Kemal Kurdaş-ODTÜ - İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği
Transkript
Kemal Kurdaş-ODTÜ - İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği
İSTANBUL ODTÜ MEZUNLARI DERNEĞİ YAYINIDIR TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013 “Üniversitenin her karış toprağını, dikeceğimiz her binanın etrafını ağaçla donatacağız.” Kemal Kurdaş-ODTÜ Yıllarım ODTUMIST İLETİŞİM REKLAM TARİFESİ ODTUMIST DERGİ REKLAM TARİFESİ TEK SAYI 4 SAYI TAM SAYFA KARŞILIklı 2 TAM SAYFA GÖBEK 3. SAYFA ÖN/ARKA KAPAK İÇİ ARKA KAPAK INSERT FREKANS BÜTÇE İNDİRİMİ 1.500+KDV 2.500+KDV 2.500+KDV 2.250+KDV 2.500+KDV 3.000+KDV 4.000+KDV 1.200+KDV 2.200+KDV 2.200+KDV 1.800+KDV 2.000+KDV 2.800+KDV 3.200+KDV %30 PEşİn İNDİRİMİ ODTUMIST DUYURU %10 SPONSORLUK 3 AYLIK 6 AYLIK YILLIK DUYURU SİSTEMİ 5.000+KDV 9.000+KDV 15.000+KDV @odtumist REKLAM TARİFESİ AYLIK TEPE BANNER ODTUMIST WEB 3 AYLIK 450+KDV ARA BANNER 350+KDV SAĞ/SOL BANNER 400+KDV ALT BANNER odtumist.org AÇILIŞ EKRANI 6 AYLIK YILLIK 1.250+KDV 2.250+KDV 3.750+KDV 800+KDV 950+KDV 1.450+KDV 2.500+KDV 1.600+KDV 2.750+KDV 350+KDV 800+KDV 1.000+KDV 2.500+KDV 1.450+KDV 2.500+KDV 4.500+KDV 8.000+KDV İletişim için: [email protected] Belirtilen tüm fiyatlar TL cinsindendir. 1 8 Dernek’ten ODTÜ’lüler Cachi’de buluştu............................................. 4 odtü geçilen yer değil, okuduğumuz okul ve ellerimizle dikip yeşerttiğimiz ormandır.............................................. 6 ODTÜ’DEN 2013-2014 öğretim yılına başlarken.................................. 8 “Yeşil tutkusu-Bir tutku ki dostlar başına” Kemal Kurdaş-ODTÜ Yıllarım........................................... 10 odtü ormanının Ankara’nın yeşil kuşağındaki rolü........ 12 Gündem BALKAN SAVAŞLARI: Çizilemeyen kaderin ortak acıları.................................... 14 Paris 1871 – Gezi 2013.................................................... 19 SÖYLEŞİ Tayfun Kahraman ile İstanbul’un yeşil alanları üzerine..................................... 20 Kemal Erdoğan: “Şimdi aldıklarımı topluma geri verme zamanı...”........... 22 Cengiz Bozkurt: “ODTÜ ruhu, her koşulda vicdandan yana olmaktır”.............. 26 Bir ODTÜ’lüden “çevre sorunları el kitabı”............................... 30 20 22 26 30 Gündem “Kuzey Ormanları Savunması” (KOS) nedir?....................... 34 GEZİ Hallstatt’ın büyülü atmosferine hoş geldiniz................... 36 Dernek’ten Fotoğraf Çalışma Grubu................................................... 40 Edebiyat Kulübü.............................................................. 42 Burs Havuzu Çalışma Grubu............................................ 44 36 İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yayın organı Temmuz-Ağustos-Eylül 2013 Yayın Türü: Yerel Süreli Yayın Basım Yeri ve Tarihi: İstanbul-Ekim 2013 Dernek Adına İmtiyaz Sahibi Mehmet Rasgelener (ECON-STAT’78) Cumhuriyet Caddesi Platin Apartmanı 21/4 34437 Taksim Beyoğlu/İstanbul Sorumlu Müdür: Nevay Samer (CP ’79) Tepecik Yolu Sokağı No:82 Dalmaz Konut Apt. D.3 34337 Etiler/İstanbul Özay Yaşar (SOC ’80) Yayın Çalışma Grubu Üyesi İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Yönetim Kurulu Mehmet Rasgelener (ECON-STAT’78) Münire Atıcı (EE’10) Arif Cevizci (CENG’89) Mehmet Ali Acartürk (MAN’78) M.Emre Gözleveli (CP ’02) Serpil Kaya (IR’08) Güçlü Gözaydın (ECON’96) Yayın Çalışma Grubu Uğur Ayken (ME ‘76) Güzin Caner (CHEM ‘78) Nevay Samer (CP ‘79) Sefika Caculi (CE ‘85) Özay Yaşar (SOC ’80) Seçil Başkaya (SOC ‘03) Feyzan Aliefendioğlu (CHE ‘78) H. Belgin Ünal (SOC ’83) Z. Asuman Dener (PSY ’88) Güçlü Gözaydın (ECON’96) Mehmet Rasgelener (ECON-STAT’78) Banka Hesap No: Aidat Hesabı Denizbank Mecidiyeköy Şubesi 3260 – 1441947 – 351 TR330013400000144194700013 Burs Havuzu Hesabı Denizbank Mecidiyeköy Şubesi 3260 -1441947 – 599 TR110013400000144194700021 Yönetim Yeri Adresi Cumhuriyet Caddesi Platin Apartmanı 21/4 34437 Taksim Beyoğlu/İstanbul Dernek Telefonları Tel: +90 0212 274 68 60 Fax: +90 212 274 67 87 www.istodtumd.org [email protected] e-mailinizi bize bildirin, aylık etkinliklere ve duyurulara daha çabuk erişin Yayın Hazırlık Tetra İletişim Hizmetleri Ltd. Şti Çırağan Cad. Çırağan Apt. No:19/3 Tel: 0212 219 96 76 www.tetrailetisim.com Genel Yayın Yönetmeni: Önder Kızılkaya Editör: Umut Bavlı Grafik uygulama: Kübra Şahin Fotoğraf: Volkan Taşkın Baskı Şan Ofset Matbaacılık Ayazağa Mah. Kemerburgaz Cad. No: 13 Şişli/İstanbul Tel: 0 212 289 24 24 Baraka dergisinde yayımlanan yazı ve fotoğrafları yayma hakkı İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği’ne ait olup kaynak gösterilse dahi, hak sahiplerinin yazılı izni olmaksızın ticari amaçla kullanılamazlar. Doğayla ve yeşille barışmak... Sevgili ODTÜ’lüler, Geçtiğimiz günlerde, Ankara Büyükşehir Belediyesinin Eskişehir-Konya Yolunu ODTÜ sınırından bağlayacak yeni bir otoban projesini uygulamaya koyması, odağında ODTÜ’nün olduğu bir çok tartışmayı gündeme getirdi. Kamuoyunda çok tartışılan ve içlerinde ODTÜ’nün de olduğu taraflar ve sivil toplum kuruluşları tarafından değişik yönleriyle eleştirilen proje hakkında dernek olarak görüşlerimizi dergimiz sayfalarında da bulabilirsiniz. Üniversite arazisinin bir kısmından geçecek ve yaklaşık 3000 ağacın kesilmesine neden olacak yol projesi nedeniyle ODTÜ Ormanının dününü, bugününü, Baraka okurlarına tekrar hatırlatmak istedik. “ Üniversitenin her karış toprağını, dikeceğimiz her binanın etrafını ağaçla donatacağız. Pencerelerin altlarını bile. Sınıfının ya da laboratuvarının penceresinden dışarı bakan her öğrenci önünde bir ağaç; gerisinde bir koru ve daha geride de mutlaka üniversitenin ormanını görecek. Bu onun doğayla ve yeşille barışması, sevişmesi olacak. İnsanlarımız yeni bir kültürle yetişecekler ve Türkiye’nin çorak topraklarının insanlarına ileride ışık, önder olacaklardır.” Aynı zamanda ODTÜ’nün kuruluş felsefesini de anlatan bu sözler kurucu rektörümüz Kemal Kurdaş’ın “ODTÜ Yıllarım” isimli kitabından alınma. 1961 yılında rektör olmasıyla başlattığı ODTÜ arazisini ağaçlandırma serüveninin ancak ana başlıklarını sizlerle paylaşabildik burada. Her ODTÜ’lünün tamamını bilmesi gereken tam 52 yıllık kesintisiz “tutkulu” bir serüvendir bu. Akasyadan başka ağaç yetişmez denilen İç Anadolu Bozkırı’nın 30’dan fazla ağaç çeşidini ve kuşundan kurduna sayısız canlıyı içinde barındıran karma bir ormana dönüşmesinin hikayesidir. Temelinde ise “bilgi, çalışma ve kararlılık” vardır. Bu süreci yaşayan, bilen herhangi bir ODTÜ’lünün, ODTÜ Ormanından tek bir ağacın bile zarar görmesine göstereceği tepkiyi, duyarlılığı anlamamak zordur. Çevre sayfamızda, bu felsefeyle donanımlı mezunlarımızdan birisi, aynı zamanda çevre danışmanığı yapan Nükhet Barlas (IE’78) ile piyasaya yeni çıkan “Küresel Krizlerden Sürdürülebilir Topluma” başlıklı kitabı ve çağımızın çevre sorunları üzerine konuştuk. Bu söyleşiyi okurken ODTÜ farkını hissedeceksiniz. Çevre demişken İstanbul’u da unutmadık, kısa da olsa İstanbul’un yeşil alanlarına ve Kuzey Ormanları’nın durumuna bakmaya çalıştık. “İçimizden Biri” ise bu sefer çok değişik bir sektörden Karayolları Taşımacılığından, son günlerde çok önemli bir satışla adını duyuran Kamil Koç Genel Müdürü Kemal Erdoğan’ı (IE’90) ağırlıyor. Sektörün değişik yönleri ve ODTÜ üzerine çok keyifli bir söyleşi okuyacaksınız. Önemli bir haberimiz de derneğimiz ile ilgili. Üyelerimizin çoğundan gelen talepler doğrultusunda derneğimiz artık çok daha ulaşılabilir bir noktada. Taksim Gezi parkı karşısındaki yeni merkezimizin, etkinliklerimizin ve eğitimlerimizin çok daha katılımcı bir şekilde gerçekleştirilmesine katkı sağlayacağını umuyoruz. Yeni bir dönemde, daha dayanışmacı, daha çevreci, daha özgür bir dünya dileğiyle... HABER u t ş u l u b e d ’ i h c a C r e l ü l ’ ODTÜ yl mmuz ayı kokte te i eğ n er D rı la Mezun olduğu İstanbul ODTÜ ıldı. Her zaman ap y e i’d h ac le C gecesi Adahan dahil olan üyeler i en y e n si le ai unları uruldu. gibi ODTÜ Mez mimi ilişkiler k sa ve k ca sı i, şt ekle tanışmalar gerç mezunlar eski ve i er el y ü ek n der rdi. Bir araya gelen i bir akşam geçi ifl ey k k re re ti iş dostluklarını pek a d a r a r i b ı r a l n u z e m Ü T OD DERNEK’TEN a Adası’nda, Suad ay ar as at al G si şma teyl gece klar, yoğun çalı ağustos ayı kok u i n o eğ k n e er d D ce rı ge la n olduğu Mezu eni bir hayli yoğun İstanbul ODTÜ icileri, eski ve y in et n n ö si y gi il ek n n rı er la d n n Mezu a gele Clup’ta yapıldı. k attılar. Bir aray re şe le al sy ı. so i, resin zel bir gece yaşad gü a d temposunun st n sı ra za z’ın eşsiz man mezunlar, Boğa 4 HABER Mezunlar i d y e d ’ e i t r So nen mezunlar le n ze ü d k ra la o rutin n olduğu tarafından her ay i eğ n er D Katılımın yoğu rı i. d la il n ir u şt ez le M z ek Ü rç T İstanbul OD e Sortie’de ge nek üyeleri Boğa er şm d çe n le ru u ge K a , li ay y ar kokte ı. Bir gecesi eylül ayı n temelleri atıld rı . la k lu st o d i en vakit geçirdiler de y ş n o si h ce a d ge n l tı y al te k n o ü k tüsün uhteşem görün Köprüsü’nün m 5 HABER odtü geçilen yer değil, okuduğumuz okul ve ellerimizle dikip yeşerttiğimiz ormandır. İki nedenle, ODTÜ arazisindeki 3 bin kadar ağacı yok edip, Yüzüncü Yıl ve Çiğdem Mahalleleri’ni ikiye bölerek yapılmak istenen yol hakkında ODTÜ mezunları olarak duyarlılığımızı ve duruşumuzu kamuoyu ile paylaşmak istiyoruz. Birincisi, Türkiye’nin ve dünyanın saygın bilim kuruluşlarından biri olan ODTÜ, kuruluş yıllarından itibaren, bilimsel etkinliklerinin yanı sıra - ve aynı zamanda bilimsel bakış açısının gereği olarak - İç Anadolu bozkırını yeşertme ülküsü doğrultusunda azalmayan bir heyecan ile çalışmalar sürdürmüştür. ODTÜ yerleşkesi ve bu yerleşkenin %80’ini oluşturan ODTÜ Ormanı planlı, bilimsel, on yıllarca süren özverili bir çalışmanın ürünüdür. 57 yıllık mazisi boyunca, ODTÜ’nün bu konudaki çalışmaları her kademede takdir edilmiş ve kendi eliyle yarattığı ODTÜ Ormanı’na sahip çıkmak ODTÜ’ye kamusal bir görev olarak verilmiştir. ODTÜ Ormanı’nı ve ODTÜ kampusünü ilgilendiren konulara ilgi göstermek ve gereğini yerine getirmek ODTÜ mezunlarının da sorumluluğudur. Birinciden daha da önemli sayılacak ikinci nedense, üniversitemizin varoluşunu ve misyonunu tanımlayan ve ODTÜ ile ilgili temel metinlerde yer alan: “Orta Doğu Teknik Üniversitesi, öğretim, araştırma ve toplum hizmetleri etkinliklerini evrensel standartlarda yürüterek, toplumumuzun ve insanlığın sosyal, kültürel, ekonomik, bilimsel ve teknolojik gelişimi için bilgiye ulaşmayı, üretmeyi, bilgiyi uygulamayı, yaymayı ve bu bilgilerle donatılmış bireyler yetiştirmeyi amaç edinmiştir” cümlesidir. Ülke gündeminin başlarına yerleşen, yalnız Ankara’nın değil ülkenin dört bir yanında merak ve kaygıyla izlenen, şiddetle bastırılan protesto eylemlerine neden olan “yol” projesi hakkında ODTÜ mezunlarının da diyeceği şeyler vardır. DERNEK’TEN ODTÜ arazisinden geçecek yol projesi birçok nedenle bizleri düşündürmektedir. 1) Söz konusu yol inşaatına, Ankara’nın bütünüyle ilişkisi kurulmuş günün koşullarını ve geleceği gözeten bir plan olmadan, ODTÜ yerleşkesi ile ilgili planların onaylanması beklenmeden, Türkiye’nin hem kendi iç hukukunda yer alan, hem de tarafı olduğu uluslararası koruma ilke ve mevzuatı yok sayılarak, anlaşılamayan bir keyfilikle başlanmıştır. 2) ODTÜ yönetimiyle Ankara Belediyesi arasında 20 yıl önce varılan bir mutabakat gerekçe gösterilerek, ODTÜ içinde 1. Derece Doğal SİT Alanı olan ve 7 bin ağacı barındıran bir alandan geçirilmek istenen bu yol inşaatı nedeniyle kesilecek ağaç sayısı 3 bin civarındadır. O alanda oluşan ekosistem, çok sayıda büyük ağaç etrafında daha küçüklerle, yüzlerce kuş ve başka canlıları barındırmaktadır. Kesilecek ağaçlar yerine başka bir yerde yeni ağaçlar dikilse de orada seneler içinde oluşan ekosisteme eşdeğer olamayacaktır. 3) İnşa edilecek yol, trafiğin düğüm noktalarını kaydırmaya yöneliktir. Muazzam bir yatırım ve telafi edilemez çevre katliamı ile yapılmak istenen yolun, Eskişehir yolunun Anadolu Bulvarı ve Konya yolu arasındaki segmentinde biriken trafik yoğunluğunu ODTÜ, Yüzüncü Yıl ve Çiğdem Mahalleleri arasında adeta oyalaması umulmaktadır. Bu yol güzergahını tercih eden ya da Eskişehir yolundan ayrılmayacak araçlar toplamının yolculuk sürelerinde nasıl bir değişim olacağına ve tekrar kesişen noktalarda nasıl bir birikim olacağına dair bir hesaplama yoktur. 6 HABER 4) Toplu taşıma seçeneği ve özellikle metro ulaşımı seçeneği göz önüne alınmamıştır. Ankara bu konuda dünya sıralamasını bırakın, Türkiye’nin birçok kentinin dahi gerisindeyken, bunca yıldır tamamlanmayan ve günde 300 bin yolcu taşıma kapasitesine sahip olan Çayyolu Metrosu’nun açılışı beklenmemiştir. Tamamlanmasına az bir zaman kalan Metro projesini yok sayarak başlatılan söz konusu yol projesi, yaya trafiğini kolaylaştırmak yerine araç odaklı hazırlanmıştır. Bir başka deyişle, insanlar değil, araçlar taşınmaya çalışılmaktadır. 5) Yeni yollar açılmasının kent arazisinden rant elde etmeyle doğrudan ilişkisi vardır. Bu ranttan pay alabilenler kısa vadede kendilerinin şanslı olduğunu düşünebilirler. Ancak, hepimiz aynı ülkede, aynı kentlerde yaşıyoruz. Çocuklarımızın daha fazla betonlaşmaya değil, ağaçlara, yeşil alanlara gereksinimi var. Beton, gürültü, egzost gazı sayesinde elde edilecek rantın, tüm kent halkı ve gelecek nesillerden çalınan bir “kul hakkı” olacağına inanıyoruz. Bunlar ve sıralanabilecek daha birçok nedenle, keyfi kararlarla yapımına başlanan yolun, hukuk, bilim ve akıl dışı olduğunu düşünüyor ve bu konuda yapılan ve şiddet içermeyen hukuk, demokrasi, bilim temelli arayış ve itirazları destekliyoruz. ODTÜ’nin, toplumcu geleneğinin bir gereği olarak, coğrafyasında yer almak ve gelişimine katkı sağlamak ile öğündüğü Başkent Ankara’nın trafik sorunu başta olmak üzere, uygar ve çevre duyarlı gelişimine ilişkin tüm konularda, bilimin öngördüğü çözümler üretmek ve benimsenmesinde ısrarcı olma tutumunu sürdüreceğine inanıyoruz. Bir kamu kuruluşu olarak ODTÜ yönetiminin hukuk içinde kalma ve polemiğe girmeme çabaları 120 bini aşkın mezunu ve 24 bin öğrencisi ile tüm ODTÜ camiasının konuya kayıtsız ve duyarsız kaldığı şeklinde yanlış değerlendirilmemelidir. 120 bin ODTÜ mezununun İstanbul’da yaşayan en büyük kesimi olarak, yasal prosedürü henüz tamamlanmamış ve telafisi imkansız çevre tahribatına neden olacak yol açım çalışmalarının derhal durdurulmasını, konunun, bilimsel gerçekler ışığında, ilgili Odalar, Çiğdem ve 100. Yıl Mahalleleri sakinleri ve Okul yönetimi ile tekrar değerlendirilmesini, konuya ilişkin demokratik protesto haklarını kullanan insanlara asla şiddet uygulanmamasını talep ediyoruz. Yaşam alanlarımızda gerçekleştirmek istenen hukuk ve bilim dışı projelere karşı gösterilen, şiddet içermeyen demokratik tepkilerin, iktidar tarafından hukuk dışı ve ölçüsüz şiddet kullanılarak bastırılmaya çalışılmasının toplumsal barışın temelini sarsacak riskler içereceğini anımsatmak istiyoruz. Bu duyarlılıklarımızla , ülke ve kent yöneticilerini, bilim insanlarımızı, bu yoldan etkilenecek mahalle sakinlerini sağduyuya, hukuk ve demokrasi çerçevesinde, bilimin gösterdiği doğrultuda tercihler yapmaya çağırıyoruz. İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği 7 YENİ ÖĞRETİM YILI 2013-2014 öğretim yılına başlarken... Rektörümüz Prof. Dr. Ahmet Acar, üniversitemizin “58. Eğitim-Öğretim Yılının Açılışı” nedeniyle yaptığı konuşmasında ODTÜ’nün başarılarına, hedeflerine ve güncel toplumsal sorunlara değindi. Konuşmasının belirli başlıklarını sizlerle paylaşıyoruz: ODTÜ’DEN ODTÜ’nün başarıları: Üniversitemizin eğitim ve araştırma alanlarındaki başarısı, son yıl içinde birçok ulusal ve uluslararası sıralamanın sonuçlarına da yansıdı. ODTÜ, bu yıl içinde Webometrics, Times Higher Education, Leiden, QS, URAP gibi kurumlar tarafından ilan edilen tüm uluslararası sıralamalarda konumunu yükseltti ve Türkiye’yi yurt dışında en iyi şekilde temsil eden üniversite olmayı sürdürdü. Bu yıl uluslararası sıralamalarda aldığımız sonuçlar arasından sadece iki başlığa değinmek istiyorum. Üniversitemiz bu yıl Mart ayında ilan edilen Times Higher Education (THE) “World Reputation Rankings 2013” sıralamasında en saygın 100 dünya üniversitesi arasındaki yerini 40 basamak yükselterek 51 – 60 bandına girdi. Dünyanın yaklaşık 150 ülkesinden 17.000 tanınmış akademisyenin görüşüne dayanan bu sonuç, ODTÜ’nün yurt dışında artan saygınlığının göstergesidir. 