethoven’den nefret eden ve oda müziğini her şeyin üstünde
tutan yorumculardı. Bu görüş ayrılıkları, tatlı bir dille, ‘Schweitzerler müzisyen doğmuşlardır,’ diyen
büyükbabamı rahatsız etmiyordu. Doğuşumdan sekiz gün sonra, bir kaşık şıngırtısından hoşlanmış gibi
göründüğümde, çok iyi bir kulağa sahip olduğumu ileri sürmüştü büyükbabam.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:45)
İler tutar yeri (kalmamak) olmamak : Güvenilmez (söz): döküntü, eski püskü (özellikle eşya için);
yorgunluktan perişan bir halde olmak
“Gece yine ilaçla uyumuştum, sabah uyandığımda bütün eklemlerim ağrıyordu. Kendimi kasmaktan ya
da üzüntüden olacak, iler tutar yerim kalmamıştı. Bu haber çıktığındanberi uyanınca ilk hissettiğim şey müthiş
bir moralsizlik, bir şeylerin kötü gittiği, bir felaket olduğuydu. Sonra bıçak gibi bir sızıyla olayı bilince
çıkarıyordum. O gün de öyle oldu. Yatağım ıslaktı. Gece ağlamış mıydım ne… Hiç fark etmemiştim.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:384)
“BEYAŞK
-----------Duru bir nakarat çınlıyor sabahın, gecenin ve baharın
yıkadığı dar sokakta,
Kapalı penceredeki sardunya geleceği sezinler gibi.
İşte o zaman dramın kahramanı beliriyor.
İler tutar yeri olmayan bu öyküyü sana neden
anlattığımı sorarsan
başladığım gibi sürdermeyi göze alamam.”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:90)
“Üstelik, gece yarısından sabaha kadar gürültü, patırdı, kavga, döğüş, at gibi dörtnala koşmakla vakit
geçirmiştim. Yorgunluktan iler tutar yerim kalmamıştı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:444)
İleşber : Rençber, işçi
(Anadolu lehçesi)
“Haçça, önülceğine ot ile mısır doldurup sırtına vurmuştu..... İçi rahattı. Çapa işi bitmişti bugün! ‘İşler
ağzını guş yuvaları gibi açtı.’ diye düşünüyordu. ‘Bundan sonra ileşberinki goştur allah goştur. Yunmak arınmak
haram olur gayri. Çoluk çocuk, kadın sulara hasret gideriz...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:35)
İlham perisi : Esinleme, yaratıcılığı tetikleyen sihirli an
“ ‘Neden bunu benden daha vakitlice istemedin?’ ‘İlham perisi geleceğin önceden haber vermiyor ki,’
dedim. ‘Ama dur bekle bakalım,’ dedi kadın, her zamanki gibi herhangi bir erkekten daha bilgiç edasıyla,
piyasayı şöyle adamakıllı bir yoklayabilmek için hiç değilse iki gün beklememi istedi.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:10)
İliği bok olmak : Köpek gibi yaltaklanmak, yalakalık etmek
“Sevmediği için de her fırsatta tersliyor, zaman zaman da işi hakarete vardırıyordu ama, herifin iliği mi
boktu ne, darılıp küseceğine büsbütün dört elle sarılıyor, ayaklarının altında bir köpek gibi yaltaklanıyordu. İyi
ama, yaltaklanmasa da dikilse, ikide birde lafına taş koysa daha mı iyiydi?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:165)
İliğine; İliğine kadar yalan söylemek; İliğine kemiğine işlemek : İçine işlemek, benliğini etkilemek,
vücudunu titretecek denli nüfuz etmek (soğuk); Halis, sapına kadar
Bk.: İliklerine kadar
“Sarsan, acı veren, yerden yere vuran, insanın iliğine kemiğine işleyen, dinleyeni, gücünü yeniden
toplaması ve kendini ona karşı savunması yıllar sürecek kadar etkileyen Karl Kraus, ‘konuşmacı’ Karl
Kraus’tu.”
(E. Canetti, Sözcüklerin Bilinci”, sa:53)
“Talihin bir cilvesiydi yaşananlar, duyudışı bilmenin sonucuydu; şimdi de iliğine işleyip onu ele
geçirmeye hazır olarak yüzeye çıkıyordu. Dinlerken kendini hafiflemiş, bomboş hissetti Hogarth, iradesinden,
hırslarından ya da arzularından, dahası hastasına duyduğu ilgiden yoksun kalmıştı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:82)
“EMILIA - Ah hanımım! Hiyanet, aşkın zaafından yararlanarak oyununu oynadı! Kocam o ihanet etti
diyor ha!
OTHELLO - Evet kadın kocan diyorum, sözcüğü anlamıyor musun? Benim dostom, senin kocan,
sürüst, namuslu Iago.
EMILIA - Eğer öyle diyorsa, kötü ruhu her gün yarım buğday başı çürüsün! İliğine kadar yalan
söylüyor. Desdomona iğrenç malına fazla düşkündü.”
(W. Shakespeare, “Othello”, sa:125)
“MANGAN - Bu kadında bir el var, bir dokundu mu adamın iliğine işliyor.
ELLIE - Bu kadar verip veriştirdik sana. Hala onu seviyor musun?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:84)
“İliğine kadar İngiliz olduğu halde bu vahşi manzaranın yüreğinin derinliklerinde coşku uyandırmasına
ve o geçitlere, o uzak tepelere, daha önce yalnızca keçilerle çobanların gittiği o yerlere bir başına yürüyüşler
tasarlayarak bakıp durmasına..... ve sokakların keskin kekre kokusunu arzuyla burnuna çekmesine kendi de
şaşıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:85-6)
“... yoksulluk, bir törpü gibi, gençliğinin ve yaşlılığının bütün tatlılığını ve yumuşaklığını alıp
götürmüştür; bedensel acılar, organlarına rahat vermemiştir; çektiği sıkıntılar iliğine, kemiğine işlemiştir..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, Cilt:II, ‘Dostoyevski’, sa:93)
“Ama oraların görünmez camdan evi andıran atmosferine girmiş her insanın gücü tükenir, yüksek ateş
-avuç avuç kinin yutulsa da sıtma yakaya yapışır- insanın iliğine işler.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:17)
İliğini (kanını) kurutmak : Çok üzmek, canından bezdirmek; Zararlı bir kimsenin, hastalığın sosyal
güçlüklerin ya da hataların üstesinden gelmek
“D. MARZIO - Ama çok nefis kestanedir. Onları ben bahçemde kuruttum.
LISAURA - Görüyorum ki kurutmakta çok ustasınız.
D. MARZIO - Nerden anladınız?
LISAURA - Çünkü benim de iliğimi kurutuyorsunuz.”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:69)
“-Olacak olacaak... Dinsizin hakkından imansız gelir!
-E, meşhur meseldir: Her firavun’un bir Musa’sı!
-Partimiz iktidarı alsın hele... İliğimizi, kanımızı kurutanların iliğini, kanını kurutacağız!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:145)
“PEYGAMBER DEVESİ
------------------------------Diyelim, bir sürgün kadar kırılganım
Diyelim, zaman sıkıvermiş suyumu, kurutmuş
İliklerime kadar beni, üstün beynime kadar,
Diyelim, özen gösteriyorum kontrollü, sakin olmaya,
Üçgen şeklindeki korkunç yüzüm
Korkutacak mı onu?”
(Ruth Miller<1919-1969>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.03.07)
İlik ilik şehvet : Üstünden başından şehvet akan
“Madem annesi ölmüş, karısı ayrılmak için dilekçe vermiş, karşısına ‘Baldız’ gibi ama halli mallı
üstelik ilik ilik şehvet bir kadın çıkmıştı, bu ‘Bacanak’ın ne diye ağzının kokusunu çekecekti?”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:83)
İlik’ler : (MYTH.,GNOST.,BİYO.) : G n o s t i k’ler arasında yaygın bir kurama göre, insan türü üçe ayrılır.
İlik’ler bunlardan biridir
“O üç insan tipi şunlardır: (1) İ l i k’ler, (2) P s i ş i k’ler, ve (3) P n ö m a t i k’ler (Bk!)
İ l i k’ler, ‘m a d d e’ anlamına gelen ‘hyle’ sözcüğünden gelir; varoluşun ‘maddi’ yönüne bağlı olup,
t i n s e l l i ğ e inanmazlar.”
(U. Ego, “Foucault Sarkacı”, Çev.: Şadan Karadeniz, Sözlükçe,613)
İlikleri boşalmak : Uzun süre cinsel ilişkide bulunmamaktan ötürü yeterli ‘fişek’ bulunmamak (Argo)
“ ‘Sen dönmekten haber ver; Yayan döneriz be, yürürüz!’ ‘Yok, o kadar uzun boylu değil! On beş
gündür yürüyorum ben, anam ağladı yollarda. Yürüyemem.’ ‘Eve dönüp iki fişek atmayı canın çekmez mi ulan?
Ne biçim adamsın?’ ‘Fişek atacak hal mi kaldı be. On beş gündür yürüyorum, diyorum sana. İliklerim boşaldı,
iliklerim. Uyumak istiyorum.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa.: 258)
İlikleri gevşemek : Çok rahatlamak, aşırı mutlu olmak
“-Ben de Piotr Aleksandroviç’in arkasından gidiyorum, Pederler. Bir daha da ayaklarıma kapansanız
size gelecek değilim. Bin papel gönderdim diye ilikleriniz gevşedi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:134)
İliklerine (dek) kadar (donmak, ıslanmak, işlemek, titremek, ürpermek, üşümek) : Tüm benliğiyle,
vücudunun tüm derinliğiyle hissederek
“Quinn, sağanak yağmurun altında, şemsiyesine karşın iliklerine kadar ıslanmış bir şekilde dairesine
döndü. İşlevler buraya kadarmış, diye düşündü. Sözcüklerin anlamı buraya kadarmış. Oturma odasında
şemsiyeyi hışımla yere attı. Sonra da ceketini çıkarıp duvara fırlattı. Her yere su saçıldı.”
(P. Auster, “Cam Kent”, -New York Üçlemesi 1-, sa:98)
“İki bilgi türü arasında ayrım yaparak bu paradoksu çözdüm. Ben İngilizceyi Erasmus’un Latince’yi
bildiği gibi, yani kitaplardan öğrenerek biliyorum; oysa bu dil çevremdeki insanların ‘iliklerine işlemiş’, dedim
kendi kendime. Benim anadilim olmadığı halde onların anadiliydi, bu dili analarının sütünü emerken içlerine
çekmişlerdi. <John.>”
(Auster, Paul-Coetzee, J.M.; “Şimdi ve Burada, Mektuplar 2008-2011), sa:78)
“MADRIGAL - Sizi üzüyorsa hatırlamamak daha iyi.
MAITLAND - Hatırlamamak mı? Ta iliklerine kadar işlemiş bir kere. Bugün bile bir aşağı, bir yukarı
dolaşınca aynı hali hissediyorum. Hele Madam öfkelenince, tıpkı o günlerdeki gibi yüreğimi korku kaplıyor.”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:28)
“BN. ROONEY - Çok Islandın mı?
B. ROONEY - İliklerime kadar.
BN. ROONEY - İliklerine mi?
B. ROONEY - Evet, iliklerime kadar. Taa içime kadar.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, Tüm Düşenler, sa:159)
“O talihsizlerin yakarışları ve çığlıkları arasında Oleron’un sayıklamalarını korku içinde dinliyordum.
Ama Oleron’un sesinde herhangi bir acıma duygusundan iz yoktu.
-Onlar gerçekle karşı karşıya geldiler ve gerçek onları parçaladı. Yine de gerçekleri göğüsleyebilecek
birileri vardır. Örneğpin ben gerçekle yüzyüze geldiğimde, onlar gibi çığlık ve mırıldanmalarla yanıt
vermeyeceğim. Ben şöyle söyleyeceğim: Selam, ben de içinizden biriyim ve sizin gibi, iliklerime kadar kötülüğü
istiyorum. Beni koruyun, böylece benden önce Caligula, Gilles de Rais, Cortez ve Kont Drakula’nın olduğu gibi,
sizin olacağım!”
(Stefano Benni, “Deniz Dibindeki Bar-Pelerinli Adamın Öyküsü”, sa:96)
“Bahar güneşi San Pietro Bazilikası’nın arkasında kalmış ve dev gibi bir gölge tüm meydanı hakimiyeti
altına almıştı. Langdon, Vittoria ile birlikte serin ve karanlık gölgenin altına doğru ilerlerken, iliklerine dek
ürperdiğini hissetti. Langdon kalabalığın arasından kıvrılırken, katil aralarında olabilir mi, diye önünden geçtiği
her yüzü inceliyordu.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:307-8)
“Ama ne yazık ki kışa girmek üzereydiler, ilkbahardan sonra kırgörünümü yapmak güçtü. Yine de
denedi, ve çabucak vazgeçti; soğuk iliklerine kadar işliyordu.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:30)
“Evet, Pazar günleri dans ederler. Elma şarabı içerler ve çalgıcı gayda çalar. Gayda, sizin
Bretonlarınızın dinsel bayramlarının yapıldığı yere giderken çaldıkları bir çalgıdır. Kederli bir çalgıdır bu İnsana
çok yakındır. Derin yankıları vardır..... Can sıkıntısı nedir, bilir misin? Morrina daha da beteridir. Bu, hiç bir
zaman var olmamış geçmişe duyulan özlemdir.... Hayır, Morrina’nın ne olduğunu anlayamazsın. Bunu anlamak
için tekdüze, sık, yoğun ve ince ince yağan; insanı iliklerine kadar ıslatan yağmur gerekir; tepeler üzerinde tüten
sis, melankolik ve sabırlı inekler gerekir; çok yakında bulunan, çağlayan ve tehdit eden okyanus gerekir; açlık,
yalnızlık ve sıkıntı gerekir. Bütün bunlar Morrina’nın başlangıcıdır ve Morrina benim bütün bölgemdir.”
(Michel del Castillo, “Gitar”, sa:19)
“Yabancı, derenin kıyısına vardığında, fırtınayla karışık yağmur başlamış, Chantal iliklerine kadar
ıslanmıştı.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:67)
“Öğleden sonra yağmur yağmaya başladı. Geçici bir sağnak olduğunu düşünerek bir çitin altına
sığındık. Ama yağmur dinmek bilmedi. Sonunda iliklerimize kadar ıslanmış bir vaziyette yola koyulduk. Bir
süre sonra bir birahaneye vardık.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:81)
“PETER CURMAN
-----------------------Her sözcük çağrışım yüklüdür; ringa balığı
deyin ve ben
İsveç’in yazıortası bayramını ve buğulu rakı
bardağımı düşüneyim.
Roslagen deyin, Calle Scheven’in dans edişi gelsin
gözlerimin önüne.
Dil yalnız beynimizde değil, iliklerimize işlemiş.”
(Peter Curman<d.1941>-Abdullah Gürgün; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.07.03)
“Bacağının birinde kocaman bir demir parçası paçavralarla sarılı olan bir adamdı bu! Ayakkabıları
param-parça olmuş, şapkasız başına eski püskü bir bez sarmıştı. İliklerine kadar sırılsıklam ıslanmış, baştan
aşağı çamurlara bulanmış, taşlardan, kayalardan bacakları yara-bere içinde kalmış, dört bir yanına dikenler
yapışmış, sırtındakiler çalı-çırpıya takılmaktan parça parça olmuş bir adam...”
(Ch. Dickens, “Büyük Umutlar”, sa:6)
“RUH - Beni görmek, sesimi işitmek ve yüzüme bakmak için soluk soluğa yalvarıyordun..... Sesi bana
kadar yansıyan ve bütün kuvvetiyle bana doğru koşan Faust, neredesin? Şimdi nefesimden ürkerek iliklerine
kadar titreyen ve korkudan çekilip büzülen şu solucan sen misin?”
“FAUST -... Ne felaket! Ne felaket!.... Bu bir tek zavallının felaketi benim iliklerime kadar işliyor ve
ruhumu kemiriyor... Halbuki sen, binlercesinin kötü sonucu karşısında, hiç istifini bozmadan sırıtıyorsun!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:29;236)
“Aklımın ucundan geçirmediğim bir manzaraydı bu! Düşmanım benden kaçıyordu. Şeytanım benden
korkmuştu! Bu sevinç ve şaşkınlığın iliklerime kadar işlediğini hissettim.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:58)
“Diz çöküp yalvaran ve annemsi bir sevecenlikle ricası geriye çevrilen bir aşık rolünü oynamama ramak
kaldığını düşündükçe, iliklerime kadar ürperiyordum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:65)
“Öğleden sonra hepimiz N.’yi aramaya çıkıyoruz. Bütün çevreyi araştırdık, tekrar tekrar N. diye
seslendik, hiçbir yanıt alamadık. Zaten ben de cevap beklemiyordum. Döndüğümüzde güneş batmıştı.
Sırılsıklam olmuş, iliklerimize kadar donmuştuk, fakat araştırmadan da hiçbir sonuç alamamıştık.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:91)
“Çoğu zaman gece yarısı kalkıyor, katı şartlar altında ezilen bu masum ve acı çeken insanların şükran
şarkılarını dinliyor; forsada ceza çekenlerin çoğunun Tanrı’ya karşı geldiklerini, küfür etmek için seslerini
gökyüzüne yükselttiklerini, bir zamanlar kendisinin bile gökyüzüne yumruklarını kaldırdığını düşündükçe
iliklerine kadar ürperip delirecek gibi oluyordu.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:II, sa:421)
“İLK GECE
Bu benim ilk gecem
Dışarıdaki yağmuru duyuyorum
Görüyorum çırpınan gölgesini ağaçların
Parmaklıklardan
Soğuk iliklerime işliyor
Yerler böcek ve pislik
Yalnızım,
Buraya kapadılar beni bu gece.
Çıt yok.”
(Salım Jabran<d.1938>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 25.04.04)
“OĞLUM İLGİZ’E
Sabah demeden, akşam demeden
Şaşırttı günü şu sis perdesi
İliklere işlemekte soğuk
Dışarda çılgın yağmuru sesi.”
(Mustafa Karim<d.1919>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 07.04.05)
“Doktor Salman Saminin soyu Kafkas sürgünlerindendi. Üç kuşaktır Kafkasya daha dillerinden
düşmüyordu. Kafkasyanın suyu, toprağı, karlı dağları üstüne çok şeyler biliniyor, evde herkes, şimdiye kadar
Çerkesce konuşuluyordu.. .. Kafkas destanları Anadolunun birçok yerlerine iskan edilmiş Çerkes oymaklarında
<boy> söyleniyordu…… Kafkas dağlarının pınarlarından da daha süt ve bal akıyordu. Son soluğunda, ‘aaah
Dağıstan’ demeden ölen hiçbir Çerkes görmemişti. Burada, bu kilisede ölen Çerkes delikanlıları, ‘Dağıstan,
Dağıstan, aaah Dağıstan, diye can vermişlerdi. Dağıstan o kadar iliklerine işlemişti ki, son solukta o da, aaah
Dağıstan, diye ölecekti. Eskisen, savaştan önce Kafkaslardan, Dağıstandan çok insan gelirdi İstanbula, kimi
okumaya, kimi işe, kimi akrabalarını görmeye. Ama gelenlerden hiçbiri İstanbulda kalmaz geriye dönerlerdi.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2, Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:492)
“ ‘Evimize milletvekilleri, bakanlar, başbakan, hatta cumhurreisi gelip gidecek. Şekerim şekerim. Kenar
mahallelik iliklerine işlemiş. Ben senin yerinde olsam, kocamın peşine takılacağıma, çıtı pıtı bir İngilizce
öğretmeni bulur...’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:248)
“Aile Reisi
------------on üçünde bir kız
yapılacak işleri çok.
Yemek artıkları, tüy döken martılar,
ıslak, yeni doğmuş yavrular.
------------Ay, iliklerine kadar üşümüş yıldızlar
habercisi olur yolculukların”
(Ingrid de Kok<d.1951>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.03.06)
“Oraya kadar nasıl sürüklendimi, bilmiyorum, ama sudakilerin gemiye tekrar binmeye neden bu kadar
istekli olduklarını biliyordum; su soğuktu; o kadar soğuktu ki acı veriyordu. Suya daldığım anda hissettiğim
sancı bir ateşinki kadar ani ve keskindi. İliklerime işliyordu.”
(J. London, “Deniz Kurdu”, sa:21)
“ ‘Ekimde gömülmek korkunç olmalı,’ dedi. Ama kocası ilgilenmedi. Pencereyi açtı. Ekim avluya
girmişti. Yeşilin keskin tonlarıyla fışkıran bitkilere, solucanların çamurda yaptığı tepeciklere dikkatle bakarken,
albay uğursuz ayı yine hissetti bağırsaklarında. ‘Rutubet iliklerime işledi,’ dedi.”
(G.G. Marquez, “Albaya Mektup Yazan Kimse Yok”, sa:6)
“Yağmurlu bir akşam, iliklerine kadar ıslak döndü eve; ertesi gün öksürmeye başladı; bir hafta öksürdü,
sonra yataklara düştü.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:19)
“1866 yılının ocak ayı... Yine insanı iliklerine kadar titreten soğuk günlerden biri... Vakit ikindi
olmasına rağmen ortalık kararmış... Scarlett annesinin küçük çalışma odasında...”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:II, sa:677)
“LAMBASI
Göz almayan, kullanışlı bir lamba; öbür ışıklara
yeğ tutuyor onu. Alevi, anın gereğine göre,
ozanın sonsuz ve açıklanmaz isteğinin
gereğine göre ayarlanıyor. En çok da,
geceleri iyice belirli bir varlığa
dönüşen yağ kokusu
geceleri, tek başına, iliklerine kadar işlemiş bir yorgunluk.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin-kavafis için on ki şiir”, sa:140)
“FRANTZ - İkimiz de karşı olduğumuz şeyleri yapmalıyız.
JOHANNA - Bu durumda sizi mahvetmeyi istemem mi gerekiyor?
FRANTZ - Gerçeği istemek için birbirimize yardım etmeliyiz.
JOHANNA (Aynı tavırla.) - Siz asla gerçeği istemezsiniz. Yalan iliklerinize işlemiş.”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:272-3)
“Markizi hemen hemen aynı derecede şaşırtan safça bir özellik de şu oldu: Cizvitlerin kendisine
öğrettikleri bütün dinsel bilgileri Fabrice ciddiye almıştı. Bizzat kendisi çok dindar olmasına karşın, çocuğunun
bağnazlığı markizi iliklerine kadar ürpertti.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:30)
“Hep bir ağızdan şarkılar söyleyerek ırmağa doğru yürüdüler. Suda debelenip çığlık atan, oynaşan
kızlar batıdan koyu, alçak bir bulutun yükseldiğini, güneşin bir kapanıp bir açıldığını, ortalığı çiçek ve kayın
yaprağı kokusu sardığını, göğün gürlemeye başladığını neden sonra fark ettiler. Yağmur başlayıp da onları
iliklerine ıslatıncaya kadar zor giyindiler.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:115)
“Her yanda, üstünde ölü yapraklar yüzen su birikintileri görülüyor, bu birikintilerde koca koca hava
kabarcıkları, durmadan beliriyor, durmadan patlayıp yitiyordu. Yolda, geçilmez bir çamur vardı. Oda içinde,
giysi altında bile soğuk iliklerimize işliyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:74)
“HANNAH -... O soğuk, sevgisiz otel odasında hemen hemen kendinizi olduğu kadar o kadını da hor
görmenize yol açan o olay var ya Bay Shannon. Daha sonra kadına öylesine kibar davranmışsınız ki, eminim
ondan aldığınız küçük zevkin karşılığı olarak ona gösterdiğiniz kılı kırk yararcasına küçük incelikler onu
iliklerine kadar titretmiştir.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, s.116)
“Bu arada, pencerenin yanında dururken her yanını saran olağandışı bir karıncalaşma ve titreşmenin
ayırdına vardı, sanki üzerlerinde bir esinti ya da beceriksiz parmaklar gezinen binlerce telden oluşmuştu. Bir
ayak parmakları ürperiyordu, bir ilikleri. Leğen kemiğinin oralardan çok garip duyumlar geliyordu. Saçları
diken diken oluyordu. Kolları, yirmi yıl kadar çınlayıp tıngırdayacak telgraf telleri gibi çınlayıp tıngırdıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:158)
“Fehmi Gülmez, dostunun karakol ve kışla serüvenininin başka türlü de sonuçlanmış olabileceğini
düşünerek titriyor, onu daha sabahtan denetim altına almadığı için kendini suçlamaya başlıyordu. Sıra
üstteğmenin naylon torbaya ilişkin uyarısına gelince, Fehmi Gülmez iliklerine dek ürperdi.”
(T. Yücel, “Peygamberin Son Beş Günü”, sa:178)
İliklerine kadar utanmak, utandırılmak : Şeref ve itibarı son derece zedelenmek
“Kendininkilerden atılmıştır, kendi içine geri gönderilmştir, bağrundaki o cehenneme: yıkılmış ruhuyla,
iliklerine kadar utandırılmış, aşağılanmış olarak Berlin’e döner. Birkaç ay ayağında eski püskü ayakkabılar, üstü
başı perişan sürünür ortalarda..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Kleist’, Cilt:I, sa:62)
İliklerine kadar yorulmak : Son derece yorulmak, bitap düşmek
“Ama iki saat sonra balık ağır ağır dönmekteydi hala, ihtiyar adam terden sırsıklam olmuş, iliklerine
kadar yorulmuştu. Ama çemberler daha küçüktü şimdi, ipin suya girişinden anlaşıldığına göre, yüzerken boyuna
yükselmişti balık.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:70)
İlişmek : Dokunmak, cinsel tacizde bulunmak; Sataşmak; Sandalya ya da koltuğun kenarına şöylecene iğreti
oturmak
“Kadınlar eski zaman geleneklerine uyarak arkada bize hizmet etmek üzere ayakta bekliyorlardı,
bizimle birlikte yemeğe oturmuyorlardı. Yine de arada sırada Kerkira bir an iskemleye ilişiyor, bizim
konuşmalarımızı dinlerken tatlı içkiden bir lokma alıyordu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:371)
“ ‘Mehmet, Nuriye!’ diye kaba kaba bağırdı bir ses. Beybam, sigarasından bir nefes daha aldı, izmariti
yere attı ve ayakkabısıyla çiğnedi. Sonra, her ikimiz de ellerimizden çekerek bir odaya adeta sürükledi. Sol
tarafta odundan yapılı bir sıraya iliştik. Tepede, iri yakalı, koca giysili, gözlüklü, saçları aklaşmış biri oturuyordu.
Hakim Amca bu olmalıydı herhalde.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:7)
“Sonra da Kudret’e göz kırptı:
-Bu kıza iliştin mi?
-Yok vallaha... niye sordun?
-Evlenme teklif edeceğim de!
-Çüüş! Demişti İdris.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:278)
İlk Adam : Hazreti Adem; Herhangi coğrafik bir yerleşimde o yereyin ilk sakinleri
“... bu unutuş toprağının <Cezayir, XIX. y.y.’ın sonunda Avrupa’dan gelen göçmenler> üzerinde yılların
karanlığında yol alırken, patlama sırasında can çekişen annesinin yüzünü de yüreğini burkan bir tatlılık ve
kederle yeniden görüyordu. Herkes ‘ilk adam’dı bu unutuş toprağında, kendisi de tek başına kendi kendini
yetiştirmiş, babasız yetişmiş, babanın, dinleyecek yaşa gelmesini bekledikten sonra, ailesinin gizini, ya da eski
bir acıyı, ya da yaşam deneyimini anlatmak üzere yanına çağırdığı şu anları, gülünç ve iğrenç Polonius’un bile
Laerte’yle konuşurken (Hamlet) birdenbire büyüyüverdiği şu anları hiç tanımamıştı.”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:154)
İlk aile babası : Adem
“ ‘İlk Aile Babasının ’ (Adem) karşısında ‘Lucia’ (Siracusa’lı din kurbanı ermiş kadın) oturmaktadır, o Lucia ki,
sen uçuruma yuvarlanmak üzere alnını eğdiğin zaman sana hanımını göndermişti.”
(D. Allighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:III ‘Cennet’, sa:242)
İlk ayak atmak : İlk kez gitmek
“Ara sıra bir bardak şarap içmeye alışıktım, ama durup dururken bir meyhaneye de ilk ayak atışımdı
bu.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:40)
İlkbahar :
Doğa’nın yeniden yeşerdiği, canlandığı, ruha ruh kattığı mevsim
“ ‘Büyük Perhiz’ gelmiş, onu Pskalya izlemişti; tarlalarda geziniyordum. Dünya cennet, toprak
yemyeşil olmuştu; Olmpos’un karları güneşte parlıyordu; kırlangıçlar geri dönmüş, havada, dokuma tezgahının
melekleri gibi ilkbaharı dokuyorlardı. Küçük beyaz ve sarı aban çiçekleri ufacık başlarıyla toprağı kaldırıyor,
onlar da yukarki dünyayı görmek için güneşe çıkıyorlardı.......... Çiçekli tarlalar içinde geziniyordum, çevremde
zamanla mekanı, tatlı bir sarhoşluk değiştirmekteydi; Yunanistan değil bu... Hissettim ki Filistin’de geziyorum,
taze ilkbahar toprağı üzerinde İsa’nın bıraktığı izler hala taptaze farkediyorum ve çevremde kutsal dağlar,
Karmel, Gelvoe, Thabor yükselmekteydi. Ve şu, ne topraktan fışkırıp bir boy gösteren buğdaydır, ne de şunlar,
Manisa lalesidir; bunlar topraktan fışkıran İsa’dır, onu kanıdır...! ”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:233)
İlk elden : Yeni, yepyeni; Sahibinden; İlk duyan-konuşan-yapan kimse; (Mec.) Kız-oğlan-kız
“Hiç ölen yok. Genç bir televizyon muhabirinin ise şansı yaver gitmiş, yanından geçerken gözü
kamerasına takılan bir yaya ona, ana kraliçeninki ile tıpatıp aynı olan bir olayı ilk elden anlatmıştı, ‘Gece
yarısına ramak kalmıştı,’ diye sözlerine başladı, ‘can çekişir gibi görünen büyübabam, saat kulesinin son
vuruşundan biraz önce birdenbire gözlerini açtı, atacağı adımdan adeta pişman olmuş gibiydi ve ölmedi.’ ”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:13-4)
İlk gece hakkı : (LAT.☺ <jus primae noctis> Evlenmek üzere olan bir genç kızın başından geçen, İlkeller’den
başlayıp Ortaçağ boyunca da bu konuda geçerli olan birtakım seremonilere verilen isim.
Bk.: Zifaf gecesi
“Bir kız mı evleniyor, anne ve baba imago’sundan kopması ve baba imago’sunu <imaj> kocasının
üzerine yansıtması istenir. Kızın babasından kopmasını sağlamak için, eskiden Babil’de de özel bir seremoni
uygulanırdı. Tapınak orospululuğu seremonisiydi bu; seremoni uyarınca, namuslu ailelerin kızları, tapınağı
ziyarete gelip belki sonradan bir daha o yöreye yolları düşmeyecek yabancı bir erkeğe kendilerini peşkeş çeker
ve geceyi onunla geçirirdi. Ortaçağ’da bizim burada da benzeri bir seremoniye başvurulduğunu görmekteyiz. ‘İlk
gece hakkı’ denen bu töre uyarınca, evlenecek köle kızlar, zifaf geceleri efendileri olan derebeyin koynunda
geçirirdi. Tapınak orospuluğu seremonisi, evlenecek kızda, evlenmek istediği erkeğin imago’suyla çalışan etkin
bir imago’nun doğmasını sağlardı. Dolayısıyla, ilerde evlilik yaşamında birtakım düzensizlikler başgösterdiğinde
kızda kendini açığa vuracak bir ‘gerileme’ <regresyon> ye gidip baba imago’suna kadar uzanmıyor, tapınakta
bir gece koynunda yattığı o yabancıya, bilinmedik ülkelerden gelmiş bir sevgiliyle sınırlı kalıyordu.”
(C.G. Jung, “Analitik Psikolojinin Temel İlkeleri”, sa:210)
İlkgençlik : Delikanlılığın başlangıcı
“... kendisine ilkgençliğinden beri hayal ettiği biçimde sarılacak biriyle dans etmek istiyordu. Gözü,
beyaz giysisiyle arkadaşının arasında hemen göze çarpan şık bir delikanlıdaydı. Oğlanlar sohbete daldıkları için
valsin başladığının farkında bile değillerdi. Birkaç adım ötedeki mavi giysili genç bir kızın içlerinden birine
özlemle baktığını da fark etmemişlerdi.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:100)
İlk göz ağrısı : İlk Sevgili.
“BAYAN - Ben öyle görüyorum ki, bu kız ona ders verir. Bu gibi hallerde bütün erkekler budaladırlar.
Her halde bu da, kendisinin ilk gözağrısı olduğunu sanıyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:87)
-Kolay mı? İlk göz ağrısı.”
(M. Mungan, “Bir Garip Orhan Veli”, sa:65)
“SARMAŞ DOLAŞ <Epik Şiirler, 1902>
----------------------Aşkım benim, ilk gözağrım, acı nereye kadar,
Babam, anan aşkımıza kara çalı olmuşlar.
Gerçek sözle, gerçek aşktan dönülür mü geriye?
İki gerçek aşık kalbi ayırmaz ölüm bile!”
(Penço Slaveykov<1866-1912>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
16.02.06)
İlk günah : Adem ile Havva’nın, Cennette iken izinsiz ‘elma’ yiyip Cennet’ten kovulmaları
“Neden sürekli İlk Günah’tan ötürü yakınıp dururuz? İlk günah yüzünden değil, Hayat Ağacı’ndan
ötürü kovulduk Cennet’ten, onun yemişlerinden yemeyelim diye.” ….. “Sadece Bilgi Ağacı’nın yemişlerini
yediğimiz için değil. Hayat Ağacı’nın yemişlerinden hala yemediğimiz için günahkarız. İçinde bulunduğumuz
durumdan dolayı günahkarız. İlk Günah’tan değil.” ….. “İlk Günah’tan beri ‘İyi’ ve ‘Kötü’yü ayırt etme
yeteneğimiz aşağı yukarı birbirine eşittir; ama yine de bu konuda hemcinslerimizden üstünlüğümüzü burada
ararız. Ama gerçekte bu İyi ve Kötü bilgisinin çok ötesinde gerçek farklılıklar başlar. Bunun aksi bir görünüm
olması şuna dayanıyor: Kimsa sadece bilmekle hoşnut olmaz, aynı zamanda bilgisine uygun olarak davranmak
ister. Ancak, bunu yapabilecek güçte donatılmamıştır.”
(F. Kafka, “Aforizmalar”, No.:82, sa:54; No.:83, sa:55; No.86, sa:56)
İlkin : İlk önce
“Başkanın yanındaki bay: ‘İşinizden çıkarıldınız mı?’ diye sordu ilkin. Bu soru hemen bütün öbür
sorular gibi pek yalındı, karşıdakini faka bastırıcı bir yanı yoktu; üstelik verilen cevaplar başka ara sorularla
denetlenmiyordu; ama yine de bay gözlerini açarak bu soruları dile getirişi..... insanı dikkatli ve çekingen
davranmaya zorluyordu.”
(F. Kafka, “Kayıp” <Amerika>, sa:313)
İlkokula başlamak : Çocukluğun, yıllar boyu anne-baba bağımlılığından kurtulup, sosyal yaşamda kendinin
gelişmesi için gereksinimi olduğu bilgi, iletişim, ahlak, etik ve moral konularında seçenekler yapacağı >semiindenpendent: yarı bağımsızlık> devresine başlamak
“Daima büyülü olan gözlerim, içi bal ve arı dolu uğultulu beynim, başımda kırmızı bir takke,
ayaklarımda kırmızı ponponlu çarıklarımla, bir sabah, yarı sevinçli, yarı heyecanlı bir halde ola çıktım; elimden
babam tutuyordu. Annem bana, koklayıp da gayrete geleyim diye bir dal fesleğen vermiş, boynuma da vaftizime
ait altın istavrozumu asmıştı. ‘Tanrı’nın ve benim hayır duamız...’ diye mırıldandı va bana gözleriyle süzerek
baktı. .......... “Babam eğildi, saçlarıma dokundu, beni okşadı; hopladım... Çünkü beni okşamış olduğunu hiç
hatırlamıyordum; gözlerimi kaldırdım ve korkuyla ona baktım. ‘Burada okuyacaksın, dedi, adam olacaksın;
istavroz çıkar...’ Öğretmen eşikte göründü; elinde uzun bir değnek vardı; bana korkunç, iri dişliymiş gibi
göründü. Gözlerimi, boynuzları var mı diye başının üst tarafına diktim, ama göremedim, çünkü şapkası vardı.
Babam ona: ‘Bu oğlumdur,’ dedi. Elim babamın elinden kurtuldu ve babam beni öğretmene teslim etti: ‘Eti
senin, kemiği benim,’ dedi. ‘Ona acıma, döv, adam et.’ Öğretmen: ‘Sen merak etme, Kapetan Mihalis!’ dedi;
‘insanı adam eden alet burada!’ ve değneği gösterdi......... O da bizi, acımadan döverdi ve hepimiz, öğretmen de,
öğrenciler de fazla sopa ile adam olacağımız zamanı beklerdik.’ ”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:47)
İlk sefer : Hayatta ilk kez yapılan şey; argo’da ilk gez girişilen cinsel akt
“Kız senin ilk seferin olduğunu, en ufak bir deneyimin olmadığın ı bildiği için sevecen ve sabırlı
davranıyor, onun iyi bir insan olduğunu düşünüyorsun ve eğer düzüşme faslına hemen geçmek istiyorsa hiç
sorun değil, oyunu onun kurallarıyla oynamaya dünden razısın, çünkü sen çoktan hazıırsın, onu soyunurken
gördüğün andan beri ereksiyon halindesin…”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa:45)
İlkyaz : İlkbahar
“YAZICI
-----------
İlkyaz geldiğinde
penceresinin altında
yüz beyaz taşın
öfkeli alevçiçeklerine
dönüştüğünü duyar.”
(P. Auster<1947>, “duvar yazısı”, sa:17)
“DÖRT ANA ÖĞE <Ebedi ve Kutsal, 1927>
----------------------Durdurabilir misin, ilkyazda öfkeyle kabaran,
buzlarını kıran köprü ayaklarını vura vura,
yatağında taşarak ne ev tanıyan, ne bahçe, ne hayvan
önüne ne geldiyse sürükleyip götüren Bistriztza ırmağını
doğduğun kentte?”
(Elizaveta Bagriyana-Kemal Özer/Gülşah Özer; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
24.04.03)
“köylü kızı
köylü kızı
ilkyazda kırlar
çiçeklenmeye başlıyor
bakışlarında
toplıyorken sen kayıtsızca
giysisini sabahın”
(Shabbir Banoobhai<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.10.06)
“GÖRÜNÜM
---------------Ne güzeldir, doğarken, sislerle karışık
Gökyüzünde yıldız ve pencerede ışık,
Kömür dumanları havaya yükselirken,
Aydan aşağı soğuk bir büyü gelirken.
İlkyazları görürüm, yazları, güzleri;
Derken usul karlarla örtünce kış yeri,
Kapatırım pancuru, perdeyi gider de,
Sırça saraylarımı kurarım içerde.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:167)
“Doğacık
Sallandı mı
Birbirine karışır
Bu ilkyazın incecik kamışında”
(F.H. Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak”, sa:31)
“BİR MAPUSANE TÜRKÜSÜ
-------------------------------------Her bahar göğün kapılarında
Şarkılar okudu tarla kuşları,
Apak bulutlar geçti habersiz
Aşıklığımdan, şairliğimden.
İlkyaz yağmurları bensiz yağdı
Ve ebemkuşağı açtı bensiz.”
(Hasan İzzettin Dinamo<1909-1989>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:40)
“GAZEL
--------ilkyaz sağanağı gibisin ve pencerenin uykusunu
vesvese darbeleriyle darmadağın ediyorsun”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-yeniden doğuş”, sa:62)
“Haplarımızı kendimiz yaparız. Burnumuz havada değil. İlkyaz gelince çiçek tohumu satmaktan
çekinmez; ek olarak ayakkabı ve şekerleme ticareti de yapmaktan kaçınmayız.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:31)
“Bahçenin yanı başında bahçeden de küçük bir yer vardı, bir uzu gidip göle dayanırdı. Kırık dökük iki fıçı,
birkaç tahta ve birkaç kazık dururdu burada. Aşağıdaki gölde ise bizim bizim küçük sandalımız yatar, birkaç yılda bir
kalafatlanıp ziftlenirdi. Bu işin yapıldığı günler bir daha çıkmayacak gibi kazındı belleğime: İlkyazda sıcak öğle
sonralarıydı, kükürt sarısı limon kelebekleri güneşin altında sersem sepet dolanır, yağ gibi kaygan, mavi ve durgun göl
hafifçe ışıldar, incecik bir pus dağların koruklarını kuşatır, fazla geniş olmayan taşlı alan zift ve yağlıboya kokusundan
geçilmezdi.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:14)
“UZUN SÜRE YAŞADIĞIM BİR YERE
Sende geçti ilkyazım.
Tanrı bilir, öğrenmiyorum senden!
Ama korkunçtu görünüm
hep gözler önünde geçen
o yorgun volta atmalarımız
kemerleri altında dehlizlerin”
(José Hierro<1922-2002>-Yıldız Ersoy Canpolat; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
20.03.03)
“Ey benim şehlevendim <boylu boslu güzel>, şahbazım <gösterişli, yiğit; İri doğan kuşu>, ilkbaharım,
ilkyazım, dudakları kirazım, İrfancığım!
Bilmiş olasın ki, senin o mah cemalini ne kadar göresim ve yüzümü o pamucuk ellerine süresim geldi.
Nah, inan olsun, Rana şahittir; evde, sokakta, her yanda senin ismini, cismini sayıklamıyorsam nimet beni
çarpsın, iki gözlerim önüme aksın...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:271)
“C.L.R. JAMES’E ÖVGÜ
<Bir Büyük Afrika’lı,
Bir Büyük Özgürlük Savaşçısı>
-------------------------------Bizden doğuyor öncesiz düşler de
Biz kalkıyoruz şiddetli bir uykudan
aşkın yankılarıyla
Bizim klanımız kutsanıyor bin nehirle
Geçerek bir engin sabahı çalınıyor
Sesimiz yeniden hep yeniden
Açılıyor gözlerimiz şükretmek için ona
Biz getirdik onuu geriye, ilkyaz bahçemize”
(Mazisi Kunene<1930-2006>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 22.03.07)
“Georges Duportin şunu da ekledi: ‘İnsan ne de kolay tuzağa düşüyor. İlkin hiç evlenmemeyi aklına
koymuştur. Sonra, ilkyaz gelir, kır gezmesine gidilir; hava sıcaktır; ilkyaz güzel, çayırlar çiçeklenmiştir.....;
tanıdıkların evinde bir kıza raslanır... Ne sihirdir ne keramet, iş olup bitiverir. Sonunda evli dönülür.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Karım”, sa:100)
“ŞEMSİYELİLER
İncecik bir ilkyaz yağmuru
Altında yürüyen şemsiyeliler
O kadar güveniyoruz ki birbirimize
Dinip dinmediğini anlamak için yağmurun
Bakacağımız yerde bir cama, bir su birikintisine
Bakıyoruz birbirimizin şemsiyesine.”
(Kemal Özer<d.1935>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:240)
“YUNANLILARIN ÖYKÜSÜ VII
------------------------------------İlkyazın kucağında uyuyan yedi öksüz
ve gözlerinde can çekişen bir kartal.
Ta yukarlarda, çam ormanından ötede,
geniş dut yaprağında toza dönüşen serçe pisliği gibi,
güneşte kuruyor Ayi Yannis Kilisesi.”
(Y. Ritsos<1909-1990>, “bir mayıs günü bırakıp gittin”, sa:49)
“Mevsim ilkyaz idi. Soğuğun saldırısı dinmiş, gülün saltanatı başlamıştı...
‘Ağaçların yapraklardan gömleği
Mutluların bayramlığı gibiydi...
Celali takvimde ikinci aydı,
Dallarda bülbül şakımaktaydı...
Güle çiy düşmüştü, inciler gibi,
Öfkeli yarin yüzünde, ter gibi...’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:28)
“İlkyazın alacakaranlığında
parıldıyor dolunay:
sanki bir sunağın başında
çevreleniyor kızlar”
(Sappho<İ.Ö.610-580>, “neden gene deli gönlünü çelen”, sa:37)
“Onda yaşar bu kutsal saatleri geçmişin:
Sevgilim allı pullu değil, yalınkat, berrak;
Kimseden yeşil almaz kendi ilkyazı için,
Göz boyamağa kalkmaz eskileri soyarak…”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:68, sa:177)
“AĞIT ÜZERİNE
--------------------Sönüp giden o insanlar, bizi terkeden
bazı şeyleri de götürürler birlikte. Gün batımı
ya da uzun süren güneş tutulmasına benzer ölüm
budur tek kötü yanı. Bir tanyeri
eşlik etseydi ölüme, yanısıra gelseydi ilkyazın”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman, Ali Çeviker; “Şiir Atlası-Cevat Çapan”, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
“Barış
belki bir sis bulutunun dağılışı
belki güneşin acıkması
bir çocuğun gözlerindeki gökyüzü
ilkyazın tomurcuklarını bırakışı kalbimize
bir dervişin ten kokusu
kuytumuzda bir kuşun inleyişi
bir bahar gibi şımarması ruhlarımızın
ve ansızın bir çiçeğin gülümseyişi”
(Engin Turgut; “Ayın Şiiri”, Arif Damar, Cumhuriyet, 08.07.04)
“Serin yağmurlarıyla, birden açan sarı çiçekleriyle ilkyaz geldiğinde, mavi gölgede duran ete bakarken
çocukken güneşin nasıl doğduğunu, kırlangıçların kanatlarını nasıl çimenlere sürüyüp uçtuklarını, Bernard’ın
kurduğu tümceleri ansıyorum <anımsıyorum> ve kayın ağaçlarının iskeletten kökleri üzerinde oynaşan ışıklar
saçıp göğün mavisini parçalayan yapraklar kat kat, apaydınlık, sallandı, hıçkırıklarla oturduğum yerde. Güvercin
havalandı. Fırladım yerimden, koştum sözcüklerin ardından...”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:149)
“İnsanın şu sıralar ilkyaza olan özlemlerini bir düşünmesi yeter. Haftalarca bekledin, hafif esintilerle en
son karların ağaç dallarından düştüğünü, ıslak damların donuk güneşte nasıl parladığını gördün, rüzgarın her
geçen gün nasıl bir daha ılık estiğini hissettini sevindin ve çok mutlu oldun….. Ve sana ilkyazı getiren veya seni
bir gün ve bir gecede ilkyaza götüren ne büyük mucizedir o… Sen nasıl istersen. Uzanıp yatağına gözlerini
kapatıyorsum ve ertesi ssbah baharı karşında buluyorsun. Doğa her şeyiyle hazır bekliyor.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine”, sa:25)
İll (worse, the worst) : (TIP, İNG.) <il> : Hasta, rahatsız; kötü, en kötü; ters, meşum, uğursuz; sert, acı,
haksız, çirkin; fenalık, zarar; hastalık, acı; fena surette, güçlükle; i.-adapted : uymayan, uygun gelmeyen;
i.-advised : ihtiyatsız, tedbirsiz, yanlış tavsiye edilmiş; i. at ease : huzursuz, içi rahat değil, meraklı; i.-bred :
terbiyesiz; i.-conditioned : fena huylu, tabiatlı; (TIP) Habis, fena halde; i.-disposed : kötü huylu, tertipsiz,
düzensiz; i.-favored : çirkin; i.-fated : talihsiz, uğursuz; i.-gotten : kötülükle kazanılmış; i.-humored : kötü
huylu, huysuz, çirkin tabiatlı; i.-judged : tedbirisiz, düşüncesiz; i.-looking : hasta görünüşlü, çirkin yüzlü:
i.-mannered : terbiyesiz, kaba; i.-natured : huysuz, ters, serkeş; i.-omened : uğursuz; i.-provided :
tedariksiz; i.-requited : değeri verilmemiş, kıymeti bilinmemiş; i-starred : bahtı kara, talihsiz; i.-tempered :
huysuz, hırçın; i.-timed : vakitsiz, yalnış zamana ayarlanmış, mevsimsiz; i.-treat : kötü muamele etmek; i.-use
: fena, kötü muamele etmek; i.-will : kötü niyet, garez, kin; do an i. turn to one : birine kötülük et! : it’s an i.
wind that blows nobody good : içinden hiç bir iyilik çıkmayan felaket yoktur; her işte (şer’de) bir hayır vardır;
take i.: fena karşılamak, bir şeye gücenmek
(Yeni Redhouse Lügati, sa:518)
İlla, İlla ki, İlle (de) : Mutlak surette, öylecesine; isterim de isterim, ısrarla
“İyiler hep dışarı gitti. Bunlar bize kaldı. Sanki biz insan değiliz. Bizim kibar garsonlara ihtiyacımız
yok sanki. İlle dışarı gidecekler. Şoförler de öyle. Hele o tamirciler!..”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:36)
“-Satılık değil demiş adam önce, nazlanmış; bunun gibisini bir daha bulamam demiş. Olurdu olmazdı
derken sonunda yumuşamış. Herif bir at parası aldı benden diyor Tahsin Bey.
-Ne adam be!
-İlle yenecek.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:116)
“İlle de şuyum buyum eksik olmasın diye bir derdim yoktu, yoksulluktan da korkmuyordum. Tek
istediğim, becerebileceğime inandığım işi yapma fırsatını yakalamaktı.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:7-8)
“ ‘Takma kafana, Jack,’ dedi. ‘Bir öneride bulundular diye, bunu ille de kabul etmemiz gerekmez.
Kibar olmak gerek. Bize söyleyecek bir sözleri varsa, biz de dinlemek nezaketini göstermek zorundayız.’ ”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:104)
“ ‘Yoooo... İlle ırzı gırık Muhtarın oğlu, Deli Haceli’nin gardaşıyla, gol gola dakıp köy içinde bana
çalım satacaklar. Derelerde depelerde ufacık çocukları elleyip kirletecekler. Harımlarda, harmanlarda aylak
aylak dolaşıp milletin malına ziyan verecekler!...’
‘Boyları devrilsin! Yüzülesi yüzlerini yerler gizlesin!...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:181)
“İyi bilirim ki, nitelikli çamaşır zevki insanın ayaklarının ille de kirli olmasını gerektirmez. Biçem de,
poplin kumaş gibi, mayasılı <egzema, cilt hastalığı>gizler çoğu zaman. Eninde sonunda kem küm edenler de
temiz değildir diyerek avutuyorum kendimi. Elbette, ardıç rakısı <cin> içelim yine.”
(A. Camus, “Düşüş”, sa:8)
“ ‘Bizim kayınbiraderin oğlu var ya... Sana anlatırdım ‘sinema delisi’ diye. Liseyi yarıda bırakıp
televizyona kapılandı bu yıl. Başıma bu işi açan işte o. Zorladı, ‘İlle çıkacaksın,’ dedi. Birçok kadın çağırmışlar,
konuşsunlar diye.’ ”
(P. Celal, “Melahat Hanım’ın Düzenli Yaşamı”, sa:37)
“Kuşlar, maymunlar ve tilkilere uygulanan babalık testleri, bu türlerin evliliğe çok benzeyen bir
toplumsal ilişki geliştirmiş olmasının ille de birbirlerine sadık kaldıkları anlamına gelmediğini gösteriyor.
Vakaların yüzde yetmişinde, dünyaya gelen yavruların babalarının eşler değil, başka erkekler olduğu görülüyor.”
(P. Coelho, “Kazanan Yalnızdır”, sa:24-5)
“... ama onun gözünde yalnızca bir tek kadın vardı: Arles’da boğa güreşi alanında rasladığı, kadifeler,
dantelalar içinde bir Arles’lı kız.. Başlangıçta bu ilişki, çiftlikte pek hoş görülmedi. Kıza oynak diyorlardı. Anası
babası da memleketten değildi. Ama Jan, ille de kızı isterim, diye tutturdu.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:45)
“Yol masrafı çok tutmuyordu; bayanlar Alyoşa’nın ölen velinimetinin ailesi Avrupa’ya giderken hatıra
olarak verdikleri saati rehine koymasına izin vermediler. Bolca para verdiler, ayrıca yeni bir kat elbise ve
çamaşır aldılar. Fakat Alyoşa paranın yarısnı geri vererek ille üçüncü mevkide seyahat edeceğini söyledi.
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:25)
“KOMİSER - Defol! (Kapıya doğru itekler.)
DELİ - Tanrım! Sizin hepinizde, nevrasteni başgösterdi anlaşılan.Yeter, ama önce şu deli, deminden
beri döne dolaşa sizi arıyor ‘ille de suratının ortasına patlatacağım’ diye fır dönüyor.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:20)
“LUNARDO - Gitti sonunda. İyilikle bir şeyi elde etmenin olanağı yok ki.. İlle bağırıp çağırmak
gerek.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:27)
“Son defa Doktorla Edvarda’ya tesadüf ettiği yerde, belki birine raslarım diye düşünüürdüm. Olur a,
yine orada gezmeye çıkmışlardır, belki, belki de aksi. Ama ben niçin ille bu ikisini düşünüyordum. Birkaç
kartavuğu vurdum, birini hemen kızarttım. Aisopos’u bağladım.”
(K. Hamsun, “Pan”, sa:26)
“Bir zamanlar rahmetli babamın kullandığı eski eldivenleri pençelerime geçirmeyi kendime
yedirememiştim. Hep şehirde satılan çocuk eldivenlerindeydi gözüm. Babacığım haşlanmış bezelyeye bile sesini
çıkarmaz, oturur afiyetle yerdi; bense ağzıma koymazdım bezelyeyi, ille tavuk, kaz falan gelecek önüme.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:2, sa:134)
“... Çoğunun aklında hep New York vardır. Waco, Hot Spring, Paris ya da Londra gibi yerlerin adını
duymuşlardır ama buraların var olduğuna inanmazlar bile. İlle de NewYork diye düşünürler.”
(O. Henry, “viki soda”, sa:138)
“MADELEINE - Ona ille de vaftiz babasının adını yazacağız diye tutturmuşlar! Görüyorsunuz işte, bir
yanlışlık olmuş.
POSTACI - (Mektubu inceleyerek.) Doğru, bayım, hakkınız var.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1 ”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:64-5)
“İlle üçüncü mevki vagonla dönmek istiyordu. Ağlaya bayıla, saç baş yolarak ikinciye zor razı
edebildiler. Tren dolu idi; bulabildikleri tek yeri Nebile’ye veren ana baba yolculuğu koridorda, heybeler,
bavullar, torbalar üzerinde yaptı.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:181)
“Zebedi Baba uzaklaşmasını seyretti.
‘Çocuklarım karın ağrısı,’ dedi koca kafasını sallayarak. ‘Biri alabildiğine yumuşak ve sofu çıktı,
ötekiyse domuz gibi inatçı. Gittiği ya da durduğu yerde ille de kavga çıkarır. Karın ağrısı, hiçbiri bir baltaya sap
olmadı.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:143)
“-Tanınmış bir aileden değilim. Vaktiyle, peder merhum burada askerlik yapmış. Yerli bir kızla
evlenmiş, yani anamla. Tapu kayıtlarına baktıracağım. Bana kalsa adımımı bile atmazdım ya, anam yaşlı kadın...
tutturdu, illa git, bak tapu’ya, benim orda babadan, dededen kalan bir şeylerim var mı diye.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:221)
“Kimisi pınar başında
Kimisi yolun dışında
Al giyen on beş yaşında
İlle mavili mavili
Köroğlu’m der ki nolacak
Takdir yerini bulacak
Mavilim kaldı kalacak
İlle mavili mavili”
(Köroğlu - Prof.Dr. K. Mehmet Fuat, “Türk Sazşairlerine Ait Metinler ve Tetkikler <IV>”, sa:56)
“ ‘Bilgisayarla çalışıyorum Stanley, bir de renkli kalemlerle!’
‘En yakın kız arkadaşım harika karakterler tasarlıyor ve onlara hayal veriyor, bilgisayar kullansın ya
da kullanmasın, o bir desinatör enfografist değil; illa tartışacaksın değil mi?’ ”
(M. Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:11)
“Bazen üstüne oturduğu koltukta, sonu gelmez bir tüy toplama işlemine girişmiş bulurdu kendini.
Eskimiş, lacivert, kadife koltuktaki her mikroskobik beyaz noktayı toplamak gibi sonsuz bir uğraşa dalardı.
Mutfak rafındaki bardaklar illa ki belli bir sıraya göre durmalıydı, tabaklar da öyle…”
(Ö.Z. Livaneli, “Bir Kedi, Bir Adam, Bir Ölüm”, sa:15)
“Tık... Kapandı telefon. Bu da aynı, diye geçirdim içimden. Bir gün dediklerimi değil, demek
istediklerimi anlayacak bir erkek çıkmayacak mı karşıma! Hava kötü dediğimde sadece havadan söz etmediğimi
anlamak bu kadar zor mu? İlle de, ben bu hayattan bıktım, türünde sözler mi etmeliyim? İşim çok dediğimde,
bana sahip çıkacak bir erkeğe ihtiyaç duyduğumu anlayacak biri...”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:14-5)
“Ama eğer bütün bunlar mümkünse, en azından gerçekleşmesi için ufacık bir ihtimal de olsa, o halde ne
pahasına olursa olsun bir şeyler yapılmalı. Bu tedirgin edici düşüncelere kapılan herhangi bir kimse bu ihmal
edilen şeylerin birinden başlamak zorundadır; herhangi biri olabilir; illa buna en uygun kişi olması da
gerekmez..... Evet yazmalıdır, bunun sonu bu olacak.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:53)
“Kız, gösteri günlerinde, işitme mesafesinde seyirciler olduğu anlar dışında ona asla Şalimar
dememesine, doğduğunda verilen adı yeğlemesine karşın kendi adını hiç sevmez, ‘Benim adım çamur,’ derdi,
‘çamur, toz toprak, taş ve ben bu ismi reddediyorum,’ diyerek illa ‘Bunyi’ diye çağrılmak isterdi.”
(S. Rushdie, “Soytarı Şalimar”, sa:64)
“ELLIE - Acaba Mr. Mangan’la evlensem mi?
KAPTAN, başını kaldırmadan. - İlle bir kayaya toslayıp batmak istiyorsan, ha biri olmuş ha öbürü.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:99)
“-İlle tutturdu. Anadolu’ya geçecek... Bereket versin Nuri Usta tersledi. ‘Orada subay kıtlığına kıran
girmedi. Şimdi bize gemi kahvecisi lazım’ dedi de zaptetti. Ama hiç umudum yok!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:145)
“... Sermürettip <Başdizgici> Behram Efendi, şişeyi bitirmediyse, ‘İlle bir yudum çek!’ diye diretir. ‘İyi
gelir mi bu namussuz bronşite... Susuz rakı?’ Suratını buruşturdu. Son günlerde, Doktor Münir Bey’e gitmeyi
düşünmeye başlamıştı kara kara...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:253)
“Levin kızararak:
-Sahi mi? dedi. Konuyu değiştirmek için ekledi hemen: İster misiniz, iki inek yollayayım size?
Karşılığını ille de vermek istiyorsanız -utanmazsanız-aylık beşer rubleden parasını verirsiniz.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:513)
“Dorian, ‘Keyfin ne olduğunu ben biliyorum!’ diye atıldı... ‘Birine tapınmak.’
Lord Henry meyveleri evirip çevirerek, ‘Evet, bu tapılmaktan yeğdir,’ diye yanıtladı. ‘Tapılmak can
sıkıntısıdır. İnsanoğlu tanrılarına nasıl davranırsa kadınlar da bize öyle davranırlar. Tapınırlar bize, ille onlar için
bir şeyler yapalım diye dürtükleyip dururlar.’ ”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:94)
“SHANNON -... Kalk kemiğimin üstünden, yoksa kıracaksın. İlle de bir şey kırmak istiyorsan başım
için biraz buz kır. (Bardağından bir parça buz çıkaran Maxine berikinin alnına sürer.) Ah. Tanrım...
MAXINE (Gülerek.) - Ha, demek pilici yedin diye şu kart tavuklar cıyak cıyak ötüyorlar, ha,
Shannon?”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:19)
“… kısacası, tam istenen türden bir vatandaş olduğunu kolaylıkla kanıtlayabilir, ama yüz metre ötede
bir polis görse, hemen yan sokağa sapar. Ben de böyleyim işte: durumum ne denli sağlam olursa olsun, polisi
gördüm mü kırarım kirişi. Bununla kalsa gene iyi! Benim kaçacağım polisin ille de polis kılığında olması
gerekmez: kılığına bakmadan kaçarım ben polisten!”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:8)
İllet; İllet etmek; İllete tutulmak : Musibet, kötülük,Hastalık; Olumsuz ekilemek; Hasta olmak, amansız bir
hastalığa tutulmak
“-... Manastırdan kaçalı, Papa’nın aforozuna uğrayalı on beş yıl oluyor...
-Kaçtın ha? Vay ana...
-Şimdi ben birşeye inanmam. Fakat, din bir illet gibi insanın kanına bir defa girerse bir daha
çıkmıyor.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:109)
“..... Bir şeyi amaçlamak, ırmaklar gibi sürükleyip götürüyor beni, Asya gibi büyüyor o amaç. Elbette,
bu illet Oedipus’da da var.. Elbette bu yüzden. Herkül de acı çekti mi? Gerçekten?... Çünkü Herkül’ün yaptığı
gibi, Tanrıyla dövüşmek acı verir. Bu yaşamın özentisinin ortasındaki ölümsüzlük de, onu paylaşmak da bir
illettir. Ama bir adamın her tarafı çillerle, bedeni baştan başa lekelerle doluysa, bu da illettir.”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:123)
“Kodesten çıkan adamla iki sarhoş berduşun arasında tam orta yerde, duvar kenarında değil ama
koridorun tam ortasında yaşı kırktan fazla olmayan, bayağı hoş bir bayan duruyordu; elinde dişilikle ışıl ışıl
ışıldayan bir tebessümle gelen geçene uzattığı kırmızı bir kumbara tutuyordu; kumbaranın üstünde bir yazı
okunuyordu: Cüzamlılara yardım edin. Kadın giysilerinin şıklığıyla etrafıyla tam bir tezat oluşturuyordu ve
heyecanlı hali koridorun loşluğunu bir fener gibi aydınlatıyordu. Çok belli ki, onun varlığı iş günlerini orada
geçirmeye alışmış dilencileri illet ediyordu ve müzisyenin ayakları dibine bırakılan trompet, böylesine adaletsiz
bir rekabet karşısında teslimiyetin çok anlamlı bir ifadesiydi.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:185-6)
“Büyüdükleri zaman yazar olmak isteyen çocukların, bu yazı yazma illetinin ne doymak bilmez bir
ömür törpüsü olduğunu şimdiden anlamaları için bile olasa anlatmaya değer, garip bir yaratıcılık deneyimi oldu
bu.”
(G.G. Marquez, “On İki Gezici Öykü”, -Önsöz-)
“MALCOLM -... Bu iyi hükümdarın büyük bir mucizesi: buraya geldiğimden biri bir çok kez bu
mucizesini gördüm. Tanrıya ne türlü yalvarıyor, kendi bilir: amma illete tutulmuş, şiş ve yara içinde, bakmaya
insan yüreği dayanmayan, hekimlikçe ümidi kalmayan insanları iyi ediyor….. Bu işitilmedik kudretinden başka,
geleceği haber vermek de onda Tanrı vergisi.”
(W. Shakespeare, “Macbeth”, sa:75)
“Uysal bir hasta gibi, zehir zıkkım ilacı
İçerim, andım var bu illetten kurtulmaya
Umursamam - ekşiyse ekşi, acıyca acı;
Yeter ki düzeleyim: razıyım çift cezaya.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:111, sa:263)
İlle velakin : Ama, her şeyden önce
“-... Benim öğretmenlerim kendi öz kızlarım demektir. İlle velakin gayet ciddi olmalı. Bir tanesi
geçenlerde bir halt yiyecek olduydu. Tövbeler olsun, Milli Eğitim Müdürü’ne sormadan pasaportunu eline
verdim, kapı dışarı ettim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:247-8)
“Nihayet Nazım, alay için son bir hamle olarak Etem’e çıkıştı:
-Sen, karışık, bulanık, berbat, sütü bozuk bir herife benziyorsun be!...
Etem fena halde kızdı:
-Onu sen affedersin beyağa! Ben belki karışık bir adamım, ille velakin berbat, sütü bozuk bir adam
değilim. Senin anlayacağın ben, mert bir adamım.. mert!...”
(O. Cemal Kaygılı, “çingeneler”, sa:121)
İlluminati : 1776’da, Bavyera’da Adam Weishaupt adlı bir hukuk profesörü tarafından, insanüstü düzeyde
bilgeye sahip olmanın insana bir “Yüce Kaynak” tarafından bahşedildiğini iddia ederek kurulan, üstün
zekalıların üye olabildikleri, gizemli bir tarikat.
“Weishaupt, Almanya’da Ingolstadt Üniversitesi’nde Kilise Hukuku öğretiyordu. Daha önce bir Cizvit
papazı olmak için araştırmalar yapmıştı ve Papa XIV. Clement, 1773’de Cizvitleri kiliseden men ettikten sonra
Katolik Kilisesine öfkelenmişti. Kendisini ‘kadim <eski> sırlara’ adamış olduğu için, Tarikatında ‘zaman’
göstergesi olarak Pers takvimini kullanıyordu.
Weishaupt şunları söyler: ‘Bizim Tarikatımızın büyük gücü, gizlilikte yatar. Bırakın kendi adıyla
hiçbir yerde asla görülmesin, her zaman başka bir adla ve başka bir uğraşla gizlensin. Hiçbiri Farmasonluğun alt
üç derecesinden daha uygun değildir; halk ona alışkındır, ondan pek bir şey beklemez, bu nedenle de pek dikkat
çekmez. Bunun yanında, b i l g i l i ya da y a z ı n s a l bir topluluk biçimi bizim amacımıza en uygun
olanıdır...Okuyan topluluklar ve abone olarak kütüphaneler kurarak... halkın zihnini amaçladığımız yola
döndürebiliriz.....Keyfi ahlak doğruluğu yüzünden kötü olması dışında insan kötü değildir. İnsan din, devlet ve
kötü örnekler onu yoldan saptırdığı için kötüdür. Sonunda neden insanın dini olduğunda, sorun çözülecektir.’
Weishaupt, İlluminati’nin piramit şeklindeki komuta zincirini şu şekilde anlatmıştır: ‘Benim hemen
altımda bütün ruhumu ve şevkimi aşıladığım iki kişi var, o ikisinin hemen altında da iki kişi daha, böyle devam
ediyor. Böylece, en basit şekilde bin kişiyi harekete geçirebiliyorum ve yine bu şekilde emirler bildirilmek ve
politikalar üstünde çalışılmak durumunda.’ Bavyera güvenlik kuvvetleri localarına baskın düzenleyip gizli
belgelerine el koyana kadar İllumaniti’nin yapısı tamamen gizliydi. O baskından sonra, Tarikat, 1783’de yasadışı
ilan edildi. Topluluğa karşı olan yasa sonunda, istemeden de olsa felsefenin yayılmasına yol açtı, çünkü Avrupa
ve Amerika’da yeni İlluminati locaları açıldı. 1790’lı yıllarla birlikte, İlluminati’nin Almanya’daki etkinliği sona
erdi, ama küresel bir örgüt haline gelmişti.”
(Michael Benson, “Gizli Topluluklar Sözlüğü”, sa:107-8)
İltifat yağmak : Çok methedilmek, aşırı beğenilmek
“Bütün bakışlar üzerinde toplandı, arkasından da iltifatlar yağmaya başladı hepsinden.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:II, sa:65)
İltimas : Kayırma, layık olmadan daha üst makamlara yüceltilmek; geçer not almadan -karşılığı her ne olursa
olsun- sınıf geçirme v.b. kurallara aykırı giderek taraflı olma
“Keşke bu ülkeye karşı daha hoşgörülü olmaya, onu olduğu gibi kabullenmeye, seni ikna edebilseler.
Burası her zaman bir hizipleşme, kargaşa, iltimas, adam kayırmacılık, rüşvet ülkesi olacak. Ama ayni zamanda
ehli keyifliğin, insan sıcaklığının, gönül zenginliğinin ülkesi. Ve senin en sahici dostlarının ülkesi.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:60)
İm, İmi timi belli olmamak : Simge, belirti, gösterge, belirleyici nitelik.; Niteliksiz, ne olduğu nereye gittiği
belirli olmayan
“Bunların içinde her yıl buraya gelen, mevsimlik gelenler olduğu gibi, bir kere gözüküp, bir daha imi
timi bellisiz olanlar da vardır. Bizim balıkçılar bunlara kızmazlar, bir şey söylemezler, gani gönüllüdürler.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:242)
“Davullar çalındı... Büyük bir toy düğün oldu. Durmuş Ali bile hasta haline bakmadaan oyun oynadı.
Sonra bir sabah erkenden toptan çakırdikenliğe gidip ateş verdiler. İnce Memedden bir daha haber alınmadı. İmi
timi belirsiz oldu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, sa:422)
“ ‘Beyaz kol diz üzerinde dinlendiğinde, bir üçgen o; şimdi dimdik bir sütun, şimdi akan bir çeşme.
Hiçbir belirti göstermiyor, hiçbir im göndermiyor, bizi görmüyor. Arkasında deniz kükrüyor. Uzanamayacağımız
bir yerlerde. Ama oraya atılıyorum ben.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:104)
İmago : (Lat.): Eski Romalılar’da balmumundan yapılmış heykel; (Zool.): Tümüyle gelişmiş, kanatlanmış
böcek; (Fig.): Şekil, imaj, benzer etkisi, aynı değerde; (Litt.): Freud’un ilk yayımladığı psikanaliz dergisi’nin
adı
“Bir kız mı evleniyor, anne ve baba imago’sundan kopması ve baba imago’sunu <imaj> kocasının
üzerine yansıtması istenir. Kızın babasından kopmasını sağlamak için, eskiden Babil’de de özel bir seremoni
uygulanırdı. Tapınak orospululuğu seremonisiydi bu; seremoni uyarınca, namuslu ailelerin kızları, tapınağı
ziyarete gelip belki sonradan bir daha o yöreye yolları düşmeyecek yabancı bir erkeğe kendilerini peşkeş çeker
ve geceyi onunla geçirirdi. Ortaçağ’da bizim burada da benzeri bir seremoniye başvurulduğunu görmekteyiz. ‘İlk
gece hakkı’ <jus primae noctis> denen bu töre uyarınca, evlenecek köle kızlar, zifaf geceleri efendileri olan
derebeyin koynunda geçirirdi. Tapınak orospuluğu seremonisi, evlenecek kızda, evlenmek istediği erkeğin
imago’suyla çalışan etkin bir imago’nun doğmasını sağlardı. Dolayısıyla, ilerde evlilik yaşamında birtakım
düzensizlikler başgösterdiğinde kızda kendini açığa vuracak bir ‘gerileme’ (regresyon) to gidip baba imago’suna
kadar uzanmıyor, tapınakta bir gece koynunda yattığı o yabancıya, bilinmedik ülkelerden gelmiş bir sevgiliyle
sınırlı kalıyordu.”
(C.G. Jung, “Analitik Psikolojinin Temel İlkeleri”, sa:210)
İmam sakalı koyvermek : Dini bir görünüşe bürünmek için çeneden aşağı koyverilen sakal
“Bu süslü oymalı taş mezarlardan ötürüü candarmalı bir okuyup yazmış kalabalığı geliverdi bir ara.
İçlerinden bizim kız çeyizlerinin damatlık verisi olan bürümcük ipekten mintanlığı kendine fistan dikinmiş bir
tazeyle imam sakalı koyuvermiş ağzından hoşça kesim ağızlığı ayrılmaz tütün içici kocası vardı.”
(Füruzan, “gecenin öteki yüzü”, sa:12)
İman etmek : Tanrı sözüne inanır gibi inanmak; Müslüman olmak, kelimei şahadet getirmek
“Ülkemizde her alanda yasalara ve yasa değişikliklerine duyulan gereksinim, epey sık dile getiilir. Yeni
bir yasanın çıkarılmasıyla ya da yasa değişikliğinin yapılmasıyla her şeyin de çözümlenmiş olduğuna neredeyse
‘iman’ edilmiştir.”
(A. Cemal, “İnsana Dönmek”, sa:26)
İmanı gevremek : Fiziksel ve ruhsal canındana bezmek, bitap düşmek, çok yorulmak, üzülmek
“ ‘Keyfinden demiyorsun emme, ben de meteliğe kurşun atıyorum. Güz gelince bir tosun alayım
diyorum. Yedi yıldır borç ödeye ödeye imanım gevredi.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:90)
“LOPAHİN - Benim de Harkov’a gitmem gerek. Sizinle aynı trende olacağız. Bütün kış Harkov’da
kalacağım. Burada çene çalıp durduk, işsizlikten imanımız gevredi. İşsiz kalamam ben, işsiz kalınca ne
yapacağımı, ellerimi nereye koyacağımı bilemiyorum. Sanki yabancı ülkeden gelmiş insanlar gibi, tuhaf tuhaf
çene çalıp duruyorsunuz.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:162)
“Zavallı ak keşişler! Féte-Dieu gününde yapılan dinsel alayda, zavallılar, benizleri solmuş, kavun
karpuzla geçinmekten imanları gevremiş, yamalı harmaniler içinde geçerlerdi.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:75)
“Zenginlerin gezme mevsimi bu mevsim değildir. Bahar, ya da sonbahardır. Bu sıcakta, bu tıklım tıklım
otobüste gitmezler. Başka bir memur olsalar, gene çıkmazlar... Memurun bir aylık bir tatili var, yorulmuş, imanı
gevremiştir. Onu da evinde geçirir.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:153)
“... İçiniz rahat etsin. Adam değişmemiş ve değişmeyecek! Bir göçmen gibi, bizden gitmiş gerçek bir
göçmen gibi, güneşte, yağmur altında, her mevsimde gece gündüz demeden çalışıyor, imanı gevriyor...”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:58)
İmanı gibi bilmek : Kendinden son derece emin olmak
“Kezban asıl katilin Eseoğlu olduğunu imanı gibi biliyordu. Fakat asıl vuranı yakalattırıp onun teşvik
ettiğini söyletecek, ikisini darağacına sallandıracaktı. Ya sallandırmazlarsa..”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:242)
İmansızlar bölüğü : Kıskanç ve haset insan (rakip) topluluğu; kötü niyetli dedikoducu bir grup insan
“Ah, neden yaşar sanki sevgilim illetlerle?
Varlığıyla şenlenir imansızlar bölüğü...
Günahın ekmeğine neden yağ sürer böyle
Süslenip püslenerek kol gezen kötülüğü?”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:67, sa:175)
İmansız Thomas : Hz. İsa’nın Oniki Havarisi’nden biri olup, ustasının dirilişine inanmadaığı için ‘imansız’
lakabını kazanmıştır. Bu nedenle, ancak emin olduktan sonra bir şeye inananların sembolü haline gelmiştir.
“Gün ağarınca, kadın alelacele kalkıp giyindi, yavaşça kapıyı açtı ve dışarı çıktı; ben sırt üstü yatağa
uzandım, gözlerimi kapadım ve ağlamaya başladım. Fakat bu yaşlar hücremde döktüklerime benzemiyordu,
onlar zehir gibi acıydı, bunlarda anlatılamayacak bir tat vardı. Çünkü Tanrı’nın odama girdiğini ve eli yastığıma
doğru eğildiğini hissediyordum; emindim, elimi uzatsam ona dokunacaktım. Ama ben, İmansız Thomas değilim,
ona dokunmak için parmağımı uzatmaya ihtiyacım yoktu. Bana da bu güveni kadın vermişti, tekrar ediyorum,
ibadet ve oruç değil, kadın verdi; Tanrı’yı odama o getirdi, sağ olsun!.”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:222-3)
İman tahtası, İman tahtasından kurşunlamak, vurmak; İman tahtası kararmak : Göğüs kemiği, göğüsten
kurşunla vurmak; İmanından şüpheye düşmek, imanı zayıflamak
“Yine de, bu kez Musa’nın işlerine yüce Tanrının vereceği vakit saat yoktur, derim. Bu, benle Musa’nın
arasında bir iş. Yola girecek, ölümüne kalımına. Bakma sen beni bura insanın ele geçmelerine. Cumadan cumaya
iman tahtaları kararmadan inanıp namaza varan bu adamlar neyin nesine kötülük etmiş olsunlar ki böylesine
ucuzuna hırp diye elden çıkıveriyorlar.”
(Füruzan, “gecenin öbür yüzü”, sa:11)
“- Durunuz! Kerem ediniz! Alıp gittiniz mi, ne hacet! Bizi iman tahtasından kurşunlayınız daha iyi...
Din kardeşliği hiç mi kalmadı?
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:238)
İmdadına yetişmek : Yardıma gereksinimi olan birine ivedilikle koşmak
“BUCAK MÜDÜRÜ - Ne oldu? Söyle!
KADIN - Nefesim tıkanıyor. Bana bir papaz bulun! Allah rızası için imdadıma yetişin!”
(H. Ibsen, “Brand”, sa:43)
İmdi : Şimdi
“İmdi: (Aman Yarabbi, bu imdi sözcüğünü ne tuhaf bir eda ile söylüyordu!) Sana bir kısmet de çıkar
inşallah. Burada bir hanım öğretmen vardı. Arife Hocanım. Ceza Reisi kendisine nikah etti. Şimdi, bir eli yağda,
bir eli balda. Darısı senin başına.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:149)
İmece : Özellikle kırsal kesimde, belirli bir yörede, çiftçilerin ekim, harman, meyve toplama vb. yıllıkmevsimsel işlerini, sırayla, birbirlerine tardım ederek daha kolay ve kollektif bir şekilde bitirebilmeleri
“Bu arada yalnızlıktan canı sıkıldığı için olsa gerek birkaç tanıdığını çağırıp ev yapmaları için teşvik
etmiş. İnsanlar gelip, onunki kadar büyük olmayan evler yapmışlar. Adam, gelenlerden arazi parası falan
istememiş. Zaten doğal malzemeler kullanılarak imece usulü yapılan, adanın ormanlarından yararlanılarak ortaya
çıkarılan kütükten evler için dışarıdan çok az malzeme getirilmiş. Herkes eşine dostuna söyleye söyleye ada kırk
eve ulaşmış.”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:9)
İmi timi belirsiz (bellisiz) olmak :
Kim olduğu, ne olduğu,niteliği, nereye gittiği, yeri yurdu belli olmamak
“Bunların içinde her yıl buraya gelen, mevsimlik gelenler olduğu gibi, bir kere gözüküp, bir daha imi
timi bellisiz olanlar da vardır. Bizim balıkçılar bunlara kızmazlar, bir şey söylemezler, gani gönüllüdürler.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:242)
“Davullar çalındı... Büyük bir toy düğün oldu. Durmuş Ali bile hasta haline bakmadaan oyun oynadı.
Sonra bir sabah erkenden toptan çakırdikenliğe gidip ateş verdiler. İnce Memedden bir daha haber alınmadı. İmi
timi belirsiz oldu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, sa:422)
impiety : (DAVR.,KOLL.,DİN,İNG.) <im’paiti> : -isim- Allaha karşı hürmetsizlik; dinsizce hareket;
başkalarına karşı sevgisizlik veya saygısızlık; impious : -sıfat- Allaha karşı saygısız, kafir; impish <im’piş>
: Cin gibi, şeytan gibi
İmşa olmak : (ROMAN’ca: Gizli kapaklı, rümuzla konuşmanın farkında olmak, çakmak; eli, parmağı içinde
olmak, ciddiyetle taraf olmak; ne olup bittiğinin bilincinde olmak
“Tam bu aralık Etem, işin farkına varmış olmalı ki, belinden çözülmüş olan vişne çürüğü kuşağını
dolayarak yanımıza sokuldu ve kıza çıkıştı:
-İmşa’yım! Karışmam ha! Küçük Bey benim yabancım değil; bizi birbirimizden sen değil, senin
sülalen gelse ayıramaz. Hem bilirsin, bana derler, bizimkiler Gavur Etem, sizinkiler Duman Etem... Amasya’nın
bardağı, biri olmazsa biri daha... Ben, bizim küçük beyi kapınca Ayvansaray’a aşırmasını da bilirim...
-Aman Etem ağa, bakma sen kızın lakırdısına, o cahildir be! Aldırma sen!
-Hah şüyle <şöyle>... aldırma, cambaza bak!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:153)
İmza günü : Eseri basılmış yazarın promosyonu için yayıncı ya da başka bir kurum tarafından özel bir gün ve
saat verilerek kamunyaa ücretsiz davetiye çıkarılması
“Marie, Mikhail’in koluna girip kapıya yöneliyor. Kitapçıda hala imza gününe gelemeyen okurlar için
imzalanmayı bekleyen bir yığın kitap var, ama ben ertesi gün de uğramaya söz veriyorum. Bacaklarım titriyor,
kalbim küt küt atıyor; buna rağmen her şey yolundaymış gibi, imza gününün harika geçmesi nedeniyle
memnun...”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:82)
İmzasını atmak, basmak : Aynı kanıda olduğunu tasdik etmek, aynı görüşe sahip olmak; Doğruyu söylemek,
yemin etmek
“Washington’da kendimize düzinelerle giyecek satın almış, şimdi de bu soylu kişiler arasında
günümüzü gün ediyorduk. Herhalde o bakla tarlasında öldürülmüş olacağız, çünkü asla teslim olmadık. Bu
sözümün altına yemin eder imzamı basarım.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:251)
İnada bindirmek : İnatla iddia etmek, inatta bile bile ısrar etmek
Bk.: İnadı tutmak
“... yalnız kendini düşünüyordu, çünkü yanlız kendini tanıyordu, şimdi de isteyen kabul eder, istemeyen
kabul etmez diyordu. Başka bir deyişle, o da işi inada bindirmişti. Ama o bunu göze alabilirdi.”
(A. Camus, “Sürgün ve Krallık”, sa:50)
İnadı tutmak : İnatla ısrar etmek, ne şekilde hareket edeceği konusunda çok kararlı olmak
Bk.: İnatçılığı üstünde olmak
“EUGENIO - Lanet olsun, hiç şansım yok. Hepsini kaybettim. Bir kakao uğruna on zekkino
kaybettim.....Beni kandırarak oyuna sokmak, bütün paralarımı dolandırmak, sonra da verdiğim söze güven
beslememek? Şimdi artık inadım tuttu; yarın sabaha kadar oynamak isterim.”
(A. Goldoni, “Kahvehane”, sa:58)
“... Benim de inadım tuttu. Sepeti sımsıkı eteklerimin arasında tuttum... Az kalsın beni
parçalayacaklardı... Bereket versin bir simitçi geçiyordu, beni kurtardı.” ..... “Zaten vücudumda da uğraşmaya
kuvvet kalmamıştı. Bütün bir gece dağda kurtla boğuştuktan sonra sabaha karşı kendini bırakan Mösyö
Seguin’in Keçisi’ne dönmüştüm.” (Alphonse Daudet’nin inatçılık konusunda şaheser bir öyküsü vardır. Orijinal
hikaye şöyle başlar: ‘Monsieur Seguin n’a pas de chance avec ses chevres, il les perd toute de la meme
façon.’ “-Bir çoban olan- Mösyö Segen’in keçileriyle hiç şansı yoktur, o, onları hep aynı şekilde kaybeder!” Yani
içlerinden biri dağ başlarında otlarken, gece dönüşte ağıla dönmemekte ısrar eder, tabiidir ki gece ormanda
kurtlarla karşı karşıya kalır, kahramanca bir savaş verir, ve fakat sabah gün doğarken nihayet teslim olur. Reşat
Nuri Bey bu öyküye değiniyor. İ.E.)
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:24;69)
İNAKÇILIK : (FELS.) : Bk.: DOĞMACILIK
İnançsızlığın (inanmazlığın) askıya alınması : ‘İnançsızlığı, ‘inanmazlığı’ askıya almak ya da bunu istemek,
İngiliz şair ve inaançta doğruyu, güzeli, iyiyi seçme yetisinin bayraktarı<estet- estetiği savunan> Samuel Taylor
Coleridge (1772-1834)’in edebiyatta olağandışı ve gerçekçi olmayabilen mutaların <öge> kullanılmasını
açıklayan görüşünden gelmektedir. Ona göre, yazar eserine ‘gerçeğe benzeyen’, ‘fantazi’, ‘ilginç’ materyal
katabilirse, bu ögelerin ‘olabilir de’ oluşunu daha rahatlıkla kabullenecektir. Böylece, ‘inanmazlığı askıya
almak’, yazarın ötesinde ‘okurun da inanma isteğini’ yansıtır.
“Allame anlatıcı. Kız bu terimin anlamını kavramış, tıpkı ‘inançsızlığın askıya alınması’, ‘biyojenez’,
‘antilogaritma’ ve ‘Brown ile Eğitim Kurulu Davası’ hakkındaki konuşmaları algıladığı gibi. Miles, Küba asıllı
babası ömrü boyunca postacılık yapmış, üç ablası tekdüze gündelik işlerin sıkıcı batağına saplanmış olan Pilar
Sanchez gibi gencecik bir kızın, nasıl olup da ailesinden böylesine farklı oluşuna hayret ediyor.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa:18)
İnan olsun : İnanınız ki, Vallahi
“HARDCASTLE - Eğer mi? İnan olsun birbirlerini delice seviyorlar, bunu bana kızım çıtlattı.
