dosyayı indir - Gürcan DAĞDAŞ

Transkript

dosyayı indir - Gürcan DAĞDAŞ
İÇİNDEKİLER
Önsöz
Görüntüyü Kurtarmak
Toplumsal Trajedimizin Panoraması
Küreselleşme
Türkiye’de Yaşanan Sosyal Çürüme ve Çözüm Yolu
Görevini Kötüye Kullanmak!
Masum Değiliz Hiç Birimiz
Düşünsel Sıkışma
Tartışma Özgürlüğü ve Demokrasinin Bedavacı Taraftarları
Türkiye’de Eğitim : Cılk Bir Yumurta !
Soysuz Patlama
Türkiye’nin Sancılı Dönemi
Amerika’ya Yönelik Saldırı ve Gelecek
Türkiye ve Avrupa Birliği
Sayıştay 2000 Yılı Mali Raporu’nun Özeti
1
ÖNSÖZ
Türkiye son yıllarda inanılması güç gelişmelere tanık oldu. İflas etmiş bir
ekonomi, yoksulluk ve açlık sınırında milyonlarca insan, büyük bir bölümünün yurtdışına
kaçmak istediği bir gençlik, dünyanın en mutsuz toplumu ve dünyanın en bol sıfırlı ulusal
parası bu ülkede bulunuyor.
Ülkemizin belirtilen olumsuzlukları yaşadığı bu dönemde, toplumumuzun
sosyo-politik, ekonomik ve kültürel yapılarının dünü, bugünü ve geleceği üzerine okuma ve
düşünsel yoğunlaşma dönemi yaşadım. Bir grup arkadaşımla birlikte, anılan konuları değişik
bakış açılarından tartışma olanağını bulmanın yanı sıra, toplumun değişik kesimlerinin yaptığı
tartışmaları da yakından takip ettim. Yapılan tartışmalarda dikkatimi çeken en önemli nokta
şudur: Herkes başkasını sorunların sorumlusu olarak görüyor. En fazla suçlanan kesimlerin
başında ise siyaset ve siyasetçi geliyor. Oysa en fazla ihtiyaç duyduğumuz husus, toplum
olarak kendimizi bir eleştiri süzgecinden geçirmemizin gerekliliğidir.
Ahmet Hamdi Tanpınar, 1958 yılında arkadaşına yazdığı bir mektupta şunları
söylüyor, ‘...Bu kısa ömrümde dört devir gördüm: Hürriyet devri, Mütareke devri,
Cumhuriyet devri, Demokrasi devri. Buna az çok bildiğimi sandığım Tanzimat ve Abdülhamit
devirlerini de ilave edersek, altı devir olur. Aziz vatanımızda işlerin nasıl başladığını ve nasıl
gevşeyerek gittiğini az çok bilirim. Almanca bir darb-ı mesel öğrendim: Türkler gibi
başlamak, Almanlar gibi devam etmek ve İngilizler gibi bitirmek. Bizi hakikaten iyi
anlamışlar. Hiçbir millet bizim kadar ateşle işe koyulmaz ve yine hiçbiri bizim kadar rahatça
vazgeçmez... Türkiye Üçüncü Ahmed’den beri daima yeniden başlar...’
Tanpınar’ın bu açıklamaları, toplum olarak uzun zamandır neden bir ileri bir geri
harmonik hareket yaptığımızı ortaya koyuyor.
Bu kitaptaki yazılar, suçlu avcılığı yapmak yerine toplumun kendisini bir eleştiri
süzgecinden geçirmesinin gerekliliği üzerinde odaklanırken, bu konuda düşünsel bir
kıvılcımın ortaya çıkmasına mütevazi bir katkı sağlarsa, bundan mutluluk duyacağım.
Ağustos 2002, Ankara
Gürcan DAĞDAŞ
2
GÖRÜNTÜYÜ KURTARMAK
Türkiye’de sistem dahil olmak üzere birçok şeyin gelip dayandığı nokta görüntü ve
imaj toplamıdır. Geçmişte insanlar “düşünüyorum, o halde varım” derken, günümüzde ise
“görünüyorum, o halde varım” demektedir.
Kamuda çalışan bir arkadaşım bana ilginç bir olay anlattı. Arkadaşım ofisinde
çalışırken, çalışma arkadaşlarından birisi yanına gelir ve sohbet etmek istediğini söyler.
Arkadaşım yapacak çok işi olmasına rağmen nezaketinden dolayı bu isteği kırmaz. Sohbete
istekli kişi iki saat boyunca, “toplumsal tembelliğimiz”, “hiç iş yapmadan para kazanmak
isteğimiz” şeklindeki konular üzerinde konuşur. İki saat sonra bu kişi kalkmak istediğinde,
arkadaşım yine nezaket gereği bu kişiden oturmasını ve sohbete devam etmesini ister. Aldığı
cevap çok ilginçtir: “Benim gidip amirlerime görünmem gerekiyor.”
Türkiye’de çok kişi birilerine görünerek bir şeyler yapıyormuş görüntüsü vermektedir.
Ankara’daki mebus seçim bölgesine giderek arada bir seçmenine görünür, üniversitedeki hoca
çoğu zaman yerine asistanı derse gönderir, ama arada bir dekana görünür, kamu
hastanesindeki doktor öğlene kadar hastanede görünür, öğleden sonra ise özel
muayenehanesine gider, her akşam lokantalarda erkek erkeğe içki içen beyler, saat gece 11
olunca “benim gidip hanıma ve çocuklara görünmem gerek” der, borsa-döviz ve faiz
hareketlerini ekonomi diye sunan medya arada bir gelir dağılımı adaletsizliğine değinerek
halktan yana görünür.
Ülkemizde yaşanan bu durum aslında dünyanın genel bir sorunudur. Jean Baudrillard,
“Simülasyon Kuramı” adı altında bu olguyu inceleyerek ilginç sonuçlara varmıştır. Oğuz
Adanır, Baudrillard’ın Simülasyon Kuramı Üzerine Notlar ve Söyleşiler adlı kitabında,
Baudrillard’ın görüşlerini şu şekilde özetlemektedir:
“En yalın tanımıyla simülasyon, olmayan bir şeyi var gibi göstermektir. Simülasyon
gerçeğin tüm göstergelerine sahip olduğu halde, gerçeğin kendisi olmayandır. Günümüzde
özellikle teknolojik bir terim gibi algılanmaktadır. Çünkü gerçekten de bir simülasyon
teknolojisiyle, simülasyon teknikleri vardır (savaş uçağı pilotları için uçuş ve bombalama
simülasyonu tekniği, Japon itfaiyeciler için eğitim amacıyla kullanılan deprem simülatörleri
vb). Baudrillard’ın sözünü ettiği simülasyon ise bu teknolojik anlamı da kapsamakla birlikte,
daha genelde toplumsal, politik, kültürel ve ekonomik olanı kapsamaktadır.
Simülasyon evreninde toplumsal yoktur, toplumsal-ötesi yani bir ‘kitle’ vardır. Kitle,
toplumsalın içi boş ve kendinden geçmiş, anlamını yitirmiş biçimidir. Simülasyon evreninde
politika yoktur, politika-ötesi vardır, yani politikanın anlamsızlaşmış, içi boş ve kendinden
geçmiş biçimi vardır. Simülasyon evreninde kültürel yoktur, kültürel-ötesi vardır, yani
kültürel olanın anlamsız, içi boş ve kendinden geçmiş biçimi vardır. Bu evren bir görünümler
evrenidir... bu evrende geçerli olan hiçbir politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel olan
ideolojik bir ahlak bulunmadığından sistem kendi varlığını koruyabilmek için herkesin
ahlaksızlaşmasına, müstehcenleşmesine... çanak tutacaktır. Kitle ileti(şi)m araçları bunun için
vardır... Bir simülasyon evreni oluşturmaktan başka bir işe yaramayan kitle iletişim araçları,
işte bu yüzden tüm anlam ve içerikleri nötralize etmekten başka bir işe yaramamaktadır.
3
Çünkü televizyon ekranındaki görüntüler, hangi içeriği ya da anlamı taşıyor görünürse
görünsün, gerçekte hiçbir anlam taşımamaktadır. Bir savaş görüntüsüyle, bir deterjan reklamı
duygusal ya da düşsel açıdan birbirlerinden daha etkileyici değildir...
Aynı duyarsızlıkla sunulan bu görüntüler özne tarafından da aynı duyarsızlıkla
algılanmaktadır. Her ikisi de birer tüketim nesnesinden başka bir şey değildir. Bu evrenin
temel özelliklerinden biri tepkisizliktir (atalettir). Sistem bu açıdan tam bir açmaz içindedir.
Kitle iletişim araçlarını bireyin düzene katılması ve demokratik bir sistemi desteklemesi
amacıyla kullanmaya çalışırken tam tersi sonuçlarla karşılaşmaktadır. Bu durum öznenin
içinde bulunduğu çaresizliği göstermektedir. Özne, çaresizliğinin bilincine vardıkça ya boş
vermekte ya da sonu gelmeyen anket, sondaj, referandum vb. yöntemlerle nesnenin sistemin
bir parçası olduğunu kanıtlamaya çalışmaktadır, ancak nesne bu oyunun da farkında
olduğundan, özne yine yanılmaktadır. Burada nesnenin stratejisi son derece basittir: özneye
arzu ettiği yanıtları vermek, katılırmış gibi yapmak ve özneyi buna inandırmak. Simülasyon
evreninin nesnesi bir tür yaşayan ölü numarası yapmaktadır. Toplumsal hedef ve amaçlardan
yoksun, ancak buna karşın, bireysel hedef ve amaçların kendisini hiçbir yere götürmeyeceğini
bildiği bir evrene ait bir insan. Ancak sahip olduğu refah ve konforu hemen terk etmeye de
pek niyeti yoktur. Bu yüzden kendi vicdanıyla hesaplaşmak yerine, sisteme teslim olmuş
numarası yaparak bu yükümlülükten kurtulmak ister gibidir.
Simülasyon evreninde, gerçekliğin evreninde yaşanmış ve bitmiş olan her şeyin
anlamı tersine dönmektedir. Oysa görünümlerin egemen olduğunu söylediğimiz bu evrende
politik, ekonomik, toplumsal ve kültürel açıdan her şeyin eskisi gibi sürüp gitmekte olduğu
gibi yanlış bir genel izlenim vardır. Bir zamanlar varolmuş tüm içeriklerin ve anlamların ölüp
gitmediklerini kanıtlayabilmek için sistem olağanüstü bir çaba harcamaktadır. Kendi
gerçekliğini yitirmiş olduğunu ve bu yüzden de sonunun gelmiş olduğunu kabul
edememektedir... Kendi gerçekliğini kanıtlayabilmek için daha çok televizyon programı, daha
çok eğlence ve kültür programı, daha çok film vb. şeylerin üretilmesini sağlamaktadır...”
Yazının başında belirttiğim, içeriği alabildiğine boşalmış, görüntü ve imaj
toplamından ibaret olan Türkiye’deki sistem gelip duvara dayanmıştır. Son günlerin gözde
şarkısında, “Yeni bir hayat gerisi bayat, bana yeni bir neden lazım” denilmektedir. Türk
toplumuna, toplumsal, siyasal, ekonomik ve kültürel gerçeklerine dayalı yeni bir neden lazım.
Siyaset bu yeni nedeni yaratmayı başarabilirse, toplumu geçmişte olduğu gibi yeniden
kucaklamayı başarabilecektir.
4
TOPLUMSAL TRAJEDİMİZİN PANORAMASI
Türkiye, yazılı ve görsel medyanın bir bölümüne çarpıcı bir biçimde konu olan, bir
hukuksal trajedinin şokunu yaşadı.
Hasan Ersoylu, “cinayet suçuyla” tam 1446 gün cezaevinde yattıktan sonra suçsuz
olduğu anlaşıldı. Ancak bunu devletin yanına bırakmamaya kararlı olan Ersoylu, Avrupa
İnsan Hakları Mahkemesi’ne (AİHM) başvurarak devletten 1 milyon dolar (yaklaşık 670
milyar Türk Lirası) tazminat istedi.
Cezaevinde kaldığı her gün için 691 dolar isteyen Ersoylu, “Ülkemde, Adalet veya
İçişleri Bakanlığı’na dava açsaydım, bana verilecek tazminat çok komik olabilirdi. Bu yüzden
avukatım aracılığıyla AİHM’de dava açtım” diyordu.
Ersoylu, arkadaşı Dursun Aldemir’in Ordu’da tabancayla vurularak öldürülmesinden
sorumlu tutulmuştu. 21 Aralık 1994 tarihinde cezaevine giren Ersoylu, “ifademi işkenceyle
imzaladım” diyordu; suçsuzluğu anlaşıldı. Hasan Ersoylu, 3 yıl 11 ay 17 gün sonra serbest
bırakıldı (Milliyet,4 Ocak 2001).
“Kaybolan Yıllarını Dolar Olarak İstiyor” başlığı altında verilen bu haberde: İşkence
altında imzalanan ifade, Adalet veya İçişleri Bakanlığı yerine Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’nin tercih edilmesi dikkat çekmekteydi. Bu hukuksal trajediye aynı zamanda
ulusal paramızın yaşadığı trajedi de eşlik etmekteydi. Gazete 1 milyon doların yaklaşık 670
milyar Türk Lirası’na tekabül ettiğini de belirtiyordu.
Geride bıraktığımız yüzyılın başlarında (79 yıl önce) büyük umut ve heyecanlarla
kurulan Türkiye Cumhuriyeti, 21.yüzyıla hukuksal trajediler, ürkütücü bir mali tutsaklık, gelir
dağılımı adaletsizliği, dejenere edilmiş bir ulusal dil ve itibarsız bir ulusal parayla başladı.
Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu esnasındaki umut ve heyecanı daha iyi anlamak
açısından Cumhuriyet öncesi yakın dönem Osmanlı tarihine kısa bir bakış yararlı olacaktır.
Yakın Çağ’ın başlarında (1789 ve sonrası) 4 milyon kilometrekare toprağa sahip olan
Osmanlı Devleti, 1881 yılında mali iflasını ilan ediyordu. Bu mali iflası, siyasi ve askeri
iflaslar takip edecekti. Öyle ki, Birinci Dünya Savaşı’nın arifesinde 2 milyon kilometrekare
toprağa sahip olan Osmanlı Devleti’nden, Cumhuriyete 814.578 kilometrekare toprak miras
kalmış, tarihte pek az ulus bu denli kısa bir sürede böylesine ürkütücü bir coğrafi daralma
yaşamıştır.
Türk toplumu 18. ve 19. yüzyılları Türk-Rus savaşlarıyla (1711 Prut, 1774 Küçük
Kaynarca, 1792 Yaş, 1812 Bükreş, 1829 Edirne, 1856 Paris ve 1878 Ayastefanos) geçirdikten
sonra, 20. yüzyılın başlarındaki 11 yıla ise dört savaş (1911 Trablusgarp, 1912 Balkan, 19141918 Birinci Dünya ve 1919-1922 Kurtuluş Savaşı) eşlik etmiştir.
Belirtilen savaşlar sonucu Anadolu’daki nüfus dul ve yetimler ordusu haline gelmiştir.
Sadece Çanakkale Cephesi’nde 250 bin, Sarıkamış’ta ise 90 bin asker (donarak) şehit
olmuştur. Yaşanan ürkütücü coğrafi daralma sonucu Anadolu ise Türklerin sığınabileceği son
kale olarak, kutsal bir vatana dönüşmüştür.
5
Mustafa Kemal, 57 yıllık ömründe dört savaş yaşamış birisi olarak, savaş sayfasını
1922 yılında kapattıktan sonra, bağımsız Türkiye Cumhuriyeti’ne çağdaş uygarlık seviyesine
ulaşmayı hedef göstermiştir. Mehmet Akif Ersoy, “Bastığın yerleri ‘toprak’ diyerek geçme,
tanı / Düşün altındaki binlerce kefensiz yatanı” dizelerine İstiklal Marşı’mızda yer verirken,
“On yılda yarattık onbeş milyon genç” ifadesi ise Onuncu Yıl Marşı’mızda yerini almıştır.
Toprak diyerek geçmeyip tanımamız istenen toprakları; günümüzde mafya yağmalarken,
milyonlarca genç ise Türkiye’nin geleceğinden umudunu keserek ülkeyi terk etmek
istemektedir.
Yetmişsekiz yıl önce, ulusal dil, ulusal ekonomi ve ulusal eğitim diyerek yola çıkılmış,
bugün ise bunlardan eser kalmamıştır. Fırsatını bulan herkes çocuğunu yabancı dilde eğitim
yaptıran okullara göndermeyi tercih etmektedir. 300 milyon Türk Lirası maaşa talim eden
memur ise her ayın onbeşinde; soluğu döviz bürolarının önünde alarak maaşını dolara
çevirmektedir!
Mustafa Kemal, Türkiye Cumhuriyeti’ni kurduğunda nüfusumuz 13 milyondu.
Bugünkü Türkiye Cumhuriyeti’nde ise 13 milyondan fazla insan açlık sınırında yaşamakta ve
dakikada 113 milyar borç faizi ödenmektedir. Mustafa Kemal “ Biz, sınıfsız, imtiyazsız
kaynaşmış bir kitleyiz” diyordu. Bugün, “Öteki Türkiye”,“Beriki Türkiye” şeklinde iki ayrı
Türkiye’den bahsedilmektedir.
Türkiye, Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Kafkasya’dan oluşan coğrafyanın en büyük
ekonomisi ve aynı zamanda en yüksek nüfusuna sahip ülkesi. Dünya Bankası verileri
kullanılarak yapılan araştırmaya göre, kuzey komşumuz Rusya Federasyonu bir yana
bırakıldığında, Türkiye (Şubat 2001 krizi öncesi) yarattığı 188 milyar dolarlık gelir ve 65
milyon civarındaki nüfusu ile 37 ülkenin bulunduğu, Doğu Avrupa, Ortadoğu ve Kafkasya
bölgesinde “1 Numara” görünüyor. Türkiye, ürettiği 188 milyar dolarlık ulusal geliri ile bölge
ülkeleri olan; Polonya’dan 35, Suudi Arabistan’dan 60, Yunanistan’dan 64, İran’dan 87,
İsrail’den 89 ve Mısır’dan 96 milyar dolar daha geniş bir pazara sahip. Örneğin, Çek
Cumhuriyeti, İstanbul ve İzmir’in toplam gelirlerinden ibaret bir ekonomik ölçeğe sahip
görünürken; Macaristan, İstanbul ve Bursa toplamı kadar bir pazar büyüklüğünde.
Romanya’nın 34 milyar dolarlık ulusal geliri, Ankara, İzmir ve İçel illerimizin gelirlerine
denk düşerken; Ukrayna, İstanbul’un tek başına ürettiği kadar hasıla üretiyor.
Ortadoğu’da Suriye’nin üretimi, Adana, Antalya ve Bursa’nın üretimine; Ürdün’ün
üretimi Kocaeli’nin üretimine; Lübnan’ın üretimi de İzmir ve Kütahya’nın üretimine denk
güçte.
Kafkasya’da Ermenistan, ancak Kahramanmaraş
Türkmenistan’ın üretimi ise Denizli’nin üretimi kadardır.
kadar
gelir
üretirken,
Türkiye, söz konusu ülkelerin en büyük ölçekli ekonomisi olmakla beraber, dünyanın
en kötü gelir dağılımına sahip beş ülkesinden biridir. 2000 yılının ilk yarısına ait bölüşüm
göstergeleri, toplam gelirden “aslan payı”nı alan İstanbul’un süper zengin gruplarıyla, diğer
coğrafi bölgeler ve büyük illeri arasında derin uçurumlar olduğunu ortaya koymaktadır. 39
katrilyon 96 trilyon Türk Lirası’nın paylaşımında İstanbul’un yüzde 1’lik azınlığının ayda
hanesine 27,5 milyar Türk Lirası girerken, yaklaşık 19 bin hanelik bu grubun geliri,
Anadolu’nun birçok bölgesine ve büyük kentlerine giren tüm geliri geçmektedir
İstanbul’da en zengin ile en fakir arasındaki fark 1437, Türkiye’de 6 milyon kişi, 3
milyar 200 milyon aylık kazanca sahip, 16 milyon ise ayda 160 milyondan daha az
kazanmaktadır. Türkiye bu tabloyu daha fazla kaldıramaz. Jeolojik depremden korkulduğu
kadar, toplumsal depremden de korkulması gerekmektedir.
6
Birleşmiş Milletler tarafından geliştirilmiş olan İnsani Gelişmişlik Endeksi’ne göre,
Türkiye’nin 174 ülke arasında 1995 yılında 69. sıradaki yerinin, 1999 yılında 86. sıraya
düşmüş olması ve orta insani gelişmişlik düzeyine sahip ülkeler arasında yer aldığı gerçeği,
Devlet Planlama Teşkilatı tarafından yayınlanan “Sekizinci Beş Yıllık Kalkınma Planı
Öncesinde Sosyal Sektörlerde Gelişmeler, 1996-2000” adlı çalışmada belirtilmektedir.
Aynı çalışmada, işgücünün yüzde 77,8’i, istihdamın ise yüzde 79,1’i gibi büyük bir
kısmının ortaokul ve ilkokuldan mezun olan veya herhangi bir okuldan mezun olmayan ile
okuma-yazma bilmeyen kişilerden oluştuğu ortaya konulmuştur. İlköğretimin birinci
basamağından sonra öğrenimlerine devam etmeyen çocuk sayısı önemini korumaktadır. Bu
çocukların büyük bir kısmı genellikle ailelerinin ekonomik yetersizliklerinden veya işgücü
ihtiyacından, erken yaşlarda çalışma yaşamına aktif olarak girmekte, herhangi bir mesleki
eğitim görmediklerinden düz işçi olarak düşük ücretle ve sosyal güvencesiz olarak
çalıştırılmaktadırlar. 12-14 yaş grubunda çalışan erkek çocukların oranı yüzde 31’e, kız
çocukların oranı yüzde 33’e yaklaşırken, bu oranlar 15-19 yaş grubu erkek çocuklarda yüzde
56,8’e ve kız çocuklarda ise yüzde 45,1’e ulaşmaktadır. Aktif çalışma yaşamına katılan
çocuklardan kırsal kesimde, tarımda çalışanların büyük bir kısmı ücretsiz aile işçisi olarak
çalışırken, diğer bir kısmı gündelikçi veya aylıkçı olarak ailesinden uzak ve herhangi bir
sosyal güvenceden faydalanmadan çalışmak zorunda kalmaktadır.
Dünya ulusları 31 Aralık 2000 akşamı meydanları doldurarak, coşku içinde birbirlerini
kutlayarak yeni bir yılı karşılarken, gelir dağılımı adaletsizliğinde dünyada beşinci, rüşvetin
yaygınlığı açısından ondokuzuncu sırada bulunan Türkiye’nin Taksim Meydanı’nda ise, Batı
Şeria ve Gazze’deki manzaraları çağrıştıran dramatik ve tehlikeli olaylar yaşanıyordu. İstiklal
Caddesi’nde bomba patlarken, yoksulluk ve umutsuzluk girdabında çırpınan “Öteki
Türkiye”nin mensupları Taksim Meydanı’nda The Marmara Oteli’nin camlarını
taşlamaktaydı. Otel camlarını taşlama eylemini takip eden bir diğer çarpıcı gelişme de, lüks
otomobillere yönelik kundaklama eylemleridir.
Türk Sineması, mafyatik örgütlenmeyi, hukuksuzluğu gündeme taşırken, milyonlarca
insan, “İkinci Bahar” dizisini izliyor ve televizyon ekranları önünde göz yaşlarına
boğuluyordu.
“Öteki Türkiye” kavramının isim babası olduğu söylenen gazeteci-yazar, 15 Ocak
2001 tarihli köşe yazısında özetle şunları yazıyordu: “ ‘İkinci Bahar’ adlı televizyon dizisine
yönelik abartılı sevgi insanımızın ruh sağlığının özellikle son 10 yıl içinde ne kadar da fazla
bozulduğunun bir göstergesidir... Konu hakkında yazan herkes nedense bunu seyrederken
‘ağladığını’ mutlaka belirtmek ihtiyacını duyuyor...
Bunun nedeni ne? Neden bu dizi bir toplumsal fenomen, adeta bir “hisler çılgınlığı”
haline geldi?... ‘İkinci Bahar’ dizisinin temaları şu şekilde sıralanıyor birçok uzman
tarafından: Kardeşlik, yardımlaşma, sevgi, karşılıklı dayanışma, kadirşinaslık, feragat,
fedakarlık. Anlayacağınız bugün bizim insanımızın çok büyük çoğunluğunda bulunmayan
bütün özellikler bu dizide ana tema olarak kullanılıyor... Yani insanlar bu diziye ağlarken
aslında kendilerinin durumuna, kaybettikleri hasletlerine, bir insanı güzel yapan özelliklerin
kendilerinde bulunmamasına ağlıyorlar... İnsanımız artık kötü. Diğer insanlara ve büyük
çoğunlukta kendi en yakınına bile kinle yaklaşma yaygın. Karşılıklı dayanışma yerini sürekli
bir çatışmaya bırakmış. Bu çatışma her an kanlı bir vukuata dönüşme eğilimini de içinde
taşıyor üstelik. Herkes birbirinden şüpheli...
Gazetelerin üçüncü sayfaları, medeni ülkelerde en fazla iki celselik dava konusu
olabilecek basit olaylar nedeniyle tüm ailesini, akrabalarını, çoluk çocuğunu öldüren garip
insanların haberleriyle dolu... Sevgisiz, sürekli başkalarını kandırmak için pusu kurmuş,
parasal çıkarı için her an en yakınını bile satmaya hazır, başka bir insan için fedakarlık
7
yapanları aptal olarak gören insanlar topluluğu, ‘İkinci Bahar’ı seyrederken ağlıyorlar. Ne
kadar komik ama bir o kadar da trajik bir durum... Dizide kendi kaybetmiş oldukları
insanlıklarına ağlıyorlar. Dizide hayatları anlatılan insan tipi 30 yıl önce vardır, artık onların
bir daha geriye gelmeyeceğini bildikleri için yaş gözlerden çeşme gibi akıyor...”
