PDF İndir

Transkript

PDF İndir
Mimar ve Mühendis Mayıs - Haziran 2013 Sayı: 71
ŞEHİRLERİMİZ NEREYE GİDİYOR?
Sayı: 71 Mayıs - Haziran 2013
71
Şehirlerimiz
Nereye
KOŞUYOR?
Yerel Yönetim Örneği Olarak
“Sakin Şehir” Hareketi
ŞEHİR: Barış, Adalet, Ekmek
Huzur, Güven, Sağlık MEKÂNI
ŞİİR, GÜL, BÜLBÜL:
ŞİRAZ…
İçine düştüğümüz konut ve yaşam
alanlarımızın inşası ile ilgili
akıl tutulmasından çıkmalıyız.
İnsanlarımıza daha huzurlu,
sağlıklı ve güvenli şehir mekânlarını
sürdürülebilir, yaşanabilir ve
erişilebilir olarak çocuğu, yaşlısı,
engellisi için sağlamalıyız.
Yayın Kurulu
Osman Şahbaz, Mehmet Osmanlıoğlu, Osman Arı, Murat
Özdemir, Kadem Ekşi, Yavuz Sarı, Mesut Uğur, Yılmaz Ada
Bu Sayıya Katkıda Bulunanlar
Sümeyye Aluç, Süreyya Su,
Dilaver Demirağ, Murat Özdemir
Yayın Danışma Kurulu
Prof. Dr. Nazif Gürdoğan, Prof. Dr. İlhan Kocaarslan
Prof. Dr. Nizamettin Aydın, Prof. Dr. Zeki Çizmecioğlu,
Yrd. Doç. Dr. Ömer Faruk Kültür,
Yrd. Doç. Dr. Yalçın Boztoprak,
Yrd. Doc. Dr. İbrahim Güneş, Ali Reyhan Esen,
Fatih Dönmez, Yakup Güler
İletİşİm Adresİ
Kuştepe Biracılar Sok. No: 7 Mecidiyeköy/İstanbul
Tel: 212 217 51 00
Fax: 212 217 22 63
Web: www.mmg.org.tr
E-posta: [email protected]
ABEMEDYA
Yayın Koordİnatörü
İsmail Şaşmaz
[email protected]
Edİtör
Fatih Göksu
[email protected]
Görsel Yönetmen
Ersan Topuz
Renk Ayrımı
Muhammet Dilsiz
Reklam
Gizem Tokgöz
[email protected]
Eski Osmanlı Sok. Cansun Apt. 5/7
Mecidiyeköy/İstanbul
Tel: 212 273 27 50
Fax: 212 273 27 51
Web: www.ajanspiksel.com
E-posta: [email protected]
Basım
Tor Ofset
0212 886 34 74
Yayın Türü
İki ayda bir yayınlanır.
Yerel Süreli Yayın
Ücretsizdir
Yazı ve reklamların içerik sorumluluğu sahiplerine aittir.
Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir.
İnsanla ilgili her ilişkinin,
yapının, kurumun bir
görünen yapısı maddesi
olduğu gibi birde
görünmeyen tarafı
ruhi değerler sistemi
mevcuttur. Şehirler
insanın kabuğu onu
yaşatan muhafaza eden
yaşamının geçtiği mutlu
veya mutsuz olduğu
hayatının en acı veya
en neşeli günlerinin
hafızasına işlediği
mekanlar bütünüdür. Bir
bütündür zira bütünün bir
parçasını yok ederseniz
eksikliğini hissedersiniz.
Şehir insana özgü
olduğu için insandaki
kurucu yaşatıcı irade
şehre yansır. Şehrin
görünmeyen bir iradesi
vardır. Her gün hüküm
süren yüzyılların birikimi
ile oluşmuş şehrin içine
sinmiş bir kavramlar
ve değerler sistemi sizi
atmosfer gibi sarar. Bu
yüzden sonradan sıfırdan
oluşturulan şehirler için
ruhsuz şehir kişiliksiz
şehir gibi yakıştırmalara
şahit oluyoruz.
Mimar ve Mühendisler
Grubu olarak yılda
altı adet çıkardığımız
dergilerin en kapsamlı
sayısını, bu yıl da geçen
yıl olduğu gibi Şehircilik
üzerine çıkarmış
bulunuyoruz. Türkiye'nin
son on yılda en fazla
konuştuğu gündem
maddelerinden biri olan
şehircilik ve kentsel
dönüşüm, ya bir fırsata
çevrilecek ve Türkiye
daha güzel yarınlar için
şehirlerini inşa edecek,
ya da şehirlerin nüfus
yoğunluğu arttırılıp,
mimari üslupları yok
edilerek yakın gelecekte
oluşabilecek felaketlerin
başlamasına kapı
aralanacak. Alanlarında
uzman akademisyen,
yazar, şehir plancı, harita
ve inşaat mühendisleri,
sosyolog, psikolog ve
mimarlarla "Şehirlerimiz
Nereye Koşuyor?" dosya
başlığında, şehirlerimizin
geldiği noktayı inceledik.
Analizler yapıp öneriler
getirdik.
Avrupa’da başta İtalya
olmak üzere Avusturya,
Danimarka, Almanya
, Hollanda, Norveç,
Polonya, İspanya, İsveç
ve İngiltere ile Güney
Kore ve Avustralya gibi
25 ülkeden 150 küçük
nüfuslu kentin üyesi
olduğu Cittaslow; 'Sakin
Şehir'ler örgütlenmesine
Türkiye'den katılan
İzmir-Seferihisar ve
Aydın-Yenipazar'ı
yerinde inceledik. Bir
yerel kalkınma modeli
olan 'Yavaş Şehir'lerde
uygulanan politikaları
konuştuk, kentsel
dönüşümün bir fırsata
çevrilmesi hususunda
'yavaş şehir' modelini
tehditleri ve fırsatlarıyla
analiz ettik. Şehirlerimizi
insan ölçekli inşa etmek
zorundayız.
İyi okumalar diliyoruz!
Bir yerel kalkınma modeli olan 'Yavaş
Şehir'lerde uygulanan politikaları
konuştuk, kentsel dönüşümün bir fırsata
çevrilmesi hususunda 'yavaş şehir'
modelini tehditleri ve fırsatlarıyla analiz
ettik. Şehirlerimizi insan ölçekli inşa
etmek zorundayız.
Mimar ve Mühendis Mayıs - Haziran 2013 Sayı: 71
Sorumlu Yazı İşlerİ Müdürü
Yunus Emre Tozal
[email protected]
Şehirlerimizi insan ölçekli
inşa etmeliyiz…
Sayı: 71 Mayıs - Haziran 2013
71
ŞEHİRLERİMİZ NEREYE GİDİYOR?
İmtiyaz Sahibi
Mimar ve Mühendisler Grubu adına Genel Başkan
Avni Çebi
Şehirlerimiz
Nereye
KOŞUyOr?
yerel yöNetim örNeği OlaraK
“saKiN Şehir” hareKeti
Şehir: barıŞ, adalet, eKmeK
hUzUr, güveN, sağlıK meKâNı
Şiir, gül, bülbül:
Şiraz…
içiNe düŞtüğümüz KONUt ve yaŞam
alaNlarımızıN iNŞası ile ilgili
aKıl tUtUlmasıNdaN çıKmalıyız.
iNsaNlarımıza daha hUzUrlU,
sağlıKlı ve güveNli Şehir meKâNlarıNı
sürdürülebilir, yaŞaNabilir ve
eriŞilebilir OlaraK çOcUğU, yaŞlısı,
eNgellisi içiN sağlamalıyız.
Mimar ve
Mühendis
30
KAPAK
ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR?: Şehirler geçmiş, bugün ve
geleceğimizin yaşandığı, hatıralarımız ve hayallerimizin mekânıdır. Toplumun
bütün kesimleri için yaşamsal bir alan olan mekân, mimari ve şehir bizi biz yapan
ekonomiden siyasete, kültürden sanata kadar her etkinliğin yaşam alanıdır. Şehre
bir yaşam alanı olarak baktığımız zaman değerler üzerinden konuşuruz, yalnızca
ekonomi üzerinden bakarsak rantı konuşuruz.
24
114
MİMARLIK
CITTASLOW
Modernlik ve Gelenek Arasında Bina Kültürümüz
Yerel Yönetim Örneği Olarak
“Sakin Şehir” Hareketi
71
ETKİNLİKLER
06 TÜRK TELEKOM GENEL MÜDÜRÜ TAHSİN
YILMAZ: "DAHA BÜYÜK BİR ÜRETİM TOPLUMU
MEYDANAGETİRMEMİZ GEREKİR"
SİBER GÜVENLİK UZMANI HUZEYFE ÖNAL:
"GELİŞMİŞLİK DÜZEYİ SİBER GÜVENLİĞE
VERİLEN ÖNEMLE BAĞLANTILIDIR"
İTALYAN MİMARLAR MMG'Yİ ZİYARET ETTİ
KÖMÜRÜN ELEKTRİK ENERJİSİ
ÜRETİMİNDEKİ YERİ
MAKALE
64 KENTSEL DÖNÜŞÜM, KONUT VE
TÜRK AİLE YAPISI
AHMET HALUK KARABEL
MAKALE
76 DİNLERİN ŞEHİRLEŞME KABİLİYETİ
PROF. DR. ŞABAN ALİ DÜZGÜN
MAKALE
88 MODERN MİMÂRİ BİR
TOPLUM MÜHENDİSLİĞİ PROJESİDİR
SEMİH AKŞEKER
154
ŞİİR, GÜL, BÜLBÜL: ŞİRAZ…
MAKALE
98 İNSAN VE ŞEHİR
ALİ BULAÇ
KİTAPLIK
ÇİZGİ YORUM
Çağın Şahidi, Vicdanı, Sesi Olmak;
Hikmet, İmar ve İhsan ile…
Sivil toplumun önemli
özelliği, toplum ve
gelecek adına inisiyatif
geliştirebilmesidir. Bizim
geleneğimizde birbirimize
“hakkı ve sabrı tavsiye
etmek”, “iyiliği emredip,
kötülükten men etmek”
vardır. Bireyden bireye bizler
insan olarak bunu yapabiliriz
ama bireyden topluma,
bireyden devlete bunu
yaparken sivil toplumun
devreye girmesi gerekir.
Türkiye'de gelir adaletinden
şehirleşmeye, enerji
bağımlılığından bölgesel
sorunlara kadar gerçek sivil
toplum kuruluşları olabilirse,
Türkiye çok mesafe alır.
Sivil toplum, toplumun sosyal, kültürel, insani ve ekonomik sorunlarına sahip çıkan, çözüm önerileri
getiren, olaylara idarecilerden daha merkezde olan gönüllü kuruluşlardır, Türkiye'de sivil toplum
olarak sivil kalabilen ve durabilen, söylem ve eylem sahibi kurum sayıca çok azdır. Türkiye'de
sivil toplum, siyasetle iç içedir. Siyaset ve ekonomi ile bağı olan bir sivil toplum, ancak bir lobicilik
faaliyetine dönüşür. Bir grup arkadaşın bir araya geldiği, dinlendiği, gönül eğlendirdiği, bir kısım
meselelerde görüş alış verişi yaptığı sivil yapılara dönüşür. Sivil toplumun önemli özelliği, toplum ve
gelecek adına inisiyatif geliştirebilmesidir. Bizim geleneğimizde birbirimize “hakkı ve sabrı tavsiye
etmek”, “iyiliği emredip, kötülükten men etmek” vardır. Bireyden bireye bizler insan olarak bunu
yapabiliriz ama bireyden topluma, bireyden devlete bunu yaparken sivil toplumun devreye girmesi
gerekir. Türkiye'de gelir adaletinden şehirleşmeye, enerji bağımlılığından bölgesel sorunlara kadar
gerçek sivil toplum kuruluşları olabilirse, Türkiye çok mesafe alır. Sivil toplum kuruluşlarının
inisiyatif geliştirmesi için hem birikimli, hem donanımlı, hem söylem sahibi olması ve hem de
cesaretli olması gerekir, Bunun için yeterli insan kaynağına ve de söylemi içselleştirip sahip çıkan
gönüllü üyelerinin olması gerekir. Türkiye'nin birçok alanda sivil toplum kuruluşlarına ihtiyaç vardır.
MMG, Türkiye’nin önemli sivil toplum kuruluşlarından birisidir. MMG olarak yola çıkarken, bir
mühendis ve “mümin” insan olmanın hassasiyet içerisinde yeni bir dünyanın inşasında; yeni
bir kavramsal dünyaya ihtiyaç olduğunu farkettik. Bunun için de “hikmet”, “imar” ve “ihsan”
kavramlarını temel alan yeni bir söylemin inşasına ihtiyaç gördük. Burada hikmeti bilginin en
üst düzeyde ulaşabileceği kavram olarak aldık. Bilginin bir çok aşaması var; malumat, veri, bilgi
ve bilgelik. Bilginin en üst basamağında olan hikmeti duyarlı, inanmış insanlar olarak; mesleğini
mimar ve mühendis olarak icra eden insanlar olarak, bilginin her aşamasında ulaşılacak düzey olarak
algılamamız lazım.
Bugün dünyadaki en büyük sorunlardan bir tanesi de bilginin insanileştirilmesi, bilginin
toplumsallaştırılması, bilginin gelecek neslin hakkını koruyarak üretilmesidir. Bilginin hikmet
aşamasına dönmesinde insanın kendisini, çevresini ve geleceğini görmesi vardır. Hiçbir değer insan
hayatından daha önemli değildir. Hiçbir değer insanın sevincinden, insanın gözyaşından ya da
onun yüzündeki tebessümden daha anlamlı değildir. Dolayısıyla bilginin tüm aşamalarında hikmeti
aramamız lazım. Hikmet ile insana ve ona hizmeti aramalıyız, bunun bilgisini üretmeliyiz.
Diğer bir kavram da imardır. İmar kavramı bildiğiniz gibi mamur etmek, inşa etmek, yapmak
anlamına geliyor. Bunu mühendislik diliyle biz yapıyoruz. Yaptığımız bilimsel ve teknolojik ürünler
ile çevremizdeki bütün malzemelere form vererek, şekillendirerek, insan için gerekli olan eşyalara
çeviriyoruz. Tabi mühendisliğin, mimarlığın gelişmesinde önemli temel bazı kavramlar, yaklaşımlar
vardır. Üretilen her ürün, aşağıdaki altı önemli öncelikle geliştirilebilir. Bunlardan birincisi ürünün
“işlevsel” olması konusudur, bir işi bir ihtiyacı karşılayabilir olmasıdır. İkincisi, üretilen ürünün
“sağlam” olmasıdır. Üçüncüsü, üretilen ürünün “estetik” olmasıdır; yani ürünün insana hoş ve güzel
gelmesi gerekir. Dördüncüsü, üretilen ürünün “ergonomik” olması lazım; yani sonuçta insan için
üretiyoruz ve o ürünün insanın doğasına, tabiatına ve ölçülerine uygun olması gerekir. Beşincisi,
ürünün “çevreci” malzeme ve işlemlerle üretilmesi lazımdır. Altıncı ve son olarak üretilen ürünün
“ekonomik” olması, erişebilir ve ucuz olması lazım. Bir üründe özelliklerden biri bazen diğerinden
öncelikli olabilir, önem sırası farklı olabilir. Bazen ekonomi öne geçiyor. Bazen sağlamlık, bazen estetik
olması… Sonuçta hepsinde amaç insanla insan, insanla çevre, insanla âlem arasında düzgün bir ilişki
ağının sürdürülebilir kılınmasıdır.
Sürdürülebilirlik! Bugün çokça konuşulan bir kavramdır. Bizim için de sürdürülebilir bir
organizasyona dönmek, bizim için sürdürülebilir ilişkiler kurmak çok önemlidir. Dolayısıyla bu
imar aşamasında aynı zamanda sosyal yapıda da yapıcı olmak, ilişkilerde insanları kucaklaştırıcı
ve buluşturucu olmak, insanlar arasında empati kurmak; empati yeteneği olan insanlar arasında da
sinerjiyi sağlamak. Bunu imar kavramı içersinde yapmamız gerekir.
Bu kavramların üzerinde de bir ihsan kavramı var. İhsan çok geniş anlamı olan bir kavram; ama
insani anlamda merhametli olmak, cömert olmak, verici olmak, paylaşmacı olmak, zekat, hayır ve
hasenatta bulunmak, vakıf ve dernek kurarak, yaptığımız işi de en güzel şekilde yapmak. İhsanın
bizim kavramsal dünyamızda başka bir anlamı daha vardır. Bildiğiniz gibi Hz Peygamberin bir Hadis’i
var; ona da İhsan Hadis’i denir. Cebrail geliyor, Hz Peygamberin’e bir kısım sorular soruyor, onlardan
birisi de ihsan kavramıdır. İman nedir, İslam nedir? diye soruyor; en sonunda da ihsan nedir diye
soruyor. İhsan da Allah’ı görüyormuşçasına yaşamak. Bunu yalnız başına ibadet olarak almamamız
lazım. Yani hayata bir bütün olarak bakmamız lazım, hayatı parçalamamamız lazım. Bizim için iman
ve amelimiz bir bütündür. İkisi de birbirini besler. Dolayısıyla o ihsan kavramını yaşadığımız her anda
hem Allah’ı hem de Allah’ın yarattığı en önemli varlık olan insanı, hayatı ve yaşadığımız bu dünyayı bize
anlamlı kılan insanı kaybetmeden yapmak ve insanla ilişkilerimizde adil, dürüst ve merhametli olmak.
Bunu sürdürülebilir kılan bir çerçeveyi ve çevreyi inşa etmek.
Kendimize anlam katmamız
lazım; etrafımızda olup
biten şeylere anlamlı
görmemiz lazım. Eğer
anlam haritalarımızı
kaybedersek o zaman insan
olmaktan yana kaynaklanan
merhameti, samimiyeti
kaybederiz. O zaman
içimizde mekaniklik, bir
adım ötede haset, riyakârlık
ve çekememezlikten
kaynaklanan; birbirimizi
aşağıya çeken birbirimizi
iten bir yapıya doğru
bütün sosyal yapıyı fark
etmeden inşa etmiş oluruz.
Dolayısıyla “işin ehline
vermek” bunu önceleyecek
temel husustur.
Kendimize anlam katmamız lazım; etrafımızda olup biten şeylere anlamlı görmemiz lazım. Eğer
anlam haritalarımızı kaybedersek o zaman insan olmaktan yana kaynaklanan merhameti, samimiyeti
kaybederiz. O zaman içimizde mekaniklik, bir adım ötede haset, riyakârlık ve çekememezlikten
kaynaklanan; birbirimizi aşağıya çeken birbirimizi iten bir yapıya doğru bütün sosyal yapıyı fark
etmeden inşa etmiş oluruz. Dolayısıyla “işin ehline vermek” bunu önceleyecek temel husustur. Mimar ve
mühendisler olarak bu kavramsal dünyayı çok iyi anlamamız, bunu içselleştirmemiz lazım. Tabi ki biz bir
hikmet evi değiliz; nihayetinde bir dergâh da değiliz, bir cem evi de değiliz; ama biz mimar ve mühendisler
olarak yeni bir algının inşasına yardımcı olmamız lazım; çünkü sonuçta mimar ve mühendisler olarak
hayatın her aşamasında, etrafımızdaki çok önemli eserlerin oluşmasına katkı yapıyoruz. Bunu tıptaki
ürünlerden yaşadığımız binalara, yaşadığımız çevrenin peyzaj olarak düzenlenmesinden kullandığımız
tüm araçlara kadar yapıyoruz. Bütün bu alet ve cihazların geliştirilmesinde mimar ve mühendisler olarak
ciddi katkılarımız olmasından dolayı meslek bilimlerimizin içerisine insanlık bilimini, sosyal bilimi
girdirmemiz lazım. Parça da bütünü, bütünde parçayı kaybetmemiz lazım.
Biz Mimar ve Mühendisler Grubu olarak “Şahit”, “Müjdeci” ve “Uyarıcı” kavramlarını çok önemsiyoruz.
Biz yaşadığımız çağın ve olayların şahitleriyiz. Biz geçmişimizin başarılarını, öykülerini anlatarak bugün
birbirimize moral ve motivasyon verebiliriz; ancak onlardan kalkarak bugün yaşanan sorunlara, bugünün
insanının sorunlarına, bölgemizde yaşanan sorunlara, iş yerimizde yaşanan sorunlara, apartmanımızda
yaşanan sorunlara karşı şahit olmalıyız, duyarlılığımızı sürekli üst düzeyde tutmalıyız. Bunun başlangıcı
selam alıp vermekten geçiyor. Yani karşındakini anlamaktan, önemsemekten geçiyor. Önce karşındaki
önemlidir. Sen onu önemsersen o da seni önemser. Selam alıp vermeden öncelikli olarak selam veren
muteberdir. Aynı şekilde barışma konusunda da barışan muteberdir. Bu kavramsal dünya içerisinde,
bütün bu sosyal bilimlerin temelinde yaşanılan çağa, insana, olaylara ve ilişkilere tanık olmak yatıyor.
Dolayısıyla şahitler olacağız.
Şahitlik müessesesi hukukta da çok önemli bir husustur. Herhangi bir konuda şahitlik yapamıyorsak
o hukuki sürecin yönetilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla mühendislik alanına ilişkin bir şahitlik
kavramı geliştirilmiş; kriminoloji. Bu da bir mühendislik dalıdır ve burada da insanın kanından, kılından
veya bir kısım döküntülerinden kalkarak kişiyi tanımlamaya çalışıyor; ama her şeyin özünde insanlığın
şahitliği çok önemli. Mesela en son vefat ettiğimiz zaman soruluyor bize; Ey cemaat mevtayı nasıl
bilirsiniz? Şahitlik isteniyor; çünkü o şahitlik yarın için de geçerlidir; ama biz yaşarken birbirimize şahitlik
yapacağız. Biz ölü sevici değil yaşayan insana değer vereceğiz; yaşadığımız çağa da şahitlik edeceğiz. Bunu
yaparken de müjdeleyici ve onarıcı bir dile sahip olmamız gerekir. İlişkilerimizde inşa edici olmak, iyi
haber vermek, güzel şeyler teklif etmemiz lazım. Biraz önce bahsettiğim hikmet, imar ve ihsan kavramları
içerisinde kendimizi donatmamız lazım, müjdeci, yapıcı, iyi haber verici olmamız lazım.
Mesela Peygamberlere verilen en büyük vasıflardan birisi nedir? Müjdeci olmaktır. Tabi ki, yalnızca
müjdeli haberler vermek yetmiyor; aynı zamanda uyarıcı da olacağız. Toplumda yanlış giden veya
yalan giden ne varsa ona karşı da vicdan sahibi, akıl sahibi insanlar olarak, yaşadığımız tüm bu
olaylara karşı bir uyarı, bir hatırlatma dili, gerekirse bir tehdit dili ne derseniz deyin; ama bir çığlık dili
inşa etmemiz lazım.
Şahitlik, uyarıcılık ve müjdecilik kavramlarını içselleştirerek, bir sivil toplum kuruluşu olmanın verdiği
hassasiyet, ciddiyet ve yüreklilik ile yaşadığımız çağda; bu yaşadığımız bölge olabilir, yaşadığımız ülke
olabilir, bütün oluşumlara karşı duyarlılıklarımızı yüksek tutmamız lazım gelir. İnsanın en önemli
özelliklerinden bir tanesi de duyarlılıklarının, algılarının ve bilinçinin açık olmasıdır. Siz mesela bir
doktora gittiğiniz zaman doktorun yaptığı şeylerden bir tanesi nedir? Hastanın ve organın duyarlılığını
ölçer, eğer psikolojik bir şey ise sizin dış dünyaya tepkilerinizi ölçer. Bu normal bir insan olma halidir.
Biz bir kere o insan olma halini üzerimizde gerçekleştirmemiz gerekir. Biz bunu yaparken bir derneğin
çatısı altında, Mimar ve Mühendisler Grubu çatısı altında bunu ne derece yapabiliriz? Gerçekten zor bir
soru; ancak bilim ve teknoloji ile sosyal bilimler ve insani bilimleri harmanlarsak daha üst düzeyde bir
algının, etkileşimin ve söylemin; daha üst düzeyde organizasyonların, yapıların ve sistemlerin kurulması
noktasında bir beceriye sahip olabiliriz.
Avni ÇEBİ
Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı
KISA... KISA...
Erdoğan: “Metropollerimiz ölü şehirlere dönüştü”
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, AKP Genel Merkez Yerel Yönetimler Başkanlığının ''Yaşanabilir ve Estetik
Şehirler'' temasıyla düzenlediği ''AK Parti 4. Yerel Yönetimler Sempozyumu''nda yaptığı konuşmada şehircilik
konusunda son derece önemli noktalara değindi.
K
onuşmasına Belediye Başkanlarının
nasıl olması gerektiğinden örnekler
vererek başlayan Başbakan daha sonra
konuyu şehirleşme bağlamına kaydırarak
şehirlerin olması gereken özelliklerinden
bahsetti. Erdoğan, sözlerini şu şekilde sürdürdü: ''Eskiden çocuklar için, yaşlılar için,
engelliler için sokak inşa edilirken ne yazık
ki insan her boyutuyla unutuldu. Şimdi
çocuklar çocukluklarını yaşayabiliyor mu?
Yaşayamıyor. Beton zeminler üzerinde
çocuklara hayat inşa ediyoruz. Halbuki
bizim onlara çimen zeminleri hazırlamamız lazım, toprak zeminler hazırlamamız
lazım. Bırakalım oralarda yuvarlansınlar,
bırakalım oralarda oynasınlar. Toprakla
yoğrulsunlar. Biz topraktan geldik toprağa
gideceğiz onun için bu çok önemli.'' Bizim
metropollerimiz vardı ama o metropoller
beceriksiz ve estetik dünyası olmayan,
estetik ruhu olmayan ellerde adeta nekropole yani ölü şehirlere dönüştü. Eskiden
yeşilin içine yeşille uyumlu yapılar inşa
edilirken şimdi artık saksılarda çiçekler
yetiştiriliyor'' dedi.
Birçok yerde yüksek binalar inşa etmenin
maharet zannedildiğini dile getiren Erdoğan, ''Ben ise yüksek binalar inşa etmeyi
maharet kabul etmiyorum. 'Efendim yer
yok'. Olduğu kadarını yapalım. Yüksek binalar inşa etmekle insanoğlunu biz toprak8
Mimar ve Mühendis
tan uzaklaştırıyoruz. Bizim mimarimizde
aslında bu yok. Bizim mimarimizde yatay
mimari egemendir. Bu yatay mimariyi
bizim en güzel şekliyle ortaya koymamız
lazım. 'Efendim hala eskiye mi takılıp kalacağız'. Eğer eski dediğiniz şey eskimemişse
ki makbul olan odur. Onu diri tutacaksın.
''Medeniyet tasavvuru olmayan, geçmişten
beslenip geleceği inşa etmek yerine, köksüzlükten beslenip açlıkla hırsla tamahla
betonlar dikenler yüzünden bizim neslimiz
gerçekten viran bir miras devraldı'' diyen
Erdoğan, şunları kaydetti: ''Yıkmak kolaydır. Yapmak ise son derece zordur. Bizim
şehirlerimiz birkaç 10 yıl içinde harap
edilmiştir ama bizim onları harap hallerine mahkum etmek gibi bir niyetimiz asla
yoktur. Elbette çok ama çok zorlandığımız
anlar oluyor. O noktada derdinizi biliyorum.
Artan bir nüfus karşısında, göç karşısında
acil çözümler üretmemiz gerekiyor. Ancak
acil çözümleri dahi üretirken kadim şehir
geleneğimizi göz önünde bulundurmamız,
aciliyet dışındaki projelerde son derece
hassas, son derece dikkatli davranmamız
gerekiyor'' dedi.
Erdoğan, tarihte, şehirlerin harekete göre
değil hareketin şehre göre şekillendiğine dikkati çekerek, bu şehirleri yeniden
kurmanın mücadelesini verdiklerini
vurguladı. ''Pazar yerli yerinde olurdu. Çarşı
yerli yerinde olurdu. Cami, imaret, çeşme,
hükümet konağı yerli yerinde olurdu. Şehir
telaşe üretmez, huzur, dinginlik sükunet
üretirdi'' diyen Erdoğan, ''Şuradan daha
fazla bir şey elde edelim, biraz daha rant
elde edelim. Onun için emsali 1,5 değil, 3'e
çıkaralım, 2,5'a çıkaralım diyen bireyler
var. Allah aşkına bu mantıktan vazgeçin.
3'ün verileceği yer de vardır ama 3'e zorlayacağımız yer asla olmamalıdır'' dedi.
Artan bir nüfus karşısında,
göç karşısında acil çözümler
üretmemiz gerekiyor. Ancak acil
çözümleri dahi üretirken kadim
şehir geleneğimizi göz önünde
bulundurmamız, aciliyet dışındaki
projelerde son derece hassas, son
derece dikkatli davranmamız
gerekiyor.''
KISA... KISA...
Erdoğan Bayraktar: Kentsel
dönüşümü ranta çevirirsek batarız
Kentsel dönüşüm Zaman Gazetesi’nde masaya yatırıldı. Türkiye’nin
önde gelen inşaat firmalarının sahipleri, Zaman Gazetesi’nin Sektör
Buluşmaları’nda ‘Nasıl bir kentsel dönüşüm’ öngördüklerini tartıştı.
Z
aman Gazetesi Genel Yayın Müdürü
Ekrem Dumanlı ve Zaman Genel Yayın Müdürü Yardımcısı Mehmet Kamış’ın
ev sahipliğinde, Ekonomi Editörü Turhan
Bozkurt’un moderatörlüğünde yapılan
programda işadamları, kentsel dönüşüm
hakkındaki önerilerini ve yaşadıkları
sıkıntıları dile getirdi. Problemleri tek tek
değerlendiren Çevre ve Şehircilik Bakanı
Erdoğan Bayraktar, çarpıcı açıklamalarda
bulundu. Kentsel dönüşümü ranta çevirmeyeceklerini, bu yöndeki beklentilerin
boş olduğunu belirten Bakan Bayraktar,
dönüşüm bölgelerinde en fazla 5 katlı
yapılara müsaade edeceklerini açıkladı.
“İnşaat sektör buluşmaları-Nasıl bir kentsel
dönüşüm?” başlıklı buluşmasında Çevre
ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar'ın
konuşmasından başlıklar şöyle:
"Bizim yeni çıkardığımız 6306 sayılı yasa
afet riski altındaki alanların dönüştürülmesi, afet riski taşıyan binaların dönüştürülmesi yasasının odağı, ruhu, mesajı
insanın hayatı olan, insanın can güvenliği,
arkasından da insanın mal güvenliği olan
bir yasa. Türkiye’nin 20 milyon konut
stokundan en azından 6,5 milyonunu 20
senelik bir periyot içerisinde dalga dalga
dönüştüreceğiz.
Kentsel dönüşümle birlikte bir imar
artışı zannı doğdu. Yani insanlarımız, arsa
sahiplerimiz, eski binadaki daire sahipleri
ve müteahhitlerimizin ‘İmar artışı olmadan
bu kentsel dönüşüm olmaz.’ veya ‘Bu kentsel dönüşüm sayesinde ne kadar imar artışı
verilecek?’ gibi bir beklentisi doğdu. Hatta
bazı müteahhit arkadaşların, kat karşılığı
sözleşmeler yaptığını ve daha sonra bize
gelerek ‘Burada bize emsal artışı olursa,
1 emsal daha verirseniz sözleşmemizi
yürütebiliriz, yoksa yürütemeyiz.’ şeklinde
taleplerinin olduğunu da biliyorum. Özellikle ve net olarak vurgulamak istiyorum,
bu kentsel dönüşümden kesinlikle bir imar
artışı beklememek lazım. Şu anda Esenler’deki imar artışından rant doğmuyor.
Orada ortalama imar üç civarında, sokaklar
genişletiliyor, brütte emsal artışı yok.
Kentsel dönüşümle imar artışı olacak
düşüncesine kesinlikle karşıyız. İmar artışı
diye bir şey yok. Kendine mahsus yerlerde
kanun çıkaracağız. Yerin konumuna göre
10 Mimar ve Mühendis
eğer orada bir imar düzenlemesi yapmamız
gerekiyorsa bunu imar artışı şeklinde değil,
belki kentsel tasarım şeklinde bir imar
düzenlemesi olacak. Biz zaten müteahhitlere veya hak sahiplerine yapacağı kentsel
dönüşümde alacağı her yüz bin liralık
kredinin yüzde 4’ünü zaten veriyoruz, vereceğiz de. Paramız var. 18 aylık kira desteği
veya faiz desteği vereceğiz, ikisi birden olmaz. 18 ay kira bedeli İstanbul’da aylık 640
liradan 11 bin lira falan yapıyor. KDV, tapu
harcı, alım-satım vergisi, noter harcı yok.
Bir sürü avantajı var. ‘Ben bu bir evden iki
tane ev nasıl yaparım?’ imajını hep beraber
kırmamız lazım. Üç günlük dünya ya bu.
50 kuruş kazansak, kazanmasak ne olur?
Müteahhitlik sertifikasını esaslı bir
konuma getirmek için çalışıyoruz. Belli bir
kalite ve statü getirmek için de çok ciddi
imar kanunu çalışmamız var. Müteahhitlerle ilgili bir çalışmamız var. İnşallah belli
noktaya getireceğiz.Ülkemizde serbest
piyasa ekonomisi var. Yüzde 7, 15, 20 kâr
çok değil. Ben yüzde 20’ye kadar kâr etmesi
gerekir diye düşünüyorum sektörün. 22
sene yap-satı kendim yaptım, mesleği
biliyorum. Devlet yüzde 8-10 olmalı konut
üretiminin içinde. Özel sektörü yönlendiren
belediyelerin ekmek fabrikaları gibi. Nasıl
gıdada talep durmazsa konutta da durmaz.
Doğumlar, kentsel dönüşüm, daha kaliteli
yerlere taşınma açısından ihtiyaç devam
eder.Rezerv alanlarda genel silüet, mimari
dizayn zemin artı 4 olmak üzere 5 kat
şeklinde yapılmasına dikkat edeceğiz."
Şehircilik Bakanı’ndan
yüksek kat itir afı
Ç
evre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar,
Başbakan Erdoğan'ın yüksek kat uyarısı ile
ilgili özeleştiri yaptı. Bayraktar, "500 bin konut
yaptım. Herkes beni eleştiriyor. Onlar kadar ben
de kendimi eleştiriyorum" dedi.
Bayraktar, özellikle yeni yerleşim birimlerinde,
banliyölerde, yeni kuracakları şehirlerde, ikametgahlarda, katları aşağı çekeceklerini belirterek,
mecbur kalmadıkça yüksek kat yapmayacaklarını söyledi. Bakan Bayraktar, Ekonomik ve Sosyal
Araştırmalar Merkezinin (ESAM) düzenlediği
"Kentsel Dönüşüm ve Şehircilik Konferansı'nda
yaptığı konuşmada, insanların gıda ve giyim
ihtiyaçlarını karşıladıktan sonra ev almak istediklerini ifade etti.
Newyork'tan Singapur'a, Pekin'den Tokyo'ya kadar nüfusu 8 milyonun üzerindeki bütün büyük
şehirlerin merkezindeki binaların yüksek katlı
olduğuna işaret eden Bakan Bayraktar, konuyla
ilgili olarak 40 şehri incelediklerini kaydetti.
Mecbur Kalmadıkça Yüksek Kat Yok
Bakan Bayraktar, binaların kat sayısını azaltmak
için gayret göstereceklerine dikkati çekerek,
''Geldiğimiz noktada, Başbakanımız da işaret
ediyor, artık binaların katlarını, özellikle yeni
yerleşim birimlerinde, banliyölerde, yeni kuracağımız şehirlerde, ikametgahlarda 1, 2, 3, 4, 5 kata
kadar çekeceğiz. Mecbur kalmadıkça yüksek kat
yapmayacağız'' diye konuştu.
'Yüksek binalara ben de karşıyım'
Yüksek binalara kendisinin de karşı olduğunu
ifade eden Bakan Bayraktar, "500 bin konut
yaptım. Herkes beni eleştiriyor. Onlar kadar ben
de kendimi eleştiriyorum, haklı. Aynı fotoğrafı
veriyor, olmaması lazım. Yöresel mimarinin ön
plana çıkması lazım. Fakat Türkiye'nin şeraitine
de bakmamız lazım" dedi.
Kayseri’de Büyük
Mimar’ı Anma Etkinlikleri
C
Başbakan’ın Gökdelenler
Çıkışına Destek
umhurbaşkanı Abdullah Gül'ün himayelerinde Kayseri Büyükşehir Belediyesi tarafından
organize edilen ‘Mimar Sinan Günleri’ etkinlikleri,
Mimar Sinan’ın doğduğu köy olan Ağırnas’ta
başladı. Piyanist Tuluyhan Uğurlu’nun Büyükşehir Belediyesi Kültür ve Sanat Merkezi’nde özel
piyano resitali ile başlayan etkinlikte; Nevzat
Sayın, Alper Ünlü, Can Çinici ve Han Tümertekin
gibi birçok değerli mimarın katıldığı panel de
gerçekleştirildi. Konser sonrası kısa bir konuşma
yapan Başkan Özhaseki, Uğurlu'ya bu muhteşem
resital için teşekkür ederek; “bu resital, Sinan'ı bize
farklı bir şekilde anlattı” şeklinde konuştu.
Hafta sonu kentsel dönüşüm töreninde Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan’ın, "Çevre Bakanım da dahil olmak üzere tüm belediye
başkanlarıma duyuruyorum; fevkalade bir hal olmadıkça bu tür
yapılanmalarda gökdelenler dikmemeliyiz” beyanatı sonrasında
gökdelenlere yönelik serzenişlerini kendilerinin yıllardır dile
getirdiklerini söyleyen mimar, mühendis ve şehir plancıları, bu
yapıların İstanbul için sorun olduğu görüşünde birleşiyor.
Cemal Gökçe (İnşaat Mühendisleri Odası İstanbul Başkanı): "Gökdelenler altyapı
sorunu yaratıyor, ulaşımı sıkıntıya sokuyor. Aynı zamanda kanalizasyon ve çevre sorununa
da neden oldular. Çünkü gökdelenlerde oturanlar bir kasaba nüfusu kadar. İstanbul'daki
gökdelenler sorun alanları yaratmışlardır. Şimdi yaşanmaz noktaya gelince, ulaşım kitlenince, depremde toplanılacak, çadır kuracak yer kalmayınca 'Gökdelen yapmayın' deniliyor.
Tayfun Kahraman (Şehir Plancıları Odası İstanbul Şube Başkanı): " Bugün İstanbul'daki gökdelenler tarihi yarımadanın siluetini onarılamaz şekilde bozdu. Paris'te bir
gökdelenler bölgesi yok mu; var. Fakat Paris'in içini etkilemeyecek ve ortaçağdan kalma
yapıyı bozmayacak bir planlamayla böyle bir bölgeye inşa edilmişlerdir."
Prof. Dr. Uğur Tanyeli (Mardin Artuklu Üniversitesi- Mimarlık Tarihi): "İstanbul'daki sorun şudur; 2 emsal verilen yere 8 emsal inşaat yapılmıştır. Bu yoğunluk
da sorun yaratır. Esas sorun bu kararların merkezi yönetim tarafından yerel aktörlere
danışmadan verilmesidir.
Ali Rıza Nurhan (Şehir Planlancısı): "İstanbul'da gökdelen inşa edilen bölgelerde gökdelen yoğunluğuna uygun altyapı olmadan bu gökdelenlerin inşa edilmesi kanalizasyonlara,
telefon ağlarına yani tüm altyapıya baskı getirir ve şehir bunu kaldırmaz. Ayrıca insanların
sağlık için bahçe içerisindeki evlerde yaşamaları gerekiyor. 10-15 katlı yapılarda yaşanması
sağlık sorunları yaratır"
İtalyan Mimarlar
MMG'yi ziyaret etti
İ
talyan Ticaret Odası'ndan gelen bir grup mimar, MMG Genel Merkezi'nde mimari projeler
ve Türkiye'de yeni yapılan binaların sürdürülebilir ve erişilebilirliğiyle ilgili bilgi aldı. Özellikle
yeni yapılan okul projeleri hakkında bilgi alan
mimarlar, İtalya'da yeni yapılan okul binalarının
tasarımlarını anlattılar. MMG Genel Başkanı Avni
Çebi, MMG’nin çalışmaları hakkında bilgi vererek,
gelecek nesillerin mimari ve kültürel eserlerimizi
görüp göremeyecekleri, koruyup koruyamayacakları yada kullanıp kullanamayacakları hakkında
endişe içinde olduğumuzun altını çizdi.
Madenler Günışığına Çıkarılacak
D
oğu ve Güneydoğu Anadolu'daki yeraltı kaynaklarını çıkarmayı hedefleyen bir grup milletvekili, Meclis'te
Maden Araştırma Komisyonu kurulmasını teklif etti. AK Parti'li 82 vekilin imzasını taşıyan Maden Araştırma Komisyonu kurulması önergesi henüz gündeme alınmadan 'maden raporu' hazırlandı. Rapora göre, 6 şehirde
Maden Tetkik Arama Genel Müdürlüğü'nün belirlediği; altından demire, bakırdan uranyuma, kömürden jeotermal
kaynaklara kadar hiç dokunulmamış rezervler bulunuyor. Önergeyi veren AK Parti Malatya Milletvekili Mustafa
Şahin, "Çözüm süreci tamamlandığında sıra bölgenin kalkınmasına gelecek. El değmemiş madenler özel sektör ve
devlet eliyle çıkarılacak. Artık bölgede kan ve gözyaşı akmayacak, yer altından madenler fışkıracak" dedi. Bölgedeki yeraltı zenginliklerinin bakir olduğunu ifade eden Şahin, madenlerin yer üstüne çıkarılıp ürün haline getirilmesi için Meclis'i devreye soktuklarını belirtti. Şahin, çözüm sürecini destekleyecek komisyonun tespit edilen
madenlerin Doğu'da fabrikalar kurularak işletilmesi yönünde teşvikler verilmesi önerisi getireceğini söyledi.
Mayıs - Haziran 2013 11
KISA... KISA...
AZAP ŞEHİRLERİNDEN, MERHAMETLİ ŞEHİRLERE
Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi, Vizyontürk TV Kanalı’nda yayınlanan
Sansürsüz Bakış Programı’nda Deprem ve Kentsel Dönüşüm konusu kapsamında açıklamalar yaptı.
Ü
lkemizin deprem kuşağında bulunduğunu ve fay hatları üzerine inşa edilen
şehirlerin olduğunu ve bu şehirlere bakıldığında üzerinde yerleşim birimleri kurulduğunu
ifade ederek sözlerine başlayan Kadem Ekşi,
buradaki yapı stoklarında yapılan performans
incelemeleri doğrultusunda; içerisinde yaşayan
vatandaşların hayati tehlike yaşamasına sebep
olacak birçok yapının olduğunu söyledi.
“Merhametsiz şehirler inşa ettik”
Hükümet ve yerel yönetimlerin Van
Depremi’nden sonra acil eylem planı olarak bu
kanunu devreye geçirdiklerini söyleyen Ekşi,
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın da bu konuyla ilgili son günlerde katıldığı organizasyonlarda önemli açıklamalar yaptığına işaret etti.
Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’ın
da teyiden bu söylemlerde bulunduğunu Dile
getiren Ekşi; “Yani dikkatli bakarsak Sayın
Recep Tayyip Erdoğan son bir haftada gerek
Ankara’da yerel yönetimler şurasında gerek de
Gaziosmanpaşa’da çok önemli açıklamalarda
bulundu. Bunu daha sonra Çevre ve Şehircilik
Bakanı Erdoğan Bayraktar da teyiden ifade etti.
Biz yapılarımızı inşa ederken kendi ayağımıza
kurşun sıkar gibi dikkat etmeden merhametsiz
şehirler inşa ettik.” dedi.
“İnsanı merkeze alan değer odaklı
çözümleri ortaya koymamız gerek”
Kentsel dönüşüm sürecinde yapılan hataları
siyasal partilere endekslememek gerektiğini
dile getiren Ekşi, konuya daha geniş kapsamda
bakmak gerektiğini vurgulayarak; “Konuya
siyasi bir değerlendirmeyle bakılırsa bu bizi
bir yere taşımaz; çünkü bu herkesin, çözüme
kavuşması gereken ortak derdi. Bugün CHP’nin
yerel yönetimlerde olduğu belediyelerde de AK
Parti’nin yerel yönetimlerde olduğu belediyelerde de maalesef tamah ve hırs gözleri bürümüş
ve hadiselere rant odaklı bakılıyor. Biz insanı
merkeze alan değer odaklı çözümleri ortaya
koymamız gerekiyor. Bu yüzleşmeyi toplumsal
reflekslerimizi ortaya koyarak yapamazsak ülke
kaybedecek.” diye konuştu.
“Yerel yönetimler herkes için şehir konseptini algılarlarsa dönüşüm fırsata çevrilir”
Kentsel dönüşüm için açıklanan rakamın
400 milyar Dolar olduğuna dikkat çeken Ekşi,
Paranın 20 yıllık periyot içersinde harcanırken
bunun karşılığının alınabilmesi ve nesiller boyu
sürecek bir yapılaşmanın hedeflenmesi gerektiğini belirterek şu açıklamalarda bulundu; “Bir
12 Mimar ve Mühendis
neslin bile yaşayamadığı konutları biz nasıl
geleceğimiz için uygun görebiliriz. Yurtdışına bakıldığı zaman Almanya’da, İspanya’da,
Kopenhag’da, Londra’da 300 – 500 yıllık
evlerde yaşıyor insanlar. Yani birkaç nesil aynı
yapıyı kullanıyor. Biz ise 30 yıl önce yaptığımız
yapıları yıkıyoruz. Ne diye yıkıyoruz güvensiz
yapı stoku diye yıkıyoruz. Bu bir mühendis olarak beni incitiyor. Nihai olarak bu bizim yerel
yönetimlerimizin, kamu yönetiminin, yüklenici
firmaların, mimarların, mühendislerin hepimizin yaptığı yanlışların bakiyesi. Şimdi bunu
fırsata çevirme zamanı ve fırsata çevirmemiz
gerekiyor. Eğer sayın Başbakan Erdoğan’ın
son söylemlerini yerel yönetimler tam olarak
uygulayabilir, içselleştirir ve nitelikli çalışmalar
yapar, herkes için şehir konsepti içersinde algılar ve düşünürlerse kentsel dönüşüm de fırsata
çevrilmiş olur.”
“Bir şehri kurgularken şehirlerin
ortak hafızaları vardır”
Ortak hafıza kavramından söz eden Ekşi,
bunun sürdürülebilir olmasının ortak kültürel
ve manevi kodların korunmasıyla gerçekleştirilebileceğini belirterek, MMG’nin “Silüetime Dokunma” duruşundan bahsederek şu
açıklamaları yaptı; “Canlı bir örnek vermek
gerekirse MMG olarak İstanbul’da bulunan Tarihi Yarımada’nın silüetinin bozulmaması için
birtakım çalışmalar yaptık. Düzensiz, çok katlı
mühendislik yapılarının Tarihi Yarımada’nın
görüntüsünü bozmaması amacıyla. Hepimizin
bildiği bir konuyu kamuoyunun gündemine
taşıdık ve yaklaşık bir yıldır biz bu çok katlı
mühendislik yapılarının çok ciddi sorunları
beraberinde getireceğini; gerek deprem riski
konusunda, gerek enerji bağımlısı yapıların
inşa edilmemesi açısından, gerek ekolojik ve insanı merkeze almayan yaşam alanlarının inşa
edilmemesi açısından; elimizden geldiğince
çalışmalar yaparak, görüşlerimizi dile getirdik.
Bu tür yapıların çoğalmasıyla birlikte ciddi bir
risk ve olağanüstü durum halinde, enerjiye
bağımlı o yapılarda mağdur olarak kalan
insanlara hizmet bile götürülemeyecektir. Biz
Silüetime Dokunma hareketimiz kapsamında
MMG olarak Beyoğlu’nda yürüyüş de yaptık.
Bir şehri kurgularken şehirlerin ortak hafızaları
vardır. Tarihi Yarımada bu milletin ortak
hafızasıdır ama eğer biz insanların hırslarını
dikkate alarak Sultanahmet ya da Ayasofya
manzaralı 30 – 40 katlı mühendislik yapılarına
izin vererek milletin bu ortak hafızasını ortadan
kaldıramayız. Orada bin yıllık bir şehir var
ve biz bunun ışığında oluşmuş ortak hafızayı
ortadan kaldıramayız.”
“Dar gelirli insanlara konut
üreteceğiz dendi, ucube doğdu”
Program sunucusunun Ataşehir Bölgesi’ni
örnek vererek çok katlı yapılaşmanın yoğunlukta olduğu bölgelerdeki sorunlara işaret etmesi
üzerine, Kadem Ekşi de AVM tipi yerleşim
modeli diye nitelendirdiği modelden bahsederken; “Milyonlarca lira para ödeyerek kendini
hücrelere kapatmış, orada ev sahibi olmuş ve
dünyaya tepeden bakan; ayrıştırılmış ve ötekileştirilmiş bir şehirleşme tipi oluşturulmuş durumda. Yani doğal tüm ortamlardan kopuk bir
yaşam tarzı bu tür yerlerde insanlara dayatıldı.
” açıklamasında bulundu. Ataşehir örneğinden
devam ederek açıklamalarına devam eden Ekşi;
“Emlak GYO aracılığı ve TOKİ marifetiyle kurduğumuz ve son 4 – 5 yıl içersinde olgunlaşan
bir merkezdir Ataşehir. Yeşil alanlarımızı dahi
orda imara açarak, dar gelirli insanlara konut
üreteceğiz diye müteahhitlik firmalarına verildi
ve orada tabir-i caizse bir ucube doğdu. İkincisi
de Fikirtepe’de doğuyor şimdi; bir farkı yok yani.
Böylesi bir algı bizi hiçbir yere taşımayacaktır.”
açıklamalarını yaptı.
“Mekanları daraltılarak ve
yükseltilerek bir değer oluşturulamaz”
MMG olarak TOKİ Başkanı Ahmet Haluk
Karabel’i makamında ziyaret ettikleri sırada,
tüm bu konular ile ilgili görüş ve şikayetlerini
Karabel’e ilettiklerinin altını çizen Ekşi, özellikle
1+1 daireler konusu ve mekanların daraltılarak
yüksek katlı binalar yapılması konusuna karşı
çıktıklarını ve bunların gerekçelerini aktardı.
Ekşi konuya ilişkin şu açıklamaları yaptı; “Biz
ziyaretimiz sırasında özellikle 1+1 daireli
yapılardan vazgeçin diye açık açık söyledik. Bu
mekanlar öğrenci evi olsa neyse ama buralar
aile yaşamı için ne derece uygundur düşünmek
gerekir. Maalesef bu mekanların bir diğer sı-
kıntısı da gayrinizami ve gayriahlaki mekanlara dönüşebiliyor olmalarıdır. Bu yüzden bizim
yeniden aileyi merkeze alan, yeniden insanı
merkeze alan mekanlar üretmemiz lazım. Yani
yüklenici firmalar da, Emlak GYO da, TOKİ de
meseleye sadece bir finansman aracı olarak
bakıyorlar. Rant odaklı bakıyorlar; yani ‘ben
buradan çok para kazanacağım. Mekanları
daraltarak ve yükselterek bir değer oluşturuyorum.’ İşte TOKİ diyor ki; ‘ben bu parayı alarak
başka yerlerde fakir fukaraya başka yerde
konut yapıyorum.’ Bu konu böyle bir yöntemle
halledilemez. Bir yeri yok ederek diğer bir yere
transfer hakkımızı kullanıp bu süreç gerçekleştirilemez.” diye konuştu.
“TOKİ marifetiyle ülkenin dört bir yanına
standart yapılar inşa edildi”
Başbakan Erdoğan’ın Gaziosmanpaşa’da yaptığı
konuşmanın ışığında çalışmaların devam
etmesi halinde dört ya da maksimum beş katlı,
insanı merkeze alan binaların inşa edilmesinin
kaçınılmaz olduğunu dile getiren Ekşi, tek tip
binaların yapılmasıyla ilgili de görüşlerini dile
getirdi. Ekşi konuyla ilgili olarak; “Yaptığımız
yanlışlarla yüzleşmemiz gerekirse şu örneği
verebiliriz. TOKİ marifetiyle ülkenin dört bir
yanına standart yapılar inşa edildi. Trabzon’a
gidiyorsun TOKİ’nin aynı yapısı, Mardin’e
gidiyorsun TOKİ’nin aynı yapısı, Urfa’da aynı,
Edirne’de aynı. Bizim mimarimizin, sanatımızın, kültürümüzün malzememizin, hiçbir
işareti yok. Böyle bir akıl tutulması olabilir mi?
Ucuza mal etmek amacı gütmeden bir yapıyı
betonun ömrünün yeteceği uzunlukta uzun
yıllar kullanılabilecek şekilde inşa etmemiz
ve bunun yanında estetik açıdan özgünlüğü
ve yapısal açıdan sağlamlığıyla bu yapıların
ömrünü uzatmamız gerekir.” açıklamalarında
bulundu.
“Her bölgeyi, her yeri rant alanı olarak
görürseniz karalarda yer bulamazsınız”
Şehirlerin genel itibariyle yapısına değinen Ekşi, meydansız şehirler olduğunu dile
getirdi. Depreme dayanıklılıktan ziyade
şehirlerin yapısal ve mekansal özelliklerinin
de dikkate alınması gerektiğini vurgulayan
Ekşi; “İstanbul’da Taksim Meydanı, Kazlıçeşme Miting Alanı var diyelim; fakat Anadolu
Yakası’nda meydan diyebileceğimiz bir yer
yok. Yani kitlenin aktivitelerini, mitinglerini
yapabileceği, sevinçlerini hüzünlerini, coşkularını paylaşabileceği meydanlara ihtiyaç var
hangi şehirde olursak olalım. Avrupa’da birçok
şehri gezdiğimizde hepsinin meydanları var.
Hatta kendi figürlerini yansıtan meydanları ile
anılacak şehirler var Avrupa’da. Yeşil alanları, otoparklarla sıkıştırdığımız yeşil alanları,
çocukların nefes alamayacağı mekanları
üretemediğimiz gibi ne yapıyoruz? Yeni alanlar
arıyoruz. Belediyeler sıkışıyor ve bir taşla
iki kuş vurayım diyorlar. Maalesef İstanbul
Büyükşehir Belediye’sinin Ataşehir’in katı
atık ve hafriyat atıklarını dökecek alanı yok.
Peki bunun en hızlı şekilde eritilebileceği yer
neresidir? Kıyılarımız ve denizlerimiz. Böyle bir
algı da yanlıştır. Sonuçta orada bir yeşil alan
üreteceğiz insanlara yeni tesisler yapacağız,
günübirlik tesisler yapacağız, kalıcı tesisler
yapacağız. Tamam bir değer oluşacak ama kıyı
ekosistemini bozarak, ekosistemi tahrip ederek
bu işler halledilemez. Bizim bu işleri karada
çözmemiz gerekir. Her bölgeyi her yeri rant
alanı olarak görürseniz karalarda yer bulamazsınız; bu sefer de denizleri doldurarak yeşil
alan yaratmak zorunda kalırız.” dedi.
DÜNE SAYGI, BUGÜNE ADALET, GELECEĞE MİRAS
MMG Başkan Yard. Kadem Ekşi, HABERTÜRK TV Muhabiri Ahmet Yamaç'a Üsküdar Salacak'ta, İstanbul'un siluetini
bozan 16/9 binaları hakkında ve genel olarak şehirlerimizin geleceği konusunda açıklamalar yaptı.
İ
stanbul'un siluetini bozan Zeytinburnu'ndaki kuleler hakkında tartışmalar her geçen
gün büyüyor. Önce Başbakan'ın "Benim her
yapılandan haberim olması mümkün değil.
Bir bakıyorum bina yükselmiş. Benim gözüm
kulağım olun, belediye başkanlarını ve beni
uyarın. Zeytinburnu’nda tartışma konusu olan
o binaların sahibiyle konuştum. Traşlayın
dedim, özellikle rica ettim. Çok da yakından
tanıdığım biri. Yapacaklarını beklerken, hiçbir
şey yapmadılar. O nedenle çok kırıldım, 5
yıldır konuşmuyorum." açıklamaları, ardından
Başbakan'ın küstüğü gökdelenlerin sahibi
Mesut Toprak'ın "Proje bitti, traşlama olamaz"
açıklaması üzerine herkes kanun koyucunun
gücünü konuşmaya başlamıştı.
MMG Başkan Yard. Kadem Ekşi, HABERTÜRK
TV'ye verdiği mülakatta, tarihi yarımadanın
bin yıllık ortak hafızamız olduğunu, tarihi ve
kültürel dokunun geleceğe taşıma noktasında
hepimizin sorumlu olduğunu söyledi. Mimar
ve Mühendisler Grubu olarak şehirciliğe düne
saygı, bugüne adalet, geleceğe miras şeklinde baktıklarını, Zeytinburnu'ndaki kulelerin
İstanbul'un kalbine saplanan bir hançer olduğunu, iki yıl önce yaptıkları yürüyüşten sonra
basın bildirisi olarak kamuoyuna sunduklarını
belirtti. Zeytinburnu'ndaki kulelerin ortak aklın
yapıları İstanbul'dan mutlaka temizlemesi
gerektiğini söyledi.
ve ortak vicdanın kabul etmediği ucube yapılar
olduğunu belirten MMG Başkan Yard. Kadem
Ekşi, yazık olduğunu belirtti.
16/9 Zeytinburnu Kuleleri
Milli Meseledir!
1000'lik uygulama planlarının Büyükşehir ve
ilçe belediyelerin onayından sonra alındığını,
imar komisyonunda yapılan denetlemelerde
çok ciddi hataların olduğunu söyleyen MMG
Başkan Yard. Kadem Ekşi, MMG Yönetimi olarak zamanında bu binaların yapılmaması için
çalışmalar yaptıklarını, Büyükşehir'in bu proje
dışındaki diğer projeleri engellediğini, 16/9'un
ise bu şekilde kaldığını söyledi. Çözüm için
hükümetin mutlaka adım atması gerektiğini,
Başbakan'ın bizzat kanun koyucu gücünü kullanarak İstanbul'un siluetini bozan bu ucube
16/9 Binaları Traşlanabilir!
Başbakan'ın her mühendislik projesini takip
etmesinin zor olduğunu, sorumluluğun yerel
yönetimde olduğuna dikkatleri çeken MMG
Başkan Yard. Kadem Ekşi, milletimizin İBB'nin
ve ilçe belediyelerin hızlı bir dönüşle bu yanlıştan geri dönülmesi noktasında çalışmalarını
yürütmesi gerektiğini söyledi. Hırs, tamah ve
rant algılarımızın değişmesi gerektiğini söyleyen MMG Başkan Yard. Kadem Ekşi, bugün
içinde yaşadığımız şehirlerin maalesef bizlere
azap şehirlerini hatırlattığını söyledi.
MMG olarak "Herkes için Şehir" konseptinde
çalışmalar yaptıklarını belirten MMG Başkan
Yard. Kadem Ekşi, STK'ların bu konuda üzerine
düşen görevleri yaptıklarını, enerji bağımlılığı
olan çok katlı yapılar inşa etmeyi bırakmamız
gerektiğini söyledi. Başbakan'ın yatay konseptine katıldığını belirten MMG Başkan Yard.
Kadem Ekşi, Türkiye'de bir alan sorununun bulunmadığını söyledi. Hem iktidarın hem yerel
yönetimlerin Başbakan'ın bu çıkışıyla birlikte
çalışmalarını hızlandırmalarını, hazır devam
eden kentsel dönüşümü bir fırsata çevirmeleri
gerektiğini belirtti.
Mayıs - Haziran 2013 13
ETKİNLİK
MADENCİLİK SEKTÖRÜ’NDE 2023 VİZYONU
Mimar ve Mühendisler Grubu’nun Nisan ayı içerisinde Topkapı Eresin Hotel’de gerçekleştirdiği kahvaltılı çalışma
toplantısı ve panelinde Türkiye’nin 2023 maden vizyonunu konuşuldu.
P
anel öncesi açılış konuşmasında MMG Başkanı Avni Çebi söz aldı ve MMG faaliyetleri
hakkında kısa bilgiler verdi. Türkiye’ye değer
ürettiklerini belirten Çebi, MMG’nin geçtiğimiz
hafta Diyarbakır Şubesi’nin büyük bir coşkuyla
açıldığını söyledi. MMG’nin son zamanlarda en
çok tartışılan konulardan biri olan şehircilik
alanında da paneller ve sempozyumlar yaptığını
söyleyen Genel Başkan, MMG’nin bir sivil toplum kuruluşu olarak gündemi de etkilediğini belirtti. Madencilik konusundan da bahseden Çebi,
Türkiye’nin 2023 Maden Vizyonunu şimdiden
planlaması gerektiğini söyleterek madenlerin
bulunması noktasında olduğu kadar, madenleri
işleyip teknolojide kullanılacak hale getirilmesinde de çok daha güçlü çalışmaların yapılması
gerektiğini belirtti.
MMG Yer Bilimleri Komisyonu
Başkanı Şehmus Yıldırım:
“Ortak bir vizyon ve strateji
geliştirilmesi gerekiyor”
MMG Yer Bilimleri Komisyonu Başkanı Şehmus
Yıldırım, moderatör olarak yaptığı konuşmasında madencilik konusunda Türkiye’nin hem
ekonomik hem teknolojik kalkınmasının gelecek
vizyonu için çok önemli olduğunu dile getirdi.
2023 Vizyonu için madencilik sektöründe
yatırımların gecikmemesi gerektiğini söyleyen
Şehmus Yıldırım, kurumların, üniversitenin ve
özel sektörün bir araya gelerek ortak bir vizyon
ve strateji geliştirilmesi gerektiğini söyledi.
MTA Genel Müdürü Mehmet
Üzer: “MTA’nın amacı altyapı
üretmektir”
Konuşmasına MTA’nın Avrupa’daki emsallerinden 100 yıl sonra kurulduğunu söyleyerek
başlayan MTA Genel Müdürü Mehmet Üzer, bilimsel madenciliğin MTA ile başladığını, bu yüzden Madencilik vizyonunda MTA’nın çok önemli
bir görevinin ve sorumluluğunun olduğunu
belirtti. Hayatı fonksiyonel kılan birçok alandaki
aletlerin ve teknolojik araçların madenlerden
yapıldığını belirten MTA Genel Müdürü Mehmet
Üzer, madenciliğe daha çok önem verilmesi
gerektiğini söyledi. Türkiye olarak madencilikte
2023 vizyonu için daha çok yatırım yapılması ve
yatırımların gecikmemesi gerektiğini açıklayan
Üzer, bir otomobilde 5 farklı element kullanıldığını, hayatımızın birçok alanında madenlerin
bir şekilde yer aldığını belirterek, dünyada 90
çeşit önemli mineralden, 50 farklı mineralin
ülkemizde yeterli kadar bulunduğunu, sadece
13 tanesinin ülkemizde bulunmadığını belirtti.
14 Mimar ve Mühendis
MMG Yer Bilimleri Komisyonu Başkanı Şehmus Yıldırım, moderatör olarak
yaptığı konuşmasında madencilik konusunda Türkiye’nin hem ekonomik
hem teknolojik kalkınmasının gelecek vizyonu için çok önemli olduğunu
dile getirdi.
Türkiye’nin mineral çeşitliliği açısından dünyada
10. sırada, üretim açısından ise 28. Sırada
bulunduğunu belirten Üzer, MTA olarak altyapı
ürettiklerini ve sektördeki kuruluşların artmasını öncelediklerini belirtti.
ETİ Maden İşletmeleri Genel
Müdürü Dr. Orhan Yılmaz:
“Bor ile yapamayacağımız bir kimyasal yoktur”
Dr. Orhan Yılmaz, 1935’ten itibaren çalışmalar
yapan Etibank’ın, 2004’ten beridir sadece bor
kimyasalları ile meşgul olduğunu belirtti. Bor
madeninin bir cevher olarak çıkarılmasından
kimyasal hale dönüştürülmesine kadarki geçen
süreçte, sürecin her aşamasında bulunduklarını
belirtti. Kamuoyunda çok yanlış bir imaj bulunduğunu belirten Dr. Orhan Yılmaz, bor madeni
ile yapamayacakları bir kimyasalın olmadığını
söyledi. Bor madeninden müthiş yararlandıklarını, Türkiye’nin 4. büyük kâr eden kuruluşu
olduklarını söyleyen Dr. Orhan Yılmaz, devlete
hem temettü anlamında ödeme, hem kâr arttığı
için vergi ödemesinde bulunduklarını söyledi. Yılmaz, Dünyada bor madeninin % 72’lik
bölümün Türkiye’nin elinde bulundurduğunu,
Türkiye’yi Rusya’nın % 8 ve Amerika’nın %7
izlediğini belirtti.
TMMOB Jeofizik Müh. İstanbul Şube
Oda Başkanı Prof Dr. Ali
Osman Öncel: “Madencilikte
yerin altını jeofizik ile
keşfetmek gerekiyor”
Maden aramalarında markalaşmış ülkeler düzeyine gelmenin önemine değinerek konuşmasına
başlayan Prof Dr. Ali Osman Öncel, Kanada gibi
madencilikte ilk sırada olan bir ülkenin 2023
vizyonunda yerin altında değil, uzayda artık
arama yaptıklarını belirtti. Uluslararası Madencilik Günleri’nde de bu çalışmaların tanıtıldığını
söyleyen Prof Dr. Ali Osman Öncel, 2020 yılından sonra dünyada maden ihtiyacında azalma
olacağını, başka enerji kaynaklarının devreye
girebileceğini de belirtti. Ülkemizde madencilik
konusunda vizyon eksikliğimiz bulunduğunu
söyleyen Prof Dr. Ali Osman Öncel, artık klasik
çalışmalardan uzaklaşmamız gerektiğini,
üniversitelerde modern çalışma yöntemlerinin
olmadığını söyledi.
Mimar ve Mühendisler Grubu’nun düzenlemiş
olduğu “Türkiye’nin 2023 Maden Vizyonu” Programı, soru cevap bölümünün ardından sona erdi.
Mayıs - Haziran 2013 15
ETKİNLİK
Tarihten Günümüze
Macaristan-Türkiye İlişkileri
Kayseri Erciyes Üniversitesi, Türk-Macar İşadamları Derneği (TÜMİŞAD )
ve MMG Kayseri Şubesi işbirliği ile düzenlenen “17.yy Osmanlı Döneminde
Macaristan ile Ticari, Tarihi ve Kültürel İlişkilerimiz ve Günümüze
Dönük Yansımaları” konulu panel gerçekleştirildi. Erciyes Üniversitesi
Sabancı Kültür Merkezinde gerçekleştirilen panelde, Macaristan Ankara
Büyükelçisi Prof. Dr. Janos HOVARİ şeref konuğu oldu.
O
turum Başkanlığını Osman Şahbaz’ın
yürüttüğü panelde Şahbaz, Macaristan
ile Türkiye arasındaki ticari, tarihi ve kültürel ilişkilerden, fırsatlardan ve imkanlardan
kısaca söz etti. Osman Şahbaz konuşmasında ''Macaristan Türkiye'nin Batı'ya açılan
kapısıdır, Başbakanımızın son Macaristan
ziyaretlerinden sonra ilişkilerimizin çok
daha güçlü ve sıcak yürüdüğüne şahitlik
ediyoruz” dedi. Panelde sonra Macaristan
Ankara Büyükelçisi Prof. Dr. Janos Hovari
söz aldı. Türkçe olarak yaptığı konuşmasında: “Ankara Büyükelçiliği olarak Anadolu’yu
keşfetmek istiyoruz. Ankara Türkiye’nin
Başkentidir. Ama Başkent dışında da şehirler var. Bu şehirlerle münasebet kurmak
gerekli çünkü buralarda sanayi, ticaret,
olanak, kalkınma, düşünce ve üniversiteler
var” dedi.
Diğer panelistlerden sırasıyla Prof. Dr.
Mehmet İNBAŞI ve Prof. Dr. Süleyman DEMİRCİ, Macaristan - Türkiye tarihi hakkında
bilgiler verdiler. Macaristan’daki ecdad
yadigarı eserlerden de söz eden değerli
hocalarımız konuşmalarında Macaristan ile
ilişkilerimizin artarak devamı hususundaki
dileklerini aktardılar. Son konuşmacı olan
Mekatronik Bölümü Başkanı Prof. Dr. Şahin
YILDIRIM ise, Erciyes Üniversitesi ile Macaristan Debrecen Üniversitesi ile ERASMUS
kapsamında gerçekleştirilen PROJE 777
isimli çalışmalar hakkında bilgiler verdi.
STK’lar ve Jeofiziğin Geleceği
T
MMOB Jeofizik Mühendisleri Odası
İstanbul Şubesi Tanıtım ve Halkla İlişkiler Komisyonu, TMMOB Jeofizik Mühendisleri Odası İstanbul Şubesi Öğrenci Komisyonu, İstanbul Teknik Üniversitesi Jeofizik
Mühendisliği Öğrenci Kulübü, ve İstanbul
Üniversitesi’nin ortaklaşa düzenlemiş olduğu “Jeofiziğin Geleceği” konusu konferans
programı, İTÜ Maden Fakültesi İhsan Ketin
Konferans Salonu’nda gerçekleştirildi.
Program kapsamında gerçekleştirilen panel16 Mimar ve Mühendis
lerden “Sivil Toplum Kuruluşları ve Jeofizik”
konulu oturuma, Mimar ve Mühendisler
Grubu Genel Başkan Yardımcısı Kadem Ekşi
ve Yeryüzü Mühendisleri Genel Başkan Yardımcısı Şehmus Yıldırım katılırken, jeofizik
mühendisliğinin sivil toplum kuruluşları
bazında ele aldılar. Yıldırım Yeryüzü Mühendisleri oluşumu hakkında katılımcılara
bilgiler verirken, Ekşi ise STK’ların insanların
iş yaşantısı ve öğrencilik hayatındaki önemini vurguladı.
SAKARYA ŞUBEDE
KAHVALTILI
TOPLANTI ve
TEKNİK GEZİ
M
imar ve Mühendisler Grubu Sakarya
Şubesinin 20 Nisan 2013 tarihinde Ormanpark’ta düzenlenen Kahvaltılı
Toplantıda SASKİ Genel Müdürü Rüstem
Keleş konuk edildi. Genel Müdür, titiz ve
özenle hazırlanmış bir çalışmayla MMG
Sakarya Şubesi üyeleri ve diğer misafirlere
SASKİ’yi anlattı.
Harita üzerinden Sakarya’da hizmet ulaştırılan yerler, abone sayısı, ve nüfus hakkında
bilgiler veren Keleş, göreve geldiklerinde
imkanların şehre verilen suyun miktarını
tespite dahi müsait olmadığını ancak yapılan
çalışmalarla bugün tek merkezden suyla ilgili tüm parametrelerin ölçülebildiğini kaydetti.Yıllara göre yapılan yatırımların detaylarını da açıklayan Genel Müdür Keleş, yapılan
çalışmalarla şehrin uzun yıllar içmesuyu
ve altyapı ihtiyacının tamamlanmak üzere
olduğunu bildirdi. SASKİ Genel Müdürü
Rüstem Keleş'in katılımıyla gerçekleştirilen
kahvaltılı toplantı sonrası Mimar ve Mühendisler Grubu Sakarya Şubesi üyeleri SASKİ'ye
düzenlenen teknik geziye de katılarak SASKİ
ve çalışmaları hakkında bilgi aldılar.
Karayolları Genel Müdürü Mehmet Cahit Turhan:
"Türkiye uluslararası taşımacılıkta
bir köprü görevi görüyor."
K
arayolları Genel Müdürü Mehmet Cahit
Turhan, Mimar ve Mühendisler Grubu
Bursa Şubesi'nin düzenlemiş olduğu 3. Olağan Genel Kurulu'nda yaptığı konuşmada, bölünmüş yollar sayesinde yıllık 10 trilyon 606
milyarlık bir tasarruf sağlandığını bildirdi.
Turhan, son 10 yılda yapılan bölünmüş yollar
için 84,7 milyar lira yatırım yaptıklarını,
geçen yıl Karayolları Genel Müdürlüğü'nün
kullandığı ödeneğin yüzde 91'inin yatırım
için kullanıldığını söyledi.
Yollar 2023'e uzanıyor
Türkiye'de son 10 yılda 16 bin 152 kilometre
uzunluğunda bölünmüş yol yapıldığını belirten Turhan, şu bilgiyi verdi: "Birileri bize bu
kadar bölünmüş yol yapacağımızı söylese biz
inanmazdık. 2015'te Türkiye'deki bölünmüş
yol uzunluğunu 26 bin 500 kilometreye
çıkarmayı hedefliyoruz. Yakın, orta ve uzun
vadeli olarak düşündüğümüz 2023 hedefleri
kapsamında, bu uzunluğu 2019'da 31 bine ve
2023'te de 36 bin 827 kilometreye çıkarmayı
hedefliyoruz ki bu, yollarımızın yüzde 50'ye
yakın olan kısmının bölünmüş yol haline
gelmesi demek oluyor.
"Bölünmüş yolların trafik kazalarının azalmasında çok büyük rolü olduğunu dile getiren
Turhan, şöyle devam etti: "Son 10 yılda
ve 100 milyon taşıt-kilometreye göre, ölü
sayısında yüzde 41'lik bir azalma oldu. Ayrıca
bölünmüş yollar sayesinde yıllık 10 trilyon
606 milyarlık bir tasarruf sağlanmış oldu.
Bunun karşılığı, fazla akaryakıt tüketimi ve
yolda kaybedilen zamanın iş gücüne dönüşümüyle elde edilecek fayda olarak hesaplandı.
Yine 2 milyar 34 milyon tonluk da akaryakıt
tüketiminin azalmasından dolayı karbondioksit salınımından tasarruf ediyoruz."
"Çalışmalar tüm
hızıyla devam ediyor"
Turhan, uluslararası ticarette limanların kıtalar arası taşımacılıkta daha fazla kullanılması
için gerekli çalışmaların devam ettiğini dile
getirerek,"Türkiye'nin uluslararası taşımacılıkta bir köprü görevi görmesi bakımından
da limanlarımızı sınır kapılarına bağlayan
11 bin 749 kilometre uzunluğundaki kuzey
güney akslarının da 8 bin 823 kilometresini
tamamladık. Bin 475 kilometrede de çalışmalar devam ediyor ve bin 451 kilometrede
ise proje çalışmaları sürdürülüyor" ifadesini
kullandı.
MMG, 36. Yapı Fuarı Turkeybuild İstanbul'daydı
T
ürk yapı sektörünün ve bölgenin en
büyük fuarı Yapı Fuarı - Turkeybuild
İstanbul, 81.000 m2’lik 12 salon ve açık
alanında, 1.150 katılımcı firmanın ürün ve
hizmetlerini 109.537 ziyaretçiyle buluşturdu.
Fuarın Uluslararası İş Geliştirme Platformu
etkinlikleri yapı sektörü profesyonelleri tarafından büyük ilgi gördü. Fuar, yapı sektöründe
en son yenilik ve teknolojileri barındıran ürün
çeşitliliği ile uluslararası pazarlar ve fırsatlar
için buluşma noktası oldu. Yapı dünyasının
bilgi merkezi olarak 45 yıldır hizmet veren
Yapı-Endüstri Merkezi (YEM) tarafından düzenlenen ve 36 yıldır yapı sektörünün uluslararası
zirvesi olan Yapı Fuarı - Turkeybuild İstanbul
24 - 28 Nisan tarihleri arasında Tüyap Fuar ve
Kongre Merkezi’nde gerçekleştirildi. Uluslararası katılımın önemine değinen Yapı-Endüstri
Merkezi (YEM) ve YEM Fuarcılık Genel Müdürü
Dr. Barış Onay, fuarın “Konuk Ülke Projesi”nin
bu yıl ki konuğunun Azerbaycan Cumhuriyeti
olduğunu belirtti. Onay, Azerbaycan’ın Türkiye
için önemine değinerek, iş konseylerinin
birlikte çalışmasının iki ülke arasındaki ticari
ilişkileri geliştireceğini ifade etti. Mimar ve
Mühendisler Grubu, ziyaretçilere mimarlık ve
mühendislik alanlarında farklı disiplinlerarası
projeler hakkında bilgiler verdi.
Mayıs - Haziran 2013 17
ETKİNLİK
TÜRK TELEKOM GENEL MÜDÜRÜ TAHSİN YILMAZ:
DAHA BÜYÜK BİR ÜRETİM TOPLUMU
MEYDANA GETİRMEMİZ GEREKİR
Türk Telekom Genel Müdürü Tahsin Yılmaz, dijitalleşme çağında dijitalleşirken kendi kültürel kodlarımızı korumak
için daha büyük bir üretim toplumu meydana getirmemiz gerektiğini söyledi. Türkiye’de artık AR-GE’nin önemine
varıldığını söyleyen Tahsin Yılmaz, şehirlerin dijitalleşmeye başladığını, metropol alanlarda yaşayan insanların
zaman sıkıntılarına çözüm projeleri geliştirmemiz gerektiğini söyledi.
S
ponsorluğunu ETK Kablo’nun yaptığı,
açılışını Mimar ve Mühendisler Grubu
Yönetim Kurulu Üyesi Murat Özmen’in
yaptığı “Dijital Şehirler, Dijital Yaşam” konulu
kahvaltılı çalışma toplantısı, Topkapı Eresin
Hotel’de gerçekleşti.
MMG Başkanı Avni Çebi:
"Barış, Türkiye’nin her alanda kalkınabilmesi için çok önemli…"
Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı
Avni Çebi, açılış konuşmasında Türkiye’nin
barış ortamını iyi değerlendirmesi gerektiğini, barışın herkesin ihtiyacı olduğunu söyledi.
Akil insanlarla başlatılan barış sürecini bir
fırsata çevirmemiz gerektiğini söyleyen
MMG Başkanı Avni Çebi, Türkiye’de enerji
üretiminin artması gerektiğini, yerli teknoloji
kullanımında ve teknoloji transferi konu-
18 Mimar ve Mühendis
larında daha hassas ve hızlı çalışmamızın
artık zorunlu olduğunu ifade etti. Barışın her
alanda Türkiye’yi kalkındıracağını söyleyen
Avni Çebi, Türkiye’nin 3. Nükleer Tesisini
kendi teknolojisiyle kurabilmesi, birikimi ve
genç nüfus yoğunluğunu bir fırsata çevirmesi
gerektiğini söyledi.
MMG olarak son zamanlarda çok konuşulan
şehircilikle ilgili konularda özellikle çalışmalar yaptıklarını belirten Avni Çebi, şu anda
Mimar ve Mühendis dergisinin şehircilik özel
sayısını hazırladıklarını söyledi. Avni çebi,
şehri inşa ederken dünü, bugünü ve geleceği
düşünerek, geçmişin birikimini geleceğin vizyonuyla birleştirerek inşa etmemiz
gerektiğini ifade etti. Tarım toplumundan
sanayi toplumuna, sanayi toplumundan bilgi
toplumuna ilerleyen süreçte tüm dünyanın
dijitalleşmeye başladığını söyleyen MMG
Başkanı Avni Çebi, dijital şehirleşmeyle
birlikte çok katlı yapılar inşa ederek dikey
yapılar değil, yatay yapılarla insanların daha
rahat, bilgi teknolojilerinden faydalanarak
insanların daha sakin mekanlarda, daha
çok çocuklu, daha üretken ve verimli şehir
modelleri üretmeye hazır olmamız gerektiğini söyledi.
Türk Telekom Genel
Müdürü Tahsin Yılmaz:
"Türkiye’de yatırımları yaparken bölge
ayrımı yapmıyoruz, İstanbul neyse
Ardahan da odur.”
Son 10 yılda Türkiye’nin çok ciddi süreçlerden geçtiğini belirten Türk Telekom Genel
Müdürü Tahsin Yılmaz, Türkiye’nin geleceğinde hayallerimizi gerçekleştirebilmemiz
için hazır olmamız gerektiğini söyleyerek
sözlerine başladı. 2013 için kamuoyunu 3D
vizyonuyla (Dijital yaşam dönüşümü – Değer
odaklı müşteri hizmetleri – Dünyaya açılım)
bilgilendirdiklerini söyleyen Tahsin Yılmaz,
Türk Telekom olarak bir altyapı inşa ettiklerini belirtti. Önümüzdeki yıllarda yaptıkları
yatırımları neden yaptıklarını anlatacaklarını
ve o zaman insanların Türk telekom’u daha
iyi kavrayacaklarını söyleyen Türk Telekom
Genel Müdürü Tahsin Yılmaz, yaklaşık
25-30 milyon insana hizmet ettiklerini,
STK’larla ciddi çalışmalar yaptıklarını
belirtti.
Türk Telekom kablosunun olmadığı bir binanın olmadığını söyleyen Türk Telekom Genel
Müdürü Tahsin Yılmaz, tüm Türkiye’de
dünyayı 4 defa dolaşacak kadar fiber ağa,
yaklaşık 197.000 km2’nin fiberoptik ağa
sahip olduklarını, tüm Türkiye’yi kapsayacak projeler ürettiklerini söyledi. Türkiye’de
internet alanında limitsiz paket kullanımının % 73’e çıktığını söyleyen Tahsin Yılmaz,
artık birçok insanın interneti her alanda
kullanmaya başladığını belirtti. Yurt dışı
çıkış hızının 1.640 Gbps’e çıktığını söyleyen
Tahsin Yılmaz, 81 ilin tamamında fiberoptik
dönüşüme başladıklarını ifade etti.
“Türkiye artık bazı ülkelere
imrenmeyi çok geride bıraktı.”
Yüzyıllar boyu insanlar daha güzel şehirler
kurmaya çalıştılar. Günümüzde artık metropol alanlarda insan yoğunluğu arttıkça,
zamanı daha çok kullanma zorunluluğunun
ortaya çıktığını söyledi. Artık şehirleri akıllı
şehirlere dönüştürmenin zamanının geldiğini söyleyen Tahsin Yılmaz, birçok alanda
yatırımlar yaptıklarını söyledi. Çok iyi bir
tüketim toplumu olduğumuzu ama iyi
bir üretim toplumu için adımlar atmamız
gerektiği söyleyen Tahsin Yılmaz, ay yıldız
logo ve projeleriyle dijital şehirleşmede ay
yıldız logosu görülen tüm binalarda Türk
Telekom vesilesiyle en önemli servisleri
sunacaklarını belirtti. Bir ekosistem kurarak
birçok firmayla çalışıp dijital yaşamla,
işbirliğinin maksimilize edildiği bir dünya
tasavvur ettiklerini açıkladı.
20. yüzyılın ulus devlet çağı, 21. yüzyılın
şehir çağı olacağını söyleyen Türk Telekom
Genel Müdürü Tahsin Yılmaz, yerel yönetimleri modernize ederek vatandaş odaklı
projeleri uyarladıklarını belirtti. Teknoloji
geliştikçe çok daha fazla cihazla dolaşmaya
başlayacaklarını belirten Tahsin Yılmaz,
BULUT UYGULAMALARI ile gelecekte hayal
edilen dijitaş şehirler inşa etmeye başlayacaklarını söyledi. Değişimin karşısında
kimsenin duramayacağını, ama bize hassas
olan kültür ve medeniyetimizin, insanımızın muhafazası konusunda hepimizin
gayretli olması gerektiğini belirtti...
“Türkiye’de her hanenin bir üyesiyiz.”
Türk Telekom’un her eve bir bağlantısının
olmasından ötürü Türk Telekom’un çok
müstesna bir yerde olduğunu söyleyen
Türk Telekom Genel Müdürü Tahsin Yılmaz,
Türkiye’de çanak antenlerden çok yakında
vaz geçileceğini söyledi. Fransa’da Paris’te
20 milyon internet kullanıcısı olduğunu,
şehrin tarihi ve mimari dokusu ile ilgili estetik kaygılardan ötürü çanak anten kullanımının yasaklandığını, Türkiye’de de benzer
uygulamaların olabileceğini, bu nedenle çanak anten kullanımına gerek kalmadan HD
yayın ile TİVİBU gibi uygulamalarla abone
sayısının artmasını beklediklerini söyledi.
Türk Telekom’un Türkiye’yi “Dijital Köprü”
yapma gibi bir sorumluluğunun olduğunu
söyleyen Tahsin Yılmaz, soğuk savaş döneminden siber savaş dönemine geçtiğimizi
ifade etti. ABD’nin Siber Saldırılarla İran’ın
Nükleer Programını 4 yıl geciktirebildiğine
dikkat çeken Tahsin Yılmaz, siber güvenliğin Türkiye’nin en önemli önceliklerinden
biri haline geldiğini söyledi.
MMG İzmir Şubesi'nde Ünal Özturkut
yeniden başkan seçildi
M
MG İzmir Şubesi’nin 4.Olağan
Genel Kurul Toplantısı 23 Mart
2013 cumartesi günü MMG İzmir Şube
üyelerimizin katılımı ile İzmir Orman
Bölge Müdürlüğü’nde gerçekleştirildi. MMG
Genel Başkanı Avni Çebi’nin de katılımıyla
gerçekleştirilen 4. Olağan Genel Kurul Toplantısında yeni dönemde de Ünal Özturkut
başkanlığa seçildi. MMG İzmir Şube başkanlığına yeni dönemde de devam edecek
olan Özturkut çalışmaların devam edeceğine ve mimar ve mühendislik alanında
nitelikli işler yapmaya devam edeceklerini; genel kurul ve yeni yönetimin MMG
ve ülke adına hayırlara vesile olmasını
temenni etti. Toplantı yeni dönem Yönetim
kurulu -Denetleme kurulu asil ve yedek
üyelerinin seçilmesi , dilek ve temennilerin
dile getirilmesi ve hatıra fotoğrafı çekilmesi
ile sona erdi.
SİBER GÜVENLİK
UZMANI HUZEYFE Önal:
GELİŞMİŞLİK DÜZEYİ
SİBER GÜVENLİĞE
VERİLEN ÖNEMLE
BAĞLANTILIDIR
M
imar ve Mühendisler Grubu’nun
düzenlediği bizbize konuşmalar
etkinliğinin konuğu Siber Güvenlik Uzmanı
Huzeyfe Önal oldu. MMG Genel Merkezi’nde
gerçekleştirilen etkinlikte Önal “Siber Tehditlerle Mücadele ve Türkiye Analizi”konulu
bir sunum yaparken, siber saldırılar ve siber
güvenlik önlemleri hakkında da katılımcıları bilgilendirdi. Siber saldırılar ve bununla
mücadele eden siber güvenlik görevlilerinin
karşılaşma sürecini anlayabilmek için son
yıllara bakmanın yeterli olacağını belirten
Önal, siber saldırıların geçmişte de olduğunu fakat elektronik haberleşme cihazlarının
kullanımının yaygınlaşmasından sonra
daha fazla önem kazandığını; buna bağlı
olarak da hem siber saldırıları gerçekleştirenlerin, hem de bu saldırılara karşı koruma
sağlama görevi üstlenenlerin daha çok karşı
karşıya gelmeye başladıklarını ifade etti.
Günlük hayatta kullanılan elektronik cihazlara bağımlılığın etkinlerinden bahseden
Önal; “Hayatımızı ne kadar çok elektronik
sistemlere bağlı kılarsak; ki bu bizim hayatımızı kolaylaştıran bir şey aynı zamanda, o
kadar da bunun tehlikeleriyle karşı karşıya
kalma durumunda kalıyoruz.” dedi.
Mayıs - Haziran 2013 19
ETKİNLİK
Bursa Şubeden
Ziyaret
8. ŞUBEMİZ DİYARBAKIR OLDU
Mimar ve Mühendisler Grubu, Türkiye Çapında şubeleşme çalışmalarına
devam etmeye devam ediyor. Daha önce Türkiye genelinde Ankara, İzmir,
Bursa, Kayseri, Konya, Samsun ve Sakarya olmak üzere yedi şubeye sahip
olan MMG, yeni ve 8. Şubesini Diyarbakır’da faaliyete geçirdi.
1.
Olağan Genel Kurul ile birlikte Kurucu
Başkan Mesut Işık’ın başkanlığında
faaliyete geçen MMG Diyarbakır Şubesi,
Türkiye genelinin yanı sıra Güneydoğu
Anadolu ve Doğu Anadolu Bölgeleri’nde de
şubeleşme hedefinde olan MMG’nin vizyon
ve misyonları doğrultusunda mimar ve
mühendis üyeleriyle birlikte kamuoyuna
hizmet vermeye devam edecek.
“Özgün bir dil oluşturup, bu doğrultuda
duruşumuzu sergiliyoruz”
MMG Genel Başkanı Avni Çebi Diyarbakır Şubesi açılışında yaptığı selamlama
konuşmasında MMG Diyarbakır Şubesi’nin
hayırlara vesile olması temennisinde
bulurken, MMG’nin hikmet, imar ve ihsan
kavramları ışığında çalışmalarına ve yoluna
devam ettiğine vurgu yaparak, “Biz MMG ve
çağın şahidi olarak yapılan başarılı çalışmaları takdir edeceğimiz gibi, aksi durumlarda
görüş ve önerilerimizi de açıklamaktan
çekinmiyoruz. Biz özgün bir dil oluşturup bu
doğrultuda duruşumuzu sergiliyoruz.” dedi.
“MMG Diyarbakır Şubesi bölgesel kalkınma
adına çok önemli bir adım”
Avni Çebi
20 Mimar ve Mühendis
MMG Genel Başkan Yardımcısı Kadem
Ekşi de Diyarbakır Şubesi açılışında bir
konuşma gerçekleştirirken, MMG Diyarbakır
Şubesi’nin bölgede bahar müjdesiyle barış
ve sevgi köprüleri kuracağını belirtti. MMG
Diyarbakır Şubesi’nin deprem ve kentsel
dönüşüm, teknoloji ve diğer birçok konularda bölge insanları ve bölge kalkınmasına
yardımcı olacağını ifade eden Ekşi, yerel
kalkınma konusunda tarımdan hayvancılığa
hatta turizme kadar birçok konuda görüş
bildirerek sürece ortak olacaklarını dile
getirdi.
“Üniversiteler ve diğer sivil toplum kuruluşlarıyla ortak çalışmalar gerçekleştirilecek”
Mimar ve Mühendisler Grubu Diyarbakır
Şubesi’nin 1. Olağan Genel Kurulu sonucunda başkanlığa seçilen ve aynı zamanda
MMG Diyarbakır Şubesi’nin Kurucu üyesi
olan Mesut Işık ise yaptığı konuşmada;
MMG Diyarbakır Şubesi’nin bölgedeki barışa
ve kalkınmaya büyük destek vereceğini
belirtirken, MMG üyesi mimar ve mühendislerin bu noktada başarılı çalışmalarıyla
önemli bir rol yükleneceklerini dile getirdi.
Mesut IŞIK
G
enel kurul sonrası göreve gelen, Mimar
ve Mühendisler Grubu Bursa Şubesi
yönetim kurulu üyeleri ilk ziyaretini Bursa
Teknik Üniversitesi’ne yaptı. Ziyaret, Rektör
Prof.Dr. Ali Sürmen'in makamında yapıldı.
Bursa’nın; üniversite ile ilişkileri, teknik
konular, geleceğe yönelik planlama, mimar
ve mühendislerin şehre olan sorumlulukları,
hızla gelişen bir il olan Bursa’nın yatırımları
vb. konularında karşılıklı fikir alışverişinde
bulunuldu. Ortak projeler, etkinlikler yapılması konusunda fikir birliğine varıldı.
Belli aralıklarla bir araya gelinmesi, karşılıklı
fikir alış verişlerinde bulunulması gerektiği,
teknik insanlara büyük görevler düştüğü,
şehre karşı sorumluluklarımızın olduğu hem
idareye, hem de şehrimizde yaşayan hemşerilerimize yardımcı olmayı ve katkı koymayı
ortak hedef olarak belirledi.
MMG Samsun
Şubesi'nin yeni Başkanı
Yaşar Tok oldu
M
imar ve Mühendisler Grubu Samsun
Şubesi’nin gerçekleştirmiş olduğu 2.
Olağan Genel Kurul’da, Murat Albayrak başkanlık görevini Yaşar Tok’a devretti. Üyelerin
katılımıyla gerçekleştirilen genel kurul ve
görev teslim toplantısında yapılan oylama ile
yeni yönetim ve denetim kurulları teşkil edildi.
Yapılan genel kurul sonucunda MMG Samsun
Şubesi’nin Yeni Başkanı Yaşar Tok, Başkan
Yardımcısı ise Ali Kuloğlu oldu.
Gerçekleştirilen 2. Olağan Genel Kurul sonucunda başkanlığa seçilen Tok, yaptığı açıklamada; “Gerçekleştirilen genel kurulun ülkemiz,
milletimiz, MMG Samsun Şubesi adına hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum.” dedi.
KÖMÜRÜN ELEKTRİK ENERJİSİ ÜRETİMİNDEKİ YERİ
Mimar ve Mühendisler Grubu’nun ICCI 2013 – 19. Uluslararası Enerji ve Çevre Fuarı ve Konferansı kapsamında
düzenlediği “Türkiye Elektrik Enerjisi Üretiminde Kömür Potansiyeli” konulu özel oturum 25 Nisan 2013 tarihinde
yoğun bir katılımla gerçekleştirildi. Mimar ve Mühendisler Grubu Genel Başkanı Avni Çebi’nin moderatörlüğünü
yaptığı panele, Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu (TKİ) Genel Müdürü Mustafa Aktaş, Elektrik Üretim Anonim
Şirketi (EÜAŞ) Genel Müdürü Halil Alış, İSKEN Enerji Genel Müdürü Sırrı Uyanık ve EPDK Termik Santraller Grup
Başkanı Rıza Güngör konuşmacı olarak katıldılar.
“Demek ki bizim maden ihracatımız
kömür, ithalatımızı karşılamıyor.”
