2008`in en iyi tasarımı hangisiydi

Transkript

2008`in en iyi tasarımı hangisiydi
2008’İN EN
İYİ TASARIMI
HANGİSİYDİ
?
SOSYAL SORUMLU
TASARIMCILAR
OBAMA VE
GRAFİK TASARIM
TÜRKİYE’DE BİR TASARIM YAYINININ YAŞAMA ŞANSI NEDİR DERSİNİZ? VARSAYALIM
YAŞADI, KAÇINA KADAR DAYANIR? SAĞLIKLI BİR ÖMÜR BİÇEBİLİR MİSİNİZ ONA, DOYA
DOYA SÜRDÜRÜLMÜŞÜNDEN… PERSPEKTİFTEN, ERGONOMİDEN, TİPOGRAFİDEN
BAHSETMESİNE GÖNLÜNÜZ RAZI OLUR MU? “ÇOK AÇILMA, BOĞULURSUN!” DİYE
BAĞIRASINIZ GELMEZ, EBEVEYN DAMARINIZ KABARMAZ MI? ELİNİZİ KORKAK ALIŞTIRMAZ
MISINIZ HİÇ FARKINA VARMADAN? DEKORASYONLA TASARIM AYRIMINI YAPMANIN
‘TEHLİKELİ’ SAYILDIĞI, TASARIMI UNVANLARIN SONUNA EKLEMENİN “YENİ MODA”
OLDUĞU BU DİYARDA TASARIM GAZETESİ YAPMAK DELİ İŞİ MİDİR SAHİDEN? ŞİMDİ HELE?
TAM ZAMANI BANA KALIRSA! DIŞ TİCARET MÜSTEŞARLIĞI VE TÜRKİYE İHRACATÇILAR
BİRLİĞİ, ENDÜSTRİYEL TASARIMCILAR MESLEK KURULUŞU İLE ELELE VERMİŞ DESİGN TURKEY
ÖDÜLLERİNİ HAYATA GEÇİRMİŞ, TASARIM OKULLARI ULUSLARARASI PLATFORMLARDA
KENDİNİ GÖSTERMEK İÇİN BİRBİRİYLE YARIŞIRKEN, MİMARLARIMIZIN DÜNYANIN DÖRT
BİR YANINDA SERGİLERİ YAPILIP, İSTANBUL’DA BİR TASARIM MERKEZİ AÇILMIŞKEN…
RADİKAL TASARIM GAZETESİ’NİN REENKARNASYONU İÇİN DOĞRU GÜN BUGÜN. FARKLI
DİSİPLİNLERİ BULUŞTURMA NİYETİYLE TASARIM SÖZCÜĞÜNÜN ALTINI BOŞALTMAYAN,
BİLGİLENDİRDİĞİ KADAR DÜŞÜNMEYE KIŞKIRTAN DOLU DOLU BİR GAZETE YAPMANIN
KEYFİNİ SÜRMEK; BİLGİYİ SÜZEBİLEN, FİKRİ PAYLAŞABİLEN, GENİŞ KİTLELERE ERİŞEBİLEN
SORUMLU BİR YAYININ TADINI ALMAK LAZIM ARTIK!
KALE TASARIM MERKEZİ’NİN AÇILIŞI İÇİN İSTANBUL’A GELEN ANDREA BRANZI’NİN SÖZLERİ
KAFAMDA: “CEVABI OLMAYAN SORU: NEDEN TASARIM?” BİRAZ DEĞİŞTİREREK, KENDİME
SORUYORUM. NEDEN TASARIM GAZETESİ? ÇÜNKÜ TASARIM GAZETESİNİN KENDİ DE, BAŞLI
BAŞINA BİR TASARIM PROJESİ. ÇÜNKÜ GRAFİĞİNDEN İÇERİĞİNE, YAZARINDAN
FOTOĞRAFÇISINA, TASARIM GAZETESİ HAZIRLAMANIN SÜRECİ DE PEK İNCELİKLİ, PEK
KALABALIK. ÇÜNKÜ EKONOMİK KRİZİ, OBAMA’YI, SUSUZLUĞU, YEMEĞİ YA DA ÖLÜMÜ
TASARIM GÖZLÜĞÜNDEN İRDELEMENİN ESKİZ YAPMAKTAN FARKI YOK; O KADAR KIŞKIRTICI,
O KADAR BAĞIMSIZ! ÇÜNKÜ YAZMAKLA ÇİZMENİN KALP ÇARPINTISI PEK BENZER…
ÇAKMA
ÜRÜNLERİN
ÇAKILMASI
FARK EDECEKSİNİZ Kİ ELİNİZDEKİ TASARIM GAZETESİ İÇİN ÇOK SAYIDA TASARIMCI VE
MİMAR KALEMİ ALDI, FİKİRLERİNİ BU KEZ ÇİZGİLER YERİNE SÖZCÜKLERLE İFADE ETTİ.
DOPDOLU BİR İÇERİK ÇIKTI ORTAYA, TASARIM GAZETESİ YAPMANIN TAM SIRASI
OLDUĞUNU FISILDADI KULAĞIMIZA, BİR KERE DAHA. “FAZLA AÇILMAKTAN” ZARAR
GELMEDİĞİNİ GÖRDÜK SONUNDA; İŞ Kİ, HAVA UYGUN, DENİZ SAKİN OLSUN… KÖYDE
BİR DE DELİ BULUNSUN! ÖNÜMÜZDEKİ AY GÖRÜŞMEK ÜZERE...
SANTRAL
BULUŞMALARI:
AKM
UMUT KART
BİNALARIN AKLI
NEREDE?
RADİKAL-KALE TASARIM MERKEZİ İŞBİRLİĞİYLE HAZIRLANMIŞTIR.
18 OCAK 2009
SAYI 01
RAD?KAL??N OKURLARINA ARMA?ANIDIR.
02
18/01/2009
GMK 30 Yaşını
Kutladı
İstanbul ve
Ötesi
Tabanlıoğlu Mimarlık’ın son
dönem gerçekleştirdiği işler
arasından seçilen 17 proje,
“İstanbul ve Ötesi” başlığı
altında Londra’da RIBA
(Ingiliz Kraliyet Mimarlar
Birliği) galerilerinde
sergilendi. Tasarımı ve
küratörlüğü Japon sanatçı
grubu WOW tarafından
yapılan, özgün imajların
çevrelediği sergileme ortamı
izleyiciyi içine alarak,
mimari mekanın dijital
görselleştirilmesi ile ‘orada
olmak’ algısı yaratıyor.
Mimarın ve projelerinin
İstanbul ile direkt ilişkisini
ortaya koyan sergi başlığı,
‘ötesi’ ile serginin kendisi
dahil, diğer kültürlerle,
coğrafyalarla, disiplinlerle
ilişkiye açık olma niyetini ve
atılan adımları vurguluyor.
Hollandalı kitap tasarımcısı
Irma Boom tarafından
tasarlanan ve ilk basımı
Hollanda’da İngilizce olarak
gerçeklestirilen T-Projects
başlıklı kitabın yayına
hazırlanması da İstanbul ve
Ötesi sergisiyle ortak bir
süreci paylaşıyor. Sergi
Londra’dan sonra İstanbul,
Tokyo, Amsterdam ve
Viyana’da izlenebilecek.
(www.tabanlioglu.com.tr)
katkılarıyla
Grafikerler Meslek Kuruluşu
(GMK) bu yıl 30. yaşını
kutlaması sebebiyle,
kuruluşa bağlı üyeler bir
araya geldi. Suada’da
gerçekleşen toplantıda
Yönetim Kurulu Başkanı
Yeşim Demir’in yaptığı açılış
konuşmasıyla başlayan
etkinliğe Bülent
Erkmen, Cemalettin Mutver,
İlhan Bilge, Selahattin
Sönmez, Umut Südüak,
Ayşegül İzer, Emre Senan,
Burcu Kayalar, Rauf
Kösemen, Umut Südüak,
Ayşe Karamustafa, Yeşim
Demir, Yurdaer
Altıntaş, Tülay Ulukılıç,
Osman Tülü, Turgut Erentürk
gibi sektörün önde gelen
isimleri katıldı. Ayrıca
meslekte 30, 40 ve 50
yıllarını geride bırakanlara
da plaket verildi.
(www.gmk.org.tr)
İngiltere’nin En
İyi Ödülü Bir
Türk’ün
1995 yılından beri
İngiltere’de yaşayan ve
kurduğu Top Floor
markasıyla adından söz
ettiren Türk tasarımcı Esti
Barnes, Elle Decoration
dergisinin her sene düzenli
olarak verdiği British Design
Awards ödülünün bu sene
sahibi oldu. Tom Dixon ve
Ron Arad gibi yıldızı
parlayan tasarımcıların
arasından Esquire isimli üç
boyutlu halı tasarımıyla
sıyrıldı Barnes. Best of
British ödülünü evine
götürdü. Çöldeki kum
tepelerinden ilham alan
tasarımın uygulama ve
teknik anlamda gelişim
sağladığı için ödüle hak
kazandığı belirtildi.
(www.topflorrrugs.com)
Barış Çakmakcı
Emre Arolat
Architects’e
Bir Ödül Daha
EAA-Emre Arolat
Architects, Antalya’daki
Minicity Model Parkı
projesiyle dünyadaki
önemli mimarlık
ödüllerinden biri olarak
kabul edilen
Architectural Review
Awards for Emerging
Architecture ödüllerinden
“Commended” dalında
ödüle layık görülerek, bu
ödülü ikinci kez
Türkiye’ye getirdi. EAAEmre Arolat Architects,
2006 yılında da Dalaman
Uluslararası Terminali ile
AR Awards jürisi
tarafından ‘Highly
Commended’ ödülüne
layık görülmüş ve
Türkiye’de bir ilki
gerçekleştirmişti. Bu yıl
ödüle layık bulunan ve
yapımı 2004 yılında
tamamlanan Minicity
Maket Parkı’nın bildik
yapısal kodların dışında
bir örtüler silsilesi olarak
anıtsallaşması,
topoğrafyanın etkileyici
kullanımı ve getirdiği
klişelerden uzak çözümler
nedeniyle bu ödüle layık
bulunduğu belirtildi. Ödül
alan diğer yapıların da
yer aldığı sergi ise
RIBA’nın Londra’daki
binasında, Şubat 2009
sonuna dek
görülebilecek.
(www.emrearolat.com)
03
Miami’de
İki Türk
Aziz Sarıyer, İtalyan Altreforme
markası ile ortak bir çalışmaya
imza attı. Teknolojik
gelişmelerle birlikte sanayiden
sanata doğru akmaya başlayan
tasarım grafiklerine katkıda
bulunan Sarıyer ve Valentina
Fontana imzalı çalışmalar, 3-6
Aralık tarihleri arasında Design
Miami’deydi. Eşzamanlı olarak
4-7 Aralık tarihlerinde
gerçekleşen bir diğer sergi Art
Asia’da ise sanat ve tasarımı bir
araya getiren çalışmalarıyla
tanıdığımız Yiğit Yazıcı’nın
çalışmaları yer aldı. Miami’de
ilk kez gerçekleştirilen fuar
kapsamında 17 ülkeden toplam
44 sanaçtı katıldı.
Oya Akman
Red Dot
Sergisiyle
Dubai’de
3-7 Aralık tarihlerinde
Dubai’de gerçekleşen Index
Fuarı’nda uluslararası
tasarım arenasında büyük
önem taşıyan Red Dot
ödüllerini almış ürünlerin
yer aldığı bir sergi
düzenlendi. 1000’den fazla
markanın son yılların
yükselen merkezlerinden biri
olan dubai pazarına girmek
için kendilerini anlattıkları
fuarda gerçekleşen sergide,
Grohe bataryaları, Rosenthal
seramikleri, WMF sofra
aksesuarları, Adidas güneş
gözlükleri, Peggenpohl
Porsche mutfakları,
Tupperware ev gereçleri,
Electrolux ev aletleri,
iGuzzini aydınlatmalar,
Bodum mutfak gereçleri,
Apple iPhone gibi ürünlerin
yanı sıra Türkiye’den de
başarılı tasarımcımız Oya
Akman’ın “Bembeyaz” isimli
beyaz porselen bardak takımı
yer aldı.
(www. indexexhibition.com)
Melis Pekand
ÇAKMA
üRÜNLERİN
ÇAKILMASI
Türk Gencinin
İtalya’daki
Başarısı
Samsung Electronics Italia
ve ADI (Associazione per il
Disegno Industriale)
ortaklığında gerçekleşen ve
genç tasarımcıların katıldığı
Samsung Young Design
Award‘ın ikincisi sonuçlandı.
Bu yılın konusu
‘Sürdürülebilir Bir Yaşam
İçin Dijital Çözümler”olan
yarışmada finale kalan 10
proje arasından,
kullanışlılık, yenilikçilik ve
üretilebililik kriterleri göz
önüne alınarak seçimler
yapıldı. Ödüller Samsung
Electronics Italia Başkanı
Sang Chul Lee ve Seul
Design Center Team Başkanı
Kook-Hyun Chung tarafından
verildi. Yarışmada birinciliği
Politecnico di Milano
Endüstriyel Tasarım
Departmanı Servis Tasarımı
Bölümü 2. sınıf öğrencisi
Maral Kınran aldı. Kınran
“Proje Diaby”nin, 6-12 yaş
arası diyabetik çocuklar için,
kandaki glukoz oranını
kızılötesi ile ölçebilen saat
tasarımıyla diyabet
çocukların, hastalıklarının
gereklerini uygurlarken,
toplum içerisinde bunları
saklamak yerine rahatça
ifade edebilmelerini
sağlayacak bir ürün
olmasına özen gösterdiğini
belirtiyor.
Editör: Umut Kart Katkıda Bulunanlar: Erkan Aktuğ Sayfa Tasarımı: Emre Senan Tasarım ve Danışmanlık: Emre Senan, Özge Güven
Uygulama: Taylan Polat Danışma Kurulu: Serhan Ada , Erdem Akan, Füsun Curaoğlu , Yeşim Demir, Ömer Durmaz, Alpay Er, Cem
Erciyes, Sertaç Ersayın, Hakan Ertem, Güran Gökyay, Korhan Gümüş Gamze Güven, Gülay Hasdoğan, Zeynep Bodur Okyay, Suha
Ozkan, Kuyaş Örs İhsan Bilgin, Tansel Korkmaz, Nevzat Sayın, Emre Senan Reklam Direktörü: Özer Topkaya Reklam Müdürü: Korhan
Kesici Reklam Rezervasyon: Tayfun Elaldırsın Reklamlar için Tel: 0212 505 6486 Fax: 0212 505 74 79 Doğan Medya Center 34204
İstanbul Radikal Sanat Tel: 0212 505 6494 Fax: 0212 505 69 61 [email protected], [email protected]
Radikal'in ücretsiz ekidir.
Türk Dil Kurumu dilimize belki oturgaçlı götürgeci sokamadı ama “çakma” kelimesi
günlük konuşmaya çoktan girdi. Her şeyin ve herkesin taklit edildiği çakmataş
milenyum devrinin parlayan yıldızı ise lüks ürünler oldu. Marka Konferansı’nda
markayı sırtından vurup sahteyi bile bile alan müşteriyi ve yarattığı pazarı anlatan
pazarlama uzmanı Sarah McCartney; “Eğer bir markanız varsa bilin ki biri onun
sahtesini üretiyordur” diyor.
Taklit adresler
Taklitle değirmenin suyunu döndüren
Forever 21 adlı Amerikalı mağazanın
internet sitesindeyim. Bir ay önce
defilelerde beğendiğim Chloe’ler, Stella
McCartney’ler, nüanslarla yeni
bedenlerindeler. Kimisi anteni oynamış
bozuk görüntü gibi karşımda, kimisi de
çakma mamül olduğunu çaktırmıyor.
Taklitler, özendirmek için şike yapıyor
adeta. 645 dolarlık bir Chloe bot, olmuş 28
dolar. Üstelik arada gözün görebildiği 617
dolarlık bir fark bile yok.
Taklidin fiyat bölü performans açısından
karşı konulamaz dünyasında bu sefer
Steven Madden’a uzanıyorum. Uzun
zamandır beğendiğim Christian Louboutin,
Balenciaga ve Dior ayakkabılar yeniden
yorumlanmış gibi. Ayakkabıda sürekli
esinlenesi tutan bu marka, bazen hakkıyla
kopyalarken bazen de elinin ayarını
kaçırıyor. Yani işi mahkemeye götürseniz
müzikteki 8 mezürün benzemesinden sonra
çalıntıya giren nakarat gibi ispata gerek bile
kalmayacak. Bu işin operasyon kısmını
İnterpol’e bırakacakken, taklit konusunu
yerinde incelemeye gidiyorum. Adresi
yazıyorum ve çoktan sayfadayım. Ebay.com,
ana sayfasında sahteyle savaş için koyduğu
bir dolu belgeye rağmen alıcıların ve
satıcıların sahte ürünler alışverişi için
birbirlerini ispiyonlamadığı taklit diyarı.
Rick Owens’ın 1500 pound’luk ceketinin
sahtesinin 99 pounda Rick 0(sıfır ile)wens
olarak yazıldığında bulunan akıl küpü. Ya da
çakma kelimesinin İngilizcesi sihirli
“replika”yı arattığınızda bu diyara açılan
kapı. Bu işin ustaları ise çok uzaklardan
Uzakdoğu’dan geliyor. Çin, Kore ve Hong
Kong her ürünü klonlıyor ve dünyaya burada
açtıkları dükkanlar sayesinde gönderiyor.
Çağımızda ünlüleri takip trendini hakkıyla
yaşatan asos.com ise konuyla ilgili son ama
en zevkli ziyaretim. Kate Moss, Sienna
Miller, Victoria Beckham ve benzerlerini
arama alanına girdiğinizde karşınıza bu
ünlülerin giydiği tüm kıyafet ve aksesuarlar
çıkıyor.
Marka Konferansı’nda, sahtecilik konusunu
anlatan Sarah McCartney ile konunun
boyutlarını tartışıyoruz. Ne olacak bu
çakmanın hali diye sorduğumda, Dünya
ticaretinin %10’unu sahte ürünler pazarının
oluşturduğunu söylüyor. Hatta kayıt dışı
olan küçük işletmelerin aslında bu oranı
daha da yükselteceğini ekliyor. Deneme
riski olmaksızın en çok çanta, güneş
gözlüğü, kozmetik ve parfümlerin
kopyalanıp satıldığından bahsediyor. “Eğer
bir markanız varsa bilin ki biri onun
sahtesini üretiyordur” diyor. Sahtecilik
konusunda İngiltere’nin gülü olan Primark’ı
örnek vermeden geçemeyen McCartney,
taklitçiliğin çevresel boyutundan da söz
ediyor. “Saint Martins School of Fashion’ın
pazarlama direktörü, İngiliz markası
Primark’ı Oxford caddesinin sonunda bir
çöp arazisine benzetiyor. “Oradaki
kıyafetler(yığınlar) defilelerden hemen
sonra kopyalanıyor, müşteri satın aldığı
ürünü sadece birkaç kere giyebiliyor ve
sonra çöpe atıyor. Yani bir taraftan bu kötü
taklitler aslında savurganlık” diyor.