8 Yenİ öğretİm yılı Demokrasi: Evrensel standartlarda demokratik bir ülke olmamızın önündeki belki de en önemli engel, toplumumuzdaki kutuplaşmalardır. Din, inanç, mezhep ve milliyet-etnisite üzerinden oluşan fay hatları, toplumumuzun siyasi ve sosyal dinamiklerini derinden etkilemektedir. Son dönemde toplumumuzda yaşanan tartışma ve çatışmaların ağırlıklı olarak bu kutuplaşmalar temelinde yürüdüğünü ve maalesef kamplaşmayı artıracak siyasetlerin çok daha kolay taraftar bulduğunu görüyoruz. Toplumun her kesiminde artan eşitlik, hak ve özgürlük taleplerinin karşılanması için öncelikle bu kutuplaşmaların sona erdirilmesi gerekmektedir. Yol sorunu: Değinmek istediğim ilk konu, Anadolu Bulvarı’nın devamı olan yolla ilgili olarak yaşanan sorunlardır. Demokratik toplumlarda da, yerleşik mahalleler içinden yol geçirilmesi veya kentsel çevreyi olumsuz şekilde etkileyecek bir tesisin yapılması, yönetim ile etkilenen kesimler arasında ciddi tartışma ve hatta çatışma konusu olabilir. Bunun binlerce örneği ve anlaşmazlıkların nasıl çözüldüğü literatürde yer almaktadır. Ancak, bu tür sorunlarda şiddet kullanarak hak elde edildiği veya yönetimin dayatmayla sonuç aldığı örnekler demokratik toplumlarda yaygın değildir. Üniversite yönetimi olarak, bu yol projesinin yasal dayanağını kabul etmekle birlikte, uzun zamandır geciktirilmesi nedeniyle bugün yaşanan sorunların, ilgililer arasında tartışılarak ve ortak bir çözüm bulunarak sonuçlandırılması gerektiğini savunuyoruz. Öğrencilere... Değerli öğrencilerimiz, Farklı fikirleri dinleyin ve anlamaya çalışın; farklılıklara karşı hoşgörülü olun, insanlara anlayış ve saygı ile yaklaşın. ODTÜ’nün başarısı ve sizin bu üniversiteden alacaklarınız ODTÜ’nün özgür akademik ve sosyal ortamının korunmasına bağlıdır. Özgürlük sorumlu olmayı gerektirir. Özgürlük ortamımızın tüm ülkeye örnek olacak şekilde korunması ve geliştirilme si için hepimiz sorumluluklarımıza titizlikle sahip çıkmalıyız. 2013 – 2014 Eğitim – Öğretim yılının hepimize başarı ve mutluluk getirmesini dilerim. 9 KEMAL KURDAŞ-ODTÜ YILLARIM 1961’de Kampus Arazisi (Fotoğraf bugünkü ana giriş kapısından çekilmiştir.) “Yeşil tutkusu-Bir tutku ki dostlar başına” Kemal Kurdaş-ODTÜ Yıllarım ODTÜ’nün kurucu rektörü Kemal Kurdaş’ın 1961’de bu tutkuyla başlattığı, “Üniversitenin her karış toprağını, dikeceğimiz her binanın etrafını ağaçla donatacağız” hayali ve hedefi, üstün gayretler sonucu hayata geçirildi. ODTÜ’DEN ODTÜ’lülere düşen görev; bu hayali yaşatmak ve korumak... ODTÜ arazisinin düzenli ve planlı bir şekilde ağaçlandırılmaya başlanması kurucu rektörümüz Kemal Kurdaş ile başlar. Daha önceki beş yıl içerisinde yapılanlar, yapılması gerekenlere oranla son derece kısıtlı kalmıştır. 3 Aralık 1961 tarihi, üniversitede ilk ağaç dikme günüdür. 21 Kasım’da göreve başlamasının üzerinden ancak 12 gün geçmiştir Kemal Kurdaş’ın. Yapmak istediklerini mütevelli heyetinde çalışma arkadaşlarına şöyle anlatır: “Üniversitenin her karış toprağını, dikeceğimiz her binanın etrafını ağaçla donatacağız. Pencerelerin altlarını bile. Sınıfının ya da laboratuvarının penceresinden dışarı bakan her öğrenci önünde bir ağaç; gerisinde bir koru ve daha geride de mutlaka üniversitenin ormanını 10 görecek. Bu onun doğayla ve yeşille barışması, sevişmesi olacak. İnsanlarımız yeni bir kültürle yetişecekler ve Türkiye’nin çorak topraklarının insanlarına ileride ışık, önder olacaklardır.” Bu misyonla, 3 Aralık 1961’de başlayan ağaçlandırma çalışmaları 1962 Mart ortalarına kadar sürer. Sonra bütün yaz teraslama ve çukur kazma, ardından kışları tekrar ağaç dikme... Bu süreç 1963 ve izleyen altı yılda aynen devam ettirilir. Kemal Kurdaş, ODTÜ arazisinin ağaçlandırma serüvenini daha doğru bir deyişle, ODTÜ Ormanı’nın yaratılma sürecini; yaşanan zorlukları ve edinilen deneyimleri “ODTÜ Yıllarım” adlı kitabında ayrıntılı bir şekilde paylaşır. “8 yılda üniversite arazimize milyonlarca, benim hesabıma göre yaklaşık 12 milyon dolayında ağaç diktik. Bozkırda bir yeşil orman, yeşil bir cennet yarattık. Üniversitemiz kampüsünü bu cennetin kucağında, onun kolları KEMAL KURDAŞ-ODTÜ YILLARIM arasında kurduk. Ağaç dikme kampanyasına üniversitemiz mensupları daha ilk günden itibaren ciddi ilgi gösterdiler. Kısa bir sürede bu ilgi bir heyecana, hatta dayanılmaz bir tutkuya dönüştü.”(Kemal Kurdaş-ODTÜ Yıllarım s.116) Hatta bu tutku giderek bütün Ankara’da yaşayanları da sarar. Sade vatandaşlar, milletvekilleri, öğrenciler, askerler, elçilik mensupları vb. her kesimden Ankaralı bir şekilde bu süreçte yer alır. “Ağaçlama çalışmalarını izlemekten sorumlu rektör yardımcısı arkadaşım Nuri Saryal; bilgili, hamiyetli, içi ağaç ve tabiat sevgisi ile dolu bir insandır. Dış geziye gittim ve bir ay sonra döndüm. Sekreterlerim kulağıma bir ha- ber fısıldadılar. Ağaçlama işçilerinden bir-iki kişi donmuş! İçimden ‘demek Saryal ağaçlama ekibini iyi sürmüş’ diyorum. Biraz sonra Nuri de Rektörlükte göründü. Döndüğümü duymuş. Bana doğru geliyor fakat bir ayağı biraz aksıyor gibi. Ben hemen ilk sorumu patlatıyorum. Daha ‘fidanları...’ derken cevabını veriyor. ‘Hepsi dikildi Kemal Bey, bir tane bile kalmadı. … Şubat çok soğuktu, ayak parmaklarım hafif donma tehlikesi geçirdi. Bir-iki işçiyle de sıkıntımız oldu’ dedi. ODTÜ ve onun ormanı işte böyle insanların fedakarlıkları ve demir gibi iradeleriyle kuruldu.” Ankara’nın havası soğuk, yağışı kıt ve arazisi çoraktır. Yeterli deneyim ve fidan yoktur. 60’lı yıllara kadar akas- yadan başka bir şey yetişmez denilen Orta Anadolu bozkırında, en az otuz farklı tür ağaç yetiştirilmiştir. Dünyadaki örneklerinin bile çok daha sonraları görüleceği karma orman uygulaması o günün koşullarında devrimsel bir şekilde ODTÜ’de başarılmıştır. “ODTÜ deneyimi, bilgi, çalışma ve kararlılık ile bozkırın yeşil bir cennete dönüştürülebileceğini bizlere göstermiştir” der Kurdaş. “...Ağaçlarımızda kuruma oranı hiçbir yıl, hiçbir bölgede binde bir oranını bile bulmadı. Biz diktiğimiz ağaçlara aşıktık. Anlaşılan onlar da bizi sevdiler, bizden kopamadılar.” Mezunları olarak kurucu rektörümüz Kemal Kurdaş’ı bir kez daha sevgi ve minnetle anıyoruz. 11 HABER odtü ormanının Ankara’nın yeşil kuşağındaki rolü Ankara’nın akciğerleri olan ODTÜ Ormanı 3 bin hektarlık alanıyla şehrin tipik bozkır iklimini dengeleyerek kentsel yaşam kalitesini arttırıyor. Yazı: Erhan Torunoğlu - Ağaçlama ve Çevre Düzenleme Müdürlüğü ODTÜ’DEN 1960’lı yıllarda, Orta Anadolu boz- kırında böyle büyük bir projenin başarıya ulaşmasının mümkün olmayacağı öne sürülerek ve çeşitli kesimlerce “suya yazı yazılmaz!” denilerek eleştirilen ODTÜ Ormanı, bugün itibarıyla yaklaşık 3.000 hektara ulaşmış bir ekosistemdir. Çok büyük zorluklarla günümüze kadar gelen 30 milyon metrekarelik bu eser; yarattığı estetik, psikolojik, ekolojik değerleri, çevre ve hava kirliliğinin azaltılmasına katkısı, yerleşim birimlerinin sel ve taşkınlardan korunması gibi değerli katkılarıyla Ankara ili yeşil kuşak ağaçlandırmasının en önemli parçalarından biridir. Oluşturduğu mikro-klimatik etkilerle şehrin iklimini dengelediği, hava kali- 12 tesi ve yer altı su kaynaklarına artı değerler sağladığı, sonuçta kentsel yaşam kalitesini arttırdığı muhakkaktır. Ankara’da 1957 ve 1961’de yaşanan ve 172 kişinin ölümüne yol açan sel ve taşkınlar sonrasında Ağaçlandırma ve Erozyon Kontrolü Genel Müdürlüğü’nce başlatılan ve son 35 yılda 24 bin hektara ulaşan Ankara Yeşil Kuşak Projesi’ne, “3 bin hektar büyüklüğü ile sistemdeki tek parçalık en büyük saha olması nedeniyle” önemli bir katkıda bulunan ODTÜ Ormanına yönelik detaylara www.acdm.odtu.edu. tr adresinden ulaşılması mümkündür. Yerleşkenin kuruluşunda doğa ile bütünleşik bir planlamayı esas alan ODTÜ, tanımlanmış yerleşke alanının yüzde 80’ini ağaçlandırma projesine ayırarak önemli ve örnek bir adım atmış, yapı kitlelerini mükemmel saran peyzaj alanlarıyla ağaçlandırma sahasının iç içe olması sağlamıştır. ODTÜ Ağaçlandırma Projesi’nin hayata geçirilmesi ile ilgili ilk büyük adım, şüphesiz ki Sn. Kemal KURDAŞ’ın Rektörlüğü döneminde atılmış ve yaratılan bu sinerji günümüze kadar hiç azalmadan devam etmiştir. 1995 yılında Uluslararası Aga Khan Mimarlık Ödülleri’nin “yenilikçi kavramlar“ kategorisinde “Ekolojik değerleri hızla bozulan dünyamızda yaratmış olduğu artı değerler” nedeniyle, 2003 yılında ise “çorak bir arazinin yeşil bir bölge haline gelmesi ve çölleş- HABER meyle mücadele hareketine verdiğimiz destek” nedeniyle TEMA Vakfı tarafından ödüllendirilen ve büyük bir kısmı 1995 yılında T.C. Kültür Bakanlığı tarafından 1. Derece Doğal SİT Alanı olarak tanımlanan ODTÜ Ağaçlandırma Projesi’nin başarısı şüphesiz ki rastlantı değildir. Orta Anadolu step ikliminin olumsuz koşullarının hüküm sürdüğü arazimizde planlanan bu büyük ağaçlandırma projesinin ilk etabında hazırlanan arazi sınıflandırma haritası neticesinde; erozyonu engellemek için arazinin yüzde 75’inin dikim yolu ile ağaçlandırması gerekliliği ortaya çıkınca 7 Temmuz 1958 tarihinde 180 dekarlık bir alanda Üniversitemiz ve Türkiye Ormancılar Cemiyeti’nin ortak çalışmaları ile deneme parselleri kurulmuştur. Kurulan deneme parsellerinde 1959 yılı ilkbaharında başarılı sonuçlar alındığı görülünce, 15 Kasım 1960 tarihinde ODTÜ ve Orman Genel Müdürlüğü’nün ortak çalışmaları ile “ağaçlandırma seferberliği” başlatılmıştır. 20 mühendisin kontrolünde neredeyse günlük 500 işçinin çalıştığı bu projede; arazi ilk önce banket-teras metodu ile teraslandırılarak yağmur ve rüzgârın toprak yüzeyinde oluşturacağı erozyon tehlikesi kontrol altına alınmış, daha sonra bu teraslara “susuz plantasyon” tekniğinde gerek tohum ekimi gerekse de topraklı/kalıplı fidan dikimi yapılarak çalışmalara devam edilmiştir. Şüphesiz ki kent içinde bu büyüklükte bir orman ekosisteminin oluşturulması için sadece ağaç dikmek yeterli değildir. Kendi içerisinde dengelerini kurmaya başlayan bu ekosistemin sürdürülebilirliğinin sağlanması için bakım ve koruma önlemleri büyük önem taşımaktadır. 6831 sayılı T.C. Orman Kanunu’na göre işletilmekte olan ODTÜ ormanında yapılması gerekenler, ilgili kanun ve yönetmeliklerde açıkça tanımlanmaktadır. Talebimiz doğrultusunda Ankara Orman Bölge Müdürlüğü tarafından 1994 yılında hazırlanan, aynı kurum tarafından 2007 yılında ara revizyonu yapılan ve 2026 ya kadar geçerli olan “ODTÜ Ormanı Fonksiyonel Amenajman Planı” çerçevesindeki bakım ve geliştirme çalışmalarımız 1995 yılında uygulanmaya başlanmıştır. Yaklaşık 3 bin hektar büyüklüğündeki orman sahamızın yüzde 80’inin karaçam gibi yangına hassas ağaçlardan oluşması nedeniyle var olan yangın riski alınan bazı önlemlerle azaltılmaya çalışılmaktadır. Yaklaşık 130 kilometre uzunluğundaki orman yangın emniyet yollarımızın yüksek sezonda sürekli açık tutulması, ibreli ağaçların alt dallarının budanması (brüt 1,428 hektar/10 yıl), budanan bölgelerdeki ağaçların altındaki toprağın traktör pullukla havalandırılması (brüt 426 hektar/10 yıl), kuru ve devrik ağaçların sahadan çıkarılması, sıklık bakım çalışmaları, sürekli yangınlara neden olan yüksek ve orta gerilim enerji nakil hatları altında kalan ağaçların korumacı bir yaklaşımla kesilmeyerek Yerleşkemize nakledilmesi ve yangına daha dayanıklı türlerle ağaçlandırma yapılması alınan önlemlerden bazılarıdır. Bilindiği üzere, ODTÜ ormanının gerek Eymir gölü çevresi gerekse de Or-an bölgesi yoğun bir kullanımla karşı karşıyadır. 1960’lı yıllarda tesis edilmiş olan ve halkımızın daha çok sportif amaçla kullandıkları Or-an bölgesinde 2007 yılında yaşanan yangınlarda yaklaşık 30 hektarlık orman alanı ve binlerce orman ağacı zarar görmüştür. Bu alandaki yeniden ağaçlandırma çalışmaları, yangının hemen ertesinde Mezunlarımızın da büyük desteği ile başlatılmıştır. Büyük bir kısmı profesyonel hizmet alınarak yapılan çalışmalar, 2009 yılı ağaçlandırma şenliğinde geniş bir katılımla yangına daha dayanıklı türler dikilerek tamamlanmıştır. Yüzde 60-80 eğimle oldukça zor bir arazi yapısına sahip olan Ahlatlıbel bölgesinde 26 Temmuz 2013 tarihinde yaşanan yangında kaybedilen 30 hektarlık orman sahamızda ise tespitlerimiz tamamlanmış olup, yeniden ağaçlandırma için arazi çalışmaları hemen başlatılacaktır. Yarım asır önce “doğal koruma ve muhafaza” amacıyla kurulan ve bugün; kentin batı ve güney girişlerindeki çarpık kentleşmeye engel olarak kentin düzenli ve planlı gelişmesini sağlamakla beraber, orman ve göl kıyısı doğal yerleşme alanlarında barındırdığı flora ve faunası ile kentsel yeşil alanlara önemli bir katkı sağlayan bu büyük eserin, ODTÜ Ormanı’nın yaratılmasındaki katkılarından dolayı; Sn. Kemal KURDAŞ, Sn. Alaaddin EGEMEN, Ormancılar Cemiyeti, Orman Genel Müdürlüğü ve tüm ODTÜ camiasına şükranlarımızla... 13 BALKAN SAVAŞLARI BALKAN SAVAŞLARI: Çizilemeyen kaderin ortak acıları Tarihin acı veren olaylarıyla yüzleşmek zorunda kalan Balkan Toplumları, Balkan Savaşları ve sonrasında kendi kaderlerini tayin etme hakkına sahip olamadı. Muharebelerde savaş dışı sivil ölümlerle çok sayıda insan yaşamını yitirdi. Muharebelerdeki kayıplar kadar, kolera ve salgın hastalıklar da ciddi sayıda kayıp yarattığından ve kayıtlar sağlıklı tutulamadığından ölü sayısı bugün dahi belirsizdir. Yazı: İnan Rüma (IR ’97) Balkanlar kendi öyküsünü de GÜNDEM kendi anlatısını da belirleyemedi. Balkan Savaşları nasıl bu kendi kaderini tayin amacının ve nihayetinde bu amaca ulaşamamanın simgesiyse, bu savaşlara dair yazın da bu anlatının bağımlılığını gösterir. 8 Şubat 1913 tarihli haberinde New York Times, hiç kimsenin, en iyi bilgi sahibi olanların bile, Balkan yarımadasında neler olduğunu tam olarak bilemediğini duyuruyor ve kısa vadeli veya nihai sonucun ne olacağı konusunda ise, daha da az insanın bilgisi olduğunu belirtiyordu. Balkan toplumları kendi kaderlerini kendileri tayin etmek ve bunu da Batı Avrupa’da işlediğini gördükleri modern ulus-devlet ile gerçekleştirmek istemişlerdi. Nitekim 14 Osmanlı İmparatorluğu da bir yüzyıl kadar önce Fransa’da devrime yol açan monarşik tiranlığa pek benzer görünüyordu. 