Mayıs 2015 - bümed meç okulları

Transkript

Mayıs 2015 - bümed meç okulları
BÜMED BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ
MEZUNLAR DERNEĞİ AYLIK YAYINI
MAYIS 2015 SAYI 206
P.S. The cat is still alive
OĞAZİÇİ
/bumedofficial
/bumedofficial
/bumed
/bumedofficial
KENDİNE IŞIK TUTMAK
Dünyanın en zor keşiflerinden
biri, insanın kendine yönelik olanı
sanırım.
B
2
İnsan kendi benliğini, bu
dünyadaki yaşam amacını,
ardından ne gibi izler bırakmayı
arzu ettiğini, yaşadığı olaylardaki
fonksiyonunu, özelliklerini, zayıf
ve güçlü yönlerini gerçekçi bir
biçimde değerlendirebilir mi?
Örneğin olaylara karşı gösterdiği
tepkilerin altında esasen neler
yattığını fark edebilir mi?
Gerçeklerle dürüstçe yüzleşebilir
mi? Kavramları sübjektif biçimde
kullanarak ve kendini yanıltarak
değil, gerçek anlamıyla ayakları
yere basan yargılarla yaşayabilir
mi? Kendini dev aynasında
görmekten veya olduğundan
çok daha mütevazı sıfatlarla
nitelemekten kurtulabilir mi?
Konforu darmadağın etmeye
yönelik olan bu sorular, insanın
içinde var olan, yıllar geçince
korunması ne yazık ki daha da
güç bir hale gelen merak duygusu
hakkında. Bir başka deyişle
bu duygu, bir çıkış noktası.
Sorularımızın ardından ne
şekilde bir zihinsel mekanizma
ile hareket edeceğimiz ise, elbette
kişisel ve toplumsal dinamiklerle
harmanlanmış durumda.
Merakı takiben gündeme
gelen dünyaya, yaşama ilişkin
sorular, insanın kendini eleştirel
düşünce ışığında yapacağı bir
değerlendirme olmadan hakkını
vererek yanıtlanabilir mi?
Başka bir biçimde ifade etmek
gerekirse, insan kendini sistemli
bir yol izleyerek keşfetmeden
dünyayı kavrayabilir mi? Merakın
ardından onu izleyen eleştirel
düşünce bizi gerçekliğe daha
sağlıklı şekilde taşır mı?
Sistematik bir yaklaşım,
kendini değerlendirme ve bu
değerlendirmeyi de belirli ölçütler
çevresinde yapmak, eleştirel
düşüncenin tanımına dair ipuçları.
Doğru kararları vermek, geçerli ve
güvenilir bilgiye ulaşmak amacıyla
zihnin belli bir sistem dahilinde
yapılandırılması, eleştirel
düşünceye sahip olma yolundaki
adımlar olarak sayılabilir.
Elbette eleştirel düşüncenin
yeti boyutu kadar (analiz etme,
yorumlama, tanımlama, sonuç
çıkarma, değerlendirme, kendini
yönetme) motivasyon kısmı
da çok önemli zira bu yetileri
hayata geçirmeye duyulan arzu
olmadan eleştirel düşünceden
bahsetmek pek kolay değil.
Eleştirel düşüncenin harçlarından
(veya alt başlıklarından biri
diyebileceğimiz) merak ise, bir itici
güç olarak kabul edilebilir.
Bu sayımızda, insanın merakı nasıl
pratik ettiği, nasıl geliştirdiği ve
nasıl sistemli bir hale getirebildiği
üzerine yoğunlaşmaya çalıştık.
İnsanın kendine karşı duyduğu
merak ise, her röportajımızda bize
eşlik eden bir fikirdi. Sayımızı
beğenerek okumanızı dilerim.
Aylin Buran '02
38
46
BOĞAZİÇİ
YALE ÜNİVERSİTESİ MEZUNLAR DERNEĞİ DİREKTÖRÜ MARK DOLLHOPF BÜMED’İ
ZİYARET ETTİ
BÜMED’in kuruluşunun 30. yılında, 30. Kuruluş Yılı Etkinlikleri kapsamında Yale
Üniversitesi Mezunlar Derneği Direktörü Sayın Mark Dollhopf, 30 Mart 2015 günü
BÜMED Mustafa Kemal Atatürk Salonu'nda Fundraising and Friendraising başlıklı,
öğretici bir sunum gerçekleştirdi. Dollhopf’un sunumundan kesitler ile sunumunun
öncesinde gerçekleştirdiğimiz röportajımızı sizinle paylaşıyoruz.
BAŞARILI BİR KARİYER HİKÂYESİ: EBRU DİLDAR EDİN ‘93
Okulumuzun İnşaat Mühendisliği Bölümü mezunu, Garanti Bankası’nda Proje
Finansmanı Genel Müdür Yardımcısı olarak görevine devam eden Sayın Ebru
Dildar Edin ’93 ile üniversitenin kendisine kattığı değerleri, mezun-üniversite
ilişkisinin önemini, kariyer hayatını ve yürüttüğü projeleri ele aldığımız bir
röportaj gerçekleştirdik. Sayın Edin’e bu keyifli söyleşi için teşekkürlerimizi
sunuyoruz.
A BRIEF LOOK AT TRIARCHIC THEORY OF HUMAN INTELLIGENCE: REFLECTIONS FROM
PROF. ROBERT STERNBERG
Akademik çalışmalarını Cornell Üniversitesi’nde sürdüren Sayın Prof. Dr. Robert
Sternberg ile alanında iyi bilinen “Triarchic Theory of Intelligence” üzerine bir röportaj
gerçekleştirdik. Sternberg, teorisini ve bu bağlamda eleştirel düşünce ve merak
başlıklarını bizler için değerlendirdi. Bu kıymetli söyleşiyi sizinle paylaşmaktan mutluluk
duyuyoruz.
74
28
44
YOLDA OLMA HALİ
Okulumuzun Felsefe Bölümü’nün değerli hocalarından Sayın Prof. Dr. İlhan
İnan ile bu ayki konumuz olan merak üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.
Sayın İnan’ın bu alanda yazılmış ilk kitabı olan ve Routledge tarafından 2012
yılında yayımlanan The Philosophy of Curiosity hakkında da bilgi aldığımız
röportajımızda felsefi merak, merakın gündelik hayatımızdaki yeri gibi
önemli konulardan bahsettik.
“ART CONSISTS OF FAILURE”
Kurmaca yazarlığının yanı sıra çevirmen ve antoloji yazarı olarak da tanıdığımız, günümüz
dünya edebiyatının önemli isimlerinden biri olan Sayın Alberto Manguel ile Borges’e dair
anıları, yazar olmaya, metne dair görüşleri ve Boğaziçi Chronicles etkinlikleri kapsamındaki
konuşması üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik. Keyifle okumanız dileğiyle...
BOĞAZİÇİ DERGİSİ, BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ MEZUNLAR DERNEĞİ (BÜMED)
TARAFINDAN YAYIMLANAN AYLIK, ÜCRETSİZ BİR YAYINDIR. MAYIS 2015 SAYI 206
YÖNETİM KURULU ADINA SAHİBİ: HAKAN ZİHNİOĞLU-BÜMED YÖNETİM KURULU BAŞKANI
YAYIN YÖNETMENİ VE SORUMLU YAZI İŞLERİ MÜDÜRÜ: AYLİN BURAN [email protected]
YAYIN KURULU: TUNÇEL GÜLSOY, MURAT ÖNGÖR, MUSTAFA UYAL, SAVAŞ YAŞAR
IÇERIK HAZIRLIK: PS MEDYA YAYINCILIK VE PAZARLAMA SERVISLERİ LTD. ŞTİ.
EDİTÖRLER: ŞENAY ÇINAR, YASEMİN DUT
YAZI KURULU: GÜNEŞ BAŞAT, CÜNEYT BAYRAKTAR, METİN BİTİK, DUYGU CANKILIÇ,
YASEMİN DUT, AYŞEGÜL GÜNDÜZ, EMRE KAZANCIOĞLU, ECE KAVLAK, TANSU OSKAY, SEMİH
TEKTEN, PINAR TÜREN
KATKIDA BULUNANLAR: ANIL ALTAŞ, YELDA BALER, ESRA BAL, YEŞİM ÇAYLAKLI, MELİS ERTÜRK,
MURAT GÜLSOY, EVİN İLYASOĞLU, BARIŞ MÜSTECAPLIOĞLU, HANDE ORTAÇ, SEVGİN AKIŞ
RONEY, GÖNENÇ TARAKÇIOĞLU, NALAN YENİGÜN, BURCU ÜNLÜTABAK, OKANER ERTUĞRUL
FOTOĞRAFLAR: YAŞAR ARİF KARAGÜLLE, AHMET KIRAN, FATIH ÖZTÜRK
TEŞEKKÜR EDERİZ: ÖNDER BAHAR, SEFA COŞKUN, HÜSEYİN ÇETİN,
BAHADIR OTMANLI, NAZ VARDAR, EYLEM TAŞDEMIR, ÖZLEM GERÇEK, TUĞBA KARA
TASARIM: EMRE SENAN TASARIM VE DANIŞMANLIK [email protected]
REKLAM SATIŞ VE SPONSORLUK: TUĞBA ALARSLAN [email protected] 0212 359 58 16
YÖNETİM YERİ: BOĞAZİÇİ ÜNİVERSİTESİ, LOJMAN KAPI YANI 34342 BEBEK-İSTANBUL
TEL: (0212) 359 58 00 FAKS: (0212) 257 35 68
BASKI: MAS MATBAACILIK SAN. VE TİC. A.Ş.
KAĞITHANE BİNASI, HAMİDİYE MAHALLESİ, SOĞUKSU CAD. NO:3
KAĞITHANE-İSTANBUL TEL: 0212 294 10 00 FAKS: 0212 294 90 80 SERTİFİKA NO: 12055
www.masmat.com.tr
B
3
yönetim kurulundan
si
l u Ü ye
n '00
u
i
r
k
u
e
K
T
et i m
M et e
em Yön
n
ö
D
.
14
MERAKIMI MAZUR GÖRÜNÜZ…
B
4
Çocukluğumda uykudan önce sırtüstü
uzanıp, pencerenin kenarındaki yatağımdan
yıldızları seyreylerdim, bazı bulutsuz berrak
gecelerde. Sır küpü evrende ne kadar yer
tuttuğumuzu, o evrenin nereye kadar
devam ettiğini ve görebildiğimizin ardında
nelerin olduğunu merak ederdim. Bu
sayımızın sarmalayacağı bu duygu ve ona
eşlik etmeyi seven eleştirel düşünce, bana
bunu anımsattı öncelikle. Evrenin gizemine
dair merak duygusu seneler içerisinde
benimle beraber büyüdü ve benliğimde
kuşkucu bir bakış tarzına evrildi. Zaten,
insanın mevcudiyetinin ayrılmaz bir parçası
ve geleceğine götürecek lokomotif değil
mi "merak"? O olmasa, kim başa çıkacaktı
ki bilmediklerimizle? Hayatımız bizden
öncekilerin hayatlarından pek farksız olmaz
mıydı onsuz?
Görüneni idrak için merak etmek yeterli belki
ama dünya gördüğünüz kadar değil ya da
bazen göründüğü gibi değil. O zaman akıl,
gözlem, bilgi sırayla ve beraberce eleştirel
düşünceyle buluşmadıkça; ilk bakışta
görülemeyen gerçekleri ortaya çıkarmak
mümkün değil. Analize imkân veren bir
sorgulama tavrı geliştirmeden gelemezdi
medeniyetimiz bu aşamalara. Her bireyin
deneyimleri, dolayısıyla idrak süzgeçleri
ve nihayet çıkarımları farklı olabilir; ancak
eleştirel düşünme gerçekleştirirken yaşadığı
süreçler benzerdir. Farklılaşan tek şey, buna
o ferdin hayatında ne kadar yer ve zaman
ayırdığı gerçeğidir. İnsanlık birçok keşfi,
icadı ve bulguyu habire eleştirel düşünen
saygın ve değerli, meraklı bireylerine
borçludur. "Acaba?" diye başlamasaydı
Galilei düşünmeye, şimdilerde yine de dünya
dönüyor ve belki kimsecikler bunu halen
fark edememiş olurdu. "Neden?" demeseydi
Newton, uzanamazdı güncel farkındalığımız
evrenin yavaş yavaş genişlemekte olduğu
noktasına. "Nasıl?" sorusunu sormasaydı
Einstein, işi izafiyet boyutuna taşıyamazdı
insanlık.
Dönemimizin normlarını değiştiren ve hatta
asırların tabularını yıkan sorgulamalar;
hep türümüzün her yeni güne merakla
uyananlarının, etrafında olup bitenlere
şüpheci bakanlarının eseridir. Dünyayı
mütemadiyen değiştirmekte olan en büyük
gücümüz işte o merakımız. Yolumuzu
aydınlatan ise önümüze çıkan olgulara,
yakınımızda tezahür eden algılara ve
zamanımızda dile gelen yargılara eleştirel
yaklaşımımız. Bu güzide içgüdülerimiz
olmasa, ne kadar amaçsız ve nasıl da
boşlukta asılı kalırdı değil mi hayatlarımız?
Club Med ile unutulmaz
bir Yaz tatili
MUTLULUK BULAŞICIDIR
Club Med ile Palmiye, Kemer ve Bodrum’a ek olarak tüm dünyada 70’den
fazla tesisi ve Yelkenli Cruise gemisiyle rüya gibi tatiller.
Ne bekliyorsunuz?
www.clubmed.com.tr
camiadan haberler
MUSTAFA
KEMAL’DEN
ATATÜRK’E
B
6
Eski
rektörlerimizden
Sayın Prof.
Dr. Semih
Tezcan’ın yeni
kitabı, Mustafa
Kemal’den Atatürk’e adıyla yayımlandı.
Sizinle önsözden kısa bir bölüm
paylaşmak isteriz: “Bu kitap yazılırken,
bir taraftan Atatürk’ün askerî dehasını
ve yeteneklerini tanırken, diğer
taraftan onun, devlet adamı, inkılâpçı,
reformist ve hümanist karakterini
tarihsel perspektif içinde analiz etmiş
olduk. Elinizde tutmuş olduğunuz
Mustafa Kemal’den Atatürk’e kitabımız
kırk yılı aşkın bir araştırmanın ve bu
yoğun çalışma döneminin ürünüdür.
Atatürk’ün çocukluğundan itibaren
yaşam öyküsünün anlatıldığı,
eğitiminin, kişisel çalışmalarının,
askerî ve siyasî pratiklerinin düşünce
dünyasını nasıl şekillendirdiğini
inceleyen, Türk devriminin arkasında
yatan fikirlerin ve olayların irdelendiği
bu çalışmayı keyifle okuyacağınızı
umuyorum.”
YÜKSEKÖĞRETİMİN FIRTINALI
SULARINDA/BOĞAZİÇİ
ÜNİVERSİTESİ’NDE BAŞLAYAN
YOLCULUK
1960’ların sonlarında,
Ankara’ya alçalan bir
uçakta başlıyor Üstün
Ergüder öyküsünü
anlatmaya.1940’ların
Ankara’sında geçen
çocukluğuna
uzanıyor. Bürokratik
elitin gri bulutlarından uzaklaşıp
İstanbul’a, Robert Kolej’in özgürlükçü
ortamına çeviriyor gözlerini.
Yükseköğrenim için İngiltere’ye
Manchester Üniversitesi’ne
ve ardından ABD’ye Syracuse
Üniversitesi’ne giden bir gencin
deneyimlerini tasvir ediyor.
Üstün Ergüder’e eşlik ettiğimiz bu
yolculuk boyunca yükseköğretim
ve sivil toplum dünyasının önemli
limanlarından geçiyoruz. Elinizdeki
yolculuk, yakın dönem siyaset, sivil
toplum ve üniversiteler tarihimizden
kesitlerle yükseköğretimin elli yıllık bir
panoramasını sunuyor.
Sayın Üstün Ergüder yolculuğunu 12
Mayıs 2015’te saat 19:00’da BÜMED
Mustafa Kemal Atatürk Salonu’nda bir
söyleşi ile katılımcılara aktaracak.
KADIN CİNAYETLERİNİ
DURDURACAĞIZ PLATFORMU
Okulumuz İşletme
Bölümü son sınıf
öğrencilerinden Ecenaz
Özcengiz’in de üyeler
arasında bulunduğu
Kadın Cinayetlerini
Durduracağız Platformu,
Türkiye’nin dört bir yanında faaliyet
gösteren bir sivil toplum örgütüdür.
Beş yıldır kadın hakları için çalışan
platform, caydırıcı cezai yaptırımın
olması adına anayasada ağırlaştırılmış
müebbet hapis cezasının yasalaşması
üzerine olan çalışmalarını Özgecan
Aslan cinayetinden sonra daha
da yoğunlaştırmıştır. Bu noktada
üyeleri, Şiddeti Önleme Komisyonu
ile yürüttükleri çalışmaları
somutlaştırmak adına meclisin
açılış tarihine kadar imza toplayarak
konuyu meclis gündemine taşımaya
çalışmaktadır. Ayrıca platform
bünyesindeki avukatlar kadın cinayeti
davalarına katılarak, katillerin cezai
indirimlerden yararlanmamalarını
sağlamaktadırlar. Bu faaliyetleri
takip etmek ve kadın cinayetlerini
durdurmak için internet sitesini takip
edebilir, platforma katılabilirsiniz.
www.kadincinayetlerinidurduracagiz.
net
AHŞAP OYUNCAK DÜNYASINA
HOŞGELDİNİZ!
Mezunlarımızdan Başak Deliloğlu
(Che ’10 ve EMBA ’14) ve ortağı Seçil
Uslu Alman Ahşap Oyuncak Firması
Small Foot’u Türkiye’ye getirerek,
İstanbul Göktürk’te ilk mağazalarını
açtılar. Birçok anaokulu ve kitabevi
şubeleri ile
çalışarak
toptan satışta
çok başarılı
olan marka,
özellikle
İstanbul
dışında oturan
son kullanıcıyı
da mutlu etmek için online satış
yapmakta. (www.sihirlianne.com)
Stantları yaş ve eğitici ya da eğlendirici
olarak ayıran Small Foot, isteyen
yerlere stant olarak da ürünlerini
konumlandırmakta.
Mottosu “Ahşap Oyuncak Her
Çocuğun Hakkıdır!” olan marka,
Avrupa’da çok yaygın olan ahşap
oyuncakların ulaşılabilir fiyatlarla
Türkiye’de yaygınlaşmasını
hedeflemekte. Ahşap ve gıda boyası
ile üretildiği için ekolojik oyuncak
(ECOTOYS) sınıfına giren oyuncaklar
çocukların el becerisini geliştirmekte,
hayal dünyalarındaki yaratıcılığı
artırmakta ve zihinsel gelişimi
hızlandırmakta.
ATAMA
SBK Holding bünyesinde bulunan
Biofarma İlaç, Münir Şahin İlaç ve
Betasan Bant İnsan Kaynakları ve
Kurumsal İletişim Direktörlüğü’ne
Zümrüt Erdem ‘97 getirildi.
Boğaziçi Üniversitesi MütercimTercümanlık Bölümü mezunu olan
Erdem, profesyonel iş hayatına 1997
yılında Samsung Electronics’de İdari
İşler ve Personel Sorumlusu olarak
başladı. 1998-2007 yılları arası Sanofi
Pasteur Aşı Tic. A.Ş.’ de İK ve İdari
İşler Yöneticisi ve 2007-2010 yılları
arası UCB Pharma Türkiye’de İnsan
Kaynakları Yöneticisi olarak görev
aldı. Zümrüt Erdem, Biofarma İlaç,
Münir Şahin İlaç ve Betasan Bant’taki
yeni görevinde, insan kaynakları,
kurumsal iletişim, idari işler ve bilgi
işlem departmanlarından sorumlu
olacak.
YENİ BİR
PREMIUM HİZMET.
JAGUAR KİRALAMA.
Göz alıcı tasarımı ve eşsiz asaletiyle Jaguar,
uzun dönem opsiyonel kiralamanın tüm avantajlarıyla
Borusan Otomotiv Premium Kiralama’da.
863
34 BU 1
19 MAYIS
GENÇLİK VE SPOR
BAYRAMI'NDA
MUSTAFA KEMAL
ATATÜRK'Ü SAYGI
VE ÖZLEMLE
ANIYORUZ
Atatürk’ün
gençlerimize
armağan ettiği 19
Mayıs Atatürk’ü
Anma, Gençlik ve Spor Bayramı’nı
kutluyoruz. Gençlerimiz için umut dolu
ve aydınlık yarınlar temennisiyle O’nu
saygıyla anıyoruz.
B
8
ÇOCUK ŞENLIĞI
BÜMED’in gelenekselleşen
etkinliklerinden Çocuk Şenliği’nin
13'üncüsü,10 Mayıs Pazar günü
derneğimizin üst bahçesinde
gerçekleştiriliyor. Boğaziçili aileleri,
çocukları için en uygun yaz okulunu
seçebilmeleri için İstanbul’un seçkin yaz
okulları ile bir araya getiriyoruz. Çocuk
şenliği gün içerisinde çocuklara yönelik
pek çok aktivite ve sahne gösterileri ile
keyifli bir gün vedediyor. Detaylı bilgi:
[email protected] , 212 3595861
BU 409 – KAMPÜSTEN KARIYERE
20 yıldır Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar
Derneği tarafından düzenlenen BU 409
– Kampüsten Kariyere Seminerleri bu yıl
13-17 Nisan tarihleri arasında BÜMED
Mustafa Kemal Atatürk Salonu’nda
gerçekleştirildi. Satış/pazarlama, insan
kaynakları, farklı kariyerler, girişimcilik
ve finans/danışmanlık başlıkları
çerçevesinde alanında uzman konukları
ağırlayan etkinliğe
ilgi yoğundu.
Seminer dizisi ile
ilgili detaylı dosyaya
Haziran sayımızda
yer veriyor olacağız.
BÜMED 10. ÖZEL OKULLAR
TANITIM GÜNÜ
BÜMED'in gelenekselleşen Özel Okullar
Tanıtım Günü, 19 Nisan Pazar günü,
havanın serin olmasına rağmen yoğun
katılımla gerçekleşti. Gün ile ilgili detaylı
dosyaya Haziran sayımızda yer veriyor
olacağız.
SociaLINK VOL.23
Boğaziçi mezunları, 25 Mart Çarşamba
akşamı nostalji rüzgarları eşliğinde
Bebek 45’lik Bar’da buluştu. SociaLINK
buluşmasına özel olarak düzenlenen
gece, yoğun katılım ile gerçekleşti.
Katılımcılar hep bir ağızdan “Ah nerede
vah nerede”, “Hayat bayram olsa”,
“Kara sevda” ve daha pek çok şarkıyı
dostlarıyla seslendirdiler ve çok keyifli
bir gece geçirdiler. Detaylı bilgi almak
için [email protected] adresine
mail gönderebilir ya da Boğaziçi
mezunlarına özel Facebook grubuna
üye olabilirsiniz.
YILIN EN BÜYÜK BULUŞMASI
HOMECOMING ’15
Her yıl merakla beklenen Mezunlar
Günü, bu yıl 14 Haziran 2015, Pazar
günü gerçekleşecek. Gün boyu süren
etkinliklere katılmak, bir karşılaşma
anında gülen gözlerle birbirine sarılan
eski arkadaşları görmek, uzayıp giden
yurt anılarını, sınav dedikodularını
hatırlamak, yaşamlarımızda derin izler
bırakmış hocalarımızla karşılaşma
anına tanıklık etmek için sizleri de bu
buluşmaya davet ediyoruz. Detaylı bilgi:
[email protected], 212 359 5861
MASTERGAMES ’15
MasterGames bu yıl 31 Mayıs
– 14 Haziran tarihleri arasında
gerçekleştirilecek. Turnuvanın amacı;
mezunları, okul günlerindeki gibi
birlikte spor yapmaya ve daha aktif
yaşamaya, gittikçe zayıflayan bağları
sağlamlaştırmaya teşvik etmek. Altı
üniversitenin sporcuları voleybol,
basketbol, atletizm, tenis, masa tenisi,
satranç, tavla ve yüzme branşlarında
yarışacaklar.
Kadın ve erkek
kategorilerinde
ve -40 & +40 yaş
kategorilerinde
üniversitemizi temsil etmek üzere tüm
mezunlarımızı bu turnuvaya davet
ediyoruz. Son başvuru tarihi 15 Mayıs.
Başvuru için www.mastergames.org
adresindeki formu doldurabilirsiniz.
Detaylı bilgi: [email protected],
212 359 5861
AMERİKA TEMASLARI
BÜMED olarak, Amerika’nın saygın
üniversiteleri ve mezun dernekleri ile
son iki yıldır yürütmekte olduğumuz
temaslarımız, bu yıl da 18 Nisan
Cumartesi akşamı, The University
Club Manhattan’da gerçekleştirilen
“Boğaziçi Üniversitesi New York Gala
Yemeği” öncesi ve sonrasında devam
etti. BÜMED Yönetim Kurulu Başkanı
Hakan Zihnioğlu ’91 ve BÜMED
Genel Sekreteri Emre Kazancıoğlu
’95 tarafından, Harvard, MIT, Yale,
Southern Connecticut State University,
Brown, NYU, UPENN ve Princeton
Üniversiteleri ile ortak toplantılar
düzenlenerek görüş alışverişinde
bulunuldu. Bu ziyaretler ve sonuçları
ile ilgili olarak detaylı bilgiler,
dergimizin önümüzdeki sayılarında
sizlerle paylaşılacaktır.
PİDE PARTİSİ
BÜMED Ankara üyeleri, 29 Mart
2015 günü sabah saat 11.00 'de,
Banu ve Oğuz Engiz arkadaşlarımızın
davetinde Çukurambar’daki Holiday
Inn Otel'de bir araya geldiler. Davette
bol bol Samsun pidesi yenildi ve keyifli
sohbetler yapıldı. Arkadaşlarımıza çok
teşekkür ediyoruz.
BÜMED İzmir
863
35 BU 1
QUIZ NIGHT HEYECANI
B
10
Mart ayının ikinci etkinliği için 29 Mart
gecesi Alsancak Muzaffer İzgü Sokak’taki
Cafe Del Mundo’da buluştuk. Cafe
Del Mundo, kurucusu Murat Fıçıcı’nın
belirttiği gibi “değişik ülkelerde sırt
çantalı gezginlere destek veren ve dünya
kültürlerini müşterilerinin ayaklarına
getiren” bir kafe. İçerisine girdiğiniz
zaman, onlarca ülkeden gelen çeşitli
hediyelik eşya, plaka ile resimleri ve ilginç
atmosferiyle sizi hemen içine çeken bu
mekân, pazar akşamları yaptıkları quiz
geceleri ile de tanınıyor.
Quiz başlama saati geldiğinde her
masaya cevapları yazabileceğiniz bir kart
veriliyor. 100’e yakın marka dünya birasını
tadabileceğiniz mekânda, masadakiler
bir yandan içeceklerini yudumlarken
diğer yandan tepedeki tavandan sarkan
ekranlarda sorulan sorulara heycanla
cevap vermeye çalışıyor. Her türlü
teknolojik aleti kullanmak, internetten
araştırmak veya grup içinde konuşmak
serbest, önemli olan nokta hangi
yoldan gidersek gidelim sorulara bir
şekilde cevap bulmak. Birinci masaya
sırt çantası, ikinci masaya uyku tulumu
ve mat, üçüncü masaya da baton ve
Lonely Planet Türkiye kitabı hediye
ediliyor. Geçtiğimiz sene katıldığımız
ve ikincilik ile üçüncülük kazandığımız
gecede bu sene maalesef elimiz boş
dönüyoruz. Elimiz boş dönsek de güzel
ve heyecanlı geçen bir gecenin ardından
bir sonraki etkinlikte gerçekleştireceğimiz
keyifli sohbetlerimizde buluşmak için
mekândan ayrılıyoruz.
üniversiteden haberler
ÖĞRENCILER HAYALLERINI
SOSYAL SORUMLULUK
PROJELERINE DÖNÜŞTÜRDÜ
B
12
Miami’de gerçekleştirilen Clinton Global
Initiative University 2015 Zirvesi’nde
Boğaziçi Üniversitesi öğrencileri
Türkiye’yi temsil etti. Amerikan
Başkanlarından Bill Clinton tarafından
tüm dünyadaki geleceğin liderlerini
bir araya getirmek için 2007’de kurulan
Global Clinton Initiative University
(GCIU) 2008’den bu yana dünyanın
farklı ülkelerinden sosyal sorumluluk
projeleri geliştiren öğrencileri
buluşturuyor. Eğitim, çevre ve iklim
değişikliği, yoksulluğun azaltılması,
barış ve insan hakları, halk sağlığı
üzerine sosyal sorumluluk projelerinin
sunulduğu bu zirveye bu yıl Türkiye’den
sadece Boğaziçi Üniversitesi katıldı.
Stanford, Yale, Berkeley, MIT gibi
Amerikan üniversitelerinin ağırlıklı
yer aldığı programda Türkiye’nin tek
temsilcisi olan Boğaziçi Üniversitesi ilk
kez 2014 yılında tek projeyle katıldığı
zirvede bu yıl 10 öğrenciden dört
projeyle yer aldı.
İNGILIZ BILIMLER
AKADEMISI’NDEN BOĞAZIÇI
ÜNIVERSITESI ÖĞRETIM
ÜYELERINE ÖDÜL
Boğaziçi Üniversitesi Çevre Bilimleri
Enstitüsü akademisyenlerinden Yrd.
Doç. Dr. Berat Zeki Haznedaroğlu
ve Boğaziçi Üniversitesi Ekonomi ve
Ekonometri Merkezi Müdür Yardımcısı
ve Ekonomi Bölümü Öğretim Üyesi
Doç. Dr. Ceyhun Elgin dünyanın en
köklü bilimsel akademisi olma unvanını
taşıyan İngiliz Bilimler Akademisi ve
The Royal Society tarafından “Newton
Advanced Fellowship” Araştırma
Ödülü’ne değer görüldü.
2014 KÖREZLIOĞLU ARAŞTIRMA
ÖDÜLÜ ATILLA YILMAZ'A VERILDI
Boğaziçi Üniversitesi Matematik
Bölümü öğretim üyelerinden Doç.
Dr. Atilla Yılmaz, Matematik Vakfı
tarafından 2012 yılından bu yana
verilen Hayri Körezlioğlu Araştırma
Ödülü'ne matematiğe yapmış olduğu
katkılardan dolayı layık görüldü.
Yılmaz'a ödülü 7 Nisan 2015 tarihinde
ODTÜ Uygulamalı Matematik
Enstitüsü Seminer Salonu'nda saat
15:30'da yapılan törenle sunuldu. Dr.
Yılmaz aynı gün “Seeing inside the
black box: Large deviation theory and
its applications" başlıklı bir seminer
verdi.
GÜNEY KAMPUS’TAKI “BAKLAVAÇAY KOŞUSU”NDA 85 SPORCU
SANIYELERLE YARIŞTI
Güney Kampus'un geleneksel bahar
koşularından Boğaziçi Üniversitesi
Rektörlük Koşusu, 20 Mart tarihinde
''Baklava -Çay Koşusu'' başlığıyla
gerçekleştirildi. Güney Meydan'da
başlayan ve yaklaşık 2,5 kilometrelik
bir parkurda yapılan koşuya aralarında
Boğaziçili öğrenciler, akademisyenler
ve çalışanların yer aldığı 85 kişi katıldı.
Boğaziçi Üniversitesi Spor Kurulu ve
Atletizm Takımı tarafından düzenlenen
koşuda Kadın-Öğrenci ve ErkekPersonel kategorilerinde dereceye
girenler madalya ve ödüllerini, koşuya
başından bu yana destek veren Rektör
Gülay Barbarosoğlu’nun elinden
alırken; Erkek-Öğrenci kategorisinde
dereceye girenlere madalya ve ödülleri
Rektör Yardımcısı Ayşe Mumcu
tarafından verildi.
BOĞAZIÇI ÜNIVERSITESI’NIN
ULUSLARARASI MISAFIR
PROGRAMI “BOĞAZIÇI
CHRONICLES” MAYIS AYINDA
ANTROPOLOG VE YAZAR MICHAEL
TAUSSIG’I AĞIRLIYOR
Ünlü antropolog Michael Taussig,
“Boğaziçi Chronicles” kapsamında 1
Mayıs-1 Haziran 2015 tarihleri arasında
Boğaziçi Üniversitesi’nin misafiri
olacak. Boğaziçi Üniversitesi’nde
konaklayarak öğrenci ve
akademisyenlerle buluşacak olan
Taussig, iki etkinliğe imza atacak. İlk
etkinlikte Alman düşünür ve estetik
kuramcısı Walter Benjamin’den ilhamla
hazırlayacağı bir performans sunacak
olan Michael Taussig, Mayıs ayı içinde
düzenlenecek ikinci etkinlikte film
gösterimi ve bir söyleşiyle izleyicilerle
buluşacak.
DÜNYA’NIN AKILLI TELEFON BAĞLANTILI İLK SAATİ
300 ŞEHİR İÇİN
EQB-500RBK-1A
2.399
Otomatik Ayarlama ve
Kendi Kendine Şarj Edebilme
Bölgesel zaman dilimi ayarı
için akıllı Bluetooth teknolojisi
Dual Time Dünya Saati
(Aynı kadranda iki şehri gösterebilme)
Güneş Enerjisi
facebook.com/casiosaattr
twitter.com/casiosaattr
instagram.com/casiosaat
üniversiteden haberler
HÜCRE TEDAVISINDE YENI
YÖNTEM: NANO- EL
B
14
Boğaziçi Üniversitesi Teknoloji Transfer
Ofisi’nin partnerlerinden biri olduğu,
kanser ve Alzheimer gibi hastalıklarda
hücrelerin girdiği etkileşimleri
incelemek ve içerisindeki molekülleri
analiz etmek amacıyla hayata geçirilen
MANAQA Projesi’nde sona gelindi. MIT
Technology Review Dergisi tarafından
“35 yaş altındaki en yenilikçi kişiler”
arasında gösterilen Yrd. Doç. Dr.
Hamdi Torun liderliğinde sürdürülen
proje kapsamında geliştirilen Nano-El
teknolojisi ile hastalığa neden olan
hücreleri tedavi etmeye yönelik
moleküler düzeyde ilaç geliştirilmesi
planlanıyor.
Ekonomik ve Politik Dönüşümleri
Anlamak” konulu panelde Boğaziçi
Üniversitesi mezunları buluştu.
İlk kez 2013 yılında Boğaziçi
Üniversitesi’nin “150. Kuruluş Yılı”
kapsamında, ABD’deki mezunları
bir araya getirmek için başlattığı
buluşmalar bu yıl da devam ediyor.
20 Nisan Pazartesi günü The Harvard
Club NYC'de düzenlenen “21.
Yüzyıl’da Türkiye: Sosyal, Ekonomik
ve Politik Dönüşümleri Anlamak”
konulu panelde Boğaziçi Üniversitesi
mezunları ve dostları bir araya geldi.
Binghamton Üniversitesi’nden Çağlar
Keyder, The Brookings Enstitüsü’nden
Kemal Kirişçi ve İleri Araştırmalar
Enstitüsü’nden (Institute for Advanced
Study, Princeton) Dani Rodrik’in
katıldığı panelin moderatörlüğünü
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji
Bölümü’nden Biray Kolluoğlu yaptı.
hiç dinlemedikleri gibi dinleterek
onlara muhteşem anlar yaşattı.
Ünlü şef Rob Kapilow ile birlikte
Denizbank CEO’su Hakan Ateş’in
orkestra şefliğinde, Avivasa CEO’su
Meral Erebenk Kurdaş, Hedef Alliance
CEO’su Tayfun Öktem, TAV CFO’su
Burcu Geriş, Brisa CEO’su Hakan
Bayman ve Hürriyet Pazarlama
Direktörü Birim Gönülşen’in de
yer aldığı Türkiye’nin önde gelen
yöneticileri sahnede, eşsiz yönetim
dersleri barındıran interaktif bir etkinlik
gerçekleştirerek müziği farklı açılardan
yorumlamaya çalıştılar. Boğaziçi
Üniversitesi öğrencilerinden Müzik
Kulübü üyesi Göktuğ Kıral’ın katılımı
ise etkinliğe ayrı bir renk kattı. Atölye
çalışması ve müzik seminerinde Rob
Kapilow’a Denizbank’ın katkılarıyla
İstanbul Devlet Senfoni Orkestrası eşlik
etti.
