crazy dance wıth love

Transkript

crazy dance wıth love
www.myspace.com/yolcubarankara
www.facebook.com/yolcubar
- PEAVEY 6505 head!
- ENGL FIREBALL head!
- MARSHALL 1960 A LEAD kabinet
- HUGHES & KETTNER ATTAX CLUB REVERB amfi
- MARSHALL MG100 HDFX head (2 adet)
- MARSHALL MG412A kabinet (2 adet)
- PEAVEY TNT 115 bas amfisi
- JACKSON DK2 elektro gitar
- YAMAHA AES420 elektro gitar
- IBANEZ AK 95 HOLLOW BODY gitar
- CORT GB-JB Bas gitar
- PRESONUS 16.4.2 StudioLive 16 kanal mikser
- BEHRINGER Eurodesk MX 8000 24+24 kanal mikser
- RODE NT2-A condenser mikrofon
- SHURE SM57 vokal ve enstrüman mikrofonu (3 adet)
- AKG D112 (Large-diaphragm dynamic microphone for bass
instruments)
- STUDIO PROJECTS C4 (Small-diphragm matched pair
Microphones)
- SAMSON AUDIO drum microphone kit (8 parça)
- SHURE PG57 (2 Adet)
- SENNHEISER e825S
- BLUETUBE 2 kanal mikrofon ve enstrüman preamp
- MOTU 2408 ses kartı
- ALESIS 3630 compressor
- BEHRINGER Ultra-Graph Pro 31 band graphic equalizer
- ALESIS Midiverb 4 digital processor
- POWEPLAY PRO-XL 4 channel headphones (2 adet)
- M-AUDIO BX8a dinleme kabinleri
- WHARFEDALE PRO EVP-X SERIES 600 watt stüdyo kabinleri
- PEARL EXPORT SELECT SERIES bateri
- TAMA IRON COBRA (HP900 PTW Iron Cobra Power Glide
twin pedal)
- TAMA IRON COBRA (HP200 TWB twin pedal)
- PEARL P122 twin pedal
- 14 snare
- 10/12/13 alto
- 14/16 floor tom
- 20/22 kick
- PEARL DR-501 rack system
Zil Seçenekleri:
- MASTERWORK Custom 16/17/18 crash
- MASTERWORK Resonant 16/17/18 crash
- ZILDJIAN Scimitar 14 hi-hat
- İSTANBUL Samatya 14 hi-hat
- SABIAN B8 Pro 15 Rock hi-hat
- MASTERWORK Custom 14 hi-hat
- SABIAN HHX 20 dry ride
- SABIAN 20 medium ride
- MASTERWORK Custom Pointer 20 ride
- MASTERWORK Resonant 16 china
- İSTANBUL Custom 18 china
- İSTANBUL Xperiment X-Metal 18 china
- İSTANBUL Radiant 10 Rock mini china
- İSTANBUL Radiant 10 splash
Stüdyo DEEP’in akustik düzenlemesi yenilenmiştir.
HAUNTING THE CHAPEL
Selamlar,
Geçen Cumartesi Ankara’da gerçekleştirilen
bi konsere icabet ettim. 6 grubun çıkacağı bu
konsere esasında gitmek istemiyordum zira
çıkacak olan grupların büyük bi kısmını daha
önceden biliyordum, bu yüzden ayaklarım
geri geri gidiyordu. Üstelik aralarında
ülkenin eski ve bilinen gruplarından biri
de vardı ki onlar da sahneye davulcusuz
çıkıp davulları CD’den çaldıracaklardı. İçim
elvermiyodu bu sahneyi izlemeye. Ama
gittim. Gittim çünkü konseri düzenleyen
iki gencin iyi niyetlerinden şüphem yoktu.
Grupları İZLEYEMEYECEK olsam bile orada
bulunayım, en azından organizasyona bi
hayrım olur diye düşündüm. Ammavelakin
sahnede gördüğüm manzaralar o derece
ağır, o derece altından kalkılmaz düzeydeydi
ki üçüncü gruptan sonra uğultulu bir zihinsel
yorgunluk ve çöküntü içerisinde mekandan
ayrılıp kendimi ilk gördüğüm bara atarak
içmeye ve unutmaya çalıştım.
Bunu neden mi anlatıyorum? Bugüne kadar
dergide, HAKLARINDA KÖTÜ BİŞEY YAZMIŞ
OLMAMAK İÇİN kötü gruplara, kötü konserlere
yer vermiyorduk. Tanıdık olsun olmasın,
yapmıyorduk bunu. Ama sözünü ettiğim
konseri izlerken artık buna tahammülümün
kalmadığını, içimdeki olanca karanlığı dışarıya
vurmam gerektiğini fark ettim. Bu gerçekler
beni tüketip bitirecekse beraberimde
birilerini de götürmeliyim diye düşündüm. O
konser, hakkında bişeyler yazmayacağım son
kötü konserdi. Şu yazdıklarımda da özellikle
grup ismi vermedim bu yüzden.
Yayına
başladığımızdan
bu
yana
sürdürdüğümüz “albümsüz gruplara dişe
dokunur bi atraksiyonları olmadığı sürece
dergide yer vermeme” politikasını bu aydan
itibaren bir kenara bırakıyoruz. Çok fazla
kendine güvenen grup var zira. Dergide yer
almak isteyenlere hayır demiyoruz artık.
“Geçen ay neden editör yazısı yoktu” temalı
mailleriniz için teşekkür ediyorum. Bi ay da
editör yazısı olmadan çıksın bakalım nasıl
olacak diye düşündüm, olmadı. Hepsi bu.
Gelecek ay görüşmek üzere.
Selim VARIŞLI
SİYAH BEYAZ DERGİSİ
:: EDİTÖR // YAYIN VE SANAT YÖNETMENİ ::
SELİM VARIŞLI
:: YAZARLAR ::
EMRE DEDEKARGINOĞLU, DURSUN ÇİFTKROSOĞLU, E.DERYA OKUMUŞ, NEHİR DEVRİM,
GÖKHAN KORKMAZ, ASUMAN İNCİ, MELİS SARILAR, ZELİHA KARAKOCA
:: İLETİŞİM ::
E-Mail: [email protected]
Facebook: www.facebook.com/siyahbeyazonline | MySpace: www.myspace.com/siyahbeyazonline
SELİM VARIŞLI
İnsan, hayatının her anında yanında olan, yere göğe
sığdıramadığı, eskimesin diye sürekli dinlemekten
kaçındığı, CD’lerine, özel basım ürünlerine,
tişörtlerine falan dünyanın parasını döktüğü grup
hakkında kolay kolay yazı yazamaz. Ama ben
yazarım (ilk cümleyi en baştan bi daha okuyun =)).
Slayer ile lise yıllarımda tanıştım (klişeye gel).
İlk dinlediğim metal grubun Slayer olması, son
dinleyeceğim grubun da onlar olmasını istemek
için yeterince iyi bi nedendi, öyle bi etki
bırakmıştı bende. Bir yüzü “Show No Mercy”,
diğer yüzü “Reign In Blood” olan doksanlık Raks
SD-SX-90 kasetle geçirdiğim uzun zamana başka
grupları dahil etsem de neticede o kaset benim
için kürkçü dükkanı formatına çoktan girmişti,
dönüp dolaşıp vardığım yerdi. Sonra koptu bi
gün, çürüdü sanırım. Yaşadığım şehirde doğru
dürüst orijinal kaset bulunmazdı. Orijinal kaset
alınabilecek tek dükkana gittiğimde de South
Of Heaven’ı görmüştüm orda. Niyeyse Slayer’ın
başka albümü olup olmadığını merak etmemiş
veya dinleme ihtiyacı hissetmemiştim. Neyse o
South Of Heaven’ı baya bi para verip almıştım.
O parayla 4-5 tane çekme kaset alabiliyodum
sanırım. Neyse tabi sonra gidip Seasons In The
Abyss, Hell Awaits, Divine Intervention falan
ne var ne yoksa çektirmiştim SD-SX’lere. SD-SX
aslında pahalı bi boş kaset modeliydi ama daha
ucuz modellerin doksanlık olanları ya yoktu, ya
da vardı ama kullanılan bant adi olduğundan o
kadar uzunluğu kaldıramıyordu, teypte sarıyordu,
kopuyordu falan. SD-SX, doksan dakika uzunlukta
eli ayağı düzgün duran en ucuz kasetti. Cabrio,
BASF gibi krom kasetler vardı ki profesyonel dekler
ve anfiler kullanılarak, normal CD çıkışından bile
daha yüksek ses çıkışları elde edilebiliyordu (nasıl
olduğunu sormayın, o dönem yüksek volüm her şey
demekti bizim için, kompresörlenmiş gibi çalan
ve enstrümanları yüksek desibelden birbirine
girmiş, artık krom bantın bile sınırlarını zorlayan
çekme kaset soundunu sırf volümü yüksek diye
bağrımıza basıyorduk, iz yapıyordu her seferinde
ama olsundu).
Divine Intervention, ilk dinlediğimden bu yana
şaşırtıcı bir albüm olmuştur benim için. İnsanların
önceki albümlerle kıyaslayarak Divine Intervention’ı
hor görmeleri, “Slayer hartkor olmuş abi” olayı
feci şekilde Türk işi duruyor. Uyanıp kendinize
gelin. Slayer’ın Dave Lombardo’suz albümleri de
Lombardo’lu olanlar kadar güzel. Hatta Divine
Intervention Slayer adına da metal adına da
devrim gibi bir albümdü. Üzerinden bu kadar sene
geçmesine rağmen halen bu albümü savunmaya
neden ihtiyaç duyuyorum ben de bilemedim ama
buna ihtiyaç duymak da Divine gibi bi albüm adına
utanç verici.
Undisputed Attitude, sanırım çıkışına denk
geldiğim, “ben bunu çıktığında almıştım” tribi
yapmaya cürmümün yettiği ilk Slayer albümü. Tabi o
dönem internet ismen varsa da cismen yok sayılırdı
hayatımızda (hep çoğul konuşuyorum, okuduğunuz
yaşanmışlıklar birbirine paralel olarak kalabalık
bir kayıp jenerasyonun hayatını süslüyordu zira).
Undisputed’ın punk coverlarından müteşekkil
olduğundan ilerleyen zamanlarda haberdar olup
alık alık birbirimizin yüzüne bakmıştık tayfaca.
“Nasıl abi şimdi ‘I Hate You’ Slayer’ın kendi şarkısı
değil miymiş yani” lezzetinde cümleler havalarda
uçuşmuştu (bu arada mevzubahis şarkının ana
rifinin Norveçli gay rock-punk grubu Turbonegro
tarafından açık seçik araklanarak ‘I Got Erection’
haline getirilmesini de buraya eğlenceli bi not
olarak düşeyim). Ama I Hate You o dönem Slayer’ın
marşı gibi dilden dile dolaşıyordu, kendine siyah
tişört + çamaşır suyu kombinasyonuyla “Slayer - I
Hate You” tişörtü yapan bi eleman bile vardı hatta.
Diabolus in Musica 1998’de raflara dizildiğinde (ki
raflara dizildi dediğim, bizim oralara gelmesinin
daha baya bi süreceğini bildiğimizden yine
kendimizi SD-SX’e vurmuştuk) Undisputed’ın
esamesini okunmayacak hale getiren açılış parçası
‘Bitter Peace’ ile LSD yemiş tavşana dönmüştük.
O kadar ki duvar graffitilerinde parçanın adı
‘Bitter Piece’ şeklinde yanlış yazılıyordu (bunun
sebebi parçanın bünyede bıraktığı etki miydi
yoksa graffitiyi çizenin kendi öz hıyarlığı mıydı
orası tartışmaya açık). Bu noktada bir de itirafta
bulunayım, yazının neredeyse tamamı itiraf gibi
zaten ama… Dave Lombardo Slayer’dan ayrıldığında
Slayer’ın bittiğini düşünen bi tayfa vardı ya hani
yukarıdaki paragraflarda üstünkörü değinmiştim.
O tayfa tam ben olaya girdiğim dönemlerde vuku
bulduğu için ben de haliyle etrafıma bakınıp “evet
abi Lombardo gitti Slayer bitti” tribine girmiştim
bi süre. “Load çıktı Metallica bitti” ile tam bir
paralellik gösteren bu tripten neyse ki Load’daki
gibi kolayca kurtarmıştım kendimi. Ama vardı
böyle bi dönem bizim jenerasyonun neredeyse
tamamında. 2010’dan bakınca kabul etmek o kadar
da zor gelmiyor :) Bostaph bu albümle kendini iyice
kabul ettirmiş olmalı ki bu albüm daha bi bağırlara
basılmıştı o dönemden hatırladığım kadarıyla.
Diabolus In Musica albümünü bütün olarak pek iyi
bilmem. Sanırım tam olarak hakim olamadığım
tek Slayer albümü o. Sebebi de ilk parçanın,
albümün geri kalanının tamamından iyi olması.
Uzunca bi süre o albümü tek parçadan ibaretmiş
gibi dinlemiştim. Bitince başa sarıyordum. Bugün
bile sonuna kadar dinleyemem o albümü. Yarısına
gelmeden başa dönerim. Şimdi CD var, mp3
var. “Başa sarmak” zaten daha kolay. Hani sırf
Bitter Peace açısından bakarak albümün şahane
olduğunu rahatça söyleyebilirim ama profesyonel
anlamda albüme bakınca (woauv yesinler diyenler
el kaldırsın, hah şöyle dürüst olun) Slayer
diskografisinin neresine koymam gerektiğini bi
türlü çözemem. Kapağı da zaten kötüdür (hehe).
Ama Slayer’la tanışmam bu albüme denk gelseydi
muhtemelen başucu kitabım haline getirecektim
albümü bütün olarak. Şimdi ise sadece ilk sayfası,
Bitter Peace’i var o kitabın. Bu arada albümün
çıkışının üzerinden 12 sene geçmiş olduğunu
ürpererek fark ettim şu an.
Sekizinci Slayer albümü God Hates Us All, 11 Eylül 2001 tarihinde yayınlandı.
Tekrar ediyorum, 11 Eylül 2001 tarihinde yayınlandı. Oha evet. Dünya tarihinin en
destructive, en nefret dolu, en sansasyonel topluluklarından birinin yeni albümü,
dünya tarihinin en büyük terör saldırılarından birinin olduğu gün yayınlandı. 11
Eylül saldırılarıyla ilgili komple teorisyenleri bu tesadüfü göz önünde bulundurdular
mı acaba hiç, merak ediyorum. Bizdeki her fantastik olayın şu aralar meşhur olan
davamıza bağlanması gibi o dönem ABD’de de bi sürü tuhaflık 11 Eylül saldırılarıyla
ilişkilendiriliyordu. Muhtemelen bu tesadüf Türkiye’de olsaydı arada bi bağlantı
kurmayı akıl edecek birileri çıkardı :) Bu albüm Paul Bostaph’ın baget salladığı
son Slayer albümü olacak, bir sonraki albümden önce Bostaph bagetleri tekrar
orijinal Slayer davulcusu Dave Lombardo’ya teslim edecekti. Bence çaldığı üç
albümde de altına girdiği ağır yükün altından başarıyla kalkmış, yaptığı işe olan
ciddiyetini fazlasıyla gözler önüne sermiş bir davulcu olarak Paul Bostaph, Slayer
tarihinde ismi Lombardo ile altalta değil yan yana yazılması gereken bir davulcu.
Bunu söylemek için bir sebebim daha var ki buna da Bostaph ile bizzat sohbet
etme imkanım olduğunda bana söyledikleri çerçevesinde vardım.
2005 yılında Ankara ve İstanbul’da Exodus konserleri organize edilmişti. Paul
Bostaph o dönem Exodus’ta çalıyordu ve haliyle grupla beraber Ankara’ya gelmişti.
Konser öncesi gruba yemekte eşlik etme şerefine nail olmuştum. O yemekte
Bostaph’a yıllardır “abi insan sormaya korkar ya” geyiği çevirdiğimiz o meşum
soruyu sormuş, karşılığında da inanılmaz mütevazi bir yanıt almıştım. Soru ana
hatlarıyla, “Slayer’ın orijinal davulcusu Lombardo, adamlar onunla anlaşamadılar
gruptan çıktı, sen girdin, bikaç albüm sonra Lombardo ile tekrar anlaştılar, sen
çıktın o geri döndü, bu durumdan rahatsız olmadın mı ya da ne düşünüyosun
bu konuda” şeklinde bi soruydu. Bu mevzuyu yıllar yılı tayfa içerisinde “abi
adam Slayer’da çalma onuruna erişmiş, muhtemelen mutlu oluyodur”dan tutun
da “Slayer’ın Bostaph’a yaptığı da çakallık ama”ya kadar götürmüş, evirmiş
çevirmiş bir fani olarak hayatımda yakalayabileceğim ilk ve son fırsatta Paul
Bostaph’a sordum. Cevaben “Slayer aslında benim şu fani dünyada en sevdiğim
metal grubudur, Dave Lombardo’da en sevdiğim davulcudur, haliyle ben en
sevdiğim grup orijinal davulcusuna tekrar kavuşunca çok mutlu oldum” demişti
adam. Böyle amelece bi soruya bu kadar muazzam bi cevap vermesi karşısında
adama daha bi saygı duymuştum. Zaten haliyle tavrıyla adamın eski İstanbul
efendisi formatında olması Exodus gibi treşte ameleliğin zirvesini yakalamış (ki
bunu olumlu anlamda söylüyorum) bi grupta hemen dikkat çekiyordu.
