Ruhun açılımı - Nurdersi.com
Transkript
Ruhun açılımı - Nurdersi.com
Ruh / 1 Ruhun açılımı [email protected] Ruh / 2 Ruh 4 İsmin Halitasına Camidir Ruh / 3 Maneviyat ruhdaki hakikatlerimizin birliğidir Ruh / 4 Ruh cevheri Ruh / 5 RUH 1 Ruh / 6 RUH 2 Ruh / 7 RUH 3 Ruh / 8 RUHUN DETAYLARI 1 Ruh / 9 RUHUN DETAYLARI 2 Ruh / 10 RUHUN DETAYLARI 3 Ruh / 11 Şecere-i Hilkatte Ruh Cevheri = Arş-ı Azam RUH Suâl: Sa'd-ı teftazanî, biri hayvanî, diğeri insanî olmak üzere, ruhu ikiye taksim ettikten sonra, "Mevte mâruz kalan yalnız ruh-u hayvanîdir, ruh-u insanî ise mahlûk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebep yoktur, cesed ile kaim olmayıp müstakill-i bizzâttır" demesinin sebebi ve izahı? ْ اَلرُّ و ُح ْا ِال ْن َسانِيَّةُ لَ ْي َسdemesi; Elcevap: Sa'd-ı Teftazanî'nin ت َم ْخلُوقَة قُ ِل الرُّ و ُح ِم ْن اَ ْم ِر َربِّىsırrıyla, -beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibi- Ruh / 12 ruhun mahiyeti; zîhayat bir kanun-u emr,… zîşuûr bir âyine-i İsm-i Hayy,… zîcevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî… olduğundan mec'uldür. Bu cihetle, mahlûktur denilemez. Fakat Sa'd, Makâsıd ve Şerhü'l-Makâsıd'da, bütün muhakkıkîn-i İslâmın icmâına ve âyât ve ehâdîsin nusûsuna muvafık olarak, "O kanun-u emr, vücud-u hâricî giydirilmiş, sâir mahlûkat gibi mahlûk ve hâdistir" demiştir. Sa'd'ın ezeliyet-i ruha kail olmadığına bütün âsârı şâhiddir. ْ لَ ْي َسdemesi, hulûl gibi bâtıl bir mezhebin reddine işarettir. َّللا نِ ْسبَة ِ َّ َت بَ ْينَهَا َو بَ ْين Hayvânâtın ruhları dahi bâkîdir, kıyâmette yalnız cesedleri fenâ bulur. Mevt ise fenâ değil, belki alâkanın kesilmesidir. ب َ َ َوالَ َسبdemesi, esbâb-ı zâhiriyenin tavassutu ve Azrâil Aleyhisselâmın kabz-ı ervâh hususundaki münâcâtı bahsinde denildiği gibi, ruhun doğrudan doğruya perdesiz, vasıtasız îcad edilmesine işarettir. ْ َّ اِ ْستَقَلdemesi; bekâ-yı ruh isbatında denildiği gibi, cesed ruha dayanır, ayakta ت بِ َذاتِهَا kalır. Ruh ise bizâtihî kaimdir. Cesed harâb olursa daha ziyade serbest olur, meek gibi göğe uçar, demektir ve bâtıl bir mezhebin reddine işarettir. Said Nursî Ruh, Vücud-u Hâricî Giydirilmiş Bir Kanundur Ruh bir nuranî kanundur, vücud-u haricî giymiş bir namustur; şuuru başına takmış. Bu mevcûd ruh, şu mâkul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş. Sabit ve hem dâim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irade vasfından gelir. Kudret vücud-u hissî giydirir, şuuru başına takar, bir seyyâle-i lâtifeyi o cevhere sadef eder. Eğer enva'daki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, herbiri bir ruh olur. Ruh / 13 Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur. Mukaddime Onuncu Söz'ün Dördüncü Hakikatında isbat edildiği gibi; ebedî, sermedî, misilsiz bir cemâl, elbette âyinedâr müştakının ebediyetini ve bekasını ister. Hem kusursuz, ebedî bir kemâl-i san'at, mütefekkir dellâlının devamını taleb eder. Hem nihayetsiz bir rahmet ve ihsan, muhtaç müteşekkirlerinin devam-ı tena'umlarını iktiza eder. İşte o âyinedâr müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir; en başta ruh-u insânîdir. Öyle ise, ebed-ül âbâd yolunda; o cemâl, o kemâl, o rahmete refakat edecek, bâki kalacaktır. Yine Onuncu Söz'ün Altıncı Hakikatında isbat edildiği gibi; değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakat-ı mevcûdât dahi, fena için yaratılmamışlar; bir nevi bekaya mazhardırlar. Hattâ ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekaya mazhardır. Çünki: Sûreti, hadsiz hâfızalarda bâkî kalır. Kanun-u teşekkülâtı, yüzer tohumcuklarında beka bulup devam eder. Mâdem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sûreti, bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibka ediliyor. Dağdağalı inkılablar içinde kemâl-i intizâm ile, zerrecikler gibi tohumlarında muhafaza ediliyor, bâkî kalır. Elbette gâyet cem'iyetli ve gâyet yüksek bir mahiyete mâlik ve haricî vücud giydirilmiş ve zîşuûr ve zîhayat ve nûrani kanun-u emrî olan ruh-u beşer, ne derece kat'iyetle bekaya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl «Zîşuûr bir insanım» diyebilirsin? Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen proğramını ve kanun-u teşekkülâtını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte dercedip muhafaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelâl, bir Zât-ı Hafîz-i bîzeval hakkında «Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder» denilir mi! BİRİNCİ MENBA': Enfüsîdir. Yâni, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkiyi anlar. Evet herbir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedâhe aynen bâki kalmıştır. Öyle ise; mâdem cesed gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına te'sir etmez ve mahiyetini de bozmaz. Yalnız, müddet-i hayatta, tedricî cesed libasını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur. Gâyet kat'î bir hads ile belki müşahede ile sabittir ki, cesed ruh ile kaimdir. Öyle ise; ruh, onun ile kaim değildir. Belki ruh, binefsihî kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılıp toplansın; ruhun istiklâliyetine halel vermez. Belki cesed, ruhun hânesi ve yuvasıdır, libası değil. Ruh / 14 Belki, ruhun libası bir derece sâbit ve letâfetçe ruha münasib bir gılâf-ı lâtifi ve bir beden-i misâlîsi vardır. Öyle ise, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misâlîsini giyer. İKİNCİ MENBA': Âfâkîdir. Yâni, mükerrer müşâhedat ve müteaddid vâkıat ve kerrat ile münasebattan neş'et eden bir nevi hükm-ü tecrübîdir. Evet tek bir ruhun bâ'delmemat bekası anlaşılsa, şu ruh nev'inin külliyetle bekasını istilzam eder. Zira fenn-i mantıkça kat'îdir ki: Zâtî bir hassa, birtek ferdde görünse; bütün efradda dahi o hassanın vücuduna hükmedilir. Çünki: Zâtîdir. Zâtî olsa, her ferdde bulunur. Halbuki değil bir ferd, belki o kadar hadsiz, o kadar hesaba, hasra gelmez müşahedâta istinad eden âsâr ve beka-i ervaha delâlet eden emarat, o derece kat'îdir ki; bize nasıl Yeni Dünya, yâni Amerika var ve orada insanlar bulunur; o insanların vücudlarına hiç vehim hatıra gelmez. Öyle de şübhe kabûl etmez ki, şimdi âlem-i melekût ve ervahta; ölmüş, vefat etmiş insanların ervahı pekçok kesretle vardır ve bizimle münasebettardırlar. Mânevî hedâyâmız onlara gidiyor. Onların nûranî feyizleri de bizlere geliyor. Hem hads-i kat'î ile vicdanen hissedilebilir ki; insan öldükten sonra esâslı bir ciheti bâkidir. O esas ise ruhtur. Ruh ise, tahrib ve inhilale mâruz değil. Çünki: Basittir, vahdeti var. Tahrib ve inhilal ve bozulmak ise; kesret ve terkib edilmiş şeylerin şe'nidir. Sâbıkan Beyân ettiğimiz gibi; hayat, kesrette bir tarz-ı vahdeti temin eder, bir nevi bekaya sebebiyet verir. Demek vahdet ve beka, ruhta esâstır ki, ondan kesrete sirayet eder. Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilâl iledir. O tahrib ve inhilâl ise, vahdet yol vermez ki girsin, besâtet bırakmaz ki bozsun. Veyahut îdam iledir. İdam ise Cevâd-ı Mutlak'ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insânîden geri alsın. ÜÇÜNCÜ MENBA': Ruh zîhayat, zîşuûr, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş; câmi', hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir. Halbuki en zaîf olan kavânin-i emriye, sebat ve bekaya mazhardırlar. Çünki: Dikkat edilse, mâruz-u tegayyür olan bütün nevilerde birer hakikat-ı sâbite vardır ki, bütün tegayyürat ve inkılâbât ve etvâr-ı hayat içinde yuvarlanarak Sûretler değiştirip, ölmeyerek, yaşayarak bâki kalıyor. İşte herbir şahs-ı insanî, mahiyetinin câmiiyetiyle ve küllî şuûruyla ve umumî tasavvuratıyla bir şahıs iken, bir nev' hükmüne geçmiştir. Bir nev'e gelen ve cârî olan kanun, o şahs-ı insânîde dahi cârîdir. Mâdem Fâtır-ı Zülcelâl, insanı câmi' bir âyine ve küllî bir ubûdiyyetle ve ulvî bir mahiyetle yaratmıştır. Her ferddeki hakikat-ı ruhiye, yüzbinler Sûret değiştirse, izn-i Rabbânî ile Ruh / 15 ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. Öyle ise o şahs-ı insânînin hakikat-ı zîşuûru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah'ın emriyle, izni ile ve ibkasıyla daima bâkidir. DÖRDÜNCÜ MENBA': Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavânîne dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanun-u emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu. Halbuki o kanun daima bâkîdir. Daima müstemir, sabittir. Hiçbir tegayyürat ve inkılâbat, o kanunların vahdetine te'sir etmez, bozmaz. Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâkî kalır. İşte mâdem en âdi ve zaîf emrî kanunlar dahi böyle beka ile, devam ile alâkadardır. Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. Çünki ruh dahi Kur'anın nassı ile, قُ ِل الرُّ و ُح ِم ْن اَ ْم ِر َربِّىferman-ı celîli ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuûr ve bir nâmus-u zîhayattır ki; kudret-i ezeliye, ona vücud-u haricî giydirmiş. Demek nasılki sıfat-ı iradeden ve âlem-i emirden gelen şuûrsuz kavânîn, daima veya ağleben bâki kalıyor. Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh; bekaya mazhar olmak daha ziyade kat'îdir, lâyıktır. Çünki zîvücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir. Hem onlardan daha kavîdir, daha ulvîdir. Çünki zîşuûrdur. Hem onlardan daha daimîdir, daha kıymetdârdır. Çünki zîhayattır. İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün â'zasını ve eczâsını birbirine yardım ettirir. Yâni, irade-i İlâhiyye cilvesi olan evâmir-i tekvîniyyeye ve o emirden vücud-u hâricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve Lâtife-i Rabbâniyye olan ruh, onların idaresinde onların mânevî seslerini hissetmesinde ve hâcâtlarını görmesinde birbirine mâni olmaz, ruhu şaşırtmaz. Ruha nisbeten uzak-yakın bir hükmünde. Birbirine perde olmaz. İsterse, çoğunu birinin imdadına yetiştirir. İsterse bedenin her cüz'ü ile bilebilir, hissedebilir, idare edebilir. Hattâ çok nuraniyet kesbetmiş ise, herbir cüz'ü ile görebilir ve işitebilir. SENİN İKİNCİ SUALİNİN HÜLÂSASI: Muhyiddin-i Arabî demiş: "Rûhun mahlûkıyeti, inkişâfından ibarettir." O sual ile, benim gibi zayıf bir bîçâreyi, Ruh / 16 Muhyiddin-i Arabî gibi müthiş bir hârika-i hakikat, bir dâhiye-i ilm-i esrâra karşı mübârezeye mecbur ediyorsun. Fakat madem nusûs-u Kur'ân'a istinâden bahse girişeceğim; ben sinek dahi olsam o kartaldan daha yüksek uçabilirim. Kardeşim, bil ki: Hazret-i Muhyiddin aldatmaz, fakat aldanır. Hâdîdir, fakat her kitabında mühdî olamıyor. Gördüğü doğrudur, fakat hakikat değildir. Yirmi Dokuzuncu Sözde, ruh bahsinde, medâr-ı sualiniz olan o hakikat izah edilmiştir. Evet, ruh, mâhiyeti itibarıyla bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u hâricî giydirilmiş bir nâmus-u zîhayattır ve vücud-u hâricî sahibi bir kanundur. Hazret-i Muhyiddin, yalnız mâhiyeti noktasında düşünmüştür. Vahdetü'l-vücud meşrebince, eşyanın vücudunu hayal görüyor. O zât, hârika keşfiyâtıyla ve müşâhedâtıyla ve mühim bir meşreb sahibi ve müstakil bir meslek ihtiyar ettiğinden, bilmecburiye, zayıf te'vilâtla, tekellüflü bir surette, bazı âyâtı meşrebine, meşhûdâtına tatbik ediyor, âyâtın sarâhatini incitiyor. Sâir risalelerde cadde-i müstakîme-i Kur'âniye ve minhâc-ı kavîm-i Ehl-i Sünnet beyan edilmiştir. O zât-ı kudsînin kendine mahsus bir makamı var; hem makbûlîndendir. Fakat mîzansız keşfiyâtında hudutları çiğnemiş ve cumhûru muhakkıkîne çok meselelerde muhâlefet etmiş. İşte, bu sır içindir ki, o kadar yüksek ve hârika bir kutup, bir ferîd-i devrân olduğu halde, kendine mahsus tarikatı gayet kısacık, Sadreddin-i Konevîye münhasır kalıyor gibidir ve âsârından istikametkârâne istifade nâdir oluyor. Hattâ çok muhakkıkîn-i asfiyâ, o kıymettar âsârını mütalâa etmeye revaç göstermiyorlar; hattâ bazıları men ediyorlar. Hazret-i Muhyiddin'in meşrebiyle ehl-i tahkikin meşrebinin mâbeynindeki esaslı fark ve onların me'hazlarını göstermek, çok uzun tetkikata ve çok yüksek ve geniş nazarlara muhtaçtır. Evet, fark o kadar dakîk ve derin ve me'haz o kadar yüksek ve geniştir ki, Hazret-i Muhyiddin hatâsından muâheze edilmemiş, makbul olarak kalmış. Yoksa, eğer ilmen, fikren ve keşfen o fark o me'haz görünseydi, onun için gayet büyük bir sukut ve ağır bir hatâ olurdu. Madem fark o kadar derindir; bir temsil ile o farkı ve o me'hazları, Hazret-i Muhyiddin'in o meselede yanlışını göstermeye muhtasaran çalışacağız. Şöyle ki: Meselâ, bir aynada güneş görünüyor. Şu ayna, güneşin hem zarfı, hem mevsûfudur. Yani, güneş bir cihette onun içinde bulunur ve bir cihette aynayı ziynetlendirip parlak bir boyası, bir sıfatı olur. Eğer o ayna, fotoğraf aynası ise, güneşin misâlini sâbit bir surette kâğıda alıyor. Ruh / 17 Şu halde, (1) aynada görünen güneş, (2) fotoğrafın resim kâğıdındaki görünen mâhiyeti, (3) hem aynayı süslendirip sıfatı hükmüne geçtiği cihette, (2) hakikî güneşin gayrıdır. Güneş değil, belki güneşin cilvesi başka bir vücuda girmesidir. (1,3) Ayna içinde görünen güneşin vücudu ise, hâriçteki görünen güneşin ayn-ı vücudu değilse de, ona irtibâtı ve ona işâret ettiği için, onun ayn-ı vücudu zannedilmiş. İşte bu temsile binâen, "Aynada hakikî güneşten başka birşey yoktur" denilmek ve aynayı zarf ve içindeki güneşin vücud-u hâricîsi murad olmak cihetiyle denilebilir. Fakat aynanın sıfatı hükmüne geçmiş münbasit aksi ve fotoğraf kâğıdına intikal eden resim cihetiyle güneştir denilse, hatâdır; "Güneşten başka içinde birşey yoktur" demek yanlıştır. Çünkü, aynanın parlak yüzündeki akis ve arkasında teşekkül eden resim var. Bunların da ayrı ayrı birer vücudu var. Çendan o vücudlar güneşin cilvesindendir; fakat güneş değiller. İnsanın zihni, hayâli, bu ayna misâline benzer. Şöyle ki: İnsanın âyine-i fikrindeki mâlûmâtın dahi iki veçhi var: Bir vecihle ilimdir, bir vecihle mâlûmdur. Eğer zihni o mâlûma zarf saysak, o vakit o mâlûm mevcud, zihnî bir mâlûm olur; vücudu ayrı birşeydir. Eğer zihni o şeyin husûlüyle mevsuf saysak, zihne sıfat olur; o şey o vakit ilim olur, bir vücud-u hâricîsi vardır. O mâlûmun vücud ve cevheri dahi olsa, bununki arazî bir vücud-u hârîcisi olur. İşte bu iki temsile göre, kâinat bir aynadır. Her mevcudâtın mâhiyeti dahi birer aynadır. Kudret-i Ezeliye ile îcâd-ı İlâhîye mâruzdurlar. Herbir mevcud, bir cihetle Şems-i Ezelînin bir isminin bir nevi aynası olup bir nakşını gösterir. Hazret-i Muhyiddin meşrebinde olanlar, yalnız aynalık ve zarfiyet cihetinde ve aynadaki vücud-u misâli, nefiy noktasında ve akis, ayn-ı mün'akis olmak üzere keşfedip, başka mertebeyi düşünmeyerek, "Lâ mevcûde illâ Hû" diyerek, yanlış etmişler. "Hakàiku'leşyâi sâbitetün" kaide-i esâsiyeyi inkâr etmek derecesine düşmüşler. Ruh / 18 Amma ehl-i hakikat ise, verâset-i Nübüvvet sırrıyla ve Kur'ân'ın kat'î ifâdâtıyla görmüşler ki, âyine-i mevcudatta kudret ve irâde-i İlâhiye ile vücud bulan nakışlar Onun eserleridir. "Heme ez ost"HAŞİYE 1 tur; "Heme ost"HAŞİYE 2 değil. Eşyanın bir vücudu vardır ve o vücud bir derece sâbittir. Çendan o vücud, vücud-u Vâcibe nisbeten vehmî ve hayâlî hükmünde zayıftır; fakat Kadîr-i Ezelînin îcad ve irâde ve kudretiyle vardır. Nasıl ki, temsilde, ayna içindeki güneşin hakikî vücud-u hâricîsinden başka bir vücud-u misâlîsi var. Dokuzuncu Lem'a - s.599 Ve aynayı ziynetli boyalayan münbasit aksinin dahi arazî ve ayrı bir vücud-u hâricîsi var. Ve aynanın arkasındaki fotoğrafın resim kâğıdına intikâş eden suret-i şemsiyenin dahi ayrı ve arazî bir vücud-u hâricîsi vardır, hem bir derece sâbit bir vücuddur. Öyle de, kâinat aynasında ve mâhiyât-ı eşya aynalarında esmâ-i kudsiye-i İlâhiyenin irade ve ihtiyar ve kudret ile hâsıl olan cilveleriyle tezâhür eden nukûş-u masnûâtın, Vücud-u Vâcibden ayrı, hâdis bir vücudu var. Hem o vücuda Kudret-i Ezeliye ile sebat verilmiş. Fakat eğer irtibat kesilse, bütün eşya birden fenâya gider. Bekâ-i vücud için her an, herşey, Hâlikının ibkàsına muhtaçtır. Çendan "hakâiku'l-eşyâi sâbitetün"dür; fakat Onun ispat ve tesbitiyle sâbittir. İşte, Hazret-i Muhyiddin, "Ruh mahlûk değil; âlem-i emirden ve sıfat-ı irâdeden gelmiş bir hakikattir" demesi, çok nusûsun zâhirine muhâlif olduğu gibi; mezkûr tahkikata binâen iltibâs etmiş, aldanmış, zayıf vücudları görmemiş.Esmâ-i İlâhiyeden Hallâk, Rezzak gibi isimlerin mazharları vehmî ve hayâlî şeyler olamaz. Madem o esmâ hakikatlidirler. Elbette mazharlarının da hakikat-i hâriciyeleri vardır. Risale-i Nur’dan Ruh Toplaması Bu Toplamaya Giren Kelimelerin Listesidir: 1. Ruh 421. Ruhanî 523. Ruhanîlerdir 354. Ruh-efza 496. Ruhanîde 525. Ruhanîlere 359. Ruha 501. Ruhanîler 531. Ruhanîleri 419. Ruhan 520. Ruhanîlerden 545. Ruhanîleridir Ruh / 19 548. Ruhanîlerin 672. Ruhaniyesi 862. Ruhiyem 574. Ruhanîlerinde 674. Ruhaniyetine 865. Ruhiyemde 576. Ruhanîleriyle 676. Ruhaniyetleri 867. Ruhiyeme 579. Ruhanîlerle 678. Ruhaniyetlerindeki 871. Ruhiyemi 583. Ruhanîleşmiş 680. Ruhaniyetlerinden 874. Ruhiyenin 585. Ruhanîmi 682. Ruhaniyetlerine 878. Ruhiyesi 587. Ruhanînin 684. Ruhaniyeye 881. Ruhiyesine 590. Ruhanîsi 689. Ruhaniyeyi 883. Ruhiyesini 592. Ruhanîsidir 695. Ruhaniyyun 892. Ruhiyeye 594. Ruhanîsinde 697. Ruhen 897. Ruhiyeyi 597. Ruhanîsine 743. Ruhî 907. Ruhla 599. Ruhanîsini 795. Ruhîde 912. Ruhlandırmak 601. Ruhanîsiz 797. Ruhînin 915. Ruhlar 603. Ruhanîye 799. Ruhîye 936. Ruhlara 605. Ruhanîyi 801. Ruhîyi 955. Ruhlarda 610. Ruhaniyat 804. Ruhi 960. Ruhlardaki 624. Ruhaniyata 807. Ruhiyatçı 962. Ruhlardan 630. Ruhaniyatı 809. Ruhiye 964. Ruhları 634. Ruhaniyatın 840. Ruhiyece 1013. Ruhlarım 646. Ruhaniyattan 843. Ruhiyede 1015. Ruhlarımız 648. Ruhaniyattır 849. Ruhiyedeki 1019. Ruhlarımıza 650. Ruhaniye 851. Ruhiyeden 1023. Ruhlarımızı 660. Ruhaniyede 853. Ruhiyedendir 1031. Ruhların 665. Ruhaniyedir 855. Ruhiyedir 1046. Ruhlarına 667. Ruhaniyeleri 857. Ruhiyeleri 1069. Ruhlarında 669. Ruhaniyenin 859. Ruhiyelerine 1081. Ruhlarındaki Ruh / 20 1083. Ruhlarından 1586. Ruhumuzdaki 1950. Ruh-u belâgatla 1085. Ruhlarını 1588. Ruhumuzdan 1952. Ruh-u beşer 1114. Ruhlarının 1590. Ruhumuzdur 1966. Ruh-u beşerde 1120. Ruhlarıyla 1592. Ruhumuzla 1969. Ruh-u beşere 1122. Ruhlarla 1602. Ruhumuzu 1974. Ruh-u beşerîyi 1126. Ruhlu 1607. Ruhumuzun 1976. Ruh-u beşeri 1156. Ruhlulara 1615. Ruhun 1979. Ruh-u beşerin 1158. Ruhsuz 1716. Ruhuna 1982. Ruh-u canım 1176. Ruhsuzdur 1764. Ruhunda 1984. Ruh-u canımızla 1178. Ruhta 1819. Ruhundaki 1989. Ruh-u canımla 1189. Ruhtan 1826. Ruhundan 1995. Ruh-u feza-yı candır 1197. Ruhtur 1831. Ruhunla 1997. Ruh-u fıtrî 1210. Ruhu 1836. Ruhunu 1999. Ruh-u habis 1364. Ruhudur 1892. Ruhunun 2001. Ruh-u habisi 1369. Ruhullah 1912. Ruhunuz 2005. Ruh-u hayvanîdir 1372. Ruhum 1914. Ruhunuza 2007. Ruh-u hizmetine 1444. Ruhuma 1917. Ruhunuzdan 2009. Ruh-u iman 1482. Ruhumda 1920. Ruhunuzu 2011. Ruh-u insan 1497. Ruhumdaki 1922. Ruhunuzun 2016. Ruh-u insanı 1499. Ruhumdan 1925. Ruhuyla 2018. Ruh-u insanın 1504. Ruhumla 1938. Ruh-u âcizanem 2021. Ruh-u insanî 1519. Ruhumu 1940. Ruh-u âcizîye 2029. Ruh-u insanîde 1547. Ruhumun 1942. Ruh-u âlîsiyle 2031. Ruh-u insanîden 1568. Ruhumuz 1944. Ruh-u aslîyi 2033. Ruh-u insanîdir 1574. Ruhumuza 1946. Ruh-u bâki 2035. Ruh-u insanînin 1581. Ruhumuzda 1948. Ruh-u bâkiyi 2037. Ruh-u insaniyetin Ruh / 21 2039. Ruh-u İslâmı 2175. Ruh u canını 2041. Ruh-u kâfir 2177. Ruh u canıyla 2044. Ruh-u kâinattan 2185. Ruh u canla 2046. 2192. Ruh u canlarıyla Ruh-u kemteranemin 2198. Ruh u kalbiyle 2048. Ruh-u kudsîsi 2200. Ruhi Bey 2050. Ruh-u manevîsi 2054. Ruh-u Muhammediye'nin 2056. Ruh-u mü'min 2060. Ruh-u nafizdir 2062. Ruh-u nuranînin 2065. Ruh-u ruhumuz 2067. Ruh-u Şeriattan 2069. Ruh-ul Emîn 2071. Ruh-ül Emîn'in 2073. Ruhaniyet-i Peygamberî 2075. Ruh olurdu 2077. Ruh proğramını 2079. Ruh sıkıntısının 2081. Ruh vaziyetine 2083. Ruh u can 2085. Ruh u canı 2087. Ruh u canımız 2089. Ruh u canımızla 2144. Ruh u canımla 2202. Ruhları uçar 2204. Ruhların sevgilisi 2206. Ruhsuz libas 2208. Ruhumdan tevellüd 2210. Ruhunun münacatını Ruh / 22 1. Ruh 2. “Meselâ: Hilkat-ı semavat ve arzdan bahsi içinde hilkat-i insandan ve insanın sesinden ve sîmasındaki dekaik-ı nimet ve hikmetten bahis açar; tâ ki, fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh mabudunu doğrudan doğruya bulsun." (S: 12) 3. “Ve o çiftlikler, makineler, âletler, mizanlar ise, senin daire-i hayatın içindeki mâmelekin ve o mâmelekin içindeki cisim, ruh ve kalbin ve onlar içindeki göz ve dil, akıl ve hayal gibi zâhirî ve bâtınî hasselerindir." (S: 26) 4. “Meselâ: Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder." (S: 27) 5. “Şimdi bunun kalbi ve ruh ve aklı, şu elîm vaziyetten gizli feryad u fîgân ettikleri halde; nefs-i emmaresi, güya bir şey yokmuş gibi tecahül edip, ruh ve kalbin ağlamasından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak, bir bahçede bulunuyor gibi o ağacın meyvelerini yemeğe başladı." (S: 35) 6. “İşte bu vaziyette bir ruh, fecir zamanında bir Kadîr-i Zülcelal’in, bir Rahîm-i Zülcemal’in dergâhına niyaz ile namaz ile müracaat edip arzuhal etmek, tevfik ve meded istemek ne kadar elzem ve peşindeki gündüz âleminde başına gelecek, beline yüklenecek işleri, vazifeleri tahammül için ne kadar lüzumlu bir nokta-i istinad olduğu bedaheten anlaşılır." (S: 43) 7. "Şimdi ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ihsana karşı perestiş eden ve firaktan müteellim olan ruh-u insan, kalkıp abdest alıp şu asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadîm-i Bâki ve Kayyum-u Sermedî’nin dergâh-ı Samedaniyesine arz-ı münacat ederek, zevalsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip, hesabsız nimetlerine karşı şükür ve hamd ederek, izzet-i rububiyetine karşı zelilane rükûa gidip, sermediyet-i uluhiyetine karşı mahviyetkârane secde ederek, hakikî bir teselli-i kalb, bir rahat-ı ruh bulup huzur-u kibriyasında kemerbeste-i ubudiyet olmak demek olan asr namazını kılmak, ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münasib bir hizmet, ne kadar" (S: 43) 8. “Evet en büyük bir ağacın ruh proğramını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder denilir mi?" (S: 81) 9. “Zaman-ı hazır gibi ruh ve kalbine iman noktasında ulvî ve manevî ezvakı ve envar-ı" (S: 145) 10. “Evet zâhire mübtela olan akıl, şu keşmekeş kâinatta perestiş ettiği şeylerin zevalini görmek ile me’yusane feryad eder ve bâki bir mahbubu arayan ruh dahi $ feryadını ilân ediyor." (S: 215) 11. “Madem uful edenlerden ve zeval bulanlardan ruh elini çekti." (S: 217) Ruh / 23 12. “Ruh ise şu vaziyetten şöyle anladı ki: Eşya, tesbihat ile Sâni’-i Zülcelal’in tecelliyat-ı esmasına mukabele edip, bir naz-niyaz zemzemesidir, geliyor." (S: 225) 13. “Kömür gibi bir ruh ile elmas gibi bir ruh (Haşiye) beraber kalacaklar..." (S: 267) 14. “Evet hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır." (S: 322) 15. “O saray ehli ise; insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letaif ve nefs ve heva ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiye gibi şeylerdir." (S: 323) 16. “İşte Kur’an şu âyette azamet-i kudret-i İlahiye ve saltanat-ı rububiyeti öyle bir tarzda gösteriyor ki: Güneş, Ay, yıldızlar emirber neferleri gibi emrine müheyya; gece ve gündüzü, beyaz ve siyah iki hat gibi veya iki şerit gibi birbiri arkasında döndürüp âyât-ı rububiyetini kâinat sahifelerinde yazan ve arş-ı rububiyetinde duran bir Kadîr-i Zülcelal’i gösterdiğinden, her ruh işitse $ demeye hâhişger olur." (S: 420) 17. “İnbisat ve cevelana müştak olan kalb ve ruh için kadere iman bir ağırlık, bir sıkıntı vermiyor mu?” (S: 471) 18. “İşte kadere iman, bütün o ağırlığı kaderin sefinesine atar, kemal-i rahat ile, ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle kemalâtında serbest cevelanına meydan veriyor." (S: 471) 19. “Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var." (S: 474) 20. “Fakat insanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hassaları vardır." (S: 495) 21. “Hem nasılki şu kesafetli, karanlıklı, dar dünyada güneşin pek çok âyinelerde bir anda aynen bulunması gibi, öyle de: Nurani bir zât, bir anda çok yerlerde aynen bulunması -Onaltıncı Söz’de isbat edildiği gibi- meselâ, Hazret-i Cebrail Aleyhisselâm bin yıldızda bir anda hem Arş’ta, hem huzur-u Nebevîde, hem huzur-u İlahîde bir vakitte bulunması; hem Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın haşirde bir anda ekser etkıya-ı ümmetiyle görüşmesi ve dünyada hadsiz makamlarda bir anda tezahür etmesi ve evliyanın bir nevi garibi olan ebdalların bir vakitte çok yerlerde görünmesi ve avamın rü’yada bazan bir dakikada bir sene kadar işler görmesi ve müşahede etmesi ve herkesin kalb, ruh, hayal cihetiyle bir anda pekçok yerlerle temas edip alâkadarane bulunması, malûm ve meşhud olduğundan.." (S: 502) 22. “elbette nuranî, kayıdsız, geniş ve ebedî olan Cennet’te, cisimleri ruh kuvvetinde ve hiffetinde ve hayal sür’atinde olan ehl-i Cennet, bir vakitte yüzbin yerlerde bulunup yüzbin hurilerle sohbet ederek yüzbin tarzda zevk almak; o ebedî Cennet’e, o nihayetsiz rahmete lâyıktır ve Muhbir-i Sadık’ın (A.S.M.) haber verdiği gibi hak ve hakikattır." (S: 502) Ruh / 24 23. “Beka-i Ruh ve Melaike ve Haşre dairdir." (S: 504) 24. “Şu hal gösteriyor ki; maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüd ediyor." (S: 509) 25. “Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor." (S: 509) 26. “Ruh, kat’iyen bâkidir." (S: 515) 27. “Evet herbir ruh, kaç sene yaşamış ise" (S: 516) 28. “Gayet kat’î bir hads ile belki müşahede ile sabittir ki, cesed ruh ile kaimdir." (S: 517) 29. “Öyle ise ruh, onun ile kaim değildir." (S: 517) 30. “Belki ruh, binefsihi kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklaliyetine halel vermez." (S: 517) 31. “Evet tek bir ruhun ba’delmemat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder." (S: 517) 32. “Ruh ise, tahrib ve inhilale maruz değil." (S: 517) 33. “ÜÇÜNCÜ MENBA’: Ruh zîhayat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş, câmi’, hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u" (S: 517) 34. “Çünki ruh dahi Kur’anın nassı ile, $ ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir namus-u zîhayattır ki; kudret-i ezeliye, ona vücud-u haricî giydirmiş." (S: 518) 35. “Aynen onların bir nevi kardeşi ve onlar gibi sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat’îdir, lâyıktır." (S: 518) 36. “Ruh, cesed hesabına zaîfleşir." (S: 530) 37. “Cesed, ruh hesabına inceleşir." (S: 530) 38. “Sâlisen: Zîhayat cisimlerin zerratı içinde çekirdek ve tohumdaki gibi bir kısım zerreler öyle manevî bir nura, bir letafete, bir meziyete mazhar oluyorlar ki; sair zerrelere ve o koca ağaca bir ruh, bir sultan hükmüne geçer." (S: 555) 39. “Hem madem ruh cisme hâkim olduğu gibi; camid maddelerde dahi" (S: 556) 40. “Herbir insan aklıyla hayal sür’atinde seyeranı, herbir veli kalbiyle berk sür’atinde cevelanı ve cism-i nuranî olan herbir melek ruh sür’atinde Arştan Ferşe, Ferşten Arşa deveranı, ehl-i Cennet’in insanları, Burak sür’atinde haşirden beşyüz sene fazla mesafeden Cennet’e çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha latif ve emvatın ruhlarından ve Ruh / 25 melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan Ruh-u Muhammediye’nin (A.S.M.) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (A.S.M.), elbette onun ruh-u âlîsiyle Arşa kadar beraber gidecektir." (S: 566) 41. “İnsanda cisimden başka nasıl akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi manevî vücudlar da var." (S: 569) 42. “Veliler gibi ruh ve kalbi ile gitse, yeter?” (S: 570) 43. “Madem Cennet’e cisim, ruh ile beraber gider." (S: 570) 44. “Meselâ: Savtın sür’atiyle; ziya, elektrik, ruh, hayal sür’atleri ne kadar mütefavit olduğu malûm." (S: 571) 45. “Acaba latif cismi, urucda sür’atli olan ulvî ruhuna tabi olmuş; ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür?" (S: 571) 46. “Arkasındaki evliya-yı ümmeti, ruh ve kalb ile o cadde-i nuranide, Mi’rac-ı Nebevî’nin gölgesinde seyr ü sülûk edip istidadlarına göre makamat-ı âliyeye çıkıyorlar." (S: 580) 47. “turra-i fıtrat bir olan bütün insanların bedenlerine hakikî mutasarrıf olacak bir kudret ve ilim sende varsa, hem sudan ve havadan tut, tâ nebatat ve hayvanata kadar benim erzakımın mahzenlerine mâlik olacak bir servetin ve bir hâkimiyetin varsa, hem ben kılıf olduğum gayet geniş ve yüksek olan ruh, kalb, akıl gibi letaif-i maneviyeyi benim gibi dar, süflî bir zarfta yerleştirerek, kemal-i hikmet ile istihdam edip ibadet ettirecek sende nihayetsiz bir kudret, hadsiz bir hikmet varsa göster, sonra "Ben seni yaptım" de." (S: 594) 48. “Hem insan ruh, kalb, akıl cihetiyle ve hayat ve letaif sahifeleriyle "Hayy, Kayyum ve Muhyî" gibi ne kadar esma-i kudsiye-i nuraniyeyi okur ve okutturur, kıyas edebilirsin." (S: 631) 49. “Eğer onu dinlersen hasaretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir." (S: 632) 50. “Madem meşru daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir." (S: 636) 51. “Bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır." (S: 647) 52. “Ve mükemmel bir istidad ise, âlî bir ruh ve yüksek bir zâtın vücuduna delalet eder." (S: 667) 53. “Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hacatlarını görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz." (S: 687) Ruh / 26 54. "$ Cenab-ı Hakk’ın madem onun bir kanun-u emri olan ruh, küçük bir âlem olan insan cisminde ve a’zasında bu vaziyeti gösteriyor." (S: 688) 55. “Ruh, vücud-u haricî giydirilmiş bir kanundur" (S: 702) 56. “Ruh bir nuranî kanundur, vücud-u haricî giymiş bir namustur; şuuru başına takmış." (S: 702) 57. “Bu mevcud ruh, şu makul kanuna olmuş iki kardeş, iki yoldaş." (S: 702) 58. “Sabit ve hem daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irade vasfından gelir." (S: 702) 59. “Eğer enva’daki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, herbiri bir ruh olur." (S: 702) 60. “Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur." (S: 702) 61. “Hattâ el’an âdeta o iki ruh, şimdi de cesedleri değişmiş, Alman Fransız oldu." (S: 714) 62. “Kur’anın şevki ise: Ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir." (S: 737) 63. “Cesed ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz." (S: 745) 64. “İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sır, nefis ve hâkeza.." (S: 764) 65. “Evet bu asra öyle bir Kur’an tefsiri lâzım ve elzemdir ki; Risale-i Nur gibi akıl, fikir ve mantığı çalıştırsın, ruh ve kalb ve vicdanı tenvir etsin." (S: 766) 66. “Bu can bu kafesten çıkıncaya kadar, bu ruh bu cesedden ayrılıncaya kadar, bu nefes, bu bedenden gidinceye kadar; Risale-i Nur’u okuyacağız, neşredeceğiz." (S: 769) 67. “Aklınız herbir mes’eleyi tam anlamasa da, ruh, kalb ve vicdanınız hissesini alır." (S: 772) 68. “Çünki ruh zamanla mukayyed değil." (M: 51) 69. “Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir." (M: 51) 70. “İşte şu meşreb sahibi, eğer maddiyattan ve vesaitten tecerrüd etmiş ve esbab perdesini yırtmış bir ruh ise, istiğrakkârane bir şuhuda mazhar ise; vahdet-ül vücuddan değil, belki vahdet-üş şuhuddan neş’et eden, ilmî değil, hâlî bir vahdet-i vücud onun için bir kemal, bir makam temin edebilir." (M: 83) 71. “Şimdi ilham-ı Rabbanî ile gaibden haber veren bu âriflerden sonra; gaibden ruh ve cinn vasıtasıyla haber veren kâhinler, pek sarih bir surette Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın geleceğini ve nübüvvetini haber vermişler." (M: 174) Ruh / 27 72. “Şu sırrı izah ve isbat eden haşre dair Onuncu Söz’ün âhirinde, hem melaike ve beka-i ruh ve haşre dair Yirmidokuzuncu Söz’de haşir mes’elesinde, İkinci Esas’ın beyanında zikredilen "nuraniyet sırrı", "şeffafiyet sırrı", "mukabele sırrı", "müvazene sırrı", "intizam sırrı", "itaat sırrı", altı temsil ile isbat edilerek gösterilmiştir ki: Kudret-i İlahiyeye nisbeten yıldızlar, zerreler gibi kolaydır; hadsiz efrad bir ferd kadar külfetsiz ve rahatça icad edilir." (M: 245) 73. “Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır." (M: 285) 74. “İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder." (M: 331) 75. “İşte şu mesleğe göre; kabz-ı ruh vaktinde, insanın âyinesine temessül eden Melek-ül Mevt’in insanî ve cüz’î bir misali, Hazret-i Musa Aleyhisselâm gibi bir ulül-azm ve celalli ve hiddetli bir zâtın tokadına maruz olmak ve o misalî Melek-ül Mevt’in libası hükmündeki suret-i misaliyesindeki gözünü çıkarmak; ne muhaldir, ne fevkalâdedir, ne de gayr-ı makuldür." (M: 352) 76. “Müzekki-i nefs ve musaffi-i ruh" (M: 380) 77. “Hususan şaban ve ramazanda, akıldan ziyade kalb hissedardır, ruh hareket eder." (M: 388) 78. “Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hacatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek; savmı ile, Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir." (M: 402) 79. “Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır." (M: 404) 80. “İşte bu âlemi bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryad ile ağlamaya hazır iken; birden Cenab-ı Hakk’ın Âdil ismi Hakîm burcunda, Rahman ismi Kerim burcunda, Rahîm ismi Gafur burcunda (yani manasında), Bâis ismi Vâris burcunda, Muhyî ismi Muhsin burcunda, Rab ismi Mâlik burcunda tulû’ ettiler." (M: 410) 81. Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, bir namus-u zîşuurdur." (M: 470) 82. “Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir." (M: 470) 83. “Mevcud ruh, makul kanunun kardeşidir." (M: 470) 84. “Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu." (M: 470) 85. “Eğer ruh, vücudu çıkarsa, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu." (M: 470) Ruh / 28 86. “Ye’s, dalalet-i fikrin; zulmet-i kalb, ruh sıkıntısının menba’ıdır." (M: 477) 87. “Öyle de: İnsandaki cisim, nefis, kalb, ruh daireleri öyle mütefavittir." (L: 16) 88. “Ruh, kemal-i emniyetle ve sürurla o âyetin içine girdi." (L: 51) 89. “Tâ ki, fikir dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh Mabudunu doğrudan doğruya bulsun." (L: 100) 90. “Ey küfr ü küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh!" (L: 115) 91. “Gafletli ehl-i dünya ise, yalnız hayat-ı dünyeviyeyi düşündüklerinden, bütün hissiyatıyla ve ruh u kalbiyle şiddetli bir surette hayat-ı dünyeviyeye ait mes’elelere sarılır." (L: 155) 92. “Sizlerin kalb ve ruh ve aklınızı ittiham etmem." (L: 166) 93. “Gayet hârika olan ruh, kalb ve manevî letaiften kat-ı nazar, yalnız cesedindeki herbir âza, bir kubbeli menzil hükmündedir." (L: 181) 94. “Eğer hakikî şefkat sû’-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem’den ve îdam-ı ebedî olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a’maline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil davacı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur." (L: 200) 95. “Bu hayat-ı dünyevîde dahi kalb, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır." (L: 209) 96. “Evet ihtiyarlara, masumlara, yalnız akrabasına bakmak değil; belki ehl-i iman (madem sırr-ı imanla uhuvvet-i hakikiye var) onlara rastgelse, muhterem hasta ihtiyar ona muhtaç olsa, ruh u canla ona hizmet etmek İslâmiyetin muktezasıdır." (L: 220) 97. “Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise, cisim gibi hazır zamana münhasır olmadığından, pek çok seneler maziden, pek çok seneler istikbalden daire-i hayatına dâhil olduğundan; o cüz’-i ihtiyarî, cüz’iyetten çıkıp külliyet kesbeder." (L: 230) 98. “Birden, bakıyorum benim hususî dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh çekiliyor gibi bir haleti hayaliye bana geldi." (L: 236) 99. “Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlukatının bütün harekâtlarını ve sekenatlarını ve ahval ve a’mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak nev’-i insanı kendine dost ve muhatab eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye düşünürken bu iki noktada, yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanını veren bir izah istedim." (L: 255) Ruh / 29 100. “Hülâsası şudur ki: Hayat, Zât-ı Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, beka bulur hem bâki meyveler verir, hem öyle yükseklenir ki, sermediyet cilvesini alır, daha ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmaz." (L: 257) 101. “Ruh u canımla Denizli Hapsi’ni arzuladım ve kabre girmeyi istedim." (L: 258) 102. “Eğer Ferd-i Vâhid’e verilmezse, bir sineğin vücudunu rûy-i zeminin etrafından ve anasırından gayet hassas bir mizanla toplamak, âdeta yeryüzünü ve unsurları eleyip her taraftan o mahsus vücudun mahsus zerrelerini getirerek san’atlı vücudunda muntazam yerleştirmek için maddî kalıb, belki âzaları adedince kalıblar bulunmak ve o vücuddaki duygular ve ruh gibi ince, dakik, manevî letaifi dahi mizan-ı mahsusla manevî âlemlerden celbetmek lâzım gelir." (L: 322) 103. “ve madem hayatın süzülmüş en safi hülâsası olan şuur ve akıl ve en latif ve sabit cevheri olan ruh, bu Küre-i Arz’da gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar; âdeta Küre-i Arz, hayat ve akıl ve şuur ve ervah ile ihya olup öyle şenlendirilmiş..." (L: 335) 104. “ve ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır; öyle de maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır.." (L: 336) 105. “Dördüncü Remiz: Uzun emellerden ve geçmiş ve gelecek elemlerden ruh ve kalbi güzel bir temsil ile kurtarıp, "Lâilahe İllallah" kelime-i kudsiyesinin şifayâb ve rahmetbahş hazinesine teslim eder." (L: 395) 106. “ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Kuvve-i zaika, maddî cesede inhisar etmekten ziyade; akla, ruha ve kalbe baktığından, israf etmemek, zillet ve sefalete düşmemek ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek şartıyla leziz taamların tercih ve takib edilebileceğini; ve bu hakikat, hârika kuvve-i kudsiye sahibi Şah-ı Geylanî (K.S.) Hazretlerinin ihya-yı emvat keramet-i azîmesiyle izah edilerek; ruh cesede, kalb nefse, akıl mideye hâkim olduktan sonra, şükrün münteha derecelerine vâsıl olmakla mümkün olduğunu beyan eder." (L: 396) 107. “Üçüncü Mertebe-i Nuriye-i Hasbiye: Ebedî bir dünyada ve bâki bir memlekette, daimî bir saadete namzed olduğunu, fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak mahlukatın bütün harekâtlarını ve herşeylerini bilen ve kaydeden bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle olabildiğini düşünürken, kalbine itminan veren bir izah istediğini ve yine o âyete müracaat ettiğinde, o âyet ona: $ daki $ ya dikkat edip, senin ile beraber lisan-ı hal ve lisan-ı kal ile $ yı kimler söylüyorlar diye emredince; bütün nebatat ve hayvanatın lisan-ı hal ile $ in manasını yâdettiklerini gördüğünü ve kudretin azamet ve haşmetini, mevcudatta nasıl temaşa ettiğini ifade etmiştir." (L: 423) 108. “hayat ve ruh oldukça; beka bulur, hem bâki meyveler verdiği için, ömrün kısalığına ve uzunluğuna bakılmayacağını izah etmiştir." (L: 424) Ruh / 30 109. “Fakat bu gaye-i hayal ve hedef-i ruh ve netice-i fıtratın tahakkuku, ancak ve ancak bütün mahlukatın bütün harekât ve sekenatlarını ve ahval ve a’mallerini, kavlen ve fiilen bilen ve kaydeden ve bu küçücük ve âciz-i mutlak olan insanı kendine dost ve muhatab eden ve bütün mahlukat üstünde bir makam veren bir Kadîr-i Mutlak’ın hadsiz kudretiyle ve insana nihayetsiz inayet ve ehemmiyet vermesiyle olabilir, diye düşünüp bu iki noktada; yani böyle bir kudretin faaliyeti ve zâhiren bu ehemmiyetsiz insanın hakikatlı ehemmiyeti hakkında imanın inkişafını ve kalbin itminanı veren bir izah istedim." (Ş: 66) 110. “İşte hayatın hakikatına ve hukukuna ve vazifelerine ve manevî lezzetine ait olan bu dört mes’ele gösterdiler ki; hayat, Zât-ı Bâki-i Hayy-ı Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem beka bulur, hem bâki meyveler verir." (Ş: 73) 111. “kalb, ruh vesair zâhirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir." (Ş: 77) 112. “Nasılki mide bir rızık ister; öyle de, kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın latifeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahîm’den rızıklarını isterler ve müteşekkirane alırlar." (Ş: 174) 113. “Yoksa her vakit etrafında kendi gibi çocukların ve büyüklerin ölümleri, o zaîf bîçarelerin endişeli nazarlarına çarpması; mukavemetlerini ve kuvve-i maneviyelerini zîr ü zeber ederek gözleriyle beraber ruh, kalb, akıl gibi bütün letaifini dahi öyle ağlattıracak, ya mahvolup veya divane bir bedbaht hayvan olacaktı." (Ş: 182) 114. “Lâ ilahe illallah diyerek sürur ile teslim-i ruh eder." (Ş: 208) 115. “Ve midesinin gıda ihtiyacını temin etmeğe çalıştığı gibi dünya kadar geniş, belki ebede kadar uzanan sofraları ve gıdaları, akıl ve kalb ve ruh ve insaniyet mideleri için tedarik etmeğe fıtraten mecburdur, çabalıyor." (Ş: 222) 116. “Hattâ ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur’la imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahid olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim!" (Ş: 289) 117. “Çünki kalb ve ruh ve akılları iman-ı tahkikî nurlarıyla sıkıntı çekmezler; maddî zahmetler ise, Risale-i Nur dersiyle hem geçici, hem sevablı, hem ehemmiyetsiz, hem hizmet-i