BOĞAZIÇI ÜNIVERSITESI QS
ÜNIVERSITE SIRALAMASINDA ILK
100 ARASINDA 11. OLDU
QS University Rankings’in hazırladığı
Gelişen Avrupa ve Orta Asya (GAOA)
2014/15 sıralamasına göre Boğaziçi
Üniversitesi 100 üniversite arasında
11. olarak yer aldı. Gelişen Avrupa ve
Orta Asya ülkeleri arasında yapılan
araştırmada birinci Lomonosov
Moskova Devlet Üniversitesi, ikinci Çek
Cumhuriyeti’nden Charles Üniversitesi,
üçüncü Rusya’dan Novosibirsk Devlet
Üniversitesi oldu.
BOĞAZIÇI ÜNIVERSITESI,
ABD’DEKI MEZUNLARIYLA BIR
ARAYA GELDIĞI BULUŞMALARA
DEVAM EDIYOR
The Harvard Club NYC'de düzenlenen
“21. Yüzyıl’da Türkiye: Sosyal,
ROB KAPILOW BOĞAZİÇİ
ÜNİVERSİTESİ’NDEYDİ
Dünyaca ünlü Amerikalı besteci ve
orkestra şefi Rob Kapilow, Odgers
Berndtson Türkiye ve Boğaziçi
Üniversitesi işbirliği ile 14 Nisan 2015
tarihinde çok özel bir müzik semineri
için Türkiye’ye geldi. Türkiye’de ilk
kez sahnelenen “Sonsuz Olanakları
Dinlemeye Hazır mısınız?” temalı
müzik semineri izleyicileri hem
eğlendirdi hem de müziği daha önce
*Üniversiteden Haberler bölümünde yer alan
haberlerin derlenme aşamasında okulumuzun
sosyal medya kanallarından destek alınmaktadır.
TÜM POZLARDA
MUTLULUK
TÜM POSLARDA
6 TAKSİT
HSBC Advance Kredi Kartı
Anlaşmalı anlaşmasız her yerde,
HSBC Advance müşterilerine bedava 6 taksit.
Daha ileriye, hep birlikte.
Advance Kredi Kartı sahibi olmak için ADVANCE
yazıp 4477’ye SMS gönderin, sizi arayalım.
Tıklayın
advance.hsbc.com.tr
Arayın
0850 211 0 115
Ziyaret edin HSBC Şubeleri
Sadece takside izinli sektörlerde geçerlidir.
HSBC Bank A.Ş. tarafından yayımlanmıştır. Advance olmak için hesaptan aylık toplam 500 TL ve üzeri birisi fatura olmak üzere en az 3 düzenli
ödeme talimatı verilmelidir ve bu talimatların aylık toplam en az 500 TL olarak ödenmesi gereklidir. Bankamız kredi ödemeleri dahil değildir. 6 taksit
kampanyası; kuyum, telekom, yemek, gıda, benzin dışında takside izinli sektörlerde 10.000 TL’ye kadar tüm yurt içi tek çekim işlemlerde geçerlidir.
Advance avantajları ödemelerin gerçekleşmesi durumunda bir sonraki aydan itibaren geçerlidir. Müşteri taksitlendirmek istediği her işlem için ayrı
talep iletmelidir. HSBC, kampanya koşullarında değişiklik yapma hakkını saklı tutar.
''BIZLERE ŞEN BIR SOSYAL BILIMIN
MÜMKÜN OLABILDIĞINI GÖSTERDI''
Geçirdiği by-pass ameliyatının
ardından 8 Nisan tarihinde,
71 yaşında hayata veda eden
üniversitemiz Sosyoloji Bölümü
emekli öğretim üyelerinden,
değerli hocamız Prof. Dr. Ferhunde
Özbay, 9 Nisan tarihinde Boğaziçi
Üniversitesi’nde düzenlenen anma
töreninin ardından son yolculuğuna
uğurlandı.
Anma töreninde konuşan Rektör Prof.
Dr. Gülay Barbarosoğlu, Ferhunde
Özbay’ın kaybının üniversite ve
ülke adına yeri doldurulamaz bir
kayıp olduğunu vurgulayarak
“Üniversitemiz ve ülkemiz çok
değerli bir akademisyeni, çok değerli
bir insanı çok erken kaybetmiştir.
Öğrencileri ve meslektaşları onu
unutmayacak ve unutturmayacak,”
dedi.
Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji
Bölümü, Bölüm Başkanı Doç. Dr. Zafer
Yenal ise Ferhunde Özbay’ın herkesin
hayatına dokunan hümanist kişiliğine
değinerek kaybının sosyoloji dünyası
adına büyük bir kayıp olduğunu ifade
etti. Törende konuşan Prof. Dr. Nermin
Abadan Unat ise Ferhunde Özbay
ile dostluğunun Ankara yıllarına
uzandığını belirterek Özbay’ın her
zaman coşkulu ve öğrenme aşkını
içinde taşıyan bir akademisyen
olduğunu belirtti.
Törende Ferhunde Özbay’ın
öğrencileri de, Özbay’a dair
duygularını anlatan konuşmalar
yaparak hocalarını uğurladılar. Prof.
Dr. Özbay’ın son dönem öğrencileri
adına hazırlanan veda metnini
öğrencilerinden Dilara Çatak okudu:
“Ferhunde Hocamızın sosyologlar
üzerine yaptığı kuşak çalışmasına
göre, kendisi 3. kuşaktandı ve bizler
7. kuşak olarak hocamızdan çok şey
öğrendik. Nazarıyla ve neşesiyle
hepimizi esinlendirdi. Bizleri daima
can kulağıyla dinlerdi. Onunlayken
yaşınızın farkını hiç hissetmezdiniz.
Bizleri dengi gibi görürdü.
Yüreklendirici ve cesaret vericiydi.
Öğrencilerini işinin değil hayatının bir
parçası olarak görür, sever ve korurdu.
Hepimizin hayatında bir hocanın
ötesinde yer edindi. Bizler şimdi onu
neşesiyle hatırlıyoruz. Dünyadaki
tüm kötülüklere meydan okuyan bir
neşe. Neşesindeki o gücü, yaptığı
işin ve bizlerin üstüne düşürebildi.
Bizlere şen bir sosyal bilimin mümkün
olabildiğini gösterdi.” 1983 mezunu
Ayşe Burakbaşı ise Özbay’ın keskin
zekâsı ve gözlem gücüyle çok değerli
bir bilim insanı olduğunu; yazılarının
ve çalışmalarının genç kuşaklara da
aktarılması gerektiğini söyledi.
Ferhunde Özbay, Boğaziçi
Üniversitesi’ndeki anma
toplantısından sonra Teşvikiye
Camii’ndeki öğle namazının ardından
Zincirlikuyu Mezarlığı’nda defnedildi.
1944’te Ankara’da doğan Özbay,
Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri
Enstitüsü'nde birlikte çalıştığı hocası
Prof. Dr. Nusret H. Fişek’in 1992’deki
ölümünün ardından şöyle yazmıştı:
“Bilimde yaşa ve titre göre hiyerarşi
olmaması gerektiğini, özgür bir
düşünme ve tartışma ortamının ne
kadar geliştirici olduğunu öğrendim.
Gençlere özgüven vermenin
başka bir yolunun olmadığını
öğrendim. Şimdi bu öğrendiklerimi
öğrencilerime aktarmaya çalışıyorum
ve yaşım ilerledikçe genç kuşaklarla
tartışmanın bana da ne kadar yararlı
olduğunu görüyorum.”
PROF. DR. FERHUNDE ÖZBAY’IN
YAYINLARI VE MAKALELERINDEN
BIR SEÇKI:
Türkiye’de Nüfus Hareketleri, Devlet
Politikaları ve Demografik Yapı, Özbay
F. ve diğerleri, Hacettepe Üniversitesi
Nüfus Etütleri Enstitüsü. Ankara. 1-69.
(2002)
“Evlerde Elkızları: Cariyeler, Evlatlıklar,
Gelinler”, Feminist Tarihyazımında Sınıf
ve Cinsiyet, Leonore Davidoff, Ayşe
Durakbaşa (eds.), İstanbul: İletişim.
(2002)
“Gendered Space: A New Look at
Turkish Modernisation“ Gender &
History. Leonore Davidoff et al. (eds.)
Blackwell, Oxford. (2000)
Türkiye’de Evlatlık Kurumu: Köle mi
Evlat mı? Boğaziçi Üniv. Yayınevi:
İstanbul. 42 s. (1999)
“1930'lardan 2012'ye Nüfus
Mühendisliği” (Makale, 2012, Bianet)
“Çerkes Göçüyle Tetiklenen Evlatlık
Uygulamaları” (Makale, 2014, Bianet)
Kaynak: Kurumsal İletişim Ofisi
BÜMED OLAĞAN GENEL KURUL TOPLANTISI
BÜMED Genel Kurulları derneğe
aidiyeti pekiştiren, üyelerin bir
aradalığını destekleyen, derneğin
işleyişi ile ilgili detaylı bilgi
paylaşımlarının yapıldığı, mezunların
dernek ile ilgili sormayı arzu ettikleri
soruları sorma fırsatı buldukları en
önemli etkinliklerin başında geliyor.
04 Nisan 2015 Cumartesi günü bu
önemli buluşma gerçekleşti.
Genel Kurul’da Divan Kurulu Başkanı
olarak Sayın Tamer Atabarut ’88
seçilirken, Başkan Yardımcılığı
görevini Sayın Mehmet Bora Akgül ‘92
üstlendi. Yazmanlar ise Sayın Melek
Ülkü Arısoy ‘07 ve Sayın Yasemin Dut
’10 idi.
B
18
Toplantı Prof. Dr. Gülay
Barbarosoğlu’nun konuşması ile
başladı. Konuşmasına BÜMED’in
30. yılını kutlayarak başlayan Sayın
Barbarosoğlu, üniversitenin ve
Mezunlar Derneği’nin mezunlar ile
ilişkisinin daha da gelişmesine vurgu
yaptı. Sayın Rektör ayrıca, Boğaziçi
Üniversitesi’nin bir yıl içerisindeki
akademik, sosyal ve fiziki koşullarını
değerlendirdi, yürütülen çalışmalar
hakkında bilgi verdi.
“Hep beraber, Kilyos Sarıtepe
Kampusu üzerine daha çok eğilmeli,
orayı Boğaziçi Üniversitesi’nin önemli,
ana kampuslarından biri haline
getirmeliyiz,” diyen Barbarosoğlu
kampustaki çalışmalardan bahsetti.
Çok önemli bir çalışma olan rüzgâr
türbininin yapılış aşamasına değinen
rektörümüz, dünyada bir ilki
gerçekleştirmiş olmanın mutluluğunu
dile getirdi.
“Borsa İstanbul ile ortak Teknopark’ı
kurduk. Bütün mezunlarımızın bu
teknoparkta yer almasını özellikle
ve öncelikle istiyoruz. Dudullu
Organize Sanayi Bölgesi ile bir diğer
teknopark ortaklığını başlattık,”
sözleriyle üniversitenin işbirlikleriyle
toplumun değişik bölgelerine katkıda
bulunmaya devam edeceğini belirtti.
Teknoloji ve ürün geliştirmede
ilerlemenin, kuluçka merkezleri
kurmanın önemini vurgulayan
Barbarosoğlu, üniversitede
kurumsallaşmanın gelişmesi için
yapılan yoğun çalışmalara da değindi.
“Boğaziçi Üniversitesi’nin duruşunu
devam ettirebilmesi ve bir dünya
üniversitesi olabilmesi tamamen
mezunlarına ve mezunlarının
maddi desteğine bağlıdır. Sadece
Türkiye’de değil, dünyada da Boğaziçi
markasını devam ettirmek adına
bütün mezunlarımıza ulaşmaya
çalışacağız. Büyük bir camiayız. El
ele vererek Boğaziçi Üniversitesi
tüzel kişiliği ve BÜMED üzerinden
birbirimize destek olmalı, büyük
düşünmeli ve Boğaziçi’ni ülkemizdeki
her türlü dalgalanmaya karşı ayakta
durabilecek kadar güçlendirmeliyiz,”
sözleriyle konuşmasını bitiren
Barbarosoğlu, aidiyet duygusunun da
geliştirilmesi gerektiğini belirtti.
Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu’nun
konuşmasının ardından 14. Dönem
Yönetim Kurulu Başkanı Sayın Hakan
Zihnioğlu ’91, “Boğaziçi Üniversitesi
Mezunlar Derneği, örnek bir sivil
toplum örgütüdür,” sözleriyle
konuşmasına başladı. Sayın Zihnioğlu,
“Üniversitemizin global vizyonu
içerisinde dünya ölçeğinde başarılı
bir üniversite olma yolunda bizim de
çalışmalarımız oldu,” diyerek Amerika
temaslarından bahsetti. Üniversite
ile olan koordineli çalışmalarıyla
birlikte mezun destekli bir üniversite
modelini amaçladıklarını vurgulayan
Zihnioğlu, BÜMED’in sağladığı desteği
örneklerle açıkladı.
“2014’te ciddi oranda üyemize toplu
satın alma olanaklarıyla fırsatlar
yarattık,” cümlesinin ardından üyelere
yönelik gerçekleştirilen etkinliklere
ve yapılan çalışmalara değinen
Zihnioğlu, yaratılan farklı markaları
vurguladı ve konuşmasını “Amacımız,
Boğaziçi Üniversitesi’nin dünyanın
saygın üniversiteleri arasındaki yerinin
devam etmesi,” sözüyle sonlandırdı.
Hakan Zihnioğlu’nun sunumunun
ardından üyelerden gelen sorular
yanıtlandı, paylaşımlarda bulunuldu
ve Divan Kurulu Başkanı tarafından
gündem okundu.
SECTORS TOGETHER - CONSTRUCTION
BÜMED Network çatısı altında
gerçekleşen en önemli etkinlik
dizilerinden biri olan Sectors
Together, farklı sektörlerin önde
gelen başarılı isimlerini Boğaziçililer
ile bir araya getirmeye devam
ediyor. Serinin ikincisi 19 Mart
Perşembe günü BÜMED Mustafa
Kemal Atatürk Salonu’nda
gayrimenkul ve yapı sektörünün
yöneticilerini bir araya getirdi.
Uluslararası Müteahhitler Birlikleri
Konfederasyonu Başkanı, Yapı
Merkezi İnşaat ve Sanayi A.Ş.’nin
ortağı ve Yönetim Kurulu Üyesi
olan İnşaat Mühendisliği Bölümü
mezunumuz Sayın Emre Aykar ’71
ve İnanlar İnşaat Yönetim Kurulu
Başkanı Sayın Serdar İnan’ın konuk
olduğu etkinlik, öğrencilerin
ve inşaat sektöründe kariyerini
sürdüren Boğaziçililerin katılımı ile
gerçekleşti.
B
20
Buluşmanın ilk konuşmacısı
sektörde uluslararası bir isim olan
Emre Aykar’dı. Aykar, üç gruba
ayırdığı sunumunda ilk olarak
Türkiye Müteahhitler Birliği’nin
yurtdışındaki ilişkiler ağına
değindi. Ardından Türk inşaat
sektörünün sorunları hakkında
bilgi vererek, konuşmasını Türk
müteahhitlerinin dünyanın farklı
yerlerindeki başarılı çalışmalarından
örnekler vererek sonlandırdı.
Genel olarak Aykar, başkan olarak
seçildiği Uluslararası Müteahhitler
Serdar İnan
Birlikleri Konfederasyonu (CICA),
Avrupa Müteahhitler Birliği (FIEC),
sektördeki sorunlara çözüm
önerileri, hazırladıkları manifesto,
Türk müteahhitlerinin sahip
olduğu rekabet gücü, firmaların
çalışmaları başlıklarına değindi.
Aykar, müteahhitlerin sorunlarına
dair hazırlanan bildirgenin ana
konularını şu şekilde listeledi: Kamu
ihale kanunu, kamu-özel sektör
işbirliği (PPP), yatırım ödenekleri,
yurtdışı müteahhitlik ve teknik
müşavirlik hizmetleri, kefalet
bonosu, verimli ve yetkin bir işgücü
piyasası, iş sağlığı ve güvenliği, yapı
müteahhidi tanımı, şehirleşme, imar
uygulamaları ve kentsel dönüşüm,
sürdürülebilir inşaat.
Türk müteahhitliğinin 1972
yılında yurtdışına açıldığına
Emre Aykar
değinen Aykar, ilk gidilen ülkenin
Lübnan ve ilk giden şirketin de
STFA İnşaat olduğunu belirtti. O
günden bugüne 104 ülkede 7.700
projenin yapıldığını vurgulayan
Aykar, 300 milyar dolarlık sözleşme
imzalandığını söyledi.
Son olarak da zaman içerisinde
gerçekleşen pazar çeşitlenmesinden
bahseden mezunumuz, Türk
müteahhitlerin dünyanın her
kıtasında, pek çok farklı dünya
ülkesindeki çalışmalarından örnekler
verdi.
Etkinliğin ikinci konuğu olan
Serdar İnan, dünya başkenti olarak
İstanbul'u kurma hedefini belirterek
sözlerine başladı. İnşaat sektöründe
öncü ülke olmanın sebeplerine
değinen İnan, çok farklı iklimlerde
çalışmalar yapıldığını belirtti. İnanlar
İnşaat olarak gerçekleştirdikleri
projelerden bahseden İnan, inşaat
sektöründeki sorunları vurguladı.
Türkiye'deki müteahhitlik
hizmetlerine karşı sahip olunan
algının değişmesi gerekliliğini
savunan İnan, mülkiyet, imar,
işgücü imkânı başlıklarına değindi.
Aynı zamanda yürürlükte olan iş
kanunu, iş sağlığı ve güvenliği,
kentsel dönüşüm ve KDV,
tüketicinin korunması kanunlarının
uygulamadaki yerini yorumladı.
rına
ezunla
m
rsitesi
e
v
i
n
içi Ü
a,
Boğaz obilyalarınd
m
bahçe
özel
n
a
r
a
v
a
!
’
ı
0
t
3
a
s
%
r
ı
f
m
i
r
i
d
in
Evinizde tropik stili yaşatmak istiyorsanız rattan mobilyalar,
floral desenli kumaşlar ve çiçek formlu aksesuarlar bu yıl da
addresistanbul’daki mağazalardan bulabileceğiniz ürünler
arasında. Egzotik meyve heykellerinden iri yaprak desenli
yastıklara; ferforje kafeslerden renkli cam fenerlere kadar
tüm detaylar tropik stile gönderme yapıyor.
alanlarında ilginç, enerji veren ve sizi klişeden uzak tutabilen
mobilya ve aksesuarlar bulabilirsiniz.
Geçmiş
yılların
dekorasyon
çizgilerinin
farklı
yorumlamalarıyla yeniden karşımıza çıktığı ve minimalizmin
etkisinin zayıfladığı yeni sezon dekorasyonunda canlı
renkler evlerde ağırlığını hissettiriyor. Farklı tarzların renkli
birleşmesinden doğan bu temada birbirleriyle stil olarak
benzeşmemelerine rağmen, bir arada olduklarında yaşam
Koyu renklerin ağırlıkta olduğu bambu koltuklar mor, yeşil,
turuncu ve beyaz tonlarıyla kombinlenirken, kilimler evlerde
etnik bir hava estiriyor. Modern çizgilerin hakim olduğu
aksesuarlar şehir havasını yansıtırken, modadan ilham
alınarak tasarlanan nevresim takımları ve abajurlar, yatak
odalarına şık bir dokunuş ve derinlik kazandırıyor.
Baharın renklerini iç ve dış mekanlara taşıyan, şık, sağlam
ve bir o kadar da gösterişli masa, şezlong ve hamak gibi
ürünler havuz başlarında ve bahçelerde kullanım kolaylığı
sunuyor. Karanlık bahçelerde ışıldayan mum ve bahçe
Metropol insanının zorunlu bahçe olgusu teras ve aydınlatmaları, rezene yeşili, safran sarısı, turuncu, mor gibi
verandalarda kahvaltı keyfi için minimal modern bahçe canlı renklerin ve desenlerin hakim olduğu yemek takımları
mobilyaları, dinamik tasarımlar ve terasta berbekü keyfinden ve aksesuarlarla kombinlenerek tekneleri ve bahçeleri
hareketlendiriyor.
yola çıkılarak hazırlanan aksesuarlar da var.
ri
endle
r
t
a
y
Dün
n
illene
ın
ile şek s yaşamın
i
f
o
rı
ev ve
arkala
m
n
i
da,
seçk
tı altın
a
ç
ı
n
l’da.
ay
tanbu
s
i
s
e
r
add
Casa
Statü
ni
Molte
a
d
Da
Home
it
nbul
a
Biscu
t
n
Dream
s
i
a
ilya
l
s
o
e
r
z
i
d
t
k Mob
n
a
i
a
t
it
n
ad
i
b
e
o
n
a
i
K
n
e Tina
s
H
i
n
j
r
r
e
lc
ne
ome
ellie d
e
e
d
H
s
n
i
o
n
a
ş
k
ı
i
h
r
k
k
C
a
Va
r
llpape
e bah
farklı
o
Mywa
na
Disen
eviniz ileceğiniz
S
by e
b
il Ata
N
e
rs
r
Mobi
u
io
r
e
e
taşıya iflerle dolu
Dem
ta Int
n
A
t
E
il
a
is
N
M
es
altern
Stone
al Hom
Parete
Coast
Mum
Sedef
Oka
d
n
Punto
ngla
Studio
New E
teriors
us
T&S In
Delicio
o
n
e
a
Dis
a
Birimz
ınlatm
D1 by
ğ Ayd
a
d
o
m
Ce
Estil
ns
Haste
m
Hama
ise
o
c
De r
SECTORS TOGETHER - DIGITAL FINANCE
B
24
BÜMED Network çatısı altında
gerçekleşen Sectors Together, bu
yılki etkinliklerinin üçüncüsünü 2
Nisan 2015 Perşembe günü saat
19:30’da BÜMED Mustafa Kemal
Atatürk Salonu’nda, Enpara.com'un
sponsorluğunda gerçekleştirdi.
Farklı sektörlerle Boğaziçilileri
buluşturan etkinliğin bu ayki
konukları günümüz dünyasında
önemi giderek artan dijital finans
alanının önemli isimleri oldu.
Enpara.com direktörü Boğaziçi
İşletme Bölümü mezunu Elsa
Pekmez Atan ’99 ve Tribal Worldwide
İstanbul Genel Müdürü Ömür Kula
Çapan’ın konuşmacı olarak katıldığı
etkinliğe, dijital finans alanında
çalışmalarını sürdüren Boğaziçililerin
ve sektörle ilgili öğrencilerin katılımı
yüksekti. Elsa Pekmez Atan’ın
Enpara.com’un kuruluş, gelişme
sürecini ve farklarını anlattığı
sunumunun ardından, Ömür Kula
Çapan yakınsamanın (convergence)
dijital finanstaki yerini örnekler
üzerinden anlattı.
Etkinliğin ilk konuşmacısı olan
Elsa Pekmez Atan, finansın
dijitalleşmesinin esasen çok da
yeni bir şey olmadığına ve bunun
örneklerinin dünyada 1990’lardan
itibaren görüldüğüne dair verdiği
örneklerle sunumuna başladı.
Daha sonra 2012 yılında hayata
geçen Enpara.com’un çıkış noktası
ve günümüze kadar geçirdiği
süreçten bahseden Atan, sürece
hakimiyeti açısından ilgiyle
dinlendi. Enpara.com’un çıkış
noktasının tüketici ihtiyaçlarına
cevap vermek olduğunu dile getiren
Atan, bu durumun kimi yenilikleri
gerektirdiğinden bahsetti. Bu
anlamda temel olanın, bankacılık
işlemlerinde merkez konumda
olan şubeyi aradan çıkarmaları
olduğunu söyledi. Bunun nedeni
olarak da tüketici ihtiyacının şubeyi
aradan çıkarmaya yönelik olmasını
gösteren Atan, bankayla çalışmak
için şubeye gitme zorunluluğundan
hazzetmeyen tüketicilere bu şekilde
alternatif sunulduğundan bahsetti.
Atan, bir saatlik konuşmasının
devamında Enpara.com’un sektöre
getirdiği müşterinin ayağına
gitme, online olarak kredi alabilme,
bankacılık ücretlerinin alınmaması
gibi yenilikleri verdiği örneklerle
anlattı.
Atan, sunumunda üretmiş oldukları
modeli başarılı kılan esas faktörün
müşteriye sade, kolay anlaşılabilir
ve ulaşılabilir bir deneyim sunmak
olduğunu vurguladı. Bu bağlamda,
sözleşmelerin kısa ve anlaşılır
hale getirilmesi; az, öz ve basit
ürün seçenekleri; ekranların
sade tasarımlı olması; müşterinin
yaşayacağı problemleri önceden
programlamak; küçük bir ekip
olmak; arayan müşterilere kısa
sürede cevap vermek; müşterilerin
çeşitli sosyal medya alanlarından
görüşlerini yazabilmesi gibi
uygulamaların başarılarının esas
sırlarından olduğunu açıkladı.
Etkinliğin ikinci konuşmacısı Tribal
Worldwide İstanbul Genel Müdürü
Ömür Kula Çapan oldu. Çapan,
sunumunu dijital finans alanında
önemli terimlerden yakınsama
üzerinden verdiği örneklerle
gerçekleştirdi ve yakınsamanın
temelde insanla teknoloji arasında
olduğunu vurguladı. Yakınsama
ile beraber tek bir üründe pek
çok özelliğin bir arada oluşunu ve
gelecekte de bu yönde dönüşümler
olacağının altını çizen Çapan,
dolayısıyla bu iç içeliğin kaçınılmaz
olduğunu vurguladı. Yakınsamanın
temelinde değişen tüketici
isteklerinin olması değinilen bir
diğer başlıktı. Günümüz dünyasında
vakti sınırlı olan tüketicinin, gelişen
dijital teknoloji ile zayıflayan
belleklerin oluşumu, ulaşılabilirliğin
kolaylaşması ile tüketicide
oluşan tahammülsüzlük ve birim
maliyetlerin azalması ile beraber
yakınsamanın bir anlamda kurumlar
için kaçınılmaz olduğu vurgulandı.
Öte yandan, bu çözümlerin
artık ekonomik olmasının da
önemli olduğunu belirten Çapan,
konuşmasına çeşitli yakınsama
yöntemi ve örnekleri üzerinden
devam etti. Çapan’ın “modernist
cuisine, digit, uber” gibi değişik
sektörlerden sunumunda verdiği
yakınsama örnekleri dinleyicilerin
dikkatini çekti. Konuşmaların
ardından gelen soru-cevap
bölümleriyle merak edilenlerin
yanıtlarının alınması katılımcıları
oldukça memnun etti. Etkinliğin
ardından gerçekleşen kokteylle
dijital finans sektörü çalışanları ve bu
alanda çalışmak isteyen Boğaziçililer
network ağlarını güçlendirdiler.
Böylece, Sectors Together bir kez
daha öğrencilerimizle, alanında
deneyimli ve seçkin isimleri bir araya
getirdi ve aynı zamanda benzer
sektörde çalışan Boğaziçililerin
buluşmasına vesile oldu.
Enpara.com'a verdiği destek
dolayısıyla teşekkürlerimizi sunarız.
Elsa Pekmez Atan
Ömür Kula Çapan
Sectors Together etkinlikleri kapsamında
siz de kurum olarak yer almak isterseniz,
[email protected]
adresinden bize ulaşabilirsiniz.
GÖZÜ YÜKSEKLERDE OLANLAR İÇİN
YÜKSEK AK ADEMİK HEDEFLER:
BİREYSEL EĞİTİM PROGR AML ARI…
İNGİLİZCE, ALMANC A, İSPANYOLC A...
Ö ğrencinin ak ademik ihtiyacına göre
şek illenen “ k işiye özel ”, yürütülen
programlar... 18 öğrenciyle sınırlı sınıf
mevcutları
Anasınıfından itibaren yabancı
öğretmenlerle yürütülen İ ngilizce
eğitimine, ilerleyen yıllarda ek lenen
İspanyolca ve Almanca
ENTELEKTÜEL VE SOSYAL GELİŞİM…
YÜKSEK MEZUN BAŞARISI...
N itelik li sanatsal ve sosyal etk inlik lerin
yanında düzenli ders programının bir
parçası olarak satranç, tenis ve yüzme...
Ç eyrek asırlık geçmişinde mezun ettiği
öğrencilerinin toplamında %24’ünün
ingilizce eğitim yapan özel Amerik an
okullarına, %42’sinin Almanca eğitim yapan
yabancı özel liselere, %82’sinin ise
Fransızca ve İ talyanca eğitim yapan özel
yabancı okullara k abul edilmesini
sağlamıştı
sağlamıştır. (Kümülatif değerler)
1991
ETİLER
Nispetiye Cd.113 Etiler
w w w.istanbulkoleji.com
* BU Mensuplarına özel kontenjan
T 0212 287 06 96
EFSANELERLE BOĞAZİÇİ BALOSU’NUN ARDINDAN
ANLAMLI BULUŞMALAR
Boğaziçi Üniversitesi Vakfı
Değerli Mezunlarımız,
Üniversitemizin 6 Aralık 2014
tarihinde Raffles Hotel İstanbul'da
gerçekleştirdiği Efsanelerle Boğaziçi
Balosu 2014'teki müzayede
bağışlarından en ilgi çekici olan
Cem Yılmaz ve Nevzat Aydın'la
yemek organizasyonumuz Nisan
ayı içerisinde Sunset Grill Bar'da
gerçekleştirildi.
B
26
Mezunlarımızın Sayın Yılmaz ve
Sayın Aydın ile buluşma şansı
yakaladığı o keyifli ve güzel anlardan
birkaç kareyi sizlerle paylaşmanın
sevinç ve gururunu yaşıyoruz.
Camiamızın birlikteliğini
pekiştirmeyi, dayanışma ruhunu
daha da geliştirmeyi hedefleyen
etkinliklerimizin sonrasında
bu anlamlı ve güzel anların
yansımalarını mezunlarımızla
paylaşmak bizler için bir sevinç
kaynağı.
Efsanelerle Boğaziçi Balosu'na
katılan ve destek veren
tüm bağışçılarımıza tekrar
teşekkürlerimizi sunuyor, bir sonraki
etkinlikte yeniden bir araya gelmeyi
ümit ediyoruz.
YALE ÜNİVERSİTESİ MEZUNLAR DERNEĞİ
DİREKTÖRÜ MARK DOLLHOPF BÜMED’İ
ZİYARET ETTİ
BÜMED’in kuruluşunun 30.
yılında, 30. Kuruluş Yılı Etkinlikleri
kapsamında Yale Üniversitesi
Mezunlar Derneği Direktörü Sayın
Mark Dollhopf, 30 Mart 2015
günü BÜMED Mustafa Kemal
Atatürk Salonu'nda Fundraising
and Friendraising başlıklı, öğretici
bir sunum gerçekleştirdi. Mark
Dollhopf, uluslararası kâr amacı
gütmeyen kuruluşların stratejik
planlaması, kaynak geliştirme,
fon kampanyaları yönetimi,
bağışçı tespit ve yönetimi gibi
başlıklarda uzmanlığı ile tanınıyor.
Dollhopf’un sunumunun başlığı
ise, fon yaratmanın yanında
aidiyet duygusunu pekiştirmeyi ve
mezunların üniversite ile manevi
bağlarının devamlılığını temsil
ediyor.
B
28
Mark Dollhopf’un sunumunun
öncesinde BÜMED havuz başında
bir kokteyl düzenlendi. Eski
rektörler, öğretim üyeleri ve
mezunlar Sayın Dollhopf ile
sohbet ettiler ve fikir alışverişinde
bulundular. Sunum öncesindeki
bu birliktelik, sunum esnasındaki
görüş alışverişi için önemli bir
başlangıç niteliği taşıyordu.
Kuruluşunun 30. yılında, mezunlar
ve üniversite arasındaki köprüyü
daha da sağlamlaştırmak hedefiyle
çalışmalarına devam eden
derneğimiz adına bu öğretici
buluşma, özel bir deneyim olarak
hafızalardaki yerini aldı.
B
29
FUNDRAISING AND FRIENDRAISING
Yale Üniversitesi Mezunlar Derneği
(AYA) Direktörü Mark Dollhopf,
BÜMED'de Fundraising and
Friendraising başlıklı bir sunum
yaptı. Bu başlık, fon yaratmanın
yanında mezun ilişkilerini
geliştirmeyi ve mezunların üniversite
ile manevi bağlarının sürekliliğini
simgeliyor.
B
30
Mark Dollhopf’un altını çizdiği
noktaların en önemlilerinden biri,
mezunların en etkin şekilde nasıl
gönüllü kılınabileceğiydi. Sunum
esnasında insani ilişkilerin değeri
ve bu ilişkileri geliştirerek mezunu
verici olmaya teşvik etmenin önemi
ortaya çıkıyordu. Üniversitelerin
sadece meslek edinmeye yönelik
fonksiyonu olan kurumlar değil,
eleştirel düşünceyi geliştiren/
geliştirmesi gereken yapılar olduğu
ise, Dollhopf’un vurguladığı bir diğer
önemli başlıktı.
Dollhopf yaşam öyküsünden de
örnekler vererek Yale Üniversitesi’nin
kendi hayatını nasıl değiştirdiğini
ve bu değişimde kendinden önceki
kuşakların katkılarının ne yönde
olduğunu aktardı. Ardından,
sunumuna başlamadan önce
katılımcıların sorularını dinledi ve
sunumunu bu sorular etrafında
şekillendirdi. Seyircilerle interaktif
olarak gerçekleşen oturum, her iki
taraf için de öğretici bir deneyim
oldu. Dollhopf'un heyecanlı ve
motive edici sunumundan öne çıkan
notları sizinle paylaşıyoruz:
l Yale’in hayatımı nasıl
değiştirdiğine dair hikâyemi
anlatmak isterim. Bir işçi ailesinin
çocuğuydum ve ekonomik
durumumuz kötüydü. Yale,
hayatımın dönüm noktasıydı.
Eğer önceki jenerasyonlar benim
gibi öğrenciler için gerekli maddi
olanağı sağlamasalardı, bu fırsatım
olmayacaktı. Bu, ömür boyu
hissettiğim bir minnettarlıktır.
Benim görevim de bunu geri
vermek. Bu yüzden bu işi yapıyorum;
minnettarım ve bu karşılıklı ilişki
zincirini devam ettirmek için
çalışıyorum.
l Rekabet olumlu bir unsurdur;
çünkü en parlak ve zeki öğrencileri
toplamaya ihtiyacınız var. En doğru
kişileri bulmalısınız. Rekabet ettiğiniz
kurumlar da önemlidir. Örneğin eğer
benden daha geride olan biriyle
yarış içindeysem, hiçbir zaman tam
olarak yarışa dikkatimi veremem.
Dolayısıyla, Yale’in Harvard’a;
Boğaziçi’nin Yale’e ve Harvard’a
ihtiyacı var. Yani dünya üniversiteleri
arasındaki bu rekabet yararlıdır.
Herkesin mükemmel olmayacağını
biliyoruz; fakat önemli olan isteğin
büyük olması. Bu nedenle, yarışı
kazanmaya yardım etmesi için
üniversiteler yeni kaynaklara yatırım
yapıyorlar.
l En iyiler arasında olmalısınız.
Türkiye, yükselen bir ekonomi
ve eğer üniversiteler teknolojik,
yenilikçi birer itici güç olurlarsa, bu
daha iyiye gider.
l Bu akşam bana bir gazeteci
“Diplomalı, yüksek lisans ve/veya
doktora yapmış ve işsiz olan gençler
için tavsiyeniz nedir?” diye sordu.
