İbn-i Sina - TDED - Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği

Transkript

İbn-i Sina - TDED - Türkiye Dil ve Edebiyat Derneği
Büyük Tıp kuramcılarından Osler’e göre Kanun, XX. yüzyıl da dâhil olmak üzere tıbbın
gelmiş geçmiş en büyük kitabıdır. XVIII. yüzyıla dek dünyadaki tıp okullarında temel
kitap olarak okunmuştur. Etkisi öylesine güçlüdür ki, doktor olmadan önce adayların
dekan huzurunda yapılan son sınavları İbni Sînâ’nın Kanun’undan yapılmıştır. Orta
Çağ’da İbni Sînâ’ya atıf yapmadan neredeyse tek paragraf yazılamazdı.
18
DİL ve EDEBİYAT
AY I N D O S Y A S I
Doç. Dr. PhD. Okan Bölükbaşı
Kendi tarih ve kimliğini bilmeyen,
bunun şuurunda olmayan hiçbir
kültürün anlamı yoktur. L.N. Gumilyof
İ
bni Sînâ’yı anlatmadan önce içinde yaşadığı
dönemin çevresel, tarihî ve kültürel özelliklerinden bahsetmek gerekiyor. Bugün yaşadığımız dünyanın temelleri XI. yüzyılda atıldı diyebiliriz. Toplumları bir araya getiren, yeni ulusların şekillenmesi ya da doğmasını sağlayan büyük bir
enerji birikmişti. Buna “Passionerlik” deniyor. Merkezi Asya’da Abbasi’lerin etkisindeki Turani Devletler ve onların doğusunda gevşek bir devlet örgütlenmesi olan dev bir Çin vardı. Asya’da bir vaha imparatorluğu olan Çin’in Batı’ya yayılmasını bu devletler önlüyordu. Harzemşahlar Devleti dev bir kimeradan ibaretti. Tarihçi Gumilyof, kimerayı iki ya
da daha çok milletli devletin (Topluluğun) aynı ekolojik bölgede yan yana yaşaması olarak adlandırıyor. Dünyanın en büyük süper güçlerinden Altınorda Hanlığı-Hazar Devleti zayıflarken, Hazar civarı Harzemliler tarafından zaptedildi. 1001’den
itibaren Gazne güçlenmeye başladı. Selçuklular
da 1031’den itibaren Horasan’a yayıldılar, meşhur
Dandanakan Savaşı, bu dönemde oldu. Türkçe konuşan, Turani devletler, Abbasi Devleti’nin zayıflamasıyla büyümeye ve giderek güçlenmeye başlamışlardı. Artık bu bölgede (Bugünkü Afganistan, Pakistan, Azerbaycan, Türkmenistan, Tacikistan, İran,
Kazakistan ve çevre ülkeler) birbirleriyle savaşıyorlardı. 1071’de Malazgirt, 1091’de ise Birinci Haçlı
Seferi başladı. İbni Sînâ’nın yaşadığı dönem, bu zamanlara karşılık geliyordu. Entrikalarla dolu saraylar,
bilim adamlarını koruyan ve kollayan sultanlar ya da
felsefeden ve felsefecilerden nefret eden Gazneli Mahmut gibi devlet adamları. VIII. yüzyıldan itibaren İslam uygarlığının hangi sebeple böyle bir gelişme gösterebildiğini anlamak için İbni Haldun ve
ünlü tarihçi Gumilyof’un yukarıda bahsedilen passionerlik tezini okuyarak bir fikir edinebilirler (Ekonomiçeskaya i sotsialnaya geografiya; problemı i prosAY I N D O S Y A S I
pektivı. L. 1984, s. 42-57). Ayrıca bu dönemde devlet katında etkili dinî görüşünün akılcı bir İslam yorumu olan Mu’tezile’ye yakın olduğu da dikkate alınmalıdır.
Halife Me’mun, ( 813-933) Bağdat’ta büyük bir
bilim merkezi (Beyt-ül Hikma) kurdu. Döneminde muhtemelen dünyanın en zengin kütüphanesine sahipti. Antikçağ Grek, Hint ve Pers bilimi ile
edebiyatı burada Arapçaya çevrildi. Akademi olarak
nitelediğimiz bu kurum; öncüleri olan Merv (İran),
Cundişapur (İran), Pumbadita ( Irak) ve Suna’daki
kimi Musevi kökenli bilim adamlarının akademileri
izliyordu. Doğudan gelen Budizm etkisi de oldukça güçlüydü. Arapça bilimin Helenistik temeli, burada atıldı. Ancak Bağdat, 955’ten itibaren bilimsel
ve kültürel önemini kaybetmeye başladı. Egemenlik,
Sasaniler, Bayatlar ve Samanoğulları gibi Turani devletler arasında gidip geldi.1 Harran (Urfa-Türkiye),
Endülüs’ten gelenlerin eksik olmadığı bir kitap değişimi ve entelektüel tartışmaların yaşandığı “Mahfel” niteliğine sahipti. Asker kökenli bir Türk ailenin soyundan gelen Farabi’nin burada, Endülüslü bilim insanları ile buluştuğunu biliyoruz. Dedesi Hazar İmparatorluğu’nda yüksek bir askerî rütbe olan
“Tarkan”dı. Bir Kıpçak prensesi ile (Knez Oleg) evlenmişti. Felsefenin Grekler’den alındığı suçlamasına
bizzat Farabi şöyle cevap verir: “Felsefe, kadim çağ-
DİL ve EDEBİYAT
19
larda, eski Irak halkı Kaldeliler’de gelişmiş ve oradan
Mısır’a geçmiştir. Grekler felsefeyi Mısır’dan öğrenmişlerdir. Felsefe aynı yolu izleyerek Mısır ve Süryaniler
aracılığı ile Müslümanlara dönmüştür.” Diğer büyük
kitap ve bilim merkezi İstanbul’du. Bağdat’taki Sahaflar Çarşısı da, Aristoteles Seminerleri’nin yapıldığı gayri resmî bir kongre merkeziydi. İşte İbni Sînâ
böyle bir ortamda yaşadı ve yazdı. En büyük şansı,
başından geçenleri oldukça ayrıntılı bir biçimde yazan ve günümüze ulaştıran Cürcânî gibi bir öğrencisinin olmasıdır. Örneğin Farabi’nin böyle bir şansı olmamıştı.
İslam egemenliği altındaki ulusların dili, kültürü
ve geçmişi ne olursa olsun bilim dilinde ortak lisan
olarak Arapçanın kullanımı benimsenmişti. Batı’da
Latince olan bilim dilinin karşılığı Doğu’da Arapçaydı. Türk, İranlı, Rum2 Yahudi ve Arap bilimciler; eserlerini kısmen Arapça yazmaları ve kısmen
de İslam devletlerinin hükümranlığında yaşadıklarından, kendilerine büyük bir hayranlık ve (Haçlı seferlerinin etkisiyle) saygıyla karışık bir korkuyla bakan Batı dünyasında Arabist (Ya da “Arabik”) ismiyle anılmışlardır. Farabi, Biruni, Razi, El Cebr, İbn
Sînâ, Harezmi, El Kufl, İbn Nafis ve eserleri Latinceye çeviren Maimonides, Hunayn İbn İshak, Bahtu Yeşu bu grup içinde ilk akla gelenlerdir. VII. yüzyılda ortaya çıkan İslam dini, antik çağ bilim mirasına
sahip çıkarak onu korudu ve geliştirdi. Bu dönemde Avrupa, koyu bir dinî baskı altındaydı. İncil’deki
İsa’nın iyileştirici gücü (Praeter naturam) kilisenin
tıbba sahip çıkarak onu dinsel dogmatizm sınırlarında uygulamaSînâ yol açtı. İsa’nın doğal temsilcisi kilise dışında kimse şifa dağıtamazdı. Greko-Romen
bilimi, kiliseye göre putperestlikti ve dolayısıyla İbn
Ebu Ali el Hüseyin İbni Abdullah İbni
Sînâ, Buhara yakınlarındaki Afsana’da
MS. 980’de (Hicri 370, Sefer), doğdu.
Babası, Samanoğulları Emiri Nuh İbni
Mansur döneminde Harmaysen adlı
bir köyde görevli idari memurdu. İbni
Sînâ’nın annesi, yakındaki komşu köy
olan Afsana’dandı.
