Kemal Kurdaş-ODTÜ - İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği

Transkript

Kemal Kurdaş-ODTÜ - İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği
İSTANBUL ODTÜ MEZUNLARI DERNEĞİ YAYINIDIR
TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013
“Üniversitenin her karış toprağını,
dikeceğimiz her binanın etrafını
ağaçla donatacağız.”
Kemal Kurdaş-ODTÜ Yıllarım
ODTUMIST
İLETİŞİM REKLAM TARİFESİ
ODTUMIST
DERGİ
REKLAM TARİFESİ
TEK SAYI
4 SAYI
TAM SAYFA
KARŞILIklı 2 TAM SAYFA
GÖBEK
3. SAYFA
ÖN/ARKA KAPAK İÇİ
ARKA KAPAK
INSERT
FREKANS BÜTÇE İNDİRİMİ
1.500+KDV
2.500+KDV
2.500+KDV
2.250+KDV
2.500+KDV
3.000+KDV
4.000+KDV
1.200+KDV
2.200+KDV
2.200+KDV
1.800+KDV
2.000+KDV
2.800+KDV
3.200+KDV
%30
PEşİn İNDİRİMİ
ODTUMIST
DUYURU
%10
SPONSORLUK
3 AYLIK
6 AYLIK
YILLIK
DUYURU SİSTEMİ
5.000+KDV
9.000+KDV
15.000+KDV
@odtumist
REKLAM TARİFESİ AYLIK
TEPE BANNER
ODTUMIST
WEB
3 AYLIK
450+KDV
ARA BANNER
350+KDV
SAĞ/SOL BANNER 400+KDV
ALT BANNER
odtumist.org AÇILIŞ EKRANI
6 AYLIK
YILLIK
1.250+KDV
2.250+KDV 3.750+KDV
800+KDV
950+KDV
1.450+KDV 2.500+KDV
1.600+KDV 2.750+KDV
350+KDV
800+KDV
1.000+KDV 2.500+KDV
1.450+KDV 2.500+KDV
4.500+KDV 8.000+KDV
İletişim için: [email protected]
Belirtilen tüm fiyatlar TL cinsindendir.
1
8
Dernek’ten
ODTÜ’lüler Cachi’de buluştu............................................. 4
odtü geçilen yer değil, okuduğumuz okul ve ellerimizle
dikip yeşerttiğimiz ormandır.............................................. 6
ODTÜ’DEN
2013-2014 öğretim yılına başlarken.................................. 8
“Yeşil tutkusu-Bir tutku ki dostlar başına”
Kemal Kurdaş-ODTÜ Yıllarım........................................... 10
odtü ormanının Ankara’nın yeşil kuşağındaki rolü........ 12
Gündem
BALKAN SAVAŞLARI:
Çizilemeyen kaderin ortak acıları.................................... 14
Paris 1871 – Gezi 2013.................................................... 19
SÖYLEŞİ
Tayfun Kahraman ile
İstanbul’un yeşil alanları üzerine..................................... 20
Kemal Erdoğan:
“Şimdi aldıklarımı topluma geri verme zamanı...”........... 22
Cengiz Bozkurt:
“ODTÜ ruhu, her koşulda vicdandan yana olmaktır”.............. 26
Bir ODTÜ’lüden “çevre sorunları el kitabı”............................... 30
20
22
26
30
Gündem
“Kuzey Ormanları Savunması” (KOS) nedir?....................... 34
GEZİ
Hallstatt’ın büyülü atmosferine hoş geldiniz................... 36
Dernek’ten
Fotoğraf Çalışma Grubu................................................... 40
Edebiyat Kulübü.............................................................. 42
Burs Havuzu Çalışma Grubu............................................ 44
36
İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yayın organı
Temmuz-Ağustos-Eylül 2013
Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın
Basım Yeri ve Tarihi: İstanbul-Ekim 2013
Dernek Adına İmtiyaz Sahibi
Mehmet Rasgelener (ECON-STAT’78)
Cumhuriyet Caddesi Platin Apartmanı 21/4
34437 Taksim Beyoğlu/İstanbul
Sorumlu Müdür:
Nevay Samer (CP ’79)
Tepecik Yolu Sokağı No:82
Dalmaz Konut Apt. D.3
34337 Etiler/İstanbul
Özay Yaşar (SOC ’80)
Yayın Çalışma Grubu Üyesi
İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yönetim Kurulu
Mehmet Rasgelener (ECON-STAT’78)
Münire Atıcı (EE’10)
Arif Cevizci (CENG’89)
Mehmet Ali Acartürk (MAN’78)
M.Emre Gözleveli (CP ’02)
Serpil Kaya (IR’08)
Güçlü Gözaydın (ECON’96)
Yayın Çalışma Grubu
Uğur Ayken (ME ‘76)
Güzin Caner (CHEM ‘78)
Nevay Samer (CP ‘79)
Sefika Caculi (CE ‘85)
Özay Yaşar (SOC ’80)
Seçil Başkaya (SOC ‘03)
Feyzan Aliefendioğlu (CHE ‘78)
H. Belgin Ünal (SOC ’83)
Z. Asuman Dener (PSY ’88)
Güçlü Gözaydın (ECON’96)
Mehmet Rasgelener (ECON-STAT’78)
Banka Hesap No:
Aidat Hesabı Denizbank Mecidiyeköy Şubesi
3260 – 1441947 – 351
TR330013400000144194700013
Burs Havuzu Hesabı Denizbank Mecidiyeköy Şubesi
3260 -1441947 – 599
TR110013400000144194700021
Yönetim Yeri Adresi
Cumhuriyet Caddesi Platin Apartmanı 21/4
34437 Taksim Beyoğlu/İstanbul
Dernek Telefonları
Tel: +90 0212 274 68 60 Fax: +90 212 274 67 87
www.istodtumd.org
[email protected]
e-mailinizi bize bildirin, aylık etkinliklere ve duyurulara
daha çabuk erişin
Yayın Hazırlık
Tetra İletişim Hizmetleri Ltd. Şti
Çırağan Cad. Çırağan Apt. No:19/3
Tel: 0212 219 96 76
www.tetrailetisim.com
Genel Yayın Yönetmeni: Önder Kızılkaya
Editör: Umut Bavlı
Grafik uygulama: Kübra Şahin
Fotoğraf: Volkan Taşkın
Baskı
Şan Ofset Matbaacılık
Ayazağa Mah. Kemerburgaz Cad. No: 13 Şişli/İstanbul
Tel: 0 212 289 24 24
Baraka dergisinde yayımlanan yazı ve fotoğrafları yayma hakkı
İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği’ne ait olup kaynak gösterilse dahi,
hak sahiplerinin yazılı izni olmaksızın ticari amaçla kullanılamazlar.
Doğayla ve yeşille barışmak...
Sevgili ODTÜ’lüler,
Geçtiğimiz günlerde, Ankara Büyükşehir Belediyesinin Eskişehir-Konya
Yolunu ODTÜ sınırından bağlayacak
yeni bir otoban projesini uygulamaya
koyması, odağında ODTÜ’nün olduğu
bir çok tartışmayı gündeme getirdi.
Kamuoyunda çok tartışılan ve içlerinde ODTÜ’nün de olduğu taraflar
ve sivil toplum kuruluşları tarafından
değişik yönleriyle eleştirilen proje
hakkında dernek olarak görüşlerimizi
dergimiz sayfalarında da bulabilirsiniz. Üniversite arazisinin bir kısmından geçecek ve yaklaşık 3000 ağacın
kesilmesine neden olacak yol projesi
nedeniyle ODTÜ Ormanının dününü,
bugününü, Baraka okurlarına tekrar
hatırlatmak istedik.
“ Üniversitenin her karış toprağını,
dikeceğimiz her binanın etrafını ağaçla
donatacağız. Pencerelerin altlarını
bile. Sınıfının ya da laboratuvarının penceresinden dışarı bakan her
öğrenci önünde bir ağaç; gerisinde
bir koru ve daha geride de mutlaka üniversitenin ormanını görecek. Bu onun
doğayla ve yeşille barışması, sevişmesi
olacak. İnsanlarımız yeni bir kültürle yetişecekler ve Türkiye’nin çorak
topraklarının insanlarına ileride ışık,
önder olacaklardır.”
Aynı zamanda ODTÜ’nün kuruluş
felsefesini de anlatan bu sözler kurucu
rektörümüz Kemal Kurdaş’ın “ODTÜ
Yıllarım” isimli kitabından alınma.
1961 yılında rektör olmasıyla başlattığı
ODTÜ arazisini ağaçlandırma serüveninin ancak ana başlıklarını sizlerle
paylaşabildik burada. Her ODTÜ’lünün
tamamını bilmesi gereken tam 52 yıllık
kesintisiz “tutkulu” bir serüvendir bu.
Akasyadan başka ağaç yetişmez denilen
İç Anadolu Bozkırı’nın 30’dan fazla ağaç
çeşidini ve kuşundan kurduna sayısız
canlıyı içinde barındıran karma bir
ormana dönüşmesinin hikayesidir. Temelinde ise “bilgi, çalışma ve kararlılık”
vardır. Bu süreci yaşayan, bilen herhangi bir ODTÜ’lünün, ODTÜ Ormanından
tek bir ağacın bile zarar görmesine
göstereceği tepkiyi, duyarlılığı anlamamak zordur.
Çevre sayfamızda, bu felsefeyle donanımlı mezunlarımızdan birisi, aynı
zamanda çevre danışmanığı yapan
Nükhet Barlas (IE’78) ile piyasaya yeni
çıkan “Küresel Krizlerden Sürdürülebilir Topluma” başlıklı kitabı ve çağımızın
çevre sorunları üzerine konuştuk. Bu
söyleşiyi okurken ODTÜ farkını hissedeceksiniz.
Çevre demişken İstanbul’u da unutmadık, kısa da olsa İstanbul’un yeşil alanlarına ve Kuzey Ormanları’nın durumuna
bakmaya çalıştık.
“İçimizden Biri” ise bu sefer çok değişik
bir sektörden Karayolları Taşımacılığından, son günlerde çok önemli bir
satışla adını duyuran Kamil Koç Genel
Müdürü Kemal Erdoğan’ı (IE’90) ağırlıyor. Sektörün değişik yönleri ve ODTÜ
üzerine çok keyifli bir söyleşi okuyacaksınız.
Önemli bir haberimiz de derneğimiz
ile ilgili. Üyelerimizin çoğundan gelen
talepler doğrultusunda derneğimiz
artık çok daha ulaşılabilir bir noktada.
Taksim Gezi parkı karşısındaki yeni
merkezimizin, etkinliklerimizin ve
eğitimlerimizin çok daha katılımcı bir
şekilde gerçekleştirilmesine katkı sağlayacağını umuyoruz.
Yeni bir dönemde, daha dayanışmacı,
daha çevreci, daha özgür bir dünya
dileğiyle...
HABER
u
t
ş
u
l
u
b
e
d
’
i
h
c
a
C
r
e
l
ü
l
’
ODTÜ
yl
mmuz ayı kokte
te
i
eğ
n
er
D
rı
la
Mezun
olduğu
İstanbul ODTÜ
ıldı. Her zaman
ap
y
e
i’d
h
ac
le
C
gecesi Adahan
dahil olan üyeler
i
en
y
e
n
si
le
ai
unları
uruldu.
gibi ODTÜ Mez
mimi ilişkiler k
sa
ve
k
ca
sı
i,
şt
ekle
tanışmalar gerç
mezunlar eski
ve
i
er
el
y
ü
ek
n
der
rdi.
Bir araya gelen
i bir akşam geçi
ifl
ey
k
k
re
re
ti
iş
dostluklarını pek
a
d
a
r
a
r
i
b
ı
r
a
l
n
u
z
e
m
Ü
T
OD
DERNEK’TEN
a
Adası’nda, Suad
ay
ar
as
at
al
G
si
şma
teyl gece
klar, yoğun çalı
ağustos ayı kok
u
i
n
o
eğ
k
n
e
er
d
D
ce
rı
ge
la
n
olduğu
Mezu
eni
bir hayli yoğun
İstanbul ODTÜ
icileri, eski ve y
in
et
n
n
ö
si
y
gi
il
ek
n
n
rı
er
la
d
n
n
Mezu
a gele
Clup’ta yapıldı.
k attılar. Bir aray
re
şe
le
al
sy
ı.
so
i,
resin
zel bir gece yaşad
gü
a
d
temposunun st
n
sı
ra
za
z’ın eşsiz man
mezunlar, Boğa
4
HABER
Mezunlar
i
d
y
e
d
’
e
i
t
r
So
nen mezunlar
le
n
ze
ü
d
k
ra
la
o
rutin
n olduğu
tarafından her ay
i
eğ
n
er
D
Katılımın yoğu
rı
i.
d
la
il
n
ir
u
şt
ez
le
M
z
ek
Ü
rç
T
İstanbul OD
e Sortie’de ge
nek üyeleri Boğa
er
şm
d
çe
n
le
ru
u
ge
K
a
,
li
ay
y
ar
kokte
ı. Bir
gecesi eylül ayı
n temelleri atıld
rı
.
la
k
lu
st
o
d
i
en
vakit geçirdiler
de y
ş
n
o
si
h
ce
a
d
ge
n
l
tı
y
al
te
k
n
o
ü
k
tüsün
uhteşem görün
Köprüsü’nün m
5
HABER
odtü geçilen yer değil,
okuduğumuz okul ve ellerimizle
dikip yeşerttiğimiz ormandır.
İki nedenle, ODTÜ arazisindeki 3 bin kadar ağacı yok edip, Yüzüncü Yıl ve Çiğdem Mahalleleri’ni ikiye bölerek
yapılmak istenen yol hakkında ODTÜ mezunları olarak duyarlılığımızı ve duruşumuzu kamuoyu ile paylaşmak
istiyoruz.
Birincisi, Türkiye’nin ve dünyanın saygın bilim kuruluşlarından biri olan ODTÜ, kuruluş yıllarından itibaren,
bilimsel etkinliklerinin yanı sıra - ve aynı zamanda bilimsel bakış açısının gereği olarak - İç Anadolu bozkırını
yeşertme ülküsü doğrultusunda azalmayan bir heyecan ile çalışmalar sürdürmüştür. ODTÜ yerleşkesi ve bu
yerleşkenin %80’ini oluşturan ODTÜ Ormanı planlı, bilimsel, on yıllarca süren özverili bir çalışmanın ürünüdür.
57 yıllık mazisi boyunca, ODTÜ’nün bu konudaki çalışmaları her kademede takdir edilmiş ve kendi eliyle
yarattığı ODTÜ Ormanı’na sahip çıkmak ODTÜ’ye kamusal bir görev olarak verilmiştir. ODTÜ Ormanı’nı ve
ODTÜ kampusünü ilgilendiren konulara ilgi göstermek ve gereğini yerine getirmek ODTÜ mezunlarının da
sorumluluğudur.
Birinciden daha da önemli sayılacak ikinci nedense, üniversitemizin varoluşunu ve misyonunu tanımlayan ve
ODTÜ ile ilgili temel metinlerde yer alan:
“Orta Doğu Teknik Üniversitesi, öğretim, araştırma ve toplum hizmetleri etkinliklerini evrensel standartlarda
yürüterek, toplumumuzun ve insanlığın sosyal, kültürel, ekonomik, bilimsel ve teknolojik gelişimi için bilgiye
ulaşmayı, üretmeyi, bilgiyi uygulamayı, yaymayı ve bu bilgilerle donatılmış bireyler yetiştirmeyi amaç edinmiştir”
cümlesidir.
Ülke gündeminin başlarına yerleşen, yalnız Ankara’nın değil ülkenin dört bir yanında merak ve kaygıyla izlenen,
şiddetle bastırılan protesto eylemlerine neden olan “yol” projesi hakkında ODTÜ mezunlarının da diyeceği şeyler
vardır.
DERNEK’TEN
ODTÜ arazisinden geçecek yol projesi birçok nedenle bizleri düşündürmektedir.
1) Söz konusu yol inşaatına, Ankara’nın bütünüyle ilişkisi kurulmuş günün koşullarını ve geleceği gözeten bir plan
olmadan, ODTÜ yerleşkesi ile ilgili planların onaylanması beklenmeden, Türkiye’nin hem kendi iç hukukunda
yer alan, hem de tarafı olduğu uluslararası koruma ilke ve mevzuatı yok sayılarak, anlaşılamayan bir keyfilikle
başlanmıştır.
2) ODTÜ yönetimiyle Ankara Belediyesi arasında 20 yıl önce varılan bir mutabakat gerekçe gösterilerek, ODTÜ
içinde 1. Derece Doğal SİT Alanı olan ve 7 bin ağacı barındıran bir alandan geçirilmek istenen bu yol inşaatı
nedeniyle kesilecek ağaç sayısı 3 bin civarındadır. O alanda oluşan ekosistem, çok sayıda büyük ağaç etrafında
daha küçüklerle, yüzlerce kuş ve başka canlıları barındırmaktadır. Kesilecek ağaçlar yerine başka bir yerde yeni
ağaçlar dikilse de orada seneler içinde oluşan ekosisteme eşdeğer olamayacaktır.
3) İnşa edilecek yol, trafiğin düğüm noktalarını kaydırmaya yöneliktir. Muazzam bir yatırım ve telafi edilemez çevre
katliamı ile yapılmak istenen yolun, Eskişehir yolunun Anadolu Bulvarı ve Konya yolu arasındaki segmentinde
biriken trafik yoğunluğunu ODTÜ, Yüzüncü Yıl ve Çiğdem Mahalleleri arasında adeta oyalaması umulmaktadır. Bu
yol güzergahını tercih eden ya da Eskişehir yolundan ayrılmayacak araçlar toplamının yolculuk sürelerinde nasıl bir
değişim olacağına ve tekrar kesişen noktalarda nasıl bir birikim olacağına dair bir hesaplama yoktur.
6
HABER
4) Toplu taşıma seçeneği ve özellikle metro ulaşımı seçeneği göz önüne alınmamıştır. Ankara bu konuda dünya
sıralamasını bırakın, Türkiye’nin birçok kentinin dahi gerisindeyken, bunca yıldır tamamlanmayan ve günde
300 bin yolcu taşıma kapasitesine sahip olan Çayyolu Metrosu’nun açılışı beklenmemiştir. Tamamlanmasına
az bir zaman kalan Metro projesini yok sayarak başlatılan söz konusu yol projesi, yaya trafiğini kolaylaştırmak
yerine araç odaklı hazırlanmıştır. Bir başka deyişle, insanlar değil, araçlar taşınmaya çalışılmaktadır.
5) Yeni yollar açılmasının kent arazisinden rant elde etmeyle doğrudan ilişkisi vardır. Bu ranttan pay alabilenler
kısa vadede kendilerinin şanslı olduğunu düşünebilirler. Ancak, hepimiz aynı ülkede, aynı kentlerde yaşıyoruz.
Çocuklarımızın daha fazla betonlaşmaya değil, ağaçlara, yeşil alanlara gereksinimi var. Beton, gürültü, egzost gazı
sayesinde elde edilecek rantın, tüm kent halkı ve gelecek nesillerden çalınan bir “kul hakkı” olacağına inanıyoruz.
Bunlar ve sıralanabilecek daha birçok nedenle, keyfi kararlarla yapımına başlanan yolun, hukuk, bilim ve akıl
dışı olduğunu düşünüyor ve bu konuda yapılan ve şiddet içermeyen hukuk, demokrasi, bilim temelli arayış ve
itirazları destekliyoruz.
ODTÜ’nin, toplumcu geleneğinin bir gereği olarak, coğrafyasında yer almak ve gelişimine katkı sağlamak ile
öğündüğü Başkent Ankara’nın trafik sorunu başta olmak üzere, uygar ve çevre duyarlı gelişimine ilişkin tüm
konularda, bilimin öngördüğü çözümler üretmek ve benimsenmesinde ısrarcı olma tutumunu sürdüreceğine
inanıyoruz.
Bir kamu kuruluşu olarak ODTÜ yönetiminin hukuk içinde kalma ve polemiğe girmeme çabaları 120 bini
aşkın mezunu ve 24 bin öğrencisi ile tüm ODTÜ camiasının konuya kayıtsız ve duyarsız kaldığı şeklinde yanlış
değerlendirilmemelidir.
120 bin ODTÜ mezununun İstanbul’da yaşayan en büyük kesimi olarak, yasal prosedürü henüz tamamlanmamış
ve telafisi imkansız çevre tahribatına neden olacak yol açım çalışmalarının derhal durdurulmasını, konunun,
bilimsel gerçekler ışığında, ilgili Odalar, Çiğdem ve 100. Yıl Mahalleleri sakinleri ve Okul yönetimi ile
tekrar değerlendirilmesini, konuya ilişkin demokratik protesto haklarını kullanan insanlara asla şiddet
uygulanmamasını talep ediyoruz.
Yaşam alanlarımızda gerçekleştirmek istenen hukuk ve bilim dışı projelere karşı gösterilen, şiddet içermeyen
demokratik tepkilerin, iktidar tarafından hukuk dışı ve ölçüsüz şiddet kullanılarak bastırılmaya çalışılmasının
toplumsal barışın temelini sarsacak riskler içereceğini anımsatmak istiyoruz.
Bu duyarlılıklarımızla , ülke ve kent yöneticilerini, bilim insanlarımızı, bu yoldan etkilenecek mahalle sakinlerini
sağduyuya, hukuk ve demokrasi çerçevesinde, bilimin gösterdiği doğrultuda tercihler yapmaya çağırıyoruz.
İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği
7
YENİ ÖĞRETİM YILI
2013-2014 öğretim yılına
başlarken...
Rektörümüz Prof. Dr. Ahmet Acar, üniversitemizin
“58. Eğitim-Öğretim Yılının Açılışı” nedeniyle yaptığı
konuşmasında ODTÜ’nün başarılarına, hedeflerine ve
güncel toplumsal sorunlara değindi. Konuşmasının belirli
başlıklarını sizlerle paylaşıyoruz:
ODTÜ’DEN
ODTÜ’nün başarıları:
Üniversitemizin eğitim ve araştırma
alanlarındaki başarısı, son yıl içinde
birçok ulusal ve uluslararası sıralamanın sonuçlarına da yansıdı. ODTÜ,
bu yıl içinde Webometrics, Times
Higher Education, Leiden, QS, URAP
gibi kurumlar tarafından ilan edilen
tüm uluslararası sıralamalarda konumunu yükseltti ve Türkiye’yi yurt
dışında en iyi şekilde temsil eden
üniversite olmayı sürdürdü. Bu yıl
uluslararası sıralamalarda aldığımız
sonuçlar arasından sadece iki başlığa
değinmek istiyorum. Üniversitemiz
bu yıl Mart ayında ilan edilen Times
Higher Education (THE) “World
Reputation Rankings 2013” sıralamasında en saygın 100 dünya üniversitesi arasındaki yerini 40 basamak
yükselterek 51 – 60 bandına girdi.
Dünyanın yaklaşık 150 ülkesinden
17.000 tanınmış akademisyenin görüşüne dayanan bu sonuç, ODTÜ’nün
yurt dışında artan saygınlığının
göstergesidir.
8
Yenİ öğretİm yılı
Demokrasi:
Evrensel standartlarda demokratik
bir ülke olmamızın önündeki belki de
en önemli engel, toplumumuzdaki kutuplaşmalardır. Din, inanç, mezhep ve
milliyet-etnisite üzerinden oluşan fay
hatları, toplumumuzun siyasi ve sosyal
dinamiklerini derinden etkilemektedir. Son dönemde toplumumuzda yaşanan tartışma ve çatışmaların ağırlıklı
olarak bu kutuplaşmalar temelinde
yürüdüğünü ve maalesef kamplaşmayı
artıracak siyasetlerin çok daha kolay
taraftar bulduğunu görüyoruz. Toplumun her kesiminde artan eşitlik, hak
ve özgürlük taleplerinin karşılanması
için öncelikle bu kutuplaşmaların sona
erdirilmesi gerekmektedir.
Yol sorunu:
Değinmek istediğim ilk konu, Anadolu Bulvarı’nın devamı olan yolla ilgili
olarak yaşanan sorunlardır. Demokratik toplumlarda da, yerleşik mahalleler
içinden yol geçirilmesi veya kentsel
çevreyi olumsuz şekilde etkileyecek bir
tesisin yapılması, yönetim ile etkilenen
kesimler arasında ciddi tartışma ve
hatta çatışma konusu olabilir. Bunun
binlerce örneği ve anlaşmazlıkların
nasıl çözüldüğü literatürde yer almaktadır. Ancak, bu tür sorunlarda şiddet
kullanarak hak elde edildiği veya
yönetimin dayatmayla sonuç aldığı örnekler demokratik toplumlarda yaygın
değildir. Üniversite yönetimi olarak,
bu yol projesinin yasal dayanağını
kabul etmekle birlikte, uzun zamandır geciktirilmesi nedeniyle bugün
yaşanan sorunların, ilgililer arasında
tartışılarak ve ortak bir çözüm bulunarak sonuçlandırılması gerektiğini
savunuyoruz.
Öğrencilere...
Değerli öğrencilerimiz,
Farklı fikirleri dinleyin ve anlamaya
çalışın; farklılıklara karşı hoşgörülü
olun, insanlara anlayış ve saygı ile yaklaşın. ODTÜ’nün başarısı ve sizin bu
üniversiteden alacaklarınız ODTÜ’nün
özgür akademik ve sosyal ortamının korunmasına bağlıdır. Özgürlük
sorumlu olmayı gerektirir. Özgürlük
ortamımızın tüm ülkeye örnek olacak
şekilde korunması ve geliştirilme
si için hepimiz sorumluluklarımıza
titizlikle sahip çıkmalıyız. 2013 – 2014
Eğitim – Öğretim yılının hepimize başarı ve mutluluk getirmesini dilerim.
9
KEMAL KURDAŞ-ODTÜ YILLARIM
1961’de Kampus Arazisi
(Fotoğraf bugünkü ana giriş kapısından çekilmiştir.)
“Yeşil tutkusu-Bir tutku ki
dostlar başına” Kemal Kurdaş-ODTÜ Yıllarım
ODTÜ’nün kurucu rektörü Kemal Kurdaş’ın 1961’de bu tutkuyla başlattığı,
“Üniversitenin her karış toprağını, dikeceğimiz her binanın etrafını ağaçla
donatacağız” hayali ve hedefi, üstün gayretler sonucu hayata geçirildi.
ODTÜ’DEN
ODTÜ’lülere düşen görev; bu hayali yaşatmak ve korumak...
ODTÜ arazisinin düzenli ve planlı
bir şekilde ağaçlandırılmaya başlanması kurucu rektörümüz Kemal
Kurdaş ile başlar. Daha önceki beş
yıl içerisinde yapılanlar, yapılması
gerekenlere oranla son derece kısıtlı
kalmıştır. 3 Aralık 1961 tarihi, üniversitede ilk ağaç dikme günüdür.
21 Kasım’da göreve başlamasının
üzerinden ancak 12 gün geçmiştir Kemal Kurdaş’ın. Yapmak istediklerini
mütevelli heyetinde çalışma arkadaşlarına şöyle anlatır: “Üniversitenin
her karış toprağını, dikeceğimiz her
binanın etrafını ağaçla donatacağız.
Pencerelerin altlarını bile. Sınıfının
ya da laboratuvarının penceresinden
dışarı bakan her öğrenci önünde bir
ağaç; gerisinde bir koru ve daha geride
de mutlaka üniversitenin ormanını
10
görecek. Bu onun doğayla ve yeşille
barışması, sevişmesi olacak. İnsanlarımız yeni bir kültürle yetişecekler
ve Türkiye’nin çorak topraklarının
insanlarına ileride ışık, önder olacaklardır.”
Bu misyonla, 3 Aralık 1961’de başlayan
ağaçlandırma çalışmaları 1962 Mart
ortalarına kadar sürer. Sonra bütün
yaz teraslama ve çukur kazma, ardından kışları tekrar ağaç dikme... Bu
süreç 1963 ve izleyen altı yılda aynen
devam ettirilir.
Kemal Kurdaş, ODTÜ arazisinin ağaçlandırma serüvenini daha doğru bir
deyişle, ODTÜ Ormanı’nın yaratılma
sürecini; yaşanan zorlukları ve edinilen deneyimleri “ODTÜ Yıllarım”
adlı kitabında ayrıntılı bir şekilde
paylaşır.
“8 yılda üniversite arazimize milyonlarca, benim hesabıma göre yaklaşık
12 milyon dolayında ağaç diktik. Bozkırda bir yeşil orman, yeşil bir cennet
yarattık. Üniversitemiz kampüsünü
bu cennetin kucağında, onun kolları
KEMAL KURDAŞ-ODTÜ YILLARIM
arasında kurduk. Ağaç dikme kampanyasına üniversitemiz mensupları
daha ilk günden itibaren ciddi ilgi
gösterdiler. Kısa bir sürede bu ilgi bir
heyecana, hatta dayanılmaz bir tutkuya dönüştü.”(Kemal Kurdaş-ODTÜ
Yıllarım s.116)
Hatta bu tutku giderek bütün
Ankara’da yaşayanları da sarar. Sade
vatandaşlar, milletvekilleri, öğrenciler, askerler, elçilik mensupları vb.
her kesimden Ankaralı bir şekilde bu
süreçte yer alır.
“Ağaçlama çalışmalarını izlemekten
sorumlu rektör yardımcısı arkadaşım
Nuri Saryal; bilgili, hamiyetli, içi ağaç
ve tabiat sevgisi ile dolu bir insandır.
Dış geziye gittim ve bir ay sonra döndüm. Sekreterlerim kulağıma bir ha-
ber fısıldadılar. Ağaçlama işçilerinden
bir-iki kişi donmuş! İçimden ‘demek
Saryal ağaçlama ekibini iyi sürmüş’
diyorum. Biraz sonra Nuri de Rektörlükte göründü. Döndüğümü duymuş.
Bana doğru geliyor fakat bir ayağı
biraz aksıyor gibi. Ben hemen ilk sorumu patlatıyorum. Daha ‘fidanları...’
derken cevabını veriyor. ‘Hepsi dikildi
Kemal Bey, bir tane bile kalmadı. …
Şubat çok soğuktu, ayak parmaklarım
hafif donma tehlikesi geçirdi. Bir-iki
işçiyle de sıkıntımız oldu’ dedi. ODTÜ
ve onun ormanı işte böyle insanların
fedakarlıkları ve demir gibi iradeleriyle kuruldu.”
Ankara’nın havası soğuk, yağışı kıt ve
arazisi çoraktır. Yeterli deneyim ve
fidan yoktur. 60’lı yıllara kadar akas-
yadan başka bir şey yetişmez denilen
Orta Anadolu bozkırında, en az otuz
farklı tür ağaç yetiştirilmiştir. Dünyadaki örneklerinin bile çok daha sonraları görüleceği karma orman uygulaması o günün koşullarında devrimsel
bir şekilde ODTÜ’de başarılmıştır.
“ODTÜ deneyimi, bilgi, çalışma ve
kararlılık ile bozkırın yeşil bir cennete
dönüştürülebileceğini bizlere göstermiştir” der Kurdaş. “...Ağaçlarımızda
kuruma oranı hiçbir yıl, hiçbir bölgede binde bir oranını bile bulmadı. Biz
diktiğimiz ağaçlara aşıktık. Anlaşılan
onlar da bizi sevdiler, bizden kopamadılar.”
Mezunları olarak kurucu rektörümüz
Kemal Kurdaş’ı bir kez daha sevgi ve
minnetle anıyoruz.
11
HABER
odtü ormanının Ankara’nın
yeşil kuşağındaki rolü
Ankara’nın akciğerleri olan ODTÜ Ormanı 3 bin hektarlık alanıyla şehrin tipik bozkır
iklimini dengeleyerek kentsel yaşam kalitesini arttırıyor.
Yazı: Erhan Torunoğlu - Ağaçlama ve Çevre Düzenleme Müdürlüğü
ODTÜ’DEN
1960’lı yıllarda, Orta Anadolu boz-
kırında böyle büyük bir projenin başarıya ulaşmasının mümkün olmayacağı
öne sürülerek ve çeşitli kesimlerce
“suya yazı yazılmaz!” denilerek eleştirilen ODTÜ Ormanı, bugün itibarıyla
yaklaşık 3.000 hektara ulaşmış bir
ekosistemdir. Çok büyük zorluklarla günümüze kadar gelen 30 milyon
metrekarelik bu eser; yarattığı estetik,
psikolojik, ekolojik değerleri, çevre ve
hava kirliliğinin azaltılmasına katkısı,
yerleşim birimlerinin sel ve taşkınlardan korunması gibi değerli katkılarıyla
Ankara ili yeşil kuşak ağaçlandırmasının en önemli parçalarından biridir.
Oluşturduğu mikro-klimatik etkilerle
şehrin iklimini dengelediği, hava kali-
12
tesi ve yer altı su kaynaklarına artı değerler sağladığı, sonuçta kentsel yaşam
kalitesini arttırdığı muhakkaktır.
Ankara’da 1957 ve 1961’de yaşanan
ve 172 kişinin ölümüne yol açan sel
ve taşkınlar sonrasında Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel
Müdürlüğü’nce başlatılan ve son 35
yılda 24 bin hektara ulaşan Ankara Yeşil Kuşak Projesi’ne, “3 bin hektar büyüklüğü ile sistemdeki tek parçalık en
büyük saha olması nedeniyle” önemli
bir katkıda bulunan ODTÜ Ormanına
yönelik detaylara www.acdm.odtu.edu.
tr adresinden ulaşılması mümkündür.
Yerleşkenin kuruluşunda doğa ile
bütünleşik bir planlamayı esas alan
ODTÜ, tanımlanmış yerleşke alanının
yüzde 80’ini ağaçlandırma projesine
ayırarak önemli ve örnek bir adım
atmış, yapı kitlelerini mükemmel
saran peyzaj alanlarıyla ağaçlandırma
sahasının iç içe olması sağlamıştır.
ODTÜ Ağaçlandırma Projesi’nin hayata geçirilmesi ile ilgili ilk büyük adım,
şüphesiz ki Sn. Kemal KURDAŞ’ın
Rektörlüğü döneminde atılmış ve yaratılan bu sinerji günümüze kadar hiç
azalmadan devam etmiştir.
1995 yılında Uluslararası Aga Khan
Mimarlık Ödülleri’nin “yenilikçi
kavramlar“ kategorisinde “Ekolojik
değerleri hızla bozulan dünyamızda
yaratmış olduğu artı değerler” nedeniyle, 2003 yılında ise “çorak bir arazinin
yeşil bir bölge haline gelmesi ve çölleş-
HABER
meyle mücadele hareketine verdiğimiz
destek” nedeniyle TEMA Vakfı tarafından ödüllendirilen ve büyük bir kısmı
1995 yılında T.C. Kültür Bakanlığı
tarafından 1. Derece Doğal SİT Alanı
olarak tanımlanan ODTÜ Ağaçlandırma Projesi’nin başarısı şüphesiz ki
rastlantı değildir.
Orta Anadolu step ikliminin olumsuz
koşullarının hüküm sürdüğü arazimizde planlanan bu büyük ağaçlandırma
projesinin ilk etabında hazırlanan
arazi sınıflandırma haritası neticesinde; erozyonu engellemek için
arazinin yüzde 75’inin dikim yolu
ile ağaçlandırması gerekliliği ortaya
çıkınca 7 Temmuz 1958 tarihinde 180
dekarlık bir alanda Üniversitemiz
ve Türkiye Ormancılar Cemiyeti’nin
ortak çalışmaları ile deneme parselleri
kurulmuştur. Kurulan deneme parsellerinde 1959 yılı ilkbaharında başarılı
sonuçlar alındığı görülünce, 15 Kasım
1960 tarihinde ODTÜ ve Orman Genel
Müdürlüğü’nün ortak çalışmaları ile
“ağaçlandırma seferberliği” başlatılmıştır. 20 mühendisin kontrolünde
neredeyse günlük 500 işçinin çalıştığı
bu projede; arazi ilk önce banket-teras
metodu ile teraslandırılarak yağmur
ve rüzgârın toprak yüzeyinde oluşturacağı erozyon tehlikesi kontrol altına
alınmış, daha sonra bu teraslara “susuz
plantasyon” tekniğinde gerek tohum
ekimi gerekse de topraklı/kalıplı fidan
dikimi yapılarak çalışmalara devam
edilmiştir.
Şüphesiz ki kent içinde bu büyüklükte
bir orman ekosisteminin oluşturulması için sadece ağaç dikmek yeterli
değildir. Kendi içerisinde dengelerini
kurmaya başlayan bu ekosistemin
sürdürülebilirliğinin sağlanması için
bakım ve koruma önlemleri büyük
önem taşımaktadır. 6831 sayılı T.C.
Orman Kanunu’na göre işletilmekte
olan ODTÜ ormanında yapılması
gerekenler, ilgili kanun ve yönetmeliklerde açıkça tanımlanmaktadır.
Talebimiz doğrultusunda Ankara
Orman Bölge Müdürlüğü tarafından
1994 yılında hazırlanan, aynı kurum
tarafından 2007 yılında ara revizyonu yapılan ve 2026 ya kadar geçerli
olan “ODTÜ Ormanı Fonksiyonel
Amenajman Planı” çerçevesindeki
bakım ve geliştirme çalışmalarımız
1995 yılında uygulanmaya başlanmıştır.
Yaklaşık 3 bin hektar büyüklüğündeki orman sahamızın yüzde 80’inin
karaçam gibi yangına hassas ağaçlardan oluşması nedeniyle var olan
yangın riski alınan bazı önlemlerle
azaltılmaya çalışılmaktadır. Yaklaşık
130 kilometre uzunluğundaki orman
yangın emniyet yollarımızın yüksek
sezonda sürekli açık tutulması, ibreli
ağaçların alt dallarının budanması
(brüt 1,428 hektar/10 yıl), budanan
bölgelerdeki ağaçların altındaki toprağın traktör pullukla havalandırılması (brüt 426 hektar/10 yıl), kuru ve
devrik ağaçların sahadan çıkarılması,
sıklık bakım çalışmaları, sürekli
yangınlara neden olan yüksek ve orta
gerilim enerji nakil hatları altında
kalan ağaçların korumacı bir yaklaşımla kesilmeyerek Yerleşkemize
nakledilmesi ve yangına daha dayanıklı türlerle ağaçlandırma yapılması
alınan önlemlerden bazılarıdır.
Bilindiği üzere, ODTÜ ormanının
gerek Eymir gölü çevresi gerekse de
Or-an bölgesi yoğun bir kullanımla
karşı karşıyadır. 1960’lı yıllarda tesis
edilmiş olan ve halkımızın daha çok
sportif amaçla kullandıkları Or-an
bölgesinde 2007 yılında yaşanan yangınlarda yaklaşık 30 hektarlık orman
alanı ve binlerce orman ağacı zarar
görmüştür. Bu alandaki yeniden ağaçlandırma çalışmaları, yangının hemen
ertesinde Mezunlarımızın da büyük
desteği ile başlatılmıştır. Büyük bir
kısmı profesyonel hizmet alınarak
yapılan çalışmalar, 2009 yılı ağaçlandırma şenliğinde geniş bir katılımla
yangına daha dayanıklı türler dikilerek tamamlanmıştır. Yüzde 60-80
eğimle oldukça zor bir arazi yapısına
sahip olan Ahlatlıbel bölgesinde 26
Temmuz 2013 tarihinde yaşanan
yangında kaybedilen 30 hektarlık
orman sahamızda ise tespitlerimiz
tamamlanmış olup, yeniden ağaçlandırma için arazi çalışmaları hemen
başlatılacaktır.
Yarım asır önce “doğal koruma ve
muhafaza” amacıyla kurulan ve
bugün; kentin batı ve güney girişlerindeki çarpık kentleşmeye engel olarak
kentin düzenli ve planlı gelişmesini
sağlamakla beraber, orman ve göl kıyısı doğal yerleşme alanlarında barındırdığı flora ve faunası ile kentsel yeşil
alanlara önemli bir katkı sağlayan
bu büyük eserin, ODTÜ Ormanı’nın
yaratılmasındaki katkılarından dolayı; Sn. Kemal KURDAŞ, Sn. Alaaddin
EGEMEN, Ormancılar Cemiyeti, Orman Genel Müdürlüğü ve tüm ODTÜ
camiasına şükranlarımızla...
13
BALKAN SAVAŞLARI
BALKAN SAVAŞLARI:
Çizilemeyen kaderin ortak acıları
Tarihin acı veren olaylarıyla yüzleşmek zorunda kalan Balkan Toplumları, Balkan
Savaşları ve sonrasında kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olamadı.
Muharebelerde savaş dışı sivil ölümlerle çok sayıda insan yaşamını yitirdi.
Muharebelerdeki kayıplar kadar, kolera ve salgın hastalıklar da ciddi sayıda kayıp
yarattığından ve kayıtlar sağlıklı tutulamadığından ölü sayısı bugün dahi belirsizdir.
Yazı: İnan Rüma (IR ’97)
Balkanlar kendi öyküsünü de
GÜNDEM
kendi anlatısını da belirleyemedi.
Balkan Savaşları nasıl bu kendi kaderini tayin amacının ve nihayetinde bu
amaca ulaşamamanın simgesiyse, bu
savaşlara dair yazın da bu anlatının
bağımlılığını gösterir. 8 Şubat 1913
tarihli haberinde New York Times, hiç
kimsenin, en iyi bilgi sahibi olanların bile, Balkan yarımadasında neler
olduğunu tam olarak bilemediğini
duyuruyor ve kısa vadeli veya nihai
sonucun ne olacağı konusunda ise,
daha da az insanın bilgisi olduğunu
belirtiyordu. Balkan toplumları kendi
kaderlerini kendileri tayin etmek
ve bunu da Batı Avrupa’da işlediğini
gördükleri modern ulus-devlet ile
gerçekleştirmek istemişlerdi. Nitekim
14
Osmanlı İmparatorluğu da bir yüzyıl
kadar önce Fransa’da devrime yol
açan monarşik tiranlığa pek benzer görünüyordu. 1908 Devrimi’nin
yarattığı umut ve heyecan içeriksiz
kalmıştı. Ancak, Balkan Savaşları’nın
bizatihi kendisi de dâhil, o gün bugündür, kendi kaderlerini tayin edemediler. Hatta yazılan tarih de bu amacın
değil, bu amaca bir türlü ulaşamamanın dolaylı ifadesiyle örüldü.