Köşe yazısından uzun alıntı yaptığımız gazeteci-yazarın da belirttiği gibi
toplumumuzun ruh sağlığı giderek bozulmaktadır. İnsanlar yaşamayı değil, ölümü tercih
ediyorlar. Batman’da bir ay içinde 303 kadın ve genç kız intihar girişiminde bulunuyor ve 16
kişi hayatını kaybediyor. Yapılan araştırmalara göre her 100 kişiden 17 sinin ruh sağlığının
ciddi bir biçimde bozuk olduğu, şizofreniden muzdarip 300.000 kişinin aramızda yaşadığı ve
bu sayının her yıl giderek artmakta olduğu iddia edilmektedir.
Yukarıda açıklanmaya çalışılan toplumsal trajedimizin panoraması karşısında
Ankara’daki siyasi elitimiz hariç, toplumun önemli bir bölümü derin bir huzursuzluk ve
çaresizlik yaşamaktadır.
Tanzimat Dönemi’nin nüktedan şahsiyeti Fuat Paşa, Avrupalı elçilere şöyle der:“Siz
fısıldayın yalnız... Fakat sahneyi ve oynanacak rolleri bize bırakınız”. Fuat Paşa Batılılaşma
çabalarında sefaretlere neden ihtiyaç duyulduğunu ise şöyle açıklar: “Bir devlette iki kuvvet
olur. Biri yukarıdan biri aşağıdan gelir. Bizim memlekette yukarıdan gelen kuvvet (padişah),
cümlemizi eziyor. Aşağıdan ise (halk) bir kuvvet hasıl etmeye imkan yoktur. Bunun için
pabuççu muştusu gibi yandan bir kuvvet kullanmaya muhtacız. O kuvvet de sefaretlerdir.”
Toplumsal trajedilerimiz karşısında vicdanlarını ve zihinlerini tatile çıkaran
siyasetçiler, siyasetin ötenazi yapmasına neden olmuşlardır. Bu ülkede yaşayan insanların
“Türkiye’yi kim yönetiyor?” sorusunu sormaları son derece haklı.
Prof.Dr.Korkut Boratav, “...Türkiye kendi geleceğini planlayamıyor. İş büyük ayrıntı
düzeylerine kadar inmiştir... İnsanlarımız ‘Eğer kaderimi IMF belirleyecekse, kendi
geleceğimi belirlemek üzere siyasi partilere oy verme sürecine niye katılayım?’ diye haklı
olarak soracaktır. Eleştirel düşüncenin giderek körelmesi nedeniyle, iktisat ve sosyal politika
alanlarında alternatifler yok oluyor. Devletten ekonomik ve sosyal alanda hiçbir şey
beklemeyen insanların demokrasiye sahip çıkmalarını beklemek ham hayaldir” demektedir.
TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyi Başkanı Bülent Eczacıbaşı, “Görüyoruz ki yıllar
boyunca akıllara durgunluk veren soygunlarla devletin ve toplumun soyulması, yüz binlerce
insanımıza iş yaratacak düzeydeki muazzam kaynakları yok etmiş, toplumun kanı emilmiş”
diyerek duruma tepki göstermektedir.
Türkiye’deki toplumsal trajedileri anlamayı ve çözmeyi gündemine taşımayan
günümüzün siyaset anlayışı tükenmiştir. Siyasetin boşluğu asla kaldırmayacağı şeklindeki
malum gerçeği, siyasete ilgi duyan herkes bilmektedir.
Türkiye’nin bugünkü fotoğrafı özellikle moral çöküntü açısından 1930’ların
Almanya’sına benzemektedir. Türkiye’de yaşanan toplumsal trajediler karşısında vicdanlarını
ve zihinlerini göreve çağırmayacak siyasetçiler, toplumsal barış ve sivil siyasetin üzerine
sonbahar sisinin çökmesine katkıda bulunmuş olacaktır. Siyasetin ve toplumsal barışın baharı,
toplumsal sorunlarımıza çözüm getirecek gerçekçi sivil projelerin üretilmesinden ve bunların
hayata uygulanmasından geçmektedir.
8
KÜRESELLEŞME
Harvard Üniversitesi Uluslararası Politik Ekonomi Profesörü ve Denizaşırı Kalkınma
Konseyi Danışmanı Dani Rodrik, Türkçe’ye, Yeni Küresel Ekonomi ve Gelişmekte olan
Ülkeler adıyla çevrilen kitabında Brezilya, Rusya, Türkiye ya da dünya ekonomisine hızla
entegre olan bir dizi gelişmekte olan ülkenin maliye bakanlarının yaşamındaki tipik bir günün
şu şekilde olabileceğini anlatmaktadır:
Maliye Bakanı güne, bilgisayarını açıp ABD, Avrupa ve Doğu Asya’da para ve hisse
senedi piyasalarının durumuna bakarak başlar. İnternette basın raporlarını inceler ve
masasındaki uluslararası mali yayınlara göz gezdirir.
Günün ilk toplantısı, Uluslararası Para Fonu’yla (IMF) yakında yapılacak
görüşmelerle ilgili bir brifing toplantısıdır. IMF, ülkenin mali açığının hâlâ çok yüksek
olduğundan ve sosyal güvenlik sisteminin elden geçirilmesi gerektiğinden yakınmaktadır.
Bakan elemanlarına, gelecek yıl için kamu sektöründe ücret artışlarının daha düşük olmasını
öngören yeni bir bütçe projeksiyonu hazırlamalarını söyler.
Ardından içeri, uluslararası derecelendirme kuruluşundan bir delegasyon alınır. Bakan
standart konuşmasını yapar. Ekonomi son birkaç yılda çok gelişmiştir ve artık havalanmaya
hazırdır. İhracat yüzde 15 artmıştır, en büyük kamu petrol şirketi özelleştirilmek üzeredir ve
kriz nedeniyle borsada yaşanan düşüş şimdilik kontrol altındadır. Hükümet ciddi mali
politikalara daha önce hiç olmadığı kadar bağlıdır.
Öğlen yemeğinde Bakan, önemli bir uluslararası danışmanlık firmasının hazırladığı
“Küreselleşmenin Zorunlulukları” başlıklı bir konferansın açılış konuşmacısıdır.
Konuşmasında, “Hiçbir ülke küresel ekonominin dışında kalamaz. Dışa açılmayla,
serbestleştirmeyle ve özelleştirmeyle ekonomilerimize uluslararası rekabet gücü
kazandırmalıyız. Ekonomilerimizde ancak böyle istihdam ve büyüme fırsatları yaratabiliriz”
dedikten sonra “Artık hepimiz küreselleşme taraftarıyız” diyerek konuşmasını sona erdirir.
Bakan öğleden sonra, ülkenin en büyük ihracat şirketlerini temsil eden bir iş adamları
grubuyla görüşür. İşadamları, döviz kuru düzeyinden yakınmaktadırlar. Delegasyon üyeleri,
hükümetin yüksek faiz oranı politikasının ulusal parayı çok yüksek hale getirdiğinden ve
ürünlerinin fiyatlarının dünya pazarlarında rekabet edemeyecek hale geldiğinden
endişelenmektedirler. Bakan, ihracatçıların yararlanabileceği vergi kredileri aralığını
genişletmeye söz verir.
Uluslararası finans piyasalarını bir kez daha inceledikten ve CNN’den yeni haberleri
izledikten sonra bakan artık eve dönmeye hazırdır. Çıkarken, bakanlık binasının dışındaki
kargaşayı fark eder. Yardımcısı özür dileyerek, günlerdir tazminatları için gösteri yapmakta
olan kamu çalışanlarını engellemenin mümkün olmadığını söyler. Bakan iç çeker. Zamanında
eve varıp, en sevdiği TV dizisini izleyebileceğini ummaktadır.
Dani Rodrik’in anlattığı Maliye Bakanı’nın bir gününde, İnternet, Borsa, CNN,
sermaye hareketlerinin serbestliği gibi unsurları ülkesinde görmekten mutlu olan bazı
kesimler, aynı zamanda belirtilen hususları gelişme ve çağdaşlaşmanın asli unsurları olarak
görmektedir.
9
Dünyanın büyük bir bölümünün içine girdiği borç krizi, işsizlik, gelir dağılımı
adaletsizliği gibi gelişmeler ise ülkemizdeki küreselleşmeci kesimler tarafından adeta
üzerinde durulmaması gereken detay gibi değerlendirilmektedir.
Dünya Bankası son birkaç yıldır 1980’ler boyunca göklere çıkarılan küreselci
politikaların sınırlı bir özeleştirisini yaparak adını temize çıkartma eğilimindedir. Para
yönetiminin sihirbazı olarak adlandırılan Soros bile, dünya sisteminin geleceğine dair kuşku
ve endişelerini dile getirmektedir. Soros’a göre; Dünyada politika ve güvenlik konularının
yanı sıra ekonomik ve mali konulara da uzanan bir çözülme süreci var. Tartışılacak çok şey
olmasına rağmen her ülke kendi çıkarlarının peşinde koşuyor. Bireysel kuruluşlar zaman
zaman kendi kurumsal çıkarlarını kolluyor ve ortak çıkarlara pek aldırış etmiyorlar. Para
piyasaları bir hükümet politikasıyla dengelenmedikçe yapısal olarak dengesiz ve çözülmeye
elverişlidir. Evet! Soros bunları söylüyor.
İnsanlık tarihinde ilk defa, her şey, her yerde üretilebiliyor ve satılabiliyor. Böylece,
kapitalist ekonomilerde, her bir faaliyet ve her bir parça, dünya üzerinde en ucuza mal olduğu
yerlerde yapılırken, üretilen ürünler ile hizmetler, fiyatların ve kararların en yüksek olduğu
yerlerde satılıyor. Bu ne demektir? Dünya nüfusunun yüzde 20’sini oluşturan 700 milyonluk
gelişmiş kapitalist mutlu azınlık dünyadaki üretimin yüzde 80’nini tüketirken, geri kalan 5
milyar 300 milyon ise dünya üretiminin yüzde 20’sini tüketiyor.
Küreselleşme savunucuları, geleceğe dair fantezi üstüne fantezi üretmeye devam
ederken, dünyanın merkezinde yazılan Yoksulluğun Küreselleşmesi, Bunalım Ekonomisinin
Geri Dönüşü, Kapitalizm ve Borç Krizi gibi kitaplar kitapçı raflarının ön sıralarında yerlerini
almaktadır. Kapitalizmin temel gerçeklikleri olan büyüme sıfır, işsizlik, mali istikrar, artan
reel ücretler yok olmaktadır.
Almanya’da, aristokrat bir tutucu olan Bismark 1880’lerde yaşlılara emeklilik maaşı
verilmesini ve sağlık hizmetlerini keşfetti. Bir İngiliz dükünün oğlu olan Winston Churchil
1911’de ilk büyük ölçekli toplumsal işsizlik sigortası sistemini başlattı. Soylu bir aileden
gelen Roosevelt kapitalizmi Amerika’daki çöküşünden sonra kurtaran toplumsal refah
devletini tasarladı. Şu hale bakın: Aristokrat Bismark, İngiliz Dükünün oğlu Churchil, soylu
Roosevelt sistem adına sistemi kurtarmak için geniş yığınlara taviz verirken, bugün ise, mali
oyunlara indirgenerek kumarhane kapitalizmi niteliği kazanan sistem, kapitalizmin kendisine
düşman hale gelmiştir.
1999 yılında Türkiye’ye 120 milyar dolar sıcak para girerken, 2000 yılında 209 milyar
dolar giriyor, çıkışı ise 204 milyar doları aşmaktadır. 20 milyar dolar rezervi olan bir merkez
bankası bu giriş ve çıkışlarla nasıl baş edebilir? Yatırımı, üretimi, planlamayı dışlamış bir
Türkiye’de son borç takasından önce 2001 yılında ödenecek iç borç 67 milyar dolar, dış borç
ise 12 milyar dolardır. Türkiye’nin iç borcu Mayıs 2001 itibariyle yüzde 42.8 artarak 84.5
katrilyona ulaşmıştır.
Kredi kartları kullanımında Türkiye Avrupa’da dördüncü olunca, bazı çevreler bunu;
Türk tüketicisinin tüketim kalıplarının çağdaşlaşması veya dünya ekonomik sistemine açılma,
entegre olma şeklinde değerlendiriyor. Oysa bu kredi kartı gerçeğine eşlik eden bir olguyu ise
ya bilmiyor ya da gündeme getirmek istemiyorlar. Türkiye’de 1998 yılında kredi kartı
kullanımına dayalı olarak dönen para 2 katrilyon iken, 1999’da 5 katrilyon oluyor. 2000
yılının ilk dokuz ayında ise 7 katrilyona çıkıyor. Esas vahim olanı şudur: Bu paranın beşte biri
alışveriş için, beşte dördü ise nakit kredi çekimi amaçlı olarak kullanılmıştır. Birden fazla
karta sahip olan vatandaş, birinden nakit kredi çekerek, diğerinin ödenmesi gereken asgari
tutarı yatırıyor. Yani, bir yazarın da vurguladığı gibi plastik fantezi, plastik trajediye
dönüşmüş durumda.
10
Teknolojik tekel, dünya finans pazarlarının finansal denetimi, doğal kaynakların
tekelci kullanımı, medya ve iletişim tekelleri gibi gerçekleri göz ardı ederek, küreselci rüzgara
kapılan ülkeler büyük bir ekonomik tufan yaşamaktadırlar.
1994 yazında, Meksika her şeyini doğru yapan bir ülkeydi. Bütçesi açık vermiyordu,
binden fazla kamu şirketini özelleştirmişti, devletin müdahaleleri engellenmişti. NAFTA’ya
katılmıştı. Özel sermaye akın ediyordu. Başkan Salinas, bütün ekonomi dergilerinin
kapağında resmi basılan bir kahramandı. Altı ay sonra ise, Meksika tam bir çöküş içindeydi.
1995 yılının Nisan ayında 500 bin Meksikalı işini kaybetti. Ortalama satın alma gücü yüzde
30 azaldı.
Ekim 1998’de Rusya yabancı alacaklılarına karşı yükümlülüklerini yerine getiremez
olmuş, Malezya katı sermaye ve kur denetimleri getirmiştir. Küreselci dalgaya karşı gelecek
tepkinin ne güçte olacağını ve ne kadar süreceğini kestirmek için daha çok erken. Şimdilik
hoşnutsuzluklar tek başına ticaret rejiminde değil, uluslararası mali sistemin işleyişinde
yoğunlaşıyor.
1960’lı yıllarda dünya ekonomisi, enflasyon düzeltmesi yapıldıktan sonra yılda yüzde
5 oranında büyüdü. 1970’lerde büyüme yılda yüzde 3.6’ya düştü. 1980’lerde daha da
yavaşlayarak yılda yüzde 2.8’e geriledi ve 1990’ların ilk yarısında dünyamız yılda yalnızca
yüzde 2’lik bir büyüme sağlayabildi. 20 yıl içinde kapitalizm büyüme hızının yüzde 60’ını
kaybetti.
1973’ten 1994’e kadar bütün Avrupa’da, bir tek net yeni iş bile yaratılamadı. 1994’te
Japonya’nın sanayi üretimi 1992’dekinin yüzde 3 altında kaldı. 1994’ün ortalarında 1995 için
büyüme öngörenler 1995’in ortalarında büyümemiş bir Japon ekonomisiyle karşı karşıya
kaldılar.
Aile yapıları her yerde çözülüyor. Sadece Japonya boşanma ve evlilik dışı çocuk
yapma eylemine meydan okuyor. Bütün dünyada 20-25 yaş grubu bekar annelerin doğum
oranında 1960’dan 1992’ye gelindiğinde hemen hemen iki kat, 15-19 yaş grubunda ise dört
kat artış meydana geldi.
Amerika’da 25-39 yaş grubu arasındaki bütün erkeklerin yüzde 32’si 4 kişilik bir
aileyi sefalet çizgisi üzerinde tutmaya yetecek kadar kazanamıyor. Türkiye’de de fakir aile
babaları, çocuklarını beslenme ve bakım için devlet yurtlarına bırakmaya başladı.
Tüm gelişmiş ülkelerde, göç karşıtı hareketler mantar gibi bitmektedir. 1995 Fransız
başkanlık seçimlerinde aşırı sağın adayı Le Pen, mavi yakalılardan yüzde 22 oranında oy aldı.
Temelinde Fransa’dan 3 milyon göçmenin dışarı atılmasını savunan bir propagandayla toplam
oyların yüzde 15’ini elde etti.
Avrupa’da gösterilen filmlerin yüzde 80’i Amerikan yapımı filmlerdir. Buna karşılık
ABD’de gösterilen filmlerin sadece yüzde 1’i Avrupa filmidir. Fransa’da Fransız filmleri
piyasası 10 yılda yarı yarıya küçülürken, 1994 yılında Fransa’daki en iyi ilk beş film
Amerikan filmiydi. Kendi ulusal miraslarını korumak isteyen küçük ülkeler ciddi biçimde
endişe etmektedirler. Bu konu Avrupa Ortak Pazarı Başkanı olduğu sırada Delors tarafından
da dramatik bir biçimde dile getirilmiştir. “Amerikalı dostlarıma bir soru sormak isterim:
Bizim var olma hakkımız var mıdır? Geleneklerimizi, mirasımızı, dillerimizi korumaya
hakkımız var mıdır? Özgürlük savunması içine, her ülkenin görüntülü ve sesli iletişim
araçlarını kendi kimliğini korumak için kullanması dahil midir?” diye soruyordu Delors.
Meksika’daki isyanın öncüsü ve sözcüsü Komutan Yardımcısı Markos,
“Küreselleşmeyi iki devrim, teknolojik ve informatik devrim mümkün kıldı ve mali iktidar
11
tarafından yönlendirildi. Teknoloji ve informatik mesafeleri ortadan kaldırdı, sınırları
geçersizleştirdi. Eğer, teknoloji ve informatik dünyayı birleştiriyorsa, mali iktidar dünyayı
parçalara ayırıyor. Küreselleşme dördüncü dünya savaşıdır ve tüm gezegene yayılmış bir
tahrip, ıssızlaştırma ve yeniden düzenleme mekanizmasıdır” diyor.
Ben, küreselleşmeye her zeminde ve koşulda mutlak karşı olan veya sorgusuz sualsiz
kabul etmek isteyen birisi olmak istemiyorum. Alvin Toffler’ın geleceğe yönelik fantezileri
kadar, Dani Rodrik ve Meksika’daki Komutan yardımcısı Markos’un düşüncelerine de dikkat
etmek gerekmektedir.
Türkiye’de bir beyin veya kalp cerrahından evrensel ölçülerde ameliyat yapmasını
talep ederken, iş bu cerrahlara maaş ödemeye geldiğinde Afrika düzeyinde yerel ölçüyü esas
alarak 300-400 dolar civarında ücret vermek bazılarını rahatsız etmelidir.
Eskiden “Oku da adam ol!” derdik, bugün Üniversite mezunlarının işsizler içindeki
oranı hızla artmaktadır. Artık “oku da işsiz ol!” demeye başladık.
Okullarda, T.C. İnkılâp Tarihi dersinde “Sınıfsız, imtiyazsız kaynaşmış bir millet”
olduğumuz anlatılırken bir öğrenci kalksa 200 dolar civarında maaş alan öğretmenine “öteki
Türkiye ile zengin Türkiye” ne oluyor diye sorsa, öğretmenin buna vereceği cevabı doğrusu
merak ediyorum.
Ankara’da Kızılay veya Tandoğan Meydanı’nda binlerce insan, “Açız!”,
“Geçinemiyoruz!” diye bağırırken, son 10 yılda bu milletin 115 milyar doları hortumlanarak
buharlaştırılmıştır.
Küreselleşme adı altında uygulanan politikalar serbest piyasa yerine serbest hırsızlığa
ve yolsuzluğa dönüşmüştür. Türk toplumunun son günlerde kullandığı kelimeler ilginçtir.
“Mesih”, “Kurtarıcı”, “Efsane Geri Dönecek”.
Krize giren ülkelerin insanları, ya dışarıdan kurtarıcı arıyor ya da Bulgaristan
örneğinde olduğu gibi tarihin, krallıktan cumhuriyete, parlamentoya ve demokrasiye şeklinde
ilerleyen tekelini geriye, geçmişe çevirerek kurtuluşu geçmişte kaldığı varsayılan yönetici tipi
kralda arıyor. Bulgar halkına, “Kralı neden destekliyorsunuz?” diye sorulduğunda cevap
enteresandır: “Kral aristokrat ve varlıklıdır. Bu nedenle, hırsızlık ve yolsuzluğa ihtiyaç
duymayacaktır.”
Türkiye’de bazıları senelerce Türkiye’nin Sovyetleşmesinden korktu. Türkiye soğuk
savaş döneminde ideolojik olarak Sovyetleşmedi, fakat soğuk savaştan sonra ekonomik olarak
ücretler bazında Sovyetleşdi. Bugün emeklilerin maaşı 100 dolar civarındadır.
100 dolar pahalı, Uzak Doğu’da çalışanlar 30 dolar alıyor diyerek ekonomik analizler
yapanlar, emek daha ucuz diyerek Bulgaristan'ı yatırım alanı olarak gösteriyorlar. Bu kafayla
devam edilirse birçok ulus, durumlarına çözüm önermek üzere “Kavgam” adlı kitap
örneğinde olduğu gibi Milli ideologlar arama noktasına gelecektir. Siyaseti, sosyolojiyi,
psikolojiyi ve tarihi dışlayarak küresel ekonomi iddiasında olanların ulusları birbirine
boğazlatmasından korkuyorum.
12
TÜRKİYE’DE YAŞANAN SOSYAL ÇÜRÜME VE ÇÖZÜM YOLU
Türkiye’de, kısa bir süre öncesine kadar herhangi bir bireye hayatın zorluklarını ve
sıkıntılarını anlatmaya çalıştığınızda genellikle şu iyimser cevabı alabiliyordunuz: “Aman!
Açlıktan kim ölmüş?” Bu cevap, ortalama her Türk vatandaşının “açlık korkusu” denilen
korkuya sahip olmadığını ifade ediyordu. Oysa, geçmişte İrlandalıların, günümüzde Afrika ve
Asya’daki insanların yaşadığı açlık, yürekleri parçalayan bir insanlık trajedisidir.
Acaba, Türk toplumu yakın zamanlara kadar açlık korkusuna neden sahip değildi?
20.yüzyılın ilk çeyreğini peş peşe gelen dört savaş (1911 Trablusgarp, 1912 Balkan, 19141918 Birinci Dünya Savaşı, 1919-1922 Kurtuluş Savaşı ) ile geçiren Türk toplumu, özellikle
1950 ve 1960’lı yılları tarımda gerçekleştirilen büyük atılımlarla geçirdi. Türkiye, tarımda
kazanılan başarıların sonucu, dünyada kendi kendine yeten 7 ülkeden birisiydi. Geçen zaman
içinde Türk toplumunun tarım toplumundan sanayi toplumuna geçmesi gerekiyordu. Oysa,
Türkiye sanayileşme sürecini istenilen ölçülerde başaramadığı gibi, çağın gereklerine uygun
üretken bir tarımsal yapı da geliştiremedi. Sanayileşmenin ve üretken bir tarımsal yapı
geliştirmenin ihmal edildiği bir ortamda, finansal hokkabazlıklar revaç gördü. Sosyal
illüzyonistlerin ürettiği “Çağ Atlamak”, “Teşekkürler Türkiye”, “At Şişeyi Dön Köşeyi”
sloganlarının eşliğinde Türkiye, kökleri toplumun dokularına derinlemesine nüfuz eden bir
sosyal çürümeye doğru hızla yol aldı. Son bir yılda 1,5 milyon kişinin işinden olduğu
Türkiye’de milyonlarca insan yarınlarına güvenemediği gibi derin bir “açlık korkusu” da
yaşamaktadır.
Osman Gazi Üniversitesi, Teknoloji Araştırma Merkezi tarafından yapılan “Türkiye
Profili” konulu araştırmada, Türkiye’nin “en”leri belirlendi. 11 ayrı kategoride yapılan
çalışmalar sonucunda “İstatistiklere göre Dünya Ligi’nin dibindeyiz, sürünüyoruz” yorumu
yapıldı. Türk Metal Sendikası’nın aylık yayın organı Türk Metal dergisinde yer alan
araştırmadaki bazı veriler şöyle:
*
Yüksekokul mezunları arasında işsizlik oranı en yüksek ülke.
*
OECD’ye üye 29 ülke içinde 25 yıldır enflasyon şampiyonu.
*
Dış ticaret açığında dünyada 2 nci sırada.
*
Kayıt dışında 16,5 katrilyon TL ile birinci.
*
TL en çok değer kaybeden para.
*
Günde 12 ölü ile trafik kazalarında Avrupa birincisi.
*
UNICEF’e göre en katı çalışma mevzuatına sahip.
*
Sağlığa en az para harcayan 35 ülkeden biri.
*
22 milyon tiryaki ile en çok sigara tüketen 22 nci ülke.
*
Mahkemelere intikal eden davalar Avrupa’da
sonuçlandırılırken bu oran Türkiye’de yüzde 39’larda kalıyor.
yüzde
95
oranında
13
*
Yüzde 4,4 olan kadın milletvekili oranıyla, en kötü orana sahip ilk on ülke
içinde yer alıyor.
*
Nüfusun yüzde 20,2’si sosyal güvenceden yoksun.
*
1 milyon sokak çocuğu ve 6 milyon çocuk işçi var.
Sokak çocuğu ve çocuk işçi gerçeğine eşlik eden daha acı bir gerçek var: Manisa’da 2
yaşındaki Merivan, doktor raporlarına göre “açlıktan ölen ilk Türk” olarak kayıtlara geçti.
Surlara korkusuzca tırmanan Ulubatlı Hasan ve düşmana ilk kurşunu sıkan Hasan Tahsin nasıl
tarih kitaplarında yerlerini almışsa, açlıktan ölen ilk Türk de tarih kitaplarında yerini alacak
mı ?