Çakma senaryo
Lüks ürünlerin, “eşeğe altın semer de
vursanız eşek eşektir” deyimini bozmaya
çalıştığını biliyoruz. Hatta Cem Yılmaz’ın
son filminde taklit Rolex kol saati kıroluğu
ifade etmek için birden fazla kere
kullanılıyor. Taklitmetre değilim ama sahte
gidişatını ister istemez kafamda
senaryolaştırıyorum. Buna göre şu hikayede
kendimi rahat hissetmiyorum: 28 dolar
kadar komik bir paraya Forever 21’den
ediniyorum. O defilede gördüğüm
ayakkabıyı. Sonra bunu giyiyorum şık bir
davette. (Tasarım olduğu için şık bir yeri de
kaldırma ihtimali var) Sonra arkadaşım
soruyor: “Chloe mi bunlar? Bayıldım ben bu
sezon bunlara”. “Yok, Forever 21. Bu ay bir
evimi satamadığım için bununla idare
ettim” diye cevaplıyorum. Çünkü trend ve
çağ bu tip ürünlere sahip olmayı
gerektiriyor. Chloe ayakkabı yapmışsa
alacağım, Gucci’nin x model çantası
çıkmışsa takacağım...
Bu işe elimi verince kolumu alamıyorum;
meğer çantam sahte Louis Vuitton’muş.
Ayakkabım çakma Chloe. Gözlüklerim
işporta Tom Ford. Kullandığım Ipod Çin’den
getirtme. Okuduğum kitap korsan. Burnum
yapılma, saçım ek. Ben ben değilim, kim
olduklarını tam bilemediğim bir sürü insanı
sadece bir bedene sığdırmaya çalışıyorum.
Gerçekten komik paralara tasarım ürünlere
ulaşmak çok kolay! Çakma kullanırken
çakılma ihtimali kimseyi öldürmez
diyorsanız, burun bile kanatmaz bunlar.
04
18/01/2009
Erdem Akan
Ömer Durmaz
GRAFİK TASARIM
BİR SEÇİM
KAMPANYASININ
SONUCUNDA
NE DERECE
ETKİLİ OLABİLİR?
Barack Obama’nın zaferi tüm dünyada
sevinçle karşılandı. Obama’nın hem
seçim zaferini, hem de insanların büyük
sevgisini kazanmasını sağlayan ise, ABD
tarihinin en başarılılarından biri sayılan
seçim kampanyası oldu. Kampanyanın
başarısının ardındaki David Plouffe ile
David Axelrod’un stratejileriyle birlikte
grafik tasarım ve sanal ortamın tüm
nimetlerinden faydalanıldı. Gençlere
ulaşıldı, rekor düzeyde bağış toplandı
ve Obama siyah olmasının da önüne
çıkarabileceği dezavantajları aştı.
05
Obama’nın başarısının asıl nedenleri
arasında; Amerika kaynaklı küresel
ekonomik krize olan tepki, geçmiş dönem
cumhuriyetçi ABD başkanının eleştirilen
politikaları ve daha birçok haklı neden
sayılabilir. Gelin biz, kampanyanın
tasarımcılar için önemli kısmına, seçim
kampanyasının pazarlama stratejisinin
içerisindeki tasarımın yerine değinelim.
Obama, aday adaylığını ilan etmeden
önce, Amerikan bayrağının renklerinden
oluşan, doğan bir güneşi simgeleyen
ve de Obama’nın O’su anlamına gelen
logosunu tasarlattı. Logo, Sol Sender’a
sipariş edilmişti. Tasarım kuramcısı
Steven Heller, Sender’ın şu sözlerini
kayda aldı: “Senatör Obama’nın her iki
kitabını da hemen okuduk. Umut,
değişim ve kırmızı ile mavi konusunda
yeni bir bakış açısı (kırmızı ve mavi ile
bölünmüş eyaletler değil, tek bir
ülke) düşüncelerinden oldukça
etkilendik. Kampanyasının Amerikan
politikasında tamamiyle yeni bir şeyi
sunuyordu: Yeni bir günü”.
Logo, kampanyanın görsel kimlik mesajını
iletmede kısa sürede başarı sağladı ve tüm
fikirlerin merkezine oturdu. Yossi Lemel
gibi dünyaca ünlü grafik tasarımcılar “O”
harfinden hareketle afişler tasarlayarak
kampanya dışından da bağımsız olarak
Sender’ın kimlik tasarımının
sürdürülebilirliğini desteklediler.
İnternet ve Sayısal
Maceraların Nimetleri
Obama’nın aday adaylığını ilan ettiği gün
4,5 milyon kişi web sitesine girerek sitenin
çökmesine neden oldu. Çöken ilk sitenin
tasarımı iki hafta sürmüştü. Yeni siteyi,
Facebook’un kurucu ortaklarından Chris
Hughes, 1.5 ay gibi kısa bir sürede baştan
ele alarak yeniden yapılandırdı;
seçmenlerin kampanyayı doğrudan
desteklemesini sağladı. Böylece gönüllü
seçmenler kendi blog’larını ya da kişisel
sayfalarını kampanya sitesi üzerinden
oluşturabildiler.
Sanal ortamdaki facebook.com, flickr.com,
twitter.com gibi popüler sosyal ağlar başta
olmak üzere, birçok sanal mecrada
demokrat adayın doğrudan ya da dolaylı
olarak reklamı yapıldı. Ulusal sorunlar
hakkında seçmen beklentilerini anlamak
için çevrimiçi anketler düzenlendi.
Bir diğer sanal ortam atağı da oyun
sektöründe yaşandı. Örneğin Zensoft
tarafından hazırlanan, “Super Obama
World” adlı oyunda sıradan vatandaş olarak
oyuna başlayan Obama, taşların içine
saklanmış pastayı yediği zaman takım
elbisesini giyiyor ve rakiplerine karşı
yenilmez hale geliyordu. Robert Sunding ve
William Jacobson tarafından tasarlanan
oyun, çevrimiçi olarak oynandı.
Obama’nın Hillary Clinton karşısında elde
ettiği “Süper Salı” başarısından sonra
birçok yaratıcı yetenek Obama’nın
kazanması için seferber olmaya başladı.
www.barackobama.com’da “Obama için
Sanatçılar” başlığı altında Lance Wyman,
Gui Borchert, Scott Hansen, Jonathan
Hoefler, Robert Indiana, Shepard Fairey ve
daha birçok önemli isim birer paragraf
destek mesajıyla birlikte geliri kampanyaya
kalmak üzere afişlerini satışa çıkardı.
Bir kaç cesur meslektaşımla
2002 yılında ilk bağımsız tasarım sergisini
organize ettiğimiz günden beri, Türk
tasarımcıları için “sürdürelebilir modeli”
sanat galerilerinde ve tasarım sergilerinde
görüyorum. İki sebepten:
Obama yanlısı girişimler arasında
designforobama.org adında bir site
bulunmaktaydı; tasarımcılar destek
amaçlı afiş tasarımları yüklediler.
30reasons.org sitesinde ise; bilinen ve
bilinmeyen grafik tasarımcılar tarafından
yapılan, ücretsiz indirilebilen afişler bir
araya toplandı. Steven Heller, açıkladı:
“Tasarımcıların en iyi konuştukları an,
tasarladıkları andır ve
designforobama.org’da bulunan amaç
tanımlaması ile açıklandığı üzere, çoğu
tasarımcı için tercih edilen ortam ‘afiş’
olmuştur.”
Türkiye’de “tasarım” kelimesi daha çok
“endüstriyel” kelimesinden sonra geliyor.
Ne ilginçtir ki, böyle olmasına rağmen
Türkiye’de tasarımın endüstri ile ilişkisi
hala sağlıklı değil. Fason üretime dayalı
endüstriyi ikna etme, bilgilendirme ile
zaman harcamak, kısaca “beklemek” yerine
“ürün tasarlamak” bana daha doğru geliyor.
Starbucks Coffee Türkiye 5. Yıl Tasarım
Sergisi, bu inanç ile kuratörlüğünü yaptığım
yedinci sergi. Ve farkediyorum ki heyecanım
ve hayallerim hala cok canlı. Bunun için de
bu sergiden kaynaklanan sebeplerim var:
Sergi Türkiye’nin en iyi tasarımcılarından
35’inin geliştirdiği 28 yeni projeden
oluşuyor. Nicelik bakımından çok zengin
olmayan ülke tasarım arşivine hatırı sayılır
ve nitelikli bir katkı. Yaşasın üretim!
Tasarım Algısında
McCain ve
Obama Farkı
Belli ki, iki adayın kampanya
tonlamalarında oldukça fazla fark var.
Derine inildiğinde, neredeyse tasarımla
ilgili her şey hakkında detaylı tartışmalarla
karşılaşıyorsunuz: Her bir adayın seçilmiş
yazı karakterleri, web sitelerinin sayfa
düzeni, Obama ile McCain yaklaşımlarının
marka özellikleri; ‘O’ harfini Obama’nın
kendine ait yapıp yapamadığı...
Apple’ın “MAC ve PC” tartışmasıyla ilgili
kıyaslamalı reklam kampanyasının
uyarlaması farkı açıkça gösteriyor
(bildiğiniz gibi grafik tasarımcıların çoğu
MAC’i tercih eder): “Obama=MAC” ve
“McCain=PC”.
Adayların tipografik tercihleri Paula Scher
gibi tanınmış tasarımcılara şu mesajı
veriyor: “McCain’in logosundaki yazı
karakteri Optima,. Obama’nınki ise Gotham.
İki yazı karakterinin arasındaki kalınlık
farkı, adayların kampanyalarının
hacimlerini gösteriyor. Sıradan insanların
aksine tasarımcılar bunun ne anlama
geldiğini anladı. Halk bunu içgüdüsel olarak
kavradı. Sadece eski ve yeninin farkıydı.”
Sonuç
Belki, sadece belki, tasarım ve toplum
iletişimi bu sefer bir farklılık yaratabildi.
Atlantiğin bu tarafından yazdığımda, bu
derece saplantılı, adli inceleme biraz fazla
gözüküyor olabilir. Yine de benim için bu
soru kalıcılığını koruyor, “tasarım bir
seçimin sonucunu etkileyebilir mi?”
YAŞASIN ÜRETİM,
ÖZGÜRLÜK VE KAHVE
Sanat artık “biricik” olmak ile ilgilenmiyor,
çoğaltıyor-seri üretiyor. O zaman sanatın
boşalttığı bu “biricik olma” alanını neden
tasarım doldurmasın?
Starbucks Coffee, bu önemli projenin
hazırlık çalışmalarının en başından
beri içerik konusunda bizi özgür
bıraktı. Bu özgürlüğe bir de üretim
tekniğinin (rapid prototype tekniği
ile ileri mühendislik plastiklerinden
bilgisiyar kontrolunde üretildi)
özgürlüğü eklenince tasarımcılar
sadece hayalleri ile sınırlandı.
Yaşasın özgürlük!
1544 yılında Tahtakale’de tarihin ilk
kahvehanesi açıldığı günden bugüne
değişmeyen tek şey, kahve sevgimiz. 464
yıl sonra bu sevgi, çağdaş tasarımcıların
yaratıcılığı ile birleşerek ilk kez bu
coğrafyanın hayallerindeki fincanları
birarada görmemize imkan verdi. Proje ve
sergi bu açıdan bakıldığında bir kat daha
heyecan verici. Yaşasın kahve!
(*) Projeye katılan tasarımcılar alfabetik
sıra ile : Erdem Akan, Bora Akçay,
Yonca Alçay, Oya Akman, Hatice Armağan,
Murat Armağan, Yılmaz Aysan,
Murad Babadağ, Ali Bakova, Ahmet Başar,
Alper Böler, Birsen Canbaz, Ela Cindoruk,
Guillaume Credoz, Beste Miray Doğan,
Zeynep Fadıllıoğlu, Emre Güntürkün,
Hakan Gencol, Gamze Güven, Işık Görgün,
Gaye Kalavlı, Betys Levi, Zeynep Köksal,
Koray Özgen, Günnur Özsoy, Nazan Pak,
Derin Sarıyer, Adnan Serbest,
Kunter Şekercioğlu, Taner Şekercioğlu,
Boğaç Şimşir, Sadi Tekin, Emine Nursel
Boztepe Turan, Ömer Ünal, Yılmaz Zenger.
06
18/01/2009
Umut Kart, Yasemin Köse
Çanakkale Seramik, Kalebodur ve Kalekim’in santralistanbul
ana sponsorluğu kapsamında, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Tasarım Kültürü ve Yönetimi programı ile birlikte oluşturulan
Kale Tasarım Merkezi, geçtiğimiz Kasım ayında açıldı. Merkez,
2009 yılında birbirinden çarpıcı pek çok projeye imza atacak.
Farkındalık, paylaşımcılık, disiplinlerarası
kavramlarının bir bir içinin boşaltıldığı
günümüzde “Türkiye’de tasarım
kültürü oluşturmak adına, rekabetçi
olabilmek için, tasarımcılar, üniversiteler,
sanayiciler, üreticiler olarak yerel
kaynakları nasıl kullanacağımız
konusuna hep birlikte kafa yormak”
amacını güdebiliyordu ‘bir grup’, ve ‘bir
üniversite’ ile işbirliğine başlıyordu. Çok
sıradan değildi durum!
Karşılıklı el sıkıştı taraflar, kollar
sıvandı… Özerk bir merkez yapılanmalıydı.
Dinamik olmalıydı. Yenilikçi ya da
eleştirel olmak yetmezdi; proaktif
davranabilmeli, farklı bakış açılarını,
ayrı disiplinleri birleştiren bir köprü
yerini tutabilmeliydi. Konferanslar
gerçekleştirebilmeli, sergiler
düzenleyebilmeliydi, yayınlar yapabilmeli,
sanal mecralar oluşturabilmeliydi. Kapıları
açık durmalıydı merkezin; projelere,
isimlere, tasarımlara, düşlere ve sözlere…
Olabilir miydi gerçekten? Oldu!
60’lı yıllara uzanan bir üretim deneyimi ile
2009’u geride bırakan bir tasarım
vizyonunun nihai ürünü, sanayi- üniversite
işbirliğinin örneği haline geldi Kale
Tasarım Merkezi. Yapacak çok iş vardı,
harekete geçmeli, taşın altına elini
koymalıydı! Fazla zaman geçmeden,
merkezin adresi belirlendi. Eski
Silahtarağa Elektrik Santralı’nın Bilgi
Üniversitesi tarafından bir kültür, sanat ve
eğitim platformuna dönüştürülmesiyle
hayat bulan, İstanbul’un yeni çekim
merkezlerinden santralistanbul’ da
mimar Nevzat Sayın imzasını taşıyan
eğitim yapılarından birinin içinde bir
buluşma noktası konumlandı. Evet,
burası “buluşma noktası”ydı tam olarak.
Yıl içinde “Tasarım Mutfağı” başlığıyla
tasarım öğrencilerini profesyonellerle
buluşturacak yer de burası olmalıydı,
potansiyel projelerin yaratıcı zekalarını
birleştirecek yer de.
gösteren 30 isim Kale Tasarım Merkezi’nin
rotasını çizmek amacıyla kafa yoruyordu,
tam da başta hayal edildiği gibi. Ve sonra
yol çizildikten, ekip oluşturulduktan sonra
kapılar açıldı. Üstelik, Andrea Branzi’yle!
Derken Radikal Tasarım Gazetesi’ni
sahiplendi KTM; yeniden hayata
geçmeliydi yayın. Daha dinç, daha
kapsamlı… Türkiye’de gerçekleştirilen
tasarım faaliyetlerinin duyurulabileceği,
bilginin paylaşılabileceği bir mecra
gerekliydi. Tıpkı, yapımına başlanan portal
gibi…Sanal bir dil de lazımdı KTM’ye;
etkileşim gerekiyordu, paylaşım kadar.
Ardından özenle danışma kurulu
oluşturuldu; farklı alanlarda faaliyet
Yapılanlar, yapılacakların ipucunu
veriyordu besbelli…
07
Tasarımcılar ile sanayiciler arasında
aktif tasarım çalışmalarının
gerçekleşmesine aracı olmak,
tasarım eğitimine ve Türk tasarım
belleğinin oluşmasına katkıda
bulunmak, küresel tasarım bakış açısını
tanırken uluslararası platformlarda
Türk üslubunu tanıtmak, genç bakışların
mesleki yeteneklerini yükseltecek
know-how’ın paylaşılmasını sağlamak,
Türkiye’deki tasarım odaklı firmalar
arasında genel bir takım anlayışını
harekete geçirmek hedeflerindeki
KTM hayata yeni geçti, alınacak
yolu çok. İzlemek yetmez;
düşünmek ve paylaşmak gerek.
Bekleriz!
İSTANBUL’DA TASARIM MERKEZİ
“KRİZ VAR DİYE TÜM İŞLER DURAMAZ!”
KALE GRUBU
YÖNETİM KURULU
BAŞKANI ZEYNEP
BODUR OKYAY,
TASARIM MERKEZİNİ
KURARKEN
HEDEFLEDİKLERİ
ANLATIYOR:
TOPLUMDA
FARKINDALIK VE
PROJE KÜLTÜRÜ
ORTAMI
YARATMAK...
Kale Tasarım Merkezi projesine hayat veren
isimler, Zeynep Bodur Okyay ve Serhan Ada.
Bir tasarım merkezi kurma fikri nasıl
oluştu?
Yıllardır yurt dışındaki fuarlara katılıyoruz
oradaki firmalarla yakın ilişkilerimiz var
ve oradaki bazı kültürel aktivitelerde de
şahsen veya grup olarak da bulunuyoruz,
görüyoruz. Hayal gücü fabrikaları
denilebilecek, gerçekten de yaratıcılığı
teşvik eden, onlara ortam sağlayan
örnekler var. Bunları gözlemleyince biz de
Kale Grubu olarak böyle bir ortam
oluşturalım istedik. Tasarım, yaptığımız
işin bir parçasıysa, onu sahiplenmemiz
gerektiğini düşünüyorsak, bunu farklı bir
bakış açısıyla da değerlendirmemiz
gerekir diye düşündük. Tasarım
konusunda toplumda farkındalık
yaratmayı amaçlayan, bir proje kültürü
ortamı ve Türk tasarımını uluslararası
ilişkiler içine sokabilecek bir platformu
oluşturmak, tasarıma 360 derece
yaklaşılan ve disiplinlerarası çalışmalara
olanak sağlayan bir ortam geliştirmek
düşüncesi başlangıçtaki çıkış
noktalarımızdan biri bu oldu.
Böyle bir merkezin tasarım dünyasına
katkısı aşikâr; peki Kale’ye katkısı ne
olacak dersiniz?
Tasarımlarımızı şirketlerimizin
bünyelerinde kurduğumuz tasarım
departmanlarımız aracılığı ile
yürütüyoruz. Bu bölümlerde çalışan
arkadaşlarımızı, bizi ilgilendiren tüm
sektörlerin yurt içi ve yurt dışı fuarlarını
“İÇERİSİ YOK Kİ, DIŞARISI OLSUN!”
izlemelerini sağlıyor, ayrıca özellikle yapı
grubu için ilişkili olan dizayn, deco,
mimari vs. alanlarında öngörünüm
showlarına katılım ve trendlerden de
bilgilenme imkanı sağlıyoruz. Yurtdışında
işbirliği yaptığımız firmalarla ortak eğitim
programları gerçekleştiriyor, bilgi ve
görgülerini arttırmaları için seyahat
programları oluşturuyoruz. Üniversitelerle
işbirlikleri ve programlar geliştiriyoruz.