Balkan Savaşları’nda muhabir olarak
görev yapan ve Batı ile Rus basınında
kendisine fazla yer bulamayan Türk/
Müslüman sivillerin katlini de ifşa
eden meşhur Sovyet devrimcisi Lev
Troçki, savaştan yıllar önce kaleme aldığı “Balkan Sorunu” başlıklı yazısında, Osmanlı hanedanının “değişik ırk
ve dinden halkları” kadar Müslüman
Türklerin de hoşnutsuz olduğunu not
eder. Dahası, “çürümekte olan” bu
devletin Avrupalı kapitalist devletlerin iştahını kabarttığını ve “kendine
bir parça koparmaya çalışan aç köpekler gibi” beklediklerini aktarır. Balkan
devletlerinin oluşumu da zaten bu
bağlamda, yani Batı Avrupa’da ortaya
çıkan üretim biçiminin ve onunla
eşleşen devletler sisteminin yayılması
ile gerçekleşmiştir. Ama bu sistemik
genişleme temelsiz değildir: Osmanlı
düzeni işlememekte ve içinde barınan
insanlara güvenlik, özgürlük ve refah
sunamamaktaydı.
Balkan insanının bu temel ihtiyaçları arayışı bugüne kadar kısa saadet
aralıklarına rağmen başarısız ve
BALKAN SAVAŞLARI
nihayetinde mutsuz evrilmiştir, ama
her dönemin sonunda bir sonrakine
dair umutlar korunmuştur. Balkan
Savaşları bu birin karesine hemzemin döngünün ortasında en temel
dönüm noktasını teşkil eder. Balkan
Savaşları’nı aktaran tarih de Türkiye
dâhil bölge ülkelerinde kendi milliyetçi gelişimleri içerisindeki yeri
üzerinden veyahut batı merkezli bir
ötekileştirme ve periferileştirme anlayışı ile yazılmıştır. Devlet değil insan
merkezli tarih yazımında Balkan Savaşları hazin bir eksikliği dışa vurur.
Evrensel Balkan tarihçiliği, 19. yüzyılda bağımsızlıkla sonuçlanan ayaklanmaların aslında milli bir davadan
habersiz basit birer köylü ayaklanmaları olduğunu saptamıştır. Bunların
ulusal ayaklanmalara dönüşmeleri
de sanki bu ulusal ayaklanmaların
öncülleri gibi aktarımı da “dış müdahale” ile gerçekleşmiştir. Türkiye’deki
milliyetçi-muhafazakâr çevreler “dış
müdahale” iddiasında haklıdır da, bu
dış müdahaleye mazhar olan toplulukların hoşnutsuzluğu konusunda
ilgisizliklerini hala koruyor görünüyorlar. Nihayet, Balkan devletlerinin
özgüllükleri de kötü yönleriyle not
edilmeli, : 20. yüzyılın son çeyreğinde
doğanlar, “Balkan Savaşları” denilince, ilk çeyreğinde olmuş olanı değil,
son on yılında olanı anlarlar. Üstelik
Türkiye doğrudan dâhil değildi bu
sefer.
Troçki’ye nazire gibi, 1913 yılında
Balkan Savaşları ile muasır yayımlanan kitabına Aram Andonyan “Balkan
Savaşı kadar üzücü, heyecanlı, aynı
zamanda büyük siyasi anlam taşıyan
savaşa az rastlanır tarihte” sözleri ile
başlar. Heyecanı ve dile pelesenk edilen siyasi anlamları bir tarafa, bugüne
kalabilen hatırası aslında üzücü kısmı
olmuştur, zira insan kıyımının haddi
hesabı olmamıştır. Sonrasında alışılagelecek birçok savaştaki gibi savaşın
mağlubu sıradan insanlar olmuştur. O
nedenle, Balkan Savaşları, daha sonra
20. yüzyıla damgasını vuracak olan
savaş dışı sivillerin katliamı olgusunun öncüsü sayılır. Daha sonra malum
yaşanacakların yanında, Balkan
Savaşları Balkanlar’ın ötekileştirildiği
bu Batı merkezli anlatının sakatlığını
vurgulayacak kadar ufak kalır aslında.
Muharebelerdeki kayıplar kadar kolera ve salgın hastalıklar da ciddi sayıda
kayıp yarattığından ve kayıtlar sağlıklı
tutulamadığından ölü sayısı bugün
dahi belirsizdir. Esir alınmaması gibi
veyahut göç yollarındaki sivillerin
katledilmesi gibi acımasız uygulamalar bu belirsizliği pekiştirmektedir.
Neticede, bütün Balkan devletleri
genç kuşağını kaybetti. Genç Balkan
devletleri topraklarını genişletmek
isterken, hem her biri istediğinin
altında toprağa razı olmak zorunda
kaldı hem de daha önemlisi, o özlenen
devletlerini kuracak insan kaynağını, yani geleceklerini, o topraklara
gömdüler.
Balkan Savaşları Türkiye’de daha
ziyade Balkan milliyetçiliklerinin
Osmanlı’ya karşıtlığı, Balkanlar’ın
kaybı, katliamlar ve hazin göç gibi yaşanan acılar ile anıldığından, bu devletler arasındaki husumet ve birbirlerine çektirdikleri acılar göz ardı edilir.
Sırbistan Bulgaristan ile savaşta,
Osmanlılarla olan savaştan daha fazla
kayıp vermiştir. Bulgaristan, ordusunun beşte biri gibi yüksek bir oranda
kayıp vermiştir ve onlar için büyük bir
ülkü olan Makedonya’yı kaybetmiştir.
Zaten Makedonya Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan arasında bölünmüş, bu üç milliyetçilik kadar Makedon milliyetçiliği de hedeflendiğinin
çok uzağında kalmıştır. Yunanistan’ın
ikinci savaşta kullandığı propaganda
posterleri Bulgarlar için “insan değiller” ifadesini taşımıştır. Bu örnekler
çoğaltılabilir, neticede, birbirlerine
reva gördükleri muamele ve katliamlar da öykünün önemli bir parçasıdır.
Zalim bir tiranlık olarak görülen
Osmanlı’nın yenilerek çekilmesi,
Hristiyan Balkan halklarına mensup
sıradan insanlar için acıların sonu
olmamıştır.
Çekilen Osmanlı ve yönetiminde
15
BALKAN SAVAŞLARI
GÜNDEM
kalan insanlar için de olmamıştır.
Makedonya sorununun -çözümsüz
de kalsa- artık Osmanlı’nın sorunu
olmaktan çıkması, diğer sorunlarda olumlu etkisi olacak bir ferahlık
yaratmamıştır. Balkan Savaşları’nı
izlemenin deneyimi ile Troçki, 1912
tarihli bir yazısında, “Eğer Makedonya sorunu, nihai çözümünü getiren bir
savaşa yol açabiliyorsa, sıranın şimdi
Ermeni sorununa gelmiş olmasına
şaşmamak gerekir” endişesini ifade
ediyordu. Rusya’nın bu konudaki
çıkarcı, tutarsız ve gayriinsani siyasetlerini sertçe eleştiren Troçki, Türk
16
siyasi elitinin bir kısmının da olası bir
Ermeni katliamının önlenmesi için
uyarılarda bulunduğunu not eder. Öte
yandan, Bulgaristan’ın Rusya destekli
bağımsızlık sürecinde ve -o bağımsız
Bulgaristan’ın da dahil olduğu- Balkan
Savaşları’nda feci katliamlara maruz
kalan, canını zor kurtararak çok acılı
bir göçle memleketin kalan topraklarına sığınan Türk ve/veya Müslüman topluluklar ile onları toplumsal
taban olarak görmeye giderek daha da
mecbur kalan/hevesli yöneticiler için,
benzer senaryonun bir bağımsız Ermenistan için de tekrarlanması kabul
edilemezdi. Sonuçta, sıradan insanların, kendi çizemedikleri kaderi gene
katliamlar ve acılı göçler oldu.
Bu yeni toplumsal taban olan Türk/
Müslüman insanların öyküleri ayrıca da acılı gelişti. Sorunlar sadece
milli sorunlar değildi elbette. Sınıfsal
sorunlar, özellikle de köylü sorunu
yakıcıydı. Gene Troçki’nin 1912’deki
analitik muhabirliğinin ifadesi
ile; işçi sorununu yok sayan Jön
Türkler’in köylü sorununu da yok
saymaları, parlamenter Türkiye’de
öldürücü sonuçlar doğurabilirdi. Öldürmese de, zaten tüm modernizasyon süreçlerinde ana sorunsal olan
köylülük meselesinin Türk modernizasyonundaki ele alınışı bugün dahi
içinde debelenilen, ne ölür ne kalır
vasatına mahkum kıldı.
20. yy başında birisi çıkıp da yüzyılın
ortasına kalmadan Osmanlı’nın yıkılacağını iddia etse inanan çok olurdu
da, Selanik’te Türk, Van’da Ermeni,
İzmir’de Rum kalmayacağını iddia
etse, abartılı hatta inanılmaz bulunurdu muhtemelen. Ulusal kimlikler
bir yana, toplumsal adaletsizliğin,
örneğin yoksulluğun kalkacağını
hayal ve/veya iddia edenlerin öyküleri de daha az hazin olmadı. Bu üzücü
anlatıyı Necati Cumalı’nın Makedonya 1900 isimli romanından bir
aktarım ile bitirelim: Balkan Savaşları esnasında karma nüfuslu bir köyde,
kimin ordusu gelirse, diğerlerini
evinde saklarmış, katledilmemeleri
için. Bugün her şeye rağmen, böyle
insanların torunları da aynı zihniyetle yaşamı sürdürmeye çalışıyor.
DERNEK’TEN
HABER
18
PARİS KOMÜNÜ VE GEZİ
Paris 1871 – Gezi 2013
Yakın geçmişte Gezi’de görülen toplumsal dayanışma ve eşitlik duygusu, yıllar önce
Marx’ın kaleme aldığı Paris Komünü’nü hatırlattı.
Birey ile topluluk ilişkisi her zaman
gergin bir ilişki olarak algılanır ve
anlatılır. Oysa bunun her zaman böyle
olması gerekmez; gerginliğe neden
olan şey topluluk içindeki hiyerarşidir.
Aslında, bireyler arası eşitlik ve özgürlük, topluluk dayanışması ile çelişkili
değildir, çünkü bireycilik ile bencillik
aynı şey değildir. Tam tersine, bireylerarası eşitlik ve özgürlük ile topluluk-içi
dayanışmacılık, birbirlerini destekleyen
oluşumlardır. Eğer topluluk kendiliğinden veya gönüllü olarak ortaya
çıkmış ve merkezi bir disiplin veya
hiyerarşi barındırmayan bir yapıya
sahip ise, böyle bir toplulukta, Nazım’ın
enfes tanımına benzer bir şekilde, “bir
ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi
kardeşçesine” yaşamak mümkündür.
Biz bunun örneklerini yakın geçmişte
Gezi’de gördük. Bundan yaklaşık 140
yıl önce de, Marx, Paris Komünü’nde
görmüştü. Aşağıda Marx’ın Fransa’da İç
Savaş başlıklı yazısından sadece birkaç
pasaj alacağım. Sanırım birçok unsuru
tanıdık bulacaksınız.
[Not: Aşağıdaki alıntıların sayfa numaraları, şu yayına atıf yapmaktadır: Karl
Marx, Fransa’da İç Savaş, (Çev. Kenan
Somer), Sol Yayınları, 1977. Alıntılardaki Türkçe çeviriler, Marx’ın orijinal
olarak İngilizce kaleme aldığı metne
bakarak yer yer düzeltilmiştir.]
Komün’ün Paris’te yaptığı değişiklik,
gerçekten muhteşemdi! … Artık morglar cesetlerle dolmuyor, geceyarılarında
soygunlar olmuyor, hırsızlık yapılmıyordu; aslına bakılırsa, Paris sokakları,
1848 Şubat günlerinden bu yana ilk kez,
üstelik hem de hiçbir tür polis olmaksızın, güvenli bir hale gelmişti. “Artık
cinayet, hırsızlık, saldırı gibi şeylerden
söz edildiğini duymuyoruz” diyordu bir
Komün üyesi; “sanki polis bütün Muhafazakar arkadaşlarını alıp Versailles’a
götürmüş.” Aşüfteler, kaçıp giden – aile,
din ve her şeyden önce mülkiyete düşkün – koruyucularının peşinden gitmişlerdi. Onların yerine antik çağ kadınları
gibi kahraman, soylu ve özverili olan
gerçek Paris kadınları ortaya çıkmıştı.
Çalışan, düşünen, savaşan, kanayan
Paris – yeni bir toplum yaratırken kapılarına dayanmış yamyamları neredeyse
unutan – bu tarihsel öncülüğünün
coşkusu içinde ışıldayan bir Paris!
Paris baştan aşağı gerçek, Versailles
ise baştan aşağı yalan idi; ve bu yalan
Thiers’nin* ağzından duyuluyordu. …
[Thiers] Meclis’e “Fransa’nın o güne
değin gördüğü en özgürce seçilmiş ve
en Liberal Meclis” olduğunu, kendi
derleme asker takımına “dünyanın hayran olduğu ve Fransa’nın o güne değin
gördüğü en müthiş ordu” olduğunu, taşraya da Paris’i bombaladığı haberinin
bir masal olduğunu söylüyordu: “Eğer
bazı top atışları olduysa, bunu Versailles ordusu değil, bir yandan saklanırken
bir yandan da savaşıyormuş izlenimi
vermek isteyen bazı isyancılar yaptı.”
(ss.68-69)
1871 yılının Mart ile Mayıs ayları arasında varlığını sürdüren Paris Komünü,
nihayet işgale uğrar. Sekiz gün süren
kanlı çatışmalar sonucunda yıkılır, Paris işgal edilir. Komüncüler çekilirken
bazı mahalleleri ateşe verirler; bu eylem
ise büyük eleştirilere neden olur:
Çatışma sonucunda gerçekleşen toplu
katliamı hoş karşılayan dünya burjuvazisi, tuğla ve harca yapılan bu saygısızlık
karşısında dehşetle sarsıldılar! … [Oysa]
Eğer Paris işçilerinin eylemleri vandalizm idiyse, bu çaresiz bir savunmanın
getirdiği bir vandalizmdi; Hristiyanların, putperest antik çağın gerçekten
paha biçilmez sanat hazinesi üzerinde
yaptıkları gibi zafer vandalizmi değildi… Bu vandalizm, turist Paris’ine yer
açmak için tarihsel Paris’i yerle bir eden
Haussmann** vandalizminden bile
daha az bir vandalizmdi. (ss.78-79)
* Thiers: Dönemin hükümet başkanı.
** Hausmann: III.Napolyon’un direktifiyle, 1850’li yıllardan başlayarak Paris’in mahallelerini “rasyonalize” eden modernist şehir plancısı.
GÜNDEM
Yazı: Prof.Dr.Haldun Gülalp (Econ ’72)
19
SİVİL TOPLUM
İstanbul’un yeşil alanları üzerine…
İstanbul Şehirciler Odası Başkanı
Tayfun Kahraman ile “İstanbul’un
yeşili ve yeşil geleceği’ hakkında
konuştuk.
Gezi’yle
SÖYLEŞİ
birlikte İstanbul’un yeşil
alanları, parkları çok daha yoğun bir
şekilde konuşuldu. Parklarımız ne
derece yeşil alan sayılıyor? Pasif alan
olarak tabir edilen yol kenarları ve
kavşaklardaki yeşil alanlar da dahil
olmak üzere kişi başına düşen yeşil alan
miktarı 6.4 metrekare olarak açıklanan
İstanbul, bu oran ile dünyada nasıl
bir sıralamada yer almaktadır? Bu ve
benzeri konuları İstanbul Şehirciler
Odası Başkanı Tayfun Kahraman ile
konuştuk.
İstanbul’un yeşil alanları ve parkları
dediğimizde bize neler söyleyebilirsiniz?
Park anlamında baktığınızda İstanbul, Türkiye’nin diğer kentlerine göre
de, dünya kentlerine göre de fakir bir
20
kent. Bizim plan yapımına ait esaslara
dair yönetmelik gereğince planlama
alanında en az 6 m2 yeşil alan ayrılması zorunludur. Bu ilkenin İstanbul’da
gerçekleştirilmediği ortada. Kaldı ki bu
oran dünyada ortalama 10 m2 olarak ele
alınır. New York’ta bu rakam 29.1 m2
iken, İsveç’in başkenti Stockholm’da
kişi başına düşen yeşil alan miktarı 87.5
m2 ’dir.
Bugün İstanbul’un kent merkezindeki
büyük parklarının pek çoğunun eski
saray bahçeleri olduğunu görüyoruz.
Yıldız Parkı’nın Çırağan Sarayı’nın
bahçesi, Gülhane Parkı’nın Topkapı
Sarayı’nın eski bahçesi örneğinde
olduğu gibi. Diğer bir kısım parklarımızın ise eski mezarlık alanları olduğu
bilinir. Bunlardan Abbasağa Parkı eski
gayrimüslim mezarlığından parka çev-
rilmiştir. Gezi Parkı ise eski bir Ermeni
mezarlığıdır. Türkiye’de arazilerin pek
azı bilinçli şekilde park olarak bırakılmıştır.
Zaten parklar eski saray bahçeleriydi
dediniz, peki bu anlamda yeşil alan ile
park kavramına bir açıklık getirebilir
misiniz, ikisi aynı şey midir?
Kavram olarak yeşil alanlar, pasif ve
aktif yeşiller olarak ikiye ayrılır. Aktif
yeşiller, park alanlarıdır. Bunlar düzenlenmiş tasarım projeleri olan alanlardır.
Ama pasif yeşil alan olarak tanımladığımız yerler tamamen pasif ve doğal
alanlar, kentin nefes alma noktalarıdır.
Sonradan sadece çiçek dikilmiş parklar yeşil alan sayılır mı?
Onlar yeşil alan katagorisine girmez.
SİVİL TOPLUM
Şu anda da biliyorsunuz son yönetmelik değişiklikleri ile birlikte tüm
park alanları ve meydanlar şöyle bir
tehditle karşı karşıya. Bu alanların
altı, kat otoparkı yapılıyor, üstü de
yeşil bırakılıyor. Bu durumda üzerinde
sadece ince bir toprak tabakası olan
alana ancak çiçek ekimi yapılabiliyor.
İstanbul’da da böyle uygulamalar var,
örneğin Cihangir Parkı. Bu parklarda
yeterli kalınlıkta toprak olmadığı için
malesef ağaç dikemiyorsunuz, sadece
çiçek ekebiliyorsunuz.
Bu anlamda İstanbul, kendisine miras
kalan eski alanlarını kullanarak yeşil
alan yaratabiliyor ancak. Tabii bir
taraftan Boğaz’daki mesire ve koru
alanları var. Bu arazileri 2960 Sayılı
Boğaziçi Kanunu koruyor ve bu alanlarda yapılaşmaya kısıtlama getiriyor.
Fakat Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın
Kral Abdullah’ın arazisi olan Sevda
Tepesi’ne yaptığı planla birlikte bu
da delinmiş oldu. İstanbul’un yeşil
alanlarının tehdit altında olduğunu
görüyoruz.
Peki son 10 yıl içerisinde, yeşil alan
konusunda İstanbul nasıl bir gelişme
gösterdi. Büyükşehir Belediyesi’nde
“biz yeşil alanları artırdık” söylemi
var, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz.
Ayrıca deprem için ayrılmış bazı
ortak alanların da imara açılması
hakkında neler söylersiniz?
İstanbul’un yeşil alanları özellikle kent
merkezinde artmak yerine azaldı. Kent
çeperinde bulunan bölgelerde pasif
yeşil alan oranı arttı. İstanbul’da şu an
kamu mülkiyetinde bulunan ve kent
merkezindeki tüm alanlar imar verilerek dolduruldu, daha sonra da topyekün elden çıkartıldı. Nerdeyse kamu
alanı kalmadı istanbul’da. Eski büyük
fabrika alanları, büyük kamu yapılarının hepsi satışa çıkartıldı ve satıldı.
Örneğin Zorlu Center’ın bulunduğu,
Karayolları Eski Genel Müdürlüğü’nün
olduğu alan. Kamu bu bölgeleri elden
çıkarttıkça yeşil alan elde etme şansını
da heba etmiş oluyor. Yani kamu, esasında kendi kendini zarara uğratıyor.
Son günlerde dile getirilen Veli Efendi
Hipodrumu ve arkasındaki bölgede
yapılacağı söylenen büyük park pro-
jesi var?Sizce İstanbul’da öyle bir park
olacak mı?
Halihazırdaki planlarda zaten orası çok uzun yıllardır bölge parkıydı.
Fakat hemen arkasından Veli Efendi
Hipodromu’nun hemen arkasında,
şehir parkı yapılacak alanın Emlak Gyo
tarafından satışının gerçekleştirileceği
konuşulmaya başlandı, hatta imar planı
yapılmıştı. Söz konusu alan bölge parkından çıkarılarak, yapılaşma alanına
çevriliyordu. Ama son anda Gezi’nin
de etkisiyle bu değişiklikten vazgeçildi.
Yani İstanbul’un zaten varolan bölge
parkına, park yapıyorum denildi. Bu
durumda aslında İstanbul’un olan
“İstanbul’un yeşil alanları
özellikle kent merkezinde
artmak yerine azaldı.
İstanbul’da şu an kamu
mülkiyetinde bulunan ve
kent merkezindeki tüm
alanlar imar verilerek
dolduruldu, daha sonra da
topyekün elden çıkartıldı.”
İstanbul’a geri verildi diyebiliriz.
İstanbul’da karşılaştığımız diğer bir
uygulama ise denizi doldurarak yeşil
alanlar yaratılması.