Türk basınının saygın yazarlarından Bekir Coşkun, “Sana Koşardım Merivan” başlıklı
yazısında şunları yazdı:
“Aslında ahmak ahmak başka bir şeyler yazacaktım bugün Merivan... Kafamı kuma
gömüp, deve mi, kuş mu olup... Yoksa ikisinin ortasında durumu idare edip, bir başka şeyler
yazacaktım. Sakalı uzamış, yanakları çökmüş, soluk yüzlü babanın kucağında senin
fotoğrafını görmeseydim, doğrusu keyfim de yerindeydi. Şöyle yazardım diyelim: “Seve seve,
ekonomiyi patlattı...” Neyi patlattı, nasıl oldu?.. Herkes mağazalara koşup birer pantolonmantolon alınca ekonomi patlıyorsa, niye daha önce koşup ikişer-üçer pantolon-mantolon
almadık?...Bunları düşünmeden, sırıtarak, arsızca, tek ayağımın üstünde zıplaya zıplaya, arada
bir “Patlattık, patlattık” diye tempo tutarak yazacaktım Merivan. Ya da: “Işık gözüktü... ” O
an yalakalığım da tuttu mu ... Yazının içine “Başbakan’ın koşar adım merdivenleri ikişer
ikişer çıkıp, masanın üzerinden zıplayarak yerine oturduğunu ve ışığın gözükmesini
sağladığını” koyardım. Ama Merivan ... fotoğrafının altındaki iki satıra takılıp kaldım:
“Manisa’da 2 yaşındaki Merivan, doktor raporlarına göre açlıktan ölen ilk Türk olarak
kayıtlara geçti...
Doğrusunu istersen, eğer bilseydim, yolların uzunluğuna bakmaz sana koşup gelirdim
Merivan ... Ceketimi üzerine örterdim. Sana şekerli su getirirdim. Başını kollarımın arasına
alır, bedenine sımsıkı sarılır, seni asla bırakmazdım. Ama senden haberim yoktu. Ben
buralarda “Seve seve pantolon-mantolon satışlarının artması ile ekonominin nasıl patladığına”
bakıyorum. Ya da; bir sürü basiretsiz-görgüsüz-hırsız- ama kurnaz-açıkgöz-cingöz adamın
ağızlarının içine bakıyorum ki, onlara nasıl yalakalık yapsam. Senden haberim yoktu
Merivan. Bilsem sana koşarak gelirdim. Sana şekerli su getirirdim. Saçlarını okşar, belki de
hiç oyuncak tutmamış ellerini öper, sana sımsıkı sarılırdım. Asla bırakmazdım seni. Özür
dilerdim senden ... Özür dilerdim Merivan...”
Yaşadığımız bu derin kriz ortamında bazıları, umudu korumak adına acı
gerçeklerimize sırtımızı dönmemizi ima etmektedir. Kriz öncesi dönemde dolar bazında
aldıkları yüksek ücretlerin mutlu havasında “gustosal” düşünceler üretenler, ücretlerine her ay
ortalama yüzde 3-4 oranında zam yapılan memurları bugünkü krizin sorumlusu olarak
göstermektedirler. “Kavgam” adlı kitabın yazarı, ülkesinin sorunlarından nasıl Yahudileri
sorumlu tutmuşsa, Türkiye’de de bazıları, memurları krizden sorumlu tutmaya başlamıştır.
Almanya’nın geçmişindeki krizinden masum Yahudiler nasıl sorumlu değilse, Türkiye’deki
krizden de memurlar sorumlu değildir. “Bankaların hortumlanması” sonucu gasp edilen 17
milyar dolar, memurlara bir yılda ödenecek maaş boyutundadır. Türkiye’de nüfusun ilk yüzde
20’lik dilimi milli gelirden yüzde 55’lik pay alırken, nüfusun en alt yüzde 20’lik dilimi yüzde
4,7 pay aldığı için Türkiye gelir dağılımı adaletsizliğinde dünyada beşinci sıradadır. 2000
yılının ilk altı ayında faiz ödemelerinin bütçe içindeki payı yüzde 43’ten, yüzde 55’e çıkarken,
maaş ve ücretlerin yüzde 28’den, yüzde 20’ye gerilediğini birilerine hatırlatmak
gerekmektedir. DPT’nin hazırladığı rapora göre, Türkiye’de nüfusun yüzde 38’i, temel
14
gereksinimleri için günlük 1,5 dolar harcayamıyor. DPT’nin bu rakamları 66 milyon nüfusu
bulunan Türkiye’de yaşayanların yaklaşık 25 milyonunun yoksul olduğunu ortaya koyuyor.
Bekir Coşkun’un belirttiği gibi, herkes mağazalara koşup birer pantolon-mantolon
alınca, birileri,“ekonomi patladı” diye yazıyor. Niye daha önce koşup ikişer-üçer pantolonmantolon almadık ?
Ünsal Oskay, “Yıkanmak İstemeyen Çocuklar Olalım” adlı kitabında, yaşadığımız
krize çözüm olabilecek şu çarpıcı öneriyi yapmaktadır:
“... Jules Verne’nin romanlarından bile hemen anlaşılacağı gibi, 19.yüzyılın üçüncü
çeyreğinden beri dünyamız, özellikle sanayileşmiş ülkelerde ve bu sürece yeni giren bizim
gibi ülkelerde de son on, onbeş yıldan beri gitgide yoğunlaşarak, “mühendis kafası” ile
yönetildi, yönetilmekte. Daha düne kadar kimsenin ummadığı değişimlerin oluştuğu Sovyetler
Birliği’nde olup bitenlere bakınca, bizde, yakınlarımızda olanlara ve yakında olacak gibi
görünen yeni gelişmelere bakınca, toplumların yönetiminde artık yalnızca mühendislerin,
ekonomistlerin değil, işlerin insan açısından siyasal, kültürel, felsefi boyutlarını da fark
edebilecek geniş kültürlü insanların devreye girmesi gerektiği anlaşılıyor. Bunda büyük yarar
var, yarar olacağı anlaşılıyor. Mühendis kafası, geleneklerden, zihniyet kalıplaşmalarından
kopabilmek bakımından iyi ise de, geniş kapsamlı ve detaylı düşünme yönünden, insana ve
toplumsal hayata ilişkin sorunların yalnızca sayısal/nicel değerlendirmelerle
kavranamayacağını fark etme bakımından sakıncalıdır, yetersizdir...”
Türkiye’nin yönetim eliti kompozisyonunda son yirmi yılda çok ciddi değişimler
yaşanmıştır. 1980 öncesinin yönetim eliti kompozisyonunda, Mülkiyeliler, ağırlıklı bir role
sahip bulunurken, 1980 sonrasında ise Ünsal Oskay’ın da belirttiği gibi, Mühendisler, ağırlıklı
bir rol edinmişlerdir. İşin aslına bakılacak olursa; belirtilen her iki dönemde de yönetim eliti
kompozisyonu sağlıklı olmamıştır. 1980 öncesinin yönetim eliti kompozisyonunda ağırlıklı
yer edinenler, kendilerini zihinsel kalıplaşmalardan kurtaramamış, 1980 sonrası yönetim eliti
kompozisyonunda ağırlıklı yer edinenler ise kendilerini toplumsal gerçek ve gelişmelerden
kopuk sayısal verilere mahkum etmişlerdir.
Türkiye, mevcut yönetim eliti kompozisyonu aracılığıyla sorunlarına çözüm
bulamayacaktır. Geniş kültürlü insanların devreye girmesi kaçınılmaz görünmektedir. Bu
noktada, siyasi partilere büyük görevler düşmektedir. Siyasi partiler, medyatik
manipülasyonlara dayalı “cilalı imaj” sahibi kimseleri siyasete devşirme alışkanlığından
süratle uzaklaşmalıdırlar. Medyatik beş, on kişi el ele verip, “Kanarya Sevenler Derneği”
kurar gibi yeni siyasi oluşumlar başlatıyorlar. Ortalıkta, yeni olduğunu iddia eden çok sayıda
siyasi oluşum olmakla birlikte, yeni bir siyasete rastlanmamaktadır.
Yeni olduğunu iddia eden bir siyasi oluşum, öncelikli olarak “itiraz kültürü” ne ağırlık
vermelidir. Açlıktan ölen ilk Türk gerçeği, Türkiye’nin IMF’ye en fazla borcu olan ülke
olması, İngiltere yüzde 1,8’lik yıllık enflasyon oranıyla son 38 yılın en düşük enflasyonunu
yaşarken, Türkiye’nin 2001’de yüzde 60’ların üzerinde yıllık enflasyon yaşaması, kayıt
dışında 16,5 katrilyon lira ile ülkemizin birinci olması gibi konulara birilerinin itirazının
olması gerekir. Siyasette yaşanan ve buradan giderek topluma yayılan itiraz kültürünün
eksikliği, yaşadığımız toplumsal çürümeyi daha da derinleştirmektedir.
Psikiyatri Profesörü Nevzat Tarhan, itiraz kültürünün eksikliği ve bunun toplumumuz
açısından ortaya çıkardığı durum konusunda şunları söylüyor:
“ ... Toplum olarak itaat kültüründen geliyoruz. Yani sorunların çözülmesi için toplum,
kendisi çabalamak yerine, Türkiye’yi yönetenlerden bekleme eğilimi var. “Sorma, düşünme,
itaat et!” Bu Mezopotamya kültürü. Ve bu kültür aileden başlıyor. Anne-babaların çocukları
“sorgulamadan” yetiştirme tarzı var. Bu nedenle sorunlar karşısında umursamaz, hissiz ve
15
heyecansız gibi görünüyorlar... Sorunu daha çok aile içerisinde, eşlerine ve çocuklarına
tepkiye dönüştürüyorlar. İçkiye, sigaraya yönelme fazla oluyor. Adi suçlar ve hastalıklar
artıyor. Şimdi yapılan sosyal araştırmalar, kaygı düzeyinin genel olarak yükseldiğini
gösteriyor. Bizim toplumun bir özelliği de şu: Kendisi alkolik de olsa, suç da işlese, yalancı
da olsa; kendini yönetenlerin dürüst olmasını istiyor. Bizim toplumun ilginç bir özelliği bu ...”
Latin Amerika’nın en ünlü denemeci politika yazarı Eduardo Galeano, “Sosyal
çelişkiler hiçbir zaman bu yüzyılın sonunda olduğu kadar evrenselleşmemişti... İnsanlığı
kaçınılmaz bir felakete götüren sistemin mahkumları mıyız ?” sorusuna şu cevabı
vermektedir:
“Çok uluslu sanayi tekellerinin bugünkü yaptıklarını, bir eliyle verip öteki eliyle geri
aldıklarını, dünyanın büyük finans ve ticaret merkezlerinin hangi vahşi mekanizmayla
çalıştığını görseydi; Drakula kesinlikle büyük bir aşağılık kompleksine kapılır ve bütün
yaptıklarının bunların yanında bir hükmünün olmadığını anlardı. Sistemin insana ve doğaya
karşı yıkıcı davrandığı doğrudur. Güney ülkelerini sermayenin globalleşmesi süreci içine
almak konusunda mahvedici bir rekabet hüküm sürmektedir. Parola, “En iyi kim sürünür”
dür. Sonuç, mutlak düşük ücret ve çevreyi kirletme keyfiyetidir. Bu, insanları yalnızlığa,
korkuya, umutsuzluğa ve sıkıntıya mahkum eden bir sistemdir. İnsanlar arası dayanışma
ilkesini yok eder. Bizi, başkalarını düşmanımızmış gibi görmeye zorlar. Bizleri, yaşamın
galibi az, mağlubu çok bir yarış pisti olduğuna inandırır. Ruhları zehirleyen bir sistemdir o.
Amaçlarımız gasp ediliyor. Nasıl sorusuna takılıp kaldığımız için, ne ve niçin sorularını hiç
sormuyoruz. Oysa biz kaybolan duyguları geri kazanmak, yaşamın tadına varmak zorundayız.
Batı’da özgürlük adına eşitliğin, Doğu’da eşitlik adına özgürlüğün kurban edildiği
manasında bir paralellik var. Eşitlik ve özgürlük birliğinin yeniden kazanılması söz
konusudur. Eşitlik ve özgürlük ikiz kavramlar olarak doğmuş, zorla koparılmışlardır. Arzu
ettiğimiz şey onların buluşmasının güzelliğini yeniden elde etmektir. Etik ve estetik
birbirinden bugünkü kadar hiç uzaklaşmamıştır... İnsanın meşru savunma hakkına
inanıyorum. Eğer kişi, ruhunu şiddet ve korkuyla doldurup, zehirleyen egemen bir kültürün
tehdidi altında olduğunu görüyorsa, buna karşı kendini savunma hakkı vardır. Kimliğini yok
eden dominant bir kültür varsa, senin de meşru direnme hakkın vardır. Ben insanda, para
tutkunu bu çirkin fotoğraftan kendini kurtarabileceği gizli bir cevher bulunduğuna
inanıyorum. Biz paradan daha fazlayız. Yüzyılın sonunda para tapıncının evrenselleştiği bir
noktaya gelindi. Açgözlülüğe dayanan, tüm insanları ve ülkeleri aşındıran bir değerler sistemi
kutsallaştırıldı. Ben bir meta olmayı reddediyorum. Fiyatı olmayan şeylerin değerinin de
olmayacağı düşüncesini reddediyorum. Şair Antonio Machado, “bazı ahmakların fiyat ile
değeri karıştırdıklarını daha 30’lu yıllarda söylüyordu. Yarım yüzyıl sonra bugün herkes
karıştırıyor. ”
Türk toplumu –yukarıda belirtildiği gibi- yakın zamanlara kadar, “Aman! Açlıktan
kim ölmüş” derken, günümüzde ise “Allah, insanı açlık ile terbiye etmesin” temennisine
sarılmaktadır. Milyonlar, olası bir kitlesel aç kalma tehlikesiyle dansını yapmaktadır.
Türkiye’de fiyat ile değeri karıştıran bazıları, televizyonlarda yer alan 2001 yılı Ramazan ayı
görüntülerini hafızalarının bir yerine not etmelidirler.
2001 yılı ÖSS’de 9000 öğrenci 0 (sıfır) almayı başarmış! Ortalama cevap oranı
Matematik sorularında 7, Fen sorularında 4, Türkçe’de 20, Sosyal grubunda 13 olmuştur.
Serdar Turgut, “Durum genel olarak vahim” başlıklı yazısında, eğitimli insan konusunda
tehlikeli bir gelişmeye dikkat çekti:
“ ... Çok vahim bir olayla karşı karşıyayız. Bunu görmek, söylemek, meselenin üzerine
gitmek, açıkça yaşanmakta olan bu olayın ayıp olur diye üstünü örtmekten vazgeçmek
gerekiyor. İnsanların beyinlerine ne oldu bilmiyorum ama şurası bir gerçek ki, genelde müthiş
16
bir aptallaşma süreci yaşandığı kesin... Okumayı sevmeyen, hatta okumaya düşman olan bir
kültürümüz var. Eğitim sistemi dökülüyor. Ve fakirlik yaygınlaştıkça cehalet de doğal olarak
artıyor. Bilgili, birikimli insanların sistemden yedikleri darbe sonucunda fakirleşmeleri de,
onların normal olarak verdikleri tepkileri değiştirdi. Rasyonel düşünce, yerini irrasyonel
sinirliliğe terk etti... Tekrar ediyorum. Türkiye’nin geleceği büyük tehlikede. Düşünme olayı
ülkede tamamen bitmek üzere. Okumuş-yazmış çoğunluk, düşünme deyince yarın borsada ne
olup biteceğini hesaplamayı anlıyor. Hisse senedi idiot savantlarıyla doldu ortalık...
Ekonomik kriz geçecek. İnsan malzemesi sorunu ise kalıcı ve daha da büyüyecek. Ve Türkiye
Cumhuriyeti’nin geleceğini de bu tehlikeye atacak. ”
Çözüm; meta olmaya itiraz ederek, insani değerlere sarılmaktan geçmektedir.
17
GÖREVİNİ KÖTÜYE KULLANMAK!
Türkiye’de görevini kötüye kullanmış kişilerin gözaltına alındığına dair haberlere, çok
sık olmasa da televizyon ve gazetelerin haberlerinde rastlıyoruz.
Bu ülkede, herkesten ve her kesimden daha fazla görevini kötüye kullanmış olan
yönetenlerdir. Şimdi açıklayacağım tablo bu durumu net olarak ortaya koymaktadır:
*
Türkiye, en iyi borçlanan ülke ödülünü Paris’te aldı.
*
Gelir dağılımı adaletsizliğinde dünyada beşinci.
*
Yolsuzluk ve rüşvetin yaygınlığı açısından dünyada dördüncü.
*
borçlu ülke.
İç ve dış borçların gayri safi milli hasılaya oranı açısından en tehlikeli üçüncü
*
Yaşam standardı açısından Yunanistan’ın 64 basamak altında.
*
Bütçenin yüzde 50’sini faize yatıran bir devlet.
Türk toplumu, görevini kötüye kullanan yöneticiler gerçeği karşısında, her gün
fakirleştiği gibi, ruh sağlığını da kaybetmiştir. Stres konusunda yapılan bir araştırmanın
sonucuna göre; Türk toplumu dünyanın en stresli toplumu olarak değerlendirilmiştir.
Türkiye’de gençlerin yüzde 90’ından fazlası ülkeyi terk etmek istemektedir. Geçen yıl,
Amerika’dan “yeşil kart” almak için Türkiye’den 165 bin kişi başvururken, bu yıl yüzde 900
artarak 1,7 milyon kişi Yeşil Kart almak için Amerika’ya başvurmuştur.
İnsanların, kendi ülkesinden böylesine yoğun bir şekilde kaçma isteğine, ancak soğuk
savaş döneminde “demir perde” diye adlandırılan ülkelerde rastlanabiliyordu. “Cennet Vatan
Türkiye” diye adlandırılan ülke, kaçılması gereken bir coğrafyaya dönüşmüştür.
Türk toplumuna, 1980’lerin başında, dünyaya açılıyoruz denildi. Geldiğimiz nokta
dünyaya açılmak yerine, faiz ve borca açılmak olmuştur. Uzunca bir süre Osmanlı
İmparatorluğu’nun nüfuz alanı ve yönetimi altında bulunan Orta Avrupa ve Balkan
toplumlarının önemli bir bölümü günümüzde, Avrupa Birliği’ne üyelik yolunda hızla
ilerlerken, Osmanlı İmparatorluğu’nun asli unsuru olan Türk toplumu ise Avrupa Birliği’ne
üyelik gerçeğinden hızla uzaklaşmaktadır.
Türkiye’de yöneticiler, görevini en fazla gelir dağılımı noktasında kötüye kullanmıştır.
Nüfusun ilk yüzde 20’lik dilimi, milli gelirden yüzde 55 pay alırken, en alt yüzde 20’lik dilim
ise yüzde 5 civarında bir pay almaktadır. Yaşanan son krizden sonra, “65 milyon insan olarak
aynı gemideyiz, el ele vererek krizden kurtuluruz” şeklinde çağrılar yapılmaktadır. Oysa
Türkiye 65 milyonun aynı gemide olduğu bir ülkeden ziyade, “Öteki Türkiye”, “Zengin
Türkiye” şeklinde iki vagondan oluşan bir trene benzemektedir. Kompartımanlaşmış bir
Türkiye’den kurtuluşun yolu her şeyden önce nimetlerin ve külfetlerin topluma eşit
dağıtılmasından geçmektedir.
Kelimenin tam anlamıyla, “düzenin yabancılaşması” durumuyla karşı karşıya
bulunuyoruz. Parlamentoda, toplumun bir kesiminin karşı çıktığı yasa görüşülürken, bu yasayı
18
protesto edenlerin toplandığı meydana gaz bombası ve kar maskeli özel timler
gönderilmektedir.
Toplumu, Kasım 2000 ve Şubat 2001’de krizden krize sürükleyenler, görevlerini
kötüye kullandıklarını itiraf etmek yerine, “biz iktidardan gidersek kaos olur” diye toplumu
korkutmaya çalışıyorlar. İzmir’de 1926 yılında Atatürk’e suikast yapılacağı kendisine
söylendiğinde, dünyanın tanıdığı en karizmatik şahsiyetlerden birisi olan Atatürk, ben
gidersem benden sonra kaos ya da tufan olur diyerek birilerini korkutmak yerine, “Benim
naçiz vücudum elbet bir gün toprak olacak, fakat Türkiye Cumhuriyeti ilelebet payidar
kalacaktır” demiştir. Atatürk gibi, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nı kazanmış, modern devlet kurmuş
bir şahsiyet, kendisini topluma, naçiz ve fani olarak lanse ederken, ülkeyi, IMF’ye, faize,
borca, yolsuzluğa, talana ve yoksulluğa mahkum edenler ise kendilerini topluma vazgeçilmez
olarak göstermektedirler.
Borç, faiz, devalüasyon ve enflasyon sarmalında çırpınan Türk toplumunda yaşam,
coşku ve sevinç kaynağı olmaktan çıkarak, bir görev haline gelmiştir bu yangın yerinde.
Türkiye’deki ekonomik yangının boyutlarını toplum tam olarak bilmemektedir.
Örneğin, bütçe açığını ve borçlanmayı daha düşük göstermek için, Sayıştay’ın “görünmez
borçlar” diye ortaya çıkardığı borç yöntemine baş vurmuşlardır. Bu nedenle, toplumun en
fazla ihtiyaç duyduğu şeylerden birisi şeffaflıktır.
Osmanlının reayası köylü, Cumhuriyet’in vatandaşı olduktan sonra, milletin efendisi
olarak tanımlanmıştır. Son 10 yılda toplumun 115 milyar dolarının hortumlanmasının
üzerinde durulmazken, ekonomik krizden tarımdaki sorunlar sorumlu tutulmaktadır. Bir
gecede tarımda reform yaparak milyonlarca “baldırı çıplak” yaratmak isteyenler bu durumu
içlerine nasıl sindiriyorlar, bunu anlamak son derece güçtür.
“Tarımda reform yapmak” ile “tarımı çökertmek” farklı şeylerdir. Yakın zamanlara
kadar, kendi kendisini besleyen 7 ülkeden birisi olan 65 milyonluk Türkiye, önümüzdeki
dönemde açlık sorunu yaşar ise buna hiç kimse şaşırmasın.
Geçmişte, orta sınıfı çökerttiler, bugün tarımı, belki yarından da yakın bir zamanda
devletin çöküşünü ilan edecekler. Moratoryum ilan etmeyi düşündüklerini itiraf etmediler mi?
Toplum yalanla zehirlenmektedir. Dövizi çıpaya bağladık dediler, dolar 14 ay sonra
dizginlenemez hale geldi. Ek vergi yok dediler, şimdi keyfi ek vergiler salıyorlar. Şeffaf
yönetim kuracağız dediler, “görünmez borçlar” icat ettiler. İstikrar getireceğiz dediler,
istikrarsızlığın kaynağı haline geldiler.
Ekonomide kurtuluş savaşı verdiklerini söylüyorlar. Bizim bildiğimiz kurtuluş
savaşları, işgalci güçlere karşı yapılır. Ekonomide kurtuluş savaşı yaptıklarını söyleyenler,
hangi işgalci güç ya da güçlere karşı savaştıklarını neden söylemiyorlar? Ekonomide kurtuluş
savaşı verdiklerini söyleyenler, ekonominin başkomutanlığını kendileri yapmıyorlar. Bugün
Türkiye’yi yönetenler, “yap-işlet-devret başkomutanlık modeli”ni icat etmişlerdir.
Bakanlara ve milletvekillerine konuşmayın talimatı verilmektedir. Kurtuluş Savaşı’nı
yürüten Meclis’in milletvekilleri, savaş devam ederken her şeyi konuşup, tartışırken;
günümüzde ise derin bir sessizlik egemendir. Yaratılmak istenen mezarlık sessizliği, bu krizi
aşmaya katkıda bulunmaz, olsa olsa kifayetsiz muhterislerin iktidarını sürdürmelerine katkıda
bulunur.
19
MASUM DEĞİLİZ HİÇBİRİMİZ
Türkiye, herkesin kabul ettiği gibi yakın tarihinin en büyük krizini yaşamaktadır.
Krizin ortaya çıkardığı kaos atmosferinde ise herkes kenarda durup “Benim suçum değil
ki,bunu yapan sizdiniz, benim suçum yok” diyerek başkalarını suçlamaktadır. Suçlanan
kesimlerin en başta geleni ise siyaset kurumudur.
Bazılarına göre, Türkiye siyasetten kaynaklanan bir ekonomik kriz yaşamaktadır.
Tespiti bu şekilde yapanlar çözümü ise, ya siyasetin kendini yenilemesinde ya da teknokrat
bir hükümetin kurulmasında görmektedir.
Türkiye’nin bir siyaset ve ekonomi krizi yaşadığını kimse inkar edemez, ama
bunlardan daha önemlisi Türkiye derin bir toplumsal varoluş krizi yaşamaktadır. Bu
toplumsal varoluş krizi görmezden gelinerek siyaset ve ekonomiye yönelik düzenleme
arayışları arzulanan sonucu ortaya çıkaramayacaktır.
Yaşadığımız derin toplumsal varoluş krizinden dolayı sadece siyaset değil, herkes
suçludur. Bu noktada, toplumsal yapımızdan bazı kesitler sunarak hepimizin suçlu olduğuna
haklılık kazandırmak istiyorum.