Yıllardan bu yana başta İtalya olmak
üzere, pek çok ülkenin çeşitli tasarım
ofisleriyle, renk trendlerini oluşturan
firmalarla, yerli ve yabancı tasarımcılarla
işbirliği yapıyoruz.Tasarım birimimizi,
kendi içinde üretip paylaşan bir şey
olmaktan çıkarmada, dışa açımlarını
sağlamada, devinim içinde olan bir
kaynaktan beslenmelerini ve gelişmelerini
sağlamada büyük yararı olacağını
düşünüyoruz.
Kriz pek çok firmanın geri adım
atmasını sağlarken, Kale’den böyle bir
girişim gelmesi çok takdire şayan…
Krizin tasarım odaklı sektörlere etkisi
ne olacak sizce?
Küresel krizin dünya ekonomileri üzerinde
borçlanma, yatırım ve büyüme
dinamiklerine olumsuz yansımaları
olduğu bir gerçek. Mali piyasalarda güven
ortamının iyileşmesini ve finansal
sistemlerin likidite ve sermaye açısından
kuvvetlenmesini sağlamaya yönelik
tedbirlerin piyasalarda istikrarlı bir
şekilde olumlu eğilimlere ne zaman
dönülebileceği konusu ise henüz
bilinmemektedir. Küresel ekonomi bileşik
kaplar dengesi şeklinde işleyen bir sistem.
Bu türbülanstan tüm sektörlerin olumsuz
etkilenmesi kaçınılmaz. Ancak kriz var
diye tüm işlerimizi durdurmamız da söz
konusu değil. Tasarım artık tüm dünyada
rekabetçiliğin en önemli unsuru.
Dolayısıyla tüketimin kısıldığı dönemlerde
tasarım odaklı sektörlerin farklılaşarak
rekabette öne çıkabileceklerini
düşünüyorum.
Açılışı Andrea Branzi’yle yaptınız...
Tasarıma yaklaşımımızda olabildiği kadar
yakın alanlarla olan akrabalığını
gözeterek, çağdaş sanatla olan alanın
gitgide flulaştığı yeni durumu da göz
önüne alarak bir birliktelik düşündük. İlk
konuğumuz, hem tasarım ve hem de
mimari alanda söyleyecek sözü olan biri
olsun istedik. Serhan Ada’nın önerisi olan
Branzi’yi konuya çok uygun bulduk.
İSTANBUL BİLGİ
ÜNİVERSİTESİ
TASARIM KÜLTÜRÜ
VE YÖNETİMİ
PROGRAMI
DİREKTÖRÜ SERHAN
ADA MERKEZDEKİ
BAĞIMSIZ YAPININ
ALTINI ÇİZİYOR.
geliştirilecek bir platformda
somutlaştırılmasıydı. Bunun için
başka örneklere baktık. Bu konuda mimarlık
- tasarım-özel sektörden uzmanların,
profesyonellerin görüşlerine başvurduk.
Bu işbirliğinin her bir tarafın kendi günlük
işlerinde kullandığı geçici bir alışveriş
olmamasına başstan beri özen
gösterdik. Çeşitli fırsatlarda işbirliğini
sınadık. Hazırlık sürecini uzun
tutmaktan çekinmedik.
Tasarım Merkezi’nin üniversitedeki
konumlaması nasıl? Özerk mi?
Elbette. Hem de sadece tasarım, mimarlık
değil, sosyoloji, psikoloji isletme
öğrencileri ve hocalarının da hangi
üniversiteden olurlarsa olsunlar
yararlanacağı, buluşabileceği bir yer
olsun istiyoruz.
Kale Tasarım Merkezi Üniversite’nin çeşitli
birimleriyle kaynak alışverişi olan ancak
dışarı da hizmet sunan özerk bir yapı.
Tasarım Merkezi sürecinin başından
beri siz de işin içindesiniz. Projenin
çıkışından bahseder misiniz? Amaç
neydi?
Amaç üniversite- özel kesim işbirliğinin
tasarım ortak paydasında ve birlikte
Kale Tasarım Merkezi’nin projelerine
başka üniversiteler de dahil olabilecek
mi?
Tasarım Merkezi’ne dışarıdan proje
önerilebilecek mi?
Merkez açık bir yer. Biz fikir sahiplerine
kapıyı sonuna kadar açtık. “İçerisi” yok ki
“dışarısı” da olsun. Tam tersine önerileri
bekliyoruz.
08
21/12/2008
09
Umut Kart
“TASARIMCI SÜREKLİ HATA YAPAR”
İtalyan tasarımının önde gelen isimlerinden Andrea Branzi, Kale Tasarım Merkezi’nin
açılışı için Türkiye’deydi. Branzi, sorularımızı yanıtlarken, hata yapmanın tasarımcılar
ve ilerleme için değerine işaret etti.
Ekonomik krizin tasarım üzerindeki
etkisinden başlayalım mı?
Krizler başta her zaman zararlı olabiliyor
ama daha sonra gelişim için yararlı hale
geliyorlar. Değişmek gerektiğini gösteriyor
temelde. Ve tasarım da değişime hizmet
ediyor işte.
İtalyan Tasarımı, ilk başladığınızından
bu yana nasıl değişti dersiniz?
Aslında, ben 1960’larda çalışmaya
başladım. O zamanlar dünya daha farklıydı,
önemli olaylar süregeliyordu. Çok sert,
karmaşık bir kültür vardı ortada. Modernite
fikri, çok güçlü ve rasyonalistti.
Radikal hareket üzerinden tanımlamayı
denersek… Bugünün tasarım anlayışının
radikal hareketi nasıl olurdu?
Bahsettiğiniz, 1960ların sonunda gelen
radikal hareket, bir çok düşüncesini
gerçekleştirebildi. Bugün aynı isimle bir
“radikal”likten söz etmek mümkün değil.
Bugün bir realizmden söz etmek olası,
radikal hareket realizme dönüştü. O zaman
gerçekliğin farkındaydık, şimdi de bugünün
gerçekleri önem kazanmalı.
ANDREA BRANZI KİMDİR?
Ünlü mimar ve ürün tasarımcısı Andrea Branzi 1938 yılında Floransa’da dünyaya
geldi. 1967 yılında mezun oldu, 10 yıl kadar Archizoom Associati’nin ortaklarından
biri olarak kaldı. Hayatını Milano’da geçirmekte olan Branzi İtalyan radikal
hareketinin önemli isimlerinden biri olarak anıldı. Domus Academy’nin kurucuları
arasında yerini aldı. Bir dönem MODO dergisinin editörlüğünü yapan tasarımcının
Alessi’den Vitra’ya, Cassina’dan Artemide’ye, pek çok marka için yaptığı çalışmalar
bulunuyor. Halen Politecnico di Milano’da eğitim vermeyi sürdürüyor.
Sizin bir tasarımcı olarak en büyük
hatanız ne oldu peki?
Bu soruya cevap vermek için ne kadar
zamanım var? Ben mesela, bir mimar olarak
hiç bir şeyi hayata geçirmedim. Bu hem bir
hata hem de bir avantajdı. Ama belki hayata
geçirsem hatalarım artacaktı.
Şu anda tasarımın sorunlarından
biri bu noktada zaten. Yerel köklerini
kaybetmiş oluyor. Ama, bunlar mutlak
değerler değil. Kökler kimi zaman
tehlikeli de olabilirler.
Domus’un kurucularından biriydiniz.
Bugün nasıl buluyosunuz?
10 sene öncesiyle kıyaslanamayacağını…
Bu, küçük okulların kaderi…
No stop city projenize tekrar dönme
şansınız olsa neyi değiştirirdiniz?
Dil olarak, stil olarak bir etkiden değil, akli
bir etkiden söz etmek mümkün. Bu tip
deneysel bir arayış, benim işlerimde her
zaman baki.
Bana kalırsa başarısı, sürekli
yenilenmesinden geldi. Bir tane stili yok, bir
çok stilden söz edilebiliyor. Bu büyük bir
canlılık anlamına geliyor haliyle. Sürekli
yeni tecrübelerin arayışında. Bir avantajdı
bu tabii. Kusurlu kısmına gelince… Çok canlı
bir dönem değil. Canlılığından, merakından
kaybetti. Bir geçiş dönemine girdi. Ustaların
büyük bir çoğunluğu artık yok, öldüler. Yeni
jenerasyon ise hırslı ama sabırsız.
O zaman ulusal tasarım fikrinden
uzaklaşıyor muyuz gitgide?
Çok bir bilgim yok. Siz ne düşünüyorsunuz?
O zaman giriştiğiniz radikal hareket, daha
sonraki yıllarda, sizin işlerinize nasıl
yansıdı?
İtalyan tasarımının en büyük başarısı ve
başarısızlığı neydi sizce?
tasarımcılardan beklentisi olmaktan cıktı.
Eskiden tasarımcı hep sanayicinin
istediklerini vermeye çalışırdı.
Sorunları çözmeye… Problem tam
olarak tersi artık, tasarımcın istekleri
önemli. Bugün tasarımcı yeni problemleri
ortaya çıkarıyor. Sanayi ona cevap
vermek zorunda. Tasarımsız yenilik
olmaz ve sanayi de ilerleyemez.
Türkiye henüz o konuma gelmiş
sayılmaz… Danışman çağırmaktalar.
Stratejiler geliştirmek için İtalyan
endüstrisi, yabancı tasarımcıları, Türk
sanayisi İtalyanlar’ı kullanıyor.
Zaten birçok kez üzerinde tekrar
çalıstım. Sadece bir proje değil,
çağdaş kentin analizi olaak düşünmek
gerek. Sürekli değişiyor. İstanbul,
no stop city’e iyi bir örnek bence.
01
Mimar kimliğinizi kenara koyup hayata
geçirdiklerinizin çoğaldığı ürün
tasarımcısı yanınıza bakacak olursak?
Bir tasarımcı olarak sürekli hata yaparsın.
Kesin çözümler yoktur. Hata yapmak, ileriye
gitmek için faydalıdır zaten.
Tasarımcının en büyük derdi ne olmalı?
Tasarım, tanımlaması zor bir aktivite. Halk
tarafından sevilmesi istendiğinde genelde bir
felaketle sonuçlanır. Ama tasarımcı, bir
gerekliliği karşılamaktan yola çıkıp, bir
sanatçı gibi davrandığında genelde iyi bir
sonuca ulaşır. Çünkü tasarımcı ürüne hep
eklemelidir. Daha önce var olmayan şeyler;
yetenekler, hisler, tecrübeler… Bu açıdan,
işler fazla programlanmış, pazarlama
tarafından yönetilir hale gelirse yürümez.
İrfan lazım tabii ama doğaçlama çok önemli.
Dünyanın daha fazla sandalyeye, vazoya
vs ihtiyacı var mı sahi?
Elbette dünyanın daha fazla uyarı ve fikre
ihtiyacı var. Ürünlerse o fikirleri iletmekte
kullanılırlar. Ürünler konuşur.
Tasarımcının lüksü projeyi seçebilmek
herhalde. Siz şimdi yeni projeleri
seçerken nelerden yana kullanıyorsunuz
tercihinizi?
Yeni projeler, yeni bilinç, yeni dil…Yeni
lüksüm ne bilmem, am ürünlerin şiirselliği
öne çıkıyor, ekonomik değerleri değil…
Sanayicinin beklentileri yıllar içinde nasıl
değişti?
Sanayinin ne istediğini değil de,
tasarımın sanayiden ne istediğini
biliyorum. Bugün problem, sanayinin
3. kez geliyorsunuz sanırım. Değişim var
mı dersiniz?
Birinciden daha güzel bence! Dün
geldim, çok derinlemesine bir fark var gibi
gelmedi ama ilk izlenim olarak daha
güzelleşmiş buldum.
Dergicilik yapmış biri olduğunuza
göre, yer değiştirmenizi ve
benim yerime Branzi’ye bir soru
sormanızı istesem?
Belki hiç cevabı olmayan bir soru sorardım:
neden tasarım? Hiç kolay bir soru değil.
01 Branzi’nin sunduğu “No stop city”
konsepti en az ürün tasarımları kadar
ilgi çekti.
Gelişen teknoloji, artan enerji gereksinimleri
ve küresel ölçekte gözlenen çevre sorunları
yapıların tasarım ve kullanımında enerji ve
çevre duyarlılıklarının öncelikli belirleyici
olmasını zorunlu kılıyor. Bu anlamda
mimarlık daha az atık üreten, daha az enerji
tüketen, daha güvenlikli ve sağlıklı yapılara
yönelik araştırmalarını yoğunlaştırıyor.
Genelde “sürdürülebilirlik”, “çevre ve enerji
duyarlılığı” gibi kavramların tanımladığı bu
çerçeve bir yandan yapının fiziksel
tasarımına yönelik yeni duyarlılıkları
zorunlu kılarken, öte yandan sonuç ürünün
gelişmiş ölçüm ve denetim teknolojileri ile
desteklenmesini de getiriyor. Bir başka
deyişle, bugün giderek yerleşen bir kavram
olan “akıllı yapı” kavramı aynı anda hem
tasarım duyarlılıklarına hem de “gelişmiş bir
teknolojik altyapıya” karşılık geliyor. Çok
değil belki 15, 20 yıl önce Bond filmlerinde
el hareketi ile yanan sönen ışıklar, açılıp
kapanan perdelerle özdeş ve fütüristik bir
imge olarak algılanan akıllı yapı kavramı
bugünün çevre ve enerji sorunları karşısında
bir zorunluluk olarak yerleşiyor. Öte yandan
akıllı yapı sanıldığının aksine bol elektronik
donanımlı bir yapı olarak da algılanmamalı.
Akıllı yapı akıllı bir tasarım sürecinin sonuç
ürünü olan, çevre ve program beklentilerinin
doğru değerlendirildiği, mekan kurgusunun
ve malzeme seçiminin olası sorunları baştan
çözecek biçimde ele alındığı yapıdır. Güneşe
doğru biçimde yönlenen, ışık ve ısı
denetimini işlevsel beklentileri ile süreklilik
içinde gerçekleştiren yapılar çoğu zaman ek
bir donanıma gerek kalmaksızın önemli
kullanım kolaylıkları, enerji tüketimine
yönelik denetimli bir ortam ve işletme
verimliligi sunarlar. Tersden gidildiğinde de
“kötü” tasarlanmış yapılar teknolojik
altyapılarla ne kadar desteklenirse
C. Abdi Güzer
BİNALARIN
AKLI NEREDE?
Ödüllü yapı projesi MATPUM’un tasarımcısı
Abdi Güzer, kendine ödül getiren “akıllı”
bina kriterlerini ortaya koyuyor. Güzer’e
göre, binaların aklı, çevre koşullarının
doğrudan girdi olarak alınmasında yatıyor.
desteklensin akıllı payesine kolay
ulaşamazlar. Bu nedenle “akıllı” bir yapı için
ön koşul çevre koşullarının doğrudan girdi
olarak ele alındığı duyarlı bir
tasarımdır.
Deneysel merkez
Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ndeki
MATPUM (Mimarlık Fakültesi Tasarım
Planlama ve Araştırma Merkezi) yapısı kendi
kurumsal işlevinin yanısıra akıllı yapı ve
çevre-yapı ilişkisine yönelik araştırmaların
yer alacağı deneysel bir ortam olarak ele
alındı. 2007 yılında YEM tasarım ödülünü
alan bu yapı, çevre duyarlılığına yönelik
özelliklerini barındırdığı donanımdan çok
tasarım sürecinde oluşturulan kurgusu, yer
ve yönlenmeye yönelik tercihleri ile
kazanıyor. Uzun cepheleri kuzey ve güney
yönlerine açılan dikdörtgen bloğun kuzey
cephesi olabildiğince kapalı tutulurken
güney cephesi denetimli bir biçimde
şeffaflaşıyor ve geçirgen bir yüzey
oluşturuyor. Yapının çatısı kuzey cephesi ile
süreklilik oluşturan çift katmanlı ve adeta
termos etkisi oluşturan bir yüzey olarak ele
alınıyor. Böylelikle kuzeyde biriken soğuk
havanın yazın güneye, güneyde biriken sıcak
havanın da kışın kuzeye aktarılarak iklim
denetimi yapılması sağlanıyor. Tasarım
tercihleri ile oluşturulan bu çevre duyarlılığı
bazı yazılım ve teknoloji olanakları ile
destekleniyor. Isı, rüzgar ve ışık algılayıcıları
ile donatılmış olan yapıda, algılayıcılardan
elde edilen değerler bilgisayar ortamında
değerlendiriliyor ve bazı sistemlerin
(örneğin güneş kırıcıların) uyarılarak
harekete geçirilmesi ve denetlenmesi
mümkün olabiliyor. Böylelikle yapının cephe
elemanları yapıda sağlanması beklenen ısı
ve ışık değerlerine yönelik olarak açılıp
kapanabiliyor.
Bu yapı özelinde daha çok deneysel olarak
ve sadece belli bölümlerde kullanılan bu
özellikler Matpum yapısına ek olarak
tasarlanan ve Türk Kızılay Derneği
tarafından desteklenen ar-ge binasında tüm
binanın işletme sistemini belirleyecek
biçimde ele alınıyor. Yapımı süren ek
binada pasif güneş enerjisi kullanımından,
cephe camlarının elektirik üreten paneller
olarak kullanılmasına, yeraltı doğal
ısısının ısıtma sistemini desteklemesinden,
yalıtıma yönelik farklı malzeme ve
donanımların sınanmasına varan pek çok
alanda bütünleşik bir deney ortamı
hazırlanıyor. Her iki yapı giderek daha
yaşamsal hale gelen verimli enerji
kullanımı ve denetimli atık üretimi
konularında model oluşturabilecek
araştırmalara ortam sağlıyor. Şüphesiz
burada temel beklenti, bu tasarım
önceliklerinin yaygınlaşarak gündelik
inşa etkinliğinin bir parçası
haline gelmesi...
10
18/01/2009
Prof. Dr. Alpay Er
Malum aylardır krizle yatıyor, krizle
kalkıyoruz. Teğet geçeceği söylenen krizin
Türkiye’ye sadece ucundan dokunmakla
kalmayıp, aksine bodoslama çarpıp, belki
kalıcı hasar da bırakacağı anlaşılırken,
iktisadi sistemin yaratıcılık ve yenilikçilik
(inovasyon) bileşeni olan tasarım
sektörünün kriz karşısındaki durumu
belirsizliğini koruyor. Aslında bu belirsizlik,
konunun karmaşıklığından çok, Türkiye’de
tasarım sektörüne dair bildiklerimizin çok
sınırlı oluşuyla ilgili. Tasarımın tanımını
sanayideki yeni ürün geliştirme faaliyetleri
kapsamında, yani sadece endüstriyel
tasarım olarak, daraltsak dahi elimizdeki
veri sektörün resmini çizmemize imkân
tanımıyor. İmalat sanayiinde istihdam
edilen kadrolu tasarımcıların sayıları
bilinmiyor, keza ofisler aracılığıyla hizmet
verenlerin de. Endüstriyel tasarım bütçe
rakamlarından bahsedildiğini duyan
olmadığı gibi, serbest tasarım firmalarının
yıllık ciroları da bir muamma. Tüm bunlar
bilinmeksizin, mevcut krizin tasarım
sektörünü nasıl etkilediği üzerine konuşmak
ve yazmak ise, bir kaç örnek üzerinden
yapılan genellemelere dayalı
spekülasyonlardan ibaret kalmak zorunda.