imaniyenin başka bir mecrada inkişafına vesile olmasını bilerek şükür ve sabırla karşılıyorlar." (Ş: 295) 118. “Sizi bütün dualarında $ gibi bütün mütekellim-i maalgayr sîgalarında bilâ-istisna dâhil edip, kesretli cesedler ve bir tek ruh hükmünde şirket-i maneviyemizin düsturlarıyla çalışan ve sizin sıkıntınız ile sizden ziyade alâkadar olan ve şahs-ı manevînizden himmet ve meded ve sebat ve metanet ve şefaat bekleyen" (Ş: 297) Ruh / 31 119. “Bütün ruh ve kalb ve aklımla sizin leyali-i aşerenizi tebrik ederiz." (Ş: 307) 120. “Hem kalb, hem ruh için; hem iman, hem selâmet ve sıhhat lezzetleri var." (Ş: 313) 121. “Ben ruh u canla size her vaziyette arkadaş olmak istiyorum, fakat" (Ş: 323) 122. “İdam-ı ebedî ile ve daimî haps-i münferid ile mahkûm bildiğimden ve gördüğümden tamamıyla intikamımı sizden alarak kemal-i rahat-ı kalb ile teslim-i ruh etmeye hazırım!" (Ş: 364) 123. “Zâhiren çekilseler de, o hâlis şakirdler ruh u canıyla o hakikata bağlıdırlar." (Ş: 398) 124. “Ondokuz sene evvel te’lif edilen bu risaleyi (Haşiye) okuyan ehl-i insaf ve münevverlerin de vâkıf olup kat’î kanaat getireceği vecihle yüzotuz kitabdan müteşekkil olan Risale-i Nur Külliyatının umum eczaları, siyasî ve dünyevî maksadlardan ârî ve müberra olarak tamamen imanî ve uhrevî bir ruh ve mahiyette te’lif edilmiştir." (Ş: 460) 125. “Evvelâ: Sizin Leyle-i Mi’racınızı bütün ruh u canımla tebrik ederim." (Ş: 499) 126. “Mübarek ramazan-ı şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (Ş: 508) 127. “Ben de size, bütün dostlarıma beyan ediyorum ki: Bütün ruh u canımla hattâ nefs-i emmaremle beraber Risale-i Nur’un ve sizlerin selâmetine, şahsıma gelen bütün zahmetleri manevî sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum." (Ş: 508) 128. “Sizi ruh u canımla tebrik ederim ki, çabuk yaramızı tedavi ettiniz." (Ş: 511) 129. “Ben Üstadımın gittiği meslekte ve Risale-i Nur’la âlem-i İslâm’a hususan bu vatana ve bu millete ettiği kudsî hizmetinde kendisine isnad edilen mevhum suçuna ruh u canımla iştirak ediyorum." (Ş: 541) 130. “İman, İslâmiyet dersi alarak büyük faidelere nailiyetime sebeb olan bir üstada, bütün ruh u canımla medyunum." (Ş: 548) 131. “Ona ve Risale-i Nur’a bütün ruh u canımla bağlıyım." (Ş: 575) 132. “Bütün ruh u canıyla $ der." (Ş: 611) 133. “Rehber’de izah edildiği gibi, bütün geçmiş ve gelecek zamanlar ve mahluklar ve kâinatlar, zeval ve firaklarıyla mütemadiyen onun ruh ve kalbine hadsiz elemleri yağdırıyorlar, Cehennem’e gitmeden evvel Cehennem azabını çektiriyorlar." (Ş: 612) 134. “Onuncusu: Enbiyadan sonra en muhterem ve yüksek taife ve ümmî ve bedevî oldukları halde az bir zamanda nur-u Muhammedî (A.S.M.) ile şarktan garba kadar âdilane idare edip, cihangir devletleri mağlub ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil olarak o asrı bir asr-ı saadet hükmüne getiren sahabeler; Muhammed’in (A.S.M.) her halini tedkik ve taharriden sonra gözleriyle gördükleri çok mu’cizatın kuvvetiyle eski Ruh / 32 düşmanlıklarını ve ecdadlarının mesleklerini ve çokları -Hâlid İbn-i Velid ve İkrime İbn-i Ebu Cehil gibi- pederlerinin tarafdarlıklarını, kavim ve kabilelerini tamamıyla bırakıp bütün ruh u canlarıyla, gayet fedakârane bir surette İslâmiyete girerek aynelyakîn derecesinde Muhammed’in (A.S.M.) sadıkıyetine ve risaletine imanları; sarsılmaz, küllî bir şehadettir." (Ş: 627) 135. “Bütün ruh u canıyla "Elhamdülillahi Rabb-il Âlemîn" dedi, $ taifesine girdi." (Ş: 637) 136. “Dinden ruh almayan hikmet-i tabiiye gözlüğü ile o âleme baktı, gördü ki: O hadsiz zîhayatların hadsiz ihtiyaçları ve onları inciten ve hırpalayan hadsiz muzır düşmanları ve merhametsiz hâdiseleri var iken, o ihtiyaçlara karşı sermayeleri binden, belki yüzbinden ancak bir olabilir." (Ş: 637) 137. “Ruh hayale ve akıl fikre bindiler, semaya çıktılar." (Ş: 638) 138. “Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur." (İ: 15) 139. “Kilit ile anahtar, lisan ile ruh gibi." (İ: 16) 140. “O muhabbet ve şefkati, firak-ı ebedî ve hicran-ı lâyezalî ile karşıladığınız takdirde; vicdan, hayal ve ruh ne hale gireceklerdir." (İ: 55) 141. “Evet tehzib-ür ruh, riyazet-ül kalb, terbiyet-ül vicdan, tedbir-ül cesed, tedvir-ül menzil, siyaset-ül medeniye, nizamat-ül âlem, hukuk, muamelât, âdâb-ı içtimaiye vesaire vesaire gibi ulûm ve fünunun ihtiva ettikleri esasatın fihristesi, şeriat-ı İslâmiyedir." (İ: 112) 142. “Binaenaleyh ruh, cesed kafesinden çıkarsa necat bulur." (İ: 180) 143. “Mevt ile cesed dağılır, ruh bâki kalır." (İ: 183) 144. “$ daki $ nin $ ya tercihi, beşerin yer üstünde olduğu, $ kelimesinin manasına muvafık ve münasib iken tercihan $ nin zikredilmesi; beşerin bir ruh gibi Arz’ın cesedine nefh ve nüfuz ettiğine ve beşerin ölüp inkıraz etmesiyle Arz’ın yıkılmasına işarettir." (İ: 201) 145. Birinci $ ile, beşerin bir ruh gibi Arz’a nüfuz etmesiyle Arz’ı ihya etmesine; ikinci $ ise, beşerin fesadı dahi Azrail gibi Arz’ın kalbine kadar pençesini sokup Arz’ı imatesine işarettir." (İ: 202) 146. “Ve keza birinci âyette kelâmın sevkiyatı iktizasınca şöyle bir takdir olacaktır: Âdem’i halketti, tesviye etti, cesedine nefh-i ruh etti, terbiye etti, sonra esmayı talim etti ve hilafete namzed kıldı." (İ: 209) 147. “Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh, akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş." (Ms: 7) Ruh / 33 148. “Demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dâhilî cihetinde çalışmış; kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş." (Ms: 8) 149. “Mezkûr sikke ve hâtemlerden, meselâ $ âyetinin işaret ettiği ihya ve nefh-i ruh keyfiyetindeki hâtem-i İlahîye bakınız ki, pek çok garib garib haşirleri, acib acib neşirleri göresiniz!" (Ms: 15) 150. “İnsanın çekirdeği olan kalb, ubudiyet ve ihlas altında İslâmiyet ile iska edilmekle imanla intibaha gelirse, nuranî, misalî âlem-i emirden gelen emr ile öyle bir şecere-i nuranî olarak yeşillenir ki; onun cismanî âlemine ruh olur." (Ms: 117) 151. “Cam, su, hava, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman vesaire gibi, tecelli-i timsal akislere mahal ve mazhar olan çok şeyler vardır." (Ms: 124) 152. “Çünki ruh bunun ile nefes alıyor." (Ms: 127) 153. “Cesed ölüp dağılırsa da ruh bâki" (Ms: 193) 154. “Maahaza her vakit "Fenaya hazır ol" emrini intizar eden zâil ve bekasız maddiyatta, şu hıfz ve muhafaza düsturu beka ile çok münasebetdar olan ruh ve manada da câridir." (Ms: 194) 155. “Ruh zâten zaman ile mukayyed değildir." (Ms: 198) 156. “Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri sür’at-ı ruh mizanıyla cereyan eder." (Ms: 198) 157. “Hattâ hayat ve ruh ve nur ve vücud, iki vecihleri şeffaf ve güzel olduğundan mülken ve melekûten vasıtasız dest-i kudretten çıkıyorlar." (Ms: 254) 158. “Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdet-ül vücuddan dem vursa, haddini tecavüz eder." (Ms: 256) 159. “Gözü kapalı olarak değil; belki İmam-ı Gazalî (R.A.), Mevlâna Celaleddin (R.A.) ve İmam-ı Rabbanî (R.A.) gibi kalb, ruh ve akıl gözleri açık olarak, ehl-i istiğrakın akıl gözlerini kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak gezmiş." (BMs: 12) 160. “Demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dâhilî cihetinde çalışmış; kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş." (BMs: 13) 161. “Halbuki dünya ve mafîhayı terkedip, sür’atle ona koşmak ve ona ruh u canını feda etmek elzem ve elyaktır." (BMs: 41) 162. “İşte ruh ve kalblerin dalaletten ve manevî hastalıklardan neş’et eden müz’iç ızdırabları ve bu ızdırablar ise icad-ı eşyayı, eşyanın nefislerine veya imkânî sebeblerine isnad etmekten gelen hayret, istiğrab ve istib’addan neş’et eden istinkârdan ileri geliyor." (BMs: 90) Ruh / 34 163. “Ve bu manevî ızdırablar, ruh ve kalbleri; onun zikriyle ancak kalbler mutmain olabilen ve her müşkilin anahtarı irade-i ezeliyesinde olan ve onun kudretiyle ancak müşkiller hallolabilen Cenab-ı Vâcib-ül Vücud, Vâhid-i Ehad’e kurtuluş ve şifa ve halâs bulmak için firar ettirmeğe icbar ediyorlar." (BMs: 90) 164. “Eğer bu şefkat, senin tevehhümün üzerine bina edilmiş olsaydı, o zaman bu şefkat, ruh için müz’ic bir nikâle (yani ağır bir azaba) inkılab ederdi." (BMs: 113) 165. “Ve bu şefkat, ne kadar ziyadeleşirse, o derece ruh inbisat eder." (BMs: 113) 166. “kendilerine mâlik tevehhüm etmek üzerine bina edilen şefkat ise, ziyadeleştiği nisbette ruh münkabız olur." (BMs: 114) 167. “Çünki onunla ruh-u insanî, idam karanlıklarından ve kâinatların vahşetinden ve matem-i umumîden ve ...den ve ...den ve ...den ve ...den ve ...den ve ilâ mâlâ-yuhadd ruh için bütün yakıcı ve yandırıcı ahvalden kurtulur ve halâs bulur." (BMs: 118) 168. “Ve keza telaffuz ettiğin o mübarek kelimelerin çeşmelerinden ab-ı hayat içen cumhur-u mü’minînin teveccühlerinden hasıl olan cezebatın elektriklerinden ve umum muvahhidînin kalblerinden sızan ab-ı hayat-ı maneviyenin reşhalarından, serpintilerinden gayet cazib bir ruh ve câlib bir mana o kelimelerle ittisal peyda ediyor ve onları ihata etmektedir." (BMs: 171) 169. “Ruh ve akılların dalaletlerinden neş’et eden ızdırablar; eşyanın icadını eşyaya veyahut imkânî sebeblere isnad etmekten gelen istib’ad, istiğrab ve hayretten neş’et eden istinkârlarından ileri geliyor." (BMs: 183) 170. “Binaenaleyh şu habbe-i kalb, eğer ubudiyet ve ihlasın toprağı altında itminan peyda etse; ve İslâmiyet âb-ı hayatıyla iska edilerek iman ile tenebbüt ederse o zaman o habbe-i kalb, kendi âlem-i cismaniyesine bir ruh olacak olan âlem-i emirden nuranî ve misalî bir şecereyi inbat edebilir." (BMs: 238) 171. “Meselâ cam, su, hava -hususan kelimeler için hava-, âlem-i misal, ruh, akıl, hayal, zaman ve saire gibi daha bizim bilmediğimiz veya senin bilmediğin pek çokturlar." (BMs: 248) 172. “Bazısına an-ı seyyaledeki her bir dakika ona muhtaç olup ruh onunla teneffüs eyler." (BMs: 254) 173. “Hem nasılki hava, bizi yürümekten ta’vik etmediği ve su, bizi zehabdan men’etmediği gibi, cam da ziyanın geçmesine mani olmadığı, hattâ kesif olan şeyler dahi, röntgen şuaının, akıl nurunun, melek ruhunun nüfuzunu köstekleyemediği gibi; demir de hararetin akmasına, elektriğin cereyanına mani olmadığı; ve hiçbir şey, cazibenin sereyanını, ruh ve hâdimlerinin cevelanını ve akıl nurunun ve âlâtının seyeranını ta’vik etmidği gibi, kezalik, şu âlem dahi ruhaniyatı deverandan, cinnîleri cevelandan şeytanları cereyandan ve melaikeleri seyerandan men’ ve ta’vik edemez." (BMs: 275) Ruh / 35 174. “Ey küfr ü küfranı dağıtıp neşreden bedbaht ruh!" (BMs: 316) 175. “Hem insanın geçirmiş olduğu devirleri ve insanın cisim, havas, ruh, akıl ve hayaliyle ve daha bunlar gibi cevher-i insaniyette tevdi edilen bir çok âlemlerin dürbünleri ve hakaikın mirsadları ile cevelan ettiği âlemleri bilmesin, görmesin, hâşâ ve kellâ!" (BMs: 330) 176. “Hem cesed birbirinden ayrılır, fakat ruh bâkidir." (BMs: 391) 177. “İşte bak, ömrün evvelinden tâ âhirine kadar bâki kalan bir mana, hem de vahdaniyetini muhafaza ile beraber çok cesedler değiştirerek ve çok tavırlar içinde intikal ederek ve çok devirler üzerinden yuvarlanarak devam edip gelen bir mana, elbette delalet eder ki; o mana ebed yolunda dahi mevtin üzerinden de atlayacak ve cesedi yararak ruh çıplak olarak ölümün pençesinden, çengelinden sıyrılıp sağlam kurtulacaktır." (BMs: 391) 178. “İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin." (BMs: 397) 179. “Öyle de ehl-i kalb ve ruh için mülk ve melekût, dünya ve âhiret aralarındaki hicab gayet ince ve şeffaf olduğu halde, fakat ehl-i nefis ve heva-i cismanî için nihayet derece kalın ve kesiftir." (BMs: 399) 180. “İşte bu adamın kalb, ruh ve letaifleri bu dehşetli vaziyetten gizli feryad ü figan ettikleri halde, onun nefs-i emmaresi ise, güya hiç bir şey yokmuş gibi tegafül ile tecahül edip bir mugalata ile kendini bir bostan içinde zannetti." (BMs: 462) 181. “Sonra o külliyetin içinde de terakki ederek tecerrüd içindeki ıtlak-ı ruh ile gide gide tâ cinsinin makam-ı külliyetine çıkman gerektir." (BMs: 580) 182. “Buraya girmeyen kısmı ise, beka-i ruh, melaike ve kıyamet hakkındadır." (BMs: 617) 183. Kâinat fabrikasında yapılan ameliyatta hâkim ve birinci mahluk, ruh ve hayattır." (BMs: 638) 184. “Binaenaleyh bir ruh bin maddî şeyleri istihdam ettiği gibi, başka bir ruh da en küçük bir maddeyi istihdam ile yalnız onunla alâkadar olması caizdir." (BMs: 638) 185. “Bin mu’cize-i Muhammediye münderic olan Ondokuzuncu Mektub, mukaddemen dahi arzedildiği vecihle arzumun fevkinde pek ziyade ulvî ve nuranî mebahis ve vekayi-i risaletmeâbiyeyi beyan ve müjde ile ruh ve kalb-i âcizîyi bahar-ı âlem gibi gül ve gülistanlığa çevirmiştir." (B: 40) 186. “Bu defa istinsahına muvaffak olduğum nurlu Yirmidokuzuncu Söz’de, melaike denizlerinde sefain-i kibriyaya yapışarak seyran ederken ve beşerin hata-savab işlediği ef’ali, kat’î olarak umumî yoklama defter-i kebirinde okunacağını, nef’ u zarar hiçbir şeyin mektum bırakılmayacağını şiddetle ihtar eden, beka-i ruh âlemini temaşa ederken; matlab-ı a’lâ ve maksad-ı aksa olan ba’s ve mahkeme-i kübranın ahkâmını kablelvuku makam-ı istima’da dinlerken Ruh / 36 ve bilhassa "Medarlar" merdivenlerinden âlî makamlara manevî suud ederken, hele Onuncu Medar ve Üçüncü, Dördüncü Mes’elelerde deniz dalgıçları gibi derya-yı maneviyatta dalıp yüzerken, o kadar envar-ı hakaik-i kibriyaya ve ezvak-ı letaif-i ulyaya müstağrak oldum ki, arz u ifadeden âcizim." (B: 41) 187. “Onları istima’da ruh ve kalbimi tedkik ettim, tedkikatımda ne gibi hissetmiş ve anlamış olduğumu anladım, baktım ki; ruh ve kalbimde bir feyezan ve coşkunluk var ki, beni bilâihtiyar bir vazifeye sevk etmek için hemen "haydi haydi" diye tazyikata başladı." (B: 54) 188. “Bizi tarîk-i Hak’ta dolaştıran, manevî yaralarımızı tedavi eden, hakikat uğrundaki düşüncelerimize bir kat daha metanet veren, bugünün şeytankârane tehdidatına rağmen cesaretimizi takviye eden ve her hususta ruh ve kalblerimizi iman ve hakikat nuruyla nurlandıran ve sa’yimizde teşci’ eden ve Kur’an-ı Hakîm’in iki âyetini ihtiva eden Otuzbirinci Mektub’un Birinci ve İkinci Lem’alarını ve Yirmidokuzuncu Mektub’un Sekizinci Kısmından İkinci Remzi’ne ait mühim bir i’cazı da aldık, okuduk." (B: 131) 189. “Halbuki insanda, kalbden başka akıl, ruh, sır, nefis gibi mevcud olan letaif ve hasseleri, kendilerine mahsus vezaife sevk ederek zengin bir dairede, kalbin kumandası altında îfa-yı ubudiyeti" tavsiye buyuruluyor." (B: 177) 190. “Ve diyorum: "Ey ruh!" (B: 178) 191. “Sonsuz Rahîm olan Hâlık-ı Azîm’in kusursuz olan bu kasrını temaşaya doyamayan ruh, kendine avdet ediyor." (B: 189) 192. “Bu derece rahmetle tanzim edilen, bu kadar muhtelif vezaif ile çalıştırılan, bu muhayyir-il ukûl makineyi temaşa eden ruh, bu makine üzerindeki derece-i mâlikiyetini düşünüyor." (B: 189) 193. “Ruh nâhoş, kalb bîhoş, kafam bomboş." (B: 194) 194. “Bu hissiyatımı izah etmek, anlaşılmış bir ruh için zâid değil midir?" (B: 224) 195. “Üstadım, beka-yı ruh ve haşir hakkında, Cenab-ı Hak tarafından bize o hakaika giden yolu göstermiş." (B: 245) 196. “Hem cihat-ı sitte ile mukayyed olmayan ruh kulağıyla" (B: 251) 197. “Elcevab: Sa’d-ı Taftazanî’nin $ demesi; $ sırrıyla, -beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibiruhun mahiyeti; zihayat bir kanun-u emr, zîşuur bir âyine-i İsm-i Hayy, zîcevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî olduğundan mec’uldür." (B: 258) 198. "$ demesi; beka-yı ruh isbatında denildiği gibi, cesed ruha dayanır, ayakta kalır." (B: 258) 199. “Ruh ise, bizâtihî kaimdir." (B: 258) Ruh / 37 200. “O adam kendine teselli vermek ve aklına sığıştırmadığı vahdet-i hakikiye ile, rububiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zâtıyla hallakıyet-i külliyeye mâlik bir nakkaşın bir nakş-ı san’atıdır demek lâzım gelirken; o itikad yerine, bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir ki, onun sâni’i onun içindedir veya o o olmuş, hem o ruh vücuduyla müttehid ve vücudu ise suret-i zâhiriyle mümteziç olduğundan o ruhun kemali ve o vücudun yüksekliği bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhar eder, hakikî ihtiyarıyla bir icad değil, belki bir cilvedir, bir tezahürdür." (B: 266) 201. “Yalnız bu kadar derim ki: Letaif-i Aşere; İmam-ı Rabbanî kalb, ruh, sırr, hafî, ahfâ, insanda anasır-ı erbaanın herbir unsurdan o unsura münasib bir latife-i insaniye tabir ederek, seyr ü sülûkta her mertebede bir latifenin terakkiyatı ve ahvalinden icmalen bahsetmiştir." (B: 347) 202. “Meselâ vicdan, a’sab, hiss, akıl, heva, kuvve-i şeheviye, kuvve-i gazabiye gibi letaifi kalb, ruh ve sırra ilâve edilse letaif-i aşereyi başka bir surette gösterir." (B: 348) 203. Beka-yı ruh ve melaike ve haşrin hakkaniyetine dair Yirmidokuzuncu Söz namı altındaki risalenin içinde tezahür eden, kendimce en ekall bin liraya değer bir sırr-ı azîmi gösteren risaleyi," (B: 359) 204. “Evvelâ: Sizin bayramınızı ve Nurlarla ciddî iştigalinizi ve daima birinciliği Nur dersinde ve sadakatinde muhafaza etmenizi, bütün ruh u canımla tebrik ederim." (B: 380) 205. “Hem Risalet-in Nur, sair ülemanın eserleri gibi, yalnız aklın ayağı ve nazarıyla ders vermez ve evliya misillü yalnız kalbin keşf ü zevkiyle hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar; taarruz eden felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar; hakaik-i imaniyeyi kör gözüne de gösterir." (K: 12) 206. “Aynı ruh, aynı ifade, aynı iman..." (K: 27) 207. “Zaman ve zemin, sizler ile çok müştak olduğum uzun konuşmayı hoş görmediği için kısa kesip, ruh u canımla herbirinize binler selâm, mâşâallah bârekâllah derim." (K: 27) 208. “Evvelâ: Bütün ruh u canımla mübarek Ramazanınızı tebrik ederim." (K: 94) 209. “Sâlisen: Leyle-i Kadr’inizi, hem bu gelen bayramınızı bütün ruh u canımızla tebrik ve tes’id ediyoruz." (K: 97) 210. “Sizin hem Leyle-i Kadr’inizi, hem bayramınızı bütün ruh u canımla tebrik ediyorum, tes’id ediyorum." (K: 97) 211. “Sizin bayramınızı, Leyle-i Kadr’inizi, Ramazan-ı Şerif’te makbul dualarınızı bütün ruh u canımla tebrik ve tes’id ediyorum." (K: 100) Ruh / 38 212. “Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sadık’ın haber verdiği "Manevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak, zaman ve zemin hemen hemen gelmesi" diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz." (K: 107) 213. “Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı." (K: 123) 214. “İkisine, Hüsrev’le Rüşdü gibi, bir ruh iki cesed nazarıyla bakıyorum." (K: 128) 215. “O kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz." (K: 183) 216. “Ve kalemlerini bizim hesabımıza çalıştırmaya karar veren altı müttehid kahraman, bir ruh altı cesed ve altı Yeni Said yerinde ve yirmibir kardeşimi yirmibir Abdurrahman ve Abdülmecid yerinde kabul ediyorum." (K: 243) 217. “Biz o cesur ve sebatkâr yeni kardeşlerimizi ruh u canla kabul ediyoruz." (K: 248) 218. “Hattâ ben hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar; siz şahid olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim!" (E: 11) 219. “Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’anın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz." (E: 21) 220. “Umum kardeşlerimizin gelecek mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ve geçmiş Berat gecelerinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 51) 221. “Ve Feyzi’nin mektubunda isimleri bulunan zâtlara -bilhassa- birer birer selâm ve umumunun Ramazan’larını ve Leyle-i Kadir’lerini ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 59) 222. “Bunların yazıları çabuk okunmadığından, acelecileri yavaş yavaş okumağa mecbur ettiğinden, Risale-i Nur’un gıda ve taam hükmündeki hakikatlarından hem akıl, hem kalb, hem ruh, hem nefis, hem his, hisselerini alabilir." (E: 65) 223. “Sizin mübarek Ramazanınızı ve Leyle-i Kadrinizi ve bayramınızı bütün ruh u canımızla tebrik ve tes’id ediyoruz." (E: 69) 224. “Size yazmıştım ki: Nasıl "Hizb-i Nuriye" Risale-i Nur’un ve Âyet-ül Kübra’nın bir hülâsasıdır; öyle de on dakika zarfında Hizb-i Nuriye’nin bir hülâsası, bu Ramazan-ı Şerif’in feyzinden ve Ramazan’da te’lif edilen ve yeni intişar eden Ramazaniye Risalesi olan Âyet-ül Kübra’nın otuzüç mertebe-i vücub u vücud ve tevhid otuzüç elsine-i külliye ile tezahür ettiği gibi; ruh ve hayal ve kalb o noktadan öyle bir inbisat ve inkişaf etti ki, herbir mertebenin söylediği "Lâ ilahe illâllah" Ruh / 39 şehadetini dediğim vakit, o küllî lisan benim oluyor gibi azametli bir tevhid hissettiğimden, "Âyet-ül Kübra" güneş gibi iman nurlarını ruhlara telkin edebilir." (E: 69) 225. “Eğer benim elimden gelse idi, bütün ruh u canımla, kemal-i iştiyak ile bütün onların hacat-ı maddiyesini temine çalışırdım." (E: 89) 226. “ve kudsî bayramınızı ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 94) 227. “Ben de size bütün kuvvetimle temin ediyorum ki; ben ruh u canımla, onların Risale-i Nur ve talebelerine ilişmeğe bedel, bana ilişmelerini iftihar ile kabul ediyorum." (E: 94) 228. “İşte bu mezkûr kardeşlerimizin her biri temsil ettikleri kendilerine ve arkadaşlarına ayrı ayrı ruh u canımızla maddî ve manevî bayramlarını tebrik ediyoruz ve büyük Re’fet kardeşimize, binler safalar ile geldin deriz." (E: 96) 229. “Evvelâ: Sizleri, birinci vazife-i Nuriyeyi, Asâ-yı Musa’ya ait hizmete başlamanızı tebrik ve Isparta’nızı diyanette ve âdâb-ı İslâmiyede geri değil, ileri gitmesini ruh u canımızla tahsin ve tebrik ediyoruz." (E: 110) 230. “Yüzbinler adam onunla imanlarını kurtardıkları için, ruh u canla hürmet ve perestiş ederler." (E: 127) 231. “Hakikî sahibleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binaen, umum Anadolu’nun eskiden beri parlak ve faal bir medresesi Konya şehri olduğundan o mübarek medresenin şakirdleri kendi malları olan Risale-i Nur’a sahib çıkmağa ve sarılmağa başladığını Sabri’nin mektubundan anladım ve buraya, Konya’ya yakın geldiğime ruh u canımla memnun olup bana gelen bütün sıkıntılara sürur ile mukabele edip tahammül ediyorum." (E: 129) 232. “Ve İnebolu’da ve civarında hem çok hanımların, hem küçük yavrularının Risale-i Nur’u yazmağa başlamalarını ve Kur’an dersini çok masumların almasını bütün ruh u canımla tebrik ederiz." (E: 141) 233. “o ruh omuza çeker, tahammül eder ve şâkirane sabreder diye size kat’iyen haber veriyorum." (E: 149) 234. “Evvelâ: Hüsrev’le bir ruh iki cesed ve kendisi, bahadır biraderiyle Nur hizmetinde çok ehemmiyetli mevki alan kahraman Rüşdü’nün acib bir el makinesini Nurlar için celbine çalışması, ehemmiyetli bir fütuhat-ı Nuriyenin mukaddemesidir." (E: 168) 235. "İki kahraman kardeşin ve Mu’cizat-ı Ahmediye’de yedi çocuğun bir cihette bir sekizincisi hükmüne geçen Süleyman Rüşdü’nün mübarek kerimesinin makine ile Zülfikar-ı Mu’cizat’a çalışmasını ve Hüsrev ve Tahirî’nin şirin ve dikkatli yazılarını teksir etmeğe fedakârane deruhde etmelerini bütün ruh u canımızla onları tebrik ederek, şimdiye kadar pek fevkalâde Nurlara Ruh / 40 ettikleri kıymetdar ve meyvedar sâbık hizmetlerine karşı, Risale-i Nur hesabına binler mâşâallah ve bârekâllah" (E: 173) 236. “Bütün ruh u canımızla onları tebrik ederiz ve bu pek büyük vazifede ihtiyat ve dikkatin lüzumunu ihtar ederiz." (E: 174) 237. “Ve senin şimdi vazife-i resmiye cihetiyle çocuklara Kur’an-ı Azîmüşşan’ı okutmanı bütün ruh u canımla tebrik ediyorum." (E: 176) 238. “Bu kahraman Nazif kardeşimize ve gayet ciddî ve sebatkâr ve tam alâkadar İnebolu Nurcularına ve Ahmed Kureyşî ve rüfekalarına, hem bayramlarını, hem devamlı hizmetlerini, hem yüksek sadakatlarını, hem Zülfikar’ın tab’ ve muvaffakıyetini, hem Salahaddin’in Câmi-ül Ezher’le Medreset-üz Zehra’nın münasebetini temine çalışmasını ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 183) 239. “Bütün bu elîm acılara mukabil, inayet-i İlahiye imdada geldi; hem kendimi, hem onu, hem Nurcuları mesrurane ruh u canımızla ta’ziye içinde tebrik ettim." (E: 186) 240. “tarzda yazdığı ve Nur fabrikasında tam çalışkan bir arkadaşı ve sadık bir vârisi olan Hâfız Mustafa’nın eline emanet bırakılan bütün Risale-i Nur eczaları onun eline geçmesini temin eden Ahmed Fuad’ı ve emaneti ona teslim eden kardeşimiz Hâfız Mustafa’yı ve Safranbolu memleketini ve oradaki kardeşlerimizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 197) 241. “Hem bu senede bir defa ey nefis; ruh ve kalb ile beraber çok müştak olduklarınız eski zevkli ve hayatımdaki yaşadığım memleketleri ve ünsiyet ettiğim ahbabları ve müfarakatlerinden çok mahzun olduğum kardeşleri görmek için, beraber kısmen hakikaten, kısmen hayalen o geçmiş mazide gezdin." (E: 201) 242. “Ve Nurlar hesabına bütün ruh u canımızla biz dünyada kaldıkça ona dua-yı rahmet etmeğe ve Hâfız Ali ve Hasan Feyzi ortasında daima bütün manevî kazançlarımıza hissedar etmeğe kat’î karar verdik." (E: 202) 243. “Sizlere onların harfleri adedince "Bârekallah, veffekakümüllah ve es’adekümüllahü fi-d dâreyn" deyip ruh u canımızla sizi tebrik ettiğimiz gibi, bu memleketi de tebrik ederiz." (E: 207) 244. “Seni ve kardeşin kahraman Burhan’ı ve senin iki mübarek, masum evlâdını ve senin hane halkını, Risale-i Nur namına ve umum şakirdler hesabına, ruh u canımızla sizi tebrik ediyoruz." (E: 212) 245. “Çünki bu milletin yüzde doksanı, bin seneden beri an’ane-i İslâmiye ile, ruh ve kalb ile bağlanmış." (E: 219) Ruh / 41 246. “Evvelâ: Bütün ruh u canımızla geçmiş rahmetli ve bereketli ve kerametli ve yağmurlu Mi’rac-ı Şerifinizi tebrik ve emsal-i kesîresiyle müşerref olmaklığınızı rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz." (E: 235) 247. “Evvelâ: Bütün ruh u canımızla, geçen Leyle-i Beratınızı tebrik ediyoruz." (E: 238) 248. “Hastalığa ehemmiyet verdikçe, hiss-i nefs-i cisim galebe eder; zarurettir, mecburiyet var der, ruh ve kalbi susturur; doktoru müstebid bir hâkim gibi yapar ve tavsiyelerine ve gösterdiği ilâçlara itaate mecbur ediyor." (E: 244) 249. “Ve elbette hiç şübhe yok ki: Bin üçyüzaltmış senede, her asırda üçyüzelli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve davasına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiç bir kitabda emsali bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde verip bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan ve işareten onbinler defa dava edip haber verip sarsılmaz kat’î delillerle, şübhe getirmez hadsiz hüccetlerle hayat-ı bâkiyeyi kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’anın kabulüne çalışan meşhur hatibleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli dinî cem’iyeti gibi rûy-i zeminin kıt’aları ve hükûmetleri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar." (E: 248) 250. “Birden Hüsrev’in şirin kalemiyle yazılan mu’cizatlı cüzler ve Hâfız Ali ve Tahirî’ye pek çok sevab kazandıran parlak ve kerametli Hizb-ül Ekber-i Kur’aniye’yi birbiri arkasından okumağa başlarken öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bütün o yorgunlukları hiçe indirdi, hiçbir vesveseye meydan vermeyerek pek parlak bir surette ders-i Kur’aniyeyi onlardan dinlerken bütün ruh u canımla arzu ettim ve kasd u azmettim ki, mümkün olduğu derecede aynı Hizb-ül Ekber-i Kur’aniye gibi fotoğrafla mu’cizatlı Kur’anımızı tab’edeceğiz, inşâallah." (E: 249) 251. “Alil Ali Osman ve Çilingir Ali, Nur’un pek çalışkan kardeşlerimizin tebriklerini ruh u canımızla hem bayramlarını, hem Leyle-i Kadir’lerini, hem hârika ve kıymetli ve çok sevablı hizmet-i Nuriyelerini tebrik ediyoruz ve muvaffakıyetlerine ve mahfuziyetlerine dua ediyoruz." (E: 250) 252. “Sâlisen: Daday’lı ehemmiyetli muallimlerden ve kıymetli Nur naşirlerinden Hâfız Hasan’ın ve Nurcu iki mübarek mahdumlarının, Doktor Hakkı ve Hüsnü ve Araç’lı Tahir’in ve Daday’daki Fuad gibi kıymetli kardeşlerimizin bayram tebriklerine mukabil, ruh u canımızla hem geçmiş bayramlarını, hem Nur hizmetinde sebatkârane muvaffakıyetlerini tebrik ediyoruz." (E: 252) 253. “Evvelâ: Bu sene hacc-ı ekber manasını taşıyan leyali-i aşerenizi ruh u canımızla tebrik ederiz." (E: 262) Ruh / 42 254. “Râbian: Bu dakikada Kastamonu Hüsrev’i Mehmed Feyzi’nin tebrik ve Nur fütuhatının müjdelerini hâvi parlak, güzel mektubunu aldım ve o kıymetli kardeşimiz başta olarak Hilmi, Emin, Beşkardeş’ler, Ulviye’ler, Zehra’lar, Lütfiye’ler gibi Nurcu hemşirelerimizin hem leyali-i aşerelerini, hem bayramlarını ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 265) 255. “Biz onların umumunun hem bayramlarını tebrik ediyoruz, hem yeni şakird olmak isteyenleri ruh u canımızla kabul ediyoruz." (E: 270) 256. “Öyle bir kahraman Nurcunun öyle hakikatlı, muhterem dindar refikasının Nurlara fedai ve hâdim olarak verdikleri masum evlâdlarını ruh u canımızla Nur’un masumlar dairesinde kabul ediyoruz." (E: 274) 257. “Evvelâ: Sizin muvaffakıyetinizi ve sebatınızı ve Yirmidokuzuncu Söz’ün elifler kerametini muhafazasıyla mumlu kâğıtlara yazılmasını ve çalışmanıza fütur gelmemesini ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 283) 258. “Ve bütün kanaatımla ve ruh u canımla sizi tebrik ediyorum." (Em: 6) 259. “Ben de ruh u canla kabul ettim ve gönderenleri tebrik ettim; daha teberrükleri bana dokunmadı." (Em: 8) 260. “Evvelâ: Hem Medreset-üz Zehra şakirdlerini, hususan Mübarekler Heyetini ve Isparta Vilayetini merhum Hâfız Mustafa’nın vefatıyla ta’ziye ile Hâfız Mustafa’yı tam vazifesini yapmasıyla yirmi senede ikinci bir Hâfız Ali olarak yirmi seneden beri usanmadan, sarsılmadan Nurların neşrine çalışmasını, bütün ruh u canımızla tebrik, hem onu, hem Isparta Vilayetini, hem Medreset-üz Zehra’yı tebrik ediyoruz." (Em: 12) 261. “Evvelâ: Seksen küsur sene ibadetli bir ömr-ü bâkiyi temin eden Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ve her gecesi bir nevi Leyle-i Kadir hükmünde hakkımızda menfaatdar olmasını niyaz ederiz." (Em: 17) 262. “Lozan’da Türk murahhas heyeti başkanı bulunan ve henüz hakikî kasıdları anlayamayan İsmet Paşa, bir aralık bütün Hristiyan emellerinin Türkiye’yi mazisindeki ruh ve mukaddesatı kökünden ayırmak olduğunu sezdiği halde, şu gizli ivaz ve teminatı veriyor ve diyor ki:" (Em: 31) 263. “Zira biz onları maneviyat ve ruh cephelerinden öldürmüş bulunuyoruz.” (Em: 32) 264. “Haleb’de İhvan-ı Müslimîn a’zasının bana yazdığı tebriğe mukabil onu ve İhvan-ı Müslimîn’i ruh u canımızla tebrik edip "Binler bârekâllah!” (Em: 34) 265. “Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalaletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil." (Em: 36) Ruh / 43 266. “Evvelâ: Bütün ruh u canımızla sizin faaliyetinizi ve muvaffakıyetinizi tebrik ediyoruz." (Em: 36) 267. “Medreset-üz Zehra erkânlarının hârika ve müessir ve âlem-i İslâm’a menfaatli hizmet-i Nuriyelerini bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (Em: 45) 268. “İnşâallah Hacı Sabri de Hoca Sabri ve Rüşdü ve emsalleri gibi ruh u can ile alâkadar ve Hüsrev’e tam kardeş olacak; meşreb ihtilafı daha tesir etmeyecek." (Em: 46) 269. “Bütün ruh u canımızla bayramlarınızı, hem bu sene serbestçe hâlisane hacca gidenlerin bayramlarını, hem bu vatandaki istibdadın kırılmasıyla hürriyet-i şer’iyeye bu milletin mazhariyete başlamasını ve bu milletin bu manevî bayramını ve âlem-i İslâm’ın ittifakkârane intibahlarının manevî bayramlarını ve Risale-i Nur’un hakikat-ı Kur’aniyeye dair verdikleri haberlerini zamanın tasdik etmelerini ve en geniş bir daire o manevî envar-ı Kur’aniyeye, beşer ihtiyacını hissetmesini tebrik ediyoruz." (Em: 47) 270. “Evvelâ: Bütün ruh u canımla geçmiş Mevlid-i Nebeviyenizi tebrik ediyoruz." (Em: 53) 271. “Evvelâ: Ruh u canımızla sizin Ankara gibi yerde hârika bir tarzda hizmet-i Nuriyenizi tebrik ediyoruz." (Em: 55) 272. “Sağ-sol tabiri yerine, hak ve hakikat ve Kur’an ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zendekadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmağa çalışmalarını rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz." (Em: 59) 273. “Evvelâ: Bütün ruh u canımızla Receb-i Şerifinizi ve şuhur-u selâsenizi tebrik edip Cenab-ı Erhamürrâhimînden niyaz ediyoruz ki hakkınızda ve hakkımızda seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandırmağa bu üç mübarek ayı vesile eylesin, âmîn." (Em: 63) 274. “Evvelâ: Mevlid-i Şerifinizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz ve muvaffakıyetinizi ve Nurların fevkalâde tesirli intişarlarını sizlere müjde ediyoruz ve Nurcuları tebrik ediyoruz." (Em: 72) 275. “Hem de nesebî kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu halde, bu kadar yazıya muhtaç iken böyle yarım ümmî vaziyetinin hikmeti, kanaat-ı kat’iyemle şudur ki: Bir zaman gelecek ki, cüz’î ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele edemeyecek dehşetli ve manevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiblerini ruh u canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o manevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz’î hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakikî ihlası elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş." (Em: 76) 276. “Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz." (Em: 76) Ruh / 44 277. “Evvelâ: Hem geçmiş, hem gelecek, hem maddî, hem manevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz edip, isteyip, o mübarek dualara âmîn deriz." (Em: 98) 278. “Çok yerlerden telgraf ve mektublarla bayram tebrikleri aldığım ve çok hasta bulunduğum için, vârislerim olan Medreset-üz Zehra erkânları benim bedelime hem kendilerini, hem o has kardeşlerimizin bayramlarını tebrik etmekle beraber, âlem-i İslâm’ın büyük bayramının arefesi olan ve şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dörtyüz milyon Müslüman’ı birbirine kardeş ve maddî ve manevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâm’ın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlamasının ve Kur’an-ı Hakîm’in kudsî kanunlarının o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi olmasından dolayı büyük bayram-ı İslâmiyeyi tebrik ve dinler içinde bütün ahkâm ve hakikatlarını akla ve hüccetlere istinad ettiren Kur’an-ı Hakîm’in, zuhura gelen küfr-ü mutlakı tek başıyla kırmasına çok emareler görülmesi ve beşer istikbalinin de bu gelen bayramını tebrik ile beraber, Medreset-üz Zehra’nın ve bütün Nur Talebelerinin hem dâhil hem hariçte, hem Arabça, hem Türkçe Nurların neşriyatına çalışmalarını ve dindar Demokratların bir kısm-ı mühimmi Nurların serbestiyetine taraftar çıkmalarını bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz..." (Em: 101) 279. “semavî kongresi hükmünde olan bu hacc-ı ekberi büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (Em: 102) 280. “Evvelen: Bütün ruh u canımla hizmet-i Kur’aniye ve imaniyenizi tebrik ediyorum." (Em: 104) 281. “Ben de bütün ruh u canımla yirmisekiz sene bu işkenceli musibetlerime razı oldum." (Em: 106) 282. “Hâmisen: Irak tarafında, hususan Bağdad’daki Üstad-ı Azam’ın türbedarına ve kardeşlerime selâmımı tebliğ ve hayatım müsaade ederse, bütün ruh u canımla o havaliye gitmek iştiyakımı bildirirsiniz." (Em: 109) 283. “Evvelen: Seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve leyle-i regaibinizi ve leyle-i mi’racınızı ve leyle-i beratınızı ve leyle-i kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve herbir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakıyetinizi tebrik ederiz." (Em: 121) 284. “Fakat yine duanızı ruh u canımla rica ediyorum." (Em: 121) 285. “Sâlisen: Size bütün ruh u canımızla müjde veriyoruz ki; Nurculardaki tam ihlas ve hakikî sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır u hayale gelmeyen Nur’un fütuhatları oluyor." (Em: 123) Ruh / 45 286. parçadan müteşekkil iman, ilim ve fazilet hazinesi hükmündeki Risale-i Nur Külliyatı’ndan bu Gençlik Rehberi bir cüz’ü olması ve Risale-i Nur’daki yüksek hakikatlara ruh u canlarıyla bağlanarak o eserler hazinesini bu milletin maddî-manevî hayatında bir saadet rehberi olduğunu isbat edip bildiğimizden, Rehber’in aleyhindeki o bilirkişi isnadlarını red ve ehl-i vukufun vukufsuzluklarını bütün kuvvetimizle yüzlerine çarparak ilân ve isbat ediyoruz." (Em: 135) 287. “İşte o parça ikinci harb-i umumînin sonunda nev’-i beşerin dehşetli zulümleri ve tahribatları neticesindeki dehşetli me’yusiyetleriyle dehşetli vicdan azablarını ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin uyutucu ve aldatıcı olduğunun umuma görünmesiyle, fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın dehşetli yaralanmasını ve Kur’anın elmas kılıncı altında gaflet ve dalaletin parçalandığını ve bu sebeble dünya hayatının geçici ve muvakkat olmasından, beşeriyet hayat-ı bâkiyeyi arayacağını ve ebedî hayatı ve daimî saadeti ancak Kur’anın müjde verdiğini isbat ile pek parlak izahtan sonra diyor: "Elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’anı kabul etmeye çalışan meşhur hatibleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cem’iyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıt’aları ve büyük hükûmetleri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar." (Em: 141) 288. “Ben ruh u canımla bu hakikî memleketime ve insanlarına hayır kazandırmak istiyorum." (Em: 203) 289. “Biz de bütün ruh u canımızla onlara teşekkür ederiz." (Em: 210) 290. “Evvelen: Bütün ruh u canımla fevkalâde nuranî hizmet-i imaniyenizi tebrik ederim." (Em: 211) 291. “Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (Em: 222) 292. “Kader adalet yaptığı için, o şefkat tokadını ruh ve kalbimle kabul ettim." (Em: 238) 293. “Üstad-ı Mutlak’ın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh u canımızla ittiba’ ediyoruz." (Em: 246) 294. “Bu hadîs-i şerifin mealine ve hakikî tevillerine o kadar muhtaç imişim ki; kızgın kum sahralarında senelerden beri susamışlara âb-ı hayat uzatır gibi ruh ve kalbim bir taze hayat buldu, derinden derine nefes aldım, bütün letaiflerin sürurla doldu, zâhirî cesedimden manevî kalbime kadar sirayet etti." (St: 45) 295. “Ben, senin içtihadında hata var diyenlere ve isbat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnetdarım." (St: 61) 296. “Risale-i Nur’un mühim erkânından bulunan ve bu ayn-ı hakikat olan mektubunu bizlere gönderen Halil İbrahim kardeşimizin sözlerini âciz lisanım söylemeğe ve âtıl kalemim yazmağa Ruh / 46 muktedir değilse de, her hususta bu mübarek kardeşimizin fikrine bütün ruh u canımla iştirak ediyorum." (St: 184) 297. “beyan buyurulduktan sonra, nasıl gecenin zulümatında yanan bir nur ve bir ziya lisan-ı hal-i şavkıyla bütün ruh sahiblerini, hattâ en küçük pervaneleri dahi zulümattan nura çağırıp çıkardığı gibi, Risalet-ün Nur dahi lisan-ı hal ve kal ile, şeriat kılıncıyla manen idam olmamış ve zulümatta boğulup ölmemiş ehl-i ilim ve ehl-i tarîkatı davet etmesi, onun Rahîm ismine mazhariyeti şe’nindendir." (St: 186) 298. “O nur kaynağından fışkıran o serapa feyiz ve hikmetler saçan eserler; hislerin, fikirlerin ve bilhassa alevler içinde yanan ruh ve vicdanların ezelî ve ebedî ihtiyaçlarına cevab verdiği gibi; onları dalga dalga boğucu karanlıklar muhitinden, tertemiz ve pırıl pırıl nur ufuklarına çıkarmıştır." (St: 269) 299. “Artık insanın his ve fikrine, ruh ve vicdanına bambaşka ufuklar açacak olan bu derin bahsi, dua buyurun da müstakil ve mufassal bir eserde aziz din ve gönüldaşlarımıza arzetmek şerefine nâil olayım." (St: 270) 300. “Yükselmede ruh en geniş âlemlere yerden" (T: 5) 301. “Necib milletimizin, insaniyet-i kübra olan İslâmiyete sarılması, yepyeni bir ruh ve taze bir iman aşkı ve heyecanı içinde uyanmasının ifadesidir." (T: 28) 302. “Bir asıldan tev’em (ikiz) olarak neş’et eden eski Roma ve Yunan iki dehalarıyla; su ve yağ gibi mürur-u a’sar (asırlar), medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine çalıştığı halde, yine istiklallerini muhafaza, âdeta tenasühle o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar." (T: 132) 303. “diyerek on dakikada teslim-i ruh eyledi." (T: 222) 304. “Bütün ruh u canlarıyla gönüllü olan bu Nur Postacıları, bu hizmetin en kudsî bir vazife olduğuna inanmışlardır." (T: 282) 305. “Cenab-ı Erhamürrâhimîn’den bütün ruh u canımızla niyaz ederiz ki: "Mahşer gününde dahi bizleri $ hadîs-i şerifine mazhar olan Üstadımız define-i ulûm ve fünun, bedi-ül beyan allâme-i Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile birlikte haşretsin." (T: 331) 306. “Ben o dakikadan sonra, başıma gelen dehşetli taarruzu, bir hiss-i kablelvuku ile anlayarak ve "Şiddetli zehirli hastalığım dahi ölüme gidiyor" diye Isparta Vilayetinde kıymetdar kardeşlerimin kucaklarında teslim-i ruh edip o mübarek toprakta defnolmamı, kalben niyaz ettim." (T: 421) 307. “irad edebilen cevval bir ruh haletini taşırdı." (T: 457) Ruh / 47 308. “İlim ve tefekkür ile kazanılan marifet-i İlahiyenin, ruh için kâinat vüs’atinde bir genişlik temin ettiğini ve $ herbir şeyde Sâni’-i Vâhid’e işaretler, delil ve âyetler bulunduğunu ifade eder; $ sırrına göre hareket ederdi." (T: 460) 309. “Sizleri, bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (T: 