MMG Genel Başkanı Avni Çebi panelin
başlangıcında MMG ve çalışmalarından
bahsederken; sanayi, enerji, şehircilik ve
mimari, gelir adaleti, istihdam ve birçok
alanda etkinlik ve çalışmalar yaptıklarını
belirtti. Türkiye’nin büyüyen ve kalkınan bir
ülke olduğunu dile getiren Çebi, enerjinin
de bu büyüme sürecinde önemli bir yere
sahip olduğunu ve enerjiyle beslenmesi
gerektiğini dile getirdi. Enerji konusunu
yaşam kalitesinin artırılması için gerekli
olan enstrümanlardan biri olarak değerlendiren Çebi; “Türkiye bildiğiniz gibi enerjisinin
birçoğunu ithal etmektedir. Özellikle 2012
yılında ithalatının dörtte birini enerjiye yapmış durumda. Bu daha çok enerjide birincil
kaynaklar dediğimiz; petrol, doğalgaz, kömür
gibi bileşenlere giden bilgiler.” dedi.
“AB ülkeleri gelişmişliklerini ve sanayi
devrimlerini kömürle birlikte tamamladılar”
Türkiye Kömür İşletmeleri Kurumu Genel
Müdürü Mustafa Aktaş konuşmasında
ülkenin bir enerjiye ihtiyaç duymasının bir
gerçek olduğunu dile getirirken, ülkelerin
gelişmişlik derecelerinin enerji potansiyelleriyle doğrudan bağlantılı olduğunu söyledi.
Türkiye’nin enerji konusundaki durumundan
önce dünya genelindeki enerji gelişmeleri
hakkında bilgiler veren Aktaş; petrol, doğalgaz ve kömür gibi fosil yakıtların önemine
vurgu yaparken; “bu üç tane fosil yakıta
gelecekte de bağımlı olacağız dedi.
“Geçen sene geçen sene yaptığımız
ihracattan 1,5 milyar kWh daha fazla
ithalat yaptık”
Elektrik Üretim Anonim Şirketi (EÜAŞ)
Genel Müdürü Halil Alış 1994’lü yıllardan
itibaren kömürle yakından ilişki halinde
olduklarını söylerken, EÜAŞ’ın işinin elektrik
üretimi olduğunu fakat kömür çıkartılması
ve diğer çalışmalar nedeniyle de bu konuyla
ilişkili olduklarını ifade etti. Elektrik üretecek şirketler olarak kömüre çok farklı şekilde
baktıklarını dile getiren Alış; “Onun içerisindeki güzelliği görmeye başladık. Aslında
işin doğrusu 2,5 sene önce EÜAŞ’a geçmeden önce TEİAŞ’dayken ben de kömürün
gerçekten bu kadar güzel bir meta olduğunu
bilmiyordum.” dedi.
“Kömür aslında eskiyen bir kral değil,
bir nesil daha eskimeyen bir krala
dönüşüyor”
İSKEN Enerji Genel Müdürü Sırrı Uyanık
konuşmasında dünya genelinde kömüre
olan ilgi ve yönelişin nedenlerine ve son
yıllardaki gelişmelerine değinirken, kömürlü
santrallere duyulan ilgiden ve karşılaşılan
güçlüklerden bahsetti. Bütün dünyada yenilenebilir enerjiye doğru bir yöneliş olduğunu
belirten Uyanık, daha az karbon yoğunluğu
olan karbonsuz ekonomiye doğru bir gidişin
olduğunu söyledi. Bu gidişatın yavaş ve
nesiller alan bir dönüşümde gerçekleştiğine
dikkat çeken Uyanık, bu dönüşümde köprü
teknolojilerin, uygulamaların ve çözümlerin
kullanılması gerektiğini vurguladı.
Rıza Güngör, üretim
tesisleri ve tesis lisansları
konusunda bilgiler verdi
EPDK Termik Santraller Grup Başkanı Rıza
Güngör, sunum eşliğinde gerçekleştirdiği
konuşmasında “Üretim Tesisleri Lisanslandırma Sürecine İlişkin Tespitler ve Sektör
Katılımcılarından Beklentiler” konulu bir
sunum gerçekleştirmek istediğini; fakat
kanunda değişikliklerin yapılmasının gündeme gelmesi nedeniyle, üretim lisanslarından sorumlu olmasından dolayı kanunda
tesislerin lisanslarına ve üretim tesislerine
yönelik ana başlıklara değinmek istediğini
belirtti. EPDK’nın kuruluşu ile beraber elektrik piyasasının serbestleştirme çabalarına
başlanmış olduğunu belirten Güngör, geçen
süre içersinde sektör katılımcılarının özverili
çalışmaları sonucunda önemli mesafeler
alındığını dile getirdi.
Mayıs - Haziran 2013 21
ETKİNLİK
TRAKYA ÜNİVERSİTESİ'NDE MİMAR SİNAN KONUŞULDU
Mimar Sinan’ın 425. Ölüm yıldönümünde Trakya Üniversitesinde iki süren VIII. Uluslar arası Sinan
Sempozyumu’nda “Farkındalık” kavramı konuşuldu. MMG ve Mimar Sinan Vakfı sempozyumun ilk panelini
düzenleyerek Süleymaniye Külliyesi’ni anlattı.
Mimar Cengiz Bektaş: "Ben çalışmalarımla
Mimar Sinan'a layık değilsem, Sinan'la
övünmeye hiç hakkım olamaz!"
VIII. Uluslararası Sinan Sempozyumu, Mimar
Cengiz Bektaş'ın açılış konuşmasıyla başladı.
Bektaş, açılış konuşmasında Mimar Sinan'ı maalesef anlayamadığımızı, anlayacak bir zihinde
olmadığımızı belirterek, bugün artık mimari
bir üslup geliştirmeye çalışmamız gerektiğini
söyledi. "Çalışmalarımızı Mimar Sinan'ın geldiği
kültürün altyapısından hazırlarsak, o muhteşem kültürümüzü ve mimarlıkta edindiğimiz
tecrübeleri gelecek kuşaklara taşıyabiliriz" diyen
Mimar Cengiz Bektaş, konuşmasını "Sinan'a
layık olmaya çalışmalıyız" diye bitirdi.
Prof. Dr. Suphi Saatçi: "Sinan Ayasofya'yı
restore etmeseydi, Ayasofya bugünlere
gelemeyebilirdi…"
Açılışın ve öğle yemeğinin ardından oturumlara geçildi. MMG'nin düzenlediği oturuma
konuşmacı olarak Mimar Sinan Üni.'den Prof.
Dr. Suphi Saatçi, İstanbul İl Özel İdaresi Genel
Sekreter Yrd. Mimar Ümit Ünal, Doğan Savran,
Şaduman Sazak, Anıl Mühürdaroğlu ve Nurçin
Çelik katıldı. Kent kültürü ve kent bilincinin konuşulduğu panelde, Mimar Sinan Üni.'den Prof.
Dr. Suphi Saatçi ilk konuşmacıydı. Konuşmasında genel olarak Mimar Sinan'ı anlatan Prof.
Dr. Suphi Saatçi, bakmak ve görmek arasındaki
farklardan giriş yaparak, Mimar Sinan'ın eserlerine baktığımızı ama göremediğimizi ifade etti.
Mimar Ümit Ünal: ‘’Süleymaniye Külliyesi;
22 Mimar ve Mühendis
Edirne-Mimar Sinan Vakfı yöneticileriyle
Hayatın tüm yönlerini kuşatan (bir yapı
olarak) Türk Mimarlık Tarihinin Doruk
Noktasıdır.’’
İstanbul İl Özel İdaresi Genel Sekreter Yardımcısı Mimar Ümit Ünal, Süleymaniye Külliyesinin, Konstantinopolis ile İstanbul’u ayıran
en büyük strüktürel özelliği olan bir yapıt
olduğunu, Türkler için Süleymaniye’nin bir
camii olmaktan çok kurumsallaşmış bir sosyal
düşünce, bütün bir tarihi özümseyen bir sembol olduğunu belirtti. Mimar Sinan’ın tasarladığı külliye planlarında Caminin Külliyenin odak
noktası olduğunu, Camilerin önemi arttıkça
medrese ve imaretlerin sadeleştiğini, Sinan’ın
asıl ustalığının bu kompleksin vaziyet planında
bulunduğunu, Sinan’ın orijinal bir şehircilik
görüşü ile Külliyeyi teraslar halinde çözdüğünü,
Külliyenin hayatın tüm yönlerini kuşatan bir
yapı olarak (dini işlevi yanında, Eğitim, Sağlık,
Temizlik, Sosyal Yardım, Konaklama ve Ticaret
gibi birimleriyle) Türk Mimarlık Tarihi açısın-
dan bir doruk noktası olduğunu vurguladı.
Panelin ardından paydaşımız Mimar Sinan
Vakfı ziyaret edildi. MMG ile Mimar Sinan
Vakfı’nın önümüzdeki dönemlerde yapılması
planlanan projeler konuşuldu. Selimiye Camii
bahçesine çok yakın olan Mimar Sinan Vakfında ortak projeler konuşuldu. İkindi namazı
ve yemekle devam eden sohbet MMG ekibinin
Edirne’den ayrılmasıyla sonlandı.
Genç MMG, Hollandalı Mimarlık
Öğrencilerinin Çalıştayına Katıldı
Mimar ve Mühendisler Grubu Genç MMG Komisyonu, İstanbul Ticaret Üni.i Mühendislik ve Mimarlık Fakültesi İç
Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü'nün Hollanda Royal Academy of Arts İç Mimarlık Bölümü ile birlikte 15-19
Nisan tarihleri arasında (15 Yabancı+10 Türk )öğrenci ve hocaları ile birlikte İstanbul da Kentsel Dönüşümler ve
Yeni Yerleşmeler konulu bir Çalıştay'a katıldı. Programa İTÜCÜ'den katılan Prof. Dr. Işık Aydemir, kentsel dönüşümü
bütün bir fotoğraf olarak görmeleri gerektiğini, her açıdan düşünülüp uygulanmaya başlanmasının önemini belirtti.
M
imarlık öğrencileriyle Küçükçekmece Belediyesi Kentsel Dönüşüm
alanlarında gerçekleşen programa Mimar ve
Mühendisler Grubu'ndan Genç MMG Başkanı
Yavuz Sarı, Genç MMG yönetim kurulundan
Yunus Emre Tozal, Semih Bayramlı, Esra
Taştan ve Ahmet Ekrem Çelikel katıldı. Hollandalı ve İTÜCÜ İç Mimarlık öğrencileriyle
birlikte gerçekleştirilen program, Küçükçekmece Belediyesi'nde Beld. Başkanı Aziz
Yeniay'ın sunumuyla ve kentsel dönüşümde
şimdiye kadar geldikleri noktada analizleriyle
başladı.
Küçükçekmece Beld. Başkanı Aziz Yeniay,
kentsel dönüşümde kalkın kanaatini olumlu
anlamda kullanılmasının, halkla bütünleşerek kentsel dönüşüm çalışmalarının yapılmasının önemine değindi. Küçükçekmece'de
kentsel dönüşüm çalışmalarında şu anda
hedefledikleri yerde olduklarını söyleyen Aziz
Yeniay, tüm projelerde toplumun onayını
almaya çalıştıklarını, onayı aldıktan sonra
işlerin çok kolaylaştığını belirtti. Sunumun
ardından yapılan soru-cevap kısmında
mimarlık öğrencileri kentsel dönüşüm uygulamalarında dünyada yapılan çalışmalarla
Türkiye'deki çalışmaları karşılaştırma fırsatı
buldular. Aziz Yeniay ile birlikte değerlendirmeler yapan grup, öğle yemeğinin ardından
hem Küçükçekmece Belediyesi'ni gezdiler,
hem de Küçükçekmece'de inşaatı devam dev
konser salonu olan Arena'yı, Eylül ayında
faaliyete geçecek olan yeşil bina ve çevreyle
uyumlu ekolojik bina sertifikalarını alan yeni
Belediye binasını yakından inceledi.
İnşaatına devam edilen konutları da gezen
öğrenciler, Küçükçekmece'de halen devam
eden inşaat alanları hakkında mimar ve mühendislerden bilgi aldı. Program, Kayaşehir'de
yapılan binalardaki gözlemlerin ardından
bitti. İstanbul'daki kentsel dönüşüm çalışmalarında gözlemlerine devam edecek öğrenciler, çalışmalarını Cuma günü katılacakları
Değerlendirme Toplantısı'yla ve panelle
sonuçlandıracaklar.
Mayıs - Haziran 2013 23
MİMARLIK
MODERNLİK ve
GELENEK ARASINDA
BİNA KÜLTÜRÜMÜZ
Taş Gazeli (II.bölüm)
Taş taş değil bağrındır taş senin
Nereni nasıl yaksın söyle bu ateş senin
Ülkendir taş ve beton bu yanlışkent
Her gün bir yanın biraz daha taş senin
Taş alanlarıdır taş insanları taşır bir
Nereye gelsen ey aşk karşında bu taş senin
Uygarlık taşla taşımak çağlar üzre
Kolların bu denli güçlü müdür senin
Bir taş devridir ama bağışla beni
Niçin bunca geldim üstüne ey taş senin
Bir İbrahim bıçağı ikiye biçer taşı
Sevgili nasıl kırdı kutlu dişin taş senin
Ölüm bir kasırgadır çevirir seni beni
Nedir kucağında kocaman taş senin
Osman Sarı
>
YAZI: MEHMET OSMANLIOĞLU* / MİMAR
Türkiye’de mimarlık faaliyetlerinin temel meselesi ülkenin modernleşme deneyimi içinde
mimarların karşı karşıya kaldığı “kültürel kimlik“ belirsizliğidir. Bu kimlik meselesinin şehrin
kimliğine tesiri de müteakip meseleyi işaret etmektedir.
T
ürkiye’de çağdaş mimarlık;
kültürel kimlik mevzuuna dair
kararsızlık ve müzmin tereddütden nasibini almıştır.Cumhuriyet
Döneminde kimlik meselesinde süregelen
med-cezirler; doğu-batı, millî-beynelmilel,
dindarlık-laiklik gibi ikilemlerin çevresinde
ve bunların oluşturduğu girdapta kendi
kendisiyle boğuşarak geçirdi. Aidiyetini tam
ifade edemediği doğu ile batı arasında –
arafta- kalan, Anadolu, Osmanlı ve Erken
Cumhuriyet miraslarına yakınlığına dair
tercihlerindeki kararsızlıktan kaynaklanan
zihin karışıklığı, sosyo-kültürel faaliyetlerde
ortaya çıkan tereddütlerin kaynağı olageldi.
“Gelenek ve modernlik” karşıtlığı temelindeki
kutuplaşmalar siyasal ve kültürel gündemi
işgal ederken, mimari üslup tartışmalarının
da farklı kültürel kutuplar etrafındaki kimlik
kaygısı oluşturmada etkin rol oynamaktaydı.
24 Mimar ve Mühendis
Aslında kimlik meselesindeki tereddütler, kimi
çevrelerce farklı bir bakışla, karşıt kutupların
yaklaşımları kültürel çeşitlilik oluşturmak ve
kendi konumunu gözden geçirmek imkânını
da beraberinde getirmesi açısından müspet
karşılanabilmektedir.
Türkiye, Osmanlı’nın Tanzimat aydınlarından
tevarüs eden modernizm çabalarını Cumhuriyet döneminde de yoğunlaştırmış ve kimlik
konusunda vehimleriyle ve değerlerimize güven eksikliğiyle günümüze taşımıştır. Sosyal,
siyasi ve kültürel hayatın her alanında, doğru
istikamete gidilip-gidilmediği ve oluşturulan
nev-zuhur kimliğin tek otorite kabul edilen
Batı tarafından akredite edilmesine dair
endişenin tezahürlerini görmek mümkündür.
Öte yandan batılılaşmanın hangi ülke (Fransız,
Alman, Amerikan Japon) modellerine göre
yönlendirileceği başka bir kararsızlık süreci yaşatmıştır. Bu hususta en belirgin örneklerden
1927 yılında inşaa edilen Türk Ocağı ve Milli
Savunma Bakanlığı binaları Cumhuriyet’in
kuruluş yıllarındaki kültürel tereddütü ifade
etmek için apaçık bir çift oluşturuyor.
Eserlerden birincisi neo-klasik tarzda Osmanlı
Mimarisini yansıtırken,20. yüzyılın ilk çeyreğindeki “1. Millî Mimari” adını alacak akımın
örneği bir yapı iken, ikinci bina yabancı mimarların “kübik mimari” tarzında, ülke için oldukça yeni bir üslupla inşaa edilmekteydi. Bu
yaklaşım mevcut yönetimin Osmanlı mirasını
sürdürmek ya da onu tamamen reddetmek
arasında bocalayışının bir göstergesiydi.
Cumhuriyet’in kurucuları, geçmişe dair bağlarını reddederken, bu değerler karşısında yer
alan modern mimarlıkla aralarında kuvvetli
bir manevi ortaklık olduğunu görmüşlerdi. Bu
üslup batıcı yaklaşımla hazırlanmış toplum
mühendisliği projesinin, geçmişiyle bağını
kökten reddeden, radikal bir ‘medeniyet
değişimine girişmiş genç ulusun ilerici(!)
ideallerine uyuyordu. Osmanlı’nın son dönemindeki mahalli değerlerin yabancı olanla
birleşmesinden oluacak yeni kültür oluşturma
çabasından vazgeçilerek, tamamıyla batıya
öykünen yaklaşımlar benimsenmiştir.Bu
maksatla yola çıkan cumhuriyet kurucularına
yeni başkentin inşası tasarlanan kökten
medeniyet değişimini başlatmak için her
imkanı sağlıyordu.Modern tarzda konutlar,
batılı tarzda yeni bir yaşam ve görsel beğeni
kültürünün yayılmasında etkin oldular.
Tanzimatla başlayan dönemde oluşan akıl
tutulmasıyla “batı” kaynaklı her şeye hayranlıktan ağzı açık kalan körükörüne taklitçi
anlayışın Cumhuriyet döneminde değişen tek
özelliği Osmanlı dönemindeki Fransız hayranlığı yerini artık 1. Dünya Savaşında ortak
kaderi paylaştıkları Avusturya ve Almanya’nın
alışıydı.
Devrim ideolojisinin totaliter yönetim sürecinde halka rağmen kazanılan başarılarının
başdöndürücü heyecanıyla yetiştirilen “yaratıcı”(!) genç nesil mimarların muhayyilesinde
tarihe ve geleneğe karşı şüpheci yaklaşımlar
yer etmiş ve bu dönemde geleneksel mimariye dair mimari üslupta tasarlanan her bina
‘gericilik’ yaftası vurularak eleştiri konusu
yapılmıştı. 1940’larda dünya genelinde gelişmekte olan ulusçu akım ise, ülkelerin tarihi
geçmişlerine değer vermeye revaçta tutarken, folklorik değerler önemseniyor, mimarları
klasik formlara dönüşe yöneltiyordu. Ülkemizde de dünyadaki yaygın eğilim etkisini
göstererek ilk yılların radikal modernizminden
uzaklaşmalar yaşanmaya başlandı. 1934’te
Sovyet Yapısalcılığı’nın izinde modernist
üslupla inşa edilmiş olan Sergi Evi’nin 1940’lı
yıllarda devrimci kimliğin revize edilmesi ile
yapı tadil edilerek klasikleştirilmiş ve modern
çizgilerden arındırılarak yerini gelenekle ilişki
kuran revaklı hâli almıştır.
Mayıs - Haziran 2013 25
MİMARLIK
1952 yılında mimarların yıllık Balo gazetesinde yer alan bir karikatürde özetlendiği gibi;
Yeni Mimarlık akımı Bruno Taut ve Sedat
Hakkı Eldem’in mimarisinde, bölgeselciliğin
ölçülü örneklerini sergiledi.
Türk mimarlığının serüveni Cumhuriyet’in
kuruluşundan beri her on yılda bir yeni üslup
deneyerek Yeni-Osmanlıcılık (1925), Avrupa
takipçiliği(1935), Yeni Yerel Değerlere
ve Geleneğe Yöneliş (1945) ve Amerikan
Modernizmi(1952)’ne geçişlerle yirminci
yüzyılın ilk yarısını tamamlamıştır. Çok partili
düzene geçilen 50’li yıllarda Soğuk Savaş
dönemi müttefiklerinin birer “küçük Amerika”
olma rüyasını Türkiye’nin de görmeye başlaması, kültürel kimliğin yönünü ve ona uygun
mimarlığın tarzını da belirliyordu.
Sedat Eldem’in geleneği yaşatmaya çalışan
üslupla yaptığı Taşlık Kahvesi’nden sonra
mesleki otoritelerce mimari açıdan bir
“kimlik sapması” şeklinde yorumlanan Hilton
Oteli’nin tasarlanması;değer kaygısından bağımsız olarak gelişen popüler kültürün yeni
yörünge merkezi olan ve her alanda yayılan
Amerikan modasının mimari karşılığı idi.
Hilton’un ima ettiği ise Modern Türkiye’nin
yol haritasının Osmanlı İmparatorluğu’nun
minarelerinden daha yükseğe, bir ilerleme
sembolü, eğlence ve turizm merkezi inşaa
ederek özüne giderek yabancılaşmayı tercih
ettiğinin işaretiydi.
Artık bundan sonra özel sektör ya da kamuda
önemli yapılar artık Amerikan modernizminin hatlarını taşıyacaktı. Ülkenin yeni kimlik
işaretleri, “minarelerden daha yükseğe” inşa
edilmekle, devrimci(!) ideallerin pratiği olarak
Türkiye’nin ilk ‘gökdelen’ inşaatının, minareden yana yoksun “mabetsiz şehir” başkente
nasip olması, sanki Ankara’ya minaresizliğine
tam olarak tetabuk etmekteydi.
Bruno Taut mimarisinde ana binayı modern
üslupla tasarlarken, detaylarda ve tezyinatta
yerel motifler kullanmaktadır.Sedat Hakkı
Eldem ise mimarinin tüm kitle ve cephe
formlarında yerel /geleneksel değerlere yer
vermiş ; geniş saçakları, cumba ve sabit
pencere oranlarıyla halkın özüne daha yakın
eserler tasarlamıştır.
26 Mimar ve Mühendis
Cumhuriyet Döneminde Cami Mimarisinin
Gelişimine İlişkin Süreç ve Tartışmalar
Erken Cumhuriyet döneminde devletin yatırım
programları içinde yeni camilerin yapım ve
onarımı yer almıyordu. Çünkü kurucu iradeye
göre konu laik devlete ait bir mesele değildir
ve Osmanlı döneminden kalma camiler
nüfusu artmayıp azalmış bir toplum için yeterli
sayıdadır.. Cami formu üzerine kamuoyunda
yapılan tartışmalar her zaman, Cumhuriyet’in
laikliğe ya da İslam’a bağlılığı üzerine vücut
bulup-bulmadığı ikilemi içinde devam edegeldi.
Cami mimarisinde modern ya da geleneksel
formların seçimi, laikçi ya da islamcı olmanın
birer göstergesiydi.
Çok partili rejime geçiş, bir süredir uykuda olan
dinsel aktivizmi uyandırmış ve 1950 sonrası
dönemde Amerikan rüyasına uygun fiziki çevre
talepleri ile yeni cami yapımı taleplerinin birbirine paralel gelişmesi, kültürel kimlik sorusunu
yeni bir ikileme taşıdı. Toplumun bir kesimi
‘asri’ yaşamın yeni totemlerini, gökdelenleri
keşfederken, bir diğer kesimi eski mihrapta
iman tazeliyordu.
Cami formu üzerine kamuoyunda
yapılan tartışmalar her zaman,
Cumhuriyet’in laikliğe ya
da İslam’a bağlılığı üzerine
vücut bulup-bulmadığı ikilemi
içinde devam edegeldi. Cami
mimarisinde modern ya da
geleneksel formların seçimi,
laikçi ya da islamcı olmanın birer
göstergesiydi. Çok partili rejime
geçiş, bir süredir uykuda olan
dinsel aktivizmi uyandırmış ve
1950 sonrası dönemde Amerikan
rüyasına uygun fiziki çevre
talepleri ile yeni cami yapımı
taleplerinin birbirine paralel
gelişmesi, kültürel kimlik sorusunu
yeni bir ikileme taşıdı.
60’lı yılların sonlarından başlayarak, cami
yapımı özellikle büyük şehirlerin çeperlerinde
köyden göç edenlerin yaşadığı gecekondu
mahallelerinde yoğunlaştı. Kentlere göç,
yer değiştiren nüfusu ‘muhacir’ konumuna
getirip derin bir kimlik sorunuyla yüzleştirmekte, doğulu-batılı, yerel-evrensel gibi
kültürel üstyapıya ilişkin incelmiş meselelerle
değil, büyük kentin çarkında ezilip savrulan,
toplumsal sınıf kimliği belirsiz bir kitlenin
maddi meseleleriyle gerçeğe daha yakınlaşan anlama büründü. Cami, bu nüfus için her
anlamda yönünü bulmaya yarayan korunaklı
bir limandı. Yeni teşekkül eden sosyolojijk
yapıda tutunmaya çalışan yeni kentli için
caminin mimari nefasetinden çok geçmişin
yüzüne aşina bir görünüme sahip olması
yeterli iken, buhususta ehil olan kesim meseleye uzak kalmaktaydı.
Mimarın, tarih boyunca en yoğun üretkenliğinin hayat bulduğu, en estetik yapı türü
olan camilerin kendi mimari geçmişimizden
tevarüs eden pratiğinden uzaklaşması kısa
dönemde hızla ete kemiğe bürünerek geri dönülmez bir süreklilikte gerçekleşti. Bu şekilde
gelişen olumsuz şartlar Türk mimarları zengin
bir ifade ve yetkinlik ortamından mahrum etmiş, şehre ruhunu ve kimliğini katacak önemli
sembol yapıları olan cami tasarımı da kaba
bir pragmatizme mağlup olmuştu.
50’li ve 60’lı yılların yerleşik meslek pratiği,
yerel karakteri repertuarından çıkardı. Stilize
edilmiş formlarda ve kabul edilebilir ölçü-
lerde olmak koşuluyla, ancak camilerde ve
özel konutlarda kabul görebilen geleneksel
motifler, 1980’li yıllardaki kitlesel dirilmelerine kadar, büyük ölçüde ortadan kalktı.
Bu dönemde Sedat Hakkı Eldem’in istikrarlı
geleneksel usluba bağlı köşk ve yalıları ve
mimari hassasiyet sahibi bazı mimarlar
az sayıda istisnayı oluşturur. Bu yıllarda
mimarlar, çalışmalarını ithal tarzlar içinde
sürdürdüler; ülkede yapı endüstrisinin çok
sınırlı olduğu bir dönemde, yapı dili ve yapım
tekniğinin incelikleri üzerinde ustalaştılar.
Dönemin Mimarlık Pratiğinin gerçeği ile tezahürü arasında 70’li yıllardan itibaren büyük
şehirlerde ortaya çıkacak ayrışma oluşmamıştı. Şehirlerin kimliğini oluşturan yapı stoku
–az katlı evler ile çok katlı apartmanlar– mimari karakterlerinin yanısıra, sürdürülen bir
yapı ustalığının da izlerini taşıyordu. Bunda
payı olan etkenler arasında döneminin iyi
yetişmiş mimar, mühendis ve teknik ara
kadrolarının varlığı yanısıra, müteahhitlik
kurumunun ciddiyeti de sayılmalıdır.
İmarlı alanlardaki sık sık yapılan yoğunluk artırımı, geleneksel mimariyle birlikte,
cumhuriyetin erken modern konut örneklerini
de ortadan kaldırarak yerlerini hiçbir değer
üretemeyen sıradan binalara bıraktı. Anadolu
şehirlerinin çoğu, 50’li yıllardan başlayarak
80’liyılların sonuna kadar değişen ve gelişen
süreçte geleneksel ve tarihi dokularını
kaybettiler. Şehirlerini 2. Dünya Savaşı’nın
yıkımından korumayı başarabilen ülke, hazin
bir şekilde tarihi dokusunu kendi eliyle yok
etmiş oldu.
Ümitli Olmak İçin
Sebeplerimiz Var
Silueti bozan gökdelenler şehrin büyüsünü
yok etmekte olduğu farkedildi.. En yetkili
ağızlara göre çok katlı binalar artık eskisi
kadar kolay yapılmayacak inşaallah. Babil
kuleleri daha da çoğalmadan el atmak gerekiyordu. Buna el atmak işin başlangıcı da
olsa güzel bir adım.. Gerçeğini de göreceğimiz günler umarım yakın olur..
İnsan yüzlü şehirler bir kızılelma hüviyetine büründü.. Hayal gibi duruyor orada..
Çocukların, yaşlıların, engellilerin ve diğer
insanların önceliklerine göre hayat bulacak
şehirler inşaa etmek zorundayız.. Yoksa önce
yüce yaratıcının sonra da çocuklarımızın bize
emaneti değil miydi bu şehirler?
Şimdi ise şehrin geçmişine dair kalan son
izler silinmek, yok olmak tehlikesiyle karşı
karşıya.. Gerçi son 10 yılda tarihi yapıların
ciddi oranda restore edilmesi bizi ümitlendirmekte.. Çevresinden, ruhundan, değerlerinden, fonksiyonelliğinden çok şey kaybederek
yalnızlaşan tarihi doku korunsa da müzeleşme eğiliminde.. Şehri yaşatarak korumak en
iyisi olsa gerek..
* Yazarımız Mimar Mehmet İşçi, soy ismini
Osmanlıoğlu ile değiştirmiştir.
Mayıs - Haziran 2013 27
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
ŞEHİRLERİMİZ
NEREYE KOŞUYOR?
Şehirler geçmiş, bugün ve geleceğimizin yaşandığı, hatıralarımız ve hayallerimizin
mekânıdır. Toplumun bütün kesimleri için yaşamsal bir alan olan mekân, mimari
ve şehir bizi biz yapan ekonomiden siyasete, kültürden sanata kadar her etkinliğin
yaşam alanıdır. Şehre bir yaşam alanı olarak baktığımız zaman değerler üzerinden
konuşuruz, yalnızca ekonomi üzerinden bakarsak rantı konuşuruz. Şehirlerimizi
“herkes için şehir anlayışı” ile 7 den 70’e bütün kuşakların bir biri ile buluştuğu,
anlaştığı, kaynaştı, sevgi ve bilgilerini paylaştığı mekânlar olarak, “insan ölçekli”
ve “insan yüzlü” olarak tasarlamalıyız. Kentsel dönüşümü sosyolog, psikolog,
şehir tarihçisi, kamu idarecisi, iktisatçı, mimar, mühendis, arkeolog ve şehir
plancılarının katkılarıyla tasarlamalıyız.
30 Mimar ve Mühendis
Mayıs - Haziran 2013 31
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? GİRİŞ • MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
YAŞANACAK
BİR ŞEHİR
HAYAL EDELİM
Meskenlerimiz yaşam alanı değiller artık,
barınma ihtiyacını karşılayan yerler, bahçeli
müstakili evler bir yaşam alanı ve aynı
zamanda evrenle iç içesin… Toprakla, bitkiyle,
hayvanlarla, böcekle, komşunu davet edip
oturacağın bir alan, ağacın çiçeğe durduğu
çiçeğin meyveye dönüştüğü, bütün dönüşümleri
her halükarda yaşadığın bir alan. İnsanlar
mekânın kaybolması ve materyalleşmesiyle
beraber ne yaşıyor? İnsanlar tabiata ve
yaşama öyle bir yabancılaştılar ki; adeta
yumurtasını yediği tavuğu görse tanımayacak,
televizyonda belgeselden görüyor. Ciddi bir
yabancılaşma var, bu da ilişkilerimizi bozuyor.
İnsanlar tamamen teknolojiye bağımlı hale
geliyor, insanda olması gereken kendi kendine
yetebilirlilik özelliği yok oluyor.
Dünyanın en güzel şehirlerini kuran ve evlerini yapan bu ülkede,
kabul etmemiz gerekir ki bugün karar alıcılar ve halk olarak büyük
bir akıl tutulması yaşıyoruz. Eğer girdiğimiz bu yoldan ve içine
düştüğümüz bu hırs ve tamahtan çıkmadığımız takdirde, gerçekten
kendimizi bir fanusun içine tıkandığımızı, ağacı saksıda ve sıradan
evcil hayvanları bile hayvanat bahçesinde veya belgesellerde göreceğiz gibi. Dünyanın aklı başında ve ne yaptığını bilen insanlarının
yaşadığı bütün ülkelerinde, insanın huzur ve güven içinde yaşaması
için şehirler kurulur, binalar yapılır, akl-i selim, zevk-i selim, kalb-i
selim ile… İnsan aklının gördüğü, vicdanın hissettiği ve elinin değdiği bütün mekânları yaşanabilir, sürdürülebilir yerlere ve şehirlere
dönüştürmeliyiz.
Şehirleşme Türkiye’nin en can alıcı noktasıdır, önümüzdeki yüz
yılın hadisesidir. Şehirlerimizi rahmet merkezli planlamalıyız, onları
zahmet ve azap şehrine çevirmemeliyiz Şehri her yaştan ve halden
insanı kuşatacak, üretim heyecan ve coşkusunu artıracak şekilde
kendi kültür ve medeniyetimize göre tasarlamalıyız.
Şehir, bir binalar yığını değildir. Dolayısıyla şehir dediğimiz zaman
bütünsel bir fotoğrafı zihnimizde canlandırabilmemiz gerekiyor. Bu
fotoğraf donuk değil, aksine harmoni, uyum ve canlılık içerisinde
32 Mimar ve Mühendis
kendini sürekli oluşturan, inşa eden ve geliştiren bir yapıya sahiptir.
Bu fotoğrafın eskizleri vardır, örneğin “insan ölçekli” mimari, yaşamın tüm dönemlerinde insanın, sıcak ve güvenli bir ortamda, az
katlı evler ve yatay şehirlerde yaşamasıdır. Büyük şehirler de kurulabilir, karşı çıkmıyoruz ama şehirleri gelecekteki yoğunluğu hesaba
katarak projelendirmemiz gerekiyor. Şehirlerimizi insan-bina, binaçevre, bina-şehir bütünlüğü içinde doğaya saygılı, sürdürülebilir ve
erişilebilir olarak inşa etmeliyiz.
Bugün şehircilikte, “Yavaş Şehir”, “Sakin Şehir” denilen kavramlar
görüyoruz. Biz buna bir üst kavram olarak “Merhametli Şehirler”
diyoruz. Ahlakın bütünü, merhamet üzerine kuruludur, insan diğer
bir insana karşı merhametli olması, adil olması, diğerini önemsemesi, onun varlığına saygılı olması ve yaşadığı çevreyi mamur
etmesi merhametin birer yansımalarıdır. Burada merhametin
onarıcı, yapıcı ve harekete geçirici bütünlüğünü şehirleşmede göstermeliyiz. Kentsel dönüşümün konuşulduğu bugünde insan ölçekli
şehirleri öncelememiz lazım. Şehrin hem insan ölçekli olması lazım,
hem de insan yüzlü olması lazım. İnsan yüzlü olmak, rahmani
olması, merhamet merkezli olması, insanın birbirine bakabilmesi ve
birbirini fark edebilmesi, doğayla barışık ve topografya ile uyumlu
olması anlamına geliyor. Yaşlıları, engellileri ve çocukları önceleyen
ve gözeten mimari ve şehir tasarımı merhametli olana yol açıyor.
Türkiye işyeri ve konut politikalarını belirlemeli, ada bazında ayrıştırmalı, imar yasalarında tanımlanmalı ve sınırlarını koymalıdır.
Bir insan ömrünün, birçok hal ve ahval yaşanarak geçeceği konut
politikaları insanın yaşam evreleri, yetkinlikleri ve ergonomisine
göre yeniden düzenlenmelidir. Adeta ofis gibi çok katlı inşa edilen
konutlarda belki insanlara otel konforu sağlanabilir. Alıcılar cazip
reklamların etkisine kapılarak bu binalarda hiç yaşlanmayacağını
zannederek, geçici bir hal ve heves ile mülk edinebilir. Bu ne kadar
sürdürülebilir?
Meskenlerimiz yaşam alanı değiller artık, barınma ihtiyacını karşılayan yerler, bahçeli müstakili evler bir yaşam alanı ve aynı zamanda
evrenle iç içesin… Toprakla, bitkiyle, hayvanlarla, böcekle, komşunu
davet edip oturacağın bir alan, ağacın çiçeğe durduğu çiçeğin meyveye dönüştüğü, bütün dönüşümleri her halükarda yaşadığın bir
alan. İnsanlar mekânın kaybolması ve materyalleşmesiyle beraber
ne yaşıyor? İnsanlar tabiata ve yaşama öyle bir yabancılaştılar ki;
adeta yumurtasını yediği tavuğu görse tanımayacak, televizyonda
belgeselden görüyor. Ciddi bir yabancılaşma var, bu da ilişkilerimizi
bozuyor. İnsanlar tamamen teknolojiye bağımlı hale geliyor, insanda olması gereken kendi kendine yetebilirlilik özelliği yok oluyor.
Kendi kendine yetebilirlik, bağımsızlık anlamında da alabiliriz, aynı
zamanda varlığın devamını sürdürme anlamında da düşünebiliriz.
Bugün küçük şehirlerden mega şehirlere doğru gidiyoruz, mega
şehirlerin nüfusları on milyona doğru yükseliyor. Özellikle daraltılmış alanda oldukları için mekânlar da pahalılaşıyor, erişim de
zorlaşıyor, insanların ona erişmesi, tutması, sahiplenmesi, onu
sürdürebilmesi için oluşturulan bağımlılıklar, anlam veremediği bir
sürü büyüklükler var. Burada her şey ve ilişki metalaşıyor, her şey
parayla alınıp satılan, kurgulanmış bir dünya, tasarlanmış bir dünya
oluşuyor. Bu tasarım çöktüğü anda… Mesela diyelim ki bir anda
elektriğin kesildiğini düşünün, bir anda su pompalarının suyu basmadığını düşünün, daha da yükselmiş binalarda onuncu, yirminci
katta susuz kalıyorsun… Suyu nereden içeceksin, binanın kuyusu
da yok, eskiden evin suyu akmasa kuyudan temin ediliyordu. Elektrikken dolayı binaların depoları da yok, yerden kazanmak için bir
sürü şey seni bağımlı hale getirmiş, her iş böyle… Dolayısıyla insanı
kendini, mekâna ve doğaya yabancılaştırıyor.
Mayıs - Haziran 2013 33
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Avni ÇEBİ
MMG Genel Başkanı
ŞEHİR: Barış, Adalet, Ekmek - Huzur,
Güven, Sağlık MEKÂNI
Kentsel dönüşüm, gelecek nesillerin hakkını
koruyan, tarihi ve kültürel mirasa saygılı ve
doğal çevreyi duyarlı, ekonomik kaynakların
adil paylaşımını önceleyen, yerel mimariye
ve malzemeye dayalı, iklim gerçeklerine
uygun, farklı kültür ve anlayışlara yaşam
oluşturan, dünü, bugünü ve geleceği ile
kaynaşmış bir dönüşümün adıdır. Kentsel
dönüşümü, insanımıza barış, adalet ve
ekmeği sağlayabileceğimiz, bulunduğu
şehir ve hanesinde ona mutluluk, huzur ve
güven sağlayacağımız herkes ve her kesimin
diğerini önemsediği büyük yeniden var oluş
projesine çevirmeliyiz. Kentsel dönüşümden
adeta şehirler çıkarmalıyız.
İçine düştüğümüz konut ve yaşam
alanlarımızın inşası ile ilgili akıl
tutulmasından çıkmalıyız. İnsanlarımıza
daha huzurlu, sağlıklı ve güvenli şehir
mekânlarını sürdürülebilir, yaşanabilir
ve erişilebilir olarak çocuğu, yaşlısı,
engellisi için sağlamalıyız. Bunu yapacak
tarihi, kültürel, insani birikim bu ülkeni
insanlarının hamurunda vardır. Artık
ciddi bir dönüm noktasına geldik. Konu
depreme dayanıklı binalar yapmak değil
önümüzdeki 100 yılda, 3 nesil yaşanacak
konut ve yerleşim politikalarının hayat
bulacağı, şehirlerimizi dönüştürmek eksenine
oturmuştur.
Şehir
Şehir, İnsanın birlikte var olmak, ortak bir yaşam kurmak ideali
ile kendini eşyada ifade ettiği, aşkın bir var olma hakikatinin
mekânda, zamanda ve ilişkilerde kendini bulduğu medeniyet
inşa etme alanıdır. Şehir, insan idrakinin ve onun inşa etme
iradesinin bilgece bir anlayışla, estetik bir arayışla ve güvenli
bir duruşla taşa, toprağa, ağaca ve yaşadığı doğaya emeğiyle,
sevgisiyle, bilgisiyle işlemesi ve yaşanabilir bir mekan oluşturmasıdır.
Şehri kuran insan, onu güvenlik ve huzur arayışı için kurduğu
kadar mistik, kalbi ve zihni var oluş hakikati için eşyada ve
çevresinde oluşturur. Şehirler hep ibadethanelerin ve Rabbani
olanın etrafında oluşmuştur. Merkezinde cami yer olacak şekilde, hemen yanında çarşı, medrese/okul, hamam, şifahane gibi
kamusal binalar ve civarında diğer sivil mimari yapılar ve evler
bir uyum ve harmoni içinde birbirlerini ezmeyen ve örtmeyen
bir yapıda, insanının dünyevi ve uhrevi bütün ihtiyaçlarını karşılayacak şekilde yerlerini alır. Selçuklu ve Osmanlı medeniyet
geleneğimizde bu yapılaşma, külliye şeklinde vücut bulmuştur.
Bunun en güzel örneği Süleymaniye Külliyesidir.
Şehirler döneminin kültürünü ve yaşamını yansıtan çağının en
önemli şahitleridir. Bir şehri değerli kılan zamana karşı duruş
göstermesi ve bugünle dünü buluşturmasıdır. İnsan hırsı ve
aklının eşyada yaptığı tahribatı en çok şehirlerin uzun zaman
içerisinde oluşturduğu kültürel ve sosyal dokunun yok edilmesinde rahatlıkla görebiliriz. Şehirler ve özellikle büyük şehirler,
pazarıyla, üniversiteleriyle, hastanesiyle her zaman büyük insan
yığınlarının cazibe merkezi olmuştur.
Hızla artan şehir nüfusuyla beraber suçlar artmakta, şehirler
güvensizleşmekte, insanlar yalnız olarak adeta unutulmuş bir
şekilde birbirini ve şehrini fark etmeden yaşamaktadırlar. Bu
değişim, şehirde yaşayan herkesi olumsuz şekilde etkilemektedir. Şehirlerimizin sürdürülebilir sosyal, ekonomik ve kültürel
bir ekosistemde, insanı merkeze alan ölçek ve çerçeveye göre
oluşturmalıyız. Bu konuda kendi şehircilik birikimimizle beraber
dünyanın geldiği bilgiden de yararlanmalıyız.
34 Mimar ve Mühendis
Kentsel Dönüşüm
İnsanın barınma ihtiyacı en temel ihtiyaçlarındandır. Bu ihtiyaç
yalnız başına barınma ihtiyacını karşılamakla kalmaz sosyal,
ekonomik ve kültürel çevrenin inşasını da birlikte getirir. İnsan
biyolojik ihtiyaçlarının yanında zihni ve kalbi ihtiyaçları da
vardır. Kendini inşa etme sürecinde sürekli iyi olanı araştıran
birey ve toplumlar zaman zaman kendini bulunduğu çevrede
yetersiz görerek yeni bir coğrafya arayışına girer. Bu durumda
ailesinden, köyünden, şehrinden hatta ülkesinden uzaklarda
Kentsel dönüşüm birçok ana ve alt başlığı vardır.
Yalnız binaların dönüştürülmesi değil aynı zaman
da büyük bir sosyal ve kültürel değişimin de adıdır.
Kentsel dönüşüm, gelecek nesillerin hakkını koruyan,
tarihi ve kültürel mirasa saygılı ve doğal çevreyi
duyarlı, ekonomik kaynakların adil paylaşımını
önceleyen, yerel mimariye ve malzemeye dayalı,
iklim gerçeklerine uygun, farklı kültür ve anlayışlara
yaşam oluşturan, dünü, bugünü ve geleceği
ile kaynaşmış bir dönüşümün adıdır. Kentsel
dönüşümü, insanımıza barış, adalet ve ekmeği
sağlayabileceğimiz, bulunduğu şehir ve hanesinde
ona mutluluk, huzur ve güven sağlayacağımız herkes
ve her kesimin diğerini önemsediği büyük yeniden
var oluş projesine çevirmeliyiz.
kendisine mekân edinir.
İnsanlığın bu ihtiyaç ve arayışları yeni şehirlere hayat vermiştir.
Göçlerin etkisiyle şehirler hızla gelişmiş, şehirler kontrolden çıkarak
plansız, gelişi güzel gelişmeye başlamıştır. Savaş sonrası ve büyük
ekonomik krizlerin akabinde yaşanan yoğun göçlerle şehirler baskı
altında dönüşür ve sağlıksız gelişir. Göçlere hazırlıklı olmayan şehirlerimiz kontrolsüz ve sağlıksız bir şekilde büyüyerek bugün ki karmaşık,
yoğun ve bakımsız halini almıştır. 1999 depreminde yaşanılan yıkım,
sağlıksız ve güvensiz binaların meydan getirdiği hasarlar, konuyla
ilgili acil önlemlerin alınması ülke gündemine getirdi. Bugün “Kentsel
Dönüşüm” gerçeğiyle karşı karşıyayız.
Kentsel Dönüşüm yerel yönetimlerin imkânlarını aşan merkezi yönetimin kaynakları ve yönlendirilmesi ile yapılabilecek devasa bir sorun
halini almıştır. Kentsel dönüşüm birçok ana ve alt başlığı vardır.
Yalnız binaların dönüştürülmesi değil aynı zaman da büyük bir sosyal
ve kültürel değişimin de adıdır. Kentsel dönüşüm, gelecek nesillerin
hakkını koruyan, tarihi ve kültürel mirasa saygılı ve doğal çevreyi
duyarlı, ekonomik kaynakların adil paylaşımını önceleyen, yerel
mimariye ve malzemeye dayalı, iklim gerçeklerine uygun, farklı kültür
ve anlayışlara yaşam oluşturan, dünü, bugünü ve geleceği ile kaynaşmış bir dönüşümün adıdır. Kentsel dönüşümü, insanımıza barış,
adalet ve ekmeği sağlayabileceğimiz, bulunduğu şehir ve hanesinde
ona mutluluk, huzur ve güven sağlayacağımız herkes ve her kesimin
diğerini önemsediği büyük yeniden var oluş projesine çevirmeliyiz.
Kentsel dönüşümden adeta şehirler çıkarmalıyız.
İçine düştüğümüz konut ve yaşam alanlarımızın inşası ile ilgili akıl
tutulmasından çıkmalıyız. İnsanlarımıza daha huzurlu, sağlıklı ve
güvenli şehir mekânlarını sürdürülebilir, yaşanabilir ve erişilebilir olarak çocuğu, yaşlısı, engellisi için sağlamalıyız. Bunu yapacak tarihi,
kültürel, insani birikim bu ülkeni insanlarının hamurunda vardır. Artık
ciddi bir dönüm noktasına geldik. Konu depreme dayanıklı binalar
yapmak değil önümüzdeki 100 yılda, 3 nesil yaşanacak konut ve
yerleşim politikalarının hayat bulacağı, şehirlerimizi dönüştürmek
eksenine oturmuştur.
Şehirler geçmiş, bugün ve geleceğimizin yaşandığı, hatıralarımız ve
hayallerimizin mekânıdır. Toplumun bütün kesimleri için yaşamsal bir
alan olan mekân, mimari ve şehir bizi biz yapan ekonomiden siyasete, kültürden sanata kadar her etkinliğin yaşam alanıdır. Şehre bir
yaşam alanı olarak baktığımız zaman değerler üzerinden konuşuruz,
yalnızca ekonomi üzerinden bakarsak rantı konuşuruz. Şehirlerimizi
“herkes için şehir anlayışı” ile 7 den 70’e bütün kuşakların bir biri ile
buluştuğu, anlaştığı, kaynaştı, sevgi ve bilgilerini paylaştığı mekânlar
olarak, “insan ölçekli” ve “insan yüzlü” olarak tasarlamalıyız. Kentsel
dönüşümü sosyolog, psikolog, şehir tarihçisi, kamu idarecisi, iktisatçı,
mimar, mühendis, arkeolog ve şehir plancılarının katkılarıyla yapmalıyız. Şehirlerimizi demokrasimizi yükseltecek, toplumsal uzlaşıyla
tasarlamalıyız. Şehirlerimiz siyasi ve ekonomik rant odaklı planlanMayıs - Haziran 2013 35
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Şehirler geçmiş, bugün ve geleceğimizin yaşandığı,
hatıralarımız ve hayallerimizin mekânıdır. Toplumun
bütün kesimleri için yaşamsal bir alan olan mekân,
mimari ve şehir bizi biz yapan ekonomiden siyasete,
kültürden sanata kadar her etkinliğin yaşam
alanıdır. Şehre bir yaşam alanı olarak baktığımız
zaman değerler üzerinden konuşuruz, yalnızca
ekonomi üzerinden bakarsak rantı konuşuruz.
Şehirlerimizi “herkes için şehir anlayışı” ile 7 den
70’e bütün kuşakların bir biri ile buluştuğu, anlaştığı,
kaynaştı, sevgi ve bilgilerini paylaştığı mekânlar
olarak, “insan ölçekli” ve “insan yüzlü” olarak
tasarlamalıyız.
maktan çıkarılıp, insan, çevre ve kültür odaklı olarak inanç, ahlak,
gelir adaleti ve toplumsal barışı ön planda tutan yaklaşımlara göre
planlamalıyız.
“Önce insanlar şehirleri inşa eder, sonra şehirler de insanı inşa eder”
gerçeğini aklımızdan çıkarmadan hırsa, tamaha ve çıkarcılığa şehirlerimizin geleceğini teslim etmemeliyiz. Bilimsel, kültürel ve insani
değerler üzerine medeniyet taşıyıcısı şehirleri inşa etmede Kentsel
Dönüşümü bütün taraflar olarak fırsata çevirmeliyiz. Kaybettiğimiz
güvenli mekânı ve huzurlu geleceğimizi sağlarken kentsel dönüşümden bir hayat inşa etmeliyiz.
Kentsel Dönüşüm Yasasının Özü ve İmkânları
6306 sayılı yasa adından da anlaşılacağı gibi “Afet riskini azaltmaya”
yönelik “Kentsel Dönüşüm” yasası olarak kamuoyunda biliniyor. Merkezi hükümet, Van depreminden sonra olayın ciddiyetini kavramış
ve yasanın çıkarılma süreci hızlandırmıştır. Başbakan'ın "Bedeli ne
olursa olsun kentsel dönüşümü gerçekleştireceğiz" deyişi de olayın
ciddiyetini ifade ediyor. Bu yasa ile bir şehir kültürü oluşturmak değil,
daha çok şehirde mevcut kalitesiz yapı stokunu dönüştürülmesi,
daha sağlam ve depreme dayanıklı binaların oluşturulması amaçlanmıştır. İhtiyaçtan hızlı çıkarılmış yasanın bir bütünlüğü, ruhu yoktur.
Burada yasa koyucu ilk başta yerel yönetimlerce riskli binaların tespit
edilmesini ve bu tespitleri Çevre ve Şehircilik Bakanlığı'na sunmasıyla
alakalı bir önerme getirmiştir. Dönüşüm için doldur-boşalt istasyonu
gibi kullanılacak rezerv alanları tespiti ve kullanımı getirilmiştir. Riskli
binaların ve riskli arazi alanlarının tespit edilmesi yasada önemli başlıklardır. Riskli binaların tespitinde bina sahiplerine öncelik veriliyor,
onlar yapmasa yerel yöneyimler veya yetkilendirilmiş birimler bu işi
kamu adına yapacaktır. Riskli arazilerin tespiti yerel yönetimlerin ve
idarenin iradesi dâhilinde yapılacaktır.
Bakanlık, bu süreçte genellikle şöyle yaklaşım gösteriyor: "Biz vatandaşın binasına karışmak istemiyoruz. Vatandaş kendi binasını kendi
iradesiyle ölçümlerini yapsın, risklerini tespit etsin, gerekirse yıksın,
yıktıktan sonra da yapsın. Eğer yapamazsa biz gelip yapacağız ve
süreci tamamlayacağız." Fakat aslında, böyle baktığımız zaman da,
mevcut yapıların güçlendirilmesi gibi bir yapı ortaya çıkıyor. Bina
bazında yapılacak değişiklikler sorun içeriyor, kenti bir bütün olarak
ele almadıkça sorunları çözemeyiz. Kent içinde ihtiyacı hissedilen
36 Mimar ve Mühendis
sosyal donatı alanlarının oluşturulmasıyla ilgili yeni mekânlar üretilmesi için ada veya adalar bazında değişimin öncelikli yapılması gerekir. Bu da büyük bir alanda değişim olacağından zamanın uzamasına
ve maliyetlerin artmasına sebep olabilir.
Kentsel dönüşüm çalışmalarına İstanbul'da ve Türkiye'nin birçok yerlerinde başlandı. Gelinen noktada sürecin işleyişiyle ilgili ciddi sıkıntılar var. Vatandaşın da sıkıntılı olduğu noktalar var. Vatandaş oluşan
süreçten ilave menfaat çıkarmaya bakıyor, firmaların nasıl rantta
gözleri varsa, vatandaşın da rant arayışı var. Vatandaş binasını yıkarken metrekare olarak daha büyük, mümkünse daha fazlasını alayım
anlayışında, bu bakış dönüşüm sürecini olumsuz etkiliyor. Bu sürecin
sağlıklı işlemesi için taraflar birer adım geri atmalıdır ki konuşacak,
anlaşacak ve sorunla yüzleşecek bir akıl ve iradeye sahip olalım.
Asıl olan, binaları güçlendirmek değil, ileride toplumun ihtiyaçlarını karşılayacak sosyal donatı alanlarının üretilmesi olmalıdır. Şu
anda ciddi yapılaşma sıkıntılarımız var. 1980'ler de yapılan şehir
içi dönüşümler yap-satcı müteahhitlerce yapıldı. Bu binaların çoğu
yapılırken vatandaşın sahip olduğu mevcut 1-2 katlı evler 6-8 katlı
apartmanlara dönüştürüldü, yapılırken mevcut yeşil alanların bir
kısmı bu sırada yok edildi. Bugün geldiğimiz noktada, şehirlerimizde
araç sayısının da artmasıyla ciddi bir insan ve araç yoğunluğu vardır.
Çözüm olarak mutlaka ada bazında değişiklik yapılması gerekiyor.
Ayrıca mevcut yerlerde bir kısım mülkiyet hakkı ve emsallerin başka
yerlere transferiyle ilgili çalışmalar yapılması gerekiyor. İstanbul’da
kamuya ve askeriye ait şehir içindeki ve civarındaki araziler kentsel
dönüşümde rezerv alan olarak değerlendirilmeli, yasa bu konuda
imkân idareye sağlıyor.
Bunlar yapılmadığı müddetçe aynı alanda yapılacak kentsel dönüşüm ile aynı alanda yoğunluğu arttırmaktan başka bir şey yapmış
olmayız. Dönüşümü müteahhit marifetiyle yaparsak, müteahhit ilk
önce emsal artışı isteyecek. Emsal artışı da aynı alanda yapılacağı
için ilave bir yoğunluk şehre getirecektir. Bu şekilde mevcut insan
yoğunluğu ve araç yoğunluğu daha da artacak, yeşili ve çevreyi de
yok etmeye devam edeceğiz. Bu noktada yeşili de ikiye ayırmak
gerekiyor. Birincisi betonun üzerinde üretilmiş bir yeşil, aksesuar
gibi… Bir de gerçekten toprak olan bir yeşil, deyim yerindeyse yerküreye direkt bağlı olan bir yeşil. Doğal ve ekolojik olan yeşil de budur.
Bu yeşili kaybetmemek için ada bazında yapılan değişikliklerde
mümkünse o adanın içindeki yeşil doku koruyacak, belki kat yüksek-
Çocuğu servise
bindirmememiz lazım. Çünkü
çocuğun evinden okuluna
yürüyerek gidebilmesi sağlıklı
bir sosyalleşme için önemlidir.
Bu şekilde çocuk çevresindeki
ilişkileri anlıyor, kendi sosyal
çevresini kendisi gözlemleriyle
yakalayabilme şansına
sahip oluyor ve kendine
özgüven kazanıyor. Gidiş
geliş aşamasında komşusunu
görüyor, mahallede
arkadaşını görüyor, oradaki
esnafı görüyor, yaşlı amcayı
görüyor, engelli birini
görüyor, selam alıp veriyor,
özne olarak okula gidip
gelirken çevresiyle etkileşimde
bulunuyor.
liği verilecek modeller geliştirmemiz gerekiyor.
Vatandaşın daha fazlasına sahip olmayacağına ama daha kalitelisine, daha huzurlusuna, konut ve şehir olarak daha iyisine sahip
olacağı noktasında ikna edilmesi gerekiyor. Yoğunluğun artmaması
için olabildiğince mülkiyet ve imar Transferleri yapılması, hak transferlerinin diğer illere, kamuya ait arazilere taşınması gerekiyor. Tabi
tüm bu süreçleri ilk önce gönüllü olanlarla yapmak gerekiyor. Farklı
illere transfer olmak isteyenlere, metrekare başına daha fazla yer
sağlanmalı, şehirde doğa ve sosyal donatı alanları imkânları arttırılmalı, taşınma isteği cazip hale getirilmelidir. Binasını kendisi yapmak
durumunda olanlara uzun vadeli faizsiz, hatta bir kısmı hibe şeklinde
krediler sağlanmalıdır.
İnsan Ölçekli Şehir
şehri insan ölçeklerinde inşa etmemiz lazım. İnsan ölçeğinde şehrin
yapılması demek özellikle insanların yaşadığı, 7 gün, 24 saat, 365
gün ve 1 ömür aileleriyle, çocuklarıyla, yaşlılarıyla, komşularıyla şehri
insan eksenli mekân olarak tasarlanmasıdır. İnsan ölçekli olarak şehri
tasarlarken, şehirdeki mazlumları, mağdurları, güçsüzleri zayıfları
merkeze alarak, şehri düşünmeliyiz. Şehirlerin her yaştan insanın
buluştuğu ve kaynaştığı, birbirlerini anladığı, tanıdığı, yardımlaştığı,
varlığından keyif duyduğu, varlığıyla eksikliğini tamamladığı, kendi
geçmişini ve geleceğini gördüğü mekân şeklinde tasarlaması lazım.
Şehir belli yaşlardaki insanların yalnız girip çıktığı, yaşı 15 den 50
yaşına kadar güçlü, kuvvetli, alımlı insanların yaşadığı ve bunlar için
tasarlanmış binaların olduğu bir mekân değildir.
Şehir, her yaş ve cinsten insanın yaşamının her dönemine hitap eden
bir tasarımda olmalıdır.
Hepimiz çocuk olduk, orta yaşlara geldik, yaşlandık bütün bu devi-
nimi yaşıyoruz. Şehrin bütün unsurlarının insana hitap etmesi lazım,
insanı kucaklaması lazım, insanı içine alması lazım, yaşayan insanın
onu içselleştirmesi lazımdır. Geçmiş yapılarımız tamamen böyleydi,
insan ölçekli oldukları için çocuk evinden çıktığı zaman okuluna
kendisi gidebiliyordu, öyleyse çocuğun okul yolu kesinlikle yürünebilir
mesafede olmalıdır.
Çocuğu servise bindirmememiz lazım. Çünkü çocuğun evinden okuluna yürüyerek gidebilmesi sağlıklı bir sosyalleşme için önemlidir.
Bu şekilde çocuk çevresindeki ilişkileri anlıyor, kendi sosyal çevresini
kendisi gözlemleriyle yakalayabilme şansına sahip oluyor ve kendine
özgüven kazanıyor. Gidiş geliş aşamasında komşusunu görüyor,
mahallede arkadaşını görüyor, oradaki esnafı görüyor, yaşlı amcayı
görüyor, engelli birini görüyor, selam alıp veriyor, özne olarak okula
gidip gelirken çevresiyle etkileşimde bulunuyor.
Çocuk okula gittiğinde okulun da o çocuğun ölçeklerinde olması
lazım. Mesela ilköğretim seviyesinde bir okulsa merdivenleri ona
göre olmalı, çok katlı olmamalı, en fazla 2 katlı olmalı. Maalesef
bugün İstanbul’da yer yokluğundan dolayı, nüfusun belli yerlere
yoğunlaşması veya gerekli planlamaların yapılmamasından dolayı
okullarımız depreme karşı dayanıklı olma düşüncesinden dolayı yıkılıyor, iki üç kat olan okulların yerine beş altı katlı binalar yapılıyor. Okul
dikey ve yatayda büyütülürken, okul bahçeleri küçülüyor. Dolayısıyla
çocukların oynayacağı alan da ellerinden alınıyor.
Konut binasının yüksekliği insanın adımlarıyla çıkıp inebileceği bir
yükseklikte olmalıdır. Bunun için de uygun olan üç kat, topografyaya
bağlı olarak en fazla üç veya dört kat olabilir, en iyisi tek veya iki katlı
bahçeli olmasıdır. Başbakanımızın son zamanlarda dediği “zemin
artı dört veya beş” de olabilir. Tercih daha az kattan yana olmalı,
insandan yana, hayattan yana kullanılmalıdır. Binada teknoloji kulMayıs - Haziran 2013 37
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Siteler, özellikle son dönemde
yapılan siteler gösteriş ağırlıklı
olduğu için, itibar ağırlıklı oldukları
için, konut, yuva olma özelliğinden
çıkmış, güç ve gösterisi yerine,
bir adım ötesinde de bir yatırım
aracına dönüşmüştür. Konut
bir yatırım aracı değildir, konut
bir yaşam alanıdır, bir yuvadır,
insana huzur ve güven veren bir
alandır. Siteyi, yüksek binaları
veya imaj giydirilmiş binaları,
rezidansları, yatırım aracına
dönüştürdüğünüzde, çoğu kredi
alınarak edinilmiş bu yerler
bankadan ödünç alınmış/kiraya
alınmış alanlara dönüşüyor.
lanabilirsin, asansör olabilir, binada bir özürlü yaşayabilir, yaşlılık ve
hastalık hali de gelecektir. Ancak normal şartlarda o binada elektrik
olmadığı zamanda yaşam sürdürülebilir olmalıdır. Elektrik/enerji çok
anlamlı bir güç bu bize hareket ve suyu sağlıyor. Ama bir an için
bunların olmadığını düşünelim, insanın rahat hareket edebilmesi
lazım. Aynı zamanda evin ve mekânın etrafında insanlara yaşam
alanı üretmemiz lazım. Yarın Allah korusun bir afet, bir deprem, bir
savaş, bir olağan üstü durum olduğu zaman insanlar olabildiğince
minimum ihtiyaçlarını karşılayabilecek bir üretim ve yaşam gücüne
sahip olmalıdır. Binaların etrafında yaşam sağlayacak boş yeşil
alanlar ve parklar olmalıdır. Bu alanlar; normal zamanlarda tabiatla
buluşmasını sağlayacak, dinlendirecek, olağanüstü durumlarda da
kendi kendine yetebilmesi, barınması için yaşamsal değere sahip
olarak ülke güvenliği ve savunmasına katkı yapacaktır.
Mahalleden Siteye Dönüşen Dünyamız
Siteleşme ülkemizde son yıllarda öne çıkan bir yapılaşmadır.
Önceleri benzeri bir organizasyon olarak kooperatifçilik vardı. Kooperatifler de site mantığında yapılıyordu. Şimdi yapılan yeni siteler
biraz daha farklı anlayışla yapılıyor. Kooperatiflerde farklı görüş
ve düşüncelerde, farklı ekonomik seviyelerde insanların bir araya
geldiği, toplumu uzlaştıran daha kooperatif ve kolektif paylaşım
mantığının egemen olduğu yapılardı. Site anlayışı daha çok belli
kesime hitap eden, belli görüş ve düşünceden, aynı yaşantı kalitesi
ve standardındaki, aynı ekonomik seviyedeki insanlara hitap eden,
diğerlerini ötekileştiren bir yapı içerisinde inşa ediliyor, kooperatiften farkı bu. Site etrafının çevrilmesi, girişine kontrol kapısı
yapılması, güvenliğin öne çıkması ve içerisinde homojen bir yaşam
inşa edilmesi nedeniyle kültürler arası geçişi engelliyor. Site dayanışmadan daha çok güç, kuvvet ve gösterişi merkeze alan, güvenliği
öne çıkaran bir yapı. Her site böyledir demek istemiyorum, ancak
fark etmeden şehri site site parçalıyoruz ve ayrıştırıyoruz.
38 Mimar ve Mühendis
Siteler küçük bir site devleti gibi adeta inşa ediliyor, site mahalle
olmuyor. Mahalleler her kesimden insanın, her farklı düşünce ve
görüşten, her yaş ve kültürden insanın yaşamına imkan veren, ucu
açık yerleşim birimleridir. Mahalleye herkes girip çıkabilir, herkes
oranın bir paydaşı olabilir, herkes oranın sahibi olabilir. Mahalle
yardımlaşmayı ve dayanışmayı temel alan, daha insanî bir yerleşim
birimidir. Mahalle birleştiriyor, siteler ise ayrıştırıyor. Bunları çok
rahat görebilmemiz lazım, sosyolojik arka planını iyi okumamız
lazım, site yaşamının ekonomik, sosyal ve kültürel hayatımızdaki
etkilerini iyi analiz etmemiz gerekiyor.
Siteler, özellikle son dönemde yapılan siteler gösteriş ağırlıklı olduğu için, itibar ağırlıklı oldukları için, konut, yuva olma özelliğinden
çıkmış, güç ve gösterisi yerine, bir adım ötesinde de bir yatırım aracına dönüşmüştür. Konut bir yatırım aracı değildir, konut bir yaşam
alanıdır, bir yuvadır, insana huzur ve güven veren bir alandır. Siteyi,
yüksek binaları veya imaj giydirilmiş binaları, rezidansları, yatırım
aracına dönüştürdüğünüzde, çoğu kredi alınarak edinilmiş bu yerler
bankadan ödünç alınmış/kiraya alınmış alanlara dönüşüyor.
İşyeri ve konut mimarisinin ayrıştırılması
Mekânın şehirleşme anlamında tasarlanması, şehir içerisindeki
parsellerde/adalarda yerleşim alanı oluşturması, gerekli alt yapının
yol su olarak yapılması, insanların yerleştirilmesi, nakledilmesi,
enerjinin sağlanması, bütün bu alanlar çok disiplinli bütün mühendislik alanlarını ve diğer sosyal bilimleri de içine alan, geniş ölçekli
bir tasarım işidir.
Ülkemizde konut politikaları ile ofis/iş yeri politikaları karışmıştır.
Rezidans kavramının cazibesine kapılan insanlarımız bir gün bunun
yanlış olduğunu yönetici ve kullanıcı olarak fark edecektir. Konut ve
işyeri politikalarımızın insan-aile, insan- ofis/işyeri anlamında işlevsellik, sağlamlık, sürdürülebilirlik, erişebilirlik ve ergonomi acısından
gözden geçirilmesine acil ihtiyaç vardır. Bu konuda şehirleşme ve
Bir kısmın kazanç hevesine
toplumun geleceğini teslim
edemeyiz. Konut üretim
politikalarında Türk aile
yapısı ve beklentileri iyi analiz
edilmeli ve çok katlı inşa
edilen bu binalarda geniş aile
olunabilir mi? sorusunun cevabı
kamu yöneticileri tarafından
verilmelidir. Başbakanımız
tarafından çokça dillendirilen
3 çocuklu aileler 30- 40 katlı
binalarda olabilir mi? Bu
yapılaşmada aile, yaşadığı bina
ve okul arasında çocuklarının
güvenliği için mekik dokumak
zorunda kalıyor.
imar politikaları devlet aklı ve vicdanı ile uzun görüşlülük içerisinde
yapılanmalıdır. Bir kısmın kazanç hevesine toplumun geleceğini teslim edemeyiz. Konut üretim politikalarında Türk aile yapısı ve beklentileri iyi analiz edilmeli ve çok katlı inşa edilen bu binalarda geniş aile
olunabilir mi? sorusunun cevabı kamu yöneticileri tarafından verilmelidir. Başbakanımız tarafından çokça dillendirilen 3 çocuklu aileler
30- 40 katlı binalarda olabilir mi? Bu yapılaşmada aile, yaşadığı bina
ve okul arasında çocuklarının güvenliği için mekik dokumak zorunda
kalıyor. Çok katlı binalarda sosyal ve kültürel yaşam hakkında yapılmış bir anket çalışması maalesef yoktur.
Amerika’da birçok marka firma garajlardan çıkmıştır. Facebook,
Google, Apple gibi teknoloji firmaları garajlardan çıkmıştır. Çünkü
evlerin kendine ait hobi merkezleri vardır, garajları vardır, bahçeleri
vardır, rahat mekânları vardır, arkadaş gurupları gelir oturur çalışır.
Biz bu apartmanlarda bu sitelerde, bu yükseltilmiş binalarda böyle
bir imkânı da kaybediyoruz, fark etmeden insanlarımızın yaratıcılığını,
üretkenliğini, düşünme yeteneğini de kaybettiriyoruz.
İnsanları silo gibi benzer binalara robot gibi, her gün doldurup
boşaltıyoruz. Çok katlı bina yapılaşması toplumumuzun heyecanını,
üretkenliğini, beraber yaşama azmini, toplumsal barışını engelleyici
bir duruma gelmeye eğilimlidir.
Enerji Bağımlı Bina ve Ülke Güvenliği
Büyük şehirlerimizin karşılaşacağı deprem gibi bir afet aynı zamanda
bir Milli Güvenlik sorunudur. Çok katlı olarak 8 kat ve üzeri inşa edilen
binalar enerji bağımlı binalardır. Konut olarak inşa edilen binalarda her
yaş; çocuk, ergen ve yaşlı ve halden; engelli, hasta insanlar yaşamaktadır. Enerji bağımlı olarak inşa edilen binalardan oluşan şehirlerimize
olağan üstü durumda; deprem, savaş zamanı şehre enerji sağlayan
santrallerin ve nakil hatlarının saldırıya uğraması/kopması durumunda
enerji arzının sağlanamaması ciddi sıkıntılar oluşturacaktır. Enerji
yokluğunda bu binalarda hareketlilik ciddi şekilde kısıtlanacak ve hayat
için gerekli olan su katlara erişemeyecektir. Hareketin kısıtlandığı veya
olmadığı suyun arz edilemediği enerji bağımlı binalar adeta fişi çekilmiş işlevsiz ve atıl duruma düşen bir cihaza dönüşecektir. Bu binalarda
tahliye zorlaşacak hayat için gerekli bağlar kopacaktır. İnsan-bina arasındaki ilişki sürdürülebilir olmaktan çıkacaktır. Tahliye edilen insanların
binası ile ilişkisi kopacağından kargaşa meydana gelecek, bu insanların
iskânı ciddi bir yük olarak yerel yönetimlerin üzerine binecektir. Dar
alanda yoğun olarak inşa edilen bu binalar arasında iskân koşulları
zorlaşacak, lojistik sağlamak mümkün olmayacaktır.
Şehirlerimizin güvenliği ve sürdürülebilir bir yaşam için binalarımızı
enerji bağımlı olmadan yapılandırmamız gerekir. Özellikle konut iskan
politikalarında çok katlı binalardan vazgeçilmesi gerekir. Enerji bağımlı
binalar olağan üstü bir durumda afet görmüş binaya dönüşecektir.
Kamu güvenliği acısında şehirlerimizi yaygın ve az katlı yapmamız
gerekir. Şehri her türlü olağanüstü durumda yönetilebilir ve sürdürülebilir olarak inşa etmeliyiz. Burada birinci husus konutların az katlı,
şehirlerin yatay ve binaların enerji bağımlı olmadan inşa edilmesidir.
Enerji verimliği kaynakların etkin kullanımı acısından ne kadar önemli
ise enerji bağımlılığı olağan üstü durumlarda o kadar tehlikeli ve ülke
bağımsızlığı için risklidir.
Van’da gördüğümüz gibi apartmanlar hasara gördü, yıkıldı, girilemiyor.
Eğer evler müstakil olsaydı, az katlı olsaydı, insan bahçesinde kendisine bir barınak veya kalabileceği geçici bir konut üretebilirdi. Çok katlı
binalarda insanlar mahallelerini tamamen terk etmek zorunda kalıyor
Mayıs - Haziran 2013 39
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
ve evinden uzakta geçici barınma merkezlerinde iskâna tutuluyor. Bu
da beraberinde birçok sosyal sorun getirmektedir.
İnsan, Mekan ve Yatay Şehirleşme
Önceleri şehrin sakinleri bahçeli evlerde oturuyordu. Bunu büyük
şehirlerimiz 30 yıl önce yaşamıştı, bunu yaşamak için Anadolu’daki bir kasabaya gitmeye gerek yok. Çocukluğumun geçtiği
Küçükçekmece’de bizim evimiz ve komşularımızın çoğunun evi tek
katlı veya iki katlı evlerdi. Aşağı yukarı 400–500 metre kare parsellerden oluşan geniş bir araziydi. Herkesin bahçesinde kuyusu,
meyve ağaçları, çeşitli çiçek ve gülleri, ortada da evi vardı. İnsan
adımını attığı zaman evine giriyor, çıkarken de adımını attığı zaman
da bahçeye çıkıyor, birkaç adım atınca da ana sokağa çıkıyordu.
Ailelerin kendine ait olan mekânı vardı. Bu mekânda mahremiyet
alanı var, komşuluk ilişkilerini yürüttüğü ortak kullanım alanları vardı.
O dönemler evlerimiz aynı zamanda bir üretim merkeziydi. Bahçede
yetiştirdiğin meyveler, bahçede ektiğin maydanoz, soğan, domates
gibi şeyler… Hem aile ekonomisine katkı sağlayan hem de insanı
motive eden canlı bir şeyle uğraşıyorsun, onun değişimini görüyorsun… Hatta bazılarının o bahçelerde kümesi vardı, koyunları vardı.
Dolayısıyla küçük bir evren, herkesin evi adeta Nuh’un gemisi gibiydi,
yani onun kurtuluş alanıydı orası.
Biz ne yaptık; bu mekânları apartmana dönüştürerek oradaki bahçeyi
yok ettik, artı insanları kat kat, üst üste koyarak insanlar arasındaki
ilişkiyi de bozduk. Yatayda veya dikeyde insanları ne kadar yaklaştırırsan, bu defa insanda korunma ve sakınma duygusu gelişmeye
başlıyor. Mekânın yaklaşması insanın mahremiyet alanına girdiği için
ona uzak kalmayı getiriyor, merak duygusunu da yok ediyor. Birine
gidelim, gelelim, öğrenelim, paylaşalım yok artık. Dikey yapılaşmada
katların üst üste olması veya bitişik nizam dediğimiz sistemde de
bu duygu oluyor. İnsanlar ne yapıyorlar, birbirlerine uzak olmaya
çalışıyor. Çünkü çok yakınlar, bağırsam duyacak… bu durum insanları
birbirinden uzaklaştırıyor.
Apartmanlaşmanın getirdiği en önemli şeylerden bir tanesi, insanı
yanı başında olana, üstünde veya altında olana veya aynı kattaysa
yan dairede olana karşı duyarsızlaştırıyor. İnsanlar yandaki komşuya küçük bir ihtiyacı olsa dahi gidemiyor veya yanında kimin yaşadığını bilmiyor. Dikey yapılaşma hali, özellikle toprakla iletişimin
koptuğu her yerde bir yabancılaşma ve duyarsızlaşama gelişiyor.
Evler aynı zamanda bir üretim alanı olmaktan çıktıkları için, sadece insanların bir yere gidip çalıştığı, sonra tekrar geldiği barınma
yerlerine dönüyor.
Bizim olan ev
Bizim Osmanlı evinde, çok fonksiyonlu oda modeli vardı. Bir oda hem
bir çift için bir yaşam alanı, işini yapacağı, komşularıyla oturacağı,
üretim yapacağı bir oda, odada hiçbir eşya sabit değil eşyalar serilip
kaldırılıyor, ihtiyaca göre yeni anlamlar kazanıyor. Böylece az bir
mekanda genişlik üretiyorsun. Her odada bizim yeni keşfettiğimizi
zannettiğimiz ebeveyn banyosu, Osmanlı konağında hemen hemen
her evde olan bir yer. Çünkü insanların evine misafirler gelir veya
evin bir çocuğu evlendirilebilir, eve gelin gelebilir, bir odada kalabilir
40 Mimar ve Mühendis
Şehirlerimizin güvenliği
ve sürdürülebilir bir
hayat için binalarımızın
enerji bağımlı olmadan
yapılandırılması
gerekir. Özellikle konut
politikalarında çok katlı
binalardan vazgeçilmesi
gerekir.
ama aynı odayı çok amaçlı kullanıyorlardı. Yemek yiyeceği zaman yer
sofrasını seriyor… Neden yer sofrası var, çünkü yer sofrası taşınabilir
bir şey ama sen sabit bir masa kullandığın zaman mekânı orada
sabitliyorsun. Artı kanepe vs. kullandığın zaman mekânı sabitliyorsun,
dolayısıyla odalar yetmemeye başlıyor. Ama oradaki düzende sofra
kurulacağı zaman sofra yere konulur, yemek bitince oradan kaldırılır.
Aynı yer üretim alanı olarak da kullanılabilir. Diyelim ki dikiş yaparsın
vs. veya akşam yatma zamanı geldi yatakları alırsın yere serersin,
yatarsın. Dolayısıyla dar alanda bir sürü fonksiyon işleyebiliyorsun.
Şu andaki ev tasarımında dikte edilmiş bir ev anlayışı var, ihtiyaca
yönelik değil de sana dikte edilmiş bir ev tasarımı yapılıyor. Her
şey sabitlenmiş, eşyalar belli bir yerde, insanların kalacağı yerler
bir yerde. Dolayısıyla ne yapıyorsun, mekânı büyütüyorsun. Odalar
bazında mekânı büyütürken odaları da birbirinden ayrıştırıyorsun.
Dolayısıyla insan üretim sürecine katılma algısından uzaklaşıyor, statik durağan malzemelerden oluşan odalarımız var. İnsanlar dışarıda
enerjilerini harcayacakları bahçede vs. bir alan bulamadıkları için bu
sefer o sabit alandaki o sabit eşyaların yerini durmadan değiştirerek
kendine bir iş çıkarıyor, yaratıcılık çıkarıyor, üretkenlik alanı çıkarıyor.
Bunun aileye etkisi, çocuğa etkisi… Diyelim ki eskiden o mekânsal
alanın olduğu bir yerde, insan hem üretim yapıyor hem de çocuğu
için yaşam alanı oluyor; hem komşularınla gelip beraber oturacağı,
çocukların birbirine beraber kaynaşabileceği mekânı vardı. Çünkü
tabiatla iç içeydi.
Şimdi mekân sınırlandırıldığı veya apartmanlardan oluştuğu için
apartmanlarda insanların birbirine gitmeleri gelmeleri, çocukların
bir araya gelmeleri, birbirleriyle kaynaşmaları, oynayacakları alanlar
sınırlı. İnsanlar topraktan uzaklaştığı için bunu fazla yapamıyorlar.
Yapamadıkları için ister istemez komşuluk ilişkileri zayıflıyor. Üstelik
çocuklar çok katlı binalarda yaşadığı için, büyük şehirlerde evin okullara uzaklığı, çocuğa servise binmesi, servisten gelmesi, merdivenlerden inmesi çıkması ve anne baba olarak çocuklarımızın yaşadığı
bu çileyi, stresi, sıkıntıyı gördüğümüz zaman daralıyoruz, tedirgin
oluyoruz. Mekânlarımızı çocuğa özel, yaşlıya özel tasarlanmadığı
için, çocuk sahibi olmak istemiyoruz. Diyoruz ki bu çocuğa eziyet
ediyoruz, ben nasıl ikinci üçüncü çocuğu yapayım!.. Sen yaşamadığın
bir zorluğu çocuğundan istiyorsun, o kadar anlamlar yüklüyorsun ki o
çocuğa… Kurguladığımız mekân bir süre sonra bizim dünya görüşümüzü, yaşam biçimimizi, kendimizi ifade etme biçimimizi, çoğalma
biçimimizi, her şeyimizi etkiliyor. Dolayısıyla mekân ve insan arasında
çok ciddi bir etkileşim var.
Şehir yoğunluğu ve Yabancılaşma
Türkiye'de genel nüfus yoğunluğu Avrupa ve birçok ülkeye göre
daha azdır. Ancak şehir içi nüfus yoğunlukları çok daha fazladır.
Örneğin Almanya’nın nüfus yoğunluğu Türkiye'den 2.3 misli daha
fazladır ama şehir içi nüfus yoğunluğunda Almanya Türkiye'nin
üçte biridir. Yoğunlukla insan davranışları arasındaki etkileşim çok
önemlidir. Yoğunluğun arttığı her yerde insan davranışları daha çok
korunmaya endeksli hale geliyor, insanlar fark etmeden içine kapanıyor, daha agresif ve saldırgan oluyorlar. Yoğunluğun az olduğu
bölgelerde ise insanlar daha sakin, daha merhametli, daha nezaket
sahibi oluyorlar. Dolayısıyla biz şehri tasarlarken toplum sağlığına
etki yapıyor, davranışlarını da yönlendirmiş oluyoruz.
Şehrin yoğunlaşması ile beraber insani duyarlılıklarımız zayıflıyor
nezaket, hoş görü ve merhamet azalıyor. Bundan 20 sene önce
insanlar otobüse, trene bindiği zaman, 10–15 yaş kendisinden
büyük insanlara yer veriyordu; ama bu nazik ve anlayışlı durum
gittikçe kayboluyor. Herkes gözlüyordur, toplu ulaşım araçlarında,
60–70 yaşlarında yaşlı, sakat, çocuklu insanlar biniyor, neredeyse
insanlar kalkmamak için her şeyi yapıyorlar. Adeta insanlar farkında
olmadan yaşıyorlar bu şehirde, farkındalıkları yok. Bir insanı fark
etmeyen her şeyi kaybetmiş demektir. Hele ki engellileri, yaşlıları,
mazlumları, mağdurları fark edemiyor ve gereğini yapamıyorsanız,
algıları ve tepkileri sağlıksız bir şekilde şehirde adeta ölü gibi yaşıyorsunuz demektir. Şehir bu insanlar için vardır, devlet bunlar için
vardır; şehir yöneticileri de bunların varlığını fark etmek ve onları
güçlendirmek için vardır. Bu yabancılaşma insanın insana yabancılaşması, şehrine yabancılaşması, yaşadığı mekâna, binaya yabancılaşması ve yalnızlaşması çok ciddi bir sorundur. Dolayısıyla şehri
inşa ederken yoğunlukları azaltacak insani ölçeği ve büyüklükleri
kesinlikle korumamız gerekir.
Neden pahalı evlere sahip
oluyoruz? Devlet Arazi üretmeli
İnsanlara ezberletilmiş bir çaresizlik veya ezberletilmiş bir ümitsizlik
var. Arazi üretmediğin zaman, mekânı daralttığın zaman, binaları
sıkıştırdığın zaman, insanlar “şehirde yer yok!” algısına geliyor. O
zaman küçücük bir alana çok kat yapmamız lazım. Arazinin sahibi
kim, işte birisi, diyelim ki belediye, imar planlarını değiştirerek yirmi
kata kadar izin verdi. Adam diyor ki “ben şimdi buraya yirmi tane
daire yapacağım, yarısını arsa sahibine vereceğim, geri kalanından
maliyet parasını çıkartmam lazım.” Ne oldu, fiyat yükseldi. Özellikle
son 10 yılda evin yuva olma mantığı değiştirilmiştir, bu çok önemli
bir şey, onu finansal bir araca çevirdiğimiz için algılarımız da oraya
yönlendirildiği için, araya da bankalar girdiği için ne yapıldı, konutların fiyatları şişirildi.
Bundan 10 sene öncesine gidelim, İstanbul’da bizim oturduğumuz
Küçükçekmece’de insanlar üç dört yıl senet ile aynı eve sahip olabiliyordu, bugün aynı eve 10 yıl vade ile sahip olamıyorlar. Türkiye’de ne
değişti, Türkiye ekonomisi mi büyüdü, hangi ekonomi büyüdü, evlerin
fiyatları neden bu kadar şişti? Milli gelir artışı oldu ama insanların
gerçek anlamda bugün işçi olan, esnaf olan, memur olan insanın
geliri o kadar arttı mı? Daha önceden bir insan aynı konuta üstelik
daha az katlı bir konuta dört beş sene çalışarak sahip olabiliyordu
veya kiraya verseydi on on iki yıllık kirasıyla evini geri alabilirdi.
Bugün aynı insan o eve sahip olabilmesi için en az yirmi sene çalışması lazım, kiraya verdiği zaman otuz yılda geri dönüşünü yapıyor.
Ne değişti acaba, inşaat malzeme maliyetleri mi arttı, işçilik maliyetlerimi arttı? Hayır, maliyetler artmadı, üstelik de düştü.
Yüksek ve yoğun teknoloji kullanımından, malzeme bilgisinin artmaMayıs - Haziran 2013 41
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
sından ve uygulama alanında cihazların gelişmesinden dolayı inşaat
maliyetleri göreceli olarak kesinlikle düşmüştür. Ücretlere göre de
düşmüştür. Ancak bankaların araya girmesi, olayın bir finans unsuru
haline dönüştürülmesinden dolayı çok katlı binalarda bir daireye çok
pahalıya sahip oluyoruz. Olay algının değişmesidir, olayın bir finansal
unsur haline getirilmesidir.
Konut üretiminde devletin arazi üretmesi esastır. Arazideki bütün alt
yapıyı en ideal şekilde yapmak, elektrik, su ve kanalizasyon devletin,
belediyelerin işidir. Ondan sonra insanlar evi kendi estetik anlayışı ve
ihtiyaçlarına göre tasarlar ve yaparlar. Bunu yaptığı zaman 100-120
metrekare bir eve insanlar 60 - 80 bin liraya rahatlıkla sahip olabilirler. Bugün yeni bir apartman dairesini ortalama 250–400 bin liraya
alıyorsun, daha yüksek fiyatlıları söylemiyorum.
Biz adeta bir akıl tutulması yaşıyoruz, bu akıl tutulmasından çıkmamız lazım. Bu politikalar aynı zamanda gelir adaletini bozucu etkiler
yapmaktadır, insanların umutlarını kırmaktadır, devletin bu konuda
gerekli adımları atıp, ailenin varlığını ve devamını sağlayacak şekilde
konuta daha uygun, daha ucuz daha rahat ulaşabilmesinin sağlanması gerekir. Türkiye’de kesinlikle arazi sorunu yoktur, kaynak sorunu
yoktur. Şu anda çok pahalıya ve üstelikte çok kalitesiz evlere sahip
oluyoruz. Hep duyuyoruz Amerika’da müstakil evler, Türkiye’deki
apartman dairelerimden daha ucuz deniliyor, neden malzeme bizden
daha mı pahalı, işçilik maliyeti bizden daha mı pahalı, niye bu kadar
pahalıya alıyoruz? İnsanımızın eve erişmesi kolaylaştırılmalı gayri
menkule dayalı bir ekonomiden değer merkezli bir ekonomiye dönüşüm sağlanmalıdır. Emlak piyasalarında fiyatın gerçekçi olmasında
devletin arazi üretmesi esastır.
Yerimiz mi dar?
Bildiğiniz üzere Türkiye 780 bin kilometrekare üzerinde 76 milyon
insanın yaşadığı bir ülkedir. Türkiye Avrupa birliği ülkelerinin çoğundan az ülke nüfus yoğunluğuna sahiptir. Burada ülke nüfus yoğunluğu, şehir coğrafi nüfus yoğunluğu ve yerleşim yeri nüfus yoğunluğu
kavramlarına dikkat etmeliyiz. Bu ayrışımı doğru yapmazsak rakamlar bizi yanıltabilir.
Türkiye 780 bin km2, nüfus 76 milyon, nüfus yoğunluğu km2 ye
98 kişi. Hollanda 41 bin 543 km2, 16 milyon 850 bin kişi yaşıyor,
nüfus yoğunluğu 405 ki Hollanda’nın topraklarının %25’i denizden
kazanılmış, dolgu ile yapılmıştır ve Hollanda bu küçük alanda dünyanın en büyük tarımsal üretimini yapmaktadır ve siz Hollanda’ya
gittiğiniz zaman hiçbir yoğunluk yerleşim yerlerinde hissetmezsiniz.
Hollanda’yı bizim Konya ile karşılaştırabiliriz. Konya 39 bin km2,
yaklaşık Hollanda kadar, Konya’nın şehir nüfusu 2 milyon 100 bin
şehir coğrafi nüfus yoğunluğu 50. Yani Konya Hollanda’ya göre
8 kat daha az nüfus yoğunluğuna sahip. Aynı Konya’da şehirdeki
yerleşim yerlerindeki nüfus yoğunluğu Hollanda’dan daha fazladır.
Konya ve Hollanda da bir insan olarak şehirde yaşadığınız zaman
hangisi size daha yoğun gelir maalesef burası Konya’dır. Aynı şekilde
İsviçre’ye gittiğimiz zaman, orası da Konya kadar bir yer, 8 milyona
yakın insan yaşıyor, oranın nüfus yoğunluğu 188. İsviçre Türkiye’ye
coğrafi olarak çok benziyor. Orası da dağlık bir ülke 185 metre ile
4000 metre arasında değişen yüksekliklerde yerleşimler var. İngil42 Mimar ve Mühendis
tere de 131 bin km2 de 53 milyon insan yaşıyor nüfus yoğunluğu
407 yani Türkiye’nin 4 mislinden fazla ancak siz orada bir yoğunluk
hissetmiyorsunuz?
Almanya’nın nüfus yoğunluğu Türkiye’nin 2.3 mislidir. Ancak siz orada
yaşarken bir yoğunluk hissetmezsiniz, küçük şehirler belli bir üretime
odaklanmış, birbirine kara ve demir yolları ile bağlanmıştır. İnsanlar
sakin, huzurlu ve güvenli bir şekilde küçük ancak her şeyin ve hizmetin
olduğu şehirlerinden, daha büyük şehirlere gitme özlemi duymadan
yaşarlar. Böyle bir mazeret kabul edilemez; “işte Almanya çok düz,
İngiltere çok düz, işte biz ondan dolayı kentlerimizi çok yoğun yapmak
durumundayız, alan sorunumuz var, yer sorunumuz var”.
Türkiye geniş ve mümbit arazileri ile şehirleşmeye uygun bir ülkedir.
Devletin yeni şehir merkezleri oluşturması ve bunları demir yolları ile
kara yolları ile bir birine bağlaması gerekir. Kentsel dönüşümde sıkıştığımız alandan çıkmamız gerekir. Kendi şehircilik kültürümüzü yeniden inşa ederek şehirlerimiz yaymalı ve az katlı olarak inşa etmeliyiz.
İnsanlarımız için ekonomik, huzurlu şehirler kurmada yaşadığımız
durumu fırsata çevirmeliyiz. Bir çok ülkelerde insanlar bizden daha
sakin ve rahat şehir ortamlarında yaşıyorlar. Sürdürülebilir dediğimiz,
erişilebilir dediğimiz, insanların bisiklet kullanarak işlerinden evlerine
gidebildiği şehirler. Niye bizde de olmasın bu bizim için bir hayal
değil yaşanabilir ve inşa edilebilir bir gerçekliktir.
Kent Rantının Şehirliye Aktarılması
Türkiye’nin sorunu arazi üretim sorunudur. Bugün devlet yeterince
araziye sahiptir, araziyi uygun şartlarda alt yapısını da kurup üreterek insanlarına temin etmelidir. İlk arazi üretimindeki emsalin
dışında oluşacak her türlü emsal artışlarında, devlet kamu adına
ortak olmalıdır. Bu şekilde arazi rantına dayalı büyümeden değer
merkezli üretime dayalı büyümeye geçme noktasında bir imkân
ancak oluşturulabilir.
Bir ülkede konut fiyatlarındaki aşırı şişme gelir adaletsizliğini beraberinde getiriyor. Uzun vadeli borçlanmalar yüzünden piyasada para
sıkıntısı yaşanıyor, insanlarımız kredi borçlarını yeni kredi borçları
ile kapatmak zorunda kalıyor. Para belli insanlarda ve bankalarda
toplanıyor. Konut fiyatlarının şiştiği her yerde ciddi ekonomik krizler
olmuştur. Bugün İspanya, İrlanda, Amerika buna örnektir. Dün, Japonya, Singapur, Kore bu örneklerdendir. Türkiye konut fiyatları şişmiştir,
insanlar farkında olmadan yaşıyorlar bu şehirde,
farkındalıkları yok. Bir insanı fark etmeyen her şeyi
kaybetmiş demektir. Hele ki engellileri, yaşlıları,
mazlumları, mağdurları fark edemiyor ve gereğini
yapamıyorsanız, algıları ve tepkileri sağlıksız
bir şekilde şehirde adeta ölü gibi yaşıyorsunuz
demektir. Şehir bu insanlar için vardır, devlet
bunlar için vardır; şehir yöneticileri de bunların
varlığını fark etmek ve onları güçlendirmek
için vardır. Bu yabancılaşma insanın insana
yabancılaşması, şehrine yabancılaşması, yaşadığı
mekâna, binaya yabancılaşması ve yalnızlaşması
çok ciddi bir sorundur.
biraz daha şişebilme kapasitesine sahip olması patlamayacağı
anlamına gelmez. Markalı şehirler ve binalar üzerinden pazarlanan
mekân ile insanımızın bütün birikimleri konuta yönlendirilmiştir.
Bugün küçük işletme sahipleri öz sermayesinin önemli bir kısmını
konuta yatırmakta, üretim gücünü azaltmaktadır. Azalan üretim
kapasitesi için ya kamudan ya da bankalardan kredi almak zorunda
kalmaktadır. İçine girilen bu fasit daire ile sürdürülebilir büyüme
ortamı risk altındadır.