Geçenlerde elime geçen bir çalışma bu
konuda küçük de olsa bir pencere
açabilecek nitelikte. ENSAD
profesörlerinden P. Parker’ın araştırması
2002-2012 yılları arasında 230 ülkede
endüstriyel tasarım hizmetlerinin
büyüklüklerini ekonometrik bir model ile
kestirmeye, tahmine soyunuyor. (Parker,
2006; Icon Group Inc.). Endüstriyel tasarım
hizmetleri North American Industrial
Classification System kapsamında - yani,
“ürünlerin kullanım, değer ve
görünümlerinin optimizasyonuna yönelik
spesifikasyonların yaratılması“ olarak
tanımlanırken, oluşturulan ekonometrik
model “potansiyel sanayi kazancı” (P.I.E.)
veya talebini (latent demand) baz alıyor.
Anlaşılacağı gibi tüm sayısal veriler aslında
gerçekleşmiş bir piyasa büyüklüğünü değil,
potansiyel talep bazında tahminlerden
ibaret. Potansiyel talep piyasaların etkin
olarak işlediği varsayımı üzerinden
hesaplandığı için aslında bu kestirimler de
gerçek talepten çok daha yüksek görünüyor.
Yine de, bu tahminler endüstriyel tasarım
hizmetlerine yönelik hiç bir sayısal verinin
bulunmadığı bir ortamda sadece Türkiye
tasarım sektörünün diğer ülkelere göre
büyüklüğü hakkında bile fikir vererek, daha
anlamlı bir spekülasyona temel
oluşturabilir.
Bu verileri kullanarak en büyük 20 ulusal
endüstriyel tasarım piyasasını
sıraladığınızda, 2008 yılı tahminine göre
Türkiye 81.62 milyon doları ile listenin
sonunda yer alıyor ve dünya pazarının
sadece %0.90 ‘ı oluşturuyor. Elbette bu
tahminler finansal kriz öncesinde
hesaplanmış. Ancak küresel krizin tüm
ülkeleri vurduğu dikkate alınarak, rakamlar
değişse bile oranlar ve sıralamanın çok da
fazla değişmeyeceği öngörülebilir. Parker’ın
KÜRESEL KRİZ
?
TASARIMA
TEĞET Mİ GEÇER
En büyük 20 ulusal endüstriyel tasarım piyasası 2008 yılı tahmini
çalışmasında 2002-2012 arasındaki on
yıllık dönemde mutlak rakam olarak her
yerde büyüme öngörülürken, ülkelerin
dünya endüstriyel tasarım hizmetleri
pazarındaki paylarında ise farklılıklar
gözleniyor. Bu süreçte ABD, Çin ve
Hindistan’ın payı sürekli artarken, geri
kalan ülkelerin hemen hepsinde 2012
yılında 2002 yılına göre küçülme eğilimi
öngörülüyor. Türkiye ile beraber Tayland ve
Rusya’nın aynı dönemindeki payları önce
biraz artıyor daha sonra yeniden 2002
seviyesine iniyor. Ancak krizin etkisiyle
azalacak olan ulusal gelirlerin bu üç ülkeyi
de negatife çevireceğini varsayabiliriz.
Sıralamadaki durumumuz çok parlak
görünmese de, aslında 230 ülke arasında ilk
20 içinde yer alabilmiş olmak bile hala
önemli bir potansiyele işaret ediyor. Dikkat
edileceği gibi, Tayvan ve Tayland’ı Arjantin
ve S. Arabistan ile değiştirdiğinizde bu
ülkeler dünyanın en büyük ilk 20
ekonomisini oluşturuyor, diğer bir deyişle
bunlar ünlü G 20 ülkeleri. 2008 itibarıyla
Türkiye’nin G 20 sıralamasında iktisadi
büyüklük olarak 16. sırada yer aldığı
düşünülürse, belki endüstriyel tasarım
piyasası büyüklüğü anlamında
potansiyelimizin altında bir performans
öngörüsü yapıldığını da söyleyebiliriz.
Krizin etkisine dönersek, mesleğin
duayenlerin Raymond Loewy’in “endüstriyel
tasarımdaki en güzel eğri, satış grafiğinin
yukarıya doğru yaptığı eğridir” sözü
başlangıç için yol gösterici olabilir. Finansal
krizin reel sektöre etkisinin en çok
hissedildiği alanlardan birisi elbette ki
satışlardaki düşüş. Bu yüzden tasarım
sektörü mevcut krizden, satışların
düşmesine paralel olarak sanayideki
yeni ürün geliştirme faaliyetlerinin
azalmasıyla olumsuz etkilenirken, öte
yandan tasarım firmalar tarafından
satışları arttırarak krizi aşmaya yönelik bir
araç olarak da kullanılabilir. Aslında
endüstriyel tasarımın modern ekonomi
içinde bir uzmanlık alanı olarak ortaya
çıkışı ABD’deki 1929 Büyük Buhranı’nın
aşılması bağlamında düşünüldüğünde, kriz
ve tasarım ilişkisinin kapitalist tüketim
toplumunun tarihselliği içindeki rolü dikkat
çekici. Elbette tasarımın satışları artırmaya
yönelik potansiyelinin “krizi fırsata
dönüştürme” söylemlerine naif ve sığ bir
eklenti olmanın ötesine taşınabilmesi,
imalatçı firmaların endüstriyel tasarım
yetkinlikleri dışında, nakit varlıklarının
durumu, yatırım güçleri gibi finansal
faktörlere de bağımlı.
Son üç, dört haftalık süreçte ulaşan bilgilere
göre, krizden etkilenen firmaların istihdamı
azaltarak maliyetleri kısmaya yönelik
kararlarından Türkiye’de kadrolu çalışan
endüstriyel tasarımcılar da doğrudan
etkinlendi. Görünür tasarım yatırımlarına
sahip bazı firmaların endüstriyel tasarım
kadrolarında %50’lere ulaşan
küçülmelerden bahsediliyor. Bu kriz
sonrasında çok ihtiyaç duyulacak olan
kurumsal yeni ürün tasarımı ve geliştirme
yetkinliklerinin kaybedilmesine yol açabilir.
Ertelenen veya iptal edilen projeler,
zamanında ödenmeyen proje telifleri vb. de
zaten az sayıdaki küçük tasarım ofislerini
önümüzdeki aylarda zorlayabilir.
Krizin farklı sektörleri aynı şekilde
etkilemeyeceği, dış ve iç pazar dinamikleri
başta olmak üzere her sektörün
özgünlüklerinin krize karşı savunma ve
krizden çıkış stratejilerini de
11
Yeşim Demir
farklılaştıracağı açık. Endüstriyel tasarım da
bu farklılaşan stratejiler içinde değer
yaratan bir uzmanlık olarak farklı roller
üstlenebilir. Krizin en sert vurduğu
otomotiv ve entegre sanayi kollarındaki
küçük ve orta ölçekli imalatçılar üstün
üretim yeteneklerini stratejik tasarım ve
pazarlama düşüncesiyle birleştirebildikleri
ölçüde kendilerine yeni pazarlar ve iş
alanları yaratabilirler. Ayrıca, tasarımın bir
yandan satışları arttırmak için kullanılırken,
diğer yandan ürün ve geliştirme
maliyetlerini kontrol amacıyla da
kullanılabileceği, hatta sırf maliyetleri
düşürmek için önemli roller üstlenebileceği
de unutulmamalıdır. Endüstriyel tasarımı
sadece pazarın üst segmentlerini
hedefleyen farklılaşmış, lüks ürünlerle
özdeşleştiren bir anlayışın bunu hayata
geçirebilmesi elbette kolay değil. Ancak
endüstriyel ürün tasarımı yetkin
profesyonellerce icra edildiği ve etkin bir
şekilde yönetildiğinde buna muktedirdir.
Her ne kadar imalat sanayi krizden
ciddi şekilde etkilense de, aslında Türk
tasarım piyasası zaten henüz gerçek bir
işlevsellige sahip olmadığı için, krizin
etkisi örneğin etkin bir tasarım piyasasına
sahip olan İtalya gibi ülkelere göre daha
sınırlı olacak. Kriz esasen piyasanın
düzenleyici işlevini yerine getirememesidir.
Öte yandan her kriz, oturmuş bir
sistemde taşların yerinden oynaması ve
sistemin yeniden kurgulanmak üzere
bozulması da demektir. Bu alt üst
oluşun, değişiklikten çıkar sağlayabilecek
şekilde konumlanmış, kazanacakları
kaybedeceklerinden daha çok olan
ve tabi ki gerekli yetkinliklere ve
cesarete sahip aktörler için doğurabileceği
fırsatları tartışmak bu mütevazı ekin
sayfalarını haddiyle aşar. Ancak, yaşanan
krize rağmen, İsveç’in ünlü endüstriyel
tasarım ofisi Ergonomidesign‘ın Avrupalı
tasarımcılar için hep zor bir piyasa
olagelmiş Amerikan pazarına girme kararını
tam da şimdi alması buna güzel bir örnek
olabilir. Son zamanlarda Beylikdüzü ve
Ümraniye’deki sanayi sitelerinde kelepir
fiyatlara müşteri arayan İtalyan tasarım
ofislerinin bu açılımlarının kime, ne gibi
fırsat ve tehditler doğuracağı da bu
kapsamda ele alınmalıdır..
Eğer musibetten hayır çıkarsa,
aslında tasarıma hiç de teğet geçmeyen
bu kriz spekülatif finans kaynaklarının
yarattığı taleple şişen, kendisine
artık sanat galerilerinde yer beğenen ve
yabancılaşmış bir tasarım paradigmasının,
veya en azından son 20-25 yıllık
formatının da mezarını kazıyor.
Kimbilir belki de bu kriz tasarımı
Türkiye’de artık her önüne gelenin arsızca
yağmaladığı bir kavram ve tüketim
kültürünün popüler ama sığ bir hobisi
olarak algılanmaktan çıkartıp, üretim ve
inovasyon kültürünün asli bir unsuru,
gerçek bir uzmanlık, araştırma ve meslek
alanı olarak inşa etmeye yeniden başlamak
için aradığımız fırsat da olabilir.
KRİZ FİLAN ANLAMAM,GELİŞİM İÇİN
BENİMSEDİKLERİMİZİN ARASINDA
GRAFİK TASARIM VAR MI?
Birkaç hafta önceydi. Narkozdan yeni
uyanmışım. Ağrı kesici pompaya çok
basmış olmalıyım ki hastane odasının
tavanında animasyonlar beliriyor; çizgiler,
harflere, harfler bedenlere, bedenler
tanıdık yüzlere ve sözlere dönüşüyor, bu
sözler onlarca farklı yazı tipinde büyük bir
yapıyı oluşturuyor, sonra bu yapının
pencerelerinden yüzüme doğru cümleler
dökülüyor ama belli bir mesafede asılı
kalıyorlar. Üstümü ılık bir huzurla
örtüyorlar. Bodoni’yi ne kadar özlemişim.
“Bana lükslerimi geri verin,
gereksinimlerim olmadan da
yaşayabilirim”.
Oscar Wilde‘ın bu sözü neyin lüks neyin
gereksinim olduğuna iyi bakmak gerektiğini
düşündürüyor. Grafik tasarım maske
takmak değildir. Grafik tasarım lüks
yaratmak, güzellemek, güzelce yapmak,
estetik kazandırmak (bu ne demekse, çok
işitiyorum bu aralar), süslemek değildir. İyi
işçilikten ibaret değildir. Düşünmek, fark
ettirmek ve sorulara beden vermektir
aslında. Problemin ya da gerçeğin en
rahatsız edici hallerinin bile farkına olmak,
sorgulamak, dillendirmek, bugünkü değil,
gelecekteki amacı tutmak, ete kemiğe
büründürmektır! Duyarlı olmak ve herşeye
ağlamak arasındaki fark gibi ince iştir.
Sadece tasarımcı ve işveren için değil
hepimiz için bir sosyal sorumluluk, abartılı
bulsanız da bir dava işidir.
Tasarımcı ise bu davanın başlangıç ve
sonucu arasındaki yerde durur. İlk söz ile
son söz arasında bir yer. Bir hamilelik hali.
Bir kadının bedeni gibi gereken zamanda
gerektiği kadarını yaratır. Tasarım
ürününün yaşamı ise doğduktan sonra
başlar.
(Bu arada kuzguna yavrusu bazen kaz
görünür bazen kartal. Mühim değil.) Ürün
artık bağımsızdır. Farkedilmek ister,
gereksinim duyuldukça büyür serpilir.
Duyulmazsa kaybolur.
Afişlerin sokaklarda yıpranması, bir
logonun onlarca yıl bir kurumu güvenle
sırtlaması, iyi tasarlanmış kitabı yıllarca
saklamak, iyi ambalajların anneleri
cezbetmesi güzeldir. Doğru ve yakışık alır
biçimde tasarlanmış bir sokak tabelasından
yol bulmak, geriye çekilmiş bir tasarım dili
ile bir romanın tadına varmak, bir kapağa
vurulup o kitabı okumak güzeldir. Haberin
önde olduğu bir gazeteden haber almak,
bir filmi afişi ile hatırlamak, bir yazı
ailesine vurulmak, bir yazı tipini özenle
bir diğeri ile eşlemek heyecan vericidir.
Bir kurumun tutumunu belirleyen bir
kurumsal kimliğe zamanla aşina olmak,
değiştiğinde eskisini merak etmek,
sokakta üstüste yapışmış afişleri görmek
güzelir. Sipariş üzerine olmayan,
tasarımcısının içeriğini de oluşturduğu yeni
bir görme ve düşünce biçimi hayatımıza
arz-ı endam ettiğinde onu merak edip
kavramaya çalışmak çok güzeldir. Taklit
etmeyen yeni bir üslupla ansızın
karşılaşmak kalbimizi hızlandırır, harikadır.
Bir tasarımın başka tasarımlara yol açması
güzeldir. Bir projede mimarlık, endüstri
tasarımı veya sanatın tüm dalları ile grafik
tasarımın nasıl birbirleri ile
haberleştiklerini görmek güzeldir. Ezber
bozmak, algıyı alt üst etmek, önermek
güzeldir.
Peki bütün bunları gelişim için elzem
görüyor muyuz? Tüm bu saydıklarım
olmadan hiçbir şeyden, duygudan, akıldan
haberdar olamayacağımızı, dünya telaşının
güzelliğini hissetmeden göçüp
gidebileceğimizi görebiliyor muyuz? Ya da
grafik tasarım kollektif bilince yerleşip
talep haline geldiğinde nasıl daha çok
düşünen ve daha iyi yaşayan bir toplum
olabileceğimizin farkında mıyız?
Gerçekleşmesi için yol açıyor muyuz?
Koşullar dikenlense de bu konuda ısrarlı
mıyız? Lafı uzatmayayım; değer veriyor
muyuz?
Alan ve Zaman
Bugün Berlin’de, bir zamanlar doğu Berlin’e
ait trafik lambalarındaki ikonların
konvansiyonel ikonlarla yer değiştirmemesi
için ölümsüzleştirildiğini görüyoruz.
Ampelmann (ampul adam) Alman yöresel
şapkasını takan, ayakkabılı, hafif tıknaz,
elleri oldukça belirgin, durduğu zaman
kollarını iki yana açıp sanki karşı
kaldırımdakileri kucaklamaya hazır gibi
duran sevimli bir adam. Tasarımcılar ve
halk Ampfelman’i cengaverce savunuyor,
yayınlar, ürünler, web siteleri ile kişileştirip
yaşatıyor.
Benimse bir gün Kulüp Rakı’nın etiketi
değişecek diye ödüm kopuyor.
Fark ettim de her 7 yılda bir, bir
ekonomik deprem oluyor. 1994,
2001 ve şimdi. 1994’te birden bire tüm
dengeler yer değiştirmiş, zamanla satın
alma dinamikleri yaratıcı yönetmen
kesilmiş, herkes tasarımdan eni konu anlar
olmaya başlamıştı. Yolun başındaydım ve
ekonomik değişimlerin algıyı nasıl
değiştirdiğini bir türlü anlamıyordum. (Hala
da anlamıyorum!) Tasarımın “sadece
görsel“ bir iş olduğuna iyice inanan
işveren, o güne dek çevresinde
“gördüklerini“ yeterli bulmuş, bunlarla
doldurduğu bir hazneye bağlı kumanda
masasından, tüm form, harf ve “şeyler“e
hükmetmeye başlamıştı. Yaratıcılığın
formülünü keşfetmeye girişmiş; her
tasarımcının kendi bünyesine ait bir
şuuraltının parmak izi olduğunu görmezden
gelip “yaptırmaya” başlamıştı.
Ben çocukken bazı akşamlar yemekten
sonra televizyonda buz pateni seyrederdik.
Ne kadar kolay görünürdü, çıkıversem hatta
evin koridorunda hoplayıversem
yapıverecekmişim gibi gelirdi. Ama
yapamayacağımı bilirdim. Aradaki fark
buydu işte.
Yıllar geçti, üçüncüdeyiz. Durum nispeten
daha farklı. Grafik tasarım ofislerine inanç
ve güven yükseliyor, tasarımcılar neleri
değiştirebileceklerini fark ediyor. Ama
yeterli değil. Daha çok çaba gerekiyor.
Reklam sektörünün grafik tasarıma kriz
mriz demeyip daha çok geçit vermesi
gerekiyor. Grafik tasarıma, tasarımcıya
daha çok ihtiyaç duymak gerekiyor. Hele
kriz döneminde. Daha sağlam durmak,
kendini ifade etmek, ses çıkarmayı
sürdürmek doğru görünmek gerekiyor.
Grafik tasarım yakışanı giymekse öyle
gerekiyor işte. Sadece işveren olarak değil
toplumsal olarak da bu gereksinimi
hissetmek, grafik tasarımı
“tasarımcısından” talep etmek gerekiyor.
Grafik tasarım, düşleri ve niyetleri
simgeleştirir. “Başımıza geleceklere”
bakmaksızın “geleceğimizin”
kurgulanmasında rol alır. Bunun için ise
grafik tasarımcının 2 temel koşula ihtiyacı
var: Alan ve zaman.
Alan: 1. Tasarıma gereken değeri maddi
manevi veren kişi, kurum ve toplum.
2.Tasarımın büyütülmesi için gereken
mesafe, yeni önerilere açık alan
olarak özetlenebilir. (Bu alan krizlerde
mercimek kadar kalıyor.)
Zaman: Sadece yapmak veya uygulamak
için değil, tasarımı yatırıp dinlendirmek
için bir döşek, bir meşe fıçı, sonra yine
çalışmak, yine bekletmek, yine çalışmak
için bir mekân. Alan ve zaman verilmeyen
koşullarda gece rahat uyumak zor.
Bir bayrak, bir nüfus kâğıdı, bir evlenme
cüzdanı, elinizdeki gazete, hepsi
seçimlerimizin bir sonucu. Belirleyici ve
önemli. İyi çözümlenmiş bir kurumsal
kimliğe ihtiyaç duyan bir belediye,
afişlerini teni gibi gören bir tiyatro,
firmasının geleceğini şansa bırakmayan bir
işveren, grafik tasarıma değer vermenin
çiçeklerini toplar. Öyle hemen olmaz, biraz
zaman alır, ama değer.