1908 Devrimi’nin yarattığı umut ve heyecan içeriksiz kalmıştı. Ancak, Balkan Savaşları’nın bizatihi kendisi de dâhil, o gün bugündür, kendi kaderlerini tayin edemediler. Hatta yazılan tarih de bu amacın değil, bu amaca bir türlü ulaşamamanın dolaylı ifadesiyle örüldü. Balkan Savaşları’nda muhabir olarak görev yapan ve Batı ile Rus basınında kendisine fazla yer bulamayan Türk/ Müslüman sivillerin katlini de ifşa eden meşhur Sovyet devrimcisi Lev Troçki, savaştan yıllar önce kaleme aldığı “Balkan Sorunu” başlıklı yazısında, Osmanlı hanedanının “değişik ırk ve dinden halkları” kadar Müslüman Türklerin de hoşnutsuz olduğunu not eder. Dahası, “çürümekte olan” bu devletin Avrupalı kapitalist devletlerin iştahını kabarttığını ve “kendine bir parça koparmaya çalışan aç köpekler gibi” beklediklerini aktarır. Balkan devletlerinin oluşumu da zaten bu bağlamda, yani Batı Avrupa’da ortaya çıkan üretim biçiminin ve onunla eşleşen devletler sisteminin yayılması ile gerçekleşmiştir. Ama bu sistemik genişleme temelsiz değildir: Osmanlı düzeni işlememekte ve içinde barınan insanlara güvenlik, özgürlük ve refah sunamamaktaydı. Balkan insanının bu temel ihtiyaçları arayışı bugüne kadar kısa saadet aralıklarına rağmen başarısız ve BALKAN SAVAŞLARI nihayetinde mutsuz evrilmiştir, ama her dönemin sonunda bir sonrakine dair umutlar korunmuştur. Balkan Savaşları bu birin karesine hemzemin döngünün ortasında en temel dönüm noktasını teşkil eder. Balkan Savaşları’nı aktaran tarih de Türkiye dâhil bölge ülkelerinde kendi milliyetçi gelişimleri içerisindeki yeri üzerinden veyahut batı merkezli bir ötekileştirme ve periferileştirme anlayışı ile yazılmıştır. Devlet değil insan merkezli tarih yazımında Balkan Savaşları hazin bir eksikliği dışa vurur. Evrensel Balkan tarihçiliği, 19. yüzyılda bağımsızlıkla sonuçlanan ayaklanmaların aslında milli bir davadan habersiz basit birer köylü ayaklanmaları olduğunu saptamıştır. Bunların ulusal ayaklanmalara dönüşmeleri de sanki bu ulusal ayaklanmaların öncülleri gibi aktarımı da “dış müdahale” ile gerçekleşmiştir. Türkiye’deki milliyetçi-muhafazakâr çevreler “dış müdahale” iddiasında haklıdır da, bu dış müdahaleye mazhar olan toplulukların hoşnutsuzluğu konusunda ilgisizliklerini hala koruyor görünüyorlar. Nihayet, Balkan devletlerinin özgüllükleri de kötü yönleriyle not edilmeli, : 20. yüzyılın son çeyreğinde doğanlar, “Balkan Savaşları” denilince, ilk çeyreğinde olmuş olanı değil, son on yılında olanı anlarlar. Üstelik Türkiye doğrudan dâhil değildi bu sefer. Troçki’ye nazire gibi, 1913 yılında Balkan Savaşları ile muasır yayımlanan kitabına Aram Andonyan “Balkan Savaşı kadar üzücü, heyecanlı, aynı zamanda büyük siyasi anlam taşıyan savaşa az rastlanır tarihte” sözleri ile başlar. Heyecanı ve dile pelesenk edilen siyasi anlamları bir tarafa, bugüne kalabilen hatırası aslında üzücü kısmı olmuştur, zira insan kıyımının haddi hesabı olmamıştır. Sonrasında alışılagelecek birçok savaştaki gibi savaşın mağlubu sıradan insanlar olmuştur. O nedenle, Balkan Savaşları, daha sonra 20. yüzyıla damgasını vuracak olan savaş dışı sivillerin katliamı olgusunun öncüsü sayılır. Daha sonra malum yaşanacakların yanında, Balkan Savaşları Balkanlar’ın ötekileştirildiği bu Batı merkezli anlatının sakatlığını vurgulayacak kadar ufak kalır aslında. Muharebelerdeki kayıplar kadar kolera ve salgın hastalıklar da ciddi sayıda kayıp yarattığından ve kayıtlar sağlıklı tutulamadığından ölü sayısı bugün dahi belirsizdir. Esir alınmaması gibi veyahut göç yollarındaki sivillerin katledilmesi gibi acımasız uygulamalar bu belirsizliği pekiştirmektedir. Neticede, bütün Balkan devletleri genç kuşağını kaybetti. Genç Balkan devletleri topraklarını genişletmek isterken, hem her biri istediğinin altında toprağa razı olmak zorunda kaldı hem de daha önemlisi, o özlenen devletlerini kuracak insan kaynağını, yani geleceklerini, o topraklara gömdüler. Balkan Savaşları Türkiye’de daha ziyade Balkan milliyetçiliklerinin Osmanlı’ya karşıtlığı, Balkanlar’ın kaybı, katliamlar ve hazin göç gibi yaşanan acılar ile anıldığından, bu devletler arasındaki husumet ve birbirlerine çektirdikleri acılar göz ardı edilir. Sırbistan Bulgaristan ile savaşta, Osmanlılarla olan savaştan daha fazla kayıp vermiştir. Bulgaristan, ordusunun beşte biri gibi yüksek bir oranda kayıp vermiştir ve onlar için büyük bir ülkü olan Makedonya’yı kaybetmiştir. Zaten Makedonya Sırbistan, Yunanistan ve Bulgaristan arasında bölünmüş, bu üç milliyetçilik kadar Makedon milliyetçiliği de hedeflendiğinin çok uzağında kalmıştır. Yunanistan’ın ikinci savaşta kullandığı propaganda posterleri Bulgarlar için “insan değiller” ifadesini taşımıştır. Bu örnekler çoğaltılabilir, neticede, birbirlerine reva gördükleri muamele ve katliamlar da öykünün önemli bir parçasıdır. Zalim bir tiranlık olarak görülen Osmanlı’nın yenilerek çekilmesi, Hristiyan Balkan halklarına mensup sıradan insanlar için acıların sonu olmamıştır. Çekilen Osmanlı ve yönetiminde 15 BALKAN SAVAŞLARI GÜNDEM kalan insanlar için de olmamıştır. Makedonya sorununun -çözümsüz de kalsa- artık Osmanlı’nın sorunu olmaktan çıkması, diğer sorunlarda olumlu etkisi olacak bir ferahlık yaratmamıştır. Balkan Savaşları’nı izlemenin deneyimi ile Troçki, 1912 tarihli bir yazısında, “Eğer Makedonya sorunu, nihai çözümünü getiren bir savaşa yol açabiliyorsa, sıranın şimdi Ermeni sorununa gelmiş olmasına şaşmamak gerekir” endişesini ifade ediyordu. Rusya’nın bu konudaki çıkarcı, tutarsız ve gayriinsani siyasetlerini sertçe eleştiren Troçki, Türk 16 siyasi elitinin bir kısmının da olası bir Ermeni katliamının önlenmesi için uyarılarda bulunduğunu not eder. Öte yandan, Bulgaristan’ın Rusya destekli bağımsızlık sürecinde ve -o bağımsız Bulgaristan’ın da dahil olduğu- Balkan Savaşları’nda feci katliamlara maruz kalan, canını zor kurtararak çok acılı bir göçle memleketin kalan topraklarına sığınan Türk ve/veya Müslüman topluluklar ile onları toplumsal taban olarak görmeye giderek daha da mecbur kalan/hevesli yöneticiler için, benzer senaryonun bir bağımsız Ermenistan için de tekrarlanması kabul edilemezdi. Sonuçta, sıradan insanların, kendi çizemedikleri kaderi gene katliamlar ve acılı göçler oldu. Bu yeni toplumsal taban olan Türk/ Müslüman insanların öyküleri ayrıca da acılı gelişti. Sorunlar sadece milli sorunlar değildi elbette. Sınıfsal sorunlar, özellikle de köylü sorunu yakıcıydı. Gene Troçki’nin 1912’deki analitik muhabirliğinin ifadesi ile; işçi sorununu yok sayan Jön Türkler’in köylü sorununu da yok saymaları, parlamenter Türkiye’de öldürücü sonuçlar doğurabilirdi. Öldürmese de, zaten tüm modernizasyon süreçlerinde ana sorunsal olan köylülük meselesinin Türk modernizasyonundaki ele alınışı bugün dahi içinde debelenilen, ne ölür ne kalır vasatına mahkum kıldı. 20. yy başında birisi çıkıp da yüzyılın ortasına kalmadan Osmanlı’nın yıkılacağını iddia etse inanan çok olurdu da, Selanik’te Türk, Van’da Ermeni, İzmir’de Rum kalmayacağını iddia etse, abartılı hatta inanılmaz bulunurdu muhtemelen. Ulusal kimlikler bir yana, toplumsal adaletsizliğin, örneğin yoksulluğun kalkacağını hayal ve/veya iddia edenlerin öyküleri de daha az hazin olmadı. Bu üzücü anlatıyı Necati Cumalı’nın Makedonya 1900 isimli romanından bir aktarım ile bitirelim: Balkan Savaşları esnasında karma nüfuslu bir köyde, kimin ordusu gelirse, diğerlerini evinde saklarmış, katledilmemeleri için. Bugün her şeye rağmen, böyle insanların torunları da aynı zihniyetle yaşamı sürdürmeye çalışıyor. DERNEK’TEN HABER 18 PARİS KOMÜNÜ VE GEZİ Paris 1871 – Gezi 2013 Yakın geçmişte Gezi’de görülen toplumsal dayanışma ve eşitlik duygusu, yıllar önce Marx’ın kaleme aldığı Paris Komünü’nü hatırlattı. Birey ile topluluk ilişkisi her zaman gergin bir ilişki olarak algılanır ve anlatılır. Oysa bunun her zaman böyle olması gerekmez; gerginliğe neden olan şey topluluk içindeki hiyerarşidir. Aslında, bireyler arası eşitlik ve özgürlük, topluluk dayanışması ile çelişkili değildir, çünkü bireycilik ile bencillik aynı şey değildir. Tam tersine, bireylerarası eşitlik ve özgürlük ile topluluk-içi dayanışmacılık, birbirlerini destekleyen oluşumlardır. Eğer topluluk kendiliğinden veya gönüllü olarak ortaya çıkmış ve merkezi bir disiplin veya hiyerarşi barındırmayan bir yapıya sahip ise, böyle bir toplulukta, Nazım’ın enfes tanımına benzer bir şekilde, “bir ağaç gibi tek ve hür ve bir orman gibi kardeşçesine” yaşamak mümkündür. Biz bunun örneklerini yakın geçmişte Gezi’de gördük. Bundan yaklaşık 140 yıl önce de, Marx, Paris Komünü’nde görmüştü. Aşağıda Marx’ın Fransa’da İç Savaş başlıklı yazısından sadece birkaç pasaj alacağım. Sanırım birçok unsuru tanıdık bulacaksınız. [Not: Aşağıdaki alıntıların sayfa numaraları, şu yayına atıf yapmaktadır: Karl Marx, Fransa’da İç Savaş, (Çev. Kenan Somer), Sol Yayınları, 1977. Alıntılardaki Türkçe çeviriler, Marx’ın orijinal olarak İngilizce kaleme aldığı metne bakarak yer yer düzeltilmiştir.] Komün’ün Paris’te yaptığı değişiklik, gerçekten muhteşemdi! … Artık morglar cesetlerle dolmuyor, geceyarılarında soygunlar olmuyor, hırsızlık yapılmıyordu; aslına bakılırsa, Paris sokakları, 1848 Şubat günlerinden bu yana ilk kez, üstelik hem de hiçbir tür polis olmaksızın, güvenli bir hale gelmişti. “Artık cinayet, hırsızlık, saldırı gibi şeylerden söz edildiğini duymuyoruz” diyordu bir Komün üyesi; “sanki polis bütün Muhafazakar arkadaşlarını alıp Versailles’a götürmüş.” Aşüfteler, kaçıp giden – aile, din ve her şeyden önce mülkiyete düşkün – koruyucularının peşinden gitmişlerdi. Onların yerine antik çağ kadınları gibi kahraman, soylu ve özverili olan gerçek Paris kadınları ortaya çıkmıştı. Çalışan, düşünen, savaşan, kanayan Paris – yeni bir toplum yaratırken kapılarına dayanmış yamyamları neredeyse unutan – bu tarihsel öncülüğünün coşkusu içinde ışıldayan bir Paris! Paris baştan aşağı gerçek, Versailles ise baştan aşağı yalan idi; ve bu yalan Thiers’nin* ağzından duyuluyordu. … [Thiers] Meclis’e “Fransa’nın o güne değin gördüğü en özgürce seçilmiş ve en Liberal Meclis” olduğunu, kendi derleme asker takımına “dünyanın hayran olduğu ve Fransa’nın o güne değin gördüğü en müthiş ordu” olduğunu, taşraya da Paris’i bombaladığı haberinin bir masal olduğunu söylüyordu: “Eğer bazı top atışları olduysa, bunu Versailles ordusu değil, bir yandan saklanırken bir yandan da savaşıyormuş izlenimi vermek isteyen bazı isyancılar yaptı.” (ss.68-69) 1871 yılının Mart ile Mayıs ayları arasında varlığını sürdüren Paris Komünü, nihayet işgale uğrar. Sekiz gün süren kanlı çatışmalar sonucunda yıkılır, Paris işgal edilir. Komüncüler çekilirken bazı mahalleleri ateşe verirler; bu eylem ise büyük eleştirilere neden olur: Çatışma sonucunda gerçekleşen toplu katliamı hoş karşılayan dünya burjuvazisi, tuğla ve harca yapılan bu saygısızlık karşısında dehşetle sarsıldılar! … [Oysa] Eğer Paris işçilerinin eylemleri vandalizm idiyse, bu çaresiz bir savunmanın getirdiği bir vandalizmdi; Hristiyanların, putperest antik çağın gerçekten paha biçilmez sanat hazinesi üzerinde yaptıkları gibi zafer vandalizmi değildi… Bu vandalizm, turist Paris’ine yer açmak için tarihsel Paris’i yerle bir eden Haussmann** vandalizminden bile daha az bir vandalizmdi. (ss.78-79) * Thiers: Dönemin hükümet başkanı. ** Hausmann: III.Napolyon’un direktifiyle, 1850’li yıllardan başlayarak Paris’in mahallelerini “rasyonalize” eden modernist şehir plancısı. GÜNDEM Yazı: Prof.Dr.Haldun Gülalp (Econ ’72) 19 SİVİL TOPLUM İstanbul’un yeşil alanları üzerine… İstanbul Şehirciler Odası Başkanı Tayfun Kahraman ile “İstanbul’un yeşili ve yeşil geleceği’ hakkında konuştuk. Gezi’yle SÖYLEŞİ birlikte İstanbul’un yeşil alanları, parkları çok daha yoğun bir şekilde konuşuldu. Parklarımız ne derece yeşil alan sayılıyor? Pasif alan olarak tabir edilen yol kenarları ve kavşaklardaki yeşil alanlar da dahil olmak üzere kişi başına düşen yeşil alan miktarı 6.4 metrekare olarak açıklanan İstanbul, bu oran ile dünyada nasıl bir sıralamada yer almaktadır? Bu ve benzeri konuları İstanbul Şehirciler Odası Başkanı Tayfun Kahraman ile konuştuk. İstanbul’un yeşil alanları ve parkları dediğimizde bize neler söyleyebilirsiniz? Park anlamında baktığınızda İstanbul, Türkiye’nin diğer kentlerine göre de, dünya kentlerine göre de fakir bir 20 kent. Bizim plan yapımına ait esaslara dair yönetmelik gereğince planlama alanında en az 6 m2 yeşil alan ayrılması zorunludur. Bu ilkenin İstanbul’da gerçekleştirilmediği ortada. Kaldı ki bu oran dünyada ortalama 10 m2 olarak ele alınır. New York’ta bu rakam 29.1 m2 iken, İsveç’in başkenti Stockholm’da kişi başına düşen yeşil alan miktarı 87.5 m2 ’dir. Bugün İstanbul’un kent merkezindeki büyük parklarının pek çoğunun eski saray bahçeleri olduğunu görüyoruz. Yıldız Parkı’nın Çırağan Sarayı’nın bahçesi, Gülhane Parkı’nın Topkapı Sarayı’nın eski bahçesi örneğinde olduğu gibi. Diğer bir kısım parklarımızın ise eski mezarlık alanları olduğu bilinir. Bunlardan Abbasağa Parkı eski gayrimüslim mezarlığından parka çev- rilmiştir. Gezi Parkı ise eski bir Ermeni mezarlığıdır. Türkiye’de arazilerin pek azı bilinçli şekilde park olarak bırakılmıştır. Zaten parklar eski saray bahçeleriydi dediniz, peki bu anlamda yeşil alan ile park kavramına bir açıklık getirebilir misiniz, ikisi aynı şey midir? Kavram olarak yeşil alanlar, pasif ve aktif yeşiller olarak ikiye ayrılır. Aktif yeşiller, park alanlarıdır. Bunlar düzenlenmiş tasarım projeleri olan alanlardır. Ama pasif yeşil alan olarak tanımladığımız yerler tamamen pasif ve doğal alanlar, kentin nefes alma noktalarıdır. Sonradan sadece çiçek dikilmiş parklar yeşil alan sayılır mı? Onlar yeşil alan katagorisine girmez. SİVİL TOPLUM Şu anda da biliyorsunuz son yönetmelik değişiklikleri ile birlikte tüm park alanları ve meydanlar şöyle bir tehditle karşı karşıya. Bu alanların altı, kat otoparkı yapılıyor, üstü de yeşil bırakılıyor. Bu durumda üzerinde sadece ince bir toprak tabakası olan alana ancak çiçek ekimi yapılabiliyor. İstanbul’da da böyle uygulamalar var, örneğin Cihangir Parkı. Bu parklarda yeterli kalınlıkta toprak olmadığı için malesef ağaç dikemiyorsunuz, sadece çiçek ekebiliyorsunuz. Bu anlamda İstanbul, kendisine miras kalan eski alanlarını kullanarak yeşil alan yaratabiliyor ancak. Tabii bir taraftan Boğaz’daki mesire ve koru alanları var. Bu arazileri 2960 Sayılı Boğaziçi Kanunu koruyor ve bu alanlarda yapılaşmaya kısıtlama getiriyor. Fakat Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın Kral Abdullah’ın arazisi olan Sevda Tepesi’ne yaptığı planla birlikte bu da delinmiş oldu. İstanbul’un yeşil alanlarının tehdit altında olduğunu görüyoruz. Peki son 10 yıl içerisinde, yeşil alan konusunda İstanbul nasıl bir gelişme gösterdi. Büyükşehir Belediyesi’nde “biz yeşil alanları artırdık” söylemi var, bunu nasıl değerlendiriyorsunuz. Ayrıca deprem için ayrılmış bazı ortak alanların da imara açılması hakkında neler söylersiniz? İstanbul’un yeşil alanları özellikle kent merkezinde artmak yerine azaldı. Kent çeperinde bulunan bölgelerde pasif yeşil alan oranı arttı. İstanbul’da şu an kamu mülkiyetinde bulunan ve kent merkezindeki tüm alanlar imar verilerek dolduruldu, daha sonra da topyekün elden çıkartıldı. Nerdeyse kamu alanı kalmadı istanbul’da. Eski büyük fabrika alanları, büyük kamu yapılarının hepsi satışa çıkartıldı ve satıldı. Örneğin Zorlu Center’ın bulunduğu, Karayolları Eski Genel Müdürlüğü’nün olduğu alan. Kamu bu bölgeleri elden çıkarttıkça yeşil alan elde etme şansını da heba etmiş oluyor. Yani kamu, esasında kendi kendini zarara uğratıyor. Son günlerde dile getirilen Veli Efendi Hipodrumu ve arkasındaki bölgede yapılacağı söylenen