Dünün sanayicileri konuttaki kazancı görerek ya üretimden çıkmakta ya da mevcut işini geliştirmek için yatırım yapmamaktadır. Bu
gelecek adına Türkiye’nin üretim kapasitesinin düşmesi, istihdamın
azalması veya nitelikli istihdam kapısının daralması demektir. Türkiye konuta, emlaka dayalı büyümeden çıkarak, üretime, AR-GE’ye,
inovasyona dayalı büyüme stratejileri geliştirmelidir. Bunun dışındaki
büyüme ve istihdam politikaları ülkeyi kısa zamanda altından kalkılamayacak bir krize sürükleyebilir.
Öbür taraftan ise kamunun yaptığı bazı yatırımlar ve imardaki emsal
artışlarıyla yükselen arazi fiyatları nedeniyle ortaya çıkan maddi
değerin kamuyla paylaşılması için kanuni düzenlemeler yapılmalıdır.
Emsal artışlarından oluşacak her türlü değer kamuya aktarılmalıdır.
Üçüncü Köprü, hava alanı ve kanal projeleri nedeniyle değerlenecek
arazilerin geliri bir şekliyle kamuya aktarılmalıdır bu konuyla ilgili bir
yasal düzenleme acilen yapılmalıdır. Bu gelirler kentsel dönüşüm için
en büyük kaynaklardan birini oluşturabilir.
Türkiye arazi rantı üzerinden geleceğini inşa edemez. Genç ve
eğitimli nüfusumuzu daha kaliteli, nitelikli sürdürülebilir istihdama
yöneltmemiz için sanayi, teknoloji yatırımlarına dayalı büyüme yöntemlerine ağırlık vermeliyiz. Ülkenin zaten yeterli olmayan sermaye
birikimi konut ve lüks tüketime yönlendirilerek heba edilmemelidir.
Markalı şehirden çok, marka olan ürünler ve teknolojiler üretmeliyiz
bu noktada çalışan üreticilerimizi, sanayicimizi konut sektörüne kurban etmemeliyiz, onların önünü açacak yeni bir kalkınma ve istihdam
heyecanını yaymalıyız.
Yaşanacak bir ülke ve şehir hayal edelim
Bir şehir hayali kuralım, rahat ve sosyal donatı alanları çokça olan,
semt parkları, kent ormanları, bahçeli evleri olan ve herkesin müstakil
evi olan, çocukların okullarına yürüme gidebildiği, yaşlıların camiye,
parka gidip buluştuğu, rahat nefes alan bir şehir, mümkün mü?
Yerimiz yetmez mi işte size rakamlarla bunun Türkiye’de mümkün
olabileceğini anlatayım.
Türkiye’de her haneye 400 m2 net alan evini kurması için versek ve
her hane içinde şehirde 600 m2 yollar, sosyal donatı alanları, kamu
binaları ve işyerleri için versek hane başı gerekli olan toplam alan
1.000 m2 eder. 2050 de Türkiye nüfusunun 100 milyon olduğunu
kabul edersek, bu da 25 milyon hane eder. Bunun için gerekli alan
25.000 km2 arazi eder, buda Türkiye’nin Konya ilinin toplam alanının
% 70’i eder. Tabi ki şehirlerimizi bütün ülkeye yayacağız. Yerine göre
3,4, 5 katlı binaları konut için yapacağız. Yerine göre çok katlı binaları otel, işyeri, ofis olarak yapacağız, gerekli olan arazi 100 milyon
halk ve 25 milyon hane için 15-20 bin km2 lere kadar düşecektir. Bu
durumda tarımsal üretim için olan arazilerimizden de bir şey kaybetmeyeceğiz. Bu örnekle abartarak da olsa şunu fark ettirmek istedim.
Ülkemizde yaşanabilir, estetik, insani şehirleşme için alan, arazi
sorunu yoktur. Daha güveni, huzurlu, az yoğunluklu şehirler kurmamız
mümkün. Bu bir hayal değil yapılabilecek ve olabilecek bir gerçektir.
Vermiş olduğum örnekler bunu gösteriyor.
Türkiye bu durumu örnek alarak şehirsel mekânın planlamasını ve
tasarımını yaparak şehirlerini daha az yoğunluklu, insani ölçeklerde
inşa edebilir. Dünyada “yavaş şehir” konsepti gelişiyor, yani kendi
kendine yeten şehirler. Enerjisini kendisi üreten, tarımsal ürünlerde
belli düzeyde yeterli üretime sahip olan, sakin ve insani ölçeklerde
ev ve mekân tasarım gerçekleştirmiş, kendi yerel misyonunu geliştirmiş şehirler. Marka değil, yaşanabilir şehirler oluşturmalıyız. Değer
üreten, üretime odaklı, birbirine entegre olmuş şehirleri yeni ulaşım
imkanlarını da kullanarak ülkenin her yanına yayabiliriz. Şimdi bütün
bu imkânları dünyayı bir daha doğru okuyarak yapabilmemiz lazım,
olayı bir müteahhitlik uygulamasından çıkarmamız lazım, herkes için
şehir yaparken insan odağı koymamız lazım, Türkiye’nin barışını sağlayacak aynı zamanda ufkunu genişletecek bir proje olarak kentsel
dönüşüme bakmamız lazım.
Şehirlerin kimliği ve İstanbul silueti
İstanbul'un tarih içerisinde oluşmuş, gravürlere de yansıyan bir silueti
var. İstanbul'un silueti, daha çok sur içinde tanımladığımız alan; tarihi
yarımada dediğimiz bölgedir. Sarayburnu'ndan ya da Üsküdar'dan
baktığımız zaman bu siluet ortaya çıkar, yedi tepede Osmanlı'nın
yapmış olduğu anıtsal yapılar, kubbeleri ve minareleriyle gökyüzünde oluşan görüntü, şehrin muhteşem siluetini oluşturur. Ayasofya,
Sultanahmet, Topkapı Sarayı, Süleymaniye Külliyesi, Şehzade Cami,
Nuri Osmaniye Cami gibi anıtsal yapılar… Eskiden Topkapı surları
dışından bakıldığında görülen kara suları da bir siluettir. Bugün kara
sularının dibinde sur içinde ve dışında yükselen çok katlı yapıları gördüğümüzde bir anda irkiliyoruz, şaşkında dönüyoruz.
Bugün tüm dünyaya bilinen İstanbul silueti, İstanbul'un İslam ile
olan bağını kurduğumuz siluettir ki; en göze çarpan görüntü, güneş
batarken camilerin minarelerinin ve kubbelerinin fark edildiği siluet
olduğunu söylemek mümkündür. Eğer Ayasofya Camii'ni başlangıç
olarak alırsak yaklaşık 1500 yıllık bir siluettir, son şeklini de son 500
yılda almıştır. Bu kadar geniş alanda anlamlı ve uyumlu bir bütünMayıs - Haziran 2013 43
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
lük oluşturan herhangi bir şehir silueti dünyada yoktur. Dünyadaki
şehirlerin çoğu yeni şehirlerdir, şehrin siluetini oluşturan binaların
çoğu yeni binalardan oluşmaktadır. Dolayısıyla o binaların hiçbir
tarihi ve kültürel değeri olmadığı için zaman içerisinde yıkılıp tekrar
yapılma eğilimindedir. 60 - 80 yıllık betonarmenin ömrüyle sınırlı
geçici siluetler.
İstanbul'un şehir siluetinin korunmasıyla ilgili tabi ki İstanbul Büyükşehir Belediyesi bir kısım çalışmalar yaptı. Bu kararlarda Mimar ve
Mühendisler Grubu'nun " Siluetine Sahip Çık" çalışmaları, yürüyüş ve
basın bildirileri ile oluşturduğu kamuoyunun büyük etkisi olmuştur.
İBB 13 Ocak 2012'de İstanbul'un bütüncül şehir silueti planını çıkardı.
Plan gereği İstanbul'un siluetine etki eden 10 ilçede çalışma yapılarak, silueti bozmaması için çok katlı yapıların saçak altı kot yükseklikleri tanımlanmıştır. Şu anda İstanbul'un siluetine giren 3 bina var.
Bu binalar çok konuşuldu ancak o binaların yıkılması ciddi bir şekilde
gündeme gelmedi. Kamuoyu, toplumsal hafıza ve vicdan bu konuda
rahatsızdır, karar vericilerden en kısa sürede karar almalarını ve
gereğini toplum beklemektedir. Tarih yavaş işler ama adalet eder.
Gelecek Tasavvurumuz
Gördüklerimize ve duyduklarımıza ilgisiz kalmadan, yaşadığı çağın
şahitleri olan bizler, iyiliğin ve güzelliğin söylenmesi ve yayılması
konusunda sesimizi yükseltmeli, şehre, insana ve geleceğimize sahip
çıkmalıyız. Yanlış ve yalan giden konularda ilgili ve sorumlu makam
ve kişileri uyarmalıyız. Şehri insana, doğaya saygılı bir şekilde, onu
bir rant aracı olarak değil Allah’ın bize bir emaneti olarak korumalı
ve güzelleştirmeliyiz. O bizim ve bizden sonrakilerin ortak malıdır.
Bizden sonraki nesillere imar edilmiş, huzurlu ve yaşanabilir şehirler
bırakma herkesin görevidir. Şehirlerimizi yeni bir medeniyetin taşıyıcıları olarak geleceğe taşımalıyız. Şehir bizim o bizim geleceğimizdir.
Kentsel dönüşümden adeta bir şehir çıkarmalıyız. Bu ülkenin insanları, Süleymaniye gibi bir cami ve külliye inşa ediyorsa o eseri yapan
insanların bilgeliği içerisinde, şehirlerini tekrar bir bütün olarak inşa
edecek bilgiyi ve mayayı özlerinde bulunduruyor demektir. Şehir-
44 Mimar ve Mühendis
Bir ülkede konut fiyatlarındaki aşırı şişme gelir
adaletsizliğini beraberinde getiriyor. Uzun vadeli
borçlanmalar yüzünden piyasada para sıkıntısı
yaşanıyor, insanlarımız kredi borçlarını yeni
kredi borçları ile kapatmak zorunda kalıyor. Para
belli insanlarda ve bankalarda toplanıyor. Konut
fiyatlarının şiştiği her yerde ciddi ekonomik
krizler olmuştur. Bugün İspanya, İrlanda, Amerika
buna örnektir. Dün, Japonya, Singapur, Kore bu
örneklerdendir. Türkiye konut fiyatları şişmiştir,
biraz daha şişebilme kapasitesine sahip olması
patlamayacağı anlamına gelmez.
lerimizi keşmekeş, karmaşa, çöküntü ve sahipsizlikten kurtaracak,
insanlarımıza hak ettiği sağlıklı sosyal donatı alanlarına sahip, her
yaştan insanın ihtiyaçlarına göre, yaşayan ve birlikte var olmaktan
güç ve keyif alan şehirler olarak inşa etmeliyiz. Şehirlerimiz eskiden
olduğu gibi zengini fakiri, doğulusu batılısı her bireyinin birlikte yaşadığı, paylaşmaktan ve diğerinin varlığından güç aldığı, sosyal barışını sağlamış medeni ve mutlu, birey ve ailelerin olduğu mekânlara
kavuşturulmalıdır.
Kentsel dönüşümden adeta bir birlikte var olma manifestosu çıkarmalıyız. İnsanın emeği ve yuvası her şeyden azizdir. Bu dünyada
mekânını ve zamanını doğru tasarlayanlar gelecek adına iyi şeyler
söylemiş olurlar. Dünden bugüne kalan iyi şeyleri ve onları bina eden
mimar ve idareciler bugün nasıl rahmetle anılıyorsa, bizde bizden
sonraki nesillere hayırla ve minnetle yâd edilecek yaşanılası şehirler
armağan etmeliyiz. İnsanı, çevresi, kültürü ile bugüne ait bütün güzellikleri şehirlerimiz üzerinden geleceğe taşımalıyız. Bugün önümüze
gelen Kentsel dönüşüm fırsatını gelecek adına imkâna çevirmeliyiz,
hep birlikte yeni bir gelecek inşa etmeliyiz. Şehir tasavvuru olanları
mekân ve zaman davet etmektedir. Hemen şimdi, geleceği ihya
etmeye başlayalım, sabırla, azimle, bilgiyle, aşkla…
Mayıs - Haziran 2013 45
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Dilaver DEMİRAĞ
Gazeteci-Yazar
ŞEHRİ SATMAK: RANT YARATAN
KENTLEŞMENİN DAYANILMAZ AĞIRLIĞI
Ş
Günümüzde kentleşmeyi tehdit eden en
büyük faktör kentsel yayılma meselesi.
Hatta ekünemepolis kavramı ile devasa
(mega) şehirlerin giderek ucu bucağı
olmayan birer kanserli hücre gibi yayılma
eğilimi, kent kavramının derin bir
dönüşüm geçirmesine yol açmakta. Bu
durum karşısında şehir kavramı tamamıyla
bir şey ifade etmeyen bir kavram halini
almakta.
ehirlerin yayılma nedenleri özellikle batı dışı dünyadaki kentsel
yayılım büyük oranda göç ve göçle birlikte ortaya çıkan nüfus
artışından kaynaklanıyor. Bu durumun yarattığı en büyük sıkıntı
ise konut yapılmaya uygun arsadır. Devletin bireylere alt yapısı
tamamlanmış ucuz arazi ve ucuz konut finansmanı sağlamaması nedeni ile arazi rantı önemli bir sorun olarak karşımıza
çıkıyor. Bunun sonucu kentlerin kıyılarında gecekondu denilen
ve yasal arazi üretiminden kaynaklanmayan yasadışı yerleşimler oluşmakta. Kentte, devletin konut altyapı finansmanı sağlamaması nedeni ile oluşan büyük arazi rantlarından kaynaklanan
bu sorun, konut fiyatlarındaki aşırı yüksekliğinde nedeni. Daha
önceki sayılarda el aldığımız inşaat furyası nedeni ile piyasada
oluşan balon riskinin de en önemli nedeni.1 Hatta dünyanın en
büyük ekonomilerine diz çöktüren küresel mali krizin de arka
planında bu rant sorunu yatmakta. Rant sorununun kaynağı ise
aslında mülkiyet meselesidir. Özel mülkiyetin kamu aleyhine
bile olsa dokunulmazlığı, arazi rantı ve bu rant nedeni ile oluşan
bina fiyatlarının şişmesine neden olmakta. İşte bu yazıda bu
meseleyi ele almak istiyorum.
rantın spekülatif yanına dikkat çekmiştir. Ricardo’ya göre rant,
toprağın özgün ve yok edilmez güçlerini kullanmanın karşılığında, elde edilen üründen toprak sahibine yapılan ödemedir.
Ricardo’ya göre, tüm topraklar aynı özelliklere sahip, toprağın
miktarı sınırsız ve kalitesi de tekdüze olsaydı, toprak kullanımı
karşılığında hiçbir ödeme istenemezdi. Toprak ne zamanki
kendine özgü ayrıcalıklara sahip olur, miktarı sınırsız olmaktan
çıkıp kalitesi değişmeye başlar ve nüfus artışı nedeniyle daha
düşük kaliteli ya da daha az avantajlı konumdaki topraklar
önem kazanır, o zaman toprak kullanımı karşılığında rant ödenir. Görüldüğü gibi Ricardo’nun rant kavramının temelinde kıtlık
yatar. Ricardo iktisadında kıtlığın temelinde toprak kısıtı vardır.
Hâsılı nüfus baskısı yalnız toprağı değil, her çeşit malı ve hizmeti kıtlaştıracak güçtedir. Buna bir de kırdan kente göçü eklersek,
hemen her şeyden rant geliri elde etmek mümkündür. Bugün
en yüksek rantlar kentlerde, konut, eğitim, sağlık gibi alanlarda
kendini göstermektedir. Böylece rantla spekülasyon arasındaki
bağ da açığa çıkmış olur. Rant temellinde örgütlenen bir ekonomide kentsel arazi rantı hele de kentte inşaata uygun arazi
yeterli değil ise arazi fiyatlarındaki artış kaçınılmaz olacaktır,
bu durumda bu kadar kolay kazanç sağlanan bir alana yatırım
yapılarak araziler kapatılmakta, arazilerin rant değeri arttığı
oranda konut maliyetleri de çoğalmakta ve bu durumda konuta
Rantın Dokunulmaz Kutsallığı
Rant olgusunda iktisat teorisyeni David Ricardo’yu anmadan
geçmek olmaz. Çünkü Ricardo rant ve kıtlık olgusu temelinde
46 Mimar ve Mühendis
Bugün en yüksek rantlar kentlerde, konut, eğitim,
sağlık gibi alanlarda kendini göstermektedir.
Böylece rantla spekülasyon arasındaki bağ da
açığa çıkmış olur.
dönük talep için gerekli arz konut yatırımı yapanların yatırımlarından
daha hızlı artış sağlayarak büyük bir getiri sağlamakta. 10 yıl önce
yaptığı yatırımdan birkaç kat fazla gelir sağlayan bir konut sahibi, bu
konutu arazi değeri olarak konut üreticisine verdiğinde yatırım yaptığı
rakamın üstünde bir kazanç sağlayabilmekte. Hal böyle olunca da üretim yerine kolay gelir elde etme olanağı veren rant alanlarına yatırım
yapılarak bir rant ekonomisi sağlamakta.
Rant olgusu özel mülkiyetin kamu yararına bile olsa asla sınırlandırılamayacağı anlayışının bir yansımasıdır. Şehirci David Harvey bu olguya
şöyle dikkat çeker.
“Rantın tüm biçimleri, özel mülk sahiplerinin bazı mallar üzerindeki tekelci gücüne dayanır. Tekel rantı, önemli bazı özellikler
açısından eşsiz veya kıyaslanamaz olan bir malın denetimini tek
başına elinde tutan bir toplumsal aktörün, bu malın doğrudan
veya dolaylı mübadelesi yoluyla uzun bir süre katmerli bir gelir
elde edebilmesinden kaynaklanır.”2
Harvey, kentsel mekâna yapılan yatırımların rant ekonomisine can
suyu sağladığını, kentsel girişimciliği besleyen kentsel dönüşüm vb.
metropoliten yatırımların bütünsel olarak tekel rantının besleyecek
biçimde kümülatif etkide bulunduğundan söz eder. Yapılan her yatırım
arsa spekülasyonunu besler. Örneğin kongre turizmi için bir alan seçildiğinde oradaki evler değerlenir çünkü bu evlerin otel olma durumu söz
konusudur. Ya da köprü yapılacak olduğunda köprünün güzergâhındaki
arsalar değerlenir. Tüm bu gelişmelerde kazançlı çıkan uzun erimli
yatırım yapanlar, ya da rastlantısal olarak orada önceden ev yapan,
ev satın alanlardır.3 Harvey, kentsel rantı yaratanın şehir yönetimi
olduğunu, küresel kent mantığını bu rantı beslediğini hatta kent yönetimlerinin de bir rant spekülatörü gibi davrandığını belirtir.
Ranttan Ranta Dayalı Kalkınmaya
Harvey’in söyledikleri Türkiye’de çok daha katmerli bir biçimde uygulanmaktadır. Türkiye’de, kentlerdeki sosyo-ekonomik değişimlerle
birlikte hızlı bir nüfus artışı ve kentleşme olgusu yaşanmaktadır ve
kentleşme sorunu giderek büyüyen boyutuyla çözüm beklemektedir.
1950’li yıllardan beri kırsal alandan kentsel alanlara çok yoğun bir
göç başlamıştır. Bunun sonucunda zaman içinde kentleşme sorunu
ve konut açığı ortaya çıkmıştır. Ancak, konut sektörüne yapılan yatırımların üretken yatırımlar olarak kabul edilmemesi nedeniyle gereken
önlemlerin alınmaması, kamu kaynaklarının dağınık ve yetersiz oluşu,
konut yapımında, konut sahibi olmada, yeterli ve etkin bir sistemin
oluşmasını engellemiştir. Böylece günümüzde konut sorunu önemli
boyutlara ulaşmış durumdadır. Hal böyle olunca spekülatif arsa rantları da konut piyasasını güçlendirerek konut yatırımlarının spekülatif ve
ekonomik getiri elde etmeye yönelik olmasını sağlamaktadır.
Türkiye örneği, mutlak ve farklılık rantlarının sürekli üretildiği ve ancak
kısıtlı biçimde vergilendirildiği, dolayısıyla mekân üzerinden sermaye
biriktirmenin ve eşitsizlik üretmenin kolayca başarıldığı, bu eşitsizliklerin mevcut toplumsal çelişkileri körüklediği ilginç bir örnek olarak
karşımıza çıkıyor.4 Bundan dolayı da sürekli bir fiyat balonu oluşarak
özellikle de konuta en çok ihtiyaç duyan dar gelirli, ya da orta gelirli
Mayıs - Haziran 2013 47
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Türkiye örneği, mutlak ve farklılık rantlarının
sürekli üretildiği ve ancak kısıtlı biçimde
vergilendirildiği, dolayısıyla mekân üzerinden
sermaye biriktirmenin ve eşitsizlik üretmenin
kolayca başarıldığı, bu eşitsizliklerin mevcut
toplumsal çelişkileri körüklediği ilginç bir örnek
olarak karşımıza çıkıyor.
ailelerin çok güç şartlarda ve sürekli borçlanarak konut sahibi olmasına neden olmaktadır.
Kent arazisinin düzenlenerek konut üretimine uygun hale getirilmesi
ve bu arsalarda da uygun ve ucu fiyatlı konut üretimi değil de tower
vb. yüksek katlı binalara yönelinilmesi ve bunun da kamu sektörü tarafından teşviki tam da ranta büyük bir imkân alanı açmaktadır.
“Nitekim Türkiye’de gayrimenkule yatırım çoğu dönemde öncelikli olarak düşünülen bir yatırım aracına dönüşmektedir. Ciddi
biçimde vergilendirilmeyen bu taşınmaz varlığı kentlerin büyüyüp
gelişmesiyle önemli rantlar üretebilen ve bu rantların vergilendirilmeksizin el konulabilmesiyle maksimize olan bir zenginleşme
aracına da dönüşmektedir.
1980’lere kadar imalat ve montaj sanayi ile sermaye biriktiren
şirketlerin 1980 sonrası kent rantlarını keşfetmeye, kentsel arsa
yatırımlarını çoğaltmaya başladıklarını, 1980 sonrasının enflasyonist ortamında gayrimenkulün, siyasi yolsuzluk, kapitalist
gelişme ve uluslararası finansın iç içe geçtiği İstanbul’da en yüksek kâr getiren sektör olduğunu görüyoruz. Ancak özellikle 2000
sonrasında küçük, büyük, yerli yabancı her tür girişimci dışında
bizzat belediyeler, kamu kuruluşları ve bakanlıklar dahi gelir
yaratmak ve bütçe denkliği sağlamak üzere kentsel yatırımlara
ilgi duymaya başlamıştır. Kentsel topraktan elde edilen gelirlerin
cazibesi, diğer tüm servet biriktirme girişimlerini ikincilleştirecek
dereceye gelmiştir.”
Metalaştırılmış mekân üretimi olarak ifade edebileceğimiz bu durum
2000’li yıllardan itibaren inşaat sektörü ve onun yarattığı rantlara
dayalı bir ekonomik kalkınma modeli ile mekânın küreselleştirilerek
spekülasyon ve rant peşindeki çok uluslu inşaat şirketlerini de kente
çekmeye dönük bir gelişme biçimine dönüştü. Bunun sonucu olarak bizzat devlet ve kamu kurumları rantiyeye dönüşürken, kentsel
48 Mimar ve Mühendis
dönüşüm, soylulaştırma gibi olgularla kent mekânı pazarlanıp peşkeş
çekilebilmekte bu arada konuta en çok gereksinmesi olan yoksullar ise
kentin merkezinden kenarlarına sürgün edilmektedir. Bu politika sonucu
dar gelirli için uygun ve mühendislik bilimine uygun koşullarda yapılmış
konut üretimi için kurulan TOKİ bizzat kendisi kentsel rantı dağıtan bir
kurum haline dönüşmüştür.
Kent toprağı üzerinden zenginlik elde etmenin bu kadar kolay ve
cazip olduğu koşullarda sadece ulusal ya da uluslararası sermaye
değil, düşük ve orta gelirli vatandaş da, belediyeler, kamu kurumları
hatta bakanlıklarında bütçe açıklarını kapatmak için bu yolu seçtiği ve
sürdürülebilir kentsel politikaların terk edildiği, tüm aktörlerin inşaat
tarikatına girdiği görülmektedir.
Sonuç
Spekülatif niteliği olan bu durum sürekli bir fiyat balonu ve bunun sonucunda aşırı değerlenen konut nedeni ile inşaat sektörünün durgunluğa
itilmesine neden olmuştur. Kısacası ranta dayalı gelişme modeli nedeni
ile bugün konut sorunu Türkiye için büyük bir kriz potansiyeli olarak pimi
çekilmiş bir bomba gibi durmaktadır.
Ancak artık birilerinin bu rant eksenli ekonomik gelişme ve buna dayalı
sermaye birikimi mantığına itiraz etme zamanı da gelmiş durumda.
Bunun yarattığı ekonomik olduğu kadar ekolojik afetleri de önlemek
için rant ekonomisine ve onun kalbi olan rant, arazi spekülasyonu üzerine kurulu konut politikasına son vermek zorunludur ve burada vicdan
sahibi Müslümanlara çok iş düşmektedir. Ucu bucağı olmayan ekumenepolisler, megapoller ekolojik çöküş yaratmaktan geri kalmamaktalar.
Bugün yeryüzü kaynaklarını sömüren bu devasa moloklar canlı hayatın
en büyük düşmanı kesilmiş haldeler. Ne yazık ki kapitalizmin şehvetine
kapılan kent yöneticileri, kamu görevlileri, siyaset erbabı bu çöküşün
motor gücü konumundalar.
Malum, kıyametin alametlerinden birisinin çokça inşaat yapılması olduğu bir çok rivayette ifade edilmektedir, dahası bizzat kitap bu konuda
müminleri uyarmakta: “Sizler her yüksek tepeye gösteriş amaçlı bir anıt
dikerek boş işlerle mi oyalanıyorsunuz.?” (Şuara.128) bir başka ifade
ile “Siz her yüksek yere koca bir bina kurup, boş şeyle mi uğraşırsınız?
Temelli kalacağınızı umarak sağlam yapılar mı edinirsiniz” (128-129)
Allah ayetlerinde ölümsüzlük sevdasına kapılan Kârunları uyarmakta
dünyaya kazık çakacağınızı sanarak boş işlerle uğraşmayın diye. Ama
o Karunlar için Allah’ın azap tehdidi bile nefslerinin şehvetine kapılmalarına engel teşkil etmemekte ve vicdansızca rant yolu ile bir sömürü
ekonomisi oluşturmaktalar ve yoksulun hakkın gasp etmekteler. Bu
nefsperesteler, ranta dayalı ekonomik gelir sevdasına kapılanlar
bunun bedelinin ağır olduğunu yine de unutmasalar iyi olur, çünkü bu
dünyanın bir de ahreti var, oradaki azap buradaki para şehvetinden
daha elim olacak. Bu arada rant yaratarak kendine bağlı bir sermaye
ile güç devşireceğini sanarak Firavunlaşmanın bir bedeli olacağı da
unutmamalıdır.
KAYNAKlar
1
Dilaver Demirağ, Kıyamet Kopacak mı? Mimar ve Mühendis Dergisi, Sy:
2
David Harvey, Asi Şehirler, Şehir Hakkından Kentsel Devrime Doğru, Çeviri: Ayşe Deniz
Temiz, Metis Yayınları, İstanbul-2013,s:145
3
Age, s:157
4
Erbatur Çavuşoğlu,İslamcı Neo-Liberalizmde İnşaat Fetişi Ve Mülkiyet Üzerindeki Sim-
gesel Hâle, Birikim Dergisi sayı 270, Birikim Yayınları, İstanbul-Ekim 2011, s:43
Mayıs - Haziran 2013 49
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Esengül DEMİR
Coşkun TUNÇ
Jeoloji Mühendisi
Şehir Plancısı
KENTSEL DÖNÜŞÜMLERDE YENİ BOYUT
O
Ülkemizin çok mühim bir kısmı, başta deprem
olmak üzere tabiî afetlerin riski altındadır.
Buna rağmen, mevcut yapıların büyük bir
kısmının muhtemel afetlere karşı dayanıklı
olmadıkları ve orta şiddetteki bir depremde
bile ağır derecede hasar görüp yıkıldıkları,
bundan dolayı sosyo-ekonomik problemlerin
yaşandığı ve devletin beklenmedik bir anda
büyük malî külfetler ile karşı karşıya kaldığı
bilinmektedir.
nbinlerce insanın ölümüne ve çok yüksek malî kayıplara sebebiyet veren ve 1999 yılında Marmara Bölgesinde vuku bulan
büyük deprem felâketleri, müteakip depremler ve en son olarak
2011 yılında Van’da meydana gelen deprem ile bu gerçek acı
bir şekilde ortaya çıkmıştır. Ülkemizin bazı yerleri ve buralardaki
yerleşim merkezleri hâlen çok yüksek deprem riski altındadır.
Örneğin, İstanbul’un yakın bir zaman içinde çok şiddetli bir
depremle karşı karşıya kalacağı, bu hususta ihtisas sahibi
bilim adamlarınca ifade edilmektedir. Bazı yerleşim merkezlerinin jeolojik durumu ve zemin özellikleri ise, buralarda iskânın
tehlikeler arz ettiğini ve afet riski altında bulunan bu yerleşim
merkezlerinin bir an önce bulundukları yerlerde dönüştürülerek
buralardaki iskânın yeniden düzenlenmesini ve hatta bunların
başka yerlere nakledilmesini zarurî kılmaktadır. Bu zaruret neticesinde 31.05.2012 tarihinde 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki
Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Kanun” ve 04.08.2012 ve
15.12.2012 tarihli, “Uygulama Yönetmelikleri” resmi gazetede
yayımlanarak yürürlüğe girmiştir.
6306 sayılı kanunun amacı; Afet riski altındaki alanlar ile bu
alanlar dışındaki riskli yapıların bulunduğu arsa ve arazilerde,
fen, sanat, norm ve standartlarına uygun, sağlıklı ve güvenli
yaşama çevrelerini teşkil etmek üzere iyileştirme, tasfiye ve
yenilemelere dair usul ve esasları belirlemektir. 6306 sayılı
Yasayı daha iyi anlayabilmek için yasayı karakterize eden bazı
tanımları kavramak gerekmektedir. Bunlar;
Riskli alan: Zemin yapısı veya üzerindeki yapılaşma sebebiyle
can ve mal kaybına yol açma riski taşıyan, Bakanlık veya İdare
(Belediye ve mücavir alan sınırları içinde belediyeleri, bu sınırlar
dışında il özel idarelerini, büyükşehirlerde büyükşehir belediyele-
rini ve Bakanlık tarafından yetkilendirilmesi halinde büyükşehir
belediyesi sınırları içindeki ilçe belediyeleri) tarafından Afet ve
Acil Durum Yönetimi Başkanlığının görüşü de alınarak belirlenen ve bakanlığın teklifi üzerine Bakanlar Kurulunca kararlaştırılan alan,
Riskli yapı: Riskli alan içinde veya dışında olup ekonomik
ömrünü tamamlamış olan ya da yıkılma veya ağır hasar görme
riski taşıdığı ilmî ve teknik verilere dayanılarak tespit edilen yapı,
Rezerv yapı alanı: Bu kanun uyarınca gerçekleştirilecek
uygulamalarda yeni yerleşim alanı olarak kullanılmak üzere,
TOKİ’nin veya idarenin talebine bağlı olarak veya resen, Maliye
Bakanlığının uygun görüşü alınarak bakanlıkça belirlenen alanlar olarak tanımlanmıştır.
6306 sayılı kanun Kentsel Dönüşümler konusunda çıkarılan ilk
kanun olmamakla birlikte; bu Kanun’un bugüne kadar yapılmış olan kentsel dönüşüm yasalarından ve projelerinden en
belirleyici farkı; hak sahipliği bulunan bulunmayan, tapusu olan
veya olmayan hak sahiplerinin haklarının korunması ve mağdur
edilmemesi olarak dikkat çekmektedir.
Yürürlükteki 7269 sayılı Umumi Hayata Müessir Afetler dolayısı ile Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun,
afet tehlikesine maruz kalmış veya kalması muhtemel bölgelerin tespit edilip “afete maruz bölge” olarak ilân edilmesini
öngörmekte ve böylece “afete maruz bölge” olarak ilân edilen
yerlerdeki meskenlerin ve işyerlerinin afet tehlikesinden masun
yerlere nakledilmesi, bahsedilen Kanundaki usûl ve esaslara
göre yürütülmektedir.
Deprem afetine ve diğer afetlere maruz kalabileceği ilmî ve
teknik araştırmalar ile sabit olan yerlerdeki iskânın kaldırılması
50 Mimar ve Mühendis
6306 sayılı Kanun sayesinde,
başta deprem olmak üzere
tabiî afetler sebebiyle meydana gelmesi kuvvetle muhtemel
can ve mal kayıpları önlenecek; mülkiyet haklarına saygı,
sağlıklı ve düzenli yerleşme,
daha az maliyet ile en fazla
sosyal faydanın temin edilmesi,
kaynakların plânlı, sağlıklı ve
verimli kullanılması ilkelerinin
hayata geçirilmesi de mümkün
olacaktır.
ile başka yerlere tahliye ve nakli işleri, etraflı çalışmaları ve büyük
harcamaları gerektirmekte, bu masrafların karşılanmasında zorluklar
bulunmakta ve 7269 sayılı Kanuna göre belirli bir yerin “afete maruz
bölge” ilân edilmesi, bu bölgede normal hayatın akışını aksatmakta,
“olağanüstü” bazı tedbirlerin alınmasını gerekli kılmakta ve sosyal
problemlere de yol açmaktadır.
7269 sayılı Kanundaki “kanunî mecburiyet” esası yerine, afetler karşısında riskli bulunan alanların ve buralardaki yapıların mâlikleri ile
anlaşma sağlanarak bu riskli yapıların yıktırılıp bu alanların dönüştürülmesinde ve yeniden yerleşimin temin edilmesinde “gönüllülük”
esası getirilmekte; ancak bu esasa uymayanların yapılarının bakanlık
veya idarece yıktırılması ve riskli yapılar ile alanların tahliyesi suretiyle
uygulamada bulunmak da öngörülmektedir.
6306 Sayılı Kanunun Getirdikleri
6306 sayılı Kanun sayesinde, başta deprem olmak üzere tabiî afetler
sebebiyle meydana gelmesi kuvvetle muhtemel can ve mal kayıpları
önlenecek; mülkiyet haklarına saygı, sağlıklı ve düzenli yerleşme, daha
az maliyet ile en fazla sosyal faydanın temin edilmesi, kaynakların
plânlı, sağlıklı ve verimli kullanılması ilkelerinin hayata geçirilmesi de
mümkün olacaktır. Tasarıdaki düzenlemeler, dönüştürme, yeniden
yerleştirme ve yapılaşma hizmetlerinin Devlet ve ilgili kamu kurum
ve kuruluşları eliyle belirli bir plân, program ve düzen içinde gerçekleştirilmesini öngörmektedir. Bundan dolayı Kanun, belirli bir yerleşim
merkezinin karşı karşıya olduğu afet tehlikesinden haberdar olanların
ferdî teşebbüsleri ile afet tehlikesinden masun olduğunu düşündükleri
ancak böyle olmayabilen bölgelerde yetersiz yapı teknikleri ile inşa
edilen yapılara taşınmaları suretiyle meydana gelen ve gelebilecek
olan düzensiz yapılaşmaların ve böylece yol açılan israfın da önüne
geçecektir. Kanun, afet meydana geldikten sonra “yara sarma” değil
de, “yara almama” anlayışına dayanmakta; böylece Anayasadaki “sos-
yal hukuk devleti” ilkesinin hayata geçirilmesi için önemli ve etkili bir
adım atılmasını temin etmektedir.
6306 sayılı kanun da merak edilen konuların başında “Rezerv Yapı
Alanı ve Riskli Alan Tespiti ile Riskli Yapı Süreci” gelmektedir. Detayların yer aldığı “Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında
Kanunun Uygulama Yönetmeliğinin” 4. ve 5. maddesinin gereklerinin
yerine getirilmesiyle; rezerv yapı alanı ve riskli alan tespiti yapılması
öngörülmüştür.
Riskli Yapılar ve Riskli Yapı Süreci
Riskli yapılar, 6.3.2007 tarihli ve 26454 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Deprem Bölgelerinde Yapılacak Binalar Hakkında Yönetmelik”
hükümlerine göre tespit edilir. Vatandaşlar yapılarını, bakanlığa,
belediyelere, il özel idarelerine, büyükşehirlerde büyükşehir belediyelerine, büyükşehir ilçe belediyelerine veya bakanlıkça lisanslandırılacak,
kurum ve kuruluşlara tespit ettirebilirler. Bu aşamada yapılacak taleplerde herhangi bir çoğunluk aranmaz. Maliklerden birinin veya kanuni
temsilcisinin müracaatı ile bu tespit yapılabilir. Tespitler neticesinde
riskli olduğu tespit edilen yapılar, tespiti yapanlar tarafından Çevre ve
Şehircilik İl Müdürlüğüne bildirilir.
Çevre ve Şehircilik İl Müdürlükleri raporları inceler, raporlarda eksik
veya yanlış hususların bulunması halinde raporlar ilgilisine iade edilir,
diğer raporlar ise ilgili tapu müdürlüğüne bildirilir. İlgili tapu müdürlüğünce, tapu kütüğüne işlenen belirtmeler, riskli yapı tespitine karşı
tebligat tarihinden itibaren on beş gün içinde riskli yapının bulunduğu
yerdeki müdürlüğe dilekçe ile itiraz edilebileceği, aksi takdirde tebligat
tarihinden itibaren idarece altmış günden az olmamak üzere belirlenen süre içinde yapının yıktırılması gerektiği de belirtilmek suretiyle,
aynî ve şahsî hak sahiplerine tebliğ edilir ve yapılan bu tebligat müdürlüğe bildirilir. Riskli yapı tespitinin, itiraz üzerine değişmesi halinde,
durum aynı şekilde ilgili tapu müdürlüğüne bildirilir.
Mayıs - Haziran 2013 51
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Şayet belirtilen usullere göre süresinde yıktırılmadığı tespit edilen riskli
yapılar bakanlık tarafından yazılı olarak idareye bildirilir. Buna rağmen
yıktırılmadığı tespit edilen yapılar, bakanlıkça yıkılır veya yıktırılır.
Uygulamanın gerektirmesi hâlinde bakanlık, belirtilen tespit, tahliye ve
yıktırma iş ve işlemlerini bizzat da yapabilir. Bakanlık veya idare tarafından yapılan yıktırmanın masrafları, ilgili tapu müdürlüğüne bildirilir.
Tapu müdürlüğü, yıkılan binanın paydaşlarının müteselsil sorumlu
olmalarını sağlamak üzere tapu kaydındaki arsa payları üzerine masraf tutarında müşterek ipotek belirtmesinde bulunarak bakanlığa veya
idareye ve binanın ayni ve şahsi hak sahiplerine bilgi verir tarzındadır.
Merak edilen konulardan biri ise riskli alan içinde olup da riskli bina
olmayan yapılara ne olacağıdır. Kanunda bu konuya ilişkin “belirlenen
alanların sınırları içinde olup riskli yapılar dışında kalan” diğer yapılardan uygulama bütünlüğü bakımından bakanlıkça gerekli görülenler
de bu Kanun hükümlerine tabi olur denilmektedir. Ayrıca 6306 sayılı
Kanunla 5393 sayılı Belediye Kanunun 73. Maddesinde yer alan Kentsel dönüşüm hükümlerinde kısmi yenilik ve değişikliklere gidilmiştir.
Bu Kanun kapsamında uygulamada bulunacak olan belediyeler, yatırıma ilişkin yıllık bütçelerinin yüzde beşi ile 26.5.1981 tarihli ve 2464
sayılı Belediye Gelirleri Kanununun 80. maddesi uyarınca tahsil edilen
harç gelirlerinin yüzde ellisini, bu Kanunda öngörülen uygulamalara
ayırırlar. Ayrıca; 2872 sayılı Çevre Kanunu gereğince, çevre katkı payı
ve idari para cezası olarak tahsil edilerek genel bütçeye gelir kaydedilecek tutarın yüzde ellisi, 6831 sayılı Orman Kanununun 2. maddesinin
birinci fıkrasının (B) bendine göre hazine adına orman dışına çıkarılan
yerlerin satışından elde edilen gelirlerin yüzde doksanını geçmemek
üzere Bakanlar Kurulu kararı ile belirlenen orana tekabül eden tutar.
İller Bankası Anonim şirketinin hazine gelirleri ve faiz gelirleri dışındaki
banka faaliyetleri, 6107 sayılı İller Bankası Anonim şirketi Hakkında
Kanunun 3. maddesinin birinci fıkrası uyarınca yapacağı faaliyetlerden
elde edeceği kârın yüzde ellisi, ilgili yıl genel bütçesinin (B) işaretli
cetvelinde özel gelir olarak tahmin edilen dönüşüm gelirleri karşılığı
tutar, Bakanlık bütçesinde özel ödenek olarak öngörülür. Ödenek tutarını aşan gelir gerçekleşmeleri karşılığında ödenek eklemeye Çevre ve
Şehircilik Bakanı yetkilidir. Özel gelir ve ödenek kaydedilen tutarlardan
yılı içinde harcanmayan kısımları ertesi yıl bütçelerine devren gelir ve
ödenek kaydetmeye Maliye Bakanı yetkilidir.
Bu Kanunda öngörülen amaçlar için kullanılmak üzere; Kanunda öngörülen uygulamalar sonucunda elde edilecek her türlü gelir ve hasılat,
bakanlığa tahsis veya devredilen taşınmazlardan imar uygulamasına
tabi tutulması sonucunda tapuda hazine adına tescil edilenlerin
satışından elde edilecek gelirler, dönüşüm projeleri özel hesabından
kullandırılan krediler kapsamında ilgili kişi veya kuruluşlarca yapılan
geri ödemeler ile bu kapsamda tahsil edilen gecikme zamları, her
türlü şartlı veya şartsız bağış ve yardımlar ile sair gelirler, dönüşüm
projeleri özel hesabına gelir olarak kaydedilir. Kanun kapsamında
sağlanması öngörülen krediler ile dönüşüm faaliyetleri kapsamında
yapılacak konutlara ilişkin, hak sahiplerince bankalardan kullanılacak
kredilere dönüşüm projeleri özel hesabından karşılanmak üzere faiz
desteği verilebilir. Bu işlemlere ve verilecek desteğe ilişkin usul ve
esaslar Hazine Müsteşarlığının bağlı bulunduğu Bakanın teklifi üzerine
Bakanlar Kurulunca belirlenir.
52 Mimar ve Mühendis
Depremden sonra yapılan konutlar
Kanun kapsamında sağlanması öngörülen krediler ile dönüşüm faaliyetleri kapsamında yapılacak konutlara ilişkin, hak sahiplerince bankalardan kullanılacak kredilere dönüşüm projeleri
özel hesabından karşılanmak üzere faiz desteği
verilebilir.
04.08.2012 tarihinde çıkarılan Uygulama Yönetmeliğindeki bazı boşluklar nedeniyle 15.12.2012 tarihinde yeni bir Uygulama Yönetmeliği
çıkarılmıştır. Bu yönetmelik 6306 sayılı Kanunun 3., 6. ve 8. maddelerine dayanılarak hazırlanmıştır. Yönetmeliğin amacı; 16.05.2012 tarihli
ve 6306 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında
Kanun uyarınca, riskli yapılar ile riskli alan ve rezerv yapı alanlarının tespitine, riskli yapıların yıktırılmasına, yapılacak planlamaya, dönüştürmeye tabi tutulacak taşınmazların değerinin tespitine, hak sahibi olacaklarla yapılacak anlaşmaya ve yapılacak yardımlara, yeniden yapılacak
yapılara ve 6306 sayılı Kanun kapsamındaki diğer uygulamalara ilişkin
usul ve esasları belirlemektir. 15.12.2012 tarihli yönetmelikte eski
tarihli yönetmelikteki karışıklıklara neden olan bazı ifadeler değiştirilmiştir. Ancak halen yönetmelikte bazı boşluklar bulunmaktadır. Örneğin
yönetmelikte: “Bakanlıkça kararlaştırılacak aylık kira yardımı yapılabilir.
Kira yardımı 600 Türk lirasını geçemez” denilmektedir. Belirlenen bu
aylık kira yardımı bölgeden bölgeye değişiklik göstereceğinden tek bir
fiyatla sınırlandırılabilir mi? Ayrıca ilgili kurumca belirlenen tarihe kadar
kira yardımı yapılabilir ifadesinde belirlenecek tarihte bir üst limit olmaması, riskli alan içindeki sağlam yapıların kanun kapsamında yıkılarak
riskli yapılarla eşdeğer görülmesi, değer tespiti yapılırken alanların
durumu, sosyal ve ekonomik etkenlerin ne ölçüde değerlendirildiği, bina
riskli yapı ancak alan riskli alan değilse yapılması gerekenler gibi akla
takılan konularla ilgili mevcut yönetmelikte bulunan tereddüde yol açan
hususlar uygulamaya geçildikçe yeni yönetmeliklerle ya da genelgelerle
giderilebilir. Çünkü uygulama başlamadan bu tür açıklanması zaruri
konuların fark edilmesi güç olmaktadır.
Mayıs - Haziran 2013 53
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Süreyya SU
Sosyolog
KÜRESELLEŞMENİN KENTLEŞMEYE ve
KENTSEL DÖNÜŞÜME ETKİSİ
Ü
Küresel boyutta üretim ilişkilerinin değişmesi
ve sanayinin Batı dışı coğrafyalara doğru,
dünyada yayılması kent kavramı ve kentleşme
üzerinde önemli etkiler yapmaktadır. 1970’li
yıllardan beri ulaşım ve iletişim/bilişim
teknolojileri ve esnek üretim örgütlenmesi ile
artık bir malın üretimi ulusal sınırları aşan
bir mekan diliminde gerçekleşebilmekte,
malın tasarımının yapıldığı yer ile üretiminin
ve montajının yapıldığı yerler birbirlerinden
ayrılmakta, sanayi yapısal olarak dönüşmekte,
hizmet sektörü sanayi karşısında yükselmekte
ve küresel düzeyde yeni işbölümü ortaya
çıkmaktadır.
retimin yapılanmasındaki gelişmeler sermaye ile çok yakın ilişkisi olan kentleşmenin de yapısını değiştirmiş ve bu değişimin
iki önemli sonucu olmuştur. Öncelikle, 20. yüzyılın ilk yarısına
kadar kentleşme süreci sanayileşme ile beraber tanımlanırken,
kapitalizmin şekil değiştirmesi ve küreselleşmesiyle bu tanım
değişmiştir. Sanayinin merkezi olan ülkeler hızlı bir şekilde
sanayisizleşirken dünya üzerinde oluşan yeni işbölümü genellikle üçüncü dünya olarak bilinen ülkelerin sanayileşmesine
neden olmuştur. Yeni işbölümünde küresel kapitalizmin merkez
ülkeleri para ve yönetim dolaşımını kontrol etmeye başlamış
ve buna koşut şekilde kentlerin yapısı ve dünya coğrafyasında
kentleşme farklı bir boyut kazanmıştır. İkinci olarak, az gelişmiş
ülkeler ya da üçüncü dünya ülkeleri olarak tanımlanan ülkeler
de dünya ekonomisinde önemli hale gelmiş ve kentleşme
süreçleri merkez ülkelerle sınırlı olmaktan çıkıp çevre ülkelerde
çok hızlı bir şekilde gerçekleşmiştir.
Diğer yandan küresel kapitalist sistemin ortaya çıkardığı
küresel şirketler, kentleri ve kentleşme süreçlerini etkileyen en
önemli olgulardan biridir. Küresel şirketler tüm dünyaya yayılan
uluslararası üretim sistemi ve tüketim stratejilerini yönetmektedirler. Öyle ki, küresel şirketler kentler arası ilişkileri en çok
şekillendiren ekonomik aktörler haline gelmiştir. Dolayısıyla,
günümüzde kentleşme hızı küresel şirketlerin yatırım oranı
ya da sermaye akış debisine bağlıdır. İçinde bulunduğumuz
çağın üretim birimi olan küresel şirketler ve küresel kentler,
yeni ekonomik sistemde temel ve merkezi bir öneme sahiptir.
Uluslararası finans kurumları ve küresel şirketlerin yönettiği
sermaye döngüsü içinde kentler hem üretimin hem de ekonomik gelişimin katalizörü olarak ön plana çıkmışlardır. Ortaya
çıkan bu dönüşüm kentsel ağları ve kentsel mekanı yeniden
şekillendirmiş ve şehirde gelir ve fırsatların dağılımını kentin
küresel ekonomiye katılım derecesine göre yeniden düzenlemiştir. Bu bağlamda ulusal sınırları aşan bir üretim sistemi
içerisinde, bu sistemin yönetimini elinde bulunduran ulusötesi
şirketler ve üretim birimi olarak sistemin kavşak noktaları olan
kentler arasındaki karşılıklı ilişki günümüzün kentleşme modellerini belirlemektedir. Bu noktada yeni güç odakları da yerel
yönetimler ve küresel sermaye olmuştur.
Yirminci yüzyılın son çeyreğinden bu yana, yani küreselleşmenin hız kazandığı dönemde kentli nüfus sürekli artmıştır.
2000’li yılların ilk onu bittiğinde ise dünyadaki insan nüfusunun
yarıdan fazlası kentlerde yaşamaya başlamış ve yeryüzünün
yüzde sekseni kentsel aktivitelerin etkisinde kalmıştır. Yapılan
bazı projeksiyonlarda 2050 yılı itibariyle dünya nüfusunun %
75’inin kentsel hayatı tercih edeceği ve kentlerde yaşayacağı
öngörülmektedir. Nitekim, yirminci yüzyılın son çeyreğinden
beri devam eden en önemli süreçlerden biri de, kırsal nüfusun
azalmasıdır. Artık sonuna yaklaştığımız bu süreçte kırsalda
yaşayan insanlar giderek kent ve kentsel hayatla daha irtibatlı
hale gelmektedirler. Bu olgu sadece gelişmiş ülkelerde değil,
üçüncü dünya ya da az gelişmiş ülkelerde de yaşanmaktadır.
Bunda küresel sermayenin gelişmiş ülkelerden az gelişmiş
ülkelere doğru hareket etmesinin büyük payı vardır.
Hızlı kentleşme oranları içinde Asya kıtası özellikle dikkat çekicidir. 70’lerde gittikçe yükselen ekonomik büyümeyle birlikte
artan kentleşme oranı başta Güneydoğu Asya olmak üzere
tüm Asya kıtasında, gelişmiş Batılı ülkeleri katlayan değerlere
ulaşmıştır. Bu durum kentleşme süreçlerinin sermaye akış yönü
54 Mimar ve Mühendis
ile paralel gittiği savını doğrulamaktadır. Büyük kentlerin birçoğu
gelişmiş Batılı ülkelerde kümelenmiş olmasına rağmen, bugün dünyanın en büyük kentsel bölgeleri gelişmekte olan ülkelerde bulunmaktadır. Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde nüfusu bir milyonun
üzerine çıkmış kentlerin sayısı 1950’den günümüze neredeyse 1’e 10
oranında artmıştır. Ayrıca 1975 yılında beş milyonun üzerinde nüfusa
sahip 18 kent varken, 2010’lu yıllara gelindiğinde 50’nin üzerinde beş
milyondan fazla nüfusa sahip kent tespit edilebilmektedir. Tahminlere
göre, 2025’te bu ölçüte sahip kentlerin sayısı 75’e çıkacaktır. Kırsal
alanlardaki çözülme ve ekonomik fırsatlar büyük kentlerin sayısının
artarak tüm dünyada yayılacağını göstermektedir.
20. yüzyılın son çeyreğinde birçok Batılı ülkenin ekonomisi sanayisizleşmenin yarattığı krizden etkilenmiştir. Uluslararası piyasada büyük
bir yarışı başlatan bu olay büyük ekonomik ve sosyal değişimlere
neden olmuştur. Krizden etkilenen ekonomilerin sosyal problemlerden
kurtulmak için ivedilikle alternatif gelir kaynakları bulmaları gerekliliği
dünya genelinde üçüncü sektörlere eğilimi başlatmıştır. Bu bağlamda
kent ekonomileri “kültür endüstrisi” denilen bir hizmet sektörünün
ağırlıklı olduğu bir yapıya kavuşmuştur. Chicago, New York, Londra,
Manchester, Los Angeles gibi önemli sanayi kentlerinde 1980’lerden
itibaren sanayideki istihdam azalırken, bu yeni sektördeki pay sürekli
artmaktadır.
Gelişmiş ülke kentlerinden dışlanan sanayi ise Güneydoğu Asya, Doğu
Avrupa gibi az gelişmiş ve/veya gelişmekte olan ülke coğrafyalarına
kaymıştır. Bu bölgelerdeki kentler özellikle 90’larda küresel ekonomiye
hızlı bir şekilde eklemlenmişlerdir. Sanayinin vasıflı işgücünü gerektirmesi, Dünya Bankası, IMF ve Dünya Ticaret Örgütü gibi uluslararası
kuruluşların “yapısal uyum politikaları” ve ülkelerin kendi iç dinamiklerinden kaynaklanan kırsaldaki dönüşümle beraber bu ülkeler hızlı
bir kentleşme süreci içine girmişlerdir. Bu sürecin en hızlı yaşandığı
kentler, Güney Afrika Cumhuriyeti, Meksika, Hindistan, Arjantin, Brezilya ve Türkiye gibi gelişmekte olan ülke kentleridir. Örneğin Şangay,
ekonomik ve demografik baskılarla hem yükseklik hem de genişlik
Yapılan bazı projeksiyonlarda 2050 yılı itibariyle
dünya nüfusunun % 75’inin kentsel hayatı tercih
edeceği ve kentlerde yaşayacağı öngörülmektedir.
Nitekim, yirminci yüzyılın son çeyreğinden beri devam
eden en önemli süreçlerden biri de, kırsal nüfusun
azalmasıdır.
bakımından hızla büyümektedir. Bu büyüme kentte radikal bir mekansal dönüşüme ve toplumsal travmaya neden olmaktadır. Kentte 25 yıl
önce sekiz katın üzerinde 100’ü biraz geçen sayıda bina varken, şimdi
bunların sayısı 10.000’in üzerine çıkmıştır. Asya Pasifik bölgesinden
farklı olarak Afrika’da yer alan iki mega kentten Johannesburg, suç,
korku, toplumsal ayrışma ve AIDS ile mücadele sorunları ile mücadele
etmekte; Kahire nüfusunun %60’tan fazlası kaçak binalarda yaşamaktadır. Kahire’de kişi başına düşen açık alan sadece bir metrekaredir.
Kentsel dönüşümün bu durmak bilmez hızı iklim değişikliklerinin yol
açtığı çevresel değişikliklerle daha büyük sorunlara bizi taşımaktadır.
Her gün biraz daha fazla insan kentlerin çekimine kapılmakta ve tarımsal alanları terk etmekte ya da kırsal alanlar kentleşmektedir.
Küresel ekonomik sistem, kentlerin kırsal yerleşimlere, önemli metropoliten merkezlerin daha önemsiz merkezlere egemen olduğu ve en
sonunda tüm kentlerin Amerika ve Avrupa’daki merkezi metropoliten
alanlara bağlı olduğu bir hiyerarşik düzene sahiptir. Bu düzen içerisinde büyük kentler ekonomik fırsatlarla sürekli nüfus çekmekte ve
sermaye gelişmiş sanayi bölgeleri olan bu kentlere akmaktadır. Bu
akışın diğerlerine göre daha fazla olduğu kentler, küresel kent ve
bunlara ağsal hatlarla bağlanmış az gelişmiş ülkelerin büyük kentleri
de uluslararası kent hüviyeti taşımaktadır. Bu düzen içerisinde küçük
ölçekli kentler arasındaki ilişki daha bölgesel ve sınırlıdır. Küreselleşme
bu haliyle, mekansal olarak noktasal dağılım gösteren kentler arası
bir ekonomik ağ oluşturmaktadır. Fransız sosyolog Henry Lefebvre’ın
“sermayenin coğrafyası” dediği bu ağ kar mantığı ile yayılmaktadır.
Fordist üretim sistemin esnek üretim sistemine dönüşmesi ve bilgiiletişim teknolojilerindeki ilerlemeler sanayinin çevre ülkelere yayılımıMayıs - Haziran 2013 55
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
nı hızlandırırken, kentli nüfus da hızla artmakta ve mega kentler dünya
genelinde çoğalmaktadır. Çekici iş imkanları ile farklı uluslardan
işgücünü kendine çeken ve sanayi karşısında yükselen inovasyon teknolojileri ile kültür endüstrilerini geliştiren bu kentler, küresel ölçekte
bir ağ oluşturarak devletlerin önüne geçen bir öneme ve güce sahip
olmuşlardır. Dolayısıyla küresel kent kapitalist ilişkilerin ulus-devlet
sınırlarını aşan yeni bir yapılanmasının sonucudur.
Bu bağlamda kentlerin mekansal dönüşümleri, küresel ekonomik sistem içindeki konumları ile ilişkilidir. Küresel kentler, sistemin stratejik
bağlantı noktaları olarak, katmanlarının birbirleriyle eklemlendiği ve
sistem içinde oluşan akışların kontrol edilip, yönlendirildiği düğüm
noktaları olarak tanımlanabilirler. Küreselleşmeyle koşut bir kentleşme ve kentsel dönüşüm birçok sosyal sorun üretmekte ise de, süreç
kentleşmeyi ve küreselleşmeyle uyumlu bir kentsel dönüşümü geri
döndürülemez olarak empoze etmektedir. Ulus-devlet ne kadar direnirse dirensin önemini ve hatta meşruluğunu yitirmektedir. Ulus-devlet
için sürdürülebilirliğin tek imkanı küreselleşmeye göre kendini yeniden
tanımlamaktan geçmektedir. Ülkeleri artık devletler değil, şirketler
idare etmekte, şirketlere rol kaptırmak istemeyen devlet ise bir şirket
gibi yeniden yapılanmaktadır. Buna göre, toplumun da artık ulus olarak tanımı geçersiz hale gelmekte, kozmopolitizm yükselen bir değer
kazanmaktadır. Profesyonellerin, vasıflı ve vasıfsız işgücünün, turistlerin, göçmenlerin, sığınmacıların ve sanatçıların büyük kentler arasındaki hareketleri bu olguyu desteklemektedir. Küresel kentler arasındaki
sermaye ve insan akışının oluşturduğu ağ çağımızın iki temel işgücü
piyasasının altyapısıdır: yüksek seviyede profesyonellerden oluşan
yeni ulusüstü sınıf ve düşük ücretli göçmen servis çalışanları. Küresel
ölçekte sermaye ve insan akışı merkez tanımını da değiştirmekte, merkezi çoğaltmaktadır. Bugün artık merkez denildiği zaman akla sadece,
New York, Londra, Paris gelmemekte, bazen bunlardan bile daha önce
Şangay, Bombay, Sao Paulo gibi yeni çekim merkezleri gelmektedir.
Nüfusun büyük ölçekli taşınması ve hızlı kentleşmenin birçok sorunu
beraberinde getirmesine rağmen, özellikle gelişmekte olan ülkeler için
kalkınmada itici güç olması, yatırım avantajlarının yüksek oluşu ve yeni
istihdam olanakları sağlaması gibi nedenlerle hükümetler için kentleşmenin ve küreselleşme süreçlerine göre bir mekansal ve toplumsal
yapılanma girişimi olarak kentsel dönüşümün önemi yadsınamaz.
İnsanlık tarihi içinde yaşanan her dönüşüm kenti ve onun fiziksel yapısını da dönüştürmüştür. Kapitalizmin gelişmesi, sanayileşme ve ulusdevletin ortaya çıkmasıyla kentler önem kazanmış ve modern hayatın
mekanları olmuştu. Günümüzde kapitalizmin dönüşümü, finansal
sermayenin önem kazanması, tüketim toplumu, tekno-bilimsel gelişmeler, hizmet sektörünün üretimden daha fazla istihdam alanları
açması ve küresel ağın dünyanın siyasal coğrafyasında yaptığı değişimler, kentlerin yeniden merkezi bir önem kazanmasına ve dolayısıyla devletlerin kentleşmeye önem vermesine, mevcut büyük kentleri
küresel kent vizyonu uyarınca dönüştürmek üzere politika üretmesine
neden olmaktadır. Burada esas teşkil eden sorun, Batılı ülkelerde
sanayileşmeye paralel giden kentleşme sürecinin birkaç yüzyıl almasına rağmen, bugün Batı dışı, çevre veya gelişmekte olan ülkelerdeki
küreselleşmeye paralel giden kentleşme sürecinin yirmi, otuz yıla
sığdırılmaya çalışılmasıdır. Bu durum, zamanın ruhuyla ilgilidir elbette;
56 Mimar ve Mühendis
Küresel ekonomik sistem, kentlerin kırsal yerleşimlere,
önemli metropoliten merkezlerin daha önemsiz merkezlere egemen olduğu ve en sonunda tüm kentlerin
Amerika ve Avrupa’daki merkezi metropoliten alanlara bağlı olduğu bir hiyerarşik düzene sahiptir.
bugün hiçbir toplumun büyümek ve gelişmek için yüzyıllarca beklemek
gibi bir sabır ve tevekkülü yoktur artık. Hızlı olmayan ya da hıza ayak
uyduramayan kaybeder; ama bu yine de bir işi yetiştirmek için telaşa
kapılıp paldır küldür hareket etmeyi de gerektirmez.
Ülkemizde başta İstanbul olmak üzere birçok kentin her köşesi şantiye
alanına dönüşmüş halde. Ortaya çıkan manzara, maalesef, tam da bir
hedefe varmaya çalışan insanların telaş içinde paldır küldür iş yapmasına benziyor. Herkes aklına estiği gibi istediği yerde inşaat yapıyor;
üstelik kente “güzellik” katmak adına. Ne var ki, doğru dürüst bir kent
planlaması ve kentsel dönüşüm politikası olmadığı için kentsel mekan
yine herhangi bir simetri ve düzen anlayışından yoksun, karmaşık bir
yapılaşma içinde şekilleniyor. Bu nedenle, İstanbul, sadece binaların
kalitesi ve yüksekliği artmış bir “postmodern gecekondu” kenti halini
alıyor. Kentleşme ve kentsel dönüşüm adına doğayı ve tarihsel dokuyu
tahrip etmeyen, kent mekanını tamamen imara açma gayretiyle arsa
spekülasyonu ve rant paylaşımına kurban etmeyen bir kent planlaması
ve kentsel dönüşüm politikası için biraz sakin olmak, düşünmek, tartmak, hızlı giderken özeni ve dikkati elden bırakmamak gerekiyor.
Mayıs - Haziran 2013 57
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Osman BAYRAKTAR
Şehir Plancısı
ŞEHİR ve DEĞERLER
Uygarlıklar ve Şehirler: “Şehirler değerler üzerine kurulur”
Şehirlerin değerleri, ait olduğu uygarlığın
değerleridir. Bu nedenle büyük uygarlıklar
şehirleriyle anılır, şehirleriyle temsil edilir. Mısır
İ
slam, Mekke’de doğdu. Ancak uygarlık olarak kurumlarını
Medine’de oluşturdu. Yaygınlaştıkça Asya’da, Avrupa’da; İslam’ın
ulaştığı her coğrafyada bu değerleri temsil eden yüzlerce şehir
çıktı ortaya. Şam, Bağdat, Tebriz, İsfahan, Buhara, Semerkant,
İşbiliyye, Kurtuba, Gırnata, Kayseri, Konya, Bursa, Edirne, İstanbul, Filibe, Bosna, Üsküp ve daha niceleri. Bu şehirlerin her birinde İslam uygarlığının coğrafi farklılıklarını, dönemin toplumsal
ilişki biçimlerini, ekonomik ve teknolojik düzeyin yansımalarını
görmek mümkün. Batı uygarlığı da öyledir. Paris, Moskova,
Londra, Vaşington, New York; her birinde Batı uygarlığının, özde
aynı, nüanslarda farklılıklar gösteren yansımaları izlenebilir.
Kadim Mısır uygarlığının temel değeri korkudur. Firavun, yeryüzüne inmiş bir korku tanrısıdır adeta. Korku motifi piramitlerle,
nesillerden nesillere aktarılan bir somutluk kazanmıştır bu
uygarlıkta. Toplumdaki tüm ilişkiler bu temel değer üzerine kurulur; Firavun’a koşulsuz itaat. Bu itaatin düzeyi, Firavunla birlikte
canlı olarak mezara gömülmeyi de kapsar. Firavun ve ailesinden
başka tüm toplumun köle olduğu bir değerler sistemi.1 Bu
nedenle Mısır uygarlığından geriye fiziki yapı olarak sadece
piramitler kaldı: İnsanlığın korku anıtları.
Yunan şehir devletlerinde temel değer, hür insanların eşitliğidir.
Eşitlik öylesine yüceltilir ki, tanrılar da insan düzeyine indirilerek
toplumun parçası haline gelir. Şehirde tüm kurumlar bu değerleri
yansıtacak biçimde düzenlenir. Tanrılar evi konumundaki tapınak, hem bütün şehri görebilecek, hem de bütün şehirden görülebilecek biçimde şehrin en yüksek tepesine inşa edilir. Yunan
sitesinde değerlerin yansıdığı diğer mekânlar agora, tiyatro ve
58 Mimar ve Mühendis
uygarlığı Kahire’dir; Yunan uygarlığı Atina.
Roma uygarlığı Roma’da ve Konstantinapolis’de
tecessüm eder.
gimnazyumlardır. Agorada sadece hür insanlar bir araya gelirler,
tartışırlar, birlikte fikir üretirler. Tiyatrolar varoluşun, insanın
anlamının her daim sorgulandığı yerlerdir, adeta sanatsal bir
tapınma biçimidir. Gimnazyumlar, kutsanan genç bedenlerin
hem fiziki hem de entelektüel olarak geliştirildiği eğitim alanlarıdır.2 Bir de heykeltıraşlık. İnsan bedenindeki kusursuzluk
anlayışının bir uzantısı olarak sanatçı, mermerin içinden de
kusursuz bedenler çıkarmayı dener. Hatta belki gerçek dünyada
bulamadığını mermerde bulma arzu ve çabası.
Roma şehrinde tanrıların bir bölümü yerin altındadır. Şehir,
gökyüzü tanrıları ile yeraltı tanrılarının buluştukları noktada inşa
edilir. Bunun belirlenmesi güneş sistemi ile ilgili ince hesaplar
yapılmasını gerektirir. Şehir inşa edilirken, yeraltı tanrılarına
ikram için derin bir çukur kazılıp içi yiyecek ve içeceklerle doldurulur. Tanrıların bir bölümü yeraltına hapsedilince, yerin üstünün
egemenliği Romalılara kalır. Roma’da gerçek tanrı devlettir. Bu
nedenle Roma şehri, tam anlamıyla devlet şehridir. Binalarda,
yollarda, hatta tapınaklarda, insanın olduğu her yerde devletin
varlığı kendini güçlü biçimde hissettirir. Roma şehrinde temel
değer, devlettir. Yani sistem, düzen ve kararlılık.
Hıristiyanlık, üç asır kadar şehirlerde gizli bir din olarak yaşadı. Şehirlerin arka sokaklarında, müminlerin topluma kapalı
evlerinde varolabildi. Şehre damgasını vuramadı. Eğer bir
Hıristiyan şehrinden bahsedilecekse, bunlar Anadolu’da Hatay
ve Kapadokya’da örnekleri görülen yeraltı şehirleridir. M.S.
313 yılında Roma tarafından yasal olarak tanınmasından
sonra Hıristiyanlık, Roma şehirlerini değiştirmeye, dönüştürmeye
ilkeler çerçevesinde gelişti. Fethedilen şehirler bu ilkeler çerçevesinde dönüştürüldü. İslam uygarlığında, şehirlerin
hangi değerler üzerine kurulacağının ilk örneği bizzat Hz. Peygamberin kurduğu, daha doğrusu dönüştürdüğü
Medine’dir. Şehrin Yesrib olan adı Medine olarak değiştirildi önce. Böylece isimlendirmeden başlanarak şehir medeniyetle ilişkilendirildi.
başladı. Ancak şehri değiştirirken bu süreçte kendisi de değişim ve
dönüşüme uğradı. Hıristiyanlık, merhamet anlayışıyla Roma’nın, vatandaşı olmayanları insandan saymama anlayışını ilk dönemlerde kısmen
yumuşatabildi. Ancak ilerleyen yıllarda, engizisyon uygulamasıyla kiliseler şehirde acımazlığın, merhametsizliğin anıtı haline geldi.
Kilise bir kurum ve mimari görünüm olarak Batı şehrinin merkezi alanlara rengini verir. Ancak bu sadece bir görüntüden ibarettir. Sahip olduğu büyük miktarda mülklere, hastanelere, okullara rağmen, Hıristiyanlık
Batı şehrinin değer haritasında önemli bir yer tutmaz. Victor Hugo’nun
Sefiller’de tasvir ettiği rahip tipi, gerçekte hiçbir zaman şehrin değeri
haline gelmedi, sadece kitaplarda, ilahilerde kalan bir figür oldu.
Komünizmin şehirlerde öne çıkardığı değerler sistemi, görünüşte tanrı
inanışını tümden reddeden bir yapı oldu. Gerçekte ise Komünistler
devleti ve işçi sınıfını tanrı ilan ettiler. Bu yaklaşım üç şekilde yansıdı
şehirlere: Devletin varlığını hissettireceği törenler için büyük meydanlar
ve geniş caddeler, insanı cesametiyle ezen kamu binaları ve hep yıkma
ve intikam duygusunu öne çıkaran işçi heykelleri. Tapınakların yerini
meydanlar aldı bu şehirde.
İslam Şehri
İslam şehirleri, hem siyasi hem de mimarlık tarihi açısından hayranlık
verici biçimde, merkezi bir planlama olmaksızın ilkeler çerçevesinde gelişti. Fethedilen şehirler bu ilkeler çerçevesinde dönüştürüldü.
İslam uygarlığında, şehirlerin hangi değerler üzerine kurulacağının ilk
örneği bizzat Hz. Peygamberin kurduğu, daha doğrusu dönüştürdüğü
Medine’dir. Şehrin Yesrib olan adı Medine olarak değiştirildi önce.
Böylece isimlendirmeden başlanarak şehir medeniyetle ilişkilendirildi.
Şehir yeninden kurulurken merkezde Mescit yer aldı. Mescit, bir ibadet
mekânı olmanın ötesinde; Medineliler için toplanma yeri, yoksullar ve
misafirler için sığınak, adaletin tesis edildiği mekân, eğitim merkezi,
yönetim işlerinin icra edildiği yer gibi birçok işlevi, dolayısıyla değeri
içinde barındıran bir mekân oldu.3
Hz. Peygamber ikinci olarak, Mescidin hemen yanı başına Medine
Çarşısını kurdu; çalışma ilkelerini belirledi. Şehir için ikinci önemli
değer, ilkeler çerçevesinde işleyen çarşı, yani ekonomi oldu. Yapılan
anlaşmalarla şehirde güvenlik oluşturuldu. Her inanç grubunun şehrin bir bölgesinde yaşadığı, ticaret alanlarının ortak olduğu, herkesin
birbirinden emin olduğu bir şehir toplumu kuruldu. Sözleşmeye aykırı
davrananlar, ilkeleri ihlal edenler gerekli karşılığı buldular. Sözleşme fiili
güvenceye kavuşturuldu.
Vahye dayanan niteliğiyle Mescit, İslam şehrinde; iyilikleri emredip
kötülüklerden sakındırma, eğitim, yoksulları koruma, insanların birbirini
tanıması, adaletin üstün tutulması gibi ilkelerin merkezidir. İslam şehri
her yerde bu değerler üzerinde kuruldu. Zamanla, mescit içindeki her
değer için ayrı fiziki mekânlar inşa edildi. Mescide, eğitim faaliyetleri
için medreseler, yoksullar için aşhaneler, hastalar için şifaheneler
eklendi. Adalet dağıtma işi uzun yıllar mescitte icra edilmeye devam
etti. Bu yapılar topluluğunun bütününe kimi yerde imaret kimi yerde
külliye adı verildi.
İslam şehrinde, cami minarelerinden sonra en yüksek kule, yönetim
Mayıs - Haziran 2013 59
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
merkezlerinin adalet kulesidir. Hem herkesin kolay ulaşabileceği
konumda hem de her taraftan görünebilir niteliğiyle adalet kulesi,
İslam şehrinin en önde gelen değerini simgeler. İslam şehrinde söz
konusu ilkelerin uygulamadaki sürekliliğini sağlayan altyapı vakıf
sistemi oldu. Vakıf sistemi, sadece belli hizmetlerin sürdürülebilmesine sağladığı kaynak itibariyle değil, şehirde topraktan doğacak
rantın kamuya aktarılması açısından da şehrin biçimlenmesinde kilit
değere sahip bir uygulamadır.4 Toplumda servet sahibi yöneticiler ve
yakınlarının birikimlerini vakıf yoluyla toplumun kullanımına sunma
geleneği, nüfus büyüdükçe bu sistemin ayakta kalmasını sağlayan
en önemli etken oldu. Sistem öylesine rafine hale geldi ki, zaman
içinde sadece insanların değil, diğer canlıların ihtiyaçlarını karşılamak için de vakıflar kuruldu.
Şam ve İstanbul uygulamaları, Müslümanların eline geçtikten sonra
şehirlerde, yukarıda zikredilen ilkelerin nasıl hayata geçirildiğine dair
parlak örneklerdir. Şam, 635 yılında yarı barışçıl bir şekilde fethedildi.
659’da Hilafet merkezi yapıldı. Fetihten sonra Müslümanlar cemaat
namazları için şehrin dışında bir musalla belirlediler. Ayrıca Saint
John Bazilikası’nın bir bölümünü de mescit olarak kullanmaktaydılar.
60 Mimar ve Mühendis
Muaviye’nin talebine karşılık Hristiyanlar, bedeli mukabili bile olsa tapınaklarının tümünü Müslümanlara vermeye razı olmadılar. Müslümanlar
da ilkeleri dışına çıkıp zorla el koymadılar. Hristiyan toplum ancak
Velid’in hilafeti döneminde (705-715) ikna edilebildi. Bazilika yıkılarak
yerine İslam uygarlığının ilk anıt eseri olan Emeviye Camii inşa edildi.
Eğitim, adalet uygulamaları ve ticaret hayatı bu cami etrafında şekillendi. Osmanlılar dönemine gelindiğinde ise şehrin nerdeyse tamamı
vakıf şehir haline geldi.5
İstanbul’un fethinde, Fatih, İslam savaş hukuku gereği askerlerine üç
günlük yağma izni verdi, ancak şehrin arazisi ve binalarının kendisine,
yani devlete ait olduğunu bildirdi. Ayasofya’yı “Cami-Kebir” ilan etti.
Şehirdeki Müslüman olmayan topluluklara mahaller tahsis etti. Kendi
hukuklarını uygulama izni verdi. Vezirlerine kendi adlarıyla anılacak
mahalleler kurma sorumluluğu verdi. Ekonomik hayatın merkezi unsuru niteliğindeki Kapalıçarşı’yı inşa ettirdi. Bunu tamamlayıcı nitelikte
hanlar, kervansaraylar, bedestenler yaptırdı. Şehirde gelir getirici bu
mekânların tümünü Ayasofya Vakfiyesi altında topladı.6
İslam şehrinin örgütlenmesinde temel ilkelerden biri “tanışma”dır. Bir
şehirde insanların birbirini tanımaları, mahalle bazında örgütlenmeyi
ve şehrin büyüklüğünün, insanların birbirini tanıyabilecekleri sınırı
aşmamasını gerekli kılar. Bunu sağlamak için ilk olarak, İslam dışı
toplulukların yaşam alanları belirlenmiş, o alanın dışına çıkmalarına
izin verilmemiştir. İslam olmayan toplulukların liderleri aynı zamanda
emniyet ve asayişin sağlanmasından da sorumludurlar. Çıkmaz sokak
uygulaması, mahalle içinde birbirinden bağımsız küçük komşuluk
birimleridir. Çıkmaz sokaklar, çevresinde bulunan evlerin ortak bahçeleri gibidir. Sokakta yaşayan herkes birbirini tanır. Yabancı birisinin buraya rastgele giremez. Bu örgütlenme sayesindedir ki, İslam şehrinde
yüzyıllar boyunca, ilave kolluk gücüne gerek olmadan, toplumun kendi
kendini denetlemesiyle tam bir emniyet sağlanabilmiştir. Tanzimat’la
başlayan köklü Batıcılık hareketiyle birlikte, kurumların yapısında birtakım değişiklikler olmakla birlikte Osmanlı’daki şehir değerleri aşağı
yukarı bu genel çerçeveyi korumuştur.
Cumhuriyetle Birlikte Değerlerin Yenilenmesi
1923 devrimi, zihniyet değişimi olarak bu değerlerden kopuşu temsil
eder. Osmanlı ve Selçukluyu atlayarak tarihin derinliklerinden yeni
bir ulus çıkarma iddiası, her alanda yeni değerleri de birlikte getirdi.
Mimari alanda 1928’den sonra yansımaya başlayan uygulamalar,
ilk meyvelerini Ankara’daki kamu binalarıyla ortaya koydu. Faşist ve
komünist sistemlerde olduğu gibi, bu eserlerdeki temel vurgu devletin
gücü ve üstünlüğüdür. Yeni dönemin temel değeri, her alanda devletin
insanların zihnini ve duygularını şekillendirmesidir.
Dinle ilişkinin kimi zaman düşmanlıkla yürütüldüğü, en iyimser ifadeyle
askıya alındığı bu dönemin mimarideki zirve eseri, Anıtkabir’dir. Mimari
yapısı ile eski Grek tapınaklarını andıran bu yapı, işlevsel olarak muğlak
dini bir karakter arzeder. Bu muğlaklık, esasta yeni dönem değerlerinin
belirsizliğiyle ilgilidir. Ankara’da anıtsal bir yapı ile mücessem hale
gelen bu değerler sistemi ve ritüelleri, diğer şehirlerde heykeller, büyük
meydanlar ve geniş caddeler ile görünürlük kazanır. Bu alanlar yeni
değerlere ait ritüellerin gerçekleştirilmesi ve devlet gücünün sergilenmesi açısından da işlevsel niteliğe sahiptir. Cadde ve meydanların
yetersiz kaldığı yerlerde spor sahaları, stadyumlar devreye girer. Bu
bağlamda stadyumların yeni şehir düzenlemesinde sporun ötesinde
bir anlamı vardır.
Şehirlerin yeniden düzenlenmesinde ikinci önemli toplanma alanı parklardır. Birçok şehirde parklar, eski mezarlıklar boşaltılarak oluşturdu.7
Mezarlıkları yeniden yapılandırılması şehre kazandırılmak istenen yeni
değerler sistemini kavrama açısından oldukça öğreticidir.8 İslam şehrinin, en önemli özelliklerinde birisi ölümle barışıklığıdır. Şehir içindeki
mezarlıklar dolayısıyla insanlar ölümle ve ölüleriyle çok sıcak bir ilişki
kurar. Batı şehirlerinde ise, ölüm mümkün olduğu kadar hayattan uzaklaştırılır, görünmez kılınmaya çalışılır. Bu düzenleme ile ölüm olgusu,
Batı Hıristiyan şehirlerinde olduğu gibi şehir dışına çıkarıldı. İkinci olarak, yazıları ve tasarımlarıyla eski değerleri temsil eden mezar taşları
büyük bir vandallıkla yok edildi. Şehrin geçmişiyle hafıza ilişkisi kesildi.
Mektep, medrese, çarşı ve çeşme gibi binalardaki Osmanlıca kitabelerin sökülerek ya da üzerindeki yazılar kazınmak suretiyle ortadan
kaldırılması da aynı anlayışın daha ayrıntılı biçimde uygulanmasıdır.
Devletle toplum arasındaki değerler çatışması, yoğun siyasal baskı ve
İkinci Dünya Savaşı’nın getirdiği yoksulluk nedeniyle, 1950’lere kadar,
Ankara dışındaki şehirlerde kamu inşaatları dışında şehrin görünümünü değiştirecek esaslı imar faaliyeti olmadı. Camiler, medreseler ve
türlü vakıf eserleri kendi kaderine terkedildi. Bir kısmı ise kasıtlı olarak
ortadan kaldırıldı, başka amaçlar için kullanılmaya başlandı. 1950’den
sonra serbest ekonomiye geçiş, köylerden şehirlere nüfus akımını
başlatarak, tedrici olarak 2000’li yıllara kadar sürecek olan gecekondulaşmanın da önünü açmış oldu. Şehirlerin çevresine yerleşen bu
insanlar, buralarda aslında büyük köyler kurdular. Yer yer karmaşa olsa
da, bu alanlarda kendi içinde bir dayanışma, yeni bir komşuluk kültürü
oluştu. Dini yapılar, tamamen küçük yerel imkânlarla, hiçbir mimari ve
estetik kaygı olmaksızın sadece işlevsellik gözetilerek inşa edildi. Bu
yeni alanlara devlet değerleri sonradan geldi. Bu nedenle gerçekte
ana şehirlerden hem alan hem nüfus olarak çok daha kalabalık bu
yerleşim yerleri hiçbir zaman, mimari görünüm olarak belirgin bir değer
sistemini yansıtmadı. 28 Şubat döneminde, bu karmaşanın içine bir
takım heykellerin dikilmesi sonradan değer dayatma girişimi olarak
değerlendirilebilir. Demokrasiyle paralel yürüyen gecekondulaşmanın
şehircilik açısından en önemli yanı, her seçim döneminde arazilere yeni
rantların eklenmesi oldu.
2000’li yıllara kadar kooperatifler eliyle gerçekleştirilen toplu konut
üretimi, 2002’den sonra siyasal istikrarın getirdiği finansal kaynak
bulma kolaylığı ve inşaat teknolojisindeki gelişmelerle, büyük şirketler
tarafından gerçekleştirilmeye başlandı. Özellikle markalı konutların
ön plana çıktığı, gökdelenlerin İstanbul’un görünümünü değiştirdiği
bu dönem şehir değerleri açısından yeni bir eşiğin aşılması anlamına
gelir. Bu yapılarda insanlara sadece oturacak bir konut değil, değerler
sistemi de içeren bir yaşam biçimi vaat edilmektedir. Binlerce konutu
barındıran bu sitelerin önemli bir bölümünde camiye yer olmadığı
gibi, maliyetli olması açısından geniş park düzenlemeleri de devreden
çıkarılmıştır. Bu sitelerde, park diye sunulan avuç içi genişliğindeki,
havuzlu süslü yeşil alanları gerçek anlamda park ili olarak nitelendirmek mümkün mü? Buna karşılık yeni sosyalleşme alanı olarak alışveriş
merkezleri, kafeler ve küçük spor salonları önerilmektedir. Apartman
yaşamının belirgin yanı olan “bilinmemek”, bu yeni yapılarda en üst
düzeye taşındı. Komşuların güvenilir insan olmaktan çıktığı bu yeni
yapılanmada soyutlanmışlık ve güvenlik ihtiyacı, karşılığında yüklü
bedel ödenen önemli değerler olarak öne çıktı. Bir şehrin şekillenmesinde, imar düzenleme yetkisine sahip olması dolayısıyla en büyük
sorumluluk sahibi kuşkusu ki kamu otoritesidir. Bu nedenle şehirle bazı
soruları ve konuları özellikle onların dikkatine sunmamız gerekiyor.
İslam şehrinin belirleyici niteliklerinden biri olan vakıf sisteminin, özel-
Çıkmaz sokak uygulaması, mahalle içinde birbirinden
bağımsız küçük komşuluk birimleridir. Çıkmaz sokaklar, çevresinde bulunan evlerin ortak bahçeleri gibidir.
Sokakta yaşayan herkes birbirini tanır. Yabancı birisinin buraya rastgele giremez. Bu örgütlenme sayesindedir ki, İslam şehrinde yüzyıllar boyunca, ilave kolluk
gücüne gerek olmadan, toplumun kendi kendini denetlemesiyle tam bir emniyet sağlanabilmiştir.
likle yoksulları korumaya yönelik bazı yanları günümüzde farklı biçimlerde yaşatılmaktadır. Son yıllarda vakıf eserlerine sahip çıkılıp onarılmasını da iyi işler listesine ekleyebiliriz. Ancak vakıfların, topraktan
üretilen rantı sınırlama ve topluma döndürme sisteminin yürürlükten
kaldırılması dolayısıyla ortaya çıkan boşluk, üzerinde ciddiyetle düşünmeyi gerektirmektedir. Bir örnek olarak, Londra’daki binaların önemli
bölümünün kraliçenin mülkiyetinde olduğunu, kişilerin bunlarda 99 yıl
süre ile kullanım hakkına sahip olduğunu hatırlayalım.
Tarihi dokuya sahip çıkmayı nostaljik bir arzu olarak algılamak eksik
Mayıs - Haziran 2013 61
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Tarihi dokuya sahip çıkmayı nostaljik bir arzu olarak algılamak eksik bir değerlendirme olur. Tarihi dokuya sahip
çıkmak, esasta o değerler sistemine, toplumun şehir üzerindeki hakkına sahip çıkmaktır.
bir değerlendirme olur. Tarihi dokuya sahip çıkmak, esasta o değerler
sistemine, toplumun şehir üzerindeki hakkına sahip çıkmaktır. Bir
mahalleye, sokağa taşıyabileceğinden fazla konut inşa edilmesine
izin vermek; küçük bahçelerin ortadan kalkması, komşuluk ilişkilerinin
kaybolması, trafik yoğunlaşmasının hayatı zorlaştırması, güvenliğin
azalması gibi birçok problemi birden getirmektedir. Son dönemde bu
alandaki en kötü örneklerden biri kamu eliyle Bursa’da gerçekleştirildi.
Ulu Cami’nin önündeki iki, üç katlı binalardan oluşan mahalle yıkılarak,
yerine, çok katlı binalar inşa edildi. Yukarıda saydığımız olumsuzlukların
tümüyle birlikte, şehrin siluetini geri dönülmez biçimde değiştiren bu
yapılaşma hangi gerekçeyle meşrulaştırılabilir?
Japonya ve benzeri toprağı sınırlı Asya ülkelerinde şehirlerin dikey büyümesi anlaşılabilir bir zorunluluktur. Bizim koşullarımızda, Anadolu’nun,
hatta Trakya’nın boşaldığı bir durumda, hala İstanbul’un nüfusunu
artırmaya yönelik politikalar geliştirmenin, toprak rantı üretmekten
başka ne mantığı olabilir? İstanbul’la ilgili özel ancak kritik bir konu,
Sultanahmet’ten başlamak üzere, şehrin tarihi bölgelerinin iskân alanı
olmaktan çıkarılmasıdır. Neredeyse alkolsüz tesisi bulunmayan, sadece
turistlere hizmet veren tarihi yarımda’da camiler kimin için açık kalacaktır? Dört yüz yıl boyunca hilafet merkezi olan bu bölgenin turistlere
terk edilmesi nasıl düşünülebilir?
Sonuç
Başta söylediğimiz cümleyi bir kere daha tekrar edelim: Şehirler değerler üzerine kurulur. Günümüz şehirlerinde ortaya çıkan görünüm ve
yapılanma kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Adı konulsun, konulmasın bu yapılanma belli değerler sistemi üzerine inşa edilmektedir. Bu
değerler sistemini, yoksullardan uzaklaşma, soyutlanma, tanınmama,
ayakkabı markası gibi konut markalarına bağlanma, markalı tüketim
mekânlarına yakın olma, özelleştirilmiş alanlarda spor yapma ve yüksek güvenlik saplantısı olarak çerçevelemek mümkündür.
Toplumsal değişimlere, ekonomik şartlara, inşaat teknolojisindeki
gelişmelere paralel olarak şehirlerin de büyümesi değişmesi kaçınılmazdır. Bu süreçte şehirlerin tasarlanması sadece müteahhitlerin,
mimarların, mühendislerin büyük sermayenin inisiyatifine bırakılırsa
62 Mimar ve Mühendis
yukarıda zikredilen değerlerden başkasını beklemek hayaldir. Şehirlerin
hangi değerler üzerine inşa edileceği hususu, bunların dışında sosyologların, kent tarihçilerin, felsefecilerin, din bilginlerinin, siyasetçilerin
velhasıl her kesimden insanın fikir beyan edeceği geniş forumlarda
tartışılması gereken bir konudur. Bu konuda en önemli sorumluluk,
karar verici konumda olmaları itibariyle kamu yöneticilerine aittir. İyilikleriyle, kötülükleriyle tarih en fazla onları yargılayacaktır.
KAYNAKlar
1
Uygarlıkların temel motifleri için bakınız: Sezai Karakoç, İnsanlığın Dirilişi, 5. Baskı,
İstanbul 1987.
2
Yunan, Roma ve Batı Avrupa Hristiyan şehirlerinin ortaya çıkma süreci ve değerleri için
ayrıntılar: Richard Sennet, Ten ve Taş, Çeviren: Tuncay Birkan, İstanbul 2011.
3
İslam şehirlerinin temel değerleri hakkında ayıtılar için bakınız: İbrahim Sarıçam ve
Seyfettin Erşahin, İslam Medeniyeti Tarihi, Ankara 2011. s. 215- 222.
4
Turgut Cansever, “Şehir”, Cogito, 8, Yaz1996, 127.
5
Şam’ın İslam şehri haline dönüşmesinin ayrıntılı anlatımı için bakınız: Richard van
Leenwen, Bir Osmanlı Şehri: Şam, Türkçesi: H. Ebru Aksoy, İstanbul 2012.
6
İstanbul’un İslam şehrine dönüşme süreci için bakınız: Halil İnalcık, TDV İslam Ansiklo-
pedisi, “İstanbul” maddesi.
7
Osmanlı döneminde mezarlıkların önemli bölümü vakıf mülkü idi. 1926 yılı Bütçe
Kanunu Tasarısına eklenen bir madde ile şehir içindeki mezarlıklara cenaze defni
yasaklanarak şehir dışında yeni kabristanların kurulması kararlaştırıldı, bu görev vakıflardan alınarak belediyelere verildi. 30.4.1930 tarih, 1580 sayılı Belediye Kanunu ile
ise “müessesât-ı Hayriye bahçe ve hazirelerinde bulunanlar hariç” evkaf mezarlıklarının
tamamı belediyelere devredildi. Aynı kanun ile belediyelere, uygun görülen mezarlıklar
satabilme yetkisi de verildi. Buna dayanarak, bir kısım mezarlıklar kamu kuruluşlarına,
bir kısmı özek kişilere satıldı. Bir kısmı da belediyeler tarafından park alanına çevrildi.
Ayrıntılar için bakınız Nazif Öztürk, Türk Yenileşme Tarihi Çerçevesinde Vakıf Müessesesi, Ankara1995. s. 420-423.
8
Şehir dışında oluşturulan yeni mezarlıklara “laik mezarlık” anlamında “asri mezarlık”
adı verildi. Bütün din mensuplarının aynı mezarlığa gömülmesini öngören bu anlayışın
ilk örneği Ankara’daki Cebeci Asri Mezarlığıdır. Ankara’daki Cebeci Asri Mezarlığı’nda
bir miktar haç işaretli Hristiyan mezarları var. Ancak Hristiyanlar kendileri bunu devam
ettirmediler, ayrı mezarlık istediler. Diğer şehirlerdeki asri mezarlık isimleri de aynı
uygulamaya dayanır. “Adli Mezarlık, Laiklik Göstergesiymiş Meğer, Bedri Mermutlu ile
Konuşma” http://www.dunyabizim.com/ilgilihaber/9416/asri-mezarlik-laiklik-gostergesiymis-meger.html. 9 Nisan 2012.
Bursa’daki hazirelerle ayrıntılı bir çalışma için bakınız: Bedri Mermutlu, Hasan Basri
Öcalan, Tarihi Bursa Mezar Taşları I Bursa Hazireleri, Bursa 2011.
Mayıs - Haziran 2013 63
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Ahmet Haluk KARABEL
Toplu Konut İdaresi Başkanı
Kentsel Dönüşüm,
Konut ve Türk Aile Yapısı
İ
Türk ailesinin sosyal yaşam biçimi, kültürü,
değerleri, örf ve adetleri, tarihsel ve yöresel
mimari anlayışla uyumlu çağdaş yaşam
alanlarının oluşturulması ve geliştirilmesi
konut sektörünün bu millete bir borcudur.
Bu konuda hepimize ve bütün mimarlara,
mühendislere, uzmanlara ve yapımcılara
büyük görevler düşmektedir. TOKİ
bu anlamda gerek yöresel mimarileri,
gerekse tarih içinde kazanılmış ve
kabul görmüş mimarı birikimlerden ve
örneklerden yararlanarak, konutların dış
cephelerinde yeni tarzlar oluşturmaya ve
uygulamaya başlamıştır. Ayrıca tarihi
kültür eserlerimizin restorasyonları için
de krediler açmaktadır; 2013 yılı itibari
ile bina başına 115 TL restorasyon kredisi
verilmektedir.
stanbul’da 1940’lı yıllarda artan gecekondulaşmaya karşı
1948 yılında çıkarılan Bina Yapımını Teşvik Kanunu ile çözüm
bulunmaya çalışılmış ve kentsel gelişmenin arsa spekülasyonuna yol açmasını engellemek için bir teşvik modeli uygulamaya konulmuştur. Diğer taraftan da aynı yıllarda gecekondu
yıkımlarına başlanmıştır. Fakat buna rağmen 1955’lere gelindiğinde özellikle göç alan büyük şehirlerde yaklaşık 50 bin
gecekondu yapılmıştır.
1950-60’lı yıllar arasında çeşitli nedenlerden ve özellikle de
ulaşım ağının gelişmesi ve sanayileşmenin artmasına bağlı
olarak şehirlerin nüfusu artmış ve artış hızı yıllık ortalama
%6’yı bulmuştur. Genellikle ekonomik ve eğitim açısından
yoksun da olan bu vatandaşlarımız özellikle büyük şehirlerde barınabilmek için kendilerine en uygun çözüm olarak
şehir dışlarında ve yasal olmayan bir şekilde daha ucuz olan
gecekondu tipi yapıları tercih etmek zorunda kalmışlardır.