“Vasat masat bana yeter, idare eder,
dur bakalım, iş görüyor işte” diyorsanız
umarım bu yazı acilen bu kafayı
değiştirip vasıflı bir grafik tasarımcıya
başvurmanıza yardım eder.
Bu yazıyı yazarken yemek siparişi verdim.
Yemekten bir kurabiye, kurabiyeden de bir
niyet çıktı:
“Çaba göstermeye değer!”
12
18/01/2009
13
KUNTER ŞEKERCİOĞLU
HATİCE GÖKÇE
Müge Avşar
DEFNE KOZ
“Öyle bir araba düşünün ki onu kullandıkça
formu değişsin. Sadece içi değil, dışı da
yumuşak olsun. Dokunduğunuzda eliniz bir
ipek eşarba mı yoksa arabanın kaportasına
mı değiyor anlamayın. Gizem dolu, heykelsi,
insanı heyecanlandıran, coşkulandıran,
muhteşem proje: Gina! 2002 de tasarlanmış
Gina, ama sadece 2008’de o esrarengiz
farları ile bize göz kırptı. Kavramsal bir
proje… İlk arabaların (ve de uçakların)
metal kafes üzeri kumaş kaplanmış
olduğunu hatırlarsak, aslında eski bir
konstrüksiyon tekniğinin günümüze
mükemmel bir şekilde çağdaşlaştırarak
uygulanması. Küçük motorcuklarla kontrol
edilen materyali, yırtılmayı ve gevşemeyi
önleyecek kadar da rafine. Ayrıca bu
teknoloji ve malzeme, BMW’nin tasarım dili
olan iç ve dışbükey hatları yakalamakta çok
yardımcı!”
KORAY ÖZGEN
“Milano’da sergilenen, Jens Fager tasarımı
“Raw chairs” anlık, oyunsu niteliği ve
tasarımcının nesneye olan kritik yaklaşımı
açısından oldukça etkileyici bir örnek.
Ahşaptan üretilip, elde yontularak bitirilen
bu sandalyelerin hepsi birbirinden farklı
çıkıyor. Her yıl Milano fuarında yüzlerce
sandalye ile karşılaşırız, bazen de
gereğinden fazla tasarlanmış sandalyeleri
izlemek insanı yormaya başlar. İşte bu
bağlamda, özellikle alçakgönüllü bir
tutumla gerçekleştirilmiş, neredeyse “antitasarım” diyebileceğimiz sandalyelerle Jens
Fager’in ulaştığı sonuç görsel ve dokunsal
anlamda oldukça şiirsel.”
2008’İN
EN İYİ TASARIMI
HANGİSİYDİ
?
“Plastiğin dikişsiz ve eksiz işlendiği
enjeksiyon teknolojisi ile Zaha Hadid’in özel
ayakkabı koleksiyonu. Dünyanın en büyük
ayakkabı üreticilerinden Grendene’nin
markası Melissa, sahip olduğu çevre dostu
özel enjekte termoplastik teknoloji
sayesinde, katı ve sıvı parçalar mükemmel
şekilde, yüzde yüz nötralize edilip işleniyor.
Arındırılan plastik etkin biçimde
kullanılıyor. Kalan parçalar geri
dönüştürülerek değerlendiriliyor. Ünlü
mimarın akıcı formları ayakkabı
tasarımında da çok ilginç bir formu
yaratmış. Zaha Hadid 8 farklı renkte
tasarlamış ayakkabı serisini. Benim için
2008 in en iyi tasarımı olarak yerini aldı.”
“2008’in en iyi tasarımlarından biri de,
Konstantin Grcic tasarımı PLANK üretimi
“MYTO” sandalye. MYTO, hem ağır yük
taşıyabiliyor, hem de hafif. Çünkü kimya
devi BASF tarafından geliştirilen “Ultradur
high speed” isimli yeni bir polimerden
üretildi. Bu malzeme, tasarımcısının daha
dar kesitler çalışmasına imkan veren daha
akışkan partiküllere ve daha fazla yük
taşıtma fırsatı sağlayan kuvvetli bir yapıya
sahip. Birbiri üzerine istiflenebiliyor. 5oo
kiloluk stres testlerinden geçerek
sağlamlığını kanıtlamış durumda. Malzeme,
üretim ve tasarımda yenilikçi olmanın form
bulmuş hali…”
ERDEM AKAN
AZİZ SARIYER
“Konstantin Grcic tasarımı Myto Chair, yılın
ürünü. Sandalye enjeksiyon kalıp yolu ile
başarılı ve akılcı bir üretim ile
tamamlanıyor; yüksek tasarım
standartlarına sahip. Bana göre tasarımın
ergonomik değerinin ötesinde ilk defa
dönüşümlü plastikten imal edilmesi çok
büyük bir gelişim.”
AKIN NALÇA
SEZGİN AKSU
“İyi tasarım deyince aklıma, tüketimi
pompalayan değil; çevre ve doğayla barışık,
dönüştürülebilirlik öncelikli tasarımlar
geliyor. Geçen yıla bakınca zekice
tasarlanmış göz alıcı birçok iş sıralamak
mümkün ama hangisini ilk beşe koyacağıma
karar vermekte zorlayacak derecede bir
nicelik söz konusu. Olafur Eliasson’un BMW
enstelasyonu, Qute revolution’un Rüzgar
tribünleri, Can Yalman’ın Kale grubu için
tasarladığı seramik serileri, Faruk Malhan’ın
bardak serisi, DARCH Studio’nun kağıttan
kesilmiş katmanlardan oluşan satış ve sergi
alanını sayabilirim.”
“Patricia Urquila’ nın tasarladığı Emu için
“re-terouvé” ürünleri! Kadın tasarımcı
elinden çıktığı belli; erkek tasarımcıların
yapamayacağı bir ürün bu. Renkli olmaları
da çok önemli, sanki elbise giydiriyorsunuz
bahçenize, ya da tasarladığınız out-door
bar veya restorana… Çok romantik bir
tarafı var.”
2008, TASARIM DÜNYASI İÇİN OLDUKÇA
HAREKETLİYDİ. DÜZENLENEN SERGİ, YARIŞMA
VE ZENGİN İÇERİKLİ ETKİNLİKLER SAYESİNDE
YARATICI AKLIN NİMETLERİNDEN PAYIMIZA
DÜŞENİ ALDIK. YILI GERİDE BIRAKIR
BIRAKMAZ DA İŞİN USTALARINA SORDUK.
PROFESYONELLERİN GÖZÜNDEN GEÇTİĞİMİZ
YILIN EN BAŞARILI TASARIMLARINI ÖĞRENDİK.
ORHAN IRMAK
“En iyi yerli tasarım projesi olarak Design
Turkey ödüllerini görüyorum, yabancı
tasarım projesi olarak ise i-phone.
İnsanların en son hangi ürün için geceden
sıralara girdiklerini, almak için rezervasyon
yaptırdıklarını hatırlayamıyorum. Modern
dış görünüşü kadar, ara yüz tasarımında
getirdiği yenilikler, kullanım kolaylıkları,
iletişim ile eğlenceyi buluşturan
fonksiyonları ile başarılı bir tasarım olarak
anılmayı hakediyor.”
ATİLLA KUZU
“Son 10 senedir ürüne yönelik, internet, cep
telefonu gibi unsurlar dışında, bizi hayrete
düşürecek gelişmeler yaşamıyoruz. 20072008 yılları arasında belki de en çok talep
gören, cep telefonuna eklediği çok çeşitli
işlevleriyle i-phone ve Blackberry gibi
ürünler. Teknolojik gelişmelerin mobilya
tasarımına yansıması daha geç oluyor ve
bu, mobilyaların imalatında kullanılan
malzemelerin değişimi ile gerçekleşiyor.”
“Rakı içmem, ama Gamze Güven’in
Tekirdağ rakı bardağı o kadar güzel ki; hem
lokal değer olan rakıya yarattığı evrensel
kimlik, hem de görsel olarak algılattığı el
kavrama ilişkisi ile.... 2009’da rakıya
başlayabilirim!”
MERİÇ KARA
“Pieke Bergmans’ın “Crystal Virus” isimli
projesi tasarımın üretimde başladığı
örneklerden. Hollanda’da kristal vazo
fabrikası Royal Leerdam’da geçiyor hikaye.
El yapımı cam baloncuklar, vazo olmak
üzere, sıcakken ve henüz şekillenirken
masanın yüzeyine bastırılıyor. Kendisi tam
yüzeye uyum sağlar hale geldiği gibi
yüzeyde de kendi oturacağı alanı
işaretlemiş bulunuyor. Bu, Pieke’nin virüs
dediği nokta. Bu sırada yüzeyin dokusu da
vazoya işliyor. Yüzeyle obje birbirine ait
hale geliyor; şiirsel tasarım
dediklerimizden. Modern tasarımcının
geleneksel tasarımla, tasarımın da sanatla
ve izleyiciyle buluşması... Aynı zamanda
“güzel” kristalin ahşap gibi bir malzemeyle
karşılaşması.”
14
18/01/2009
15
Filiz Yılmaz
ÜNİVERSİTELİ SANAYİ
Eray Sertaç Ersayın
TÜRKİYE’DE TASARIMLA KAZANMAK
Son dönemde üniversite ve sanayi sıkı
ilişkiler içine giriyor, ama nasıl? Kısa bir
tur atalım!
DTM, TİM ve ETMK, Turquality etkinliği çerçevesinde, Design
Turkey’i hayata geçirdi. 500’e yakın başvuru içinden 50’si
ödülleri paylaştı. ETMK İstanbul Şube Başkanı Sertaç
Ersayın, bizim için ödül sistemlerini masaya yatırdı.
Yeni bir fikir peşinde koşanlar, yaratanlar,
tasarlayanlar, olumlu değerlendirmeler almaktan,
takdir edilmekten, alkış almaktan -hangi sektörde
olursa olsun- memnuniyet duyar. Bu memnuniyet,
onlar için inanılmaz bir motivasyon ve ilerideki
projeler için birer itici güç haline gelir. Aynı çerçevede
bu yaklaşımları teşvik eden sermaye sahipleri,
destekçiler, üreticiler, paydaşlar da muhtemel
takdirleri fikir sahipleri ile paylaşmaktan şüphesiz
gurur duymaktadır. Birbirine benzeyen ürünler
arasında, görsel ve yazılı medyanın pompaladığı
imgeler dünyası içinde, kafası karışan satın almacılar,
tüketiciler ve kullanıcılar hangi ürün ve hizmeti
alması, tüketmesi gerektiği konusunda çekinceler
yaşamakta ve kararsız davranabilmektedir. Bu
kararsızlığı, çekinceleri ortadan kaldıracak olan
yaklaşım, daha yaratıcı ve nitelikli ürünleri başka bir
klasmanda sınıflayıp ve değerlendirmekten
geçmektedir. Bu sınıflandırma ve derecelendirme
günümüzde dünyanın birçok farklı kentinde birçok
farklı organizasyon tarafından yapılmaktadır.
IF Design Award, Red Dot Design Award, G Mark- Good
Design gibi birçok uluslararası ödüllerin varlığına
karşı, fuar organizasyonları çerçevesinde ve fuar
esnasında sergilenen ürünler arasından
değerlendirmeleri yapılan Design Plus gibi çok nitelikli
tasarım organizasyonları da gerçekleştirilmektedir.
Ancak son dönemlerde ödüllerin yaygınlaşması, ödül
alanların sayısının artması, konuyu öyle bir hale
getirdi ki, zaten vitrinde olan tasarım ve tasarımcıların
hemen hepsi benzer ödüllerden en az birer tanesine
sahip hale geldiler. Londra’da, Milano’da, Essen’de,
Hannover’de, Frankfurt’ta verilen ödüller, düzenlenen
sergiler, yarışmalar Shangai, Dubai, HongKong, Tokyo
gibi önemli Asya merkezlerinde de neredeyse
Franchise usulü yayılmaya başladı. Tasarımların
birbirine benzemesini şikayet konusu yaparken,
yarışma, sergi gibi organizasyonların da tekdüze
yaygınlaşması bazı soru işaretleri beraberinde getirdi.
Kültür, algı ve değerlendirme ölçütlerinin ihracı
anlamına gelen bu oluşumu, daha iyimser bir bakışla,
“olgunlaştırılmış değerlendirme sistemlerinin
yaygınlaştırılması” diyerek konuyu bu aşamada
yumuşatalım.
Türkiye de özellikle son yirmi yıl içinde ETMK’nın
(Endüstriyel Tasarımcılar Meslek Kuruluşu) organize
ettiği, destekçisi olduğu birçok tasarım sergisi ve
tasarım yarışmaları yapıldı. ETMK İstanbul Şubesi’nin
kurulması ile ETMK, İstanbul’da daha etkin ve güçlü
hareket eder hale geldi. 1994 yılında Ankara’da
organize edilen Designer Odyssey Sergisi ve
Ödülleri’nin ikincisi 1998 yılında İstanbul’da
düzenlendi. 2004 yılında Frankfurt Tendence
Lİfestyle fuarında Türk Tasarımı konulu sergi,
MarketingIST Tasarımla Fark Yaratanlar 2004, İTO Bir
İstanbul Hatırası Hediyelik Eşya Tasarımı 2006,
01
Tasarımla Kazananlar 2005-2006-2007 yıllarında
Tasarım Değerlendirme platformu olarak pazara
sunuldu. Son dönemde organizasyonların kazandırdığı
deneyim ile ülkemiz adına yeni bir değerlendirme
sistemi daha kazanıldı. Yeni yaklaşımın adı Design
Turkey oldu.
Tüm tasarım ödüllerinin üretim endüstrilerine,
tasarım ve pazarlama dünyasına heyecanlı bir
dinamizm getirdiği bir gerçek. Ancak ödül
odaklı geliştirilen ürünler, güçlü imaj oluşturmak
için alınmaya çabalanan tasarım ödülleri, ürün algısı
ile ürünün pazarda oluşturduğu başarı/başarısızlık
hikayeleri arasında kimi zaman oluşan derin farklar,
bazı organizasyonların tasarım değerlendirme
sistemlerine ilişkin soru işaretlerini zihinlerde
uyandırıyor. Tasarım Ödülü kazanan firmaların
cirolarının kaçta kaçını ödüllü ürünleri ile
yaptıklarını sorduğumuzda alacağımız yanıt
muhtemelen moralimizi bozacak seviyede
olacak. Bu nedenledir ki tasarım motivasyonu
yaratma adına, anılan ödüllerin sürdürülebilirliğinin
sağlanmasından yanayım. Oluşturulan
motivasyonun bir süre sonra itici güç haline
gelebilmesi için, organizasyonların sürdürülebilir
olması çok önemli. Gelişmekte olan ülkelerde henüz
bu eşik aşılmış değildir. Doğal olarak Türkiye için de
bu eşik henüz uzakta bir yerlerde duruyor.
Uluslararası film festivallerinde nitelikli ödüller
alan ve bu nedenle de daha kolay fark edilir olan
sinema dünyasının ödülü Türk filmlerinin durumu,
bazı halleri ile tasarım dünyamızın ödüllü
tasarımlarının durumuna benziyor. Bol ödüllü,
nitelikli ama hedeflenen tirajı yakalayamamış,
toplumun birçok katmanına ulaşamamış filmler gibi,
tasarım dünyamızda da bol ödüllü ama az
sayıda üretilmiş veya satılmış ürünler, tüketim
dünyasında şov ve güç gösterisi yaparken,
kapitalist dünyada oluşturdukları yetersiz
nemalar ile güçsüzleşebilmektedirler. Bu
aşamada toplum için tasarım mı, azınlık için tasarım
mı muamması ve tartışmaları içinde kendimi
kaybetmemek için konuyu işlevsel özellikleri ile
hayatımızı kolaylaştıran, ihtiyaçlarımızı gideren,
görsel ve estetik özellikleri ile duygularımıza, algı
dünyamıza ulaşan özgün tasarımlar çerçevesine
oturtmak isterim. Üzerine birkaç dakikadan fazla
oturulamayan koltukları, kullanılamayan eşyaları
dünyanın en gösterişli tasarımlarına sahip
olsalar da bu sınıflandırma içinde
konumlandırabilmem maalesef mümkün değil.
Küresel finans krizinin, üretim sektörünü daha da
güçlü etkilediği bir dönemde; Sahne senin İstanbul
sloganı ile sahneye dönüştürülen İstanbul Kenti’nin,
yeni yılda ve diğer yıllarda Tasarım Dünyası’na daha
gönülden, daha istekli ve emin ellerde ev sahipliği
yapması dileğiyle…
01
01
01
DESIGN TURKEY’DE
KAVRAMSAL PROJE
ÇIKARTMASI
03
08
Design Turkey pek çok açıdan tartışıldı, yazıldı, çizildi. Bir
ilkti, katılım çoktu, devleti, endüstriyi ve endüstriyel
tasarımcıları temsil eden üç önemli kuruluşu yan yana
getiriyordu. Kategorileri, jürisi, organizasyonu… Her biri tek
tek irdelendi. Ancak başka bir konu daha vardı gözden
geçirilecek: Kavramsal Tasarım alanında verilen “yalnız” bir
ödül.
02
05
“Ürünün çevreye zarar vermemesi, doğal kaynakları verimli
kullanması ve sürüdürülebilir olması “iyi tasarım”ın
olmazsa olmaz ölçütlerinden biridir. Ancak ürün fikri
geliştirilirken üretim ve pazar kısıtlarıyla karşılaşıldığında
en gözardı edilen konulardan biri de çevreye olan
katkısıdır. Design Turkey “eko-tasarım”ı tema olarak
belirleyerek Kavramsal Tasarım Ödülleri için tasarımcıları
özgür yaratıcı fikirler geliştirmeye davet etti” sözleriyle
anlatıyor ETMK Başkanı Gülay Hasdoğan çiçeği burnunda
organizasyonla kavramsal tasarım ilişkisini.
Küçük deniz tanrısı anlamına gelen “Triton”, güneş ve
rüzgar enerjisini bir arada ve birbirine alternatifli olarak
elektrik enerjisine çevirmek üzere geliştirilmiş; denizlerde
artan trafik sistemini rahatlatmak ve daha güvenli kılmak
amacı ile, marina girişleri, liman ve deniz üzerinde kalıcı ve
geçiçi ikaz ve yönlendirme ihtiyaçlarına göre süratle
konumlandırılabilecek yüzer bir sistem elemanı.
Tasarım önemli bir rekabet unsuru. Bu
yüzden, sanayinin tüm sektörleri gündelik
hayatın problemlerine metodolojik çözümler
getirebilecek tasarımcılara ihtiyaç duyuyor.
Genel anlamda 80’li yıllardan itibaren
‘Endüstri Ürünleri Tasarımı’ eğitimi vermeye
başlayan Türk üniversiteleri bu ihtiyacı
oldukça başarılı bir biçimde karşılıyor.
Eğitim hayatlarının başlangıcından bitişine
kadar öğrencilerine ‘proje kültürü’nü
aşılayan üniversiteler, sanayiyle iç içe
olmalarına da özen gösteriyor. Özellikle son
dönemde, tasarımın önemimi anlayan
sanayiciler, öğrenci projelerine rağbet
gösteriyor ve birlikte projeler geliştiriyor.