616) 310. “Kör kuvvetin, ölü maddenin bu tahdid ve tehdidleri, ruh âleminin ummanlarında büyük dalgalar meydana getirdi." (T: 632) 311. “gibi suallerin cevabını vâzıh ve kat’î bir şekilde, çekici bir üslûb ve güzel bir ifade ile beyan edip ruh ve akılları tenvir ve tatmin ediyor." (T: 680) 312. “Arz ve Semavat’ın tabakatından, melaike ve ruh bahsinden, zamanın hakikatından, haşir ve âhiretin vukuundan, Cennet ve Cehennem’in varlığından, ölümün mahiyet-i asliyesinden" (T: 681) 313. “Sizler de böyle bir Üstad’ın ve böyle bir eserin talebeleri olduğunuzdan sizlerin de bu semerelere ve meyvelere mazhar olup Nurlara daha ziyade sarılarak, hararet ve iştiyakınız daha fazla ziyadeleşmiş olarak Nurları sebat ve sadakatla okumak derecesine nail olacağınızdan, hem sizleri ruh u canımızla tebrik ediyoruz, hem sizlere binler selâm ve dualar edip dualarınızı bekliyoruz." (T: 689) 314. “Bu neşir münasebetiyle, Hazret-i Said Nursî’yi, talebelerini ve Türk din kardeşlerimizi ruh u canımızla tebrik eder, milleti zulüm ve istibdad ve dinsizlikten kurtaran başta Menderes olmak üzere bütün Demokratlara teşekkür ederim." (T: 716) 315. “O nur kaynağından fışkıran o serapa feyiz ve hikmetler saçan eserler; hislerin, fikirlerin ve bilhassa alevler içinde yanan ruh ve vicdanların ezelî ve ebedî ihtiyaçlarına cevab verdiği gibi; onları, dalga dalga boğucu karanlıklar muhitinden, tertemiz ve pırıl pırıl nur ufuklarına çıkarmıştır." (T: 727) 316. “Artık insanın his ve fikrine, ruh ve vicdanına bambaşka ufuklar açacak olan bu derin bahsi, dua buyurun da müstakil ve mufassal bir eserde aziz din gönüldaşlarımıza arzetmek şerefine nail olayım… Çünki bu nurlu bahis o kadar derin ve o derece mühimdir ki, böyle birkaç sahifelik mektub ve makalelerle aslâ ifade edilemez." (T: 728) 317. “Kelâmın hayatlanması ve neşv ü neması; manaların tecessümüyle ve cemadata nefh-i ruh etmekle bir mükâleme ve mübahaseyi içlerine atmaktır." (Mu: 89) 318. “Ne vakit o cümleyi ezdirirsen ruh gibi o mana takattur eder." (Mu: 101) 319. “Birincisi: Bir fende veyahut kısasta, bir adam esaslarını ve ruh ve ukdelerini ahzederek müddeasını ona bina ederse, o fende hazakat ve meharetini gösterir." (Mu: 148) Ruh / 48 320. “Ezcümle: Fenn-i tehzib-i ruh ve riyazet-ül kalb ve terbiyet-ül vicdan ve tedbir-ül cesed ve tedvir-ül menzil ve siyaset-ül medeniye ve nizamat-ül âlem ve fenn-ül hukuk ve saire...” (Mu: 155) 321. “Lâkin ruh ve kalbin, minnet ve haşyet sıkletlerinden kurtulacak." (Ni: 35) 322. “Acaba bütün âlâmın menşei ve bütün âmâlin hêdimi olan senin bu şeametin ve bu dalaletin ile hasta olup ye’s ve yetimlikle manevî bir cehenneme düşen bir kalb ve bir ruh sahibi, nasıl bir cennet-i kâzibe-i zâile içinde mes’ud olabilir?" (Ni: 85) 323. “Evet nihayetsiz semerat-ı rahmete aç olan ruh ve letaif-i beşer, o nihayetsiz semerat-ı rahmete fakr ve ihtiyacını hissettikçe, lezzet-i saadeti tezayüd eder." (Ni: 145) 324. “Mübtedi ve pek acemi bir çocuğun, üstadından aldığı dersi tekrarı misillü, cehl-i mürekkeb içerisinde pûyan olan şu âciz talebenize Risale-i Nur’un feyz-i nâmütenahîsinden süzülen iksir-i hayat, ruh ve kalbimi, akıl ve idrak ve şuurumu, hissiyat-ı sefihenin istilâsından vikaye ederek, en mübarek bir mürşid-i azam gibi himmet-i nâmütenahîsiyle, en mühim bir kuvve-i dafia olarak, vücud mülkünden" (Ni: 165) 325. “İşte bu insan âlemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla, bütün letaif-i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryad ile ağlamağa hazır iken, birden Kur’an’dan gelen Nur ve kuvvet-i iman o dalalet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi." (H: 12) 326. “Ruh ise, iman nuru ile harekete gelir." (H: 77) 327. “Elhasıl: Had ve ceza, emr-i İlahî ve adalet-i Rabbaniye namına icra edildiği vakit hem ruh, hem akıl, hem vicdan, hem insaniyetin mahiyetindeki latifeleri müteessir ve alâkadar olurlar." (H: 78) 328. “İcra-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler." (H: 144) 329. “Fakat öyle bir cünun ki; "onun ulvî ruh ve kemal-i aklına işarettir" diye bir zât şu mısralarında tercüman-ı zîşanı olmuştur:" (D: 5) 330. “Lütfen ruh ve hayalinizi misafireten, yeni medeniyete karışmış asabî bir bedevi talebenin hâl-i ihtilâlde olan cesed ve dimağına gönderiniz." (D: 9) 331. “O ruh, kafesten ağaca uçmak; akıl, re’sten yeise kaçmak istedikleri halde, ileride feda için ibka edildi." (Mü: 74) 332. “Şimdiki nâr-ı teessüfle muhterik bir ruh olsun, onların bedduasıyla Cehennem’de yansın; o teessüf ateşini içinden çıkarmak ile vicdan, maksaddan bir Firdevs tazammun ettiği gibi, hayal dahi emelden bir Cennet’i teşkil edecektir." (Mü: 74) Ruh / 49 333. "Çünki Firavunların tenasüh mezhebine göre, saadet-i uhrevî yerine şöhretperestlikle istikbalde mumyaları, heykelleri bâki kalmasını istediklerinden ve o heykelleri ve mumyaları, belki bir ruh bulacak gibi, efsaneleri ile öyle kanaat getirdiklerinden, o Firavunun" (Ko: 79) 334. “Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risale-i Nur’un yüksek hakikatlarını ve kemalâtını çekinmiyerek ruh u canıyla herkese ilân etmiştir." (Ko: 82) 335. “Sen en sadık ve en mâhir doktorların bile hâlâ teşhis ve tedavi edemedikleri en mühim kalb ve kafa ve ruh hastalıklarını, nurunla müşahede ve muayene edip ve en lüzumlu şifa ve devayı bulup, ruhî ve manevî derdlere, düşmüşlere sunuyor, akıl ve idrak gözlerini açıyor." (Ko: 91) 336. “Oraya da taze bir ruh ve taze bir nefha üfledin." (Ko: 92) 337. “Ruh u canıyla o nuranî alayı tebrik ve tebcil ediyordu." (Ko: 93) 338. “Hulûlüyle müşerref olduğumuz Ramazan-ı Şerifinizi, bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (Hn: 138) 339. “İşte bu cihetledir ki: Bu asırda Kur’an-ı Kerim’in bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’a bütün ruh u canımızla ve bütün mevcudiyetimizle sarılıyor; tazim, tebcil ve tekrim ediyoruz." (Hn: 139) 340. “Biz Nur Risalelerine ruh u canımızla sarılıyoruz." (Hn: 157) 341. “Ruh ve kalblerimizde tesiri ziyadeleşiyor." (Hn: 157) 342. “Hem Nurlara çalışan bu Nurcu kardeşlerimize, hem vatanımızdaki bütün âhiret kardeşlerimize dualar eder, onları ruh u canımızla tebrik ederiz." (Hn: 164) 343. “Nur Risalelerini okudukça İlahî bir feyiz, ruh ve maneviyat âleminizi kaplayacaktır." (G: 223) 344. “İşte bu manevî dersin tesiridir ki: Risale-i Nur’u okuyanların ruh ve kalbleri, vicdan ve latifeleri o feyyaz dersten hisselerini ve gıdalarını alıyorlar." (G: 230) 345. “Aynen öyle de, Kur’anın bu asırda yüksek bir tefsiri olan Risale-i Nur’daki bazı bahisleri başlangıçta tamamen anlayamazsanız da onun manevî tesiri ve manevî feyzi, ruh ve kalbinize nüfuz eder; mana âleminizi istilâ eder, kat’iyen istifadesiz kalmazsınız." (G: 232) 346. “Hem insan yalnız akıldan ibaret değildir; kalb, ruh, sır ve vicdan gibi manevî latife ve cihazata da mâliktir." (G: 232) 347. “Aklınız her bir mes’ele-i imaniyeyi birinci okuyuşta hakkıyla kavrayamasa da, kalb ve ruh ondan hissesini alır." (G: 232) 348. Sabit, daim, fıtrî kanunlar gibi; ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş ve kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir." (G: 242) Ruh / 50 349. “Hayat varsa ruh da vardır." (STİ: 9) 350. “Öteki gibi münteha-i ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir." (STİ: 9) 351. “O mebde-i ruh dahi hayat-ı ezeliyenin tecellisidir ki, lisan-ı tasavvufta hayat-ı sâriye tesmiye ederler." (STİ: 9) 352. “Bir asıldan tev’em olarak neş’et eden eski Roma ve Yunan iki dehaları; su ve yağ gibi mürur-u a’sar ve medeniyet ve Hristiyanlığın temzicine rağmen, yine istiklallerini muhafaza, âdeta tenasühle o iki ruh şimdi de başka şekillerde yaşıyorlar." (STİ: 41) 353. “Ruh, en münevver bir nurdur." (STİ: 93) 354. Ruh-efza 355. “Gayet güzel bir bahar mevsiminde bulutsuz bir güneş, ruh-efza bir nesim, hayatdar bir âb-ı leziz, her taraf şenlik içinde bir âlem gördüm." (S: 545) 356. “Ruh-efza nesimi teneffüs ederek, Elhamdülillah dedim." (S: 546) 357. “Hem dahi, ağaçların başlarındaki meyvelerin kemal-i zînetlerinden çiçeklerin tebessümkârane vaziyetleri; ve seherlerde esen nesîm-i ruh-efza içinde kuşların cıvıldaşmaları; ve yağmurun ezhar ve çiçeklerin güzel yüz ve yanaklarında hazînane gamgama ve terennümleri; ve validelerin küçücük yavrucuklarına karşı gayet merhametkârane bir şefkatle terahhumları ise; elbette ins ve cinn, ruhanî ve hayvan, melek ve cânna karşı bir Vedud’un kendini tanıttırması ve bir Rahman’ın kendini sevdirmesidir." (BMs: 132) 358. “Evet çiçekler, yaprakların tezayüdü içinde meyvelerin tekâmülü için inkişaf etmesi; ve ağaçların nazenin çocukları hükmünde olan meyveleri yeşil dallarının elinde oynaması, ve ruhefza nesim-i seherin esmesiyle onların salıncaklarını latifane bir tarzda sallaması dikkatle bakanlara; onları inşa eden, inşad eden Vâhid-i Kahhar’ın medhinde gayet fasih ve vazıh bir lütuf ile neşidehan oldukları gibi, o Vâhid’in de onları kendi medaihinde kasidehanlar gibi nutka getirdiğini idrak eder." (BMs: 594) 359. Ruha 360. “Çiçekli ve meyveli koca nebatatın bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u teşekkülatı, timsal-i sureti; zerrecikler gibi tohumlarda kemal-i intizamla, dağdağalı inkılablar içinde ibka ve muhafaza edilmesiyle, gayet cem’iyetli ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücud giydirilmiş, zîşuur nuranî bir kanun-u emrî olan ruh-u beşer; ne derece beka ile merbut ve alâkadar olduğu anlaşılır." (S: 76) Ruh / 51 361. “Elbette kesafetli topraktan ve küduretli sudan mütemadiyen letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil-idraki halkeden Hâlık’ın, elbette ruha ve hayata münasib şu nur denizinden ve hattâ zulmet bahrinden bir kısım zîşuur mahlukları vardır." (S: 177) 362. “Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim ve Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrayin suretinde yapıp bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip küçükbüyük, ulvî-süflî herbir ruha, ona münasib ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehasin ve in’amattan istifade etmeğe muvafık ve havas ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temaşagâha gönderir." (S: 202) 363. “(İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için; maziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir." (S: 210) 364. "(Cisme hava, ruha hû gibi)." (S: 242) 365. “Muvahhiş bir dehşetten, müdhiş bir hayretten başka, ruha bir kemal-i ilmî vermiyor." (S: 244) 366. “Usandırmamasının sırr-ı hikmeti şudur ki: Kur’an, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınadır ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa deva ve şifa olduğundan usandırmaz." (S: 378) 367. “Hususan suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet verdiği şununla anlaşılır: Nasılki merhume ve rahmete muhtaç bir güzel kadın cenazesine nazar-ı şehvet ve hevesle bakmak, ne kadar ahlâkı tahrib eder." (S: 410) 368. “Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük verdiğinden; beşerin muhit-i içtimaîsi, o şahsın zihnine ve istidadına, içtihad hususunda kuvvet vermediği gibi, teşettüt veriyor, dağıtıyor." (S: 492) 369. “Çünki şu kesafetli ve ruha münasebeti az olan topraktan ve şu küduretli ve nur-u hayata münasebeti pek cüz’î olan sudan, mütemadiyen hummalı bir faaliyetle, letafetli hayatı ve nuraniyetli zevil-idraki halkeden Fâtır-ı Hakîm, elbette ruha çok lâyık ve hayata çok münasib, şu nur denizinden ve hattâ şu zulmet bahrinden, şu havadan, şu elektrik gibi sair madde-i latifeden bir kısım zîşuur mahlukları vardır." (S: 505) 370. “Ve hadsiz eşyayı, iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medar, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemalât-ı vücudun umumuna sebebdir." (S: 506) 371. “Elbette o Kadîr-i Hakîm bu kusursuz kudretiyle, bu noksansız hikmetiyle; nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münasib olan sair seyyalat-ı latife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid bırakmaz, şuursuz bırakmaz." (S: 507) 372. “Birinci maksaddaki melaike ve ruhanîlerin vücudlarına delalet eden hemen bütün deliller, şu mes’elemiz olan beka-i ruha dahi delildirler." (S: 515) Ruh / 52 373. “Madem bir parçacık ruha benzeyen o çiçeğin kanun-u teşekkülü, timsal-i sureti, bir Hafîz-i Hakîm tarafından ibka ediliyor." (S: 516) 374. “Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen proğramını ve kanun-u teşekkülâtını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte dercedip muhafaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelal, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzeval hakkında "Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder" denilir mi?" (S: 516) 375. “Belki ruhun libası bir derece sabit ve letafetçe ruha münasib bir gılaf-ı latifi ve bir beden-i misalîsi vardır." (S: 517) 376. “DÖRDÜNCÜ MENBA’: Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavanine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanunu emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu." (S: 518) 377. “Nasılki Cennet’te, hikmet-i İlahiye cismi ruha arkadaş ediyor." (S: 570) 378. “Elbette o cesed-i mübarek, ruha arkadaş olacaktır." (S: 570) 379. “Bunun tafsilâtını, "Şerh-ül Mevakıf" ve "Şerh-ül Makasıd" gibi muhakkiklerin büyük kitablarına havale ederek, yalnız Kur’anın feyzinden ve şu pencereden ruha gelen bir-iki şuaı göstereceğiz." (S: 683) 380. “Ruha nisbeten uzak-yakın bir hükmünde." (S: 687) 381. “Ruha lâzım surette tenevvür ve tekâmül." (S: 712) 382. “İkisi birer şevki de verir: O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez." (S: 737) 383. “ruha bir halet verir." (S: 745) 384. “Şimdi ne kadar kalb ikaz edilirse, vicdan tahrik edilse, ruha ihsas verilse; lezzet ziyade olur, hem de döner ateşi nur, şitası yaz." (S: 745) 385. “âyetlerinin mealindeki yüzer âyâtın haşir ve beka-i ruha ve melaikeye dair üç mühim hakikatını tefsir eder." (S: 788) 386. “Zâten beka-i ruha dair "Yirmidokuzuncu Söz" bu tabaka-i hayatı delail-i kat’iye ile isbat etmiştir." (M: 7) 387. “İşte bu temsile göre, dün geceki Leyle-i Kadr’e geçmek için, mertebe-i ruha çıkıp, maziyi hazır derecesinde görmektir." (M: 51) Ruh / 53 388. “Hem her harfin lâakal on sevabı zayi’ olması ve huzur-u daimî, bütün namazda herkes için devam etmediğinden; gaflet içinde, tercüme vasıtasıyla insanların tabiratı ruha zulmet vermesi gibi zararlar olur." (M: 341) 389. “Daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir." (M: 403) 390. “Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkınde hükmü var, makamı var." (L: 140) 391. “Hem iman, geçmiş ve gelecek zamana nüfuz edemeyen o cüz’-i ihtiyarînin dizginini cismin elinden alıp, kalbe ve ruha teslim eder." (L: 230) 392. “Evet lillahilhamd şu âyetin hakikatı, iman feyziyle (Yirminci Mektub gibi risalelerde kat’î isbat ettiğimiz gibi) herkesin kuvvet-i imaniyesi nisbetinde inkişaf eden öyle bir nokta-i istinad ruha ve kalbe verdi ki, o vaziyetin dehşetinden yüz derece ziyade korkunç, zararlı musibetlere karşı gelebilir bir kuvveti, iman-ı billahtan verdi." (L: 250) 393. “Asıl ehemmiyetli musibet, kalbe ve ruha gelen dalalet musibetleri olduğunu beyan ettiği gibi; musibetzedelerin ömür dakikaları ehl-i sabır ve şükür hakkında ibadet saatleri hükmüne geçip şekva kapısını kapar, daima şükür kapısını açar bir risaledir." (L: 376) 394. “ÜÇÜNCÜ NÜKTE: Kuvve-i zaika, maddî cesede inhisar etmekten ziyade; akla, ruha ve kalbe baktığından, israf etmemek, zillet ve sefalete düşmemek ve o kuvve-i zaikayı taşıyan lisanı şükürde istimal etmek şartıyla leziz taamların tercih ve takib edilebileceğini; ve bu hakikat, hârika kuvve-i kudsiye sahibi Şah-ı Geylanî (K.S.) Hazretlerinin ihya-yı emvat keramet-i azîmesiyle izah edilerek; ruh cesede, kalb nefse, akıl mideye hâkim olduktan sonra, şükrün münteha derecelerine vâsıl olmakla mümkün olduğunu beyan eder." (L: 396) 395. “Dördüncü Nokta: Nasılki cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır." (Ş: 76) 396. “İşte bu temsil gibi, her vakit gördüğümüz ecel darağacının arkasında mukadderat-ı nev’-i beşer piyangosundan ehl-i iman ve taat için -hüsn-ü hatime şartıyla- ebedî ve tükenmez bir hazinenin bileti çıkacağını; yüzde yüz ihtimal ile sefahet ve haram ve itikadsızlık ve fıskta devam edenler -tövbe etmemek şartıyla- ya idam-ı ebedî (âhirete inanmayanlara) veya daimî ve karanlık haps-i münferid (beka-i ruha inanan ve sefahette gidenlere) ve şekavet-i ebediye ilâmını alacaklarını yüzde doksandokuz ihtimal ile kat’î haber veren, başta ellerinde nişane-i tasdik olan hadsiz mu’cizeler bulunan yüzyirmidört bin peygamberler ve onların verdikleri haberlerin izlerini ve sinemada gibi gölgelerini, keşf ile, zevk ile görüp tasdik ederek imza basan yüzyirmidört milyondan ziyade evliyalar (kaddesallahü esrarehüm) ve o iki kısım meşahir-i insaniyenin haberlerini aklen kat’î bürhanlarla ve kuvvetli hüccetlerle -fikren ve mantıkenyakînî bir surette isbat ederek tasdik edip imza basan milyarlar gelen geçen muhakkikler, (1) müçtehidler ve sıddıkînler; bil’icma," (Ş: 196) Ruh / 54 397. “Şöyle ki: Manen ruha geldi; neden bir cüz’î hakikat-ı imaniyeyi inkâr eden kâfir olur ve kabul etmeyen müslüman olmaz?" (Ş: 237) 398. “Nurlarla ya okumak veya okutmak veya yazmak suretindeki meşguliyet; tecrübelerle kalbe ferah, ruha rahat, rızka bereket, vücuda sıhhat veriyor." (Ş: 486) 399. “Taamların zevkindeki vazifesi, ayrı ayrı bütün tatları bilerek cesede, mideye haber vermek ve rahmet-i İlahiyenin matbahlarına dikkatli bir müfettiş olmak ve kelimeler vazifesinde kalbe ve ruha ve dimağa tam bir tercüman ve santral olmak; elbette gayet parlak ve kat’î bir surette ihatalı ilme delalet ve şehadet eder." (Ş: 647) 400. Ruha hayat veren namazın o geniş hareketini ve âlem-i İslâma" (İ: 42) 401. “Ruha nisbeten ehemmiyetsiz olan cesed bu derece israftan uzak bulunsa, ne suretle cevher-i ruhla âsârında, emellerinde, efkârında ve maneviyatında israf olur." (İ: 54) 402. “Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidadlara nazaran bu âlem-i şehadet dardır, istiab edemez." (İ: 101) 403. “NOKTA"nın ikinci kısmı, haşir ve melaike ve beka-yı ruha ait olduğundan ve bu hakikatları kerametli "Yirmidokuzuncu Söz" ve "Onuncu Söz" gayet parlak bir surette izah ettiğinden onlara havale edilerek buraya dercedilmedi." (Ms: 258) 404. “Evet nasılki ruha nisbeten, dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir." (BMs: 399) 405. “Binaenaleyh bir ruha mahal olan bir cisim içinde bir cemaat, belki pek çok cisim cemaatları vardır." (BMs: 637) 406. “Çok mükemmel ve ruha ulviyet ve inkişaf bahşeden çok kıymetdar bir eserdir." (B: 64) 407. “Şu asırda hazine-i hassa-i maneviyenin hazinedar-ı bînazîri de, o kıymetdar sâiline en kıymetdar ve ruha tam bir gıdabahş mevadd-ı maneviye-i Kur’aniye ile i’zaz ve ikram ederken o halkaya lâyık ve müstehak olmadığım halde, fakir de gıda-yı ruhanîmi ârâmsız alınca; o mevaidi ihsan edene de, getirene de, isteyene de hadsiz medyun-u şükran kalıyorum." (B: 83) 408. “Bu keramet ve ihbar-ı gaybiyesi ki, hakikat fışkıran ve ruha hayat bahşeden Sözler’i söyleyen, haber veren öyle bir sahib-i menba’-ı keramat ve hakikat olan Hazret-i Gavs-ı Azam, üstadımın üstadıdır." (B: 236) 409. “Sa’d’ın ezeliyet-i ruha kail olmadığına bütün âsârı şahiddir." (B: 258) 410. "$ demesi; beka-yı ruh isbatında denildiği gibi, cesed ruha dayanır, ayakta kalır." (B: 258) Ruh / 55 411. “Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor; öylelerin imanı zevalden mahfuz kalıyor." (K: 18) 412. “Te’lifatınızın ikmaline hırz-ı can ile dua etmekteyim (yani, ruha nüsha olacak kadar" (K: 194) 413. “Hem hakikaten ömrü kırkıncı sene-yi devriyesinde müdhiş bir tarzdaki maddî ve manevî hastalıklarıma her bir ricasında ruha ve kalbe binler nur-u tevhidi ve ziya-yı teselliyi serpen İhtiyarlar Risalesi," (Em: 149) 414. “Hem şarkta, hem garbda, hem kim olursa olsun okudukları Fatihalar o ruha gider." (Em: 204) 415. “Cisme hava, ruha hû gibi." (Ni: 138) 416. “Ruha, muvahhiş bir dehşetten ve bir hayretten başka bir kemal-i ilmî vermiyor." (Ni: 142) 417. “Güneşin en mühim olan vazifesinden, en büyük, en güzel, en tatlı bir hakikat-ı ilmiyeyi ruha veren bahs-i Kur’an gibi bahsetmiyor." (Ni: 142) 418. “Risale-i Nur imanî mes’elelerde hem ruha, hem kalbe, hem akla ve hem de yirminci asrın idrakine uygun bir tarzda izahatta bulunduğu için tesiri büyük oluyor." (Ko: 174) 419. Ruhan 420. “Bu ders kendi nefsime has iken, ruhan benimle münasebettar ve nefsi nefsimden daha hüşyar zâtlara belki medar-ı istifade olur niyetiyle, Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamı olarak müdakkik kardeşlerimin tasviblerine havale ediyorum." (S: 8) 421. Ruhanî 422. “Madem Güneş gibi âciz ve müsahhar mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnu’lar, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken pekçok yerlerde bulunabilirler." (S: 195) 423. “Eğer o âmir, zâhir ve bâtın bir Padişah-ı Ruhanî olsa, o vakit merhameti pederin yüz defa şefkatinden ileri gittiğinden o raiyetin efradı onun hakikî evlâdı gibi ona peder nazarıyla bakarlar." (S: 413) 424. “Hem cismanî, hem ruhanî bütün esasatını muhafaza edecektir." (S: 498) 425. “Belki madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ manalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halkeder ki; hayvanatın pekçok muhtelif ecnasları gibi pekçok muhtelif ruhanî mahlukları, o seyyalat-ı latife maddelerinden halkeder." (S: 507) 426. “Onların bir kısmı melaike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır." (S: 507) Ruh / 56 427. “velâ şübhe, melaike vücudlarının ve ruhanî hakikatlarının en güzel sureti ve ukûl-ü selime kabul edecek ve istihsan edecek en makul keyfiyeti odur ki; Kur’an, şerh ve beyan etmiştir." (S: 511) 428. “Onaltıncı Söz’de isbat ve izah edildiği gibi deriz ki: Madem, güneş gibi âciz ve müsahhar mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nuranî masnular ve şu çınar ağacının manevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatiyesi ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradevî cilveler, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken ve birtek müşahhas cüz’î oldukları halde, pekçok yerlerde ve pekçok işlerde bilmüşahede bulunabilirler." (S: 611) 429. “En âlî bir his ile, en merdane bir himmet ile onların tul-ü ömrünü ciddî arzu edip bekalarına dua etmek, tâ onların yüzünden daha ziyade sevab kazanayım diye samimî hürmetle onların elini öpmek, ulvî bir lezzet-i ruhanî almaktır." (S: 644) 430. “Yoksa nefsanî, dünya itibariyle olsa, onlar ihtiyar oldukları ve sana bâr olacak bir vaziyete girdikleri zaman; en süflî ve en alçak bir his ile vücudlarını istiskal etmek, sebeb-i hayatın olan o muhterem zâtların mevtlerini arzu etmek gibi vahşi, kederli, ruhanî bir elemdir." (S: 644) 431. “O ahbabların firakları, hattâ ölümleri, sohbetinize ve uhuvvetinize mani olmadığı için, o manevî muhabbet ve ruhanî irtibattan istifade edersin." (S: 644) 432. “Evet âlem-i ervaha ve bâtına giden ve ruhanî ve meleklerle görüşen zâtların şehadetleriyle sabit olan umum ruhanî ve melaikelerin kemal-i imtisal ile ubudiyetleri ve bilmüşahede bütün zîhayatların kemal-i intizamla ubudiyetkârane vazifeler görmeleri ve bilmüşahede anasır gibi bütün cemadatın kemal-i itaatla ubudiyetkârane hizmetleri, bir Mabud-u Bilhakk’ın vücub-u vücudunu ve vahdetini gösterdiği gibi, herbir taifesi icma’ ve tevatür kuvvetini taşıyan bütün âriflerin hakikatlı marifetleri, bütün şâkirler taifesinin semeredar şükürleri ve bütün zâkirlerin feyizli zikirleri ve bütün hâmidlerin nimet artıran hamdleri ve bütün muvahhidlerin bürhanlı tevhidleri ve tavsifleri ve bütün muhiblerin hakikî muhabbet ve aşkları ve bütün müridlerin sadık irade ve rağbetleri ve bütün münîblerin ciddî taleb ve inabeleri, yine Maruf, Mezkûr, Meşkûr, Mahmud, Vâhid, Mahbub, Mergub, Maksud olan o Mabud-u Ezelî’nin vücub-u vücudunu ve kemal-i rububiyetini ve vahdetini gösterdiği gibi, kâmil insanlardaki bütün makbul ibadatın ve o makbul ibadatın neticesinden hasıl olan füyuzat ve münacat, müşahedat ve keşfiyat, yine o Mevcud-u Lemyezel ve o Mabud-u Lâyezal’in vücub-u vücudunu ve vahdetini ve kemal-i rububiyetini gösterir." (S: 660) 433. “Senin gibi ruhanî ilhamları ziyade." (S: 736) 434. “Eğer o âmir, zâhirî ve bâtınî bir padişah-ı ruhanî olsa; merhameti, pederin yüz defa şefkatinden ileri gittiği için, raiyetinin efradı, onun hakikî evlâdı gibi, ona peder nazarıyla bakarlar." (M: 29) Ruh / 57 435. “Solunda; kalblere ezvak-ı ruhanî vermekle, vicdanları istişhad ederek "Bârekâllah" dediren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’a hangi köşeden, hangi cihetten evham ve şübehatın hırsızları girebilir?" (M: 189) 436. “Biz, hayalimiz ile o muhaverelerden o hakikatları alamayız; belki kalbimizle heyecanlı bir zevk-i imanî ve nuranî bir neş’e-i ruhanî alabiliriz." (M: 306) 437. “Ehl-i velayet nasılki seyr ü sülûk-u ruhanî ile, kırk günden tâ kırk seneye kadar bir terakki ile, derecat-ı imaniyenin hakkalyakîn derecesine çıkıyor." (M: 306) 438. “en yüksek mertebelerine gitmiş, Mi’rac merdiveniyle Arş’a çıkmış, "Kab-ı Kavseyn" makamında, hakaik-i imaniyenin en büyüğü olan İman-ı Billah ve İman-ı Bil’âhireti aynelyakîn gözüyle müşahede etmiş, Cennet’e girmiş, saadet-i ebediyeyi görmüş, o Mi’racın kapısıyla açtığı cadde-i kübrayı açık bırakmış, bütün evliya-yı ümmeti seyr ü sülûk ile, derecelerine göre, ruhanî ve kalbî bir tarzda o Mi’racın gölgesi içinde gidiyorlar." (M: 307) 439. “Elbette o Ramazan, mahsus bir bayram-ı İlahî ve bir meşher-i Rabbanî ve bir meclis-i ruhanî hükmüne geçmek, mukteza-yı hikmettir." (M: 402) 440. “Ve sair cihazat, o fabrikanın süflî eğlencelerine bedel, Ramazan-ı Şerifte melekî ve ruhanî eğlencelerde telezzüz ederler, nazarlarını onlara dikerler." (M: 403) 441. “BİRİNCİ TELVİH: "Tasavvuf", "tarîkat", "velayet", "seyr ü sülûk" namları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhanî bir hakikat-ı kudsiye vardır ki; o hakikat-ı kudsiyeyi ilân eden, ders veren, tavsif eden binler cild kitab ehl-i zevk ve keşfin muhakkikleri yazmışlar, o hakikatı ümmete ve bize söylemişler." (M: 443) 442. “Elcevab: Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi’rac-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî neticesinde, zevkî, halî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet; "tarîkat", "tasavvuf" namıyla ulvî bir sırr-ı insanî ve bir kemal-i beşerîdir." (M: 443) 443. “Çünki risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder." (M: 444) 444. “Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticelerinden sarf-ı nazar, yalnız âlem-i İslâm içindeki kudsî bir rabıta olan uhuvvetin inkişafına ve inbisatına en birinci, tesirli ve hararetli vasıta tarîkatlar olduğu gibi; âlem-i küfrün ve siyaset-i Hristiyaniyenin, nur-u İslâmiyeti söndürmek için müdhiş hücumlarına karşı dahi, üç mühim ve sarsılmaz kal’a-i İslâmiyeden bir kal’asıdır." (M: 445) 445. “diyenlerin kuvvet-i imaniyeleri ve marifet-i İlahiyeden gelen bir muhabbet-i ruhanî ile cûş u huruşlarıdır." (M: 446) Ruh / 58 446. “BİRİNCİ TELVİH: Tarîkatın sırrını ve Mi’rac-ı Ahmediyenin (A.S.M.) sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr-i sülûk-u ruhanî neticesinde; zevkî ve hâlî ve bir derece şuhudî hakaik-i imaniye ve Kur’aniyeye mazhariyet olduğunu beyan edip, insanın mahiyet-i câmiasında akıl nasılki hadsiz fünuna istidadı ve ıttılaı cihetiyle mahiyeti inkişaf etmiş ve o suretle işlettirilmiş, kalb dahi onun gibi, bu âlemin bir harita-i maneviyesi ve çok kemalâtın bir çekirdeği hükmünde olduğundan; tarîkat cihetiyle onu işlettirmek ve kemalâtına sevketmek olduğunu isbat eder." (M: 518) 447. “Ve o esma-i cemaliye ve kemaliye ise, melaike ve ruhanî ve cinn ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edebleriyle göstermek isterler." (L: 55) 448. “Hattâ bir marazın veya bir istiğrak-ı ruhanî neticesinde iki kırkı geçer." (L: 63) 449. “O zîşuur mahluklar, mademki melaike ecnasından ve ruhanî enva’larından olmak lâzım gelir." (L: 66) 450. “Sâniyen: Yirmidokuzuncu Söz’de yüzer delil-i kat’î ile ruhanî ve meleklerin vücudunu isbat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu isbat ederler." (L: 82) 451. “Hem o şuur-u imaniyle rikkat-i cinsiye ve şefkat-i akraba yüzünden gelen hadsiz teellümattan kurtulup, hadsiz bir zevk-i ruhanî duydum." (Ş: 62) 452. “Hem imanda, öyle fevkalâde bir kuvvet ve hârika bir yakîn ve mu’cizane bir inkişaf ve cihanı ışıklandıran bir ulvî itikad taşımış ki; o zamanın hükümranı olan bütün efkârı ve akideleri ve hükemanın hikmetleri ve ruhanî reislerin ilimleri ona muarız ve muhalif ve münkir oldukları halde; onun ne yakînine, ne itikadına, ne itimadına, ne itminanına hiçbir şübhe, hiçbir tereddüd, hiçbir za’f, hiçbir vesvese vermemesi ve maneviyatta ve meratib-i imaniyede terakki eden başta sahabeler ve bütün ehl-i velayet, onun her vakit mertebe-i imanından feyz almaları ve onu en yüksek derecede bulmaları, bilbedahe gösterir ki; imanı dahi emsalsizdir." (Ş: 129) 453. “ruhanî; tecelli-i rahmet içinde olan faaliyet-i Rabbaniyenin kemal-i vüs’atinden birtek yere sühuletle baktığı ve gittiği ve birtek yerde sühuletle bulunduğu gibi, binler yerlerde de, kudreti İlahiye ile sühuletle bulunur, bakar, girer.." (Ş: 160) 454. “Kudretime ağır gelmez" mealinde bulunan şu üç âyetin sırrıyla, aynı emir ile, aynı kolaylıkla bütün ins ve cinleri ve hayvanı ve ruhanî ve melekleri haşr-i ekberin meydanına ve mizan-ı azamın önüne getirir." (Ş: 161) 455. “Onikincisi: Âlem-i İslâmda herbiri ümmetin ehemmiyetli bir kısmını daire-i dersine alıp hârika irşad ve kerametlerle manevî terakki ettiren ve hüccetler yerinde müşahedata, keşfiyata dayanan ve aktab denilen en derin ehl-i tahkik ve hakikat, ruhanî terakkilerinde Muhammed’in (A.S.M.) risaletini ve sadıkıyetini ve en yüksek mertebe-i hakkaniyette bulunduğunu keşfen ve şuhuden görüp müttefikan ve mütetabıkan nübüvvetine şehadetleri öyle Ruh / 59 bir imzadır ki; onların umumu kadar bir yüksek mertebe-i kemalâtı kazanmayan o imzayı bozamaz." (Ş: 628) 456. “Kâhinler ise, başta meşhur Şıkk ve Satih olarak, ruhanî ve cinn vasıtasıyla gaibden haber veren ve şimdi medyum denilen tevatür bir nakl-i sahih ile Peygamber’in geleceğine ve Fars Devleti’ni kaldıracağına sarih bir surette haber verdikleri ve şübhe kaldırmaz bir tarzda yakında bir Peygamber Hicaz’da zuhurunu mükerrer söyledikleri gibi; ârif-i billah kısmından Peygamber’in cedlerinden Kâ’b İbn-i Lüeyy ve Yemen ve Habeş padişahlarından Seyf İbn-i Zîyezen ve Tübba’ gibi çok ârifler, o zaman evliyaları pek sarih bir surette Muhammed’in (A.S.M.) risaletinden haber verip şiirlerle ilân etmişler." (Ş: 629) 457. “Meselâ: Meşaiyyun, enva’-ı mevcudatı idare eden ruhanî mahiyet-i mücerrede ile; İşrakiyyun ise, ukûl ve erbab-ül enva’ ile; dinler dahi melek-ül cibal, melek-ül bihar, melek-ül emtar gibi tabirlerle tabir etmişlerdir." (İ: 197) 458. “Kezalik insanın da istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubudiyet olduğu anlaşıldığı gibi; ruhanî ulviyetine ve ebediyete olan derece-i iştiyakına da dikkat edilirse, en evvel insan bu âlemden daha latif bir âlemde ruhen yaratılmış da, teçhizat almak üzere muvakkaten bu âleme gönderilmiş olduğu anlaşılır." (Ms: 186) 459. “Ve misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür." (Ms: 225) 460. “Hem dahi, ağaçların başlarındaki meyvelerin kemal-i zînetlerinden çiçeklerin tebessümkârane vaziyetleri; ve seherlerde esen nesîm-i ruh-efza içinde kuşların cıvıldaşmaları; ve yağmurun ezhar ve çiçeklerin güzel yüz ve yanaklarında hazînane gamgama ve terennümleri; ve validelerin küçücük yavrucuklarına karşı gayet merhametkârane bir şefkatle terahhumları ise; elbette ins ve cinn, ruhanî ve hayvan, melek ve cânna karşı bir Vedud’un kendini tanıttırması ve bir Rahman’ın kendini sevdirmesidir." (BMs: 132) 461. “Öyle de insan, ruhanî hayatı cihetiyle dahi, Kur’andaki manevî gıdaların çok çeşitlerine muhtaç oluyor." (BMs: 254) 462. “kâinatı tekbir ve tehlil nağmeleriyle lebaleb eden ruhanî ve saire cinsleridir ki; eşyanın kesafet ve katılığı onları eşyanın cevflerini görmekten men’edemez ve bir şeyin şuhudu, diğer şeyleri görmekten onları meşgul etmez bir tarz-ı hayattadırlar." (BMs: 344) 463. “Ve keza âlem-i misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî mabeyninde bir köprüdür." (BMs: 469) 464. “İşte şöyle bir mü’min-i muvaffak faraza bir cehenneme girse de, biiznillah onun için o cehennem, ruhanî bir cennete dönüşmesi mümkündür." (BMs: 570) 465. “Bazı veliler ruhanî teşrif buyurdular." (B: 114) Ruh / 60 466. “İkinci ve üçüncü tekrarlarımda öyle bir zevk-i ruhanî uyandırdı ki; eğer kalb ve kalemim ruhuma tercüman olabilseler, belki bir derece siz üstadıma minnetdarane arza cür’et eylerdim." (B: 185) 467. “Büyük zevk-i ruhanî ile okumakla beraber, fakir talebeniz bunu çoktan hissetmiştim." (B: 208) 468. “Çünki Şeyh-i Geylanî’nin medih buyurduğu zât-ı mübarekin yazmış olduğu eseri tenkid değil, kemal-i hürmetle tasvib ve tahsin ve takdir ve büyük bir zevk-i ruhanî ile okumaktan başka ne yapabiliriz?" (B: 209) 469. “O Nurları yazdıkça kalemim ve kalbim gayet şirin ve ruhanî bir sevinç hissediyorum." (B: 234) 470. “Yalnız ben bundan hissediyorum ki: Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) Sünnet-i Seniyesini ihyaya çalışan ve neşreden Risale-i Nur, Resul-i Ekrem’in (A.S.M.) takdir ve tahsinine mazhar olmuş ki, imdad-ı ruhanî ile câmimiz olan bu vilayete manevî teşrif etti." (B: 239) 471. “Vakta ki, Risale-i Nur hattâ enhar-ı Nur demesine şayeste olan mektublardan, yine tesadüfen elime geçen bir nüshayı görünce ve münderecatındaki hakaika dalınca, inayet-i Rabbanî, mu’cizat-ı Kur’anî, himemat-ı Sübhanî, keramat-ı ruhanî eseri olmalıdır ki, kasî kalbime, âsi ruhuma, gafil aklıma, mağrur vicdanıma, sakîm düşünceme "tâk" diye bir tokmak vuruldu." (B: 375) 472. “İKİNCİ MES’ELE: Yirmi sene evvel tab’edilen Sünuhat Risalesi’nde, hakikatlı bir rü’yada âlem-i İslâm’ın mukadderatını meşveret eden ruhanî bir meclis tarafından, bu asrın hesabına Eski Said’den sordukları suale karşı verdiği cevabın bir parçası şimdilik tezahür etmiştir." (K: 19) 473. "$ Ruhanî inkıbaz inşâallah geçecektir." (K: 203) 474. “yüzbin millet ve insan nev’i gibi çok hâdisat-ı acibeye mazhar o milletlerden her baharda yalnız birtek arı milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev’-i beşerdeki hâdisatın yüz defa daha mûcib-i merak ve ruhanî, manevî zevklere medar hâdiseler var." (E: 57) 475. “Fakat Risale-i Nur’un hârika fütuhatı ve şakirdlerinin ehl-i hakikat nazarında ve ruhanî ve melaikeler yanında hürmet ve merhametle karşılanmaları, benim şahsıma gelen ihanet ve hakaretlerin sivrisinek kanadı kadar ehemmiyeti kalmaz." (E: 126) 476. “O bedbaht ehl-i ihanet, dindarlık cihetiyle, ehl-i din ve ehl-i ulûm-u diniyenin hürmetini kırmak dine bir ihanet olduğu cihetinde, ruhanî ve melaikelerin ve ehl-i iman ve ehl-i hakikatın nazarında mel’un olduğu gibi; binden ancak bir-iki serserinin veya zındığın âferinini kazanırlar." (E: 126) Ruh / 61 477. "Çünki uhrevî hasenatın bâki meyvelerini fâni hayatta cüz’î bir zevk için sarfetmek, sırr-ı ihlasa muhalif olmasından kat’iyen haber veriyorum ki: Târik-üd dünya ehl-i riyazetin arzu ve kabul ettikleri ruhanî, cinnî hüddamlar bana her gün hem aç olduğum zamanda ve yaralı olduğum vakitte" (Em: 12) 478. “Birinci Nümunesi: Nurlarla şiddetli alâkası bulunan birkaç has kardeşimizin nazarını, fikrini başka tarafa çevirmek veya zevkli ve ruhanî bir meşreb ile meşgul edip, hizmet-i imaniyeye karşı zaîfleştirmek için bazı şahıslar ispirtizma denilen ölülerle muhabere namı altında cinnîlerle muhabere etmek gibi hattâ bazı büyük evliyalarla, hattâ peygamberlerle güya bir nevi konuşmak gibi eski zamanda kâhinlik denilen, şimdi de medyumluk namı verilen bu mes’ele ile bazı kardeşlerimizi meşgul ediyorlar." (Em: 155) 479. “Aramızda ruhanî rabıta var." (T: 713) 480. “Allah’tan, bu ruhanî taallukatlarını çok çok payidar etmesini dua ederim." (T: 713) 481. “Ben bir Pakistanlı müslüman, Türkiye’ye hiç gitmedim, Said Nursî’yi görmedim, lâkin İstanbul Üniversitesi Nur talebelerinin neşrettikleri kitablardan bazı parçaları mütalaa ederek, hakikî, ruhanî bir lezzet hissettim." (T: 716) 482. "(Leonard’ın “İslâmiyet ve ahlâkî ve ruhanî kıymeti” eserinden)" (Nç: 191) 483. “Kur’an’ın gösterdiği vesail ile, doğru hikmetin kuvvetiyle, bir seyr-i ruhanî olarak semavatın ulûmlarına çıkacağım." (Mu: 54) 484. “Bunu tamamen temaşa ettiğimizden sonra, zaman ve mekân ile mukayyed olmayan seyr-i ruhanî ile zaman-ı mazi kıt’asına girip ebna-yı cinsimiz olan ebna-yı mazi ile seyyale-i berkıye-i tarihiye ile muhabere edeceğiz." (Mu: 55) 485. “Biz elbisemizi çıkardığımız gibi, onlar da cesedlerini çıkarıp seyr-i ruhanî ile o ma’rezgâh-ı acaibe temaşa ediyorlar." (Mu: 64) 486. “Bülbüllerin nağamatına aheng-i ruhanî veren ise, nazm-ı maânîdir." (Mu: 87) 487. “Tenvir: Ef’al-i ihtiyariyenin nazzamı olan şeriat ve kanun şu kadar hark ve muhalefetle beraber birçok cühhal-i vahşiye; âdeta şeriatı bir hâkim-i ruhanî ve nizamı bir sultan-ı manevî tevehhüm edip, bir tesiri tahayyül eder." (Mu: 127) 488. “Veyahut bir bedevî veya bir şâir-üt tab’, nâsı bir vaz’-ı hasende ifrağ eden ve mabeynlerini te’lif eden nizamı bir mevcud-u manevî ve şeriatı bir halife-i ruhanî temessül ederse, çok görünecek midir?" (Mu: 127) 489. “Dördüncü ve Beşinci Maniler: Papazların ve ruhanî reislerin riyasetleri ve tahakkümleri ve ecnebilerin körükörüne onları taklid etmeleridir." (H: 28) Ruh / 62 490. “Meselâ: Küre-i Arz’a emr-i İlahî ile nezarete memur Sevr ve Hut namlarında iki ruhanî melaikeyi dehşetli cismanî bir öküz, bir balık tevehhüm edip ehl-i fen ve felsefe hakikatı bilmediklerinden İslâmiyete muârız çıkmışlar." (H: 29) 491. “Hem âlem-i şehadette ve cismanî kâinatta bunların vücudu gibi, âlem-i ruhanî ve maneviyatta kudret-i ezeliyenin daha acib müteselsil nazîreleri var olduğunu aklı bulunan tasdik eder, gözü bulunan çoğunu görebilir." (H: 71) 492. “Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım." (D: 46) 493. “Hem Şafiî olduğunuzdan ve imam arkasında kıraat-ı Fatiha ile semavî ve ruhanî vızıltılarınız sizi mezheben ve medreseten ve fıtraten $ nın başka bir ünvanı olan teşebbüs-ü şahsiyeye teşvik ediyor." (D: 53) 494. "Hayâ ve hamiyetten neş’et eden civanmerdane humret (1); hürmet ve merhametten tevellüd eden masumane tebessüm (2); fesahat ve melahattan hasıl olan ruhanî halâvet (3); aşk-ı şebabîden, şevk-i baharîden neş’et eden semavî neş’e (4); hüzn-ü gurubîden, ferah-ı seherîden vücuda gelen melekûtî lezzet (5); hüsn-ü mücerredden, cemal-i mücelladan tecelli eden mukaddes zînet (6);(Haşiye) birbiri" (Mü: 72) 495. “Kur’anın iman hakikatları karşısında periler peşinde, ruhanî ve melekler, baba oğul, bay u geda, yâr u ağyar halka-i tedris ve envarında aynı safta dizdize oturup ve hep seni dinleyip ruhlara hüda ve şifa ve süruru hep senden alıyorlar." (Ko: 100) 496. Ruhanîde 497. “İKİNCİ NÜKTE: İmam-ı Rabbanî Ahmed-i Farukî (R.A.) demiş ki: "Ben seyr-i ruhanîde kat’-ı meratib ederken, tabakat-ı evliya içinde en parlak, en haşmetli, en letafetli, en emniyetli; Sünnet-i Seniyeye ittibaı, esas-ı tarîkat ittihaz edenleri gördüm." (L: 50) 498. “İmam-ı Rabbanî Müceddid-i Elf-i Sâni (R.A.) diyor ki: "Ben seyr-ü sülûk-u ruhanîde görüyordum ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’dan mervî olan kelimat nurludur, sünnet-i seniye şuaı ile parlıyor." (L: 56) 499. “Âlem-i cismanîde tasarruf ettiği gibi, âlem-i ruhanîde gezer, âlem-i misale seyahat eder; kendisi o âlemleri ziyarete gittiği gibi, o âlemler de, onun ruhunun âyinesinde temessül etmekle iade-i ziyaret etmiş gibi olurlar." (İ: 178) 500. “Mi’rac-ı ruhanîde devrandadır ol mübarek Üstad" (B: 115) 501. Ruhanîler Ruh / 63 502. “Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ve o ruhanîler hayal sür’atiyle o meraya-yı nazifede, o menazil-i latifede gezerler." (S: 195) 503. “Öyle de: Nurani şeylere ve ruhaniyata dahi, hava ve esîr ve âlem-i misalin bazı mevcudatı, âyineler hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde birer vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ki, o nuraniler ve o ruhanîler, hayal sür’atiyle o meraya-yı nazifede ve o menazil-i latifede gezerler." (S: 609) 504. “Huriler nev’i ve ruhanîler cemaatı ve melek cinsi ve cin taifesi ve insan nev’i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve icad edilmiştir." (S: 631) 505. “O zîşuur ruhanîler nurdan oldukları için, nâr onlara nur gibi olur." (L: 66) 506. “Ve âlem güzel ve büyük bir insan ve huriler nev’i ve ruhanîler taifesi ve hayvanlar cinsi ve insan sınıfı herbiri manen güzel bir insan hükmünde, bu mertebenin gösterdiği esmayı safahatıyla