Tavsiyem, eğer master ya da doktora
dereceniz varsa ve iş bulamıyorsanız,
bu durumdan dolayı pes etmemeniz
gerektiğidir.
l Eğitimi sadece faydacı bir anlayışla
tarif etmenin yanlış olduğunu
düşünüyorum.Yale'de, sizi bir iş
için yetiştirmiyoruz. Sizi eleştirel
düşünen, yenilikçi bir kişi olarak,
toplumu değiştirme gücüne sahip
bireyler olarak yetiştiriyoruz. İş
sonradan geliyor.
l Eğitimli vatandaşlar olarak görev,
toplumu dönüştürmektir; sunulanları
doğrudan kabul etmek değildir.
Kendi görevimizi de bu şekilde
görüyoruz.
l Her insanın kendisinden sonra
gelenler için verici olma ihtiyacı
vardır. Bu noktada bu ihtiyacı nasıl
ortaya çıkardığınız, insanlara bu
anlamda nasıl ilham verdiğiniz
önemlidir.
l Yurtdışındaki pek çok üniversite,
sadece mezunları ile temasa geçmek
için büyük çaba gösteriyor ve onlara
ulaştıkları anda mezunların bağış
yapmaya hazır olduğunu düşünüyor;
ama durum bu değil. İnsanlar
Sunumdan Akılda Kalanlar:
Nurdan Tümbek Tekeoğlu ’88
anında vermeye hazır olmazlar.
Onlara sormamalısınız, onlardan
talep etmemelisiniz demiyorum;
sormalısınız. Ama öncelikli olarak
ilişkiyi nasıl kuracağınızı düşünüyor
olmalısınız. En önemlisi budur.
l Mezunlara nelere ihtiyacımız
olduğunu söylemek yerine, onların
neleri istediklerini ve nelere ihtiyaç
duyduklarını anlamaya çalışabiliriz.
Etkin olan mezun dernekleri
üniversitelerinin ihtiyaçlarına
odaklanabilirler. Daha etkin olan
mezun dernekleri ise, bağışçılarının
ihtiyaçlarına eğilirler.
l Maddi talepte bulunmak ve birine
ilham vermek birbirinin ayrılmaz
parçalarıdır. Kuruluşlarımız, maddi
kaynağa o an ihtiyaç duyuyorlarsa,
onu sıklıkla agresif bir şekilde
talep etmeye eğilimlidirler. Bunun
yanlış olduğunu söylemiyorum.
Söylediğim, bu durumun ilham ve
istekle dengelenmesi gerektiği.
l Sizi tanımaya çalışmalıyım:
Tutkularınız nelerdir, okul ile nasıl bir
ilişkiniz vardı, favori hocanız kimdi,
kimlerle arkadaştınız? Sizinle ilgili
bilmem gerekenler, atacağım ilk
adımdır.
l Yale'de her bir çalışanımız 100 kişi
ile iletişim kurmaktan ve bu iletişimi
sürdürmekten sorumlu.
l Potansiyel bağışçılarla duygusal
bağ kurmak önemli. IQ’nun yanında
duygusal zekâmız da var ve etkin
şekilde bağış sağlayabilenler
duygusal yönden zeki olanlardır.
Öğretim üyesi olduğum Beykent
Üniversitesi'nden oda arkadaşım
Doç. Dr. Tanses Gülsoy ile (Tuncel
Gülsoy'un kuzeni) mezun
olduğum ve doyamadığım
Boğaziçi Üniversitesi'nin Mezunlar
Derneği'nin seminer salonuna
büyük bir heyecanla gittim. Yale
Üniversitesi Mezunlar Derneği
Direktörü Mark Dollhopf'u büyük
bir ilgiyle dinledik. Yönetiminde
250 kişinin çalıştığını, her kişinin
100 bağışçı ile birebir ilgilendiğini,
son beş yılda ciddi oranda bir fon
yarattıklarını ve 7.000 bağışçıyı
tanıdıklarını söyledi. Birebir
iletişimin tüm iletişimlerin önüne
geçtiğini söyleyen Dollhopf,
insanların bağış yapması için
hikâyeler ve haklı gerekçeler
üretmemiz gerektiğinin altını
çizdi. Müthiş bir motivasyonla
sunumunu tamamlayan Mark'ı
dinlemeye doyamadık.
Elvan Zihnioğlu ’96
BÜMED’in, 30. Kuruluş Yıldönümü
Etkinlikleri kapsamında, 30 Mart
2015 tarihinde Yale Üniversitesi
Mezunlar Derneği (AYA) Direktörü
Mark Dollhopf’un konuşmasını
keyifle dinledim. Üniversitemizde
ve ülkemizde mezunlarla ilişkiler,
bağış alma konularında yapılan
çalışmalar ve bunlar için referans
noktaları bulma açısından faydalı
bir seminerdi, teşekkür ederim.
Pelin Mirasyedi ’99
Mark Dollhopf, çok canlı
ve motive edici bir sunum
gerçekleştirdi. Sunumu
esnasında, aslında dünyanın farklı
bölgelerinde kaynak yaratma
anlamında benzer sorunların
yaşandığını gösterdi. Tabii onlarda
sistem daha düzgün bir biçimde
işliyor. Kaynak yaratma sürecinde
mezunların öncelikle aidiyet
duygularının geliştirilmesi ve
en doğru zamanlama ile maddi
kaynak talebinde bulunulması
gerektiği de altını çizdiği
noktalardandı.
B
31
Mark Dollhopf
”THE REAL WORK OF OUR INSTITUTION IS BUILDING
PERSONAL RELATIONSHIPS”
Aylin Buran ’02
Mark Dollhopf, the executive
director of the Association
of Yale Alumni (AYA),
visited BÜMED as a part
of 30th year celebrations
and gave a presentation
entitled, “Fundraising and
Friendraising.” Mark Dollhopf
is known as an expert on the
fields of international nonprofit institutions about
strategic planning, leadership
and board development,
management as well as fund
management, finding donator
and its management. He
shared his expertise with
our alumni, BÜMED staff
and before his exciting and
motivating presentation he
replied our questions. One of
the most important points he
emphasized was that the key
to create a sense of belonging
to the university and to the
alumni association and to put
forward graduates’ aspects of
being volunteer is to improve
one to one relations among
people.
You are citing some purposes
of your alumni association
such as “to maintain the
stature of Yale University”, “to
provide a channel of mutual
communication between the
alumni and the University.”
Could you please describe in
detail for our readers what
these purposes are?
Our job is, here the way I see the
work of our association, acting as
coordinator of alumni activities.
But we do not necessarily manage
all those alumni activities. We work
hard identifying alumni leaders.
Because, most of our alumni
associations are run by volunteers
not professional staff. In some
cases, they have no assistance or
administrative help whatsoever.
It completely depends upon
volunteers. So we help identify
those volunteers. Then we help
the strategic planning. Many of
them need assistance or they need
help and correction as to what the
goals and the objectives of their
organization should be. Now, we do
not provide those goals for them,
we help them develop by their own.
Finally, we help in the coordination
of events; planning an event.
We cannot help with all events
because we have more than five
thousand alumni than the last year.
But in the big events on campus
generally we help or in large events
volunteers actually need help. We
see our alumni association as a
consulting firm. If you are an alumni
organization, we will come and we
will consult for you.
You call the graduates of Yale
as Yale ambassadors.
That is our mission.
Could you please explain
what you mean by Yale
ambassadors?
We hope that our alumni by their
actions enhance Yale’s reputation.
So, we hope that they exhibit the
kind of values that Yale would be
proud of. They go to schools and
talk about what it is to go a place
like Yale. They do interviews. All the
students that apply for admission
to Yale get interview by our alumni.
So they have to be ambassadors.
We hope that they give back into
their local communities, help other
non-profit organizations. Because
of being grateful for the education
they received at Yale, they should
be given back to their communities.
We hope that ambassadors
create effective ties with other
educational government non-profit
organizations, whatever creative
effective partnerships they might
be. We hope that they open up new
avenues for student exchanges and
for faculty collaboration. In other
words wherever they are active in
their volunteer lives, we hope that
they are representing Yale.
What is your most significant
strategy that reinforces the
bonds between the graduates
and the university?
The strategy is to create personal
relationship. The strategy is to
ensure that all of our volunteer
leaders are reaching out on a
personal basis and engaging other
alumni in very close, one to one
relationships. If you are alumni of
Yale and I sent you an e-mail and
said “Please show up and consider
being a volunteer,” you might not
be interested in. But if I flew to
Istanbul and had dinner with you
and I followed up and I wrote you
letters and I came back, visited you
again, you probably are more likely
to get involved with Yale, because I
created that relationship with you.
Non-profit work, the work of our
educational institutions in alumni
relations is based on personal
relationships, not fancy e-mails
or advertising headlines. The real
work of our institution is building
personal relationships.
There is one sentence in your
strategic plan which is the
following: “The Strategic Plan
is grounded on the premise
that the gifts that Yale offers
its students can be given again
by its alumni.” Could you
please explain the sentence in
detail?
If I go to Yale today, it is going to
cost me sixty thousand dollars.
A lot of money but that’s the
B
33
Who is Mark Dollhopf?
B
34
price. But the cost is hundred and
thirty thousand. So, there is a big
difference between what I pay and
what I actually cost. That difference
comes from the generosity of
alumni from previous generations.
They give money, so that I can
go to school and not pay the full
price. So that is a gift from previous
generations of Yale alumni to the
students. But that is only a financial
gift. The other gifts are the great
research in the teaching and the
wisdom of the faculty. The other
gifts are the friends that I formed
for a lifetime. The gifts are the
opportunities to be in organizations
that change our lives whether you
are dancing, singing or playing
football whatever the case might
be. Those are all gifts we receive.
As alumni we encourage them to
give those gifts back; the gifts of
treasure, the gifts of time and the
gifts of talent.
What is the meaning of
university in today’s world?
It is about teaching and learning
and I would like to say it is about
the service. University is about
changing society. That’s the real
meaning. Many people in the
university think that we give you
an education, you are going to
be successful. That is only the
beginning of the story.
What are your opinions
regarding our association?
What do you think about
BÜMED and our university?
It is great! First of all, you probably
are one of the most active alumni
associations in Turkey. Because
you are older than the other
universities. They are all young. It
will take them another generation
to develop full relationships and
lifelong attachments. I think that
you have a great responsibility. I
think a good alumni association
focuses on what alumni get, a great
alumni association focuses on what
the alumni can give. You have great
opportunities here.
Dollhopf, a 1977 graduate of
Yale College, founded Janus
Development in 1993. The firm
counsels non-profit institutions
about strategic planning, leadership
and board development as well
as management and marketing.
Strategic planning clients have
included Junior Achievement of
Central Florida, the Archdiocese of
Chicago, the Diocese of Orlando,
the Colony Foundation and Liberty
Community Services of Connecticut,
among others.
Dollhopf began his career in 1977
as a development staff member
at Yale. In 1980 he co-founded
the firm of Anderson, Cole &
Dollhopf, and there pioneered
new institutional advancement
techniques for universities and
independent schools, including
the first professional campus
direct response programs. His
firm served over 100 education,
health, social service, political, and
religious organizations, including
Yale, Brown, Columbia, Duke,
Exeter, Andover, the National
Wildlife Federation, the Arthritis
Foundation, the Archdioceses of
New York, Boston, St. Louis and
Chicago, Catholic Relief Services,
and Lutheran Social Services. In
1989 Anderson, Cole & Dollhopf was
acquired by Telecom USA.
A Whiffenpoof and a Glee Club
member while at Yale, Dollhopf has
conducted the University Glee Club
of New Haven for nearly 20 years.
As a vocalist and soloist, he has
recorded on several labels.
In 1997 Dollhopf founded the
enormously successful Yale Alumni
Chorus, which has completed four
major international concert tours.
Nearly 1.000 alumni and friends
have participated on concert tours
and events representing Yale in
Great Britain, China and South
America. The group also traveled to
Russia, becoming the first American
chorus ever to perform at the
Kremlin.
Source: www.yale.edu
B
35
Oda Bağışı 12.000 TL
Tuğla Bağışı 3.000 TL
Oda Bağışı 12.000 TL
B
36
Tuğla Bağışı 3.000 TL
□ TEK SEFERDE
□ TEK SEFERDE
□ 3 TAKSİT
□ 3 TAKSİT
□ 6 TAKSİT
□ 6 TAKSİT
□ TEK SEFERDE
□ TEK SEFERDE
□ 3 TAKSİT
□ 3 TAKSİT
□ 6 TAKSİT
□ 6 TAKSİT
BAŞARILI BİR KARİYER HİKÂYESİ:
EBRU DİLDAR EDİN ‘93
Şenay Çınar '10
Okulumuzun İnşaat Mühendisliği
Bölümü mezunu, Garanti
Bankası’nda Proje Finansmanı
Genel Müdür Yardımcısı olarak
görevine devam eden Sayın Ebru
Dildar Edin ’93 ile üniversitenin
kendisine kattığı değerleri, mezunüniversite ilişkisinin önemini,
kariyer hayatını ve yürüttüğü
projeleri ele aldığımız bir röportaj
gerçekleştirdik. Sayın Edin’e bu
keyifli söyleşi için teşekkürlerimizi
sunuyoruz.
Bizlere kariyer hayatınızdan
bahsedebilir misiniz lütfen?
B
38
Boğaziçi Üniversitesi’nden 1993
yılında mezun oldum. O dönemin
şartlarında, inşaat firmalarında
çalışmak veya yurtdışına gitmek
inşaat mühendisliğinden yeni
mezun olmuş biri için en başta
gelen iki alternatif gibiydi. Ben
ise, daha az akla gelen, ancak
belirli alanlarda mühendislere de
kariyer imkânları sunan bankacılık
sektörünü tercih ettim ve kariyer
hayatıma İnterbank’ta başladım.
1997 yılında, finans sektörünün
sıkıntılı dönemlerinde -ki enflasyon
oranlarının da %70-80’lerde olduğu
dönemlerdi- İnterbank el değiştirdi
ve ben Garanti Bankası’nda
Kurumsal Bankacılık Koordinasyon
Birimi’ne geçtim. O yıllarda, ülkenin
altyapı yatırımları tamamen kamu
tarafından “direct procurement”
modeli ile yapılıyor, yani işler aslında
özel sektöre taşere ediliyordu.
Bu kapsamda bu yatırımların
finansmanı için T.C. Başbakanlık
Hazine Müsteşarlığı’na sağlanan
krediler ile uzun vadeli yatırım
kredileri dünyasına giriş yaptık.
Sonrasında ise, özellikle 2000li
yılların başından itibaren, ekonomik
gelişmeler, faiz oranlarının düşmesi,
uzun vadeli risklerin daha fazla
alınabilir hale gelmesi, özel sektör
yatırımlarının önünü açtı. Buna
ek olarak kamu yatırımlarında
kamu özel işbirliği modelleri
uygulanmaya başlamış, hızlı bir
özelleştirme dönemine girilmişti.
Artık bu yatırımların finansmanı için
ihtiyaçlar değişmişti ve ihtiyaçlara
cevap verecek ürün, gelişmiş
ekonomilerde sıkça kullanılan proje
finansmanı kredileri idi.
Bu yeni trend başlangıcının hemen
öncesinde üç dört kişilik bir kadroyla
proje finansmanı birimimizi kurduk.
Biz, proje finansmanı kredilerinin
uzun vadede geleceği noktayı o
günlerden gören bir ekiptik ve
aslında bu kredilerin Türkiye’de
öğrenilmesinde ve gelişiminde
öncü olan ekibi kurduğumuzu
düşünüyorum. Aradan geçen 15
yılda, sektörde sağlanan proje
finansmanı kredilerini ve kurulan
uluslararası standartlardaki
yapıları gördükçe bu konudaki
emeklerimizin karşılığını görmüş
olmaktan gurur duyuyorum.
Bir başka gurur kaynağımız
da, finansman sağladığımız
projelerimizin hayata geçmesi
ve ekonomik gelişime, istihdama
ve sosyal hayata önemli katkılar
sağlaması oluyor. Her yeni proje
bizler için ayrı birer heyecan aslında.
Proje finansmanı kariyerime geri
dönecek olursak, ekibin kuruluşu
sonrasında farklı kademelerde
görev yaptıktan sonra, 2009
yılından bu yana bankamızda Proje
Finansmanı’ndan Sorumlu Genel
Müdür Yardımcılığı yapıyorum.
Ayrıca 2012 yılında kurduğumuz
sürdürülebilirlik ekibinin liderliği
görevini de yürütüyorum.
Mühendislik eğitimimin faydalarını
görerek geldiğim bu noktada, ekipçe
yaptığımız işlerden ve Garanti
Bankası gibi bir kurumda olmaktan
büyük mutluluk duyuyorum.
Garanti Bankası’nın sürdürülebilir
enerji sektöründeki faaliyetleri
nelerdir?
Enerji üretim projelerine
sağladığımız kredilere ilişkin
portföyümüzün yaklaşık yarısını
yenilenebilir enerji projeleri
oluşturuyor. Bugüne kadar 3.800
MW kurulu gücündeki 90’a yakın
yenilenebilir enerji projesine
finansman sağlamış durumdayız.
Rüzgâr, güneş ve hidroelektrik
projelerinin hayata geçmesini
kolaylaştırabilmek için, bu projeler
özelinde yatırımcılarımıza diğer
projelere kıyasla -özellikle vade ve
maliyet anlamında- daha uygun
finansman şartları sunmayı oldukça
önemsiyoruz. Bu doğrultuda,
uluslararası finansal kuruluşlarla
enerji verimliliği ve yenilenebilir
enerji ile bağlantılı projelerde
işbirlikleri yapıyoruz. Avrupa
İmar ve Kalkınma Bankası (EBRD)
tarafından desteklenen Türkiye
Sürdürülebilir Enerji Finansmanı
Programı (Tur-SEFF) ve Orta
Büyüklükte Sürdürülebilir Enerji
Finansmanı Programı (Mid-SEFF) bu
işbirliklerine örnekler. Bu programlar
aracılığıyla, bugüne kadar küçük
ve orta büyüklükteki enerji
verimliliği ve yenilenebilir enerji
projelerine oldukça avantajlı krediler
sağladık. Tamamladığımız bu iki
programda elde etmiş olduğumuz
başarılı sonuçları da dikkate alarak
benzer kaynakların ekonomimize
kazandırılması konusunda
çalışmalarımıza devam ediyoruz.
Yenilenebilir enerji alanında, bizler
için özellikle rüzgâr ve güneş enerjisi
projeleri ajandamızın ön sıralarında
yer alıyor.
Türkiye’nin rüzgâr potansiyelinin
süzgecinden geçiriyoruz. Ön
değerlendirmelerimiz sonucunda,
finanse edilebilir bir proje olarak
görüyorsak, sıra o projeye özel
olarak doğru finansman yapısını
belirleyip kurmaya geliyor. Uygun
kredi vadesi, doğru ve kabul
edilebilir borç/özkaynak yapısı,
risklerin net olarak tespit edilmesi ve
bu risklerin proje şirketi üzerinden
alınıp doğru taraflara aktarılacağı ve
kredinin risk profilini makul düzeye
çekecek mekanizmaların kurulması
detaylı çalışmalar sonucu ortaya
çıkıyor. Bu süreçlerde projelerin
gerektirdiği ölçüde, bağımsız
danışman şirket görüşleri de alıyor
ve bir bakıma doğru yapıların
teyidini, ilgili alanda uzman üçüncü
taraflardan da almış oluyoruz.
Ebru Dildar Edin
enerjiye çevrilmesini desteklemek
adına bugüne kadar 50’ye
yakın rüzgâr projesine 2 milyar
dolar finansman sağladık. Bu
segmentte %35 pay ile lider banka
durumundayız.
Güneş enerjisi projelerine ilgi her
geçen gün artıyor. Bu segmentte
lisans sürecini yakından takip
ediyoruz. Buna ek olarak, 1 MW
altında ve lisanssız güneş enerjisi
projeleri için müşterilerimize özel bir
ürün sunmuş durumdayız. Bu ürünle,
güneş enerjisinden elektrik üretimine
dair uygulamaları Türkiye genelinde
yaygınlaştırmayı hedefliyoruz.
Banka olarak sürdürülebilir enerji
yatırımlarının finansmanına
yönelik bu desteklerimizin
yanında, ofislerimizde de,
başta enerji verimliliği olmak
üzere çeşitli çevresel yatırımlar
gerçekleştiriyor ve karbon ayak
izimizi azaltma konusunda kararlı
adımlar atıyoruz. Bu anlamda
19 binin üzerinde çalışanı olan
bankamızın 2013 yılında kişi başı
enerji tüketimini %3,8 düşürdük.
Genel Müdürlük binamızdaki
verimlilik çalışmalarımız sayesinde
WWF Yeşil Ofis Diploması’nı alan
ilk Türk bankası olduk. Pendik’te
yapımına başladığımız yeni teknoloji
kampusumuzu yeşil bina konusunda
uluslararası sertifikasyon standardı
olan LEED kriterlerine göre dizayn
ettik ve bu kriterler çerçevesinde
inşa ediyoruz.
Projelere sağlanan finansmanların
belirlenme ölçütleri nelerdir?
Bankamızın Proje Finansmanı Birimi,
sektörde bu alan özelinde çalışan en
geniş ekip. Şu anda,15’i mühendislik
kökenli olmak üzere 34 kişilik bir
kadromuz var. Bu kadronun yarısı
işlemlerin yapılandırılması alanında
çalışıyor. Kalan yarısı ise, portföy
yönetimi ve izleme, sürdürülebilirlik
ve bizim işlemler özelinde çalışan
avukat kadrolarımızdan oluşuyor.
Bizlere yeni bir proje geldiğinde,
yapılandırma ekiplerimizle bu
projeleri çok detaylı incelemelere
tabi tutuyor ve bir ön değerlendirme
Yeri gelmişken, artık Türkiye’de
uluslararası standartlarda proje
finansmanı yapılarının kuruluyor
olduğunu söylemek isterim.
2000li yılların başından bugüne
kadarki sürece baktığımızda, bu
alandaki gelişim gerçekten gurur
verici boyutta. Gerek bizim, gerekse
çok değerli yerel rakiplerimizin bu
alana verdiği önem ve sektördeki
know-how ve kapasite katbekat
artmış durumda. Bugün ülkemiz
açısından oldukça önemli ve çok
büyük montanlı birçok proje,
bu bankaların bir araya gelerek
kurduğu yapılar ve sağladıkları
finansmanlarla hayata geçiyor.
Garanti Bankası olarak biz,
Türkiye’nin özellikle son yıllarda
gündeminde olan ve çok bankalı
yapılarla finanse edilen birçok
önemli projesinde, koordinasyon ve
yapılandırma gibi önemli görevler
alabiliyoruz. Bunun arkasında
da, aslında yıllardır sarf edilen
emeğin bir sonucu olarak bu geniş
ve deneyimli ekipleri kurabilmiş
olmamız yatıyor diyebilirim.
B
39
Şu anda yürütmekte olduğunuz
projelerden bahsedebilir misiniz?
Proje ve satın alım alanında
13 milyar doların üzerinde
bir portföyümüz var. İnşaatı
devam eden projelerdeki ek
taahhütlerimizle bu rakam daha da
yukarı çıkıyor.
B
40
2014 yılının genel bir resmini
çekmek gerekirse, proje ve satın
alım finansmanı alanında yaklaşık
3 milyar ABD doları yeni taahhüt
sağladığımız bir yıl oldu. Enerji
sektörü bankamız ve genel sektör
içinde proje finansmanlarının
ağırlıkta olduğu sektör olmaya
devam etti. 2014 yılının en önemli
işlemlerinden biri, bizim de tek Türk
bankası olarak finansmanda 450
milyon USD ile yer aldığımız, Star
Rafineri Projesi oldu. Ayrıca kamuya
ait santral özelleştirmeleri de ön
plandaydı. Bugüne döndüğümüzde,
gündemimizde çok sayıda yeni
proje var. Bu yılı proje finansmanı
alanında 2014’ün de üzerinde
bir performansla kapatacağımızı
düşünüyoruz.
Yılın başından bu yana imza
attığımız işlemlerden en büyüğü,
kamu özel işbirliği modeliyle
geliştirilen ve Türkiye’de bugüne
kadarki en büyük sağlık kompleksi
projesi olan Bilkent Entegre
Sağlık Kampüsü projesi oldu. 890
milyon euro tutarında yedi banka
tarafından sağlanan kredi paketinde
bankamız 210 milyon euro ile en
yüksek katılımı sağladı. Şu anda
üzerinde çalıştığımız en büyük kredi
paketi, YİD modeliyle geliştirilmekte
olan Gebze- İzmir Otoyolu Projesi
kapsamında, daha önce GebzeBursa arası kesim için sağlanmış
kredilerin refinansmanı ve tüm
güzergâhın kalan yatırımlarının
finansmanı amacıyla sağlanacak
5 milyar dolar tutarındaki paket.
Altyapı finansmanı tarafında
3. havalimanı ve Mayıs ayında
ihalesi yapılacak Kuzey Marmara
Otoyolu’nun kalan kısımlarının
ihaleleri, üzerinde yoğun olarak
çalıştığımız diğer önemli işlemler.
Enerji sektöründe ise kamuya ait
santrallerin özelleştirmeleri devam
ediyor olacak. Yılın ilk yarısında
termik santral, ikinci yarısında ise
HES özelleştirmelerinin gündemde
olmasını bekliyoruz. Ayrıca yeni
kapasite artışı kapsamında ise
yenilenebilir enerji yatırımları
ön planda olacak. 2015 yılında
enerji sektöründeki ilgili işlemlerin
finansman ihtiyacının toplamda 7-8
milyar dolar olmasını bekliyoruz.
Satın alım tarafında son dönemde
gerçekleştirdiğimiz en dikkat çekici
proje Anadolu Grubu’nun Migros
hisselerinin satın alım finansmanı
oldu. 2008 yılında finansal krizin
ortasında pek çok bankanın
piyasadan çekildiği ortamda,
Avrupalı girişim sermayesi fonu
BC Partners’ın Migros hisselerinin
satın alımının finansmanını
gerçekleştirmiştik. Girişim sermayesi
fonları belli süreler geçtikten sonra
yatırımlardan çıkıp, gelirlerini
realize etmek isterler. BC Partners’ın
hisselerini kısmen Anadolu Grubu’na
satması da bu anlamda bizim için
inandığımız bir projeye tekrar satın
alım kredisi sağlamak anlamında bir
fırsat yarattı.
Boğaziçi Üniversitesi mezunu
olmanın size ne gibi değerler
kattığını düşünüyorsunuz?
Boğaziçi Üniversitesi hepimize
olduğu gibi bana da birçok
konuda değer kattı. Bunlardan
en başta geleni, öğrenmenin
sınırı olmadığının farkındalığı
diye düşünüyorum. Daha esnek
düşünme, farklı görüşlere, farklı
kültürlere, farklı düşüncelere saygı
duyma, onları bir zenginlik olarak
görme ve farklılıklardan yeni şeyler
öğrenme benim için her zaman çok
önemli oldu ve kariyer hayatımda da
bunun faydalarını gördüm.
Gerek iş gerekse iş dışı hayatlarımız
artık çok daha hızlı ve dinamik.
Sürekli olarak dünyadaki yenilikler
konusunda up-to-date kalmak
başarının anahtarlarından biri.
Burada, bu gelişimi sadece işinizle
sınırlamamak gerekiyor. Dünya
görüşüne sahip olmak, sosyal
yönünüzü geliştirmek de artık bir
kişinin değerlendirilmesinde çok
önemli hale gelmiş durumda.
Bunların dışında da, etik iş yapma,
adil olma, bir iş yaparken sadece
ekonomik getiri değil sosyal
sonuçlarını da gözetme gibi
değerleri de eklemek isterim.
Üniversitemizin teknik eğitimler
dışında, bu konularda da
bizlere aşıladığı değerler bizim
kariyerlerimizde ve sosyal
hayatlarımızda bence hep önemli
oldu.
Mezun olarak okul ile bağınızı
nasıl kuruyorsunuz, bu anlamda
BÜMED’in katkısı sizce nedir?
Mezun olduktan sonra yoğun iş
temposunun da etkisiyle maalesef
üniversite ile bağlarımız azalıyor;
ancak burada BÜMED’in çok önemli
bir fonksiyonu yerine getirerek
mezunlar ile Boğaziçi Üniversitesi
arasındaki bağı güçlendirmekte
olduğuna inanıyorum. Üniversite
ile ilgili birçok güzel gelişmeden
bu vesile ile haberdar oluyorum ve
mümkün olduğunca düzenlenen
etkinliklere katılmaya çalışıyorum.
Biz mezunların okulla olan
bağı ne kadar devam ederse,
öğrenci arkadaşlarımıza destek
sağlayabileceğimiz alanları da fark
edebiliriz ve arkamızdan gelen
nesilleri daha iyi yönlendirebiliriz
görüşündeyim. Burada
BÜMED’in, mezunları, okulun
ve öğrencilerimizin ihtiyaçları
konusunda yönlendirmesi oldukça
önemli. Boğaziçi Üniversitesi’ndeki
öğrencilerimize destek olup,
üniversitenin misyonunu devam
ettirmek ve yeni kuşaklara da
benzer değerleri aktarmakta biz
mezunlara büyük görev düşüyor. Bu
amaçla tüm mezunlarımızın maddi
manevi desteğinin devam etmesini
önemsiyorum.
BÜ’80 DREAMTEAM BASKETBOL TAKIMIMIZ
SARITEPE’Yİ FETHETTİ
Gülden Kayahan '85
B
42
Üniversitemizin 80li yıllardan bugüne
geçen 30 yılı aşkın süredir egale
edilemeyen efsanevi bir başarıya imza
atan rüya takımı BÜ'80 DREAMTEAM,
5 Nisan Pazar günü Sarıtepe
Kampusu'nda gerçekleştirilen Spor
Tesisleri açılış töreninin onur konuğu
olarak yer aldı.
1982 Üniversitelerarası Türkiye
Basketbol Şampiyonası’ndaki derecesi
33 yıldır egale edilemeyen ve
üniversitemizin efsanevi şampiyonları
olarak anılan BÜ'80 DREAMTEAM,
geçtiğimiz yıl BÜ Spor Festivali’ne
davet edilmiş ve Spor Kurulu
tarafından “Boğaziçi Basketbolunun
30 yıl önceki temsilcilerine, büyük
şampiyonlarına bizi Sports Fest
2014'te yalnız bırakmadıkları için
teşekkür ederiz,” yazan teşekkür
plaketi ile onurlandırılmıştır.
80’lerde Türkiye’nin önde gelen 1. Lig
takımları ve milli takımda oynayan
skorer oyunculardan oluşan BÜ’80
DREAMTEAM’in, antrenörleri Ömer
Araz’ın (’84 MBA) idaresinde erkek ve
bayan karma takım olarak yer aldığı
Sarıtepe Spor Tesisleri Açılışı Gösteri
Maçı’nın başlama atışını rektörümüz
Sayın Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu
yaptı.
Döneminin sayı kraliçesi, rekortmen
sporcu Gül Seven Kırelli’nin (’83 MBA
& ’81 Endüstri Müh.) takım kaptanı
olarak çıktığı ilk beşte yer alan
oyuncular; Yasemin Çam (’90 Siyaset
Bilmi ve Uluslararası İlişkiler), Cevdet
Akçay '83, Tezer Ünal '88, Mustafa
Gürsel oldu.
YASEMİN ÇAM VE KIZLARI
ÖMER ARAZ VE KIZI, CEVDET
AKÇAY VE OĞLU
SOLDAN SAĞA AYAKTAKİLER: MUSTAFA GÜRSEL-KEMAL DİNCER-IŞIL
AGAÇE-ESAT ERKUŞ-TEZER ÜNAL-HAKAN BÜYÜKBAYRAK-ÖMER ARAZCEVDET AKÇAY-OZAN AKÇAY-METİN BALCI-CEM ERSOY-RECEP AKICI
SOLDAN SAĞA OTURANLAR: SERDAR KOÇYİĞİT-ZEYNEP GÜL AKTAŞGÜLDEN URAS KAYAHAN-YASEMİN ÇAM-ZEYNEP KALKAVAN UYSAL-GÜL
SEVEN KIRELLİ- ALEV ÇUHADAROĞLU EVRENOS
Başlama atışında topu kazanarak
ilk hücumu gerçekleştiren BÜ '80
DREAMTEAM maça önde başladı. BÜ
'15 takımının baştan sona fastbreak
uyguladığı maçın temposuna ayak
uyduran ve deneyimini konuşturan
BÜ '80 DREAMTEAM oyuncularından
Yasemin Çam’ın turnike atışları,
fastbreakleri, Alev Cuhadaroğlu’nun
(’85 Ekonomi) sayıya giden isabetli
pasları ve geçit vermeyen savunması,
Gülden Uras Kayahan’ın (’85 Ekonomi)
alan savunmasındaki üstün gayretleri
ve rebound tamamlaması, Cevdet
Akçay’ın başarılı oyun kuruculuğu
ve üçlük atışları, Tezer Ünal’ın
takıma sayı ve top kazandıran
amansız mücadelesi ve isabetli
atışları ile Mustafa Gürsel’in pota altı
isabetli hücumları sayesinde BÜ’80
DREAMTEAM Sarıtepe’yi fethetti.
Aradan geçen yıllara meydan
okurcasına, sahip oldukları güçlü
Boğaziçililik bağını, takım ruhunu,
arkadaşlık ve sportmenliği, ilk
günkü gibi korumayı bilen BÜ
'80 DREAMTEAM'in çok kıymetli
oyuncularından Zeynep Kalkavan,
Işıl Agaçe '82, Hakan Büyükbayrak
'86, Kemal Dinçer '88, Esat Erkuş
'81, Necati Güler' 80 ve Serdar
Koçyiğit’in oynayamasalar da takım
arkadaşlarının yanında yer alıp,
sahada ve tribünde canla başla
destek olmaları ise çok anlamlıydı.
Bitiş düdüğü ile birlikte 43-43
berabere sonuçlanan maç ertesinde
BÜ'80 DREAMTEAM ve BÜ Takımı
oyuncuları, BÜ Spor Kurulu Başkanı,
kıymetli hocamız Prof. Dr. Metin Balcı
ve Recep Akıcı ve rektörümüz Sayın
Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu ile hatıra
fotoğrafı çektirdi.
BÜ'80 DREAMTEAM'i yeniden
bir araya getirerek böylesi bir
buluşmaya tarihi bir imza atan
kişi ise, hiç kuşkusuz takımın hem
teknik direktörlüğünü hem de oyun
kuruculuğunu üstlenen Ömer Araz
oldu.
“BÜ’80 DREAMTEAM olarak,
üniversitemizin bu güzel sahasında
yeniden buluşmak hepimize tarifsiz
bir keyif ve zevk verdi. Bu etkinlikte
ev sahipliği yapan rektörümüz Sayın
Prof. Dr. Gülay Barbarosoğlu başta
olmak üzere bu organizasyonun
her adımına büyük emek veren
ve bizleri her fırsatta onurlandıran
BÜ Spor Kurulu’na, Kurumsal
İletişimi Birimi'ne, bizleri daima
desteklemiş olan ve BÜ'de sporun
gelişmesinde büyük katkıları olan
kıymetli hocamız Sayın Prof. Dr.
Metin Balcı'ya, BÜ spor camiasında
pek çok yenilikleri başlatan değerli
hocamız Sayın Recep Akıcı'ya, bizleri
yeniden toparlayarak buluşturan
kıymetli antrenörümüz Sayın Ömer
Araz'a ve özellikle BÜ takımındaki
her biri birbirinden kıymetli ve çok
yetenekli sporcu kardeşlerimize ve
sürekli iletişim içinde olduğumuz
BÜMED'e teşekkür ederiz,” diyerek
en kısa zamanda BÜ Sport Fest 8-11
Mayıs ve BÜ MasterGames 13-14
Haziran etkinliklerinde 80li yılların
oyuncuları olarak, bu kez hem
basketbol hem de voleybol takımları
olarak çok daha geniş bir katılımla
ve mümkün olduğunca eksiksiz
katılarak yeniden buluşmaya karar
veren BÜ’80 DREAMTEAM oyuncuları
karşılaşma sonrasında kurulan açık
büfe ikramda bol bol sohbet ettiler.