Öğrenciler geliştirdikleri projelerle hem
mezun oluyor, hem de profesyonel hayata
adım atmış oluyorlar.
Türkiye’nin kavramsal tasarım ödüllerini sırtlayacak daha
çok yaratıcı zihne ihtiyacı var. Ancak bu bir başlangıç;
farkındalığı sağlamak, işe koyulmak, tasarlamak için…
İSO-İTÜ “KOBİ’ler için Endüstriyel Tasarım”
Projesi, KOBİ’lerin tasarım ihtiyaçlarını
dikkate alan, üniversite sanayi işbirliğinin
Design Turkey’in davetini 58 proje başvurusu yanıtladı,
25’i sergilenmeye hak kazandı. Ancak tasarımlardan sadece
biri jüri tarafından “Design Turkey - Kavramsal Tasarım
Ödülü”ne değer bulundu: “Triton” deniz trafiği uyarı
sistemi. Dr. Hakan Gürsu, Alper Karadoğaner, Muzaffer
Koçer ve Çağdaş Sarıkaya tarafından geliştirilen “Triton”,
denizler üzerinde alt yapı bağımlığı olmadan, alternatif ikaz
ve yönlendirme sistemini sürdürülebilir temiz enerji
kaynakları ile çalıştırılmasını hedefliyor.
07
04
ilk örneklerinden. İTÜ, 2003 yılından
itibaren farklı sektörlerden pek çok firma ile
öğrenci projeleri gerçekleştiriyor. İSO’ya
kayıtlı farklı sektörlerden, tasarımcı
çalıştırmayan veya daha önce endüstriyel
tasarım hizmeti almamış, İSO’nun yaptığı
duyuruyla başvuruda bulunanlar arasından
seçilenler ile son sınıf öğrencileri bu proje
kapsamında buluşuyor. Benzer şekilde,
ODTÜ öğrencileri tarafından gerçekleştirilen
mezuniyet projeleri, sanayiyle güçlü bağlar
oluşturarak, sektör ihtiyaçlarını dikkate
alarak hazırlanıyor. Bu projeler, her yıl
ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi’nde
sergileniyor. Bu yıl yedincisi düzenlenen
ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü
mezuniyet projeleri sergisine otomotiv,
mobilya, aydınlatma, elektrikli ev aletleri,
tıbbi cihazlar gibi sektörlerden toplam 39
firma ve kurum danışmanlık yaptı.
Tasarımı Bölümü öğrencileri ise diploma
projelerini kapsamlı ve çok bileşenli
konulardan seçmeye özen göstererek, son
yılarda ‘ulaşım araçları’ üzerine odaklanmış.
Geçtiğimiz yıllarda karavan, tır tasarımı gibi
projeler geliştiren öğrenciler, 2007–2008
diploma projesi döneminde endüstri ile
işbirliği yaparak, Cam Takviyeli Plastik (CTP)
malzemesi ile üretilen 6,5 metre
uzunluğunda Kıyı Gezinti/ Hobi teknesi
tasarımı, üniversite-sanayi işbirliğine örnek
teşkil eden önemli projelerden biri.
Marmara Üniversitesi Endüstri Ürünleri
Üniversite-sanayi işbirliği üzerine proje
06
01 Ceren Demirağaç, Marmara Üniversitesi
02 Emre Özsöz, Kadir Has Üniversitesi
03 Tolgahan Yılmaz, Haliç Üniversitesi
04 Çiğdem Kaya, İstanbul Teknik Üniversitesi
05 İrem Çelik, Orta Doğu Teknik Üniversitesi
06 Serdar Özsümer, Marmara Üniversitesi
07 Mert Özünal, Yeditepe Üniversitesi
08 Efecan Gürbüz, Yeditepe Üniversitesi
geliştiren diğer önemli okullardan bir diğeri
Yeditepe Üniversitesi. Endüstri Ürünleri
Tasarımı Bölümü 3. sınıf öğrencileri, Nova
Reklamcılık Dekorasyon A.Ş ile Yeditepe
Üniversitesi’nin ana yerleşkesinde ring
seferleri için durak projesini geliştirdi. Bu
sayede öğrenciler, sanayi ile ilişki kurmanın
yanı sıra, parçası oldukları bu yaşam alanı
içerisinde, kullanıcı profillerinin
oluşturulması, kullanım alanlarının ve
ihtiyaçlarının saptanması, mekanik
tasarım, mühendislik ve üretim yöntemleri
gibi endüstriyel tasarımın tüm
süreçlerinde yer alabildiler.
16
18/01/2009
17
SANTRAL BULUŞMALARI 01
“Belleğine sahip çıkan kent” hikayesinin başrolünü üstlendi AKM. Bir yenilenme
projesi olarak yalnızca mimarların değil toplumun her kesiminin ilgi alanına girdi.
Mimarlık dünyasının önde gelen isimleri Tansel Kokmaz, Korhan Gümüş, Murat
Tabanlıoğlu, Suha Özkan ve İhsan Bilgin, AKM tartışmalarını bizim için masaya yatırdı.
İHSAN BİLGİN
TANSEL KORKMAZ
SUHA ÖZKAN
KORHAN GÜMÜŞ
MURAT TABANLIOĞLU
Tansel Korkmaz,
Radikal Tasarım
Gazetesi Santral
Buluşmaları’nın ilkini
derledi.
Tansel Korkmaz- Yıkılma ihtimaliyle
gündeme gelen Atatürk Kültür Merkezi
(AKM) bir yenilenme projesi olarak
gündemimize nasıl geldi? İstanbul’luların
kolektif belleklerinde önemli bir yeri olan
bu bina sivil toplumun gündemine nasıl
geldi?
Korhan Gümüş- Yıkım kararına karşı
görüşler açıklanması ve yeterli kamuoyu
oluşmasıyla birlikte AKM’nin korunması
gereken bir kültür varlığı olduğu açıklık
kazandı. AKM’nin bugünkü gelişme sürecine
girmesinin nedeni, sorunu çözmeyi
amaçlayan bir sivil girişimin sürecin
başından beri devrede olması ve 2010
yasasında AKM’nin yenileme kararının yer
alması idi. 2010 Kültür Başkenti Ajansı’nın
özel bir yasası var. AKM’nin yenilenmesi
konusu da 2010 Ajansı’nın kuruluş
yasasında yer aldı. Bu yasa ile Türkiye’de ilk
defa kent ölçeğinde iş görecek, çok taraflı
bir kamu tüzel kişilik oluşturuldu. Katılıma
açık bir çalışma biçimi oluşturulmaya
çalışıldı.
Süreci Kültür ve Turizm Bakanlığının mı,
ajansın mı yönlendireceği yasada açık
değildi. Ancak bakanlık ile olumlu bir
işbirliği süreci gelişti. 2010 Ajansı Genel
Sekreteri Sayın Eyüp Özgüç’ün verdiği
direktifle bir çalışma komitesi oluşturuldu.
Kamu tarafı ile sivil taraf arasında bir ilişki
kuruldu ve yeni bir çalışma modeli
geliştirildi. AKM projesi bence bu açıdan da
2010’un en simgesel projesi. Zaten kamu ile
sivil toplum arasındaki ilişkilerin
geliştirilmesi, kent ölçeğinde çok katmanlı,
çok aktörlü uygulamaları içeriyor. 2010
Ajansı, Kültür ve Turizm Bakanlığı’yla
İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni ve sivil
toplum kuruluşlarını bir araya getiriyor.
Karar alınırken tartışılarak alınıyor,
uygulama ortaklaşa yapılıyor. Bu çok önemli
bir gelişme. Türkiye’de kapasiteler genelde
ayrı ayrı kullanılır. Ajans ise bu
kapasitelerin birlikte kullanılabilme
imkanını yaratmayı hedefledi. Ajansın farkı,
bir yönetişim modelinin sadece fikirde
değil, pratikte de gerçekleştirebilmesi oldu.
Yaklaşık 20 senedir bu kentte kültürün bir
stratejik konu olarak ele alınması ve her
kararın tartışılarak alınması ihtiyacı
ortada. Bu yüzden AKM’nin kentin kültür
altyapısının geliştirilmesi açısından
çok simgesel bir girişim olduğu
vurgulanmalı.
Kısacası 2010 Ajansı AKM’yi devralmak için
değil, bir yönetişim modeli içinde
süreci kolaylaştırmak için harekete geçmiş
oluyor. Sürecin, Kültür ve Turizm
Bakanlığının bu işbirliğini sıcak karşılaması
sayesinde olumlu yaşandığının altını çizmek
lazım. Bu noktada önemli bir inisiyatifi de
Tabanlıoğlu Mimarlık kullandı ve işi bir
sosyal sorumluluk projesi olarak üstlendi.
Çünkü tek başına bir sorun etrafında sosyal
bir hareketliliğin gerçekleşmesi işin
tamamlanması için yeterli olmuyor;
inisiyatifin profesyonel hizmetle buluşması
başarıda hayati bir önem taşıyor.
TK- Bir binayı yenilerken yapının
potansiyellerini iyi anlamak çok önemli. Bu
anlamda AKM nasıl okunmalı? Neleri
saklamak, neleri değiştirmek gerekiyor?
Murat Tabanlıoğlu- AKM eskiden beri
belleğimizde yeri olan bir mekan. İstanbul
modernitesine ev sahipliği yapmış önemli
yapılardan biri. AKM’nin bulunduğu yer
belki de Türkiye’nin en önemli arazisi. Onun
için kentsel dönüşümün tek girdisini rant
olarak görenlerin iştahını kabarttı ve yıkımı
gündeme geldi. Ancak kent, belleğine sahip
çıktı ve modern İstanbul’un da bu belleğin
vazgeçilmez parçası olduğunu tavizsiz bir
şekilde vurgulamış oldu. Ben başından beri
bu sürecin olabildiğince katılımcı ve şeffaf
olmasını istedim. Çeşitli sanatçı gruplarının
yanı sıra mesela Cem Mansur ve Beral
Madra ile toplantılar yaptık. AKM
hayatlarının bir parçası olmuş kişilerin
algıları, deneyimleri bizim için çok önemli...
Binanın iki kısmı var: Birincisi fuaye ve
sahne; diğeri de arkada 1700 kişinin
çalıştığı bölüm. Babam Hayati Tabanlıoğlu
cepheyi, önünde hafif metal bir tül olan cam
bir cephe olarak tasarlamış. Kamu
binalarında güvenliği ön plana almamayı
çok önemsiyorum. İçinde bulunduğumuz
santralistanbul kampüsünde hiçbir güvenlik
bariyerinden geçmeden bu odaya kadar
girebildim; bu muazzam bir olay. Ama şu
anda Türkiye’de otellerin, evlerin bile
önünde büyük bariyerler var. Biz Bilgi
Mimarlık Programı stüdyosunda da bunu
tartışıyoruz: Şehir nasıl binaların içine
akabilir? Bugün, davetkar kamusal alanları
nasıl tanımlıyoruz? Bence AKM’nin
yenilenmesinde de en önemli problematik
budur.
TK- AKM bu anlamda çok davetkâr olmayan
bir bina gibi geliyor bana. Şehrin en işlek
meydanlarından birinin kıyısında olmasına
rağmen bu canlılıktan yeterince
faydalanmıyor. Bu belki de eski kültür
merkezleriyle bugünküler arasındaki farka
işaret ediyor: Eskiden neredeyse bir fildişi
kule gibi ele alınan kültür merkezlerinin,
bugün en temel motivasyonları şehrin her
kesimine ev sahipliği yapabilmek. Şehir
gitgide birbirlerine yabancılaşmış, yolları
hiç kesişmeyen, içine kapanmış homojen
gruplar yığınına ve bunların kurtarılmış
bölgeler haline gelen alanlarının toplamına
indirgeniyor. 21. yüzyılın kentleri bildiğimiz
anlamda kent olmaya devam edecekse
bütün kentlilere açık, herkesin benimsediği
ve kendini evinde hissedeceği kamusal
alanlara ihtiyaç var. AKM’nin
yenilenmesinde de önemli girdilerden biri
bu sanıyorum.
KG- Dünyada da 20.yy’ın kamusal
mekan anlayışı denetlenen ve sabitlenen
işlevler içeriyordu. 90’lardan sonra
kamusal mekan kavramı esneklik
kazandı. Ben örneğin VenedikBienali’nin
ana mekânı Arsenale’nin son derece
modern bir kullanımı olduğunu
düşünüyorum. Belki Centre Pompidou’dan
bile daha modern. Çünkü hiçbir
kullanım biçimi sabitlenmiyor ve
burası yaratıcı bir boşluk olarak kente
enerji veriyor. Oysa turizm açısından
bakılsaydı burası hemen özelleştirilir,
kongre merkezi, otel falan olurdu.
MT- AKM’nin tarihine baktığımız zaman,
ilk önce belediye bir opera ve bale binası
yapmak istiyor. II. Dünya Savaşı
sonrasında bir kültür merkezine doğru
evriliyor program. Binanın içinde konser
salonu, çocuk tiyatrosu, Aziz Nesin
Sahnesi, sanat galerisi var. Bu tür çoklu
programların en iyi örneklerinden biri
Londra’daki Royal Festival Hall bence.
Bina her zaman dolu ve canlı.
Performans provası yapanlarla
sanat galerisine gidenler, kucağında
bilgisayarı çalışanlarla yemek yiyenler
birbiriyle içiçe geçiyor.
TK- Evet tam bir uğrak, buluşma yeri,
aylaklık yeri, aynı zamanda da sanatın
mekânı. Bu akıcılıkta zemin katın şehirle
kurduğu ilşki kadar bina kesitinin katkısı da
büyük...
MT- AKM’ye bugünün perspektifinden
baktığımızda sürdürülebilirlik ve tasarruf
zaafları da göze batıyor. 60’lı yıllarda
yapıldığı için izolasyonu zayıf. Binanın
kendisini korumak için camının ve
üzerindeki kaplamanın iyi yapılması lazım.
Bugün artık yağmur suyu toplanarak
yeniden değerlendirilebiliyor. Hatta
İngiltere’de, “gray water”, yani
tuvaletlerdeki kullanılan suyun bile tekrar
kullanılması söz konusu. Güneş
enerjisinden yararlanmanın yolları var.
Taksim Meydanı’nda olunca ses izalasyonu
da çok kritik. Binanın içine girdiğinizde
akustik en önemli mesele. Meydanın
uğultusunu da kontrol etmek lazım.
KG- AKM sürecinde uygulamadan önce
düşünmeyi amaçlayan bir süreç yaşanıyor.
Bugünkü dönüşüm 40-50 senelik bir
sistemin idari bir işlevle tamirini değil,
yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor.
Önemli olan AKM’nin özelleştirilmeden,
işlev değiştirmeden, kamusal niteliğini
kaybetmeden, hatta kamusallığı daha da
güçlendirilerek kente kazandırılması. Bu da
yalnızca binanın değil, programın da
kamusal bir nitelik kazanması
demek... Önemli bir nokta da bu dönüşümün
kamunun kaynaklarıyla yapılması. Tersine
bir gidiş varken, Türkiye’de böyle bir
gelişmenin olabilmesi umut verici. Kamu
kültüre yatırım yapıyor ve bunun nasıl
yapılacağını tartışıyor. Genellikle dönüşüm
bir kırılmayla gerçekleştirir. Ya mülkiyet el
değiştirir, ya yatırım kararıyla birlikte yeni
bir aktör devreye girer, kullanım amaçları
değişir, vs... AKM’de dönüşüm kamusallığın
geliştirilmesi yönünde.
TK- 80 sonrası dönüşüm projelerinin
çoğunun hedefi rant yaratmak. Bu da
kentlileri her türlü değişime düşünmeden
direnme refleksi göstermeye itiyor. Bu
noktada AKM yenileme pratiği taze bir
perspektif ile önyargıları kırma
potansiyeline sahip. Dolayısıyla 2010
Ajansı ve Kültür Bakanlığı, AKM’nin
yenilenme projesini basit bir tamire, eksikgedik kapamaya indirgemeden 21. yüzyılda
kamusal alanın yeniden-inşaasını düşünme
fırsatı olarak önümüze getirmiş oldu.
18
18/01/2009
19
Aykut Köksal
A. Selim Tuncer
“ÖLÜMÜN TASARIMI”
“TASARIMIN ÖLÜMÜ”
BİRİNİ TERCİH ETMEK!
Çeşitli sanat dallarında ve gündelik yaşamda, modernle yüzleşme deneyimlerimizin
ortaya çıkardığı sonuçların en azından bir çabanın izlerini taşıdığını görmek
mümkünken, mezarların, aynı zamanda banyo, tuvalet, merdiven imalatıyla iştigal
eden mermer ustalarının eline, vicdanına ve istidadına terkedildiğine acıyla tanıklık
ediyoruz. “Tasarımın ölümü” yerine “ölümün tasarımı”nı tercih etmek zorundayız artık.
Sanıyorum Seneca söylemişti:
“Hastalandığımız için değil, dünyaya gelmiş
olduğumuz için ölüyoruz.” Ölmek için
doğuyoruz demek de mümkün...
Modernitenin ölüm gerçeğini toplumsal
yaşamdan gizlemeye çalıştığını, hatta ölüm
algısının bir bilgisayar oyununa, bir
Hollywood mizansenine indirgendiğini
kabul etsek bile, bireysel deneyimlerimizde
bu gerçekle yüzleşmekten kurtulamayız.
Ölümün metafiziği ve dinlerle olan ilişkisi,
onun, bu dünyanın gerçeği olduğunu
ortadan kaldırmıyor. Hatta, insanın ölüm
karşısındaki acizliğine yalnızca dinlerin
cevap veriyor olması bile onu dünyevilikten
çıkarmıyor. Nitekim mezarlıklar, ne kadar
onlardan gözümüzü kaçırmaya çalışırsak
çalışalım, evlerimiz ve işyerlerimiz,
parklarımız ve caddelerimiz, tapınaklarımız
ve alışveriş merkezlerimiz gibi kent
bütününün kopmaz bir parçasıdır.
Kentlerimiz için “yaşam alanları” tasarlamak
ne kadar doğalsa, “ölüm alanları”
tasarlamak da aslında o kadar doğaldır.
Sadece İstanbul’un bile, paleolitik çağdan,
Roma’dan, Bizans’tan ve Osmanlı’dan miras
kalmış mezarlık ve mezar taşlarını
inceleyerek, geleneksel kültürlerin, modern
insana göre ölümle daha sahici ve doğal bir
ilişki kurmuş oldukları, ölüme yaşamın bir
parçası teslimiyetiyle baktıkları sonucuna
varmamız mümkündür. Hatta mezarlıklar,
uygarlıkların önemli yansımaları ve
tezahürleridir.
Osmanlı mezar taşlarının çok iyi kodlanmış
bir dili olduğunu söyleyebiliyoruz. Mesela
“cellat mezarlarını” ilk gördüğümde çok
etkilendiğimi hatırlıyorum. Üzerinde hiç
yazı olmayan cellat mezar taşları,
dikdörtgen prizma olarak biçimlendirilmiş
ve tasarımın dilinin aynı zamanda nasıl
ürpertici olabileceğini gösteren dümdüz
taşlardan ibaret... Ayrıca, mezar
taşlarındaki nesir ve manzumeler, hat
sanatı örnekleri, çeşitli tezyinat ve
ikonografik anlamlar, o günün toplumunun
sosyal, kültürel, zihinsel yapısını ve
bunların zaman içindeki değişimini
günümüze net bir biçimde aktarmaktadır.