Sahil alanlarının esas doldurulma
nedenini kent merkezinde kamuya ait
tüm alanlar satışa çıkarıldığı için yeni
alan elde etme gayreti olarak görüyoruz. Kent merkezinde kamu mülkiyetinde bulunan alanlar kamusal fonksiyonlara ayrılmak yerine ayrıcalıklı
imar hakları ile satışa çıkarıldığından
kentte yeni rekreasyon alanları yaratılamıyor. Bu nedenle de gözler denize
dikilmiş durumda ve sahil alanları
doldurularak rekreasyon alanları elde
edilmeye çalışılıyor.
Sizce Taksim Meydanı nasıl düzenlenmeli?
Taksim Meydanı için bizim her zaman
söylediğimiz şey şuydu: Taksim Meydanı ve benzeri yaya trafiğinin yoğun
olduğu yerleri araçlardan arındırmalısınız. Burdaki trafiği farklı alanlara
yönlendirerek o alanları sadece toplu
taşımayla ulaşılabilir alanlar haline
getirmelisiniz. Parklanma yapılmadan
sirkülasyanla devamlılık sağlamalı.
Bizlerin de katılımıyla 2009 yılında onaylanan Beyoğlu Kentsel Sit
Alanı’nda yapılan koruma amaçlı imar
planlarında, bir öneri geliştirildi. Metro çıkışıyla Gezi Parkı’na çıkan merdivenleri ve yine metro çıkışıyla Anıt
arasındaki alanın tamamen trafiğe
kapatılması şeklindeydi bu öneri. Böylelikle İstiklal Caddesi çıkışıyla Gezi
Parkı’nın ilişkilendirmesi yönünde
görüşümüz vardı. Ama bence Taksim
Meydanı’nın Türkiye’deki mimar ve
şehir plancıların görüşü alınarak, kentsel tasarım yarışmasıyla şekillenmesi
gerekiyor.
Peki meydanlarda ağaç olmaz mı
gerçekten?
O tamamen bir tasarım kriteri. Dünya
örneklerinde de ağaç olan meydanlar
var. Bugün Londra’da şehir merkezinde bir açık alan bir de aktif park alanı
olduğunu görürsünüz. Eğer meydanın
özgün koşulları uygunsa meydanlarda
ağaç olabilir, bunun genellenmesi çok
yanlış.
21
İÇİMİZDEN BİRİ
“Şimdi, aldıklarımı topluma
geri verme zamanı...”
ODTÜ Endüstri Mühendisliği mezunlarından Kemal Erdoğan, Türkiye’nin köklü
kurumlarından Kamil Koç Genel Müdürü olarak ulaşım sektöründe ODTÜ’lü olmanın
farkını yansıtıyor. Erdoğan, endüstri mühendisliği eğitiminin ulaşım sektörüne farklı
açılardan bakabilmeyi mümkün kıldığını söylüyor.
Söyleşi: Özay Yaşar (Soc ’80)
SÖYLEŞİ
ODTÜ
Endüstri Mühendisliği
mezunlarından Kamil Koç Genel
Müdürü Kemal Erdoğan, çocukluk
hayali ODTÜ’ye dair anılarını bizimle
paylaştı. Ulaşım sektöründe endüstri
mühendisliği eğtiminin ve ODTÜ
ruhunun büyük etkilerini gördüğünü
belirten Erdoğan için ODTÜ, “öğrenmenin öğretildiği” bir eğitim kurumu.
Erdoğan, bu bakış açısının hayatının
her alanında kendisine büyük avantaj
sağladığını vurguluyor.
22
ODTÜ’ye girişiniz nasıl oldu, hayalinizdeki okul muydu?
Benim bütün ortaokul ve lise hayatım Ankara’da geçti. Ankara Atatürk
Lisesi’nden mezunum. Lise dönemimde
Ankara’da bulunmam ve ablamın da
ODTÜ’lü olması nedeniyle ODTÜ’ye
ziyaretlerde bulunurdum.
Ben hep ODTÜ’de mühendislik okumak
istemiştim. Çünkü, Ankara’da teknik
branş okumak için ODTÜ bir numaraydı.
1980’li yıllarda Endüstri
Mühendisliği’nin yıldızı yeni parlama-
ya başladığından kimsede net bir bilgi
yoktu. Biz de fakülteye gidip eğitimcilere sorular sorarak, bölüm hakkında fikir
sahibi olmaya çalışırdık.
ODTÜ Endüstri Mühendisliği bölümünü 1986 yılında kazandım ve 1990
yılında mezun olana kadar çok keyifli
bir eğitim hayatım oldu.
ODTÜ’lü olmanın size ne gibi kazanımları oldu?
ODTÜ bizim için her zaman idoldü.
ODTÜ’de neyi öğrendiniz derseniz bir
cümleyle “öğrenmeyi öğrendim” derim.
İÇİMİZDEN BİRİ
Bize farklı bir nosyon kazandırdı. Çok
net bir nosyon, şimdi onu çok kullanıyorum günlük hayatta. Hiç bilmediğim
bir konuda iki üç gün içinde yıllarca o
sektörde çalışmış insanlarla, tartışıp
bir yere varabilecek kadar ileri seviyede
araştırmayı ve öğrenmeyi öğrendim.
ODTÜ Endüstri Mühendisliği’nin
bana verdiği kazanım ise; büyük resmi
görebilmede bütünleşik düşünebilme
yetisidir. Bu enstrümanlar hayatın
içerisinde her zaman önünüzü açıyor,
farkındalık yaratıyor, sizi diğer insanlardan ayırıyor.
Endüstri mühendisliği eğitimi çok geniş çalışma alanlarını kapsamaktadır.
ODTÜ’den mezun olduktan sonra sizin
kariyeriniz nasıl şekillendi?
Okuldan mezun olduktan sonra kritik
bir süreç başlar. Bu dönemde doğru
kararlar vermek gerekiyor. Büyük
mekanizmada küçük bir dişli mi, yoksa
küçük bir mekanizmada büyük bir dişli
mi olacaksınız? Ben önce küçük bir
şirkette başladım. Bunun hem avantajı
hem dezavantajı oldu. Mesela küçük
şirketlerde bütün detaylarla ilgilenmek
zorunda kalabiliyorsunuz. Ortaya çıkan
sorunlar için çözüm stratejileri geliştirmek gerekiyor, sorun size ait olmasa
bile.
Sonra büyük bir şirkette işe başlayınca
bürokrasinin ve kuralların, kurumsallığın önemini fark ediyorsunuz. İkisini
birden görebilmek çok büyük bir şans.
Benim ODTÜ’de öğrendiğim büyük
resmin tamamını görebilme isteğim,
küçük kurumlarda işime çok yaradı.
Sadece ben değil benimle beraber
mezun olan birçok arkadaşım finans,
bankacılık, bilişim ve üretim sektöründe çok başarılı yerlerde. Aselsan bilgi
işlem müdürü benim dönemimden bir
arkadaşım o da endüstri mühendisi.
Kamil Koç bünyesinde sizin dışınızda
endüstri mühendisleri var mı?
Kamil Koç’a Genel Müdür olarak girdiğimde, ilk endüstri mühendisiydim.
Şimdi 5 tane endüstri mühendisimiz
var. Ulaşım sektörü, endüstri mühendisleri için tam bir oyun alanı. Pek
çok detayı ve birbiriyle paralel yürümesi gereken birçok fonksiyonu olan
bir iş. Bizim aldığımız bütün dersler
“Yolculuk yapmak isteyen
insanların yüzde 90’ı karayolunu
tercih ediyor. Yüzde 3,5
civarında bir yolcu artışı var
her yıl. Kamil Koç ise son dört
yıldır ortalama yüzde 18 hızla
büyüyor. Biz bu hızı devam
ettirmek ve Türkiyede’ki
sektörün olgunlaşması, şirket
sayısının stabil bir hale gelmesi
sürecini iyi değerlendirmek
istiyoruz.”
için inanılmaz uygulama alanları var.
Biz endüstri mühendisleri, beraber
çalışmaktan memnunuz. Çünkü, bir
arada çalışmak hedefleri belirlemede
kolaylık sağlıyor. Bu da başarıyı beraberinde getiriyor zaten. Şu an Kamil Koç
bünyesindeki Pazarlama Direktörü,
Operasyon Direktörü, İş Geliştirme ve
Operasyon Destek Denetim Müdürü,
endüstri mühendislerinden oluşuyor.
Sizce Kamil Koç’un son yıllardaki
başarısının altında neler var?
Ben 5 yıldır Kamil Koç’tayım. Son 4
yılda yolcu sayısı olarak büyüdüğümüzü istatistik verilerden görebiliyoruz.
Türkiye’nin, kendi kendine oluşan çok
güzel bir modeli var. Toplu taşıma çok
yaygın. Bütün gelişmiş ülkelerde hava,
deniz ve karayolu oranı yüzde 15 bandında, Türkiye’de ise yüzde 12 bandında
gidiyor. Yani pazar payı olarak bizim
yüzde 50 büyüme potansiyelimiz var.
Tek fark şu, bizim karayolu taşımamızın yarısı otobüslerle, yarısı da bireysel
araçlarla yapılıyor. Karayolları taşımacılığında Türkiye gayrisafi mili hasılası
ortalama yıllık yüzde 5 büyüyorsa,
yolcu sayısı yılda yüzde 3,5 büyüyor. Bir
taraftan da uçak, hızlı tren, deniz yolu
derken sektör küçülüyor. Ama sektörün
küçülmesinden korkmuyoruz. Aksine
hızlı tren, hava ve deniz yolunun daha
yoğun kullanılması insanların daha
rahat ve kolay seyahat etmesi bizim sektörümüzü dolaylı yönden büyütecektir.
Yolculuk yapmak isteyen insanların
yüzde 90’ı karayolunu tercih ediyor.
Yüzde 3,5 civarında bir yolcu artışı var
23
İÇİMİZDEN BİRİ
her yıl. Kamil Koç ise son dört yıldır
ortalama yüzde 18 hızla büyüyor. Biz
bu hızı devam ettirmek ve Türkiyede’ki
sektörün olgunlaşması, şirket sayısının stabil bir hale gelmesi sürecini iyi
değerlendirmek istiyoruz.
SÖYLEŞİ
Türkiye’nin ulaşım sorunundan
başlayarak, sektörün ve Kamil Koç’un
sorunları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bizim ulaşım politikalarımız uzun
soluklu olarak yürümüyor. Türkiye’nin
38 ilinde havaalanı var. Ama sadece 5
havaalanı, Türkiye ulaşımının yüzde
70’ini karşılıyor. Bu da sadece 4 şehir,
İstanbul(2) Ankara, İzmir ve Antalya
üzerinden sağlanıyor. Geriye kalan havaalanları ise yüzde 30’unun hareketini
sağlıyor.
Hızlı trenin stratejisi, doğudan batıya Türkiye’yi birleştirmek; karayolu
sektörünün ise, birleşen Türkiye’nin
yayılımını sağlamak. Biz de doğudan
batıya demir yollarıyla donanmış bir
Türkiye’yi, kuzeyden güneye taşımaya
talibiz. Bunları söylerken, uçak ve treni
rakip olarak görmüyoruz. Sadece uzlaşılması ve entegre olunması gerekiyor.
Bizim en büyük rakibimiz ise bireysel
otomobiller. Hatta bu nedenle kriz dönemlerinde genelde yolcularımız artar
bizim. Otobüs yolcularının bir kısmı
evde oturmayı tercih etse de otomobilleriyle veya uçakla gidenler otobüse
kayıyor.
Gelecekte Kamil Koç’un hedefinde
neler var?
Çok farklı bir segmentasyona gitmeyi
planlamıyoruz. Belki Otogar İşletmeciliği, yani işimize paralel işlerde
büyümek olabilir. Ama şu sıralar asıl
gündemimiz her bir hizmet noktamızda
hizmet kalitesini yükseltmek ve kalıcılaştırmak. Son yıllarda gösterdiğimiz
hızlı büyümeden sonra asıl zor olan
kısım bu.
Diğer taraftan, daha çok sosyal-kültürel diyebileceğimiz projelerimiz var
geliştirmeye çalıştığımız. E-ticarette
Türkiye’nin yöresel lezzetlerini bir
marka altında toplayıp, isteyenlere
“Türkiye’nin lezzetlerine götürüyoruz!” gibi bir konseptle sunmak gibi...
Gıda portalı gibi bir şey... Burada amaç
24
mede gözü olmayan bir şirket vardı.
Şimdi ise yeni yönetim büyümenin
zorunluluk olduğunu düşünüyor. Yani
kadro değişmedi ama bakış açısı değişti
diyebiliriz.
Bizim vizyonumuz 100. yılımızda üç
farklı kıtaya yayılarak burdan kazanılan katma değerin ülkeye getirilmesini
sağlamak. Yani biz burada bir değer
yaratma peşindeyiz. Otobüs sektöründe
ilk beş yıllık bir plan yaptığımda bana
gülüyorlardı.Şimdi ise beş yıllık planın
önüne geçtik. Yani sizin anlayacağınız,
şu an tramplende sıçrıyoruz ve en yakın
zamanda yeni atılımlar yapacağız...
“Ulaşım sektörü, Endüstri
Mühendisleri için tam bir oyun
alanı. Pek çok detayı ve birbiriyle
paralel yürümesi gereken birçok
fonksiyonu olan bir iş. Bizim
aldığımız bütün dersler için
inanılmaz uygulama alanları var.”
Anadolu’nun her noktasından fışkıran
değerleri paylaşmak. İnsanları birbirine
yaklaştırırsak, kültürel olarak da yakınlaştıracağımızı düşünüyoruz.
Yakın bir dönemde Kamil Koç’un
hisselerinin tamamı Actera Group’a
devredildi. Bu satışla Kamil Koç’ta
neler değişecek?
Kamil Koç sağlam temelleri olan bir
şirket. Şirketini seven bir ekip ve iş ortaklarıyla arasındaki uyum her zaman
işleri kolaylaştırdı. En önemlisi kendi
içinde çalışanları tarafından saygı duyulan bir şirket.
Kamil Koç bu şirketi kurarken “Ben ün
değil un peşindeyim” demiş. Gerçekten
çok muhterem bir insanmış. Aile de
aynen bu bakış açısını devam ettirmiş.
Satışla birlikte yeni yönetimin bütün
kurgusu büyümek üzerine şekillendi.
Eskiden daha çok idare edilen, büyü-
İş dışındaki uğraşılarınız?
Aslında çalışma zamanımın dışında
fazla bir vakit kalmıyor bana ama fırsat
buldukça dalış yapıyorum. Dalmayı
seviyorum çünkü; beni bütün dünyadaki dertlerden sıkıntılardan soyutluyor.
Aynı duyguyu oğullarımla birlikteyken
de hissediyorum. Bunların dışında,
yaklaşık yirmi yıldır motosiklet kullanıyorum, o da benim için vazgeçilmez
bir tutku. Bu uğraşlar yoğun iş temposu
arasında kaçış gibi oluyor. Şimdi de
Hezarfen’de uçuş derslerine gitmeye
başladım, pilotluk belgesi alacağım...
Gelecekte yapmak istedikleriniz?
Ülkemizdeki Türk yöneticilerimizde
hem yaratıcılık hem de inanılmaz bir
pratik zeka var. Hem iyi bir eğitim görmüşler. Bu anlamda ben de 68 kuşağında doğmuş biri olarak kendimi şanslı
görüyorum. İdealim, ülke olarak, sadece
ve sadece entellektüel birikimimizle
bu ülkeye katma değer yaratabilecek
dönüşler sağlamak. İlla tarım ürünü
satmak değil, maddi bir şey olmadan,
sadece zeka gücüyle yurtdışından katmadeğer sağlayacak birşeyler yaratabilmeliyiz. 1975 yılından beri herkesin
dediği gibi Türkiye’nin potansiyel bir
enerjisi var. İşte potansiyel enerjiyi
kinetik enerjiye çeviremediğimizden
müzdaripim.
Ben, ülkemin en iyi okullarında okuma
şansına sahip oldum. Bu topluma
borçlu olduğumu düşünüyorum. Şimdi
artık aldıklarımı geri verme zamanı...
Gerçekleştirmek istediğim çok fazla
proje var ki bunları başarmak beni çok
mutlu edecek.
LEITZ COMPLETE
MOBİL CİHAZINIZ İÇİN MÜKEMMEL TASARIM
Profesyonel çalışanların profesyonel aksesuarlara ihtiyacı vardır. Leitz Complete Masaüstü Şarj Cihazı iPad ve
akıllı telefonlar olmak üzere aynı anda 4 cihaza kadar şarj eder. Leitz Complete Serisi, profesyonelleri hareket
halinde ve ofisteyken desteklemek üzere mükemmel şekilde tasarlanan geniş bir mobil aksesuarlar serisidir.
www.leitz.com/complete
JOB WELL DONE
BİR ODTÜ’LÜ
“ODTÜ ruhu, her
koşulda vicdandan yana
olmaktır”
Cengiz Bozkurt ya da geniş
kitlelerin tanıdığı adıyla
“Erdal Bakkal”, bir ODTÜ
ve tiyatro sevdalısı… ODTÜ
Fizik Bölümü’nü yarıda
bırakacak kadar tiyatroya
aşık. “Asi, muhalif ve
haksızlığa karşı direnmek”
olarak tanımladığı ODTÜ
ruhunu ise hayatının her
anına yansıtan ve yaşayan
SÖYLEŞİ
bir ODTÜlü..
ODTÜ’ye girebilmek zordur. Girip
yarıda bırakmak ise daha zor olmalı.
Giriş maceranızı, yarıda bırakmaya
karar vermenizin öyküsünü bizimle
paylaşır mısınız?
1984-1990 yılları arasında ODTÜ’deydim. Bizim kuşak için ODTÜ’ye girmek hem eğitsel hem siyasi bir amaçtı. Gaziosmanpaşa’daki neredeyse tüm
çocukluk arkadaşlarım da ODTÜ’ye
26
girmişti. Zaten okula girmeden önce
lisedeyken gelip gitmişliğimiz de
vardı. Bizi neyin beklediğini gayet iyi
biliyorduk. Hazırlığı geçtim, 1.sınıfta “ODTÜ Oyuncuları’na katılmak
isteyenler, şu gün şu saatte topluluğun barakalardakı yerinde buluşuyoruz” diye bir ilan gördüm ve hayatım
değişti. Fizik okumak çok istediğim
bir şeydi ama barakalardaki hava ve
provalar beni ters köşe yaptı, 1.sınıfı
çok zorlanarak geçtim ve ikinci sınıfta
artık tiyatrodan başka bir tutkum ve
amacım yoktu. Kalan 4 yılımı ODTÜ
Oyuncuları’nın en aktif üyelerinden
biri olarak oyunlarda oynayarak,
şenlik organize ederek ve turnelere
çıkarak geçirdim. Hayatımın en güzel
6 yılını geçirdiğim okuluma artık
1990’da veda etmek zorunda kaldım
BİR ODTÜ’LÜ
ve Londra’ya giderek University of
London’a bağlı bir güzel sanatlar
fakültesi olan Goldsmits’den mezun
oldum..
Londra yıllarınızın, aldığınız
eğitim dışında, oyunculuğunuza
katkıları neler oldu?
Ben hayatı Londra’da tanıdım diyebilirim. Burnum orada sürttü.Yaptığım her farklı iş tabii ki oyunculuk
yelpazeme sayısız katkılar sundu.
Londra’da işportacılık, tezgahtarlık, şoförlük gibi mesleklerde
tecrübe kazanmış olmanızın “Erdal Bakkal” karakterine yansımaları neler oldu? Geçmişe bakılınca
Erdal Bakkal, özünde bir İngiliz
asilzadesi, bir Londralı sayılabilir
mi?
Olabilir tabii, neden olmasın? Şaka
bir yana İngiltere’de mizah anlayışını kökten sarsan Mounty Pyton’s
Flying Circus ekibi, oyunculuk tarzımı ziyadesiyle etkilemiş olabilir.
ODTÜ Fizik’ten ayrılıp tiyatroya gönül vermeniz ve o yolda ilerlemenize
çevrenizin tepkileri neler oldu?
Oyuncu olmak için çok sevdiğim okulumu ve bölümümü bıraktım. Annem,
babam yakın çevrem şaşırdı. Bana
tırlak diye baktılar.
Lisans eğitiminize dair herhangi bir
işte çalıştınız mı? Oyunculukta bu
bilgilerin kullanıldığı anlar var mı?
Lisans eğitimime dair bir iş yapmadım. Ama bazı anlar var ki, kuantum
hocam Ordal Demokan’ı ve öğrettiklerini hatırlıyorum. Bazı durumlarda
çok yardımını gördüm, evet..
ODTÜ’deki arkadaşlarınızla görüşüyor musunuz?Bir ODTÜ anınızı
bizimle paylaşabilir misiniz?
Tabii ki, 30 yıl sonra bile hala görüşür, hala konuşuruz. Ama dünyanın
dört bir tarafına yayılmış durumda
olduğumuz için buluşmalarımız zor
olabiliyor. Londra’ya gittiğimin ilk
ayında bunun faydasını gördüm.
Londra sokaklarında aylak aylak
dolanıp iş ararken, bir mimarlıktan bir
de inşaattan iki arkadaşımla tesadüfen
karşılaştım ve birisinin sayesinde iş
buldum. Birinin odasında yerde yattım,
uzun süre. Birbirimizi görünce ilk
andaki sarılmayı görmeniz lazımdı, ışıl
ışıl gözlerle... İnşaattan olan arkadaşım
bizim oyunların müziklerini yapardı.