Christ Illusion, son Slayer albümü. Hakkında bikaç sayı önce bi yazı kaleme
almıştım (klavyeye almıştım?). Bu albümle ilgili olumlu ve olumsuz bi sürü kafa
karıştırıcı görüşüm var ve hepsini bi çembere alamadığım için, orijinal CD’sini
ilk gördüğüm yerde aldığım halde halen neyin nerede olduğu konusunda net bi
fikir geliştirebilmiş değilim. Davul soundu, o kadar dinlediğim halde hala kötü
tınlıyor bana. Parçalar klasik Slayer parçaları. Asla hardcore olmamış, kendine
özgü hareketler yapmış ama bunu anlayamayıp hartkor yaftası yemiş (ki hartkor
süper bişeydir, yese noolacak) bir Slayer’dan beklenecek düzeyde manidar bi
albüm.
İşte hayatımın son 13-14 senesinde böyle derin izleri olan Slayer, o kadar gelip
gittiği halde bi türlü canlı izlemeyi başaramadığım Slayer, Haziran ayının son
haftasında Sonisphere Festivali kapsamında İstanbul İnönü Stadyumu’nda çalacak.
Böyle dev gibi topluluğu izlemek için daha güzel bi mekan ve organizasyon
düşünemiyorum. İki elimiz kanda olsa (ki Slayer için öylesi makbuldür) adamları
izlemek için orada olacağız.
Biri 50’lerin sonunda, diğeri de 60’larda kurulmuş Scorpions adını taşıyan
iki ayrı İngiliz grup olduğunu biliyor muydunuz? Yazıya gereksiz info ile
başlama furyasında pik yaptıktan sonra bu rüzgarın artık hafifleyeceği
umuduyla devam ediyoruz.
1965 yılında kurulan (bence de oha, grubun tarihinin bu kadar geriye
gittiğini ben de bilmiyordum, emin olmak için Wikipedia’ya baktım ki
bunu da saklamıyorum niyeyse :)) ve ilk albümünü 1972 yılında yayınlamak
suretiyle bugün Rock tarihinde adını yazacak külçede altın, ismi sığdıracak
genişlikte galaksi bulamadığımız Scorpions, en son 2007 tarihli “Humanity:
Hour 1” ile yormuştu biraz. Bu sindirimi zor albümü uzun bi süre uğraşıp
hazmedemeyince vazgeçip kenara bırakmıştım. Gelgelelim geçen Mart
ayında yayınlanan on yedinci stüdyo albümleri “Sting In The Tail” ile yine
bünyelerimizi dart tahtasına çevirip sting’leri 12’lere fırlattı topluluk.
SELİM VARIŞLI
Grubun, bu albümün son albümleri
olacağına ve uzunca bi turneden
sonra emekliye ayrılacaklarına dair
açıklaması 24 Ocak tarihinde resmi
web sitelerinde yayınlandı. Ancak
bu tarz açıklamaların ticari ya da
ruhsal değişiklikler çerçevesinde
geri alınabileceğini Rock tarihinin
pek çok tozlu sayfası yazdığı için
olaya temkinli yaklaşalım (ağız
tadıyla emekli olmalarına bile izin
vermiyoruz, hale bak). Bir “perde
kapanışı” olmak için fazlasıyla
görkemli albüm. Grup elemanları
gerçekten bunun son albümleri
olacağını ve içlerinde ne var ne yoksa
bu albüme döküp olayı bitirmeleri
gerektiğini düşünerek hazırlamışlar
sanki. Öte yandan Scorpions gibi her
zaman oralarda bi yerde olduğundan
ve olacağından emin olduğumuz,
çocukluk gençlik ve bu gidişle yaşlılık
yıllarımızı da çekip çeviren bir grubun
dağılacağını açıklaması çok üzücü.
Daha önce Michael Jackson öldüğünde
de yazmıştım. Hiç ölmeyecekmiş
gibiydi adam. Scorpions’ın da hiç
dağılmayacakmış, hepimizi gömüp
yine de inatla efsane balladlar
yazacakmış gibi bi hali yok mu?
Ballad demişken, dünya tarihinin
en güzel slow rock şarkılarına imza
atmış (ki şöyle bi ilk akla gelenleri
sayalım, titreyip kendimize gelelim:
Always Somewhere, When The
Smoke Is Going Down, Stil Loving
You, Wind Of Change, Moment Of
Glory, Holiday, Woman… uzar gider bu
liste) bi topluluğun yeni albümünde
de bu konuda tarih yazmayacağı
düşünülemezdi. Nitekim ‘Lorelei’
ile geleneği bozmamış ve 70 yaşında
elimizde bastonla bile dinleyeceğimiz
güzellikte bir ballad yazmış Scorpions.
İsveçli ünlü prodüksiyon ikilisi Fredrik
Thomander ve Anders Wikström,
bu parçada (ve bir parçada daha)
grupla birlikte çalışmış; bu lezzette
bir parçanın altına Scorpions ile
beraber imza atma şerefine nail
olmuşlar. Bu arada wikisel infoya
girmişken, eski Nightwish vokalisti (ki
bu saatten sonra ne yaparsa yapsın
böyle anılacak) Tarja da albümün öne
çıkan parçalarından ‘The Good Die
Young’da gruba eşlik etmiş ama ben
albüm infosuna bakana kadar bunu
fark etmemiştim, o derece geride
duruyor parçadan.
El netice, albüm o derece güzel ki,
son olması bile ona daha fazla anlam
yükleyemiyor.
E.DERYA OKUMUŞ
Geçtiğimiz aylarda Türk rock müzik camiası yeni
ve genç bir isimle daha tanıştı; KORA.1998 yılından
bu yana müzikle ilgilenen Kora, henüz üniversite
yıllarındayken üniversite rock topluluğunun aktif
üyesi olmuş ve çok sayıda besteye imza atmış. Bu
dönemde çeşitli beste yarışmalarında dereceler
alan KORA “Buzdan Kaleler” ve “Ankara&İstanbul
” isimli demo kayıtlarını 2005 yılında Tuna
VELİBAŞOĞLU ve Okan ÖZEN’in desteği ile
tamamlamış.
2006 yılında “Ankara Roxy Müzik Günleri”nde
seslendirdiği “Buzdan Kaleler” ile dereceye giren
Kora, 2007 yılında Radyo D’nin düzenlediği “Radyo
D Şarkı Yarışması”nda aralarında Fuat Güner’in de
olduğu jüriden, “Perişan Oldum” adlı parçasıyla
beste kategorisinde Jüri Özel Ödülü’nü almayı
başarmış.
Mayıs 2008′de başladığı albüm çalışmaları esnasında
pek çok önemli ismi bir araya getiren Kora’nın
aynı ismi taşıyan albümünün prodüktörlüğünü Alen
KONAKOĞLU üstlenmiş. Seksendört grubundan
tanıdığımız Okan ÖZEN albümünün bas gitarlarını
çalarken, yine aynı gruptan Tuna VELİBAŞOĞLU da
‘Buzdan Kaleler’ şarkısında performansıyla Kora’ya
destek olmuş. Bu ilk albümünde alternatif rock
melodilerine Türk motifleri ekleyerek özgün bir
tarz oluşturmak adına titiz davranmış.
Kora’yı biraz daha yakından tanımak için benim de
merak ettiğim sorular sordum kendisine:
-Bana kendi kelimelerinle kendini biraz anlatır
mısın?
Uzun yıllar müzikle uğraştıktan sonra bu emekleri
bir albümle taçlandırmanın zamanının geldiğini
düşünmeye başlamıştım. Yakın çevrem de benimle
aynı fikirde idi. Özellikle abim… Albümü de ona itaf
ettim zaten.
-Neden bu müzik?
Müzik bir yaşam biçimi benim için. Bazı insanlar
anılarını kaydetmek için fotoğraf çeker, bazıları
video. Ben müzik yaparak anılarımı kaydediyorum.
Müzik kendimi ifade etme yöntemim.
-Şimdiye dek kimleri dinledin, müziğe ve sanata
bakışın nedir?
Her tür müziği dinlerim aslında. İlk okul yıllarımda
Barış Manço’yu çok severdim sonra babamın
plaklarını karıştırırken Erkin Koray’la tanıştım;
derken Moğollar, Cem Karaca ve M.F.Ö en çok bu
isimlerden beslendim.
Müzik bir dünya ve benim her şarkım bir ağaç gibi.
Ne kadar çok üretirsem o kadar mutluyum.
-İdeallerin, amacın, kariyer planların nelerdir?
Sahnede kendi şarkılarımı söylemek en büyük
hayalimdi bunu gerçekleştirdim. Artık daha geniş
kitlelere sesimi, şarkılarımı duyurmak hedefindeyim.
Kariyerime sahnede bir şarkıcı, bir söz yazarı ve
besteci olarak devam ediyorum. Bakalım hayat beni
nerelere götürecek.
Kora’nın bu ilk albümünde repertuarının, sözününün
ve bestesinin kendisine ait olduğu on Türkçe
alternatif rock parçası bulunmakta. Albümü ilk
dinlediğimde benim dikkatimi ilk olarak Tool’vari
introsuyla Cümle Alem, albümün açılış parçası
‘Buzdan Kaleler’ ve tabii bir Erkin Koray şarkısı için
güzel coverlanmış sayılabilecek ‘Dünya Dertli’ isimli
parçalar çekti.
Albümün bir de diğer albümlerden bir alamet-i
farikası var. İlk kez, Türkiye’de, yapılan bir albümde
korsana karşı konser bileti kavramı zikrediliyor.
Albümü alan herkes Kora’nın bir konserinin davetlisi
oluyor.
www.korarock.com
EMRE DEDEKARGINOĞLU
Yunan topluluk Firewind’in, Ozzy’e katılarak şöhretini
iyice artıran gitaristi Gus G. sorularımızı yanıtladı.
- Merhaba! İlk olarak yeni albümünüzün ne zaman
yayınlanacağını sormak isteriz. The Premonition
ve Live Premonition yayınlandığından beri iki yıl
geçti ve şüphesiz ki hayranlarınız sizden yeni şeyler
bekliyorlardır.
Yeni albümümüz 2010 sonbaharında çıkacak.
Dolayısıyla 5-6 ay sonra geleceğini söyleyebilirim. :)
- Efsanevi vokalist Ozzy Osbourne’un grubunun artık
bir üyesisin. Bu hem senin hem de Firewind için bir
şeref olsa da, bu durum Firewind ile olan işlerinle
çakışacak mı?
Açıkçası Ozzy ile bir dünya turuna çıkarsam,
Firewind ben Ozzy şovlarını tamamlayana kadar
geniş çaplı turne yapamayacak. Sonrasında tabii
ki alışıldık turlama rutinimize döneceğiz ve yeni
albümümüzün promosyonunu yapacağız.
- Ozzy Osbourne’un grubuna katılman nasıl oldu?
Bunun hakkındaki hikayeyi duymak isteriz. :)
Menajerliğinden bir e-mail aldım ve bana deneme
ile ilgilenip ilgilenmediğimi sordular. Bir ay sonra
Los Angeles’a uçtum ve başardım. Duyduklarını
sevdiklerini tahmin ediyorum ve şu an buradayım!
- Davulcunuz Mark Cross bu yılın başında gruptan
ayrıldı ve iptal edilen Meksika şovları için Uli John
Roth’un grubundan Michael Ehré’yi geçici üyeniz
olarak duyurdunuz. Şu ana kadar kalıcı bir eleman
buldunuz mu ya da Ehré sizinle birlikte mi kalacak?
Kadro konusunda bazı ipuçları alabilir miyiz?
Michael bu yıl hiçbir konser vermediğimiz halde
hala bizimle birlikte. Kendisi harika bir davulcu ve
harika bir insan, oldukça alçakgönüllü ve yetenekli
ve bu tam olarak bizim grupta olmasını istediğimiz
insan tipidir. Mark ile yolları ayırmamıza gelince,
onunla birlikte grup artık işlemiyordu. Uzun
zamandır da böyleydi. Mark harika bir davulcu ama
geçmişinden fazlaca “bagaj” taşıyordu. Firewind
bu tarz şeylerle uğraşacak ve tolerans gösterecek
türde bir grup değil.
- Artık anavatanınız Yunanistan’da yaşıyorsunuz.
Yunanistan’ın metal tarzları konusunda kült bir
hayran kitlesi var ve aynı zamanda Rotting Christ
gibi ünlü gruplara sahip. Yunan metal sahnesinden
birisi olarak, Yunanistan’daki gruplar, bestelenen
müzik ve hayran kitlesi hakkında düşünceleriniz
nelerdir?
Doğrusunu söylemek gerekirse, Yunan metal
sahnesi ve grupları hakkında çok fikrim yok. Onlar
kendi yaptıklarını yapıyorlar, ben kendi yaptığımı
yapıyorum. Hiç bir zaman onun bir dalı olduğumu
hissetmedim çünkü müzik piyasasına İsveçli bir
grupla başladım (Dream Evil). Firewind orijinal
kadroda ben ve ABD’den bazı geçici müzisyenlerden
oluşuyordu, dördüncü albüme kadar Yunanistan’da
konuşlanmış değildik. Ama işleri kendi kasabamdan
dört tane arkadaşımla bir grup başlatmak gibi
“normal” şekilde yapmadım. Başlama şeklimiz
farklıydı. Dolayısıyla gerçekten bir sahneye ya da
birşeye bağlıymışım gibi hissetmiyorum. Hayran
kitlesi hakkında ise size az biraz birşeyler diyebilirim
çünkü Yunanistan’da çok çaldık. Burada hayranlar
gerçekten çılgın ve Firewind’i seviyorlar! Burada
sadık ve sürekli büyüyen bir kitlemiz var. Bunun için
minnettarım.
- Power Metal ve Melodik Metal sahnelerinin şu anki
durumlarıyla ilgili neler düşüyorsun?
Melodik tarzın fazlasıyla yumuşadığını düşünüyorum
çünkü son yıllarda çıkan grupların hepsi bayan
önderliğinde çıkan gruplar. Groove hissinden ve
sertlikten noksanlar. Atmosferik olmakla fazlasıyla
meşguller. En azından bizler buradayız, hala güzel
riffler çalıyoruz ve oldukça iyi bir sesi olan vokalimiz
var.
- Geçtiğimiz sene İstanbul’da Unirock Festivali’nde
çaldınız ve bu Türkiye’deki ilk şovunuzdu. O
performansı göz önüne alarak, Türk hayranlarınız
hakkında düşünceleriniz nasıldı? Şov sizin için nasıl
geçti?
Unirock şovu gerçekten bizim için çok iyiydi
ve onu dün gibi hatırlıyorum. Hayranlar bizi
oldukça iyi karşıladılar ve Firewind için delirdiler!
Hala inanamıyorum. Orada tekrar çalmak için
sabırsızlanıyorum.
- Türk-Yunan ilişkileri hakkındaki görüşlerini
duymak isteriz. (Klasik soru! :D) Müziğin bu konuda
çok kez çatışmaların antitezi olabileceğini gördüm
ama yine de bilirsin, iki halkta birbirine çok yakın
ama aynı zamanda, bitmeyen politik saçmalıklar
nedeniyle çok uzaklar...
Politikaya çok giren birisi değilim, dolayısıyla bunu
geçmeyi tercih ederim. Yine de söyleyeyim, Türk,
Amerikan, Afrikalı ve ya Çinli olmanla benim hiçbir
problemim yok. Benim mottom “Müzik bizi bir
araya getirir”dir. Ve Unirock festivalindeki o gece
bunu net bir şekilde kanıtladı. Binlerce Türk müzik
hayranı Yunanistan’dan beş adamı sevdi ve onlarla
iyi zaman geçirdi. Bunu yenemezsiniz.
- Ozzy’li Black Sabbath’ı mı yoksa Dio’lu Black
Sabbath’ı mı seçersin? Neden?