Dönemin mezarlıkları ve mezar taşlarındaki
bütüncül estetik anlayışının gelişimi ise
apayrı bir inceleme konusunu oluşturuyor.
Yetkin taş ustalarının, şairlerin ve
hattatların, içine doğdukları kültürün
oluşturduğu formasyonlarını tevarüs yoluyla
kuşaklar boyu birbirlerine aktarmalarıyla
yaşanan gelişimin ana arterlerinin bir
noktadan sonra tıkanmasıyla birlikte ortaya
çıkan şaşkınlığın, bugün mezarlarımızı birer
“kiç” anıtlarına dönüştürdüğünü hepimiz
gözlemliyoruz.
Çeşitli sanat dallarında, müzikte, mimaride,
grafik tasarımda, edebiyatta ve gündelik
yaşamda, modern olanla yüzleşme
deneyimlerimizin ortaya çıkardığı
sonuçların, üzerinde konuşulacak çok fazla
olumsuzluklarına rağmen en azından bir
çabanın izlerini taşıdığını görmek
mümkünken, mezarların, aynı zamanda
banyo, tuvalet, merdiven imalatıyla iştigal
eden mermer ustalarının eline, vicdanına ve
istidadına terkedildiğine acıyla tanıklık
ediyoruz.
Estetik yozlaşmanın tüm alanlar için ortak
bir serüveni var. Ancak, modernle yüzleşen
birçok alanda hem başarılı sentezler hem de
“kiç”leşme örnekleri ortaya çıkabilirken,
mezar tasarımlarımızda yaşanan sefaletin
nedenlerinden birinin, mezarlarla olan
ilişkimizi hep kısa sürede sonlandırma
eğiliminden, diğerinin ise, dinin konservatif
tutumları beslemesi nedeniyle özgür
yönelişlere yönelik cesaretsizliklerden
kaynaklandığını düşünüyorum. Tamam,
ölümün soğuk yüzü belki de en önemli
etken, ama böylesi bir sefalet soğukluktan
öte koyu bir karanlık değil mi?
Multi-disipliner bir alan olan mezar
tasarımı; mimari tasarım, sözel tasarım ve
grafik tasarım alanlarının işbirliğiyle
gerçekleştirilebilir. Ancak, anıt mezarlar
veya bazı zengin mezarları dışında ne bir
mimara mezar sipariş eden ne bir yazara
mezar taşı yazısı yazdıran ne de bir
grafikere mezar taşı tasarlatan
duymadığımız gibi, yine ne bir mimarın ne
bir yazarın ne de bir grafik tasarımcının bu
konuda bir arza teşebbüs ettiğini
görmüyoruz. Oysa bu iş, yukarıda da
söylediğim gibi, öte dünyayla değil,
tamamen bu dünyayla ilgilidir. (Bu arada,
tasarımını mimar Haydar Karabey’in, grafik
tasarımını ise Bülent Erkmen’in yaptığı
Duygu Asena’nın mezarını hatırlamadan
geçmeyelim.)
Türk modernleşmesinin, farklı alanlarda, iyi
kötü, doğru yanlış bir yol aldığını söylemek
mümkünse de, hem yüksek sanatla kendini
ifade eden, hem de günlük yaşamla
bütünleşen bir estetik sentez üretme
konusunda çok ciddi zaaflar taşıdığını
görmek zor değildir. Bu durumun en kötü
tezahürlerinin ise mezarlıklarda karşımıza
çıktığını görmezlikten gelmemeliyiz.
“Tasarımın ölümü” yerine “ölümün
tasarımı”nı tercih etmek zorundayız artık.
Geleneği tekrarlayarak sürdürmek birçok
bakımdan mümkün olmadığı gibi doğru da
değildir. Ancak, geleneği de bir referans
noktası kabul eden, bunun yanında dinin
yasakları kapsamına girmeyecek her türlü
özgürlüğü cesaretle kendine basamak yapan
yeni bir tasarım anlayışının bu alanda da
eserler ortaya koymasının zamanı çoktan
gelmiştir/geçmektedir.
Kendi mezar taşımı tasarlayayım diyorum
ama, karım “Aklını mı kaçırdın, ölüme
davetiye çıkarmış olursun!” uyarısıyla beni
ürküttüğü gibi belki gizli gizli yazdığım bu
yazıya bile bozulacaktır. Fakat, ne yapayım
ki, (Allah elbette gecinden versin ama)
mermer ustalarının yaptığı eciş bücüş bir
mezarda yatmak istemem. Galiba en iyisi,
bulursam yetkin birine işi şimdiden sipariş
etmek!
Mimarlık tarihinde, yaşadığı dönemi
yönlendirmiş, her kırılma noktasında yer
almış, öncü aktörlerden biri olmuş az sayıda
mimar var. Bunların başında Philip Johnson
geliyor. Johnson, 1930’larda modernizmin
militan savunuculuğunu yükleniyor, 1970’ler
sonunda, bir simgeye dönüşen AT&T
binasıyla postmodernizmin ikon
figürlerinden biri oluyor, 1988’de
dekonstrüktivistleri dünyaya tanıtan serginin
düzenleyiciliğini yükleniyordu. Türkiye’de
ise Sedad Hakkı Eldem’in, üretim yaptığı
yarım yüzyılı aşan dönemi neredeyse tek
başına tarif ettiğini söylemek yanlış olmaz.
Eldem 1908 doğumlu, Güzel Sanatlar
Akademisi’nden 1928’de mezun oluyor,
1932’de aynı okulun öğretim kadrosuna
katılıyor. Eldem’in meslekteki bu ilk yılları,
genç Cumhuriyet’in de liberal bir programla
dışa açık bir siyaset izlemeye çalıştığı
döneme denk geliyor, bu siyasetin
mimarlıktaki yansıması ise uluslararası
modernizmin Türkiye’deki ilk örneklerinin
ortaya çıkması oluyor. Eldem’in bu dönemi
simgeleyen çalışması, İstanbul Fındıklı’da
inşa edilmiş, -aynı zamanda dönemi de
sonlandırdığı söylenebilecek-1934 tarihli
SATİE binasıdır.
1929 ekonomik bunalımının ardından gelen
1930’lu yılların, tüm dünyada olduğu gibi
Türkiye’de de içe kapanmacı ve ulusalcı bir
döneme yol açtığını, dahası bu dönemi
tanımlayan ideolojinin Cumhuriyet’in “ulusdevlet”i oluşturma sürecinde izlediği ana
kültür siyasetini belirlediğini biliyoruz.
Başka bir deyişle 1930’lu yıllar, pek çok
disiplinde olduğu gibi, mimarlığın da resmi
ideolojinin güdümüne girdiği bir dönemi
başlatıyor. İşte bu noktada genç Sedad
Hakkı Eldem’in mimarlık sahnesine
belirleyici bir aktör olarak çıktığını
görüyoruz. Bir yandan Akademi’de
başlattığı “milli mimari seminerleri” ile
mimarlığının ana paradigması olarak ileri
süreceği “Türk Evi” kavramsallaştırmasının
peşine düşüyor, bir yandan da yayınladığı
manifesto niteliğinde proje ve metinlerle,
“Türk Evi”nin bir prototipi olarak kabul
ettiği şemanın mimarlığa yön vermesi
gerektiğini ileri sürüyor.
CUMHURİYET MİMARLIĞI
VE
SEDAD HAKKI ELDEM
Burada iki noktanın dikkati çektiğini
söyleyebiliriz: İlki, Balkanlara dek uzanan
geniş bir coğrafyada görülen ev tipolojisinin
“Türk Evi” olarak adlandırılmasının,
dönemin resmi ideolojisinin simgesi olmuş
Güneş-Dil kuramını anımsatmasıdır, ikincisi
ise prototip olarak sunulan şemanın,
aslında pek de uzakta olmayan Amcazade
Hüseyin Paşa Yalısı’na doğrudan
bağlanmasıdır. Nitekim bu ulusalcı dönemin
en fazla sözü edilmiş yapısı olan Taşlık
Kahvesi (1946), Maçka sırtlarında
Amcazade’yi yineler. Gerek Taşlık
Kahvesi‘nde, gerekse Fen ve Edebiyat
Fakültesi (1942-1944) gibi dönemin öteki
ulusalcı ürünlerinde Eldem’in yerel
kaynağını açıkça gösterdiğini, yani
soyutlamaya olabildiğince az başvurduğunu
görüyoruz. Bu da yine dönemin resmi
ideolojik programını işaret ediyor, çünkü
ulusalcı sav, anlamı gizleyecek ve
göstermek istediği kaynaktan uzaklaştıracak
her türden soyutlamanın karşısında durmak
zorundadır.
Cumhuriyet tarihinin en önemli kırılma
noktası olan ve merkez-çevre çatışmasının
ilk sonucu olan 1950 dönüşümü, siyasal
tarihin ilk liberal dönemini başlatmakla
kalmaz, ulusalcı resmi ideolojinin
güdümünü, Halkevleri gibi tüm kurumsal
araçlarıyla birlikte ortadan kaldırır. Kısaca
“Elliler Modernizmi” olarak
adlandırabileceğimiz bu özgürleşme
döneminde, on iki ton yazısının ya da
elektronik müziğin ilk erken örneklerini
veren modernist müzikten edebiyattaki
İkinci Yeni şiirine bağlanan, soyut resim ve
heykelden, “çizgi” ile mizahın savaşımını
veren karikatüre uzanan, Batı’daki
gelişmeleri izlemeye (belki de bir
gecikmişlik zorunluluğuyla taklide) yönelen,
soyutlama düşüncesini öne çıkaran “yeni”
bir kültürel ortamla karşılaşıyoruz. Mimarlık
da bunun dışında kalmayacak ve
uluslararası modernist çizgi çok kısa bir
sürede Türkiye mimarlığında egemenlik
kuracaktır. İşte bu keskin dönüşümde de
Sedad Hakkı Eldem’in baş rolde olduğu
görülüyor. Akademi iç mekânının yangın
sonrası yenilemesiyle başlayan bu yıllarda,
Eldem, İstanbul Hilton Oteli (1952), Florya
Tesisleri (1955-59), Rıza Derviş Köşkü
(1956-57), Uşaklıgil Köşkü (1956) gibi
başyapıtlarını verir. Türkiye’nin siyasal ve
kültürel tarihine koşut olarak on yıl kadar
süren bu ara dönemin, Sedad Hakkı
Eldem’in en parlak dönemi olduğunu
söyleyebiliriz. Hiç kuşkusuz bu çalışmalar,
başta Neutra olma üzere, Batı
modernistlerinin etkisinin çok doğrudan
görüldüğü yapıtlardır, ancak Eldem artık
ideolojik programın yerine mimarlığın
kendisini geçirmiş, daha doğru bir deyişle
artık mimarlığın içinden konuşmaya
başlamıştır.
Ne ki, Türkiye’yi ikinci bir sert kırılma
noktası yakalar: 1960. Türkiye artık merkezçevre çatışması sarmalına girecek, ancak
her seferinde kendini yeniden üreten
merkez, 1950’lerin modernleşmeci ivmesini
yakalayamayacaktır. 1960 sonrasının çok
yinelenen ve pek beğenilen sözü
akıllardadır: “Evrensel olmak için önce yerel
olmak gerekir.” Ulusalcı resmi görüş bu kez
kendine “yerellik” üzerinden yeni bir
meşruiyet zemini yakalamış, merkezin
ideolojisiyle ilişkisi hep gidiş-gelişler
yaşayan aydınlar da bu paradigmanın baş
savunucuları arasında yer almıştır. Bu
kültürel iklim Eldem’in üretimini
etkilemekte gecikmez. 1950 öncesinin
yerellik damarı yeniden canlanacak,
kimi kez bu damar, Sosyal Sigortalar
Kurumu Kompleksi‘nde (1962-1964)
olduğu gibi kendini bağlamsalcı bir
savla öne sürecektir. Ancak bu dönem
yapıtları içinde soyutlamanın öne
çıktığı çalışmaları, yani yerelle,
geleneksel olanla ilişkiyi yüksek bir
soyutlamayla kurduğu yapıtları Eldem’in
belki de en yetkin işleri arasında
sayılmalıdır. Bunların başında da
Yeniköy’deki Sirer Yalısı (1967) ve Atatürk
Kitaplığı (1973-1975) gelir. Soyutlamayı uç
noktaya taşıyarak kaynağı bütünüyle
görünmez hale getirdiği Akbank Genel
Müdürlüğü (1967-1968) ise sadece
Eldem’in değil Türkiye mimarlığının
başyapıtları arasında yerini alacaktır.
Sedad Hakkı Eldem’in mimarlığı, yirminci
yüzyıl Türkiye mimarlığını yeniden
tartışmaya, sorunsallaştırmaya olanak
verecek önemli ipuçları taşıyor. 2008 yılı
Eldem’in doğumunun 100. yıldönümüydü ve
bunları tartışmak için önemli bir fırsat
yaratıyordu; öncelikle de yıllar boyu hizmet
verdiği eğitim kurumunun bir yeniden
değerlendirme ortamı yaratması beklenirdi,
ama yıl birkaç cılız etkinlikle geride kaldı ve
bu fırsattan yararlanıldığını söylemek pek
olası değil.
20
“Ne o?!.. İtalyanlara hem yemek, hem de
tasarım anlatacakmışsın” diye takılanlara
“Bir su böreği nasıl yapılır, onu gösterip
geleceğim” diyordum. 2007 yılı Ekim ayı
içinde Palermo Tasarım haftası nedeniyle
Sicilya’yı ve Palermo’yu ilk defa görme
fırsatım olmuştu. O hafta içinde kurulan
dostluklar, Palermo Üniversitesi ve İzmir
Ekonomi Üniversitesi arasında varılan
değişim antlaşmaları derken hemen hemen
tam bir yıl sonra kendimi tekrar Palermo’da,
ama bu sefer geçtiğimiz yıl olduğundan çok
daha farklı bir konumda buldum. Palermo
Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi öğretim
üyelerinden Prof. Marinella Ferrara’nın
büyük özveri ve katkılarıyla oluşturduğumuz
programa göre 17-22 Kasım tarihleri
arasında 2 adet seminer verecek ve bir tane
de tasarım atölyesi yürütecektim.
Seminerlerden birincisi “Türkiye’de
Endüstriyel Tasarım” üzerineydi. Yüksek
Lisans ve Doktora öğrencilerinin katıldığı
seminerde Türkiye’nin tarihinden girip,
jeopolitik konumundan çıkıldıysa da,
oldukça sıcak bir Akdenizlilik havası içinde
geçti seminer. Palermo Üniversitesi’nin
Tasarım ve Mimarlık konusunda yüksek
lisans ve doktora yapan öğrencilerinin
Osmanlı İmparatorluğu’nun endüstriyel
atılımları neden yeterince
yapamamasından, Gaia&Gino ya da
İlkİnMilan üzerine sorularını yanıtlarken
fonda Laço Tayfa çalıyordu.
“Yeni Nasıl Yaratılır ya da Tasarımların
Evrimi” başlıklı ikinci seminer aynı
zamanda atölye çalışmamızın da temelini
oluşturuyor ve acaba evrim ilkeleri
tasarımda yaratıcılıkla bağdaştırılabilir mi
sorusuna da yanıt arıyordu. Evreni bir
mutfak kabul edersek buradaki bilinen
varlıklar da periyodik tablodaki
elementlerin birbiriyle kurdukları ilişkilerin
çeşitlemeleri olarak karşımıza çıkmaktaydı.
Sanki bir el bu tablodaki malzemelerin
karışımından farklı farklı menüler
üretmekteydi ve bu malzemelerin de bir
araya gelebilmeleri için belli başlı kurallar
ve koşullar gerekliydi. Lamarck’dan
Darwin’e, Herbert Spencer’dan Richard
Dawkins’e uzanan bir çizgide teorik bir
çerçeve çizildikten sonra bunun tasarımdaki
ve mimarideki yansımalarından da örnekler
verildi. İstanbul’da Aya Sofya, Palermo’da
San Cataldo, ya da San Giovanni degli
Eremiti gibi yapılar da faklı kültürel tasarım
anlayışlarının hem özel koşullarda bir araya
gelmelerinin, hem de tarihsel süreçte de
evrimleşerek yeni boyutlar kazanmalarının
sonuçlarıydılar. Biz de atölye çalışmamızda
Sicilya ve Türkiye’nin en güçlü alanlarından
biri olan mutfak kültürlerini birleştirecek ve
katılan herkesin ortak aklıyla Sicilya-Türk
Mutfağının ilk reçetelerini uygulamalı
olarak tasarlayacaktık. Atölyenin başlığı
proje asistanlarımızdan, afişin de
tasarımcısı Simona La Torre tarafından
haftalar öncesinden konmuştu bile: Il Seme
del Design ha Bisogno di Un Vaso:
Contaminazioni Turco-Siciliane… Yani,
“Tasarımın Tohumu Bir Saksıya İhtiyaç
Duyar: Türk-Sicilya Karışımları” gibi çok
anlamlar çıkarılabilecek bir başlığı vardı
18/01/2009
A. Can Özcan
PALERMO RAPORU
kaçırıp uydurarak yaptığımız süzme yoğurda
katan tasarım ve mimarlık öğrencilerinin
hevesli katkılarını da unutmamak gerek.
Günün sonunda hem su böreği hem de
şıhilmahşi yemekleri birer tasarım
olarak tartışılıp tadıldığında ortaya
çıkan sonuç şuydu: Bunlar Sicilya’ya hiç de
yabancı olmayan malzemelerle ama yabancı
yöntem ve kavramlarla üretilen ve aynı
damak tadına hitap eden tasarımlardı.
Örneğin su böreğinde uygulanan yöntem
önce kaynayan sıcak, sonra da buzlu soğuk
sulara giren büyük hamurlarıyla aslında
makarna pişirme yönteminden farklı değildi.
Üstelik hamur da makarna hamuruydu.
“Sebze içlerinin oyularak doldurulmasına”
dayalı “dolma” ise malzeme olarak aynı
malzemelerle üretilen pek çok yemek
bulunmasına karşın İtalyanca’da bile
karşılığı zor bulunan bir yöntemdi. Dürüm
tarzı doldurmalar, ya da yarılan sebzeler
üzerine iç malzemenin konması tarzında pek
çok yemek çeşidi vardı ama sadece domates
doldurularak yapılan bir yemek haricinde
“şıhilmahşi” tarzı dolma yemekleri yeni bir
tasarım yöntemi içeriyordu. Bu aşamadan
sonra atölyenin asıl hedefi, yani bu iki
yemeğin yöntem ve malzemelerinin Sicilya
mutfağı ile eşleştirilmesinden ortaya çıkacak
ilk Türk-Sicilya yemekleri tasarlanıp
geliştirilebilirdi.