gösteriyor." (L: 292) 507. “ruhanîler ve melaikeler de hayran oluyorlar." (L: 431) 508. “Hâşâ, melekler ve ruhanîler adedince hâşâ ve kellâ!.." (Ş: 39) 509. “Meselâ: Çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melaike ve ruhanîler ile semavatı ve ervah ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi; maddî âlemi dahi, hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tenbellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hikmetidir." (Ş: 174) 510. “Bu eski ve yeni iki Medrese-i Yusufiyedeki şiddetli imtihanda sarsılmayan ve dersinden vazgeçmeyen ve yakıcı çorbadan ağızları yandığı halde talebeliğini bırakmayan ve bu kadar tehacüme karşı kuvve-i maneviyesi kırılmayan zâtları ehl-i hakikat ve nesl-i âti alkışlayacakları gibi, melaike ve ruhanîler dahi alkışlıyorlar diye kanaatım var." (Ş: 305) 511. “İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisselâm’ın kılıncı ile maktul olan şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir ki; o ruhanîler, din-i İsevî’nin hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek." (Ş: 587) 512. “Hem o ârifler ve kâhinler gibi risalet-i Muhammediyeyi (A.S.M.) gaybî haber veren ve sözleri işitilen ve şahısları görünmeyen hâtif denilen ruhanîler, pek sarih bir surette Muhammed’in (A.S.M.) nübüvvetinden haber verdikleri gibi; çok muhbirler, hattâ saneme kesilen kurbanlar ve Ruh / 64 sanemler ve mezar taşları nübüvvetinden haber vermeleriyle onun risaletine ve hakkaniyetine imza basıp tarih lisanıyla şehadet etmişler." (Ş: 629) 513. “Ancak gayr-ı mahdud oraya münasib melaike ve ruhanîler o vazifeyi îfa edebilir." (Ms: 204) 514. “Ve âlem, güzel ve büyük bir insan; ve huriler nev’i ve ruhanîler taifesi ve hayvanlar cinsi ve insan sınıfı, her biri bazan güzel bir insan hükmünde bu mertebenin gösterdiği esmayı, safahatıyla gösteriyor." (BMs: 133) 515. “Çünki enbiya, evliya ve ruhanîler gibi ağırlıklarını bırakan veya cesedlerini çıkaranlar hiffet peyda ediyorlar." (BMs: 412) 516. “Bin üçyüz seneden beri, sahib-i insafı hayrette bırakan ve dünyanın her köşesinde ve beşerin her tabakasında, cinn ve beşer lisanında, semavatta melek ve ruhanîler lisanında, en yüksek makam-ı mümtazı işgal eden, o Furkan-ı İlahî’nin esrar-ı mühimmesinden ve i’caz-ı azîmesinden bir parçası daha, susmak bilmeyen mu’ciznüma bir sada ve latif bir avaz ve tükenmez bir feyizle karşımıza çıkıyor." (B: 93) 517. “Kur’an-ı Azîmüşşan’ın herbir harfinin ekalli on hasene olmakla beraber; tekerrür ettikçe ve mübarek vakitlere rast geldikçe ve melek ve sair zîşuur ruhanîler kıraatını dinledikçe herbir harfi öyle bir çekirdek olur ki, hasenat cihetinden öyle bir manevî sünbül teşekkül eder ki; o sünbülün taneleri, tekellüm vaktinde ağızdan çıkan bir kelimenin havanın dalgalarının âyinelerinde temessül eden milyonlarca o kelime gibi kelimelerin adedine belki müsavi gelir." (B: 337) 518. “Evvelâ: Medreset-üz Zehra’nın üç şakirdinin hafifçe bir ay hapis cezası ve pek haksız ve çok manasız ve soğuk hâkimin hiddetine maruz kalmalarına mukabil, kat’î bir kanaat ile ve çok emarelerin kuvvetiyle müjde veriyoruz ki; o şakirdler ve yardımcıları, o adamın küçücük verdiği ceza ve manasız hiddetine bedel, ruhanîler, melaikeler ve istikbaldeki nesl-i âtî milyonlar alkışlamalar ile öyle şakirdleri tebrik ediyorlar ve haps-i ebedînin milyonlar sene cezalardan kurtulmağa vesile oldukları için, böyle sinek kanadı kadar ehemmiyeti olmayan bu gibi taciz ve tazibleri hiçe indirir, belki iftiharla sevindirir." (E: 269) 519. “Evvelâ: Bazı has kardeşlerim şahsıma hizmette dikkatsizlik ettiklerinden, onların bana karşı acımasını noksan gördüğümden bazan hiddet ve tekdir ettiğim vakit kalbime geldi ki: O bîçareler ziyade hüsn-ü zanla tahmin ediyorlar ki, "Üstadımız istese belki bazı ruhanîler, cinnîler de hizmet edecekler, belki ediyorlar." (Em: 12) 520. Ruhanîlerden 521. “Hülâsa: Ruhanîlerden bir ferdin bir zamanda vücudu tahakkuk etse, bu nev’in vücudu tahakkuk eder." (İ: 198) Ruh / 65 522. “Evet, benim birtek mektubumu yazan birtek adamın hükûmetçe araştırılması ve ehemmiyetle bakılması tazyiki zamanında, şahsımdan binler derece daha ziyade konuşan ve tesirli ders veren Risale-i Nur’un Zülfikar-ı Mu’cizat’ın bin nüshaları ve bin dille ve binler mektubatıyla şimdiye kadar çok rakibleri bulunan ve takib edilen ve mümaşata tenezzül edemeyen Ahmed Nazif’in kalemiyle serbest ve mümanaat görmeden yazılmasına; değil yalnız kuşlar, belki melekler ve ruhanîlerden bir kısım, temessül edip bu hârika muvaffakıyeti tebrik etseler, yine çok değil." (E: 174) 523. Ruhanîlerdir 524. “ettiği dört kısım amelenin birincisi: Melaike ve ruhanîlerdir." (S: 513) 525. Ruhanîlere 526. “Evet ısırıcı haşerat ve böceklerin mübarek melaike ve nuranî ruhanîlere nisbeti ne ise; beşerin kelimatı, Kur’anın kelimatına nisbeti odur." (S: 433) 527. “Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san’at içinde gıda-yı ervah ve kut-u kulûb; elbette melaike ve ruhanîlere bakar, gösterir." (S: 505) 528. “Hem şu kâinatın Sâni’i, şu kâinatı enva’-ı acaib ve zînetlerle süslendirmek suretinde yapması ve zîşuur mahlukatına seyr ü tenezzüh ve ibret ü tefekkür için ona idhal etmesi ve mukteza-yı hikmet olarak onlara o âsâr ve sanayiinin manalarını, kıymetlerini, ehl-i temaşa ve tefekküre bildirmek istemesine mukabil; en azamî bir surette cin ve inse, belki ruhanîlere ve melaikelere de Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedahe o zâttır." (S: 577) 529. “Ruhanîlere, daimî mevcud bir mütalaagâh olur." (M: 502) 530. “Birinci Nokta: Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi $ âyetinin sırrıyla, güzel ve manidar ve imanî ve hakikatlı kelimelerin kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlahî ile intişar etmesiyle bütün küre-i havadaki melaike ve ruhanîlere işittirmek ve Arş-ı Azam tarafına sevketmek için kudret-i İlahî kaleminin mütebeddil bir sahifesi olmaktır." (Em: 67) 531. Ruhanîleri 532. “Hattâ Şeyh-i Geylanî, İmam-ı Rabbanî gibi bazı zâtların ihbarat-ı sadıkaları ile; bir dakikada arşa kadar uruc-u ruhanîleri oluyor." (S: 572) 533. “Evet her vakit semavattan melaikeleri yere gönderen ve bazı vakitte insan suretine vaz’eden (Hazret-i Cibril’in "Dıhye" suretine girmesi gibi) ve ruhanîleri âlem-i ervahtan gönderip beşer suretine temessül ettiren, hattâ ölmüş evliyaların çoklarının ervahlarını cesed-i misaliyle dünyaya gönderen bir Hakîm-i Zülcelal, Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ı, İsa dinine ait en mühim bir hüsn-ü hâtimesi için, değil sema-i dünyada cesediyle bulunan ve hayatta olan Hazret-i İsa, belki Ruh / 66 âlem-i âhiretin en uzak köşesine gitseydi ve hakikaten ölseydi, yine şöyle bir netice-i azîme için ona yeniden cesed giydirip dünyaya göndermek, o Hakîm’in hikmetinden uzak değil.." (M: 57) 534. “(Haşiye): Hattâ hadîs-i sahihle, âhirzamanda İsevîlerin hakikî dindarları ehl-i Kur’an ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan zendekaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda dahi ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, değil yalnız dindaşı, meslekdaşı, kardeşi olanlarla samimî ittifak etmek, belki Hristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza’ etmeyerek müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar." (L: 151) 535. “Cenab-ı Hakk’ın zîşuur mahlukları ve ruhanîleri ve melaikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler." (L: 152) 536. “Evet küre-i arzda dörtyüzbin nevileri zîhayattan halkeden, hattâ en âdi ve müteaffin maddelerden zîruhları çoklukla yaratan ve her tarafı onlarla şenlendiren ve mu’cizat-ı san’atına karşı, onlara dilleriyle "Mâşâallah, Bârekâllah, Sübhanallah" dediren ve ihsanat-ı rahmetine mukabil "Elhamdülillah, Veşşükrü-lillah, Allahüekber" o hayvancıklara söylettiren bir Kadîr-i Zücelali ve’l-Cemal, elbette, bilâşek velâ-şübhe, koca semavata münasib, isyansız ve daima ubudiyette olan sekeneleri ve ruhanîleri yaratmış, semavatı şenlendirmiş, boş bırakmamış ve hayvanatın taifelerinden pekçok ziyade ayrı ayrı nevileri meleklerden icad etmiş ki, bir kısmı küçücük olarak yağmur ve kar katrelerine binip san’at ve rahmet-i İlahiyeyi kendi dilleriyle alkışlıyorlar; bir kısmı, birer seyyar yıldızlara binip feza-yı kâinatta seyahat içinde azamet ve izzet ve haşmet-i rububiyete karşı tekbir ve tehlil ile ubudiyetlerini âleme ilân ediyorlar." (Ş: 264) 537. “Kezalik bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men’edecek bir mani yoktur." (Ms: 138) 538. "(A.S.M.) hârika bir kerametini gözlere gösteren ve Kur’anın altun bir anahtarı olan kalem-i Hüsrevî; değil yalnız bizleri, belki ruhanîleri ve melekleri de sevindiriyorlar." (K: 6) 539. “mübareklerin, sâri ve dehşetli hastalıklara tiryaklar ve ilâçlar yetiştirmeleri ve mütemadiyen çalışmaları, bizi belki ruhanîleri ve rical-ül gayb zâtları dahi sevindiriyor." (K: 224) 540. “Sâlisen: Hüsrev’in mektubunda, Atabey’li Kötürüm Ali ve Eğirdir’li Kâzım’ın Nurlara tam şevkle hizmetleri, hattâ ruhanîleri de onları tebrike ve tahsine sevkeder." (E: 153) 541. “Misyonerler ve Hristiyan ruhanîleri, hem Nurcular, çok dikkat etmeleri elzemdir." (E: 159) 542. “Kur’an-ı Hakîm’in önünde kendi imzasıyla ve bütün kuvvetiyle tasdikkârane secde etmesini yazan ve inad ve enaniyetini ve dinsizliğini bırakıp Kur’ana teslim olduğunu âleme ilân ettiğini ceridelerde neşredildiği bir hengâmda ve bütün edyan-ı semaviyeyi inkâr eden ve şark-ı şimalîdeki şimdiki dehşetli hükûmetin teşviki ile kesretle içindeki müslümanları hacca gönderip, Ruh / 67 âlem-i İslâm nazarında dinsizliğini ve inad ve adavetini bırakmak tarzında güya Kur’anı inkâr edemiyor ve azametine karşı bir nevi teslimiyet ve dehalet tarzında buradakilerden daha ziyade Kur’anı ehemmiyetli biliyorum diye, bu noktada onlar benden daha geri düşüyorlar ki, benim kadar hacı gönderemiyor demesine mukabil, buradakiler dahi mâşâallah tam müsaade ettikleri halde ve böyle siyasî propaganda edildiği bir zamanda, Medreset-üz Zehra’nın Nur şakirdleri, o mahiyet ve azametteki Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın hakikatlarını Zülfikar ve Asâ-yı Musa gibi hârika risalelerle mu’cizelerini kalemleriyle neşredip en muannid dinsizleri tasdike mecbur etmelerine mukabil, ehl-i dalaletin hücumu; elbette değil yalnız ehl-i hakikat insanları, belki ruhanîleri, belki melekleri de ağlatır ve arzı ve semayı hiddete getirebilir." (E: 270) 543. “Belki ayn-ı hakikat ve edeb ve hürmet ve istifade odur ki; Celaleddin-i Süyutî, Celaleddin-i Rumî ve İmam-ı Rabbanî gibi zâtların seyr ü sülûk-u ruhanîleri gibi seyr ü sülûk ile yükselerek o kudsî zâtlara yanaşmak ve istifade etmektir." (Em: 156) 544. “Birincisi: Risale-i Nur’da beyan edilen hadîs-i şerifteki $ sırrıyla, ihtiyar kadınların Risale-i Nur cihetinde hârika istifadeleri ve zevk-i ruhanîleri merhume validemin merhametkârane hususî şefkatinden gelen lezzete mukabil küllî ve umumî bir surette binler valideleri rahmet-i İlahiye bana ihsan ettiği gibi, üç merhume hemşirelerimin şefkatkârane, kardeşane sevinç ve sürurlarına bedel, yüzbinler genç hanımları bana hemşire nev’inde Risale-i Nur cihetiyle verip duaları ile ve Nurlarla alâkadarlıkları ile hemşirelerim yüzünden kaybettiğim üç faide yerine binler faide-i manevî ve sürur-u ruhî ihsan etmiş." (Em: 212) 545. Ruhanîleridir 546. “Beşinci Tabaka-i Hayat: Ehl-i kuburun hayat-ı ruhanîleridir." (M: 7) 547. “İkinci vechi şudur ki: Şahs-ı İsa Aleyhisselâm’ın kılıncı ile maktul olan şahs-ı Deccal’ın teşkil ettiği dehşetli maddiyyunluk ve dinsizliğin azametli heykeli ve şahs-ı manevîsini öldürecek ve inkâr-ı uluhiyet olan fikr-i küfrîsini mahvedecek ancak İsevî ruhanîleridir ki; o ruhanîler, din-i İsevî’nin hakikatını hakikat-ı İslâmiye ile mezcederek o kuvvetle onu dağıtacak, manen öldürecek." (Ş: 587) 548. Ruhanîlerin 549. “Hem temessül-ü ervaha işaret eden Hazret-i Süleyman Aleyhisselâm’ın ifritleri celb ve teshirine dair âyetler, hem $ misillü bazı âyetler, ruhanîlerin temessülüne işaret etmekle beraber celb-i ervaha dahi işaret ediyorlar." (S: 258) 550. “Ne, melekûte geçen evliyaların eserinde; ne, umûrun bâtınlarına geçen İşrakiyyunun kitablarında; ne, âlem-i gayba nüfuz eden ruhanîlerin maarifinde hiç bulunmuyor." (S: 439) 551. “Melaikelerin ve ruhanîlerin kesretle vücudlarını kabul etmek ne derece hakikat ve bedihî ve makul olduğunu ve Kur’anın beyan ettiği gibi onları kabul etmeyen, ne derece hilaf-ı hakikat ve Ruh / 68 hilaf-ı hikmet bir hurafe, bir dalalet, bir hezeyan, bir divanelik olduğunu şu temsile bak, gör:" (S: 507) 552. “Melaikenin vücuduna ve ruhanîlerin sübutuna ve hakikatlerinin vücuduna bir icma’-ı manevî ile -tabirde ihtilaflarıyla beraber- bütün ehl-i akıl ve ehl-i nakil, bilerek bilmeyerek ittifak etmişler denilebilir." (S: 509) 553. “Hangi hakikata güveniyorsun ki; bütün ehl-i akıl, bilerek bilmeyerek melaikenin manasının sübutuna ve tahakkukuna ve ruhanîlerin tahakkukları hakkında ittifaklarına karşı geliyorsun, kabul etmiyorsun?" (S: 510) 554. “Madem öyledir, işte bak: Görmüyor musun ve işitmiyor musun ki; bütün ehl-i edyan, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melaikenin vücuduna ve ruhanîlerin tahakkukuna ittifak etmişler ve insanın taifeleri, birbirinden bahsi ve muhaveresi ve rivayeti gibi melaikelerle muhavere edilmesine ve onların müşahedesine ve onlardan rivayet etmesine icma’ etmişlerdir." (S: 511) 555. “müşahedelerinden ve ruhanîlerin rü’yetlerinden hasıl olan mebadi-i zaruriyedir, esasat-ı kat’iyedir." (S: 512) 556. “Birinci maksaddaki melaike ve ruhanîlerin vücudlarına delalet eden hemen bütün deliller, şu mes’elemiz olan beka-i ruha dahi delildirler." (S: 515) 557. “Elbette karanlıklı bir hane hükmünde olan şu arza nisbeten müzeyyen kasırlar, mükemmel saraylar hükmünde olan yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler; zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelif-ül ecnas olan melaike ve ruhanîlerin meskenleridir." (S: 569) 558. “Güneşin âyinelerdeki misalleri, Güneşin ziya ve hararetini gösterdiği gibi; melaike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri onların aynılarıdır, hassalarını gösterirler." (M: 352) 559. “Eğer ihlas ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer." (L: 152) 560. “Meselâ: Kâinatta Levh-i Mahfuz’un gayet kat’î bir delil-i vücudu ve bir nümunesi, insandaki kuvve-i hâfızadır ve âlem-i misalin vücuduna kat’î delil ve nümune, kuvve-i hayaliyedir (Haşiye) ve kâinattaki ruhanîlerin bir delil-i vücudu ve nümunesi, insandaki kuvvelerdir ve latifelerdir ve hakeza..." (L: 355) 561. “Çünki iman ettim ki: Bâki-i Zülkemal’in bekası ve varlığıyla Resail-ün Nur yalnız insanların hâfızalarında ve kalblerinde nakşolmuyor; belki hadsiz zîşuur mahlukatın ve ruhanîlerin bir mütalaagâhları olmakla beraber rıza-i İlahîye mazhar ise Levh-i Mahfuz’da ve elvah-ı mahfuzada irtisam ederek sevab meyveleriyle tezeyyün eder." (Ş: 63) Ruh / 69 562. “Hem nev’-i insanın humsu, belki kısm-ı azamı, göz önünde ona müncezibane ve dindarane irtibatı ve hakikatperestane ve müştakane kulak vermesi ve çok emarelerin ve vakıaların ve keşfiyatın şehadetiyle, cinn ve melek ve ruhanîlerin dahi, tilaveti vaktinde pervane gibi hakperestane etrafında toplanması, Kur’anın kâinatça makbuliyetine ve en yüksek bir makamda bulunduğuna bir imzadır." (Ş: 137) 563. “Sizin zaman-ı Âdem’den beri hem ruhanîlerle, hem bizimle görüşmenizin yüzer tevatür kuvvetinde hâdiseleri var ve bizim ve ruhanîlerin vücudlarına ve ubudiyetlerine delalet eden hadsiz emare ve deliller var." (Ş: 219) 564. “Çünki zîşuur ve hadd ü hesaba gelmeyen melek ve ruhanîlerin ve insanlardan ehl-i hakikatın ve ashab-ı vicdanın ve iman-ı tahkikî sahiblerinin nazarlarında, hak ve hakikat ve Kur’an ve iman yolunda bu asra meydan okuyan bir kahramanlar kafilesi suretinde görünüyorlar." (Ş: 322) 565. “için cinnî ve ruhanîlerin vücudlarını kat’î hüccetler ile isbat etmeye çalışmış, bu mes’eleye üçüncü derecede bakmış, tafsilini başkalara bırakmış." (Ş: 338) 566. “İşte Mi’rac-ı Muhammedî’de (A.S.M.) denilen $ kelime-i kudsiyesi; ehl-i marifet ve iman ve küllî şuur sahibi olan ins ve cinn ve melek ve ruhanîlerin, kâinatı güzel tayyibeleri ve haseneleri ve ubudiyetleriyle güzelleştiren ve güzellerin âlemine bakan ve sermedî Cemil-i Mutlak’ın hadsiz cemal ve güzelliklerini ve kâinatı süslendiren isimlerinin daimî güzelliklerini tam bilen ve aşk u şevkle küllî ubudiyetler ile mukabele eden ve parlak iman ve geniş marifetler ve medh ü senaların revaih-i tayyibe ve hoş kokularıyla Hâlıklarına karşı o hadsiz tayyibatlar manasıyla Mi’racda söylenmiş sırrıyla; teşehhüdde bütün ümmet, her gün usanmadan o kudsî kelime-i tayyibeyi tekrar ederler." (Ş: 645) 567. “Ve o intisab ise, saltanat-ı uluhiyetin dellâlları ve ilâncıları olan ins ve melek ve ruhanîlerin marifet ve tasdikleriyle anlaşılır." (Ş: 645) 568. “Beşinci basamak: Ruhanîlerin ahyarı, semada bulunduklarından, eşrarı da letafetlerine güvenerek onları takliden iltihak etmek istediklerinde, ehl-i sema, onları şeraretleri için kabul etmeyerek def’ediyorlar." (Ms: 205) 569. “netaic-i efkârlarında, ne de umûrun bâtınlarına varan "İşrakiyyun"un eserlerinde ve ne de âlem-i gayba nüfuz eden ruhanîlerin kitablarında bulunmuştur." (BMs: 270) 570. “Şimdi şu hakikata misal için masnuat-ı İlahiye içinde mevcud bulunan harekâtın sür’at derecelerine işaret etmek, hususan ses, ziya, elektrik, hayal, nur-u akıl, melaike ve ruhanîlerin derece-i sür’atlerini beyan etmek için, bir ölçü olmak üzere, içiçe çok milleri bulunan bir saat farzediyoruz." (BMs: 397) Ruh / 70 571. “Birinci Cihet: Din-i İsevî’nin hakikîsini esas tutan İsevî Ruhanîlerin cemaati ve onlara karşı dinsizliği tervice başlayan cemaat tecessüm etseler, bir minare yüksekliğinde bir insanın yanında bir çocuk kadar da olamaz." (K: 81) 572. “Şeraretli ruhun dahi ebedî bir haps-i münferidde mahkûm olmakla beraber, ehl-i iman ve ruhanîlerin nefret ve lanetini kazanacaksın!" (E: 127) 573. “Hikmet-ül İstiaze Lem’asını ve Yirmidokuzuncu Söz’ün melaike ve ruhanîlerin vücudlarına dair kısmını okusun." (E: 158) 574. Ruhanîlerinde 575. “Fakat âlem-i mana ve âlem-i misalde ve âlem-i berzah ve ervahta, küremizi bir çamın çekirdeği hükmünde farzetsek, ondan temessül ve teşekkül eden misalî şeceresi, o çekirdeğe nisbeten koca bir çam ağacı kadar olduğundan, bir kısım ehl-i şuhud, seyr-i ruhanîlerinde, Arz’ın tabakalarından bazılarını âlem-i misalde pek çok geniş görüyorlar; binler sene bir mesafe tuttuklarını görüyorlar." (M: 82) 576. Ruhanîleriyle 577. “Risale-i Nur’un İhlas Lem’alarında denildiği gibi; şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle belki hristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes’eleleri nazara almamak, niza’ etmemek gerektir." (E: 206) 578. “O zâtın üçüncü vazifesi, Hilafet-i İslâmiyeyi İttihad-ı İslâma bina ederek, İsevî ruhanîleriyle ittifak edip din-i İslâma hizmet etmektir." (St: 9) 579. Ruhanîlerle 580. “O boş ve hâlî tevehhüm edilen semavat dahi melaikelerle, ruhanîlerle doldu, şenlendi." (M: 411) 581. “Sizin zaman-ı Âdem’den beri hem ruhanîlerle, hem bizimle görüşmenizin yüzer tevatür kuvvetinde hâdiseleri var ve bizim ve ruhanîlerin vücudlarına ve ubudiyetlerine delalet eden hadsiz emare ve deliller var." (Ş: 219) 582. “Kâinatımı ve dünyamı şenlendirdi, melekler ve ruhanîlerle doldurdu, âlemimi sevinçle güldürdü." (Ş: 258) 583. Ruhanîleşmiş 584. Daima onların demdemelerinin mevzuu olan ihlası; hem de tekke denilen manevîleşmiş kışlalarda, tarîkat denilen ruhanîleşmiş askerlikte ona murabıt oldukları cihad-ı ekberi ve terk-i iltizam-ı nefsi; hem de onların şiarı olan, zühdün manası olan terk-i menafi-i şahsiyeyi; hem de daima iddiasında bulundukları ve mizac-ı İslâmiyetin mayesi olan muhabbeti isterim." (Mü: 75) Ruh / 71 585. Ruhanîmi 586. “Şu asırda hazine-i hassa-i maneviyenin hazinedar-ı bînazîri de, o kıymetdar sâiline en kıymetdar ve ruha tam bir gıdabahş mevadd-ı maneviye-i Kur’aniye ile i’zaz ve ikram ederken o halkaya lâyık ve müstehak olmadığım halde, fakir de gıda-yı ruhanîmi ârâmsız alınca; o mevaidi ihsan edene de, getirene de, isteyene de hadsiz medyun-u şükran kalıyorum." (B: 83) 587. Ruhanînin 588. “İşte bu hatanın ve bu yaranın ve bu müdhiş maraz-ı ruhanînin ilâcı şudur ki: Cenab-ı Hakk’ın rızası ihlas ile kazanılır." (L: 152) 589. “haşr-i ruhanînin dahi vuku’ bulmasına bazı ehl-i bâtına taklid ve mümaşat cihetiyle bir işaretidir." (B: 258) 590. Ruhanîsi 591. “Hattâ bazı misyonerler de, Din-i İsa’nın (A.S.) hakikî ruhanîsi de o daireye gireceklerine emareler var." (E: 211) 592. Ruhanîsidir 593. “Şu dünya-yı fâniyeyi kestikten sonra, bizim sûrî olan irtibatımız kesilirse de; daima maneviyatımız beşerin rehberi ve gıda-yı ruhanîsidir." (Mu: 158) 594. Ruhanîsinde 595. “Demek, insanın seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır." (Ms: 210) 596. “Binaenaleyh insan için kendi âlem-i manevîsi ve seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır." (BMs: 424) 597. Ruhanîsine 598. “bâtın-ı kalbe ilişip imanı zedeler ve imanın tercümanı olan lisanın zevk-i ruhanîsine ilişip zikirden nefretkârane uzaklaştırarak susturuyorlar." (L: 9) 599. Ruhanîsini 600. “Kalben ve ruhen terakki ve teâli ederek, indallah makbul ve memduh bir hale gelmiş ve velayet derecesini ihraz ve iktisab etmiş olan sadık ve sâfi talebelerinden, uğradığın her memleketin kabristanına rahmetli ve mağfiretli birer şehid yatırmak ve başlarına bekçi dikmekle, Risale-i Nur’un zevk-i ruhanîsini onlara da tattırarak, ehl-i kuburun mezar ve merkadlerini pür-nur ve ruhlarını mesrur eyledin." (Ko: 94) 601. Ruhanîsiz Ruh / 72 602. “Hem hiç mümkün müdür ki: Bir Sâni’-i Hakîm, kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ve enva’-ı ihsanatıyla zîhayatları mesrur ve memnun etmekle minnetdarlıklarını ve şükürlerini rububiyetine mühim bir medar yapmak için koca kâinatı enva’ıyla, erkânıyla, zîhayata müsahhar bir hizmetkâr, bir mesken, bir meşher, bir ziyafetgâh yaptıktan sonra, zîhayatların çeşit çeşit, binlerce enva’larının nüshalarını o derece teksirini istiyor ki; kavak ve karaağaç gibi meyvesizlerin bir kısım yapraklarından her bir yaprağı, bir tabur sineklere yani havada zikreden zîhayatlara hem beşik, hem rahm-ı mader, hem erzaklarının mahzeni yaptığı halde; bu zînetli semavatı ve bu nurani yıldızları sahibsiz, hayatsız, ruhsuz, sekenesiz, boş, hâlî, faydasız yani melaikesiz, ruhanîsiz bıraksın?" (Ş: 39) 603. Ruhanîye 604. “Her gün ihtiyaç gıdaya hissedildiği gibi, her vakit bu gıda-yı ruhanîye ihtiyaç hissedilir." (B: 336) 605. Ruhanîyi 606. “Demek oluyor ki; âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir." (M: 82) 607. “yayılmış olan o intibah-ı ruhanîyi muhataba ihtar edip göstermektir." (İ: 43) 608. “Buna binaen vakta beşer, nazar-ı sathî ile kâinat kaplarında ülfet kapağı altında olan gıda-yı ruhanîyi zevkedemediğinden kabı ve kapağı yalamakla usanmak ve kanaatsızlık ve hârikulâdeye meyil ve hayalâta iştihadan başka netice vermediğinden meyl-i hârikulâde ile ya teceddüd veya tervic için meyl-ül mübalağa tevellüd eder." (Mu: 50) 609. “Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’an denilen musika-i İlahiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kehf-misal olan ülema ve meşayih ve hutebanın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i sadası onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelan ederek, çeşit çeşit sadalarla dünyayı güm güm ile ihtizaza getiren o sadanın tecessüm ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi hükmüne getiren ve her bir tel, bir nev’iyle onu ilân eden o sada-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadaya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının vızvızlarını işitecek midir?" (Mü: 11) 610. Ruhaniyat 611. “Lisan-ı şer’îde o ecnas-ı muhtelifeye, melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir." (S: 176) 612. “Demek bu nihayetsiz ve mütenevvi vezaife ve ibadata, nihayetsiz melaike enva’ı ve ruhaniyat ecnası lâzımdır." (S: 176) 613. “Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim ve Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrayin suretinde yapıp bütün esmasının garaib-i nukuşuyla süslendirip küçük- Ruh / 73 büyük, ulvî-süflî herbir ruha, ona münasib ve o bayramdaki ayrı ayrı hesabsız mehasin ve in’amattan istifade etmeğe muvafık ve havas ile mücehhez bir cesed giydirir, bir vücud-u cismanî verir, bir defa o temaşagâha gönderir." (S: 202) 614. “Şeriatın lisanında, pekçok muhtelif-ül cins olan o sekenelere melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir." (S: 504) 615. “Demek bu nihayetsiz ve çok mütenevvi olan şu vezaif ve ibadete, nihayetsiz melaike enva’ları, ruhaniyat ecnasları lâzımdır ki, şu mescid-i kebir-i âlemi saflarıyla doldurup şenlendirsin." (S: 505) 616. “Evet şu kâinatın herbir cihetinde, herbir dairesinde, ruhaniyat ve melaikelerden birer taife, birer vazife-i ubudiyetle muvazzaf olarak bulunurlar." (S: 505) 617. “Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pekçok ecnas-ı muhtelifeleri vardır." (S: 509) 618. “Mes’ele-i melaike ve ruhaniyat, o mesaildendir ki: Tek bir cüz’ün vücudu ile, bir küllün tahakkuku bilinir." (S: 511) 619. “Yani: "O halde kâinat, envar-ı vücud içinde olarak melaike ve ruhaniyat ve zîşuurlar ile dolu görünür." (M: 289) 620. “Maneviyat ve ruhaniyat âlemlerinin en mütenevvi çekirdekleri yine cismaniyettedir." (Ş: 228) 621. “Ve aynı vakitte tabaka tabaka tâ bütün mevcudatla birden ve tâ zerrat ve esîr ve ruhaniyat ve maneviyatla; tâ vehm ü hayalin ihata edemediği âlemlerle de aynı anda beraberdir." (BMs: 580) 622. “Evet meselâ şu bahçede meyvelerin kemal-i zînetiyle beraber, çiçeklerinin tebessümkârane gülümsemeleri elbette ve elbette ins ü cinne, ruhaniyat ve hayvanata karşı bir Rahman-ı Rahîm’in teveddüdüdür." (BMs: 605) 623. “Risale-i Nur âhize ve nâkile ile mücehhez bir radyo-yu Kur’aniyedir ki; onun tel ve lâmbaları, âyine; tel ve bataryaları hükmündeki satırları, kelimeleri, harfleri öyle intizamkârane ve îcazdarane bastedilmiştir ki; yarın her ilim ve fen adamları ve her meşreb ve meslek sahibleri ilim ve iktidarları mikdarında âlem-i gayb ve âlem-i şehadetten ve ruhaniyat âleminden ve kâinattaki cereyan eden her hâdisattan haberdar olabilir." (E: 97) 624. Ruhaniyata 625. “Öyle de, ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ve o ruhanîler hayal sür’atiyle o meraya-yı nazifede, o menazil-i latifede gezerler." (S: 195) Ruh / 74 626. “Öyle de: Nurani şeylere ve ruhaniyata dahi, hava ve esîr ve âlem-i misalin bazı mevcudatı, âyineler hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde birer vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler ki, o nuraniler ve o ruhanîler, hayal sür’atiyle o meraya-yı nazifede ve o menazil-i latifede gezerler." (S: 609) 627. “İkinci İşaret: $ Bu fıkra işaret eder ki: Herbir şey -cüz’î olsun küllî olsun- vücuddan gittikten sonra (hususan zîhayat olsa) çok hakaik-i gaybiye netice vermekle beraber; âlem-i misalin defterlerinde olan levh-i misalî üstünde, etvar-ı hayatı adedince suretleri bırakıp, o suretlerden, manidar olan ve mukadderat-ı hayatiye denilen sergüzeşt-i hayatiyeleri yazılır ve ruhaniyata bir mütalaagâh olur." (M: 293) 628. “Âlem-i şehadetteki insanlara inşikak-ı Kamer, bir mu’cize-i Ahmediye (A.S.M.) olduğu gibi, mi’rac dahi âlem-i melekûttaki melaike ve ruhaniyata karşı bir mu’cize-i" (M: 469) 629. “Bu kâinatta, vahdaniyet-i İlahiyeyi cinn ve ins ve ruhaniyata karşı kat’î bir surette gösterip isbat eden birinci, Kur’an-ı Azîmüşşan olduğu gibi; bu asırda ikinci, üçüncü derecede kemal-i adaletle ve sadık ve musaddak hüccetlerle vahdaniyeti vâzıh ve bâhir bir surette, kâinat safahatında ins ü cinnin enzarına arzedip isbat eden Risale-i Nur; bütün tabakat-ı beşere hem medrese, hem mekteb, hem kışla, hem hakîm, hem hâkim olarak, en âmî avamdan en ehass-ı havassa kadar ders verip, talim ve terbiye etmesi bizce meşhud olmasıyla, bu âyet-i kerimenin bir mevzuu, bir mâsadakı da Risale-i Nur olmasına şübhesiz bir kanaat veriliyor." (K: 70) 630. Ruhaniyatı 631. “Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıt’alara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt’ayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sagirenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve melaikeleri ve sekene-i semavatı seyre celbedecek bir cazibedarlık görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir." (S: 202) 632. “Aynen öyle de: Sâni’-i Hakîm, cenneti ve dünyayı, semavatı ve zemini, nebatat ve hayvanatı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, küllî ve cüz’î bütün eşyayı; cilve-i esmasıyla eşkalini tahdid ediyor, tanzim ediyor, birer miktar-ı muayyene veriyor." (S: 628) 633. “Hem nasılki hava, bizi yürümekten ta’vik etmediği ve su, bizi zehabdan men’etmediği gibi, cam da ziyanın geçmesine mani olmadığı, hattâ kesif olan şeyler dahi, röntgen şuaının, akıl nurunun, melek ruhunun nüfuzunu köstekleyemediği gibi; demir de hararetin akmasına, elektriğin cereyanına mani olmadığı; ve hiçbir şey, cazibenin sereyanını, ruh ve hâdimlerinin cevelanını ve akıl nurunun ve âlâtının seyeranını ta’vik etmidği gibi, kezalik, şu âlem dahi Ruh / 75 ruhaniyatı deverandan, cinnîleri cevelandan şeytanları cereyandan ve melaikeleri seyerandan men’ ve ta’vik edemez." (BMs: 275) 634. Ruhaniyatın 635. “Melaike ve ruhaniyatın vücudlarına dair "Nokta" namında bir risalemde ve Yirmidokuzuncu Söz’de iki kerre iki dört eder derecesinde bir kat’iyetle isbat edilmiştir." (S: 177) 636. “Biz şu manaları onun hazîn sözlerinden fehmediyoruz, melaike ve ruhaniyatın fehmettikleri gibi..." (S: 355) 637. “Melaike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir, denilebilir." (S: 504) 638. “(Haşiye): Melaike manasını ve ruhaniyatın hakikatını inkâra mecal bulamamışlar, belki fıtratın namuslarından "Kuva-yı Sâriye" diye, "cereyan eden kuvvetler" namını vererek yanlış bir surette tasvir ile bir cihetten tasdikine mecbur kalmışlar." (S: 510) 639. “Ey melaike ve ruhaniyatın kabulünde tereddüd gösteren bîçare adam!" (S: 510) 640. “Hem hiç mümkün müdür, hiç makul mudur, hiç kabil midir ki: Hayat-ı içtimaiye-i beşeriye semasının güneşleri, yıldızları, ayları hükmünde olan enbiya ve evliya, tevatür suretiyle ve icma’-ı manevî kuvveti ile ihbar ettikleri ve şehadet ettikleri melaike ve ruhaniyatın vücudları ve müşahedeleri, bir şübhe kabul etsin, bir şekke medar olsun." (S: 512) 641. “Madem tek bir ruhaniyatın vücudu, bir zamanda tahakkuk etse, şu nev’in umumen tahakkukunu gösteriyor." (S: 512) 642. “Meselâ: Utandıracak bir günahı gizli işleyen bir adam, başkasının ıttılaından çok hicab ettiği zaman, melaike ve ruhaniyatın vücudu ona çok ağır geliyor." (L: 9) 643. “Elbette melaike ve ruhların ve ruhaniyatın vücud ve ubudiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısıyla âhiretin vücuduna dahi delalet ederler." (Ş: 220) 644. “Öyle ise şu vazifeyi görecek nihayetsiz enva’-ı melaike ve ruhaniyatın vücudları lâzımdır." (BMs: 412) 645. “Beşinci Basamak: Ruhaniyatın eşrarı, ahyarını takliden semavat memleketine gitmeye teşebbüs etmeleri îcab eder." (BMs: 413) 646. Ruhaniyattan 647. “Madem duanın bu derece azîm ehemmiyeti ve vüs’ati vardır; hiç mümkün müdür ki: Bin üçyüz elli senede, her vakitte, nev-i beşerden üçyüz milyon, cinn ve ins ve melek ve ruhaniyattan hadd ü hesaba gelmez mübarek zâtlar bil’ittifak Zât-ı Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm hakkında, Ruh / 76 rahmet-i uzma-yı İlahiye ve saadet-i ebediye ve husul-ü maksud için duaları nasıl kabul olmasın?" (M: 300) 648. Ruhaniyattır 649. “Nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sair seyyalât-ı latifeden halk olunan o zîhayat ve o zîruhlara ve o zîşuurlara, Şeriat-ı Garra-yı Muhammediye (Aleyhissalâtü Vesselâm), Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan, "Melaike ve cânn ve ruhaniyattır" der, tesmiye eder." (S: 508) 650. Ruhaniye 651. “Öyle de, sair zîruh ve hayvanatın dahi, kendilerine mahsus vazife-i fıtriye-i Rabbaniyelerinde ve evamir-i Sübhaniyenin itaatlerinde telef olan ve şiddetli meşakkat çeken zîruhların, onlara göre bir çeşit mükâfat-ı ruhaniye ve onların istidadlarına göre bir nevi ücret-i maneviye, o tükenmez hazine-i rahmetinde baîd değil ki bulunmasın." (S: 203) 652. “Kader noktasından bakıldığı vakit; Hazret-i Hüseyin ve akrabasına o facia sebebiyle hasıl olan netaic-i uhreviye ve saltanat-ı ruhaniye ve terakkiyat-ı maneviye o kadar kıymetdardır ki, o facia ile çektikleri zahmet, gayet kolay ve ucuz düşer." (M: 56) 653. “Onlar gösteriyorlar ki: Ulûm-u imaniye, hususan doğrudan doğruya ihtiyaca binaen ve yaralarına devaen Kur’an-ı Hakîm’in esrarından manevî ilâçlar alınsa ve tecrübe edilse; elbette o ulûm-u imaniye ve o edviye-i ruhaniye, ihtiyacını hissedenlere ve ciddî ihlas ile istimal edenlere yeter, kâfi gelir." (M: 358) 654. “Hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi." (M: 435) 655. “Fena ve zeval, mevt ve adem bir perdedir, bir tazelenmektir; ayrı ayrı menzillerde gezmek hükmündedir diye düşünüp, tamamıyla o hirkatli, firkatli, hazîn, elîm, karanlıklı, dehşetli halet-i ruhaniye; sürurlu, neş’eli, lezzetli, nurlu, sevimli, ünsiyetli bir halete inkılab etti." (L: 245) 656. “Hayat-ı insaniye; herbirisi çok tabakalara şamil olarak hayat-ı maddiye, hayat-ı ruhaniye, hayat-ı maneviye, hayat-ı cismaniye gibi nevi’lere ayrılır, inbisat eder." (İ: 178) 657. “Lillahilhamd kalbime bu esas geldi ki: "Bu hizmet-i Kur’aniyede başa ne gelirse gelsin, hattâ her günde birer başım olsa da kesilse, yine o hizmetin kudsiyetindeki lezzet-i ruhaniye mukabil geliyor ve kâfidir" diye kemal-i teslim ile kazaya rıza, kadere teslim ve Cenab-ı Hakk’a tefviz-i umûr düsturunu rehber ittihaz ettim." (B: 338) 658. “Eğer sair teellümat-ı ruhaniye ise; sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır." (K: 8) Ruh / 77 659. “İstanbul’da Dârülhikmet’te bulunduğu zaman, Sünuhat Risalesinde yazdığı gayet acib bir vakıa-i ruhaniye:" (T: 130) 660. Ruhaniyede 661. "$ âyet-i pür-envarının çok envar-ı esrarından bir nurunu, Ramazan-ı Şerif’te bir halet-i ruhaniyede hissettim, hayal-meyal gördüm." (M: 409) 662. “bir nuru, Ramazan-ı Şerifte bir halet-i ruhaniyede, mühim bir seyahat-ı kalbiyede görünmüş ve bir derece bu risalede beyan edilmiştir." (M: 514) 663. "Hem ben şahsımda bilmüşahede ve zevken, belki bin tecrübatım var ki; mesail-i şeriatla sünnet-i seniye düsturları, emraz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emraz-ı içtimaiyede gayet nafi’ birer devadır bildiğimi ve onların yerine başka felsefî ve hikmetli mes’eleler tutamadığını, bilmüşahede kendim" (L: 55) 664. “Ve keza beşerin fıtratının en acibinden birisi de budur ki: Efrad-ı beşeriyenin suret-i cismiyede dereceleri birbirine yakın olduğu halde, fakat derecat-ı maneviye ve ruhaniyede sair hayvanatın hilafına olarak zerre ile şemsin arası kadar birbirinden tefavütü vardır." (BMs: 255) 665. Ruhaniyedir 666. “en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir." (M: 223) 667. Ruhaniyeleri 668. “Hattâ maddiyatta çok ileri giden hükema-yı İşrakiyyunun Meşaiyyun kısmı, melaikenin manasını inkâr etmeyerek "Her bir nev’in bir mahiyet-i mücerrede-i ruhaniyeleri vardır" derler." (S: 509) 669. Ruhaniyenin 670. “İKİNCİ TELVİH: Bu seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür." (M: 444) 671. “âlâm-ı maziyenin tasavvur-u zevali, verdiği lezzet-i ruhaniyenin ünvanıdır." (STİ: 108) 672. Ruhaniyesi 673. “Hem insanın ulviyet-i ruhaniyesi ve beka ve ebediyete olan iştiyakı dahi delildir ki, insan daha önce bu âlemden başka latif bir âlemde halkedilmiş olup buraya muvakkat bir zaman için gönderilmiş." (BMs: 368) 674. Ruhaniyetine Ruh / 78 675. "$ nass-ı celilini hatırlatarak, Allah’ın lütfuna ve Habib-i Ekreminin (A.S.M.) ruhaniyetine, Kur’an-ı Azîmüşşan’ın $ devam ettiğine şübhe kalmayan i’cazına dehalet ve hakikî sabırla bu acılara mukabele ederseniz, inşâallah yakın ve nurlu istikbale mazhar olursunuz, gibi hakikaten pek azîm bir müjde vermiş oldunuz." (B: 88) 676. Ruhaniyetleri 677. “Şah-ı Nakşibend ile İmam-ı Rabbanî’nin ruhaniyetleri Bağdad’a gelip Şah-ı Geylanî’nin ziyaretine giderek rica etmişler ki; "Mevlâna Hâlid senin evlâdındır, kabul et!” (B: 165) 678. Ruhaniyetlerindeki 679. “Ruhaniyetlerindeki celalet ve azamet karşısında avuç içinde sıkılan bir top hamur ne hale girerse, bu bîçare de, öyle oldum." (B: 212) 680. Ruhaniyetlerinden 681. "Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden" (S: 258) 682. Ruhaniyetlerine 683. “Allah’ın inayetine, Peygamberimiz Muhammed Mustafa Sallallahü Teâlâ Aleyhi Vesellem Efendimiz hazretlerinin imdad u ruhaniyetlerine istinad ederek, Allah rızası için hizmete koşan, yekdiğerini manevî ve uhrevî kardeş tanıyan, başta müşfik Üstad, yani Risale-i Nur naşiri ile onun şakirdlerini $$ âyetlerinin sırlarının tezahürü inşâallah karşılayacaktır." (B: 305) 684. Ruhaniyeye 685. “Ehl-i velayet ve tahkik, seyr ü sülûk-u ruhaniyeye ait çok muamelât-ı gaybiye işaratını onlarda bulmuşlar." (M: 390) 686. “Diyorlar ki: "Âlem-i insaniyetin müteselsil hâdisatına sebeb olan Fransız İhtilâl-i Kebirinde, papazlara ve rüesa-yı ruhaniyeye ve onların mezheb-i hâssı olan Katolik mezhebine hücum edildi ve tahrib edildi." (M: 436) 687. “(2) Zulümatlı yerin tüneli ise: Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksadının âhirinde Fatiha’nın sonundaki üç yolun mahiyetine dair gördüğü bir hâdise-yi ruhaniyeye işarettir." (BMs: 16) 688. “(1) Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksadı’nın âhirindeki Fatiha sonunda olan üç yolun beyanında görülen bir seyahat-ı acibe-i ruhaniyeye işarettir." (BMs: 110) Ruh / 79 689. Ruhaniyeyi 690. “elbette biz ihtiyarlar, gençlik iştihasıyla olan muvakkat bir zevk-i maddî yerine, manevî ve daimî ve mühim inayet-i İlahiyeden ve rikkat-i cinsiyeden gelen rahmet ve hürmet ve rahmet ve hürmetten neş’et eden ezvak-ı ruhaniyeyi alıyoruz." (L: 236) 691. “Cennet lezzetinden haber veren bir lezzet-i ruhaniyeyi o dostları ebedî ölümlerden ve çürümelerden kurtulup mesrurane bir nuranî âlemde onu da bekliyorlar vaziyetinde müşahedesiyle aldı." (Ş: 223) 692. “(1) Otuzuncu Söz’ün Birinci Maksadı’nın âhirindeki vakıa-i ruhaniyeyi kasdediyor." (BMs: 157) 693. “O hâdise-i ruhaniyeyi, o zaman ehl-i velayetin bir kısmı müşahede etmiş, bazı da rü’ya ile görmüşler." (B: 165) 694. “Halbuki hazır lezzete meftun kör hissiyat-ı insaniye fâni hazır bir meyveyi, bâki uhrevî bir bahçeye tercih etmek cihetiyle, nefs-i emmare bu halet-i fıtriyeden istifade etmemek için Risale-i Nur şakirdleri ezvak-ı ruhaniyeyi ve keşfiyat-ı maneviyeyi dünyada aramıyorlar." (E: 87) 695. Ruhaniyyun 696. “Ve eşyanın bâtınında dalmış olan İşrakiyyun ve âlem-i gayba nüfuz eden Ruhaniyyun dahi, Kur’anın bu hâsiyetini bulamamışlardır." (Ms: 135) 697. Ruhen 698. “Âdeta sen, manen tecerrüd cihetiyle Küre-i Arz kadar büyüyüp, hava gibi ruhen inbisat edip ve Kamer kadar yükselip, bedir gibi mukabil geldikten sonra bizzât perdesiz onunla görüşüp, bir derece yanaşmak dava edebilirsin." (S: 198) 699. “Hem ruhen gayet ulvî olmalı ki, tâ doğrudan doğruya hitaba mazhar olsun." (S: 568) 700. “İkincisi: Zamanla mukayyed olan cism-i maddî gılafından sıyrılıp, tecerrüdle ruhen yükselip, dün geceki Leyle-i Kadr’i öbür gün Leyle-i Îd ile beraber bugünkü gibi hazır görmektir." (M: 51) 701. “Eğer o adam, medar-ı şeref tanıdığı bütün ecdadını ve medar-ı iftihar bildiği bütün geçmişlerini ve ruhen nokta-i istinad telakki ettiği selef-i sâlihînin cadde-i nuranîlerini terkedip heveskârane, hevaperestane, riyakârane, şöhretperverane, bid’akârane işlerde ve harekâtta bulunsa; manen bütün ehl-i hakikat ve ehl-i imanın nazarında en alçak mevkie düşer." (M: 414) 702. “Heva yerine hüdadır ki; şe’ni, insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür." (M: 474) 703. “Bu ders kendi nefsime has iken, ruhen benimle münasebetdar ve nefsi nefsimden daha hüşyar zâtlara belki medar-ı istifade olur niyetiyle, "Ondördüncü Lem’anın İkinci Makamı" olarak müdakkik kardeşlerimin tasviblerine havale ediyorum." (L: 96) Ruh / 80 704. “Evet ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir." (L: 140) 705. “ONBİRİNCİ NÜKTE: Zât-ı Ahmediyenin Sünnet-i Seniyesinin menbaı; hem akvali, hem ahvali, hem ef’ali olduğunu ve herbirisi hem farz, hem nevafil, hem âdât aksamına inkısam ettiğini ve Kur’anda $ sırrıyla, nev’-i beşer içinde manen ve ruhen olduğu gibi, mizac-ı cismanîsinin cihetiyle dahi en mutedil noktasında ve kuva-yı cismaniye ve nefsiyede nokta-i itidalin vasatında ve kemalinde" (L: 382) 706. “İşte tevhidde cemal ve kemal-i İlahînin kalben görünmesi ve ruhen hissedilmesi içindir ki; bütün evliya ve asfiya, en tatlı zevklerini ve