Bu etkinliğe katılmayı çok arzu edip
de gelemeyen takım arkadaşlarından
Nurcan Gürler (’85 Yöneticilik), Hülya
Biren (’88 Ekonomi), Hande Torunlar
(’85 Ekonomi), Gaye Burhanoğlu (’83
İşletme), Banu Gülsever, Çiçekten
Yeşilkaya (’83 Yöneticilik ), Berciz
Gümüşyazıcı '87, Nursel Gülenaz
'83, Lale Akarun '84, Sim Okay '81,
Canan Bayrakçıoğlu, Ece Doğru '86,
Bahar Akıngüç '86, Aygen Tezcan'
87, Gonca Erhuy '89, Mehmet Baç,
Can Sonat, Murat Akan, Üstün Öngel
'87, Ünal Zenginobuz '83, Ekrem
Erdem '86, Emir Turam, Alp Pidik,
Toma İstavriadis '83, Murat Tümer,
Ali İhsan Okyay '84 ve nicelerini
andılar ve sosyal medya üzerinden
bu güzel günün anılarını paylaşmakta
gecikmediler. Bu günün bir diğer çok
anlamlı yanı ise BÜ’80 DREAMTEAM
oyuncularından Cevdet Akçay’ın
oğlu Ozan ile aynı takımda yer alarak
baba-oğul top koşturmasıydı. Ayrıca
kızları ile katılan Ömer Araz, Zeynep
Kalkavan ve Yasemin Çam’ın çok
keyifli aile fotoğrafları çekmeleri
de güne neşe kattı. Bu keyifli ve
anlamlı buluşmadan tarifsiz zevk
alan BÜ’80 DREAMTEAM oyuncuları
BÜMED MasterGames (13-14 Haziran)
etkinliklerinde buluşmak üzere
ayrıldılar.
BÜ '80 DREAMTEAM BAYAN TAKIMININ ÇOCUKLARI
B
43
A BRIEF LOOK AT TRIARCHIC THEORY OF HUMAN
INTELLIGENCE: REFLECTIONS FROM
PROF. ROBERT STERNBERG
Aylin Buran ’02, Zeynep Kızıltepe ’78
B
44
Prof. Robert Sternberg is very well
known with his Triarchic Theory
of Intelligence. Sternberg's theory
comprises three subtheories:
Componential, experimental and
contextual. Componential subtheory
means that individuals observe the
components of situation separately
and then they will able to deal with
them entirely.
Experimental subtheory deals with
experiences and involves that the
ability to deal with new situations
using past experiences. This new
experience/work must be novel or
original. Contextual subtheory refers
to the relations between individual
and the environment; it focuses
on the ability to adapt changing
environment and to select the better
environment when it is necessary.
These three subtheories are related
to different abilities. Componential
subtheory correlates with analytical
giftedness, experimental subtheory
correlates with creative giftedness
and contextual subtheory correlates
with practical giftedness.
Within the scope of this volume,
we are dealing with the topic of
curiosity and critical thinking. We had
a chance to listen to the opinions
of Prof. Robert Sternberg from
Cornell University, College of Human
Ecology, about the relations of these
two notions with intelligence. Prof.
Sternberg had been welcomed in
our university by the invitation of
The Department of Educational
Sciences and Association for the
Support of Contemporary Living in
1996. We express our sincere thanks
and appreciations to Prof. Robert
Sternberg to devote his precious time
for us.
depends on your memorizing bodies
of material. So, we need to teach in
ways that develop creative, analytical,
practical, and wise thinking.
Democracies should foster these
kinds of thinking. Dictatorships, of
course, squelch them, as people who
thought for themselves would be
threatening to a dictator.
How do you interpret critical
thinking and curiosity within
your theory?
Photo: www.cornell.edu
Can you summarize your
Triarchic Theory of Human
Intelligence briefly please?
Intelligence is largely the ability to
set reasonable goals for your life
and to achieve them, within the
context in which you live. You do this
through a combination of coming up
with new and useful ideas (creative
intelligence), analyzing whether
the ideas are good ones (analytical
intelligence), implementing the ideas
and showing other people the value
of those ideas (practical intelligence),
and finding ways to use your ideas
to help achieve a common good
(wisdom).
What are the main educational
implications of your theory?
Most educational systems tend
to value children who are good
memorizers. But very little of life
Critical thinking involves processes
such as analyzing ideas, comparing
and contrasting ideas, evaluating
ideas, critiquing ideas, and judging
ideas. Curiosity is the impetus for
learning and using one’s intelligence.
We know that you are much
against students taking
standard tests to enter schools.
What solution/solutions are
you proposing for students not
to take standard tests keeping
massification in mind?
We have devised tests that assess
creative, analytical, and practical
thinking. But in the end, the
important thing is not whether one
uses our tests or someone else’s,
but rather whether one looks at a
broad spectrum of skills rather than a
narrow one.
YOLDA OLMA HALİ
Şenay Çınar ‘10
B
46
Okulumuzun Felsefe
Bölümü’nün değerli
hocalarından Sayın Prof. Dr.
İlhan İnan ile bu ayki konumuz
olan merak üzerine bir söyleşi
gerçekleştirdik. Sayın İnan’ın
bu alanda yazılmış ilk kitap
olan ve Routledge tarafından
2012 yılında yayımlanan The
Philosophy of Curiosity adlı
çalışması hakkında da bilgi
aldığımız röportajımızda
felsefi merak, merakın
gündelik hayatımızdaki
yeri gibi önemli konulardan
bahsettik. Bu kapsamlı
röportajı yaptığımız Sayın
İnan’a teşekkürlerimizi
sunuyoruz. Keyifle okumanız
dileğiyle...
Öncelikle, merak alanında
yaptığınız öncü çalışmalardan
bahsedebilir misiniz?
Yaptığımız çalışmalarla Boğaziçi
Üniversitesi’nin de dünyada
tanıtımını yapıyoruz sanırım.
Akademik felsefede merak
konusundaki çalışmalarda birçok
“ilk”i gerçekleştirdik. Bildiğim
kadarıyla doğrudan merak
konusunda dünyadaki ilk felsefe dersi
benim 2005 yılında açtığım ders oldu
ve ondan sonra öğrencilerim merak
üzerine tezler yazdılar: Bilişsel Bilim
(Cognitive Science)
alanında dünyada
ilk lisansüstü tezi
Ahmet Subaşı yazdı,
sonrasında Safiye
Yiğit merak üzerine
ilk felsefe tezini yazan
kişi olarak tarihe geçti.
Yüksek lisans öğrencim
olan İrem Günhan
çocuklar için felsefe
eğitiminde merakın
önemi üzerine bir
yüksek lisans tezi yazıyor.
Bu da bir ilk olacak.
Benim de kitabım (The Philosophy
of Curiosity, Routledge, 2012) felsefe
tarihinde merak üzerine yazılmış
ilk kitap olma özelliğine sahip. İki
sene önce Boğaziçi Üniversitesi’nde
düzenlediğimiz Curiosity:
Epistemics, Semantics, and Ethics
başlıklı konferans felsefe tarihinin
merak üzerine gerçekleştirilmiş
ilk uluslararası konferans oldu.
Geçen ay öğrencim Safiye Yiğit ile
birlikte Amerika’da merak üzerine
bir konferansta konuşma yaptık,
haftaya da Safiye ve İrem ile birlikte
Maribor’da (Slovenya) konuşacağız.
Üniversitemiz çok destek verdi; hem
bölümüm hem dekanlığımız hem
de rektörlüğümüz. Burada üç yıldır
süren Bilimsel Araştırma Projemizden
aldığımız desteği de özellikle
anmak isterim. Umarım, gelecekte
Boğaziçi Üniversitesi dünyada merak
felsefesinin yeşerdiği yer olarak
algılanacak.
Merakı nasıl tanımlıyorsunuz,
bu konuda kullandığınız yeni
kavramlar var mı?
Tanımlamıyorum, tanımlanabileceğini
de sanmıyorum. Her şeyi tanımlamak
mümkün değil. Özellikle duygu
kavramlarını tanımlarken olsa
olsa başka duygu kavramlarına
başvurabiliriz. “Korku nedir?” diye
sorsam şimdi çok doyurucu bir yanıt
alamam; çünkü korku
bence başka duygular
aracılığıyla tanımlanabilir
bir duygu değildir.
“Primitif” diyebileceğimiz
bir duyguysa, bir tanım
getiremeyiz; olsa olsa
açıklamalar getirebiliriz,
değişik durumlarda
nasıl ortaya çıkıyor
ona bakabiliriz. O
yüzden ben merakın
bir tanımı olduğunu
düşünmüyorum,
primitif bir duygu
olduğunu düşünüyorum; ama
literatürde, sözlüklerde, felsefe
tarihinde ve psikolojide genellikle
merak “bilme isteği” şeklinde
tanımlanıyor. Ben bu tanımın
yeterli, hatta doğru bir tanım
olduğunu düşünmüyorum. Her
bilme arzusu ya da isteğinin olduğu
durumda merak olmayabilir. Mesela
üniversite sınavlarına hazırlanan
bir lise öğrencisi kimya sorularını
yanıtlayacağı kadar kimya öğrenmeyi
isteyebilir. Pekiyi, kimya bilimini
merak mı ediyor? Etmeyebilir de.
Yani, merak etme sadece bilme
isteği değil, merak etmek için bilme
arzusunun ötesinde bir şey olması
gerekir. Ona da ben başka bir kavram
bulamadığım için “ilgi” diyorum.
Zaten Türkçede “merak” sözcüğü
bazı kullanımlarında “ilgili” anlamına
gelebiliyor. Bu durum Türkçeye özgü
bir şey. Örneğin, İngilizcede merakın
karşılığı olan “curiosity” sözcüğünün
böyle bir kullanımı yok; ama biz
“meraklı” sözcüğünü bazen “ilgili”
anlamında kullanıyoruz. Mesela
“klasik müziğe meraklı” dediğimizde
bunu İngilizceye “curious” sözcüğünü
kullanarak aktaramayız. Bunun dilimiz
açısından güzel bir şey olduğunu
düşünüyorum. Merak kavramının
içerisinde demek ki ilgi kavramı
da var. İlgilendiğiniz şeyleri merak
edersiniz.
Diğer yandan merakın oluşabilmesi
için kişinin bilmediği bir şeyi zihninde
temsil etmeyi becermesi gerekir.
Bunun insana özgü çok önemli
bir dilsel yeteneğe dayandığını
savunuyorum. Bu amaçla (yakında
Türkçe olarak da basılacak olan) The
Philosophy of Curiosity adlı kitabımda
teknik bir kavram geliştirdim.
Dil felsefesi ve bilgi felsefesinin
kesiştiği yere ait bir kavram:
“Bilinmeyenin kavramlaştırılması”.
Bunu gerçekleştirmek için
kullandığımız kavramlara
İngilizcede özel bir ad uydurdum:
“Inostensible concepts.” Türkçede
de “gösterimsiz kavram” diyorum.
Zihninizde bilmediğiniz bir şeyi bir
şekilde temsil edebiliyorsunuz; yani
zihin önünde olmayan, bilmediği,
ya da deneyimlemediği bir şeyi
düşünebiliyor. Bu kavramı anlamak
için geçmişimizi düşünme biçimimiz
ile geleceğimizi düşünmemiz
arasındaki farka bakabiliriz.
Geçmişiniz şu anda önünüzde
olmamasına karşın siz onu bellek
yoluyla düşünebiliyorsunuz,
geçmiş anılarınızı zihninizde
canlandırabiliyorsunuz; geçmiş olmuş
bitmiş, yine de bunu zihninizde
canlandırıyor, temsiline ulaşıyorsunuz.
Ancak bizler geleceğimizi de
düşünebilen varlıklarız; bir anlamda
henüz gerçekleşmemiş, olmamış
bir şeyi düşünmüş oluyoruz bunu
yaptığımızda. Çoğunlukla da gelecek
bilinmediğine göre, hatta belki de
bilinemeyeceğine göre, geleceğimizi
zihnimizde temsil ettiğimizde
bilmediğimiz, deneyimlemediğimiz
bir şeyi düşünmüş oluruz;
geleceğiniz önünüzde değil, tecrübe
etmediğiniz bir şey. Bunun gibi
birçok örnek verilebilir. Merakın
olduğu her durumda zihin bir şekilde
bilmediği bir şeyi temsil eder. İşte
bu tür bilmediğiniz şeyleri temsil
etme de dil aracılığıyla oluyor. Onun
için merakı tanıyabilmemiz için bize
sunduğu olanağı anlamak gerekiyor.
Bunu da dil yoluyla “bilinmeyene
gönderme yapmak” (“reference to the
unknown”) olarak adlandırıyorum.
Merak ile sorduğumuz her soruda
dil aracılığıyla bilinmeyen bir şeye
gönderim yaparız. Merak etme ile
soru sorma arasında çok önemli
bir ilişki var; ama o kadar da kolay
kurulacak bir ilişki değil bu. Dediğim
gibi merak ile sorduğunuz her soruda
aslında kafanızda temsil ettiğiniz
bilinmeyen bir şey var; o bilinmeyen
şeyin arayışına çıkıyorsunuz. Felsefe
tarihine baktığımızda felsefeciler,
temsil etmeyi genellikle hep bilinen
B
47
Prof. Dr. İlhan İnan
ya da tecrübe edilmiş şeylerin temsil
edilmesi olarak ele almış ve hep bilgi
problemini ön plana çıkarmış. Felsefe
tarihinin en temel kavramlarından
biri bilgidir; ama merak ihmal edilmiş,
ikinci plana atılmış. Ben de diyorum
ki biz sadece bildiğimiz şeyleri
değil, bilmediğimiz şeyleri de dil
aracılığıyla kavramlaştırabiliyoruz.
Bu sayede merak edebiliyoruz, soru
sorabiliyoruz, bizi biz yapan çok
önemli bir özelliğimiz bu.
Felsefi merak kavramını açar
mısınız?
“Felsefi merak” derken bir felsefe
sorusu ile dile getirilebilen türde
bir merakı kast ediyoruz. Bunun
çok özel bir merak türü olduğunu
düşünüyorum. Bu konu bir sonraki
kitap projem. Felsefi soru ve felsefi
soru sorarak duyulan merak çok
özel bir merak türü. “Yaşamın anlamı
nedir?”, “Nasıl yaşamalı?”, “Bilgi nedir?”,
“Aşk nedir?”, hatta “Hangi sorular iyi
sorudur?” türünde sorular felsefenin
en temel, başlangıç sorularıdır. Bu
tarz sorulara aslında aşinayız ve
bazen cevapları da çok iyi bildiğimizi
sanıyoruz. Felsefe, o çok iyi bildiğimizi
düşündüğümüz kavramların aslında
o kadar da iyi bilmediğimiz şeyler
olduğunu gösterir ve merak uyandırır.
Belirli bir felsefi düşünce ile “Bilgi
nedir?”, “Yaşam nedir?”, “Ölüm nedir?”
gibi soruları sorabiliyorsunuz. Bu
merak türünü bu denli özel kılan bir
durum bu tür felsefi soruların “açık
sorular” olması; yanıtları bir türlü
bulunamıyor, sunulan yanıtlara da
hep birileri karşı çıkıyor. Belki de bu
soruların mutlak yanıtları yok. Peki,
eğer bu soruların yanıtı yoksa biz
neyi merak ediyoruz? Yanıtı olmayan
bir soruyla sorulmuş olan bir soru ne
işe yarar? Merakın ve soru sormanın
değerini hep ulaşılacak bilgide
aramışız; belki burada yanılıyoruz.
Zaten merakla ilgilenen çok az
sayıda felsefeci bulunuyor, onlar da
merakın asıl değerini bizi bilgiye
B
48
götürmesi açısından ele alıyorlar;
merakı hep bir araç olarak görüyorlar.
Ben merakı her durumda araç olarak
görmüyorum. Bizi bilgiye götürmese
bile, soru sormaya devam etmekle
bir sürü deneyim yaşadığımızı ve
o deneyimlerin önemli olduğunu
düşünüyorum. Öncelikle merak bizim
bir şeye yoğunlaşmamızı sağlıyor.
Bir hedef koyuyoruz; o hedef yapay
bir hedef de olabilir, varılmayacak
bir hedef de olabilir. Ama aslolan
hedefe varmak değil, o hedefe ulaşma
çabamızın kendisi. Bunu anlamak
için şöyle bir durum düşünün. Bütün
isteklerimizin giderilmiş olduğu
bir dünya olsun: Ütopya. Şöyle bir
problem çıkacak o zaman: Artık
yaşayacağımız, uğruna savaşacağımız
hiçbir şeyimiz olmayacak, her şey
bitmiş olacak. Merakın giderilmesi
de öyle. Merakı bizi bilgiye götürecek
bir araç sanıyoruz. Her şeyi bildiğimiz
bir dünya iyi olur muydu? Benim
görüşüm iyi olmayacağı yönünde.
Ben her şeyi bilmemekten mutluyum;
merak etmek bir şekilde yolda olmak
gibi bir şey. Önemli olan o yürüyüş.
O yürüyüşü daha anlamlı kılmak için
buradan şuraya kadar yürüyeceğim
diyorsunuz ve o zaman yürüyüşe
daha çok odaklanıyorsunuz.
Merak etmek felsefenin
başlangıç noktası iken neden
bu kadar ihmal edilen bir konu
olmuş?
İnanın bu soruya doyurucu bir
yanıt bulamadım. Bir şeyler
söyleyebiliyorum; ama hiçbiri hâlâ
beni tam olarak doyurmuyor. Merak
üzerine felsefi açıdan ciddi olarak
ilgilenmeye ilk başladığımda “Merak
Felsefesi” adlı bir yüksek lisans ve
doktora dersi açtım. İlk defa o zaman
felsefe literatüründe, felsefe tarihinde
merakla ilgili ne var ne yok toplamaya
çalıştım ve işte o zaman ne kadar
az şey olduğunu gördüm. Bu kadar
önemli gibi görünen bir konu üzerine
felsefeciler neden çalışmamışlar
diye çok şaşırdım. Çok ilginçtir, en
azından felsefenin başlangıcı olarak
görülen Antik felsefede Platon’un bir
diyaloğunda, Sokrates, tüm felsefe
“thauma” ile başlar, diyor ve “thauma”
Türkçeye “merak” ve bazen “hayret”,
İngilizceye de çoğunlukla “wonder”
şeklinde çevriliyor. Baktım, bir kavram
kargaşası var. Onun üzerine Yunanca
“thauma” kavramını biraz deşmeye
çalıştım. Daha sonra Aristoteles de
Metafizik’in başında “Tüm insanlar
doğaları gereği bilmeyi isterler,
bilme arzusundadırlar,” diyor. Ondan
sonra Platon’un söylediğini tekrar
ediyor ve bütün felsefe “thauma” ile
başlamıştır diyor. Antik dönemdeki
“thauma” kavramını bugün anadili
Yunanca olan birine sorsanız “merak”
diye değil, “mucize” ya da “hayret
uyandıran” diye çevirir. Ama “Bütün
felsefe hayretle başlamıştır,” düşüncesi
kulağa doğru gelmiyor; çünkü hayret
edilgen bir duygu. Ancak Aristoteles
ve Platon’un “thauma” kavramını
kullanımlarında bir değer yargısı da
bulunuyor. Türkçede bunu en yakın
karşılayan kavram, hayranlık. Yani
thaumada hem hayret var hem de
hayranlık; örneğin bir doğa olayı hem
hayret hem de hayranlık uyandırabilir.
Hayranlık duygusu hayret
duygusundan entelektüel olarak bir
nebze daha ileri bir duygu; çünkü
içinde değer kavramını barındırıyor.
Hayran olduğunuz şeyi bir şekilde
iyi bir şey olarak görüyorsunuz. O
anlamda bir değer yargısı barındırıyor
içinde; ama felsefeyi başlatmak
için hayret ve hayranlık duyguları
bence yetmiyor. Onun için ben
Antikçağdaki, felsefeyi başlatacak
motive gücün hayret ve hayranlık
duygularıyla açıklanabileceğini
düşünmüyorum, bunlar yetersiz
kalacaktır. Dolayısıyla “thauma”nın
üçüncü bir parçası olması gerekir; işte
bu da meraktır.
Merak, bizi harekete geçirebilen
bir özelliğe sahip. Bundan dolayı
“thauma”yı, Aristoteles’in ve Platon’un
kullandığı bağlamda, hayret,
hayranlık ve merakın karışımı bir
duygu olarak görüyorum. Dolayısıyla,
eğer merak duygusu “thauma”
kavramının içinde gizliyse, o zaman
Batı felsefesinin kurucuları felsefenin
merakla başlamış olduğunu dolaylı
olarak söylemiş oluyorlar. Pekiyi,
neden bundan sonra felsefeciler
merak üzerine çalışmamışlar? Bu
bir tarih sorusu; ampirik bir soru ve
üzerinde bayağı çalışma yapmak
gerekiyor.
Bazıları diyorlar ki merak küçümsendi,
ayıp bir şey, günah olarak görüldü.
Örneğin; Ortaçağ’da fazla meraklı
olmak, fazla bilgi edinmeye çalışmak
bir şekilde Tanrı’nın yerine geçmeye
çalışma çabası olarak görüldü. (Bu
görüş için özellikle Augustin’in
kitaplarına bakabilirsiniz.) Bazıları
merak üzerine çalışılmamasını buna
yoruyor. Bu arada İslam felsefesi
de var. Demin bahsettiğim iki
kavram (hayret ve hayranlık) İslam
felsefesinde de çok geçen ve üstünde
durulmuş kavramlar; ama merak pek
ele alınmıyor. Yani, hayret ve hayranlık
üzerine çalışmalar var; merak üzerine
az. Thomas Hobbes, insanları diğer
hayvanlardan ayıran iki özelliğin akıl
ve merak olduğunu söylüyor; ama
ondan sonra merak üzerine pek fazla
bir şey söylemiyor. Felsefe tarihinin
modern dönemdeki en önemli
filozoflarından olan David Hume,
felsefe tarihinde 20. yüzyıla gelene
kadar, bir kitabında bir bölümü
tamamen meraka ayırmış belki de
tek filozoftur. Merakı çok öven bir
bölüm bu; merak etmeyi avcılıkla
ilişkilendiriyor; ama yemek için değil,
zevk için avlanmaya benzetiyor.
Orada önemli olan hedefe ulaşmak
değil, avcılık serüveni içerisinde
duyulan hazdır, diyor. Tabii bu örnek
hayvan hakları açısından günümüzde
pek hoş karşılanmayabilir; ama
düşünce önemli olan. Ondan sonra
20. yüzyıla geliyoruz ve merak
üzerine yine çok az şey olduğunu
görüyoruz. Psikologlar ilgilenmiş
ama felsefeciler ilgilenmemiş. Ben,
kitabımı 2012 yılında yayımladım.
Bildiğimiz kadarıyla felsefe tarihinin
merak üzerine yayınlanmış ilk felsefe
kitabı oldu.
Pekiyi, siz bu alanda çalışmaya
nasıl yöneldiniz?
Felsefe ile ilişkim iki koldan başladı.
Yaşam felsefesi ve etik sorulara
çok ilgim vardı. Yaşamın anlamı
üzerine özellikle çok ilgileniyordum
ve bunun felsefecilerin tartıştığı
bir konu olduğunu biliyordum.
Mühendislik öğrencisiydim. Albert
Camus’nün Sisifos Söyleni, benim
başucu kitabımdı. İkinci olarak felsefe
ile olan ilgimse dille ve bilgiyle
ilgiliydi. O zamanlar dil aracılığıyla
nasıl düşünüyoruz ve özellikle de
dil aracılığıyla bilmediğimiz şeyleri
nasıl düşünüp nasıl soru soruyoruz
meselesiyle ilgileniyordum; ama
onu merak ile ilişkilendirmemiştim.
Dil-düşünce-dünya ilişkisinde
bilgi, bilme kavramı çok önemli;
ama bilgiye bizi götüren merak
da bir o kadar önemli. Beni merak
konusuna yönlendiren bilinmeyeni
düşünebilme yeteneğimizin çok
ilginç bir şey olduğunu fark etmem
oldu. Bilinmeyeni dil aracılığıyla
nasıl düşünebiliyoruz? Mesela
hayvanlarla insanlar arasındaki
ayrımı bilgi türünden yapabilirsiniz;
ama hayvanların bugün artık hiçbir
şey bilmediğini söylemek, bu kadar
çalışmanın sonucunda bana çok
doğru gelmiyor. Hayvanlar da çok şey
biliyorlar, özellikle algısal bilgileri çok
geniş. Bazen bazı konularda bizden
daha iyi hatta; ama hayvanlarda
eksik gibi görünen şey bilinmeyenin
kavramlaştırılması. Yani biz
bilmekle kalmıyoruz, aynı zamanda
bilmediğimizin farkına varabiliyoruz.
Bilmediğinin farkına varma kavramı
felsefe tarihinde var tabii; ama
bunu merakla ilişkilendirmemişler.
Ben, bildiklerimizle değil de
bilmediklerimizle biraz kendimizi
anlamaya çalışalım diye
düşünüyorum.
İnsan, gündelik hayatta da
birçok konuyu merak ediyor.
Bunlar arasında sizce bir değer
sıralaması, hiyerarşi kurmak
mümkün mü?
Çok zor bir soru ve felsefi bir soru bu
sorduğunuz. Merak kişiden kişiye,
bağlama göre değişiyor olabilir.
Kimi insanlar için merak etmeleri iyi
olacak şeyler başka insanlar için iyi
olmayabilir. Bir fizikçi bir problemi
çözmeye çalışırken “Higgs Bozonu
gerçekten var mı?” diye merak edebilir
ve onun o yaşam bağlamı içerisinde
bu çok iyi bir soru olabilir; ama fiziğe
ilgisi gelişmemiş bir lise öğrencisinin
“Higgs Bozonu var mıdır?” sorusunu
sorması öncelikli bir soru olmayabilir.
Dolayısıyla insanların bağlamına
göre neyi merak etmesi gerektiği de
değişiyor olabilir. Öte yandan, “Neyi
merak etmeli?” sorusu bizi “İyi soru
nedir?” sorusuna getiriyor.
Merak bana göre her zaman dile
getirilebilir bir şeydir; merakın olduğu
her durumda bunu dile getirecek
bir soru bulabiliriz. Dolayısıyla “iyi
merak” ile “iyi soru” denk geliyor.
İyi soru sormak da duruma göre
değişen bir şey. Herkesin hayatında
farklı olacaktır. Tabii ki bazı ortaklıklar
bulunuyor: “Ben ne yapıyorum?”,
“Nereye gidiyorum?”, “Nasıl bir
hayatım olsun istiyorum?”, “Kimlerle
arkadaşlık etmeliyim?”, “Annemle
babamla ilişkimi ne kadar yakın, ne
kadar mesafeli tutmalıyım?”, “Ne
zaman evden ayrılıp kendime bir
yaşam kurmalıyım?”, “Hemen mi yoksa
daha sonra mı evlenmeliyim?” gibi
soruları sormayan birisi yaşamına
yön veremeyecektir. Dolayısıyla
bu tür soruların belirli bir yaşa
geldiğimizde çok önemli şeyler
olduğunu düşünüyorum. Kendi
yaşamımıza, kendi geleceğimize
yönelik sorduğumuz soruların
belki de en yoğun merak içeren
türde sorular olması gerekir; çünkü
meraktan motivasyon çıkar. Siz yaşam
coşkusuna ne kadar sahipseniz, kendi
geleceğinize yönelik sorduğunuz
sorular da o kadar güçlü merak
içerecektir diye düşünüyorum. Nasıl
bir yaşam iyi bir yaşamdır? Bunu,
insanların merak etmesi bu toplumu
daha güzel ve daha anlamlı kılacaktır.
Merakla eleştirel düşüncenin
bir bağı olduğunu söyleyebilir
miyiz?
Bence, merakın en büyük düşmanı
dogmatizmdir. Dogmatizmi açık
fikirliliğin karşıtı olarak görüyorum;
belirli bir konuda inancınızın hiçbir
şekilde sorgulanmaması durumudur
ve karşı birtakım veriler varsa
bile siz o inancınızı sorgulamak
istemiyorsanız, bu, merakı öldürür.
Her şeyi merak edebilir miyiz?
Örneğin dindar bir insan bir sürü
şeyi merak edebilir; ama Tanrı’ya
olan inancını sorgulamadığı takdirde
“Tanrı gerçekten var mıdır?” diye
merak edemez. Aynı şeyi bir ateist
için de söyleyebilirim. Dogmatizm
her görüşte ortaya çıkabilir. Hatta
“Dogmatik olmayalım,” derken bile
kişi dogmatik olabilir. “Eleştirel
düşünce” dediğimiz şey aslında
dogmaları sorgulamak ve onları
dogma olmaktan çıkarmak olmalı.
Merak ederek ve eleştirel düşünce
dediğimiz akıl yürütmeyle varılan bir
sonuca inanmanın daha değerli bir
inanma türü olduğunu düşünüyorum.
Bu anlamda merak öğretilebilir
bir şey mi?
Merakın öğretilebilir bir şey olduğunu
sanmıyorum. Merak etmek primitif
dediğim zihinsel bir durum; herkes
kendi içinden biliyor, tanıyor
merakı. Hepimiz merak ettiğimiz
anı kafamızda yakalayabiliriz
aslında; çünkü tıpkı korkuyu, sevgiyi
B
49
B
50
bildiğimiz gibi merak etmenin de
nasıl bir şey olduğunu içeriden
biliyoruz. Bunun eğitim yoluyla
öğretilebilecek bir şey olduğunu
düşünmüyorum. Olsa olsa merakın
yeşermesini sağlayacak ortamlar
yaratabiliriz. Bazen (hatta belki de
çoğunlukla) eğitim, bırakın merakı
yeşertmeyi, tam tersine öldürüyor.
Soru sormak öğretilebilir. Ama
merakla soru sormalarını sağlamak
gerekir. Çocuklara soru sorun bol
bol diyebilirsiniz; bunu eğitimin
bir parçası haline getirebilirsiniz.
Ancak kişinin soruyu başkası için
değil, kendisi için merakla sorması
gerekir. Onun için merak, insanın
başkasına değil de kendisine soru
sorması olarak algılanabilir; ama her
kendi kendine soru sorma edimi
da merak değildir. Merak için kendi
kendinize soruyu belli bir ilgi ve
heyecanla sormanız gerekir. Merak,
insanın içini gıdıklar. Yani merak
ettiğiniz zaman içeride bir şey olur;
tıpkı âşık olduğunuz zamanki gibi bir
şeydir. Onu ancak içeriden bilirsiniz;
dışarıdan kimse bunu tanımlayamaz.
Dolayısıyla merak, insanın kendi
kendisine ilgiyle, heyecanla ve içi
gıdıklanarak soru sormasıdır. Eğitim
kişinin içindeki merakın yeşermesine
katkıda bulunabilir. Bir de tabii işin
dil boyutu var: Merakın sınırları
dilin sınırlarıdır; dil gelişmeden
merak gelişemez. Burada dil derken,
güzel konuşmaktan ya da birçok
dil bilmekten söz etmiyorum; çok
sayıda iyi kavrama sahip olmak gibi
bir şeyi kastediyorum. Eğitim dilin
gelişmesine katkı sağlar ise, dolaylı
olarak merakı da yeşertebilir; ancak
dediğim gibi ilgi ve merakın ortaya
çıkacağı ortamlar yaratmalıdır bunu
gerçekleştirmek için. Meraka dayalı
bir eğitimin öğrencilere katacağı bilgi
de daha değerli bir bilgi olacaktır.
Çocuklarla yaptığınız
çalışmalardan bahsedebilir
misiniz?
Geçmişte çocuklar hakkında felsefe
yapamayacakları yönünde çok
yanlış varsayımlar vardı. Özellikle
Lipman’ın “Philosophy for Children”
(Çocuklar İçin Felsefe) akımı ilkokul
düzeyinde felsefe eğitiminin nasıl
yararlı olacağını fazlasıyla kanıtladı.
Bizim yaptığımız çalışmalarda ilkokul
birinci sınıfta bile, eğer yerinde bir
bağlam ve dil kurulursa, çocuklarda
merak uyandırmanın ne kadar kolay
olduğunu görebiliyorsunuz. Onlara
soru sorduracaksınız, ancak tabii siz
de hoca olarak hazırlanacaksınız,
iyi sorular hazırlayacaksınız
ve onları da iyi bir bağlamda
soracaksınız, sorularla onlarda merak
uyandıracaksınız. Merakın olması
için ilginin olması gerekiyor. Yani
çocuğun bu soruları kendi yaşamında
değer verdiği bir şeyle ilişkilendirmesi
gerekiyor. Onu yaptığı zaman
çocukta merak oluşuyor. Bundan
üç yıl kadar önce bir özel okulda iki
yüksek lisans öğrencim çocuklar için
felsefe derslerine girmeye başladı.
Daha sonra ben de bir kez katıldım,
açıkçası bunun öncesinde bu fikir
bana çok romantik geliyordu. Güzel
olduğunu düşünüyordum; ama
ilkokul düzeyinde çocuklarla felsefe
bir yere varır mı diye kuşkuluydum.
Sınıfa girdiğimde ise, bunun ne kadar
yararlı olabileceğini gördüm.
Şimdi, amacımız bunu, bu özel
okulun dışında başka okullara
da yaymak. Bu işe ilk başlamış
olan eski tez öğrencilerim Berrak
Buhara ve Pelin Ataman çocuklarla
felsefe çalışmalarında çok deneyim
kazandılar; İrem Günhan de derslere
yeni katılmaya başladı ve bir yandan
da konu üzerine araştırma yapıyor ve
benimle bir yüksek lisans tezi yazıyor.
Çocuklarla felsefe dersleri yaparken
onlara büyük filozofların kuramlarını
falan öğretmiyoruz, onlarda
merak uyandırıp felsefi sorgulama
yeteneğini geliştirmeyi amaçlıyoruz.
Ancak bu eğitimin yaygınlaştırılması
için maddi destek gerekiyor, bu
alanda çalışan yüksek lisans ve
doktora öğrencilerimizin başka
işlerde çalışmak zorunda kalmamaları
için destek almaları gerekiyor. Onun
için bu konuda bir proje üretilip
desteklenmesi gerekiyor. Böyle bir
desteği henüz bulamadık.
Merak, günümüzde bir yandan
bilgiye ulaşmak konusunda
değerli; ama öte yandan da
fazla merak etmek tehlikeli
olarak da görülüyor. Bu
durumu nasıl yorumlarsınız?
Merak bir şekilde olumsuz bir duygu
olarak algılanmış. Meraklı olmanın
olumsuz olarak bir sıfat anlamında
kullanılması sadece Türk toplumu
için değil, birçok toplum için
geçerli. Bu algı bir yandan, merakın
insanların özel hayatına burnunu
sokmayla karıştırılmasından geliyor.
Bu hâlbuki merakın yalnızca basit
bir türü; merak edeceğin hiçbir şey
kalmamış, komşunun ne yediğini
merak ediyorsun. Komşu da rahatsız
olabiliyor doğal olarak. İnsanın, ilgi
alanı ne kadar geniş olursa, dili ne
kadar gelişirse soru sorma olanağı
o kadar çok artar, merak etme
potansiyeli de o denli yükselir. İlgi
alanınız ne kadar genişlerse merak
potansiyeliniz de o kadar genişler.
Yerel kültürde çok dar yaşam alanları
oluşuyor. İnsanların merak edecek
bir şeyleri kalmıyor. Sonra da gidip
komşunun ne yediğini merak
ediyorlar. Burada “suçlu”nun merak
olduğunu sanmıyorum. Diğer yandan
“fazla merak etmek zarar verir”
düşüncesi de merakın değersiz bir şey
olduğunu göstermez bence; olsa olsa
bazı durumlarda merak etmekten
daha önemli şeyler olduğunu
gösterir. Bir yakınınız sizden acilen
yardım beklerken, “Acaba Mars’ta
su var mı?” diye merak ederseniz bu
biraz garip olabilir; ama yine burada
suçlunun merak etmek olduğunu
düşünmüyorum.
PROJE,
GİRİŞİM VS.