Her zaman Dio’ya olduğumdan daha fazla Ozzy’e
hayrandım, dolayısıyla en klasik olan Ozzy’li
Sabbath dönemini tercih edeceğim. Dio’lu
albümleri de severim. Aslında Sabbath’ın tüm
farklı periyodlarını severim.
- Bu röportaj için teşekkür ederiz. Yeni albüm
ve turlarınızda, ayrıca sana Ozzy Osbourne’un
grubunda şans dileriz. Türk hayranlarınıza
mesajlarınız?
Röportaj için teşekkürler ve hepinizi yakında tekrar
görmeyi dilerim.
Katkılarından dolayı Adnan Tefikoğlu’ya teşekkür ederiz.
EMRE DEDEKARGINOĞLU
- Hi there! We would like to first ask about when will
your new record will be released? It has been two
years since The Premonition and Live Premonition
and surely your fans start to expect something new
from you.
Our new album is scheduled for an Autumn 2010
release. So it’s coming out withing 5-6 months from
now :)
- Gus G. is now a member of legendary vocalist Ozzy
Osbourne’s band. While it is a clear honour both
for him and Firewind, does this condition interfere
with Firewind?
Well, obviously if I embark on a world tour with Ozzy
Firewind won’t be able to tour extensively until I
complete the Ozzy gigs. After that of course we’ll
go back on our usual touring routine and promote
our new album.
- How did Gus G. joined Ozzy Osbourne’s band? We
would like to hear the story behind it if you please.
:)
I got an email from his management and they asked
me if I’d be interested to audition. A month later I
flew to L.A. and I did it. I guess they liked what they
heard and here I am now!
- Your drummer Mark Cross had left Firewind early
this year and for (now cancelled) Mexican shows
Uli John Roth-fame Michael Ehré was announced as
replacing member. To date, did you find a permanent
member or Ehré will stay with the band? We would
like to hear some hints about the line-up issue?
Michael is still with us, even though we haven’t
played any shows this year. He’s a great drummer
and a great guy, very humble and very talented and
that’s exactly the kind of people we want in this
band.
As for the split with Mark, it just wasn’t working
out with him anymore. That went on for quite
sometime. Mark’s a great drummer but he carries a
lot of “baggage” from his past. Firewind’s not the
kind of band that can deal with and tolerate all
that.
- You are now residing in your motherland, Greece.
Greece has a cult following in metal genres and
also owns some famous bands like Rotting Christ.
As an insider to Greek metal scene, what are your
thoughts about the bands, the music that has been
composed and the fanbase of Greece?
To tell you the truth, I don’t have much of an
opinion about the Greek metal scene and its bands.
They do what they do, I do what I do. I never felt
I was a branch of it cause I got my start in the
music business with a Swedish band (Dream Evil).
Firewind was originally me and some session guys
from the US, it wasn’t until our 4th album that we
were finally based in Greece. But I didn’t do things
the “usual” way like starting a band in my town
with 4 friends of mine, etc. It was quite unorthodox
the way we started. So I don’t really feel attached
to a scene or something.
As far as the fanbase is concerned, I can tell u a
little cause we’ve played a lot in Greece. The fans
here are fucking crazy and they love Firewind! We
have a devoted and constantly growing fan-base
here. I’m grateful for that.
- What are you thinking about current situation of
Power Metal and Melodic Metal scene?
I think the melodic scene has softened out too
much the last few years because of all these female
fronted bands. They’re lacking heaviness and
groove. They’re too busy being atmospheric and
all that. But that’s just my opinion. At least we’re
around still playing cool riffs and we have a singer
who’s got a balls-y voice!
- You had played in İstanbul, Unirock Festival last
year and that was your first show in Turkey. In the
light of that performance, how was your impression
of Turkish metal scene? How was the show in your
terms?
Unirock was a great show for us and I remember it
like yesterday!! The fans there welcomed us with
open arms and they went crazy for Firewind! I still
can’t believe it. I’m looking forward to playing
there again.
- We would like to hear your thoughts about GreekTurkish relationships. We have seen many times
that music can be an antithesis of these conflicts
in between, but again you know, both nations are
so close but at the same time so far away to each
other because of the neverending political crap.
I’m not a guy that gets into politics, so I’d rather
just skip this one. I’ll tell you though, I have no
problem at all if you are Turkish, American, African
or Chinese.
My motto is “music brings us together”. And that
night @ Unirock festival this was clearly proved.
Thousands of Turkish music fans loved and had a
good time with 5 dudes from Greece. You can’t
beat that!!
- Which one would you choose and why? Black
Sabbath with Ozzy or Black Sabbath with Dio?
I was always a bigger Ozzy fan than Dio, so I’d go
with Sabbath Ozzy era which is the most classic. I
love the Dio albums too though. Actually I love all
of Sabbath’s different periods.
- We would like to thank you for this interview. We
wish you luck for the upcoming album and tours,
and also for Gus G. for being in Ozzy Osbourne’s
band. :) And messages to Turkish fans?
Thanx a lot for the interview and I hope to see u
all soon again!
SELİM VARIŞLI
Yazı başlığından da tahmin edeceğiniz üzere
Wumpscut (:wumpscut: şeklinde yazılıyor ama
ben normal yazmayı sevdim) Almanya kökenli bir
isim. Gizliden gizliye zehrini yaydığım Aggrotech –
EBM - Darkwave tarzının hafiften gothic sahnesine
de yaslanan saygın isimlerinden. Taş ustalarının
memleketi Bavyera’dan ortamlara akan DJ Rudolf
Ratzinger tarafından tek kişilik proje kıvamında
yürütülen Wumpscut, Aggrotech tayfasının bile
alışık olmadığı kadar kalabalık bir diskografiye
sahip. O kadar ki bende bile en az yirmi ayrı
yayınlanmış kaydı var. İnternetten araştırdım,
bende olmayan bir o kadar daha ürün yayınlamış
adam. Bu muazzam üretkenliğin kaynağı da
Ratzinger’in 1995 yılında kendi müzik firması
Beton Kopf Media’yı kurarak müzikal açıdan tam
bağımsızlığını ortaya koyacak ve arıza hareketlerini
engelleyecek firma patronlarını aradan çıkacak
fırsatı yakalamış olması.
Almanya’nın ekstrem müzik konusundaki inanılmaz
bereketini her fırsatta vurgulamaktan artık ben
yoruldum, Almanlar üretmekten yorulmadılar. Bi
grubun Alman olduğu için maça default 3-0 önde
başlaması vukuatı Wumpscut için de geçerli. 2009
tarihli “Fuckit” albümleriyle gönlümdeki boş
tahtlardan birine yerleşen Wumpscut, bu albümdeki
birbirinden karanlık ve orijinal parçalarla çok
gecelerimi çalmıştır.
Bi de bizim metal camiasında pek alışık olmadığımız
bi husus var Aggrotech tayfasının albümlerinde.
Albümler iki CD olarak hazırlanıyor (kimi zaman
limited, kimi zaman doğrudan 2 CD olarak piyasaya
sürülüyor). İkinci CD’de, albümdeki parçalara
piyasanın saygın isimlerince yapılmış remix’ler yer
alıyor. Wumpscut da gerek geçen sene yayınladığı
Fuckit, gerekse aslında yazımızın ana konusu olması
gereken ama neden şu satıra kadar bir türlü adını
zikretmeyi başaramadığım yeni albümü “Siamese”
ile bu geleneği bozmadı. Official diskografisine
göz attığımızda geçmişte de 3xCD, 4Xcd, 2xLP gibi
geniş ve lezzetli basımlar yapıldığını görüyoruz.
Nihayet gelelim yeni albüme. Fuckit gibi bir
başyapıttan sonra zirve yapmış olan beklentilerimi
karşılayamadı Siamese. Altyapıyı değil üstte
dolaşan kırık synth’leri ön plana çıkararak ilgimi
çekmişti o albümde Wumpscut. Yeni albümde
ise hemen hemen tüm ağırlık altyapıya çalışmış.
Kümülüs atmosferli kafaların yerden yarım metre
yüksekte havada dans etmeye çalıştığı Alman
underground kulüplerinde çalmak üzere dizayn
edilmiş gibi duruyor. Buna bi diyeceğim yok ama
kodu mu oturtan havasını büyük ölçüde yitirmiş
gibi duruyor yeni albümde.
Aggrotech ile ilgilenenler, henüz ilgilenmeyenler
ama bu taraflarda soğuk gölgeler dolaştığını fark
edip merak edenler için Wumpscut’ın “tanışma”
albümü Fuckit olmalı. Zira yeni albüm ancak
“tanışma bitti” kıvamında olabilir.
SELİM VARIŞLI
Sepultura önümüzdeki hafta Ankara’da çalacak (siz
bunu okurken çoktan çalmış gitmiş olacak tabi).
Max Cavalera’sız Sepultura’ya ısınamayan o meşum
ve kalabalık kitlenin mensubuyum ben de. Freddie
Mercury’siz Queen gibi bişey bu. Gerçi o derece
feci değil kabul ediyorum ama yok işte olmayınca
olmuyor. Neyse konumuz Soulfly ve yeni albümü
“Omen”. Cavalera’nın Sepultura’dan ayrılmasının
bize tamah olarak dönüşü önce Soulfly ile, sonra
da geçen yıllar içinde bir Cavalera Conspiracy ile
olmuştu. Şimdi adama da bu kadar birbirinden
lezzetli iki grubu ortaya koyduğu için “abi senin
hikmetinden sual olmuyor, bildiğinen şaşma”
diyoruz el mahkum.
Soulfly’ın kafaya göze hitap eden albümü
Prophecy’den sonraki dönemi bence öncesini
arattığından yeni albümlerine balıklama atlayacak
heyecanı bulamıyorum sanırım artık. Omen’da da
böyle oldu durum. Tamam “Conquer” fena albüm
değildi ama grubun prodüksiyonda ne yöne gitmeye
karar verememiş bi çizgi izlemesi, bestelerde daha
tekdüze bi yapılanmaya gitmesi gibi faktörler beni
uzaklaştırmaya başlamıştı Soulfly’dan. Omen’da bu
bahsettiğim olumsuz özellikler pek de değişkenlik
göstermeden devam ediyor. Öte yandan, Soulfly’ın
kilometre taşlarında biri olduğu Hardcore sahnesinin
(bi grubu tek bi tarza sığdıramayıp da bi sürü tarza
sokmayı da kendine yediremeyen dergi yazarı
formatı yüzünden ne kadar küfür yiyor bu Soulfly
kimbilir :)) tarzın diğer örneklerine bakarak gayet
elit bi pozisyonda durduklarını da kabul ediyorum.
Bu açıdan yiğidi öldürmesem de Prophecy sonrası
günahları için kendilerine uygun bi çarmıh siparişi
verip üstlerine tuz dökerek içerde mevcut demon’ı
dışarı çıkarıp Primitive gibi albümler yapmalarını
sağlamak isterim.
Ha bi de, albümün limited versiyonunda bonus
track olarak üç tane cover bulunuyormuş.
Bunlardan biri Led Zeppelin, biri de Excel coverı
(Excel bildiğimiz Microsoft Excel’i değil tabii (ulan
şu geyiği de bu albümle ilgili bişeyler yazan herkes
dillendirmese olmaz ha), seksenlerden kalma
Amerikalı bi topluluk. Google’a isimleri yazılınca
asla ilk sıralarda adı çıkmayacak türden bi kaderi
var grubun). Neyse bu coverlar iyi güzel hoş şeyler
de; Sepultura coverlamak neyin nesi be arkadaş!
Lan sen zaten Sepultura’nın esas adamı değil
misin? (dikkat edin “değil miydin” demiyorum).
Eee? Kendi şarkını coverlamak da ne oluyor? Bu
ne Çorum style bi harekettir bre Max Cavalera.
Hayır amacın neydi bunu yaparken? Kime neyi ispat
etmeye çalışıyosun? Şu anki Sepultura zaten senin
kadroya dahil olduğun yıllara nazaran can çekişiyor.
Biz senin alamet-i farikanı zaten kabul ettik. Sen
neyin hırsıyla yaptın bu hareketi? Of.
SELİM VARIŞLI
Rock Drum N’Post Glitch-Core ne menem bi tarz
adlandırmasıdır, ben bile çıkamadım içinden ama
bu adamların çaldığı müziği karşılayacak daha
normal bi tarz adı sanırım yok. Bu sebepten uzun
uzun anlatmayı bi deneyelim, içinden çıkamazsak
“evet abi Glitch-Core hastasıyız, sen dinlemedin
mi daha” tribi yaparız.
Şimdi olayın özünde post-rock var. Tool ve Isis
sevenler bu grubu da muhtemelen sevecektir
ama Tool’a benziyor diye dalarsanız bana küfür
edersiniz, yapmayın (yazının devamında adı geçen
diğer örnekleme amaçlı grupların hayranlarını da
aynı hususta uyarmak isterim. Hiç birine doğrudan
benzemiyor bu grup). Öte yandan God Is An
Astronaut ve Muse gibi iki birbirinden alakasız
grubun dinleyicileri de kendileri için bişeyler
bulabilirler bu grupta. Hadi Explosions In The Sky
da diyelim (bu arada bu tarz grupların büyük bi
kısmının kökeninin Pink Floyd olduğunu sadece ben
mi düşünüyorum?) Yeterince karışmadı mı kafanız?
Peki. Bu adamlar adı geçen grupların daha bi
davula ve groove synth’lere abanılmış, hatta kimi
zaman daha bi core cephesini açmışlar. Pelican ve
Jesu’nun sularında da pek dolaşmamışlar. Yazının
şu cümlesine kadar halen grup hakkında bi fikir
sahibi olamadıysanız tavsiyem, devamını okumadan
önce
www.grooveshark.com
adresine
girip
65daysofstatic yazarak grubu online dinlemeniz.
Tarz konusuna neden bu kadar takıldığımızı
merak edenler olabilir. Biz iyi müzik – kötü
müzik ayrımındayız her daim. Tarzın Rock Drum
N’Post Glitch-Core veya Extra Tereyağlı Duble
İskender-Core olmasından ziyade müziğin beyin
kıvrımlarımızda nasıl tınladığını dert ederiz. Ancak
65 Days Of Static gibi tuhaf bi gruptan söz ederken
ne ile karşılacağınızı az çok özetlemek istedim.
Henüz kendimce çürütmeyi başaramadığım
İngiltere’den hiç kötü grup çıkmadığına dair teorimin
gittikçe güçlenmesini sağlayan yeni kolonlarından
biri 65 Days Of Static. İçinde yaşadığımız çağda
özellikle müzik adına orijinal bişeyler bulabilmek
malumunuz kolay değil. Topluluğun son albümü We
Were Exploding Anyway, ben bu yazıyı yazdığım gün
çıktı. Dolayısıyla siz okurken de fazla uzağa gitmiş
olamaz. Yeni albümlerinde daha groove, daha bi
endüstriyel elektronik takılan topluluk, orijinal
bişeyler arayanlar için ideal. Arıza hareketler
arayanlar içinse haddinden fazla iyi.
www.65daysofstatic.com
www.myspace.com/65propaganda
SELİM VARIŞLI
İsmini yeni duyurmaya başlayan İstanbullu Death
Metal topluluğu Vortex Of Clutter’ın “Everlasting
Journey” EP’si aslında geçen yıl yayınlanmıştı
ancak biz o dönemki albümsüz grupları dergiye
almama politikamızdan ötürü kendilerine yer
vermemiştik. Bu aydan itibaren bu politikamızı
rafa kaldırdığımızdan kendilerini konuk ediyoruz.
Öncelikle şunu vurgulayım, EP’de yer alan
parçalardan ‘Şeyh Bedrettin’, diğerleri arasında
epeyce öne çıkmış, çok lezzetli bi çalışma. Öte
yandan EP’nin hücum kayıt tekniğiyle kaydedilmiş
olması, bu nedenle prodüksiyonun “90’lar Ankara
Treş soundu” olarak tabir edilen karambol
atmosfere yakın olması, özellikle vokalin
geride kalmış olması gibi nedenlerle parçaların
vuruculuğu ortaya çıkamamış. Ha bunu olumlu
bir özellik olarak gören ve bu tarz prodüksiyonlu
Death Metal’in daha lezzetli olduğunu düşünen
mantığa itirazım yok. O mantıkla dinlerseniz
lezzetine doyum olmaz. Ancak topluluğun şöyle
iki seksen uzatacak bir albüm için çok daha güçlü
bir prodüksiyona ihtiyacı olduğu ortada.