1960’larda kent konutlarının neredeyse %30’u oturulamayacak durumdadır. Şöyle bir örnek verirsek konu daha iyi anlaşılacaktır; en büyük üç ildeki (İstanbul, Ankara, İzmir) nüfusun
%30’u tek odalı konutlarda ve 1,2 milyon insan gecekondularda yaşamaktadır.
1970’lere gelindiğinde 235 bin gecekondunun yapıldığı görülmektedir. Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük kentlerin
neredeyse %70’i izinsiz yapılmış konutlardan oluşmuştur.
Gecekondu sayısı 1980’lerde 950 bini bulmuştur. Yani toplam
konut stokunun %21’i gecekondulardan oluşmaktadır. Bunun
büyük bir kısmı da yine üç büyük şehirdedir. Mesela Ankara’da
1980’li yıllara gelindiğinde 275 bin gecekondu oluşmuştur. Bu
sayı her geçen gün artmış ve 1995’lere gelindiğinde ülkede
gecekondu sayısı yaklaşık 2 milyonu, gecekonduda yaşayan
nüfus da 10 milyonu bulmuştur.
Hepimizi esas tedirgin eden ise ülkenin bir deprem riski
altında bulunmasıdır ve önceki yıllarda meydana gelen depremlerde yıkılan binlerce binanın içinde kalan yine binlerce
vatandaşımızın hayatını kaybetmesi ve benzer risklerin de
önümüzde hala duruyor olması kentsel yenileme sürecinin ne
kadar önemli olduğunu bize göstermektedir.
Türkiye’nin 2012 yılı fay haritasına göre diri fay sayısının
326, toplam fay hattının da 24 bin 500 kilometre olduğu
gerçeğini ve bu fay hatları üzerinde de 6.5 milyon konutun
bulunduğunu ve bunların yenilenmesinin gerektiğini düşündüğümüzde, konunun aciliyeti ve önemi daha da artmaktadır. Bu nedenlerle hükümetimizin aldığı bir kararla büyük
ve kalıcı bir adım atılarak 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki
Alanların Dönüştürülmesi Hakkındaki Kanun” ve bu kanuna
bağlı olarak çıkarılan uygulama yönetmelikleri ile ülkemizdeki afet riski altında bulunan veya hâlihazırda riskli görülen
yapıların yer aldığı alanlarda çağdaş standartlarda, güvenli
ve sağlıklı yaşam çevrelerinin oluşturulması hedeflenmiştir.
Bu çerçevede yenilemeye ve iyileştirmeye yönelik kapsamlı
bir süreç başlatılmıştır.
Çevre ve Şehircilik Bakanlığımızın öncülüğünde hazırlanan
64 Mimar ve Mühendis
Kastamunu için tasarlanan Toki projeleri
bu kanunla afet riski ile karşı karşıya olan mevcut konut stokunun
yenilenmesi doğrultusunda Başbakanlık Toplu Konut İdaresi (TOKİ)
de etkin bir rol oynayacaktır. Sayın Başbakanımızın talimatlarıyla
belirlenen 2023 yılı sonuna kadar ikinci 500 bin konut üretme
vizyonumuz içerisinde özellikle gecekondu ve kaçak yapılaşma
sorununun çözümüne yönelik kentsel dönüşüm uygulamaları önemli
bir yer tutacaktır.
Kamunun Konut Üretimindeki Çabası…
1924 yılında yaşanan depremler sonrasında özellikle konut sorununa çözüm bulmak için Emlak ve Eytam Bankasının kurulması
ve devletin yapı sektörüne ve imar faaliyetlerine fiilen destek
vermesi kararlaştırılınca 1930 yılında çıkarılan Genel Sağlık Yasası
ve Belediyeler kanunu ile de hem sağlıklı konutların yapımı, hem de
kamunun konut yapması gündeme gelmiş, 1934 yılında bu düşünce
uygulamaya geçmiş ve Ankara Belediyesi işbirliği ile Ankara’daki
memurlara konut yapımı için Bahçelievler Konut Yapı Kooperatifi
kurulmuştur. Arkasından 1944’de Ankara Saraçoğlu mahallesinin
oluşturulması için Emlak ve Eytam Bankasının sorumluluğunda
Emlak Bank Yapı Ltd. Şti. kurulmuş ve 450 konut yapılmıştır.
1950’li yıllarda ise yine devlet eliyle İstanbul Levent I, II, III, IV evleri
ve Ataköy I, II konutlarının yapıldığını görürüz. 18 yıl içinde İstanbul
ve Ankara ağırlıklı olmak üzere toplam 8 bin konut üretilmiştir.
Ankara Yenimahalle’debu süre içinde oluşturulan semtlerdendir.
1981 yılında çıkarılan Toplu Konut Yasasının (2487 sayılı yasa)
işlememesi üzerine 1984 yılında yeni bir kaynak modeli bulunarak
2985 sayılı Toplu Konut Kanunu kabul edilmiş ve bu kanuna bağlı
Toplu Konut İdaresi kurulmuştur. TOKİ kuruluşundan itibaren 19
yıl süreyle kooperatiflere konut kredisi vermiş ve bu yöntemle
yaklaşık bir milyon konut (1.033.215) kredilendirilmiştir. Ayrıca bu
süre içinde 43 bin konut da fiilen inşa edilmiştir. Fakat TOKİ’nin
kuruluşunda idarenin kullandırdığı kredilerin kaynağını oluşturan
Toplu Konut Fonunun, 1993 yılında genel bütçe kapsamına alınması, 2001 yılında da tamamen kaldırılması ile genel bütçeden de
mali bir destek almayan idarenin kredilendirme ve konut üretimi de
asgari düzeye inmiştir.
1970’lere gelindiğinde 235 bin gecekondunun yapıldığı görülmektedir. Ankara, İstanbul ve İzmir gibi büyük
kentlerin neredeyse %70’i izinsiz yapılmış konutlardan oluşmuştur.
2002 yılında göreve gelen 58. hükümetimizle birlikte Sayın Başbakanımızın önderliğinde ve şuanda Türkiye’nin Çevre ve Şehircilik
Bakanı olan Sayın Erdoğan Bayraktar’ın TOKİ Başkanlığında “Planlı
Kentleşme ve Konut Üretimi Seferberliği” başlatılmış ve 500 bin
konut üretilmesi hedeflenmiştir. Bu hedefe ulaşmak için TOKİ
öncelikle, kurumsal, hukuki, mali ve insan kaynakları yönünden hazır
hale getirilmiştir. Bu anlamda 25 ayrı kanuni düzenleme yapılmış;
TOKİ, hem mali yönden hem de hızlı iş yapabilme ve organize olabilme açısından yeniden yapılandırılmıştır.
Tüm bu bilgiler ışığında projelerimize finansman temin edebilmek
için iki yol düşünülmüştür:
Birincisi; arsa satış karşılığı gelir paylaşımı projeleri ile prestij konut
üreterek kaynak sağlamaktır. Bu çerçevede yaklaşık 84 bin konut
üretilmiştir. Bu da toplam konut üretiminin içinde %15’lik bir orana
tekabül etmektedir. Hâsılat Paylaşımı Modeli olarak adlandırdığımız
bu projelerden kamuya yaklaşık 7,2 milyar dolar kaynak sağlanmıştır. Ayrıca bu kapsamda özel sektörle etkin bir işbirliği yakalanmış;
ülkemize yeni ve modern yapı teknolojileri ve teknikleri kullanılarak
çağdaş konutlar ve alanların oluşturulması sağlanmıştır.
İkinci finansman temin yöntemi de; büyük şehir merkezlerinde
hazineden bedeli karşılığında aldığımız değerli arazileri imarlı hale
getirerek satışı ile kaynak sağlamak şeklinde olmuştur. Bu çerçevede alternatif uygulamalarla öncelikle ihtiyaç sahibi ve alt gelir
grubu vatandaşlara ulaşılarak, kira öder gibi uzun vadelerde (10 yıl,
15 yıl, 20 yıl) ev sahibi olmaları sağlanmaktadır. Ürettiğimiz konutların % 85’i bu nevi sosyal konutlardan oluşmaktadır. Bu çerçevede
Türkiye’nin 81 ili, 900 ilçesi, belde ve köylerinde konut üretimi
başlatılmış ve 2003 yılından 2011 yılının haziran ayına gelindiğinde
500 bin konutluk hedefe ulaşılmıştır. Ayrıca kamu kuruluşları ile
protokoller yapılarak, hastane, sağlık ocağı, okul, sevgi evi, engelsiz yaşam merkezleri, stadyum ve hizmet binalarının yapılmasına
karar verilmiştir. Bu çerçevede; 20 bin derslikli 907 okul, 932 spor
salonu, 46 bin kapasiteli 134 yurt/pansiyon, 200 hastane, 94 sağlık
ocağı, 479 ticaret merkezi, 460 cami, 41 kütüphane, 27 sevgi evi,
20 engelsiz yaşam merkezi, 84 kamu hizmet binası bulunmaktadır.
Ayrıca 19 stadyumun 1’i bitirilmiş, 8’i inşa halinde 10’u da ihale
aşamasındadır.
2011 yılında 61. Hükümetin kurulmasıyla birlikte Sayın Başbakanımız tarafından TOKİ’ye yeni bir hedef verilmiş ve 2023 yılına kadar
ikinci bir 500 bin konut, yani toplamda bir milyon konut üretilmesi
planlanmıştır. Bu çerçevede son iki yılda yatırım bedeli 18 milyar
Mayıs - Haziran 2013 65
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Manisa
Muğla Çayboyu
Yeni tasarımlar
Karabük Safranbolu
Konya Ladik
TL olan 914 ihale sonuçlandırılmış, 96.950 konut ve 2.107 sosyal
donatı inşaatına başlanmış ve 27.893 konut tamamlanmıştır. Ayrıca 230 bin konut da planlama aşamasına getirilmiştir. Toplamda
ise 2013 yılı nisan ayı itibari ile 580 bin konut rakamına ulaşılmıştır.
Bu 100 bini aşkın 22 şehir demektir. Ayrıca yerel yönetimlerle
müştereken başlattığımız büyük kapsamlı kentsel yenileme programı kapsamında 277 projede toplam 267.516 konutluk gecekondu
dönüşüm çalışmaları projelendirilmiştir. 158 farklı bölgede 88.641
konutluk ihale çalışmaları yapılmış olup, ihalesi tamamlanan 142
projede 70.933 konut başlatılmış ve 64 bölgede 45.998 konutun
inşaatı tamamlanarak hak sahiplerine teslim edilmiştir.
TOKİ’nin görevi, ülkenin bütün konut ihtiyacını karşılamak değildir;
konut açığının kamu eliyle düzenli ve planlı bir biçimde karşılanması
için destek olmak, konut sahibi olamayacak durumdaki vatandaşlarımızındaha ucuz konut sahibi olmalarını sağlamak için alternatif
modeller üreterek çözüm bulmak ve konut piyasasını bazı noktalarda regüle etmektir.
Türk Aile Yapısına Uygun konutlar
Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığımızın 2011 yılında Türkiye çapında yaptığı araştırmada dikkate alınacak önemli veriler mevcuttur.
Bugün şehirlerde yaşayan vatandaşlarımızın %70’i çok katlı (gecekondu apartmanlar dahil) yapılarda oturmaktadır. Ankara’da ise
bu oran %74’tür. Kırsalda da durum tam tersinedir ve halkımızın
%85.7’si müstakil nitelikli (gecekondular dahil) evlerde oturmaktadır. Buna karşılık ülke genelinde en yaygın konut büyüklüğü %42,3
oranı ile üç odalı (2+1) konutlardır. Bunu %39,7 ile 4 odalı (3+1)
konutlar izlemektedir.
66 Mimar ve Mühendis
Sayın Başbakanımızın özellikle vurguladığı ve altını
çizdiği Üç Çocuk Politikası, gelecekteki ülke nüfusunun
niteliği, etkinliği ve zenginliği açısından önemli bir uyarıdır. Ülkemizde çekirdek aile büyüklüğü ortalama 5 kişi
olarak kabul edilmekte ve konut çeşitliliği ve büyüklüğü
ekonomik arz ve talebe bağlı olarak şekillenmektedir.
Avrupa ülkelerinde de aslında durum çok farklı değildir. Ortalama
konut m2’si Hollanda’da 98 m2, Fransa’da 89,6 m2, İngiltere’de
86.9m2, Lüksemburg’da 125 m2, Letontya’da55,4 m2’dir. Ülkemizde her yıl üretilen konutların ancak % 10’u TOKİ, %90’ı da özel
sektör tarafından projelendirilip inşa edilmektedir.
Türk ailesinin sosyal yaşam biçimi, kültürü, değerleri, örf ve adetleri,
tarihsel ve yöresel mimari anlayışla uyumlu çağdaş yaşam alanlarının oluşturulması ve geliştirilmesi konut sektörünün bu millete bir
borcudur. Bu konuda hepimize ve bütün mimarlara, mühendislere,
uzmanlara ve yapımcılara büyük görevler düşmektedir. TOKİ bu
anlamda gerek yöresel mimarileri, gerekse tarih içinde kazanılmış
ve kabul görmüş mimarı birikimlerden ve örneklerden yararlanarak,
konutların dış cephelerinde yeni tarzlar oluşturmaya ve uygulamaya
başlamıştır. Ayrıca tarihi kültür eserlerimizin restorasyonları için de
krediler açmaktadır; 2013 yılı itibari ile bina başına 115 TL restorasyon kredisi verilmektedir.
Sayın Başbakanımızın özellikle vurguladığı ve altını çizdiği Üç
Çocuk Politikası, gelecekteki ülke nüfusunun niteliği, etkinliği ve
zenginliği açısından önemli bir uyarıdır. Ülkemizde çekirdek aile
büyüklüğü ortalama 5 kişi olarak kabul edilmekte ve konut çeşitliliği
ve büyüklüğü ekonomik arz ve talebe bağlı olarak şekillenmektedir.
TOKİ’de uygulamalarında benzer yolu takip etmekte; 2+1 konuttan
5+1 konuta ve müstakil köy evlerine kadar farklı bölgelerde ve
ekonomik ulaşılabilirlikte çeşitli uygulamalar yapmaktadır. Gerek
mevcut uygulamalarımızda gerekse kentsel dönüşüm çerçevesinde
yapılacak konutlarda dış cephe ve iç plan ve kalite açısından daha
uygun konutlar ve yaşam çevreleri oluşturmaya azami gayret gösterilecektir.
Mayıs - Haziran 2013 67
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
PROF. DR. HÜSEYİN KAPTAN
“İSTANBUL BİZİM MESLEK DALIMIZIN
YÜREĞİNDE YER ALIR”
ŞEHİRLEŞME KONUSUNU İŞLEDİĞİMİZ DERGİMİZİN 71. SAYISINDA, ESKİDEN İSTANBUL
METROPOLİTAN PLANLAMA MERKEZİNİN BAŞINDA BULUNAN PROF. DR. HÜSEYİN KAPTAN İLE
DOSYA KONUMUZU DAHA İYİ ANLAMAK AMACIYLA GEÇMİŞTEN BAŞLAYIP GELECEKTE BİZLERİ
NELERİN BEKLEDİĞİYLE BİTRDİĞİMİZ, SON DERECE FAYDALI BİR SÖYLEŞİ GERÇEKLEŞTİRDİK.
>
İlk olarak Kentlerin kurulmasında planlamanın öneminden ve planlamada öne
çıkan unsurlardan bahsedebilir misiniz?
Genç Cumhuriyet olarak devraldığımız
Osmanlı yerleşme kültüründe planlama
geleneği yoktu. Böylece Rönesans yaşadık
diyemeyiz. Roma İmparatorluğu'nun çöküşü
sonrası savunma ağırlıklı Ortaçağ kentlerinin
spontane organik yerleşme dokusu, Anadolu
coğrafyasında da hakimdi. Osmanlı'nın son
dönemlerinde yabancı mimarların özellikle
de İstanbul üzerine tasarımlarını görüyoruz.
Cumhuriyetin erken dönemlerinde yine pek
çok batı modeli planlar üretildiğini biliyoruz. Kentlerin yamaçlardan ovalara kayması,
geometrik sokak dokusu, Cumhuriyet Meydanları ve çevresinde kamu kurumlarının
kümelenmesi bu döneme aittir.
İkinci Dünya Harbi sonrası, ellilere geldiğimizde Türkiye ekonomisi tarıma dayalı,
yüzde seksen kırda yaşayan yoksul bir ülkeydi. Elliler, özellikle büyük kentlerde sanayileşme dinamiklerinin harekete geçtiği, böylece
işgücü göçünün ivme kazandığı ve kentleşme sorunları ile birlikte çevre sorunlarının
başladığı dönemdir.
Altmışlı yılları ise DPT'nin kuruluşuyla planlı
kalkınma dönemleri olarak tanımlıyoruz. Bu
dönem, kentleşmenin mekânsal boyutunun
yanında sosyal boyutunun da tartışılmaya
başlandığı dönemdir. Devlet Planlama Teşkilatının ülke genelinde ortaya koyduğu temel
hedefler var. Bu hedeflerin gerçekleşmesi
68 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: KADEM EKŞİ
yönünde kamusal düzenlemeler yapılıyor.
İmar İskân Bakanlığı'nın ve İller Bankası'nın
örgütlenmesini bu anlamda değerlendiriyoruz. Bu amaçla plancı kadrolar yurt dışında
eğitim görüyor.
İller Bankası Türkiye genelinde her ölçekte
kentin teknik altyapısını planlamak ve finanse etmekle yükümlü kılındı. Su, enerji, kanal,
yol gibi yaşamın vazgeçilmezi olan temel
alt yapı unsurları ve hizmet yapıları gibi... Ve
doğal olarak plan - proje. Bunları gerçekleştirme sürecinde doğal olarak harita, planproje hizmetleri gerekiyordu. Kent planlarının
kamu adına onay yetkisi bakanlığa aitti.
Planlar belediye meclislerinde görüşülüyordu
ama sonuç olarak sembolik bir anlamdı...
Sistem kuramsal olarak doğru gözüküyordu.
Bölge ölçeğinden gelen verilerle bilimsel bir
çerçevede gerçekleşen analiz süreci sonrası
geleceğin hedefleri saptanıyordu. Kuramsal
anlamda doğru gözüken modelin 25 yılı
bulan uygulama süreci bana göre hezimetle
sonuçlandı. Çünkü baş aktör yaşayan insanlar, temel dinamikler, yerel, oyunun dışında
kalmışlardı.
Merkezi yönetimin sınırlı kadroları ülke
genelindeki devinimlerin yanında çok cılız
kalıyordu. Plan onay süreci bazen iki seçim
dönemini aşıyordu. Ülke coğrafyasında farklı olan yerleşme kültürleri tip yönetmelik
uygulamaları ile derin çelişkiler yaşıyordu.
Böylece yaşamın gerçekleri ile plan birbirinden uzaklaşıyordu ve yerel siyaset, plan dışı
gelişmelerde hemşerilerini serbest bıraktı.
İnformal alanlar planlı alanları kat kat aştı. 5
yıllık kalkınma planı hedefleri temelden şaştı.
Karadeniz- Doğu- Güneydoğu Anadolu'da
hedeflenen bölgesel kalkınma merkezleri
gelişmedi. Doğudan batıya göç giderek arttı.
Büyük kentlerde informal sanayi alanları
çevresinde önce kamu alanları işgal edildi.
Takiben hisseli ifraz dediğimiz fenomen,
yağ lekesi gibi dere tepe bütün metropol
alanlarını ve kıyıları sardı.
Türkiye'nin kentleşme sürecinde bir kırılma noktası olarak 1984 yılına gelindiğinde
durum böyleydi. Özal zamanı. Hümanist bir
bakış... Türk halkı kentlerde hukuk dışı bir
süreç içinde yerleşiyordu, yaşıyordu. Bu kez,
sarkaç ters yönde gerildi. 2981 sayılı İmar
Islah Yasası çıktı. Belediye meclislerine olağanüstü yetkiler tanındı. Bu yasa hükümleri
bağlamında makro ölçek kararlar, işlevsel
bütünlük, parametreler, hedef projeksiyonlar
terkedilebiliyordu. Çağdaş yaşamın vazgeçilmezi olan sosyal ve teknik standartlarından
vazgeçilebiliyordu. Yerin alt üst koşulları,
yapının temeli bilinmeden hisseli ifraz örüntüleri ve işgal alanları bütünüyle yasalaştı.
Kentler ince ince bölündü. İstanbul'dan örnek
verirsek 1980 yılında projeksiyon nüfusu 5
milyon olarak planlanmış alanların, nüfus
emme kapasitesi 15 milyona ulaştı. Mahalle
semt olarak tanımladığımız alt bölgeler bu
tufan altında kayboldu, kimliklerini yitirdi.
Netice olarak bugün afet riski altında ümit-
tücü. Tabi gözlem yapabildiğim İstanbul'dan
bahsediyoruz. İkitelli’de Ayazma uygulaması
var. Orası gecekondu bölgesiydi. Yaşayanlara uzlaşma yoluyla moloz bedeli ödendi.
Özel bir şirketin insaf ölçüsü dışında gerçekleştirdiği azgın yapılanmayı televizyon reklamlarından izliyoruz. Bence meslek adına
utanç verici bir uygulama. Soruşturdum...
Eski yaşayanlar kayıp. Sulukule; Bizans’tan
bu yana yaşayan Romalılar kayıp. Buna karşılık Fikirtepe; vahşi bir rant. Yaşayanla yüklenici arasında vahşi bir üleşim. Bu iki ters
uçtaki uygulamalar gelecek için ders olma
niteliğinde. İnsan yaşamının güvence altına
alınması kapsamında kişilerin yaşam ortamında korunması, katılım ve paylaşım değerinin dengesi gibi ölçüler aranıyor- aranmalı.
sizce seyrettiğimiz bu kent manzarasının
tohumları atmışlı, yetmişli, seksenli yıllarda
atılmıştı. Şimdi yeşerdi, serpildi.
Türkiye'nin içinde bulunduğu kentsel
dönüşüm sürecinin, geçmişini ve bu
gününü nasıl görüyorsunuz?
Türkiye kentleşme tarihinde ikinci büyük
olay şüphesiz ki 6306 sayılı yasadır. Bundan böyle kentlerin sosyal ve mekânsal
perspektifini bu yasanın şekillendireceğini
düşünüyorum. Gözü kara bir yasa… Yasanın
gizli kodlarında "Konu insan canı ise gerisi teferruattır" felsefesi algılanıyor. Orman
alanları, tarım alanları, doğal-kültürel sit
alanları, Boğaziçi, kıyılar gibi ekolojik ve kültürel hassasiyeti olan konularla ilgili bütün
yasaları gereğinde saf dışı bırakıyor. Islah
yasasına benzeyen ve benzemeyen koşulları
var. Dönüşüm yasası da gerek gördüğünde
makro kararları, hedef projeksiyonları, göz
ardı edebiliyor. Yine Islah Yasası'nda olduğu gibi çağdaş yaşamın gereği olan sosyal donatı standartlarından vazgeçebiliyor.
Buna karşılık Islah Yasası'nın aksine ince
ince bölünmüş mülkiyetleri global projelerde
bütünleşmeye zorluyor. En önemli konular-
dan biri de yaşayanların ötenazi hakkına
tavır koyuyor. Belediye, Bakanlık ya da kişiler
yapının depremsellik performansının negatif
olduğunu tespit ederse yıkıma zorluyor.
Gelecekte bu yasa ile özellikle metropoller
neredeyse boydan boya yıkılacak ve yeniden inşa edilecek diye düşünüyorum. Çünkü
2981 sayılı İmar Islah Planları ile yasalaşan
bütün alanları kapsadığı gibi 1999 deprem
yönetmeliği öncesi yapılanmış alanları da
kapsıyor. Bu günden görülebilen dönüşümün muazzam hacmine rağmen arkasında
ciddi bir kamusal finans kaynağının olmaması, kentler için öngörülmeyen yeniden ve
yeniden risklerin doğacağını düşündürüyor.
Bir ölçüde sistem kat karşılığı pazarlıklarına
sürükleniyor. Esasen standartların üstünde
yoğun olan alanlarda dönüşümü gerçekleştirecek yeni rantların yaratılması zorlanıyor.
Şapkadan tavşan çıkarmak yetmiyor. Yanında bir de kuş bekleniyor.
Kentsel dönüşüm sürecindeki pilot
uygulamalar sizce başarılı oldumu?
Yasa öncesi dönüşüm uygulamaları var.
Bana sorarsanız uzlaşma ortamında gerçekleşen bu uygulamaların sonuçları ürkü-
Bir dönem İMP'nin başkanlığını yaptınız.
İMP sizin için ne ifade ediyor?
İstanbul Metropolitan Planlama ve Kentsel
Tasarım Merkezi kısaca İMP bizim meslek
alanında olağanüstü bir serüvendi. Mutluluklar var, hüzünler var… 2004 yılında Kiptaş'ın
bir projesi nedeniyle Sn. Topbaş ile tanışıyoruz. Yeni çıkan Büyükşehir Yasası İstanbul
ana kent belediyesine il sınırlarına kadar
plan yapma yükümlülüğü veriyor. Başkanın
Taksim'de Ulaşım A.Ş. 'de güvendiği uzmanlardan dostlardan oluşan bir danışma kurulu
var. Güncel konular Cumartesi günleri orada
tartışılıyor. Çevre Düzeni Planı ana konu...
İMP modeli orada gelişiyor. Siyaset böylece
bilim dünyasına geniş kapsamlı bir çağırıda bulunuyor. Benim bildiğim bu ilk. Bilim
ortamında bu davet gönülden kabul görüyor. Yaşama konu olan her sektörde bilge
insanlar... On bir üniversite, yüz dolayında
öğretim üyesi, sektörlerin seçtiği beş yüz
dolayında genç uzman... Ekoloji, ekonomi,
kültür, tarih, ulaşım, lojistik, altyapı, tasarım
vs. yurt dışından üniversiteler... İMP hepimiz
için bir okuldu.
İMP'deki şehir planlama projeleri nasıl
oluşuyordu? Neden başarılı sonuçlar
alınamadı?
Planlama her ölçekte ele alınıyordu. Ülkebölge ölçeğinden kentsel tasarım ölçeğine
kadar. Temel hedef 1/100000 ölçekli Çevre
Düzeni Planı, 1/25000 ölçekli Nazım Plan
olmakla birlikte ekonomik sürdürülebilirlik,
Mayıs - Haziran 2013 69
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
ekolojik sürdürebilirlik, kültürel sürdürebilirlik
başlıkları altında bir dizi kentsel tasarım
projeleri üretiliyordu.
Planlama sistematiğinin temeli şeffaflık ve
katılımdı. Sırsız bir süreç. Bu kapsam içinde
sivil toplum örgütü olarak ilk ziyaret üyesi
olduğum mimarlar odasına oldu. İkincisi
şehir plancıları odası. Onlara İMP çatısı içinde sürekli bir mekân ve edinilen her bilginin
paylaşımını teklif ettim. Beni iyimser bir
çekingenlik içinde karşıladılar. En önemli
olan, şüphesiz ki İstanbul Ticaret Odası
ve Sanayi Odası ile kurulan iletişimdi. Pek
çok kez birlikte konferans ve seminerler
düzenlendi. İTO ve İSO enerjinin toplandığı
kaynaklardı. Bugün yaşanan olumsuzlukların temelinde, kesinlikle bu enerjinin pozitif
anlamda yönlendirilememesi vardı.
Planlama sürecinde, şüphesiz ki vazgeçilmez
olan siyasetle uyum içinde hareket etmekti.
Toplum adına işin sahibi onlardı. Ben şeffaf
ve demokratik sistem içinde siyaseti üst
kurum olarak yorumluyorum. Biz teknisyen
olarak hiyerarşide yerimizi alırız. Her zaman
söylediğim gibi bir gün kentleşmede çağdaş
standartlara ulaşırsak, bu siyasetle olacaktır.
Beklenen kahraman oradan gelecektir.
Evet... Nerede kalmıştık. Başkanın liderliğinde siyasetten büyük destek gördük. Yetmiş
dört yerel başkan ve değişik partilerden
dört yüz dolayında meclis üyesinin oy birliği
ile İstanbul'un anayasası olan Çevre Düzeni
Planı dualarla onaylandı. Ne var ki İstanbul
Büyükşehir Belediyesine yasaların verdiği
plan yapma yetkisine karşın merkezi yönetimin pek çok organının plan kararları üzerine
yine yasayla tanımlanan tasarrufları var.
O zamanki isimleriyle, Ulaştırma, Sanayi,
Çevre ve Orman, İç işleri, Kültür ve Turizm,
Bayındırlık ve İskân Bakanlıkları ve bakanlıklara bağlı kurumlar, Başbakanlık ve TOKİ,
plan kararlarına taraf olan önemli otoriteler.
Şüphesiz ki İstanbul gibi bir dünya metropolü bölge, hatta ülke sınırlarını aşan etkileşim
için kendi sınırları içinde planlanamaz. Burada ülke bütününde yönetişim sorumluğu
olan merkezi yönetim organları ile ülke
gelişim stratejileri kapsamında işbirliğinin
vazgeçilmez olduğunun bilincindeyiz. Bu
nedenle ki, güçlü bir iletişim ağı kurmanın
gayreti içinde olduk. Her aşamada vardığımız bulguları, analiz ve sentezleri, önerileri,
70 Mimar ve Mühendis
Planlama sürecinde, şüphesiz
ki vazgeçilmez olan siyasetle
uyum içinde hareket etmekti.
Toplum adına işin sahibi onlardı.
Ben şeffaf ve demokratik sistem
içinde siyaseti üst kurum olarak
yorumluyorum. Biz teknisyen
olarak hiyerarşide yerimizi alırız.
Her zaman söylediğim gibi bir
gün kentleşmede çağdaş standartlara ulaşırsak, bu siyasetle
olacaktır. Beklenen kahraman
oradan gelecektir.
merkezi yönetimin her kademesi ile paylaşma yolunu denedik.
Ama olmadı... Başarılamadı. Planlama
süreci bu ortam içinde hezimete uğradı. Merkezi yönetimde sır olarak saklanan,
aniden şok etkisinde ortama düşen kararlar gelmeye başladı ve sistem bütünüyle
çöktü. Gerçi 2009 yılında Bayındırlık ve
İskan Bakanlığı'nın düzenlediği ‘Kentleşme
Şurası’nda bu konu derinlemesine tartışılmıştı. Şuranın teması "Türkiye Ortak Aklını
Arıyor" anlamında mükemmel bir slogandı.
Ortak aklı arama yaklaşımı elli yılı aşan
meslek hayatımda beni her zaman umutlandırmıştır. Ortak akıl saf ve hilesizdir.
Derin bilgi ve eğitim gerektirmez. Ortak akıl
on bin yıllık bir yaşama refleksidir. “Suları
kirletelim mi? Ormanları keselim mi? Kıyıları
kapatalım mı?” gibi saf sorulara verilen saf
cevaplardır. O da bu güne kadar bir türlü
başaramadığımız planlamanın ta kendisidir.
Reisi Cumhurun hüzünlü bir üslupta yaptığı açılış konuşmasından sonra başlayan
şuraya katılım üst düzeydeydi. İki bakan,
sivil toplum örgütleri, üst düzey bürokratlar,
akademisyenler vs. beş yüz civarında bilge
insan. Ve dediler ki, kentlerimizde yaşadığımız böyle bir planlama süreci, başarıya ulaşamaz. Bölgelerde ve kentlerde karar alma
sürecinde merkezi yönetimi ve yereli temsil
eden aktörlerin birlikteliği esastır. Yaşamın
sürekliliği bağlamında makro ölçek uzun
vadeli kararlar; mikro ölçekte ivedi kararlar
aynı ortam içinde birlikte alınabilir. Aleniyet
esastır. Bölgesel stratejik planlama büroları örgütlendi ve oylandı. Oy birliği ile iki
bakanın da eli yukarda idi. Demek ki planlama ortamında, siyasi ve bilimsel ortamda,
ciddi bir konsensüs oluşmuş. Peki nerede?
Yok... Aradan neredeyse 5 yıl geçecek. Aziz
Nesin'in hikâyeleri gibi. Boşluğa parmağınla
çember çiziyorsun içinden çıkamıyorsun.
Ortak akıl üzerine son sözüm şudur; Yaşanan ortamı yaşayana emanet edeceksin.
Uygulanan yöntemler masum insanları
yağmaya itiyor. Bu yakınmalar nedeniyle
zamanı tükettik… Esasa gelelim. Kısaca
2004’de İMP çatısı altında başlatılan planlama sürecinde sorgulanan temel sorunlar
nelerdir? Bu gün de önemini yitirmeden
koruyor mu? Evet koruyor. Üstelik artarak
koruyor…
İstanbul son derece nazenin bir coğrafyada konumlanıyor. Seksenlerde
merkezi yönetimce onaylanan nazım plan çalışmalarında bu nazenin
coğrafya beş- altı milyon nüfusu taşır deniyordu. Şimdi doğu- batı- güney
akslarında 25 milyon nüfus tartışılıyor. İl sınırları suya çizilmiş kadar
hükümsüz. Su akıntıları, rüzgârlar nasıl sınır tanımıyorsa sosyal olaylar
da sınır tanımıyor.
Sorun neydi peki?
Sorgulanan temel sorunlar birbirinden ayrışmıyor. Hatta birbirinin nedeni.
Birinci olay; yaşanan planlama süreci içinde, özellikle de deprem sonrası tartışılan
en önemli konu şüphesiz ki yaşamın vazgeçilmezi olan ekolojik hassasiyetlerdir.
Yaşadığımız gerçek, özetle ekonomi- ekoloji savaşıdır. Ekonominin kısa mesafede
kazanımları olduğunu izliyoruz. Ancak uzun
zaman boyutunda doğanın intikamının
vahim sonuçlarını da biliyoruz.
İstanbul son derece nazenin bir coğrafyada
konumlanıyor. Seksenlerde merkezi yönetimce onaylanan nazım plan çalışmalarında
bu nazenin coğrafya beş- altı milyon nüfusu
taşır deniyordu. Şimdi doğu- batı- güney
akslarında 25 milyon nüfus tartışılıyor. İl
sınırları suya çizilmiş kadar hükümsüz. Su
akıntıları, rüzgârlar nasıl sınır tanımıyorsa
sosyal olaylar da sınır tanımıyor.
İstanbul-Tekirdağ-Kocaeli bu coğrafyada
lineer bir yerleşme sistemi, kuzey ormanları ve su havzaları yaşamın vazgeçilmezi
Bizans’ta, Osmanlı’da olduğu gibi, planlı
dönemde de bu hassasiyet gözetilmiş. Bu
gün TEM’in kuzey ve güneyinde plan önerisi
olmayan sekiz milyon insan yaşıyor ve çalışıyor. 2981 sayılı yasa ile tanımlanmış ürkütücü gerçek nedeniyle, üçüncü köprü, yeni
yerleşmeler, havaalanı endişe ile izleniyor.
İkinci olay; yönetim ya da yönetişim diye
başlayalım. Sorumluluk sınırları… İstanbul
metropoliten alanı üç aks üzerine gelişiyor. Birinci aks Gebze-Kocaeli-Düzce, ikinci
aks Çorlu-Tekirdağ-Kırklareli, üçüncü ise aks
Yalova- Bursa. Bu üç aks, işlevsel anlamda
vazgeçilmez bir bütünlük gösteriyor. Metropoliten bölge olarak birlikte yaşıyor. Doğuda
Kartal-Pendik-Tuzla-Gebze bir metropoliten
alt bölge; yediyüzbin sanayi işgücü kapasitesi, MİA, üniversite, teknopark, havalimanı,
liman, lojistik köy, hızlı tren, metro ve 5 milyon kapasite nüfus; sistem ortadan il sınırı
ile bölünüyor… İki farklı otorite…
Batıda Silivri- Çorlu- Lüleburgaz bir metropoliten alt bölge; altıyüzbin sanayi iş gücü
kapasitesi, MİA, üniversite, teknopark, havalimanı, liman, lojistik köy, hızlı tren, metro ve
4.5 milyon kapasite nüfus; sistem ortadan
il sınırı ile bölünüyor… Üç farklı otorite… Alt
bölgede bir lokomotif olarak tasarlanan ve
çevre düzeni planında onaylanan havaalanının durumu ise meçhul.
Güneyde İstanbul gemi sanayii bir kısım
unsurları Yalova’ya kayıyor. Yüzbin iş gücü
kapasitesi ve körfez geçişi İstanbul metropoliten bölge sistemini bu nedenle; merkez,
doğu ve batı olmak üzere üç İstanbul olarak tanımlıyoruz. Tanımlamayı metropoliten
bölgeyi bir işlevsel bütünlük içinde ele alacak bir yönetişimin gereği yadsınamaz.
Diğer önemli başlık şüphesiz ki sanayinin
devinimleridir. Çağdaş dünya metropollerinde de yaşandığı gibi gelişen teknolojileri bağlamında, sanayi merkezden dışa
bir devinim içindedir. Tarihi gelişme süreci
içinde Haliç’ten ve Tahtakale’den başlayarak, Kâğıthane’ye Topkapı’ya E5 koridoruna
İkitelli’ye son aşama olarak da Çorlu ve
Gebze’ye ve daha uzaklara sanayi hareketleri, bir kaosu yaşamaktadır. Bu hareketin
işlevsel kümelenme, lojistik sistemler, kentsel altyapı, işgücü gereksinimleri ve çevre
sorunları bağlamında organize bir sistem
içinde yürütülmesi önem kazanır. Bu sistemi
içeren sanayi ıslah yasası ve plan kararları
uygulama aşamasına girememiştir.
Önemli bir planlama stratejisi de sanayi
dönüşüm süreci paralelinde hizmet sektörünün desteklenmesidir. Bugünkü yaşayan
konumuyla İstanbul metropolü Karaköy’den,
Ayazağa’ ya tek merkezli bir metropol olarak bilinmektedir. Ulaşım sorununda temel
nedenlerinden biri budur. Metropoliten alt
bölgelerin keşfedilmesi ve çok merkezli bir
sisteme geçiş, planlamanın temel ilkesidir.
Boşalan sanayii alanları hizmet sektörünün
yeniden gelişmesi için olağanüstü fırsatlar
yaratmaktadır.
Metro ve Hızlı trenlerden bahsettiniz.
Sizin rahatsız olduğunuz nokta 3. Köprü,
o tünellerden dolayı galiba?
Bu aşamada siz bana üçüncü köprüyü
sorarsanız;
Ulaşım ve lojistik sistemlerden bahsetmemiz gerek. İMP’de Çevre Planı sürecinde,
Türkiye’de ilk defa arazi kullanım kararları
ile ulaşım master planı birlikte üretilmiştir.
Yaşayan konumu ile ulaşım, karayolu taşımacılığına; lojistik sistem, TIR imparatorluğuna teslimdir.
Ulaşım master planı demiryolu-denizyolukarayolu-havayolu entegrasyonu üzerinde
kurgulanmış, mahalle izlerinde dağılan dört
yüze yakın lojistik merkez ve gümrükler,
doğu-batı limanları gerisinde örgütlenmiştir. Yani bunlar Japonların desteğinde, inanarak yaptığımız projelerimiz. Bu sistem
zorlukları abartan pek çok simülasyon programında test edilmiştir. Sonuçları mükemmeldir. Üçüncü köprü ve tarihi yarımadaya
geçen karayolu tüneli bu sistemde yoktur.
Ve nihayet İstanbul’un tarihi kimliği gelecek için endişe veren sinyaller veriyor.
Minarelerin arasından yükselen gökdelenler… Gökdelenlerin dibine inşa edilen
camiiler… Bunlar insana hüzün veren kültür
zafiyetleridir.
İMP’nin açıldığı 2004 yılında İstanbul’a
dört milyon turist geliyordu. Bugün on milyon. Gelecek on yılda yirmi milyon olabilir.
Dünya kültür başkenti çocuklarımızın geleceği. Haydarpaşa’ya yapılması düşünülen
yedi kuleyi engellemek için İMP büyük
uğraş verdi. Sultanahmet ve Ayasofya ile
çok dramatik bir siluet verecekti.
Son olarak hepimizin şapkamızı önümüze koyup düşünmemiz gereken bir olay.
Bizim yerleşme anlamında, parsel ölçeğindeki örneklerden bahsetmiyorum. Semtmahalle- yerleşme anlamında literatüre
geçen resim karesi içine girecek bir eserimiz yok. Bana sorduklarında utanarak 60
yıl önce inşa edilmiş olan Piccinato’nun
Ataköy’ünü gösteriyorum. Bir gerçeği alınganlık yapmadan herkes düşünsün. Meslek
odaları- bürokrasi- akademisyenler- yerel
siyaset- merkezi siyaset- yatırımcılar- 600
bin konut yapan TOKİ- İMP’nin geçmişteki
yürütücüsü ben, ömür boyu eser veremeden bir devri kapayan bahtsız nesil…
Mayıs - Haziran 2013 71
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Prof. Dr. Mikdat Kadıoğlu
İstanbul Teknik Üniversitesi Öğretim Üyesi
Güvenle Yaşanabilir Şehirler İçin
İklim Risk Yönetimi
S
Son yıllarda şehirlerimizde yaşanan
sellerden henüz birinin bıraktığı izler
silinemeden üstüne yeni şehir selleri
eklenmektedir. Böylece, küresel iklim
değişikliğine bağlı olarak sadece büyük
şehirlerimizde meydana gelen sellerin
neden olduğu maddi kayıplar, depremdeki
maddi kayıplara çok yaklaştı. Sadece
yıldırımların yol açtığı can kaybı ise son iki
yılda yüzlerce kişiye ulaştı.
on zamanlarda kentlerimizde afetlerden dolayı ortaya çıkan
maddi kayıplar artmakta. Ayrıca bilindiği gibi şimdi sözün
bittiği yerdeyiz: Marmara Denizi’ndeki deprem saati, patlama anını bekleyen bir bomba gibi tik-tak çalışıyor. Bununla
beraber, toplumların refahını yükseltmek sürdürülebilir ve
güvenli kalkınmayla mümkün. Ayrıca can ve mal güvenliğini
sağlamak, temel bir insan ihtiyacı ve toplumun temel refah
şartlarından biridir.
Benzer problemlerden dolayı, Dünyanın pek çok yerinde doğal
ve insan kaynaklı iklim değişikliğinin artırdığı hava ve iklim
olaylarının şuan hissedilen kötü etkileri geçmiş yıllara göre
katlanarak artmış durumda. Bütün bunlara rağmen maalesef, “Yeni bir şehir doğuyor” diye ülkemizde gördüğümüz
janjanlı reklamların hiçbiri çoklu afet güvenliğinden, iklimden,
binalarının güneş ve rüzgar, vb. haklarından bahsetmiyor. Bu
nedenlerden dolayı, artık ülkemizde de afet risk yönetimi stratejisiyle birlikte iklim değişimine uyum, artık tüm şehir plan ve
programlarında “İklim Risk Yönetimi” adı altında bütünleşik bir
şekilde düşünülerek bu yazıda kısaca ele alınmıştır.
kirliliği aldı. Artan ve duran araç trafiğinden dolayı havaya
karışan egzoz gazlarındaki hidrokarbonlar güneş ışığı ile etkileşince yerde ozon gibi “yaz sisi” denilen zehirli gazlar ortaya
çıkıyor. Modern şehirlerde yerdeki ozon nedeniyle akciğer
kanserinden ölen insanların sayısı, trafik kazalarından ölen
insan sayısından daha fazladır. KOAH, alerjik rinit, astım, vb
üst solunum yolu hastalıklarında da patlamalar yaşanıyor.
Küresel iklim değişikliği nedeniyle de Türkiye’de üst tropiklerdeki çöl iklimine benzer sıcak ve kuru bir iklim hâkim olmaya
başladı. Değişen iklimle birlikte şehirlerde yaşadığımız düzensiz, ani ve şiddetli yağışlar ve seller; heyelanları artırıyor.
Kırsal alandaki kuraklıkla birlikte kıtlık, orman yangınları,
sıcak hava dalgaları, çekirge istilası, kene, sivrisinek vb. haşereler ve bunlara bağlı olarak şehirlere doğru yaşanan uzun
mesafeli göçler de artıyor. Böylece küresel iklim değişikliği
afetlerin daha sık, daha şiddetli, daha uzun süreli ve etkili
olmasına neden oluyor. Örneğin afet istatistiklerine göre
Türkiye’de, 1963 yılında 140 civarında sel yaşanırken, 2010
yılında 160’dan fazla sel meydana geldi. Her yıl yaşanan
ortalama 200 civarında sel afeti sonucunda, yılda ortalama
100 milyon dolar maddi kayıp meydana geliyor. Böylece,
1995 yılında Türkiye’nin GSYH’nin yüzde 0,5’ine ulaşan, sellerin neden olduğu maddi kayıplar, son yıllarda hızla artarak
depremlerin neden olduğu kayıplara yaklaştı. Ülkemizde
şiddetli rüzgârlara bağlı olarak oluşan fırtınaların sayısında
da ciddi bir artış var. Bu fırtınaların sayısı uzun yıllardan
Kentlerde küresel iklim
değişikliğine uyum ihtiyacı
Kentlerde herkes doğal gaz kullansa dahi her gün artan trafikten dolayı hava kirliği de artıyor. Modern kentlerde kömür,
kükürt, ve benzeri maddelerin neden olduğu klasik hava kirliliğinin yerini fotokimyasalların neden olduğu modern hava
72 Mimar ve Mühendis
beri yılda 50’nin altında seyrederken, 2010'da bu rakam 250’ye
yaklaştı. Meteorolojik hortumlar ise son iki yıldır her yerde yıkıcı bir
hal almaya başladı. Sadece fırtınalarla birlikte görülen yıldırımların
Türkiye’de neden olduğu can kaybı son yıllarda 400 kişiyi aştı. Türkiye’deki orman yangınların yüzde 12’sine de yıldırımlar neden oluyor. Ortalama sıcaklıkta her 1 derece artış, yıldırımların sayısında
da yaklaşık yüzde 20’lik bir artışa neden oluyor. Aynı şekilde bir kaç
derecelik sıcaklık artışı, orman yangınlarını da misliyle artıracak.
Türkiye’de orman yangınları yılda yaklaşık 450 hektarlık orman
alanını tahrip ediyor ve 2007 yılından bu yana orman yangınlarının
sayısında artış gözleniyor.
Kentlerde afet risklerini azaltma ihtiyacı
Kentleşme Şurasında özetlendiği gibi günümüzde kentlerimizde
çeşitli afetler sonucunda ortaya çıkabilecek zararların, insan hayatı, sosyo-ekonomik yapı ve çevre açısından çok büyük boyutlarda
olabileceği aşikârdır. Bu noktada ortaya çıkan ‘Afet Yönetimi’ kavramı her türlü tehlikeye karşı hazırlıklı olma, önleme ve risk (zarar)
azaltma, müdahale etme ve iyileştirme amacıyla mevcut kaynakları organize eden, analiz, planlama, karar alma ve değerlendirme
süreçlerinin tümünü kapsar.
Özellikle kentlerimiz bu günkü halleriyle, deprem, seller, teknolojik
kaza ve terörizm gibi tehlikelerle karşı karşıya olan birer derin ‘risk
havuzları’dır. Doğa koşulları ve genel korunmasızlık ortamı dışında
Türkiye’de şehirlerin yüksek riskler göstermesinin başlıca nedenleri
şunlardır:
Yerleşim alanları, tarihsel süreç içinde seçilmiş konumları
ile sorunlu bir mirastır.
Son 50-60 yıllık hızlı şehirleşme süreci, denetimden uzak
biçimlerde ve güvensiz alanlarda gerçekleşmiştir.
Yapılaşma süreçlerinde başvurulan betonarme teknolojisinin aldatıcı kolaylığı ve denetimsizlik ehliyetsiz üretimi
körüklemiştir. Kayıt dışı işlemlerle oluşan kaçak yapı stoku-
Artan ve duran araç trafiğinden dolayı havaya karışan egzoz gazlarındaki hidrokarbonlar güneş ışığı ile
etkileşince yerde ozon gibi “yaz sisi” denilen zehirli
gazlar ortaya çıkıyor. Modern şehirlerde yerdeki
ozon nedeniyle akciğer kanserinden ölen insanların
sayısı, trafik kazalarından ölen insan sayısından
daha fazladır
nun yaygınlığı ve bunların defalarca aflara konu edilmesi,
kentlerimizde riskleri özellikle yükseltmiş, ülkenin her köşesinde kendiliğinden çökerek büyük kayıplara neden olan
yapı örnekleri çoğalmıştır.
Kentsel yönetimler ve toplum, farklı tehlikelere karşı
önlem alma konusunda bilgi, kültür ve uygulama alışkanlıklarından yoksundur.
Hızlı kentleşme ve kentsel büyümeye odaklanmış imar
düzenlemeleri, risk azaltma yöntemlerini içeren planlama
yaklaşımı ve pratiğinden uzak kalmıştır.
Afetlerle ilgili mevzuat güvenli ve afete duyarlı yerleşmelerin sağlanabilmesi için gerekli olan, afet tehlike ve
risklerinin belirlenmesi ile afetlerin önlenmesi ve olası
zararlarının azaltılmasına yönelik etkin önlem ve eylemleri
düzenlenmemiştir.
Özetle, Türkiye’de yerleşmelerin deprem ve sel gibi tehlikelere maruz bölgelerde hızlı ve plansız büyümesi ve yatırımların bu alanlarda yoğunluk kazanmasıyla yüksek risk
yığılmalarına yol açılmış bulunmaktadır.
Bütünleşik Çözüm: İklim Risk Yönetimi
Hangi senaryoya bakılırsa bakılsın küresel iklim değişikliğinden
dolayı Türkiye’de başta kuraklık ve fırtınalar gibi hidro-meteorolojik afetlerin gelecekte daha fazla etkili olacağı beklenmektedir.
Mayıs - Haziran 2013 73
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Türkiye’de orman yangınları yılda yaklaşık 450 hektarlık orman alanını tahrip ediyor ve 2007 yılından bu
yana orman yangınlarının sayısında artış gözleniyor.
Günümüzde zaten küresel iklim değişimi nedeniyle Dünya geneliyle
beraber Türkiye’de başta fırtınalar olmak üzere bu hidro-meteorolojik afetlerin görülme sıklığında, şiddetinde ve etkili olma sürelerinde önemli artışların olduğu görülmüştür. Ayrıca kentlerdeki binalar,
Dünya’daki CO2 salınımının yüzde 40 gibi yüksek bir miktarından
da sorumludur.
Son yıllarda aşırı hava olayları, iklim değişikliği ve afetler arasındaki ilişki anlaşılmıştır: İklim değişikliği aşırı hava olaylarına, aşırı
hava olayları da sosyo-ekonomik şartların uygun olduğu yerlerde
afetlere neden olmaktadır. Bu nedenle, iklim değişikliğine uyum
çalışmaları aynı zamanda afet risklerini azaltmaya; afet risklerini
azaltma çalışmaları da aynı zamanda iklim değişikliğine uyuma
katkıda bulunabilmektedir. Bütün bu nedenlerden dolayı da iklim
değişikliğine uyum ile afet risklerini azaltma çalışmalarının artık
birlikte düşünülmesi gerekmektedir.
Sonuç ve Öneriler
Zamanımızın çoğu binaların ve kentlerin içinde geçmektedir. Ekolojik olmayan bina ve kentler hem insanların, hem de gezegenimizin
sağlığını temelden etkiler. Hem yaşam kalitemizi artırmak, hem de
doğayı korumak adına çevre dostu ve güvenli kentlere ihtiyacımız
vardır. Bu nedenle, birçok ülkede şu an yasal bir zorunluluk haline
gelen tüm afetlere dirençli ve yeşil kentler Türkiye’de de yayılmak
zorundadır. Bundan dolayı, Avrupa Birliği ve diğer gelişmiş ülkeler
gibi artık ülkemizde de “afet risk yönetimi stratejisiyle birlikte iklim
değişimine uyumun hayata geçirilmesi için bazı öneriler aşağıda
özet olarak verilmiştir.
Öncelikle yeşil bina ya da kent, ormanlar katledilerek yeşillikler içinde yapılmış binalar ve kentler demek değildir. Yeşil bina etrafında
otlar büyümüş ya da yeşile boyanmış bina ise hiç değildir. Tasarımı
74 Mimar ve Mühendis
ve inşası sırasında bazı özel standartlara uymak ile beraber içinde
yaşayanların çevreye olan negatif etkilerini büyük ölçüde azaltan binalara yeşil bina denilir. OECD’nin raporuna göre rastgele
inşa edilen binalarda yaşayanlar, dünyadaki hammaddenin yüzde
30’unu, enerjinin yüzde 42’sini, elektriğin yüzde 70’ini, çeşme suyunun yüzde 12’sini kullanıp havayı kirleten, iklimi değiştiren gazların
ve çöplerin de yüzde 40’ını üreten insan gruplarıdır. Yeşil binalarda
yaşayanların ise enerji faturaları yüzde 30, karbon salınımı yüzde
35, su kullanımı yüzde 30-50 ve çöp üretimi yüzde 50-90 daha
düşük olmaktadır. Özetle yeşil binalar ile önemli ölçüde su, enerji
ve para tasarruf etmek, hava kirliliğini azaltmak, küresel iklim değişikliği ile mücadele etmek mümkündür.
Yeşil binalar aynı zamanda yaşam kalitemizi de artırıyor. Öyle ki
2000 dersliği kapsayan bir araştırmaya göre, yeterli gün ışığı alan
dersliklerde okuyan öğrenciler, az gün ışığı alan dersliklerde okuyanlara göre, matematikte yüzde 20, okuma oranında ise yüzde 26
daha ileride. Araştırmalar aynı zamanda çevre dostu inşa edilmiş
okullarda okuyan çocukların daha az hastalandığını ve devamsızlık
oranının düşük olduğunu gösteriyor. Bu nedenle, birçok ülkede
artık okulların yeşil bina olması yasal bir zorunluluktur. Benzer
şekilde, yeşil hastanede hastalar 2,5 gün erken taburcu oluyor.
Yeşil ofislerde çalışanların üretkenliği yüzde 2-16 arasında artış
gösteriyor. Yeşil alışveriş merkezlerindeki artışlar önemli ölçüde
artış gösteriyor.
Doğal dengeye en fazla zarar veren sektörlerden biri de yapı sektörüdür. Bu nedenle, çevre dostu binalar, mümkün olduğu kadar doğal
ışık kullanmaya gayret eden, ısıtma, iklimlendirme ve havalandırma
sistemleri iç mekânın hava kalitesi göz önüne alınarak tasarlanan,
buharlaşan organik bileşim çıkarımlarının düşük olduğu, asbest ve
formaldehit içermeyen ve alerjik tepkilere neden olmayan malzemeler kullanılmış binalardır. Malzemeleri, tükenme tehlikesi altında
olmayan ve uzaklardan taşınmayan yerel hammaddeleri kullananlardan seçmek gerekir.
Bunun için 1933’de yapılan Atina Anlaşması’nda “ yapıların birbirlerinden yeterince uzak mesafelerde yapılmış olması gerekir; aksi
takdirde, yükseklikleri bir mükemmellik belirtisi olmak yerine, mevcut
kötü durumun daha da kötüleşmesine neden olacaktır” diye uyarı
bulunulmuştur. Buna rağmen 80 yıl sonra İstanbul’un orasından
burasından fışkıran yeni şehirlerin ya da lüks yaşam merkezlerinin
öne çıkarttıkları özelliklerin hiç biri bu şartları sağlamamaktadır. Öyle
ki Ağustos 2003’te Fransa ve çevresindeki sıcak hava dalgalarının
neden olduğu 35 bin ölümden de ülkemizde ders alınmamıştır.
Günümüzde kentler için iklimsel riskler ve uyum stratejileri çok daha
önemli ve hayati bir konu haline geldi. New Yok, Boston, Chicago,
Philadelphia, Pittsburg, San Francisco gibi Dünya şehirlerinin artık
nasıl şehir planlama ilkelerinde güneş ve rüzgardan faydalanma
hakları resmen gözetiliyor. Örneğin, bazı ülke veya eyaletler “Solar
Rights Act” ya da “Solar Codes Provisions” adıyla binaların, diğer
bir deyişle insanların güneş ve rüzgar haklarını yasal koruma altına
almakta. Böylece her bir yeni inşaatın çevre binaların güneşini ve
hava akışını kesip doğal ısınma, ışık ve havalandırmasını engellememesini sağlıyorlar. Böylece yazın kentlerde ölümcül bir hal alan
“ısı adaları” da önlenmiş olacaktır.
Diğer bir deyişle, yeni ve modern şehirler kuruyorum diyenler ölümcül hale gelen “kent ısı adası” etkisini önleyebilmek için de sokak ve
caddeleri hakim rüzgar yönüne göre nasıl planladıklarını, yazın fazla
gelen güneş ışınlarını yansıtmak, vb. için de yeşil çatı, yeşil yol, vb.
gibi nasıl bir yeşil kent ve bina inşa ettiklerinden de bahsetmelidir.
“Yeni konut projelerinde gölet yarışı” ile sahte göl ve boğazlarla
gittikçe azalan yer altı ve yağmur sularını nasıl kötü bir şekilde
kullanacaklarını ballandıra ballandıra reklam yapmak yerine yer altı
sularını nasıl beslediklerini ve kullanma suyu olarak kullanmak üzere
nasıl hasat edeceklerini anlatmaları gerekir.
Sonuç olarak iklim dostu bir yaşamdan daha çok veya sadece
rantı gözeten yeni şehirler hem ölü doğuyor, hem de mevcut
olanları ve içindeki insanları öldürüyor. Ayrıca sanayileşmesini
tamamlamaya çalışan ülkemizin, Kyoto Protokolü ötesinde taraf
olacağı anlaşmalarda küresel iklim değişikliği ile mücadelesindeki
başarısı yeşil kentleri teşvik etmek gibi emisyonlarını azaltan aktif
programlar yürütmesine bağlı. Böylece Türkiye’de halkın güvenliği
ve refahı için yaptığımız çalışmalardan daha yüksek katma değerler üretebilmesi de mümkün olabilecektir. Ayrıca benimsediğimiz
uluslararası belgelerdeki hedeflerimize daha kolay ulaşabilecek
ve uluslararası finans kaynaklarından da daha etkin bir şekilde
yararlanabileceğiz.
Özetle hesapsız, plansız ve ruhsuz kentlerde giderek afetlerin
artan ekolojik, çevresel, sosyal ve ekonomik kayıplarının en aza
indirilebilmesi için Türkiye’de de “afet risk yönetimi stratejisiyle”
birlikte “iklim değişimine uyum” ile ilgili tüm politikalar, planlar ve
programlar “iklim değişikliği risk yönetimi” adı altında bütünleşik bir
bakış açısıyla düşünülüp uygulanmalıdır...
Mayıs - Haziran 2013 75
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Prof. Dr. Şaban Ali DÜZGÜN
Ankara Üniversitesiİlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı Başkanı
DİNLERİN ŞEHİRLEŞME KABİLİYETİ
Şehrin sakinleri arasında her anlamda uçurumlar
var. O kadar yalıtılmış yaşıyoruz ki şehirlerde, bu
uçurumların ya farkında olamıyoruz ya da insan
olarak yüzümüzü kızartacak duyarsızlığımıza
hemen bir gerekçe üretiveriyoruz. Ferdinand
Tönnies’in ifadesiyle, insanların birbirinden
sorumlu olduğu cemaat, şehirde her koyunun
Şehre/Medeniyete Giden Yol: İslam Öncesi
Dinsel Geleneklerin Eleştirisi
Metinde din terimini, Doğu Dinleri olarak tasnif edilen Hinduizm, Budizm, Taoizm ve Batı Dinleri olarak kabul edilen
Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslam (İbrahimi dinler) arasında bir
ayrım yapmadan, Kur’an’ın işaret ettiği anlamda (Şûra 42: 13)
kullanıyorum. İlgili ayette Nuh’a, İbrahim’e, Musa’ya, İsa’ya ve
Hz.Muhammed’e yeryüzünde ‘ed-din’i hâkim kılmaları emredilmektedir. Ayette anılan peygamberler ulü’l-azm (zor işlere
talip olan ve tarihte kırılma yaratan) peygamberlerdir ve temel
görevleri yeryüzünde dinin hâkim kılınmasıdır. Onlara emredilen
şey, kendi dinlerini yani Müslümanlığı, Yahudiliği, Hıristiyanlığı
değil, belirteç almış haliyle temel evrensel ahlak ilkelerini içeren,
din denilence akla sadece kendisi gelen Allah’ın dinini hâkim
kılmaya çalışmaktır. Bu dinin çoğul hali yoktur. O bütün peygamberlerin mesajlarının omurgasını kuran normları içeren ana
gövde ve kaynaktır. Farklı dinler, bu ana dinin farklı modelleridir.
Farklı dinler tarihsel süreç içinde bu özlerin kendisini şeri’at olarak bir tekâmül sürecine sokmasından ibarettir. Hz.Peygamber:
“Biz peygamberler babaları bir anaları ayrı kardeşleriz” demektedir. Baba, temel ilkeleri, ana ise içinde yaşadıkları çevreyi
tanımlar. Dolayısıyla farklı kültür ve coğrafi iklimlerin kucak
açarak analık yaptığı peygamberler, o topraklara ve kültüre aynı
temel ilkeleri ekme gayreti içinde olmuşlardır.
Şehirleşme bağlamında bu dini gelenekleri değerlendirdiğimizde şu gerçekle karşılaşırız: Yerleşik bir kültür ortamında oluş76 Mimar ve Mühendis
kendi bacağından asıldığı bir cemiyete dönüşmüş
bulunuyor. Bunun için de şehirler en büyük
trajedi alanlarıdır. Ama en büyük trajedilerin
anlamlı bir çerçeveye oturtulabileceği yer de
şehirlerdir. Eğer trajediyi ve feryadı Allah'ın
duyduğu gibi, Allah'ın kulları da duyarsa bu
trajedi bir anlamlı yaşama dönüşebilir.
mamış olan ve bir şehir mantığı içinde kendini organize etme
imkânı bulamayan dinler, son derece tekelci davranmakta ve
despotluk eğilimi göstermektedir.
Bu varsayımımızın en belirgin örneği Yahudiliktir. Yaşam
dinamiklerini sürekli sürgün halinde oluşturan Yahudiliğin kuralları, tepeden tırnağa sürgün olmanın yarattığı bir mantıkla ve
savunma psikolojisiyle geliştirilmiştir: Yasakçı, tekelci, dışlayıcı,
yabancılaştırıcı, vs. Bu mantıkla oluşturulan bütün seremoniler
ve kurallar bizzat Tanrı tarafından lanetlenmektedir. Şehir
hayatına geçtikten sonra da bu alışkanlığı devam ettiren Yahudi kültürü, kendi dışındakilere hayatı dar etmiş, yaptıklarına
karşılık da başka kudretlerin eliyle cezalandırılmak suretiyle
döngüsel bir cezalandırmanın hem aktörleri hem de kurbanları
haline gelmişlerdir.
Benzer şekilde döneminin emperyal gücü Roma’nın kolonisi
Filistin’de doğan ve politik olarak Roma, dinsel olarak da
Yahudilik arasına sıkışan Hıristiyanlık, bu doğuş ortamının
genetiğine işlediği gerilimi, bütün tarihi boyunca hem hissetmiş
hem de başkalarına hissettirmiştir. Hatta denilebilir ki, nasıl
sürgünler Yahudiliğin tarihi ise, bu doğuş ortamının yarattığı
din ve siyaset arasındaki gerilim de Hıristiyanlığın tarihidir. Bu
tarihsel mirasın dinin doğduğu ortamdaki gerilimin bir bakiyesi
olduğu unutulmamalıdır. Hıristiyanlığın bir şehir yahut medeniyet kültürü yaratma konusunda Yahudiliğe göre daha başarılı
olmasında, bu diyalektiğin yarattığı sentez arayışlarının büyük
etkisi vardır.
Belde, Karye ve Medine
Şehir anlamında kullandığımız kelime Kur’anda belde, karye, medine
gibi kelimelerle karşılanmaktadır. Belde terimi, (b-l-d) kökünden gelir
ve kafa karışıklığı demektir. Bu durumda belde, kafa karışıklığının en
fazla yaşandığı, kimliklerin bulanıklaştığı, insanların melez kimliklerle
hayatlarını devam ettirdikleri yeri sembolize etmektedir. Belde, kırsaldan kopup gelen insanların nereye ait olduklarını tam olarak kestiremedikleri, geride bıraktıkları ile şehirde onları karşılayan arasında bir
gerilimin ortasında kaldıkları yerdir. Bütün bu gerilimlerin azaltıldığı
ve aidiyetlerin netleştirildiği yer ise medinedir. Bu durumda beldeyi
bir üst seviyeye çıkarıp Medine’leştirmek, aynı zamanda nebevi bir
misyondur.
Belde Kur’an-ı Kerim’de çoğunlukla sıfatla kullanılır: Bunlardan ikisi
dikkat çekicidir: Beldetün tayyibetün ve beldetün meyyitetün.
Beldetün Tayyibetün, insanın özgür iradesine bırakıldığında yaşamayı
tercih edeceği kadar insani olan, hakkın ve hukukun üstün tutulduğu,
işlerin adalet çerçevesinde yürütüldüğü, kimsenin haksızlığa uğrayacağına dair endişe taşımadığı şehri temsil etmektedir. İnsanları
serbest bıraktığınız zaman nerede yaşamak istiyorlarsa, hürriyetlerini
sonuna kadar nerede kullanacaklarına inanıyorlarsa, nerede güvenli
olacaklarına inanıyorlarsa, Kur'an-ı Kerim’e göre Beldetün tayyibetün
orasıdır. Bir şehrin bu niteliğe kavuşabilmesi için oraya ilkelerin ve
değerlerin hakim olması gerekir. Kur’an’ın ifadesiyle “Ve men sekulet
mevâzînuhû fehüve fi ‘îşetin râdiye” (Kimin değerleri ağır basarsa
onlar insani bir yaşam sürerler) (Kâri’a 101: 6-7).
Beldetün tayyibetünün bir de karşıtı var: Beldetün meyyitetün: Ölü
şehir, kimsenin yaşamak istemediği yer. Ölü şehir, insanlığı ayağa
kaldıracak değerleri üretemeyen, daha kötüsü var olan değerleri
kötürümleştiren insanların yaşamaya mahkûm oldukları yerdir. Kim
insanlık için yahut kendi toplumu için bir değer üretemiyorsa, böyle
bir endişesi ve gayesi yoksa onlar da yukarıda anılanın aksi bir yaşam
süreceklerdir: ve men haffet mevâzînuhû fe ummuhû hâviye (Kimin
değerleri hafif gelirse cehennem gibi bir hayat sürmeye mahkûmdur)
(Kâri’a 101: 8-9). Dünya yaşamları cehennemden farklı olmayan,
yakıtı insanlar ve taşlardan ibaret olan bir ateşin ortasında hayat
sürmeye hüküm giyen insanların, bütün ciddiyetiyle karşılarına alıp
sorgulamaları gereken bir durumdur bu.
Belde terimine ek olarak, Kur'an-ı Kerim’de şehir anlamında kullanılan karye kelimesi var. Karye, köy diye tercüme ediliyor ama karye
sadece köyü ifade etmez. Karye, göçebeliğin ve göçmenliğin değil de
yerleşik yaşamın, konaklamanın olduğu yerdir. Bir yerde konaklama
varsa, orada davranışlara kaynaklık eden referans değerler ve normlar işliyor demektir. Böyle bir yerde insan tek başına yalıtılmış olarak
değil, ilişkiler ağının içerisinde bir varlık olarak tanımlanmaktadır: Hem
insanlarla, hem çevresiyle ilişkili bir varlık. Dolayısıyla karye, yazılı ya
da sözlü yasaların kendi sistematiği içinde işlediği bir yerdir.
Dini literatürde şehir, karye, belde, medine kelimeleri –ve bunların
Yunanca karşılığı olarak polis, metropolis, teknopolis, vs.- dinin kendisini asılları ve türevleriyle gerçek anlamda gösterebileceği ana
mekânlardır. Din, daha sade organizasyona ihtiyaç duyan kırsal
kesimin/köyün değil aksine karmaşık/sofistike bir yapı arz eden şehrin organizatörüdür. Özellikle modern dönemde din, sanki daha çok
Şehirleşme bağlamında bu dini gelenekleri değerlendirdiğimizde şu gerçekle karşılaşırız: Yerleşik bir
kültür ortamında oluşmamış olan ve bir şehir mantığı içinde kendini organize etme imkânı bulamayan
dinler, son derece tekelci davranmakta ve despotluk
eğilimi göstermektedir.
köylerdeki insanların yaşamlarını organize etmek üzere varmış gibi
düşünülmektedir. Ama ister Kutsal Kitaplar isterse Yunan ve Roma
mitolojileri incelensin, ‘din’ eksenli bütün anlatımların aslında dinin
şehirde yer tutabilen ve kendine ancak şehirde büyüyüp gelişebilecek
bir ortam bulabilen bir değerler sistemi olduğunu göstermektedir. Açık
toplum özelliği göstermeyen, tartışma ve eleştiri kültürünün boğuldu
dar çevrelerde din mevcut kabile yahut feodal unsurlardan birine
indirgenir. Bu yaşam tehdidi sebebiyledir ki din, her türlü kabileciliği
yıkmaya çalışmaktadır. Batı’da feodal düzenin yıkılması şehri getirmiştir. Doğu’da da kabile mantığının yıkılması şehri getirmektedir.
Kabileciliği burada hem politik hem de dinsel bir terim olarak kullanıyorum. Dinsel kabilecilik, yukarıda dinde tekelcilik olarak kavramsallaştırdığımız durumun bir başka ifadesidir. Yani, bir dine Rabbül
âlemin, rabbünnas (alemlerin ve bütün insanların Rabbi) mantığına
aykırı olarak kendi kabilenizin malı gibi sarıldığında yaratacağınız
şey dinde kabileciliktir. Dinde kabilecilik, siyasi kabilecilikten çok
daha vahim sonuçlar doğurabilir. Dinlerin birbiriyle ilişkisinden doğan
tarihsel ve güncel çatışmalar bu kabileci mantığın yaşattığı trajedinin
sadece bir örneğini oluşturmaktadır.
Dinin şehre gelmesi ve şehirde etkinlik göstermesinin şüphesiz sebebi
var. Zira, şehir, trajedilerin en fazla yaşandığı yerdir: ve min ehli’lmedineti meredu ‘ale’n-nifâk (şehirliler münafıklıkta ileri gittiler…)
ayeti (Tövbe 9: 101) bu trajediye işaret etmektedir. Buna göre iki
yüzlülük, münafıklık en fazla şehirlerde cereyan etmiştir ve etmektedir. Nifakta aşırılığı insanlar şehirlerde yapıyorlar. Çünkü burada elde
edilecek çıkarlar çok daha fazladır ve onun için çok daha fazla insana
bel bükülür, yüzler daha fazla kızartılır, kimlikler daha fazla gizlenir, vs.
aşadığımız şehirlere bir bakılsın, ne demek istediğim anlaşılacaktır.
Mayıs - Haziran 2013 77
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Hazreti Peygamber’in ilk uygulama modeli hakkı, adaleti ve eşitliği önceleyen bir
modeldir ve şehir/medine ismi ancak böyle
bir modelin hâkim olduğu alana verilebilir. O halde, yönettiği şehrin insanlarına
danışmayan, onların duyarlılıklarını dikkate
almayan bir belde/yönetim şehir olarak
adlandırılmaya layık değildir. Böyle bir
birim, Kur’an’ın ifadesiyle beldetün meyyitetün (Zuhruf 43: 11) yani ölü şehirdir.
İnsanın omuzlarındaki sorumluluk, böyle
bir beldeyi yine Kur’an’ın ifade ettiği beldetün âminetün/güvenli bir şehir veya beldetün tayyibetün/yaşanmaya değer temiz bir
şehir haline getirmektir.
İstisnasız bütün dünya kentleri, geçmiş peygamberlerin halklarının
tek tek helak olma sebeplerinin tamamına ev sahipliği yapmıyor mu?
Günahın, haksızlığın, istismarın, eksik tartmanın, homoseksüelliğin
merkezleri değil mi şehirlerimiz? Her bir şehrin halkının büyük bir kısmı
Semut halkına, bir kısmı Lut halkına dönüşmedi mi? Ölçüyü ve tartıyı
eksilten, insanlara liyakati dikkate alarak muamele etmeyen, hakta
ve hukukta her türlü eksiltme yapan Medyen halkından yahut Lut
milletinden ne farkı var modern şehir halklarının? Bu helak sebeplerini
toplarsanız, hepsi yaşadığımız şehirlerde teker teker içerilmiş bulunuyor maalesef. Şehirlerine ağlayan peygamberlerimiz yok sadece.
İşaya’ya kulak verelim:
“Sadık şehir nasıl fahişe oldu! O şehir ki, hakla dolu idi! Onda adalet yer tutmuştu, şimdi ise adam öldürenler. … Reisleri asi, hırsız da
ortakları; her biri rüşvet seviyor ve hediyeler peşinde gidiyor; öksüzün
hakkını vermiyorlar ve dul kadının davası onların meselesi olmuyor”
(İşaya Bab 1, 21 ve 23).
Aynı şekilde şehirde yaşayan ama birbirlerine karşı duyarsızlaşan insanların durumu da bu trajedinin bir parçası durumundadır.
Tevrat’ta “Rab, şehirlerdeki kralların değil, mazlumların sesini duyar,
onların feryadını işitir” der. Zira şehirler, feryadın en yoğun olduğu
yerlerdir. Şehrin sakinleri arasında her anlamda uçurumlar var. O
kadar yalıtılmış yaşıyoruz ki şehirlerde, bu uçurumların ya farkında
olamıyoruz ya da insan olarak yüzümüzü kızartacak duyarsızlığımıza
hemen bir gerekçe üretiveriyoruz. Ferdinand Tönnies’in ifadesiyle,
insanların birbirinden sorumlu olduğu cemaat, şehirde her koyunun
kendi bacağından asıldığı bir cemiyete dönüşmüş bulunuyor. Bunun
için de şehirler en büyük trajedi alanlarıdır. Ama en büyük trajedilerin
anlamlı bir çerçeveye oturtulabileceği yer de şehirlerdir. Eğer trajediyi
ve feryadı Allah'ın duyduğu gibi, Allah'ın kulları da duyarsa bu trajedi
bir anlamlı yaşama dönüşebilir.
Şehirde yaşanan ümitsizlik, çaresizlik ve dört bir yandan kuşatılmışlık
birer trajedi kaynağıdır, başka bir ifadeyle saadetin karşıtı olan şekavet unsurudur. Şekavetin Yunan geleneğindeki tam karşılığı trajedidir.
78 Mimar ve Mühendis
Trajedi aynı zamanda bir tiyatro oyunudur ve aktörleri vardır. Aynen
bu oyundaki gibi yaşadığımız şehirlerdeki trajediye sebep olan baş
aktörler ve figüranlara sahibiz. Şehirlerdeki bu trajedinin/şekavetin
baş aktörleri olarak Kur’an mütref ve mele’ kavramlarını öne çıkarmaktadır. Mütref ve mele’ aşırı giden ve gelmekte olan mesaja ilk
direnen, hakikati tahrif ederek kendi çıkarlarının devamı sağlayan
ilkeleri kurumsallaştırmaya çalışan tipleri simgelemektedir. Yaşadığımız şehirlerin, metropolislerin, teknopolislerin öne çıkarılan, yüceltilen
kahramanlarıdır bunlar. Resmettiğimiz bu şehir fotoğrafını aklımızda
tuttuğumuzda, dinin neden esas işlevini şehirde gerçekleştirdiğini,
başka bir ifadeyle neden şehri hedef aldığını daha iyi anlarız.
Şehirler aynı zamanda servetin ve iktidarın yoğunlaştığı alanlardır.
Buralarda uzun vadede dinin araçsallaştırılarak, farklı gruplar tarafından servet ve iktidar sağlayan bir araca indirgenme riski vardır. Tarihte
bunun örneklerine şahidiz. Dinin bu şekilde araçsallaştırılmaması ve
siyasi yahut ekonomik mekanizmanın bir unsuruna indirgenmemesi
için dindarların tetikte olması gerekir. Bunun için eleştirel bir zihniyetle
olup biteni sürekli sorgulama alışkanlığının kazanılması gerekir.
Sıradan Bir Yerleşim Merkezini Şehir Yapan Nedir?
Bu soruyu bir örnek üzerinden değerlendirelim. Örneğin, sıradan bir
yerleşim alanı olan Yesrib’i Medine gibi medeniyetin tohum alanına
dönüştüren şey nedir? Hz. Peygamber’e kadar Yesrib olarak anılan bu
diyar, hangi özellikleri kazanarak Medine’ye dönüşmüştür?
Biliyoruz ki Medine’de farklı dinî gruplar vardı: Müslümanlar, hâkim
unsur olarak Yahudiler, daha çok işgücü/köle olarak kullanılan Hıristiyanlar, Maniheistler, Mazdekler ve Müşrikler. Hz. Muhammed, farklı
etnik ve dinsel kökenden gelen insanları ‘güruh’ olmaktan çıkardı ve
herhangi bir ayrımcılığa uğratmadan tamamını ümmet şemsiyesi
altında toplamayı başardı. Böylece çatışmaların yorduğu bu beldeyi
bir şehre/medineye (küçük ‘m’ ile) dönüştürdü. Bu kadar farklı grubu
bir araya getiren sivil bir sözleşmenin ilk örneğini oluşturan bir sosyal
kontrattı bu (Medine vesikası). 47 maddelik bu sözleşmeye taraf
İslam dini ile Medine Şehrine dönüşen Yesrib
olanlar birer birer sayıldıktan sonra herkese hak ve sorumlulukları
bildirilmekte ve insanları bağlayan ana unsurlar olarak bu haklar ve
sorumluluklar gösterilmektedir. Aynı anda hem devlet başkanı hem de
Müslümanların peygamberi olarak Medine’yi yöneten Hz. Peygamber,
hiçbir dini hükmü bağlayıcı unsur olarak sözleşmenin içine yerleştirmemiş, İslam’ı iktidar üzerinden kendini gerçekleştiren bir tahakküm
aracına dönüştürmemiştir.
Bu haliyle bu ilk sivil sözleşme, kaynağını bütün tarafları eşit şekilde bağlayan haklar ve sorumluluklardan almış olmaktadır. Hazreti
Peygamber’in ilk uygulama modeli hakkı, adaleti ve eşitliği önceleyen
bir modeldir ve şehir/medine ismi ancak böyle bir modelin hâkim
olduğu alana verilebilir. O halde, yönettiği şehrin insanlarına danışmayan, onların duyarlılıklarını dikkate almayan bir belde/yönetim şehir
olarak adlandırılmaya layık değildir. Böyle bir birim, Kur’an’ın ifadesiyle
beldetün meyyitetün (Zuhruf 43: 11) yani ölü şehirdir. İnsanın omuzlarındaki sorumluluk, böyle bir beldeyi yine Kur’an’ın ifade ettiği beldetün
âminetün/güvenli bir şehir veya beldetün tayyibetün/yaşanmaya değer
temiz bir şehir haline getirmektir. Böyle bir şehre nelerin hakim olduğunu ve orada nelerin hayat bulduğunu Kur’an’dan takip edelim:
- Hayırlı nesil (zürriyyeten tayyibe – (Âl-i İmrân 3.38)
- Temiz hava (rîhin tayyibe – (Yûnus 10.22)
- Güvenli iletişim (kelimetin tayyibe – (İbrahim 14.24)
- Sağlıklı gıdalar (şeceretin tayyibe – (İbrahim 14.24)
- Temiz toplum (hayatün tayyibe - (Nahl 16.97)
- Sağlıklı/etkili İletişim – tahiyyeten tayyibe – (Nûr 24.61)
- Güvenli binalar/Düzenli yerleşim (mesâkine tayyibe - (Sâf
61.12; Tevbe 9.72; Sebe’ 34.15).
İnsanca yaşanabilir bir toplumun bütün unsurlarını Kur’an-ı Kerim bu
terimler üzerinden vermekte ve insanları böyle bir yaşam kurmanın
mücadelesine çağırmaktadır. Bir şehrin yaşamaya değer bir alana
dönüştürülebilmesinin yolu, orada yaşayan insanların kendilerine değer
yaratacak bir misyon biçmelerinden ve hayata kendi değerleriyle
müdahale etme iradesini göstermelerinden geçer.
Sonuç
Şehir yahut medeniyet söz konusu olunca, din ve muhafazâkarlık
neredeyse eş anlamı terimler olarak kullanılmaktadır. Oysa din
modernleştirici bir unsurdur, asli haliyle dinamiktir ve muhafazakârlığı
dışlar. Hitap ettiği toplumda yaşayan, o toplumda var olan değerleri
muhafaza edecekse din neden gelsin ki? Mevcut ilişkileri oldukları
hal üzere daha da geliştirmek için mi peygamberlerin büyük kısmı
öldürüldü, daha büyük bir kısmı doğduğu toprakları terk etti ve bir o
kadarı da sıradan bir insana reva görülmeyecek belalara sabretmek
zorunda kaldı? Uğradıkları belalar karşısında peygamberlerin insanlığa
ve tarihe emanet ettiği yegane terim belki de değişim ve dinamizmdir. Peygambere tabi olma iddiasında bulunanların, peygamberleri
muhafazakârlığın, durağanlığın, sabit gelenekçiliğin temsilcileri olarak
görmeleri onlara bir bühtandır.
Tarihin akışını değiştiren Peygamberlerin geldiği toplumlar en sorunlu
ve sıkıntılı toplumlardır. Bu toplumlarda yasasızlık (ümmilik) ve yasa
tanımazlık genel bir toplum özelliği olacak kadar başatlık kazanmıştır.
Bu toplumlarda mevcut toplumsal ilişkiler, sürekli bir kesimin aleyhine
çalışmaktadır. Böyle bir yapıya müdahil olan din ancak değişim iddiasını arkasına alarak değiştirici ve nihayetinde dönüştürücü bir kudret
gösterebilir. Din bunun için vardır. Özellikle çağdaş kavramsallaştırmalarda dinle özdeşleştirilen muhafazakârlığın şiddetle reddedilmesi
gerekir, aynen dine girerken dile getirilen lâ ilahe illallah’ın lâ’sı ile
reddedilen tortular ve kalıntılar gibi.
Mayıs - Haziran 2013 79
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Prof. Dr. Kemal SAYAR
“İNSANIN TABİATA ÖZLEMİNİ
ŞEHİRLERDEN ALIRSAK, YALNIZCA ŞEHİRLERİ
DEĞİL, İNSANI DA KAYBEDERİZ”
ŞEHİRLEŞME KONUSUNU İŞLEDİĞİMİZ DERGİMİZDE, ŞEHİRLEŞMENİN İNSAN ÜZERİNE ETKİSİNİ DAHA İYİ
ANLAMAK AMACIYLA TÜRKİYE’NİN EN SAYGIN ARAŞTIRMACILARINDAN SOSYAL PSİKOLOJİ PROFESORÜ
VE AYNI ZAMANDA DA TANINMIŞ BİR ŞAİR OLAN KEMAL SAYAR İLE BİR SÖYLEŞİ GERÇEKLEŞTİRDİK.
>
İlk sorum insan ve şehir arasındaki
bağlantı üzerine olacak. Size göre yaşadığımız şehrin insanın gelişimi üzerine
nasıl etkileri var?
Yaşadığımız şehir bizim ruhsal hayatımıza doğrudan etki eder. Yaşadığınız şehir
gürültülü, yeşil alanların, sosyal buluşma ve
etkileşim imkanlarının az olduğu, buluşma
imkânlarının zayıf olduğu bir şehir olursa
insanların daha depresif bir yaşam sürmesi
muhtemeldir. Fakat daha insan dostu, yeşil
ve sosyal bir şehirse bizler de kendimizi çok
daha iyi hissederiz. Amerika’nın bir üniversitesinde bununla ilgili yapılan bir çalışma
var. Üniversiteye ağaçlık bir yoldan giden
öğrenciler ile şehrin binalarının ortasından
giden öğrencileri karşılaştırmışlar. Ruhsal
iyilik göstergeleri ağaçlık alandan giden
öğrencilerin daha iyi olarak görülmüş. Bir
80 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL
başka araştırmada hastanelerdeki pencerelerin yeşile ve betona bakması ile hastaların iyileşmesi arasındaki ilişkiyi sorgulamış,
yeşile bakan odada yatan hastaların daha
çabuk iyileştiği görülmüş. İnsan doğasında
yeşile, tabiata bir özlem var. Ben bunu biraz
metafizikle ilişkilendiriyorum. İnsan cennetin sürgünüdür, tabiat bir şekilde cennete
telmihtir ve insan, asli var oluşunu özlemektedir. O yüzden hepimiz sıkıştığımız zaman
kendimizi tabiata atmak isteriz; tabiat bizi
rahatlatır, huzura kavuşturur. Bugün modern
dünyada karşılaştığımız bazı ruhsal sorunların toplumun tabiattan yabancılaşmasıyla
alakalı olduğunu düşünen bazı ruh bilimciler
var. Ekoterapi denilen bu akım bize tabiatla binlerce yıldır uyum içinde geliştiğimizi
ve beynimizin hava, bitki ve hayvanlarla
etkileşim için programlı olduğunu söyler.
Endüstri devrimiyle birlikte insanın tabiatla
bağı giderek kopuyor, insan fabrika saatinde cisimleşen mekanik zaman tasavvuruna
teslim oluyor. Güneş ve ayın çevrimlerinin
artık ehemmiyeti kalmamıştır. Oysa 2007
yılında İngiltere’de yapılan bir çalışma orta
ve hafif depresyonda dışarıda yürümenin
antidepresan ilaç almak kadar etkili olduğunu gösterdi. İnsanın kökü topraktadır ve
insan toprağa değmekle iyileşir.
Modern şehirin en temel sorunlarından birisi
yeşil alanların giderek azalması. Şehirler
artık insanların istekleri veya ihtiyaçları etrafında değil motorlu taşıtların dayattığı yollar
ve motorlu taşıt trafiği etrafında biçimleniyor. Bu da insanı çok önemsizleştiriyor,
zayıflatıyor. Modern şehirde insan çok zayıf
bir varlık, kendi iradesinin ortada görünmediği ve mutluluğunun hesap edilmediği
bir varlık. Pek çok çocuk modern şehir
kurgusu içinde tabiata değmeden, tabiata
dokunmadan büyüyor. Buna, yakın zamanda Amerika’da bir yazar doğa yoksunluğu
sendromu diye bir isim taktı. Yetişkin yaşa
gelene kadar bazı çocukların bir yaprağa
bile dokunmadıklarına dikkat çekti. Doğal
hayattan uzaklaşmak bizi çok daha agresif
insanlar haline getirebiliyor. Metropollerde
çok fazla sıkışma görüyoruz. Desmond Morris zamanında şehirler için ‘insanat bahçesi’
tanımını kullanmıştı. Gerçekten hayvanat
bahçesine konan hayvanlarda doğal ortamdaki hayvanlarda bulunmayan hastalıklar
bulunmuş, mesela ülser, şehirde hayvanat bahçesinde kapana kıstılmış bir şekilde
yaşayan bir maymunda gelişebilirken doğadaki bir maymunda görünmüyor.
İnsanın ferahlığa ihtiyacı var. Şehirdeki sıkışma insanın doğasına aykırı olduğu için
insanlar daha gergin oluyor ve birbirlerine
çok kolay düşman kesilebiliyor. Bir örnek
vereyim; kalabalık bir belediye otobüsünde
bir boş koltuk için bile aranıza bir rekabet,
husumet girebiliyor. Metropollerde insanların çok kolay kavgaya tutuştuğunu ve haklarının yendiği, gadre uğradıkları duygusuna
çok kolay ram olduklarını görüyoruz. Ben
tüm bunların fazla sıkıştırılmışlıkla alakasının olduğunu düşünüyorum. Metropol insanların var olma mücadelesi verdikleri bir yer.
Köy ve kasabadaki dinginlik, samimiyet ve
yakınlık burada yerini ‘survivor’ psikolojisine
bırakıyor. Modern şehirlerin kurgusunda bir
de vakit nakittir anlayışı var. Onun için son
yıllarda ”yavaş şehir” denen akım ortaya
çıktı, biraz şehirleri yavaşlatmak, şehri insanın hizmetine sunmak yönünde bir akım.
İnsanlar telaşlı oldukları zaman etrafındaki
insanları ve tabiatı görmezden geliyorlar ve
kolaylıkla her şeyi ezip geçebiliyorlar. Ama
usul usul yaşadığımız zaman, çevremizdeki insanların ve şehrimizin hikâyelerine
şahit olabiliriz. O hikayelerin içine girer, o
hikayelerin yazımına katkıda bulunabiliriz.
Sokağımızdaki ağacın büyümesini görebiliriz. Bahar mı geldi, yaz mı geldi, yaprak
durumu nedir, tomurcuk durumu nedir onları
fark edebiliriz. Fakat modern medeniyetin en temel unsurlarından bir tanesi olan
zamanın para olduğu düşüncesi, şehri de bu
kurgu etrafında örgütlüyor. Zamanı paraya
dönüştürmek bir hastalık haline gelmiş, herkes koştura koştura bir yere gidiyor. Modern
şehir adeta cinnet yeri haline geliyor, insanlara mutluluk veren bir yer değil insanların
kurtulmak istediği ve kaçış planları yaptığı,
adeta ruh sağlığını tehdit eden bir kurgu
haline geliyor.
Telaş kültürüne bir örnek şöyle vereyim;
ilginç bir çalışma var. Galiba İngiltere’deydi, İlahiyat öğrencilerine bir dersten sonra
diyorlar ki bu dersten üç dakika sonra
hemen yan binadaki derste olmanız gerekiyor. Dışarıya da bir aktör koyuyorlar, o
da kıvranan bir adamı oynuyor. Öğrenciler
bakıyor ıstırap içinde bir adam var, pek azı
durup ona yardım ediyor. Bu deney bir de
zaman kısıtlaması olmaksızın deneniyor,
zaman baskısı olmadığı zaman öğrencilerin
ekseriyeti gidip bu kişiyle ilgileniyor. Bizler
bu şehrin içindeki evsizleri, mülksüzleri, sıkın-
nün yok olması ile yeni binalarla birbirinden habersiz küçük kutucuklar içinde yaşayan insanlar, birbirinin kim olduğunu bile
bilmeden yaşayıp gidiyorlar. Şehrin daha
geniş alanlara yayılarak yataylaşması ister
istemez bir mahalle kültürünü, en azından
bir bahçe ile diğer bahçenin komşuluğunu,
insanların zorunlu olarak birbirini görmesini
ve görüşmesini getirebilirdi. Modern şehirde
yaygın olarak karşımıza çıkan vurdumduymazlık bazen ölümcül bir biçimde kendisini gösterebiliyor. Bunun çok enteresan
bir misali; 1970'li yıllarda New York'un 5.
caddesinde Kitty Genovese adında bir kadının güpegündüz bıçaklanarak öldürülmesinde kendini göstermiştir. Psikoloji bilimi
bu kadının New York’un bu kadar işlek bir
yerinde gündüz vakti öldürülmesine insanların nasıl seyirci kaldığının mutlaka incelenmesi gerektiği düşünmüş olacak ki pek çok
İnsan doğasında yeşile, tabiata bir özlem var. Ben bunu biraz metafizikle
ilişkilendiriyorum. İnsan cennetin sürgünüdür, dolayısıyla tabiatta bir
şekilde cennete telmihtir ve insan asli var oluşunu özlemektedir.
tılı insanları, dertli insanları, yoksulları zaman
baskısıyla çoğu zaman göremiyoruz. Şehirlerimizi de bu anlayışla kuramıyoruz. Daha
merhametli, daha insan dostu şehirler kurmak için evlerimizi büyük duvarların arkasına saklamamamız lazım diye düşünüyorum.
Yoksul mahalleler, zengin mahallelerdeki iri
gökdelenlerin gölgesi altında ezilmemeli.
Peki, bize bu durumun toplum ve kişilerarası ilişkiler üzerindeki zararlarından
bahseder misiniz?
Modern şehirde bir nemelazımcılık ve vurdumduymazlık hissi pek çok insanda hakim:
sosyal psikoloji araştırmaları da bize şunu
gösteriyor; insan nüfusunun yoğun olduğu
yerlerde sosyal kaytarmacılık da artıyor.
İnsanlar bir başkası ıstırap içindeyken, ‘ne
de olsa başka yardım eden olur’ diye kaytarabiliyorlar, sorumluluklarını unutuyorlar. Bu
yönüyle bile modern şehir ihtimam ahlakından bir kaçışı temsil ediyor, bir başkasının
derdiyle dertlenmeyi, bir başkasının ıstırabını yüklenmeyi emreden ihtimam ahlakından bir uzaklaşmayı temsil ediyor. Şehrin
dikey olarak kurulması zaten bunun başlıca
sebeplerinden bir tanesi. Mahalle kültürü-
araştırma yapılmış. Bu kadının çığlıklarını
duyan insanlara gidip konuşulduğu zaman
hepsi şunu söylemiş; “o kadar açıktı ki çığlıklar herkes duydu ve içimizden biri mutlaka
polisi aramıştır diye düşündük”. Ama herkes
böyle düşündüğü için polisi kimse aramıyor.
Vurdumduymazlıkla beraber, hızlı yaşama
kültürü ile beraber nezaket de kayboluyor.
Modern çağın en bariz hastalıklarından birisi
narsistik kişiliğin yaygınlaşması, yani önce
ben, hep bana diyen kişi tipinin yeryüzüne
bir klon gibi yayılmasıdır. Büyük metropollerde görürsünüz, herkes kendisi için yaşar,
kendisini ve kendi yakınlarının önceliğini
düşünür.
