2008`in en iyi tasarımı hangisiydi
Transkript
2008`in en iyi tasarımı hangisiydi
2008’İN EN İYİ TASARIMI HANGİSİYDİ ? SOSYAL SORUMLU TASARIMCILAR OBAMA VE GRAFİK TASARIM TÜRKİYE’DE BİR TASARIM YAYINININ YAŞAMA ŞANSI NEDİR DERSİNİZ? VARSAYALIM YAŞADI, KAÇINA KADAR DAYANIR? SAĞLIKLI BİR ÖMÜR BİÇEBİLİR MİSİNİZ ONA, DOYA DOYA SÜRDÜRÜLMÜŞÜNDEN… PERSPEKTİFTEN, ERGONOMİDEN, TİPOGRAFİDEN BAHSETMESİNE GÖNLÜNÜZ RAZI OLUR MU? “ÇOK AÇILMA, BOĞULURSUN!” DİYE BAĞIRASINIZ GELMEZ, EBEVEYN DAMARINIZ KABARMAZ MI? ELİNİZİ KORKAK ALIŞTIRMAZ MISINIZ HİÇ FARKINA VARMADAN? DEKORASYONLA TASARIM AYRIMINI YAPMANIN ‘TEHLİKELİ’ SAYILDIĞI, TASARIMI UNVANLARIN SONUNA EKLEMENİN “YENİ MODA” OLDUĞU BU DİYARDA TASARIM GAZETESİ YAPMAK DELİ İŞİ MİDİR SAHİDEN? ŞİMDİ HELE? TAM ZAMANI BANA KALIRSA! DIŞ TİCARET MÜSTEŞARLIĞI VE TÜRKİYE İHRACATÇILAR BİRLİĞİ, ENDÜSTRİYEL TASARIMCILAR MESLEK KURULUŞU İLE ELELE VERMİŞ DESİGN TURKEY ÖDÜLLERİNİ HAYATA GEÇİRMİŞ, TASARIM OKULLARI ULUSLARARASI PLATFORMLARDA KENDİNİ GÖSTERMEK İÇİN BİRBİRİYLE YARIŞIRKEN, MİMARLARIMIZIN DÜNYANIN DÖRT BİR YANINDA SERGİLERİ YAPILIP, İSTANBUL’DA BİR TASARIM MERKEZİ AÇILMIŞKEN… RADİKAL TASARIM GAZETESİ’NİN REENKARNASYONU İÇİN DOĞRU GÜN BUGÜN. FARKLI DİSİPLİNLERİ BULUŞTURMA NİYETİYLE TASARIM SÖZCÜĞÜNÜN ALTINI BOŞALTMAYAN, BİLGİLENDİRDİĞİ KADAR DÜŞÜNMEYE KIŞKIRTAN DOLU DOLU BİR GAZETE YAPMANIN KEYFİNİ SÜRMEK; BİLGİYİ SÜZEBİLEN, FİKRİ PAYLAŞABİLEN, GENİŞ KİTLELERE ERİŞEBİLEN SORUMLU BİR YAYININ TADINI ALMAK LAZIM ARTIK! KALE TASARIM MERKEZİ’NİN AÇILIŞI İÇİN İSTANBUL’A GELEN ANDREA BRANZI’NİN SÖZLERİ KAFAMDA: “CEVABI OLMAYAN SORU: NEDEN TASARIM?” BİRAZ DEĞİŞTİREREK, KENDİME SORUYORUM. NEDEN TASARIM GAZETESİ? ÇÜNKÜ TASARIM GAZETESİNİN KENDİ DE, BAŞLI BAŞINA BİR TASARIM PROJESİ. ÇÜNKÜ GRAFİĞİNDEN İÇERİĞİNE, YAZARINDAN FOTOĞRAFÇISINA, TASARIM GAZETESİ HAZIRLAMANIN SÜRECİ DE PEK İNCELİKLİ, PEK KALABALIK. ÇÜNKÜ EKONOMİK KRİZİ, OBAMA’YI, SUSUZLUĞU, YEMEĞİ YA DA ÖLÜMÜ TASARIM GÖZLÜĞÜNDEN İRDELEMENİN ESKİZ YAPMAKTAN FARKI YOK; O KADAR KIŞKIRTICI, O KADAR BAĞIMSIZ! ÇÜNKÜ YAZMAKLA ÇİZMENİN KALP ÇARPINTISI PEK BENZER… ÇAKMA ÜRÜNLERİN ÇAKILMASI FARK EDECEKSİNİZ Kİ ELİNİZDEKİ TASARIM GAZETESİ İÇİN ÇOK SAYIDA TASARIMCI VE MİMAR KALEMİ ALDI, FİKİRLERİNİ BU KEZ ÇİZGİLER YERİNE SÖZCÜKLERLE İFADE ETTİ. DOPDOLU BİR İÇERİK ÇIKTI ORTAYA, TASARIM GAZETESİ YAPMANIN TAM SIRASI OLDUĞUNU FISILDADI KULAĞIMIZA, BİR KERE DAHA. “FAZLA AÇILMAKTAN” ZARAR GELMEDİĞİNİ GÖRDÜK SONUNDA; İŞ Kİ, HAVA UYGUN, DENİZ SAKİN OLSUN… KÖYDE BİR DE DELİ BULUNSUN! ÖNÜMÜZDEKİ AY GÖRÜŞMEK ÜZERE... SANTRAL BULUŞMALARI: AKM UMUT KART BİNALARIN AKLI NEREDE? RADİKAL-KALE TASARIM MERKEZİ İŞBİRLİĞİYLE HAZIRLANMIŞTIR. 18 OCAK 2009 SAYI 01 RAD?KAL??N OKURLARINA ARMA?ANIDIR. 02 18/01/2009 GMK 30 Yaşını Kutladı İstanbul ve Ötesi Tabanlıoğlu Mimarlık’ın son dönem gerçekleştirdiği işler arasından seçilen 17 proje, “İstanbul ve Ötesi” başlığı altında Londra’da RIBA (Ingiliz Kraliyet Mimarlar Birliği) galerilerinde sergilendi. Tasarımı ve küratörlüğü Japon sanatçı grubu WOW tarafından yapılan, özgün imajların çevrelediği sergileme ortamı izleyiciyi içine alarak, mimari mekanın dijital görselleştirilmesi ile ‘orada olmak’ algısı yaratıyor. Mimarın ve projelerinin İstanbul ile direkt ilişkisini ortaya koyan sergi başlığı, ‘ötesi’ ile serginin kendisi dahil, diğer kültürlerle, coğrafyalarla, disiplinlerle ilişkiye açık olma niyetini ve atılan adımları vurguluyor. Hollandalı kitap tasarımcısı Irma Boom tarafından tasarlanan ve ilk basımı Hollanda’da İngilizce olarak gerçeklestirilen T-Projects başlıklı kitabın yayına hazırlanması da İstanbul ve Ötesi sergisiyle ortak bir süreci paylaşıyor. Sergi Londra’dan sonra İstanbul, Tokyo, Amsterdam ve Viyana’da izlenebilecek. (www.tabanlioglu.com.tr) katkılarıyla Grafikerler Meslek Kuruluşu (GMK) bu yıl 30. yaşını kutlaması sebebiyle, kuruluşa bağlı üyeler bir araya geldi. Suada’da gerçekleşen toplantıda Yönetim Kurulu Başkanı Yeşim Demir’in yaptığı açılış konuşmasıyla başlayan etkinliğe Bülent Erkmen, Cemalettin Mutver, İlhan Bilge, Selahattin Sönmez, Umut Südüak, Ayşegül İzer, Emre Senan, Burcu Kayalar, Rauf Kösemen, Umut Südüak, Ayşe Karamustafa, Yeşim Demir, Yurdaer Altıntaş, Tülay Ulukılıç, Osman Tülü, Turgut Erentürk gibi sektörün önde gelen isimleri katıldı. Ayrıca meslekte 30, 40 ve 50 yıllarını geride bırakanlara da plaket verildi. (www.gmk.org.tr) İngiltere’nin En İyi Ödülü Bir Türk’ün 1995 yılından beri İngiltere’de yaşayan ve kurduğu Top Floor markasıyla adından söz ettiren Türk tasarımcı Esti Barnes, Elle Decoration dergisinin her sene düzenli olarak verdiği British Design Awards ödülünün bu sene sahibi oldu. Tom Dixon ve Ron Arad gibi yıldızı parlayan tasarımcıların arasından Esquire isimli üç boyutlu halı tasarımıyla sıyrıldı Barnes. Best of British ödülünü evine götürdü. Çöldeki kum tepelerinden ilham alan tasarımın uygulama ve teknik anlamda gelişim sağladığı için ödüle hak kazandığı belirtildi. (www.topflorrrugs.com) Barış Çakmakcı Emre Arolat Architects’e Bir Ödül Daha EAA-Emre Arolat Architects, Antalya’daki Minicity Model Parkı projesiyle dünyadaki önemli mimarlık ödüllerinden biri olarak kabul edilen Architectural Review Awards for Emerging Architecture ödüllerinden “Commended” dalında ödüle layık görülerek, bu ödülü ikinci kez Türkiye’ye getirdi. EAAEmre Arolat Architects, 2006 yılında da Dalaman Uluslararası Terminali ile AR Awards jürisi tarafından ‘Highly Commended’ ödülüne layık görülmüş ve Türkiye’de bir ilki gerçekleştirmişti. Bu yıl ödüle layık bulunan ve yapımı 2004 yılında tamamlanan Minicity Maket Parkı’nın bildik yapısal kodların dışında bir örtüler silsilesi olarak anıtsallaşması, topoğrafyanın etkileyici kullanımı ve getirdiği klişelerden uzak çözümler nedeniyle bu ödüle layık bulunduğu belirtildi. Ödül alan diğer yapıların da yer aldığı sergi ise RIBA’nın Londra’daki binasında, Şubat 2009 sonuna dek görülebilecek. (www.emrearolat.com) 03 Miami’de İki Türk Aziz Sarıyer, İtalyan Altreforme markası ile ortak bir çalışmaya imza attı. Teknolojik gelişmelerle birlikte sanayiden sanata doğru akmaya başlayan tasarım grafiklerine katkıda bulunan Sarıyer ve Valentina Fontana imzalı çalışmalar, 3-6 Aralık tarihleri arasında Design Miami’deydi. Eşzamanlı olarak 4-7 Aralık tarihlerinde gerçekleşen bir diğer sergi Art Asia’da ise sanat ve tasarımı bir araya getiren çalışmalarıyla tanıdığımız Yiğit Yazıcı’nın çalışmaları yer aldı. Miami’de ilk kez gerçekleştirilen fuar kapsamında 17 ülkeden toplam 44 sanaçtı katıldı. Oya Akman Red Dot Sergisiyle Dubai’de 3-7 Aralık tarihlerinde Dubai’de gerçekleşen Index Fuarı’nda uluslararası tasarım arenasında büyük önem taşıyan Red Dot ödüllerini almış ürünlerin yer aldığı bir sergi düzenlendi. 1000’den fazla markanın son yılların yükselen merkezlerinden biri olan dubai pazarına girmek için kendilerini anlattıkları fuarda gerçekleşen sergide, Grohe bataryaları, Rosenthal seramikleri, WMF sofra aksesuarları, Adidas güneş gözlükleri, Peggenpohl Porsche mutfakları, Tupperware ev gereçleri, Electrolux ev aletleri, iGuzzini aydınlatmalar, Bodum mutfak gereçleri, Apple iPhone gibi ürünlerin yanı sıra Türkiye’den de başarılı tasarımcımız Oya Akman’ın “Bembeyaz” isimli beyaz porselen bardak takımı yer aldı. (www. indexexhibition.com) Melis Pekand ÇAKMA üRÜNLERİN ÇAKILMASI Türk Gencinin İtalya’daki Başarısı Samsung Electronics Italia ve ADI (Associazione per il Disegno Industriale) ortaklığında gerçekleşen ve genç tasarımcıların katıldığı Samsung Young Design Award‘ın ikincisi sonuçlandı. Bu yılın konusu ‘Sürdürülebilir Bir Yaşam İçin Dijital Çözümler”olan yarışmada finale kalan 10 proje arasından, kullanışlılık, yenilikçilik ve üretilebililik kriterleri göz önüne alınarak seçimler yapıldı. Ödüller Samsung Electronics Italia Başkanı Sang Chul Lee ve Seul Design Center Team Başkanı Kook-Hyun Chung tarafından verildi. Yarışmada birinciliği Politecnico di Milano Endüstriyel Tasarım Departmanı Servis Tasarımı Bölümü 2. sınıf öğrencisi Maral Kınran aldı. Kınran “Proje Diaby”nin, 6-12 yaş arası diyabetik çocuklar için, kandaki glukoz oranını kızılötesi ile ölçebilen saat tasarımıyla diyabet çocukların, hastalıklarının gereklerini uygurlarken, toplum içerisinde bunları saklamak yerine rahatça ifade edebilmelerini sağlayacak bir ürün olmasına özen gösterdiğini belirtiyor. Editör: Umut Kart Katkıda Bulunanlar: Erkan Aktuğ Sayfa Tasarımı: Emre Senan Tasarım ve Danışmanlık: Emre Senan, Özge Güven Uygulama: Taylan Polat Danışma Kurulu: Serhan Ada , Erdem Akan, Füsun Curaoğlu , Yeşim Demir, Ömer Durmaz, Alpay Er, Cem Erciyes, Sertaç Ersayın, Hakan Ertem, Güran Gökyay, Korhan Gümüş Gamze Güven, Gülay Hasdoğan, Zeynep Bodur Okyay, Suha Ozkan, Kuyaş Örs İhsan Bilgin, Tansel Korkmaz, Nevzat Sayın, Emre Senan Reklam Direktörü: Özer Topkaya Reklam Müdürü: Korhan Kesici Reklam Rezervasyon: Tayfun Elaldırsın Reklamlar için Tel: 0212 505 6486 Fax: 0212 505 74 79 Doğan Medya Center 34204 İstanbul Radikal Sanat Tel: 0212 505 6494 Fax: 0212 505 69 61 [email protected], [email protected] Radikal'in ücretsiz ekidir. Türk Dil Kurumu dilimize belki oturgaçlı götürgeci sokamadı ama “çakma” kelimesi günlük konuşmaya çoktan girdi. Her şeyin ve herkesin taklit edildiği çakmataş milenyum devrinin parlayan yıldızı ise lüks ürünler oldu. Marka Konferansı’nda markayı sırtından vurup sahteyi bile bile alan müşteriyi ve yarattığı pazarı anlatan pazarlama uzmanı Sarah McCartney; “Eğer bir markanız varsa bilin ki biri onun sahtesini üretiyordur” diyor. Taklit adresler Taklitle değirmenin suyunu döndüren Forever 21 adlı Amerikalı mağazanın internet sitesindeyim. Bir ay önce defilelerde beğendiğim Chloe’ler, Stella McCartney’ler, nüanslarla yeni bedenlerindeler. Kimisi anteni oynamış bozuk görüntü gibi karşımda, kimisi de çakma mamül olduğunu çaktırmıyor. Taklitler, özendirmek için şike yapıyor adeta. 645 dolarlık bir Chloe bot, olmuş 28 dolar. Üstelik arada gözün görebildiği 617 dolarlık bir fark bile yok. Taklidin fiyat bölü performans açısından karşı konulamaz dünyasında bu sefer Steven Madden’a uzanıyorum. Uzun zamandır beğendiğim Christian Louboutin, Balenciaga ve Dior ayakkabılar yeniden yorumlanmış gibi. Ayakkabıda sürekli esinlenesi tutan bu marka, bazen hakkıyla kopyalarken bazen de elinin ayarını kaçırıyor. Yani işi mahkemeye götürseniz müzikteki 8 mezürün benzemesinden sonra çalıntıya giren nakarat gibi ispata gerek bile kalmayacak. Bu işin operasyon kısmını İnterpol’e bırakacakken, taklit konusunu yerinde incelemeye gidiyorum. Adresi yazıyorum ve çoktan sayfadayım. Ebay.com, ana sayfasında sahteyle savaş için koyduğu bir dolu belgeye rağmen alıcıların ve satıcıların sahte ürünler alışverişi için birbirlerini ispiyonlamadığı taklit diyarı. Rick Owens’ın 1500 pound’luk ceketinin sahtesinin 99 pounda Rick 0(sıfır ile)wens olarak yazıldığında bulunan akıl küpü. Ya da çakma kelimesinin İngilizcesi sihirli “replika”yı arattığınızda bu diyara açılan kapı. Bu işin ustaları ise çok uzaklardan Uzakdoğu’dan geliyor. Çin, Kore ve Hong Kong her ürünü klonlıyor ve dünyaya burada açtıkları dükkanlar sayesinde gönderiyor. Çağımızda ünlüleri takip trendini hakkıyla yaşatan asos.com ise konuyla ilgili son ama en zevkli ziyaretim. Kate Moss, Sienna Miller, Victoria Beckham ve benzerlerini arama alanına girdiğinizde karşınıza bu ünlülerin giydiği tüm kıyafet ve aksesuarlar çıkıyor. Marka Konferansı’nda, sahtecilik konusunu anlatan Sarah McCartney ile konunun boyutlarını tartışıyoruz. Ne olacak bu çakmanın hali diye sorduğumda, Dünya ticaretinin %10’unu sahte ürünler pazarının oluşturduğunu söylüyor. Hatta kayıt dışı olan küçük işletmelerin aslında bu oranı daha da yükselteceğini ekliyor. Deneme riski olmaksızın en çok çanta, güneş gözlüğü, kozmetik ve parfümlerin kopyalanıp satıldığından bahsediyor. “Eğer bir markanız varsa bilin ki biri onun sahtesini üretiyordur” diyor. Sahtecilik konusunda İngiltere’nin gülü olan Primark’ı örnek vermeden geçemeyen McCartney, taklitçiliğin çevresel boyutundan da söz ediyor. “Saint Martins School of Fashion’ın pazarlama direktörü, İngiliz markası Primark’ı Oxford caddesinin sonunda bir çöp arazisine benzetiyor. “Oradaki kıyafetler(yığınlar) defilelerden hemen sonra kopyalanıyor, müşteri satın aldığı ürünü sadece birkaç kere giyebiliyor ve sonra çöpe atıyor. Yani bir taraftan bu kötü taklitler aslında savurganlık” diyor. Çakma senaryo Lüks ürünlerin, “eşeğe altın semer de vursanız eşek eşektir” deyimini bozmaya çalıştığını biliyoruz. Hatta Cem Yılmaz’ın son filminde taklit Rolex kol saati kıroluğu ifade etmek için birden fazla kere kullanılıyor. Taklitmetre değilim ama sahte gidişatını ister istemez kafamda senaryolaştırıyorum. Buna göre şu hikayede kendimi rahat hissetmiyorum: 28 dolar kadar komik bir paraya Forever 21’den ediniyorum. O defilede gördüğüm ayakkabıyı. Sonra bunu giyiyorum şık bir davette. (Tasarım olduğu için şık bir yeri de kaldırma ihtimali var) Sonra arkadaşım soruyor: “Chloe mi bunlar? Bayıldım ben bu sezon bunlara”. “Yok, Forever 21. Bu ay bir evimi satamadığım için bununla idare ettim” diye cevaplıyorum. Çünkü trend ve çağ bu tip ürünlere sahip olmayı gerektiriyor. Chloe ayakkabı yapmışsa alacağım, Gucci’nin x model çantası çıkmışsa takacağım... Bu işe elimi verince kolumu alamıyorum; meğer çantam sahte Louis Vuitton’muş. Ayakkabım çakma Chloe. Gözlüklerim işporta Tom Ford. Kullandığım Ipod Çin’den getirtme. Okuduğum kitap korsan. Burnum yapılma, saçım ek. Ben ben değilim, kim olduklarını tam bilemediğim bir sürü insanı sadece bir bedene sığdırmaya çalışıyorum. Gerçekten komik paralara tasarım ürünlere ulaşmak çok kolay! Çakma kullanırken çakılma ihtimali kimseyi öldürmez diyorsanız, burun bile kanatmaz bunlar. 