Sir CHARLES - Fakat, bilirsin ya, kızlar kendi kendilerine gelin güvey olurlar.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:94)
“LICHT - İyi ama, inan olsun, dün Adliye Müşaviri Walter ansızın Holla’ya gelivermiş, kasayı,
kayıtları teftiş etmiş, oranın yargıciyle katibine resmen işten el çektirmiş. Neden? Orasını bilmem!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:8)
İnatçı (yaşlı) katır gibi : Kararında alabildiğine ısrarlı ve inatçı
“Büyükanne kalkmıştı. ‘Bu durumda ilk günah çıkartmasını yapmayacak. Gel, Jacques,’ deyip çocuğu
çıkışa doğru sürüklemişti. Ama papaz arkalarından koşmaktaydı. ‘Durun, madam, durun.’ Tatlılıkla yerine geri
getirmişti onu, mantığa döndürmeye çalışmıştı. Ama büyükanne inatçı bir yaşlı katır gibi başını sallamaktaydı.
‘Ya şimdi olur, ya vazgeçer.’ ”
(A. Camus, “İlk Adam”, sa:134)
İnatçılığı üstünde olmak : İnadı tutmak, inatçılık etmek; ısrarlı olmak
“Harhalde, bu paşalar, sürpriz yapmasını çok seven insanlar. Fakat benim de, bugün inatçılığım
üstümde. Ne yaparlarsa yapsınlar, şaşırmış görünmeyeceğim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:296)
İnce :
Bk.: İnce ruhlu
İncecikten, İnceden (bir kar, yağmur) inebilmek, ince ince yağmak; İnce yağmur : İnce ince, sicim gibi
yağmur (Ahmak ıslatan), ya da lapa lapa gelişmemiş kar taneciklerinin düşmesi
“ADADA
1
Çimento-grisi yerler, duvarlar
çimento-grisi günler
çimento-grisi zaman
sonra bir gri fısıltı
kırılan dalgalardan
esen rüzgarlardan
incecik yağmurlardan”
(Denis Brutus<d.1924>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.08.06)
“KAR
Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala, dümdüz bir mavilikte.
Kar yağıyor üstümüze inceden.”
(A. Muhip Dranas<1909-1980>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:270)
“Tümör çıkarıldığı zaman herkes çok sevinmişti. İnce ince çiseleyen bir yağmurun altında, arabayla onu
eve götürmüşler ve yol boyunca gülüşmüşlerdi. Deborah arabanın arka koltuğunda ayağa kalkıp külrengindeki
gökyüzüne ve insanların paltolarına sıkı sıkı sarılarak yürüdükleri ıslak sokaklara bakmıştı. Gerçeklik, şarkı
söyleyen annesiyle neşe saçan babasının olduğu bu arabanın içinde değil, boşalttığı yağmurla kendini tüketen,
bulutlu ve karanlık gökyüzündeydi.”
(S. Greenberg, “Sana Gül Bahçesi Vadetmedim”, sa:64)
“SONBAHAR YAĞMURU
---------------------------------mumların aydınlattığı ev üstünden kayıyor
sıyrılıyor ağaçlardan, süzgecin tellerinden
ve insan adı yavaşça yukarı tırmanıyor
yağan ince yağmurcuğun kılcal merdiveninden.”
(Boris Hristov<d.1945>-Ahmet Emin Atasoy, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 28.02.08)
“İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elif diye
Elif kaşlarını çatar
Gamzesi sineme batar
Ak elleri kalem tutar
Yazar Elif Elif diye”
(Abdal: Deli, divane, hayran; Gamze: Bakış; Sine: Gönül, bağır)
(Karaca Oğlan - Prof.Dr. M.F. Köprülü, “Türk Sazşairleri II”, xv.-xvı. yy., sa:305)
Bu Semai’nin türküleştirilmiş şekline, şu ek yapılmıştır:
“Can sana kurban,
Ben sana hayran,
Derdime derman bulamam,
Aşktan el aman! Ah! Aşktan el aman!”
“Julia bir fincan çayı alelacele içtikten sonra, gardrobun içindeki rafta duran bavulu alıp yatağın üzerine
koydu. Giysileri katlamaya başladı, sonra fikrini değiştirip hepsini bavula tıktı. Yolculuk için hazırlanmayı bir
kenara bırakıp pencereye doğru ilerledi. İnceden bir yağmur yağıyordu. Bir limuzin ise sokakta ilerliyordu.”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:226)
“... felaketin olduğu anda Santiago Nasar’ın düşünde, ormanda gördüğü yağmura benzeyen incecikten
bir yağmur yağıyordu. Ben, Maria-Alexandrina Cervantes’in papalık cemaatının onuruna düzenlenen gürültülü
patırtılı eğlencelerin etkisinden daha yeni yeni kurtulmuş, çanların alarm çaldığını duyunca da bir gözümü
açmıştım. Bu çanların piskoposun onuruna çaldığı inancındaydım.”
(G.G. Marquez, “Kırmızı Pazartesi”, sa:10)
“ESKİDENDİ, ÇOK ESKİDEN 2
Hani erken inerdi karanlık,
Hani yağmur yağardı inceden,
Hani okuldan, işten dönerken,
Hani ışıklar yanardı evlerde.”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:22)
“GECE VE YAS
------------------Bir yağmur ince ince
Çarpıyor şimdi cama
Hasret kaldım sevince
Korku yüzümde yama.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:13)
“ŞEMSİYELİLER
İncecik bir ilkyaz yağmuru
Altında yürüyen şemsiyeliler
O kadar güveniyoruz ki birbirimize
Dinip dinmediğini anlamak için yağmurun
Bakacağımız yerde bir cama, bir su birikintisine
Bakıyoruz birbirimizin şemsiyesine.”
(Kemal Özer<d.1935>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:240)
“ANIDA KALAN
-------------------ve uzayıp giden kavakları. Değirmenin ovasını.
Bütün bunları yine de anımsıyorum işte.
Anımsıyorum (onu) ve yaz gelip geçiyor. Güz yeli
yaprakları dökecek birazdan
Yağacağını düşündüğüm ince yağmurlar başlayacak”
(Ali Püsküllüoğlu<1935-2008>, “zamansız”, sa:40)
“AKŞAMDAN
geceye yağan ince kar
anılacak olanı topluyordu uzaktan
her yanı kaplıyordu...
yalnızlığından çıkıp
dostum (Piter’i) ziyaret ediyordu
terk edilen evde
basit bir dille konuştular
tarzanca anlayış
naneli çay içerek...”
(Abdelrezak Sbaiti<d.1956>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 15.08.02)
“Atıp tutardı işte babam, ‘Bu yaptığınıza ölüme meydan okumak derler’ türünden cümlelere. Ama
şimdi, dolu taneleriyle kaplı şoseye inen ahmakıslatan altında, Bay Sommer’in yanıbaşında arabasını sürerken o
basmakalıp sözlerden birini kullanmıştı”
(P. Süskind, “Bay Sommer’in Öyküsü”, sa:33)
“Ah batı rüzgarı, ne zaman eseceksin sen,
Ki bir yağmur inebilsin ince ince?
‘Yaşamak korkunç bir olay oldu benim için. Koskoca bir emici hayvan, zamk gibi yapış yapış, dengesiz
bir ağız gibiyim. Merkese yerleşmiş çekirdeği, canlı etten çekip çıkarmaya çalıştım. Çok az doğal mutluluk
tattım, kaba saba vurgulamasıyla benim rahatlık duymamı sağlayabilir belki diye bu metresimi <yardımcı kadın>
seçmiş olmama karşılık.Ama o yalnızca pis çamaşırlarını oraya buraya savurdu; gündelikçi kadın, dükkan
çırakları, benim çok ağırbaşlı, kendini beğenmiş yürüyüşümle alay ederek her gün belki on kez arkamdan
bağıırdılar.
Ah batı rüzgarı, ne zaman eseceksin sen;
Ki bir yağmur inebilsin ince ince?
Tanrım, sevdiğim kollarımdaydı,
Ve ben yatağımda yine!”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:157)
İnceden inceye : Tüm ayrıntılarıyla; Yavaş yavaş, belli belirsiz
“Küçük, karanlık, yoksul bir odayla karşılaştılar. Meeks umutsuzca kırık bir iskemleye çöktü. Büyük
hafiye duvarları, yerleri, ortalıktaki bir iki kırık dökük eşya parçasını bir ipucu ele geçirmek isteğiyle inceden
inceye araştırdı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:78)
“Vapurda, bir kampananın, kamaralardaki uğurlayıcıları dışarı kovaladığı duyuldu. İnce ince yağmur
yağıyordu. Hava, ayrılığın dokunaklı sözleri, yeminler, uzun uzun öpüşmeler ve sık sık soluyarak yapılan son
uyarılarla doluydu. Kadın kocasına, dost dostuna sarılıyorlardı. Sanki sonsuza dek ayrılıyorlardı; sanki bu küçük
ayrılış onlara büyük ayrılışı hatırlatıyordu.” <Anımsayın: Gidip de gelmemek, dönüp de bulmamak var! İ.E.>
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:16)
“Herşeyi inceden inceye anlatmaya başladı: Az önce haber aldığına göre ‘Müfettişler Müfettişi’nin
İstanbul’da Boğaz’daki bir otelde arkadaşlarıyla keyif çatarken yakalanması falan dümendi! Başımızdakilerin
siyaseti.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:10)
“Belediye Başkanı ile üyeler kaftanı inceden inceye gözden geçirdiler. (Ne yapalım, Bay Porosznoki
yahut Bay Kriston yaşamıyorlardı ki, kaftanı tanıyabilsinler!) Son fiyatını sordular, sonra başlarını kaşıyarak
mırın kırın ettiler.”
(K. Mikszath, “Konuşan Kaftan”, sa:139)
“ ‘İyi şiir, doğa gibidir,’ derdi ilk ustası, ‘En çok kullanılan kelimelerle bile şaşırtmayı başarır.’ Onu, şu
aralar çok sık anımsıyordu. İnceden inceye ölmeye yaklaştığını hissettiğinden midir nedir, sık sık ilk ustasını
düşünürken yakalıyordu kendini; oysa ilk ustalar, ilk aşklar gibidir, hiç unutulmazlar.”
(M. Mungan, “Elli Parça-Koku”, sa:8-9)
“Ölmüş ve kokuşmakta olan bir dünyada yaşadığımızı örnekleriyle anlatmak ne eğlenceliydi - sindirim
boyunda güzel yemekler ve damarlarında iyi şarap olduğunda eğlenceliydi yani. Çağdaş edebiyatı yerin dibine
batırırken müthiş bilgili havalarda ahkam kesiyordu; hepsi ahkam kesiyorlardı. Yapıtları basılmayan yazarları
ince ince eleştiriyor, ünlülerin hepsini birer birer yere seriyorlardı.”
(G. Orwell, “Aspidistra”, sa:183-4)
“Söylenenlere göre, günümüzde sadece zorlu devrimleri benimseyen akımlar var. Ama tarihte olan her
şey devrimdir; yavaş yavaş ve barış içinde gerçekleşen bir yenilik, bir keşif bile. Öyleyse cehenneme kadar yolu
var bu inceden inceye düşünülmüş söz cambazlığının...”
(C. Pavese, “Yaşama Uğraşı”, sa:22)
“Fabrice, garip bir yüz buruşturmasıyla:
‘Benim adım Vasi, dedi, ‘yani Boulof’ diye ekledi çabucak kendini toparlayarak.
Boulot, B... kentindeki gardiyanın karısının kendisine verdiği yol kağıdının sahibinin adıydı. Önceki
gün, yol boyunca yürürken bunu inceden inceye gözden geçirmişti. Çünkü artık az buçuk düşünmeye başlıyor ve
olaylar karşısında artık o kadar şaşaırıp kalmıyordu. Hafif süvari Boulot’nun yol kağıdından başka, büyük bir
özenle İtalyan pasaportunu da saklıyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:77)
“Sana henüz söylemedim ama uzun kararsızlıklardan sonra, sonunda Famiglia Cristiana degrgisine bir
köşe yazarı olmayı kabul ettim. Bilirsin, ben inceden inceye düşünmeden adım atanlardan değilimdir. Bir karar
almadan önce uzun uzun kafa yorarım, konunun her yönünü gözden geçiririm, iyi ve kötü yanlarını tartarım.”
(S. Tamaro, “Sevgili Mathilda”, sa:8)
“ ‘Hayır, hayır!’ diye kekeledi mahcubiyet içinde. ‘Bana borcunuz filan yok.’ O anda sırtından aşağı
boşalan soğuk teri hissetti. Her şeyi önceden inceden inceye düşünmeye ve her reaksiyonu planlamaya alışkın
biri olarakk yaşamında belki de ilk kez yepyeni bir durumla karşı karşıya kalmıştı.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:178)
İnce eleyip sık dokumak : İnceden inceye araştırmak, titiz olmak
“...Elimden geleni yaparım dedim. Bir an önce eve gidip daktilomun başına geçmek için oradan
fırlamak üzereyken, adam bana akıl öğretti: ‘Unutma, bu sıradan bir film, Shakespeare değil. Onun için, fazla
ince eleyip sık dokumaya kalkma, alabildiğine bayağı olsun.’ ”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:79)
Pickering, Herney ya da Ekstrom’u bu işe bulaştırmayı aklından bile geçirmemişti, çünkü her ikisi de,
başkanlığı veya uzay dairesini kurtarma potansiyeli ne olursa olsun, herhangi bir aldatmacanın içine girmeyecek
kadar idealist insanlardı. Ekstrom’un tek suçu, KYYT müdürünü anomali yazılımı hakkında yalan söylemeye
ikna etmekti. Ve Ekstrom bu göktaşının ne kadar ince elenip sık dokunacağını fark ettiği anda bu hareketinden
pişman olmuştu.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:454)
“Arkamızda oturan o küçük kötümser şöyle dedi: ‘Fotoğraftan hiçbir şey belli olmaz. Fotoğrafta takma
bacak görünür mü? Belki de kamburdur?’
‘O durumda bu iş burada biter,’ dedi. Raoul diklenerek. ‘Her gece vidaları sökülecek ve duvardaki bir
çiviye asılacak bir karı istemiyorum. Elbette her olasılığa karşı ince eleyip sık dokumalıyız.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:424)
“Kentin geleceği için bir insanın ineğini bile feda edebileceğini, ineğin yerine Baudolino gitsin
demesinin yararsız olduğunu, çünkü Baudolino’nun karnını kimsenin yarmayacağını, ineğin karnı yarılırsaa
belki de Barbarossa’nın gerçekten her şeyi bırakıp gideceğini söylediler. Buğdaya gelince, boşa harcanmayacak
kadar azdı, ama orayı burayı eşeleyerek Rosina’yı şişmanlatacak kadar bulunabilirdi, ince eleyip sık dokumaya
fazla gerek yoktu, çünkü bir kez mideye indikten sonra bunun buğday mı, yoksa kepek mi olduğunu söylemek
güçtü.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:200-1)
“Bir çocuk sahibi olmak için çok uğraşmışlardı..... Türkiye’ye gelip gittiklerinde birtakım kurumlara
müracaat etmişler, ince eleyip sık dokuyan ve çoğu kez öncelikle sakat çocuklar vermeyi prensip edinmiş bu
kimselerle uğraşmaya vakitleri olmadığından neredeyse vazgeçiyorlardı ki, bir telefon, onlara yeni bir hayat
müjdelemişti.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Kürt Hasan”, sa:173)
“Ev saygın ailelere kiralanmıştı, bana yabancı olan kişilerin ince elenip sık dokunmuş örf ve
adetlerinden kaçan yalnız ve evsiz barksız birinin, benim gibi bir Bozkırkurdunun oturmak için neden hep böyle
evleri seçtiğini hiçbir zaman çözemedim.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:27)
“... babamın sekiz yıl önce öldüğünü, annemden beş yıldır ayrı yaşadığımı anlatacaktım. Davetiyeyi de
bana gene annemin verdiğini söylerdim belki. Söyler, anlatırdım ya, beni en çok sıkan düşünceyi de bir türlü
söküp atamıyordum kafamdan. Beni dizinde hoplatmış bu Çuhacı beyi, yaşayışımla ilgilenecek, ince eleyip sık
dokuyacaktı.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:10-11)
“Kudret Yanardağ’sa İl başkanını düşünüyordu..... Rezil etmişti milletin önünde. Adam büsbütün haksız
olmayabilirdi. Karşı taraf hiç şüphe yok, yeni parti’yi kapatmak için fırsat arıyordu ama, ne olacaktı yani? Bu
işler, görüyordu, ince eleyip sık dokumakla olmazdı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:200)
“MANGAN - Ama, bakın şuraya.. siz de bilirsiniz. (Ne diyeceğini şaşırıp kalır.)
ELLIE, sabırla. - Evet?
MANGAN - Yani, insanların ahlakı konusunda ince eleyip sık dokursunuz, sanırdım.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:53)
“Bütün bu konuşmada tek bir sözcük Clélia’yı derinden etkilemişti: Bu da, manastıra kapatılma
tehdidiydi, dolayısıyla da tam Fabrice’in yaşamı bir pamuk ipliğine bağlı göründüğü bir anda kaleden
uzaklaşmış olacaktı: Çünkü pek yakında idam edileceğinin söylentileri yeniden kentte ve sarayda dolaşmadan
geçen tek bir ay yoktu. Ne kadar ince eleyip sık dokuduysa da, genç kız bu tehlikeyi göze almaya bir türlü karar
veremedi..... Fabrice’den ayrılmak, bu Clélia’nın gözünde kötülüklerin en büyüğüydü, hiç değilse hemen
yakında bulunanıydı.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:371)
“Kadının eşit haklara karışmadığı ve genel yaşamaya kendi başına buyruk katılmadığı o devirde sadece
proleter çevrelerin pek yoksul kızları, evlenme şansı bulunmayan bu gibi bağlantılara hem bol vakit ayırabilirler,
hem de pek ince eleyip sık dokumazlardı.”
(S. Zweig, “Dünün Dünyası”, sa:106)
İnce hastalığa tutulmak : Verem (Tüberküloz) olmak
“ ‘(V. Philip)........Carpentras’dan kaçan kardinallerin güvenliklerini sağlayacağına ve onları
tutuklatmayacağına söz vererek ve ant içerek, Papa seçmek üzere yeniden toplar. Ama bir kez onun yetkesine
boyun eğince, onları yalnız kilit altında tutmakla kalmaz, bir karara varıncaya kadar her gün yiyeceklerini azaltır.
Sonunda her biri, onun taht üzerindeki hak iddiasını desteklemeye söz verir. Tahta çıkınca da, iki yıl tutuklu
kalmaktan bitkin düşen kardinaller, yaşam boyu hapiste kalarak kötü yiyecekler yemekten korkan bu oburlar, her
şeye razı olurlar ve Peter’in tahtına, yetmişini aşan o ‘cüce’yi oturturlar.’
‘Cüce olmasına cüce,’ dedi Ubertino gülerek. ‘Üstelik ince hastalığa yakalanmış gibi bir hali var, ama
hiç umulmayacak kadar güçlü ve kurnaz.......Seçildikten sonra -seçilmek için de, kardinal Orsini’ye, papalık
makamını Roma’ya -geri- taşıyacağına söz vermiş, eğer yeminini yerine getiremezse, hayat boyu hiç ata ya da
katıra binmeyeceğine dair kutsal ekmek üzerine yemin etmişti. Bu yemini tuttu, ama papa seçilince,törenin
Avignon’da yapılmasını isteyen kral’ın teklifini çevirerek, Lyons’da taç giydikten sonra, Avignon’a gemiyle
gitmişti. Maamafih, onun hayatının sonuna kadar ata bindiğini gören olmadı...’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:335)
“Evet, güneş ve denizden yana şansımız tartılamaz, kıyıları 8300 kilometre olan ülkemin iklimini ve
benzersiz İstanbul’un lodosunu düşünerek İngiliz Bahçesi’nin -sonraki yıllarda da içimde yer edecektir bu bahçe-
bir salkım söğütü, onun ince hastalığa tutulmuşça duruşunu okşuyorum. Dalgın kuytuluğuna bürünen akşamın
yeşilinde geçmiş bir yazın tozlu ağır sıcağını diriltiyorum. Yine de burayı özleyeceğim kimi kez, biliyorum.”
(Füruzan, “Ev Sahipleri”, sa:165)
“ ‘Neyin var, biliyor musun?’ diye sordu Machold muayenesinin sonunda. Bunu pek kolayca ve hiç
önemsemeyerek sormuştu, bundan dolayı da Knulp kendisine minnet duymuştu.
‘Evet, biliyorum Machold. İnce hastalık. Hem şunu da biliyorum ki, artık çok sürmeyecek.’ ”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:82)
“İnan olsun ki sana İrfancığım, nah işte tekrar yemin ediyorum sana, eğerleyim <eğer> yalan
söylüyorsam, şuracıkta yatan menşur <meşhur> evliya Etem baba beni çarpsın! Senin hasretinden ben neredeyse
ince hastalığa yakalanacağım!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:273)
“Doktor. Doktor neredesin? Hasan bir gün karısını sırtına vurup dağdan indirir bin bela. Kıyıda bir
motora atıp Bandırmaya doktora götürür. Doktor kadını iyicene muayene eder. Bakar hasta son halde. İnce
hastalık ciğerini delik deşik eylemiş.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:19)
“KEBİK - Bilirsen Teyfo Ağanın kızı Güllüşan sana vurgundur, kara sevdalıdır, ince hastalığa
tutulmuştur senin yüzünden, azap çekmektedir.”
(M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:59)
İncekıyım : Anlamlı, etken, derin düşünceler
“AĞIT ÜZERİNE
---------------------Bu yüzden attım üzerimden karamsar ağırlığı:
Şiirleri bezemeye aday o incekıyım düşünceler...
Onlardır, bazı duygularla ilk kez tanışmayagötüren adımlar...”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman/Ali Çeviker; “Şiir Atlası”,Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
İnceldiği yerdek kopar, kopsun : Gidebildiği, dayanabildiği yere kadar, ondan sonra ipler kopar
“-Dur bakalım!..... ‘Altmış kapik karşılığında onları (satış için getirilmiş hayvan derilerini) yirmi dört
saat yüzmek lütfunda bulunur musunuz?’ Eh... Belki... Belki o zaman işe alırlar bizi...
-İnceldiği yerden kopsun... Hadi, davran da gidelim...”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşı”, sa:43)
“İhtiyar Lübnanlı kalkıp kilisedeki odasına kadar geldiyse, savaşın gerçekten patlak verdiğine işaretti
bu.
-Bakın, Peder Santa Helena. Kimse kimsenin işine burnunu sokmak niyetinde değil. Ama gerekiyorsa,
inceldiği yerden kopar. O azizcikleri rahat bıraksınlar, çünkü onların kimseye bir zararı dokunmuyor.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:160)
İnce ruhlu (insan, kimse) : Aşırı duyarlı, kibar
“... bilir ki yayımladığı saçmaların çılgınlıkları oranında hayranları olacak, yani delilerle cahillerin
sayısız sürüsünü sihirleyecektir. Birkaç alim ve ince kimse eserleri okur da aşağı görürse, onun umurunda mı?”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:95)
“Annem ince bir kadındı, bir şey hoşuna gitmedi mi, bağırıp çağırmasını bilir, gerekirse kollarını sıvardı.
Ama, zamanı gelince de, eğlenmemizi çok görmezdi.”
(C. Goldoni, “Yabanlar”, sa:16)
“Kazım Ağa balıkçıdır. Menekşenin ilk yerlilerindendir. Yetmiş beş gösteriyor yaşı, yetmişinden az
değildir. Onu yıllardır tanırım. Yıllardır dostumdur. İnce adamdır Kazım Ağa, nazik, dost adamdır. Karıncayı
incitmez.”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:129)
“ELLIE - Sanırım, biraz insafsızlık ediyorsunuz.
Mrs. HUSHAYBE - Sen benim böyle abuk sabuk konuştuğuma bakma, canikom. Bir zamanlar senin
kadar duygulu, senin kadar inceydim.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:23)
“PERDE : V, TABLO : I - Kirli bir lokanta odası. Bir taraftan çay, bir taraftan rakı içilmektedir.
Birinci planda küçük bir masa, pejmürde kıyafette Fedya ile Petuşkov oturmaktadır. Petuşkov, gayet ince ruhlu
bir ressamdır. Papaslarınki gibi uzun saçlarıyla ruhani bir adama benzemektedir. İkisi de biraz çakırkeyiftirler.”
(L. Tolstoy, “Yaşıyan Ölü”, sa:127)
İnce zenaat; Yeni zenaat : Erkeklere kadın temin etmek, pezevenklik, zamparalık (Argo)
“Bizim yeni zenaat, Allah sayesinde ve de asri Cumhuriyet devri sayesinde resmen zamparalıktır.” .....
“Biz böyle ince zenaatın peştemalına sarılmışız. Başımızı kaşıyacak zamanı yitirmişiz. Aman pabuç dama
atılmasın, esnaf arasında yere bakmayalım, üstesinden gelelim de, pırava deyerek alnımızdan öptürelim diye
debelenmekteyiz.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:40)
İnci : İsitridye gibi okyanuslarda yaşıyan kabuklu deniz hayvanlarının belki yüzlerce yıllar boyunca,
salgılarıyla oluşturdukları küçük, yuvarlak, sedef renkli değerli ziynet taşı; Güzel el yazısı; Büyük insanların,
yazarların atasözleri niteliğinde söyledikleri ya da yazdıkları erdemli sözler
“Mücevherler için, kimi kez, biraz daha istemeyi deneyebilirsiniz. Mücevherlerden kasıt, altın, platin ve
pırlantadır. Yakutlar, zümrütler ve safirler renkli taş sayılır. İncilere gelince, onların karşılığında hiçbir şey
verilmez, çünkü sahiplerinden uzak kalınca ölür inciler.”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:7-8)
İncik; İncik kemiği, İncik yeri : Dizden ayak tabanına kadar olan kısım; Tibia (Kaval) kemiği
“Mimnes, seni faraş kıçlı!
Bir daha yılan resmi yapayım deme
geminin başından kıçına.
Uğursuz bir alamettir çünkü
dümenci için, seni köle oğlu köle,
yılan bir ısırırsa tam da incik yerinden!”
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:63)
İncik boncuk : Pek de değerli olmayan taş ve metallerden yapılan bijiteri, takı
1930’lar’da, İstanbul kültüründe, bebek yaşındaki çocukları hafiften çimdiklerle okşarken ve bir tür
yapmacık maniler söylerken, hatırımda kaldığı kadar, şu mani çok meşhurdu:
‘Eveleme develeme
Deve kuşu kovalama
Çengi çember
Miski amber
Tazi, tuzi
Feleğin kızi
Ne zaman gelecek?
Yazın gelecek.
Yazılalım çizilelim
Bir tahtaya dizilelim
İncik boncuk
Leppe a çocuk!’
(Anonim - İsmail Ersevim)
“ ‘Köylüler parayı ne yapacaklar ki?’ diye söyleniyordu. ‘Gidip hiçbir gerek duymadıkları bir sürü ıvır
zıvıra, daha doğrusu misyonerlerin izin verdiği incik boncuğa harcayacaklar.’ ”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:31)
“Utopia’lılar, inci elmas gibi değerli taş, incik boncuk düşkünlüklerini de soyluluk budalaları arasında
görürler. Böylesi değerli taş meraklıları, yurtlarında ve çağlarında değer verilen az bulunur ve güzel bir taşı
ellerine geçirdiler mi, kendilerini bir çeşit tanrı gibi görürler. Oysa, aynı taş her yerde ve her zaman aynı değeri
taşımaz.”
(Th. More, “Utopia”, sa:101)
“O zamanlar için bile dağ başı sayılabilecek Sarıyer sırtlarında, gayet ağaçlıklı ve kuytu bir yerde,
akşam vakti gene öyle ‘full makyaj’, ayağında yüksek topuklu ayakkabılar, gerdanı salkım saçak inci-boncukla
dolu, hafşf bir dekolte giysiyle otostop yaparken kaçırılmış.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:302)
İn cin : Hiçbir canlı varlık, hiç kimse
“İşaret ettiği tarafa baktım. Hakikaten bir kırmızı ve beyaz bıyası uçmuş tahtadan, bir iskambil
kağıdından yapılmışa benzeyen karakol kulübesi duruyordu.
-Peki neden bekliyorsun? Buralarda bir şey yok ki... İn yok... Cin yok.
-Bilmem, dedi. Emir böyle...”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Çelme”, sa:18)
“‘Kaç kişiyiz?’ diye sordu, ‘On iki; İsrail’in her kabilesinden bir kişi var. Şeytanlar, melekler, inler
cinler, cüceler... Tanrının bütün yaratıkları ve ucubeleri. Seç seç al!’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:15)
İn cin belli değil : Herşey belirsiz, in mi cin mi belli değil
“Ali, çok uzun boylu, çiçek bozuğu, uzun yüzlü, incecik, üfürsen yıkılacakmış gibi bir adamdı.
‘Bu gece yarısı,’ dedi, ‘bu gece yarısı in cin belli değil. Gel şurada sabaha kadar uyuyalım.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:189)
İn cin geçmez : Çok ıssız, kimsesiz yer
Bk.: İn cin top oynamak
“Uzun bir yolculuktan sonra kayığını buldu. İn cin geçmez bu yerdeki bambudan kulübeyi de.”
(H. Hesse, “Masallar”, sa:88)
“Burada, çöllerin ortasındaki Tüdmür (Suriye’de Palmyre kasabası) kentinin çok yakınında olduğumu
anlayınca, herkesin anlata anlata bitiremediği anıtlarını gözlerimle görmeye karar verdim. İn cin geçmeyen
yerlerde üç gün yaya giderek, mağaralar ve mezarlarla dolu bir koyağı geçtikten sonra, ovaya çıkınca, insanı
şaşkınlık içinde bırakan yıkıntılarla karşılaştım.”
(C.-F. de Volney, “Yıkıntılar”, Cilt:I, sa:14)
İn cin top oynamak : Ortalıkta kimsenin bulunmadığı yer, ıssız
“Zeyrek’teki setlerin üzerine oturdum. Önümde vefa. Atatürk bulvarında cinler top oynuyor. Rüzgar bir
kaleden bir kaleye bulut atıyor. Yaşasın futbol maçları, diyorum.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Öyle Bir Hikaye”, sa:13)
“Irazca: ‘Nuri’nin gayfada komfurans olduğu zaman ortalıkta in cin top oynar’ dedi. Kalktı.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:73)
“Karmakarışık çöplerle dolu, dökük saçık, cinlerin top oynadığı kırmızı topraklı bir yerdi. Bir köşede
bir türbe vardı, daha önce gözüme iliştiğini anımsamıyordum. Çevresi yeni yüksek demir parmaklıklarla
çevriliydi. Beyaz bir kubbe, kuru bir ağaçla çalım satıyordu, ikisi de birbirinden solgun.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:88)
“Tepelerden İtalyan Hastanesi yolu yerine, sola bir yokuştan aşağı Tophane’ye dpğru yöneldik.
Anacaddeye gelmedenn, sağ kolda, hafifçe dikleşen yolun solunda, iki katlı kocaman, ahşap bir binaya geldik.
Genişçe bir bahçesi de vardı. Şimdilik ortada in cin top oynuyordu ama, okullar açılınca nasıl bir yer
olabileceğini tahmin edebiliyordum.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:37)
“İlk birkaç gün üstümde başımda satabileceğim ne varsa satıp kentin Ustye adı verilen uzak bir
bölgesine gittim. Gemi iskelelerinin bulunduğu, yazın arı kovanı gibi işleyen bu bölgede in cin top oynuyordu
şimdi.”
(M. Gorki, “Yirmi Altı Adam ve Bir Kız”, sa:9)
“Bir de adalara baktım. Bilirsiniz ya, orada kimsecikler yoktur. Oysa adalar, bir donanma varmış gibi
ışıldıyorlardı. Adalarda elli-altmış koca deniz feneri yanıyordu. İnin-cinin top attığı yerde bu cümbüş ne oluyor
dememe kalmadı, provamızdan bir gomina ötede bir kayık gördüm.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:144)
“Gecenin bir yarısıydı, bir partiden dönüyordum, sanki uzun süredir bir başıma yürüyormuşum gibiydi,
ve işte bu adam önüme yığılıp kalmıştı. Dev gibi, yerinden kaldıramıyordum, onu öylece orada in cin top
oynadığı bu ıssız yerde bir başına bırakıp gitmek de istemiyordum.”
(F. Kafka, “mavi oktav defterleri”, sa:95)
“-Orada bir gün yersiniz, içersiniz ama, sonra burada haftalarca açlıktan nefesiniz kokar!
-Onu sen haltetmişsin! Bizim evimizde her gün iki üç tencere kaynar!
-Sizin tencerelerin içinde her gün cinler top oynar!”
(O.C. Kaygılı; “çingeneler”, sa:183)
“ ‘İn cin top oynuyor bu caddelerde,’ dediğini duyuyorum, evindeymiş gibi sakin. Rahatlamış
görünüyordu şimdi, boynunda kırmızı mendili, çıkını ve kaba poturuyla, iki öküz gibi nereye gittiğimizi
bilmeden yürüdüğümüzün farkında bile değildi.”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:7)
“Pieretto birkaç adım ilerdedikten sonra durdu.
‘Bir yerlere gidelim gitmesine,’ dedim, ‘ama her yer kapalı. İn cin top oynuyor. Sorarım size, bu kadar
ışık neye yarıyor?’
Pieretto, ‘Ya sen neye yarıyorsun?’ demedi her zamanki gibi, ama homurdandı: ‘Tepeye gidelim ister
misin?’ ”
(C. Pavese, “Tepelerdeki Şeytan”, sa:10)
“Jéronimo’sunun inşaatı gözeteceği ya da dört-beş katlı bir ev yaptıracağı yer; havasız, bığucu, yoldan
uzak, in cin top oynayan berbat bir yer, ama hepsine para kazandıracak olan da buydu işte...”
(R. Rogas, “Dorotea’nın Şarkısı”, sa:230)
“İçinde Azrail beklenilen bu boş konağın mezar havasını hiçbir ses bozmuyordu. Vakit vakit esen serin,
hiddetli bir rüzgar, duvarlara çarparak çatılardan süzülüyor, tenha sofalarda cinler top oynuyordu.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:I, sa:130)
“DADI, dışarıdaki birine seslenir. - Mr. Mangan burada değil, nonoşum. Burada in cin top oynuyor.
Her taraf karanlık.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:66)
İn (yok), cin yok, olmamak; İnlik cinlik : Etrafta hiç kimseler yok, pek ıssız; Issızlıktan yalnız inlere, cinlere
kalmış
“Kır Bağları’nın kırı, inlik cinlik uzayıp gidiyordu. Karataş köyü karşıda, balçık evleriyle yere yapışmış,
kararıp duruyordu. Tek tük ağaçlar vardı. Ortada caminin tahta minaresi seçiliyordu. Minare demek doğru
olmazdı. Güdük bir şeydi. Camiden ancak bir metre kadar yüksekti.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:25)
“Ben de kasaya gittim. İn cin yoktu. Bıraktığım balığın kilosunu tebeşirle yazdım. Kayığa binip
ayrıldım. Dört beş gün avlandık.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:32)
“... şimdi bizden başka in, cin yoktu. Bereket versin, beygir, biraz ilerde ikiye ayrılan yolun sağına
sapmadı. Eğer o hızla, dik inen sağdaki inişe sapsaydı, biraz sonra hem kendi, hem araba, hem ben, hendeğin
içine yuvarlanıp tuzla buz olacaktık.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:48)
“ ‘Bundan elli altmış yıl öncesine kadar,’ diye başlardı Koca İsmail. Başlar susmazdı. Bir aşk gibi, bir
türkü gibi konuşurdu. ‘Çukurova salt bataklıktı, büklüktü. Yalnız tepe eteklerinde el kadarcık tarlalar...
Çukurovada in yok, cin yok o zamanlar.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:279)
“Birkaç gün sonra İvan kulübesinden çıktığı zaman ortalıkta in cin bulamadı. Eli silah tutabilen bütün
erkekler, daha geceden çıkıp gitmişlerdi. Haber almak için köyü dolaştığı zaman, kendisi için kötü niyetler
beslendiğini daha iyi anladı.”
(X. de Maistre, “Kafkas Tutsakları”, sa:95)
İncir çekirdeği(ni) doldurmayan : Önemsiz, bahse değmez
“Damlayan musluk, soyulan duvar kağıdı, kalemin cızırtısı. Walker merdivenlerde ayak sesi duyuyor.
Döner merdivenden ağır ağır çıkan biri en üst kata, onun katına geliyor. Walker önce, incir çekirdeğini
doldurmayan konularda anlatacak binlerce öyküsü olan, yarı sarhoş otel müdürü Maurice olduğunu tahmin
ediyor...”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:156)
“Bir parkta mola verip insanları seyretmeye koyulduk. Çocuklu kadınlar, bir yerlere yetişmek için
koşuşturan erkekler, bir köşede, bangır bangır müzik çalan bir radyonun başında münakaşa eden oğlanlar. Tam
karşı köşede, büyük ihtimalle incir çekirdeğini doldurmayacak bir konu hakkında hararetle tartışan kızlar...”
(P. Coelho, “Elif”, sa:85)
“Akşam olunca, Yabancı, her zaman yaptığı gibi bara gitti, müşterilerle sohbete daldı; tıpkı herhangi bir
turist gibi incir çekirdeğini doldurmayan konularla -örneğin koyunların kırkılması ya da etlerin hangi usullerle
tütsülendiğiyle- ilgilenir gibi yapıyordu.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:37-8)
“Oysa biliyoruz ki Japon’lar incir çekirdeğini doldurmayacak nedenlerle kendilerini öldürmeye
meraklıdırlar. Daha geçen gün gazetede duydum, bir Japon delikanlı, üniversite giriş sınavını kazanamadı diye
kendini öldürmüş.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:82)
“Onları benim yerime, kendi anan babanmış gibi bütün sevginle kucakla! Sonra dereden tepeden
konuşursunuz; sana incir çekirdeğini doldurmayan bir sürü şey anlatırlar.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:90-1)
“Adam gelince İvan Pavloviç incir çekirdeği doldurmaz şeylerden bahseder, adamcağızı çabucak hatta
bazan bir alay veya şakayla savardı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:141)
“ ‘Ah, ah, Efendimiz İsa Mesih’in büyüsü hoşunuza gidiyor! Ve sevinç acı verir bize. Şeytandan sakın;
her zaman üstüme atılmak için bir köşede pusu kurmuş. Ama Salvatore aptal değil! Burası iyi manastır,
burada yiyip içip dua edilir Efendimize. Gerisi incir çekirdeği doldurmaz. Amin. Değil mi?’ ”
(o)
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:78)
“Başsağlığı dilemelere özgü, kutlamalara özgü danslar vardı. Deli umudun bir dansı vardı, yasal istekler
denilen bir dans vardı. Ünlü balelerde olduğu gibi, incir çekirdeğini doldurmaz kavga adımı, bozuşma adımı,
barışma adımı vardı. Birlikte gerçekleştirilen devinimlerde çok ustaydık.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:141)
“ ‘Yapılmış olan bir parçacık iyiliği, yapılabilecek iyiliklerle karşılaştırma zamanı geldi ,şte,’ diye
mırıldandı. Sonra hepimizin sustuğunu fark edince, ‘Ben, incir çekirdeğini doldurmayan işler için uğraştım,’
diye devam etti. Gözlerini rahibe çevirerek, ‘Umut edelim ki, Tanrı insanın sahip olduğu küçük sonuçları,
harcadığı çabayla ölçmesin,’ diye ekledi.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:90)
“Kadınların konuşmalarından hiç değilse bir şu kadarını kadar anlamıştım. Codine adındaki çok kötü
bir adam henüz cezaevinden kurtulmuştu. Anlatılanlara bakılırsa, bu gözüpek adam bütün mahalleyi kasıp
kavuruyor, durmadan incir çekirdeği bahanelerle kavga çıkarıyor ve çok ustalıklı bıçak kullanıyordu.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:10)
“ ‘... şu mektup konusunda, çok rica ediyorum beni kandırma. Çok önemsiz bir şey bu, incir çekirdeğini
doldurmayacak bir mesele, yani kandırma beni! Gerçekten Petersburg’da böyle bir arkadaşın var mı?’ ”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:101)
“Reha bey derin bir of çekip kısa top sakalını sıvazlayarak,
-Çocuklar, çocuklar, nedir sizin bu yaptıklarınız, niçin böyle yok yere birbirinizi incitip
hırpalatıyorsunuz? Ne var, nedir, yoksa ortada babanızın malını mı pay edemiyorsunuz? Bir incir çekirdeğini
doldurmayan sebeplerle şunun şurasında ne var ki, hem kendi ağzınızın, hem bizim ağzımızın tadını
kaçırıyorsunuz?”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:234)
“Bunu izleyen dört yılın yukarıda anlattığımız kadar önemsiz, incir çekirdeği doldurmayan küçük saray
ayrıntılarıyla doldurmak gerekirdi. Del Dongo markizi, her yıl ilkbaharda kızlarıyla birlikte gelip Sanseverina
Sarayı’nda ya da Po kıyılarındaki Sacca çiftliğinde iki ay geçiriyordu. Çok tatlı anları oluyor, bol bol
Fabrice’den söz ediyorlardı. Ama, kont onun Parma’ya tek bir ziyarette bile bulunmasına izin vermiyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:155)
“İç haberleri gibi dış haberleri de incir çekirdeği doldurmaz; Anadolu Ajansı bültenleri... Çoğu telefonla
alınmış, kahve köşelerinde değiş-tokuş edildikten sonra, birrbirine benzemesin diye zorla karıştırıldığı için
anlamaz hale gelen özel(!) havadisler...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:9)
“Scarlett istemeyerek onunla göz göze geldi. Butler’ın gözlerinde tıpkı küçük çocukların gözlerinde
olduğu gibi parıltılı izler gördü. Birden kahkahayla gülmeye başladı. Bu sorun o kadar önemsizdi ki, incir
çekirdeğini bile dolduramazdı. Şimdi Butler da gülüyordu. Hatta öyle gülüyorlardı ki, salondaki kadınlar dönüp
onlara baktılar. O ne? Dul Hamilton, bir yabancıyla fıkırdıyordu. Hemen biribirlerine sokuldular ve dedikodu
yapmaya başladılar.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:245)
“LORENZO - Topluma sizin zencinin karnına dokunan yardımınızdan çok benim faydam dokunur:
Mağripli Arap kızı sizden bir çocuk kazanmış, Launcelot.
LAUNCELOT GOBO - Arap kızının aklından incir şekirdeği doldurmasını istemek fazla; ama
namuslu bir kadınınki kadar çekirdek dolduramıyorsa gebe benim umduğumdan fazla dolmuş olur.”
(W. Shakespeare, “Venedik Taciri”, sa:125)
incunabulum : (LAT.,SAN.,): XV. y.y.-Rönesans devrinin çok değerli eski resimler, ve gravürleri; onlara
karşı gösterilen merak
“Paranın değerinin gaz misali uçup gitmesinden sonra, sanat piyasasında işlerin nasıl olduğunu
muhtemelen siz de biliyorsunuzdur: Yeni zenginler (Almanya’da) birdenbire Gotik Meryem Analara,
incunabulum’lara, eski gravür ve resimlere olan meraklarını keşfettiler, onlara hokus pokus’la ne getirip versen
yetmiyor; hatta insan, evi ya da odası tam takır kalmasın diye kendini savunmak zorunda kalıyor.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:187)
İndigo çocuk : Olağanüstü psikolojik niteliklere sahip oldukları iddia edilen ve özel bir davranış (asalet
duygusu, hak ettiğine inanmak, otorite karşıtı, sisteme karşı, zor disipline edilen) sergileyen çocuk
“ ‘Ben onlara İndigo diyorum, çünkü benim ‘gördüğüm’ renk bu. Herkese iki yaşam renginin daha
ortaya çıkacağını söylüyordum, ama bunların ne olacağını bilmiyordum. Ben bunları ararken ‘İndigo’yu
gördüm.’..... ‘Onlar korkusuz, çünkü kim olduklarını biliyorlar.’..... ‘Onlar kendilerine inanıyorlar.’ ‘Dört farklı
tip vardır ve her birinin bir amacı vardır: İNSANCIL (Sakar, kitap kurdu), KAVRAMCI (Projelerle ilgili,
geleceğin pilotları, mühendisleri; uyuşturuculara eğilim), SANATÇI (Duyarlı, ufak tefek, müziğe eğilim), ve
BOYUTLARARASI (İri yarı, zorbalık yapabilir, yeni felsefe ve din yaratıcıları.) ” (Nancy Ann Tappe ile
röportaj’dan)
(L. Carroll & J. Tober, “indigo çocuklar”, sa:22-9)
“İ n d i g o Çocuklar,dünyayı değiştirmek üzere yepyeni bir bilinç (consciousness) ve enerji ile gelmiş
bilge varlıklardır. Bu yavrular şu anlarda hala çocuk ya da genç yaşta bulunmakta. Bu çocuklar, içinde
bulundukları çevreleri bakımından anlaşılamamakta, sonuçta da çoğu kez ‘Uyumsuzluk’, ‘Dikkat Eksikliği’
Bozukluğu veya ‘Hiperaktif’ tanılaruı konulmakta, doşayısıyla bu üstün zekalı ve yetenekli çocuklar ilaçlarka
tedavi edilerek uyuşturularak harcanmaktadır. Öte yandan, onların dengeli, uyum sağlamış ve mutlu kişiler
olarak yetişip, bütün insanlık için çok önemli olan gaye – misyonlarını gerçekleştirebilmeleri için ebeveynleri,
eğitmenleri ve tüm çevreleri tarafından anlaşılıp destek görmeleri gerekmektedir. Bizler hepimiz, bu çocukları ve
onların olağanüstü niteliklerini tanımalı, sevgi ve saygıyla rehberlik görevini yapmalıyız.”
(Lee Carroll & Jan Taber,Inc.,Calif.1999 : “ The INDIGO CHİLDREN-The New Kids Have Arrived’
dan alıntı: (İsmail Ersevim, “İndigo Çocuklar : Mit Ya Da Gerçek”, sa:14)
“Kimdir bu İndigo Çocuklar? Gerçek mi, mit mi? Dünyanın, siyasal ve ekonomik koşullarının ve
varılan yüksek teknolojilerle, alışılagelmişin ötesinde, bir d e ğ i ş i m e u ğ r a d ı ğ ı ve pek yakın bir
gelecekte yaşamsal değişiklikler olacağı muhakkaktır, hem de gelecek yirmi-otuz yıl içinde. ‘Değişik Çocuklar’
mı doğuyor, yoksa bunlar, insanlık tarihinde diyelim her on yılda bir, ya da benzeri, genetik olarak mutasyona
uğrayan, sonuçta da ‘gelişen, değişen insan kuşakları’nın öncüleri, habercileri mi?”..... “Çok özel yetenekleri
olan bu çocuklar, sanki gökten Allah’ın bizlere son ihsanı gibi, dünyayı değiştirmeye mi geliyorlar, yoksa
oluşagelmekte olan uzaysal-küresel-teknik-sosyo ekonomil ve biyolojik değişikliklerin, bir d e v r i m
(revolution) yaratacak transformasyonların sonuçlarını mı simgeliyor ve sergiliyor bu çocuklar?”
(İsmail Ersevim, “İndigo Çocuklar: Mit ya da Gerçek”, sa:14;121-4)
İndirmek : Yumruk atmak, vurmak (Argo)
“ ‘Tam eğilip yerden kaldıracağım sırada, yattığı yerden başladı tekme atmaya. Ben de dizimle bir çıkış
yaptım, kafasına da iki tane indirdim. Suratı kana bulandı.’ ”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:34)
İnebahtı – Lepanto savaşı : Ünlü yazar Cervantes’in de katıldığı, Messina Boğazında, 1571 de vuku bulan
Osmanlı-Venedik deniz savaşı. Ünlü Cervantes’in Türk kasırgasına esir olması.
“Türk Donanması, Venediklilerin malı olan Kıbrısı ele geçirmişti; büyük ve acı bir kayıpt bizim için...
Kanım kaynadı.... Çarpışma, Messina boğazında oldu. Sizin anlayacağınız, o ünlü Lepanto (İnebahtı) savaşında
ben de vardım; değerimden çok bir şans sonucu elde ettiğim yüzbaşı rütbesiyle katıldım savaşa. Hıristiyanlık için
epey mutlu bir gündü o: Bütün Avrupa uluslarını, Türklerin deniz üstünde yenilmez oldukları söylencesinden
kurtarıyor, Osmanlı gururunu yerle bir ediyordu. ..... Tek mutsuz insan bendim: Romalılar çağında yaşamış olsaydım, başıma çelenk takarlardı; oysa bu kadar güzel bir günün akşamında ben, z i n c i r e v u r u l m u ş t u m.
............. Başarılı ve cesur bir korsan olan Cezayir Beylerbeyi Uluç Ali, bizim Malta Beyi’nin kadırgasını denizde
sıkıştırıp ele geçirmişti; gemide, ağır biçimde yaralanmış üç şövalye’den başka kimse kalmamıştı........ Düşman
kadırgasına fırladım, fakat tam o sırada düşman gemisi bizimkinden ayrııldı, askerlerim yardıma gelemedi ve
ben, diğer gemide bir başıma kalıverdim. Uluç Ali’nin bütün gemisiyle kaçıp kurtulduğunu duymuşsunuzdur.
Böylece ben, onca mutlu insan arasındaki sayıılı mutsuzlardan biri olan ben, Türk Kadırgasında k ü r e k ç e k-
m e k t e olup, o gün özgürlüğe kavuşan binlerce Hıristiyana karşılık esir düşen ben, Uluç Ali’nin
gemisindeydim. Bir forsa.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:307-8)
İnek kafalı : Düşüncesi kıt, aptal, ahmak
“Ama aklı, geçen yıl bu sıralarda göçüp gitmiş olan sevgili karısında değildi, şu budala oğlu Andreas’da
da değildi, bu ihtiyar halinde onu yalnız koyup giden, onu balıklarla bir başına uğraşmak zorunda bırakan, inek
kafalı, kuş beyinli, öteki oğlu Petrus’da da değildi.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:154)
İnfaz : Bir cezanın uygulanması; özellikle idam
“Nerde o eski infazlar! İnfaz başlamadan bir gün önce, bütün vadi insanlarla dolup taşardı; herkes
yalnızca seyretmeye gelirdi, sabah erkenden komutan hanımlarıyla birlikte boy gösterirdi, boru sesleri bütün
kampı ayağa kaldırırdı.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:49)
in foro conscientiae : (LAT.,PSYCH.,KOLL) <in fo’ro kon’şien’şiay> : Vicdan huzurunda, ahlaki bakımdan
İngiliz’ler: Bugün, resmen ‘krallık’la idare edilmelerine ve başlarında -diğer bazı Avrupa ülkeleri gibi- bir
Kraliçe olmasına karşın, dünyanın en demokrat ve en adil ülkelerinden biri olan İngiltere ülkesinin sakinleri. Bir
zamanlar, İspanya gibi ‘Topraklarında güneş batmaz’ diye ün almış imparatorluk kurmalarına karşın, bugün,
gerek dünya siyaset aleminde gerek Avrupa birliğinin en kudretli üyelerinden biri.Ben Kanada’dayken -1957, ki
Kanada hala İngiliz mandası altında idi- gece suare’den sonra her filmin sonunda Kraliçe perdelenir ve İngiliz
Ulusal Marşı çalındığı zaman, herkes saygıyla ayağa kalkar, ‘O bizim annemiz’i temsil ediyor…’ derlerdi.
(Dr.İ.E.)
“Baird sıkılmaya başlamıştı. ‘Schwabe, İngilizlerin ne edebiyatı ne de penislerini hak ettiklerini söyler ikisine de pek önem vermezler,’ diye soğuk bir espri yapmaya kalktı. Campion gözlerini kocaman açmış ona
bakıyordu, bakışlarından aynı anda hem küstahlık, hem de dobralık okunuyordu. ‘İngiliz tarzı yetiştirilmenin
kurbanı olarak galiba kendimi savunmam gerekiyor,’ diye ekledi Baird. Campion artık ona kulak vermiyordu.
Sandaletin içinde ayaklarını gerdi. ‘Bir bağnazlar ve şapşallar dünyası,’ dedi usulca.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:61)
İngiliz siyaseti gütmek : Kurnazca, iki yönlü siyaset izlemek
“ ‘... Kaymakama get, karakola get, nere gidersen get. Beniminen, ananı üstüme salıp uğraşma, İngiliz
siyaseti gütme bana karşı.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:64)
İnim inim inlemek : Çok ve sürekli acı çekmek, inler gibi ses çıkarmak
“Dünyada iken sana emanet edilen kutsal anahtarlara karşı saygı engel olmasa, daha ağır sözler de
söylerdim, çünkü sizin hasisliğiniz, iyileri süründürüp kötüleri yükseltmekle dünyayı inim inim inletiyor.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:224-5)
“... sonbaharda kırmızı solucanları yakalamak için gölün uzak güney kıyılarına sandallarla gidiyor,
dayanıksız sazdan barınaklar yapıyor, kış boyunca soğuktan inim inim inliyor, post giyiyorlar. Herkesten
korkuyor, sazların arasında gizlice dolanıyorlar, İmparatorluğa karşı barbarların başlattığı bir isyan girişimi
hakkında ne bilebilirler ki?”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:27)
“-Felsefe yapma, eşek!
-Ne felsefesi, sağ yanım tutulmuş inim inim inliyorum. Gezmediğim doktor kalmadı.”
(F. Dostoyveski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:221)
“Kalın müzik araçları gümbürdeyip gürlüyor, orta boyluları inim inim inliyor, daha incelerse, kuluçka
tavuklar gibi cıyaklaşıyorlardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:69-70)
“ ‘kaynım, güzel rubalı görümcelerim, eltilerim, kaynanam,
-kaynatama söz yok, yumuşaktı bir baba gibi-,
tatlı sözlerle ossaat susturdun onu.
Hem sana (Hektor) ağlarım bu yüzden,
hem talihsiz başıma ağlarım.
Engin Troya’da dostum yok senden başka.
herkes sırt çeviriyor, sevmiyor beni hiç kimse.’
Helene böyle dedi ağlaya ağlaya,
inim inim inledi kalabalık halk.”
(Homeros, “İlyada”, sa:534)
“Ağabeyimin anlattıklarına göre anneannem Kırım’da doğmuş, büyümüş, genç kız olduğunda savaş
patlamış. O sıralarda Kırım Türkleri müthiş bir Stalin eziyeti altında inim inim inliyorlarmış. Savaş başlayınca
erkekler Kızılordu’da askere alınmışlar.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:148)
“Evleri denizin biraz yukarısında bir yalnızlık gibi durur, denizin yarısını görür, yarısını görmez.
Sedat’ın babasından kalan bu yıkıntı onların tek güvenceleri şimdi. Sedat’ın asık suratlı babası bir yaz günü inim
inim inleyerek öldü.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:17)
İnip inip kalkma : Bata çıka, dalgalanarak
“Kara gün dostunu saygısızca yadsıdıktan sonra ayağıyla Cezayir toprağını itiyor ve kayık bundan
aldığı hızla ilerliyor. Deve suları kokluyor, boynunu uzatıyor, eklemlerini çatırdatıyor, denize atlıyor, Zouave
(Fransız gemisi)’a doğru yüzmeye başlıyor. Hörgücü, bir su matarası gibi inip inip kalkıyor denizin üstünde.
Kocaman boynu kadırga mahmuzları gibi dikiliyor ikide bir.”
(A. Daudet, “Taraskonlu Tartarin”, sa:135)
İnişli çıkışlı : Tepeler ve vadiler, yukarı ve aşağı düzeydeki toprak ve oluşumlar
“Önümüzde uzanıp giden tarlalarda rençperler toplanmaya başlamışlardı, ama o kadar uzaktaydılar ki
konuşmalarını işitemiyordum. İnişli çıkışlı bir araziydi, işlenmiş alanlar ova boyunca bambaşka görüntüler
oluşturmuştu. Aşağıda süzülüp giden kanalın suyu kuraklık yüzünden ip gibi kalmış, sessiz sedasız akıyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:72)
“Güneş, Kastello’ya ulaşmış, damları ışığa boğmuştu. Şimdi kabarıyor işte ve inişli çıkışlı yokuşlara
yayılıyor, köyün kaskatı çirkinliğini acımasız, çırılçıplak ortaya koyuyor. Kül rengi, asık suratlı bir köydü bu;
kupkuru, taştan yapılmış, evlerinin kapılarını kurtlar kemirmişti, iki büklüm giriliyordu içeriye; kapkara,
kasvetliydi eviçleri.”
(N. Kazancakis, “Kardeş Kavgası”, sa:11)
İnivermek; İni inivermek : Hemencecik, kolaylıkla inmek
“Bir yanda incir dalı
ini iniveriyordu üstüme
(öbür yandan kıçım)
her yandan b.k saçan...”
(Hipponaks, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:65)
İnleye inleye; İnleyip durmak : Sürekli ağlamak, inlemek, ıstırap çekmek
“Bu haber kızcağızı çok üzmüştü. Kendini yere atmış, çığlığı basmış, Tanrıya yalvarmış ve güneş
doğuncaya değin, kırda tek başına inleyip durmuştu. Sonra çiftliğe dönmüş, efendisine, gitmek niyetinde
olduğunu bildirmiş ve ay sonunda, hesaplarını görerek bütün eşyasını bir mendile doldurmuş, Pont L’Evéque’e
doğru yola koyulmuştu.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:9-10)
“Hiç arasız yağan yağmur, birdenbire daha iri damlalarla yan yan, inleye inleye pencerelere çarpıp
dağılıyordu. Ağaçlar hemen hemen bütün yapraklarını dökmüşler, kurşuni bir renk almışlardı. Üzerlerinde
hemen hemen bir şey kalmamıştı, ama rüzgar, onları durup durup yine sarsmaya başlıyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:74)
İnme; İnme inmek : Felç; Felç gelmek; Yatalak olmak
“Kısa boylu, bodur yapılı, yapı bakımından inme inmesine elverişli, aşağı yukarı altmış yaşlarında olan
papaz Birotteuau, zaten birçok kez yeğin nikris nöbetlerine tutulmuştu. Babacan rahibi, yaşamın birçok küçük
çilesi arasında en çok yıldıran şey, iri gümüş kancalı pabuçlarının ansızın ıslanıp, tabanlarının sular içinde
kalıvermesiydi.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:30)
“Adamcağızın yazgısı böyleymiş demek ki. Generallik rütbesini verdikleri gün ansızın katıldı kaldı.
Yüzünün sol yanına, sağ koluna, iki bacağına birden inme inmişti... Bizim gösteriş düşkününe sırmalı general
apoleti takmak nasip olmadı, istemeye istemeye emekliye ayrıldı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:45)
“Ertesi sabah, bizim bahçeye çalışmaya gelen Etem’le birlikte, baktım, Nazlı da geldi.
Hoppala! Çattık belaya... Dün Emine derken bugün de Nazlı, aynı firaklı <ayrılış üzüntüsü> sahneyi
annemin önünde tekrarlayacak olursa, mutlaka kadıncağızın bir tarafına inerdi. Bir gün önceki hadisenin
<olayın> böyle sıcağı sıcağına Nazlı’yı da birlikte getirdiğine canımın sıkılacağını anlayan Etem, bahçe
kapısında kulağıma eğildi...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:301)
“Yusuf, nişanlısını tutup bir mağaraya çekmek üzere ileri atılınca, Tanrı korkunç bir şimşek çaktırmış,
gökle yer birleşmiş, Meryem de bayılarak arkaüstü düşmüştü. Kendine gelip gözlerini açarak çevresine
baktığında, Yusuf’un kara-granit üstünde yüzükoyun yattığını görmüştü, inme inmişti adama...”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:73)
“Havalar iyice ısındı, ağaçlar çiçek açtı sevgilim. İncir adası gelinlik kız gibi nergisle donandı.
Hakkı’nın babasına inme indiğinden beri kayığı alıp birlikte balığa çıkıyoruz. Hep ben çekiyorum kürekleri,
giderken de dönerken de. Her seferinde biraz daha açığa gidiyoruz.”
(Hasan Faruk Levent, “Mübadele Öyküleri”<Ayrılık>, sa:174)
“NİNELER
------------Ya çoğunuz inmeli
Ya gözünüz perdeli
Ağır işitir kulağınız.”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:24)
“Bu sırada aynı odada çiftlik defterleriyle uğraşmakta olan oğlu, başını kaldırdı, babasının durumu
karşısında şaşırıp kaldı. Hasta adam korku ve öfke içinde parmağıyla avluyu gösteriyordu. Sonra koltuktan
kalkmak isteğiyle çabuk çabuk gecelik entarisinin eteklerini topladı, doğruldu.. ve ansızın düştü. Oğlu ona doğru
atıldı. İnme, yaşlı adamı yere sermişti.”
(A. Puşkin, “Dobrovski”, sa:36)
İn misin, cin misin : Masal materyali; sen kimsin, nesin?
“adımı unuttum
adı olmayan yerlerde
ne in
ne cin
ne beni adem”
(A. Halet Çelebi<1907-1958>, “Om Mani Padme Hum” ‘Adımı Unutum’ sa:37)
“KABUS YİYEN - Cin misin, in misin, sen nesin?
KRAL - Hortlak mısın, mortlak mısın, ya sen nesin?”
(M. Ende, “Kabus Yiyen”, sa:7)
“... kanatları yarı açılmış bir kocaman, bir korkunç kuş şekli almaya başladı. Hoca, az kalsın, salavat
getirip: ‘İn misin, cin misin?’ diye bağıracaktı. Lakin, gördü ki, bu, yorganına sarılmış bir köylüden balka bir şey
değildir.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:112)
İnnallahe maassabirin :
(AR.,DİN) Tanrım bana sabır versin (Arabik-İslamik bir sözcük.)
“-Vallahi yalanım yok, kardeş...
-İnnallahe maassabirin! Ya sonra eşim nereye kayboldu?
-O yukarı yükselirken ben aşağıdan baktım. Birinci kat... İkinci kat... Üçüncü kat... Hep çıktı...”
(H.R. Gürpınar, “Gulyabani-Melek Sanmıştım Şeytanı”, sa:360)
İnsan; İnsan olmak : Kendisiyle ve dünyayla başkalaşma sonucu, bir ‘insan’ın felsefi olarak ne olması, nasıl
davranması gerektiği polemiği
“Bize insan olmak, yani etiyle kemiğiyle insan olmak bile yük geliyor; bundan utanıyoruz, ayıp
sayıyoruz. ‘Soyut insan’ diyebileceğim garip yaratıklar olmaya can atıyoruz. Biz ölü doğmuş kişileriz, zaten
çoktandır canlı olmayan babaların soyundan ürüyoruz ve bu durumu gittikçe daha çok beğeniyor, bundan zevk
almaya başlıyoruz. Nerdeyse bir kolayını bulup bizleri doğrudan doğruya düşüncelerin doğurmasını
sağlayacağız.”
(F. Dostoyevski, “Yeraltından Notlar”, sa:169)
İnsan ayağı basmamış : İnsanın henüz girmediği balta girmemiş orman, yabanıl alan
Bk.: İnsan ayağı değmemiş
“Araçlarını kullanıp işletmekte ustalaşınca, masasının başından ayrılmadan bilinmedik denizlere açılıp
insan ayağı basmamış diyarlara gezmesine ve harika varlıklarla haşırneşir olmasına elveren yeni bir uzay
kavramı oluşturdu.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:9))
İnsan ayağı değmemiş : Balta girmemiş yer, orman
Bk: El ayak değmemiş
“ ‘... Sandy King’i hatırlar mısın? O şimdi Klondike’ta... Watson Burrel Peters’ın büyük kızıyla evlendi.
Benim de sığır ticaretinden elime biraz para geçti. Litte Powder’da hiç insan ayağı değmemiş toprakları satın
aldım.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:47)
İnsan bozuntusu : Görgüsüz, kaba, duygusuz, insandan başka bir mahluka benzer kişi
“BEATRİS
------------‘Bir görelim şu insan bozuntusu şeyi,
Kendini Hamlet yerine koyan gölgeyi,
Saçı rüzgarda, gözü görmüyor önünü.
Acınacak bir yaratık, bir zevk düşkünü,
Rolünü incelikle oynamaya yatkın
Bu serseri, bu aylak oyuncu, bu sapkın.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:221)
İnsan demeye bin tanık ister : Fiziksel yitimden dolayı insan bedeninin tanınmaz bir hale gelmesi
“Günler gecikiyordu. Chicao’nun <Çiko> bütünn bedeni ter içindeydi. Zaman zaman karşılaştığı
insanlar oluyordu. Ufukta kara biçimler, koyu renkli gölgeler beliriyor, sonra bunlar yavaş yavaş yaklaşıyordu.
Derken suratlarını görüyordu, kirli, yanaklaru çökük, bir deri bir kemik suratlarını; paçavralar içinde, pis, tozdan
terden kokuşmuş, sırtlarında hala heybeler, hamaklar, sandıklar taşıyan, insan demeye bin tanık isteyen birtakım
sürüklenip giden ölüler.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar, Kardeşim Deniz”1, sa:107)
İnsan eli değmemiş : İnsan ayağı basmamış, değmemiş; keşfedilmemiş yer
“İnsan eli değmemiş başka yerler görmek için daha uzaklaşmak gerek. (Yine de bu kadar kalabalığa
yakın olduğundan hayret verici) sadece çürümüş kulube bırakan insan eli değmişliğin, uzanıp gittiği kumullar.”
(A. Camus, “Yaz”, sa:25)
İnsanın başından tek kıl bile düşürmeyen : Tanrı’ya atfedilen takdir gücünün gösterilenlerden biri
“Prenses Mariya içini çekerek haç çıkardı, ne elbisesini, ne saç tuvaletini, ne de içeri nasıl girip ne
söyleyeceğini düşünmeyerek aşağı indi. İradesi olmaksızın insanın başından tek kıl bile düşürmeyen Allahın
takdiri yanında bütün bunların ciddi ne değeri, olabilirdi?”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:53)
İnsanın Yaratılış Efsanesi: İnsan’ın (Adem-Havva’nın) yaratılış hikayesi, Abdülkadir İnan’ın, “Tarihte ve
Bugün Şamanizm” adlı eserinden derlenmiştir
Bk: Dünyanın Yaratılış Efsanesi
“Türklerin i l k b a b a s ı n ı n y a r a t ı l ı ş ı hakkındaki bir efsane Ebubekir bin Abdullah bin
Aybek ed-Devadari adlı Mısırlı bir Türk tarihçisi tarafından nakledilmiştir.
Bu efsane güya “Ulu Han Ata Bitikçi” adlı türkçe bir kitabın, hicri 311 yılında, “Cebril bin Bahteşyu”
adlı hekim tarafından farsçaya çevrilmiş baskısından alınmış imiş. Bu efsaneye göre, İlk Çağda yağmurun
oluşturduğu seller, Kardağcı denilen bir dağdaki mağaraya çamur sürükleyip getirdi ve bu çamurları insan
kalıbına benzeyen yarıklara döktü. Su ile toprak, bir süre bu yarıklarda kaldı. Güneş, Saratan burcunda idi ve
sıcaklığı çok kuvvetliydi. Güneş, su ve toprak döküntülerini kızdırdı, pişirdi. Bahsedilen mağara, kadın’ın kam’
ı (batın; Şaman) ödevini gördü. Su, toprak ve güneşin ısısı ögelerinden ibaret olan bu yığın üzerinden dokuz ay
ılıman bir rüzgar esti. Böylece dört unsur birleşmiş oldu. Dokuz ay sonra bu yaratıktan, i n s a n şeklinde bir
mahluk çıktı. Bu insana Türk dilince “Ay Atam” denildi ki “ay baba” demektir. Bu “Ay Atam” denilen kişi,
sağlam havalı ve tatlı sulu yere indi (metinde ‘çıktı’ denilmiyor, ‘indi’ deniliyor). Kuvvet ve neş’esi günden güne
arttı, orada kırk yıl kaldı.
Sonra, seller bir kez daha aktı, yukarıda söylendiği gibi, mağaradaki yarıklara toprak dolduruldu.
Güneş, Sünbüle yıldızında idi. Binaenaleyh, bu toprağın pişmesi zamanı, güneşin aşağı indiği devre rastladı ve
bundan dolayıdır ki, bu topraktan yaratılan kişi, d i ş i oldu. Bu dişi kişiye “Ay-va” adı verildi ki, “ay yüzlü”
demektir. Ay Atam ile Ay-va evlendiler. Bunlardan kırk çocuk dünyaya geldi, yarısı erkek yarısı dişi idi. Bunlar
birbirleriyle evlendiler. Ana ve babaları öldükten sonra, onları çıktıkları mağaraya gömüp ağzını altın kapı ile
kapadılar ve kapının yanına çiçekler koydular.
Davadari’nin naklettiği efsanenin özeti budur. Bu yazar, Oğuz menkıbeleriyle Moğol devrinde söylenen
çeşitli söylentileri birbiriyle karıştırmış ve bunlara İran ve Yunan söylentilerini de eklemiş olsa gerektir.
(İ. Ersevim, “Şamanizm” -henüz basılmamış eser-, sa:21)
Dini inançlar :
“Yaratılış modeli, e v r e n’in bilinçli bir varlık tarafından ve yoktan var edildiğini, mekan yönünden
sınırsız, zaman yönünden ise sınırlı olduğunu kabul eder. İnsanın yaratılışı konusunda, i l a h i d i n l e r i n
<Bir Peygamber aracılığı ile gönderilen din’ler> de bir görüşü vardır. Buna göre:
.Evren’de olup bitenlerde ‘tesadüf’e yer yoktur;
.Evren’de bulunan tümvarlıklar ve insan, yoktan var edilmiştir. Onları yoktan yaratan Yüce Allah’tır.
İnsanların ve cinlerin yaratılışı ile ilgili olarak, Kur’an-ı Kerim’de bizlere şu bilgiler veriliyor:
‘Andolsun, biz insanı (pişmiş) kuru bir çamurdan, şekillenmiş kuru bir balçık’tan yarattık.’
‘ C i n’leri de daha önce, zehirli ateşten yaratmıştık.
‘ Hani Rabbin meleklere demişti ki: ‘Ben kupkuru bir çamurdan, şekillenmiş kara balçıktan bir insan
yaratacağim.’
‘ Ona şekil verdiğim ve ona ruhumdan üflediğim zaman, siz hemen onun için secdeye kapanın.’
(Hicr: 26-29)’
Görülüyor ki, Yüce Allah insanı topraktan yaratmıştır. Onun ilk maddedi, toprağın su ile
karışmasından oluşan ‘balçık’ dediğimiz maddedir. İnsan, n e r e d e yaratıldı?
Yüce Allah, ilk insan Hz. Adem babamız ile onun eşi Hz. Havva anamızı c e n n e t’te yarattı, ve
onlara şöyle dedi:
‘Biz; Ey Adem! Sen ve eşin (Havva) ile birlikte cennete yerleişin. Orada istediğiniz zaman her yerde
ve kolaylıkla cennet nimetlerinden yeyin. Sadece şu ağaca yaklaşmayın. Eğer o ağacın meyvesinden yerseniz,
her ikiniz de kendinize kötülük eden zalimlerden olursunuz,’ dedi (Bakara suresi: 35, buyurdu.
İnsana ve onun yaratılışına karşı çıkan ş e y t a n, Adem ve Havva’ya yaklaştı. Onlara, yasaklanmış
ağacın meyvesinden yemelerini öğütledi. Adem ile Havva, Şeytan’ın bu hilesine kandılar, yasaklanmış ağacın
meyvesinden yediler. Yüce Allah’ın yasağına uymadılar. Bunun üzerine üzerlerindeki elbiseleri dökülüverdi,
çırılçıplak kaldılar. Ayıp yerlerini yapraklarla örtmeye çalıştılar.
Adem ile Havva, Şeytanın oyununa geldiklerini anladılar. Allah’ın emrini yerine getiremedikleri için
pişman oldular. Bağışlanmaları için Yüce Allah’a yalvardılar. Şu sözlerle af dilediler:
‘Ey Rabbimiz! Biz kendimize haksızlık ettik. Eğer bizi bağışlamaz, bize acımazsan, gerçek ziyan
edenlerden oluruz.’ (A’raf:23) dediler.
‘Bu yalvarış ve yakarışlardan sonra, Yüce Allah onları bağışladı. Ancak, cennette kalamayacaklardı.
Yaptıkları hatanın cezasını çekmeli idiler. Yüce Allah şöyle buyurdu:
“Birbirinize düşman olarak cennetten yeryüzüne inin. Bir süre yeryüzünde kalacaksınız. Orada
yaşayacaksınız, orada öleceksiniz ve oradan tekrar dirilip <Basülbadelmevt> çıkarılacasınız!’ (A’raf 24-5)
Yeryüzüne inen Adem’e Allah’tan kitap (mesaj) geldi. O yeryüzünde Yüce Allah’ın ilk elçisi, ilk
peygamberi oldu. Böylece, ilk insana, aynı zamanda ilk peygamberlik verildi. İnsanlığın ilk dini de Hz. Adem’e
gönderildi. İlk insan ve ilk peygamber olan Hz.Adem ile Hz. Havva’nın çocukları <Habil ile Kabil ve sonrası!>
çoğaldı ; çeşitli ırklar olarak yeryüzünün her tarafına yayıldı. Yüce Allah, Hz. Adem’den itibaren insanları hiç
bir zaman dinsiz, kitapsız ve peygambersiz bırakmadı. İlahi buyruklar, zamanın şartlarına uygun olarak son
peygamber Hazreti Muhammed’e kadar sürüp gitti.’ ”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:55-59)
“İnsanın Kökeni”
“Çoğu düşünürler, uzun süre, insanla hayvanlar alemi arasına aşılmaz bir duvar çektiler. Kutsal
Kitap’taki bir mitos’tan geliyordu bu yanılgı. Ona göre, insanı, Tanrı, ‘kendi suretinde’ yaratmıştı. XIX: y.y.’da
D a r w i n, bu kurama karşı, insanın çok gelişmiş -insan benzeri- bir maymuın türünden geldiğini ileri sürdü.
Daha sonraki buluşlar bu düşünceyi doğruladı ve anlaşıldı ki, Üçüncü Zaman’ın sonlarında, ya da Dördüncü Zaman’ın başlarında, gerçekten insan benzeri maymunlar yaşamıştı dünyamızda. İnsanın ataları bunlar olmalıydı.
............... İnsanın en eski kalıntıları, 1891-1894 yıllarında Java’da bulundu ve ‘P i t e k a n t r o p’ adı verildi.
1925 yılında, Pekin yakınlarında bir mağarada bir başka insanın kemikleri bulundu ve ‘S i n a n t r o p’ diye
adlandırıldı. Ona yakın insanın kemikleri,özellikle çeneleri ve dişleri Orta Vietnam’da, Avrupa’nın güneyinde ve
Heidelberg yakınında bulundu. 1954’te Cezayir’de de ‘A t l a n t r o p’ adı verilen bir başka insanın kalıntılarına
rastlanıldı. ............... Atalarımız içinde, bize en yakın insan, ‘N e a n d e r t a l’ oldu. Kalıntıları, 1856
yılında, Almanya’da Düsseldorf yakınında bu adı taşıyan vadide bulunduğu için ‘Neandertakl insan’ diye
adlandırılan bu insan tipi, Eski Dünya’da yaşıyordu. Onun kalıntılarına, Java’da, Afrika’da, Ortadoğu’da ve
Avrupa’nın çeşitli yerlerinde rastlıyoruz. ‘H o m o S a p i e n s’, yani bugünkü insan, az çok farklılaşarak, işte
bu ‘Neandertal’ insandan geliyor.”
(Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I ‘İlkçağ’, sa:12-13)
İnsan içine çıkmamak : Toplumdan geri çekilmek, insanlarla biraraya gelmemek (utanç ya da depresyon)
Bk.: İnsan kaçkını
“Ali Rıza Bey’e göre bu adamın bu rezaletten sonra artık insan içine çıkmaması, hatta arından ölmesi
lazımdı. Halbuki ertesi gün onu aynı kahvede, hiçbir şey olmamış gibi tavla oynar bulmuştu.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:41)
İnsan kaçkını : Sosyofobik; İnsanların içine çıkmaktan sıkılan, utanan, ter döken kimse
“Şaşırdığımı gören Çikamasova:
-Piotr Semyonoviç’in kardeşi, kaynım Yegor Semyonoviç, diye durumu açıkladı. Bir yıldan beri
bizmle birlikte oturuyor. Kusuruna bakmayın, yanınıza çıkamaz. İnsan kaçkınıdır, yabancılardan utanır hep. Son
zamanlarda manastıra kapanmak gibi bir niyeti var. Görevdeyken hakkını yemişler. O da üzüntüsünden böyle
yapıyor.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:156)
İnsan kaynamak : İnsanlarla dolup taşmak
“Mutlu bir rastlantı sonucu kontun saptadığı buluşma yeri ve benim biraz önce ayrıldığım kahveydi,
acelesiz bir yürüyüşle oraya dönüyordum, yılanvari dar sokakların keyfini çıkarmak için bile bile başka yollara
sapıyordum. Şu anda, alacakaranlıkta ana meydan cıvıl cıvıl insan kaynıyordu. Garsonlar dışarıya masalar
ekliyorlardı, kasabanın bütün kaymak tabakası burada toplanmaktaydı.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:429)
İnsanlığın çirkefi : Son derece öfke hissedilen birine söylenmiş sövgü (Argo)
“MACOL - (Kendisine doğru dönen Macbett’e.) En sonunda buldum seni! İnsanların en adisi,
aşağılık, soysuz, alçak yaratık! Azgın canavar. İnsanlığın çirkefi! İğrenç katil! Manevi salak! Sümüklü yılan!
Boynuzlu engerek! Murdar kurbağa! Uyuz dışkısı!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Macbett’, sa:330)
İnsanoğlu : İnsan; Tanrının kulu
“Seni, Tanrı’nın Oğlu’na şükran duymadığımız için değil, kendi gücümüzü kabullenmekten
korktuğumuz için çarmıha gerdik. Seni, tanrılara dönüşeb,leceğimizden korktuğumuz için çarmıha gerdik.
Zaman ve gelenekle, uzak bir tanrı haline geldin ve biz insanoğulları da yazgımızla baş başa kaldık.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:210)
İnsan seli : Kalabalık, büyük toplantı, miting, alay, maçlardan sonra sokakları dolduran kalabalık
“Bir süre sonra Hermine ve Maria’yı aramaya başladım, birçok kez ana salona girmeyi denedim ama ya
yolu bulamadım ya da bir insan seliyle burun buruna geldim.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:160)
İnsanüstü : Normal bir insanın sahip olabileceği kudret ve niteliklerin çok üstünde
“Nasıl umabilirdi insan artık katilin elinden kaçılabileceğini? Vebadan bile korkunçtu, çünkü vebadan
kaçılabilirdi, oysa bu katilden? İşte Richis örneği ortadaydı. Anlaşılan insanüstü yetenekleri vardı. Besbelli,
Şeytan’la birlik olmuştu, tabii eğer Şeytan’ın ta kendisi değildiyse.”
(P. Süskind, “Koku”, sa:220-1)
İnsan yüzü görmek : Yalnızlıktan ya da hastalıktan uzun süre yalıtımda kaldıktan sonra topluma çıkmak
“-Bugün?
-Bugün çıktım, dedi. Canım biraz hava almak, iki insan yüzü görmek istedi. Gaité sokağına kadar
yürüdüm, iyi geldi; sonra Andrée’ye gittim.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:9)
insulae fortunate : (LAT., COĞR.): 1435’de, uzun zamandanberi aranan ‘Talih adaları’nın, “insulae
fortunate” <Kanarya adaları>, Portekizliler tarafından keşfi
“Portekizliler, cesaret sınavını vermişler ve ölümsüz atılım başlamıştır. 1419 yılınd Madeira Adaları
<Afrika’nın kuzey-batısında, Morocco’dan 150-200 mil uzaklıkta Atlas Okyanusu içinde> keşfedilir, daha
doğrusu yemiden keşfedilir. Neredeyse her yıl yeni bir keşif yapılmaktadır. Cabo Verde <Brezilya açıkları>
dolaşılır, 1445’te Senagal’e <Orta Afrika’nın Atlas Okyanusu kıyısı> varılır; o da ne, her yerde palmiyeler,
meyveler ve insanlar vardır. Bu yeni dönemin insanları önceki dönemin bilgelerinden daha fazla bilgiye
sahiptir.”
(S. Zweig, “Amerigo”, sa:23)
İnşallah : Allah kısmet ederse, Tanrı ister ya da uygun görürse; herşeyin yolunda gitmesi temennisi
“Penbe, piyanistin arkasından dilini çıkardı:
-Deli gavur. Boğaz olunca insan doktor çağırır mıymış?
-Rakım azarladı:
-Ama iyi gavur. İnşallah hak dininde (İslam’da) can versin.
-İnşallah.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:247)
“Bayram:
‘Çok çirkin demir attılar, bu işin tadı olmaz.’ dedi.
‘Onları buraya geldiklerine pişman ederiz inşallah.’ dedi Irazca. ‘O zaman, kendi gönülleriyle kalkıp
giderler...’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:118)
“YEPİHODOV - Başüstüne... Hemen getireyim... Şimdi biliyorum artık revolverimle ne yapacağımı...
(Gitarı alır, çala çala uzaklaşır.)
YAŞA - Yirmi iki musibet... Sersemin teki, doğrusunu söylemek gerekirse... (Esner.)
DUNYAŞA - İnşallah kendini vurmaz. (Bir sessizlik.)”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:128)
“Gerçi melek gibi olduğun için sana hiçbir kötülük bulaşmaz. İnşallah öbür yanda da temiz kalırsın.
Zaten buna güvendiğim için oraya gitmene izin veriyorum. Aklını peynir ekmekle yemedin ya!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:30)
“ ‘Belki,’ diye ekledi Baudolino, anasonlu içkiden etkilenmiş gibiydi, ‘bir gün Alessandria kuleleri ve
kiliseleriyle, yeni Konstantinopolis, üçüncü Roma, evrenin harikası olur.’
‘İnşallah,’ dedi Niketas, kupasını yukarı kaldırarak.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:253)
“Kesinlikle yalan! Kesinlikle dedikodu! Yok, yok! Hiç öyle bir şey mi olur? Amma kaymakamın kızı
güzelmiş... bir şey bile değil... Ben görmedim a, diyorlar... Diyelim ki bir şeymiş... dünyada bir tane olamaz a...
yok, yok! Yalandır inşallah!”
(R.M. Ekrem, “Çok Bilen Çok Yanılır”, sa:24)
“-Çok kalma emi, vallahi dört gözle yolunu bekleyeceğiz.
-İnşallah... İşlerimi yoluna koyayım da... Eylül sonuna kalmaz, dönerim.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:68)
“ROSA - Yo, yo, yaparım... başka bir gün asarım kendimi. (Torbaya bakar.) Kahve kutusu nerede?
Yok! Biliyorum... şimdi almıştım... manavda unuttum. Gidip alayım (Çıkış kapısına doğru gider.). Antonio’nun
şu felaketi aptala döndürdü beni! İnşallah iç etmemişlerdir.”
(D. Fo, “klakson, borazanlar ve bırtlar), sa:58)
“Bütün tutkuları, bütün günahları tanımışımdır inşallah; hiç değilse destekledim onları. Bütün varlığım
bütün inançlara doğru atıldı; kimi akşamlar öylesine çılgındım ki, neredeyse kendi ruhuma inanacaktım, öylesine
duyuyordum bedenimden ayrılmak üzere olduğunu. -Bunları da Ménalque söylüyordu bana.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri & Yeni Nimetler”, sa:20)
“Annesinden oldukça kötü haberler alan Robert, acele olarak Pperpignan’a çağırıldı.
‘İnşallah bir şey yoktur,’ dedim ona. ‘Böyle söylemek alışılmış şeydir zaten!’ dedi.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:17)
“-Sözün kısası, Yunan ahlakına dönmek istiyorsunuz.
-İnşallah! Devletin de çok yararına olur bu.
-Çok şükür ki Hıristiyanlık bütün bunları süpürerek, düzelterek, güzel kokulara boğarak,
yüceleştirerek ezdi geçti; aileyi güçlendirdi, evliliği kutsallaştırdı ve evlilik dışında yaşam temizliğinin önemini
belirtti; işte bunu kabul etmenizi istiyorum.”
(A. Gide, “Sapık Sevgi”, <Corydon>, sa:96)
“Bacanağı Julius de Baraglioul:
-Nasıl, nasıl? diye haykırıyordu. Demek Roma’da bedeninizi tedavi ettireceksiniz? Ruhunuzun çok
daha hasta olduğunu da anlarsınız inşallah orada!”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:3)
“Bu hareketime, canının sıkıldığı anlaşılıyordu. Mamafih, bu, uzun sürmedi. Tekrar gülümsemeye
başlayarak:
-Elini uzat da bir deneyelim, dedi. Eski bir yüzüğünü ölçü verdim. İnşallah dar falan değildir.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:87)
“Her yanı tutulmuştu, ağrılar içindeydi, yaraları, gövdesinin zedelenmiş yerleri gecenin soğuğuyla
sızlıyordu. İnşallah yine dövüşmek zorunda kalmasam, diye düşündü. N’olur, dövüşmek zorunda kalmasam
yine.”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:94)
“ ‘İnşallah, bir gün gelecek, o kız, babası önde, kendisi arkada sokak sokak sürünecek, dilenecek!