Vortex Of Clutter, söyleyecek sözü olan, bazı
şeylerle derdi olan bi grup. ‘Şeyh Bedrettin’
ve Kenan Evren destekli ‘September 80’ gibi
parçalardan, şarkı sözlerinden bunu anlamak
mümkün. Bi derdi olmayan ya da aşık olmayan
adamın müziğini dinlemek zordur. Bu açıdan
Vortex Of Clutter’ı biz de dergice “ümit vadeden”
olarak tanımlıyor, gelecekte yayınlayacakları
çalışmalar için tetikte olun diyoruz.
www.myspace.com/vortexofclutter
www.vortexofclutter.com
NEHİR DEVRİM
1982 yılında Morrissey’nin ve Johnny Marr’ın
önderliğinde kurulan ve tam da İngiltere’nin bir
gitar, bir piyano, iki nefes mide yangısı ve bir
yankıdan oluşan anlamlı müziğini en kaliteli haline
ulaştırmayı başaran The Smiths, İngiliz alternatif
müzik piyasasına belki de en çok katkıyı sağlayan,
en büyük izi bırakan grup olarak kabul ediliyor.
Felsefeye ilgisi olan Morrissey, grubun şarkı sözü
yazarlığını üstleniyor ve şarkı sözlerinde de yine
ön plana basitlik çıkıyor. Gerçekten de, Morrissey
şarkılarının büyük bir çoğunluğunu Simple Present ya
da Simple Past Tense yazıyor, ancak, Morrissey’nin
başarısı olarak kabul edilmesi gereken bir şey var
ki o da, basit yapılar, kısa cümleler ve sıradan
cümlelerle yazdığı şarkılar gerçekten insanların
duygularına tercüman olabiliyor; Morrissey’nin
yazdığı hiçbir söz yüzeysel kalmıyor. Böylelikle
Morrissey’nin, felsefi, depresif, ölümü arzulayan
sözleri ve Marr’ın müthiş gitar sololarıyla süslenmiş
olan farklı bir müzik ortaya çıkıyor.
1982 ve 1987 yılları arasında müzik icra eden grup,
ta en baştan beri diğer İngiliz gruplarından gözle
görülür biçimde ayrılıyor; isimlerinde bile sadeliği,
sıradanlığı seçmiş olan grup, daha çok insanların
duygularına hitap etmeyi amaçlıyor.
Kuşkusuz ki The Smiths’i The Smiths yapan bir diğer
özellik, Morrissey’nin, ruha dokunan, yumuşak
ve kasvetli sesidir. Morrissey o şarkılarında, size
sıradan insanların yüzleşmek zorunda oldukları,
ayrımcılıkları, dışlanmışlıkları, ayrılıkları ve
İngilitere’de Pop-Rock müzik, başı başına bir
tarihtir. The Beatles, The Smiths, Oasis, Blur gibi
müzik gruplarının öncülüğünü ettiği bu müzik
akımı, yağmurlu, hüzünlü, sakin, durgun şarkılarla
size umutsuzluğu, yorgunluğu, arayışı anlatır.
kayıpları anlatır. Bu yüzdendir ki, The Smiths,
şarkıları tekrar yorumlanması en zor gruplardan
biri olarak bilinir; Morrissey’nin söylediği şarkılara
kattığı vokal yorumdan daha üstün bir performans
sergileyebilecek
müzisyen
yoktur.
Çünkü,
Morrissey’nin üstün vokal performansının sebebi,
sesinin özellikle çok güzel ve güçlü olmasının yanı
sıra, müziğine kattığı ruhtur.
İşte, The Smiths’in en canlı, en ritmik şarkılarında
bile bir yalnızlık hissi uyandırabilmesinin sebebi
de bu, Morrissey’nin acı çekmiş ruhudur. The
Smiths’in , hiçbir zaman top müzik listelerinde
büyük bir başarı kazanmamış olmasına, hatta grup
hala beraberken ünü İngiltere dışına yayılmamasına
rağmen, müzikleri hiçbir zaman emo müziği ya da
punk vb. türler gibi gibi alay edilen, küçümsenen
bir müzik olmamıştır. Morrissey, bu prestiji belki
de samimiyetine ve ciddiyetine borçludur.
The Smiths, sadece 5 yıl müzik piyasasında yer
almış ve dört albüm yapmışlardır. Ancak 90larda
Amerika’nın Grunge türüne tepki olarak doğan ve
patlama yapan Brit-pop’unu çok hem sosyolojik
açıdan hem de müzik bakımından derinden
etkilemişleridir. The Smiths dünya duruşuyla, bir
yaşam tarzı haline gelmişlerdir.
AZ BİLİNENLER – (BONUS)
Tenor sesi ve Oscar Wilde gibi gay ikonlara
ilgi duyması nedeniyle Morrissey pek çok kez
“Gay mi?” sorusunun konusu oldu. Ancak Morrissey
özellikle bu soruyu cevaplamaktan kaçındı. Yine
de aynı adlı albümlerinden çıkan “ Pretty Girls
Make Graves” adlı şarkıda Morrissey, kendisinden
cinsel anlamda çok şey bekleyen ama DOĞANIN
KENDİSİNE OYNADIĞI OYUNLAR SONUCUNDA kıza
istediklerini veremeyeceğini anlatan bir şarkı
yazdı.
Tüm zamanların en iyi rock şarkılarından
biri kabul edilen “How soon is now?” aslında iki
anlama geliyor: “ ‘ŞİMDİ’ ne kadar yakın?” ya da
“şimdi (O) ne kadar yakın?”
1987 çıkışlı albümleri “Strangeways, Here
We Come” adını Manchester’daki Stangeways
hapisanesinden alıyor.
1987 yılındaki dağılışlarından sonra The
Smiths’i verilen hiçbir uğraş tekrar bir araya
getiremedi. Hatta Morrissey 2008’de bir araya
gelip konser vermeleri için edilen €40 milyonluk
bir teklifi bile geri çevirdi.
AVANT-GARDE METAL MEVZUSU
Progressive Metal’in tam olarak bir alt dalı olarak
görülmese de, adı birlikte geçen ve etkileşimde
bulunan diğer bir önemli tarz Avant-Garde Metal’dir.
Artık birçok örneği olmasına rağmen hala bu türe
karşı genel bir yabancılık yok değildir. Progressive
Rock ve yan dalları hakkında internetteki en geniş
kapsamlı site olan ProgArchives, Avant-Garde Metal
olarak kategorize edilen çoğu grubu Extreme/Tech
Metal, Experimental/Post Metal ve ya RIO/Avant
Prog adı altında değerlendirmiştir. Yinede türlerin
birbirleriyle fazlasıyla etkileşmeye başladığı ve
hibrid alt türler oluşturduğu günümüzde, AvantGarde Metal hem genel bir terim hem de yeni bir
dal olarak kendisini konumlandırabilmiştir.
enstrumanlar, akord düzenleri, ritm ve ölçülerin
kullanımı
Farklı kaynaklardan alınan ses örneklerinin
kullanımı
Değişik şarkı yapıları üzerine gidilmesi,
klasik giriş-gelişme yapısının gözardı edilmesi
Peki nedir Avant-Garde Metal? Progressive Metal’den
ayrılan yanları nelerdir?
Progressive Metal’in bu tarzla arasında keskin
farklar vardır. Avant-Garde Metal yenilikçiliği çok
daha farklı bir şekilde ele alırken, Progressive Metal
metal müziğe Progressive Rock ve Jazz tarzlarını
entegre etmeye katkı sağlamıştır. Progressive
Metal’de teknik ve kompleks anlayış çoğu zaman
virtüöziteye dayalıyken, Avant-Garde Metal’de
tamamen deneysellik ön plandadır ve virtüözite
birincil planda değildir. Progressive Metal, daha
gelenekçi bir koldan gelmiştir ama Avant-Garde
Metal gelenekçi kalıplardan olabildiğince uzak
kalmaktadır.
Bu noktada kısa bir açıklama vermek gerekir.
Fransızca orijinli “Avant-Garde” kelimesi, tarzın
neye benzediği hakkında genel fikir vermektedir.
Avant-Garde terimi, sanat, kültür ve ya politik
açıdan deneysel ve yenilikçi işler ve ya şahısları
tanımlamak amacıyla kullanılmaktadır. Kabul
edilmiş sınırların ve normların zorlanmasını, daha
ileri taşınmasını temsil eder. Modernizm akımında
yer almış bir fikir olarak görülen Avant-Garde,
sanatsal ve kültürel birikimleri oldukça etkilemiş ve
birçok sanatçıya yol göstermiştir. Müzik açısından
ele alınırsa Avant-Garde terimi, zamanının ötesinde
olan, yenilikçi denemeler getiren ve farklı tarzları
birleştiren anlamına gelmektedir.
Avant-Garde Metal’i etkileyen ve ya tetikleyen
grupları kısaca incelersek, en büyük önem İsveçli
Thrash Metal grubu Celtic Frost’un olacaktır.
Şeytani bir imaçla taçlandırdıkları Thrash Metal
müziklerinde yaptıkları denemeler ile Black Metal,
Death Metal, Doom Metal, Gothic Metal gibi türlere
birinci elden yol açmış olan grup, Avant-Garde
Metal’e de yol göstermiştir. 1987 tarihli albümleri
Into The Pandemonium’da Thrash Metal tabanına
yaptıkları denemelerde bayan vokal, koro, yaylı
çalgılar, Gothic Rock etkileri gibi farklı etkileşimler
kullanan grup, bu albüm ile hem kült konumunu
pekiştirmiş hem de doksanların yeni metal
tarzlarının temelini atmıştır.
Bu açıklamalar ışığında Avant-Garde Metal’in de ne
olduğunu az çok anlayabiliriz. Metal müziği alın,
içine birçok farklı tarzdan etkileşimler ekleyin,
geleneksel şarkı yapılarını elden geçirerek daha
farklı yapılar elde edin, şarkılarda izlediğiniz
deneyselliği arttırın, farklı fikirleri kullanın, metal
müzikte olmayan enstrumanlardan ve ya ses
örneklerinden yararlanın, elde edeceğiniz şey bir
Avant-Garde Metal eseri olacaktır. Temel olarak
Extreme Metal’i alarak başlayan Avant-Garde
Metal, günümüzde metal müzikle birçok farklı tarzı
birleştiren gruplara ev sahipliği yapmaktadır.
Kısaca karakteristiklerine değinirsek;
Celtic Frost ‘80lerdeki kadrosuyla
Farklı vokal tekniklerinin kullanımı
Enstrumanların daha farklı kullanımlarının
incelenerek müziğe entegre edilmesi
Metal
müzik
akımlarının
dışında
Diğer bir önemli etkileşim ise Amerikalı grup Faith
No More’dur. Alternative Metal ve Heavy Metal
arasında gidip gelen bir grup olsalar da, metal müziğe
deneysellik açısından önemli şeyler verdiği inkar
edemeyiz FNM’un... Avant-Garde Metal açısından
önemli olan yanları ise bu deneysel tavırları ve
1992’de çıkarttıkları Angel Dust albümüdür. Angel
Dust aslında dağınık, karmaşık ve genel anlamda
karanlık bir hava içeren albümdür. Grubun o
dönemki karmaşık grup içi ilişkilerinin birebir
yansıması gibidir. Fakat müzikal açıdan oldukça iyi
olduğu kadar, farklı denemeler de içermektedir.
Sadece bu albüm bile, birçok Avant-Garde Metal
grubu için bir etkileşim olmuştur. Tabii bu nokta
da grubun vokalisti Mike Patton’un da Avant-Garde
Metal açısından önemli bir vokal olduğunu ve solo
olarak yaptığı bazı albümlerin Avant-Garde müzik
olarak değerlendirildiğini de ekleyelim.
yılında Mr.Bungle adıyla Warner Bros.’tan çıkarır.
Albüm genel anlamda eğlenceli bir havaya sahip,
Ska, Jazz, Funk gibi tarzlardan etkileşimler içeren
ve bir şarkı içinde birçok genre geçişleri gösteren
değişik bir albümdür. Mr.Bungle tür adına asıl
atılımını 1995 tarihli Disco Volante albümüyle
yapar, zira oldukça arıza, içine girmesi zor bir
albüm yapmışlardır ama aynı zamanda Avant-Garde
Metal’in birebir tanımı da bu albümdeki gibidir.
Birçok alakasız tarz birbiriyle kaynaştırılmış, değişik
ses denemeleri, vokaller, enstrumanlar ve şarkı
yapıları kullanılmıştır. Grup, ardından daha direkt
ama yine birçok etkileşim içeren California’yı
çıkarttıktan sonra dağılır fakat Alternative Metal,
Avant-Garde Metal ve Nu-Metal adına hala önemli
bir etkileşim olmayı sürdürmektedir.
Faith No More
Kristoffer Rygg/Ulver
Avant-Garde Metal açısından diğer bir önemli nokta
olarak doksanların başında gelişen Norveç Black
Metal akımını da gösterebiliriz. Yeniliğe gayet kapalı
bir tarz olan Black Metal içinden çıkan Kristoffer
Garm Rygg, Carl-Michael Eide gibi isimler kurdukları
yan gruplar ve ya müziklerine getirdikleri yeniliklerle
Avant-Garde Metal’e katkı sağlamışlardır.
Avant-Garde Metal’den çıkan önemli gruplara kısa
kısa değinmek gerekirse;
Mr.Bungle: Mike Patton’un Faith No More’dan sonra
en önemli projesi olan Mr.Bungle, seksenlerin
ortasında kurulmuş ve üç resmi albüm çıkartmıştır.
İlk albümleri çıkana kadar birçok demo yayınlayan
grup, Death Metal temelli müziklerinden daha
deneysel bir alana kayarak ilk albümlerini 1991
Ved Buens Ende:
1994’te Carl-Michael Eide
tarafından kurulan grup, 1995’te çıkarttığı
Written In Waters albümüyle tür adına önemli bir
grup konumuna geçti. Eide’nin sıradışı vokalleri,
fantastik konuları ele alan şarkı sözleri ile Jazz’dan
Black Metal’e kadar geniş bir etkileşim yelpazesinde
müzik yapan grup, alışılması zor ve orijinal bir tarz
sahibi olarak görülüyordu. Those Who Caress The
Pale adlı bir EP daha yaptıktan sonra dağılan grup,
2006 yılında tekrar kuruldu ama müzikal farklılıklar
sebebiyle yeniden dağılmaları uzun sürmedi.
Windham Hell: Amerika çıkışlı bir tek kişilik
proje olan Windham Hell, Neo-Classical shred
tekniğini ambient sesler ve Avant-Garde Metal ile
buluşturmasıyla dikkat çekmiştir.
iyi örneklerini veren Ulver, Black Metal
döneminde de yenilikçi tavrıyla dikkat
çekmişti. Nattens Madrigal sonrasında
geçirdikleri evrimle belki tam anlamıyla
Avant-Garde Metal yapmadılar ama bu
türü yapan grupların adını zikrettikleri de
gerçek... Themes From Willam Blake’s
Marriage Of Heaven And Hell ile bu tarzı da
yapabileceğini kanıtlayan Ulver, daha sonra
daha elektronik temelli bir müziğe kaymıştır
ve çalışmalarına devam etmektedir.
Arcturus: Bir Black Metal süper projesi olarak
gösterilebilecek Arcturus, ikinci albümü La
Masquerade Infernale ile müziğine eklediği
farklı etkileşimleri 2002 tarihli The Sham
Mirror ile sonuçlandırdı ve ortaya AvantGarde Metal adına oldukça kilit bir noktada
duran albüm yayınladı. İnternette AvantGarde Metal araştırırsanız en çok The Sham
Mirrors’un tavsiye edildiğini görebilirsiniz.
Albüm Trip-Hop, Electronica gibi farklı
tarzlardan etkileşimleri Garm’ın operatik
vokalleri ile birleştirerek başarılı bir füzyon
ortaya koymuştu. Ayrıca albümde yoğun bir
Angel Dust kokusu almakta mümkündür.
Arcturus bu albüm ardından Sideshow
Symphonies’i yayınladı ve dağıldı.
Mr.Bungle
Pan.Thy.Monium: Dan Swanö’nün binlerce yan
projesinden biri olan Pan.Thy.Monium, Death Metal
temeline değişik ses örnekleri, saksafon gibi farklı
enstruman kullanımı, Progressive Metal’e yakın
şarkı yapıları ve vokalleri bir enstruman olarak
kullanmaya yönelik çalışmalarıyla dikkat çekmiştir.
1996 yılında Swanö projeyi bitirmiştir.
Beyond Dawn: Norveç çıkışlı olan Beyond Dawn,
Doom Metal’den evrilip daha elektronik temelli bir
müziğe kaymıştır. Amerikalı grup Swans’tan oldukça
etkilenmiş olup, kariyerlerin de bu etkileşimi sıkça
göstermişlerdir. Longing For The Scarlet Days
albümüyle ilk resmi yayınını sunan grup trombon
kullanımıyla dikkat çekmiştir fakat son albümlerine
doğru trombon kullanımı azalmıştır. Pity Love ve
Revelry grubun Avant-Garde Metal ile ilişkilendirilen
diğer albümleridir. Grup şu an aktif değildir.