04 18/01/2009 Erdem Akan Ömer Durmaz GRAFİK TASARIM BİR SEÇİM KAMPANYASININ SONUCUNDA NE DERECE ETKİLİ OLABİLİR? Barack Obama’nın zaferi tüm dünyada sevinçle karşılandı. Obama’nın hem seçim zaferini, hem de insanların büyük sevgisini kazanmasını sağlayan ise, ABD tarihinin en başarılılarından biri sayılan seçim kampanyası oldu. Kampanyanın başarısının ardındaki David Plouffe ile David Axelrod’un stratejileriyle birlikte grafik tasarım ve sanal ortamın tüm nimetlerinden faydalanıldı. Gençlere ulaşıldı, rekor düzeyde bağış toplandı ve Obama siyah olmasının da önüne çıkarabileceği dezavantajları aştı. 05 Obama’nın başarısının asıl nedenleri arasında; Amerika kaynaklı küresel ekonomik krize olan tepki, geçmiş dönem cumhuriyetçi ABD başkanının eleştirilen politikaları ve daha birçok haklı neden sayılabilir. Gelin biz, kampanyanın tasarımcılar için önemli kısmına, seçim kampanyasının pazarlama stratejisinin içerisindeki tasarımın yerine değinelim. Obama, aday adaylığını ilan etmeden önce, Amerikan bayrağının renklerinden oluşan, doğan bir güneşi simgeleyen ve de Obama’nın O’su anlamına gelen logosunu tasarlattı. Logo, Sol Sender’a sipariş edilmişti. Tasarım kuramcısı Steven Heller, Sender’ın şu sözlerini kayda aldı: “Senatör Obama’nın her iki kitabını da hemen okuduk. Umut, değişim ve kırmızı ile mavi konusunda yeni bir bakış açısı (kırmızı ve mavi ile bölünmüş eyaletler değil, tek bir ülke) düşüncelerinden oldukça etkilendik. Kampanyasının Amerikan politikasında tamamiyle yeni bir şeyi sunuyordu: Yeni bir günü”. Logo, kampanyanın görsel kimlik mesajını iletmede kısa sürede başarı sağladı ve tüm fikirlerin merkezine oturdu. Yossi Lemel gibi dünyaca ünlü grafik tasarımcılar “O” harfinden hareketle afişler tasarlayarak kampanya dışından da bağımsız olarak Sender’ın kimlik tasarımının sürdürülebilirliğini desteklediler. İnternet ve Sayısal Maceraların Nimetleri Obama’nın aday adaylığını ilan ettiği gün 4,5 milyon kişi web sitesine girerek sitenin çökmesine neden oldu. Çöken ilk sitenin tasarımı iki hafta sürmüştü. Yeni siteyi, Facebook’un kurucu ortaklarından Chris Hughes, 1.5 ay gibi kısa bir sürede baştan ele alarak yeniden yapılandırdı; seçmenlerin kampanyayı doğrudan desteklemesini sağladı. Böylece gönüllü seçmenler kendi blog’larını ya da kişisel sayfalarını kampanya sitesi üzerinden oluşturabildiler. Sanal ortamdaki facebook.com, flickr.com, twitter.com gibi popüler sosyal ağlar başta olmak üzere, birçok sanal mecrada demokrat adayın doğrudan ya da dolaylı olarak reklamı yapıldı. Ulusal sorunlar hakkında seçmen beklentilerini anlamak için çevrimiçi anketler düzenlendi. Bir diğer sanal ortam atağı da oyun sektöründe yaşandı. Örneğin Zensoft tarafından hazırlanan, “Super Obama World” adlı oyunda sıradan vatandaş olarak oyuna başlayan Obama, taşların içine saklanmış pastayı yediği zaman takım elbisesini giyiyor ve rakiplerine karşı yenilmez hale geliyordu. Robert Sunding ve William Jacobson tarafından tasarlanan oyun, çevrimiçi olarak oynandı. Obama’nın Hillary Clinton karşısında elde ettiği “Süper Salı” başarısından sonra birçok yaratıcı yetenek Obama’nın kazanması için seferber olmaya başladı. www.barackobama.com’da “Obama için Sanatçılar” başlığı altında Lance Wyman, Gui Borchert, Scott Hansen, Jonathan Hoefler, Robert Indiana, Shepard Fairey ve daha birçok önemli isim birer paragraf destek mesajıyla birlikte geliri kampanyaya kalmak üzere afişlerini satışa çıkardı. Bir kaç cesur meslektaşımla 2002 yılında ilk bağımsız tasarım sergisini organize ettiğimiz günden beri, Türk tasarımcıları için “sürdürelebilir modeli” sanat galerilerinde ve tasarım sergilerinde görüyorum. İki sebepten: Obama yanlısı girişimler arasında designforobama.org adında bir site bulunmaktaydı; tasarımcılar destek amaçlı afiş tasarımları yüklediler. 30reasons.org sitesinde ise; bilinen ve bilinmeyen grafik tasarımcılar tarafından yapılan, ücretsiz indirilebilen afişler bir araya toplandı. Steven Heller, açıkladı: “Tasarımcıların en iyi konuştukları an, tasarladıkları andır ve designforobama.org’da bulunan amaç tanımlaması ile açıklandığı üzere, çoğu tasarımcı için tercih edilen ortam ‘afiş’ olmuştur.” Türkiye’de “tasarım” kelimesi daha çok “endüstriyel” kelimesinden sonra geliyor. Ne ilginçtir ki, böyle olmasına rağmen Türkiye’de tasarımın endüstri ile ilişkisi hala sağlıklı değil. Fason üretime dayalı endüstriyi ikna etme, bilgilendirme ile zaman harcamak, kısaca “beklemek” yerine “ürün tasarlamak” bana daha doğru geliyor. Starbucks Coffee Türkiye 5. Yıl Tasarım Sergisi, bu inanç ile kuratörlüğünü yaptığım yedinci sergi. Ve farkediyorum ki heyecanım ve hayallerim hala cok canlı. Bunun için de bu sergiden kaynaklanan sebeplerim var: Sergi Türkiye’nin en iyi tasarımcılarından 35’inin geliştirdiği 28 yeni projeden oluşuyor. Nicelik bakımından çok zengin olmayan ülke tasarım arşivine hatırı sayılır ve nitelikli bir katkı. Yaşasın üretim! Tasarım Algısında McCain ve Obama Farkı Belli ki, iki adayın kampanya tonlamalarında oldukça fazla fark var. Derine inildiğinde, neredeyse tasarımla ilgili her şey hakkında detaylı tartışmalarla karşılaşıyorsunuz: Her bir adayın seçilmiş yazı karakterleri, web sitelerinin sayfa düzeni, Obama ile McCain yaklaşımlarının marka özellikleri; ‘O’ harfini Obama’nın kendine ait yapıp yapamadığı... Apple’ın “MAC ve PC” tartışmasıyla ilgili kıyaslamalı reklam kampanyasının uyarlaması farkı açıkça gösteriyor (bildiğiniz gibi grafik tasarımcıların çoğu MAC’i tercih eder): “Obama=MAC” ve “McCain=PC”. Adayların tipografik tercihleri Paula Scher gibi tanınmış tasarımcılara şu mesajı veriyor: “McCain’in logosundaki yazı karakteri Optima,. Obama’nınki ise Gotham. İki yazı karakterinin arasındaki kalınlık farkı, adayların kampanyalarının hacimlerini gösteriyor. Sıradan insanların aksine tasarımcılar bunun ne anlama geldiğini anladı. Halk bunu içgüdüsel olarak kavradı. Sadece eski ve yeninin farkıydı.” Sonuç Belki, sadece belki, tasarım ve toplum iletişimi bu sefer bir farklılık yaratabildi. Atlantiğin bu tarafından yazdığımda, bu derece saplantılı, adli inceleme biraz fazla gözüküyor olabilir. Yine de benim için bu soru kalıcılığını koruyor, “tasarım bir seçimin sonucunu etkileyebilir mi?” YAŞASIN ÜRETİM, ÖZGÜRLÜK VE KAHVE Sanat artık “biricik” olmak ile ilgilenmiyor, çoğaltıyor-seri üretiyor. O zaman sanatın boşalttığı bu “biricik olma” alanını neden tasarım doldurmasın? Starbucks Coffee, bu önemli projenin hazırlık çalışmalarının en başından beri içerik konusunda bizi özgür bıraktı. Bu özgürlüğe bir de üretim tekniğinin (rapid prototype tekniği ile ileri mühendislik plastiklerinden bilgisiyar kontrolunde üretildi) özgürlüğü eklenince tasarımcılar sadece hayalleri ile sınırlandı. Yaşasın özgürlük! 1544 yılında Tahtakale’de tarihin ilk kahvehanesi açıldığı günden bugüne değişmeyen tek şey, kahve sevgimiz. 464 yıl sonra bu sevgi, çağdaş tasarımcıların yaratıcılığı ile birleşerek ilk kez bu coğrafyanın hayallerindeki fincanları birarada görmemize imkan verdi. Proje ve sergi bu açıdan bakıldığında bir kat daha heyecan verici. Yaşasın kahve! (*) Projeye katılan tasarımcılar alfabetik sıra ile : Erdem Akan, Bora Akçay, Yonca Alçay, Oya Akman, Hatice Armağan, Murat Armağan, Yılmaz Aysan, Murad Babadağ, Ali Bakova, Ahmet Başar, Alper Böler, Birsen Canbaz, Ela Cindoruk, Guillaume Credoz, Beste Miray Doğan, Zeynep Fadıllıoğlu, Emre Güntürkün, Hakan Gencol, Gamze Güven, Işık Görgün, Gaye Kalavlı, Betys Levi, Zeynep Köksal, Koray Özgen, Günnur Özsoy, Nazan Pak, Derin Sarıyer, Adnan Serbest, Kunter Şekercioğlu, Taner Şekercioğlu, Boğaç Şimşir, Sadi Tekin, Emine Nursel Boztepe Turan, Ömer Ünal, Yılmaz Zenger. 06 18/01/2009 Umut Kart, Yasemin Köse Çanakkale Seramik, Kalebodur ve Kalekim’in santralistanbul ana sponsorluğu kapsamında, İstanbul Bilgi Üniversitesi Tasarım Kültürü ve Yönetimi programı ile birlikte oluşturulan Kale Tasarım Merkezi, geçtiğimiz Kasım ayında açıldı. Merkez, 2009 yılında birbirinden çarpıcı pek çok projeye imza atacak. Farkındalık, paylaşımcılık, disiplinlerarası kavramlarının bir bir içinin boşaltıldığı günümüzde “Türkiye’de tasarım kültürü oluşturmak adına, rekabetçi olabilmek için, tasarımcılar, üniversiteler, sanayiciler, üreticiler olarak yerel kaynakları nasıl kullanacağımız konusuna hep birlikte kafa yormak” amacını güdebiliyordu ‘bir grup’, ve ‘bir üniversite’ ile işbirliğine başlıyordu. Çok sıradan değildi durum! Karşılıklı el sıkıştı taraflar, kollar sıvandı… Özerk bir merkez yapılanmalıydı. Dinamik olmalıydı. Yenilikçi ya da eleştirel olmak yetmezdi; proaktif davranabilmeli, farklı bakış açılarını, ayrı disiplinleri birleştiren bir köprü yerini tutabilmeliydi. Konferanslar gerçekleştirebilmeli, sergiler düzenleyebilmeliydi, yayınlar yapabilmeli, sanal mecralar oluşturabilmeliydi. Kapıları açık durmalıydı merkezin; projelere, isimlere, tasarımlara, düşlere ve sözlere… Olabilir miydi gerçekten? Oldu! 60’lı yıllara uzanan bir üretim deneyimi ile 2009’u geride bırakan bir tasarım vizyonunun nihai ürünü, sanayi- üniversite işbirliğinin örneği haline geldi Kale Tasarım Merkezi. Yapacak çok iş vardı, harekete geçmeli, taşın altına elini koymalıydı! Fazla zaman geçmeden, merkezin adresi belirlendi. Eski Silahtarağa Elektrik Santralı’nın Bilgi Üniversitesi tarafından bir kültür, sanat ve eğitim platformuna dönüştürülmesiyle hayat bulan, İstanbul’un yeni çekim merkezlerinden santralistanbul’ da mimar Nevzat Sayın imzasını taşıyan eğitim yapılarından birinin içinde bir buluşma noktası konumlandı. Evet, burası “buluşma noktası”ydı tam olarak. Yıl içinde “Tasarım Mutfağı” başlığıyla tasarım öğrencilerini profesyonellerle buluşturacak yer de burası olmalıydı, potansiyel projelerin yaratıcı zekalarını birleştirecek yer de. gösteren 30 isim Kale Tasarım Merkezi’nin rotasını çizmek amacıyla kafa yoruyordu, tam da başta hayal edildiği gibi. Ve sonra yol çizildikten, ekip oluşturulduktan sonra kapılar açıldı. Üstelik, Andrea Branzi’yle! Derken Radikal Tasarım Gazetesi’ni sahiplendi KTM; yeniden hayata geçmeliydi yayın. Daha dinç, daha kapsamlı… Türkiye’de gerçekleştirilen tasarım faaliyetlerinin duyurulabileceği, bilginin paylaşılabileceği bir mecra gerekliydi. Tıpkı, yapımına başlanan portal gibi…Sanal bir dil de lazımdı KTM’ye; etkileşim gerekiyordu, paylaşım kadar. Ardından özenle danışma kurulu oluşturuldu; farklı alanlarda faaliyet Yapılanlar, yapılacakların ipucunu veriyordu besbelli… 07 Tasarımcılar ile sanayiciler arasında aktif tasarım çalışmalarının gerçekleşmesine aracı olmak, tasarım eğitimine ve Türk tasarım belleğinin oluşmasına katkıda bulunmak, küresel tasarım bakış açısını tanırken uluslararası platformlarda Türk üslubunu tanıtmak, genç bakışların mesleki yeteneklerini yükseltecek know-how’ın paylaşılmasını sağlamak, Türkiye’deki tasarım odaklı firmalar arasında genel bir takım anlayışını harekete geçirmek hedeflerindeki KTM hayata yeni geçti, alınacak yolu çok. İzlemek yetmez; düşünmek ve paylaşmak gerek. Bekleriz! İSTANBUL’DA TASARIM MERKEZİ “KRİZ VAR DİYE TÜM İŞLER DURAMAZ!” KALE GRUBU YÖNETİM KURULU BAŞKANI ZEYNEP BODUR OKYAY, TASARIM MERKEZİNİ KURARKEN HEDEFLEDİKLERİ ANLATIYOR: TOPLUMDA FARKINDALIK VE PROJE KÜLTÜRÜ ORTAMI YARATMAK... Kale Tasarım Merkezi projesine hayat veren isimler, Zeynep Bodur Okyay ve Serhan Ada. Bir tasarım merkezi kurma fikri nasıl oluştu? Yıllardır yurt dışındaki fuarlara katılıyoruz oradaki firmalarla yakın ilişkilerimiz var ve oradaki bazı kültürel aktivitelerde de şahsen veya grup olarak da bulunuyoruz, görüyoruz. Hayal gücü fabrikaları denilebilecek, gerçekten de yaratıcılığı teşvik eden, onlara ortam sağlayan örnekler var. Bunları gözlemleyince biz de Kale Grubu olarak böyle bir ortam oluşturalım istedik. Tasarım, yaptığımız işin bir parçasıysa, onu sahiplenmemiz gerektiğini düşünüyorsak, bunu farklı bir bakış açısıyla da değerlendirmemiz gerekir diye düşündük. Tasarım konusunda toplumda farkındalık yaratmayı amaçlayan, bir proje kültürü ortamı ve Türk tasarımını uluslararası ilişkiler içine sokabilecek bir platformu oluşturmak, tasarıma 360 derece yaklaşılan ve disiplinlerarası çalışmalara olanak sağlayan bir ortam geliştirmek düşüncesi başlangıçtaki çıkış noktalarımızdan biri bu oldu. Böyle bir merkezin tasarım dünyasına katkısı aşikâr; peki Kale’ye katkısı ne olacak dersiniz? Tasarımlarımızı şirketlerimizin bünyelerinde kurduğumuz tasarım departmanlarımız aracılığı ile yürütüyoruz. Bu bölümlerde çalışan arkadaşlarımızı, bizi ilgilendiren tüm sektörlerin yurt içi ve yurt dışı fuarlarını “İÇERİSİ YOK Kİ, DIŞARISI OLSUN!” izlemelerini sağlıyor, ayrıca özellikle yapı grubu için ilişkili olan dizayn, deco, mimari vs. alanlarında öngörünüm showlarına katılım ve trendlerden de bilgilenme imkanı sağlıyoruz. Yurtdışında işbirliği yaptığımız firmalarla ortak eğitim programları gerçekleştiriyor, bilgi ve görgülerini arttırmaları için seyahat programları oluşturuyoruz. Üniversitelerle işbirlikleri ve programlar geliştiriyoruz. Yıllardan bu yana başta İtalya olmak üzere, pek çok ülkenin çeşitli tasarım ofisleriyle, renk trendlerini oluşturan firmalarla, yerli ve yabancı tasarımcılarla işbirliği yapıyoruz.Tasarım birimimizi, kendi içinde üretip paylaşan bir şey olmaktan çıkarmada, dışa açımlarını sağlamada, devinim içinde olan bir kaynaktan beslenmelerini ve gelişmelerini sağlamada büyük yararı olacağını düşünüyoruz. Kriz pek çok firmanın geri adım atmasını sağlarken, Kale’den böyle bir girişim gelmesi çok takdire şayan… Krizin tasarım odaklı sektörlere etkisi ne olacak sizce? Küresel krizin dünya ekonomileri üzerinde borçlanma, yatırım ve büyüme dinamiklerine olumsuz yansımaları olduğu bir gerçek. Mali piyasalarda güven ortamının iyileşmesini ve finansal sistemlerin likidite ve sermaye açısından kuvvetlenmesini sağlamaya yönelik tedbirlerin piyasalarda istikrarlı bir şekilde olumlu eğilimlere ne zaman dönülebileceği konusu ise henüz bilinmemektedir. Küresel ekonomi bileşik kaplar dengesi şeklinde işleyen bir sistem. Bu türbülanstan tüm sektörlerin olumsuz etkilenmesi kaçınılmaz. Ancak kriz var diye tüm işlerimizi durdurmamız da söz konusu değil. Tasarım artık tüm dünyada rekabetçiliğin en önemli unsuru. Dolayısıyla tüketimin kısıldığı dönemlerde tasarım odaklı sektörlerin farklılaşarak rekabette öne çıkabileceklerini düşünüyorum. Açılışı Andrea Branzi’yle yaptınız... Tasarıma yaklaşımımızda olabildiği kadar yakın alanlarla olan akrabalığını gözeterek, çağdaş sanatla olan alanın gitgide flulaştığı yeni durumu da göz önüne alarak bir birliktelik düşündük. İlk konuğumuz, hem tasarım ve hem de mimari alanda söyleyecek sözü olan biri olsun istedik. Serhan Ada’nın önerisi olan Branzi’yi konuya çok uygun bulduk. İSTANBUL BİLGİ ÜNİVERSİTESİ TASARIM KÜLTÜRÜ VE YÖNETİMİ PROGRAMI DİREKTÖRÜ SERHAN ADA MERKEZDEKİ BAĞIMSIZ YAPININ ALTINI ÇİZİYOR. geliştirilecek bir platformda somutlaştırılmasıydı. Bunun için başka örneklere baktık. Bu konuda mimarlık - tasarım-özel sektörden uzmanların, profesyonellerin görüşlerine başvurduk. Bu işbirliğinin her bir tarafın kendi günlük işlerinde kullandığı geçici bir alışveriş olmamasına başstan beri özen gösterdik. Çeşitli fırsatlarda işbirliğini sınadık. Hazırlık sürecini uzun tutmaktan çekinmedik. Tasarım Merkezi’nin üniversitedeki konumlaması nasıl? Özerk mi? Elbette. Hem de sadece tasarım, mimarlık değil, sosyoloji, psikoloji isletme öğrencileri ve hocalarının da hangi üniversiteden olurlarsa olsunlar yararlanacağı, buluşabileceği bir yer olsun istiyoruz. Kale Tasarım Merkezi Üniversite’nin çeşitli birimleriyle kaynak alışverişi olan ancak dışarı da hizmet sunan özerk bir yapı. Tasarım Merkezi sürecinin başından beri siz de işin içindesiniz. Projenin çıkışından bahseder misiniz? Amaç neydi? Amaç üniversite- özel kesim işbirliğinin tasarım ortak paydasında ve birlikte Kale Tasarım Merkezi’nin projelerine başka üniversiteler de dahil olabilecek mi? Tasarım Merkezi’ne dışarıdan proje önerilebilecek mi? Merkez açık bir yer. Biz fikir sahiplerine kapıyı sonuna kadar açtık. “İçerisi” yok ki “dışarısı” da olsun. Tam tersine önerileri bekliyoruz. 