Cenabıhak kimsenin yanına koymaz! Fakat, neye yarar? Biz göremeyeceğiz!’ diyor ve ellerini dizlerine
vuruyordu.’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:159)
“ ‘Süleyman karısını götürecek,’ dediler.
‘İnşallah,’ dedim.
Süleymanın gözleri doldu. Gene hep bir ağızdan:
‘İnşallah,’ dediler.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:62)
“Haymanın direğinde asılı olan bir torbadan kadın ayran çıkarıp özedi. Hepsi içtiler.
Ayrılırken adam:
‘Eksik olmayın,’ dedi. ‘İnşallah iş bulursunuz.’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:27)
“ ‘Sürüm sürüm sürünsün.’
‘Kurt işlesin tenine inşallah.’
‘Yılancıklar çıkarsın da yılın yılın yatsın.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:90)
“LAVINIA (Hazel’ın arkasından bakarak kabalık ve sertlikle seslenir.) - Ne Allahtan, ne de başka bir
kimseden af dilemiyorum. Ben, kendimi affediyorum. (Geriye yaslanarak gözlerini tekrar kapar. Acı acı.)
İnşallah iyi olduklarını sananlar için de bir cehennem bulunur.”
(Eu. O’Neill, “Elektra’ya Yas Yaraşır”, sa:315)
“Yegorovna:
-Efendimiz o <Viladimir Andreyeviç)>olmayacak da kim olacak! diye atıldı. Kirila Petroviç boşuna
kızıp köpürüyor. Sağlam kayaya çarptı bu kez. Benim şahinim kendini korumasını bilir. İnşallah koruyucu
melekleri de bırakmayacak onu. Kirila Petroviç kurum kurum kurumlansın!”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:39)
“Candide onu, ‘Her şey iyi gidecek,’ diye yatıştırıyordu. ‘Bu yeni dünyanın denizi bile Avrupamızın
denizlerinden daha iyi, daha sakin. Rüzgarları, rüzgarların en iyisi, yeni dünya olabilecek dünyaların en iyisi
olacak.’ Cunégonde, ‘İnşallah!’ diyordu.”
(Voltaire, “Candide”, sa:43)
“ ‘Gün, gülünç olma korkusuyla örtbas edilmiş alçaklıklar ve zaferlerle doluydu. Okulun en
bilgilisiyim. Ama, karanlık bastırınca bu kıskanmaya değmez bedeni bir yana bırakıyorum -kocaman burnumu,
ince dudaklarımı, sömürge <Avustralya İngilizcesi> aksanını- , boşluğa yerleşiyorum. Ondan sonra ben,
Virgilius’un yoldaşıyım, Platon’un. Sonra ben, Fransa’nın büyük hanedanlarından birinin son kalıtçısıyım. Ama
ben, aynı zamanda bu rüzgarlı, ay ışığıyla aydınlanmış yerleri, bu gece yarısı dolaşmalarını bırakabilmek için
kendisini zorlayacak olanım, damarlı meşe kapılarla yüz yüze gelecek olanım. Yaşamımda elde edeceğim şey inşallah uzun sürmez- böylesine iğrenç bir biçimde önümde açık seçik duran bu iki karşıtlık arasında devsi
<devasa> bir karışım olacak. Acılarımdan yapacağım bunu. Kapıyı çalacağım, içeri gireceğim.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:38-9)
“Dudaklarını kanatırcasına dişleyerek, tek başına, çaresizlik ve acı içinde, bir hayvan gibi çıplak
zeminde çocuğunu doğurdu. Neyse ki yatağına sürünecek gücü kalmıştı. Oraya yıkılıp kaldı, bitmişti; ıslak, kanlı
bir kitle halinde ertesi güne kadar uyudu. Neden sonra içeri giren ışıkla uyanarak neler olduğunu düşündü ve bir
anda, ne yapması gerektiğini hatırladı. İnşallah piçkurusunu öldürmek zorunda kalmazdı, inşallah çoktan
ölmüştü.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, s:241)
Internalization : (İng.: İnternalizeyşın; Fr.: Enternalizasyon = İçerikleştirme) (PSYCHE) : Bk.: Ego’nun
Savunma Mekanizmaları
inter pares; inter pares dostluk = inter pocula
(LAT.): eşitler arasında; eşitler arasında dostluk
“Sonra Tanrı’yı görecekmişiz. Hele dur hele. Bütün bunları ttup da ‘Moniteur’de yazacak değilim elbet,
ne münasebet! Sadece dostlar arasında fısıldıyorum : Inter Pocula. Dünyayı cennete feda etmek, gölge peşinde
koşup eldeki avı kaçırmaktır...”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:60-1)
“Bir anda sandalyesinden fırlayan Nietzsche, odayı bir uçtan bir uca bir iki dakika içinde arşınladı;
sonra pencereye doğru giderek arkasını Breuer’e dönüp bir süre dışarıyı seyretti.
‘Derin bir adamın dosta ihtiyacı vardır,’ diye söze başladı; sanki Breuer’le değil, kendi kendine
konuşuyordu. ‘Dostu yoksa bile hiç olmazsa tanrıları vardır. Ama benim ne dostum ne de tanrılarım var. Ben de
sizin gibi büyük bir özlem içindeyim; kusuursuz dostluklar kurma özlemi, inter pares dostluk, eşitler arasında.
Bu sözcüklerin insanın soluğunu kesen bir gücü var, hele benim gibi her zaman yalnız olmuş ve hep
tam kendisine göre birini arayıp da asla bulamayan biri için inter pares gibi sözcükler büyük bir rahatlama hissi
ve ümit veriyor.’ ”
(Irvin D. Yalom, “Nietzsche ağladığında”, sa:317)
İntihar : (Fr., İng.: Suicide) <Süisid; Süisayd> : İçsel ya da sosyal ve ulusal problemlerle başedemeyen aşırı
deprese ve çaresiz hissetmiş kimselerin kendi yaşamlarını bizzat kendilerinin yitirmeleriyle sonlandırma olayı
“Sienna birden, ‘Kimin Agathusia’ya İhtiyacı Var?’ diye fısıldadı.
‘Anlamadım?’
Sienna bakışlarını kaldırdı. ‘Sonunda Zobrist’in yazı başlığını hatırladım. ‘Kimin Agathusia’ya
İhtiyacı Var?’ idi.’
Langdon daha önce Agathusia kelimesini hiç duymamıştı ama Yunanlı kökenlerine dayanarak bir
tahmin yürüttü. Agastos ve : Agathusia... ‘iyi kurban’ demek olabilir mi?’
‘Sayılır. Asıl anlamı ‘herkesin iyiliği içinn kendini feda etmek’ demektir.’ Sustu. ‘Yardımsever intihar
olarak da bilinir.’
Ne var ki Langdon’un hatırladığı en korkutucu örnek, insanların yirmi bir yaşında intihar etmeyi kabul
ettiği bir geleneği anlatan, 1967’de yazılmış LOGAN’IN KAÇIŞI isimli romandaydı. İnsanlar sayıca
çoğalmadan veya yaşlanıp, gezegenin kısıtlı kaynaklarını zorlamadan gençliklerini dolu dolu yaşıyorlardı. Eğer
doğru hatırlıyorsa, Logan’ın Kaçışı’nın film versiyonunda, seyircinin on sekiz ila yirmi beş yaş aralığına
düşeceği kaygısıyla, ÖLÜM YAŞI yirmi birden otuza yükseltilmişti.”
(D. Brown, “Cehennnem”, sa:272)
“ ‘(Baird)…Artık hiçbir yere ait değiliz, yuvamız, ailemiz, köklerimiz olsun istemiyoruz. Bir tür Hitler
Gençliği denebilir bize, ordulara savaşlara, küçük serüvenlere alışkın gençler. Sürem dolunca Çin’deki iç savaşa
gönüllü katılmayı düşünüyorum. Hala devam ediyorsa elbet.’
‘Doğrusu da bu,’ diyerek alay etti Hogarth. ‘Sen kendi iç savaşından kaçmak için başkalarınınkine
burnunu sokuyorsun. Neden intihar edip her şeye son vermiyorsun?’
‘Onu da düşündüm. Hem de tahmin edemeyeceğin kadar çok kez.’ ”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:88)
İntihar tehdidi, teşebbüsü : (İng.: Attempt suicide) Derin depresyon içinde olup da intihara teşebbüs edecek
psikiyatrik hastaların çoğu, hiç olmazsa bir iki kez, cidddi olduğunu kanıtlayacak ihtarı vermek, içinde daima
‘biri beni kurtaracak’ ümidi olduğundan bu tezi test etmek, dikkat çekmek için (öyle derler, ama bu her zaman
doğru değildir!). Gerçekten de intihara çok ciddi karar vermiş birini durdurabilmek, kurtarmak çok, çok zor bir
iştir. 55 yıllık pratiğim içinde, Allaha şükür, hiç bir hastam hayatını bu şekilde kaybetmedi, ama aşırı tedbirle,
tedaviyle kurtardığım çok oldu. İster kendi isteğiyle, ister zorla-yasal olarak getirilmiş olsun, hastane, dışardan
çok daha koruyucudur, ama, Tıbba meydan okumak, ya da: ‘acaba beni cidden seviyorlar mı?’ diye düşünen
bazıları orayı tercih edebilir. Her neyse, bu konu her psikolog ve psikiyatrın kalbini titreten çok ince bir
konudur. Kültür derecesi ne olursa olsun, bazen bir ‘attempt’ten sonra ofisinize gelip, ‘Doktor, biliyor musunuz,
ben dün intihar ettim!’ diyen bir hasta sizi gülümsetebilir ki, bu, bu narin işin bir kara mizahıdır. Hastayla,
hastaneye girerken, bizim de U.S.A.’da sık sık yaptığımız gibi, onun hastanede tedavi süresince hiç intihara
girişmeyeceğini vaad eden imzalı notu, genellikle pozitif – olumlu sonuç verir; fakat bu, hekimi hiç bir şekilde
mesleki, vicdani ve yasal zorunluluklardan kurtaran bir cansimidi olamaz. (İ.E.)
“En dürüst, en azimli insanların bile en zayıf ve en kötüllerle birlikte yuvarlanıp gittikleri bir ölüm
bayırı ki, sonunda şu iki çukurdan birine varır: Ya intihar, ya suç. Hayal kurmak için dışarı çıka çıka, sonunda
öyle bir gün gelir ki, insan kendini suya atmak için dışarı çıkar.
Aşırı hayal, Escousse’ları, Lebras’ları <Birlikte yazdıkları bir eserin başarısızlığa uğraması üzerine,
yine birlikte intihar eden iki genç Fransız şairi.> yaratır.
(V. Hugo, “Sefiller”, Çev.: Semih Atayman, Cilt:IV, sa:77)
“Bir de Thelma, tepemde bir intihar tehdidiyle iyi çalışamam. Önümüzdeki altı ay boyunca kendine
bedensel zarar verecek hiçbir şey yapmayacağı konusunda senden ciddi bir söz istiyorum. Kendini ‘sınırda’
hissedersen beni ara. Bana ne zaman telefon etsen, sana yardıma hazır olacağım. Ama küçük de olsa, herhangi
bir girişimde bulunursan, sözleşmemiz bozulur ve seninle çalışmaya devam edemem. Genellikle bunu bir kağıda
yazar ve imza isterim, ama senin kararlarına daima sadık kalma yolundaki iddiana saygı duyuyorum.”
(I.D. Yalom, “Aşkın Celladı”, sa:39)
“Hasta ofisimden kaçarak çıktı. Sonra kendimi suçlu hissettim, çünkü bu hastam depresyondaydı ve
uykusuzdu ve yeni bir rahatsızlık kaynağına hiç ihtiyacı yoktu. Şüphesiz davranışımı birçok yönden haklı
gösterebilirim: öfkelenmem ona yardımcı olabilir, saygısızlığı ve öfkesi St. Francis’in sabrını bile tüketebilirdi.
Terapist, sadece bir insandır. Yine de o gittikten sonra oldukça sarsıldım ve korkunç bir şey yapacağı. Hatta
intihara teşebbüs edeceği konusunda ciddi bir endişeye kapıldım.
(I.D. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:183)
invidia :
(LAT.) :
Kıskançlık; Hıristiyanlığın Yedi Ölümcül Günahı’ndan dördüncüsü
“Langton, şeytanın altına kazınmış yedi harfe baktı. Süslü kaligrafi, tüm silindir mühürlerde olduğu gibi
tersten yazılmıştı ama Langdon harfleri okumakta zorlanmadı: SALIGIA
Sierra gözlerini kısarak yazıya bakıp yüksek sesle okudu. Saligia.
Langdon başını salladı, Kelimenin yüksek sesle söylenişi tüylerini ürpertmişti. Ortaçağda,
Hıristiyanlara Yedi Ölümcül Günah’ı hatırlatmak için Vatikan’ın türettiği bir anımsatıcıydı. S a l i g i a <günah>:
superbia <kibir>, avaritia <hırs>, luxiria <şehvet>, invidia <kıskançlık>, gula <açgözlülük>, ira <öfke> ve
acedia <tembellik> baş harflerinden oluşan bir akronim <sözcüklerin yalnızca başharflerini alarak düz yazı ya
da şiir sunma oyunu>.
(D. Brown, “Cehennem”, sa:78)
İnzivaya çekilmek, gitmek : Çilekeşlerin, ruhban sınıfının zaman zaman Tanrıyla başbaşa kalıp kendilerini
yinelendirmeleri; Buna benzer, sivil halkta da, depresyon’un derecesine bağlı olarak, kişiler, sosyal ilişkilerini
minimu dereceye indirerek suda, yüzeysel, çevresiyle gereken iletişimini ancak ‘yaşayabilecek’ derecede bir
süresürdürebilir
“Üç gün sonra gidecektik; ana-babamı görmek, içimden onlara veda etmek istedim; sırrımı onlara
açmayacaktım; ama Kardinal bırakmadı:
-Sevdiklerine ‘sağlıca(lı)kla kalın!’ demeden onlardan ayrılan adam, gerçekten erkektir, dedi.
Gerçekten erkek olmak isteyen ben de, yüreğim burkula burkula sustum. İnzivaya giden çilecilerin
böyle yaptıklarını, aziz tarihlerinde kaç kez okumuştum! Analarını görmek için geriye dönmezler, ellerini
sallayıp ona, ‘Sağlıcakla kal! Ben de şunu yapacağım’ demezlerdi.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:94)
“Kont hiçbir şey anlamıyordu. Düşes birkaç kez yinelemek zorunda kaldı. Adam adeta ölü gibi sapsarı
kesildi ve yatağın yanına dizüstü çökerek, derin bir şaşkınlığın, sonra da en şiddetli üzüntünün, tutkusuyla aşık
olan akıllı, zeki bir insana esinlendirebileceği her şeyi söyledi. Her dakika istifa edip, onunla birlikte Parma’dan
bin fersah uzakta bir inzivaya çekilme önerisinde bulunuyordu.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:326)
İp; İpe çekmek, çekilmek; Yağlı ipe çekmek : İdam, Asmak; asılmak, linç edilmek
“Sırtında sabahlığı, başında Müslüman fesiyle avlunun ortasında dikilen İjitsa yerinde tepinerek öfkeyle
elini kolunu sallıyor; arabacısı Filka ise topallayan bir atı binbaşısının önünde bir ileri bir geri yürütüyordu.
-İt herif! diye bağırıyordu binbaşı. Dolandırıcı! Serseri! Senin gibi hergelelerin cezası ipe çekilmektir!
Alçak!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:89)
“Diyorum ya, cancağzım, hiç sıkılmıyoruz burada, şimdi aklıma komik bir olay daha geldi. Geçenlerde
Yahudi’nin tekini casusluktan ipe çektik. Durup dururken yolumuza çıktı şerefsiz; neymiş, sigara satıyormuş!
Kimsin ulan sen, bana mı yutturacaksın! Gözünün yaşına bakmadık, sallandırdık pezevengi. Ama herif ağaçta
sallanırken ip kopmasın mı? Bizim Yahudi yerde tabii! Şimdi bu durumda ne yapsa beğenirsin? Hemen
toparlanıp kalktı, kıçın kıçın uzaklaşırken bağırıyordu: ‘Kumandan efendi, ben müsaadenle eve gidiyorum. Beni
bir kere astınız, tamam işte, insan aynı suçtan iki kere asılmaz ki!’ O anda makaraları koyverdim, bıraktım gitsin.
Canım karıcığım, bilemezsin burada ne kadar eğleniyoruz...’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:222)
“Goldmund, elindeki giysileri yere bıraktı:
‘Ya, demek alıp götürecektin bunları. Eski birkaç giysi için hayatını tehlikeye atmakla akıllıca bir iş
yapmadın doğrusu. Bu kentte mi oturuyorsun?’
‘Hayır. Yerim yurdum yok, zavallının biriyim. Hoşgörünüze sığınıyor....’
‘Kes sesini! Sonunda hanımefendiye de sarkıntılık edecektin, belki, kim bilir. Ama nasıl olsa ipe
çekileceğin için, en iyisi bundan hiç söz açmayalım. Hırsızlığa kalkışmış olman yeter.’ ”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:305)
“Deli Fahri sapsarı kesilerek:
‘Aman Ağam sustum,’ dedi. Sonra da boynunu büküp: ‘Ben ne dedim ki,’ diye ekledi.
‘Ne dediğinin hepsini duydum köpek,’ diye gürledi Murtazakeden boyun damarları şişerek... ‘Ulan bu
konuştuklarını bir hükümet adamı duysa seni ipe çekerler ulan, hem de derakap...’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:III, sa:26)
“HAPİSTE YATACAK OLANA
BAZI ÖĞÜTLER
<Mayıs 1949>
Dünyadan memleketinden insandan
umudun kesik değil diye
ipe çekilmeyip de
atılırsan içeriye
yatarsan on yıl on beş yıl
daha da yatacağından başka
sallansaydım ipin ucunda
bir bayrak gibi keşke
demeyeceksin
yaşamakta ayak direneceksin.”
(N. Hikmet Ran<1901-1963>, “Cezaevi Şiirleri”, Refik Durbaş, sa:25)
“E. ANTIPHOLUS - Sarhoş kerata, ben seni ip satın almaya yolladım. İpi ne yapacağımı da anlattım.
S. DROMIO - İpe çekilmeye gönderdiniz desek bari, efendim. Beni limana yolladınız; bir gemi
bulayım diye.”
(W. Shakespeare, “Yanlışlıklar Komedyası”, sa:61)
“O sıra, bir İttihatçı’yı evden aldılar mı, bilen bilmeyen: ‘Herif yağlı ipe gitti,’ diyor. Bizim hatunun
aklına da önce ip gelmiş, as kalsın yüreğine iniyormuş. Bereket Zeynep kızım tokatı yapıştırmış da kızın aklını
başına devşirebilmiş.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:283)
İpe gelesi : Hay asılası, asılmaya müstahak kişi
“LICHT - Evet ama şimdi evinde ne varsa hepsi mühürlü, kilit altında. Sanki adamcağızın cenazesi
çıkmış gibi... Yargıçlığa bile bir mirasçı konmuş.
ADAM - Hay ipe gelesi, bak hele! Çapkın köpeğin biriydi ya. Allah canını alsın.”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:8)
İpe göndermek : Birini idama mahkum ettirmek
“Bunların her biri, bulundukları görevi beraber çalıştıkları arkadaşlarını ipe veya kodese göndermekle
elde etmişlerdir. Hepsi birer dost hainidir bunların.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:256)
İpe sapa gelmez : Mantık ve gerçek dışı, güvenilnmez
“Fanny, eski bir düştü, geçmişime gömülmüş gizli bir arzunun hayaliydi; ama şimdi en beklenmedik
zamanda yepyeni bir kisvede <giysi> -etli canlı bir kadın olarak, hem de arkadaşımın karısı olarak- ortaya
çıkıverince, bir süre allak bullak oldum. Bu yüzden ilk karşılaşmamızda ipe sapa gelmez şeyler söyledim, bu
saçmalıklar, şaşkınlığımı ve suçluluk duygumu daha da beter etti.”
(P. Auster, “Leviathan”, sa:51)
“Yehudi Ustayı ilk gördüğümde onun sarhoş olduğunu düşünmüş, siyah smokini ve ipek silindir
şapkasıyla gece vakti yalpa vura vura yürüyen içki düşkünü zenginin biri sanmıştım. Tuhaf bir şivesi vardı, bu
yüzden onun başka bir kasabadan gelmiş olabileceğini de düşünmedim değil, ama yanılmışım. Hani sarhoşlar ipe
sapa gelmez şeyler konuşurlar ya, onun uçmak konusundaki sözlerini de bu saçmalıklardan biri sanmıştım.”
(P. Auster, “Yükseklik Korkusu <Vertigo>”, sa:8)
“YAŞA (L. Andreyevna’ya.) - Lubov Andreyevna! Dinlemek lütfunda bulunbursanız, bir dileğim var
sizden! Eğer yine Paris’e gidecek olursanız, yalvarırım size, beni de alın..... Söylemeye ne gerek, kendiniz de
görüyorsunuz, ülke cahil, halk ahlaksız, can sıkıntısından başka bir şey yok, mutfakta doğru dürüst karın
doymuyor, buradaysa ipe sapa gelmez şeyler homurdanarak Firs dolanıp duruyor. Beni de birlikte alın, ne olur!”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:154)
“KÖSTEBEK - Ay, senin o saçmasapan sözlerini dinlemeye hiç niyetim yok kaplumbağa kardeş.
KAPLUMBAĞA - Dur canım dur, sana yalnızca birkaç basit soru soracaktım, hepsi bu.
KÖSTEBEK - Daha önce sorduğun o ipe sapa gelmez sorulardandır mutlaka.”
(A. Çınaroğlu, “Boş Kaplumbağa”, sa:3)
“İnsanların bu türlü birleşme araçlarına inanmayın. Özgürlüğü, gereksinimleri genişletmeye ve
gidermeye yarayacak bir araç saydıkları için, yaratılışlarına zıt giderler, manasız, ahmakça arzu, alışkanlık ve
ipe sapa gelmez hayallere yer verirler.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:256)
“Çok uzun ve çok sıkıcı bir film kurgulamaktan pek farkı yok, diye geçiyordu Baird’in içinden Londra
sokaklarını arşınlayarak eve doğru ilerlerken. Her görüşmede, ipe sapa gelmez dev makaralar yeniden perdeye
yansıyordu - çoğu konuyla bağlantılı değildi: Bağlantılıymış gibi yapıyorlardı. Yine de bu deneyim iyi gelmişti
ona, konuşma yeteneğini epey geliştirmişti en azından.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:89)
“Yaşlı adam bir-iki kez uyandı, doğrulup yatağında oturarak adanın bitki ve hayvan örtüsü üzerine ipe
sapa gelmez, anlaşılabilir ve kısa bir konuşma yaptı. Bir keresinde de Fonvisin uyandığında onun yatak
örtülerinin altında burnunu çeke çeke kendi kendine ağladığını ve bir kadınla kopuk kopuk bir şeyler
konuştuğunu duydu. Yine saat dört olduğunda içi geçmişti. Saat altıda, Fonvisin’i (sonuçta herkesi) çok şaşırtan
bir şey oldu: Adam ölmüştü.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:290)
“Egor şaşırdı: Gülünç biçimde yalan söylüyor, ipe sapa gelmez şeyler uyduruyor... Daha bu sabah şiir
okuması onu yoruyordu. Şimdi de annesini yemekten kaldırıyor, şiir okusun diye...’ ”
(M. Eliade, “Matmazel Christina”, sa:86)
“ELIZABETH - Öyle mi? Ve siz Egerton, danışmanlarımla birlikte, sanırım sevinçten zil takıp
oynuyorsunuzdur.
EGERTON - Altes, lütfen... biz... gerçek şu ki Kont ipe sapa gelmez bir grup insanın aleti oluyor.
Onu gerçek bir halk isyanı düzenlemeye ikna etmek üzereler.”
(D. Fo, “neredeyse kadın: elizabeth”, sa:14)
“SOLANGE - Gazeteleri okuyorum. Çok daha ağır bir suç işlemiş birinden söz ediyorum size. Ama
madem..
HANIM - Beyefendinin durumu başkalarınınkine benzemiyor ki... Onu ipe sapa gelmez hırsızlıklarla
suçluyorlar.... Aptalca hırsızlıklarla.”
(J. Genet, “Hizmetçiler”, sa:47)
“Teğmen Dub artık iyice kendine gelmiş olmalı ki, sıhhiye arabasından inip milleti çevresine toplamış,
her zamanki ipe sapa gelmez nutuklarından birini çekiyordu. Biirbiri ardı sıra yumurtladığı vecizeler bitmek
tükenmek bilmiyor, sırtlarındaki çantalar ve tüfeklerden daha büyük ve ağırlıkla üstüne çöküyordu askerlerin.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:194)
“Ödevleri çabuk düzelt; daha sinemaya gitmek istiyorsun! Bakalım şu N. Neler yazmış?
‘Bütün zenciler hileci, korkak ve tembeldirler.’
Saçma! Bunları çizeceğim. Ve yazının kenarına kırmızı mürekkeple tam: ‘İpe sapa gelmez sözler’
yazmak üzereyken birden duraklıyorum. Dur bakalım.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:12)
“AMEDEE - Herkes ağzına geleni söyler. Havada kalan, ipe sapa gelmez laflar...
MADELEINE - İş açığa çıkıncaya kadar havada kalacak laflar. Her şey açığa çıkacak! Herkes
parmakla gösterecek bizi. Yalnız o kadarla kalsa yine iyi!”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunları - 1”, ‘Amédée ya da Nasıl Kurtulmalı’, sa:77)
“Romantiklik
<Sanki görüyor gibiyim de...Nerede?
Ruhumun gözleri önünde.> Shakespeare
---------------Bir ihtiyar ve sesleniyor halka:
‘İnanın gözüme dee, gözümdeki büyütece de,
Burada hiçbir şey görmüyorum etrafta.
‘Ruhlar meyhanelik ayaktakımının eseridir,
Ki ahmaklığın demirhanesinde dövülen,
Saçmalarken kız ipe sapa gelmezlikler,
Sövüyor akla avam.’ ”.
(Adam Bernard Mickiewicz<1798-1855>-Dr.O. Fırat Baş; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 24.11.05)
“Anladım, oydu. Beni halamın evinden çağırmak için, bu garip sesi, guguk kuşu sesini çıkarırdı.
Konuşmak istedi benimle, ben kaçtım. Yıkıntıydı, dayanmadım, hem artık onunla konuşmanın ne anlamı vardı.
İpe sapa gelmez biriydi artık. Koşa koşa eve geldim.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:142)
“(Burada dayanılmaz biçimde eveleyip gevelemeye başladı)‘Çünkü Orlando,’ dedi Arşidük, ona göre
her zaman kadıbnlarının en Mükemmeli, Mücevheri, Medarı iftiharıydı. Üç M’ler aralarına en tuhafından
birtakım he-ler, ha-halar girmese daha inandırıcı olacaklardı. ‘Eğer Aşk buysa,’ dedi Orlando kendi kendine,
şöminenin öte yanındaki Arşidük’e bu kez kadın gözüyle bakarak, ‘aşkta ipe sapa gelmez bir şeyler ver.’ ”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:121)
“Birkaç hafta içinde geçimsizlik başladı. Bir hiç yüzünden tartışıyor, güldüğü bir sırada hiç nedensiz
ağlamaya başlıyordu. Bir sürü ipe sapa gelmez düşünceler, kaprisler...”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:II, sa:46-7)
“Sinir nöbetinden daha fazla bir şey bu... Bir sinir buhranı, bir çeşit insan kuduzu... Öylesine öldürücü
bir hastalık, ipe sapa gelmez bir sabit fikir.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:38)
İpi elinden kaçırmak : Konrolü kaybetmek
“Oyunu o kesintiden sonra sokakta ilk selamladığım gün elimden kaçırdım. Bu işi ne denli umut içinde,
düzen içinde yaptımsa da, bir yerde ipin elimden kaçacağını bilmeliydim. Ondan nefret etmek, onu baltalamak
kaldı şimdi elimde.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:112)
İpi kırmak : Kaçmak (Evden, hapishaneden vb.) (Argo)
“HIRSIZ -... Enselendim mi tamam. Aralarında para toplayıp azad ediyorlar. Ama yakalanmaya çalıştın
mı, adamı yakalamazlar bir türlü. Bir defasında bir evde ne kadar koltuk sandalye varsa devirdim, kimsenin ruhu
bile duymadı. İş çıkarmaktan umudu kesince ipi kırdım.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:94-5)
İpilemek; İpil ipil etmek : Işıl ışıl parıldamak
“Baytar ayağa kalktı, iki eliyle üstünü çırptı dışarı çıktı. Caminin, şadırvanın yöresinde yaşlı, üç uzun
telli kavağın yaprakları, esen ince yelde ipil ipil ederek hışırdıyordu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, sa153)
“Memed, güneşe şöyle bir göz attı. Gün kızarıyordu. Ovadaki otlar yarı parıltılı, yarı gölgeli. Otlar ipil
ipil ediyor.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:43)
İpiltiye boğulmak, kesmek : Parıltıya dönüşmek, parıltıyla dolmak. Parıldıyan şeye, ışığın parıltısına benzer
olmak
“Vasili gittikçe heyecanlanıyor, motor da gittikçe hızlanıyordu. Bir göz açıp kapayıncaya kadar iskeleye
geldi, motoru durdurdu. Kıyıya kadar kürekle geldi. Balıkları livardan <balıkçı kayıklarında, yakalanan balıkları canlı
tutmak için ahşap ya da camdan yapılı, su sızdırmaz bölge>çıkardı. Livarın suyu değişmediği için balıklar yarı canlıydı.
Kayıktan iskeleye atladı, ipi babaya bağladı, değirmene koştu, ikinci kata çıktı, oh dedi, derin bir soluk aldı.
Başörtü, orada, olduğu yerde duruyor, pembe kocaman bir çiçek gibi açmış, değirmenin taş duvarlarını ipiltiye
boğuyordu.”
(Y. Kemal, “Bir Ada hikayesi 1- Fırat Suyu Kan Akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:109)
“Mutlu adamın okuması başkadır.... Gece, koku yüklü esen yel, yıldıza boğulup ipiltiye kesmiş
güleryüzü bu vakitte nen çalıyorlardı.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:48)
İpince : İncecik, ince uzun yapılı
“Ufaklığı sevmiyordum. İpince bir yüzü vardı; korku, ıstırap yüzünü yüz olmaktan çıkarmıştı, bütün
çizgilerini bozmuştu. Üçgün öncesine kadar canlı bir oğlandı; böylesinden hoşlanabilir insan. Ama şimdi yaşlı
bir ibneye benziyordu, ne yapılsa ne edilse bir daha gençleşemeyeceğini düşünüyordum.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:17)
İpinde olmak, olmamak :
saymak
Umurunda olmak, önem vermek; Umurunda olmamak, önem vermemek, hiçe
“ ‘Umarım sağ salim geri döner!’
‘Umsan iyi edersin,’ dedi öteki. ‘Eğer oğlum geri dönmezse, ben de senin canını alacağım!’
Albert kendi canının umurunda bile olmadığını söyledi: ‘Hiç ipimde değil!’
‘Nasıl ipinde değilmiş?’ Kendi canın mı ipinde değil? Şımarıklığı kes! Aptal aptal sırıtmayı da bırak!
Canın kıymetliyse, oğlum geri dönsün diye duaya başlasan iyi edersin!’
‘Canım kıymetli değil!’ diye ısrar etmişti rehine.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:90)
İpini koparmak; İpini koparıp kaçmak : Sıvışmak, gönülsüz yapılan işten sıyrılmak
“Başından beri yıldızları barışmamıştı. Birlikteliklerini onca zaman sürdürmelerinin nedeni kendileri
istediği için değil, ‘sırf çocukların hatırı’ içindi. Neden o kanıya vardım bilmiyorum, ama ayrılmalarından iki-üç
yıl önce evin mutfak alışverişini babam üstlendiği zaman iplerin kesin olarak koptuğuna inanıyorum.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:21)
“İplerini koparmış bıçkınlar, ‘Amma da nazlı bebekmiş ha!’ diye söylendikten sonra:
Evli evine,
Köylü köyüne,
Evi olmayan,
Sıçan deliğine
nağmesini tutturarak, yokuş aşağısına doğru seğirttiler.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Çeşmebaşı”, sa:21)
“Hamallar gülmeye başladılar, kocaman, karanlık ağız yaklaştı, yaklaştı, büyüdü; adamlar ipleri
bıraktılar ve tabut taze kazılmış toprağa yumuşak bir gürültüyle oturdu. Çukurun kenarından eğilmiş,
hastabakıcıyla kapıcı kadın, sarsıla sarsıla ağlıyorlardı. Boris:
- Görüyor musun? dedi. Görüyor musun, nasıl kaçıyorlar hepsi, ipini koparan kaçıyor.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:227)
İpin ucunda sallanmak :
Bk.: İpi çekilmek
İpin ucunu kaçırmak, kaybetmek, vermek : Kontrolü kaybetmek, gerektiğinden fazlasını yapmak
“Gerçi bu sözü zaferden zafere koştuğu yıllarda söylemiş. Olsun. Sonraki başarısızlıkları yazgının
oyunu muydu tamamen? Sanmıyorum. Bir yerde durmasını bilmediği için, iradesini ihtirasına kurban ettiği için,
kısacası ipin ucunu kaçırdığı için, yenildi.”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Ortak Yazgı”, sa:76)
“Başından beri yıldızları barışmamıştı. Birlikteliklerini onca zaman sürdürmelerinin nedeni kendileri
istediği için değil, ‘sırf çocukların hatırı’ içindi. Neden o kanıya vardım bilmiyorum, ama ayrılmalarından iki-üç
yıl önce evin mutfak alışverişini babam üstlendiği zaman iplerin kesin olarak koptuğuna inanıyorum.”
(P. Auster, “Cebi Delik”, sa:21)
“Fanshawe’un övgüleri kafamı karıştırmıştı. Hem yanıldığını biliyordum, hem de (işte burada işler
biraz bulanıklaşıyordu) haklı olduğuna inanmak istiyordum. Kendime çok haksızlık etmiş olabilir miyim acaba,
diye düşündüm. Böyle düşünmeye başlayınca da ipin ucunu kaybettim.”
(P. Auster, “Kilitli Oda”, -New York Üçlüsü 3-, sa:16)
“Langdon ipin ucunu kaçırmıştı, hala İngilizce konuşup konuşmadıklarını anlayamıyordu. Kohler
durmuştu, alnında çizgiler derinleşiyordu. Kurşun yemiş gibi kendini koyverdi.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:93)
“ ‘Haklı olabilirsiniz, ‘ dedi Sancho, ‘fakat benim kabahatim değil bu. Niye kalkıp da en olmadık
zamanda şu lanet olası yere getiriniz beni?’
‘Şöyle dört-beş adım öteye git dostum,’ dedi Don Quijote (burnu hala tıkalıydı), ‘bundan böyle de,
bana daha saygılı ol, kendine çeki düzen ver biraz. Hiçbir şeyine karışmadım, sonunda ipin ucunu kaçırdım.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:131)
“Sonunda, kaçağın izini bulmayı başardı. Zavallı kadın, papaz okulu öğrencisiyle Petersburg’a gitmiş,
orada ipin ucunu büsbütün kaçırmıştı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:6)
“Gün geçtikçe hepsini iyi tanırsın. İnsanları sözleriyle değil, hareketleriyle ölç! Ondan sonra da arkadaş
olabileceğin insanı seç. İpin ucunu bir verirsen ellerine, yandığın günün resmidir. Hapishaneyle dağın
birbirinden zerrece farkı yoktur.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:119)
“-Aşık, aşık, aşık diye bağırdı. Hepsi bundan ibaret. Öldürücü hastalık buymuş. Ne hoş şey. Amma
eğlence ha... ve bir şarkı tutturdu:
Bilge adam, ah bilge adam,
Ne de ağırbaşlı düşüncen var!
İpin ucunu kaçırınca,
Bilgeliğin de senden kaçar.”
(Th. Mann, “Değişen Kafalar”, sa:47)
“Sanki biri beni alıp yere savurmuştu. Ama bunu tahmin etmeliydim! Ne yapıp edip beni yakalamıştı.
Üstelik elinde kanıt da vardı, dava dosyası. Bunun ne olduğunu bilmiyordum, ama benim bir kadınla beraber
olduğumun belgesi olduğuna kalıbımı basardım. İpin ucu kaçmıştı. Daha bir dakika önce, bir hiç uğruna
Birmingham’dan çağrıldığım için ben ona kafa tutarken, şimdi durum birden tersine dönmüştü.”
(G. Orwell, “Daralma”, sa:265)
“RANDALL - El birliğiyle bir tuzak kurmuşsunuz. Maksadını beni küçük düşürmek, çocukça
davranan saçma sapan bir adam gibi göstermek...
HECTOR - Bu evin havası altüst etmiş sizi. Çoğu zaman misafirlerimiz böyle ipin ucunu kaçırırlar.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:111)
“Asker-gardiyan İbrahim, Kamil Bey’den ‘soytarı Ramiz’e’, ‘soytarı’ Ramiz’den Kamil Bey’e, bir
zaman baktıktan sonra başını salladı: ‘Yahu! Adam, şu zibidiyi nallamaz mı? İlle ceza kesilecekse? Suçu, toptan
şuna yükleseydiler de, yedi göbek paşa oğlunu salaydılar, kıyamet mi kopardı? Bu bizim Harp Divanı, şaşırttı ki,
şart olsun, ipin ucunu kaçırdı.’ ”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:340)
“-Yahu babacım, bunlar ipin ucunu temelli kaçırdılar. Tozuttular ki fayrap... Biz de kendimize göre
delikanlıyız. Ben tutkun karı çok görmüşüm. Denim hakkı için böylesini kitap yazmamış. Emine ablam oğluna
resmen asıntı...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:27)
İpiyle kuyuya inilmez : Sözüne güvenilmez
Bk.: Suyuna pirinç haşlanmaz
“Miusov düşünceli bir halle durdu, uzaklaşan paskalı şaşkın bir bakışla izlerken kafasından, ‘Ya beni
aldatıyorsa?… Onun ipiyle kuyuya inilmez …’ diye geçiyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:110-1)
“ ‘Bilir... bilir o. Uskumrular gidince arkasından da kılıçlar gitti. Boş ver balığa da, geçen gün bir horoz
aldım Adapazardan. Bir horoz ki, kaplan gibi...’
‘Allah belanı vermesin ulan hergele. Zaten senin ipinle...’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:184)
İp kaçkını : Asılmaktan kurtulmuş suçlu kimse
“TRANIO - Yarın çifliğe birini göndereceğim, hayvanlar için ot getirir. (Grumio ters ters bakar.) Ne
oluyorsun be, ip kaçkını! Gözlerini ne döndürüyorsun öyle?
(Terentius, “Hortlak”, sa:8)
İple bağlasan durmam : Durumundan, işinden mutsuz olup ayrılmayı dilemek
“Adam benim gibi bedava uşağı buldu ya, galiba kaçırmak istemiyordu. Halbuki ben, iple bağlasalar
orada durmamaya kararlıydım.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:452)
İple çekmek (zamanı) : Bir an önce olmasını arzulamak, sabırsızlıkla beklemek, hemencecik oluvermesini
istemek
“Zalimlik Egzersizi işime yarıyordu. Aklımın beni hiç istemediğim durumlara düşürerek, hiçbir yararı
olmayan duygulara kapılmama yol açarak bana nasıl ihanet ettiğini görmemi sağlamıştı. Birden, umarım Petrus
haklıdır, diye geçirdim içimden; umarım, gerçekten bir haberci vardır, onunla önümdeki sorunları konuşabilirim,
gündelik sorunlarımla ilgili yardım isteyebilirim, diye düşündüm. Geceyi iple çekiyordum.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:76)
“... şurada oturdu, güldü, gayet neşeliydi; durup dururken köpürüverdi. Sana selam bile vermedi, kavga
mı ettiniz yoksa?.. Neden öyle geç kaldın? Sabahtan beri gelmeni iple çekiyordum. Zarar yok, acısını çıkarırız.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:134)
“PANTALONE - Eh, o istek her kızda vardır. Kimi yoksulluktan rahata ermek için ister. Kimi biraz
daha serbestlemek kaygısiyle ister. Kiminin de yalnızlıktan gözüne uyku girmez, ister. Velhasıl bütün kızlar
evlenecekleri saati iple çekerler.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:55)
“Başka yazlar, okulun açılacağı günlerin yaklaştığını gördükçe başım ağrır, gözlerim kararırdı. Halbuki,
o yıl evden, bu insanlardan uzaklaşacağım günü iple çektim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:44)
“Ahmet, akşamı iple çekti. Uzak yollardan gelmiş köylülere acımasa her şeyi yüzüstü bırakıp
Soğukpınar’ın yolunu tutacaktı. Son dosyayı kapatır kapatmaz şapkasını alarak sokağa fırladı.”
(O. Hançerlioğlu, “Karanlık Dünya”, sa:58)
“FOUSTKA - Teşekkürler.
MAGGIE - Bir şey değil. (Soldan çıkar.)
MÜDÜR - Bu akşamki sohbet toplantısına katılıyorsunuz değil mi?
KOTRLY - Akşamı iple çekiyoruz.”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:30)
“... Herşeyin merak ediyordu ya en çok ellerini merak ediyordu. Herhal onun gözleri de başka türlü
bakar, başka türlü görürdü, yitikleri, gizlileri bile. Akşamı iple çektiler.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:228)
“Cephede iki yıl geçirmiş, aldığı yaranın iyileşmesi beklenenden uzun sürdüğü için, şimdi Apia’da
yerleşip geçireceği en az oniki aylık zamanı iple çekiyordu.”
(S. Maugham, “Pasifik Öyküleri”, sa:102)
“Kar, çocukluğumun İstanbul’unun ayrılmaz bir parçasıydı. Kimi çocukların yaz tatilini bir yolculuğa
çıkmayı iple çekerek beklemeleri gibi, ben de çocukluğumda karın yağmasını beklerdim.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:47)
“... düştükleri bu anlamsız duruma duydukları öfkeden kaynaklandığını biliyor ve bu yüzden
birbirlerinden utanıyorlar; bütün bir hafta boyunca birlikte geçirecekleri günü iple çekiyorlar ve pazar akşamları
yaşamlarında hep ters giden birşeyler olacağını seziyorlar.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:231)
“Ve bir kez sokağa çıktı mı, bir yüzücünün köpük köpük kabaran suya atlaması gibi kendini tutkusunun
kollarına atıyor, sakin sakin yürüyen insanların arasından ümitsizliğe kapılmışçasına, deli gibi koşarak geçiyor
ve ancak, gitmeyi iple çektiği evin kapısına kıpkırmızı bir yüz ve darmadağın saçlarla vardığında duruyordu. Bu
dönüşüm döneminde bir denetimsizlik ve tutkulu ve serbest davranışlardan alınan zevk kıza bütünüyle hakim
olmuştu; bu da ona vahşi ve arzu uyandıran bir güzellik veriyordu.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:64)
İplemek, iplememek : Değer vermek, hesaba katmak, önem vermek; Önem vermemek, aldırmamak (Argo)
Bk.: İpinde olmak
“Ya bu adamın aklı başında değildi, ya da mahkumlarla aynı kumaştandı; yani ruhsuzun, vicdansızın
biriydi sanırım; baksanıza, kurdu kuzuların, tilkiyi tavukların arasına, sineği balın üstüne salmak, adaleti
incitmek istemiş; Kral’ına, doğal efendisine karşı gelmiş, onun kanunlarını iplememiş....”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:225)
“ ‘Burası Paris değil, İstanbul,’ dedi annem, neredeyse mutlulukla, ‘Dünyanın en iyi ressamı da olsan
kimse iplemez seni. Yapayalnız kalıırsın. Önünde güzel bir hayat varken her şeyi bırakıp ressam olmak istemeni
de kimse anlamaz.’ ”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:338)
“Tanaş söze karıştı:
-Ali Ağa’nın lafını çiğneme Ağa!
-Biz ‘Çiğneyelim’ mi dedik? Dümbük bizi iplemez oldu. Kaç kere: ‘Hatırlı koğuşunda senin işin yok,
marizlerim bak!’ dedim...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:52)
İpler elinde olmak; İpleri elinde tutmak : İdareyi, kontrolü elinde tutmak
“Kitabın baş kahramanı, hiçbir zaman ipleri elinde tutmuyor. Onun her zaman yaşamla ya da insanlarla
ilgili sorulara yanıt vermekle yetindiğini fark etmediniz. Böylece hiçbir zaman hiçbir şey ileri sürmüyor.”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:31)
“Hepimizi kurtardım. İplerin benim elimde olduğunu, hepsini isteğimce oynatabileceğimi gösterdim
onlara. (yeni bir koza örneği olmam gerekti çünkü yeni bir gömlek yalnızlığıma beni yeniden kapatacak bir şey
kozam gerekti bana hava gibi su gibi...)”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:134)
“Hadi aile adlarına ehemmiyet vermemiş, ama yavrusu için yüreği titreyen babasını da mı hiç
düşünmemişti? Amcanın göğsünü dolduran iftihar hissinden haberdar olmayan hala, bu derin teessüflerini
telefonda bir bir sıralayınca, amca ipleri eline almasının zamanı geldiğini anladı.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:69)
İpler koparılmak : Anlaşmayı bozmak, verilen sözden vazgeçmek, aralar açılmak
“İnsanı ürkütecek kadar kısa bir an, ev gerçekten sessiz olurdu; sonra yumuşak, duyulur duyulmaz,
hafiften donuk sözcükler halinde hüküm, karar ağızdan çıkardı. Bundan hemen sonra, gene ipler koparılır,
gürültü kıyamet başlardı.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:89)
İpliği pazara çıkmak : Ne mal olduğu anlaşılmak, gizemi açığa çıkmak
“Ve onu bekleyen şey de gözden düşmekti. Müdürden bilgi saklamıştı. Ulusun en güvenli bilgisayarına
virüs bulaştırmıştı. İpliğinin pazara çıkarılacağına hiç kuşku yoktu. Niyeti vatanseverceydi ama hiçbir şey
planladığı gibi gitmemişti.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:326)
“Durum o kerteye gelir ki, Ali Safa Beyin bütün iplikleri pazara çıkar. Artık hiçbir köylü Ali Safa
Beyin tuzağına düşmez. Bütün mümkünü, çareleri kesilmiştir.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:283)
“Bu kez de önümüzü daha çok bağırırlarsa daha çok inandırıcı olacaklarmış gibi, emparyalizmden,
kapitalizmden söz ederek çığıra çığıra sol bir gazete satmaya çalışan, çoğu lise ve üniversite öğrencisi olan asık
suratlı, hınçlı ve hırslı gençler kesiyor. Yoldan geçenlerin çoğu değil gazete almak, bu gençlerle göz göze bile
gelmemeye çalışarak yan kırıyor. Daha o zamanlar bile sol içinde ipliği pazara çıkmış, hakkında bin bir türlü
şaibe bulunan, ne yazık ki benim solcu olmaya karar verdiğimde, ilk ilgi duyduğum en çamur Maocu
fraksiyonun şimdiki hali bu.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:278)
“KLEOPATRA (Yaşlı müzik öğretmenine.) - Harp çalmasını öğrenmek istiyorum. Sezar müzik
seviyor. Bana öğretebilir misin acaba?
ÖĞRETMEN - Kraliçe’ye ancak ben öğretebilirim, bir başkası değil. Eski Mısırlıların bir pes kirişe
dokununca piramitleri titreten yöntemini ben keşfetmedim mi? Bütün öbür hocalar, şarlatandır. Kaç kez
ipliklerini pazara çıkardım.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:113-4)
“Bu kitabı görüyordum yalnız, başka bir şey görmüyordum. Onu da başka türlü görüyordum anlaşılan,
başka bir şey gibi görüyordum: kitap olduğunu bilsem, elimi bile sürmezdim. Evet, doğru, içtenlikle
söylüyorum: bana göre bir davranış değil böylesi: kağıtlara yazı yazmak nicedir tiksindiriyor beni, hele böyle
basılı, böyle tıka basa yazı dolu, böyle bütün umudunu tüketmiş, ipliği pazara çıkmış kağıtlara!”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7)
İplik iplik : Tel tel, lif lif, gergefle dokur gibi
“Zeytinliklerin arasındaki bir açıklıkta birisi çalı çırpıyla küçük bir ateş yakmıştı, ateşin çevresine bir
halka halinde yaşlı kadınlar oturmuş, konuşup gülüşüyorlardı, en iyi giysilerini giymelerine bahane olan olaydan
mutluydular. Bütün kasaba gevezelik eden insanlarla arı kovanı gibi uğulduyordu. Ayrıca ara sıra iplik iplik
kaval sesleri kulaklarını delip geçiyordu. Yaşlı kavalcının şu anda keyfine diyecek yoktu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:299)
“SAVAŞ KAPIDA
--------------------Varsın fırlatsın mızrağını son kez, ölürken herkes.
Onurlu ve yüce bir şeydir çünkü bir erkeğin katında
yurdu için, çocukları için, karısı için dövüşmek.
Gelir ölüm Kader Tanrıçaları eğirince onu iplik iplik;
öyleyse, herkes ileri, dimdik mızraklarıyla,
aslan gibi yürekleriyle kalkanlar arasında.”
(Kallinos, “antikçağ anadolu şiiri antolojisi”, sa:70)
İpotek : Bir mülk satın alındığında, tümünü peşin ödemek için elde yeterli para yoksa, peşinin ötesinde kalan
borcun, alacaklı lehine tapu siciline yapılan kayıt
“Kaç yıldır taksit verilmediği için Evkafta <Vakıflar> ipotek olan Üsküdar’daki dükkan için galiba bu
aybaşı Evkaf, İcra’ya <mahkeme> başvuruyormuş. Haydi bakalım, gelsinler de şimdi bunu, senin çingenelerin,
kadeh arkadaşların kurtarsınlar! Ne olacak bu halin sonu? Hazıra dağ dayanmaz. Yirmi beş yaşına geldin, hala
bir baltaya sap olamadın, hala hazır yiyorsun...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:259)
İpsiz; İpsiz sapsız : Serseri güruhundan, baldırı çıplak kimse; saçmasapan tutarsız sözler
“Paşa, sakalını karıştırdı. Biraz kararsız,
-Dükkana bazan ipsiz, sapsızlar da gelir... Bu vivarda sne yaşta, sen yüzde bir kadının bakkallık etmesi
doğru değil, dedi.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:139)
“Vak’a, Fedor Pavloviç’in Petersburg’dan ilk karısı Adelaida İvanovna’nın ölüm haberini aldığı ve
şapkasında siyah yas şeridiyle zilzurna sarhoş olarak türlü türlü rezaletleriyle kasabanın ipsizlerini bile
iğrendirdiği sırada olmuştu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:149)
“Zira burada bu defa, sülükler misali dillerini kullanır gibi görününce kendilerini birer küçük tanrı
sanan ve latince bir nutukta, sözü muamma haline koyan, birkaç grekçe kelimeyi ipsiz sapsız bir halde
karıştırmayı harikulade bir şey addeden günümüzün beyan ilmi hocalarını taklit etmek istiyorum.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:12)
“Biraz sustu. Sonra, kendi kendini şikayete başladı:
-Ben de ama ipsiz sapsız herif oluyorum ya, bunadım mı nedir? Haydi küçük gidelim.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa: 358)
“Dört bir taraf, bu güzelim ve tüyler ürpertici, vahşi ve acımasız nesnelerle doluydu; burnumuzun
ucundaki sokakta, yanı başımızdaki evde vardı bunların hepsi, polisler vızır vızır dolaşıyor ve ipsiz sapsız
kimseler ortalıkta kol geziyordu.”
(H. Hesse, “Demian”, sa:14)
“Bu onun köydeki itibarı için büyük bir darbe olmuştu. Bunun altından kalkmalıydı. ‘Görsün,’ diyordu.
‘Görsün o ekmeksiz, ipsiz, Ben, ona ne yapacağımı görsün. Parça bölük ederim. Parça da bölük.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:191)
“ADRIANA :
Canavar falan değildi eskiden,
İpsizin, zavallının biriydi.
İnsanların en iyisi olacağa benzemiyordu,
Ama en kötüsü de olmayabilirdi.”
(A. Maalouf, “Adriana Mater”, sa:54)
“Cesedin taşındığı üç tekerli arabanın şoför yanındaki koltuğuna oturduğunda planladığı gibi, çocuksu
yaşantısından ayrılarak ertesi yılın baharında Tokyo’daki bir üniversiteye girmişti. Kore’de savaş vardı; taşra
şehirlerinde Bird gibi ipsiz sapsız dolaşanların toplanarak askere alınacağı, sonra da Kore’ye gönderileceği
söylentisi bir hayli korkutmuştu.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:147)
“MÜZİK
---------Sırıtıyor çimenler üstünde ipsiz oğlanlar,
Ve mest olmuş dinleyerek cırtlak ezgileri,
Gülleri gübreleyen köylü piyade erleri
Hoş görünmek için bebekleri okşuyorlar...”
(A. Rimbaud<1854-1891>, “Dizeler”, sa:87)
“Yüksek sesle ya da alçak sesle: Ama kararı kim verecek? Brunet kararını verdi: O benim bir serseri,
bir hayvan olduğumu düşünüyor. Jacques da. Daniel de: Hepsi benim, serserinin, hayvanın biri olduğunda
kararlı. Zavallı Mathieu, boku yedi o, serseri oldu, ipsizin biri oldu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:130)
“ ‘Bir kahve içersin öyle ya? Şekerli bi kahve!’
‘Sırası mı bre yeğen? Gayrı senin Çerçi Ağa’nda şarap kalmadı mı?’
‘Ağa keyfin bilir, şarap gelsin!’
‘Şaka ettim ipsiz... Ağanı bekleyelim...’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:37)
“Dadal Efendi ki, Allahın izniyle Çorumlu’dur ve de Çorum’un Çöplü mahallesinden Erkek Raziye’nin
Dadal Oğlan adıyla yedi vilayet toprağına, bir vakitler, ‘kopuk-ipsiz’likte ün salmıştır, halen Saray şoförü olup
ve de Saray şoförlerinin gayet gözdelerinden ve de ..... Allah’tan aşağı Cumhurreisimiz efendimizin gözbebeği
bir Dadal Şofördür.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:52)
“Neden Mrs. Manresa gibi pırıl pırıl bir kadın, böyle ipsiz sapsızları takar kuyruğuna - yani Dodge
gibileri? diye sordu Giles içinden. Onun suskunluğu da konuşmaya sindi. Başını salladı Dodge, ‘Bu resmi çok
beğendim.’ O kadarla yetindi.
‘Haklısınız,’ dedi Bartholomew. ‘Biri -şimdi adı aklıma gelmiyor- bir enstitüde çalışan biri, bizim gibi
soylu ailelerden yetişmiş soysuzlara bedavadan danışmanlık yapan biri demişti ki... şey demişti...’ ”
(V Woolf, “Perde Arası”, sa:49)
İpten adam almak, kurtarmak : Birinin, nüfuz kullanarak birini çok zor yasal durumlardan kurtarması
“-Bir dilekçe yazsın, ipten adam alsın!’
-Doğru. Kaleminden kan damlıyor. Ağırlığınca altın eder!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:38)
“Bekledim. Gavurla konuştuklarımız böyle. Herif İtalyan patentası altındaymış. ‘Yakalanırsak beni
tutuklayamazlar. Ben de seni önce Allah, sonra da bizim hükumet sayesinde, ipten alırım,’ dedi. Ben de
bekliyorum ki, günlerden bir gün gavur gelecek de, bizi kolumuzdan tutup çıkaracak... Meğer herif paralarımızı
yürütmüş.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:336)
İpten inmek : Sanki asılmaktan son anda kurtulmuş gibi rahatlamak, rahat bir nefes almak
“Monsieur Mesurat şöminenin kapağını büyük bir gürültü ile kaldırıp indirdiği için ihtiyar kız bundan
faydalanarak Adrienne’e doğru sarktı ve yavaşçacık:
-Mektuplar gitti mi? diye sordu.
Genç kız başını salladı. Germaine iplerden inmiş gibi gözlerini yumdu.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:111)
İpten kazıktan kaçmış, kurtulmuş : Türlü suçlar işlemiş, yasa dışı işler yapan kimse
“Şövalye eşsiz bir kayıtsızlıkla, hiçbir şey olmamaış gibi balıkçılara ve değirmencilere, şatodakini ya da
şatodakileri hiçbir koşul öne sürmeden bırakılırsa, kayığın parasını hemen ödeyeceğini bildirdi. ‘Zırdeli bu be!’
dedi değirmencilerden biri, ‘Ne şatosu, ne adamı Değirmenlerdeki işçileri mi kaçırmak istiyorsun sen yoksa?’
’Yeter!’ diye bağırdı beriki, ‘Sizin gibi ipten kazıktan kurtulmuş itlerden iyi bir davranış beklemek, çölde vaaz
vermeğe benziyor.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:587)
“ ‘Bu konuların tekrar vücut kazanmadan nasıl bir kitapta yer alabileceğini bilmiyorum. İlk kez adınızı
duyduğumda, sizin en çaresiz tövbekarların en gizli itiraflarına işiniz icabı tanık olan çok gizemli bir kişilik, bir
tür vaiz olduğunuzu söylediler. Kendi kendime, sizin önünüzde o sizin ipten kazıktan kurtulmuş haydutlarınız
gibi diz çöküp ağıza alınmayacak saklılıkta itiraflarda bulunmayacağıma söz verdim.’ ”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:94)
“Bu tür haberlerin Bizans Galatları arasında da dolaşması, Gradal’in (Kutsal Kase) gerçekten var
olduğunun bir kanıtıydı. Ve böylece, Gradal hakkında hep aynı şeyler biliniyordu, yani çok az şey biliniyordu.
‘Elbette,’ diyordu Baudolino, ‘Friedrich’e senin gibi ipten kazıktan kurtulmuş biri yerine Gradal’i
götürebilseydim.’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:284)
“Bu (Avrupa adlı) Kraliçe, bizi kurtardıktan sonra İslam olacakmış. Yüreğine öyle doğmuş. Kemal
Paşa’nın ne yazık ki, bundan haberi yokmuş. Çünkü etrafını, birtakım uygunsuz adamlar sarmış; bunlara
‘mahpus’ derlermiş. Herbiri ipten kazıktan kaçmış, kötü kişi imiş. Bütün memleketi haraca kesmişler. Vergiyi,
aşarı alır, kendileri yerlermiş.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:121)
“Süleyman:
‘Ne kadar it varsa buralarda onun başında. İpten kazıktan kurtulmuşun hepsi onun başında. Bak, daha
çok gençsin. Ama, pişeceksin.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:118)
“Bolu büyük şehir. Yol kesen, seyrek basan, ardiye malı, kazanda kaynamış, ipten kazıktan
kurtulmuşun tümü sokaklarda.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:24)
“VEIT - Ben de böyle diyorum! Öpüşün, barışın! Eğer isterseniz düğün paskalyaya olsun!
LICHT, pencereden - Bakın, rica ederim bakın! Yargıç Adam nasıl da bayır aşağı, bayır yukarı
koşuyor! Sanki ipten kazıktan kaçıyormuş gibi, sürülmüş karlı tarladan nasıl da aksaya aksaya seğirtiyor!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:91)
“Yüksek sesle konuşarak askeri planlar üzerinde tartışan bu farfara insanlar can çekişen Fransa’nın
yükünü yalnız başlarına omuzlarında taşıdıklarını ileri sürerlerdi. Çoğunlukla aşırı derecede cesur fakat aynı
zamanda çapulcu ve serseri, ipten kazıktan kurtulmuş insanlar olan askerlerden korkarlardı.”
(G. de Maupassant, “Tombalak”, sa:14)
“KAPTAN - İpten kazıktan kurtulmuş bir herif. Ama sonuna bakın. Efendiden bir adam olmuş bayağı.
Hanım hanımcık bir kızı var. Şunun konuşmasına, kılık kıyafetine bakan papaz sanır keratayı.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:43)
“-Yok canım, inanılır şey değil!..
-Evet, şimdi ben de ‘Budalalık’ diyorum. Ama yaptım. Sonra herhangi bir ad altında sömürge
alaylarına yazılıp kaybolmayı tasarladım. Bunun için Cezayir’e kadar da gittim. Hoş gelmedi bana havası...
Batının ipten kazıktan kurtulmuş sefilleri pis herifler... İnsan, kendisini alçaltmak istese bile, katlanamaz bu
kadarına...”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:61)
İpucu : Çözüme götüren belirti, iz
“Sana hiç erkeklere ilgi duyduğundan söz etti mi?
Hayır. Ama söylememiş olması hiç önemli değil...... İnsanın gizli arzularının ne olduğunu kim
bilebilir? O kişi bu arzularını eyleme dönüştürmedikçe ya da bunlardan söz etmedikçe, bir ipucu
yakalayamazsın. Sadece kendi gözlerimle gördüklerimi anlatabilirim.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:136)
“İkinci paragrafta, lafı uzatmadan konuya giriyordu. Frashawe ortadan yok olmuştu ve altı aydan fazla
bir süredir onu görmemişti. Onca zamandır Fanshawe’den ne bir haber almıştı, ne de nerede olduğuna ilişkin bir
ipucu vardı.”
(P. Auster, “Kilitli Oda” -New York Üçlemesi 3-, sa:7)
“Schönner’in evinde ne Katharina Bkum’a ait bir iz ne de Endülüslü kadının kimliğini aydınlatmaya
yarayacak bir ipucu bulundu. Schönner’in meslektaşlarının ve tanıdıklarının bildikleri tek şey, adamın Salı günü
öğleye doğru gazetecilerin buluşma yeri diye bilinen bir meyhaneden ‘yanında sarışın bir karıyla’ çıkıp
gittiğiydi.”
(H. Böll, “Katharina Blum’un Çiğnenen Onuru”, sa:13-4)
“Bir yandan kapışmaya hazırlanıyor, bir yandan da ‘Yine mi?’ diye düşünüyordum. ‘Bu iş hiç
bitmeyecek mi? Sınamaların, dövüşlerin, aşağılanmaların ardı arası kesilmiyor, kılıcımla ilgili bir tek ipucu yok
ortada.’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:200)
“Ama Esther birdenbire yok oldu ve sadece benim için bir şey ifade eden ipuçları bıraktı, sanki gizli bir
mesajdı bu: Ben gidiyorum. Neden? Bu soruyu yanıtlamaya değer mi? Hayır. Çünkü bu sorunun yanıtında
sevdiğim kadının yanımda kalmasını sağlamaktaki yetersizliğim gizli.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:29)
“David’in söylemek istediği şey söylenemez, söylerse kuralları çiğnemiş olur. Yapabileceği şey, ipucu
vermek ve kızın bunu anlamasını beklemek. ‘Sınava gir, Melanie, herkes gibi gir. Hazırlanıp hazırlanmamanın
önemi yok, önemli olan sınava girmen.’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:43)
“Suyla İlgili Bir Anı
-----------------------Oysa ne bildiği terimler,
ne konuyla ilgili ayrıntılar,
ne de en ufak bir ipucu vardır aklında suyun ne olduğunu açıklayacak.
‘Saydam bir sıvı’der, doktor, ‘sonra’ ”
(Nuala Ni Dhommmhnaill<d.1952>-Cevat Çapan); “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 28.05.09)
“Oradan ayrılalı ne kadar oluyor? Hiç hesaplamıyordum, oysa bir ben’i bir başka ben’den, bir günü
ötyekinden ayıran sonsuzluklar konusunda takvim zamanı yetecek ipucu veriyordu, ben bu süre içinde hep orada
yaşamıştım, gerçekten, yüreğimdeki, beynimdeki İskenderiye’de.”
(L. Durrell, “Clea-İskenderiye Dörtlüsü 4”, sa:13)
“Hogarth’ın onları tanıştırmaması tuhaf gelmişti Baird’e. ‘Bu yıl bütün seanslarımda bulundu: Ne
zamandır onun ölmüş karısıyla iletişim kurmasına çalışıyorum, biliyorsun.’ İşte bu Hogarth hakkında ilgi çekici
bir ipucu sayılırdı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:94)
“Tanık olduğu bir küçük konuşma Bay Judson’a Yugoslavya’da nasıl davranmasının beklendiği
konusunda değerli bir ipucu verdi. Trene binen Yugoslavlardan biri, uzun ve anlaşılmaz bir konuşmanın bir
yerinde ‘Onun anti-Titocu olduğunu hemen anladım çünkü bir keresinde Zdravo demek yerine Sbogom
kelimesini kullandı,’ dedi.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:36)
“ ‘Kilerciyle birlikte Salvatore denen o garip hayvan da geldi buraya... Ama şimdi gidip dinlenelim,
çünkü bütün geceyi uyanık geçirmeyi tasarladık.’
‘Demek bu gece kitaplığa gitmeyi hala tasarlıyorsunuz? Bu ilk ipucundan vazgeçmiyor musunuz?’
‘Kesinlikle hayır. Hem iki ayrı ipucunun sözkonusu olduğunu söyleyen kim?’ Sonra bu kilerci öyküsü
belki de Başrahibin kuşkusundan başka bir şey değildir.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:224)
“Küçük, karanlık, yoksul bir odayla karşılaştılar. Meeks umutsuzca kırık bir iskemleye çöktü. Büyük
hafiye duvarları, yerleri, ortalıktaki bir iki kırık dökük eşya parçasını bir ipucu ele geçirmek isteğiyle inceden
inceye araştırdı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:78)
“Düşes, kocasının cenaze töreninden ve taç giymesinden sonra, ölen Dükün katilini araştırıp bulmak
için girişimlere başladı. Kocasını öldüren oku incelemek ve katili bulmak için harekete geçen Düşes, güvendiği
kişi ve sağ kolu olan Godwin von Herrthal ile işbirliği yaptı. Ancak oku atanın kim olabileceği hakkında en ufak
bir ipucu bulamadılar.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Düello”, sa:136)
“...kaldı ki, bugüne dek, insanların farklılıklarını aşacağını, düş gücüne dayanan çözümler
geliştireceğini, ardından onları hayata geçirmek adına birleşip seferber olacağını ummamızı sağlayacak pek az
ipucu var; hatta belirtilere bakılırsa dünyanın çivisinin çıkması sürecinde ileri bir devreye gelindiği ve bir
gerilemenin önüne geçmenin artık güç olduğu düşünülebilir.”
(A. Maalouf, “Çivisi Çıkmış Dünya”, sa:12-3)
“Belgelerin arapsaçına dönmüş yumağını çözebilmek için, önce sağlam bir ipucu el geçirmem
gerekiyordu. Uslu uslu, işe en eski mektuptan başlamaya karar verdim.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:43)
“Doktor Urbino, onun beyaz taşlarla oynadığını biliyordu, ama bu kez, dört hamlede kesinlikle
yenileceği açıktı. ‘Bir cinayet olsaydı, iyi bir ipucu olurdu bu,’ dedi kendi kendine.”
(G.G. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”, sa:13)
“Bu adamların beşi de evlerini, işlerini ve kimliklerini değiştirmişlerdi, nerede bulundukları hakkında
en ufak bir ipucu yoktu elinde. Bu biçimde yaşayan, 1973 de sahip oldukları kimlikten farklı bir kimlikle direniş
örgütünde çalışan binden fazla Şilili vardır.”
(G.G. Marquez, “Şili’de Gizlice”, sa:115)
“O uzun ve boğucu konuşmanın gerdiği sinirlerimiz, bu söz üzerine birdenbire boşandı ve kendimizi
tutamayarak katıla katıla gülmeye başladık. Kendimize hakim olamıyor, üst üste özürler dilediğimiz halde, en
ufak bir ‘pıhlamayla’ yeniden kriz halinde gülmeye başlıyorduk. Masadakiler olan bitene bir anlam veremiyor,
neye güldüğümüz hakkında ufacık bir ipucu verebilsek, onlar da gülmeye başlayacaklarmış gibi, yüzlerinde
yarım bir gülümsemeyle ağızları aralık, bize şaşkın şaşkın bakıyorlardı.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:156)
“Bu noktada birdenbire ağlamaya başladı ve yine beş yaşında bir çocuk olmayı dilediğini söyledi, o
zaman kimse için hiçbir şey yapmak zorunda kalmayacaktı. Karl’ın kusurları konusunu zorladım, bu yolda
ilerlerken ona birçok ipucu verdim.”
(I. Yalom, “Her Gün Biraz Daha Yakın”, sa:133)
“Balçık rengi ve gevşek dış görünüşlü bu maske yüzün gerçek bir gerilimi asla göze çarpmaz. Kenarları
kırmızı ve ağırlaşmış gözkapaklarının altındaki gözler, onun hiçbir niyetini ve düşünüşündeki hiçbir ipucunu ele
vermez.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:18)
İpipullah, sivri külah :
(SOSY.) :
Hiç kimsesi, malı mülkü olmayan, yapayalnız yaşayan kimse
“Nişancı:
‘Hayri Efendi, bu hatun bizim Sultan.’
‘Hoş geldiniz,’ dedi Hayri Efendi, Nişancının Sultanı almak için köye gittiğini biliyordu.
‘Hoş bulduk ya, bu hatun nesi var nesi yoksa, köyde kalıp künyeleri gelmiş çocuklarını bekleyen dört
kadına verdi. Evini, keçilerini de, tavuklarını, ceviz ağaçlarını da onlara verdi. İşte böyle ipipullah, sivri külah
geldi buraya.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:213)
İra :
(LAT.): Öfke; Hıristiyanlığın Yedi Ölümcül Günahından altıncısı
“Langton, şeytanın altına kazınmış yedi harfe baktı. Süslü kaligrafi, tüm silindir mühürlerde olduğu gibi
tersten yazılmıştı ama Langdon harfleri okumakta zorlanmadı: SALIGIA
Sierra gözlerini kısarak yazıya bakıp yüksek sesle okudu. Saligia.
Langdon başını salladı, Kelimenin yüksek sesle söylenişi tüylerini ürpertmişti. Ortaçağda,
Hıristiyanlara Yedi Ölümcül Günah’ı hatırlatmak için Vatikan’ın türettiği bir anımsatıcıydı. S a l i g i a <günah>:
superbia <kibir>, avaritia <hırs>, luxiria <şehvet>, invidia <kıskançlık>, gula <açgözlülük>, ira <öfke> ve
acedia <tembellik> baş harflerinden oluşan bir akronim <sözcüklerin yalnızca başharflerini alarak düz yazı ya
da şiir sunma oyunu>.
(D. Brown, “Cehennem”, sa:78)
İrat etmek : Rahat etmek, Rahatlamak
“Haçça, kollarından tutup kaynanasını temele indirdi.
‘Az geri durun bakalım! Sabahtan beri garnım guruldayıp duruyordu. Bir boşaltayım da irat edeyim
şöyle!..’
Ahmet kıkır kıkır güldü.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:74)
İreli : İleri
(Anadolu lehçesi)
“Fatma, ak üzüm tanesi gibi yaş döküyordu gözlerinden:
‘Bu dediklerimi kimselere deme hala. Halamsın. Anamdan irelisin. Yazım bu benim. Benim yazım
böyleymiş.’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:104)
İrezil etmek; İrezilliği tepesinden aşmak : Çok ayıp bir suç işlemek; İşin rezaletinin başından taşması
(Anadolu lehçesi)
“Muhtar daha fazla inat etmedi. Kalkıp gittiler.
Cemal babasını görünce ağlamaya başladı.
‘Tuuu!’ dedi Muhtar, oğlunun yüzüne tükürdü. ‘Sen burdan çıktıktan sonra bilirim ben sana ne
yapacağımı’ Cinsi cibilliyeti bozuk orasbının gunnadığı! İrezil ettin, irezil ettin eyice beni... El içine çıkacak
yerim goymadın...’ ”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:122)
“Tabii, doğruyu söyleyebilmek için şahitler de zengin olacak. O zaman, gideceksin, keyfi makeme
kovalayacaksın. Ama sen bu halinle keyfi makeme kovalayamazsın. İşin serilir kalır ovanın yüzünde. Gidersin
gelirsin, yollar bitmez. Yollarda, karı koca, irezilliğiniz tepenizden aşar.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:268)
İri; İri iri; İri yapılı : Kocaman kocaman, büyük
“Toplum da bir denizdir. Dünyamızın sorunları iri iri dalgalar halinde gelip vurur bu denize... Kıyıda
kalıp kurtuluşu ararsak, bulsak da o dalgalar kıyıları da kaplar bazen. Büsbütün batar gideriz sonra...”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Denizde Bir Adam”, sa:47)
“BEATRİS
-----------Baktım iniyor başıma öğlen üzeri
İç karartan bir fırtına bulutu, iri,
Acımasız, meraklı cücelere benzer,
Bir sürü şeytan taşıyan, kötücül, beter.
Başladılar beni soğuk soğuk süzmeye,
Ve bakakalan yolcular gibi bir deliye,
Fısıldaştıklarını duydum gülüşerek,
Durmadan birbirlerine kaş-göz ederek.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:221)
“... bakışlarını kahverengi battaniyesinin üzerindeki bir noktaya yöneltmiş, düş görüyormuş gibi
seyrediyordu onu; beni bir gülümsemeyle selamladı, elindeki taslağı bir kenara koydu. Çaresizce bakan iri gri
gözlerinden yalnızca şunu okuyabildim: açlık ve umutsuzluk.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Amerika”, sa:162)
“İşte Gevrey-Chambertin İstasyonu geçti. Koridorda ise, kompartımanların birinden çıkıp ötekine dalan
garsonun beyaz ceketini görüyorsunuz; öbür yandaki pencereden, yeniden iri iri yağmur damlalarıyla, ağır ağır,
kararsız, titrek titrek, kimi zaman yok olarak, karmakarışık eğri çizgi demetleri halinde süzülen damlacıklarla
puslanan camın ardından, bir sütçü kamyonu, çizik çizik olmuş bir fon üzerinde daha koyu görünen, artık pek
seçilemez olan birtakım çizgilerin arasından hayal meyal süzülüp gidiyor.”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:95-6)
“Şef, iri adımlarla odanın öbür ucuna geçiyor, bir çekişte perdeyi açıyor. Korurcasına kızının üzerine
eğilen Anna Sergeyevna çıkıyor ortaya. Yerinden fırlayıp onlara dönüyor, gözleri alev alev. ‘Çekilin!’ diye
tıslıyor. Adam yavaşça perdeyi kapatıyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:189-90)
“İçinde
-Kim var bu ormanların içinde
Evler mi kentler mi
İri hayvanlar mı
Yalnızlıklar mı kim?
Tahtacı güzelleri mi
Oduncular mı”
(F. Hüsnü Dağlarca<1914-2008>, “Ötekinde Olmak-Oralarda”, sa:29)
“Katırlar peş peşe uzun ve düzensiz bir hat oluştururken, bu partiden sorumlu olduğu anlaşılan bir adam
Methuen’in yanına geldi. İri cüsseli bir Sırp oduncuya benziyordu.”
(L. Durrell, “Sırbistan Üzerinde Beyaz Kartallar”, sa:131)
“ ‘...Beytlehem’deki ahırın çıplak arılığından, altın ve taş şenliğine! Bak, şuraya bak; kapıyı gördün!
İmgelerin kendini beğenmişliklerinden kurtuluş yoktur! Deccal’in günleri yakındır; korkuyorum, William!’
Çevresine bakındı; iri iri açılmış gözlerini, sanki Deccal her an ortaya çıkabilirmiş gibi karanlık sahınların içine
dikti.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:100)
“Sabahlara kadar ‘artık konuşamayacağım!’ diye ağladım. Her zaman sıkı sıkı sarıldığım Tekir bile iri
gözlerini açmış, sanki elemimi paylaşmak istiyordu. Söylemeye gerek yok ki, yatağımı yine ıslatmıştım, hem de
iki kez.”
(İ. Ersevim, “İsmayil”, sa:13)
“Setin üzerinde o kadar çok ceset vardı ki, gören, insan bedenlerinden yapılmış olduğunu sanırdı.
Ortada, zırhlarla kaplı kuşatma kulesi yükselmekteydi. Yıkılan bir piramidin taşları gibi, üzerlerinden iri iri
parçalar kopuyordu.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:318)
“Boğa, Félicité’yi bir parmaklığa kadar sürmüştü; salyası kızın yüzüne sıçrıyor, birkaç saniye sonra
karnını deşmeye hazırlanıyordu. Tam bu sırada Félicité iki tahta arasından süzülmeye vakit bulmuş ve iri hayvan
şaşkınlıktan donakalmıştı.”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:13)
“CEVAP VER
----------------Bu dünyada dağlar ve denizler var,
Beatrice burda sevdi Dante’yi,
Akhalar burda yıktı Troya’yı!
Ne var ki bir an unutamaz isen
İri gözleri gülen bu kızı,
Seni gereksiz kılan bu kızı,
Yaşamaya layık değilsin sen!”
(Nikolay Gumilöv<1886-1921>-Kanşaubiy/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 31.07.03)
“Bebek, az ötedeydi, aklı karalığının kasılı çevikliğiyle dimdik, kurulu, -iri pençeleri tortop-,
duruyordu. Gözleri olanca bönlükleriyle açılmıştı, ortadan bölük yeşiller iri iri bakıyordu.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:83)
“Kadın kalkmıştı bile, ibriği ateşe koymuş, sabah sütünü hazırlıyordu. Şimdi günün az buçuk ışığında
ona abkıyordum: Pinponun biri; kurumuş, kamburu çıkmış, ayakları şiş. Her adımda duraklayıp solumaktaydı.
Yalnız simsiyah iri gözleri ihtiyarlamamış parlıyordu. Gençliğinde kim bilir ne kadar güzeldi, diye düşünüyor ve
insanın çöküşüyle kaderine lanet ediyordum.”..... “Hayır, tiyatrocu değildi; dış hayatı, iri iri sözleri, konuşması,
şamatacılığı, dünyada tek olduğu ve ne isterse mucizeler yaratabileceği yolundaki inancı, derin iç güveninin
basir içtenliğiyle çatışıyordu; tek olduğunu uydurmuyor, buna vazgeçilmez bir şekilde inanıyordu.
Yanmayacağına inanarak elini ateşe sokabilirdi.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:173;184)
“Dişi Aslan
Dişi aslan sana olan aşkım, kumral dişi aslan
pırıl pırıl derisi, altın rengi gözleriyle.
Hep benimle yürür;
Soluklanmak için oturduğumda uzanır yanıma
Yüzünü bacağıma yaslar, sadık bir köpek gibi.
Oynarım onunla, iri pençelerinin arasına uzanıp
Bırakırım yavrusuymuş giibi atıp tutsun beni.
İri pençelerinin ağırlığını duyarım,
tırnaklarının keskin şaşmazlığını.”
(Barbara Korun<d.1963>-Nazmi Ağıl, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 03.01.08)
“ ‘Anlatayım!’ dedi Başkan. ‘Vakit gece yarısını biraz geçiyordu! Yeni yatmıştım. Tam uykuya yatmak
üzereykdim ki terasta epey iriyarı olduğunu tahmin ettiğim birinin yürümekte olduğunu duydum. Bu saatte
terasıma gelen kişinin iyi niyetli olmadığı belliydi. Demek nöbetçiyi de atlattılar diye düşündüm ve silahımı
alarak terasa doğru seslendim.’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Son Ada”, sa:50)
“Urania. Ana babası hiç de iyilik yapmamışlardı kıza. Adı, aynanın yansıttığı ince uzun bedenli, yüz
hatları zarif, mat tenli, biraz hüzünlü bakan iri kara gözlü başka her şeyi anımsatıyordu. Örneğin bir gezegeni ya
da bir minerali. Urania! Nereden akıllarına gelmişti?”
(Mario V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:11)
“ROMA’YA DOĞRU HAYKIRIŞ
-----------------------------------------Öğretmenler çocuklara
Dağdan kopan olağanüstü bir ışık gösteriyor
Ama çıka çıka bundan bir lağım çıkıyor sonunda
Ortasında koleranın karanlık perileri bağrışıyor
Öğretmen sofuca tütsülü iri kubbeleri gösteriyor.”
(F. Garcia Lorca<1898-1936>-Cemal Süreya, “aşk şiirleri”, sa:72)
“Portakal Ağacı
-------------------Ucu ucuna yakaladığım, yüksekteki,
iri bir portakal
kanıtladı, zinciri kırmanın güçlüğünü.
Burkup çevirdim onu bütün kuvvetimle,
ve birden kayıp gitti asıldığı dal. Hemen
köşesine çekilmiş ağacaın
tatlı kokusuyla doluverdi hava.”
(Kobus Moolman<d.1964>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.08)
“BEYAZ GÜVERCİN <Acılar Denizi’nden>
--------------------------Çırpınan kalbini dinledim bir süre
Ve uçmak istedim onunla göklere
Ak güvercinin iri gözleri vardı
Güzelliğinden fışkıran bir pınardı”
(Ü. Yaşar Oğuzcan<1926-1984> “Son Yüzyıl Büyük Şiir Antolojisi”, Ataol Behramoğlu, Cilt:2, sa:80)
“Suyun kenarındaki yükseltide küçük evin iri taşları kararmış duvarlarını, bel vermiş incir ağacını, boş
pencereyi gördüm ve o korkunç kışları düşündüm. Ama çevredeki ağaçlar ve toprak değişmişti; fındık ağacı
kümeleri yok olmuş, mısır tarlamız küçülmüştü.”
(C. Pavese, “Ay ve Şenlik Ateşleri”, sa:10)
“Sözünü ettiği kabak kafalı adam garsona homurdanarak birşeyler dedikten sonra, peçeteyi fırlatıp
kalktı iri gövdesiyle. Eğilerek bizi selamladı. Ben adamın yüzüne güldüm; duygularını belli etmeyen Morelli
elini salladı.”
(C. Pavese, “Yalnız Kadınlar Arasında”, sa:15)
“CILIZ ŞEHZADE
Bir şehzade vardı; cılız, çelimsiz biriydi. Kardeşleriyse boylu poslu ve yakışıklıydılar. Günün birinde,
babasının tiksinen ve küçümseyici bakışlarıyla karşılaşan çocuk, hemen anlamıştı durumu:
‘Baba,’ dedi, ‘iri bir cahilden cılız bir akıllı daha iyidir. Koca bir nesne değer olarak yüce olmayabilir.
Koyun temizdir, ama fil ise murdar.”
(Sa’di, “Şehname”, sa:39)
“Yaz Vakitleri
IV
İri iri açmış yasemenler titrer,
Sıcak karanlıklarda.
Kasvetli bir koku hüküm sürer,
Şimdi yılgın korularda.”
(Albert Samain<1858-1901>-Galip Baldıran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 29.05.03)
“Ağaçların arasında, öteki tarafta bir köpek belirdi. Onlara uzun uzun baktı, sonra açıklığı geçti, iri ve
güçlü bir hayvandı, sarımtrak kahverengi postu ansızın üstünde parlayan gün ışığıyla sanki alev alev yanıyormuş
gibi göründü.”
(J. Saramago, “Yitik Adanın Öyküsü”, sa:153)
“Tek söz söylemedi, ama kül gibi oldu. Yüzü ve elleri kül gibiydi. Tekrar yerine oturdu; iri iri açılmış
gözler toprağa baktı. Tom temiz yürekliydi. Onu kucaklamak istedi, ama ufaklık, yüzünü buruşturarak kendini
sertçe çekiverdi.
-Bırak, dedim, alçak sesle. Neredeyse zırlamaya başlayacak.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:18)
“Paketimi cebime soktum:
‘Anlat bana baba,’ dedim. ‘Yalnız Efe kim? Nasıl sır oldu?’
Yaşlı avcı torbasının yanına bağdaş kurdu. Çiftesini kucağına uzattı. İri ela gözüyle dik yarın keskin
kenarına, karşıdaki yağmurla ıslanarak koyu kan rengine giren derin granit uçurumlara baktı, baktı.”
(Ömer Seyfeddin, “Yalnız Efe”, sa:22-3)
“GEYİK
--------Arabanın ardında, farın ışığı, aydınlatıyorduHenüz ölmüş bir geyik cesedini; sendeledim.
Dikildim başucunda. İyice soğumuştu ve kaskatı...
Kenara sürükledim, şaşılası irilikteydi karnı.”
(William Stafford<1914-1993>-Kübra Ataman/Ali Çeviker; “Şiir Atlası” Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 22.10.07)
“CIGARAYI ATTIM DENİZE <1954>
Şimdi bir güvercinin uçuşunu bölüşüyoruz
Gökyüzünün o meşhur maviliğinde
Uzun saçlı iri memeli kadınlarıyla
Bir Akdeniz şehri çıkabilir içinden
Alıp yaracak olsak yüreğini
Şimdi bir güvercinin”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka” <1957> -50 yaşında-, sa:25)
“Arka tarafta üzeri at çuluyla örtülü denklerin üstünde yazlık pardesüsüyle bir piyade subayı
oturuyordu. Subay oturduğu yerdeki görünüşünden anlaşıldığına göre uzun boylu değil, ama iri yapılı biriydi..