Ulver: Norveç Black Metal’inin kimine göre en
Dødheimsgard: Yola Black Metal grubu olarak
başlayan Dødheimsgard, 1999’da yayınladığı
666 International ile müziğine Avant-Garde ve
endüstriyel/elektronik eklemiş, 2007’de çıkan
Supervillain Outcast ile bu tarzını devam ettirmiştir.
Maudlin Of The Well: Amerika’dan çıkma bu sıradışı
grup, Doom Metal, Progressive Rock, Jazz, Indie
Rock gibi tarzları kombine ederek oldukça farklı
işler yapmıştır. Astral seyahat ve “lucid dreaming”
konuları üzerine söz ve müzik yapan grup, 2003
senesinde dağılarak Kayo Dot grubuna evrilmişti.
2008 senesinde tekrar aktifleşen grup, en son Part
The Second albümünü internetten ücretsiz olarak
yayınlamıştır.
Kayo Dot: maudlin Of The Well’in ana adamı Toby
Driver’ın diğer bir önemli grubu olan Kayo Dot’u
belli tanımlarla anlatmak zor... Müziklerinde birçok
farklı tarzı birleştiren bu kalabalık grup, kesinlikle
zaman isteyen ve zor bir müzik yapıyor. Dört
albümleri olan grup, en son geçtiğimiz ay Coyote’u
çıkartmıştır.
In The Woods...: Yine Norveç’ten Black Metal olarak
yola çıkıp, sonra Avant-Garde Metal’e geçen ve
önemli işler yapan bir grup... ’97 çıkışlı Omnio ve
’99 çıkışlı Strange In Stereo ile duygu yoğunluğu
yüksek, deneysel ve yenilikçi işler yapan grup
Progressive Rock etkileşimiyle de dikkat çekiyordu.
Ki bu etkileşim, en son resmi kayıtları olan albüm
Three Times Seven On A Pilgrimage’deki Progressive
Rock coverlarıyla da dikkat çekmişti. Grup 2003
yılında dağılmıştır.
Fleurety: Black Metal’den Avant-Garde Metal’e
evrilen grup özellikle Department Of Apocalptic
Affairs albümüyle Metal, Jazz ve elektronik
müziği birleştirmiş ve albüme Norveç Black Metal
çevresinden birçok kişi katkıda bulunmuştur. Grup
önümüzdeki aylarda Evoco Bestias adlı yeni bir EP
yayınlayacak.
Fantômas: Avant-Garde Metal süper grubu olarak
görülen Fantômas, Mike
Patton, Buzz Osbourne
ve Dave Lombardo’yu
bir araya getirmiş bir
proje... Mike Patton’un
FNM dağıldıktan hemen
sonra kurduğu grup,
metal müzik temeline
farklı
müziklerden
etkileşimleri
ekliyor
ve bunu fazlasıyla
deneysel bir şekilde
yapıyordu. Patton’un
Noise
sevdasından
da
oldukça
payını
alan proje şu ana
kadar yayınladığı dört
albümde de konseptler
işledi.
Özellikle
Delirium
Cordia’da
anestezi olmadan yapılan bir ameliyat seansını
müzikal olarak anlatmaları projenin ne kadar uçuk
olduğuna dair sizlere ipucu verebilir.
Sigh: Doksanlarda Japonya’da kurulan grup, Black
Metal temelli müziğine eklediği farklı tarzlardan
etkileşimlerle çok fazla göz önünde olmasa da önemli
bir Avant-Garde Metal grubu olarak görülmektedir.
Dog Fashion Disco: Jazz, sirk müziği, ‘70lerin
Psychedelic Rock gibi tarzları birleştiren grup,
Mr.Bungle’dan oldukça etkilenmiştir. Grup 2007
senesinde dağılmıştır.
Peccatum: Emperor’dan Ihsahn’ın eşi Ihriel ile
birlikte yürüttüğü bu Avant-Garde Metal projesi
Peccatum birçok farklı tarzı buluşturan, Ambient,
klasik müzik, elektronik müzik ve senfoni ile bu
yapıyı destekleyen bir gruptu. Üç albüm ve iki EP
yayınlayan grup 2005 senesinde dağıldı ve Ihsahn
solo kariyerine ağırlık vermeye başladı.
Atrox : ‘88’de kurulmasına rağmen ilk albümünü
ancak 1997’de yayınlayan Norveçli Atrox, Contentum
albümüyle birlikte Avant-Garde Metal tarzına adım
atmıştır. The 3rd And The Mortal’da vokal yapan
Ann-Mari Edvardsen’in kardeşi Monika Edvardsen’in
oldukça deli vokaller yaptığı, progresif ve sıradışı
müziğiyle dikkat çeken grup en son iki sene önce
Binocular’ı yayınlamıştır.
Unexpect: Kelimenin tam anlamıyla “çılgın” bir grup
Doom Metal tarzlarını nefesli
çalgılar ekleyerek icra eden
grup, Don Anderson faktörü
sebebiyle Agalloch ile de
ilişkilidir.
Solefald: Norveç’ten çıkan
bir diğer önemli AvantGarde Metal grubu olan
Solefald, liriklerindeki esprili
yaklaşımları, Free Jazz’dan
Electronica’ya kadar geniş
etkileşim
yelpazeleri,
çift vokal kullanımları ile
dikkat çeken grupta yer yer
Angel Dust Faith No More’u
hissettirebiliyor. Grup yeni
albümleri Norrøn Livskunst’u
gelecek aylarda yayınlayacak.
olan Kanadalı Unexpect, ülkemizde son albümleri In
A Flesh Aquarium ile bilinir olmuştu. Extreme Metal
yapısının yanında Opera, Ortaçağ
müziği, Jazz, Ambient, çingene
müzikleri gibi farklı tarzlardan da
etkileşimler taşıyan grup, deneysel
ve agresif müzik severler için
oldukça iyi bir dinlence...
Ephel Duath: İtalya’nın çıkardığı
en deneysel gruplardan olan Ephel
Duath’da yoluna Black Metal olarak
başlayanlardan...
Doksanların
sonuna
doğru
müziklerindeki
Extreme
Metal
keskinliğini
koruyarak deneysel Jazz, Blues,
Funk pasajlarını da devreye
sokan grup, özellikle 2003 tarihli
The Painter’s Pallette ile dikkat
toplamıştı.
Diabolical Masquerade: Katatonia gitaristi Anders
Nyström’ün tek kişilik projesi olan Diabolical
Masquerade, Black Metal temelli müziğine Death
Metal, Thrash Metal ve zamanla Progressive Rock,
Ambient, klasik müzik etkileşimleri sokarak AvantGarde Metal adına önemli bir proje olmuştur.
Özellikle Death’s Design albümü olmayan bir film
için film müziği içeren 61 parçalık yapısıyla dikkat
çekmiştir.
Sculptured:
Amerikalı Sculptured, doksanların
son yarısında aktif olmuş bir gruptur. Death Metal,
Doksanlardaki
Avant-Garde
Metal
başlangıç
döneminde aktif olup, önemli işler veren gruplardan
burada bahsetmediğimiz bazı isimler daha var;
Faxed Head, Old, Carbonized gibi... Yukarıda bahsi
geçen grupların hepsi doksanlı yıllarda bu müziğe
aktif katkı yapmış olanlardır. Bu kolun tabii ki
2000li yıllarda uzantısı var ve gün geçtikçe artıyor.
Diablo Swing Orchestra, Age Of Silence gibi birçok
grup son on yıllık dönemde bu tarza önemli katkılar
sağlamışlardır.
Yazı dizimiz gelecek sayısında 2000li yıllarda
Progressive Metal ve çeşitli grup tanıtımlarıyla
devam edecektir.
Çağrı Raydemir oldukça yeni bir isim. Adından
söz ettirecek düzeyde bir albümle, “1 – Oyun”
ile çıktı karşımıza. Hemen belirteyim, Yavuz
Çetin hayranlarının dikkatini çekebilir bu
albüm. Raydemir’in özellikle popüler kültüre
bulaşmama çabasıyla yapılmış izlenimi veren
çizgi dışı aranjeleri bana yer yer Yavuz Çetin’i;
sesi ise (inanmayacaksınız ama) yer yer Kerim
Tekin’i anımsattı. Bu iki şahane insanı referans
gösterdikten sonra albüme geçebiliriz sanırım.
Şarkı sözlerini sırf şarkıları doldurmak için değil
derdini kendi üslubuyla anlatmak için ustaca
kullanmış Raydemir. Türk Rock sahnesinde bu
özelliği çok az isimde gördüğümüz gerçeğiyle
yüzleşelim. Özellikle son yıllarda Türkçe Rock
alanında oldukça boş ve ayakları yere basmayan
isimler gördük. Merdivenleri ne kadar hızlı
tırmandıysa aynı hızla yere çakılmaya mahkum
bu isimler arasında bütünlük açısından iyi bi çizgi
izleyenlerin tamamının şarkı sözleri de iyiydi.
Çağrı Raydemir henüz yeni bir isim olmasına karşın
yaptığı işin altını her anlamda doldurma çabası
içerisinde olduğu şarkı sözlerinden de anlaşılıyor.
Hazmedilmesi ve anlaşılması kolay sounduyla
albüm düzeyli bir çizgiye sahip. Kendi tarzın devrim
yaratacak yeniliklere sahip değil belki ama tarzın
acınacak durumuna baktığımızda iyi bir promosyonla
öne çıkabilecek kapasiteye sahip bir albüm bu.
Tabii bir çok iyi ürün gibi bu da pazar yerinden
uzakta kaldı, tanıtımı neredeyse hiç yapılmadı.
Ulaşabileceği, ilgi toplayabileceği muazzam bir
kitleden uzakta kaldı. Belki Raydemir’in istediği de
o kadar büyük kitlelere ulaşmak yerine dinlediğini
anlayacak, anlayabildiğini dinlemeyi hak eden daha
küçük bir kitleydi. Eğer öyleyse başarılı olduğunu
söylemek mümkün.
Gelgelelim albüm kapağını oldukça yetersiz
buldum. İyi bir fikir üzerinden yola çıkılmışsa
da uygulamada başarısız olduğundan, anlatmak
istediğini ön plana çıkaramamış bir kapak. Tabii
bu tarzın dinleyici kitlesinin büyük bir bölümünün
benim gibi kapak takıntısına sahip olmadığını
düşünürsek bu durumun pek de dezavantaj
olduğunu söyleyemeyiz.
El netice, kulak kabartılmaya değecek bir albüme
imza atmış Çağrı Raydemir. Tarzın takipçilerine
farklı bir lezzet olarak öneriyorum.
www.myspace.com/cagriraydemir
SELİM VARIŞLI
Önceki
yıllarda
Hacettepe’deki
festivallerin
düzenlendiği mekanda ilk kez Profestival organizasyonu
gerçekleştirildi bu sene. Reklam çalışması iyi yapılsa
da afiş dizaynının inanılmaz derecede kötü olması
katılım düzeyini etkilemiş olabilir mi diye düşünmeden
edemedim.
Adli sebeplerden ötürü Sepultura’nın son parçası olan
Roots’a ancak yetiştik. Bilet kuyruğunda beklerken (ki
bilet kuyruğu Ankara’nın yabancı olduğu bi kavramdır)
Troops Of Doom ve Territory gibi baba parçaları da
uzaktan dinledik. İyiydi Sepultura. Sound da şıktı.
Katatonia’yı biraz izledim, biraz etrafta dolaştım,
köftecilere falan uğradım sonra yine biraz izledim.
Hayatımın tek bir saniyesine bile herhangi bir anlam
yüklememiş bir grubu (super-personal yorum böyle
bişey olsa gerek) ikinci kez izlediğim halde biraz sonra
çıkacak olan Kreator’u ilk kez izleyeceğimi fark edip
dökülmüş saçlarımdan utandım. Efendice çaldı indi
Katatonia. Herkes memnundu halinden.
Ve Kreator. Thrash metal nihayetinde yapılan müziğin
anlam ifade etmesi demektir. Bi grup istediği kadar
sıkı treşçi tribinde çalsın, yapılan müzik dinleyen adam
için özel anlamlar ifade etmiyorsa o müziği Thrash’den
saymam ben. Kreator, Alman Thrash sahnesinin Big
Four’u olan Destruction - Kreator - Sodom - Tankard
(Tankard ne alaka bilmiyorum, kafamda öyle yer etmiş)
tayfasından henüz izleyemediğim son gruptu. Katatonia
çaldıkça Kreator heyecanı sardı beni (!).
Mille Petrozza ve çetesi muazzam bi şov sergilediler.
Festivalin sahnesi, ışığı, ses sistemi falan Ankara’da
alışık olmadığımız düzeyde iyiydi. Kreator da bu
güzelliği köküne kadar kullandı. Konser alanındaki
herkesin ruhunu sömürdüler, geride bişey kalmayıncaya
kadar ne var ne yoksa çekip aldılar. Yetmedi bis yaptılar.
Bise girerken de hayatımın fon müziklerinden ‘When
The Sun Burns Red’le girdiler. Aklımda kalan şarkılar
Enemy Of God, Extreme Aggression, Flag Of Hate (onca
Kreator konser videosu izledim, bu şarkıyı bu kadar gaz
çaldıklarını görmemiştim), Violent Revolution, Phobia,
Impossible Brutality, Tormentor, Endless Pain, Pleasure
To Kill, Bir Mumdur İki Mumdur. Evet Mille daha önce
de yaptıkları gibi “biz grup olarak ne anlama geldiğini
bilmiyoruz ama sizin anlayacağınızı bildiğimiz bişey
çalacaz” deyip bu meşhur şarkıdan davul eşliğinde bi
kuple söyledi. Telaffuzda da hiç fena sayılmazdı. Ben
Almanca bi şarkı söylesem mesela, ancak bu kadar
olabilirdi :)
Endless Pain’den önce Mille “25. yılımızın turnesindeyiz,
eskilerden çalacaz size özel, şimdiki şarkıyı gençlik
yıllarımızda yazmıştık, 1985 yılına dönüyoruz” dedi.
Thtash tayfasının geçmişte yaşayan insanlar olduklarını
söyleyen tayfanın o sahneyi görmelerini isterdim.
Bikaç kez ilk Ankara konserleri olduğunu ve bunun
kendileri için özel olduğunu falan söyledi Mille. Sürekli
moshpit gazı verdi sahne önüne. Sahne önü demişken,
VIP bilet uygulaması vardı ancak konserin ortalarına
doğru Mille’nin verdiği gazla bariyerleri devirip sahne
önünde dalanlar oldu. Güvenlik oldukça zorlandı.
Zaten bis sonrası bıraktılar bariyerleri, isteyen girdi
sahne önüne. Endless Pain’i beklemiyodum, gözlerim
doldu adamlar çalarken. Arkasından da Pleasure
patlattılar zaten. Destruction’ın konserde çataaa diye
The Damned’a girmesi gibi bi sürprizdi. Mille konser
alanına kesif bi nefret kokusu çökene kadar bağırttı
milleti Flag Of Hate’den önce. Güvenlik elemanları
dahil herkesin bağırmasını istiyorum dedi ancak
güvenlik elemanlarının bunu anladığından şüpheliyim
:) Seyirci de hakkını verdi, sahne önünden karışıklık
eksik olmadı.
2005’teki Exodus konserini de aştı, hayatımda izlediğim
en anlamlı konser oldu Kreator şovu.
Not: Tüm konseri videoya kaydettiğim için doğru dürüst
fotoğraf çekme imkanı bulamadım. Konser alanına da
profesyonel fotoğrafçıların makinalarıyla girmesine
izin verilmedi (ki izin verilseydi deviantart’ın, flickr’ın
dört bir yanında şahane Profestival fotoları dolaşıyordu
şu an). O nedenle görsel açıdan zayıf kaldık bu kez.
SELİM VARIŞLI
GÖKHAN KORKMAZ
Gene soğuk bir pazar günü Helsinki`de (ne sürpriz
ama, Nisan sonu geldi hala kar yağıyor buralarda)
ve uzun zamandır beklediğim Behemoth konseri
geldi çattı. Şansıma, aynı gün arkadaşım arabasıyla
Lahti’den Helsinki’ye gittiği için Lahti-Helsinki
arası tren parası ödemeden seyahat etmiş oldum.
Evangelion albümü çıktığından bu yana bir
kez Avrupa turu yapmış olan Behemoth, bu ilk
Avrupa turnesinde Helsinki`yi turne kapsamına
eklememişti (hele ki Stockholm gibi yakın bir yere
gelip Helsinki`ye uğramamaları garipti). Neyse
ki yaptıkları Amerika turnesi sonrası Helsinki ve
Oulu`ya gelmeleri klas oldu. 6 Mart’ta Oulu’da
çalan grup, 7 Mart Pazar günü Helsinki`de çaldı.