08 21/12/2008 09 Umut Kart “TASARIMCI SÜREKLİ HATA YAPAR” İtalyan tasarımının önde gelen isimlerinden Andrea Branzi, Kale Tasarım Merkezi’nin açılışı için Türkiye’deydi. Branzi, sorularımızı yanıtlarken, hata yapmanın tasarımcılar ve ilerleme için değerine işaret etti. Ekonomik krizin tasarım üzerindeki etkisinden başlayalım mı? Krizler başta her zaman zararlı olabiliyor ama daha sonra gelişim için yararlı hale geliyorlar. Değişmek gerektiğini gösteriyor temelde. Ve tasarım da değişime hizmet ediyor işte. İtalyan Tasarımı, ilk başladığınızından bu yana nasıl değişti dersiniz? Aslında, ben 1960’larda çalışmaya başladım. O zamanlar dünya daha farklıydı, önemli olaylar süregeliyordu. Çok sert, karmaşık bir kültür vardı ortada. Modernite fikri, çok güçlü ve rasyonalistti. Radikal hareket üzerinden tanımlamayı denersek… Bugünün tasarım anlayışının radikal hareketi nasıl olurdu? Bahsettiğiniz, 1960ların sonunda gelen radikal hareket, bir çok düşüncesini gerçekleştirebildi. Bugün aynı isimle bir “radikal”likten söz etmek mümkün değil. Bugün bir realizmden söz etmek olası, radikal hareket realizme dönüştü. O zaman gerçekliğin farkındaydık, şimdi de bugünün gerçekleri önem kazanmalı. ANDREA BRANZI KİMDİR? Ünlü mimar ve ürün tasarımcısı Andrea Branzi 1938 yılında Floransa’da dünyaya geldi. 1967 yılında mezun oldu, 10 yıl kadar Archizoom Associati’nin ortaklarından biri olarak kaldı. Hayatını Milano’da geçirmekte olan Branzi İtalyan radikal hareketinin önemli isimlerinden biri olarak anıldı. Domus Academy’nin kurucuları arasında yerini aldı. Bir dönem MODO dergisinin editörlüğünü yapan tasarımcının Alessi’den Vitra’ya, Cassina’dan Artemide’ye, pek çok marka için yaptığı çalışmalar bulunuyor. Halen Politecnico di Milano’da eğitim vermeyi sürdürüyor. Sizin bir tasarımcı olarak en büyük hatanız ne oldu peki? Bu soruya cevap vermek için ne kadar zamanım var? Ben mesela, bir mimar olarak hiç bir şeyi hayata geçirmedim. Bu hem bir hata hem de bir avantajdı. Ama belki hayata geçirsem hatalarım artacaktı. Şu anda tasarımın sorunlarından biri bu noktada zaten. Yerel köklerini kaybetmiş oluyor. Ama, bunlar mutlak değerler değil. Kökler kimi zaman tehlikeli de olabilirler. Domus’un kurucularından biriydiniz. Bugün nasıl buluyosunuz? 10 sene öncesiyle kıyaslanamayacağını… Bu, küçük okulların kaderi… No stop city projenize tekrar dönme şansınız olsa neyi değiştirirdiniz? Dil olarak, stil olarak bir etkiden değil, akli bir etkiden söz etmek mümkün. Bu tip deneysel bir arayış, benim işlerimde her zaman baki. Bana kalırsa başarısı, sürekli yenilenmesinden geldi. Bir tane stili yok, bir çok stilden söz edilebiliyor. Bu büyük bir canlılık anlamına geliyor haliyle. Sürekli yeni tecrübelerin arayışında. Bir avantajdı bu tabii. Kusurlu kısmına gelince… Çok canlı bir dönem değil. Canlılığından, merakından kaybetti. Bir geçiş dönemine girdi. Ustaların büyük bir çoğunluğu artık yok, öldüler. Yeni jenerasyon ise hırslı ama sabırsız. O zaman ulusal tasarım fikrinden uzaklaşıyor muyuz gitgide? Çok bir bilgim yok. Siz ne düşünüyorsunuz? O zaman giriştiğiniz radikal hareket, daha sonraki yıllarda, sizin işlerinize nasıl yansıdı? İtalyan tasarımının en büyük başarısı ve başarısızlığı neydi sizce? tasarımcılardan beklentisi olmaktan cıktı. Eskiden tasarımcı hep sanayicinin istediklerini vermeye çalışırdı. Sorunları çözmeye… Problem tam olarak tersi artık, tasarımcın istekleri önemli. Bugün tasarımcı yeni problemleri ortaya çıkarıyor. Sanayi ona cevap vermek zorunda. Tasarımsız yenilik olmaz ve sanayi de ilerleyemez. Türkiye henüz o konuma gelmiş sayılmaz… Danışman çağırmaktalar. Stratejiler geliştirmek için İtalyan endüstrisi, yabancı tasarımcıları, Türk sanayisi İtalyanlar’ı kullanıyor. Zaten birçok kez üzerinde tekrar çalıstım. Sadece bir proje değil, çağdaş kentin analizi olaak düşünmek gerek. Sürekli değişiyor. İstanbul, no stop city’e iyi bir örnek bence. 01 Mimar kimliğinizi kenara koyup hayata geçirdiklerinizin çoğaldığı ürün tasarımcısı yanınıza bakacak olursak? Bir tasarımcı olarak sürekli hata yaparsın. Kesin çözümler yoktur. Hata yapmak, ileriye gitmek için faydalıdır zaten. Tasarımcının en büyük derdi ne olmalı? Tasarım, tanımlaması zor bir aktivite. Halk tarafından sevilmesi istendiğinde genelde bir felaketle sonuçlanır. Ama tasarımcı, bir gerekliliği karşılamaktan yola çıkıp, bir sanatçı gibi davrandığında genelde iyi bir sonuca ulaşır. Çünkü tasarımcı ürüne hep eklemelidir. Daha önce var olmayan şeyler; yetenekler, hisler, tecrübeler… Bu açıdan, işler fazla programlanmış, pazarlama tarafından yönetilir hale gelirse yürümez. İrfan lazım tabii ama doğaçlama çok önemli. Dünyanın daha fazla sandalyeye, vazoya vs ihtiyacı var mı sahi? Elbette dünyanın daha fazla uyarı ve fikre ihtiyacı var. Ürünlerse o fikirleri iletmekte kullanılırlar. Ürünler konuşur. Tasarımcının lüksü projeyi seçebilmek herhalde. Siz şimdi yeni projeleri seçerken nelerden yana kullanıyorsunuz tercihinizi? Yeni projeler, yeni bilinç, yeni dil…Yeni lüksüm ne bilmem, am ürünlerin şiirselliği öne çıkıyor, ekonomik değerleri değil… Sanayicinin beklentileri yıllar içinde nasıl değişti? Sanayinin ne istediğini değil de, tasarımın sanayiden ne istediğini biliyorum. Bugün problem, sanayinin 3. kez geliyorsunuz sanırım. Değişim var mı dersiniz? Birinciden daha güzel bence! Dün geldim, çok derinlemesine bir fark var gibi gelmedi ama ilk izlenim olarak daha güzelleşmiş buldum. Dergicilik yapmış biri olduğunuza göre, yer değiştirmenizi ve benim yerime Branzi’ye bir soru sormanızı istesem? Belki hiç cevabı olmayan bir soru sorardım: neden tasarım? Hiç kolay bir soru değil. 01 Branzi’nin sunduğu “No stop city” konsepti en az ürün tasarımları kadar ilgi çekti. Gelişen teknoloji, artan enerji gereksinimleri ve küresel ölçekte gözlenen çevre sorunları yapıların tasarım ve kullanımında enerji ve çevre duyarlılıklarının öncelikli belirleyici olmasını zorunlu kılıyor. Bu anlamda mimarlık daha az atık üreten, daha az enerji tüketen, daha güvenlikli ve sağlıklı yapılara yönelik araştırmalarını yoğunlaştırıyor. Genelde “sürdürülebilirlik”, “çevre ve enerji duyarlılığı” gibi kavramların tanımladığı bu çerçeve bir yandan yapının fiziksel tasarımına yönelik yeni duyarlılıkları zorunlu kılarken, öte yandan sonuç ürünün gelişmiş ölçüm ve denetim teknolojileri ile desteklenmesini de getiriyor. Bir başka deyişle, bugün giderek yerleşen bir kavram olan “akıllı yapı” kavramı aynı anda hem tasarım duyarlılıklarına hem de “gelişmiş bir teknolojik altyapıya” karşılık geliyor. Çok değil belki 15, 20 yıl önce Bond filmlerinde el hareketi ile yanan sönen ışıklar, açılıp kapanan perdelerle özdeş ve fütüristik bir imge olarak algılanan akıllı yapı kavramı bugünün çevre ve enerji sorunları karşısında bir zorunluluk olarak yerleşiyor. Öte yandan akıllı yapı sanıldığının aksine bol elektronik donanımlı bir yapı olarak da algılanmamalı. Akıllı yapı akıllı bir tasarım sürecinin sonuç ürünü olan, çevre ve program beklentilerinin doğru değerlendirildiği, mekan kurgusunun ve malzeme seçiminin olası sorunları baştan çözecek biçimde ele alındığı yapıdır. Güneşe doğru biçimde yönlenen, ışık ve ısı denetimini işlevsel beklentileri ile süreklilik içinde gerçekleştiren yapılar çoğu zaman ek bir donanıma gerek kalmaksızın önemli kullanım kolaylıkları, enerji tüketimine yönelik denetimli bir ortam ve işletme verimliligi sunarlar. Tersden gidildiğinde de “kötü” tasarlanmış yapılar teknolojik altyapılarla ne kadar desteklenirse C. Abdi Güzer BİNALARIN AKLI NEREDE? Ödüllü yapı projesi MATPUM’un tasarımcısı Abdi Güzer, kendine ödül getiren “akıllı” bina kriterlerini ortaya koyuyor. Güzer’e göre, binaların aklı, çevre koşullarının doğrudan girdi olarak alınmasında yatıyor. desteklensin akıllı payesine kolay ulaşamazlar. Bu nedenle “akıllı” bir yapı için ön koşul çevre koşullarının doğrudan girdi olarak ele alındığı duyarlı bir tasarımdır. Deneysel merkez Orta Doğu Teknik Üniversitesi’ndeki MATPUM (Mimarlık Fakültesi Tasarım Planlama ve Araştırma Merkezi) yapısı kendi kurumsal işlevinin yanısıra akıllı yapı ve çevre-yapı ilişkisine yönelik araştırmaların yer alacağı deneysel bir ortam olarak ele alındı. 2007 yılında YEM tasarım ödülünü alan bu yapı, çevre duyarlılığına yönelik özelliklerini barındırdığı donanımdan çok tasarım sürecinde oluşturulan kurgusu, yer ve yönlenmeye yönelik tercihleri ile kazanıyor. Uzun cepheleri kuzey ve güney yönlerine açılan dikdörtgen bloğun kuzey cephesi olabildiğince kapalı tutulurken güney cephesi denetimli bir biçimde şeffaflaşıyor ve geçirgen bir yüzey oluşturuyor. Yapının çatısı kuzey cephesi ile süreklilik oluşturan çift katmanlı ve adeta termos etkisi oluşturan bir yüzey olarak ele alınıyor. Böylelikle kuzeyde biriken soğuk havanın yazın güneye, güneyde biriken sıcak havanın da kışın kuzeye aktarılarak iklim denetimi yapılması sağlanıyor. Tasarım tercihleri ile oluşturulan bu çevre duyarlılığı bazı yazılım ve teknoloji olanakları ile destekleniyor. Isı, rüzgar ve ışık algılayıcıları ile donatılmış olan yapıda, algılayıcılardan elde edilen değerler bilgisayar ortamında değerlendiriliyor ve bazı sistemlerin (örneğin güneş kırıcıların) uyarılarak harekete geçirilmesi ve denetlenmesi mümkün olabiliyor. Böylelikle yapının cephe elemanları yapıda sağlanması beklenen ısı ve ışık değerlerine yönelik olarak açılıp kapanabiliyor. Bu yapı özelinde daha çok deneysel olarak ve sadece belli bölümlerde kullanılan bu özellikler Matpum yapısına ek olarak tasarlanan ve Türk Kızılay Derneği tarafından desteklenen ar-ge binasında tüm binanın işletme sistemini belirleyecek biçimde ele alınıyor. Yapımı süren ek binada pasif güneş enerjisi kullanımından, cephe camlarının elektirik üreten paneller olarak kullanılmasına, yeraltı doğal ısısının ısıtma sistemini desteklemesinden, yalıtıma yönelik farklı malzeme ve donanımların sınanmasına varan pek çok alanda bütünleşik bir deney ortamı hazırlanıyor. Her iki yapı giderek daha yaşamsal hale gelen verimli enerji kullanımı ve denetimli atık üretimi konularında model oluşturabilecek araştırmalara ortam sağlıyor. Şüphesiz burada temel beklenti, bu tasarım önceliklerinin yaygınlaşarak gündelik inşa etkinliğinin bir parçası haline gelmesi... 10 18/01/2009 Prof. Dr. Alpay Er Malum aylardır krizle yatıyor, krizle kalkıyoruz. Teğet geçeceği söylenen krizin Türkiye’ye sadece ucundan dokunmakla kalmayıp, aksine bodoslama çarpıp, belki kalıcı hasar da bırakacağı anlaşılırken, iktisadi sistemin yaratıcılık ve yenilikçilik (inovasyon) bileşeni olan tasarım sektörünün kriz karşısındaki durumu belirsizliğini koruyor. Aslında bu belirsizlik, konunun karmaşıklığından çok, Türkiye’de tasarım sektörüne dair bildiklerimizin çok sınırlı oluşuyla ilgili. Tasarımın tanımını sanayideki yeni ürün geliştirme faaliyetleri kapsamında, yani sadece endüstriyel tasarım olarak, daraltsak dahi elimizdeki veri sektörün resmini çizmemize imkân tanımıyor. İmalat sanayiinde istihdam edilen kadrolu tasarımcıların sayıları bilinmiyor, keza ofisler aracılığıyla hizmet verenlerin de. Endüstriyel tasarım bütçe rakamlarından bahsedildiğini duyan olmadığı gibi, serbest tasarım firmalarının yıllık ciroları da bir muamma. Tüm bunlar bilinmeksizin, mevcut krizin tasarım sektörünü nasıl etkilediği üzerine konuşmak ve yazmak ise, bir kaç örnek üzerinden yapılan genellemelere dayalı spekülasyonlardan ibaret kalmak zorunda. Geçenlerde elime geçen bir çalışma bu konuda küçük de olsa bir pencere açabilecek nitelikte. ENSAD profesörlerinden P. Parker’ın araştırması 2002-2012 yılları arasında 230 ülkede endüstriyel tasarım hizmetlerinin büyüklüklerini ekonometrik bir model ile kestirmeye, tahmine soyunuyor. (Parker, 2006; Icon Group Inc.). Endüstriyel tasarım hizmetleri North American Industrial Classification System kapsamında - yani, “ürünlerin kullanım, değer ve görünümlerinin optimizasyonuna yönelik spesifikasyonların yaratılması“ olarak tanımlanırken, oluşturulan ekonometrik model “potansiyel sanayi kazancı” (P.I.E.) veya talebini (latent demand) baz alıyor. Anlaşılacağı gibi tüm sayısal veriler aslında gerçekleşmiş bir piyasa büyüklüğünü değil, potansiyel talep bazında tahminlerden ibaret. Potansiyel talep piyasaların etkin olarak işlediği varsayımı üzerinden hesaplandığı için aslında bu kestirimler de gerçek talepten çok daha yüksek görünüyor. Yine de, bu tahminler endüstriyel tasarım hizmetlerine yönelik hiç bir sayısal verinin bulunmadığı bir ortamda sadece Türkiye tasarım sektörünün diğer ülkelere göre büyüklüğü hakkında bile fikir vererek, daha anlamlı bir spekülasyona temel oluşturabilir. Bu verileri kullanarak en büyük 20 ulusal endüstriyel tasarım piyasasını sıraladığınızda, 2008 yılı tahminine göre Türkiye 81.62 milyon doları ile listenin sonunda yer alıyor ve dünya pazarının sadece %0.90 ‘ı oluşturuyor. Elbette bu tahminler finansal kriz öncesinde hesaplanmış. Ancak küresel krizin tüm ülkeleri vurduğu dikkate alınarak, rakamlar değişse bile oranlar ve sıralamanın çok da fazla değişmeyeceği öngörülebilir. Parker’ın KÜRESEL KRİZ ? TASARIMA TEĞET Mİ GEÇER En büyük 20 ulusal endüstriyel tasarım piyasası 2008 yılı tahmini çalışmasında 2002-2012 arasındaki on yıllık dönemde mutlak rakam olarak her yerde büyüme öngörülürken, ülkelerin dünya endüstriyel tasarım hizmetleri pazarındaki paylarında ise farklılıklar gözleniyor. Bu süreçte ABD, Çin ve Hindistan’ın payı sürekli artarken, geri kalan ülkelerin hemen hepsinde 2012 yılında 2002 yılına göre küçülme eğilimi öngörülüyor. Türkiye ile beraber Tayland ve Rusya’nın aynı dönemindeki payları önce biraz artıyor daha sonra yeniden 2002 seviyesine iniyor. Ancak krizin etkisiyle azalacak olan ulusal gelirlerin bu üç ülkeyi de negatife çevireceğini varsayabiliriz. Sıralamadaki durumumuz çok parlak görünmese de, aslında 230 ülke arasında ilk 20 içinde yer alabilmiş olmak bile hala önemli bir potansiyele işaret ediyor. Dikkat edileceği gibi, Tayvan ve Tayland’ı Arjantin ve S. Arabistan ile değiştirdiğinizde bu ülkeler dünyanın en büyük ilk 20 ekonomisini oluşturuyor, diğer bir deyişle bunlar ünlü G 20 ülkeleri. 