*
diyenler,
Hayatın gerçeklerini ve yarını hiç düşünmeden “Abi ! ne iş olursa yaparım”
*
Uzun zamandır yıllık karının yüzde
sağlayan işadamları,
60’ını faaliyet dışı (faiz) alanlardan
*
Toplumsal sorunları, siyasal, ekonomik, kültürel v.d. optiklerden bakarak
değerlendirmek yerine, “Sallandıracaksın üç beş kişiyi” diyerek çözüm arayanlar,
*
Her seçimde oy veren ve sonra düşünerek “Hay! o partiye oy vereceğime elim
kırılsaydı” diyenler,
*
“Macit! beni otomobillendir”, “Şu anda antrenmandayım” reklamlarını hiç
sıkılmadan izleyenler,
*
SSK ve devlet hastanelerini, özel muayenehanesine müşteri toplama merkezi
olarak görenler,
*
Hakim, savcı, emniyet müdürü gibi üst düzeyde bürokrat tanıdığı olunca “Sen
benim kim olduğumu biliyor musun?” diyerek celallenenler,
*
Türkiye’nin sayılamayacak kadar fazla toplumsal sorunları karşısında sadece
milliyetçilik, laiklik gibi iki üç konuya takılıp kalan sosyal bilimciler,
*
“Neremi, neremi ?” diyerek müzik pazarlayanlar,
*
Borsa ve döviz kurundaki hareketleri ekonomi zannedenler,
*
Yanında çalışan insana çerez parası kabilinde ücret ödeyen ama lüks eğlence
merkezlerinde dudak uçuklatan bahşiş verenler,
20
*
Beyoğlu’nun ara sokaklarındaki hayat kadınlarına ve sokak çocuklarına iyi bir
yarın düşünmek yerine, Taksim’e cami yapmayı öncelikli hedef olarak görenler,
*
“At-Avrat-Silah” üçlemesini Türk kültürü ve töresi diye anlayanlar,
*
Kırdan kente göç eden insanları çeşitli dernek çatıları altında toplayarak ortaya
çıkan gücü şahsi çıkarları için pazarlayan siyaset tacirleri,
*
Önce doğuran sonra ise hayıflanarak “Şimdiki aklım olsaydı, seni hiç
doğurmazdım” diyerek çocuğuna haykıran anneler,
*
dayatanlar,
“Tek Yol Devrim”, “Huzur İslamdadır”, “Ya Sev Ya Terk Et” şeklinde çözüm
*
Okullarda uyuşturucunun yaygınlaşmasını, açlık ve yoksulluk sınırında
yaşayan insanların sorunlarını senelerdir tehlike olarak görmeyip, sadece siyasetteki
aşırılıkları ulusal güvenliğe yönelik tehdit olarak değerlendirenler,
*
“Ya benim olacaksın ya da toprağın” diyerek, kendisini sevmeyen kişiyi
öldüren şizofren aşıklar,
*
Dışarıda danışmanlık veya özel iş takibi yaptığı için odasının kapısını kapalı
tutan, öğrencisinin yüzünü dersin dışında görmeyen hocalar,
*
Kitapları, tabanca ve mermilerin yanında suç aleti olarak sergileyenler,
*
Fakültelerin demode olmuş, dünya piyasalarına hitap etmeyen bölümlerini hiç
düşünmeden tercih eden gençler,
*
Turizm sezonu gelince, “Helgalar Antalya’da erkek arıyor” diyerek, sapıkları
tecavüze teşvik eden gazeteler,
*
Laila’daki fütursuz şaşaaya Newyork Times muhabiri dikkat çektikten sonra,
toplumsal patlama korkusuna kapılanlar,
*
Türk Lirası, dünyanın en değersiz parası haline gelirken üzülmeyip,
Galatasaray’ın yabancı bir takıma yenilmesini milli bir felaket olarak görenler,
*
*
başkanlar,
Serbest piyasayı, serbest hırsızlık ve talana çevirenler,
Partileri her seçimde oy kaybettiği halde, istifa etmeyi aklına getirmeyen genel
*
Okulu yarıda bırakan çocuğuna, “Bizim parti iktidara geldiğinde sana bir iş
buluruz” diyen babalar,
Yaşadığımız derin toplumsal varoluş krizinin ortaya çıkmasında etkili olduğuna
inandığım ve bir bölümünü yukarıda sıraladığım toplumsal hayatımızdaki örnekler ortaya bir
sonuç çıkarmaktadır: Masum Değiliz Hiçbirimiz.
21
DÜŞÜNSEL SIKIŞMA
Türkiye her alanda bir sıkışma yaşıyor. Ekonomi, borsa ve döviz kurundaki
hareketlere indirgenirken; Türkiye’nin hemen hemen bütün sorunlarından taşra sorumlu
tutulmaya başlandı.
Türkiye’nin yaşadığı en büyük sıkışmalardan birisi de medyanın Türkiye’deki
sorunları ele alma biçiminde yaşanmaktadır. Siyasi partilerin kongreleri “bayi toplantısı”na
benzetilirken, özellikle görsel medyanın Türkiye’nin sorunlarını tartışmaya çağırdığı (hep
aynı kişilerden oluşan) aydınların ve uzmanların tartışma programları da bir tür “bayi
toplantısı”na benziyor.
Türkiye’nin her yerde, hemen hemen her konuda konuşmaya can atan, düşünmeye ise
en az vakit ayıran aydın ve uzmanları olduğu gibi, yıllardır sabırla ve büyük düşünsel emekler
harcayarak fikri dünyamızı zenginleştirmeye çalışan aydın ve uzmanları da bulunmaktadır.
Kaç siyasetçimizin ve medya mensubumuzun, Kemal Karpat, Cemil Oktay, Mehmet Ö.
Alkan, Süleyman Seyfi Öğün ve Nurdan Gürbilek gibi medyatik olmayan ama kendi alanında
özgün düşünceler üreten aydınlarımızdan haberi var?
Kemal Karpat ‘ın Türk Demokrasi Tarihi, Cemil Oktay’ın Siyaset Yazıları, Süleyman
Seyfi Öğün’ün Modernleşme, Milliyetçilik ve Türkiye, Nurdan Gürbilek’in Vitrinde
Yaşamak, Mehmet Ö. Alkan’ın başta Osmanlı’da dünyevileşmeye yönelik tezleri olmak üzere
sayılamayacak kadar çok olan çalışmaları birer kültürel oksijen değeri taşımaktadır.
Son zamanlarda tekrar gündeme gelen taşra tartışmalarına yönelik olarak kitaplara göz
gezdirirken, Süleyman Seyfi Öğün’ün, “Modernleşme, Milliyetçilik ve Türkiye” adlı
kitabında yer alan, taşra ve şehir arasındaki çatışmaya yönelik ufuk açıcı tespitler dikkatimi
çekti. Bu tespitlerden can alıcı olanlarını sizle paylaşmak istiyorum:
“...1950’lerin sonlarına kadar şehirlerimiz, idari ve siyasi bir hayat küresinin
rutinlerine takılı kalmış bir manzara ortaya koyarlar. Memurin edep dairesinde kalan
sosyolojik bağlardan, şehirleri kamusal hayat tarzlarına doğru taşıyabilecek yapılanmalar da
doğmamıştır. Memurlar ve orta sınıf meslekleri ifade eden kesimlerin (doktor,
avukat,öğretmen vb.) hayat tarzları, kışın Şişli, Harbiye, Nişantaşı, Teşvikiye; yazın ise Moda,
Fenerbahçe, Adalar mıntıkalarında kendi fersiz dolçe vitası içinde çökmüştür. İlber Ortaylı,
İstanbul’un mahvoluşunun sorumluları olarak, sadece bu şehre yönelik göçün kahramanlarını
değil, ondan daha önce, hemşehrilik ve kent bilinci taşımayan İstanbul’un sakinlerini hesaba
katmanın gerekli olduğunu haklı olarak belirtiyor. Bu bağlamda, çok daha çarpıcı bir vurguyu,
Atilla İlhan’da görüyoruz. Senaryosunu Atilla İlhan’ın yazdığı bir TV filminde Şükran
Güngör’ün başarıyla canlandırdığı bir tip dikkatimi çekmişti. Bir memur zihniyetli
mirasyedinin dünyasını temsil eden bu tip, kerli-ferli ve haza beyefendidir. Osmanlının klasik
incelmiş terbiyesini Avrupailiği ile birleştirmiştir. Köşkünün yanından tren yolunun
geçmesine ve her defasında evini sarsmasına bile aldırmaz. Sabahtan akşama kapalı perdeler
ardında, taş plaklardan opera dinler. 1950’ler itibarıyla hızlanan alaturka sermaye birikiminin
entrika dolu gelişmelerinin ve bunun yol açtığı ahlaki inhitatı (çöküşü) görmezlikten gelir.
Tıpkı Çehov’un Altıncı Koğuş’undaki doktor kadar umursamazdır. Oysa karısı ve oğlu
köşkün biran önce yıkılıp şantiye-rantiye diyalektiğinin çarklarına atılmasını isterler. Bu
tiplemesinde Atilla İlhan, İstanbul’un dramatik çöküşünü anlatmak ister.
22
İstanbul ve tabii ki diğer büyük şehirler, 1950’lerden sonra, kitlesel bir göçün
baskısına dayanamamışlardır. Necip Fazıl’ın benzetmesiyle, İstanbul’un boş tepelerinde
çadırlar kurulmakta ve şehir, adeta bir Moğol muhasarası yaşamaktadır. Bunun sonuçları tabii
ki, şehirlerin yağmalanması, kağıt ve ahşaptan mürekkep bir inceliğin yok olup gitmesidir.
Şehirlerin yağmalanması, alaturka sermaye birikiminin belki de hiçbir yerde olmadığı kadar
hoyrat ve yıkıcı yaşanmasına neden olmuştur ve olmaya da devam etmektedir. Sermaye
birikimimizin, taşralı kabalığı yeniden üreten karakteri ilginçtir. Sırasıyla “Kayseri”, “Adana”,
“Karadeniz” ve nihayet “Güneydoğu” ağızlarının, bu sermaye birikiminin söylemini verdiğini
belirtmeye bilmem gerek var mı? Adeta hepsinde İstanbul şivesine karşı gizli bir öç alış
seziliyor. Yerellikleri ile övünen otogratik bir sermaye birikimi ile karşı karşıyayız. Sanki
yüzyılların rövanşı oynanıyor. Taşranın merkeze yönelik birikimi, kamusal hayatın işlevliğini
geriletiyor. Tarihsel kinlerin birikimi ile sermaye birikimi garip bir şekilde örtüşüyor. Buradan
da Türk muhafazakarlığının yakıcı ve yıkıcı sonuçları doğuyor. Şunu da belirtmekte fayda
var, alaturka sermaye birikiminin kazananları (yani particileri) ile kaybedenleri (yani
plepleri), muhafazakar bir söylemin içinde hayatı anlamlandırıyorlar.
Türk muhafazakarlığının şekillenmesinde tarihsel-kültürel birikimlerin yeniden
üretilmesi gibi rafine bir işlevden ziyade, kökleri Osmanlı’ya uzanan ortodoksi-heterodoksi,
merkez-kenar, resmi alan gayrı-resmi alan çatışmalarının doğasında yatan tarihsel duyguların
rol oynadığını düşünüyorum. Kapitalist dünyaya periferileşme suretiyle eklemlenmemiz bu
duyguları çarpıştıran bir iklimi ikmal etti. Cumhuriyet tecrübemizin jakoben radikalliği,
çatışmayı günlük hayata taşıdı, ayrıca Osmanlı sembollerinin ve anlam kümelerinin ayakta
kalan (daha çok da sallanan) son kalıntılarını tasfiye ederek ve bunun yerine yavan bir
halkçılığı ikame etmeye çalışarak son tutunum çevrelerini de ortadan kaldırmış oldu. Bu
tarihsel temizlik günlük hayattaki sıkıntıları katmerleştirdi. Kitlesel hayata geçişimiz ve
sermaye birikimimiz günlük hayattaki boğuntuyu arttırdı ve kamusal hayatı mümkün kılan
yolları tıkadı. 1980’lerdeki Alaturka liberal devrim ise, alışık olmadığımız, ama için için
özlemini çektiğimiz tüketim kalıplarını hayatımıza soktu. Ahlaki inhitat (çöküş) son
raddesinde yaşandı. Üretmeden tüketen varlıklar haline geldik. Teknolojik hayatın ve tüketim
dünyası içinde “süreklilik”, “değişme” tartışmaları sadece dönüştü; imaj çağına uygun hale
geldi. Besmeleyle çalışan bilgisayar disketleri, tesettür defileleri, üzerinde “Huzur İslamdadır”
araba çıkartmaları bir süreklilik özlemini yansıtan çığlıklar olarak, erotik şovlara dönüşen
defileler ve “Atam İzindeyiz” çıkartmaları ile yarışa girdi. Viski-çiğköfte cıvıklığı, bar
alkolizmi; ziyaretçilere sadece ayran ikram edilen içkisiz ama batı tarzı iskemlesiz koltuksuz
kokteyllerle yan yana ama eski ikirciklenmeleri de için için bileyerek birlikte yaşıyor.
Türkiye’de süreklilik ve değişim arasındaki kısa devreleri modernleşme ve de özellikle
bugünlerde pek revaçta olduğu üzere Cumhuriyet ve Kemalizm’e mal etmek beşinci sınıf bir
idealist tarihçi açıklamasıdır. Benzer olarak Türk ilericilerinin yaptığı da budur. Onlar da hala
bütün sıkıntıların kaynağını Osmanlı ve İslamda görmeye devam ediyorlar. Ne sürekliliği ne
de değişimi etkin ve esenlikli kamusal hayat içinde başaramayışımızın sebebi Osmanlı’yı da,
İslamı da, Cumhuriyeti de içine alan otokrasinin tarihinde yatıyor.
Türkiye’de ne ilericiliğin ne de muhafazakarlığın ciddi ve derin anlamları olduğunu
zannediyorum. Görünen ve geride kalan sadece estetik feri sönmüş, kısır rutinlere ve ayartıcıüretken olmayan hünerlere boğulmuş, günlük hayatımızın daha da çekilmez oluşuna yol açan,
ilericilikten muhafazakarlığa, muhafazakarlıktan ilericiliğe yönelik çift katlı baskıların,
müdahalelerin kıskaçlarıdır. Kamusal hayatı, üretkenlik değerini yaratamadan, alt yapıyı
kuramadan tüketim hayatına geçmiş olan Türk homo-economicusunun ve onun Asya
steplerinde başlayan, görkemli İslami bir imparatorluk kurmasıyla taçlanan, Cumhuriyetçiulusçu devletçilikten ve nihayet liberalizmden geçen macerasının kadimlik-ceditlik
konusundaki hal-i pür melali de bundan ibarettir.”
23
Türkiye’de yaşanmaması gereken bir düşünsel sıkışma yaşanmaktadır.
Düşüncelerimize derin anlamlar katmanın yolu; farklı düşünce ve seslere açılmaktan
geçmektedir.
TARTIŞMA ÖZGÜRLÜĞÜ VE DEMOKRASİNİN BEDAVACI TARAFTARLARI
Türkiye’nin, içinde siyasal ve ekonomik krizi de barındıran toplumsal varoluş
krizinden kurtulmasına katkı sağlayacak öncelikli şey, herkesin suçlu olduğunu
kabullenmesidir. Bunu başardığımız zaman sorunun bir parçası olmaktan çıkarak çözümün
katalizörü haline gelebileceğiz.
Krizden çıkış için önceliğin “tartışma özgürlüğü” olduğunu belirtmek istiyorum. Türk
toplumunun tartışmayan bir toplum olduğu iddiasında değilim. Son yıllarda televizyon
programları, köşe yazıları ve kahvehaneler gibi kamuya açık yerlerde bir tartışma enflasyonu
yaşanıyor. Tartışmanın bolluğu yaşanırken, çözümün kısırlığı ise önemli bir sorun olarak
karşımızda duruyor. Tartışıyoruz fakat çözüme bir türlü ulaşamıyoruz.
Çözüme neden ulaşamıyoruz? Bunun nedeni bana göre basit: Kendimizi değil,
başkalarını tartışmaya açmak ve tartışmaktan hoşlanıyoruz. Bu konuda bazı örnekler
sergilemek istiyorum. Laiklik düşüncesine karşı çıkarak tartışan ve eleştirenler, bu düşüncenin
karşısında yer alan paradigmayı ise tartışmak ve eleştirmekten imtina ediyor. İslami
düşünceyi tartışan ve eleştirenler de aynı şekilde laik düşünceyi tartışmak ve eleştirmekten
kaçınıyorlar. Taşrayı ve taşranın Türk siyasal hayatına etkilerini tartışan ve eleştirenler ise
aynı hassasiyeti elitizm konusunda sergilemiyorlar. Elitizm konusunda eleştirel görüşleri
olanlar da taşrayı kutsal ve dokunulmaz olarak görüyorlar.
Bu durum sadece entelektüel konulardaki tutumlar için geçerli olmayıp, gündelik
hayatımızdaki durumlar için de aynı tutum geçerlidir. Örneğin; baba, evde her şeyi tartışma ve
eleştirme hakkını kendinde görür, oysa aynı hakkın anne ve çocuk için de geçerli olması
gerektiğine inanmaz.
Başkalarını tartışmaya ve eleştirmeye “evet” diyoruz, ama sıra kendimize geldiğinde
yasakçı bir tutum sergiliyoruz. Belki, kendimizi dışarıya olduğundan farklı gösterdiğimiz için
yasakçı tutumu bir zırh olarak kuşanıyoruz. “El alem ne der?” korkusu kendimizi ötekine
açmaya ve anlatmaya engel teşkil ediyor.
Kendimizi tartışmaya/tartışılmaya dahil etmeden başkalarını tartışarak ve eleştirerek;
savunduğumuz düşüncenin arkasında her ne pahasına olursa olsun durmak yerine, rüzgar
nereden esiyorsa buna göre duruş geliştirerek; “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi” olduğumuz
için, söylediklerimiz ve yazdıklarımız ile hayat arasında derin bir uçurum oluşuyor.
Şükrü Argın, Birikim Dergisi’nde, “Modern Zamanlarda Sözün Statüsü” başlıklı
yazısında söz ile hayat arasında ortaya çıkan derin uçurumun nedenlerini şu şekilde açıklıyor:
“...Sırtımızı dayadığımız duvarlar yıkıldı. Ayağımızı bastığımız zeminler kaydı. Elimizde
tuttuğumuz haritalar yırtıldı. Sıkı baş dönmeleri yaşadık. Yön ve gerçeklik duygumuzu
yitirdik. Hepsinden önemlisi, bütün bu karmaşa içinde ya da belki de daha doğrusu, bütün bu
karmaşa yüzünden sözün gücüne duyduğumuz o köklü inancı yitirdik. Konuştuk
konuşmasına, yazdık yazmasına ama, ağzımızdan ve elimizden dökülen sözler ile yaşadığımız
hayat arasındaki boşluğu bir türlü dolduramadık. Üstelik, üzerine gitmek yerine, zamanla
teslim olduk bu boşluğa. Yeniden sözün gücüne inanmak yerine, sözün ‘boş’luğuna,
boşunalığına inandık. Niçin?
Gerçekten de, söz, hiçbir zaman günümüzde olduğu kadar sözde kalmamıştı sanırım.
Oysa ilginçtir, hiçbir zaman günümüzde olduğu kadar konuşmamıştı insanoğlu. Hiçbir zaman
24
şimdi olduğu kadar söze dökmemişti her şeyi. Eskiler az ama öz konuşurdu. Oysa şimdi biz,
nefes almadan konuşuyoruz; aslında hiçbir şey söylemiyoruz. Modern hayatın baş döndürücü
hızı içinde, bırakın karşımızdakilere kulak vermeyi, kendimizi bile dinlemeye vakit
bulamadan yaşayıp gidiyoruz. Hiçbir şeye aldırmadan akıp giden hayata kapılmışız bir kere;
durup söyleşmeye neredeyse hiç vaktimiz yok, sadece kendimize söylenip duruyoruz işte. Ve
üstelik, şimdi söz ile hayat arasında hiçbir ilişki kalmamış gibi. Hayat akıp gidiyor, biz sadece
konuşarak oyalanmaya çalışıyoruz o kadar. Sözün hayatı, hayatın sözü doldurduğu o eski
günler sanki uçup gitti. Şimdi hayat söze, söz hayata hiç aldırmıyor...”
Şimdi “hayat söze, söz hayata hiç aldırmıyor” olduğu için; değişmez, ezeli “böyle
gelmiş, böyle gider” şeklindeki milli sözümüzü her tartışmanın sonunda daha fazla
tekrarlamaktayız. Hepsinden önemlisi, ülkenin geleceği konusunda fikir üretmeyen,
tartışmaya katılmayan ve risk üstlenmeyenlerin, ülkedeki siyasi, ekonomik ve sosyal filmin
kopma noktasına geldiği bugünlerde herkesten fazla bağırıyor olmasıdır.
Bu durum bana eski açık hava sinemalarındaki film izleyicisi bir grubu hatırlatıyor. Bu
sinemalarda film izleyenler “biletliler” ve “biletsizler” şeklinde ikiye ayrılırdı. Film
koptuğunda “makinist!, makinist!” diye en fazla bağıranlar da filmi bedava izleyen
“biletsizler” olurdu.
Ali Fuat Başgil, 1960 yazında Yeni Sabah’ta yazdığı yazılar yüzünden tutuklanıp
hücreye konulduğunda “hayallerle bir sohbet”de bulunur.
“İçimin vicdan levhasında iki hayal belirdi. Biri, şerrin ve şeytanlığın, diğeri hayrın ve
insanlığın hayali. Önce şerrin hayali konuştu:
- Sen, dedi, bittin, büyüdün, ihtiyar oldun, şu hayatın bir türlü manasını anlamadın,
gittin. Bir şeyler öğrendim sanıyorsun. Fakat hayatı hiç öğrenmedin. Bunu, bari kalan
ömründe öğren. Hayatın manası, yiyip, içip eğlenmektir. Mukaddes olan ömrü en keyifli bir
şekilde yaşamaktır. Bunun için ne lazımsa yapmaktır.
- Millet ve memleket meselesi sana mı kaldı? Senden evvel çokları bu işlerle uğraştı,
ömürlerini senin gibi kahır içinde bitirdi. Düşün biraz: İstanbul’un en nefis yerlerinden birinde
dayalı döşeli evin var. Baremin en yüksek maaşını alıyorsun. Sıfatın, mevkiin çoklarını
imrendiriyor. Ne istiyorsun başka? Ye, iç, keyfine bak. İnsan dünyaya iki defa gelmez. Akan
ırmaktan iki defa aynı su içilmez.
-Peki, benim insan olarak vazifelerim yok mu?
-Sen yat keyfine bak. O vazifeleri başka insanlar görsün.
-Ömrünün sonlarında olsun, sözlerimi dinle: Ok gibi doğru sözlü olma. Seni yabana
atarlar. Yay gibi eğri ol ki, seni elde tutsunlar. Muhitini kendine elbisen gibi giydir; aldat,
yalan söyle, olduğundan başka görün. Düşündüğünden başka konuş. Millet işleri dediğin
şeylerle satranç oynar gibi oyna...
Bu sözler birer ok gibi ciğerime saplanmıştı. Öyle ya, önümde rahat bir hayatın
imkanları dururken niçin başıma dert ve düşman topluyorum...”
“Bunalmış ve içimi bir yeis pişmanlık bürümüştü. Yolumdan caymak ve kalan
ömrümü şerrin dediği gibi sırf kendim için yaşamak istiyordum. Birdenbire hayrın ve
insanlığın hayali seslendi:
- Dur, karar vermeden beni de dinle. Ben şerrin ve şeytanlığın fikrinde değilim. Eğer
onların fikri doğru olsaydı, insanlık bugün hala mağara hayatı yaşardı. İnsanlığın bugünkü
terakkisi, temiz tiyniyetli insanların feragat ve fedakarlığı sayesinde olmuştur.
25
“Onlar hedonizma ve egoizma edebiyatı yapıyorlar. Feragat ve fedakarlığın değerini
inkar ediyorlar. Bu meziyetlerin yüksek zevkinden seni mahrum bırakmak istiyorlar. Vatana
ve insanlığa hizmet etmenin ve vazife duygusuna bağlı yaşamanın bir zevki vardır ki, bunun
yerini fiziki zevklerden hiçbiri tutmaz. Tutmadığını sen kendin nefsinde duyuyor ve
yaşıyorsun. Üzüntü ve keder gibi, rahat da izafidir. Başkalarına rahat gelen bir hayat, sana
ızdırap kaynağı olur. İnsanlar hep aynı suyun demiri değildirler. Ve bereket ki, böyledir.
Herkes şerrin öğütlerini dinleseydi, yeryüzünden rahat ve saadet kalkardı...”
“Gittiğin yol, hayrın ve insanlığın yoludur. Ondan şaşma. Üzülme, sen mazlumların
gönüllerinde yaşayacaksın...”
Demokrasi, özgürlük ve daha iyi bir yaşam adına hiçbir şey yapmadan bu değerlerin
“bedavadan taraftarı” olmak yerine; risk üstlenerek, kendimizin de tartışılmasına ve
eleştirilmesine olanak sağlayacak özgür bir tartışma ortamına ülkemiz acilen ihtiyaç
duymaktadır.
26
TÜRKİYE’DE EĞİTİM : CILK BİR YUMURTA !
Türkiye’yi yönetenler, 19.yüzyıldan beri eğitimi toplumsal ihtiyaç ve sorunların
merkezine yerleştirerek, bu sorunu çözmek suretiyle her türlü sorunun çözülebileceğine
inanmaktadır. Oysa gelinen noktaya bakıldığında, eğitim anlayışımızın kendisi, ciddi bir
eğitime ihtiyaç duymaktadır.
Ülkemizdeki hastalıklı alışkanlık ve anlayışlardan birisi, başarıyı sadece rakamlarla
ilan etmektir. Cumhuriyet döneminde ilk nüfus sayımı 1927, ikincisi ise 1935 yılında
yapılmıştır. 1927 yılında 13.648.000 olan ülke nüfusunun, Cumhuriyetin kurulduğu 1923
yılında 12 milyon dolayında olduğu tahmin edilmektedir. Uzun sürmüş çok sayıdaki
savaşlardan geriye kalan dul ve yetim ordusu niteliğindeki bu nüfusun yüzde 90’dan fazlası
okuma-yazma bilmiyordu. Çünkü okul ve öğretmen yoktu.
Prof.Dr.Mahmut Adem’in verilerine göre; Cumhuriyetin kurulduğu 1923-1924
öğretim yılında toplam 4.894 ilkokulda 341.941 öğrenci öğrenim görüyordu. 72 ortaokulda
5.905, 28 lisede 331’i kız 1241 öğrenci öğrenim görüyordu. Lise, hatta ortaokul, yalnızca
kimi ayrıcalıklı kentlerde bulunuyordu. Nüfusun yüzde 90’ının yaşadığı 40 bin dolayındaki
köyün yüzde 90’ında okul yoktu.
Eğitim alanında bugün gelinen noktayı anlamak için Milli Eğitim Bakanlığı’nın
verilerine baktığımızda; 1997 yılı genel nüfus sayımı sonuçlarına göre Türkiye nüfusunun
62.606.157 olduğu ve 2000-2001 öğretim yılında okulöncesi, ilköğretim, ortaöğretim ve
yaygın eğitimde toplam 15.820.534 öğrenci, 543.277 öğretmen bulunduğu belirlenmiştir.
Buna göre; ülke nüfusunun yüzde 25.3’ünü öğrenci, yüzde 0.9’unu öğretmen olmak üzere
toplam nüfusun yüzde 26.2’sini öğretmen ve öğrenciler oluşturmaktadır.