Konserin Pazar günü oluşu hiçbir şekilde seyirci
sayısını etkilemedi.
Mekana girdiğimde, ön grup Gloria Morti 35
dakika sürecek olan performansına başladı. Daha
önce bir kez izlediğim grup, yeni davulcuları
ile ilk kez performans sergiliyordu (bu arada
bizim Solacide ile yaptığımız son EP “Baptized
in Disgust”ı da Gloria Morti`nin gitaristlerinden
Räihä’nın stüdyosunda kaydettik). Gloria Morti’yi
bilmeyenler için grubun tarzını Blackened Death
Metal olarak tanımlayabilirim. Konsere ikinci
albümleri Eryx’den bir kaç parça çalarak başlayan
grup, şu anda kaydettikleri üçüncü albümlerinden
çaldıkları parçalarla devam ettiler. Grup sahneyi
çok iyi doldurdu ve bence Behemoth’un ön grubu
olarak en iyi seçimdi. Yolunda olmayan tek şey işe,
Fin seyircisinin kendi yerel gruplarını her zaman
için (mainstream olanlar hariç) öküzün trene bakar
gibi izlemesiydi (tanıdık geliyo bu olay bi yerden
ama /ed). Headbang yapan tek kişi yoktu konserde
ne yazık ki, bu durum iki yıldan beri alışamadığım
tek olay.
Behemoth’u en son 2008’de Tuska’da izlemiştim,
ondan önce de 2005’de Ankara’da. Tuska’da ana
sahnede çalmışlardı ve bir saatlik performansın
sonucu tek kelimeyle yıkımdı. O kadar acımasızca
çalan bir grup daha hayatımda izlemedim. Işıklar
karartıldı, intro verildi. Intro’nun ardından
Evangelion albümünün en sevmediğim parçası ‘Ov
Fire and the Void’ ile başladılar. Fakat bu parçayı
canlı olarak izledikten sonra beğenmeye başladım
diyebilirim. Ama yine de kanımca Evangelion
albümünün en güçsüz parçası. İkinci parça
Demigod girdiğinde konseri sakin şekilde izlemek
istediğim balkondan ayrılıp hemen ön saflara
koştum(ne gazsa artık). Mekanı dolduran yaklaşık
1000 kişi ortalığı savaş alanına çevirdi. ‘Demigod’
in ardından ‘Shemhamforash’ patladığında bu
konserden sağ çıkamayacağımı düşünmeye
başlamıştım. Setlistte ilgimi çeken şey şu oldu,
daha önce iki kere izlemiş olduğum Behemoth,
‘Lam’ adli parçayı konserlerinde çalmamışlardı,
bu konserde çaldıklarını gördüm. Daha sonra
Youtube’da Evangelion turunun videolarını
izlediğimde, uzun süre sonra bu turnede tekrar
çalmaya başladıklarını anladım. Klas haraket
olmuş setlist’e eklemeleri Lam’ı…
Konserin
ortalarına
geldiğimizde,
Inferno
hayvanının kısa drumsolosu sonrası ‘Alas, The
Lord Is Upon Me’ isimli parça girdi ve çok şaşırdım
açıkçası. Konserde çalmalarını beklemediğim bir
parçaydı. ‘Christians to the Lions’ ile aslanları
doyuran Behemoth’un, ‘Decade Of Therion’ ve
‘Chant For Ezkaton’u sonda çalarak klasik bir
bitiriş yapacağını düşünüyordum ancak yaklaşık 90
dakikalık performanslarını Evangelion albümünün
kapanış parçası olan ‘Lucifer’ ile bitirdiler. Enfes
bir hareketti.
Behemoth her gün mahallemin barına gelse,
her gün gider izlerim. Bugüne dek Behemoth’u
izleyememiş olanların da çok şey kaçırdığını
düşünüyorum.
SETLIST
1- Ov Fire and the Void
2- Demigod
3- Shemhamforash
4- Conquer All
5- Lam
6- As Above So Below
7- Slaves Shall Serve
8- At the Left Hand ov God
9- Inferno`s drumsolo
10- Alas, Lord is Upon Me
11- Antichristian Phenomenon
12- Christians to the Lions
13- Decade of Therion
14- Chant for Ezkaton 2000 e.v.
15- Lucifer
Eskiden X-Files vardı. Sonra Stargate çıktı;
Stargate fan sitelerinde “siz hala annenizin
dizisini mi izliyosunuz” tadında X-Files ile
dalga geçen cümleler falan yer almaya
başladı. Şimdi ise Supernatural var. İzlediğim
en başarılı dizi belki de. Tabii adı geçen üç
dizinin de birbiriyle kel alaka olması bambaşka
bi mevzu. Elmayı armutla kıyaslamak sadece
bize özgü bişey olmasa gerek.
Sadede gelelim. Babaları “doğaüstü mevzuat
avcısı” olan iki kardeşin başrollerde olduğu,
şimdilik beş sezonluk bir dizi Supernatural.
Beşinci sezonu halen devam ediyor, sona
ermedi. Ancak dizinin ilk üç sezon boyunca
şeytani güçler, hayaletler, kozmik şakacılar
(ne demekse bu), shapeshifter’lar ile
zenginleştirilmiş,
süreklilik
arz
eden
hikayesinin; dördüncü sezonun başında
Hipernaturel’e bağlaması (ki spoiler olmaması
açısından dördüncü sezonun başında neler
olduğunu yazmıyorum) zaten yüksek olan
karizmasını
alevler
içerisinde
tavana
vurdurmasını sağladı.
Dizinin konusu itibarıyla hiç malzeme ve
hayalgücü sıkıntısı çekmeden yirmi sezon
devam edebileceğini ve rating’lerinde de
düşme olmayacağını ben dördüncü sezonun
başlangıcında fark etmiştim. Zira ne kadar
doğaüstü metafizik mevzu varsa hepsine dalıp
çıkabilen (vampirler hariç tabii, onlar gerçek
değildir :))iki kardeşin maceraları, doğaüstü
mevzuatın yüksek kademelerine doğru hızla
ilerlerken dünyadaki çok sayıda kültürün
daha da çok sayıda doğaüstü karakteriyle
kapışabileceği ve senaristlerin sınır tanımaz
oldukları dördüncü sezonla belirgin hale
geldi.
Diziyi benim için (ve bu derginin okurlarının
büyük bölümü için) daha eğlenceli kılan
nokta ise büyük kardeş Dean Winchester’ın
ağır bir klasik rock tutkunu olması ve dizide
sürekli klasik rock göndermeleri yer alması.
Agents Sambora, Nugent, Ulrich, Bonham,
Seger, Tyler, DeYoung, Shaw, Perry, gibi
alias’ların yanı sıra Dean’in geçmişe gidip
babasının gençliği ile karşılaştığı (ohehöy
spoiler verdik) sahnede kendini Dean Van
Halen diye tanıtması da iyi yakalanmış bi
noktaydı. Tek bi rock yıldızının adını ikiye
böldükleri de oluyor, “Agents Angus and
Young” ya da “Geddy and Lee” gibi. “Agents
Smith and Wesson” gibi farklı tandanslar
da yaratıyorlar arada. Ayrıca Dean’in
67 model Chevrolet Impala’ya binmesi
ve arabasından çekme olduğunu tahmin
ettiğim rock kasetlerinin eksik olmaması da
cabası. Zaten böyle öcüsü demonu bol bi
dizide Rock olmadan olmazdı.
Dizi şu an “the war of all wars” atmosferine
kendini kaptırdığından ve Elvis çoktan
binayı terk ettiğinden bu sezon sonuncusu
olur mu, yoksa bu meyanda devam edip TV
tarihine adını daha büyük harflerle yazdırır
mı hep birlikte göreceğiz (hep şu efsanevi
“birlikte göreceğiz” kapanış klişesini
yapmak istemişimdir).
SELİM VARIŞLI
Yeni bir sayıda herkese merhabalar;
Sanıyorum sene 1990 falandı; ilk yasal Türk Rock
albümlerinden sonra ülkemizde ilk metal albümleri
de yavaş yavaş boy göstermeye başlamıştı. Ben de
hiç unutmuyorum o dönem Ankara’nın metal müzik
anlamında birçok ürününü satın alabildiğimiz Hayri
Plak’tan Overkill’in “The Years of Decay” adlı yeni
albümü almak üzere yola koyulmuştum. Bunda en
büyük etken o dönem TRT’de Dönence adlı Rock/
Heavy Metal programında Overkill’in bu albümünde
yer alan “Elimination” şarkısına hayran olmamdı. Ya
işte, o zaman bir albüm edinmek tam anlamıyla bir
seremoniydi. Tek tık ötemizde değildi, para biriktirilir,
kasetçiye gidilir, bazen yarın gelecek cevabı ile hüzünle
eve dönülür, bazen de albüm gelmişse eve gidene kadar
otobüste booklet/şarkı sözleri hatmedilir eve gidince
de önlü arkalı çevire çevire sayısız defalar dinlenirdi.
İşte böyle bir gün Hayri Plak’ta gözüme Pentagram’ın
kendi adını taşıyan ilk albümünün de çıktığı ilişti. Grubun
hiçbir konserine gidememiş fakat ününü duymuştum.
O dönemler tepe noktada olan Thrash Metal’in
en önemli gruplarından Destruction’ı çok severek
dinlemekteydim. Pentagram’la ilgili izleyenlerin
yorumu, grubun müzik anlamında tabir komik olacak
ama Türk Destruction’ı olduğu yönündeydi. Her neyse,
albümü aldım ve eve döndüm. Gerçekten de kaydıyla,
parçalarıyla oldukça beğenmiştim. Öyle ki Overkill ve
Pentagram’ı dönüşümlü dinliyor, en az Overkill kadar
severek analiz ediyordum. Haftalar sonra parçaları
resmen ezberlemiş ve herkese övgüyle anlatıyordum ki
Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Morfoloji Salonu’nda
Pentagram’ın konser vereceği haberini aldık. Bizim
lise, Ankara Atatürk Anadolu Lisesi; oldukça yüksek
puanlı bir Anadolu Lisesi olması nedeniyle çok zeki
ve çalışkan öğrencileriyle ünlüdür. Öyle ki yan tarafta
bulunan meslek liselerinden gelen öğrenciler gelir,
okulu basar, birilerini döver gider, bizim okuldaki
insanlar dayak yedikten sonra aynı gün gider Tübitak
Matematik olimpiyatlarına katılırdı, kimse bir tepki
göstermezdi. Yani insanların kafalarında dersler vardı,
gerisi boştu. Ama bu okulun bir özelliği de Türk Rock
ve Metal camiasına sayısız gruplar ve müzisyenler
kazandırmasıdır. Tek tek saymak istemiyorum ama bu
grupların ilk provalarını yaptıkları yer okulun bodrum
katındaki yumurta kartonlarıyla akustiği sağlanmış
stüdyoydu. Biz fırsat oldukça bu bodruma inip grupları
izlerdik. Şu an o heyecanı hatırladıkça beni böylesine
mutlu eden, böylesine özendiğim başka bir şey
daha olmadığını söyleyebilirim. Konuyu dağıtmadan
döneyim; okulumuzda ders asma mevhumu da pek
sık görülmezdi. Veya şöyle söyleyeyim, asan azınlıkta
değildim. Ama Pentagram konserinin tarih ve saati
tam da öğleden sonraki ders saatine gelmekteydi.
Düşünmeye gerek bile yoktu, ders asılacaktı. Ama
ne oldu? Ders asılmadı, tüm gün asıldı. Çünkü bu
konsere ön hazırlık yapılması gerekiyordu. O zamanın
metalcilerinin mekanları Yüksel Caddesi ve Tunalı
Hilmi Caddesi’ydi. Tunalı’da Metal gruplarının o
dönem moda olduğu üzere gümüş logolarını yüzük
kolye vs yapan bir amca vardı. “Vizdansız kemik
nerelerdesin?” derdi her gelene… Biz de bozuntuya
vermez siparişimizi verirdik. İşte konser öncesi yine
soluğu burada alıp, daha önce siparişini verdiğimiz
kolyeleri aldık. Ben Kreator yaptırmıştım hatta,
diğer arkadaşlarım Slayer ve Celtic Frost… Bu arada
diğer arkadaşlarım kimler derseniz, ilk grubumun
elemanları… 80’lerin tipik metalcileriyiz yani… Sonra
üzerlerimize siyah bir t-shirt giymek gerektiğinden
kendimizi Frekans adlı metal mağazasına atmıştık.
Oradan da o heyecanla siyah metal t-shirtleri alıp
kendimizi konser salonuna atmıştık. Ortalık uzun saçlı
metalcilerle doluydu. Biz ise 18 yaş sınırı var mı acaba
diye ürkek gözlerle bakan konser salonu önü ergenleri
tadında dehşet ve hayranlıkla izliyorduk elemanları.
Onları izledikçe saçlarımızı uzatmak için yaşadığımız
sabırsızlık daha da artıyordu. Derken salonun tam
kapısında bekliyorduk ki kapı aralandı ve içeriden
soundcheck yapan grubun sesi geldi. Epeyce dumur
olmuştuk, sound efsaneydi, grup şahane… Bekle bekle
derken konser saati geldi çattı ve içeriye daldık.
Büyük bir stratejik hata gereği sırtımıza koca kolonları
aldığımızı gecikmeli olarak fark ettiğimiz bir yere
konuşlandık. İçerisi hınca hınç doluydu. Pentagram
muhteşem bir performans sergiledi. Arada bir davul
solo bile vardı, ben hepten kopmuştum. Bir saate
yakın bir süre sonra, içerideki yalan olmasın ama
700-800 kişi ile birlikte mest olmuş dışarı çıkıyorduk.
Kolonların önünde bir saatin ceremesi, bir hafta işitme
güçlüğü çektikten sonra kendimize geldiğimizde hala
o heyecanı yaşıyorduk.
Bu hikaye yaşandığı tarih itibariyle bazı detayları
ile çok önemli… Sene 1990 ve ben o kolonları, o ses
düzenini bugün büyük festivallerde bile zor görüyorum.
1990’ların sonunda bazı yeni metalci arkadaşların
ortama daha kolay girebilirim belki diyerek konser
organizasyonu işlerine girmesiyle yukarıda anlattığım
tarzda profesyonel organizasyonlarla kıyaslanması bile
ayıp olan hareketler yapıldı. Evet her yerde konser
salonu yoktu, teknik imkansızlıklar vardı, anlarım
ama Ankara’nın göbeğinde düğün salonu konserleri
ve eşsiz saz amfili, seyyar manav mikrofonlu ses
düzenleri, bariz seyirciyi konserlerden soğuttu. Şu
an bir konsere hazırlanmak hem emek, hem masraf…
Bir grup sadece 3-5 kişi önde dinleyecek, azacak
diye böyle şeylere katlanıyor keyifle… Ama en büyük
korku, konserde gösterilecek performans değil de ses
düzeni ve mekan… Resmen üniversite sınavına girecek
gençler gibi sınavdan bir gün önce sınav yerini görme
mantığına benzer şekilde konser mekanı görülmeye
gidiliyor endişeyle… Kaç konser biliyorum, soundcheck
sonrası “acaba çıkmasak mı?” diyen sayısız grup
gördüm. Bu korkmak değil, biraz da seyirciye saygı…
Ama seviye öylesine düştü ki artık bunu da umursayan
kalmadı. Yahu yabancı grup geliyor, tonmaisterleri
teknisyenleri grubun sahnede kaldığı süre kadar
cebelleşiyor ön ayarlarla… Bizim yerli gruplara süre
de verilmiyor, süre verilen konserlerde de sallayan
yok. İşte bu koşullarda geldiğimiz nokta, 100 kişi
gelince bayram edilen yerli konserler ile arada dağlar
kadar ses kalitesi olan yabancı grup konserlerine
gitmeyi yeğleyen, “ben konsere doydum arkadaş, bir
an önce eve gidip mp3 indireyim” diyen seyirci. Bu
arada yeri geldi ama yanlış da anlaşılmak istemem.