Öyle bir omuzdan öteki omuza değil de, göğüsten sırta doğru, enine bir irilikti bu.”
(L. Tolstoy, “Sivastopol Ağustos 1855”, sa:17)
“Öğlen paydos ettiğimizde, kalabalık bir öğrenci grubu etrafımı sardı.
‘Gel, sana nineleri gösterelim,’ dediler.
‘Gel, tarlalarda oyun oynamaya gidelim...’
Ağır, aptal bakışlı, iri yapılı küçük bir kız da vardı.”
(D. Tomazani, “Konuşmayan Su”, sa:53)
“Tekrar ayıldığında bir hastane odasındaydı ve kara bıyıklı dört erkek başında bekliyorlardı. Odaya
elinde kocaman bir enjektörle yaşlıca, iri bir hemşire girdi, kadının kırlaşmış bıyıkları vardı.
-Kabanızı açın bakalım Alev hanım, iğne yapacağız! dedi üstten bir sesle.”
(A. Tunç, “Ömür Diyorlar Buna”, sa:73)
İrikıyım : Kocaman, iriyarı adam
Bk.: İri yarı
“Bing, yüzünü çevreleyen kahverengi sakalı, sol kulağında altın küpesi olan, ayı gibi irikıyım bir
adamdır. Boyu ancak bir yetmiş sekizi bulur ama yüz küsur kilosuyla çok yapılı görülür. Gündelik kıyafeti siyah,
bol dökümlü kot pantolon, sarı işçi çizmesi ve kareli oduncu gömleğidir.”
(P. Auster, “Sunset Park”, sa: 74)
“Konuşmayı daha çok Flower yürüttüğü için, Nashe onun daha ağır bastığını düşündü, ama irikıyım
adamın bütün yakınlığına ve tontonluğuna karşın, Nashe sessiz sakin Stone’dan daha çok hoşlandı.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:70)
“İri kıyım bir adam, ‘Hey, Bay Langford,’ dedi. ‘Mona Lisa’nın Da Vinci’nin kadın kılığında kendi
remi olduğu doğru mu? Bunun doğru olduğunu duydum.’
Langdon, ‘Bu doğru olabilir,’ demişti. ‘Da Vinci şakacı biriydi ve Mona Lisa ile Da Vinci’nin kendi
yüzüne ait portreler bilgisayarda karşılaştırıldığında önemli benzerlikler bulundu Da Vinci her neyin peşinde
olursa olsun,’ demişti. ‘Onun ne Mona Lisa’sı ne dişi, ne de erkekti. İçinde ince bir androjen <erkek hormonu>
mesajı var. Her ikisinin birbirinin içinde erimiş hali.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:136)
“Arhip masalardan birine yaklaştı, yazıcılara durumu kısaca anlattı. Birkaç kişi çantayı elinden kaptı,
aralarında bağırıp çağırmaya başladılar, amirlerinin gelmesi için birini gönderdiler. Koca bıyıklı, iri kıyım bir
polis geldi az sonra. Kısa bir sorgulamadan sonra koca bıyık çantayı onlardan alıp odasına kapandı.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:39)
“Samsanov’un küçük oğlu iri kıyım, son derece kuvvetli, sakalını bıyığını traş eden, Alman usulü
giyinen bir adamdı; (ihtiyar Samsonov sakallıydı, kaftan giyerdi). Oğlu çağırılır çağırılmaz yukarı geldi.
Babalarının önünde hepsi susta duruyordu.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:11)
“Vali iri kıyım, sessiz, çok dikkatli biriydi, hizmet sicili kusursuzdu, adanın geçmiş tarihi konusunda
kendisine sağlam bilgiler verilmişti, şu anki hoşnutsuzluklara karşı düşüşünülüp taşınılmış adımlar atmaya
istekliydi, ancak bunlar soyutlanabilir ve çözümlenebilirse.”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:157)
“Aracılık işiyle uğraşıp bir firmanın temsilciliğini yapan Bay Joseph Giebenrath’ın, kendisini
hemşerilerinden ayıracak herhangi üstün bir meziyeti ya da da özelliği yoktu. O da hemşerileri gibi iri kıyım,
sağlıklı bir adamdı. Ticaret işinde hayli becerikli, ayrıca para canlısıydı.... Tanrıya ve devlet büyüklerine gereken
saygıyı göstermekte kusur etmez, orta sınıf vatandaş ahlakının sarsılmaz yasalarına körü körüne boyun eğerdi.
......... Kasabadaki bir derneğin üyesiydi; cumaları ‘Adler’ lokalinde bowling oynamaya gider, ayrıca burada
pasta ve çörek, yahni ve sosisli çorba günlerini de kaçırmazdı. İş başında ucuz sigaralar içer, pazarları ise, yemek
üzerine iyi cins purolar tüttürürdü.......... Joseph Giebenrath hakkında söyleyeceklerimiz bu kadar. Onun sığ
yaşamını ve bilinçdışında sürdürülen dramını kalame alabilmek için insanın doğrusu güçlü bir mizah ustası
olması gerekiyor.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:5-6)
“Oda yarı karanlıktı ve köşede geniş bir karyola vardı. Hasta, bu karyolada yatıyordu, yüzü
kıpkırmızıydı. W.’nin sınıfın en çelimsiz öğrencisi olduğu aklıma geldi. Anası da ufak tefekti. İri kıyım kaleci,
çekingen çekingen duruyordu.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:34)
“6 Eylül, Halep’te - Dün akşam buraya geldik, sonra da bütün bir günü, açgözlü ve düzenbaz bir
kervancıyla pazarlık ederek geçirdik. Binbir dalaveresinin yanında kervanda zengin bir Cenevizli tüccarla
karısının bulunmasının, onu, üç irikıyım adam daha tutarak muhafız takımını güçlendirmek zorunda bıraktığını
söylüyordu. Bense, bizim bir kadına karşı üç erkek olduğumuzu ve haydutlar saldırırsa kendimizi
koruyabileceğimizi söyledim. O zaman bakışlarını üstümüzde gezdirdi, yeğenlerimin çelimsiz bacaklarına, pek
nazik görünüşlü adamıma baktı; gözleri, zengin tüccar göbeğime gereğinden fazla takıldı, sonra da kaba bir
kahkaha attı.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” <Baldassare’nin Yolculuğu>, sa:55)
“Kendini Melquiades diye tanıtan sakalı taraz taraz, elleri pençe gibi, iri kıyım bir çingene,
Makedonyalı bilgi simyacıların sekizinci harikası dediği nesneyle akıl çelen bir gösteriye girişti”
(H.H. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:7)
“Nazlı ne kadar güzel bir kadınsa, Turgay da o kadar çirkin bir adamdır. Turgay’ın irikıyım çirkinliği,
alışmak için insandan zaman isteyen, hatırı sayılır çirkinliklerdendir.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:192)
“Vercingetorix Sokağı’nın ortasında, iri kıyım bir adam Mathieu’yü kolundan yakaladı; karşı
kaldırımda bir polis geziniyordu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:5)
“İkinci kaptan, Fransızca konuşan Belçikalılardandı. Ayşe’nin babası gibi iri kıyımdı. Sporlardan boksu
seviyor, iri yumrukları, kalın pazılarıyla çocuk gibi öğünüyordu.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:16)
“İşte, neyse, salona gireli on dakika falan olmuştu. O irikıyım, aşırı süslü, yaşlı soylu kadınlarla, o iç
sıkıcı akademi üyeleriyle çene çalıyordum ki birden, birinin bana bakmakta olduğunu hissettim.”
(O. Wilde, “Dorian Gray’in Portresi”, sa:14)
“Bu iri kıyım bedenin içerisinde, son derece keskin, nerdeyse hastalıklı denebilecek kadar duyarlı bir
sinir demeti ürperiyor ve titreşiyor; bütün doktorlar onu ‘duyarlık bakımından bir hilkat garibesi’ olarak
görüyorlar ve şaşırıyorlar.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:130-1)
İrili ufaklı : Küçük büyük, karma şey ya da olaylar
“Meserret ablam delişmen, haşarı bir kızdı; uyurken tava karasıyla yüzlerimizi boyar, hasır koltuklara
iğneler bayırır, sokaktan geçenlerin üstüne tavanarası penceresinden su döker, merdiven korkuluklarından
kayardı. Sonraları irili ufaklı altı çocuk olduk konakta. En büyüğümüz, Nureddin abim bize katılmazdı pek.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:127)
“Ovada irili ufaklı kabartılar meydana getiren bu yığınların birinin içinden, hayaletten daha silik bir şey
çıktı. Bunun üzerine, aslanlardan biri, kocaman gövdesiyle kırmızı göğün önünde kara bir gölge meydana
getirerek, yürümeye başladı. Adamın yanına yaklaşınca, bir pençe vuruşuyla onu yere devirdi.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:382)
“Arka bahçede, büyük bir gürgen ağacına asılı, bir kolan salıncağı vardı. Bazı günler komşu çocuklarını
toplayarak, burasını bayram meydanlarına çevirirdim. Bugün, küçük arkadaşlarım, benim davetimi beklemeden
irili ufaklı bir sürü halinde gelmişler, salıncağın etrafını almışlardı.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:81)
“... Nitekim Ankara’ya varmazdan iki konak evvel, Çankırı’da böyle olmuştu. İstanbullu hanımın, bir
han peykesi (duvara bitişik, alçak, tahta yatak) üstüne serdiği ve kar gibi beyaz çarşafla örttüğü yatağı, bir an
içinde, irili ufaklı yüzlerce tahtakurusu ile sıvama donanmıştı.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:14)
“Israel’de en çok satılan şey kitap diyorlar. Telaviv’i gezerken çok kitabevi gördüm. İki milyonluk
memlekette elli, altmış binden fazla satan gazetenin sayısı beşten fazla. Daha irili ufaklı bir sürü gazete var.
İngilizce, Fransızca gazeteler.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:40)
“Karşıdaki kerpiç evlerin hepsinin kapıları kapalıydı. Avlulardaki renk renk biçim biçim, paletli paletsiz
irili ufaklı traktörlerin gölgeliklerinde tavuklar yumak yumak civcivlerini gıdaklayarak dolaştırıyorlardı.”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:58)
“Çarşı esnafının anlattığına göre, herifi arabasından indirmeyen, kahvelere, irili ufaklı meyhane, ya da
otellere, bankalara getirip götüren oydu.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:6)
“Gene erkenden sıra, evde ya da okulda, ya da yan sokaktan çıkagelen ilk yaralardır. Başkaları
sözleriyle, bakışlarıyla ona yoksul ya da topal ya da bodur ya da ‘leylek bacaklı’ ya da yanık tenli ya da çok
sarışın ya da sünnetli ya da sünnetsiz ya da öksüz olduğunu hissettirir – her kişinin dış çzgilerini belirleyen bu
sayılmayacak kadar çok irili ufaklı farklılıklar, çoğu zaman son derece yapıcı olarak ortaya çıkan ama kimi
zaman da sonsuza kadar süren yaralara neden olan davranışları, görüşleri, korkuları, emelleri yeratır.”
(A. Maalouf, “Ölümcül Kimlikler”, sa:26-7)
“Eve vardığımda bavulu hemen açmadım. Kafam allak bullaktı, karışıktı; bu yüzden de hemen bir
düzen kurmam gerekiyordu. Doğruca mahallenin kırtasiyecisine koştum, kaba bir tahmin yaparak irili ufaklı
dosyalar, zarflar, albümler, etiketler satın aldım.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:39)
“Portakal Ağacı
------------------Oluklu sac levhadan ufacık bir barınakta,
irili ufaklı, paslanmış direkler, kalın tahtalar
vardı,
babamın bir yerden söküp, biriktirdiği.
Dinleyebilirdim, öğleden sonraları,
Afrikaans radyo dizilerini, arka çitin
diğer tarafındaki evden, yitik, yapayalnız”
(Kobus Moolman<d.1964>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 31.07.08)
“Terk edilmiş, boşaltılmış, yağmalanmış, harap edilmiş irili ufaklı yerleşim birimlerinin, yarım kalmış
kasabaların, ölü şehirlerin içinden geçiyorlar...”
(M. Mungan, “Çador”, sa:98-9)
“EVLER
İnsanlar yüzyıllar yılı evler yaptılar
İrili ufaklı, birbirinden farklı
Ahşap evler, kagir evler yaptılar.
Doğup ölenleri oldu, gelip gidenleri oldu,
Evlerin içi devir devir değişti
Evlerin dışı pencere, duvar.”
(Behçet Necatigil<1916-1979>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:1,
sa:417)
“... her gün bir yenisi keşfedilen zevkler (resmetmek, cinsellik, arkadaşlık, uyku, sevilmek, yemek,
oynamak, seyretmek, vs.) ve bitip tükenmez mutluluk imkanları kadar, hiç beklenmedik bir anda çıkıp,
alevlenip, büyüyen irili ufaklı, öenmli önemsiz felaketlerle de yapıldığını yavaş yavaş öğretiyordu.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:189)
“Norberto’nun evindeki hanımlar, beklendiği gibi son derece kibardı; çay saati düzenliyor, örgü örüyor
ve en yakın hizmetçilerinin kız çocuklarının vaftiz anneliğini üstleniyorlardı. Salondaki kanapelerin üstünde
moda dergileri duruyordu, ah, Paris, aptal savaş biter bitmez oraya gitmek istiyorlardı, öteki irili ufaklı isteklerin
yanı sıra, özellikle bu isteği geciktiriyordu savaş.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:46)
“Geride köşede ağır hantal tahta bir bavul, tek malı, iki gömleği ve ikinci bir kat eski takım elbiseyle.
Yoksa sırf kitaplar ve müsvetteler, bir tepside bir sürü irili ufaklı şişe ve şurup..”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:78)
İrin karası :
(SOCIO.,PSYCH.) :
Kötülerin en kötüsü, adilerin en adisi, yüzkarası
“Mozart Don Juan’ı yazdığı vakit, o ilençli, zehirli yılan, irin karası Salieri de yapıtının Pais’te
kazandığı bu sefer kendi çevresinde de ele geçirmek niyetiyle..”
(E. Mörike, “Mozart Prag Yolunda”, sa:33)
İri yarı : Büyük, heybetli, irikıyım, iri yapılı, kocaman
“Üstadım dedi ki:
-Başı içerde ve debelenen bacakları dışarda duran ve en büyük cezaya çarptırılan şu yukarıdaki ruh,
İskaryotlu Yahuda’dır. Tepesi aşağı duran iki ruhtan siyah yüze asılı olanı Brutus’tur, bak nasıl da bir kelime
söylemeden kıvranıyor. İri yarı olanı Cassius’tur. Fakat gece oluyor, artık gitmek zamanı geldi.”
(D. Aligiheri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:348)
“ESEN RÜZGARDA BÜYÜ
Pehlivan iriyarı iskemleye oturmuş, üstünde ipekten
Bir pelerin -kısa bir konuşmadan sonraŞehrin göbeğinde
Belediye meydanında güneşin altında
Ahşaptan bir sahnede
Ben ateş hırsızı benden hizmet bekliyor
Yılan gibi ipleri silip
Ve uçacağım.”
(Fadıl El Azavi<d.1940>-Metin Fındıkçı, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 10.08.07)
“Kongre Binası güvenlik şefi Trent Anderson, on yılı aşkın bir süredir burada güvenlikten sorumlu.
İriyarı, geniş omuzu, keskin yüz hatlarına sahip adam kızıl saçlarını sıfıra vurdurmuştu. Bu da ona asker havası
veriyordu. Yetkisinin sınırlarını sorgulamak gibi bir aptallık yapanlara gözdağı veren bir silah taşıyordu.”
(D. Brown, “Kayıp Senbol”, sa:59)
“Birden tüm gözler iri yarı, kırmızı yüzlü, soluk soluğa bir adamın, hiç çaba göstermeden, omuzuyla
şöyle bir itivermesiyle açılan kapıya çevriliyor, tam tren kalkarken binmiş olacak, üzeri şişkince valizle birlikte,
gazeteye sarılı, tostoparlak, kaba saba bağlanmış ve ipleri şurdan burdan kopmuş paketini fileye fırlatıyor ve
pardesüsünün düğmelerini çözerek yanıbaşınıza oturuyor...”
(M. Butor, “Değişme”, sa:19)
“Irmak, salın ağırlığı altında bel verdi ve onu kaldırdı; sal, şu anda gökte koşan demir çubuğun ucunda,
çelik tel boyunca kayıyor. Bunun üzerine iri yarı yerliler gevşediler, sırıklarını çektiler. Adamla sürücü arabadan
çıktılar, salın kıyısına geldiler, yüzleri akıntıya dönük, durdular.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:42)
“Beyaz savaş sırasında. Cephe gerisindeki bir trende D. ve bir yoldaş, gözleri alev alev yanan iri yarı
bir yüzbaşının bulunduğu kompartımana giriyorlar. O’nun karşısındaki biri, bir paltoyla örtülmüş biçimde,
oturulacak yere uzanmış...”
(A. Camus, “Defterler 2”, sa:182)
“Akşam yemeğinde R.’yi, Lorette’le kompartımandaki iriyarı kadını (o kadar da iriyarı değil - tersine
ince ve zarif) ve ‘ticaretle uğraşan’ Meksika’lı bir çifti buluyorum yeniden. İki kadın bizim Lorette’e biraz
küçümsemeyle bakıyor gibiler.”
(A. Camus, “Yolculuk Günlükleri”, sa:15)
“‘Şimdi komik olmaya başladın işte,’ diyor günlerdir traş olmamış gibi görünen, uzun saçlı iriyarı
adam. ‘Bu kadar kötü bir ortamda olduğunu düşünüyorsan, neden gitmiyorsun?’
Ben de içiyorum ve bu bana cesaret veriyor.
‘Sen de kimsin? Bu nasıl bir yaşam biçimi? Sağlıklısınız, çalışabilirsiniz, ama onun yerine siz hiçbir
şey yapmıyorsunuz, başıboş gezmeyi tercih ediyorsunuz?’ ”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:185)
“O kadın, David’e baktığında ne görüyor ki sesi bu kadar öfkeyle titriyor? Zavallı minicik balıkların
arasında dolaşan bir köpekbalığı mı? Yoksa başka bir şey mi canlanıyor kadının gözlerinin önünde: İriyarı, iri
kemikli bir adam, bir kız çocuğunun üzerina abanmış, kocaman eliyle onun çığlıklarını boğuyor. Ne saçma!”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:64)
“-... Atı biraz yavaşlat bakalım, İşittin mi, yavaşlat dedim sana!
-Neden yavaşlatayım?
-Öyle işte... İstasyondan, arkamdan dört arkadaşım daha gelecekti de... Bana yetişmeleri gerekiyor...
Ormana varmadan yetişeceklerdi. Hepsi de iri yarı, güçlü adamlardır. Yanlarında birer de tabanca var... E, niye
öyle kıpırdanıp duruyorsun? İğne üstünde oturuyor gibisin..”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:136)
“... hepsi küpeştede konuşmadan ayakta duruyor, duygularını pek az belli etseler de, Matthew Arnold’ın
şiirinin hoş ve çok bulanık anıları eşliğinde, Marmion’dan gırtlak sesi dörtlükleri hatırlayarak, İngiliz’e
bakıyorlardı, çoğu uzun boylu, güneş yanığı adamlardı, kısa saçlı, çalı bıyıklı: duyguyu bir rahatsızlık kaynağı
olarak gören adamlar.
‘işte orada,’ dedi iriyarı bir binbaşı, yanaklarını şişirmiş, başparmaklarını pantolonunun kemer
britlerine geçirmişti.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:220)
“Yine bir gün, Sultan Veled, ‘Büyük babam Baha Veled hazretleri çok kuvvetli, iri yarı ve heybetli bir
adamdı ve (Onda ilimde ve cisimde fazlalık verdi.) K.II, 248 ayeti onun sıfatıydı. İri kemikliydi. Bağdad yolunda
iriyarı üç deveciyi bir tokatla yere sermiş, ölecek bir hale sokmuştu. Bunlar sonradan tövbeler edip geldiler,
kendisine itaat ettiler.’ ”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:I, sa:46-7)
“Nihayet iş yerinde, bayan Holub’la çocuklarından başka kimsecikler kalmamıştı. Kadın, iri yarı ve
güçlü kuvvetli idi. Güneşten kararmış yüzünde, her zamanki güzelliğinin izleri vardı. Kısacık boyunlu ve kaba
saba birşey olan oğlan, bakımsız bir çocuk denince göz önüne gelen çocuklardan biriydi.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:4)
“Aslında kamplar içindeki havada müzik hiçbir zaman eksik değildir. Tutuklular toprak kazarken, taş
kırarken hoparlörlerden Bach filan dinlemiştir. Sarsıcı olan onların başında nöbet bekleyen ‘Halt!’ ‘Los, los!’
gibi kaba sesler çıkaran iri yarı, ceberrut Almanların da bu müziği seviyor olmaları.”
(Füruzan, “Ev Sahipleri”, sa:72)
“Moskova’da öğrenciyken, ‘malum kadınlar’dan biriyle, anlarsın ya, komşuluk etmek zorunda
kalmıştım. Tereza adında bir Polonyalıydı. İri-yarı, kömür küfesinden çıkmış gibi kara bir kadındı. Birbirine
bitişik kaşları, baltayla yontulmuşcasına kaba-saba bir suratı vardı.”
(M. Gorki, “Bozkırda”, sa:11)
“Genç kız üstünde lamba duran bir masanın önüne oturmuş, tahta bir kapta mercimek veya nohut
ayıklıyordu. Karşısında iri yarı bir adam durmaktaydı. Adam ceketi omuzuna atmış, elinde satıra benzer şey
tutuyordu.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:47)
“Sabaha karşı hava serinleyeceğine, inadına ısındı. Esmiyordu. Deniz, iriyarı soluganlarla inip
kalkıyordu. Düz yürüyemiyorduk. Hep soyunduk. Gövdelerimizden buğular tütüyordu. Buram buram
terliyorduk.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:161)
“Bir üçüncü tip de bu kuklalar kentinin bir seyircisiydi. İri yarı, cakacı, korkunç bir tip! Korkutucu bir
ağırbaşlılığı vardı, çenesi bir koğuş kazanı kadar büyük, teni vaftiz edilen bir bebek teni kadar duru, elleri
profesyonel bir boksör eli kadar kocamandı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:135)
“İhtiyar haham tanrısal bir coşku içinde sıçradı ve ızbandutun geniş omuzları üstünde oynamaya
başladı. Oruç, dua, büyük ümitler onu yiyip bitirmiş, ihtiyarlatmıştı, koşacak gücü kalmamıştı. İriyarı dağlı onu
yakalamış, sürünün önünde koşuyordu şimdi, hahamı bir sancak gibi ileri geri sallıyordu havada.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:45)
“Otobüste oturduktan sonra açtı; mektup tek bir cümleden oluşuyordu: ‘Sizi bir casus gibi izliyorum,
çok güzelsiniz, çok güzel.’ ......Kapıldığı ilk duygu olumsuzdu. Biri ona sormadan yaşamına karışmak, ilgisini
çekmek.... kısacası, onu tedirgin etmek isitiyordu..... Çevresine göz attı. Oturan, otobüsün penceresinden dalgın
dalgın dışarı bakan insanlar gördü; iki genç kız kıkır kıkır gülüşüyor, iri yarı, yakışıklı, genç bir zenci onu
süzüyordu, uzak bir yere gideceğinden kuşku olmayan bir kadın, elindeki kitaba dalmıştı.”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:49-50)
“Acayipliğe bak, bir Rolls-Royce’un arka kanepesinde Hanımeli içiyorsun. Biz, Dundee’den Perth’e her nedense- ana yollardan gitme yerine arka yolları yeğleyerek Perth’in dış varoşlarında bir yer olan Murthly’ye
vardık. Kapıda bizi iri yarı bir hastabakıcı karşıladı. Anide farkına vardım ki, ilk kez bir akıl hastanesindeydim
artık.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:39)
“Aile reisine saygının bir ifadesi olarak hepsi de onun kahkahalarına katıldı. Kızlık soyadı ‘Duschamps’
olan Bayan Antoinette Buddenbrook, tıpkı kocası gibi kıkır kıkır gülüyordu. İriyarı bir bayandı, gür beyaz
saçlarının bukleleri kulaklarının üzerinden aşağıya doğru dökülmüştü, üzerinde sadelik ve alçakgönüllülüğü
simgeleyen siyah ve açık gri çizgili bir elbise vardı, kucağındaki küçük torba çantayı sıkı sıkı tutan beyaz elleri
hala çok güzeldi.”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:10)
“Aynı yer değildi sanki. Rosa Cabarcas her zaman en göze batmayan, bu yüzden de en çok tanınan
mama olmuştu. Bu çam yarması gibi kadını, bir keresinde hem iriyarılığı yüzünden, hem de müşterilerin
mumlarını söndürmekteki becerisi nedeniyle itfaiye çavuşu diye ilan etmek istemiştik.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:26)
“Ölüyü, her zaman içinde yattığı portatif karyolada, zehiri buharlaştırmak için kullanılmış olan küvetle
taburenin yanında, bir battaniyeyle örtülü buldu. Yerde, karyolanın ayağına bağlı, boylu boyunca uzanmış,
Danimarka cinsi, iriyarı, göğsü kar beyazı, kara bir köpek ölüsü, onun yanında da koltuk değnekleri vardı.”
(G.G. Marquez, “Kolera Günlerinde Aşk”, sa:9)
“Birdenbire arkalarında ayak sesleri duyarak titrediler. Başlarını çevirince, hemen hemen omuz
başlarında tepeden tırnağa silahlı adamlar gördüler; iri yarı, sakallı dört Alman askeri çevrelerini sarmıştı.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:65)
“Yok canım! Genç kadın. Otuzunda var yok. İriyarı, kuvvetli, çenebaz. Sabahtan akşama kadar atsın
kahkahayı. Bizimkinin baş dostu. Eh, bok boku tabakhanede bulur, ne olacak.”
(N. Meriç, “Sular Aydınlanıyordu”, sa:9)
“Bu arabayı atlılar grubu izliyordu. Çiçekli pamuk elbiseler giymiş genç kızların bir bölümünün
başlarında güneşten korunmak için ince eşarplar vardı. Bazıları başlıklı küçük pelerinler giymişti. Ayrıca
eldivenli elleriyle başlarının üzerinde şemşiye tutuyorlardı. Hastalıktan yeni kurtulan askerler iri yarı kadınların
arasına oturtulmuşlardı.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, sa:213)
“ ‘Merhaba!’ ded iriyarı kadın, samimiyet yüklü genç erkek sesiyle. Düşüncesizce bir hata yapmıış gibi
bir hali vardı.
‘Merhaba!’ dedi Bird, onun kuşa benzetilmesindeki bir diğer etken olan çatlak sesiyle.
Travestinin başka bir şey söylemeden yüksek topukları üzerinde doksan derece dönerek yürüyüp
uzaklaşmasını bir süre izledikten sonra, Bird de tam tersi yönde yürümeye başladı.”
(Kenzaburo Oe, “Kişisel Bir Sorun”, sa:15)
“... bir gemi dolusu mülteci, Akdeniz’de bir yerlerde bombalandı. Şişman, iriyarı bir adamın, ardında
helikopter, yüzmeye çabalayan görüntüsü izleyicileri pek eğlendirdi; önce adamın yunus balığı gibi
debelendiğini, sonra helikopterlerin silah atış alanı içine girdiğini gördük, sonra delik deşik oldu ve çevresindeki
deniz suyu pembeye boyandı...”
(G. Orwell, “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört”, sa:15)
“Ka polis denetiminde otele dönmenin mi, şehrin ortasında bir polis arabasına bindiğinin görülmesinin
mi daha güvenli olduğunu hesaplamaya çalışıyordu ki arabanın kapısı açıldı. Ka’nın bir an bir yerden gözünün
ısırdığı (İstanbul’daki uzak amca, evet Mahmut Amca) iri yarı bir adam az önceki nezaketine hiç uymayan kaba
ve güçlü bir hamleyle Ka’yı arabanın içine çekti.”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:352)
“ ‘Köye dönmem,’ diyordu sonra. ‘Babam öldürür beni.’ Olanca iriyarılığıyla, hala gardiyanın
karşısındaymış gibi konuşuyordu. Boynunun terini kuruladı sonra. ‘Daha öfkesini alamadı babam, üstelik ekini
kaldırmak için başkasına gündelik ödemek zorunda kaldı. Babam adaletten daha kötüdür.’ ”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:8)
“Pos bıyıklı, hardal rengi suratlı iri yarı bir adam olan Kurtz, kendisinin de titrediğini fark etti. Wide
Oaks’a at arabasıyla gelirken bu görüşmesinin provasını yapmıştı.”
(M. Pearl, “Dante Kulübü”, sa:16)
“Kern babasına şaşkınlıkla baktı. Ve bir anda her şeyi anladı. Kapıdaki iriyarı kadın gözünün önüne
geldi. Bir an kalbi bir çekiç gibi böğrünü dövdü. İleriye doğru atılmak, babasını alıp buralardan kaçıp
uzaklaşmak arzusu içini doldurdu.”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:149)
“Vercingétorix Sokağının ortasında, iriyarı bir adam Mathieu’yü kolundan yakaladı. Karşı kaldırımda
da bir polis bir aşağı, bir yukarı dolaşıyordu.
‘Bana birkaç kuruş ver, patron, karnım aç.’
Birbirine yakın gözleri, kalın dudakları vardı. Alkol kokuyordu.
‘Acıkmış değil de susamış olmayasın? diye Mathieu sordu.
‘Yemin ederim, ahbap.’ dedi adam güçlükle. ‘Yemin ederim açım.’ ”
(J.-P. Sartre, “İlk Uyanış”, sa:9)
“Öndeki, şapkasını çıkararak içindeki deri bandın her tarafını işaret parmağiyle iyice sildikten sonra,
parmağında biriken teri başparmağının yardıniyle fırlatıp attı. İri yarı yol arkadaşı, omuzundaki battaniye
simidini yere bıraktıktan sonra kendisini hemen yere atarak yeşil gölün yüzünden su içmeye başladı.”
(J. Steinbeck, “Farelere ve İnsanlara Dair”, sa:9)
“Ertesi yıl sınıf arkadaşlarım benimle alay etmeyi sürdürdüler. Çocuklar çok salak oluyorlar, değil mi?
Bir şeyi tutturdular mı artık bıktırıncaya kadar yinelerler. Bu arada yaz tatilinde ilginç bir şey oldu. Boyum
uzadı, geliştim, iri yarı bir çocuk oldum. Çok da güçlü, bütün arkadaşlarımdan daha güçlüydüm.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:15)
“Uşak ise geniş yüzlü, sarı, az sakallı, donuk bakışlı, küçük gözlü iri yarı bir gençti. Firuze taşlı küpesi,
meçli saçları, görgülü tavırları ile yeni neslin kusursuz bir örneği idi.”
(I. Turgenyev, “Babalar ve Oğullar”, sa:5)
“Pek yakışıklı, pek gösterişli bir adamdı. Tertemiz, kısacık bir kaftan giymişti, yalnızca alnının
üstünden aşağı sarkan siyah kasketi değil, her şeyi siyahtı; çok iri yarı olan atı ağır ağır sürüyordu. Adamın
yanında uzun boylu, kılıç yutmuş gibi dimdik bir kadın oturuyordu.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa106)
“Babayı evin kapısından sedye ile dışarı çıkartan üniformalı iki adamın kolunda kızıl haç bandajı vardı.
İriyarı hizmetçi Elsa ve narin yapılı aşçı Mina, üst yarısı çizgili camdan kapının kanatlarını tuttular.”
(M. Walsar, “Bir Pınar Gibi”, sa:12)
“... buğdayı her serpişinde, boyuna savrulan sarı taneler arasında, Jean’ın, sırtında eskitip durduğu
emireri ceketinin iki kırmızı şeridi parıldadığı görülüyordu. Jean, önde, tek başına, iriyarı endamı ile yürüyor,
arkasından, iki beygir koşulu bir tırmık, ağır ağır ilerleyerek tohumu toprağa daldırıyor, bir sürücü de, elindeki
kırbacı ölçülü aralıklarla şaklatarak hayvanları sürüyordu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:I, sa:3)
“Henri Beyle bu babadan yalnızca iri yarı şişman beden yapısını değil, aynı zamanda, damarlarında
dolaşan kana ve sinirlerinin titreşimine varıncaya kadar tüm benliğine işlemiş bir özelliği -bencil bir şekilde
‘kendine-düşkün’ olma gibi bir özelliği de almıştı.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Stendhal’, Cilt:III, sa:165)
İri yaşlar dökülmek (gözlerinden, yanaklarından) : Derin derin ağlamak, çok acı çekerek gözyaşı dökmek
“Gül parmaklı şafak sabah erken parlayınca,
ünlü Hektor’un ölüsü çevresinde toplandı bütün halk.
Hepsi geldi bir araya, topluluk kuruldu,
parıldayan şarapla söbdürdüler odun yığınını,
söndürdüler ateş gücünün sardığı her şeyi,
sonra topladı kardeşleri, dostları, ak kemikleri,
hepsinin yanaklarından iri yaşlar dökülüyordu.”
(Homeros, “İlyada”, sa:534)
İrkilmek : Ürkmek, korkmak
“Bir parka gelince sıralardan birine oturup gözlerini çıplak dalların arasından görünen soluk mavi göğe
dikti. Bir sincap ona doğru bağırıverince irkildi. Ansızın arabanın çalınmış olabileceği korkusuna kapılarak
hastaneye koştu. Araba park yerinde, koyduğu gibi duruyordu. Battaniyeleri, yastıkları ve sobayı indirdi, ama
nereye saklayacağını bilemedi.”
(J.M. Coetzee, “Michael K.”, sa:38)
“ ‘Enfes’ ve ‘mükemmel’ sözcüklerini yüksek sesle yineledi kendi kendine, buna aynı türden daha
başka sözcükler ekledi. Ansızın kendi kendine konuştuğunu fark ederek irkildi, pencere camında yansıyan
bozguna uğramış yüzü ilişti gözüne, yabancı, yüzlükten çıkmış, mahzun. Tanrım, diye haykırdı kendi
benliğinden içeri. Tanrım! Ne yapmalı?”
(H. Hesse, “Klingsor’un Son Yazı”, sa:51)
“Düşünce insanların ve kaderin gözünden
Aforozlular gibi, yapayalnız ağlarım;
İrkilir sağır gökler çığlıklarım yüzünden,
Bahtıma lanet okur, yüreğimi dağlarım.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:29, sa:99)
İroni; İronik : Alaysama, dalga geçme; hayatın cilvesi, tuhaflık; Alaycı, tuhaf
“Matriyona ile annesinin evden çıkıp gittiklerine emin olana kadar orada gizleniyor. Sonra eve dönüyor,
su ısıtıyor, soyunup yıkanıyor. İç çamaşırlarını da yıkayıp çamaşırlığa asıyor. Bu hastalığı çekmediği, benden
doğmadığı için Pavel şanslı, diye düşünüyor. Sonra, bu sözlerdeki ironi kafasına denk ediyor, dişlerini sıkıyor.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:81)
“Hizmetkarlar gözetlediği için kendisiyle aşığının, arzularını bir süpürge dolabında tatmin etmek
zorunda kaldıklarını yıldızlara şikayet eden bir kadın - kimin umurunda? Byron’ın konuşacağı sözcükleri
bulabiliyor, ama tarihin ona sunduğu Teresa -genç, hırslı, inatçı, huysuz- David’in kafasındaki müziğe uyum
sağlamıyor, tam manasıyla hüzünlü, ama yine de ironi’den uzak olmayan bu müziğin notaları David’in iç
kulağında gölgeleniyor.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:208)
“Görülmemiş bir doğallık, içgüdüsel bir duyarlılıkla konularını İskenderiye’nin sokaklarından,
genelevlerinden seçmiş bir ironi, tersinleme ustası üstüne konuşma yapmak ne kendini bilmezliktir yarabbim!”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:31)
“ ‘Biz de birazdan çıkıyoruz,’ dedi Harold elini mühendise sunarak. Maitreyi’ye nasıl veda edeceğini
bilmiyor gibiydi. Ziyaretçilerim gider gitmez dostlarım kahkahadan iki büklüm bir halde yatağın etrafına
toplandılar. Ağır bir ironiyle Narendra Sen’in daveti için beni kutladılar.”
(M. Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:36)
“Nitekim Alice ilk 45’liklerinden birini bu eski sevgilisine adamıştır: ‘Her başarılı kadının ardında
şaşkın bir adam vardır’ adlı bu ironik şarkıda kendiyle dalga geçer. Alice, bunca yıl niye zaman yitirmiş
olduğunu soranlara, ‘Hep şu Allahın belası kilise korosu yüzünden,’ diye yanıtlamıştır.”
(M. Mungan, “Üç Aynalı Kırk Oda”, sa:22)
İsa; İsa aşkına :
(HIRİST. MYTH.) : Hz. İsa; Hıristiyanların peygamberi; Tanrı aşkına, n’olursun
“ ‘Si’ diye cevap verdi adam, ‘geçen Pazar rahibe kutsattım.’ Dudağındaki kanı sildi.
‘Size budala diyorum çünkü hepiniz bir cadıyı nasıl sınayacağınızı bildiğiniz halde o yöntemi
kullanmayı düşünmüyordunuz. Basit, Kutsanmış iğneleri alıp Tanrı adına, kapıya haç şeklinde saplayacağız!’
diye gürledi. ‘Biliyorsunuz ki bir cadı, İsa’nın haçıyla işaretlenmiş kapıdan geçemez!’ ”
(R. Anaya, “Kutsa Beni, Ultima”, sa:160)
“İblis yanıtladı: Aptalı, buğday tanesini değirmen taşında dövdüğün gibi döv, aptallığı geçmeyecektir.
İsa Mesih en yüce kişiyse onu en yüce sevgiyle sevmelisin. Şimdi, ‘on emir’ yasasını nasıl onayladığına kulak
ver. Sebt günüyle ve dolayısıyla sebt gününün Tanrısı’yla dalga geçmedi mi? Onun yüzünden öldürülenleri
öldürmedi mi? Zina işleyen kadının cezasını yasalardan kaldırmadı mı? Kendisini geçindirenlerin emeğini
çalmadı mı? Pilatus <Bk!.>’a karşı kendini savunmayı reddederek yalancı tanıklığa göz yummadı mı? Havarileri
için dua ederken ve onları evlerine almayı reddedenlerin karşısında, sandallarının tozunu silkmelerini
buyurduğunda imrenmedi mi? Bu on emri yıkmadan hiçbir erdemin var olamayacağını söylüyorum sana. İsa,
baştan aşağı erdemdi ve kurallara göre değil, içinden geldiği gibi davrandı.
(William Blake, ‘Cennet ve Cehennemin Evliliği”, sa:57)
“<İtalya’da, Floransa’daki ünlü San Giovanni Vaftizhanesi> Vaftizhanenin hayli yüksek sekizgen
kubbesi, bir uçtan diğerine yirmi dört metreydi. Adeta kor gibi yanıyor ve ışıklar saçıyordu. Kehribar rengi altın
yüzey, ortam ışığını bir milyondan fazla smalti camıyla <Saf silis camından, elle kesilmiş sıvasız minik mozaik
parçaları> farklı biçimde yansıtıyordu. Smalti’den oluşturulmuş mozaikler, İncil’den sahnelerin betimlendiği,
ortak daireli altı dairenin içine yerleştirilmişti. ..... Langdon, bakışlarını mozaiğin göbeğine çevirdi. Ana altarın
tam üzerinde, kurtarılanlarla lanetlenenlere yargıçlık yapan, sekiz metre boyundaki İsa tasviri yükseliyordu.
Dürüst olanlar İsa’nın sağ tarafında sonsuz hayat ödülünü alıyordu. Sol tarafındaysa günahkarlar taş kesilmiş,
kazıklara geçirilmiş ve türlü yaratıklar tarafından yeniyorlardı. Tüm bu işkenceyi gözeten büyük şeytan mozaiği,
insan yiyen bir cehennem yaratığı olarak tasvir edilmişti. “
(D. Brown, “Cehennem”, sa:300-1)
“Félicité cenneti, tufanı, Babil kulesini, yanan kentleri, ölen kavimleri, yıkılan putları görmüş gibi
oluyor; duyduğu şeylerden gözleri kamaşarak Ulu Tanrı’ya derin bir saygı duyuyor ve onun gazabının
korkusunu yüreğine yerleştiriyordu. Sonra Hazreti İsa’nın çektiklerini dinlerken ağlıyordu. Çocukları seven,
körleri iyileştiren, açları doyuran ve yoksulların arasında bir ahırın gübreleri üzerinde doğmayı istemiş olan bu
insanı acaba niçin çarmıha germişlerdi?”
(G. Flaubert, “Üç Hikaye-Saf Bir Kalp”, sa:18)
“Biliyorum ki, sanatçının bütün özelliğini meydana getiren şeyler bunların üstüne gelen şeylerdir; ama
Veyl, eserini yazarken kendi kişiliğini düşünene! Eğer samimi ise, yazarın kişiliği her zaman yeteri kadar
görünür. Ve İsa’nın şu sözleri aynen sanat için de doğrudur: ‘Hayatını (kişiliğini) kurtarmak isteyen, onu
kaybedecektir!’ ”
(A. Gide, “Günlük”, sa:34)
“Çelkaş da irkildi. Gavrila ansızın onun ayaklarına atıldı, elleriyle kucaklayıp kendine çekti. Çelkaş
düşmemek için sendeledi, dengesini güçlükle koruyarak kumsala otururken dişlerini sıkıp yumruğunu hızla
salladı. Fakat tutturamamıştı. Gavrila karşısında durmuş, utançtan titreyen bir sesle yaalvarıyordu:
-İki gözüm!.. O paraları bana ver! İsa aşkına bana ver!.. Sen ne yapacaksın? Bir gecede, bir gececikte
kazandın onları.. Bana verirsen, hayatım kurtulacak... Sana dua ederim...”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:97)
“İsa da, Buda gibi benliğin varlığını ortaya koymuştur ama çok farklı bir bağlamda. Her ikisi de
dünyanın üstesinden gelmeyi simgeler ama Buda bunu mantığıyla, İsa’ysa kendini kurban ederek yapmıştır.
Hıristiyanlık’ta daha çok acı çekilmiş, Budizm’deysa daha çok şeyin bilincine varılmıştır….. Oysa İsa, hem
tarihsel bir kişilik hem de Tanrı olduğu için anlaması daha zor bir insandır….. Daha sonraları Budizm de
Hıristiyanlığın uğradığı değişimin eşini yaşamıştır. Buda, Nidana Zinciri’nin üstesinden gelerek her insanın
aydınlanmış bir birey, yani bir Buda olabileceğini vaaz etmesine karşın, benliğin gerçekleşmesini simgeleyen bir
imgeye dönüşmüş ve insanlar onu taklit etmeye başlamışlardır. Buna karşın İsa, her Hıristiyan benliğinin bir
parçasıdır.”
(C. Gustav Jung; “Anılar, Düşler, Düşünceler”, sa:285)
“Putlar, resimler kaldırılacak, putsuz, resimsiz tapınmaya dayanan bir din canlandırılacaktı…..
İmparatorun kendisi handiyse İsa yerine koymaya kalktığı duygusu da kalabalığın korku dolu yüreğinde.
İmparator bunu bir daha göze almayacaktı, öyle söyleniyordu. Resimler yakılacaktı. Yakılacaktı. Direnecekler,
eski inanca körü körüne bağlı kalacaklar, kalmak isteyecekler, kalacağı sezilenler düşünülerek, onları yola
getirmek için…”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:24)
“Can sıkıntısından kurtulmak, içimdeki çığlığı boşandırmak için yazmaya başlamıştım; tehlikeli, büyük,
edebi gevezelik yuvasının bulunduğu Deksameni’ye çıkıyor bir köşeye oturuyor, dinliyordum; gevezelik etmiyor,
meyhanelere gitmiyor, kağıt oynamıyordum; dayanılmaz biriydim..... İçimde, biçimlenmek için üç büyük cisim
çırpınıyordu: Odysseas, Nikeforos Fokas ve İsa; içimden kopmak, hem kendileri kurtulmak, hem de beni kurtarmak
istiyorlardı.” ................... “ ‘Büyük Perhiz’ gelmiş, onu Paskalya izlemişti; tarlalarda geziniyordum. Dünya
cennet, toprak yemyeşil olmuştu; Olmpos’un karları güneşte parlıyordu; kırlangıçlar geri dönmüş, havada,
dokuma tezgahının melekleri gibi ilkbaharı dokuyorlardı. Küçük beyaz ve sarı aban çiçekleri ufacık başlarıyla
toprağı kaldırıyor, onlar da yukarki dünyayı görmek için güneşe çıkıyorlardı.......... Çiçekli tarlalar içinde
geziniyordum, çevremde zamanla mekanı, tatlı bir sarhoşluk değiştirmekteydi; Yunanistan değil bu... Hissettim
ki Filistin’de geziyorum, taze ilkbahar toprağı üzerinde İsa’nın bıraktığı izler hala taptaze farkediyorum ve
çevremde kutsal dağlar, Karmel, Gelvoe, Thabor yükselmekteydi. Ve şu, ne topraktan fışkırıp bir boy gösteren
buğdaydır, ne de şunlar, Manisa lalesidir; bunlar topraktan fışkıran İsa’dır, onun kanıdır...!’ ”
(Nikos Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:181;233)
“Köye yaklaşıyorduk. Zorba yanıma sokuldu, yavaşça:
‘Biliyor musun, patron?’ dedi. ‘Sen de gördün, karı kilisedeydi. Önde, ırlayıcı’ <Kilisede dua okuyan
adam>nın yanında duruyordum, bir ara tapınağın ışıklandığını gördüm; İsa ve Meryem ile on iki havari
aydınlandı… Kendi kendime: Nedir bu, güneş mi? dedim ve istavroz çıkardım. Baktım, bizim dulmuş.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:128)
“DİNLER
<Konstantin Pavlov’a>
Batmışım sözcüklere - yürüyecek halim yok
Ve gözlerimi öylesine unutacağım bir yerde.
Şırak diye açacak kapıyı bekçi. Karşımda ------------
Ey, ayyaş adam, söyler misin, niye aldattın bizi
parçalı bulutluluğunla bugüne dek?
Ve yine İsa çağrılacak, ve yine Neron gelecek.”
(Ivan Radoyev<1927-1994>-Ahmet Emin Atasoy; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
18.12.08)
“ ‘Sonuç olarak Hıristiyanlık, Magdelena dışında, erkeklerin dini değil midir?’ diyordu Gertrudis.
‘Tanrı Baba, İsa, Ruhülkudüs, hepsi erkek! Ama ya Meryem? Onun dini ‘İşte ben, Tanrı’nın kulu, beni kendi
buyruğuna göre ne yaparsan yap,’ demek ve düğünlerde sarhoş eden, coşturan, dertleri unutturan şarabı
sağlamasını oğlundan istemekti yalnızca.”
(M. de Unamuno, “Tula Teyze”, sa:106)
“ ‘Yetki sözcüklerini, onları söyleyenler çürütüyor. Beyaz, incir ağaçlarıyla gölgelenmiş, çocukların,
çıplak çocukların, tozlar içinde yayıldıkları, şarapla gerilmiş keçi derilerinin içki evi kapısına asıldığı bir yoldan
inen, bu ürkek, üzünçlere kapılmış, yaralı, ölü gibi sararmış biçimlerle, bu acıklı dinle, dalga geçerim ben, vız
gelir bunlar bana. Paskalya’da babamla Roma’ya gitmiştik; sarsak sarsak kafalarını sallayarak caddelerde İsa’nın
annesinin titrek biçimini dolaştırıyorlardı; camdan bir kutu içinde de acılı İsa’yı.’ ”
(V. Woolf, “dalgalar”, sa:27)
İsabet : Tam hedeften vurma; ‘İyi iki öyle olmuş’ kapsamında bir deyim
“Çalılara girdi, mendili bulacak diye ödüm kopuyordu. Hemen önden koştum. İsabet, mendil yok
olmuştu. Ama Codine, ezilen otları ve bir söğüt dalından kesilen yoncaları hemen farketmişti.”
(P. Istrati, “Kodin”, sa:74)
İsa hakkı için : (HIRİST. MYTH.) : Hz. İsa, Hıristiyanların peygamberi- Tanrıyı hoşnut etmek için, Tanrı
adına, Allah biliyor ki
“HORNE, açgözlü bir sırıtma ile. - ... Az zaman sonra kazıp çıkaracağız. Oraya en çok üç ay içinde
varırız. Sonra, İsa hakkı için zengin olacağız….. (Cates ile Jimmy aşağıya bakmak için kayalığın kıyısına
yaklaşırlar.)
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:68)
İsim günü : Hıristiyanlıkta vaftiz edildiğinde (baptism) bebeğe verilen ve istenildiğinde her yıl ktlanan gün
(Müslümanlıkta da, bebek doğunca ezan okunur ve isim kulağına adeta üflenir. Bunu yapan kişi de ‘İsim babası’
olur. Sonradan genellikle bu merasim anılmaz.)
“Yemeklerini övdü, ara sıra gönül alıcı şeyler söyledi, ertesi sabah da -isim günüydü- üzerine adını baş
harfleri ve şekerlemeden bir arma oturtulmuş, ustaca hazırlanmış bir pastayı karşısında bulunca, keyifle güldü:
‘Beni şımartıyorsun, Cenzi!’ dedi, ‘Allah korusun karım geri dönerse ne yaparım ben?’ ”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:162)
İskambil kağıtları; İskambil oynamak : Tarih boyunca bilinen, resimli bir takım kartlarla amatörce ya da
para kazanmak kastıyla oynanan oyun. İnsanlığın tarihi boyuunca şu ya da bu şekilde kağıtlarla oynadığı
muhakkaktır, ama resmi olrak piyasaya ne zaman çıktığı hakkında, Vicor Hugo’nun “Sefiller” adlı ünlü
romanının 2. cildinin 108. sahifesinde, bunun mucidinin, Fransa kralı ‘sevgili - le bien aimé’ ya da ‘deli - ‘
l’insensé’ lakabıyla ünlü VI.Charles (3 aralık 1368 - 21 ekim 1422, Paris, krallık:1380-1422 olduğunu
Yazıyor.
Bk.: Kağıt oynamak
“Şurada burada Alman, Yahudi gibi değişik yüzler görünüyordu, birkaç ırmak gemicisi de vardı. Bu
duman içinde, birçok Fransız subayının apoletleri parlıyor, mahmuzların ve kılıçların şakırtısı taşlık üzerinde
aralıksız yankılanıyordu. Kimi iskambil oynuyor, kimi kavga ediyor, susuyor, yiyor, içiyor, ya da geziniyordu.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:66)
“Son saatimizi, pansiyondaki odamızın yamuk döşememizin üzerinde geçirdik, damda oturur gibi
iskambil oynadık, odada iskemle de yoktu masa da; bavullarımızın ortasında, açık pencerenin önünde oturduk,
çay fincanları yanı başımızda, döşemede dururken, Dorset Sokağı’nın canlı gürültüsü içinde kupa valelerini,
maça aslarını peş peşe kovaladık.”
(H. Böll, “İrlanda Güncesi”, sa:137)
“Elleri bir piyanistin elleri kadar duyarlaşırdı. Daha sonra iskambil kağıdı hileleri yapanların ustalığıyla
bir-iki yeri karıştırır. Sonunda bir kitabı çeker alır ve homurdanır: ‘Edward Carpenter. Hımm... Carpenter... 1915
baskısı olmalı. Vay canına! Sayfaları yanlış numaralanmış baskı olduğu kesin.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:19)
“İskambil kağıdının icadını çok eskilere götürmek gerekir.... Bunun Keldani kökenli olduğuna
inanıyorum. Fakat şimdiki şekliyle piket oyunu, Kral VII. Charles’dan daha öteye götürülemez; çünkü
Séez’deyken okuduğumu anımsadığım bilgince yazılmış bir yazıda denilenler eğer doğruysa, ‘kupa kızı’
amblemsel şekilde güzel Agnes Sorel’i simgelemektedir, maça kızı da Pallas adı altında Jeanne Dukys’den
başkası değildir. Bu kadına Jeanne d’Arc <Joan of Arc> ismi de verilmiştir; kahramanlığıyla krallığın işlerini
yoluna koyan, sonra da İngilizler’in Rouen’de bir kazanda yaktığı kızın ismi.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:125
“Biriktiriyordu, bu da içki ve sigara içmemek, hemen hiç kumar oynamamak demekti. Kendine çok
görmediği tek oyun, pazar günlerine özgü iskambil oyunuydu.” ..... “Pazarları; siyah turp soslu haşlanmış dana
eti, iskambil oyunu, kadınların bir köşede sessiz sessiz oturmaları, ilk radyoyla birlikte çekilen aile fotoğrafı.”
(P. Handke, “Mutsuzluğa Doyum”, sa:15;16)
“O günden sonra (Şits) başladı azizle (Yan) yatıp kalkmaya. Talimlerde bile yanından ayırmıyor. Kumarda
da talihi bir açıldı, sorma. Nerede konaklayıp çadır kursak, iskambil oynuyoruz ve her seferinde ütüyor<yutuyor>
milleti. Ta ki Prakeyn dolaylarında Drahenitse’ye gelene kadar. Seninkinin talihi bir döndü, aklın durur. Bir
kaybetti pir kaybetti, son meteliğine kadar. Tığ teber şahı merdan.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:431)
“Başçavuşla iki istihkam eri, çadır bezlerinin üstünde oturmuş, iskambil oynuyorlardı. Bizim
geldiğimizi görünce hemen yerlerinden fırlıyorlar. Başçavuş askerce kendini tanıtıyor. 50-55 yaşlarında kadar;
düz bir gözlüğü var. Fena bir adam olmadığı muhakkak.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:40)
“İtiraf etmeliyim ki, sizi Balbec’te ilk gördüğümde, çehrenizi açıkça sevimsiz bulmuştum.’ Bunun
ardından, Aimé’yle, M. de Charlus’un çok sevdiği, ölü bir arkadaşı arasındaki -baronun ancak ikinci gün
farkettiği- benzerlik üzerine yorumlar geliyordu. ‘O zaman, mesleğinize hiç halel getirmeden, neşesiyle bana
dertlerimi unutturan dostumun yaptığı gibi, benimle iskambil oynayabileceğinizi ve bu şekilde bana, onun ölü
olmadığı yanılgısını yaşatabileceğinizi düşündüm bir an.’ ”
(M. Proust, “Sodom ve Gomarra”, sa:403)
“FALSTAFF - Hepsi yerin dibine batsın. Ben battım ya. Sopa da yedim..... İnce nüktelerle beni
tartaklayıp armut kurusu gibi pestilimi çıkarırlar. İskambilde hile yapalı beri belimi doğrultamadım. Ah, dua
etmeye yetecek kadar soluğum olsa tövbe ederdim.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:122)
“B U N <1957>
Elim geçiyor aptaldan
Kapital
Elim mi çiçek mi bilmiyorum
Bir elim mi bir çiçek mi açılan
Çekingen mahzun açılan bunu bilmiyorum
Ama üst üste yenildiğime göre
İskambil oynuyorum garanti
Max Jacob papazı ablasından”
(C. Süreya<1931-1990>, “Üvercinka”<1957>-50 yaşında-, sa:57)
“Ne ateşli bir biçimde iskambil oynayan hanımlar ne de yere çökerek zar atan Araplar ona
aldırıyorlardı;buldoglu kadınla tıknaz adam bir koltukta midyenin kabuğuna yapışması gibi birbirlerine
sarılmışlardı, neredeyse sarhoş olan amiral bağıra çağıra öğrencilerine ters esen rüzgar durumunda ne yapmak
gerektiğini anlatıyordu.”
(S. Tamaro, “Aklı Bir Karış Havada”, sa:116)
“Düşüncelerin suni zincirini unutması; hayatı bırakıp, belirli bir düşünce zincirine bağlı kaldığında onu
doyuran şeye dönmesi, bütün bu suni yapının iskambil kağıtlarından yapılmış bir ev gibi birden yıkılmasına; bu
yapının, hayatta akıldan da önemli bir şeye bağlı kalınmadan, çeşitli anlamlar verilebilecek bu kelimelerden
kurulduğu gerçeğinin birden açık seçik anlaşılmasına yetiyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:683)
İskandile çıkmak; İskandil etmek : Şöyle bir seyre çıkmak (gemi), dolaşmak; Nabzını yoklamak; Gözetlemek
“Smerdyakov gücenik bir halle,
-O zaman ne düşündüğünüzü bilmiyordum. Bunun için o gün kapıda durdurdum sizi, iskandil
edecektim…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:184)
“İkinci kadehten sonra, ikide bir o kadın beni dikkatli dikkatli süzmye koyuldu. Tabii ben e ikide bir
iskandile başladım.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:260)
“Nihayet küçük bir koya varıp iskandile başladılar. Kıyıdan hafif bir rüzgar esti, güverteyle büyük latin
yelkenini ince kızıl bir toza bürüdü.”
(O. Wilde, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:86)
İskarpin : Osmanlıların avrupalılaşmasının başlangıcında, çocuklar dahil, kadın ve erkeklerin de -özellikle
bayramda giydikleri- rugandan yapılı, pırıl pırıl parlayan, narin kadın ya da erkek ayakkabısı
“Onun da kıyafeti bu sabah başkalaşmıştı. Başında alaca dallı siyah bir başörtüsü, sırtında narçiçeği
ipincecik bir cepken vardı. Beli kuşaksızdı. Şalvarı her vakitki lacivert beyaz karışık satrançlı şalvardı.
Ayaklarına, burunları pembe püsküllü, siyah rugandan iskarpinler giymişti.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:34)
İskele : Kayık, vapur gibi su taşıtlarının sahile yanaşmaları ve indirim yapabilmeleri için inşa edilmiş ahşap
ya da beton yapıt; Gemilerin sol yanı <karşıt sağ yanı: sancak>
“ ‘Işığını yakmış bir tekne geliyor,’ dedi, iskeleye saptı. Poyraz ayaklandı, ‘Siz keyfinize bakın, şu
tekneyi karşılayalım,’ dedi, Nişancının yanına gitti. Vasili de arkasından gitti. Gökte kocaman bir dolunay
vardı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:338)
İskeleti çıkmak : Kemikleri meydanda olacak derecede zayıf olmak, bir deri bir kemik kalmak
“Birçok iy yürekli kadın, yardıma koşup Meryem’i ayıltmıştı. Gözlerini açtığında, yalınayak, iskeleti
çıkmış oğlunu gördü. Doruğa varmak üzereydi, önünde çarmıhı taşıyan başka biri vardı.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:56)
İskender, Büyük : Makedonya Krakı Philip’in oğlu. (M.Ö. 356-323) Döneminde, peygamber ya da veli
olduğu hakkında söylentiler dolaşırdı. Firdevsi’nin ‘Şehname’sinde ulusal bir kahraman olarak anlatılır.
Anadolu’da, Mezopotamya ve İran’da zaferler kazanmıştı. En meşhur anılarından biri, Sinop’ta fıçı içinde
yaşayan bir adam’a <Diyojen> rastlayıp, ondan kim olduğunu ve onun için ‘ne yapabileceği’ni sorduğunda
‘Gölge etme başka ihsan istemem!’ yanıtını aldığıdır.
“Büyük İskender’e sordular:
‘Batı ve Doğu ülkelerini nasıl ele geçirdiniz? Sizden önceki hükümdarlar, zenginlik, varlık, ömür ve
ordu bakımından daha şanslı oldukları halde, böyle bir fetih başaramadılar...’
İskender cevap verdi:
‘Yüce Tanrı’nın yardımıyla; aldığım hiçbir ülkenin halkını incitmedim, hükümdarlarından hep iyilikle
söz ettim...’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:86)
İskoç Masonluğu :
Bk.: Gül-Haçlar Tarikatı
İslam’ın şartları : Bir kimsenin kendini “İslam-Müslüman’ olarak benimsemesi için gereken şart’lar (5 tane)
-hayat boyunca yapması gereken şeyler“İslam’ın ş a r t l a r’ı beş’tir:
1) Kelime-i Şahadet getirmek, anlamına inanmak, bu anlamı davranışlarına yansıtmak;
2) Namaz kılmak;
3) Ramazan ayı Orucunu tutmak;
4) Zekat vermek;
5) Haccetmek.
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:95)
İsmi ağza alınmayacak kadar : Adı ağıza alınmayacak kadar aşağı cinsten, tabakadan... kötü...
“Annesi ismi ağza alınmayacak biri, kendisinden utanılacak bir kadındı. Vaktiyle dansözmüş, fingirdek,
albenili biriymiş; soylu ama uğursuz ve dinsiz bir aileden geliyormuş; Goldmund’un babası, kendi ifadesine
göre, sefalet ve rezaletin batağından çekip almıştı onu, dinsiz biri olabileceğini düşünerek vaftiz ettirmiş....
derken onunla evlenmiş, onu saygın bir kadın yapmıştı.”
(H. Hesse, “Narsiz ve Goldmund”, sa:69)
İsmi cismi bilinen; bilinmedik : Kim olduğu, ne olduğu, soyu sopu belli;Kimliği, soyu, ne idiğü bilinmeyen
“... aman ne çok akrabamız varmış Nermin... Ne ismini cismini bilmediğim kuzinler, kuzenler, yengeler,
enişteler... Hep bir araya toplansaymışız hemen hemen bir devlet oluşturacakmışız. Bunlardan başka bazı
teklifsiz aile dostları da var.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:39)
“Ey benim şehlevendim <boylu boslu güzel>, şahbazım <gösterişli, yiğit; İri doğan kuşu>, ilkbaharım,
ilkyazım <gençliğim, ilkbaharım>, dudakları kirazım, İrfancığım!
Bilmiş olasın ki, senin o mah cemalini ne kadar göresim ve yüzümü o pamucuk ellerine süresim geldi.
Nah, inan olsun, Rana şahittir; evde, sokakta, her yanda senin ismini, cismini sayıklamıyorsam nimet beni
çarpsın, iki gözlerim önüme aksın...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:271)
İspanya’da (hayali) şato kurmak : Hayali zengin kimselerin gerçek olamayacak hulyaları
“Komandör borsa oyunlarına yatırmaya kesin karar vermiş bulunuyordu. Gelgelelim, milyonlara
beslediği özlemin tam tatlı yerinde, Armance onun karşısına aşılmaz bir engel gibi dikilivermişti. Şimdi onun
aileye girmesi Komandör’ün yeğeni üzerindeki sözü geçerliğini, İspanya’da kurduğu hayali şatoları bir daha
geri gelmemecesine yok etmiş oluyordu.”
(Stendhal, “Armance”, sa:256)
İSPANYOLCA : LATİN Dilleri, No.: 4
(Bk.: No.1 : LATİNCE, No. 2: FRANSIZCA,
No.3 İTALYANCA, No.: 4 İSPANYOLCA, ve No.: 5 PORTEKİZCE)
İtalyanca bölümünde açık bir şekilde ifade edildiği gibi, Roma İmparatorluğunun M.S. 5..
yy.’da Kuzey’den gelen barbarlar (Vizigot’lar) vb akımlarla parçalanmaya ve kudretten
düşmesinden sonra, kavimler ve milletler, eski dillerine, bu kez Latince ve diğer kültürlerden
alınan ödünç sözcük ve deyimlerle zenginleşmiş olarak, y e n i d e n i n ş a y a k a l k t ı l a r.
İspanya da bundan nasibini M.S. 950 yılları arasında aldı. İspanya, altı yüz yıl kadar Arapların
istilası altında yaşadıklarından, onlarda daha ziyade Mağrıbi edası, sözcükleri ve isimleri
hükümranlıklarını sürdürdü. Kastil ve Aragon Kraliçe ve Kralı Elizabeth ve Richard’ın
birliktelikleri 1479 civarındaydı ki oldukça geçti. (İkisi, "Reyes Catholices : Katolik
Hükümdarlar" birliğini kurdular; yapacakları çok iş vardı; ilk kez, Katalonya'daki 'serf 'liği
kaldırarak, kat'i federal yükümlülüklere son verdiler, 1482'de istikrar sağlanabildi. Kraliçe,
1492'de, Christopher Columbus'a da kişisel yardımda bulunmuştu. İspanya, zamanla,
"...üzerinde güneşin batmadığı imparatorluk.." gibi yüce bir nam kazanmıştı. Ama, Avrupa
içinde İngiltere ve Fransa ile yaptığı sürekli savaşlar, en son 1936 İç Savaş, İspanya'nın
ekonomik ve siyasal gücünü neredeyse yitirdi. Şimdi, Avrupa Birliği içinde, dengeli ve
saygıdeğer bir krallık olarak mevcudiyetini koruyor.) Sözcük değişimlerinde en önemli
oluşum, Latince sözcüklerin sonunu belirleyen cum, um’ vb:lerinin yavaş yavaş sondaki
ünlü’leri kaybetmeleri idi. Değişen, morfolojik şekildi maamafih.
Beklenilebileceği gibi, İspanyol dilinde de birçok l e h ç e’ler (dialects) mevcuttu. Orta
Çağlardan kalma iki en belirli diyalekt, LEONESE ve ARAGONESE, C a s t i l i a n’ın
yerleşmesinden sonra hemen hemen ortadan kalktılar. Bu sonuncusu da birtakım yeni
lehçeler filizlendirdi. Bunların en önemlilerinden biri, Güney İspanya’da “Spanish-American”
çeşnileri olanıdır.
Amerika Birleşik Devletleri’nde, İspanyollar, lokal olarak “Hintli-Amerikan Yerlisi”
kabilelerinden alınmış masif bir birlik gösterir. Pratik olarak tüm Amerika’da aynı İspanyolca
kullanılır. (Amerika’da iken, bir Cuba’lı doktor arkadaşım, Cuba’nın merkezi ‘Havana’
dediğimde, o beni tashih ederdi: ‘Amerikada HAVANA, HABANA olarak telaffuz edilir, Avrupa
HAVANA der!’) Otomobil lastikleri Peru’da <Ilantas>, Cuba’da <gomas> (lastik)tir. Tahsilterbiyesiz bir çiftçi yamağı Mexico’da <péon>, Chile’de <guaso> ya da <roto>, Cuba’da
<guajiro>, Puerto-Rica’da <jibaro> ve Bolivya’da <pongo> diye adlandırılır. İspanya’da
‘cigarro’ bir <sigar> iken Cuba’da <sigaret>in ismidir. Keza, İspanya’da ‘Tobacco’ <sigar>
iken, <tabaco> Cuba’da bir ‘sigar’dır.
Y e r İ s i m l e r i : Orta Çağların öyküsü, İspanya’da iki yer ismi ile belirtilmiştir:
CASTILE ve GİBRALTAR. C a s t i l e, orijinal olarak “şato’lar” (castles) olarak bilinir; bu,
İspanya’yı istilaya gelen M o o r s’lar(Mağribi’ler, Faslı’lar)a karşı konulan bir savunma tedbiri
idi. G i b r a l t a r = Jebel Tarık=Tarık Dağı, M.S. 711’de İspanya ile Afrika arasındaki boğazı
geçerek İspanyadaki Vizigot’ların hükümranlığına son veren Arap Lideridir. Gibraltar (Cebel-i
Tarık), daha önceden mitoloji’de “The Pillars of Hercules” (Herkül’ün Sütunları) olarak bilinirdi;
genel inanç, o sütunların dışında, okyanusta, dışarı çıkacak gemileri yutacak devasa bir deniz
canavarının varlığı idi.
İspanyollarca verilen yer isimleri, o topraklarda beş yüz yıldan fazla kalan Faslı
Arap’lardan kalmadır. Birçok sözcüklerin başında gördüğümüz “_ Al,”, Arapça’da bir harfi
tariftir. <Aleantara> = köprü, “Alozar-Alkazar” : Saray anlamına gelir. G u a d -, Arapça ‘wad’
(ırmak, vadi)den gelip, Guadalquivr, Guadala Jara, Guadalope’ye ad vermiştir.
Amerika’da, Batı’nın en mutena eyaleti olan California’daki LOS ANGELES (Melekler
şehri)nin asıl adı: <El Pueblo de Nuestra Senora La Reina de los Angeles de Poreiuncula>
olup 1781’de kurulmuştur. Anlamı: (Bizim Baş Kadınımız –First Lady- Küçük Bölümlerin
Meleklerinin Kraliçesi’nin Köyü) dür. Bir küçük not da "Key West" için. Bu yer, 'anahtar'a hiç
benzemediği gibi, adını, ödrt-beş yüz yıl önce oralarda kamp kurmuş İspanyolların taktıkları
"Cayo Hueso" (Bone=Kemik Ada)'nın -kemiğe benzememesi bir yana- sırf sözcüklerin
telaffuzuna uygunluğundan kalmadır.
Bugün İspanyolca, Yeni Çağlardaki "yayılma" asırlarının ve
sömürge serüveni günlerindeki kadar olmamakla beraber, yine, kudret ve zarafetini gerek
ekonomik (gezi, turizm), gerekse siyaset alanlarında, edebiyatta (Garcia Lorca yeter!) kendini
saygıyla hissettiren zarif bir dil olarak evrensel yaşamını sürdürmektedir. New York'tan
Boston'a Puerto-Rico'lıları, güenyde, Florida'da, ta Virginia'ya kadar Cuba kaçkınlarını, Texas
ve civarında ta California'ya kadar şurda burda İspanyolcayı rahatlıkla duyar ve
duyumsarsınız. Benim Amerika yıllarımda (1957-1990), İspanyolca, İngilizce'den sonra en çok
kullanılan ikinci dil olarak tanınıyordu.
*
Şimdi İspanyol dilini, GRAMER'inden başlayarak tanımaya çalışalım.
ALFABETO ESPANOL
İspanyol alfabesi, 5'i "ünlü" <las vocales>(wovel-ing.) ve 24'ü ünsüz (las
consonantes -(consonant-ing), toplam 29 harf'ten (carta) oluşur.
İspanyol alfabesi'nin -eşi bulunmayan- karakteristiklerinden biri, hemen hemen tüm harflerinin
"dişi" oluşudur. Tuhaftır ama, pek ender "eril" sözcüklerden <palabra> biri "feminism"
anlamına gelen <feminismo>'dur, diğeri de "officer" anlamında <official>. Hepsinin yalnız bir
tür sesi <sonido> vardır: 'c' ve 'g' hariç, bunları göreceğiz.
İki harf'in de özellikleri şunlardır: 'h' hiç bir zaman telaffuz edilmez (hemen hemen tüm diğer
Latin dillerinde olduğu gibi), sessizdir; 'u' da, eğer 'g' ve 'q' harflerinden sonra gelir ve onu da
'e' ve 'i' izlerse o da 'h' gibi dilsiz-sessizdir. (Fr.: muet; İsp.:silencioso>
A : (a) Her zaman 'a' okunur; telaffuzu ise, 'a' ile 'e' arasında bir yerlerdedir; pratik bir örnek
vermek istersek, ne Michael Jackson'ı "jeksın" gibi telaffuz ettiğinizdeki 'e', ne de 'Jaksın' diye
kaba kaba söylediğinizdeki 'a'; orta yerlerde bir yer.
B : (be) İngilizce'deki 'b'den daha az patlayıcı bir tonda.
İspanyolca'daki 'b' ve 'v' harflerinin telaffuzunda hiçbir fark yoktur.
Dudaklar tam bitişmez. Cümle başında, ya da (m) ve (n) harflerinden sonra yer alıyorsa,
dudaklar bitiştirilir. también <dahi-also, too>
'B' harfinden sonra 's' harfinin yer aldığı bazı kelimelerde, 'b' sesinin kaybolduğu görülür,
bazen yazılmaz bile. Örnekler: subscription <abone>,
substancia <madde>, substantivo <isim>
C : (th-s-k)
Genellikle Türkçedeki 'k' gibi; ama eğer 'e' ve 'i' den evvel gelirse,
İngilizce'deki 'th' bileşik sesi gibi telaffuz edilir; maamafih Amerikan İspanyolcasında, eğer
önünde 'e' ve 'i' (ince vokal'ler) olursa, 's' gibi okunur. Örneğin:
cesta <sésta>: sepet (f), cine <sine>: sinema(m)
CH : (ç) Türkçe'deki 'ç' gibi telaffuz edilir.
D : (de) Türkçedeki gibi okunur. Dilin, dşin ucuna dokundurulmasıyla telaffuz edilir. conde
<kont> , caldo <et suyu>.
Halk dilinde, 'd' harfi sonda yutulur, söylenmez:
Madrid <Madri>; Usted <Usté> gibi telaffuz edilirler.
Keza, sonları "-ado" ekiyle biten sözcüklerde D sesi kaybolarak "-ao" şeklini alır: llegado
<llegao = varış>, buscado <buscao = aranan>.
E : (ey) İki sessizden önce geldiğinde gayet kısa, yoksa 'kaydırılmış,
uzantılı' 'e'
F : (effe) Türkçedeki gibi.
G : (ge) 'ey' gibi telaffuz edilir. Önünde kalın ünlüler (a,o,u) olduğu sürece, Türkçe'deki 'ga'
sesi gibi, boğazdan, biraz derin olarak telaffuz edilir:
gato <gato>= kedi; gota <gota>=damla; gusto <gusto>= zevk;
sangre <sangre>= kan; guerra <gerra>=savaş; guitarra <gitarra>= gitar.
d i é r e s i s : G'nin kalın sesli 'u' önünde, yine 'g' gibi okunması gereken yerlerde 'ü' kullanılır:
yegüero <yeguero>= kısrak besleyen kimse; cigüen'a' <siguénya>= leylek.
H : (ache) <a'çe> gibi telaffuz edilir. 'h' tek başına, okunmaz:
hierba <yérba>= ot (f); hierro <yerro>= demir (m); hielo<yélo>=buz(m)
I : (i-Latin) - Türkçe'deki 'i' gibi telaffuz edilir.
J : (jota) - <o'ta> gibi telaffuz edilir -sanki başında bir 'h' vardır.
Aynı 'h' sesi, G : e+i bileşiminde çıkarılır:
caja <ka'ha>= kutu;
Joven <hoven>= genç;
justo <husto>= tam, adil;
Jefe<héfe>= şef;
Jirafa <hirafa>= zürafa;
boj <boh>= şimşir ağacı;
gemelo <hemélo>= ikiz;
gitano <himano>= çingene
ligero <lihéro>= hafif
Jengibre <henhibre>= zencefil.
K : (ka) - Türkçe'deki 'k' gibi telaffuz edilir.
L : (ele) - <e'le> gibi telaffuz edilir.
LL : (elle) - "Y" <yeismo>- <e'liey> gibi telaffuz edilir.
M : (eme) - <e'mey> gibi telaffuz edilir; sözcüklerde, Türkçe'deki 'm' gibi.
N : (ene) - <e'ney> gibi telaffuz edilir; sözcüklerde 'n' gibi.
n : (ene) - <ey'niye> Gerek yukardaki 'N' de ve gerekse -bilgisayarda mevcut olmadığından
üzeri 'umlat'lı-yılankavi yumuşatıcıyı yazmak imkansız; bu nedenle 'umlatlı n'leri tekst içinde
'.n.' olarak yazacağız Klın-umlat ve iki tarafında birer nokta.)
O : (o) Türkçe'deki 'o' gibi.
P : (pe) - <pe> Türkçe'deki 'p' gibi.
Q : (ku) - <ku> Türkçedeki 'k' gibi.
R2 : (ere) - <e'rey> - Türkçe'deki 'r' gibi.
rr3 : (erre) - <e'rrey> - Dilimizi yuvarlatarak ve şaklatarak. Kuvvetli R, kelimenin başında, ya
da 'n', 'l', 's' harflerinden sonra icra edilir:
lira <lira>: lira; mar <mar>: deniz; oro <oro>: altın -normal rmalrotar <malrrotar>= boşuna harcamak; Israel <Isrra'el>: İsrail;
perro <pérro>= köpek; arroz <Arros>= pirinç.
S
: (ese) - <e'sey> - Türkçe'deki 's' gibi.
T
: (te) - <te> - Türkçe'deki 't' gibi.
U
: (u) - <u> - Türkçe'deki 'u' gibi.
X : (equis) - <e'kis>
K harfinin ardından S geldiğinde, birleşimi olan X harfi kullanılır.
Ancak, 'ks' sesinden sonra başka bir 'sessiz' harf varsa, o takdirde sadece "s" gibi telaffuz
edilir.
Örnekler: examen <e'samen> = sınav, éxito <e'sito> = başarı,
experto <espérto> = uzman,
extension <estension> = uzatma.
Y
:
(ye - i griega) - <ye> - Türkçe'deki 'y' gibi okunur.
Z : (zeda, zeta) - <the-ta> - Türkçe'deki 'z' gibi okunur. Amerikan İspanyolcasında, daha
ziyade 's' gibi telaffuz edilir: zapato <sapato>= ayakkabı (m);
luz <lus>: ışık (f)
LECCION PRIMERA
<Birinci Ders>
Diğer dillerden farklı olarak, İspanyolca'da iki "Olmak" fiili vardır:
SER
ESTAR
=olmak
soy
=olmak
(Benim)
estoy
eres
(Sensin)
es
(Odur)
somos (Biziz)
sois
(Sizsiniz) <şimdilerde: son
son
-ellas
(Onlardır)
(Benim)
estas
(Sensin)
esta
(Odur)
estamos (Biziz)
estais
estais (Sizsiniz)
estan
(Onlardır)
S E R, güncel lisanda daha genel olarak kullanılır:
Soy grande : <Ben büyüğüm -genişim, ağırım, uzunum, yaşlıyım etc.>
Somos de América : Bizler Amerika'danız.
Ellos estan en la clase : Onlar sınıftadırlar.
E S T A R ise modern İspanyolcada gitgide daha fazla yer almaktadır; gramatik olarak: 1) 'geçici' ya da 'kazaen' olmuş şeyleri ifade eden 'sıfat'larla
<adjetivo>, 2) geçici ya da sürekli 'yer-lokasyon'u <localidad> bildirilen
durumlarda daha fazla kullanılır.
S e n <tu> ve s i z <u s t e d>, İspanyolca'da çok farklı şekillerde kullanılır. Tekil vakalarda,
"sen=tu", aile içinde, bir çocuk ya da h,izmetkara, ya da ilk ismini sürekli kullandığınız samim
kimselere karşı kullanılır. Yabancı bir ülkede seyahat ediyorsanız, bunu kullanmayın. Çoğul
'Siz' <Usted>, yaşlılara, yabancılara, pek sık görüşmediğimiz kimselerle karşılaşılınca
kullanılır. Ne diyeceğinizi bilemediğiniz durumlarda hala 'usted'i kullanmanız daha kibarca olur.
<Not: Usted (V. or Vd.), kraliyet, papalık gibi yüce mercilere, din ulularına, yüksek düzeydeki
siyasi amirlere karşı kullanılan Vuestra Merced (Your Honor, Your Grace) sözcüklerinin
kısaltılmış şeklidir. Ustedes, 3. şahıslar, plural için kullanılabilir.>
Estas aqui, Juan?
Burada mısın, John?
Esta usted aqui, se'n'or? Burada mısınız, bayım (sir)?
Tienes un lapiz, Maria? - Maria, bir kurşun kalemin var mı?
Tienen ustedes lapices, Hanımlar, bir kurşun kaleminiz
se.n.oras?
var mı?
Şimdi sizlere, İspanyolca'da kullanılan 'regular''düzgün' <regular>, diğer dillerde de olduğu
gibi, "bitiş" sonlarına göre tasnif edilmiş-düzenlenmiş üç fiil tipinin t a s r i f <conjugaison(Fr.),
conjugaison (Ing.)> conjugacion (İsp.) - ç e k i m - şeklini sergileyeceğiz:
Primera conjugacion: 1. Çekim: sonları -ar ile biten fiiller:
cantar = şarkı söylemek,
INDICATIVE PRESENTE (Şimdiki zaman)
canto
Ben şarkı söylüyorum,
cantas
Sen şarkı söylüyorsun
canta
O şarkı söylüyor
cantamos
Biz şarkı söylüyoruz
cantais
Siz şarkı söylüyorsunuz
cantan
Onlar şarkı söylüyorlar
Segundo Conjugacion: 2. Çekim: Sonları -er ile biten fiiller :
comer = yemek yemek , INDICATIVE PRESENTE (Şimdiki zaman)
como
comes
come
comemos
comeis
comen
-
Ben yiyorum
Sen yiyorsun
O yiyor
Biz yiyoruz
Siz yiyorsunuz
Onlar yiyorlar
Tercera Conjugacion :
escribir : yazmak,
3. Çekim: Sonları -ir ile biten fiiller :
INDICATIVE PRESENTE (Şimdiki zaman)
escribo
escribes
escribe
escribimos
escribis
escriben
Ben yazıyorum
Sen yazıyorsun
O yazıyor
Biz yazıyoruz
Siz yazıyorsunuz
Onlar yazıyorlar
-
Şimdi size, her zaman kullanılan MALİK OLMAK (Tener) fiilinin
INDICATIVE PRESENTE (Şimdiki zaman)'ının çekimini (conjugacio) veriyoruz:
yo tengo
- bende var, ben malikim
tu tienes
- sende var, sen maliksin
él, ella tiene - onda var, o maliktir
nosotros<as> tenemos - bizde var, biz malikiz
vosotros<as> tenéis
- sizde var, siz maliksiniz
(şimdilerde: tienen)
ellos<as>tienen
- onlarda var, onlar malikler
Şimdi size, "tener" <malik olmak> fiilinin kullanıldığı "idiom"ları <modismo, idiotismo>'ların en
önemlilerini vereceğiz. İspanyolca'da, idiom'ların çoğu "isim" (nombre) ile kullanılmıştır,
halbuki İngilizce'de "olmak" fiili daha ziyade sıfat (adjective) ile kullanılır. İşte bazıları:
tener hambre
tener sed
tener sue'n'o
tener miedo
tener prisa
tener calor
(f.)
(f.)
(m.)
(m.)
(f.)
(m.)
= acıkmak
(Fr.: Avoir faim)
=
susamak
(Fr.: Avoir soif)
= uykusu gelmek (Fr.: Avoir sommeil)
= korkmak
(Ing.: To be afraid)
= acelesi olmak (Ing.: To be in rush)
= sıcaklamak (Fr.: Avoir chaud)
*
LECCION SECUNDA : <İkinci Ders>
HARFİ TARİFLER :
I. articulo definitivo (belirli, kat'i harfi tarifler)
Avrupa Kıt'asında, özellikle Roman Dillerinde mevcut olduğu gibi, isimlerin <substantivo,
name> başına, "cins" (género) ve "sayı"yı (numero) belirtmek üzere harfi tarif konur (articulo
definitivo). İspanyolca'da üç CİNS isim vardır: (1) erkil-'masculino', (2) 'feminino', (3) 'neutro'.
Bu sonuncusu yalnızca 'zamir'lerde<pronoun>, 'sıfat'larda <adjectivo> ve 'ortaç-sıfat
eylem)=participle=<participio>larda kullanılır.
II. Belirsiz Harfi Tarif'ler:
Masculino
BELİRLİ harfi tarif:
BELİRSİZ "
" :
articulo indefinitivo ise, "sayı"yı belirler.