Türkiye’deki 15 milyondan fazla öğrenci ve 500 binden fazla öğretmenin toplam
nüfusun yüzde 26’sına tekabül ediyor olması önemli bir sayısal gelişmedir. Bu boyuttaki
öğrenci kitlesi, komşularımız Yunanistan ve Suriye’nin sahip oldukları nüfusa eşdeğerdedir.
İflas etmeden önceki Mudurnu Tavukçuluk’un üretim hızıyla Türkiye’deki öğrenci
sayısının artış hızı arasında pek bir fark bulunmamaktadır. Türkiye’de bazıları eğitimde
nitelik boyutunu unutup, sayısal gelişmeyle mutlu olurken, ilkokuldan üniversiteye tüm
eğitim tür ve düzeylerinde eğitimciler, veliler, öğrenciler büyük bir kaygı yaşamaktadır.
Bazı uzmanlar, eğitimde nitelik ve kalite yerine niceliğe önem verilmesinin,
Cumhuriyet öncesi dönemde de rastlanan bir politika olduğunu belirtiyorlar. Mümtaz Turhan,
“Kültür Değişmeleri” adlı eserinde, Meşrutiyet Dönemiyle ilgili olarak “...Meşrutiyet
devrinde de maarifte memleket ihtiyaçlarına uygun bir prensip hakim olamamış, önceden
hazırlanmış bir plana, muayyen bir hedef ve gayeye göre hareket edilememiş; keyfiyet
(nitelik, kalite) ihmal edilerek kemiyete (nicelik, sayı) ehemmiyet verilmiştir” demektedir.
Osman Ergin de, “Türkiye Maarif Tarihi” adlı eserinde aynı dönemle ilgili olarak, “Bu
devirde kemiyete (sayıya) çok ehemmiyet verildiği için miktar itibariyle çok mekteplerimiz
oldu. Fakat bu bir terakki (ilerleme, gelişme) midir? Ben burada tereddüt ediyorum...”
şeklinde benzer bir görüş beyan etmektedir.
27
Eğitimcilerin, velilerin ve öğrencilerin büyük bir kaygı yaşadıklarını belirtmiştim.
Prof. Dr. Mahmut Adem, “Eğitim Politikası” adlı eserinde bu kaygının nedenlerini şu şekilde
açıklamaktadır:
“ ... Veliler kendi kendine soruyorlar: Çocuğum iyi bir okula girebilecek mi, nitelikli
ve deneyimli bir öğretmenin sınıfına düşebilecek mi? Mezun olunca iş bulma olasılığı yüksek
ve insanca yaşaması için yeterli gelir sağlayabilecek bir yükseköğretim kurumuna girebilecek
mi, böylece toplumda hakkettiği yerlere gelebilecek bir meslek sahibi olabilecek mi?
Oğlum/kızım hiçbir siyasal-ideolojik baskı ya da etki altında kalmadan, huzur ve güven
ortamında öğrenimini sürdürebilecek bir yurtta yer bulabilecek mi? Vb.
Öğrencilere gelince; gençler, her zamankinden çok daha fazla sorunlarla dopdolular:
Ailem; Türk eğitim dizgesinde mutlak ayrıcalığı olan Anadolu Lisesi, Süper Lise, Fen Lisesi,
Özel Lise, Kolej vb. okullarda, hatta yurtdışında öğrenim görmemi sağlayabilecek mi? Genel
olarak eğitim, bireye belli bir meslek kazandıran bir süreç olarak kabul edildiğinden
öğrenimini tamamlayan genç, yetiştiği alan ile ilgili bir meslekte çalışabilmeyi ummaktadır.
Bu nedenle bugün gençleri en çok kaygılandıran, öğrenim yaşamlarından sonra iş bulup
bulamayacaklarıdır. Bu konuda gençleri en çok düşündüren sorunlar şunlardır: Ülkemizde
işsizlik daha da artacak mı? Alacağım diploma bir iş bulma olanağı sağlayacak mı? Zorunlu
öğrenimden sonra yeteneklerime uygun bir mesleğe, doğru olarak yöneltilebilecek miyim?...”
Gençlerin sorunları iş bulmak ve sahip olacakları diplomanın geçerliliği üzerinde
odaklanmaktadır. Öte yandan, teknolojinin ve buna bağlı olarak üretimin yapısında meydana
gelen değişmeler sonucu mesleklerin büyük bir bölümü erozyona uğramaktadır. Türkiye’de
tarım ve hayvancılık gerilerken, üniversitelerin büyük bir bölümünde yer alan ziraat
mühendisliği ve veterinerlik fakültelerinde çok sayıda öğrenci geleceğin diplomalı işsizleri
olarak zaman harcamaktadır. Liberal ekonomi doğrultusunda Türkiye’de kamunun
daraltılması amaçlanırken, sayılamayacak kadar fazla olan kamu yönetimi bölümlerinde
öğrenciler eğitim görmektedir. Türkiye’nin sınırlı kimya endüstrisi kapasitesine rağmen
binlerce öğrenci kimya bölümlerinde, son yirmi yılda üretimin dışlandığı, paranın para
kazandığı bir dönemde yine binlerce öğrenci iktisat ve işletme bölümlerinde eğitim gördü ve
görmeye devam ediyor.
Ülkemizde çoğunluğu taşrada olmak üzere çok sayıda üniversite kuruldu. Türkiye’de
bulunan 77 üniversitenin özellikle taşrada kurulu olanları, erozyona uğramış meslekleri
öğrencilere kazandıran fakülteleri bünyelerinde barındırmaktadır. Prof.Dr.Reşat Genç, bu
kadar fazla sayıda üniversite açılmasının nedenlerini şu şekilde açıklamaktadır:
“... Bir zamanlar ortaokullar için söylenen ‘bir müdür ve bir mühürle okul açmak’
sözünü artık bugün yüksekokul, fakülte ve hatta üniversiteler için kullanmaya başlamış
olmamızdır. Gerçekten de, yeterince öğretim elemanı yetiştirmeden, gerekli asgari alt yapıyı
hazırlamadan ve biraz da politikacı tercihleri doğrultusunda açılan yeni yükseköğretim
kurumlarının, bugünkü iyi yetişmiş insan eksiğimizin temel nedenlerinden biri olduğu
kanaatındayım... Halbuki 1932 yılında Atatürk, bir tek üniversitemiz (İstanbul Darülfünunu)
varken bile, keyfiyet (kalite) uğruna darülfünunu kapatmış ve onun yerine yurt dışından gelen
bilim adamlarının da akademik kadrolarında yer aldığı İstanbul Üniversitesi’ni kurmuştur.
İkinci üniversitemiz olan Ankara Üniversitesi’nin kuruluş tarihi ise (bazı fakülteleri daha
erken kurulmakla birlikte) 1946’dır. Yani, Meşrutiyet öncesinden beri var olan ama
Meşrutiyet’in prensip haline getirdiği (kalite yerine sayı) hastalığını Atatürk dönemi tedavi
etmiş idi. Ama, hastalığı teşkil eden hücreler varlıklarını bir ölçüde de olsa korumuş olmalı ki,
giderek çoğalıp bugün ‘bir dekan bir mühür ile fakülte’, hatta ‘bir mühür bir rektör ile
üniversite’ açmak raddelerine varmıştır. Şüphesiz bu son cümleler mübalağalıdır. Ama, belli
bir hakikati de ifade etmektedir. Herhalde bu gidişe de bir çözüm bulunmak ve mevcut
28
üniversiteler, süratli tedbirlerle belli seviyeye getirilmeden yeni üniversiteler açılmamak
zarureti idrak edilmelidir...”
Ülkemizdeki üniversitelerin verdiği diplomaların uluslararası geçerliliği, mühendislik
fakültelerinin ABET (The Accreditation Board of Engineering and Technology Inc.)
standartları doğrultusunda akreditasyonu gündeme getirilmeyen önemli bir konudur.
Teknoloji, mühendislik bilimlerinin yanı sıra fizik, kimya, matematik, psikoloji, pazarlama,
hukuk, işletme gibi pek çok bilimin entegrasyonu ve bir arada kullanımı ile rekabet silahı
haline gelmektedir. Teknolojinin etkin kullanımı ve üretim içinde en önemli girdi kalifiye
işgücüdür. Bu nedenle mühendislik, teknoloji ve teknolojiyle ilişkili alanlarda eğitim veren
kurumların ve bu kurumlardan yetişen elemanların akreditasyonu giderek önem
kazanmaktadır.
Akreditasyon girdilerle, yani öğrenci seçimi, öğretim üyelerinin özellikleri, akademik
ve fiziki alt yapı üzerinde odaklanmıştır. Akreditasyonda, yükseköğretime ayrılan kaynakların
ve girdilerin kalitesi ile miktarının belirli bir düzeyin üstünde olacağı varsayımı vardır. Bir
başka deyişle, yükseköğretimdeki kaliteyi ona ayrılan kaynakların ve girdilerin kalitesi ve
düzeyi belirler.
Amerika Birleşik Devletleri’nde mühendislik programlarının akreditasyonu ABET
tarafından yapılır. Bu kurum bir mühendislik konseyi olarak 1930’larda kurulmuştur. ABET’
in amacı:
1.
Mühendislik eğitimi veren akademik kurumların eğitim programlarını
planlamalarına yardım etmek,
2.
Mühendislik ve mühendislikle ilişkili mesleklerde entelektüel gelişmeyi teşvik
etmek, mühendislik ve mühendislikle ilişkili düzenleyici kurumlara teknik yardım yapmak,
3.
Derece veren mühendislik programlarının müfredat ve eğitimlerini akredite
eden akreditasyon programını organize etmek ve uygulamaktır.
Milliyet Gazetesi’nin eğitim konusundaki değerli yazarı Abbas Güçlü, “Eğitimde
Uluslararası Kalite Arayışı” başlıklı yazısında, akreditasyonun önemine değiniyor ve
Türkiye’de , ABET standartları doğrultusunda akreditasyonu olan 3 üniversite (ODTÜ,
Boğaziçi ve Bilkent) bulunduğunu belirtiyor. Ne hazin bir durum! Ülkemizdeki 77
üniversiteden 3 tanesinin uluslararası standartlara uygunluğu var. Öğrencilerle kılık-kıyafet
standardı için mücadele edenler biraz da eğitimde uluslararası standartları yakalamayı
düşünseler iyi olur. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne entegrasyonunun tartışıldığı bir dönemde,
ülkemiz, Edirne ile Ardahan arasındaki üniversiteleri uluslararası kalite ve standartlarda
birbirine entegre edememiştir. Türk üniversitelerinin verdiği diplomayı bırakın uluslararası
sermayenin kabul etmesini, yerli sermayemiz kabul etmemektedir.
İlköğretimden üniversiteye kadar olan dönemde eğitim için bir öğrencinin harcayacağı
zaman dünyada aşağı yukarı 15 yıldır. İngiltere, Amerika, Almanya ve Fransa’da bir öğrenci
ortalama 15 yıllık bir eğitimden sonra kazandığı beceri sonucu dünyanın herhangi bir yerinde
hayatını kazanabilmektedir. Türkiye’de de bir öğrenci 15 yıl harcamaktadır ama bırakın
dünyanın herhangi bir coğrafyasını, Türkiye sınırları içinde hayatını kazanabileceğine
inanmamaktadır. Bunun temel nedeni, Türk eğitim sisteminde uluslararası kalite ve
standartların gözardı ediliyor olmasıdır.
Eğitim konusunda uluslararası kalite ve standartlara uyulduğunda ne kadar güzel
sonuçlara ulaşılacağını Hürriyet Gazetesi’ndeki bir haber ortaya koymaktadır:
“Hacettepe Nöroşirurji Ana Bilim Dalı’na, Avrupa Birliği Tıp Komitesi tarafından
‘full acredite-tam yetki’ verildi. Hacettepe beyin cerrahisi programının, AB programlarıyla
29
eşdeğer sayıldığı bildirildi. Buna göre, Hacettepe beyin cerrahisi diplomasını taşıyan
doktorlar, 15 AB ülkesindeki meslektaşlarıyla aynı hak ve yetkiye sahip oldular. Bundan
sonra, Hacettepe mezunu beyin cerrahları, bu ülkelerden istedikleri herhangi birinde serbest
ve tam yetkili olarak çalışabilecekler. Hacettepeli beyin cerrahları, çalışma, iş yeri açma,
ameliyata girme gibi tüm konularda, Avrupalı meslektaşlarının uyduğu esas ve kurallara göre
hareket edebilecekler... Hacettepeli beyin cerrahları, 15 ülkeden istedikleri birinde,
muayenehane de açabilecekler...”
Hacettepe Üniversitesi’nin Rektörü ve ülkemizin bilim dünyasındaki seçkin
isimlerinden birisi olan Prof. Dr. Tunçalp Özgen, olayı, “Türkiye’nin AB’yi içerden
fethetmesi olarak” niteledikten sonra, hedefin diğer branşlar için de aynı olduğunu
vurgulamaktadır.
Türkiye’de liseler, teorik olarak, kağıt üzerinde 3 yıldır. Oysa, herkes bilmektedir ki
lise ikinci sınıfın ikinci yarıyılından itibaren öğrencilerin zamanı ve enerjisi özel dershane ve
özel dersler üzerinde yoğunlaşmaktadır. Alınan sağlık raporları, sonuna kadar kullanılan
devamsızlık hakları sonucu lise eğitimi 3 yıldan 1,5 yıla inmektedir. Çoktan seçmeli test
kültürünün gençliği, yazılı ve sözlü olarak kendini ifade etmekte büyük zorluklar
yaşamaktadır. Bir eğitimci, gençlerin durumunu şu şekilde açıklamaktadır:
“...Ortaokulu takiben yollar çatallanır. En çalışkan ve zekiler Fen Liselerine giderken
bir kısmı da Anadolu Liselerine ve Süper Liselere, Askeri ve Mesleki (İmam Hatip, Ticaret,
Kız Teknik, Erkek Teknik...v.s. ) liselere uçuşurlar,... ve sonra yarıdan çoğu yüz binlerce
ortaokul mezunu bir zamanların gözde okulları bugünün perişan genel liselerine doluşurlar.
Gayesiz, yarınından endişeli, üç sene sonra ne olacağından habersiz, hazırlıksız... Daha lisenin
ne olduğunu anlayamadan üniversiteyi kazanamamak korkusu yürekleri sarar.
Programlar ve öğretmenler ikide bir değişmektedir. Boş geçen derslerin acısına, dolu
derslerin ihmal ve acemiliklere kurban edilmiş zorlukları eklenir. Kimisi Lise 2’de uyanır çare
arar. Parası varsa okul kursu yahut dershaneye gider. Varlıklı ise özel öğretmen peşine düşer.
Bazen de ne yazık ki öğretmen onun peşine... Fakir, mustarip ve mütevekkil ailelerin
çocukları da boy boy, yer yer bekleyişler içinde ‘Hele bir o günler gelsin de...’ derken aylar
akar, gider. Kimse kimsenin umurunda değildir. Herkes bir başkasında sorumluluk arar.
Öğrenci beğenilmez, öğretmen beğenilmez, veli beğenilmez, idareciler beğenilmez... Bu
kadar memnuniyetsizlik elbette girift problemlerle içiçe olmaktır, gerginliktir, ümitsizliktir;
arabeske, öfkeye, hırçınlığa davetiye çıkarmaktır...”
Üniversitelerin etrafı kahve ve fotokopi dükkanlarıyla kuşatılmış durumdadır. Ezberci,
hayatla irtibatı olmayan, kalıplaşmış doğruları aktaran müfredat programları gençleri
dershanelere değil, kahvelere yönlendirmektedir. Her derse ait ders notları fotokopi
merkezleri tarafından temin edilmekte ve çoğaltılmaktadır. Bu notları ezberleyen öğrenciler
sınavlarda başarılı sayılmaktadır. Prof.Dr.Muhsin Hesapçıoğlu, “Bilgi Toplumunda Eğitim ve
Okulun Geleceğine İlişkin Düşünceler” başlıklı yazısında, yeni öğretme ve öğrenme biçimleri
konusunda şu tespitleri yapmaktadır:
“ ‘Öğretme’ ve ‘öğrenme’ süreçleri konusundaki ilgi odağı giderek ‘öğrenme’den yana
kaymaktadır. Eğitim tarihi içinde ilgi odağı birkaç bin yıldır ‘öğretme’den yana olmuştur.
Şüphesiz öğretme ve öğrenme aynı madalyonun iki yönü değildir. Öğretme ile öğrenme farklı
süreçlerdir. Öğretilebilen hususların öğretilmesi gerekir, öğrenilebilen hususların da
öğrenilmesi gerekir, bunlar başka türlü öğrenilemez.
İlgi odağının öğrenme yönüne kayması demek, her husustan önce farklı kimselerin
farklı biçimlerde öğrendiklerinin kabul edilmesi demektir. Böylece onların kişisel öğrenme
profillerine en uygun alan hangisi ise onları oraya yönlendirmek gerekir. Bilgi toplumunun
30
öğretme teknolojisi bir öğrenme teknolojisidir. Bilgisayar, televizyon ve videonun neden
olduğu yeni teknoloji, okullar ve öğrenme biçimlerimiz üzerine derin etkiler yapmaktadır. Bu
görsel pedagoji dünyası içinde yetişen çocukların bilgi-beceri düzeyi, öğretmenlerin bilgibeceri düzeyini sürekli olarak sınava tabi tutmaktadır. Öğretmenlik giderek daha çok denetçi
ve akıl hocası durumuna gelmekte, onun işi yardım etmek, yol göstermek, örnek olmak,
yüreklendirmek olmaktadır. ”
Yeni öğretme ve öğrenme biçimleri öğretmenin eğitim sürecindeki rolünü
değiştirirken ülkemizdeki öğretmenler ne durumdadır? Türkiye’deki öğretmenlerin durumunu
anlatan aşağıdaki sözlerin üzerinde önemle durmak gerekmektedir:
“Dünkü ilkokul öğretmeni bile mağdur değildi. Düzgün giyinir, lokantaya gidebilir,
gazete-dergi kitap alabilirdi. Esnaf arasında yeri vardı. Güzel konuşur, kibar davranır, saygı
görür, örnek olur, kendisine danışılırdı. ‘Hocam, siz daha iyi bilirsiniz...’ diye başlayan
cümleler gayet tabii idi. Bugün acaba lise öğretmenine bile böyle yaklaşan kaç esnaf
kalmıştır? Veresiye defterlerinde listesi kabaran, giyimini ihmal eden, avamdan biri gibi
konuşup davranan hatta ümitsizlik ve boş vermişlik telkin eden halleriyle günümüz öğretmeni
–istisnalar dışında- asıl hüviyetinden çok uzaklaşmıştır...
Öğretmenin canına okunmuştur... Kendi kültürel kişiliğini bulabilme imkanlarından
mahrum bırakılmıştır... Öğretmenler, sürekli değişen ders programları ve yönetmelikler
karmaşası içinde mesleğe güvenlerini kaybederek, basitleşen eğitim anlayışı ile adeta sınıf
geçirme memuru durumuna düşürüldüklerinden şikayet etmektedirler.”
Eğitim, ülkemizin kanayan bir yarayı andıran sorunu olmakla birlikte, “Ölü Ozanlar
Derneği” adlı film bu topraklardan çıkmamıştır. Zehra İpşiroğlu, “Eğitimde Yeni Arayışlar”
adlı kitabında:
“Ölü Ozanlar Derneği bugün yaşadığımız koşullarda bizler için özel bir önem
taşıdığından, eğitimle uzak yakın ilgisi olan herkesin izlemesi ve üzerinde düşünmesi,
konuşması, tartışması gereken bir film...” demektedir. Zehra İpşiroğlu, İstanbul Üniversitesi
öğrencileriyle bu film konusunda yaptığı tartışmadan bazı kesitler sunmaktadır. Öğrencilerin
düşünceleri şu şekildedir:
“Ben Türkiye’deki eğitim sistemini bu filmdeki sisteme çok yakın buldum. Bizde de
öğrenciler habire teorik olarak bir şeyler öğrenirler, devamlı bir rekabet ve yarış halindedirler
ama bu bilgilerini gerçek hayata aktaramazlar. Bu sistemi şuna benzetiyorum: Bir insan dağa
çıkar, dağda bağırır ve sesi yankılanarak geri gelir. İşte dağa çıkıp bağıran kişiyi öğretmene,
ruhsuz dağı öğrencilere ve gelen yankıyı ise sözde ölçülen bilgiye ve zekaya benzetiyorum...”
“Filmde asıl anlatılmak istenen eğitimin bozukluğu, çağ dışılığı ve özellikle de
ezberciliğe dayandığı. Örneğin öğrenciler bir şiiri kalıplaşmış kitaplardan okuyarak
yorumluyorlar ama kendi yaratıcılıklarını kullanarak bir şiir yazamıyorlar. Çünkü
uygulamadaki eğitim skolastik düşünceye dayanıyor... Öğrenciyi düşünmeye ve yaratıcı
olmaya yönelten ve herhangi bir konu üzerinde eleştiri yapmasını sağlayan bir yaklaşım bizde
de yok .”
“Film o denli güzel işlenmiş ki, yer yer kendinizi öğretmen ya da öğrenciyle
özdeşleştirebiliyorsunuz. Evet bizde de böyle değil mi? Öğrenci düşüncesini dile getirmiyor,
yoruma dayalı ders verilmiyor. Önemli olan kişinin kendini yetiştirmesi değil, alınan
sonuçlar. Sınavlar, mezuniyet, diploma vb...”
“ Öğretmenin derste şiirle ilgili bir şemayı tahtaya çizerken bunu bir öğrencinin hiçbir
şey kaçırmamaya çalışarak aynen deftere geçirmesi çok tanıdık geldi bana. Bizim için sürekli
31
öğretmendir haklı olan. Söyledikleri yanlış bile olsa, yanlış diye karşı koyamayız, çünkü
otorite korkusu vardır.”
“Sorunun kökü aileye dayanıyor. Filmdeki aileler kendi düşüncelerini ve hayallerini
çocuklarında gerçekleştirmeye çalışıyorlar. Bu arada çocukların isteklerini ve hayallerini
gözardı ediyorlar.”
Türkiye’nin bozuk eğitim sistemi artık gelip duvara dayanmıştır. Sorunları gizleyerek
bir yere varılamamıştır. Cılk bir yumurtayla ne kadar omlet yapılabiliyorsa, bozuk eğitim
sistemimizle de çağı o kadar yakalayabiliriz. Toplumun eğitimde reform yapılması yönündeki
baskısını azaltmak için yapılan basit değişiklikleri reform olarak sunmak alışkanlığından
vazgeçilmelidir. Eğitimdeki fırsat eşitsizliği, devlet okulları ile özel okullar arasındaki
uçurum, Cumhuriyet projesinin eşitlikçi toplum modelinden ziyade Orta Çağın imtiyazlı,
hiyerarşik toplum modelini anımsatmaktadır. Aziz Nesin, 1967 yılında kaleme aldığı
romanına “Şimdiki Çocuklar Harika” adını vermişti. 2002 yılının Türkiye’sindeki çocuklar ve
gençler, Veli Efendi’deki yarış atları misali bir sınavdan diğerine koşarak çocukluk ve
gençliklerini yaşayamadıkları için harika olmak yerine depresif durumdadırlar.
Bankaların hortumlanması ekonomik hasar yarattı, ama genç beyinlerin ve
heyecanların hortumlanması toplumsal var oluşumuzu ve yarınlarımızı hasara uğratmaktadır.
32
SOYSUZ PATLAMA
Muhalefetin ve eleştirinin giderek sönükleştiği Türkiye’de, muhalifliği ve eleştiriyi ilk
sayısından beri hakkınca yerine getiren bir dergi gençlerin gönlünde taht kurmuş. Sözün
tükenme noktasına geldiği Türkiye’de her hafta binlerce genç, Leman dergisi aracılığıyla
muhalifliğin ve eleştirinin coşkusunu yaşamakta. Büyük medyamız bu dergiyi sürekli olarak
görmezden gelse de, Leman dergisi tavasız, tenceresiz ve reklam olmaksızın her hafta
binlerce genç tarafından okunmaktadır.
Nüfusunun yüzde 70’ini 35 yaşın altındaki gençlerin oluşturduğu bu ülkede, Leman
okumak benim de kronik bir hastalığımdır. Siyaset kurumunun ve iletişim araçlarının gençlere
giderek yabancılaştığı bir dönemde bu derginin gençler için vazgeçilmez bir çekim merkezi
haline gelmesinin üzerinde durulması gerekir.
Yaşanan büyük ekonomik kriz sonrası Türkiye’de bazıları büyük bir sosyal patlama
bekliyordu. Gerçi bu beklenti bazı kesimlerde geçerliliğini hala koruyor. Leman dergisinde
yayınlanan Halktan “Soysuz Patlama” başlıklı yazıda ise durum faklı bir şekilde
değerlendiriliyor:
“En büyük darbeyi 12 Eylül vurdu. İşkenceyle, baskıyla, korkuyla sindirildi,
apolitikleştirilip duyarsızlaştırıldı... Yarı uyuşuk bir halde kapandığı evinde 1990’larda ikinci
darbeyi birbiri ardına patlayan özel televizyonlardan yedi. Tiviler reklam pastalarından pay
kapmak için arsızlık, hayasızlık, edepsizlik, bayağılıkta dur durak bilmek bir yana,
birbirleriyle yarışarak kanallarını lağıma dönüştürdüler. Pompaladıkları “Entertainment” yerli
dilde eğlencelik kültürü ile izleyenleri adeta hipnotize etti ve şuursuzlaştırdılar... Halkımız da
ne kadar tiksinçlikle karşılaştılarsa o kadar reyting verdi. Televizyonlarıyla dürrük
kahramanlar oluşturdular, sonra onları birbirine düşürüp parça pinçik ettiler. Tiksinç haber
sunuşları, suni ve yalan gerilimlerle kavga dövüş, kan-gövde görüntülerle uyuşmuş oldukları
koltuklardan uyarılıp gerilimle ekrana bağlandılar. Televoleler, magazinler, çarkışebeklerle
yılışarak gevşediler. Ve sonunda televoleler, magazinler... ile Türk halkını bir kitle imha
silahı gibi telef edip, makul çoğunluğunu soysuzlaştırıp dürrükleştirdiler.
Artık ekilen biçiliyordu. 2000’li yıllara kadar sessiz sedasız bir halkla gelindi. Ne
soygunlar, ne vurgunlar, ne açlıklar, ne de krizler hiçbir şey onu yerinden kıpırdatmadı.