Modern şehirde insani temas noktalarının
azalması ve diğerinin ıstırabını yok sayacak imkanların çoğalmasıyla maalesef bu
nezaketsizlik ve merhametsizlik tırmandırılıyor, bu narsist kişilik yaygınlaşıyor. Bunun
bir örneğini biz İstanbul'un mahallelerinde
görüyoruz. Çok zengin bir semt, duvarlar
ile örülü villalar ve üç sokak ötesi yoksulluk
içinde. Ama o villalarda yaşayan insanlar
üç sokak ötesindeki yoksulluğu hiç hissetmeden refah içinde yaşayabiliyor. Ya da
belki onun orada olduğunu biliyor ve koca
Mayıs - Haziran 2013 81
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
duvarlarla aslında onu izole ediyor, onu
dışlıyor. Yoksul ve mülksüzü tehlikeli buluyor ve onu kentin dış çeperlerine sürgüne
gönderiyor. O üç sokak ötenin derdiyle
dertlenmeyi kendine zul addediyor. Ama bu
toplumu kavuran bir hareketlilik olursa, o
üç sokak ötede horlanmış olan genç gelip
zengin semti de talan edebilir. Şehrin sakinleri önünde sonunda aynı kaderi paylaşır,
bunu idrak etmemiz lazım. Biz maalesef
bu bilinçten uzak bir şekilde yaşıyoruz, çok
hızlı arabalarda, büyük konutlarda ötekinin
ıstırabını tamamen görünmez kılarak yaşıyoruz. Dolayısıyla bu gettolaşmanın da etnik
gruplarının kendi arasında gettolaşmasının
da bir şekilde önüne geçmek gerekiyor.
Önyargının kırılması için toplumsal kesimlerin birbirine değmesi gerekiyor. Daha
merhametli şehirler kurmak için insanların
birbirinin ızdırabını gördüğü şehirler tasarlamamız lazım.
David Harvey bu ”mekansal farklılaşma
” olayını, kapitalist toplum inşasının dinamikleri açısından sorguluyor. Sınıflı toplum,
sadece işçi-işveren temelinde gelişmez aynı
zamanda tüketim sınıflarının yaratılması da
söz konusudur. Böylelikle emeğine yabancılaşan ve bunun için mücadele etmesi
beklenen işçi figürü yerine, emek yükünden
bir an önce kurtulmak isteyen, emeğin
sömürüsünü destekleyen bir tüketici kültü82 Mimar ve Mühendis
rü çıkar. Ümraniye’de, Tuzla’da gecekondu mahallelerinin kalbine dikilen alışveriş
merkezleri yoksulun cebindeki son parayı
da hortumlar ve onu kredi kartı batığına
çevirir. Birbirlerine duyabilecekleri sevgi ve
bağlılıktan öte kaybedecek bir şeyi olmayan
yoksullar, zamanlarını tüketim maddelerini
seyrederek geçirir ve alışveriş merkezlerinde
giderek yalnızlaşırlar.
Mekansal adalet fikri üzerine daha çok
düşünmemiz gerekiyor. Şehirde sosyal
adaleti acilen tesis etmemiz gerekiyor.
Mekansal adalet derken şehre bizim rızamız dışında dikilen gökdelenlerin gökyüzünü
elimizden almasını, göğe bakma hakkımızı
gaspetmesini de kastediyorum. Kaç asırlık
İstanbul tarihi yarım ada siluetinin gasp
edilmesini kastediyorum. Mekan adaleti bir
yandan da yoksulların da şehirde saygın bir
biçimde yaşayabilecekleri imkanları hazırlamak demektir. ”Eşit olmayanlara eşit davranmaktan daha eşitsiz hiç bir şey yoktur
” der Harvey, ünlü eseri Sosyal Adalet ve
Şehir’de, New York’ta bir semt parkında sık
yaşanan ayaklanmalarla ilgili bir deneyimi
aktarır. Parkın etrafındaki alanlarda evsiz
insanların yanısıra, farklı /heterojen kimlik
yapılarının olduğuna dikkat çeker. Kentsel
alt kültür, veya kültürel yörüngedeki çatallaşmalar, Harvey’e göre kentsel mekandaki
adalet yoksunluğunun yol açtığı öteki kültürü
ile ilgili. Ötekiliklerin yaratılması, mekânsal
vandalizmi de körükler. Farklılığa gösterilen
kentsel hoşgörü önemlidir. Dahası, toplumsal adalet ”farklılıkların eritilmesini değil,
baskı altında tutulmaksızın küme farklılıklarının yeniden üretiminin desteklenmesini ve
bu farklılıklara saygı gösterilmesini zorunlu
kılar”. Örneğin evsizlik. Sözde hukukun ve
düzenin güçleri, evsizleri parktan çıkarmak,
şiddetli çatışma yaşayan taraflar arasına
engeller koymak için müdahale eder. Böylelikle kamusal alanlar yok edilir. Ya da savaş
alanına çevrilir.
Şehirlerimizin estetik açıdan değerlendirmesini yapabilir misiniz? Kişisel
ilişkilerimizin zayıflamasında şehirlerimizin güzelliğinin yitirmesinin de etkisi
olduğunu söyleyebilir miyiz?
Öncelikle şunu söyleyeyim, güzellik tedavi
edici bir şeydir, güzellik insan ruhunu onaran
bir şeydir. Bizler insan olarak güzel bir şeyle
karşılaştığımız zaman onu içimize çekeriz,
uzun uzun onu seyretmek isteriz. Bu bir
ağaç, bir nehir veya bir dağın tepesinden
Bizler bu şehrin içindeki evsizleri,
mülksüzleri, sıkıntılı insanları,
dertli insanları, yoksulları
zaman baskısıyla çoğu zaman
göremiyoruz. Şehirlerimizi de
bu anlayışla kuramıyoruz. Daha
merhametli daha insan dostu
şehirler kurmak için evlerimizi
büyük duvarların arkasına
saklamamamız lazım diye
düşünüyorum.
İnsanın ferahlığa ihtiyacı var.
Şehirleri sıkıştırma insanın
doğasına aykırı olduğu için
insanlar daha gergin oluyor ve
birbirlerine çok kolay düşman
kesilebiliyor.
ovaya bakmak olur, onun hatırasını içimize
saklamak isteriz çünkü güzellik insanı onarır
ama çirkinlik de insanı hasta eder. Maalesef
biz çirkin şehirler inşa ettikçe insanlarımız
daha huzursuz, daha endişeli ve daha kavgacı varlıklar haline geliyor. Yabancılaşma
modern şehirlerin en büyük problemlerinden
bir tanesi. Kendine yabancılaşma, insana
yabancılaşma ve tabiata ve nihayetinde
Allah’a yabancılaşma. Yabancılaşan insan
yalnızlaşıyor, tek kalıyor ve sosyal bağları
giderek aşınıyor. Ruh sağlığının en temel
rükünlerinden bir tanesi bu. Sosyal bağlarımız ne kadar kuvvetli olur ise ruhsal
sıkıntılara karşı kendinizi o kadar koruyabilirsiniz. Sosyal bağlarının varlığı depresyona ve
daha ağır ruhsal hastalıklara karşı koruyucu
işlev gösterir. Şizofreni ile ilgili çalışmalar
bize şunu gösteriyor; şehirleşme arttıkça
şizofreni vakaları artıyor. Kırsal kesime göre
bu çok ciddi yaygınlık gösteriyor. Biyolojik
bir hastalık ama toplumsal faktörler onu
tetikleyebiliyor. Komşuluk ahlakı gelişmediği zaman bir mahallede, şehirde insanlar
bu sosyal bağlardan hızla arınabiliyorlar.
Bizim günümüz toplumunda maalesef her
aile kendi muhkem kalesini evine çekilmiş
bir şekilde yaşıyor, kendi apartmanımızda,
mahallemizde ne olup bittiğini bilmiyoruz.
Evimizden bir cenaze çıktığı zaman orada
yaşlı birinin yaşadığını öğreniyoruz. Bu da
insanı yeri geldiği zaman çok ağır ruhsal
zorlanmalara karşı yalnız ve savunmasız
bırakıyor. Bunun bizim bire bir pratiklerimizde, ruhsal pratiğimizde karşılığı var. Pek
çok insan etrafında konuşacak bir dost
bulamadığı için hastalanmış olarak gelebiliyor. Şehirleşme getirdiği büyük yalnızlaşma
ve yabancılaşma duygusuyla insanları en
temel his olan emniyet duygusundan mahrum bırakıyor.
Şimdi, iki sene önce bir arkadaşımın baba-
sının vefatı dolayısıyla Ankara'ya gittim ve
orada yeni inşa edilmiş bir mezarlık gördüm.
O tepeden, bir taraftan Ankara'nın bazı
gecekondularını bir taraftan da TOKİ’nin
konutları görüyorsunuz. Benim gözümde
gecekondular Kiptaş konutlarından daha
güzel, yeşillik var, genişlik var, ferahlık var, bir
ruh var, mahalle kültürü var. Ama Kiptaş'ın
yaptığı TOKİ kutularında hiç bir ruh yok,
insanı onun içinde yaşamakla mutlu kılacak
bir örgütlenme ve yapılanma yok. Fizik
depreme karşı dayanıklı belki ama metafizik
depremlere karşı dayanıksız. Adorno’nun
sözleriyle, ‘Evler konserve kutuları gibi atılacak şeylerdir artık’.
Yeryüzünde ait olmakla kendimi emniyet
içinde hissettiğim alan varmı, bir mensubiyet, aidiyet var mı? Yok. Modern şehir bizi
bundan mahrum bırakıyor. Mahalle insanların son direniş noktasıydı. Mahalleler gidiyor,
muhabbet ettiğiniz bakkal yerine hipermarket geliyor. Hipermarkette kasiyer kızla
kişisel bir diyalog kuramazsınız veya göz
ucuyla bir temas kurarsınız ve ürününüzü
okutur geçersiniz. Dolayısıyla şahsi her şey,
gayri şahsileşiyor, insan kendini ifade edecek şeylerden mahrum kalıyor. Yalnız başına
bir dairede kalan insanı düşünün, bu insanla
kim konuşacak, bu adam kendini nerede
ifade edecek, sıkıntısını derdini nerede dışarı
taşıyacak. Her şey insanın içinde yetişiyor
ve yeri geldiğinde ruhsal hastalıklar, iptilalar,
şiddet şeklinde kendini dışarı vurabiliyor.
Bugünün felsefesi ‘komşudan kendin gibi
kork’ olmuştur, ‘komşunu kendin gibi sev’
düsturu bırakıldı ve komşu potansiyel bir
düşman haline geldi. Ondan korkmaya başladık. Güvenlik paradigmasının teslim aldığı
şehirlerde yaşıyoruz, çocuklarımızı sokağa
bırakamıyoruz çünkü güvenlik paranoyası
Mayıs - Haziran 2013 83
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Acı olan şu; Türkiye’de geleneksel çarşı
kültürünün hâkim olduğu şehirlere de
maalesef ölçüsüz bir şekilde bir sürü
AVM yapılıyor. Bu AVM'ler oradaki
çarşı kültürünü öldürüyor, yerel
ticareti, yerel markaları öldürüyor.
bizi kontrol altına alıyor.
İster süreç/tarih içerisinde gelişmiş olsun,
isterse bağlamsal olarak kurulmuş olsun,
şehir toplumsal/kültürel/kurumsal ve iktisadi-siyasi bir inşa. Aristo Politika’da, insanı
biyolojik varlık (bios) ve toplumsal/siyasi
varlık (zoe) olarak ikiye ayırır. Kamusal alanda söz sahibi olabilmenin yolu şehrin kültürel hayatına katılmaktan geçer. Şehirde
yaşamak da başlı başına bir bilme/sürecidir.
Şehir etkileşimli bir süreçtir. Yani şehir-insan
etkileşimini kastediyorum. Şehirlileşemediyseniz şehir kültürünü de yaratamıyorsunuz
çünkü toplumsal bir özne haline gelemiyorsunuz.
Şehir kültürünün olmaması, en nihayetinde
bulunduğu mekanla ilişki kuramayan insanlar yaratıyor. Örneğin İstanbul’da oturup hiç
deniz kenarına gitmeyen insanların şehre
aidiyet hislerinin neden yaratılamadığını
konuşmalıyız. Ama aynı zamanda, hangi
sosyoekonomik düzeyde olursa olsun insanların şehirli olma ile ilgili nosyonlarını da
yani kültürel hayata katılma süreçlerini de
konuşmalıyız. Neden AVM’ye gitmek yerine
müzelere, tiyatrolara, sinemalara, parklara
gidilmiyor? Dolayısıyla da bunların hiç biri bir
talep yaratmıyor. Ayazağa köyüne Ağaoğlu
geldi diye seviniyor köy halkı, gelişme rant
ile ölçülüyor. Bu bilinçli bir kültürel çoraklaştırma hareketi. ‘Kuşdili çayırı AVM olmasın,
park olsun’ denildiğinde kentsel gelişime
engel olmuş gibi düşünülüyorsunuz. Şehirdeki yabancılaşma ve aidiyetsizlik modern
birey-özne kimliğinin çatallanmasından,
çatlamasından ya da zaten şehirde bireyin
insanı sakatlayarak icat edilmesinden kaynaklanıyor.
Benim görmekle ıstırap duyduğum şeylerden bir tanesi de Türkiye'de alışveriş
merkezlerinin pıtrak gibi çoğalması. AVM'ler
bizim geleneksel yapımızın temsil ettiği
değerlerin tam zıt kutbunda yer alır, onun
antitezidir. İnsanın birbiriyle ilişki kurması, birbirinin gözüne bakması, esnafın tatlı
84 Mimar ve Mühendis
diyalogu, yardımlaşması esas olandır. Bütün
bunların zıt değerlerini temsil eden, yabancılaşmış, negatif enerji ile yüklü kapalı bir
mekânda, vitrin vitrin gezmekle rahatlayacağını zanneden ancak cebindekileri saçma
sapan bazı mamullere vermekle daha mutlu
olabileceğini zanneden bir müşteri kitlesi
yaratılıyor. Acı olan şu; Türkiye’de geleneksel çarşı kültürünün hâkim olduğu şehirlere
de maalesef ölçüsüz bir şekilde bir sürü
AVM yapılıyor. Bu AVM'ler oradaki çarşı
kültürünü öldürüyor, yerel ticareti, yerel markaları öldürüyor. Küresel markalar AVM'lerin
yüksek kiralarını daha rahat ödeyebildikleri
için oraya giriyorlar, orada yeni sömürgecilik
şeklinde insanların paralarını hortumluyorlar. Bu arada ne oluyor, geleneksel esnaflar
da kayıplara karışıyor, onların yüzyıllardır
aktardığı kültür de zayıflıyor. Neoliberal iktisat güzel olan herşeyi buharlaştırıyor ve
insan ilişkilerinden alışverişe dek kültürün
ana mecralarını pazarın hükümlerine tabi
kılıyor. Kazancın kaynağını sorgulamayan,
sadece kazancın büyüklüğünü kutsayan bir
zihniyet galip getiriliyor.
Tabi sadece AVM’ler değil, gökdelenler ve rezidanslardan da bahsedilmesi
gerekiyor, öyle değil mi?
Rezidanslar size gel, yat, git mantığı veriyor,
bir ev havası dahi vermiyor. Bir türlü otel
havası veriyor. Modern medeniyet ve şehir
kurgusu bana göre fıtrattan bir kaçışı temsil
ediyor. İnsan fıtratında hız yoktur, insan
fıtratı olup biten şeyleri anlamaya ayarlıdır.
İnsan merhamete ayarlı bir varlıktır, insan
başkasının ıstırabını işitmeye ve ona yardım
etmeye ayarlı, ahlaklı bir varlıktır. Daha
sonra kültür, şehir, mekân, toplum bizi o
ilksel varoluşumuza yabancılaştırır ve bizi
daha zalim bireyler haline getirebilir. Bazen
ben modern medeniyetin en büyük tuzağının insanlara yaptığı şu telkin olduğunu
düşünürüm “Mazlum olacağına zalim ol.”
Bunun modern şehirlerde birçok örneğini
görüyorsunuz. Geçtiğimiz yıllarda Kadıköy
Meydanında bir kız, 1 Mayıs gösterisinde bir
çiçeği eziyordu, kamera onu çiçeği ezerken
gösterdi. Neydi bu kızın derdi, o belki kendi
hayatından esirgenen özeni o çiçeğe vermiş
olmalarına içerliyordu. Kendi hayatından
esirgenen şeyin intikamını ondan alıyordu.
Yanlış şehirleşmenin şiddet üzerindeki
etkisinden burada bahsedebilir miyiz?
Bozuk ve çarpık kentleşme ile şiddet arasında birebir bağlantı kurulabileceğini düşünüyorum. İnsanlar çarpık, yoğun kentlerde günü birlik hayatın terörüyle mücadele
etmek zorunda kalıyorlar. Her gün Tuzla’dan
İkitelliye işe giden birini düşünün, günün
üç saatini sıkışık bir otobüste geçirmek
zorunda kalıyor, bu bir terördür, bir insanın
hiçleştirilmesi, hayatının değersizleştirilme-
sidir. Şiddet insanın içinde yavaş yavaş
mayalanır. İnsanların değersiz sayılmalarıyla
mayalanır. Bir de görünmeyen şiddet var;
ihmal ederek, görmezden gelerek, saygın
kabul etmeyerek gelen bir şiddet vardır. Bu
tarz bir şiddet, uyandırdığı yaygın incinmişlik duygusuyla insanlar üzerinde çok daha
tahripkar olabilecek bir şiddettir. Şehrin kimi
sakinlerini apaçi, kıro vb yaftalarla değersizleştirir ve etiketlerseniz şiddetin tohumlarını
şehre serpmiş olursunuz. İnsanlar bir toplumda görülmediklerini, değer verilmediklerini, hayatlarının yasının tutulabilir olmadığını fark ettikleri zaman incinir. Bu insanlar
bir anlam ve yön duygusundan mahrum
kaldıklarında çok kolay vandalizme, intihara ve şiddete yönelebilir. Şehirlerin insana
bir anlam duygusu verebilmesi lazım, yani
şehrin bir anlam etrafında örgütlenebilmesi
lazım. Bu anlam, bana sorarsanız, hayatın
özü itibariyle iyi ve komşu insanların da
bize dost oldukları bilgisiyle gelen emniyet
hissidir. Varlıklarımız kaçınılmaz sona doğru
akıp giderken biz iyilik için seferber olabiliriz.
O anlam, insan ruhunun feraha, sükunete
kavuşmasıdır. Biz bunu sağlayacak şehirleri
insanımıza sunamadık. Hem bozuk, hem
meydansız, hem yeşilliksiz yapılaşma sunduk insanlarımıza, dolayısıyla insanlarımızın
bir Pazar günü İstanbul’da gidip ferahlayabilecekleri meydanlar, parklar maalesef
yoktur. Son on yılda İstanbul’a kazandırılmış
bir ormanlık alan, yeşil alan var mıdır bilmiyorum. Yolların kenarına yapılan süslemeler, çiçekler bile bizi rahatlatıyor, ruhumuzu
okşuyor, bunların varlığı bile hiç yoktan iyidir.
Ben şahsen yaşadığım şehirde üretilen her
türlü boş alanın yeşillikle değerlendirilmiş
olmasını çok arzu ederdim. Bu tartışmalar Ali Sami Yen stadının yeri için yapıldı,
orayı devlet küçük ‘Central Park’ olarak
kurgulayabilir ve o beton yoğunluğunu azaltabilirdi. Şehrin içindeki geniş alanlar iştah
kabartıyor, dikilen binalardan çok büyük
rant sağlanıyor ve bu alanlar, hiçbir zaman
orman alanı olarak düşünülmüyor. Şehri
idare edenler tuhaf bir miyopluk içinde, kısa
vadeli ticari ve siyasi hedefler için insanların
mutluluğunu feda ediyorlar.
Gördüğümüz her şeyi ticari bir varlığa
dönüştürme endişesi ve kör kazmaya duyduğumuz iştiyak şehirlerimizi yaşanılmaz
kılıyor. Yahya Kemal’in 1927 tarihli bir
makalesi var. Hatırlayabildiğim kadarıyla
mealen “Biz Türklerin yeniye duyduğu iştiyak hiçbir şeyle mukayese edilemez, kör
kazma her yere girer ve eski, güzel bile olsa
onu yıkarız, yerine çirkin bile olsa yeniyi inşa
ederiz” diyor. Yeniye duyduğumuz bu iştiyak her şeyi talan ediyor ve şehirlerimizde
mutsuz, keyifsiz, hayatından lezzet almayan
bireyler ortaya çıkarıyoruz. Biz şehirlerimizi
insan mutluluğunu dikkate alan ve insanın
sabah uyandığında ‘iyi ki bu şehirde yaşı-
yorum’ hissiyle uyanacağı şehirler olarak
kurmadığımız sürece, geleceğin çok fazla
ruhsal ve toplumsal sıkıntılara gebe olacağını düşünüyorum. Geçenlerde fakir bir
muhite konuşmaya gittim, salon ekseriyetle
kadındı. Şöyle bir soru sormak gafletinde
bulundum. İçinizde kaçınız mutlu dedim,
birkaç cılız el kalktı, geri kalan insanlar
hayatından mutlu olmadıklarını ifade ettiler,
içinden birkaç tanesi de bu soruyla beraber
ağlamaya başladılar. O mahalleyi dolaşmaya çıktığım zaman apartman kenarlarından
elektrik kablolarının sarktığını, neredeyse
hiç ağaç olmadığını, derme çatma evlerin
hemen önünden taşıt yolunun geçtiğini ve
çocukların oyun alanlarının neredeyse hiç
olmadığını gördüm. Orada geçirdiğim kısa
zaman bile ruhuma ufunet vermeye yetti.
Kent ve şiddet ilişkisini araştıran yazarlar var. Örneğin Mike Davis, Los Angeles (kuvars kent) değerlendirmesinde hızla
büyüyen fiziksel şiddet sorununa dikkat
çeker. Aslında, kişilere ve mallara şiddet,
vandalizm korkusu kapitalizmin maddeci
koşullarında yaratılır. Davis, ‘kentsel alanı
sıcak savaş düzenine sokmak ya da dışlayıcı
yaşam çevreleri yaratmak’ der, ‘sistemin
karanlık örgütlenmeleri tarafından çoğaltılır.’
İlkokullarda bu konularda sıkıntı olduğunu düşünüyor musunuz çocuklara yaklaşım nasıl olmalı?
Bunun işaretleri var toplumda, yabancılaşma en çok gençleri vuruyor. Küresel rüzgar
çok kuvvetli bir rüzgar. Kendi ikonlarını,
ekonomisini, tüketme biçimlerini üretiyor
ve bizim gençlerimiz de TV üzerinden, internet üzerinden hemen onları benimsiyor. Bir
çift kimliklilik hali oluyor. Anne babalar ile
küresel dünya dili farklılaşıyor ve çocuklar
ve gençler arasında çift kimlikli kültürleri
içinde şaşkın kalmış, aidiyetsiz bir nesil
ortaya çıkıyor. Bu nesil bir başkasının canını acıtmaması bilgisini kimden alacak, bu
ahlakı nereden içselleştirecek, dedelerinin
hikayelerinden mi yoksa TV’deki acımasız
karakterlerden mi? Gençler uzun saatler işte
kalan anne ve babalarından yeterince değer
edinemiyorlar. Geniş aile dağıldığı ve çekirdek aile de yalnız kaldığı için; dedelerden,
ninelerden de değer edinilmiyor. Sonuçta
çocuk akranlarına dönüyor, TV’ye dönüyor,
Mayıs - Haziran 2013 85
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
internete dönüyor ve buralarda ne edinirse
onunla hüküm veriyor. Orada da baskın ses
üstte olanın haklı olduğu, gücün tek başına
hak ifade ettiği sosyal darwinist bir anlayış.
Bu sebeple gençler birbirilerine çok kolay
silah çekebilir, ailelerine kolaylıkla şiddet
uygulayabilir hale geldi. Anne ve babaya şiddet Türkiye’nin yeni yeni karşılaştığı şeyler.
Siz gençlere bir aidiyet veremezseniz onlar
çok kolay kaybolabilirler. Sizin yapmanız
gereken onlara iyi bir anne baba olmaktır,
rehber olmaktır. Ev, yuva olma özelliğini
kaybediyor, otele dönüyor, TV evin içinde
en baskın ses haline geliyor. Çocuklar anne,
baba benimle konuşsun diye beklerken onlar
TV’ye bakıyor ve iletişim kalmıyor. Bizim işte
doğal hayatı kaybetmemizle çok yakından
alakalı, şehirleşme biçimimizle çok alakalı bu
durumlar. Okullar, liseler inşa edilirken hiçbir
standart yok. Hâlbuki aydınlatma bir okul,
hastane için çok önemlidir. Ben Marmara
Üniversitesi’nin Pendik Eğitim ve Araştırma
Hastanesinde çalışıyorum, o binayı mimarların gelip insani açıdan incelemesini istiyorum. İnsanları bunaltan, karanlık devasa bir
kütle. Uzun bir süre kalmama rağmen hala
yön bulmakta zorlanıyorum, hala yabancılaşma ve o bina içinde yutulma duygusunu yenemiyorum. Doktor arkadaşlarımın
önemli bir kısmı bu çirkin ve karanlık binada
çalışmaktan dolayı mutsuz.
Son bir şey söylemek istiyorum. 1970’lerde
literatüre giren bir kavram var, hasta bina
sendromu diye. Bazı binalar havalandırma
sistemleri yeterli olmadığı için veya ışıklandırmaları yeterli olmadığı için, çok yoğunluklu inşa edildikleri için insanları mutsuz
86 Mimar ve Mühendis
Eğer şehirde anlam duygusu
yoksa herkes vandallaşabilir, o
zaman bütün bir şehir yangın
yerine döner. Bizim bazı
simgeleri çok iyi koruyabilmemiz
lazım. Bu cinayete sessiz
kalınması beni çok rencide
ediyor. O zaman diyorsunuz ki
demek kutsal olan herşey önünde
sonunda profanlaşıyormuş, katı
olan her şey buharlaşıyormuş.
Yüksek değerlerin bu kadar
kolayca profanlaştırılması,
hayatın Disneyleştirilmesini
getiriyor beraberinde, halbuki o
siluette bize kutsal ve ebedi olan
göz kırpıyordu.
ediyor. İnsanlar bir sokakta yürürken gökyüzünü görmek istiyorlar veya bir binada camı
açıp taze bahar kokusunu içine çekmek
istiyorlar. Bunu yapamadıkları zaman hastalıklara yakalanabiliyorlar. Marifet büyük
binalar yapmak değil insanların mutlu olduğu binalar yapabilmek, yeterince aydınlanan,
insanların birbiriyle görüşebildiği, kolay yol
ve iz bulabildiği, teknolojiye aşırı ölçüde
bağımlı olmayan, daha insan dostu ve sürdürülebilir binalar yapmaktır.
Kentsel dönüşüm adına birkaç şey söylemek istiyorum. Kentsel dönüşüm mevcut
binaları yıkıp onun yerine kibrit kutuları
dikmek olmamalı. Kentsel dönüşümün bir
ruhu olmalı. Eğer böyle yaparsak hakikaten
kentimizi dönüştürmüş olacağız. Yeşil alanların olduğu, mahalle kültürünü yaşatacak,
insanların birbirine değebileceği, birbiriyle
konuşabilecekleri meydanları olan, ruhani
yapıları olan mahalleler tasarlamamız lazım.
Bunu yaparsak Türkiye gerçekten kentsel
dönüşümün şampiyonu olur, yapmazsak da
daha mutsuz insanlar üretmiş olacağız diye
düşünüyorum.
Bir de beni çok inciten silüet konusuna
değinmek istiyorum. Bu silüet 300 yıl önce
de 500 yıl önce de vardı. Benim dedem,
babam bu silüeti gördü, ben de görürsem
nesiller arası bir devamlılık, aidiyet duygusu
olacaktır. Yani insanın kendisini bu şehre ait
hissetmesinin en önemli bileşenlerinden bir
tanesi bu silüettir. Bu silüetin bozulması ve
bunun bir müteahhidin maddi çıkarları uğruna sineye çekilmesi kabul edilebilir bir şey
değil. Bu kültürün içeriksizleştirilmesi demek,
anlam duygusunun kaybedilmesi demek,
anlamı olmayan insan her türlü cinayeti işler.
Yani o şehre bir aşkla bağlanmayan, o şehrin tarihini içselleştirmemiş insan her türlü
cinayeti işler. Eğer şehirde anlam duygusu
yoksa herkes vandallaşabilir, o zaman bütün
bir şehir yangın yerine döner. Bizim bazı
simgeleri çok iyi koruyabilmemiz lazım. Bu
cinayete sessiz kalınması beni çok rencide
ediyor. O zaman diyorsunuz ki demek kutsal
olan herşey önünde sonunda profanlaşıyormuş, katı olan her şey buharlaşıyormuş.
Yüksek değerlerin bu kadar kolayca profanlaştırılması, hayatın Disneyleştirilmesini
getiriyor beraberinde, halbuki o siluette bize
kutsal ve ebedi olan göz kırpıyordu. Herhangi
bir günde tarihi yarım adaya baktığınız bir
sırada o iğrenç binaların hayaletinin arkadan
belirdiğini hayal edin. Ruhlarımız bu tecavüzden yara almayacak mı?
Mayıs - Haziran 2013 87
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
“Memleket mutlaka modern,
medenî ve yepyeni olacaktır.
Bizim için bu hayat davasıdır.”
Mustafa Kemal Atatürk
Semih AKŞEKER
Mimar
MODERN MİMÂRİ BİR TOPLUM
MÜHENDİSLİĞİ PROJESİDİR
M
Bu yazıya; milletimizin dînî, ahlâkî, içtimâi,
iktisâdi ve kültürel hayatını derinden
etkileyen ancak üzerinde her nedense
durulmayan önemli bir hususu hatırlatarak
başlamak istiyorum. Modern mimâri bir
toplum mühendisliği projesidir, tıpkı ulus
devletin bir toplum mühendisliği projesi
olması gibi.
odern mimâri, moderniteyi doğuran toplumsal şartların
ortaya çıktığı Batı Avrupa’da bir derece anlamlı olsa da o
şartların çok uzağında/dışında olan Osmanlı-İslâm Devletinde tatbîki ise bir o kadar anlamsız ve yanlış olmuştur.
Öncelikle bize önerilen Batılı ev ve şehir modeli Osmanlıİslâm ev mimârisi ve şehirleriyle kıyaslanamayacak derecede geri ve ilkeldi, daha da önemlisi millî kültürümüz ve örfümüzle bağdaşmayan birçok aykırılıklar taşıyordu. Modern
mimâri ise adı üstünde ideolojik ve halkın aslî (mesken v.b.)
ihtiyaçlarını karşılamaktan öte endüstriyel kapitalizme yeni
sahalar açmak üzere bir proje olarak ortaya konmuştu.
Oysa aynı dönemlerde Selçuklu-Osmanlı mimârisi 800 yıllık
tecrübe ile kemâl ve olgunluğun zirvelerine ulaşmış bulunuyordu. Üstelik Batılı’lar bizim şehirlerimizi çok beğeniyor,
kitap ve gravürlerle bu güzellikleri ülkelerine aktarmaya
çalışıyorlardı. Ben yirmi’ye yakın hâtırat ve seyahatnâmede
bu hayranlık ifadelerini tespit etmiş bulunmaktayım. O
halde bizdeki tercih değişikliğinin başka nedenleri olmalıdır.
Kanaatimce bunca ısrarın sebebi modern mimârinin millî
mimârimize üstünlüğünde değil, modernleşmenin ancak
dayatma ile hızlandırılabileceği düşüncesinde aranmalıdır.
Batılı’lar kendi kültür ve değerlerini başka milletlere Din(Hrıstiyanlık) yoluyla doğrudan değil Modernleşme
yoluyla dolaylı olarak aktarmaktadırlar. “Misyon”dan gelen
“misyoner” kelimesi Dîni (Hrıstiyanlığı) yayan kimseler
demek değildir, misyoner öncelikle Batılı/Avrupâi yaşamın
bir kültür olarak Batılı olmayan toplumlara aktaran öncüler
demektir. (1) İşte tam da bu noktada Tanzimat kadrolarının
kendi halkına karşı âdeta Batılı misyonerler gibi davrandıklarına şahit oluyoruz.
88 Mimar ve Mühendis
İLK ADIM APARTMANLAŞMA
Ülkemiz 19. ve 20. asırda büyük çalkantılar yaşamış, inkılâplar,
devrimler ve ihtilâller birbirini peşi sıra kovalamıştır. İmparatorluk dönemlerinde, devlet tarafından adı konulmadan ve yavaşça,
Cumhuriyet döneminde ise açıkça telâffuz edilerek ve devrimler
hızıyla sürdürülen Batılılaşma çabalarıyla milletimizin aslî değerleri değiştirilmeye çalışılmış ve bunda büyük ölçüde muvaffak
olunmuştur. Yeni kadrolar Türkiye’nin rotasını İslâm’dan çevirip
Modernizm’e doğru kırmışlardır. Hedef artık Batılılaşma olarak
tayin edilince her sahada taklitçilik ve Batı’ya öykünme de bu
dönemlerin temel karakteristiği olmuştur. Bu mesele çok bilindiği için uzatmıyorum.
Bu hengâmeden din, dil, kültür… herşey zarar gördüğü gibi en
çok da mimâri zarar görmüş, evlerimiz tahrip edilmiş, eşyalarımız değiştirilmiş, şehirlerimiz yıkılıp yok edilmiştir. Mesken ve
şehircilik geleneğimize en büyük darbeyi vuranlar Tanzimat’ı ilân
eden yönetici kadrolar olmuştur. Tanzimatçılar yapı geleneğini
asırlar boyu devam ettiren (mimar ve kalfaları yetiştiren) yapı
loncalarını âni bir kararla kapatmışlardır. Tanzimat idarecileri
elbette bu loncalar kapatılmadıkça İslâmi yapı geleneğinin
devam edeceğini biliyorlardı.
Bu dönemde şehircilik tercihleri açısından getirilen en önemli
değişiklik geleneksel İslâmi hayat ile uyuşmayacağı bilinmesine
rağmen Batı tarzı apartmanların bu ülkede başlatılması olmuştur. Batılı’lar apartmanlaşmanın modern yaşam tarzını hızlandı-
Ülkemiz 19. ve 20. asırda büyük çalkantılar
yaşamış, inkılâplar, devrimler ve ihtilâller
birbirini peşi sıra kovalamıştır. İmparatorluk dönemlerinde, devlet tarafından
adı konulmadan ve yavaşça, Cumhuriyet
döneminde ise açıkça telâffuz edilerek ve
devrimler hızıyla sürdürülen Batılılaşma
çabalarıyla milletimizin aslî değerleri
değiştirilmeye çalışılmış ve bunda büyük
ölçüde muvaffak olunmuştur. Yeni kadrolar Türkiye’nin rotasını İslâm’dan çevirip
Modernizm’e doğru kırmışlardır. Hedef
artık Batılılaşma olarak tayin edilince her
sahada taklitçilik ve Batı’ya öykünme de bu
dönemlerin temel karakteristiği olmuştur.
racağı düşüncesi ile apartman yapımına geçilmesini şart koşmuşlardır.
Tarihçi Prof. Dr. İlber Ortaylı Hoca bir televizyon programında 1839
Tanzimat Fermanı’nın mahfuz maddeleri arasında apartman yapımının teşvik edilmesi hususunun yer aldığını ifade etmiştir.
Ülkemizde apartmanlar ilk defa gayr-ı müslimler tarafından
Beyoğlu(Pera)’nda inşa edilmiştir. Halkımız kültürel dayatmanın farkında, uzun süre apartmanlardan uzak durmuş, müstâkil evlerinde oturmaya devam etmiştir. Ancak sonra gelen nesiller bu eski hassasiyeti
kaybetmişlerdir.
MODERNİTENİN DOĞASI TEKTİPLEŞTİRME
Bu ülkede; halklar, coğrafyalar, iklimler, dinler, kültürler ve yaşam
biçimleri çok çeşitlilik arzettiği halde neden evler birbirinin aynısı veya
benzeri 1+1, 2+1, 3+1 tipli apartmanlardan yapılmaktadır hiç düşündünüz mü?
Modernite ve onun demir yumruğu ulus devlet insana ve hayata dair
ne varsa standartlaştırmak ve tektipleştirmek ister. Ulus devlet farklı
anlayış, farklı ses ve farklı kültürlere tahammül etmez. Bu farklılıkları
anlamak için ne çaba gösterir ne de zaman ayırır, bilâkis farklılıkları yok
etmeye çalışır. Ulus devletin farklı düşüncelere refleks göstermesinin
temel nedeni de bu aslında.
Mimâri ve şehirleri tektipleştirmek de modernleşme hedefleri arasındadır. Tek ulus, tek bayrak, tek fikir, tek kültür… projelerinden sonra
şimdi de ülkemizde “tektip” apartman ve toplu konut sitelerinin yeni bir
iskân politikası olarak uygulamaya konulduğunu görüyoruz. Bu politika
ile âdeta yeni bir “modern müslüman” modeli yaratılmak istenmektedir. Bu husus meselenin vehâmetinin farkında olmadığı anlaşılan
iktidar partisinin her seviyede yetkilileri tarafından ne yazık ki övünçle
ifade edilmektedir. (2)
Bir asır önce Batılılaşma hedefiyle tektipleştirme projeleri başlatıldığında “- yok daha neler” denilen birçok şeyin bugün ne yazık ki
başarılmış olduğuna dikkatinizi çekerim. Neler mi meselâ? Herkes aynı
okullarda aynı eğitimi (tevhid-i tedrisât) alıyor, herkes aynı askerliğe
talim ediyor, herkes aynı tarzda kapitalist üretimlerde çalışmıyor mu?
Herkes aynı hazır gıdaları yiyor, aynı meşrubatları içiyor, aynı tekstil
ürünleri giymiyor mu? Herkes aynı homoekonomicus (para peşinde
koşturan) insan tipi haline gelmedi mi? Düşüncelerimiz bile aynılaştı,
tepkilerimiz hatta tepkisizliklerimiz bile.
Bu ülkede geçmişte sağ ve sol partiler gibi bugün de iktidardaki
muhafazakâr parti ideal şehir tasavvurunu modernlik üzerinden tarif
etmektedir. Hatta Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın modernleştirme
projesini hızlandırmak üzere kurulduğu ifade edilmektedir. Bundan
böyle ülkemizde bütün şehirlerin “kentsel dönüşüm” ve “kentsel yenileme” adı altında birbirinden ayırdedilmesi imkânsız standart/tektip/
ruhsuz şehirlere dönüştürüleceği bir faraziye olmaktan çıkmış, realite
haline gelmiştir.
Ben; aklı, kalbi ve duyguları modernlikle örselenmiş halkımızın bu
projeye en azından kısa vadede bir cevabı olacağını düşünmüyorum.
Kezâ şu ana kadar yapılan kentsel dönüşüm uygulamaları göstermiştirki halkı ranttan başka bir mesele ilgilendirmemektedir. Mâzisinde;
kanaatkâr, diğergâm, hamiyetli ve haysiyetli bu asîl milletin şu
kahrolası modernleşme, kalkınma ve büyüme ideolojileriyle ne hale
getirildiğine üzülmemek elde değil, çok yazık. Kur’an-ı Kerim’de şöyle
buyurulmaktadır:
“Bir toplum kendisini değiştirmedikçe, şüphesiz Allah da onların durumunu değiştirmez.” (3)
DAYATMA İLE NETİCE ALMAK
Ülkemizde modernleşme projesi çerçevesinde yapılan bütün çalışmalar Cumhuriyet’in ilk yıllarındaki kaba kuvvet ve şiddete dayalı dikey
yöntemleri hariç tutarsak umumiyetle toplum mühendisliği (4) yöntemleriyle yatay bir seyir izlemiştir. Gerçek mânâda muhalefet kültürü
olmadığından bütün inkîlap ve devrimler “ben yaptım oldu” dayatmalarıyla kolaylıkla gerçekleştirilebilmiştir.
Bugün de durum eskisinden farklı değil aslında. İktidar yine halka
sormuyor ve yine bildiğini okuyor. Aile Araştırma Kurumu’nun 1992
yılında yaptırdığı bir ankette altmış bin kişiye evde mi apartmanda mı
oturmak istersiniz sorusu sorulmuş, katılımcıların % 93’ü “ev”i tercih
ettiğini belirtmiştir. (5) Bu oran 2010 yılında biraz azalsa da halkın
hâlâ % 75’inin müstâkil ev istediği görülmektedir. (6) Fakat buna rağMayıs - Haziran 2013 89
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
men devlet modern hayat tarzını dayatan apartman ve toplu konutlar
yapmaya devam etmektedir. Bu iktidar döneminde modernleştirme
projesi daha sistematik şekilde bütün ülkeyi kapsayacak şekilde
hızlandırılmıştır. TOKİ şehirlerden sonra kasaba ve köylere de girme
kararı almış, bunun için ilk etapta 800 ilçe tespit etmiş bile. (7)
Düşündüğümüz gibi mi yaşarız yoksa yaşadığımız gibi mi düşünürüz
sorusunun cevabı göstermiştir ki, düşünce tarzları hayat tarzları
tarafından belirlenmektedir. İnsanlar ekseriyetle düşündükleri gibi
değil, yaşadıkları gibi düşünürler. Bu sosyal gerçekliği bilen liderler/
önderler toplumu istediği istikâmette dönüştürmek için önce dışta/
biçimde değişiklik yaparlar. Meselâ kıyafet devrimi, harf devrimi…
bu şekilde dışta/biçimde yapılan devrimlerdir. Dış/sûret değişince
iç/sîret de değişmeye başlar. Dış modernleşince içlerimiz yani kalplerimiz de modernleşir, bir de bakmışsınız herhangi bir Batılı’dan
farkımız kalmamış.
Bugün geleneksel evlerin yerine modern binaların yapılmasının mantığı da işte bu taktiksel düşünceye dayanmaktadır. Önce apartman
(şimdilerde rezidans) yapalım, dışı/kabuğu değiştirelim, halk buralarda
oturmaya başlasın, Batılı hayat tarzını görsün, onların ev düzenini
kursun, eşyalarını kullansın, zaten ilâve birşey yapmaya gerek kalmayacak, toplum kendiliğinden modernleşecektir.
Apartman ve siteleşme (modernleşme) dayatmalarına karşı çıkmak
“kendimiz” kalabilmenin gereğidir.
TANZİMAT’TAN BUGÜNE
Tanzimat dönemi sadrazamı Mustafa Reşit Paşa henüz Londra’da
elçilik yaptığı sıralarda bu şehre hayran kalmış, Avrupa şehirlerini
örnek alıp taklit etmemiz gerektiğine dair Hâriciye Vekâleti’ne
lâyihalar (mektuplar) yazıyordu.(8) Esas itibariyle bu şehirde onu cezbeden hususlar, mektuplarına bakılırsa, ızgara biçiminde geometrik
caddeler, 7-8 katlı kargir sıralı apartmanlar ve yine bizde rastlanmayan meydanlar gibi birkaç mesele ile sınırlıydı. Gerçi onun o gün
hayran kaldığı otoriter (emirle planlanan) şehir modeli bugün yerini
“halkın katılımı” fikriyle şehir kararları alınabileceği modeline bırakmştır. Bir de tabi dile getirilemeyen esas sebep başkaydı, Reşit Paşa
şehirlere ruh veren “değerler”in farkındaydı ve bizim “değerler”de
90 Mimar ve Mühendis
değişikliğe gitmemizi istiyordu.
Cumhuriyet’in ilk yıllarında ise şehirlerimizin imarı için Batı’dan
mimarlar getirilmiş, çözüm onların hünerli ellerine bırakılmıştır. Mustafa Kemal Paşa Alman mimar Jansen’den Ankara’da o günler için
hiç ihtiyaç olmamasına rağmen sırf Avrupa’da görüp hayran kaldığı
geniş bulvarların açılmasını talep ediyordu. (9) Hal bu ki o günlerde
Ankara’da sadece 5-6 tane araç bulunmaktaydı. Yine Mustafa Kemal
Paşa İstanbul’un imarına talip olan Fransız Le Corbusier’in “İstanbul’u
olduğu gibi muhafaza edelim ve bu şehri bir müze şehir olarak bırakalım, yeni İstanbul’u sur dışında kuralım” şeklindeki mâkul teklifini
ise şiddetle reddetmiştir. (10) Bu fikir, eğer İstanbul böyle planlandığı
takdirde Osmanlı’yı/İslâm’ı hatıra getireceği için kabul edilmemiş,
İstanbul’u âdeta yıkıp yeniden yapmayı teklif eden Alman mimar
Bonatz’ın teklifi kabul edilmiştir. Yukarıdaki iki misâl şehirlerimizin ne
zaman bozulmaya başladığını ve kimlerin bu işte dahli olduğunu gayet
açık izah etmektedir.
1950-60 yılları arasında Demokrat Parti döneminde de aynı anlayış,
aynı hatalar silsilesi devam etmiş, İstanbul Batı’yı taklit eden plan
uygulamaları ve bunu fırsat bilerek Osmanlı ve dahi dolayısıyla İslâm
izi bırakmamaya niyetli bir zâlim tâife yüzünden otuzbin kıymetli
tarihi eserini (ev, konak, cami, han, medrese ) on yıl içinde kaybetmiştir. 60-80’li yılların hükûmetleri de benzer yanılgılarla şehir içindeki
müstâkil evleri yıkarak yerlerine çok katlı apartman yapımını dikte
eden imar planlarını uygulamaya devam etmişlerdir.
Günümüzde ise iskân meselesinin çözümünün her ne olursa olsun bir
sayısal hedefi tutturmak seviyesine düşürüldüğünü görüyoruz. Mesken
meselesinin ferdî, içtimâi, ahlâkî, sıhhî ve çevresel etkileri görmezden
gelinmiş, yüzbinlerce beton apartman ve toplu konut yapılarak milletin
oraya yerleştirilmesi ne yazık ki bir amaç ve yeni şehir politikası olarak
tayin edilmiştir.
Ben ise; Batılılaşma dayatmalarını eleştirerek bugünlere gelen
muhafazakâr kadroların mevcut zihniyeti reddetmeyip perçinleştirdiğini ve modernleşmede atılamayan adımları da atarak projeyi tamamladığını geç gördüğüme hayıflanıp duruyorum.
REFERANSlar
(1) Prof. Dr. Azmi Özcan, Yedikıta Dergisi, 24.01.2013
(2) “Çevre ve Şehircilik Bakanı, Güneydoğu Anadolu’nun incisi …şehrinin modern şehir
havasını yakaladığının görüldüğünü, bunun da çok gurur verici bir hâdise olduğunu ifade
etti.” Akşam Gazetesi, 12.07.2012
(3) Kur’an-ı Kerim, Rad Sûresi, Ayet 11
(4) Modernleşme projelerinde kaba kuvvet ve şiddete dayalı cebrî/dikey yöntemler kadar
“toplum mühendisliği” gibi tedrîci/yatay yöntemler de kullanılmaktadır. Ancak dikey
dayatma yöntemlerinin dirençle karşılaşma ihtimali yüzünden tedrîci yöntemler, emperyal tecrübe tarafından daha çok tercih edimektedir. “Toplum mühendisliği” dayatmalara
karşı henüz direnç ortaya çıkmadan evvel yok edilmek üzere bir yöntem olarak planlanan süreçleri ifade etmek üzere kullanılmaktadır.
(5) Aile Araştırma Kurumu Kamuoyu Araştırması Raporu, Marmara Üniversitesi, 1992
(6) Vakit Gazetesi, 10.04.2010, İnşaat Teknolojileri Üreten Antalya Merkezli Bir Firmanın Araştırma Raporu
(7) Yeni Şafak Gazetesi, 13.01.2011
(8) Prof. Dr. İlhan Tekeli, Ülkemizde Planlamacılığın Gelişimi, Konferans Notları
(9) Prof. Dr. Cengiz Eruzun, Bakırköy Mimarlar Odası, Yerel Yönetimler ve Kentleşme
Forumu
(10) Prof. Dr. Enis Kortan, Le Corbusier Gözüyle Türk Mimarlık ve Şehirciliği, Boyut
Yayınları
Mayıs - Haziran 2013 91
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
ESENLER BELEDİYE BAŞKANI TEVFİK GÖKSU
“ÖNEMLİ OLAN SOSYAL DOKUYU ve
RUHSAL YAPIYI BOZMADAN ŞEHRİ
DÖNÜŞTÜREBİLMEK”
KENTSEL DÖNÜŞÜM DENİNCE İSTANBUL’DA İLK AKLA GELEN İLÇE HİÇ ŞÜPHESİZ Kİ ESENLER. ÇOK
KISA BİR ZAMANDA HIZLI VE BAŞARILI BİR KENTSEL DÖNÜŞÜM GERÇEKLEŞTİREN ESENLER’İN
SEVİLEN BELEDİYE BAŞKANI TEVFİK GÖKSU İLE YAPILAN DÖNÜŞÜM ÜZERİNE BİR SÖYLEŞİ
GERÇEKLEŞTİRDİK.
>
M
imar ve Mühendisler Grubu (MMG)
olarak ‘Şehirleşme’ üzerine her yıl
bir sayı çıkarıyoruz. Bu sayımız, bu konu
ile ilgili 4. sayımız olacak. Bu son sayımızda şehirlerimiz nereye koşuyor veya
nereye dönüşüyor diye bir dosya konusu
yapmak istiyoruz. Bu çerçevede konunun
farklı taraflardan, farklı bakış açılarıyla
değerlendirilmesi gerektiğini düşünüyoruz.
İstanbul’daki yerel yönetimler içerisinde
bu konuyu içselleştiren, özgün çalışmalar
yapan ve kendi kendine iyi işler ortaya
koyan Esenler Belediyesi bir çok belediyeye
de örnek teşkil etmektedir. Esenler Şehir
Düşünce Merkezi, ideal şehre ulaşmaya
yönelik atölye çalışmaları yapmakta. Kent
ve Aidiyet, İnsan ve Mekân, Modernite ve
Mimari, Göç ve Kentleşme, Kent Estetiği,
Kent ve Aidiyet, Kent Yönetimi ve Bütüncül
Yaklaşım ve İstanbul’da Esenler başlıkları
altında yapılan atölye çalışmaları bu alanda yapılan önemli adımlardır.
Esenler’de dönüşüm adına zor bir çalışma
bizleri bekliyor. Çünkü Esenler’de 26.527
adet bina var. Bu binaların %17’si ruhsatlı, %3’ü iskânlı, %80’i ise mimarlık ve
mühendislik hizmeti almamış binalardan
92 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: KADEM EKŞİ
oluşuyor. Nüfus yoğunluğu açışından
baktığımızda ise km2 başına 68.000 kişi
düşüyor. Türkiye’nin coğrafi nüfus yoğunluğu ise yüz kişidir. İşimizin zorluğu burada hemen göze çarpıyor. İdeal bir şehrin
nüfus yoğunluğu kaç olmalı bunu bilmiyoruz. Ancak İstanbul’da şehir içi nüfus
yoğunluğu 12.500 civarında. Coğrafi nüfus
yoğunluğunda ise km2 başına 2.800 kişi
düşüyor. İstanbul’un çok yoğun bir şehir
olduğunu düşünsek bile, İstanbul’a gelen
nüfus yoğunluğunun 4-5 katı bir yoğunluk
Esenler’de var şu anda. Burada bir kentsel
dönüşüm yapmanız gerekiyor. Bu baskıyı
hissediyorsunuz. Çünkü ilçemizdeki binaların %80’i mimar, mühendislik hizmeti
almamış yapılardan oluşuyor. Burada ciddi
bir kentsel dönüşüm gündeme geliyor.
Özellikle deprem ekseninden bakıldığında durum daha da ciddi. Tabii kentler
dönüştürülürken bir açıdan ele alınmamalı.
Onları daha insani donanımlarla, sosyal
donatılarda oluşturmak ve insanın bireysel
gelişimine katkı yapacak, insana sosyalleşme sağlayacak şekilde yapılandırılması
ayrı bir başlık konusu. Bütün bu problemleri
aşmak için Esenler neler yapıyor? Ne kadar
hazır? Konuyu Esenler Belediye Başkanı
Tevfik Göksu Bey ile Esenler Şehir Düşünce
Merkezi’nde konuştuk.
Kentsel dönüşüm yasası olarak anılan
6306 sayılı yasa sizlere ne getiriyor,
beklentilerinizi karşılıyor mu? Bu yasayla dönüşümü yapmak mümkün mü? İşin
siyaset boyutu var. Tabii bir de gerçek
halkın sorunları var, onların dönüştürülmesi var. Bu eksenlerde nasıl dönüşüm
yapabilirsiniz? Esenler’de iyi bir şey
yaptınız “Şehir Düşünce Merkezi”ni kurdunuz, bu merkezin nasıl bir yapısı var,
düşünce merkezinden nasıl faydalanacaksınız, kentsel dönüşüm çalışmalarında bu merkezin yeri ne olacak?
İçerisinde bulunduğumuz yer Şehir Düşünce
Merkezi. Şehir Düşünce Merkezi’nin temelinde şehri kafamıza göre tasarlamak değil de
şehri bilgi tabanlı tasarlama fikri var. Çünkü
şehre bakışınız çok önemli, nereden baktığınız da çok önemli. Ama bu şehir tasarımını
yaparken üç temel kriteri dikkate almak
lazım. Birincisi medeniyet, ikincisi insan,
üçüncüsü ise şehir. Peki biz şehri hangi
temel tasavvur ile tasavvur edeceğiz? Bizim
Şehrin nüfus yoğunluğunu bilmiyoruz ancak İstanbul’da şehir içi nüfus
yoğunluğu 12.500 civarında, coğrafi nüfus yoğunluğu ise km2 2800 kişi
düşüyor. Esenler’de bu sayı 68.000’e çıkıyor. İstanbul’un çok yoğun olduğunu düşünsek bile İstanbul’a gelen nüfus yoğunluğunun 4-5 katı bir yoğunluk Esenler’de var. Burada bir kentsel dönüşüm yapmanız gerekiyor.
hangi medeniyet değerlerimiz var ve bizim
bu medeniyet değerlerimiz içerisinde tasavvur edeceğimiz mekân, hangi değerlere
oturacak? Şehir hangi değerlerin üzerine,
hangi kutsallar üzerine oturacak? İkincisi
bu tasavvur ettiğimiz şehirde insanı nereye
oturtacağız? Şehri insana göre mi inşa
edeceğiz? Yoksa mekâna göre mi insanı
biçimlendireceğiz? Bu anlamda baktığımız
da biz bu üç temel kriteri ortaya koyabilmek
ve bu üç temel unsuru şehrin en önemli üç
unsuru olarak görmek zorundayız. Bu üç
temel unsuru doğru algılayabilmek için bir
bilgi tabanı gerekiyor, bir akıl gerekiyor. Bu
açıdan şehrin aklını oluştursun istedik ve
şehrin aklının oluşturulmasında bize katkı
üretmesi için böyle bir birim tasarladık ve
bu merkezi kurduk.
Bu merkezin ürettiği bilgilerden birçok ürün ortaya çıkıyor, onlar bilimsel
birer çalışma olarak kalıyor, hayatın
öğrettiği şeyler yapılıyor. Peki, fanteziye dönüşürken, gerçeklik ile ilişki nasıl
kuruluyor?
Bir defa an itibariyle buranın varlığı çok
önemli. Şehir ve düşünce denilen iki kavramın etrafında bütünleşmiş bir mekânın
olması ve bu konuda çalışan bir ekibin
olması bile sizi başlı başına disipline ediyor.
Diyelim ki, bu Şehir Düşünce Merkezi hiç bir
şey üretmemiş dahi olsa, şehir ve düşünce
diye bir kavramın olması, bir mekânın olması, bir ekibin olması bile sizi disipline ediyor.
Böylesine bir yapıyı kurmuş belediyenin
mensubu olmak ya da böylesine bir yapıyı
kurmuş belediyenin çalışanı olmak bile ister
istemez yapmış olduğunuz her bir icraatta
ya da aktivitede bir idraki ortaya koyuyor.
Ben bu işi yapıyorum ama bu işi yaparken ben bunu neye göre yapıyorum. Yani
bana göre mi bir şehir tasarımı yapıyorum,
yoksa benim önemsediğim ya da benim
için önemli addettiğim bir medeniyet tasavvuruna göre mi yapıyorum? Burada hangi
bilgi malzemesini kullanabiliyorum? Esenler
Belediyesi’nde çalışan yüze yakın teknik
personelimiz var. Bu teknik personellerin
hepsinin aklında şu an bu temel soru vardır.
Türkiye şehir yoğunluğu anlamında bir
alan sorunu olmamasına rağmen neden
çok katlı binalarda bir alana sıkışmış
yoğun nüfuslu şehirler yapılıyor?
Ben her şehrin bir ruhu olduğunu düşünüyorum. Bu gerek siluet anlamında, gerekse
kent tasarımı anlamında vardır. Batıya gittiğinizde, çok daha güzel tasarımlı şehirler
bulabilirsiniz ama bu şehirlerde gezerken sizi
bir şey rahatsız eder. Sokakları çok geniştir,
tasarımı çok iyidir ama bu şehirlerde sizi
bir şey rahatsız eder. Gündüzün gözünde
bir karanlık vardır. Yani aslında güpegündüz
güneş var, aydınlık şehir olmasına rağmen
şehirde bir karanlığın var olduğunu hissederseniz. Bu mekânla hiç alakalı değil.
Dünyada en iyi şehir tasarımlarından bir
tanesi Paris’tir. Mesela ben Paris’e gittiğimde de bu rahatsızlığı hissediyorum.
Ama bizim şehirlerimizin yapılaşmasında
ne kadar sıkıntı da olsa, şunlar bunlar eksik
de olsa, bize ait ruh iklimini içinde taşıyan
şehirlerdir. Bunun içindir ki bizim şehirlerimiz
aydınlık şehirlerdir.
Biz şehirlerimizi nasıl tasarlamalıyız?
Bizim şehircilik felsefemizin dört tane temel
kavramı vardır. İdrak, inşaat, ihya ve tevarüs.
Biz şehirlerimizi inşa ederken ya da yenilerken bu dört kavram etrafında hareket
etmek zorundayız. Her şehrin bir hikâyesi
vardır. Hikâyesi olmayan şehir yoktur.
Hikâyesi olan şehirlerin içine girdiğinizde,
mutlak suretle orada bir derinlik görürsünüz.
Bu şehirlerde bir siluet de vardır. Derinlikte
vardır, medeniyet de vardır. Hikâyesi olan
şehirde aklınıza gelebilecek hangi tasavvur
varsa, hepsi mevcuttur. Kısaca şehir şudur;
şehir, bir insanın hayatında bulmak istediği
her şeyin karşılandığı mekândır. Mesela
şehir, evlenecek bir genç için eş bulabileceği mekândır. Mesela şehir, bir işçi için iş
bulabildiği mekândır. Bir ilim erbabı için, ilim
bulacağı bir mekândır. Bir tüccar için para
kazanacağı bir mekândır. Aslında biz şehri
nereden, hangi tasavvur içerisinde zikrediyorsak, şehir odur. Bazen düşük yükseklikle
çok kötü şeyler çıkabiliyor. Örneğin tek katlı
evler yapıyorsunuz ama yine de çarpık yapılaşma oluşuyor. Bu durumda o güzel yapı
ortaya çıkmıyor. O ruh iklimini biz korursak,
bu ruh iklimi içerisinde mekân meydana
getirildikten sonra mesele bitmiş olur. Bizim
medeniyet değerlerimize baktığımız zaman,
göğe yükselen şehirler değil, yatay, daha
toprağa yakın şehirler görürüz. Bunlar bizim
medeniyet değerlerimizde en önemli şehir
tiplerini oluşturur.
Mayıs - Haziran 2013 93
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
ortam arzuluyoruz. Bu bağlamda baktığınızda 6306 sayılı yasa, size, ne bu şehri böylesine bir medeniyet tasavvuruyla yapın diye
söylüyor, ne de yapmayın diye söylüyor.
Burada tamamıyla yapan kişin kendi idrakiyle alakalı bir yol vardır. Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı planlarda buna çok dikkat ediyor,
çok hassasiyet gösteriyor.
Esenler Belediyesinde teknik personel, bir şehir plancısı olabilir bir harita
mühendisi olabilir, bir inşaat mühendisi olabilir, bir mimar olabilir. Bu
arkadaşlarımızın hepsi düşünürler ki biz bu şehirle ilgili her hangi bir
tasarrufta bulunurken bu tasarrufta bulunuşumuz sadece mekanik bir
teknik eleman değil, içi doldurulmuş, tabiri caizse içine ruh katılmış tasarımda bulunalım.
Başbakanımız son günlerde bu konuyla
ilgili açıklamalarda bulundu, yoğunluğun arttığı şehirlerimizin yaşanır yer
olmaktan çıktığını, estetikten yoksun
olduğunu, beton yığını haline geldiğini,
çocukların ayağının toprağa basması
gerektiğini dolayısıyla yeni yapılacak
kentsel dönüşümde bunun kesinlikle
dikkate alınması gerektiğini ifade etti.
Daha sonra zemin artı dört veya zemin
artı beş kattan daha yüksek bina yapılmaması gerektiğini ve emsalin 3’ü geçmemesi gerektiğini söyledi.
Sayın Başbakanımızın o cümlesinden sonra,
planlarda çok özel bir şey üzerine duruluyor. Bu üç meselesi önemli. Örneğin bizim
Havaalanı Mahallesindeki planlarda emsalimiz 4.8 idi. Biz orayı üç emsale düşürdük.
Sayın Başbakanımız bir kriter koydu ve dedi
ki: “Emsal üçü geçmeyecek. Taks 0.50’yi
geçmeyecek.” Bu artık ölçüdür. Bu ölçüye
göre şehir tasarımı yapılacaktır. Onun ötesi
yok. 6306 sayılı yasa bir afet yasası. Kentsel dönüşüm yasasından daha çok, afet
riski altındaki binaların dönüştürülmesiyle
ilgili bir yasadır. Bu yasa baştan sona bir
kentsel dönüşüm yasası değil. Ama afet
risk yapıların dönüşümüyle ilgili acilen hayat
kurtarma yasası. Şimdi siz hayat kurtarma
anında birçok şeyi belki görmezden gele94 Mimar ve Mühendis
ceksiniz. Bakın şöyle iki istatistik yapın.
Mesela dünyada en hızlı kentsel dönüşüm
yapmış şehir neresi? Paris. Kentsel dönüşümü 17 yılda yapmış. Şimdi Paris’teki
kentsel dönüşümün ne için yapıldığına dair
öncelik sıralamasını gözden geçirelim. Paris
kentsel dönüşümü niye yapmış? On tane
maddeyi alt alta yazın. Bu on madde içerisinde, Türkiye’de birinci sıraya koyacağınız
madde olan ‘can güvenliği’ onların kriterleri
arasında yoktur.
Acaba bu bahsettiğiniz öncelik bizi
bazı yanlışlıklara mı yönlendiriyor? Bu
kaza psikolojiyle alakalı idraki nasıl
yenebiliriz?
Bütün şartları zorlayarak siz en iyisini yapmakla mükellefsiniz. Şimdi Esenler’i düşünün. Esenler’de yaklaşık yirmi yedi bin bina
var. Bu yirmi yedi bin binanın, on beş bin
tanesinin imar dosyası dahi yok. Bitişik
nizam ve nefes alacak yer yok. Siz burada
dönüşüm yapacaksınız. Bu dönüşüm içerisinde ne kadar ideale yaklaşabilirsiniz?
Biz bu mevcut idealsizlik içerisinde, ideali oluşturmaya çalışıyoruz. Bu kötü şartlar altında ideali inşa etmeye çalışıyoruz.
Daha insancıl, daha şehrin sosyal dokusuna
uygun olsun, komşulukların zedelenmediği, hemşerilik duygusunun pekiştirildiği bir
Askeri arazilerin değerlendirilmesiyle
alakalı Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın
yaptığı çalışma var mı? Size bu nokta
da yaptığı bir destek var mı?
Askeri bölgeler Bakanlar Kurulu kararıyla
rezerv alan ilan edildi. Şu anda, resmi
yazışmalarımız devam ediyor. Sayın Başbakanımız da bu konudaki kanaatini bizimle paylaştılar. İnşallah yakın bir zamanda
Sayın Başbakanımıza da projemizi takdim
ederiz diye düşünüyorum.
İmar transfer hakkıyla birlikte mi?
Çerçevesi konuşulacaktır. Şu anda zaten
Bakanlar Kurulu tarafından Esenler’deki 8.5
milyon m2 alan rezerv alan olarak ilan
edildi. Tasarrufla ilgili Esenler Belediyesi ve
Bakanlığımızın yürüttüğü bir çalışma var.
Bu çalışma da Sayın Başbakanımıza çok
yakın bir zamanda sunacağımız bir projeyle
netleşmiş olacaktır.
Konuşmanın başındaki, miras, verimlilik, deneyim, gelenek inşası ya da
kırılma diye ifade ettiğiniz o kavramları açtığınızda şehir ortaya çıkıyor,
yani herkesin kendisini bulduğu mekân.
Herkes için şehir kavramını bilerek
isteyerek kullanıyoruz. Tabi şimdi bunları yapıyoruz ama öbür tarafta da
hormonlu şehirler kuruyoruz. Mesela
Ataşehir ya da benzeri bir çok yerde
şehirlerimiz bu tür çok katlı mühendislik yapılarının fiziki olarak toplumu
ayrıştırdığı, böldüğü mekânlar oluyor.
Bunlara biz rezidance ya da AVM tipi
şehir diyoruz.
Siz mekânları dönüştürebilirsiniz ama dokuyu tahrip ettikten sonra şehir elden gidiyor. Şehrin sosyal dokusunu bozmamak
önemli. Asgari insan yüzlü şehirleri inşa
edebilmek için ne tür bir emek ortaya
konması gerekiyorsa bu emek gösteriliyor.
Siz hangi hassasiyetleri taşıyorsanız, bu
kentsel dönüşümü yapan, ortaya koyanlar
da büyük bir oranda bu hassasiyetle bir
emek ortaya koymaya çalışıyorlar. Kentsel
dönüşüm meselesi maalesef çok da fazla
entelektüel fanteziye müsait bir alan değil,
yani o entelektüel fanteziyi maalesef yapamıyorsunuz. Çünkü o kadar kötü bir yapılaşmanın içerisinden geçiyorsunuz ki. Siz o
kötü yapılaşma içerisinde en iyiyi ortaya
çıkartmaya çalışıyorsunuz. Bunun yanında
toplumsal aklı seferber etmek de çok
önemli. Esenler’de bu süreç çok şükür iyi
bir noktaya geldi. Biz daha önce kapı kapı
insanlara gidip bunu anlatmaya çalışıyorduk. Şimdi ise insanlar gelip bize, “Bunu
nasıl yapacağız, biz ne zaman dönüşüme
gireceğiz?” diyor. Bu çok önemli bir adım.
Burada önemli olan toplumsal aklı devreye sokmak, toplumsal aklı bir toplumsal
heyecana dönüştürmek.
Aslında bu dönüşüm herkes için bir
fırsat değil mi?
Seçimlerde, ‘‘ileride kentsel dönüşüm olacak’’ ifadesini ağzına almayan tek aday
benim. Ama gerekliliğini biliyordum, gerekliliğine inanıyordum ve bu noktaya geldi.
Esenler İstanbul’un en zor ilçesi, burada iş
yapmak gerçekten tabiri caizse tekeden
süt çıkarmak gibi bir şey ama Allah yardım
etti ve bir noktaya geldik. Halkla kurmuş
olduğumuz gönül bağı ile bir mesafe kat
ettik. Tabii özellikle belki hükümetimizin,
Başbakanımızın, Bakanımızın, Büyükşehir
Belediye Başkanımızın büyük katkılarıyla
biz kapıyı araladık. Yoksullukla ilgili çok
önemli üç kavram vardır. Yoksulluk üçe
ayrılıyor, miskinlik, yoksulluk, motivasyonsuzluk. En büyük yoksulluk toplumsal
motivasyonsuzluktur. Biz Esenler’de bir
toplumsal motivasyon oluşturmak istedik.
Herkeste bir gelecek tahayyülü oluşturmalı
ki herkes geleceğini inşa etsin. Yoksa siz
kalkıp da Esenler’i baştan sona yıkacağım,
yeniden yapacağım diyebilir misiniz? Böyle
bir şansınız var mı? Hayır.
Hükümetin, halkın hükümete güveninin sizin çalışmalarınıza katkısını nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Çok büyük. Zaten ben kentsel dönüşümde
Şehir bir insanın hayatında karşılamak istediği daha doğrusu bir
insanın hayatında bulmak istediği, karşılandığı mekândır mesela
şehir; evlenecek bir genç için eş
bulacak mekândır. Mesela şehir;
bir işçi iş bulacağı mekândır, bir
ilim erbabı için ilim bulacağı bir
mekândır, bir tüccar için para
kazanacağı bir mekândır.
çok önemli üç avantaj olduğunu düşünüyorum. Bir; halkın çok büyük bir beğenisini
ve güvenini kazanmış bir başbakan çıkıyor
ve diyor ki “Ben bunu destekliyorum”.
İkincisi; halkın %50’ye yakını oy vermiş
Büyükşehir Belediye Başkanı çıkıyor ve
diyor ki “Ben bunu yapmak istiyorum.”
Üçüncüsü de yine; halkın %50’ye yakın
oy vermiş ilçe belediyesi çıkıyor ve diyor
ki “ben bunu yapmak istiyorum.” Bu çok
önemli bir şey. Bu toplumsal güvenle
tüm zorluklar aşılıyor. Bu toplumsal güven
olmasa bu meseleler aşılmaz. Kentsel
dönüşüm sadece konuşulur. Ama şu anda,
müthiş bir toplumsal güven var. Yani
siyasi aktörlere karşı bir toplumsal güven
var ve bu toplumsal güvenle meseleleri
aşıyoruz, yoksa nasıl aşacaktık?
Esenler de vatandaşa hiçbir ekonomik
yük getirmeden dönüşüm yapacağınızı
belirtmiştiniz, bu anlamda da bankalarla anlaşma yaptınız, uygun koşullarda kredi vermeye çalıştınız. Bu konu
hakkında ne söylemek istersiniz?
Biz Esenler’de altı bölgede, altı ayrı formül
kullanıyoruz. Çünkü araziye göre dönüşüm
yapmak zorundayız. Örneğin bir yerde
arazi müsait, imar artışıyla yapıyoruz,
vatandaşa yük getirmiyoruz. Bir yerde
imar kısmi müsait, bir kısmını biz karşılıyoruz, bir kısmını vatandaş ödüyor. Bir yerde
biz hiç karışmıyoruz, vatandaş kendisi
ödüyor, biz sadece plan hizmeti veriyoruz.
Bir yerde sadece teknik hizmet veriyoruz.
Bir yerde sadece hakemlik görevi yapıyoruz. Öbür tarafta tabi kendisi bireysel olarak dönüştürmek isteyenlere belediyenin
şirketi garantörlük yapıyor, bankalar nezdinde öyle yapıyoruz. Her tarafta yöntem
farklı ama şu var Esenler’de; “Ben binamı
dönüştürmek istiyorum” diyen herkes için
dönüştürebileceği fırsatı oluşturduk yani
ben binamı dönüştürmek istiyorum diyen
vatandaş için bir mazeret kalmadı. Diyelim ki vatandaşımız binasını dönüştürmek istiyor. İnsanlara gerekli finansmanı
bankalar sağlıyor. Tabii vatandaş geliyor,
yıkıyoruz, yapıyoruz, bize on yılda ödüyor.
On yılda ödüyor üstelik finans maliyetinin
de yaklaşık olarak %50’sini de devletimiz
karşılıyor.
Burada vatandaş borcunu direk bankaya mı ödüyor?
Bankaya karşı biz garantör oluyoruz.
Garantörlük nasıl çalışıyor?
Evlere ipotek koyuyor banka. O şekilde
işliyor sistem.
Bu noktada çevre ilçeler veya farklı
illere oranla sizin farklı olarak yaşadığınız bir deneyim var. Bu deneyimlerin
paylaşıldığı bir havuz var mı?
Bakanlığımız başkanlığında bir koordinasyon var ve bunu belli periyotlarda
paylaşıyoruz. Biz İl Başkanlığımız bünyesinde, belediye başkanlarıyla ortak bir
koordinasyon kurduk. Bu koordinasyonda
bunları paylaşıyoruz ve zaman zaman
Sayın Bakanımızla bir araya geliyoruz. Her
ay Büyükşehir Belediye Başkanımızın da
dahil olduğu bir toplantı yapıyoruz. Orada
bunları konuşuyoruz. Bunun dışında belli
periyotlarda Sayın Bakanımızın da katılımıyla bunları konuşuyoruz.
Bu mevcut kentsel dönüşüm yasası ve
uygulamalarla ilgili olarak yapılmasını
düşündüğünüz değişiklikler nelerdir,
yeterli midir?
Ben şu anda 6306 sayılı yasa çerçevesinde bir çalışma yaparken bu yasa da şurada yetersiz kaldı dediğim bir şeye daha
rastlamadım. Çünkü yasa birçok alanı
yönetmelikle düzenlendiği için Bakanlık
yönetmelikle ilgili revize etme şansına
sahip veya o konuda da bizim taleplerimizi intikal ettirdiğimizde bu değişiklikler
yapılıyor. Yani biz bu şehri büyütürken bu
yasa burada yetmedi dediğimiz bir şeyle
karşılaşmadık.
Mayıs - Haziran 2013 95
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Sümeyye ALUÇ
İBB-Yüksek Şehir Plancısı
KENTLERİN GELİŞİMİ İLE KAYBOLAN
İNSANİ ÖLÇEK OLGUSU
G
Tüm dünyada, insanlık tarihinin
başlangıcından itibaren sürekli değişen
koşullar kentsel mekânın sürekli bir
dönüşüm olgusu içinde olmasını sağlamıştır.
Kentler var oldukları dönemden itibaren,
her dönemin kendine özgü sosyo-kültürel,
ekonomik, politik ve teknolojik süreçleri
ile dönüşmektedirler. Günümüzde bu
süreç küresel yeniden yapılanma olarak
ifade edilmekte ve kentlerde yansımasını
bulmaktadır. Türkiye son yirmi yılda
ekonomik ve politik sosyo-kültürel ve
teknolojik değişimlerin etkisiyle küresel
dünyaya eklemlenme sürecini hızlandırmış
ve bu sürecin yansıması olarak da yeni
kentsel mekânlar oluşmaya başlamıştır.
eçmişten günümüze kentlerde var olan hızlı nüfus artışı,
kentlerin alan ihtiyacını da artırmakla birlikte ortaya çıkan
büyüme süreci kentlerin mekânda hızlı bir şekilde yayılmasına sebep olmuştur. 1950 yılından günümüze kadar olan
süreçte, kentlerde hızlı nüfus artışı beraberinde hızlı kentleşmeyi ve kentsel sorunları taşımıştır. Bunlar, işsizlik, yoksulluk,
mekânsal ve toplumsal kutuplaşma, kimliksizleşme, tarihi ve
doğal değerlerin yok edilmesi, sağlıksız çevre koşulları ve
ölçek dışı büyüme vb... gibi bütün kentlerin ortak sorunları
olarak karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca nüfus artışı ile birlikte
kentlerin büyümesine etken olan faktörler 20.yy.da değişim
göstermeye başlamıştır. Sanayileşme ile birlikte değişen
ulaşım ve teknoloji talepleri kentlerin mekânsal örgütlenmelerini de etkilemiştir. Bu değişim ve gelişimlere bağlı olarak
kentler giderek genişlemeye ve yayılmaya başlamıştır.
Kentlerin gelişim süreci ele alındığında ekonomik faaliyet
kollarının kentin makroformunu etkilediği görülmüştür. Bu
bağlamda 19. yy’a kadar kentler tarım sektörüne bağlı olarak gelişmekte, tarım kentlerinde genel karakteristik özellik
karma arazi kullanımı, dar caddeler ve yaya ağırlıklı bir ulaşım şekli olarak görülmüştür.
19. yy’ın sonlarına doğru ise “Sanayi Devrimi” ile birlikte
kent merkezi ve kent merkezlerinin çevresinde farklı sanayi
kolları gelişim göstermiştir. Sanayi kolunda çalışanların
ulaşım talepleri değişmiş merkezden kent çeperine doğru
farklı ulaşım aksları oluşmuştur. Kent zamanla bu ulaşım
aksları üzerinde gelişim göstererek saçaklanmaya başlamıştır. Konut talebi artış göstermiş, bu artış ile birlikte kent
çeperlerinde farklı konut bölgeleri ve bu konut bölgelerine
hizmet eden ticaret kolları oluşmaya başlamıştır. Dolayısıyla
sanayi sektörünün gelişmesine paralel olarak hizmet sektörü
ve ticaret de gelişmiştir. Kentte ki faaliyet kollarının değişim
ve büyüme süreci içine girmesiyle kentsel mekânda büyümeye başlamıştır.
Görülmektedir ki ekonomisi daha çok tarıma dayalı kentlerde
ulaşım yürüme mesafesi sınırları içinde sağlanmakta, konut
alanları ise daha çok tek katlı ve arka bahçeli yapılardan
oluşmuştur. Çünkü nüfus yoğunluğunun düşük olduğu bu
bölgelerde, toprağa dayalı faaliyet yapıldığı için kapalı ve
büyük mekânlara ihtiyaç olmamıştır. Burada insan ölçeği
kavramının algılanabilirlik düzeyi ile doğru orantılı olarak
gelişim gösterdiği görülmüştür.
Sanayi kentlerinde ise artan nüfus değerleri doğrultusunda
yapılaşma dikine bir büyüme gösterirken kentsel mekândaki
ölçek kavramı da büyümüştür. Sanayi faaliyetlerinin gerçekleştirilebilmesi için büyük yapılara ihtiyaç duyulduğundan
algılanabilen ölçek kavramı da değişerek insan ölçeği boyutunu aşmaktadır.
96 Mimar ve Mühendis
Günümüzde ise bu gelişim süreci, metropol kentlerin merkezinde
yerini çeşitlenen hizmet sektörüne bırakmıştır. Kent merkezlerine
getirilen arazi kullanım kararlarına bağlı olarak da bu bölgelere erişilebilirliğin artırılması gerekliliği ortaya çıkmıştır. Kent merkezlerinin erişilebilirliğine bağlı olarak ise ulaşım ağları geliştirilmiş, farklı
ulaşım sistemleri kentlerin makroformunu belirlemiş ve teknoloji
ve bilgi çağının gelişmesi de yeni iletişim ve ulaşım teknolojilerinin
kent için yeniden yapılanma ihtiyacının artmasına sebep olmuş ve
kentin dönüşümünü tetiklemiştir.
Dönüşen kentlerde kent merkezinin ulaşılabilirliğinin artması ile
konut alanları bu bölgelerde yer seçmeye başlamıştır. Dolayısıyla
merkeze talebin artması arazinin en verimli şekilde kullanılması
gerekliliğini doğurmuş ve bunun sonucu olarak da büyüyen kentlerde yer alan yapıların dikine büyümesi, sokak olgusunun yerini
geniş ulaşım ağlarına bıraktığından kentte insani ölçek olgusunu
yitirmeye başlamıştır.
Sokak ve mahalle olgusu kavramının yitirilmesi ile insanların
yaşadığı mekanlarda değişmiştir. Kapalı siteler, kent merkezinden
soyutlanmış konut alanları, yeni yaşam merkezlerini oluşturmuştur.
Kent çeperinin gelişmesiyle metropol kentler yerini megapol kentlere bırakmıştır. Megapol kentlerde iletişim şekillerinin de farklılık
göstermesiyle insanların birbirleriyle paylaşım içinde yaşama
olgusu değerini kaybetmiştir.
Toplumun iletişim ve sosyalleşme anlayışının değişmesinin en
büyük sebeplerinden biri de telekominikasyon sisteminin hayatımıza adapte olmasıdır. Bu sistemin getirilerinden hızlı ve kolay
iletişim ile insanların birbirlerine olan ihtiyacı azaltmıştır. En küçük
ihtiyaçlar bile yüz yüze iletişimden uzak bir yöntemle karşılanmakta, teknolojik gelişimler insan hayatının her noktasında yer
almaktadır.
Teknolojinin gelişmesi kentteki konut talebini farklılaştırmıştır.
Çok katlı ve enine yapılaşma biçimi, kentlerin giderek büyümesine
sebep olmuştur. Büyüyen kentlerde insani ölçek kavramının önemini kaybetmeye başladığı görülmektedir.
Kente ilişkin yapılan araştırmalar sonucu; kentsel mekânın yapı-
taşları ele alındığında en temeli kent morfolojisi’dir. Kent morfolojisi; makroform, ölçek, doku, yoğunluk, oluşum/tasarım başlıkları
altında ele alınmaktadır. Planlama çalışmalarında ele alınan bu
yapıtaşları her kent için talep ve ihtiyaç doğrultusunda farklılık
gösterdiğinden kentlerdeki insani ölçek kavramının belli bir standartta olduğu söylenemez.
Kentlerdeki insani ölçek kavramı daha çok koruma bölgelerinde
(kentsel sit alanlarında) algılanabilmekte iken kentin gelişim akslarında ve dönüşen alanlarda bu olgu görülmemektedir.
Kısacası kentsel mekânın yapıtaşlarından olan insani ölçek kavramının belirlenmiş bir standardı olmadığından, günümüzde bu
kavram kent planlarının ön gördüğü yapılaşma şartlarına göre
biçimlenmektedir. Eğer bir bölgede planın ön gördüğü kimlik kentin gelişmesi yönünde ise kentteki ölçek kaygısından çok toprağın
rantı ön plana çıkmaktadır. Kentin gelişim süreci ile birlikte kent
makroformunun değişmesine paralel olarak insani ölçek olgusu
kaybolmuş, yapısal ölçek artmıştır.
Mayıs - Haziran 2013 97
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Ali Bulaç
Sosyolog-Yazar
İNSAN ve ŞEHİR
Geleneksel şehirlerde insan tabiatın
kucağında yaşar, gözüne ilişen herşey
Allah’ı hatırlatır. Bu sadece kırsal kesimlerde
yaşayan konar göçerler veya köy toplulukları
için değil, şehirliler için de öyledir. Çünkü
şehir tabiatla ve tabiatı aşkın gayb/melekut
alemiyle irtibatlı olarak tasarlanmıştır.
İnsana gurbet duygusunu unutturmayan
şehirde insan kendisiyle barışıktır. Şehir insan
ile Allah arasında kalın bir perde olursa
insan, gurbette olduğunu unutur. Kendini
seküler bir hapishane içine kapatır. Şehir
insanın hapishanesi olmamalı, özgürlüğün
yollarını açık tutmalı.
1. Şehirler ve Kentler
Şehir ne Tao’nun dediği gibi tabiatın yüzünü çirkinleştirir ne
Yunanlıların dediği gibi kozmik düzenin yeryüzündeki izdüşümü olur. Şehir ebedi yolculuğumuz üzerinde bir menzil olarak
tasarlanır. Modernliğin ürünü kent, aşkın olanı reddedip dünyevi
mükemmellik iddiasıyla tabiatın yüzünü çirkinleştirdi. Ruhumuz bedenden özgürleşmek istemesi gibi, insan da mekânda
müteal/aşkın olana yol/menfez arayıp bulmak ister. Dikkatlice
bakıldığında, Müslümanların tasarlayıp domine ettiği şehirlerde şehirle tabiat arasında muazzam bir uyum olduğu görülür.
Şehir insana Allah’ı ve dünyanın faniliğini unutturmamalı.
Merkezindeki camii Allah’ı, girişinde ve çıkışındaki mezarlık
dünyanın faniliğini hatırlatır.
Bugün bizlerin yaşama mücadelesini verdiğimiz “kentler”e
“şehir” diyemeyiz. Şehir dine ve geleneğe, kent ise sanayi devrimine, Batı’ya ve modernliğe aittir. Sanayi bize konfor sağladı,
ama tabiatla aramıza demir perde çekti. Kent bizim çağrışım
sistemimizi kökten değiştirdi. Kentte insanın başarıları sergilenir. Fabrikalar, dev alışveriş merkezleri, köprüler, stadyumlar,
hava alanları vs. gözümüzü çevirdiğimiz herşey bize insanı ve
insanın başarılarını hatırlatıyor. Tarihte Müslümanlar bir şehri
fethettikleri zaman, “bu şehri dönüştürebilir miyiz” diye sorarlardı. Dönüştürmek mümkünse, şehre girerlerdi. Dönüştürmek
ıslah etmektir. Fatih, İstanbul’u fethettiğinde “şehri sulh ve
salah esasına göre ıslah edilebileceği”ne hükmetti. Müslüman
nüfusu şehre yerleştirdi. Rumlara ve Ermenilere de geniş alanlar açtı. Böylelikle zaman içerisinde Konstantinopolis, İstanbul’a
dönüştü, kısaca gayrı müslimlerin de yoğun olarak yaşadığı
Müslüman şehir oldu.
Müslümanların dizayn ettiği şehre “İslam şehri” denmez, bu
isimlendirme “Hıristiyan şehri”ne naziredir, yanlıştır. “Hıristiyan
şehri”nde Hıristiyanlıktan ve Hıristiyanlardan başka kimsenin
hayat alanlarını kullanacak şekilde yaşamasına izin verilmez;
medeni ve sivil alanlar geliştirmesine imkan tanınmaz. Müs-
lümanların dizayn ettiği şehirde ise farklı dinlere açık hayat
alanları açılır, öyle ki her dini grup kendi hukuku ve gelenekleriyle yaşar; çoğulculuk şehrin doğasında içkindir. Modern
kent istilacı, monolotik ve teptipleştiricidir, bu özelliğiyle rafine
totaliterdir. Dinler arasında çoğulculuk ancak Müslümanların
dizayn ettiği şehirde mümkündür, tarihte olduğu gibi bugün
de öyle olmak durumundadır. Cumhuriyet, Türkiye nüfusunun
tamamına yakınını Müslümanlaştırdı, ama İslami veya başka
dini hayatların yaşanmasını mümkün kılacak hayat alanları
bırakmadı. Şimdi de küreselleşmenin baskın etkisinde bütün
Türkiye tam ortasından ikiye bölünüyor: Bir bölümü giderek
tarihten ve hayattan çekilen “geleneksel şehirler”, diğeri hepsi
biri diğerinin kopyası olan “modern kentler.” Selçuklulardan ve
Osmanlılardan kalma geleneksel Konya ve Mardin, Edirne ve
Van, Sivas ve Urfa, Bursa ve Diyarbakır harikulade zengin ve
çeşitliliğe sahip idiler; şimdi TOKİ’nin kibrit kutusu konutları,
küresel sermayenin sefertası gökdelenleri ve Avrupa’dan ithal
sosyal konut apartmanları ile bütün şehirler tek bir kente
dönüşüyor. Bu ucube, vahşi ve boğucu kentler 1994’ten beri
geleneksel şehirlerin yönetimini devralan muhafazakar-dindar
kadroların yönetiminde ve 2002’den beri süren merkezi iktidarında insana, canlı hayata ve tabiatın fıtri düzenine meydan
okuyorlar. Her türlü siyasetin ve siyasi mülahazanın üstünde
ciddi bir durumla karşı karşıya bulunuyoruz. Yeni durumu etraflıca kritik etmekte zaruret vardır.
98 Mimar ve Mühendis
2. Şehir Modelleri
Yukarıda Müslümanların üç şehir modeli izlediklerine işaret
etmiştik. Biri yapısal özellikleri dolayısıyla “şehri dönüştürmek”tir,
ki bunun yüzlerce örneği var. Şam ve İstanbul belli başlı örnekleri arasında yer alır. Şehri dönüştürmek mümkün değilse,
ikinci şehir kurulurdu ki bu işleme “ikiz şehirler” denir. Bu çok
sistemli bir şehir siyasetidir, böylelikle zaman içinde eski şehrin
işe yarar fonksiyonları yeni şehre intikal eder; ıslahı mümkün
Şimdi de küreselleşmenin baskın
etkisinde bütün Türkiye tam
ortasından ikiye bölünüyor: Bir
bölümü giderek tarihten ve hayattan
çekilen “geleneksel şehirler”, diğeri
hepsi biri diğerinin kopyası olan
“modern kentler.” Selçuklulardan
ve Osmanlılardan kalma geleneksel
Konya ve Mardin, Edirne ve Van,
Sivas ve Urfa, Bursa ve Diyarbakır
harikulade zengin ve çeşitliliğe sahip
idiler; şimdi TOKİ’nin kibrit kutusu
konutları, küresel sermayenin
sefertası gökdelenleri ve Avrupa’dan
ithal sosyal konut apartmanları
ile bütün şehirler tek bir kente
dönüşüyor.
olmayan unsurları eski mekanda kalır. Eski şehir adeta “arkaik” kalır.
Eski şehir canlılığını kaybettikçe yeni şehir gelişir. Kahire buna iyi bir
örnektir. Mısır topraklarına İslam’ın girişinden önce Fustat önemli bir
yerleşim merkeziydi. 641’de canlandırılmak istendi, ama Fatimiler
969’da planlı şehir olarak Kahire’yi kurdu. Selaheddin Eyyubi ikisini
birleştirmek istediyse de Kahire’nin önüne geçemedi.
Şehri dönüştürmenin veya ikiz şehir modeli uygulamanın mümkün
olmadığı hallerde “yeni şehir” kurulurdu. Kufe (635-640), Bağdat
(’66), Samarra (836) gibi. Müslümanlar yeni şehir kurdukları zaman,
ilk dikkat ettikleri şey, merkezine mescit inşa etmekti; geleneksel
şehirlerimizde merkezde “Cami-i Kebir (Ulu Camii)” bulunur. Ulu
Cami, Cuma namazının kılındığı, hükümranlığın ve varlıktaki referans
merkezinin sembülüdür. Merkezde yer alan diğer yapılar da hükümet
konağı ve pazar olur. Çünkü İslam telakkisinde ibadet, siyaset ve
ekonomi iç içedir, biri diğerinden ayrılmaz. Şehrin, mekanın sunduğu
imkanlar ölçüsünde geniş bir meydanı olur; meydan merkez alınarak,
arkaya doğru evler sıralanır. Evlerin öncephesi vardır, evin –apartmanın aksine- tabiata aykırı olmamasına dikkat edilir. Evlerle insanlar
arasındaki ilişkiyi kolay sağlayabilmek için “hayat” denen avlular vardır. Avlu, komşuluk ilişkisini rahatça düzenler. Geniş bir avlu ve avlunun etrafında evler sıralanır, her evin mahrem alanı ayrı, ama avlu
ortaktır. Kadın, başına örtüyü alıp dışarıya çıktığı anda, komşusuyla
yüz yüze gelebilir. Avludaki komşuluk ilişkisi sıkı ve doğaldır. Medrese,
külliye, tekke ve dergahların da farklı stillerde olsa mekan kullanımı
aynı telakkiye göre düzenlenir; bu demektir ki sivil ve medeni hayat
alanları aile, komşuluk ve cemaat merkez alınarak tasarlanır.
Apartman hayatında komşuluk ilişkisi olmadığını tecrübe ederek
anlıyoruz. İnsanların üstüste yığıldığı mekanlarda komşular birbirini
tanımıyor. Bir başka apartmanda oturan tanıdığıyla görüşebilmek
istediğinde özel bir gayret sarf etmeli. Dairenin dışına adım attığımız anda külfetli bir durum söz konusu. Mahrem alanı, duvarlar
kapatmış bulunmaktadır; geleneksel şehirde mahrem alan tabiata,
gökyüzüne, manzaraya açıktır. Apartmanda çocuklar içeride hapistir,
avluda olduğu gibi sosyalleşme imkanlarından yoksundurlar. Sokağa
da çıkamıyorlar çünkü sokak işlektir. Okul kasvetlidir, çocuğu doğru
yönde sosyalleştiremez. Okul, misyonu gereği aileye ve geleneğe
düşmandır, sosyalleştiği çocuk asli mekanına ve fıtratına yabancılaşır. Şehrin mimarisinde komşuluk ana föktördür. Amaç fakir
komşunun komşuyla belli çerçevede ilişkisini sürdürmektir. Eğer
şehir Mardin gibi yamaçtaysa, evler sıra sıra kaleye kadar çıkar.
Şehri tasarlayanlar iki şeye dikkat etmişlerdir: Biri üstteki komşunun
önünü kapatmamak, diğeri aşağıdaki komşunun da mahremiyetini
ihlal etmemek. Evlerin ön cephesi kıbleye dönüktür, her biri gözünün
kestiği kadar derinlik arzeden Mezopotamya’ya ovasına açıktır.
Şehrin fiziki varlığı ile meskenlerin mekan kullanımı arasında önemli
ilişkiler var. Ne şehir tesadüfi olarak şu veya bu yerde kurulur ne
mekan gelişigüzel kullanılır.
Geleneksel şehrin mekan kullanımı kentin mekan kullanımına göre
bazı farklılıklar arzeder. Kentin apartman dairesi geniş aileye göre
değil, çekirdek aileye göre düzenlenmiştir, çoğu zaman bunun konut
üretimindeki ekonomik zaruretlerden kaynaklandığı düşünülür, ancak
mesken yerine ikame edilen daire tercih edilen aile modeliyle yakın
ilgilidir. Dairenin iç mekanı çekirdeğe göre modernize edildiğinden
yatıya misafir almak mümkün değildir. Dairenin dizaynında hem
dolaylı nüfus kontrolü hem modern çekirdek aile modelinin zorunlu
tercih olması hedeflenmiştir. Daire içinde yaşayan çekirdek aile
doğası dolayısıyla bencil, bireyci ve tabii beşeri bağlardan (yakın
akraba) kopuktur. Daire alt ve orta sınıfların evidir, gelir düzeyi yüksek zenginler eşitsiz büyümenin nimetleri sonucunda türeme sınıflar
olduğundan zaten ‘modern’ ve bireycidirler. Daire modelinde yaşlı
anne-babaya bile yer yoktur. Düşünüyorum, rahmetli annem on kişi
de misafirliğe gelse 80-90 metrekarelik evde yatıracak yer bulabiliyordu. Bu mesele de olmazdı. Mekan üzerinde düşündükçe anladım
ki mesele, mekân kullanımından kaynaklanıyor.
Mayıs - Haziran 2013 99
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Şehrin mimarisinde komşuluk ana
föktördür. Amaç fakir komşunun
komşuyla belli çerçevede ilişkisini
sürdürmektir. Eğer şehir Mardin gibi
yamaçtaysa, evler sıra sıra kaleye
kadar çıkar. Şehri tasarlayanlar iki
şeye dikkat etmişlerdir: Biri üstteki
komşunun önünü kapatmamak,
diğeri aşağıdaki komşunun da
mahremiyetini ihlal etmemek.