büyük park pro- jesi var?Sizce İstanbul’da öyle bir park olacak mı? Halihazırdaki planlarda zaten orası çok uzun yıllardır bölge parkıydı. Fakat hemen arkasından Veli Efendi Hipodromu’nun hemen arkasında, şehir parkı yapılacak alanın Emlak Gyo tarafından satışının gerçekleştirileceği konuşulmaya başlandı, hatta imar planı yapılmıştı. Söz konusu alan bölge parkından çıkarılarak, yapılaşma alanına çevriliyordu. Ama son anda Gezi’nin de etkisiyle bu değişiklikten vazgeçildi. Yani İstanbul’un zaten varolan bölge parkına, park yapıyorum denildi. Bu durumda aslında İstanbul’un olan “İstanbul’un yeşil alanları özellikle kent merkezinde artmak yerine azaldı. İstanbul’da şu an kamu mülkiyetinde bulunan ve kent merkezindeki tüm alanlar imar verilerek dolduruldu, daha sonra da topyekün elden çıkartıldı.” İstanbul’a geri verildi diyebiliriz. İstanbul’da karşılaştığımız diğer bir uygulama ise denizi doldurarak yeşil alanlar yaratılması. Sahil alanlarının esas doldurulma nedenini kent merkezinde kamuya ait tüm alanlar satışa çıkarıldığı için yeni alan elde etme gayreti olarak görüyoruz. Kent merkezinde kamu mülkiyetinde bulunan alanlar kamusal fonksiyonlara ayrılmak yerine ayrıcalıklı imar hakları ile satışa çıkarıldığından kentte yeni rekreasyon alanları yaratılamıyor. Bu nedenle de gözler denize dikilmiş durumda ve sahil alanları doldurularak rekreasyon alanları elde edilmeye çalışılıyor. Sizce Taksim Meydanı nasıl düzenlenmeli? Taksim Meydanı için bizim her zaman söylediğimiz şey şuydu: Taksim Meydanı ve benzeri yaya trafiğinin yoğun olduğu yerleri araçlardan arındırmalısınız. Burdaki trafiği farklı alanlara yönlendirerek o alanları sadece toplu taşımayla ulaşılabilir alanlar haline getirmelisiniz. Parklanma yapılmadan sirkülasyanla devamlılık sağlamalı. Bizlerin de katılımıyla 2009 yılında onaylanan Beyoğlu Kentsel Sit Alanı’nda yapılan koruma amaçlı imar planlarında, bir öneri geliştirildi. Metro çıkışıyla Gezi Parkı’na çıkan merdivenleri ve yine metro çıkışıyla Anıt arasındaki alanın tamamen trafiğe kapatılması şeklindeydi bu öneri. Böylelikle İstiklal Caddesi çıkışıyla Gezi Parkı’nın ilişkilendirmesi yönünde görüşümüz vardı. Ama bence Taksim Meydanı’nın Türkiye’deki mimar ve şehir plancıların görüşü alınarak, kentsel tasarım yarışmasıyla şekillenmesi gerekiyor. Peki meydanlarda ağaç olmaz mı gerçekten? O tamamen bir tasarım kriteri. Dünya örneklerinde de ağaç olan meydanlar var. Bugün Londra’da şehir merkezinde bir açık alan bir de aktif park alanı olduğunu görürsünüz. Eğer meydanın özgün koşulları uygunsa meydanlarda ağaç olabilir, bunun genellenmesi çok yanlış. 21 İÇİMİZDEN BİRİ “Şimdi, aldıklarımı topluma geri verme zamanı...” ODTÜ Endüstri Mühendisliği mezunlarından Kemal Erdoğan, Türkiye’nin köklü kurumlarından Kamil Koç Genel Müdürü olarak ulaşım sektöründe ODTÜ’lü olmanın farkını yansıtıyor. Erdoğan, endüstri mühendisliği eğitiminin ulaşım sektörüne farklı açılardan bakabilmeyi mümkün kıldığını söylüyor. Söyleşi: Özay Yaşar (Soc ’80) SÖYLEŞİ ODTÜ Endüstri Mühendisliği mezunlarından Kamil Koç Genel Müdürü Kemal Erdoğan, çocukluk hayali ODTÜ’ye dair anılarını bizimle paylaştı. Ulaşım sektöründe endüstri mühendisliği eğtiminin ve ODTÜ ruhunun büyük etkilerini gördüğünü belirten Erdoğan için ODTÜ, “öğrenmenin öğretildiği” bir eğitim kurumu. Erdoğan, bu bakış açısının hayatının her alanında kendisine büyük avantaj sağladığını vurguluyor. 22 ODTÜ’ye girişiniz nasıl oldu, hayalinizdeki okul muydu? Benim bütün ortaokul ve lise hayatım Ankara’da geçti. Ankara Atatürk Lisesi’nden mezunum. Lise dönemimde Ankara’da bulunmam ve ablamın da ODTÜ’lü olması nedeniyle ODTÜ’ye ziyaretlerde bulunurdum. Ben hep ODTÜ’de mühendislik okumak istemiştim. Çünkü, Ankara’da teknik branş okumak için ODTÜ bir numaraydı. 1980’li yıllarda Endüstri Mühendisliği’nin yıldızı yeni parlama- ya başladığından kimsede net bir bilgi yoktu. Biz de fakülteye gidip eğitimcilere sorular sorarak, bölüm hakkında fikir sahibi olmaya çalışırdık. ODTÜ Endüstri Mühendisliği bölümünü 1986 yılında kazandım ve 1990 yılında mezun olana kadar çok keyifli bir eğitim hayatım oldu. ODTÜ’lü olmanın size ne gibi kazanımları oldu? ODTÜ bizim için her zaman idoldü. ODTÜ’de neyi öğrendiniz derseniz bir cümleyle “öğrenmeyi öğrendim” derim. İÇİMİZDEN BİRİ Bize farklı bir nosyon kazandırdı. Çok net bir nosyon, şimdi onu çok kullanıyorum günlük hayatta. Hiç bilmediğim bir konuda iki üç gün içinde yıllarca o sektörde çalışmış insanlarla, tartışıp bir yere varabilecek kadar ileri seviyede araştırmayı ve öğrenmeyi öğrendim. ODTÜ Endüstri Mühendisliği’nin bana verdiği kazanım ise; büyük resmi görebilmede bütünleşik düşünebilme yetisidir. Bu enstrümanlar hayatın içerisinde her zaman önünüzü açıyor, farkındalık yaratıyor, sizi diğer insanlardan ayırıyor. Endüstri mühendisliği eğitimi çok geniş çalışma alanlarını kapsamaktadır. ODTÜ’den mezun olduktan sonra sizin kariyeriniz nasıl şekillendi? Okuldan mezun olduktan sonra kritik bir süreç başlar. Bu dönemde doğru kararlar vermek gerekiyor. Büyük mekanizmada küçük bir dişli mi, yoksa küçük bir mekanizmada büyük bir dişli mi olacaksınız? Ben önce küçük bir şirkette başladım. Bunun hem avantajı hem dezavantajı oldu. Mesela küçük şirketlerde bütün detaylarla ilgilenmek zorunda kalabiliyorsunuz. Ortaya çıkan sorunlar için çözüm stratejileri geliştirmek gerekiyor, sorun size ait olmasa bile. Sonra büyük bir şirkette işe başlayınca bürokrasinin ve kuralların, kurumsallığın önemini fark ediyorsunuz. İkisini birden görebilmek çok büyük bir şans. Benim ODTÜ’de öğrendiğim büyük resmin tamamını görebilme isteğim, küçük kurumlarda işime çok yaradı. Sadece ben değil benimle beraber mezun olan birçok arkadaşım finans, bankacılık, bilişim ve üretim sektöründe çok başarılı yerlerde. Aselsan bilgi işlem müdürü benim dönemimden bir arkadaşım o da endüstri mühendisi. Kamil Koç bünyesinde sizin dışınızda endüstri mühendisleri var mı? Kamil Koç’a Genel Müdür olarak girdiğimde, ilk endüstri mühendisiydim. Şimdi 5 tane endüstri mühendisimiz var. Ulaşım sektörü, endüstri mühendisleri için tam bir oyun alanı. Pek çok detayı ve birbiriyle paralel yürümesi gereken birçok fonksiyonu olan bir iş. Bizim aldığımız bütün dersler “Yolculuk yapmak isteyen insanların yüzde 90’ı karayolunu tercih ediyor. Yüzde 3,5 civarında bir yolcu artışı var her yıl. Kamil Koç ise son dört yıldır ortalama yüzde 18 hızla büyüyor. Biz bu hızı devam ettirmek ve Türkiyede’ki sektörün olgunlaşması, şirket sayısının stabil bir hale gelmesi sürecini iyi değerlendirmek istiyoruz.” için inanılmaz uygulama alanları var. Biz endüstri mühendisleri, beraber çalışmaktan memnunuz. Çünkü, bir arada çalışmak hedefleri belirlemede kolaylık sağlıyor. Bu da başarıyı beraberinde getiriyor zaten. Şu an Kamil Koç bünyesindeki Pazarlama Direktörü, Operasyon Direktörü, İş Geliştirme ve Operasyon Destek Denetim Müdürü, endüstri mühendislerinden oluşuyor. Sizce Kamil Koç’un son yıllardaki başarısının altında neler var? Ben 5 yıldır Kamil Koç’tayım. Son 4 yılda yolcu sayısı olarak büyüdüğümüzü istatistik verilerden görebiliyoruz. Türkiye’nin, kendi kendine oluşan çok güzel bir modeli var. Toplu taşıma çok yaygın. Bütün gelişmiş ülkelerde hava, deniz ve karayolu oranı yüzde 15 bandında, Türkiye’de ise yüzde 12 bandında gidiyor. Yani pazar payı olarak bizim yüzde 50 büyüme potansiyelimiz var. Tek fark şu, bizim karayolu taşımamızın yarısı otobüslerle, yarısı da bireysel araçlarla yapılıyor. Karayolları taşımacılığında Türkiye gayrisafi mili hasılası ortalama yıllık yüzde 5 büyüyorsa, yolcu sayısı yılda yüzde 3,5 büyüyor. Bir taraftan da uçak, hızlı tren, deniz yolu derken sektör küçülüyor. Ama sektörün küçülmesinden korkmuyoruz. Aksine hızlı tren, hava ve deniz yolunun daha yoğun kullanılması insanların daha rahat ve kolay seyahat etmesi bizim sektörümüzü dolaylı yönden büyütecektir. Yolculuk yapmak isteyen insanların yüzde 90’ı karayolunu tercih ediyor. Yüzde 3,5 civarında bir yolcu artışı var 23 İÇİMİZDEN BİRİ her yıl. Kamil Koç ise son dört yıldır ortalama yüzde 18 hızla büyüyor. Biz bu hızı devam ettirmek ve Türkiyede’ki sektörün olgunlaşması, şirket sayısının stabil bir hale gelmesi sürecini iyi değerlendirmek istiyoruz. SÖYLEŞİ Türkiye’nin ulaşım sorunundan başlayarak, sektörün ve Kamil Koç’un sorunları hakkında ne düşünüyorsunuz? Bizim ulaşım politikalarımız uzun soluklu olarak yürümüyor. Türkiye’nin 38 ilinde havaalanı var. Ama sadece 5 havaalanı, Türkiye ulaşımının yüzde 70’ini karşılıyor. Bu da sadece 4 şehir, İstanbul(2) Ankara, İzmir ve Antalya üzerinden sağlanıyor. Geriye kalan havaalanları ise yüzde 30’unun hareketini sağlıyor. Hızlı trenin stratejisi, doğudan batıya Türkiye’yi birleştirmek; karayolu sektörünün ise, birleşen Türkiye’nin yayılımını sağlamak. Biz de doğudan batıya demir yollarıyla donanmış bir Türkiye’yi, kuzeyden güneye taşımaya talibiz. Bunları söylerken, uçak ve treni rakip olarak görmüyoruz. Sadece uzlaşılması ve entegre olunması gerekiyor. Bizim en büyük rakibimiz ise bireysel otomobiller. Hatta bu nedenle kriz dönemlerinde genelde yolcularımız artar bizim. Otobüs yolcularının bir kısmı evde oturmayı tercih etse de otomobilleriyle veya uçakla gidenler otobüse kayıyor. Gelecekte Kamil Koç’un hedefinde neler var? Çok farklı bir segmentasyona gitmeyi planlamıyoruz. Belki Otogar İşletmeciliği, yani işimize paralel işlerde büyümek olabilir. Ama şu sıralar asıl gündemimiz her bir hizmet noktamızda hizmet kalitesini yükseltmek ve kalıcılaştırmak. Son yıllarda gösterdiğimiz hızlı büyümeden sonra asıl zor olan kısım bu. Diğer taraftan, daha çok sosyal-kültürel diyebileceğimiz projelerimiz var geliştirmeye çalıştığımız. E-ticarette Türkiye’nin yöresel lezzetlerini bir marka altında toplayıp, isteyenlere “Türkiye’nin lezzetlerine götürüyoruz!” gibi bir konseptle sunmak gibi... Gıda portalı gibi bir şey... Burada amaç 24 mede gözü olmayan bir şirket vardı. Şimdi ise yeni yönetim büyümenin zorunluluk olduğunu düşünüyor. Yani kadro değişmedi ama bakış açısı değişti diyebiliriz. Bizim vizyonumuz 100. yılımızda üç farklı kıtaya yayılarak burdan kazanılan katma değerin ülkeye getirilmesini sağlamak. Yani biz burada bir değer yaratma peşindeyiz. Otobüs sektöründe ilk beş yıllık bir plan yaptığımda bana gülüyorlardı.Şimdi ise beş yıllık planın önüne geçtik. Yani sizin anlayacağınız, şu an tramplende sıçrıyoruz ve en yakın zamanda yeni atılımlar yapacağız... “Ulaşım sektörü, Endüstri Mühendisleri için tam bir oyun alanı. Pek çok detayı ve birbiriyle paralel yürümesi gereken birçok fonksiyonu olan bir iş. Bizim aldığımız bütün dersler için inanılmaz uygulama alanları var.” Anadolu’nun her noktasından fışkıran değerleri paylaşmak. İnsanları birbirine yaklaştırırsak, kültürel olarak da yakınlaştıracağımızı düşünüyoruz. Yakın bir dönemde Kamil Koç’un hisselerinin tamamı Actera Group’a devredildi. Bu satışla Kamil Koç’ta neler değişecek? Kamil Koç sağlam temelleri olan bir şirket. Şirketini seven bir ekip ve iş ortaklarıyla arasındaki uyum her zaman işleri kolaylaştırdı. En önemlisi kendi içinde çalışanları tarafından saygı duyulan bir şirket. Kamil Koç bu şirketi kurarken “Ben ün değil un peşindeyim” demiş. Gerçekten çok muhterem bir insanmış. Aile de aynen bu bakış açısını devam ettirmiş. Satışla birlikte yeni yönetimin bütün kurgusu büyümek üzerine şekillendi. Eskiden daha çok idare edilen, büyü- İş dışındaki uğraşılarınız? Aslında çalışma zamanımın dışında fazla bir vakit kalmıyor bana ama fırsat buldukça dalış yapıyorum. Dalmayı seviyorum çünkü; beni bütün dünyadaki dertlerden sıkıntılardan soyutluyor. Aynı duyguyu oğullarımla birlikteyken de hissediyorum. Bunların dışında, yaklaşık yirmi yıldır motosiklet kullanıyorum, o da benim için vazgeçilmez bir tutku. Bu uğraşlar yoğun iş temposu arasında kaçış gibi oluyor. Şimdi de Hezarfen’de uçuş derslerine gitmeye başladım, pilotluk belgesi alacağım... Gelecekte yapmak istedikleriniz? Ülkemizdeki Türk yöneticilerimizde hem yaratıcılık hem de inanılmaz bir pratik zeka var. Hem iyi bir eğitim görmüşler. Bu anlamda ben de 68 kuşağında doğmuş biri olarak kendimi şanslı görüyorum. İdealim, ülke olarak, sadece ve sadece entellektüel birikimimizle bu ülkeye katma değer yaratabilecek dönüşler sağlamak. İlla tarım ürünü satmak değil, maddi bir şey olmadan, sadece zeka gücüyle yurtdışından katmadeğer sağlayacak birşeyler yaratabilmeliyiz. 1975 yılından beri herkesin dediği gibi Türkiye’nin potansiyel bir enerjisi var. İşte potansiyel enerjiyi kinetik enerjiye çeviremediğimizden müzdaripim. Ben, ülkemin en iyi okullarında okuma şansına sahip oldum. Bu topluma borçlu olduğumu düşünüyorum. Şimdi artık aldıklarımı geri verme zamanı... Gerçekleştirmek istediğim çok fazla proje var ki bunları başarmak beni çok mutlu edecek. LEITZ COMPLETE MOBİL CİHAZINIZ İÇİN MÜKEMMEL TASARIM Profesyonel çalışanların profesyonel aksesuarlara ihtiyacı vardır. Leitz Complete Masaüstü Şarj Cihazı iPad ve akıllı telefonlar olmak üzere aynı anda 4 cihaza kadar şarj eder. Leitz Complete Serisi, profesyonelleri hareket halinde ve ofisteyken desteklemek üzere mükemmel şekilde tasarlanan geniş bir mobil aksesuarlar serisidir. www.leitz.com/complete JOB WELL DONE BİR ODTÜ’LÜ “ODTÜ ruhu, her koşulda vicdandan yana olmaktır” Cengiz Bozkurt ya da geniş kitlelerin tanıdığı adıyla “Erdal Bakkal”, bir ODTÜ ve tiyatro sevdalısı… ODTÜ Fizik Bölümü’nü yarıda bırakacak kadar tiyatroya aşık. “Asi, muhalif ve haksızlığa karşı direnmek” olarak tanımladığı ODTÜ ruhunu ise hayatının her anına yansıtan ve yaşayan SÖYLEŞİ bir ODTÜlü.. ODTÜ’ye girebilmek zordur. Girip yarıda bırakmak ise daha zor olmalı. Giriş maceranızı, yarıda bırakmaya karar vermenizin öyküsünü bizimle paylaşır mısınız? 