Dünyanın en mutsuz halkı seçildiği halde bu suskunluğuyla “ en tepkisiz halk ödülünü ” de
alması için önünü kesen hiçbir dünya halkı yoktu. Makul televizyon çoğunluğu birden
silkindi, şahlandı. Alperlerin, Kaanların, Gayelerin, Edilerin, Büdülerin, Cücülerin arkasında
saf tuttu. Değme eylemcilere taş çıkaracak kararlılığıyla BBG kapılarında eylemden eyleme
koşuyordu. Artık beklenen sosyal patlama, “ soysuz patlama ” olarak zuhur etmişti. Makul bir
çoğunluğun karikatüre dönüştüğü sath-ı yurdumda belki de yazıp-çizmek ve bunları
konuşmak, tartışmak için karşımızda sadece ve sadece makul azınlık olan okur-yazarlar
kalmıştı. Yürü be halkım kim tutar seni! ”
33
Türkiye’de yaşanan “soysuz patlama” bağlamında üzerinde durulması gereken önemli
bir nokta var: Türkiye’de yaşanan “soysuz patlama”nın temelleri acaba 1980 yılından itibaren
mi atıldı? 1980 öncesinde toplumsal değerler bağlamında “altın çağ” mı yaşanmıştı?
1980’li yılların kültürel iklimini yetkin bir biçimde incelemiş ve analiz etmiş birisi
olarak Nurdan Gürbilek, “Ben de İsterem” başlıklı yazısında durumu şu şekilde ortaya
koymaktadır:
“Türkiye’de 80’lerde yaşanan, kendini bize bir ses, söz ve görüntü patlamasıyla
birlikte bir arzu patlaması olarak da sunan değişim, onu açıklayabileceğimiz hikayeyi de
beraberinde getirdi: Uzun yıllar baskı altında tutulmuş olan arzu... artık patlama noktasına
gelmişti. Uzun yıllar görev bilinciyle, terbiyeyle, memurluk ahlakıyla yetiştirilmiş toplum,
yıllardır ertelemek zorunda kaldığı isteklerini nihayet ifade etme imkanını bulabilmişti.
Yalnızca para tasarrufuna değil, arzu tasarrufuna da dayalı eski kültür yerini bir arzu
kültürüne; insanları arzularını hemen ve şimdi doyurmaya davet eden, iştahı ve hevesi
kışkırtan yeni bir kültüre bırakmış gibiydi.
Şurası doğru: Türkiye’de 80’lerin ikinci yarısında başlayan, etkisini kısmen de olsa
bugün hala sürdüren bu değişim, bu toplumun modern olabilmek için o güne kadar dışarıda
bıraktığı, modern kültürel kodların dışına ittiği birçok içeriğin (bastırılmış taşranın, ama aynı
zamanda bastırılmış cinselliğin de) büyük şehrin imkanlarıyla buluşmasını, kendini piyasanın
sunduğu sınırlar içinde daha özgürce ifade etmesini içeriyordu... Şunu söylemek istiyorum:
Bize sanki 80’lerde başlamış gibi görünen arzu patlaması, her ne kadar dar bir alana
sıkıştırılmış olsa da aslında 70’lerin içinde de vardı...
Türkiye’nin yakın tarihinde kısa sayılabilecek bir süre içinde, merkezinde adaletin
durduğu bir talepler toplamından, merkezinde özgürlüğün durduğu bir talepler toplamına
geçildi. 70’lerin adalet talebi, çok da adil olamadığı, bireysel özgürlüklere kısıtlamalar
getirdiği, insanların mutluluk talebini törpülediği, belki hepsinden önemlisi iktidar karşısında
yenik düştüğü için yerini 80’lerin özgürlük talebine bıraktı. Ama bu özgürlük talebinin çok da
özgürce olmadığı, yeni tutsaklıklara yol açtığı, bir tüketme özgürlüğünden ibaret kaldığı, belki
hepsinden de önemlisi acı kaynaklarından gelen tehdide karşı kayıtsız kaldığı şu günlerde;
imkanlar ile imkansızlar arasındaki uçurumun giderek açıldığı, devlet eliyle örgütlenmiş
suçun ve haksız savaşların hepimizi suç ortaklığına sürüklediği günümüzde, bu kez yeni bir
adalet talebine ihtiyaç yok mu? ”
Yeni bir adalete olan ihtiyacımız aşikar. Bunun olabilmesi için öncelikli olarak,
kamusal sorumluluklarımıza sahip çıkmamız gerekmektedir. “Beni köyümün yağmurlarında
yıkasınlar” , “Hadi köyümüze geri dönelim”, “Magandalar geldi, İstanbul lahmacun koktu”
şeklindeki arabesk kaçış ve serzenişlerle hiç kimse kurtuluşu yakalayamaz.
34
TÜRKİYE’NİN SANCILI DÖNEMİ
Demokrasilerde, insanlar kendilerini yönetecek olanları seçmezler, yaptıkları seçimle,
kendilerini ifade eder, oyunda rol alırlar. İnsanlar tasarruflarını güvenmedikleri hisselere
yatırmak zorunda kaldıklarında kendilerini nasıl hissederlerse, bugün Türkiye’de de bu
psikoloji hakimdir. Üstelik bu psikoloji yeni bir şey de değildir. 1991 sonlarından bu yana
Türkiye’de yaygın ruh durumu güvensizlikti ve bu güvensizlik on yıldır istikrarlı bir biçimde
yayılmaktadır. Üyeleri bu kadar ümitsiz ve teyakkuz halinde olan bir topluluğun randımanlı
olması imkansızdır.
Türkiye’de yaşanan bunalımın özü, siyasetin fonksiyonunu yerine getirememesinden
ibarettir. Bunun sebepleri çeşitlidir ama siyasetin fonksiyonu hakkında yanlış varsayımlarla
hareket edilmesi de önemli bir faktördür.
Siyaset kimin işi ?
Siyaset kamusal alanın paylaşımında tayin edici olan faaliyetlerin bütünüdür. Böyle
bakıldığında politikacı kategorisinde sayılan kişiler hiçbir toplumda tek başlarına siyaset
yapamazlar. Despotik düzenlerde siyaseti yürütenlerin sınırları daha net bir biçimde tarif
edilebilir. Ancak demokratik toplumlarda siyaset neredeyse bütün topluma nüfuz etmiştir.
Yine de siyaset yapma faaliyetinin yoğunlaştığı sosyal bölgeler vardır. Siyasi partiler ve
medya, bütün demokratik toplumlarda siyasetin asli ve alışılmış ortaklarıdır.
Toplumsal dokunun karmaşıklaşmasıyla birlikte, çeşitli kesimlerin temsilcisi vasfı
kazanan sivil toplum örgütleri siyasete müdahil olabilecek enerjiyi kazanırlar. Ayrıca hemen
hemen bütün ülkelerde, silahlı kuvvetler de siyasi alanda az ya da çok, önemli bir aktördür.
Netice olarak bütün siyasi aktörler, kuralları az çok belirlenmiş bir oyun oynar ve bu
oyun vasıtasıyla da toplumun toplam tansiyonunun olabildiği ölçüde optimum düzeyde
kalmasını sağlamaya çalışırlar. Siyasetin işi budur ve bundan ibarettir.
Siyasi aktörlerin mesuliyeti
Türkiye’deki siyasi aktörlerin neredeyse hiçbiri, uzunca bir süredir, toplumun
tansiyonunun makul seviyelerde kalmasını sağlayacak işler yapamamaktadır. Bunalımın asıl
sebebi, tansiyonun yükselmesini müteakip, siyasi aktörlerin sergiledikleri tavırlardır.
Siyasi aktörler, temsil ettikleri toplumsal kesimi tanımamaktadırlar. Dolayısıyla siyasi
aktörler toplumsal dokudaki desen değişikliklerini okuyamamış, uygun zamanda uygun
ipliklerin tezgaha ulaşmasını sağlayamamış ve ahengin bozulmasına yol açmışlardır. Ancak
sadece toplumsal dokunun değil, aynı zamanda onu dokuyan siyaset tezgahının da ahengi
bozuk olduğu için, her parçanın birbirinden bağımsız olarak ürettiği faaliyetler, kendilerinin
bile istemediği neticeleri doğurmuştur. Siyasi aktörlerin toplumsal doku ve parçası oldukları
35
mekanizma hakkındaki cehaletlerinin bir örneği, siyaset ile iktisat arasındaki ilişkiyi fazlasıyla
ön plana çıkarmalarıdır.
Oy verme davranışının dinamikleri
Elbette iktisadi faktörler önemlidir. Karnı doymayan yığınlar siyasi iktidara karşı tavır
geliştirirler. Ama ilişkinin tersi doğru değildir. Yani yığınları iktisadi olarak tatmin ettiğinizde
(eğer böyle bir şey mümkünse) siyaseten de tatmin etmiş olmazsınız. Sadece, aksi halde
doğacak olan muhalefetin doğmamış olmasını sağlarsınız.
Eğer iktisadi faktörler yığınların oy verme davranışında sanıldığı kadar önemli olsaydı
1980 öncesinde tuzu kuru ailelerin çocukları kendi hayatlarını inandıkları dava için riske
atmazlardı.
Aleviler ile Sünnilerin, kadınlar ile erkeklerin ya da diğer kategorilerin birbirlerinden
farklı oy verme patentleri ile karşılaşmazdık. Milli gelirden aldıkları pay, Türkiye
ortalamasına ve yanı başlarındaki Denizli, Uşak gibi şehirlere kıyasla sürekli azalan
Ispartalılar bu kadar ısrarlı bir biçimde Süleyman Demirel’in peşinden gitmezlerdi. Dünyada
iktisadi olarak gelişmiş olan ülkelerin sömürgeleştirme çabalarına hiçbir direnç ortaya
çıkmazdı.
Türkiye’de yaşanan bunalım genel olarak siyasetçilere fatura edilirken, özel olarak
işaret edilen de İslamcı, Siyasal İslamcı, şeriatçı ve benzeri sıfatlarla tavsif edilen bir kesim
oluyor.
Alevi, Kürt, marangoz, yüksek okul mezunu gibi sıfatlarla İslamcı sıfatı aynı evsafta
değildir. Türkiye’de kendisinin alevi olduğunu söyleyen milyonlarca kişi vardır. Benzer
şekilde Kürt olduğunu söyleyen, marangoz olduğunu söyleyen ve yüksek okul mezunu olan
milyonlarca insan yaşamaktadır. Ancak sorulduğunda kendisinin İslamcı olduğunu
söyleyenler belki birkaç on bin kişiyi geçmeyecek küçük bir azınlık dışında yoktur. Bu sıfat
bazı insanların kendilerine yakıştırdıkları değil, başkalarının onlara yapıştırdıkları bir sıfattır.
Kimileri için Fazilet Partisine oy verenler İslamcıdır. Ama biliyoruz ki FP’ye oy veren
beş milyon kişinin içinde namaz kılmayan, oruç tutmayan yüz binlerce kişi vardır. Eğer dini
vecibelerini yerine getirmek dindarlık ise, onlardan çok daha dindar olan birçok Adıyamanlı
CHP’ye oy vermektedir.
Kimilerine göre, İran’a özenenler İslamcıdır. Eğer Türkiye’yi terk etmek zorunda
kalırsa ya da fırsatını bulursa İran’a yerleşmeyi düşünecek olanlar varsa, birkaç on bin kişiyi
bile zor bulur.
Kimilerine göre, tarikat mensubu olanlar İslamcıdır. Türkiye’de tarikat mensuplarının
sayısı FP’ye oy verenlerin sayısından bir hayli fazladır ve FP’ye oy verenlerin önemli bir
bölümünün tarikatlarla ilişkisi yoktur. Tarikat mensuplarının çok büyük bölümü ciddi İslami
hassasiyetlere sahiptirler.
İslamcı sıfatına yakıştırmalar böyle uzayıp gider. Hatta (saltanatçılık anlamında)
Osmanlıcılık bile bu sıfatların arasında yerini almaktadır.
Kandil gecelerinde telefon hatları kilitleniyor. Görünen Türkiye’de, kandiller
neredeyse hiçbir anlam taşımıyor. Ancak görünmeyen bir Türkiye var, gazetelerin birinci
sayfalarında, televizyonların “prime time”larında kendisine rastlanmayan, işte o Türkiye,
kandillere böyle reaksiyon gösteriyor.
Taraflardan biri bu görünmeyen Türkiye’dir. Eğer o Türkiye top yekün FP’nin
arkasında olsaydı, mevcut seçim sisteminde Türkiye’yi kilitlerdi.
36
Türkiye’de, sistemin sağlıklı bir biçimde işlemesini tehdit ettiği öne sürülen faktörler
(şeriatçılık, kürtçülük vs) aslında kendi iç dinamikleri sebebiyle enerji kazanıyor değillerdir.
Bütün dünyada kültürel kimlikler hızla siyasallaşmaktadır. Bunun gölgesinin Türkiye’ye
düşmemesini beklemek yanlış olur.
Oy verirken iktisadi faktörler tali öneme sahiptir. Seçmen tercihleri karmaşık bir
fonksiyonun ürünüdür. İslamcılık ya da şeriat gibi kavramlar, tanımsız ve içleri boş
kavramlardır. Sosyolojik zeminde mütekabilleri yoktur. Türkiye’de de diğer her yerde
olduğu gibi bütün kültürel unsurlar ve bu arada din, siyasi alana eskisinden daha yoğun olarak
nüfuz etmektedir. Bu tezahürleri yanlış okumak tehlikelidir.
Türkiye’de siyaset ciddi bir kutuplaşma sürecine girmiştir. Polarizasyon, oy verme
davranışında diğer bütün faktörleri örter. Kutuplaşmanın önlenebilmesi kolay olmayacaktır.
Türkiye’nin sosyolojisini iki ana gövdeye bölen dinamikler yeni değildir. Bir bölümü
150 yıl öncesine, hatta bazıları çok daha eskilere dayanır. Siyaset, bölücü dinamikleri
birleştirici motivasyonlarla dengeleyerek, memleketin bugünlere gelmesinde önemli bir rol
oynamıştır. Ancak görüldüğü kadarıyla, siyaset, bugün bu fonksiyonunu yerine
getirememektedir. Bunun en önemli sebebi, Türkiye’de sosyolojik zemindeki hassasiyetlerin
siyasi üst yapıya taşınmasını sağlayan kanalların iptal edilmiş olmasıdır. Dolayısıyla siyasi üst
yapıda yapıp edilenlerin, sosyolojik zeminle bu zeminde hissedilen ihtiyaçlarla hemen hiç
irtibatı kalmamıştır. Siyasi parti liderlerini ve kadrolarını kamu oyu biçimlendirememektedir.
Bu problem sanıldığından ağırdır.
Kırılgan Türkiye
Dikkatsiz ve özensiz politikalar ülkede yaşanan kırılganlığın derinleşmesine yol
açmaktadır. Yakın bir gelecekte, hatların iki yanında birden anlam taşıyan argümanlar bulmak
bile neredeyse imkansızlaşacaktır.
Genellikle doğudaki fay hattı çok önemseniyor, ama aslında batıdaki hat daha
kırılgandır. Batıdaki fay hattının tarihi dayanağı daha köklüdür. İkinci Türkiye daha güvenilir
tarihi bir işbirliğine sahiptir. Özellikle son zamanlarda izlenen politikalar, batıdaki fay hattını
derinleştirmiştir. Yani birinci Türkiye ile diğeri arasındaki uçurumu büyütmüştür. İzlenen
sosyal politikalar, bu fay hattının iki yanında çok farklı biçimlerde okunup tercüme
edilmektedir. İki yakada okunan gazeteler farklıdır. İki yakada İslam’ın gündelik hayattaki
ağırlığı farklıdır. İslam, hâlâ birleştirici temel unsurdur. İki yaka arasındaki iktisadi uçurum
büyüktür.
Birinci Türkiye, modernleşmesini çoktan tamamlamış bir bölgedir. İkinci Türkiye ise,
modernleşmeye bilinçli bir direnç sergilemektedir ve iktisadi kalkınma modeli farklıdır. Bu
direnç modernleşememenin bir neticesi değil, modernleşmeme, illa modernleşilecek ise özgün
bir model geliştirme ihtirasının sonucudur.
Bugünkü şartlarda bir seçim olursa, birinci Türkiye ile diğerinin tercihleri daha radikal
olarak ayrışacaktır. Türkiye’nin önüne, her iki Türkiye’yi tatmin edecek bir model
konamazsa, parçalanma derinleşecektir. Mevcut siyasi partilerin ve siyasi ajanların hiçbiri,
Türkiye’lerin her ikisi tarafından asgari olarak kabul edilebilir şartları inşa edebilmiş
değillerdir.
Birinci Türkiye daha kuvvetlidir. Siyasi, iktisadi ve hukuki zeminleri elinde
tutmaktadır. Ancak diğer Türkiye daha enerjik, yaratıcı, iş bitirici ve dinamiktir. Göç ederler,
model değiştirirler ve şikayet etmezler.
Yapılması gereken, FP ve benzeri partileri besleyen dinamiklerden sadece FP ve
benzeri partilerin faydalanmasının önüne geçmek, yani FP yerine daha ehliyetli ve mutedil
37
siyasi aktörlerin de benzer iddiaları seslendirmelerini sağlamaktı. Şimdi yapılan şey,
Türkiye’yi açıkça istikrarsızlığa sürüklemektedir. Bu istikrarsızlık, sanıldığından çok daha
vahim boyutlardadır. Dolayısıyla Türkiye’nin üst yapısının ağırlık merkezi, sürekli olarak alt
yapısının ağırlık merkezinden daha çok sapma göstermektedir. Bu strüktürün düşmesi
mukadderdir.
Türkiye iki parçalı bir sosyolojik zemine sahiptir.
Kudret odakları bütün inisiyatifi birinci Türkiye lehine kullanmaktadır. Bu süreç
birinci Türkiye ile diğerinin arasını istikrarlı bir biçimde açmaktadır. FP uzun süredir
kaybedenlerin menfaat ortaklığıdır. Kazanmak için gereken şartları ikmal edemeyince,
kendilerini İslam kalkanının arkasına saklamışlardır. FP karşıtları kalkanı aşıp kendi
hasımlarını vurmaları gerekirken, doğrudan kalkana yüklenmektedirler. Bu süreç Türkiye’nin
altından kalkamayacağı gerilimlere gebedir.
38
AMERİKA’YA YÖNELİK SALDIRI VE GELECEK
Amerika Birleşik Devletleri’ne yönelik olarak 11 Eylül 2001 tarihinde gerçekleştirilen
eylemler, gerçekten dünya tarihinde yeni bir sayfa açabilecek niteliktedir. İnsanlık adına utanç
verici bu eylemler; etnik kimliği, dini, sosyal konumu her ne olursa olsun herkes tarafından
kınanmalı ve karşı çıkılmalıdır.
Dünyamızı tehlikeli bir maceraya sürükleme potansiyelini içinde barındıran bu
eylemlerden sonra ülkemizde çeşitli görüşler ortaya atıldı. Bu görüşleri özetle şu başlıklar
altında toplamak mümkündür:
“ABD hegemonyası büyük bir darbe yemiştir.” “ABD bu eylemi kullanarak dünyadaki
konumunu daha fazla güçlendirecektir.” “3.Dünya Savaşı çıkabilir.” “Newyork eskisi gibi
olmayacak.”, “ABD Başkanı Türkiye’yi 10 gün sonra aradı.” “Türkiye bölgesel bir güç
olabilir.” “Rambo, Molla’ya karşı.”, “Nefretin nedeni cinsel kompleks.” “Pakistan’a maddi
kıyak.”
Yukarıda özet olarak belirtilen başlıkların ciddiyetsizliğini ve yüzeyselliğini bir tarafa
bırakırsak, hepsinden önemlisi, meselenin hayati öneme sahip boyutuna dikkat
çekilmemektedir. Olayın en önemli boyutu şudur: Kişisel güvenliğin parçalanıp yok
olmasıdır. Bugüne kadar devletler var oluşlarını tehlikeye sokacak, kendilerine yönelik yıkıcı
tahripkar bir saldırıyı başka bir devlet ya da devletlerin ordularından beklemekteydi.
Amerika’daki olay, böyle bir anlayışı ve bu anlayışa dayalı olarak oluşturulan güvenlik
konseptini demode hale getirmiştir. Ortaya çıkan bu yeni durumdan Türkiye de önemli ölçüde
etkilenecektir.
Bu yeni duruma ve Türkiye’nin bundan nasıl etkilenebileceğine değinmeden önce bir
başka konunun üzerinde durmak gerekmektedir. ABD’deki eylemler birçok devlet ve kişi için
beklenmedik gelişmelerdir. Ama bazı kişiler için hiç de böyle değil.
Hans Magnus Enzensberger, İletişim yayınları tarafından çevirisi yapılan ve 1995
yılında yayınlanan “İç Savaş Manzaraları” adlı kitabında, zamanın ruhuna nüfuz ediyor ve
onu insanlık namına sorguluyor. Zamanımızın ruhu, yani zengin metropollerden, üçüncü
dünya ülkelerine kadar bütün dünyada hüküm süren iç savaş hali, barbarlık ve nefret kültürü,
Enzensberger’in üzerinde durduğu önemli noktalardır. Yaşadığımız dünya halini ve zamanın
ruhunu daha iyi anlayabilmek için Enzensberger’in önemli bazı tespitlerini aktarmanın yararlı
olacağına inanıyorum.
“Dünya haritasına bakıyoruz. Uzak bölgelerdeki savaşların yerlerini belirliyoruz, en
kolayca görebildiklerimiz de üçüncü dünya ülkelerindeki savaşlar. Gelişmemişlikten,
eşzamansızlıktan, fundamentalizmden söz ediyoruz. Anlaşılmaz kavga sanki çok uzaklarda
yapılıyormuş gibi geliyor bize. Fakat bununla kendimizi aldatıyoruz. Gerçekte iç savaş çoktan
metropollere girdi; metastazları büyük kentlerdeki günlük yaşamın bir parçası haline geldi.
Yalnızca Lima ve Johannesburg’da Bombay ve Rio’da değil; Paris ve Berlin’de, Detroit ve
39
Birmingham’da Milano’da ve Hamburg’da da. Bu iç savaşı yürütenler arasında yalnızca
teröristler ve gizli örgütler, mafya ve dazlaklar, uyuşturucu çeteleri ve ölüm mangaları, neonaziler ve kara şerifler değil, bir gecede holiganlara, kundakçılara, gözü dönmüşlere ve
katillere dönüşen sıradan vatandaşlar da var...
Günümüzdekilerle karşılaştırıldığında eski saldırganlar inançlı insanlardı. Birtakım
idealler uğruna öldürmeye ve ölmeye büyük değer veriyorlardı. Bir zamanlar dünya görüşü
diye adlandırılan şeye, ne kadar nefretlik olursa olsun, “katı” “fanatik” “sarsılmaz” vb.
biçiminde sarılmışlardı. Hitler ve Stalin’in taraftarları, liderlerinin vaazlarını parlayan gözlerle
izliyor ve gerektiğinde hiçbir cinayetten kaçınmıyorlardı. Altmışlı yılların gerillaları ve
teröristleri haklılıklarını el ilanları ve bildirilerle, titiz ve bürokratik dille yazılmış itiraflarla
yaptıklarının ideolojik nedenlerini anlatıyorlardı. Günümüzün saldırganları buna gerek
duymuyor. Onlarda en fazla dikkat çeken özellik, her türlü kanaate/inanca uzak olmalarıdır...
İslami fundamentalizmin ideolojik dozunun da, Batı’da sanıldığından çok daha zayıf
olduğu görülüyor. Bugünkü İslam’ın tarihteki yüksek din ile hiçbir ilgisinin kalmadığını her
entelektüel müslümandan duyabilirsiniz. Günümüzdeki durum, modernleşme baskısına karşı
radikal bir modern tepki oluşumudur. Saddam Hüseyin’in dindar müslüman olarak poz
vermesi baştan aşağı küfüre varan bir pozdur. Benzer şeyler Mağrip ve Yakın Doğu’daki
diğer yönetimler için de söylenebilir. Savaş açtıkları Batı’ya yönelmek en büyük hayallerini
süslüyor. Özlemleri Batı’nın en ölümcül buluşlarına sahip olmak: Atom bombaları, roketler
ve zehirli gaz fabrikaları. Değişik fundamentalist tarikatlar, fraksiyonlar, milisler en başta
kendi din kardeşlerini boğazlamaya çalışıyor. Demek ki, bunun kanaatlerle/inançlarla değil,
onların taklidi ile ilgisi var.
Metropollerdeki moleküler iç savaşın da benzer biçimde dayanaksız olduğu ortaya
çıkıyor. Kuzey Amerika kenar mahallelerinin çete savaşları, tarihsel sınıf savaşları şemasına
göre anlaşılamıyor. Siyah-beyaz karşıtlığı da yeterli bir yorumun dayanağı olamıyor.
Soygunların, yağmaların ve cinayetlerin kurbanları çoğunlukla siyahların kendileri. Los
Angeles ayaklanmasının hedefi zenginlerin villa semtleri değildi; saldırganlar öncelikle kendi
mahallelerinin binalarını ateşe verdi. Bunların arasında siyahların mülkiyetinde olan
Amerika’nın en eski kitabevi ve semtin en militan yerel politikacısının bürosu da vardı.
Çeteler savaşında her yerde kaybedenler kaybedenlere ateş ediyor...
Hannah Arendt, iki dünya savaşı arasındaki dönemden söz ediyordu. Totaliter
sistemlerin oluşumunu sağlayan kitle tabanını anlatıyordu. Bu çözümlemesinin güncelliği
ortadadır. Fakat otuzlu yıllardan farklı olarak günümüzün saldırganları ne törenlere, resmi
geçitlere, üniformalara, programlara, ne de vaatlere ve bağlılık yeminlerine gerek duyuyorlar.
Liderlerinden de vazgeçebilirler. Nefret onlara yetmektedir. O zamanlar terör, totaliter
yönetimlerin tekelindeyken, günümüzde özelleştirilmiş biçimde karşımıza çıkıyor...