Londra’ya gittiğinden haberim bile yoktu. Ben gördüğümde pizza dağıtıyordu.
ODTÜ’nün bir kurum olarak sizin için
anlam ve önemi nedir?
Çok büyüktür. Beni bugünkü ben
yapan okuldur. Hayatıma her alanda
yön veren, bana inanılmaz bir özgüven
aşılayan, şu anda karşınızda oyuncu
olarak durmamı sağlayan oradaki
kampus hayatı ve sunduğu imkanlardır.
Ben aynı zamanda hem ODTÜ Sualtı
Topluluğu’nun hem de ODTÜ Kayak ve
Kış Sporları Topluluğu’nun aktif üyesiydim. Kamplara katıldım, farklı bölümlerden, hala süren onlarca arkadaşlık
edindim..
27
BİR ODTÜ’LÜ
“Sanat yapan insanlarla erki
elinde bulunduran insanların
arası, eşyanın tabiatı gereği
iyi olmaz, olamaz. İkisinin
mücadelesi yüzyıllardır sürer
ve sürecektir. Gücü elinde
tutanlar sanatı ve sanatçıyı
kontrol altında tutmak isterler,
ama tarih iktidar sahiplerini
unutup hep sanatı ve
sanatçıları yazar.”
SÖYLEŞİ
Leyla ile Mecnun’da her şey renkli
ve eğlenceli giderken izleyicilerden
ayrılmak zorunda kaldınız? Neler
söylemek istersiniz?
Bir şey diyemem, her güzel şeyin bir
sonu vardır. Geri dönüp bakınca arşivlik iş yaptığımızı anlıyorum ve yapılan
işle gurur duyuyorum.
Birçok sanatçının da bulunduğu Gezi
Parkı direnişinde Leyla ile Mecnun
ekibi olarak siz de bulundunuz?
Neler hissettiniz? Yaşananları ve
sürecin devamını nasıl yorumluyorsunuz?
Gezi’nin çıkış noktası çok vicdaniydi.
Aslolan hayatta her zaman mazlumdan yana tavır alabilmektir. Hemen
her ODTÜ’lü gibi benim de muhalif
ve asi yanım güçlüdür. Okulumun bu
yönünü seviyorum. Yakın zamanda da
herkesin güce tapındığı, biat ettiği bir
dönemde rektörü, hocaları ve öğrencileriyle birlikte tek ses olup boyun
eğmemesi beni fazlasıyla gururlandırmıştır ve belki de en beklenmedik
dönemde yapılan bu çıkış, Gezi’nin
öncülüğü olmuştur. ODTÜ ruhunu,
iktidarın rengine bakmaksızın, her
dönemde ezilenden, mağdurdan ve
vicdandan yana olmak diye algılıyorum. Hiç başörtüsü sorunu daha çıkmamışken, İslami akımlar bu kadar
güçlenmemişken,1986 yılında fizik,
kimya, biyoloji bölümlerinin cunta
yüzünden ortak almak zorunda olduğu İnkilap tarihi derslerinin hocaları,
120-130 kişilik koca amfideki 2-3
türbanlı arkadaşımızı dersten atmaya
kalkardı. Başka derslerde olmazdı.
28
Her seferinde o 2-3 arkadaşımızla birlikte yaklaşık 100 solcu öğrenci dersi
terkederdi. Birisi de bendim. Haksızlık kanımıza dokunurdu. Sonunda o
hocaları bu huylarından vazgeçirmiştik. Anlayana ODTÜ ruhu budur. 27
yıl öncesinden bahsediyorum.
“Ne sağcıyım ne solcu, bakkalım ben
bakkal”, “Bu ağacı kesenin annesi
babası ölsün” gibi Erdal Bakkal
replikleri direnişin bir parçası oldu.
Erdal Bakkal’ın direnişe yönelik
yorumu ne olurdu?
Valla Erdal Bakkal orada günü geçmiş
bir şeyler satıp baraları balyalama
hayali kurardı herhalde. Gezi’de bir
gün sırıtan bir Erdal Bakkal karikatürü ve yanında “faiz lobisini bulduk”
yazısı görmüş, epey gülmüştüm.
Sizce sanatın iktidara karşı duruşu
nasıl olmalıdır?
Sanat yapan insanlarla erki elinde
bulunduran insanların arası, eşyanın
tabiatı gereği iyi olmaz, olamaz. İkisinin mücadelesi yüzyıllardır sürer
ve sürecektir. Gücü elinde tutanlar
sanatı ve sanatçıyı kontrol altında
tutmak isterler, ama tarih iktidar
sahiplerini unutup hep sanatı ve
sanatçıları yazar.
Yeni projeleriniz nelerdir?
Çanakkale’de, Eyvah Eyvah-3 çekimlerinden yeni döndüm. Rize’de
“Sevdaluk” diye bir işe gidiyorum,
aynı zamanda Leyla ile Mecnun’un
devamı niteliğinde olan “Ben de özledim” dizisine de gelip gideceğim.
Oyuncu olmak isteyen gençlere neler
önerirsiniz?
Sabır.
ÇEVRE
Bir ODTÜ’lüden “çevre
sorunları el kitabı”
ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunu Nükhet Barlas’la “Küresel Krizlerden
Sürdürülebilir Topluma Çağımızın Çevre Sorunları” kitabı üzerine konuştuk.
Söyleşi: Nezih Yaşar (IE ’82)
ODTÜ
mezunu endüstri
mühendislerinin iletişim ortamı
“ListEM” olmasaydı, bu kitapla
karşılaşmam raslantılara kalırdı ve
çok şey kaybederdim. İşi gücü çevre
olanların dışında kalan, benim gibi
çoğunluk için söylüyorum; bugüne
kadar çevre konularına nasıl yaklaşmış
ya da yaklaşmamış olursanız olun,
“Küresel Krizlerden Sürdürülebilir
Topluma Çağımızın Çevre Sorunları”nı
okuduktan sonra çevreye başka bir
gözle bakma şansını yakalayacaksınız.
Çevre gündemine bilinçli bir biçimde
yaklaşınca, sloganları bile daha etkili
kullanma olanağınız olacak. Kitabı
okumayanlara bunu sezdirebilmenin
bir yolu da Nükhet Barlas’la bir söyleşi
yapmaktı. Öyle yaptık.
SÖYLEŞİ
Türkiye’de çevre algısı ne durumda?
Bu işleri yerli yerine oturtmayı becerebilecek miyiz? Kitabın bu konuda
işe yarayacak mı dersin?
Endüstri Mühendisliği gibi popüler bir
mesleği bırakıp çevre danışmanı olarak
Türkiye’ye dönerken, uyum sağlayamayacağım konusunda epey uyarılar
almıştım. Gerçekten de, ısınmada
kullanılan kömür yüzünden şehirlerde
yaşanan hava kirliliği dışında toplumun çevre konularına ilgisi yoktu. Son
yıllarda bu epey değişti. İklim değişikliği, enerji yatırımlarının yarattığı
olumsuzluklar, “GDO”lar gibi konular
artık toplumun da gündeminde. Ama
çevre konuları son derece karmaşık
ve çok disiplinli. İklim, enerji, ekoloji,
30
ÇEVRE
“Bugün ekosistemlerin, bir
yılda tükettiklerimizi üretip
yarattığımız kirliliği özümsemesi
bir buçuk yıl alıyor. Küresel
nüfusun dörtte üçü ekolojik
borçlu ülkelerde yaşıyor.”
gıda, su, ekonomi... Hepsi birbiriyle
ilintili konular. Uzmanlaşmalar arttıkça da birbirinden kopuyor. Yıllardır bu
konularla ilgili sorunları, gelişmeleri
takip etmeye çalışıyorum. Arada bir
de gazete yazılarıyla, öğrendiklerimi
ve düşündüklerimi aktarmaya çalışıyorum. “Bunların hepsini bir kitapta
toparlarsam, belki sorunların anlaşılmasına bir parça yardımcı olabilirim”
diye düşündüm. Kitap çıkalı henüz üç
ay oldu, gelmeye başlayan tepkilere
bakarak, işe yarayabileceği konusunda
umutlanıyorum.
Türkiye’ye 1990’ların başında döndün; o günden bu yana nasıl buluyorsun gelişmeleri?
O yıllarda da doğal kaynakları ve insan
sağlığını korumayı amaçlayan yasalar vardı. Ama örneğin tehlikeli atık
yönetmeliğinin ilk 1995’te çıktığını
hatırlıyorum. O zamana kadar ABD’de
tehlikeli atıklarla ilgili ciltler dolusu
mevzuat, el-kitabı, doküman incelemiş, kirlilik temizleme planları yapmış,
şirketlere akıl satmışım. Düşünün,
burada yepyeni bir alan vardı, ancak
pek sanayileşmiş bir ülke değildik. Eski
şirketimin Avrupa ofislerinden gelen
işler için ziyaret ettiğim endüstriyel
tesislerde sıklıkla, “Nükhet Hanım,
burası Türkiye” lafını duyardım. AB
mevzuatını benimsemeye başlamamızın da etkisiyle son yirmi yılda çok yol
katedildi. Özellikle batılı ülkelerle iş
yapan şirketler, gelişmiş ülke standartlarını tutturmayı başardı denebilir. Öte
yandan, zaten o düzeye ulaşamamış
devletimizin son yıllarda tam da ters
yöne dönmesi, doğal kaynaklarımız
açısından olduğu kadar devletin prestiji açısından da çok riskli. Örneğin,
dev projelere ÇED istenmemesi, aklı
başında yatırımcının kabul etmeyeceği
bir şey. Risk almak istemedikleri için
ciddi finansörlerin istediği standartlar
genelde bizim mevzuatımızdan daha
sıkıdır. Bir de bakanlığın verdiği iznin
yabancı yatırımcı tarafından ciddiye
alınmadığını düşünün; muz cumhuriyeti olarak görülüyorsunuz anlamına
gelmez mi?
Gündemler üzerinden gidelim. Bu dev
projeler, HES’ler için ne diyorsun?
Çabuk çabuk yapılmak istenen dev
projeler beni çok korkutuyor. Sistemin
düzgün çalışabilmesi için çevreden
sorumlu bakanlıklarımızın doğal
kaynakların avukatlığını yapması
gerekir. Oysa gitgide “icraatın işini
kolaylaştırma” kurumlarına dönüştüler. Mevzuattan muafiyetler tanıyıp
kontrol mekanizmalarını da ortadan
kaldırınca, bu işlerin sonunda ciddi
zararlar ortaya çıkmaması mucize olur.
Gelecekte bunları düzeltmek mümkün olsa bile, maddi ve manevi açıdan
çok pahalıya patlayabilir. ABD’de en
tepedeki çevre kurumu, özerk olabilmesi için bakanlık yapılmamıştır.
Bu “kuvvetler ayrılığı” denen şeyin
önemini biz henüz anlamaya başlıyoruz. Ayrıca, kötü deneylerden ders
çıkarabilmek lazım. HESler örneğine
bakalım. Göreceli olarak temiz enerji
sayılan küçük nehir santrallerini, akıl
almaz bir başıboşluk ve hesapsızlıkla
doğa katliamına çevirdik. Aynı nehir
üzerine peşpeşe santraller kuruluyor.
Verdikleri onca zarara karşılık, birçoğunun da karlı olmayacağı belli. Yani,
yararlı bir iş yapılabilecekken; köylü,
doğa, yatırımcı ve devlet, yani herkes
zararlı çıkabilir. Devlet Su İşleri gibi
ülkemizin en fazla bilgi ve deneyimi
olan kurumlarından birinin bu sürece
en başta dahil edilmemiş olmasını
da aklım almıyor. Ülke olarak, bilgi
üretmediğimiz gibi maalesef varolan
bilgiye, deneyime de değer vermiyor
ve kullanmıyoruz. Oysa risklerin çok
büyüdüğü bir dünyada artık çok akıllı
ve planlı olmak zorundayız.
Kitapta sona bırakmışsın ama başlıkta önemli bir yer tuttuğu için ben
önden sorayım: “Sürdürülebilirliği”
birkaç cümleyle anlatmaya kalksan...
Önce sorunları ele almış olmak istedim. Sürdürülebilirlik kavramı son
yıllarda epey tartışma konusu oldu ve
çok yanlış anlamlarda da kullanılıyor.
Sürdürülebilir olmak basitçe, “doğal
kaynakları tüketirken doğanın kapasitesini aşmamak” şeklinde tanımlanabilir. Ekosistemlerin, bir yılda tükettiklerimizi yeniden üretip yarattığımız
kirliliği özümsemesi bir buçuk yıl
alıyor. Küresel nüfusun dörtte üçü,
ekolojik borçlu ülkelerde yaşıyor.
31
ÇEVRE
SÖYLEŞİ
Bunların hesapları BM verileriyle
ve ülkelere danışarak çok dikkatli
yapılıyor. Ülkemiz de elverişli coğrafyası, yeterli ekilebilir alanı ve suyu,
bol yenilenebilir enerji kaynakları,
genç nüfusu ile çok şanslı olmasına
rağmen, artık ekolojik borçlu ülkeler
arasında. Tüketimimiz 2007’de biyolojik kapasitemizin iki katını aşmış.
Yani, gelecek nesillerden çalıyoruz ve
üstelik (gıda üretme, su temizleme,
sel önleme, polenleme gibi) hayati
hizmetler gören ekosistemlere zarar
vererek, kapasitelerini daha da aşağı
çekiyoruz. Dünya ekonomisinin yeniden tasarlanması, ekonomik büyümenin gelişmiş ülkelerden başlayarak
yavaşlatılması gerektiğini söyleyenler
artık sadece uçuk çevreciler değil. BM
ve OECD raporları da bunu öneriyor.
Ama ortada bir açmaz var. Sistemin
ufku, bir seçim dönemiyle sınırlanıyor
ve hükümetler ekonomik büyüme sağlayamazlarsa iktidarda kalamıyor. İşte
burada da özerk kurumların önemi
bir kez daha ortaya çıkıyor. Toplumun
uzun dönemli çıkarlarını gözetecek,
kimsenin müdahale edemeyeceği
bağımsız kurumlar gerekli.
Toplumun uzun dönemli çıkarlarını
gözetecek kurumlar nasıl ortaya
çıkacak?
Artık iyice sürdürülemez hale gelen,
temel gereksinimlerin bile çok uzaklardan getirildiği, tıkış tıkış yapılaşan
şehirlerimizde insanlar bu ayyuka
çıkan arazi rantına isyan halinde.
Ağaç kesilmesin diye kavga çıkaran
mahalleliyi çok iyi anlıyorum; evimi
güzel yapan şey önündeki ağaçlar.
Ama, Gezi beni ayrıca çok heyecanlandırdı. Doğanın ekonomiye kurban
edilmemesi talebi kadar, sergilenen
o tokgözlü, paylaşımcı, kapsayıcı kültürü de “sürdürülebilir bir toplum”
hayali olarak okudum. Yönetim sert
tepki vermiş olsa da bundan herkesin
etkilenmiş olduğunu düşünüyorum.
İmzalar toplanıp meclis genel kuruluna gelmesi, durdurulmaya çalışılan biyolojik çeşitlilik yasa tasarısının Gezi
olaylarından sonra geri çekilmesini de
(belki iyimserlikle), bu yönde olumlu
bir sinyal olarak yorumluyorum. “Sürdürülebilir toplumlar kurmak belki
32
o kadar da uzak bir hayal değil”, diye
düşündürdü bana. Böyle bir ivme,
toplumun önceliklerini değiştirebilir.
Yöneticiler açısından da, ekonomi
yeniden tasarlanmadan materyal
büyümeyi yavaşlatmak kolay değil.
Ama hükümetlerin yapabileceği çok
şey var. İlla ki dev inşaatlar gerekmiyor. Pek çok ülke yeşil işler üreterek,
ekosistemleri iyileştirerek iş yaratıp
ekonomiyi canlandırıyor.
Sana nükleeri sormadan olmaz...
Nükleer teknoloji çok yoğun enerji
üretebildiğinden geliştirmek için
bilimsel çabaları hak ediyor olabilir.
Ama, bugün hala astarı yüzünden çok
daha pahalı bir yöntem. Üstelik, her
teknoloji ucuzlarken nükleer pahalılaşıyor. Finlandiya’da ve Fransa’da,
“yeni nesil güvenli santral” diye
kurulmakta olan iki örnekte maliyet
katlanırken, açılma tarihi de ertelenip
duruyor. Bakın, Japonya’da yaşanan
kazadan iki yıl sonra insanlar hala evlerine dönemiyor, sızıntı devam ediyor ve hala dünyanın parası harcanarak kontrol altına alınmaya çalışılıyor.
Nükleere “ucuz” diyenler de, üreten
şirket açısından bunu söylüyor, çünkü
en büyük maliyetler kamuya kalıyor.
Nükleer enerjinin temiz olduğu da
doğru değil. İşletme sırasında sera
gazı salmıyor ama, maden çıkarma ve
işleme sırasında bolca sera gazı salındığı gibi, dünyanın en tehlikeli atıkları
yaratılıyor. Atık yakıtların havuzlarda
soğutulması, geçici depolanması da
inanılmaz maliyetlere yol açıyor.
Çevre gündemi üzerinden öyle bir
manzara canlanıyor ki kafamızda,
gelecekle ilgili karamsarlığa düşüyoruz. Durum, gerçekten çok mu kötü?
Kitabın bittiğine karar vermek zordu,
sürekli yeni raporlar çıkıyor, yeni
bilgiler veriliyor. Ama, sorunlar belli,
çözümler de belli. Hatta teknolojinin de yeterli olduğu tartışılıyor. Bu
yüzden umutlu olmak için nedenimiz
var. Yani, ne yapılması gerektiğini
biliyoruz, başarılı örnekler de var,
yapmamız gereken bunu seferberliğe
çevirmek. Öte yandan, yaşam mücadelesi içindeki insanları ve seçimlere
odaklanmış siyasileri, uzun dönem-
““Dünya ekonomisinin
yeniden tasarlanmasını
ve ekonomik büyümenin
gelişmiş ülkelerden başlayarak
yavaşlatılması gerektiğini
söyleyenler, artık sadece uçuk
çevreciler değil. BM ve OECD
raporları da bunu öneriyor.””
deki sıkıntılara, felaketlere duyarlı
yapmak çok zor. Önümüzdeki on
yıllarda uygarlık çok zor kavşaklara
giriyor olacak. İyi hazırlanmayan
toplumlar bunun acısını daha fazla
çekecek. Belirsizlikler olduğu doğru, ama riskler de çok büyük. Bugün
bilimin bize gösterdiği yola girmek,
doğal döngülere ve ekosistemlere
zarar veren etkinlikleri sınırlamak
zorundayız. Ayrıca, değişimlere ve
iklim değişikliği gibi risklere karşı
sosyal ve ekolojik sistemlerin de dayanıklılığını artırmamız gerekiyor.
Toplumun bilgisi arttıkça, hayalleri
ve talepleri de değişebilir. Kitabım
buna bir damla katkı yapabilirse ne
mutlu.
Kitabını ODTÜ’lülere tanıtmayı
çok önemsedim. Çünkü bu damlaların çoğaltılmasında onların da
rolü olabilir, olmalı... Bir ODTÜ’lü
olarak bu rolü sen nasıl değerlendiriyorsun?
Bu kadar çeşitli konuda ahkam
kesebilmemde, lisansüstü çevre
eğitimi kadar temel bilimlerden
üretim süreçlerine, yönetim sistemlerinden istatistik analizlere uzanan
endüstri mühendisliği eğitiminin
de önemli etkisi olduğu kuşkusuz.
Ayrıca, okulda öğrendiklerimiz
kadar ortamdan, arkadaşlarımızdan
da öğreniyoruz. ODTÜ, insanı çok
geliştiren bir dünyaydı, hala da öyle
olduğunu sanıyorum. Topluma katkıda bulunma isteğinin de bu ODTÜ
ruhu dediğimiz şeyden etkilenmiş
olduğuna şüphe yok. Konulara farklı
açılardan bakmaya çalışıyorum. Sanırım, sanayi danışmanlığı sayesinde uygulamalara katılmış olmamın
ÇEVRE
yanında, yönetim kurulu düzeyinde
sivil toplum çalışmalarına katılmış
olmak da konulara farklı perspektiflerden bakabilmeme yardımcı
oluyor.
Daha önce de yazdıkların olduğunu
biliyorum. Onları da biraz anlatır
mısın?
Aslında ilk kitap denemem çocuklar
için bir şeyler yazmaktı. Onlara öncelikle dünyanın ne kadar güzel ve şaşırtıcı bir yer olduğunu anlatmalı ki,
korumak istesinler diye düşünmüştüm. Dünyanın değişik bölgelerinden
çocukların başından geçen küçük
öyküler yazdım. Kuş göçleri, deniz
akıntıları, kuzey ışıkları gibi ilginç
şeyler var içinde. Bunlar internette
“http://www.earthtale.com/DOGAOYKU” adresinden okunabiliyor.
İngilizcesinin sonuna bir de ansiklopedik bölüm ekleyip “lulu.com”dan
kitap yapmıştım. Amazon dahil birçok yerde satılıyor ve “ibookstore”da
da bulunabiliyor. Ama, yapmayı
düşünen varsa uyarayım, reklamı
olmadan birilerinin sizin kitabınızı
bulması çok zor. Bu kitapla birlikte
roman formatında da bir kitap yazmaya başlamıştım. Şimdi tekrar ona
dönmeyi planlıyorum. Arada öykü
yazmayı da seviyorum. Yarı bitmiş
öykülerim elden geçmeyi bekliyor.