ÖZLENEN YAŞAMA KAÇIŞ IÇIN YENI
BIR PROJE: KÖY/ ZEKERIYAKÖY
Yasemin Dut ’10
Üniversitemiz Sosyoloji
Bölümü mezunu Sayın Seden
Eyüboğlu ’98 ve yüksek
lisans eğitimini Endüstri
Mühendisliği Bölümü’nde
tamamlayan Sayın İbrahim
Kahraman ’99 ile yürütmekte
oldukları KÖY projesi üzerine
bir röportaj gerçekleştirdik.
Şehir hayatında doğal yaşamı
tercih etmek isteyenler için
bir alternatif olacak KÖY
hakkında detaylı bilgileri
sizlerle paylaşıyoruz.
Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
B
52
Seden Eyüboğlu: Üsküdar Amerikan
Lisesi’nin ardından, Boğaziçi
Üniversitesi Sosyoloji Bölümü'nü
bitirdim. İstanbul Üniversitesi
Devlet Konservatuvarı'nda keman
ve şan eğitimi gördüm. TÜSİAD’ da
Sosyal Politika Bölümü Sorumlusu
olarak görev yaptım. Multi Turkmall
Gayrimenkul firmasında Pazarlama
Direktörü olarak çalıştım. Forum
Alışveriş Merkezleri'nin pazarlama
çalışmalarını yürüttüm. Şu anda ise,
Siyahkalem’in Pazarlama İletişimi
çalışmalarını yönetmekteyim.
İbrahim Kahraman: İTÜ Uçak
Mühendisliği ve Endüstri
Mühendisliği bölümlerinden mezun
oldum. Boğaziçi Üniversitesi,
Mühendislik Fakültesi Endüstri
Mühendisliği Bölümü’nde yüksek
lisans eğitimimi tamamladıktan
sonra özel sektörde çalışmaya
başladım. Türk Hava Yolları’nda
değişik pozisyonlarda yaklaşık 10
sene üst düzey yöneticilik yaptım.
Bu süre esnasında, uluslararası
boyutta ortaklıklar kurdum ve
yönettim. Siyahkalem’de CFO ve İcra
Kurulu üyesiyim. Aynı zamanda KÖY
projesinin genel koordinatörlüğünü
yapmaktayım.
Bize KÖY projenizden bahseder
misiniz?
İbrahim Kahraman: Biz Türkiye’nin
farklı bölgelerinde otoyollar, köprüler,
çeşitli altyapı projeleri, okullar,
ticaret merkezleri, kreşler, spor
tesisleri inşa ettik ve ediyoruz. KÖY
projesi, Siyahkalem olarak bizim ilk
gayrimenkul geliştirme projemiz.
Emlak Konut GYO ile birlikte hayata
geçirdiğimiz projenin yatırım değeri
1.3 milyar TL. 467 bin metrekare
alanda gerçekleştireceğimiz
projenin toplam konut alanı 206 bin
metrekare. 420 adet apartman dairesi,
ve 584 adet çift dubleksin yer aldığı
74 sıra ev bulunuyor. Projede 68 ikiz
villa ile 21 müstakil villa da yer alıyor.
Farklı yaşam stillerine göre
tasarlanmış, doğayla uyum içerisinde
toplam 1167 konut ve 15 bin
İbrahim Kahraman
metrekarelik kiralanabilir alana sahip
açık hava konseptli bir çarşıdan
oluşan projemizde ayrıca biri anaokul,
biri ilkokul olmak üzere iki okul,
otopark, kapalı spor alanının yanı sıra
iki tenis kortu, dört basketbol sahası
ve üç açık yüzme havuzu yer alıyor.
KÖY projesi nasıl oluştu?
Projeyi farklılaştıran önemli
başlıklar sizce nelerdir?
Seden Eyüboğlu: Günümüzde
metropollerde yaşayan herkesin
özlemi kent merkezine yakın ama
aynı zamanda daha doğal, sakin ve
huzurlu bir hayat. Dolayısıyla hem
lokasyon olarak kente uzak olmayan
hem de doğa ile iç içe bir yaşam
beklentisi giderek daha çok talep
ediliyor. Tabii bunlara ek olarak bir de
deprem ihtimaline karşı daha güvenli
özel bahçe ve avlular, kaya bahçeleri,
yetişkin ağaçların yer aldığı zengin
peyzaj alanları, sosyal donatılar,
yürüyüş ve bisiklet yollarının yer
aldığı geniş park alanlarıyla çevresi
ile uyum içinde olmasıyla farklılığını
ortaya koyan bir proje KÖY projesi.
Seden Eyüboğlu
bölgelere kaçmak isteği de var.
Zekeriyaköy, tam da böyle bir hayat
yaşamak isteyen İstanbulluların
dikkatini çekti. Daha çok villa tipi
konutların yer aldığı Zekeriyaköy’de,
KÖY projesini çevredeki diğer
projelerden farklı bir yaşam alanı
olarak tasarladık. Bu sayede, genç,
yeni evli, çocuklu, emekli fark
etmeden herkes hayal ettiği yaşamın
adresini KÖY’de bulabilecek.
İbrahim Kahraman: Projemiz
lokasyonu itibariyle de yatırımcıların
dikkatini çekti. 3. Boğaz Köprüsü'ne
ve 3. havalimanına yakınlığı ile yakın
gelecekte yapılan yatırımın karşılığını
vermeye aday bir proje.
Ayrıca mimari açıdan da çok farklı
bir çalışma oldu. Proje tasarımı
için dünyanın çeşitli ülkelerinde
gerçekleştirdiği projelerle uluslararası
bilinirliğe sahip, pek çok ödül
sahibi İngiliz mimari grup Hopkins
Architects ile çalıştık. Hopkins
Architects tasarım aşamasında, ünlü
Türk mimar Sedad Hakkı Eldem’in
çalışmalarından esinlendi. En yükseği
üç kat olan binaları, komşuluk
ilişkilerini geliştirici, doğayla iç içe
bir hayata olanak tanıyacak biçimde
konumlandırdık.
KÖY projesini modern Türk mimari
karakterini kendi özgün tasarım
yaklaşımı ile yorumlayarak, beşeri
ihtiyaçları ile doğayı ve sosyal
olanakları ön planda tutan bir
anlayışla geliştirdik. Hepimizin
özlediği eski İstanbul mahallelerinde
yer alan Arnavut kaldırımlı dar
sokaklar, uzun ahşap saçaklar,
doğal taş kaplamalı yürüyüş yolları,
komşuluk ilişkilerini güçlendirecek
ortak alanlar öne çıkaracak
planlamalar yaptık.
Çevre ile uyumlu doğal malzemeler
kullanılarak tasarlanmış konutlar,
Seden Eyüboğlu: Bütün bunları
tasarlarken çocuklarımızı da
unutmadık elbette. Doğal
malzemelerle hazırlanan oyun
parkları, çocuk kulübü, çok amaçlı
atölyeleri sayesinde çocuklar KÖY’de
hem doğanın içerisinde büyüyecek
hem de sanatsal ve kültürel
eğilimlerini geliştirebilecekler.
İstanbul’da yürümekte olan
birçok projenin arasında,
siz kendinizi nerede
konumlandırıyorsunuz?
İbrahim Kahraman: Bugün onlarca
lüks konut projesinin gerçekleştirildiği
İstanbul’da, etrafı duvarlarla çevrili,
bulunduğu bölgeden soyutlanmış bir
proje değil bizim projemiz. En önemli
farkımız bulunduğumuz bölge ile
organik ilişki içinde olan bir yaşam
alanı olmamız. Aslında adımızdan
da anlaşılacağı gibi bir konut, bir site
projesi değil, bir yaşam alanı olarak
tasarladık KÖY projesini.
B
53
B
54
Seden Eyüboğlu: Projeyi tasarlarken
gerek Zekeriyaköy’de yaşayanlarla
gerek çevreye duyarlı kesimlerle
“Komşuluk Hakkı” adını verdiğimiz
toplantılar yaparak projemizi anlattık.
Yaptığımız toplantılarda aldığımız
eleştiri ve önerilerle projemizi
şekillendirdik. Yaptığımız projenin
referans projesi olması bizim için çok
önemli. "Bu iş ancak böyle düzgün
yapılırdı," dedirtmek istiyoruz.
Projenin seslendiği kitle ile
ilgili sizden bilgi alabilir
miyiz?
Seden Eyüboğlu: Proje, şehirle iç içe
ama doğal yaşam sürmek ve çevre
dostu bir evde oturmak isteyen,
spora, sağlıklı yaşama, mimariye ve
yaşam kalitesine önem veren herkese
sesleniyor.
Çalışmalarınızı
gerçekleştirirken çevreye
yaklaşımınız nasıldı, bu
konuda bilgi verebilir misiniz
lütfen?
İbrahim Kahraman: Biz, yıllardır
inşaat sektöründe biriktirdiğimiz
deneyimi çevre, doğa ve insanla
barışık projelere imza atmak için
kullanıyoruz. Bütün projelerimizde
bireyin sosyal, kültürel ve yaşamsal
ihtiyaçlarını merkeze alarak, çağımızın
kent ve kentleşme sorunlarını doğru
tespit ederek bunları aşmak ve
gelecek kuşaklara gurur duyacakları
yaşam alanları bırakmak en önemli
hedefimiz. Bu hedefimiz ile KÖY
projesi olarak Türkiye’de bir ilke
imza atıp LEED’in mahalle tasarımı
için verdiği LEED for Neighborhood
Development/ Kentsel Dönüşüm
Gelişim Alanları Sertifikasyonu
almak için başvurduk. 1167
üniteden oluşan mahalle ölçeğinde
ve projenin doğayla iç içe yaşam
hissiyatını vermek üzere büyük
bir ev konseptinde planladığımız
satış ofisimiz, Türkiye’nin ilk LEED
ND (Neighborhood DevelopmentMahalle Gelişimi) adayı olan LEED
Gold sertifikası aldı.
KÖY projesinin genelinde LEED for
Neighborhood alabilmenin koşulları
arasında yer alan, “ailelerin temel
ihtiyaçlarının yerleşim içerisinde
yürüme mesafesinde giderilebilmesi”,
“ekolojik düzenin bozulmaması
için ışık kirliliğini azaltıcı gece
aydınlatması”, “ekolojik özelliklerin
ve biyodiversitenin korunmasına
yönelik peyzaj tasarımı”, “insan
sağlığına zararlı etkisi olan inşaat
malzemelerinin kullanılmaması”,
“alerjik veya kanserojen malzemelerin
yasaklanması”, “inşaat sürecinde
çevreci kalite kontrol önlemlerinin
uygulanarak çevresel bozulmanın ve
kullanım sürecinde ortaya çıkacak
insan sağlığına zararlı problemlerin
minimumda tutulması” gibi kriterleri
yerine getireceğiz.
KÖY projesinin gerçekleştirileceğimiz
arazinin ağaç varlığı ve doğal
bitki örtüsü İ.Ü. Orman Fakültesi
desteğiyle incelendi. Ağaç Röleve
ve Transplantasyon raporlarına 1.
etabın inşa edileceği arazi içinde
yer alan 1074 ağaçtan 524’ünün
inşaat faaliyetlerinden zarar
görmeyecek şekilde tedbirler alınarak
yerinde korunması, 239 ağacın ise
taşınmasına karar verildi.
Seden Eyüboğlu: Ağaç taşıma işlemi
için Alman OPITZ International
firması ile anlaştık. Firma, dünyada
sadece iki adet olan Optimal 3000
makinelerinden birini Türkiye'ye
getirerek bizim arazimizde taşıdı.
Geçtiğimiz günlerde de taşınan
ağaçların ilk bakımını yapmak üzere
geldiler. Baharın ilk günlerinde
taşıdığımız ağaçların tomurcuk
açtıklarını görmek bize ayrı bir keyif
veriyor.
E
D
N
i
R
E
Y
R
E
H
N
I
N
DÜNYA
!
Z
i
N
i
S
E
D
R
E
L
L
E
N
i
EM
,
L SİGORTA’nın
E
N
E
G
E
R
F
P
MA
ize özel
mlara karşı s
ru
u
d
ik
d
e
m
hat
n
bekle
ortası ile seya
ig
S
ı
ış
D
rt
u
Y
an
A
çözümler sun
ENEL SİGORT
G
E
R
F
P
A
M
e
ya da tatild
dasınız.
güvencesi altın
(0212) 334 90 00 [email protected] www.mapfregenelsigorta.com
BİLİMSEL MERAKIN BİLİŞSEL DİNAMİKLERİ
Yasemin Dut ‘10
Boğaziçi Üniversitesi Bilişsel
Bilim Master Programı mezunu
olan ve doktora çalışmalarına
devam eden Sayın Ahmet
Subaşı ’09 ile bilimsel merakın
niteliği, tezinde de bahsetmiş
olduğu merakın bileşenleri
ve bu duygunun dinamikleri
üzerine bilgilendirici bir
röportaj gerçekleştirdik.
Bilimsel merak ile gündelik
yaşamdaki merak algısını
nasıl tanımlarsınız?
B
56
Merak en genel tanımıyla “bilme
isteğidir.” Bilimsel ve gündelik merakı
ayrıştırmadan önce içkin merak
(intrinsic curiosity) ve araçsal merak
(instrumental curiosity) kavramlarını
tanıtmak faydalı olabilir. İçkin merak
söz konusu olduğunda, bir şeyi
yalnızca ve yalnızca bilmek için merak
ederiz. Eğer bilginin bizim için bir
kullanım değeri varsa, yani bizatihi
bilme isteğinin dışında kalan bir isteği
doyurmaya yarayan bir meta/araç
hükmündeyse, buna araçsal merak
diyoruz. Somutlaştırmak gerekirse,
konunun kendisine sahici hiçbir
ilgi duymamamıza rağmen kariyer
gelişimimiz için proje yönetimi
yöntemleri üzerine bol bol okuma
yapabiliriz. Bilmeyi istiyoruzdur; fakat
amaç sertifikayı almaktır.
Gündelik yaşamda hissettiğimiz
merak duygusunun hatrı sayılır bir
bölümü araçsal merak hükmündedir.
Başka bir örnek vermek gerekirse, bir
dersi başarıyla geçmek güdüsüyle
fizik çalışıyorsak, o bilgi araçsal
merakın bir ürünüdür. Yani burada
amaç dersi geçmektir, bizatihi fiziksel
dünyayı bilmek değil. Bu örnekte
görüleceği gibi, araçsal merak
bilimsel bir konuda da olabilir; fakat
araçsallık yönüyle “içkin bilimsel
merak” duygusundan ayrışır.
Bilimsel merakla bilimsel olmayan
merak arasındaki ayrımı mümkün
kılan diğer bir nokta ise, merakın
konusudur. Eğer bizi çıldırasıya
bilme isteğine sevk eden konu
arkadaşımızın dün akşamki yemekte
kırdığı pot ise, her ne kadar içkin
bir merak olsa da konusu itibariyle
buna bilimsel merak diyemeyiz.
Ayrıca bilimsel merakın doğurduğu
anlamlandırma biçiminde sistemli
bir yön var. Bu sistemliliğin bilimsel
yöntem ve dakiklik gibi kavramlarla
ilişkisi var; fakat bu bilginin
temsilindeki yapısal özelliklerle
de ilişkili. Bu kısmı tezimde daha
ayrıntılı inceledim.
Söyleşinin buraya kadarki kısmının
satır aralarında içkin bilimsel meraka
bir tür değer ya da erdem yüklenmiş
olduğu hissedilebilir. Araçsal olanı ve
gündelik sıradanlıkları dışlayan bir
duyguda böyle bir erdem görmek
en azından benim için anlamlı.
Tanımı daha etkileyici ifadelerle
yaptığımızda erdem algısı daha da
öne çıkmaktadır: Varlığı ve olayları
sistemli olarak anlamlandırmaya
yönelik içkin ve sonsuz bir istek.
Çocuklarda (sistemlilik özelliği kısıtlı
olsa da) bolca bulunan, Einstein gibi
dâhilerin “kutsal merak” dediği şey…
Bilimsel merakın bileşenleri
olarak ayırdığınız
kategorilerden bahseder
misiniz?
Bilimsel merakın özellikleri özetle
içkin olması, sistemli olması, varlık
ve olayları anlamlandırma çabasını
içermesidir. Ayrıca kuramsal bir
ön kabul olarak bilimsel merak
sonsuzdur. Benim tezimde bilimsel
merakın bilişsel dinamikleri olarak
analiz ettiğim her bir dinamik bu
sonsuzluk ön kabulüyle ilişkilidir.
Soru şu: Potansiyel olarak sonsuz
ve sınırsız olan merak duygusunun
-zaman ve kaynak kısıtlılığını dikkate
aldığımızda- seçiciliğini belirleyen
temel dinamikler nelerdir? Diğer
bir deyişle bilinebilecek bu kadar
çok ve farklı şey varken neden bazı
şeylere yöneliriz? Burada yönelme
kelimesi önemli. Her güdü insanda
bir yönelme davranışını tetikler.
Açlığın bizi yemeğe yönlendirmesi
gibi… Pekiyi, iş bilme isteğine
geldiğinde A bilgisi yerine B bilgisine
yönelmemizi belirleyen şey nedir?
Sonuçta ömrümüz her şeyi bilmek için
yeterince uzun değil, ayrıca her şeyi
bilmek için gereken sınırsız kaynaklara
da sahip değiliz. Benim anlamaya
çalıştığım temel konu buydu.
Bu olguyu analiz ettiğimde beş
dinamiğe ulaştım: (1) İlgi dinamiği
(2) Genişleme dinamiği (3)
Tamamlama dinamiği (4) Hiyerarşik
dinamik (5) Mükemmelleştirme
dinamiği. Her bir dinamiğin
dayandığı deneysel ve kuramsal
altyapılar var; fakat basitçe
belirtmek gerekirse, genişleme
dinamiği A konusundan A ile
ilgili diğer konulara genişlemeyi
ifade ediyor. Mesela elektronikle
ilgilenen bir insanın bilime merak
duyması fakat jeolojiye merak
duymaması, yani konusuna yakın
alanlara doğru açılması olgusunu
ifade ediyor. Tamamlama dinamiği
belli bir konuya dair bilgilerimiz
içerisinde “boşluk”ların bulunması
durumunda yaşadığımız merak
durumunu anlatıyor. Bir anlamda
resmi tamamlama güdüsü
diyebiliriz. Hiyerarşik dinamik
olgulardan ilkelere doğru yürüyüşü
ifade ediyor. Mükemmelleşme,
zihinsel önermelerimiz arasındaki
tutarsızlıkları gidermemize
yarayacak bilgilere duyduğumuz
isteği ifade ediyor. İlgi dinamiği
B
57
Ahmet Subaşı
ise, başlı başına bir araştırma alanı
olarak daha ziyade kişisel, kültürel,
cinsel ve sosyolojik özelliklerimizin
belirlediği bir dinamik olarak öne
çıkıyor. Fakat tezimde gözden
kaçmasını istemediğim bir nokta
var. Tüm bu dinamikler bunları
kapsayıcı daha üst bir dinamiğe
tâbi: Tümleyici dinamik. Bu dinamik
aslında bizim en derinde yatan
her şeyi bilme isteğimizin adı.
Yani zaman ve kaynak kısıdımız
olmadığı ve çocukluktan itibaren
taşıdığımız “kutsal merak” (ayrı bir
araştırmanın konusu olan) ketleyici
unsurlarla köreltilmediği durumda
taşıyacağımız “üst-merak.”
Bugün ile geçmişi kıyas
ettiğimizde merak etme
duygusunun dinamikleri
değişiyor mu?
Modern ve modern öncesi ayrımı
böyle bir konuda hüküm vermek
için yüzeysel kalabilir. Her zaman
ve zeminde varlıkla sahici bir
ilişki kurmak için büyük bir istek
duyan insanların var olduğunu
görebiliyoruz. Bazı dönemlerde
bilme isteği müstehcen merakları da
kapsayabilir endişesiyle, en azından
söylem düzeyinde olumsuzlanabilmiş.
Fakat benim bilimsel merakı
kavramsallaştırmam gündelikten
ayrıştığı için bu alana pek girmiyor.
İnanç sistemlerinin çatışmaya girdiği
dönemlerde ise, bir tür merak diğer
bir tür bilgiye alternatif oluşturma
riskini taşıdığından eleştirinin konusu
olmuştur. Bu örneklerde genellikle
merak duygusuna yöneldiği alan ya
da yönelme biçimiyle ilgili olarak
bir sınır çizilmeye çalışıldığını
görebiliyoruz.
Dönem koşulları merak
giderme yöntemlerini ve
düşünme biçimini değiştiriyor
mu?
Kesinlikle… Belli dönemlerde inanç
sistemlerinin metafizik konuları
müthiş bir ilgi odağı olabiliyorken,
modern dönemde olduğu gibi doğa
ana ilgi odağına dönüşebiliyor. Her
birinde yöntemler farklı olabileceği
gibi bazı şeyler değişmiyor. Örneğin
her merak duygusu sistemli bir
anlamlandırma yapmaya, bütünlüklü
ve tutarlı bir resim çizmeye zorluyor.
Öte yandan tutarlı görünen
resimlerin içerisindeki tutarsızlıklar
(mükemmelleştirme dinamiğinde
öngörüldüğü gibi) farklı tip beyinleri
inanılmaz cezbedebiliyor. Burada
siyasi ve ideolojik ilgiler de devreye
giriyor. İnsanın kendi bireysel bilişsel
süreçlerinde yaşadığı bu çatışmalar
toplumsal ve tarihsel dönemlere de
uygulanarak incelenebilir.
Sosyal Bilimler ve Fen
Bilimleri alanlarında
çalışan kişilerin, aynı konu
üzerindeki merakları nasıl
değişkenlik gösteriyor?
Farklı meslek gruplarının
merak etme pratikleri üzerine
nasıl bir değerlendirmede
bulunursunuz?
B
58
Merak duygusunun üzerindeki
en kuvvetli etki muhtemelen ilgi
dinamiğidir. İnsanın mühendis ve
doktor bir ebeveynden doğması
onun fen bilimlerine ilgi duymasını
etkiliyordur muhakkak. Buralarda
net ifadeler kullanmıyorum; çünkü
özellikle ilgi dinamiği kendi başına
bir araştırma alanı ve insan ne kadar
karmaşıksa bu konu da o kadar
karmaşık. Bunun dışında her meslek
grubunu çapraz kesen dinamikler
daha yalın biçimde incelenebilir.
Örneğin genişleme dinamiği
başat olan beyinler disiplinler
arası çalışmalara daha yatkınken
tamamlama ve mükemmelleştirme
eğilimi ağır basanlar uzmanlaşmaya
daha yatkın. Rönesans aydınıyla
modern akademisyen arasında
bu iki eğilim arasında farklar
olduğu söylense çok da kötü bir
genelleme olmaz. Bugün çift anadal
yapmak bize ilginç gelirken, belli
dönemlerde bir düzine disiplinde
eser bırakmış insanlar görebiliyoruz.
Dikkat ederseniz bunlar meslek
grupları bazında incelenebilecek
konular gibi görünmüyor. Bir aşçı
sadece Türk mutfağına odaklanıp
onda uzmanlaşmak yerine füzyon
mutfaklara yönelebilir. Bunun
bir mühendisin disiplinlerarası
çalışmalara yatkın olmasından pek
bir farkı yok kanaatimce.
En basit düzeydeki merak
olgusu ile karmaşık bir konuya
ilişkin merak etme biçimini
bir arada düşündüğümüzde,
ikisini tetikleyen dinamikler,
düşünce yapısı ve hareket
noktasında değişiklik görüyor
muyuz?
Karmaşık bir konuda tutarsızlıklar
ve boşlukların daha yoğun olacağını
varsayabiliriz. Basit konular
mükemmelleştirme dinamiği
ve hiyerarşik dinamiği daha az
şiddette harekete geçirecektir.
Tamamlama dinamiğini harekete
geçiren boşluklar ise daha “küçük”
ve kolay ulaşılabilir olacağından
muhtemelen şiddeti de az olacaktır.
Bu arada her bir olguyu masaya
yatırırken, mevcut kuramsal
kavramsallaştırmaları gözden
geçirme ihtiyacı hissediyorum.
Aslında şu anda doktorada bunu
yapmaya çalışıyorum, çünkü mevcut
kavramsal çerçevem yetersiz
kalabiliyor. Bu bakımdan basitlik
ve karmaşıklık temelindeki bir
analiz benzer bir şekilde kavramları
gözden geçirmeyi ve kuramı
iyileştirmeyi gerektirebilir. Merak
üzerine yaptığım ilk çalışma bu
bakımdan yalnızca bir başlangıçtır
ve şimdiden önümde ciddi bir
iyileştirme gündemi bulunuyor.
Tek ihtiyacım olan “kutsal merak”
duygusunu kaybetmemek.
"CURIOSITY AS AN INTELLECTUAL
AND ETHICAL VIRTUE"
Şenay Çınar ‘10
“Curiosity as an Intellectual
and Ethical Virtue” başlıklı
tez çalışması dolayısıyla
tanışma imkânı bulduğumuz
Felsefe Bölümü mezunumuz
Safiye Yiğit ‘11 ile merak, bilme
arzusu ve bu kavramların
bilgi ve etik ile ilişkileri
üzerine gerçekleştirdiğimiz
röportajımızı sizinle
paylaşıyoruz.
Merak ile bilme arzusu
arasında ayrım yapıyorsunuz.
Biraz açıklayabilir misiniz?
B
60
Merak genelde bilme arzusu
olarak tanımlanır; fakat bilmeyi
arzu etmemize sebep olabilecek
merak dışında sebepler de olabilir.
Acıktığımda sipariş vermek için
köşedeki pizzacının telefon
numarasını bilmek isteyebileceğim
gibi, sınavda çıkabilecek bir sorunun
cevabını da merak etmeksizin
bilmek isteyebilirim. Bunun dışında,
merakın eşlik etmediği başka
bilme arzuları da olabilir, örneğin
sırf erkek ya da kız arkadaşımıza
havalı görünmek için aksi takdirde
merak etmeyeceğimiz şeyleri
bilmek isteyebiliriz. Ya da gerçekten
merak etmediğimiz halde boş
bir bilme güdüsünden gelen
bir motivasyonumuz olabilir. Bir
billboard üzerindeki reklamı okumak
bilme adına atılmış bir adımdır; ama
onu önceleyen bir bilme arzusu söz
konusu olmayabilir. Merak kaynaklı
bir bilme arzusunda ise, içsel bir
yönelme ve hakiki bir anlama
isteği olmalıdır. Başka faydacı
nedenlerden soyutlanmış ya da en
azından bunları ilk neden olarak
görmeyen zihinsel bir yönelmedir
merak. Çocuklarda bilinmeyen
şeylere karşı duyulan her türlü
ilgi, görme, hissetme, tatma ve
deneyimleme isteği bunun tipik bir
örneğidir. Çocuğa, yanan muma
elini yaklaştırdığında acı çekeceğinin
bilgisine sahip olmak yeterli gelmez,
bunu bir de kendisi deneyimleyerek
bilmek ister. Aristoteles de Metafizik
adlı eserine şu cümleyle başlar:
“Bütün insanlar doğaları gereği
bilmek (anlamak) isterler.” Yalnız,
burada bilmek anlamında kullandığı
terim, “episteme” değil “eidenai”dır.
“Episteme” kavramından farklı
olarak, “eidenai” bilmek, görmek ve
deneyimlemek gibi anlamları kapsar.
Ben de merakı tanımlarken, bilmeye
yönelik içsel bir ilgi ve anlamaya
yönelik bir amacın varlığını ayırt
edici iki özellik olarak ortaya
koyuyorum.
Merak kelimesinin etimolojik
kökenine indiğimizde Latince
“curare”, daha sonradan İngilizcede
karşımıza “care” olarak çıkan ve
Türkçede “ilgilenmek, önemsemek,
hevesli olmak” gibi anlamlara
gelen bir kavramla karşılaşıyoruz.
Bunu dikkate aldığımızda
diyebiliriz ki merak bizim kendi
dışımızdaki insanlar ve olaylara
karşı duyduğumuz ilginin ve onlara
verdiğimiz değerin anlaşılmasında
da rol oynayabilir.
Bunun yanı sıra, merak ve bilme
arzusunu ayırmamın bir diğer
nedeni, içinde bilme arzusu olmayan
merak da olabilir. Bir insan kaç
yaşına kadar yaşayacağını merak
edebilir, bu bilgiyi önemser ve
buna alaka duyar; fakat hayatın
bilinmezliği daha cazip diye
düşünerek bunu hiçbir zaman
bilmek istemeyebilir. Kısacası, her
merak bir bilme arzusu olmadığı
gibi, her bilme arzusu da merak
değildir, en iyi ihtimalle bazı bilme
arzuları merak kaynaklıdır diyebiliriz.
Merak ve etik bağlantısını
nasıl kuruyorsunuz? Sizce
erdemli bir hayat için merakın
önemi var mı?
İlginçtir ki, meraklı olmak gibi bir
özellik genellikle etik bir hayatın
sınırları içerisinde yerini almaz.
Hatta merakı en çok yüceltmesini
beklediğimiz felsefeciler bile tarih
boyunca merak hakkında çok
iyi şeyler söylememiştir ve onu
kaçınılması gereken bir özellik olarak
görenler bile olmuştur. Beni merak
konusuyla ilk tanıştıran sevgili tez
hocam Prof. İlhan İnan, açtığı merak
konulu seminer dersinde, felsefe
literatüründe merak ile ilgili yazılıp
çizilenleri bir araya getirmek için
teşebbüs ettiğinde bu konuda çok
az çalışma olduğunu fark etmiş
ve bizim de buna dikkatimizi
çekmişti. Okumamız için bulabildiği
kaynaklarda da merak hakkında
en iyi tabirle kararsız bir tablo
sergilendiğini görmüştük. Felsefe
eserlerinde merak hakkında övgü
dolu sözler bulmayı beklerken,
merakın üzerinde ne kadar az
durulduğunu ve genelde olumsuz
yönlerinin ön plana çıkarıldığını
görmek beni merak üzerinde
çalışmaya iten nedenlerden biri oldu
diyebilirim.
Merak ile etik bağlantısına dönersek,
günümüzde etik kavramı daha çok
ahlaki değerlerle bağıntılı olarak
düşünüldüğünden, Antik felsefedeki
kapsayıcı anlamını unutturmuştur.
“Nasıl yaşamalıyım? Hangi hayat
iyi bir hayattır? İyi bir hayat için
gereken karakter özellikleri
nelerdir?” sorularından ziyade, ahlaki
zorunluluklar ve sınırlar düzleminde
düşünüldüğünde merak belki de
etik bir hayat için en iyi ihtimalle
yersiz ve konu dışı addedilebilir.
Yalnız, Aristoteles geleneğinde
ve daha sonra erdem etiği olarak
devam eden anlayışta erdemli
insan, insan olma potansiyelini
gerçekleştirebilmiş ve ait olduğu
türün ayırt edici özelliğini en iyi
şekilde sergileyebilen kişidir. Bunu
biraz açmak gerekirse, iyi kesen
bir bıçak ya da hızlı koşan bir at
için erdemlidir ya da “mükemmel/
kemale ermiş/kâmildir” diyebiliriz.
İnsanı diğer varlıklardan ayırt eden
özelliği ise, düşünmesi ve aklını
kullanmasıdır. Dolayısıyla erdemli
insan, bilen ve aklını kullanan
insandır. Elbette ki bir insan buna
muktedir olamayan bir başka tür
gibi, sözgelimi bir kedi gibi yaşamayı
tercih edebilir; fakat o takdirde
o kişi için erdemli diyemeyiz. Bu
kaliteli bir mikrodalga fırını mutfakta
ekmek kutusu olarak kullanmak
gibi bir şeydir. Bu da bir kullanım
şeklidir; ama kabul edersiniz ki bu
bir bakıma kullanmak değil, yazık
etmektir. Aksine iyi bir hayat için
kişinin o türün mükemmele uygun
etkinliğini sergilemesi ve şayet
birçok mükemmellik varsa bunların
en yetkinine uygun olan etkinliğe
talip olması gerekir.
Aristoteles’e göre, bu en yetkin
etkinlik “theoria”dır. Bu hakikate
yönelik kuramsal düşünme, dilimize
“tefekkür” olarak da çevrilen ve iyi
bir hayat için gerekli olan etkinliktir.
Yalnız biraz daha derine inecek
olursak, Aristoteles için bu hem
insanların hem de Tanrı’nın en yetkin
etkinliğidir. Sadece insana özgü
olan en yüksek etkinlik ise, belki de
theoria değil, merak ve anlamaya
yönelik bilme arzusudur diyebiliriz.
Bu düşünceler tabii ki felsefi
literatürde daha önce tartışılmamış
şeyler ve belki de Aristoteles üzerine
çalışanları rahatsız edecek nitelikte;
çünkü böyle bir yorum merak
etmeyi iyi bir hayat için en yüksek
yere koyuyor.
Yalnız elbette ki merakın iyi bir
hayat için gerekli olduğunu
söylemek Aristotelesçi olmayı
gerektirmiyor. Bu sadece erdem
ve iyi hayat kavramlarının ilk çıkış
noktasına döndüğümüzde karşımıza
Safiye Yiğit
çıkan tablo. Yani, erdemi türün
mükemmel etkinliği olarak ele
aldığımızda da merakı çok önemli
bir yerde konumlandırabiliyoruz.
Bu okumadan bağımsız olarak,
günümüz erdem etiğinde de,
özellikle son yıllarda ahlaki olmayan
–bunu ahlakdışı ile karıştırmayalımerdemlerden söz edilmekte. Susan
Wolf, “Moral Saints” adlı makalesinde
bu tarz erdemlere dikkat çekiyor ve
erdemli insanın sadece ahlaki kural
ve sınırlara riayet eden kişi olmaktan
ibaret olmadığını vurguluyor.
Örneğin nüktedanlık, yaratıcılık ve
açık görüşlü olmak gibi karakter
özellikleri ahlak sınırları içinde
değerlendirilmeyebilir ve bunların
olmadığı bir hayat ahlaki anlamda
iyi bir hayat değildir, diyemeyiz.
Fakat iyi bir yaşam ve erdemlilik
söz konusu olduğunda, bunları da
göz ardı etmemek gerekir ki bunlar
sanıyorum herkes için takdire
şayan özelliklerdir. İnsan idealini
gerçekleştirmek, bu özellikler
olmadan eksik kalır. Elbette ki
bir insan espri anlayışından ve
yaratıcılıktan ve meraktan yoksun,
düşünürken dogmatik ya da estetik
zevklerden mahrum olabilir; fakat
kimse tersini iddia etmeyecektir ki
bunlar ideal hayat önünde aşılması
gereken engellerdir. Merakın da
ahlâklı bir yaşam için olmasa da
iyi bir hayat için gerekli olduğunu
söyleyebiliriz.
Şu inkâr edilemeyecek bir gerçektir
ki, bilme arzusuyla yanıp tutuşan
zihinlere saygı duyarız ve tarihte
hayranlıkla yâd ettiğimiz birçok
düşünürü teorileri kusursuz
olduğundan ya da ulaştıkları
sonuçlar doğru olduğundan takdir
etmeyiz. Aksine onların dinmeyen
bilme arzusu ve merakları bizi
kendilerine hayran bırakır.
Merakın bilgiye ulaşmadaki
rolü nedir?
B
62
Merak bilgiye ulaşmada çok önemli
bir motive edici faktör. Merak
dışında, insanda ihtiyaç ya da
zorunluluk gibi nedenlerle de bilgi
edinme isteği oluşabilir; yalnız,
felsefi bilgi ya da insanoğlu için
pragmatik değeri olmayan teorik
bilgiye ulaşmayı arzulamanın
temelinde merak duygusu yatar.