1984-1990 yılları arasında ODTÜ’deydim. Bizim kuşak için ODTÜ’ye girmek hem eğitsel hem siyasi bir amaçtı. Gaziosmanpaşa’daki neredeyse tüm çocukluk arkadaşlarım da ODTÜ’ye 26 girmişti. Zaten okula girmeden önce lisedeyken gelip gitmişliğimiz de vardı. Bizi neyin beklediğini gayet iyi biliyorduk. Hazırlığı geçtim, 1.sınıfta “ODTÜ Oyuncuları’na katılmak isteyenler, şu gün şu saatte topluluğun barakalardakı yerinde buluşuyoruz” diye bir ilan gördüm ve hayatım değişti. Fizik okumak çok istediğim bir şeydi ama barakalardaki hava ve provalar beni ters köşe yaptı, 1.sınıfı çok zorlanarak geçtim ve ikinci sınıfta artık tiyatrodan başka bir tutkum ve amacım yoktu. Kalan 4 yılımı ODTÜ Oyuncuları’nın en aktif üyelerinden biri olarak oyunlarda oynayarak, şenlik organize ederek ve turnelere çıkarak geçirdim. Hayatımın en güzel 6 yılını geçirdiğim okuluma artık 1990’da veda etmek zorunda kaldım BİR ODTÜ’LÜ ve Londra’ya giderek University of London’a bağlı bir güzel sanatlar fakültesi olan Goldsmits’den mezun oldum.. Londra yıllarınızın, aldığınız eğitim dışında, oyunculuğunuza katkıları neler oldu? Ben hayatı Londra’da tanıdım diyebilirim. Burnum orada sürttü.Yaptığım her farklı iş tabii ki oyunculuk yelpazeme sayısız katkılar sundu. Londra’da işportacılık, tezgahtarlık, şoförlük gibi mesleklerde tecrübe kazanmış olmanızın “Erdal Bakkal” karakterine yansımaları neler oldu? Geçmişe bakılınca Erdal Bakkal, özünde bir İngiliz asilzadesi, bir Londralı sayılabilir mi? Olabilir tabii, neden olmasın? Şaka bir yana İngiltere’de mizah anlayışını kökten sarsan Mounty Pyton’s Flying Circus ekibi, oyunculuk tarzımı ziyadesiyle etkilemiş olabilir. ODTÜ Fizik’ten ayrılıp tiyatroya gönül vermeniz ve o yolda ilerlemenize çevrenizin tepkileri neler oldu? Oyuncu olmak için çok sevdiğim okulumu ve bölümümü bıraktım. Annem, babam yakın çevrem şaşırdı. Bana tırlak diye baktılar. Lisans eğitiminize dair herhangi bir işte çalıştınız mı? Oyunculukta bu bilgilerin kullanıldığı anlar var mı? Lisans eğitimime dair bir iş yapmadım. Ama bazı anlar var ki, kuantum hocam Ordal Demokan’ı ve öğrettiklerini hatırlıyorum. Bazı durumlarda çok yardımını gördüm, evet.. ODTÜ’deki arkadaşlarınızla görüşüyor musunuz?Bir ODTÜ anınızı bizimle paylaşabilir misiniz? Tabii ki, 30 yıl sonra bile hala görüşür, hala konuşuruz. Ama dünyanın dört bir tarafına yayılmış durumda olduğumuz için buluşmalarımız zor olabiliyor. Londra’ya gittiğimin ilk ayında bunun faydasını gördüm. Londra sokaklarında aylak aylak dolanıp iş ararken, bir mimarlıktan bir de inşaattan iki arkadaşımla tesadüfen karşılaştım ve birisinin sayesinde iş buldum. Birinin odasında yerde yattım, uzun süre. Birbirimizi görünce ilk andaki sarılmayı görmeniz lazımdı, ışıl ışıl gözlerle... İnşaattan olan arkadaşım bizim oyunların müziklerini yapardı. Londra’ya gittiğinden haberim bile yoktu. Ben gördüğümde pizza dağıtıyordu. ODTÜ’nün bir kurum olarak sizin için anlam ve önemi nedir? Çok büyüktür. Beni bugünkü ben yapan okuldur. Hayatıma her alanda yön veren, bana inanılmaz bir özgüven aşılayan, şu anda karşınızda oyuncu olarak durmamı sağlayan oradaki kampus hayatı ve sunduğu imkanlardır. Ben aynı zamanda hem ODTÜ Sualtı Topluluğu’nun hem de ODTÜ Kayak ve Kış Sporları Topluluğu’nun aktif üyesiydim. Kamplara katıldım, farklı bölümlerden, hala süren onlarca arkadaşlık edindim.. 27 BİR ODTÜ’LÜ “Sanat yapan insanlarla erki elinde bulunduran insanların arası, eşyanın tabiatı gereği iyi olmaz, olamaz. İkisinin mücadelesi yüzyıllardır sürer ve sürecektir. Gücü elinde tutanlar sanatı ve sanatçıyı kontrol altında tutmak isterler, ama tarih iktidar sahiplerini unutup hep sanatı ve sanatçıları yazar.” SÖYLEŞİ Leyla ile Mecnun’da her şey renkli ve eğlenceli giderken izleyicilerden ayrılmak zorunda kaldınız? Neler söylemek istersiniz? Bir şey diyemem, her güzel şeyin bir sonu vardır. Geri dönüp bakınca arşivlik iş yaptığımızı anlıyorum ve yapılan işle gurur duyuyorum. Birçok sanatçının da bulunduğu Gezi Parkı direnişinde Leyla ile Mecnun ekibi olarak siz de bulundunuz? Neler hissettiniz? Yaşananları ve sürecin devamını nasıl yorumluyorsunuz? Gezi’nin çıkış noktası çok vicdaniydi. Aslolan hayatta her zaman mazlumdan yana tavır alabilmektir. Hemen her ODTÜ’lü gibi benim de muhalif ve asi yanım güçlüdür. Okulumun bu yönünü seviyorum. Yakın zamanda da herkesin güce tapındığı, biat ettiği bir dönemde rektörü, hocaları ve öğrencileriyle birlikte tek ses olup boyun eğmemesi beni fazlasıyla gururlandırmıştır ve belki de en beklenmedik dönemde yapılan bu çıkış, Gezi’nin öncülüğü olmuştur. ODTÜ ruhunu, iktidarın rengine bakmaksızın, her dönemde ezilenden, mağdurdan ve vicdandan yana olmak diye algılıyorum. Hiç başörtüsü sorunu daha çıkmamışken, İslami akımlar bu kadar güçlenmemişken,1986 yılında fizik, kimya, biyoloji bölümlerinin cunta yüzünden ortak almak zorunda olduğu İnkilap tarihi derslerinin hocaları, 120-130 kişilik koca amfideki 2-3 türbanlı arkadaşımızı dersten atmaya kalkardı. Başka derslerde olmazdı. 28 Her seferinde o 2-3 arkadaşımızla birlikte yaklaşık 100 solcu öğrenci dersi terkederdi. Birisi de bendim. Haksızlık kanımıza dokunurdu. Sonunda o hocaları bu huylarından vazgeçirmiştik. Anlayana ODTÜ ruhu budur. 27 yıl öncesinden bahsediyorum. “Ne sağcıyım ne solcu, bakkalım ben bakkal”, “Bu ağacı kesenin annesi babası ölsün” gibi Erdal Bakkal replikleri direnişin bir parçası oldu. Erdal Bakkal’ın direnişe yönelik yorumu ne olurdu? Valla Erdal Bakkal orada günü geçmiş bir şeyler satıp baraları balyalama hayali kurardı herhalde. Gezi’de bir gün sırıtan bir Erdal Bakkal karikatürü ve yanında “faiz lobisini bulduk” yazısı görmüş, epey gülmüştüm. Sizce sanatın iktidara karşı duruşu nasıl olmalıdır? Sanat yapan insanlarla erki elinde bulunduran insanların arası, eşyanın tabiatı gereği iyi olmaz, olamaz. İkisinin mücadelesi yüzyıllardır sürer ve sürecektir. Gücü elinde tutanlar sanatı ve sanatçıyı kontrol altında tutmak isterler, ama tarih iktidar sahiplerini unutup hep sanatı ve sanatçıları yazar. Yeni projeleriniz nelerdir? Çanakkale’de, Eyvah Eyvah-3 çekimlerinden yeni döndüm. Rize’de “Sevdaluk” diye bir işe gidiyorum, aynı zamanda Leyla ile Mecnun’un devamı niteliğinde olan “Ben de özledim” dizisine de gelip gideceğim. Oyuncu olmak isteyen gençlere neler önerirsiniz? Sabır. ÇEVRE Bir ODTÜ’lüden “çevre sorunları el kitabı” ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü mezunu Nükhet Barlas’la “Küresel Krizlerden Sürdürülebilir Topluma Çağımızın Çevre Sorunları” kitabı üzerine konuştuk. Söyleşi: Nezih Yaşar (IE ’82) ODTÜ mezunu endüstri mühendislerinin iletişim ortamı “ListEM” olmasaydı, bu kitapla karşılaşmam raslantılara kalırdı ve çok şey kaybederdim. İşi gücü çevre olanların dışında kalan, benim gibi çoğunluk için söylüyorum; bugüne kadar çevre konularına nasıl yaklaşmış ya da yaklaşmamış olursanız olun, “Küresel Krizlerden Sürdürülebilir Topluma Çağımızın Çevre Sorunları”nı okuduktan sonra çevreye başka bir gözle bakma şansını yakalayacaksınız. Çevre gündemine bilinçli bir biçimde yaklaşınca, sloganları bile daha etkili kullanma olanağınız olacak. Kitabı okumayanlara bunu sezdirebilmenin bir yolu da Nükhet Barlas’la bir söyleşi yapmaktı. Öyle yaptık. SÖYLEŞİ Türkiye’de çevre algısı ne durumda? Bu işleri yerli yerine oturtmayı becerebilecek miyiz? Kitabın bu konuda işe yarayacak mı dersin? Endüstri Mühendisliği gibi popüler bir mesleği bırakıp çevre danışmanı olarak Türkiye’ye dönerken, uyum sağlayamayacağım konusunda epey uyarılar almıştım. Gerçekten de, ısınmada kullanılan kömür yüzünden şehirlerde yaşanan hava kirliliği dışında toplumun çevre konularına ilgisi yoktu. Son yıllarda bu epey değişti. İklim değişikliği, enerji yatırımlarının yarattığı olumsuzluklar, “GDO”lar gibi konular artık toplumun da gündeminde. Ama çevre konuları son derece karmaşık ve çok disiplinli. İklim, enerji, ekoloji, 30 ÇEVRE “Bugün ekosistemlerin, bir yılda tükettiklerimizi üretip yarattığımız kirliliği özümsemesi bir buçuk yıl alıyor. Küresel nüfusun dörtte üçü ekolojik borçlu ülkelerde yaşıyor.” gıda, su, ekonomi... Hepsi birbiriyle ilintili konular. Uzmanlaşmalar arttıkça da birbirinden kopuyor. Yıllardır bu konularla ilgili sorunları, gelişmeleri takip etmeye çalışıyorum. Arada bir de gazete yazılarıyla, öğrendiklerimi ve düşündüklerimi aktarmaya çalışıyorum. “Bunların hepsini bir kitapta toparlarsam, belki sorunların anlaşılmasına bir parça yardımcı olabilirim” diye düşündüm. Kitap çıkalı henüz üç ay oldu, gelmeye başlayan tepkilere bakarak, işe yarayabileceği konusunda umutlanıyorum. Türkiye’ye 1990’ların başında döndün; o günden bu yana nasıl buluyorsun gelişmeleri? O yıllarda da doğal kaynakları ve insan sağlığını korumayı amaçlayan yasalar vardı. Ama örneğin tehlikeli atık yönetmeliğinin ilk 1995’te çıktığını hatırlıyorum. O zamana kadar ABD’de tehlikeli atıklarla ilgili ciltler dolusu mevzuat, el-kitabı, doküman incelemiş, kirlilik temizleme planları yapmış, şirketlere akıl satmışım. Düşünün, burada yepyeni bir alan vardı, ancak pek sanayileşmiş bir ülke değildik. Eski şirketimin Avrupa ofislerinden gelen işler için ziyaret ettiğim endüstriyel tesislerde sıklıkla, “Nükhet Hanım, burası Türkiye” lafını duyardım. AB mevzuatını benimsemeye başlamamızın da etkisiyle son yirmi yılda çok yol katedildi. Özellikle batılı ülkelerle iş yapan şirketler, gelişmiş ülke standartlarını tutturmayı başardı denebilir. Öte yandan, zaten o düzeye ulaşamamış devletimizin son yıllarda tam da ters yöne dönmesi, doğal kaynaklarımız açısından olduğu kadar devletin prestiji açısından da çok riskli. Örneğin, dev projelere ÇED istenmemesi, aklı başında yatırımcının kabul etmeyeceği bir şey. Risk almak istemedikleri için ciddi finansörlerin istediği standartlar genelde bizim mevzuatımızdan daha sıkıdır. Bir de bakanlığın verdiği iznin yabancı yatırımcı tarafından ciddiye alınmadığını düşünün; muz cumhuriyeti olarak görülüyorsunuz anlamına gelmez mi? Gündemler üzerinden gidelim. Bu dev projeler, HES’ler için ne diyorsun? Çabuk çabuk yapılmak istenen dev projeler beni çok korkutuyor. Sistemin düzgün çalışabilmesi için çevreden sorumlu bakanlıklarımızın doğal kaynakların avukatlığını yapması gerekir. Oysa gitgide “icraatın işini kolaylaştırma” kurumlarına dönüştüler. Mevzuattan muafiyetler tanıyıp kontrol mekanizmalarını da ortadan kaldırınca, bu işlerin sonunda ciddi zararlar ortaya çıkmaması mucize olur. Gelecekte bunları düzeltmek mümkün olsa bile, maddi ve manevi açıdan çok pahalıya patlayabilir. ABD’de en tepedeki çevre kurumu, özerk olabilmesi için bakanlık yapılmamıştır. Bu “kuvvetler ayrılığı” denen şeyin önemini biz henüz anlamaya başlıyoruz. Ayrıca, kötü deneylerden ders çıkarabilmek lazım. HESler örneğine bakalım. Göreceli olarak temiz enerji sayılan küçük nehir santrallerini, akıl almaz bir başıboşluk ve hesapsızlıkla doğa katliamına çevirdik. Aynı nehir üzerine peşpeşe santraller kuruluyor. Verdikleri onca zarara karşılık, birçoğunun da karlı olmayacağı belli. Yani, yararlı bir iş yapılabilecekken; köylü, doğa, yatırımcı ve devlet, yani herkes zararlı çıkabilir. Devlet Su İşleri gibi ülkemizin en fazla bilgi ve deneyimi olan kurumlarından birinin bu sürece en başta dahil edilmemiş olmasını da aklım almıyor. Ülke olarak, bilgi üretmediğimiz gibi maalesef varolan bilgiye, deneyime de değer vermiyor ve kullanmıyoruz. Oysa risklerin çok büyüdüğü bir dünyada artık çok akıllı ve planlı olmak zorundayız. Kitapta sona bırakmışsın ama başlıkta önemli bir yer tuttuğu için ben önden sorayım: “Sürdürülebilirliği” birkaç cümleyle anlatmaya kalksan... Önce sorunları ele almış olmak istedim. Sürdürülebilirlik kavramı son yıllarda epey tartışma konusu oldu ve çok yanlış anlamlarda da kullanılıyor. Sürdürülebilir olmak basitçe, “doğal kaynakları tüketirken doğanın kapasitesini aşmamak” şeklinde tanımlanabilir. Ekosistemlerin, bir yılda tükettiklerimizi yeniden üretip yarattığımız kirliliği özümsemesi bir buçuk yıl alıyor. Küresel nüfusun dörtte üçü, ekolojik borçlu ülkelerde yaşıyor. 31 ÇEVRE SÖYLEŞİ Bunların hesapları BM verileriyle ve ülkelere danışarak çok dikkatli yapılıyor. Ülkemiz de elverişli coğrafyası, yeterli ekilebilir alanı ve suyu, bol yenilenebilir enerji kaynakları, genç nüfusu ile çok şanslı olmasına rağmen, artık ekolojik borçlu ülkeler arasında. Tüketimimiz 2007’de biyolojik kapasitemizin iki katını aşmış. Yani, gelecek nesillerden çalıyoruz ve üstelik (gıda üretme, su temizleme, sel önleme, polenleme gibi) hayati hizmetler gören ekosistemlere zarar vererek, kapasitelerini daha da aşağı çekiyoruz. Dünya ekonomisinin yeniden tasarlanması, ekonomik büyümenin gelişmiş ülkelerden başlayarak yavaşlatılması gerektiğini söyleyenler artık sadece uçuk çevreciler değil. BM ve OECD raporları da bunu öneriyor. Ama ortada bir açmaz var. Sistemin ufku, bir seçim dönemiyle sınırlanıyor ve hükümetler ekonomik büyüme sağlayamazlarsa iktidarda kalamıyor. İşte burada da özerk kurumların önemi bir kez daha ortaya çıkıyor. Toplumun uzun dönemli çıkarlarını gözetecek, kimsenin müdahale edemeyeceği bağımsız kurumlar gerekli. Toplumun uzun dönemli çıkarlarını gözetecek kurumlar nasıl ortaya çıkacak? Artık iyice sürdürülemez hale gelen, temel gereksinimlerin bile çok uzaklardan getirildiği, tıkış tıkış yapılaşan şehirlerimizde insanlar bu ayyuka çıkan arazi rantına isyan halinde. Ağaç kesilmesin diye kavga çıkaran mahalleliyi çok iyi anlıyorum; evimi güzel yapan şey önündeki ağaçlar. Ama, Gezi beni ayrıca çok heyecanlandırdı. Doğanın ekonomiye kurban edilmemesi talebi kadar, sergilenen o tokgözlü, paylaşımcı, kapsayıcı kültürü de “sürdürülebilir bir toplum” hayali olarak okudum. Yönetim sert tepki vermiş olsa da bundan herkesin etkilenmiş olduğunu düşünüyorum. İmzalar toplanıp meclis genel kuruluna gelmesi, durdurulmaya çalışılan biyolojik çeşitlilik yasa tasarısının Gezi olaylarından sonra geri çekilmesini de (belki iyimserlikle), bu yönde olumlu bir sinyal olarak yorumluyorum. “Sürdürülebilir toplumlar kurmak belki 32 o kadar da uzak bir hayal değil”, diye düşündürdü bana. Böyle bir ivme, toplumun önceliklerini değiştirebilir. Yöneticiler açısından da, ekonomi yeniden tasarlanmadan materyal büyümeyi yavaşlatmak kolay değil. Ama hükümetlerin yapabileceği çok şey var. İlla ki dev inşaatlar gerekmiyor. Pek çok ülke yeşil işler üreterek, ekosistemleri iyileştirerek iş yaratıp ekonomiyi canlandırıyor. Sana nükleeri sormadan olmaz... Nükleer teknoloji çok yoğun enerji üretebildiğinden geliştirmek için bilimsel çabaları hak ediyor olabilir. Ama, bugün hala astarı yüzünden çok daha pahalı bir yöntem. Üstelik, her teknoloji ucuzlarken nükleer pahalılaşıyor. Finlandiya’da ve Fransa’da, “yeni nesil güvenli santral” diye kurulmakta olan iki örnekte maliyet katlanırken, açılma tarihi de ertelenip duruyor. Bakın, Japonya’da yaşanan kazadan iki yıl sonra insanlar hala evlerine dönemiyor, sızıntı devam ediyor ve hala dünyanın parası harcanarak kontrol altına alınmaya çalışılıyor. Nükleere “ucuz” diyenler de, üreten şirket açısından bunu söylüyor, çünkü en büyük maliyetler kamuya kalıyor. Nükleer enerjinin temiz olduğu da doğru değil. İşletme sırasında sera gazı salmıyor ama, maden çıkarma ve işleme sırasında bolca sera gazı salındığı gibi, dünyanın en tehlikeli atıkları yaratılıyor. Atık yakıtların havuzlarda soğutulması, geçici depolanması da inanılmaz maliyetlere yol açıyor. Çevre gündemi üzerinden öyle bir manzara canlanıyor ki kafamızda, gelecekle ilgili karamsarlığa düşüyoruz. Durum, gerçekten çok mu kötü? Kitabın bittiğine karar vermek zordu, sürekli yeni raporlar çıkıyor, yeni bilgiler veriliyor. Ama, sorunlar belli, çözümler de belli. Hatta teknolojinin de yeterli olduğu tartışılıyor. Bu yüzden umutlu olmak için nedenimiz var. Yani, ne yapılması gerektiğini biliyoruz, başarılı örnekler de var, yapmamız gereken bunu seferberliğe çevirmek. Öte yandan, yaşam mücadelesi içindeki insanları ve seçimlere odaklanmış siyasileri, uzun dönem- ““Dünya ekonomisinin yeniden tasarlanmasını ve ekonomik büyümenin gelişmiş ülkelerden başlayarak yavaşlatılması gerektiğini söyleyenler, artık sadece uçuk çevreciler değil. BM ve OECD raporları da bunu öneriyor.”” deki sıkıntılara, felaketlere duyarlı yapmak çok zor. Önümüzdeki on yıllarda uygarlık çok zor kavşaklara giriyor olacak. İyi hazırlanmayan toplumlar bunun acısını daha fazla çekecek. Belirsizlikler olduğu doğru, ama riskler de çok büyük. Bugün bilimin bize gösterdiği yola girmek, doğal döngülere ve ekosistemlere zarar veren etkinlikleri sınırlamak zorundayız. Ayrıca, değişimlere ve iklim değişikliği gibi risklere karşı sosyal ve ekolojik sistemlerin de dayanıklılığını artırmamız gerekiyor. Toplumun bilgisi arttıkça, hayalleri ve talepleri de değişebilir. Kitabım buna bir damla katkı yapabilirse ne mutlu. Kitabını ODTÜ’lülere tanıtmayı çok önemsedim. Çünkü bu damlaların çoğaltılmasında onların da rolü olabilir, olmalı... Bir ODTÜ’lü olarak bu rolü sen nasıl