2008 itibarıyla Türkiye’nin G 20 sıralamasında iktisadi büyüklük olarak 16. sırada yer aldığı düşünülürse, belki endüstriyel tasarım piyasası büyüklüğü anlamında potansiyelimizin altında bir performans öngörüsü yapıldığını da söyleyebiliriz. Krizin etkisine dönersek, mesleğin duayenlerin Raymond Loewy’in “endüstriyel tasarımdaki en güzel eğri, satış grafiğinin yukarıya doğru yaptığı eğridir” sözü başlangıç için yol gösterici olabilir. Finansal krizin reel sektöre etkisinin en çok hissedildiği alanlardan birisi elbette ki satışlardaki düşüş. Bu yüzden tasarım sektörü mevcut krizden, satışların düşmesine paralel olarak sanayideki yeni ürün geliştirme faaliyetlerinin azalmasıyla olumsuz etkilenirken, öte yandan tasarım firmalar tarafından satışları arttırarak krizi aşmaya yönelik bir araç olarak da kullanılabilir. Aslında endüstriyel tasarımın modern ekonomi içinde bir uzmanlık alanı olarak ortaya çıkışı ABD’deki 1929 Büyük Buhranı’nın aşılması bağlamında düşünüldüğünde, kriz ve tasarım ilişkisinin kapitalist tüketim toplumunun tarihselliği içindeki rolü dikkat çekici. Elbette tasarımın satışları artırmaya yönelik potansiyelinin “krizi fırsata dönüştürme” söylemlerine naif ve sığ bir eklenti olmanın ötesine taşınabilmesi, imalatçı firmaların endüstriyel tasarım yetkinlikleri dışında, nakit varlıklarının durumu, yatırım güçleri gibi finansal faktörlere de bağımlı. Son üç, dört haftalık süreçte ulaşan bilgilere göre, krizden etkilenen firmaların istihdamı azaltarak maliyetleri kısmaya yönelik kararlarından Türkiye’de kadrolu çalışan endüstriyel tasarımcılar da doğrudan etkinlendi. Görünür tasarım yatırımlarına sahip bazı firmaların endüstriyel tasarım kadrolarında %50’lere ulaşan küçülmelerden bahsediliyor. Bu kriz sonrasında çok ihtiyaç duyulacak olan kurumsal yeni ürün tasarımı ve geliştirme yetkinliklerinin kaybedilmesine yol açabilir. Ertelenen veya iptal edilen projeler, zamanında ödenmeyen proje telifleri vb. de zaten az sayıdaki küçük tasarım ofislerini önümüzdeki aylarda zorlayabilir. Krizin farklı sektörleri aynı şekilde etkilemeyeceği, dış ve iç pazar dinamikleri başta olmak üzere her sektörün özgünlüklerinin krize karşı savunma ve krizden çıkış stratejilerini de 11 Yeşim Demir farklılaştıracağı açık. Endüstriyel tasarım da bu farklılaşan stratejiler içinde değer yaratan bir uzmanlık olarak farklı roller üstlenebilir. Krizin en sert vurduğu otomotiv ve entegre sanayi kollarındaki küçük ve orta ölçekli imalatçılar üstün üretim yeteneklerini stratejik tasarım ve pazarlama düşüncesiyle birleştirebildikleri ölçüde kendilerine yeni pazarlar ve iş alanları yaratabilirler. Ayrıca, tasarımın bir yandan satışları arttırmak için kullanılırken, diğer yandan ürün ve geliştirme maliyetlerini kontrol amacıyla da kullanılabileceği, hatta sırf maliyetleri düşürmek için önemli roller üstlenebileceği de unutulmamalıdır. Endüstriyel tasarımı sadece pazarın üst segmentlerini hedefleyen farklılaşmış, lüks ürünlerle özdeşleştiren bir anlayışın bunu hayata geçirebilmesi elbette kolay değil. Ancak endüstriyel ürün tasarımı yetkin profesyonellerce icra edildiği ve etkin bir şekilde yönetildiğinde buna muktedirdir. Her ne kadar imalat sanayi krizden ciddi şekilde etkilense de, aslında Türk tasarım piyasası zaten henüz gerçek bir işlevsellige sahip olmadığı için, krizin etkisi örneğin etkin bir tasarım piyasasına sahip olan İtalya gibi ülkelere göre daha sınırlı olacak. Kriz esasen piyasanın düzenleyici işlevini yerine getirememesidir. Öte yandan her kriz, oturmuş bir sistemde taşların yerinden oynaması ve sistemin yeniden kurgulanmak üzere bozulması da demektir. Bu alt üst oluşun, değişiklikten çıkar sağlayabilecek şekilde konumlanmış, kazanacakları kaybedeceklerinden daha çok olan ve tabi ki gerekli yetkinliklere ve cesarete sahip aktörler için doğurabileceği fırsatları tartışmak bu mütevazı ekin sayfalarını haddiyle aşar. Ancak, yaşanan krize rağmen, İsveç’in ünlü endüstriyel tasarım ofisi Ergonomidesign‘ın Avrupalı tasarımcılar için hep zor bir piyasa olagelmiş Amerikan pazarına girme kararını tam da şimdi alması buna güzel bir örnek olabilir. Son zamanlarda Beylikdüzü ve Ümraniye’deki sanayi sitelerinde kelepir fiyatlara müşteri arayan İtalyan tasarım ofislerinin bu açılımlarının kime, ne gibi fırsat ve tehditler doğuracağı da bu kapsamda ele alınmalıdır.. Eğer musibetten hayır çıkarsa, aslında tasarıma hiç de teğet geçmeyen bu kriz spekülatif finans kaynaklarının yarattığı taleple şişen, kendisine artık sanat galerilerinde yer beğenen ve yabancılaşmış bir tasarım paradigmasının, veya en azından son 20-25 yıllık formatının da mezarını kazıyor. Kimbilir belki de bu kriz tasarımı Türkiye’de artık her önüne gelenin arsızca yağmaladığı bir kavram ve tüketim kültürünün popüler ama sığ bir hobisi olarak algılanmaktan çıkartıp, üretim ve inovasyon kültürünün asli bir unsuru, gerçek bir uzmanlık, araştırma ve meslek alanı olarak inşa etmeye yeniden başlamak için aradığımız fırsat da olabilir. KRİZ FİLAN ANLAMAM,GELİŞİM İÇİN BENİMSEDİKLERİMİZİN ARASINDA GRAFİK TASARIM VAR MI? Birkaç hafta önceydi. Narkozdan yeni uyanmışım. Ağrı kesici pompaya çok basmış olmalıyım ki hastane odasının tavanında animasyonlar beliriyor; çizgiler, harflere, harfler bedenlere, bedenler tanıdık yüzlere ve sözlere dönüşüyor, bu sözler onlarca farklı yazı tipinde büyük bir yapıyı oluşturuyor, sonra bu yapının pencerelerinden yüzüme doğru cümleler dökülüyor ama belli bir mesafede asılı kalıyorlar. Üstümü ılık bir huzurla örtüyorlar. Bodoni’yi ne kadar özlemişim. “Bana lükslerimi geri verin, gereksinimlerim olmadan da yaşayabilirim”. Oscar Wilde‘ın bu sözü neyin lüks neyin gereksinim olduğuna iyi bakmak gerektiğini düşündürüyor. Grafik tasarım maske takmak değildir. Grafik tasarım lüks yaratmak, güzellemek, güzelce yapmak, estetik kazandırmak (bu ne demekse, çok işitiyorum bu aralar), süslemek değildir. İyi işçilikten ibaret değildir. Düşünmek, fark ettirmek ve sorulara beden vermektir aslında. Problemin ya da gerçeğin en rahatsız edici hallerinin bile farkına olmak, sorgulamak, dillendirmek, bugünkü değil, gelecekteki amacı tutmak, ete kemiğe büründürmektır! Duyarlı olmak ve herşeye ağlamak arasındaki fark gibi ince iştir. Sadece tasarımcı ve işveren için değil hepimiz için bir sosyal sorumluluk, abartılı bulsanız da bir dava işidir. Tasarımcı ise bu davanın başlangıç ve sonucu arasındaki yerde durur. İlk söz ile son söz arasında bir yer. Bir hamilelik hali. Bir kadının bedeni gibi gereken zamanda gerektiği kadarını yaratır. Tasarım ürününün yaşamı ise doğduktan sonra başlar. (Bu arada kuzguna yavrusu bazen kaz görünür bazen kartal. Mühim değil.) Ürün artık bağımsızdır. Farkedilmek ister, gereksinim duyuldukça büyür serpilir. Duyulmazsa kaybolur. Afişlerin sokaklarda yıpranması, bir logonun onlarca yıl bir kurumu güvenle sırtlaması, iyi tasarlanmış kitabı yıllarca saklamak, iyi ambalajların anneleri cezbetmesi güzeldir. Doğru ve yakışık alır biçimde tasarlanmış bir sokak tabelasından yol bulmak, geriye çekilmiş bir tasarım dili ile bir romanın tadına varmak, bir kapağa vurulup o kitabı okumak güzeldir. Haberin önde olduğu bir gazeteden haber almak, bir filmi afişi ile hatırlamak, bir yazı ailesine vurulmak, bir yazı tipini özenle bir diğeri ile eşlemek heyecan vericidir. Bir kurumun tutumunu belirleyen bir kurumsal kimliğe zamanla aşina olmak, değiştiğinde eskisini merak etmek, sokakta üstüste yapışmış afişleri görmek güzelir. Sipariş üzerine olmayan, tasarımcısının içeriğini de oluşturduğu yeni bir görme ve düşünce biçimi hayatımıza arz-ı endam ettiğinde onu merak edip kavramaya çalışmak çok güzeldir. Taklit etmeyen yeni bir üslupla ansızın karşılaşmak kalbimizi hızlandırır, harikadır. Bir tasarımın başka tasarımlara yol açması güzeldir. Bir projede mimarlık, endüstri tasarımı veya sanatın tüm dalları ile grafik tasarımın nasıl birbirleri ile haberleştiklerini görmek güzeldir. Ezber bozmak, algıyı alt üst etmek, önermek güzeldir. Peki bütün bunları gelişim için elzem görüyor muyuz? Tüm bu saydıklarım olmadan hiçbir şeyden, duygudan, akıldan haberdar olamayacağımızı, dünya telaşının güzelliğini hissetmeden göçüp gidebileceğimizi görebiliyor muyuz? Ya da grafik tasarım kollektif bilince yerleşip talep haline geldiğinde nasıl daha çok düşünen ve daha iyi yaşayan bir toplum olabileceğimizin farkında mıyız? Gerçekleşmesi için yol açıyor muyuz? Koşullar dikenlense de bu konuda ısrarlı mıyız? Lafı uzatmayayım; değer veriyor muyuz? Alan ve Zaman Bugün Berlin’de, bir zamanlar doğu Berlin’e ait trafik lambalarındaki ikonların konvansiyonel ikonlarla yer değiştirmemesi için ölümsüzleştirildiğini görüyoruz. Ampelmann (ampul adam) Alman yöresel şapkasını takan, ayakkabılı, hafif tıknaz, elleri oldukça belirgin, durduğu zaman kollarını iki yana açıp sanki karşı kaldırımdakileri kucaklamaya hazır gibi duran sevimli bir adam. Tasarımcılar ve halk Ampfelman’i cengaverce savunuyor, yayınlar, ürünler, web siteleri ile kişileştirip yaşatıyor. Benimse bir gün Kulüp Rakı’nın etiketi değişecek diye ödüm kopuyor. Fark ettim de her 7 yılda bir, bir ekonomik deprem oluyor. 1994, 2001 ve şimdi. 1994’te birden bire tüm dengeler yer değiştirmiş, zamanla satın alma dinamikleri yaratıcı yönetmen kesilmiş, herkes tasarımdan eni konu anlar olmaya başlamıştı. Yolun başındaydım ve ekonomik değişimlerin algıyı nasıl değiştirdiğini bir türlü anlamıyordum. (Hala da anlamıyorum!) Tasarımın “sadece görsel“ bir iş olduğuna iyice inanan işveren, o güne dek çevresinde “gördüklerini“ yeterli bulmuş, bunlarla doldurduğu bir hazneye bağlı kumanda masasından, tüm form, harf ve “şeyler“e hükmetmeye başlamıştı. Yaratıcılığın formülünü keşfetmeye girişmiş; her tasarımcının kendi bünyesine ait bir şuuraltının parmak izi olduğunu görmezden gelip “yaptırmaya” başlamıştı. Ben çocukken bazı akşamlar yemekten sonra televizyonda buz pateni seyrederdik. Ne kadar kolay görünürdü, çıkıversem hatta evin koridorunda hoplayıversem yapıverecekmişim gibi gelirdi. Ama yapamayacağımı bilirdim. Aradaki fark buydu işte. Yıllar geçti, üçüncüdeyiz. Durum nispeten daha farklı. Grafik tasarım ofislerine inanç ve güven yükseliyor, tasarımcılar neleri değiştirebileceklerini fark ediyor. Ama yeterli değil. Daha çok çaba gerekiyor. Reklam sektörünün grafik tasarıma kriz mriz demeyip daha çok geçit vermesi gerekiyor. Grafik tasarıma, tasarımcıya daha çok ihtiyaç duymak gerekiyor. Hele kriz döneminde. Daha sağlam durmak, kendini ifade etmek, ses çıkarmayı sürdürmek doğru görünmek gerekiyor. Grafik tasarım yakışanı giymekse öyle gerekiyor işte. Sadece işveren olarak değil toplumsal olarak da bu gereksinimi hissetmek, grafik tasarımı “tasarımcısından” talep etmek gerekiyor. Grafik tasarım, düşleri ve niyetleri simgeleştirir. “Başımıza geleceklere” bakmaksızın “geleceğimizin” kurgulanmasında rol alır. Bunun için ise grafik tasarımcının 2 temel koşula ihtiyacı var: Alan ve zaman. Alan: 1. Tasarıma gereken değeri maddi manevi veren kişi, kurum ve toplum. 2.Tasarımın büyütülmesi için gereken mesafe, yeni önerilere açık alan olarak özetlenebilir. (Bu alan krizlerde mercimek kadar kalıyor.) Zaman: Sadece yapmak veya uygulamak için değil, tasarımı yatırıp dinlendirmek için bir döşek, bir meşe fıçı, sonra yine çalışmak, yine bekletmek, yine çalışmak için bir mekân. Alan ve zaman verilmeyen koşullarda gece rahat uyumak zor. Bir bayrak, bir nüfus kâğıdı, bir evlenme cüzdanı, elinizdeki gazete, hepsi seçimlerimizin bir sonucu. Belirleyici ve önemli. İyi çözümlenmiş bir kurumsal kimliğe ihtiyaç duyan bir belediye, afişlerini teni gibi gören bir tiyatro, firmasının geleceğini şansa bırakmayan bir işveren, grafik tasarıma değer vermenin çiçeklerini toplar. Öyle hemen olmaz, biraz zaman alır, ama değer. “Vasat masat bana yeter, idare eder, dur bakalım, iş görüyor işte” diyorsanız umarım bu yazı acilen bu kafayı değiştirip vasıflı bir grafik tasarımcıya başvurmanıza yardım eder. Bu yazıyı yazarken yemek siparişi verdim. Yemekten bir kurabiye, kurabiyeden de bir niyet çıktı: “Çaba göstermeye değer!” 