Feminina
el
'un, an' ya da 'a'
la
'una, an' or 'a'
El hombre (adam)
La ni.n.a (kız)
<iki nokta arasındaki kalın basılı harfin üzerinde umlat-accento olduğunu hatırlatalım!>
İstisnalar: Aksan'lı 'a' ya da 'ha' ile başlayan 'dişil isim'ler, 'iki a'nın bir araya gelmemesi için, 'la'
yerine 'el' artikl'i ile başlatılır:
El agua (su)
El arpa (harp-müzik aleti)
El hacha <aşa> (çekiç)
El aya (ev sahibesi)
Amma:
(istisna)
La ambici.o.n (hırs)
alhaja <alaha> : (mücevher) (f)
(istisna)
Eğer sıfat <adjectivo>, İsim: 'substantivo' ile birlikte kullanılırsa:
la alta casa (yüksek ev)
-Vocabularia (Vokabüler: Ek Sözcük)Masculino
el padre (baba)
el hijo <iho> oğul
el hermano : <ermano>erkek kardeş
el libro (kitap)
el profesor (m) (öğretmen)
el estudiante (m) (öğrenci)
el l.a.piz (kurşunkalem)
el té (çay)
Feminino
la madre (anne)
la hija <iha> kız
la hermana (kız kardeş)
la sala de clase (sınıf)
la profesora (f) (öğret.)
la estudiante (f) (öğre.)
la escuela (okuıl)
la pluma (tükenmez kal.
el az.u.car (şeker)
el burro (eşek)
el amigo (arkadaş)
el caballo (at)
el comerciante (tüccar)
la casa (ev)
la tinta : mürekkep
la vaca : (inek)
la leche (süt)
la mujer (kadın, eş)
LECCION TERCERA (Üçüncü Ders)
P l u r a l s (çoğullar)
(1) articulo definitivo: Çoğullarda, harfi tarifler, izledikleri isimlere paralel olarak kendileri de
'plural'=çoğul olurlar. Örnekler:
Masculino
Feminino
El ------> los
la ------>
las
El hombre -> los hombres
La ni.n.a -> las ni.n.as
adam - adamlar
kız -
kızlar
(2) İspanyolcada tüm i s i m (substantivo) , z a m i r'ler (pronoun), s ı f a t'lar (adjectivo) ve
"partisıpıl"= o r t a ç'lar (participio), çoğul olmak için sonlarına "s" alırlar.
a) Aksansız ya da ikili "ünlü" (diphtong) isimler, yalnızca 's' alırlar:
El caballo (at) --------- >
La casa (ev)
--------- >
El indio (Hintli) --------- >
La tribu (kabile) --------- >
Los caballos
Las casas
Los indios
Las tribus
(atlar)
(evler)
(hintliler)
(kabileler)
b) Bir hece'den fazla olup da 'aksanlı' <e,o,u> ile biten sözcükler ve
yalnızca bir heceden oluşmuş 'pie'= ayak, yalnızca 's' alır:
El canapé (kanape) ------- >
El land.o. (körüklü araba -- >
El tis.u. (doku) -------- >
El pie
(ayak) -------- >
Los canapé
Los land.o.s
Los tis.u.s
Los pies
(kanapeler)
(körüklü arabalar)
(dokular)
(ayaklar)
c) 'konsonant-ünsüz' ile sonlanan sözcüklere, "bağlayıcı ünlü" olarak bir 's' ten evvel 'e'
eklenir:
El balc.o.n
La flor
(balkon)
(çiçek)
--------- >
--------- >
Los balcones
Las flores
(balkonlar)
(çiçekler)
.Son 'sessiz', 'c' olunca, bu 'qu' ya çevrilir 'e' öncesi sertliği korumak için);
. Son 'z' ise, 'c' ye çevrilir:
El frac (frak-resmi elbise) ----- >
Los fraques (frak'lar)
La cruz (haç)
----- >
Las cruces
(haçlar)
d) 'Aksanlı a, i', ya da 'y' ile sonlanan 'aksanlı diphtong' lara 'es' ekleyin:
El baj.a. <el baha> (paşa)
----- >
El rub.ı. <el rubi> rubi (taş) --- >
El rey
<el rey> (kral)
----- >
Los bajaes
(paşalar)
Los rub.ı.es (rubi'ler)
Los reyes
(krallar)
İstisna'lar: 'Yabancı' menşeli şu sözcükler, bu kuraldan muaftır:
pap.a.---> pap.a.s; mam.a.--->mam.a.s; sof.a.--->sof.a.s
f) Zaten 'feminine' olan alfabe'nin harfler'inin isimleri, 'es' alırlar:
Las aes, bees, ees, .ı.es, oes, .u.es -> a's, b's, e's, i's, o's, u's
g) Aksansız olarak 'is' ve 'es' ile sonlanan one heceden fazla sözcükler;
Saf Latince'den alıntılar; son hecesinde aksanı olmayan aile isimleri hiç 's' almadan olduğu
gibi yazılırlar:
La crisis (kriz)
El paréntesis (parantez)
El lunes (pazartesi)
El déficit (eksik, kusur)
El ultim.a.tum (ültimatom)
Mart.ı.nez (aile ismi)
----- >
----- >
----- >
----- >
---- >
----- >
Las crisis (krizler)
Los paréntesis (parantezler)
Los lunes (pazartesiler)
Los déficit (eksikler)
Los ultm.a.tum (ültimatomlar)
Mart.ı.nez (Martinezler)
h) 'Çoğul' yapmada 's' ya da 'es' sözcüklerin natürel aksan(accent)'larını değiştirmez. Ama,
'es' eklenince, bu, sonu n, s or 'aksanlı bir ünlü' ile biten sözcükleri etkiler, zira bir hece daha
eklenmiş oluyor. Bu nedenle,
bu hallerde, sondaki 'accent', ortadan kalkar. Örnekler:
El ca.n.o.n (kanon-eski top) ----- > Los ca.n.ones (kanonlar)
El joven <el hoven> (genç adam) -- > Los j.o.venes (genç adamlar)
La virgen (bakire)
----- > Las v.ı.rgenes (bakireler)
El semidi.o.s (yarı tanrı)
----- > Los semidioses (yarı tanrılar)
El baj.a. <el baha> (paşa)
----- > Los bajaes (paşalar)
İki istisna:
El car.a.cter (karakter)
----- > Los caracteres
El régimen (rejim, diyet)
----- > Los reg.ı.men (Kurallar;
hükümetler)
ı) 'Tekil' ve 'Çoğul' 3.cü şahıs için bir tek "posesivo pronoun" (mülkiyet zamiri" olduğu için,
onun 'çoğulu' yalnızca bir 's' alır:
Onun (m)
Onun (f)
Su, pl.: sus
Onun (Neutro -Its)
LECCION QUARTA: (Dördüncü Ders) : Conocimienti Quotidiani
(GÜNLÜK FAYDALI BİLGİLER)
los Meses Del Anno
:
Yıl'ın Ayları
(El) enero :
febrero :
marzo
:
abril
:
mayo
:
junio
:
ocak
şubat
mart
nisan
mayıs
haziran
Los Dias De La Semana
(El) lunes :
martes
:
miércoles :
jueves
:
Las Estaciones
:
:
:
:
:
:
:
:
:
:
:
:
:
:
:
:
:
Haftanın günleri
viernes
s.a.bado
domingo
: yaz
: kış
cuma
cumartesi
pazar
El eto.n.o
: sonbahar
La primevera : ilkbahar
:
"S ı r a sayıları"
primero, a
segundo, a
tercero, a
cuarto, a
quint, a
sexto, a
cero
uno, a
dos
tres
cuatro
cinco
seis
siete
ocho
nueve
diez
:
:
:
: mevsimler
Los N.u.meros Cardinales
0
1
2
3
4
5
6
7
8
9
10
:
temmuz
ağustos
eylül
ekim
kasım
aralık
: All Souls' Day
: fast day
: Palm Sunday
: doğum günü, isim günü
: the day-break; gün doğumu
: günbatımı (sun-set)
: güneşin doğması (sun-rise)
: gün ortası, öğlen
: gece yarısı
Los N.u.meros Ordinales
1st
2nd
3rd
4th
5th
6th
julio
:
agosto
:
septiembre :
octubre
:
noviembre :
diciembre :
pazartesi
salı
çarşamba
perşembe
dia de los difuntos
dia de pescado
dias de Ramos
dias
el amanecer
la guesta del sol
la madrugada
el mediodia
la media noche
El verano
El invierno
,
,
,
,
,
,
7th
: séptimo, a
8th : octavo, a
9th : noveno, a
10th : décimo, a
11th : undécimo
12th : duodécimo
:
Asal
13
14
15
16
17
18
19
20
21
22
23
:
:
:
:
:
:
:
:
:
:
:
sayılar
trece
catorce
quince
diez y seis
diez y siete
diez y ocho
diez y nueve
veinte
veintiuno
veintid.o.s
veintitrés
11
12
:
:
once
doce
30
40
50
60
70
:
:
:
:
:
treinto
cuarenta
cincuenta
sesenta
setenta
---------------
80 :
90 :
100 :
500 :
1000 :
ochenta
novento
ciento
quinientos
mil
Derleyen : Prof.Dr. İsmail Ersevim
İspiritizma : Spiritzma, ruh çağırma, ruhlarla uğraşma
“ ‘Bu gece öleceksin!’
Aslında ruhlara, ispiritizmaya falan inanmam, gelgelelim ölüm düşüncesi, daha doğrusu öleceğimle
ilgili açıklamalar canımı sıkmaya yetmişti...”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:54)
İspiyoncu; İspiyonlamak; İspiyonu kesilmek : Gammaz; Birinin sırrını öğrenerek onu rakibine ya da yetkili
makamlara iletmek, gammazlamak
“ ‘Koca ispiyoncu. Hayvanoğlu! Eğer şu anda karşımda olsaydı o, sevgili dostum, gözleriniz yerinden
fırlardı, onu nasıl evire çevire döverdim, serçe parmağımla nasıl paramparça ederdim, görürdünüz! ..... Bütün
ispiyoncular rezildir, öyle midir, değil midir? Pekala öyledir derim. Haksız mıyım?’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:305)
“O sorudan, kin veya kıskançlık yüzünden Khokha’nın bizi gizlice gözetlediğini anladım. Maitreyi’nin
odama yaptığı gece ziyaretlerini bildiğinden bundan sonra emin oldum ve bizi ispiyonlayacağından
korkuyordum. Ona karşı çok dostça davranmaya başladım, sigaralar aldım, kitaplar verdim... Hint film
şirketlerine, sürekli reddedilen senaryolar yazan zeki ve hırslı bir adamdı. Herkesle birlikte gülmesine rağmen,
seviyormuş gibi yaparak aslında hepimizi horgörürdü.”
(Mircea Eliade, “Bengal Geceleri”, sa:139)
“Bazen insanlar böyledir, Joan Mau-Tempo birkaç yıl sonra ispiyoncu Albuquerque’yi Monte
Lavre’den geçerken göreceğini bilmiyordu henüz, aynı adam daha önce şöyle konuşmuştu, ‘buraya gelirlerse,
durduğum yerden onlara bir kurşun sıkarım,’ ama sonradan zayıflamıştı. Serbest bırakıldıktan sonra Protestan
papazı olarak dolaşmaya başladı, dinlere karşı değiliz, ama bir avuç yoldaşını bile kurtarmayı beceremezken, ne
diye tüm insanlığın kurtuluşuyla ilgili vaaz veriyor.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:219)
“Boğuk bir sesle dikildi:
-Ulan mortucu! Ekmeğini mi arakladık? Osman Ağa’ya sen bizi ispiyonlarsan?...
(Birden uzanıp kapkara parmaklarıyla Hoca’nın sakalına yapıştı):
-Biz de Osman Ağa’ma ne deriz bakalım?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:84)
“Gazeteye, saray şöförü Çorumlu Dadal Efendi tarafından yerleştirilmiş, işe giriştiğinin haftasında
-Askeriyenin bölük eminliğinden kalma yatkınlıkla- patronların ispiyonu kesilmişti.” ..... “Demek dokundurmak
istediği büsbütün yalan değilmiş... Bu rezili ispiyon olarak kullanıyorlar! İyi ya, olur mu böyle ahlaksızdan
ispiyon! Güldü kendine... ‘İspiyon diyorsun ya... Namusludan mı olacaktı?’ ”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:11;259)
İsraf etmek :
(ARAP.) Gereksiz yere sarfetmek, harcamak
“Bir bilge, ‘tokluk insanı hasta eder!’ düşüncesiyle oğluna çok yemeği yasak etti. Oğlu:
‘Baba,’ dedi, ‘açlık da insanı öldürür.’
‘Doğru ama, sen yine ölçüyü kaçırma. Yüce Tanrı da ‘Yiyin, için, ama israf etmeyin!’ <Kur’an, 7:31>
buyurdu.’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:133)
İsrafil’in borusu, sur’u : Dinsel inançlara göre, Mahşer’de tüm ölüleri Tanrı’ya hesap vermek üzere diriltecek
çağrı
“ ‘Anlamsız öykü yoktur. Ben başkalarının görmediği şeylerden anlam çıkarmasını bilen bir insanım.
Çıkardığımda da, öykü, insanların kitabı olur, yüzyıllardır mezarlarında toz haline gelmiş insanları ayağa
kaldıran tiz öten İsrafil’in borusu gibi...’ ”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:19)
“Güzel sesli müezzinler, halka, kıyamet yerine, bu kıyametin koptuğunu (Mevlana’nın vefatını) sela
vererek bildiriyorlardı. Yirmi bölük güyende de (hanende ve sazende takımı) Mevlana’nın ölümünden önce söylemiş
olduğu mersiyeleri okuyordu. Nekkarecilerin naraları, zurna ve beşaret (müjde), nefir (cemaatın bağırtı, çağırtısı) v.s.
sesleri ‘İsrafil’in surunun çalındığı zamanda...’ (Kuran, LXXIV, 8) ayetinde olduğu gibi kıyametler
koparıyordu. Güneş doğarken mübarek medreseden tabutu alıp yola çıktılar. Tabut, yolda altı defa parçalandı.
Her defasında başka bir tabut yaptılar. Nurlu türbesinin bulunduğu mezarlığa geldikleri vakit karanlık basmış,
gece olmuştu.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:14)
İstağfurullah : Rica ederim, teşekküre değmez, pek naziksiniz
Bk.: Estağfurullah
“Dadal Efendi keyifle göz kırptı:
-Beni sorarsan komiser bey kardaşım... Saray şoförü Dadal Efendi derler. İnanmazsan, telefonun
kulağını büker, Yalova’yı bulur, Saray’ı istersin.
-İstağfurullah kardeşim... Emret... Emriniz... Buyur geç... Vallah billah olmaz. Kahvemizi içmeyince
hiç olmaz.”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:78)
İstakoz gibi kızarmak : Genellikle utançtan kıpkırmızı kesilmek
Bk.: Kıpkırmızı kesilmek
“Karşımda oturan Homongolos, bira içiyordu. Birdenbire boğulur gibi öksürmeye başladı... Havlusuyla
yüzünü kapıyor, istakoz gibi kızarıyordu. Evvela, boğazına bira kaçtı sandık. Fakat sonra anladık ki kahkahalarla
gülüyor. Bütün başlar ona çevrilmişti.”
(R.N. Güntekin, “Bir Kadın Düşmanı”, sa:64)
İstanbul (hanım) efendisi : Şimdilerde sayısı pek kalmamış, İstanbul’da doğmuş büyümüş, eski Osmanlı ve
azınlık ve üstüne üstlük Batı kültürü almış, orta-yüksek sosyal sınıf yaşantısında, yasalara ve sosyal yaşama ayak
uyduran, bağımsız, kılık kıyafet ve konuşmasıyla ‘ayrıcalıklı’ bir kişiye sahip olan, olası 65 yaş üzeri insan
“GÜVERCİNLİ GÜVERCİNLİ
------------------------------------okul kırmış çocuklardan bir fazla uçarı
Adem’le Havva’dan bir fazla çıplak
gerçi esmeriz ya, Marilyn Monroe’dan bir fazla sarışın
bir fazla İstanbul efendisi yaşlanmış çınarlardan
İstanbul dedim de aklıma orda olduğun geldi
karı muhabbetlerinde mi her allahın günü
carıl curul mu yine tatlı kaçık İstanbul
ne halt edersen et en çok sedef bakışını arıyorum senden ayrıyken”
(Akgün Akova<d.1962>, “Son Yüzyıl Büyük Türk Şiiri Antolojisi-A. Behramoğlu”, Cilt:2, sa:623)
İstanbul kaldırımlarını arşınlamak, çiğnemek : İstanbullu olmanın bir ayrıcalık olduğu eski günlerde,
özellikle köyden gelenlere karşı, ‘şehirli’ olmanın kıvancını belirten sözcükler
Bk.: Arşınlamak
“Oraya benden önce başka bir kadın getirmişler, dangul dungul konuşmuş. Köyüne döndüğümde
muhtar yapmışlar kadını. ‘Neredeyse milletvekili olacakmış,’ diye anlattı kayınbiraderin oğlu. Biraz rahatlar gibi
oldum. Eh o, köyden gelip muhtar olduysa. Bizim de yıllardır İstanbul kaldırımlarını çiğnemişliğimiz var,
okuyup yazmışlığımız var, öyle değil mi ama?’ ”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:38)
İstavroz; İstavroz çıkarmak : Haç; Bir hıristiyanın haç çıkarması; (Mecazi) Dua etmek
Bk.: Istavroz çıkarmak
“Elbisenin Öyküsü
----------------------O şeytan kadına baktım,
sevinçten ışıyordu gözleri.
O süslü elbiseleri içinde
açık saçıktı her yeri,
örtmekten çok sergiliyordu
günahkar göğüslerini.
Hemen istavroz çıkarıp
başımı önüme eğdim.”
(Carlos Drummond de Andrade<1902-1987>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap; 25-09-08)
“Muhafızlar sürgüyü çekerek kapıyı açtılar. İçerideki tüm başlar döndü. Camerlengo önündeki siyah
cüppelere ve kırmızı kuşaklara baktı. Tanrı’nın onun için yaptığı planı anladı. Kilisenin kaderi onun elindeydi.
Camerlengo istavroz çıkararak eşikten adımını attı.”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:202)“
“Mektubu ağır ağır katlayıp zarfa koydu, istavroz çıkarıp yattı. Kalbindeki huzursuzluk ansızın
geçmişti. İstavroz çıkararak deliksiz uykuya dalarken, ‘Tanrım, deminkilerin hepsine merhamet eyle!’ diye
mırıldanıyordu."
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:247)
“Rehber, sadece kendisinin bildiği bir nedenden ötürü suskundu. Yüzü ciddi ve düşünceliydi. Elinde bir
kibrit çöpü, dişlerini karıştırmakla meşguldü. Ne sesle ilgili bir yorumda bulunmaya kalkmıştı ne de açıklamaya
yeltenmişti. Sonunda Bayan Truman’la göz göze gelince kaşlarını kaldırarak elini göğsüne götürdü ve istavroz
çıkardı. Campion yola devam edip etmemekte tereddütlüydü. ‘Hadi dönelim,’ dedi, ‘bu kadarı yetti bana. Hem
eski eserleri ne zaman göreceğiz?’ Ne zaman gerçekten.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa: 176)
“Niketas her gün onu görmeye gidiyordu, Baudolino onu bir hareketle selamlıyor ve susuyordu. Bir
süre sonra Niketas artık ona yemek götürmeye gerek olmadığını gördü, çünkü Selimbria’da (Bugünkü Silivri),
münzevi bir kişinin, yüzyıllar sonra, bir sütunun tepesine çekildiği haberi yayılmıştı ve herkes gidip aşağıda
istavroz çıkararak sepete yiyecek ve içecek bir şeyler bırakıyordu.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:529)
“Babam:
-Bu nasıl şey, diye bağırdı, bu kapüsen’i <Aziz St. François papazı> bir zindanın köşesine atmamışlar
mıydı? Demek imparatorlukta hiç adalet kalmamış.’
Frere Ange, Benedicite’yi okuyor, çorba kasesi üstünde istavroz çıkarıyordu.”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:28)
“Büyük Göç
1.
-------------Kilise rahlesini andırıyor sokak
kalabalığın dua ederken diz çöktüğü yönde
iki kanatlı giriş kapısı, küçük çatısıişte orada;
Babamın tabutunu örten toprakta,
ısırgan otlarını aralayarak uzuyordu boyu
ağır ağır
istavrozun.”
(Lidiya Vadkerti-Gavornikova<1932-1999>, Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 24.03.05)
“Véronique ilkönce iyi gözle bakmıyordu ona (Kahya Beppo’ya!); ama evin kuzey köşesindeki
Meryem heykelinin önünden geçerken istavroz çıkardığını gördükten sonra, paçavralarını hoş görmeğe başladı;
suyu, kömürü odunu, çalı çırpıyı mutfağa kadar taşımasına izin verdi.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:5)
“Ama ancak bir saat sonra doğrulup kalktı adam, titizlikle istavroz çıkardı, arada br duraklayarak kutsal
su kurnasına yürüdü. Hemen seğirtip kurna ile kapının arasına dikildim, bana bir açıklamada bulunmadan ona
yol vermeyeceğimi biliyordum.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:9)
“Sustu, biraz sonra:
-İstavroz bizim kutsal alametimizdir; senin en eski atalarının iki yanlı baltası vardı; fakat ben,
İstavroz’la iki yanlı baltanın oluşturdukları geçici sembolün altında aynı perdeyi farkediyor ve ona tapıyordum.’
”
............... “İhtiyar kadın kalktı, yanındaki küçük raftan iki büyük tabak indirdi; onları doldurdu ve
ortalık mis gibi fasulye koktu, bir kandil yakıp uzun masanın üzerine oturttu; tahta kaşık, bir parça kara ekmek
getirdi, karşı karşıya oturduk. İstavroz çıkardı, seri bir bakışla bana baktı; anladım, ben de istavroz çıkardım.”
..... “Yağmur durulmaya başladı, herhalde atmosferin üst katlarında rüzgar çıkmış da, bulutlar seyrekleşmiş,
biraz güneş görünmüştü; hala gözyaşlarıyla yıkanan toprak birden gülümsedi ve güneşle birlikte, çok solgun bir
ebemkuşağı havaya asıldı, gökle ıslak toprağı yine birleştirdi. İki keşiş:
-Hanım kuşağı! diyerek istavroz çıkardılar.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:140;173;189-90)
“Köye yaklaşıyorduk. Zorba yanıma sokuldu, yavaşça:
‘Biliyor musun, patron?’ dedi. ‘Sen de gördün, karı kilisedeydi. Önde, ırlayıcı’ <Kilisede dua okuyan
adam>nın yanında duruyordum, bir ara tapınağın ışıklandığını gördüm; İsa ve Meryem ile on iki havari
aydınlandı… Kendi kendime: Nedir bu, güneş mi? dedim ve istavroz çıkardım. Baktım, bizim dulmuş.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:128)
“De la Maza ailesi çelengi ne geri çevirmeye ne de salondan çıkarmaya cesaret edebilmişti. Odaya giren
katafalkın karşısında istavroz çıkarıp birkaç dua fısıldayan herkes, çelengin üzerindeki başsağlığı pusulasından
‘en sadık, fedakar, coşkulu yandaşlarımdan biri’ havacı subayın trajik ölümünden Şef’in duyduğu üzüntüyü
öğrenmiş olutordu.”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:110)
“Adam, kapımdan içeri girmedn önce iki parmağını uzatarak istavroz çıkartmış sonra da alçak taş
kemere çarpmamak için eğilmişti. Kalın, siyah bir harmaniyesi, oduncularınkine benzer elleri, kalın parmakları,
gür, sarı bir sakalı, buna karşılık küçücük gözleri ve dar bir alnı vardı.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:12)
“Kadın istavroz çıkardı:
‘Yalan söylüyorsamm Hazreti İsa beni çarpsın! Saat on birde uyumayıp düşün peşlerine, kendi
gözlerinizle görün!’
Papaz taş kesilmişti.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:40)
“MARTA - Onur gecesi, anlıyor musun? Hadi, yiyelim! Ama önce... (İstavroz çıkarır.) Burada
yapabilirim, senin önünde... (Micuccio da istavroz çıkarır.) Aferin oğlum! Sen de... Aferin Micucciiom, hep
aynı, zavallıcık! İnan, orda yemem gerektiğinde, istavroz çıkaramadan, boğazımdan aşağı inmiyor, yediğim...”
(L. Pirandello, “Üç Kısa Oyun-Sicilya Turunçları”, sa:37)
“Pereira dışarı çıkıp binbir güçlükle Rua da Imprensa Nacional’i tırmandı. San Memede Kilisesi’nin
önüne gelince, küçük meydandaki sıralardan birine oturdu. Kilisenin önünde istavroz çıkardı, sonra bacaklarını
uzattı ve biraz serinliğin tadını çıkardı.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:115)
-
“Kısa adımlarla koşarak Valodya’ya yaklaştı ve:
-İşte yakalandınız! diye bağırdı. Valodya’nın başını yakaladı, dikkatle incelemeye koyuldu. Sonra, pek
ciddi bir tavırla ondan uzaklaşıp masaya yanaştı, muşambanın altına üflemeye, istavroz çıkarmaya başladı.”
(L. Tolstoy, “Çocukluk”, sa:36)
“Hastanın göğsünden derin bir ‘Ah!’ yükseldi, ama bu iç çekmesi daha sona ermeden öksürüğe
dönüştü. Kadın yüzünü geriye çevirdi, buruşturdu, iki eliyle göğsünü tuttu. Öksürüğü geçince gözlerini yeniden
yumdu, kımıldanmadan oturmasını sürdürdü. Matriyoşa atkısının altından tombul elini çıkardı, göğsünde
istavroz işareti yaptı. Hanımefendi hemen gözlerini açarak sordu:
-Neden istavroz çıkardınız?
-Kilise gördüm de, efendim.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Üç Ölüm”, sa:81)
“Elinde burcu burcu kokan iri bir siyah ekmek parçasını evden çıkan sağır bunu Korney’e verdi.
Korney istavroz çıkararak ekmeği alınca, sağır evin kapısına döndü elleriyle yüzünü sıvazladı, tükürür gibi
yaptı. Bununla yengesinin davranışını kınadığını gösteriyordu.”
(L. Tolstoy, “Korney Vasilyev”, sa:123)
“Tüccar tam cevap vermek üzereyken tren hareket etti; ihtiyar hemen şapkasını eline alıp istavroz
çıkarttı ve fısıltılı bir sesle dualar mırıldanmaya başladı. Avukat bakışlarını ondan öteye çevirerek, saygılı bir
tavırla duanın sonunu beklemeye koyuldu. Adam duasını bitirip üç kez istavroz çıkardı, ardından şapkasını
tekrar başına koydu, düzeltip bastırdıktan sonra, oturduğu yere iyice yerleşip konuşmaya başladı.”
(L. Tolstoy, “Kreutzer Sonat”, sa:10)
“Bizden birkaç gün sonra Moskova’ya gelecek olan babam, kapıda başı açık duruyor, kupanın
pencerelerine ve yaylıya doğru istavroz çıkarıyordu:
-‘İsa sizi korusun... Haydi sür...’ Yakof ve arabacılar (kendi arabalarımızla gidiyorduk) şapkaları
ellerinde haç çıkardılar: ‘Haydi uğurlar olsun... Deh deh...’ ”
(L. Tolstoy, “Yeniyetmelik”, sa:11)
“Ama aslında hiçbir şey üç Maria’ların umurunda değildi. Üçü aynı anda diz çöktüler, aynı anda
istavroz çıkardılar ve dudakları aynı anda aynı duayı fısıldamaya koyuldu..... Daha iki yüz metre gitmemişlerdi
ki bir dehşet çığlığı yükseldi hepsinden. Kendilerini tutamayarak hepsi dizleri üstüne çöktüler. Peder Santa
Helena bile istavroz çıkardı.
-Sic transit Gloria mundi!”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:29;189)
“Ayrıca, her uykuda bir parça ölüm vardır. Uyandı. Ona baktı. Léonard derin ve deliksiz uyuyordu.
Boynunu izledi, güzel boynunu yalnızca. Onun içinde hayat vardı. Şairler bunu hissetmişlerdir. Birdenbire yine
bir şeyler olduğu düşüncesi geldi aklına. Korku geri gelmişti. Bir şey yapması gerekiyordu. Pencerenin önüne
gitti. Bir içgüdüydü. Karşıda bir kilise vardı. Yaşlı kadınların geçerken istavroz çıkardıklarını gördü. Ah, kendisi
de kiliseye gitmeliydi.”
(S. Zweig, “Clarissa”, sa:96)
İstemek; İstemeye gitmek : Adet gereğince, oğlan tarafının kızın ailesine evlenme niyetiyle resmen istemeye
gitmeleri
Bk.: Söz kesmek
“İlişkileri önlemlerim vekurnazlığım yardımıyla uzun zaman gizli kaldı; fakat bir gün baktım,
Antonomasia’nın karnı şişiyor. Her şeyin ortaya çıkacağını anladım, hemen bir toplantı düzenledim ve şu karara
vardık: Don Clavijo, düzenlediğimz bir belgeye dayanarak rahibe başvuracak, Antonomasia’yı isteyecekti.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:640)
“... Gençler evlenmeye karar vermiş, ama tabii işin bir de resmi yanı var. Söz kesecekler...
‘Yahu, peki, bu sana gülünç gelmiyor mu?’
‘Niye, Bizimkiler de Perihan’ı istemeye gitmişlerdi. Bak sonu ne güzel oldu.’ Perihan’a dönüp
gülümsedi”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:160)”
İstemez : Gerek yok, hayır, lüzum yok
“Anna pusulayı okuduktan sonra derin bir iç çekti. Tuvalet masasının üzerindeki şişeleri, fırçaları
yerleştirmekte olan Annuşka’ya:
-Bırak, istemez bırak, dedi. Sen git hadi, hemen giyinip geliyorum. İstemez bir şey.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:549)
İster istemez : Zorunlu, elinde olmaksızın
“(Hans) her gün akşamüstü yüzmek için ırmaktan yukarı doğru bir boy yürüyor, bu arada ister istemez
Müfettiş Gessler’in evinin önünden geçiyordu. Günün birinde Emma Gessler’in artık evine dönmüş olduğunu
keşfetti; üç yıl önce çıtı pıtı biriydi; oysa şimdi büyümüş, devinimlerine bir kabalık gelip oturmuştu; çocuksu saç
tuvaletinin yerinde modaya uygun kesilmiş saçları vardı artık, bu da kendisini bayağı çirkinleştiriyordu.
Üzerindeki uzun giysiler de kendisine hiç yakışmamıştı, bir hanımefendi görüntüsüne sergilemeye yönelik
çabaları için kesinlikle zavallı denebilirdi.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:139)
“Duyulur duyulmaz bir sesle Haydar Usta:
‘Hiç kimseden bir şey almadık.’
Doktor Salman Sami masanın üstündeki zarflardan birini aldı, Haydara uzattı, Haydar Usta mırın kırın
edecek oldu, Salman Sami sert:
‘Al, al şunu, senin hakkın. O kadar çalışmanın karşılığının onda biri bile değil, al!’
Haydar Usta ister istemez aldı. Ötekiler de aldılar.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:434)
İster... ister : Şu ya da bu seçimi yapmak
“... yirmi dört saatlik bir yoldan sonra, bitkin, Palermo’ya ya da Siraküza’ya varsalar bile, varana dek
yine gizlenecek bu kollar, ama oraya ayak basar basmaz ister sabah ister akşam insinler, Claude’un
tablolarındaki gibi pul pul ışıltılı derinlikleri yeşil ve menekşe moru, görkemli bir denize kavuşacaklar, mis gibi
kokan havayı içlerine çektiklerinde öylesine serinlemiş ve rahatlamış olacaklar ki...”
(Michel Butor, “Değişme”, sa:122)
“‘Zehirler ve panzehirler... Siz Latinler gerçekten safsınız. Gallipolis pazarında bir basileus’un bile
yalnızca güvenilir simyacılardan, altın ağırlığınca alabildiği öyle güçlü maddelerin satılabileceğini nasıl
düşünürsünüz?..... Size gösterdikleri iki küçük şişenin içinde soğuk su vardı, ve Friedrich ister o Yahudi
arkadaşının, ister Şair dediğin arkadaşının verdiği şişedeki sıvıyı içmiş olsun, aynı kapıya çıkar.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:524)
“Escobar, -en büyük hayali olan- Gaviria’nın kendisiyle görüşmek üzere bir temsilci atamasının asla
mümkün olamayacağını anlamış olmalıydı ki, Kurucu Meclisin, ister pişman olmuş uyuşturucu kaçakçısı olarak,
ister herhangi silahlı bir grubun gölgesl altında, kendisini affetmesi umuduna bel bağlamıştı.”
(G.G. Marquez, “Bir Kaçırılma Öyküsü”, sa:181)
“ERKEKLİK İMPARATORLUĞU
-----------------------------------------
İster cahil olsun ister okumuş
Hak yolunda dokuz köyden kovulmuş
Aydın olmuş çilelerle yoğrulmuş
Anlatamazsın gene kadınlık durumunu”
(M. Mungan<d.1955>, “Söz Vermiş Şarkılar”, sa:196)
İster istemez : Zoraki, metazori, istesen de istemesen de, eninde sonunda
“Sokakta patlayan silah sesleri. Yolda seyrek futbol oynuyorduk artık, tenis için de ister istemez karşıya
geçip Poller çimenliklerine gidiyorduk; böylece karanlık ve kasvetli Güney Köprüsü’yle tanışmıştık.”
(H. Böll, “Gül ve Dinamit”, sa:270)
“Vapuru kaçırdık. Öteki vapur iki gün sonra. Mademki, ister istemez iki gün kalıyoruz, şu Bodrum’u,
dört bin yıllık Halikarnas’ı bir gezeyim dedik.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:43)
“(Hans) her gün akşamüstü yüzmek için ırmaktan yukarı doğru bir boy yürüyor, bu arada ister istemez
Müfettiş Gessler’in evinin önünden geçiyordu. Günün birinde Emma Gessler’in artık evine dönmüş olduğunu
keşfetti; üç yıl önce çıtı pıtı biriydi; oysa şimdi büyümüş, devinimlerine bir kabalık gelip oturmuştu; çocuksu saç
tuvaletinin yerinde modaya uygun kesilmiş saçları vardı artık, bu da kendisini bayağı çirkinleştiriyordu.
Üzerindeki uzun giysiler de kendisine hiç yakışmamıştı, bir hanımefendi görüntüsüne sergilemeye yönelik
çabaları için kesinlikle zavallı denebilirdi.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:139)
“Hummalı bir bekleyişle masanın başında taburede oturuyor, rahibin yardımını sağlamak için ona neler
söyleyeceğini tek tek zihninde tasarlıyordu, çünkü işe buradan başlaması gerekmekteydi. Beri yandan, kapının
altından sızan ışığın azar azar güçlenişini açgözlülükle izliyordu. Birkaç saat önce kendisini korkudan eli ayağı
tutmaz duruma sokan an’a şimdi özlemle yanıp tutuşarak kucak açıyordu; sabırsızlıktan çatlayacaktı adeta; bu
korkunç gerilime daha fazla dayanacak gibi değildi. Ayrıca gücü kuvveti, dikkati, azmi ve uyanıklığı da giderek
azalacaktı ister istemez.”
(H. Hesse, “Narziss ve Goldmund”, sa:314)
“Ne var ki, alacağım ücret üç ay sonunda tarafıma ödenecekti; ben de bu ücreti düşünerek her
zamankinden bol para harcayıp rahat yaşamaya başlamıştım, dolayısıyla günün birinde cebimdeki para suyunu
çekti, meteliksiz kalıp ister istemez eskisi gibi açlık kürüne başladım.”
(H. Hesse, “Pater Camenzind”, sa:55)
“Fransızca, ‘Hoşgeldin’ demelerinin garip, yabancı bir görünüşü vardı; insanın düşgücü, bu görünüşe o
korkunç hortlağın yanında ister istemez yer veriyor ve Barones, önünde kötü cinlerin diz çöküp yere baş
koydukları ışık meleği oluyordu.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:37)
“Duyulur duyulmaz bir sesle Haydar Usta:
‘Hiç kimseden bir şey almadık.’
Doktor Salman Sami masanın üstündeki zarflardan birini aldı, Haydara uzattı, Haydar Usta mırın kırın
edecek oldu, Salman Sami sert:
‘Al, al şunu, senin hakkın. O kadar çalışmanın karşılığının onda biri bile değil, al!’
Haydar Usta ister istemez aldı. Ötekiler de aldılar.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 3-Tanyeri Horozları”, Cilt:3, sa:434)
“... oysa kılı kırk yararcasına düzenlediğim ve o ana kadar büyük bir başarıyla sürdürdüğüm tatilimi salt
merakım yüzünden tehlikeye düşüreceğimi, zaman zaman hayatımı cehenneme çeviren o ruh taşkınlığının bir
kez daha yüreğime çökeceğini sezinliyordum; bedenimde tepeden tırnağa tuhaf bir ürperti dolanıyordu. Ama
ister istemez girdim içeri.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:7)
“Daniel: ‘Blöf yapıyor,’ diye düşündü, ‘sıkı durmak gerek, kartlarını ister istemez açacak yakında nasıl
olsa, kozunu gösterecek!’ ”
“Bütün bunları ister istemez kabul ediyorum, çünkü politikacıların ne mal olduklarını çoktan
öğrendim.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:70;111)
“PAGE - Eee, küçük hanım. Nasıl oldu da bay Slender ile gitmediniz?
PAGE’İN KARISI - Niye bay Doktorla birlikte gitmediniz ha?
FENTON - Onu şaşkına çeviriyorsunuz. İşin içyüzünü dinleyin. Pek yüz kızartacak şekilde başgöz
edecektiniz kendisini..... Onun işlediği suç kutsaldır. Bu hile fettanlık, dikbaşlılık, saygısızlık olmaktan ne kadar
uzak. Zoraki bir evlenme ile ister istemez katlanacağı o binlerce uğursuz üzüntü ve sıkıntı saatlerinden böylece
yakasını kurtarmış oluyor çünkü.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:142-3)
“Tren kalktıktan sonra da ister istemez seslere kulak kabartmıştı. Daha sonra sol pencereye vurup cama
yapışan kar taneleri okutmadı onu. Yanından geçen, bir yanı boydanboya kardan bembeyaz olmuş, çok kalın
giyimli kondüktörün görünümü; dışarda korkunç bir kar fırtınası olduğu üzerine konuşmalar dikkatini
toplamasına engel oluyordu.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:I-II, sa:194-5)
“Bartholomew da aşıktı oğlana; şu anda onun kızgın olduğu gözünden kaçmamıştı - neden acaba? Ama
yabancı bir konuk vardı aralarında, birden anımsadı. Başkalarının yanında ailedekiler, içli dışlı olamazdı. Demek
yabancının Giles içeri girdiğinde incelediği resimler hakkında ister istemez bilgi verecekti konuklara.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:49)
“Her zaman ve her dönemde insanlar, kutsallığı özlemek yolunda kalacaklardır, çünkü insanlığın din
duygusu bu yüce manevi şekle hiç durmadan ihtiyaç duyar ve dolayısıyla onu yaratmaya çalışır; yalnızca maddi
kalıbı, insani değişikliklere göre ister istemez değişik olacaktır.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Tolstoy’, Cilt:III, sa:349)
İstiare, İstihare : Ödünç, eğreti, geçici olarak birşey almak; İslam inancına göre, üzerinde düşünülmekte olan
şeyin doğruluğunu denemek amacıyla, aptes alıp dua ettikten sonra uykuya dalma ve düşünülen şeyi rüyada
görmeyi arzulama eylemi
“1
-İbn-i Meymun’a göre, her sözcük tanrıya ve
Kutsallığa atfedilince istiareli bir anlam kazanır.
Böylece, bu durumda, çıkmak fiili tanrıdan
kaynaklanan bir anlam edinir. Geri dönmek
fiili de aynı bağlamda,
eylemin kesikliğinden dolayı, kutsal irade
ya da eyleme göre istiareli bir anlam kazanır.”
(Gerard Augustin<d.1942>-Metin Cengiz/A.Halit Bedirboz; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 18.05.02)
İstifa etmek : Görevli olduğu işinden kendi arzusuyla ayrılmak
“İstifa etmesinin nedeni de buydu ya. Müzede ölmesi yakışık almazdı. ‘Aniden olabilir,’ demişti doktor,
sonra da eklemişti: ‘Pattadan.’ Graecen’ı çok etkilemişti bu söz. Yanlış yere konmuş toprak bir çömlekle ilgili
müze müdürü yardımcısıyla konuşurken farkına varmadan ağzından çıkıvermişti. ‘Düşüp kırılabilir - pattadan’ ”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:34)
İstif etme, istifleme : Depo etme, yığma
“Kahvelerini içtiler. Eşyalarını kayığa istiflediler. Biri palamırı <palamar?> çözüp içeri aldı. Ondan
sonra da adamlar küreğin sessiz ve sonu gelmez yakarışına başladılar.”
(J.M. de Vasconcelos, “Yaban Muzu”, sa:59)
İstifini bozmamak : Soğukkanlı davranmak, hiç bir şey olmamış gibi hareket etmek
“Uzun süre gözlerini başmüfettişe diken Teabing, sonunda kahkahalarla patladı. ‘Şu kamera
şakalarından biri mi? Çok iyi!’
Başmüfettiş istifini bozmamıştı. ‘Bu iş ciddi efendim. Fransız polisi uçakta ayrıca bir rehine
tuttuğunuzu iddia ediyor.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:366)
“Fellahlar yavaş yavaş ilerliyorlardı. Biraz daha da yaklaşmışlardı. Biz istifimizi bozmadık, ama
Raymond, ‘Çıngar çıkarsa, Masson, sen ikinciyi üzerine alırsın. Ben benim belanının icabına bakarım. Bir
üçüncüsü gelirse, o da senin Meursault!’ dedi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:56)
“ ‘... Sizi son kez uyarıyorum! Sağlığınızı düşünün! İnsanın sonu neye varır sağlığını düşünmezse!’
Kien istifini bozmadı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:436)
“İçinden, ‘Sen de o güzel şeylerden birisin,’ demek geçti; ‘yalvarırım, o yola girme,’ ama cesaret
edemedi. Bunun yerine bir taksi çağırıp şoföre göl kıyısına gitmesini söyledi; sonsuz bir zaman önce birlikte
yürümüşlerdi orada, tanıştıkları gün. Maria buna şaşırdı ama istifini bozmadı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:174)
“... bağrışmaları bastırmak için kendi kendine şarkı söylüyor, belki mutfaklarında bezelya soyan,
yerinde duramayan çocuklarını oyalamak için masallar anlatan ev kadınları var, belki hala bazı çiftçiler istiflerini
bozmadan kanalları onarmayı sürdürüyor.”
(J.M. Coetzee, “Barbarları Beklerken”, sa:137-8)
“Köylü hiç istifini bozmadı.
-Korkmayın, beyim, gideriz. Kısrağım hem genç, hem de çeviktir...Hızını alsın da görün siz onu. O
zaman isteseniz de durduramazsınız. Deh, kahrolası!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:133)
“Smerdyakov hiç istifini bozmadan, ağır ağır gözlerini Alyoşa’ya dikti. Sabit bir bakışla onu süzerek…”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:110)
“Bir gece rüzgar onlara armağan olarak elmaların, gitarların, boyunbağlarının, eşeklerin, tozun,
mimozaların, fulyaların, insan seslerinin, sarmısak ve arzunun kokusunu getirdi.
Yine de büyük gemi hiç istifini bozmadan burnunu Cebelitarık’a verdi, dar boğazdan geçerek mavi
Akdenizİn sularına daldı.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:276)
“DELİ - Bu yüzden dansçının itirafları onu hiç etkilemedi. Bunun en sağlam kanıtı da anarşistin bu
durum karşısında hiç istifini bozmadan sakin duruşuydu.”
(D. Fo, “bir anarşistin kaza sonucu ölümü”, sa:44)
“... bilgin, tanrısız Anthime, kötürüm dizi de, iradesi gibi, yıllardır hiç eğilmemiş, bükülmemiş olan
Anthime diz çökmüştü. Diz çökmüştü, Anthime diz çökmüştü; iki elinde ufak bir mermer hamuru kırıntısı
tutuyor, gözyaşlarıyla ıslatıyor, coşkun öpüşlere garkediyordu. Önce hiç istifini bozmadı, Véronique de bu
muamma karşısında şaşırmıştı, ne geri çekilmeye cesaret edebiliyordu ne girmeye.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:24)
“FAUST -... Ne felaket! Ne felaket!.... Bu bir tek zavallının felaketi benim iliklerime kadar işliyor ve
ruhumu kemiriyor... Halbuki sen, binlercesinin kötü sonucu karşısında, hiç istifini bozmadan sırıtıyorsun!”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:236)
“Çelkaş istifini bozmadan:
-Merhaba Semyonıç! Çoktandır görüşmedik, diyerek elini memura uzattı.
-Keşke bir daha hiç görüşmesek! Çek arabanı!”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:62)
“Artık kendimi tutamıyor ve aklıma şu cümle geliyor:
‘Kutuma dokunacak olan herkes geberecektir!’ ‘Saçma. Saçma şeyler.’ Birden soruyorum:
‘Şu anda N.’nin nerede bulunduğunu biliyor musun?’ diye.
Hiç istifini bozmuyor:
‘Ben nereden bilecek mişim? Muhakkak yolunu şaşırmıştır. Bir defa da benim başıma gelmişti.”
(Ö. von Horvarth, “Allahsız Gençlik”, sa:89)
“Binbaşı Hakkı Bey, hiç istifini bozmadı:
-‘Kara terrör, kara terrör,’ diye söylendi. ‘Bizim düşmanlarımız yalnız Avrupa değil, bunlar da... Bir
gün bunlarla da çarpışmak lazım gelecek...’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Ankara”, sa:42)
“Nazlı, koynundan çıkardığı bozuk paralardan birkaçını çıkının içine attı... Ve kocakarı sordu:
-İsminiz nedir bakayım, benim güzel civanım?
Şimdi Nazlı şaşırıp da Nazlı diyecek diye ödüm patlarken o, hiç istifini bozmadan,
-Rabiye!... dedi.
-Hay yaşayasın güzel adınla benim kurabiye Hanımcığım!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:141)
“Çuvalı açıp, ‘Gir!’ dedi.
Efendi düşkünü, hiç istifini bozmadan, dudağında o hoş gülümsemesiyle çuvala girdi. Delikanlı da
çuvalın ağzını iyice bağladı.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:91)
“ ‘Şaşılacak bir şey değil.’ Dedi Başkan gülümseyerek, hiç istifini bozmadan. ‘Katillerin en kolay
savunma mekanizması, herkesi suçlarına ortak etmektir. Özellikle de Velinimet’e <Başkan> yakın kişileri.
Fransızlar buna ‘entoksikasyon’ derler.’”
(M.V. Llosa, “Teke Şenliği”, sa:441)
“Adam istifini bozmadı. ‘Olur böyle şeyler,’ dedi, ‘miras olarak kalan mücevherlerde en değerli taşların
zaman geçtikçe yok olduğu çok görülmüştür, ailenin yüzkaraları ya da hırsız kuyumcular tarafından başkalarıyla
değiştirilir.’ ”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:100)
“Ursula’nın sabrı taştı. ‘Sen çıldırmaya niyetliysen, kendi başına çıldır! Ama o çingene düşüncelerini
çocukların aklına sokmaya kalkışma!’ diye bağırdı. Hiç istifini bozmayan José Arcadio Buendia, öfkesinden
usturlabı (Gökcisimlerinin yükseltisini ölçmekte kullanılan alet) yere çalıp parçalayan karısının dengesiz aşırılığından
korktu.”
(G.G. Marquez, “Yüzyıllık Yalnızlık”, sa:9-10)
“Kontes, cevap vermedi ve arabasının içinde, sinirlenmiş bir kraliçe havasıyla istifini hiç bozmayarak
tavrını korudu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:215)
“Böylece üçüncü kata eriştiler. Radyonun sesi oradaki kapıların birinden geliyordu. Son basamağın
üzerine küçük bir kız oturmuştu. Cılız ve sefil kılıklı olan bu kız, korkuluğa yaslanıp büzülmüştü. Çatlak bir
lağım borusundan sızan pis kokulu bir su, basamakların üzerine akıyordu.
Küçük kız istifini bozmadı.”
(J.-P. Sartre, “İş İşten Geçti”, sa:105)
“DADI - Anlaşıldı nonoşum. Herkese ilan edeyim de seni Ms. Lady diye çağırsınlar. (İstifini
bozmadan tepsiyle çıkar.)
LADY UTTERWORD - Dil bir karış kadında. Böyle yol yordam bilmeyen hizmetçileri tutmak neye
yarar sanki?”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:14)
“Biz, doğma büyüme İstanbul külhanbeyiyiz, leb demeden leblebiyi anlarız. Bizi çağırıyor. ‘Dışarıya
çık’ diyor. Lakin anlamazlığa vurdum, istifimi bozmadım. O serkomiserse, biz de kendimize göre serkomiseriz.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:110)
“ ‘...Banka memuru, her saat, her dakika, her saniye çalışıyor görünmelidir. Aksi takdirde, servis
şefinden azar işitir. Ben ilk zamanlar bu inceliği (!) bilmiyordum... Bana verilen işi çarçabuk yapıyor, sonra
sigaramı tellendirip banka dışındaki dünyayı düşünmeye başlıyordum. Bir gün servis şefimiz beni böyle bir anda
yakaladı. ‘Niçin çalışmıyorsunuz Osman Bey?’ İstifimi bozmadan, ‘İşimi bitirdim,’ dedim. ‘İyi ama mesai
zamanı boş durmak olmaz. İşi başından aşkın arkadaşlarınıza yardım etmelisiniz.’ ”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Kötülük Yapayım Derken”, sa:147)
“Bir gün ona karşı çıkma cüretini gösterdim; dedim ki:
-Ama Martin Petroviç, Kara İvan Vasilyev diye biri yoktur; Korkunç İvan Vasilyev vardır; ‘Kara’ sanı
büyük Prens Vasiliy Vasilyeviç’e verilir.
Harlov, hiç istifini bozmdan:
-Saçmalama, dedi, ben öyle söylüyorsam öyledir.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:13)
“Antao, telaşlanmadan açtı gözlerini; uzamış sakalını gölgelediği yüzünde gözleri olduğundan daha
koyu görünüyordu. Ötekinin yüzündeki ifadeyi hiç istifini bozmadan inceledi. Ananias’ın gülümsemesi giderek
silindi, silindi...”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:16)
“Camura, balta girmemiş ormanların gizleriyle içli dışlı olan, asıl dostu Kızılderililerin duygularına
anlayış göstererek istifini hiç bozmadan akan ırmağa çevirdi başını. Limana, kuru buriti sazlarıyla yüklü
canao’lar giriyordu. Karaya atlayan Inan’lar <Kızılderili aşireti> sazları demet yapıp yamaçtan çıkarıyor, on
metre ara ile kümeler yapıyorlardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kırmızı Papağan”, sa:97)
“Her neyse. Bırakalım cinsellik ve cinsiyetle başka kalemler ilgilensin; biz böyle iğrenç konuları
elimizden geldiğince çabuk bırakıveririz. Orlando bu arada yıkanmış ve her iki cins tarafından da giyilen Türk
kaftanıyla şalvarını geçirmişti üstüne; ve artık durumunu gözden geçirmek zorundaydı. Ve durumunun son
derece tehlikeli ve sıkıntılı olduğu onun öyküsünü yakından izleyen her okurun ilk düşündüğü şey olmalı. Genç,
soylu ve güzelken uynaıp kendini yüksek sınıftan genç bir hanımın içine düşebileceği en nazik konumda
bulmuştu. Zili çalsa,çığlıklar atsa ya da bayılsaydı onu suçlayamazdık. Ama Orlando hiç istifini bozmadı. Tüm
hareketleri son derece bilinçliydi, dahası önceden üzerlerinde düşünüldüğü izlenimini bıraktıkları bile
söylenebilirdi.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:97)
“Yaz bekarlığının dördüncü gününde Crescenz’i hiçbir açıklama yapmadan yanına çağırdı, istifini
bozmadan, akşam için iki kişilik soğuk yemek hazırlamasını sonra da gidip yatmasını söyledi; gerisini o
hallederdi. Crescenz hiçbir şey söylemeden emri yerine getirdi.”
(S. Zweig, “Amok Koşucusu-Leporella”, sa:162)
“Amma ben, soğuk ve kayıtsız davranışımı sürdürdüm, şişko kocanın oflaya poflaya eğilip biletleri
toplamak için ayaklarımın dibinde yerde sürünüşüne, gülümseyerek ve hiç istifimi bozmadan baktım.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:125)
İstim(i) üzerinde : Harekete geçmeye hazır gemi; Sinirli, kızgın, hiddetli kimse
“‘Le Beau Site’ <Fr.: Güzel Manzara> ın bol güneşli taraçasına oturup sürekli değişen görünümü seyetmek
çok güzeldi. Yemeklere gelince; Mösyö Prosper bu işle yakından ilgilendi, önümüzde uzun bir yol olduğunu,
hazır istim üstündeyken devam etmemiz gerektiğini söyledi.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:500)
“Sonunda yola çıkıldı. Bunu dünkü gibi görüyorum: Vapur, Granville rıhtımında istim üzerinde; babam
telaşlı, üç dengimizin yüklenmesine bakıyor; meraklı annem, ötekinin gidişindenn beri kuluçkasından arta
kalmış tek piliç gibi ziyan olmuşa benzeyen bekar ablamın kolunda; arkamızda da hep geriye kalmış bana çok
kez başımı çevirten yeni evliler.”
(G. de Maupassant, “Jules Amcam”, sa:39)
“Lulu onda hep bu etkiyi yaratıyordu. ‘Lulu’da sevdiğim şey,’ diye karara vardı Rirette, ‘onun
canlılığı.’
-Şip şak, dedi Lulu. Onun istim üstünde olduğunu söyledim. Şafak attı.”
(J.-P. Sartre, “Duvar-Özel Yaşam”, sa:114-5)
İstiska :
Bk.:
Su inmesi
İstop etmek : Bir sesli harften (o) önce, sessiz iki harfle (st) gelen sözcüklerde, özellikle tüm sözcüğün bir hece
olduğu hallerde (spor, stop, steam v.b.) bu durumlara pek aşina <alışık, bilinçli> olmayan -özellikle yabancı dil
bilmeyen kimselerin, başa bir (i) ekleyerek işi kolaylaştırmaları
“Emine ile sofra başına geldiğimiz aman, baktık ki, Benli Latif Bey, hasırın üzerine yan uzanmış, başının
altında da bir yer iskemlesi yerleştirmiş, horul horul horluyordu. Reha Bey, Latif’in bu haline bakarak,
-Hızlı giden işte böyle çabuk istop eder, dedi, hiç durmadan boyuna içti, sonunda böyle küfeyi devirdi.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:243-4)
İsviçre bankası gibi : Çok güvenilir, emin, ‘ağzı sıkı’ -fig.“Polisler dışarı çıkar çıkmaz, Milan iki kıza da bir daha bara adım atmamalarını söyledi. Sonuç olarak
Copacabana bir aile işletmesiydi (Maria bu ifadeyi yanlış kavramış olmalıydı) ve Milan’ın da koruması gereken
bir adı vardı (Maria’nın kafası iyice karıştı). Burada kavgalara yer yoktu ve ilk kural, müşteriye saygılı
davranmaktı. İkinci kural, Milan’ın deyimiyle ‘bir İsviçre bankası gibi’ ağzını sıkı tutmaktı.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:153)
İsyan bayrağını açmak : İtirazını belirtmek, alışılagelen bir sisteme şiddetle karşı çıkmak, isyan etmek
“Demek ki bunca senelik, kuzu gibi yumuşak başlı karısı da nihayet isyan bayrağını açmıştı.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:35)
İş ayarlamak : İş temin etmek
“Şu kenarda, yanlarında kadınlarıyla oturanlar ‘Nenette’in müzisyenleriydi; herhalde beklemedikleri,
olaganüstü bir şey olmuştu, belki yaz için iyi bir iş ayarlamışlardı, geçende yarım ağızla İstanbul’da bir gece
kulübünden söz ettiklerini duymuştu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:24)
İşbaşı yapmak : Bir işe başlamak, başlamak için rapor vermek
“Karataş’ın muhtarı, sabahın erken saatında işbaşı yaptı. Akşamdan görevlendirdiği adamlar, hep,
işlerinin peşine düşmüş olmalıydılar.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:140)
“... olağanüstü sakinliği, her koşulda sergilediği tutarlı tavırları onu değerli bir kazanç haline getirmişti.
Aslolan şuydu ki, her zaman oradaydı - sabahları ilk işbaşı yapan, gün boyunca sürekli çalışıp gece en sona
kalan oydu.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:37)
İş becermek : Zor bir işin üstesinden gelmek; el altından kötü birşeyler yapmak
“EUGENIO - Ne dersin Ridolfo? Dansöz meğer ne işler beceriyormuş.
RIDOLFO - Sinyor Don Marzio’nun söylediklerine inanıyor musunuz? Onun ne kötü bir dili
olduğunu bilmiyor musunuz?”
(C. Goldoni, “Kahvehane”, sa:26)
İş boktan : Havadis kötü, işler kötü, işler çıkmaza girmiş
“İNTİHAR
------------Dedim, iş boktan!
Hatırlıyor musunuz?
Lütfen, tanılar mısınız oğlumun cesedini
Mount Road morgunda?
Önce Merkez’de resmi çekildi
Asılmış buldular sonra bedenini
Odasında.
Dedim, iş boktan!”
(Mzi Mahola<d.1949>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 12.01.06)
İş(i) bitmiş : Yaşlanmış, yaşamının sonuna yaklaşmış; ölmüş
“Yaşı yetmiş,
İşi bitmiş.” (Anonim)
“Telgrafı eline almış, okumuş, sarı kağıda sersem sersem bakmış o Fransızca sözcükleri, yazıldığından
farklı bir şey söylemeye zorlamıştı adeta. Ölmüş. Işıkların dünyasından geçmişin hapishanesine gitmiş, sonsuza
kadar. Dönmemecesine. Cenaze merasimi çoktan yapılmış. Hesap kapanmış, hayatla olan hesap. Defter
dürülmüş. Matbaacıların dediği gibi, iş bitmiş.”
(J.M. Coetzee, “Petersburg’lu Usta”, sa:140)
“KAPTAN - Seninle tartışamam. Çok yaşlıyım. Bu kafa değişmez artık. Bende iş bitmiş. Yalnız şunu
söyleyeyim, ister eski kafalı ol ister yeni kafalı, kendini satarsan ruhuna öyle zorlu bir darbe çndirirsin ki,
yeryüzünün bütün kitapları, resimleri, konserleri, manzaraları derdine derman olmaz.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:102)
İş çevirmek : İş yapmasını becermek; İşe hile hurda katmak
“LA FLECHE - Ev sahibiyle bir dalaveren mi var?
FROSINE - Ya, onun hesabına küçük bir iş çeviriyorum, beş on para kıvırırız herhalde.
LA FLECHE - Ondan mı? Tam buldun adamını, zırnık koparabilirsen aşkolsun derim; haberin olsun,
metelik sızdırmazlar bu evde.”
(Moliere, “Cimri”, sa:65)
“MANGAN - Nereden anlayacaksınız? İş nasıl çevrilir, aklınız erer mi?..... Başarı kazanacağız diye
canlarını dişlerine takıp didinirler. İşlerine aşkla sarılırlar.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:61)
İş çıkmaza girmek : İşler sarpa sarmak, içinden çıkılması olanaksız bir hale gelmek
“Hemen atıldım. Bir toplum adamı serbestliğiyle ‘Sayın Emniyet Amirimiz, ne olur, bizim
Napravnik’imiz olun!’ dedim. -‘Ne Napravnik’i?’ diye sordu. Daha ilk andan işin çıkmaza girdiğini anladım.
Adam ekşi bir suratla kazık gibi karşımıza dikiIdi.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:54)
İşçi sınıfı :
Proleterya, emekçi grubu
“Chantal ona büyülenmiş gibi bakıyordu: Leroy, ders veren biri gibi değil, bir kışkırtıcı edayla
konuşuyordu. İşte Chantal’ın onda sevdiği şey: Yaptığı her şeyi, devrimcilere ya da öncülere özgü vazgeçilmez
geleneğe uyarak, kışkırtmaya dönüştüren bir insanın kuru ses tonu; üzerinde herkesin uzlaşmaya varmış olduğu
gerçekleri bile söylese, ‘burjuva zihniyetini şaşırtmayı’ hiç unutmuyor. Zaten en kışkırtıcı gerçekler
‘burjuvaların potasında!’, onlar iktidara geldiklerinde, üzerinde en çok uzlaşılmış gerçeklere dönüşmüyor mu?
Uzlaşma her an kışkırtmaya dönüşebilir, kışkırtma da uzlaşmaya.....Chantal, Leroy’yı 1968’deki öğrenci
hareketinin fırtınalı toplantılarında, mantıklı ve kuru bir ses tonuyla, tüm direnmelere karşın sağduyunun yenik
düşmeye mahkum olduğu sloganları söylerken düşlüyor: ‘Burjuvazinin yaşamaya hakkı yoktur; işçi sınıfının
anlamadığı sanat yok olmalıdır; burjuvazi’nin çıkarlarına hizmet eden bilimin değeri yoktur; bu bilgileri
öğretenler üniversiteden kovulmalıdır...’ ”
(M. Kundera, “Kimlik”, sa:140)
İşe koyulmak : İşin içine girip kendini vermek, işe sarılmak
“... tahtanın üstüne bir kağıt yerleştirdi ve çalışmaya başladı, çıldırmış gibiydi... hemen bir taslak çizdi...
suluboya kutusunu aldı ve işe koyuldu; sert ve cesur çizgilerle... nasıl bir etki yaptığını görmek için ara sıra geri
çekilip tuvale bakarak küçük bir resmi bitirmişti.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Amerika”, sa:165)
“Fraulein Adelheid, hatta Barones’in kendisi de, şu ya da bu cıvatayı deneyerek bana yardım etmeye
çalışıyorlardı. Ben de büyük bir gayretle işe koyuldum. Sağır anahtarlardan biri uyunca, ikisi birden: ‘Oldu,
oldu!’ diye bağrıştılar. Bunun üzerine tel, falsosuz ses çıkıncaya kadar çınladı ve birden fırladı, ikisi de ürkerek
geriye sıçradılar.”
(E.T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:46)
İşemek, Şakır şakır donuna işemek: Çişini yapmak, idrarını boşatmak, donuna kaçırmak, su dökmek, No.1
“Yolculuk sırasında bir keresinde kompartımana köpekli bir adam girdi ve maymunu farketmeyerek
köpeğini yere bıraktı, maymun küçük vahşi burnunu buruşturup yerde zıplamaya başladı. Bir pantomim
kopacaktı elbette, ama öylesine beklenmedik bir anda koptu ki oğlanın heyecandan soluğu tıkandı. Şu harika
maymun! Köpek üzerine saldırınca, efendisinin kucağına sıçradı, oradan da bagaj rafının üzerine. Daha sonra, o
güvenli tüneğinden kötücül zafer çığlıkları atarak işemeye başladı, ölümcül bir şaşmazlıkla çişini tam köpeğin
üzerine isabet ettiriyordu ama Walsh aldırmadı. Bu numara öylesine afallatmıştı onu.”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa: 207)
“ ‘…A be sen nerelerdeydin Hüsmen? Yoksa balıkçı mı oldun sen de?’
‘Oldum,’ dedi Hüsmen övünerek. ‘Hem de ne balıkçı! Nişancı bana o kör adamdan ölmüş eşek
fiyatına bir tekne aldı. Para bile almıyordu kör adam. Nişancı, zar zor ona birkaç kuruş verdi. Ben sana bir şey
söyleyeyim mi, hah, o kör adamın adı neydi, Kör Salih. O nişancıdan çok korkuyor. Nişancı sert birkaç şey
söylese ona, şakır şakır donuna işiyor.’ ”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 2-Karıncanın Su İçtiği”, Cilt:2, sa:499)
İşe sarılmak : Arzuyla, hevesle, istekle bir işe başlamak
“Eline azıcık para geçirdi mi, Kaymakam başlıyor işe... Gün geçirip vakit vermeden zamana. Hemen
işe sarılıyor.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:157)
İşe yaramamak : Hiç bir olumlu sonuç getirmemek, emekler boşa gitmek
“Bir gün Snake River’da Andrew McWillliam’ın binek atı hastalanmıştı. On mil uzağa araba
göndererek botanikçi geçinen bir üniversite mezununu getirtti ama işe yaramadı. Adam bildiğini okudu, dönüp
gitti. At da öldü.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:61)
İş güç : Uğraş, ödev, iş
“BALKON
Sevgililer sevgilisi, anılar annesi,
Sen, bütün tadım tuzum! Bütün işim gücüm, sen!
Ne tatlıydı bir ocak başında sevişmesi,
O güzelim akşamlar ne eşsizdi bir bilsen,
Sevgililer sevgilisi, anılar annesi!”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:81)
“Ben yukardayken evrak(lar)ımın aşağı inmesi gerekti. Dördüncü günüme kadar doktor görmemiştim,
dördüncü gün benden nefret eden babamın iş güç sahibi iyi biri olduğunu, işi olmayan ve ölmekte olan ayyaş bir
oğlu olduğunu ve kan programına kan verdiğini öğrenmişlerdi.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:71)
“Ona Ustamın bana yerine getirilmesi olanaksız bir görev verdiğini, işimi gücümü bir kalemde silip
atamayacağımı anlatmıştım. Karım, gülümseyerek, boş yere bin dereden su getirdiğimi, yedi ay boyunca her gün
sabahtan akşama kadar gideyim mi, gitmeyeyim mi diye arpacı kumrusu gibi düşünmekten başka bir şey
yapmadığımı söylemiş, sonra da uçuş tarihleri çoktan belirlenmiş iki uçak biletini uzatıvermişti.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:26)
“Özetle, yamru yumru bir yaratık! Ne yaparsınız? Aslında benim işim gücüm karikatür yapmak...”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:II, sa:15)
“Pek çok kişiyi bir kıyıdan öbür kıyıya geçirdim, binlerce kişiyi; hepsi için de ırmak, yolculuk sırasında
karşılaşılan bir engelden başka bir şey değildi. Para pul, iş güç peşine düşmüşlerdi, düğün derneklere seğirtiyor,
hac yerlerini ziyarete ziyarete gidiyorlardı.”
(H. Hesse, “Sidarta”, sa:124-5)
“Annesine yazdığı mektuplarda ise, daha sonra sanatından başka hiçbir şeyi ciddiye almayan, sıradan
burjuva hayatından, evlilikten, iş güç sahibi olmaktan nefret eden Flaubert efsanesini oluşturacak malzeme, daha
o zamandan gelişmiş haliyle vardı.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:269)
“Neremden tanırlar beni? Doğru, sakalım biraz bakımsız görünüyor ve azıcık, çok az da olsa, beni hep
etkilemiş olan onların o hasta, yaşlı ve solgun sakallarını hatırlatıyor. Ama sakalımı ihmal etmeye hakkım yok
mu benim? İş güç sahibi birçok insan bunu yapıyor ve buna rağmen kimse kalkıp da onları atılmışlardan
saymaya kalkışmıyor.”
(R.M. Rilke, “Malte Laurids Brigge’nin Notları”, sa:68)
“Şişman bir asker soluk yüzünü kaldırarak soruyor: ‘Bu kuleler neden boş? Nöbetçiler nerede?’ Bir an
bekliyor, güneş gözlerini dolduruyor; sonunda omuz silkiyor, hayal kırıklığıyla, hırçın bir sesle: ‘Onlar da bizden
beter anlaşılan,’ diyor. ‘Herkes kendi dalgasında, işe güce bakan yok.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:266)
İşgüzar : Eli becerikli ve yatkın; birine yaranmak için çalışkanlık gayreti gösteren
“Homer’in korkunç yaratıklarından biri var mı diye de durmadan etrafımıza bakınıyorduk, ama
görünürde henüz bu tür bir şey yoktu. Buna mukabil, salonda iki yaşlarında kadar bir çocukla oynayan genç
güzel bir kadın bulduk. Fakat işgüzar uşak hemen çıkageldi ve kadını: ‘Çekil, senin burada işin ne?’ diyerek
kovdu.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:171)
İşi alaya almak :
Bk.: Alaya almak
İşi aptallığa vurmak :
Bk.: Aptallığa vurmak
İşi azıtmak : Üstüne üstüne gitmek, kameti arttırmak, aşırı ısrar etmek, kurallar dışına çıkmak
“İşte bu kısım Kamarot İrfan’ın hikayesiyle birdenbire işi azıttılar. O geçerken yerlere tükürdüler. Öyle
ki birçokları pis, adi karı, şıllık kelimelerinden öksürük, aksırık, tıksırık seslerinden ve nidalarından
yuvarladıkları bir homurtuyu o geçerken homurdanmaya başladılar.”
(S.F. Abasıyanık, “Kayıp Aranıyor”, sa:16)
“OTTAVIO - Şu iki kızkardeşin gösterdikleri ahlak düşkünlüğü beni şaşırttı. Babaları yokken işi
azıttılar demek. Bu kadarını hiç ummazdım.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:60)
“Halil işi azıttıkça azıttı. Elif onun yüzünden çadırından çıkamaz oldu.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Karacaoğlan”, sa:144)
“KEENEY, sabırsızlıkla. - Ne söyleyecekseniz deyiverin, bay Slocum.
YARDIMCI KAPTAN, farkında olmadan sesini alçaltarak. - İşler nafile... tayfalarla başımızın belaya
girmesinden korkuyorum. Geri dönmezseniz bu herifler işi azıtacağa benziyor. İki yıl için bu işe bağlanmışlardı.
O müddet de bugün bitiyor.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:15)
İşi başından aşkın : Pek çok işi olmak, yoğun işin içinde bunalmak
“KÜÇÜK HANIM - Başka kimse yok mu?
LAUREL - Ooo... Biz zenginiz. Hizmetçimizin yalnız bir tane olduğuna bakmayın. Bu, büyük
annemin hayat hakkındaki yeni kuramıyla ilgili. Ona göre gerçek sadakat, insan ölünceye kadar çalıştırılırsa ve
hiçbir rakibi olmazsa temin edilebilirmiş... Maitland bana oyun arkadaşlığı da eder. Bunun için işi başından
aşkındır.”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:9)
“Langdon, ‘Jonas, beni affet,’ dedi. ‘Çok kısa keseceğim. Gerçekten öğrenmem gerekiyor. Sana
verdiğim müsvedde. Sende...’
‘Robert, üzgünüm, redaksiyon yapılmış halini sana bu hafta göndereğimi söylemiştim ama işim
başımdan aşkın. Gelecek Pazartesi. Söz veriyorum.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:319)
“Küçük parmağıyla usul usul vurarak düşürüyordu sigaranın külünü. Sens kentinin üzerinde yükselen
kurşuni renkli katedrak geçiyordu yavaş yavaş; tren Yvonne Irmağını izlemekteydi.
-Öğle yemeğini kaçta yiyorsun?
-Yer ayırtmadım, vakit olmadı. Trene son dakikada yetiştim. Son günlerde işim başımdan aşkındı.”
(M. Butor, “Değişme”, sa:206)
“Petrus, ‘Hayallerimizi öldürdüğümüzün ilk belirtisi vakitsizliktir,’ diye sürdürdü sözlerini. ‘Hayatımda
tanıdığım en işi başından aşkın insanlar, her zaman her şeyi yapmaya vakit bulmuşlardır. Hiçbir şey
yapmayanlar ise her zaman yorgundurlar ve yapmaları istenen azıcık işle bile hiç ilgilenmezler. Durmadan
günün çok kısa olduğundan yakınırlar. Aslında, yürekten savaş vermekten korkarlar.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:60)
“... henüz yeterince para biriktiremediğini iddia ediyordu. Herkes gibi, birazcık daha dişini sıkıyordu.
Biraz daha para kazanmak için bekliyor, arzularını gerçekleştirmeyi erteliyordu; şimdi işi başından aşkındı, onu
bekleyenler vardı: gecesine üç yüz elli ila bin İsviçre Frangı ödeyebilen müşteriler.”
(P. Coelho, “On Bir Dakika”, sa:201)
“Berta, Bescos’ta heyecan uyandıran, ilgi çekici hiçbir şey olmadığını düşünüyordu, bir yabancıyı orada
bir günden fazla tutacak hiçbir şey yoktu. nerede kalmış cehennem elçisi gibi önemli ve işi başından aşkın
birini.”
(P. Coelho, “Şeytan ve Genç Kadın”, sa:14-5)
“HAZİNE BAKANI - Bağlaşık olduğumuz <müttefik> kişiler var diye kim güvenilir ki?.... Şimdi
komşusuna yardım etmek isteyen var mı ki? Herkesin kendi işi başından aşmış bulunuyor. Altın madenleri
göçmüş: Herkes kazıyor, eşeliyor ve topluyor da, bizim kasamız bomboş duruyor.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:II, sa:9)
“VILMA - Geç kaldığım için özür dilerim, efendim. Ama başıma geleni bir bilseniz... Bindiğim
otobüsün...
MÜDÜR - Evet, evet işittim. Buyrun oturun. (VILMA kanapeye oturur. FOUSTKA’ya işaretler
yaparak birşeyler anlatmaya çalışır.) Şimdi beni iyi dinleyin arkadaşlar. Lafı evirip çevirmeye gerek yok.
Hepimizin işi başından aşkın.”
(V. Havel, “Şeytan Çelmesi”, sa:31)
“ ‘...Banka memuru, her saat, her dakika, her saniye çalışıyor görünmelidir. Aksi takdirde, servis
şefinden azar işitir. Ben ilk zamanlar bu inceliği (!) bilmiyordum... Bana verilen işi çarçabuk yapıyor, sonra
sigaramı tellendirip banka dışındaki dünyayı düşünmeye başlıyordum. Bir gün servis şefimiz beni böyle bir anda
yakaldı. ‘Niçin çalışmıyorsunuz Osman Bey?’ İstifimi bozmadan, ‘İşimi bitirdim,’ dedim. ‘İyi ama mesai zamanı
boş durmak olmaz. İşi başından aşkın arkadaşlarınıza yardım etmelisiniz.’ ”
(C.S. Tarancı, “Gün Eksilmesin Penceremden-Kötülük Yapayım Derken”, sa:147)
“Kont İliya Andreiç Rostof önemli, önemsiz hepsini tanıdığı şahsiyetleri acele acele, hep aynı şekilde
selamlayıp yumuşak çizmeleriyle yemek salonundan misafir salonuna, işi başından aşkın, telaşlı telaşlı gelip
gidiyor, arada sırada da gözleriyle yakışıklı, genç oğlunu arayarak bakışlarını onun üzerinde memnunlukla
durduruyor, ona göz kırpıyordu.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:III, sa:32-3)
“Balıklar getirilmişti. Mitchell’in çırağı, balıkları dirseğinin altına kıstırıp, motosikletten atladı.
Midilliye mutfak kapısının önünde şeker yedirecek, azıcık laflayacak vakti yoktu, işi başından aşkındı artık.
Tepenin ötesindeki Bickley’e balık teslim edecekti daha; ayrıca Waythorn, Roddam ve Pyeminster’a da
uğrayacaktı...”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:33-4)
“İhtilal alevinin aydınlığında, Napoléon’un efsanelere özgü parıltısında onun görünüşe göre pek
alçakgönüllü ve ikinci planda, ama gerçekte işi başından aşkın ve çağına ağır basan varlığını fark edebilmek için
tarihe derinlemesine bakmak gerekir. Ömrü boyunca hep gölgede dolaşır, ama üç kuşağı da yolda bırakır.”
(S. Zweig, “Fouché”, sa:19)
İşi bitik, bitmiş olmak; işi bitmek, her şey bitmek : Çok kötü bir durumda olmak, hapı yutmak, hayatının
sonunu yaşamak; İşi bitmiş olmak; Orta yaşlarda, çok çocuklu, kariyeri olmayan, evine sadık ev hanımı
Bk.: İşi duman olmak
“İlk gördüğü şey Siyah oluyor - odasında değil, ama oturduğu binanın girişindeki basamaklara tünemiş,
gözlerini kaldırmış Mavi’nin penceresine bakıyor. Demek işi bitik, öyle mi? diye soruyor kendi kendine Mavi.
Yani artık her şey bitti, öyle mi?”
(P. Auster, “Hayaletler” -New York Üçlemesi 2-, sa:67)
“Becker saatine baktı. 01:45’i gösteriyordu. İki Ses’e döndü, kafası karışmıştı. ‘Uçuşun saat ikide
olduğunu söyledin, değil mi?’
Punk başıyla onayladı, gülüyordu. ‘Bu hesapla senin işin bitik gibi görünüyor, ihtiyar.’ ”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:219)
“ ‘... Şu ana kadar dürüst oynadım. Sizi ancak yarı yarıya ciddiye aldım. Ama sırf sizi düşündüğüm için
görmekten kaçındığım bir şeyi görürsem, burada olmamanıza karşın konuştuğunuzu görecek olursam, o zaman
işiniz bitik demektir.’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:440)
“Sonra birdenbire iş işten geçmiş; hiçbir şey yürümez olmuş. Sonra bir gün, şunu duyuyorsunuz:
-Biliyor muydunuz?.. Gontran, az önce onu gördüm. İşi bitmiş zavallının. Sekiz günden beri, yarı
yarıya ölmüş bir durumdaydı.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:192)
“Hemen hemen bütün gün kuşumu dışarda bıraktım. Ben çağırınca geliyor, bir bataktan fırlayıveriyor.
Önce, etrafımda uçuşur, uzaklaşır sonra ya omuzuma ya koluma konmak üzere döner gelir; yürüdüğüm vakit
uçmaz ve bahçede onunla beraber dolaşırım. Öğleden sonra, kahvaltı saatinde kediler onu çayır üzerinde gördü
ve koşup yetişmeseydim işi bitmişti. Tekrar konduğu omuzumdan ayrılmayarak kendisini kafesine kadar
götürdüm.”
(A. Gide, “Günlük”, sa:210-11)
“Mahzende bir bank ve saman dolu dört şilte vardı. Gardiyanlar bizi getirip bırakınca oturduk, sessizce
beklemeye koyulduk. Bir süre sonra Tom:
-İşimiz bitik, dedi.
-Bence de, dedim. Ama bana öyle geliyor ki ufaklığa bir şey yapmayacaklar.
-Ona bir suç yükleyemezler, dedi. O eylemcilerden birinin kardeşi, hepsi bu.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:15)
“Ama karısının çoktan beri bu ilişkinin farkında olduğunu, onu hoş gördüğünü sanıyordu. Hatta artık işi
bitmiş, yaşı geçmiş, güzelliğini yitirmiş, göz alıcı hiç bir yanı kalmamış, saf, sadece temiz bir ev kadını olan
karısının, insaflı davranarak onu hoş görmek zorunda olduğunu düşünüyordu. Oysa hiç de öyle olmamıştı.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt :I-II, sa:8)
İşi bitirmek : Yarım kalmış bir işi tamamlamak, başarıya ulaşmak; (Mec.) Öldürmek
“Tek çıkar yol, yeniden yollamak, dedi ölüm, yanındaki beyaz duvara dayalı duran tırpanına. Bir
tırpanın söylenen söze yanıt vermesi beklenemezdi, o da kaideyi bozmadı. Ölüm devam etti, Eğer seni
göndermiş olsaydım, o pek bayıldığın şipşak usullerle işi çoktan bitirmiş olurdun, ama devir değişti, yöntemleri
de sistemi de yenilemekte fayda var...”
(J. Saramago, “Ölüm Bir Varmış Bir Yokmuş”, sa:135)
İşi ciddiye almak : Bir şey ya da düşünce karşısında şakayı bırakıp resmileşmek, kendini toparlamak
“Kamran şaka etti:
-O kadar aleyhinde bulunmayın. Kim bilir, belki zengin bir yerli ile evlenirsiniz.
Müjgan, işi ciddiye alarak başını salladı:
-Allah esirgesin, dedi.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:77)
İşi duman : Hali yaman, çekeceği var, hesabını verecek
“-Biz burada gülüyoruz ama sanığın hali ne acaba?
-Yaa, Mitenka’nın işi duman!”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:374)
“Mrs. HUSHABYE - Mademki sizler çok daha akıllısınız, neden Mangan’sız yürütmüyorsunuz bu
işleri?
MAZZINI - Oo, yürütemeyiz. Bir yıla kalmaz işimiz duman olur.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:71)
İşi düşmek : Yapılması gereken bir iş için birilerinden yardım istemek
“Sonra oradan gurbetçiler kahvesine vurdum. İçeri girdim. İçerisi tıklım tıklım.
‘Size bir işim düştü,’ dedim. Hemen ayağa kalkıp başıma biriktiler.”
(Y. Kemal, “Bir Bulut Kaynıyor”, sa:195)
“Mrs. Swithin’e kendi aralarında ‘Çıtkırıldım’ dedikleri gibi Miss La Trobe’a da ‘Patroniçe’ adını
takmışlardı. Sert hareketleri, kunt gövdesi, kalın ayak bilekleri, hantal pabuçları; gırtlaktan çıkan sesi - hepsinin
‘kafasını bozuyordu’. Ama işleri düştü mü ona koşuyorlardı. Birinin başı çekmesi gerek.”
(V. Woolf, “Perde Arası”, sa:60)
İşi gücü : Devamlı düşündüğü, yaptığı, tek uğraşısı
Bk.: İşsiz güçsüz
“İşçiler işi gücü bırakmışlardı. Haceli renkten renge giriyordu. Kızarıp bozarıyordu. Sararıyordu.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:60)
“-Bir türlü anlamak istemiyorsunuz. Bu, sizin göreviniz değil.
-Ne dediniz, ne dediniz? Benim görevim değil mi? Çok şaşırdım doğrusu! Ulu orta rezalet çıkarsınlar,
ben karışmayayım, öyle mi? Yoksa yaptıklarını öpüp başımın üstüne mi koyaydım? Bakın, şarkı söylemeyi
yasakladığım için şikayete gelmişler. Şarkı karın doyurmaz ki. İşlerini güçlerini bırakıp şarkı söylüyorlar.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:121)
“Hayvanlara özgü bir kararlılık ve vahşilikle yüzü aydınlanır. Her işi gücü bırakır, söz konusu yazara
bir yardım buluncaya kadar gece gündüz çalışır. ‘Galiba,’ diye homurdanır, ‘fırlayıp Abercombie’yi ya da
Masefield’i göreceğim (adları ben uyduruyorum)’. Her ne ise, ‘fırlayıp’ bir yerlere gider ve bir şeyler ‘ayarlar.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu-Akdeniz Yazıları”, sa:18)
“Sütnine hemen koşup yakayı sildi.
‘Leke yapmaz, merak etmeyin,’ diyordu.
‘Bana daha neler yapıyor bilseniz!’ diye ekledi. ‘İşim gücüm onu yıkayıp temizlemek! Bari bakkal
Camus’ye tembih edin de, gerektikçe biraz sabun versin bana. Böylesi daha rahat olur, ben de sizi rahatsız
etmem.’
Emma: ‘Peki peki, hadi hoşça kal Rollet Ana,’ dedi:
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:104)
“COSTANZA - Fark şundadır ki, öbürünü ben kendi zevkime göre döşedim, bu evse kocamın yaban
zekasının ürünüdür.”
ROSINA - Ah! Amca bey düşünmez. Onun işi gücü bakkallarla; temizlik umurunda değil.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:89)
“Düzenli, dakik olmayan gerçek bir hayat adamıdır bu. Bir kitap kurdu; işi gücü öğrenmek olan iyi bir
öğrenci; uslu, iyi bir çocuk; mahallebi çocuğu, kılı kırk yaran ders takıntılısı...”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:III, sa:140)
“Alem, alem, alem... İyi ama bunun sonu ne olacak böyle?... Bende henüz iş, güç yok... Para, boyuna
gırla gidiyor. Annem boyuna bana, bu hallerin sonu nereye varacağını soruyor.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:179)
“Bay Klöterjahn, ‘Aptallık’ diye yineledi, ..... ‘bu mektubun benim için ekmek sarılan yağlı kağıt kadar
da değeri olmayacaktı. Ama yine de bu, bizi ilgilendiren bir şey değil. Ben işi gücü olan bir adamım...’ ”
(Th. Mann, “Alacakaranlıkta”, sa:53)
“Halkın işi gücü mü kalmamış ki kusurları görmezlikten gelen iyiliğiyle senin hatalarını örtsün? Üstelik
sana ‘Aman şu kitabı yayınla,’ diye yalvaran mı vardı?”
(A. Mithat, “Karı Koca Masalı”, sa:19)
“LADES
---------İşi gücü bırakıp
Mezarlığa nazır
Bir eve taşındım.
Ölüm, sen beni aldatamazsın,
Aklımda!”
(B. Necatigil<1916-1979>, “Eski Sokak”, sa:13)
“Troyekurov’un işi gücü geniş topraklarında yaptığı gezintilerden, sürekli şölenlerden ve her gün bir
yenisi uydurulan şakalardan ibaretti. Bu şakaların kurbanı yeni bir tanıdık olurdu genellikle. Bununla birlikte,
eski ahbaplar da öyle her zaman paçayı kurtaramazlardı.”
(A. Puşkin, “Dubrovski”, sa:12)
“Suvenir, hemen ellerini arkasına atar, korkuyla mırıldanırdı: ‘Nasıl isterseniz, hanımefendi, nasıl
isterseniz.’ İşi gücü kapıları dinlemek, dedikodu etmek, en çok da başkalarını alaya almak, onların dalına
basmaktı.”
(I. Turgenyev, “Bozkırda Bir Kral Lear”, sa:21)
İşi gücü olmak : Meşgul olmak, ekstra vakti olmamak
“Anlamsız olurdu. Üstelik işim gücüm vardı. İşi bırakıp onun peşine düşemezdim.”
(P. Auster, “Şans Müziği”, sa:63)
“LEONARDO - Sanki bunların işleri güçleri yok, sanki aç kalmışlar. Ödeyecek parası olmayan
insanın gırtlağına sarılmak için her an tetikte duruyorlar.”
(C. Goldoni, “Yazlık Dönüşü”, sa:18)
“Çiftliğim yok yavrum. Şu aşağı yoldan kervanlar geçer. İşte ben bu kervanları keserim. Başka işim
gücüm yok.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Köroğlu’nun Meydana Çıkışı”, sa:78)
İşi hafife almak : Gerekli önem ve özeni verememek, yukardan bakmak
Bk.: İşin dalgasında olmak
“Ancak Büchner’in kaçma hazırlıklarını yaptığı ay kaleme aldığı ‘Danton’u göz önünde tutmamak, işi
çok hafife almak anlamına gelir. Danton da durumunu anlayabilmektedir. Dahası, Robespierre ile konuşurken, bu
durumu kötüleştirmek için elinden gelen yapar.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:152)
İşi haylazlığa vurmak : Eğitime, okuluna gerektiği önemi vermemek (Genellikle erkek çocuklar için denir)
“... birkaç yıldan fazla okumayıp işi haylazlığa vuran bu zengin adamda okumuşluğa karşı sonradan
dehşetli bir yakınlık uyanmış, ama iş işten geçtiği için buna da imkan bulamamıştı. Onun için okumuş insanlara
bayılırdı. Okumuş, ağzından bal kaymak dökülen, gösterişli insanlara vurgundu adeta.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:70)
İşi iş : İşler parlak, yolunda
“... Gerisi faso fiso... Benim gördüğüm, bu parti dalgası aynalı dalga! Paytoncunun işi iş.. Bu seçimi
kazandık mı, İstanbul’un haracını biz yiyecekmişiz... Kahveye, beyden, paşadan adamlar geliyor ki, dayının
kalantoru, kalantorun finosu... Her biri ipten adam alır kodamanlar...”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:119)
İşi kalenderliğe vurmak : İşi hafife almak, olacağına bırakmak, vurdumduymazlığa vermek
“Aksiliğe bakın ki, işi kalenderliğe vurmaya kaç kere niyet ettimde de, ne mutlak hareketsizlikte, ne
kafamı uyuşturmakta bu huzuru on beş dakikadan fazla uzatabildim. ‘Adam sen de…’ düşüncesi sıkıntılı
zamanlarımda bir dakikadan fazla dostluk edemedi bana. İnsan makinesini harekete getiren her şey ‘iyi’dir, hatta
o manca’yı ilk yediğim gün yaptığım enayilik bile.”