“Merak” ve “bilme” arasındaki ilişki
benim için üzerine düşündükçe
daha da belirginleşiyor. Örneğin
bir bilim insanı farz edelim. Gayet
çalışkan, azimli, dikkatli ve açık
görüşlü olsun; ama yeterince
meraklı olmasın. Hadi ona “meraksız
Charles” ismini verelim. Charles
çok cesur, çalışkan ve gayretlidir;
ama yeteri kadar “meraklı”
olmadığı için Galapagos adalarına
yolculuk yapmaz ve bilim tarihine
yapabileceği belki de en büyük
katkıyı yapmamış olur. Bu örnekten
yola çıkarak, merakın yokluğunda
insanı bilmeye motive eden çok az
şeyin kaldığını söyleyebiliriz; diğer
tüm entelektüel erdemler ancak
merak varsa gerçekten anlamlı
olurlar. Hele ki kuramsal ve felsefi
bilgi türleri için merak bilgiye
ulaşmada çok büyük rol oynar.
Bundan da öte, merak ve bilme
öyle bir ilişki içindedir ki, birinin var
olduğu fakat diğerinin olmadığı bir
dünyada bilgi değerli olmayacaktır.
Bu biraz iddialı gelebilir; ama
merak ve bilginin oluşturduğu
“organik birlik” asıl değerli olandır.
Bu birliğin değeri merak ve bilginin
tek başına sahip olduğu değerlerin
toplamından çok daha ötedir. Ünlü
İngiliz filozof ve etikçi G.E. Moore,
“kendinde değerler”den (intrinsic
values) bahsederken organik
birlik kavramını kullanır ve verdiği
örnek şu şekildedir: Güzel bir obje
değerlidir; fakat estetik beğeni ya
da güzelin farkındalığının olmadığı
bir dünyada güzel obje tek başına
değerlendirilemez. Ancak ikisi
bir araya gelip bir organik birlik
oluşturunca ikisinin ortaya çıkardığı
değer, tarafların tek başına sahip
olduğu değerlerin toplamından
çok daha fazla olacaktır. Merak
ve bilgi ilişkisinin de bu şekilde
olduğunu düşünüyorum. Eğer
merak eden varlıklar olmasaydı, yani
sözgelimi evrende sadece dağlar,
ırmaklar ve kelebekler olsaydı,
bu durumda bilginin değeri de
kalmayacaktı. Bu şartlarda bilginin
belki hâlâ pragmatik bir değeri
olabilir; ama hakiki bir bilme isteği
olmadan bilme şimdiki değerini
yitirecektir. Güzellik ve güzelin
farkındalığı analojisine dönecek
olursak, insandan güzele teveccühü
aldığımız zaman, güzel olan obje
hâlâ var olabilir; hatta onun güzel
olduğu bir yüce güç Tanrı tarafından
dayatılabilir ama bu, bizim şu anki
güzelle olan ilişkimizden farklı bir
yönelme olacaktır. Güzel bizim için o
içsel değerini, aynen merak olmadan
bilmenin değerini yitireceği gibi,
yitirecektir.
Sorunun kendisine dönecek olursak,
merakın bilgiye ulaşmadaki rolü
yadsınamaz. Bilginin peşinde
koşarken bazen insana temel
ihtiyaçlarını bile unutturan bu güçlü
motivasyon olmasaydı ihtimal
ki yaşadığımız dünyanın bu hale
gelmesi mümkün olmayacaktı.
Merakı sadece bir başlangıç
noktası olarak ele almak sizce
doğru mu? Yoksa merakın
kendine özgü bir değerinin
olduğunu düşünüyor musunuz?
Epistemologların, hep bilme
eylemini yüceltip asıl değeri bilgiye
verdiklerini görüyoruz. Dolayısıyla,
bilgiye götüren ve hatta bilgiyi
değerli kılan merak gölgede kalmış.
Tabii ki merak bilmeye teşvik
etmesi yönüyle araçsal bir değere
de sahip. Ama bu, merakın içsel,
kendine özgü bir değere sahip
olmadığını göstermez. Örneğin,
bulmaca çözerken yaşanan anlık
merak bile aslında nihai hedefe
odaklanmaksızın keyif verir ve
değerlidir. Ya da bir dedektiflik
hikâyesi okurken bizi saran merak
hiç bitmesin isteyebiliriz. Bilgiye
ulaşmada da merakla geçen süreç
kendi içinde değerlidir, diğer bir
deyişle aranan ve arzulanan şey
bilgi olsa da sadece elde edilen
sonuç değil ona götüren süreç de
bizim için değerli olabilir. David
Hume, bu fikri güzel bir analojiyle
dile getirir; İnsan Doğası Üzerine Bir
İnceleme adlı eserinde, felsefi arayışı
avlanmaya benzetir. Avlanan kişi
elbette ki avının peşindedir; fakat
çoğu zaman avladığı hayvan onun
asıl elde etmek istediği şey değildir.
Hume’a göre avlanma esnasında
yaşanan zorluğun ve çabanın kendi
içinde değeri olduğu gibi, herhangi
bir bilgiye ulaşırken yaşanan
merak ve arayışın da değeri vardır.
Hatta tıpkı kolay avlanan bir kuşu
avlamanın avcı için daha az değerli
olması gibi, kolayca ulaşılan bilgi de
çoğu kez değersiz addedilir. Buna
paralel olarak, Hume, zihin gücü ve
odaklanma gerektiren durumların
bizim için çok daha değerli
olduğunu düşünür.
İçinde merak olmayan bir dünya
tasavvur edelim, böyle bir
dünyada yaşamak ister miydik?
Bu tartışılabilir; ama bana her şeyi
bildiğimiz ve merakın olmadığı
bir hayat yaşanılası gelmiyor.
Burada yukarıdaki organik birlik
argümanına dönecek olursak, zaten
merakın olmadığı bir dünyada bilme
arzusu da kalmayacağından, bilmek
–pragmatik nedenleri yok sayarsak–
bizim için değerini yitirecektir.
"ALIŞVERİŞÇİ PAZARLAMASI"NDA UZMAN BİR
BOĞAZİÇİLİ: CENNET USLUKILINÇ '05
Yasemin Dut ‘10
B
64
Üniversitemiz Ekonomi Bölümü
mezunu, Unilever’de Customer
Marketing Manager Home and
Personal Care olarak görev
yapan Sayın Cennet Uslukılınç
’05 ile “Shopper Marketing”
kavramının ne olduğu nasıl
işlediği, alışverişçi ile satın
alma sırasında kurulan
iletişimin önemi ve pazarlama
stratejileri hakkında bir
röportaj gerçekleştirdik.
Keyifle okumanızı dileriz.
fakat yapılan araştırmalar gösteriyor
ki, %70 ihtimalle düşündüğünden
farklı bir marka/ürün satın alabiliyor.
Eğer alışverişçinin zihninde marka
algısı tam olarak yerleşmemişse
ya da satın alacağı ürünle ilgili
tam olarak fikir sahibi değilse, işler
değişiyor. Satış noktasına kadar
yapılan birçok yatırım tam olarak
amacına ulaşamayabiliyor. Shopper
Marketing araçları tam bu noktada
devreye giriyor ve yatırımların satışa
dönüşmesini sağlıyor.
Bir iş dalı olarak "Shopper
Marketing"i nasıl
tanımlıyorsunuz? Bu birime
dâhil olma hikâyenizi anlatır
mısınız?
Benim bu birime dâhil olma
hikâyeme gelince; Shopper
Marketing’in seneler içinde
artan önemi benim bu konuya
odaklanmamı sağladı. 2005
senesinde okulumuzun Ekonomi
Bölümü’nden mezun olduktan
hemen sonra Evyap’ta Pazarlama
Departmanı'nda Ürün Müdür
Yardımcısı olarak işe başladım;
sekiz aylık bir deneyim sonrasında,
satış deneyiminin kariyerime çok
büyük katkısı olacağını gördüm.
2006 senesinde Unilever’de Müşteri
Geliştirme Departmanı'nda Saha
Yöneticisi olarak işe başladım.
Bir yıl kadar bu görevi yaptıktan
sonra Müşteri Yöneticisi olarak
sıcak satış yapmaya başladım.
Bu süreçte fark ettim ki, tek
başına fiyat indirimi yaparak,
ürünün alışverişçi tarafından satın
alınmasını sağlamış olmuyoruz.
Bu yüzden müşteri masasına
oturduğum zaman, fiyat pazarlığının
ötesinde, alışverişçiyi yakalamak
için nasıl araçlar kullanabiliriz,
sahada ne tarz farklılaştırıcı
aktiviteler yapabiliriz gibi konulara
odaklanmaya başladım. Şirketimizin
“Customer (Shopper) Marketing”
departmanındaki ilgili kişilerle çok
yakından çalışmaya başladım ve
sonunda bu departmana geçme
kararı aldım. Üç sene kadar gıda
kategorisinden sorumlu Assistant
Customer Marketing Manager
olarak çalıştım. Sonrasında deterjan
“Shopper Marketing” yani “Alışverişçi
Pazarlaması” Türkiye için aslında
yeni bir kavram. Perakende sektörü
içindeki rekabetin artmasıyla birlikte
önemi oldukça arttı ve artmaya da
devam ediyor. Bu kavramı önemli
kılan nedir? Neden bu konuyla
sıkça karşılaşır olduk? Öncelikle
bu soruların cevabını vermeye
çalışacağım. İster bir süpermarket
rafının önü, ister internetteki bir
alışveriş sitesi olsun, tüketicinin
satın alım kararını verdiği an,
tercihini sizin markanızdan ya da
başka bir markadan yaptığı andır.
İşte bu anı iyi anlayarak seçimin
kendi markanızdan yana olmasını
sağlamak, günümüz rekabetçi
koşullarında gittikçe zorlaşıyor.
Shopper Marketing kendini bu anı
anlamaya adıyor.
Şu bir gerçek ki, tüketici davranışları
artık eskiden olduğu gibi sadece
reklamlarla belirlenmiyor. Reklam
kampanyalarının marka algısı ve
satın alma eğilimi yarattığı bir
gerçek; ama artık tek başına reklam
yetersiz kalıyor. Tüketiciyi işin
içine dâhil etmek, markaya olan
ilgisini artırmak için daha fazlasını
yapmamız gerekiyor. Tüketici
reklamı izliyor, rafın önüne geliyor;
kategorisinden sorumlu Customer
Marketing Manager olarak gıdadaki
deneyimimi deterjana da aktarmaya
çalıştım. Yaklaşık sekiz aydır da
hem deterjan hem de kozmetik
kategorilerinden sorumlu olarak beş
kişilik bir ekiple çalışmaktayım.
Bu kavramın uygulamada
hangi aşamada olduğunu
gözlemliyorsunuz?
Unilever olarak uzun yıllardır
mağaza içi ve alışverişçi odaklı
pazarlamaya yatırım yapıyoruz.
“Shopper & Customer Marketing”
başlığı altında yeni bir yapılanma
ise 2007 senesinde gerçekleşti.
2007 senesinden itibaren hem
departmanımız hem de mağaza içi
yatırımlarımız gelişerek büyüdü.
Bu kavramın Türkiye’deki gelişimini
göz önünde bulundurunca, aslında
perakende dünyasında bunun
liderliğini yapan şirket Unilever
diyebiliriz.
Uygulamada hangi aşamada
olduğumuz kanal ve marka özelinde
değişkenlik gösteren bir durum.
Türkiye’de onbinlerce satış noktası
olduğunu düşününce yatırımlarımızı
önceliklendirmek gerekiyor. Bu
bağlamda bazı kanallar ilgili
kategori için daha stratejik olabiliyor
ve uygulamalarımız, yatırımımız
buna göre değişebiliyor. Tabii
ki ilgili kanalın alışverişçi profili,
onlara ne tarz aktivite ve araçlarla
yaklaşacağımız da değişiyor.
Alışverişçiye “doğru pazarlama” için
bütün bu kriterleri göz önünde
bulundurmak gerekiyor.
Pekiyi, “Alışverişçiye
Pazarlama” tabirini daha
detaylı açıklar mısınız?
Bu mağaza içinde nasıl
yapılabilir? Alışverişçiye nasıl
dokunulabilir?
Mağaza içi, sadece ürünü
satmak amacıyla alışverişçiyle
B
65
Cennet Uslukılınç
buluştuğumuz alan değildir.
Marka değerini artırmak adına
pazarlama karmasını da alışverişçiyle
buluşturabileceğimiz bir alandır; bu
yüzden mağaza içinde her alana,
her deneyime bu gözle bakmak
gerekmektedir. Pazarlama karması
derken 6P’den bahsediyoruz:
Product: Mağaza içi,
alışverişçiyle/tüketiciyle
ürünü buluşturabileceğiniz,
ürünün deneyimlenmesini
sağlayabileceğiniz en etkin
alanlardan biri. Ürün demoları
ve tadımları bu deneyimi
sağlayabileceğiniz en önemli
araçlar. Aynı zamanda vereceğiniz
numunelerle birlikte ürünün
mağazadan çıktıktan sonra
denenmesini sağlayabilir; yeni
tüketiciler kazanabilirsiniz.
Price: Fiyat algısının çoğunlukla
oluştuğu nokta mağaza içidir. Fiyat
algısını oluşturan etken, sadece
ürünün kendi fiyatı değildir. Rafta
yanında durduğu markanın fiyatı da
bu algıyı etkileyebilir. Alışverişçinin
ilgili ürünü hangi rakipleriyle
karşılaştırdığı çok önemlidir.
Place: Bu P ile alakalı odaklanmamız
gereken üç temel öncelik var:
1) Doğru kanalda/m2’de listeli olmak
2) Mağazadaki konum 3) Raftaki
konum.
Promotion: Mağaza içinde yapılan
bütün aktivitelerin, marka, alışverişçi
ve müşteri beklentileri eksenine
oturtulması gerekmektedir.
Packaging: Alışverişçinin satın alma
noktasında ilk etapta ilgisini çekecek
olan etken ürünün ambalajıdır.
Bu noktada, rakiplerden ayrışıyor
olmak, ilk anda alışverişçinin
dikkatini çeken marka olmak kritik
önem taşımaktadır.
Proposition: Ürünü
alışverişçi gözünde nasıl
konumlandırdığınızdır. Bu anlamda
B
66
neyi, nasıl söylediğiniz çok
önemlidir. Satın alım noktasında
saniyelerle savaşırken ürün faydasını
alışverişçiye çok net mesajlarla
veriyor olmanız gerekmektedir.
Mağaza içinde yapılan aktiviteler,
kullanılan görsel materyaller
tamamıyla bu “alışverişçi ürün fayda
mesajı”na (Shopper Call To Action)
odaklanır. Ürünün reklamında
verilen konumlandırmanın mağaza
içine paralel bir şekilde taşınması
kritiktir.
Pazarlama stratejilerinizi
belirlerken, tüketicilere
dair ne tür araştırma
ya da istatistiklerden
yararlanıyorsunuz?
Günümüzde geleneksel araştırma
yöntemlerine ilaveten, alışverişçinin
nereye baktığını tespit eden “eye
tracking” ve baktığı yerdeki ürünle
duygusal bir bağ kurup kurmadığına
odaklanan “neuro marketing” gibi
daha ileri araştırma tekniklerini
kullanmaktayız.
Mağaza içi stratejimizi belirlerken,
yapılan bu araştırmalardaki
birçok veriyi göz önünde
bulundurmaktayız. Örnek verecek
olursam; Türkiye’de alışverişçilerin
%91’i ellerinde bir alışveriş listesi
olmadan mağazaya geliyor. Mağaza
içinde kullandığımız araçlarla bu
alışverişçilerin fikrini değiştirmemiz
mümkün. Alışverişçinin dikkatini
çekecek POP (Point Of Purchase)
materyalleri kullanarak tercihlerinin
bizim markamızdan yana olmasını
sağlayabiliriz.
Satış yapmanın ötesinde, mağaza
içini bir iletişim aracı olarak da
görmeliyiz. Mindshare’den aldığımız
verilere göre, Türkiye’de en çok
izlenen program olan Survivor
haftada toplam 4 milyon kişi
tarafından izleniyor. Türkiye’de lider
perakende zincirlerini bir hafta
içerisinde ziyaret eden kişi sayısı
bu rakamın neredeyse iki üç katı
civarındadır. Yani reklamlarımızı,
marka söylemlerimizi alışverişçi
ve tüketicilerle buluşturmak için
mağaza içinde pazarlama iletişim
araçlarıyla bulunuyor olmak kritik
önem kazanıyor. Ipsos Shopper
Marketing araştırmasına göre,
alışverişçi bir mağazada ortalama
27 dk geçiriyor. Böylelikle,
reklamlarımızı izlemelerini
sağlamanın ötesinde onlarla birebir
iletişimde bulunmak için çok doğru
bir fırsat yakalamış oluyoruz.
Yeni mezun öğrencilerimize ne
tavsiye edersiniz? Geleceğin
etkin liderleri olmak adına
nasıl adımlar atmalılar?
Unilever olarak, kendimizi “Liderlik
Okulu” olarak konumlandırıyor,
geleceğin liderlerini yetiştirmek ve
başarımızı sürdürülebilir kılmak için
çalışanlarımıza kendilerini geliştirme
fırsatı sunuyoruz.
Bunun için de çeşitli eğitim
modülleri ve işi yaparken öğrenmeyi
teşvik eden uygulamaları hayata
geçiriyoruz. Ayrıca çalışma
arkadaşlarımızın kariyerlerine
sınırsız devam edebilecekleri alan,
cazip ödül ve fayda paketleriyle
başarıya ve büyümeye daha fazla
fırsat tanıyan bir ortam oluşturmak
için çalışıyoruz. Çalışanlarımızın işi
hızlı öğrenmelerini amaçladığımız,
“Unilever Geleceğin Liderleri
Programı”yla onlara destek
sağlayarak, geleceğin liderlerinin
yetişmesine katkıda bulunuyoruz.
Unilever Geleceğin Liderleri
Programı, işi hızlı öğrenmekle ve
ilk günden itibaren, dünyanın en
sevilen multi milyon euroluk, pazar
lideri markalarını yönetmekle ilgili
bir eğitim programını içeriyor. İş
konusunda kesintisiz bir koçluk
desteği, üstün eğitim fırsatları
sunuyor.
"MERAK EDEN ÇOCUK"UN PENCERESİNDEN
İÇİNİZDEKİ MERAK HİÇ SÖNMESİN!
Gamze Celepoğlu
BÜMED Merak Eden Çocuk Okulları’nın Merak Eden Öğretmeni
B
68
Her kapıyı ben açardım. Her
telefonu da ben açardım. Eve
gelen misafirlerin kucağına
oturur çocukluğumuzun gazoz
reklamındaki on yüz milyon
baloncuk sayısı kadar soru sorardım.
Sonra, 1995 yılında aynı şu an
öğrencilerimin yaşı kadarken Nazan
Öncel bir şarkı yazdı, Ayşegül
Aldinç de söyledi. Sonra herkes yine
bizi aradı: “X müzik kanalını açın,
Gamze’nin şarkısı çalıyor, o geldi
aklımıza.” Şöyle diyordu Ayşegül
Aldinç:
“Her telefona sen çık,
Her kapıya sen koş,
Beni hatırla!”
Yıllar geçti, bir akşam çok güldük.
Bir arkadaşımın annesi, bir
tanıdığımıza rastlamış ve “Gamze,
çocukken çok soru sorardı,” demiş.
Merak ettiğim her şeyi sordum,
“kediyi öldüren merak, meraktan
çatlamak” deyimleriyle büyüyen
çocuklardan olmama rağmen.
Çocukken saf içgüdülerle yaptım
bunu, yetişkin olduğumda ise
keşke dememek için, gördüklerimi,
duyduklarımı olduğu gibi kabul
etmemek için, birey olmak için...
Düşünmeyen bir insan düşünebilir
misiniz? Sanırım buna hepimizin
cevabı “Hayır!” olur. Düşünerek
kendimizi var ederiz; işte merak
da düşünmenin ilk adımı. Bir şeyi
merak ederiz, sorgularız ve üzerine
düşünürüz. Toplum için, çalıştığımız
yer için, kendimiz için daha iyisi
olsun diye düşünür dururuz; ama
aynı Walt Disney’in dediği gibi
“Meraklı olduğunda, yapacak bir
sürü ilginç şey bulursun.” Çünkü
aslında hepimizin hayattaki en
büyük amacı mutlu olmak değil
mi? İlginç şeyler insanı mutlu eder,
yani en azından benim sınıfıma
göre öyle. Ne zaman ilginç bir şeyler
yapacağımızı söylesem gözlerini
dört açıyorlar ve “Ne, ne?” diye
sormaya başlıyorlar sonrasında
da “Bugün çok eğlendik!” diyorlar.
Hatta bazen de “Öğretmenim
siz her şeyi biliyorsunuz,” bile
diyorlar. “Hayır, merak ettiklerimi
araştırıyorum ben sadece,” diyorum.
O zaman da gülüyorlar.
MEÇ’te çok mutluyuz. Merak
ettiğimiz için, soru sorduğumuz
için ya da düşüncelerimizi özgürce
ifade ettiğimiz için eleştirilmiyoruz.
Aklımıza bazı fikirler geliyor,
deniyoruz. Baktık olmadı bir daha
başka bir yöntemle deniyoruz.
Projeler üretiyoruz, bazen
yaptıklarımız çok saçma geliyor;
ama anneanne ve dedelerimize
de cep telefonu diye bir şey çok
saçma gelirdi zaten diyoruz
ve gülüyoruz, eğleniyoruz.
Hayatın, merak etmenin, düşünce
özgürlüğünün tadını çıkarıyoruz.
Thomas More’u bile öğreniyoruz.
Onun Ütopya’sını… “Niye farklı bir
yaşam alanı hayal etti acaba?” diye
soruyoruz. Yaşadığımız çevreyi daha
yaşanılır hale getirmek için neler
yapabileceğimizi sorguluyoruz.
Proje üretiyoruz.
Bir de çok sevdiğimiz “Merak Eden
Çocuk Saati”miz var. Bu saat için
dönem başında en çok merak
ettiğimiz ve arkadaşlarımızın da
bilmesini istediğimiz bir konu
seçiyoruz ve belirlenen günde
sınıfımıza bir sunum yapıyoruz.
Sunum yapan öğrencinin ve sunumu
dinleyen öğrencilerin heyecanı
benim için bir tutku. Sunum
yapan öğrencimin kendinden
emin tavırları, sunumu dinleyen
öğrencilerimin gösterdiği saygı
beni duygulandırıyor. Çocuklar
yetişkinlerden çok daha gerçekçi,
olması gerektiği gibi ve öğrenilmiş
korkuları yok.
MEÇ’te bir nesil böyle yetişiyor:
Özgür düşünen, sorgulayan,
eleştire(bile)n, mutlu… Dileğim tüm
hayatlarının böyle geçmesi.
Bu ayın konusu merak kavramıydı.
Ben, merakın bana ve öğrencilerime
katkılarını ve bizim için önemini
anlatmaya çalıştım.
Merak TDK’ya göre bir şeyi anlamak
veya öğrenmek için duyulan istek.
Goethe’ye göre her adımı
kanatlandıran…
MEÇ Moda 2/A’ya göre ise:
Ahmet Aras Ş.: Bir şeyi sürekli
düşünmek sonra onu öğrenmeye
çalışmak.
Aras S.: Mesela bir şeyin adını merak
edersiniz ve onu öğrenmek için
düşünürsünüz, sorarsınız.
Burak: Çin’in nasıl bir yer olduğunu
merak etmek gibi.
Bora Aral: Mesela bir şeyi öğrenmek
istersin, Google’a girersin öğrenirsin
ve merakın geçer.
Can: Bir şeyi çok düşünmek ve
sürekli araştırmak.
Celal Selim: Bir şeyi yapmak istemek
ama yapamadıkça daha çok
yapmak istemek ve nasıl yapabilirim
diye düşünmek.
Derin: Bir şeyi bilmeyip onunla ilgili
bilgiler edinmeye çalışmak.
Doğan Mikail: Mesela bir ağaç
vardır. O ağacın adını bilmiyoruzdur.
Sonra onu araştırırız.
Duru Lara: Bir şeyi düşünürken çok
direnmek ama sonunda sonucuna
ulaşmak.
Ekin: Ben hep merak ederim. Mesela
akrilik boyaların nasıl yapıldığını
merak ederim.
Mehmet Ali: Yeni bir şey öğrenmeye
çok hevesli olmak ve merak ettiği
için dinlemek. Ben dinleyerek
öğrenirim. Merak Eden Çocuk da çok
öğrenmek isteyen çocuk demek.
Melissa: Düşünürsün, araştırırsın
sonunda da başarırsın ve beklediğin
şeye ulaşırsın. Merak ettiğim şeyi
öğrendiğimde başarılı hissediyorum,
mutlu oluyorum.
Nazlınur: Mesela bir şeyi bilmezsin
ama düşünürsün.
Serin: Düşünmek.
Şirin: Bir şeyi çok öğrenmek
istiyorsun ama o daha ileri seviyede
öğrenilecek. Dayanamayıp
araştırıyorsun ve öğreniyorsun.
Zeynep: Bence merak, bir şeyi
aylarca, yıllarca düşünüp sonucuna
ulaşmak.
İçinizdeki merak hiç sönmesin!
B
69
“HEP AÇIK KAPILAR OLMALI”
Aylin Buran ’02
İnsanın var oluşundan beri
sahip olduğu en değerli
unsurların başında merak
duygusu geliyor. Elbette
meraka dair pek çok yaklaşım,
bireysel ve toplumsal yansıma
söz konusu.
Pedagojik olarak bireylerin
meraklarına sınıf içinde
nasıl yaklaşılmalı,
öğrencilerin farklılıkları ne
şekilde gözetilmeli? Merak
çerçevesinde bir insanın
bilişsel gelişimi ne şekilde
seyrediyor? Kültürel özellikler
bireyin merak duygusuna nasıl
etki ediyor?
B
70
Eğitim Fakültesi, Eğitim
Bilimleri Bölümü’nden
Dr. Melike Acar merak
çerçevesindeki sorularımızı
yanıtladı. Röportajımız
esnasındaki mesajı ise çok
önemliydi: “Hep açık kapılar
olmalı; çünkü o sorgulamayı
devam ettirmek lazım. Merakı
öldürmemek lazım ki eleştirel
düşünce de gelişsin.”
Merakı kendi perspektifinizden
nasıl tanımlıyorsunuz?
Aslında kendi perspektifime
gelmeden evvel genel olarak
merakın çok muğlak bir kavram
olduğunu ve her teorisyenin
bunu kendine göre açıkladığını
belirtmekte fayda var. Ama genel
olarak merak, soru sormayla
ve bilmeye olan açlıkla ifade
edilebiliyor. Aslında merakın nasıl
göründüğünden çok, merakın
kökeniyle ilgili bir uyuşmazlık
var teorik dünyada. Kimisi bunun
içgüdüsel bir şey olduğunu,
doğumla birlikte geldiğini, insan
olmanın bir özelliği olduğunu
söylüyor; kimisi ise öğrenerek
sonradan kazanılan bir şey
olduğunu söylüyor. Bunlar tabii
birbiriyle çatışan iki farklı teorik
duruş. Ama genel olarak gelişimde
kabul görülen şey merakla ilgili
hem doğuştan getirdiğimiz bazı
güdülerin olduğu hem de bu
güdülerin sosyokültürel çevreyle
etkileşim halinde olduğu yönünde.
Benim de benimsediğim görüş bu.
Ben, doğuştan gelir ya da tamamen
sosyokültürel çevrenin sonucudur
gibi özcü tanımlardan uzak
duruyorum.
Sizce, bu tanım içerisinde
belirli bir sınıflandırma
yapmak mümkün mü? Gündelik
basit, kişisel bir ilişkiyi merak
etmek veya bilimsel bir konuyu
merak etmek sizce farklı
değerler mi?
Aslında bunların hepsi de merak.
Hiçbiri birbirinden daha üstün
bir merak değil. Yani, bir çocuk
dinozorlarla da, müzik sesleriyle de,
renkleri karıştırmakla, aynı zamanda
insan ilişkileriyle de ilgilenebilir.
“İnsanlar birbirleriyle nasıl iletişim
kuruyorlar?”, “Sana böyle bakarsam
ne olur, şöyle bakarsam ne olur,
annem bana gülümsedi bu onun
aslında beni onayladığı anlamına
geliyor,” vb. durumların hepsi
anlamaya yönelik bir merak içerir.
Mesela, fizikle, taşlarla ilgilenen
çocuk akıllıdır da, insan ilişkileriyle
ilgilenen çocuk daha az zekidir gibi
bir hiyerarşi kurmak yanlış. Merak
en baştan beri var. Çocuğu beşiğe
koyduğunuz andan itibaren merak
ediyor; anlamlandırmaya çalışıyor.
Eline çıngırağı veriyorsunuz,
çıngırağa bakıyor, çarparsa ses
çıktığını fark ediyor, ağzına alıyor;
fakat bir tat olmadığını fark ediyor.
Bundan sonra da merakı yavaş yavaş
kendi ilgisine göre şekilleniyor.
Genel olarak objelere ve ilişkilere
karşı bir merak var ve bunları
birbirinin üstünde tutmak yanlış.
Eğer ilişkilerle ilgilenen çocuk
değersiz bir şeyle uğraşıyor dersek
o zaman psikoloji, sosyoloji gibi
bilimleri de değersiz gösteririz.
Mesela mekanik şeylere ilgi duyan
bozuk saatleri tamir etmeye çalışan
bir çocukla, ilişkileri merak eden bir
çocuğun merakı benim gözümde
eşit değerde.
Pekiyi, bilişsel gelişimle
beraber düşündüğümüz
zaman belirli yaş gruplarının
merak etme duygusunu belirli
yansıtma şekilleri, pratik etme
yöntemleri gibi gelişimsel
boyut hakkında neler
söyleyebilirsiniz?
Evet, 0-2 yaşta dilsel beceriler
gelişmediği için, daha çok objeler,
insan yüzü ve sesler üzerinden
çocuklar merak duygularını
yaşıyor. İlk başta objeleri ağzına
sokuyor; emilebilir, yenilebilir
şeyler, yutulamaz şeyler olarak
kavrıyor. Sonra ses çıkaran objelerle
ilgileniyor. 0-2 yaşta daha çok
objelere yönelik fiziksel bir merak
duygusu var; ama aynı zamanda
ilişkileri de anlamlandırmaya
başlıyorlar. İki yaşından sonra dil
kazanımıyla birlikte daha sosyal ve
yürümeyle beraber daha bağımsız
bireycikler oluyorlar. O zaman sosyal
yönden de daha hızlı gelişmeye
başlıyorlar. Altı yaşından sonra da
ilgi alanları oluşmaya başlıyor. Bu
durum, okul öncesinde de olabilir.
Kimine bakıyorsunuz, 4-5 yaşında bir
jeolog gibi taşları topluyor, taş bilgisi
var. Yıldızlara merak duyanlar var,
aynı zamanda çizime, modaya merak
duyanlar da var. Meraksız bir çocuk
yok; fakat merakın değişik ifade
edilişi, değişik şekillerde davranışa
yansıması var. İfade ediş tarzı kültüre
bağlı da değişebilir. Nasıl ki biz
zekâyı “Matematikte çok başarılı olan
çocuk zekidir,” diye tanımlıyorsak,
aynı zamanda o zekânın bir yönü
de dışadönüklük ve çok güzel,
anlamlı, kritik sorular sormayla
eşleştiriliyor. Ama bazı çocuklar
içe dönük olabilir. Her çocuğun
kendine ait bir iç dünyası var. Kendi
kendine meraktan kelimelerle
oynayabilir, deneyler yapabilir.
Herkese soru sormuyor olabilir,
sadece yakın hissettiklerine soru
sorabilir. Ama bu çocuk meraksız
çünkü soru sormuyor, bu çocuk çok
soru soruyor bu yüzden çok akıllı
gibi klasik bir ayrıma gitmenin çok
doğru olmadığını düşünüyorum.
Her çocuğun aslında merak etme
eğilimi var. Merakı sadece ölçülebilir
davranışa indirgememek gerekir.
Pedagojik olarak bir
öğretmenin de bu farklılıkları
gözeterek ve her çocuğun
içindeki merak duygusu
olduğunu bilerek davranması
gerekiyor değil mi?
B
71
Her çocuğun dışavurumu farklı
olabilir, her çocuğun ilgi alanı farklı
olabilir. Burada sorduğu soruya
gülmemek, onu küçümsememek
ve bir değer hiyerarşisi kurmamak
çok önemli sınıf içerisinde. Maalesef,
ülkemizde pek böyle olmuyor. Bazı
çocuklar en baştan zeki, akıllı olarak
tanımlandığı için onların sordukları
sorular makbul oluyor. Öteki çocuk
da haylaz, yaramaz, ilgisiz olarak
tanımlandığı için onların merak
ettikleri konular sınıfta çok değerli
olmuyor. Tabii her öğretmen, her
sınıf böyle değil. Eminim, istisnalar
da, iyi örnekler de var.
Merakın eleştirel düşünceyle
bağlantısından bahseder
misiniz?
İnsan merak eden bir varlık. Dünyayı
anlamlandırmaya çalışıyoruz.
Doğduğumuz günden itibaren
"Nasıl bir çevrede yaşıyorum, nasıl
varım?" gibi sorularla uğraşıyoruz.
Kavramları anlamaya çalışıyoruz,
kavramlar arasında ilişkiler kurmaya
çalışıyoruz. Bunların altında dünyayı
ve yaşadığımız çevreyi daha iyi
Dr. Melike Acar
olduğunu kabul edebilmen ve her
şeyden önce bir şey bilmediğini
fark etmen lazım. Bunlar otonomi
açısından çok önemli başlıklar. O
yüzden bizim kültürümüz buna hazır
diyemeyeceğim.
Burada yapılan, herhalde bu
tutumu baskılamak...
B
72
anlamak, güzelleştirebilmek
düşünceleri var ve bu, aslında
bir çeşit eleştirel düşünce. Merak
duygusu ile eleştirel düşünce
arasında çok yakın bir ilişki var.
Eleştirel düşünce de soru sorma,
kavramları anlamaya çalışma,
kavramı test etme, kendi doğası
içerisinde eğer çalışmıyorsa o
kavramı yeniden tanımlama ile ilgili.
bilim adamı gibi bir sorunu anlama
ve çözme çabası içindeler; ama
bunu daha safça ve tecrübesizce
yapıyorlar ve kaçınılmaz olarak da
hata yapıyorlar. Merak duygusu ve
düşünce çocukluktan beri var olan
ve çocukların oyun oynarken, yeni
bir oyuncakla ya da yeni bir objeyle
karşılaştıkları zaman yaptıkları
faaliyetlerin içinde de var.
Eleştirel düşünce için merakın
biraz daha sistemli hali
diyebilir miyiz?
Toplumdaki kültürel
özelliklere baktığımız zaman
ne gibi yanlışlar yapıldığını
düşünüyorsunuz?
Merakın daha sistemli, bilimsel hale
gelmiş şekli. Zaten 2000li yıllarda
gelişim psikolojisinde böyle akımlar
başladı. Çocuklar meraklıdır ve bu
onların doğasında var görüşünü
destekleyen araştırmalar yapılmaya
başlandı. Yani beşikteki çocuk
bilim adamı, çocuk filozof gibi
terimler kullanılmaya başlandı.
Bu araştırmaların bize gösterdiği
çocuklarda eleştirel düşünce ve
problem çözme kapasitesinin
sanıldığından daha gelişmiş
olduğu. Aslında çocuklar da bir
Bir kere merak aslında, geleneksel
anlamda baktığımız zaman,
yaramazlık demek. Çünkü
merak eden çocuk soru soran
çocukla eşleştiriliyor. Oysa bizim
kültürümüzde soruyu büyük olan,
öğretmen, anne- baba sorar. Soru
soran çocuk ise bu hiyerarşiyi altüst
ediyor. Bu, bizim gibi toplumların
çok alışık olduğu, sevdiği bir durum
değil. Soru sormak bilişsel bir
özellik. Soru sorabilmen için kendini
ötekinden ayrıştırman, dilin bir araç
Evet, bunu baskılamak... İkincisi ise,
anne babaların ve öğretmenlerin
merak etmiyor oluşu. Siz merak
etmiyorsanız, çocuğun merak
duygusu da ölür. Çocuğunuz
“Yıldızlar neden parlıyor?” gibi
sorular sorduğunda, cevabını
bilmiyorsunuz ve bilmediğiniz için
de onu geçiştirmeye çalışıyorsunuz.