Böylece her metro vagonu küçük çapta bir Bosna’ya dönüşebilir. Soykırım için
Yahudilere, temizlik için karşı devrimcilere artık gerek yok. Birisinin başka bir futbol
takımını tutması, bir manav dükkanının komşusundan daha çok müşteriye sahip olması,
insanların farklı giyinmesi, başka bir dil konuşması, tekerlekli sandalye kullanması ya da baş
örtüsü takması yeterli oluyor. Her farklılık, yaşamsal bir tehlikeye dönüşüyor.
Fakat saldırganlık yalnızca diğerlerine değil, nefret ettikleri kendi yaşamlarına da
yöneliyor. Hannah Arendt’ın sözleriyle konuşacak olursak, failler için sanki yalnızca yaşamak
ya da ölmek arasında değil, doğmuş olmakla dünyaya hiç gelmemiş olmak arasında bile fark
yok...
Her devlet, en zengini ve huzurlusu bile, sürekli envai çeşit yeni somut eşitsizlik,
özgüven yaralanması, haksızlıklar, uygunsuzluklar, hayal kırıklıkları üretiyor. Aynı zamanda
40
vatandaşların biçimsel eşitliği ve özgürlüğü ile birlikte beklentileri de artıyor. Bunlar yerine
getirilmezse, sonuçta neredeyse herkes kendisini aşağılanmış hissedebiliyor. Tanınmaya olan
gereksinim doymak bilmez. Muhtelif haberler bize bunu söylüyor. Gettoda belli bir marka
spor ayakkabısı giymek arzusu, cinayet için yeterli neden oluyor ve pop yıldızı olarak kariyer
yapmayı beceremeyen büro çalışanı bu aşağılanmanın intikamını almak için, bir banka
soyuyor ya da kalabalığa ateş açıyor.
Bütün açıklamaların en maneviyat bozucusu olan son bir açıklama denemesi, dünya
nüfusunun görülmemiş biçimde artmasını bütün bu olanlara neden olarak gösteriyor. Hannah
Arendt daha 1950’de, totaliter yönetimlerin canice mantıklarını bu kadar kolay kabul
ettirebilmelerinin, bu hızlı nüfus artışı ve yığınların topraksız ve yurtsuz kalmaları ile ilintili
olduğu kuşkusunu dile getirmişti, zira yararcı kategoriler açısından bu kitleler gerçekten de
“gereksiz” hale geliyordu. Sanki ne kadar çok insan dünyaya gelirse, kendilerinin ve
başkalarının yaşamlarına biçtikleri değer o kadar hızla azalıyordu.
Böyle bir düşünceyi anlamak güç görünüyor. Fakat gezegenin ne kadar
kalabalıklaştığını yalnızca nüfus ve göç istatistiği göstermiyor. Günlük yaşam da bunu gözler
önüne seriyor. İşsizlik ve barınaksızlık, megapollerin teneke mahallelerle dolması, dolup taşan
kamplar ve gemiler de bilinçsizlerin kafasındaki “çok kalabalık” olduğumuz kanısını yeniden
doğruluyor, buna karşı oluşan kör tepki ise, etrafa psikopatikça saldırmak biçiminde oluyor.
Böyle bir eğilime her yerde rastlanıyor. Görünürde normal insanlar bile, gizlice kendilerini de
onlardan biri saydıkları o “gereksizlerin” ortadan kaldırılmalarını sağlamak için ellerinden
geleni yapıyor...”
Enzensberger’in görüşlerini, yaşadığımız dünya halini ve zamanın ruhunu daha iyi
anlamak için kısaca yukarıda belirttikten sonra, şimdi tekrar ABD’deki eylemlerin hayati
öneme sahip boyutuna dönmek istiyorum.
Daha önce belirttiğim gibi, ortaya çıkan en önemli sonuç, yürürlükteki güvenlik
politikalarının iflas etmiş olduğudur. Sosyal bilimlerde siyasal, sosyal ve kültürel olayları
anlamada “empati” büyük bir öneme sahiptir. Kendimizi başkasının yerine koyarak düşünmek
anlamına gelen empati, ülkemizde ziyadesiyle ihmal edilmektedir.
Yapılan yorumlara bakıldığında; olaylar, bir ucunu Amerikancılığın diğer ucunu ise
anti-Amerikancılığın oluşturduğu bir tahterevallinin üzerinde değerlendirilmektedir.
Empatiden yoksun, anlamaktan ziyade yargı ya da hüküm ağırlıklı bu türden yorumların
geleceği anlamak açısından hiçbir teorik ve pratik değeri bulunmamaktadır.
Dünya-sistem teorisiyle tanınmış bir toplum bilimci olan Prof.Immanuel Wallerstein,
Eylül 2001 de yayınlanan “Güncel Yorumlar” adlı kitabında ABD’deki olayların faili olarak
Usame Bin Ladin varsayımından hareketle, empati de yaparak şu önemli tespitleri
yapmaktadır:
“...En önemli soru, neden bu saldırının meydana geldiğidir. Hemen hemen herkes
saldırının sorumlusunun Usame Bin Ladin olduğunu söylüyor. Bu akla yakın bir varsayım
gibi görünüyor. Çünkü Usame Bin Ladin bu tür eylemleri gerçekleştirme niyetini açıklamıştı
ve belki de yakın gelecekte, Birleşik Devletler yetkilileri bu varsayımı destekleyen bazı
deliller elde edecek, bunun doğru olduğunu varsayalım. Birleşik Devletler’e bu kadar
görkemli bir saldırı düzenlerken Bin Ladin, neyi elde etmeyi umuyordu? Evet, bu saldırı, Bin
Ladin’in (ve diğerlerinin) Birleşik Devletler’in bütün dünyada, özellikle de Ortadoğu’da
yaptığını düşündüğü kötülüklere karşılık bir öfke ifadesi ve intikam olarak görülebilir. Bin
Ladin, böyle bir eylemle, Birleşik Devletler Hükümetinin politikalarını değiştirmeye ikna
edebileceğini düşünmüş olabilir mi? Tepkinin bu şekilde olabileceğini düşünecek kadar saf
olduğundan ciddi olarak kuşku duyuyorum. Başkan Bush saldırıyı bir “savaş eylemi” olarak
41
gördüğünü söylüyor. Eğer saldırının faili Bin Ladin ise, muhtemelen o da aynı şeyi
düşünüyordur. Savaşlar, hasmın politikalarını değiştirmeye ikna etmek için değil, bunu
yapmaya zorlamak için yapılır.
Öyleyse Bin Ladin olduğumuzu varsayalım ve onun gibi akıl yürütelim. Bu saldırıyla
neyi kanıtladı? Kanıtlamış olduğu en aşikar şey, Birleşik Devletler’in dünyanın tek süper
gücünün, dünyadaki en güçlü ve en gelişkin askeri donanıma sahip olan devletin, kendi
yurttaşlarını bu saldırıdan korumakta aciz kalmış olduğudur. Bin Ladin’in yapmayı istemiş
olduğu şey, yine saldırının arkasındaki gücün gerçekten o olduğunu varsayıyoruz, açıkça
Birleşik Devletler’in kağıttan bir kaplan olduğunu göstermektir. Bunu öncelikle Amerikan
halkına sonra da dünyadaki herkese göstermek istedi.
Şimdi, bu Birleşik Devletler hükümeti için olduğu kadar Bin Ladin için de açıklığa
kavuştu. Dolayısıyla verilecek yanıt da açık. Başkan Bush güç kullanarak yanıt vereceğini
söyledi... Fakat şimdi de Birleşik Devletler’in bakış açısıyla akıl yürütelim. Ne yapabilir?
İşin aslı, Birleşik Devletler’in yapabileceği çok fazla bir şey yok. CIA, Castro’yu
öldürebilmek için yıllarca uğraştı ve Castro hala yerinde. Birleşik Devletler birkaç yıldır Bin
Ladin’i arıyor ve o hala yaşıyor. Bir gün, Birleşik Devletler ajanları onu öldürebilir ve bunun
gerçekleşmesi bu özel operasyonu yavaşlatabilir. Bu, aynı zamanda birçok insana büyük bir
tatmin sağlayacaktır. Fakat yine de sorun bütün ağırlığıyla var olmaya devam edecektir.
Açıkça, yapılması gereken tek şey, politik bir harekettir. Fakat hangi politik hareket?
Bu noktada, Birleşik Devletler içinde (daha geniş olarak Batı alemi içinde) bütün uzlaşmalar
kayboluyor. Şahinler, bu saldırıların Sharon’un (ve mevcut İsrail hükümetinin) haklı
olduğunu gösterdiğini söylüyor: “Onların” hepsi teröristtir ve onlarla başa çıkmanın tek yolu
çok sert karşılık vermektir. Bu, şimdiye kadar Sharon‘un pek işine yaramıyordu. George W.
Bush’un daha iyi işine yaraması için ortada bir sebep var mı, Bush Amerikan halkını bunun
bedelini ödemeye razı edebilir mi? Böyle şahince bir tutum ucuz atlatılamaz. Diğer yandan,
güvercinler de bu durumun “müzakere” ile halledilebileceğini öne sürmekte güçlük
çekiyorlar. Kiminle ve hangi amaca ulaşmak için müzakere yapılabilir?
Belki de olmakta olan şudur: Bu “savaş”– bu hafta basında bu şekilde tanımlandıkazanılamayacak ve kaybedilmeyecek, fakat basitçe devam edecek. Kişisel güvenliğin
parçalanıp yok olması artık bir gerçeklik ve bunun etkisini Amerikan halkı ilk defa
hissedebilecek. Bu, dünyanın başka pek çok bölgesinde zaten var olan bir gerçeklikti. Dünya–
sistemin bu kaotik salınımlarının altında yatan politik mesele, medeniyetin barbarlıkla karşı
karşıya gelmesi değildir. Ya da en azından bütün tarafların, kendilerinin medeni, barbar olanın
ise karşı taraf olduğunu düşündüğünü kavramamız gerekiyor. Olan bitenin altında yatan
meseleler, dünya–sistemimizin yaşadığı krizdir ve kurmayı istediğimiz bunu izleyen dünya–
sistemin nasıl olacağı hakkındaki mücadeledir. Bu, söz konusu mücadeleyi, Amerikalılar ve
Afganlar ya da müslümanlar ya da başkaları arasındaki bir mücadele haline getirmiyor. Bu,
kurmak istediğimiz dünya hakkındaki farklı vizyonlar arasındaki bir mücadeledir. 11 Eylül
2001’in kısa sürede, birçoklarının söylediğinin aksine, uzun süre devam edecek uzun bir
mücadele içinde çok kısa bir dönem olduğu, ancak bu gezegende yaşayan insanların çoğu için
karanlık bir dönem olduğu görülecek.”
Evet, ortaya çıkacak olan durum; mevcut güvenlik politikalarının iflasına eşlik edecek
olan siyasal, sosyal, ekonomik ve kültürel bir kargaşa ya da kaotik bir atmosfer olacaktır.
Bu kaotik atmosferde, yeni kurulacak düzen için Wallerstein’in belirttiği gibi farklı
vizyonlar mücadele edecektir. Türkiye; Amerika'ya mektup göndermek, hava sahasını ve hava
limanlarını kullanıma açmak, istihbarat alanında iş birliğine hazır olmak, Jeopolitik
konumunun öneminden dem vurmak gibi yaklaşımlarla, yeni kurulacak olan düzenin
42
mimarları arasında kendisine yer bulamaz. Türkiye, yaşadığımız dünya halini ve zamanın
ruhunu iyi kavrayarak her açıdan kendi içinde tutarlı bir vizyon geliştirmelidir.
Bu vizyonun merkezi odak noktası, Avrupa ve Amerika’nın tercih edeceği güvenlik
politikaları doğrultusunda görevli bir ülke rolü oynamak yerine, her alanda Avrupa’nın
ayrılmaz bir parçası olmayı hedeflemek olmalıdır. Bu noktada, Avrupa ve Amerika’ya da
önemli görevler düşmektedir. Genel olarak müslüman kimliğinin dışlanması ciddi tehlikeler
ortaya çıkaracaktır. Özellikle Türkiye’nin Avrupa uygarlığının dışında tutulması, dünya
açısından ortaya çıkacak olan tehlikeyi katmerleştirecektir.
TÜRKİYE VE AVRUPA BİRLİĞİ
Avrupa Birliği’ne üyelik konusunda Türkiye keskin bir viraja doğru hızla ilerlerken
Türkiye’nin yönetim eliti arasında keskin bir kutuplaşma açıktan açığa kendini
göstermektedir.
Türkiye’deki derinlikten yoksun sığ tartışmalara bakıldığında; Avrupa Birliği’nin
bugünkü yapısı ve geleceği ile Türkiye’nin bu yapı karşısındaki avantaj ve dezavantajları
yerine, konu Avrupa Birliği yandaşlığı ve karşıtlığına indirgenmiş durumdadır. Ne Avrupa
Birliği’ne üyelikten yana olanlar neden üye olunması gerektiğini anlamlı bir biçimde ortaya
koyuyor, ne de bu üyeliğe karşı olanlar neden karşı olduklarını anlamlı bir biçimde ortaya
koyuyorlar. Avrupa Birliği’ne üyeliği destekleyenler, içinde milyonlarca açlık ve yoksulluk
sınırındaki insanı barındıran Türk toplumuna, AB üyesi ülkelerdeki kişi başına düşen 15.000,
20.000 Dolar geliri göstermektedir. AB üyeliğine karşı olanlar ise kimliğimizi kaybetme
tehlikesinin altını çizmektedir. Yani madalyonun bir yüzünde para diğer yüzünde ise kimlik
bulunmaktadır.
Ahmet İnsel, “ Avrupa Birliği: Nasıl Bir Kurumsallaşma? ” başlıklı bir yazısında şu
soruları soruyor: Avrupa Birliği, bir ulus-devletler konfederasyonu mu olacak, yoksa çok daha
güçlü bir siyasal bütünleşmeye tekabül eden bir federasyona mı dönüşecek? Uluslar Avrupa’sı
mı, yurttaşlar Avrupa’sı mı, yoksa bölgeler/memleketler Avrupa’sı mı kurulacak? Etnik ulus
anlayışı mı Avrupa coğrafyasında egemen olacak, demokratik ulus anlayışı mı? Pazar
entegrasyonu ve onunla uyumlu toplumsal kurumlaşma eksenli bir liberal Avrupa mı, yoksa
düzenleyici işlevin ağır bastığı ve onunla uyumlu toplumsal dayanışma kurumlarının Pazar
ekonomisi mantığını dizginlediği bir sosyal Avrupa mı? Sermaye, servet ve söz gücünü
ellerinde toplayan tekelci bir sınıf tahakkümü Avrupa’sına mı, yoksa katılım, dayanışma,
eşitlik ve demokrasi mücadeleleriyle dengelenecek bir özgürlükler Avrupa’sına mı gidişat
evrilecek?
1987 yılından itibaren üniversitelerimizde çok sayıda Avrupa Topluluğu enstitüleri
kuruldu, AB konusunda çok sayıda sivil toplum kuruluşu faaliyette bulunuyor. Yukarıda
belirtilen sorular konusunda maalesef doyurucu çalışmalar ve cevaplar bugüne kadar ortaya
konulabilmiş değil. Ülkemizde AB konusunda bilgiden yoksun olarak yapılan tartışmalar,
körün fili tarifine benziyor!
Üzerinde durulması gereken asıl nokta, demokrasinin hem Avrupa ülkelerinde hem de
Türkiye’de elden gidiyor olmasıdır. Eskiden demokrasiyi askeri müdahalelerin tehdit ettiği
söylenirdi bugün ise demokrasiyi kontrolden çıkmış, hiçbir kamusal sorumluluk duymayan
sorumsuz sermayenin tehdit ettiği söyleniyor.
Nobel ödüllü yazar Günter GRASS, Avrupa’da demokrasi tehlikede diye feryat
ediyor. Günter GRASS’a göre: “ Küreselleşme adı altında müthiş bir sosyal adaletsizlik
43
hedeflenmekte... Sadece Almanya’da değil tüm Avrupa’da parlamentolar, sanayicilerden izin
almadan karar alamaz hale geldi. İş adamlarının bu kadar etkin oldukları parlamentolarda
halkın ve çalışanın lehine karar almak imkansız. Avrupalıların her geçen gün sandıklara daha
az gider olmasının nedeni de bu zaten. Politikanın parlamentolara dönmesini sağlamak lazım.
Seçmen , nasıl olsa oy verdiğim insan beni değil, iş adamlarını temsil ediyor diyerek apolitize
olmuş durumda. Halkın kendisini temsil eden insana olan güvenini yeniden kazanmak şart...”
Nobel ödüllü yazarın bu tespitlerine önem vermek gerekmektedir. Almanya’daki Eylül
2002 seçimlerinden sonra AB üyesi ülkelerde İngiltere ve İsveç hariç sol iktidara
rastlanamayacaktır. Yapılan anketlere göre; Almanya’da halkın yüzde 71’i , Fransa’da yüzde
51’i , İngiltere’de yüzde 40’ı , İtalya’da yüzde 44’ü , ülkelerinin bugününü ve geleceğini kötü
görüyor.
Türkiye’de durum farklı mı? Dünyanın en mutsuz toplumu ilan edildik. Faize
dakikada 113 milyar Türk Lirası ödeniyor. Son yirmi yılda faize ödenen para 200 milyar
Dolar civarında. Hazine, 2002 yılının ilk beş ayındaki gelir gider durumunu açıkladı. OcakMayıs arasında faize 18.5 katrilyon lira, memur maaşları, askeri harcamalar ve diğer
harcamalar için ise 21.2 katrilyon lira harcanmış. Yani toplam 39.7 katrilyon lira harcanmış.
Aynı dönemde, maliyenin vergi ve vergi dışı kaynaklardan beş ayda bulduğu para ise 27.5
katrilyon lira. Özetle; 2002 yılının ilk beş ayında ortaya çıkan açık 12.2 katrilyon lira.
Kimse bu tabloyu ve Türk toplumunun eline, ayağına vurulmuş olan faiz prangasını
konuşmuyor. Her şey Türkiye’de bir görüntü ve imaj toplamına, bir başka ifadeyle
simülasyona dönüşmüş durumda. Ekonomiyi, borsa-faiz-döviz üçgenin içine sıkıştırmışlar,
bizlere de aman konuşmayın bu üçgen sarsıntı geçirmesin diyorlar.
Bu tablo Türkiye’nin Avrupa Birliği tartışmalarını da etkiliyor. Halk; burada deniz
kurudu, bu topraklarda abi ne iş olursa yaparım diyemeyeceğine inanıyor. AB sınırları
kaldırırsa orada iş bulacağına inanıyor. Sermayeye göre, AB süreci hızlanırsa yılda 7-8 milyar
Dolar yabancı sermaye gelir ve döviz sorunu çözülür. Kimlik ve inanç sorunu olanlar ise
AB’yi bir oksijen çadırı olarak görüyor. Türkiye’de kelimenin tam anlamıyla “ Armut piş
ağzıma düş” modeli işliyor.
Geçtiğimiz Pazar günü Babalar Günü kutlandı. Bu kutlamadan kısa bir süre önce
emniyet yetkilileri suç işleme yaşının, 4 yaşa kadar düştüğünü ilan etti. Bursa Emniyet
Müdürlüğü’nün bu yılın ilk beş ayını içine alan 4-18 yaş arasına yönelik istatistik çalışması,
nasıl bir ülkede yaşadığımızı hatırlatan keskin bir hançer gibi. Araştırmaya göre dört
yaşındaki altı çocuk için yankesicilikten işlem yapıldı. Altı yaşındaki 11, yedi ve sekiz
yaşlarındaki dörder çocuk da aynı suçla bağlantılı işlem gördü. 10 yaşın altında 97 çocuk,
yankesicilik, hırsızlık ve darp olaylarına karıştırıldı. 17-18 yaş grubundaki 567 çocuk
cinayetten silahlı gaspa kadar her tür suça karıştı.
Suçla tanışma yaşını, 4 yaşa kadar düşüren Türkiye, 23 Nisanı çocuklara bayram
olarak vermesiyle övünüp, Avrupa’ya ve dünyaya uygarlık dersi vermeye kalkıyor. Böyle bir
Türkiye’yi Avrupa kendi arasında görmek ister mi ?
Suçta yaş oranını konuşma, faiz prangasını konuşma, yoksulluk ve açlık sınırındaki
milyonlarca insanı konuşma, 200 milyar Dolarlık iç ve dış borcun nasıl ödeneceğini konuşma,
sayısı 15 milyon 800 bin olan öğrencilerin geleceğini konuşma. Peki neyi konuşalım?
Laila’ya kimler gidiyor, Biri Bizi Gözetliyor Programı’nda kim başarılı oldu, arada bir de
girelim mi girmeyelim mi şeklindeki sığ, yavan soru eşliğinde AB’yi konuşalım.
Türkiye’deki bu gidişat hayra alamet değildir.
44
SAYIŞTAY 2000 YILI MALİ RAPORU’NUN ÖZETİ
Sayıştay, Meclis adına kamu kaynaklarının kullanımını denetlemektedir. Meclis’in,
denetim sonuçları hakkında bilgilendirilmesi, gönderilen Sayıştay raporları vasıtasıyla
gerçekleştirilmektedir.
Denetim alanına giren konularda raporlarla Meclis’i bilgilendirme, Sayıştay’ın uzun
süre ihmal edilmiş önemli bir fonksiyonudur. Sayıştay, son yıllarda Meclis’i bilgilendirme
fonksiyonunu geliştirme çabası içindedir. Bu amaçla, Meclis’e gönderilen raporların adedi
artırılmış ve kapsamı zenginleştirilmiş, 1996 yılından bu yana borçlanma işlemleri ile ilgili
olarak Meclis’e 9 adet rapor sunulmuştur.
Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde 23.06.1998 tarihinde “iç ve dış borçlar ile alınan
kredilerin nerelerde kullanıldığının tespiti” amacıyla bir Meclis Araştırma Komisyonu
(10/24,57 esas numaralı) kurulmasına karar vermiş ve bu komisyon tarafından bir rapor
hazırlanmıştır.
Meclis Araştırma Komisyonu raporunun “Öneriler” bölümünde, Meclis’in tatile
girmesi nedeniyle komisyon çalışmaları için ek süre talep edilmediği ve bu nedenle
çalışmaların dikkatli bir şekilde analiz edilmesi ve arzu edilen yetkinliğe ulaştırılmasının
mümkün olmadığı, komisyonun, TBMM adına denetim yapmakla görevli olan Sayıştay’ın,
mevcut çalışmaları olgunlaştırarak bu konuda daha kapsamlı ve ayrıntılı bir rapor
hazırlanmasını ve TBMM’ye sunmasını kuvvetle tavsiye ettiği ifade edilmiştir.
Bu tavsiyeyi dikkate alan Sayıştay Genel Kurulu, Meclis’e sunulmak üzere, bütçe ve
borçlanma işlemleri ile ilgili sorunları kapsamlı şekilde ele alacak bir rapor hazırlanması
kararını vermiştir.
Alınan karar üzerine hazırlanan bu rapor, bütçe ve borçlanma işlemlerinde sorumluluk,
saydamlık ve mali disiplin bakımından mevcut olan sorunları, bunların sebeplerini,
sonuçlarını ve alınabilecek önlemleri tespit etmeyi hedeflemektedir. Sorunların birbiriyle
bağlantısının ortaya konması ve mali yapının bozulmasına yol açan temel sebeplerin ve bunun
uzun vadeli sonuçlarının saptanması da raporun önemli hedeflerindendir.
Bu çerçevede, kamu kaynaklarının elde edilmesi ve kullanılması sürecinin
saydamlıktan uzak olduğu, gerekli sorumluluk mekanizmalarının kurulmadığı, mali yapının
ağır riskler içerdiği ve sorunların giderek ağırlaştığı düşünülmektedir. Mevcut sorunlar
sebebiyle mali yapı, ülkenin kalkınmasına olumsuz etkide bulunmakta ve refahı azaltmakta,
kaynak israfına yol açmakta, gelir dağılımını bozmakta ve ülkenin dışa bağımlılığını artırıcı
sonuçlar doğurmaktadır.
Sayıştay’ın bu hususlara eğilen bir raporu Meclis’e göndermesinin;
*
Sorunların tanımlanmasına ve öneminin anlaşılmasına,
45
*
Mali yapıda mevcut olan bozuklukların gelecekte ortaya çıkabileceği
tehlikelerin kavranmasına,
*
Sorunları çözmek için yapılan reform çalışmalarının hızlanmasına, katkıda
bulunacağına inanılmaktadır.
1. Bütçe sistemi, şeffaflık, hesap verme sorumluluğu ve mali disiplin
Bütçe, hükümetin Meclis’e karşı temel sorumluluk mekanizmasıdır. Hükümetlerin
kamu kesimi üzerindeki kontrolleri bütçe vasıtasıyla kurulur. Parlamenter sistemde hesap
verme sorumluluğunun ve şeffaflığın temelini bütçe mekanizması oluşturur. Bu mekanizmada
oluşan eksiklik ve yanlışlıklar, sorumsuz harcama ve işlemler ortaya çıkmasına ve bir kısım
işlemlerin gizli kalmasına ya da olduğundan farklı görünmesine yol açar.
Bu nedenle bütçe, merkezi hükümetin tüm faaliyetlerini eksiksiz bir şekilde yeterli ve
açık bir bilgi vermelidir.
Mevcut bütçe sistemimizin çok ciddi sorunlar içerdiği ve bu sorunların ülkenin
geleceği açısından önemli sonuçları olduğu görülmektedir.
Sorun 1: Yapısal parçalanma
Merkezi hükümetin gelir ve giderlerinden önemli bir kısmı bütçe dışında oluşturulan
döner sermayeli işletmeler, fonlar, sosyal tesisler,vakıflar,dernekler, işletmeler ve özel
hesaplar gibi kuruluşlara kaydırılmıştır. Bütçe gelir ve gideri niteliğindeki bazı işlemler bu tür
kuruluşlar aracılığıyla gerçekleştirilmektedir. Bu tür kuruluşların faaliyetleri hacim olarak
bütçe ile yarışan bir düzeye gelmiştir.
Bu tür oluşumların tamamı, bütçe mekanizmasının gerektirdiği
açıklıktan belirli ölçülerde uzaktır. Bunlardan, fonların büyük bir kısmı,
vakıflar, dernekler, işletme ve özel hesaplar Meclis adına hiçbir dış
tutulmamaktadır. Bunların, kamu yararını gözetecek şekilde çalışmalarını
kontrol mekanizmaları da henüz geliştirilmemiştir.
sorumluluk ve
sosyal tesisler,
denetime tabi
sağlayacak oto
Sorun 2: Bütçe dışı gider ve gelirler
İkinci bir sorun da bütçe çerçevesindeki bazı gelir ve giderlerin kayıt dışı kalmasıdır.