değerlendiriyorsun? Bu kadar çeşitli konuda ahkam kesebilmemde, lisansüstü çevre eğitimi kadar temel bilimlerden üretim süreçlerine, yönetim sistemlerinden istatistik analizlere uzanan endüstri mühendisliği eğitiminin de önemli etkisi olduğu kuşkusuz. Ayrıca, okulda öğrendiklerimiz kadar ortamdan, arkadaşlarımızdan da öğreniyoruz. ODTÜ, insanı çok geliştiren bir dünyaydı, hala da öyle olduğunu sanıyorum. Topluma katkıda bulunma isteğinin de bu ODTÜ ruhu dediğimiz şeyden etkilenmiş olduğuna şüphe yok. Konulara farklı açılardan bakmaya çalışıyorum. Sanırım, sanayi danışmanlığı sayesinde uygulamalara katılmış olmamın ÇEVRE yanında, yönetim kurulu düzeyinde sivil toplum çalışmalarına katılmış olmak da konulara farklı perspektiflerden bakabilmeme yardımcı oluyor. Daha önce de yazdıkların olduğunu biliyorum. Onları da biraz anlatır mısın? Aslında ilk kitap denemem çocuklar için bir şeyler yazmaktı. Onlara öncelikle dünyanın ne kadar güzel ve şaşırtıcı bir yer olduğunu anlatmalı ki, korumak istesinler diye düşünmüştüm. Dünyanın değişik bölgelerinden çocukların başından geçen küçük öyküler yazdım. Kuş göçleri, deniz akıntıları, kuzey ışıkları gibi ilginç şeyler var içinde. Bunlar internette “http://www.earthtale.com/DOGAOYKU” adresinden okunabiliyor. İngilizcesinin sonuna bir de ansiklopedik bölüm ekleyip “lulu.com”dan kitap yapmıştım. Amazon dahil birçok yerde satılıyor ve “ibookstore”da da bulunabiliyor. Ama, yapmayı düşünen varsa uyarayım, reklamı olmadan birilerinin sizin kitabınızı bulması çok zor. Bu kitapla birlikte roman formatında da bir kitap yazmaya başlamıştım. Şimdi tekrar ona dönmeyi planlıyorum. Arada öykü yazmayı da seviyorum. Yarı bitmiş öykülerim elden geçmeyi bekliyor. İngilizce bir öykümü popüler bir elektronik edebiyat dergisinde yayınlatmayı başarmıştım. Kolay değildi, ama çok öğretici bir süreçti. “bewilderingstories.com/issue345/abyssinian. html” adresinden okunabiliyor. Bir de “İstanbul’un önüne koyduğun” kedilerle tanıdığım fotoğrafçı yanın var. Kedi fotoğraflarının çevreciliğinle bir bağlantısı var mı? Fotoğrafçılığım yavaş yavaş gelişiyor. Çocuk öykülerini internete koyduğum sırada, kedi fotoğraflarımı da derleyip web sitesine koymuştum. Bu kadar güzel kedileri olan bir kentte yabancı kedi takvimleri satılmasına içerleyerek 2008’de, Sarman Kitapçı ile birlikte bir ajanda-defter yayımlamıştık. İstanbul, 2010 Avrupa Kültür Başkenti seçilince, tarihi ve turistik vb. mekanlarda çektiğim fotoğraflardan, “Avrupa Kültür ve KEDİ Başkenti” adlı bir sanal sergi hazırladım. Onu da 2010 organizyonuna alıp logo desteği verdiler. Tabii resmi site artık kapandı, ama fotoğraflarım internette duruyor. Ben de şaşırıyorum, ne çok kedi fotoğrafı çekmişim diye. Fotoğraflara “https://picasaweb.google.com/nukcat/” ve “http://nukcat.jalbum.net/” adreslerinden bakılabilir. Son zamanlarda kuşlara merak sardım. Boğazdan geçen göçmen kuşları, uçurtma gibi süzülen kartalları ve şahinleri görmek çok heyecan verici. Meraklısı da az değil, trakus.org sitesinde ülkemizin kuşlarının müthiş fotoğraflarını görebilir, detaylı bilgi alabilirsiniz. Bilgi de üreten bu tür sivil kuruluşların, bizi gelişmiş ülke olmaya yaklaştırdığını düşünüyorum. Kitabına geri dönerek bitirmek istiyorum. Yayımlandığını duyunca hemen internete girip www.pandora. com.tr’den aldım. Önsöz bölümünde “Bu kitabın amacı, okuyucunun kendi görüşünü oluşturmasına yardımcı olmak” demişsin. Ben bu amacına ulaştığını düşündüm. Kendi adıma teşekkür ederim... Nükhet Barlas kimdir Nükhet Barlas, 1978’de ODTÜ Endüstri Mühendisliği Bölümü’nden mezun oldu. Bir süre Atlanta’da bilgi işlem uzmanı olarak çalıştıktan sonra, 1988’de Miami Üniversitesi’nde Çevre Bilimi dalında lisansüstü eğitimini tamamladı. Ciccinnati’de tanınmış bir çevre ve mühendislik danışmanlık şirketinde çalışmasının ardından 1993’te İstanbul’a döndü ve o tarihten bu yana çevre danışmanlığı yapıyor, çevre konularında yazıyor. 33 HABER “Kuzey Ormanları Savunması” (KOS) nedir? Kuzey Ormanları Savunması’nın bu zamana kadarki benzer oluşumlardan farkı, daha önce bu mücadele alanında yer almamış, ancak kentsel muhalefete bir şekilde dokunmuş kişileri, bu defa olayın merkezinde ağırlayan ve herhangi bir kurum ya da örgüte bağlı olmaksızın kendiliğinden büyüyen bir seyir izlemesidir . GÜNDEM İstanbul’da kentsel muhalefetin özellikle son 10 yılda artan mücadele alanında, çok sayıda platform, STK, dayanışma grupları, insiyatifler ve benzeri oluşumlar kendini göstermiş ve belirli oranda hareket alanı yaratmış olmasına rağmen kent ölçeğini etkileyebilecek en somut kazanım, elbette Gezi Parkı’nın korunması için verilen tarifi güç kentsel muhalefet ile elde edilmişti. Kısa sürede kitleselleşen ve ülke ölçeğine yayılan bu hareket, sonrasında mahalle ve semt parklarına taşınarak forumlarla varlığını sürdürmeye devam etti. Bu park forumlarının öncüsü diyebileceğimiz Abbasağa Parkı Forumu, kendi 34 içinde farklı alt çalışma gruplarına bölünerek kenti ve mevcut siyasetleri tartışmaya açtı. Tartışılan konulardan birçoğu kente dairdi ve Gezi sürecinde yaratılan uyanışın etkisi park forumlarında da kendini gösterdi, kente dair olup bitenlere karşı kayıtsız kalmamak için fikirler ve eylemler gelişmeye, bir forumdan başka bir foruma taşınmaya başladı, yayıldı, büyüdü. Kente dair olup bitenlere ilişkin en önemli farkındalık, kentin kuzey kesiminde yapımı süren 3. Köprü projesi için kesilen milyonu aşkın ağaç ve büsbütün bir doğa katliamına kayıtsız kalınmamasıydı. Birkaç kişinin ön ayak olmasıyla proje sahasında eskiden var olan dutluk alanlara gönderme niteliğindeki, “buralar eskiden hep dutluktu” sloganıyla başlatılan kendi halindeki çevreci eylem, kısa sürede yüzlerce kişinin katılımıyla büyüyerek kitlesel bir eyleme dönüştü. Beyaz bir çarşafa çizilen bir ağacın dallarında asılı bisikletler ve uzayıp sarmalayan dallarıyla renkli bir pankartı önüne alan bisikletli bir konvoy, kuzey ormanlarını işaret etmek için 11 Temmuz’da Beşiktaş’tan yola çıktı. İlk buluşma yerinden, basın açıklaması yapılan son durağa kadar polis ve jandarma engellemeleri ile sıkça bölünse de mesajını vermeyi HABER başardı. Köprü ayaklarından birinin düştüğü Garipçe’de yapılan basın açıklamasında özetle: “Nüfusu 14 milyona dayandı bu şehrin. Türkiye’de kilometrekareye ortalama 95 kişi düşerken, İstanbul’da bu sayı 2500’ü geçer oldu. Her yeni yapılaşmayla giderek daha fazla betonlaşılıyor, asfaltlaşıyor ve aynı oranda toprak ve bitki örtüsünden ödün veriliyor. Ama İstanbul’un yüzölçümü büyümüyor, doğal kaynakları çoğalmıyor... İstanbul gelişiyor sanırsınız, ama aslında tükeniyor! İstanbul’un hakim rüzgarı kuzeyden güneye eser ve kuzey ormanları sayesindedir biraz olsun temizlenmiş havayı soluyabilmemiz. İstanbul’un içmesuyu kaynakları, yani su havzaları bu kuzey ormanlarının içinde gizlidir; iki yakaya serpilmiştir ve susuzluğumuzu giderir. Kentin ekolojik koridorları, biyolojik çeşitliliği, yaban hayatı, büyük piknik ve mesire alanları, doğal bisiklet rotaları, endemik bitki türleri hep bu yeşil desende saklıdır. En büyük düşmanı ise şehrin güneyden kuzeye büyümesi, yeni yapılaşmalar ve bunları tetikleyen çılgın projelerdir. Bunların başını 3. köprü projesi çeker ki tek başına kentin kuzeyine 7 milyonu aşan ek nüfus çekeceği, 1453 hektar orman alanını ve 2,5 milyondan fazla ağacı ortadan kaldıracağı bilinir. Yeni havaalanını, kuzeydeki yeni şehir projelerini, Kanalistanbul’u ve bunların tetikleyeceği yeni yerleşim ve yapılaşmaları eklediğinizde, kentin nüfusunun 25 milyonu bulması 5-10 yıla bakar. Bu gidişe hiçbir doğal kaynak dayanmaz ve kırılma yakındır” denildi. Derdinin sadece kesilen ve kesilecek olan ağaçlar olmadığını, aslında savunduğu şeyin bu kentin tüm yaşam kaynakları olduğunu anlattı. Bu metin aslında Kuzey Ormanları Savunması’nın, ilk uzun soluklu mücadele deklarasyonuydu denilebilir. Çok geçmeden kesilen milyonu aşkın ağaç için Beşiktaş merkezinde bir düzine gönüllüyle helva ve beraberinde kentin kuzeyinde yaratılan tahribata dair birer broşür dağıtıldı. Ağaçların da birer canlı oldukları düşünüldüğünde dağıtılan helvaların hiç de anlamsız olmadığı görülücektir. Bu iki etkinlikle birlikte artık Abbasağa Park Forumu’nun yapıldığı alanın altındaki, küçük forum alanında düzenli toplantılarla, kentin kuzey ormanları ve çevresini savunmaya çalışan bir grup insan bir araya gelmeye başladı. Bu hareketin bir adı olmalıydı ve daha da büyümeliydi. Adına “Kuzey Ormanları Savunması” (KOS) dendi ve savunduğu şeyin yalnız orman alanları olmayıp, kentin kuzeyinde süregiden her ölçekteki proje ve tahrip edici fiziki müdahalelerden etkilenen su havzaları, yaban hayatı, endemik bitki türleri, kuş göç ve çoğalma alanları, tarım alanları ve meralar, fundalıklar, dutluklar, seralar olduğu konusunda uzlaşıldı. O günden bu yana küçük forum alanı, her Cuma akşamı ev sahipliği yapmaya başladı bu naif harekete. KOS, kısa bir zaman diliminde kendini sevdirdi ve artık belirli aralıklarla eylem yapmadan duramayan, kendini yenileyen ve daha önce denenmemiş eylem ve yöntemleri arayıp bulmaya çalışan bir hareket halini aldı. 7-8 Eylül’de Riva’da yapılan 2 günlük kamp etkinliği bunun en somut örneğiydi. Gezi’den sonra kurulan kentsel muhalefetin ilk çadırları Riva’da kuruldu ve tümüyle dayanışma içinde geçen iki günlük kamp boyunca çeşitli etkinlik ve forumlarla kentin kuzey ormanları ve genel hali masaya yatırıldı. Kendine yeni aktivistler kazandırdığı kampın dönüş yolcuğunda 3. köprü projesinin en can alıcı noktalarından birine, Beykoz’daki güzergah alanındaki bir noktaya gidilerek basın açıklaması yapıldı. Yüzlerce KOS destekçisinin ellerinde KOS yazılı kalkanlarıyla, bir arada diktikleri tek bir fidana can suyu verildi. Bu tek fidanın ne çok işe yarayabileceği anlatıldı ve bunun gibi on binlercesinin her gün bu proje için kesildiği anlatıldı. Kimse yorgun ayrılmadı Riva’dan ve kimse pişman olmadı. Şimdiyse çoğalan eylem fikirleri arasından seçim yapmakta zorlanan, hala destekçi sayısını arttıran ve benzer mücadele içindeki farklı aktörleri taze mücadele alanına çağıran, bir araya getiren haletiruhiyesi ile KOS var olmaya devam ediyor. Yine aynı yerde, yine aynı saatte. Ve biliyor ki; bu mücadele, bu savunma çoğaldıkça kolay ve paylaştıkça güzel… KOS her Cuma akşamı 20:30’da Beşiktaş Abbasağa küçük forum alanında sizleri bekliyor… 35 HALLSTATT Hallstatt’ın büyülü atmosferine hoş geldiniz Temmuz ayında Viyana gezisi gerçekleştiren üyelerimiz Münire Atıcı ve Fatma Kesik, gezileri sırasında uğradıkları bir Avusturya köyü olan Hallstatt hakkındaki izlenimlerini paylaştılar. Yazı: Münire Atıcı (EE ’10) &Fatma Kesik (EE ’10) GEZİ arkadaşlar arası toplu bir telefon mesajlaşması esnasında, gün boyu çalışmaktan yorulan bir arkadaşımızın kartpostallarda rastlanılan türden müthiş bir manzara resmini paylaşmasıyla tanıştık Hallstat’la. İşte çalışmaktan yorulan arkadaşımız 36 “Keşke şimdi böyle bir yerde olsak” diye göndermişti o resmi. Kendisi bu resmin bize ilham vereceğini bilemezdi tabii. Fatma hemen resmin nereye ait olduğunu tespit etti ve “Viyana’ya yakınmış, oraya da gitsek mi?” diye öneride bulundu. Viyana gezimizin Viyana gezisi olmaktan çıkıp Hallstatt üzerine kurgulanması da işte böyle başladı. Hallstat’a ulaşım Hallstatt Avusturya’nın ikinci ve dördüncü büyük şehirleri olan HALLSTATT Granz ve Salzburg arasındaki anayol üzerinde bulunan tatil yöresi Salzkammergut’da yer alıyor. Hallstatt köyü Hallstätter gölünün kenarına kurulmuş. Bölgeye Türkiye’den aktarmasız uçuşla ulaşabileceğiniz en yakın şehirler Viyana, Salzburg ve Münih. Kara yoluyla Salzburg’dan 70 km, Münih’den 210 km, Viyana’dan 290 km uzaklıkta bulunan Hallstatt’a araba kiralayarak gitmeye karar verdik. Toplam alanının yarıya yakını orman olan bir ülkede özel arabanızla şehirlerarası yolculuk yapmak, yol üstündeki yeşil çayırlara, ormanlar arasındaki sevimli kasabalara dalıp gitmek çok keyifliydi. Ayrıca toplu taşıma kullanmayı tercih ediyorsanız, Hallstatt’ın hemen karşısında, gölün diğer yakasında bulunan Obertraun kasabasına kadar gelen tren hattını kullanabilirsiniz. Obertraun’a ulaştıktan sonra teknelerle Hallstat’a geçmek mümkün. İlk izlenim Hava karardıktan bir iki saat sonra vardık Hallstatt’a. Köyün girişinde araç park alanı var. Buranın devamında araç girişleri kontrollü yapılıyor. Girişten köy meydanına yürümek yaklaşık yirmi dakikanızı alıyor, ama gözünüzü manzaradan ayıramadığınız ve etrafa bakındığınız için bu süre beklediğinizden daha uzun sürebiliyor. Gölün derin sessizliği ve huzuru bizi ilk etkileyen şey oluyor. Sabaha kadar kenarında oturmak istiyoruz. Ama hava buna müsade etmeyecek kadar soğuk. Temmuz ayı olmasına ve Viyana’nın yaza yakışır sıcaklıkları yaşamasına rağmen Hallstatt’ta üşüyoruz. Planlarımızda Hallstätter gölünde yüzmek de vardı ama şimdilik bunu gelecek ziyaretimize ertelemek zorundayız. Gelecek ziyaretlerimiz diyoruz çünkü burayı sadece bir kez görmeniz tekrar gelmek istemeniz için yeterli bir sebep olacaktır. Köy meydanına ulaştıktan sonra otelimiz GasthofZauner’e giriyoruz. Otelimiz köy meydanına bakıyor. Otelimizin arkasındaysa hemen gölün kenarında yükselen dağlardan akıp gelen bir dere var. Bu derenin 37 HALLSTATT yaklaşık bir hafta once taştığını ve bizim otelle birlikte bir kaç binanın daha giriş katlarını kullanılamaz hale getirdiğini öğreniyoruz. Dere o kadar coşkulu akıyor ki çıkardığı şarıltıları dere odamızın içerisinden geçiyormuşçasına hissediyoruz. Ertesi gün uyanınca ilk işimiz köy meydanını bir de gündüz gözüyle görmek. Balkonumuzun manzarası ise bu iş için biçilmiş kaftan. Otel sahibimiz altı nesildir burayı işlettiklerini söylüyor. Otel girişinde duvara asılmış olan hatıra materyalleri arasında zamanında Hitler’in imzalayıp gönderdiği mekan işletme izni belgesi de sergileniyor. Bize ilginç gelse de otel sahibinin Nazi subayı olan babasının resmini göstermesini ve güçlü Almanya hayalini duygulanarak anlatmasını dinliyoruz. GasthofZauner’in Hallstatt’taki en iyi balık restoranına sahip olduğunu öğrenince öğle yemeğini de burada yiyoruz. Gölden tutulmuş taze balıklar tereyağı ile birleşerek bizi fazlasıyla restoranın iddiasının gerçek olduğuna ikna ediyor. Klasikleşmiş Hallstatt pozu Köy meydanından sonra ileriye yürümeye devam edince karpostallarda kullanılan klasik Hallstatt pozunun çekildiği noktaya geliyoruz. Burada bir kez fotoğraf çekilmeden kimse gitmiyor. Değişik milletlerden gelmiş ziyaretçilerle fotoğraf çekilmek için birbirimize yardımcı olurken şakalaşıyoruz. Yılda seksen binden fazla turist dünyanın her noktasından burayı ziyarete geliyor. Binlercesi ise günübirlik gezilerle uğruyor Biz de meşhur noktadan masalsı köyün manzarasını fotoğraflıyoruz. GEZİ Bisiklet turu Hallstatt’ta ve Obertraun’da günübirlik bisiklet kiralayan işletmeler mevcut. Bisikletleri kiraladıktan sonra gölün etrafında bir tura çıkıyoruz. Biraz da gölün karşısından Hallstatt manzarasına şahit olarak yolumuza devam ediyoruz. Kimi noktalarda bisiklet yolu gölün üs- 38 tünden devam ediyor. Gölün üstüne inşa edilmiş demir platformlarda bisiklet sürüyoruz. Yaklaşık 20km olan turu duraklamalarla 4 saate yakın bir sürede bitiriyoruz. Yol üstünde biraz nefes almak için biranızı yudumlayıp HALLSTATT manzaraya dalabileceğiniz mola yerleri de var. Bu turda dikkatimizi en çok çeken bir diğer şey de göl kenarındaki evlerin inanılmaz güzelliği. Bu evlerin sahipleri çok şanslı. Günün sonunda bisikletlerimizi Obertraun’a geri bırakırken sahilde yeşilliğin tadını çıkartan ailelere rastlıyoruz. Güneşin son dakikalarında herkes gölün üstündeki platformda performans sergileyen orkestranın müziğiyle kendinden geçmiş durumda. Dikkate değer noktalar Viyana ve Linz şehirlerinin meydanlarında gördüğümüz HolyTrinity(Kutsal üçleme- Baba, oğul, kutsal ruh) anıtına Hallstatt köy meydanında da rastlıyoruz. Köyde biri Katolik diğeri Protestan olmak üzere iki tane kilise bulunuyor. Protestan kilisesi göl kıyısında iken, Katolik kilisesi dağın kenarına inşa edilmiş. Katolik kilisesi yüz küsur kapasiteli köy mezarlığına da ev sahipliği yapıyor. Köy nüfusu 800 kişi civarında. Yine de mezarlık ölenlerin hepsini saklayabilecek kapasitede olmadığı için kemikler gömüldükten 10-15 yıl sonra çıkartılarak yeni gelenlere yer açılıyor. Çıkartılan kemikler ise kafatasları boyalarla şekiller çizilip süslendikten ve kemiklerin sahibi kişilerin isimleri kafatasının üzerine yazıldıktan sonra küçük bir mabette sergileniyor. Bu şekilde mezarlıktan çıkartılmış 1200 civarında kafatası bulunuyor. Hallstatt bilinen en eski tuz madenlerine sahip olması ile de popüler. Bu tuz madenlerini gezmekse mümkün. Öncelikle füniküler yardımıyla Hallstatt’ı panoramik izleyebileceğiniz bir tepeye çıkıyorsunuz. Burada yükseklik 838 metre. Daha sonra tuz madenlerine girebiliyorsunuz. Bu madenlerin içinde dünyanın en uzun tahta boru hattı var. Boru hattı tuzlu su taşıma amacıyla kullanılmış. Bu- gün ise ziyaretçiler bu 64 metrelik hattan eğlenme amaçlı kayarak aşağıya inebiliyorlar. Hallstatt 7000 yıllık tarihi olan eski bir yerleşke. UNESCO 1997 yılında Hallstatt’ın dünya kültür mirası olduğunu ilan etmiştir. Turist ofisinden edineceğiniz audioguide ile köyü turlayıp etraftaki yapılar hakkında sesli bilgi dinleyebilirsiniz. 