Mp3 kaçınılmaz bir noktadır. Satın alma gücü diye
bir mefhum var. İnsanlara maaşlarının %1’i kadar bir
fiyatta CD almak zor gelmez ama ülkemizde bu yüzde
yüksek… Firmalar da kardan zarar etmeyi göze alarak
uzun vadede daha çok kar etme yoluna gitmeli… Kimse
güzel bir booklet’ı eline alarak mis gibi kokan ve üst
düzey ses kaliteli bir CD’den dinlemektense mp3’ten
dinlemeyi tercih etmez. Bunları söylemek öyle kolay
ki, farkındayım ama yanlış belli, ne var ki atılan adım
yok, ben bir kere daha tekrarlamak istedim…
Ya albümler, demolar? Daha önceki yazılarımda hep
ilgisizlik ve desteksizlikten yakınmıştım. İnsanın içinde
şevk mi kalır yahu, o kadar çalış konsere çık, millet “ne
zaman hata yapacaklar da güleceğiz” veya “ne zaman
bu son şarkımız diyecekler de oleeyy yeter yahu inin
diye bağıracağız, dalgamızı geçeceğiz” telaşında…
Veya albüm demo yapacaksın, firma bulamayacaksın,
bulsan albüm çıkmadan bile internete düşecek, herkes
indirecek. Bir de grubu eleştiri adı altında taşlayanlar
var… Eleştiriyorum diye sadece kendini kandıracağı
bir tarzda onca emeğine saygısızlık yaparlar. Bu
konu da çok önemli… “Herkes her istediğini demekte
serbesttir” lafını bir tek kendileri için geçerli sayanlar,
eleştiri sınırlarını kontrol edemedikleri zaman
kendilerine aynı tarzda eleştiri yapıldığında üzülüp
süzülüyorlar. Olayları; laf ebeliği yapma, ortamda
lafı nasıl oturttum mesajı verip puan kazanma…
Yani bunların o kişilerce ego tatmini amaçlı olduğu
bir gerçek. Ama aklı başında her okuyan insanın da
düşüncesi, bu tarz hakaret formatlı eleştiriler getiren
insanların her kelimesinden bir eziklik aktığıdır. “Ben
sevmedim grubun müziğini arkadaş, şu şöyle bu böyle”
demek gayet basitken, ağdalı cümlelerle kişisele
varacak hakaretsel yaklaşımlar grup için üzücü ama bu
adamlar için daha da üzücü. Adam bu grubu sevmediğini
söylüyor ama o kadar önemsiyor ki üşenmeden böyle
uzun uzun yazıyor. Belli ki evinde bu grubu dinleyerek
kafa bile sallıyor ama kim bilir belki gitaristi eski kız
arkadaşıyla çıkıyordur. Veya bir topluluk içinde lafı
oturtmuştur, içine dert olmuştur. Çok nedeni olabilir.
Sevmiyorsan önemseme be arkadaş, beğenmediğini
söyle gitsin. Her neyse, işte bu süreç, bu zorlu
koşullar, grupların içinde cidden şevk namına bir şey
bırakmıyor. “Kötüye iyi mi diyelim?” lafı var bir de…
Deme arkadaş deme tabi ki, ama kim çok iyiydi ki en
başta. Samimi bir şekilde işini yapmaya çalışan adamı
da baltalama, en küçük bir söz her ne olursa olsun grup
adına moralleri bozar, sonuçta insanız hepimiz… Bir de
grupların kendileri ile ilgili haberleri niye forumlarda
paylaştıkları hususunda yaygara yapan arkadaşlar var.
Yahu adamlar ne yapsın? Buna da mı kusur buldunuz?
Adam yeri geldi mi kendi reklamını yapacak tabi…
İyi haberleri verecek kendiyle ilgili… Çocuğu gibi
olan grubu ile ilgili acaba nerede nasıl haber çıktı
diye belki günde en az 1 saatini Google’a harcayıp,
gördüğü güzel bir yorumu, daha doğrusu mutluluğunu
elbette paylaşmak ister. Hava atmak değil ki bu…
İnsan yarattığı bir ürünün beğenilmesinden keyif alır.
Yok konser haberini niye verdin, yok neden hangi dergi
kaç puan verdi diye albümünün reklamını yaptın? Yahu
nasıl bir yaklaşımdır bu; cidden trajikomik…. Adam ne
yapsa kafasına vuracak. Burada hata grubun gidip de
bu tür insanlarla polemiğe girmesidir. Girmeyeceksin,
zor biliyorum ama kendini tutacaksın. Çünkü cevap
verdiğin an kalkıp o adamın yanına ineceksin. Bırak
o senin bulunduğun yere hayranlıkla baksın. Peki ya
grupların hiç mi suçu yok? Bu işler karşılıklı… Şimdi
biraz da çuvaldızı kendimize batırma vakti… Ne
konserlerimiz, ne albümlerimiz, 1990 yılında verdiğim
örneğin bile yanından geçmiyor. Bir Dr.Skull albümünü
o devirde yapabilen bir ülkenin insanı bu kadar umarsız
davranmamalı. Organizasyonlar saçma sapan işi bilmez
arkadaşların eline bırakılmamalı… Böyle arkadaşların
talepleri nazikçe reddedilmeli… Çok konser biliyorum,
yemek-yol parası karşılığı çıkılan ama eşten dosttan
alınan borçlarla otobüs bileti alınıp geri dönülen.
Samimi bir şekilde ödeyemeyen, batan konserler
olabilir ama yine o noktaya geleceğim, müzisyene
de saygı göstermek gerekmez mi? O organizasyonu
yaratan en büyük etken gruplar ise batacaksın
ama verdiğin sözü tutacaksın. Bu bir iş ilişkisi de
sonuçta, bir lokantada yemek yedikten sonra “pardon
arkadaşım gelip hesabı o ödeyecekti ama gelmeyince
ödeyemiyorum” demek gibi bir şey bu…
Sözün dönüp dolaşıp geldiği nokta, ne seyirci müzisyene,
ne müzisyen seyirciye, ne de organizatörler seyirci ve
müzisyene saygı göstermiyor. Bu yazdıklarımın altında
yaşadığım veya duyduğum gördüğüm bazı olaylar yatıyor
ama detaylara inmeyeceğim. Kimseden çekinmek
değil ama nasıl derler, ağaca değil ormana bakalım. Bu
işi layığıyla yapmayacaksak hiç yapmayalım; layığıyla
yapmaya çalışanların emeklerini de heba etmeyelim.
Bu sözlerim hem müzisyenlere, hem seyirciye, hem
organizatörlere, hem dergi çıkartanlara ve hem
de klavye metalcilerine büyük hizmet sunan forum
sitesi yöneticilerine. Üzerine alınması gerekenler
dışında işini layığıyla yapanları da sevgiyle selamlıyor,
başarılarının devamını diliyorum…
Görüşmek üzere…
Dursun Çiftkrosoğlu
www.myspace.com/goremaster
SELİM VARIŞLI
Her tarafından leşlik akan mevzular bu
anlatacaklarım. 1996-97 dönemiydi irc ile tanıştım.
Hayatıma düşen ilk gölgelerdendir. Dal.net serverı
vardı, global bi serverdı ama Türkiye’den çok
fazla kullanıcısı vardı. Özellikle 1999 başından
itibaren geometrik oranda katlanarak arttı
kullanıcı sayısı. Tabii nerde çokluk orda b*kluk
prensibi gereği 1999 boyunca Dal.net başta
olmak üzere Türkiye’de bilinen irc sunucularını
b*k götürdü. Adana bu lağımın en yüksek debiye
sahip olduğu ana arterlerden biriydi. Artarda
açılan internet cafeler, bu cafelerde saatlerce,
günlerce, gecelerce irc başından ayrılmayan
şopar bi güruh ve bu güruhun yarattığı Tolkien’i
bile hayrete düşürecek düzeyde fanteziler
altüst etmişti ortalığı. Metalciler bu fantezilerin
odağında yer alıyorlar, hatun peşinde koşmaktan,
partner arayan gaylere kadar türlü türlü metalci
irc ortamlarında boy gösteriyordu. Normal şartlar
altında sokaklarda asla göremeyeceğiniz bu kişiler
irc’den bakınca Adana’yı seksenler Bay Area’sı gibi
bir metalci yuvası formatına itiyorlardı resmen. O
derece kalabalıktı ortam.
Dal.net’in başlarda sessiz sakin ve masum olan
Adana kanalı, true Adanalıların kanala müdahil
olmalarıyla çığrından çıkmış, fatal hareketler,
brutal atraksiyonlar, metalcilerin irc birliği, sonra
bu birliklerin sayısının artması ve birbirleriyle
mücadeleye girişmeleri, bi cafeden diğerine adam
dövmeye gitmeler, “bizim cafenin duvarları daha
siyah” formatlı filli boya kapışmaları, cafeler
arası kavgaların son derece gergedanca level
atlayıp Adana’dan Mersin’e trenle adam dövmeye
gitmeler şekline gelmesi, Adana kanalının sahibinin
Mersin’li olması ve Mersin’de yaşıyor olması
tezatını nedense sindiremeyen tayfanın adana2,
harbi_adana falan gibi kanallar açıp topic’ten
orijinal kanala küfür etmeleri (bilmeyenler
için irc zamanlarında “topic” tanımı, kanal
hakkında üç beş satırlık bi açıklama yazmak için
kullanılırdı, kanala her giren o yazıyı görürdü) gibi
ötenazik hareketler; Adana kanalının olağanüstü
genel kongresinin toplandığı gün adanametal adlı
kanaldan birilerinin adana kanalının yöneticilerine
saldırıp kanala çökmek amacıyla toplantıyı
basmaya kalkmaları şeklinde meyve vermişti.
Ben o toplantıdan sonradan haberdar olduğum
için mevzuyu birebir yaşayamadım ama o olaydan
sonraydı sanırım, kanal operatörlerinden biri
kanaldan ayrılıp kendine ait bi server kurmaya
karar vermişti. Türkiye’de irc’nin karanlık çağının
başlaması da bu döneme denk gelir.
Ama önce, Dal.net irc serverlarının Türkiye’den
erişime kapatılmasına sebep olan olaylar
zincirinden bahsedeyim. Dal.net’in Türkiye’deki
tek ircop’u İstanbul’dan Kelaynak nickli biriydi
(irc operator, girdiği her kanalda yönetici yetkisi
alabilen global operatör anlamına gelirdi ki
dünyanın en büyük irc serverı sanırım Dal.net’ti
o zaman, baya büyük bi yetkiydi bu ama kimseye
beş kuruşluk faydası da yoktu). Bu Kelaynak 99
yılında o dönemin en büyük Türk kanalı olan
efsanevi Zurna’nın yönetimine her nasılsa çökmüş
ve kanalı kanal topicinden ilan vererek açık
artırmayla satmaya kalkmıştı (ircop’lar istedikleri
kanalda operatör yetkisi alabiliyolardı ama kanal
kurucusu yetkisi alamıyorlardı, dolayısıyla bi
kanala direk çökmeleri söz konusu değildi ama
bu eleman bi şekilde yapmıştı bunu). Kelaynak’ın
metalci olduğu ve grubuna albüm yapmak için
kanalı satışa çıkardığı falan anlatılırdı o zamanlar.
Neyse, kanala verilen teklif 13.000 dolara
kadar yükselmişti ki Dal.net yönetimi bu büyük
tuhaflığın nihayet farkına varabildiler ve kanala
frozen koyup satışı falan iptal ettiler. Kelaynak’ın
ircop yetkisi de o sırada elinden alınmıştır sanırım
ki kendisinden haber alamadık bi daha.
Bi kanal ancak server adminleri tarafından frozen
edilebilirdi ve frozen edilen kanal yöneticisiz,
operatörsüz,
başıboş
kalırdı.
Kullanıcılar
kanala girebilirlerdi ama kanal geneline mesaj
yazamazlardı ve kanal yönetimine de kimse
geçemezdi. Tabii en tenha saatlerde 2000 user’dan
aşağı inmeyen Zurna kanalının zaten doğru dürüst
bi etkisi olmayan yönetiminin ortadan kaldırılması
kanalı vahşi batıya çevirmişti. Uzunca bi süre
böyle kaldıktan sonra kanal tamamen kapatıldı.
Sanırım şu an halen kapalı tutuluyor.
Bu Zurna vukuatı, insanların irc’de kavga edip
sonra gerçekten birbirlerini bulup sille tokat
girmeleri, işin adam yaralamaya kadar gitmesi,
Türkiye’deki metal kanallarından şoparların
yabancı metal kanallarına girip küfür etmeleri
ve dahası oradaki insanları kendi kanallarına
kavga etmeye çağırmaları (oha ama gerçek) Dal.
net sunucularına sürekli yapılan Türkiye kaynaklı
saldırılar ve en önemlisi server’ın dünya çapındaki
yoğunluğunun önemli bi kısmını Türkiye’den giren
ve ne halt ettiği belli olmayan o karanlık güruhun
oluşturuyor olması neticesinde Dal.net yönetimi
Serverlarını Türkiye IP’lerine kapatma kararı aldı.
Sonrasında da karanlık çağ başladı.
Art arda açılan Türkiye kaynaklı serverlardan
biri de irc.mavra.net’ti ki Adana kanalının
operatörlerinden biri tarafından açıldığı için
popülaritesi hızlıca yükselmişti. Türkiye’nin en
kalabalık serverları arasındaydı ve Adana’daki bir
internet cafenin desteği ile ayakta duruyordu.
Mavra tayfası da sürekli buraya takılıyolardı. Tabii
Dal.net’ten miras alınan ekşın dolu performanslar
şiddetini artırarak sürüyordu, düşman cafeler
ve düşman kanallar artmıştı. Bu arada Mavra.
net’in hızla yayılan şöhreti, belki hayatının hiçbir
döneminde irc ile yolu kesişmeyecek, internet
cafeye sadece Midtown Madness oynamak için
veya zavallı 56 k bağlantıyı üç beş adult fotoğraf
görebilmek için sömüren insanların da ilgisini
çekmeye başlamıştı. Bu insanlığın nasip vermeye
tenezzül etmeyeceği adamlar servera dalarak
ortalığı daha da karıştırmakla kalmamış, bunlardan
server yönetimiyle kavga eden bi tanesi, yukarıda
sözünü ettiğim internet cafeye giderek yönetimi
tehdit etmiş, server şifrelerini cebren ve hile ile
alarak servera çökmüştü! Adamın bezelyeden
hallice zekasıyla bi irc serverına nasıl çöktüğü, o
bir yana Telnet’i kullanmayı nasıl becerdiği bile
bugün hala muamma.
--o-1995 yılında ortaokuldayken Volkan adında bi
elemanla tanışmıştım. O zamanlar rock müzikle
bi alakası yoktu ya da vardı ama ben bilmiyodum
çünkü benim de olayla ilgim Hendrix, Scorpions,
Deep Purple, Bryan Adams falan düzeyindeydi.
Neyse ortaokulu bitirince bu elemanla kontağı
kaybettim ben. Aradan üç sene geçti, liseyi
bitireceğim artık, o sıralar… Bi gün radyoyu
zaplarken tesadüfen Smoke On The Water’a denk
geldim. O kanalda bıraktım radyoyu dinliyorum.
Meğer DJ jingle tadında kullanıyormuş şarkıyı.
Konuşmaya başlayınca da fark ettim ki DJ bizim
Volkan :) Aradım hemen “baba naber iyidir” modu
yaptık biraz. Ultimate siyasi bi radyoda ultimate
extreme söylemler çerçevesinde metal programı
yapıyordu.
1999
Adana’sında
sokaklardan
hasta köpekleri toplar gibi siyah tişörtlüleri
topluyorlardı, o dönem yaşanan malum olaylar
yüzünden (toplananlar arasında hasta köpekler
de yok değildi, o ayrı). Ve bu herif radyodan cayır
cayır çalıyodu, bi yandan da saydırıyordu mevzu
dahilinde kim var kim yoksa.
Siyasi çerçevede yayın yapan radyoyu televizyonu
gazeteyi falan hiç bi zaman sevmedim. O zaman da
gıcık olurdum. Volkan’a da söylemiştim bunu, leş
gibi bi radyo aslında sizinki demiştim. “Abi napiim
anca bunlar izin veriyo bu tarz müzik yayınlamama”
demişti. Şimdi 2010 yılından bakınca pek anormal
gelmiyor ama o dönem Adana gibi root of all evil
bi şehirde lokal bi radyodan metal yayını yapmak
cidden fantezi işiydi. Bilmediğim bi sürü grubu o
programda öğrenmişimdir. Toplamda 1 sene falan
sürdü sanırım. Sonrasında da programın yayınını
“fazla siyasi olduğu gerekçesiyle” durdurdu radyo
yönetimi. Omurganıza tüküreyim diye o zaman da
söylemiştim, şimdi de söylüyorum.