(P. Istrati, “Hayat Yollarında”, sa:94)
İşi kaytarmak : İşe gerekli önemi vermemek, es geçmek, hafife almak
“KEENEY, gözleri ve sesi ateş püskürerek - Kıpırdamayın! (Adamlar bir araya sıkışmış bir halde,
öfkeli ve sıkıntılı bir sessizlik içinde dururlar.) Bu gemide isyan çıkarmanın sakar iş olduğunu anladınız, değil
mi?..... (Joe’nun vücuduna bir tekme indirir.) Şunu da birlikte sürükleyip götürün. Daima aklınızda tutun ki:
kimin işi kaytardığını görürsem hemen geberteceğim.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:25)
İşi kıvamına getirmek : İşi yoluna koymak, önceki yanlışları düzeltmek
“LELIO, kendi kendine. - İşi kıvamına getirdik. Vakit kaybetmeden Rosaura ile bir evlensem Roma’lı
Cleonice isterse küplere binsin, iş işten geçmiş olacak.”
OTTAVIO - Sinyor Lelio. Yalan söylemekte üstatsınız doğrusu. Hem de şansınız var.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:145)
İşi kıyamete kalmak : İş ya da bir beklentinin, belli ya da belirsiz nedenlerden dolayı, belki de hiç gelmeyecek
bir zamana ertelenmesi
“Halinden anlıyorum. Kendisine daha ziyade umut vermek istiyor.
-Eğer düşmanı denize atarsak, vallahi, ne yapar yapar seni evlendiririm, Emeti Kadın...
-Eh öyleyse, işimiz kıyamete kaldı desene...”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:119)
İşimiz Allaha kaldı : O kadar kötü durumdayız ki, bizi ancak Allah kurtarabilir
“BECERİKSİZLER - Vaktiyle biz epeyce çanak yaladık. Lakin şimdi işimiz Allaha kaldı!
Kunduralarımız dansetmekten delindi, artık yalın ayak dolaşıyoruz.”
(J.W. von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:233)
İşimiz iş : Hem ‘Eyvah bu işin içinden nasıl çıkacağız? Yandık..’ gibi olumsuz, ya da ‘Oh, yaşasın, Felekten bir
gün çalarak ver yansın, yaşayacağız!’ gibisinden olumlu bir durumu ifade için kullanılan sözcük
“Üstelik, saz takımının çalgıya fasıla <ara> verdiği zamanlarda bizi ayrıca neşelendirmek için klarnetçi
İnce Mehmet’in nağracısı <birbirine bağlı iki küçük dümbelek-musiki aleti çalan> Kahraman ve meşhur
zurnacılardan biri de gelecek... Oh, desenize ki bu cuma <o zamanlar cuma, pazar günü yerine tatil olarak
kullanılırdı> işimiz iş; felekten öyle bir gün çalacağız; adamın canına canlar katan Kağıthane’de belki biraz
Nedimvari bir hayat yaşayacağız...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:188-9)
İşin acı tarafı : Gerçek, görünenin diğer yüzü, dışı sizi içi bizi yakan şey
“Sonra efendim, işin acı tarafı, şu bizim Tatvan gemisi dopdolu. İğne atsan yere düşmez, öylesine dolu.
Tatvan gemisi, yük gemisidir, affedersiniz hayvan gemisidir, insan gemisidir.”
(Y. Kemal, “Peri Bacaları”, sa:31)
İşin altından kalkmak; kalkamamak : Başarmak, işin üstesinden gelmek, çözmek; Madden ya da manen bir
işi yapabileceğine inanmamak
Bk.: İşin içinden sıyrılmak
“Gerçi henüz yirmi iki yaşındaki bir insanın bu işin altından nasıl kalkacağı sorusu da bir an kafama
takılmıyor değil.”
(A. Cemal, “Oynamak Varken”, sa:171)
“MARSDEN -... Ne anılar! Böyle gülümser gibi duran bir ikindi vakti idi... üç ay sonra bu güzel şehrin
hali... bir daha Avrupa’ya gitmem artık... orada bir satır bile yazamıyorum, bütün o ölenlerle sakatların korkunç
sorularına nasıl yanıt vermeli... ben böyle işin altından kalkamam...”
(Eu. O’Neill, “Araya Giren Garip Oyun”, sa:7)
“Akşam, bu iyi insanlar hanımefendinin Hautemare’a yüklediği sadaka dağıtma işinin altından en iyi
nasıl kalkacaklarını dingin kafayla konuşurlardı aralarında.”
(Stendhal, “Lamiel”, Cilt:I, sa:39-40)
“ ‘Dayanmalıyım. Direncimi kaybetmemeliyim!’ Yaşananların etkisiyle gergin bir halde eve dönerken
durmadan bu sözcükleri yineliyordum. ‘Ne pahasına olursa olsun, katlanmalıyım. Condor’a söz verdim,
arkasında durmalıyım. Sinirlerime yenilmemeli, aklımı karıştırmasına izin vermemeliydim..... Son dakikaya
kadar sabretmeliyim. Yalnızca üç buçuk gün - üç günü daha atlatınca, bu işin de altından kalkmış olacaksın,
artık haftalarca, aylarca dinlenir, rahat eder, istediğini yapabilirsin.”
(S. Zweig, “Sabırsız Yürek”, sa:366)
İşin aslı, astarı : Gerçek, görünüşün altında yatan şey
“İşin aslı, Adam ülkeden bu kadar çabuk ayrılmak niyetinde hiç değildi. Cenaze törenine katılmaktan
kaçınmak için bahane olarak üniversitedeki işlerini öne sürdüğünde, kendini kapana kısılmış gibi hissetmişti.
Ama aslında ne ertesi gün ne de sonraki günler uçağa binip gitmesini gerektiren bir durum vardı. Nirengi
noktalarını yeni yeni bulmaya başlamıştı ve henüz hiçbir bıkkınlık hissetmiyordu.”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:44)
“Delikanlı, kısa ya da uzun süreli, bir sürü kadınlarla dostluk yapmış ve o kadınların hiçbirine
bağlanmamış biriydi. İşin aslına bakılacak olursa, bütün kadınları seviyordu.”
(G. de Maupassant, “ Mutluluk”, sa:126)
“Saat yedide Mösyö Ricard otuz üç koltuklu otobüsünün direksiyonuna geçiyor. Altmış biçare bir
duman bulutu içinde otobüse tıkılmış. Biletçi basamakta sendeliyor. Herkes Mösyö Ricard’ın kim olduğunu
bildiğinden yolcular onunla konuşmuyorlar. İşin aslı, yol boyunca alçak sesle ona en sunturlusundan küfürler
sallamaktan da geri kalmıyorlar.”
(K. Yacine, “Nedjma”, sa:15)
İşin cabası : Olayın en güzel tarafı, hediyesi, kazancı
“Vitraylar, payanda kemerleri, kabartmalı kapılar, koro şarkıları, tahta ya da taş haçlar, manzum Derin
Düşünceler ya da şiirsel Uyumlar; evet bütün bu Sanat ve Edebiyat ürünleri, doğrudan doğruya Tanrısal-olana
götürüyordu bizi. Doğa güzelliklerini bunlara eklemek de işin cabasıydı.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:45)
İşin can alıcı yeri : Meselenin esası, problemin ta göbeği
“HAVVAS AĞA -... Gördüğün gibi hökümet kapısında sırtımızı sağlam yere dayamışık; lakin
Yezidileri ne yapacağız, ne edeceğiz? İşte işin can alıcı yeri burdadır. Kanunları hallettik sayılır, lakin töreleri ne
yapacağız?”
(M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:43)
İşin daha kötüsü : En fenası, beni en çok üzeni
“Annemin evini terk ettiğimde, duygularım tam bir karmaşa içindeydi. O Mc Nab hergelesi beni çok
sinirlendirmişti; işin daha kötüsü, annemi de çok sinirlendirmişti ki ben bunu affedemezdim.”
(J. Laing, “Sistemde 50 Yıl”, sa:65)
İşin dalgasında olmak : Tüm sorumluluğu almayıp, işi hafife almak
“Marek, hala işin dalgasındaydı. ‘Tabur tarihi için aldığım notlarda ‘K’ harfini bulmalıyım... Kodunski,
Kodunski, hah tamam işte: ‘Telefoncu Kodinski korkunç bir patlama sonucunda toprak altında kalır. Mezarından
karargaha telefon açar: Benden hayır yok, ölüyorum komutanım. Ama umurumda değil, yeter ki zafer
taburumuzun olsun.’
Şvayk, ‘Bence bu kadar yeter,’ dedi. ‘Ama Titanic’teki telefoncuyu kim unutabiliir ki? Düşünebiliyor
musunuz, gemi batıyor, her yeri su basmış, herifçioğlu mutfağa telefon açıp öğle yemeği ne zaman çıkar diye
soruyor.’ ”
(Y. Haşek, “”Aslan Asker Şvayk”, Cilt:II, sa:154)
İşinden avare etmek : Set çekmek, yapmasını engellemek
“Irazca’da gene ses sabah yoktu.
‘Çekil çabuk önümden!’ dedi Haceli. ‘İşimden avare etme beni! Ne demek istiyon yani? Sabah sabah
aklından zorun mu var yoğsam?’ ”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:54)
İşinden etmek : İşine mal olmak, işini kaybetmesine neden olmak
Bk.: İşinden olmak
“ANTONIO - Avukat karımla yatağa mı girecek!
LUCIA - Neden? Ne olmuş? Kıskançlık damarının kabardığını söyleme sakın!
ANTONIO - Hayır! Ama hoşuma gitmiyor! Tüm yaşamımı elimden aldı, işimden etti, bok gibi
ortada bıraktı beni, bense onun hayatını kurtardım...”
(D. Fo, “klakson borazanlar ve bırtlar”, sa:59)
İşinden olmak : İşini kaybetmek
“Açığa alınmanın ne anlama geldiği ile ilgili hiçbir fikrim yoktu. İşimden olacağım anlamına mı
geliyordu? Yoksa hafifçe fırça yemek miydi? Hiç bilmiyordum. Orada yatarken, sokak müzisyenliğimin nasıl
insafsızca sona erdirildiği ile ilgili anılar aklıma üşüştü. İkinci kere, başkalarının yalanları yüzünden kazanç
yolumdan yoksun bırakılma düşüncesini göze alamıyordum.”
(James Bowen, “Sokak Kedisi Bob”, sa:160)
İşin doğrusu : Yapılacak en iyi şey; Gerçek
“Bu şartlar altında, Lord Canterville, eminim ki, onların ailemin herhangi bir mülkiyetinde kalmasına
izin vermemin benim için ne kadar imkansız olduğunu anlıyorsunuz ve işin doğrusu, böylesi boş süsler ve
oyuncaklar, her ne kadar İngiliz aristokrasisinin şanına uygun veya elzem ise de, cumhuriyetçi sadeliğin katı ve
inancım o ki ölümsüz ilkelerine göre yetiştirilmiş kişileri için tamamen uygunsuz olacaktır.”
(O. Wilde, “Lord Arthur Savile’in Suçu”, sa:96)
İşine akıl sır ermemek : İşin nedenini anlayamamak, bir tahminde bulunamamak
“‘Göz kırpmıştım. Fakat neyse... Mangırları...’
Birden kendisine gelerek, ‘Mangırları pasa ettiysem’ demekten vazgeçti. Ne olur, ne olmaz,
başımızdakilerin işine akıl sır ermezdi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:6)
İşin edebiyat yanı : Herhangi bir işin söz, lafıgüzaf (palavra) kısmı
“İşin edebiyat yanını bitirdikten sonra:
-İyi, dedim. Bunun yapacağı zarar bize yeter. Amma velakin kadını nerede bulacağız?”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:12)
İşine gelmek : Menfaatı icabına, yararına olmak
“ ‘-Çok hoşsunuz!’ dedi ve gülümsedi, bu gülümsemenin onu güzelleştirdiğini farkettim. Gözleri daha
çok parlıyordu. ‘Ben çok zengin değilim. Size beş bin frank verdikten sonra, ayda yalnızca altı yüz ödemek işime
geliyor. Bugün kendi evimde oturmadığım halde, iki bin frank kira ödüyorum. Anlıyor musunuz? Beş bin
frankla belki paçayı kurtarırım diye düşündüm.’ ”
(N. Berberova, “Kara Acı”, sa:19)
“Sorunu tatlıya bağlamak, Johanna’nın işine geliyordu. ‘Darılmayın, Roswitha’ dedi; ‘sizin yine
heyheyleriniz tutmuş; ama bütün köylülerin böyle heyheylerininn tuttuğunu bilirim.’ ”
(Th. Fontane, “Effi Briest”, Cilt:III, sa:77)
“... bir hayat kurdu. Tek kişilik bir hayat. Savaşın gerçekleri, her çeşit gerçeğin önüne geçti. Bu da bir
yanıyla işine geldi; kendi firar ruhuna, kendi kaçaklığına bahane oluyordu. Dönmeye kalktığında yeni rejimin
yok yere hışmına uğramaktan korkuyordu.”
(M. Mungan,”Çador”, sa:62-3)
“ ‘Papazın işine gelmedi; arası çok geçmedi, gelip olur olmaz şeyler sordular, olur olmaz ricalarda
bulundulkar, başıma türlü dağdağa açtılar. Her yıl fukaraya iki üç yüz frank dağıtmak istedim; yok bunu bir
takım papaz kurumlarına vermeli imişim, razı olmadım, türlü hakarete uğradım.’ ”
(Stendhal, “Kırmızı ve Siyah”, Cilt:II, sa:5)
İşine son verilmek, vermek : İşinden çıkarılmak, kontratı feshedilmek, kovulmak
“Çiftlik idaresi anlaşmayı bozmaya hazırdı. Zaten böyle de olmasa, Martin’in onu korumasına olanak
yoktu; zira kadın ve çocuk ne kadar çalışkan olurlarsa olsunlar, nihayet insandılar, mucize gösteremezlerdi.
Holub’un hesabı kesildi ve işine son verildi.”
(E. Eschenbach, “Köyün Çocuğu”, sa:6)
İşinin ehli (olmak) : Yaptığı işin ustası (olmak)
Bk.: İşini bilmek
“Bu soygun sırasında artık işimizin ehli olmuştuk. Atlarımızı otuz kilometre batıya sürdük. Bıraktığımız
iz öylesine açık seçikti ki, bir New York polisi bile bu izleri takip edebilirdi. Sonra izlerimizi gizleyerek geriye
döndük.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:250)
“Acemi bir oyuncu, oyunun simgelerinden yararlanarak klasik müzikle bir doğa yasasının formülü
arasında paralellikler kurabilmesine karşın, işin ehli bir kişi oyunu başlangıçtaki temadan özgür kılarak sınırsız
kombinasyonları yaratıp ortaya koyabilmekteydi.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:38)
İşin garibi : Tuhaftır ki, garip gelebilir ama, halbuki
Bk.: İşin tuhafı
“Çocukların kafalarını birtakım gülünç küstahlıklarla doldururlar; halbuki Palemon’lara, kendi
mesleketlerinde gereçekten yetenekli olanlara, ne hor, ne yukardan bakarlar! İşin garibi, ne yapıp yapıp, kendi
yetileri hakkındaki fikirlerini, talebelerinin avanak ana babalarına da geçirirler.”
(D. Erasmus, “Deliliğe Methiye”, sa:91)
İşin hakkından gelmek : Problemi çözmek, altından kalkmak, üstesinden gelebilmek
“YARDIMCI KAPTAN, endişeli. - Birinci ve dördüncü yardımcı kaptanları uyandırayım mı efendim?
Yardımlarına gereksinimiz olabilir.
KEENEY - Hayır, bırak uyusunlar... Tekbaşıma bu işin hakkından geleblirim bay Slocum.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:23)
İşin hoş yanı : İşin diğer olumsuzluklarına karşın, sevindiren tarafı
“‘Ne var ki, işin hoş yanı, bu yaşımda, muhafız birliğinin erleriyle konuşurken, general P... tabansızının
apuletlerini sökerken bir an coştum. O anda, hiç duraksamadan, prens uğruna canımı seve seve veririm.’ ”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:464)
İşini bilmek : Gerek işini ve gerekse davranışını bulunduğu ortamda uyumlu kullanmak
“Beri yanda Benoni, kör değneğini bellemiş, her yıl devletin postasını taşır da taşır; işini bilir o; posta
çantasının üzerinde hükümetinki gibi armalı, asmalı bir kilit vardır.”
(K. Hamsun, “Benoni”, sa:3-4)
“Bir gün öğleden sonra en sıkı biçimde çalışmakta olduğumuz bir sırada -ben bir dolarlıklarla iki
dolarlıkları ayırıyor ve ayrı ayrı iki puro kutusunu yerleştiriyordum, Andy de ıslıkla ‘senin için evlilik çanları
çalmayacak’ havasını tutturmuştu- ufak tefek fakat işini bilir biri belirdi.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:16-7)
İşini (bir güzel, temiz) bitirmek : Öldürmek, yok etmek; cinsel ilişkide bulunmak (Argo); kendinden
beklenileni yapmak; birisini artık işini yapamayacak hale getirmek
“ ‘HEY, SEN! diye bağırdı. Çocuk dönüp baktı. Sears parmağını ona doğru uzattı. “SENİ
HARCAYACAĞIM ULAN SENİ! HAZIRLIKLI OL, YARIN BİTİRECEĞİM İŞİNİ! HARCAYACAĞIM
ULAN SENİ!’ ”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:51)
“Sonra, kadın evine gelince, koynuna alacak ve tam ‘işini bitirirken’ yüzüne tükürüp kapı dışarı
edecekmiş. Kadının bu şekide cezalandırılmış olacağını benim de aklım kesmedi.”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:37)
“Sonra toparlanıp ayağa kalkıyor. ‘Galiba geç kalınmış,’ diyor kadına. ‘Ona daha fazla yardım
edemiyorum. Perşembe günü gelecek doktoru bekleyebilirsin ya da keçiyi bana bırakabilirsin. Onun işini
sessizce bitiririm. Buna itiraz ermez. Yapayım mı? Burada kalsın mı?’ ”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:98)
“Barbarlar, cesaretlerini kaybedip gevşediklerinden, tıpkı yer değiştirmemek için ayak direyen hastalar
gibi, onlar da bir türlü dağdan ayrılmak istemiyorlardı. Yiyecekler bitince, Zuaekler kalkıp gittiler. Kalanların
topu topu bin üç yüz kişi oldukları biliniyordu. Bunların işini bitirmek için asker kullanmaya bile gerek
kalmadı.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:381)
“Kimse yaylım ateşi duymuyor, belki de duyuyor aldırmıyorlardı, konağın ayakta kalmış duvarlarının
üstüne bir abanıyor, abanmalarıyla kalkmaları bir oluyor, duvarın yerinde yeller esiyordu. İşlerini bir temiz
bitirdikten sonra, avlu duvarının dibinde bekleyen candarmaların önünden, gene geldikleri gibi sessiz, ama bu
sefer dingin, çekildiler.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:323)
“Ben, birkaç saniye onun bu yıkılışını derin bir hazla seyredecek, sonra bastonu kafasına indirerek onun
da işini bitirecektim. Beni vahşi ve gaddar buluyorsun, değil mi?”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:121)
“-Sorgusunu iyice yaptın mı Gavuroğlu? Ortaköy’ün Keskin muhallebicisini sahiden bu mu öldürmüş?
-Bu evet! Uyurken, kayışı boynuna atmış da işini bitirivermiş.
-Vay hergele vay! Gözlerinden belli!.. Böylesi gayet kıyıcı olur haaaa!..”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:34)
İşin içinde bir bityeniği olmak : Herhangi bir alışverişte sanki gizemli, kişiye ilerde zarar verebilecek bir
oyunun varlığından şüphe etmek
“Ancak müşteriler gittikten sonra kadın ağzını açardı. Daha doğrusu açardı ağzını... Başörtüsünü fırlatır,
uzun ve battal parmaklarında cıgarası, Belvü gibi yer varken buralarda sürtmenin de demek olduğunu
anlamadığını, bu işin içinde bir bityeniği olduğunu haykırırdı. Ahmet bu bityeniği lakırdısına içerlerdi. Nihayet
kadın, Ahmet’in bir tembelden başka bir şey olmadığını söylemesiyle mesele kapanırdı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Garson”, sa:65)
“Sophie duyduklarını kavramaya çalışıyordu. ‘Bu Aziz Petros değil mi? Mesih’in kilisesini inşa ettiği
kayalık.’
‘Aynı ama işin içinde bir bit yeniği var. Değiştirilememiş olan bu dizelere göre İsa, Hıristiyan
Kilisesi’nin kuruluş direktiflerini Petros’a vermemişti. Verdiği kişi Magdalalı Meryem’di.’
Sophie, ona baktı. ‘Yani Hıristiyan Kilisesi’nin bir kadın tarafından devam ettirileceğini mi
söylüyorsunuz?’
‘Plan buydu. İsa ilk feministti. Kilisenin Magdalalı Meryem’e emanet edilmesini istemişti.’ ”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:276)
İşin içinde birinin parmağı olmak : Herhangi gizemli bir olayda içerden bir köstebeğin rolü olmak
“İşin içinde evden birinin parmağı olduğunu düşünerek din dersi verdiği için ev sahibi bayanın
yeğeni,nden kuşkulanadursun; ilk önce kızı avlarım, beni içeri aldıktan sonra sıra kilitlere gelir. Kalıplarını
çıkarırım! Amma velakin Little Rock’taki az kaldı canıma okuyordu vallahi. Başka bir kızla tramvaya bindiğimi
görmüş.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:105)
İşin içinde (bir) iş olmak : İçeriği bir az karanlık, şüpheli bir konu
“Şimdinin üçbuçuk baldırı çıplak kaç para! Benim sözüme kulak vermeli, dülger ustası omuz vermeli
değil... Ben geçenki Londra konferansından pirelendim iyicene... Bu İngilizin işinde bir iş var ya bilmem nasıl
bir iş var!”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:83)
İşin içinden çıkmak, sıyrılmak : Arzu edilmeyen bir durum ya da işten kaçabilmek, kurtulmak
“Kendi kendime:
-Oh! Oh! dedim; evlenmem ve evlenmemem konusunda gizli bir anlaşma var, işin içinden nasıl
çıkmalı?
-Ötekilerden daha az ikiyüzlü olan okul arkadaşlarımdan biri, düşünmeksizin:
-Kayınbaban nerede oturuyor? diye sordu.
-Artık kayınbaba diye bir şey yok.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:101)
“Cérizet: ‘Şimdi anladım niçin benden ufak bir Hint gezisi için para istediğini!’ diye haykırdı. ‘Yazık ki
elimde ne varsa hepsini devlet tahvillerine yatırmak zorunda bıraktı beni. Du Tillet’lere çoktan borçlu duruma
düşmüş bulunuyoruz. Günü gününe yaşıyorum.’
-‘İşin içinden sıyrılmaya bakın!’ ”
(H. de Balzac, “Süslü Hayatlar”, sa:194)
“Hiç hastalanmamıştı, bu nedenle Doktor Trelawney’in bakımına gereksinme duymamıştı, dayımla
karşılaşmamak, hatta adını bile duymamak için elinden geleni yapan doktorun, böyle bir durumda işin içinden
nasıl sıyrılacağı bilinmiyordu.”
(I. Calvino, “İkiye Bölünmüş Vikont”, sa:36)
“İki yıl önce tek kızım nakliye işi yapan komisyoncu bir İngiliz tarafından Yeni Dünya’ya kaçırıldı ve
satıldı. Onu bulabilmek umuduyla peşinden gittim. Bahia’ya vardığımda önce inkarla, arayışlarımı ısrarla
sürdürdüğümde de kabalık ve tehditle karşı karşıya kaldım. Krallığın resmi görevlileri bu sorunu İngilizlerin
kendi aralarında çözmeleri gerektiğini söyleyerek işin içinden sıyrıldılar.”
(J.M. Coetzee, “Düşman”, sa:11)
“Dün biraz kafayı çekmiştim. Çizmeleri başka bir odaya bırakmış olabilirim. Hem de tam söylediğim
gibi. Afanisi Yegoriç, ben onları başkasının odasına koydum vallahi. Boyanacak o kadar çok çizme var ki, kafası
dumanlanınca şeytan bile çıkamaz işin içinden.”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:93-4)
“GERARDO : Tamam işte! Ne krikosu? Sen arabanın krikosunu nereye koydun? Şu, hani, arabayı
kaldırmak için...
PAULINA : Arabayı kaldırmak için sana kriko mu gerekli? Peki, ya o güçlü kolların ne işe yarar,
benim güzel sevgilim?
GERARDO : (Onu kollarının arasına alır.) İşte bu işe. (Onlar sarmaş dolaş olurken, kısa bir
sessizlik.) Bu kadar çıldırtıcı olup da, neden işin içinden sıyrılabildiğini biliyor musun?”
(A. Dorfman, “Ölüm ve Kız”, sa:13)
“Kniep’le konsolos, bu maceranın bizi düşürebileceği sıkıntıdan bahsederlerken, bekçi, iyi korunmuş
hazinelerden dem vuruyordu. Ben’se, katmerli bir sevinç içindeydim : Bir yandan, işin içinden sıyrılmış
olduğuma sevinirken, bir yandan da Sicilya dağlarının beni öteden beri meşgul eden taşlarının mimariye nasıl
uygulandığını görmek bana büyük bir haz veriyordu.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:II, sa:201)
“ ‘Ben böyle düşünürken zırhlar içindeki iki cengaver döğüşe tutuşur ve saatlerce boğuştuktan sonra,
birbirlerini yenemeden kanter içinde geri çekilirler. Bu birinci günün gecesinde aklım Suhrab kadar babasına da
takılır artık ve hikayenin devamını okurken, sanki ilk defa okuyormuşum gibi heyecanlanıp yenişemeyen
babayla oğulun bir şekilde bu işin içinden çıkacaklarını iyimserlikle hayal ederim.’ ”
(O. Pamuk, “Kar”, sa:80-1)
İşin içinde pişmek : Çekirdekten yetişme; Bulunduğu işin tüm girdi ve çıktılarını yıllar boyu görgü ve
uygulama ile tüm sırlarına vakıf olabilmek
“Rachel bunun ‘tipik bir Pickering yanıtı’ olduğunu fark etmişti. William Pickering politikacıların,
gerçek oyuncuların kendisi gibi -oyunu gereğince anlayabilecek kadar işin içinde pişmiş, tecrübeli, ‘kronik’
adamlar olduğu- satranç tahtasında, çarçabuk yer değiştiren geçici piyonlar oldukları düşüncesini hiç
çekinmeden ifade ederdi.”
(D. Brown, “İhanet Noktası”, sa:29)
İşin içinde şeytanın parmağı olmak : Tehlikeli ya da gizli bir olayda, makul ve akla yakın nedenler
bulunmayınca, mite, hurafeye dönmek
“ ‘Ama işittiğime göre, üç yıl önce Kilkenny’de sanıkların iğrenç cinayetler işlemekle suçlandıkları bir
duruşmada, suçluların kimlikleri saptandıktan sonra işin içinde şeytan parmağı olduğunu yadsımamıştınız.’
‘Ama açık seçik sözcüklerle de doğrulamadım.’ ”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:56)
İşin içyüzü : Gerçekte olan biten şeyler, doğru öykü
“PAGE - Eee, küçük hanım. Nasıl oldu da bay Slender ile gitmediniz?
PAGE’İN KARISI - Niye bay Doktorla birlikte gitmediniz ha?
FENTON - Onu şaşkına çeviriyorsunuz. İşin içyüzünü dinleyin. Pek yüz kızartacak şekilde başgöz
edecektiniz kendisini..... Onun işlediği suç kutsaldır. Bu hile fettanlık, dikbaşlılık, saygısızlık olmaktan ne kadar
uzak. Zoraki bir evlenme ile ister istemez katlanacağı o binlerce uğursuz üzüntü ve sıkıntı saatlerinden böylece
yakasını kurtarmış oluyor çünkü.”
(W. Shakespeare, “Windsor’un Şen Kadınları”, sa:142-3)
İşini görmek : Gereken işini yapmak; abdestini etmek
“Koridora çıkmak, usulca koşarak tuvalete girdi, kapıyı ardına kadar açık bırakarak gelişigüzel
eteklerini kaldırdı, çabucak, kulağı kirişte, en küçük patırdıyı dinleyerek işini gördü.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:64)
“Ya şimdi herif aptest bozmak isterse ne yapacaktım? Dediğim de oldu! Sarhoş Rinker, merdivenleri
sallana sallana çıktıktan sonra:
-Hazır dışardayken işimi göreyim, dedi.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:130)
İşin içine sokmak : Bulaştırmak, ortak etmek
“Zayıftık, barbardık, köyümüzden on kilometre ötede neler olup bittiğini bilmiyorduk. Ama bu
soykırıma, ‘bilimsel’ olarak, açık uzlaşım (felsefi uzlaşım da) beklentisiyle izin verilmiş ve tüm dünyaya yönelik
bir model olarak propagandası yapılmıştır. Yalnızca ahlaksal bilincimizi yaralamakla kalmamış; felsefemizi,
bilimimizi, kültürümüzü, iyi ile kötü inançlarımızı da işin içine sokmuş ve hepsini sıfırlamaya yönelmiştir.”
(U. Ego, “Beş Ahlak Yazısı”, sa:109)
İşini gücünü bırakmak : Her neyle uğraşıyorsa, bir yeni konu için onu tümüyle bırakmak
“ ‘Ne garip memleket! Herkes işini gücünü bırakmış, nelerle meşgul oluyor! Hey gidi, haysiyet, namus
hey!.. Haysiyetli, namuslu adam, imzasız mektup yazar mı, rica ederim?’ ”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:74)
“Son mektuplar ülkeye, dört köşesi yanık bir biçimde geldi; bu bir tehlike ve acil durum işaretiydi. O
zaman, işini gücünü bırakıp bir gemiyle yola çıkmıştı demem. Gemide, kırk gün içinde İspanyolca öğrenmiş,
üstelik o kadar iyi öğrenmişti ki, Küba’ya vardığında mahkemelere çıkıp kardeşini savunmuş ve onu bu beladan
kurtarmıştı.”
(A. Maalouf, “Yolların Başlangıcı”, sa:16)
İşinin ehli (olmak) : Yaptığı işin ustası (olmak)
Bk.: İşini bilmek
“Bu soygun sırasında artık işimizin ehli olmuştuk. Atlarımızı otuz kilometre batıya sürdük. Bıraktığımız
iz öylesine açık seçikti ki, bir New York polisi bile bu izleri takip edebilirdi. Sonra izlerimizi gizleyerek geriye
döndük.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:250)
“Acemi bir oyuncu, oyunun simgelerinden yararlanarak klasik müzikle bir doğa yasasının formülü
arasında paralellikler kurabilmesine karşın, işin ehli bir kişi oyunu başlangıçtaki temadan özgür kılarak sınırsız
kombinasyonları yaratıp ortaya koyabilmekteydi.”
(H. Hesse, “Boncuk Oyunu”, sa:38)
“Bir de şansı yaver gitmiş ve o sıralar İstanbul’u ziyaret edip sadece üç beş kişiyle ilgilenen Brezilyalı
bir estetik cerraha yaptırmıştı burun ameliyatını. Adam işinin ehli olmalıydı ki daha sonra ne nefes alışında, ne
burun kıkırdağında hiçbir sorun çıkmamış, sargıları alındıktan sonra, birkaç hafta morluğa katlanmaktan başka
bir güçlük yaşamamıştı Aysel.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:25)
İşini sağlam kazığa bağlamak : Garantiye almak, gerekli tedbirleri önceden planlamak; İşini sağlama almak
“KAPTAN - Kızım gibi tepeden tırnağa kadar evli olmak felaket. Kocası cehennemdeki lanetli ruh
gibi, bütün gün evde.
ELLIE - Neden kadınlar başkalarının kocasına göz koyar?
KAPTAN - İş evliliği yapıyorsan, işini sağlam kazığa bağla.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:100)
İşini tamam etmek : İşini bitirmek; Öldürmek
“Bir susma oldu, fakat, sarmaş dolaş yattıkları yerde ne kadar sussalar, kafalarının içinde,
düşüncelerinin atışını hisssediyorlardı. Nefesi daima daralan bu ihtiyarın işini tamam etmek ne kadar kolaydı.
Ağzına önemsiz bir şey, bir mendil tıkamak yeterliydi.”
(E. Zola, “Toprak, Cilt:II, sa:368)
İşini uydurmak : Birisinin aracılığıyla o andaki güçlükleri yenmek, işlerini yola koymak
Bk.: Bir Kolayını bulmak
“Cemil işini uydurmuş. Viyana’ya gidiyor. Vakıa Viyanna’da açlık müthiş bir dereceye varmış. Fakat
Cemil bir kolayını bulur oradan İsviçreye’ye geçerim diyor.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:170)
“Öğlen Jacques’de yemek yedim, her zamanki gibi korkunçtu. Bu sabah muhasebeye uğradım. Belki
biraz avans koparabilirim, diyordum; ama olmazmış. Halbuki Beauvais’deyken idaredeki herifle işimi
uydurmuştum… Sonra Ivich’i gördüm.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:9)
İşini yoluna koymak : İşini bitirmek, düzenlemek
Bk.: İşlerini yoluna koymak
“ ‘Şu Morin domuzunun işini yola koyabildiniz mi bari?’
Tüm La Rochelle, işin derdine düşmüştü. Keyifsizliği yolda geçmiş olan Rivet, şu sözleri söylerken
gülmemek için kendini zor tutuyordu:
‘Tabii, Labarbe’ın sayesinde, çözümledik işi.’ ”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:290)
İşin kötüsü : Olayın kötü yanı
“Katip yanına geldi, ne olduğunu sordu. Cevap verecek durumda değildi. Herif korkunç bir demagogtu
ama, ne yapabilirdi? Hiç istemediği halde üye de olmuş, işin kötüsü, yönetim kurulu arkadaşları herifi bağırlarına
basıvermişlerdi bile.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:195)
“Otobüste, trende, uçakta daha oturdukları andan itibaren varlığıyla çevreyi kirleten çocukların başlarını
göğüslerine bastırarak, ‘Teyzeyi rahatsız etme çocuğum!’ diyerek yan koltukta oturandan sözde anlayış
beklerler..... daha düne kadar kendisinden ‘abla’ diye söz edilen yan koltuktaki kişi ise, birdenbire şu
münasebetsiz kadının ‘uğursuz’ ağzında ‘teyze’ oluvermenin intikamını ilk fırsatta alır...... İşin kötüsü, toplum da
zaten bu kadınların doğurup büyüttükleri çocuklardan oluştuğu için, ne kadar boktan anneler oldukları hiçbir
zaman anlaşılmaz. Sonrakiler de, en az kendileri gibi boktan çocuklar yetiştirmeyi sürdürürler.”
(M. Mungan, “Yüksek Topuklar”, sa:28)
İşin mi yok : Üzme kendini lütfen, boş ver
“Hacı Kalfa, ara sıra konuştuğum dertli bir komşumdan başka, odama giren tek insandır. İlk günlerde
çekiniyordu. Bir iş için odama gireceği zaman kapıyı vuruyor, ‘Başını ört hocanım, ben geliyorum,’ diyordu.
Ben, alay ediyor, ‘Haydi canım, Hacı Kalfa, işin mi yok Allah aşkına. Teklif mi var aramızda?’ diyordum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:117)
İşin peşini bırakmak : İzlenen ya da elinde bulundurulan işi terketmek
“ ‘Dün gece kararı duyduğumda,’ demiş sabahı kendisiyle yapılan görüşmede, ‘yere yığıldım. Benim
kardeşimi, kendi kocasını öldürdükten sonra böyle temize çıkarıp kurtulmasına inanmadım. Bütün bunlar benim
için çok fazla. Anlamıyorum, ama şimdilik işin peşini bırakacağım. Bir kez kendi yöntemimle çözmeye çalıştım,
başaramadım; şimdilik mahkemenin kararını kabul etmekten başka bir şey yapamam.’ ”
(P. Auster, “Yalnızlığın Keşfi”, sa:61)
İşin püf noktası : Bk.: Püf noktası
İşin su götürür tarafı kalmamak :
beyan -açık- olmak
Olay hakkında artık mazret götürür ya da bilinmez taraf kalmamak, ayan
“Artık işin hiç su götürür tarafı kalmadığı iyice anlaşılıyordu. Zavallı İrfan, çingenelerin yarı kaçık
dediği o kadına oldum olasıya <tüm varlığıyla> kendini vermiş ve pek az bir zaman içinde kendini hiç yoktan
evhamlara, kuruntulara, kıskançlıklara kaptırmış; tam manasıyla bir Aşık Garip olmuştu.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:132)
İşin suyu çıkmış : Sır ortaya çıkmış, kontroller gevşemiş, yüzgöz olunmuş
“Sendeledi, yıkılacaktı, tuttular.
-İnanmayın ona, sizi aldatıyor, arkadaşlarıyla aldatıyor sizi. Şayet onu Milletvekili seçerseniz,
Ankara’ya yerleşecek. Deli Saraylı İfakat Dürdane’yle birlikte yaşıyacak, evlenecek onunla, evlenecek!
İşin suyu çıkmış, millet kahkahalar atmaya başlamıştı.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:272)
İşin şakaya gelir yanı kalmamak : Durum ciddileşmek, vahim ya da tehlikeli bir hal almak
“Papa, hiç kızgınlık eseri göstermedi; yalnızca, Prens Orsini, onun ayağını öpmek üzere ve o zamana
kadar pek az bilinen bu adamdan nasıl bir davranış beklemesi veya ne dereceye kadar korkması gerekeceğini;
yüz çizgilerinden okumaya çalışmak niyetiyle, aynı gün, Roma senyörlerinin oluşturduğu kalabalık arasında
saraya gittiği zaman, artık, işin şakaya gelir yanı kalmadığını gördü.”
(Stendhal, “İtalya Hikayeleri”, Cilt:1, sa:34)
“Portekizlileri söylediklerine pişman etmişler ve onlara öyle bir gözdağı vermişlerdi ki, işin şakası
yoktu; hatta bir daha o sokaktan geçmeye kalkışırlarsa, her defasında onları sopayla bir güzel okşayacaklardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:138)
İşin tadını çıkarmak : Durumdan yararlanarak haz almak, boş vermek
“İster şarkı söyleyelim, ister aktörlük yapalım, ister konferanslar verip dans edelim, yazı yazalım veya
resim yapalım, biz sadece birer halk ozanı sayılırız. Onun için, boş verin, biz işin tadını çıkaralım...”
(O. Henry, “viski soda”, sa:259)
İşin tuhafı : Acayip gibi gelir ama, ne var ki, tuhaftır ki, garipti, işin sı tarafır
“Harry dilenciden farksız bir yoksul, tek bir gelir kaynağı ya da planı olmayan meteliksiz bir mahkum
durumuna düştü; Joliet Hapishanesi’nde cezasını doldurduktan sonra da bir avuç konfeti gibi rüzgarla savrulup
gidecekti. İşin tuhafı, duruma el koyup onu kurtaran, o nefret ettiği kayınpederi oldu; ama bunun bir bedeli
olacaktı...”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:49)
“İşin tuhafı, tüm bu yaşadıklarına, açlığa, kötü beslenmeye, yaşadığı hüsranlara, fiziksel yıpranmalara,
sağdan soldan aşırarak içtiği onca sigaraya karşın hala demir gibidir.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:177)
“İşin tuhafı, tüm bu yaşadıklarına, açlığa, kötü beslenmeye, yaşadığı hüsranlara, fiziksel yıpranmalara,
sağdan soldan aşırarak içtiği onca sigaraya karşın hala demir gibidir.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:177)
“Bu madam Thénardier kızıl saçlı, etine dolgun, iri kemikli, bütün sevimsizliğiyle asker tipte bir
kadındı. İşin tuhafı, okuduğu romanlardan alınma özenti bir romantik havası vardı. Yapmacık tavırlı, erkeksi bir
kadındı.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:I, sa:251)
“Oğluyla iftihar etmek isteyen babanın bu maaş saptayımı, bilmem neden, bana hep hüzünlü bir şey gibi
gelmişti. İşin tuhafı, maaş meselesiyle birlikte, esrarengiz kadın olayı unutuluyor, esrarengiz kadın pek uzun bir
zaman için Vedad’ın serüveninden el ayak çekiyordu.”
(S. İleri, “Kırık Deniz Kabukları”, sa:110)
“İşin tuhafı, az sonra olacağı gibi, okur bu metinleri okumaya başladığında, ona hiç de karmaşıkmış gibi
gelmez bunlar... Tersine, açık seçik, düz metinler gibi görünürler.”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:13)
“Herkes, bu kentten bir adamın, Sabetay, Şabtay ya da Şabetay adında bir Yahudinin kendini Mesih ilan
ettiğini, 1666 yılının dünyanın sonu olacağını söylediği, üstelik Haziran ayı için -sanırım- kesin bir tarih
verdiğini söylüyor. İşin tuhafı, İzmirlilerin büyük bölümü, giderek Hıristiyanlar ya da Türkler, dahası bu kişiyle
alay edenler bile bu kehanetin doğru çıkacağından emin görünüyorlar.”
(A. Maalouf, “Yüzüncü Ad” -Baldassare’nin Yolculuğu-, sa:153)
“Father Rolfe’nin acaba büyük bir yazar olma fantazisi de var mıydı? Mutlak vardı denebilir; gerçi ne
kadar tanınırsa tanınsın, bu onun acı çeken ruhuna merhem olmazdı, ama işin tuhafı, yazar olarak değerinin
ancak ölümünden sonra dikkatleri çekmiş olmasıdır.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:55)
İşin ucunu bırakmak, kaçırmak : (İŞ) Bir işe başladıktan sonra, bilerek yanlış karar vererek, ya da
bilmeyerek, acemilikten ya da başka nedenlerden dolayı işi kaybetmek veya elde edememek
“Walker’ın bütün niyeti bunu başarmak: evliliği rafa kaldırmak: Cedric Williams’ın öldürülme
hikayesine onları inandırabilse... belki cinayet suçu için yeterince ağır bir ceza değil ama... ama yine de yeteri
kadar ağır bir ceza, hiç yoktan iyi. Reddedilen Born, küçük düşürülen Born. Sefalete mahkum edilen Born. Ama
şayet ve eğer onları yola getiremezse bu işin ucunu bırakacak; o ana kadar da, şeytanla kumar oynamaya devam
edecek.”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:148)
İşin ucu paraya değmek, dokunmak : Bedava sanılan bir işin, ya da hediye beklentisinin parayla
yapılacağının farkına varılması
“İşin ucu paraya dokununca, köylü kılı kırk yarmak istiyor, patrondan da aynı titizliği bekliyordu.
Oğlunun gözünde yeniden bir kuşku kıvılcımı çakmıştı.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:71)
İşin yoksa : Sanki işin yok da…
“Çok geçmeden Kızılsaç da tırmanıp Chicao’nun <Çiko> yanına oturdu, yeni bir mısır yaprağı sigarası
yaktı..
‘Allah kahretsin! Çoktan içerde olabilirdik. Şimdi işin yoksa sabaha kadar bekle dur.’
‘Ne fark eder, ha bugün, ha yarın!’
‘Elbette, sana göre hava hoş, Joaninha nasıl olsa bekliyor seni. Ya ben? Bende şans nanay.’ ”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:10)
İşi olayların gidişine bırakmak : Bir işi bitirmekde ısrar etmeyip zamana ya da kadere bırakmak
“Miss HARDCASTLE - Gerçekten garip bir adam! Onu bir türlü kullanamayacağım… Ne etmeli?
Adam sen de… artık kafa yormayalım. İşi olayların gidişine bırakalım.”
(O. Goldsmith, “Yanlışlıklar Gecesi”, sa:23)
İşi oluruna bırakmak : Çok titizlik göstermeden, bir az da kadercilikle, bir işe çok fazla müdahale etmemek
“Bunu ona anlatmanın binbir yolunu düşündü, ama hepsi de çocuğun kendi kendini suçlu hissetmesine
yol açacaktı; Mari bunu hiçbir zaman yapamazdı. Biraz daha düşündükten sonra, işi oluruna bırakmaya karar
verdi.”
(P. Coelho, “Veronika Ölmek İstiyor”, sa:111)
“Şu Kızılsakal güzel konuşuyor diye düşünüyordu, hem güzel konuşuyor, hem de bir aziz gibi. Biraz
övünür ama kime ne! İnsan sözlerine bağlı kaldı mı, her şey tıkırında gider; ama öte yana geçti mi bir
kez...Eyleme atıldı mı... Aman dikkat Filipus, koyunlarını düşün. Üstünde kafa yormak gerek bunun. En iyisi işi
oluruna bırakmak, bekleyelim biraz, bakalım neler olacak.”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:136)
“-Ama bu kez sözün ondan gelmesine olanak yok, biliyorsunuz. O bunu bilmiyor ki, düşünmüyor bile.
-Neden düşünmüyor? Siz nasıl düşündünüz?
-Bilemem.
-O halde işi oluruna bırakırım ben de. Siz yarın parayı verirsiniz, doktora giderim...”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:167)
İşi pişirmek : Biriyle sevgi ilişkisi geliştirmek; işi olumlu sonuca getirecek mertebeye yaklaşmak
Bk.: Mercimeği fırına vermek
“Hoş artık Grigori Vasilyeviç’in de geldiği yok ya… Oda hizmetlerini yalnız başına ben görüyorum. Bu
kararı, Agrafena Aleksandrovna ile işi pişirmeyi aklına koyalı beri vermişti.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:II, sa:185)
“LELIO - Becerebilirsen fırsatı kaçırma. Eğer işi pişirirsen iyi olur. Benimki ile arada vasıtalık eder.
ARLECCHINO - Bana da birkaç yalan öğretin, falso vermeyeyim.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:49)
İşi pişkinliğe vurmak : Aşağıdan almak, olaya ‘olağan, sıradan birşeymiş’ gibi yorum yapmak ve ona göre
davranmak
“Sık sık kullandığı deyimlerden biri şuydu: ‘İşi pişkinliğe vurdum’ (falan ya da filan şeyi yapmak için).
Sokağa çıkmadan önce, babamın yeni bir tuvaletine, özenli makyajına ilişkin uyarılarına şiddetle karşılık verirdi:
‘İnsan toplumdaki yerini korumalı değil mi ya!’ ”
(A. Ernaux, “Bir Kadın”, sa:42)
İşi rast gitmemek : İşleri sarpa sarmak, yolunda gitmemek, başarısızlığa uğramak
Bk.: İşi ters gitmek
“Kişi, temelde ne kadar güvensizse, en erken evredeki duygusal tutumların aşmayı başaramaması ya da
işleri rast gitmediğinde bu tutumların ortaya çıktığı bir duruma gerilemesi olasılığı da o kadar yüksektir.”
(A. Storr, “Yaratma Dürtüsü”, sa:70)
İşi sağlama almak, sağlam kazığa bağlamak : Gerekli tedbirleri almak; İşi sağlam kazığa bağlamakla
sağlama oynamak
“ ‘Şiirlerinin büyüsüne kapıldığımdan değil, kendi hatamdan öyle davrandım, bu zayıflığı gösterdim;
bilgisizlik ve akılsızlığım açtı Don Clavijo’nun yolunu, kendi ellerimle soktum onu Antonomasia’nın koynuna;
üstelik bir kez değil, defalarca, yani yavrucağı aldatan o değil bendim. Yine de olanca zayıflığıma karşın, işi
sağlama bağlamıştım, çünkü resmen kocası sayılırdı kızın.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:639-40)
“Sonra yazı yazmayı bilmediği ortaya çıktı - yazı yazmayı bilen tek kişi bnüyükbabaydı, onu beklemesi
gerekiyordu. ‘Aman Allah, o gelirse her şey boşa gider,’ dedi Sabri. Satış belgesine ona parmak bastırmalı, işi
sağlam kazığa bağlamalıydık, bu kolay gibi görünüyor, ama aslında, sonunda bu işi başardığımızda her tarafımız
ıstampa mürekkebi olmuştu.”
(L. Durrell, “Kıbrıs’ın Acı Limonları”, sa:78)
“YOLCU (Kendi kendine.) - Ya sorarsa, ne yanıt vereceğim?
BARON (Kendi kendine.) - En iyisi işi sağlama alayım. Önce uşağından bilgi aldırtayım.
YOLCU (Kendi kendine.) - Bu şaşkınlığı bir yenebilsem...
BARON - Neye daldınız böyle?
YOLCU - Ben de aynı şeyi size soracaktım beyim...”
(G.E. Lessing, “Yahudiler”, sa:32)
İşi sallamak : İşi ertelemek; sona erdirmeme konusunda yalan söylemek, abartmak (argo)
“Bana, Abbate Monti’den ve yakında sahnelenecek olan Aristodem isimli trajedisinden daha önce
bahsetmişlerdi. Aynı zamanda, yazarın bana eserini okumak ve bu konuda fikrimi öğrenmek istediğini de
duymuştum. Reddetmeden bu işi sallamaya bakıyordum.”
(J.W. von Goethe, “İtalya Seyahati”, Cilt:I, sa:206)
İşi serseriliğe dökmek, vurmak : Sorumsuz davranmak, yükümlü olduğu görevleri askıya almak
“Herkes, kendine göre bir işle meşguldü. Kimi, şimdiden davet mektupları yazıyor, kimi, eksikleri
tamamlamak için çarşı pazar dolaşıyor, kimi dikişle uğraşıyordu. Ben, şaşkınlığımın içinde işi serseriliğe
vurmuştum. Bir işe yaramak şöyle dursun, başkalarının işlerine bile engel olacak türlü uygunsuzluklar
yapıyordum.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:103)
İşi sıkı tutmak : İşi ciddiye almak
“Gece olacaktı. ‘Sumatra’ya gidecekti; Mathieu’yü görecek, Ivich’i görecek, dans edecekti. Sonra tam
gündüzle gecenin kavuştuğu sırada yapılacak o marifet, o büyük iş vardı. Boris davrandı ve adımlarını
sıklaştırdı: İşi biraz daha sıkı tutması gerekiyordu.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:146)
İşi şakaya boğmak, çevirmek, dökmek, vurmak : Ciddi bir konuşmayı, politik nedenlerle başka alanlara
yönlendirmek; şaka yapmak
“Bunu, taşımacılar söylüyor. Anlattıkları şey, öyle yüreği pekleştiren soyundan değil. Özellikle
onbaşıları, her zaman işi şakaya vuran bir Parisli, alaylarıyla herkesin tüylerini diken diken ediyor.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:75)
“Yüzü kıpkırmızı kesilmişti.
‘Sende azıcık utanma olsaydı her şey bambaşka olurdu. Allah bilir, çocuğun kaç aylık oldu, ama sen
işi hala şakaya vuruyorsun. Seni baştan çıkaran herif geldi diye ağzın kulaklarına varıyor. Sende ne duygu
kalmış, ne utanma.’ ”
(E. Hemingway, “Silahlara Veda”, sa:221)
“İlyas Çavuş işi şakaya boğarak durmadan konuşuyordu.
‘Adam amma da karafırtına gibi bir adammış. Köyde, ayağının üstünde kalabilecek bir tek adam
bırakmadı. Yediden yetmişe hepimizi, kadın, erkek, kız kısrak demeden yataklık etti. Yakalayabilse miyav diyen
kedilerimizi de falakaya çekecekti.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:IV, sa:539)
“SUE - Evet, son gördüğümden beri çok düştü zavallı.
DREW - Yalnız hastalığı demek istemiyorum. Görmedin mi? İşi şakaya boğmak için… kendini ne
kadar zorluyordu? Oysa doğuştan öyle şen bir inandı ki!”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:43)
İş işten geçmek : Harekete geçmek için geç kalmış olmak
“ ‘Kitaba dalacaksınız bunları düşünmemek için, zaten o hüzünlü gölü geçmekte olduğunuz dakikalarda
iş işten geçmiş olacak artık, çünkü yarın, Roma’ya vardığınızda, Cécile öğrenmiş olacak tasarılarınızı, aldanarak
nasıl da mutlu olacak şu günlerde, öylesine mutlu olacak ki, artık onu Paris’e gelmekten caydırmak olanaksızdır,
ileri süreceğiniz nedenleri hep ters anlayacak, sizi bir kez daha korkaklıkla suçlayacak ve yeniden güçlenmeniz
uğruna her şeyi yapacak, o güven ve minnet dolu yüze, sevinçten ışıl ışıl olmuş şaşkınlığına dayanmaya yürek
gerek.’ ”
(M. Butor, “Değişme”, sa:198-9)
“ ‘İş işten geçmeden aklınızı başınıza topladığınız için çok sevinçliyim. Ne var ki savaşlar bağırıp
çağırmakla, kuru gürültü yapmakla kazanılmaz. Deminki onaylayıcı davranışlarınızdan, benim komutam altında
savaşmaya hazır olduğunuz sonucuna vardım.’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:122)
“Kötü bir duyguya kapılmıştım, midemin oralarda bir ağrı dolanıyordu sanki. Kendimi bunun
zeytinyağlı ekmekten kaynaklandığını inandırmaya çalıştımsa da olmadı, aynı şeyi sabahın erken saatlerinde de
hissettiğimi biliyordum, kendimi kandırmam mümkün değildi. Gerginlikti bu - gerginlik ve korku.
‘Arkana bak.’ Petrus’un sesinde bir telaş seziliyordu. ‘İş işten geçmeden arkana bak!’ ”
(P. Coelho, “Hac”, sa:116)
“Komünist rejim görevlileri iki nehrin, Amu-Derya ve Siri-Derya’nın yönlerini değiştirmeye karar
verdiler; böylelikle bazı pamuk ekilmiş alanlarda sulama yapabileceklerdi. Başarılı olamadılar ama artık iş işten
geçmişti - deniz yok olmuş ve etkili alanlar çöle dönüşmüştü.”
(P. Coelho, “Zahir”, sa:86)
“LOPAHİN (Devamla sitem eder.) - Neden, neden dinlemediniz beni? Zavallıcığım benim, iyi
yürekliceğim, iş işten geçti artık. (Gözyaşları içinde.) Oh, tüm bunlar geçseydi bir an önce, şu kırık dökük,
mutsuz yaşamamız bir yoluna girseydi...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:159)
“İvan Andreyiç, başka bir yere geldiğini, aptalca, çocukça bir çılgınlık yaptığını, konuyu iyi
düşünmediğini, merdivende yeterince düşünmediğini anladı. Ama artık iş işten geçmişti; kapı açılıyordu.
Adımların tok seslerine bakılırsa, iri yapılı bir koca, kapının eşiğindeydi.”
(F. Dostoyevski, “Başkasının Karısı”, sa:40)
“... sonunda tam gazetecilere özgü bir sinir hastalığı bulmuş (hepsi o hastalığı yatıştırmak için içki
içiyorlar); hastalık da şu: Bir sokak ötede bir şey oldu ya da olmak üzere, onlar duymadılar, duyduklarında da iş
işten geçmiş olacak. Hiç de önemli olmadığını, hatta anlamsız olduğunu önceden bildiği en küçük bir gerçeklik
parçasını kaçırma korkusu yüzünden, genellikle tuvalete gitmek istiyen çocuklardaki gibi bir tik edinmişti,
durmadan oturduğu yerde kımıldar, bacağını bacağının üstüne atar, indirirdi.”
(L. Durrell, “Balthazar-İskenderiye Dörtlüsü 2”, sa:28)
“Mevlana Şemseddin hazretleri bir gün Kayseri’den Aksaray’a geldi ve bir mescitte konakladı. Yatsı
namazından sonra müezzin şiddetle: ‘ Mescitten git, başka yerde konakla’ dedi. Onun aşırı derecedeki
terbiyesizliği ve kapalı gözlülüğü karşısında Şemseddin ona ‘dilin şişsin’ dedi. Hemen müezzinin dili şişti.
Şemseddin de mescitten çıkarak Konya’ya gitti. Mescidin imamı geldi, müezzini can çekişir buldu. Müezzin’in
ricası üzerine yola koyuldu, Şemseddin’e ulaşınca ayaklarına kapandı ve özür diledi. Şems, ‘İş işten geçmiştir ve
hüküm çıkmıştır, ben bir şey yapamam’ dedi. İmam dönünceye kadar müezzin öldü.”
(A. Eflaki, “Ariflerin Menkıbeleri”, Cilt:II, sa:45)
“İyice giderilmemiş meraklar;
Desteğinize bel bağlamış yoksullar;
Bir barış, bir huzur ki erişeceğimizi umuyorduk...
Sonra birdenbire iş işten geçmiş; hiçbir şey yaramaz olmuş.”
(A. Gide, “Dünya Nimetleri ve Yeni Nimetler”, sa:192)
“BRIGHELLA - Rosaura ile konuştunuz mu? Aşkınızı açtınız mı?
FLORINDO - Yok daha bir şey söylemedim. Şiiri attıktan sonra Rosaura’yı görmedim.
BRIGHELLA - Acaba iş işten geçti mi diye korkuyorum.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:113)
“Hemen yardımıma koştu. Şaşırıp takıldığım kelimeyi fısıldadı. Ama ben o kelimeyi öteki kelimelerle
bağlantılı olarak hatırlamaya uğraştığım için söylediğini duyamadım. Birkaç defa tekrarladıysa da boşuna.
Sonunda babamın sabrı tükendi. ‘Cachinum!’ diye gürledi. Arayıp durduğum kelime de buydu işte. Ama iş işten
geçmişti artık.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:36)
“Size haber veriyorum, haykırıyorum. Başınızı döndürüp bu kadın da ne diyor diye bir kere
bakmıyorsunuz ble. Günün birinde şıppadak gözünüz açılacak amma, iş işten geçmiş olacak.”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Kiralık Konak”, sa:121)
“Kayaya çıkıp ayakkabısını çözüyor, öte yandaki suya atıyor kendini. Tabanları ateşe değmiş gibi
sızlıyor. Sular ince ince kanlanıyor ayağını kaldırınca. Budalalıktı bu yaptığı. Çakılların üzerini örten keskin
kireç parçalarını, kavkıları daha önce farketmesi gerekirdi. Şimdi daha dikkatli ama iş işten geçti. Tabanları
kıyıldıktan sonra... Tuzlu su iyi gelir kesiklere.”
(Bilge Karasu, “Uzun Sürmüş Bir Günün Akşamı”, sa:13)
“... birkaç yıldan fazla okumayıp işi haylazlığa vuran bu zengin adamda okumuşluğa karşı sonradan
dehşetli bir yakınlık uyanmış, ama iş işten geçtiği için buna da imkan bulamamıştı. Onun için okumuş insanlara
bayılırdı. Okumuş, ağzından bal kaymak dökülen, gösterişli insanlara vurgundu adeta.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:70)
“Kızları hayrete düştüler ve Ellan’a soru sormak için döndüler. Gerald bir filozof gibi başını ağır ağır
salladı.
-Bakın! Kuşkusuz onun ölmesi çok iyi oldu. Zavallı piç...
-İş işten geçti artık. Hemen duamızı yapmış olsaydık.”
(M. Mitchell, “Rüzgar Gibi Geçti”, Cilt:I, sa:94)
“Sonra kararını vererek, ayaklarının ucuna basa basa, süratle odaya girer: Devamlı olarak omuzu
üüstünden ardına bakan kadın adamı farketmez. Farkettiği zaman da iş işten geçmiştir. Smithers ileriye doğru
fırlar ve onu omuzundan sıkıca yakalar.”
(Eu. O’Neill, “İmparator Jones”, sa:11)
“Rougier’ler vardı. Yaşlı, partallar içinde, bodur bir çift. Saint-Michel Bulvarı’nda kart-postal
satarlardı. Değişik olan şu ki, kartpostallar pornografik resimler gibi paketler içindeydi, fakat gerçekte bunlar
Loire Irmağı kıyısındaki şatoların resimleriydi. Kartları satın alanlar ancak iş işten geçtikten sonra durumun
farkına varıyorlar ve, elbette, hiçbir zaman şikayet de edemiyorlardı.”
(G. Orwell, “Paris ve Londra’da Beş Parasız”, sa:22)
“Gene Sözcükler
-------------------Nasıl kurtulabilirsin
Varlıklarını koruyabilmek için sürüyle
gövdene yapışan ötekilerden?
Oysa dilin altındaki o söylenmemiş,
ağızdan çıkmamış o sözcükler de
içini kemirir
ve iş işten geçtikten sonra
konuşmaya başlamış insanların
çürümüş cesetlerini bırakırlar.”
(Titos Patrikios<d.1928>-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.07.08)
“Uzun yıllar sonra anneannemin anlattığına göre, bana baksın diye onun yanına bıraktıklarında beni dış
odada yere serilmiş bir battaniyenin üstüne oturtur, oradan arada bir seslendiğimi duyarmış: ‘Anane, anane!’
diye. ‘Ne istiyorsun yavrum?’ diye sorarmış. Ben de gözyaşları içinde, sağ elimin başparmağını emerek cevap
verirmişim: ‘Kaka istiyorum,’ diye. Ama benim imdat çağrıma koştuğunda iş işten geçmiş olurmuş.”
(J. Saramago, “Küçük Anılar”, sa:44)
“-Anladım! Düşünmüş taşınmış, dümbüklüğü onuruna yedirememiş... Delidir, edepsizdir ya, bu
gidişatın büsbütün de erbabı değildir. İş işten geçmişse de temizlik temizliktir! dedi fukara Deli... Kendini vurup
pisliği temizleyecek... Sakın koşturmadın mı buyur diyerekten, hay Allah müstahakını versin!”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:188-9)
“Gözlerimi açtığım zaman lokantanın içerisini köylü kadınlarla dolmuş görünce aklım başımdan gitti.
Artık iş işten geçmişti.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:96)
“Prenses Mariya’nın bu haliyle her zamankinden daha beter, daha çirkin olduğunu Mlle Bourienne ile
küçük prenses kendi kendilerine itiraf etmek zorunda kaldılar, fakat artık iş işten geçmişti.”
(L. Tolstoy, “Harb ve Sulh”, Cilt:II, sa:51)
“Bu belirsiz, eksik gedik düşünceler, Jean’ın kafasının içinde, uzun müddet döndü durdu. Fakat o sırada
bir boru öttü; bu, iş işten geçtikten sonra koşar adım yangın yerine gelen Bazoches-Doyen itfaiyesinin borusu
idi. Jean, bu sesi işitince, birden doğruldu.”
(E. Zola, “Toprak”, Cilt:II, sa:407)
İşi tatlıya bağlamak : Bir problemi sulh yoluyla çözmek
“Ekmekçi aldırmadı, sürdürdü konuşmasını:
-Belki de bu yosma, İspanya’dan döndükten sonra artık hanım hanımcık evinde oturdu, sanırsınız ha!.
Yok efendim, ne münasebet!.. Kocası işi tatlıya bağlamıştı ya! Karı yine azdı. İspanyol’dan sonra, bir subay
peydahladı.”
(A. Daudet, “Değirmenimden Mektuplar”, Cilt:I, sa:19)
“Komiser keyiflenmişti: ‘Anlaştığımıza sevindim,’ dedii. ‘İnsanların anlaşması ne kadar güzel, iş
hemen tatlıya bağlanıyor, öyle değil mi Şvayk?’
‘Ben büyüklerimin öğütlerini tutarım,’ diye karşılık verdi Şvayk. ‘Bu iyiliğinizi hiç unutmayacağım,
komiserim. İnanın, hiç unutmayacağım.’ ”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”,. Cilt:1, sa:65)
“Ben yine susuyordum. Sonunda annem işi tatlıya bağladı. ‘Kızım yavrum, aç kapıyı!’ ”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:347)
İşi ters gitmek : İşini bir türlü yola koyamamak, bir takım engellerle karşılaşmak
“ADAM - Bugün içime iyi şeyler soğmuyor sağdıcım Licht.
LICHT - Neden?
ADAM - Bugün her işim ters gidiyor. Üstelik mahkeme günü değil mi?”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:16)
İşi tersten almak : Her şeye ters taraftan, negativistik bakmak; olumsuz şekilde müdahale etmek
“France gelip de benim buraya yerleşmeye başladığımı görecek olursa, işi daima tersten alan bir insan
olduğu için, büsbütün ayak direyecek, çekip gitmeye kalkışacak.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:128)
İşit(me)mezlikten gelmek : Duymamış gibi davranmak
“Blumfeld işitmezlikten geliyor; çünkü böyle yapmasa, oğlana hakettiği sopayı çekecek. Oysa şimdi
onu biraz süzüyor, sonra elini uzatarak bölmeyi gösteriyor ve yeniden dönüp işine bakıyor. Eh, bu durumda
şefinin davranışındaki iyiliği görerek yardımcının kendi yerine seğirtmesi gerekmez mi? Ama hayır, salına
salına, parmak uçlarına basarak yürüyor; bir adım atıyor, sonra ötekini onun önüne koyuyor.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Blumfeld, Yaşlıca Bir Bekar”, sa:150-1)
İşi tuhaflığa bozmak, çevirmek, döndürmek, vurmak : İşi şakaya vurmak, hafiften almak
“... fakat Hacer bir iki haftadan beri çok titiz, son derece iltifatlı bir davranış ve dil takındığından onun
dişlerinin arasından kendini güç kurtararak işi tuhaflığa bozdu; herkesi güldürdü. Efendi için birkaç ‘Allah
ömürler versin!’ daha savurdu...”
(M. Rauf, “Eylül”, sa:340)
İşi yapmamak : Alışılagelmekte yaptığı şeyi, örneğin hırsızlık, cinayet vb. yapmamak
“ ‘Haklısın’ diye hırsız onayladı. ‘O sabun sadece kedi parmağını tırmaladığı zaman küçük Minnie’nin
işine yarayabilir..... Eskiden beri tanıdığımız, dost bildiğimiz, cana can katan içki! Şey, bu gece iş yapmamaya
karar verdim. Haydi üstüne bir şeyler geçir de gidip kafaları çekelim. Biraz fazla içli dışlı olduk ama ne yapalım,
arada olur böyle kaçamaklar.’ ”
(O. Henry, “viski soda”, sa:18)
İşi; İşleri(ni) yoluna koymak : Yapılacak işi düzenlemek, yaşamını normal akımına döndürmek
“-Çok kalma emi, vallahi dört gözle yolunu bekleyeceğiz.
-İnşallah... İşlerimi yoluna koyayım da... Eylül sonuna kalmaz, dönerim.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:68)
“Morin bizi görür görmez, elini kolunu saran bir titremeye tutuldu.
‘İşi yola koyduk, budala herif, ama bir daha olmasın!’ dedim. Boğuluyormuş gibi ayağa kalktı.”
(G. de Maupassant, “Masam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:291)
“Schulze ağabey’in dediği gibi Andrees her bakımdan iyi bir delikanlıdır; onun ürünü, kuru otu da iyi
olacak; böyle üç yıl üst üste yağmur yağarsa, tepelerle ovaların birleşmesi hiç de kötü olmayacak. Onun için
karşıya, Stine Anne’ye gidin; işi hemen yoluna koyalım!’ ”
(Th. Storm, “Fıçıdan Öyküler”, sa:52)
İşin içyüzü : Olayın gerçekleri, esasta ne olup biten
“Homais şaşkınlıkla geriledi. Kadın da üç basamak merdiveni inip onun kulağına fısıldadı:
‘Nasıl? Haberiniz yok mu?’ dedi. ‘Bu hafta haciz koyacaklar. Lheureux <Lörö> satıyor dükkanı.
Senetleri üst üste dayayıp adamın canına okudu.’….. Hancı kadın da işin içyüzünü anlatmaya başladı. Olayı
Guillaumin’in uşağı Theodore’dan öğrenmişti. Tellier’yi hiçsevmemekle beraber, yinde de haczi koyduran
L’Heureuz’yi ayıplıyordu: İçinden pazarlıklı, alçak bir herifti bu Lheureux.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:149)
İşin tuhafı : Tuhaf olan şey şu (idi) ki; İşin sır tarafı
“Harry dilenciden farksız bir yoksul, tek bir gelir kaynağı ya da planı olmayan meteliksiz bir mahkum
durumuna düştü; Joliet Hapishanesi’nde cezasını doldurduktan sonra da bir avuç konfeti gibi rüzgarla savrulup
gidecekti. İşin tuhafı, duruma el koyup onu kurtaran, o nefret ettiği kayınpederi oldu; ama bunun bir bedeli
olacaktı...”
(P. Auster, “Brooklyn Çılgınlıkları”, sa:49)
İşi zora dökmek, sokmak : Güzellikle anlatamayınca, yapamayınca kaba kuvvet kullanmak
“ ‘Orospu,’ demişti, ‘küçük orospu. Başkalarına var da bize yok mu?’ Sonra Vesna’nın eteklerini
kaldırıp üzerine çıkmıştı. Ne ilk kez, ne de ikincisinde bir türlü içine girememişti. O zaman işi zora dökmüş,
kızın bacaklarını ayırıp, anahtarını bulamadığı bir kapıyı nasıl bir tekme ile açarsa, öyle girmişti içine.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:146)
İş kapısı : İş, geçim kapısı, nedeni, yerine göre örneğin avcılık, balıkçılık, turizm
“ ‘İş kapısı diyerek ne demek istiyorsun?’ diye sordum şaşkınlıkla.
Athenaios bu sorum üzerine gülümsedi. ‘Buraya gelen yabancılar. Öyle çok yabancı geliyor ki,
göreceksin. Her Pazar kasabadan evi görmek için pek çok kayık geliyor.Çoğu İmgiliz, çok iyi insanlar. Her
birinin küçük bir radyosu var, bangır bangır radyo çalıyorlar. Harika.’ ”
(L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:372)
İş kayıt : İş güç, yapacak işi olmak
“ ‘Analarınız, babalarınız nasıl? Heç görünmüyorsunuz?’
‘Vallla iş kayıt, köy yüklü, biliyorsun...’
‘Yük olsun, alemin yükü yok mu?’
‘Kusura bakman, gelemedik işte...’
“Eee, düğünleri yapıyonuz mu? Bizi çağırmayı unutmayın...’ ”
(F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:58)
İşkembeden atmak, işkembe-i küb(e)ra’dan : Yalandan, uydurmak, kafadan atmak; işkembe: sığır midesi,
çok yiyen insanlara ‘midesi büyük’ kapsamında: ‘mide değil işkembe!’ derler; kübra: büyük, ulu; kübera:
kübra’nın cemi: Büyükler, ulular; Hadicet-ül kübra: Hz. Muhammed’in ilk karısı
“-Bırak şimdi felsefeyi, hikmeti de anlat bakalım bize, bu devletli Süleyman Efendi kimmiş?
-Abe hani var imiş dokuz yüz doksan dokuz tane karıcığı!
-Amma yaptın ha?...
-Ya ya... Bunu atmam ben kendi işkembeli torbamdan, işkembei kübradan. Bunu yazarlarmış bütünce
kitaplar... Sonra efendicazıma söyliyeyim, bunun en sevgili karısı olan dokuz yüz doksan dokuzuncu karısının
adı da Bal kızmış!...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:123)
İşkembeleri dolu olmak : Karınları tok olmak
“Gökten gelen işaret denenmişti, Alessandrialılar güzel bir doyum elde etmişti, ama durumları
değişmemişti. Belki de Aziz Pietro fikri fazla iddialıydı, diye gözlemde bulundu Baudolino, hem sonra bir
görüntü ya da bir hayalet, her neyse, sonuçta varlığı tartışılan bir şey, ve ertesi gün onu yadsımak kolaydır. Hem
sonra azizleri rahatsız etmeye ne gerek var ki? Oradaki paralı askerler bile inanmayan insanlardı, inandıkları tek
şey işkembelerinin dolu olması ve kuşlarının sertleşmesiydi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:199-200)
İşkillenmek : Endişe, şüphe etmek; kötü bir durumla karşılaşılabilineceğini sezinlemek
“FRANTZ - Ya siz? Siz beni kabulleniyor musunuz?
BABA - Hayır.
FRANTZ (Derinden etkilenmiş durumda.) - Bir baba olarak bile.
BABA - Birbaba olarak bile.
FRANZ (Üzgün.) - O halde? Ne halt ediyoruz birlikte? (Baba yanıtlamaz. Derin bir sıkıntıyla.) Ah!
Seni hiç görmemeliydim. Zaten işkillenmiştim! İşkillenmiştim!”
(J.-P. Sartre, “Altona Mahpusları”, sa:341-2)
İşkolik : Yaşamının esas odağı çalışmaya yönelik kimse
“Akşam, bürolarından çıktıklarında belli bir saatte kafelerde buluşurlar, aynı bulvarda gezinti yaparlar
ya da kendi balkonlarına çıkarlar. Daha genç olanların zevkleri şiddetli ve kısadır, oysa daha yaşlıların kötü
huyları işkolik saplantıları, eş dost davetleri ve kağıt oynayan çevrelerle sınırlıdır.”
(A. Camus, “Veba”, sa:10)
İşler başımızdan aşkın : Pek çok işimiz var, hiç boşa geçirecek vaktimiz yok, çok meşgulüz
“Şunu bil ki aptal, bizdeki inanç eksikliği hafifliğimizden geliyor, zaten vaktimiz de yok. Tanrı güne
sadece yirmi dört saat ayırmış, işlerimiz başımızdan aşkın.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:I, sa:201)
İşler bir çıkmaza girdi : İşler çok bozuldu, nasıl düzelteceğimi bilemiyorum
“Ancak savaşın yönetiminde güçlüklerin karşılaşıldığı, yani Rusya’da işler çıkmaza girdiği anda ve
kendi kentleri bombaların tehdidi altına girince, Hitler’in iç dünyasında ansızın başka bir kitle ortaya çıkar: bu,
köklerinin kurutulması gereken Yahudi’lerin oluşturduğu kitledir.”
(E. Canetti, “Sözcüklerin Bilinci”, sa:116)
İşler boktan olmak : İşler kötü gitmek
Bk.: İşler böyle yürümez
“Bu kez asker güldü, az ötede kaldırıma oturmuş dört askeri işaret ederek kısaca:
-İşte, dedi, bizim alay.
Pinette’in gözleri tutuştu:
-Epinal’de işler boktan ha?
-Boktandı. Şimdili ortalık süt limandır herhalde.”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:127)
İşler böyle yürümez : İşler böyle yapılmaz, hiç bir yere gidemez
“Yaşlı Haien bu son sözleri işitmeyerek, ‘Herifin ahırınızı berbat ettiğini düşünüyorum,’ dedi.
‘Berbat mı? Hem de nasıl! Şişman köpek kızartması, buzağılara yem vermiyor, samanlıkta zil zurna
sarhoş yatıyordu. Hayvanlar bütün gece su istiyerek bağırıyor, ben de bu yüzden öğleye dek uyumak zorunda
kalıyordum; işler böyle yürümez!’ ”
(Th. Storm, “Kır Atlı”, sa:44-5)
İşler çatallaştı : İşler kötüye gidiyor, sarpa sardı
Bk.: İşler çıkmaza girdi; İşler sarpa sardı
“Piotr İlyiç yukarı çıktı ama işler çatallaştı orada. Uşak haber vermek istemedi, sonunda oda
hizmetçisini çağırdı.”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:III, sa:144)
“ROSAURA - Marki hazretleri. Lütfen şu güzel kıtayı izah eder misiniz?
Ben ne şövalye, ne de asil bir kimseyim
Hazinelere malik değilim
Orta halli bir gencim.
Yegane servetim, sayesinde geçindiğim sanatımdır.
LELIO, kendi kendine - İşte şimdi iş çatallaştı.”
(C. Goldoni, “Yalancı”, sa:102)
“Koyun sürüsü gibi bir mavnaya dolduk, bir römorkör gümrük rıhtımına çekti. Sandalcıların gemiden
rıhtıma kadar üç liret’e <Eski İtalyan lirası> yolcu taşıdıklarını düşünerek, yine karlı çıktık, diyorum içimden.
Kimsenin bana aldırış ettiği yok, ben de fırsatı ganimet biliyorum. Bir kere palikaraki <Yunan göçmeni>
olmuşuz olmuşuz, beleşten bir yemek çöplenmek, anafordan bir gece geçirmek hiç de anımsanacak şeyler değil.
Kimse çakmadıkça göçmen rolü oynayalım biz de! Gel gör ki olmuyor, işler beklenmedik bir şekilde
çatallaşıyor.”
(P. Istrati, “hayat yollarında”, sa:81)
“Yüzbaşı bir saat önce bana geldi, açıklamalarını kaydettim ve hemen ardından kararı yazdım. Sonra da
adamı zincire vurdurdum. Her şey çok kolay oldu. Önce adamı karşıma çağırıp sorguya çekseydim sadece işler
çatallaşırdı o zaman. Yalan söyleyecekti, bu yalanları çürütmeyi başarsam bile, onların yerine yeni yalanlar
koyacaktı ve böyle sürüp gidecekti bu...”
(F. Kafka, “Ceza Sömürgesi”, sa:38)
İşler çığrından çıkmak :
Bk.: Çığrından çıkmak
İşler çorbaya dönmek : İşler işin içinden çıkılmaz, karman çorman bir hale gelmek
Bk.: İşler sarpa sarmak
“... ama doğrusu, biz birkaç ayımızı Paul ve Virjini gibi pek güzel geçirebilirdik. Bu arada
anlaşmazlıklar başladı, ortaya türlü türlü gerginlikler çıktı; kısacası, işler çorbaya döndü.”
(I. Turgenyev, “Rudin”, Cilt:I, sa:110)
İşleri arap saçına döndürmek:
Bk.: Arap saçına döndürmek
İşlerin içine etmek : İşi berbat etmek, becerememek, içine sı.mak
“... hatta düşünüp karar verdikten sonra da bir, iki gün beklemeliydi. Yoksa çuvallayabilir, işlerin içine
edebilirdi: ‘Kedinin boğazına ciğer asma kabilinden, Deve’nin eline vesika ver, sonra da avucunun içine gir.
Herif beni mana mana oynatır şerefsizim. Hem kimbilir? Yarının sahibi Allah!’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:163)
İşlerini yoluna koymak : İşlerini düzenlemek
“-Çok kalma emi, vallahi dört gözle yolunu bekleyeceğiz.
-İnşallah... İşlerimi yoluna koyayım da... Eylül sonuna kalmaz, dönerim.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:68)
“Geçeceğim Kayda
----------------------Ağlama ey halkım,
Söyle şimdi bana, şaire,
Katılmayacağım yararsız konferanslara,
Yazmayacağım boşuna,
Ama, geçecepğim kayda,
İşleri koymak için yoluna.”
(Mpho Ramaano <d.1981>- İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 05.02.09)
İşler(i) tıkırında gitmek, olmak, yürümek : İşleri, arzuladığı gibi gayet iyi gitmek
Bk.: İşler yolunda gitmek
“Bu ışıkları yavaş yavaş yanan birahanede işler her zamanki halini muhafaza ederse, patron değişmezse,
ihtiyarın terzi çırağı oğlu havaileşmezse... Endakse! Endakse: Tamam! Oldu! Ha işte! Her iş tıkırında manasına
geliyor herhalde. İhtiyar garson da şimdi sesleri çoğalmış, tıkırtıları artmış birahanede öteki garsonların yaptığı
her harekete bir endakse yapıştırıyor. Bu kendi endaksesidir...”
(S.F. Abasıyanık, “Şahmerdan-Bekar”, sa:93)
“... bir adam içeri girmek isteyen sinekleri inceliyor dişileri bırakıyor erkekleri kovuyor kızı içerdeymiş
bunun diyor biri tahta parmaklıklı bölmede kelepçeyi çıkarırlarken kürsünün ardında oturan üç yargıçtan
ortadaki Emekli Subay gülümsüyor işler tıkırında diyor avukat sandalyesindeki Dişçi Bey”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:120)
“O da, ilk kez olarak Augustine’i kendi yanına aldı. Virginie de Labas’nın yanındaki dördüncü
iskemleye oturdu. Vaaz sürerken direğin arkasındaa, ayakta Meryem Ana’ya yanık yanık dualar eden
Théodore’la Augustine’in işleri tıkırındaydı.”
(H. de Balzac, “Top Oynayan Kedi Mağazası””, sa:59-60)
“L. ANDREYEVNA - Telgraf Paris’ten. Her gün geliyor, dün, bugün. Bu yabanıl adam hastalanmış
yine, işleri yine tıkırında değil. Bağışlanmak diliyor benden; oraya gideyim diye yalvarıyor. Paris’e gidip onun
yanı başında olmam gerekirdi gerçekten de.”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:151)
“FOLFANFIFRE’NİN ÖYKÜSÜ
--------------------------------------Folfanfifre uyumak isterdi hep
Ekmek parası için yoksun kalırdı uykudan
Şimdi tıkırında işleri
Şimdi tabutunun içinde
Ama uyuyor belki de bu saatte
Belki de tavşan uykusundadur kim bilir?”
(R. Desnos<1900-1945>, “hayır, aşk ölmedi”, sa:62)
“İşkence masasının üzerine bıraktığı bu torbada gene hangi kurbanı getiriyordu? Anthime çoğu zaman
işe fazla dalmış olur, torbayı hemen açmazdı; çabucak bir göz atardı, bez titriyorsa işleri tıkırında demekti: sıçan,
fare, herhangi bir dört parmaklı kuş, kurbağa, hepsi, hepsi işine yarardı bu Moloch’un.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:6)
“-Görüyorsunuz ya işler, tabir caizse, tıkırında gitti. Bu adamcağızı gömmek için ne diye zorluk
çıkarsınlar? Doktor Maurecourt’a diyecek yoktu. Ne hoş adam. Onunla tanışmalısınız.”
(J. Green, “Adrienne Mesurat”, sa:161)
“-... Dün de işlerin amma tıkırında gitmiş ha! Şu var ki, bir memuriyetin korunması, o memuriyetin
ortaya konmasından daha zordur. Gayri ona göre çalışırsın.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:247-8)
“Onların yaşayış tarzına adım uydurmasını bir kere belledin mi gerisi kolay! Benim iş tıkırındaydı.
Alışmıştım her bir şeye.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:136)
“ ‘Elbette güvenirsin, Zebedi, Cenab-ı Hak karnını tok, sırtını pek yapmış, işlerin de tıkırında
yürütüyor; elli balıkçı kölen var, işleri için yeterince kuvvet sağlayacak, açlıktan ölmelerini engelleyecek kadar
besliyor onları, bu arada zat-ı alileriniz, sandığınızı, kilerinizi ve karnınızı tıkabasa dolduruyorsunuz.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:131)
“-Oğlanlar üniversiteyi bırakmışlar, çalışıyorlarmış. Daha doğrusu, sevgilileri varmış, sevgililerinin
babalarının yanında çalışmaya başlamışlar. Velhasıl sen daha Anadolu’da dolaşırken onlar mercimeği fırına
vermişler. Herkesin işi tıkırında. Sen şimdi yalnız kendine bak!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:75)
“Dükkana sık sık gelenler arasında şunlar vardı: Montana: Uzun boylu, güneyli, cıva gibi bir delikanlı
..... İki tüccar: Fosil ve Labaret ile General Marki de Fleş. Bu sonuncusu Kralcılar Partisinin başkanıydı; nüfuzlu
adamdı. Altmış altı yaşındaydı. Kısacası, işler tıkırındaydı ve ben çok mutluydum.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:113)
“Politikadan anlamazlığa vurduğu halde, bütün işlerini parti kodamanlarına dayanarak, hükumetle
çeviriyor, Edirne’den ötesini bilmez göründüğü halde, Almanya’nın en önemli şirketlerine yıllardır temsilcilik
ediyordu. Abdülhamid zamanında işleri tıkırındaydı.”
(K. Tahir, “Esir Şehrin İnsanları”, sa:22)
“Nikolay Semyonoviç’in evinde her şey her zamanki gibiydi. İşler tıkırında gidiyordu. Üç çeşit kahvaltı
çoktan hazır bekliyordu; kimsenin canı isteyip gelmediği için sinekler üşüşmüş, tabaklardaki yiyecekleri
yiyorlardı.”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı-Çilekler”, sa:116)
İş(ler)i yok da, yokmuş gibi... :
Sanki yapacak başka iş(ler)i kalmamış gibi
“..... Zati kafir kız, sevmez de seni artık eskisi gibi... Şinci <şimdi> nişanlayacağız onu yakında bir ayıcı
oğlana... Sen o zaman düşersin gene Topçular’a, bizim çadırların yanına... O zaman yalarsın avucunu!.. Haha,
bizim karıların, kızların, işleri yok da geçen yaz gibi, sana bu yaz da, süyleyecekleri <söyleyecekleri> türküler,
ninniler... Yağma yok...”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:170-1)
İşler kesat gitmek, olmak : Güç iş bulmak, işler pek iyi olmamak
“-... Ne o, ekin biçmekten mi geliyorsun?