Öğreten- öğrenen ilişkisi içerisinde
anne baba her şeyi bilen olmak
istiyor çocuğunu gözünde. Kendini
otorite olarak görüp bilmediği
soruları geçiştirmek, birçok
ebeveynin yaptığı bir hata. Hâlbuki
“Bu sorunun cevabını bilmiyorum;
ama birlikte araştırabiliriz”, “Ben de
bilmiyorum, hiç düşünmemiştim
yıldızların neden parladığını,” gibi
karşılıklar verebilir. Oysaki otoriter
kültürden gelmekten kaynaklı bir
tepki veriliyor. Öğretmen de öyle.
Bilmedikleri bir soru sorulduğunda
öğretmenlerin reaksiyonuyla ilgili bir
araştırma yapılabilir.
Beş altı yaşında bir çocuk saatte
100 soru sorabilme kapasitesine
sahip. Bunu değerlendirmek
gerekiyor ve o çocuğun merakını
keşfedip, yönlendirmek lazım
ama yönlendirirken de çocukların
sorduğu sorulara kesin cevaplar da
vermemek gerek. Hep açık kapılar
olmalı; çünkü o sorgulamayı devam
ettirmek lazım. Merakı öldürmemek
lazım ki eleştirel düşünce de gelişsin.
Kişi kendini de merak ediyor
ve “Ben nasıl biriyim? Toplum
tarafından nasıl görülüyorum?
Özelliklerim nelerdir?” gibi
sorular soruyor. Bu sorulara
yanıt verirken bazen bireylerin
gerçekçi bir bakış açısı ile
yaklaşmamaları da söz konusu
olabiliyor. İnsanın kendini tam
manasıyla, gerçekçi ve dürüst
bir biçimde analiz etmesi
mümkün mü?
İnsanın kendini anlaması,
anlamlandırması, “Ben ne yaptım,
ne yapıyorum, nereye gidiyorum?”
diye sorması çok önemli. Ama
dediğiniz gibi kişi her zaman
kendine karşı objektif olmayabilir.
İnsan ilişkilerini, insanın kendini
anlamlandırmasını merak eden
insanlar psikoterapist oluyorlar
ya da bu anlamda merakları olan
insanlar terapiste gidiyorlar. Gerçek
öz değerlendirme yöntemi -kendini
kandırmadan- psikoanaliz bence.
Öte yandan, bunları yapmadan da
insanın kendini gündelik hayatını
değerlendirmesi bir derece
mümkün. “Ben ne yaptım?, Ne
yapıyorum?, Nereye gidiyorum?, Bu
işi seçmeseydim nasıl bir hayatım
olurdu?” gibi sorular çok felsefi
sorular gibi gelebilir günümüz
dünyasında; çünkü artık günümüzde
neyin kâr getirdiği ve o şeyin
başarıya ulaştırıp ulaştırmayacağı
önemli. “Ben kimim, ne yapıyorum,
neyi seviyorum?” sorusu sizi
akademik ya da ekonomik olarak
kesin bir başarıya ulaştırmayabilir;
ama aslında uzun vadede çok
yararlı bir soru. Bunu merak
ederek, deneyip, yanılarak bulmak
da sağlıklı. İnsanın bazı şeyleri
kendinde sorgulaması gerekiyor ve
bu da meraktan geliyor.
Üniversitenin bu noktada
fonksiyonu nedir?
Üniversite öğrenciye deneme
yanılma, kendini keşfetme fırsatı
vermeli. Mühendis olacağım diye
girip felsefede kendini bulabilme
fırsatını... Üniversiteye gelene kadar
eğitim sistemimiz merak duygusunu
öldürmek üzerine kurulu. Genel
anlamda böyle, çok istisnai okullar
var ya da devlet okullarında çok
istisnai öğretmenler var; ama
eğitim genel olarak siyah ve beyaz
cevaplar vermek üzerine kurulmuş.
Ana sınıfından ya da birinci
sınıf müfredatından başlayarak
görüyoruz ki aslında çok basit
şeyler sorgulanmadan anlatılıyor.
Çocuklar, merak duygularının
uyanık kalabilmesi için biraz daha
kendi düzeylerinden üst şeylere
ihtiyaç duyarlar. Onların kafasını
çok karıştırmadan ama anlama
kapasitelerini gözeterek, onlara
saygı duyarak bir şeyler yapılması
lazım. Bizde öyle değil. Bizde
basitçe böyle oldu, şöyle oldu, şu
tarihte doğdu, şu tarihte öldü gibi
çok didaktik, siyah beyaz bilgiler
veriliyor. Çocuklar bilgiler arasında
ilişki kuramıyor. Fen bilgisi dersi
bile laboratuvar görmeden, deney
yapılmadan gösteriliyor. Biz böylesi
kritik süreçleri pas geçiyoruz. Artık
üniversite son şans gibi oluyor.
Üniversite çok önemli; ama aynı
zamanda çok zor. Çünkü öğrenciler
belli kalıplarla, test çözerek
geliyorlar. O yüzden onlara deney
yapmanın, araştırmanın önemini
anlatmak zor.
Anlatmak, iletişim kurmak,
öğrenmenin önemini aktarmak
dışında başka metotlarınız var
mı?
Ben kalıpları kırmak için özellikle
yazmalarını öneriyorum; çünkü soru
sormanın ve eleştirel düşüncenin en
önemli unsuru ne düşündüğünüzü
yazabilmeniz. Dolayısıyla, yazma
egzersizleri yaptırmaya çalışıyorum.
İkinci olarak felsefe ve psikoloji
tarihi ile örnekler getirmeye ve
bilimle felsefenin arasındaki
ilişkiyi göstermeye çalışıyorum.
Yani “Bir şeyler böyledir bunu
öğreniyorum,” değil, “Öğrendiklerim
arasındaki ilişki ne?” sorusunu
önemsiyorum. Çok önyargılı
kalıplaşmış düşüncelerle geliyor
çoğu öğrencimiz Eğitim Fakültesi'ne.
Buna rağmen ufak ufak da olsa bir
şeyler değişebiliyor. Öğretmenin
kendisi merak etmiyor. Belli
şartlar dolayısıyla öğretmenlik
mesleği artık bir teknisyenliğe
dönüştürülmüş durumda. Gitsin,
gelsin, sınav hazırlasın. Başarı zaten
sınavla ölçülüyor. Çoktan seçmeli
bir sınavda çok merak etseniz ne
olacak, eleştirel düşünseniz ne
olacak? Hatta merak etmek size
zaman kaybettirir, çünkü çok kısa
zamanda çok fazla soru cevaplamak
zorundasınız. Beş şıkta şairin ne
dediğini bulmak zorundasınız;
ama belki sizin zihninizde, anlam
dünyanızda şairin demek istediğiyle
ilgili bambaşka fikirler olabilir.
İşte böyle gelen öğrenciye “Haydi
gelin eğitim psikolojisiyle edebiyat
ilişkisini tartışalım, haydi gelin
felsefe tartışalım,” dediğimizde
ilk başta biraz zorlanıyorlar, sonra
alışıyorlar.
Milli Eğitim Bakanı olsanız ne
yaparsınız?
Bunun olabilirliği yok, siyasete
atılsam herkes beni çok teorik
bulur! Eğitim sisteminde tamamen
bir karmaşa hakim. Gerekli
akademik araştırmalar yapılmadan
eğitim sisteminin bu kadar sık
değiştirilmesi doğru değil. Bir kere
bu eğitim sistemi artık oturmalı.
Bir şey de karar kılınmalı ve bu
karar kılınan sistem başarıyı sadece
sayılarla ölçen, çocuğun özneliğini
ezip geçen bir yapı olmamalı.
Adaletli, sınıf farkı gözetmeyen,
ayrımcı, cinsiyetçi olmayan, parasız
bir eğitim sistemi nasıl sağlanır buna
kafa yormak lazım. Dünyadaki iyi
uygulamaları incelemek lazım. Ben
en çok eğitim fakültelerinin revize
olmaları gerektiğini düşünüyorum.
Fakülteler hümanizme daha
yakın, hem çocuğu anlayan hem
de öğretmen adayının sürekli
sorguladığı ve merak ettiği bir
entelektüel alan olmalı. Artık
öğretmenlik gelecek nesilleri hem
akademik hem de sosyal açıdan
hizaya sokma, terbiye etme işi olarak
görülmemeli. Ayrıca demokratik bir
toplumda bir şeyleri değiştirmek
için illa bakan olmak gerekmemeli.
Biz de Boğaziçi Üniversitesi Eğitim
Politikaları Uygulama ve Araştırma
Merkezi’nde bir grup “meraklı”
araştırmacı olarak eğitimin değişik
boyutlarıyla ilgili akademik
araştırmalar yapıyoruz ve politika
önerileri sunuyoruz. Bir yerden
başlamak gerekir.
B
73
“ART CONSISTS OF FAILURE”
Duygu Cankılıç ‘11
Kurmaca yazarlığının yanı
sıra çevirmen ve antoloji
yazarı olarak da tanıdığımız,
günümüz dünya edebiyatının
önemli isimlerinden biri
olan Alberto Manguel ile
Borges’e dair anıları, yazar
olmaya, metne dair görüşleri
ve Boğaziçi Chronicles
etkinlikleri kapsamındaki
konuşmasına ilişkin bir
söyleşi gerçekleştirdik. Keyifle
okumanız dileğiyle...
It is very nice to meet you. Can
we start from the years when
you read for Jorge Luis Borges?
Could you please share your
memories with us?
B
74
I was working in a bookstore in
Buenos Aires as an adolescent. Borges
would come to the bookstore to
buy books. This was in 1963. He had
become blind around 1955 so he
needed people to read to him. He
would ask everyone and one day he
asked me if I could read to him. So,
for four years I read for him every
evening in his apartment. When I say
“read for him”, I do not mean that
I chose the stories or the texts. He
would specifically ask for a text to be
read and then he would comment
on the text but for himself. It was
not a shared reading as if I would be
reading for you. It was really a
way of him being reminded of the
text that he knew and be able to
comment on it. He was doing it for a
specific purpose. When he became
blind, he decided he would not
write any more prose. He said that he
could write poetry. Because poetry
came to him as music to which he
would put words. But prose he said
he needed to see his handwrite. So
he had decided not to write prose
anymore. But with time he had had
some ideas for short stories and then
he decided that he would go back
on his promise to himself and write
prose. But before he would launch
into new short stories he wanted to
revisit the stories of other writers that
he loved. I think it is wonderful advice
for anybody who wants to write.
You learn to write through reading.
You learn to write by observing and
analyzing what other writers have
done, how they have done it and
find clues in their writings. So,
he would want me to read the
stories not to follow the plot he
already knew almost by heart but
to observe how it was done like a
mechanic would look at montages
to see how wheels and coges work.
His observations were about the
mechanics of writings.
So, you think that being a good
writer is about reading a lot.
Being a good writer has to be put
in a context. Being a good writer for
whom? For yourself, for your readers,
for your contemporaries, for your
future… But if you want to be a writer
of any kind, it is a craft like any other
that you have to learn. I do not think
that anybody can teach it. I do not
believe in creative writing courses. I
believe in reading courses. I believe
in offering would be writers material
to look at. I think as Borges thought
that you learn by seeing how things
are done. It is like cooking. You learn
how to cook by watching somebody
cook. Instructions do not really work,
you have to see how the dough is
handled, how the vegetables had
chopped.
You see creative writing
courses are much more than
the reading courses in Turkey.
In everywhere. It is something was
invented by the state in order to give
writers a little bit of money. I have
nothing against that. But is it useful?
No, I do not think it is useful unless
you offer it as a reading course. If
Proust were teaching Joyce how to
write, he would make a mess of it.
If Joyce would teach Proust how to
write, he would make a mess of it.
Because your vision as a writer of
what literature is, changes depending
on whom you are. Obviously it will
effect what you teach. If I go back to
the metaphor of cooking, a sushi chef
would be a very bad teacher of Italian
cooking. I think that unfortunately
creative writing courses are part
of publishing industry that was
invented in the mid-20th century in
the Anglo Saxon world. That entails
the work of what in English is called
editor. It is something very different
from the word editor in French,
Spanish or Italian. It underlines those
occupations is an ideal and I think
this is fundamentally false. It is the
idea that you can tend to produce
a perfect work of art. You can say “I
want to produce a perfect camera” as
an engineer. There is such a thing for
what you want to use it. And if you
have the right lens and have the right
structure you produce a machine that
is almost perfect. But art does not
work that way. In fact art consists of
failure.
The work an artist produces is never
what the artist has imagined. There
is an ideal book you want to write,
of the dance you want to perform,
of the music you want to compose,
of the painting you want to paint.
But in the realization of that work, a
number of circumstances enter the
author that work from the concept
imagined to the concept that is made
concrete in words or in movement.
That is not a bad thing because in
creating and in perfect work of art,
the artist allows for the gaps through
which the reader, the viewer or
the listener can access to the work.
But the publishing industry in the
Anglo Saxon world wants objects
for consumers. And objects for the
consumers have to be constructed
B
75
Alberto Manguel
according to the laws of the market.
So, you have a box of cornflakes of a
certain size, of a certain color because
investigation has proven that is what
appeal to the consumer. They have
applied this to writing. So you have
formulas for novels for the different
genres that way invented whether
it is fantasy literature, young adult
literature, chick literature etc. That
has to conform to an ideal that the
consumers’ wants which are deduced
by the person who is selling the book.
In that sense the editor is very useful
and creative writing course is very
useful too. Because it tells you, you
have to start a chapter like this, you
cannot use the passive voice, your
character has to be explained, conflict
has to come at this point etc. That’s
all very well if you want to produce
an object for consumers. And it is
disastrous if you want to produce
literature.
As a writer who was born
in Argentine, raised in
France, living in another
country rather than your
home country and, having
Canadian citizenship, you
are kind of world citizen.
What are the advantages and
disadvantages?
Every condition has advantages and
disadvantages. The condition of
being nomad is part of our identity in
the 21th century. Many more people
are nomads than people remaining
in the place that they were born.
Especially in urban centers, you
hardly ever meet someone who was
born in the city from parents born
in the city, from grandparents born
in the city. We have a fluid identity
in terms of nationality and I think
that is a very good thing. I think
passports and borders and even the
idea of nationality is an invention of
bureaucrats to serve political aims.
But it has no logical meaning to say
that you are faithful to a country
simply because you were born in a
certain place, your mother happened
to be in that place, makes absolutely
no sense.
Plutarch, the Roman historian, he is
the great biographer of the Roman
times. Plutarch said that it was absurd
to think that the moon of Sparta was
more beautiful than the moon of
Athens. These are sentimental values
that have no meaning. Borges talked
about the Argentinian nationality
and he said what it means to be an
Argentinian writer and you could ask
the same question what it means
a Turkish writer. It’s something
unavoidable, something you do not
choose the circumstances. You were
born in Turkey and write in Turkish
but the fact that you write about
Turkish things would not make you
necessarily a Turkish writer.
What do you think about
intertextuality? There are
a lot of relations between
writers and their texts. We
see similar relations or points
in Dostoyevsky, Pamuk,
Tanpınar’s texts. Can it be
related with world literature?
I approach all labels in a suspicious
manner. Anytime you put a label on
something, you can break it down
and it does not help to define. The
thing, which you label, is simply lazy
way of thinking about it. So, you say
Turkish writer and then you do not
need to think about what it means.
You say woman writer and do not
think what it means. So I do not
think these labels are useful. I would
like to see literature always related
to reading as it was anonymous.
But that is not possible of course.
Because, what we bring to a text so
many outside elements that do not
allow us to read the text as itself. We
cannot read The Idiot of Dostoyevsky
without thinking about Dostoyevsky
and his religious concept, the time
he lived and his prison in Siberia and
then the layers of reading afterwards
the influence he had on the novel
in Europe and in Turkey of course.
Once you try to clear all that where
the novel is called Idiot. I think we
have to be very careful with these
labels. Consider Tanpınar for instance,
he is closer to an Eastern European
humor satirical in the bureau of The
Time Regulation Institute. But he is
also closer to the Prussian novel in
his novel A Mind at Peace. So you
could say that Tanpınar is not like
Tanpınar. He is closer in one case
to a Hungarian writer Karinthy and
on the other side to a French writer
like Proust. I would like to open this
definition up so that we can place the
work in different context and not stay
in any single one. Just allow the work
to be fluid.
What would you like to say
about the writer who writes in
another language rather than
his/her own language?
That is an interesting case because
I have my own experience writing
outside of my language, which is
English. But I learned first German, I
have written in French and Spanish.
You realize when you change the
language which you write, certain
things happen. The first thing is
B
78
when you write outside your original
language, I would not say my mother
tongue because it was not the
language of my mother but my nurse.
But my first language.
When I write in Spanish, for instance,
there is a small moment of very
brief second of translation. My mind
seems to form certain ideas in English
but then I wrote them in Spanish.
The second thing is very important.
When you begin to think in another
language, which you’ll write, your
ideas change. It is very important
to understand to what point the
language in which you write or
speak or think, affects the thoughts
themselves, the ideas themselves.
You do not have the same notions in
English as in Turkish. You do not have
same notions in Chinese as in Greek.
Because the syntax of a language
allows the formation of certain ideas
that are not allowed or not easily
allowed in another. I will give you an
example: There is a common device
in literature which is getting to the
reader to play the game of fiction. The
reader knows that this is an invented
story. But to help the reader play the
game, the writer will say “I found the
story in a manuscript hidden in a box.
This is a true story.” Or for instance
the writer will say “I cannot give you
the facts because the characters are
still living but I will call the characters
so and so. I won`t give you the real
elements to make you believe that it
is real.”
The most famous novel in Spanish,
Don Quijote, begins with in a literal
English translation, “In a place of La
Mancha whose name I do not want to
remember.”
If Cervantes would write it in English
and he thought “I will play that game
and not tell the reader the name of
the village so that the reader will
believe it is real,” he would have
started to write in a place and then
immediately because of the music
of the language, he would say, there
is syllable missing. He cannot say
in English “in a certain place” you
have to say “in a certain place of
La Mancha.” So, you add that word
nothing much changes. But you
come to whose name I do not want
to remember that is very clumsy
in English. So, if he would write in
English, the syntax and music of the
language would not allow him to
express that idea in the same way in
Spanish. So, that would be a different
idea.
One of the most famous novels in
English, Moby Dick, begins with the
same device, “Call me Ishmael.” And
“Call me Ishmael,” is the same device
because he does not say “My name is
Ishmael,” or “There was a man called
Ishmael,” He says “Call me Ishmael,”
like “Call me whatever you want,” but
“Let’s say Ishmael.” So, he introduces
that doubt. But if Melville would
write in Spanish, in Spanish, he would
not have been able to say “Call me
Ishmael.” Because “Call me Ishmael” in
English addresses the readers in the
entire universe. The readers plural,
the reader singular, the reader who is
a friend, the reader who is unknown,
the reader in group. Because “Call me”
addresses the plural, the singular, the
formal, the intimate. In Spanish you
have to make a choice. You have to
change according to whom you want
to address and the effect is spoilt.
You are eliminating the notion of
universal audience. So Melville would
not have written like if it were written
in Spanish. But this happens in much
more fundamental ways. Since you
are fluent in Turkish and English, you
will know there are certain moments
that you have an idea in Turkish.
That is almost impossible to put
into English and that you will have
to find a different way of trying to
come to the same idea. But that is the
problem of translation.
What would you like to say
about translators?
I think that translation makes
clear the fundamental problems
of language. But translator is the
keenest reader, the most careful
reader who is able to go in depth into
a text. Because the translator has to
take the text part by part and rebuild
it in another language. But the act
of translation poses a much more
essential question: “What is a work of
art?” “What is a text?”
If we revert to Tanpınar, “Time in
Bursa” consists of the words he chose
to write the poem. The notion of time
in the poem is implicit and it implies
Turkish culture thrown back to
Ottoman period and a whole poem
is regulated by a certain grammar
and the words are in a certain order.
Then imagine that you take the
words, the music, grammar, cultural
connotations in a way replacing by
others. Do you still have a poem by
Tanpınar called “Time in Bursa”?
Your conference was on “The
Dangers on Curiosity.” What
would you like to say about it?
The lecture is based on my new book,
which will be out in a few months
in English and it’s about the idea
of curiosity. I am interested in the
questions that we asked not in the
answers. The answers are away not
going forward, once you have an
answer it closes the door, which is
why literature is made of questions
not of answers. But asking questions
in every culture has been considered
a good thing and a bad thing. It has
been considered something should
be encouraged and something that
should be forbidden. I am interested
to see how we play with those two
notions. What freedom we claim
for our curiosity within these two
notions?
How would you comment
the curiosity notion in the
literature?
We said first that a work of art, a
literary text consists of failures.
Mallarmé spoke of the muse of
impossibility. So the muse that
inspires you to do something
impossible. So, when literature
approaches subject when Flaubert
writes Madame Bovary. However
well written and well-constructed
and well thought work -if it works
as a literary work- will not reach a
definitive conclusion. “Is Madame
Bovary guilty or not?” ,“Is she fully
conscious what she is doing or not?”,
“Does she want to commit suicide or
not?”, “Is she right to have an affair or
not?” ,“Is Monsieur Bovary guilty for
not understanding her or wants to
help her by allowing her to come into
her own?” The novel does not answer
any of those questions. So, the genius
of Flaubert allows us to follow the
development of those questions,
but then it remains at the verge of
an answer. The work of art exists in
the tension between the expectation
of an answer and the asking of a
question. If the work of art can hold
that tension then we continue to
read it.
B
79
BÜMED BUSINESS ANGELS (BUBA)
ENTREPRENEURSHIP 2.0
Cem Ener '13
BÜMED Business Angels
girişimcileriyle buluşmalarımıza bu
ay Publitory girişiminden Sayın S.
Mehmet İnhan ’80 ve Sayın Umur
Özkul ’90 ile devam ediyoruz. Sayın
İnhan ve Özkul ile self-publishing
fikrinin oluşumunu, Publitory’nin
yeni gelişen bu alandaki yerini,
e-kitap kullanımının Türkiye’deki
durumunu ve girişimin BUBA ile
ortaklık sürecini konuştuk.
Siz, idefix.com’un başındayken
Türkiye’nin ilk e-kitap platformunu
açtığınızı hatırlıyoruz. Selfpublishing fikri de o süreçte mi
oluştu?
B
80
Evet. O projeyi TÜBİTAK ve TTGV
desteğiyle geliştirmiştik ve projenin
ilk planında bağımsız yazarların
kendi e-kitaplarını doğrudan
yayımlayabilecekleri bir “özyayıncılık”
servisi de öngörmüştük. Türkiye’de,
yayınevlerinin uzun süre dijital
yayıncılığa kuşkuyla bakması
nedeniyle e-kitap penetrasyonu yavaş
seyretti. Projenin self-publishing
ayağı biraz da bu yüzden hayata
geçemedi; ancak o zamandan
bugüne dünyada büyük gelişme
gösteren bir alan oldu. Bugün ABD’de
yıllık bazda yayına giren “indie”
kitap sayısı, geleneksel yayıncılık
sektörünün ürettiği adetleri yakaladı,
Amazon’da satılan e-kitapların
%30’unu buldu ve artık bazı
kategorilerde bestseller listelerinin
içinde hatırı sayılır oranlarda özyayın,
yani yazarın doğrudan yayımladığı
kitaplar yer alıyor. Örneğin, Grinin Elli
Tonu bunlardan sadece bir tanesi.
birlikte çalışma fırsatımız
oldu. Kendisi uzun
yıllardır Hollanda’da
senior IT mühendisi olarak
çalışıyordu. Publitory işine
birlikte girmeye karar verdik
ve paçaları sıvadık. Publitory şu
anda beta-test aşamasında yayında
ve kullanılabilir durumda. Yani
kitabınızı yükleyip satabilirsiniz.
Publitory’nin bu yeni gelişen alanda
nasıl bir iş modeli var?
Publitory, bağımsız yazarlar ve
yayıncılıkla uğraşan profesyoneller
için bir servis sağlayıcı ve pazaryeri
oluşturmayı hedefliyor. Kitabınızı
doğrudan Publitory yazım araçlarını
kullanarak “on-site” yazabilirsiniz
veya Word’de yazılmış bir dokümanı
yükleyerek anında e-kitap
formatına dönüştürebilirsiniz. Bir
boyutuyla ücretsiz bir e-kitap dizgi
aracı sunuyor yazara. Pazaryeri
boyutuyla da bağımsız yazarın kitabı
geliştirmek için gereksinim duyacağı
uzmanlıklara topluluk içinden
erişimini sağlamayı hedefliyor.
Publitory ne zaman hayata geçti?
Çalışmalarına geçtiğimiz yıl Umur
Özkul ile birlikte başladık. Umur ile
1995 yılında B.Ü. Eğitim Teknolojileri
Merkezi’nde çalışırken tanışmıştık.
O zamandan beri de birçok projede
Umur Özkul
Yani yazarla editörü,
kapak tasarımcısını,
redaktörü, çevirmeni
buluşturup iş yapmalarına
aracılık ediyor. Kitabı
tamamlanınca bağımsız yazar,
kitabın fiyatını kendisi koyup
bir tıkla yayına alabiliyor ve anında
Publitory dükkânında rafta satışa
veya ücretsiz paylaşıma açabiliyor.
Publitory, sadece satış halinde bir
komisyon tahakkuk ettiriyor. Ayrıca
kendi platformunda oluşan envanteri
Google Books, iBooks ve büyük yerel
online perakende kanallara dağıtmayı
da hedefliyor. Bunlara ek olarak
pazaryeri iş kontratlarına aracılık
komisyonu ve e-kitap pazarlamasının
doğal mecrası olan sosyal ağlarda
pazarlanmasına da destek hizmetleri
sağlıyor.
Türkiye’de e-kitap kullanımı
yaygınlaşacak mı? Nasıl bir
pazardan bahsediyoruz?
Geleneksel yayıncılık tarafında
yaşanmakta olan darboğazdan az
önce bahsetmiştim. Publitory, bu
BUBA Haberleri
l GarantiPartners Programı’na
Kabul Edilen İlk Girişimler
Belli Oldu!
Telif hakları açısından zorluklar
yok mu?
Publitory bir yayıncı değil, bir
platform. Yayıncı yazarın kendisi. Yazar
açısından güzel olan, telif haklarını
devretmeden yayımlayabilme
özgürlüğüne kavuşması. Karşılığında
gelirin çok büyük kısmı da yazarda
kalıyor. Bu oran perakende veya
dağıtım durumlarında %85 ile %60
arası değişebiliyor. Geleneksel
yayıncıdan aldığı %10-25 ile
kıyaslayınca ne kadar ciddi bir farktan
söz ettiğimiz anlaşılır. Bu da girişimci
yazarlığın önünü açacak bir alan
yaratmış oluyor.
Publitory’nin girişim sermayesi
ortağı var mı? Girişiminizi nasıl
finanse ettiniz?
S. Mehmet İnhan
darboğazın dışında kalan bağımsız
yazar ve okur potansiyelini yeni
yazma ve okuma deneyimleriyle
açığa çıkarma amacında. Yayıncılar
kendilerine başvuran yüz
dosyadan ancak birisini işleme alıp
yayınlayabiliyorlar. Çok büyük bir
potansiyel gün ışığına çıkamıyor.
Blog dünyasında yaşadığımıza
benzer bir çeşitlilik ve zenginlik
aslında kitap yayınları için de
beklenmelidir. Türkiye’de daha
online kitap satışları penetrasyonu
%5’lerde, e-kitap penetrasyonu ise
istatistik bile sayılmayacak kadar
düşük. Bu rakamlar ABD’de sırasıyla
%45 ile %30’lara ulaşmış durumda.
Özyayıncılık ise bu trendin tamamen
dışında ve en az bir o kadar potansiyel
iş hacmi sunuyor.
Yakın zamana kadar kendi
kaynaklarımızla finanse ettik.
Geldiğimiz aşamada gerek geliştirme
gerekse pazarlama konusunda
bundan sonra ihtiyaç duyduğumuz
kaynak için yatırımcı arıyoruz.
BÜMED Business Angels projeyi
portföyüne aldı ve birçok alanda
destek sağlıyor. Publitory her dilde
kitabın yazılıp yayımlanabildiği bir
platform olduğundan sadece Türkiye
pazarını değil, Doğu Avrupa, Türki
Cumhuriyetler ve özellikle MENA
bölgesini de hedefleyebilecek
kapasitede. Aradığımız yatırımın
biraz da projenin uluslararası
pazarlamasına destek olabilecek
deneyimde bir girişim sermayesinden
gelmesi önemli.
Program ortağı olduğumuz
GarantiPartners Programı'na
kabul edilen ilk girişimler
Ingenious (akıllı ev
otomasyonu sistemi), Publitory
(self-publishing platform) ve
NetworkDry (kuru temizleme
ağı) olarak belirlendi. BUBA
olarak bu girişimlerle çalışacak
olmanın heyecanını yaşıyoruz.
l BUBA’dan Yeni Bir İşbirliği!
BUBA, dünya genelinde
100.000’den fazla müşterisi
bulunan Hollanda merkezli
Spotzer ile Türk KOBİ’lerini
internete taşımak amacıyla
önemli bir işbirliğine imza
attı. İnternetten pazarlama
ve “lead-generation” üzerine
ülkemizdeki KOBİ’lere
destek olmayı
amaçlayan
bu işbirliğine
dair kapsamlı
bilgileri
önümüzdeki
haftalarda siz
değerli okuyucularımızla
paylaşıyor olacağız.
l BUBA’nın Bahar Dönemi
Girişimci Eğitimleri Başlıyor!
İlki Kasım 2014’te
yapılan ve
katılımcılardan
yoğun ilgi gören
BUBA girişimci
eğitimleri, ikinci
seri müfredatıyla
27 Nisan - 12 Mayıs
tarihleri arasında Boğaziçi
Üniversitesi’nde yapılacak.
Program hakkında detaylı
bilgiyi www.buba.com.tr’den
alabilirsiniz.
B
81
47. EUCEN (AVRUPA ÜNİVERSİTELERİ SÜREKLİ
EĞİTİM AĞI) KONFERANSI
Yasemin Dut ‘10
B
82
3-5 Haziran 2015 tarihleri
arasında gerçekleşecek
EUCEN konferansına
BÜYEM ev sahipliği yapıyor
ve bu yılki konferansın
teması Yükseköğrenim ile
Mesleki Eğitim Arasında
Köprüler Kurmak: Eğitimde
Çeşitlilik. Etkinlik ile
ilgili detayları ve eğitimde
çeşitlilik, yaşamboyu eğitim,
yükseköğretim ile mesleki
eğitimin birleştirilmesi gibi
kavramları BÜYEM Müdürü
Sayın Dr. Tamer Atabarut ‘88
ile konuştuk.
Avrupa Üniversiteleri Sürekli
Eğitim Ağı ve Boğaziçi
Üniversitesi'nin bu ağ
içerisindeki yerinden bahseder
misiniz?
Avrupa Üniversiteleri Sürekli Eğitim
Ağı (EUCEN),1991 yılında Belçika’da
kurulmuş olan uluslararası, kâr
amacı gütmeyen bir sivil toplum
kuruluşudur.
EUCEN 35 farklı ülkeden üniversite
ve ulusal ağ olarak 183 üyesi
bulunan, Avrupa’nın en geniş
kapsamlı üniversiteler yaşamboyu
eğitim merkezleri birliğidir.
EUCEN Avrupa genelinde
üniversiteler eliyle yaşamboyu
eğitim faaliyetleriyle ilgili bilgi ve
politikalarının gelişimini teşvik
etmek ve yaygınlaştırılmasını
sağlayarak öğrenme yöntemlerinde
ilerleme sağlamayı hedeflemektedir.
Bu yolla EUCEN hem topluma
hem de kurumlara ekonomik ve
kültürel anlamda önemli katkılarda
bulunacağı görüşündedir.
Türkiye’den toplam 12 üniversitenin
üye olduğu EUCEN’e Boğaziçi
Üniversitesi Yaşamboyu Eğitim
Merkezi 2012 senesinde üye
olmuştur. Üye olduktan bir sene
sonra BÜYEM, EUCEN yürütme
kurulu üyeliğine seçilmiş ve birlik
içinde politikaların belirlendiği
bu kurulun Türkiye içerisinden
seçilmiş ilk merkezi olma ayrıcalığını
kazanmıştır. BÜYEM bu yıl 45.si
düzenlenen EUCEN Genel Kurulu'na
ev sahipliği yapacaktır. Toplantı
3-5 Haziran 2015 tarihleri arasında
Boğaziçi Üniversitesi Güney
Kampus’ta yapılacaktır.
"Eğitimde Çeşitlilik" kavramını
nasıl tanımlarsınız? Bu
bağlamda konferansın içeriği
ne olacak?
Günümüzde çağın ihtiyaçları
doğrultusunda öğrenme süreçleri
değişmektedir. Hayatboyu öğrenme;
örgün, yaygın ve serbest öğrenme
olarak her türlü eğitim ve öğretimi
kapsamaktadır.
Eğitim türlerinde çeşitliliği
yakalayabilmek için üniversiteler de
yeni öğretim şekilleri uygulamaya
başlamıştır; bunlar pedagojik
gelişmeler (örneğin problem
çözme, vaka incelemesi, tersine
öğrenme) ve teknolojik gelişmeler
(örneğin, e-öğrenme, uzaktan
eğitim) olarak ortaya çıkmaktadır.
Ayrıca üniversiteler, yetişkin
öğrencilerin geçmişteki eğitim ve
deneyimlerini de dikkate almaktadır.
Eğitimdeki gelişmelerin yanı sıra,
bireysel yaklaşımlar ve öncelikler
de değişmektedir. Bireyler, hem
eğitim sistemi hem de eğitim
formasyonları arasında geçişlerde
daha esnek olunmasını istemektedir.
Ayrıca araştırmalar göstermiştir
ki, yetişkinler için yeni eğitim
yöntemlerine veya öğrenmeyi
kolaylaştıracak yöntemlere ihtiyaç
vardır.
Yaşamboyu eğitim bu
öğrenme türlerini nasıl
hayata geçirmektedir? Eğitim
kurumları bunlara nasıl yanıt
verebilir?
Yaşamboyu eğitim, felsefe olarak
katılımcıların yaşlarından bağımsız
öğretime odaklanan bir yapıda
ve disiplinlerarası geçişlerin
sağlanabildiği programları içeren
toplumun ilgi alanlarını da dikkate
alarak planlanan ve kurgulanan bir
anlayışıdır. Bu anlayışla, yaşamboyu
eğitim hizmeti veren kurumlar
sadece bireylere değil, ihtiyacı
olan özel ve kamu kurum ve
kuruluşlarına da hitap etmektedirler.
Mevcut eğitim kurumları kanımızca
orta vadede var olan yapılarını,
yukarıda ifade etmeye çalıştığımız
özellikleri ihtiva edecek yaşamboyu
öğrenim felsefesine uygun hale
dönüştürmek zorunda kalacaklardır.
Aksi halde modern toplumun ve
bağlı birey ve kurumların talep ve
isteklerine cevap vermede yetersiz
kalacaklardır.
Eğitimde mesleki eğitim
ile yükseköğretimin
birleştirilmesinin ele alınacağı
konferansa kimler katılacak ve
etkileri neler olacak?
Yükseköğrenim alanında mesleki
eğitim bağlamında dünyada
yaşanan son gelişmelerin
irdeleneceği, yeni yöntem
ve eylemlerin tartışılacağı üç
gün sürecek bu konferans,
yükseköğrenim alanında Avrupa
Birliği ülkeleri üniversiteleri ve
bağlı kurumlar nezdinde ülkemizin
yükseköğrenim standartlarının
tanıtılması, paylaşımı, mesleki
eğitim çalışmalarının ve çeşitliliğinin
uluslararası toplum tarafından
bilinirliğinin artırılması için önemli
ve büyük bir fırsat yaratmaktadır.
47. Avrupa Sürekli Eğitim Ağı
Genel Kurulu ve Konferansı ilk defa
ülkemizde düzenlenecektir. AB
Konseyi, AB Türkiye Delegasyonu,
Avrupa Mesleki ve Teknik Eğitim
Birliği, ABD’den Harvard, Michigan
ve Indiana Üniversiteleri ile değişik
Avrupa ülkeleri üniversitelerinden
geniş çaplı katılım beklenmektedir.