İngilizce bir öykümü popüler bir
elektronik edebiyat dergisinde yayınlatmayı başarmıştım. Kolay değildi,
ama çok öğretici bir süreçti. “bewilderingstories.com/issue345/abyssinian.
html” adresinden okunabiliyor.
Bir de “İstanbul’un önüne koyduğun”
kedilerle tanıdığım fotoğrafçı yanın
var. Kedi fotoğraflarının çevreciliğinle bir bağlantısı var mı?
Fotoğrafçılığım yavaş yavaş gelişiyor.
Çocuk öykülerini internete koyduğum
sırada, kedi fotoğraflarımı da derleyip
web sitesine koymuştum. Bu kadar
güzel kedileri olan bir kentte yabancı
kedi takvimleri satılmasına içerleyerek 2008’de, Sarman Kitapçı ile birlikte bir ajanda-defter yayımlamıştık.
İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilince, tarihi ve turistik vb.
mekanlarda çektiğim fotoğraflardan,
“Avrupa Kültür ve KEDİ Başkenti”
adlı bir sanal sergi hazırladım. Onu da
2010 organizyonuna alıp logo desteği
verdiler. Tabii resmi site artık kapandı, ama fotoğraflarım internette duruyor. Ben de şaşırıyorum, ne çok kedi
fotoğrafı çekmişim diye. Fotoğraflara
“https://picasaweb.google.com/nukcat/” ve “http://nukcat.jalbum.net/”
adreslerinden bakılabilir.
Son zamanlarda kuşlara merak sardım. Boğazdan geçen göçmen kuşları,
uçurtma gibi süzülen kartalları ve
şahinleri görmek çok heyecan verici. Meraklısı da az değil, trakus.org
sitesinde ülkemizin kuşlarının müthiş
fotoğraflarını görebilir, detaylı bilgi
alabilirsiniz. Bilgi de üreten bu tür
sivil kuruluşların, bizi gelişmiş ülke
olmaya yaklaştırdığını düşünüyorum.
Kitabına geri dönerek bitirmek
istiyorum. Yayımlandığını duyunca
hemen internete girip www.pandora.
com.tr’den aldım. Önsöz bölümünde
“Bu kitabın amacı, okuyucunun kendi görüşünü oluşturmasına yardımcı
olmak” demişsin. Ben bu amacına
ulaştığını düşündüm. Kendi adıma
teşekkür ederim...
Nükhet Barlas kimdir
Nükhet Barlas, 1978’de
ODTÜ Endüstri Mühendisliği
Bölümü’nden mezun oldu.
Bir süre Atlanta’da bilgi işlem
uzmanı olarak çalıştıktan
sonra, 1988’de Miami
Üniversitesi’nde Çevre Bilimi
dalında lisansüstü eğitimini
tamamladı. Ciccinnati’de
tanınmış bir çevre ve
mühendislik danışmanlık
şirketinde çalışmasının
ardından 1993’te İstanbul’a
döndü ve o tarihten bu yana
çevre danışmanlığı yapıyor,
çevre konularında yazıyor.
33
HABER
“Kuzey Ormanları Savunması”
(KOS) nedir?
Kuzey Ormanları Savunması’nın bu zamana kadarki benzer oluşumlardan farkı,
daha önce bu mücadele alanında yer almamış, ancak kentsel muhalefete bir şekilde
dokunmuş kişileri, bu defa olayın merkezinde ağırlayan ve herhangi bir kurum ya da
örgüte bağlı olmaksızın kendiliğinden büyüyen bir seyir izlemesidir .
GÜNDEM
İstanbul’da kentsel muhalefetin
özellikle son 10 yılda artan mücadele
alanında, çok sayıda platform, STK, dayanışma grupları, insiyatifler ve benzeri
oluşumlar kendini göstermiş ve belirli
oranda hareket alanı yaratmış olmasına
rağmen kent ölçeğini etkileyebilecek en
somut kazanım, elbette Gezi Parkı’nın
korunması için verilen tarifi güç kentsel
muhalefet ile elde edilmişti. Kısa sürede
kitleselleşen ve ülke ölçeğine yayılan
bu hareket, sonrasında mahalle ve
semt parklarına taşınarak forumlarla
varlığını sürdürmeye devam etti. Bu
park forumlarının öncüsü diyebileceğimiz Abbasağa Parkı Forumu, kendi
34
içinde farklı alt çalışma gruplarına
bölünerek kenti ve mevcut siyasetleri
tartışmaya açtı. Tartışılan konulardan
birçoğu kente dairdi ve Gezi sürecinde
yaratılan uyanışın etkisi park forumlarında da kendini gösterdi, kente dair
olup bitenlere karşı kayıtsız kalmamak
için fikirler ve eylemler gelişmeye, bir
forumdan başka bir foruma taşınmaya
başladı, yayıldı, büyüdü.
Kente dair olup bitenlere ilişkin en
önemli farkındalık, kentin kuzey kesiminde yapımı süren 3. Köprü projesi
için kesilen milyonu aşkın ağaç ve
büsbütün bir doğa katliamına kayıtsız
kalınmamasıydı. Birkaç kişinin ön ayak
olmasıyla proje sahasında eskiden var
olan dutluk alanlara gönderme niteliğindeki, “buralar eskiden hep dutluktu”
sloganıyla başlatılan kendi halindeki
çevreci eylem, kısa sürede yüzlerce
kişinin katılımıyla büyüyerek kitlesel
bir eyleme dönüştü. Beyaz bir çarşafa
çizilen bir ağacın dallarında asılı bisikletler ve uzayıp sarmalayan dallarıyla
renkli bir pankartı önüne alan bisikletli
bir konvoy, kuzey ormanlarını işaret
etmek için 11 Temmuz’da Beşiktaş’tan
yola çıktı. İlk buluşma yerinden, basın
açıklaması yapılan son durağa kadar
polis ve jandarma engellemeleri ile
sıkça bölünse de mesajını vermeyi
HABER
başardı. Köprü ayaklarından birinin
düştüğü Garipçe’de yapılan basın açıklamasında özetle: “Nüfusu 14 milyona
dayandı bu şehrin. Türkiye’de kilometrekareye ortalama 95 kişi düşerken,
İstanbul’da bu sayı 2500’ü geçer oldu.
Her yeni yapılaşmayla giderek daha
fazla betonlaşılıyor, asfaltlaşıyor ve aynı
oranda toprak ve bitki örtüsünden ödün
veriliyor. Ama İstanbul’un yüzölçümü
büyümüyor, doğal kaynakları çoğalmıyor... İstanbul gelişiyor sanırsınız, ama
aslında tükeniyor! İstanbul’un hakim
rüzgarı kuzeyden güneye eser ve kuzey
ormanları sayesindedir biraz olsun
temizlenmiş havayı soluyabilmemiz.
İstanbul’un içmesuyu kaynakları, yani
su havzaları bu kuzey ormanlarının
içinde gizlidir; iki yakaya serpilmiştir ve
susuzluğumuzu giderir. Kentin ekolojik
koridorları, biyolojik çeşitliliği, yaban
hayatı, büyük piknik ve mesire alanları,
doğal bisiklet rotaları, endemik bitki
türleri hep bu yeşil desende saklıdır.
En büyük düşmanı ise şehrin güneyden
kuzeye büyümesi, yeni yapılaşmalar
ve bunları tetikleyen çılgın projelerdir. Bunların başını 3. köprü projesi
çeker ki tek başına kentin kuzeyine 7
milyonu aşan ek nüfus çekeceği, 1453
hektar orman alanını ve 2,5 milyondan
fazla ağacı ortadan kaldıracağı bilinir.
Yeni havaalanını, kuzeydeki yeni şehir
projelerini, Kanalistanbul’u ve bunların
tetikleyeceği yeni yerleşim ve yapılaşmaları eklediğinizde, kentin nüfusunun
25 milyonu bulması 5-10 yıla bakar. Bu
gidişe hiçbir doğal kaynak dayanmaz ve
kırılma yakındır” denildi.
Derdinin sadece kesilen ve kesilecek olan ağaçlar olmadığını, aslında savunduğu şeyin bu kentin tüm
yaşam kaynakları olduğunu anlattı.
Bu metin aslında Kuzey Ormanları
Savunması’nın, ilk uzun soluklu mücadele deklarasyonuydu denilebilir. Çok
geçmeden kesilen milyonu aşkın ağaç
için Beşiktaş merkezinde bir düzine
gönüllüyle helva ve beraberinde kentin
kuzeyinde yaratılan tahribata dair birer
broşür dağıtıldı. Ağaçların da birer canlı
oldukları düşünüldüğünde dağıtılan
helvaların hiç de anlamsız olmadığı görülücektir. Bu iki etkinlikle birlikte artık
Abbasağa Park Forumu’nun yapıldığı
alanın altındaki, küçük forum alanında düzenli toplantılarla, kentin kuzey
ormanları ve çevresini savunmaya
çalışan bir grup insan bir araya gelmeye
başladı. Bu hareketin bir adı olmalıydı
ve daha da büyümeliydi. Adına “Kuzey
Ormanları Savunması” (KOS) dendi ve
savunduğu şeyin yalnız orman alanları
olmayıp, kentin kuzeyinde süregiden
her ölçekteki proje ve tahrip edici fiziki
müdahalelerden etkilenen su havzaları,
yaban hayatı, endemik bitki türleri, kuş
göç ve çoğalma alanları, tarım alanları ve meralar, fundalıklar, dutluklar,
seralar olduğu konusunda uzlaşıldı. O
günden bu yana küçük forum alanı,
her Cuma akşamı ev sahipliği yapmaya
başladı bu naif harekete. KOS, kısa bir
zaman diliminde kendini sevdirdi ve
artık belirli aralıklarla eylem yapmadan duramayan, kendini yenileyen
ve daha önce denenmemiş eylem ve
yöntemleri arayıp bulmaya çalışan bir
hareket halini aldı. 7-8 Eylül’de Riva’da
yapılan 2 günlük kamp etkinliği bunun
en somut örneğiydi. Gezi’den sonra kurulan kentsel muhalefetin ilk çadırları
Riva’da kuruldu ve tümüyle dayanışma
içinde geçen iki günlük kamp boyunca
çeşitli etkinlik ve forumlarla kentin
kuzey ormanları ve genel hali masaya
yatırıldı. Kendine yeni aktivistler kazandırdığı kampın dönüş yolcuğunda
3. köprü projesinin en can alıcı noktalarından birine, Beykoz’daki güzergah
alanındaki bir noktaya gidilerek basın
açıklaması yapıldı.
Yüzlerce KOS destekçisinin ellerinde
KOS yazılı kalkanlarıyla, bir arada diktikleri tek bir fidana can suyu verildi.
Bu tek fidanın ne çok işe yarayabileceği
anlatıldı ve bunun gibi on binlercesinin her gün bu proje için kesildiği anlatıldı. Kimse yorgun ayrılmadı Riva’dan
ve kimse pişman olmadı. Şimdiyse
çoğalan eylem fikirleri arasından seçim yapmakta zorlanan, hala destekçi
sayısını arttıran ve benzer mücadele
içindeki farklı aktörleri taze mücadele
alanına çağıran, bir araya getiren haletiruhiyesi ile KOS var olmaya devam
ediyor. Yine aynı yerde, yine aynı
saatte. Ve biliyor ki; bu mücadele, bu
savunma çoğaldıkça kolay ve paylaştıkça güzel…
KOS her Cuma akşamı 20:30’da Beşiktaş Abbasağa küçük forum alanında
sizleri bekliyor…
35
HALLSTATT
Hallstatt’ın büyülü
atmosferine hoş geldiniz
Temmuz ayında Viyana gezisi gerçekleştiren üyelerimiz Münire Atıcı ve Fatma Kesik, gezileri
sırasında uğradıkları bir Avusturya köyü olan Hallstatt hakkındaki izlenimlerini paylaştılar.
Yazı: Münire Atıcı (EE ’10) &Fatma Kesik (EE ’10)
GEZİ
arkadaşlar arası toplu bir telefon mesajlaşması esnasında, gün
boyu çalışmaktan yorulan bir arkadaşımızın kartpostallarda rastlanılan
türden müthiş bir manzara resmini
paylaşmasıyla tanıştık Hallstat’la.
İşte çalışmaktan yorulan arkadaşımız
36
“Keşke şimdi böyle bir yerde olsak”
diye göndermişti o resmi. Kendisi bu
resmin bize ilham vereceğini bilemezdi tabii. Fatma hemen resmin
nereye ait olduğunu tespit etti ve
“Viyana’ya yakınmış, oraya da gitsek
mi?” diye öneride bulundu. Viyana
gezimizin Viyana gezisi olmaktan
çıkıp Hallstatt üzerine kurgulanması
da işte böyle başladı.
Hallstat’a ulaşım
Hallstatt Avusturya’nın ikinci ve
dördüncü büyük şehirleri olan
HALLSTATT
Granz ve Salzburg arasındaki anayol üzerinde bulunan tatil yöresi
Salzkammergut’da yer alıyor. Hallstatt köyü Hallstätter gölünün kenarına kurulmuş. Bölgeye Türkiye’den
aktarmasız uçuşla ulaşabileceğiniz
en yakın şehirler Viyana, Salzburg ve
Münih. Kara yoluyla Salzburg’dan 70
km, Münih’den 210 km, Viyana’dan
290 km uzaklıkta bulunan Hallstatt’a
araba kiralayarak gitmeye karar
verdik. Toplam alanının yarıya yakını
orman olan bir ülkede özel arabanızla şehirlerarası yolculuk yapmak, yol
üstündeki yeşil çayırlara, ormanlar
arasındaki sevimli kasabalara dalıp
gitmek çok keyifliydi. Ayrıca toplu
taşıma kullanmayı tercih ediyorsanız, Hallstatt’ın hemen karşısında,
gölün diğer yakasında bulunan
Obertraun kasabasına kadar gelen tren hattını kullanabilirsiniz.
Obertraun’a ulaştıktan sonra teknelerle Hallstat’a geçmek mümkün.
İlk izlenim
Hava karardıktan bir iki saat sonra
vardık Hallstatt’a. Köyün girişinde
araç park alanı var. Buranın devamında araç girişleri kontrollü yapılıyor. Girişten köy meydanına yürümek yaklaşık yirmi dakikanızı alıyor,
ama gözünüzü manzaradan ayıramadığınız ve etrafa bakındığınız için
bu süre beklediğinizden daha uzun
sürebiliyor. Gölün derin sessizliği ve
huzuru bizi ilk etkileyen şey oluyor.
Sabaha kadar kenarında oturmak
istiyoruz. Ama hava buna müsade
etmeyecek kadar soğuk. Temmuz ayı
olmasına ve Viyana’nın yaza yakışır sıcaklıkları yaşamasına rağmen
Hallstatt’ta üşüyoruz. Planlarımızda
Hallstätter gölünde yüzmek de vardı
ama şimdilik bunu gelecek ziyaretimize ertelemek zorundayız. Gelecek
ziyaretlerimiz diyoruz çünkü burayı
sadece bir kez görmeniz tekrar gelmek istemeniz için yeterli bir sebep
olacaktır.
Köy meydanına ulaştıktan sonra
otelimiz GasthofZauner’e giriyoruz.
Otelimiz köy meydanına bakıyor.
Otelimizin arkasındaysa hemen
gölün kenarında yükselen dağlardan
akıp gelen bir dere var. Bu derenin
37
HALLSTATT
yaklaşık bir hafta once taştığını ve
bizim otelle birlikte bir kaç binanın
daha giriş katlarını kullanılamaz
hale getirdiğini öğreniyoruz. Dere
o kadar coşkulu akıyor ki çıkardığı
şarıltıları dere odamızın içerisinden
geçiyormuşçasına hissediyoruz.
Ertesi gün uyanınca ilk işimiz köy
meydanını bir de gündüz gözüyle
görmek. Balkonumuzun manzarası
ise bu iş için biçilmiş kaftan.
Otel sahibimiz altı nesildir burayı
işlettiklerini söylüyor. Otel girişinde duvara asılmış olan hatıra
materyalleri arasında zamanında
Hitler’in imzalayıp gönderdiği
mekan işletme izni belgesi de sergileniyor. Bize ilginç gelse de otel
sahibinin Nazi subayı olan babasının resmini göstermesini ve güçlü
Almanya hayalini duygulanarak
anlatmasını dinliyoruz.
GasthofZauner’in Hallstatt’taki en
iyi balık restoranına sahip olduğunu öğrenince öğle yemeğini de
burada yiyoruz. Gölden tutulmuş
taze balıklar tereyağı ile birleşerek
bizi fazlasıyla restoranın iddiasının
gerçek olduğuna ikna ediyor.
Klasikleşmiş Hallstatt pozu
Köy meydanından sonra ileriye
yürümeye devam edince karpostallarda kullanılan klasik Hallstatt pozunun çekildiği noktaya geliyoruz.
Burada bir kez fotoğraf çekilmeden
kimse gitmiyor. Değişik milletlerden gelmiş ziyaretçilerle fotoğraf
çekilmek için birbirimize yardımcı
olurken şakalaşıyoruz. Yılda seksen
binden fazla turist dünyanın her
noktasından burayı ziyarete geliyor.
Binlercesi ise günübirlik gezilerle
uğruyor Biz de meşhur noktadan
masalsı köyün manzarasını fotoğraflıyoruz.
GEZİ
Bisiklet turu
Hallstatt’ta ve Obertraun’da günübirlik bisiklet kiralayan işletmeler
mevcut. Bisikletleri kiraladıktan
sonra gölün etrafında bir tura çıkıyoruz. Biraz da gölün karşısından
Hallstatt manzarasına şahit olarak
yolumuza devam ediyoruz. Kimi
noktalarda bisiklet yolu gölün üs-
38
tünden devam ediyor. Gölün üstüne
inşa edilmiş demir platformlarda bisiklet sürüyoruz. Yaklaşık 20km olan
turu duraklamalarla 4 saate yakın bir
sürede bitiriyoruz. Yol üstünde biraz
nefes almak için biranızı yudumlayıp
HALLSTATT
manzaraya dalabileceğiniz mola
yerleri de var.
Bu turda dikkatimizi en çok çeken
bir diğer şey de göl kenarındaki
evlerin inanılmaz güzelliği. Bu
evlerin sahipleri çok şanslı.
Günün sonunda bisikletlerimizi Obertraun’a geri bırakırken
sahilde yeşilliğin tadını çıkartan
ailelere rastlıyoruz. Güneşin
son dakikalarında herkes gölün
üstündeki platformda performans
sergileyen orkestranın müziğiyle
kendinden geçmiş durumda.
Dikkate değer noktalar
Viyana ve Linz şehirlerinin
meydanlarında gördüğümüz
HolyTrinity(Kutsal üçleme- Baba,
oğul, kutsal ruh) anıtına Hallstatt
köy meydanında da rastlıyoruz.
Köyde biri Katolik diğeri Protestan
olmak üzere iki tane kilise bulunuyor. Protestan kilisesi göl kıyısında
iken, Katolik kilisesi dağın kenarına inşa edilmiş. Katolik kilisesi
yüz küsur kapasiteli köy mezarlığına da ev sahipliği yapıyor. Köy
nüfusu 800 kişi civarında. Yine de
mezarlık ölenlerin hepsini saklayabilecek kapasitede olmadığı için
kemikler gömüldükten 10-15 yıl
sonra çıkartılarak yeni gelenlere
yer açılıyor. Çıkartılan kemikler
ise kafatasları boyalarla şekiller
çizilip süslendikten ve kemiklerin
sahibi kişilerin isimleri kafatasının
üzerine yazıldıktan sonra küçük
bir mabette sergileniyor. Bu şekilde mezarlıktan çıkartılmış 1200
civarında kafatası bulunuyor.
Hallstatt bilinen en eski tuz madenlerine sahip olması ile de popüler. Bu
tuz madenlerini gezmekse mümkün. Öncelikle füniküler yardımıyla
Hallstatt’ı panoramik izleyebileceğiniz bir tepeye çıkıyorsunuz. Burada
yükseklik 838 metre. Daha sonra tuz
madenlerine girebiliyorsunuz. Bu
madenlerin içinde dünyanın en uzun
tahta boru hattı var. Boru hattı tuzlu
su taşıma amacıyla kullanılmış. Bu-
gün ise ziyaretçiler bu 64 metrelik
hattan eğlenme amaçlı kayarak
aşağıya inebiliyorlar.
Hallstatt 7000 yıllık tarihi olan
eski bir yerleşke. UNESCO 1997
yılında Hallstatt’ın dünya kültür
mirası olduğunu ilan etmiştir.
Turist ofisinden edineceğiniz audioguide ile köyü turlayıp etraftaki
yapılar hakkında sesli bilgi dinleyebilirsiniz.
39
FOTOĞRAF ÇALIŞMA GRUBU
Fotoğrafçılık bir aşk…
Mezunu olduğu ODTÜ Ekonomi bölümünde, yıllar sonra hoca olarak da emek veren
Nur Keyder, “aşk” olarak tanımladığı fotoğraf çalışmalarıyla da “ikinci yuvam” dediği
ODTÜ’deydi. Ekonomi alanında duayen olan hocamızla, bu defa bambaşka bir konuyu
konuştuk. “Fotoğraf sanatı”na ilişkin keyifli bir sohbet gerçekleştirdik.