20
DİL ve EDEBİYAT
Sînâ da putperestti.3 (!) Ancak bu “Kâfir” Sarasenlerin (Avrupalılar Müslümanlar için bu aşağılayıcı tanımı kullanıyorlardı) nasıl olup da her alanda kendilerinden bu kadar ileride olduklarına bir türlü akıl erdiremiyorlardı. Haçlı Seferleri’ni hazırlayan sebeplerin arasında bu ve benzeri psikososyal güdülerin olmadığını da kimse iddia edemez.
Batılıların ifadesiyle Arabistler, özellikle farmakoloji ve kimyada ilerleyerek distilasyon, kristalizasyon,
sublimasyon, redüksiyon, kalSînâsyon olaylarını tanımladılar. Alkali, alkol, eliksir, alembik, şurup kimyasallarını buldular. Matematiksel ve felsefi düşünceyi geliştirdiler. El Cabir, algebra ve algoritmayı tanımladı. Tıp biliminin aktarımında, hasta başı eğitimi
vurgulandı. Greklerin anlayamadığı scabies (Uyuz),
mediastinal abse ve tüberkülozu tanımladılar. Kılcal
dolaşım ve akciğerlerin çalışma ilkelerini açıkladılar.
Bu dönemde mükemmel akademik hastaneler kuruldu. Buralarda hem tıp eğitimi yapılıyor hem de
Greko-Romen eserler Arapça ve Farsçaya çevriliyordu. En ünlü akademiler; Edessa (Urfa), Cundişapur, Nizip ve İskenderiye’ydi. Sonraki dönemlerde
kurulan Sivas Divriği’deki Hastane (Darüşşifa), Cundişapur akademisinin bir kopyasıydı. Muhteşem bir
hastane olan bu kurumda seriyyiyat (hasta başı eğitim) uygulanıyordu. Bergama doğumlu hekim Galen ve İstanköy doğumlu Hipokrat, Arabistlerin piriydi. İslam inanışı, Arabistlere teşrihi yasaklamıştı.
Aslında bu yönde bir kesin dinî hüküm yoktu, ancak dönemin egemen güçleri bu yasağın olmamaAY I N D O S Y A S I
sı gerektiğini düşünüyorlardı. Arabistlerin anatomopatolojik bilgileri, hatalarla dolu olan Galenik öğretiye bağımlı kaldı. Ve ne yazık ki, neredeyse tümüyle doğru kabul edilerek benimsendi. Bu hataların
çoğu ancak XVII. yüzyıldan sonra düzeltilmeye başlanmıştır.
Buhara yakınlarındaki Afsana’da doğdu.
Arabist hekimler, Galen (Bergama) ve Hipokrat (İstanköy) dışında; Erasistratos (Keos, İskenderiye), Arkigenus (Apamea, Dinar), Rufus (Efes, Selçuk), Aleksander (Tralles, Aydın), Pavlos (Aegina,
Kapadokya)’un eserlerini Arapçaya çevirdiler. Bu
eserler Süryaniler, Endülüs Yahudileri (Maimonides), Gerard de Cremona (Tuleytula, Toledo) ve
Contantinus Africanus (Salerno) tarafından Latinceye çevrildi. Montpellier, Padua ve Salerno gibi “Özgür” üniversiteler doğmaya ve Arabistlerin eserleri ders kitabı olarak okunmaya başlandı. Bu özgür
üniversiteler, Papalığın doğrudan yetki alanı dışındaydı. Ancak tercümelerin kalitesi bazen çok kötü
olabiliyordu. Bu nedenle İbni Sînâ’ya yönelik eleştirilerin bir kısmı, tamamen bu bozuk ve yanlış tercümelerden kaynaklanmıştır. Bu durum bazı Avrupa
üniversitelerinde XVIII. yüzyıla dek sürdü. Arapların
İspanya’daki egemenliklerinin sona ermesinden itibaren (Reconquista), Hristiyan İspanya’da bazı tercüme okulları ve bunlara bağlı üniversiteler kuruldu. Arabistlerde çok daha iyi tercümeler yapılmaya başlandı. Kur’an da bu dönemde tercüme edildi.
Ebu Ali el Hüseyin İbni Abdullah İbni Sînâ, Buhara yakınlarındaki Afsana’da MS. 980’de (Hicri 370,
Sefer), doğdu. Babası, Samanoğulları Emiri Nuh İbni
Mansur döneminde Harmaysen adlı bir köyde görevli idari memurdu. İbni Sînâ’nın annesi, yakındaki komşu köy olan Afsana’dandı. Çocukluğunda babası İbni Sînâ’nın öğretiminde önemli rol oynadı. El
Mahmud’dan Hint matematiği ve cebir, Natili’den
Platon felsefesini öğrendi. Başka hocalardan da ders
aldığını biliyoruz. Bir İskit Türk’ü olan büyük bilgin
Razi’nin el- Havi (Continens) isimli, Kanundan hiç
de aşağı kalmayan müthiş eserini de okumuştu.
Özellikle çiçek ve kuduz hakkında tıp tarihinde ilk
ve en önemli bilgiler bu kitapta vardı. XIII. yüzyıldan
itibaren Montpellier Tıp Fakültesi, Arabist Tıp ekolünün kalesi olduğunda öğrenciler Kanun ile birlikte
El-Havi’yi de okurlardı. Velhasıl, iyi bir aileye mensuptu ve çok iyi bir eğitim almıştı. Gerçi Sînâ, Natili dışındaki hocalarından pek bahsetmemişti. BuAY I N D O S Y A S I
nun nedenini bilmiyoruz. Tıp bilimlerindeki hocası meşhur Curcani’ydi. Yaşam öyküsünde matematik, mantık ve felsefede çok başarılı olduğunu, muhtemelen kötü tercümeler nedeniyle anlayamadığı
Aristo metafiziğini Farabi’nin bir şerhini (Al-İbana)
okuyunca anladığını ve o günden sonra Farabi’ye
olan hayranlığının daha da arttığını söylemişti. Müthiş bir hafızaya sahipti, küçük yaşta Kur’an’ı ezberledi. Tüm Grek filozoflarının (Bulabildiği tercümeleri)
kitaplarını hocaları ile çalışıyor, Hint ve İslam uygarlığının mevcut tüm eserlerini inceliyor. Biraz daha
büyüyüp 18 yaşına geldiğinde, zamanının tüm bilimlerine vakıf olduğunu belirtiyor. Sînâ’ya göre tıp, basit bir bilim dalı. Halife Nuh bin Mansur’u tedavi için
saraya davet edildiğinde henüz 17 yaşında olmasına rağmen ünü ülke sınırlarını aşmıştı. Tedavi başarılı olunca, saray kütüphanesinin başına getiriliyor.
Bu Sînâ gibi bir beyin için eşsiz bir fırsat. Böylece,
tüm dünyanın bilim hazinesine sahip oluyor. “Ömrümde görmediğim hatta adını bile duymadığım kitapların varlığından haberdar oldum” diyor. Bu fırsatı
DİL ve EDEBİYAT
21
iyi kullanıyor ve anlaşılan gelecekte yazacağı eserlerin alt yapısını, en azından zihinsel hazırlığını, burada
yapıyor. Henüz 21 yaşındayken bir bölgenin valiliğine atandı. Harmaysen olabilir. Babası ölünce yerine
geçmesi o devirde tabii bir uygulama idi. Emir ölünce Buhara’dan ayrılmaya karar verip Harzem’e gitti. Burada Biruni ve devrin diğer önemli bilginleriyle dostluk kurdu. Gürgenç’e geçerek Memuni Emiri
Ali bin Memun’un hizmetine girdi (1012). Bir süre
sonra Horasan üzerinden Batı’ya giderek Nesa,
Tus, Semerkand, Cacerm, üzerinden Cürcan’a ulaştı. Burada fazla kalmadan Rey’e geçti.