47. Avrupa Üniversiteleri Sürekli
Eğitim Ağı Genel Kurulu ve
Konferansı ülkemizin karar vericiler
nezdinde ve entelektüel seviyede
bilinirliğini artıracaktır.
Konferans süresince ve konferans
sonrasında katılımcılar tarafından
küresel bağlamda yapılacak
sosyal paylaşımlar ile etkinlikler
ve sonuçları 30’a yakın ülkeden
katılanlarla dünya çapında geniş
kitleler ile paylaşılmış olacaktır.
Ayrıca karar vericilerin ve akademik
dünyadan katılımcıların olumlu
deneyimlerini öğrencileri,
meslektaşları, gazeteciler gibi
değişik paydaşlarla paylaşması
ülkemizin tanıtımı için çarpan etkisi
yaratacaktır.
Bunun toplumun hem ekonomik
hem de sosyal kalkınmasına
hangi noktalarda katkıda
bulunacağını düşünüyorsunuz?
Konferansın ana teması olan
mesleki eğitim ile yükseköğretimin
birleştirilmesi konusu aslında tüm
toplumların ortak problemlerinden
Dr. Tamer Atabarut
bir tanesi. Gelişmiş toplumlar
incelendiğinde; mesleki eğitim,
kariyer yönlendirme, toplumun
ihtiyacı olan alanlarda kalifiye
eleman istihdam edilmesini
sağlayacak eğitim politikalarını
daha aktif ve planlı bir şekilde
yürüttükleri görülmekte; ancak
bu planlama konusunda henüz
istenilen noktalara ulaşamadıkları
yapılan iç değerlendirmelerinde
vurgulanmaktadır. Keza ülkemiz
açısından değerlendirildiğinde,
kırsal kesimde yerleşik olan
nüfusun zaman içerisinde tarımsal
faaliyetlerden elde ettikleri gelirlerin
oldukça azalmasının bir sonucu
olarak kentlere doğru nüfus
hareketlerinin yoğunlaştığını ve
buna bağlı olarak da kentlerde
yaşayan insanların istihdamının
da bu paralelde arttığını
gözlemliyoruz. Bu ihtiyaçlara
bağlı olarak da ülkemizde mesleki
eğitim denildiğinde ilk akla gelen
kurumlar olan üniversitelerin
yaygınlaşması kaçınılmaz bir sonuç
olmuştur. Türkiye, şu anda mevcut
her ilinde en az bir üniversiteye
sahip bir ülkedir. Pekiyi, bu işsizlik
B
83
sorununa, istihdamın kalifiye
elemanlar ile sağlanmasına veya
toplumun ihtiyacına yönelik iş
alanlarında yetişmiş işgücünün
sağlanmasına olanak vermiş
midir? Sanırım hepimizin ortak
cevabı belli. İşte yukarıda da işaret
etmeye çalıştığımız defakto bir
durum ile karşı karşıya kalmaktayız.
Salt eğitim kurumu açmak ve
herkesi bir alanda meslek sahibi
yapacak kurumların olması da
yetmemektedir. Bu alanda en önemli
konu gelecek planlamasına bağlıdır.
Toplumunda 5-10-20 yıllık planlarla
ihtiyaç duyulacak alanlarda kalifiye
eleman yetiştirmek önemlidir. Bu
planlamaya bağlı mesleki alanlara
ve eğitim programlarına (beceri
kazandırma, uzmanlık gibi) ağırlık
verilmesi toplumun en önemli
sorunlarından olan genç işsizliğinin
önlenmesi için atılacak çok önemli
bir adım olacaktır.
GÜNEY YERLEŞKE'DEN YANSIMALAR: YARIM
YÜZYILLIK YOLCULUK - 2
Ali R. Kaylan, RA ’69, BÜ ’73
DEKANLIK DÖNEMİM VE
MÜHENDİSLİK BİNASI'NDA DEĞİŞİM
B
84
2000 yılında 15. Dekan olarak göreve
başladığımda bir sürü hayallerim
vardı. 10 Ekim 1997 tarihinden
itibaren Dekan Yardımcılığı görevini
yaptığım ve birçok idari kurulda
bulunduğum için fakültenin yapısını
iyi tanıdığımı düşünüyordum.
İdari bir göreve aday olmanın bir
akademisyen için ciddi bir özveri
olduğunun bilincindeydim. Geçmişte
Dekan Yardımcılığının yanı sıra, 11 yıl
BİM Müdürlüğü, 1992’de başlayarak
sekiz yıl Endüstri Mühendisliği
Bölümü Başkan Yardımcılığı yapmış
bir kişinin “Artık idari görev yeter!”
demesi de beklenir. O anda bölüm
başkanlığı görevim de devam
etmekteydi. Diğer taraftan yaşamının
neredeyse tamamı bu yerleşkede
geçmiş bir akademisyen için,
fakültedeki eksiklikleri görüp de
düzeltmek adına “Acaba ben de bir
şeyler yapabilir miyim?” demek de
kaçınılmazdı.
Arkadaşlarımla ve öğrencilerimle
sohbetlerimde, üniversitemize
yakışmadığını düşündüğümüz
birçok iyileştirmeye açık alanı
görebiliyorduk. Kararlı bir şekilde
istendiğinde, yapabileceğimiz
çok şey olduğuna inanıyordum.
Öğrencilerimizin, öğretim
üyelerimizin yaşam kalitesini artırmak
için ne yapsak azdır düşüncesi
benimsediğim temel görüştü.
O yıllara geri döndüğümüzde,
altyapısı yetersiz derslikler,
üniversiteye yakışmayan tuvaletler
çok ciddi yatırımlar gerektirmeyen
küçüklü büyüklü sorunlardı.
Birçok sorun kısa zamanda çözüm
bekliyordu. Bir iki küçük örnek
vereceğim. O günlerde dersliklerde
öğretim üyelerinin sunum için
kullanacakları tepegöz temin etmek
bile sorundu. Hâlbuki 18 derslikli
Mühendislik Binası'nda her dersliğe
tepegöz yerleştirmek büyük bir
yatırım değildi. Zaman içerisinde
bilgisayar ekranını yansıtacak
projeksiyon cihazları da derslikler
için standart oldu. Bir mezunumuzun
desteğiyle Mühendislik Binası’nın
tüm tuvaletlerini 2002’de yeniledik.
Tuvaletlerimiz hijyenik koşullara
uygun ve yeni özelliklere sahip
altyapıya kavuştu. Giriş katlarında
engelli öğrenciler için özel tuvaletler
yapıldı. Sonraki yıllarda tuvaletlerde
müzik yayını da başlattık.
Tuvaletlerin yenilenmesi fakülte
bütçemize bir yük getirmedi.
Kararlı ve istekli olmak, çözüm
için yeterliydi. Amacım binamızda
iyi örnekleri oluşturmak ve dalga
dalga diğer binalara da yayılmasını
sağlamaktı. Tuvalet iyileştirmesi
sonucunda, öğrencilerimizden çok
olumlu geri bildirimler aldım. Ekşi
Sözlük’te hakkımda yazılan yazılar
arasında, “tuvalet imparatoru”
denilmesine gülmenin ötesinde
memnun olduğumu söyleyebilirim.
Göreli olarak çok para harcadığımız
yatırımlar da oldu. Yıllar içerisinde
her ofisimize klima koyduk. Merkezi
ısıtma-soğutma sistemi olarak daha
verimli çözümler üretmeliydik.
Klimaların bina dışına yerleştirilen
birimleriyle görüntü kirliliği de ortaya
çıktı.
Binamızda önemli değer kattığını
düşündüğüm büyük ve özverili
proje, binanın çatısının yeniden
yapılandırılmasıydı. Önce projenin
gerekçesinden bahsedeceğim.
Çatımızda 1970li yıllardan itibaren
çeşitli dönemlerde su ve ısı yalıtımı
amaçlı çeşitli katmanlardan oluşan
ve binaya gereksiz yük ekleyen
tabakaların olduğunu biliyorduk.
Yalıtım işlemleri tekrarlandığında,
işin kolayına kaçarak, eskisi
sökülmeden üstüne yenisi yapılmış
ve yıllar içerisinde tekrarlanan
yalıtım işlemleriyle tabaka kalınlığı
giderek artmıştı. Yalıtımdan tam
verim alınamayınca, sonunda düz
çatı yerine oturtma çatı yapılmıştı.
Fakat büyük bir olasılıkla bu moloz
tabakası çatının altında durmaktaydı.
Tabaka kalınlığını görebilmek için
bir metrekarelik bir alanda pilot
uygulama yaptırmaya karar verdik ve
gereksiz tabaka kompresörle söküldü.
Böylece gözle görünce inanması güç
bir gerçek ortaya çıktı. Söküm yapılan
bir metrekarelik alanda sanki 75-80
cm derinliğinde bir havuz oluşmuştu.
Kenarlara doğru tabaka kalınlığı eğim
nedeniyle 60 cm’ye düşmekteydi.
Binanın üzerinde, görülmeyen iki
gizli kat eşdeğeri, yaklaşık 1.600 ton
gereksiz yük vardı. Deprem riski göz
önüne alındığında bu tabakadan
ivedi olarak kurtulmak gerekirdi.
2002 Mayıs ayında eski öğrencim
Mert Kaptanoğlu, patronu Sayın
Başar Nuhoğlu ile ziyaretime geldi.
Çatı sorunumuzun çözümü için güzel
bir fırsat yaratabilirdim. Çünkü çatı
malzemeleri Başar Bey’in şirketinin
uzmanlık alanına girmekteydi. Aynı
zamanda müteahhitlik yapan Başar
Bey’e, binanın çatısıyla ilgili sorundan
bahsettim.
BÜMED, Harvard ve MIT Alumni, Association of Yale Alumni, Columbia
ve NYU Alumni Association iş birliği ile
HARVARD / M.I.T. / YALE / COLUMBIA / NYU
kampüslerini keşfediyoruz.
Rüya gibi 3 şehirde, Amerika’nın en iyi 5 üniversitesi
BU gezi
&
işbirliği ile
Tarih: 21-28 Haziran 2015 6 Gece/7 Gün
• 21-22 Haziran Boston ( HARVARD & M.I.T. )
• 23-24 Haziran New Haven ( YALE )
• 25-26-27 Haziran New York ( COLUMBIA & NYU )
Ayrıntılar çok yakında...
Sadece 18 şanslı katılımcıdan birisi olabilmek için;
Lütfen +90 (212) 359 58 13’den ya da
[email protected] ‘den
Ön kaydınızı yaptırınız!
B i l g i v e Ö n K a y ı t i ç i n : +90 (212) 359 58 13 / b u g e z i @ b u m e d . o r g . t r
/bumedofficial
/bumedofficial
/bumed
www.bumed.org.tr
/bumedofficial
Çatıyı ek yükten kurtararak yeniden
yapılandırırken, yeni kullanım alanı
yaratma fikrimiz de vardı. Çatının
altında orta bölümde iki seminer
odası yoğun olarak kullanılmaktaydı.
Semih Tezcan Hocamızın rektörlük
döneminde kullanıma açtığı bu
alanda, fakülte genel kurullarını
ve dekanlığın düzenlediği sosyal
etkinlikleri yapıyorduk. Seminer
salonu olarak da güzel bir altyapıydı.
Ayrıca yeni açılan ikinci öğretim
yüksek lisans programlarında
da bu seminer salonlarından
yararlanıyorduk. Bu kısıtlı alan, ikinci
öğretim yüksek lisans programlarının
gelişmesiyle yakın zamanda yetersiz
kalacaktı.
B
86
Çatının orta bölüm dışında kalan
kısmı, ancak depo gibi kullanılabilen
boş alandı. Eğer oturtma çatı çelik bir
konstrüksiyonla yükseltilirse, kullanım
için yeni alanlar da kazanacaktık.
Yapılacak iş Başar Bey’e göre çok
zor değildi. Çatı önce malzemelere
zarar vermeden indirilecek, iki kat
eşdeğeri gereksiz tabaka kompresörle
sökülecek ve daha sonra çatı
yükseltilerek, boş alanlar kullanım
alanına dönüşecekti.
Yaşayan bir binanın üzerinden iki katı
indireceksin! Bana göre çok iddialı bir
projeydi. Kompresörle yaratacağımız
100 desibelin üzerindeki gürültü
kirliliğini düşünün. Ders sırasında
veya ofislerde çalışırken bu gürültüye
tahammül etmek mümkün değil.
Proje için ayrılmış bir parasal kaynak
da o yıl için yoktu.
Bu proje için Başar Bey kabaca
120-130 bin lira kadar destek
verebileceğini söyledi. Diğer inşaat
işlerinde kullandığı 20-30 kişilik
güvendiği deneyimli bir ekibi
vardı. İstersek bu ekibi projemiz
için kullanabilecektik. Öngördüğü
destekle çatının kaba inşaatı
yapılabilecekti.
Proje yönetimi dersinde
bahsettiğimiz geçmiş deneyimlerden
ortaya çıkmış temel bir kural vardır.
Çok iyi yönetilmedikçe, hiçbir
proje ne vaktinde ne de bütçesini
aşmadan bitirilebilir. Nitekim Güney
Yerleşke'deki önceki mühendislik
yatırımları da bu kuralı doğrulamakta.
Perkins Hall mimari olarak iki kanat
şeklinde planlanmış; ama para
yetmediği için tek kanatta kalınmış.
Gates de U şeklinde düşünülüp daha
sonra tek kanat olarak kullanıma
açılmış. Üstelik o projelerin kaynağı
var, bu projenin kaynağı da yok.
Kaba bir hesapla, hayal ettiğimiz
ortam için toplam bir milyon dolar
gibi bir bütçe gerekmekteydi. İnşaata
başlandığında, yapısal olarak nelerin
karşımıza çıkacağını, çatı indirilince,
ne tür sürprizlerle karşılaşacağımızı
bilmiyorduk. Projeyle ilgili kesin
olan bir nokta vardı. Bina yaşayan
bir binaydı. Bu projeyi yapacaksak,
gecikmeden en kısa sürede ve bina
kullanım trafiğinin göreli olarak
daha az olduğu yaz aylarında
tamamlamalıydık. Bütçe olarak da
Başar Bey kaba inşaatı bitirmeye
yetecek bir destek sağlayacağına söz
vermekteydi.
Karar vermek için bir hafta kadar
süre istedim. Düşünelim dedik, ama
düşünmeye de çok vakit yoktu. Bu
sürede önce dekan yardımcılarımızla
konuyu değerlendirdim. Dekan
yardımcılarımızdan Turan Özturan
Hocamızın, İnşaat Mühendisliği
Bölümü’nden olması teknik açıdan
bizleri biraz rahatlatmaktaydı.
Başar Bey binanın kaba inşaatı için
güvence vermekteydi. Daha sonra
ikinci öğretim programlarından
yaratılan bütçelerle ve gerekirse
yıllara yayarak binanın içini
yapabilirdik. Kompresör sağlama ve
sökme işlemleri için, Yapı İşleri’nden
destek alabileceğimizi düşündük. İlk
fırsatta Rektörümüz Sabih Hoca’ya
konuyu açmalı ve uygun görürse,
öğretim üyelerimizle de görüşmeli ve
onların desteğini de almalıydık.
En zor yapılacak şey karar vermekti.
Karar verdikten sonra yol almak
daha kolay; ama sıfır bütçe ile bir
milyon dolarlık bir projeye kalkışmak
ne kadar akılcı? Üstelik binayı
boşaltmadan, yaşayan bir binanın
üstünde şantiye alanı açmak mümkün
mü?
Diğer taraftan proje bana çok çekici
geliyordu ve katma değeri de çok
yüksekti. Projenin çok büyük artıları
var. Öyle ki metre karesi inanılmaz
değerli olan bir alanda, fakültemize
yeni kullanım alanları kazandıracaktık.
Ayrıca deprem riskine karşı binayı
daha güvenilir kılmak en güçlü
gerekçemizdi. Böylece tam olarak
farkında olmadığımız iki kaçak kattan
kurtulacaktık. Projenin gerekliliğini
ilk önce kendimize, sonra Rektörlüğe
ve ilgili bölümlerimize aktarmamız
gerekiyordu. Eğer projeyi 2002
yazında gerçekleştireceksek, çok
hızlı hareket edip, üst yönetimin ve
öğretim üyelerinin desteğini almamız
önemliydi. Boğaziçi Üniversitesi’nin
güzel tarafı, projenin mantıklı
olması halinde buna kimsenin engel
olmayacağıydı. Rektörün onayını
almak için randevu aldım. Dekan
Yardımcımız Turan Hoca ile rektörlüğe
gittik. Sabih Hoca'ya projeyi ana
hatlarıyla bahsettiğimde başta herkes
gibi tereddütte kaldı, tabii çok zor
ve riski yüksek bir projeydi. Böyle bir
projeye girmek için biraz çılgın olmak
lazım; ama risk almadan da hayatta
bir şey olmuyor. Rektörümüzü ikna
ettik, ondan yeşil ışık aldık.
Yazının üçüncü ve son bölümü
önümüzdeki sayımızda
yayımlanacaktır.
Geçtiğimiz yıl olduğu gibi bu yıl da çok eğlenceli, mücadele dolu bir MasterGames sizi bekliyor.
6 üniversitenin mezunları farklı branşlarda üniversitelerini temsil edecekler.
Gelin, birlikte oynayalım. Tıpkı eski günlerdeki gibi…
Tarih: 31 Mayıs - 14 Haziran
www.mastergames.org
Katılımcı Üniversitelerin
Mezun Dernekleri / Ofisleri
Bahçeşehir Üniversitesi
Bilkent Üniversitesi
Boğaziçi Üniversitesi
Galatasaray Üniversitesi
Sabancı Üniversitesi
Yıldız Teknik Üniversitesi
Organizasyon: BÜMED
ÇEVRE DOSYASI
GÖNÜLLÜ ÇEVRE KURULUŞLARI YOLUYLA DOĞA
KORUMA: KUZEYDOĞA DERNEĞI ÖRNEĞI
Doç. Dr. Ulaş Akküçük, KAKAD
Boğaziçi Üniversitesi İşletme Bölümü
B
88
Çevre koruma konusunda gönüllülük
esasına dayanan sivil toplum
kuruluşlarının önemi dünyada ve
Türkiye’de giderek artmaktadır. Utah
Üniversitesi Öğretim Üyesi Doç. Dr.
Çağan Şekercioğlu tarafından kurulan
KuzeyDoğa Derneği, 2007’den bu
yana birçok önemli konuda Kars
ve çevresinin doğal yaşamına
katkıda bulunmuş ve dünyada yankı
uyandıran projelere imza atmıştır.
Kafkas Üniversitesi ile birçok projede
ortak çalışan KuzeyDoğa Derneği,
özellikle de Kafkas Üniversitesi Fen
Edebiyat Fakültesi ve Veterinerlik
Fakültesi öğrencilerine ekolojik
araştırma, yaban hayatı iyileştirmesi,
çevre eğitimi ve biyoçeşitlilik takibi
konularında arazi tecrübesi imkânları
sunmaktadır. Kafkas Üniversitesi
öğretim üyeleriyle ortak çalışmalar
yapan KuzeyDoğa Derneği’nin
araştırma ve eğitim faaliyetlerine
şimdiye kadar 500’den fazla Kafkas
Üniversitesi öğrencisi katılmıştır.
KuzeyDoğa Derneği, Kars’ta yerel
tabanlı ekoturizm, yaban hayatı ve
köy turizmini geliştirmek ve tanıtmak
için de önemli başarılar elde etmiş,
2009 yılında Kars adına başvurarak
Kuyucuk Gölü ve Kars’ın 2009 Avrupa
Seçkin Turizm Cenneti (EDEN)
seçilmesini sağlamıştır. Avrupa’nın en
önemli turizm markası olan EDEN’in
resmi Kars temsilcisi KuzeyDoğa
Derneği’dir. Dernek her sene EDEN’in
yıllık toplantısında ve diğer ulusal
ve uluslararası etkinliklerde Kars’ın
ekoturizm ve yaban hayatı turizmi
pazarlamasını yapmaktadır. Derneğin
ayrıca Türkiye’nin ilk yaban hayatı
koridorunu oluşturmak projesi
çerçevesinde yabani hayvanların
etiketlenerek elektronik cihazlarla
izlenmesi ve dolayısıyla dolaştıkları
alanın belirlenmesi konusunda
çalışmaları olmuştur.
Kâr amacı gütmeyen kurumlarda
pazarlama, sosyal yarar
sağlayabilecek bir düşüncenin,
nedenin, hizmetin, ürünün ya da
uygulamanın, belirli bir hedef
grubunda benimsenmesini
sağlamak üzere gerekli programların
geliştirilmesi, uygulanması ve
kontrolü süreci olarak tanımlanabilir.
KuzeyDoğa Derneği özelinde
sosyal yarar düşüncesi, Türkiye’nin
kuzeydoğu Anadolu bölgesindeki
biyoçeşitliliğin korunması ve doğal
dengenin muhafaza edilmesinden
insanların da yaban hayat kadar fayda
elde edebileceği fikridir. Bu amaçla
dernek doğa koruma eğitimleri
yürütmekte, bilimsel araştırma
yapmakta, kapasite geliştirme ve
doğa turizminin artmasıyla yöre
insanının gelir elde etmesi için
çalışmalar yürütmekte, özellikle de
kuş, memeli ve diğer yaban hayatı
gözlem turizminin geliştirilmesi
konusunda çalışmalar yapmaktadır.
Ayrıca gelişen dünyada toplum
temelli doğa koruma çalışmalarının
çoğalması için uğraşmakta ve
biyolojik çeşitliliğin korunmasında
özel sektörün rolünün artmasını
amaçlamaktadır.
Ekolojik Turizm Ürün Geliştirmesi
KuzeyDoğa Derneği yörenin gelişimi
için sürdürülebilir turizmi geliştirmek
üzere bir tasarım hazırlamıştır. Buna
göre Kuyucuk Gölü turizm ürününün
geliştirilmesi hedefi, iki alt odaklı
bir kurgu olarak tasarlanmıştır. Söz
konusu kurgu, birinci alt odak “Çekim
Odağı” olacak şekilde Ekosistem
Gözlem ve Araştırma tabanlı
faaliyetleri ve ikinci alt odak “Hizmet
Odağı” olacak şekilde de, Konaklama,
Yiyecek-İçecek, Ulaştırma, Ağırlama
Hizmetleri ve Destek Hizmetler
tabanlı geliştirme pratikleri üzerinden
hedefe ulaşması düşünülmüştür.
Öncelikle “gözlem” faaliyetinin en
zararsız ve verimli biçimlerinin
tanımlanarak, uygulanabilmeleri
için gereken alt yapı ve teknik
ihtiyaçların yerine getirilmesi
gerekir. Burada, bilimsel veriler
doğrultusunda belirlenen zaman
ve alanlarda, gözlem faaliyetinin
hedeflenen biçimde hayata
geçebilmesi için, fiziksel gözlem
yerleştirmeleri, yürüyüş yolları ve
gerekli istasyonların, atık yönetimi
ve sağlık hizmetlerinin sağlanmasına
olanak verecek şekilde tasarlanması,
inşası ve konumlandırılması söz
konusu olacaktır. Bahsedilen çaba ile
paralel olarak, “hizmet” başlığı altında
gereken hizmetler ve sunum biçimleri
belirlenerek, bunları ve hediyelik
eşya gibi zenginleştirici hizmetleri de
kapsayan bir “Yerel Tedarik Zinciri”
oluşturulması ve örgütlenmesi söz
konusu olacaktır.
Turizm Ürün Geliştirme hedefinde,
var olan çelişki ve çatışmaları da
yönetmek, Yerel turizm geliştirmede
sürdürülebilirliğin gereği olarak
ortaya çıktığından, bu amaçla
alandaki kanaat önderleri ve sivil
toplum örgütlerini kapsayan
paydaşlar ile birlikte, turizm
geliştirme konusunda bir mutabakat
sağlamak üzere bir dizi faaliyet
gerçekleştirilmesi de söz konusu
olacaktır.
Turizmde genel olarak
sürdürülebilirlik, ürünün “satılabilir”
olmasını ve ürünlerin pazardaki
konumlandırılmasının doğru
bir biçimde yapılmış olmasını
gerektirmektedir. Benzer ürünleri
satın alma ve/veya tüketme alışkanlığı
gösteren hedef kitlelerin, bir başka
deyişle ziyaretçilerin, ürünün
varlığından, ulaşılabilirliğinden,
etrafındaki hizmetler örgüsünün
nitelik, nicelik ve maliyetlerinden
haberdar olması gerekmektedir.
Bu doğrultuda, söz konusu hedef
kitlelerin özellikleri doğrultusunda
farklı kanalların ve yöntemlerin
kullanılmasını mümkün kılacak bir
“bütünleşmiş pazarlama” stratejisi
ve uygulaması KuzeyDoğa Derneği
tarafından hayata geçirilmektedir.
Turizm Ürün Geliştirme hedefinde
olduğu gibi, yerel kapasite
artırımını temel alarak belirlenen
bir süre sonunda pazarlama
uygulamalarını devam ettirecek yerel
bir örgütlenmenin de kurulması
ve söz konusu faaliyetleri devam
ettirebilecek düzeye gelmesinin
sağlanması gerekir. Tüm bunların
yanında KuzeyDoğa Derneği, çabanın
tümünün Kars ili turizm ürün sepetine
entegre edilmesi ve bu konudaki
ortak faydaların fırsatlar şeklinde
algılanması konusunda, yerel ve
ulusal kurumlar ile sürekli iletişimin
başlangıç kurgu ve faaliyetlerini de
gerçekleştirmektedir.
Ekolojik turizm faaliyetlerine verilen
somut bir destek örneği göstermek
gerekirse: KuzeyDoğa ve Amerikalı
bir sivil toplum kuruluşu olan
HasNa (www.hasna.org) dernekleri
tarafından, 15-19 Mayıs 2010
tarihleri arasında, Kuyucuk Köyü
çevresindeki köylerde iletişim ve
sürdürülebilir doğa turizmi eğitimi
gerçekleştirilmiştir. Kuyucuk Köyü’nde
yapılan ve tüm çevre köy halkının
davet edildiği eğitim çalışmalarına,
Büyük Çatma, Duraklı ve Kuyucuk
köylerinden yaklaşık 60 kişi katılmıştır.
Eğitimin temel hedefi, Kuyucuk
Gölü’nün yakınında yaşayan halka
doğal ve kültürel kaynaklarını
korumada yardımcı olmak ve
ekonomik durumlarını iyileştirmeleri
için gölün sürdürülebilir turizm
potansiyelini değerlendirmektir.
Kuyucuk Gölü’nün doğasını
bozmadan alternatif bir gelir kaynağı
sağlayacak sürdürülebilir doğa ve köy
turizminin nasıl gerçekleşeceğinin
anlatıldığı eğitime, ABD, Kanada ve
Türkiye’den uzmanlar ve öğretim
üyeleri katılmıştır.
Halkla İlişkiler ve Sosyal Medya
Kullanımı
Halkla ilişkiler yoluyla haber değeri
taşıyan konuların gazete, televizyon
ve saygın dergilerde yer bulmasını
sağlamak hem derneğin amacını
yayar hem de ücretli reklam vermenin
dezavantajlarını taşımaz. KuzeyDoğa
da bu bağlamda haber değeri
taşıyan birçok makalede yer almış ve
derneğin savunduğu amaçların bu
makalelerde yer bulması sağlanmıştır.
2008-2012 yılları arasında KuzeyDoğa
Derneği tarafından yürütülen
proje ve faaliyetler 25 kez yazılı
yabancı basında, 578 kez yazılı
ulusal basında, 1.121 kez yazılı yerel
basında, 25 kez ulusal radyolarda,
yedi kez uluslararası radyoda, üç kez
uluslararası televizyonlarda, 89 kez
ulusal televizyonlarda ve 54 kez yerel
televizyonlarda yer almıştır.
Son olarak “Aras Nehri Kuş Cenneti
Yok Olmasın” kampanyası National
Geographic dergisindeki bir
makalede yer alarak derginin 8.3
milyonu aşan abonesine ulaşmıştır.
Ayrıca dernek ile ilgili haberler
ve röportajlar birçok televizyon
kanalında yer almakta, bunlar
eş zamanlı olarak sosyal medya
araçlarıyla da yayılmaktadır.
Aras Nehri Kuş Cenneti’ni tehdit
eden Tuzluca Barajı’nın yapımını
durdurmak için yürütülen
kampanyalar geniş ses getirmiş ve
www.change.org/aras kampanyası
12 Nisan 2015 tarihi itibariyle 60.697
imzaya ulaşmıştır. Aynı tarihte Twitter
takipçi sayısı 3.681, Facebook takipçi
sayısı ise 5.867 olarak görülmektedir.
Dernek kurumsal kimliğiyle, bilimsel
çalışmalara veri sağlamaktan çevresel
tehditler için kampanyalar yürütmeye
kadar geniş bir faaliyet yelpazesinde
çalışmalarına devam etmektedir.
B
89
BUGEZI İLE BOĞAZ TURU
Emre Kazancıoğlu '95
B
90
2014 yılının başlarında “Sinan’ın
İstanbul’u” ile başlangıcını
yaptığımız BUgezi faaliyetleri,
geçtiğimiz süre zarfında
sizlerden gelen yoğun ilgi ve
talep ile büyüdü, gelişti, her
geçen gün menzilini daha da
artırdı. Camiamız mensupları,
eğlence, lezzet, kültür dolu
keyifli ortamlarda, hem eski
dostlarla bir araya geldiler
hem de yeni dostluklar
edinebilecekleri fırsatları
yakaladılar.
30. Kuruluş Yıldönümümüz olan
2015 yılı ile birlikte, BUgezi
programları çerçevesinde çok
farklı ve renkli programlarımızı
paylaşmaya başladık. Bu sene,
geçtiğimiz seneden edindiğimiz
tecrübeler ve sizlerden gelen
talepler doğrultusunda,
oldukça ilgi çekeceğini ve ses
getireceğini düşündüğümüz
organizasyonlarımızla birlikte,
BUgezi’yi camiamız içerisinde
bilinen ve tercih edilen bir
marka haline getirmeyi
hedefliyoruz.
Bahar aylarının gelmesiyle
B
91
birlikte, elbette ki dikkatlerimiz
yine ilk olarak, okulumuza ev
sahipliği yapan ve adını veren,
İstanbul’un en güzel ve ilgi çeken
bölgesi Boğaziçi’ne çevrildi.
Bu mevsimde Boğaz’ın ağacı
erguvan, İstanbul’un çiçeği
lale ve her iki yanına dizilmiş
yalılar ile birlikte, bu suyolunu
renklendiren bir gerdanlık
gibi her iki yakada kendini
göstermektedir.
Biz de Boğaz’ın bu en güzel
zamanları olan Nisan, Mayıs ve
Haziran aylarında planladığımız
“Erguvan Zamanı Boğaziçi’nde
Yalılar” ve “Dolunay’da Yemekli
Boğaz Turu” programlarımızı,
yine geçtiğimiz yılda olduğu gibi,
ülkemizin ve turizm dünyasının
önde gelen rehberlerinden
tarihçi ve yazar Saffet
Emre Tonguç ‘87 ile birlikte
gerçekleştiriyoruz.
B
92
Boğaziçi Üniversitesi Turizm
ve Otel Yöneticiliği, Siyaset
Bilimi ve Uluslararası İlişkiler
ile Osmanlı Sosyal Tarihi yüksek
lisans bölümleri mezunu, 27
senelik profesyonel rehber,
“Türkiye’nin En Çok Seyahat
Eden Rehberi” ve “Türkiye’nin
En İyi Profesyonel Rehberi”
unvanlarına sahip Saffet Emre
Tonguç ile birlikte, bu sene de
BUgezi faaliyetlerimize renk
katıyoruz.
Satış rekorları kıran Türkiye’de
Görülmesi Gereken 101 Yer,
TUREB ödüllü Avrupa’da
Görülecek 101 Yer, İstanbul
Hakkında Her Şey, kardeşi
İstanbul The Ultimate Guide
ve son olarak yayımlanan
Boğaz Hakkında Her Şey
kitaplarının yazarı Saffet Emre
Tonguç rehberliğinde, Boğaz’ı,
erguvanları ve Boğaziçi yalılarını
keşfe çıkıyoruz.
Nisan ve Mayıs ayları içerisinde
“Gündüz Boğaz Turu”, 2
Haziran tarihinde ise “Akşam
Yemekli Boğaz Turu” olarak
planladığımız gezilerimizde,
Saffet Emre Tonguç, dünyanın
en güzel suyollarından biri
olan Boğaziçi’ni, efsaneleri,
dedikoduları, kahramanları
ve muhteşem yalılarıyla
birlikte anlatacak. Sizleri de,
İstanbul’un ve Boğaz’ın bu en
güzel zamanlarında, Saffet
Emre Tonguç rehberliğinde
gerçekleştireceğimiz keyif dolu
organizasyonlarımızda görmek
istiyoruz.
Ayrıca önümüzdeki günlerde,
BUgezi faaliyetlerimizle ilgili
olarak birbirinden farklı ve
renkli programları içeren
takvimimizi paylaşıyor olacağız.
Oldukça ilgi çekeceğini ve ses
getireceğini düşündüğümüz
“BUgezi Takvimi” ile birlikte,
BUgezi markamızı bambaşka
bir boyuta taşıyacağımıza
inanıyoruz.
Eğer hâlâ BUgezi ile
tanışmadıysanız, 2015
ile birlikte sizleri BUgezi
faaliyetlerimizi yakından takip
etmeye ve eğlenceli gezilerimize
katılmaya davet ediyoruz.
Gezi faaliyetlerimizle ilgili olarak, ayrıntılı
bilgi ve ön rezervasyonlar için:
0212 359 58 13 Tuba Taşyürek
0212 359 58 20 Emine Çavak
[email protected]
Tarihçi ve Seyahat Yazarı Saffet Emre Tonguç’87 ile,
Dolunay Zamanı Akşam Yemekli Boğaz Turu
II. Elizabeth başta olmak üzere dünyanın en önemli devlet
adamlarını ve ünlülerini ağırlayan KEYİFSTYLE yatında
gerçekleşecek turumuzda, dünyanın en güzel su yollarından biri
hikayeleri, insanları ve binalarıyla birlikte anlatılıyor.
Yemek ve sınırsız yerli içkinin yanında bol sohbet ve yalı dedikodusu
var.
BU gezi
Tarih: 2 Haziran 2015, Salı
Saat: 18.00 – 22.00
Tur başlangıç ve bitiş noktası:
Kabataş İskelesi’nde, Petrol Ofisi arkasında
Üye Fiyatı:
210 TL
Misafir Fiyatı: 250 TL
Boğaz akşamları serin olabilir, lütfen hazırlıklı gelin.
Turlarımıza katılım için yaş sınırı 12'dir.
Bilgi ve Kayıt için: 212 - 359 5813 / [email protected]
/bumedofficial
/bumedofficial
/bumed
www.bumed.org.tr
/bumedofficial
Şarap Eğitmeni Deniz Akıncılar rehberliğinde
Şehirden kaçış planı:
Doğal hayatı sevenler ile
Üzümlerin Doğuşuna Tanıklık Etmeye Yolculuk!
Tekirdağ’ın ılık yaz güneşi altında, o insanın ruhuna işleyen şarapları yaratan üzümlerin
doğuşuna tanıklık etmeye ve bu güzellikleri yerinde tatmak için bağlardayız.
BU gezi
Tarih: 13 Haziran 2015, Cumartesi
Buluşma Yeri ve Saati: 09.00 Kuzey Kampüs Ana Kapısı
Üye Fiyatı:
210 TL
Misafir Fiyatı: 270 TL
Katılım 30 kişi ile sınırlıdır.
Öğle yemeği, limitsiz içecek, bağ evlerinde şarap tadımları ve
ulaşım fiyatlara dahildir.
B i l g i v e K a y ı t i ç i n : 2 1 2 - 3 5 9 5 8 1 3 / [email protected]
/bumedofficial
/bumedofficial
/bumed
www.bumed.org.tr
/bumedofficial

Benzer belgeler