-Öyle!... Dönüm başına yarım kapik... İşler çok kesat! Kum gibi adam kaynıyor! Nereye baksan bir
sürü aç var.”
(M. Gorki, “Yol Arkadaşım”, sa:66)
“ ‘Kasabada işler kesat...’ diye mırıldandı. ‘Allah cümlemizinkisini bağışlasın, horantam kalabalık, tam
yedi can besliyorum. Ne yapsam ne etsem yetiştiremiyorum bir türlü...’ ”
(O. Hançerlioğlu, “Biçilmemiş Topraklar”, sa:180)
İşler rast gitmek, gitmemek : İşler doğru yolunda, olması gerektiği gibi gitmek; gitmemek
“MUSA BENİM PARNAS’IM
Sanki mektup yazıyormuşum, sanki bu bir oyunmuş,
Aniden işler rast gidiyor.
Sanki heceler havalanıyormuş, güvercinler gibi
avludan
ve sözükler onların gölgeleriymiş gibi.
Parmaklarımı çıtlatıp tempo tutarak dün gördüğüm
her şeyi
bir deftere topluyorum.
Ve şarkı söylüyor, akıyor kalemin ucu,
yarılmış bülbül gagası.”
(Paolo İaşvili<1895-1937>-Kemal Özüdoğru; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 17.04.03)
İşler sarpa sarmak : Zorlaşmak, çok büyük engellerle karşılaşmak, işler tersine gitmek, işler çıkmaza girmek
“Biz evlenirken kocam bana: ‘Seni Avrupa’nın her yanında dolaştıracağım,’ demişti. Götüre götüre bir
Roma’ya götürebildi. Sonra, her yerin yolunu kendim öğrendim ama, boşver. O ilk çıkışım içime dert olmuştu.
Ne Londra, ne birşey. Venedik’te bir gondola bile binemeden geri dönmüştük. Meğer işleri sarpa sarmış biz
yokken.”
(A. Ağaoğlu, “Toplu Öyküler”, Cilt:I, ‘Adi Suçlu’, sa:36)
“Marino yanıt verdi:
-Olayı rahatça izleyebileceği bir barda, telefonun yanında bekliyordu, avukat çağırmak için.
-Avukat çağırmak için mi?
-Evet, her şey younda gitmeyecek olursa, işler sarpa sararsa hemen avukata haber verecekti.”
(F. Do, “Marino Serbest! Marino Masum!”, sa:35)
“Odama girip yattım. Aldı beni bir korku: Grigor Vasilyeviç’in hesabı tamamsa, iş sarpa sarabilirdi;
yok vurulmamışsa iyiydi o zaman..”
(F. Dostoyevski, “Karamazov Kardeşler”, Cilt:IV, sa:210)
“ ‘Ama insanoğlu yenilmek için yaratılmamıştır,’ dedi. ‘İnsanoğlu yok edilebilir ama yenilemez.’ Yine
de balığı öldürdüğüme üzüldüm, düşündü. ‘İşler sarpa saracak şimdi, zıpkınım bile yok.’ ”
(E. Hemingway, “İhtiyar Balıkçı”, sa:82)
“İhtiyar, bir türkü gibi konuşuyordu:
‘Aaah eski günler,’ diyordu. ‘Eski günler,’ diyordu da başka bir şey demiyordu. Musa:
‘Babamın hakkı var. Eskiden bizim yaşayışımız üstüne yaşayış yoktu. On yıldan bu yana bozuldu
işler. Bozuldu ama, ne bozuldu! Deşme yarayı... Hele şu taroktor çıktıktan sonra işler iyicene sarpa sardı.’ ”
(Y. Kemal, “Denizler Kurudu”, sa:55)
“Ömer, işlerin giderek sarpa sardığını görüyordu. Babası ömrünün en büyük idealini gerçekleştirmeye
hazırlanıyor ve yalının üst kattaki paşa odasının kendisine ayrıldığını sanıyordu ama karısı böyle bir şeyin
konuşulmasına bile razı değildi.”
(Ö.Z. Livaneli, “Leyla’nın Evi”, sa:99)
“Bu musibetten (bela) sonra evin kadrosu kendi kendine küçüldüğünden ilk günleri tekaüt (emekli) maaşı
biraz işe yarıyordu. Sonra maişet (geçinme) derdi sarpa sarıp da herkes başının çaresine düştüğü zaman, paşa da,
ilk tedbir olarak köşkün selamlık (erkekler) tarafını kiraya verdi.”
(Ömer Seyfeddin’den Seçme Hikayeler, Cilt:II, sa:155)
İşler tren gibi yürümek : İşler rast gitmek, yolunda, çok düzgün gitmek
“ ‘... Aman sakın Arif Ağa’nın kızına samanlıkta mamanlıkta vaktiyle bir hal olmasın? Oh, ne iyi, alnın
terlemeyecek Ağa, senin işin tren gibi yürüyecek.’
‘Halt ettin şimdicik... Muhtar Arif Ağa’nın ırzına dolanmak kimin haddi...’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:222)
İşler yolunda gitmek : Her şey olması gerektiği gibi gitmek; iyi gitmesi için tedbirleri almak: yoluna koymak
“Bu gece Paris’te işler yolunda gitmiş olmalı.
Aringarosa numarayı çevirirken, yakında Paris’te olacağı için heyecanlanıyordu. ‘Şafak sökmeden
ayak basmış olacağım.’ Aringarosa’nın kiraladığı uçak Fransa’ya gitmek için onu bekliyordu. Bu saatte ticari
havayolu şirketlerini kullanmayı düşünemezdi, özellikl de evrak çantasındakileri gözönünde bulundurduğunda.”
(D. Brown, “Da Vinci Şifresi”, sa:280)
“Toplumsal sorun çözüldü. Denge kuruldu. 15 gün içinde işleri yoluna koyuyorum -sürekli olarak
kitabımı düşüneceğim. İşim, beklemeden pazardan itibaren ayarlanacak-.”
(A. Camus, “Defterler 1”, sa:29)
“-Çok kalma emi, vallahi dört gözle yolunuzu bekliyeceğiz.
-İnşallah... İşlerimi yoluna koyayım da... Eylül sonuna kalmaz, dönerim.
-Enişte, enişte, n’olur, mektup yazmamazlık etme.”
-Hasan, kıçının palamarlarını çözüver geminin, yol açılsın.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Baba”, sa:68)
“Doktor soruya anlamlı bir bakışla karşılık verdi. Jean Valjean:
‘İşler yolunda gitmiyor diye Tanrı’ya haksızlık etmek doğru olmaz,’ dedi.
Bir sessizlik oldu. Bütün soluklar kesildi.”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:V, sa:437-8)
“Bana Franziska için bir şey söyleme. Ona laf söyletmem. Eğer işler yolunda gitseydi, aşkı ben güzel ve
beni mutlu edecek bir biçimde tanımış olacaktım.”
(H. Hesse, “Knulp”, sa:90)
“Ama işler yolunda gidiyordu. Nadia’yı bir an önce İstanbul’a getirecek, çektiği bütün acıları
unutturacak, onu şefkatle sarıp sarmalayacaktı. O akşam o kadar sevinçliydi ki kemanını çıkardı ve Nadia’nın
resmi önünde, uzun zaman sonra ilk defa Serenad’ı çaldı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:308)
“ ‘Ekip biçiyorum, ürün alıyorum.’
‘Ne ürünü?’
‘Üzüm, üzümden de şarap elbette.’
‘İşler yolunda desene.’
‘Tanrı’ya şükür.’ ”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:109)
İşletmek : Alay etmek, şaka yapmak, bir eyleme bir süre devam etmek (Argo)
“‘Hiç de değil,’ dedim. ‘Asıl ben aptallık ettim - sana sormadığım için. Ama senin ne kadar ciddi
olduğunu kestiremediğim için zorlamak istemedim.’
‘Ben ciddiyim Bay Walker. İşi alaya almaktan hoşlandığımı itiraf ederim ama sadece küçük, önemsiz
şeyleri. Böyle bir konuda seni işletecek değilim.’ ”
(P. Auster, “Görünmeyen”, sa:26)
“Doğru olması için dua ettiğini fark ettiğinde kendinden utandı. ‘Sana dört kardinalin kaçırıldığını ve bu
gece farklı kiliselerde öldürüleceğini söylesem ne derdin?’
‘İğrenç espri anlayışına sahip biri seni işletmiş derdim.’ ”
(D. Brown, “Melekler ve Şeytanlar”, sa:219)
“Daha kapıda işletmeye başladı beni. Buradan ilk çıkışım olmadığını, bir de onun gibi birinin bunu da
yaşaması gerektiğini söyleyince, anlamlı anlamlı gülmeye başlıyor, çayırda baş başa bir kadınla bir erkekmişiz
gibi ve çıkınını koltuğunun altına sıkıştırıp, ‘Babam olmayacaktı ki...’ diyor..... Hiçbir caddede karşıdan karşıya
geçmediği belliydi ya da beni işletmeye başlamıştı bile. Anımsıyorm, ne ben, ne de o, dönüp tutukevine
bakmıştık. ”
(C. Pavese, “Senin Köylerin”, sa:7)
“Cüzdan yerindeydi, Daniel’in elini atıvermesi yeterdi, ona: ‘Al bakalım ahbap, seni biraz işletmek
istedim’ diyebilirdi.”
(J.-P. Sartre, “Akıl Çağı”, sa:101)
İşlik : İşyeri, dükkan, Ressam, el işi sanatçısı gibi kimselerin sürekli çalıştıkları atölye
“ŞAİR - Bir babam vardı, bütün umudunu tek oğlu olan bana bağlamıştı; dükkanını işliğini bana
bırakacaktı... Ticaret Okulu’nu bırakıp kaçtım... Babam üzüntüsünden öldü.”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:90)
İşmarlamak :
Kaş, göz, el ve işaretle bir şeyleri anlatmaya gayret göstermek
“Kahvelerden ikişer yudum aldık, almadık; Etem bizim arkadaşa kemanı işmarladı:
-Haydi bakalım, beyağa, tam sırasıdır işte... Çamlıcanın tepesinden sarıoğlan <güneş> yükselirken sen
de buradan başla kemanenle oğlancığı <Karşı gazinolardan ‘Karmen’i çalan profesyonel çalgıcı!> karşılamaya!.”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:35)
İş o (bu) kerteye varırsa : Olay o (bu) düzeye gelirse
“CATES, homurdanır. - Anlamıyorum ki… Moruk ne diye ona tam pay veriyor. Öyle bir zenciye tek
parça çok bile.
HORNE, kurnazca. - Ondan kurtulmanın da yolu var. İş o kerteye varırsa. İkisini de bıçaklamıştı,
hatırlıyorsun ya?”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:68)
İş olacağına varmak : Ne yaparsan yap iş kendi yolunda gider bağlamında kaderci bir deyim
“Kadını, her yanını kanatıncaya kadar dövmüş. Önceleri onu dövmezmiş. ‘Pataklardım, ama sanki
okşarcasına. Biraz bağırırdı. Pancurları kapardım ve iş her zaman olacağına varırdı.’ ”
(A. Camus, “Yabancı”, sa:36)
İş olsun diye : Sırf söylemiş olmak için, yapmak için; dostlar alışverişte görsün, canım öyle istedi gibilerden
“ALBATROS
Tayfalar sık sık yakalar, iş olsun diye,
Koca deniz kuşlarını, albatrosları,
Keskin çukurlar üstünden kayan gemiye
Eşlik eden o kaygıbilmez dostları.”
(Ch. Baudelaire<1821-1867>, “Kötülük Çiçekleri”, sa:31)
“EY İNCİ DOLU ÜLKE
----------------------------ki bu hokkabazlar, garip dilenci kılıklarıyla
ölçü ve uyak peşindedirler çöplükte
ve ilk resmi ayak sesimden ürküp
birdenbire kara bataklıklardan havalanan
iş olsun diye karga kılığına girmiş, rumuzlu 678 bülbül
uyuşuklukla, aylak aylak gündüzün kıyısına uçuyor”
(Furuğ-Feruhzad-<1935-1967>, “Yeryüzü afetleri-yeniden doğuş”, sa:58)
“ÇİFTLİKTE BİR İŞ TATİLİ
Bu tatil, bırakıyorum gündelik
işlerimi, Miller’in yapıtlarını
incelemeyi, akşamları ateşin yanında,
çiftlikte, çiftçilerle, oturma odasında,
otururken, iş olsun diye bir örgü
örüyorum, rasgele, örneksiz, kaldırıp
başımı, gösterdim ördüğüm şeyi,
sordum neye benzettiklerini
yanıtladılar ‘üç inek memesi’ ”
(Joan Metelerkamp<d.1956>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 08.06.06)
“Şüphesiz, gözlerimi kapasam ya da tavana diksem o sahneyi çıkarabilirim: Uzakta bir ağaç, karanlık
ve bodur bir gölge koşuyor üstüme. Ama ben bütün bunları iş olsun diye uyduruyor muyum yoksa? O Faslı uzun
boylu, kara-kuru biriydi, zaten onu yalnız bana dokunduğunda görmüştüm. Uzun ve kara-kuru bir insan
olduğunu da hala bu yüzden biliyourm.”
(J.P. Sartre, “Bulantı”, sa:47)
İşporta, İşportacı : Avrupa’ya ticara olarak yeni yeni açılmaya başladığımız Türkiye Cumhuriyetinin ilk
yıllarında, özellikle ikinci dünya savaşı sıralarında, İstanbulda sokaklarda bolca rastlanan ve uygulanan ticaret
şekli; Dükkan sahibi olmayan gezici satıcıların yaptıkları iş; Malların üzerine konduğu tekerlekli, tekerleksiz
tezgah ya da çıkın, bohça; Çerçi
“Eminönü Alanı’ndaki merdivenler ise ayrı bir dünya. Her basamağında bir işportacı. Kaç bin işportacı
var bu kentte? Sayısını kimbilir? Kim ilgilenir bunlarla? Çocuk tarak satacak. Delikanlı mendil satacak. Kadın
çorap satacak. Yaşlı adam su satacak. İtişecekler, dövüşecekler, birbirinin elinden ekmek parasını alacaklar...”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Ağustos Pazarı”, sa:42)
“Bay d’Astarac:
-Bu denli garip bir kanıyı neye dayandırıyorsunuz? diye sordu.
-Bunu, bu kitapta anlatıldığı üzere, meleklerin kadınlara bilezikler ve gerdanlıklar takmayı, kaşlarını
boyama sanatını ve her türlü boyayı kullanmayı öğretmelerine dayandırıyorum, beyefendi. Yine aynı kitap şunu
söylüyor ki, melekler insan kızlarına köklerin ve ağaçların özelliklerini, yıldızları gözleme sanatını, büyüleri
öğretmişlerdir. İyi niyetle sorarım beyefendi; bu meleklerin hali tümüyle, yarı ıssız bir kıyıya ayak basan ve
vahşi boyların kızlarını baştan çıkarmak için kaya diplerinde denklerini açıp işporta mallarını ortaya döken
Saydalı’lar ve Surlular’ın halini andırmıyor mu? Bu tacirler onlara amber, buhur ve kürk karşılığında bakır
gerdanlık, muska ve ilaç veriyorlar, gemicilikte kazandıkları bilgiyle yıldızlardan söz ederek bu güzel cahil
yaratıkları yıldırımla vurulmuşa çeviriyorlardı...”
(A. France, “Kraliçe Pédaque Kebapçısı”, sa:69)
“Alnında beyaz bir lekesi olan kül rengi bir köpek, Aralık ayının ilk Pazar günü, çarşının daracık
yollarına dalarak, kebapçıların masalarını devirip yerlilerin işporta tezgahlarıyla piyangocuların tentelerini altüst
etmiş, o sırada yoluna çıkan dört kişiyi de ısırmıştı.”
(G.G. Marquez, “Aşk ve Öbür Cinler”, sa:12)
“-... Bizim deli, bu parayı, bu işportaya doldurup Eminönü’nden Kadıköy’e kadar açıkça götürecek, aklı
sıra...
-Tu Allah belasını versin!
-Canına mı susadı?”
(K. Tahir, “Yol Ayrımı”, sa:193-4)
“Çocukluğumda, İstanbul’un hemen her evinde, saat başlarında, ‘Entarisi ala benziyor’u, yahut
‘Üsküdar’dan geçer iken’i çalan masa saatleri vardı. Bunlar o devrin işporta mallarıydı. Sonra üstü al bayraklı,
‘Hatıra-i İstanbul’lu veya ‘Hürriyet, adalet, müsavat’ yazılı kahve fincanları peydahlanmıştı.”
(A.H. Tanpınar, “Beş Şehir”, sa:157)
İşsiz güçsüz : İşi gücü olmayan, başıboş dolaşan
“Tarou ve Rampert stada doğru yola çıkmak için bir Pazar akşamüstünü seçtiler. Yanlarında Rambert’in
yeniden bulduğu futbolcu Gonzales de vardı, dönüşümlü olarak stadın gözetiminde görev almayı kabul etmişti.
Rambert onu kamp yöneticisiyle tanıştıracaktı. Gonzales buluştukları sırada bunun vebadan önce maça başlamak
üzere formasını giydiği saat olduğunu söyledi. Şimdi stadlara el konduğundan artık böyle bir şey olanaksızdı ve
Gonzales kendini işsiz güçsüz hissediyor, öyle de görünüyordu.”
(A. Camus, “Veba”, sa:215)
“ANYA - Anne, Firs’i hastaneye götürdüler bile. Yaşa götürdü sabahleyin.
L. ANDREYEVNA - İkinci kaygım: Varya. Sabahları erkenden kalkıp çalılmaya alıştı, şimdi işsiz
güçsüz, sudan çıkmış balığa dönecek. Zayıfladı, sararıp soldu, ağlayıp duruyor zavallıcık...”
(A. Çehov, “Vişne Bahçesi”, sa:170)
“Güzel konuşur, konuşmasında güzel bir üslup olmasına daima özen gösterir. Az bulunur derecede faal
bir insan olması; işsiz güçsüz hayatı ve Paris’ten kendisine gelen yüklüce bir servet ile birleşince ilgisiz türlü
işlerle uğraşma olanağına sahip olmuştur.”
(D. Diderot, “Rahibe”, sa:258-9)
“Bazı günler tutsaklar işsiz güçsüz oturuyordu, çünkü yapacak hiçbir iş olmuyordu; bazen zincire
vurulmuş gençlere yeşil bal götüren Hadım’a yardım ediyor ve onları yiyip bitiren düşün mahvettiği yüzlerini
görünce ürperiyorlardı.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:476)
“Uzaklarda, ılık havada bulanık bir uğultu yükselmekteydi; pazar gününün işsiz güçsüzlüğü ve yaz
günlerinin hüznü her şeyi uyuşturmuş gibiydi.”
(G. Flaubert, “Bilirbilmezler” (Bouvard İle Pécuchet), sa:17)
“Yemek harikaydı. Şaraplara gelince..... anladığım kadarıyla, onlar da mükemmeldi. Ancak şu Doktor
Marchant ne kötü bir adamdı. Robert, ona Yvonne’dan söz ettiğinde,
‘Tanrı cezalarını versin, bu işsiz güçsüz kızların!’ diye bağırdı.”
(A. Gide, “Kadınlar Okulu”, sa:51)
“GÖREVLİ -... Dediğim gibi, artık hiçbir toplantı yapılmayacak. Üç kişiden fazla topluluklar
dağıtılacaklar. Sokaklarda işsiz güçsüz dolaşmak yasaklanmıştır. Kentliler, ikişer ikişer dolaşmak zorundadırlar.”
(Eu. Ionesco, “Toplu Oyunlar - 1”, ‘Ölümcül Oyunlar’, sa:167-8)
“Aylak askerlerle ve koşturup duran işçilerle böyle yan yana, işsiz güçsüzlerle, uğursuzlarla, her türden
düzenbazla dopdolu bir cangıl’da, kapsül satıcısını arıyordum, daha doğrusu alık bir ifade takınarak,
olabildiğince gezmen gibi davranarak onu tavlayıp kendime çekmeye çalışıyordum.”
(A. Maalouf, “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl”, sa:18)
“Hava güzeldi; masmavi görünen gökyüzü, gülümser gibi şehrin üzerini kaplıyordu. Bay Lantin’in
önünden elleri cebinde, birtakım işsiz güçsüzler yürüyordu. Onların yürüyüşlerine bakarken, ‘İnsan, servet sahibi
olunca, kendini mutlu hissediyor!’ diyordu.”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:143)
“Gerçekten en ince, en değerli yünü çıkaran krallığınızın her yanında soylular, zenginler hatta pek sayın
rahipler bile toprak için birbirine giriyorlar. Bu zavallılara iratları, türlü kazançları, toprak gelirleri yetmiyor;
işsiz güçsüz oturup keyif çatmak, devlete bir yarar getirmeden halkın sırtından geçinmek gözlerini doyurmuyor
adamların.”
(Th. More, “Utopia”, sa:28)
“Evin önünden geçerken açık pencereme baktım. Babam öğleyin gelene kadar dönerim. Mahalleye
girer girmez kamyondan indim. Halil’ler beni işsiz güçsüz aylağın teki sanmasınlar diye hızlı hızlı yürüdüm. Taa
mendireğe kadar gittim, sıcaktan kan-ter içinde kaldığım için biraz oturdum, denize baktım. Bir motor hızla
geldi, bir rıhtıma bir kız bıraktı, gitti.”
(O. Pamuk, “Sessiz Ev”, sa:77)
“SONELER
V
-------------Zorlu yorgunluklar ve hepimizin bildiği iç ağrılarımız;
uyandırın
o düşünceyi, yatıyor boylu boyunca işsiz güçsüzlük
içinde; gösterin
ona o güneşi yükseklerde duran ki çeker alçaklardan,
en yüce basamaklara.”
(Raffaello Sanzio<1483-1520>-Necdet Atabağ; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
23.07.09)
“Başımdan geçenleri anımsadım: 1926’da nasıl üç ay işsiz güçsüz kaldığımı, nasıl açlıktan geberdiğimi,
Granada’da bir sıra üzerinde geçirdiğim geceyi anımsadım: üç gündür ağzıma bir lokma koymamıştım,
kudurmuştum, geberip gitmek istemiyordum. Bu beni güldürdü.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:28)
“SUBAY -... şimdi ben doktor sanı aldım, şu karşıda çalışıyorum.. hah ha! Ya da, güzel bir okulda
görevlendirileceğim... bütün olgunluk yıllarım, bütün yaşlılık yıllarım boyunca öğreteceğim; hep o aynı şeyleri:
2 kez 2 kaç eder? 4’te 2 kaç tane var? İşte bunları öğreteceğim... taa emekliye ayrılıp işsiz güçsüz yaşamama izin
verilinceye dek... Sonra da yemek zamanlarını bekleyeceğim, gazeteciyi bekleyeceğim.. taa krematoryuma
götürülüp yakılıncaya dek...”
(A. Strindberg, “Düş Oyunu”, sa:55)
“Orada ihtiyarlar ve orospular, seyyar satıcılar, balıkçılar, işsiz güçsüz serseri gençler, kapı üstündeki
boyası solmuş levhalarda ‘Şarap-Bakkaliye-Tütün’ yazısı zar zor seçilen, karanlık eski rutubetli dükkanlarında,
baharat ve kurutulmuş morina balığı kokulu bakkallar yaşar.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:13)
“Evlilik, tattığı yeni yeni sevinçler, görevler başlangıçta tamamen boğmuştu bu düşünceleri. Ama son
zamanlarda, karısının doğum yapmasından sonra, Moskova’da işsiz güçsüz kaldığında, bir çözüm bekleyen
sorun gittikçe daha sık, daha ısrarlı gelmeye başlamıştı Levin’in aklına.”
(L. Tolstoy, “Anna Karenina”, Cilt:III-IV, sa:678)
İştahı uyanmak : Yavaş yavaş iştahı gelmek, acıkmak, yemek yeme arzusunun farkına varmak
“Pierre’cik öyle acıkmıştı ki, Germaine yeniden yola çıkmayı düşününceye dek bir saat geçti. Küçük
Marie, önce nezaketten yemek yemiş, sonra da yavaş yavaş iştahı uyanmıştı.”
(G. Sand, “Şeytanlı Göl”, sa:52)
İştahı yerinde olmak : İştahı açık olmak, yemek yemekte hiç sorunu olmamak
“LAUNCELOT GOBO - Hepsi dünden hazır efendim; herkesin iştahı yerinde.
LORENZO - Aman yarabbi ne kadar laf ebesiymişsiniz ya! Öyleyse söyleyin yemeği hazırlasınlar.”
(W. Shakespeare, “Venedik Taciri”, sa:55)
İştar : ROMAN dilinde: Dört (Argo)
“-Mesela, sizin şu sayıları say bakalım, birer birer... Bunların içinden görelim hangi dillerden kelimeler
var.
-Üyle <öyle> ise dinle sayayım!
-Kulağım sende, başla! ............
-İştar : dört
-Bu da biraz Arnavutçaya benziyor ama...
-O Arnavutça başka o, ona derler ‘İşkiptar!’
-O değil ulan, bu senin söylediğin ıstar, galiba Rumca’nın ‘tesera’sı <Yunanca: Dört> ile Fars’ların
‘çehar’ <cıhar>’ından ve Fransızların ‘katr’ <quatre>ından bozma olacak!”
(O.C. Kaygılı, “çingeneler”, sa:162)
İşte böyle : Özel bir anlamı olmamakla beraber, konuşanların özetini yapmaksızın, konunun kapandığını ve,
bitiriş, varsa yeni beraberlik ya da anlaşna kısmına bir geçiş ifadesidir. Genellikle bundan sonra el sıkışılır ve
ayrınılır
“Yalnızca arada bir, birbirlerinin dizlerine neşeyle vurup, bozuk plak gibi ‘İşte böyle Stefan
Barlamoviç!’, ‘Ya, demek öyle Stefan Barlamoviç!’ diye sayıklıyorlardı. Buna rağmen, sırf birkaç sene önce
memuriyeti bırakıp köye yerleşen arkadaşına memurların kendisiyle görüşmek için ne kadar uzun bir süre
beklemeleri gerektiğini göstermek için, Akakiy Akakiyeviç’i bekletmelerini emretmişti.”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:66)
İşten baş kaldıramamak : Pek çok meşgul olmak, yapacak başka şeylere zamanı kalmamak
“Barones gülümsedi ve şöyle düşündü:
‘Eğer Ulu Tanrım, işinin ehli olmayan hazinedarlar tarafından kendisine çekilen bütün poliçeleri
ödemeye kalksaydı, işten baş kaldıramazdı.’ ”
(E. Eschenbach ,” Köyün Çocuğu”, sa:233)
İşten (bile) değil; İşten bile olmamak : Yapılması çok kolay
“Yeni gelenler bizden yana döndüler:
-Dağa giden yolu biliyorsanız, bize gösterin, dediler.
Vergilius:
-Siz galiba buraları bildiğimizi sanıyorsunuz, diye yanıtladı. Biz de sizin gibi yabancıyız. Sizden az
önce öyle sarp, öyle çetin bir yoldan geldik ki böyle bir yokuşu tırmanmak bizim için işten bile değil.
Ruhlar, nefes alışımdan benim canlı olduğumu anlayınca hayretten sapsarı kesildiler.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:II, ‘Araf’, sa:15)
“LUCIA - Özür dilerim... sinirden.. Agnelli gibi.. Antonio gibi bir adamı demek istiyorum, o durumda
düşünsene.
ROSA - Evet, çıldırmamak işten değil.”
(D. Fo, “klakson, borazanlar ve bırtlar”, sa:56)
“Mektubu açıyorum. Şöyle bir göz gezdirince, tepem atıyor. Çileden çıkmak işten bile değil. Fakat
kendimi tutuyor, tane tane okuyormuşum gibi davranıyorum.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:22)
“BAPTISTA - Pekala, bir kere amaç elde edilsin de, yani onun sevgisi, asıl iş onda.
PETRUCHIO - O, işten bile değil; babacığım size şunu söyleyeyim ki o ne kadar dik başlıysa, ben de
o kadar inatçıyım; felaket gibi iki afet karşılaştı mı, hiddetlerini besleyip büyüten şeyi silip süpürüverirler.”
(W. Shakespeare, “Hırçın Kız”, sa:48-9)
“HIRSIZ - Boşuna yalan söylemem size. Bir sürü kaptanı kandırmak işten bile değil benim için..... Bir
bakışta cebinizdeki kurşunları patlatır, yüreğinizden geçenleri okur. Kül yutmaz bizim Kaptan. Ama inanın,
hırsız değilim.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:94)
“Bunun üzerine onbaşı büyük bir bilgiçlik taslayarak ukalaca, orduda bulunan herkesin bir birliğe ait
olması ve üniforma giymesi gerektiğini, yoksa insanın casus sanılmasının işten bile olmadığını anlattı. ‘Düşman
bize bunlardan yığınla gönderiyor; bu savaşta herkes ihanet ediyor,’ dedi.”
(Stendhal, “Parma Manastırı”, sa:79)
“Asıl hesabı eline kağıt kalem alınca yapabilirdi. ‘On bin ruble bile vermem ben korunun sahibine,
ağaçsız boşlukları göz önüne alırsak yedi bine iner. Ölçme memuruna yüz, hadi bilemedin yüz elli ruble rüşvet
verdim mi, yüz elli dönümünü ağaçsız saydırmak işten değil. Peşin üç bin ruble genç ağanın yelkenleri suya
indirmesine yeter de artar bile.’ ”
(L. Tolstoy, “Efendi İle Uşağı”, sa:56-7)
İşten el çekmek; çektirmek : İşine son vermek, verilmek
“Burası benim eski hocam ve halen işten el çekip emekli sınıfına geçmiş bulunan Montagu Silver’in
kasabasıydı. Monty yamandı vallahi. Ufacık bir olanak gösterin, uçan sivrisineği tongaya düşürür, parasını
alırdı.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:116)
“LICHT - İyi ama, inan olsun, dün Adliye Müşaviri Walter ansızın Holla’ya gelivermiş, kasayı,
kayıtları teftiş etmiş, oranın yargıciyle katibine resmen işten el çektirmiş. Neden? Orasını bilmem!”
(H. von Kleist, “Kırık Testi”, sa:8)
İş tutmak : İşi olmak
“Fakat Ali Rıza Bey, dargın bir inatla başını önüne eğdi:
-Oğlum böyle bir iş tutsaydı yapacağım şey açıktı: Onu reddederdim, bir daha yüz yüze gelmezdim.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:23)
“Theophile ona Valerie’nin dün yine bir kriz geçirdiğini anlattı: kadın soluk alamıyor, boğazının
düğümlendiğinden yakınıyordu. Kendisi de pek sağlıklı sayılmazdı. Hangi işi tutmuşsa, karısının bu
hastalıklarından bunaldığı için, dikiş tutturamıyordu.”
(E. Zola, “Apartman”, Cilt:I, sa:63)
İş yok : Hiçbir işe yaramaz, değersiz (Argo)
“Sobaya baktım. Harıl harıl yanıyordu. Herhalde sobada bir bozukluk olacak diye boruya elimi
sürmemle çekmem bir oldu. O, içeriki odadan sanki beni görüyormuş gibi: ‘Sobada iş yok!’ dedi. İçeriki odaya
geçtim. Yatak hazırdı. O ta köşeye büzülmüştü. Yanına sokuldum. Sıcacıktı.”
(S.F. Abasıyanık, “Alemdağ’da Var Bir Yılan-Yılan Uykusu”, sa:93)
“Mrs. St. MAUGHAM - Durun... Durun! Nereye gidiyorsunuz?
MADRIGAL, giderken omuzunun üzerinden. - Onlara hiç bakılmamış. Gübrelenmeleri lazımdı.
Fakat o gübrede de iş yok.”
(E. Bagnold, “Kireçli Bahçe”, sa:42)
“ ‘Yataklarda iş yok diyorum!’ diye yanıtladı onu Fischerle. Sesi, onunkini bastıracak denli yüksekti.
‘Yatak mı?
‘Yaa, tahtakuruları!’ ”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:234)
“Tanrı babaya gitti aklı, bazen çok sever, sayardı onu, Tanrı babayı düşünmesi bir lokmacık da olsa
avuttu, ısıttı gönlünü, ama yine çarçabuk eski durumuna döndü. Bakarsın Tanrı babada da iş yoktu. Oysa
özellikle şu sıra güvenebileceği, hoşa gidecek, avutucu sözler duyabileceği bir kimseye öyle ihtiyacı vardı ki!”
(H. Hesse, “Rosshalde”, sa:101)
İt; İt gibi, İt herif; İt soyu : Aşağı tabakadan serseri, haylaz, her kötülük beklenen kimse (Argo)
“Türkçe konuştuğunu benden başka kimse işitmediği için, bilmiyor, ama öğreniyormuş diyorlar.
Ben Türkçesini duydum: Sandalcı Ali it, hergele bir şeydi. Olur olmaz adama pabuç bırakmaz. Garibi iyi Rumca,
daha tuhafı çok fena Almanca konuşur.”
(S.F. Abasıyanık, “Sarnıç-Plaj İnsanları”, sa:84)
“Dediler ki: ‘Bu uslanmaz!’
‘Ar damarı yırtılmış, iflah olmaz.’
‘Döğsen döğmeğe yaramaz bu gudurası!’
‘Söğsen söğmeye de yaramaz.’
‘Onbaşıyı kandırmıştır, arka çıkar bu ite.’ ”
(F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:99)
“Bayram ne yapsa, ne kadar vursa, öfkesi dinmiyordu. Ayaklarının altına alıp tekmelemeye başladı.
Beline, böğürüne, kıçına, başına, neresine geliyorsa vuruyordu. ‘Anasını, falanını, filanını... it... eşek...’ boyna
söğüyordu. Avlunun içi, yumrukla, tekmeyle ve sövgüyle dolmuştu. Irazca, yüreği harp harp ederek dışarı çıktı.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:82)
“Kahvaltıyla öğle yemeği arasında büyükbabamın haftalık yevmiyesinin üç katını havaya savuranlar,
benim gibi yaşlı bir adamın aklını başından alıp oğlunun bürosunu it gibi koklamama yol açan bir koku
bırakanlar ne biçim insanlar?”
(H. Böll, “Dokuz Buçukta Bilardo”, sa:15)
“... ancak ben neyi resmettiğini pek anlayamadım, çünkü karanlık etrafı iyice sarmıştı... fakat birdenbire
bana döndü ve sert bir şekilde sordu: ‘O ekmeği nerede buldun, it herif...’ Sonuçta itiraf etmek zorunda kaldım.
‘Dolmakalemimle değiş tokuş yaptım,’ dedim biraz çekinerek, ‘bir Amerikan askeriyle.’ ”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Amerika”, sa:165)
“ ‘Şövalyelik rütbesine ulaşmış olsaydım,’ diyordu, ‘ne kadar alçak olduğunuzu gösterirdim size it
herifler, size gelince vız gelirsiniz bana. Çekin kılıçlarınızı, hodri meydana gelin, gücünüz yettiğince saldırın,
saygısızlığınız ve deliliğiniz sizlere pahalıya gelecek.’ ”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:25)
“Sırtında sabahlığı, başında Müslüman fesiyle avlunun ortasında dikilen İjitsa yerinde tepinerek öfkeyle
elini kolunu sallıyor; arabacısı Filka ise topallayan bir atı binbaşısının önünde bir ileri bir geri yürütüyordu.
-İt herif! diye bağırıyordu binbaşı. Dolandırıcı! Serseri! Senin gibi hergelelerin cezası ipe çekilmektir!
Alçak!”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:89)
“... Bugün, yakalandığı vakit de, dolmuşlara müşteri topluyormuş. Sanki aç, çıplak bırakıp sokağa
atmışız. Adam olacağı yok itin. Bir iki ay burada kalacak, kollarsınız artık.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Velet”, sa:50)
“ ‘Buraya gel ulan uyuz, ulan it, yılan kafa, kısa bacak, kıl kuyruk, yarım tonluk mendebur’, diye köpek
bakıcısı birden bağırdı. Kayışı elinde bir başka türlü tutuyor, sesi canlı ve gür çıkıyordu.”
(O. Henry, “viski soda”, sa:50)
“Gavroche gülümsedi:
‘Siz belki dün zeki bir adamdınız, ama anlaşıldığına göre bu sabah azledilmişsiniz!’
‘Nereye gittiğini soruyorum sana, it!’ ”
(V. Hugo, “Sefiller”, Cilt:IV, sa:544)
“Boynuma sarılır be! Ne sanıyorsun yani? Sen gelecek olmasaydın, ya da Zehra’nın parası bende
olsaydı, görürdün bak! Ama sen geleceksin, Zehra’nın parası da bende değil. Üstelik, fena halde korkuyorum.
Rıdvan istese o film işi garanti olurdu. Beni beş gün oyaladı, deyyus. Biliyorum canım, düpedüz oyaladı. Pis
ellerini, ceplerine soka çıkara bana yalan söyledi. Zilli’nin kahvesinde kulağını çekmişler:
-Bu it, demişler benim için, kaçmak istiyor. Namık gelecek ya, ondan. Eğer sen bu işi yaparsan kaçar.
Namık da bunu, senin yanına bırakmaz.
Ödü patlamış. Benim patlamadı mı?....”
(A. İlhan, “Kurtlar Sofrası”, sa:179)
“Çerçi Halil işim farkında idi; iki de bir karısına dert yanıyordu:
-Hele şu kancığa bak! Ayağına mıh batasıca! Öz babasına garaz bağlamış. Ben nideyim? Yeldim
yeldim yol verdim, emeklerimi sele verdim. Dünyadır bu. Başımıza geldi işte bir kelli. Malımı it yediği
yetmiyormuş gibi şimdi de bağrımı bit yiyor.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garaz”, sa:183)
“SABAH ERKEN
Sabah erken havlayarak
İtler karşılar.
Güneş batar iken tek tek
Kuşku parçalar.”
(Mustafa Karim<d.1919>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 07.04.05)
“ ‘Şu it sürüsüsyle nasıl konuşabilirsin?’ diye sordu yüzbaşı.
İsa kızardı. ‘Onlar it değil,’ dedi, ‘her biri bir ruh, Tanrı’nın kıvılcımları yüzbaşım. Tanrı bir yangın,
her bir ruh da saygı göstermen gereken bir kıvılcım.’ ”
(N. Kazancakis, “Günaha Son Çağrı”, sa:434-5)
“-İtler gibi boğuşuyorlar, dedi katip.
-İtler gibi mi? diye sordu. İnsanlar insan gibi boğuşur, itler de it gibi. İnsanlara it diyemezsiniz.
Buyrun, vazifenizin başına!”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:62)
“Süleyman:
‘Ne kadar it varsa buralarda onun başında. İpten kazıktan kurtulmuşun hepsi onun başında. Bak, daha
çok gençsin. Ama, pişeceksin.’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:118)
“Alacakaranlık
-----------------Bir pencereye yapışık bir şişko.
Bir delikanlı bir hoş hatuna gider.
Çizmelerini giyer gri bir palyaço
Bağırır çocuk araba ve söver itler.”
(Alfred Lichtenstein<1889-1914>-Danyal Nacarlı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
03.09.09)
“Kuyruksuz it hınçla titredi, atıldı sarı kafalının boğazına.
Yarıda kesildi, boğuldu çığlık.
‘Evinde mı sakladın? Babana mı? Babana mı?’
Sokaklarda bitkin, kan ter içinde. Kapıyı çaldı.
‘Ne diyorsun?’ diye sordu kapıdaki.
Hiç kimsenin anlamadığı sözcükler döküldü ağzından.’
‘Defol gök gözlü uğursuz gavur. Ne işin var köyümüzde?’ ”
(Ö.Z. Livaneli, “Arafat’ta Bir Çocuk, sa:30)
“Sonra bütün kalabalığın duyabileceği bir sesle, ‘Bu kasabada herkes yalancı bibi!’ diyecekti. ‘Bunların
hepsi yüze gülücü. Arkandan kuyunu kazıyorlar. Beni İstanbul’a uğurlarken söylediklerinin hepsi yalan.
İçlerinde bir tane bile dürüst insan yok. En kötüleri de teyzem. Hem İstanbul da dedikleri gibi bir yer değil.
Yakub’un halini görsen anlarsın. İti bağlasan durmaz onun evinde.’
Sonra bibisiyle sarmaş dolaş içeri girecek ve şaşkın kalabalığı dışarıda bırakacaklardı.”
(Ö.Z. Livaneli, “Mutluluk”, sa:395)
“Ferit, it, id, t, d, t değil d, fotenik, fonetik ve babasının kahkahaları; sonra annesi, bir ormanın
karanlığında hangi ağacın arkasına saklandığını belli etmeden, maymuna benzer bir gölgenin üfürdüğü borazan
biçimindeki bir sazın geniş ağzından çıkan yeşil, daha sonraki kıpkızırmızı alevden bir sesle acı acı
haykırıyordu.”
(P. Safa, “Matmazel Noraliya’nın Koltuğu”, sa:7)
“ ‘Var hayrını gör oğlum Süleyman Ağa! İnşallah karnın yırtılır da bu gece köye yetişemezsin.’
‘Höst! İtin duası yerini bulsa, gökyüzüne ekmek yağardı. Helalinden otuz kaymanı alırım.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:107)
“Rüzgar bir daha çevrildi ortalıkta. Yazın sonları hırçın rüzgarla duyuruyordu kendini.
-Hep vapurlar gidiyor. Canavar, titretme beni, korkmuyorum işte senden. Ağzından ateşler çıkarıyor
namussuz. İt soyundan mısın yoksa başka bir şey misin, anlamadım gitti. Ne istiyor benden.”
(A. Timuçin, “Gece Gelen Eski Dost”, sa:154)
İTALYANLAR : (COĞR.,TAR.) 1830’da devlet olarak birliğini kurmuş (Garibaldi), Şanlı Roma
Uygarlığının mirasçıları. Sıcak ve romantiktirler, ama ortalama bir vatandaşın ‘pek de sorumlu
davranmayacağını’ düşünen yabancılar çoktur. Ekstravertik ve zevk arayan kültürlü, konuşkan insanlar.
Papa’lığı topraklarında barındırmaları ayrı bir ‘plus’
“ ‘İ t a l y a n h a l k ı n ı n pek de erdemli olmayışının tipik bir belirtisi gibi görünüyor bana.
İsa’dan çok Ermiş Sebastiano’ ya da Ermiş Antonio’ dan korkuyorlar...... Bir yeri temiz tutmak istedikleri
.zaman oraya kimse işemesin diye bir tahta parçasının ucuyla Ermiş Antonio’nun resmini çizerler.
İta missa est : (LAT.MYTH.): ‘Böylece-işte bitmiştir!’: Katolik Kilisesinin ‘Komünyon’ (Bk.) ayini için
düzenlenen Missa ya da Mes töreni bu sözlerle bitirilir.
“Kuşkusuz, Papaz Otto Katz’ın bulunmaz bir eğlence olan vaazlarını da yabana atmamak gerekiyordu.
Gerçekten çok hoş bir adam olan Papaz Katz’ın alışılmadık ölçüde ilgi çekici ve eğlendirici vaazları, garnizon
cezaevindeki mahkumların efkarını dağıtırdı. Tanrı’nın sonsuz iyiliği konusunda bilmece gibi konuşmayı çok iyi
becerir, kaderlerine terk edilmiş mahkumların ve düşkünlerin yüreğini ferahlatırdı. Kürsüde ya da mihrapta
olduğuna bakmaz, duaların arasına küfürler katardı. Mihraptan ‘İta missa est’ diye böğürmeyegörsün, ortalığı
birbirine katar, kutsal törenin altını üstüne getirirdi.”
(Y. Haşek, “Aslan Asker Şvayk”, Cilt:I, sa:105)
İtalik : (FR MYTH) : Italique’den alıntı, özellikle ‘é: e accent-aigu’de nitelenmiş) Yazın ve baskı aleminde, bir
sözcüğü diğerlerinden farklı şekilde gösterebilmek için, üstte sağdan sol aşağıya inişli bir ‘accent’ <stres, ton>
baskı işareti
“Önündeki sayfaya en düzgününden italiklerle ömründe okuduğu en tatsız tuzsuz şiir yazılmıştı:
Ben süfli bir halkayım
Bezdiren zincirinde hayatın,
Ama pek çok kutsal söz söyledim,
Ah, sakın hepsi boş demeyin!”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:157)
İ T A L Y A N C A : Roman Dilleri : 3; Diğerleri: Bk.: No.1 LATİNCE, No.2 FRANSIZCA,
No. 4 İSPANYOLCA ve No.5 : PORTEKİZCE
(Bir mülti-lengual aydın olmak istemez misinin? Unutmayın bir lisan, bir adam daha
demektir!)
-1İTALYAN dili, Latince'nin gelişmesini inceleyen bölümümüzde ayrıntılı olarak
anlatıldığı gibi, Roma İmparatorluğunun muhteşem LATİNCE'sinden her ulustan fazla nasibini
aldı. Latince'den önce, İtalya-Apennin Yarımadasında kullanılan diller, Hint-Avrupa dillerinden
evvel, Avrupanın Orta-Doğusundan gelmiş OSK-UMBRIA ve VENET dilleri olup hemen her bir
bölgede, kendilerine özge dil-lehçe gelişmişti, örneğin Tuscany. LATİNCE, M.Ö. 3. yy.'dan
itibaren tüm İtalya'nın -ve daha sonraları- Roma İmparatorluğunun ana dili oldu. Yukarda
sözkonusu edilen diller, Latince dahil, <Etrüsk Alfabesi"nden doğmuştur. (Buna temel olarak,
her üç dilde kullanılan "Tanrı=ais" sözcüğünün, Etrüsk'lerde de ilk kullanım alanını bulması
gösterilir. Etrüsk eğemenliği, M.Ö. 5. yy.'dan başlayarak, şehir-devlet yerelleşmesiyle
bölünerek zamanla silinmiştir. İtalyanca yazılmış ilk Edebiyat yapıtı, XII. yy.'ın sonlarında
yazılmış olduğu sanılan "Lorenzo Şarkısı"dır <Ritmo Laurenziano>. İtalya'nın birleşik bir devlet
halini alması da, bu kudretli şehir-eyalet-sömürge idarelerinin sürekli savaşları yüzünden on
dokuzuncu yüzyılın ortalarına kalmıştır. İkinci Dünya Savaşına kadar toplu bir krallık halinde
idare edilen İtalya, Mihver Devletleri safını tutması yüzünden çok pahalı bir bedel ödedikten
sonra, Müttefikler (özellikle Amerikan orduları- Anzio köprübaşı ile başlıyarak) tarafından
kurtarıldı ve 1948'denberi de, Anayasa ile belirlenen bir Cumhuriyet olarak Avrupa'nın turizm
ve ticaret merkezlerinden biri olmayı başardı. Ticari ve siyasi bakımdan çok işlek bir Akdeniz
ülkesi olan İtalya'ya karşılık, bir kıyı şehri olan Rimini ile Da Vinci'nin mekanı Floransa
(Firenze) arasına sıkışmış küçük SAN MARINO, ilkin, M.S. 321 yılında Aziz Marino tarafından
kurulan bu minnacık alan, gerçek demokratik yapı ve fonksiyonunu M.S. 1243'da tüm dünyaya
kabul ettirerek, dünyanın en eski cumhuriyeti lakabını muhafaza ettiği gibi, hayrettir, Hitler
dahil, tüm işgalci kuvvetler, bu küçük 'Hıristiyan, demokratik cumhuriyete' dokunmadan
yanlarından geçmişlerdir. Tekstil sanayii ve seramikleriyle meşgul olup, hiç kullanmadığı 224
askerlik bir orduya sahiptir. (Nüfus 24,000 civarında ve mülteci kabul etmiyorlar.)
İtalyanca, temelde bir "Edebiyat" dili olup, özellikle 'Epik' öyküler için
mükemmel bir yatak hazırlar. XIII. ve XIV. yy.'ların büyük yazarları: Dante, Petraraca ve
Boccacio'nun sayısız ve ölümsüz eserleriyle çimlendi ve Machiavelli, Tasso ve Aristo ile
mükemmelleşti. Zamana uygun şehir-devlet şöhretli diğer lehçelere neden olan mıntıkalar:
Venetian, Lombardian, Sicilian ya da Piedmontese, şöhret ve kullanımlarını belirli bir sınırın
ötesine çıkaramamışlardı. Tekrar edelim, bugün İtalya'nın her yerinde standard İtalyanca
konuşulmaz, konuşulanları da en yakın Floransa lehçesini esas alır. Yıllar yılı,
İtalyanca, (benim çocukluğumda, 1930-40 yılları) bir ticaret dili olarak
benimsenmişti. 1936'daki Habeşistan macerasından sonra kendi kabına çekilen İtalya'nın
resmi dili, bugün Amerika'nın bazı yerlerinde -çok göçmen gider oraya!), Somali'de, Sicilya'da,
İsviçre'nin güney kantonlarında ve Akdenizdeki iki adadan (Napoleon'un vatanı Korsika -ki
Fransa'ya aittir) güneyindeki Sardinya'da kullanılır.
*
ALFABE
İtalyan Alfabe'si, 24 Latin harfinden ibarettir:
A (a) , B (bi), C (ci) , D (di), E (e) , F (effe), G (gi), H (a) I (i), J (i lungo),
L (elle), M (emme), N (enne), O (o), P (pi) Q (qu) , R (erre), S (esse), T (ti), U (u), V
(vu), Z (zeta).
İtalyanca'da kullanılan yabancı harfler: J : 'i' lunga(o); k: kappa, w : vu doppio;
x: ics <iks>, y: ipsilon
Sözcükler içinde kullanılacak kısaltmalar:
(f): dişi (femmina) ;
(m): erkek (maschile-maskile)
(a; agg.): sıfat (aggettivo-accektivo) ; pr.: (zamir 'adıl'-pronome)
(v): (verbo - fiil);
(avv) : (zarf 'belirteç' - avverbio)
(s): singolare (tekil),
(pl) : plurale (çoğul)
A : Türkçedeki (a) gibi telaffuz edilir. Amore (m) : sevgi, aşk
B : Türkçedeki (b) gibi telaffuz edilir. Bere (v) : içmek
C : Kalın sesli harfler (a, o, u) tarafından izlenirse, (k) gibi telaffuz edilir:
Casa (f) : Ev, Classe (f) : sınıf;
İnce sesli harfler (e, i) tarafından izlenirse, (ç) gibi telaffuz edilir:
Cinque (agg.-sayı sıfatı) : beş
Cena (f) : akşam yemeği;
Eğer "a, o, u" dan evvel gelip de 'yumuşak' bir 'ç' çıkarılmak istenirse,
'c' ile bu 'sesli harf' (ünlü) arasına bir 'i' eklenir:
Francia (f) (Fransa);
Ciuffo (m) : Kakül
cc: 'e' ve 'i' den evvel gelirse, 'ç' gibi:
Eccelente (agg.) (eççelente)-mükemmel; Boccaccio : 'Bokaçyo'-özel isimCh : (e, i) ile izlenirse: Türkçe'deki: (k) gibi telaffuz edilir.
Che (pr.): Ne ;
Chi (pr) : kim;
chiave(f) : anahtar;
chiesa(f)
: Kilise
D:
Aynen Türkçe'deki 'd' gibi telaffuz edilir:
Destino (m) : Kader, alınyazısı; Diffidenza (f) : güvensizlik
E:
1) 'geniş-açık e' (Türkçe'de 'belki'de olduğu gibi) :
bello(avv.) : çok güzel; pessimo(s) : çok kötü
2) 'dar-kapalı e' (Türkçe'de 'meme'de olduğu gibi) :
ferro(m) : demir;
senso(m) : duyu, his, anlam
F:
Türkçe'deki 'f' gibi:
ferrovia(f) : demiryolu; fine(f) : son
G:
Bu harf'in okunuşu iki farklı sesle oluşur:
1)"a, o, u," gibi kalın 'ünlüler" ve "ünsüzler-consonantes" <'l' ve 'n' hariç>
Türkçe'deki 'g' harfi gibi telaffuz edilir. Örnekler:
gola(f) : boğaz; gatto(m) : kedi ; gufo(m): baykuş
2)"e ve i"den evvel kullanıldığında, yumuşak bir 'c' gibi okunur:
gelo(m) : buz, don; girare(v) : etrafında dönmek
Gh : Eğer önünde 'e' ve 'i' varsa, <g> harfi daha sert okunur:
ghiacca(f) <cakka> : ceket; ghiaccio(m) <cakço> : buz
daha yumuşak okunur:
Eğer 'g' ile, 'kaba ünlüler: a, o, u' arasına bir 'i' koyarsak, 'g' harfi' çok
giacco (agg.) <jayo>: sarı
edilir:
güzel;
Gl : Eğer 'gl'den sonra bir 'i' gelirse, Türkçe'deki 'milyon'a benzer telaffuz
egli(agg.) <elyi> : o; meglio (agg) <melyo> : daha iyi.
İstisnalar: gli (pr): ona; negligere(v)<neglicere>: ihmal etmek,
glicerina(f) <gliçerina>: gliserin;
geroglifico(m)<ceroglifico>: hiyeroglif.
Gn : 'Türkçe'deki (banyo'daki) "ny": magnifico(agg.)<manyifiko>: çok
degno(agg) <denyo>: uygun, yaraşır, değer; signora(f) <sinyora>: bayan
H
I (i) :
:
İtalyanca'da pek az kullanılır ve hiç okunmaz.
Hep Türkçe'deki 'i' gibi okunur. Bunu eğer başka bir 'ünlü' izlerse,
örneğin: 'ia': 'iya', 'ie': 'iya' okunur. Örnekler:
ieri (avv.): <iyeri> dün (Fr.'daki: hier)
L :
Türkçe'deki "l" gibi:
lampada(f) : lamba; lana(f) : yün
M:
Türkçe'deki "M" gibi:
mano(m) : el;
minuto(m) : dakika
N:
Türkçe'deki "N" gibi: nome(m) : isim; dipote(m) : yeğen (m)
O:
a) "Kapalı" 'o' ,Türkçe'deki 'ok' daki gibi: avvocato(m) : <avokato>
b) "Açık" 'o' , Türkçe'deki 'olmaz'daki gibi; rosa(f) : gül.
P:
Türkçe'deki 'p' gibi: ponte(m): köprü piu(avv)<piyu>: çok
Q:
Daima ardında bir 'u' taşır: "qu" ve Türkçe'deki "ku" gibi söylenir:
quale <kuale> (agg): hangisi; quando <kuando> (avv): ne zaman?
R:
İtalyanca'da 'R' harfi, Fransızca'da da olduğu gibi, daha kuvvetli ve
hafif titretilerek söylenir:
raro(agg) : az bulunan, nadir; rumore(m) : gürültü; rosa(f): gül
S:
İki türlü ses ile ifade edilir:
1) Tıslar gibi, hoşnutsuzluk bildiren şekilde 's': sözcüğün ya başında ya
da ortada, iki 's' bir arada olduğu zaman çoğu kez. Örnek: sapere(v): bilmek
2) Sessiz (ünsüz) bir harften evvel, başta ya da ortada; ünsüz harfin
niteliğine göre daha yumuşak ya da sert bir şekilde. Örnek:
scala(f): merdiven, ölçek; sfarzo(m): gösteriş
Genel bir özellik olarak, aynı sözcükte iki ünlü (vowel) arasında, 's',
"yumuşak" olarak telafffuz edilir. (Bizler gibi yabancılar, özellikle
Fransızca ya da İngilizce'den başlayanlar için yapılan hata,
bu "yumuşak 's'i, 'z' gibi telaffuz etmek oluyor, dikkat edin!!!
Örnekler: rosa(f) : gül; tesoro(m) : hazine
Sche, schi : Türkçe'deki <ske, ski> olarak telaffuz edilirler.
Örnekler:
scherma(f) <skerma>: epe, kılıç; schivare(v)<skivare>: engellemek
Scia, scio, sciu : Türkçe'deki "şe" gibi okunurlar: <şa>, <şo>, <şiyu> olarak
telaffuz edilirler. Örnekler:
sciabola(f) : <şabola> kılıç; sciogliere(v): <şogliere> çözmek;
sciupare(v): <şupare> bozmak, eskitmek, boşa harcamak
T : Her zaman Türkçe'deki "t" gibi. Örnek: tenero(agg) : Yumuşak
tesero(m) : hazine ; terra(f) : toprak, kara, yer, dünya
U : 'Q'dan sonra da okunmak şartıyla, her zaman Türkçe'deki "u" gibi:
utile(agg) : faydalı, yararlı; luna(f) : ay ; bundan derive edilenler:
"piena luna" : dolunay;
"mezza luna" : ayca, hilal,
"chiara de luna" : ay ışığı;
"luna di miele" : balayı
"avere la luna" : heyheyleri tutmak
V:
Her zaman ve her yerde Türkçedeki "v" gibi. Örnekler:
vita(f) : hayat, yaşam;
volere(v) : istemek
Z :
a) "Yumuşak" : 'ts'ye benzer bir ses, özellikle sözcüklerin başında.
piazza(f) : Meydan ;
zia(f) : hala
b) "sert" : 'ds'ye benzer bir ses;
mezzo(agg) : yarım, buçuk, orta ;
zuppa(f) : çorba.
LEZIONE PRIMA (Birinci Ders)
I. G e n e r i c o d i n o m i <Gender of nouns - İsimlerin 'cinsi'>
İtalyanca'da, isimler (il nome: isim), ister yaşayan ister yaşamayan
bireylere ait olsunlar, "eril-erkek" <masculine (Ing.) = maschile (Ita.)>, ve, "dişi" <feminine
(Ing.) = femminile (Ita.)> olarak iki büyük gruba ayrılırlar.
Genel kural: "eril isimler", "o" ile, "dişi isimler", "a" ile sonlanır.
"e" ile bitenler <her iki cinse> ait olabileceği halde; "a"- üstte sola eğrilmiş aksan ile: 'accent
aigu'-Fr.-", "u"- ayni aksan'la-, -ione ve -udine ile bitenler genellikle <dişi>dir.
cavallo(m) = at
padre(m) = baba
rosa(f) = gül
madre(f) = anne
casa(f) = ev
citta(f) = kent
İstisnalar: (1) mano=el; radio=radyo; dinamo=dinamo; 'o' ile bitmelerine
karşın, "dişi"dirler.
(2) teorema=teorem,kuram; telegramma=telegraf, 'a' ile
bitmelerine karşın "eril"dirler.
(3) monarcha=monark,kral; collega=meslektaş, 'a' ile
bitmelerine karşın "eril"dirler.
(4) guardia=gardiyan; sentinella=nöbetçi; sosyal hayatta
çoğu zaman "eril" olarak algılanmalarına karşın, İtalyan Grameri' nde 'dişi'dirler.
II. A r t i c o l o d e f i n i t o <'Belirli' harfi tarif-the definite article (Ing.)>
"Harfi tarif"ler, isimlerin başına konarak, onların:
a) "eril"(maschile) ya da "dişi"(femminile) oluşlarını belirlemede kullanılır:
il cavallo (at), il padre (baba) <sm = sostantivo maschile>
la rosa (gül) , la casa (ev)
<sf = sostantivo femminile>
b) "tekil" ya da "çoğul" oluşlarını belirlemede kullanılır:
il cavallo (at-tekil) <singolare> -i cavalli (atlar-çoğul) <plurale>
la casa (ev-tekil) <singolare> - le case (evler-çoğul) <plurale>
c) "genel" anlamda "bir nitelik belirleme"de kullanılır:
L'oro e un metallo (altın bir metaldir!)
I fiori sono belli
(çiçekler çok güzeldirler).
d) "özel" anlamda bir yer veya bir kimsenin niteliğini belirlemede kullanılır:
L'Italia - İtalya ; il Professor Bianchini - Profesör Biankini
e) (1) "Ünlü"<vocale> harflerle (vowels-Ing.); (2) "s+bir "ünsüz" (consonant)
<consonante> (s-impura) ve (3) "z" ile başlayan sözcüklerde neyin kullanılacağını
belirtmede kullanılır. Bu bölümde: "l" , "lo", ve "gli"yi görmekteyiz.
(1) l'anima - ruh (sf)
:
le anime - ruhlar (pl-f)
(2) lo specchio - ayna (sm) :
gli specchi - aynalar (pl-m)
(3) lo zio - amca (sm)
:
gli zii - amcalar (pl-m)
f) Bir kimseye ait bir şey'in 'sayısı değil' de 'ne' olduğunu belirten <articolo
indefinito - article indefinite> yerini alma durumlarında kullanılır.
Maria porta il cappello - Meri bir şapka giyiyor.
Il professore porta l'ombrello - Profesör bir şemsiye taşıyor.
III. A r t i c o l o i n d e f i n i t o : ('Belirsiz' Harfi tarif-Indefinite article-Ing)
Temel olarak, "Belirsiz harfi tarif" (articolo indefinitı),
rakamsal bir değeri
haizdir, örneğin:
Paola ha un cane ed un gatto (Paul'ün bir kedisi ve bir de köpeği var! )
Bazen, 'belirsiz harfi tarif' yazılmadığı halde, 'belirli harfi tarif',
tümce'nin ifade etmek istediğini belirtmiş olur ve 'un' ya da 'una' yazılmaksızın, aynı ereğe
varılmış olur, örneğin:
Paolo e americano (Paul bir amerikalıdır!)
'Belirli harfi tarif'te, sayısı belirlenecek sözcüğün cinsiyetine göre seçenek
yapılır -eğer gerekiyorsa-; örneğin:
a) Sözcük "maschile" ise: 'anno', "bir yıl"=un anno
b) Sözcük 'femminile' ise: 'casa', "bir ev"=una casa
c) Sözcük 'femminile' olup da, bir 'ünlü'(wovel-vocale) ile başlıyorsa:, örneğin:
'ruh', "bir ruh=un'animo olarak yazılır.
d) Sözcük bir "karışık s: 's impura' ya da 'z' ile başlıyorsa:
'ayna', 'bir ayna'=uno specchio'
'amca','bir amca'=uno uncle olarak yazılır.
IV. "articolo definito" (belirli harfi tarif) ile "edat" (preposizione) <di>nin birleşim
şekilleri:
di + il : del
(sing.)
di + lo : dello
di + l' (lo için) : dell'
di + i : dei (plur.)
di + gli : degli
di + le : delle
di + la : della
di + l' (la için) : dell'
Örnekler :
del cavallo :
dello zio :
della casa :
dell'anima :
dell'amico :
atın,
amcanın,
evin,
ruhun,
arkadaşın,
dei cavalli :
degli zii :
delle case :
delle anime :
degli amici :
atların,
amcaların,
evlerin,
ruhların,
arkadaşların
V.
"Tekil" (Singolare) sözcükleri "Çoğul" (Plurale) yapmak :
Yukarıdaki örneklerden kolayca görüleceği (ve dersimizin başında verilen iki
örnekten de anlaşılacağı) üzere;
Singulare:
il padre (baba)
-------il figlio (oğul)
-------il fratello (erkek kardeş) ------
Plurale:
i padri (babalar)
i figli (oğullar)
i fratelli (erkek kardeşler)
la madre (anne)
la figlia (kız)
la sorella (kız kardeş)
----------------------
le madre (anneler)
le figlie (kızlar)
le sorelle (kız kardeşler)
l'albero (ağaç)
l'amico (arkadaş)
l'uomo (adam)
----------------------
gli alberi (ağaçlar)
gli amici (arkadaşlar)
gli uomini (adamlar)
lo speccio (ayna)
lo sbaglio (hata)
lo Spagnolo (İspanyol)
----------------------
LEZIONE SECONDA
I.
gli specchi (aynalar)
gli sbagli (hatalar)
gli Spagnoli (İspanyollar).
(İkinci Ders)
Fiillerin <Indicativo Presente> "Şimdiki Hali"
İtalyancada, kurallara uygun (verbo regolare) fillerin, "şimdiki hal"i (indicativo
presente) tasrifleri-çekimleri (conjugazione).
(a).
PARLARE : Konuşmak (Fr.: Parler) fiilini (1. Grup fiil) örnek olarak alalım: <-are ile
biten 1st conjugazione> :
parlo:
Ben konuşurum, konuşuyorum
parli:
Sen konuşursun, konuşuyorsun
parla:
O konuşur, konuşuyor
parliamo: Biz konuşuruz, konuşuyoruz
parlate:
Siz konuşursunuz, konuşuyorsunuz
parlano: Onlar konuşurlar, konuşuyorlar.
"Sorgu şekli" (interrogativo), basitçe 'presente'yi tersine çevirmeyle yapılır:
Parlo?
(Ben) konuşuyor muyum?
Parlate Italiano? (Siz) İtalyanca konuşur musunuz?
Eğer tümcede, 'fiil'e <verbo>, 'süje'-kişi- <soggetto> de refakat ediyorsa,
"soggetto", "verbo"nın sonrasına yerleştirilir:
Parla Maria? = Maria konuşuyor mu? = Does Maria speak? (Ing.)
Est-ce que Maria parle? (Fr.)
"Negatif form-şekil" <forma negativo> cümle kurmak için de, "hayır" <non>
fiil'den önceye konur:
Non parlo
Maria non parla
Non parla che lui
:
:
:
Ben konuşmuyorum!
Maria konuşmuyor!
Yalnızca o konuşuyor!
Şimdi, diğer dillerde yaptığımız gibi, iki temel fiil'in, "şimdiki zaman"larını
gözden geçirelim:
i verbi auxiliarii (yardımcı filler) :
a)
ESSERE <Olmak; "To be" (Eng.), "Etre" (Fr.)>
"Indicativo Presente" "kişisel zamir-adıl"larıyla <pronome personale> leri ile
birlikte:
(Io)
(Tu)
(Egli)
(Ella)
sono
sei
e
e
:
:
:
:
Benim
Sensin
O'dur (m)
O'dur (f)
(Noi) siamo : Biziz
(Voi) siete
: Sizsiniz
(Essi (m), Esse (f),
Loro) : Onlardır
-Modern İtalyanca'da
daha çok "loro" kullanılır"Negativo" kullanmak için, yine, başa "non" getirilir:
"non sono..." = ben değilim;
Eğer bir sıfat (aggettivo) eklenmek
gerekiyorsa, örn. "non sono affamato" (aç değilim) şeklinde, sıfat sona eklenir.
(b).
AVERE : Malik olmak (Ing.: To have, Fr.: Avoir)
-Indicativo Presente-
(Io) ho : Benim var,
(Noi) abbiamo : Bizim var
(Tu) hai : Senin var,
(Voi) avete
: Sizin var
(Egli) ha : Onun var (m)
(Essi, Esse, Loro) hanno
(Essa) ha : Onun var (f)
: Onların var
Modern İtalyanca'da: (Ella) ha : Onun var (f); Loro hanno -her ikisi içinHai? : Benim var mı?
Ha? : Onun (m,f) var mı?
Avete : Sizin var mı?
Hanno : Onların var mı?
Non ho : Benim yok
Non abbiamo : Bizim yok
*
Şimdi, basit cümleleri kurabilmek için bazı sözcükler ekleyelim:
la camera : oda
il cappello : şapka
le scarpe : the shoes
la tavola : masa
e : ve
il libro : kitap
Dov'e : Nerede
E qui : Burada
piccola (agg) : küçük
la donna : hanım
l'uomo (m) : adam
il vestito : elbise
grande (agg) : büyük
bueno(a) (agg) : Güzel
forte (agg) : kuvvetli
alta (agg) : yüksek
desiderare (v) : arzu etmek
insegnare (v) : öğretmek
visitare (v) : ziyaret etmek
studiare (v): çalışmak
*
(2)
2nd conjugazione : sonları -ere ile biten ikinci grup fiillerin
<Indicative Presente>leri
(b)
Ricévere - RICEVERE
Ricevo
Ricevi
Riceve
(3)
:
:
:
Alıyorum
Alıyorsun
Alıyor
=
Almak
Riceviamo
Ricevete
Ric.é.vano
:
:
:
Alıyoruz
Alıyorsunuz
Alıyorlar
Sonları (-ire) ile biten 'Terza conjugaziano' üçüncü grup fiillerin
<I n d i c a t i v o p r e s e n t e>' leri
(c)
DORMIR
= Uyumak
Dormo :
Dormi :
Dorme :
Uyuyorum
Uyuyorsun
Uyuyor
Dormiamo : Uyuyoruz
Dormite
: Uyuyorsunuz
D.o.rmono : Uyuyorlar
LEZIONE TERZA (Üçüncü Ders)
<Indicativa Imperfetto>-Indicative Imperfect-"Geçmiş Eksik Zaman" a)Bir karakter'i,
davranışı belirler; b) Geçmişte sık sık tekrarlanan, devamlı olagelen hareketler; c) Aynı
zamanda icra edilen iki akt anlarında kullanılır.
i verbi ausiliarii
(a)
AVARE = Malik olmak ,
= yardımcı fiiller
(indicativi presente)
(imperfetto)
Avevo
Avevi
Aveva
(b)
(Bende vardı)
(Sende vardı)
(Onda vardı: il, la)
ESSERE
Ero
Eri
Era
(Olmak)
(Ben idim)
(Sen idin)
(O idi)
Avevamo
Avevate
Avévano
(Bizde vardı)
(Sizde vardı)
(Onlarda vardı)
(Imperfetto)
Eravamo (Biz idik)
Eravate
(Siz idiniz)
E.rano
(Onlar idi)
(Not: "İspanyolca kısmında daha bol göreceğimiz üzere, bilgisayarım, (é) e'accent-aigu' hariç, sözcüklerin üzerindeki hiçbir umlat-noktalama-şapka
işaretlerini basamıyor. Bu nedenle, üzeri aksan'lı (é hariç) bir harfi ifade
onu iki nokta arasında ve 'bold'-kabarık olarak ifade edeceğiz.)
1st Conjugazione - (-are ile biten fiiller)'in
<Indicativo Imperfetta>ları
(a) PARLARE
= Konuşmak
Parlavo : Konuşuyordum
Parlavi : Konuşuyordun
Parlava : Konuşuyordu
(b)
2nd Conjugazione : (-ere ile biten fiiller)in
<Indicativo Imperpetta>ları
Ricevevo :
Ricevevi :
Riceveva :
c)
Parlavamo : Konuşuyorduk
Parlavate : Konuşuyordunuz
Parl.a.vano : Konuşuyorlardı
Alıyordu
Alıyordun
Alıyordu
Ricevevamo : Alıyorduk
Ricevevate : Alıyordunuz
Ricevévano :
Alıyorlardı
3rd conjugazione :
(-ire ile biten filler)in
<Indicativo Imperfetta>ları
Dormivo :
Uyuyordum
Dormivi :
Uyuyordun
Dormivamo : Uyuyorduk
Dormivate : Uyuyordunuz
LEZIONE QUATTRA
The Future Indicative : Futuro (Gelecek zaman)
I.
Auxiliary Verbs : i verbi ausiliarii = yardımcı fiiller
a)
AVERE (Malik olmak):
etmek için,
avr.o. : Benim olacak
avrai : Senin olacak
avr.a. : Onun olacak
b)
ESSERE
avremo : Bizim olacak
avrete
: Sizin olacak
avranno : Onların olacak
(Olmak) :
sar.o. :
sarai :
a)
olacağım
olacaksın
saremo : olacağız
sarete : olacaksınız
1st conjugazione (-are ile biten fiiller)in
Futuro (future indicative- gelecek)'leri
PARLARE : Konuşmak
parler.o. :
parlerai :
parler.a. :
b)
konuşacağım
konuşacaksın
konuşacak
parleremo : konuşacağız
parlerete : konuşacaksınız
parleranno : konuşacaklar
2nd conjugazione (-ere ile biten fiiller)in
Futuro (future indicative- gelecek)'leri
RICIVERE
: Almak
ricever.o.
riciverai
riciver.a.
: alacağım
: alacaksın
: alacak
c)
riceveremo : alacağız
riceverete : alacaksınız
riciveranno : alacaklar
3rd conjugazione (-ire ile biten fiiller)in
Futuro
(future indicative- gelecek)'leri
DORMIRE : Uyumak
dormir.o. :
dormirai :
dormir.a. :
uyuyacağım
uyuyacaksın
uyuyacak
dormiremo : uyuyacağız
dormirete
: uyuyacaksınız
dormiranno : uyuyacaklar
*
<.u.tili vocabularii>
Le stagioni dell'anno
La primavera
L'estate
L'autunno
L'inverno
(f) :
(f) :
(m) :
(m) :
I mesi dell'anno :
(Yılın mevsimleri)
İlkbahar
Yaz
Sonbahar
Kış
Yılın ayları <mese (m): ay>
Gennaio
Febbraio
Marzo
Aprile
Maggio
Giugno
:
:
:
:
:
:
Ocak
Şubat
Mart
Nisan
Mayıs
Haziran
Luglio
:
Agosto
:
Settembre :
Ottobre
:
Novembre :
Decembre :
Temmuz
Ağustos
Eylül
Ekim
Kasım
Aralık
-Bu ay isimlerinin hepsi de (m) masculino'durlar.< I giorni della settimana > il giorno (m) : gün
la settimana (f) : hafta
la domenica
il lunedi
il martedi
il mercoledi
il giovedi
il venerdi
il sabato
: Pazar <significa la festa del SIGNORE>
: Pazartesi <il giorno della luna>
: Salı
<il giorno di Marte il dio della guerra->
: Çarşamba <il giorno de Mercurio -Merkür->
: Perşembe <il giorno de Giove -Jüpiter->
: Cuma <İl giorno de Venere - güzellik: Venüs>
: Cumartesi <il giorno del riposo -istirahat- >
Görüldüğü gibi, "pazar" (Domenica) hariç hepsi eril'dir.
'Domenica'nın çoğulu : 'domeniche' , ve,
'sabato'nun çoğulu
: 'sabati'dir. Diğerleri çoğulda aynen kalır.
Saat , duvar saati
cep saati
kol saati
bir saniye
bir dakika
bir saat
bir çeyrek (15 dakika)
saniyenin bir parçasında
istirahat günü
çalışma günü
bu gün
yarın
öbürsü gün
dün
akşam
gece
bu ay
içinde bulunduğumuz ay
geçen ay
artık yıl (29 şubat çeken)
gelecek yıl
bir yüzyıl (asır)
tarih (günün...)
bahar ayları
yaz sıcağı
güz (sonbahar) günleri
kış yağmuru
hafta
haftalık
almanak
zodyak
bu sabah
: orol.o.gio
: orol.o.gio tasc.a.bile
: orol.o.gio da p.o.lso
: un sec.o.ndo
: un minuto
: un'ora
: un quarto d'ora
: un .a.ttimo <split second>
: gi.o.rno di rip.o.so
: gi.o.rno di lav.o.ro
: .o.ggi
: domani
: domani l'altro; dopo domani
: i.e.ri
: séra
: n.o.tte (f)
: quésto mése
: mése corr.e.nte
: il mése sc.o.rso
: anno bisestile
: anno pr.o.ssimo
: un s.e.colo
: la data
: mési primaverili
: cal.o.re estivo
: gi.o.rni autunnali
: pi.o.ggia invernale
: la settimana
: settimanale
: l'almanacco (m)
: lo zod.ı.aco
: stamattina
dün sabah
bu akşam
akşamleyin
bu gece
:
:
:
:
*
*
LEZIONE QUINTO
a)
ieri mattina
stasera; questa sera (f)
di sera
stanotte; questa notte (f)
*
(Beşinci Ders)
I Numeri Cardinali - Asal Sayılar
1 uno, un, una
2 due
3 tre
4 quattro
5 cinque
6 sei
7 sette
8 otto
9 nove
10 dieci
11
12
13
14
15
16
17
18
19
20
undici
dodici
tredici
quattordici
quindici
sedici
diciassette
diciotto
diciannove
venti
21
22
28
30
40
50
60
70
80
90
ventuno
ventidue
ventotto
trenta
quaranta
cinquanta
sessanta
settanta
ottanta
novanta
100 cento
200 duecento
1,000 mille
1,100 mille e cento
2,000 duemila
1,000,000 un millione
1,000,000,000 un miliardo
.<21>de ve <28>de, 'vent'ten sonra 'i'nin yazılmadığını kaydediyorsunuz.
. Ayni şekilde, <31>, <38>, <41> ve <48>'de "a"yı da atlamanız gerekecek.
. "on bir kere yüz" (1100) = mille e cento; -'undicicento' değil,
"on iki kere yüz" (1200) = mille e duecento; 'dodicicento' değil
Örnekler:
Cento uomini
:
Mille cavalli
:
Mille e cinquecento cavalli :
Diecimila cavalli
:
Una volta
:
Due volte
:
La prima volta
:
L'ultima volta
:
Qualche volta
:
-Quanti anni avete?
:
-Ho ventisei anni
:
-Che ora .e.?/Che ore sono? :
-E l'una
:
-Sono le due
:
-Sono le dodici
:
-E mezzogiorno (m)
:
- E mezzanotte (f)
:
Il treno .e. in ritardo di
mezz'ora.
:
Yüz adam
Bin at
Bin beş yüz at
On bin at
Bir kez
İki kez
İlk kez
Son kez
Bazı kez
Kaç yaşındasınız?
Yirmi altı yaşındayım.
Saat kaç?
Saat bir
Saat iki
Saat on iki
Öğlen on iki
Geceyarısı on iki!
Tren yarım saat geç!
*
b)
I Numeri Ordinali
1st
2nd
3rd
4th
5th
6th
7th
8th
:
primo
sec.o.ndo
t.e.rzo
qu.a.rto
quinto
s.e.sto
s.e.ttimo
ott.a.va
*
Sıra sayıları
25th
26th
27th
28th
29th
30th
31st
32nd
9th
n.o.no
10th d.e.cimo
11th
unddic.e.simo
12th
dodic.e.simo
13th
tredic.e.s.imo
14th
quattordic.e.simo
15th
quindic.e.simo
16th
sedic.e.simo
17th diciassett.e.simo
18th diciott.e.simo
19th
diciannov.e.simo
20th vent.e.simo
21st
ventun.e.simo
22nd ventidu.e.simo
23rd
ventitre.e.simo
24th
ventiquattr.e.simo
38th
39th
40th
5oth
60th
70th
80th
90th
99th
100th
101st
102th
200th
1,000th
100,000th
1,000,000th
venticinqu.e.simo
ventisei.e.simo
ventisett.e.simo
ventott.e.simo
ventinov.e.simo
trent.e.simo
trentun.e.simo
trentadu.e.simo
trentottt.e.simo
trentanov.e.simo
quarant.e.simo
cinquant.e.simo
senssant.e.simo
settant.e.simo
ottant.e.simo
novant.e.simo
novantanov.e.simo
cent.e.simo
centun.e.simo
cenodu.e.simo
duecent.e.simo
mill.e.simo
cento mill.e.simo
milion.e.simo
D i z i sayılar "sıfat" olduklarından, 'cins' ve 'sayı' bakımlarından gerektiğinde
değişmelidirler. Yukardaki list, "ms"(maschile singolare) şeklinde verilmiştir. <ç o ğ u l>
yapmak için, sondaki 'o'lar 'i'ye çevrilecektir.
Süje (fail), 'femminile' geldiğinde, sondaki "o"lar "a"ya, ve doğal olarak,
"çoğul-plurale"de, "a"lar "e" ye çevrilmek zorunda kalacaklardır.
İTALYA Hakkında Özel Geografik- Kültürel Bilgiler
-Di dove sei? (Neredensin?)
-Sono italiano! (İtalya'danım.)
-Da dove vieni? (Nereden geliyorsun?)
Citta (şehir)
Zona (bölge)
..... oralıyım...
Torino
(il) Piamonte
Sono di Torino
Sono del Piamonte
Sono Piamontese
Milano
(La) Lombardia
Sono di Milano
Sono della Lombardia
Venezia
(Venedik)
(il) Veneto
Sono di Venezia
Sono del Veneto
Bologna
(L') Emilia (f)
Firenze
(Floransa)
(La) Toscana
Roma
(il) Lazio
Napoli
(La) Campania
Sono di Bologna
Sono dell'Emiglia
Sono Bolognose
Sono di Firenze
Sono della Toscana
Sono Romano
Sono di Roma
Sono del Lazio
Sono Laziobe
Sono Napoletano
Sono di Napoli
Sono della Campania
Sono Campono
Palermo
(La) Sicilia
Sono Siciliano
Sono di Palermo
Sono della Sicilia
Cagliari
(La) Sardegna
Sono Sardo
Sono di Cagliari
Sono della Sardegna.
Milliyet (La Nationalita)
Italiano
Turco
Inglese
Russo
Tedesco
Greco
Francese
Svizzera
Americano
Egiziano
Canadese
Messicano
Giaponese
Chinese
Indiano
Spagnolo
Portoghese
Devlet (il Stato)
------>
------>
------>
------>
------>
------>
------>
------>
------>
------>
------>
------>
------>
------>
------>
------>
------>
*
I COLORI
(Renkler) :
*
L'Italia
La Turchia
L'Inghilterra
La Russia
La Germania
La Grecia
La Francia
La Suizzera
L'America <Stato UnitiGli Stato Unitense>
L'Egupto
Il Canada
Il Messico
Il Giapppone
La China
L'India
La Spagna
Il Portogallo
Bianco : beyaz
Nero : siyah
Giallo : sarı
Verde : yeşil
Rosso : pembe
Marrone : kestane
Bruno : kahverengi
Grigio : gri
Azzuro : açık mavi
Blu : mavi (Pl.: blu)
Confronto degli aggettivi
Bello : güzel
Grande : büyük
Calmo : sakin
Antico : antik, seski
Grasso : şişman
Veloce : hızlı
Longo : uzun
Alto : yüksek
Spesso : kalın
Duro : sert
Dolce : tatlı
Brotto : çirkin
Piccolo : küçük
Nervoso : sinirli
Moderno : modern, asri
Magro : zayıf
Lento : yavaş
Corto : kısa
Grosso : alçak
Sottile : ince
Molle : yumuşak
Amaro : acı
-Will continue -
Dr. İ.E.
İt dölü : İt oğlu it, itten gelme
“Hösük:
‘Ne dedin ulan, Veli Ağaya ulan?’ diye sordu. ‘Ulan it dölü...’
Aşık Ali:
‘Ne diyecek,’ dedi. ‘Çukurovada ne kadar traktör var, onu sormuştur herhalde. Ne soracak başka?
Öyle değil mi Memet?’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:38)
İte kaka; İteleye kakalaya : Kalabalıkta birbirini dürterek, iterek yürümek; zor zoruna
Bk.: İtiş kakış
“İstanbul’da doğdum büyüdüm. Denize o kadar yakın. Ama o kadar da uzak!.. Zorla sokarlardı beni
suya. İte kaka!... Bir kez sandaldan düştüm küçükken, ondan mı korktum? Belki. Ama hep kaçtım sudan.”
(O. Akbal, “İstinye Suları-Denizde Bir Adam”, sa:46)
“ ‘Halil Onbaşı götür şunu nöbetçi subayına beş gün katıksız hapis.
‘Başüstüne komutanım.
Halil Onbaşı Fatihli’yi ite kaka çıkarıyor. Emekli Subay gelip oturuyor karnının üstüne çok
sağlamsınız diyor.”
(Y. Atılgan, “Anayurt Oteli”, sa:119)
“DEĞİŞİMLER
Eski gecekondu semtlerinin değiştiğini görmüşüm ben.
Evlerin renk değiştirdiğini,
arka avluların Babil bahçelerine dönüştüğünü görmüşüm.
Dondurmacı dükkanlarının grillbar, odunlukların galeri
olduğunu,
çıkmaların ite kaka kaldırımlara taştığını görmüşüm.”
(Klavs Bondebjerg<1953-2004>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 01.05.06)
“Ama şimdi, kulübün girişinde birbirlerini ite kaka ilerleyen müşteri güruhuna bakarken Becker
vicdanının bu araştırmadan vazgeçmesine izin vereceğinden emin değildi. O ana dek gördüğü en büyük punk
kalabalığını dikmişti gözlerini.”
(D. Brown, “Dijital Kale”, sa:205)
“Kilise, vahşi haykırışlarla çınlıyordu. Boş görünüyordu. Kien, kendini koyverdi. Fischerle, gafil
avlanmıştı; kilisede kendine güvenini yitirdi. Kien’i adeta ite kaka meydana, dışarı çıkardı. Ancak orada polis
beklemekteydi. Kilise başına yıkılsa bile gidip kendi ayağıyla polisin kollarına atılmayacaktı!”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:285)
“Ama ‘Bakan’, ona dönüp ‘bakmıyor’ bile. Onun yerine ‘maiyetindekiler’, sabahın altısından beri orada
beklemekte olan vatandaşı ite kaka bakanın yanından uzaklaştırmaya çalışıyorlar.”
(A. Cemal, “Şeref Bey Artık Burada Yaşamıyor”, sa:124)
“Salvatore’nin yüzü karardı, öfkeyle döndü: ‘Minorit fraticello’su değilim ben! Kutsal Benedikten
rahibiyim!’
‘Bogomil, senin geceleri sapkın kamışınla, düzdüğün orospudur!’ diye bağırdı aşçı.
Salvatore çobanları ite kaka dışarı çıkardı.”