“Türkiye’de Endüstriyel Tasarım” İtalya’da
seminer konusu oldu, hem de lezzet dolu bir
atölye çalışması eşliğinde. İzmir Ekonomi
Üniversitesi Endüstriyel Tasarım Bölüm
Başkanı A. Can Özcan “macera”sını paylaştı. Büyük Jüri
atölye çalışmasının. Ancak gidince gördüm
ki 15 kişi ile sınırlı tuttuğumuz atölye
çalışmasının içeriği katılımcılarca Yaşasın
Türk Yemekleri yapmasını öğreneceğiz
şeklinde algılanmış, katılımcı sayısı da 30’a
yükselmişti. Yemek içmek deyince herkesin
canla başla seferber olduğu Akdenizlilik
ruhu benim bilimsel etkinliğe de bulaşmış,
atölye çalışması için Palermo’nun “Hanimi”
isimli dünya mutfakları restoranı iki gün
için tutulmuş, şeflerinden çok sevgili
Giuseppe Priolo da çalışmaya dahil
edilmişti. Allahtan sevgili mutfak üstadı
dostum Levent Alpat beni bu türden bir
macera için daha gitmeden hazırlamıştı.
Yabancı Yöntem
Atölyenin ilk günü yoğun bir pişirme
eylemiyle geçti. Türk-Sicilya mutfağının
tasarımına Türkiye’nin tasarım katkısı olarak
“Su Böreği” ve Antakya’ya özgü bir kabak
dolması olan “Şıhilmahşi” yemeklerini hem
anlattık hem de herkesin yardımıyla, ve de
herkese yetecek kadar pişirmeye çalıştık. Bu
yoğun ortamda eski öğrencim Tuna Buket
Barlass’ın, yeni öğrencim Öykü Gülerçe’nin,
Marinella, Guiseppe ve Simona ile tasarım
asistanları Valentina Rossitto ve Valeria
Mirabile’nin de canla başla uğraşmalarını
takdir etmek gerekiyor. Tabi bir yandan
kabak oyan, bir yandan hamur yoğurup
açan, bir yandan da sarımsağın dozunu fazla
22 Kasım Cumartesi günü Hanimi
Dünya Mutfakları Restoranının
tezgahını süsleyenler, bir gün önceki
deneyimlerle Sicilya mutfağının
malzeme ve yöntemlerinin
eşleştirilmesinden çıkan tamamen yepyeni
tasarımlardı. Her biri birer tasarım ürünü
olarak malzeme ve yöntem olarak
reçetelendirilmiş, özgün isimleri konulmuş,
servis edilme biçimleriyle tabaklara
yerleştirilmiş, fiyatları ve yanında yenilecek
içilecekler de belirlenmişti. Bu mutfak
ortamı ve ürünler, herhangi bir tasarıma
dayalı endüstri ortamının birebir modeli
gibiydi. Marinella, Guiseppe ve benden
kurulu “büyük jüri”ye tasarımlar anlatıldı ve
her biri herkes tarafından tadıldı. İlk
tükenen tabak da olan “Carnoli” de TürkSicilya mutfağının ilk en iyi tasarımı olarak
oybirliğiyle onurlandırıldı. Gerçekten
de bir gün önceki yöntem ve malzemelerin
Sicilya mutfağının ögeleriyle ve birbiriyle
bu kadar hassas bir dengede ve daha
ilk seferde bir araya getirilebilmesi
nadir rastlanan bir durumdu. Sadece
“Carnoli” değil, o gün tasarlanan ne kadar
ürün varsa her biri Sicilya, Türk,
Akdeniz mutfağında yer bulabilecek
zenginlikte ve lezzette ürünlerdi. Ben
tasarım atölyesi oldu yemek atölyesi
diye düşünürken İtalyan öğrencilerden
birinin elinde şarap kadehi, ağzında
lokmalarla gelip “Alla salute, cin cin
Darwin!” demesi bu çalışmanın
hedefini bulduğunu gösteren bir
işaret olabilir mi acaba?
Tasarım deyince akla hemen harikulade
mobilyalar, aklımızı başımızdan alan
arabalar, özel bir gruba ait olduğumuzu
hissettiren cep telefonları ya da son moda
kıyafetler gelebilir. Pazarlamanın önemli
unsurlarından olan “konumlandırma” ve
“ayrışma” açısından bakıldığında da,
markaların her geçen gün beraber çalışmak
için daha çok tercih ettiği tasarımcılar
projeleriyle birer marka haline dönüşüyor.
Peki tasarımcılar nasıl çalışıyor? Trendleri
takip ediyor, araştırmalar yapıyor,
tüketicilerin alışkanlarını izliyor ve sonunda
yaratıcı düşünce güçleriyle ürünlerini
ortaya çıkarıyor.
Küresel ısınma, bilinçsizce yapılan aşırı
tüketim, fakirlik ya da geri
dönüştürülemeyen kaynak kullanımına
yönelik sorunlar derken, sürdürülebilir bir
dünya için herkesin üzerine ciddi
sorumluluklar düşüyor. İşte bu
sorunları çözmek için bir süredir
çeşitli sivil toplum kuruluşları ya da
Fortune500 şirketleri kadar güçlü
vakıflar, tasarımcılardan ve olayları
çözümleye yönelik geliştirdikleri
metodolojilerinden yararlanıyor. “Sosyal
tasarım” olarak da adlandırılan yeni
kavram, sosyal değişimin tasarım yoluyla
gerçekleşebileceğine inananlar tarafından
kuvvetle savunuluyor.
Sosyal Platformlar
UNESCO ile tasarım firması Felissimo’nun
1995 yılında Birleşmiş Milletler’in 50.
kuruluş yıldönümü için düzenlediği
uluslararası tasarım yarışması “Design21”,
şimdi aynı isimle başlı başına bir sosyal
tasarım platformuna dönüşmüş durumda.
Dünyanın farklı yerlerindeki tasarımcılar,
kendi aralarında fikir alışverişinde
bulunabiliyor ya da sivil toplum
kuruluşlarının çeşitli ihtiyaçlarını çözmeye
çalışıyor.
Misyon olarak toplumların daha iyi bir
yaşam sürmesini benimseyen
Amerika’nın en eski 2. vakfı Rockefeller ise
“Kalkınma için İnovasyonu İvmelendirme”
girişimi için tasarım danışmanlığı
konusunda küresel bir dev olan IDEO’dan
destek aldı. Tasarımcılar ile sosyal
sektörün ortaklaşa yürüttükleri projelerde
karşılaştıkları sorunları tespit etmeye
çalışan IDEO, birey ve kurumlarla
gerçekleştirdikleri görüşmelerin ardından
temel ilkeleri ve örnek olayları biraraya
getiren bu sonuçları 2 kitap halinde
yayınladı. “Design for Social Impact: a
How-to-Guide” ve “Design for Social
Impact: Workbook” çalışmaları Temmuz
2008’de yayınlanır yayınlanmaz büyük bir
ilgi gördü. Bu çalışmanın devamı
niteliğinde, Ağustos ayında düzenlenen
atölye çalışmasını ise yine bir tasarım
firması Continuum yönetti. Çeşitli
disiplinlerden katılımcılar, tasarımcılar ile
sivil toplum kuruluşlarının ortaklaşa
yaratabileceği sosyal etki üzerine fikir ve
Aslı Aydın
DÜNYAYI
TASARIMCILAR
MI KURTARACAK?
Küresel ısınma, aşırı tüketim, geri
dönüştürülemeyen kaynak kullanımı,
temiz suya ulaşabilme… Liste uzun! Sosyal
değişim, tasarım yoluyla gerçekleşiyor!
21
projeler geliştirdi.
Sadece metodoloji değil ürün
tasarımı da yapan IDEO, KOBİ’lere
yoğunlaşan sivil toplum kuruluşu
Kickstart için tasarladığı MoneyMaker
Pump ile 1991 yılından bu yana sadece
Kenya’da 64.000 yeni işin doğmasını
sağlamış oldu.
Fortune Dergisi’nin “Geleceğin 10
Gurusu”ndan biri olarak tanıttığı Valerie
Casey’nin 2008 ile birlikte başlattığı
“Designers Accord” ise çevresel
sürdürülebilirlik için küresel bir
koalisyonun oluşmasını sağladı. Bugüne
kadar 100,000’i aşan tasarımcı, eğitim
kurumu ve kanaat önderinin desteklediği
oluşum ile hedeflenen, çevresel ve sosyal
meselelerle ilgili tasarım çalışmaları için
çeşitli metodolojilerin, kaynakların ve
deneyimlerin paylaşılması.
Afrika’nın en önemli sorunlarından
biri olan kullanılabilir suyun taşınmasına
yönelik geliştirilen Hippo Water
Roller’un yarattığı etki ise kara kıta
için çok değerli. Project H’in tasarladığı
ürün sayesinde, çocukların ve
kadınların sorumluluğunda olan bu
görevi şimdilerde erkekler sahiplenmiş
durumda. Böylece çocukların dersleri
için ayırdıkları zaman artarken,
kadınlar da kendi işlerini kurmak
için fırsat yakalamış oluyor.
Birleşmiş Milletler’in 2000 yılında
açıkladığı 8 maddelik “Milenyum
Kalkınma Amaçları” arasında yer alan
“çevresel sürdürülebilirliği sağlamak”,
çoğu özel ya da sivil toplum kurumunun
çözmeye çalıştığı önemli bir konu.
Dünyada 2,6 milyar insanın temel tuvalet
ihtiyacını karşılamak üzere gerekli
altyapısal düzene sahip olmadığı
gerçeğinden yola çıkan İsveç kökenli
Peepoople da bu soruna yönelik ürün
tasarladı. Hijyenik, tek kullanımlık, üstelik
çevreye zarar vermeden toprakta
çözülebilen poşetlerin seri üretimi, 2009
yılında gerçekleşecek. Yarattığı sosyal etki
ise paha biçilemez.
Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Görünen
o ki, artan nüfüsuyla, çevresel sorunlarıyla,
değişen siyasi ve ekonomik dengeleriyle
yeni dünya sisteminin karşı karşıya
kalacağı engelleri aşmak ve gelecek
nesillere daha sürdürülebilir bir dünya
bırakabilmek için tasarım odaklı bakış
açısından ve tasarımcılardan daha fazla
faydalanılacak!
Tek tık’la...
www.design21sdn.com
www.ideo.com
www.dcontinuum.com
www.kickstart.org/
www.designersaccord.org/
www.projecthdesign.com/
www.un.org/millenniumgoals/
www.peepoople.com/
22
21/12/2008
Defne Koz
Hepimizin hayalleri büyük. Ne de keyiflidir
üstelik hayal kurmak… Kaptırıp gözlerimiz
açık hayallerimizi kurarken, kimi zaman 2/1
ölçekte görürürüz kendimizi. Ama gerçek
hayatta oranlar tersyüz oluverir, bir devin
karşısında küçücük oluveririz. Hatta kimi
zaman, kendimizi hayal ettiğimiz
“kare”lerin içinde bulamayız bile!
Nedir hayallerde bizi mutlu kılan?
Büründüğümüz roller mi, sahip
olduklarımız mı, deneyimlerimiz mi,
deneyimlerin kazandırdığı zenginlik mi?
Yoksa ulaşılan sonuç mudur bizi mutlu
kılan? Hayalleri bilmem ama, sonuçtan
ziyade, sonuca götüren o uzun süreçtir beni
heyecanlandıran gerçek hayatta. Domus
Academy sonrası, ziyarete gitttiğim
firmalarda vapurlardaki işportacılardan hiç
de geri kalmazdım: “Onu istemezseniz
bunu verelim…”Hop! Hemen dosyadan
başka bir çizim… Ne büyük hayallerle
başlanılan günler, ne farklı sonuçlar ile eve
geri dönüşler… Günler… Aylar… Gece
boyunca çalışıp hazırlanmış taptaze
çizimlerle gündüz tasarım işportacılığı...
Gidilecek meta, memleketin öbür ucunda
olsa bile, büyük zorluklarla alınan
randevulara gidebilme arzusu ile bugün de
üzerimden atmadığım heyecan birleşince, o
koskoca memleket İtalya, bana minicik
gözükürdü. Bulduğum ilk trene, ordan
TUTKULU DENEYİMLER
otobüse biner, sonra da yürüye yürüye
koskoca tırların arasında kaybolup,
kamyonların üstünden atlayıp, deli gibi
yağan yağmur altında da olsa, berem
başımda, dosyam elimde, kalbim ağzımda
varırdım eninde sonunda Allah’ın unuttuğu
bir yerdeki firmaya. Randevu sürem yarım
saat de olsa, o geri dönüş yolları bile beni
yormazdı hiç. Üstelik bu sefer aynı heyecan
bana eşlik etmese de! Hafif abartılı olmakla
birlikte, bu yolun başlangıcı, gerçek ile
tanışma, zorluk bana keyif veriyordu. Hatta
attığım her adım kadar zor olursa, daha
büyük zevk alıyordum.
Geri dönüş kefeniz havalarda uçar
durur! Zorlukların eşliğinde, böylesine
farklılıklar varsa bir de, nedir sahiden
bu koru körüne bağlanma? Başarmak
isteği mi? Elbette. Ama başarmak zaten
hepimizin defterindeki bir gereklilik!
Üstelik neyi başarmak? İneği doğru
düzgün sağmak, karşınızdakine kendinizi
dinletebilmek, yolların çizgilerini
dümdüz çekebilmek, yengeci ellerinizle
yakalayabilmek, birinin sizi sevmesini
sağlayabilmek, yerken gözlerinizi
kapatmayı arzulayacak kadar leziz bir
yemek yapabilmek de başarı.
Mazoşist olmaya özenmedim hiç! Ama
kafanıza yapmak istediğinizi koyup,
koşullar ne olursa olsun azminizden
vazgeçmeden, destek almadan, yolunuza
devam etmek istiyorsanız eğer, -ister
istemez- seviyor oluyorsunuz zorluğu…
Hele bir de mükemmelliyetçi yanınız varsa
eğer ve bu kimi zaman mantığınızı zorlar
hale getiriyorsa, sormayın gitsin… Peki,
neydi/ya da nedir hala beni bu kadar
bağlayan? Bir kefeye verdiğinizi koysanız;
diğerine de maddi ve manevi geri dönüşü…
Bir işi iyi yapabilmek başarının başlangıcı…
Hele yaptığınız işin nihayetinde, bir de
ineği, sevgilinizi, müşterilerinizi,
sürücüleri ve bir de kendinizi memnun
edebiliyorsanız eğer, o zaman başarıyı
yakaladınız demek! Hayat boyunca
kim bilir kac yüz kere hepimiz başarıyı
yakaladık. Belki de hiç de zorlanmadan.
Peki, başarıya ulaşmak değilse nedir o
zaman bu zorlu tutkunun kökü? Nedir bu
habire doğum sancısı çekme isteği?
Başkalarına ulaşmak mı? Başkalarıyla
fikrini paylaşmak mı? Başkalarına hayata
farklı açılardan bakış
olasılığını sunmak mı? Başkalarına
değişikliği yaşatmak mı? Başkalarının
takdirini kazanmak mı? Başkalarının
hayatına düşüncelerinle kalite
katabilmek mi?
Kim bilir… Belki de hepsi.
Ama tüm bunlarda bir ‘başkası’ var…
Bir ‘başkası’ bu kadar zorlayamaz
beni kendi mesleğim için. Her kim olursa
olsun. Beni, yaptığım işe böylesine tutku ile
bağlayan, bana yaşadığımı hissettiren
‘üretmek’, ‘üretken olmak’, ‘hayata
geçirebilmek’! Bir fikri, bir ürünü, bir
tecrübeyi üretebilmek… Üstelik öncelikle
kendim için! Görebilmem, denemem,
yaşamam, hissetmem, duygulanmam,
heyecanlanmam için! Mazoşistliğin
yanısıra egoistlik de var anlaşılan!
Anlatamam size üretim safhasındaki
heyecanımı. Gizlemek mümkün
değildir bu tatminimi… İster en büyük
tasarım firmalarından biri için olsun,
ister köşebaşında ustalığını kanıtlamış
Mehmet Efendi için…Önemli taşımaz
kimin için olduğu! Çünkü ben kafamdakini
üretebilmekteyim, doğurmaktayım,
yasadığımı hissedebilmekteyim.
Sancısı ne idiyse şimdiye kadar, şu anda
hepsini unutmaktayım.
Pınar Öğünç
GAYRİİHTİYARİ “FOLKTRONİCA”
Her safhası ayrı bir akıl... Bantı başa
saralım.
kenarında kuzular mı birdirbir oynasın,
yakamozda kefaller mi zıplasın?
Yeni bir ticarethane açılmak üzere. Biri
diyor ki “Önce şu karşıdaki eski binayı bir
örtelim.” Zaten fazla gavur işi, bir de eski
püskü. Siyah kalın naylonla örtülüyor,
muhtemelen 19. yüzyıl işi cumbalının yan
duvarı.
Ticarethanemizin heyecanlı sahipleri
muadilleri arasından yaylı bir yumruk gibi
fırlamak istediğinden “Başka bir şey...”
diyor. Gerisini de getiremiyor. Koyunun
olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi
çoktan ressam... Abdurrahman arkadaş
egzotiğin ve tropiğin peşinden gidiyor; bir
takvim yaprağından apartaraktan...
Azımsanmayacak bir Bob Ross mesaisi de
var kendisinin; TRT2’de bol izlemiş
zamanında. Önce ıssız bir ada, sonra
yanına mutlaka konduracağımız üç şey:
Palmiye, deniz ve güneş...
Sonra diyorlar ki “Önüne de bir kontrplak
koyalım.” Öyle dümdüz olmaz, eli fırçaya
değmiş, belki güzel sanatlara bir sene
hazırlanmış bir arkadaş sorup
soruşturuluyor. Diyorlar ki “Kardeş,
şuraya bir manzara...”
“Manzara” kilit kelime. Güneş mi batıyor,
salkım söğütün arasından Ay mı sızıyor...
Buralarda bütüncül yaklaşım tercih edilir;
kapsayıcı, parçaları bütünde ufalayıcı...
Toptan ve perakende “manzara”dır hepsi.
Arkadaş diyor ki “Tamam da neyin
manzarası?” Doğru soru. İki tepenin
ortasından güneş mi batsın, kıvrılan dere
“Perşembe öğleden sonra gelirim” demiş,
sonra başka yere fırlayacak. İş uzayınca
adayı keltoş bir halde, yeryüzünün
üzerine en az düşülmek istenen parçası
olarak bırakıp tüyüyor. Bulutlara çok
zaman harcamış baştan, o fena olmuş.
Ticarethane, işin olmazsa olmazı armut
koltuklardan ısmarlamış zaten 30 adet.
Dış mekânda, iç mekân huzuru ya
prensibimiz, Türk hedonistlerini
taçlandırmak adına, masraftan
kaçınılmıyor, bir plazma televizyon
ekleniyor “manzara”ya. “Abi palmiye
kapanacak ama...” N’apalım, şerefsiz
elektrikçi kabloların deliğini tam oraya
açmış, ne anlar ki o manzaradan.
oğullarından teki de diyor ki “Abi iki tane
de meşale vardı, onları n’apsak?” Nizami
bir şekilde çakacak tabii. Biri kümülüse
girmiş, artık olsun o kadar da...
Garson olarak işe alınmış teyze
Elimde belge olmadan konuşmam.
İşte kapuçinolu nargileyle en iyi giden
habitat. İşte “folk” güdülerin,
“elektronica”yla görkemli buluşması.
23

Benzer belgeler