Bu işlemler doğrudan genel ya da katma bütçeli idarelerce gerçekleştirilir, ancak, bütçeye
gelir ya da gider olarak kaydedilmediğinden bütçede görünmez, gizli kalır.
Bu tür bütçeleştirilmeyen işlemler daha çok borçlanma ile ilişkilidir. Örneğin, bazı
durumlarda, devlet borçlarının ödenmesi gereken faizleri yerine ya da hükümetin görev zararı
borçlarına karşılık olarak, alacaklı kuruluşlara tahvil verildiğinde gider kaydı
yapılmamaktadır. Bu durumda net borçlanma hasılatı bütçe açığından fazla olmaktadır.
Kayıt dışı bütçe işlemleri, “mahsup borçlanma”, “nakit dışı borçlanma” veya “yarı
mali işlem” adı altında karşımıza çıkmaktadır. Bütçeleştirilmeyen işlemler temel olarak kamu
açıklarını az gösterme ve sorumluluktan kaçınma kaygısından kaynaklanmaktadır. Bu
harcamaların gerçekleştirildiği dönem ile borç ve gider kaydı yapılması gereken dönem
arasında önemli süre farkı ortaya çıkabilmektedir. Bu nedenle idareler, önceki dönemlerde
yapılmış olan kamu harcamalarını kaydetmeye yanaşmamaktadır.
Bütçe dışında harcanan bu tutarlarla hangi işlerin finanse edildiğini tam olarak tespit
etmek mümkün değildir. Mevcut sistem içinde bu giderler sadece kamuoyundan ve
46
Meclis’ten gizlenmekle kalmaz, bizzat uygulayıcılar da gerçek verileri elde etme olanağını
yitirirler.
Yarı mali işlemlerin çoğunlukla yasal dayanakları mevcuttur. Bütçe kanunları veya
özel kanunlar, bazı giderlerin bütçede gösterilmeden gerçekleştirilmesine imkan
sağlamaktadır. Ancak, bu işlemler yasal olmakla birlikte, mali disipline ve temel ilkelere
aykırıdır.
Bütçe, merkezi hükümet faaliyetleri hakkında eksik bilgi vermektedir. Bu şekilde
bütçe açığı olduğundan az gösterilmektedir. Bu işlemler üzerinde Meclis’in doğrudan denetim
mekanizmaları bütçe ve kesin hesap süreci etkisiz kaldığı gibi dolaylı denetim mekanizmaları
Sayıştay denetimi de yetersiz kalmaktadır.
Sorun 3: Bütçe ve kesin hesap sürecinin etkin olmaması
Kapsamı son derece daraltılmış olan mevcut bütçenin hazırlanma, uygulanma ve
sonuçlarının değerlendirilmesini içeren süreç yeterli ve etkin değildir.
Bütçe, performans ölçütlerine göre hazırlanmamaktadır. Uzun vadeli bir harcama planı
yapılmamaktadır ve bütçe ve planlar bütüncül bir yaklaşımla hazırlanmamaktadır. Bütçe
ödenekleri, sadece belli konularda gider yapılmasına izin vermekte; ancak belli bir çıktı
hedeflememekte, ölçülebilir amaçlar için konulmamaktadır.
Bütçe sonuçlarının değerlendirilmesinde de performans kriteri göz önünde
bulundurulmamaktadır. Bu, bir yandan yukarıda bahsedildiği gibi bütçe yapısının
yetersizliğinden, diğer yandan da performans denetimi uygulamasının yerleşmemiş
olmasından kaynaklanmaktadır. Bütçe uygulama sonuçlarının rasyonel olarak
değerlendirilmesini sağlayan mekanizmalar kurulmamıştır.
Bütçe sürecinin etkin olmaması, bütçenin bir maliye politikası aracı olarak öneminin
azalmasına sebep olmaktadır ve Hazine tarafından yürütülen borçlanma ve para politikaları
ekonomi yönetiminde kullanılan birincil önemdeki araçlar durumuna gelmektedir.
Sorun 4: Mali risklerde sorumluluk ve şeffaflığın sağlanmaması
Merkezi hükümet çeşitli şekillerde mali yükümlülükler ve riskler üstlenmektedir.
Ancak bunlar tanımlanmamakta ve izlenmemektedir. Halihazırdaki uygulamada mali risklerle
ilgili olarak sadece garantili borçlar yakından takip edilmektedir. Oysa garantili borçlar
dışında, mali risk kapsamına giren birçok kefalet ve garanti bulunmaktadır ve bunlar hazineye
geri dönüşü olmayan ödeme yükümlülüğü getirebilmektedir.
Muhasebe sisteminin yetersizliği ve devletin varlık ve yükümlülüklerini karşılıklı
olarak gösterip izleyecek bir devlet bilançosunun oluşturulmamış olması bu tür riskleri
izlemeyi zorlaştırmaktadır. Mevcut devlet muhasebesi sisteminde, mali riskleri
sayısallaştıracak hesaplar ve izleme yöntemleri oluşturulmamıştır. Bu nedenle, mali risklerle
ilgili sağlıklı verilere ulaşılamamakta, ne kadar bir mali yükümlük altına girildiği
bilinememektedir.
Diğer yandan, mali yükümlülük riski olan işlemlerde karar verenlerin hesap verme
sorumluluğunu sağlayacak mekanizmalar oluşturulmadığından, yöneticiler kamu fonlarını
aşırı risk alarak yönetebilmekte ve kullanabilmektedir. Devlet adına yüklenilen risklerin
gerçekleşmesi durumunda öngörülemeyen mali yükler ortaya çıkmakta; ancak risk almaya
karar verenler bu işlemlerin sonuçlarına katlanmamaktadır.
47
2.Önemli göstergeler
Yukarıda bahsedilen sorunlar, devletin mali yapısında ciddi sonuçlara yol açmaktadır.
Raporda bu sonuçlardan bütçe açıklarına ve bütçe açıklarının ortaya çıkardığı diğer sorunlara
ayrıntılı olarak yer verilmektedir.
2.1 Bütçe açıkları
2.1.1 Bütçe tahminleri
Bütçeler sürekli olarak açık verme öngörüsü üzerine kurulmaktadır. Sürekli açık bütçe
ile devam etmek mümkün değildir. Ancak bu bilindiği halde uzun süredir kamu maliyesi ciddi
oranda açık vermeye, diğer bir ifadeyle gelirlerinden fazla harcama yapmaya yönelik plan ve
programlarla yönetilmektedir. Denk bütçe veya bütçe fazlası, devletin kısa ve uzun vadeli
hedefleri arasında yer almamaktadır.
Bütçenin denkleştirilmesi ve bütçe fazlası verilmesi kendiliğinden gerçekleşmez.
Ancak ciddi ve sıkı uygulanan bir planlama sonrasında bu konuda başarılı bir sonuç elde
edilebilir.
2.1.2 Bütçe Gerçekleşmeleri
Bütçe açıkları ile ilgili önemli bir nokta, açıkların sürekli olarak öngörülenden fazla
olmasıdır. Son iki yıl hariç bütçe açıklarının sürekli olarak öngörülenden fazla olduğu
görülmektedir. Bütçe ve planların bütüncül bir yaklaşımla hazırlanmaması sonucunda, kamu
açıklarını gizleme eğiliminin de etkisiyle gerçekçi olmayan yatırım programı ve bütçeler
ortaya çıkmaktadır. Bunun sonucunda, gerçekleşen bütçe açıkları öngörülenden farklı
olmakta, sık sık yıl içinde ek bütçe yapılması gerekmektedir. Borçlanma limitlerinin
fonksiyonel olmaması, ödeneği olmayan işlemlerin borçlanma yoluyla finanse edilmesine
imkan tanımaktadır. Bütçe sapmaları yıl sonlarında tamamlayıcı ödenek verilmek suretiyle
ibra edilmektedir.
Gerçekleşen açıkların bütçe tahminlerinin çok üzerinde olması bir yandan bu açıkların
kontrol dışına çıktığını, diğer yandan da bütçe tahminlerinin bilinerek gerçek dışı boyutlara
çekildiğini düşündürmektedir.
Bütçe açıklarının milli gelire oranı çok ciddi bir artış eğilimi içindedir. Uzun bir
dönem boyunca yüzde 3 civarında olan bu oran 1990’lı yıllarda yüzde 8’lere varan bir
ortalamaya ulaşmış, 1999’da ise yüzde 11,7 gibi çok yüksek bir oranda gerçekleşmiştir.
Maastricht kriterlerine göre bütçe açıkları milli gelirin yüzde 3’ünü aşmamalıdır.
2.1.3 Gerçek açıklar: Borçlanma verileri ile tespit edilebilen bir kısım açıklar.
Yukarıda anılan bütçe açığı büyüklükleri, bütçenin gerçek açığını yansıtmaktan çok
uzaktır. Kayıt dışı bütçe uygulamaları olarak adlandırılan bazı işlemler borçlanma yoluyla
finanse edilmekte ve bütçe gideri olarak kaydedilmediğinden bütçe açığı gerçekte olduğundan
daha az gösterilmektedir. Net borçlanma hasılatının sürekli olarak bütçe açığından fazla
olması, bütçe açıklarının eksik gösterildiğini açıkça ortaya koymaktadır. Örneğin, 1997
yılında bütçe açığı 2,2 katrilyon iken net borçlanma hasılatı 3 katrilyon lira olarak
gerçekleşmiştir. Bu durumda gerçek açığın 2,2 değil 3 katrilyon lira olduğu anlaşılmaktadır.
Bu iki rakam arasındaki fark (0,8 katrilyon lira) bir nevi gizli bütçe açığıdır.
Gerçek açıklar, gösterilen bütçe açıklarından önemli oranlarda daha fazla olmuştur.
Örneğin, 1992 sonrasında merkezi hükümetin gerçek açığı milli gelirin yüzde 10’u
düzeylerinde iken, bütçe açıkları yüzde 4 ile yüzde 8 arasında görünmektedir.
48
1971 yılından 2000 yılına kadar geçen dönemde kayıt dışı bütçe uygulamalarının
toplam tutarı 116 milyar dolardır. Bu tutarlar mali sistemimizde yer alan bütün kontrol ve
denetim mekanizmaları dışında, üstelik Meclis’in iradesi ve bilgisi olmadan harcanmıştır.
2.1.4 Gerçek açıklar: Diğer faaliyetler
Kamu kesiminin borcu niteliğinde olmakla birlikte kamu borçları arasında
gösterilmeyen (kayıt dışı) bazı kalemler vardır. Bu tür borçlar raporda “görünmeyen borçlar”
adı altında incelenmektedir. Bu işlemler hükümetlerin mali disipline aykırı uygulamaları ile
gerçekleştirilmektedir.
Görev zararı borçlarından henüz kağıda bağlanmamış olanlar bu gizli açıklar arasında
değerlendirilmektedir. Bunların tutarı 1999 sonu itibariyle 13 katrilyon lirayı bulmaktadır. Bu
tür işlemler, ne gider ne de borç yönüyle hiçbir şekilde kayıt altına alınmamış olduğundan
büyüklük ve niteliklerinin tespit edilmesinde ciddi güçlükler vardır.
2.2 Açıkların Sonuçları
2.2.1 Ağır borç yükü
Uzun süredir devam ede gelen kamu açıkları, önemli miktarda kamu borç stokunun
oluşmasına neden olmuştur. Kamu kesiminin borç yükü ağırdır ve bu ağırlık giderek
artmaktadır. 1999 sonunda devlet borçlarının GSMH’ya oranı yüzde 83,4’e ulaşmıştır. Ancak
resmi rakamlarda bu oran yüzde 66 olarak görünmektedir. Maastricht kriterlerine göre devlet
borçları milli gelirin yüzde 60’ını aşmamalıdır.
Borç yükünün ağır olması, bir kısım devlet borçlarının gizlenmesi eğilimini
doğurmakta ve gerçekte ağır borçlu ülkeler sınırında olan Türkiye orta derecede borçlu
ülkeler arasında gösterilmektedir.
2.2.2 Dış borçlar ve kamunun dış borç stoku
Dış borç stoku bir bütün olarak kontrolsüz ve ön görülmeyen bir şekilde artmaktadır.
Kamu kesiminin ve özel sektörün toplam dış borcu 1999 yılı sonunda 103 milyar dolara
ulaşmıştır. Türkiye, dış borçları bakımından ağır borçlu ülkeler arasında yer almaktadır. Dış
borçların artışında özel sektörün ve kamu kesiminin payı zaman içinde değişmekle birlikte,
bir bütün olarak stok artışı oldukça düzenlidir. ( yıllık ortalama 6 milyar dolar civarında stok
artışı gerçekleşmektedir.) Kriz dönemlerinde borç stoku geçici olarak azalmakta ya da aynı
düzeyi muhafaza etmekte, bunun dışında giderek hızlanan bir artış trendi izlemektedir. Kamu
kesiminin dışarıdan borçlanmadığı durumlarda özel sektörün dış borçlanması artmaktadır.
İç borçlanmada oluşan yüksek reel faizler nedeni ile özel sektörün dış kaynaklardan
elde ettiği finansmanı iç borçlanma yoluyla Hazineye sattığı düşünüldüğünde resim büyük
ölçüde tamamlanmış olmaktadır. Bunun kamu için olumsuz sonuçlar ortaya çıkardığı açıktır.
Kamu dış borç stoku son dönemde ciddi miktarda kaynak transferine neden
olmaktadır. Bu durum sabit tutulan borç stoku için sürekli ödenmesi gereken faizlerden
kaynaklanmaktadır. Dış borçların geri ödemelerinin yine borçlanma yoluyla karşılandığı
düşünülse bile en azından faiz ödemeleri için finansman temini gerekmektedir. Bu ilişkinin
1994 sonrasında iç borçlanma yoluyla dış borçların ödenmesi şeklinde geliştiği görülmektedir.
Mevcut durumda dış borçlar ülke kaynaklarının dışarıya transferi yoluyla milli gelirin
azalmasına ve refah kaybına neden olmaktadır.
49
Dış borç stoku içinde kısa vadeli olanların payı son yıllarda önemli bir seviyeye
ulaşmıştır. Bir kriz anında bu borçların yenilenmemesi, orta-uzun vadeli borçların geri
ödemeleri de düşünüldüğünde ülkeden 35 milyar dolar civarında döviz çıkışına sebep
olacaktır. Ancak Türkiye’nin uluslar arası rezervleri bu miktarı karşılamaya yetecek düzeyde
değildir.
2.2.3 Aşırı iç borçlanma ihtiyacı
İç borç stoku hızlı bir şekilde artmaktadır. 1999 yılı sonunda iç borç stokunun
GSMH’ya oranı yüzde 29’a ulaşmıştır. Bu oran 1980’de yüzde 10, 1990 yılında yüzde 14,
1998 yılında yüzde 22 seviyesinde gerçekleşmiştir.
İç borç yükünün artışının temel sebebi sürekli kamu açıklarından kaynaklanan
finansman ihtiyacıdır. Bunun yanında yüksek maliyetine rağmen iç borçlanmanın dış
borçlanmaya tercih edilmesi de iç borçların artmasına sebep olmaktadır. (2000 yılının ilk
aylarından itibaren bu eğilim değişmeye başlamıştır.) Uzun bir süredir iç borçlanmada oluşan
yüksek reel faizlerin, borç yükünün giderek artmasında önemli payı vardır.
1998 yılına kadar iç borçların içinde Hazine bonolarının ağırlığı artmıştır. Son
dönemde değişken faizli tahviller büyük ölçüde Hazine bonolarının yerini almıştır.
İç borçlar gelir dağılımının bozulmasına sebep olmaktadır. Bütçe yoluyla büyük
ölçüde cari ve transfer harcamalarını finanse etmekte kullanılan iç borçlar tasarrufların
tüketilmesine sebep olmaktadır. Borçlanma ile elde edilen kaynakların yatırımlarda
değerlendirilmemesi sonucunda borçlanma, ülkenin gelecekteki refahının azalmasına sebep
olmaktadır.
2.2.4 Özel sektörün dış borçlanmasındaki artış
Özel sektörün dış borçlarında sürekli ve önemli bir artış vardır. Özel sektörün dış
borçları, faizi yüksek ve vadesi kısa olduğu için her zaman yüksek bir risk taşımaktadır. 1999
yılı sonu itibariyle özel sektörün, yarısı kısa vadeli olan 50 milyar dolar dış borcu
bulunmaktadır.
İç borçlanmada yüksek reel faiz verilmesi, kamunun dış borçlanmayı sınırlı tutması
sonucunda spekülatif amaçlarla dış kaynak akışını cazip hale getirmektedir. Özel sektörün
dışarıdan kaynak temin ederek bu kaynakları hazinenin iç borçlarına yatırması avantajlı
olmaktadır. Bu durum iç borçlanmanın özel sektörün dış borçlanması ile finanse edilmesi
olarak özetlenebilir.
Portföy yatırımı, mevduat ve kısa vadeli kredi şeklinde gerçekleşen yabancı sermaye
hareketleri kendi başına krize neden olabilmekte veya var olan bir krizi ağırlaştırabilmektedir.
Türkiye’de 1991, 1994 ve 1998 yıllarında yaşanan krizlerin yabancı sermaye hareketleri ile
çok sıkı bağlantısı vardır. Kriz hangi sektörden kaynaklanırsa kaynaklansın bütün ekonomi
üzerinde olumsuz etkide bulunmaktadır.
Bir kriz durumunda özel sektörün kısa vadeli dış borçlarının kamu kesimi tarafından
üstlenilmesi ihtimali, bu borçların takibini önemli kılmaktadır.
2.2.5 Borç faizlerinin bütçe içindeki yeri ve reel faizler
Faiz ödemeleri bütçenin en büyük kalemidir. Faiz ödemelerindeki sürekli artış endişe
vericidir. 1994 yılından itibaren bütçe gelirlerinin yüzde 40’ından fazlası faiz giderlerine
ayrılmaya başlamış, 2000 yılı Temmuz ayı itibariyle bu oran yüzde 78’e ulaşmıştır. Aynı
dönemde faiz ödemelerinin vergi gelirlerine oranı ise yüzde 99’u bulmuştur.
50
Diğer yandan, faiz giderlerinin tamamı bütçede gösterilmemektedir. Bir kısım faiz
ödemeleri, karşılığında borçlanma senedi verilmek suretiyle gerçekleştirilmekte; ancak gider
olarak kaydedilmemektedir. Dolayısıyla faiz ödemeleri görünenden daha büyüktür.
Borç stokunun yüksekliği faiz yükünün fazla olmasının temel nedenidir. Faizler
sonuçta borç stokunun bir oranı olduğundan, faiz yükünün azaltılması için borç stokunun
azaltılması gerekecektir.
Faiz giderlerinin yüksekliğinin önemli bir nedeni de yüksek reel faizlerdir. 1995
sonrasına ilişkin hesaplamalar reel faizlerin ortalama yüzde 35 civarında olduğunu
göstermektedir. Yüksek reel faizler nedeniyle borçlar için yüksek bir oranda faiz ödenmekte,
diğer yandan bu ödemeler normal gelirlerle karşılanamadığından yeniden borçlanılmaktadır.
Borç stokunun artması ile bu süreç “borç kısır döngüsü” olarak adlandırılan tehlikeli bir
yapıya dönüşmektedir. Bu döngünün normal gelir artışları ile kırılması güçtür.
Maastricht kriterlerine göre uzun vadeli faiz oranı, Avrupa Topluluğu üyesi ülkelerden
enflasyon oranı en düşük üç ülkenin enflasyon ortalamasının yüzde 2’sinden fazla
olmamalıdır.
Yüksek reel faizler gelir dağılımının bozulmasına yol açmaktadır. Tasarruf imkanı
olan yüksek gelir düzeyindeki gruplara kaynak aktarılmaktadır.
2.2.6 Yatırımların kısılması
Faiz harcamalarının yüksekliği diğer bütçe harcamalarını baskı altına almaktadır. Faiz
giderleri esnek değildir; yatırımlar ya da cari harcamalar gibi bütçe yoluyla
kısıtlanmamaktadır. Bu nedenle bütçe açıklarının azalmasına yönelik tasarruf tedbirleri, faiz
dışındaki bütçe giderlerinin, özellikle de yatırımların kısıtlanmasını gerektirmektedir.
Bütçe giderleri içinde yatırımların payı, faiz giderlerinin tersine sürekli azalma eğilimi
içindedir. Bu pay son yıllarda yüzde 5 oranına kadar inmiştir.
Yatırımların düşüklüğünün önemli bir nedeni borçlanma hasılatının yatırım dışı
alanlarda kullanılmasıdır. Borçlanma ile elde edilen kaynaklarla daha çok borç geri ödemeleri
ve transfer harcamaları finanse edilmektedir. Bu şekilde borçlanılması, ülkenin gelecekteki
refahının azalmasına yol açabilir.
3. Öneriler
3.1 Sürekli açıkların sona erdirilmesi için acil ve yapısal tedbirler alınmalıdır
Sürekli olarak gelirlerden fazla gider yapmak ve sınırsız olarak borçlanmak mümkün
olmadığından uzun vadede kamu gelirleri ile giderlerinin denkleştirilmesi planlanmalıdır.
Borçlanma geçici olarak bir gelir yaratır, ama sonuçta borçların geri ödenmesi ya da
tasfiye edilmesi gerekir. Diğer bir seçenek de, mevcut bir borç stokunun artırılmadan
sürdürülmesidir. Ancak, bu durumda ilave kaynak sağlanmaksızın sürekli faiz ödemek
gerekecektir. Oysa bu istenilen bir durum değildir.
Borçların öncelikle vergi gelirleri ile ödenmesi düşünülür. Esasen borçlanma ile elde
edilmiş olan kaynaklar verimli yatırımlarda kullanıldığında, bu yatırımlar kendilerini geri
ödeme kapasitesi oluşturacağından geri ödemede bir sorun ortaya çıkmayacaktır. Ancak,
ülkemizde borçlanma ile sağlanan kaynaklar verimsiz alanlarda kullanıldığından, normal
gelirlerle borçların geri ödenmesi imkansız hale gelmiştir. Yüksek reel faizler sonucunda
oluşan borç kısır döngüsü bu durumu giderek ağırlaştırmaktadır.
Borçların geri ödenmesi normal gelirlerle yapılamıyorsa devletin önünde izlenebilecek
iki yol kalmaktadır: Birincisi, gelecekte yol açacağı sorunların ağırlığını göz ardı ederek
51
borçlanmaya devam etmek, ikincisi ise borçların tasfiyesi için varlıklarından fedakarlıkta
bulunmak. Bugüne kadar uygulanan politika, kolaylığı nedeniyle hep birinci şekilde olmuştur.
Ancak, bu şekilde borçların tasfiyesi geciktirildikçe sonuçta devletin varlıklarından yapması
gereken fedakarlık da katlanarak artmaktadır.
3.2. Şeffaflığı ve hesap verme sorumluluğunu tesis edecek mekanizmalar kurulmalıdır
Şeffaflık, devlet adına gerçekleştirilen bütün işlemlerin açıkça görülmesini ve
anlaşılmasını gerektirir. Hesap verme sorumluluğu ise kamu kaynaklarını yönetenlerin,
gelecekte kamu menfaatine zarar verebilecek uygulamalardan kaçınmalarını sağlar. Raporda
şeffaflık ve hesap verme sorumluluğunun sağlanmasına yönelik olarak şu mekanizmalar
önerilmektedir.
*
Bütçenin kapsamı merkezi hükümet faaliyetlerini bütünüyle içerecek şekilde
genişletilmelidir.
*
Yapılan her türlü mali işlem uygun şekilde kayıt altına alınmalı ve
raporlanmalıdır. Bütçe dışında harcama yapılmamalı, borçlanma hasılatı bütçe dışına
harcanmamalıdır. Borçlanma yoluyla nakit veya mahsup olarak elde edilen kaynakların
kullanımı tamamen bütçeleştirilmelidir (borç geri ödemeleri hariç). Bunu sağlamak için devlet
muhasebesinde gerekli düzenlemeler yapılmalıdır. Bunu tamamlayan bir diğer önemli husus
Hazine ile kamu kurumlarının mali ilişkilerinin mutlaka bütçe aracılığı ile
gerçekleştirilmesidir. Bu şekilde yarı mali işlemlerin oluşması engellenmiş olacaktır.
*
Harcama taahhütlerinde miktar tahmini yapılmalı ve kaynak gösterilmelidir.
Yapılan harcamalar için kaynak bulunamaması ciddi bir sorun oluşturmakta ve hükümetleri
mali disipline aykırı uygulamalara zorlamaktadır.
*
Sorumluluğun ve şeffaflığın temini için kamu giderleri ait oldukları dönemde
kaydedilmelidir. Bu kayıt sistemi, tahakkuk bazlı muhasebe olarak adlandırılır.
*
Program bütçe uygulamasına işlerlik kazandırılmalı veya performans bütçe
uygulamasına geçilmelidir. Bütçe mekanizması yeniden düzenlenmeli, icraat ile denetim
arasında denge sağlanmalıdır. Kesin hesap süreci, hükümetin hesap vermesini sağlayacak bir
mekanizma haline getirilmelidir.
*
Devletin borçları ile kaynakların genel dengesini gösteren bir raporlama
mekanizması (bir nevi devletin bilançosu) tesis edilmelidir. Bu genel denge için devletin
muhtemel yükümlülükleri ve özel mali riskler de gösterilmelidir.
*
Sayıştay’ın uygunluk bildirimi, hükümetin bir yıllık mali faaliyetlerini
değerlendiren bir genel rapor ile desteklenmelidir. Bunun yanında Sayıştay, borçlanma ve
diğer mali işlemlerle ilgili üç aylık raporlar ve belli konulara ilişkin denetim raporları ile
Meclis’i bilgilendirmelidir.
52

Benzer belgeler

kamu sektörüne dahil kamu idarelerinin tasnifi ve

kamu sektörüne dahil kamu idarelerinin tasnifi ve kazanmaktadır. Türkiye bu tabloyu daha fazla kaldıramaz. Jeolojik depremden korkulduğu kadar, toplumsal depremden de korkulması gerekmektedir.

Detaylı