Evin en geniş mekanı salon, nadiren gelecek misafir için kapalı
tutulur. Evin en geniş, en konforlu, en prestijli eşyalarının bulunduğu
mekân hakikatte fonksiyonsuzdur. Oturma odası evin daha küçük,
daha loş bir odasıdır. Televizyon orada bulunur, aile bireyleri orada
oturur. Çocuklara ait bir oda ve bir de sadece akşamdan sabaha
kullanılan yatak odası var. Bu tepeden tırnağa yanlış bir mekân kullanımıdır. Geleneksel mekânlarda odalar çok fonksiyonlu-çok amaçlı
tasarlanır. Aynı mekan üzerinde sofra açıldığında yemek odası, yatak
serilince yatak odası oluyor. Geleneksel mekanı olduğu gibi bugüne
aktarmanın ne kadar güç olduğu ortada, ama eğer aileyi, akrabayı ve
komşuluk ilişkisini esas alan bir mekân üzerinde düşünmek durumundaysak mekân perspektifimizi değiştirmek zorundayız. Sormamız
gereken soru şudur: Mekan mı oturma biçimimizi ve hayat telakkimizi belirleyecek, yoksa dini referans alan medeniyet tasavvurumuz
ve yaşama biçimimiz mi? 60-70 metre karelik, iki oda bir salon
apartman dairelerinde İslam’a ayarlanmış bir mekandan söz edilemez. Mekân bizi belirliyor, oysa felsefemiz mekânı belirlemeli. Burada temel bir zihniyet değişimine gitme zarureti söz konusu. Mekân
ferah, geniş olmalı, mutlaka bir felsefesi kabule dayanmalı. Osmanlı,
Selçuklu, Abbasiler, Safeviler, Emeviler belli bir alem ve hayat tasavvurunu mekana yansıtma başarısını gösterebilmiş örneklerdir.
İnançtan neş’et eden ilkenin mekana ve mimariye nasıl şekil verdiğinin örnekleri var. Osmanlı cami mimarisinde model, filin dört
ayağıdır. Emevi cami mimarisinde yana doğru gelişen saf düzen
esas alınmıştır. Bunun çarpıcı örneği Şam Beni Ümeyye Camiidir; Diyarbakır ve Mardin Ulu Camileri de bu modele göre inşa
edilmişlerdir. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.) “İlk safta namaz
kılmanın büyük sevabı”ndan söz etmiştir: “İnsanlar ilk safın sevabını bilselerdi, ön safta durabilmek için kur’a çekmekten başka
çare bulamazlardı.“(Buhari, Ezan, 9; Müslim, Salat, 129.)” Bundan
hareketle Şam Emeviye Camii’nin mimarı şöyle demiştir: “Elimden
gelse Doğudan Batıya kadar uzanan tek saflık bir mescid yapardım.”
Geleneksel Müslüman evinde tuvaletin önü ve arkası kıbleye dönük
100 Mimar ve Mühendis
olmaz; bu pozisyonda Ka’be öne ve arkaya alınmaz. Şimdiki “yedi
kat takva erbabı mimarlar”ın hiçbiri bu inceliğe dikkat etmiyor. Klozetin üzerine “hijyen ve akıllıdır” yazmayı ihmal etmeyenler, tuvaletin
yönünü kıblenin aksine kondurmayı akıl edemiyor. Lavabolar yerden
hayli yüksek, abdest alırken ayakları yıkamak zahmetli bir iş. Siyasetçisi gibi dindarlığı ve “bizim medeniyetimiz”i kimseye kaptırmayan
muhafazakar mimar, projesini çizdiği evde namazın kılındığını aklına
getirmiyor; müteahhitle ortaklaşa paylaştığı kaygı Batı usulü konfora
açık mekan ve bir arsadan kaç pahalı daire veya işyeri üretilebileceği
hususudur.
Kurtuba’dan Semerkand’a, Kırım’dan San’a’ya kadar ilhamını
İslam’dan alan bir felsefe Müslüman dünyanın şehirlerine ruh vermiştir. Her bir şehir, fiziksel çevrenin kendisine sunduğu imkanlara
göre sakinlerine dünya ile ahiret arasında bir menzilde yaşatma
imkanını sunmuştur. Şehir arkaik mekan değildir. Bugün de güzel
şehirler kurmak mümkün. Şehri “din” merkezli “yüksek bir medeniyet
tasavvuru”na sahip “medeniler” kurabilir ancak. Şehir medinedir,
medine kent bedevilerinin ve ellerinde çılgın projelerle karış karış
arazi arayan küresel bezirganların işi değildir.
3. Ruhlar Ordular Halinde Geliyor
Sanayi devrimi yeni bir yerleşim modeli ortaya çıkardığı gibi, kendi
icadı olan kenti şehrin aleyhine geliştirdi. Yeni durumda kentte üretim
için üretim yapılır, mal ve hizmeter pazar şartlarında alınır-satılır,
mübadeleye konu olur. Kısaca kent manyetik güç olarak beşeri faaliyet adına her ne varsa hepsini ve herşeyi kendi merkezine doğru
kuvvetle çeker. Batı’da şehir yoktu, olmadı. Şehir doğuya aittir.
Modern kent, “şehir formasyonu” kazanamamış irili ufaklı yerleşim
birimlerini belli başlı birkaç merkeze çekip ikili yapıya dönüştürdü.
Bazı yerler çekim merkezi olurken, bazı yerler geleneksel sakinlerini
itip kaçırmaya başladı. Ve bu modernleşmeye paralel olarak bütün
yerküresine yayıldı. Hala kimi yerler itiyor, kimileri çekiyor. Bu beşeri
demografik dengenin bozulmasında rol oynayan önemli bir sebeptir;
Gün geçtikçe zenginlik
artıyor, ekonomik sermaye
sınırları aşıp yayılıyor, fakat
sosyal sermaye zayıflıyor.
Aile, komşuluk ilişkileri,
akrabalık bağları zayıflıyor.
İnsan birey olmaya
zorlandıkça tek başına
kalıp yalnızlaşıyor. Birey
olmak her zaman iyi bir şey
değildir. İnsan çok yönlü
ihtiyaçları olan bir varlıktır.
küresel olgu haline gelmiş bulunmaktadır. Mesela Türkiye’de sayılı
şehirler gelişme gösterirken diğerleri nüfus ve nüfuz kaybediyor. Her
geçen gün nüfusun ağırlıklı bölümü birkaç kentte toplanıyor. Dünya
ölçeğindeki genel seyir de bundan farklı değil. İlk defa 2009 yılında
dünya nüfusunun yarısı şehirlerde toplanmış oldu. Bu dikkat çekici
bir rakamdır.
Burada kesinlikle gayrı tabii bir durum söz konusudur. Rakamlara
yakından bakalım: Hz. İsa’nın doğum yıllarında dünya nüfusunun
250 milyon olduğu tahmin ediliyor. Sanayi devriminin başladığı
1750 yılında nüfus yaklaşık 500 milyondu veya daha az. 1802’de 1;
1927’de 2, 1961’de 3, 1971’de 4, 1987’de 5, 1999’da 6, 2011’de 7
milyara ulaştı. Buna göre son 50 yılda dünya nüfusu ikiye katlanmış
bulunuyor. BM’nin tahminlerine bakılırsa nüfus 2020’de 8,5; 2030’da
9,6; 2040’ta 10,3; 2050 yılında 12 milyara çıkmış olacak. Nüfus rahip
Malthus’un dediği gibi geometrik olarak yani katlanarak artıyor.
Sanki aceleleri varmış gibi Bezm-i eles’te bekletilen ruhlar aldıkları
emir üzerine ordular halinde bedenlere girip belli yerlerde toplanıyor. Her gün muntazaman, 200 bin yüz bin insan, küçük yerleşim
birimlerinden veya kırsal kesimden kentlere doğru akıyor. Beşeriyetin
hareketi büyük ölçüde güneyden ve doğudan, kuzeye ve batıya seyir
takip ediyor. Ancak ekonomik ağırlık dengesinin doğuya kayması
durumunda hareket seyrinde temel bir değişiklik vuku bulabilir. Bu
çerçevede Ortadoğu ve Afrika büyük önem kazanıyor.
Beşeriyet tarihinde üç büyük hareketten biri göçebelikten yerleşik
hayata geçiştir. Bu, ilk ve tek hareketin konar göçerlik olduğu anlamına gelmiyor, belki de uzun zamanlar yerleşik yaşayan insanlar, sonraları bir veya birkaç sebeple konar göçerliğe geçtiler. Ayrıca hareketin
tek çizgi takip ettiğine ilişkin elimizde kesin kanıtlar da mevcut değil.
Eş zamanlı olarak kimileri konar göçer yaşarken, kimileri yerleşik
hayat yaşamıştır. Antropoloji kesine yakın dilimler çizerek bundan
12 bin sene önce ve Mezopotamya’da tarımsal üretime ve yerleşik
hayata geçildiğini idda etmektedir ki bu gerçekten kanıtlanması güç
bir iddiadır. İkinci büyük hareket, küçük yerleşim birimlerinden büyük
yerlere doğru olmuştur ki, bunu tetikleyen ana faktör sanayi devrimi
ve sonrasındaki sosyo-ekonomik köklü değişmelerdir. Şimdi vuku bulmakta olan üçüncü büyük harekettir. Büyük şehirlerin periferilerinden,
yani varoşlarından, şehrin merkezine doğru olan hareket. Bu, yenidir
ve beraberinde köklü değişimleri getirmektedir. Belirtmek gerekir ki,
söz konusu üçüncü hareket diğerleri gibi sancılı geçecektir, risklerle
doludur, şiddet yüklüdür. Başlangıçta insanlar gelip bir kentin etrafında toplanıyor. Mesela, İstanbul şu anda 15 milyon civarında nüfusa
sahip. İstanbul’un doğusuyla batısı arasındaki mesafe artık yüzlerce
km. ile ifade edilir hale geldi. Eğer küresel sermayenin empoze ettiği
“çılgın projeler” faaliyete geçecek olursa, İzmit’le Tekirdağ yekpare
bir kent olacak. Nitekim İBB 40 milyonluk bir şehir planı üzerinde
çalıştığını açıklamış bulunuyor. Bu sahiden çılgıncadır, akıllıca ve
tabii değildir.
4. Küresel Bedevilerin Kentleri
Kente ilk varışında kenarda-varoşta toplananlar bir süre sonra merkeze doğru hareket etmeye başlar. Merkezin eski sakinleri ise artan
refaha paralel olarak güvenlik katsayısı yüksek çevreye kaçma yolları
arar. Onlar için önemli olan güvenlik içinde zenginliği tüketmektir.
Etrafı çevrili siteler, kale gibi korunaklı towerlar bu arayışın ürünü
olup aslında birer gettodur. Ancak eşyanın tabiatına aykırı bir durum
söz konusu olduğundan kent mekanlarını paylaşanlar arasında bir
konsensus sağlamak mümkün değildir; gerilim ve çatışma farklı
formlara bürünerek devam eder. Çatışmayı besleyen ana faktör
adaletsiz bölüşümün nüfusun yaklaşık beşte birlik bölümünü çatlatıncaya, tıksırtıncaya kadar bolluğa boğarken, geri kalan yüzde 60’lık
nüfusun (orta sınıf) üste yükselme hırsı ile aşağı düşme korkusu
arasında psikolojik dengesini kaybetmesi ile nüfusun son beşte birlik
bölümünün her geçen gün biraz daha sistemin çevirdiği acımasız
çarkın en sıkışık yerinde can çekişir halde yaşama mücadelesi vermesidir.
Merkezi bir süre kontrol eden “yeni kent bedevileri” bu sefer eski
Mayıs - Haziran 2013 101
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Modern küresel bedeviliği besleyen iki temel unsur
var: Biri Amerikan kültürünün cesamete ve herşeyi
metaa dönüştüren sınırsız ihtirası ve bunun geriden
beslediği iktisadi büyüme politikaları –ki felsefi
zemini liberalizmdir- diğeri ihtirasları ve iştahları
kabartılmış kitlelerin demokratik yollarla kendileri
gibi başa getirme fırsatını buldukları siyasetçiler ki
bunu da mümkün kılan liberal demokrasidir.
sakinleri gettolarında kovalamaya başlar. Devasa kentlerde hareket
ikilidir; varoşlardan merkeze hareket başlar, merkezdekiler banliyolara, modern gettolara hareket eder; bu sefer merkeze gelen kent
bedevileri geri dönüp onları kovalamaya koyulur. Beşeri hareket
(terör, suçlar, ahlaki düşüşler) bu gidişli-gelişli güzergahta sürer. Bu
süreçte şiddet potansiyelli yüksek kent demokratik özelliğini kaybeder, polis kuvvetlerinin denetimine geçer. Silah ve savaş teknolojisinin
değişmesiyle de ordular eski önemini kaybettiklerinden askerin dahi
güvenliğini polis sağlamaya başlar. Kadının evi terketmesi, ailenin
yapısal değişim geçirmesi ve geleneksel denetim mekanizmalarının
yok olmasıyla sosyal hayatı ancak daha çok sıkı markaj yasalarla
korumak mümkün olduğundan rejim giderek özgürlükçü, sivil ve
demokratik karakterini kaybeder, kent gizli tiranlığa meyleder. Sivil
toplum kuruluşları küresel güçlerin denetimine geçer, sahici iç sivil
arayışları ya zamanla güç kaybeder veya onlar da küresel patronlar
tarafından satın alınır.
Zenginlik, medeniyet, irfan, mimari, sanat ve edebiyat şehrin merkezindedir. Yeni kent merkezlerini lümpen takımı, kent bedevileri
doldurduğundan merkez ne medeniyete mekan olur ne sanat ve
hikmet gelişir. Din medinedir, kentte medeniyet olmaz, çatışma ve
sosyo-psikolojik barbarlık olur. Çatışma sadece merkezin iktidar
seçkinleri ile kent bedevileri arasında değildir, insan ile kendisi, insan
ile tabiat arasındadır da. Bu çatışma şehre değil, kente aittir. Buna
bir çözüm de bulunmuş değildir, terör, şiddet, akıl ve ruh hastalıkları,
toplumsal çalkantılar, patlamalar büyük ölçüde buradan kaynaklanır.
Gün geçtikçe zenginlik artıyor, ekonomik sermaye sınırları aşıp yayılıyor, fakat sosyal sermaye zayıflıyor. Aile, komşuluk ilişkileri, akrabalık
bağları zayıflıyor. İnsan birey olmaya zorlandıkça tek başına kalıp
102 Mimar ve Mühendis
yalnızlaşıyor. Birey olmak her zaman iyi bir şey değildir. İnsan çok
yönlü ihtiyaçları olan bir varlıktır. Bize, ünsiyet kesbetmedikçe yaşayamadığımızdan “insan” denmiş. Hem birbirimize doğruları hatırlatmak, hem de birbirimizle yardımlaşmak için bir arada yaşamak
zorundayız. İnsan tek başına kalınca kendi ayakları üzerinde durmak
zorunda kalıyor. “Ben kendi ayaklarım üzerinde duracağım” büyük ve
fakat kanıtlanmamış bir iddiadır. Tek başımıza da yapamıyoruz. Bunu
yapamadığımız için de kurumlar harekete geçiyor. Her bir kurum bizden farklı bir rol oynamamızı talep ediyor. Kurumların gerçek patronu
devlettir. Kurumlar, devletin denetiminde ve görev tanımına göre
kişiliğimizi parçalıyor. Çoğulculuğun bir anlamı da, kişiliğimizi parçalayan birden fazla kurumun hayatımızı adeta determine etmesidir.
Akşam eve gittiğimiz zaman kendi içimize dönebileceğimiz bir vakit
bulabiliyoruz, ama kendi içine dönebilen insan sayısı çok az, çünkü
evde de bizi televizyon, internet, sosyal medya bekliyor. “Şehir” ile
“kent” arasında bir tercih yapmak durumundayız. Sözünü ettiğimiz
farklı kaynaklardan beslenen ruh, yani şehrin ruhu ve bu ruha karşı
yıkıcı pozisyonda olan kenttir.
5. Ruhun Kuruması
Belirtmek gerekir ki modern kentin öznesi bedevilerdir. Geleneksel
şehir ile modern kent arasındaki temel ayırım konusunda yapılmış
iyi çalışmalar çok az. Üniversitelerde okutulan “şehir sosyolojisi”
endüstri toplumunun ürünü olan modern kentin verilerini temel alır.
Modern kent farklı bir fenomendir. Modern kentin öznesi bedevilerdir.
Bedeviyi sadece çölde yaşayan insan profili olarak anlamak yanıltıcı
olur. Özetle bedevi, toprakta belli bir tarihsel kökü olmayan, medine
hayatı yaşamayan ancak şu veya bu zorunlu sebeple belli bir yerleşim birimine göç edip orayı kendi yaşadığı badiyedeki alışkanlıklarına
benzetene denir. Malik Binnebi’nin işaret ettiği üzere medine, toprak,
zaman ve insan arasındaki ilişki doğru kurulduğunda ortaya çıkar.
Tekil olarak bedevinin yıkıcı etkisi yoktur, kitlesel olarak bir yerleşim
birimine akın ettiğinde eğer şehir mukavemet yönünden zayıfsa kısa
zamanda badiyeye teslim olur. Çünkü Kur’an’ın da ima ettiği üzere
bedevi tabiatın zorlu şartlarıyla içiçe yaşadığından medinenin gerektirdiği düzen ve disipline yatkın olmaz. Medine Aramice’de ifade
edildiği üzere bir mahkeminin yetki sahası içindeki insan ilişkilerinin
tezahür ettiği yerdir. Bedevi infak ve zekatı bile garame(t) sayar.
Yağma ve saldırıları toplu olduğundan, şehre akın ettiğinde kitlesel
tahribat yapar. Tahribat her zaman öldürücü saldırganlık şeklinde
olmaz, fiziki mekanı bildiği gibi düzenlemeye kalkışması şeklinde de
olur. Bugünün bedevileri şu veya bu sebep ve zaruret sonucu kentlere göç yollarını kullanarak akmaktadırlar. Modern küresel bedeviliği
besleyen iki temel unsur var: Biri Amerikan kültürünün cesamete ve
herşeyi metaa dönüştüren sınırsız ihtirası ve bunun geriden beslediği
iktisadi büyüme politikaları –ki felsefi zemini liberalizmdir- diğeri ihti-
rasları ve iştahları kabartılmış kitlelerin demokratik yollarla kendileri
gibi başa getirme fırsatını buldukları siyasetçiler ki bunu da mümkün
kılan liberal demokrasidir. Siyasetçilerin dini ve ahlaki denetimin
dışında tutulmuş demokrasilerde görevi, önlerine konan projelere
uygun hukuki ve idari mevzuatı düzenlemek, bu arada kitleleri daha
çok rant elde etmeye, kitlesel tüketime, bedenin cinsel sunumuna
teşvik etmektir. Kitlelerin canügönülden desteklediği popüler liderler,
belli medeniyet, şehir felsefesi ve mekan ahlakı gibi zihni vizyonlardan yoksundurlar, esasında ne olup bittiğini de doğru dürüst kavrayamadan kitleleri motive ve mobilize ederler.
Tarihsel olarak şehirlerin bedevi akınlarına karşı mukavemet gösterip
zaman içinde onları şehirleştirdiklerini tespit edebiliyoruz. Bunun en
çarpıcı örneği birer vandal olarak Ortaasya’dan İran, Bilad-ı Şam ve
Anadolu’ya akın eden Moğolların zaman içinde büyük şehir medeniyeti olarak ortaya çıkan İslam tarafından dönüştürülmeleridir.
Moğollar istila ettikleri yerlerde taş üstünde taş bırakmadılar, herkesi kılıçtan geçirdiler, kütüphaneleri yakıp yıktılar. Moğollar sadece
insanları bir tür jenositten geçirmekle yetinmiyorlardı bilgi, irfan ve
sanatı da katlediyorlardı. Dicle ve Fırat nehirleri haftalarca mürekkeb
renginde aktı. Ama sonraları İslam onları massedip dönüştürdü,
şehirleştirip medenileştirdi. Tatarlar kazma kürek, kılıç, mızrak, balta
kullanıyordu, küresel bedeviler yatırım sermayesi, uzmanlık gerektiren
projeler, bankalar, buldozerler, iş makinaları, dinamitler, savaş uçakları, iki bin km’den hedef tutturan füzeler ve insansız hava araçları
kullanmaktadırlar. Kabil ve Bağdat küresel bedevilerin saldırısına
uğrayan iki büyük merkezdir. Şimdi sıraya Şam ve Halep konulmuş
bulunmaktadır. Soft saldırıya şimdi İstanbul, arkasından Kahire ve
diğer medeniyet merkezlerimiz uğramaktadır. Moğol istilaları bize
şunu gösteriyor ki, şehirlerin fiziki yapıları, kurumları, birer şaheser
olan mimari yapıları yakılıp yıkılsa bile eğer ruhları ayakta ise o ruh
yeni bir bedene girer ve ölümünden sonra şehri yeniden diriltir.
6. Şehir Mümkündür!
Şehrin ruhu kurucu felsefesidir. Fiziki yapılar tabiatları gereği dayanıksızdır. İnsan bedeni gibi şehirler de fanidir. Ya zamana karşı tabii
ömürlerini doldurup ölürler veya başlarına büyük bir musibet gelir,
(tabii afetlerle) yerle bir olabilirler. Hiçbir afete tabiatın kendisi karar
vermez, vukuunda rol oynayan beşeri-ilahi fiiller söz konusudur. Tabii
afetler yeryüzünde hiçbir şeyin ve hiçbir beşeri eserin baki olmadığını
bize hatırlatır. Korkulacak olan fiziki yapıların şu veya bu sebeple
ecellerini doldurması değil, bedendeki kalbin hastalanması, ruhun
kurumaya başlamasıdır ki, bu beşerin kendi başına musallat ettiği
afettir.
Ruhu kurutan sebep ilahi olanla irtibatın kopmasındır. Nasıl kupkuru
iken gökten bir ikram (nüzul) olarak yağmurun yağması ile yeryüzü
şenlenip ürün vermeye başlıyorsa, şu veya bu sebepten dolayı hayatiyetini kaybeden bir şehri diriltmek de mümkündür. Bu ancak ruhun
bedenle buluşmasıyla gerçekleşir. Ancak aynı şeyi piyasa kapitalizminin ürünü olan kent için söylemek mümkün değildir. Çünkü kentin
ruhu yoktur, kurucu ideoloisini oluşturan nefsin istek ve tutkularıdır.
Kazanç hırsı, tüketme tutkusu, sınırsız sermaye biriktirme hevesi ve
her insani etkinlik rekabet ve çatışma esasına göre tanzim edilmeMayıs - Haziran 2013 103
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
yecek olursa kent hareketten kesilir.
Kent şehre dönüşemez, bedeviyi de şehirleştiremez. Tarihte Müslüman şehirler büyük sıkıntılar yaşansa bile eninde sonunda bedevileri medenileştirip medineye ait kılabilmiştir. Ama kentin bu türden
misyonu olmadığından bedevi onu dönüştürür. Kent bedeviye değil,
bedevi kente üstünlük kurar. Bedevinin kentteki profili badiyedeki
giyim kuşamıyla varlığını olduğu gibi sürdürmesi değildir, kentlinin
giyim kuşamına bürünür, mesela takım elbise giyer, pahalı arabalar
kullanır, erkekleri metroseksülliğe özenir. Kadınları dekolte kıyafetle
gezer, siyah saçlarını sarıya boyatır, diyetislerden çıkmaz. Ama ruh
bedevidir. Bedevi demokratik rejimi sever, siyasetçiyi kendine benzetir. Beden diliyle konuşan, sağa sola tehdit savuran, gerektirdiğinde
efelenen, kitlelere bu özelliğiyle dokunan siyasetçi bedevinin imagosudur. Bedevi ona hayrandır, çünkü kendisi de öyle olmak istemektedir. Kentin bedevisine ve yönetimine pozitivst felsefeden beslenen
aydın, bürokrat karşı koyamaz. Bedevi yapıları parçalayarak kente
gelir, sonunda tarihin derinliğinden gelip asaletini sürdüren zümreler,
aileler, dinin ruhuyla terbiye olmuş mü’minler iffetlerini koruyarak
kenara çekilir. Meydan bedeviye kalır, dünyanın güç odaklarıyla iş
tutar, bu arada eskiye ait ne varsa yıkıp yok ettikçe tarihin şanlı
sahifelerine atıfta bulunmayı ihmal etmez. Her neyi savunuyorsa
aksini yapar.
Bedevi kentlerin toplamından ortaya çıkan uygarlığın tepe noktasında Amerika yer alır. Avrupa’nın kültür ve medeniyet varlığı da bu
köksüz, saldırgan ve tahripkar uygarlık karşısında geri adım atmak
zorunda kalmıştır. Hüzün verici olan İslam’ın zengin birikimine sırtını
çevirenlerin de küresel bedevilerle işbirliği halinde kadim şehirleri,
medeniyet merkezlerini ucube yapılardan müteşekkil badiyeye çevirmeleridir. Anadolu bağlamında 20. yüzyılın son ikinci yarısından itibaren başlayan kitlesel göçler, Amerikan tasavvuruna uygun geleneksel
şehirleri bedevilerin istilasına maruz bıraktı. Anadolu’nun şehirleri
zaten – şehzadelerle anılanla birkaçı hariç- 600 yıllık Osmanlı döneminde birer harabeye dönmüştü. Şehirleri Anadolu’da Selçuklular
kurdu, imar etti, Osmanlılar kendi kaderlerine terketti. Osmanlıların
vurgusu ve yönelimi Balkanlardı; ne Arap havzası ve Kürt coğrafyası,
ne Türlerin keşif yaşadığı Anadolu, Osmanlı’nın hayrını gördü. Şehir
refleksleri hayli zayıflayan kitlelerin birkaç kente akın etmesi yeni
bir olgudur. Sömürge sonrasında Araplar Baasçı ve Nasırcı, Türkler
Kemalist modernizasyon felaketine uğradı. Anadolu büyük bir hamle
yapacaktı, 1980’lerden başlayarak küresel bedevilerin sermaye
ve kültürel tahakkümü altına girdi. Ruh bedene dönerse kentten
kurtulur, güzel şehirler kurarız. Muhtaç olduğumuz şey yeni bir şehir
tasavvurudur.
7. Yeni bir tasavvur
Modern kentin felsefesiyle geleneksel şehrin tasavvuru aynı değildir.
Kent, Yunanlıların tasarladığı kozmik düzenin yeryüzündeki izdüşümü
olmadı, hikmet ehli Yunanlılar gökler ve yer arasında uyum ve ahenk
sağlamayı hedefliyorlardı, bu asil bir tasavvurdu. Modern kentle ortaya çıkan Tao’nun dediği, yani sema ile çatışıp tabiatın bakir yüzünü
çirkinleştiren saldırı ve tahripkarlık oldu. Kent kibirdir, içinde yaşayanları gezgin bedevilerdir, meskensizdir. Evi barınak olarak kullanırlar,
104 Mimar ve Mühendis
barınakta ve konutta ise sükun ve sekinet olmaz. Şehirlerin felsefesi
ruhlarıdır. İlk insan ailesi topluluk olmaya başladığında yerleşimi bir
zihniyet temeline oturttu. “Kâ’be insanlar için kurulan ilk ev’dir.”
Kuruluşunda rol oynadığı “Mekke şehirlerin anasıdır (Ümmü’l kura)”.
Kâ’be küp bir yapı olarak Adem aleyhisselam tarafından inşa edildi;
ilk insanlar onun etrafına evler kurdular. Bu ilk yerleşimde Ka’be’ye
hürmeten üç şeye dikkat edildi:
a) Evler Kâ’be’ye benzemesin diye dairevi tasarlandı;
b) Kâ’be’den daha alçak yapıldı;
c) Ka’be’den belli uzaklıkta bir mesafede kuruldu. Böylelikle
ev Kâ’be’den farklılaştı.
Şehre yeni bir şekil vermek istiyorsanız, bir vizyonunuz olmalı. Bir
şehrin fiziki yapısını ortalama elli senede değiştirmek mümkün.
Şehirlerin makul sürelerde doğal yıpranmaya uğraması rahmettir,
faniliğin biz insanlar için rahmet oluşu gibi. Zamana meydan okuyan yapılar inşa ederseniz bakarsınız bir gün bir şekilde başınıza
yıkılmış olurlar. Osmanlı konakları ahşaptandır, camiler, saraylar,
çeşmeler taştan. Şehri kalıcı kılabilemek fiziki varlığını muhafaza
etmek değil vizyonunu müteal, batın ve öte fikrinden almakla
Modern küresel bedeviliği besleyen iki temel unsur
var: Biri Amerikan kültürünün cesamete ve herşeyi
metaa dönüştüren sınırsız ihtirası ve bunun geriden
beslediği iktisadi büyüme politikaları –ki felsefi
zemini liberalizmdir- diğeri ihtirasları ve iştahları
kabartılmış kitlelerin demokratik yollarla kendileri
gibi başa getirme fırsatını buldukları siyasetçiler ki
bunu da mümkün kılan liberal demokrasidir.
mümkündür. Şehrin ruhu fiziki yapısını dönüştürebilme gücüne ve
kabiliyetine sahip olmalı.
Tarihte Müslümanların amacı şehrin sulh ve salah mekanı olarak
kullanılmasıydı. “Şehri dönüştürücü” modelde ıslah fikri; ikiz modelde
“hakkın gelişiyle batılın zail” olması hedefleniyordu. Geleneksel şehir
sulh ve salahın, sükun ve huzurun, tabiatla uyum; gelenek, aile ve
Allah ile barışın (silm) mekanıdır. Modern kent rekabet ve çatışmanın,
şiddet ve nefretin, öfke ve gazabın, sonradan görmüşlük ve kibrin
mekanlarıdır. Kamusal yapılar ezici gücü temsil eder, sivil alanlar
defile podyumlarını. Güç, iktidar, servet ve haz imparatorluğunun
showroomları olan kentler estetize edilmiş erotizmin, tüketim ve
gösterişin, depresyon ve panikatağın, yalnızlık ve kaygının, haz ve
hızın, iştah ve şehvetin, isyan ve günahkar hayat biçimlerinin serbestçe yaşandığı vahşi, ürkütücü mekanları oldu. Maddi başarı, büyüme,
kalkınma, hırs ve ihtiras, sermaye ve açgözlülük yığınların üzerine bir
heyüla gibi çöküyor.
Beşeriyetin genel gidişi açısından da şu dört alanda köklü değişimlere gitme zarureti var:
1) Temel iktisadi politika olarak “büyüme” yerine “küçülme”yi
hedef almak.
2) Kentlerin artan nüfuslarını “merkezden çevreye doğru
yaymak.” Mesela Türkiye için insanızlaştırılan Anadolu’yu
yine nüfusla şenlendirmek.
3) Temel insani faaliyetin eksenini “nicel olan”dan “nitel
olan”la değiştirmek.
4) Beşeri toplumsal hayatın anlam ve amacını “ahlaki üstünlük ve adalet” olarak yeniden belirleyip toplumsal örgütlenme, idari yapıyı ve yaşama biçimimizi buna göre düzenlemek.
Göreceksiniz ruhlar sakinleşecek, bedenler geride kalan ruhların
ağırbaşlılıkla kendilerine gelmesini bekleyecek ve nüfus geometrik
artıştan zaman içinde matematiksel çizgiye çekilecek. Beşeriyeti,
tabiatı ve şehirleri kent bedevilerinin elinden kurtarmak lazım. Şehrin
felsefesi “insan merkezli dünya görüşü”nden “Allah merkezli alem
tasavuru”na geçişle kurulabilir. Bu da Nübuvvete dayalı hikmet ve
tefekkürle mümkündür. Şehir ruhunu müteal/aşkın, batın/içkin ve
öte/ahiret fikrinden alacaksa, birer seküler zindan olan kenti ucu
açık, tabiatla barışık, Allah’ı hatırlatan Medine olarak dönüştürmek
lazım. Din olmadan ne medine/şehir olur ne medeniyet. Yeni bir şehir
vizyonu ve medeniyet tasavvurunun iki kelimelik anahtar cümlesi var:
Ed Din fi’l medin!
Mayıs - Haziran 2013 105
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
SİNAN MATARACI
“HEDEFLER GERÇEKLEŞİYOR
AMA SIKINTILAR DEVAM EDİYOR”
ÜLKEMİZDE ÖZELLİKE SON 10 YILDA BÜYÜK BİR DEĞİŞİME SAHNE OLAN RESTORASYON
SEKTÖRÜNDE GELİNEN NOKTAYI, SEKTÖRÜN ÖNDE GELEN İSMİ SİNAN MATARACI İLE
YAPTIĞIMIZ SÖYLEŞİDE DEĞERLENDİRDİK.
>
Türkiye’de son 10 yılda restorasyon adına ciddi çalışmalar var.
Türkiye’nin restorasyon adına geldiği nokta nedir?
Şirketimiz 30 yıldır, tarihi eser restorasyonu üzerine uzmanlaşmış kadrosu ile
beraber sektörde önemli bir aktör olarak
faaliyet sürdürmektedir. Bunun yanında
32 yıldır benim de sektör içinde çabalarım sürmektedir. Yapım ve uygulama
olarak tarihi eser restorasyonu çalışmalarında son 10 yılı, 90 yıllık Cumhuriyet
tarihi sürecinden ayrı olarak ele almamız
gerekir.
Restorasyon; 10 yıl öncesine kadar,
sadece akademik çevrelerde rol alan
akademisyen ve tarih gönüllülerinin
küçük çaplı çalışmalar kapsamında elden
geldiğince yürütülebilmiştir. Restorasyon konusunda kayda değer bir bütçe
oluşturulamadığı gibi, kaynak oluşturma
çalışmaları dahi dikkate alınmayacak
boyutlarda süre gelmiştir. Toplum ve
yöneticilerimizin tarihi eser restorasyonuna bakışı o derecede etkisizdi ki; tarihi
eserlerden elde edilen gelirler dahi genel
106 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL
bütçe içerisinde erimekte, restorasyonun
finansmanından uzak kalmaktaydı.
Son 10 yıl farklıdır, şöyle ki; Başbakanımızın kendisiyle belediye başkanlığı dönemindeki özel sohbetlerimizde,
İstanbul için 10 milyon turist, hedefini
anlatıyordu. O yıllarda 9 milyon turist,
Türkiye geneli rakamları idi. İstanbul
için 10 milyon turist hedefinde konaklama, ulaşım, kültürel ve sosyal aktivitelerde altyapısını oluşturmanız gerekiyor.
Akdeniz’ e kıyısı olan ülkeler içerisinde
tarihi eser sayısı olarak en çok yapıyı
barındıran İstanbul’da, tarihi kaynakların
ortaya çıkarılması gerekiyordu. Sayın
Başbakanımız hükümetleri dönemi ile
birlikte son 10 yılda; tarihi eser restorasyonuna ayrılan kaynaklar ile restorasyonda ciddi bir atılım yaşanmıştır.
Bu atılım o derecede büyümüş durumda ki; ülkemiz içindeki eserler dışında
bizim kültürümüzü taşıyan yurt dışındaki, Osmanlı eserlerinin de restorasyonları ülkemiz kaynaklarından yapılır hale
gelmiştir.
Başka bir açıdan bakıldığında ise; ülke-
mizin ekonomik gelişimine paralel olarak, kentlerimizin gelişmişliği ve kapasitelerinde de ciddi gelişmeler oluşmaktadır. Ekonomik gelişmeye paralel nüfus
artışlarının oluşması ile İstanbul başta
olmak üzere kentlerde mevcut ve üretilen yapı stokunun yeterli gelmemesi
sebebi ile emlak fiyatlarında astronomik
artışlar oluşturmuştur. Bu artışlar öyle
boyutlara ulaşmıştır ki; yeni yapı üretiminin yanında tarihi eser konumundaki
yapılarımızın restorasyonunun yapılarak
hizmete açılması da, özel sektördeki
ekonomik çözümler karşımıza çıkmaya
başlamıştır. 10 yıl öncesine kadar ekonomik değeri olmaması sebebi ile terkedilmiş yapıların oluşturduğu Beyoğlu,
Şişli, Nişantaşı’ndaki çalışmalar bunun
en güzel örneğidir. Özeti şu; ekonomik
gücünüz yoksa bu işlere para ayıramazsınız. Para ayıramadığınız bir şeyinde kıt
kaynaklarla uzun seneler uğraşırsınız.
Ama gelir gider bütçesini dengelerseniz
yatırdığınız projelerde geri dönüş sürecinin hızı ile yeni projelere daha hızlı
kaynak ayırırsınız.
Türkiye’de restorasyon
çalışmalarının hızlanmasından
sonra işçi açığı orta çıktı ve
üniversitelerin bir çoğunda
branş açıldı ama yatırımlar
önden gittiği için eğitimler uzun
sürüyor.
Yoğun çalışma yapılırken yetişmiş
insan gücü yeterli mi? Eski ustalar
yenilere aktarılıyor mu, üniversitelerimiz bu çalışmalar da ne derecede
yeterli?
Türkiye’de restorasyon çalışmalarının
hızlanmasından sonra ciddi anlamda
kalifiye işçi sorunu ve açığı orta çıktı.
Son yıllarda üniversitelerin birçoğunda
uzmanlık branşları açılmıştır. Zorlu ve
uzun süreli eğitimlerin zorunluluğu ile
mevcut insan gücü sektördeki hızlı büyümeye yetişememektedir. Üniversitelerde; taş ustaları, hattatlar, marangozlar
yetişiyor ama mezun olmaları yetmiyor. Tecrübe süreside gerekiyor, teoride
aldığınız bilgiyi uygulamadığınız sürece
öğrenemiyorsunuz. Bizler dahi 32 yıllık tecrübemize rağmen, hala çok şeyi
öğrenerek devam ediyoruz. Netice itibarı
ile ben yeterli görmüyorum. Ancak 10
sene öncesine göre Türkiye’de başlatılan
çalışmanın önü kesilemez bir farkındalık
yaratıldı, tarihi eser farkındalığı yaratıldı.
Eskiden bir ahşap konağımız vardı o
yıkılırdı, onun yerine betonarme yapılırdı.
Şimdi insanlar tarihi konak almak için
adeta yarış içindeler ve onu restore
etmeye çalışıyorlar.
Mevcut piyasada çekirdekten yetişmiş
ustalar var. Bunlar tecrübelerini genç
nesile aktarmak istiyor. Bir şekilde
piyasa ustalarının akademik çevrelere
alınması ve yeni nesillere deneyimlerini
pratiklerini aktarabilme şansı verilmesi
gerektiği düşüncesindeyim. Restorasyon eğitiminin kesinlikle pratik yönü
ağılıkta olması gerekir, bu yolla mevcut
ara eleman sorununun da çözüleceği
kanaatini taşımaktayım.
Bilgi birikimimizi dünya ile karşılaştırdığımızda ne durumdayız? Türkiye,
İtalya seviyesini yakaladı mı?
Tarihi eser restorasyonunda Türkiye’yi
dünya ile karşılaştırdığınızda sektörel
bir büyüklük olmadığını göreceksiniz.
Bu durumun en büyük gerekçesi ise;
daha önce de izah ettiğim gibi, Cumhuriyetimizin ilk 80 yılında restorasyon,
akademisyenlerin ve gönüllü aktivistlerin uğraştığı bir bilim, ekonomik dal
idi. Bu nedenle restorasyon üzerine
uzmanlaşmış kurumsal yapılar ortaya
çıkmakta güçlük çekilmiş, kaynak azlığı
sebebi ile ya gelişememiş ya da farklı
inşaat alanlarında var olarak yaşamlarını sürdürebilmişlerdir. Restorasyon
üzerinde faal olan kuruluşları incelediği-
nizde; sürükleyici gelirlerinin veya ana
iştigal konularının inşaat olduğunu ve
bunun yanında özel bir hizmet aşkı ile
restorasyonu barındırdığını açıkça göreceksinizdir. Dolayısıyla tarihi eser restorasyonunda uzmanlaşmış firma sayısını ele aldığınızda dünya sıralamasının
çok altında çıkacaktır. Bu durum ciddi
sorunlar ortaya çıkarmaktadır. Şöyle ki;
yetersiz personel ve teknik eleman altyapısını barındıran kuruluşlar ile kamu
ihaleleri ve restorasyonlar yapılmaktadır. Dolayısı ile koruma amaçlı yapılan
projelere büyük zararlar verilebilmekte
özgün yapıyı kaybetmemize sebebiyet
vermektedir. Özel sektörde uygulama
firmalarının teknik altyapısını denetleyecek hiçbir kıstas bulunmaması sebebi ile
daha vahim sonuçlar ortaya çıkmaktadır.
Türkiye’de çok firma var, bunların artması için ben de diğer arkadaşlarımız
da gayret gösteriyoruz. Üniversite hocalarımız da piyasadaki serbest çalışan
mimar arkadaşlarımıza da bunların şiddetle artması için uğraşıyoruz, biz bütün
bilgilerimizi paylaşmaya çalışıyoruz. En
faydalı bilgi paylaşılan bilgidir.
Bu alandaki bilgi birikimimizi, İtalya
Mayıs - Haziran 2013 107
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
ile karşılaştırmak doğru sonuçlar vermeyecektir. Şöyle ki; İtalya 2-3 farklı
kültürün tarihi eserlere yansımasından
oluşmuş bir coğrafyadır. Bu yapıda bulunan coğrafyada bilgi birikimi oluşturmak
bilginin tekrarından öteye geçmeyecektir. Anadolu coğrafyası ele aldığınızda
yüzü aşkın farklı kültürün oluşturduğu
tarihi eser örneklerini görmekteyiz. Bu
nedenledir ki bizlerin bilgi birikimi kültürel çokluk içerisindedir. Bundan dolayı
bilgi birikimini, mevcut kaynaklarımızla
az görünse bile, İtalya gibi bir ülke ile
karşılaştırıldığında çok ileride olduğumuzu açıkça savunabilirim.
İstanbul’
u ele alın; Küçükçekmece, Yarımburgaz
taraflarında 15-18 bin yıl öncesi eserleri ve izleri ile karşılaşılırken, Kadıköy
Fikirtepe’de 8 bin yıl öncesi izler ve sonrasında günümüze kadar onlarca kültürel yerleşimin bulunduğu, son olarak
da 500 yıllık Osmanlı eserlerini hepsini
bir arada barındırmaktadır. Dolayısı ile
elimizde neolitik dönemden, antik döneme, antik dönemden, Osmanlı, Rönesans, Cumhuriyete kadar farklı uzmanlık
alanları ve farklı bilgi birikim kaynakları
ihtiyacınız mevcuttur. Bu çeşitlilik içerisinde ülkemiz bilgi kaynaklarının yalnız
İtalya değil, pek çok ülkeden ilerde olduğunu düşünebiliriz. Tek sorunumuz bilgi
alanında yeterli insan kaynağı yetiştirecek eğitim ve tecrübe altyapısını
oluşturabilmektir.
108 Mimar ve Mühendis
Bu konuda çalışma yapanlar kurumlar arasında bir işbirliği, veri bankası
var mı?
Şimdi yine, yeni konulardan bir tanesi de
bu veri bankalarının geliştirilmesi. Veri
bankalarından kastımız, 10 yıl öncesinde, mevcut yapıda ve teknolojide, çok
fazla dokümantasyon tutulmaz, belgeleme yapmazdı. Arttırılan kaynaklara
paralel gelişen ve ucuzlayan teknolojiler
vasıtasıyla, tüm çalışmalarda belgeleme
olayını (fotoğraflama, analiz raporlarının
saklanması, malzeme analizleri gibi) çok
profesyonel bir şekilde bunları yapıyoruz
ve bunlar kitap, belgesel haline getirilebilecek tüm altyapıyı oluşturmuştur. Firmamız bu altyapıyı oluşturmuş ve geliştirme
çalışmaları ile veri bankası kurabilmektedir. Bu altyapıya sahip olmayan firmaların yüklendikleri projeler de yapıya zarar
verebiliyor. Diğer taraftan tarihi eser restorasyonu konusunda maalesef kurumlar
arası bilgi paylaşımı da yeterli değildir. Bu
nedenle merkezi bir bilgi bankasının kurulması zorunluluk haline gelmiştir.
Restorasyon çalışmalarında genelde
yaşanan sorunlar nelerdir? Mevzuattan kaynaklanan veya insan kaynaklarında ne gibi sorunlar yaşıyorsunuz?
Tarihi eser restorasyonu konusunda mevcut yasal altyapıda ciddi sıkıntılarımız
maalesef mevcuttur. Kamu ihalelerinde
hiçbir birikimi olmayan firmalar ile müca-
dele ediyorsunuz. Bunun yanında mülkiyeti
özel sektöre ait yapılarda yapılan çalışmaları kimin, hangi sıfat ve tecrübe ile inşa
ettiğine dair en küçük bir kayıt ve mevzuat
bile bulunmamaktadır. Doğal olarak mevcut zenginliğimize geri dönüşü olmayan
zararlar verilmektedir.
Restorasyon çalışmaları ihale ile
yapılmakta. Yapılan iş sanat eseri
olduğuna göre, ihale usulü nasıl yapılmalı ya da ne gibi değişiklikler yapılmalıdır?
Yalnız tarihi eser restorasyonu değil, inşaat sektörünün genel durumunda sıkıntılar
mevcuttur. En basit deyişle inşaat şirketleri sayısına AB toplamının 100 katına
yakın bir sayıda firmayı barındıran bir
ülkeyiz. Hükümetimizin yapmakta olduğu
çalışmalar ile bu sayı yarıya indirilmekte ve zaman içinde belirli bir seviyeye
düşecektir. Bu sayının düşüşü ile kalite
ve verimlilik artışını gözlemleyebiliyoruz.
Ancak tarihi eser restorasyonu konusu
inşaat sektörünün dışında ve ayrıca yapılanması gereken bir konudur ki bu konuda
uzmanlaşmayı yönlendirecek yapılanma
adımları atılması gerekmektedir. Bu kapsamda, ihale mevzuatında gerekli değişikliklerin ve teşviklerin oluşturulması yanında, mülkiyeti özel sektöre ait eserlerin
restorasyonu içinde aynı uzmanlaşma
kriterlerinin oluşturulması acil zorunluluk
olarak görünmektedir.
•  Deniz yapılarının FİZİBİLİTE ve MODELLEME Etütleri •  BaQmetrik Haritaların Hazırlanması •  Oşinografik Ölçüm ve Değerlendirmeler •  Deniz Sondajları •  Jeolojik Jeoteknik Etüd Çalışmaları •  Deniz Suyu Fiziksel, Kimyasal ve Biyolojik Ölçümleri •  Denizde Arkeolojik Yapı Kalın5ların, Ba5kların Araş5rılması •  Boru Hatlarının Güzergahlarının Belirlenmesi •  Sondaj PlaUormu Konumlandırılması •  Nükleer Santraller ve Petrol Sondajı İşlemleri için Kullanılacak Olan Yapay Adaların Yer Seçimi Çalışmaları •  Deniz Tabanı ve Su Kolonuna Olan Gaz Sızın5larının Bulunması •  Tarama Proje ve Uygulamaları • 
• 
• 
• 
• 
• 
• 
• 
• 
• 
• 
• 
• 
Yol – Güzergah Etütleri Arkeolojik Araş5rmalar İmar Planına Esas Jeolojik Jeoteknik Etütler Jeotermal ve Yeral5suyu Araş5rmaları Tünel, Baraj ve Hava Limanı Etütleri Zemin, Kara ve Deniz Sondajları Altyapıların tespit ve haritalanması Bina Kontrol Çalışmaları Maden Araş5rmaları Rezerv Hesaplamaları Maden Sondajları Doğalgaz ve Petrol Araş5rmaları Enerji kaynaklarının Araş5rılması PM DENİZ VE KARA ARAŞTIRMALARI MÜH. MÜŞ. SAN. TİC. LTD. ŞTİ. .
TEKSTİLKENT Tic. merkezi A-­‐15 BLOK NO:31 ESENLER–İSTANBUL•TEL:+90 212 654 82 57-­‐FAKS:+90 212 551 81 44
e-­‐posta:[email protected] www.pmdeniz.com
Mayıs - Haziran 2013 109
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Emin Batur
İnşaat Mühendisi
ŞEHİRLER …SEKÜLER ŞEHİRLER
S
Son yıllarda hızla yükselen manevi ve
estetik çizgiden uzak yerleşim alanları için
kullandığımız tanımlamaya seküler şehir
demekteyiz. Bu şehir, tarihi bir arızadır,
geçicidir. Son yüzelli yıldır insanoğluna
dayatılan bir toplu yaşama biçimidir.
Bu şehirlerin doğuşu, 18. yüzyıl sanayi
devrimiyle başlar. Yükselen sanayi tesisleri
ile birlikte, kırsal alanlardan koparak gelen
kitleler, bu tesislerin çevresine yerleşerek
‘seküler şehirler’in ilk nüvesini gayri
ihtiyari olarak oluştururlar.
anayi tesisleri ile birlikte merkezlerin cazibesi de eklenince,
kırsaldaki bu hareketlenme hızlı bir göç dalgasına dönüştü.
Böylece 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyılın ilk yarısında, batıda
yeni bir yerleşim tipi ortaya çıktı. Sanayi tesisleri çevresinde
basit bir şekilde yapılan ve çoğu barakalardan oluşan bu yerleşim biçiminde, insanların en basit ihtiyaçları bile karşılanmaktan uzak bir görüntü arz ediyordu. Çünkü gelenler yoksuldu ve
karnını doyurmaktan başka bir şey düşünecek durumda değildi.
Güç sahipleri de, buldukları ucuz iş gücüyle üretimi artırmaktan
başka bir şey düşünecek durumda değildi.
Süreç içinde işçilerin çeşitli şekillerle, haklarını elde etmesinin
ardından, refah seviyelerinin kısmen düzelmesiyle yüksek
katlı binalar inşa edilerek, teneke barakalardan biraz daha
insani alt yapısı kısmen çözülmüş olan, bu yüksek katlı binalara geçiş sağlanmış oldu. Yüksek katlı bu bloklar, merkezde
bulunan yerleşik ailelerin barınması için değil, işçiler ve gelen
göçmen aileler için yapılmıştı. Binaenaleyh şehirde bulunması
gereken sosyal donatı alanların yeni ‘şehir’lerde bulunmasına
da gerek yoktu!... İnsan fıtratına aykırı bu yapılaşmanın, ilerde
suç merkezleri haline geldiklerini, teker teker yıkılmak zorunda
kaldıklarıyla ilgili sosyolojik değerlendirmeler, ayrı bir yazının
konusudur.
Biz yine sürecin nasıl geliştiğine bakalım; şehrin varoşlarında,
yüksek katlı bloklarda yaşamak zorunda kalan aileler zamanla
elde ettikleri haklarla daha insani bir yaşam alanı buldular.
Ancak bu sefer sanayi devrimiyle birlikte güçlenen materyalist
felsefenin etkisiyle manevi değerler ihmal edilmeye başlandı.
Yani, şehrin içinde bulunması gereken; ticaret, sağlık, eğitim,
spor, eğlence vb. sosyal donatı alanların tümüne zamanla
sahip oldular. Ancak kadim şehirlerde bulunan sosyal donatılar
arasındaki denge artık kaybolmuştu. Böylece kurulan ve iç
dengeyi kaybeden bu şehirlerde, Homojen değil, heterojen bir
hayat tarzı ortaya çıktı.
Yeni yapılmış batı şehirlerinin çoğunda şunu görürsünüz: Meskenler bir yerde, ticaret başka bir yerde, eğlence ve parekende
alış-veriş, daha başka bir yerde. Üniversitelerin kampüsleri
yine öyle. İbadet yerleri yine aynı şekilde farklı veya eski şehrin
merkezinde bir yerde. (Çünkü yeni kurulan şehirlerde böyle
ibadet yerlerine falan gerek yoktur. Bizde Cumhuriyet dönemi
şehir mimarisinde olduğu gibi…) Sosyal olarak da aynı şeyi
görebilirsiniz. Zengin-Fakir, Genç-Yaşlı, Anne Baba ve çocuklar,
soylu aileler, sanatçılar vs. herkes farklı kutuplarda yaşayan
birer küme görüntüsündedir. Bizim kültürümüzde zenginlerin konakları yalıları vs. vardır; ancak bunlar halkla beraber
mahallenin içinde bayramlarda, ramazanlarda, mevlit, düğün
ve derneklerde, kapılar ardına kadar ahaliye açılır, beraber
yenilir-içilir eğlenilir, çıkarken de verdikleri zahmetten dolayı
para veya çeşitli hediyelerle gönül alınırdı. Yani bizim varlıklı
ve soylu ailelerimiz fiziken de halkın arasındadır, sosyal olarak,
kederde ve kıvançta da bir aradadır.
Materyalist felsefenin etkisinde olan batıda böyle bir şey
göremezsiniz. Bizim medeniyetimiz nasıl ki, alma üzerine değil
110 Mimar ve Mühendis
verme (sadaka, fitre, zekat, karz-ı hasen vs.) üzerine kurulu ise; batı
medeniyeti de alma üzerine kuruludur. Karşılıklı rıza ile değil; zorla,
güçle, haksız bir şekilde almak... Bugün dünyanın çivisi çıkmışsa, bu
inancın hakim olmasından dolayıdır.
Yine batı kültüründe yaşlıların yeri bakımevleri, huzurevleri ve benzeri
yerlerdir. Gençler belli bir yaşa geldi mi, kızlar dahil, evden uzaklaştırılır. Daha evlenmeden herkes kendi hayatını yaşar. Bizde bütün
menfi çalışmalara rağmen, yine de korumacı pederşahi bir aile yapısı
vardır. Yaşlılarımız ve çocuklarımızla yaşarız. En azından yakınımızda
bulundururuz. Batıya özenmiş ailelerde kısmen, yaşlıları huzurevine
vermeler varsa da, genel olarak, onları gözümüzün önünden ayırmadan bakımlarını üstleniriz.
Batı şehirlerinde şöyle bir gözlemde bulunabilirsiniz: Bir ekmeğe
ihtiyaç duysanız, arabaya binip kilometrelerce yolu tepmeniz gerekir. Sakın aklınızdan şöyle bir şey geçirmeyin: ‘O gün ekmek almayı
unutmuşsam komşudan isteyiveririm!…’ Bizim kültürümüzde bu çok
sıradan bir şey. Batı kültüründe –istisnalar hariç, onu da belki bizimkiler öğretmiştir- böyle bir gelenek yoktur. Başka bir örnek: Pazar
günleri kilisenin otobüsleri gelip çocukları mahallelerden toplayıp
ayin için kiliseye götürür. Çünkü ailelerin kiliseyle dinle falan ilgileri
kalmamıştır. Ama yine de dinsiz yetişmesin diyerek, çocuklarını kiliseye gönderir, kendileri Pazar istirahatlarına bakarlar. Batı; ‘seküler
şehir’ler kurmak niyeti ile yola çıkmadı. Ancak daha çok kazanma hırsıyla başlayan sömürü hareketleri ve buna paralel olarak ruh ve fikir
dünyalarında gelişen materyalist dünya görüşü neticesinde, seküler
bir yapılaşma türü ortaya çıkmıştır.
Toplu-Konut
‘Yeni şehir’ tipiyle ilgili yaptığım bu kısa girişten sonra; arkamıza
dönüp baktığımızda, bilhassa son 30 yıldır ortaya çıkan yapılaşma
şeklinin yukarıda anlatmaya çalıştığım ‘seküler şehir’ tipine hızla benzemeye çalıştığını, üzülerek müşahede etmekteyim. (Manevi bir şehir
ikliminde yetişmiş olan neslimizin seküler bir şehir yapılaşmasına
ayak uydurması kolay olmayacak.)
Ruh dünyamızı tahrip eden bu şehir adacıklarının çoğu, manevi endişesi olan kesim tarafından yapılmaktadır ki, bu da ayrı bir paradoks.
Denecek ki; ondan önce yapılan binalar, şehircilik adına ortaya çıkan
örnekler çok mu güzeldi!… Tabii ki değildi!... Ancak, geçmişte yapılan
çarpık yapılaşmaya, alternatif olma iddiasıyla ortaya çıkan model de
bu değildir. Kadim medeniyetimizle bağlarını güçlendirmeye çalışan
kadroların ortaya koyması gereken şehircilik modeli bu olmamalıdır.
Tanzimat’la başlayarak, Cumhuriyet dönemi ile devam eden geleneksel şehircilik anlayışına alternatif olma iddiasında olan, şehircilik ve
planlama anlayışı ayrı bir yazının konusudur. Ancak şu kadarını söyleyeyim: O dönemle ilgili Sayın İlber Ortaylı ‘’Tanzimat maddelerinden
birisi de, apartman yapılmasının teşvik edilmesidir’’ demektedir ki, bu
günlere ayna tutan önemli bir maddedir.
Tekrar konumuza dönecek olursak, başta İstanbul’umuz olmak
üzere, ülkemiz boydan boya toplu-konut furyasına maruz kalmış
bulunmaktadır. Bu yapılan sitelerin her biri küçük bir şehir adası
olup, barındırdıkları nüfus itibariyle bir Anadolu kasabası hatta şehir
büyüklüğünde olanları bile vardır. Böyle olunca, iş eskiden olduğu
gibi mahalle aralarında yapılan ve şehre eklemlenen bir yapılaşma
Sanayi tesisleri çevresinde basit bir şekilde yapılan ve çoğu barakalardan oluşan bu yerleşim biçiminde, insanların
en basit ihtiyaçları bile karşılanmaktan uzak bir görüntü arz ediyordu. Çünkü gelenler yoksuldu ve karnını doyurmaktan başka bir şey düşünecek durumda değildi. Güç sahipleri de, buldukları ucuz iş gücüyle üretimi artırmaktan
başka bir şey düşünecek durumda değildi.
Mayıs - Haziran 2013 111
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Bizim kültürümüzde zenginlerin konakları yalıları vs.
vardır; ancak bunlar halkla beraber mahallenin içinde
bayramlarda, ramazanlarda, mevlit, düğün ve derneklerde, kapılar ardına kadar ahaliye açılır, beraber
yenilir-içilir eğlenilir, çıkarken de verdikleri zahmetten
dolayı para veya çeşitli hediyelerle gönül alınırdı.
olmaktan çıkmış; iddiası olan ve yeni yaşam tarzı dayatan, bir şehirleşme tipi ortaya çıkmıştır. Bu siteler maddi haz ve tüketimin, lüks
ve şatafat yarışında sınırların zorlandığı şehir örnekleridir. Bu site ve
şehirlerde göz zevkine hitap ön plandadır. Manevi hiçbir endişeye bu
tür yerleşim birimlerinde mahal yoktur.
Mabetsiz Şehir - Ezan
Eskiden Ankara özelinde kullanılan ‘’mabetsiz şehir’’ deyimi, şimdi
sessiz ve sinsi bir şekilde, yeni yapılaşmanın olduğu her yerde kendini
hissettirmektedir. Yapılan iki-üç bin konutluk sitelerde – ki bu sitelerin
nüfusu yaklaşık 10.000 kişidir- bile cami veya mescit bulunmamaktadır. Siteler şehirden kopuk bir yerde yapılmış ise, yeni nesil Ezan
sesine mahrum bir şekilde yetişmektedir.
Ümmül Kura
Şehirlerin anası manasına gelen Ümmül Kura, Kur’an-ı Kerimde
geçmekte ve Mekke’yi işaret etmektedir. Dünyadaki ilk yapı Adem
(AS) tarafından kurulan Kabe ve etrafında kurulan şehir Mekke
112 Mimar ve Mühendis
olduğunu düşünürsek, müminler için şehir modeli de ortaya çıkmış
oluyor. Bu modeli İslam Medeniyetini sürdürme gayretinde olan
tüm devletlerde görürüz.
İslam referanslı devletler, yeni kurulan şehirlere bu modeli uygulamış veya fethedilen eski şehirlerin merkezi kaydırılarak, bu modele
uygun hale getirmişlerdir. Emevilerde Şam Emeviye cami, Abbasilerde Bağdat, Samarra şehirlerindeki model, Fatımilerde Kahire
El-Ezher, Endülüs Emevilerde Kurtuba Camii vb. örnekler fazlasıyla
mevcuttur. Uzağa gitmeye gerek yok. Üzerinde yaşadığımız topraklarda Osmanlı bu modeli çok güzel bir şekilde uygulamıştır.
Bursa’da merkez Ulucami’dir. Edirne’de Selimiye, İstanbul’da Sultanahmet, Beyazıt, Fatih, Mihrimah Sultan, Ayasofya camileri gösterilebilir. İstanbul büyük bir şehir olduğu için birkaç merkezin olması
normaldir. Yani İslam Medeniyetini sürdürme iddiasında olan
devletlerin kurduğu şehirlerin merkezinde Cami ve meydan vardır.
Dom… Notre Dame de Sion veya Kızıl Meydan
İslam Medeniyetinin hakim olduğu şehirlerde durum böyleyken Batı
ve Doğu’daki merkez görevi yapmış kadim şehirlere baktığımız
zaman da aynı şeyi görürüz. Başlıkta ismini verdiğim dini mekânlar
üç farklı kültüre ait olmasına rağmen merkezi konumlarını muhafaza
etmişlerdir. Kızıl Meydanda bulunan Katedral, 70 yıl boyunca ateist
bir ideolojinin etkisinde kalmasına rağmen bu gerçek değişmemiş,
Zengin ve yoksul her kesimin coşkuyla hayata katıldığı, onuruyla mücadele ettiği, savaşta, barışta
komşu ve diğer canlıların hizmetine koşmayı ‘Yüce
Yaradana’ yapılmış bir ibadet kabul eden şehirlerimiz vardı.
İslam Medeniyetini sürdürme iddiasında olan devletlerin kurduğu şehirlerin merkezinde Cami ve meydan
vardır.
ruhaniyetini kaybetmemiştir. Moskova’nın hatta Rusya’nın merkezi
ve sembolü olmaya devam etmiştir. Köln’de Dom kilisesi, Paris’te
Notre Dame de Sion kiliseleri yine şehrin merkezini belirler. (Eyfel
kulesi bu gerçeği değiştirmemiş, tamamlamıştır)
Diğer kültürlerde de aynı şeyi görmekteyiz… Güney Amerika’da
yaşayan Aztek’lerden Maya’lara kadar örnekleri uzatabiliriz. Şehirlerin merkezinde kendi dinlerince ibadethaneler yerleştirilmiş, onun
etrafında şehir teşekkül etmiştir. Bu o kadar ki, Afrika’da yerli
kabilelerin yaşadığı balta girmemiş ormanlarda bile böyledir. Köyün
ortasında meydan, meydanın merkezinde totem ve totemin etrafında dans ederek ibadet ettiğine inanan topluluklar halen mevcuttur.
Neden?...
Çünkü kutlu kitapta buyrulduğu gibi ‘Ümmül Kura’ şehirlerin anasındaki ilk yapı Allah’ın evi olan Kâbe’dir… Şehir onun etrafında
teşekkül etmiştir ve insan dünyanın neresinde yaşarsa yaşasın fıtrat değişmiyor. İnsan dönüp dolaşıp Rabbülalemine dönme insiyakı
içindedir. Bundan dolayı yazımızın başında bahsettiğimiz seküler
şehir biçimi arızidir geçicidir.
Şehirlerimiz
Şehirlerimiz manevi iklimin altında, büyük bir coşkunun yaşandığı
alanlardır. İnsanı merkeze alarak üretilen şehir tipleridir. Şehirlerimiz ibadet merkezleridir, aşktır, vecdtir, şiirdir, panayırdır…yüzbinlerce kitabın istiflendiği kütüphanedir açık hava müzesidir. Gürül
gürül akan coşkudur şehirlerimiz. Şehirlerimizde yapacağınız illa ki
bir şeyler vardır, sıkıntıdan patlamaz, intihar, cinayet, ruhi bunalım
vs. duyulmaz bizim şehirlerimizde.
Bağdat’tan Marekeş’e oradan Kurtuba’ya, İstanbul’dan Kahire’ye
kadar, bu şehirler hakkında yazılmış olan roman hikâyegezi veya
görsel her üründe bu coşkuyu görürüz. Şu anda da, yolumuz bu
şehirlere düştüğünde, özünü kaybetmemiş merkezlerinde yine aynı
heyecanı müşahede ederiz. Bu şehirlerde insan – hayvan - bitki
dengesi; üretilen yapıların çevreyle uyumu, her kesimden (yoksul
düşkün yetim yaşlı dul vb) her din, dil ve renkteki insana hizmetlerin götürüldüğü ‘’Yaratılanı hoş gör, yaratandan ötürü’’ düsturuyla
muamele eden ve bunun için çeşitli vakıf ve resmi kurumların
kurulduğu şehirlerimiz…
Zengin ve yoksul her kesimin coşkuyla hayata katıldığı, onuruyla
mücadele ettiği, savaşta, barışta komşu ve diğer canlıların hizmetine koşmayı ‘Yüce Yaradana’ yapılmış bir ibadet kabul eden şehirlerimiz vardı. Bu şehirlerimiz canlı bir organizma gibiydi. Kalbi, beyni
yüzü olan bir canlı… En önemlisi gönlü olan şehirlerimizdi bunlar…
Şehirlerimizde binaların yüksekliği ‘’Ağaçların yükseldiği, kuşların
uçtuğu’’ seviye kadardı. Kültürdür bizim şehirlerimiz: Kurtuba’da
basılmış bir kitap üç ay sonra Şam’a ulaşmışsa, insanların dünyalık peşine düştüklerine hükmedilirdi. Öğretmendir bizim şehirlerimiz… o yüzden Sadettin Ökten hocamız İstanbul’a ‘’İstanbul
Mektebi Alisi’’ der.
Şehirlerimizde binalarımızın, ihtişamı Mabetlerimizi gölgelemezdi. Camilerimizin gölgesi bizim için en büyük ihtişamdı. Öyle bir
ihtişam ki bu…Selimiye’nin varlığı bize Edirne’mizi bağışlamıştır.
Lozan’da bizim heyetin hiçbir şeye itiraz etmeden kafa salladığını
gören diplomatlar ‘‘Bunları sıkıştırırsak Edirne’yi de bırakacaklar…’’
diye fısıldaşırken; aralarındaki en kurt olanı: ‘’Almasına alırız da
Selimiye’yi ne yapacağız’’ diyerek vazgeçilir. Tapuluydu şehirlerimiz
yani. Hem de her şeyin aleyhimizde olduğu bir zamanda tapumuzdaki mührü söküp alamadılar.
Daha söylenecek çok şey var ancak, dünyamızın ortalaması maalesef batı kültürü etkisinde yaşam mücadelesi vermektedir. Mevzi
olarak milli hareketler var ancak, henüz yeterli değil. Batının tüm
dünyaya dikte ettirdiği ‘’Nefsi Emmare’’ seviyesindeki yaşam tarzı
elbette Erdemliler ittifakı ile son bulacaktır. Ancak şehirlerimizin
gerçek manada ‘Şehir’ olmaları için biraz daha çekeceğimiz var
gibi görünüyor.
Mayıs - Haziran 2013 113
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ • Cittaslow
"Bir şeylere doğru koşmak mıdır aslolan
Bir şeylerden kaçmak mı?
Kaçan kendinden kaçar
Koşan yine kendine
O halde acele etmeden…"
Festina Lente
Yerel Yönetim Örneği Olarak
“Sakin Şehir” Hareketi
Avrupa’da başta İtalya olmak üzere Avusturya, Danimarka, Almanya , Hollanda, Norveç, Polonya,
İspanya, İsveç ve İngiltere ile Güney Kore ve Avustralya gibi 25 ülkeden 150 küçük nüfuslu kentin
üyesi olduğu ‘Sakin Şehirler’ örgütlenmesine Türkiye’den ilk katılan, İzmir’in Seferihisar ilçesi
olmuştu. 2009’da Seferihisar’ın üye olmasının ardından 2011 yazında Muğla’nın Akyaka, Aydın’ın
Yenipazar, Çanakkale’nin Gökçeada ve Sakarya’nın Taraklı ilçeleri de kabul edildi. 2012 yılında
Isparta’nın Yalvaç, Kırklareli’nin Vize ve Ordu’nun Perşembe ilçelerinin de başvuruları kabul
edilmiş, son olarak geçtiğimiz aylarda Şanlıurfa'nın Halfeti ilçesi "Cittaslow" yani "Sakin Şehirler
Hareketi"ne katılmıştı.
>
Yaşam kalitesini arttırmayı hedefleyen
"Yavaş Şehir" oluşumda, yaşamın sakinliği
ve yavaşlığı her alanda uygulanmaya çalışılıyor. AVM ve büyük marketler yerine marketler, pazarlar, bakkal ve esnaflarla yerel
bir kalkınma modeli öngörülüyor. Son moda
araçların yerine bisikletler tercih ediliyor ve
araçlar şehir merkezinden uzak tutulmaya
çalışılıyor. Yaya yollarının arttırılmasından
genişlemesine, insanların yaşamını kolaylaştırılması adına birçok alanda düzenlemeler
yapılıyor.
Bir şehrin Cittaslow olması demek o şehrin
dokusunun, renginin, müziğinin ve hikayesinin uyum içinde, şehir sakinlerinin ve ziyaret edenlerin zevk alabilecekleri bir hızda
yaşanması demektir. Yerel zanaatları, tatları
ve sanatları sadece eskilerin hatırlayabildiği
kavramlar olmaktan çıkarıp hayatın içine
tekrar koyabilmek, eylemlere ve faaliyetlere
dökebilmeye çalışmak demektir. Hayatın tek
amacının bir yerlere yetişmek olmadığını,
114 Mimar ve Mühendis
YAZI: YUNUS EMRE TOZAL / HARİTA MÜHENDİSİ
içinde bulunan andan zevk alınması gerektiğini insanlara hatırlatmaktır.
Nüfusu 50 binin altındaki
kentler için "yavaş felsefesi"
Cittaslow, nüfusu 50 binin altındaki
kentlerin üye olabildiği, kentlerin kendi
gelenek-göreneklerinin yanı sıra yemek
kültürü ve tarihsel kimliklerini korumalarını
öngörüyor. Cittaslow'u küreselleşmenin
şehirlerin dokusunu, sakinlerini, yaşam
tarzını standartlaştırmasını ve yerel özelliklerini ortadan kaldırmasını engellemek
için Yavaş Yemek (Slow Food) hareketinden ortaya çıkmış yerel bir kalkınma
modeli olarak tanımlayabiliriz. Birliğe üye
olan kentlerin ve üye adaylarının “Yavaş
Felsefesine” bağlı kalmaları ve bu çerçevede hareket etmeleri için belirlenen 59
adet üyelik kıstası arasında; çevre, altyapı,
teknoloji, misafirperverlik, farkındalık ve
yavaş yemek (Slow Food) gibi başlıklar
bulunuyor. Dolayısıyla yavaş şehirlerde,
süpermarket ya da McDonald’s aramanın
bir anlamı yok.
"Yavaş Şehir" kriterleri, gürültü kirliliğini
ve trafiği kesmek, yeşil alanları ve yaya
bölgelerini artırmak, yerel üretim yapan
çiftçilerle bu ürünleri satan dükkan ve
lokantaları desteklemek ve yerel estetik
öğeleri korumak gibi, 50’den fazla taahhüt
içeriyor. Yavaş Şehir olarak adlandırılmak
ve salyangoz logosunu kullanabilmek için
de, üye şehrin önce kontrol edilmesi, daha
sonra da dedektifler tarafından düzenli
olarak denetlenmesi gerekiyor. Bu bildiriye
göre bir kentin Yavaş Şehir olup olmadığını
belirleyen hareket, “Cittaslow”un, genel
kuralların belirtildiği bir manifestosu, bu
vasfı almak isteyen kentlerin imzaladığı
kurum sözleşmesi, üye şehirler listesi ve bir
yıllık toplantı programı bulunuyor.
Nereden çıktı ‘yavaş şehir’?
1986’da Roma’da ünlü İspanyol Basamakları Meydanı’nda bir fast food dükkânı açılır.
Başta gazeteci Carlo Petrini olmak üzere
birçok kanaat önderi ve esnaf, İtalya gibi
mutfağıyla gurur duyan bir ülkenin kalbinde
dünyanın her yerinde bulabileceğiniz böyle
bir dükkânın açılmasına karşı çıkar. Tepkiler
sonuç verir, dükkân kapanır. Bu zafer, ‘Slow
Food’u, bugün 150 ülkede 100 binden fazla
üyesi olan bir sivil toplum örgütü haline
getirir. Yemek kavramının karın doyurmakla
sınırlı olmadığını, yemek yemenin tohum
aşamasından sunumuna kadar iyi, temiz
ve adil olması gerektiğini savunuyor Slow
Food Hareketi. Hareketin doğumundan 13
yıl sonra, felsefesinin kentlere uygulanmasıyla Cittaslow Birliği kuruldu. 1999’da
Greve in Chianti Belediye Başkanı Paolo
Saturnini önderliğinde üç belediye başkanı
tarafından kurulan Cittaslow Birliği ‘yavaş’
felsefesine ve kendi özelliklerine sahip çıkan
kentlerin bir araya geldiği bir birlik haline
geliyor. Cittaslow yönetimi birliğin yavaş
kimliğinin bozulmaması için yeni üyelerin
gerçekleştirmesi gereken 59 adet kriter
belirliyor. (şu anda kriter sayısı 80 civarında)
Cittaslow kavramı, küreselleşmenin getirdiği sıradanlaştırmaya karşı gelen kentlerin
kendi değerlerine sahip çıkarak kalkınmasını
öngörüyor. Kentlerin yerel yemeklerine,
esnafına, kendi gelenek, görenek ve tarihine
sahip çıkmasını ve onları koruyarak dünya
üzerinde diğer milyonlarca kentten farklı bir
noktada bulunmasını ön plana çıkarıyor.
Nasıl yavaş şehir olunur?
"Sakin Şehir" olabilmek için çevre ve altyapı
politikaları, kentsel kalite, yerel üretimi korumak, misafirperverlik ve Slow Food aktivitelerinin desteklenmesi adı altında on bir
başlıktaki kriterlerin uygulanması gerekiyor.
1) Nüfusun elli binden az olması.
2) Geleneksel yapıların korunması
3) Trafiğin azaltılması
4) Yerel ürünlerin kullanılması
5) Yenilenebilir enerji kullanılması
6) Fast Food dükkânları yerine yerel yemeklerin sunulduğu restoranların desteklenmesi
7) Eski yapıların restore edilmesi
8) Gürültü kirliliğinin engellenmesi
9) Hava kalitesinin yükseltilmesi
10) Organik ürün üretilmesi
11) El sanatlarının korunması gerekir
Ama bir şehrin ya da ilçenin "Yavaş Şehir"
konsepti olmasından sonra yapacakları da
bu maddelerle bitmiyor. Tüm sorunların
ve oluşabilecek hallerin "Yavaş Şehir" felsefesiyle çözüme kavuşturulması, yerel bir
kalkınma model olarak her zaman teorikten pratiğe çözümler üretmesi gerekiyor.
Türkiye’de Seferihisar ile başlayan bu hare-
kete, 2011 yılında yeni eklenen şehirlerimizin neden kabul edildiğine bir göz atalım.
Türkiye'nin ilk Cittaslow şehri
İzmir Seferihisar’da ne değişti?
Yerel yemek yapan lokantalar, ilçeye özgü
ürünlerin satılabildiği pazarlar, güneş enerjili
aydınlatmanın kullanıldığı peyzaj projeleri,
bedelsiz bisiklet kiralanabilen garaj ve bisiklet yolları, pazarda naylon yerine file torba
ile Seferihisar, "Yavaş Şehir" şartlarını yerine
getiriyor. 2009 yılında Cittaslow başvurusu
kabul edilen Seferihisar'ı yerinde inceledik.
Hem Seferihisar Beld. Başkanı M.Tunç
Soyer ile hem de Seferihisar'ın çiftçisi,
esnafı, işletmecisi ve berberiyle konuştuk.
Bu yazıdan sonra röportajları okuyabilirsiniz.
Kısaca Seferihisar'daki değişikliklere göz
atacak olursak;
Kadınlar üretime katılmaya, ekonomiye
katkı sağlamaya başlamış. Kurulan üretici
pazarları sayesinde ürünlerini aracısız satabilen insanlar köylerin boş duran arazilerini
kullanmaya başlayarak, tarımda üretim
arttırılmış.
Yerel kalkınma modeli başarılı bir çalışma
sonucunda ciddi bir seviyeye ulaşmış. Seferihisarlılar pazarda Adana’da yetişen bir
ürünü almak yerine Seferihisar’da yetişen
bir ürünü almaya başlamışlar; ilçede üretilen
ürünleri çok önem veriyorlar.
Mayıs - Haziran 2013 115
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ • Cittaslow
Yerel kalkınma modeli
başarılı bir çalışma sonucunda ciddi bir seviyeye
ulaşmış. Seferihisarlılar pazarda Adana’da
yetişen bir ürünü almak
yerine Seferihisar’da
yetişen bir ürünü almaya
başlamışlar; ilçede üretilen ürünleri çok önem
veriyorlar.
İnsanlar çevreye, geri dönüşüme daha
duyarlı hale gelmiş. Toplumun hemen her
kesiminden karşılaştığımız ve söyleşi yaptığımız Seferihisar'da halk, yerel kalkınma
modeli anlamında duyarlı. İlçede bir farkındalık oluşmuş diyebiliriz. Bu anlamda
kalkınma yolunun kıyılara musallat olan
betonlaşma (kentsel dönüşüm) olmadığı,
kentlerin doğal yapılarına, yerel özelliklerine
sahip çıkarak da kalkınabileceklerini iyi analiz etmişler.
Bir şehrin "Yavaş Şehir" olduktan sonraki
en önemli sorunu, turizm patlaması yaşayıp nüfus yoğunluğuna çare bulamaması
denilebilir. Seferihisar'da yakın gelecekte
böyle bir sorun yaşanabilir. Denize kıyısı
da bulunan, çok güzel koylara sahip olan
Seferihisar, "Yavaş Şehir" üyeliğiyle birlikte
turistler için cazibe merkezi haline gelmiş.
İlçede halen henüz bir AVM yapılamaması
çok güzel nokta ama 30 bin nüfusu bulunan
ilçede nüfus yoğunluğu arttığında küreselleşmeye karşı gelmekte zorlanılabilir.
Aydın Yenipazar'ın
"Yavaş Şehir" Çalışmaları
Milli mücadele kahramanlarından Yörük Ali
Efe”nin yaşadığı Yenipazar, Aydın’ın yüzölçümü en küçük ve nüfusu en az olan ilçesi.
Sakin şehir ilan edildikten sonra ‘Tarihi
bodrumlardan çıkaralım’ kampanyası ile
evlerde bir köşede unutulmuş, tarihi değer
taşıyabilecek eşyalar toplanmaya başlanmış. Yenipazarlılar hem kültürel mirasları116 Mimar ve Mühendis
na, hem organik tarıma karşı daha duyarlı
olmuşlar.
Cittaslow, sadece kentin tarihsel zenginliklerine sahip çıkmayı değil, bilim ve teknolojiyi kent kalkınmasında en yaygın şekilde
kullanmayı, yönetime katılımı en geniş ve
demokratik formlarda gerçekleştirmeyi,
bütün bunları gerçekleştirirken, doğayı
ve çevreyi korumayı gerektiriyor. Yenipazarlılar hem çevre bilinciyle doğaya karşı
sorumluluklarını yerine getirirken, hem de
ilçede sosyal donatı alanlarını arttırmaya
dair çalışmalar yapıyorlar. Beld. Başkanı
Yüsran Erden ile hem ilçenin geçmişinden
gelen kültür hazinelerini, hem de ekonomik
gelişmesinde atılan adımları konuştuk. Bu
yazımızdan sonra Yenipazar Beld. Başkanı
Yüsran Erden ile yaptığımız söyleşiyi de
okuyabilirsiniz.
Yenipazar ve Seferihisar'da
"Yavaş Şehir" adına yapılan
Ortak Faaliyetler:
Hem Seferihisar'da hem Yenipazar'da
dikkatimizi çeken ilk özellik, kadınların da
sosyal ve ekonomik hayatın bizzat içinde
olduğu… Kadınlar el işlerinden tarıma,
organik besin üretiminden kültürel motifleri dokuma alanlarına kadar birçok alanda
aktif bir şekilde çalışıyorlar.
2-) Yaşlılara Hürmet: Bir toplum, gençleriyle büyür ama yaşlılarıyla da tecrübe
kazanır. Her iki ilçede de yaşlılara özellikle
hürmet ediliyor, onlara özel program-
lar ve etkinlikler hazırlanıyor. Örneğin
Seferihisar'da yaşı 75'i aşmış 400 kadar
insana Onur Yemeği verilmiş ve her birinden hatıralarını anlatılması istenmiş. Bu
hatıralar kitapta toplanmış ve anlatılanları tekrar hayata geçirilmesi noktasında
hemen faaliyetlere başlanmış. Benzer bir
faaliyet "Anılarınızı bize Emanet Edin" başlığıyla Yenipazar'da da yapılmış.
3-) Yaya kaldırımlarının çokluğu: Her
iki ilçede de dikkat çeken unsurlardan biri
de yaya kaldırımlarının geniş oluşu. Sanki
cadde ve sokaklara araçlar hakim değil
de, insanlar hakim. Yollar sanki araçlar için
değil, insanlar için yapılmış.
4-) Tarihi ve Kültürel Mirasın Korunması: Seferihisar'da kültür hazinelerinin
korunmasına yönelik çalışmalar hızla devam
ediyor. Sığacık Kalesi'nin yeniden hayata
kazandırılacak olması heyecan verici bir
proje. Yine Teos Tapınağı'nın tarihteki rolünü yeniden kazandırılmaya çalışılması da
gelecek adına müthiş bir proje. Yenipazar'da
da bir kültür hazinesi olan yerel kahraman
figürü ön plana çıkmış. Kurtuluş Savaşı'nda
çok önemli başarılara imza atan Yörük Ali
Efe'nin evinin müzeye dönüştürülmesi, kitaplarının yayınlanması, yine ilçenin Osmanlı
kayıtlarındaki tarihinin araştırılması, sergilere
taşınması gelecek adına kayda değer önemli
faaliyetler…
5-) Yerel Organik Pazarlar: Her iki şehir
de Cittaslow kriterlerinde yerel kalkınma
modelini çok iyi kavramış. Seferihisar'da top-
lumun daha faal, daha tecrübeli ve duyarlı
olduğunu söylemek mümkün. Her ili ilçede de
yerel pazarlar kuruluyor ve taze, besin değeri
yüksek ürünler yetiştirilip tüketiliyor. Tarımda
da önemli çalışmalar yapılıyor.
Diğer "Yavaş Şehir"lerimiz
Muğla-Akyaka: Ne çevre
kirliliği var ne de gürültü
Muğla’ya bağlı Akyaka; sırtını yeşil dağlara,
eteklerini mavi sulara yaymış sessiz, sakin,
huzur dolu bir kasaba. Çevre ve gürültü kirliliği yok. Etrafınızda gözü rahatsız eden bir
yapılaşma yok. Kendine has mimari özellikteki ahşap evleri, binlerce yıldır Güney Batı
Anadolu’da yaşayan çeşitli medeniyetlerin
izlerini taşıyan tarihi dokusu ile Türkiye’nin
yeni sakin şehri.
Çanakkale Gökçeada:
Türk ve Rum kültürleri bir arada
Çorak topraklarda bereket tanrısı olarak
adlandırılan Imbrasos’un bolluk diyarı olarak bilinen İmroz, bugünkü adıyla Gökçeada, Homeros’un İlyada destanında deniz
tanrısı Poseidon’un adası olarak geçer.
Çanakkale’ye bağlı ada turizmin yanı sıra
zeytincilik, arıcılık, bağcılık, balıkçılık ve
organik tarım ile öne çıkıyor. Türk ve Rum
kültürünün iç içe yaşadığı ada bu günlerde
altın madeni tehdidi altında.
Sakarya Taraklı: Osmanlı
döneminin Sakarya’daki tanığı
Helenistik dönemden günümüze birçok
medeniyetin hüküm sürdüğü Taraklı,
Sakarya’ya bağlı. Osmanlı dönemine
tanıklık eden evleri, konakları ve dar
sokaklarını süsleyen Arnavut kaldırımlarıyla ünlü. Sakin şehir olmasıyla tarihi dokusu
artık daha iyi korunacak.
Kırklareli Vize'nin Üyeliğe Kabulü
Kırklareli’nin ıhlamur kokulu, kendine has
kent ve insan dokusu, zengin doğa ve kültür
varlıkları birlikteliği ile Trakya’nın önemli
yerleşimlerinden biri Vize, 2012'de üyeliğe
kabul edildi. “Vize Sokak Sağlıklaştırma” ve
“Antik Dönem Trak Evi Canlandırması” projeleri ile dikkat çeken Vizeliler, bakalım önümüzdeki yıllarda nasıl çalışmalar yapacak…
Karadeniz'in tek
Yavaş Şehri Ordu Perşembe
Yavaş Şehirler, öncelikle kent halkının
birlikte karar verdiği Sürdürülebilir Yaşam
Biçimi ve hizmet anlayışını öngörmektedir.
Karadeniz Bölgesi’nin ‘Cittaslow Şehri’
(sakin şehir) unvanına sahip tek yerleşim
yeri Perşembe, "Yavaş Şehir" olduktan sonra
bisikletli yaşama dair projeleriyle gündeme
gelmişti. İleriki yıllarda nasıl projeler yaptıklarını göreceğiz.
Isparta Yalvaç'ın köklü
mirası keşfedilmeyi bekliyor
Binlerce yıllık tarihi geçmişe sahip olan Yalvaç, bir süredir yerel kimliğin korunmasını
öngören projelerle adından söz ettiriyor.
Tarımsal üretimin yanında dericilik, keçecilik
ve halıcılık gibi geleneksel el sanatlarının
yaşatılmaya çalışıldığı Yalvaç’ın adının
‘resul’ anlamına gelmesi bölgeyi inanç ve
kültür turizmi yönünden de cazip kılıyor.
Roma döneminde büyük öneme sahip olan
Psidia Antiocheia antik kentinin yanı sıra
Kudüs’ten Roma’ya yaptığı yolculuklarla
Bir şehrin "Yavaş Şehir" olduktan
sonraki en önemli sorunu, turizm
patlaması yaşayıp nüfus yoğunluğuna çare bulamaması denilebilir.
Seferihisar'da yakın gelecekte böyle
bir sorun yaşanabilir. Denize kıyısı
da bulunan, çok güzel koylara sahip
olan Seferihisar, "Yavaş Şehir" üyeliğiyle birlikte turistler için cazibe
merkezi haline gelmiş. İlçede halen
henüz bir AVM yapılamaması çok
güzel nokta ama 30 bin nüfusu
bulunan ilçede nüfus yoğunluğu
arttığında küreselleşmeye karşı gelmekte zorlanılabilir.
Hıristiyanlığın yayılmasına öncülük eden
Aziz Paulus’un, İ.S. 46 ve 62 yılları arasında
Antiocheia'ya üç kez ziyaret ederek ilk vaazını burada verdiği biliniyor.
Yeni Cittoslow kent Güneydoğu
Anadolu’dan: Halfetİ
Halfeti ilçesi tarihi, doğası, mimarisi, mutfağıyla alternatif bir kentsel yaşam alanı olarak
birliğe başvurmuştu, başvurusu kabul edildi.
Halfetili Nihat Özdal “İlçe 4 bin yıllık tarihi,
200 yıllık tarihi camii, kesme taş sokakları,
bisiklet, kano parkurları, Değirmen Deresi
Vadisi, çizgili sırtlanı, tekne turları, yüzer
lokantaları, incir kavurması, kebat reçeliyle
bunu fazlasıyla hak ediyor” diyor. GAP projesi çerçevesinde yapılan baraj nedeniyle su
altında kalan Halfeti Güneydoğu Anadolu
Bölgesi’nden bu ağa katılan ilk ilçe oldu.
Mayıs - Haziran 2013 117
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ • Cittaslow
Seferihisar BelEdİYE Başkanı M.Tunç Soyer
"Büyükşehirler sürdürülebilirliklerini
yitirdiler, insanlar kaçmak
istiyorlar artık"
Seferihisar BelEDİYE Başkanı M.Tunç Soyer ile Sakin Şehrin ne olduğunu, neleri
amaçladığını, ne gibi uygulamalarla Seferihisar'da geleceğe dönük yatırımlar
yaptığını konuştuk. Seferihisar'da halk ciddi bir biçimde farkındalık kazanmış
durumda. Başkan Soyer, gelenek ve göreneklerin korunması olmak üzere kentteki
sosyal yaşamın kolaylaştırılmasının, ortak iş ve yaşamın oluşturulması ve geçmiş
değerlerin korunmasına ve paylaşımına yönelik çalışmaların önemini anlattı.
Başkan Soyer, “Her şeyi para ile çözmedik, ortaya koyduğumuz önerileri halkımızın
benimsemesi için yılmadan, bıkmadan usanmadan anlatmayı sürdürdük. Kendi
yararlarına olduğu konusunda ikna ettik ve başardık. Bugün Seferihisar birkaç yıl
öncesine oranla her alanda çok mesafe almıştır” şeklinde konuştu.
>
2009'da Seferihisar Beld. Başkanı
seçildiniz. Aynı yıl Seferihisar, "Yavaş
Şehir" (cittaslow) konseptine uygun
Türkiye'nin ilk ilçesi oldu. Nasıl başladı
bu süreç, hem süreci hem de "Yavaş
Şehir" felsefesini konuşalım öncelikle…
M.Tunç Soyer: Öncelikle "Yavaş Şehir" hareketi bir moda ya da trend hareketlerinden
biri değil, bunun arkasında çok güçlü bir felsefe var ki, bu felsefeye "yavaşlık felsefesi"
deniyor. Bu felsefenin nereden çıktığına
bakacak olursak, geriye; sanayi devrine
gitmemiz gerekiyor. Sanayi devrimi sırasında iki temel dönüşümden bahsedilebilir;
Büyüklük ve Hız. Sanayi devriminde hızlı
yaşamla ilgili işçilerin çalışma saatlerine
karşı verdiği mücadelenin temelinde insanların insanca yaşamlarıyla ilgili kendilerine
zaman yaratmak; zamana sahip olmak
vardır. Sanayi devrimi, aslında o dönem
ortaya çıkan ürünlerin pazarlanması sonucunda oluşmuş ve pazar mücadelesi de
milyonlarca insanın canı pahasına yaşanan
iki büyük dünya savaşı geçirmiştir. Sonun118 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL / Ayşegül Tozal
da bir takım sanal sınırlar tanımlanmış
ve pazarlar paylaşılmış. Günümüzde pazar
paylaşımının giderek bu sanal sınırlarla
tanımlanamayacağı bir başka evreye; bireyin fethine dönüşen bir mücadele haline geçilmiş. Kapitalizm, bireyin fethine
yönelmeye başlamış; hepimiz aynı marka
ürünleri tüketen, aynı marka telefonlarla
konuşan, aynı markla TV'ler izleyen, aynı
markalı giyecekleri giyip aynı markalı yiyecekleri yiyen insanlar haline gelmişiz. Bu,
bir anlamda insanın köleleşmesi sonucunu doğururken, aynı çağ bir başka kapıyı
da açmış; insanın özgürleşmesi… İnsanlar
internet vasıtasıyla o köleleşmeye tepki
gösterebilecekleri kaynaklara, her türlü bilgiye, belgeye, makaleye, müziğe, sanata
ve edebiyata ulaşmaya başlamışlar. Ve
sonunda özgürleşmelerinin önünü açacak
arayışlar peşine düşmüşler. Yavaş hareketi
işte o alternatif çözümlerden ortaya çıkan
bir hareket.
"Küreselleşmenin dayattığı iki büyük
değer var, biri büyüklük, diğeri hız.
İşte cittaslow (sakin yaşam) bu ikisinin tersine bir şeyler söylüyor."
Sanayi Devriminin sürecinde 'slow' kavramının nereden geldiğini söyleyecek olursak,
'Yavaş Hareketi' ilk 1986'da yemek hareketi olarak başlıyor. İtalya'da bir meydanda
fastfood lokantası açılmasına tepki veren
bir grup İtalyan, yemeğin abur cubur atıştırılacak bir şey olmadığını, bunun arkasında
bir kültür bir gelenek olduğunu iddia ediyorlar ve açılacak fastfood lokantasının o
dükkanın tarihsel dokusunu da bozacağını
söyleyerek bir tepki hareketi başlatıyorlar;
kısa zamanda zafer kazanarak o dükkanın
açılması engelleniyor. Bu zafer onları cesaretlendiriyor ve fastfood karşıtı oldukları
için adını "slowfood" alan bir hareket başlıyor, kısa zamanda tüm dünyaya yayılıyor.
Bugün 150 ülkede 100 binin üzerinde üyesi
olan bir sivil toplum hareketine dönüşüyor.
1999'a kadar sadece bir yemek hareketi
olarak devam ediyor. 1999'da 4 İtalya
Belediyesi bir araya gelip, bu hareketi
sadece yemek hareketi olmaktan çıkarıyor-
lar ve o dönem için 59 kriter tanımlıyorlar.
(Daha sonra 70 kriter tanımlanıyor) 59
kriteri yerine getirenlere "Sakin Şehir" ya
da orijinal adıyla cittaslow adını veriyorlar.
Cittaslow, bugün birçok coğrafyaya yayılmış bir şekilde, 27 ülkede 150'nin üzerinde
kentin üye olduğu bir birliğe dönüşüyor.
Kısaca öyküsü, tarihsel zemini böyle.
Biz 2009'da, Türkiye'den ilk başvuruyu
yapan kent olduk. Bir anlamda sıkıntılıydı,
çünkü ismi gavurca olan, logosu salyangoz
olan bir hareket bu. Müslüman mahallesinde salyangoz satmak gibi bir şey ama
bir yerel kalkınma modeli olduğu için de
insanların sahiplenmesi gereken bir model.