12 18/01/2009 13 KUNTER ŞEKERCİOĞLU HATİCE GÖKÇE Müge Avşar DEFNE KOZ “Öyle bir araba düşünün ki onu kullandıkça formu değişsin. Sadece içi değil, dışı da yumuşak olsun. Dokunduğunuzda eliniz bir ipek eşarba mı yoksa arabanın kaportasına mı değiyor anlamayın. Gizem dolu, heykelsi, insanı heyecanlandıran, coşkulandıran, muhteşem proje: Gina! 2002 de tasarlanmış Gina, ama sadece 2008’de o esrarengiz farları ile bize göz kırptı. Kavramsal bir proje… İlk arabaların (ve de uçakların) metal kafes üzeri kumaş kaplanmış olduğunu hatırlarsak, aslında eski bir konstrüksiyon tekniğinin günümüze mükemmel bir şekilde çağdaşlaştırarak uygulanması. Küçük motorcuklarla kontrol edilen materyali, yırtılmayı ve gevşemeyi önleyecek kadar da rafine. Ayrıca bu teknoloji ve malzeme, BMW’nin tasarım dili olan iç ve dışbükey hatları yakalamakta çok yardımcı!” KORAY ÖZGEN “Milano’da sergilenen, Jens Fager tasarımı “Raw chairs” anlık, oyunsu niteliği ve tasarımcının nesneye olan kritik yaklaşımı açısından oldukça etkileyici bir örnek. Ahşaptan üretilip, elde yontularak bitirilen bu sandalyelerin hepsi birbirinden farklı çıkıyor. Her yıl Milano fuarında yüzlerce sandalye ile karşılaşırız, bazen de gereğinden fazla tasarlanmış sandalyeleri izlemek insanı yormaya başlar. İşte bu bağlamda, özellikle alçakgönüllü bir tutumla gerçekleştirilmiş, neredeyse “antitasarım” diyebileceğimiz sandalyelerle Jens Fager’in ulaştığı sonuç görsel ve dokunsal anlamda oldukça şiirsel.” 2008’İN EN İYİ TASARIMI HANGİSİYDİ ? “Plastiğin dikişsiz ve eksiz işlendiği enjeksiyon teknolojisi ile Zaha Hadid’in özel ayakkabı koleksiyonu. Dünyanın en büyük ayakkabı üreticilerinden Grendene’nin markası Melissa, sahip olduğu çevre dostu özel enjekte termoplastik teknoloji sayesinde, katı ve sıvı parçalar mükemmel şekilde, yüzde yüz nötralize edilip işleniyor. Arındırılan plastik etkin biçimde kullanılıyor. Kalan parçalar geri dönüştürülerek değerlendiriliyor. Ünlü mimarın akıcı formları ayakkabı tasarımında da çok ilginç bir formu yaratmış. Zaha Hadid 8 farklı renkte tasarlamış ayakkabı serisini. Benim için 2008 in en iyi tasarımı olarak yerini aldı.” “2008’in en iyi tasarımlarından biri de, Konstantin Grcic tasarımı PLANK üretimi “MYTO” sandalye. MYTO, hem ağır yük taşıyabiliyor, hem de hafif. Çünkü kimya devi BASF tarafından geliştirilen “Ultradur high speed” isimli yeni bir polimerden üretildi. Bu malzeme, tasarımcısının daha dar kesitler çalışmasına imkan veren daha akışkan partiküllere ve daha fazla yük taşıtma fırsatı sağlayan kuvvetli bir yapıya sahip. Birbiri üzerine istiflenebiliyor. 5oo kiloluk stres testlerinden geçerek sağlamlığını kanıtlamış durumda. Malzeme, üretim ve tasarımda yenilikçi olmanın form bulmuş hali…” ERDEM AKAN AZİZ SARIYER “Konstantin Grcic tasarımı Myto Chair, yılın ürünü. Sandalye enjeksiyon kalıp yolu ile başarılı ve akılcı bir üretim ile tamamlanıyor; yüksek tasarım standartlarına sahip. Bana göre tasarımın ergonomik değerinin ötesinde ilk defa dönüşümlü plastikten imal edilmesi çok büyük bir gelişim.” AKIN NALÇA SEZGİN AKSU “İyi tasarım deyince aklıma, tüketimi pompalayan değil; çevre ve doğayla barışık, dönüştürülebilirlik öncelikli tasarımlar geliyor. Geçen yıla bakınca zekice tasarlanmış göz alıcı birçok iş sıralamak mümkün ama hangisini ilk beşe koyacağıma karar vermekte zorlayacak derecede bir nicelik söz konusu. Olafur Eliasson’un BMW enstelasyonu, Qute revolution’un Rüzgar tribünleri, Can Yalman’ın Kale grubu için tasarladığı seramik serileri, Faruk Malhan’ın bardak serisi, DARCH Studio’nun kağıttan kesilmiş katmanlardan oluşan satış ve sergi alanını sayabilirim.” “Patricia Urquila’ nın tasarladığı Emu için “re-terouvé” ürünleri! Kadın tasarımcı elinden çıktığı belli; erkek tasarımcıların yapamayacağı bir ürün bu. Renkli olmaları da çok önemli, sanki elbise giydiriyorsunuz bahçenize, ya da tasarladığınız out-door bar veya restorana… Çok romantik bir tarafı var.” 2008, TASARIM DÜNYASI İÇİN OLDUKÇA HAREKETLİYDİ. DÜZENLENEN SERGİ, YARIŞMA VE ZENGİN İÇERİKLİ ETKİNLİKLER SAYESİNDE YARATICI AKLIN NİMETLERİNDEN PAYIMIZA DÜŞENİ ALDIK. YILI GERİDE BIRAKIR BIRAKMAZ DA İŞİN USTALARINA SORDUK. PROFESYONELLERİN GÖZÜNDEN GEÇTİĞİMİZ YILIN EN BAŞARILI TASARIMLARINI ÖĞRENDİK. ORHAN IRMAK “En iyi yerli tasarım projesi olarak Design Turkey ödüllerini görüyorum, yabancı tasarım projesi olarak ise i-phone. İnsanların en son hangi ürün için geceden sıralara girdiklerini, almak için rezervasyon yaptırdıklarını hatırlayamıyorum. Modern dış görünüşü kadar, ara yüz tasarımında getirdiği yenilikler, kullanım kolaylıkları, iletişim ile eğlenceyi buluşturan fonksiyonları ile başarılı bir tasarım olarak anılmayı hakediyor.” ATİLLA KUZU “Son 10 senedir ürüne yönelik, internet, cep telefonu gibi unsurlar dışında, bizi hayrete düşürecek gelişmeler yaşamıyoruz. 20072008 yılları arasında belki de en çok talep gören, cep telefonuna eklediği çok çeşitli işlevleriyle i-phone ve Blackberry gibi ürünler. Teknolojik gelişmelerin mobilya tasarımına yansıması daha geç oluyor ve bu, mobilyaların imalatında kullanılan malzemelerin değişimi ile gerçekleşiyor.” “Rakı içmem, ama Gamze Güven’in Tekirdağ rakı bardağı o kadar güzel ki; hem lokal değer olan rakıya yarattığı evrensel kimlik, hem de görsel olarak algılattığı el kavrama ilişkisi ile.... 2009’da rakıya başlayabilirim!” MERİÇ KARA “Pieke Bergmans’ın “Crystal Virus” isimli projesi tasarımın üretimde başladığı örneklerden. Hollanda’da kristal vazo fabrikası Royal Leerdam’da geçiyor hikaye. El yapımı cam baloncuklar, vazo olmak üzere, sıcakken ve henüz şekillenirken masanın yüzeyine bastırılıyor. Kendisi tam yüzeye uyum sağlar hale geldiği gibi yüzeyde de kendi oturacağı alanı işaretlemiş bulunuyor. Bu, Pieke’nin virüs dediği nokta. Bu sırada yüzeyin dokusu da vazoya işliyor. Yüzeyle obje birbirine ait hale geliyor; şiirsel tasarım dediklerimizden. Modern tasarımcının geleneksel tasarımla, tasarımın da sanatla ve izleyiciyle buluşması... Aynı zamanda “güzel” kristalin ahşap gibi bir malzemeyle karşılaşması.” 14 18/01/2009 15 Filiz Yılmaz ÜNİVERSİTELİ SANAYİ Eray Sertaç Ersayın TÜRKİYE’DE TASARIMLA KAZANMAK Son dönemde üniversite ve sanayi sıkı ilişkiler içine giriyor, ama nasıl? Kısa bir tur atalım! DTM, TİM ve ETMK, Turquality etkinliği çerçevesinde, Design Turkey’i hayata geçirdi. 500’e yakın başvuru içinden 50’si ödülleri paylaştı. ETMK İstanbul Şube Başkanı Sertaç Ersayın, bizim için ödül sistemlerini masaya yatırdı. Yeni bir fikir peşinde koşanlar, yaratanlar, tasarlayanlar, olumlu değerlendirmeler almaktan, takdir edilmekten, alkış almaktan -hangi sektörde olursa olsun- memnuniyet duyar. Bu memnuniyet, onlar için inanılmaz bir motivasyon ve ilerideki projeler için birer itici güç haline gelir. Aynı çerçevede bu yaklaşımları teşvik eden sermaye sahipleri, destekçiler, üreticiler, paydaşlar da muhtemel takdirleri fikir sahipleri ile paylaşmaktan şüphesiz gurur duymaktadır. Birbirine benzeyen ürünler arasında, görsel ve yazılı medyanın pompaladığı imgeler dünyası içinde, kafası karışan satın almacılar, tüketiciler ve kullanıcılar hangi ürün ve hizmeti alması, tüketmesi gerektiği konusunda çekinceler yaşamakta ve kararsız davranabilmektedir. Bu kararsızlığı, çekinceleri ortadan kaldıracak olan yaklaşım, daha yaratıcı ve nitelikli ürünleri başka bir klasmanda sınıflayıp ve değerlendirmekten geçmektedir. Bu sınıflandırma ve derecelendirme günümüzde dünyanın birçok farklı kentinde birçok farklı organizasyon tarafından yapılmaktadır. IF Design Award, Red Dot Design Award, G Mark- Good Design gibi birçok uluslararası ödüllerin varlığına karşı, fuar organizasyonları çerçevesinde ve fuar esnasında sergilenen ürünler arasından değerlendirmeleri yapılan Design Plus gibi çok nitelikli tasarım organizasyonları da gerçekleştirilmektedir. Ancak son dönemlerde ödüllerin yaygınlaşması, ödül alanların sayısının artması, konuyu öyle bir hale getirdi ki, zaten vitrinde olan tasarım ve tasarımcıların hemen hepsi benzer ödüllerden en az birer tanesine sahip hale geldiler. Londra’da, Milano’da, Essen’de, Hannover’de, Frankfurt’ta verilen ödüller, düzenlenen sergiler, yarışmalar Shangai, Dubai, HongKong, Tokyo gibi önemli Asya merkezlerinde de neredeyse Franchise usulü yayılmaya başladı. Tasarımların birbirine benzemesini şikayet konusu yaparken, yarışma, sergi gibi organizasyonların da tekdüze yaygınlaşması bazı soru işaretleri beraberinde getirdi. Kültür, algı ve değerlendirme ölçütlerinin ihracı anlamına gelen bu oluşumu, daha iyimser bir bakışla, “olgunlaştırılmış değerlendirme sistemlerinin yaygınlaştırılması” diyerek konuyu bu aşamada yumuşatalım. Türkiye de özellikle son yirmi yıl içinde ETMK’nın (Endüstriyel Tasarımcılar Meslek Kuruluşu) organize ettiği, destekçisi olduğu birçok tasarım sergisi ve tasarım yarışmaları yapıldı. ETMK İstanbul Şubesi’nin kurulması ile ETMK, İstanbul’da daha etkin ve güçlü hareket eder hale geldi. 1994 yılında Ankara’da organize edilen Designer Odyssey Sergisi ve Ödülleri’nin ikincisi 1998 yılında İstanbul’da düzenlendi. 2004 yılında Frankfurt Tendence Lİfestyle fuarında Türk Tasarımı konulu sergi, MarketingIST Tasarımla Fark Yaratanlar 2004, İTO Bir İstanbul Hatırası Hediyelik Eşya Tasarımı 2006, 01 Tasarımla Kazananlar 2005-2006-2007 yıllarında Tasarım Değerlendirme platformu olarak pazara sunuldu. Son dönemde organizasyonların kazandırdığı deneyim ile ülkemiz adına yeni bir değerlendirme sistemi daha kazanıldı. Yeni yaklaşımın adı Design Turkey oldu. Tüm tasarım ödüllerinin üretim endüstrilerine, tasarım ve pazarlama dünyasına heyecanlı bir dinamizm getirdiği bir gerçek. Ancak ödül odaklı geliştirilen ürünler, güçlü imaj oluşturmak için alınmaya çabalanan tasarım ödülleri, ürün algısı ile ürünün pazarda oluşturduğu başarı/başarısızlık hikayeleri arasında kimi zaman oluşan derin farklar, bazı organizasyonların tasarım değerlendirme sistemlerine ilişkin soru işaretlerini zihinlerde uyandırıyor. Tasarım Ödülü kazanan firmaların cirolarının kaçta kaçını ödüllü ürünleri ile yaptıklarını sorduğumuzda alacağımız yanıt muhtemelen moralimizi bozacak seviyede olacak. Bu nedenledir ki tasarım motivasyonu yaratma adına, anılan ödüllerin sürdürülebilirliğinin sağlanmasından yanayım. Oluşturulan motivasyonun bir süre sonra itici güç haline gelebilmesi için, organizasyonların sürdürülebilir olması çok önemli. Gelişmekte olan ülkelerde henüz bu eşik aşılmış değildir. Doğal olarak Türkiye için de bu eşik henüz uzakta bir yerlerde duruyor. Uluslararası film festivallerinde nitelikli ödüller alan ve bu nedenle de daha kolay fark edilir olan sinema dünyasının ödülü Türk filmlerinin durumu, bazı halleri ile tasarım dünyamızın ödüllü tasarımlarının durumuna benziyor. Bol ödüllü, nitelikli ama hedeflenen tirajı yakalayamamış, toplumun birçok katmanına ulaşamamış filmler gibi, tasarım dünyamızda da bol ödüllü ama az sayıda üretilmiş veya satılmış ürünler, tüketim dünyasında şov ve güç gösterisi yaparken, kapitalist dünyada oluşturdukları yetersiz nemalar ile güçsüzleşebilmektedirler. Bu aşamada toplum için tasarım mı, azınlık için tasarım mı muamması ve tartışmaları içinde kendimi kaybetmemek için konuyu işlevsel özellikleri ile hayatımızı kolaylaştıran, ihtiyaçlarımızı gideren, görsel ve estetik özellikleri ile duygularımıza, algı dünyamıza ulaşan özgün tasarımlar çerçevesine oturtmak isterim. Üzerine birkaç dakikadan fazla oturulamayan koltukları, kullanılamayan eşyaları dünyanın en gösterişli tasarımlarına sahip olsalar da bu sınıflandırma içinde konumlandırabilmem maalesef mümkün değil. Küresel finans krizinin, üretim sektörünü daha da güçlü etkilediği bir dönemde; Sahne senin İstanbul sloganı ile sahneye dönüştürülen İstanbul Kenti’nin, yeni yılda ve diğer yıllarda Tasarım Dünyası’na daha gönülden, daha istekli ve emin ellerde ev sahipliği yapması dileğiyle… 01 01 01 DESIGN TURKEY’DE KAVRAMSAL PROJE ÇIKARTMASI 03 08 Design Turkey pek çok açıdan tartışıldı, yazıldı, çizildi. Bir ilkti, katılım çoktu, devleti, endüstriyi ve endüstriyel tasarımcıları temsil eden üç önemli kuruluşu yan yana getiriyordu. Kategorileri, jürisi, organizasyonu… Her biri tek tek irdelendi. Ancak başka bir konu daha vardı gözden geçirilecek: Kavramsal Tasarım alanında verilen “yalnız” bir ödül. 02 05 “Ürünün çevreye zarar vermemesi, doğal kaynakları verimli kullanması ve sürüdürülebilir olması “iyi tasarım”ın olmazsa olmaz ölçütlerinden biridir. Ancak ürün fikri geliştirilirken üretim ve pazar kısıtlarıyla karşılaşıldığında en gözardı edilen konulardan biri de çevreye olan katkısıdır. Design Turkey “eko-tasarım”ı tema olarak belirleyerek Kavramsal Tasarım Ödülleri için tasarımcıları özgür yaratıcı fikirler geliştirmeye davet etti” sözleriyle anlatıyor ETMK Başkanı Gülay Hasdoğan çiçeği burnunda organizasyonla kavramsal tasarım ilişkisini. Küçük deniz tanrısı anlamına gelen “Triton”, güneş ve rüzgar enerjisini bir arada ve birbirine alternatifli olarak elektrik enerjisine çevirmek üzere geliştirilmiş; denizlerde artan trafik sistemini rahatlatmak ve daha güvenli kılmak amacı ile, marina girişleri, liman ve deniz üzerinde kalıcı ve geçiçi ikaz ve yönlendirme ihtiyaçlarına göre süratle konumlandırılabilecek yüzer bir sistem elemanı. Tasarım önemli bir rekabet unsuru. Bu yüzden, sanayinin tüm sektörleri gündelik hayatın problemlerine metodolojik çözümler getirebilecek tasarımcılara ihtiyaç duyuyor. Genel anlamda 80’li yıllardan itibaren ‘Endüstri Ürünleri Tasarımı’ eğitimi vermeye başlayan Türk üniversiteleri bu ihtiyacı oldukça başarılı bir biçimde karşılıyor. Eğitim hayatlarının başlangıcından bitişine kadar öğrencilerine ‘proje kültürü’nü aşılayan üniversiteler, sanayiyle iç içe olmalarına da özen gösteriyor. Özellikle son dönemde, tasarımın önemimi anlayan sanayiciler, öğrenci projelerine rağbet gösteriyor ve birlikte projeler geliştiriyor. Öğrenciler geliştirdikleri projelerle hem mezun oluyor, hem de profesyonel hayata adım atmış oluyorlar. Türkiye’nin kavramsal tasarım ödüllerini sırtlayacak daha çok yaratıcı zihne ihtiyacı var. Ancak bu bir başlangıç; farkındalığı sağlamak, işe koyulmak, tasarlamak için… İSO-İTÜ “KOBİ’ler için Endüstriyel Tasarım” Projesi, KOBİ’lerin tasarım ihtiyaçlarını dikkate alan, üniversite sanayi işbirliğinin Design Turkey’in davetini 58 proje başvurusu yanıtladı, 25’i sergilenmeye hak kazandı. Ancak tasarımlardan sadece biri jüri tarafından “Design Turkey - Kavramsal Tasarım Ödülü”ne değer bulundu: “Triton” deniz trafiği uyarı sistemi. Dr. Hakan Gürsu, Alper Karadoğaner, Muzaffer Koçer ve Çağdaş Sarıkaya tarafından geliştirilen “Triton”, denizler üzerinde alt yapı bağımlığı olmadan, alternatif ikaz ve yönlendirme sistemini sürdürülebilir temiz enerji kaynakları ile çalıştırılmasını hedefliyor. 