(U. Eco, “Gülün Adı”, sa:179)
“Gövdeler gövdeleri ite-kaka yol alarak, bir insanın idam edileceği alanı arıyordu. İşte, Çingene Kara
Ali’yi, o alana getirdiler. Uğuldayan bir kalabalığın karası, çevresindeki karanlıktan ayırdedilemiyordu.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:64)
“İnsanları ite kaka vestiyere gitmeye çalışırken arkadaşlarımdan biriyle karşılaşırım umuduyla sağa sola
boş yere bakındım. Vestiyere ulaştım. Görevli fişimi almak için kibarca elini uzattı. Yelek cebime baktım ama
fişin yerinde yeller esiyordu.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:161)
“Ahır tarafını henüz büsbütün ateş sarmamıştı. Bir tekmede kapıyı ittim. Dünyadan habersiz hayvan
telaşsız, kaygısız bana bakıyordu. Onu, ite kaka zorla dışarıya çıkardım. Ya Süleyman?... Avazım çıktığı kadar
bağırdım:
-Süleyman, Süleyman..”
(Y.K. Karaosmanoğlu, “Yaban”, sa:188)
“En büyük kardeş Rudolf, dizlerine kapanan ve suçsuz olduğunu söyleyen kızkardeşine, ‘O gece
Kontun yanında olmadığını kanıtlayacak bir tanığın var mı?’ diye sordu. Genç kadın çaresizlik içinde başını
salladı. Çünkü oda hizmetçisi, akrabasını ziyaret için o gece şatoda yoktu ve Litegarde yalnızdı. Dolayısıyla bir
tanık gösteremezdi..... Zavallı Bayan Auerstein sapsarı bir yüzle ayağa fırladı ve yola çıkmadan önce gerekli bazı
eşyaları toplamak istedi, ama öfkeden kudurmuş olan Rudolf buna fırsat vermeyerek onu ite kaka dışarı attı. Bir
yandan da ‘Dışarı... defol... gözüm seni görmesin seni!...’ diye haykırıyordu.”
(H. von Kleist, “Locarno Dilencisi-Düello”, sa:141)
“Uzun boylu, kuru kemikli sandalcıların ite kaka yürüttükleri yassı kayıklar, ölü sular üstünde sazlara,
kamışlara sürüne sürüne ilerler, telaşlı telaşlı yüzen küçük balıkları ürkütüp kaçırırlar...”
(G. de Maupassant, “Mutluluk”, sa:92)
“ ‘Neye yapmıyorsun?’
‘Yapmamayı yeğliyorum.’
Başka her kim olsa, korkunç bir öfkeye kapılıp ağzıma geleni söyler ve onu aşağılayarak ite kaka
karşımdan kovardım. Ama Bartleby’de yalnızca elimi kolumu bağlamakla kalmayıp, hayret verici biçimde bana
dokunan, beni altüst eden bir şey vardı.”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:29)
“DEĞİŞİMLER
Eski gecekondu semtlerinin
değiştiğini görmüşüm ben.
Evlerin renk değiştirdiğini
arka avluların Babil bahçelerine
dönüştüğünü görmüşüm.
Dondurmacı dükkanlarının grillbar,
odunlukların galeri olduğunu,
çıkmaların ite kaka kaldırımlara
taştığını görmüşüm.”
(Peter Poulsen<d.1940>-Murat Alpar; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.03.04)
“Ona anlatırım, derim ki, kadınların gene o sersemliklerine başlamasına engel olmak gerek. ’14
savaşında erkeklerini cepheye giden trenlere vagon pencerelerinden, omuzlarından iteleye kakalaya
sokulmuşlardı.”
“Eskiden bir ilişkiyi zor yürütüyordu, ite kaka, zor yürütüyordu, çünkü süresiz, ne zaman sona ereceği
belirsiz bir alışverişti bu.”
(J.-P. Sartre, “Yaşanmayan Zaman”, sa:22;229)
“Kalabalık Aziz Domenico Kilisesi etrafında toplanmaktaydı, meşaleler, gaz lambaları ve kapkara bire
duman. Blimunda ite kaka en öne vardı, ‘Kim bunlar,’ diye sordu kucağında çocuk taşıyam kadına, ‘Sadece üç
tanesini tanıyorum, şuradaki adam ve yanındaki kadın Yahudilikten suçlu bulundu ve yakılacaklar, en soldaki
adam kukla gösterileri için komediler yazdı, adı Antonio José de Silva, ama ötekiler hakkında hiçbir şey
bilmiyorum.’ ”
(J. Saramago, “Baltasar ve blimunda”, sa:398)
“Kapı yeniden açılıyor ve tazı Joao Mau-Tempo’yu ite kaka merdivenden yukarı çıkarıyor, bir odaya
giriyorlar, bakın kim va r burada, şu Vendas Novas’lı adam, hani Joao Mau-Tempo’yla birlikte Terreiro do
Paço’ya dek yolculuk eden ve yaya yürüyen, adı Leandro Leandres, aşağılayıcı bir ses tonuyla soruyor, bize ne
yaptığını biliyor musun...”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:218)
“Bir sonraki istasyonda yirmi kişi daha bindi trene. Önce binebilmek için birbirlerini dipçikliyorlardı,
ite kaka bindiler ve beş ya da altı kişi ezildiği halde, yine de binmeye çalışıyorlardı.”
(S. Zweig, “Değişim Rüzgarı”, sa:180)
“Koşuşan insanların arasından ona doğru dirençle ilerlemeğe çabalandım, bundan ötürü. Şişko kocası
da tam o anda tribünlerde iyi bir yer ele geçirmek için karşıya doğru ite kaka koşuyordu.”
(S. Zweig, “Hikayeler”, Cilt:I, sa:124)
İt eniği : Köpek yavrusu (Argo)
“Dün sanah uyandım. Seslenirim, oğlan yok... Hiylelendim. ‘Bre bizim boz dana...’ Yok! ‘Bre nedir?’
Sonunda iş anlaşıldı. Biz atlandık, gecenin bir vakti, kasabaya indik. ‘Beni şuncacık it eniği soydu,’ diyerek
karakola nasıl gidersin?”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:375)
İt gibi çalışmak : Kan ter içinde, gece gündüz ağır işte çalışmak (Argo)
“MANGAN - Nereden anlayacaksınız? İş nasıl çevrilir, aklınız erer mi?..... Bir yılın sonunda ya iflas
bayrağını çekerler ya da işi başkalarına devrederler..... Babanızı şöyle bir tarttım. Baktım sağlam bir düşüncesi
var: eline fırsat geçse it gibi çalışacak.”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:61)
İt gibi dolanmak : Şurada burada hedefsiz serseriyane dolaşmak
“Kayık biçimi ayaklı bir kaseyle çorba gelince koruyuculardan Laz Ali: ‘Oğlanı çağıracağız! Kapıda it
gibi dolanıyor!’ deyince Paytoncu Osman Ağa, kabasına iğne batırılmış gibi sıçradı:
-Hangi oğlanı?.. Pandeli tayıncısını mı? Şunun lafını bana açmayın demedim mi yahu?”
(K. Tahir, “Esir Şehrin Mahpusu”, sa:51)
İt gibi titremek : Soğuktan, yağmurdan tir tir titremek (Argo)
“İskender, dişleri birbirine vuran Zeynel’e akıl öğretti:
‘Oğlum, soyun da gömleğini kurut! Gömleğin kurumamış bu bela def olmaz. İt gibi titrersin.’ ”
(K. Tahir, “Rahmet Yolları Kesti”, sa:281)
İthaf : Herhangi kişisel bir yapıtı, örneğin roman, saygıdeğer birine nazire: hediye, bağış olarak vermek,
yazmak
“O saatlerde tam bir huşu içindeydi; tek arzusu kendini sunma hakkını kazanmak olan bir aşk
hastasıydı. Artık kendini değil sadece adamı düşünüyor, sesleri ve melodileri duymayıp büyüleyici keman
çalışında sadece onun arzusunu ve ateşini görüyordu: Tam o anda tuhaf ve kendisine sonsuz mutluluk veren bir
karşılık aldı. Uzun süren alkış yağmurunun ardından adam bir Bis daha yapmaya karar verdi. Henüz bir kaç basit
ve yavaş ölçü çalmıştı ki, Erika sarardı. Büyülenmişçesine dinliyor, dinliyordu. Keskin bir korkuyla şarkıyı
tanımıştı. O ilk tuhaf akşamı, adamın onun hatırı için alacakaranlıkta çaldığı şarkıydı bu. Erika bunun bir ithaf
olduğuna inandı. Şarkının kendisi için çalındığını, sadece kendisi için çalındığını hissediyordu.”
(S. Zweig, “Hayatın Mucizeleri”, sa:127)
İt, ha’za it : İt’in iti, it’in hası, it oğlu it
“Bayram, oğluna baktı: ‘İt...’ dedi. ‘Haza it... Abukat olmuş ağzına tükürdüğümün iti.’ Sövdü. ‘Yani
öyle laflar ki...’ dedi.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:13)
İtibarı artmak : Kredisi yükselmek, onurlanmak
“Üçüncü gün, paydostan sonra ustamız benden çok memnun olduğunu söyledi ve bana teşekkür etti.
Kumpanyada itibarım artmıştı. Koltuklarım kabardı.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:492)
İtibarı ayağa düşmek : Şanına, şöhretine bir halel gelmek; onur ve itibarını yitirmek
“HAVVAS AĞA - Ağalığın itibarı ayağa düşmeden bir şeyler yapmak gerektir. Köylünün minnetini
korumak gerektir. İtaatı sağlamak gerektir.”
(M. Mungan, “Mahmud ila Yezida”, sa:41)
İtici : Daha ilk bakışta bakışları ya da davranışları ile rahatsız edici, soğuk ya da atak ve yapışkan izlenimi
veren insan davranışı
“Aynı şekilde, bazen erkeklerin ne kadar büyük bir kısmının kaba ve itici olduğunu düşündüğümde, bu
yorumun bir gerçeklikten değil, benim bakışımdan kaynaklandığını kabul etmeliydim. Ya da adamın birini
güvenilir ve yakışıklı bulduğumda... Yok canım, birini yakışıklı bulduğumun benim bakışımla ne ilgisi vardı?”
(Ö.Z. Livaneli, “Serenad”, sa:34-5)
İitikaf :
(AR., DİN): Özellikle Ramazan’ın son on gününde bir camide ibadete çekilmek
“Onun yücelik Kabe’sinde itikaf’a çekilenler, ‘sana layıkıyla ibadet edemedik!’ <hadis> diyerek
ibadetlerinin eksikliğini itiraf ederler. Güzelliğinin ışıltısını övenler de, ‘Seni, sana layık bilgiyle bilemedik!’
<hadis> diye hayran kalırlar.
‘Benden O’nu soran olursa biri,
Nişansız sevgili için derim ki:
Sevgilinin kurbanıdır aşıklar,
Ölmüşlerden herhangi bir ses gelir mi?’ ”
(Sa’di, “Gülistan”, sa:22)
“Yüce Allah’a yakınlık sağlamak, sevap kazanmak ve daha yoğun bir ibadet yapmak amacı için bir
mescitte veya benzeri yerde ibadet niyeti ile ve belirli kurallara uyarak i n z i v a y a ç e k i l m e k demektir.
R a m a z a n ayının son on gününde, itıkaf’a girmek, sünnet-i müekkede’ <Peygamberimizin çoğu
zaman yaptığı gibi, pek az zaman yapmadığı sünnet.>dir.
Peygamberimiz, Medine’ye hicretlerinden itibaren, vefatına kadar, her yıl Ramazan ayının son on
gününü itikaf’la geçirirlerdi.
İ h l a s <doğru, temiz sevgi;> ve samimiyetle yapılan bir itikaf, pek faziletli bir ibadettir. Bu sayede
insan hiç olmazsa bir süre dünya işlerinden uzak kalır ve Yüce Allah’a yönelir. Allah evi olan mescitlere çekilen
mü’min, çok güçlü bir kaleye sığınmış olur.”
(Kemal Güran, “Müslümanın El Kitabı”, sa:258)
İtilip kakılma; İtilme kakılma : Kalabalıkta önden arkadan itilip kakılmak
Bk.: İtiş kakış
“Ona karşı çıkmalı, sana bağırmaya başlayacak olursa sen de ona bağırma yürekliliğini
göstermeliydin….. O anda neden tavır koymadığın hakkında hiçbir fikrin yok, babanın ani ölümünün yarattığı
şok da da buna mazaret olamaz. Harekete geçmeliydin, ama yapmadın. Ömrün boyunca itilip kakılan insanların
yanına yer aldın, her şeyden çok inandığın bir ilkeydi bu, ama işte o gün dilini tuttun ve hiçbir şey yapmadın..”
(P. Auster, “Kış Günlüğü”, sa.147-8)
“Başka günler burada gezinenler için bu bağlantı yolunun hiçbir anlamı yoktu. Kilise bayramında ise
yolun genişliği dört misline çıksa da yine o sonsuz kalabalığa dar geliyordu. İtile kakıla ileri yürüyenlerle geri
dönenler çatışıyordu. Ama her çatışma, bayram ziyaretçilerinin her bakımdan hoşgörülü davranışlarıyla sonunda
tatlıya bağlanıyordu.”
(F. Grillparzer, “Fakir Çalgıcı”, sa:19)
“Forsa takımı, avluya girdikçe doktor kontrolü için bekletilecekleri parmaklıklı küçük avluya doğru iki
sıra halinde sıralanmış olan gardiyanlar arasında itilip kakılıyordu. Hepsi de sağlık durumları için bahaneler
uydurarak, bozuk gözlerini, aksayan bacaklarını, sakat ellerini göstererek, o güç yolculuktan kurtulmak için son
kez çabalıyorlardı.”
(V. Hugo, “Bir İdam Mahkumunun Son Günü”, sa:57)
“On dokuzuncu yüzyılın ilk gününde yalnızca Londra’nın değil, bütün Britanya Adaları’nın üstünü
kaplayan muazzam bulut, karaltısı altında yaşayanlar üzerinde olağandışı etkiler yaratacak kadar uzun bir süre
yerinde kaldı, daha doğrusu yerinde kalmadı; çünkü güçlü yeller tarafından bir o yana bir bu yana itilip
kakılmaktaydı. İngiltere iklimi adeta değişime uğramıştı. Yağmur sık, ancak diner dinmez yeniden başlayan
sağanaklar halinde yağıyordu.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:150)
İtin gö.üne sokup çıkarmak : Alabildiğine suçlamak, karalamak (Argo)
“Abdülvahap Bey için bu kasabada çok kötü şeyler söylüyorlar. Adamcağızı hallaç pamuğu gibi
atıyorlar. İtin gö.üne sokup çıkarıyorlar. Yok, o, kendisine üç tane çiftlik, beş tane saray gibi ev almış.
İstanbulda Boğaziçinde her çocuğuna bir yalı yaptırmış. Yalan efendim yalan. Külliyen yalan. O, herkesi ev
sahibi yaptı da kendisine bir kulübecik bile almadı. Bu yörelerde, adalarda, yaylalarda, Rumlardan ne kadar ev,
ne kadar zeytinlik, ne kadar bağ bahçe, ne kadar tarla kalmışsa hepsini fakir fıkara göçmenlere dağıttı.”
(Y. Kemal, “Bir Ada Hikayesi 1-Fırat Suyu Kan akıyor Baksana”, Cilt:1, sa:46)
İtin teki : Serseri, güvenilmez kimse (Argo)
“ROSA - Kim bilir, hangi itin tekidir! Tanrı boyunu devirsin onun. (Yatağın ucuna yaklaşmıştır.) Ah,
Antonio! Benim tatlı, küçük Tony’im.. Eğer hala benimle olsaydın, belki başın derde girmezdi”
(D. Fo, “Yüzsüz”, sa:17)
İtip (itişip) kakışmak; İtip kakmak : Rastgele birbirini dürtmek, örselemek
Bk.: İtiş Kakış
“DEVRİM AŞKINA
------------------------Kulübesi yerle bir oldu sel günlerinde
Kurtardı canını Granny, odun topluyordu çünkü fundalıkta
Emekli aylığını bekledi altmış yaşına dek
Kuyruklarda dikiliyor, itiş-kakış atılarak ileri”
(Vonani Bila<d.1972>-İlyas Tunç; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.11.06)
“Güzel bir gün başlıyordu, ama Jonas bunun ayrımında değildi. Bezi duvara doğru çevirmişti. Oturmuş,
elleri dizlerinde, bitkin bir halde bekliyordu. Şu andaa kendi kendine, bir daha çalışmayacağını, mutlu olduğunu
söylüyordu. Çocukların itişip kakışmasıını, su sesini, tabak çanak şangırtısını işitiyordu.”
(A. Camus, “Büyüyen Taş”, sa:36)
“Bilseydi, başka bire yere gönderirdi. Profesör onu anımsıyordu. Ona hiçbir zaman kötü davranmadı.
Öteki kiracılar, zavallı yavruyu itip kakıyorlardı. Onun kızı diye horgörüyorlardı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:326)
“Böylesi itişip kakışma, gürültü patırdı alışık olduğum bir şey değildi. Bu çocukların her şeyi, ama her
şeyi, fiziksel etkinliklerinde odaklanmıştı; kitaplara ilgi duymuyorlardı, ama spora delicesine düşkündüler.”
(E. Canetti, “Kulaktaki Meşale”, sa:89)
“Tam o sırada, her şey yavaşlatılmış bir biçimde gerçekleşmeye başladı. Kadının üsütüme geldiğini,
avaz avaz haykırarak beni dışarı atmaya çalıştığını görüyordum. Petrus’un kadını durdurduğunu görüyordum.
Köpeki onları itişip kakışmasına aldırmaksızın hırlayıp dişlerini gösteriyor, gözlerini benden ayırmıyordu.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:84)
“Ama nasıl sorarım size, gece gündüz üstümde sürünen, boğulan ve soluk soluğa kalan, tırmalayan ve
itip kakan, beni vahyin derinliklerine, daha derinlerine çeken sıçanlar, köpekler ve kaplumbağalarla yaşayıp
yaşayamayacağımı?”
(J.M. Coetzee, “Romancının Romanı”, sa:253)
“-... ‘Dağılın!’ diye bağırdım. Ne hakla oraya toplanmışlardı? Yasada böyle bir şey yazılı mıydı? Bunca
insanın orada ne işi vardı? İşte o yüzden kalabalığı itip kakmaya, evlerine gitmelerini söylemeye başladım.
Korucu Yefimov’a da dağılmayanların ensesine patlatmasını buyurdum...”
(A. Çehov, “Korkunç Bir Gece”, sa:117-8)
“TRİGORİN - Yok, kalmaz artık. Oğlu son derece dengesiz davranıyor. Bir bakmışsın kendini
vurmuş, şimdi de beni düelloya çağıracağı söyleniyor. Niçin bütün bunlar? Somurtuyor, homurdanıyor, yeni
biçimler vaaz edip duruyor... Oysa herkese yer var. Ne diye itişip kapışmalı ki?”
(A. Çehov, “Martı”, sa:63)
“O sırada bir kemanın çalmaya başladığı, boruların öttüğü duyuldu. Emma koşmamak için kendini zor
tutarak merdivenden indi. Kadriller başlamıştı. Konuklar sürekli geliyor, herkes itişip kakışıyordu. Emma
kapının yanında bir sıraya oturdu.”
(G. Flaubert, “Madam Bovary”, sa:57)
“Kalabalık, Akropolis’in basamaklarını doldurmuş, Khamon Meydanı’nda Hamilkar’ın karaya çıkışını
seyretmek için itişip kakışıyordu. Setler yavaş yavaş insanlarla dolmaktaydı. Birkaç kişi Hamilkar’ı tanıdı. Selam
verenler oluyordu. Hamilkar, halkın sabırsızlığını artırmak için geri çekildi.”
(G. Flaubert, “Salambo”, sa:141)
“Bulunduğun yerde ne kadar çalışıp çabalasan, önündekini, yanındakini ne kadar itip kakıştırsan
nafile... Bilmem kaç yıl geçecek de aylığın bilmem kaç kuruş artacak.”
(R.N. Güntekin, “Yaprak Dökümü”, sa:9)
“Bahar günü. Kumanyalarımız, dalgıç takımlarımız tamamdı. Gece ortası, açık denizlere davranacaktık.
Güneyin ateş gibi sıcak gecelerinden biriydi. Gök, yıldız kalabalığına boğulmuştu. İnsan kalabalığı gibi itişip
kakışıyorlardı.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:160)
“Ben sinirliyimdir, öfkem olmadık yerlerde, olmadık olaylar karşısında patlar ve denetmimden çıkar:
sözgelimi bir yerde boşu boşuna bekletildiğimi sanıyorsam, otobüste ya da metroda itilip kakılıyorsam..... öfkem
kabarır ve o anda çocukça olduğunu kavrayamadığım bir tepkiler dizisi çıkar ortaya.”
(L. Hellman, “Şarlatanlar Dönemi”, sa:49)
“Sokağın iki ucundan birinde taş kesilmişcesine durur, kapılarda itişip kakışan, gelen geçene boğuk
sesleriyle laf atıp kolundan çeken, maskeli baloya gider gibi giyinmiş salkım saçak kızları bir an seyrederdik.”
(P. Istrati, “Nerrantsula”, sa:92)
“Kaptan merdivenlerden inerek geldi, Bay’ı selamladı, alıp yukarı çıkardı onu; zemin kattaki avluyu
çevreleyen derma çatma, ama zarif galerilerden geçirdi; sonra her ikisi, peşlerinde saygılı bir uzaklıktan itişip
kakışarak kendilerini izleyen çocuklar, evin arka cephesindeki serin ve büyük bir salona girdiler.”
(F. Kafka, “Bir Savaşın Tasviri-Avcı Gracchus”, sa:89)
“Doğrulup kalktım, kestirmeden uzun bir adım atarak onu yakaldım. ‘İyi akşamlar’ dedim ve elim
yakasında, onu itip kakarak basamaklardan aşağı indirip, kilisenin önündeki aydınlık alana çıkardım.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:11)
“Bu arada Orlando ve Prenses saraya ayrılan bölüme yaklaşmışlardı..... Birlikteliklerini sona erdirmek
ve kendilerini tetikte bekleyen keskin gözlerle karşılaşmak istemeyerek orada, çıraklarla, terzilerle, balıkçı
kadınlarla; at tacirleri, tavşan avcılarıyla; açlıktan nefesleri kokan mekteplilerle, başörtülü hizmetçilerle, portakal
satan kadınlarla, küfürbaz barmenlerle ve her zaman bir kalabalığın eteklerinde bulunup insanların ayakları
arasında bağrışan, itişip kakışan, pejmürde çocuklarla omuz omuza oyalandılar.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:44)
“Başlangıçta düzgün ve okunaklı olan satırların daha sonra öfkeli bir adamın damarları gibi şişip
kabardıklarını, nasıl itişip kakıştıklarını, nasıl birbirlerinin üzerine atıldıklarını ve öfkeyle birbirlerini nasıl
tartakladıklarını, Balzac’ın yorgun sinirlerini kamçılamak için içtiği kahveden dökülen damlalarla yer yer nasıl
lekelendiklerini görmek mümkündür.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Balzac’, Cilt:II, sa:29)
İtiş(e) kakış(a) : Dürte dürte, kalabalıkta birbirlerini ite kaka; zorlukla, güçlükle Yürümek, girmek (maç,
otobüs vs.)
“Akşam yemeğini mum ışığında yedikleri sırada, restorandan içeri giren sarhoş bir dilenci masaya
kadar gelip oturmuş, Moskova’nın itiş kakışından uzakta başbaşa kaldıkları bu değerli anı mahvederek
konuşmaya başlamışlardı.”
(P. Coelho, “Kazanan Yalnızdır”, sa:109)
“Çeşmebaşı... İşte bu başlıbaşına bir alem. Kız-erkek, sekiz on baldırıçıplak, sıvanmış etek ve paçalarla,
bir itişip kakışma halinde yıkanıyor değil, adeta güreşiyorlar.”
(İ. Ersevim, “Bir Doğumun Hikayesi-Çeşmebaşı”, sa:19)
“Anna Seghers’in geldiğini onun bölümüne doğru yürüdüğümde anladım.
Çevresi itiş kakış aşılmaz bir kalabalıkla dolmuştu. Yanlarına yaklaştığım kişiler bana gülümseyerek
baktılar. Aralarında üç dört Şilili, bir Afrikalı vardı. Afrikalılar, kabile giysilerini yüzlerce yılın horlanmasını
aşağılamak istercesine bir kalkan gibi taşıyorlar, nereye girseler üzerlerinde, dost bir ortamda da olsalar. Orta
Avrupalının kül rengi ışığında tropik bir çiçek gibi renkli görünümleriyle göz alıcı ve ışıl ışıl duruyorlar. Bana
‘Ne yazık ki yaklaşmak olası değil’ anlamında başlarını salladılar.”
(Füruzan, “Ev sahipleri”, sa:91)
“MÜDÜR -... Bütün piyeslerimizin taze, yepyeni ve önemli konulu olması ve aynı zamanda hoşa da
gitmesi için, (acap) ne yapsak? Zira hiç şüphe yok ki ben, kalabalığın kulübemize doğru akın akın
koşuştuğunu..... itişe kakışa gişeye sokulmak için çaba sarfettiğini..... bir bilet için vücudunun hemen hemen
yarısını emzirdiğini görürsem, pek memnun olurum.”
(J.W. Von Goethe, “Faust”, Cilt:I, sa:9-10)
“Şurada bir ilkel okulu muzıka ile marş okuyor, ötede bir alay genç kız, itişe kakışa, çığlık çığlığa top,
ya da esir almaca oynuyor, daha ilerde çocuk, büyük karmakarışık bir insan kümesi şiir okuyan, yahut nutuk
söyleyen bir çocuğu alkışlıyordu.”
(R.N. Güntekin, “Çalıkuşu”, sa:263)
“Olası Güzellik
Belki birden başımızı kaldırıp
Baktığımız
Otobüs camının
Ötesinde her şey bambaşkadır.
Olası bir güzellik. Bedenlerin itişi kakışı.”
(Mila Haugova <d.1942 >-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 24.03.05)
“O orkestralardan birinde Pablo, kıvrık çalgısını istekle üflüyordu. Beni görünce şarkı söylercersine
selamladı. İtiş kakış arasında kendimi odadan odaya, bir aşağıya bir yukarıya sürüklenir buldum.”
(H. Hesse, “Bozkırkurdu”, sa:160)
“Basit bir müzik sesi üzerimizde aşağı yukarı Mişkin’in bir kadına dikilen bakıları gibi bir etki
uyandırır. Müzik: ruhu şişiren bir pompa. Büyüdükçe büyüyen, devasa balonlara dönüşen ruhlar konser
salonunun tavanı altında süzülerek uçuşur ve inanılmaz bir itiş kakış içinde birbirleriyle çarpışır dururlar.”
(M. Kundera, “Ölümsüzlük”, sa:246)
“... on dolarlık banknotumu çıkarıp salladım, fazlasını isterse çok kızmış gibi yapacaktım. Ama şaşırtıcı
şekilde, elini cebine daldırıp üstüne vermeye kalktı. Ona üstünün kendisinde kalabileceğini işaret ettim ama o
borcunu son ‘kuruş’una kadar ödemekte ısrar etti. Böylesine saygıdeğer bir hareketi neden tersleyeyim?
Dolayısıyla, o bana vereceği parayı zar zor elinin ayasında bir araya getirene dek, adamı sersem eden bir itiş
kakış içinde bekledim.”
(A. Maalouf, “Béatrice’ten Sonra Birinci Yüzyıl”, sa:18)
“Güldü. Çevresindekiler ağlıyordu, Lamia herkesten çok ağlıyordu.
-Tanios nerede? Onunla hemen konuşmalıyım.
-Şeyhimizin döndüğünü duyunca koşup gelecektir hemen.
-Hepimizin gurur kaynağı bu çocuk, köyümüzün övüncü.
Lamia tam bir uzun yaşam ve sağlık dileğiyle yanıt vermeye başlamıştı ki önce çığlıklar, ardından
havaya sıkılan tüfeklerin çatırdısı duyuldu. Sonra da bir itiş kakış başladı. İnsanlar dört bir yana koşuyorlardı.”
(A. Maalouf, “Tanios Kayası”, sa:210)
“SESLER Bir daha de bakayım! (Çıngar çıkar, kapışmak üzere olan iki adamı ayırırlar.)
İtiş kakış yok!
Bu geceEsas adam kimmiş gör!
Pis Hollandalı!”
(Eu. O’Neill, “Allahın Ayısı”, sa:8)
“Bir itiş kakış içine girdiğimizi gören annem, bizi bir hamlede bir odaya soktu, kapıyı kapadı. Oda
karanlıktı, ama iki büyük buzlu camlı kapıyla ayrıldığı öteki odadan içeriye kuvvetlice bir ışık düzgün bir şekilde
yayılıyordu.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:85)
“Taklitten sonra hep birlikte Galip, Rüya ve Celal gülerlerdi. Çok sonra, tıp tıp başlayan pis bir
yağmurla iyice ıslandıktan, bir itiş kakışla dolmuşa bindikten ve ıslak kumaş ve sigara kokan dolmuşta bir
sohbetin açılmayacağını anladıktan sonra...”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:22)
“Gel gelelim, V Dom Joao, ah ne yazık, bir kızla yetinmek zorunda. Kişi her istediğini elde edemez, ve
çoğu zaman bir şey diler, başka şey elde edersin, bu da duayı gizemli kılandır zaten, özel bir niyetle açarız
ellerimizi göğe, ama dileklerimiz kendi bildikleri yoldan gider, bazen gecikirler ki bu yüzden diğer dualar
onların önüne geçer, bazen de itiş kakış sırasında üst üste binip ne olduğu belirsiz dilekler oluverirler, kendi
kendilerne didişip dururlar.”
(J. Saramago, “Baltasar ve Blimunda”, sa:74)
“-Bu ne itiş kakış! Hiç bu kadar kalabalık olmamıştık. Neredeyse herkes burada. Sen bile mi? Sen de
mi? Ve sabrın ta kendisi olduğu söylenen sen de...”
(N. Sarraute, “Açınız”, sa:25)
“Kalabalık itişip kakışırken, sarı üniformalı polisler, iş kavgaya dönüşür de birini enseleyebilirler mi
diye heyecanla bekliyorlardı.”
(J.M. de Vasconcelos, “Kardeşim Rüzgar Kardeşim Deniz”, sa:38)
“SHANNON - Plajdaki gazinoda bir marimba cazı var.
HANNAH - Onu demiyorum, verandanın altından gelen şu tırmalama, itiş-kakış sesi demek
istiyorum.”
(T. Williams, “İguananın Gecesi”, sa:114)
“Geceyarısı New York’tan kalkıp Buenos Aires’e gidecek olan büyük yolcu vapurunda..... karadakiler
arkadaşlarını geçirmek için itişip kakışıyor, eğik kasketli telgrafçı çocuklar birtakım adlar bağırarak yolcu
salonlarında oradan oraya koşturuyor, bavullar ve çiçekler sürüklenerek vapura yükleniyor...”
(S. Zweig, “Satranç”, sa:5)
“Vatan buradan kaçmış olanları istiyor, kaçmış olanlar da vatanlarını. Sonra Viyana’da, kuzey
istasyonunda görüyorum onları. Evlerine dönmek isteyen erkekler, kadınlar, çocuklar, itiş kakış. Geride bırakmış
oldukları ev barklarını, topraklarını, içinde yaşamış oldukları o dünyayı tekrar görmeyi arzuluyorlar….. eski
dünyalarına dönmek istiyorlar.”
(S. Zweig, “Yolculuklar Üzerine”, sa:152)
İt kopuk : Serseri takımı, işsiz güçsüz başıboş takım
“Genç kız derken, bir zamanlar var olan, hani şu elde kırbaç dağ bayır at koşturan, aklı fikri iffetinde,
itin kopuğun ya bir hödük ya da canavarın çıkıp kendilerini zorlamadıkça, sekseninde, analarından doğdukları
gibi mezara giren bakireleri erekliyorum.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:56)
İtle(n) bir çuvala girmek : Kötüyle arkadaşlık etmek, ona uymak
“Gök Hüseyin Ağa, yüzünü geçkindi. ‘Ben,’ dedi, ‘bu yaştan sonra itlen bir çuvala giremem.
Döğüşemem..”..... “Halil: ‘Onlar dururlarsa biz de dururuz. Neyimize gerek. Neyimize gerek, itle bir çuvala
girelim.”
(Y. Kemal, “Üç Anadolu Efsanesi - Alageyik”, sa:180;205)
İt oğlu it : Birini köpek düzeyine indirgeyecek derecede hakaret kasdiyle böyle nitelendirmek
“Ahmet, gözünün kuyruğuyla babasını izliyordu. Babası, saban okunu kaldırmış, eşeğe yardım
ediyordu. Ahmet’in esas duruşa geçtiğini görünce ‘İt!’ dedi içinden. ‘İt oğlu it! Dalga geçiyor benimlen.’
Bozmak istemedi. Eşeği içeri sokup tam önünde durdu. Tepeden tırnağa bir süzdü.”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:10)
“Kız, yolun kenarında, sıyırdığı kemiği bırakmış, uyuklayan köpeğa çarpmamak için arabayı yana
çekerek alnındaki terleri silmeye koyuldu. Oğlanlar görmemişlerdi. Görmek istememişlerdi.
‘İt oğlu itler!’ diye küfretti kız. Onlar görmesinler, nasıl olsa bir gün birileri görecekti.”
(P. Celal, “Melahat Hanımın Düzenli Yaşamı”, sa:88)
“ ‘... Kont Vaklav Vratislav Netolitski tarafından restore ettirilmiş Azize Katerina Kilisesi’ne gideriz,
kasabamızın okulu, postanesi, telgrafhanesi, tren istasyonu, şeker fabrikası, bıçkıhanesi vardır, her yıl altı
panayır düzenlenir.’ Teğmen Mok, o anda Pek’in üstüne atladığı gibi başladı yumruklamaya: ‘Ulan, itoğlu it!
Beni maytaba mı alıyorsun? Görürsün sen şimdi altı panayırı! Bu bir... Bu iki... Bu üç...’ ”
(Y. Haşek, Aslan Asker Şvayk”, Cilt:1, sa:422)
“Patlayıcıların böyle bloklar halinde olması iyi, diye düşündü. Fünyeler yerine Allah kahretsin, daha
temiz. Bir çuval dolusu pelte daha çabuk olurdu gerçi. İki torba. Hayır, tek torba bile yeterdi, Şimdi, fünyeler
olsaydı. İt oğlu it.”
(E. Hemingway, “Çanlar Kimin İçin Çalıyor’, sa:487)
“Aşık Ali:
‘Hösük, etme kardaş,’ dedi, ‘etme. Ekmek kapısı. Bir iki kuruş kazanamayaz mıyım diye canını dişine
taktı da geldi. Kendi bilmiyor mu ne halde olduğunu? Ne bok yesin, yokluk... Yokluk ateşten gömlek.’
Hösük:
‘Gelmeseydi, it oğlu it...’ ”
(Y. Kemal, “hüyükteki nar ağacı”, sa:30)
“Herif dolandırdıysa dolandırdı. Helal olsun. Beni dolandırmadı ya. İtoğlu itler... dünya kadar para
kazanıyorlar. Güzellikle istesen vermezler. Metazori olmaz. Eee...’ ”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:7)
“Abdi Ağa:
‘Hah,’ dedi, ayağa kalktı. ‘Daha gelmedi ha? Vay it oğlu it vay! Daha gelmedi ha! Ya öküzlerim?...’
..... ‘Hemen tarlaya gidin, arayın o it oğlu iti. Öküzleri mutlaka bulmalısınız. Anladınız mı?’ ”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:29)
“APOLLODORUS - Yavaş evlatlarım, yavaş gözünü seveyim. (Birden korkuya kapılarak.) Ulan
yavaş dedik, itoğlu itler. Kıç altına yatırın. Tamam.
FTATATITA (Hamallardan birine bağırarak.) - Üstüne basma. Üstüne basma, koca hayvan.”
(G.B. Shaw, “Sezar ve Kleopatra”, sa:97)
İt sürüsü; İt sürüsü kadar : Pek çok gereksiz kimse birarada, çok, yığınla
“KEENEY -... (Ceketinin cebinden bir revolver çıkarır, muayene eder.) Seninki yanında mı?
YARDIMCI KAPTAN - Evet, efendim.
KEENEY - Silah kullanmak zorunda kalacağımızdan değil... O it sürüsünün ciğerini bilirim... Sadece
korkutmak için. (Korkunç.) Şimdiye kadar hiçbir vakit silah kullanmak zorunda kalmadım.”
(Eu. O’Neill, “Yağ”, sa:18)
“Cesedi ağır ağır sallayarak yürümeye başladılar; dördü de en az taşıdıkları ölü kadar ölüye
benziyorlardı.
-Belki de çocuk dindardı be, dedi Pinette. Belki de...
Durdular, şaşkınlıkla baktılar. Pinette kiliseyi gösterdi:
-Kilisede it sürüsü kadar papaz var, dedi.
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:130)
İtten rezil olmak : Köpekten aşağı, rezil rüsva olmak; Elaleme kepaze olmak
“Eyice talimlediler çünkü. Onun için, bu seferki hücumları korkunç olacak. Öküzü bıçaklayacaklar.
Yedi köye rezil edecekler seni. İtten rezil olacaksın. Şan olacaksın. Heç elinden tutanın olmayacak.”
(F. Baykurt, “Yılanların Öcü”, sa:369)
İt uğursuz : Serseri takımı
“Polisimiz gün boyu bizi koruyor, akşam olunca da uyuyor, çünkü bitkin düşmüş oluyor, ortalıkta cirit
atan bütün it uğursuzu, misafiriniz gibi vatan duygusunu yitirmişleri düşünürseniz bu uykuyu hak ettiklerini
anlarsınız.”
(A. Tabucchi, “Pereira İddia Ediyor”, sa:159)
İvecenlik : İvedilik, acelecilik, bir an önce yaşayıp bitirmek
“Gençliğin göstergesi belki de kolay mutluluklara yönelik çok güzel bir iççağrıdır.Ama özellikle, saçıp
savurmaya varan bir yaşama ivecenliğidir. Bab-el-Oued’de olduğu gibi Belcourt’da da genç evlenilir. Çok erken
çalışmaya başlanır ve bir insan yaşamının deneyimi on yılda tüketilir. Otuz yaşında bir işçi şimdiden tüm
kağıtlarını oynamıştır. Karısıyla çocukları arasında ölümü bekler.”
(A. Camus, “Düğün-Cezayir’de Yaz”, sa:46)
İvedi; İvedi ivedi; İvedilikle : Çabuk; Çabuk çabuk, aceleyle
“Bu yarı sessizlik yarı gürültü arasında, iki Fransızla, onlara boyuna Andernach’ı, yemeği, Ren şarabını,
Cumhuriyet Ordusunu ve karısını öven hancı, ırmak gemicilerinin seslerini ve limana yanaşan bir geminin
sularda çıkardığı hışırtıları ilgiyle dinlediler. Belki de bu gemicilerin avaz avaz konuşmalarına alışmış olan hancı
ivedilikle dışarı çıktı ve biraz sonra geri döndü.”
(H. de Balzac, “Bilinmeyen Başyapıt-Kırmızı Han”, sa:66-7)
“Birotteau, bu son sözcükleri işitince, sanki kız kurusuyla esenleşir gibi hafifçe eğildi, sonra da
ivedilikle dışarı sıvıştı. Daha fazla kalırsa, bayılıp yere yıkılmaktan, böylelikle de bu amansız düşmanlara büyük
bir zafer sevinci vermekten korkuyordu.”
(H. de Balzac, “Tours Papazı”, sa:101)
“SUNAĞIN ÖNÜNDE
AKHİLLEUS
-----------------İvedi diz çöküyorum,
Değil yılgın bir yalvarıyla ama.
Polyksene, seninle sözüm
Benim kesilmiş aynı zamana!”
(Valeri Bryusov <1873-1924>-Azer Yaran; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.03.02)
“Bir şeyler içmek için bir kasabaya uğramıştık. Petrus bir bira söylemiş, ben de bir meyve suyu
istemiştim. Parmaklarım bardaktaki suda soyut biçimler oluşturuyordu; kaygılıydım. ‘Habercinin, bana bir şey
söylemek istediği için kendini o oğlanda gösterdiğini söylemiştin.’
‘İvedi bir şey,’ diye doğruladı.”
(P. Coelho, “Hac”, sa:79)
“Sisi çatılar parçalar, duvarlar emer. Kapılar açıldıkça evlere girip yok olur; merdivenleri kayganlaştırır
ve tırabzanları nemlendirir. Arabaların gidip gelişi, sokaklardan geçenler, o sabahleyin ivedi ivedi, zavallı zavallı
sokaklara dökülenler, sisi parça parça eder, alıp götürür ve dağıtırlar.”
(A. Daudet, “Pazartesi Öyküleri-Bir Kayıt Yazmanı”, Cilt:II, sa:13)
“Çocuklar bir saniye içinde salonu boşalttılar. Geniş ve sütunlu merdivenlerde vahşi bir saldırış vardı.
Bu, ancak öğretmenler uzun boylarıyla gürültülü çocuk kalabalığının arasına karıştıkları zaman yumuşayıp ivedi
bir yürüyüş biçimi alırdı.”
(F. Molnar, “Pal Sokağının Çocukları”, sa:16)
“Teknik elemanlara gereksinen binalar bu mahallededir; kimi zaman tepe, bu çirkin kakmalardan
silkinmek istercesine çöker, o zaman ivedi önlemler alınır, olağanüstü krediler çıkarılır..... Merkezdeyse, aksine,
bakir can çekişme yayılır, sürüngen bir cüzam, sinsi ve acımasız çürüklükteki duvar ve evleri istila eder.”
(A. Tabucchi, “Ufuk Çizgisi”, sa:13)
“Bunun üzerine, evinin, yaşanmaz hale geldiğini ve bu işe bir son vermek için ivedilikle önlem almak
gerektiğini kavrayan Orlando, yerinde hangi genç adam olsa onun yapacağı şeyi yaptı ve Kral Charles’tan
kendisini Olağanüstü Büyükelçi sıfatıyla İstanbul’a göndermesini rica etti. Kral White Hall’da yürüyüşteydi.
Kolunda Nell Gwyn vardı. Kadın ona fındıklar atıyordu. Bu cilveli hanım böylesi bir çift bacağın ülkeden
ayrılmasının pek yazık olduğunu düşünerek göğüs geçirdi. Ama n’apalım, kader acımasızdı; Orlando denize
açılmadan önce kadın, ancak omuzunun üstünden bir öpücük gönderebildi ona.”
(V. Woolf, “Orlando”, sa:83)”
İvinti : Akarsuyun kaya parçaları arasından köpürerek akışı; Hızlı, çarçabuk olma durumu
“Bu yüzden Nietzsche’nin düşünce hayatı öylesine dur durak bilmez, sakin durgun yüzeyleri olmayan
bir su gibidir. Dosdoğru sel gibidir, gezgindir, ani dönemeçlerle, dolambaçlarla ve ivinti yerleriyle doludur.”
(S. Zweig, “Dünya Fikir Mimarları”, ‘Nietzsche’, Cilt:I, sa:93)
İyi akşamlar : Gün batımından sonra bir dosttan ayrılırken kibarlıkla söylenen Allahaısmarladık
“Doğrulup kalktım, kestirmeden uzun bir adım atarak onu yakaladım. ‘İyi akşamlar’ dedim ve elim
yakasında, onu itip kakarak basamaklardan aşağı indirip, kilisenin önündeki aydınlık alana çıkardım.”
(F. Kafka, “Hikayeler-Tapınan’la Söyleşi”, sa:11)
“ ‘Ağzınızı sıkı tutmanızı söylemeye bilmem gerek var mı? Bu işte hepimizin çıkarı söz konusu.
Güvendiğiniz kimselere tabii bizi salık verebilirsiniz. Yolu biliyorsunuz. Haydi iyi akşamlar.’ ”
(E.M. Remarque, “İnsanları Sevmelisin”, sa:125)
İyi bir adama (kadına) düşmek :
Evine bağlı, kadir kıymet bilir bir adamla (kadınla) evlenmek
“Ama, annemden başka konu komşu, arkamdan olsun, yüzüme olsun, hep ‘Sahiden çok güzel, kusursuz
bir kız. Allah vere de iyi bir adama düşse!’ derlerdi.”
(M. Tevfik, “Bir Çalgıcının Seyahati”, sa:350)
İyi bir kulağa sahip olmak : Müziğe -işitsel olarak- yeteneği olmak, seslerin tonlarını ve niteliklerini hemen
hemen yanlışsız yineleyebilmek
“Erkek çocukları ve özellikle Georges, Beethoven’den nefret eden ve oda müziğini her şeyin üstünde
tutan yorumculardı. Bu görüş ayrılıkları, tatlı bir dille, ‘Schweitzerler müzisyen doğmuşlardır,’ diyen
büyükbabamı rahatsız etmiyordu. Doğuşumdan sekiz gün sonra, bir kaşık şıngırtısından hoşlanmış gibi
göründüğümde, çok iyi bir kulağa sahip olduğumu ileri sürmüştü büyükbabam.”
(J.-P. Sartre, “Sözcükler”, sa:45)
İyice (germek, bir ıslatmak, kararmak, serpilmiş, zorlamak) : Şöyle güzelce (bir dövmek, pataklamak, ticari
bakımdan kazık atmak; Koyulaşmak; Gelişmiş -genç kız-); Oldukça, çokcana
Bk.: Islatmak
“Resim dışarıda çekilmiştir, bulunduğu yer bir Fransız, hatta belki bir İtalyan kenti olabilir, bir ortaçağ
kilisesinin önünde durmuştur, üzerinde manto ve başında eşarp olduğuna göre, mevsimin kış olduğunu tahmin
etmek yanıltıcı olmayacaktır. Bay Boş, kadının gözlerinin içine bakakalır, kim olduğunu hatırlamak için iyice
zorlar kendini.”
(P. Auster, “Yazı Odasında Yolculuklar”, sa:12)
“Berber gelip Bayram’ı, saç sakal tıraş etmişti. Başındaki sargıyı almışlardı. Sol kulağının üstünde,
alnına doğru, kavun dilimi gibi bir yara izi vardı. Yaranın yeri iyice belliydi. Acaba hep böyle belli olup gidecek
miydi? Köyde ikide bir başına kakacaklar mıydı?”
(F. Baykurt, “Irazca’nın Dirliği”, sa:193)
“POZZO - Yardım edin!
ESTRAGON - İkimiz onu iyice bir ıslatsaydık diyordum.”
(S. Beckett, “Bütün Oyunları - 1”, ‘Godot’yu Beklerken’, sa:110)
“Yaşlı adam benim sevgilimde artık herhangi bir acıma ya da ilgi uyandırmazdı, çünkü boğazına kadar
gömüldüğü yeni felaketler perdesinde onun için eski günler iyice soluklaşmıştı.”
(L. Durrell, “Justine-İskenderiye Dörtlüsü 1”, sa:110)
“ ‘Yeter!’ dedi Hubert, ‘Anladım; yazabilirsin sevgili dostum.’ Çıkıp gitti.
Hava iyice kararmıştı. Kağıtlarımı derleyip toparladım. Akşam yemeğini bile yemeden dışarıya
çıktım.”
(A. Gide, “Batak”, sa:22)
“Bir tutam enfiye çektikten sonra Petroviç iki eliyle ‘sabahlığı’ iyice gerdi, havaya kaldırdı ve ışığa
doğru tutarak baktı, yine başını salladı. Sonra astarı dışarı gelecek şekilde ‘sabahlığı’ tersyüz etti ve yine başını
salladı. Tekrar üzerine kağıt yapıştırılan general resminin olduğu kapağı kaldırdı, burnunu tabakalya
yaklaştırarak bir nefes daha çekti, kapağı kapattı, kutuyu elinden bıraktı.
‘Hayır, bunu onarmak mümkün değil: Eski püskü bir süprüntü bu!’ dedi.”
(N.V. Gogol, “Palto”, sa:32-3)
“En yasal işler bile arada bir talihsizliğe uğrarlar. Arkansas’da bir gün yanlış bir dönemece sapmış, hiç
farkına varmadan Peavine kasabasına gitmiştim. Anlaşıldığına göre, bir önceki ilkyazda armut, kiraz, şeftali gibi
altı yüz dolarlık değişik türlerde meyve fidanı satarak köylüyü iyice bir benzetmiştim.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:103)
“Bir yan sokakta, tütüncü dükkanı buldum. Burası ufacık bir dükkan; artık iyice ihtiyarlamış bir karı
kocanın. Kocanın kutuyu açması ve karısının da on sigarayı sayması epeyce sürüyor. Birbirinin işine engel
oluyorlar, fakat birbirlerine güleryüz gösteriyorlar.”
(Ö. von Horvath, “Allahsız Gençlik”, sa:109)
“Karşılayıcı, yani yabancılarla ilgilenen keşiş geldi, resimlere korkuyla baktığımızı gördü. İnce, sarı
dudaklarını açtı; bizim iyi giyinmiş iyi bir yaşantı içinde ve tam gençlik çağımızda olduğumuzu gördü, sanki
içini bir nefret kapladı; kötü niyetle dudaklarını aralayıp konuştu:
-Gözlerinizi iyice açın, suratınızı buruşturmayın: Bakın! Bakın! İnsanın vücudu ateşler, şeytanlar ve
fahişelerle doludur; şu gördüğünüz pislikler cehenneme ait değildir, insanın içinin pislikleridir.”
(N. Kazancakis, “El Greco’ya Mektuplar”, sa:210-1)
“Bay Gosch’un sağlık durumu kötüydü. Mutlu biri olduğumu sanmayın der gibi anlamlı bir el hareketi
yaptı. Artık iyice yaşlanmış ve sağlık şikayetleri artmıştı; biraz önce kendisinin de söylediği gibi artık bir ayağı
çukurdaydı. Akşamları aldığı özel içkisini içerken yarısını döküp saçıyordu, elleri öyle titriyordu ki! Lanet
okumasının hiçbir yararı olmuyordu...”
(Th. Mann, “Buddenbrooklar”, sa:522)
“Akşamın beşinde sofraya oturuldu. Saat on birde hala yemek yeniyordu. Görenek öyle olduğu için
beni Matmazel Dumoulin adında bir kıza, emekli bir albayın genç, sarışın, asker tavırlı, iyice serpilmiş, pervasız
ve lafazan kızına eş yapmışlardı. Kız beni bütün gün elinin altında tuttu, bahçeye sürükledi, istesem de
istemesem de dans ettirdi, yordu, bitirdi.”
(G. de Maupassant, “Tombalak-Karım”, sa:101)
“Babam briç kulübüne, daha sonra da başka yerlere gider, gecenin iyice geç vakti, çoğu zaman annem
onu beklemekten sıkılıp uyuduktan sonra eve gelirdi.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:332)
“Taklitten sonra hep birlikte Galip, Rüya ve Celal gülerlerdi. Çok sonra, tıp tıp başlayan pis bir
yağmurla iyice ıslandıktan, bir itiş kakışla dolmuşa bindikten ve ıslak kumaş ve sigara kokan dolmuşta bir
sohbetin açılmayacağını anladıktan sonra...”
(O. Pamuk, “Kara Kitap”, sa:22)
İyiden iyiye : Epeyce, çokcana, gerçekten
“ŞAZİMENT : A, sen iyiden iyiye çıldırmışsın.,
SEVDA : Tabii, size göre sevmek çıldırmak demek.
ŞAZİMENT : Öyle ya. Yalan mı?
RIFKI : Ama kızım, sen...
SEVDA : (Keserek) Hayır, hayır. Yarın konuşuruz, baba. İyi geceler, hala. (Çıkar. Bir sessizlik.)
RIFKI : Gidip bir iki lokma bir şeyler yesek Şaziment.
ŞAZİMENT : Gidelim, ağabey. Yoksa bana fenalık gelecek.”
(S.K. Aksal, “Oyunlar - Tersine Dönen Şemsiye”, sa:328-9)
“İKİNCİ ŞİİR : Henüz yeryüzündeyiz. Akşam olmaktadır. Şimdi hava iyiden iyiye kararmıştır.
Dante’de sabahki iyimserlikten eser yoktur. Enine boyuna düşünüp taşınmış, atılmak üzere olduğu serüvenin
güçlükleri karşısında cesareti kırılmış ve Cehennem yolculuğundan vazgeçmiştir.”
(D. Alighieri, “İlahi Komedya”, Cilt:I, ‘Cehennem’, sa:80)
“Loşluğun içinden iççekmeleri gelmeye başladı artık, uykunun sonuna yaklaşıldığını anlatan soluklar,
birden dönüşler, kesilmeler, soluklanmalar, körükörüne atılmalar. Az vaktim kalmış. Duvar iyiden iyiye
aydınlandı.”
(B. Karasu, “Troya’da Ölüm Vardı”, sa:121)
“Enerjik, sessiz el kol sallamalarıyla vedalaştıktan sonra, vagonda Rivet’ye şöyle dedim:
‘Sen kaba herifin tekisin!’
O da karşılık verdi:
‘Bak oğlum, beni iyiden iyiye çileden çıkarmaya başlıyorsun.’ ”
(G. de Maupassant, “Madam Tellier’nin Evi-Şu Morin Domuzu”, sa:290)
“Bu üç saate yakın sürdü. Sersemlemiştim; kafam bomboştu. Ama oda iyiden iyiye sıcaktı; bu da
hoşuma gitmiyor değildi; yirmi dört saatten beri buz kesmiştik.”
(J.-P. Sartre, “Duvar”, sa:13)
“Evet, doğru, içtenlikle söylüyorum: bana göre bir davranış değil böylesi: kağıtlara yazı yazmak nicedir
tiksindiriyor beni, hele böyle basılı, böyle tıka basa yazı dolu, böyle bütün umudunu tüketmiş, ipliği pazara
çıkmış kağıtlara! Ütelik, korkak bir adamım, çok korkak bir adamım: iyiden iyiye çok sarhoş olmasam,
tanımadığım bir adamın kitabını karalamak şöyle dursun, masasının önünde oyalanmayı bile göze alamazdım.”
(T. Yücel, “Vatandaş”, sa:7)
İyi geceler : Tüm kültürlerde, bir topluluktan ayrılırken ya da yatmağa giderken kalanlara söylenilen dilek
“Bunun üzerine ikisi de sustu. Corradino kendisi tutabilmek için gülümsüyordu. Cate’nin başka bir şey
düşündüğünün farkındaydı, aklı Pippo’daydı. Bu anlamsız duygu heyecanı boşu boşunaydı. ‘İyi geceler’ dedi.”
(C. Pavese, “Tepedeki Ev”, sa:188)
“GECENİN GÜRÜLTÜLERİ
------------------------------------Adamın gözleri kararıyor gecede
Bir başkası bunaltıyor garibi
Ortada küçük bir para sorunu
Lanet olası azıcık bir miktar
Belki dört beş ya da altı yüz frank
Siz uyuyun iki kulak üüstünde
Hani öyle derler içiniz rahat olsun
Adamın gözleri kararıyor gecede
Yarın aile siyahlara bürünecek
Bitti her şey
Siz uyuyun iki kulak üstünde
İyi geceler.”
(Jacques Prévert<1900-1977>-Kenan Sarıalioğlu; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap,
30.05.02)
“KAPTAN, resim tahtasının başına geçip çalışmaya başlar. - Yok, yatmaya git. İyi geceler!
MAZZINI, şaşkın. - Ya? Eh, gideyim bari.
ELLIE - İyi geceler babacığım. (Onu öper.)
MAZZINI - İyi geceler, bir tanem!”
(G.B. Shaw, “Kırgınlar Evi”, sa:98)
İyi giyimli : Temiz pak, düzgün, sıra üstü giyimli kimse
“Annenin, her gün yollarda, otobüslerde karşılaştığın iyi giyimli, şık tayyörlü, baston yutmuş gibi
dimdik yürüyen o sıradan kalabalığın içindeki sıradan kadınlardan birini olduğunu öğrenmek belki seni düş
kırıklığına uğratacak.”
(S. Tamaro, “Tek Ses İçin”, sa:68)
İyi gözle bakmamak : Hakkında olumsuz düşünceleri olmak, pek güvenmemek, iyi niyetinden şüphelenmek
“Véronique ilkönce iyi gözle bakmıyordu ona (Kahya Beppo’ya!); ama evin kuzey köşesindeki Meryem
heykelinin önünden geçerken istavroz çıkardığını gördükten sonra, paçavralarını hoş görmeğe başladı; suyu,
kömürü odunu, çalı çırpıyı mutfağa kadar taşımasına izin verdi.”
(A. Gide, “Vatikan’ın Zindanları”, sa:5)
İyi halt ettin(iz) : Kinayeli bir şekilde bir diğerinin yaptığı işi tenkit etmek
“İktidar partisi hatipleri, İkinci Dünya Harbi^’ne memleketi sokmamakla öğünüyorlardı. Bunu
çürütmek gerekirdi. İktidarın ak dediğine kara, kara dediğine ak demeliydi. İktidar, memleketi İkinci Dünya
Harbi’ne sokmamakla mı öğünüyor? Hemen karşısına çıkmalı, ‘İyi halt ettiniz!’ demeliydi.”
(O. Kemal, “Üç Kağıtçı”, sa:200)
İyi ki : Allahtan ki, bereket ki
“-Hay Allah razı olsun, yeğen, iyi ki uyandırdın, dedi. Çok kötü bir düş gördüm. Suç bu odada, bu
salonda, çünkü geçmiş zamanları ve burada olup biten bazı garip şeyleri anımsadım. Ama artık yatıp rahatça
uyuyalım.”
(E T.A. Hoffmann, “Uğursuz Miras”, sa:30)
İyi kötü : Şöyle böyle, nasıl olursa , pek kötü olmayacak bir durumda
“Dediler ki: ‘Varalım kaymakama, anlatalım. Anlamazsa savcıya anlatalım. O da anlamazsa dönüp
gelelim. Köyün bir delisi var eyi kötü. Bir tüfek doldurup verelim eline: Böyle böyle Delioğlan, muhtar olacak
soysuzdan zar ağladık, al şu tüfeği dom!”
(F. Baykurt, “Anadolu Garajı”, sa:99)
“İçlerinden en güçlü olanlar, harap olmuş evlerden, iyi kötü ayakta kalmış olanları onarmada
yararlanabilecek malzemeleri ayırmaya başladı.”
(P. Coelho, “Beşinci Dağ”, sa:204)
“Bu çalışmam büyücek bir gazetenin yazı kurulunda sürekli yer almamı sağladı, kazandığım parayla iyi
kötü geçinebiliyordum.”
(H. Hesse, “Peter Camenzind”, sa:70)
“Angel Dayı bir elini Adrian’ın omuzuna koydu ve kendisini yatıştırdı:
-Oğlum, kimseyi gücendirecek değilsin. Biz burada bir aile meclisi, veya onun gibi bir şeyiz.
Kitaplardan öğrendiklerini benim namıma anlatacaksın. Şimdi ben yalnız gerçek çin yaşıyorum. Ama Kutsal
Kitabı iyi kötü iki yıldır okuyorum, büsbütün zihnimi karıştırmaktan başka şe yaramıyor.”
(P. Istrati, “Angel Dayı”, sa:23)
HORNE - Altın probleminden mi? Öyle adam değil. Gevşek, toy, elinden bayağı işler gelen bir
kimse… hanım gemisi subayı… Bırak beni; onu kafese koyayım. Yakayı sıyırmanın vakti gelince iyi kötü bir
yol bulurum.”
(Eu. O’Neill, “Altın”, sa:86)
“Refik: ‘Aaa, ben de siz iyi kötü eğleniyorsunuz senmıştım!’ dedi.
Ömer: ‘Ne vardı, ulan, eğlenilecek ne vardı?’ diye bağırdı.”
(O. Pamuk, “Cevdet Bey ve Oğulları”, sa:328)
“Bir zamanlar resim yapıyormuşum, İstanbul’da doğmuş, İstanbul’da büyümüş, iyi kötü, meraklı bir
çocukmuşum, daha sonra yirmi iki yaşımda, bilmem neden roman yazmaya başlamışım.”
(O. Pamuk, “İstanbul”, sa:16)
İyi saatte olsunlar : Cinler, periler, gerçekdışı yaratıklar
“Adam köylülere: ‘Güneş batıyordu’, demiş, ‘değirmencinin kahkahası dağlarda, ormanlarda gizlenen
cinler ve periler tarfından angılandırılıyordu. O değirmenci insan değil, şom ve yomsuz iyi saatte olsunlardan.
Herif güldükçe, boyu yükseliyordu. Sonunda üzerime dağ gibi abanmaya başladı. Ben deli miyim? Çarpılmadan
önce işi çaktım, kaçtım.’ diye anlatmış.”
(Halikarnas Balıkçısı, “Ege’den Denize Bırakılmış Bir Çiçek”, sa:74)
İyisi, İyisi mi, En iyisi : Yapılacak en iyi iş, en güzeli
“Bir taraftan bulutlu gök, diğer taraftan yolun tozları ve hendekleri bamın sinirlerini adamakıllı germiş
olacaktı. Bir kelime söylesem belki geriye dönecektik. Kazanın sessiz, köpek sesleri dolu sokaklarını tekrardan
dört nala geçeceğiz, atlar ahıra bağlanacak, o belediye kıraathanesine, ben odama kapanacağım. İyisi mi ses
çıkarmamak hayırlıydı.”
(S.F. Abasıyanık, “Semaver-Babamın İkinci Evi”, sa:33)
“ÇİFTLİK <5 Eylül 1839>
----------‘Kırılma bana sakın
Hadi dön kulübene;
Yarın, dostum, seninle
Dolaşırız bütün gün birlikte.’
‘Şiddetli esiyor rüzgar...
Ve karanlık basacak gece!
İyisi mi burada uyuyayım,
Nehrin kenarinda, sabaha kadar.’ ”
(Aleksey Vasilyeviç Koltsov<1809-1842>-Mehmet B. Perinçek; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan,
Cumhuriyet Kitap, 09.06.05)
“Başlıksız
***
Oysa bizim sarıldıklarımız başka,
bize sarılanlar başka.
Gökyüzü, damdaki sokak kedisi
oturmaz kimsenin kucağına.
İyisi mi, al eline küreği
yaşamak için toprağı eşelemeye başla,
tükürüp ovala ellerini,
sanki bu değilmiş gibi
her gün bize yapılan.
(Jose Miranda-Cevat Çapan; “Şiir Atlası”, Cumhuriyet Kitap, 20.06.09)
“Kaloriferin yanında, tembel tembel, yediklerimi sindiriyorum. Bir günün yitip gittiği nasıl da belli.
Doğru dürüst ne yapabilir ki insan? İyisi, akşam olmasını beklemeli. Bu ölgünlük, güneş yüzünden: Şantiyenin
üstündeki kirli, sisli, ak havayı, portakal rengine boyayıp, mavi, solgun ışıklarını odama akıtıyor ve donuk
düzenli dört ışık çizgisini yayıveriyor masama.”
(J.-P. Sartre, “Bulantı”, sa:23)
“Ah, ben ölünce neler söyletecekler sana:
Ne buldun diyecekler, onun nesini sevdin?
İyisi mi, sevgilim, sen hepten yan çiz bana,
Zaten bende ne arar senin değer dediğin.”
(W. Shakespeare<1564-1616>, “Tüm Soneler”, no:72, sa:185)
“Balkan Korkuluğu
-----------------------sonra benden sana hücum ederler
iyisi mi biz ayrılalım
pireler benim, tahta kurusu seninle
kalanını gebertelim”
(Evdin Stefanov<d.1953>-Kadriye Cesur, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 02.09.07)
İyi tabaka : Hayatını dürüstlükle çalışıp kazanan orta sosyal klas, tabaka
“Ya da en azından Cité Adası’nda umursamaz havalarda, ama çapkın bakışlarla gezip tozarak, iyi
tabakadan hanımları baştan çıkarabilmek gerekirdi. Greve meydanındaki kasapların karıları aşırı arzulu
olurlardı, kocaları mesleklerinde şerefli bir kariyer edindikten sonra hayvanı kesmez, bir senyör gibi davranıp et
pazarını yönetirdi.”
(U. Eco, “Baudolino”, sa:74)
İYON biçemi : (ESKİ YUN.,MİMARİ,SAN.,) : Eski Yunanda tapınaklar ve benzeri mimari eserler, iki
biçemde yapılırlardı : D o r ve İ y o n biçemleri
“Eski Yunan’da tapınaklar, taş ya da mermer bloklardan yapılıyordu. Bunlar öyle güzel yontuluyorlardı
ki, biirbirlerine bağlamak için bir çimentoya gereksinme kalmıyordu artık. Plan her zaman aynı değildi gerçi,
ancak sık sık belli planlar tekrarlanıyordu.
Bu plan üç bölümden oluşuyor: Önce bir h o l (pronaos), sonra bir t a n r ı s a l o n u (naos), son
olarak da h a z i n e. Bir düz tabanın üstünde yükselirdi tapınak ve bu tabana, dört bir yandan basamaklarla
çıkılırdı. Tapınağı sütunlar çevirirdi; dam da, bir pervaz aracılığıyla onlara dayanırdı. Çifte inişli damın önünde
üçgen, heykelli bir alanla karşılaşıyoruz.
Stil olarak, iki biçem görüyoruz : D o r biçemi ile İ y o n biçemi. D o r biçemi daha sert görünüşlü
olup, bodur sütunlar doğrudan doğruya tabana değer ve süslemesiz bir başlıkla sona erer. Pervazın üstünde, riz,
içinden bir yiv geçen belirgin taşlardan (triglif) ve yalın ya da süzlü yüzeylerden (metope) oluşmuştur. Bu
biçime örnekler : Sicilya ve İtalya’daki tapınaklarla Olempiya’daki Z e u s tapınağı Dor biçemindeydi.
Daha sonraları bir üçüncü biçem, K o r e n t b i ç e m i çıktı ki, özelliği kenger yaprağı biçiminde
oymalarla süslü bir başlığı olmasıydı. Pers’lerin yerle bir ettiği A k r o p o l’ü, sitelerine ve sitelerini temsil eden
tanrıçaya değer anıtlarla süslemek için Atinalılar, bütün bir V. yüzyıl boyunca çslıştılar. En önemli anıtları,
özellikle P a r t e n o n’u yaptıran da Perikles olmuştur. Başyardımcısıı büyük heykeltraş FİDYAS’tı.
İ y o n b i ç e m i, daha zarif olup sütunlar daha yüksekti; tabana değen bu sütunlar ve başlıkları çifte
kıvrılmıi süslüdürler. Küçük Assya’daki tapınaklar da bu biçemdeydi.
Partenon’ a varmak için, kutsal sayılan bir yol, ‘Zafer Kazanmış’ Athena ya da ‘Kanatsız Zafer’
denen, İ y o n biçiminde küçük bir tapınağın önünden geçiyordu önce. Sonra, Mnésicles’in yaptırdığı P r o p i l
e adlı anıtsal giriş, Akropol terasına götürüyordu. ‘Dövüşen Atena ‘ (Athena Promakos) adlı heykel orada
yükseliyordu. Fidyas’ın eseri olan bu heykel, baştan aşağıya silahlı olarak kenti görür gözetir durumdaydı.
Sonra, mermerden Partenon’la, içinde zeytin ağacından yapma ve tanrıçayı temsil eden bir putun bulunduğu E r
e k t e i o n geliyordu. Onun, K a r y a t i d e s adlı bir sütunlu girişi vardı; pervaz, sütunlara dayanmıyor, onu,
yüzleri soylu ve ciddi bakışlı altı genç kız heykeli taşıyordu.
Orta çaptaki boyutlarıyla Partenon, İ y o n zarafetiyle D o r biçeminin sertliğini kaynaştırır
birbirine. Bütün, aslında Dor biçemindedir; ancak alışılmış Dorik tapınaklardan daha geniştir. Cephesinde sekiz
sütun vardur: Daha geniş olan alınlıklar, biri Athena’nın doğuşu, ötekisi ise Poseidon’la tartışmayı temsil eden,
iki önemli sğslemeyi içerir. 92 metopu heykellerle süslüydü. İyon biçiminde bir friz, dört duvarın en üst
bölümünü taçlandırıyordu. Ünlü P a n a t e n e frizi işte buydu.”
(Server Tanilli, “Yüzyılların Gerçeği ve Mirası”, Cilt:I, ‘İlkçağ’, sa:311-2)
İzbandut : Bk.: Izbandut
İzbe : Kuytu, karanlık, basık, nemli, tenha, uzak; Kuzey yarımküresinde, özellikle Sibirya’da içinde soba’dan
başka bir şey bulunmayan kulübe
“1. İÇ MEKAN. NEW YORK CAZ KULÜBÜ.
ERKEKLER TUVALETİ
Dışarıdan sesler yükselir. Yaklaşık iki yüz kadar kişi hep birlikte el çırpıp bir an önce sahneye
çaıkmaya davet etmektedir......
Kırklı ellili yaşlarında emektar bir caz müzisyeni olan IZZY MAURER, pisuarlardan birine
işemektedir. Kameralara sırtı dönüktür. Burası, duvarların alçısı ve boyası dökülmüş, izbe bir mekandır.”
(P. Auster, “Lulu Köprüde”, sa:15)
“Devlet dairelerinin bulunduğu gürültülü caddeye bakan izbe bürodaki memur da onu iyi ağırlamıştı
doğrusu. Dışişleri Bakanlığı’nın Girit’te yürütülmesini istediği belli başlı birkaç kovuşturma vardı.”
(L. Durrell, “Karanlık Labirent”, sa:95)
“Sepiciler sokağı ne kadar uzun, geniş ve aydınlık, rahat ve kibarsa, Şahinler sokağı da o kadar tersiydi
bunun. Bu sokakta lekelerden geçilmeyip pul pul dökülen sıvaları, öne doğru bel vermiş çatıları, pek çok
yerinden kırılıp dökülerek kalafattan geçirilmiş kapı ve pencereleri, yamulmuş bacaları ve çürük çarık damlarıyla
çarpık ve izbe evler yer alıyor, mekan ve ışığı birbirlerinin elinden zorla kapmaya çalışıyorlardı.”
(H. Hesse, “Çarklar Arasında”, sa:142)
“Belliydi ki yüksek yerlerde henüz güneş, neşe ve hayat vardı. Fakat buradan, çukur bostanlarla yıkık
kale duvarları arasına gömülü şu izbe mahalleden renk ve ışık çoktan elini çekmiş, bodur, sarsak ve kara evler
tepesindeki görkemli cami kubbelerinin yüklü gölgesi altında çoktan seçilmez olmuştu.”
(R.H. Karay, “Memleket Hikayeleri-Garip Bir Hikaye”, sa:163)
“Uzatmayalım, köye vardık, bir izbenin önünde durduk. Aşağı indik. Kız bir itişte kapıyı açtı, içeri
girdik. Odunları avluya indirdik, balıklarla ekmeği alıp odaya girdik. Sönmüş ocağın yanında ihtiyar bir
kadıncağız oturuyor, tir tir titriyordu. Diyorum ya, bir soğuk vardı ki, adamın soğuktan tırnakları dökülüyordu.”
(N. Kazancakis, “Zorba”, sa:88)
“Ertesi gün uyandığında, şimdiye dek hiç alışık olmadığı bu ilk yürüyüşün yorgunluğunu duymaya
başladı. Geceyi geçirdiği izbeden çıktığı zaman yapayalnızdı ve bir an ürküntü duydu.”
(X. de Maistre, “Sibiryalı Kız”, sa:29)
İz(ini) sürmek : İzini takip etmek, izlemek
“İNSAN HATASI
Norma Gong’a
-------------------Bir köpek kokumu alırsa
izimi sürer
izini sürerim
aynı topraklar üstünde
akrabayız
kibarca selam verir geçerken
atılır hızla kuyruk sallayarak
sokulur yalpalanır
ruhunu ayklar altına sürer”
(Rose Auslander<1901-1988>-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 11.10.07)
“Ben price, Jimmy’nin nasıl çalıştığını biliyordu. Jimmy hızla uzak yerlere kaçıyor, ortak
kullanmıyordu. Yüksek sosyeteye pek düşkündü. Bu sayede de yakalanıp yaptığının cezasını görmekten
kurtuluyordu. Ben Price’ın ele avuca sığmayan soyguncunun izini sürdüğü açıklandı ve kasa sahipleri biraz
ferahlar gibi oldular.”
(O. Henry, “New York’u Nasıl Sevdi?”, sa:151)
“GECEYE ŞARKI
----------------------Sadece yakınında iz sürüyorum.
Sana kötülük gelmesin diye,
-Böylece dualarım gerçek olacak.
Karanlık gece kaygıkları,
Çoktan tükenmiş, dağılmışlar,
Parmaklarına değip uzaklaşarak.”
(Mascha Kaleko-Arife Kalender, “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 14.02.08)
“ ‘Eğer bir seyahate çıkman ve babanın hayatının izini sürmen teklif edilseydi, kabul eder miydin?’
‘Ne tehlikesi var? Ben kendi adıma, böyle bir seyahate çıkmam ve dünyanın bir ucuna gitmem
gerekse, bunu annemin hayatından izler bulmak için yapardım sadece; ayrıca en iyi arkadaşım olarak seçtiğim
bir deliyle zaman kaybetmek yerine, çoktan uçağa binmiş ve hosteslerin kafasını ütülemeye başlamış olurdum.’ ”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:76)
“Kar altında yürüyerek Max’ın izini sürmeye devam ettim. Zaten fazla uzun olmayan Harbiye-Şişli
arasını yürüyerek geçtikten sonra, birkaç kişiye sorarak Ölçek Sokağı’nı buldum. Caddeye açılan sokaktaki
Vatikan binasını bulmak zor değildi. Çünkü daha sonra 1849’da yapılmış olduğunu öğrendiğim tarihi bina zarif
mimarisi ve tonozlu kapısıyla hemen göze çarpıyordu.”
(Ö. Zülfü Livaneli, “Serenad”, sa:347)
“José Gato ortaya çıktı, iyi bir izlenim bıraktı, ustabaşı oldu, ama hiçbir zaman kötü niyetli olmadı. Ben
domuzları güdüyordum, Manuel Espada’nın zamanından önceydi bu, hepsini yaşadım. José Gato’nun kraliyet
taburu sorunları olduğu duyuldu, onun buralarda olduğunu kraliyet taburu anladı ya da birileri yerini bildirdi,
onun izini sürdüler ve gerçekten de yakaladılar.”
(J. Saramago, “Umut Tarlaları”, sa:112)
İzin koparmak : Zorla, güçlükle izin almak; İstenilen izne müsaade edilmek
“Umduğundan çok kolay kopardığı izni alır almaz, Tevfik, tavan arasından eski mukavva kutularını
sırtladı, indirdi; dükkandan beş on renkli kalem aşırdı; bir hafta sürekli olarak kesti, biçti, boyadı; bir alay
kağıttan sanatkar ortaya attı.”
(H.E. Adıvar, “Sinekli Bakkal”, sa:13)
“Bu izni koparan Sancho, eşeğinin üstüne iyice oturdu ve evden getirdiği şeyleri heybesinden çıkarıp
atıştırmaya koyuldu; bunu yaparken bir yandan da, telaşsızca, şövalyenin ardı sıra gidiyordu; kimi zaman da su
kabağını öyle bir keyifle ağzına dikiyordu ki, Malaga barlarındaki açgözlüler görse, kıskanırdı.”
(M. de Cervantes, “Don Quijote”, sa:50)
“ ‘Evet, siz de izinli çıkıyordunuz 1914’te, bal gibi çıkıyordunuz.’ ‘Sen ne biliyorsun? Ha? Orada
mıydın yoksa?’ ‘Değildim, ama babamdan çok dinledim o hikayeleri.’ ‘Marsilya’da mı dövüşmüş yoksa baban,
ha? Biz tam iki yıl bekledik bir izin koparabilmek için, gene de en ufak bir nedenle güme giderdi izinler.’ ”
(J.-P. Sartre, “Yıkılış”, sa:268-9)
“Kondüktörle konuşup treni Engenho de Dendro’da iki dakika fazla beklemek için izin kopardılar.
Herkes, bu ortak mutsuzluğa çare bulmak için el ele vermişti.”
(J.M. de Vasconcelos, “Çıplak Sokak”, sa:116)
İzin verirseniz :
Bk.: İzninizle
İzlek : Tema; Bir yazı, yaratıcı düşünce ya da sanat eserinde konunun ana merkezi
“Kıza çabucak bir göz atıyor. Başı önünde, dikkatini metne vermiş ya da öyle görünüyor.
‘Gasp etmek’ sözcüğü birkaç dize sonra yine yineleniyor. Gasp etmek, Alpler bölümünün derinde
kalan izleklerinden biridir. Zihnin en önemli arketipleri olan yalın fikirler, duyusal imgeler tarafından gasp
edilmiş bulurlar kendilerini.”
(J.M. Coetzee, “Utanç”, sa:29)
İzmarit; Sigara izmariti : Sigara içilip bittikten sonra geriye kalan artığı
“ ‘Two Rivers Missisippi,’ dedi Sears, bir duman çekti, içinde tuttu sonra bırakıp gülümsedi,
bacaklarının üstünde salınarak, ‘Severdin onları.’
Sonra izmaritini fırlatıp kalktı, avlunun karşı tarafına doğru yürüdü.”
(Ch. Bukowski, “Büyük Zen Düğünü”, sa:50)
İzninizle; İzin verirseniz, İzninize sığınarak : Müsaadenizle; İmalı bir şekilde bir ortamdan güya izin
istiyerek çıkarken kendi inisiyatifini ortaya koymak
“Fischerle firma sahibi bir adamdı, işi vardı. İkisi işini bitirinceye dek beklemeyi yeğlerdi ama bu çok
uzun sürerdi. Kendini kollayarak yol açtı, kapıdan geçmeye çabaladı. ‘İzninizle,’ dedi ve sırıttı.”
(E. Canetti, “Körleşme”, sa:327)
“Size söylüyorum, konuşmaya ihtiyacım var. Özgürleşmeyi bilmek hiçbir şey değil; güç olan, özgür
olmayı bilmektir. İzin verirseniz kendimden söz edeceğim; açıkça, alçak gönüllülük taslamadan ve kibirlenişte
bulunmadan, sanki kendimle konuşuyormuş gibi en alçak bir biçimde yaşamımı anlatacağım size.”
(A. Gide, “Ahlaksız”, sa:15)
“‘Bir şeyler söylemek ister misiniz?’ diye sordu rahip.
‘Çok isterdim,’ dedi Julia gözlerini tabuta dikerek. ‘Ya siz Wallace? Ne de olsa siz en sadık
dostuydunuz.’
‘Ben de yapabileceğimi sanmıyorum,’ diye yanıtladı sekreter, ‘zaten babanız ve ben, konuşmadan
anlaşırdık. İzin verirseniz, belki bir kelime söyleyebilirim ama ona değil, size. Ona atfettiğiniz tüm kusurlara
rağmen, kimi zaman zor, çoğunlukla tuhaf, hatta kaçık bir adam olmakla beraber, hiç kuşku yok ki iyi bir adamdı
ve sizi severdi.’ ”
(Marc Levy, “Birbirimize Söyleyemediğimiz Onca Şey”, sa:24)
“ ‘Hindi’ dedim, ‘ne düşünüyorsun? Haklı değil miyim?’
‘İzninize sığınarak efendim’ dedi Hindi en kibar ifadesiyle, ‘haklısınız sanırım’.
‘Kıskaç’ dedim, ‘sen ne düşünüyorsun?’
‘Tekmeyi basıp onu kovardım diye düşünüyorum.’ ”
(H. Melville, “Bartleby”, sa:30-1)
İz, izini sürmek; İz sürücüsü : Dağda, ormanda kaybolan kimselerin ya da vahşi hayvanların izini bulma
gayreti; Bir işi takip etmek
“... evet, gözlerini o donuk karanlığın içine gömdü, adamların yüzlerini tanıyabilmek için karanlığı
zorluyor gibiydi, zira Germat’ın da orada olup olmadığını bilmek istiyordu. Germat! Kalbi duracak gibi oldu!
İşte o zaman vay başına geleceklere. Germat o bölgenin en kurnaz iz sürücüsü, eli kanlı en büyük canavarıydı!
Neredeyse olağanüstü içgüdüsel bir yeteneği vardı.”
(H. Böll, “Solgun Köpek-Kaçak”, sa:37)
“SEVMEKTEN
-----------------ah, bırak kaybolayım sende
benden iz sürerek bulamasın artık kimse izimi
yakıcı ruhun ve nemli ahın
şarkımın gövdesinde essin dursun”
(Furuğ-Ferruhzad-<1935-1967>, “yeryüzü ayetleri-tutsak”, sa:28)
“Hösük konuştukça Topal renkten renge giriyordu. Halbuki az önce iz sürecek, kocaman bir köyün
önünde iz sürecek, kaçanları bulacak diye ne kadar seviniyordu.”
(Y. Kemal, “İnce Memed”, Cilt:I, sa:105)
“Ama asıl bundan sonrasının izini sürmekte büyük güçlük çekiyorum. Saul nasıl masalcı oldu? Doğal
olarak, öykünün beni en çok etkileyen yeri de burası. İşin bu yanını düşünmekten alıkoyamıyorum kendimi, bir
türlü kafamdan söküp atamıyorum.”
(M.V. Llosa, “Masalcı”, sa:232)
“Gerçeği söylemek gerekirse, mekandan <yer, mahal> çok, zamanda bir yolculuk bu. Görünüşe
bakılırsa, gençliğimin ülkesiyle bağlarımı yeniden kurmaya gelmiştim,ama ülkeye bakmıyorum bile, sadece
gençliğimin izlerini sürüyorum. Önceki yaşamımda tanımadığım şeylere ve kişilere karşı ilgisiz kalıyorum.
Hiçbir şey öğrenmek, hiçbir şeyi yeniden öğrenmek, keşfetmek istemiyorum. Sadece bana zaten aşina olanları
yeniden bulmakla ilgileniyorum. Evet, kalıntılar, izler, artakalan şeyler arıyorum. Yeni olan her şey, rüyamda
istemediğim davetsiz bir konuk, belleğime bir hakaret ve bir saldırı gibi görünüyor.’ ”
(A. Maalouf, “Doğu’dan Uzakta”, sa:332)
“Bu hızlı mantık yürütme, kuşkularımı büüsbütün artırmıştı: ‘Orada olmadığını nereden bileyim?’
‘Öyleyse,’ diye karşılık verdi, ‘en iyisi hiç bilmemen. Öyle değil mi?’ Bir kez daha nefret ettim ondan. O ise hiç
oralı olmayarak kızın izini sürmeye söz verdi.”
(G.G. Marquez, “Benim Hüzünlü Orospularım”, sa:98)
“86
1. Hayallerin feda etti seni ve aldı başını gitti
Yüzlerce beyazlığın arasından sıyrıldı
2. İz sürdün yürüyenleri temizledin
Temizlediklerinden daha çok kalan vardı”
(El Mütenebbi<915-965>-Metin Fındıkçı; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 26.02.04)
“KAFKASYA’YA GİDİYORMUŞSUN...
<Kaysın KULIEV’e>
-----------------------------------------------İntikam senin yüreğini ateşe verir,
Kin tutup inersin vadilere.
Susuzluğunu elbet düşman kanı giderir,
Patikalarda iz süre süre.” <Askeri Hastane, Aralık 1942>
(Kerim Otarov<1912-1974>-Kanşaubiy Miziev/Ahmet Necdet; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet
Kitap, 02.09.04)
“Küçük Anahtarın Peşinden
Akşam geç vakit arabayı park ederken
Anahtarı kaydırdım düşürdüm istemeden
Sabah yedi sularında sürdüm izini
Trotuvarı görünce şaşkınlıktan fırladı gözlerim.”
(Valeri Petrov<d.1920>-Kadriye Cesur; “Şiir Atlası”, Cevat Çapan, Cumhuriyet Kitap, 23.02.06)
İznik Amentüsü :
İznik Konseyi, M.S. 325
Bk.: Nikaia Konseyi
İzzeti ikram görmek : Çok sayılmak, itibar görmek, el üstünde tutulmak
“Arabaki çadırda üç gün izzeti ikram gördü. Sonra da Çakırcalı’dan izin isteyip yola düştü. Çakırcalı,
son yıllarını iyi yaşasın diye Arabaki’ye yüklüce bir para verdi.”
(Y. Kemal, “Çakırcalı Efe”, sa:74)
-Tüm Hakları Saklıdır-

Benzer belgeler

Bir Aslanın Hayatından Pasajlar (Aslanlaşma)

Bir Aslanın Hayatından Pasajlar (Aslanlaşma) İcabına bakmak : Gereğini yapmak; adam öldürmek (Argo) “Öğretmen, ‘Hayal kırıklığını anlayabiliyorum,’ dedi..... ‘Kilit taşını senin -bir suçlu yerine kendini Tanrı’ya adamış biri olarak- getirnmen...

Detaylı

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim

Ansiklopedik Sözlük - Prof. Dr. İsmail Ersevim “ ‘Bütün bunlar talihin güvenilmez bir fahişe olduğunu gösteriyor; kazandığım her kuruşu tuğla, harç ve toprağa yatıracağım, gece kulüplerine değil.’ ” (L. Durrell, “Mekan Ruhu”, sa:187) “‘Bilirim,...

Detaylı