Bir Beld. Başkanı'nın gelip de "Bu projeyi
uygulayacağız, hadi uygulayın" demekle
gerçekleşecek bir şey değil ki. İnsanların
inanması, içselleştirmesi ve sahip çıkması
gereken yerel kalkınma modeli bu. Biz de
insanlara daha ünvanı almadan anlatmaya başladık. Her akşam kahvelere gidip,
sakin şehir olmak için ne yapmak lazım,
olursak hayatımızda neler değişecek gibi
sunumlar yaptık. Biz PowerPoint'te sunumlar yaparken yan masada şakır şakır okey
oynayanlar vardı ama biz inatla, ısrar ederek devam ettik. Göz ucuyla, hafif kulak
kabartarak izlediklerini gördük ve bunun
sonunda İtalya'ya davet edildik, sertifikamızı aldık, dönüşte muazzam bir sürprizle
karşılaştım. Ben eve gitmeyi düşünürken
bütün Seferihisar konvoylarla gelmiş havaalanına, davullarla zurnalarla alkışlayanlar,
havalara kaldıranlar, boynuma boğazıma
sarılanlar… Dedik ki, anlatabilmişiz, bundan
sonra daha cesur adımlar atabiliriz, atmaya da başladık. Attıkça anlattık, anlattıkça
insanlar sahip çıktılar ve gerçekten onların
yaşam kalitesini yükselten bir seviyeye
doğru gelindi. Ne oldu peki? Daha çok
sayıda insan burada yaşamak istedi, en
azından buraya gelip tatillerini geçirmek
istedi. Çünkü bu, insanlara çok sempatik
gelen bir şey. Neden sempatik geliyor,
tarihsel değerlere sahip çıktığınızı söylüyorsunuz, yaşatmak için çaba harcadığınızı
gösteriyorsunuz, diğer yandan teknolojiyi
en üst ve en yaygın şekilde kullanıyorsunuz,
tüm bunlar ezberleri de bozdu. Siz eğer çok
fazla tarihten ve geçmişten bahsederseniz muhafazakarsınızdır, ilericilik veya çağı
yakalama gibi çok fazla kaygınız olmayabilir; aynı şekilde çok fazla teknolojiden
bahsediyorsanız geçmiş sizin için ihmal
edilebilirdir, ya da doğa, çevre ihmal edilebilir gibi ezberlerimiz bozulmaya başladı.
Bunların bir arada harmanlanabileceği ve
yerelin birçok kapıyı açabileceğini gördü
insanlar. Bu öyle bir şey ki, sözün başında dediğimiz küreselleşmenin dayattığı iki
büyük değer var, biri büyüklük, diğeri hız.
İşte cittaslow (sakin yaşam) bu ikisinin tersine bir şeyler söylüyor. Yavaşlık ve yerellik
insana daha yatkındır, insanın doğasıyla daha uyumludur diyor, biz de bunu
yapmaya çalışıyoruz burada. Yaptığımız
her şey, sakin şehir çatısının altına giren
çalışmalar… Şöyle bir tane örnek vereyim:
75 yaş üzeri 400 civarında vatandaşımıza bir Onur Gecesi düzenledik, toplu bir
yemek verdik ve onlar için soru hazırladık.
"Annen ne yemek yapardı, deden hangi
masalı anlatırdı, bahçede hangi oyunları
oynardınız, komşularla ilişkileriniz nasıldı"
gibi… İnanılmaz kıymetli gelenekler, yemek
tarifleri, adetler çıktı ortaya. Biz o yemek
tariflerinden yola çıkarak bir lokanta açtık,
Sefertası Lokantası ve kurduğumuz bir
kadın kooperatifine lokantayı devrettik.
Kadınlarımız o eski yemekleri yapmaya
başladılar. Sonra kadınlarımız bununla da
yetinmediler, onları sanal ortama taşıdık
ve seferipazar.com'u açtık. Şimdi evlerinde yaptıkları salçaları, erişteleri, turşuları
oradan satıyorlar. Gene oradan yola çıkarak Seferihisar Çınarları kitabını yayınladık.
Teyzelerimizin, ninelerimizin anlattıklarını
bir sözlü tarih gibi kitaba dönüştürdük.
Tüm bunlar aslında cittaslow şemsiyesi
altında yapageldiğimiz işler… Bu, başlangıç
noktası olmayan, bitiş noktası olmayan bir
şey. Her gün bu şehri daha iyi bir cittaslow
yapabilmemiz için yapılması gerekenler
çıkıyor karşımıza ve çıkacak, hiçbir zaman
bitmeyecek. Cittaslow kriterleri "Tamam
ben bunu yaptım" deyi de kapatacağınız
kriterler değil, her an onun daha fazlasını,
daha iyisini yapmak mümkün.
Cittaslow (Sakin Yaşam) modelini
Seferihisar'a en başında uygulamayı
düşünürken, toplumsal bir ihtiyaçtan
ötürü mü düşünüp uygulanması gerektiğine karar verdiniz, yoksa turizmi
düşünüp belki daha çok turizm yapılarak kalkınabiliriz diye mi planlama
yaptınız? Nereden çıktı böyle bir fikir?
Elbette toplumsal bir ihtiyaçtan ötürü,
neden biliyor musun? Çünkü büyükşehirler
sürdürülebilirliklerini yitirdiler. Büyükşehirler sadece gerginlik, telaş öfke ve kaos
üretiyor, insanlar mutsuzlar, kaçış arıyorlar. Herkesin hayalinde vardır ya hani, bir
sahil kenarına yerleşeyim, bir dağ evinde
kalayım… Çünkü insanlar büyükşehirlerden
kaçmak istiyorlar artık. Büyükşehirler insanın doğasıyla uyumlu bir yaşam koymuyor
ortaya. Somut örnektir; İtalya'da bir profesör anlatmıştı; Karbon ayak izi dediğimiz
Mayıs - Haziran 2013 119
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ • Cittaslow
Türkiye bir sakin şehirler cenneti olacak, olmaya adaydır. Çünkü biz yaşlılar yemeğini yaptığımız ne hissettim biliyor musunuz? Birincisi yaşlılarımızı mutlu etmek çok kolay. İkincisi, biz onların elini öpüp başımıza
koyuyoruz. Çağdaş batı için böyle bir şey yok. Bitmişler. O hani, büyüklerin
değerini bilmek, onlara saygı göstermek gibi bir şeyleri yok. Ama biz hâlâ
bunu yapıyoruz, her şeye rağmen… Bu çok kıymetli bir şey.
bir şey var. Biz kirli ayak izi bırakıyoruz
her birey, her kurum, her kent olarak. Dedi
ki, karbon ayak izi, bir kentin, bir kurumun
yaşamını sürdürmek için gerekli olan üretim alanıyla, o üretim sırasında ortaya
çıkan atığı bertaraf etmek için gereken
alanın toplamıdır. Ve bu örneğin Tokyo'nun
coğrafi sınırlarının 490 misli büyük bir
alana hitap etmektedir. Baltık kentlerinde
yapılmış aynı araştırma, her yerin kendi
coğrafi sınırları içinde 500 ila 1000 misli
büyüklüğünde alanı kirlettiği tespit ediliyor.
İşte en azından bu kirlilik, sürdürülebilirliğin tükenmekte olduğunun göstergesi… O
yüzden insanlar başka arayışlar içerisinde,
toplumsal ihtiyaçlılık da işte buradan kaynaklanıyor.
"Türkiye bir sakin şehirler cenneti
olacak, olmaya adaydır…"
Hep şunu söylüyorum, Türkiye bir sakin
şehirler cenneti olacak, olmaya adaydır.
Çünkü biz yaşlılar yemeğini yaptığımız ne
hissettim biliyor musunuz? Birincisi yaşlılarımızı mutlu etmek çok kolay. İkincisi,
biz onların elini öpüp başımıza koyuyoruz.
Çağdaş batı için böyle bir şey yok. Bitmişler. O hani, büyüklerin değerini bilmek,
onlara saygı göstermek gibi bir şeyleri
120 Mimar ve Mühendis
yok. Ama biz hâlâ bunu yapıyoruz, her şeye
rağmen… Bu çok kıymetli bir şey. O yüzden
bizden öğrenecekleri çok şey var daha…
Huzur evlerini görüyorsunuz. Bunun önüne
geçmeliyiz. Onların bizim köklerimiz; bizim
değerlerimiz olduğunu, onlardan alabileceğimiz hikmetler olduğunu unutmamalı,
hayatın hızı karşısında kendimizi kaybetmemeliyiz. Halbuki orada müthiş bir hazine
var. O kadar güzel gelenekleri bize anlattılar ki… Bir tanesini anlatayım, bayram
sabahları erkekler camiye gidince, kadınlar evlerinin önünü yıkarmış. Öyle olduğu
için de bütün sokaklar yıkanırmış. İşte bu
kadar basit, uygulanabilir bir şey bu. Erkekler camiden çıkınca pırıl pırıl sokaklardan
geçerek evlerine gelirmiş. Şimdilerdeyse
biz yok sayıyoruz, unutuyoruz değerlerimizi,
o yüzden sahip çıkmak gerekiyor.
Peki hangi ekonomik sosyal kültürel
farklılığı farkettiniz de yavaş şehir
olmaya başvurdunuz, neyi gözlemlediniz en başta Seferihisar'da?
Burası 2500 yıllık bir Teos kentine, 500
yıldır da içinde kesintisiz hayatın sürdüğü bir geçmişe sahip. Ama biz, böyle
bir değerin olduğunu bildiğimiz halde kul-
lanmıyoruz. 2500 yıl önce Teos'ta bütün
sanatçılar, kovuldukları İyon kentinden
Teos'a gelmişler ve burada vergi indiriminden faydalanarak yaşamaya başlamışlar.
Teos'lular kapılarını açmışlar sanatçılara
yani, tarihte ilk kez Sanatçılar Sendikası
burada kurulmuş. Bu bilgi, birçok insan için
değer taşımayabilir ama ister Paris'te, ister
Montreal'de ister Roma'da olsun, sanatla
ilgilenen herkes için aslında çok kıymetli bir
şey. O yüzden şu hedefi koyuyoruz, Birgün
Teos, iade-i itibar edilerek yine Sanatçılar
Şehri olabilir. Çünkü kökeni bu. Yine Sığacık
kalesinin içinde 500 yıldır kesintisiz bir
hayat; mahalle kültürü var. O yüzden kaleyi
ve kale içindeki evleri restore edip, her bir
evin bir odasını turizme açacağız. Çünkü bu
bir insanlık mirası, 284 tane ev var orada,
284 odalı bir tatil köyü gibi Belediye olarak
pazarlayacağız. Turist geldiğinde kale içindeki evde kalacak, sokağında yürüyecek,
mahallesini gezecek, bisikletine binecek,
kahvesinde oturacak, yani bizim o tarihi
mirasımızın zenginliğiyle buluşacak. Bütün
bunlar beni cittaslow ile buluşturdu. Biz,
hayatımızın bu kadar zengin olabileceğini,
bu kadar olağanüstü coğrafyada yaşadığımızı, müthiş bir kültür hazinesine sahip
olduğumuzu unutarak sürdürüyoruz hayatımızı. Oysaki zenginliklerimiz geleceğimizi
aydınlatacak ışıklardır. Biz eğer bu enginliklerimizi kullanabilirsek geleceğimiz parlak…
Peki yavaş şehir olduktan sonra hayat
pahalılaştı mı, ucuzlaştı mı, neler
değişti? İnsanların kişisel ve toplumsal
ilişkilerinde "toplumsal duyarlılık" arttı
mı, insanlar memnun mu?
Genel olarak insanlar memnun, çünkü her
şeyin değeri yükseldi. Gayrimenkullerin
değeri, esnafın dükkanının değeri arttı,
yaptıkları iş hacmi büyüdü, yeni yatırımlar
gelmeye başladı. Sonuç olarak herkesin
hayatına olumlu bir etkisi oldu, yaşam kalitesi yükselmeye başladı. Bundan 6 yıl önce
x fiyatına satılan yer, şu anda 5x fiyatına
satılabiliyor.
Peki toplumsal ilişkilerde farkındalık,
birlik beraberlik, dayanışma arttı mı?
Elbette, bu soruya bir projeden bahsedeyim, Seferihisarlılar projesi başlattık, üç yıl-
dır yapıyoruz. Önce Seferihisar'da yaşayan
ve dışarıdan gelmiş nüfusları tespit ettik,
6 büyük grup olduğunu gördük. Tokatlılar, Yozgatlılar, Afyonlular, Kürtler, Ahıska
Türkleri ve Karadenizliler olmak üzere. Bu
6 büyük grubu topladık ve önderlerine "Siz
burada kendi aranızda kermes, piknil vs.
yapıyorsunuz ama artık siz Seferihisarlı
olmanıza rağmen dışlanmış yaşıyorsunuz.
Hem Seferihisar sizi dışlıyor, hem siz kendi
içinize kapanıp Seferihsar'ı dışlıyorsunuz.
Bunu kırmak gerekiyor. Biz 6 günlük bir
fuar yapacağız. Bu fuarda her birinize
stant vereceğiz. Kendi zenginliklerinizi, örf
ve adetlerinizi, lezzetlerinizi orada sunun.
Sırayla her biriniz bu fuarın kültürel etkinliğinizi üstleneceksiniz. Her akşam biz birinizin konuğu olacağız" dedik. Gerçekten de
bir akşam hep beraber Kürtçe türkülerle
halay çektik, ertesi akşam Ahıska Türklerinin akşamında kaynaştık, hep beraber
hamsi yedik Karadenizlilerin akşamında,
Mardin'in meşhur Mırra'sını içtik. O kadar
keyifli fotoğraflar vardır ki, bir Diyarbakırlı dedemiz poşusunu takmış halde geldi
torunlarıyla birlikte, torunlarına efe kıyafeti
giydirmiş düşünün yani… Buradan şunu
söylemek istiyorum: Toplumsal barış, birilerinin atacakları imzayla olmaz. Barış, birbirimize anlayış, saygı, sevgi, hoşgörü göstermeye başladığımız zaman olacak. Biz
bu fuarları "Hepimiz Seferihisarlıyız" afişinin
önünde yaptık, herkes birbirini alkışladı, en
çok da çocuklar… Neden biliyor musunuz?
Çünkü ötekileştirilmişler… Gördüler ki, her
birinin bambaşka zenginlikleri, güzellikleri
var ve tüm bu güzelliklerin sahibi bizleriz! 5
sene önce bizde şehit cenazesi geldiğinde
yine gençler gidip Kürt mahallesinde havaya ateş eder, taciz edermiş. Şimdi bunlar
bitti, herkeste hoşgörü var. Toplumsal barış
dediğimiz şey böyle sağlanabilirdi, şükür
sağlandı da…
O zaman barışı her alanda
bir fırsata çevirmemiz gerekiyor.
Kesinlikle, bu bizim zenginliğimiz zaten…
Biz beraber yaşamışız yüzlerce yıl. Biz
sadece küreselleşmenin dayattığı kopmaları, izolasyonları, asimilasyonları uzak tutmaya çalışıyoruz. Bana başta çok karşı
çıkanlar oldu "sen bu dernekleri kemikleş-
Burası 2500 yıllık bir Teos
kentine, 500 yıldır da içinde
kesintisiz hayatın sürdüğü bir
geçmişe sahip. Ama biz, böyle
bir değerin olduğunu bildiğimiz
halde kullanmıyoruz. 2500 yıl
önce Teos'ta bütün sanatçılar,
kovuldukları İyon kentinden
Teos'a gelmişler ve burada
vergi indiriminden faydalanarak yaşamaya başlamışlar.
Teos'lular kapılarını açmışlar
sanatçılara yani, tarihte ilk kez
Sanatçılar Sendikası burada
kurulmuş. Bu bilgi, birçok insan
için değer taşımayabilir ama
ister Paris'te, ister Montreal'de
ister Roma'da olsun, sanatla
ilgilenen herkes için aslında
çok kıymetli bir şey. O yüzden
şu hedefi koyuyoruz, Birgün
Teos, iade-i itibar edilerek yine
Sanatçılar Şehri olabilir.
tiriyorsun" diye, ama yılmadık. O dernekler
zaten orada… Ben sadece onların ne kadar
zengin ne kadar güzel olduğunu göstermeye çalışıyorum.
Şimdi "yavaş şehir" dedik. Şehirlerimizi yaşlıların, çocukların ve engellilerin
de rahat yaşayabileceği bir mekana
dönüştürmemiz gerekiyor tabii. Büyükşehirlerde gerçekten bu çok zor. Metropol olmanın getirmiş olduğu zorluklar,
hızlanmanın verdiği etki, kaos, yaşlıların toplu taşıma araçlarına binemeyişi
vs. Diğer tarafta sakinleşmenin verdiği
bir huzur var buralarda. Peki burada
şehir, olağanüstü bir durum oluştuğunda, dışarıdan bir lojistik almadan kendi
kendisine yetebiliyor mu?
Çok zor bir soru bu. Böyle bir şey yaşamadık, sonuçlarının ne olacağını bilemiyorum.
Şunu söyleyebilirim; biz, tarımsal üretimi
güçlendirmek için çok emek harcıyoruz. Bu
yüzden Üretici Birlikleri kurmaya başladık.
Mandalina Üretici Birliği kurduk mesela.
Zeytin, enginar da geliyor. Sonra Özgür
Keçi Üretimi Birliği kuracağız. Çünkü küçük
üreticilerin tek başına mağdur olduklarının farkındayız, ne zamanki birlik çatısı
altında buluşuyorlar, o zaman ürünlerinin
pazarlamada yol kat etmeye başlıyorlar.Biz
Mandalina Üretici Birliği'ni kurunca ilk iş
olarak, İşleme Paketleme Tesisi alıp Birliğe
devrettik. Şu anda Birlik, Türkiye'de ilk kez
ihracat yapma yetkisi almış olan birliktir.
Geçen Mandalina sezonunda bahçemizdeki meyveleri Sırbistan'a, Rusya'ya sattık.
Belediye mevzuatında böyle bir şey yazmıyor olabilir ama küçük üreticiyi beslemek
gerekiyor. Beni en çok heyecanlandıranlardan biri Özgür Keçi Üreticiliği… Böylece
Mandıra kurup ilçemizde keçi sütünden
yapılan ürünlerin markalaşmasını sağlayacağız. Bir taşla iki kuş vurmayı planlıyoruz,
hem daha sağlıklı ürünler yetişecek, hem
de buradaki üretici emeğinin karşılığını
daha fazla almış olacak.
Biz yaşadıkça, ümidimizi kaybetmemeliyiz.
Emekle ilgili ve bu toprakların taşıdığı zenginliklerle ilgili bir derdimiz var, hak ettiğimiz şekilde yaşamak istiyoruz biz.
Buraya gelmeden önce bir çiftçiyle
(Temel Abi) konuştuk. Onunla yaptığımız röportajı da yayınlayacağız. Biz
eskiden sağlıklı beslenmenin ve emeğimizin hakkını tam olarak alabilmeyi
bilmiyormuşuz, şimdi şimdi farkediyoruz dedi. Bir çiftçinin bu farkındalığa
varması çok önemli bir başarı… Emek
vermişsiniz, Allah da emeklerinizi boşa
çıkarmamış, biz burada bunu gördük.
Evet.
Yine gelmeden önce bir pazarcı ile
konuştuk, o da burada farkedilir şekilde insanların çevresiyle olan ilişkilerinde birlik ve beraberliğin arttığını,
pazar yerlerinde güven duygusunun
oluştuğunu söyledi. Şunu soracağım,
burada bir AVM yok. Bununla ilgili bir
mücadele veriyor musunuz? Bir de
Mayıs - Haziran 2013 121
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ • Cittaslow
Şu anda nüfusumuz 30 bin.
20 sene sonra 100bin olacak,
30 sene sonra 200 bine yaklaşacak. Biz, bir mimari üslup
yakalamak zorundayız. Neden,
çünkü burası Seferihisar olduğu için. Bu sözü Erzincanlı
da kendi şehri için söylemeli,
Nazillili de kendi ilçesi için
söylemeli…
Seferihisar gittikçe büyüyor. Büyümeye karşı bir önlem alacak mısınız?
Bıçak sırtındayız diyebilirim bu konu için.
Bıçak üzerinde yürüyoruz ama buradaki sigorta insanların kendileri. Onlar bu
işe sahip çıktıkları sürece bu iş büyüyecek, mesafe kat edecek, devam edecek…
Benim iradem zaten sürmesinden yana
ama bu iradeyi onlar beslerlerse sürdürülebilirlik olur. Yani halk, o AVM açıldığında
yanındaki bakkalın yaşamasını sağlamak
için AVM'ye gitmeyecek, bakkaldan alışverişe devam edecek. Ütopik olabilir ama bu
böyle. Bunla alakalı da çalışmalarımız var.
Mesela Seferi Kart hazırladık. Birinci olarak, biz, sosyal yardımı erzak paketi, kömür
vs. yapmayıp vatandaşın kartına para yükleyerek vatandaşın istediği alışverişi yapmasını sağlıyoruz. Öğrenciler mesela bizim
verdiğimiz standart paketi almıyor, sadece
silgiyse ihtiyacı, gidip silgi alıyor kartıyla.
İkinci olarak, biz bu anlaşmayı küçük dükkanlarla yaptık. Burada da Tansaş, Migros,
Şok var ama onlarla yapmıyoruz. Bakkallarla, marketlerle yapıyoruz; onları yaşatmaya çalışıyoruz, böylelikle daha medeni
bir sosyal politika uygulamış oluyoruz. Ama
dediğim gibi, asıl mesele tüm bunları halkın
içselleştirip halkın sahip çıkması…
Peki turizm olmasa ne olurdu
Seferihisar'da?
Biz sadece yavaş şehir modelini farklılaştırmak için turizme önem verdik. Küçük
ölçekli, insanları tarım ve toprakla buluşturan bir modeli uygulamaya çalışıyoruz.
Şimdiye kadar hangi
yavaş şehirleri gezdiniz?
150'nin üzerinde yavaş şehir var, ben
122 Mimar ve Mühendis
Kore'dekileri, Hollanda, İtalya, Polonya ve
Danimarka'dakileri gezdim.
Peki Diğer yavaş şehirlerle olan ilişkileriniz nasıl? Bu şehirlerle diyalog
halinde misiniz, yaptıklarınızı
anlatıyor musunuz?
Elbette, tabii. Senede bir genel kurul var,
o genel kurulda herkes birbirleriyle iletişim
kuruyor. Şimdi bir vakıf kuruyoruz. Tüm
bu çalışmaları vakıf bünyesi içinde toplayacağız. Böylece siyasi değil, herkesin
sahip çıkacağı bir yapıya bürünecek cittaslow çalışmalarımız. Ben CHP'li bir belediye
başkanıyım ama bu çalışmalarımız CHP'li
olmasın dedik. Özellikle de bundan çok kaçtık. 9 yavaş şehirlerimizin bir kısmı CHP'li,
Bir kısmı AKP'li, bir kısmı Bağımsızdır, bir
tanesi DYP'lidir ama biz o siyasi sığlığa
düşmek istemedik. Belediye başkanlarının
kişiliğiyle sınırlı olmaması için cittaslow'u
Türkiye'de bir vakıfa dönüştürüyoruz.
"Burası Sakin Şehir, ben burada yaşamak istiyorum" deyip de göç eden nasıl
bir kitle var?
Genellikle İstanbul ve Ankara'dan çok ciddi
bir göç aldığımızı söyleyebilirim.
Yoğunluk olursa ne
yapacaksınız? Yavaş şehri
kaybetme korkunuz var mı?
Bununla ilgili hep sigorta oluşturmaya çalışıyoruz. Mimari üslubumuzla ilgili mesela, Seferihisar'da yaşayan tüm mimarlar, mühendisler ve ressamları bir araya
topladık ve onlara dedik ki, "Seferihisar
büyüyecek, bundan sonraki yapılaşmayla
birlikte bir üslup oluşturalım hep birlikte.
Hem geçmişin değerlerinden yola çıkarak,
hem de bu kentin özgünlüğünü ortaya
koyarak mimari üslubumuzu belirleyelim."
Şimdi onun çalışması devam ediyor. Yani
hayatın her alanında cittaslow hareketinin
sürdürülebilirliğini sağlamak için yapılması
gerekenlerle uğraşıyoruz.
Şu anda nüfusumuz 30 bin. 20 sene
sonra 100bin olacak, 30 sene sonra
200 bine yaklaşacak. Biz, bir mimari üslup yakalamak zorundayız. Neden,
çünkü burası Seferihisar olduğu için.
Bu sözü Erzincanlı da kendi şehri için
söylemeli, Nazillili de kendi ilçesi için
söylemeli… Bizim mimari dokumuzda
"Kirpisacak Modeli" vardır, şimdiki yapılarda yok olmaya başladı. Halbuki yüzlerce yıl burada Kirpisacak yapılmış. Biz
işte Seferihisar'da yaşayan tüm mimarlar, mühendisler ve ressamları bir araya
topladık ve "Bundan sonra Seferihisar'ın
mimari üslubu ne olmalıdır?" diye tartışmaya başladık 5 aydır. Dış cephelerden,
çatı modellerine, pencere önüne konulacak saksıların modellerinden çiçeklere,
pencere kenarlarına söme yapalım mı,
dış cephe kaplamasını nasıl yapalım vs.
gibi? Buradan bir mutabakata varacağız,
sonra meclis kararlarını alıp, uygulamaya
başlayacağız. Burada inşaat başlayacak firmalar, ortak kararlarımıza uyarak
inşaat yapacaklar. Mimariyle ilgili böyle
bir çalışmayı bitirmek üzereyiz.
Çok teşekkür ederiz bize
vakit ayırdığınız ve ilçenizi
gezdirdiğiniz için, sevindik.
Bende sizin gözlerinizdeki ışıltıyı gördüğüm
için çok heyecanlandım, iyi ki varsınız. İyi ki
yollara düşüp geldiniz, çok mutlu oldum sizleri tanıdığıma. Sorduğunuz sorular, duruşunuz beni de çok etkiledi, bunu bilin.
SEFERİHİSARLI Çiftçi Murat Uysal
"Yavaş Şehircilik Seferihisar'ın Yerel
Kaynaklarını Açığa Çıkardı"
Artık halktan ziyade İzmir'den, Manisa'dan geliyorlar… Bayramlarda ev baklavası
siparişleri alıyoruz, sadece çiftçilik değil, birçok alanda istekler geliyor. Şekerleme
yer gibi zeytin yiyen müşterilerimiz var düşünün yani…
Seferihisar 2009'da sakin şehir
olduktan sonra köy pazarları gelişti
mi? Nasıl oldu halka yansıması?...
Köy pazarları buradaki köylülerin kalkınması için ciddi bir adım oldu. Dışarı
köylerden gelen çiftçilere de müsaade edilmeyerek, sadece Seferihisar'ın
kalkınması amaçlandığından, gerçekten
buradaki köylüye faydası oldu diyebiliriz. Zaten her şey belgeli… Çiftçiler
muhtarlıktan ve Belediye'den "Bu çiftçi Seferihisar'ın filanca köyünde ikamet etmektedir. Pazar yerinde filanca
ürünlerini satabilir" iznini aldıktan sonra
katılabiliyor pazarlara… Bu belgeyi her
pazar yerine gelmeden evvel mahalle
muhtarına imzalatmak zorunda, yoksa
ürününü satamaz. Belediye görevlileri
de ciddi takip ediyor.
Şu anda bu sistem
oturdu denilebilir mi?
Tabii, herkes birbirini tanıyor bu anlamda. Tüketiciler çiftçileri tanıdı zamanla,
güven sağlandı. İnsanlar güven sağladıkları yerlerden alış-veriş yapmayı
seviyorlar. O yüzden de sizi bir beğenen
müşteri bir bakıyorsunuz sonraki haftalarda da hep sizi arıyor. Herkes damak
tadını arıyor kısacası…
Güven sistemi üzerine
kurulu diyebilir miyiz yani?
Tabi, herkes hangi köyden biliniyor,
nereden ne getirdiği aşikar, en ufak bir
kapalılık yok, samimiyet var. Biz mesela
zeytincilik de yapıyoruz, hiçbir yapay
gübre kullanmadan tamamen hayvansal gübrelerle yetiştiriyoruz, müşteriler çok beğeniyorlar. İçine de kimyasal
madde kullanmadan, ilaçlamadan yapıyoruz… Artık halktan ziyade İzmir'den,
Manisa'dan geliyorlar… Bayramlarda ev
baklavası siparişleri alıyoruz, sadece
çiftçilik değil, birçok alanda istekler
geliyor. Şekerleme yer gibi zeytin yiyen
müşterilerimiz var düşünün yani…
Kadınları da sosyal
hayata katıyor yani…
Ailenin ekonomisine katkı sağlanıyor
tabi… Onları da aktifleştiriyor, sürekli
hareket halindeler. Benim eşim haftanın 2 günü pazarda satış yapıyor, 4
günü hazırlık yapıyor. Zaten çoğu zamanı dolu, ciddiyet istiyor bu çalışmalar, ama yaptığın işi seviyorsan, sana
huzur veriyor. İnsanlar senin yaptıklarını
yiyerek mutlu oluyor, senden alış-veriş
yaptıkça huzur doluyor, bu da bizleri,
özellikle kadınları çok mutlu ediyor.
Yavaş şehir olmadan
önce de böyle miydi?
Böyleydi, bizim Bademli'deki pazarımız
önce kuruldu, hatta ilk kurulduğunda
11.00-14.00 arasıydı her hafta. Yürümez dediler ama yavaş şehir'cilikten
sonra hızlandı. Zaten bu potansiyel vardı,
hareket için 'yavaş şehir'cilik gerekiyormuş demek ki… Yavaş şehir'den sonra
hareketlendi toplum, daha aktif oldu.
Turizm arttı, pazarlar hareketlendi…
Mayıs - Haziran 2013 123
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ • Cittaslow
SEFERİHİSARLI İşletmeci ve Çiftçi Temel Okyar
"Karşındaki komşuna kazandırınca
sen de kazanıyorsun..."
Buraya gelince siz benim tuttuğum Sardalye balığı yemelisiniz mesela, ben Norveç'ten
Uskumru getirip yapar da size verirsem ayıp etmiş olurum. Her bölgenin kendine has
özelliklerini ön plana tutarak yerel bir ekonomik kalkınma modeli… Buradaki çoğu
işletmede bölgesel ürünleri görebilirsiniz, dışarıdan alınanlar ihtiyaç olup da
bulamadığımız ürünlerdir. Mevsimi gelmeden benim işlememde domates olmaz mesela,
dışarıdan da almam, yoksa yoktur yani, talep olsa da getirtmem. Hamburger yok
mesela. "Ben 50 Lira vereceğim Hamburger yiyeceğim" deseniz de satmam Hamburger,
onu yiyeceğinize Sardalye yiyin derim. Ben köftemi de kendim oluştururum.
Burası sakin şehir oldu 2009'da.
2009'dan önce sizce nasıldı, 2009'dan
sonra en önemli değişiklikler nelerdir?
2009 ve daha önceki yaşam çiftçiliğe bağlı
bir yaşamdı. Seferihisar'da o zamanlar %
10 turizme bağlıydı gelişme, geri kalan da
narenciye, mandalina, çiftçilik, hayvancılık
ve balıkçılık üzerine bir yaşam tarzı vardı.
Fakat bu 2009'da Cittoslow kazanıldıktan sonra, insanlardaki algı yavaş yavaş
değişti. % 100 oturdu denilemez ama %
80'e yakın nüfusumuzun ekonomik yönü
gelişti denilebilir. Bir model oluştu, keşke
tüm Türkiye'de bu model oluşsa… Türkiye
bugün sanayi ülkesi değil, tarım ülkesi…
Seferihisar'da tarım yeniden keşfedildi,
tarımla turizm iç içe girdi. Yavaş Şehir'cilikten sonra gelen ziyaretçi sayısı çok büyüdü,
tarımla birleştirildiğinde de raylar yerine
oturdu denilebilir. Ekolojik bir gelişme bu…
Yöre halkı gerçekten çok gelişti. Büyük
şirketler paranın olduğu yeri çok çabuk
keşfederler. 2009'a kadar bu bölgede çok
az hipermarket vardı, şimdi her mahallede
124 Mimar ve Mühendis
birden çok var ama meyve-sebze kısımları
aktif değil.
Burada AVM'nin olmayışı, yerli halkın
kendi üretip satması da çok güzel bir
ayrıntı…
Evet, ama bunu bazen engelleyemiyorsunuz. Keşke hiç olmasa…
Yavaş Şehir olunca hayat pahalılaştı
mı ucuzlaştı mı?
Ne pahalılaştı ne ucuzlaştı. Bence ucuzlaştı
hatta. O gün de çay 1 TL idi, şimdi de 1
Lira. Burada "Yavaş şehir oldu, çok ziyaretçi
var, küçük suyu 5 Lira'dan satalım" zihniyeti
yok. İşletmeciler bu zihniyetten uzak durduğu müddetçe bozulma olmaz burada.
İnsanların kişisel ve toplumsal ilişkilerinde
"toplumsal duyarlılık" arttı mı?
Tabii, elbette. İnsanlar pazar günü burada,
Salı günü Seferihisar'da yapılan pazarlarda
konu komşu birlik olup pazarlara gidiyorlar.
Burada fabrikasyon bir şey yok. Kimi reçel
yapıyor kimi ot topluyor, insanlar birbir-
leriyle yardımlaşıyor. Seferihisar şu anda
İzmir'in suç işleme oranı olarak en düşük
ilçelerinden biri. Ben burada yaşıyorum
365 gündür, insanlar artık birbirine daha
çok yardımcı oluyor. Karşındaki komşuna
kazandırınca sen de kazanıyorsun. Sen
börek yapıyorsan ben ayran yapıyorum.
Sen böreği ne kadar satarsan ben de ayranı o kadar fazla satarım. Rekabet yok yani.
Siz kendi başınıza 3 tepsi yapıyorsunuz,
ben yardım edince 5 tepsi börek oluyor.
Ben 8 kilo ayran yapıyorsam siz yardım
edince 12 kilo yapıyorum. Tamamen yardımlaşma üzerine kurulu, hem de getiri
olarak ikimizde daha fazla kazanıyoruz.
Esnaf kendi kendisine yetiyor mu peki?
Dışarıdan herhangi bir gıda almaya
gerek kalmadan?
Sakin şehir olmanın kriterlerinden biri de bu
zaten. Beld. Başkanının anlattığı en önemli
madde buydu. Buraya gelince siz benim
tuttuğum Sardalye balığı yemelisiniz mesela, ben Norveç'ten Uskumru getirip yapar
da size verirsem ayıp etmiş olurum. Her
bölgenin kendine has özelliklerini ön plana
tutarak yerel bir ekonomik kalkınma modeli… Buradaki çoğu işletmede bölgesel ürünleri görebilirsiniz, dışarıdan alınanlar ihtiyaç
olup da bulamadığımız ürünlerdir. Mevsimi gelmeden benim işlememde domates
olmaz mesela, dışarıdan da almam, yoksa
yoktur yani, talep olsa da getirtmem. Hamburger yok mesela. "Ben 50 Lira vereceğim
Hamburger yiyeceğim" deseniz de satmam
Hamburger, onu yiyeceğinize Sardalye yiyin
derim. Ben köftemi de kendim oluştururum.
Yerel kasabımdan eti alır, köfte haline kadar
ben uğraşırım. Dışarıdan getirtmem, belki
daha pahalıya mal ediyorum ama içim
rahat oluyor. Ben yerel zeytinyağını kullanıyorum, 4 kişilik salatam 10 Liradır. Değişmem yani. Bu hafta domates ekeceğim
yine, bir kışlık domates ihtiyacımı konserve
yapar eşim 500-600 konserve şişesine,
onu kullanırım kışın menemen yaparken.
Yumurtalarım da kendi tavuklarımdan ve
komşumun kümesindendir.
Çok güzelmiş.
Öyle tabi, ama her şey yediğimizden
kaynaklanıyor. Tansiyonumuz, şekerimiz,
hastalıklarımız… Her şeyin özü gerçekçi
olmaktır. Bu telefonsa telefondur, kamerası
var diye kamera diyemezsiniz. İşlevi telefon
çünkü. Buraya 1000 kişi Sardalye yemeğe
de gelseniz fiyatım değişmez mesela. Ben
sunumumda bir şeyi indirirsem, sunduğum
şeyden çalmak zorunda kalırım. Şimdi biz,
ürünlerimizi özenle tazesini yetiştirip satmaya çalışıyoruz. Bunda alan da satan da
karlı. Alan daha da karlı. 1000 Lira doktor
parası vermekten kurtuluyor taze besinler
tüketerek.
Türkiye'deki siyasi kavgaların hepsi ekonomiden dolayı çıkıyor. A partisi C partisine,
B partisi D partisine sarıyor. Ekonomi
bozuk olunca dedikodu çok olur. Evlerde
bile çıkıyor kendi ailemizde… Cittaslow
sistemi keşke ülkeler arası bir sistem olsa
da ülkeler arası kavgalar da çıkmasa artık.
Ben kavga etmek istemiyorum ki, yaşam
kısa. Birileri çok kazanıp da, birileri de
çalışıp da kazanamayınca cıngar çıkıyor.
Mesela bende gün yapıyor kadınlar, çok
kazandırır kadınlar gün olduğu zaman. Ben
o hafta gün yapmaya gelen diğer kadınları
karşıdaki işletmeye gönderiyorum, orada
da yapsınlar, orası da kazansın diye.
Bu yaptığınız Osmanlı'daki örnekle
birebir. Fatih'in kıyafetlerini değiştirip
de esnafı ziyaret ederken karşılaştığı
tablo… Müthiş bir bakış açısı bu…
Ama bu sırada ben mutlu olursam, o
mutlu olursa, diğer işletmeci mutlu olursa
kavga çıkmıyor, çıkmaz da. Ama sürekli ben
mutlu olursam siz mutsuz olursunuz. Sürekli benim kazanmam beni de bozar. Benim
hayat felsefem herkes kazansın, herkes
evine ekmek götürsün. Kimse kimseden
çalmamalı, kimse kimsenin tavuğuna kış
dememeli. Adalet de böyle sağlanır. Herkes "Her şey benim olsun" derse dünyanın
sonu yok be güzel kardeşim. Fatih Sultan
Mehmet kalmamış biz mi kalacağız. Dünyada çoluğuna, çocuğuna, eşine, hısımına,
akrabana, çevrene iyi davranıyorsan sadece İslam'da değil, tüm dinlerde en yüksek
mertebedesindir.
Sana kötü davranana
ne yapıyorsunuz Abi?
Biraz uzaklaşıyorum, hava alınca unutuyorum geçiyor gidiyor. İnsanlar benim bu
yaşam tarzımı görünce zaten pek kötü davranan oluyor. Biz küçük bir ilçede yaşıyoruz,
seni 15 milyon İstanbul tanımaz tabii, beni
İstanbul'a çağırıyorlar ama gitmiyorum, gitmem de. Büyükşehri sevmiyorum, buradaki
yaşam çok daha güzel, Allah size kolaylık versin gerçekten. Metropol bir şehirde
yaşamak zor, direkt % 50 eksi ile başlıyor-
Türkiye'deki siyasi kavgaların
hepsi ekonomiden dolayı çıkıyor.
A partisi C partisine, B partisi D
partisine sarıyor. Ekonomi bozuk
olunca dedikodu çok olur. Evlerde bile çıkıyor kendi ailemizde…
Cittaslow sistemi keşke ülkeler
arası bir sistem olsa da ülkeler
arası kavgalar da çıkmasa artık.
Ben kavga etmek istemiyorum ki,
yaşam kısa. Birileri çok kazanıp
da, birileri de çalışıp da kazanamayınca cıngar çıkıyor.
sun. Sana değil kızgınlığı insanların orada,
streste, hızlılıkta, başka şeylerde… İki esnaf
da aynı malı, aynı ürünü sattığı halde biri
çok sattığında diğeri ona bakıyorsa kızgınlık, öfke, çekememezlik, dedikodu başlıyor
hemen, akabinde dışarıda başka birisine
kötü davranabiliyorsun.
Benim hedefim nedir biliyor musunuz güzel
kardeşim? İki tane oğlum var Allah bağışlasın, biri 18 diğeri 13 yaşında. Birinin cebine
bugün 15 Lira koyunca gününü geçiriyor,
eskiden daha da azdı. Şimdi uzakta okuyor.
Bütün hedefim çocuğum hiçbir arkadaşına
bu manada bakmasın, yeterli. Ben onun
cebine 100 Lira koymaya çalışmıyorum,
sadece gerekli olanı koymaya çalışıyorum.
Gerekli olanı koyamayınca eşine yansıyor,
müşterine yansıyor, tüm ilişkilerin bozuluyor. Ben sade hayatı seviyorum. Eve
giderim hayvanlarıma bakarım, tavuklarımı
severim. Hayat sevince güzel.
Peki çok teşekkür ederiz Temel Abi,
Allah hayırlı işler versin.
Mayıs - Haziran 2013 125
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ • Cittaslow
Yenipazar BelEDİYE Başkanı Yüsran Erden
"Keşke CIttaslow GİBİ Milli bir manifestomuz
olsaydı da, arkasından gidebilseydik…"
Yenipazar BelEdİYE Başkanı Yüsran Erden ile Sakin Şehrin ne olduğunu, neleri
amaçladığını, ne gibi uygulamalarla Yenipazar'da geleceğe dönük yatırımlar yaptığını
konuştuk. Kendisinden Aydın Yenipazar'ın nasıl sakin şehir olduğu hikayesini dinledik.
Yüsran Erden, büyükşehirde yaşamayla sakin bir ilçede yaşamanın arasındaki farkı
anlatarak, insan olarak daha kanaatkâr yaşamamız gerektiğine dair tahliller yaptı...
>
2011'de yavaş şehir seçildiniz. Nasıl
başladı bu süreç, 6500 nüfusun olduğu
bir ilçe burası. hem ilçenizi konuşalım
hem de yavaş şehir sürecini konuşalım
öncelikle…
Burası geçimini tarımdan sağlayanların
yaşadığı bir yerleşim yeri. Buradaki insanlar, çocukluğumdan beri hayatlarını tarımla
kazanıyorlar. Öncelikle biraz geçmişi konuşalım; Eskiden buralarda hep pamuk üretilirdi, şimdi pamuk üreticileri azaldı. Mısıra
yöneldiler genellikle. Çiftçiler geçmişte bir
seçim döneminde en azından iki kez soluk
alırdı. Çiftçinin toprağını işlemeye iştahı
devam etsin diye, sübvansiyonlar uygulanırdı. Tabii kırsal kesim oy deposu olduğu
için seçime giden hükümet, taban fiyatları
yüksek tutardı. Seçimden sonra da teşekkür
açısından destekleme olurdu. Çiftçi soluk
alır, kızı varsa everir, borcu varsa kapatırdı. Şimdilerde bu algı değişti. Artık iktidar
olmak için kırsal kesim de yetmiyor. İktidar
olmanın yöntemi değişti. Serbest piyasa sistemi ile en çok çiftçiler mağduriyet yaşadı,
yaşamaya da devam ediyor. Bugün California'daki domates üreticileri Rus pazarını
kapatırlarsa fiyatlar düşüyor, ya da Mississippi nehrinin taşması sonucu azalan pamuk
üretiminden ötürü pamuk fiyatları artıyor.
Serbest piyasanın içinde öyle aktörler var ki,
Amerikan yatırım bankaları Mortgage faiz
oranlarında kaybettiği değerleri, "Ne yapalım ne edelim bu zararı nereden çıkartalım"
diye düşünürken, örneğin pirinci hedef alı126 Mimar ve Mühendis
SÖYLEŞİ: YUNUS EMRE TOZAL / Ayşegül Tozal
yorlar. Pirinci stokluyorlar stokluyorlar, pirinç
fiyatları yükseliyor yükseliyor, Mortgage'dan
doğan zararlarını telafi edebilecek seviyeye
geldiğinde bir anda yüksek fiyattan elden
çıkarıyorlar. Üretim aynı, tüketim aynı, ama
serbest piyasada bakın fiyatlar nasıl da
değişiyor. Bugün çiftçimizin kaderi, serbest
piyasa ekonomisine bağlı olmamalı. Türkiye
gibi ülkelerde çiftçinin toprağını işlemekten
korkar hale geldiği bir dönem yaşıyoruz.
Çiftçi kendi toprağında işsiz hale geldi.
Böyle bir tablo var. Bu, tarım bölgelerinden
şehirlere göçü arttırdı. Diğer taraftan AB kriterleri, tarım bölgelerinde şu anda var olan
nüfusu daha da azaltmamızı istiyor. Ayrıca
Büyükşehir yasalarıyla köyleri mahallelere
çevirerek kente göçü daha da hızlandırıyoruz. Yani bizim doğallığımızı, köklerimizi,
üretim gücümüzü hepten azaltıyoruz.
Evet, Seferihisar Belediye Başkanı Tunç
Bey, "Geleceğin Köyleri Hareketi"ni başlatmışlardı. "Büyükşehir yasasıyla birlikte 16 bin köy kapanacak. Biz Seferihisar
Belediyesi olarak ilçemize bağlı dokuz
köyde bir imza kampanyası başlatarak
Anayasa Mahkemesi’ne başvuracağız.
Köylerle ilgili bir manifesto hazırladık
ve adını "Geleceğin Köyleri" koyduk.
Köylerimizin kapanmaması için büyük
bir mücadele başlatıyoruz” demişti…
Evet, bu tablo içerisinde bizlerin, görevli
olduğumuz ilçede ticaretin ve ekonominin geliştirilmesinde sorumluluklarımız var;
5393 nolu Belediye Yasası ile önümüze
görev olarak konuluyor tüm bunlar. Ne
yapacağız o zaman? Buradaki insanların
geçimlerini sağlamak, hane halkı gelirlerini
arttırmak ve burada yaşamalarını sağlamak
zorundayız. Çocukluğumda, Yenipazar ilçesinin Aydın-Denizli Yoluna bağlantısı olan
8 km'lik bağlantı yolu, babam için farklı
bir anlam ifade ediyordu. Babam "Oğlum
biz, medeniyetten 8 km içerdeyiz" diyordu.
Aydın-Denizli yolu üzerindeki yerleşim yerleri
daha çok göç aldı, daha kolay endüstrileşti
ve geliştiler. Biz içeride kaldık… Ama bugün,
medeniyetin burada olduğunu görüyoruz.
Babam "Biz medeniyetten 8 km içerdeyiz"
dediği zaman, babama ben hak veriyordum,
bugün durum tersine gelişti. Medeniyet
burada, sağlıklı ve doğal yaşam burada, ben
burada yaşamaktan büyük zevk duyuyorum.
Peki bu şartlar altında ne yapacağız? Tarımda verilen destek akçeleri yetmiyor, o zaman
2 yol var. Ya ölçek ekonomisi dedikleri bir
ekonomik modele doğru gideceğiz, topraklarımızı birleştireceğiz, ürün çeşitlerimizi ve
sulama alt yapısını değiştireceğiz, maliyetleri düşüreceğiz. Bunun için de beraber iş
yapma yeteneğimizin kuvvetli olması lazım
ama biz beraber iş yapmakta çok zorlanıyoruz. Topraklarımızdan sınırlarımızı kaldırsak,
3-5 dönümlerimizi birleştirerek 100 dönüm,
200 dönüm 500 dönüm işlesek, traktörlerimizi satsak, büyük iş makineleri alsak
olmaz mı? O zaman Hindistan çiftçisiyle pamukta rekabet edebilir miyiz, elbette
ederiz, yaklaşırız… Ama biliyorum ki Hindistan hükümeti de teşvik uyguluyor ya da
Hollanda'da hiç unutmuyorum, 1987 yılında
Eindhoven kentinin yakınlarında Hollanda
Ziraat Bakanlığı'ndan bir mühendis, tarlada
çiftçinin yanındaydı, hiç unutmuyorum söylediğini, "1 cm2'lik toprağımızın boş kalmasını istemeyiz. Şimdi burada üretilen salatalığı alıyoruz 3 Liraya, satacağız 1.5 Liraya."
Bakın % 100 sübvansiyon uyguluyor. Neden,
çünkü biliyorlar ki bu salatalıkların orada
yetiştirilmesine devam edilmeli… Kamu, kaynaklarının bir kısmını toprağını işleyenler için
ayırmalı, daha çok ayırmalı çünkü gıda çok
önemli… Dediğim gibi bu iki yoldan birini
benimsemek zorundayız. Ya ölçek ekonomisi ya da az üreteceğiz; doğal, sağlıklı, besin
değeri yüksek üreteceğiz. Kromozomlarına
müdahale etmeden, üreyebilen, çoğalabilen besinler üreteceğiz… Hani bir kültür
mirası olarak gördüğümüz dedelerimizin
ninelerimizin bize çıkınlar içerisinde hediye
ettikleri, miras bıraktıkları o yerli tohumlardan üretmeye, onlardan beslenmeye devam
edeceğiz. Dünya, tohum tekellerinin egemenliği altında ve tekrar üreyemeyen, kısır,
genlerine müdahale edilmiş tohumlarla bir
başka noktaya doğru gidiyor. O yüzden
biz "küçük, az ama sağlıklı üretelim" dedik.
Bunun karşılığında da üretici pazarları kuralım, orada satılsın bunlar dedik. Yerli tohumlardan ürettiğimizi üretici pazarında satıyor
çiftçilerimiz. Tarım dışında ne yapabiliriz?
düşündük, taşındık… Bizim makas değiştirmemiz gerektiğine karar verdik. Bizim bir
yerel tat olarak pidemiz var mesela, pidemiz
bu bölgede -hamurunun tazeliğinden, pey-
nirinden, çökeleğinden vs. kaynaklanıyorgünübirlik ziyaretçi çekiyor. Sonra bizim bir
yerel şahsiyetimiz var, kentleri cazip kılan
yerel kahramanlardır. O kahramanlardan
biri Yörük Ali Efe… Bir Kuvay-i Milliye önderi,
bir Kurtuluş Savaşı önderi olarak Yörük Ali
Efe'nin mezarı da burada. Yörük Ali Efe'nin
yaşadığı ev bugün bir müze haline getirildi
Kültür Bakanlığı tarafından, o da yıllık 10
binin üzerinde ziyaretçi alıyor. Dedik ki, pidemize müzemize gelenler varken, o zaman
acaba biz turizme dayalı bir model geliştirebilir miyiz? Üretim yaparken topraklarında
daha az kimyasal ve gübre kullanarak, sırf
daha az kimyasal kalıntısı olduğu için daha
yüksek fiyata satarak, acaba ürünlerimize
daha çok müşteri bulabilir miyiz? Yerli
tohum merkezi olabilir miyiz? Tüm bunları
düşünürken bir yandan da şunu eklemek
lazım, ben Belediye Başkanı olmadan önce
"Acaba bu ilçenin geleceğinde hem Türkiye
ölçeğinde, hem dünya ölçeğinde nasıl bir yol
haritası çizilebilir?" diye de düşünüyordum.
Örneğin Brezilya'nın Porto Alegre kentinde
katılımcı bir model uygulanıyor, belediye
bütçesini halk yapıyordu. 2005 yıllarında
İtalya'ya çok sık gidip geldim, o gidişlerde
pek çok kentte salyangoz logolarını gördüm,
ne anlama geldiğini sorduğumda bunun
bir yerel kalkınma modelini ifade ettiğini
söylediler. Sizin de literatür taraması yaparken tespit ettiğiniz gibi slowfood'dan yola
çıkarak cittaslow modelini ortaya çıkartıyorlar. Türkiye'de de var bir takım örnekler.
Eskişehir'de Yılmaz Büyükerşen'in çalışmaları, 12 Eylül öncesinde Fatsa'da yapılan bir
takım çalışmalar da var.
Peki siz ilk ne zaman ve nasıl farkına
vardınız Cittaslow kentine uygun bir
ilçe olduğunuzu?
Cittaslow seçim öncesi söylediğimiz meselelerden biriydi. Dünyada pek çok model var,
bu modellerden birini ilçemiz için seçelim,
keşke milli bir yol haritamız olsaydı da,
biz onun arkasından gidebilsek… Neden
yabancı ülkelerin kendileri için uyguladıkları
politikaları kendimize bir yol haritası olarak
alalım? Keşke bizde ülkenin her yerinde
yaşamın kolay olduğu kentlerimizi inşa edip,
cittaslow hareketine uygun bir manifestoyu
biz oluşturabilseydik… Çünkü bu bir küreselleşmeye de karşı bir hareket, tüm dünyada
25 ülkenin içinde bulunduğu bir organizasyon. Biz de, ilçemizin özelliklerinin Cittaslow
kriterlerine uygun olduğunu gözlemledik.
Tarım dışında turizme uygun geliştireceğimiz modelin, Cittaslow ile örtüştüğünü farkettik. Kendi seçim beyannamemizi hazırlarken farkına vardık bunun. Daha sonra
ilk Cittaslow şehrimiz Seferihisar'a, Beld.
Başkanı M.Tunç Soyer'e ulaştık ve onun
önderliğinde sıraya girdik, Haziran 2011'de
de cittaslow olduk. Biliyorsunuz ilk şehrimiz
Seferihisar, ikinci olarak da 4 ilçemiz Cittaslow oldu. (Aydın Yenipazar, Sakarya Taraklı,
Çanakkale Gökçeada, Muğla Akyaka olmak
üzere) Ama biz, Cittaslow olmasaydık da
yine aynı çalışmaları yapacaktık. Örneğin
yaya alanlarını arttıracaktık, kültür varlıklarımıza sahip çıkacaktık; nitekim Belediye
Yönetimine geldiğimizde hem kaymakamlık
arşivinde hem bizim arşivlerimizde ilçemizin
hafızasının olmadığını farkettik. Hafızasız
bir ilçeydik biz, büyük maddi zorluklarımıza
rağmen ilk yıldan beri hep çok tutumlu gittik,
mali tablolarımızı düzelttik, ama öyle konular vardı ki çok cömerttik; çalışanlarımızın
ücretlerini hep alınlarının teri kurumadan
vermeye gayret ettik, ilçemizin tarihi ve
kültürü ile kitap basımlarımızda da yine çok
cömert davrandık. Kültür varlıklarını koruma
adına ne varsa yaptık. Tek tek yaşlılarımıza
gittik ve dedik ki, hatıralarınızı bize emanet
edin. Onları görüntülü kayda almaya başladık, çünkü birer birer ölüyorlardı, hatıralar
da onlarla birlikte yok oluyorlardı. Yenipazar
olarak yerli tohumlarına sahip çıkan en
başta kadınlarımızın anne ve babalarından
biriktirdikleri çıkınlardaki -bu arada hangi
Mayıs - Haziran 2013 127
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ • Cittaslow
Aydın-Yenipazar, Yörük Ali Efe Meydanı
Osmanlı döneminden kalma mahalle fırınları
Farklılık yarattığımız çok açık ama farkındalık yarattığımız çok açık
değil, dedim ya daha yeni yani. Yeni olmasıyla da açıklanamaz aslında,
çünkü kişiler yeni bir hareketin farkına, kendilerine faydası olduklarında varıyorlar.
köyümüze gidersek gidelim hep kadınlarımızın tohumlara sahip çıktığını gördük, Allah
kadınlarımızdan razı olsun- tohumlarını alıp
bir fidanlık oluşturduk. Tohumlarımızı ektik,
fide çıkardık, şimdi fidelerimizi bedelsiz dağıtıyoruz… 3 ayda yaklaşık 150 bin fide ürettik,
çok iddialı değiliz ama insanlarımıza "Hiç
olmassa kendi mutfağınızda tüketeceğiniz
kadarını kendiniz üretin. Fazla üretirseniz de
gelin üretici pazarında satın ama bırakın o
lastik gibi sırf İstanbul'un büyük marketleri
için dayanıklı olsun diye üretilen domateslerden yemeyin. İnce kabuklu, yamru yumru
domateslerden yiyin, onlar daha besleyici…"
dedik. Ama kimseyi de özellikle endüstri
bitkilerinde yerli tohum ekin noktasında
sıkıştırmıyoruz, bedelsiz fide dağıtmaya
devam ediyoruz. Yerel tatları öne çıkartıyoruz. 11 Mayıs'ta yeni bir kültür merkezi
açıp, Osmanlı belgelerinde Yenipazar'la ilgili
tüm belgeleri orada sergileyeceğiz. Tohum
standı açmayı da planlıyoruz bu sergimizde.
Yine şimdi kullanmadığımız ama geçmişte
kullandığımız eşyaları sergiye taşıyoruz.
Peki somut olarak algıları nasıl etkiledi
Cittaslow olmanız? Cittaslow olmasaydınız neler yapacaktınız?
Tüm bu çalışmaları yapmak için illa da cittaslow olmamız gerekmiyor, ama Cittaslow
kenti olmamızın bizi farklılaştırdığını kabul
etmeliyim. Farklı bir kimlik, bir ruh kazandırdı
Cittalow bize. Şimdiye kadar İl Turizm Koordinasyon toplantılarına çağrılmayan Yenipazar Beld. Başkanı ve Kaymakamı artık İl
Turizm Toplantılarına çağrılıyor. Sertifikamız
bir kimlik, bir farkındalık yarattı… Yazılı ve
sözlü basında daha çok yer almaya başladık.
128 Mimar ve Mühendis
Manifestonun içinde yaptıklarımızdan ötürü
de misafirlerimiz artmaya başladı… Yine de
çok ölçülebilir somut verilerden söz etmek
için henüz çok erken.
"Burası Sakin Şehir, ben burada
yaşamak istiyorum" deyip de
göç eden var mı?
Sürekli yaşamak için gelenler henüz yok ama
günübirlik ziyaretçilerimiz arttı diyebilirim.
Halk Cittaslow olmanın
bilincinde mi peki?
Farklılık yarattığımız çok açık ama farkındalık yarattığımız çok açık değil, dedim ya
daha yeni yani. Yeni olmasıyla da açıklanamaz aslında, çünkü kişiler yeni bir hareketin farkına, kendilerine faydası olduklarında
varıyorlar. Çok doğal bir süreç bu, verdiğiniz
mesajın birine mana ifade etmesi için kendisine fayda sağlaması lazım. Kendinize
fayda sağlamayan mesajı siz de almazsınız.
Sigara gibi… Hani uzmanlar derler ya, mesaj
üç şekilde verilirmiş, genel, kavram ve fayda
seviyesinde… Genel seviyesinde "Sigara sağlığa zararlıdır", çok genel bir mesaj. Sigaranın
sağlığa zararlı olduğunu herkes bilir ama
sigarayı bırakmazlar. Kavram seviyesinde
ise, "Akciğer kanserine yakalananların %
90'nının sigara içtiği tespit edilmiştir" gibi,
bir gerçeklik söz konusu. Herkesin kabul
ettiği, tartışmayıp onayladığı bir gerçek ama
yine de içmeye devam ederler. Paketlerinin
üzerinde yazar "Sigara öldürür" diye ama ona
rağmen alır, içer. Ama ne zaman doktora gittiğinde doktor Allah korusun "Akciğer röntgenini sallayıp, burada bir leke var, ya da kronik
bronşit oluyorsunuz, sigarayı bırakmazsanız"
derse o zaman bırakma kararı verir.
Yani pek çok hadisede olduğu gibi burada
da, siz yerel bir kalkınma modelinden bahsediyorsunuz. İnsanlar bunu anlar ama kendilerine olan faydasını hissetmesi lazım. Söz
gelimi, Beld. Başkanı olduktan sonra kadın,
çevre ve kültür kooperatifi kurduk. Kadınlar
hem el işleri üretiyorlar, hem evlerde doğal
gıdalar yapıyorlar. Evler birer atölye burada
ama bunları satacakları bir iktisadi işletme
yoktu. Gıda üretim izni olacak fatura kesecek vs. Şimdi kooperatif kurmak çok önemli
ama insanları bu çatı altında birleştirmek
bile çok zor oldu. Kooperatifimiz festivallerde stand açarken şimdilerde kendi kendini
geçindirebilir, muhasebecisine ücretini ödeyebilir hatta ortaklarına kısa sürede satın
aldığı malzemelerin ücretlerini öder hale
geldi. Yavaş yavaş biliyorum ki o evler atölye
haline gelecek, evlerde kadınlar oturup hep
beraber sohbetler ederek, türküler söyleyerek hem iğne oyası yapacaklar, hem erişte
kesecekler hem tarhana yapacaklar hem
de onları satacaklar. Çünkü bizim insanımız
endüstri işçisi olmaya da çok yatkın değil.
Nitekim burada, yakınımızda birkaç sanayi
yerine gönderdiğimiz kadın işçiler, kısa bir
süre sonra işi bırakıp döndüler. Çünkü onlar,
sabah erkenden karanlıkta gidip gece yarısı
dönüp, tüm gün ayakta bant başında çalışmaya alışık değiller. Siz psikolog olduğunuz
için daha iyi anlarsınız, onları böyle bir çalışmaya önceden hazırlamamız gerekiyordu.
40 kadın iki gün sonra 12 kadına düştü. Hak
da vermiyor değilim onlara. Beklentileri çok
sadeydi onların, kapılarını çaldığımda
"Açlıktan mı öldük Başkanım" dediler. Çünkü
burada avlusu, bahçesi var. Karınlarını doyurabiliyor zaten, hiç çalışmasa bile aç kalmaz,
komşusu da yardım eder. O zaman ne yapacak? Tarım yapar, çilek toplamaya gider,
pamuk toplamaya gider, ikindiye döner, dinlenir, yemeğini hazırlar, akşama kapı önünde
komşularıyla muhabbet eder, kocasını bekler,
böyle bir şey yani… Belki de bizim insanımızın
hak ettiği şey bu kısacık dünyada, bu fani
dünyada… İyice kanaatkar olup yaşamak…
O hani hırs, rekabet, itiş-kakış, rant olmadan
yaşamak çok daha keyifli değil mi?...
Burada biraz gençleri de konuşalım,
gençlerin istihdamı için bir şeyler
"Aynı köyden İstanbul'a çalışmaya gelmiş iki insan, iki komşu
metrobüse binmek için birbirini
dirseklemek zorunda. Çünkü onu
dirseklemezse otobüse binemez,
binemezse işe geç kalır, işten
atılır. İşsiz kalırsa açlıktan ölür.
İstanbul'da yaşayan, arabasıyla
yan sokaktan burnunu sokmazsa trafiğe giremez. Çünkü biri
müsaade etmez, buyur demez.
Herkes o itiş kakışın içerisinde,
herkes hırs peşinde…"
yapıyor musunuz? Çocuklar okula nasıl
gidiyor, okula erişebilir konumdalar
mı? Halkta bu anlamda birlik ve beraberlik içerisinde mi?
Burası eskiden beri öyledir zaten, bu ilçe
göç almadığı için herkes birbirini tanıyor. Burada çok kısa sürede farkedilirsiniz.
Burada o büyükşehirlerde yaşanılan bencillik ve güvensizlik yok, ilişkiler dayanışma
üzerine kurulu. Örneğin bir esnaftan alışveriş yaptıktan sonra esnaf elinizi iter, cüzdanınızı iter "Acelesi mi var, sonra ödersiniz"
der. Bir ürünü satın aldığınız zaman, parasını ödemek istediğinizde ürünü satanın
mahcup olduğu yerler hâlâ var. Önceki haftalarda polis kutlamaları vardı, ilçe emniyet
müdürlüğüne gittik. Emniyet Müdürlüğüne
gittiğimizde en az adli vaka rastlanan ikinci
ilçe olduğumuzu söylediler. Bunu oradaki arkadaşlardan birisi "Yenipazarlılar çok
bilinçli" diye yorumladı. Bir diğeri itiraz etti
"Yenipazarlılar bilinçli değil, aksine çok tedbirsizler. Kapılarını açık bırakıp gidiyorlar"
dedi. Bir tanesi "Yahu Motosikletin anahtarını üzerinde bırakıp gitmişler" dedi. Bunu
tedbirsizliğe bağladı. Ben söz aldım hemen,
"Hak etmediğimiz sözler söylüyorsunuz, biz
tedbirsiz değiliz. Biz, kendimize ait olmayan
bir traktörü, bir motosikleti neden alıp gidelim ki? Kendimizin olmayan eve ne diye
gireceğiz? Benim annem, bahçe kapısını
iple dolardı sadece, düğüm bile atmazdı. O
da "Ben evde değilim" mesajı vermek için…
Bırakın kitlemeyi ipi dolar boş bırakırdı.
Komşular şöyle anlardı "Hee Mübeccel
evde değil. Demek ki komşuya gitti." Sonra
sohbet uzadı, nüfus cüzdanlarının çipli ola-
cağı konuşuldu. Artık nerede olduğunuz
da izlenecekmiş… Bir daha söz alıp "HGS
ile geçiyorsunuz, nereden hangi saatte
geçtiğinizi biliyorlar. Kredi kartı ile alışveriş
yapıyorsunuz, nerede hangi mağazadan ne
aldığınız belli oluyor. Cep telefonunuz cebinizde, hangi baz istasyonunuzdan sinyal
aldığınız ortada. Burada kameralar var, bizi
gözetliyor.İnsanlık birgün bu kameraların,
detektörlerin kablolarını söküp atacak" diye
söylendim. Şaşırıp kaldılar. Son cümlemi
üst üste birkaç kez tekrar ettim. Ne gerek
var bu kameralara, ne gerek var bu kadar
güvenlik sistemlerine…
George Orwell'ın Büyük Birader'i gibi…
Evet aynen söyledim. Büyük Birader sizi
gözetliyor dedim.
Peki ürettiğiniz değerleri sizden alan
ilçeler var mı? İlçeler arası bilgi alışverişi… Diğer yavaş şehirlerle olan ilişkileriniz nasıl? Bu şehirlerle diyalog
halinde misiniz, yaptıklarınızı anlatıyor
musunuz?
Ben paylaşmaktan zevk duyuyorum.
Aydın'daki CHP belediye başkanları olarak
sık sık bir araya geliyoruz. Deneyimlerimizi,
tecrübelerimizi…
Onlar da sizden örnek alıyorlar mı? Biz
de filanca kahramanımızı ön plana alalım, yerel ekonomik modeli uygulayalım
vs. diyenler oluyor mu? Artması gerektiğini düşünüyor musunuz Cittaslow
şehirlerin?
Elbette, tabi… Çevremizdeki belediyelerle paylaşıyoruz yani. Etkilemeye çalışıyoruz. Türkiye'de bir şeyin nasıl yapıldığı çok
önemli değil. Bir şeyin nasıl reklam edildiği
önemli, maalesef… Bir elin verdiğini öteki el
bilmeyecek derler hani, onun gibi bir şey…
Düğünlerde eskiden bir torba dolaştırılırmış,
herkes elinden çıkardığını siyah torbaya
koyarmış. Kimin ne verdiği bilinmezmiş.
Şimdi öyle değil, şimdi toplumun geldiği
noktaya bakın. Kadınlar sadece yazmıyor
kimin ne verdiğini, kamera ile gözetliyor
hatta herkesin içinde mikrofonla spikere
söylettire söylettire, -Damadın eniştesinden
100 $" gibi- merasim yaptırıyorlar. Bizim
reklama ihtiyacımız yok, yaptıklarımızın
çetelesinin tutulmasını istemeyiz. Büyük
hayallerim yok, ilçem dışındaki insanların
beni bilmelerine gerek yok, çünkü buradayım, burada yaşayacağım. Küçük yerde
yaşayanlar daha az kirleniyorlar. İstanbul'da
yaşayan iki komşu, metrobüse binmek için
birbirini dirseklemek zorunda. Çünkü onu
dirseklemezse otobüse binemez, binemezse işe geç kalır, işten atılır. İşsiz kalırsa
açlıktan ölür. İstanbul'da yaşayan, arabasıyla yan sokaktan burnunu sokmazsa trafiğe
giremez. Çünkü biri müsaade etmez, buyur
demez. Herkes o itiş kakışın içerisinde,
herkes hırs peşinde… Öyle olunca sorun
var. O yüzden büyükşehirlerde yaşayanlar
daha çabuk kirleniyorlar, biz de kirleniyoruz
tabi ama daha az kirleniyoruz. Bizim örnek
aldığımız kuşak vericiydi, biz onlara baktık.
Şimdi veriyorlar ama verirken de almayı
düşünerek veriyorlar, ne yazık!
Peki çok teşekkür ederiz bu değerli
bilgiler için.
Ben teşekkür eder, iyi çalışmalar dilerim.
Zahmet edip İstanbul'dan geldiniz, ne iyi
ettiniz.
Mayıs - Haziran 2013 129
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Selami Keskin
İnşaat Mühendisi
6306 SAYILI YASANIN FIRSATA
DÖNÜŞTÜRÜLMESİ
B
Yasanın çıkması için mücadele veren
ve bir anlamda bu işi dert edinen Sn.
Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın
yoğunluklu yapılaşmaya karşı çıkan “3
emsalden fazla vermeyin” diyerek yaptığı
konuşmayı tüm Türkiye’deki idarecilerin ve
imar yapıcıların tekraren okuması lazım. İyi
niyetle çıkılan yolda 6306 sayılı yasayı insan
merkezli şehirlere dönüş olarak hayal ediyor,
ve ümitlerimizi sıcak tutuyoruz.
ilinen bir yanlışı düzelterek başlayalım. Kentsel dönüşüm Kanunu
diye bilinen kanunun gerçek adı AFET RİSKİ ALTINDAKİ ALANLARIN DÖNÜŞTÜRÜLMESİ hakkında kanundur.
6306 sayılı yasa kapsamında oluşturulan toplumsal algının
Türkiye’nin gerçek dönüşümüne destek olabilmesi için gerek
yasal olarak gerekse teknik olarak mevzuatın iyi değerlendirilmesi ve bu mevzuata göre uygulama yapılması gerekmektedir.
Yasaların verdiği her yetkiyi kullanmak zorunda olmadığımızı
hatırlatarak 6306 sayılı yasayı nasıl okumamız gerektiğine birkaç pencereden ayrı ayrı bakmak istiyoruz.
vatandaşların can ve mal güvenliğini korumak ve tedbirini almış
olmak adına yola çıkmış, bunu yasalaştırmış ve mali destekleriyle uygulamaya çalışmaktadır. Konu eğer vatandaşa iyi görünmek
olsaydı, hükümet bu yasayla evlerinden zorla çıkmak zorunda
kalacak kimselerin siyasi riskini almaz, Sn. Başbakan Erdoğan’da
“ siyasi hayatıma mal olacağını bilsem bu yasayı çıkaracağım”
diyerek kararlılığını ortaya koymazdı.
Yasanın amacı Başbakanın sözlerinde gizlidir. Bu amacın üzerine
amaç belirleyen, yasayı afete hazırlık ve yenilenme amacının
dışında yorumlayan kişiler ve kurumlar milletimizin KADER çizgisindeki TEDBİR basamağına taş koymaktadırlar.
YASANIN AMACI NEDİR?
Yasa ; deprem başta olmak üzere afetlerle gündemi meşgul olan
ve bu afetlerin öncesinde anında ve sonrasında risk yönetimini
uygulamaya çalışan bir anlayışın, bu husustaki hassasiyetini
ortaya koyarak başarılı olması için siyasi riski bile göze alacak
derecede yasalaşması ve uygulanması için mücadele vermesi
neticesinde yasalaşmış ve uygulanmaya başlamış bir AFET
HAZIRLIK PROJESİ olarak görebiliriz.
Afet denildiğinde aklımıza deprem geldiği için projenin çerçevesinin deprem olarak çizilmesinin yanlış olmadığını, fakat eksik
olduğunu belirtelim. Afet denilince deprem de, heyelan da ,su
baskınları da aynı kategoriye girmektedir. Bu anlamda yasayı
geniş çerçeveden okumak gerekir. Bu amaç doğrultusunda
gerek binalar gerek sanat yapıları gerekse ulaşım projeleri başta
olmak üzere ülke genelinde topyekûn bir iyileştirme ve afete
hazırlık projesi hayata geçirilmiş olmaktadır.
Devlet denilen idare sisteminin icrası pozisyonundaki kurum ,
asıl sorumluluğunu taşıdığı vatandaşının can ve mal güvenliğini
koruyabilmek adına, bu hususta biraz teşvik edici, biraz da zorlayıcı bir yasayla projeyi hayata geçirmeye çalışmaktadır.
Kısacası hükümet idaresindeki devletin sorumluluğunda olan
130 Mimar ve Mühendis
Riskli Yapı Nedir Riskli Alan Nedir ?
Riskli alan tanımı kamu kurumlarının kararıyla belirlenen ve
başka bir tespite gerek kalmaksızın yasanın avantajlarından
yararlanmasına imkan sağlayan bölgeler için kullanılmaktadır.
Riskli alanın içinde kalan yapılar aynı zamanda riskli yapı olacağı
için yasa uygulamaya konulduğunda bir yapı için yasal şartlar
neyi gerektiriyorsa aynı şartlar alanlar için de geçerli olacaktır.
2/3 karar şartı burası içinde geçerli olup kalan 1/3 lük kısmı
kamulaştırmak suretiyle projenin önü açılmaktadır.
Bir alan dışında sadece bir yapı için bile 6306 sayılı yasa işletilebilir ve riskli yapı tespiti yapıldıktan sonra binaya ait rapora
istinaden yasaya uygun şekilde dönüştürülmesi mümkün olmaktadır . Yasa burada bina maliklerinin payları oranında 2/3 karar
şartını aramakla beraber, binanın riskli olup olmadığını tespit
etme yetkisi verilen resmi kamu kurumlarınca da hiçbir talep
olmaksızın bu tespit yapılabilmektedir. Fakat özellikle belediyeler
bu hususta vatandaşla karşı karşıya gelmemek için bu tespitleri
yapmamaktadır. Riskli bina tespiti vatandaşın isteği üzerine
Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nca yetkilendirilmiş kuruluşlarca
yapılmaktadır.
Afet denildiğinde aklımıza deprem geldiği için projenin çerçevesinin deprem
olarak çizilmesinin yanlış olmadığını,
fakat eksik olduğunu belirtelim. Afet
denilince deprem de, heyelan da ,su
baskınları da aynı kategoriye girmektedir. Bu anlamda yasayı geniş çerçeveden okumak gerekir.
BİNALAR RİSKLİ DEYİP YIKILMALI MI?
Bakanlıkça yetkilendirilmiş kuruluşların binaları riskli yapı sınıfına sokması için gerekli incelemeleri tamamlamış olması gerekmektedir. Bu
incelemeler sonunda binalar için risk dilimi belirlenip yıkılması gereken
binalarla tadilat ve güçlendirmeyle ayakta durabilecek binaların ayırt
edilmesi gerekir. Aksi halde 2007 yılından önceki binaların bir çoğu,
1998 den önceki binaların ise tamamı yönetmelik gereği yıkılması
gereken bina olarak tanımlanacaktır. Buradaki asıl hedef afet riskinin
bertaraf edilmesi olduğuna göre yıkılıp yeniden yapılmasının, tabir
yerinde ise dayatılmasının bir anlamı yoktur. Gerek hukuki gerekse
teknik olarak kentsel dönüşüm adı altında yıkılıp yeniden yapılamayan
yapılar için ise bir sonraki çözüm sunulmalıdır. Bugün itibari ile yasa
sadece yıkılıp yapılmasını hatta bir an önce yıkılmasını özendirir düzende hazırlanmıştır.
Aynı İmar Hakkıyla Kentsel
Dönüşüm Yapılabilir mi?
İstanbul başta olmak üzere büyük şehirlerimizde çarpık yapılaşma ve
imarsız şehirleşmenin neticesi olarak ortaya çıkan, şehir müsveddesi
mahallerinin dönüştürülmesinde afet riski nasıl önemli bir etken ise
aynı şekilde o mahalledeki sosyal hayat ve yaşana bilirlik de aynı
derecede öneme sahiptir.
“Kentsel dönüşüm”e dahil olmak isteyip mevcut binasındaki inşaat
alanını yeni projede kullanamayacağını gören malikler, bu niyetlerinden
vazgeçerek veya parsel-ada-bölge bazlı imar yükseltme taleplerinde
bulunuyorlar. Bu tehlike afette göreceğimiz zarara eşit ve hatta bazı
kalemlerde daha fazladır. Bir şehirde alt yapı, donatı alanları ve ulaşım aksı planlamasının içerisinde olmayan her türlü yoğunluk artışı o
şehir veya bölge için 5 yıllık periyotlarda yavaş yavaş yaşanamaz hale
gelmesi demektir ki, bu sebeple bugün imar yoğunluklarına müdahale
ettirmemek için kurumlar mücadele veriyorlar.
Kentsel dönüşümde müteahhit eliyle yaptıracağınız yapınız için müteahhit kârını hesap ederek ilave imar isteyeler için, ilerde aracını koyabileceği yeri olmayan, alt yapısı çökmüş, 10 çocuğun bir salıncak için
sıra beklediği hatta parkı bile olmayan alanlar, okul için servisle gidilen
mahalle aşırı yollar, güneşi binaların arasında görebildiği zamanlar,
yeşile dokunulamayan evler, ağacı çocuğunun tanımaması, mahalle
kültüründen uzak uydu kent mantığıyla sosyal ilişkileri sıfır olan apartmanlar velhasıl büyük ama huzursuz yapılar kaçınılmaz olacaktır.
Kentsel dönüşüm, başladığı yere dönen bir bumerang gibi görevi
tamamlanıp yerini yaşanabilir huzurlu şehirlerin imar planlarına bırakmalıdır.
Türkiye’de afetlerden daha fazla yıkımı imar afları vermiştir. İmar affı
beklentisi ile yapılaşmış fakat yıllar sonra “ izin vermeseydiniz “ diye
devlete kafa tutanlarla , 6306 sayılı yasayla imar artışı bekleyenlerin
arasında hiçbir fark yoktur. Günü kurtarmak adına yapılacak imar
artışları ;kentsel dönüşümü tamamlanmış ama yaşanabilirliği ortadan
kaldırılmış, parayla değerlendirilen beton-çelik-tuğla yığınlarından
başka elimizde bir şey bırakmayacaktır.
6306 sayılı yasanın fırsata dönüşmesi için deprem riskinin bertaraf
edileceği binalara dönüştürme yapılırken ; sosyal hayat, insani ilişkiler, mahalle kavramı ve yaşanabilirlik ön planda olan projelerle yola
çıkılmalıdır.
Kentsel dönüşüm afete hazırlık için çıkarılmış ama bu vesileyle
özlenen şehirlere dönülmesi için bir fırsat yasası olarak değerlendirilmesini, evini yıkıp yenileyeceklerin m2 ve daire hesabı yapmadan
DEĞERLEME kriterine göre hareket ettiği ( eski daire fiyatı -yeni daire
fiyatı) dönüşüm sonunda beklenenlerin fazlasıyla alındığı, afete karşı
dayanıklı ama bir o kadarda eskisinden daha huzurlu mahalleler inşa
edilmezse; riskinden kaçılarak yasa çıkarılan afetten daha tehlikeli;
riskinden artık kaçılamayacak yükselişi önlenemeyen büyümesine
engel olunamayan ur misali şehirlerin içinde büyüyen kitlelerle geleceğimizi ve şehirlerimizi kaybedebiliriz.
Yasanın çıkması için mücadele veren ve bir anlamda bu işi dert edinen
Sn. Başbakanımız Recep Tayyip Erdoğan’ın yoğunluklu yapılaşmaya
karşı çıkan “3 emsalden fazla vermeyin” diyerek yaptığı konuşmayı
tüm Türkiye’deki idarecilerin ve imar yapıcıların tekraren okuması
lazım. İyi niyetle çıkılan yolda 6306 sayılı yasayı insan merkezli şehirlere dönüş olarak hayal ediyor, ve ümitlerimizi sıcak tutuyoruz.
Bu yasayla Marmara Depremi gibi bir çok afette kaybettiğimiz
canları başka depremlerde kaybetmemek için ,teknik anlamda alınması gereken tedbirlerin yanında bu işin sosyal ve manevi tarafının
da olduğunun, hatta bu yasanın mütemmim cüzü olarak bu başlıkların
değerlendirilmesinin zaruri olduğunun hatırdan çıkarılmaması gerek
Yasayı destekleyici ve açıklayıcı yeni yönetmelik ve düzenlemelerin
ışığında bir sonraki sayıda konunun mevzuat ve teknik yönünü vurgulayacağız.
Bir şehrin tapusu kimliğiyle örtüşen yapılarıdır.
Mayıs - Haziran 2013 131
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Prof. Dr. Semih S. Tezcan
Boğaziçi Üniversitesi, İnşaat Mühendisliği Bölümü
KENTSEL DÖNÜŞÜMDE YAŞANAN
DARBOĞAZLAR
ABD Kaliforniya’da yıkılması gereken binalara
en az 2 (iki) yıl süre verilir. Bu süre zarfında, mal
sahibinin binasını ya usulünce güçlendirmesi
veya yıkıp yeniden inşa etmesi istenir. Kanun
yapıcı güçlendirme olgusunu görmediği
veya bilmediği için 60 gün içinde ille binayı
yıkmak telâşesi içine girmektedir. Kat malikleri
hastası ile yaşlısı ile bu anormal süratli yıkım
temposuna ayak uyduramazlar. Bir sürü
haksızlıklar, sokağa atılmalar, yersiz yurtsuz
kalmalar toplumda büyük sancılara, kişilerle
yetkili organların çatışmasına yol açabilir.
1. Giriş
Başbakan Recep Tayyip Erdoğan 23.10.2011 tarihli Van
Depreminde enkaz altında kalan vatandaşlarımızı görünce, âdeta yüreği parçalandı ve bugüne kadar hiçbir
Başbakan’ın düşünemediği şu muhteşem siyasî iradeyi
ilân etti: “Bundan sonra ülkemizde deprem olunca, hiç
kimse bina enkazı altında kalmayacak! Çünkü ‘göçecek’
nitelikli bütün riskli binalar ilk fırsatta yıkılıp yenileri inşa
edilecek!”. Tamamen can güvenliğini sağlamayı amaçlayan ve yıllardır savunduğumuz ‘Depremde sıfır can
kaybı!’ parolasını [1~5], Başbakanımız çok veciz bir şekilde dile getirdi ve Hükümetin icraat programı içine aldı.
Başbakan’ın ortaya koyduğu bu çok kesin siyasî ve insanî
irade için, Nobel Ödülü verilse yeridir. Bu çok isabetli
teşhisin arkasından gelen 16.5.2012 tarih ve 6306 sayılı
“Kentsel Dönüşüm Kanunu” ile 4.8.2012 tarihli “Uygulama
Yönetmeliği” maalesef sorunlar ve çıkmaz sokaklar ile
doludur [6].
yazılıdır. Bu çok büyük bir hata ve affedilemez bir gaflet
olmuştur. Çünkü bu yöntem, basit bir bina için bile, çok zaman
alıcı çok masraflı ve gereksiz yere uzun, ağdalı, karmaşık ve
tutarsız bir yöntemdir. Hangi danışman bu yanlışlığı yapmış
ise, Bakanlığımızı çok büyük bir çıkmazın içine itmiştir.
Atalarımız boşuna : “Kılavuzu karga olanın başı dertten
kurtulmaz ” dememiştir, çünkü betonarme binaların ‘göçme
riskleri’ sadece “Hızlı Puanlama” yöntemleri ile tayin edilmelidir. Bütün dünyada bu böyle yapılır. Nitekim Boğaziçi ile İTÜ
İnşaat Fakültesinde geliştirilen P25-Metodu, yaklaşık bir saat
içinde, betonarme bir binanın, depremde göçüp göçmeyeceğini, riskli olup olmadığını yüzde 96 gibi yüksek bir bilimsel
kesinlikle tayin edebilmektedir [7,8,9]. Eğer, hızlı puanlama
yöntemlerinde bir çelişki veya itiraz ile karşılaşılırsa, ancak
o zaman üç boyutlu bir bilgisayar analizine başvurulabilir.
Yoksa daha işin başında, tarama amaçlı bir çalışmada, bu
7’nci bölümü kullanmak mecburiyetini getirmek, iş bilmezlikten ve işleri çıkmaza sokmaktan başka bir şey değildir.
2. ‘Göçecek’= Riskli Yapıların tesbiti
Yönetmelik Madde 6’da, göçecek-riskli yapıların tespitinin
Deprem Yönetmeliğimizin 7’nci bölümüne göre yapılacağı
3. Kanun koyucu ‘Güçlendirme’ nedir bilmiyor!
Kanun, göçecek nitelikli - riskli binaların sadece yıkılmasını öngörüyor, Güçlendirme nedir, ya bilmiyor veya
132 Mimar ve Mühendis
Boğaziçi ile İTÜ İnşaat Fakültesinde geliştirilen P25-Metodu,
yaklaşık bir saat içinde, betonarme bir binanın, depremde
göçüp göçmeyeceğini, riskli olup
olmadığını yüzde 96 gibi yüksek
bir bilimsel kesinlikle tayin edebilmektedir
bilmek istemiyor. Her zayıf bina, usulünce güçlendirilebilir ve
sapa sağlam bir hale getirilebilir. Ülkemiz ve dünya literatürü
güçlendirilen bina örnekleri ile doludur. İşte size güzel bir örnek!
1967 Adapazarı depreminde orta hasar gören Hükümet Konağı,
depremden hemen sonra, Yapı Merkezi İnşaat ve Sanayi A.Ş.
tarafından, her iki yönde betonarme perdeler ilâve edilerek
güçlendirilmiş [10] ve 18.8.1999 Marmara depreminde, en ufak
bir çatlak dahi olmaksızın, Bakanlığın ‘kriz merkezi’ olarak kullanılmıştır. Güçlendirmenin başarısına bundan daha iyi bir örnek
verilebilir mi? Kaldı ki, Japonya’da kuzey Fukushima eyaletinde
1969 yılında inşa edilen K-İlkokul Binaları, çelik çaprazlar ile
güçlendirilmiş ve 11.4.2011 Fukushima Hamadöri depreminde
(M=7.1) bu okullarda bir çatlak dahi oluşmamıştır. Dolayısı ile
göçme nitelikli - riskli binayı her şeyden önce güçlendirmek
üzere ele almalıyız. Eğer, güçlendirme maliyeti, yeniden inşa
etme maliyetinin yüzde 35’inden daha az ise, bina kesinlikle
yıkılmamalı, usulüne uygun bir yöntem ile muhakkak güçlendirilmelidir. Böylece, hem zaman kazanırız, hem de millî varlığı,
gereksiz ve fuzulî yere heba etmemiş oluruz. Kentsel Dönüşüm
Kanunu’nun en büyük eksiği ve kusuru, güçlendirme olgusuna
yer vermeyişidir. Kanun koyucu, Yüce Meclisimiz ilk fırsatta bu
eksikliği ve yanlışı gidermelidir.
4. ‘İskândan arındırma’ ve
‘Yıkma’ süreleri yetersiz!
Binanın göçme nitelikli olduğu kesinleştikten sonra, binanın
boşaltılması ve yıkılması için maliklere 60 gün süre verilir.
Bu süre sonunda, elektrik, su ve doğalgaz bağlantıları kesilir
(Madde 4.3). Kat malikleri kendileri yıktırmamışsa, idare gelip
binayı yıkar (Madde 5.3).
Kat malikleri 60 gün içinde, meskenini ve/veya işyerini nasıl
güçlendirsin veya nasıl değiştirebilsin ki? ABD Kaliforniya’da
yıkılması gereken binalara en az 2 (iki) yıl süre verilir. Bu süre
zarfında, mal sahibinin binasını ya usulünce güçlendirmesi veya
yıkıp yeniden inşa etmesi istenir. Kanun yapıcı güçlendirme
olgusunu görmediği veya bilmediği için 60 gün içinde ille binayı
yıkmak telâşesi içine girmektedir. Kat malikleri hastası ile yaşlısı
ile bu anormal süratli yıkım temposuna ayak uyduramazlar. Bir
sürü haksızlıklar, sokağa atılmalar, yersiz yurtsuz kalmalar toplumda büyük sancılara, kişilerle yetkili organların çatışmasına
yol açabilir.
5. ‘Yıkma’ işlevini durdurmak hukuken imkânsız!
Kat maliklerinin kesinleşmiş yıkma kararına karşı İdare Mahkemelerinde dava açmak hakkı vardır. Ancak, durum komedi
trajiktir. Çünkü İdare Mahkemesi ‘Yürütmeyi Durdurma kararı
alamaz!’ Bu, deli saçması bir durum değilse nedir? Dava yıkımı
durdurmak için açılıyor! Ne var ki, Hakim davacıyı haklı bile
bulsa, yıkımı önleyemiyor! Yıkımı önlemek için açılan bir davada,
haklı dahi olsanız, yıkımı önleyemiyorsunuz.
Hukuk esaslarına, hukuk mantığına, bu kadar çapraz karşıt ve
ters düşen, âdeta ‘Gestapo’ mantıklı bir kanun Türkiye Cumhuriyeti Vatandaşlarına reva görülebilir mi? Kanun koyucu Yüce Meclisimiz bu ‘Yürütmenin durdurulmasına karar verilemez!’ cümlesini
Mayıs - Haziran 2013 133
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Maalesef yetkililer birbirinden çok farklı bu
iki kentsel dönüşümü birbirine karıştırarak,
birine ait sıkıntıları, rakamları ve çözüm
önerilerini diğerine ait olanlarla karıştırıp
tutarsız rakamlar, sebep ve netice ilişkileri
ileri sürüyorlar
Madde 6,9’dan çıkarıp atmalıdır, yoksa Türkiye’de anayasal hak ve
hürriyetlerin, hukukî teminatların varlığından söz edilemez.
6.‘Riskli Bina’ sayısı ve uygulama süreleri
Geçmiş depremlerdeki istatistiklere bakarak, göçecek nitelikli
- riskli bina oranı için bina stokunun en fazla yüzde dördü alınabilir [11]. Bu kabule göre, göçecek nitelikli bina sayısı İstanbul’da
36 400, Türkiye’de 252 000 olarak hesaplanır. Basında çıkan
‘6,5 milyon bina risklidir’ şeklinde Bakanlık yetkililerince verilen
beyanatlar yanlıştır.
Beton kalitesini karot alarak tayin etmek, binayı zayıflatıyor.
Karot yerine, beton kalitesi hiç tahribatsız ‘ultrason’ cihazı ile
tayin edilmelidir. Donatı tayini için, betonu murç ve keski ile delmek de, binayı tahrip eder. Betonu kırmak yerine, özel röntgen
cihazları kullanılmalıdır. Kat malikleri, betonlarının kırılmasına
izin vermedikleri için, sistem kilitlenmektedir.
7. Kavram Kargaşası
İki çeşit ‘Kentsel Dönüşüm’ vardır. a) Biri gecekondu yörelerindeki çarpık kentleşmenin, çağdaş, modern, sağlıklı şehirleşmeye dönüştürülmesidir ve yaklaşık on yıldır uygulanmaktadır.
Gecekondu yöreleri tamamen yıkılmakta ve sakinleri TOKİ’nin
inşa ettiği modern toplu konutlara yerleştirilmektedir. b) Diğeri,
depremde göçecek olan ve dolayısı ile can güvenliğini tehdit
eden bu ‘riskli’ binaların tarama yolu ile bulunup çıkarılması,
güçlendirilmek veya yıkılıp yeniden inşa edilmek sureti ile sıfır
can kaybı hedefinin yakalanmasıdır. Maalesef yetkililer birbirinden çok farklı bu iki kentsel dönüşümü birbirine karıştırarak,
birine ait sıkıntıları, rakamları ve çözüm önerilerini diğerine ait
olanlarla karıştırıp tutarsız rakamlar, sebep ve netice ilişkileri
ileri sürüyorlar. Meselâ, ‘ülkede 6,5 milyon riskli bina var !” diyor
Sayın Bakanımız. Halbuki yanlış! Depremde göçecek nitelikli
‘riskli bina’ sayısı sadece 252 bindir.
KAYNAKlar
[1] Tezcan, S.S., (2004), “Depremde Sıfır Can Kaybı Projesi ”, TEMPO Dergisi, Sayı:
Konferansı, [email protected]/www.imoistanbul.org.tr,16-20 Ekim 2007, Maslak,
22/859, s. 50-52, İstanbul, Mayıs-Haziran 2004.
İstanbul .
[2] Tezcan, S.S., (2004), “ İstanbul Depreminde Sıfır Can Kaybı İçin 1 Milyar Dolar Yeter”,
[8] Bal, İ.E., Tezcan, S., ve Gülay, G., (2008), “Binaların Göçme Riskini Hızla Belirleme
Sabah Gazetesi, 13 Haziran 2004, İstanbul. Ayrıca, “Hedef Sıfır Can Kaybı”, İdealist
Yöntemi-P25 ”, Şantiye İnşaat Makina ve Mimarlık Dergisi, Kısım I: Yıl: 19, Aralık
Gazetesi (Haftalık Siyasi-Aktüel Magazin Gazetesi), Yıl: 2, Sayı:79, İstanbul, Haziran
2007, Sayı: 234, s112-116, Kısım II: Yıl: 19, Ocak 2008, Sayı: 235, s.118-121, İstanbul,
2004.
[email protected] , www.santiye.com.tr, Tel: +90. 212. 570 39 46.
[3] Tezcan, S.S., Bal, İ.E., (2004), “Sıfır Can Kaybı Projesi, İstanbul’un Kurtuluş Reçetesi
[9] Bal, I.E., Gulay, F. G., ve Tezcan, S. S., (2012), “Betonarme Binaların Depremde Göçme
Olacak”, a) Dünya İnşaat Dergisi, Sayı: 2004-08, Sayfa: 21-22, Ağustos 2004, İstanbul.
Risklerini Tayine Yarayan P-25 Metodu ve diğer Hızlı Planlama Yöntemleri, Mukayeseli
[4] Tezcan, S.S., (2004), “Sıfır Can Kaybı Projesi Uygulanmalı ”,Dünya İnşaat Dergisi, Yıl:
değerlendirme Raporu”, ISBN No : 978 – 975 - 93005–5 – 5, Cilt I ve Cilt II, Yüksek
21, Sayı: 2004-10, s.35-38, Ekim 2004, İstanbul.
Öğrenim ve Eğitim Araştırma Vakfı Yayınları / 90 212. 352 65 59 / [email protected]
[5] Tezcan, S.S., (2007), “İstanbul’da Deprem Taraması bir Fiyasko! 9.5 Trilyon Havaya
/ www.egitim-arvakfi.org.
uçtu” Derya Sazak ile röportaj, Milliyet Gazetesi, 19 Şubat 2007, p.13, <www.milliyet.