en şirin manevî rızıklarını kelime-i tevhid olan "Lâ ilahe illallah" zikrinde ve tekrarında buluyorlar." (Ş: 9) 707. “hiçbir imkânı, hiçbir ihtimali, hiçbir kabiliyeti var mı ki; o zât, bütün emsali ve dostlarıyla beraber dirilmesin ve şimdi de ruhen diri ve hayy olmasın?" (Ş: 190) 708. “Tahmin ederim, şimdi küre-i arzda Risale-i Nur şakirdlerinden -kalben ve ruhen ve fikrendaha az sıkıntı çeken yoktur." (Ş: 295) 709. “Sâniyen: Şimdi zemin yüzünde ekser beşer; maddî ve manevî kalben, ruhen, fikren musibetlerle giriftardır." (Ş: 313) 710. “(Haşiye): İşte derecata göre bir âmi, bir çekirdek kadar bu kudsî hakikattan hisse alsa, ruhen terakki etmiş bir kâmil insan, bir hurma ağacı kadar hisse alır." (Ş: 619) 711. “Lâkin birinci noktaya istinad ve ikincisinden de istimdad eden adam kalben ve ruhen pekçok zevk ve lezzetleri, ünsiyetleri hisseder ki; hem müteselli, hem vicdanı mutmain olur." (Ş: 756) 712. “Amma manen ve ruhen, aralarında zerre ile şems arasındaki ayrılık kadar bir ayrılık vardır." (Ms: 128) 713. “Kezalik insanın da istidadına bakılırsa, vazife-i fıtriyesinin ubudiyet olduğu anlaşıldığı gibi; ruhanî ulviyetine ve ebediyete olan derece-i iştiyakına da dikkat edilirse, en evvel insan bu âlemden daha latif bir âlemde ruhen yaratılmış da, teçhizat almak üzere muvakkaten bu âleme gönderilmiş olduğu anlaşılır." (Ms: 186) 714. “Ruhen bozulmuş hastalardan başka, kimse ona razı olmaz." (BMs: 112) 715. “Yalnız şu noktayı hissettim ki: O vekayi’de siz cismen değilse de fakat ruhen, Server-i Kâinat Efendimiz Hazretleriyle beraber idiniz tasavvur ediyorum." (B: 40) 716. “Üstadımızın Isparta’da çok talebesi bulunduğundan, ruhen yağmurun gelmesini istiyordu." (B: 167) Ruh / 81 717. “Dokuzuncu İşaret’te ise, bütün ehl-i iman ve bilhassa risale-i envar ile hilkat-ı insaniyenin gaye-i hakikîsini anlamaya çalışan talebeleriniz, ruhen istikbale gittikçe, bu mes’ele pek geniş bir daire olarak, Hazret-i Âdem’den beri bütün Peygamberan-ı İzam hazeratının ehl-i dalalete karşı mağlubiyeti ve feci’ hâdiseler çok düşündürüyor ve kalbi zedeliyordu." (B: 181) 718. “Aslı ve hakikatını ve vüs’atini ve müzeyyenatını temaşa için ruhen çıktım baktım ki, yorgun ve nazarım kesik bir tarzda geriye döndüm." (B: 185) 719. “Her an duanıza muhtaç talebeniz, kendi hesabıma düşünürsem, ruhen bir parça istirahat ediyorum." (B: 221) 720. “Öyle hissediyorum ki, ruhen hiç de uzak değilim." (B: 226) 721. “Sevgili Üstadım, hamdolsun kardeşlerimiz fikren ve ruhen hal-i terakkidedirler." (B: 230) 722. “O zât ruhen size benzediği için, onun istizahına sen de iştirak ettiğini tahayyül ettim." (B: 263) 723. “Benim, o azîm yekûndan hisseme düşen binden bir cüz’ü ruhen hissedilmiş, beni mesrurane heyecana getirmiş idi." (K: 114) 724. “Evet, şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azab çekiyor, perişandır." (K: 123) 725. “iki mektub yazdım ve ruhen çok endişe ediyordum." (K: 237) 726. “Sâniyen: Risale-i Nur’un tezahürü, yalnız tercümanının fikriyle veyahut onun ihtiyac-ı manevî lisanıyla Kur’andan gelmiş, yalnız o tercümanın istidadına bakan feyizler değil; belki o tercümanın muhatabları ve ders-i Kur’anda arkadaşları olan hâlis ve metin ve sadık zâtların o feyizleri ruhen istemeleri ve kabul ve tasdik" (E: 70) 727. "Belki yalnız çok bîçare ve muhtaç ve Kur’an kapısında bir sâil ve muhtaçlara yetiştirmeğe bir vesile olduğum halde, Nur’un muhlis ve hâlis, sıddık ve sadık, safi ve fedakâr şakirdleri, o bîçare şahsiyetim hakkında yüz derece ziyade hüsn-ü zanlarını kırmamak ve hissiyatlarını incitmemek ve Nurlara karşı şevklerine ilişmemek ve Üstad namı verdikleri o bîçare şahsı, onların hatırı için çok aşağı olduğunu göstermemek ve ağır ve elemli tekellüflere ve tasannu’lara mecbur olmamak için ve yirmi sene tecridatın verdiği tevahhuş için, hattâ dostlarla dahi -hizmet-i Nuriye olmazsa- görüşmeyi terkediyorum ve etmeğe ruhen mecbur oluyorum" (E: 200) 728. “Nurların birinci medresesi olan ve ben ruhen çok alâkadar olduğum Barla’nın ehemmiyetli genç şakirdlerinden, aynen Denizli’den bana gelen Ahmed gibi, Mehmed gibi bir Ahmed ve Mehmed buraya geldiler ki; o eski zamanda en ziyade alâkadar olduğum ve bana sekiz sene sadakatla hizmet eden muhacir Hâfız Ahmed, Mustafa Çavuş hesabına; merhum Mustafa Ruh / 82 Çavuş’un mahdumu Ahmed merhum pederi hesabına; ve berber Mehmed ise, kayınpederi merhum Muhacir Hâfız Ahmed bedeline ve Barla’daki Nur şakirdleri namına yanıma geldiler." (E: 229) 729. “Herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri, a’mal-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak hem meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiç bir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben men’ ediliyordum." (Em: 79) 730. “Acaba herkesin hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri a’mal-i sâliha ile onları kazanmak ve müteveccih olmak, hem meşru hem hiçbir cihet-i zararı olmadığı halde ne için böyle ruhen" (Em: 105) 731. “Cismen dirilmemiş, fakat ruhen bâki ve geniş bir heyette yaşayan Medreset-üz Zehra’yı cismanî bir surette bina ediniz, demektir.)" (Em: 111) 732. “Hattâ mükerreren biz de anladık: Musafaha etmek, elini öpmek, kendine tokat vurmak gibi ruhen müteessir oluyor." (Em: 213) 733. “Bu sır için âhir hayatımda kabir kapısında bu netice-i azîmeyi görmek ve beyan etmeye ruhen mecbur oldum." (Em: 222) 734. “Ben bu büyük zâtı, eserlerini ve talebelerini inceden inceye tedkik edip de o nur âleminde hissen, fikren ve ruhen yaşadıktan sonra, büyük ve eski bir Arab şâirinin bir beytiyle, çok derin bir hakikatı ifade ettiğini öğrendim." (T: 6) 735. “İşte bu hikmete mebnidir ki, bir Nur talebesi Risale-i Nur Külliyatı’nı mütalaası ile üniversitenin herhangi bir fakültesine mensub da olsa- hissen, fikren, ruhen, vicdanen ve hayalen tam manasıyla tatmin edilmiş oluyor." (T: 20) 736. “Heva yerine hüdadır ki, şe’ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür." (T: 133) 737. “Çünki bir hanede maddeten ve manen ve ruhen ve kalben ve vazifeten ve fikren ve muaveneten daima beraberiz." (T: 593) 738. “Buraları, Risale-i Nur’un te’lif ve inkişaf merkezleri olduğu için ruhen çok alâkadardır." (T: 676) 739. “Ruhen, hissiyatı kuvvetli; ve âlem, bahusus âlem-i İslâm, bilhassa Risale-i Nur dairesi, vücudu manevîsi hükmünde olduğundan, her iki vücudundaki ızdırab şediddir." (T: 676) 740. “İşte şu nüktedir ki, ya fikren veya ruhen uyanmışlara ağlamağa hahiş vermiştir." (Mü: 67) 741. “Kalben ve ruhen terakki ve teâli ederek, indallah makbul ve memduh bir hale gelmiş ve velayet derecesini ihraz ve iktisab etmiş olan sadık ve sâfi talebelerinden, uğradığın her memleketin kabristanına rahmetli ve mağfiretli birer şehid yatırmak ve başlarına bekçi Ruh / 83 dikmekle, Risale-i Nur’un zevk-i ruhanîsini onlara da tattırarak, ehl-i kuburun mezar ve merkadlerini pür-nur ve ruhlarını mesrur eyledin." (Ko: 94) 742. “Heva yerine hüdadır ki, şe’ni insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür." (STİ: 42) 743. Ruhî 744. “Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’u te’lif ettiği zamanlarda ve hizmet-i Kur’aniye’de istihdam edildiği anlarda; zekâsı, fetaneti, aklı, mantıkı, zihni, hayali, hâfızası, teemmülü, feraseti, seziş ve kavrayışı, sür’at-i intikali ve ruhî, kalbî, vicdanî hasseleri, duyguları ve manevî letaifinin emsalsiz bir tarzda olması, istihdam edildiğine aşikâr bir delildir ki; kendi ihtiyarıyla, keyfiyle değil, inayet-i İlahiye ile Kur’ana hizmetkârlık etmiş bir derecede olduğu, basiretli ehl-i ilim ve ehl-i kalbce musaddak ve müstahsendir." (S: 759) 745. “Demek Kur’andan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesail-i ilmiye değil; belki kalbî, ruhî, hâlî mesail-i imaniyedir ve pek yüksek ve kıymetdar maarif-i İlahiye hükmündedirler." (M: 356) 746. “Dokuzuncusu: Seyr-i sülûk-u kalbî ile ve mücahede-i ruhî ile ve terakkiyat-ı maneviye ile, insan-ı kâmil olmak için çalışmak; yani hakikî mü’min ve tam bir müslüman olmak; yani yalnız sûrî değil, belki hakikat-ı imanı ve hakikat-ı İslâmı kazanmak; yani şu kâinat içinde ve bir cihette kâinat mümessili olarak, doğrudan doğruya kâinatın Hâlık-ı Zülcelaline abd olmak ve muhatab olmak ve dost olmak ve halil olmak ve âyine olmak ve ahsen-i takvimde olduğunu göstermekle, benî-Âdemin melaikeye rüchaniyetini isbat etmek ve şeriatın imanî ve amelî cenahlarıyla makamat-ı âliyede uçmak ve bu dünyada saadet-i ebediyeye bakmak, belki de o saadete girmektir." (M: 457) 747. “BİRİNCİ NÜKTE: Hazret-i Eyyüb Aleyhisselâm’ın zâhirî yara hastalıklarının mukabili bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır." (L: 8) 748. “Biz, o münacat ile -birinci maksadımız- günahlardan gelen manevî ruhî yaralarımızın şifasını niyet etmeliyiz." (L: 12) 749. “İhlası kıran ikinci mani: Hubb-u câhtan gelen şöhretperestlik saikasıyla ve şan ü şeref perdesi altında teveccüh-ü âmmeyi kazanmak, nazar-ı dikkati kendine celbetmekle enaniyeti okşamak ve nefs-i emmareye bir makam vermektir ki, en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi "şirk-i hafî" tabir edilen riyakârlığa, hodfüruşluğa kapı açar, ihlası zedeler." (L: 165) 750. “Birden esarette, Kosturma’daki câmideki intibah-ı ruhî yine başladı." (L: 238) 751. “Bu uzun zamanda ve binler defa tekrarında ne bana usanç geliyordu ve ne de verdiği zevk noksanlaşıyordu ve ne de onlara ihtiyac-ı ruhî zâil" (L: 284) Ruh / 84 752. “Maniin ikincisi, ihlası kıran ve en mühim bir maraz-ı ruhî olup şirk-i hafîye yol açan "teveccüh-ü âmme"den şiddetli kaçmayı ve bu gibi marazlara ehemmiyet verilmemesini ehemmiyetle emreder." (L: 400) 753. “diyerek, bu ahların, ofların altında derinden derine bir vaveylâ-i ruhî hissediyordum." (Ş: 13) 754. “Gafleti dağıtacak bir intibah-ı ruhî" (Ş: 16) 755. “(Haşir akidesinin, pek çok ruhî faidelerinden ve hayatî neticelerinden birtek netice-i câmiayı ihtisar ile beyan ve hayat-ı insaniyeye hususan hayat-ı içtimaiyesine ne derece lüzumlu ve zarurî olduğunu izhar ve bu iman-ı haşrî akidesinin pek çok hüccetlerinden bir tek hüccet-i külliyeyi icmal ile göstermek ve o akide-i haşriye ne derece bedihî ve şübhesiz bulunduğunu ifade etmekten ibaret olarak "İki Nokta"dır.)" (Ş: 182) 756. “ve sükûnete ve istirahat-ı kalbiyeye çok muhtaç o endişeli babalar ve analar, öyle bir vaveylâ-i ruhî ve bir dağdağa-i kalbî hissedeceklerdi ki; bu dünya onlara zulmetli bir zindan ve hayat dahi kasavetli bir azab olurdu." (Ş: 183) 757. “Biz kısacık hayat-ı dünyeviyeye yirmiüç saatı sarfedip, beş farz namaza kâfi gelen bir saati, pek çok uzun olan hayat-ı uhreviyemize sarfetmezsek; ne kadar hilaf-ı akıl bir hata ve o hatanın cezası olarak hem kalbî, hem ruhî sıkıntıları çekmek ve o sıkıntılar yüzünden ahlâkını bozmak ve me’yusane hayatını geçirmek sebebiyle, değil terbiye almak, belki terbiyenin aksine gitmekle ne derece hasaret ederiz, kıyas edilsin." (Ş: 193) 758. “Eğer, bir saati beş farz namaza sarfetsek; o halde hapis ve musibet müddetinin herbir saati, bazan bir gün ibadet ve fâni bir saati bâki saatler hükmüne geçebilmesi ve kalbî ve ruhî me’yusiyet ve sıkıntıların kısmen zeval bulması ve hapse sebebiyet veren hatalara keffareten afvettirmesi ve hapsin hikmeti olan terbiyeyi alması ne derece kârlı bir imtihan, bir ders ve musibet arkadaşlarıyla tesellidarane bir hoş-sohbet olduğu düşünülsün." (Ş: 193) 759. “Yoksa o merhametli muhterem babalar ve fedakâr şefkatli analar, öyle bir vaveylâ-yı ruhî ve bir dağdağa-i kalbî çekeceklerdi ki, dünya onlara me’yusane bir zindan ve hayat işkenceli bir azab olurdu." (Ş: 225) 760. “İmanî hizmetinizde kazandığınız ebedî sevablar ve ruhî ve kalbî faziletler ve sevinçler, şimdiki geçici ve muvakkat gamları ve sıkıntıları hiçe indirir kanaatındayım." (Ş: 296) 761. “Onikinci sahifede: "Risale-i Nur’un şahs-ı manevîsi, asrın içtimaî ve ruhî ve dinî hastalıklarını teşhis etmiş ve müzminleşmiş içtimaî illetleri tedavi edecek şekilde Kur’an-ı Hakîm’in hakikatlarını İlahî bir emirle, bu zamanda yaşayan bütün insanlara arz etmiştir.” (Ş: 444) 762. “Hattâ şekva olmasın, ben bu üçüncü Medrese-i Yusufiyede, birkaç gün zarfında, hiç ömrümde görmediğim maddî ve manevî sıkıntılı, hastalıklı musibetimde, hususan Nur’un hizmetinden Ruh / 85 mahrumiyetimden gelen me’yusiyet ve kalbî ve ruhî sıkıntılar beni ezdiği sırada, inayet-i İlahiye bu mezkûr hakikatı gösterdi." (Ş: 478) 763. “Ruhî ve vicdanî hazzımla başbaşa kaldım." (Ş: 496) 764. “Eûzü billahi mineşşeytani vessiyase" yani, "Şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım" düsturuyla kendi ruhî âlemime daldım." (Ş: 496) 765. “Altıncı Nokta: Nur-u iman, dünya ve âhiret âlemlerini çeşit çeşit nimetlere mazhar iki sofra ile tasvir eder ki; mü’min olan kimse iman eli ile ve zâhirî, bâtınî duyguları ile ve manevî, ruhî" (Ş: 757) 766. “Acaba böyle ruhî, kalbî, vicdanî bir inkılab hiçbir kanuna tatbik edilebilir mi?" (İ: 110) 767. “Fakat kadın ile ruhî imtizacı (geçimi) ikmal eden, kalbî ünsiyet ve ülfeti itmam eden, sûrî ve zâhirî olan arkadaşlığı samimîleştiren; kadının iffetiyle, ahlâk-ı seyyieden temiz ve pâk bulunması ve çirkin ârızalardan hâlî olmasıdır." (İ: 145) 768. “Amma kâfirlerin medeniyeti içinde görülen bazı insanî güzellikler ve ruhî yücelikler ise, yine İslâm medeniyetinin sızıntılarındandır." (BMs: 180) 769. “İşte insan dahi, suret-i cismaniyesi dairesinden nüzul ede ede; manevî, ruhî ve berzahî olan dairelerin tabakatında dolaşarak, tâ mülk cihetiyle dairelerin en darı ve melekût cihetiyle en genişi olan" (BMs: 280) 770. “Nasıl zâhirî şaşaasıyla beraber hiç bir kemal-i ilmî ve bir zevk-i ruhî vermedikleri gibi, ne bir gaye-i insaniyet ve ne de dinî bir fayda vermiyorlar." (BMs: 485) 771. “Barla Lâhikaları: Risale-i Nur’un Barla’da te’lif edildiği ve kalemle istinsah edilerek neşre başlandığından Eskişehir hapsi zamanına kadar olan devrede Nur’un ilk müştak talebelerinin, Nurların hemen te’lifi zamanında, ilk okuyup yazdıklarında duydukları samimî hissiyat, kalbî ve ruhî istifade ve istifazalarını dile getiren fıkralarını ve Hazret-i Üstad’ın da bazı mektublarını ihtiva etmektedir." (B: 5) 772. “Ruhî ve manevî gıdamı almağa ve bulabildiğim böyle bir muhatabı da hissedar etmeğe çalışıyorum." (B: 36) 773. “kaydını sağlamlaştırmakla beraber, ruhî, kalbî, ebedî, lâyemut bir birlik temin etmektedir." (B: 49) 774. “Senin hararetli mektubunun gösterdiği intibah-ı ruhî şayan-ı tebriktir." (B: 66) 775. “Hadsiz bir zevk-i manevî ve nihayetsiz bir hazz-ı ruhî ile okuyorum." (B: 131) Ruh / 86 776. “Sâlisen: Mabeynimizde münasebet manevî, ruhî, hakikî olduğu için zaman ve mekân müdahale etmez." (B: 281) 777. “Eğer aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalalete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir." (K: 75) 778. “Barla Lâhikaları: Risale-i Nur’un Barla’da te’lif edildiği ve kalemle istinsah edilerek neşre başlandığından Eskişehir hapsi zamanına kadar olan devrede Nur’un ilk müştak talebelerinin, Nurların hemen te’lifi zamanında, ilk okuyup yazdıklarında duydukları samimî hissiyat, kalbî ve ruhî istifade ve istifazalarını dile getiren fıkralarını ve Hazret-i Üstad’ın da bazı mektublarını ihtiva etmektedir." (E: 5) 779. “Hubb-u câh ve nazarı kendine celbetmek, ruhî bir marazdır." (E: 15) 780. “Birincisi: Risale-i Nur’da beyan edilen hadîs-i şerifteki $ sırrıyla, ihtiyar kadınların Risale-i Nur cihetinde hârika istifadeleri ve zevk-i ruhanîleri merhume validemin merhametkârane hususî şefkatinden gelen lezzete mukabil küllî ve umumî bir surette binler valideleri rahmet-i İlahiye bana ihsan ettiği gibi, üç merhume hemşirelerimin şefkatkârane, kardeşane sevinç ve sürurlarına bedel, yüzbinler genç hanımları bana hemşire nev’inde Risale-i Nur cihetiyle verip duaları ile ve Nurlarla alâkadarlıkları ile hemşirelerim yüzünden kaybettiğim üç faide yerine binler faide-i manevî ve sürur-u ruhî ihsan etmiş." (Em: 212) 781. “Arabî tarih ile bin üçyüz otuzdokuzda (1339) müdhiş bir buhran-ı ruhî ve dehşetli bir heyecan-ı kalbî ve dağdağalı bir" (St: 157) 782. “Herhangi bir iklimde zuhur eden bir ıslahatçının mahiyet ve hakikatını, sadakat ve samimiyetini gösteren en gerçek miyar, davasını ilâna başladığı ilk günlerle, muzaffer olduğu son günler arasında ferdî ve içtimaî, uzvî ve ruhî hayatında vücuda gelen değişiklik farklarıdır, derler." (T: 7) 783. “Bu kudsî ve ruhî rabıta -biiznillah-i teâlâ- dünyalar durdukça duracak ve nurdan bir sel halinde ebediyetlere kadar akıp gidecektir." (T: 12) 784. “Masivadan tam manasıyla istiğna ederek, uzvî ve ruhî bütün varlığı ile Rabb-ül Âlemîn’in bitmez ve tükenmez hazinesine dayanmayı, müddet-i hayatında bir itiyad değil, âdeta bir mezheb, meşreb ve meslek olarak kabul etmiştir." (T: 13) 785. “Nihayet öyle eserler vücuda geliyor ki; bu asır ve gelecek asırların bütün insanlarının imanî, İslâmî, fikrî, ruhî, kalbî, aklî ihtiyaçlarına tam cevab verecek ve kâfi gelecek Kur’anî hakikatlar ihsan ediliyor." (T: 161) 786. “Gayet ehemmiyetli ve hakikatlı olduğu kadar gayet güzel olan ve Risale-i Nur’un "Lâhika Mektubları" ismini alan bu mektublar, Nur talebelerinin ruhî birçok ihtiyaçlarını tatmin etmiştir." (T: 282) Ruh / 87 787. “Bediüzzaman Said Nursî, Nur Talebelerinin menfî propagandalara aldanmamaları ve hem de Nur Talebelerinin, sevgili Üstadlarıyla görüşmek iştiyakı şiddetli olduğundan bu ruhî ihtiyacı tatmin için, sair zamanlarda olduğu gibi, Denizli hapsinde de yazdığı mektublardan bir kısmını buraya dercediyoruz." (T: 421) 788. “Hangimiz yaprakları arasında fikrî ve ruhî seyahatlere kalktığımız kitablarımızın, ansızın mukaddes bilinen meskenimize tecavüz edilerek, odamızda baskına uğrayarak ellerimizden kapılıp gasbedilmesine tahammül edebiliriz?" (T: 640) 789. “Pek mübarek kalbî, ruhî, sırrî dostum!" (T: 645) 790. “Risale-i Nur, dikkatle okuyan kimseye öyle bir fikrî, ruhî, kalbî intibah ve uyanıklık veriyor ki; bütün böyle aldatmalar, bizi Risale-i Nur’a şiddetle sevk ve teşvik ve o dessas münafıkların maksadlarının tam aksine olarak bir tesir ve bir netice hasıl ediyor." (T: 691) 791. “Sen en sadık ve en mâhir doktorların bile hâlâ teşhis ve tedavi edemedikleri en mühim kalb ve kafa ve ruh hastalıklarını, nurunla müşahede ve muayene edip ve en lüzumlu şifa ve devayı bulup, ruhî ve manevî derdlere, düşmüşlere sunuyor, akıl ve idrak gözlerini açıyor." (Ko: 91) 792. “Allah için bir çalışma olan Risale-i Nur faaliyetlerinde, İlahî bir aşk u şevkle, kalbî ve ruhî bir sevgiyle gece uykularını dahi feda edenler olmaktadır." (G: 225) 793. “Kur’an-ı Hakîm’in hakikî ve berrak ve parlak bir tefsiri olan Risale-i Nur’da aradığınız imanî ve İslâmî, aklî ve fikrî, kalbî ve ruhî birçok ihtiyaçlarınızın tatmin edildiğini göreceksiniz." (G: 231) 794. “Uyuşuk ve tenbelleri cevval yapıyor; ruhî bir cevelan insanın iç âleminde hükümferma oluyor." (G: 237) 795. Ruhîde 796. “Fakat inşâallah sadakatta ve muhabbette ve irtibat-ı ruhîde kardeşlerime yetişmeye çalışacağım." (B: 214) 797. Ruhînin 798. “Aynı otuz sene evvel İstanbul’da beni Yuşa Dağı’na çıkarıp İstanbul’un, Dâr-ül Hikmet’in cazibedar hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp hattâ İstanbul’da bulunan Nur’un birinci şakirdi ve kahramanı olan merhum Abdurrahman’ı dahi zarurî hizmetimi görmek için de yanıma almağa müsaade etmeyen ve Yeni Said mahiyetini gösteren acib inkılabat-ı ruhînin bir misli, şimdi mukaddematı bende başlamış." (Ş: 529) 799. Ruhîye Ruh / 88 800. “İşte bu istidada binaen hayat-ı kalbî ve ruhîye medar olan marifet-i İlahiye ve muhabbet-i Rabbaniye ve ubudiyet-i Sübhaniye ve marziyat-ı Rahmaniye cihetiyle bu dünyadaki fâni ömür, bâki bir ömrü tazammun eder ve ebedî ve bâki bir ömrü intac eder ve bâki ve lâyemut bir ömür hükmüne geçer." (L: 16) 801. Ruhîyi 802. “Bu hikmete binaen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez." (S: 736) 803. “Dâr-ül Hikmet’te bulunduğu zamanlarda geçirdiği bir inkılab-ı ruhîyi, bilâhare neşrettiği bir eserinde şöyle beyan ediyor:" (T: 136) 804. Ruhi 805. “Hâdisenin vukuundan evvel, Risale-i Nur şakirdlerinin herbiri bir cesedin azaları gibi, bir cihette o cesede gelen müessir bir arızayı bütün azanın hissetmesi nev’inden; bu hâdiseyi Risale-i Nur’un dört şakirdi, vukuundan bir-iki gün evvel şöyle gördüler: Üçü, yani Mehmed Zühdü, Halil Ruhi, Mehmed Niyazi, Risale-i Nur naşirlerinin üstadını vefat etmiş görüyorlar ki, vefat ise tabirce Risale-i Nur’un ta’tilini haber veriyor." (St: 26) 806. “Yolda, Bediüzzaman ve talebelerine yakın bir alâka duyan Müfreze Kumandanı Ruhi Bey, kelepçeleri çözdürüyor." (T: 215) 807. Ruhiyatçı 808. "(içtimaiyatçı) ve bir psikolog (ruhiyatçı) ve bir pedagog (terbiyeci)dur, hem daima hakikat terennüm etmiş ve eden, yüksek ve emsalsiz ve dâhî bir müellif ve edibdir." (S: 763) 809. Ruhiye 810. “Her ferddeki hakikat-ı ruhiye, yüzbinler suret değiştirse, izn-i Rabbanî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek." (S: 518) 811. “Diğer kısmı, terakkiyat-ı ruhiye ve fikriyenin derecatına göre görünür." (S: 614) 812. “İşte bu halet-i ruhiye ile, yalnız hakaik-i imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nur’un doğru ve hak olduğuna latif bir münasebet söyleyeceğim." (M: 465) 813. “İşte onüç sene (Haşiye) evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Said’in gülmeleri, Yeni Said’in ağlamalarına inkılab edeceği hengâmda; gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münacat ve niyaz Arabî yazılmıştır." (L: 129) 814. “Hastalık, hazır bir elemi sana vermekle beraber; evvelki hastalığından bugüne kadar o hastalığın zevalindeki bir lezzet-i maneviye ve sevabındaki bir lezzet-i ruhiye veriyor." (L: 211) Ruh / 89 815. “Birbiri içinde beni ihata eden dört-beş ihtiyarlık karanlıkları içinde, Ankara’da en kara bir halet-i ruhiye hissettiğimden, (Haşiye) bir nur, bir teselli, bir rica aradım." (L: 228) 816. “(Haşiye): O zaman bu halet-i ruhiye Farisî bir münacat suretinde kalbe geldi, yazdım." (L: 228) 817. “SEKİZİNCİ RİCA: İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kıllar saçıma düştüğü bir zamanda, gençliğin derin uykusunu daha ziyade kalınlaştıran Harb-i Umumî’nin dağdağaları ve esaretimin keşmekeşlikleri ve sonra İstanbul’a geldiğim vakit; ehemmiyetli bir şan ü şeref vaziyeti, hattâ Halifeden, Şeyhülislâmdan, Başkumandandan tut, tâ medrese talebelerine kadar haddimden çok ziyade bir hüsn-ü teveccüh ve iltifat gösterdikleri cihetle, gençlik sarhoşluğu ve o vaziyetin verdiği halet-i ruhiye, o uykuyu o derece kalınlaştırmıştı ki; âdeta dünyayı daimî, kendimi de lâyemutane dünyaya yapışmış bir vaziyet-i acibede görüyordum." (L: 231) 818. “Ezcümle: Fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu." (L: 239) 819. “Ve bu müşevveş şerait içinde vahdetinizi muhafaza eden halet-i ruhiye, dünkü davamı isbat ediyor." (Ş: 317) 820. “Amma ihtar-ı manevînin kısa bir işareti şudur: Bana yirmibeş sene siyaseti ve gazeteleri ve sair çok fâni şeyleri terkettiren ve onlarla meşguliyeti men’eden gayet kuvvetli bir vazife-i uhreviye ve tesirli bir halet-i ruhiye benim bu mes’elenin teferruatıyla iştigal etmeme kat’iyen mani oluyorlar." (Ş: 492) 821. “İki-üç defadır ehemmiyetli bir halet-i ruhiye bana ârız oluyor." (Ş: 529) 822. “İşte bu halet-i ruhiye ile, yalnız hakaik-i imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nur’un doğru ve hak olduğuna latif bir münasebet söyleyeceğim." (Ş: 747) 823. “Bu ise ızdırabat-ı ruhiye ve teşevvüşat-ı akliyeye sebeb olur." (Ms: 92) 824. “Eğer insanlarda olduğu gibi o meyvelerde de vahdet-i ruhiye olmuş olsa idi, geçmiş ve gelen yeni meyveler birbirinin aynı olmaz mıydı?" (Ms: 108) 825. “İşte on üç sene (1) evvel, dağdağalı bir fırtına-i ruhiye neticesinde, Eski Said’in gülmeleri, Yeni Said’in ağlamalarına inkılab edeceği hengamda; gençliğin gaflet uykusundan ihtiyarlık sabahıyla uyandığım bir anda, şu münacat ve niyaz, Arabî yazılmıştır." (BMs: 336) 826. “hazır olduğumu, utanarak baştan ayağa kadar beni istilâ eden bu sürurun verdiği halet-i ruhiye üzerine arzediyor ve ayrıca diyorum ki: Sevgili Üstadıma istenilen şekilde kendi elimle yazılmış bir Kur’an-ı Kerim’i yazıp takdim etmeyi çok arzu ediyorum." (B: 77) 827. “Merhum Abdurrahman’ın vefatı zamanında bilmediğim halde, o münasebet-i ruhiye cihetiyle fazla bir sarsıntıyı Ramazan-ı Şerifte hissettim." (B: 249) Ruh / 90 828. “Evet haricî siyaset memurları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili; basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla, onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki; ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir." (K: 38) 829. “Te’lifinden otuzdört sene sonra, Münazarat namındaki esere baktım, gördüm ki: Eski Said’in o zamandaki inkılabdan ve o muhitten ve tesirat-ı hariciyeden neş’et eden bir halet-i ruhiye ile yazdığı bu gibi eserlerinde hatiat var." (K: 78) 830. “Şimdi hassaten birkaç sene zarfında anlaşıldı ki, Risale-i Nur’un dehşetli bir mücahedesinde, tama’ ve mal yüzünden mağlub olmamak ve itiraz gelmemek için o halet-i ruhiye bize ihsan edilmişti." (E: 55) 831. “Şimdi hem manevî ihtarla, hem mezkûr hiss-i kablelvuku’ ile, hem meydandaki Risale-i Nur’un galebe ve serbestiyeti ile tahakkuk etti ki: Risale-i Nur’daki hakikat-ı ihlas, rıza-yı İlahîden başka hiçbir şeye âlet ve tâbi’ olamaz ve Kur’andan başka hiçbir nokta-i istinadı olmadığını isbat etmek için o acib halet-i ruhiye verilmiş." (E: 56) 832. “Biri de şalvarımı delip iki ayağımın arasından geçip o tehlikeli vaziyette sipere oturmaya tenezzül etmemek bir halet-i ruhiye taşıdığımdan, arkadan Kumandan Kel Ali, Vali Memduh Bey işittiler." (Em: 13) 833. “Fakat nübüvvet hakikatı, velayetten ne derece yüksek ise, ispirtizma vasıtasıyla veyahut terakkiyat-ı ruhiye cihetiyle mazhar olunan sohbet ve muhabere dahi, hiçbir cihette hakikî Peygamberle muhabereye yetişemeyeceğinden yeni ahkâm-ı şer’iyeye medar-ı ahkâm olamaz." (Em: 156) 834. “Fakat bu hastalık ve fikir, gayet zevkli ve cazibedar bir halet-i ruhiye verdiği için pekçok zararları ve tehlikeleriyle beraber, zevk hatırı için her millet cüz’î-küllî bu fikre iştiyak gösteriyorlar." (Em: 163) 835. “İşte bu halet-i ruhiye ile, yalnız hakaik-i imaniyenin tercümanı olan Risale-i Nur’un, Kur’anın malı olarak meziyetlerini izhar ediyorum." (T: 26) 836. “O esnada bir halet-i ruhiye, tahsilde bulunan büyük biraderi Molla Abdullah’ın, ilimden ne derece feyizyab olduğunu tedkike sevketti." (T: 30) 837. “halet-i ruhiye içinde kalarak büyük bir iştiyak ve şiddetli bir ihtiyaç hissederek mütalaa ediyor." (T: 161) Ruh / 91 838. “İşte bu halet-i ruhiye ve ahval-i kudsiye Üstad’ın hayatının her safhasında müşahede edildiği gibi, Emirdağı’nda geçirdiği hayatı da hep bu mezkûr mana ile doludur." (T: 458) 839. “Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelanına hücum gibi bir halet-i ruhiye hasıl olur." (H: 77) 840. Ruhiyece 841. “Meselâ balık ile kuş, kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar." (Ms: 128) 842. “Evet hayvanatın ferdleri, suret-i cismiyede birbirinden mütefavit oldukları halde, (balık ve kuşların nevileri gibi) fakat kıymet-i ruhiyece birbirine pek yakındırlar." (BMs: 255) 843. Ruhiyede 844. “İşte en küçük zîhayatta hayat böyle tesirini gösterse, elbette hayat tabaka-i insaniye olan en yüksek mertebeye çıktıkça, öyle bir inbisat ve inkişaf ve tenevvür eder ki; hayatın ziyası olan şuur ile, akıl ile bir insan kendi hanesindeki odalarda gezdiği gibi, o zîhayat kendi aklı ile avalim-i ulviyede ve ruhiyede ve cismaniyede gezer." (S: 506) 845. “Hem o seyahat-ı ruhiyede çok tazyikat altında gayet ağır yükler yüklenmiş bir vaziyette kendimi gördüğüm zamanda, Sünnet-i Seniyenin o vaziyete temas eden mes’elelerine ittiba ettikçe, benim bütün ağırlıklarımı alıyor gibi bir hiffet buluyordum." (L: 50) 846. “Oniki sene evvel (*) inayet-i Rabbaniye ile, marifet-i İlahiyede bir hareket-i fikriye ve bir seyahat-ı kalbiye ve bir inkişafat-ı ruhiyede tezahür eden bazı lemaat-ı tevhidiyeyi Arabî olarak Notalar suretinde Zühre, Şu’le, Habbe, Şemme, Zerre, Katre gibi risalelerde kaydetmiştim." (L: 113) 847. “O zaman, o seyahat-ı ruhiyede, mehasin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka olan malayani ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı manevîsine karşı demiştim:" (L: 115) 848. “O zaman, o seyahat-ı ruhiyede, mehasin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka olan malayani ve muzır felsefeyi ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa’nın şahs-ı manevîsine karşı demiştim: Bil ey İkinci Avrupa!" (BMs: 316) 849. Ruhiyedeki 850. “harekât-ı fikriyesi namazdan sonra otuzüç "Sübhanallah" ve otuzüç "Elhamdülillah" ve otuzüç "Allahü Ekber"deki meratibe göre doksandokuz mücahedat-ı fikriye ve makamat-ı ruhiyedeki tezahürat ve doksandokuz esma-yı hüsna cilvesine mazhariyet sırlarını, hayal-meyal bir surette uzaktan uzağa hissedilmesindendir ki, bu otuzüç mübarek adedi ihtiyarım olmayarak çok harekât-ı ilmiyemde ve neşriyede hükmediyor." (B: 350) Ruh / 92 851. Ruhiyeden 852. “DÖRDÜNCÜ NÜKTE: Bir zaman rabıta-i mevtten ve $ kaziyesindeki tasdikten ve âlemin zeval ve fenasından gelen bir halet-i ruhiyeden kendimi acib bir âlemde gördüm." (L: 51) 853. Ruhiyedendir 854. “İşte bu halet-i ruhiyedendir ki, sebeb-i tevazu ve terahhum olan havastaki meziyet, tekebbür ve gurura sebeb olmuştur." (STİ: 102) 855. Ruhiyedir 856. “Bu mezkûr hakikatın inkişafında bana yardım eden garib bir halet-i ruhiyedir:" (Ş: 94) 857. Ruhiyeleri 858. “Eğer insan gibi onların da bir vahdet-i ruhiyeleri olsa idi, bunlar onlar olurdu." (BMs: 220) 859. Ruhiyelerine 860. “Çünki Kur’anın hitabına muhatab olan milletlerin, insanların ahval-i ruhiyelerine ve maddiyatlarına, câmi’ bulunduğu ince fenlere, ilimlere bir ferd vâkıf ve sahib-i ihtisas olamaz ki, ona göre bir tefsir yapabilsin." (İ: 8) 861. “Risale-i Nur’un yolu, mesleği; bu zamandaki hayat şartlarına, insanların ahval-i ruhiyelerine göre en selâmetli, en kısa ve umumî bir cadde-i Kur’andır." (T: 28) 862. Ruhiyem 863. “Aziz, fedakâr, sıddık, vefadar kardeşlerim Hoca Sabri (R.H.) ve Hâfız Ali (R.H.); "Mugayyebat-ı Hamse"ye dair Sure-i Lokman’ın âhirindeki âyetin hakkında mühim sualinize gayet mühim bir cevab isterken, maatteessüf şimdiki halet-i ruhiyem ve ahval-i maddiyem o cevaba müsaid değildir." (L: 110) 864. “Benim dar vaktim ve inzivadan gelen halet-i ruhiyem bıraksa, o fedakâr dostlara tam sohbet etmeğe hizmet-i Nuriye müsaade etmezdi." (Ş: 485) 865. Ruhiyemde 866. “Bu Lem’a da, Beşinci Lem’a gibi, nefsimde hissettiğim ve harekât-ı ruhiyemde zikir ve tefekkürle müşahede ettiğim mertebeler olduğundan, ilim ve hakikattan ziyade zevk ve hale medar olmak cihetiyle, hakikat lem’aları içinde değil, belki âhirlerinde yazılması münasib görüldü." (L: 27) 867. Ruhiyeme Ruh / 93 868. “Şu en mühim tavsiyesi, benim istidadıma ve ahval-i ruhiyeme muvafık gelmedi." (M: 356) 869. “Benim için gayet fıtrî ve dertlerime alâkadar ve tefekkürat-ı ruhiyeme" (Ş: 749) 870. “Elhasıl: Benim ile temas eden bütün dostlarım bilirler ki; siyasete değil karışmak, değil teşebbüs, belki düşünmesi dahi esas maksadıma ve ahval-i ruhiyeme ve hizmet-i kudsiye-i imaniyeme" (T: 221) 871. Ruhiyemi 872. “Eğer ahval-i ruhiyemi anlamak istersen, gelecek şu iki fıkra tercümandır." (B: 317) 873. “Bir hâdise-i ruhiyemi size beyan ediyorum: Çok zaman evvel zâtınız ve sizin mesleğinizdeki hocaların zarurete binaen ruhsata tâbi’ ve azimet-i şer’iyeyi bırakan fikirler, benim fikrime muvafık gelmiyordu." (Em: 10) 874. Ruhiyenin 875. “Hem dalaletin yolunda sâbıkan beyan edildiği gibi esfel-i sâfilîne insanı öyle bir sukut ettiriyor ki; hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları ve o derin zulümat kuyusundan hiçbir terakkiyat-ı beşeriye, hiçbir kemalât-ı fenniye insanı çıkaramadığı halde, Kur’an-ı Hakîm iman ve amel-i sâlih ile o esfel-i sâfilîne sukuttan insanı a’lâ-yı illiyyîne çıkarır ve delail-i kat’iye ile çıkarmasını isbat ediyor ve o derin kuyuyu terakkiyat-ı maneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihazatıyla dolduruyor." (S: 636) 876. “Ve keza ifrat ve tefrit hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intac eden esbabdandır." (İ: 165) 877. “Baharda kanın galeyanından gelen ve gecelerin kısalmasındaki uykusuzluğundan neş’et eden ve müstemi’lerin kalbleri işlere teveccüh etmelerinden tevellüd eden rehavet ve füturdan başka, meyanımızdaki münasebet-i ruhiyenin rabıtasıyla, musibetin eseri olarak bendeki sarsıntının size in’ikası ve sirayet etmesi mümkündür." (B: 249) 878. Ruhiyesi 879. “Kezalik insan hayat-ı ruhiyesi cihetiyle Kur’anda zikredilen bütün nevilere muhtaçtır." (Ms: 127) 880. “Çünki insanın kuvve-i ruhiyesi tahdid edilmemiştir." (Ms: 128) 881. Ruhiyesine 882. “Masum çocukların hastalıklarını, o nazik vücudlara bir idman, bir riyazet ve ileride dünyanın dağdağalarına mukavemet verdirmek için bir şırınga ve bir terbiye-i Rabbaniye gibi, çocuğun hayat-ı dünyeviyesine ait çok hikmetlerle beraber ve hayat-ı ruhiyesine ve tasaffi-i hayatına Ruh / 94 medar olacak büyüklerdeki keffaret-üz zünub yerine, manevî ve ileride veyahud âhirette terakkiyat-ı maneviyesine medar şırıngalar nev’indeki hastalıklardan gelen sevab, peder ve validelerinin defter-i a’maline, bilhassa sırr-ı şefkatle çocuğun sıhhatını kendi sıhhatına tercih eden validesinin sahife-i hasenatına girdiği, ehl-i hakikatça sabittir." (L: 219) 883. Ruhiyesini 884. “İkincisi: Âlem-i İslâmın şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olan mahiyet-i Muhammediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın fevkalâde istidad ve cihazatıyla, âlem-i İslâmiyetin maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün manalarıyla hissedip yapmaktan gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşün; habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) velayeti, sair velayetlerden ne kadar yüksek olduğunu anla!" (L: 327) 885. “İkincisi: Mahiyet-i Muhammediye (A.S.M.) âlem-i İslâmiyetin şecere-i kübrasının menşei, çekirdeği, hayatı, medarı olduğundan, fevkalhad istidad ve cihazatıyla âlem-i İslâmiyetin maneviyatını teşkil eden kudsî kelimatı, tesbihatı, ibadatı en evvel bütün manalarıyla hissedip yapmasından gelen terakkiyat-ı ruhiyesini düşündürüp, habibiyet derecesine çıkan ubudiyet-i Muhammediyenin (A.S.M.) velayeti, sair velayetlerden" (L: 436) 886. “Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse, hayat için dört şeye muhtaç fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakal beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan bu milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse, bilmecburiye mana-yı hilafeti, tamamen kabul ettiğiniz isme ve lafza verecek." (Ms: 101) 887. “Evet altı-yedi seneden beri hoş ve şirin bu manzarayı gören latif ve nazîrsiz bir gül-ü Muhammedîyi (A.S.M.) koklayan ümmet-i Muhammed (A.S.M.) Sure-i Kevser’den "bi-hamdihi ve-l minne" mükâfat-ı ruhiyesini ve dimağiyesini aldı." (B: 136) 888. “Üstadımızı ziyarete gelip de görüşemiyenlerin ve biz görüştürmeden gidenlerin hatırları kırılmamak için Üstadımızın gizli hârika bir ahval-i ruhiyesini beyan etmeye mecbur olduk." (Em: 213) 889. “[Müddeiumumîler hakkında Üstadımızın garib bir halet-i ruhiyesini beyan etmek zamanı geldi.]" (Em: 238) 890. “Eğer şeair-i İslâmiyeyi bizzât imtisal etmek ve ettirmekle mana-yı hilafeti dahi vekaleten deruhde etmezse; hayat için dört şeye muhtaç, fakat an’ane-i müstemirre ile günde lâakall beş defa dine muhtaç olan şu fıtratı bozulmayan ve lehviyat-ı medeniye ile ihtiyacat-ı ruhiyesini unutmayan milletin hacat-ı diniyesini Meclis tatmin etmezse; bilmecburiye mana-yı hilafeti tamamen kabul ettiğiniz isme ve resme ve lafza verecek ve o manayı idame etmek için kuvveti dahi verecek." (T: 142) Ruh / 95 891. “Kemal Paşa itiraz ile, içindeki niyet ve halet-i ruhiyesini ifade ile, Bediüzzaman’ı kendine çekmek ve nüfuzundan istifade etmek ister." (T: 147) 892. Ruhiyeye 893. “Mükemmel ve güzel bir proğram ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delalet eder." (S: 621) 894. “İşte bu halet-i ruhiyeye binaen; insan, eğer her insana ait enva’-ı ihsanat-ı İlahiyeden yalnız bunu düşünse ki: Benim Hâlıkım beni zulümat-ı ebediye olan ademden kurtarıp bu dünyada bir güzel dünyayı bana verdiği gibi, ecelim geldiği zaman beni idam-ı ebedî olan ademden ve mahvdan yine kurtarıp bâki bir âlemde ebedî ve çok şaşaalı bir âlemi bana ihsan ve o âlemin umum enva’-ı lezaiz ve mehasininden istifade edecek ve cevelan edip tenezzüh edecek zâhirî ve bâtınî hassaları, duyguları bana in’am ettiği gibi, çok sevdiğim ve çok alâkadar olduğum bütün akarib ve ahbab ve ebna-yı cinsimi dahi öyle hadsiz ihsanlara mazhar ediyor ve o ihsanlar bir cihette bana ait oluyor." (L: 58) 895. “Ve gayr-ı ilmî tabir ettikleri mahremlere karşı demişler ki: "Bazan cezbeye ve şuurun heyecanına ve ihtilâl-i ruhiyeye kapılmasından, bu eserler ile mes’ul olmamak lâzım geliyor.” (Ş: 343) 896. “İşte o vakit öyle bir halet-i ruhiyeye giriftar oldum ki, dünya başıma yıkılmış gibi oldu." (St: 161) 897. Ruhiyeyi 898. “DÖRDÜNCÜ NÜKTE: $ hakikatının kapısıyla, gayet acib bir âlem-i manevîye ait bir seyahatı ruhiyeyi beyan ediyor." (L: 381) 899. “Sekizincisi: Yirmiiki sene sıkıntılı sebebsiz bir nefiyden sonra tam serbestiyet verildiği halde, binler akraba ve ahbabı bulunan doğduğu memleketine gitmeyerek, gurbeti, kimsesizliği tercih ederek -tâ ki, dünyaya ve hayat-ı içtimaiyeye ve siyasete temas etmesin- ve çok sevablı olan câmideki cemaatın hayrını bırakıp odasında yalnız namazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir halet-i ruhiyeyi taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle ve binler Türk kıymetdar zâtların tasdikiyle, dindar müttaki bir Türk’ü, lâkayd çok Kürdlere tercih eden, hattâ mahkemede Hâfız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan bir Türk kardeşini, yüz Kürd’e değiştirmediğini isbat eden ve hürmet ve ihtiram görmemek için zaruret olmadan halklarla görüşmeyen ve câmiye gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle, bütün âsârıyla İslâmiyetin uhuvvetine ve müslümanların birbirine muhabbetine çalışan ve Türk milleti Kur’anın bayrakdarı ve sena-i Kur’aniyeye mazhar olduğu için, o milleti çok seven ve hayatını onlar içinde geçiren bir adam hakkında, sâbık vali resmî lisan ile ihanet için propaganda yapmak ve dostlarını ürkütmek için: "O Kürddür, siz Türksünüz, o Şafiîdir, siz Hanefîsiniz" deyip herkesi ürkütüp ondan çekindirmeğe çalışması ve yirmi senede ve iki mahkemede, tarz-ı kıyafeti değiştirilmeğe Ruh / 96 mecbur edilmeyen ve şapka yarı askerin başından kalkmasıyla beraber, münzevi bir adamın zorla başına şapka giydirmeğe cebretmeyi hangi maslahat, hangi kanun buna müsaade eder?" (Ş: 375) 900. “Armut piş ağzıma düş" kabilinden her nevi malzeme-i cerrahiye-i ruhiyeyi, hâzık bir operatörle beraber ihsan buyurdu." (B: 179) 901. “Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükür olsun ki: Binler haysiyet ve şerefimi bu vatandaki bîçarelerin istirahatına ve onlardan belaların def’ine feda etmek için bana bir halet-i ruhiyeyi ihsan eylemiş ki; ben de, onların yaptığı ve niyetinde bulundukları tahkirat ve ihanetlere karşı tahammüle karar vermişim." (E: 30) 902. "Hususan yirmibeş seneden beri ihlas ile hakikî hizmet-i imaniye, beni her nevi siyasetten çektiği ve yirmibeş sene zarfında bir gazeteyi okutturmadığı gibi; yirmi sene bu işkenceli esaretimde hayat-ı siyasiyeye bakmamak için hükûmete müdafaat-ı hapsiyeden başka müracaat etmeyen ve vazife-i imaniyeye noksan gelmemek ve ihlas kırılmamak ve siyasete bulaşmamak için on sene bu dehşetli harb-i umumîye bakmayan, baktırmayan bir halet-i ruhiyeyi taşımağa mecburiyetim varken; şimdi dehşetli ejderhalar hakaik-i imaniye cephesinde ehl-i imana gözümüz önünde saldırmalarından ve çokları ısırmalarından, ehl-i imanı kurtarmak mecburiyeti Kur’anın emriyle varken; bu zamanı bırakıp, eski zamana gidip, Ehl-i Beyt’e gelen dehşetli zulümleri temaşa" (E: 209) 903. “İşte bunun içindir ki, herkesin aradığı keşf ü keramatı ve kemalât-ı ruhiyeyi Nur hizmetinin haricinde aramadığımı zaîf damarlarımı tutmağa çalışanlar anladılar." (E: 244) 904. "Ve çok sevablı olan câmideki cemaatın hayrını bırakıp odasında yalnız namazını kılıp oturmasını tercih eden, yani halkın hürmetinden çekinmek olan bir halet-i ruhiyeyi taşıyan ve yirmi sene hayatının şehadetiyle yüzbinler Türk kıymetdar zâtların tasdikiyle, bir dindar, müttaki Türk’ü, lâkayd çok Kürdlere tercih eden, hattâ mahkemede Hâfız Ali gibi kuvvetli imanı bulunan Türk kardeşlerini, yüz Kürd’e değiştirmediğini isbat eden ve hürmet ve ihtiram görmemek için zaruret olmadan halklarla görüşmeyen ve câmiye gitmeyen ve kırk seneden beri bütün kuvvetiyle ve âsârıyla" (E: 281) 905. “Şahsî hastalığımdan daha ziyade elîm