DERNEK’TEN
Söyleşi: Nurdoğan Arkış (Soc ’80)
Nur Hocam ODTÜ’lü olup sizi
tanımayan azdır. Yine de bize biraz
kendinizden söz eder misiniz?
Orta ve lise tahsilini TED Ankara
Koleji’nde, lise son sınıfı ise AFS ile
gittiğim George Washington Senior
High School’da tamamladım. Lisans derecemi ODTÜ Ekonomi Bölümü’nden,
yüksek lisans derecemi Fulbright Bursu
ile gittiğim The University of Texas
(Austin)’dan, doktora derecemi ise
Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler
40
Fakültesi’nden aldım. Doktora tezi
çalışmalarımın bir bölümünü Birleşmiş Milletler Bursu ile gittiğim LSE’de
gerçekleştirdim. Çalışma hayatıma
gelince; The University of Texas’ta
araştırma asistanlığı, ODTÜ Ekonomi
Bölümü’nde hocalık, arada ABD’de hocalık, sonra yeniden ODTÜ’de hocalık
yaptım. Hem öğrencilik hem çalışma
hayatımın büyük bölümünün geçtiği
ODTÜ benim ikinci yuvam oldu. 2004
yılında erken emekliliğimin en büyük
zorluğu bu yuvadan kopmaktı. Master
yaparken eşim Engin Keyder ile evlendim. O da ODTÜ İnşaat Mühendisliği
Bölümü’nde uzun yıllar hocalık yaptı.
Biri mimar, diğeri bilgisayar mühendisi iki kızımız var. Dört torunumuz da
onların bize en güzel armağanı. Onların başarıları, mutluluğu, gözümüzün
önünde fidan gibi hızla büyümeleri
hayatımıza renk katıyor. Onlarla gurur
duyuyorum. Sevgi, saygı dolu mutlu
bir evliliğim ve güzel bir ailem olduğu
FOTOĞRAF ÇALIŞMA GRUBU
için, bunun yanında ikinci yuvam olan
ODTÜ’nün bir parçası olduğum için
kendimi çok şanslı hissediyorum.
Fotoğrafa ilginiz nasıl başladı ve
fotoğrafçılığınız kimlerden, nelerden
beslendi?
2004, emekliye ayrılış yılım, hayatımda
yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Yazmaya, çizmeye devam etmeye çalıştım,
ancak çok sevdiğim çalışma hayatımın
yerini bir türlü dolduramıyordum. Pek
çok şey denedim ama nafile. Bu durum 3 yıl önce, şu an en değerli eşyam
olan fotoğraf makinamla tanışana dek
devam etti. Fotoğrafçılık, hayatımı dolduran bir uğraş oldu benim için. Emekli
olduktan sonra birkaç gemi seyahati
yaptık. Oralarda basit bir kamera ile
çekim yaptım, baktım bayağı hoşlanıyorum bu işten. Daha sonra iyi bir kamera
aldım ve öğrenme süreci başladı. Bu
kadar geç başlayınca tabii eğitim o kadar kolay olmuyor. Atölyelere, fotoğraf
gezilerine katılmak, akşam saatlerinde
verilen kurslara gitmek zor geliyor
insana. Bu işi kendi çabamla başarmaya karar verdim. Fotoğrafçılıkla ilgili
kitapları, dergileri, internetten indirdiğim ders niteliğindeki yazıları büyük
bir zevkle okuyup uygulamalar yaparak,
herkesin bildiğini keşfetmekten büyük
zevk alıyorum. AFSAD’da aldığım 10
saatlik photoshop dersi de çok faydalıydı. Yararlandığım diğer bir kaynak, üye
olduğum fotoğraf sitelerinden aldığım
yapıcı eleştiriler oldu. Zaman zaman
anlamadığım şeyleri sorduğumda etraflı
yanıt veren değerli fotoğrafçı dostlarıma minnet borçluyum. Onlardan çok
şey öğrendim.
Sanırım fotoğraflarınızda çeşitli
düzenleme programlarını da
kullanıyorsunuz. Teknoloji ve fotoğraf
ilişkisine bakışınızdan bahseder
misiniz?
Photoshop bazı kişilerce çok eleştiriliyor. Belgesel olmadığı sürece, fotoğrafı en güzel haliyle sunmak beğeniyi
artıracaktır. İnsan, duvarında devamlı
gördüğü bir fotoğrafın kusursuz olmasını tercih eder. Photoshopla biraz gölge
verip, kontrastı artırıp, gereksiz objeleri
silerek bu görüntüyü elde etmek mümkün ise neden kullanmayalım.
Hocam bir de “para – ekonomi –
fotoğraf” desem, bu üçlü arasındaki
ilişkileri nasıl yorumlarsınız?
Fotoğrafçılık bir aşk bence. Para kazanmak amaçlı olmasa da bırakamayacağınız bir uğraş. Ancak geçenlerde ODTÜ
Burs Fonu yararına bir sergim oldu. İşin
başında olmam nedeniyle sergi fikrine
sıcak bakmamama rağmen, arkadaşlarımın teşvikiyle bu girişimde bulundum.
Burada amacım, fotoğraflarımı, gerek
öğrenci gerekse hoca olarak uzun yıllarımı geçirdiğim ODTÜ camiasıyla paylaşmak, bir de burs fonuna az da olsa bir
katkı sağlamaktı. Yıllardır görmediğim
arkadaşlarım, boyunca çocuğu ile gelen
öğrencilerimi karşımda görmek beni
çok duygulandırdı. Büyük bir katılım
vardı ve onların sayesinde hayatımın
unutulmaz günlerinden birini yaşadım.
Sağolsunlar.
Serginizde doğa, portre ve denemeler
gözüküyor. Kendi fotoğrafçılığınızı
nasıl yorumlarsınız?
Ben çok duygusal biriyim. Bu özelliğim sanırım bazı karelere yansımış.
Fotoğrafçılık sayesinde detayda gizli
güzellikleri keşfettim. Çekim yaparken
ya da fotoğrafın üzerinde çalışırken
her şeyi unutuyor, kendimi bambaşka
bir dünyadaymışım gibi hissediyorum.
Bazen kapalı bir kuru yaprakta, kendisini dışa kapatmış bir alzheimerlı hastayı
görebiliyorum. Yaşlı bir insanın gizemli
bakışı ve yüzündeki derin çizgilerde,
onun zorluklarla dolu yaşamını hayal edebiliyorum. Bir çocuğun ürkek
bakışı, onun nasıl bir hayatı olduğunu
düşündürüyor, içimi büyük bir hüzün
kaplıyor. Fotoğrafçılık işte böyle bir şey
benim için. Fotoğraflarda poz verdirmeyi sevmiyorum. Doğal ortamda enstantane çekim yapmaktan hoşlanıyorum.
Son olarak sormayı çok sevdiğim
bir soruyu size de sorayım. Çekmeyi
düşünüp hala çekemediğiniz kareler
var mı?
Afrika, Hindistan, Alaska, Doğu Anadolu köyleri ve daha birçok yer... Bakalım
ne kadarını görebileceğim.
41
EDEBİYAT KULÜBÜ
Mitoloji ve
Edebiyat
Tanrı yazgısı olan metinlerinin edebiyat eseri
olamayacağı görüşünü kabul etmek, mitolojiyi edebiyatın
dışına atmak olur. Oysa bu metinler edebiyatın en
temelinde yer alıyor.
Yazı: Nuran Durmaz (MAN ’91)
DERNEK’TEN
Başlarda büyü sözleri, mitolojik
anlatımlar varmış; sonraları destanlar,
şiirler, masallarla çeşitlenmiş anlatım
sanatı. Mitoslar, dilden dile anlatılarak,
kimi zaman sahnelenerek hayatı
açıklamaya cüret etmiş; evrenin,
olayların ve süreçlerin doğruluğu
tartışılmaz açıklaması olmuş, tanrı
yazgısı kabul edilmiş. İşte tam da bu
nedenle, kimileri tarafından mitoloji
edebiyat sayılmıyor.
Bu görüşe göre , bir eserin edebiyat
eseri sayılabilmesi için tanrı yazgısı
sayılan bir kalıba sahip olmaması
gerekiyor. Burada asıl mesele, bir
metnin ilk başta bir sanat eseri olup
olmadığının değerlendirilmesi.
Sorgusuz sualsiz doğruluğu kabul
edilen, dünyayı açıklama misyonu
taşıyan bir metni sanat eseri olarak
kabul etmek zor. Diğer taraftan, bu
kadim anlatılardaki lezzet ve güzellik
duygusunu hissedip etkilenmemek
mümkün değil.
“Tanrı Telipinu bir gün büyük öfkeye
kapılmış. O kadar kızgınmış ki sağ
ayağına sol ayakkabısını, sol ayağına sağ
ayakkabısını giymeye çalışıp ortadan
kaybolmuş. Pencereleri sis doldurmuş,
evin içi duman olmuş. Ocakta odunlar,
ağılda koyunlar boğulmuş…” diye
başlayan Hitit Telipinu efsanesini
okuyup da büyülenmemek mümkün
mü?
Kadim anlatılar arasında, Gılgamış
destanının özel bir yeri var. Mitostan
edebiyata geçişin en eski örneklerinden
olan bu Sümer destanının, daha önceki
anlatıların aksine, yazarını biliyoruz:
Sin-eki-uninni. Hikâyenin kahramanı
Gılgamış, üçte iki tanrı, üçte bir insan.
Hâlâ tanrısal boyut hakîm, ama artık
insan da işin içine girmeye başlamış.
“Gılgamış, sana gizli bir şey açayım.
Ve hiç kimsenin bilmediği biricik otun
yerini sana söyleyeyim: Bu ot, tıpkı
deve dikenine benzer, ama dikenleri gül
dikeni gibi keskindir; yaklaşana batar.
Sen bu otu eline geçirmek istersen,
eline batacağından korkma!”
Edebiyatın en temel meselelerinden
biri, ölüm korkusu, ölümsüzlük
arayışı, Gılgamış’ı ölümsüzlük otunun
peşine düşürüyor. Gılgamış, yazarı
bilinen, insan yazması olduğu kabul
edilen bir eser olarak edebiyat eseri
sınıfına giriyor. Peki yazarı bilinmeyen
diğer kadim anlatıları edebiyattan
dışlayabilir miyiz?
Çin Mitolojisi’nde Göksel Horoz
tüyleri altın sarısı bir kümes kuşudur,
günde üç kez öter. Horoz, üç ayaklıdır,
1 Edebiyat ve Kuramlar – Fatma Erkman Akerson, 44-54
2 Edebiyat ve Kuramlar – Fatma Erkman Akerson, 45
42
güneşin doğduğu topraklarda yetişen
ve yüksekliği bin metreyi bulan fusang
ağacına tüner. Borges, bu mitostan
etkilenip aynı hikâyeyi ele alan bir
Göksel Horoz öyküsü yazmış. Borges’in
yazdığı eser, yazarı bilinen, başı sonu
belli, bütünlüklü bir metin olduğu için
edebiyat eseri sınıfına giriyor. Diğer
taraftan, her kültürde farklı şekillerde
anlatılan, yazarı bilinmeyen, her
anlatıcının yorumuyla değişebilecek
Göksel Horoz mitosu ise edebiyat
sayılmıyor.
Her ne kadar kimileri tarafından edebiyat
eseri sayılacak kriterleri sağlamıyor
olsa da, mitoloji okumak insana tarifsiz
lezzetler verebiliyor, müthiş bir güzellik
duygusu uyandırabiliyor. Edebiyat
sayılsın sayılmasın, mitolojiyle başlayıp
devam eden tüm tanrısal anlatılar
edebiyatı beslemeye devam ediyor.
Borges, Göksel Horoz öyküsünü yazıyor;
Saramago, Eski Ahit ve Yeni Ahit’i,
istediği gibi kurgulayıp yorumladığı
romanlarla çıkıyor karşımıza.
Sonuçta, kimin mitolojiyi ve dinî
metinleri edebiyat sayıp saymadığı çok da
önemli değil. Bu tür metinler edebiyatın
en temelinde, yeri sarsılamayacak kadar
sağlam bir şekilde yer almaya devam
ediyor.
EDEBİYAT KULÜBÜ
Mario Vargas Llosa
Cennet Başka Yerde
Mario Vargas Llosa, 19. yüzyılın bu iki karşıt karakterini
buluşturduğu Cennet Başka Yerde’de, Gauguin ile hiç
görmediği anneannesi Flora’nın ortak özlemini yakalıyor:
İnsanoğlu için mutluluğun mümkün olduğu bir cennet.
2010 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan yazar, insanı dünya
üzerinde egzotizm ve toplumsal mücadelenin kaynaştığı
bir yolculuğa çıkarıyor.
Flora Tristán ( 1803-1844) ,
Peru’lu soylu bir babanın ve Fransız
bir annenin gayrimeşru çocuğu
olarak dünyaya gelmiştir. Andre
Chazal ile evlenmiş ve iki erkek, bir
kız çocuğu olmuştur. Napoleon kadın
düşmanı ‘Code Civil’i çıkarmıştır.
Folara bu kanunun hüküm sürdüğü
bir Fransa ‘da evlilik yapmıştır. ‘Her
kadın kocasının mülkü sayılmaktadır.
Boşanması olanaksızdır’ Boşanmak
istediğinde Flora parasız, eğitimsiz
çocukları ile kanun kaçağı durumuna
düşmüştür. Uzun süren kaçmakovalamaca sonucunda çocuklarını
bırakarak Peru’ya yolculuk yapmak
ve babasının mal varlığından hak
iddia etmek için zorlu bir gemi
yolculuğuna çıkmıştır. Peru’da iyi
ağırlanır ancak gayrimeşru bir çocuk
kabul edildiği için ailenin parasından
pay alamaz. Peru’da kadınların
durumunun Fransa’dakilerden farklı
olmadığını görür. Bu yolculuktan
bir çok hastalıkla, ancak sosyalist
feminizmin kurucularından biri
olarak döner. Bu yolculuğun
sonunda ‘Bir Parya’nın Anıları’ isimli
kitabını yayımlar. Kadınlar, bu
düzenin içinde köle yani Parya’dır.
Yaşamını kadınlar ve işçilerin temel
haklarının kazanılmasına adamıştır.
Fransa’da yaptığı toplantılar kadınlar
ve işçiler tarafından çok büyük bir
coşkuyla karşılanmıştır. Kadınların
eğitim alma, çalışma haklarının yanı
sıra, fahişelikten korunmak isteyen,
kocasından kaçan, iş buluncaya kadar
kalacak yer arayan veya seyahat
eden kadınların kalacakları sığınma
evlerini tasarlamıştır. Emekçi
Birliği’ni kurmak için çalışmıştır.
Erkek ve kadın işçilerin çalışma
koşullarının düzeltilmesi, mecliste
temsil haklarının olması gerektiğini
düşünmektedir. İşçi Sarayları’nı
tasarlamıştır. İşçilerin işyerlerinin
yanında yetenek geliştirme, çocukları
için okulu kapsayan bir oluşumdan
bahsetmiştir. Londra Gezintileri
kitabında lordlar kamarasına
gizlice girişini, alınan kararların
işçilerin faydasına olmaktan çok
uzak olduğunu, işçilerin ve çocuk
fahişelerin durumunu anlatmıştır.
1844 yılında giderek bozulan
sağlığının onu ölüme götürmesi
sonucunda, hastalık ve bakımsızlıktan
ölmüş iki erkek çocuğu, annesiz
büyümüş kızı Aline ve üç kitabı
mevcuttur.
Flora’nın kızı Aline, Paul Gauguin’nin
annesidir. Paul Gauguin(1848-1903)
bir borsa simsarıyken resim
tutkusuna yakalanmış, kilise ve
burjuva yaşamıyla iğdiş edilmemiş,
saf ve ilkel bir dünyanın peşinde
Danimarkalı karısını ve çocuklarını
bırakarak Tahiti’ye gitmiştir. Tahiti
yolculuğunun öncesinde Van Gogh
ile birlikte resim yaparak geçirdiği
9 haftalık bir Arles dönemi vardır.
Gauguin’in gözünde yasaksız, hazzın
doruklarında gezinen bir cinsellik
yaratıcılığın kaynağıdır.
43
BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU
ODTÜ geleceğe köprü atıyor
“Köprü Kütüphane Projesi” kapsamında biraraya gelen ODTÜ öğrencileri, kurdukları
kütüphanelerle Türkiye’nin geleceğini aydınlatıyor.
Proje süresince yoğun emek
DERNEK’TEN
sarfeden Köprü Ailesi, emeklerinin
karşılığını, çocukların yüzlerindeki
tebessümlerle aldı. Kütüphanenin
kurulmasına destek veren herkes
için farklı bir deneyim olan “Köprü
Kütüphane Projesi”, adından da
anlaşılacağı gibi birbirine uzak
coğrafyaları yakınlaştırarak,
aralarındaki kültürel kaynaşmayı
sağladı. Bir sene boyunca fedakarlık
üzerine temellendirilen proje, zaman
zaman aksaklıklar olsa da, son anına
kadar heyecanını kaybetmeden
ilerledi. Kütüphanelerin
yapılmasıyla yüzleri gülen çocuklar,
kütüphanelerden en iyi şekilde
faydalanarak, abileri ve ablaları gibi
bir gün ODTÜ’lü olmak istiyorlar.
44
BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU
Bu yılın süpervizörü olarak şunları
söylemek isterim ki, bu yıl projeye
hazırlık yaparken zorlu bir yıl geçirdik.
Projeye katılan herkes elinden
geleni yaptı ve belirlediğimiz tarihte
projeyi gerçekleştirdik. Ne kadar
yorulmuş olursak olalım çocukların
yüzlerindeki tebessümü görmek bütün
o yorgunluğumuzu aldı götürdü.
Proje sırasında ufak aksaklıklar olsa
da başarılı bir proje oldu. Buradan
projemize destek veren ve katılan
herkese teşekkür ederim.
Arif Zahteroğulları
ME–2
e
Sabahın ilk ışıklarıyla beraber hepimizd
gittikçe çoğalan heyecan hemen hemen
kların
hiçbirimizi uyutmamış ve o heyecan çocu
ı.
mışt
bizleri beklediğini görünce zirveye ulaş
ak
olm
Onlarla beraber bir kütüphane kuracak
.
ordu
hepimize sınırı olmayan bir enerji veriy
sanki
İçleri kitaplarla dolu kolileri kaldırırken
k.
içi boşmuş gibi hızlıca ve şevkle taşıyordu
ak,
Onlarla sohbet etmek, bir şeyler paylaşm
bu
mak
beraber oyunlar oynamak, onları anla
nlikle
etki
projenin belkide en keyifli anlarıydı. Bu
ce
beraber anladım ki, aramızda kilometler
yarışan
mesafe de olsa, masumlukta birbirleriyle
’ var.
prü’
çocuklarla aramızda kocaman bir ‘’Kö
a da
lard
Ve bu ‘’Köprü’’ umarım başka coğrafya
gibi.
u
kurulur, tıpkı daha öncekilerin kurulduğ
l bir
İlk kez katıldığım için benim için çok güze
a
başk
tecrübe oldu, umarım bundan sonra da
.
‘’Köprü’’lerin kurulmasında yer alabilirim
Arif Özlü
CE–1
1+1 proje... 2 farklı okul.
.. 2 farklı mini mini öğ
renci
grubu.. Ama hissettik
leri mutluluk sevinç, he
yecan
aynı. Gözlerinin derinlik
lerindeki ışıltılar aynı,
minnet
duygusu aynı. Sabırsız
lanıyorduk, bir an evve
l iki
kütüphaneyi de kuralım
istiyorduk ama bir taraf
tan
da bitmesini istemiyordu
k. Küçük kardeşlerimizl
e,
öğretmenlerimizle, ark
adaşlarımızla, bilim oto
büsüyle
bu yolculuğumuz, bu gü
zel etkinliğimiz hiç bit
mesin
istiyorduk. Öyle resimler
çizildi ki adeta mutluluk
tan,
şaşkınlıktan gözlerimiz
doldu, ama yüzümüzk
i
gülümsemeyi hiç eksik
etmedik. Verdikleri söz
ler de
aynıydı. Gurur verici, sev
indiriciydi: “Bu kitaplar
ın
hepsini büyük merakla
okuyacağız! Ve ilerde
biz de
bu kitapları okuya okuy
a ODTÜ’yü kazanacağız
, sizin
gibi!” Çok güzeldin pro
je!
Yasemin Gizem Özer
PSY–4
Uzunca bir sene boyunca “damlaya damlaya göl olur”
ilkesiyle hareket ettiğimiz, çok tatlı yorgunluklarımızı,
proje sabahındaki heyecanla unuttuğumuz bir projeydi.
Proje süresince birikim ve sevgimizi, ayrılırken de sevinç
ve hüznümüzü yaşadığımız, verimli bir çalışmaydı. Emeği
geçen herkese sonsuz sevgiler.
Mehmet Şahin
ECE–3
Köprü Ailesi’ne girdikten sonrak
i ilk kütüphane projemdi. Bu pro
je
bana maddi ve manevi yönden
birçok şey kattı. Öncelikle projeye
katılmadan önce kafamı kurcala
yan, dert olarak nitelendirdiğim
birçok hadise vardı. Lakin, proje
sonunda bunların dert olmadığın
ı,
gözümde büyüttüğüm gereksiz
takıntılar olduğunu fark ettim.