[10] Arıoğlu, E., Anadol, K., ve Arıoğlu, Ü., (1972), “1967 Akyazı Depreminde Orta Hasar
com.tr> / “9.5 milyon TL’lik Denetim Skandalı” 23.02.2007 Milliyet, “Zeytinburnu Faciası”
gören Sakarya Valilik Binası, Onarım ve Takviye Projesi,” TUBITAK Türkiye Deprem
Derya Sazak, <[email protected]>.
Mühendisliği Sempozyumu, Doğuş Matbaacılık ve Tic. Ltd. Şti., ODTÜ, 2-5 Şubat 1972,
[6] Tezcan, S. S., (2012), “’Riskli’ Binalar ile ilgili Kanun Tasarısının Sakıncaları ”, Şan-
Ankara, s:83.
tiye İnşaat Makina ve Mimarlık Dergisi, Mayıs 2012, Sayı :287 , s: 154-159, İstanbul,
[11] Tezcan, S.S., (2009), “İstanbul Şiddetli bir Depreme Hazır Değil ”, İnşaat Dünyası
<wwwsantiye.com.tr>
Dergisi, Türkiye’nin Uluslararası Yatırım, Proje ve Müteahhitlik Dergisi, Mayıs
[7] Bal, İ.E.,Tezcan, S.S., and Gülay, G.,(2007), “Betonarme Binalarda Göçme Riskinin
/ 2009, İstanbul Sayı : 313, s : 224 – 225, Bileşim Yayıncılık AŞ, <[email protected].
Belirlenmesi için P25 Hızlı Değerlendirme Yöntemi”, 6’ıncı Ulusal Deprem Mühendisliği
tr>,<www.bilesim.com.tr>
134 Mimar ve Mühendis
05
Mayıs - Haziran 2013 135
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
İhsan AKTAŞ
Araştırmacı Yazar
BİR ŞEHİR KENDİSİNİ
YENİDEN VAR EDEBİLİR Mİ?
2
Paris’te bugün yapılan kentsel dönüşüm
uygulamaları ada bazlı uygulamalardır
ve Barselona uygulamaları kadar başka
şehirlere ilham vermez. Diğer şehirlere
göre Paris’in daha planlı, daha disiplinli
ve kendine özgü bir yapısı vardır. Oysa
Barselona birçok Roma kenti gibi bir
yönüyle İstanbul’a bir yönüyle Bursa’ya
bir yönüyle de İtalyan şehirlerine
benzemektedir. Dolayısıyla kentsel
dönüşüm uygulamalarında Barselona’yı
örneklemek daha kolay bir yöntemdir.
011 yılında HABITAT bağlamında kent üzerine faaliyet
yürüten “Sürdürülebilir Kentler Konsorsiyumu” ve GENAR
olarak birlikte organize ettiğimiz “Konya: Kent Kültür Gelecek”
başlıklı programı BM binasında yapmıştık. Programı baştan
sona takip eden bir izleyici dikkatimi çekmişti. Konuşulan her
şeyi not alıyordu. Kendisi Barselona Belediyesi adına Birleşmiş Milletler’deki gelişmeleri takip etmek için gönderilmiş,
yerel yönetimlerle ilgili bütün çalışmaları düzenli bir şekilde
Barselona’ya aktarıyordu. Dünyanın dört bir yanından yerel
yöneticiler “kentsel tasarım” ve “kentsel dönüşüm” uygulamalarını görmek için Barselona’ya geldiğinden bahsetti.
Kentsel planlama, kentsel dönüşüm ve kentsel tasarım ile ilgili bir Paris brifingi almıştık. Paris’in yeniden inşası 1850’li ve
60’lı yıllara dayanır ve ağırlıklı olarak eski Paris’in planlaması
ve inşası bu dönemde yapılıp bitmiştir. Paris’te bugün yapılan
kentsel dönüşüm uygulamaları ada bazlı uygulamalardır ve
Barselona uygulamaları kadar başka şehirlere ilham vermez.
Diğer şehirlere göre Paris’in daha planlı, daha disiplinli ve
kendine özgü bir yapısı vardır. Oysa Barselona birçok Roma
kenti gibi bir yönüyle İstanbul’a bir yönüyle Bursa’ya bir
yönüyle de İtalyan şehirlerine benzemektedir. Dolayısıyla,
kentsel dönüşüm uygulamalarında Barselona’yı örneklemek
daha kolay bir yöntemdir.
Paris brifinginde şehir yönetimlerinin şehre dokunurken ne
denli planlı, titiz ve dikkatli olduklarını görmüş olduk. Bugün
Paris’in kentsel dönüşüm faaliyetlerini yürüten ofisi şehrin
tam merkezinde, eski Paris’in tamamına hâkim, görece diğer
binalardan yüksekçe bir yerde bulunmaktadır. Paris’in dönüşümünü tamamlayan mimarlar ve şehirciler uygulamada ele
aldıkları Paris’i dışarıdan gelen misafirlerine kentsel dönüşüm
ofisinin terasından da göstererek tecrübelerini aktarmaktalar.
GENAR Araştırma olarak Sorbonne Üniversitesi Şehircilik
Kürsüsü Başkanı Michael Carmona dostumuzun “Paris’in
Kentsel Dönüşümü” kitabını on yıl önce yayınlayarak kamuoyunun dikkatine sunmuştuk.
Kent konusuyla esastan ilgilenenler Barselona kentsel dönüşüm hikayesini bir şekilde işitmiştir. Esenler Şehir Düşünce
Merkezi olarak Prof. Mazhar Bağlı başkanlığında bir heyetle
Barselona’ya gittik. BM’de Barselona Belediyesi adına görevli
olan Rosa Surinac, Barselona Belediyesi Dış İlişkiler Başkanı
ile görüşerek bizim programımızı yaptı. Şehre aşina olanlar
için bütün şehirler büyüleyicidir. Barselona’ya iner inmez
136 Mimar ve Mühendis
Her mahallenin orta kısmına, mahallelinin nefes
alması için açık alan
veya küçük park alanları
açılmış, açılan bu alanların şehirliler tarafından
kullanımında taleplere
göre fonksiyonları değiştirilmiş planlanan dönüşüm ile uygulama arasında problem çıktığında
halkın beklentisine göre
yeni fonksiyonlara göre
yeniden yorumlamalar
yapılmıştır.
ayağımızın tozuyla şehir turuna başladık. Yüksek tepelerden şehir
siluetine, büyük yapılara, limanlara, genel görünüşe baktık. Rehberimiz taleplerimizin farkında idi, bir taraftan bizi bilgilendirirken,
teknik konularda grubumuzdaki mimar arkadaşlardan bilgiler alıyordu. Barselona’nın üzerine titizlikle çalışılmış bir şehir olduğu ilk
bakışta anlaşılıyordu. Temiz ve düzenli sokaklar dikkatimizi çekti,
kent güzeldi, detaylarına kolay inilebiliyordu. İkinci gün kentsel
dönüşüm ofisinde bir toplantıya katıldık. Başlı başına kentsel tasarım için kurulan ofiste şehrin bütün planları ve uygulamaları kalıcı
sergi halini almıştı. Büyük salonun tabanı kentin uydu fotoğrafı
ile döşenmişti. Çok güzel bir uygulama idi ve doğrusu bizler de
çok beğendik. Barselona brifingini Barselona uydu fotoğraflarının
üzerinde dinledik.
Kent Bir Kaneviçe
Barselona’da 30 yıldır solcu yöneticiler iş başında ve yönetim
istikrarından dolayı kentsel dönüşüm ve tasarım faaliyetlerini
kesintisiz bir şekilde icra edebilmişler. Kent, mekânlarda kullanıcı ve değişen ihtiyaçları dikkate alınarak yeniden yapılanmaya
imkân verecek şekilde mimari ve kentsel mekânla ilgili yarışmalar
açılarak uygulamalar yapılmıştır. Bu doğrultuda bazen bir okulun
ve kilisenin önü kapalı ise orayı açarak, binadan çıkan insanların
rahat bir nefes alması sağlanmış; bazı uygulamalarda eski bir
fabrika dönüştürülecekse yeniden yapılandırılarak kullanışsız olan
kısımlardan temizlenerek binalar yeni fonksiyonu ile buluşturulmuş.
Her mahallenin orta kısmına, mahallelinin nefes alması için açık
alan veya küçük park alanları açılmış, açılan bu alanların şehirliler
tarafından kullanımında taleplere göre fonksiyonları değiştirilmiş
planlanan dönüşüm ile uygulama arasında problem çıktığında
halkın beklentisine göre yeni fonksiyonlara göre yeniden yorumlamalar yapılmıştır. Her mahalleyi ayrı ayrı ferahlatan uygulama için
daha sonra bazı binalardan fedakarlık yapılarak yayalar için adalar
arasında akışkanlık ve erişilebilirlik sağlanmış, bütün bu akışkanlık
Barselona yönetiminin temel yaklaşımı her problemi kendi evreninde çözmeye odaklı bir yaklaşımla
ele almış olmasıdır. Lokal evrende çözülmeyen bir
soruna kent bütününde çözüm aramaya çalışılmış.
sokak ve caddelere açılarak kesintisiz insan iletişimi sağlanmıştır.
Kent nüfusunun hareketliğini sağlayan işyerleri, okullar, hastaneler,
metro istasyonları, her biri çok düşünülerek uzun süren tartışmalarla karara bağlanmıştır.
Barselona brifinginden dikkatlere sunulması gereken en önemli
konuşmalardan biri şu olmuştur: “Biz Barcelona’da bütün halkı
büyük hastanelere toplamak yerine, önce küçük uygulamalarla her
mahallenin problemini kendi yakınındaki küçük binalarla çözme
eğilimindeyiz. Okullarla ilgili tutumumuz da aynıdır. Zihnimiz önce
lokal alanda problem çözmeye odaklıdır. Burada çözüm bulamazsak
ikinci, üçüncü alternatiflere bakarız. Kentin büyük bir kısmını oluşturan
sanayi bölgesinin desantralizasyonu esnasında bölge yeni teknoloji ve
ticaret alanına dönüştürülmüş; tam bu sırada farkedilmiş ki, bu bölge
iş merkezi yoğun bir yerleşim olmuş. Çalışanlar bu bölgeye gelmek için
uzak mesafelerden gelecek, kentin trafiğinde yoğunluk oluşturacak,
bu durumu dengelemek için hemen bölgede konut sayısını artırmaya karar verdik, bu dengesizliği ortadan kaldırdık. Bundan dolayı da
Barselona’da neredeyse trafik problemimiz yoktur”. Barselona yönetiminin temel yaklaşımı her problemi kendi evreninde çözmeye odaklı bir yaklaşımla ele almış olmasıdır. Lokal evrende çözülmeyen bir
soruna kent bütününde çözüm aramaya çalışılmış.
Programın ikinci gününde tarihi mekanları ve dönüşüm uygulamalarının yapıldığı alanları gezdik. Barselona’da şehrin bütün unsurlarıyla ilgili küçük fikirler ve dokunuşlarla karşılaştık. Örneğin, bir
bölgenin aydınlatma lambalarının meşe ağacının yapraklarından
ilham alarak üretildiğini gördük. Bazen bir çöp kutusu, bazen bir
kaldırım kenarı veya bir binanın köşesi başlı başına bir tasarım
Mayıs - Haziran 2013 137
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Şehre baktığınız zaman şehir üzerinde sürekli olumlu bir akıl ve olumlu
bir tasarruf olduğunu görebiliyorsunuz. Bu da şehri diğer şehirlere göre
daha estetik, daha göz alıcı, daha
yaşanabilir kılıyor.
uygulamasına dönüştürülebilmekte. Şehre baktığınız zaman şehir
üzerinde sürekli olumlu bir akıl ve olumlu bir tasarruf olduğunu
görebiliyorsunuz. Bu da şehri diğer şehirlere göre daha estetik,
daha göz alıcı, daha yaşanabilir kılıyor. Eski bir fabrika alanından
dönüştürülen üniversite yerleşkesini gezdik. Fabrikadan geriye
kalan, küçük bir yönetim binası ve fabrikanın büyükçe bacasıydı.
Fakat yeni uygulamada dış cephe kaplaması neredeyse fabrika
bacasının tuğlalarıyla aynı renkten yapılmıştı ve üniversitenin yeni
binaları en az fabrika bacası kadar estetik duruyordu. Bir yönüyle
fabrika bacası ve yönetim binası eski, kampusun diğer binalarıyla
yeni yapılardı ama bu iki unsur o kadar birbirine yakınlaştırılmış ve
disipline edilmiş ki, bir bakış açısıyla modern bir binada, bir bakış
açısıyla da tarihi bir mekanda olduğunuz hissine kapılabiliyorsunuz.
Barselona’nın kentsel tasarım ve dönüşümünde mimarlar sürekli
kafa yormuş, Avrupa çapında yarışmalar açılarak daha güzel, daha
kullanışlı ve daha elverişli sonuçlara gidilmiştir. Tasarımcıların ve
mimarların çok sevdiği, sahilden bakılınca bir kağıt yaprağı gibi
gözüken üçgen binalar bu yarışmayla elde edilen sonuçlara örnek
olarak veriliyor.
Barselona’da Gaudi damgası
Barselona, ünlü mimar Gaudi ile özdeşleşmiş bir şehirdir. Bitmeyen
kilise olarak da bilinen Sagrada Familia, müze olarak kullanılan
Gaudi’nin evi ve Avrupa’nın diğer başkentlerinden esinlenilerek
başlatılan ve yarım kalan Gaudi Toplu Konut, Park Guell ve yanındaki kilise başlı başına güzel uygulamalardan ve Gaudi’nin görebildiğimiz eserlerindendir. Mimar Gaudi tıpkı tabiatı taklit ederek,
tabiatta hiç bir şeyin köşeli ve sert olmadığını, bütün hatların oval
138 Mimar ve Mühendis
ya da yumuşak olduğunu vurgulayarak eserlerinin tamamını tabiattaki hareketlere uygun olarak yapmıştır ve Barselona sokaklarında
gezerken Gaudi’nin ortaya koyduğu tasarımlarının doğa ile nasıl iç
içe oldukları görülebilmektedir. Mimar Gaudi çok katı bir Hıristiyan
terbiyesiyle yetişmiş, içine kapalı, sürekli düşünen bir çocukluk
dönemi geçirmiş. Sagrada Famili’ya başladığı zaman sadece
mimar olarak değil de neredeyse bir işçi gibi kilise yapımının bütün
süreçlerinde rol almış, bazı yorumculara göre Sagrada Familia’yı
inşa eden Gaudi bu süreçte seyri sülukunu tamamlayarak kiliseyle
beraber kendi maneviyatını da yeniden inşa etmiştir. Gaudi’nin
ölümü de oldukça ilginçtir. Eski püskü elbiseleri içinde yolda karşıdan karşıya geçerken trafik kazasına maruz kalmış ve kendisine
sahip çıkılmadığından dolayı kan kaybından hayatını kaybetmiştir.
Sonuç olarak Türk aydınları yüz yılı aşkındır Batı deneyimini ülkemize aktarmak için Avrupa’yla temas halindeler. Fakat çoğu zaman
Batı’da görülen faydalı uygulamaların özümsenerek ülkemize
aktarılamadığına şahit oluyoruz. Barselona deneyimi şunu göstermektedir ki bir şehir üzerine iyi niyetli, olumlu, yapıcı tasarrufta
bulunduğunuz zaman tıpkı tabiatın diğer unsurlarında olduğu gibi
şehirlerin de cömertliğiyle yüzleşebiliyorsunuz. Siz şehre iyileştirici
bir adım attığınızda şehir buna on adımla karşılık verebilir. Yeter ki,
yönetim felsefemizi rastgelelikten, sıradanlıktan ve çıkar gruplarına
teslim olmaktan arındırmış olalım. Şehirle ilgili fikriyatı olan, kendi
geleneğini bilen ideal bir yönetici, şehre tasarruf ederken tarihini,
geçmişini, bugününü ve geleceğini aynı anda düşünmek zorundadır.
Sonuçta tasarruf ettiğimiz şey kâinatın bir parçasıdır. Bu parçaya
dokunduğumuzda ya yapıyoruzdur ya da bozuyoruzdur. Umarız ki,
kentlere tasarruf eden yetkililer bu bilinç üzere olurlar.
Mayıs - Haziran 2013 139
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Doç. Dr. Hatice AYATAÇ
İTÜ Mimarlık Fakültesi, Şehir ve Bölge Planlama Bölümü
KAMUSAL MEKÂNLARI
YENİDEN DÜŞÜNMEK
“Bir kentin karakterini kamusal mekanları tanımlar.”
(UN- HABITAT, Yönetim Kurulu Üyesi Joan Clos i Matheu).
K
Günümüzün kentlerinde hızla gelişen doğal,
fiziksel, sosyo-ekonomik temelli sorunların
kolay bir çözümü yoktur. Bu karmaşık
bilmecenin çözümünde kentsel alanlar
ve kamusal alanlara odaklanılmaktadır.
Kamusal mekânlar başarılı şehirlerin hayati
bir parçasıdır. Bu alanlar toplum ruhu, mekân
kimliği ve kültürünü yapılandırır. Kamusal
mekanlar sosyal kapitale, ekonomik gelişmeye
ve toplumsal yenilenmeye hizmet eder.
entlerimiz için son 60 yılın gündeminde sadece hızlı kentleşme,
kentsel büyüme, göç gibi temel problemler değil, doğal afetler
ve sonrasında yaşanan acil eylemler de tartışılır olmuştur. Yakın
tarihli araştırmalarda, kentsel emniyet, güvenlik, sağlık kavramları mimari mekânda olduğu kadar, kentsel mekânda da karma
kullanım (multi-use) olgusuyla değerlendirilmektedir. Kentsel
kamusal mekânlar ise bu gündemde gelecekteki kurtarıcı rolünü
üstlenecektir.
Tarihi süreklilikte kamusal mekânlar şehirlerin temsilinde, sunumunda önemli mekânlardır. Danimarkalı kent tasarımcısı Jan
Gehl (1987) kamusal mekânları “binalar arasındaki yaşam - life
between buldings” olarak tanımlar. Binalardan çıktığınız her an
tasarlanmış ya da tasarlanmamış bir açık mekânın içerisinde
yer alırız. Kamusal ya da özel ayrımı yapmaksızın binalar dışında ya da arasında kalan parklar, meydanlar, sokaklar, yürüme
alanları, kıyılar, kentsel bahçeler ve doğal alanlar kentsel yaşam
alanlarıdır.
Dönüşen Kentlerde Kent Mekânı Yaratma ve Kamusal Mekânları
Geliştirme Çabaları
2011 yılında UN-HABITAT ve PPS¹ tarafından desteklenen
ortak manifestonun amacı kamusal mekânların gücünü kamusal yarara çevirmektir. Eğer kentlerde kamusal mekânların
potansiyelleri doğru yönde geliştirilirse, kentler güvenli, emniyetli, ekonomik fırsatlar yaratan, kamu sağlığının geliştiği
demokratik alanlara dönüşebilir. Manifestonun gelecek beş yılını tanımlayan eylem planında kamu mekanlarının uluslararası
katkısı, yeni jenerasyon plancılarının, mühendislerin, aktivistlerin
eğitilmesi ve farklı düzeylerde eylemler ile açıklanmaktadır.
UN-HABITAT’ın bünyesinde “daha iyi bir kentsel gelecek için”
genel yaklaşımıyla oluşturulan Sürdürülebilir Kentsel Gelişme
Platformu (SUD-net 2008-2013), sürdürülebilir kentler için en
temel çalışma konusu olarak yine kentsel kamusal mekânları
belirliyor. Öyle ki 2050 yılında kentlerde yaşayacak nüfusunun
tüm dünya nüfusunun 2/3 oranında olacağı kabulüyle özellikle
gelişmekte olan ülkelerdeki pek çok kentte barınma ve temel
gereksinimlerin (elektrik, su, hijyen vb) karşılanması gerekliliğini
ortak kamu hakkı ve kent hakkı kavramlarıyla öne çıkartıyor.
“Geleceğin Kentleri”ni geliştirmenin 10 temel ilkesi tanımlanırken önerilen acil eylemler yine kamusal mekânları hedef alıyor.
Sokaklarınızı kamusal mekân olarak geliştirin,
Karma kullanımlı meydanlar ve parklar yaratın,
Yerel ekonomiyi oluşturun,
Destek mekânları tasarlayın,
Kamu sağlığı gündemini kamusal mekân gündemiyle
ilişkilendirin,
Kamusal planlamayı yeniden yaratın,
“Power of ten” 10’un gücüne inanın,
Bütünleyici kamusal mekân gündemini yaratın,
Daha hafif, daha çabuk, daha ucuz, “Lighter, Quicker,
Cheaper-LQC” mekânlar yaratın,
Kamusal mekânları destekleyen yönetimi yeniden
yapılandırın.
Bu çabaların en önemli gerekçelerinden biri, kamusal
mekânların eksikliği olarak gösteriliyor. Çoğunlukla insanlar
üzerinde artan gündelik baskı yeni kullanım alanlarını yaratıyor. Yeni ticari ve konut alanlarının gelişmesiyle geleneksel
kamusal mekânlar tahrip oluyor. Komşuluklar ve sosyal doku
toplumsal parçalanmaya uğruyor. Sokaklar son milenyumun
kamu yararına kullanılması gereken en önemli araçları olarak
ortaya çıkıyor. İnsanların sokaklarda bir araya gelmemesi,
çocukların oyun oynamadığı, insanların karşılıklı konuşmadığı
çevreleri beraberinde getiriyor. Sokakların yeniden düşünül-
140 Mimar ve Mühendis
mesi sadece ekonomik değil, çevresel ve sosyal bir faydayı da
destekliyor.
Dünya üzerinde mekânsal ve toplumsal gelişme ve yayılma kamusal mekânların planlanmasına da imkân vermiyor. Bazen insanlar
duvarların ardında kendilerine özel kamusal mekânlar yaratırlar ya
da AVM’lerde korumaların eşliğinde din, dil, ırk, gelir ve sosyal ayrıma göre mekân kullanımına yönlendiriliyor.
Karma kullanım ise tasarım rehberleriyle önerilen karma-yaşam
mekânlarıdır. Kullanıcı çeşitliliği, farklı deneyim ve anlamlar bu
mekânları destekler. Bu alanlar kullanıcıların kendilerini güvende ve
rahat hissettikleri iyi ve sağlıklı mekânlardır. F.Tibbalds’ın (1992)
tanımıyla “demokratik mekânlardır”. Doğal çeşitliliği vardır, erişile-
bilir, farklı amaçlar için kullanılır, güvenli ve emniyetlidir, kaynaşmış
kullanım ve eylemler, bölmek yerine birleştirir, aktif kullanımı teşvik
eder, her yaştan kullanıcıyı davet eder, çekicidir, eğlenceli, hatırlanabilir, zamana göre değişir.
Daha hafif, daha çabuk, daha ucuz “Lighter, Quicker, Cheaper”
(LQC) sloganı başarılı kamusal mekânları üretmede geliştirilen yerel
bir stratejinin tanımıdır. Dönüşen kentlerde az risk ve az maliyetle
yaratıcı bir toplumsal enerjidir. Kentsel mekân yönetimidir. LQC
zaman, para ve emek odaklı olarak farklı şekillerde uygulanır. Eğlendirici faaliyetler ve kamusal sanat ile başlar, etkinlik ve müdahaleci
projelerle sürer. LQC müdahaleleri konforlu mekânları üretme ve
yönetimi arasındaki dengedir.
Resim 1. Daha düşük maliyetle, daha etkin kullanımla, kısa zamanda kendi kamusal mekânınızı dönüştürün.
PPS düşük maliyetli ancak yüksek etkili müdahaleleri üretmede katkı sağlayan bir inisiyatif olarak
çalışır,(http://www.pps.org).
Resim 2. San Francisco’ da Cannary Row esnek bir tasarımla ve yeniden kullanımla önemli bir kamusal mekana
dönüşmüştür (soldaki resim). BryantPark PPS’in ilk yeniden tasarla konseptli projesidir. Dünyanın en çok
kullanılan parkıdır (sağdaki resim). ( http://www.pps.org).
Resim 3. Sokaklardaki geçici kullanımlar, iyileştirilmiş ve dönüştürülmüş malzemelerle yaratıcı çözümler ve
maliyetsiz kullanım alanları elde edilebilir. Kamusal mekanlarda düzenlenecek ekinlikler yaratıcı bir ortam ve
yeni birliktelikler yaratır. Bu etkinlikler toplum uyumlu tasarıma deneysel bir uygulamadır. (http://www.pps.org).
Mayıs - Haziran 2013 141
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Geleceğin kentlerini geliştirmek için ayrıştırılan bu ilkelerin her biri
için ayrı örnek uygulamalar yapılmıştır. Ermenistan’ın Gyrumi kenti,
1988 yılında büyük bir deprem sonrasında 25.000 insanı kaybetmiş ve 100.000 den fazla kişi de evsiz kalmıştır. PPS yürütme
kurulu üyesi Aram Khkachadurian kentte özellikle evsiz kalanlara
geçici barınakları üretmek için sürece katılmıştır. Yeniden barınma
sürecini tanımlayan uygulamalarla merkez park yeniden kullanıl-
maya başlanmıştır. Bu örnek uygulamada, 2003 yılında deprem
sonrasında ilk defa görülen bir halk katılım sürecini yaşadılar. “New
Gyrumi Festival” ve “Mekân yaratma- place making EXPO”yu gerçekleştirdiler.
Bu çabalar sonunda 35.000 kişinin kamusal mekânı kullandıkları
görüldü. Kent meydanında ve sokaklarda sürekli pratik, ucuz eylemler ve etkinlikler planladılar.
Resim 4. Gyrumi kent
meydanının deprem
öncesi ve sonrasındaki
kullanımı. Özellikle
deprem sonrası kentin
yaşamında ve günlük
kullanımda vazgeçilmez
olmuştur.
Geleceğin Kamusal Mekânları için Çıkarımlar
Geleceğin Mekânları Forumu (http://www.futureofplaces.com)
24-26 Haziran tarihlerinde Stokholm’de düzenlenecektir. Bu forum
2016 yılında yapılacak Habitat III konferansının ilk aşaması olarak planlanmıştır. İnsan ve mekân birlikteliği için “Yeni Kentsel
Ajanda”nın tanımı yapılacaktır.
Bu forumun sunuş bildirgesinde gelişen ve hızla değişen kentlerimiz
için kaygılar benzerdir; “Kentlerimiz bireylerin sosyal gereksinimlerini, sürdürülebilir yaşam kalitesini, eşit haklarını ve güvenliğini tehdit
edecek şekilde kaotik bir büyüme içerisindedir. Geleceğin kentleri
için herkes kabul etmelidir ki, karma kullanımlı kentsel kamusal
mekânlar tek çözüm olacaktır. Bu nedenle kentsel büyümeyi kontrol
etmek kadar sınırlı kamusal mekânları ve kaynakları doğru yönetmek gerekecektir”.
Resim 5. Kentsel
boşlukların, park
alanlarının kentsel
yaşama katılması
için örnekler (Street
as Places, Chicago,
2007) (http://www.
pps.org).
Resim 6. Kayıp
mekânların
mahallenin
kullanımına göre
tasarımı (Street as
Places, Chicago,
2007) (http://www.
pps.org).
Geleceğin kentlerinde kentsel kamusal mekânları yeniden düşündüren
tüm bu çabalarda, gerçek sorunun var olan durumu basit ve ucuz bir
düzenlemeyle çözecek yönetim olduğu görülmektedir. Resimlerde
görüldüğü gibi günlük yaşamda olağan ve olağanüstü hallerde bizi
142 Mimar ve Mühendis
barındıracak en önemli potansiyel mekânlar duvarların dışındadır. Binalar ne kadar güvenli olursa olsun sadece sahibine aittir. Oysa kamuya
ait alanlar, sokaklar, parklar, kıyılar hatta etkin kullanılmayan kentsel
boşluklar bizler için sosyalleşme kadar güvenli yaşam alanları da olabilir.
Mayıs - Haziran 2013 143
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Sezgül KARCIOĞLU
Marmara Üni. - İstanbul Araştırmaları
Yüksek Lisans Öğrencisi
İNSAN ve MEKÂN ETKİLEŞİMİ
“İNSAN, KÜÇÜK KÂİNATTIR, KÂİNATSA BÜYÜK İNSAN
İ
Mekânı ve insanı birbirinden ayrı
düşünemeyiz. İnsan varoluşundan beri
mekân ile kaçınılmaz bir ilişki içerisindedir.
Arapçadan dilimize geçen mekân, kelime
kökeni olarak, “kevn” yani “olmak” demektir.
Geniş anlamıyla ele alındığında, insanoğlu
için ruhsal ve fiziksel boyutuyla var olma söz
konusudur. Buradan yola çıkarak, insanın
kendisini mekân ile açıklamaya çalıştığını,
yaptıklarında ve düşündüklerinde mekânın
öneminin, etkisinin yadsınamayacak şekilde
büyük olduğunu söyleyebiliriz.
nsan, fizyolojik ihtiyaçları sonucu mekâna müdahil olurken,
zaman içerisinde manevi ihtiyaçlarıyla da mekâna bir şeyler
katmış, bunları aktarmasıyla kültür oluşmuştur. Osmanlı’da
"şeref-ül mekân bil mekîn” deyimiyle, mekânın şerefinin oturanlar
ile değerleneceği ifade edilmiştir. Fransız düşünür Rousseau
ise aynı düşünceyi “yapılar bir kent doğurur, ama siteyi yapan
yurttaşlardır” diyerek mekânın yapılar tarafından çevrelense bile,
onu şehir kılabilecek en önemli faktörün insan olduğunun altını
çizmiştir. Toplum, içinde yaşadığı kent mekânını, kendi özelliklerine göre yeniden inşa eder. İstanbul, tarih boyunca birçok medeniyete ev sahipliği yapmış, her kültürü bünyesinde barındırmayı
bilmiştir. Her medeniyet, İstanbul’a eserini bırakırken, sonraki
medeniyetin, emanetini muhafazasını beklemiştir.
Tarihte ihtiyaçlar doğrultusunda şekillenen şehirler, küreselleşen
dünyanın hızla dönüşümünden uzak duramayarak, bir örnek
yapılaşmalarla, kimlik kargaşasına girmişlerdir. Bu dönüşümler,
doğal mekânın kendi bünyesindeki gelişiminin aksine, daha hızlı
ve yapay olarak kendini göstermiştir. Şehre ruh kazandırmak
amacıyla inşa edilen yapıların, insanı aradan çıkararak, şehirle
adeta savaştığına şahit olmaktayız. Şehirlerin mekânsal dönüşüm süreci, Avrupa’da sanayileşme ile başlamıştır. Makinelerin
hayatımıza girip, iş gücünün fabrikasyonlaşmasıyla beraber
işçilerin barınma amacıyla işyerlerine yakın olan yapılara gereksinimleri artmıştır. Daha çok işyerlerine yakın olarak yapılan
ve bu nedenle tercih edilen apartmanlar, zaman içerisinde
modernleşmenin olmazsa olmazı olarak dayatılmıştır. Küresel
ölçekte kendini gösteren, “modernleşme” anahtar sözcüğü ile
kendini kabul ettiren bu kentsel değişimler, Avrupa ülkelerini
etkilediği gibi, İstanbul’u da vurmuştur. Dönemin karar alma
mekanizmalarının, tarihi yapıların, birçok eserin bulunduğu “tarihi
yarımada” günümüzde, ilmek ilmek modernist yaklaşımlar kokan
bulvarlar, caddeler ve sokaklar ile döşenmiştir. İstanbul özelinde
Tarihi Yarımada’dan bir kesit ile örneklenebilecek bu dönüşüm,
mekânın nasıl değiştirildiğini ve bu değişimin insan üzerinde
etkilerinin boyutunu kavramamızı kolaylaştıracaktır.
Tarihi Yarımada’nın merkezinden bir caddeyi incelemeye almamızın nedeni, mekânsal dönüşümün ciddiyetini kavrayabilmek
içindir. İstanbul’un modernleşme sürecinde/müdahalesinde meydana gelen imar ve planlama çalışmalarında, özellikle Aksaray’ı
Eminönü’nden Beyoğlu’na bağlayan Atatürk Bulvarı ayrı bir
nitelik taşımaktadır. Fransız Mimar Henri Prost’un, Paris’i örnek
olarak yapmış olduğu İstanbul Nazım Planları, tarihi yarımada
için büyük bir kayıp olmuştur. Prost sonrası planlama çalışmaları
da tahribatı engelleyememiştir. Turgut Cansever, Henri Prost’un
nâzım planında yer alan yolların, belediyede, masa başında yapıldığını, yerinde incelemeye tabi tutulmadığını, katlarca büyütülerek, o dönem karayolu mühendislerinin fikri alınarak yapıldığını
nakletmiştir.
Tarihi Yarımada’nın, Beyoğlu’na açılan bir kapısı olan Atatürk
Bulvarı iki farklı kimliği bir araya getiren köprü vazifesindedir.
Bir yanda, modernliğin ilk temsilcisi ve İstanbul’un Batı’ya
açılan yüzü Beyoğlu, diğer tarafta ise Osmanlı’nın geleneksel dokusunu muhafaza etmiş Fatih semti. İstanbul’un dört
farklı çeperini birbirinden ayıran bu bulvar, İstanbul genelinin
modernleşmesinin minyatürü sanki. 1930 sonrası ulaşım eksenli
planlama çalışmalarında, insan ölçeği hesaba katılmamış, daha
çok tüketim merkezli bir yapılanma kendini göstermiştir. Uygulanan politikalar sonrası, var olan doku bozulmaya başlamış,
yeni kimliğine kavuşmaya çalışan birçok semt, isimlerinden de
koparak, sisteme ayak uydurmaya başlamıştır. Batı normlarına
göre şekillendirilmeye çalışılan kentler, “bulvar ve geniş caddeler”
ile tanıştırılmıştır.
144 Mimar ve Mühendis
PB
Mimar ve Mühendis
Mayıs - Haziran 2013
PB
Mimar ve Mühendis
Mayıs - Haziran 2013
Yahya Kemal’in “kör kazma” olarak nitelediği, bir amaca hizmet etmeden yapılan bu imar çalışmalarından biri olan bu bulvar, bir taraftan
Süleymaniye ve Zeyrek’i birbirinden keskin çizgiyle ayırmış, diğer taraftan Aksaray-Fatih’i, Batı’nın bizdeki yüzü olan, Galata ve Pera’ya birleştirmiştir. Kendine has organik bir yapısı olan Süleymaniye ve Zeyrek’in
kopuş süreciyle, Süleymaniye arka sokaklarında yalnız bırakılmış iç içe
geçmiş sanayi ve konut bölgesi oluşmuştur. Zamanla konutlar yerini
sanayiye bırakmış, semt sakinleri tarafından terk edilmeye başlamıştır.
Avrupa eksenli planlama çalışmaları, kültürel dokumuzu hesaba katmayarak yapılanmış, halkın ortak toplanma alanlarından meydanlar
ve yeşil alanlar kavşak ve caddelere dönüşmüştür. Tarihi yarımadayı
kimlik sahibi kılan birçok yapı ise bu istimlâkler neticesinde ortadan
kaybolmuştur. Osmanlı Dönemi su ihtiyacının karşılandığı tarihi açıdan
önem arz eden Kırkçeşme Suları, İbrahim Paşa Hamamı, Oruç Gazi
Mescidi, Firuz Ağa Mescidi gibi birçok eser ve ev bulvara teslim olmuştur. Bulvar açıldıktan sonra modernizme göre şekillendirilmiş, bulvarın
iki yakasına konuttan ziyade iş hanları, ticaret merkezleri, kamu binaları, bankalar konumlanarak, tüketim odaklı bir mekânsal kurgu izlenmiştir. Bizans, Roma ve Osmanlı Dönemi eserlerinin bir arada bulunduğu
bulvar, bir yaşam alanı iken, günümüzde trafik sorununun artmasıyla
kavşak ve bağlantı yolları ile geçiş alanı olmuştur.
Bulvar üzerinde şimdiki haliyle iş hanları, İstanbul Büyükşehir Belediyesi ve Sosyal Güvenlik Kurumu binaları, İstanbul Manifaturacılar Çarşısı,
hastane binası İstanbul’un kentsel anlamda nasıl değişime uğradığı
konusunda bize ipucu vermektedir. Benzer sanayi dallarının bir arada
tutulması düşüncesiyle yapılan İMÇ bloklarının içerisinde yer alan,
Kâtip Çelebi ve Hızır Reis’in sembolik kabirleri, istimlâkler sonrası büyük
bir yıkımın ne yazık ki telafi çabasından ibarettir. İnsan odaklı kentten,
sanayi odaklı kente geçiş bulvar boyunca gözlemlenebilmektedir.
Atatürk Bulvarı, kentin gelişme istikametine müdahalenin ve semtlerin
organik bağlarının birbirinden koparılmasının bariz bir örneğidir.
Mekân üzerine yapılan bu kentsel müdahaleler doğal bir değişim
sürecinden çok, modern zamanın dayattığı değişimlerdir. İnsan ile
mana bulan mekânlar, kamu inisiyatifini elinde bulunduran kimseler tarafından kimliğinden koparılıp, ayrı bir kimliğe/kimliksizliğe
kavuşturulmuştur. İnsanın yaşayacağı mekânın tasarlanması, insanın
sahip olduğu değerlerine göre mekânı inşa etme imkânının elinden
alınması, yaşam hakkının elinden alınması demektir. Atatürk Bulvarı
örneği, İstanbul’da insanın yaşam hakkının elinden alındığı kesitlerden
sadece biridir.
Sonuç olarak, İstanbul’un mekânsal dönüşümü fiziki restorasyon
projeleri ile sınırlı kalan her türlü değişim, dönüşüm veya yenileme
çalışmaları görünürde kentsel bir makyaj çalışmalarından öteye
geçemeyecektir. Yapıların sadece dış cephelerinin değişerek güçlendirilmesi hiçbir şekilde yeterli değildir. Bu tür çalışmalar çevre yapılarla
birlikte değerlendirilmeli, kent, tüm yapıları ile bütünsel olarak ele alınmalıdır. Kentlerimizin salt bulvar, cadde ve kavşaklarla gövdelerinden
hançerlenerek açma anlayışı “modernleşme” çalışmalarının aldatıcı
göstergeleridir.
İstanbul çeşitli dönemlerde duyarlılıktan uzak plansız kentsel politikaların uygulamalarına maruz kalmıştır. 1950’lerin İstanbul’u, istila
ölçeğinde yoğun göçlerle karşılaşmış, yıllarca imar ve yapılaşma
Turgut Cansever
Tarihte ihtiyaçlar doğrultusunda şekillenen şehirler,
küreselleşen dünyanın hızla dönüşümünden uzak
duramayarak, bir örnek yapılaşmalarla, kimlik kargaşasına girmişlerdir. Bu dönüşümler, doğal mekânın
kendi bünyesindeki gelişiminin aksine, daha hızlı ve
yapay olarak kendini göstermiştir.
sorunlarıyla baş başa kalmıştır. Bunun neticesinde kentin çehresi gecekondu yoğunluğuyla kendini göstermiştir. Daha sonraki dönemlerde
bunun tam tersi eğilim, “apartman projeleri” kentin belirli bölgelerinde
kendini göstermiştir. Modern dönem İstanbul’u ise, yönetim gücünü
elinde bulunduranların “gökdelen projeleriyle” kendini göstermektedir.
ÇÖZÜM…
Bilge Mimar Turgut Cansever, Türkiye’de özellikle büyükşehirleri
yaşanmış hale getiren, esasen batıda da terk edilmiş olan yanlış
şehirleşme ve konut politikalarını terk etmek, şehirlerimizi kendi gerçeklerimize dayalı ve kökü Osmanlı şehircilik sisteminde yatan yeni
bir zihniyetle ele almak gerektiğini belirtmiştir. Bu perspektifte, daha
çok insan eksenli çözüm önerileriyle şehir sakinlerine bırakılmalı ve
şantiye alanı görüntüsünden kurtarılması bir ihtiyaç olmuştur. Mevcut
dokunun korunması ve daha fazla kaos yaşanmaması için her planın,
her yapının, her semte uygulanmayacağı gerçeği de kabul edilmelidir.
Mayıs - Haziran 2013 145
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Hicran Hamza Çelikyay
Marmara Üni.. Mahalli İdareler ve Yerinden Yönetim Bilim Dalı Doktora Adayı
TARİHİ BİR SORUMLULUK OLARAK
KÜLTÜREL MİRAS ve İSTANBUL
K
Şehirler, yaşayan organizmalardır. Merkezi
bir canlının gövdesine, yeşil alanları doku
hücrelerine, yolları damarlara benzeyen
şehirlerin hiç kuşkusuz beyni ve hafızası
da vardır. Hafıza; yaşananları, öğrenilen
konuları, bunların geçmişle ilişkisini
bilinçli olarak zihinde saklama gücü olarak
tanımlanmaktadır. Şehrin hafızası ise şehrin
kuruluşundan başlamak üzere korunabilmiş
ve kayıt altına alınmış, şehre ve şehirliye dair
anıtlar, yazılı ve sözlü eserler, mimari formlar,
fotoğraf, gravür gibi şehri tarif eden, anlatan,
açıklayan, şehrin kodlarını içinde saklayan
şehre kimliğini veren her şeydir.
ültürel miras, hafızanın var olma biçimidir. Kültürel miras, bir
toplumun üyelerine ortak geçmişlerini hatırlatan, aralarındaki dayanışma ve birlik duygularını güçlendiren bir hazinedir.
Kültürel mirasın varlığı, insanların tarih boyunca hafızalardan
gelen deneyimlerin ve geleneklerin devamlılığını, toplumların
geleceklerinin doğru kurulmasını sağlar. Kültürel miras ve şehrin
hafızası her daim birbirini tamamlar ve destekler.
Şehir hafızasının ve kültürel mirasın korunması önemlidir ve
şehir yönetimlerinin temel sorumluluk alanlarındandır. 5393
Sayılı Belediye Kanunu’nun 13 ve 14. maddelerinde belirtildiği
gibi belediyeler, kültürel değerlerin, kültür ve tabiat varlıkları
ile tarihî dokunun ve şehir tarihi bakımından önem taşıyan
mekânların ve işlevlerinin korunmasını sağlamakla yükümlüdür.
2005 yılında Göteborg’da gerçekleştirilen Mirasa Yönelik Yeniden Canlandırma – İyi Uygulamaların Özendirilmesi Avrupa
Sempozyum’unda “Geçmişi olmayan bir şehir, hafızası olmayan
bir insana benzer.” denilmiştir. Mart 1992'de kabul edilen Avrupa Kentsel Şartı’na göre ise kültürel miras, şehir ve şehirlinin
kimliği açısından kritik önem taşıyan, şehrin yapısının ayrılmaz
ve yeri doldurulmaz bir parçasıdır.
Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Teşkilatı (UNESCO)
ülkemizin de tarafları arasında yer aldığı Dünya Kültürel ve
Doğal Mirasının Korunması Sözleşmesi çerçevesinde “Dünya
Miras Listesi” oluşturmuştur. Uluslararası bir taahhüde dönüşen bu listede yer alan kültür varlıklarını barındıran ülkeler, bu
yapıları korumakla yükümlüdürler. İstanbul’un tarihi alanları da
bu listede yer almaktadır. UNESCO, İstanbul’u Dünya Miras
Listesi’ne alış gerekçesinde Süleymaniye Camii’ni “İnsan dehasının emsalsiz bir başyapıtı ve Osmanlı yapılarının en üst rütbesi” olarak nitelemiştir.
Yıllar içerisinde UNESCO Dünya Miras Komitesi İstanbul yönetimine tarihi alanlarla ilgili uyarılarda bulunmuştur. Örneğin,
2004 yılında “İstanbul'un listede yer alan bölgelerinde sorunlar
bulunduğu, surların restorasyon uygulamalarının bilimsel tekniklerle yapılmadığını, Süleymaniye ve Zeyrek'teki sivil mimarlık
eserlerinin yok edildiği, bu durumda listede yer almasının
tehlikeye girebileceği” açıklanmıştır. Surların bir bölümü hâlâ
çöküntü alanıdır ve çevrelerinin cinayet, gasp, hırsızlık ve suça
meyilli kişilerin barınma yeri hâline gelmesi yapılan bu uyarıların
ne kadar anlamlı olduğunu göstermektedir.
Tarihimizin vazgeçilemez belgesi olan İstanbul surları, yalnızca Roma İmparatorluğu’ndan devralınan bir miras değil, aynı
zamanda ecdadımızın büyüklüğünün ve başarısının da göstergesidir. Sultan II. Mehmet’e “Fatih” unvanını verilmesine ilham
veren surlar ne yazık ki bu özellikleriyle değil, yakın dönemde
tüm dünyanın gündemini meşgul eden bir cinayet haberi ile
146 Mimar ve Mühendis
dikkatleri üzerine çekmiştir.
Haliç Metro Geçiş Köprüsü’nün yapılmaya başlanması da kültürel
miras tartışmalarını tekrar gündeme taşımıştır. UNESCO, Haliç Metro
Geçiş Köprüsü’nün tarihi yarımadanın siluetini bozacağı yönünde
endişelerini dile getirmiş, bununla ilgili gözlem ve araştırma yapmaları
amacıyla 2011 yılında bir inceleme heyetini İstanbul’a göndermiştir.
Yapılan tetkikler sonucu ayakları 90 metreden 47 metreye indirilen
köprü, tüm düzenlemelere rağmen vicdanlarda temize çıkamamış,
siluet tartışmalarının odağına oturmuştur.
Tarihi ve kültürel varlıkların korunması, bağımsız kurullarca oluşturulan, bilimsel ilkelere uygun şehir planları oluşturulması ve yapılan
planlara uyulmasının sağlanması ile mümkündür. Bu gün sık sık değiştirilen imar planları, aynı bölge için geçerli olan farklı uygulamalar ve
karmaşık mevzuat ile şehirlerimiz ait oldukları medeniyet kodlarından
gün geçtikçe uzaklaşmaktadır. Tarihi ve kültürel varlıkların etrafını
saran gökdelenlerle bu varlıklar nefes alamaz hâle getirilmekte ya da
bu eserlerle hiçbir uyumu olmayan modern yapılarla mekânın anlamı
silinmektedir.
Kültürel mirasımızın öğeleri arasında önemli yer tutan şehirlerimizin
silueti, son dönem yapılan uygulamalar ile gündeme gelmiştir. Zeytinburnu Kazlıçeşme sahilinde yükselen proje, kültürel mirasımızın
üzerinde yükselerek İstanbul’un siluetini zedelemesi ile tanınmış ve
kısa zamanda “ucube”, “İstanbul’un boynuzları” gibi hiç de haksız
sayılmayan tanımlamalara hedef olmuştur. Projenin Bizans askeri
garnizon kalıntılarının bulunduğu alanda inşa edildiği ve hafriyat sıra-
UNESCO, İstanbul’u Dünya Miras Listesi’ne alış
gerekçesinde Süleymaniye Camii’ni “İnsan dehasının emsalsiz bir başyapıtı ve Osmanlı yapılarının
en üst rütbesi” olarak nitelemiştir.
sında Arkeoloji Müzesi uzmanlarının yer almadığı bilinmektedir. Tarihi
Yarımada Yönetim Planı'na ait 'yönetim alanı' sınırları içinde kalan
inşaat, kıyıdan bakıldığında Sultanahmet Camii'nin minarelerinin arasına üç gökdelen eklenmiş gibi bir manzara sergilemektedir.
Seçilen uygulama alanı ve konumu itibariyle şehrin siluetine ve tarihi
mirasına olumsuz etki edebilecek her türlü proje “görünür” olmadan
henüz plan aşamasında yerel yönetimler ve uygulayıcılar tarafından
titizlikle incelenmelidir. Şehrin silueti, ilçe belediyeleri ve büyükşehir
belediyesi arasında birbiriyle örtüşmeyen ve net olmayan yaklaşımlara kurban edilmemelidir. Zeytinburnu kuleleri böyle bir zemin
üzerinde yükselmiş, proje yükseldiğinde silueti bozduğu anlaşılabilmiştir. Projenin 25 metre tıraşlanması kararı yerinde olmakla birlikte
kararın uygulanması rica, öneri gibi kişisel inisiyatife bırakılmayacak
derecede önemlidir. Böylesine önemli bir konunun şehir yasalarıyla
düzenlenmesi, yaptırımlarla siluetin korunmaya alınması ve kararın
uygulanması yöneticilerin sorumluluğundadır.
Kültürel mirasımızın siluet üzerinden tahribi İstanbul için yeni değildir.
Dünyanın gözbebeği İstanbul, her dönem “değerli bir şehre sahip
olmaktan daha fazlasını isteyen” uygulayıcıların hedefi olmuştur.
Uygulamaya konulduktan sonra büyük tartışmalara neden olan ve
Mayıs - Haziran 2013 147
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Roma ve Bizans ve İmparatorlukları ile Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış olan İstanbul, bu üç ihtişamlı dönemin kültürel mirası üzerinde yükselmiş, paha biçilemez eserler ile günümüze kadar gelebilmiştir.
Napolyon’un “Dünyada tek devlet olsa başkenti İstanbul olurdu.” sözüne yakışır bir şekilde dünyanın incisi
ve Türkiye’nin güzide şehri olan İstanbul, ne yazık ki son dönemlerde kültürel mirasının hoyratça örselendiği uygulamaların hedefi olmaktadır.
her akl-ı selim kişinin gördüğünde vicdanını sızlatan bir diğer siluet
tahribi ise “gökkafes” projesidir. Gökkafes, Dolmabahçe’de yükselen
ve tüm boğazdan görülebilen, uğruna ilçe sınırlarının değiştiği projedir.
Üzerinde yükseldiği arsa tapusunun üstünde II. Abdülhamit tarafından
"Dolmabahçe vadisinde, Taşkışla, Gümüşsuyu ve Maçka askeri kışlaları ile İstanbul'a havagazı dağıtan Gazhane tarafından çevrelenen
araziye güvenlik gerekçesiyle inşaat yapılamaz" şerhi konulduğu ve
söz konusu arazinin projeden önce "Pera Bahçeleri" olarak anıldığı
bilinmektedir.
1983'te, Devlet Planlama Teşkilatı'ndan ve İstanbul 1 No'lu Kültür
ve Tabiat Varlıkları Koruma Kurulu'ndan bölgedeki tarihi Taşkışla
binasının boyunu aşmamak kaydıyla, 24,5 metre inşaat onayı alınmış,
ancak 1984-89 döneminde İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı
tarafından inşaat projesi 134 metreye, işyeri oranıysa yüzde 20'den
yüzde 80'e çıkarılmıştır. Bu yıllardan sonra çeşitli dönemlerde inşaat
durdurulmuş, mahkeme süreçleri yaşanmış, tüm engelleme çabalara
rağmen inşaat tamamlanarak 1998 yılında bina kullanıma açılmıştır.
Yapının hukuksal durumu hala belirsizliğini korumaktadır. İnşaata
onay veren dönemin yerel yöneticileri, bilim kurulu üyeleri, bürokratları,
proje uygulayıcıları, mimar ve mühendisleri tarihe, şehircilik ilkelerine
aykırı olan kararları ve şehir suçu işlemeleri ile geçmişlerdir.
Tarihi 300 bin yıl önceye kadar uzanan, Roma ve Bizans ve İmparatorlukları ile Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmış olan İstanbul, bu üç
ihtişamlı dönemin kültürel mirası üzerinde yükselmiş, paha biçilemez
eserler ile günümüze kadar gelebilmiştir. Napolyon’un “Dünyada tek
148 Mimar ve Mühendis
devlet olsa başkenti İstanbul olurdu.” sözüne yakışır bir şekilde dünyanın incisi ve Türkiye’nin güzide şehri olan İstanbul, ne yazık ki son
dönemlerde kültürel mirasının hoyratça örselendiği uygulamaların
hedefi olmaktadır.
9. Kalkınma Planı (2007-2013) Raporu’nda “Doğal ve kültürel varlıklar
ile çevrenin gelecek nesilleri de dikkate alan bir anlayış içinde korunması esastır.” denilmesine rağmen proje ve uygulamaların bu ilke
gözetilerek gerçekleştirilmediği gözlemlenmektedir. Her medeniyet,
İstanbul’a mirasını bırakırken umulan, devralan medeniyetin, mirasını
da emanet olarak almasıdır. Görülüyor ki emanete layık olduğu şekilde sahip çıkılamamaktadır.
Tarihi ve kültürel mirasın gerek duyarsız ve bilinçsiz girişimlerle yok
edilmesi, gerekse siluetlerinin gökdelenlerin gölgesinde kalması veya
sahipsizlikten, ilgisizlikten kaynaklanan zamanın yıpratıcı etkisiyle
günden güne tahrip edilmesi, şehrin hafızasının zayıflamasına neden
olmaktadır. Şehir hafızasından yoksun olan bir toplum ise kolektif
hafızadan da uzaklaşır. Bunun sonucu olarak gelecek nesiller köklerine, tarihten gelen medeniyet kodlarına yabancı kalacaklar ve medeniyet bilincinden uzak bir şekilde şehirde yaşamlarını sürdüreceklerdir.
Kültürel mirasımıza sahip çıkmak, tarihi ve vicdani bir sorumluluktur.
Her ne gerekçeyle olursa olsun, kültürel mirasımızı tehdit eden bu tür
girişimlere medeniyet bilinci çerçevesinde karşı konulmalıdır. Tarihten
süzülen emanetlerin bir köprü misali gelecek nesillere aktarılmasında etkin rol alınmalı ve üzerimize düşen görevi yerine getirmekten
kaçınmamalıdır.
Mayıs - Haziran 2013 149
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
''Tarih mimarlığımızı anlamada bize yardımcı olmalıdır ve tarihten tekrar moderne gelmeliyiz;
ille de ona özel bir sempati duymak için değil, yalnızca o zaman tartışılan sorunlar bugün hala
geçerli olduğu için."
Rossi
Büşra Erçin
Yüksek İç Mimar
Tarihsel ve Kültürel
Sürekliliğin Önemi
Ş
Toplum yapısını oluşturan etmenler arasında
en önemli olanları Kültür ve Tarih'tir. Taylor'a
göre Kültür, toplumun bir üyesi olarak kişinin
elde ettiği bilgi, inanç, sanat, gelenek, görenek,
alışkanlık ve becerileri içine alan karmaşık bir
bütündür. Kültürel içeriğin oluşması, tarihi
sürekliliği dünden bugüne, giderek de yarına
aktaran öğelerle mümkündür.
ehir yaşamında kültürün toplumu yönlendirici bir niteliğe
sahip olması, hem şehrin gelişimini hem de bireylerin gelişimini sağlayacaktır. Kültürün ve kültürel faaliyetlerin toplum
tarafından ihtiyaç olarak algılanmaya başlaması, o şehirde
medeniyet algısını olumlu yönde etkilemekle kalmaz, medeniyetlerin varlıklarını sürdürecekleri zemini hazırlar.
Kentleşme; itici, iletici ve çekici güçlerin altında oluşan ve
değişen nüfus hareketleri olarak tanımlanır. Kentleşmenin
kontrol edilemeyecek kadar hızlı geliştiği İstanbul'da, kentleşme süreci göç ile başladı. Fakat İstanbul'un insani ölçüleri
ve değerleri 18. yüzyıldan itibaren aşınmaya başladı. Avrupa
şehirlerindeki geniş ve dümdüz caddeler, bu caddelerin etrafındaki bitişik nizam kagir yapılar, büyük meydanlar, aydınları
etkiledi ve değişim isteği doğurdu. Yakın geçmişten itibaren
hızla gelişmekte olan İstanbul için ne yazık ki belirlenmiş bir
yerleşim düzeni ve ulaşım etütleri kontrolü sağlanamadı ve
1950’li yıllardan itibaren göç edenlere şehirle bütünleşebilecekleri bir imkân sunulmadı. Zamanında akıllıca yapılamayan
planlama, bugün daha yüksek maliyetli çözümler üretmeyi
gerektiriyor. Yeni düzene yerel kimlikle göç edenler, bir süre
kimlik karmaşası yaşamış olsalar da tam manası ile oluşturamadıkları çarpık düzene adapte olmak zorunda kaldılar.
Bugün göç edenlerin çocukları, içinde bulundukları duruma
yabancılık çekmezler fakat asıl kimliklerini de
benimseyememişlerdir.
İstanbul birçok inanca ev sahipliği yapmış, birçok kültürü
bünyesinde barındırmış bir şehir olmasına rağmen, eski
İstanbul'un tarihi dokusunu ve bütünlüğünü koruyabilen çok
az sokak kalmıştır. Süleymaniye'de, Kadırga'da ve Kariye'deki
sokaklar ile yeniden yapılanan ve eski görüntüyü aksettiren Sultanahmet'deki Soğukçeşme sokak, tarihi bütünlüğü
koruyup geleceğe referans olabilecek niteliktedir. Kültürel
geçmişe referans olması açısından geleceğe aktarılabilecek
sokakların varlığı ve devamlılığı önemlidir. Kültür idealize edilmemesi, yüceltilmemesi, hele kutsallaştırılmaması gereken,
çünkü sürekli çaprazlanan, sürekli melezleşen bir pratikler
bütünü ve o pratiklerin var ettiği ürünlerin toplamıdır (Tanyeli). Türkiye'de kentler kimliklerini başka kültürlere benzemeye
çalıştıkları için yitirmiştir. Fakat kimlik nesnel değil öznel bir
tutumdur. Her toplum kendini oluşturan değerler doğrultusunda farklı kimliklere sahiptir. Kentlilik bilincinin oluşması
için bireylerin kendi çevrelerine ve kültürel kimliklerine duyarlı
olmaları gerekmektedir, fakat yerel halkın geçim mücadelesi
ne yazık ki bireysel düşünceleri beraberinde getirmiştir.
Türk toplumu kültürel melezlenme yaşıyor olsa da kendi kültürel geçmişi ile tam manada bağlantısını koparmış olduğu
söylenemez. Özellikle bireysel ve toplumsal tutumlar bunun
göstergesidir. Örneğin apartman konut olarak kullanılmaya başladığında bile, tip olarak menşei olan Fransız ya da
İtalyan apartmanları ile benzerlik göstermiyordu. Tanyeli'nin
örneklemesine göre, apartmanların tercihen balkonlu tasarlanıp bir süre sonra eve dahil edilmesi, Türk aile yapısının,
150 Mimar ve Mühendis
kamusal alan ile özel mekan ayrımı sağlayan, yarı kamusal mekanlara (balkonlara) alışık olmadığının göstergesidir. Apartmanlarda
balkonlu konut tipolojisi, Türk evi ile iç avlulu konutlarla ayrıca
mahremiyet gibi kanıksanmış gerçekler ile kıyaslanınca, balkonun
benimsenmeyişinin, Türk toplumunun tarihsel sürekliliği olduğu
ortaya çıkar. Türk toplumu kültürel sürekliliğini, modern anlamda
yapıya indirgeyemiyor olmamız, sürekliliği sadece görsel açıdan
değerlendiriyor olmamızdan kaynaklanmaktadır. Oysa kültürel
süreklilik imgelerde değil, davranış ve anlamlarda gizlidir.
Apartman yaşantısının olumsuz etkileri, sadece kültürel anlamda toplum yapısına uymuyor olmasından kaynaklanmamaktadır.
Apartmanlaşmanın oluşturduğu fiziki koşullar, Türk toplumu aile
yapısını etkilemiş ve güven duygusunu sarsmıştır ve sokakları
konutların bahçesi olmaktan çıkarmıştır. Yapılmaya başlandığı
dönemde modern olduğu için tercih edilen bu konut türü, bir
süre sonra yoğun nüfusu karşılayacak ve gecekonduları yaşanılır
hale dönüştürecek tek çare olarak görülür. Apartman yaşantısına
adapte olamayan Türk toplumu için makul görünen bu konut türü,
çocukları olumsuz yönde etkileyen ve insanları yabancılaştıran bir
kültür erozyonuna neden olmuştur. Canlı bir biçimin düzensizleştiği yerde, genetik bir kuralın artık işlemediği bir yerde (kanserde
olduğu gibi), hücreler düzensizlik içinde hızla çoğalmaya koyulurlar
(Baudrillard). Kentin hücreleri olan apartmanlarda, kanserli hücreler
gibi düzensizce çoğaldılar.
1950-60 yıllarında teknolojinin imkanlarına, özellikle artan nüfusa
ve otomobil kullanıma uyum sağlama gerekçesi ile çağdaş kent;
yol-meydan-otomobil üçgeni ile tanımlanmıştır. Büyük yol ve
meydanların açılması için o dönemde istimlak edilip yıkılan bina
sayısı 7.289'a ulaşmıştır. Tarihi İstanbul'un en eski aksı üzerindeki
eserler ya tamamen ortadan kaldırılmış ya da tıraşlanmıştır. Apartmanların sebep olduğu mimari ve kültürel çirkinlik, şehirlerimizi
yaşanamaz hale getirmiştir. Cansever bu yoğun yerleşmenin fiziki
ve biyolojik kirliliğe sebep olduğunu düşünmektedir. Bu bağlamda
mimarlara düşen görev, insanların içinde mutlu edeceği konutları
tasarlamaktır ancak yakın geçmişte uygulanan yapıların yalnızca
%25'i mimarlar tarafından tasarlanmıştır. Ayrıca
Türkiye'de yer alan ve geleneksel olmayan konutların inşa edilmelerinin nedenleri arasında ekonomik gerekçeler sunulur. Yakın
geçmişte konutların geçici ve ucuz malzemelerden inşa edilmesinin sebebi sanıldığı gibi Türklerin göçebe hayatına sahip, kalıcılığı
olmayan bir dünya üzerinde yaşıyor olmaları değil, ekonomik yetersizliklerdir. Bu yüzden konutlar minimum teknik ve konfor elemanları ile donatılır. Oysa gelenekselin hem ekonomik hem de bağlamsal
İstanbul birçok inanca ev sahipliği yapmış, birçok
kültürü bünyesinde barındırmış bir şehir olmasına rağmen, eski İstanbul'un tarihi dokusunu ve
bütünlüğünü koruyabilen çok az sokak kalmıştır.
Süleymaniye'de, Kadırga'da ve Kariye'deki sokaklar
ile yeniden yapılanan ve eski görüntüyü aksettiren
Sultanahmet'deki Soğukçeşme sokak, tarihi bütünlüğü koruyup geleceğe referans olabilecek niteliktedir.
Apartman yaşantısının olumsuz etkileri, sadece kültürel anlamda toplum yapısına uymuyor olmasından
kaynaklanmamaktadır. Apartmanlaşmanın oluşturduğu fiziki koşullar, Türk toplumu aile yapısını
etkilemiş ve güven duygusunu sarsmıştır ve sokakları
konutların bahçesi olmaktan çıkarmıştır.
gerekçeler ile uygulanabildiğini kanıtlayan Hassan Fathy, şehircilikte kültür ve geleneği altüst edecek yaklaşımlardan kaçınmıştır.
Modern mimari çevrede kentler giderek kimliklerini kaybedip birbirlerine benzemeye başlarlar. İstanbul'da uluslararası iletişimin
artması, tüketim malzemelerinin aynılaşması, teknolojik gelişmeler,
standardizasyon, yapı tasarımında ve üretimde küreselleşmeyi
desteklemiştir. Bu durum Doğuda ve Batıda 60'lı yıllardan itibaren
gelenekselin mimaride uygulanması gerekliliğini doğurmaktadır.
Mimaride anlam kavramı, tüm bu aynılaşmaya cephe alır ve yerelliğin insan için daha yaşanılır olduğunu savunur. Süreklilik yerel
mimarinin, gelenekselin destekçisidir. Geleneksel mimariyi, modern
içinde irdelemenin geçerli ve kalıcı nedenleri olmalıdır. Geleneksel
mimari yerellik, iklim, çevre ve yaşam koşulları gibi verilerle oluşturulduğu için çeşitlilik kazandırır. Modern mimarinin anlamsal boyut
kazanması geleneksel mimari ile işbirliği kurarak mümkün olur.
Pallasma, mimarlığın tarih ve gelenek içinde birikmiş olan suskun
bir bilgeliği barındırdığını vurgular. Her şey bir öncülüğe sahip
olmalıdır, hiç bir şey yokluktan gelmez. Her şey bir şeyden gelir
ve bu insan icatlarının tümü için geçerli olmalıdır. Bu yüzden kent
oluşumu ancak geçmiş dikkate alınarak incelenebilir. Türk toplumuna ihtiyaç duyduğu gelenekseli sunma yine geçmişi araştırmak
ile mümkün olacaktır. B.Rodofsky'e göre, yerel mimari; nesiller
boyu gelişen, belirli ihtiyacı yerine getiren, kullanıcısının düşünü
ifade eden bir geleneğin sonucudur. Çevresel, sosyal, ekonomik,
tarihsel faktörlerle şekillenir. Yöresel yapıda herhangi bir farklılığın
temeli araştırıldığında bunun nedeninin yaşamsal bir ihtiyaç olduğu
görülür. Kültürel süreklilikler toplumsal / kültürel / sanatsal olgu ve
ürünlerin görüntülerine bakarak gözlemlenmez; onları kavramak
Mayıs - Haziran 2013 151
DOSYA: ŞEHİRLERİMİZ NEREYE KOŞUYOR? MAKALE • SÖYLEŞİ • GÖRÜŞ
Geleneksel mimari yerellik, iklim, çevre ve yaşam
koşulları gibi verilerle oluşturulduğu için çeşitlilik kazandırır. Modern mimarinin anlamsal boyut
kazanması geleneksel mimari ile işbirliği kurarak
mümkün olur.
için anlamlarını çözümlemek, bunun için de tarihsel süreçleri araştırmak gerekir. Başka bir deyişle, kültürel süreklilik sorgulaması
çıplak gözle yapılamaz (Tanyeli). Zamanla farklılaşan eklemelerin
neden-sonuç ilişkilerinin, belirli bir temele oturtulabilmesi, toplum
için gereklidir. Bugün yapılan bir uygulamanın nedeni yüzyıllar
öncesinden kalan bir alışkanlık ya da gelenek olabilir. Bugün
süreklilik kavramı, geçmişin getirdiği güven duygusu ile geçmişten
günümüze gelen akılcı yaklaşımlar olarak, tasarım sürecine zemin
oluşturabilmek için hümanist bir yaklaşımla tercih edilmelidir.
Süreklilik geçmişin geleceğin içine doğru taşması, taştıkça kabarmasıdır (Bergson). Sürekliliği tercih eden ve kendi hakikatini oluşturan her mimar, dağarcığına yerleşmiş bilgiyi bilinçli ya da bilinçdışı
olarak eserlerine yansıtır. Bu süreçte yetişmiş olduğu yerelliğin
içine inşa ettiği yapı, aynı yerelliğin içinde bulunan ve benzer çevresel algıya sahip olan bireyler tarafından, daha yüksek bir algı düzeyi
ile benimsenecektir. Çünkü mimarlık insanlara ait oldukları bir yer
yaratma sanatıdır (Nolberg Shultz).
Bergson bir organizmanın şimdiki anının sadece yakın geçmişle açıklanamayacağını tüm geçmişinin tüm tarihinin yani tüm
mirasının şimdiki anına eklenmesi gerektiğini belirtir. Bu yüzden
Mimarlık tarihten esinlenmeli ve tarih yol gösterici olarak benimsemelidir, bunu yaparken tekrar ve taklitten kaçınmalıdır, çünkü
mimarlık ''moda'' değildir. Mimari tasarımda geçmişten yararlanış
bir sonraki tasarımlara ''imgeler pazarı'' sunar ve mimarlar artık
bu ''imgeler pazarı''ndan seçtikleri ile derleme bir tasarım sürecine girmiş olacaklar. Bu yüzden tarihselcilik sorumluluğu büyük
olan bir seçimdir. İnsanlar tarihlerini kendileri yaparlar, ama onu
serbestçe kendi seçtikleri parçaları bir araya getirerek değil,
dolaysızca önlerinde buldukları, geçmişten devreden verili koşullarda yaparlar (Karl Marx). Gelenekselci ve tarihselciliğin tekrar
üzerinden algılandığı ülkemizde, tarihsel sürekliliği çağdaş boyutta sergileyen bir anlayış tam manası ile gelişmiş değildir. Turgut
152 Mimar ve Mühendis
Cansever gibi mimarların örnek teşkil edecek eserleri ile tarihselciliğin sadece görüntüden ibaret olmadığı anlamamız gerekir.
Mimarlık, insanın ve toplumun ne olması gerektiğini düşünmek
ve topluma neler verebileceğini belirlemek konusunda yerin,
toplumun ne olduğu hakkında kararlar almalı ve tasarıma bu
olgunlukta bakmalıdır. Bu bağlamda bize örnek teşkil edebilecek
tutum, Osmanlı mimarisi üslup özelliğidir. Yapıya eklenen her
varlığın, tarih bilinci ve gelecek sorumluluğunun yolunu tıkamamak üzere, gerekli tedbirler alınarak planlanıyor olması gerekir.
Yapılan her eklentinin geçmişe bir ilave ve geleceğe hazırlık
teşkil etmesi söz konusudur. Toplumlar geleneksel yaşam biçimlerinden düzenler üretir ve bu düzenler toplumsal estetik olarak
bölgesel mimarilerin özünü oluşturur. Mimari özler aynı kalırken,
ortak belleklerden esinlenerek belirlenen tipler ve tiplerden üretilen yeni çalışmalar gelişir.
Geçmiş yanlış ve doğrularıyla, bizim yeni fikirler inşa etmeden
önce en geçerli referansımız olacaktır. Geçmişe ait tüm uygulamalar kaygı, istek, ihtiyaç gibi nedenlerle oluşturulmuş ve muhakkak üzerine düşünülmüş olgulardır. Tesadüfi bir araya gelişlerden
bile çıkarımda bulunmamız mümkündür. Bu yüzden mimarlık
adına, geçmişteki uygulamaları dikkate almak, incelemek ve
çıkarımda bulunmak, hata olasılığımızı düşürmemize ve sürekliliği
sağlamamıza neden olacaktır. Süreklilik kaygısı taşımamız, geleceğe kültürel anlamda yön vermemiz demektir.
REFERANSlar
1 Şehir Ve Kültür İstanbul,A.Haluk DURSUN
2. Şehir Ve Kültür İstanbul,Ahmet Emre BİLGİLİ
3. Şehir Ve Kültür İstanbul,Sinan GENİM
4. Şehir Ve Kültür İstanbul,Murat BELGE
5. Şehir Ve Kültür İstanbul,Korkut TUNA
6. Şehrin Mimarisi, Aldo ROSSİ
7. İslam'da Şehir ve Mimari Turgut CANSEVER
8. Rüya İnşa İtiraz Uğur TANYELİ
9. Metafor Olarak Mimari Kojin KARATANI
10. 75 yılda Değişen Kent ve Mimarlık,Doğan KUBAN
11. Çağdaş Mimari Dizaynlamada Tarihsel Sürekliliğin Değerlendirilmesi,Filiz ÖZER
12. Kötülüğün Şeffaflığı: Aşırı Fenomenler Üzerine Bir Deneme, BAUDRILLARD, Çev.:E.
Alabora, I.Ergüden
13. Karl Marx,Louis Bonaparte'ın On Sekiz Brumaire'i,çev.:T.Bora
Mayıs - Haziran 2013 153
GEZİ ŞİİR, GÜL, BÜLBÜL: ŞİRAZ…
ŞİİR, GÜL, BÜLBÜL:
ŞİRAZ…
>
YAZI ve FOTOĞRAF: OSMAN ARI/MAKİNE MÜHENDİSİ
İsmiyle, tarihi dokusuyla, insanı çağıran, kendine çeken
şehirler vardır. İsimleri bile insanda farklı çağrışımlar uyandırır. Semerkant, Buhara, Kudüs, Mekke, Medine, İstanbul,
Bağdat, Şam, Marakeş, İsfahan Şiraz.. İslam medeniyetinin, zarafet ve güzelliğinin sanki şehir olarak ete kemiğe
bürünmüş halidir bu şehirler. Cami, han, hamam, çarşı ve
bahçeleriyle bu şehirler, medeniyetimizin şehircilik anlayışının en güzel örnekleridir.
N
evruz tatilinde, tam da baharın
bütün kışkırtıcılığı ile tekrar
geldiği bir günde Şiraz’dayım.
Şiraz’a üçüncü gelişim. Şiraz
tıpkı İstanbul gibi, İsfahan gibi Semerkant ve Buhara gibi beni ilk gördüğümde
olağanüstü etkileyen bir şehir. İran’ın en
büyük bayramı(!) olarak kabul edilen nevruz
tatilinde, güzel bir bahar günü Şiraz’a vardığımızda keskin bir çiçek kokusu karşıladı
bizi, tam da Şiraz’a yakışan bir edayla.
Yeşillikler içindeki Şiraz’da bize ‘’hoşamadi’’
(hoşgeldiniz ) diyen bu güzel koku portakal
çiçeklerinin kokusuydu. Portakal çiçeği kokusunun yerini bir müddet sonra henüz gonca
olan güller alacak.
Otele yerleşmemizin ardından fars dilinin
en büyük şairleri Hafız ve Şeyh Sadi’nin
kabirlerini ziyaret ediyoruz. (Nevruz tatili
dolayısı ile) Şiraz oldukça kalabalık. Türbeye
girişlerde sıra beklemek zorunda kalıyoruz.
154 Mimar ve Mühendis
Kadın-erkek, çoluk-çocuk her yaştan İranlı
bu bilge şairlerin kabirlerini ziyaret ediyor.
Her ne kadar bu ziyaretler biraz turistik
(!) amaçlı olsa da İranlıların eski edebi
şahsiyetler ve klasik eserleriyle ilişkileri çok
canlı bir şekilde devam ediyor. Bizim alfabe
değişikliğiyle yaşadığımız kültürel travmanın yaşanmamış olması İranlıların çok
büyük bir avantajı. Farsçanın zengin klasik
eserleriyle (Hafız, Sadi, Firdevsi, Mevlana,
F.Attar..) eğitimin her kademesinde iç içeler.
Her İranlının hafızasında mutlaka Hafız’dan,
Sadi’den, Mevlana’dan şiirler, hikmetli beyitler vardır. Zihni ve hafızası dil devrimi gibi
bir silindirden geçmiş; değil yüzlerce yıl önce
yaşamış şairlerinin şiirlerini aslından okumak, anlamak; İstiklal Marşı’nın sözlerini bile
sözlüksüz okuyamayan, anlayamayan bizler
için geçmiş kültürümüzle irtibat kurmanın
ne kadar zor olduğu ortadadır. İranlıların
kendi geçmişleriyle devam ettirdikleri bu
sağlam ilişkinin onlara sağladığı özgüven ve
Mayıs - Haziran 2013 155
GEZİ ŞİİR, GÜL, BÜLBÜL: ŞİRAZ…
süreklilik duygusunun çok önemli olduğuna
inanıyorum.
Hafız ve Sadi’nin kabirleri basit bir türbeden
öte bir kompleks. Her iki türbe de yemyeşil
büyük bir bahçe içersinde. Tıpkı Y.Kemal
Beyatlı’nın ‘’Rindlerin Ölümü’’ şiirinde
anlattığı gibi. Hafız’ın kabrinde (daha önceki
ziyaretlerimde yaptığım gibi) İstanbul’dan,
Y.Kemal’den bir selam niyetiyle ‘Rindlerin
Ölümü’nü okuyorum.
Geçmişte Sasaniler, Moğol ve Timur dönemlerinde çok önemli bir merkez olan Şiraz
13. ve 14. yüzyıllarda pek çok şair, sanatçı
ve bilim adamının yetiştiği zengin bir ilim
ve kültür merkezi olmuş. 1750 yılında Zend
hanedanlığının başkenti olmasıyla pek çok
mimari eser şehre kazandırılmış. Kerim Han
(biraz da İsfahan’a nispet etmek için) Şiraz’a
‘Vekil Pazarı’ (kapalı çarşı), ‘Vekil Camii ve
Hamamı’ ve şehrin içersinde klasik kale
anlayışından biraz farklı olarak inşa ettirdiği
‘Kerim Han Kalesi’ gibi eserler bugün hala
ayakta olan eserlerdir. Kalenin iç bahçesinde
portakal bahçesi var. Kalenin köşelerindeki
kuleler ise Pisa kulesi gibi eğik. Vekil pazarı;
kapalı çarşı mantığıyla kurulmuş, yanında
büyük bir camisi (Vekil camisi) ve hamamı
da olan bir külliyedir. Çarşı; tarihi havanın
teneffüs edilebileceği zengin İran el sanatlarının en güzel örneklerinin alınabileceği
otantik bir mekân. Çarşıda insanın dikkatini
çekecek kadar bülbül, kanarya ve saka gibi
ötücü kuşların yoğun sesleri, çarşıya otantik
bir hava veriyor. Klasik edebiyatımızdaki
gül-bülbül imgelerinin hiç de yakıştırma
olmadığını burada canlı olarak görebiliyorsunuz. (Bu seyahatten yaklaşık bir ay sonra
tam da gül mevsiminde İsfahan’da Bağ-ı
Gülha’da (Güller Bahçesi) bülbüllerin güllere
yaptıkları ilan-ı aşka bizzat şahit olduktan
sonra) Ayrıca bu merak İranlıların ince zevk
anlayışlarının da bir yansıması. Vekil Pazar,
156 Mimar ve Mühendis
İran’ın en güzel ve en büyük kapalı çarşılarından birisi. Vekil Camii 18. yy. sonlarında
Kerim Han tarafından yaptırılmış tek parça
taştan kesilmiş ve eşsiz taş işlemeleriyle süslü 48 sütunun taşıdığı bir kubbeye
sahiptir. Caminin mihrabındaki çiniler de çok
etkileyici. Ancak nedense Vekil Camii de İsfahan’daki İmam Camii gibi ibadete kapalı. Bu
anıt camiye de bilet alarak girebiliyorsunuz
ve namaz kılabileceğiniz bir yer yok. Caminin
hemen yanındaki Vekil Hamamı ise, hamamların inşasında bile güzelliğe ne kadar riayet
edildiğinin canlı bir örneği. Hamam bugün
geçmişte kalan gündelik yaşantının canlandırıldığı bir müze olarak hizmet veriyor.
Şiraz’ın mistik mekanlarından birisi de Şah-ı
Çerağ; 8. İmam Rıza’nın kardeşi Seyyit Mir
Ahmet’e ait türbe ve cami Şiraz’a gelenlerin
mutlaka ziyaret ettikleri bir yer. Bu türbe de
İran’daki diğer türbeler gibi aynalarla bezenmiş. Günün her saati kalabalık.
Ertesi gün şehre yaklaşık 60 km. uzaklıkta
İsfahan yolu üzerindeki Ahamenişler ( I.Pers
İmp. M.Ö. 558-330) zamanından kalma
antik bir şehir kalıntısı olan Persepolis (taht-ı
Cemşit)’e gidiyoruz. Persepolis, Perslerin
tarihteki ihtişamını göstermesi bakımından
önemli bir eser. Şehir, Pers kralı Büyük Kirus
tarafından kurulur. Ancak Büyük İskender
tarafından yakılıp yıkılır. Son İran şahı M.Rıza
Pehlevi 1971 yılında Perslerin 2500. kuruluş
yıldönümünü burada Persleri yeniden canlandırarak görkemli bir şekilde kutlar. Kendi
saltanatının köklerinin Perslere dayandığına
nazire yapar. Ancak O’da Ocak 1979’da tacı
tahtıyla birlikte ülkesini terk etmek zorunda
kalacaktır.
Şiraz, zengin tarihi ve kültürel mirasının
yanında aynı zamanda bir bağlar ve bahçeler
şehridir. Şiraz’ı güller ve bülbüller şehri yapan
bu büyük bahçeler gerçekten görülmeye
değer yerlerdendir. İlk gün gittiğimiz Dilguşe
Bahçesi portakal çiçeklerinin baygın kokusu
ve kuş seslerinin arasında bize farklı bir
atmosfer yaşattı. Narencistan bahçesi de
portakal ağaçları ve rengarenk çiçeklerle
klasik İran bahçe mimarisinin güzel bir
örneği. İrem bahçesini daha önceki Şiraz
gezilerimde görme imkanım olmamıştı. Son
günümüzü de İrem bahçesine ayırdık. Bahçe,
Şiraz Üniversitesinin bünyesinde bir botanik
bahçesi. Selviden çama, defneden erguvana çok zengin bir ağaç ve bitki çeşitliliğine
sahip. Bahçede klasik İran simetri ve havuz
uygulamaları gerçekten çok güzel. Bahçe çok
bakımlı, ahşap köşkü, şirin havuzları ve bin
bir çeşit çiçek ve ağaçlarıyla sanki cennetten
bir köşe. Şimdiye kadar İran’da gördüğüm en
güzel bahçe. Ahşap köşkte bulunan değerli
taşlar müzesi ise taşlar hakkında bilgi sahibi
olmak isteyenler için bulunmaz bir hazine.
Müzenin çıkışında (makul fiyatlara) firuze,
mercan, akik, oniks, ametist, kaplan gözü gibi
değerli taşlardan tesbih, kolye, yüzük vs. takı
alabilirsiniz.
İslam medeniyetinin yüz akı her şehri gezdikten sonra oluşan; ‘’tarihte kurduğumuz böyle
güzel şehirlerimizi neden günümüze taşıyamıyoruz’’ sorusuyla Şiraz gezimi tamamlıyorum. Genç mimar, şehir plancı ve mühendis
arkadaşlarımızın, mevcut şehirlerimizi daha
insani ve yaşanabilir kılmak için Şiraz gibi
şehirlerden istifade edebilecekleri çok şey
olduğuna inanıyorum.
Mayıs - Haziran 2013 157
KİTAPLIK
Milyonluk Manzara
Kollektif
İletişim Yayınları
Kentsel dönüşüm kenti nasıl
dönüştürüyor, neye dönüştürüyor? Kentsel dönüşümün
ortaya çıkardığı manzara
nedir? Hem mecazi anlamıyla, nasıl bir manzara: Nasıl
bir mekânsal düzen, nasıl bir
sınıfsal-toplumsal doku? Hem
de düz anlamıyla, nasıl bir
manzara: nasıl bir coğrafya,
nasıl bir kent resmi? Bu kitaptaki fotoğraflar ve yazılar,
farklı cephelerden, farklı
dillerle, kentsel dönüşüm
rejimine bakıyor. Fotoğraflar,
kentsel dönüşüm manzarasını görkemli tekinsizliğiyle
gözümüzün önüne seriyor.
Akademisyenler, mimarlar,
gazeteciler, kentsel dönüşümün analizini yapıyor. Semih
Akşeker, Cihan Aktaş, Hakan
Bıçakçı, İhsan Bilgin, Tanıl
Bora, Gaye Boralıoğlu, Funda
Şenol Cantek, Haydar Ergülen, Alev Erkilet, Özgür Sevgi
Göral, Pınar Öğünç, Mine
Söğüt, Jean-François Pérouse,
Özcan Yurdalan, Turgut
Yüksel’in yazılarıyla…
Sürdürülebilirlik ve
Şehir Pazarlaması
Ekseninde Yavaş Şehir
Mete Sezgin, Şafak Ünüvar
Çizgi Kitabevi Yayınları
İtalyanca citta (şehir) ve
İngilizce slow (sakin / yavaş)
kelimesinden oluşan Cittaslow, "Yavaş Şehir" anlamına
gelmektedir. Yavaş Şehir
akımı 1999 yılında İtalya'da
başlamış olup, dünyada birçok ülke ve kente yayılmaktadır. "Sürdürülebilirlik ve
Şehir Pazarlaması Ekseninde
Yavaş Şehir" isimli bu kitap,
turizm ve şehir pazarlaması çerçevesinde yavaş şehir
konusu anlatmaya odaklanmış. Günümüzde bu alanda
yapılan çalışmalar var. Ancak
bu çalışmanın ayırt edici
özelliği, "Yavaş konseptine" ve
"Yavaş Şehir" üzerine detaylı
bir incelemenin yapılması
oluşu…
Yavaşla! / Hayattan Bir Defa
Geçeceksin
Kemal Sayar
Timaş Yayınları
Kendimizi bulmak için hayatın
kendi ritmine geri dönmeye
ihtiyacımız var. İşte bu yüzden,
kendi kendimize "Yavaşla!" diyoruz. Çünkü yavaş güzeldir...
Doç. Dr. Kemal Sayar bizleri
hızın ve değerlerini yitirmiş
bir hayatın tutsağı olmaktan
kurtulmaya çağırıyor. YAVAŞLA, modern çağın getirdiği hız
eksenli hayatın, mahremiyetin
yitirilişinin, aile ilişkilerinin
çözülmenin, teknoloji odaklı
yaşamlarda görülen iletişim
kaybının güncel bir eleştirisi.
"Modern Mutsuzluk", "Modern
Zamanlarda Aile", "Benliğin
ve Toplumun Krizi" ve "Yavaş
Güzeldir" adlı bölümlerden
oluşan YAVA ŞLA, bir modern
zaman eleştirisi olmanın yanı
sıra, eleştirdiği olgulara çözüm
önerileri getiren, kaybedilen
manevi zenginliği yeniden bulmaya davet eden bir kitap.
Bir Osmanlı Mucizesi Mimar Sinan
Prof. Dr. Suphi Saatçioğlu
Ötüken Neşriyat
Türk kültür ve sanat tarihinin en büyük simgesi
olan Mimar Sinan, anıların bizzat kendi dilinden
verilen Tezkiretü’l-Bünyan adlı yazma kaynakta
toplamıştır. Saî Mustafa Çelebi tarafından kaleme alınan bu yazma Sinan, çocukluk çağından
mimarbaşı oluşuna ve ömrünün sonuna kadar
başından geçen olayları hikâye etmektedir.
Büyük ustanın özellikle tasarlayıp inşa ettiği Şehzade Camii, Kırkçeşme Su Tesisi, Süleymaniye
Camii, Mihrimah Sultan bahçesinde su dolabı,
158 Mimar ve Mühendis
Steril Hayatlar
Köksal Alver
Hece Yayınları
Daha önce "Biz Aslında
Neyiz ?" deneme kitabını ve
katılım bankacılığı sektörü
için temel kaynak niteliğinde
olan "Katılım Bankacılığı
Felsefe Teorisi ve Türkiye
Uygulaması" isimli kitaplarını yayın hayatına sunan
Hüseyin Tunç, bu defa bir
romanla karşımıza çıkıyor.
Kayıp Renk’te toplumsal
ve ekonomik hayatımızda
son otuz yıldır hızlanan
değişimin bireysel hayatımız
üzerindeki etkisi anlatılıyor.
Değerlerle çelişen cazibeler,
seçilemeyenler, korkular ve
umutlar arasında bir hayatın
hemen her yönü… Eğitim,
askerlik, iş, aş, aşk, korkanlar
ve korkutanlar... Roman,
varoluşa, psikolojiye, sosyolojiye ve tasavvufa dair gözlem
ve tespitlerle örülü ve okuyucu kendi içinde bir yolculuğa
çıkartacak.
Büyükçekmece Köprüsü ve Edirne’deki Selimiye
Camii’nin yapılışları sırasında yaşanan zorluklar
ve sıkıntılar anlatılmaktadır. Bu eserlerin yapılış
hikâyelerinin etrafında gelişen olaylara ve çarpıcı diyaloglara da yer veren Sinan, en çok cihan
padişahı Kanunî Sultan ile olan tartışmaları ilgi
çekmektedir. Mimar Sinan’ı bize en çok yaklaştıran, onun bakışı ve dünya görüşü hakkında
önemli ipuçları veren Mimar Sinan Üniversitesi
Rektör Yard. Prof. Dr. Suphi Saatçioğlu'nun bu
kıymetli eseri, elimizde bulunan en değerli belge
niteliğindedir.
Yüksek Mühendis Mektebi’nden
İstanbul Teknik Üniversitesi’ne
Bir Dönüşümün Öyküsü ve
Anılar
Ruhi Kafescioğlu
Yem Yayınları
Yazar Ruhi Kafescioğlu’nun
“Yüksek Mühendis
Mektebi’nden İstanbul
Teknik Üniversitesi’ne – Bir
Dönüşümün Öyküsü ve Anılar” kitabı, Yüksek Mühendis Mektebi’nden İstanbul
Teknik Üniversitesi’ne geçişi
de anlatan, Türk mimarlığı
akademik hayatı açısından
son derece önemli bir dönem
olan 1936- 1946 yıllarına ışık
tutuyor. Ruhi Kafescioğlu gelişmeleri, kendisinin ve o dönemde okumuş öğrencilerin
kişisel gözlemlerine, anılarına
ve yoğun bir arşiv çalışmasına
dayanarak aktarıyor.
Sel Yayınları'ndan Şehircilik
Kitapları
Murat Gül, Henri Lefebvre
Sel Yayınları
Sel Yayınları bu ay iki önemli
kitap yayınladı. Modern
İstanbul'un Doğuşu kitabında
Murat Gül, özellikle son yıllarda İstanbul'daki dönüşüm,
yeni soylulaştırma projeleri,
konut sektörünün şişmesi,
göç olgusu gibi gündemleriyle şehir planlaması, yalnızca
pratik sonuçlarıyla değil, toplumsal hafızaya ve şekillenmeye etkisini tartışıyor. Kentsel
Devrim kitabı da Henri
Lefebvre'nin mekanı toplumsal analizin merkezine alan ilk
eseri. Lefebvre, "toplumun bir
bütün halinde kentleşmesi"
hipoteziyle yola çıkarak, hep
kır-kent çelişkisi içinde ele alınan şehir kavramının ortadan
kalktığını öne sürüyor.
Mutlu Ev
ŞEHİR VE DÜŞÜNCE DERGİSİ
Yükselen gökdelenlere,
betonlaşan hayatlara baktıkça
İslam'ın tevazu ve sadelik
anlayışını nereye yerleştirmek
gerekiyor? Mimar Semih
Akşeker, yeni çıkan Mutlu
Ev kitabında hem bu soruya
cevap veriyor hem de ayetler
ve hadisler ışığında bir evin
nasıl kurulması gerektiğini
anlatıyor. Ayetler, hadisler
ve Osmanlı'dan bu yana
gelenekler ışığında mutlu ev
projesini anlatıyor Akşeker.
İşin trajik yanı, mesleği gereği
günlerini dev plazaların,
lüks apartmanların inşaatında geçirmesi. Ama ısrarla
modernizmi reddettiğini
vurguluyor. Modernizmin en
büyük gösterge alanı olarak
nitelediği mimarinin dünyanın çirkinleşmesinde büyük
rol oynadığı görüşünde.
Şehirlerimizi yeniden inşa ve
dizayn ettiğimiz günümüzde,
şehre insan ölçeğinden bakışın önünü açacak düşünceye,
bilgiye ve uygulamalara kapı
aralayan yeni bir dergi yayın
hayatına başladı. Esenler
Belediyesi Şehir Düşünce
Merkezi’nin, dört ayda bir
yayımlanacak olan, Şehir ve
Düşünce Dergisi söz konusu bu düşünce ve bilginin
üretimine katkıda bulunarak
yeni uygulamalara öncülük
edecektir. Şehre dair sözü
olan herkesi bu çalışmaya katkı yapmaya davet eden Şehir
ve Düşünce Dergisi’ne yayın
hayatında başarılar diliyoruz.
Ayrıca böyle bir dergiyi yayın
hayatına geçirdiği için de
Esenler Belediye Başkanı M.
Tevfik Göksu’yu Mimar Mühendis Dergisi olarak tebrik
ediyoruz.
Semih Akşeker
Hayy Kitap
Türk Evi
Cengiz Bektaş
Yem Yayınları
Türk Evi’nde Cengiz Bektaş, ana ilkelerden kullanılan gereçlere, plan tiplerinden esnekliğe, biçemden dönemlere uzanan geniş bir bakış açısıyla
“Türk evi” kavramına bakıyor. Kitap Bektaş’ın
Anadolu’daki ilk yerleşmeleri temel alıp, ardından tüm Osmanlı coğrafyasına, birbirini etkileyip
geliştirerek yayılmış bu ortak kültür üretimi üzerine yaptığı ayrıntılı bir çalışma. Cengiz Bektaş,
kitabında “Türk Evi”ni şöyle tanımlıyor: “Yöresel
bütün renkleri içeren Osmanlı yaşama kültürünün
ürünü olan evleri Saraybosna’dan Erzurum’a,
benzer temel ilkelere göre gerçekleştirilmiş olarak
buluyoruz. Hangi gereçle, nerede, kimin için
Esenler Belediyesi
yapılmış olurlarsa olsunlar, bugün de yaşayan
örneklerini incelediğimizde, bu evlerde kimi
ortak yönleri, aynı temel ilkeleri saptayabiliyoruz.
Yaşadığı topraklar üzerinde, gelmiş geçmiş bütün
kültürlerin doğal kalıtçısı önce orada büyüyenlerdir. Bu nedenle, elbette Makedonya’daki Osmanlı
evine bugünün Makedonyalısı Makedonya evi, Filibe’deki Osmanlı evine Bulgaristanlı Bulgaristan
evi, Yunanistan’daki Osmanlı evine de bugünün
Yunanistanlısı Yunanistan evi diyecektir. Gerçekten de bu evler, yaratıldıkları coğrafyanın evleridir
tam tamına... Ben bugün ‘Türkiye evi’ dersem
de, ya da Türkiye vatandaşı olarak yaşayanlara,
üst kimlik olarak Türk dendiğine göre, ‘Türk evi’
dersem de doğru bir şey söylüyorum elbette. Ama
bunu, Osmanlı yaşama kültürünün, bütün bu topraklar üzerinde ortak yaşamdan yarattığını bilerek
söylüyorum ‘Türk evi’ sözünü.”
Mayıs - Haziran 2013 159
ÇİZGİ YORUM YAKUP GÜLER
160 Mimar ve Mühendis
Binlerce yıllık Kültürel Mirasımız
olan eserleri geleceğe taşıyoruz
Kariye Müzesi Restorasyonu
Evliya Çelebi Mah. Kıblelizade Sok.
Tepe Han. No:1/12 Beyoğlu / İSTANBUL
T: 0212 251 43 01 F: 0212 292 15 82
M: [email protected]

Benzer belgeler