Not: Türkiye’de metalin içler acısı yüzüne dair bazı extreme
hatırların yer aldığı bir de forum sayfası verelim:
http://www.duslervekabuslar.com/forum/topic.asp?TOPIC_
ID=9954&whichpage=5
EMRE DEDEKARGINOĞLU
IMAGES
Herkese merhabalar! 2010’un ilk yarısına
yaklaşıyoruz yavaş yavaş, festivaller konserler
ard arda geliyor, bazıları da iptal ediliyor,
üzülüyoruz. Ozzy Osbourne’u eylül sonunda
göreceğiz, orası güzel... :D Geçtiğimiz ay ilk
başta Flotsam And Jetsam’ın iptali ile üzüldük,
Nisan başına kadar 21 bilet satıldığı için iptal
edildi konser... Türk insanı olarak her işini son
güne bırakmak kronik hastalığımızdır açıkçası,
belki son güne kadar belli bir sayı elde edilirdi
ama organizatör bu riski almak istemedi.
Onların da kendi açılarından haklı gerekçeleri
var. Flotsam And Jetsam’ı görsek iyi olacaktı
ama kısmet değilmiş. Neyse diyelim. Bu ay
birde tee İzlanda’dan ocağımıza incir ağacı
diken Eyjafjallajokull adlı volkan Avrupa hava
sahasını mahvedince 22 Nisan’da yapılacak olan
Draconian konseri de yalan oldu ve mayıs ayına
ertelendi. Her ne kadar grup MySpace’inde
gelmek istediklerini ama organizasyon tarafından
tarihin ertelendiği söylense de vardır bunda da
bir hayır diyoruz. Mayıs ayıyla birlikte bizleri
yavaştan yoğun konser programları bekliyor.
Geçtiğimiz hafta Secret Chiefs 3’ün geleceği
de duyuruldu. Ağlamaklıyım zira haftaiçine
geliyor. Ben Ankara’dan kalkıp mümkün değil
gidemem. Riverside’a da içim kan ağlayarak
gidemeyeceğim ne yazık ki... Sınavlar var,
onu geçtim ALES var, böhühühü. :’( Mayısın ilk
haftasında Anathema ülkemize 3842. ziyaretini
de gerçekleştirecek. Bu sefer yeni albüm
çıkartacakları kesinleştiğinden artık kabak tadı
veren setlistlerinden biraz uzaklaşacaklarını
tahmin ediyorum. Deicide, Caspian, Bob Dylan
ve Lamb Of God bu ay içinde ülkemize ziyaret
edecek diğer gruplar... Gördüğünüz gibi, bu sene
tam bir Killing Spree modundayız, para bulmak
lazım etraflıca... :D
Festival konser diye gideceğim bu ay sanırım, zira
ağır ders yükü sebebiyle bu aralar doğru düzgün
ne çıkmış, kim ne yayınlamış pek bakamıyorum
bile... :D Sonisphere Festival’in de resmi
programı açıklandı. Özellikle pazar programı
başta hayal kırıklığı yarattı. Tabii festival olduğu
için Slayer veya Megadeth’in iki saat ve ya
doksan dakika çalması fazla ütopik olurdu ama
ilk başta Megadeth’e 45 dakika görünce bende
şaşırdım açıkçası... Sonradan gelen tepkiler
üzerine Megadeth bir saate, Anthrax 45 dakikaya
çıkartıldı. Buna da şükür. Mastodon ve Volbeat’in
ise çalma süreleri hala kısa olarak yerlerini
koruyor. Özellikle Mastodon’un uzun şarkılarıyla
otuz dakikada ne yapacağı merak konusu oldu.
Diğer yandan Hayko Cepkin’in Volbeat üstünde
bir saat çalacak olması da bazı kesimlerce
pek hoş karşılanmadı. Açıkçası bende Hayko
Cepkin’in yurdum sanatçısı olmasından dolayı
her zaman onu izleyebileceğimizi düşünüyorum.
İsminin ülkemiz piyasasında Volbeat’ten doğal
olarak daha büyük olması bu konuda çokta
önemli bir nokta mı, o da tartışılır. Neyse, en
azından bu kadar grubu izleyecek olmamız bile
hala şaka gibi geliyor. Önemli olan budur.
Dün Angara semalarında Profestival Rock’ın
ilk gününü nihayete erdirdik ayrıca... Pis
metalciler olduğumuzdan festivalin bugünkü ve
yarınki programına katılacağız gibi durmuyor. :)
Efendim bildiğiniz gibi Profestival’de Deathstars,
Katatonia, Kreator ve Sepultura sırasıyla bu
dörtlü açıklanınca heyecanlara gark olmuştuk.
Festivalden bir hafta önce Sepultura kendi
isteğiyle daha erkene alınınca headliner Kreator
oldu. Gittik dün festivale... Organizasyon
detaylarına bir şey diyemeyeceğim, yemektir,
lunapark şeysileridir, tuvaletlerdir, hiçbirini
kullanmadım. :D Ama program aksamadan ve
iyi diyebileceğim bir ses düzeniyle (sadece
Katatonia sorun yaşadı, Sepultura ve Kreator
gayet iyiydi) ilk günün altından kalkılması bence
yeterlidir, gelecek açısından umut vericidir.
Umarım bu ilk yıldan aldıkları deneyimi
arttırarak devam ettirirler. Ankara’nın da böyle
etkinliklere ihtiyacı var memur kenti olarak...
:D
WORDS
Ben içeri girdiğimde Sepultura çıkmak üzereydi.
Brezilya’nın metal adına en büyük mamülü,
Cavalera kardeşlersiz biraz eksik olsa da (her
Sepultura dinleyenin içinde ukte olmuş artık. :D)
yine de can canan ettiğimiz Sepultura ilk defa
Ankara’da çıkacaktı, ne güzeldi. Ayarlamalar
bittikten sonra Andreas, Paulo, Jean ve Derrick
teker teker geldiler sahneye ve yardırmaya
başladılar. Sepultura’yı önceki iki gelişinde
izleme şansım olmamıştı. Derrick Green’in
frontmanliği hakkında çok şey göremesekte
sesi konusunda gayet başarılıydı, vokalleri
güzelce icra etti. Yeni davulcu Jean Dollabella
ise deli gibi çaldı, kesin kardiyak sorunlardan
gider adam, bir saniye düzgün duramadı. Igor
Cavalera gibi bir azmanın yerini doldurmak
kesinlikle zor iştir ama Dollabella’yı beğendim
açıkçası. Andreas Kisser’ı ise izlemek kesinlikle
bir zevk, hem sahneye hakimiyeti hem de
gitarını konuşturmasıyla seyirciyi oldukça gaza
getirdi. Bu arada grubun artık edindiği tek
gitarlı groove soundunun eski şarkılara da farklı
bir dokunuş getirmesi dikkatimi çekti. Yıllardır
çift gitarlı dinlediğim Max dönemi Sepultura
şarkılarını tek gitardan duyunca ilk başta biraz
ilginç geldi açıkçası. :D Sepultura hem eski
klasiklerinden hem de Derrick Green ile olan
döneminden şarkılar çaldı ama seyirci en büyük
eşliği yine klasiklerde gösterdi. Arise, Territory,
Sepulnation, Refuse/Resist ve tabii ki en çok
beklenen şarkı Roots Bloody Roots’da bayağı
bir katılım vardı. Sonuçta Sepultura canavar bir
performans gösterdi ve bizleri memnun bıraktı.
Ardından
Katatonia
çıktı.
Uzun
süren
souncheckleri galiba pek istedikleri gibi olmadı,
zira sahneye çıktıklarında hala sorun devam
ediyordu. Roadieleri soundcheck sırasında
anlaşılamamaktan yana dertliydi biraz. Katatonia
artık iki Extreme Metal grubunun arasında çıktığı
için mi bilemem, bana üç sene önceki Ankara
konserini arattı açıkçası... Biraz da kısa kaldılar
sanırım. Gördüğüm diğer bir nokta şu ki, Night Is
The New Day şarkıları pek konser şarkıları değil.
Zaten ağır ve dinleyiciyi yerden yere vurmayan
bir albüm, Forsaker ve The Longest Year dışında
çaldıkları diğer üç parçada seyirci tepkisi net
azaldı. Ne zaman The Great Cold Distance ve
öncesi çaldılar, eşlik arttı, tepki arttı seyircide.
Bende açıkçası Katatonia’nın eskilerine daha
çok yakınımdır. Dolayısıyla Saw You Drown
ve Teargas çalmaları net kral oldu. My Twin,
Leaders, Evidence ve Ghost Of The Sun’da
bayağı ilgi topladı. Grubun gitarist ve basistleri
şu an geçici üyeler ama grup hiçte kopuk bir
görüntüde değildi, fakat birşeyler eksikti. Yine
de eğlendim Katatonia’da, içimde bir Murder
uktesi bıraksalar da eğlendim. Çok seviyorum,
ne yapayım? :D
Kreator... Bu adamları anlatmak zor, izlemeniz
lazım. Yardırdılar, acımadan yardırdılar. Seyirciyi
avuçlarının içine aldılar, yerden yere vurdular.
Playlistleri gayet iyiydi, klasikler es geçilmedi,
When Sun Burns Red, The Pestilence ve Endless
Pain sürpriz oldu. Mille Petrozza sürekli
“moshpit” diyerek gazı yükledi seyirciye...
Grup kendini öyle kaptırdı ki Christian coştu
bir ara, Mille iki defa gitarda yardırmaktan
şarkıya girmeyi unuttu. Jürgen denen sayborg
gene makine gibi tıkır tıkır işledi, bir saniye
bile durmadı. Bu ne bütünlüktür, ne gazdır,
cidden metal dinleyen herkesin bu adamları
bir kez görmesi lazım. Phobia her zamanki gibi
seslerimizi kısan şarkı oldu, Pleasure To Kill,
Terrible Certainity, Extreme Aggression, Coma
Of Souls, Flag Of Hate, Tormentor gibi klasikler
bir bir suratta patladı, son albümden Amok Run
çalmaları beni ayrıca sevindirdi. Kreator kısacası
Ankara’yı salladı ve gitti.
Güzel bir gün oldu açıkçası... Yapanlara teşekkür
ediyor ve kutluyorum. Sizlere de güzel bir ay
diliyorum, görüşmek üzere...
CRAZY DANCE WITH LOVE
Çocukluğumun lunapark gezintileri, Atlı Karınca,
Çarpışan Arabalar gibi tehlikesiz ve eğlenceli
oyuncaklara binmemle sonuçlanırdı hep.
saniyeliğine görebilecektim onu. Yeterdi.
Olduğu yere uzaktan baktım, bu mesafeden bile
mutlu edebiliyordu, ne tuhaf…
Küçüktüm, büyüdüm…
Deli bir halaya sahibim ben. Konya’ da yaşar,
tatiller de İzmir’ e gelir. Tam bir İzmirlidir.
Gelince Fuara mutlaka uğrar. Lunaparktaki en
acayip, en korkunç şeylerin hepsine biner.
Küçükken eşlik edemezdim ona, üzülürdüm.
Biraz büyüdüm sonra… Halayla ilk lunapark
gezimizdi ve ben Crazy Dance’ le, tehlikeli
oyuncaklar
dünyasına
giriş
yapacaktım.
İnanılmazdı. Çığlık atıp durmuştum, biraz
heyecandan,
biraz
korkudan,
biraz
da
eğlenceden…
Böylece “ tehlikeli oyunlar” dünyasına girmiş
oldum. Büyümek demek, her anlamda “
bu” demekmiş. 10 yıl önce başladığımda
anlamamıştım.
10 yıl sonra bugünlerde öğrendim!
Aylardır yolunu gözlediğim adam fuardaydı.
Sonunda gelmişti. Belki 5 dakikalığına, belki 5
ASUMAN İNCİ
Gece 4 kere uyanmıştım. Her seferinde de “ Eyvah
geç kaldım” diyerek… Sabahın köründe kalkmış,
kuaföre gitmiştim. Giyinip süslenmiştim…
Kendime, ona sunabileceğim bi bahane bulup onu
aramıştım. “ Görüşmeyelim” demesine rağmen…
Ve, o an, tam karşımdaydı. Yanına gitmeye
çekindim. Başı çok kalabalıktı. Eğer görüşeceksek
ve iki kelime edeceksek, bunun, bu defa bir şeye
benzemesini istiyordum.
Fuar binasından çıktım, zaman geçirmek, stres
atmak için lunaparka gittim. Bilet aldım ve
tehlikeli oyuncaklar dünyasına adım attığım,
benim için her türlü banko olan Crazy Dance’
in önünde, bi önceki turun bitmesini beklemeye
başladım. İnsanları izledim.
Eğleniyolardı. Mutlu görünüyolardı.
Kırmızı koltuklu bölümüne baktım oyuncağın.
Tanıdık bir yüz vardı. Sevdiğim adamın eski
sevgilisiydi o. Oradaydı ve dalgalı saçlarını
savurarak,
gülerek
eğleniyordu.
Mutlu
görünüyordu.
Bense mutsuzdum.
Tur bitti. O inerken ben bindim, benden önce
gelmişti. Yanımdan geçti gitti…
Çocukluğumda
o
koltuklara
oturuşumdaki
heyecanla alakası yoktu bi defa yaşadığım
duygunun… Aslında ne hissettiğimi de tam
olarak tarif edemem. Bir şey hissedemediğimi
söyleyebilirim sanırım. Tanıdıktı… “ Kız arkadaşım
var ve yarın yanıma geliyo” mesajını okuduğum
ankiyle aynıydı.
Yerime
oturdum.
Oyuncak
hareketlendi.
Hayatımın en acı çığlıklarını attım. Kimse fark
etmiyordu nedenini. Histerik kahkahalar atarak
dönüyordum, savruluyordum lunaparkta…
Göl’ ün oradaki bira bahçesine gittim. Biraz
içtim, düşündüm. “ Keşke” dedim. “ Keşke, dalga
geçer gibi, seninle İstanbul’ da görüşürüz. “
demek yerine “ Eski manitaya sözüm var, üçümüz
çok uyumlu bi trio olmayız malumun” deseydi.
Aslında bu bile tam olarak gerçek değildi.
Gerçek, benimle görüşmeyi, benim arkadaşlığımı
istemiyor oluşuydu. Yine de, “ Seninle İstanbul’
da görüşürüz” den çok daha iyiydi, sahiciydi.
Kızacak mıydım ya da kırılacak mıydım ona? Öyle
olsa bile, ona neydi? Çok mu düşünüyordu ki beni?
Önceden yapılan bir programı anlayamayacak
kadar aptal bir kız mıydım ben? “ Seni artık
sevmiyorum” diye yalan söylediğimde “
Muhteşem” cevabını veren adam, benim üzülüp
üzülmediğimi bu defa neden önemsemiş olsundu
ki?...
Neler düşünmüştüm… Defalarca İstanbul’ a gidip,
onu aramıştım ve o her seferinde bir bahane
bulmuştu görüşmemek için. Şimdi İzmir’ e
geliyordu ve “ İstanbul’ da görüşürüz” diyordu.
Uyuz olayım diye söylüyor olabilirdi. Evet, evet.
Kesin öyleydi, gelince arayacaktı. Normal bi insan
olamazdı bunu söyleyen.
Aptalmışım. Gerçek, hayatımın
oyununda karşımda durmuştu.
ilk
tehlikeli
Onu aradım ve “ Oralar çok kalabalık,
uğrayamayacağım yanına” dedim. Bir yalan daha
söyledim ona. “ Tamam” dedi. Dünden razıydı
zaten o da…
Büyümüştüm. Büyürken bütün oyunlar daha
tehlikeli hale gelmeye başlamıştı.
Büyümek bana son kazığını da, geçtiğimiz
Cumartesi atmıştı…
ZELİHA KARAKOCA
Şeylerin Dünyası...
Ayak takımının en adi soyluluk gösterileri kadar sahte bu dünya!
Geleceğin küçük iblisleri gülümsüyorlar masumca insana..
Kendince günah olana kışkırtıyorlar masum gülüşlerindeki
dehalarıyla. İblis en evrensel varlık(! ) yeryüzünde. Öyle ki,
zamanın koşullarına kendini uydurup insanı kandırmanın yolunu
bulmuştur her daim…
İnsan, zavallı, savunmasız, masum yaratık(!). İblise yüklüyor
günahlarının bedelini…
Oysa İblis içinde, iyi de kötü de onda başlayıp biter.
Aklın arzularının gerisinde kaldığında…devam et…iblise sığın…
devam et arkasına saklanmaya…
Herkes görüyor onları! Gerçekte olmayan bir şeye, kendi savunma
mekanizmalarına köleler, köleleriler çünkü acizliklerinin!
Ölümlülere hükmün geçse de, göçmüşlere geçmez hükmün!
Saltanatın yaşadıkça…
Çünkü her şeyden önce insansın sen! Yokluğuna katlanabilmek
için yok etme her şeyi!
Yok etmenin ötesi bilinmezlikler diyarına varır.…
Gülünç şeyler tabi…ama güldüklerimizden ibaret şeylerin
dünyası…

Benzer belgeler