İbni Sînâ’nın babası ve ağabeyinin İsmaili tarikatına mensup olduğuna dair rivayetler var. Bu tarikat,
yeni Platonculuğa yakındı. İbni Sînâ’nın eserleri dikkatle incelendiğinde ise onun Hanefi olduğu tartışmasız bir biçimde ortaya çıkıyordu (D. Gutas). Onu
İsmaili ya da Batıni göstermek isteyen ciddi çabalar olsa da (H. Corbin başta olmak üzere) bu girişimlerin altında siyasi nedenler yatmaktaydı.4 Rahat edeceğini ve ilmine saygı gösterileceğini umarak Rey’e gitti. Emir Mecd’ud-Devle’yi iyileştirince
vezirliğe getirildi. Bir süre sonra iç siyaset kavgaları nedeniyle hapsedildi. Emir yeniden hastalanınca
hapisten çıkartıldı. Emiri bir defa daha tedavi etti.
Bu süre Hemedan’da çalışmış ve rahat etmişti. Emir
ölünce dostu İsfehan emirinin (Kakuyi hükümdarı
Alâü’d-Devle) yanına gitmek istedi ama Büveyhi saray veziri Tacülmülk tarafından yakalanıp Ferdecan
Kalesi’ne hapsedildi. İsfehan Emiri, Hemedan’ı kuşatıp Sînâ’yı kurtararak danışmanlığa getirdi. Bundan sonra ölene dek rahat bir hayat yaşadı. Sultana
askerî bir harekâtta eşlik ederken, dizanteriye benzer bir hastalığa yakalandı. Kendini tedavi edecek
ilaçları hazırlatıyor, söylentilere göre hırsızlık yapan
hizmetkârları durum efendileri tarafından anlaşılmasın diye, ilaç karışımındaki afyonu tarifin gerektirdiğinden çok daha fazlası miktarda koymuşlar böylece Şeyh-ül Reis’i zehirlemişlerdi. Öleceğini anlayınca
tüm tedavileri kestirip, yardım taleplerini reddetti.
Yeterince yaşadığını ve artık “dinlenmek” istediğini
söyleyerek hayata gözlerini yumdu. Öldüğünde henüz 57 yaşındaydı.
Ölümünden sonra Halife El Müstencid kamu ve
özel kütüphanelerdeki tüm İbni Sînâ eserlerini toplatıp yaktırdı.
anıtmezara taşınırken, Sovyet kriminal antropologlarınca incelenmiştir. Kafatası 57 yaşında sağlam yapılı, eksiksiz dişleri olan, güçlü burunlu bir kişiye aittir. Diğer ayrıntılı antropolojik özellikler kafatasının
Turani bir ırka mensup olduğunu göstermiştir. Ayrıca Sînâ’nın eserlerinde Türk halklarının geleneksel,
sosyal özelliklerini çok iyi bildiğine dair sayısız işaret ve bölüm vardır. Kımız ve kısrak sütünü bilmesi (Çiçek hastalığı bahsi), sık sık Türk halk tababeti ilaçlarından bahsetmesi, tutmaç gibi bugün de bilinen Türkmen yemeklerini zikretmesi bazı örneklerdir. Türkçe yazdığı bir şiir bulunmuştur (Ali Emiri
Kütüphanesi, 685 numaralı yazma eser, varak 219).
Arkadaşı Birunî (Ya da Beyrunî, Ebu Reyhan el; ünlü
bir gökbilimci idi) ile düzenli olarak görüştüklerini,
mektuplaştıklarını, ilmî münazaralarda bulunduklarını biliyoruz. Birunî, Orta Asya topografyası ve coğrafyası üzerinde bugün için bile mükemmel denilebilecek gözlemler yapan ilk Türk bilim insanıdır.
Hatta, “Türkmen” kelimesinin etimolojisini açıklayan ilk Müslüman yazardır ( Sakali MA: Obraz kon-
Türkçe şiir yazmıştı…
Hemedan’daki mezarından çıkan kemikleri yeni
22
DİL ve EDEBİYAT
AY I N D O S Y A S I
ya v turkmenskih ruskih narodnıh skazkıh, ITFAN
SSSR, 1945; n3-4: s86). İlaç bilim üzerine yazdığı
meşhur eseri Kitab-al Saydala’nın girişinde “lisan-ül
ilim” Arapça olduğu için Türkçe yazmadığını / yazamadığını belirtmiştir.
Abbasiler, siyasi bir güç olarak Arapçayı kullandılar. Şüphesiz Atlantik Okyanusu’ndan Çin
Denizi’ne kadar uzanan topraklarda ticaret, bilim
ve diplomasi dili olmanın sınırsız avantajları vardı. İslam ülkelerinde yaşayan bir âlim, korkusuzca Endülüs’ten Afrika’ya, Anadolu’ya, Hazarya’ya,
Bağdat’a, Cundişapur’a, Harran’a gidebilir. Münazaralara katılabilir, mesleki faaliyette (Gerekli ruhsatları haiz ise ki bu şimdikinden daha fazla ciddiye alınırdı!) bulunabilirdi. Tabii ki yerel emir ya da beklerle takışmamak koşulu ile. Ancak İbni Sînâ’nın ilk
kuşak öğrencisi Yusuf Has Hacib “Görevi” yerine
getirecek ve dünyaya Türkçenin bilim dili olduğunu ispatlayan Kutadgu Bilig’i yazacaktır (bk. A. Terzioğlu). Onu Kâşgarlı Mahmud izledi, 1074’te, Divanü Lugati’t-Türk’ü yazdı. Dikkat edilirse zamanlama, yerler (Coğrafya), isimler, kimlikler, bilimsel sonuçlar, dünya tarihinde oynadıkları rol; hiçbiri tesadüf değildir. Bu dönemde İslam dünyasının Batı’dan
aldığı hiçbir şey yoktur. Batı her bakımdan çok geri
kalmıştır.
En ünlü eseri Tıp Kanunu (Kitab al Kanun Fil
Tıbb) dört ana bölüm ve bir ek ile birlikte beş bölümden oluşur. Batı’da 35 ila 53 kez (Kesin sayıyı tam olarak bilinmiyor basılmış ve XVIII. yüzyıla
dek tıp okullarında temel kitap olarak okunmuştur. Eski Latince baskılarından birindeki bir gravürde
İbni Sînâ, Hz. İsa ve Hz. Meryem’in arasında resmedilmiştir. Etkisi öylesine güçlüdür ki, doktor olmadan önce adayların dekan huzurunda yapılan son
sınavları İbni Sînâ’nın Kanun’undan yapılmıştır (Münih ve Ingolstadt Tıp Fakülteleri yönetmelikleri).
Brüksel Tıp Fakültesi’ndeki İbni Sînâ seminerlerine
ise ancak 1902’de son verilebilmiştir. Orta Çağ’da
İbni Sînâ’ya atıf yapmadan neredeyse tek paragraf
yazılamazdı. Bunun bir sonucu olarak Sînâ ve diğer Arabistlerin Latince tıbba soktukları Arapça terimleri ayıklamak için XIX. yüzyılda özel bir komisyon kurulmuştur. Buna rağmen Tam olarak ayıklamak mümkün olamamıştır. Bugün çağdaş iç hastalıkları kitabı Harrison’un son baskısı 6 editör liderliğinde 260 civarında dünyaca ünlü uzman tarafından
yazılmıştır. İçinde 2.6 milyon kelime olduğu hesaplanmıştır. Sînâ’nın Kanunu 1 milyondan fazla kelime
AY I N D O S Y A S I
Henüz 21 yaşındayken bir bölgenin
valiliğine atandı. Harmaysen olabilir.
Babası ölünce yerine geçmesi o
devirde tabii bir uygulama idi. Emir
ölünce Buhara’dan ayrılmaya karar
verip Harzem’e gitti. Burada Biruni ve
devrin diğer önemli bilginleriyle dostluk
kurdu.
içerir, çoğu zaman kale zindanlarında, mum ışığında ve herhangi bir başvuru kaynağına bakma imkânı
bulamadan (İrticalen) yazılmıştır. Büyük Tıp kuramcılarından Osler’e göre Kanun, XX. yüzyıl da dâhil
olmak üzere tıbbın gelmiş geçmiş en büyük kitabıdır. Tıp, ilk kez bu kitapta temel ve klinik bilimler
olarak ayrılmış, çocuk psikiyatrisi bölümleri, bugün
için bile kullanılır durumdaki ilaç terkiplerinin yer aldığı bir farmakoloji-toksikoloji eki, yer almıştır. Karaciğer, sinir, cilt, kan hastalıkları konuları verdiği bilgiler ve işleniş biçimi olarak hayranlık uyandırıcıdır.