Bu dert olarak nitelendirdiğim şey
ler, eminim benim gibi birçok
insanın da aklına takılan şeylerd
i. Fakat gittiğimiz iki okuldaki
minikler sayesinde yaşama ve sıkı
ntılarla mücadele azmim tekrar
yeşerdi, çünkü miniklerin gözleri
nde minnet dolu sımsıcak bakışla
rı
yüreğimde sezdim. Bu bakışlar
sadece “kitap” içindi. O andan
sonra
sahip olduklarımın değerini tek
rar anladım ve içtenlikle şükrett
im.
İnşallah böyle minikler ile ünivers
ite öğrencilerini buluşturan
projeler yaygınlaşır, ve daha nice
kütüphane projelerinin altına
Köprü Ailesi olarak imzamızı ata
rız..
Erdem Ercengiz
CE-1
45
BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU
Burs için koşuyoruz!
Dünyanın sayılı üniversiteleri arasında yerini alan,
özgürlükçü ve demokrat duruşunu geçmişten günümüze
korumayı başaran ODTÜ mezunları ve dostları, 17
Kasım’daki İstanbul Avrasya Maratonu’nda İstanbul
ODTÜ Mezunları Derneği’nin Burs Havuzu için koşuyor…
Bağış mektubu örneği
Sevgili ODTÜ Dostları,
1997’de kurulan İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Burs Fonu, ODTÜ’de okuyan ihtiyaç sahibi
öğrencilere burs vermektedir. Son 10 yıldır 400 dolayında bursiyeri olan fonun, ODTÜ’nün
ihtiyaçları doğrultusunda hızlı bir büyümeye ihtiyacı vardır. Eğitime destek olmak hepimizin
ülkemize borcudur.
Bu yıl 35.’si düzenlenecek olan Avrasya İstanbul Maratonu’nda koşmayı ve siz sevgili sosyal
duyarlılığı yüksek dostlarımdan burs fonuna destek toplamayı hedefliyorum. Tek seferlik
bir bağış da yapabilirsiniz, ancak Burs Fonu’na desteğin sürekli olması çok önemli. Ekte
gönderilen formu doldurup imzalayarak, İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği’nin aşağıdaki
adreslerine gönderirseniz, çıktığımız yolu beraberce tamamlamış olacağız.
Formdaki koşucu ismine adımı yazmanız, sonraki yıllarda yapacağım koşularda beni teşvik
edecektir. Formda kredi kartı numarası yazılmakta, ancak kartın arkasındaki güvenlik
numarası gerekmemektedir. Bu yüzden kart numarasının yanlış yerde kullanılması gibi bir risk
söz konusu değildir. Ayrıca belirtmiş olduğunuz kredi kartı bilgileri, İstanbul ODTÜ Mezunları
Derneği güvencesi altındadır.
Tutar tamamen bağışçının inisiyatifindedir. 100.000’e yaklaşan mezun sayısı ile küçük tutarlar
bile devasa desteklere dönüşebilir. Yeter ki etrafımızdaki arkadaşlarımızı da bu desteğe sahip
çıkması için yönlendirelim. Formu doldurup imzalamanızın ardından faks veya scan edilmiş
olarak e-mail ekinde derneğe gönderdiğinizde, bana da haber verirseniz takipçisi olacağım .
Kredi kartı ile ödeme yapmak istemeyip de havale/EFT yoluyla bağış yapmak isteyenler için
hesap bilgileri:
DERNEK’TEN
Denizbank Mecidiyeköy Şubesi
Hesap Sahibi: İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği
Şube Kodu: 3260 Hesap No: 1441947-599
IBAN: TR110013400000144194700021
Açıklama kısmına: Avrasya …………(Koşucu adı soyadı) yazınız.
İlginiz için çok teşekkürler,
(Kendi isminiz iletişim bilgileriniz)
Formun iletileceği İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği İletişim Bilgileri
[email protected] / [email protected] / Tel: 0212 274 68 60 (pbx) / Faks:0212 274 67 87
46
Fotoğraflar: Yüksel Altun
ODTÜ burs fonu için
koşuyoruz. 17 Kasım 2013 Pazar
günü 35. Kıtalararası İstanbul Avrasya
Maratonu’nu ODTÜ t-shirtleri ile
koşacağız.
Maraton, Boğaz Köprüsü’nün
Anadolu Yakası ayakları civarından
başlayıp,
koşulacak parkurun uzunluğuna göre
Avrupa Yakası’nda değişik noktalarda
son buluyor.
Derneğimiz e-duyuru gurubundan
yaptığımız duyuruya istinaden,
maratona burs için koşacağını
bildiren 100’e yakın koşucu; 8, 10, 15,
42 km’yi İstanbul ODTÜ Mezunları
Derneği Burs Havuzu’na destek olmak
için koşacaklar.
Sayın Rektörümüz Prof. Dr. Ahmet
Acar 17927 göğüs numarası
ile 10 km mesafeyi bizlerle birlikte
koşarak destek verecek.
Bu koşunun en önemli amacı,
koşucuların, ODTÜ mezunlarının
ve diğer dostlarımızın okulumuz
öğrencileri için burs bağışında
bulunmalarını sağlamak.
BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU
Siz değerli üyelerimizi, koşuculara
destek vererek Derneğimiz Burs
Havuzuna bağışta bulunmaya davet
ediyoruz…
HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013 - 100 TL VE ÜSTÜ BURS VERENLER
AŞAĞIDAKİ TABLOLARDA GÖSTERİLMİŞTİR
HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS -EYLÜL 2013 TEK SEFERLİK BURSLAR
HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013
ARTIRIM
ERKAN BEDRİ BİLGÜN (MAN’94)
2,000.00
UYSAL BAŞDAĞ (CE’93)
350.00
EMİNE HÜLYA VARDAR (CHEM’78)
1,500.00
BİROL AYANLAR (AEE’91)
300.00
ERSOY KAYA (IE’97)
FİGEN KORUN (ECON’68)
1,500.00
EMİNE BAŞDAĞ (PSY’95)
300.00
F.MİNE-DENİZ ÖZGENTAŞ (MAN’82)
NECAT KAMİL KONUKÇU (METE’79)
1,500.00
ERDİNÇ BAŞLIK (STAT’83)
300.00
HAKAN ÖZİŞ (ECON’91)
YETKİN TÜRKEN (METE’00)
1,500.00
MEHMET ALAEDDİN AKGÜN
300.00
NUR-SERHAT KURAK (CENG’87-ME’87)
GONCA-NAİL ÖZÇOBAN (ECON’80)
1,000.00
SABRİ TANER ERGÜL (FDE’92)
250.00
SERKAN TAPO (BA’04)
MEHTAP MERTDOĞAN (MATH’89)
1,000.00
HALİL ALP ARSLAN (ECON’86)
200.00
ŞANSEL EROĞLU (ADM’95)
TAYFUN YÜKSEL (CEIT’04)
1,000.00
HİLAL DAL ÖZCAN (MATH’89)
200.00
TURGUT ONUR (ECON-STAT’79)
ONUR GÜNGÖR (IE’03)
800.00
İNCİ KAYSER (STAT’83)
200.00
ZEYNEP ASALI (MAN’96)
ORKUN KOÇ
700.00
SEMA AYDEDE
200.00
MEHMET YENER (MAN’67)
600.00
SEMA SUNGAR (MAN’82)
200.00
DİLEK FATMA SOLCUN (MAN’91)
500.00
BERNA AKPINAR (FLE’00)
150.00
EZGİ PETEK TURNA (PETE’95)
500.00
FADEN MÜGE MERSİN (CE’06)
150.00
SEMİH ERBEK ANISINA BURSU
4,520.00
GÜLNUR OĞULMUŞ
500.00
NURAY UZUNÖREN (CHEM’78)
150.00
“RSY” ANISINA BURSU
2,000.00
GÜVEN ÖZ (BA’03)
500.00
RAMAZAN OĞUZ CANIAZ (CHE’09)
150.00
F.NECLA KOLOĞLU ANISINA BURSU
1,500.00
NECMETTİN ATEŞ (EE’87)
500.00
AYŞE BAYRAKTAROĞLU
100.00
HİKMET KÜNEY ANISINA BURSU
1,055.00
PINAR AYŞE ARAS (ECON’91)
500.00
BANU KARAŞİN (SOC’80)
100.00
CANAN GÜRMAN MURTHY ANISINA BURSU
500.00
TAMER SÖNMEZ (CE’84)
500.00
HALDUN GÜLALP (ECON’72)
100.00
SERTAÇ KENDİRCİ ANISINA BURSU
475.00
FATMA ÖZDEMİR (EE’96)
400.00
SEMA EKİCİ
100.00
BÜLENT FİDAN ANISINA BURSU
345.00
ABDULKADİR YARMAN (IE’84)
350.00
SITKI SEYHUN ŞİRİN (GEOE’79)
100.00
ALİ-FERİHA GÜLEN ANISINA BURSU
320.00
ÖNER ESKİL ANISINA BURSU
250.00
RABİA YENİDÜNYA ANISINA BURSU
220.00
SERDAR ÖZGERÇİN ANISINA BURSU
160.00
HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013 KURUMSAL BURSLAR
TREK TURİZM (FİKRET GÜRBÜZ (ME’78)
1,000.00
KONE ASANSÖR SANAYİİ VE TİCARET A.Ş.
920.00
KÖPRÜ(M) BURSU*
880.00
300.00
AYSEN ALTANLAR ANISINA BURSU
150.00
135.00
TEKNO-METAL LTD. ŞTİ.
270.00
YURTKAN KÖKÜÖZ ANISINA BURSU
TEKNOTHERM LTD. ŞTİ.
270.00
ERTUĞRUL KARAKAYA ANISINA BURSU
130.00
250.00
VECDİ ÇELİK ANISINA BURSU
125.00
235.00
EMİNE-FEVZİ ORAY ANISINA BURSU
120.00
REMEKS LTD.ŞTİ.(REMZİ SOLAK CHE’85)
150.00
H.ALİ YENİDÜNYA ANISINA BURSU
110.00
500.00
UFUK YAPI SAN VE TİC LTD. ŞTİ.
(ÖMER DEMİRBİLEK ME’78)
150.00
430.00
FİNANSBANK TEFTİŞ KURULU ÇALIŞANLARI
110.00
300.00
SGS TASARIM TAAHHÜT İNŞAAT
SANAYİİ TİC. LTD. ŞTİ.
100.00
EVRE GIDA LTD.ŞTİ.
(BÜNYAMİN ÖZDALYAN FDE ’87)
750.00
ÖZEL DENİZATI İLKÖĞRETİM OKULU
500.00
ÖZGÜN ŞİRKETLER GRUBU
500.00
PROTEM ELEKTRONİK MAKİNA
SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ.
FOTOĞRAF KULÜBÜ BURSU
DATA MARKET BİLGİ HİZMETLERİ LTD.ŞTİ.
(MURAT BOYLA)
TESTO ELEKTR. VE TEST ÖLÇ. CİH. DIŞ TİC.
LTD.ŞTİ. (SELMAN ÖLMEZ EE’82)
HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013
SEVDİKLERİNİZİN ANISINA
ENSER ENDÜSTRİYEL SERVİSLER
FAS’76 SINIFI BURSU
HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013
YENİ KATILIM
GÜLİS KORAL (ECON’01)
47
BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU
HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013 BİREYSEL BURSLAR
AKIN ÖNGÖR (MAN ’67)
1,000.00
DEVRİM OKÇU (MATH ’90)
150.00
EGEMEN LERZAN ÖRMECİ (IE ’90)
100.00
SALİM ALTINÖZ (CE ’81)
1,000.00
ELİF İZGİ TOPBAŞ (ARCH ’93)
150.00
ELİF GÜRSEL USLUER (MAN ’00)
100.00
MEHMET-MUTENA SEZGİN (MAN ’84)
700.00
ERCÜMENT YILDIZ (PHYS ’83)
150.00
ERDOĞAN LEBLEBİCİ
100.00
TURGUT ONUR (ECON-STAT ’79)
700.00
ERSİN ÖZİNCE (MAN ’75)
150.00
ERSOY KAYA (IE’97)
100.00
OSMAN CENGİZ BİRGİLİ (CE’78)
600.00
ERTAN MESTCİ (ARCH ’63)
150.00
ESRA BASKIN
100.00
TUNCAY ÖZYÜREK (ADM’68)
600.00
FİLİZ EYÜBOĞLU (CENG ’84)
150.00
FATMA ŞEBNEM ABAYOĞLU (EE ’79)
100.00
ABDULLAH AYDIN (ME ’69)
500.00
GÖKBEN UTKUN (CENG ’96)
150.00
FERYAL BEKDİK (CE ’79)
100.00
F.MİNE-DENİZ ÖZGENTAŞ (MAN’82)
500.00
GÖKÇE ORHAN (CRP ’96)
150.00
FEYZULLAH ARDA (CHE ’72)
100.00
FİGEN KORUN (ECON ’68)
500.00
HALUK ERBEN (CHE’76)
150.00
FÜSUN ERİŞ (MATH ’94)
100.00
İSMAİL IŞIK (CE ’76)
500.00
HALUK NACİ TUĞCU (METE ’90)
150.00
GÜLTEKİN GÜNAL (MATH ’79)
100.00
SELMA YURTSEVER (IE ’81)
500.00
HÜLYA SİREL
150.00
GÜLYÜZ YOLGA (ADM ’76)
100.00
ALİ ARİF ERİÇ (ME ’82)
400.00
MEHMET MURAT ÖZKARAKAŞ (METE ’79)
150.00
H. SİNAN TEREK (IE ’80)
100.00
ARSLAN SALMAN (EE ’68)
330.00
MEHMET YENER (MAN ’67)
150.00
HAKAN ÖZİŞ (ECON’91)
100.00
BÜLENT OLTU (CE ’73)
300.00
MERAL ÇİMENBİÇER
150.00
HAMİT AYDOĞAN (ADM ’80)
100.00
NURAN-İSA ÜLKER (CHED ’91-ECON ’83)
300.00
METE HAKAN GÜNER (MAN ’95)
150.00
HASAN KILIÇ (MAN ’88)
100.00
NUR-SERHAT KURAK (CENG’87-ME’87)
300.00
NESRİN-EROL TUNÇMAN (CHE ’79)
150.00
HİLKAT ERKALFA (CHE ’70)
100.00
FERİDE DEMİRTAŞ (ECON-STAT’79)
260.00
NURDAN TARTANOĞLU (ARCH ’79)
150.00
İ.ENGİN ÖZGÜL (MAN’83)
100.00
MEHMET ALİ ACARTÜRK (MAN ’78)
250.00
OSMAN ERK (MAN ’74)
150.00
İBRAHİM ŞENYAY (CHE ’70)
100.00
NURAY AYAROĞLU (ECON ’84)
250.00
ÖMER VARGI (PHYS ’76)
150.00
İPEK ARCAN (MAN ’94)
100.00
TOLGA EGEMEN (ME ’92)
250.00
ÖZEN ALTIPARMAK (MAN ’76)
150.00
İSMAİL ERSİN PEYA (ADM ’83)
100.00
ÜSTÜN SANVER (MAN ’72)
250.00
PINAR İLKİ (ARCH ’93)
150.00
İSMİNİ AÇIKLAMAK İSTEMEYEN (MAN ’80)
100.00
YUSUF KÖSE (ECON-STAT ’79)
250.00
SERPİL-ARIL SEREN (ECON-STAT ’64)
150.00
KURTULUŞ BERKAY GEZEN (EE ’95)
100.00
ZEYNEP-BÜLENT FIRAT (MAN ’97-MAN ’97)
250.00
TÜRKÜ KARAN (MAN ’91)
150.00
MEHMET KOCASAKAL (CHEM ’78)
100.00
SAVAŞ DERİNGÖL (MAN ’76)
240.00
YUSUF BORA IŞIK (ME ’74)
150.00
MEHMET ÖZDEŞLİK (EE ’78)
100.00
M.ALİ ACAR (MAN’78)
225.00
ALEV KAHRAMAN (MAN ’94)
130.00
MEHMET RASGELENER
100.00
ALPARSLAN TANSUĞ (MAN ’75)
200.00
UĞUR AYKEN (ME ’76)
130.00
MEHMET UMUR COŞKUN (IE ’74)
100.00
BETÜL YÜCEL (PSY ’06)
200.00
SERKAN TAPO (BA’04)
125.00
MELİH KIRLIDOĞ (CE ’83)
100.00
DENİZ FEVZİYE KUTLUSOY (ECON ’84)
200.00
GÜNHAN ÖZOĞUZ (CHE ’75)
120.00
MURAT DARYAL (CHEM’78)
100.00
FEVZİ TURKAY OKTAY (EE ’88)
200.00
NURAY-HAKAN AKMERİÇ (CENG ’82)
120.00
MUSTAFA GÜÇLÜ GÖZAYDIN (ECON ’96)
100.00
GÖKHAN GÜNVER (FDE ’95)
200.00
SELÇUK ÖZDİL (ME ’78)
120.00
MUZAFFER HACIBEKİROĞLU
100.00
KAYA ÖZGÜL (MAN ’80)
200.00
SELMA ZAİM (ID ’85)
120.00
NURSEN TÜZÜN (MAN ’86)
100.00
MEHMET MÜRŞİT ÇELİKKOL (ME ’79)
200.00
ADNAN OKUR (ECON ’95)
100.00
OĞUZ ÖZDEMİR (MAN ’74)
100.00
MELİH KARAKAŞ (CHE ’72)
200.00
AHMET LÜTFÜ BİLGEN (IE ’80)
100.00
ORHAN KURMUŞ (ECON-STAT ’68)
100.00
NAFİS YURDAL YALMAN (MAN ’87)
200.00
AKIN TELATAR (MAN ’90)
100.00
PELİN GÖKÇEK (IR ’99)
100.00
OSMAN SARI (CE ’70)
200.00
ATOK İLHAN (MAN ’63)
100.00
SAİME ÖZBAY (ECON ’73)
100.00
ÖZKUL KORAY (MAN ’69)
200.00
AYNUR KARPAT (CHE ’86)
100.00
SEÇKİN NUZUMLALI (ME ’78)
100.00
RUŞEN ÇETİN (EE ’81)
200.00
AYSUN MERCAN (MAN ’82)
100.00
SEDEF DURU ÖZKAZANÇ (MAN ’91)
100.00
ŞEBNEM ÖZBÜBER (BIOL ’90)
200.00
AYŞE AKDAŞ (MAN ’93)
100.00
SELDA ARKAN (CHEM ’80)
100.00
TAYFUR CİNEMRE (ME ’78)
200.00
AYŞE GÜLİN GÜNAL (PHIL ’99)
100.00
SEMA TURGUT (MAN ’89)
100.00
BAHAR AKAY (CHE ’69)
100.00
SERAP TELCİ (FDE ’86)
100.00
BANU BÖREKÇİ (MAN ’74)
100.00
SEVGİ GÜRBÜZ (IE ’83)
100.00
ZEYNEP-ERCÜMENT GÜMRÜK
(CP’81-ARCH ’72)
200.00
CEM SARVAN (MINE ’89)
175.00
BEHZAT YILDIRIMER (MAN ’79)
100.00
SEYHUN ŞİRİN (GEOE ’79)
100.00
FERİDE LEYLA SERDAROĞLU
160.00
CAFER FINDIKOĞLU (MAN ’74)
100.00
TAMER DURMUŞ (MAN ’97)
100.00
AYŞEN KALKAVAN
150.00
CANAN-ÇAĞATAY PİŞKİN (ECON ’94)
100.00
TAMER SOYULMAZ (ME ’89)
100.00
BERK VURAL (ME ’65)
150.00
CENGİZ ERDOĞAN (ECON-STAT ’79)
100.00
TEVFİK CEM BAYKARA (EE ’90)
100.00
BİRİM-CEM KARAKAŞ (MAN ’97)
150.00
CÜNEYTHAN MERTDOĞAN (ECON ’86)
100.00
TUFAN TUNÇYÜZ (ME ’74)
100.00
CEMAL OĞUZ BEKAR (MAN ’82)
150.00
ÇAĞLAR SÜRÜCÜ (CE ’95)
100.00
VELDA SAVAŞ GÜNDOĞAR (ADM ’92)
100.00
CENK ALTUN-ÖZGÜR TOKGÖZ ALTUN
(MAN’94-MAN ’97)
150.00
DEMET ÖZDEMİR ÖZ (MAN ’91)
100.00
VEYSEL BATMAZ (ADM ’79)
100.00
DEVRİM ÇANKAYA
100.00
YAVUZ BAYRAKTAROĞLU (METE ’76)
100.00
ÇAĞLA KURTULUŞ (MAN ’69)
150.00
DİLNİŞİN BAYEL (MAN ’96)
100.00
YEŞİM KANGAL (ENVE ’86)
100.00
ZELİHA İLKE SELVİ (CENG ’85)
100.00
ZİYA DOMANİÇ (MAN ’78)
100.00
ZUHAL-ÖNDER FOCAN (ME ’78)
100.00
HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013
NİKAH ŞEKERİ YERİNE BURS
DENİZ SINMAZ (BA’08) - BERAT SÜPHANDAĞ
(CE’11)
48
HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013
ADINA BURSLAR
GÜLTEKİN KARAŞİN SCIENCE
ACHIEVEMENT AWARD
275.00
*KÖPRÜ: Bursiyerlerimizin oluşturduğu grubun adı,
KÖPRÜ(M): Mezun bursiyerlerimizin oluşturduğu grubun adı.

Benzer belgeler