07 04 ilk örneklerinden. İTÜ, 2003 yılından itibaren farklı sektörlerden pek çok firma ile öğrenci projeleri gerçekleştiriyor. İSO’ya kayıtlı farklı sektörlerden, tasarımcı çalıştırmayan veya daha önce endüstriyel tasarım hizmeti almamış, İSO’nun yaptığı duyuruyla başvuruda bulunanlar arasından seçilenler ile son sınıf öğrencileri bu proje kapsamında buluşuyor. Benzer şekilde, ODTÜ öğrencileri tarafından gerçekleştirilen mezuniyet projeleri, sanayiyle güçlü bağlar oluşturarak, sektör ihtiyaçlarını dikkate alarak hazırlanıyor. Bu projeler, her yıl ODTÜ Kültür ve Kongre Merkezi’nde sergileniyor. Bu yıl yedincisi düzenlenen ODTÜ Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü mezuniyet projeleri sergisine otomotiv, mobilya, aydınlatma, elektrikli ev aletleri, tıbbi cihazlar gibi sektörlerden toplam 39 firma ve kurum danışmanlık yaptı. Tasarımı Bölümü öğrencileri ise diploma projelerini kapsamlı ve çok bileşenli konulardan seçmeye özen göstererek, son yılarda ‘ulaşım araçları’ üzerine odaklanmış. Geçtiğimiz yıllarda karavan, tır tasarımı gibi projeler geliştiren öğrenciler, 2007–2008 diploma projesi döneminde endüstri ile işbirliği yaparak, Cam Takviyeli Plastik (CTP) malzemesi ile üretilen 6,5 metre uzunluğunda Kıyı Gezinti/ Hobi teknesi tasarımı, üniversite-sanayi işbirliğine örnek teşkil eden önemli projelerden biri. Marmara Üniversitesi Endüstri Ürünleri Üniversite-sanayi işbirliği üzerine proje 06 01 Ceren Demirağaç, Marmara Üniversitesi 02 Emre Özsöz, Kadir Has Üniversitesi 03 Tolgahan Yılmaz, Haliç Üniversitesi 04 Çiğdem Kaya, İstanbul Teknik Üniversitesi 05 İrem Çelik, Orta Doğu Teknik Üniversitesi 06 Serdar Özsümer, Marmara Üniversitesi 07 Mert Özünal, Yeditepe Üniversitesi 08 Efecan Gürbüz, Yeditepe Üniversitesi geliştiren diğer önemli okullardan bir diğeri Yeditepe Üniversitesi. Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümü 3. sınıf öğrencileri, Nova Reklamcılık Dekorasyon A.Ş ile Yeditepe Üniversitesi’nin ana yerleşkesinde ring seferleri için durak projesini geliştirdi. Bu sayede öğrenciler, sanayi ile ilişki kurmanın yanı sıra, parçası oldukları bu yaşam alanı içerisinde, kullanıcı profillerinin oluşturulması, kullanım alanlarının ve ihtiyaçlarının saptanması, mekanik tasarım, mühendislik ve üretim yöntemleri gibi endüstriyel tasarımın tüm süreçlerinde yer alabildiler. 16 18/01/2009 17 SANTRAL BULUŞMALARI 01 “Belleğine sahip çıkan kent” hikayesinin başrolünü üstlendi AKM. Bir yenilenme projesi olarak yalnızca mimarların değil toplumun her kesiminin ilgi alanına girdi. Mimarlık dünyasının önde gelen isimleri Tansel Kokmaz, Korhan Gümüş, Murat Tabanlıoğlu, Suha Özkan ve İhsan Bilgin, AKM tartışmalarını bizim için masaya yatırdı. İHSAN BİLGİN TANSEL KORKMAZ SUHA ÖZKAN KORHAN GÜMÜŞ MURAT TABANLIOĞLU Tansel Korkmaz, Radikal Tasarım Gazetesi Santral Buluşmaları’nın ilkini derledi. Tansel Korkmaz- Yıkılma ihtimaliyle gündeme gelen Atatürk Kültür Merkezi (AKM) bir yenilenme projesi olarak gündemimize nasıl geldi? İstanbul’luların kolektif belleklerinde önemli bir yeri olan bu bina sivil toplumun gündemine nasıl geldi? Korhan Gümüş- Yıkım kararına karşı görüşler açıklanması ve yeterli kamuoyu oluşmasıyla birlikte AKM’nin korunması gereken bir kültür varlığı olduğu açıklık kazandı. AKM’nin bugünkü gelişme sürecine girmesinin nedeni, sorunu çözmeyi amaçlayan bir sivil girişimin sürecin başından beri devrede olması ve 2010 yasasında AKM’nin yenileme kararının yer alması idi. 2010 Kültür Başkenti Ajansı’nın özel bir yasası var. AKM’nin yenilenmesi konusu da 2010 Ajansı’nın kuruluş yasasında yer aldı. Bu yasa ile Türkiye’de ilk defa kent ölçeğinde iş görecek, çok taraflı bir kamu tüzel kişilik oluşturuldu. Katılıma açık bir çalışma biçimi oluşturulmaya çalışıldı. Süreci Kültür ve Turizm Bakanlığının mı, ajansın mı yönlendireceği yasada açık değildi. Ancak bakanlık ile olumlu bir işbirliği süreci gelişti. 2010 Ajansı Genel Sekreteri Sayın Eyüp Özgüç’ün verdiği direktifle bir çalışma komitesi oluşturuldu. Kamu tarafı ile sivil taraf arasında bir ilişki kuruldu ve yeni bir çalışma modeli geliştirildi. AKM projesi bence bu açıdan da 2010’un en simgesel projesi. Zaten kamu ile sivil toplum arasındaki ilişkilerin geliştirilmesi, kent ölçeğinde çok katmanlı, çok aktörlü uygulamaları içeriyor. 2010 Ajansı, Kültür ve Turizm Bakanlığı’yla İstanbul Büyükşehir Belediyesi’ni ve sivil toplum kuruluşlarını bir araya getiriyor. Karar alınırken tartışılarak alınıyor, uygulama ortaklaşa yapılıyor. Bu çok önemli bir gelişme. Türkiye’de kapasiteler genelde ayrı ayrı kullanılır. Ajans ise bu kapasitelerin birlikte kullanılabilme imkanını yaratmayı hedefledi. Ajansın farkı, bir yönetişim modelinin sadece fikirde değil, pratikte de gerçekleştirebilmesi oldu. Yaklaşık 20 senedir bu kentte kültürün bir stratejik konu olarak ele alınması ve her kararın tartışılarak alınması ihtiyacı ortada. Bu yüzden AKM’nin kentin kültür altyapısının geliştirilmesi açısından çok simgesel bir girişim olduğu vurgulanmalı. Kısacası 2010 Ajansı AKM’yi devralmak için değil, bir yönetişim modeli içinde süreci kolaylaştırmak için harekete geçmiş oluyor. Sürecin, Kültür ve Turizm Bakanlığının bu işbirliğini sıcak karşılaması sayesinde olumlu yaşandığının altını çizmek lazım. Bu noktada önemli bir inisiyatifi de Tabanlıoğlu Mimarlık kullandı ve işi bir sosyal sorumluluk projesi olarak üstlendi. Çünkü tek başına bir sorun etrafında sosyal bir hareketliliğin gerçekleşmesi işin tamamlanması için yeterli olmuyor; inisiyatifin profesyonel hizmetle buluşması başarıda hayati bir önem taşıyor. TK- Bir binayı yenilerken yapının potansiyellerini iyi anlamak çok önemli. Bu anlamda AKM nasıl okunmalı? Neleri saklamak, neleri değiştirmek gerekiyor? Murat Tabanlıoğlu- AKM eskiden beri belleğimizde yeri olan bir mekan. İstanbul modernitesine ev sahipliği yapmış önemli yapılardan biri. AKM’nin bulunduğu yer belki de Türkiye’nin en önemli arazisi. Onun için kentsel dönüşümün tek girdisini rant olarak görenlerin iştahını kabarttı ve yıkımı gündeme geldi. Ancak kent, belleğine sahip çıktı ve modern İstanbul’un da bu belleğin vazgeçilmez parçası olduğunu tavizsiz bir şekilde vurgulamış oldu. Ben başından beri bu sürecin olabildiğince katılımcı ve şeffaf olmasını istedim. Çeşitli sanatçı gruplarının yanı sıra mesela Cem Mansur ve Beral Madra ile toplantılar yaptık. AKM hayatlarının bir parçası olmuş kişilerin algıları, deneyimleri bizim için çok önemli... Binanın iki kısmı var: Birincisi fuaye ve sahne; diğeri de arkada 1700 kişinin çalıştığı bölüm. Babam Hayati Tabanlıoğlu cepheyi, önünde hafif metal bir tül olan cam bir cephe olarak tasarlamış. Kamu binalarında güvenliği ön plana almamayı çok önemsiyorum. İçinde bulunduğumuz santralistanbul kampüsünde hiçbir güvenlik bariyerinden geçmeden bu odaya kadar girebildim; bu muazzam bir olay. Ama şu anda Türkiye’de otellerin, evlerin bile önünde büyük bariyerler var. Biz Bilgi Mimarlık Programı stüdyosunda da bunu tartışıyoruz: Şehir nasıl binaların içine akabilir? Bugün, davetkar kamusal alanları nasıl tanımlıyoruz? Bence AKM’nin yenilenmesinde de en önemli problematik budur. TK- AKM bu anlamda çok davetkâr olmayan bir bina gibi geliyor bana. Şehrin en işlek meydanlarından birinin kıyısında olmasına rağmen bu canlılıktan yeterince faydalanmıyor. Bu belki de eski kültür merkezleriyle bugünküler arasındaki farka işaret ediyor: Eskiden neredeyse bir fildişi kule gibi ele alınan kültür merkezlerinin, bugün en temel motivasyonları şehrin her kesimine ev sahipliği yapabilmek. Şehir gitgide birbirlerine yabancılaşmış, yolları hiç kesişmeyen, içine kapanmış homojen gruplar yığınına ve bunların kurtarılmış bölgeler haline gelen alanlarının toplamına indirgeniyor. 21. yüzyılın kentleri bildiğimiz anlamda kent olmaya devam edecekse bütün kentlilere açık, herkesin benimsediği ve kendini evinde hissedeceği kamusal alanlara ihtiyaç var. AKM’nin yenilenmesinde de önemli girdilerden biri bu sanıyorum. KG- Dünyada da 20.yy’ın kamusal mekan anlayışı denetlenen ve sabitlenen işlevler içeriyordu. 90’lardan sonra kamusal mekan kavramı esneklik kazandı. Ben örneğin VenedikBienali’nin ana mekânı Arsenale’nin son derece modern bir kullanımı olduğunu düşünüyorum. Belki Centre Pompidou’dan bile daha modern. Çünkü hiçbir kullanım biçimi sabitlenmiyor ve burası yaratıcı bir boşluk olarak kente enerji veriyor. Oysa turizm açısından bakılsaydı burası hemen özelleştirilir, kongre merkezi, otel falan olurdu. MT- AKM’nin tarihine baktığımız zaman, ilk önce belediye bir opera ve bale binası yapmak istiyor. II. Dünya Savaşı sonrasında bir kültür merkezine doğru evriliyor program. Binanın içinde konser salonu, çocuk tiyatrosu, Aziz Nesin Sahnesi, sanat galerisi var. Bu tür çoklu programların en iyi örneklerinden biri Londra’daki Royal Festival Hall bence. Bina her zaman dolu ve canlı. Performans provası yapanlarla sanat galerisine gidenler, kucağında bilgisayarı çalışanlarla yemek yiyenler birbiriyle içiçe geçiyor. TK- Evet tam bir uğrak, buluşma yeri, aylaklık yeri, aynı zamanda da sanatın mekânı. Bu akıcılıkta zemin katın şehirle kurduğu ilşki kadar bina kesitinin katkısı da büyük... MT- AKM’ye bugünün perspektifinden baktığımızda sürdürülebilirlik ve tasarruf zaafları da göze batıyor. 60’lı yıllarda yapıldığı için izolasyonu zayıf. Binanın kendisini korumak için camının ve üzerindeki kaplamanın iyi yapılması lazım. Bugün artık yağmur suyu toplanarak yeniden değerlendirilebiliyor. Hatta İngiltere’de, “gray water”, yani tuvaletlerdeki kullanılan suyun bile tekrar kullanılması söz konusu. Güneş enerjisinden yararlanmanın yolları var. Taksim Meydanı’nda olunca ses izalasyonu da çok kritik. Binanın içine girdiğinizde akustik en önemli mesele. Meydanın uğultusunu da kontrol etmek lazım. KG- AKM sürecinde uygulamadan önce düşünmeyi amaçlayan bir süreç yaşanıyor. Bugünkü dönüşüm 40-50 senelik bir sistemin idari bir işlevle tamirini değil, yeniden yapılandırılmasını gerektiriyor. Önemli olan AKM’nin özelleştirilmeden, işlev değiştirmeden, kamusal niteliğini kaybetmeden, hatta kamusallığı daha da güçlendirilerek kente kazandırılması. Bu da yalnızca binanın değil, programın da kamusal bir nitelik kazanması demek... Önemli bir nokta da bu dönüşümün kamunun kaynaklarıyla yapılması. Tersine bir gidiş varken, Türkiye’de böyle bir gelişmenin olabilmesi umut verici. Kamu kültüre yatırım yapıyor ve bunun nasıl yapılacağını tartışıyor. Genellikle dönüşüm bir kırılmayla gerçekleştirir. Ya mülkiyet el değiştirir, ya yatırım kararıyla birlikte yeni bir aktör devreye girer, kullanım amaçları değişir, vs... AKM’de dönüşüm kamusallığın geliştirilmesi yönünde. TK- 80 sonrası dönüşüm projelerinin çoğunun hedefi rant yaratmak. Bu da kentlileri her türlü değişime düşünmeden direnme refleksi göstermeye itiyor. Bu noktada AKM yenileme pratiği taze bir perspektif ile önyargıları kırma potansiyeline sahip. Dolayısıyla 2010 Ajansı ve Kültür Bakanlığı, AKM’nin yenilenme projesini basit bir tamire, eksikgedik kapamaya indirgemeden 21. yüzyılda kamusal alanın yeniden-inşaasını düşünme fırsatı olarak önümüze getirmiş oldu. 18 18/01/2009 19 Aykut Köksal A. Selim Tuncer “ÖLÜMÜN TASARIMI” “TASARIMIN ÖLÜMÜ” BİRİNİ TERCİH ETMEK! Çeşitli sanat dallarında ve gündelik yaşamda, modernle yüzleşme deneyimlerimizin ortaya çıkardığı sonuçların en azından bir çabanın izlerini taşıdığını görmek mümkünken, mezarların, aynı zamanda banyo, tuvalet, merdiven imalatıyla iştigal eden mermer ustalarının eline, vicdanına ve istidadına terkedildiğine acıyla tanıklık ediyoruz. “Tasarımın ölümü” yerine “ölümün tasarımı”nı tercih etmek zorundayız artık. Sanıyorum Seneca söylemişti: “Hastalandığımız için değil, dünyaya gelmiş olduğumuz için ölüyoruz.” Ölmek için doğuyoruz demek de mümkün... Modernitenin ölüm gerçeğini toplumsal yaşamdan gizlemeye çalıştığını, hatta ölüm algısının bir bilgisayar oyununa, bir Hollywood mizansenine indirgendiğini kabul etsek bile, bireysel deneyimlerimizde bu gerçekle yüzleşmekten kurtulamayız. Ölümün metafiziği ve dinlerle olan ilişkisi, onun, bu dünyanın gerçeği olduğunu ortadan kaldırmıyor. Hatta, insanın ölüm karşısındaki acizliğine yalnızca dinlerin cevap veriyor olması bile onu dünyevilikten çıkarmıyor. Nitekim mezarlıklar, ne kadar onlardan gözümüzü kaçırmaya çalışırsak çalışalım, evlerimiz ve işyerlerimiz, parklarımız ve caddelerimiz, tapınaklarımız ve alışveriş merkezlerimiz gibi kent bütününün kopmaz bir parçasıdır. Kentlerimiz için “yaşam alanları” tasarlamak ne kadar doğalsa, “ölüm alanları” tasarlamak da aslında o kadar doğaldır. Sadece İstanbul’un bile, paleolitik çağdan, Roma’dan, Bizans’tan ve Osmanlı’dan miras kalmış mezarlık ve mezar taşlarını inceleyerek, geleneksel kültürlerin, modern insana göre ölümle daha sahici ve doğal bir ilişki kurmuş oldukları, ölüme yaşamın bir parçası teslimiyetiyle baktıkları sonucuna varmamız mümkündür. Hatta mezarlıklar, uygarlıkların önemli yansımaları ve tezahürleridir. Osmanlı mezar taşlarının çok iyi kodlanmış bir dili olduğunu söyleyebiliyoruz. Mesela “cellat mezarlarını” ilk gördüğümde çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Üzerinde hiç yazı olmayan cellat mezar taşları, dikdörtgen prizma olarak biçimlendirilmiş ve tasarımın dilinin aynı zamanda nasıl ürpertici olabileceğini gösteren dümdüz taşlardan ibaret... Ayrıca, mezar taşlarındaki nesir ve manzumeler, hat sanatı örnekleri, çeşitli tezyinat ve ikonografik anlamlar, o günün toplumunun sosyal, kültürel, zihinsel yapısını ve bunların zaman içindeki değişimini günümüze net bir biçimde aktarmaktadır. Dönemin mezarlıkları ve mezar taşlarındaki bütüncül estetik anlayışının gelişimi ise apayrı bir inceleme konusunu oluşturuyor. Yetkin taş ustalarının, şairlerin ve hattatların, içine doğdukları kültürün oluşturduğu formasyonlarını tevarüs yoluyla kuşaklar boyu