Kalp hastalıkları, ağrı ve nabız konularında bilgiler
veren kitapları da vardır. 22 nabız türü ve bunların
hangi durumlara işaret ettiğini çok ayrıntılı ve doğru
biçimde anlatmıştır. On beşe yakın ağrı türü tarif etmiş (Kesici, delici, batıcı, ezici gibi) bunların anlamlarını kaydetmiştir. İbni Heysem gibi göz fizyolojisinde doğru tespitlerde bulunmuş, optik ilkeleri doğru olarak açıklamıştır. Bu bilgileri doğru yorumlamayı başaran Bacon’un, göz merceği ile ilgili eserine ilham vermiştir. Bilindiği kadarıyla tıpta ilk kez “Gözle görülmeyen, hava ve su yoluyla bulaşan hastalık yapıcı küçük canlılar” diyerek mikropların varlığından bahsetmiş, o güne dek karıştırılan çiçek ile
vebayı, cüzzam ile fil hastalığını, akciğer iltihabı ile
akciğer zarı iltihabını birbirlerinden ayırarak farklarını göstermiştir. Humma nedenlerini ve çeşitlerini
anlatmış, çevresel, kişisel, besinsel, irsî vb. etmenlerin hastalıklar ve seyirleri üzerindeki rollerini ayrıntılı
olarak anlatmıştır. Nörolojik hastalıklarla psikiyatrik
hastalıkları birbirinden ayırmış, psikosomatik hastalıkların nedenleri üzerinde durmuştur. Menenjiti özgül bir hastalık olarak tarif ederek “Uttaş” şeklinde
isimlendirmiştir. Hastalığı tarifi tamamıyla doğrudur.
DİL ve EDEBİYAT
23
Birçok tıbbi cihaz ve uygulama geliştirmiş, çoğunun
önemi anlaşılamamış, kimisi kaybolup gitmiştir. Günümüz tıbbının gündelik uygulamaları arasında en
çok kullanılan malzeme olan kateterler onun buluşudur. “El- kassıtır” olarak kullandığı tabir (Sokulup ilerletilen), Latinceye “Catheter” olarak geçmiştir. Meşhur “Ayıklama” komisyonunun değiştirmeyi
unuttuğu on binlerce terimden biridir.
Kanun’undaki tıbbı anlayabilmek için önce İbni
Sînâ’nın manevi üstatları Hipokrat ve Galen’i bilmek gerekir. Birçok diğer Grek tıp yazarları arasında önde gelenler bunlardır. Antikçağın en ünlü hekimlerinden biri Hipokrat, kendi adıyla anılan tıp
okulunun kurucusuydu. “Tıbbın Babası” adıyla anılır. Olasılıkla, MÖ. 460-361 yılları arasında yaşadı.
Larissa’da ( Teselya ) öldüğünde 100 yaşını geçmiş olduğuna dair rivayetler vardır. Ardında, kendisine atfedilen 70 eser bırakmıştır. Tarihçiler, böyle
bir kişinin gerçekten yaşayıp yaşamadığı konusunda şüpheli. Hipokratik bilgilere göre tıp mesleğini
icra eden hekimlere “Hipokratik” sıfatı verilmekte-
dir. Platon ve Aristoteles ondan saygı ile bahsederler (bk. Platon, Phaidron). Bazı Eski Çağ yazarları,
sadece kendi öğretisinin tanınması için Hipokrat’ın
İstanköy Kütüphanesi’ni yaktığını yazarlar. Bu eserlerin bir kısmının öğrencileri tarafından, Hipokrat’ın
ölümünden çok sonra yazıldığı ve içlerinde birbirleriyle çelişen görüşler olduğu belirtilmektedir. Ancak
Hipokrat, başta Platon ve Aristoteles olmak üzere büyük düşünürleri daha antikçağda bile etkilemiş, Arapça bilimin doğmaSînâ büyük katkıları olmuş, Arapça bilimin Latinceye çevrilmesi ile rönesans hareketini de etkilemiştir. Tıp ahlakı ve tıbbi
olaylarda gözlem yöntemine verdiği önem bugün
bile dikkat çekicidir. Tıpta Hipokratik yemin geleneği (Hipokrat Yemini) hemen hemen bütün dünya tarafından benimsenmiş ve kullanılagelmiştir. Hipokrat ya da Hipokratik tıp geleneğini bu derece
önemli yapan ve etkisinin yüzyıllar boyu sürmesini
sağlayan şey nedir? Bunun birkaç nedeni var; birincisi, tıp mesleğinin ahlaki kurallara bağlı olduğu vurgulaması ve mesleği “Ulvi” bir idealizme büründürmesidir. Hipokrat bunu boş inançlar, gizemcilik üzerine değil tamamıyla doğal sebeplere dayalı (Naturalist) bir tıp düşüncesi üzerine oturtarak yapmıştır. Tıbbın, zor öğrenilen ve öğrenimin tüm yaşam
boyu sürdüğünü vurgulayan ünlü bir aforizmasında
(O Vios Makris i Tehni Trakhis)
Hayat kısa,
Sanat uzun
Fırsat anlık
Tecrübe riskli
Karar vermek zor demektedir. Tedavide beslenmenin niteliği üzerinde son derece ayrıntılı biçimde
durmuştur. Hastalıklarla beslenme özellikleri arasında doğrudan ilişki kurmuş; dinlenme, egzersiz, seçilmiş bazı vakalar için hacamat, lavman, terletme
uygulamaları önermiştir. Diyetetik (Doğru beslenme), iyileştirme sanatının temelidir. Hipokrat’a göre
insanlar, hayvanların aksine, işlenmemiş gıdaları tüketemez. Bu yüzden ilk “Aşçı”, aynı zamanda “İlk
hekim”dir. Cerrahi uygulamalar da Hipokratik gelenekte önerilmekle beraber bu karar ancak çok ayrıntılı bir inceleme ve karar mekanizması uygulandıktan sonra verilebilir. Hipokratik tıp invazif (Girişimsel) uygulamaları son çare olarak görse ve kaçınsa bile oldukça iddialı cerrahi tedavi yöntemlerini
de tanımlamıştır. Dağlama yöntemi bunlardan biridir. Özellikle Araplar tarafından benimsenen bu uy-
24
DİL ve EDEBİYAT
AY I N D O S Y A S I
gulama Avrupalılar tarafından Haçlı Seferleri sırasında öğrenilmiş ve kullanımı Batı dünyasında yaygınlaşmıştır. Hipokrat’ın eserleri Batı Tıbbı’nın temellerini oluşturmuş, hastalıktan ziyade “hasta”ya öncelik vermiş, kuramdan ziyade “gözlem” üzerinde
durmuş, felsefi görüşlerden ziyade tecrübe ve gerçeğe saygı esası düşüncesinin temellerini oluşturmuştur. Doğrudan girişim ya da köklü değişimlere
yol açacak (Radikal cerrahi gibi) tedavi uygulamaları yerine ağırbaşlı/sağduyulu yaklaşımı sağlık vermiştir. Bu görüşü, günümüz tıp eğitiminin temel düsturlarındandır ve doktorlara tedavi konusunda karar verme aşamasında bir uyarı olan “Öncelikle; Zarar Verme” (Latince; primum nihil nocere) aforizmasında özetlenir.