39 FOTOĞRAF ÇALIŞMA GRUBU Fotoğrafçılık bir aşk… Mezunu olduğu ODTÜ Ekonomi bölümünde, yıllar sonra hoca olarak da emek veren Nur Keyder, “aşk” olarak tanımladığı fotoğraf çalışmalarıyla da “ikinci yuvam” dediği ODTÜ’deydi. Ekonomi alanında duayen olan hocamızla, bu defa bambaşka bir konuyu konuştuk. “Fotoğraf sanatı”na ilişkin keyifli bir sohbet gerçekleştirdik. DERNEK’TEN Söyleşi: Nurdoğan Arkış (Soc ’80) Nur Hocam ODTÜ’lü olup sizi tanımayan azdır. Yine de bize biraz kendinizden söz eder misiniz? Orta ve lise tahsilini TED Ankara Koleji’nde, lise son sınıfı ise AFS ile gittiğim George Washington Senior High School’da tamamladım. Lisans derecemi ODTÜ Ekonomi Bölümü’nden, yüksek lisans derecemi Fulbright Bursu ile gittiğim The University of Texas (Austin)’dan, doktora derecemi ise Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler 40 Fakültesi’nden aldım. Doktora tezi çalışmalarımın bir bölümünü Birleşmiş Milletler Bursu ile gittiğim LSE’de gerçekleştirdim. Çalışma hayatıma gelince; The University of Texas’ta araştırma asistanlığı, ODTÜ Ekonomi Bölümü’nde hocalık, arada ABD’de hocalık, sonra yeniden ODTÜ’de hocalık yaptım. Hem öğrencilik hem çalışma hayatımın büyük bölümünün geçtiği ODTÜ benim ikinci yuvam oldu. 2004 yılında erken emekliliğimin en büyük zorluğu bu yuvadan kopmaktı. Master yaparken eşim Engin Keyder ile evlendim. O da ODTÜ İnşaat Mühendisliği Bölümü’nde uzun yıllar hocalık yaptı. Biri mimar, diğeri bilgisayar mühendisi iki kızımız var. Dört torunumuz da onların bize en güzel armağanı. Onların başarıları, mutluluğu, gözümüzün önünde fidan gibi hızla büyümeleri hayatımıza renk katıyor. Onlarla gurur duyuyorum. Sevgi, saygı dolu mutlu bir evliliğim ve güzel bir ailem olduğu FOTOĞRAF ÇALIŞMA GRUBU için, bunun yanında ikinci yuvam olan ODTÜ’nün bir parçası olduğum için kendimi çok şanslı hissediyorum. Fotoğrafa ilginiz nasıl başladı ve fotoğrafçılığınız kimlerden, nelerden beslendi? 2004, emekliye ayrılış yılım, hayatımda yeni bir dönemin başlangıcı oldu. Yazmaya, çizmeye devam etmeye çalıştım, ancak çok sevdiğim çalışma hayatımın yerini bir türlü dolduramıyordum. Pek çok şey denedim ama nafile. Bu durum 3 yıl önce, şu an en değerli eşyam olan fotoğraf makinamla tanışana dek devam etti. Fotoğrafçılık, hayatımı dolduran bir uğraş oldu benim için. Emekli olduktan sonra birkaç gemi seyahati yaptık. Oralarda basit bir kamera ile çekim yaptım, baktım bayağı hoşlanıyorum bu işten. Daha sonra iyi bir kamera aldım ve öğrenme süreci başladı. Bu kadar geç başlayınca tabii eğitim o kadar kolay olmuyor. Atölyelere, fotoğraf gezilerine katılmak, akşam saatlerinde verilen kurslara gitmek zor geliyor insana. Bu işi kendi çabamla başarmaya karar verdim. Fotoğrafçılıkla ilgili kitapları, dergileri, internetten indirdiğim ders niteliğindeki yazıları büyük bir zevkle okuyup uygulamalar yaparak, herkesin bildiğini keşfetmekten büyük zevk alıyorum. AFSAD’da aldığım 10 saatlik photoshop dersi de çok faydalıydı. Yararlandığım diğer bir kaynak, üye olduğum fotoğraf sitelerinden aldığım yapıcı eleştiriler oldu. Zaman zaman anlamadığım şeyleri sorduğumda etraflı yanıt veren değerli fotoğrafçı dostlarıma minnet borçluyum. Onlardan çok şey öğrendim. Sanırım fotoğraflarınızda çeşitli düzenleme programlarını da kullanıyorsunuz. Teknoloji ve fotoğraf ilişkisine bakışınızdan bahseder misiniz? Photoshop bazı kişilerce çok eleştiriliyor. Belgesel olmadığı sürece, fotoğrafı en güzel haliyle sunmak beğeniyi artıracaktır. İnsan, duvarında devamlı gördüğü bir fotoğrafın kusursuz olmasını tercih eder. Photoshopla biraz gölge verip, kontrastı artırıp, gereksiz objeleri silerek bu görüntüyü elde etmek mümkün ise neden kullanmayalım. Hocam bir de “para – ekonomi – fotoğraf” desem, bu üçlü arasındaki ilişkileri nasıl yorumlarsınız? Fotoğrafçılık bir aşk bence. Para kazanmak amaçlı olmasa da bırakamayacağınız bir uğraş. Ancak geçenlerde ODTÜ Burs Fonu yararına bir sergim oldu. İşin başında olmam nedeniyle sergi fikrine sıcak bakmamama rağmen, arkadaşlarımın teşvikiyle bu girişimde bulundum. Burada amacım, fotoğraflarımı, gerek öğrenci gerekse hoca olarak uzun yıllarımı geçirdiğim ODTÜ camiasıyla paylaşmak, bir de burs fonuna az da olsa bir katkı sağlamaktı. Yıllardır görmediğim arkadaşlarım, boyunca çocuğu ile gelen öğrencilerimi karşımda görmek beni çok duygulandırdı. Büyük bir katılım vardı ve onların sayesinde hayatımın unutulmaz günlerinden birini yaşadım. Sağolsunlar. Serginizde doğa, portre ve denemeler gözüküyor. Kendi fotoğrafçılığınızı nasıl yorumlarsınız? Ben çok duygusal biriyim. Bu özelliğim sanırım bazı karelere yansımış. Fotoğrafçılık sayesinde detayda gizli güzellikleri keşfettim. Çekim yaparken ya da fotoğrafın üzerinde çalışırken her şeyi unutuyor, kendimi bambaşka bir dünyadaymışım gibi hissediyorum. Bazen kapalı bir kuru yaprakta, kendisini dışa kapatmış bir alzheimerlı hastayı görebiliyorum. Yaşlı bir insanın gizemli bakışı ve yüzündeki derin çizgilerde, onun zorluklarla dolu yaşamını hayal edebiliyorum. Bir çocuğun ürkek bakışı, onun nasıl bir hayatı olduğunu düşündürüyor, içimi büyük bir hüzün kaplıyor. Fotoğrafçılık işte böyle bir şey benim için. Fotoğraflarda poz verdirmeyi sevmiyorum. Doğal ortamda enstantane çekim yapmaktan hoşlanıyorum. Son olarak sormayı çok sevdiğim bir soruyu size de sorayım. Çekmeyi düşünüp hala çekemediğiniz kareler var mı? Afrika, Hindistan, Alaska, Doğu Anadolu köyleri ve daha birçok yer... Bakalım ne kadarını görebileceğim. 41 EDEBİYAT KULÜBÜ Mitoloji ve Edebiyat Tanrı yazgısı olan metinlerinin edebiyat eseri olamayacağı görüşünü kabul etmek, mitolojiyi edebiyatın dışına atmak olur. Oysa bu metinler edebiyatın en temelinde yer alıyor. Yazı: Nuran Durmaz (MAN ’91) DERNEK’TEN Başlarda büyü sözleri, mitolojik anlatımlar varmış; sonraları destanlar, şiirler, masallarla çeşitlenmiş anlatım sanatı. Mitoslar, dilden dile anlatılarak, kimi zaman sahnelenerek hayatı açıklamaya cüret etmiş; evrenin, olayların ve süreçlerin doğruluğu tartışılmaz açıklaması olmuş, tanrı yazgısı kabul edilmiş. İşte tam da bu nedenle, kimileri tarafından mitoloji edebiyat sayılmıyor. Bu görüşe göre , bir eserin edebiyat eseri sayılabilmesi için tanrı yazgısı sayılan bir kalıba sahip olmaması gerekiyor. Burada asıl mesele, bir metnin ilk başta bir sanat eseri olup olmadığının değerlendirilmesi. Sorgusuz sualsiz doğruluğu kabul edilen, dünyayı açıklama misyonu taşıyan bir metni sanat eseri olarak kabul etmek zor. Diğer taraftan, bu kadim anlatılardaki lezzet ve güzellik duygusunu hissedip etkilenmemek mümkün değil. “Tanrı Telipinu bir gün büyük öfkeye kapılmış. O kadar kızgınmış ki sağ ayağına sol ayakkabısını, sol ayağına sağ ayakkabısını giymeye çalışıp ortadan kaybolmuş. Pencereleri sis doldurmuş, evin içi duman olmuş. Ocakta odunlar, ağılda koyunlar boğulmuş…” diye başlayan Hitit Telipinu efsanesini okuyup da büyülenmemek mümkün mü? Kadim anlatılar arasında, Gılgamış destanının özel bir yeri var. Mitostan edebiyata geçişin en eski örneklerinden olan bu Sümer destanının, daha önceki anlatıların aksine, yazarını biliyoruz: Sin-eki-uninni. Hikâyenin kahramanı Gılgamış, üçte iki tanrı, üçte bir insan. Hâlâ tanrısal boyut hakîm, ama artık insan da işin içine girmeye başlamış. “Gılgamış, sana gizli bir şey açayım. Ve hiç kimsenin bilmediği biricik otun yerini sana söyleyeyim: Bu ot, tıpkı deve dikenine benzer, ama dikenleri gül dikeni gibi keskindir; yaklaşana batar. Sen bu otu eline geçirmek istersen, eline batacağından korkma!” Edebiyatın en temel meselelerinden biri, ölüm korkusu, ölümsüzlük arayışı, Gılgamış’ı ölümsüzlük otunun peşine düşürüyor. Gılgamış, yazarı bilinen, insan yazması olduğu kabul edilen bir eser olarak edebiyat eseri sınıfına giriyor. Peki yazarı bilinmeyen diğer kadim anlatıları edebiyattan dışlayabilir miyiz? Çin Mitolojisi’nde Göksel Horoz tüyleri altın sarısı bir kümes kuşudur, günde üç kez öter. Horoz, üç ayaklıdır, 1 Edebiyat ve Kuramlar – Fatma Erkman Akerson, 44-54 2 Edebiyat ve Kuramlar – Fatma Erkman Akerson, 45 42 güneşin doğduğu topraklarda yetişen ve yüksekliği bin metreyi bulan fusang ağacına tüner. Borges, bu mitostan etkilenip aynı hikâyeyi ele alan bir Göksel Horoz öyküsü yazmış. Borges’in yazdığı eser, yazarı bilinen, başı sonu belli, bütünlüklü bir metin olduğu için edebiyat eseri sınıfına giriyor. Diğer taraftan, her kültürde farklı şekillerde anlatılan, yazarı bilinmeyen, her anlatıcının yorumuyla değişebilecek Göksel Horoz mitosu ise edebiyat sayılmıyor. Her ne kadar kimileri tarafından edebiyat eseri sayılacak kriterleri sağlamıyor olsa da, mitoloji okumak insana tarifsiz lezzetler verebiliyor, müthiş bir güzellik duygusu uyandırabiliyor. Edebiyat sayılsın sayılmasın, mitolojiyle başlayıp devam eden tüm tanrısal anlatılar edebiyatı beslemeye devam ediyor. Borges, Göksel Horoz öyküsünü yazıyor; Saramago, Eski Ahit ve Yeni Ahit’i, istediği gibi kurgulayıp yorumladığı romanlarla çıkıyor karşımıza. Sonuçta, kimin mitolojiyi ve dinî metinleri edebiyat sayıp saymadığı çok da önemli değil. Bu tür metinler edebiyatın en temelinde, yeri sarsılamayacak kadar sağlam bir şekilde yer almaya devam ediyor. EDEBİYAT KULÜBÜ Mario Vargas Llosa Cennet Başka Yerde Mario Vargas Llosa, 19. yüzyılın bu iki karşıt karakterini buluşturduğu Cennet Başka Yerde’de, Gauguin ile hiç görmediği anneannesi Flora’nın ortak özlemini yakalıyor: İnsanoğlu için mutluluğun mümkün olduğu bir cennet. 2010 Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan yazar, insanı dünya üzerinde egzotizm ve toplumsal mücadelenin kaynaştığı bir yolculuğa çıkarıyor. Flora Tristán ( 1803-1844) , Peru’lu soylu bir babanın ve Fransız bir annenin gayrimeşru çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Andre Chazal ile evlenmiş ve iki erkek, bir kız çocuğu olmuştur. Napoleon kadın düşmanı ‘Code Civil’i çıkarmıştır. Folara bu kanunun hüküm sürdüğü bir Fransa ‘da evlilik yapmıştır. ‘Her kadın kocasının mülkü sayılmaktadır. Boşanması olanaksızdır’ Boşanmak istediğinde Flora parasız, eğitimsiz çocukları ile kanun kaçağı durumuna düşmüştür. Uzun süren kaçmakovalamaca sonucunda çocuklarını bırakarak Peru’ya yolculuk yapmak ve babasının mal varlığından hak iddia etmek için zorlu bir gemi yolculuğuna çıkmıştır. Peru’da iyi ağırlanır ancak gayrimeşru bir çocuk kabul edildiği için ailenin parasından pay alamaz. Peru’da kadınların durumunun Fransa’dakilerden farklı olmadığını görür. Bu yolculuktan bir çok hastalıkla, ancak sosyalist feminizmin kurucularından biri olarak döner. Bu yolculuğun sonunda ‘Bir Parya’nın Anıları’ isimli kitabını yayımlar. Kadınlar, bu düzenin içinde köle yani Parya’dır. Yaşamını kadınlar ve işçilerin temel haklarının kazanılmasına adamıştır. Fransa’da yaptığı toplantılar kadınlar ve işçiler tarafından çok büyük bir coşkuyla karşılanmıştır. Kadınların eğitim alma, çalışma haklarının yanı sıra, fahişelikten korunmak isteyen, kocasından kaçan, iş buluncaya kadar kalacak yer arayan veya seyahat eden kadınların kalacakları sığınma evlerini tasarlamıştır. Emekçi Birliği’ni kurmak için çalışmıştır. Erkek ve kadın işçilerin çalışma koşullarının düzeltilmesi, mecliste temsil haklarının olması gerektiğini düşünmektedir. İşçi Sarayları’nı tasarlamıştır. İşçilerin işyerlerinin yanında yetenek geliştirme, çocukları için okulu kapsayan bir oluşumdan bahsetmiştir. Londra Gezintileri kitabında lordlar kamarasına gizlice girişini, alınan kararların işçilerin faydasına olmaktan çok uzak olduğunu, işçilerin ve çocuk fahişelerin durumunu anlatmıştır. 1844 yılında giderek bozulan sağlığının onu ölüme götürmesi sonucunda, hastalık ve bakımsızlıktan ölmüş iki erkek çocuğu, annesiz büyümüş kızı Aline ve üç kitabı mevcuttur. Flora’nın kızı Aline, Paul Gauguin’nin annesidir. Paul Gauguin(1848-1903) bir borsa simsarıyken resim tutkusuna yakalanmış, kilise ve burjuva yaşamıyla iğdiş edilmemiş, saf ve ilkel bir dünyanın peşinde Danimarkalı karısını ve çocuklarını bırakarak Tahiti’ye gitmiştir. Tahiti yolculuğunun öncesinde Van Gogh ile birlikte resim yaparak geçirdiği 9 haftalık bir Arles dönemi vardır. Gauguin’in gözünde yasaksız, hazzın doruklarında gezinen bir cinsellik yaratıcılığın kaynağıdır. 43 BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU ODTÜ geleceğe köprü atıyor “Köprü Kütüphane Projesi” kapsamında biraraya gelen ODTÜ öğrencileri, kurdukları kütüphanelerle Türkiye’nin geleceğini aydınlatıyor. Proje süresince yoğun emek DERNEK’TEN sarfeden Köprü Ailesi, emeklerinin karşılığını, çocukların yüzlerindeki tebessümlerle aldı. Kütüphanenin kurulmasına destek veren herkes için farklı bir deneyim olan “Köprü Kütüphane Projesi”, adından da anlaşılacağı gibi birbirine uzak coğrafyaları yakınlaştırarak, aralarındaki kültürel kaynaşmayı sağladı. Bir sene boyunca fedakarlık üzerine temellendirilen proje, zaman zaman aksaklıklar olsa da, son anına kadar heyecanını kaybetmeden ilerledi. Kütüphanelerin yapılmasıyla yüzleri gülen çocuklar, kütüphanelerden en iyi şekilde faydalanarak, abileri ve ablaları gibi bir gün ODTÜ’lü olmak istiyorlar. 