birbirlerine aktarmalarıyla yaşanan gelişimin ana arterlerinin bir noktadan sonra tıkanmasıyla birlikte ortaya çıkan şaşkınlığın, bugün mezarlarımızı birer “kiç” anıtlarına dönüştürdüğünü hepimiz gözlemliyoruz. Çeşitli sanat dallarında, müzikte, mimaride, grafik tasarımda, edebiyatta ve gündelik yaşamda, modern olanla yüzleşme deneyimlerimizin ortaya çıkardığı sonuçların, üzerinde konuşulacak çok fazla olumsuzluklarına rağmen en azından bir çabanın izlerini taşıdığını görmek mümkünken, mezarların, aynı zamanda banyo, tuvalet, merdiven imalatıyla iştigal eden mermer ustalarının eline, vicdanına ve istidadına terkedildiğine acıyla tanıklık ediyoruz. Estetik yozlaşmanın tüm alanlar için ortak bir serüveni var. Ancak, modernle yüzleşen birçok alanda hem başarılı sentezler hem de “kiç”leşme örnekleri ortaya çıkabilirken, mezar tasarımlarımızda yaşanan sefaletin nedenlerinden birinin, mezarlarla olan ilişkimizi hep kısa sürede sonlandırma eğiliminden, diğerinin ise, dinin konservatif tutumları beslemesi nedeniyle özgür yönelişlere yönelik cesaretsizliklerden kaynaklandığını düşünüyorum. Tamam, ölümün soğuk yüzü belki de en önemli etken, ama böylesi bir sefalet soğukluktan öte koyu bir karanlık değil mi? Multi-disipliner bir alan olan mezar tasarımı; mimari tasarım, sözel tasarım ve grafik tasarım alanlarının işbirliğiyle gerçekleştirilebilir. Ancak, anıt mezarlar veya bazı zengin mezarları dışında ne bir mimara mezar sipariş eden ne bir yazara mezar taşı yazısı yazdıran ne de bir grafikere mezar taşı tasarlatan duymadığımız gibi, yine ne bir mimarın ne bir yazarın ne de bir grafik tasarımcının bu konuda bir arza teşebbüs ettiğini görmüyoruz. Oysa bu iş, yukarıda da söylediğim gibi, öte dünyayla değil, tamamen bu dünyayla ilgilidir. (Bu arada, tasarımını mimar Haydar Karabey’in, grafik tasarımını ise Bülent Erkmen’in yaptığı Duygu Asena’nın mezarını hatırlamadan geçmeyelim.) Türk modernleşmesinin, farklı alanlarda, iyi kötü, doğru yanlış bir yol aldığını söylemek mümkünse de, hem yüksek sanatla kendini ifade eden, hem de günlük yaşamla bütünleşen bir estetik sentez üretme konusunda çok ciddi zaaflar taşıdığını görmek zor değildir. Bu durumun en kötü tezahürlerinin ise mezarlıklarda karşımıza çıktığını görmezlikten gelmemeliyiz. “Tasarımın ölümü” yerine “ölümün tasarımı”nı tercih etmek zorundayız artık. Geleneği tekrarlayarak sürdürmek birçok bakımdan mümkün olmadığı gibi doğru da değildir. Ancak, geleneği de bir referans noktası kabul eden, bunun yanında dinin yasakları kapsamına girmeyecek her türlü özgürlüğü cesaretle kendine basamak yapan yeni bir tasarım anlayışının bu alanda da eserler ortaya koymasının zamanı çoktan gelmiştir/geçmektedir. Kendi mezar taşımı tasarlayayım diyorum ama, karım “Aklını mı kaçırdın, ölüme davetiye çıkarmış olursun!” uyarısıyla beni ürküttüğü gibi belki gizli gizli yazdığım bu yazıya bile bozulacaktır. Fakat, ne yapayım ki, (Allah elbette gecinden versin ama) mermer ustalarının yaptığı eciş bücüş bir mezarda yatmak istemem. Galiba en iyisi, bulursam yetkin birine işi şimdiden sipariş etmek! Mimarlık tarihinde, yaşadığı dönemi yönlendirmiş, her kırılma noktasında yer almış, öncü aktörlerden biri olmuş az sayıda mimar var. Bunların başında Philip Johnson geliyor. Johnson, 1930’larda modernizmin militan savunuculuğunu yükleniyor, 1970’ler sonunda, bir simgeye dönüşen AT&T binasıyla postmodernizmin ikon figürlerinden biri oluyor, 1988’de dekonstrüktivistleri dünyaya tanıtan serginin düzenleyiciliğini yükleniyordu. Türkiye’de ise Sedad Hakkı Eldem’in, üretim yaptığı yarım yüzyılı aşan dönemi neredeyse tek başına tarif ettiğini söylemek yanlış olmaz. Eldem 1908 doğumlu, Güzel Sanatlar Akademisi’nden 1928’de mezun oluyor, 1932’de aynı okulun öğretim kadrosuna katılıyor. Eldem’in meslekteki bu ilk yılları, genç Cumhuriyet’in de liberal bir programla dışa açık bir siyaset izlemeye çalıştığı döneme denk geliyor, bu siyasetin mimarlıktaki yansıması ise uluslararası modernizmin Türkiye’deki ilk örneklerinin ortaya çıkması oluyor. Eldem’in bu dönemi simgeleyen çalışması, İstanbul Fındıklı’da inşa edilmiş, -aynı zamanda dönemi de sonlandırdığı söylenebilecek-1934 tarihli SATİE binasıdır. 1929 ekonomik bunalımının ardından gelen 1930’lu yılların, tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de içe kapanmacı ve ulusalcı bir döneme yol açtığını, dahası bu dönemi tanımlayan ideolojinin Cumhuriyet’in “ulusdevlet”i oluşturma sürecinde izlediği ana kültür siyasetini belirlediğini biliyoruz. Başka bir deyişle 1930’lu yıllar, pek çok disiplinde olduğu gibi, mimarlığın da resmi ideolojinin güdümüne girdiği bir dönemi başlatıyor. İşte bu noktada genç Sedad Hakkı Eldem’in mimarlık sahnesine belirleyici bir aktör olarak çıktığını görüyoruz. Bir yandan Akademi’de başlattığı “milli mimari seminerleri” ile mimarlığının ana paradigması olarak ileri süreceği “Türk Evi” kavramsallaştırmasının peşine düşüyor, bir yandan da yayınladığı manifesto niteliğinde proje ve metinlerle, “Türk Evi”nin bir prototipi olarak kabul ettiği şemanın mimarlığa yön vermesi gerektiğini ileri sürüyor. CUMHURİYET MİMARLIĞI VE SEDAD HAKKI ELDEM Burada iki noktanın dikkati çektiğini söyleyebiliriz: İlki, Balkanlara dek uzanan geniş bir coğrafyada görülen ev tipolojisinin “Türk Evi” olarak adlandırılmasının, dönemin resmi ideolojisinin simgesi olmuş Güneş-Dil kuramını anımsatmasıdır, ikincisi ise prototip olarak sunulan şemanın, aslında pek de uzakta olmayan Amcazade Hüseyin Paşa Yalısı’na doğrudan bağlanmasıdır. Nitekim bu ulusalcı dönemin en fazla sözü edilmiş yapısı olan Taşlık Kahvesi (1946), Maçka sırtlarında Amcazade’yi yineler. Gerek Taşlık Kahvesi‘nde, gerekse Fen ve Edebiyat Fakültesi (1942-1944) gibi dönemin öteki ulusalcı ürünlerinde Eldem’in yerel kaynağını açıkça gösterdiğini, yani soyutlamaya olabildiğince az başvurduğunu görüyoruz. Bu da yine dönemin resmi ideolojik programını işaret ediyor, çünkü ulusalcı sav, anlamı gizleyecek ve göstermek istediği kaynaktan uzaklaştıracak her türden soyutlamanın karşısında durmak zorundadır. Cumhuriyet tarihinin en önemli kırılma noktası olan ve merkez-çevre çatışmasının ilk sonucu olan 1950 dönüşümü, siyasal tarihin ilk liberal dönemini başlatmakla kalmaz, ulusalcı resmi ideolojinin güdümünü, Halkevleri gibi tüm kurumsal araçlarıyla birlikte ortadan kaldırır. Kısaca “Elliler Modernizmi” olarak adlandırabileceğimiz bu özgürleşme döneminde, on iki ton yazısının ya da elektronik müziğin ilk erken örneklerini veren modernist müzikten edebiyattaki İkinci Yeni şiirine bağlanan, soyut resim ve heykelden, “çizgi” ile mizahın savaşımını veren karikatüre uzanan, Batı’daki gelişmeleri izlemeye (belki de bir gecikmişlik zorunluluğuyla taklide) yönelen, soyutlama düşüncesini öne çıkaran “yeni” bir kültürel ortamla karşılaşıyoruz. Mimarlık da bunun dışında kalmayacak ve uluslararası modernist çizgi çok kısa bir sürede Türkiye mimarlığında egemenlik kuracaktır. İşte bu keskin dönüşümde de Sedad Hakkı Eldem’in baş rolde olduğu görülüyor. Akademi iç mekânının yangın sonrası yenilemesiyle başlayan bu yıllarda, Eldem, İstanbul Hilton Oteli (1952), Florya Tesisleri (1955-59), Rıza Derviş Köşkü (1956-57), Uşaklıgil Köşkü (1956) gibi başyapıtlarını verir. Türkiye’nin siyasal ve kültürel tarihine koşut olarak on yıl kadar süren bu ara dönemin, Sedad Hakkı Eldem’in en parlak dönemi olduğunu söyleyebiliriz. Hiç kuşkusuz bu çalışmalar, başta Neutra olma üzere, Batı modernistlerinin etkisinin çok doğrudan görüldüğü yapıtlardır, ancak Eldem artık ideolojik programın yerine mimarlığın kendisini geçirmiş, daha doğru bir deyişle artık mimarlığın içinden konuşmaya başlamıştır. Ne ki, Türkiye’yi ikinci bir sert kırılma noktası yakalar: 1960. Türkiye artık merkezçevre çatışması sarmalına girecek, ancak her seferinde kendini yeniden üreten merkez, 1950’lerin modernleşmeci ivmesini yakalayamayacaktır. 1960 sonrasının çok yinelenen ve pek beğenilen sözü akıllardadır: “Evrensel olmak için önce yerel olmak gerekir.” Ulusalcı resmi görüş bu kez kendine “yerellik” üzerinden yeni bir meşruiyet zemini yakalamış, merkezin ideolojisiyle ilişkisi hep gidiş-gelişler yaşayan aydınlar da bu paradigmanın baş savunucuları arasında yer almıştır. Bu kültürel iklim Eldem’in üretimini etkilemekte gecikmez. 1950 öncesinin yerellik damarı yeniden canlanacak, kimi kez bu damar, Sosyal Sigortalar Kurumu Kompleksi‘nde (1962-1964) olduğu gibi kendini bağlamsalcı bir savla öne sürecektir. Ancak bu dönem yapıtları içinde soyutlamanın öne çıktığı çalışmaları, yani yerelle, geleneksel olanla ilişkiyi yüksek bir soyutlamayla kurduğu yapıtları Eldem’in belki de en yetkin işleri arasında sayılmalıdır. Bunların başında da Yeniköy’deki Sirer Yalısı (1967) ve Atatürk Kitaplığı (1973-1975) gelir. Soyutlamayı uç noktaya taşıyarak kaynağı bütünüyle görünmez hale getirdiği Akbank Genel Müdürlüğü (1967-1968) ise sadece Eldem’in değil Türkiye mimarlığının başyapıtları arasında yerini alacaktır. Sedad Hakkı Eldem’in mimarlığı, yirminci yüzyıl Türkiye mimarlığını yeniden tartışmaya, sorunsallaştırmaya olanak verecek önemli ipuçları taşıyor. 2008 yılı Eldem’in doğumunun 100. yıldönümüydü ve bunları tartışmak için önemli bir fırsat yaratıyordu; öncelikle de yıllar boyu hizmet verdiği eğitim kurumunun bir yeniden değerlendirme ortamı yaratması beklenirdi, ama yıl birkaç cılız etkinlikle geride kaldı ve bu fırsattan yararlanıldığını söylemek pek olası değil. 20 “Ne o?!.. İtalyanlara hem yemek, hem de tasarım anlatacakmışsın” diye takılanlara “Bir su böreği nasıl yapılır, onu gösterip geleceğim” diyordum. 2007 yılı Ekim ayı içinde Palermo Tasarım haftası nedeniyle Sicilya’yı ve Palermo’yu ilk defa görme fırsatım olmuştu. O hafta içinde kurulan dostluklar, Palermo Üniversitesi ve İzmir Ekonomi Üniversitesi arasında varılan değişim antlaşmaları derken hemen hemen tam bir yıl sonra kendimi tekrar Palermo’da, ama bu sefer geçtiğimiz yıl olduğundan çok daha farklı bir konumda buldum. Palermo Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi öğretim üyelerinden Prof. Marinella Ferrara’nın büyük özveri ve katkılarıyla oluşturduğumuz programa göre 17-22 Kasım tarihleri arasında 2 adet seminer verecek ve bir tane de tasarım atölyesi yürütecektim. Seminerlerden birincisi “Türkiye’de Endüstriyel Tasarım” üzerineydi. Yüksek Lisans ve Doktora öğrencilerinin katıldığı seminerde Türkiye’nin tarihinden girip, jeopolitik konumundan çıkıldıysa da, oldukça sıcak bir Akdenizlilik havası içinde geçti seminer. Palermo Üniversitesi’nin Tasarım ve Mimarlık konusunda yüksek lisans ve doktora yapan öğrencilerinin Osmanlı İmparatorluğu’nun endüstriyel atılımları neden yeterince yapamamasından, Gaia&Gino ya da İlkİnMilan üzerine sorularını yanıtlarken fonda Laço Tayfa çalıyordu. “Yeni Nasıl Yaratılır ya da Tasarımların Evrimi” başlıklı ikinci seminer aynı zamanda atölye çalışmamızın da temelini oluşturuyor ve acaba evrim ilkeleri tasarımda yaratıcılıkla bağdaştırılabilir mi sorusuna da yanıt arıyordu. Evreni bir mutfak kabul edersek buradaki bilinen varlıklar da periyodik tablodaki elementlerin birbiriyle kurdukları ilişkilerin çeşitlemeleri olarak karşımıza çıkmaktaydı. Sanki bir el bu tablodaki malzemelerin karışımından farklı farklı menüler üretmekteydi ve bu malzemelerin de bir araya gelebilmeleri için belli başlı kurallar ve koşullar gerekliydi. Lamarck’dan Darwin’e, Herbert Spencer’dan Richard Dawkins’e uzanan bir çizgide teorik bir çerçeve çizildikten sonra bunun tasarımdaki ve mimarideki yansımalarından da örnekler verildi. İstanbul’da Aya Sofya, Palermo’da San Cataldo, ya da San Giovanni degli Eremiti gibi yapılar da faklı kültürel tasarım anlayışlarının hem özel koşullarda bir araya gelmelerinin, hem de tarihsel süreçte de evrimleşerek yeni boyutlar kazanmalarının sonuçlarıydılar. Biz de atölye çalışmamızda Sicilya ve Türkiye’nin en güçlü alanlarından biri olan mutfak kültürlerini birleştirecek ve katılan herkesin ortak aklıyla Sicilya-Türk Mutfağının ilk reçetelerini uygulamalı olarak tasarlayacaktık. Atölyenin başlığı proje asistanlarımızdan, afişin de tasarımcısı Simona La Torre tarafından haftalar öncesinden konmuştu bile: Il Seme del Design ha Bisogno di Un Vaso: Contaminazioni Turco-Siciliane… Yani, “Tasarımın Tohumu Bir Saksıya İhtiyaç Duyar: Türk-Sicilya Karışımları” gibi çok anlamlar çıkarılabilecek bir başlığı vardı 18/01/2009 A. Can Özcan PALERMO RAPORU kaçırıp uydurarak yaptığımız süzme yoğurda katan tasarım ve mimarlık öğrencilerinin hevesli katkılarını da unutmamak gerek. Günün sonunda hem su böreği hem de şıhilmahşi yemekleri birer tasarım olarak tartışılıp tadıldığında ortaya çıkan sonuç şuydu: Bunlar Sicilya’ya hiç de yabancı olmayan malzemelerle ama yabancı yöntem ve kavramlarla üretilen ve aynı damak tadına hitap eden tasarımlardı. Örneğin su böreğinde uygulanan yöntem önce kaynayan sıcak, sonra da buzlu soğuk sulara giren büyük hamurlarıyla aslında makarna pişirme yönteminden farklı değildi. Üstelik hamur da makarna hamuruydu. “Sebze içlerinin oyularak doldurulmasına” dayalı “dolma” ise malzeme olarak aynı malzemelerle üretilen pek çok yemek bulunmasına karşın İtalyanca’da bile karşılığı zor bulunan bir yöntemdi. Dürüm tarzı doldurmalar, ya da yarılan sebzeler üzerine iç malzemenin konması tarzında pek çok yemek çeşidi vardı ama sadece domates doldurularak yapılan bir yemek haricinde “şıhilmahşi” tarzı dolma yemekleri yeni bir tasarım yöntemi içeriyordu. Bu aşamadan sonra atölyenin asıl hedefi, yani bu iki yemeğin yöntem ve malzemelerinin Sicilya mutfağı ile eşleştirilmesinden ortaya çıkacak ilk Türk-Sicilya yemekleri tasarlanıp geliştirilebilirdi. “Türkiye’de Endüstriyel Tasarım” İtalya’da seminer konusu oldu, hem de lezzet dolu bir atölye çalışması eşliğinde. İzmir Ekonomi Üniversitesi Endüstriyel Tasarım Bölüm Başkanı A. Can Özcan “macera”sını paylaştı. Büyük Jüri atölye çalışmasının. Ancak gidince gördüm ki 15 kişi ile sınırlı tuttuğumuz atölye çalışmasının içeriği katılımcılarca Yaşasın Türk Yemekleri yapmasını öğreneceğiz şeklinde algılanmış, katılımcı sayısı da 30’a yükselmişti. Yemek