Galen, (Claudius Galenos). MS 130-203. On
sekizinci yüzyıla kadar Doğu ve Batı tıbbını etkilemiş çok ünlü bir hekimdir. Bergamalıdır. Stoacı bir filozof, mantık ve doğa bilginidir. Doğu tıbbında Calinos (Ya da Calinus Hekim) olarak anılmıştır. Bergama’da doğmuştur. Bergama’da tıp eğitimine başlayan Galen, daha 16 yaşındayken üç kitap yazmıştır bile. Tıp eğitimini Korintos, İzmir ve
İskenderiye’de sürdürerek, 28 yaşında doktor olur
ve mesleğe Bergama’da, gladyatörler okulunda cerrahlık yaparak başlar. Bu sayede, anatomi öğreniminin kısıtlamalar yüzünden (İnsan cesetleri üzerinde çalışmak yasaktır) son derece sınırlı olduğu
bir devirde, yaralı gladyatörler üzerinde canlı anatomi öğrenme olanağı bulmuştur. Asklepius tapınağında da çalışmış ve iyi bir hasta çevresi elde etmiş, Batı Anadolu’da büyük üne kavuşarak, 32 yaşında Roma’ya gidebilmiştir. Roma, dönemin en büyük cazibe merkezidir. Ancak Roma’da tıbbın ileri olduğu söylenemez. Açığı M.Ö. 219’dan itibaren
Roma’ya gelen Grek hekimler kapatmaya çalışmıştır. Galen burada da çok başarılı olur. Ünü, imparatora kadar ulaşır. Roma imparatorları Marcus Aurelius, Commodus ve Septimus Severus’un şahsi hekimliğine kadar yükselir. Sonraki imparatorlara da
hizmet etmeyi sürdürerek kitaplarını yazar. Hayatı boyunca tek amacı, tüm hipokratik kuramları tek
bir çatı altında dikkatli klinik gözlem ve hayvan deneylerinde edindiği bilgilerin süzgecinden geçirerek
toplamaktır. Sicilya‘da öldüğünde arkasında 80 tanesi günümüze kadar ulaşan 500 den fazla eser bırakır.
Hekim, aynı zamanda bir filozoftur
AY I N D O S Y A S I
Galen, tıbba katkıları konusunda çok da alçak
gönüllü değildir. Bir eserinde kendinden şu şekilde bahsetmektedir, “Trajanus Roma İmparatorluğu
için her ne yaptı ise, ben de aynı şeyi, en az onun kadar, tıp için yaptım (…) hastalıkların tedavisinde izlenecek doğru yöntemi tek başıma gösterdim.” Meslektaşları konusunda da keskin bir hiciv sergiler, “Haydutlarla hekimler arasındaki yegane fark, mesleklerini
icra ettikleri işyerleridir. Haydutlar dağlarda çalışırken,
hekimler Capitol’ü kullanır” Meslektaşlarının tümü,
onun gözünde aptallar sürüsüdür.
Galen’e göre hekim, aynı zamanda bir filozoftur.
Bu yüzden gerçek hekim, felsefenin üç dalında yetkinlik sahibi olmalıdır. Mantık, fizik ve ahlak. Ancak
böyle bir bilgi ile hekim hastasının (Dolayısıyla tanrıların) hayranlık ve saygısını kazanır. İdeal hekimlik
maddi beklentiler için değil, insan sevgisi için yapılmalıdır. Galen, kendisini, gerçeğin peşinde yılmadan
süren araştırmada, ne kadar çaba harcanırsa harcansın istediği her şeyi keşfedemeyeceğini anlayan
bir akademisyen olarak görmüştür. Kendisi hakkındaki bu yorumu akla Goethe’nin ölümsüz bir eser
hâline getirdiği, Dr. Faust’u getirir. Ortaçağ’da geçen bu Alman halk masalında, tipik bir simyacı olan
Faust, her şeyi kavrayabilmesi karşılığında ruhunu
şeytana satmıştı. Bu istek (Bir lanet gibi) günümüz
doktorunun da bilinçaltında sürmektedir. Günümüzde de tıbbi olayların ardındaki sırların tümüne
vakıf olma isteği ve aşırı heyecanı içindeki doktorDİL ve EDEBİYAT
25
lar için “Faustus Sendromu” tanımı yapılmaktadır.
Galen’e göre, doğanın amaçları ve bunları yerine getirecek donanımı vardır. Dört nitelik ve dört
sıvı arasındaki dengelilik ilkesi doğa için elzemdir.
Anatomi, parçaların anlamını gösterir ve bu nedenle “Mükemmel İlahiyat” için anatomi araştırmaları
eşsiz birer kaynaktır. Anatomist, bu araştırmalarla
Yaratıcı’nın güç, hikmet ve tanrısallığını görür. Mademki doğa amaçlanmıştır, hiçbir şey gereksiz değildir ve mükemmel bir hikmetle davranır, o hâlde,
her yapı uygun görevi yapmak için düzenlenmiştir.
Galen, anatomi çalışmalarını domuz, öküz ve maymun gibi hayvanlar üzerinde yaptığını saklamamıştır. Ancak olasılıkla insan anatomisine dair doğrudan gözlemleri de olmuştur. Ancak insan ve hayvan anatomisinin tıpatıp aynı olduğu ilkesini benimseyerek gözlemlerini insanlardaki de aynıymış gibi
yazmıştır. Kas ve iskelet sistemini genel olarak doğru tanımlarken, dolaşım sisteminde de kan dolaşımını bulmaya yaklaşmış, sinir sistemini “motor” ve
“duyusal” olarak doğru bir biçimde ikiye ayırmayı
da başarmıştır ancak iç organlarda bu kadar başarılı değildir. Kalbin sağ karıncığında kanın akciğerden
gelen hava ile karıştığını zannediyordu. Beyin kan
dolaşımını da hatalı olarak sığırlardaki gibi tanımladı. Böylece, büyük otoritesinin gölgesindeki birçok
hekim-bilgin, “Galen yanılmış olamaz!” diyerek, bulgularını kayıtsız şartsız kabul etti. Bu durum, Paracelcus un XVI. yüzyılda bu duruma karşı çıkıp tüm
dogmatik bilgileri şiddetle reddetmesi; Galen, Hipokrat ve İbni Sînâ’nın eserlerini halkın önünde yakarak dogmatizmi lanetlemesiyle değişmeye baş-
Hemedan’daki mezarından çıkan
kemikleri yeni anıtmezara taşınırken,
Sovyet kriminal antropologlarınca
incelenmiştir. Kafatası 57 yaşında
sağlam yapılı, eksiksiz dişleri olan,
güçlü burunlu bir kişiye aittir. Diğer
ayrıntılı antropolojik özellikler
kafatasının Turani bir ırka mensup
olduğunu göstermiştir.
26
DİL ve EDEBİYAT
lamış ancak bilimde deneysel yöntem ancak XVIII. yüzyıldan sonra yaygınlaşabilmiştir.
Galen, Hipokrat gibi, hastalıkların doğal nedenleri olduğuna inanmıştır. Tedavi konusunda ise
Hipokrat’tan ayrılır. Onun gibi “Zarar Vermeme”
ilkesini uygulamak yerine derhal harekete geçmeyi önerir. Kan alma (Hacamat), hemen hemen (Kanama dahil) her tıbbi sorun için önerdiği bir tedavi yöntemidir. Lavman, kupa çekme, açlık diyetleri
de sıklıkla önerdikleri arasındadır. Bu tedaviler tüm
Orta Çağ ve Rönesans boyunca uygulandığı gibi etkileri günümüzde de (Anadolu Halk Tababeti) sürmektedir.
Kanun, ancak, yukarıda özeti verilen Galen ve
Hipokrat’ın kuramları bilinir, hastalıklara ilişkin fizyopatolojik tahlilleri çözümlenebilirse anlaşılabilir. İbni
Sînâ genel olarak “Humoral Teori” denilen bu temel görüşe bağlı kalmıştır.
Sînâ’ya göre hekim, asla hastasından ümidi kestiğini belli etmemeli, tüm gücü ve bilgisiyle sonuna
kadar hastalıkla mücadele etmelidir. Bu durum, hipokratik geleneğe terstir. Bu nedenle Hipokrat Yemini metninde bulunmaz. Çağdaş tıbba en uygun
olan, İbni Sînâ’nın yaklaşımıdır.
Avrupa da ilk nöroloji kitabı 1549’da basılmıştır.
Yazarı Hollandalı doktor J. Pratensis’in yazdığı “De
cerebri anatome” adlı bu kitapta Arabistlerin etkileri
hemen dikkati çeker. Dolayısıyla Galenik hatalar aynen tekrarlanmıştır. Kanun’daki bazı anatomik hatalar
(Galenik), XIII. yüzyılda Kanun’a bir şerh yazan Endülüslü İbn-ül Nafis tarafından düzeltilmiştir. Nafis, küçük kan dolaşımını da bulmuştur. Ama kimse bu buluşun önemini anlamaz. Önce 1553’te Miguel Serveto (Ki daha sonra Cenevre’de engizisyon tarafından yakılarak cezalandırılmıştır), sonra 1559’da Realdo Colombo bu bulguları yeniden yayımlar. Harvey
muhtemelen bu eserleri okumuştur. İngiliz Kilisesi’nin
ülkeden kovduğu William Harvey, Padua’ya giderek
orada ders verir. Harvey’ in kan dolaşımını tanımladığı ünlü kitabı “De Cerebri anatome; cui accessit descriptio et usis” 1664’te Londra’da basılmıştır.