44 BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU Bu yılın süpervizörü olarak şunları söylemek isterim ki, bu yıl projeye hazırlık yaparken zorlu bir yıl geçirdik. Projeye katılan herkes elinden geleni yaptı ve belirlediğimiz tarihte projeyi gerçekleştirdik. Ne kadar yorulmuş olursak olalım çocukların yüzlerindeki tebessümü görmek bütün o yorgunluğumuzu aldı götürdü. Proje sırasında ufak aksaklıklar olsa da başarılı bir proje oldu. Buradan projemize destek veren ve katılan herkese teşekkür ederim. Arif Zahteroğulları ME–2 e Sabahın ilk ışıklarıyla beraber hepimizd gittikçe çoğalan heyecan hemen hemen kların hiçbirimizi uyutmamış ve o heyecan çocu ı. mışt bizleri beklediğini görünce zirveye ulaş ak olm Onlarla beraber bir kütüphane kuracak . ordu hepimize sınırı olmayan bir enerji veriy sanki İçleri kitaplarla dolu kolileri kaldırırken k. içi boşmuş gibi hızlıca ve şevkle taşıyordu ak, Onlarla sohbet etmek, bir şeyler paylaşm bu mak beraber oyunlar oynamak, onları anla nlikle etki projenin belkide en keyifli anlarıydı. Bu ce beraber anladım ki, aramızda kilometler yarışan mesafe de olsa, masumlukta birbirleriyle ’ var. prü’ çocuklarla aramızda kocaman bir ‘’Kö a da lard Ve bu ‘’Köprü’’ umarım başka coğrafya gibi. u kurulur, tıpkı daha öncekilerin kurulduğ l bir İlk kez katıldığım için benim için çok güze a başk tecrübe oldu, umarım bundan sonra da . ‘’Köprü’’lerin kurulmasında yer alabilirim Arif Özlü CE–1 1+1 proje... 2 farklı okul. .. 2 farklı mini mini öğ renci grubu.. Ama hissettik leri mutluluk sevinç, he yecan aynı. Gözlerinin derinlik lerindeki ışıltılar aynı, minnet duygusu aynı. Sabırsız lanıyorduk, bir an evve l iki kütüphaneyi de kuralım istiyorduk ama bir taraf tan da bitmesini istemiyordu k. Küçük kardeşlerimizl e, öğretmenlerimizle, ark adaşlarımızla, bilim oto büsüyle bu yolculuğumuz, bu gü zel etkinliğimiz hiç bit mesin istiyorduk. Öyle resimler çizildi ki adeta mutluluk tan, şaşkınlıktan gözlerimiz doldu, ama yüzümüzk i gülümsemeyi hiç eksik etmedik. Verdikleri söz ler de aynıydı. Gurur verici, sev indiriciydi: “Bu kitaplar ın hepsini büyük merakla okuyacağız! Ve ilerde biz de bu kitapları okuya okuy a ODTÜ’yü kazanacağız , sizin gibi!” Çok güzeldin pro je! Yasemin Gizem Özer PSY–4 Uzunca bir sene boyunca “damlaya damlaya göl olur” ilkesiyle hareket ettiğimiz, çok tatlı yorgunluklarımızı, proje sabahındaki heyecanla unuttuğumuz bir projeydi. Proje süresince birikim ve sevgimizi, ayrılırken de sevinç ve hüznümüzü yaşadığımız, verimli bir çalışmaydı. Emeği geçen herkese sonsuz sevgiler. Mehmet Şahin ECE–3 Köprü Ailesi’ne girdikten sonrak i ilk kütüphane projemdi. Bu pro je bana maddi ve manevi yönden birçok şey kattı. Öncelikle projeye katılmadan önce kafamı kurcala yan, dert olarak nitelendirdiğim birçok hadise vardı. Lakin, proje sonunda bunların dert olmadığın ı, gözümde büyüttüğüm gereksiz takıntılar olduğunu fark ettim. Bu dert olarak nitelendirdiğim şey ler, eminim benim gibi birçok insanın da aklına takılan şeylerd i. Fakat gittiğimiz iki okuldaki minikler sayesinde yaşama ve sıkı ntılarla mücadele azmim tekrar yeşerdi, çünkü miniklerin gözleri nde minnet dolu sımsıcak bakışla rı yüreğimde sezdim. Bu bakışlar sadece “kitap” içindi. O andan sonra sahip olduklarımın değerini tek rar anladım ve içtenlikle şükrett im. İnşallah böyle minikler ile ünivers ite öğrencilerini buluşturan projeler yaygınlaşır, ve daha nice kütüphane projelerinin altına Köprü Ailesi olarak imzamızı ata rız.. Erdem Ercengiz CE-1 45 BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU Burs için koşuyoruz! Dünyanın sayılı üniversiteleri arasında yerini alan, özgürlükçü ve demokrat duruşunu geçmişten günümüze korumayı başaran ODTÜ mezunları ve dostları, 17 Kasım’daki İstanbul Avrasya Maratonu’nda İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği’nin Burs Havuzu için koşuyor… Bağış mektubu örneği Sevgili ODTÜ Dostları, 1997’de kurulan İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Burs Fonu, ODTÜ’de okuyan ihtiyaç sahibi öğrencilere burs vermektedir. Son 10 yıldır 400 dolayında bursiyeri olan fonun, ODTÜ’nün ihtiyaçları doğrultusunda hızlı bir büyümeye ihtiyacı vardır. Eğitime destek olmak hepimizin ülkemize borcudur. Bu yıl 35.’si düzenlenecek olan Avrasya İstanbul Maratonu’nda koşmayı ve siz sevgili sosyal duyarlılığı yüksek dostlarımdan burs fonuna destek toplamayı hedefliyorum. Tek seferlik bir bağış da yapabilirsiniz, ancak Burs Fonu’na desteğin sürekli olması çok önemli. Ekte gönderilen formu doldurup imzalayarak, İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği’nin aşağıdaki adreslerine gönderirseniz, çıktığımız yolu beraberce tamamlamış olacağız. Formdaki koşucu ismine adımı yazmanız, sonraki yıllarda yapacağım koşularda beni teşvik edecektir. Formda kredi kartı numarası yazılmakta, ancak kartın arkasındaki güvenlik numarası gerekmemektedir. Bu yüzden kart numarasının yanlış yerde kullanılması gibi bir risk söz konusu değildir. Ayrıca belirtmiş olduğunuz kredi kartı bilgileri, İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği güvencesi altındadır. Tutar tamamen bağışçının inisiyatifindedir. 100.000’e yaklaşan mezun sayısı ile küçük tutarlar bile devasa desteklere dönüşebilir. Yeter ki etrafımızdaki arkadaşlarımızı da bu desteğe sahip çıkması için yönlendirelim. Formu doldurup imzalamanızın ardından faks veya scan edilmiş olarak e-mail ekinde derneğe gönderdiğinizde, bana da haber verirseniz takipçisi olacağım . Kredi kartı ile ödeme yapmak istemeyip de havale/EFT yoluyla bağış yapmak isteyenler için hesap bilgileri: DERNEK’TEN Denizbank Mecidiyeköy Şubesi Hesap Sahibi: İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Şube Kodu: 3260 Hesap No: 1441947-599 IBAN: TR110013400000144194700021 Açıklama kısmına: Avrasya …………(Koşucu adı soyadı) yazınız. İlginiz için çok teşekkürler, (Kendi isminiz iletişim bilgileriniz) Formun iletileceği İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği İletişim Bilgileri [email protected] / [email protected] / Tel: 0212 274 68 60 (pbx) / Faks:0212 274 67 87 46 Fotoğraflar: Yüksel Altun ODTÜ burs fonu için koşuyoruz. 17 Kasım 2013 Pazar günü 35. Kıtalararası İstanbul Avrasya Maratonu’nu ODTÜ t-shirtleri ile koşacağız. Maraton, Boğaz Köprüsü’nün Anadolu Yakası ayakları civarından başlayıp, koşulacak parkurun uzunluğuna göre Avrupa Yakası’nda değişik noktalarda son buluyor. Derneğimiz e-duyuru gurubundan yaptığımız duyuruya istinaden, maratona burs için koşacağını bildiren 100’e yakın koşucu; 8, 10, 15, 42 km’yi İstanbul ODTÜ Mezunları Derneği Burs Havuzu’na destek olmak için koşacaklar. Sayın Rektörümüz Prof. Dr. Ahmet Acar 17927 göğüs numarası ile 10 km mesafeyi bizlerle birlikte koşarak destek verecek. Bu koşunun en önemli amacı, koşucuların, ODTÜ mezunlarının ve diğer dostlarımızın okulumuz öğrencileri için burs bağışında bulunmalarını sağlamak. BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU Siz değerli üyelerimizi, koşuculara destek vererek Derneğimiz Burs Havuzuna bağışta bulunmaya davet ediyoruz… HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013 - 100 TL VE ÜSTÜ BURS VERENLER AŞAĞIDAKİ TABLOLARDA GÖSTERİLMİŞTİR HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS -EYLÜL 2013 TEK SEFERLİK BURSLAR HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013 ARTIRIM ERKAN BEDRİ BİLGÜN (MAN’94) 2,000.00 UYSAL BAŞDAĞ (CE’93) 350.00 EMİNE HÜLYA VARDAR (CHEM’78) 1,500.00 BİROL AYANLAR (AEE’91) 300.00 ERSOY KAYA (IE’97) FİGEN KORUN (ECON’68) 1,500.00 EMİNE BAŞDAĞ (PSY’95) 300.00 F.MİNE-DENİZ ÖZGENTAŞ (MAN’82) NECAT KAMİL KONUKÇU (METE’79) 1,500.00 ERDİNÇ BAŞLIK (STAT’83) 300.00 HAKAN ÖZİŞ (ECON’91) YETKİN TÜRKEN (METE’00) 1,500.00 MEHMET ALAEDDİN AKGÜN 300.00 NUR-SERHAT KURAK (CENG’87-ME’87) GONCA-NAİL ÖZÇOBAN (ECON’80) 1,000.00 SABRİ TANER ERGÜL (FDE’92) 250.00 SERKAN TAPO (BA’04) MEHTAP MERTDOĞAN (MATH’89) 1,000.00 HALİL ALP ARSLAN (ECON’86) 200.00 ŞANSEL EROĞLU (ADM’95) TAYFUN YÜKSEL (CEIT’04) 1,000.00 HİLAL DAL ÖZCAN (MATH’89) 200.00 TURGUT ONUR (ECON-STAT’79) ONUR GÜNGÖR (IE’03) 800.00 İNCİ KAYSER (STAT’83) 200.00 ZEYNEP ASALI (MAN’96) ORKUN KOÇ 700.00 SEMA AYDEDE 200.00 MEHMET YENER (MAN’67) 600.00 SEMA SUNGAR (MAN’82) 200.00 DİLEK FATMA SOLCUN (MAN’91) 500.00 BERNA AKPINAR (FLE’00) 150.00 EZGİ PETEK TURNA (PETE’95) 500.00 FADEN MÜGE MERSİN (CE’06) 150.00 SEMİH ERBEK ANISINA BURSU 4,520.00 GÜLNUR OĞULMUŞ 500.00 NURAY UZUNÖREN (CHEM’78) 150.00 “RSY” ANISINA BURSU 2,000.00 GÜVEN ÖZ (BA’03) 500.00 RAMAZAN OĞUZ CANIAZ (CHE’09) 150.00 F.NECLA KOLOĞLU ANISINA BURSU 1,500.00 NECMETTİN ATEŞ (EE’87) 500.00 AYŞE BAYRAKTAROĞLU 100.00 HİKMET KÜNEY ANISINA BURSU 1,055.00 PINAR AYŞE ARAS (ECON’91) 500.00 BANU KARAŞİN (SOC’80) 100.00 CANAN GÜRMAN MURTHY ANISINA BURSU 500.00 TAMER SÖNMEZ (CE’84) 500.00 HALDUN GÜLALP (ECON’72) 100.00 SERTAÇ KENDİRCİ ANISINA BURSU 475.00 FATMA ÖZDEMİR (EE’96) 400.00 SEMA EKİCİ 100.00 BÜLENT FİDAN ANISINA BURSU 345.00 ABDULKADİR YARMAN (IE’84) 350.00 SITKI SEYHUN ŞİRİN (GEOE’79) 100.00 ALİ-FERİHA GÜLEN ANISINA BURSU 320.00 ÖNER ESKİL ANISINA BURSU 250.00 RABİA YENİDÜNYA ANISINA BURSU 220.00 SERDAR ÖZGERÇİN ANISINA BURSU 160.00 HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013 KURUMSAL BURSLAR TREK TURİZM (FİKRET GÜRBÜZ (ME’78) 1,000.00 KONE ASANSÖR SANAYİİ VE TİCARET A.Ş. 920.00 KÖPRÜ(M) BURSU* 880.00 300.00 AYSEN ALTANLAR ANISINA BURSU 150.00 135.00 TEKNO-METAL LTD. ŞTİ. 270.00 YURTKAN KÖKÜÖZ ANISINA BURSU TEKNOTHERM LTD. ŞTİ. 270.00 ERTUĞRUL KARAKAYA ANISINA BURSU 130.00 250.00 VECDİ ÇELİK ANISINA BURSU 125.00 235.00 EMİNE-FEVZİ ORAY ANISINA BURSU 120.00 REMEKS LTD.ŞTİ.(REMZİ SOLAK CHE’85) 150.00 H.ALİ YENİDÜNYA ANISINA BURSU 110.00 500.00 UFUK YAPI SAN VE TİC LTD. ŞTİ. (ÖMER DEMİRBİLEK ME’78) 150.00 430.00 FİNANSBANK TEFTİŞ KURULU ÇALIŞANLARI 110.00 300.00 SGS TASARIM TAAHHÜT İNŞAAT SANAYİİ TİC. LTD. ŞTİ. 100.00 EVRE GIDA LTD.ŞTİ. (BÜNYAMİN ÖZDALYAN FDE ’87) 750.00 ÖZEL DENİZATI İLKÖĞRETİM OKULU 500.00 ÖZGÜN ŞİRKETLER GRUBU 500.00 PROTEM ELEKTRONİK MAKİNA SAN. VE TİC. LTD. ŞTİ. FOTOĞRAF KULÜBÜ BURSU DATA MARKET BİLGİ HİZMETLERİ LTD.ŞTİ. (MURAT BOYLA) TESTO ELEKTR. VE TEST ÖLÇ. CİH. DIŞ TİC. LTD.ŞTİ. (SELMAN ÖLMEZ EE’82) HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013 SEVDİKLERİNİZİN ANISINA ENSER ENDÜSTRİYEL SERVİSLER FAS’76 SINIFI BURSU HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013 YENİ KATILIM GÜLİS KORAL (ECON’01) 47 BURS HAVUZU ÇALIŞMA GRUBU HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013 BİREYSEL BURSLAR AKIN ÖNGÖR (MAN ’67) 1,000.00 DEVRİM OKÇU (MATH ’90) 150.00 EGEMEN LERZAN ÖRMECİ (IE ’90) 100.00 SALİM ALTINÖZ (CE ’81) 1,000.00 ELİF İZGİ TOPBAŞ (ARCH ’93) 150.00 ELİF GÜRSEL USLUER (MAN ’00) 100.00 MEHMET-MUTENA SEZGİN (MAN ’84) 700.00 ERCÜMENT YILDIZ (PHYS ’83) 150.00 ERDOĞAN LEBLEBİCİ 100.00 TURGUT ONUR (ECON-STAT ’79) 700.00 ERSİN ÖZİNCE (MAN ’75) 150.00 ERSOY KAYA (IE’97) 100.00 OSMAN CENGİZ BİRGİLİ (CE’78) 600.00 ERTAN MESTCİ (ARCH ’63) 150.00 ESRA BASKIN 100.00 TUNCAY ÖZYÜREK (ADM’68) 600.00 FİLİZ EYÜBOĞLU (CENG ’84) 150.00 FATMA ŞEBNEM ABAYOĞLU (EE ’79) 100.00 ABDULLAH AYDIN (ME ’69) 500.00 GÖKBEN UTKUN (CENG ’96) 150.00 FERYAL BEKDİK (CE ’79) 100.00 F.MİNE-DENİZ ÖZGENTAŞ (MAN’82) 500.00 GÖKÇE ORHAN (CRP ’96) 150.00 FEYZULLAH ARDA (CHE ’72) 100.00 FİGEN KORUN (ECON ’68) 500.00 HALUK ERBEN (CHE’76) 150.00 FÜSUN ERİŞ (MATH ’94) 100.00 İSMAİL IŞIK (CE ’76) 500.00 HALUK NACİ TUĞCU (METE ’90) 150.00 GÜLTEKİN GÜNAL (MATH ’79) 100.00 SELMA YURTSEVER (IE ’81) 500.00 HÜLYA SİREL 150.00 GÜLYÜZ YOLGA (ADM ’76) 100.00 ALİ ARİF ERİÇ (ME ’82) 400.00 MEHMET MURAT ÖZKARAKAŞ (METE ’79) 150.00 H. SİNAN TEREK (IE ’80) 100.00 ARSLAN SALMAN (EE ’68) 330.00 MEHMET YENER (MAN ’67) 150.00 HAKAN ÖZİŞ (ECON’91) 100.00 BÜLENT OLTU (CE ’73) 300.00 MERAL ÇİMENBİÇER 150.00 HAMİT AYDOĞAN (ADM ’80) 100.00 NURAN-İSA ÜLKER (CHED ’91-ECON ’83) 300.00 METE HAKAN GÜNER (MAN ’95) 150.00 HASAN KILIÇ (MAN ’88) 100.00 NUR-SERHAT KURAK (CENG’87-ME’87) 300.00 NESRİN-EROL TUNÇMAN (CHE ’79) 150.00 HİLKAT ERKALFA (CHE ’70) 100.00 FERİDE DEMİRTAŞ (ECON-STAT’79) 260.00 NURDAN TARTANOĞLU (ARCH ’79) 150.00 İ.ENGİN ÖZGÜL (MAN’83) 100.00 MEHMET ALİ ACARTÜRK (MAN ’78) 250.00 OSMAN ERK (MAN ’74) 150.00 İBRAHİM ŞENYAY (CHE ’70) 100.00 NURAY AYAROĞLU (ECON ’84) 250.00 ÖMER VARGI (PHYS ’76) 150.00 İPEK ARCAN (MAN ’94) 100.00 TOLGA EGEMEN (ME ’92) 250.00 ÖZEN ALTIPARMAK (MAN ’76) 150.00 İSMAİL ERSİN PEYA (ADM ’83) 100.00 ÜSTÜN SANVER (MAN ’72) 250.00 PINAR İLKİ (ARCH ’93) 150.00 İSMİNİ AÇIKLAMAK İSTEMEYEN (MAN ’80) 100.00 YUSUF KÖSE (ECON-STAT ’79) 250.00 SERPİL-ARIL SEREN (ECON-STAT ’64) 150.00 KURTULUŞ BERKAY GEZEN (EE ’95) 100.00 ZEYNEP-BÜLENT FIRAT (MAN ’97-MAN ’97) 250.00 TÜRKÜ KARAN (MAN ’91) 150.00 MEHMET KOCASAKAL (CHEM ’78) 100.00 SAVAŞ DERİNGÖL (MAN ’76) 240.00 YUSUF BORA IŞIK (ME ’74) 150.00 MEHMET ÖZDEŞLİK (EE ’78) 100.00 M.ALİ ACAR (MAN’78) 225.00 ALEV KAHRAMAN (MAN ’94) 130.00 MEHMET RASGELENER 100.00 ALPARSLAN TANSUĞ (MAN ’75) 200.00 UĞUR AYKEN (ME ’76) 130.00 MEHMET UMUR COŞKUN (IE ’74) 100.00 BETÜL YÜCEL (PSY ’06) 200.00 SERKAN TAPO (BA’04) 125.00 MELİH KIRLIDOĞ (CE ’83) 100.00 DENİZ FEVZİYE KUTLUSOY (ECON ’84) 200.00 GÜNHAN ÖZOĞUZ (CHE ’75) 120.00 MURAT DARYAL (CHEM’78) 100.00 FEVZİ TURKAY OKTAY (EE ’88) 200.00 NURAY-HAKAN AKMERİÇ (CENG ’82) 120.00 MUSTAFA GÜÇLÜ GÖZAYDIN (ECON ’96) 100.00 GÖKHAN GÜNVER (FDE ’95) 200.00 SELÇUK ÖZDİL (ME ’78) 120.00 MUZAFFER HACIBEKİROĞLU 100.00 KAYA ÖZGÜL (MAN ’80) 200.00 SELMA ZAİM (ID ’85) 120.00 NURSEN TÜZÜN (MAN ’86) 100.00 MEHMET MÜRŞİT ÇELİKKOL (ME ’79) 200.00 ADNAN OKUR (ECON ’95) 100.00 OĞUZ ÖZDEMİR (MAN ’74) 100.00 MELİH KARAKAŞ (CHE ’72) 200.00 AHMET LÜTFÜ BİLGEN (IE ’80) 100.00 ORHAN KURMUŞ (ECON-STAT ’68) 100.00 NAFİS YURDAL YALMAN (MAN ’87) 200.00 AKIN TELATAR (MAN ’90) 100.00 PELİN GÖKÇEK (IR ’99) 100.00 OSMAN SARI (CE ’70) 200.00 ATOK İLHAN (MAN ’63) 100.00 SAİME ÖZBAY (ECON ’73) 100.00 ÖZKUL KORAY (MAN ’69) 200.00 AYNUR KARPAT (CHE ’86) 100.00 SEÇKİN NUZUMLALI (ME ’78) 100.00 RUŞEN ÇETİN (EE ’81) 200.00 AYSUN MERCAN (MAN ’82) 100.00 SEDEF DURU ÖZKAZANÇ (MAN ’91) 100.00 ŞEBNEM ÖZBÜBER (BIOL ’90) 200.00 AYŞE AKDAŞ (MAN ’93) 100.00 SELDA ARKAN (CHEM ’80) 100.00 TAYFUR CİNEMRE (ME ’78) 200.00 AYŞE GÜLİN GÜNAL (PHIL ’99) 100.00 SEMA TURGUT (MAN ’89) 100.00 BAHAR AKAY (CHE ’69) 100.00 SERAP TELCİ (FDE ’86) 100.00 BANU BÖREKÇİ (MAN ’74) 100.00 SEVGİ GÜRBÜZ (IE ’83) 100.00 ZEYNEP-ERCÜMENT GÜMRÜK (CP’81-ARCH ’72) 200.00 CEM SARVAN (MINE ’89) 175.00 BEHZAT YILDIRIMER (MAN ’79) 100.00 SEYHUN ŞİRİN (GEOE ’79) 100.00 FERİDE LEYLA SERDAROĞLU 160.00 CAFER FINDIKOĞLU (MAN ’74) 100.00 TAMER DURMUŞ (MAN ’97) 100.00 AYŞEN KALKAVAN 150.00 CANAN-ÇAĞATAY PİŞKİN (ECON ’94) 100.00 TAMER SOYULMAZ (ME ’89) 100.00 BERK VURAL (ME ’65) 150.00 CENGİZ ERDOĞAN (ECON-STAT ’79) 100.00 TEVFİK CEM BAYKARA (EE ’90) 100.00 BİRİM-CEM KARAKAŞ (MAN ’97) 150.00 CÜNEYTHAN MERTDOĞAN (ECON ’86) 100.00 TUFAN TUNÇYÜZ (ME ’74) 100.00 CEMAL OĞUZ BEKAR (MAN ’82) 150.00 ÇAĞLAR SÜRÜCÜ (CE ’95) 100.00 VELDA SAVAŞ GÜNDOĞAR (ADM ’92) 100.00 CENK ALTUN-ÖZGÜR TOKGÖZ ALTUN (MAN’94-MAN ’97) 150.00 DEMET ÖZDEMİR ÖZ (MAN ’91) 100.00 VEYSEL BATMAZ (ADM ’79) 100.00 DEVRİM ÇANKAYA 100.00 YAVUZ BAYRAKTAROĞLU (METE ’76) 100.00 ÇAĞLA KURTULUŞ (MAN ’69) 150.00 DİLNİŞİN BAYEL (MAN ’96) 100.00 YEŞİM KANGAL (ENVE ’86) 100.00 ZELİHA İLKE SELVİ (CENG ’85) 100.00 ZİYA DOMANİÇ (MAN ’78) 100.00 ZUHAL-ÖNDER FOCAN (ME ’78) 100.00 HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013 NİKAH ŞEKERİ YERİNE BURS DENİZ SINMAZ (BA’08) - BERAT SÜPHANDAĞ (CE’11) 48 HAZİRAN-TEMMUZ-AĞUSTOS-EYLÜL 2013 ADINA BURSLAR GÜLTEKİN KARAŞİN SCIENCE ACHIEVEMENT AWARD 275.00 *KÖPRÜ: Bursiyerlerimizin oluşturduğu grubun adı, KÖPRÜ(M): Mezun bursiyerlerimizin oluşturduğu grubun adı.