içmek deyince herkesin canla başla seferber olduğu Akdenizlilik ruhu benim bilimsel etkinliğe de bulaşmış, atölye çalışması için Palermo’nun “Hanimi” isimli dünya mutfakları restoranı iki gün için tutulmuş, şeflerinden çok sevgili Giuseppe Priolo da çalışmaya dahil edilmişti. Allahtan sevgili mutfak üstadı dostum Levent Alpat beni bu türden bir macera için daha gitmeden hazırlamıştı. Yabancı Yöntem Atölyenin ilk günü yoğun bir pişirme eylemiyle geçti. Türk-Sicilya mutfağının tasarımına Türkiye’nin tasarım katkısı olarak “Su Böreği” ve Antakya’ya özgü bir kabak dolması olan “Şıhilmahşi” yemeklerini hem anlattık hem de herkesin yardımıyla, ve de herkese yetecek kadar pişirmeye çalıştık. Bu yoğun ortamda eski öğrencim Tuna Buket Barlass’ın, yeni öğrencim Öykü Gülerçe’nin, Marinella, Guiseppe ve Simona ile tasarım asistanları Valentina Rossitto ve Valeria Mirabile’nin de canla başla uğraşmalarını takdir etmek gerekiyor. Tabi bir yandan kabak oyan, bir yandan hamur yoğurup açan, bir yandan da sarımsağın dozunu fazla 22 Kasım Cumartesi günü Hanimi Dünya Mutfakları Restoranının tezgahını süsleyenler, bir gün önceki deneyimlerle Sicilya mutfağının malzeme ve yöntemlerinin eşleştirilmesinden çıkan tamamen yepyeni tasarımlardı. Her biri birer tasarım ürünü olarak malzeme ve yöntem olarak reçetelendirilmiş, özgün isimleri konulmuş, servis edilme biçimleriyle tabaklara yerleştirilmiş, fiyatları ve yanında yenilecek içilecekler de belirlenmişti. Bu mutfak ortamı ve ürünler, herhangi bir tasarıma dayalı endüstri ortamının birebir modeli gibiydi. Marinella, Guiseppe ve benden kurulu “büyük jüri”ye tasarımlar anlatıldı ve her biri herkes tarafından tadıldı. İlk tükenen tabak da olan “Carnoli” de TürkSicilya mutfağının ilk en iyi tasarımı olarak oybirliğiyle onurlandırıldı. Gerçekten de bir gün önceki yöntem ve malzemelerin Sicilya mutfağının ögeleriyle ve birbiriyle bu kadar hassas bir dengede ve daha ilk seferde bir araya getirilebilmesi nadir rastlanan bir durumdu. Sadece “Carnoli” değil, o gün tasarlanan ne kadar ürün varsa her biri Sicilya, Türk, Akdeniz mutfağında yer bulabilecek zenginlikte ve lezzette ürünlerdi. Ben tasarım atölyesi oldu yemek atölyesi diye düşünürken İtalyan öğrencilerden birinin elinde şarap kadehi, ağzında lokmalarla gelip “Alla salute, cin cin Darwin!” demesi bu çalışmanın hedefini bulduğunu gösteren bir işaret olabilir mi acaba? Tasarım deyince akla hemen harikulade mobilyalar, aklımızı başımızdan alan arabalar, özel bir gruba ait olduğumuzu hissettiren cep telefonları ya da son moda kıyafetler gelebilir. Pazarlamanın önemli unsurlarından olan “konumlandırma” ve “ayrışma” açısından bakıldığında da, markaların her geçen gün beraber çalışmak için daha çok tercih ettiği tasarımcılar projeleriyle birer marka haline dönüşüyor. Peki tasarımcılar nasıl çalışıyor? Trendleri takip ediyor, araştırmalar yapıyor, tüketicilerin alışkanlarını izliyor ve sonunda yaratıcı düşünce güçleriyle ürünlerini ortaya çıkarıyor. Küresel ısınma, bilinçsizce yapılan aşırı tüketim, fakirlik ya da geri dönüştürülemeyen kaynak kullanımına yönelik sorunlar derken, sürdürülebilir bir dünya için herkesin üzerine ciddi sorumluluklar düşüyor. İşte bu sorunları çözmek için bir süredir çeşitli sivil toplum kuruluşları ya da Fortune500 şirketleri kadar güçlü vakıflar, tasarımcılardan ve olayları çözümleye yönelik geliştirdikleri metodolojilerinden yararlanıyor. “Sosyal tasarım” olarak da adlandırılan yeni kavram, sosyal değişimin tasarım yoluyla gerçekleşebileceğine inananlar tarafından kuvvetle savunuluyor. Sosyal Platformlar UNESCO ile tasarım firması Felissimo’nun 1995 yılında Birleşmiş Milletler’in 50. kuruluş yıldönümü için düzenlediği uluslararası tasarım yarışması “Design21”, şimdi aynı isimle başlı başına bir sosyal tasarım platformuna dönüşmüş durumda. Dünyanın farklı yerlerindeki tasarımcılar, kendi aralarında fikir alışverişinde bulunabiliyor ya da sivil toplum kuruluşlarının çeşitli ihtiyaçlarını çözmeye çalışıyor. Misyon olarak toplumların daha iyi bir yaşam sürmesini benimseyen Amerika’nın en eski 2. vakfı Rockefeller ise “Kalkınma için İnovasyonu İvmelendirme” girişimi için tasarım danışmanlığı konusunda küresel bir dev olan IDEO’dan destek aldı. Tasarımcılar ile sosyal sektörün ortaklaşa yürüttükleri projelerde karşılaştıkları sorunları tespit etmeye çalışan IDEO, birey ve kurumlarla gerçekleştirdikleri görüşmelerin ardından temel ilkeleri ve örnek olayları biraraya getiren bu sonuçları 2 kitap halinde yayınladı. “Design for Social Impact: a How-to-Guide” ve “Design for Social Impact: Workbook” çalışmaları Temmuz 2008’de yayınlanır yayınlanmaz büyük bir ilgi gördü. Bu çalışmanın devamı niteliğinde, Ağustos ayında düzenlenen atölye çalışmasını ise yine bir tasarım firması Continuum yönetti. Çeşitli disiplinlerden katılımcılar, tasarımcılar ile sivil toplum kuruluşlarının ortaklaşa yaratabileceği sosyal etki üzerine fikir ve Aslı Aydın DÜNYAYI TASARIMCILAR MI KURTARACAK? Küresel ısınma, aşırı tüketim, geri dönüştürülemeyen kaynak kullanımı, temiz suya ulaşabilme… Liste uzun! Sosyal değişim, tasarım yoluyla gerçekleşiyor! 21 projeler geliştirdi. Sadece metodoloji değil ürün tasarımı da yapan IDEO, KOBİ’lere yoğunlaşan sivil toplum kuruluşu Kickstart için tasarladığı MoneyMaker Pump ile 1991 yılından bu yana sadece Kenya’da 64.000 yeni işin doğmasını sağlamış oldu. Fortune Dergisi’nin “Geleceğin 10 Gurusu”ndan biri olarak tanıttığı Valerie Casey’nin 2008 ile birlikte başlattığı “Designers Accord” ise çevresel sürdürülebilirlik için küresel bir koalisyonun oluşmasını sağladı. Bugüne kadar 100,000’i aşan tasarımcı, eğitim kurumu ve kanaat önderinin desteklediği oluşum ile hedeflenen, çevresel ve sosyal meselelerle ilgili tasarım çalışmaları için çeşitli metodolojilerin, kaynakların ve deneyimlerin paylaşılması. Afrika’nın en önemli sorunlarından biri olan kullanılabilir suyun taşınmasına yönelik geliştirilen Hippo Water Roller’un yarattığı etki ise kara kıta için çok değerli. Project H’in tasarladığı ürün sayesinde, çocukların ve kadınların sorumluluğunda olan bu görevi şimdilerde erkekler sahiplenmiş durumda. Böylece çocukların dersleri için ayırdıkları zaman artarken, kadınlar da kendi işlerini kurmak için fırsat yakalamış oluyor. Birleşmiş Milletler’in 2000 yılında açıkladığı 8 maddelik “Milenyum Kalkınma Amaçları” arasında yer alan “çevresel sürdürülebilirliği sağlamak”, çoğu özel ya da sivil toplum kurumunun çözmeye çalıştığı önemli bir konu. Dünyada 2,6 milyar insanın temel tuvalet ihtiyacını karşılamak üzere gerekli altyapısal düzene sahip olmadığı gerçeğinden yola çıkan İsveç kökenli Peepoople da bu soruna yönelik ürün tasarladı. Hijyenik, tek kullanımlık, üstelik çevreye zarar vermeden toprakta çözülebilen poşetlerin seri üretimi, 2009 yılında gerçekleşecek. Yarattığı sosyal etki ise paha biçilemez. Bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Görünen o ki, artan nüfüsuyla, çevresel sorunlarıyla, değişen siyasi ve ekonomik dengeleriyle yeni dünya sisteminin karşı karşıya kalacağı engelleri aşmak ve gelecek nesillere daha sürdürülebilir bir dünya bırakabilmek için tasarım odaklı bakış açısından ve tasarımcılardan daha fazla faydalanılacak! Tek tık’la... www.design21sdn.com www.ideo.com www.dcontinuum.com www.kickstart.org/ www.designersaccord.org/ www.projecthdesign.com/ www.un.org/millenniumgoals/ www.peepoople.com/ 22 21/12/2008 Defne Koz Hepimizin hayalleri büyük. Ne de keyiflidir üstelik hayal kurmak… Kaptırıp gözlerimiz açık hayallerimizi kurarken, kimi zaman 2/1 ölçekte görürürüz kendimizi. Ama gerçek hayatta oranlar tersyüz oluverir, bir devin karşısında küçücük oluveririz. Hatta kimi zaman, kendimizi hayal ettiğimiz “kare”lerin içinde bulamayız bile! Nedir hayallerde bizi mutlu kılan? Büründüğümüz roller mi, sahip olduklarımız mı, deneyimlerimiz mi, deneyimlerin kazandırdığı zenginlik mi? Yoksa ulaşılan sonuç mudur bizi mutlu kılan? Hayalleri bilmem ama, sonuçtan ziyade, sonuca götüren o uzun süreçtir beni heyecanlandıran gerçek hayatta. Domus Academy sonrası, ziyarete gitttiğim firmalarda vapurlardaki işportacılardan hiç de geri kalmazdım: “Onu istemezseniz bunu verelim…”Hop! Hemen dosyadan başka bir çizim… Ne büyük hayallerle başlanılan günler, ne farklı sonuçlar ile eve geri dönüşler… Günler… Aylar… Gece boyunca çalışıp hazırlanmış taptaze çizimlerle gündüz tasarım işportacılığı... Gidilecek meta, memleketin öbür ucunda olsa bile, büyük zorluklarla alınan randevulara gidebilme arzusu ile bugün de üzerimden atmadığım heyecan birleşince, o koskoca memleket İtalya, bana minicik gözükürdü. Bulduğum ilk trene, ordan TUTKULU DENEYİMLER otobüse biner, sonra da yürüye yürüye koskoca tırların arasında kaybolup, kamyonların üstünden atlayıp, deli gibi yağan yağmur altında da olsa, berem başımda, dosyam elimde, kalbim ağzımda varırdım eninde sonunda Allah’ın unuttuğu bir yerdeki firmaya. Randevu sürem yarım saat de olsa, o geri dönüş yolları bile beni yormazdı hiç. Üstelik bu sefer aynı heyecan bana eşlik etmese de! Hafif abartılı olmakla birlikte, bu yolun başlangıcı, gerçek ile tanışma, zorluk bana keyif veriyordu. Hatta attığım her adım kadar zor olursa, daha büyük zevk alıyordum. Geri dönüş kefeniz havalarda uçar durur! Zorlukların eşliğinde, böylesine farklılıklar varsa bir de, nedir sahiden bu koru körüne bağlanma? Başarmak isteği mi? Elbette. Ama başarmak zaten hepimizin defterindeki bir gereklilik! Üstelik neyi başarmak? İneği doğru düzgün sağmak, karşınızdakine kendinizi dinletebilmek, yolların çizgilerini dümdüz çekebilmek, yengeci ellerinizle yakalayabilmek, birinin sizi sevmesini sağlayabilmek, yerken gözlerinizi kapatmayı arzulayacak kadar leziz bir yemek yapabilmek de başarı. Mazoşist olmaya özenmedim hiç! Ama kafanıza yapmak istediğinizi koyup, koşullar ne olursa olsun azminizden vazgeçmeden, destek almadan, yolunuza devam etmek istiyorsanız eğer, -ister istemez- seviyor oluyorsunuz zorluğu… Hele bir de mükemmelliyetçi yanınız varsa eğer ve bu kimi zaman mantığınızı zorlar hale getiriyorsa, sormayın gitsin… Peki, neydi/ya da nedir hala beni bu kadar bağlayan? Bir kefeye verdiğinizi koysanız; diğerine de maddi ve manevi geri dönüşü… Bir işi iyi yapabilmek başarının başlangıcı… Hele yaptığınız işin nihayetinde, bir de ineği, sevgilinizi, müşterilerinizi, sürücüleri ve bir de kendinizi memnun edebiliyorsanız eğer, o zaman başarıyı yakaladınız demek! Hayat boyunca kim bilir kac yüz kere hepimiz başarıyı yakaladık. Belki de hiç de zorlanmadan. Peki, başarıya ulaşmak değilse nedir o zaman bu zorlu tutkunun kökü? Nedir bu habire doğum sancısı çekme isteği? Başkalarına ulaşmak mı? Başkalarıyla fikrini paylaşmak mı? Başkalarına hayata farklı açılardan bakış olasılığını sunmak mı? Başkalarına değişikliği yaşatmak mı? Başkalarının takdirini kazanmak mı? Başkalarının hayatına düşüncelerinle kalite katabilmek mi? Kim bilir… Belki de hepsi. Ama tüm bunlarda bir ‘başkası’ var… Bir ‘başkası’ bu kadar zorlayamaz beni kendi mesleğim için. Her kim olursa olsun. Beni, yaptığım işe böylesine tutku ile bağlayan, bana yaşadığımı hissettiren ‘üretmek’, ‘üretken olmak’, ‘hayata geçirebilmek’! Bir fikri, bir ürünü, bir tecrübeyi üretebilmek… Üstelik öncelikle kendim için! Görebilmem, denemem, yaşamam, hissetmem, duygulanmam, heyecanlanmam için! Mazoşistliğin yanısıra egoistlik de var anlaşılan! Anlatamam size üretim safhasındaki heyecanımı. Gizlemek mümkün değildir bu tatminimi… İster en büyük tasarım firmalarından biri için olsun, ister köşebaşında ustalığını kanıtlamış Mehmet Efendi için…Önemli taşımaz kimin için olduğu! Çünkü ben kafamdakini üretebilmekteyim, doğurmaktayım, yasadığımı hissedebilmekteyim. Sancısı ne idiyse şimdiye kadar, şu anda hepsini unutmaktayım. Pınar Öğünç GAYRİİHTİYARİ “FOLKTRONİCA” Her safhası ayrı bir akıl... Bantı başa saralım. kenarında kuzular mı birdirbir oynasın, yakamozda kefaller mi zıplasın? Yeni bir ticarethane açılmak üzere. Biri diyor ki “Önce şu karşıdaki eski binayı bir örtelim.” Zaten fazla gavur işi, bir de eski püskü. Siyah kalın naylonla örtülüyor, muhtemelen 19. yüzyıl işi cumbalının yan duvarı. Ticarethanemizin heyecanlı sahipleri muadilleri arasından yaylı bir yumruk gibi fırlamak istediğinden “Başka bir şey...” diyor. Gerisini de getiremiyor. Koyunun olmadığı yerde Abdurrahman Çelebi çoktan ressam... Abdurrahman arkadaş egzotiğin ve tropiğin peşinden gidiyor; bir takvim yaprağından apartaraktan... Azımsanmayacak bir Bob Ross mesaisi de var kendisinin; TRT2’de bol izlemiş zamanında. Önce ıssız bir ada, sonra yanına mutlaka konduracağımız üç şey: Palmiye, deniz ve güneş... Sonra diyorlar ki “Önüne de bir kontrplak koyalım.” Öyle dümdüz olmaz, eli fırçaya değmiş, belki güzel sanatlara bir sene hazırlanmış bir arkadaş sorup soruşturuluyor. Diyorlar ki “Kardeş, şuraya bir manzara...” “Manzara” kilit kelime. Güneş mi batıyor, salkım söğütün arasından Ay mı sızıyor... Buralarda bütüncül yaklaşım tercih edilir; kapsayıcı, parçaları bütünde ufalayıcı... Toptan ve perakende “manzara”dır hepsi. Arkadaş diyor ki “Tamam da neyin manzarası?” Doğru soru. İki tepenin ortasından güneş mi batsın, kıvrılan dere “Perşembe öğleden sonra gelirim” demiş, sonra başka yere fırlayacak. İş uzayınca adayı keltoş bir halde, yeryüzünün üzerine en az düşülmek istenen parçası olarak bırakıp tüyüyor. Bulutlara çok zaman harcamış baştan, o fena olmuş. Ticarethane, işin olmazsa olmazı armut koltuklardan ısmarlamış zaten 30 adet. Dış mekânda, iç mekân huzuru ya prensibimiz, Türk hedonistlerini taçlandırmak adına, masraftan kaçınılmıyor, bir plazma televizyon ekleniyor “manzara”ya. “Abi palmiye kapanacak ama...” N’apalım, şerefsiz elektrikçi kabloların deliğini tam oraya açmış, ne anlar ki o manzaradan. oğullarından teki de diyor ki “Abi iki tane de meşale vardı, onları n’apsak?” Nizami bir şekilde çakacak tabii. Biri kümülüse girmiş, artık olsun o kadar da... Garson olarak işe alınmış teyze Elimde belge olmadan konuşmam. İşte kapuçinolu nargileyle en iyi giden habitat. İşte “folk” güdülerin, “elektronica”yla görkemli buluşması. 23