Hâlâ, kan dolaşımını ilk kez onun tarif ettiğine inanılır. Ancak aydınlanma başlamıştır ve Avrupalı bilimciler; çoğu kez canları pahasına, Arabistleri okumaya, tartışmaya ve onların hatalarını serbest deney ve
gözlemle aşmaya başlar. Değeri epey sonra anlaşılabilen anatomi kitabı De Corporis Humani Fabrici
Lipri Septem (Andreas Vesalius, 1543) Batı Tıbbının
aydınlanmasını müjdeler. Gerçek insan teşrihlerine
AY I N D O S Y A S I
(Dissections) dayanan ve oldukça bağımsız anatomik gözlem ve işlevsel açıklamalardan oluşan bu kitabın etkisi neredeyse bir devrim niteliğinde olmuştur.
Hâlbuki Vesalius bir İbni Sînâ hayranıdır. “Kanun”un
kötü tercümelerinden bıkmış, daha iyi anlamak için
Arapça öğrenmiştir.
Sînâ, vücutta üç ruh (Güç) olduğunu söyler
İki ünlü Hollandalı doktorun kitabından bahsetmekte yarar vardır; ilki bir Sînâ hayranı olan
Forestus’un Observationum et Curationum Medicinalium ad Chirurgicorum Opera Omnia (1654)
adlı eseri ile Rembrandt’ın ünlü tablosu Dr. Tulp’un
Anatomi Dersi’nde resmedilmiş Dr. Nicholaas
Tulp’un Observationes Medica (1641) isimli eserleridir. Her iki kitapta Sînâ’nın tartışılmaz, mutlak
otoritesini her sayfasında hissettirir. Kitaplarda takdim edilen hastalardaki klinik sorunlara ilişkin açıklamalar, tamamiyle Kanun’daki fiyopatolojik tahliller
ışığında yapılmıştır. Sonuçta da aslında hiçbir tıbbi
yenilik getirmemiş, Kanunu’un daha geniş bir çevirisi, şerhi olmanın ötesine geçememiştir. Nörolojinin
kurucuları arasında gösterilen Sylvius’un Opera Medica adlı yapıtındaki Hareket Bozuklukları bahsi satır
satır Kanun’dan alınmıştır.
İbni Sînâ’ya göre vücudu yöneten güçler vardır.
Bu düşünce önce Aristo sonra Galen’den geliştirilerek alınmıştır. Sînâ, vücutta üç ruh (Güç) olduğunu söyler, Nefsani (Animae), Tabiyyei (Naturae) ve
Hayvani (Vitae). Kanun’da organlar nemli ve kuru
olarak ikiye ayrılmıştır. Beyin ve omurilik nemli organlar arasında sayılır. Hareket ve duyu sinirleri ise
kuru organlar ararsında sayılır. Periferik sinirler basit
organ, beyin temel organ olarak adlandırılır. Tarihte ilk kez beyincik vermis kısmı ile beyinsapı cnucleus caudatus, bölümlerini tanımlamıştır. Anatomik
kafa çiftlerini kısmen Galen’e benzer biçimde tarif
etmiş, optik kiyazma ve pupillayı ve bunların görme
fizyolojisindeki rolü dönemin Tabiyyei Güç kuramı
ile açıklanmaya çalışılmıştır. Tarihte ilk kez İbni Sînâ
periferik sinir yaralanmalarının cerrahi olarak onarılabileceğini anlatmış ancak bunu uygulamak XVI.
yüzyılda mümkün olmuştur. Ferrara’nın Milano’da
1594’de basılan kitabında İbni Sînâ’ya ait bu yöntemin uygulaması anlatılır (Observationum Chirurgicarum, Observatio XVII: De Modo Consuendi
Nervos Magnos İncisos).
Leonarda Da Vinci’nin notlarındaki birçok fikri
de (Bir kısmını uygulamaya sokmuştur), İbni Sînâ’da
AY I N D O S Y A S I
görüyoruz. Özellikle Da Vinci’nin anatomisi Sînâ’ya
çok benzemektedir. Sînâ’nın bulduğu ve ayrıntıları ile şekillerini çizdiği çıkrık, kaldıraç, kama, palanga sistemlerini buna ekleyebiliriz. Yazılarında İbni
Sînâ’dan alınmış Arapça terimlere rastlanır. Ama o
da, aynen Descartes ve diğerleri gibi tepe tepe kullandığı fikirlere asla atıf yapmamıştır. Descartes’ın
meşhur “Dualite”’si ve “Uçan Adam-L’homme Volant” örnekleri, tamamıyla Sînâ’dan aşırılmıştır (Renatus Descartes, L’Homme, 1664). Düşün hayatı
üzerinde yarattıkları zincirleme etkilerle Avrupa’da
“Renaissence”ın fikri mimarisini, zihinsel vasatını
hazırlayan Arabistler, kendi ülkelerinde bu etkileri
uyandıramadılar. Bu durumun nedenleri bu makalenin amacını bir hayli aşmaktadır.
İbni Sînâ’nın iki yüzün üzerinde olduğu sanılan eserleri genel olarak değerlendirildiğinde; felsefi düşüncesini bütünlük içinde sistematik olarak
ifade edemediği ancak ilgilendiği konularda ansiklopedik tanımlamalar yaptığı şeklinde eleştirilmiştir.
Ancak bu durum, en azından, tıp için geçerli değildir. Kanun, tüm eleştirilerin ötesindedir. Kanun’un
ilk Latince baskılarından biri muhtemelen 1187’de
Tuleytula’da Cremona’lı Gerard tarafından çevrildi.
İbni Sînâ’nın Latincede Avicenna olarak tanımasının
nedeni, tercümanların daha çok Yahudi olmaları ve
İbranice İbn- in karşılığı olarak “Aven”in konulmasıdır. İbni Sînâ’nın en kapsamlı yapıtı, tüm öğretilerini kapsayan Şifa’dır. Nacat (Şifa’nın özeti), Al İşarat v’al Tanbihat, Al- Hidaya (Mantık, doğa ve tanrı
DİL ve EDEBİYAT
27
bilim), Hikma-i Alai, Al-Hikmat al-Maşrikiyya, Kitab
al Kanun Fi’l Tıbb, Tis Rasa’il f’il-Hikma va’l- Tabiiyat
ve ruh bilimi üzerine Kitab al-Nefs; en önde gelen
eserleridir. Musiki hakkında yazdığı eserde ses perdeleri, duraklar, dizgeler, rtimler hakkında makaleler kaleme almıştır. Çok seslilikle ilgili tamamen yeni
açıklamalar yapmış, stenografi benzeri harf ve işaretlerle ilk kez noktalama düzeni geliştirmiştir. Öğrencisi İbni Zeyla ise bu bilgileri geliştirerek daha
mükemmel bir nota düzeneği yapmayı başarmıştır. Buna rağmen Osmanlılar bu bilgilerden bihaber
görünmüşlerdir. Osmanlı musiki eserlerini kaybolmaktan, bir nota kayıt düzeneği geliştiren Dimitri
Kantemir (Kantemiroğlu, 1673-1723) kurtarmıştır.
Romanyalı olup devşirilmiş ve devlet adamı olarak
yetiştirilmişti. Saray çevrelerinde iyi bir eğitim aldı.
Osmanlı musikisine hem eser hem de nazari anlamda büyük katkıları oldu. Boğdan Voyvodası iken
Osmanlı’ya isyan etti. Çok kültürlü, büyük bir münevverdi. Ama İbni Sînâ’nın kitapları incelenseydi,
bunlar 550 yıl önce yapılabilirdi. İbni Sînâ, müzikle matematik arasındaki ilişkiyi oldukça ayrıntılı ele
alarak muazzam bir “Musiki Nazariyesi” geliştirmiş;
ruhsal hastalıkların tedavisinde kullanımını önermiştir ki her nasılsa Selçuklu ve Osmanlı Tıbbı bu öğüde uymuştur. Jeoloji, jeodezi, coğrafya, mineroloji,
meteoroloji, litolojiyi ayrı ayrı ele almış; sayısız katkıları olmuştur. Astroloji ve simyayı tümüyle reddetmiştir ki bazılarına göre en büyük başarılarından
biri, budur. Bitki histolojisi, anatomisi ve fizyolojisine
dair gözlemleri eşsizdir ve sahasında ilktir. Botanik
terminolojisinin gelişimi için sağlam bir temel oluşturabilecek yapıtı (Liber Plantis), unutulup gitmiştir.
İbni Sînâ felsefesi, Orta Çağ felsefesinin temel
özelliklerini yansıtır. Deneyci ve akılcıdır. Batı’da Saint Thomas Doğu’da İbni Sînâ, skolastiğin en büyük
temsilcisi sayılır. Ona göre ruh manevi bir cevherdir. Ruh beden olmadan kendini bilebilir mi? Eğer
bu mümkünse o gerçekten bedenden ayrı ve bundan dolayı da manevi bir cevher demektir. Bunu
anlamak için boşlukta asılı duran ve organları birbiri
ile hiçbir şekilde irtibatlı olmayan bir adam düşünelim. Bu adam, dış çevreden hiçbir uyaran da alamasın. Böyle bir adam, kendisinin var olduğunu kabul
edecek, fakat organlarının, duyusal ruhunun varlığını
bilmeyecektir. Öyle ise üç boyutu olmayan bir varlığı tasarlayacaktır. Bu sırada onun herhangi bir elini
gördüğünü varsayalım. Onun kendisine ait olduğunu ve bu gördüğünün kendi doğaSînâ ait olduğunu
28
DİL ve EDEBİYAT
düşünmeyecektir. Bunun için bu adam kendi kendisini organlarını bilmeksizin, doğrudan doğruya bilebilir. Ruhunun bedeninden farklı olduğunu görür.
Ruhunu kavramak, onun varlığını bilebilmek için bedene ihtiyacı yoktur. Öyleyse ruh manevidir. İbni
Sînâ’nın bu benzetmesi, “İnsan-i Tair” (Uçan İnsan),
Bonaventura, Albertus Magnus başta olmak üzere
birçoklarınca kullanılmıştır (L’homme-Volant).
Dünyanın ebedîliğini açıklayan ve ölümden sonra insanların tekrar “Cismani” olarak dirileceğini reddeden öğretileri, gerçekte, insanların bilgisizlikten ve
manevi olarak da “Şekli” dinden kurtulmasını vadedebilir. Bu görüşleri, dönemin ağırlık kazanmaya başlayan Eş’ari görüşüne ciddi bir itiraz sayılabilirdi. Üstelik İbni Sînâ, Doğu’dan gelen bir Türk’tü (Mevâli).
Her ne kadar Büyük feylesof, El-Şeyh-ül Reis İbni
Sînâ, sıradan insanlara bunlardan bahsetmemeye;
halka yönelik kitaplarında, hâkim Sünni yorumlara
uygun tespitler yapmaya çalışmış olsa da ömrü hapislerde ya da düşmanlarının gazabından kaçıp sığınabileceği başka yerler aradığı yolculuklarda geçti. Bazı
eserlerinde düşmanlarını eleştirmekten çekinmedi.
Cahilce tepkiler veren kimseleri bir eserinde hadis
yazarları arasındaki Hanbelilere benzetiyordu (El Hanabile min Ketebet el Hadis; Mantik-ul Meşrıkuyyun).
Birçok çağdaşı ve ardılları olan bilimci; özellikle bir diğer büyük İslam mütefekkiri olan Gazali ( Doğumu
1111) tarafından şiddetle eleştirildi.4 Sînâ’ya göre vahiy denilen olay, Cebrail’le konuşmak değil, akılla sezmektir. Peygamberler, başkasının akılla kavrayamayacağı şeyleri sezme ve algılamadaki üstün güçleri ile
bütün insanlardan üstündürler. Vahiy, ilham, rüya,
tanrısal bilginin parçalarıdır (Hikmeti ilahiyenin cüzleridir). Bu gerçeklere ancak ittisal (Tanrı ile birleşme) yoluyla varılabilir. Bu ifadeler, Sînâ’nın yeni Platoncu meşşailikten, işrakiliğe geçtiğini göstermekteydi. Ona göre atomlar sonsuz sayıda bölünebilirdi. Evren, bir anda ortaya çıkmamıştı, cansız doğadan canlı doğaya derece derece geçiş ( Bitki-hayvan-insan)
söz konusuydu.
Hodgson’a göre İbni Sînâ’nın en büyük başarısı, Aristo dizgesini anlamak ve bir şekle sokmak için
onu çok daha anlaşılır ve kullanışlı bir hâle getirmesidir. Açıkça görüldüğü gibi çağının çok ötesindeki bu fikirlerin anlaşılamamaSînâ ve “Zındıklık” suçlamaları ile karşılaşmasına şaşmamak gerek. Bu saldırılara karşı Sînâ’yı savunmak için yine büyük düşünürlerden İbni Tufeyl (Abubacer, Abentofal), İşrakiy görüşün alegorik biçimde işlendiği Hayy ibn
AY I N D O S Y A S I
Yakzan’ı kaleme aldı. İbni Sînâ’nın da aynı isimli bir
kitabı vardır. İbni Tufeyl (?-ölm. 1186) Endülüslü bir
filozof ve hekimdi. İşrakiydi. Tanrının oğlu Hay ya da
Tanrının oğlu Can (Canlı) ismindeki bu kitap ki sezgiyle tanrısal gerçekliğe ulaşılabileceği işlenir, Batı’da
büyük ilgi uyandırdı. Daniel DeFoe’ya ilham vererek
Robinson Crusoe’yi yazmasını sağladı. İbni Sînâ’ya
yönelik en cahilce suçlamalar ki daha çok Batılılardan gelmektedir; Sînâ’nın fikirlerinin Grek düşüncesine yeni bir şey katmadığı şeklindeki eleştirilerdir.
Buna en iyi cevap, bu derece körlüğün art niyetli olduğu ve eğer bilgisizlikten kaynaklanıyor ise bu büyüklükteki cehaletin de ancak eğitimle olabileceğini
söylemekten ibaret olur.
DİPNOTLAR
1 - Türk devletleri bazen yönetici zümrenin ismiyle bilinmişlerdir. Bu onların Türk olmadığını göstermez. Selçuklular, Osmanlılar, Harzemşahlar gibi. Yönetici
sınıfın değişmesi ile devletin ismi bazen değişebilmiştir. Önemli olan devletin devamlılığıdır ki günümüze kadar bu hep böyle olmuştur. On altı büyük Türk devleti,
Cumhurbaşkanlığı forsunda birer yıldız olarak temsil edilmektedirler.
2 - Eski Roma Devleti sınırlarında yaşayan ve Grekçe konuşan halklar. Türkler tarafından çok doğru olarak “Rum; Romanum-Romalı” olarak isimlendirilmiştir
Bizans, Osmanlı sultanlarının “Roma İmparatoru” unvanını (bk. Fatih Sultan Mehmet’in yazışmalarında kullanılan ünvanlar) yok saymak için Batılı tarihçilerin
uydurduğu sahte bir isimlendirmedir. Doğu Roma Devleti kendisini hiçbir zaman böyle isimlendirmemişti. (Bu yüzden Eski bir Roma kenti olan Konya (Iconium)
yaşayan Mevlânâ Celaleddin, “Rumi” olarak bilinir. Bugünkü Yunanistan’ın halkı olan Yunanlıların, her ne kadar müsteşriklerin iddiası bu olsa da, Grek uygarlığı ve
halkları ile bir ilgisi yoktur.
3 - Konusu Orta Çağ’da geçen gerçek bir olaya dayanan bu romanda manastır hayatına dair ince ayrıntılara yer verilmektedir (Umberto Eco: Gülün Adı. Can
Yayınları. 1986 İstanbul.) Görevleri elyazmalarını çoğaltmak ve tercüme etmek olan keşişler için İbni Sînâ’nın kitabı çok değerlidir. Ancak tutucu bazı manastır
yetkililerinden de çekinilmektedir çünkü meşhur Papalık, yasak kitap listesine göre (Codex) Grek felsefecilerinin etkisinde olduğu düşünülen İbni Sînâ dâhil
Arabistlerin hemen tümü yasaktır. Yasağa uymayanın sonu Kutsal Engizisyon mahkemesi olur. Gerçek bir olayın elyazmasına dayanılarak hazırlanan kitaptaki
bilgiler, dönemin Hristiyan Avrupa’sındaki aşağılık kompleksini, değer yargılarını, gelenekçilerle akılcılar arasındaki mücadeleleri de yansıtması bakımından ilginç
gözlemler verir. Benzer şekilde Müslümanlara hakarette çekingen davranmayan Dante, konu İbni Sînâ olunca, onu cehenneminde iyi bir mekâna yerleştirir. Vaftiz
olmayanlar için, cehennem göz önüne alındığında en iyi yer sayılabilecek bir bölümde İbni Sînâ, Platon, Sokrates, Aristo, Batlamyos ve Selahaddin Eyyubi’yi bir
araya getirir.
4 - Ayrıca bk. Es sekafetul akliye vel halül ictimaiyye fi’asrir Reis Ebi Ali bin Sînâ; Le Livre du millenaire d’Avicenne- Kitab-ul Mihrican li- İbn Sînâ- Societe Iraniene
pour la Concervation des Monuments Nationaux, Collection du Millenaire d’Avicenna, no:32, Tahran; imprime de l’Universite de Teheran; 1376 / 1335.
5 - Gazali’nin bizim için önemi, Osmanlı medreseleri tarafından yegâne akademik kılavuz olarak alınması ve eğitim ilkelerinin, müfredatın bu çerçevede benimsenmiş
olmasıdır. Eğer Osmanlı, Gazali’yi değil de; İbni Sînâ, Biruni, İbni Haldun, Farabi, Razi, İbni Heysem, El Cebr, gibi Mutezile’nin devamı sayılabilecek “Akılcı” ların
açtığı yolu benimsemiş olsaydı; Gazali’nin önerilerine uyup özgür düşünceyi medreseden kovmasa, diyalektik düşünceye (Cedel) hiç olmazsa bu kurumlarda
tahammül edilebilseydi, bugün Dünya siyâsası, sınırları daha da önemlisi, Batı’nın sömürgesi durumundaki İslam ülkelerinin durumları ne olurdu acaba? İngilizler
Hindistan ve Çin’i, Afrika ve Avustralya’yı sömürge yapabilirler, İspanyollar Amerikan, Maya, Aztek,İnka uygarlıklarını yok edip kurtulabilenleri köleleştirebilir miydi?
Kızılderili soykırımı olabilir miydi. ABD ve Kanada devletleri kurulabilir miydi? İspanyol ve Portekiz milliyetçileri ile karşılaşanlar bilir, Türklere garip bir kin duyarlar.
Bizim hiç bilmediğimiz (Hatırlamadığımız) deniz savaşlarından bahsederler. Onların donanmalarının mağlup olduğu eski Osmanlı deniz savaşları; bir de Pîrî Reis’i
unutamazlar. Osmanlı nasıl olur da Hint Okyanusu’na donanma gönderir, o adalara asker çıkarır, halkı Müslüman yapar. Pîrî Reis’in, bu uzak seferi bir okyanus ötesi
“Huruç” harekâtıdır. Bütün “Colonialist”leri fena hâlde korkutmuştur. Asla ve kata tekrarlanmaması için hiçbir fedakârlıktan kaçınılmamıştır. Daha sonra “Jesuit”
misyonerleri buraları Hristiyanlaştırmak için çok uğraştılar. Ama Osmanlı Devlet yönetimi, dalkavukların etkisi ve yönetim biçimindeki akıl almaz zaaflar nedeniyle
Pîrî Reis’in kafasını vurdurdu. Bu, Osmanlı’nın büyük denizlere ilk ve son çıkışı oldu.
KAYNAKLAR
* AS Lyons, RJ Petrucelli: Medicine under Islam.; Arabic Medicine. In; Medicine, an Illustrated History. Abradale, New York 1987.
* Bölükbaşı O, Gürpınar S, Özoran Y: Neden otopsi yap mıyoruz ? Sendrom (Excerpta Medica) 9,2 :1997; 90-92.
* Bölükbaşı O, Özmenoğlu M: Arabik bilimciler ve erken dönem İslam kaynaklarının nörolojik sorunlara bakışı. 33. Ulusal Nöroloji Kongresi, 1997; p 5.42.
* Bölükbaşı O: İbni Sînâ’nın eserlerinde nörolojik bilimlerin yeri. Türk Nöroloji Dergisi Özel Sayısı, 4; 1998: 47.
* Bölükbaşı O: 15.-17. Yüzyıla ait iki Türk tıp kitabında nörolojik bilgiler, İtaki’nin Anatomisi Teşrihi Ebdan ve Hızır’ın Müntehabı Şifa’sı. 37. Ulusal Nöroloji Kongresi. 2001;
s. 120.
* Bölükbaşı O: İbni Sînâ’nın nöroloji ve periferik sinir cerrahisine katkıları. Sendrom (Excerpta Medica), 12, 3; 2000: 60-63.
* Bölükbaşı O: Ortaçağ ve Üniversite’nin Misyonu. Cumhuriyet Bilim ve Teknik, 9 Kasım 2002: s 5.
* Bölükbaşı O, Turgut M: Neurology in the Writings of Avicenna and the Early Islamic Beliefs. Journal of Neurology, 246, supp. 1, 1999: 1/109.
* B. Brentjes, S. Brentjes : Ibn-i Sînâ, Avicenna. Pencere Yayınları, İstanbul ( Tarihsiz )
* D. Gutas, İbni Sînâ’nın Mirası. Klasik. 2004, İstanbul
* H. Ellis: History of Surgery. Greenwich Medical, 2001, London.
* K. Walker. Histoire de la Medicine, Des pratiques anciennes aux decouvertes les plus modernes. Editions Gerard, 1962, Verviers.
* L Garcia-Ballester: A marginal learned medical world, Jewish, Muslim and Christian medical practitioners, and the use of Arabic medical sources in the late medieval
Spain. Practical Medicine from Salerno to the Black Death. Cambridge, 1984, London.
* L Magner: A History of Medicine. Marcel Decker, 1992, New York.
* LN Gumilyof : Hazar Çevresinde Bin Yıl. Selenge. 2003, İstanbul.
* Lyons AS, Petrucelli RJ: Medicine under Islam; Arabic Medicine. In; Medicine, an Illustrated History. Abradale, New York 1987.
* MT Multanofskiyı. İstoriya Meditsinı. Gasudartsvennoye Izdatelstvo Meditsinskoy Literaturıy. 1961. Moskva.
* H.Z. Ülken. İbni Sînâ maddesi. İslam Ansiklopedisi. cV/II.. Millî Eğitim Bakanlığı Basımevi, 1988, İstanbul.
* M. Aminrazawi. Article on İbni Sînâ. Great Thinkers of the Eastern World (Ed. Ian P. Mc Greal) Harper Collins, 1995, New York.
* M.G.S. Hodson. Felsefe ve Manevi Tecrübe Meselesi, İbni Sînâ. İslamın Serüveni. C II., s. 185, İz Yayıncılık, 1993, İstanbul.
* O. Hançerlioğlu. İbni Sînâ maddesi. Felsefe Ansiklopedisi. C 1, s. 264-267.
* Pestronk A: First neurology book written in English (1650) by Robert Pemell De Morbis Capitis. Archives of Neurology 46, 2: 1989; 216-220 .
* Terzioğlu A. İbni Sînâ’nın Tababeti ve Avrupa’ya Tesirleri. İbni Sînâ, Doğumunun Bininci Yılı Armağanı. Türk Tarih Kurumu Basımevi, 1984, Ankara.
* S.G. Agacanof: Oğuzlar. Selenge. 2002. İstanbul.
AY I N D O S Y A S I
DİL ve EDEBİYAT
29