bir halet-i ruhiyeyi hissettim." (Em: 189) 906. “Neme lâzım ve nefsî nefsî dediren halet-i ruhiyeyi, bir temsil ile beyan edeceğim:" (STİ: 66) 907. Ruhla 908. “Cesed ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz." (S: 745) 909. “İsrafil-vari melek-i ra’d; baharda nefh-i sur nev’inden yağmura bağırması, yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz’in tecellisi altında kemal-i Ruh / 97 imtisal ile hatasız olarak Fâtır-ı Hakîm’den gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar." (L: 137) 910. “Ruha nisbeten ehemmiyetsiz olan cesed bu derece israftan uzak bulunsa, ne suretle cevher-i ruhla âsârında, emellerinde, efkârında ve maneviyatında israf olur." (İ: 54) 911. “İsrafil-vari melek-i ra’d; baharda nefh-i sur nev’inden yağmura bağırması ve yer altında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcuklar, ism-i Hafîz’in tecellisi altında kemal-i imtisal ile hatasız olarak Fatır-ı Hakîm’den gelen evamir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar." (BMs: 310) 912. Ruhlandırmak 913. “Birincisi: Hiçbir cihetle serseri tesadüfe ve kör kuvvete ve şuursuz tabiata havalesi mümkün olmayan hiçten hakîmane icad ve san’at-perverane ibda’ ve ihtiyarkârane ve alîmane halk ve inşa ve yirmi cihetle ilim ve hikmet ve iradenin cilvesini gösteren ruhlandırmak ve ihya etmek hakikatıdır ki; zîruhlar adedince şahidleri bulunan bir bürhan-ı bâhir olarak, Zât-ı Hayy-ı Kayyum’un vücub-u vücuduna ve sıfât-ı seb’asına ve vahdetine şehadet eder." (Ş: 116) 914. “Meselâ: Çok geniş olan memleket-i Rabbaniyenin her tarafını, hususan melaike ve ruhanîler ile semavatı ve ervah ile âlem-i gaybı şenlendirdiği gibi; maddî âlemi dahi, hususan hava ve arzı, her vakit ve her tarafını zîruhun, hususan kuşların ve kuşçukların vücudlarıyla şenlendirmek ve ruhlandırmak hikmetiyle ihtiyac-ı rızkî ve rızkın zevki pek kuvvetli bir kamçı olarak hayvanları ve insanları rızık peşinde koşturmakla tahrik ederek tenbellikten ve ataletten kurtarıp gezdirmesi, şuunat-ı rububiyetin bir hikmetidir." (Ş: 174) 915. Ruhlar 916. “İşte o zamanda zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih olduğundan, içtimaiyat-ı beşeriyenin sohbetleri, muhavereleri, vukuatları, ahvalleri ona bakıyordu." (S: 481) 917. “İşte göz önünde her vakit gördüğümüz bu hadd ü hesaba gelmeyen yeni yeni hayatlar ve hayatların asılları ve zâtları olan ruhlar, birden ve hiçten vücuda gelmeleri ve gönderilmeleri, bir Zât-ı Vâcib-ül Vücud ve Hayy-ı Kayyum’un vücub-u vücudunu ve sıfât-ı kudsiyesini ve esma-i hüsnasını; lemaatın güneşi gösterdiği gibi gösteriyorlar." (S: 676) 918. “Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile rıza-yı İlahî yolunda, âhirete müteallik işlerde, kardeşleri adedince ruhları olduğundan biri ölse, "Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar; zira o ruhlar her vakit sevabları bana kazandırmakla manevî bir hayatı idame ettiklerinden ben ölmüyorum" diyerek, ölümü gülerek karşılar." (L: 161) Ruh / 98 919. “Ve o ruhlar vasıtasıyla sevab cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum" der, rahatla yatar." (L: 161) 920. “Cennet’in merkez-i kübrası uzakta olmakla beraber, âlem-i misal âyinesi vasıtasıyla her tarafta görünmesi mümkün olduğu gibi, hakkalyakîn derecesindeki imanlar vasıtasıyla, Cennet’in bu âlem-i fânide -temsilde hata olmasın- bir nevi müstemlekeleri ve daireleri bulunabilir ve kalb telefonuyla yüksek ruhlar ile muhabereleri olabilir, hediyeleri gelebilir." (L: 282) 921. “Hem değil yalnız ruhlar, belki bütün zerreler dahi, bir ordu-yu Sübhanî ve emirber neferleri olduğunu kat’î bürhanlarla Otuzuncu Söz isbat etmiş." (Ş: 37) 922. “Sonra $ dediğim vakit, o hududsuz ve hâlî zaman; birden Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm’ın riyaseti altında, zihayat ruhlar ile vahşetzar suretinden, ünsiyetli bir seyrangâh suretine inkılab etti." (Ş: 94) 923. “Ruhlar ve melekler gibi biz dahi cesedimizi yerde bırakıp göklere çıkacağız." (Ş: 638) 924. “Bu itibarla, o zamanlarda bütün fikirler, kalbler, ruhlar marziyat-ı İlahiyeyi bilmek ve öğrenmeğe müteveccih idi." (Ms: 91) 925. “Arzdan da semaya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor." (Ms: 204) 926. “Hem ruhlar, eşyanın hilkat ve icadını, kâinata veya nefislerine veya esbaba vermekten gelen hadsiz istib’ad ve istiğrab ve hayret ve külfet ki, sonra bu da istinkâra incirar edip, sonra müteselsil muhallere yol açmaktan gelen hadsiz ızdırab ve azabdan hasıl olan marazdan kurtulmak ve şifa bulmak için akıl ve ruhlar:" (BMs: 98) 927. “Hem bütün ehl-i şuhud olan ruşen-zamir ve nuranî ruhlar ve münevver kalbler ve ziyalı akıllar sahibi olan bütün enbiya, evliya ve asfiyanın icma’ halinde bütün tahkikat ve keşfiyatları ve füyûzat ve münacatları neticesinde o hakikata ittifakla şehadet etmişlerdir." (BMs: 143) 928. “Kemal ise lizâtihî sevilir, belki ona ruhlar feda edilir." (BMs: 259) 929. “muzahrefatı onu elemlere mübtela etmiş ve kâinatın mevcudatı ona düşman vaziyetini almış ve yetimane bir şefkatin ve matemzar bir merhametin altında beli bükülmüş ruhlar için halaskâr ve melce’ yalnız O’dur." (BMs: 260) 930. “Sâni’-i Hakîmlerinin takdir etmiş olduğu tarzda akıllar ve ruhlar arasında sefir ve elçilik vazifesini yapmak üzere giderler." (BMs: 640) 931. “Sarılsın birbiriyle ruhlar ilâ-yevm-il ceza" (BMs: 646) 932. “Cenab-ı Hak sizi bu memlekete göndermiş, tâ ki dalalete giden ruhlar, senin neşrettiğin Nurlarla kurtulsun." (B: 214) Ruh / 99 933. “Keramet-i Aleviye Risalesi çok cihetlerle keramet olduğu gibi Risale-i Nur şakirdlerini intibaha ve teşvike, sa’y ü gayrete, cesaret ü şecaate sevk ile, hareket ettikleri yolda yalnız olmadıklarını ve karşılarında düşmanın yalnız onların düşmanı olmayıp, belki mazide duran ve bize pek yakından bakan ervah-ı âliyenin de düşmanı olup, o âlî ruhlar önümüzde pişdar, etrafımızda zırh gibi ve muhafız ve muavin olduklarını göstermekle, zaîflere kuvvet, havf edenlere cesaret ve şecaat, kavîlere refik oluyor ve her zaman bu risaleye herkesin ihtiyacını gösteriyor." (B: 280) 934. “Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan, onun hakikatını herkesin ruhu hisseder." (Em: 96) 935. “Zaîflemiş ruhlar için dağlar gibi gıda var" (T: 538) 936. Ruhlara 937. "Fakat işaret olunan celb-i ervah-ı tayyibe ise, medenîlerin yaptığı gibi hezeliyat suretinde bazı oyuncaklara o pek ciddî ve ciddî bir âlemde olan ruhlara hürmetsizlik edip, kendi yerine ve oyuncaklara celbetmek değil, belki ciddî olarak ve ciddî bir maksad için Muhyiddin-i Arabî gibi zâtlar ki, istediği vakit ervah ile görüşen bir kısım ehl-i velayet misillü onlara müncelib olup münasebet peyda etmek ve onların yerine gidip âlemlerine bir derece takarrüb etmekle ruhaniyetlerinden" (S: 258) 938. “Evet Risale-i Nur, kalblere o derece bir aşk ve muhabbet, ruhlara o kadar bir vecd ve heyecan vermiş, akıl ve mantıkları öyle bir tarzda ikna etmiş ve öyle bir itminan-ı kalb hasıl etmiştir ki, milyonlarca Nur talebelerine, kendini defalarca okutmuş, yazdırmış ve bir ömür boyunca mütalaa ettirmiş ve senelerden beri âdeta kendi kendini neşretmiştir." (S: 770) 939. “Şu zamanda ruhlara, akıllara usanç veren çok esbab içinde, bu Sözlerden biri çıkar, birden çok yerlerde kemal-i iştiyakla yazılmaya başlanıyor." (M: 359) 940. “Ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor." (Ş: 134) 941. “Acaba onüç asırda fâsılasız olarak hadsiz ruhlara, akıllara, kalblere, nefislere hak ve hakikat dairesinde hükmeden, terbiye eden, idare eden bu manevî Sultan-ı Zîşan’ın birtek işareti böyle bir hakikatı isbat etmeye kâfi iken, binler tasrihat ile bu hakikat-ı haşriyeyi gösterip isbat ettikten sonra, o hakikatı tanımayan bir echel ahmak için Cehennem azabı lâzım gelmez mi ve ayn-ı adalet olmaz mı?" (Ş: 185) 942. “Aynen öyle de, bir Yâsin-i Şerif okunsa, milyonlar ruhlara hediye edilse, herbirine tam bir Yâsin-i Şerif düşer." (Ş: 685) 943. “Bir kısmı ruhlara kut, fikirlere kuvvet verici hakikatlardır ki, tekerrür ettikçe güneşin ziyası gibi, ruhlara, fikirlere hayat verir." (İ: 30) Ruh / 100 944. “Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zâhiren ve bâtınen beğendirmek şartıyla vicdanlar üzerine hâkimiyetini muhafaza ve ibka etmek, -en büyük hârika olmakla- ancak nübüvvetin hassalarından olabilir." (İ: 109) 945. “Bütün efkâr-ı âmmeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı." (İ: 111) 946. “Ve bütün ruhları ve nefisleri teshir etmiştir ki, kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbi ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır." (Ms: 26) 947. “Ruhlara şifadır." (Ms: 127) 948. “Kâinattan küsmüş, dünya zînetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence odur." (Ms: 130) 949. “Ruhlara kuvvet ve şifadır." (BMs: 253) 950. “İşte bundan dolayıdır ki, bazı feylesoflar, esbaba tesir, tabiat ve tesadüfe icad, haşr-i cismanîyi inkâr ve nefy, ruhlara kıdem ve beka vermeye ve daha bunlara benzer enva’-ı dalaletlere girmeye muztar kalmışlardır." (BMs: 403) 951. “Size yazmıştım ki: Nasıl "Hizb-i Nuriye" Risale-i Nur’un ve Âyet-ül Kübra’nın bir hülâsasıdır; öyle de on dakika zarfında Hizb-i Nuriye’nin bir hülâsası, bu Ramazan-ı Şerif’in feyzinden ve Ramazan’da te’lif edilen ve yeni intişar eden Ramazaniye Risalesi olan Âyet-ül Kübra’nın otuzüç mertebe-i vücub u vücud ve tevhid otuzüç elsine-i külliye ile tezahür ettiği gibi; ruh ve hayal ve kalb o noktadan öyle bir inbisat ve inkişaf etti ki, herbir mertebenin söylediği "Lâ ilahe illâllah" şehadetini dediğim vakit, o küllî lisan benim oluyor gibi azametli bir tevhid hissettiğimden, "Âyet-ül Kübra" güneş gibi iman nurlarını ruhlara telkin edebilir." (E: 69) 952. “Yirmi seneden beri ruhlara yerleşen Risale-i Nur; susmuş bir dilime bedel, binler dilleri söylettirmesini Rahîm-i Zülcelal’den ümidvarım." (T: 235) 953. “Kur’anın iman hakikatları karşısında periler peşinde, ruhanî ve melekler, baba oğul, bay u geda, yâr u ağyar halka-i tedris ve envarında aynı safta dizdize oturup ve hep seni dinleyip ruhlara hüda ve şifa ve süruru hep senden alıyorlar." (Ko: 100) 954. “Risale-i Nurlar âb-ı hayat tereşşuhatını ve şualarını, kararan ruhlara akıtmakla, içerisinde yaşadığımız asırda ve gelecek devirlerde insaniyete "Vazifene!” (Hn: 144) 955. Ruhlarda 956. “İşte Nur Risaleleri’nin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur; başka bir şey değildir." (Em: 80) Ruh / 101 957. “Zira üstad o kıymetli ve bereketli ömrünü, kulaklarda kalacak olan sözlerin tanzim ve tertibi ile değil, bilakis kalblerde, ruhlarda, vicdan ve fikirlerde kudsî bir ideal halinde insanlıkla beraber yaşayacak olan din hissinin, iman şuurunun, ahlâk ve fazilet mefhumunun asırlara, nesillere telkini ile meşgul olan bir dâhîdir." (T: 20) 958. “İnandığı kudsî davaya gösterdiği azm ü sebatla, mü’minlerin kalblerini ihtizaza vererek, ruhlarda İslâmî aşk ve heyecanı uyandırmasıdır." (T: 23) 959. “Kur’an-ı Kerim’in manası bilinmese de, okunduğu ve dinlendiği zaman ruhlarda nasılki manevî ve derunî bir tesir husule gelir." (G: 231) 960. Ruhlardaki 961. “Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşv ü nema bulamazdı." (İ: 164) 962. Ruhlardan 963. “Evet bu temsilât, temiz ve yüksek ruhları, mülevves ve alçak ruhlardan tefrik içindir." (İ: 163) 964. Ruhları 965. “Değil zâhirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor." (S: 237) 966. “Zira bir zâtın bir fende veya bir san’atta mütehassıs olduğu; hülâsalı bir sözle, fezlekeli bir san’atçıkla, o şahısların meharet ve melekelerini gösterdiği gibi, Kur’anda zikrolunan vukuatın hülâsaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukuatı ihata etmiş, görüyor, (tabir caiz ise) bir meharet-i fevkalâde ile ihbar ediyor." (S: 405) 967. “Hem denilebilir: Bir kısım hayatdar ecsam, -bir hadîs-i şerifte "Ehl-i Cennet ruhları, berzah âleminde yeşil kuşların cevflerine girerler ve Cennet’te gezerler" diye işaret ettiği $ tesmiye edilen Cennet kuşlarından tut, tâ sineklere kadar- bir cins ervahın tayyareleridir." (S: 505) 968. “Şu ağacın geçen bahardaki yaprak ve çiçek ve meyvelerinin ruhları olmadığından, şu bahardaki emsalinin, hakikatça aynılarıdır." (S: 552) 969. “Hem madem şu dünyanın pek çok âsârı ve maneviyatı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ı amelleri, sahaif-i ef’alleri, ruhları, cesedleri âhiret pazarına gönderiliyor." (S: 556) 970. “İşte umuma iman lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider." (S: 614) Ruh / 102 971. “Azrail’in bir anda Allah bilir kaç yerde, ruhları kabzediyor." (S: 705) 972. “Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar." (M: 6) 973. “Yoksa ekalliyette kalan veyahut mağlub düşen ehl-i hak, kıyamete kadar bâki kalacak; yalnız, kıyametin kopacağı anında, kıyametin dehşetlerini görmemek için, bir eser-i rahmet olarak, ehli imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır." (M: 58) 974. “Belki ruhları muhtaç ve kalbleri yaralı olanlar, o edviye-i Kur’aniyeyi arayıp buluyorlar." (M: 70) 975. “Bütün ruhları haşr-i azamda ihya edip muhakeme etmek; bir baharda, belki bir bahçede, belki bir ağaçta haşr ü neşrettiği yaprak ve çiçek ve meyveler kadar kolaydır." (M: 249) 976. “Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak -bir derece- görünür; fakat cildden cüda olmuş bir meyve gibi, o mübarek manaların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider.." (M: 396) 977. “Bunlar da za’f u acz ve iktidarsızlık noktasında; merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidadları mes’udane inkişaf edebilir." (M: 421) 978. “Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile rıza-yı İlahî yolunda, âhirete müteallik işlerde, kardeşleri adedince ruhları olduğundan biri ölse, "Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar; zira o ruhlar her vakit sevabları bana kazandırmakla manevî bir hayatı idame ettiklerinden ben ölmüyorum" diyerek, ölümü gülerek karşılar." (L: 161) 979. “elbette bütün hayvanları ve insanları ve hadsiz melekleri ve cinleri ve ruhları, bir sefine-i Rahmanî olan Küre-i Arz gemisine bindirerek; rûy-i zemini, enva’-ı mat’umatla ve bütün duyguların ezvak ve erzakıyla doldurulmuş bir sofra-i Rabbaniye şeklinde onlara açmak ve o muhtaç ve müteşekkir ve minnetdar ve mesrur mahlukatını aktar-ı kâinatta seyahat ettirmekle ve bu dünyada bu kadar ikramlarla onları mesrur etmekle beraber, dâr-ı bekada Cennetlerinden herbirini ziyafet-i daime için birer sofra yapan Zât-ı Hayy-ı Kayyum’a ait olarak o mahlukatın teşekkürlerinden ve minnetdarlıklarından ve mesruriyetlerinden ve sevinçlerinden gelen ve tabirinde âciz olduğumuz ve me’zun olmadığımız şuunat-ı İlahiyeyi, "memnuniyet-i mukaddese" "iftihar-ı kudsî" ve "lezzet-i mukaddese" gibi isimlerle işaret edilen maânî-i rububiyettir ki, bu daimî faaliyeti ve mütemadi hallakıyeti iktiza eder." (L: 349) 980. “Evet sırr-ı vahdetle kâinatın kemalâtı tahakkuk eder ve mevcudatın ulvî vazifeleri anlaşılır ve mahlukatın netice-i hilkatleri takarrur eder ve masnuatın kıymetleri bilinir ve bu âlemdeki makasıd-ı İlahiye vücud bulur ve zîhayat ve zîşuurların hikmet-i hilkatları ve sırr-ı icadları tezahür eder ve bu dehşet-engiz tahavvülât içinde kahharane fırtınaların hiddetli, ekşi sîmaları arkasında rahmetin ve hikmetin güler, güzel yüzleri görünür ve fena ve zevalde kaybolan Ruh / 103 mevcudatın neticeleri ve hüviyetleri ve mahiyetleri ve ruhları ve tesbihatları gibi çok vücudları kendilerine bedel âlem-i şehadette bırakıp, sonra gittikleri bilinir." (Ş: 12) 981. “Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve Hüdhüd-ü Süleymanî (A.S.) ve Neml’i ve Naka-i Sâlih (A.S.) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa; hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve herbir nev’in arasıra istimal için birtek cesedi bulunacağı rivayet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ederler." (Ş: 55) 982. “diyerek, hem o melaikeleri, hem hazır ruhları, hem o vakıayı müşahede eden orada bulunan bir keşf-el kubur velisini güldürdü ve rahmet-i İlahiyeyi tebessüme getirdi; azabdan kurtulduğu gibi, Risale-i Nur’un bir şehid kahramanı olan merhum Hâfız Ali, hapiste Meyve Risalesi’ni kemal-i aşkla yazarken ve okurken vefat edip kabirde melaike-i suale mahkemedeki gibi Meyve hakikatları ile cevab verdiği misillü; ben de ve Risale-i Nur şakirdleri de, o suallere karşı Risale-i Nur’un parlak ve kuvvetli hüccetleriyle istikbalde hakikaten ve şimdi manen cevab verip onları tasdike ve tahsine ve tebrike sevkedecekler inşâallah." (Ş: 259) 983. “Diğer bir tevili şudur ki: Kıyamet kopmasının dehşetini görmemek için, mü’minlerin ruhları bir parça evvel kabzedilir; kıyamet, kâfirlerin başlarında patlar." (Ş: 584) 984. “Evet görüyoruz ki: Güz mevsiminde üçyüzbin nevi zîhayat vefat namıyla terhis edilirken, herbir nevi ve ferdin sahife-i amellerinin kutucukları ve işlediklerinin fihristeleri ve gelen baharda işleyeceklerinin listeleri ve bir cihette bir nevi ruhları olan tohumlarını onların yerlerinde Hafîz-i Zülcelal’in yed-i hikmetine emanet edildiğini ve incirin tohum ve çekirdekleri gibi zerrecik o küçücük tohumları birer ruh-u bâki gibi incir ağacının bütün kavanin-i hayatiyesini taşıyan ve bir kitab kadar kuvve-i hâfızada yazı misillü ağacın tarihçe-i hayatını onda kader kalemiyle yazan, büyük bir kitab hükmüne" (Ş: 601) 985. “İşte bu itibarla bütün ecramın kendilerine göre bir nevi hayat ve ruhları vardır." (Ş: 757) 986. “Dalalet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem olduğundan; Kur’an-ı Kerim o fırkayı aynı o sıfatla zikretmiştir." (İ: 28) 987. “Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri ve Rabbanî aşkları intıba’ ettirmekle kalbleri, ruhları nuranî âlemlere götürür, pek garib misalî levhaları göstermekle, o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder." (İ: 70) 988. “Evet camid kalbleri aşk u şevkle ihya eden, sönmüş olan ruhları şen ve şad eden, şâirlere sermaye olarak şâirane teşbihleri, temsilleri, üslûbları ilham eden; sular ile hadravat ve nebatattır." (İ: 145) 989. “Evet bu temsilât, temiz ve yüksek ruhları, mülevves ve alçak ruhlardan tefrik içindir." (İ: 163) Ruh / 104 990. “Ve bütün ruhları ve nefisleri teshir etmiştir ki, kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbi ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır." (Ms: 26) 991. “Ve keza eşyanın esbaba isnadındaki istib’addan ve istiğrabdan hasıl olan inkârdan neş’et eden dalaletlerden hasıl olan ızdırabat, bütün akılları, ruhları Vâcib-ül Vücud’a firar ve iltica etmeye mecbur eder." (Ms: 58) 992. “Bu da ruhları ve akılları firar ettirmekle Vâcib-ül Vücud’a iltica etmeye mecbur eder." (Ms: 92) 993. “Fakat ruhları olmadığı için aralarında ayniyete yakın öyle bir misliyet vardır ki, ne aynıdır ve ne de gayr keyfiyeti gösterir." (Ms: 108) 994. “Hem bak, bu zâtın saltanatı başka padişahlar gibi yalnız zor ve korku kuvvetiyle olan zâhirî bir saltanat değil, belki bak, akıl ve kalbleri fethedip nefis ve ruhları o derece teshir ediyor ki, mahbub-u kulûb, muallim-i ukûl, mürebbi-i nüfus, sultan-ı ervah olmuş." (BMs: 39) 995. “İşte zaman-ı selefteki cumhur-u mü’minînin bütün zihin, kalb ve ruhları; yer ve gökler rabbisinin marziyatını anlamaya müteveccih olduğu için, her kimin güzel bir istidadı olsaydı, o zamanda cereyan eden bütün ahval ve vukuat ve muhaverelerden kalbi ve fıtratı $ ders alırlardı." (BMs: 181) 996. “Âdeta cesedleri muhtelif, ruhları bir hükmünde hakikî manevî vereselerdir." (B: 21) 997. “Pek hârika bir surette yağan bu yağmur Isparta’nın her tarafını tamamen iska etmiş, nebatata yeniden hayat bahşedilmiş; bağlar, bahçeler başka bir letafet kesbetmiş; ekserisi hemen hemen ziraatla iştigal eden halkın yüzleri -Risale-i Nur’un nâil olduğu inayatından ve bereketinden olan bu yağmurdan istifade ederek- gülmüş, ruhları inbisat etmişti." (B: 167) 998. “Demek ki, Risale-i Nur’un şakirdlerinin ruhları birbiriyle alâkadardır." (B: 171) 999. “Cesedleri müteaddiddir; ruhları müttehid hükmündedir." (B: 171) 1000. “Müslüman ruhları bunlara gıda gibi muhtaçtırlar." (B: 247) 1001. “Hayvanatın ruhları dahi bâkidir, kıyamette yalnız cesedleri fena bulur." (B: 258) 1002. “Evet bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır." (K: 123) 1003. “Hürriyet-i vicdanı esas tutan Hükûmet-i Cumhuriyenin, elbette bu milletin milyarlar ecdadının ruhları bağlandığı bir hakikata ve onun yolunda dünyaya meydan okudukları ve iman-ı tahkikîyi galibane felsefeye karşı isbat eden bir eseri ve hâdimlerini himaye etmek, ehemmiyetli bir vazifesidir." (E: 29) 1004. “Ecdad-ı izamın o büyük ruhları küskün" (E: 118) Ruh / 105 1005. “Mübarek bir kısım zîruhlarda hiss-i kablelvuku’ olduğu gibi, masum çocukların bir hiss-i kablelvuku’ ile Risale-i Nur’un onlara dünyevî, uhrevî bir babalıkla terbiye ve muhafaza etmesini ruhları hissetmiş ki, Nur’un hizmetkârına babalarından ve validelerinden daha şiddetli bir hürmet gösteriyorlar." (Em: 213) 1006. “O zaman: "Bu masumların akılları derketmiyor, fakat ruhları bir hiss-i kablelvuku ile hissediyor ki; Risale-i Nur’la bunlar hem imanlarını kurtaracak; hem vatanlarını, hem kendilerini, hem istikballerini dehşetli tehlikelerden muhafaza edecekleri için bu hakikati kalbleri hissetmiş; ve benim Risale-i Nur’un tercümanı olmam hasebiyle, Risale-i Nur’a ait muhabbet, teşekkürat ve minnetdarlığı bana gösteriyorlar.” (T: 160) 1007. “Evet o nuranî Lâhika mektubları ki; ruhları, kalbleri cezb ve fetheden, akılları teshir eden hakikatlarla doludur." (T: 283) 1008. “Bana olan bu alâka ve teveccühlerinin sebebi ise: Masum ruhları hissediyor ki; Risale-i Nur, onların imdadına gelmiş." (T: 465) 1009. “Doksan yılı dolduran hayatının her günü birer nur hâlesi, birer fazilet ışığı, bir azim ve iman halkası halinde Türk nesillerinin ruhlarına ve dimağlarına girmiş; ve bu nur, senelerle birçok karanlık ruhları aydınlatarak onları doğru, güzel ve ışıklı yollara sevketmiştir." (T: 636) 1010. “Risale-i Nur bütün mizanlarıyla ve riyazî kat’iyetiyle, her türlü hakaikı tam isbat etmesiyle; maddî ilim ve firavunane düşüncelerin neticesi ruhları zifiri karanlıkta olan bu zümrelerin mes’uliyetleri, geçen asırlardaki mütemerrid küfre nisbetle daha katmerli bir surette eşedd bir azaba inkılab edeceği sarahatle tezahür ediyor." (Ni: 167) 1011. “Evet ruhları ağlamak istedi, biri bahane oldu ağladılar." (Mü: 10) 1012. “Büyük bir aşk ve alâka ile kendini dinletip, gönülleri cezbelendiriyor ve ruhları vecde getiriyorsun." (Ko: 90) 1013. Ruhlarım 1014. “Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile rıza-yı İlahî yolunda, âhirete müteallik işlerde, kardeşleri adedince ruhları olduğundan biri ölse, "Diğer ruhlarım sağlam kalsınlar; zira o ruhlar her vakit sevabları bana kazandırmakla manevî bir hayatı idame ettiklerinden ben ölmüyorum" diyerek, ölümü gülerek karşılar." (L: 161) 1015. Ruhlarımız 1016. “İçinde ruhlarımız, eder pervaz u perdaz, olur şehbaz u şehnaz, yelpez namaz u niyaz." (S: 745) Ruh / 106 1017. “Şu bir aydan beri, ruhlarımız ateşe maruz çimen gibi yanık, küskün, solgun bir vaziyette olup; hattâ ekser arkadaşlarla, bu mes’ele hakkında ne hatt-ı hareket takib edeceğimizi mektubla muhabere ve müşavereye başladık." (B: 82) 1018. “ruhlarımız şâd oluyor." (Hn: 135) 1019. Ruhlarımıza 1020. “yani: "Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki gelsin alsın.” (L: 248) 1021. “Cenab-ı Hakk’a hadsiz şükürler olsun, iki aylık iftirak üzüntülerini ve muhaberesizlik ızdırablarını hafifleştiren ve kalblerimize taze hayat bahşeden ve ruhlarımıza yeni, safi bir nesim ihda eden Kur’anın celalli ve izzetli, rahmetli ve şefkatli âyetlerindeki tekraratın mehasinini ta’dad eden, hikmet-i tekrarının lüzum ve ehemmiyetini izah eden ve Risale-i Nur’un bir hârika müdafaası olan Denizli Meyvesinin Onuncu Mes’elesi namını alan "Emirdağı Çiçeği"ni aldık." (Ş: 255) 1022. “Bir ay sonra Burdur’u teşrif ile, bazı yevm sohbet-i irfaniyenizde bulunup ruhlarımıza gıda bahşolundu." (B: 115) 1023. Ruhlarımızı 1024. “Hattâ dünyaca meşhur Arab edibleri "Eğer firak olmasa idi, ölüm ruhlarımızı almak için yol bulup gelemezdi" manasında" (S: 764) 1025. “Bahr-ı Mu’cizat, Fahr-i Kâinat Efendimiz Hazretlerinin şu sisli asırda paslı ruhlarımızı tenvir ve tesrir eden ve saik-ı hayat-ı ebediyeleri bulunan Ondokuzuncu Mektub’un beşinci cüz’ünü alarak, üçüncüsünü iade ettim." (B: 45) 1026. “Bilhassa ruhlarımızı sızlatan, kalblerimizi ağlatan bu hâl-i müessife dolayısıyla, sevgili Üstadımdan bir şifa-yı âcil bekliyordum." (B: 74) 1027. “Ve bu tarafta Üstad-ı Azamımıza en yakın bendeleri olduğum için, şifahen veya tahriren bu babda maruzatta bulunmak emelinde iken, bu dertlere birer iksir, ilâç ve cevab-ı şâfi olan Yirmiyedinci Söz’ü, bir kat daha muvazzah ve oldukça şümullü bir cevab-ı âlîyi bizlere ihsan eden ve kısacık cümlesi nâmütenahî hakaik-i maânîyi câmi’ bulunan, bahr-i muhit-i kebir tabirine mâsadak olan her bir cümle-i Kur’aniye şu kısımda bilhassa Beşinci, Sekizinci ve Dokuzuncu Nüktelerde asrın kuru kafalı, müflis, felsefeci şeytanlarını gemlemiş, iskât etmiş, daha doğrusu bütün bütün ilzam ve ruhlarımızı da tenvir u tesrir ve teselli etmiştir." (B: 82) 1028. “Lillahilhamd Risale-i Nur, âlî beyanatı ile ruhlarımızı teskin ediyor, hakikî dersleriyle kalblerimizi tatmin ediyor." (E: 66) Ruh / 107 1029. “Bu neticeye ve bu zafere ulaşmak, iman nimetinin sonsuz saadetine kavuşmak ve dolayısıyla da Hakk’a yaklaşmak bahtiyarlığını bizlere, Türk milletine ve belki bütün insanlığa bahşeden Risale-i Nur bu muazzam ve korkunç imansızlık savaşının kurtarıcı atomu olmuş, ruhlarımızı tamir, kalblerimizi takviye, gönüllerimizi fetheylemiştir." (T: 707) 1030. “Siz olmasaydınız; biz bu asrın riyakârlıktan ibaret fâni zînetlerini, medeniyet asrının emri diye çoktan kalblerimize yerleştirmiş, ruhlarımızı elmas seviyesinden mülevves kömür mahiyetine düşürmüş olacaktık." (Hn: 149) 1031. Ruhların 1032. “Üçüncüsü: Nurani ruhların aksidir." (S: 194) 1033. “Bütün zaman-ı mazideki zulümatı dağıtıp, o uzun zaman-ı mazi; felsefenin gördüğü gibi bir mezar-ı ekber, bir ademistan olmadığını, belki istikbale ve saadet-i ebediyeye atlamak için, ervah-ı âfilîne bir medar-ı envar ve muhtelif basamaklı bir mi’rac-ı münevver ve ağır yüklerini bırakan ve serbest kalan ve dünyadan göçüp giden ruhların nurani bir nuristanı ve bir bostanı olduğunu gösterir." (S: 540) 1034. “Evet Risale-i Nur kalblerin fatihi ve mahbubu, ruhların sultanı, akılların muallimi, nefislerin mürebbi ve müzekkîsidir." (S: 763) 1035. “Elcevab: Haşirde, ruhların cesedlere gelmesi var." (Ş: 37) 1036. “Birinci Mes’ele: Ruhların cesedlerine gelmesine misal ise: Gayet muntazam bir ordunun efradı, istirahat için her tarafa dağılmış iken, yüksek sadalı bir boru sesiyle toplanmalarıdır." (Ş: 37) 1037. “Hem yüzer mu’cizat-ı bâhirelerine ve âyât-ı katıalarına istinaden, başta Resul-i Ekrem ve Kur’an-ı Hakîm’in olarak bütün nuranî ruhların sahibleri olan peygamberler ve bütün münevver kalblerin kutubları olan veliler ve bütün keskin ve nurlu akılların madenleri olan sıddıkînler, bütün suhuf-u semaviyede ve kütüb-ü mukaddesede senin çok tekrar ile ettiğin binler va’dlerine ve tehdidlerine istinaden, hem senin kudret ve rahmet ve inayet ve hikmet ve celal ve cemal gibi âhireti iktiza eden kudsî sıfatlarına, şe’nlerine ve senin izzet-i celaline ve saltanat-ı rububiyetine itimaden, hem âhiretin izlerini ve tereşşuhatını bildiren hadsiz keşfiyatlarına ve müşahedelerine ve ilmelyakîn ve aynelyakîn derecesinde bulunan itikadlarına ve imanlarına binaen saadet-i ebediyeyi insanlara müjdeliyorlar." (Ş: 186) 1038. “Eğer dalaleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkikî ve istikamet dairesine girsen iman nuruyla göreceksin ki; o geçmiş zaman-ı mazi madum ve herşeyi çürüten bir mezaristan değil, belki mevcud ve istikbale inkılab eden nurani bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle değil elem, belki imanın kuvvetine göre Cennet’in bir nevi manevî lezzetini dünyada dahi tattırdığı gibi; gelecek istikbal zamanı, değil Ruh / 108 vahşetgâh ve karanlık, belki iman gözüyle görünür ki; saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahman-ı Rahîm-i Zülcelali Ve’l-ikram’ın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin bir nevi lezzetini hissedebilir." (Ş: 199) 1039. “Elbette melaike ve ruhların ve ruhaniyatın vücud ve ubudiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısıyla âhiretin vücuduna dahi delalet ederler." (Ş: 220) 1040. “geniş, en zevkli olan rızıktaki ihsanat-ı Rahmaniyeye nezaretle beraber şuursuz şükürleri şuur ile temsil eden Mikâil (A.S.) gibi meleklerin pek acib mahiyette olarak bulunmaları ve vücudları ve ruhların bekaları, saltanat ve haşmet-i rububiyetin muktezasıdır." (Ş: 264) 1041. “Kezalik kalb ve ruhların gıdası olan ahkâm-ı diniyenin füruatı da, ömr-ü beşerin devreleri itibariyle tebeddüle uğrar." (İ: 26) 1042. “O harmanlardaki kesretli buğdayları savuran, bu zamandaki Risale-i Nur’un naşirleri ve talebeleridir ki, ruhların manevî rızkını yetiştiriyorlar." (B: 239) 1043. “Bu zamanda öyle bir zât, ancak bir şahs-ı manevî olabilir ki; o şahs-ı manevî, çok ruhların imtizacından ve tesanüdünden ve efkârın telahukundan ve birbirine yardımından ve kalblerin birbirine in’ikasından ve ihlas ve samimiyetlerinden, mezkûr bir heyetten çıkabilir." (Em: 89) 1044. “Risale-i Nur ruhların sevgilisi, kalblerin mahbubu, âşıkların maşuku, canların cananı olmuş; îcabında bu canan için canlar feda edilmiştir." (T: 155) 1045. “Dün bilmiyorduk, bugün anlıyoruz ki; ulvî dinimiz olan ve semavî dinlerin süzülmüşü ve bütün ruhların gıdası bulunan bu güneşi inkâr edicilerin devrinde öylesine bir zihniyet belirmiş ki; bu feci’ ve korkunç zihniyet, ne Firavunlarda ve ne de Ebu Cehil’lerde mevcud değilmiş." (Hn: 146) 1046. Ruhlarına 1047. “Hazret-i Musa (A.S.) ve Harun’un (A.S.) deniz-misal âyine-i ruhlarına in’ikas eden mahiyeti sevab, bir katre hükmünde bir abd-i mü’minin bir âyetten aldığı aynı mahiyet-i sevabdır." (S: 349) 1048. “Üçüncüsü: Ehl-i imandan bütün gelenler, maziye gidenlere mağfiret dualarıyla ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binaen Denizli Mahkemesinde demiştim:" (Ş: 376) 1049. “Ve bir nevi rızık isteyen umum ağaçlara, münasib rızıklarını onlara pek hârika bir tarzda koşturduğu gibi, bir nevi maddî ve manevî rızık isteyen insanın duygularına; akıl, kalb, ruhlarına dahi pek geniş bir sofra-i erzak onlara ihsan ediliyor." (Ş: 610) Ruh / 109 1050. “Evet, okumak ve yazmak öğrenmediği ve ümmî olduğu halde; ondört asrın ukalâsını, feylesoflarını hayrette bırakan ve edyan-ı semaviyede birinciliği kazanan bir din ile birden, tecrübesiz ve def’aten meydana çıkması emsal kabul etmez bir halet olduğu gibi; sözlerinden, fiillerinden, hallerinden çıkan İslâmiyet her zamanda üçyüzelli milyon insanın ruhlarına, nefislerine, akıllarına terbiyekârane ders vermesi ve manevî terakkiyata sevketmesi, emsalsiz bir halettir." (Ş: 622) 1051. “Okunan bir Fatiha-yı Şerife, emvatın ruhlarına ihda edilmesinde onun misl-i sevabı bir ile binlere veya milyonlara gitmekte bir fark olmaz." (BMs: 177) 1052. “sür’atle inkişaf ve tevessü’ ve nev’-i beşerin humsunu ihya, ebedî ve daimî bir nurla tenvir ve izae eylediği gibi, şu asr-ı dalalet ve hüsran ve devr-i bid’at ve tuğyanda, ehl-i iman ve tevhidin yaralı ruhlarına merhem olsun." (B: 136) 1053. “Ve istidadım nisbetinde bir-iki mes’elecik öğrenmeye sa’y ediyor isem de, bu envar-ı bahr-ı muhitten kardeşlerimin ruhlarına in’ikas eden mesailden bahis arîzaları tahrir ü takdim ettiklerini gördükçe, adem-i muvaffakıyetimden mütevellid esef ve kederim hasebiyle cehlimden el-eman çekiyorum." (B: 191) 1054. “Onun için, bu zamanda o hacatı tam yerine getiren Risale-i Nur, herşeyden ziyade onların ruhlarına hoş geliyor ve kalblerine yapışıyor." (K: 124) 1055. “Merhume Hatice ve merhume Hicret’in ve merhume Âişe’nin ruhlarına ve kabirlerine binler rahmet eylesin, âmîn." (Em: 57) 1056. “diye ruhlarına hediye ediyor." (Em: 214) 1057. “Zira kudsî davanın kazanmış olduğu bu İlahî zafer, bütün İslâm ve insanlık dünyasındaki mücahidlerin azimlerine kuvvet, ruhlarına can, imanlarına hız ve heyecan vermiştir." (St: 268) 1058. “Bin 350 senede ve her asırda, 350 milyon insanların hayat-ı içtimaiyesinde en kudsî ve hakikî ve hakikatlı bir düstur-u İlahînin 350 bin tefsirlerin tasdikine ve aynen hükümlerine istinaden ve bütün ecdadımızın ruhlarına hürmeten, i’caz-ı Kur’anı Avrupa mülhidlerine karşı göstermek için, iki nass-ı âyeti, onbeş sene evvel ve on sene evvel ve dokuz sene evvel üç kitabımda zikretmekliğim, beni şimdiki şerait dâhilinde ve ahval-i sıhhiyem noktasında yaşayamayacağım bir mahpusiyete mahkûm edip ve dolayısıyla, bir cihette âdeta idamıma hükmeden ve 115 risalemi bunun gibi bir-iki mes’ele yüzünden mahkûm eden haksız bir kararı; elbette rûy-i zeminde adalet varsa, bu kararı red ve bu hükmü nakzedecektir." (T: 256) 1059. “Ey sû’-i niyetleriyle ve kendi menfî ruhlarına kıyasla bu ahlâk, edeb, iman, marifet ve hakikat âbidesine dil uzatan ve şeytanları dahi utandıracak derecede iftiralarla bu fazilet timsalini yok etmeğe, tezvire çalışmış bedbahtlar!" (T: 456) Ruh / 110 1060. “O âlî Peygamber-i Zîşan’ın küçücük bir iltifatına mazhar olmak için, ruhlarına varıncaya kadar her şeylerini feda ettiklerini hazmedemediler." (T: 617) 1061. “Doksan yılı dolduran hayatının her günü birer nur hâlesi, birer fazilet ışığı, bir azim ve iman halkası halinde Türk nesillerinin ruhlarına ve dimağlarına girmiş; ve bu nur, senelerle birçok karanlık ruhları aydınlatarak onları doğru, güzel ve ışıklı yollara sevketmiştir." (T: 636) 1062. “Zira kudsî davanın kazanmış olduğu bu İlahî zafer, bütün İslâm ve insanlık dünyasındaki mücahidlerin azimlerine kuvvet, ruhlarına can, imanlarına hız ve heyecan vermiştir." (T: 726) 1063. “Ehl-i imandan bütün gelenler maziye gidenlere mağfiret dualarıyla ve hasenatlarını onların ruhlarına bağışlamalarıyla yardımlarına binaen Denizli mahkemesinde" (Nç: 178) 1064. “Kantarlarla ehval ve mehavifi ruhlarına yüklüyorlar." (Ni: 34) 1065. “Cenab-ı Hak, Risale-i Nur’un herbir harfine mukabil onun ruhuna ve Âlem-i Berzahtaki Nurcu arkadaşlarının ruhlarına binler rahmet eylesin." (Ko: 82) 1066. “Onun için bu zamanda o hacatı tam yerine getiren Risale-i Nur, herşeyden ziyade onların ruhlarına hoş geliyor ve kalblerine yapışıyor." (Hn: 22) 1067. “diyerek ve Risale-i Nur hakkında yazılmış olan mektubları, destanları, kasideleri, şiirleri okuyarak, okutarak Risale-i Nur’un sevgisini kalblerine, büyüklüğünü ruhlarına yerleştirmekte devam edeceğiz." (Hn: 134) 1068. “Fakat Nurlar Avrupalıların da ruhlarına girerek lehviyatlarını günden güne temizlemekte olduğunu, gelen mektublardan öğrenmiş bulunuyoruz." (Hn: 150) 1069. Ruhlarında 1070. “Sâni’-i Kerim, Fâtır-ı Rahîm, herbir taifenin resm-i geçit nöbeti bittikten ve o resm-i geçitten maksud olan neticeler alındıktan sonra, ekseriyet itibariyle dünyadan, merhametkârane bir tarz ile tenfir edip usandırıyor, istirahata bir meyil ve başka bir âleme göçmeğe bir şevk ihsan ediyor ve vazife-i hayattan terhis edildikleri zaman, vatan-ı aslîlerine bir meyelan-ı şevk-engiz, ruhlarında uyandırıyor." (S: 203) 1071. “İkinci Nokta: Kur’an, bu dünyada öyle nuranî ve saadetli ve hakikatlı bir surette bir tebdil-i hayat-ı içtimaiye ile beraber, insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde öyle bir inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş ki; ondört asır müddetinde, her dakikada, altıbin altıyüz altmışaltı âyetleri, kemal-i ihtiramla, hiç olmazsa yüz milyondan ziyade insanların dilleriyle okunuyor ve insanları terbiye ve nefislerini tezkiye ve kalblerini tasfiye ediyor." (Ş: 134) Ruh / 111 1072. “Birincisi: Nev-i beşerin hemen yarısını teşkil eden çocuklar, yalnız Cennet fikriyle, onlara dehşetli ve ağlatıcı görünen ölümlere ve vefatlara karşı dayanabilirler ve gayet zaîf ve nazik vücudlarında bir kuvve-i maneviye bulabilirler ve her şeyden çabuk ağlayan gayet mukavemetsiz mizac-ı ruhlarında, o Cennet ile bir ümid bulup mesrurane yaşayabilirler." (Ş: 182) 1073. “Ve çok alâkadar oldukları hayatlarının yakında sönmesine ve güzel dünyalarının kapanmasına mukabil bir teselli bulabilirler ve çocuk hükmüne geçen seri-üt teessür ruhlarında ve mizaçlarında, mevt ve zevalden çıkan elîm ve dehşetli me’yusiyete karşı, ancak hayat-ı bâkiye ümidiyle mukabele edebilirler." (Ş: 182) 1074. “Kahraman ecdadımızın bu kadar ulviyetinin sırrı; kalblerinde Allah korkusunun mevcudiyetiyle, Kur’an nurunun ve nihayetsiz feyzinin ruhlarında yerleşmiş olması ve kudsî hakaika karşı sonsuz ve nihayetsiz derecede merbutiyetleridir." (İ: 225) 1075. “Benim kardeşlerim (Haşiye); Üstadımın kardeş ve talebeleri olan zâtlar şübhesiz birinci ve ikinci hâli ruhlarında hissederler." (B: 60) 1076. “Hem öyle bir surette yaşıyorsunuz ki, küçük bir işaretinize müheyya talebelerinizin ruhlarında ırmakların çağladıkları gibi tevali eden ve tükenmek bilmeyen İlahî bir muhabbetle yaşıyorsunuz." (B: 93) 1077. “Kıymetdar üstadlarına her hatvede ittibaı seven o talebelerinizin ruhlarında, üstadlarının en güzel fıkrası olan "Kur’an-ı Azîmüşşan’a feda olan bu baş, başkalara eğilmeyecek.” (B: 114) 1078. “Benim gibi henüz kendini ıslah edemeyenler de, bazı budalaların ruhlarında safiyet ve hüsnü insaniyet aramaya çalışmayacaktı." (B: 180) 1079. “Hakikaten merhum Hasan Feyzi gibi az zamanda çok hizmet eden ve Nurlara karşı pek çok ciddî alâkadar olan Mustafa Osman’ın hizmetinin makbuliyetine bir delil olarak, Hasan Feyzi’nin ve onun ruhlarında ve sadakatlerinde iki muallim olan Ahmed Fuad ve Mustafa Sungur ve iki yüksek talebe olan Mustafa Oruç ve Rahmi’yi bulması ve Risale-i Nur’un o kuvvetli ellerle hizmetine çalışması, o havali için büyük bir saadettir." (E: 196) 1080. “Ve onların ziyasına ma’kes Risale-i Nur’un zuhuruna, inkişafına vesile olduğu için; eserinden ışık alan, davasından feyiz ve kuvvet alan yüzbinler, hattâ milyonlarca insanın âyine-misal akıl, kalb ve ruhlarında manen yaşamakta ve örnek bir insan, büyük bir mütefekkir olarak kabul ve yâd edilmektedir." (T: 23) 1081. Ruhlarındaki 1082. “İkinci cihet ihbar-ı gaybî şudur ki: $ fıkrasıyla ihbar ediyor ki: "Sahabeler ve Tâbiînler, ibadette öyle bir dereceye gelecekler ki, ruhlarındaki nuraniyet, yüzlerinde parlayacak ve cebhelerinde kesret-i sücuddan hasıl olan bir hâtem-i velayet nev’inde alınlarında sikkeler görünecek.” (L: 31) Ruh / 112 1083. Ruhlarından 1084. “Herbir insan aklıyla hayal sür’atinde seyeranı, herbir veli kalbiyle berk sür’atinde cevelanı ve cism-i nuranî olan herbir melek ruh sür’atinde Arştan Ferşe, Ferşten Arşa deveranı, ehl-i Cennet’in insanları, Burak sür’atinde haşirden beşyüz sene fazla mesafeden Cennet’e çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha latif ve emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan Ruh-u Muhammediye’nin (A.S.M.) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (A.S.M.), elbette onun ruh-u âlîsiyle Arşa kadar beraber gidecektir." (S: 566) 1085. Ruhlarını 1086. “Evet en büyük bir ağacın ruh proğramını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder denilir mi?" (S: 81) 1087. “Evet, koca bir ağacın bir derece ruha benzeyen proğramını ve kanun-u teşekkülâtını, bir nokta gibi en küçük çekirdekte dercedip muhafaza eden bir Zât-ı Hakîm-i Zülcelal, bir Zât-ı Hafîz-i Bîzeval hakkında "Vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder" denilir mi?" (S: 516) 1088. “Öyle de: Bütün hayvanî cesedlerde kemal-i hikmetle nefislerini, ruhlarını yerleştirmek, türlü türlü cihazat ile kemal-i intizam ile teslih etmek, türlü türlü hizmetlerde kemal-i hikmetle göndermek, hayvanat adedince belki cihazatları sayısınca yine o Sâni’-i Hakîm’in vücub-u vücuduna ve vahdetine şehadet ve işaret ettikleri gibi, heyet-i mecmuasıyla gayet parlak bir surette cemal-i rahmetini ve kemal-i rububiyetini gösterir." (S: 658) 1089. “Râbian: Hem Kur’anı kelâm-ı beşer farzetmek lâzımgelir ki; Benî Âdem’in en büyük ve muhteşem ordusu olan ümmet-i Muhammediyenin (A.S.M.) mukaddes bir kumandanı olan Kur’an, bilmüşahede kuvvetli kanunlarıyla, esaslı düsturlarıyla, nafiz emirleriyle o pek büyük orduyu, iki cihanı fethedecek bir derecede bir intizam verdiği ve bir inzibat altına aldığı ve maddî ve manevî teçhiz ettiği ve umum efradın derecatına göre akıllarını talim ve kalblerini terbiye ve ruhlarını teshir ve vicdanlarını tathir, âza ve cevarihlerini istimal ve istihdam ettiği halde; hâşâ, yüzbin defa hâşâ kuvvetsiz, kıymetsiz, asılsız bir düzme farzedip yüz derece muhali kabul etmek lâzım gelmekle beraber.." (M: 313) 1090. “Acaba alâkaları pek az olduğu terakkiyat-ı medeniye dersleri ve onların kuvve-i maneviyesini kıracak ve ruhlarını söndürecek, nursuz sırf maddî felsefî düsturların taliminde midir?" (M: 421) 1091. “Evet $ kelimesiyle Yedinci Şua’a işareti, kuvvetli karineler ile isbat edildiği gibi; aynı kelime, diğer bir mana ile elhak Risale-i Nur’un âyet-i kübrası hükmünde ve ekser risalelerin ruhlarını cem’eden ve Arabî bulunan Yirmidokuzuncu Lem’aya bu kelâm, "müstetbiat-üt terakib" kaidesiyle ona bakıyor, efradına dâhil ediyor." (M: 463) Ruh / 113 1092. “Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur’an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz Esma-i İlahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine verir." (L: 119) 1093. “Hem hiç mümkün müdür ki; onüç asrı ışıklandıran ve her saatte yüz milyon lisanlarda kemali hürmetle gezen ve milyonlar hâfızların kalblerinde kudsiyetiyle yazılan ve nev’-i beşerin keyfiyeten kısm-ı azamını kanunlarıyla idare eden ve nefislerini ve ruhlarını ve kalblerini ve akıllarını terbiye ve tezkiye ve tasfiye ve talim eden ve Risale-i Nur’da kırk vech-i i’cazı isbat edilen ve kırk taife ve tabaka-i nâsa ve herbir tabakaya karşı bir nevi i’cazını gösterdiği kerametli ve hârikalı Ondokuzuncu Mektub’da beyan olunan ve Muhammed" (Ş: 240) 1094. "Fakat bu vatanın eski kahramanları kemal-i sevinçle şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar İslâm fedailerinin ahfadları, oğulları ve kızları, o fedailik damarından irsiyet almışlar" (Ş: 520) 1095. "şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar İslâm fedailerinin ahfadları ve evlâdları, o fedailiği ecdadlarından irsiyet aldıkları içindir ki; siz sevgili üstadımıza mahkemeleri hayret ettirip susturan "Milyonlar kahraman başlar feda oldukları bir hakikata başımız dahi feda olsun" diye acib cümleyi söyletmeye vesile olan talebelerinizde gördüğünüz" (Ş: 527) 1096. “Çünki ittihad-ı ehl-i iman cemaatındeki uhuvvet-i İslâmiye; Nurcularda pek hâlisane, fedakârane inkişaf ettiği gibi ve eski ecdadlarımızın kemal-i aşkla ruhlarını feda ettikleri bir hakikata Nur şakirdleri o milyonlar kahraman ecdadlarından irsiyet aldıkları kuvvetli bir fedailik ile o hakikata bağlanmaları, şimdiye kadar resmî veya siyasî, gizli ve aşikâr cem’iyetler ve komiteciliğe ihtiyaç bırakmıyordu." (Ş: 533) 1097. “Gençlik, iman ve İslâmiyet ihtiyacıyla yanan ruhlarını Kur’an tefsiri Risale-i Nur’un füyuzat ve envarıyla doldurmağa başlamıştır." (Ş: 552) 1098. “Yoksa yirmibeş seneden beri din hakikatlarını öğrenemeyen ve helâk-i mutlaka giden soyumuzun bir kısım evlâdlarına; onları helâk-i ebedîden kurtarmak için, Allah ve Resulünden, hakikat ve Kur’andan haber vermek onların temiz ruhlarını masum vicdanlarını ıslah etmeğe hiç ifsad denilir mi?" (Ş: 565) 1099. “ile elhak Risale-i Nur’un Âyet-ül Kübrası hükmünde ve ekser risalelerin ruhlarını cem’eden ve Arabî bulunan Yirmidokuzuncu Lem’aya bu kelâm, "müstetbeat-üt terakib" kaidesiyle ona bakıyor, efradına dâhil ediyor." (Ş: 745) 1100. “Fakat nev’-i beşer dünyadan kat’-ı alâka ettikten sonra, biz de sureten teklif cihetiyle insanlardan ayrılacağız fakat maneviyatımız ve esrarımızla nev’-i beşerin arkadaşlığına devam edip, onların ruhlarını gıdalandırarak, onlara delil olmaktan ayrılmayacağız." (İ: 114) Ruh / 114 1101. “Hem öyle ki, ruhlarını ona feda eder derecesinde kabul ettiler." (BMs: 38) 1102. “Malûmdur ki, eşyanın hakikatlarını keşfetme şevki, merak ehlinden çoğunu, ruhlarını feda etmek derecesine kadar sevkeder." (BMs: 40) 1103. “Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur’an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esma-i ilahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine verir." (BMs: 320) 1104. “Cenab-ı Hâlık ümmet-i Muhammed’in (A.S.M.) kalblerine ilham versin, ruhlarını nurlandırsın, saadet-i dâreyn ihsan buyursun." (B: 238) 1105. “Evet haricî siyaset memurları ve erkân-ı harbler ve kumandanlara bir derece vazifece münasebeti bulunan siyasetin geniş dairelerine ait mesaili; basit fikirli ve idare-i ruhiye ve diniyesine ve şahsiyesine ve beytiyesine ve karyesine ait lüzumlu vazifesini geri bıraktırmakla, onları meraklandırıp ruhlarını serseri, akıllarını geveze ve kalblerini de hakaik-i imaniye ve İslâmiyeye ait zevklerini, şevklerini kırıp havalandırmak ve o kalbleri serseri etmek ve manen öldürmek ile dinsizliğe yer ihzar etmek tarzında, kemal-i merak ile onlara göre malayani ve lüzumsuz mesail-i siyasiyeyi radyo ile ders verip dinlettirmek, hayat-ı içtimaiye-i İslâmiyeye öyle bir zarardır ki; ileride vereceği neticeleri düşündükçe tüyler ürperir." (K: 38) 1106. “Aydınlı Hasan Ulvî’nin kuvvetli kalemi, inşâallah merhum Âsım’ın noksan bıraktığı vazife-i nuriyeyi tekmil edecek ve o güzel kalemle Âsım’ın ve Lütfü’nün ruhlarını şâdedecek." (K: 85) 1107. “Çünki lüzumsuz ve malayani bir surette vazife-i hakikiyelerini ve elzem işlerini bırakıp âfâkî ve siyasî boğuşmalara ve kâinatın hâdisatına merak ile dinleyerek, karışarak ruhlarını sersem ve akıllarını geveze etmişler." (K: 123) 1108. “Nikâh yolunu kapamağa, fuhuş yolunu genişlettirmeye çalışarak çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar; belki o kalblerden bir kısmını öldürüyorlar.” (T: 658) 1109. “Bak hem zâhirî bir tasallut ile değil; belki akıllarını, ruhlarını, kalblerini, nefislerini feth ve teshir ederek; hem kendisi mahbub-u kulûb, hem muallim-i" (Ni: 127) 1110. “Cem’iyet-i millî ruhlarını feda etmekle saadetimize yol açtılar." (D: 72) 1111. “Kalben ve ruhen terakki ve teâli ederek, indallah makbul ve memduh bir hale gelmiş ve velayet derecesini ihraz ve iktisab etmiş olan sadık ve sâfi talebelerinden, uğradığın her memleketin kabristanına rahmetli ve mağfiretli birer şehid yatırmak ve başlarına bekçi dikmekle, Risale-i Nur’un zevk-i ruhanîsini onlara da tattırarak, ehl-i kuburun mezar ve merkadlerini pür-nur ve ruhlarını mesrur eyledin." (Ko: 94) Ruh / 115 1112. “Başta Bediüzzaman olmak üzere yüzlerce, binlerce Müslüman Türk evlâdı cehdle çalışmış, Üstad Bediüzzaman ruhlarını teslim ettikleri son dakikalara kadar bu cehdi devam ettirmişlerdir." (Ko: 170) 1113. “Nikâh yolunu kapamağa, fuhuşhane yolunu genişlettirmeğe çalışarak; çokların nefislerini birden esir edip, kalb ve ruhlarını kebair ile yaralıyorlar." (G: 23) 1114. Ruhlarının 1115. "Evet bin üçyüz elli senede, her sene üçyüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbisi ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu ve her günde $ sırrınca, bütün o ümmetinin işlediği hasenatın bir misli, sahife-i hasenatına ilâve edilen ve şu kâinattaki makasıdı âliye-i İlahiyenin medarı ve mevcudatın kıymetlerinin teâlisinin sebebi olan o Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm, dünyaya geldiği dakikada "ümmetî ümmetî" rivayet-i sahiha ile ve keşfi sadıkla dediği gibi, mahşerde herkes "nefsî nefsî" dediği zaman, yine" (L: 224) 1116. “Hem ümmî bir zâtın (A.S.M.) ef’al ve akval ve ahvalinden çıkan İslâmiyet; her asırda üçyüz milyon insanın rehberi ve mercii ve akıllarının muallimi ve mürşidi ve kalblerinin münevviri ve musaffisi ve nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarının medar-ı inkişafatı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle misli olamaz ve olamamış." (Ş: 128) 1117. “Bilhassa bu zamanlarda, bu şartlar ancak yüksek ve azîm bir heyetin tesanüdüyle ve o heyetin telahuk-u efkârından ve ruhlarının tenasübüyle birbirine yardım etmesinden ve hürriyet-i fikirlerinden ve taassublarından âzade olarak tam ihlaslarından doğan dâhî bir şahs-ı manevîde bulunur." (İ: 8) 1118. “Zira onlar, kâinattaki nizam ve intizamı tesadüfe ve tahavvülât-ı garibeyi ve inkılabat-ı acibeyi abesiyete ve tesadüfe isnad ettiklerinden, bozulmuş olan ruhlarının gözünden o nizam tesettür edip görünmediği gibi, pis fıtratlarıyla da, Kur’anın mu’ciz olan nazmını karışık, mukaddemelerini akîm, semerelerini acı gördüler." (İ: 173) 1119. “İşte bu dünyadaki fıtrî vazifelere mukabil bu derece mükâfat ile müraat edilmesi; ve rahmet ve adaletin bunca hükümran olması, hem $ nin sırrı ile ve bunu teyid eden hayvanatın haşirde mükâfat ve kısasları hakkında vürûd eden çok ehadîsin rivayetleri; hayvanatın ruhlarının bâki kalacağına ve bu dünyada kemal-i itaatla imtisal ettikleri vazifelerine mukabil mükâfatlanacaklarına işaret ederler." (BMs: 538) 1120. Ruhlarıyla 1121. “Hâdisat-ı dünyeviye içinde, en elîm olan şeyin, meslek-i uhreviye ve diniye perdesi altında vahşet ve hayvaniyet ruhlarıyla karşılaşmak olduğunu tecrübelerim ve müşahedelerim bana öğretiyor." (B: 179) Ruh / 116 1122. Ruhlarla 1123. “Bir İhtar: Bu mektubdaki ruhlarla muhabere mes’elesine karşı edilen şiddetli tenkid; ecnebiden, fen ve felsefeden ve manyetizma ve ispirtizmadan gelen ve manevî bir şekli giyen bir meşrebe karşıdır." (Em: 157) 1124. “Yoksa İslâmiyet’ten ve tasavvuf ve ehl-i tarîkattan gelen ve bir derece ruhlarla muhabereye benzeyen ve naehillerin girmesiyle bir derece sû’-i istimal edilen ve pek az olan bir kısım sofuların sofîliğine karşı değildir." (Em: 157) 1125. “Bediüzzaman, ahlâkî kıymetler ve millî hasletlerin pozitif ilimlerle müvazi olarak kat’-ı mesafe edemediğini, bu mana ve şekil müvacehesinde yetişen çöl kadar kuru ve boş ruhlarla bulanmış gençliğin, istikbalde milletimizin rü’yet ufkunda bir kara bela olacağı hakikat-ı kat’iyesini gözlere sokan ve çare-i halâsı da gösteren kimsedir." (T: 638) 1126. Ruhlu 1127. “Hem zaman ve mekân cihetiyle pek geniş olan o bayramı; asırlara, senelere, mevsimlere hattâ günlere, kıt’alara taksim ederek herbir asrı, herbir seneyi, herbir mevsimi, hattâ bir cihette herbir günü, herbir kıt’ayı, birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır ve bilhassa rûy-i zemin, hususan bahar ve yaz zamanında masnuat-ı sagirenin taifelerine öyle şaşaalı ve birbiri arkasında bayramlardır ki, tabakat-ı âliyede olan ruhaniyatı ve melaikeleri ve sekene-i semavatı seyre celbedecek bir cazibedarlık görünüyor ve ehl-i tefekkür için öyle şirin bir mütalaagâh oluyor ki, akıl tarifinden âcizdir." (S: 202) 1128. “İşte sair mesaili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur’anın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez." (S: 351) 1129. “Belki o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, manevî hüviyetini ve manasını, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor." (S: 556) 1130. “Ebucehil gibi kömür ruhlu," (S: 587) 1131. “Ebubekir-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zayi’ olacaktı." (S: 588) 1132. “nümuneleri olan yetmiş muhtelif hulleyi giydirip, nefisteki bütün hasseleri memnun edecek, okşayacak yetmiş enva’-ı hüsün ile vücudunu süslendirip; herbiri, ruhlu küçük birer cennet hükmünde olan hurileri, o dâr-ı bekada vereceği, pekçok âyât ile tasrih ve isbat edilmiştir." (S: 648) 1133. “Ey, bin seneden beri İslâmiyetin bayraktarlığını yapan bir milletin torunları olan cengâver ruhlu kardeşlerim!" (S: 766) Ruh / 117 1134. “Sâlisen: Hem Kur’anı beşer kelâmı farzetmek, lâzımgelir ki; âsârıyla, tesiratıyla, netaiciyle âlem-i insaniyetin bilmüşahede en ruhlu ve hayat-feşan, en hakikatlı ve saadet-resan, en cem’iyetli ve mu’cizbeyan, âlî meziyetleriyle yaldızlı bir Furkan’ın gizli hakikatı; hâşâ muavenetsiz," (M: 312) 1135. “Hem eğer o memnun olan feriklerden birisi, müteşekkirane o neferin kulübeciğine tenezzülen misafir gitse; kuru ekmekten başka bulmayan o nefer mahcub kalmamak için, o hali gören ve bilen padişah -elbette o neferini mahcub etmemek için- matbah-ı şahaneden, sadık hizmetkârının muhterem misafirine tabla gönderir; öyle de: Kur’an-ı Hakîm’in sadık bir hizmetkârı, ne kadar âdi olursa olsun Kur’an namına, en büyük insanlara emirlerini çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara Kur’anın âlî elmaslarını yalvararak mütezellilane değil, belki müftehirane ve müstağniyane satar." (M: 354) 1136. “Yani nasılki âlem-i şehadet ve mevcud hazır eşya, intizamlarıyla ve neticeleriyle hayatdarlıkları görünüyor, öyle de âlem-i gaybdan sayılan geçmiş ve gelecek mahlukatın dahi manen hayatdar bir vücud-u manevîleri ve ruhlu birer sübut-u ilmîleri vardır ki, Levh-i Kaza ve Kader vasıtasıyla o manevî hayatın eseri, mukadderat namıyla görünür, tezahür eder." (L: 337) 1137. “öyle de: Zîhayatlardan ruhlu kısmı olan insan ve hayvanattan hiçbirisi yoktur ki; cisminde gayet muntazam saatler gibi işleyen ve işlettirilen dâhilî ve haricî âzalarıyla ve bedeninde gayet ince bir nizam ve gayet hassas bir mizan ve gayet mühim faideler ile yerleştirilen âlât ve duygularıyla ve cesedinde gayet san’atlı bir yapılış ve gayet hikmetli bir tefriş ve gayet dikkatli bir müvazene içinde konulan cihazat-ı bedeniyesiyle, senin vücub-u vücuduna ve sıfatlarının tahakkukuna şehadet etmesin." (Ş: 53) 1138. “Hem bu birinci mertebe, bana mahsus gayet ehemmiyetli bir muhakeme-i hissî ve gayet ruhlu bir muamele-i imanî ve gayet gizli bir mükâleme-i kalbî suretinde mütenevvi ve derin dertlerime şifa olarak tebarüz etmiş." (Ş: 60) 1139. “Evet nazar-ı gaflet ve dalalette, vahşetli ve dehşetli bir ademistan ve elîm ve mahvolmuş bir mezaristan olan bütün geçmiş zaman ve ölmüş karnlar ve asırlar; canlı birer sahife-i ibret ve baştan başa ruhlu, hayatdar bir acib âlem ve mevcud ve bizimle münasebetdar bir memleket-i Rabbaniye suretinde sinema perdeleri gibi, kâh bizi o zamanlara, kâh o zamanları yanımıza getirerek her asra ve her tabakaya gösterip yüksek bir i’caz ile dersini veren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan aynı i’caz ile, nazar-ı dalalette camid, perişan, ölü, hadsiz bir vahşetgâh olan ve firak ve zevalde yuvarlanan bu kâinatı bir kitab-ı Samedanî, bir şehr-i Rahmanî, bir meşher-i sun’-i Rabbanî olarak o camidatı canlandırıp birer vazifedar suretinde birbiriyle konuşturup ve birbirinin imdadına koşturup nev’-i beşere ve cinn ve meleğe hakikî ve nurlu ve zevkli hikmet dersleri veren bu Kur’an-ı Azîmüşşan’ın elbette her harfinde on ve yüz ve bazan bin ve binler sevab bulunması ve bütün cinn ve ins toplansa onun mislini getirememesi ve bütün benî-âdemle ve kâinatla tam yerinde konuşması ve her" (Ş: 244) Ruh / 118 1140. “İşte o fennî malûmatı, o felsefî maarifi; faideli, nurlu, ruhlu yapmak çaresini aramak lâzımdır." (B: 67) 1141. “Elbette böyle ulvî ruhlu, ciddî, ihlaslı, metin, imanlı kardeşlerimi çok sever ve mazhar oldukları niam-ı İlahiyeye şâkirînden olmalarını tazarru’ eylerim." (B: 204) 1142. “Emirlerinize imtisalen, uhrevî kardeşimiz Hüsrev Bey tarafından irsal buyurulan şâyân-ı hayret ve cây-ı dikkat, "Mühim bir ihbar-ı gaybî" ismini taşıyan çok kıymetli, manalı, ruhlu, sürurlu, tesirli, lezzetli, hikmetli, nurlu emrinizi bu hafta aldığımdan dolayı, Cenab-ı Hak ve Feyyaz-ı Mutlak Hazretlerine hamd ü şükürler ve müşfik Üstadıma yüzümün karasına, kalbimin yarasına bakmayarak, dergâh-ı İlahiyeye kapanıp dualar eylerim." (B: 211) 1143. “Dimağımızda Asr-ı Saadetin o cazibedar hayatını canlandırmış, güya maziyi istikbale çevirerek, bir müddet o âlemde ve o nezih ruhlu, ulvî düşünceli insanlar arasında yaşatmıştır." (B: 291) 1144. “Marangoz Ahmed’in ikinci rü’yası, Peygamberimiz Aleyhissalâtü Vesselâm ile alâkadarlık ve sürurlu olduğu cihetinden rü’ya-yı sadıka olduğuna, o Medrese-i Nuriye’nin civarlarındaki kardeşlerin ve hemşirelerin maddî hizmetleri canlı ve ruhlu bir suret alıp, Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâm’ın sünnet-i seniyesinin ihyasına medar olacağına işaret verdiği münasebetiyle, mektubunuzu almadan iki gün evvel gördüğüm bir rü’yayı beyan ediyorum." (K: 138) 1145. “Bu çok kıymetdar kardeşlerimin ne derece âlîhimmet ve yüksek ruhlu, Risale-i Nur hizmetinde ne derece fedakâr olduklarını anladım." (K: 241) 1146. “Hâfız Ali’nin hakikaten müstesna bir mahviyet ve tevazuu içinde ihlası ve fena fi-l ihvan düsturunu muhafaza etmesi; ve Hüsrev’in hakikaten tedbirce bana ihtiyaç bırakmayacak bir derecede tedbir ve dirayeti ve Hâfız Ali gibi yüksek ihlası ve mahviyeti; Hâfız Mustafa’nın hizmet-i nuriyede büyük iktidarı içinde kuvvetli bir sadakatı ve fedakârane teslimiyeti; ve hem Abdurrahman, hem Lütfü, hem Hâfız Ali manasını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali, Risale-i Nur hizmetini dünyada herşeye tercihan hayatının en büyük maksadı yapması ve sebeb-i ihtilafa karşı kuvvetli mukavemeti bulunduğunu bu dört mektubunuz bana bildirdi." (K: 242) 1147. “Hattâ şimdi en hafif ruhlu bir kardeşim, bir şakirdimle görüşmeyi -fakat Risale-i Nur hizmetine ait olmamak şartıyla- ruhum kaldırmıyor." (E: 61) 1148. “Merhum şehid Hâfız Ali’nin (R.H.) kitablarıyla beraber bana gelen mübareklerin pehlivanı ve Abdurrahman’ların kahramanı büyük ruhlu Küçük Ali’nin "Sikke-i Tasdik-i Gaybî" namındaki mecmuası çok güzel ve münasibdir." (E: 96) 1149. “Sâniyen: Mübareklerin pehlivanı hem Abdurrahman, hem Lütfü, hem Büyük Hâfız Ali manalarını taşıyan büyük ruhlu Küçük Ali kardeşimiz bir sual soruyor." (E: 103) Ruh / 119 1150. “Hem iman-ı tahkikî ve taklidî ve icmalî ve tafsilî ve imanın bütün tehacümata ve vesveseler ve şübhelere karşı dayanıp sarsılmamasını beyan eden Risale-i Nur parçalarının izahatı, büyük ruhlu Küçük Ali’nin mektubuna öyle bir cevabdır ki, bize hiçbir ihtiyaç bırakmıyor." (E: 103) 1151. “Asâ-yı Musa âhirlerinde -bazı nüshalarında- mübarekler pehlivanı büyük ruhlu Küçük Ali namında bir kardeşimizin sualine karşı verdiğim bir cevab var." (E: 202) 1152. “Mübarekler pehlivanı ve Nur’un büyük Abdurrahman’ı büyük ruhlu Küçük Ali’nin Lemaat’taki muvaffakıyetine binler bârekâllah ve masum mahdumu Nur Mehmed’in hâfızlığına bin mâşâallah veffakakellah deriz." (E: 246) 1153. “Netice itibariyle, zehirlemekten zevk alan akrep misillü ve anarşist ruhlu olmayan herbir ferd, bu davanın karşısında ancak sevinç duyar." (T: 22) 1154. “Ağlatıyor o pâk ruhlu ecdadı" (T: 535) 1155. “Zira o devirde memlekette; dinsiz, materyalist, behimî hislerinin zebunu, köle ruhlu bir nesil yetiştirilmek istenirken, bu zâtın" (T: 633) 1156. Ruhlulara 1157. “O bilmiyordu ki: Hizmet-i Kur’aniyede bulunan birisinin sarığını çıkarmağa dair sözü tebliğ etmek, Mustafa Çavuş gibi yüksek ruhlulara pek ağırdır." (L: 46) 1158. Ruhsuz 1159. “Dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müdhiş cenazeler hükmündedirler." (S: 17) 1160. “Ey kozmoğrafyanın ruhsuz mes’eleleriyle zihni darlaşan ve aklı gözüne inen ve şu âyetin azametli sırrını, o sıkışmış zihninde yerleştiremeyen mektebli efendi!" (S: 176) 1161. “İşte sair mesaili buna kıyas et ve anla ki: Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur’anın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez." (S: 351) 1162. “Hattâ ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zâhirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekaya mazhardır." (S: 516) 1163. “Elfaz-ı Kur’aniye ve Nebeviye (A.S.M.) manalara, camid ve ruhsuz libas değiller; belki hayatdar feyiz-aver cildlerdir." (M: 506) 1164. “Evet bu hakikatı Kur’an ve iman o derece kat’î bir surette isbat etmiştir ki; bütün bütün kalbsiz, ruhsuz olmazsa veyahud dalalet kalbini boğmamış ise, görüyor gibi inanmak gerektir." (L: 237) 1165. “Meselâ sırr-ı vahdet ile kâinat öyle cesîm ve cismanî bir melaike hükmünde olur ki, mevcudatın nevileri adedince yüzbinler başlı ve her başında o nevide bulunan ferdlerin sayısınca Ruh / 120 yüzbinler ağız ve her ağzında o ferdin cihazat ve ecza ve a’za ve hüceyratı mikdarınca yüzbinler diller ile Sâniini takdis ederek tesbihat yapan İsrafil-misal ubudiyette ulvî bir makam sahibi bir acaib-ül mahlukat iken hem sırr-ı tevhid ile âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulât yetiştiren bir mezraa ve dâr-ı saadet tabakalarına a’mal-i beşeriye gibi çok hasılatıyla levazımat tedarik eden bir fabrika ve âlem-i bekada hususan Cennet-i Alâ’daki ehl-i temaşaya dünyadan alınma sermedî manzaraları göstermek için mütemadiyen işleyen yüzbin yüzlü sinemalı bir fotoğraf iken; şirk ise, bu çok acib ve tam muti’, hayatdar ve cismanî melaikeyi; camid, ruhsuz, fâni, vazifesiz, hêlik, manasız hâdisatın herc ü merci altında ve inkılabların fırtınaları içinde, adem zulümatında yuvarlanan bir perişan mecmua-yı vâhiyesi, hem bu çok garib ve tam muntazam, menfaatdar fabrikayı; mahsulâtsız, neticesiz, işsiz, muattal, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin mel’abegâhı ve umum zîşuurun matemhanesi ve bütün zîhayatın mezbahası ve hüzüngâhı suretine çevirir." (Ş: 13) 1166. “Hem hiç mümkün müdür ki: Bir Sâni’-i Hakîm, kendini tanıttırmak ve sevdirmek ve medh ü senasını ettirmek ve enva’-ı ihsanatıyla zîhayatları mesrur ve memnun etmekle minnetdarlıklarını ve şükürlerini rububiyetine mühim bir medar yapmak için koca kâinatı enva’ıyla, erkânıyla, zîhayata müsahhar bir hizmetkâr, bir mesken, bir meşher, bir ziyafetgâh yaptıktan sonra, zîhayatların çeşit çeşit, binlerce enva’larının nüshalarını o derece teksirini istiyor ki; kavak ve karaağaç gibi meyvesizlerin bir kısım yapraklarından her bir yaprağı, bir tabur sineklere yani havada zikreden zîhayatlara hem beşik, hem rahm-ı mader, hem erzaklarının mahzeni yaptığı halde; bu zînetli semavatı ve bu nurani yıldızları sahibsiz, hayatsız, ruhsuz, sekenesiz, boş, hâlî, faydasız yani melaikesiz, ruhanîsiz bıraksın?" (Ş: 39) 1167. “Bir zaman karanlıklı bir gurbette, karanlık bir gecede, zulmetli bir gaflet içinde, hal-i hazırda olan bu koca kâinat; hayalime camid, ruhsuz, meyyit, boş, hâlî, müdhiş bir cenaze göründü." (Ş: 94) 1168. “Meselâ, felsefenin ruhsuz kanunları pek karanlık ve vahşetli gösterdikleri hilkat-ı arziye ve vaziyet-i fıtriyesini, bu meyve ile nurlu, ünsiyetli bir tarzda Sevr ve Hut namlarındaki iki meleğin omuzlarında, yani nezaretlerinde ve Cennet’ten getirilen ve fâni küre-i arzın bâki bir temel taşı olmak, yani ileride bâki Cennet’e bir kısmını devretmeğe bir işaret için Sahret namında uhrevî bir madde, bir hakikat gönderilip Sevr ve Hut meleklerine bir nokta-i istinad edilmiş diye Benî-İsrail’in eski peygamberlerinden rivayet var ve İbn-i Abbas’tan dahi mervîdir." (Ş: 263) 1169. “Fakat, insanların camidata verdikleri emirler, mütekellimindeki irade ve kudretin za’fiyeti nisbetinde ruhsuz, hayalî hezeyanlardan farkları yoktur." (Ms: 235) 1170. “Resmî ve ruhsuz olmuyor." (B: 285) 1171. “Ruhsuz felsefe ekseriya mana-yı ismiyle bakıyor, tabiat bataklığına saplanıyor." (B: 348) Ruh / 121 1172. “İşte aklı başında herbir adam ruhsuz, kalbsiz, akılsız olmamak şartıyla bilecek ki: Muhammed-i Arabî Aleyhissalâtü Vesselâm’ın Mi’rac Gecesinde gözü ile gördüğü saadet-i ebediyenin müjdesini ve ehl-i imanın Cennet’teki hayat-ı bâkiyesinin beşaretini ve insanın alâkadar olduğu sevdiklerinin mahvolmadıklarını ve onların zevallerinden sonra yine görüşmelerinin muhakkak olacağının gayet sürurlu, manevî hediyesine karşı umum âlem-i İslâm her gün çok defa $ dediği gibi; onun da getirdiği hediye-i maneviyesiyle hem kâinat sahifeleri ve tabakaları mektubat-ı Samedaniye olmasına; hem mahlukatın hakikî kıymetleri ve kemalâtları onun risaleti ile tezahür etmesine mukabil bütün mahlukat manen $ bu mezkûr hakikatın lisanı ile derler." (Em: 120) 1173. “Bu suretle İslâmiyet, ruhsuz bir cesed haline getirilmeye çalışılıyor; Din-i İslâm’ın mahiyeti ve esaslarını ders vermek, kat’iyen men’ediliyordu." (T: 162) 1174. “Ve kizb ise: Teşebbüsat-ı azîmeyi murdarların lâşeleri gibi ruhsuz bıraktığı için nihayet-i kubhunu izhar ve onun ile temessük eden Müseylime ve emsali, esfel-i safilîn-i hıssete düşürdüğü cihetle, meta-ı zehr-âlûdu ve sûku gayet muattal ve kesad etmiştir (2)." (Mu: 147) 1175. “Meselâ: Bir adam binler âyine ortasında dursa, herbir âyinede aynı şahıs bulunur; fakat ruhsuz, hissiz, fikirsiz birer şahıstır." (STİ: 93) 1176. Ruhsuzdur 1177. “Sözleri cândır, onu tutmayan ruhsuzdur hemân" (B: 115) 1178. Ruhta 1179. “Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır." (S: 212) 1180. “Demek vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder." (S: 517) 1181. “O elemler, o musibetler zevaliyle, ruhta bir lezzet irsiyet bırakmış ki, düşünmekle deşilse, ruhtan bir lezzet akıyor, şükürler takattur ediyor." (L: 208) 1182. “Ruhum ise, düşman vaziyetini alan hadsiz belalara karşı bir nokta-i istinad ararken ve ruhta ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharri ederken ve o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrib ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli beklerken, birden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın $ âyetinin hakikatı tecelli etti." (L: 249) 1183. “Çünki "Elemin zevali lezzettir" diye, o elemli musibetler, zeval ile ruhta bir lezzet irsiyet bıraktığını gayet güzel haber verir mühim bir devadır." (L: 412) 1184. “Demek bir saat muvakkat elem, zevaliyle ruhta bir manevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilakis elem bırakır." (Ş: 478) Ruh / 122 1185. “Hem dahi aslı fena ve fâni olan maddiyat içindeki hıfz ve muhafaza düsturunun şiddetli cereyan etmesi de, aslı beka ve vâhid-i basit olan mana ve nur ve ruhta dahi o kanun-u bekaînin cereyan edeceğine bir hads-i sadık ve bittarîk-il evla delalet eder." (BMs: 391) 1186. “Kalb ve ruhta Kur’an-ı Hakîm’in ebedî ve nâmütenahî füyuzat ve envarından gelen revzat-ı inşirahiyeyi küşad ile saadet-i ebediyeye îsal edecek bir râh-ı necat ve selâmettir." (B: 50) 1187. “Hatt bilse idim, hatt’a itimad edip, mesail ruhta kararlayarak nakşedilmeyecekti." (B: 334) 1188. “Oh, ruhta muzmer bir lezzet ve nimetin muhbiridir." (STİ: 107) 1189. Ruhtan 1190. “Şu manaya bir temsil ile bak ki: İnsanın hareketinden, güllenin hareketinden, savttan, ziyadan, elektrikten, ruhtan, hayalden tezahür eden sür’at-i harekâtta bir mikyas olmak için şöyle bir saat farzediyoruz ki; o saatta on iğne var." (S: 571) 1191. “O elemler, o musibetler zevaliyle, ruhta bir lezzet irsiyet bırakmış ki, düşünmekle deşilse, ruhtan bir lezzet akıyor, şükürler takattur ediyor." (L: 208) 1192. “Sâbıkan beyan ettiğimiz ruhtan başka bütün o vücudları meyve veren birer ağaç, birer sünbül hükmünde nur-u vücud noktasında kazançları bire yüzdür." (Ş: 70) 1193. “Hattâ kalbin dalaletiyle beraber ruhtan fışkıran şefkat, gayr-ı mütenahî elemleri tazammun ediyor." (Ms: 147) 1194. “Nuranî kalb ve ruhtan cûş eden şu mektubun muhteviyat ve münderecatını bu fakir de tekrar ederim." (B: 226) 1195. “diye bu iki hakikatla hadsiz şükürler olsun o ikinci nefs-i emmare tam susturuldu, kalb ve ruhtan gelen zevke razı oldu, şeytan dahi sustu." (E: 201) 1196. “Sırf o müraî ruhtan gelen, yalancı fikirden çıkan meş’um sözünü doğru göstermek için; İslâm mağlubiyetini, İslâm perişaniyetini arzu eder, alkışlar, hasmın darbesinden mütelezziz olur." (STİ: 51) 1197. Ruhtur 1198. “İşte o mana, hayattır, ruhtur." (S: 509) 1199. “O hakikatın esası da ruhtur." (S: 509) 1200. “İşte o esas; hayattır, ruhtur, şuurdur." (S: 509) 1201. “O esas ise ruhtur." (S: 517) 1202. “Evet mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir." (M: 7) Ruh / 123 1203. “ve hayatın en müntehab hülâsası ruhtur.." (Ş: 54) 1204. “Ve keza nev’-i beşerde mevcud emarat ve işarat-ı kesîreden kat’iyetle anlaşılır ki, insan öldükten sonra birşeyi bâki kalır; o şeyi de, ancak ruhtur." (İ: 179) 1205. “Ve keza niyet, ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur." (Ms: 70) 1206. “Demek niyet, bir ruhtur." (Ms: 70) 1207. “Demek niyet, bir ruhtur." (BMs: 148) 1208. “İhtiyaç da onun içinde hareket eden bir ruhtur." (BMs: 289) 1209. “Ne caniyane ve ahmakane bir ruhtur ki, üflemekle bu güneşi söndürmek düşünürler." (B: 128) 1210. Ruhu 1211. “Fakat kalbi ve ruhu, binler batman minnetlerden ve korkulardan kurtulur." (S: 18) 1212. “Cismi bir batman ağırlıktan kurtulur, fakat kalbi binler batman minnetler altında ve ruhu hadsiz korkular altında ezilir." (S: 18) 1213. “Zâten ubudiyet-i Ahmediyenin (A.S.M.) ruhu, duadır." (S: 71) 1214. “Gayatı; hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevk edip insan eder." (S: 133) 1215. “Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir." (S: 133) 1216. “Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üss-ül esası da iman-ı billahtır." (S: 316) 1217. “Makam-ı irşadda beyanat-ı Kur’aniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece munis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi; aklı merakla ve gözü yaşla doldurur." (S: 383) 1218. “Gayatı, "hevesat-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzatına sed çekip ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir ve insanı kemalât-ı insaniyeye sevkedip insan etmektir.” (S: 408) 1219. “Nefs-i emmareyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir." (S: 408) Ruh / 124 1220. “Öyle de: Medeniyetin ruhu olan felsefe-i Avrupa ve hikmet-i beşeriyeyi, hikmet-i Kur’anla yirmibeş aded Sözlerde mizanlarla iki hikmetin müvazenesinde, hikmet-i felsefiye âcize ve hikmet-i Kur’aniyenin mu’cize olduğu kat’iyetle isbat edilmiştir." (S: 411) 1221. “İkinci neş’e, nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı maaliyata, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latif ve edebli masumane bir teşviktir ki, o da Cennet ve saadet-i ebediyeye ve rü’yet-i cemalullaha beşeri sevkeden ve şevke getiren Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın verdiği neş’edir." (S: 411) 1222. “İşte hiç mümkün müdür ki, şu badem ağacının Sâni’-i Zülcelal’i ve Hakîm-i Zülcemal’i, bu camid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun manasını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlahiyeye takdim eden, ona münasib ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin?" (S: 514) 1223. “Öyle ise o şahs-ı insanînin hakikat-ı zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izni ile ve ibkasıyla daima bâkidir." (S: 518) 1224. “DÖRDÜNCÜ MENBA’: Ruha bir derece müşabih ve ikisi de âlem-i emirden ve iradeden geldiklerinden masdar itibariyle ruha bir derece muvafık, fakat yalnız vücud-u hissî olmayan nevilerde hükümran olan kavanine dikkat edilse ve o namuslara bakılsa görünür ki: Eğer o kanunu emrî, vücud-u haricî giyse idi, o nevilerin birer ruhu olurdu." (S: 518) 1225. “Meselâ: Bir incir ağacı ölse, dağılsa; onun ruhu hükmünde olan kanun-u teşekkülâtı, zerre gibi bir çekirdeğinde ölmeyerek bâki kalır." (S: 518) 1226. “Nizam ve intizamın ruhu olan maneviyat ve revabıt ve niseb, heba olup gider." (S: 519) 1227. “Birincisi: Cenab-ı Vâcib-ül Vücud’un tecelliyat-ı icadiyesini tecdid ve tazelendirmek için her birtek ruhu model gibi ederek, her sene mu’cizat-ı kudretinden taze birer cesed giydirmek ve her birtek kitabdan ayrı ayrı bin muhtelif kitabı, hikmetiyle istinsah etmek ve birtek hakikatı başka başka surette göstermek ve kâinatların ve âlemlerin ve mevcudatların, taife taife arkasından gelmelerine yer vermek ve zemin hazırlamak için Fâtır-ı Zülcelal kudretiyle zerratı tahrik ve tavzif etmiştir." (S: 551) 1228. “Onaltıncı Söz’de isbat ve izah edildiği gibi deriz ki: Madem, güneş gibi âciz ve müsahhar mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nuranî masnular ve şu çınar ağacının manevî nuru, ruhu hükmünde olan ukde-i hayatiyesi ve merkez-i tasarrufu olan emrî kanunlar ve iradevî cilveler, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken ve birtek müşahhas cüz’î oldukları halde, pekçok yerlerde ve pekçok işlerde bilmüşahede bulunabilirler." (S: 611) 1229. “İnsanın nasıl ruhu bütün cesedine öyle bir münasebeti var ki: Bütün a’zasını ve eczasını birbirine yardım ettirir." (S: 687) Ruh / 125 1230. “Yani, irade-i İlahiye cilvesi olan evamir-i tekviniye ve o emirden vücud-u haricî giydirilmiş bir kanun-u emrî ve latife-i Rabbaniye olan ruh, onların idaresinde onların manevî seslerini hissetmesinde ve hacatlarını görmesinde birbirine mani olmaz, ruhu şaşırtmaz." (S: 687) 1231. “O hassadır bırakmaz ki o nur-u hidayet, şu medeniyet ruhu olan Roma dehası ona tahakküm etsin." (S: 713) 1232. “Şu medeniyetin ruhu olan Roma dehası, birbiriyle barışır hem mezc u ittihadı." (S: 714) 1233. “Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir." (S: 714) 1234. “Ruhu eder hizmetkâr, taneleri kuruyor." (S: 714) 1235. “Tâ vicdanı aldatsın, ruhu tenvim edilsin, tâ elem hissolmasın." (S: 744) 1236. “Altıncısı: Ders verdiği Kur’anî hakikatların; hem aklı, hem kalbi, hem ruhu ve vicdanı tenvir ve tatmin ve nefsi müsahhar etmesi ve şeytanı dahi ilzam edecek derecede kuvvetli ve gayet belîğ, nafiz ve müessir olması..." (S: 751) 1237. “Kalb ve ruhu hissiyata mağlub olmaktan muhafaza ediyor." (S: 765) 1238. “Beka-i ruhu o kadar güzel isbat eder ki: Cesedin vücudu gibi, ruhun bekasını gösterir." (S: 788) 1239. “A’lâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı." (M: 44) 1240. “Hem İncil-i Yuhanna, Onikinci Bab ve onüçüncü âyet: "Amma o Hak ruhu geldiği zaman, sizi bilcümle hakikata irşad edecektir." (M: 169) 1241. “Ve o irae ile, kalbi vahşet-i mutlakadan ve ruhu hüzn-ü elîmden kurtarıp, ebedî bir ferahı, daimî bir süruru temin eder." (M: 223) 1242. “Çünki kâinatın ruhu, nuru, mayesi, esası, neticesi, hülâsası hayattır." (M: 238) 1243. “Belki ubudiyetin ruhu hükmündedir." (M: 299) 1244. “Öyle de: Bütün evliyanın sultanı olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm; değil yalnız kalbi ve ruhu ile, belki hem cismiyle, hem havassıyla, hem letaifiyle, kırk seneye mukabil kırk dakikada, velayetinin keramet-i kübrası olan Mi’racı ile bir cadde-i kübra açarak, hakaik-i imaniyenin" (M: 306) 1245. “Hem cesedi ölmüş, hem ruhu zillet içinde manen ölmüş." (M: 416) Ruh / 126 1246. “Hem madem bir zalim ve vicdansız bir adam, birisini yere atıp ayağıyla onun başını kat’î ezecek bir surette davransa, o yerdeki adam eğer o vahşi zalimin ayağını öpse; o zillet vasıtasıyla kalbi başından evvel ezilir, ruhu cesedinden evvel ölür." (M: 416) 1247. “Hayatı varsa, ruhu da vardır." (M: 478) 1248. “Lisanı $ dediği gibi; kalbi, ruhu, aklı, bütün letaifi "Hüve-l Bâki, Hüve-l Ezeliyy-ül Ebedî, Hüve-s Sermedî, Hüve-d Daim, Hüve-l Matlub, Hüve-l Mahbub, Hüve-l Maksud, Hüve-l Mabud" demeli." (L: 18) 1249. “Acaba zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azab çeken bir insana mes’ud denilebilir mi?" (L: 116) 1250. “İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir." (L: 135) 1251. “İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden "Lâ İlahe İllallah" kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir." (L: 137) 1252. “İşte Hazret-i Gavs’ın bu emrinin manası şudur ki: Ne vakit senin oğlun da ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir..." (L: 141) 1253. “Ona cevaben dedi ki: "Çarşıdaki vaziyet iktisaddan ve kemal-i akıldan ve alış-verişin esası ve ruhu olan emniyetin, sadakatın muhafazasından gelmiş bir halettir; hısset değildir." (L: 144) 1254. “Kıskançlık eden ya riyakârdır, a’mal-i sâliha suretiyle dünyevî neticeleri arıyor veyahud sadık cahildir ki, a’mal-i sâliha nereye baktığını bilmiyor ve a’mal-i sâlihanın ruhu, esası ihlas olduğunu derketmiyor." (L: 157) 1255. “belki birbirinin noksanını ikmal eder, kusurunu örter, ihtiyacına yardım eder, vazifesine muavenet eder; yoksa o vücud-u insanın hayatı söner, ruhu kaçar, cismi de dağılır." (L: 160) 1256. “Çünki ölüm gelse, bir ruhu alır." (L: 161) 1257. “Evet Risale-i Nur şakirdlerinin kalbi, aklı, ruhu; böyle aşağı, zararlı, süflî şeylere tenezzül etmez." (L: 166) 1258. “Hem hiçbir cihetle akıl kabul eder mi ki; hadsiz rahmetli, muhabbetli ve nihayet derecede şefkatli ve kendi san’atını çok sever ve kendini çok sevdirir ve kendini sevenleri ziyade sever bir Zât-ı Kadîr-i Hakîm, en ziyade kendini seven ve sevimli ve sevilen ve Sâniini fıtraten perestiş eden hayatı ve hayatın zâtı ve cevheri olan ruhu, mevt-i ebedî ile idam edip, kendinden o sevgili muhibbini ve habibini ebedî bir surette küstürsün, darıltsın, dehşetli rencide ederek sırr-ı rahmetini ve nur-u muhabbetini inkâr etsin ve ettirsin?" (L: 334) Ruh / 127 1259. “Ve bilhassa risalet-i Muhammediye (A.S.M.) ve vahy-i Kur’anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi, hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir." (L: 336) 1260. “İşte herbir zîhayatın zâhirî bir vücudunun zevaliyle; (Yirmidördüncü Mektub’da izah edildiği gibi) ruhu, mahiyeti, hüviyeti, sureti gibi pek çok vücudlarını arkasında bıraktıran ve yerinde vazife başına geçiren faaliyet-i daime ve hallakıyet-i Rabbaniyeden neş’et eden maânî-i kudsiyenin ve rububiyet-i İlahiyenin ne kadar ehemmiyetli oldukları anlaşılır." (L: 350) 1261. “Aynen öyle de; insanın ruhu âlem-i ervahtan ve hâfızaları Levh-i Mahfuz’dan ve kuvve-i hayaliyeleri âlem-i misalden.." (L: 355) 1262. “Hayvanların ruhları bâki kalacağını ve Hüdhüd-ü Süleymanî (A.S.) ve Neml’i ve Naka-i Sâlih (A.S.) ve Kelb-i Ashab-ı Kehf gibi bazı efrad-ı mahsusa; hem ruhu, hem cesediyle bâki âleme gideceği ve herbir nev’in arasıra istimal için birtek cesedi bulunacağı rivayet-i sahihadan anlaşılmakla beraber; hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ederler." (Ş: 55) 1263. “Sâlisen: Hiç mümkün müdür ki; kendi kemalâtını ve kudret ve rububiyetini izhar etmek için bu kâinatı bütün zerrat ve seyyarat ve ecza ve tabakatıyla halk edip kemal-i hikmetle her birisini bir vazife ile belki çok vazifelerle mütemadiyen çalıştıran ve sermedî, hadsiz cilve-i esmasını göstermek için kafile kafile arkasında, belki seyyar müteceddid dünya dünya arkasında ve mahlukat taifelerini bu misafirhane-i âleme ve hayat-ı dünyeviye meydan-ı imtihanına gönderip âlem-i misalde kurulan uhrevî sinemalar ve berzahî fotoğraflarla suretlerini ve amellerini ve vaziyetlerini alarak onları terhisten sonra, başka taife ve kafile ve seyyal ve seyyar bir nevi dünyaları o meydana vazifeler ve cilve-i esmasına âyineler olmak için gönderen bir Sâni’-i Zülcelal, bir Hâlık-ı Zülcemal, bir Allah-ı Zülkemal; bu fâni dünyada şuur ve akıl ile o Hâlık’ın bütün maksadlarına karşı mukabele eden ve bütün istidadıyla o Hâlık’ı sevip sevdirip tanıyıp tanıttırıp hadsiz dualarla beka-i âhiret saadetini yalvaran ve akıl sebebiyle nihayetsiz elemler aldığından, bütün fıtratı ve ruhu ve istidadı ile ayn-ı lezzet olan hayat-ı bâkiyeyi isteyen bu nev’-i insan için bir dâr-ı mükâfat ve mücazat, bir haşir neşir olmasın?" (Ş: 607) 1264. “İkinci cereyan, istikameti bırakıp ifrat ve tefritle aklı bir vesile-i azab ve elemler toplayıcı bir âlete çevirmesinden, insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten aşağı düşürüp dünyada zulümlerine mukabil gazab-ı İlahî ve musibet tokatlarını yemekle beraber, dalaleti cihetinden, akıl alâkadarlığıyla kâinatı bir hüzüngâh ve matemhane-i umumiye ve zevalde yuvarlanan zîhayatlar için bir mezbaha, selhhane ve gayet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir manevî cehennemde olup, âhirette daimî bir azab çekmeğe kendini müstehak eder." (Ş: 618) 1265. “Meselâ: Koca bir ağacın ölmesi, onun bir nevi ruhu olan çekirdeğini onun yerinde vazife görmek için bırakması, bir Alîm-i Hafîz’in hikmetli kanunuyla olması ve bir yavrunun rızkı olan süt memelerden gelmesi ve kan ve fışkı içinden çıkıp hiç bulaşmadan safi, temiz olarak ağzına akması, tesadüf ihtimalini kat’î bir surette red ve bir Rezzak-ı Alîm-i Rahîm’in şefkatli düsturuyla olduğunu gayet kat’î gösteriyor." (Ş: 649) Ruh / 128 1266. “Onun ruhu ve hayatı onlardır." (Ş: 734) 1267. “Malûm olsun ki; Celcelutiye’nin esası ve ruhu olan $ İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’ın en mühim ve en müdakkik Üveysî bir şakirdi ve İslâmiyet’in en meşhur ve parlak bir hücceti olan Hüccetül İslâm İmam-ı Gazalî (R.A.) diyor ki: "Onlar vahy ile Peygamber’e (A.S.M.) nâzil oduğu vakit İmam-ı Ali’ye (R.A.) emretti: "Yaz.” (Ş: 737) 1268. “Binaenaleyh bu her iki noktadan haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder; vicdanı daima muazzeb olur." (Ş: 756) 1269. “Fakat o şahsın sırat-ı müstakime girmekle kalbi ve ruhu nur-u imanla ışıklanırsa, o zulmetli evvelki vaziyeti nuranî bir halete inkılab eder." (İ: 28) 1270. “Buna binaen Kur’an heyet-i mecmuasıyla kalblere kut ve kuvvet olup, tekrarı usanç değil, halâvet ve lezzet verdiği gibi, Kur’anın âyetlerinde de öyle bir kısım vardır ki, o kuvvetin ruhu hükmünde olup tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar." (İ: 30) 1271. “Namaz, kul ile Allah arasında yüksek bir nisbet ve ulvî bir münasebet ve nezih bir hizmettir ki, her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe’nindendir." (İ: 43) 1272. “Çünki bütün nimetlerin, rahatların, lezzetlerin ruhu olan saadet-i ebediye gelmezse, umum kâinatın şehadetiyle sabit olan ve güneş gibi parlayan rahmet ve şefkat-i İlahiyenin bedahetine karşı mükâbere ile inkâr lâzımgelir." (İ: 55) 1273. “Hem yine şâyân-ı dikkattir ki; o madde-i latife, yemeklerin ruhu ve hülâsasıdır." (İ: 57) 1274. “Evet onlar iman etmediklerinden ve cevher-i ruhu ifsad ve bütün elemleri içine alan küfür musibetine maruz kaldıklarından $ ye bedel $ tabiriyle işaret edilmiştir." (İ: 69) 1275. “Çünki kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur." (İ: 80) 1276. “İnsan cismen küçük, zaîf ve âciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor ve pek büyük bir istidada mâliktir ve hasredilmeyecek derecede meyilleri vardır ve gayr-ı mütenahî emeller sahibidir ve addedilemez fikirleri vardır ve gayr-ı mahdud şeheviye ve gazabiye gibi kuvveleri vardır ve öyle acaib bir yaratılışı vardır ki, sanki bütün enva’ ve âlemlere fihriste olarak yaratılmıştır." (İ: 85) 1277. “İhtar: İbadetin ruhu, ihlastır." (İ: 85) 1278. “Sanki o zâtın cesedinden tecerrüd eden ruhu, zaman ve mekânın kayıdlarını kırarak istikbalin her tarafına uçup gezmiş ve gördüğü vukuatı söylemiştir ve söylediği gibi de vukua gelmiştir." (İ: 120) 1279. “Ganj Nehri ile Bahr-ı Muhit-i Atlasî (Atlas Okyanusu) arasındaki memleketler, Kur’anı bir kanun-u esasî ve teşriî hayatın ruhu olarak" (İ: 216) Ruh / 129 1280. “diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar." (Ms: 7) 1281. “Ruhu fasid, kalbi hasta olanlardan başka kimse o ağır yükün altına giremez." (Ms: 68) 1282. “Küfür ise ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır." (Ms: 69) 1283. “O ruhun ruhu da ihlastır." (Ms: 70) 1284. “Halbuki birinci cihette lezzet, zeval ile zâil olsa bile ruhu bâkidir." (Ms: 71) 1285. “İkinci cihette, nimetin zevali ölüm değildir ki, ruhu kalsın." (Ms: 71) 1286. “Ruhu da söner, ancak dumanı kalır." (Ms: 71) 1287. “Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir." (Ms: 102) 1288. “Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur." (Ms: 102) 1289. “Eğer dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o nur onun ruhu olur." (Ms: 116) 1290. “Meselâ: "Bismillah", hava-i nesîmî gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiğinden kesret-i ihtiyaca binaen Kur’anda çok tekrar edilmiştir." (Ms: 127) 1291. “Çünki insanın ruhu, ebna-yı cinsiyle alâkadardır." (Ms: 148) 1292. “Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri sür’at-ı ruh mizanıyla cereyan eder." (Ms: 198) 1293. “Eğer âlemi bir zîhayat libasını giymiş görsen, Onun ruhu Nur-u Muhammedî Aleyhissalâtü Vesselâm’dır." (Ms: 263) 1294. “diye, yalnız o üstad-ı kudsînin irşadıyla hem kalbi, hem ruhu gayet garib bir tarzda sülûke başladılar." (BMs: 12) 1295. “Ve onun içindeki manası ise onun ruhu değil, belki bedenidir." (BMs: 144) 1296. “Amma kelâmın ruhu ise, ancak mütekellim tarafından içine nefh edilen manadır." (BMs: 144) 1297. “Onun da ruhu ihlastır." (BMs: 148) 1298. “İşte birinci vecihteki lezzet, zeval ile öldüğü halde, ruhu bâki kalır, yani bu nimetleri bana in’am edenin rahmeti, beni düşünüyor, beni unutmuyor der." (BMs: 149) 1299. “Tâ ki ruhu bâki kalsın." (BMs: 149) Ruh / 130 1300. “Ve eğer âlemi, zîhayat, canlı bir cismi giymiş vaziyetiyle görürsen; Aleyhissalâtü Vesselâm’ın nurunu, o büyük hayvanın ruhu olarak göreceksin." (BMs: 237) 1301. “Muhabbet ise, yolunda ruhu feda etmek iktiza eder." (BMs: 259) 1302. “İşte mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir." (BMs: 307) 1303. “İşte o âlemin anahtarı, marifetullah ve vahdaniyet sırlarını ifade eden "Lâ İlahe İllallah" kelime-i kudsiyesiyle kalbi söylettirmek, ruhu işlettirmektir..." (BMs: 309) 1304. “Acaba zâil ve yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azab çeken bir insana mes’ud denilebilir mi?" (BMs: 316) 1305. “İşte acaba neden caiz olmasın ki, ruhu cismaniyetine galib olmuş bir velinin fiilleri, ruh ve hayal ölçüleriyle sudûr etmesin." (BMs: 397) 1306. “Belki de bununla merhum Molla Abdülmecid’in ruhu şâd olur." (BMs: 634) 1307. “Bundan mütercim-i muhterem Seyda-yı Molla Abdülmecid’in âlî, mutahhar ruhu -eğer kabul buyururlarsa- şu nâçiz talebesinden rencide olmaz ümidini besliyorum." (BMs: 635) 1308. “Kalbi deldi, ruhu ezdi, yaktı yıktı ciğeri" (BMs: 646) 1309. “Ruhu, feza-yı kâinatta beyn-el ecram seyr-i seri’ ile seyahat ettirecek tarzda tulû’ eden manzume-i hakikat, bilhassa bizler için büyük mazhariyettir." (B: 33) 1310. “Bil’umum Risalât-ül Envar her biri ayrı ayrı mevzularda, hadd ü hesaba gelmeyen müşkilleri halletmeleriyle beraber bendeniz şöyle tasavvur ediyorum ki: Nur deryasından nûş etmek isteyen bir kimse, Birinci ve Yirmibirinci ve Yirmiikinci Sözleri alsa, diğerlerine eli yetişmezse dahi maraz-ı kalbîyi def’ u ref’e, ruhu tenvir u tesrire kâfi bulunduğu meşhud ve müsellemdir." (B: 50) 1311. “Evet nasıl sözlerim haksız olsun ki, en tehlikeli anlarda bile hakkı söylemekte susmayan ve pek âlî ruhu taşıyan ve talebelerine her an teselli nurlarını dağıtan, Kur’an-ı Kerim’in bugünkü dellâl-ı muhteremi olan Üstadım!" (B: 94) 1312. “Elhasıl: Süleyman’ın selim kalbi, Lütfi’nin latif ruhu imdadıma koşmak istemişler." (B: 171) 1313. “Aynen bu parça-i Nur, âlem–i asgar olan ve esma-i hüsnaya âyine olan ve hilkat-i dünyanın ruhu mesabesindeki beşerin, kemal ve sukutuna, ebediyet ve ademine sebeb olan en büyük vesile ve desiseleri, pek yakînen keşfedip gösteriyorlar." (B: 176) 1314. “Aynen kütüb-ü sâbıkada da vesile-i dünya olan Şah-ı Levlâk’i evsafıyla, ashabıyla haber vermeleri gösteriyor ki; ulûm-u evvelîn ve âhirîni câmi’ bir kitab ile ba’s olunacak, kâinatın ruhu Ruh / 131 hükmünde ve bütün kâinatın güzellikleri kendi fıtratında tecemmu’ edip, tekemmülle tulûu, fecirden sonra şemsin tulûu gibi bekleniyordu." (B: 209) 1315. “Sadîkınızın zaîf ruhu, bu fâni hayatta olduğu gibi, bâki ve sermedî hayatta da inşâallah ulvî ruhunuzun cenah-ı şefkatinden ayrılmayacaktır, ayrılamayacaktır ve ayıramayacaklardır." (B: 216) 1316. “Gayr-ı ihtiyarî, ruhu garib ve rikkatle karışık bir ızdıraba düşürüyor." (B: 224) 1317. “Sual: Sa’d-ı Taftazanî, biri hayvanî diğeri insanî olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra, "Mevte maruz kalan yalnız ruh-u hayvanîdir, ruh-u insanî ise mahluk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebeb yoktur, cesed ile kaim olmayıp müstakill-i bizzâttır" demesinin sebebi ve izahı?" (B: 258) 1318. “İkinci sebeb: Firakı hiç istemeyen ve firaktan şiddetle kaçan ve ayrılıktan titreyen ve bu’diyetten cehennem gibi korkan ve zevalden gayet derecede nefret eden ve visali ruhu ve canı gibi seven ve kurbiyeti cennet gibi, hadsiz bir iştiyak ile arzulayan "aşk" sıfatı; her şeydeki akrebiyet-i İlahiyenin bir cilvesine yapışmakla firak ve bu’diyeti hiçe sayıp, lika ve visali daimî zannederek, "Lâ mevcude illâ Hu" diye, aşkın sekriyle ve o şevk-i beka ve lika ve" (B: 264) 1319. “Ruhu güzel ve âlîdir, fakat mûcid ve mutasarrıf değil, belki ancak mazhar ve medardır." (B: 266) 1320. “İhlası tam, vicdanı temiz, ruhu teslim, cismi latif, nesebi tahir kardeşlerimiz, bu ikaz ile Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e niyaz edip, "Ya Rabb, cümle ihvanımızı yaramaz şeylerden halas et ve ihlas-ı tâmme ihsan et" dualarında, sâlif-ül arz haslet-i hamse-i âliye ve ehliyeden olmayan ve kesafetli ruhuyla müteaddid nuru karıştıran ve zâhir haliyle sebeb-i risale olup, umumun dua ve himmetlerini her an arzulayan, bu uğurda Risale-i Nur’a serfüru’ ve serfeda edenleri; Cenab-ı Erhamürrâhimîn, Habib-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur’an-ı Hakîm ve hizb-ül Kur’an hürmetine mağfiret buyurup, niyet edip taleb ettikleri hizmetinde muvaffak buyursun.." (B: 279) 1321. “Senin gibi ruhu inkişaf edip, kalbi intibaha gelen zâtlar okumaktan usanmaz." (B: 336) 1322. “Bu ikinci yol; Risalet-in Nur’un esası, mâyesi, temeli, ruhu, hakikatı olduğunu has talebeleri görüyorlar." (K: 18) 1323. “Hem bu Münazarat Risalesi’nin ruhu ve esası hükmünde olan, hâtimesindeki Medreset-üz Zehra hakikatı ise, istikbalde çıkacak olan Risale-i Nur’a bir beşik, bir zemin ihzar etmek idi ki; bilmediği, ihtiyarsız olarak ona sevkolunuyordu." (K: 79) 1324. “Evet o Hizb-ül Ekber’deki âyât; bütün Resail-i Nuriye’nin ruhu, esası, madeni, üstadı ve güneşidir." (K: 128) Ruh / 132 1325. “Kalemi gibi, kalbi, ruhu da güzel." (K: 242) 1326. “Ve o küçük şahsiyette parlak, büyük bir şakird ruhu görünüyor." (K: 259) 1327. “Şimdi bir ihtar ile kat’î kanaatım geldi: O talebe arkadaşlarım, o üstadlar hükmünde hocalarım, o mürşidlerim, evliya ve şeyhlerim; bir hiss-i kablelvuku’ ile ruhu hissedip akıl bilmeyerek -ki en lüzumlu bir zamanda- o talebeler içinde ve o hocaların şakirdleri içinde ve o mürşidlerin müridleri içinde parlak bir nur çıkacak, ehl-i imanın imdadına gelecek diye o istikbaldeki nimet-i İlahiyeye gayet ağır ve acib şerait içinde ve hadsiz muarızların karşısında ve bin seneden beri kuvvet bulan dalaletin mukabilinde ve gayet vehham ve garazkâr düşmanlarımızın desiselerinin ihatasında ve iki dehşetli mahkemenin uzun tedkikatında Risale-i Nur’un bu fevkalâde galebesi ve hârikulâde perde altında tenviratı ve düşmanlarını mecbur edip serbestiyetini kazanması gösteriyor ki; o mevkiine lâyıktır ki, kablelvuku’ İmam-ı Ali Radıyallahü Anhu ve Gavs-ı Azam (Kuddise sırruhu)" (E: 53) 1328. “Hem kalbi, hem ruhu, hattâ hissiyatı tam tenvir edecek ve ilâçlarını verecek bir tarzda hazine-i" (E: 248) 1329. “Evet, ne kadar fikri ve vazifesi aleyhimizde olsa da, herhalde kalbi, ruhu Risale-i Nur’dan imanı cihetinde büyük istifade etmek ve Nurculara da sevab kazandırmak hikmetiyle o vilayete gönderildi." (E: 276) 1330. “Her nefes ve her dakika ruhlar ona hava ve su gibi muhtaç olduğundan, onun hakikatını herkesin ruhu hisseder." (Em: 96) 1331. “Tarihinizi ve İslâmiyetinizi tahkir eden bir sû’-i kasd vesikasını yazan ve imza edenlere hayatınızın hayatı, ruhunuzun ruhu bildiğiniz İslâmiyetiniz namına ve kâinatı ondört asır ışıklandıran ve kudsî ve İlahî düsturlarıyla bin seneden beri milyonlar ecdadınızı nurlandıran ve ebedî saadete sevkeden Kur’anınız namına ve o düstur-u Kur’ana ittiba’ eden yüzer milyon ecdadınız namına, ahlâk-ı hasene ve namus muhafazası yolunda İslâmî terbiyenin ziyasıyla nurlanan ve terbiye alan ve kadınlığın hakikî manasını ve hakikî güzelliğini yaşayışlarıyla ve giyinişleriyle ve hayatlarıyla gösteren annelerinizin ve ninelerinizin ve hemşirelerinizin namına o müfterilere, o tezyif ve tahkir savuranlara teessüfünüzü, tekdirinizi ve reddinizi bildiriniz." (Em: 136) 1332. “Yirmisekiz seneden beri beş vilayet ve beş mahkeme ve beş vilayetin zabıtaları onun başına ilişmedikleri halde, hususan bu defa İstanbul mahkeme-i âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ayda yaya olarak heryeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve Mahkeme-i Temyiz "bere yasak değil" diye karar verdiği, hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından -ki resmî bir libastır- bereyi giyenler de mes’ul olmazlar denildiği halde, hususan münzevi ve insanlar Ruh / 133 arasına girmeyen ve Ramazan-ı Şerif’in içinde böyle hilaf-ı kanun en çirkin bir şey ile ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek," (Em: 165) 1333. “edeceksin; yoksa ceza vereceğiz" denilse, elbette öyle her şeyini hakikat-ı Kur’aniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, cehenneme de atılsa, kat’iyen yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek." (Em: 167) 1334. “Bin rayihanın feyzi sarar ruhu derinden" (T: 5) 1335. “Böyle bir yüksek iman ve ihlas şuuruna mâlik olan insan, hiç şübhesiz ki, zaman ve mekân mefhumlarının fâniler üzerinde bıraktığı yaldızlı tesirleri kesif madde âleminde bırakarak; ruhu ile maneviyat âleminin pırıl pırıl nurlar saçan ufuklarına yükselmiş bir haldedir." (T: 10) 1336. “Fakat gönlü mestedip, ruhu yükselteceği anlarda ifade o kadar berraklaşır ki tarif edilemez." (T: 20) 1337. “İşte âlemin ruhu bu hakikata temas etmişse de, tamamını" (T: 38) 1338. “Onlar tev’em ve esbab-ı temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim pis medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezc olunmaz, bel’ olunmaz…" (T: 132) 1339. “Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir." (T: 142) 1340. “Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur." (T: 142) 1341. “İfadesinde: Şark ve garbın eserlerini okuduğunu, sonra Risale-i Nur eline geçtiğini; bu eserlerden aklı, fikri, ruhu ve kalbi son derece müstefid bulunduğunu, irade ve ahlâkı üzerinde mühim tesirler yaptığını; Gençlik Rehberi’nin, gençlerin iman ve ahlâkını temin ve muhafaza yolunda büyük tesiri olması dolayısıyla, bir hizmet-i vataniye yapmak emeliyle bastırdığını, suç mahiyetini haiz bir şey görmediğini söylemiştir." (T: 649) 1342. “Yirmisekiz seneden beri beş vilayet ve beş mahkeme ve beş vilayetin zabıtaları onun başına ilişmedikleri halde, hususan bu defa İstanbul mahkeme-i âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ay da yaya olarak her yeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve hem Mahkeme-i Temyiz bere yasak değil diye karar verdiği, hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından -ki resmî bir libastır- bereyi giyenler de mesul olmazlar denildiği halde; hususan münzevi ve insanlar arasına girmeyen ve Ramazan-ı Şerifin içinde böyle hilaf-ı kanun en çirkin bir şey ile ruhunu Ruh / 134 meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebi papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye ile tehdid etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder." (T: 666) 1343. “denilse, elbette öyle herşeyini hakikat-ı Kur’aniyeye feda eden bir adam, değil dünyevî hapis veya ceza ve işkence, belki parça parça bıçakla kesilse, Cehennem’e de atılsa, kat’iyen yüz ruhu da olsa, bütün tarihçe-i hayatının şehadetiyle, feda edecek!" (T: 667) 1344. “ölmeye yüz tutmuş zannedilen iman ruhu yeniden canlanacak.." (T: 675) 1345. “Risale-i Nur’daki aklı, kalbi, ruhu ve vicdanı celbeden ve hakikata râmeden o İlahî cazibedendir ki; çoluğu çocuğu, genci ihtiyarı, avamı havassı o Nur’a koşuyorlar ve o cazibedar Nur’un pervanesi oluyorlar." (T: 697) 1346. “Ey ruhumuzun ruhu, kalbimizin kalbi, canımızın canı, cananımız, sertâcımız, sevgili Üstadımız Efendimiz!" (T: 702) 1347. “Kalb ve ruhu ve akıl ve letaifi bu elîm ve dehşetli vaziyetten feryad u figan ederken, nefs-i emmaresi tegafül ile tecahül etti." (Ni: 16) 1348. “ruhu müdhiş bir derecede musibet içinde olduğu halde; cismen zâhirî bir derece refah ve zînet içinde bulunmasıyla o adama mes’ud denilsin ve saadetine hükmedilsin?" (Ni: 85) 1349. “Kalbi, ruhu hissiyatına mağlub olur." (H: 9) 1350. “Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet’tir." (H: 54) 1351. "kurtaran (5) ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6) ve menafi-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi tahlis eden (7) ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden (8) ve umum ezhanı manyetizmalandıran (9) ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteren (10) ve sizi muahaze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran (11) ve maksad ve neticede ittihad-ı umumiyeyi tesis eden (12) ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden (13) ve çürük mesavi-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (14) ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran (15) ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkide -sırr-ı i’caza binaen- bir zaman-ı kasîrede tayyettiren (16) ve Arab ve Turan ve İran ve Sâmileri tevhid ederek az zamanla bize bir büyük kıymet veren (17) ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18) ve kanun-u esasînin ruhunu ve Onbirinci Madde’yi muhafaza ile ve sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19) ve Avrupa’nın eski zann-ı fasidlerini tekzib eden (20) Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hâtem-i enbiya ve şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren (21) ve" (H: 82) Ruh / 135 1352. “İşte ey iki hayatın ruhu hükmünde olan İslâmiyet’i bırakan iki ayaklı mezar-ı müteharrik bedbahtlar!" (Mü: 49) 1353. “değildi; lâkin herkesin ruhu istibdadın manasıyla tesemmüm ederdi ve bir zehir atanı bilirdi." (Mü: 52) 1354. “Onun ruhu ne kadar tatlı ve kıymetdar olsa da, milletini daha ziyade tatlı ve büyük bilir." (Mü: 59) 1355. “Bin ruhu da olsa feda etmeğe iftihar eder." (Mü: 59) 1356. “Zira bir menfaat veya cüz’î bir haysiyet veya itibarî bir şeref için veya “Filan yiğittir” sözlerini işitmek gibi küçük emirlere hayatını istihfaf eden veya ağasının namusunu isti’zam için kendini feda eden kimseler eğer uyansalar, hazinelere değer olan İslâmiyet milliyetine yani üçyüz milyon İslâmın uhuvvetlerini ve manevî yardımlarını kazandıran İslâmiyet milliyetine, binler ruhu da olsa, acaba istihfaf-ı hayat etmezler mi?" (Mü: 60) 1357. “(1): Milliyetimiz bir vücuddur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve imandır." (Mü: 60) 1358. “Biz de, bütün hakikî ilimlerin madeni, esası, nuru ve ruhu olan iman ilmini tahsil ve iktisab etmek için ve mukaddes davamızda muvaffak ve kudsî mücadelemizde muzaffer olmak için aza kanaat etmeyeceğiz." (G: 238) 1359. “Hayatı varsa ruhu da vardır." (STİ: 8) 1360. "(Ene)ler (nahnü)ye inkılab edip, mezcî cemaat ruhu tevellüd ederek, külle feda olmak için ferd zımnen rızadade olabilir." (STİ: 11) 1361. “Hâkim, ruh-u cemaatten çıkmış az mütehassis, sağırca, metin bir şahs-ı manevîdir ki, şûralar o ruhu temsil eder." (STİ: 33) 1362. “temzic varken imtizac olunmazsa, şeriatın ruhu olan nur-u hidayet, o muzlim medeniyetin esası olan Roma dehasıyla hiçbir vakit mezcolunmaz, bel’ olunmaz..." (STİ: 42) 1363. “Cemaat ruhu tevellüd etmedi." (STİ: 89) 1364. Ruhudur 1365. “BEŞİNCİ NÜKTE: Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir." (M: 302) 1366. “ve vahy-i Kur’an dahi, hayatdar hakaikının şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır." (L: 336) 1367. “Birisi: İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur." (Ş: 257) 1368. “Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur." (H: 64) Ruh / 136 1369. Ruhullah 1370. “O Nasaralar, "İsa ruhullah" diyorlar." (B: 155) 1371. “Ve kendilerine Kelime-i Tevhid’i okudum, "İsa ruhullah" dedim." (B: 155) 1372. Ruhum 1373. “Onun ilahî tarzındaki tabiî nazmına ruhum hoşlanıyordu." (S: 693) 1374. “İşte bu içtihada göre- ruhum kadar sevdiğim Üstadımın muvakkaten başka bir köye gitmesini arzu ettim." (L: 42) 1375. “Hadsiz bir deniz suretini alan ebed tarafındaki istikbale ruhum sevkediliyordu." (L: 51) 1376. “BEŞİNCİ RİCA: Bir zaman ihtiyarlığımın mebdeinde, bir inziva arzusuyla, İstanbul’un boğaz tarafındaki Yuşa Tepesi’nde, yalnızlıkla ruhum bir istirahat aradı." (L: 226) 1377. “Ruhum dahi vatanımdaki eski dostları düşünüp o gurbette vefatımı tahayyül ederek, Niyazii Mısrî gibi dedim:" (L: 234) 1378. “O vakit, beka isteyen ve beka tevehhümüyle fânilere mübtela olan ruhum bütün kuvvetiyle dedi ki: "Madem cismen fâniyim, bu fânilerden bana ne hayır gelebilir?" (L: 239) 1379. “O vakit misafirleri kabul etmediğim halde, onun ruhundaki ihlas ve ileride Risale-i Nur’a edeceği kıymetdar hizmeti, (Haşiye-1) güya hiss-i kablelvuku ile ruhum o gencin ruhunda okudu." (L: 246) 1380. “İki yüz sene sonra gayet sevdiği dostların mahall-i ikametine uğrayan bir adamın hüznüyle; hem ruhum, hem kalbim gözüme yardım edip ağladılar." (L: 248) 1381. “Ruhum ise, düşman vaziyetini alan hadsiz belalara karşı bir nokta-i istinad ararken ve ruhta ebede kadar uzanan hadsiz arzuları tatmin edecek bir nokta-i istimdad taharri ederken ve o hadsiz firak ve iftiraktan ve tahrib ve vefattan gelen hüzün ve gama karşı teselli beklerken, birden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın $ âyetinin hakikatı tecelli etti." (L: 249) 1382. “diye ruhum çok derin feryad ediyordu." (Ş: 11) 1383. “Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki, değil şimdiki düşmanlarıma belki dünyaya meydan okutturabilir bir iktidar-ı imanî hissederek bütün ruhum ile "Hasbünallahü ve ni’melvekil" dedim." (Ş: 65) 1384. “diye hem ruhum, hem kalbim, hem aklım feryad edip ağladılar." (Ş: 498) 1385. “Ruhum, onun ile o hazineyi keşfetti.” (Ş: 741) Ruh / 137 1386. “Bir değil, bin ruhum da olsa, Kur’an için, iman için hepsini feda etmeğe her zaman hazırım." (İ: 229) 1387. “Bu hicrandan kalbim ağlamış, gönlüm coşmuş, ruhum vücudumdan ayrılarak uzaklara gitmiş, bana teselli tuhfeleri getirmiş." (B: 70) 1388. “Muhterem Üstad, bana öyle geliyor ki, manevî saadete küşade bulunan ruhum, kıymetdar risaleleri okudukça, yazdıkça gitgide bir zevk-i manevî, bir saadet-i ebedî hazırlıklarıyla coşacak." (B: 71) 1389. “Sevincimden mektubunuzu takbil ediyor; ruhum sizinle yaşadığı halde, cismen uzak bulunduğumuzdan ağlıyordum." (B: 75) 1390. “Demek ki, her risaleden ruhum ayrı ayrı gıdasını alıyor." (B: 76) 1391. “Evet bazan yoruluyorum, fakat yorgunluktan istirahatı arzu eden nefsimi, ruhum vazifeye davet ediyor ve belki bugünkü sa’yim, keffaret-üz zünub olur." (B: 104) 1392. “Ve sizin teşrifinizde -ki Erhamürrâhimîn olan Rabb-ül Âlemîn’den dua ve niyazım budurruhum sizi istikbal etmek şerefiyle müşerref olabilmek gibi, gönül arzu ve hayatı hasıl oluyor (Haşiye) ve çok düşündürüyor." (B: 116) 1393. “Evet gözlerim böyle bir nura, aklım böyle bir derse, hasta vücudum böyle bir ilâca, muzdarib ruhum böyle bir teselliye, nihayet zalim nefsim böyle bir manevî terbiyeye çok muhtaç olduğu bir zamanda bu eserin yetişmesi; hem hakikatte üç gün sonra postaya verilen ikinci eserden dokuz gün evvel gelmesi, kat’iyetle gösteriyor ki; bu iş kendi kendine veya tesadüfî olmuş değil." (B: 118) 1394. “Reddedilen bir arzu nasıl kesb-i şiddet ederse, emellerimin şimdilik husule gelmemesiyle, iman ve emellerim de aynı nisbette kesb-i kuvvet ediyor, ruhum yükseliyor; kalbimde açılan pencereden, manen daha serin ve daha geniş nefes alıyorum." (B: 132) 1395. “Ve bu noktaya ruhum emin idi ki; çoktan beri ehl-i iman ve tevhid, İslâmiyet gibi bâki ve sermedî güneşin küsuf ve ufulüne canavarcasına çalışmayı kendine vazife addeden ehl-i dalaletin pis proğramlarını görüp nevm-i gafletten uyanarak, Sure-i Kevser’i takib eden iki sureyi lisan-ı hal ve kal ile okuyarak zındıklara hitaben, "Bizler sizin nifak denizinde serseriyane ve zulümkârane gezen dalalet ve sefahet gemilerinize binemeyiz; ancak, Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın nuranî ve tevhid sikkeli iman ve İslâm zırhlılarına bineriz." (B: 136) 1396. “Âciz talebeniz, küre-i arz içerisinde ruhum bazan şarka, bazan cenuba, bazan garba, bazan şimale, bazan semaya giderdi." (B: 140) 1397. “Ruhum bir mürşid-i ekmel taharri ederdi." (B: 140) 1398. “Ruhum ve kalbim çok çırpınıyordu." (B: 142) Ruh / 138 1399. “Ben de asrımıza ve yaralarımıza baktıkça, bütün gün ruhum çırpınmakta iken, "Acaba bu karmakarışık zamanda, benim gibi böyle manevî yaralı gençler, o mahkeme-i kübrada, Cenab-ı Vâcib-ül Vücud ve Tekaddes Hazretlerinin huzurunda, Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâm Efendimizden nasıl şefaat dileyebilirler" diyerek, bütün gün ruhum ağlardı." (B: 157) 1400. “manevî doktora müracaat edeyim diyerek, ruhum her an gezmekte iken bîhuş olup yattım." (B: 158) 1401. “Memlekete avdetimde, ağabeyim Mustafa’yı görünce ruhum biraz genişledi." (B: 158) 1402. “Bu zamana kadar pek âciz, hiç-ender-hiç olan zayıf ruhum o teessürler içinde feryad ederken, şefkatli tokat risalesinde, bizim fırtınalı tokadımızı zikreden üstadımızın hakkımızda ne derece şefkatli olduğunu anladık." (B: 161) 1403. “Şimdi ise, Nurların hakikatlerini gördükçe minnet ve şükrüm tezayüd ediyor, kalbim nurlar ile doluyor, ruhum nurlarla istirahat ediyor, letaifim" (B: 177) 1404. “Bu risaleleri okudukça ruhum güller gibi açılıyor, hayat-ı fâniyeden gelen âlâm ve meşakkati kaldırıp atıyor." (B: 178) 1405. “Heyhat ne kalbim ve ne de kalemim ve ne ruhum, acz ile önüme çıktılar ve itiraf-ı kusur ediyordular." (B: 185) 1406. “Nuranî ve ziyadar cadde-i kübra-yı maneviyede seyr ü seyahat eden umum âhiret kardeşlerimle her hafta görüşüyor ve âramsız tulû’ eden Risale-i Nur eczaları gibi, feyiz ve marifet güneşlerinin haberlerini işittikçe; ruhum güller gibi açılıyor, hubur u ibtihaca müstağrak oluyor." (B: 191) 1407. “Ümmilik ne güç imiş" diye ruhum ağlıyor." (B: 191) 1408. “Evet Üstadım, bu mektubu istinsah ederken kalb ve ruhum cûş u huruşa gelerek bütün envar-ı resaili kemal-i şevk ve tahassürle görmek istiyordular." (B: 194) 1409. “kasavetler, yeisler, beisleri tasavvur ettikçe biri cinnete yani cünuna, diğeri cennete yani Şam’a gitmek üzere, akl u ruhum seferber vaziyetini alıyorlar." (B: 195) 1410. “Neticesinde burada öyle bir vaziyet hasıl olmuş ki, mahiyetini düşündükçe senin bedeline ruhum titriyor." (B: 196) 1411. “Herşeyden ziyade hürmet ettiğiniz ve ehemmiyeti dolayısıyla pek fazla itina ettiğiniz şeairi diniyemize ve sizi severek, hâhişle fîsebilillah emirlerinize itaat ederek, size koşan talebelerinize sed çekmek suretiyle yapılan denaete ruhum sabredemiyordu." (B: 221) 1412. “Ruhum feveran ediyor." (B: 221) Ruh / 139 1413. “Senelerden beri zalimlerin pençe-i zulmünde inleyen bu bîçare müslüman kardeşlerinizle geçirmekte olduğunuz bu mübarek bayramın belki dokuzuncusunu hücra köşelerinde, dostlarınızdan uzak, akraba ve taallukatınızdan mahrum bir vaziyette, teâli ve terakkisi için çalıştığınız cem’iyet-i İslâmiye arasından uzaklaştırıldığınız bir halde geçireceğinizi hatırladıkça yüreğim parçalanıyor, ruhum azîm bir elemle yanıyor, gözlerimden yaşlar dökülüyor." (B: 225) 1414. “Fakat felillahilhamd, kalb ve ruhum Risale-i Nur’un tesiratıyla intibaha gelmişler." (B: 239) 1415. “Ben de Cenab-ı Hakk’a yüz binler şükür ediyorum ki, o kuvvetli omuzlarınız yüküm altına girdiği için zaîf omuzum ağırlıktan kurtulup ruhum rahat etti." (B: 251) 1416. “İstirahat bulan ruhum size takdirkârane ve minnetdarane bakıyor." (B: 251) 1417. “Ruhum istiyordu ki, o âyetin bazı envarını yazayım; fakat şimdiye kadar müteferrik surette yazıldığından öyle kalmış, şimdilik onunla iktifa edilmiş." (B: 284) 1418. “Bu risaleye nazar-ı dikkati ehemmiyetle celbetmeyi ruhum arzu ediyordu." (B: 310) 1419. “Ruhum çok arzu ediyordu ki; kısa, hafif bir vesile elime geçip, bîçare misafirlerin zahmeti beyhude gitmesin." (B: 311) 1420. “Baktım, sana göndermek ruhum istedi." (B: 341) 1421. “Sizin bu defaki manevî ve nurlu hediyeniz benim nazarımda, Cennet-ül Firdevs’ten bir desti âb-ı kevser hediyesi, âlem-i bekadan bize gelmiş gibi ruhum inşirah ile doldu, bütün duygularım sürur ile şükrettiler." (K: 17) 1422. “Ben sizleri düşündükçe, ruhum inşirah ve kalbim ferahlarla dolar." (K: 21) 1423. “Aziz, mübarek, sıddık, sadık, ruhum, canım kardeşlerim!" (K: 23) 1424. “Hem bu medar-ı sürur ve ferah olan hediye-i nuraniyeyi, bir hiss-i kablelvuku’ ile benim ruhum tam hissetmiş, akla haber vermemiş idi ki o gelmeden iki gün evvel, Feyzi ve Emin’in fıkrasında beyan edilen rü’yayı gördüğüm gecenin gününde, sabahtan akşama kadar ve ikinci günü de kısmen, hiç görmediğim bir tarzda bir sevinç, bir sürur hissedip mütemadiyen bir bahane ile ferahımı izhar edip, otuz-kırk defa tebessüm ile güldüm." (K: 113) 1425. “Hattâ şimdi en hafif ruhlu bir kardeşim, bir şakirdimle görüşmeyi -fakat Risale-i Nur hizmetine ait olmamak şartıyla- ruhum kaldırmıyor." (E: 61) 1426. “Söyler bana ruhum yine $" (E: 122) 1427. “Hâmisen: Münafık düşmanlarımın maddî ve manevî zehirlerine karşı gerçi Cevşen ve Evrad-ı Kudsiye-i Şah-ı Nakşibend beni ölüm tehlikesinden, belki yirmi defa kudsiyetleriyle kurtardılar; fakat maatteessüf asabımda ve sinirlerimde ve hassasiyetimde, o zulümden öyle Ruh / 140 şiddetli bir tesir, bir heyecan, bir teellüm, bir teneffür gelmiş ki; en samimî dostumu ve tam sadık bir kardeşimi bir saat yanımda tahammül edemiyorum, ruhum kaldırmıyor." (E: 148) 1428. “Evet nasıl göz, bir saçı kaldırmıyor; aynen öyle de, şimdiki ruhum ve o durum, bir saç kadar sıkletten, ağırlıktan müteessir olduğu halde, Risale-i Nur’un ve şakirdlerinin selâmetlerine, onların bedellerine ve yerlerinde dağ gibi ağır tazyikat ve sıkıntıları memnuniyetle" (E: 148) 1429. “Demek ikinci bir ruhum hükmünde, Hasan Feyzi benim bedelime ölmüş ve ölüyor." (E: 186) 1430. “Binler ruhum olsa, binler hastalıklara mübtela olsam ve zahmetler çeksem, yine bu milletin imanına ve saadetine hizmet için burada kalmağa Kur’andan aldığım dersle karar verdim ve vermişiz." (E: 195) 1431. “Ben de: "Şeriatın bir mes’elesine bin ruhum olsa feda ederim.” (E: 245) 1432. “Şeriatın birtek mes’elesi uğrunda bin ruhum olsa fedaya hazırım!” (Em: 19) 1433. “Gaziantep ve Maraş’a varamadığım için ruhum "Sen vazifeni tam yapmadın" diyor." (Em: 65) 1434. “Çünki lillahilhamd nur-u aynım ve sürur-u ruhum ve gıda-i kalbim olan Risale-i Nur’un hakikatlarını bilfiil ve bittecrübe ders almama sebeb oldu." (Em: 149) 1435. “Said’den işitmişler ki: Benim yüz ruhum olsa, asayişe feda ediyorum." (Em: 236) 1436. “Ben de bin ruhum olsa, Kur’anın bu kanun-u esasiyesine feda ettiğimi tarihçe-i hayat isbat ediyor ve meydandadır." (Em: 237) 1437. “Öyle bir cevab aldım ki; ruhum, kalbim ve fikrim titrediler ve ağladılar." (St: 161) 1438. “Ruhum oldukça müebbed, ebedîdir ömrüm" (T: 16) 1439. “-Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeye hazırım." (T: 60) 1440. “Bin ruhum da olsa, Kur’anın bir tek mes’elesine hepsini feda etmeye hazırım.” (T: 701) 1441. “Hattâ münasib görseniz, manen polislerin bir vazifesini gören Risale-i Nur’un asayiş hizmetinde polislere büyük bir kuvvet olan derslerine polisler herkesten ziyade taraftar olmak lâzım gelirken, şimdi resmen taharri memuru suretinde polislik aleyhinde olan bu hizmeti polislere vermeye ruhum razı değil." (T: 705) 1442. “Kur’an-ı Azîmüşşan’dan dersimi okurken Sure-i Lokman’daki $ âyetini kıraat ederken gayr-ı ihtiyarî- kalbim, ruhum, aklım bu kudsi kelâmın pek derin, pek ulvî manasına saplandı." (Ni: 170) 1443. “Dedim: Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım!" (D: 11) 1444. Ruhuma Ruh / 141 1445. “Çünki sen onlardan daha ileri ve ruhuma daha yakın olduğundan, herkesin hediyesi reddedilse, seninki bir defaya mahsus olmak üzere reddedilmez." (M: 13) 1446. “Birinci Misal: Ben kendim on değil, yüz değil, binler defa müteaddid tecrübatımla kanaatım gelmiş ki: Sözler ve Kur’andan gelen Nurlar; aklıma ders verdiği gibi, kalbime de iman hali telkin ediyor, ruhuma iman zevki veriyor ve hâkeza..." (M: 357) 1447. “Hattâ eskiden mütalaaya çok müştak olduğum halde; bütün bütün sair kitabların mütalaasından bir men’, bir mücanebet ruhuma verilmişti." (M: 375) 1448. “Birden açılır ruhuma esrarlı bir âlem" (M: 481) 1449. “Demek bir yaşımdaki fıtratıma ve ruhuma, merhum validemin ders ve telkinatını, şimdi bu seksen yaşımdaki gördüğüm büyük hakikatler içinde birer çekirdek-i esasiye müşahede ediyorum." (L: 200) 1450. “diye ruhuma ihtar edildi." (L: 259) 1451. “Medar-ı hayrettir ki; ben şimdi onun manevî, belki maddî hayatıyla âlem-i berzaha gitmesi cihetiyle, o âleme gitmek için bende bir iştiyak zuhur etti ve ruhuma başka bir perde açıldı." (Ş: 330) 1452. “Ve inşâallah pek yüksek bir makamda bulunan ve duası makbul olan onların şahs-ı manevîleri, daimî beraberlerinde bir üstad ve yardımcıdır diye ruhuma hem teselli, hem müjde, hem istirahat verdi." (Ş: 493) 1453. “Bugün istinsahına muvaffak olduğum İ’caz-ı Kur’an’ın bu bîçare talebenize bahşetmiş bulunduğu nihayetsiz füyuzat, mevte mahkûm ruhuma öyle bir tabib-i hâzık ameliyatı yapmış ki, mübtela olduğum emraz-ı kalbiyeyi tedavi ve yeniden hayat bahşetmiş olduğundan, arz-ı minnetdarî eyler ve bu bînazîr mücevherat mahzeninin diğer renkli kapılarının da açılmasını âcizane istirham eylerim." (B: 48) 1454. “Otuzikinci Söz’ün kalbime ve ruhuma bahşettiği safa-yı sermedî ve cavidanî değil mi ki, bu uzun mektubumla mesruriyetimi izhar için sizi taciz etmeme bâdî oluyor." (B: 76) 1455. “Bu hususta kalb ve ruhuma "Ne dersiniz?” (B: 83) 1456. “Kısmen kardeşlerimle, kısmen de yalnız başıma, beş-altı defa okuduğum halde, bu risalenin ruhuma ilka eylediği nuranî feyizleri karşısında, okudukça okumak ihtiyacım artıyordu." (B: 106) 1457. “İkinci ve üçüncü tekrarlarımda öyle bir zevk-i ruhanî uyandırdı ki; eğer kalb ve kalemim ruhuma tercüman olabilseler, belki bir derece siz üstadıma minnetdarane arza cür’et eylerdim." (B: 185) 1458. “Eskiden hangi ilme başladım, hattım olmadığı için ruhuma yazardım." (B: 334) Ruh / 142 1459. “Ruhuma ihanet ederek aldırmadım." (B: 375) 1460. “Vakta ki, Risale-i Nur hattâ enhar-ı Nur demesine şayeste olan mektublardan, yine tesadüfen elime geçen bir nüshayı görünce ve münderecatındaki hakaika dalınca, inayet-i Rabbanî, mu’cizat-ı Kur’anî, himemat-ı Sübhanî, keramat-ı ruhanî eseri olmalıdır ki, kasî kalbime, âsi ruhuma, gafil aklıma, mağrur vicdanıma, sakîm düşünceme "tâk" diye bir tokmak vuruldu." (B: 375) 1461. “Riyakârlık olmasın, selim fikrinizden, ciddî tavrınızdan, Kur’an’a ittiba ve temessül yolundaki doğru irşadınızdan, hakikî sözlerinizden, samimî telkininizden, umumî hayırhah hissiyatınızdan kalbime, mecruh ruhuma uzanan tîg-i şifa, neşter-i ümidin tesiriyle dilşâd ve mutmain oldum." (B: 376) 1462. “Türlü türlü evhamın açtıkları menfezlerden, rahnedar kalan ruhuma tamam ve muvafık buldum." (B: 376) 1463. “İhtiyarsız, o esasa küçük fıkralar ve bazı kayıdlar ilâve edildiği vakit, birden başka bir şekil aldı; inkişaf ve inbisat ederek Âyet-ül Kübra’nın misal-i musaggarı gibi şehadet-i tevhidiyesi parladı, manaları ziyalandı; ruhuma, kalbime, fikrime büyük bir inşirah vermeye başladı." (K: 11) 1464. “Şimdi ruhuma bir ihtar ile daha beklemeyerek, burada hüsn-ü tesirini gösteren üç parçayı gönderiyorum." (K: 121) 1465. “Birden ruhuma gelmiş bir endişeyi beyan ediyorum:" (K: 234) 1466. “Çoktan beri ruhuma ihtar edilmiş ki; Ziya namında birisi, Risale-i Nur namına büyük bir hizmet edecek." (E: 47) 1467. “Cenab-ı Hak rahmet ve keremiyle, belime, başıma yüklenen Risale-i Nur eczalarını ve ruhuma ve kalbime yüklenen şakirdlerinin haysiyet ve izzet ve rahatlarını muhafaza için, fevkalâde bir tahammül ve sabır ihsan eyledi." (E: 71) 1468. “Başım üstündeki sizce malûm levha, nefsimi tam susturduğu halde; bu gece nefs-i emmarenin silâhını daha musırrane istimal eden kör hissiyatım, damarlarıma tam dokundurup, tesemmüm ve hastalıktan gelen ziyade teessür ve hassasiyet ve şeytandan gelen ilkaat ve fıtrî hubb-u hayattan gelen acib bir haletle, o ikinci nefs-i emmare hükmünde olan kör hissiyat, benim vefat ihtimalinden şiddetli bir me’yusiyet ve teellüm ve kuvvetli bir hırs ve zevk ve lezzetle kalb ve ruhuma tam ilişti." (E: 199) 1469. “etmek, daha ziyade ruhumu ezer ve kuvve-i maneviyeyi kırıp ruhuma azab azab üstüne gelmektir." (E: 210) Ruh / 143 1470. “Fakat o hilaf-ı me’mul birden bu hâdiseden ruhuma gelen heyecan ve manevî darbe ve Nur hizmetine ehemmiyetli zarar gelmek düşünmesiyle, hiç ömrümde görmediğim bir sıkıntı ve asabımda manevî yaralar açıldı." (E: 263) 1471. “Evvelâ: Bazı bize temas eden cüz’î hâdiseler münasebetiyle bir hakikatı beyan etmek şiddetle ruhuma ihtar edildi." (E: 272) 1472. “Nur şakirdlerinden mücerred kalmak isteyen veya mecbur kalan kızlar kısmına beyan etmek lâzım gelir diye ruhuma ihtar edildi." (Em: 49) 1473. “Bir ehl-i iman, ebedî bir saadette, dünya kadar bir mülk-ü bâkiyi netice verecek bu kısacık ömr-ü dünyevîde ettiği ibadette bir küllî ibadet, âdeta kendi hususî dünyasıyla beraber ibadet etmiş gibi kendi hususî dünyası kadar bir mükâfat alacağı işarat-ı Kur’aniyeden anlaşılır diye; Hüccetüzzehra’nın İkinci Makamında İlm-i İlahî mebhasinde $ ilââhire’nin küllî manaları ruhuma gelip, öylece teşehhüdde $ derken, birden hayalime hususî dünyamın dört unsuru olan toprak, su, hava, nur unsurları dört küllî dil oldular." (Em: 114) 1474. “Şimdi bu kanun namına garazkârane kanunsuzluk hesabına beni cebren, zorla İstanbul’a mahkemeye sevketmekte, benim çok ihtiyarlık, za’fiyetim ve zehirli şiddetli hastalığım kat’iyen tıbben, fennen mazeret-i kat’î olduğu gibi, dört defa o noktadan rapor alıp, onlara gönderdiğimiz halde, yine ısrarla beni zorlamakta olduklarından, pek şiddetli ruhuma dokunmuş, daha benim mahkeme ve idare huzurunda konuşmak iktidarım haricindedir." (Em: 146) 1475. “Dostlar uzaktan ruhuma Fatiha okusunlar, manevî dua ve ziyaret etsinler." (Em: 201) 1476. “Fatiha uzaktan da olsa ruhuma gelir." (Em: 201) 1477. “etsin validemle beraber berzah âlemlerine gittikleri için dünyanın çok zevkli, lezzetli olan uhuvvetkârane sohbetlerinden, merhamet ve hürmetten mahrum kaldığımdan ve üç kardeşimden iki kardeşimi elli seneden beri görmediğimden (Allah onlara rahmet etsin) öyle kıymetdar, dindar, âlim iki kardeşimin sohbetinden, hürmetkârane muhabbet, merhametkârane şefkatteki sürurdan mahrum kaldığımdan bu dünyada Risale-i Nur’un imanda Cennet çekirdeği bulunduğunu gösterdiği gibi, bugün dört fedakâr hizmetimde bulunan manevî evlâdlarımla bir seyahat ettiğim zaman, imandaki Cennet çekirdeğinin bir zerreciği kat’iyen ruhuma ihtar edildi." (Em: 212) 1478. “kazandırmaya tam bir vesile olacağına, ruhuma kanaat geldiğinden size beyan ediyorum." (Em: 223) 1479. “Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi-ül Ezher Afrika’da bir medrese-i umumiye olduğu gibi; Asya, Afrika’dan ne kadar büyük ise, daha büyük bir dârülfünun, bir İslâm üniversitesi Asya’da lâzımdır." (Em: 223) 1480. “Hem benim ruhuma geldi ki: Senin binler, belki yüzbinler Saidcikler senin bedeline ders verecek ve konuşacaklar var." (Em: 226) Ruh / 144 1481. “Birden ruhuma baktım ki; eski Said’in ve yeni Said’in tarz-ı hayatını ve tarîk-i hakikattaki tarz-ı hareketlerini ve Risale-i Nur’un te’lif olunan merkezlerini bilmek için Risale-i Nur’un te’lifine merkez ve dershane olmuş olan yerleri gezdim." (Ni: 6) 1482. Ruhumda 1483. “Gerçi zâhiren tahammüle çalışıyordum, fakat ruhumda şiddetli fırtına vardı." (L: 244) 1484. “Ruhumda büyük bir boşluk hissederek, okuyacak kitab ararken, Risale-i Nur’u okuduğum zaman elimde olmayarak ondan ayrılamadım." (Ş: 546) 1485. “Evvelâ: Muhterem Üstadıma maruzatta bulunmak için kalemi elime aldığım zaman ruhumda büyük bir inkişaf hissediyor ve ihtiyarsız kalemim o andaki muvakkat duygularıma tercüman olduğunu görüyorum." (B: 27) 1486. “Ben de ruhumda olan bu vakıayı takib ederken o Nurların irae ettiği miftahları gördüm ve gösterildi." (B: 54) 1487. “Bu buluş, beni evvel’emirde çirkâbdan selâmete, felâketten saadete, zulmetten nura çıkardığı için Nurlara ve Hazret-i Kur’an’a ve bu Nurların izn-i Hak’la naşiri, mübelliği, vaizi, dellâlı olan Üstadıma o andan itibaren ruhumda lâyetezelzel bir muhabbet ve bir alâka ve bir merbutiyet hasıl olmuştur." (B: 59) 1488. “Şu kadar ki, mu’cizat-ı Ahmediyenin en büyüğü Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan olduğuna göre, i’caz-ı Kur’an’ın ruhumda husule getirdiği tebeddülât ve münderecatından ettiğim istifade çok azîmdir." (B: 64) 1489. “Vakit vakit mukaddesat-ı diniyeye, ehl-i dalaletin icra etmekte oldukları hücumlarla, ruhumda açılan cerihaların teellümatıyla müteellim olduğum bir anda, muhterem Bekir Ağa Hızır gibi yetişerek, Yirmidokuzuncu Mektub’un Yedinci Kısmını sunup, derdime derman oldu." (B: 104) 1490. “Şu geçen Cuma günü ruhumda bir sıkıntı devam ederek, üstadım için "Bismillahirrahmanirrahîm" sırrını istinsah ediyordum." (B: 170) 1491. “Ruhumda hasıl olan manevî yaraların ızdırabları ile çok müteellim olurdum." (B: 221) 1492. “Bir an evvel Hâlıkına ulaşmak isteyen ruhumda, azîm bir galeyan hissediyordum." (B: 221) 1493. “Ve sizin tatlı Sözlerinizi yazmağa başladığım anda, ruhumda bir ferahlık hissediyorum." (B: 227) 1494. “Bu risalenin ruhumda vücuda getirdiği tebeddülâtı tarif imkânsızdır." (B: 300) 1495. “Aynen öyle de: Bu hastalık, ruhumda öyle bir inkılab yaptı ki; Risale-i Nur’un parlak fütuhatını müteşekkirane temaşa etmek ve sevabdarane, mücahidane, bir nevi kumandan Ruh / 145 hizmetinde bulunmaktan gelen uhrevî zevki ve şerefi ve dünyada uhrevî meyvesini gösteren hizmet-i imaniyenin şahsıma ait lezzeti ve imtiyazı, o sırr-ı ihlas için bırakmak ve kardeşlerime havale etmek ve onların şeref ve zevkleriyle iktifa etmeye nefs-i emmarem dahi muvafakat ederek, dünyanın bu uhrevî ve güzel yüzünde gözümü kapamak ve eceli ve mevti ferahla karşılamağa tam kabul etmesidir." (K: 261) 1496. “Bu ittifakınızı, inşâallah dörtyüz milyon İslâm’ın sulh-u umumiyesine ve selâmet-i ammenin teminine kat’î bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim." (Em: 222) 1497. Ruhumdaki 1498. “Fakat çok acıklı haberden o kadar müteessir oldum ki o zaman anladım, ruhumdaki sıkıntı bu imiş." (B: 171) 1499. Ruhumdan 1500. “Hem yazılan eserler, risaleler, -ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebeb gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hacete binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş." (M: 375) 1501. “zeki muhatab ve mücîb ve güzel seciyelerin in’ikasında birer âyine olmanız, o maddî sıkıntıları hiçe indirir diye düşünüp ruhumdan ziyade sevdiğim sizler hakkında teselli buluyorum." (Ş: 306) 1502. “cevab-ı hakgûyanesini ruhumdan aldım." (B: 83) 1503. “Eğer ben ortadan çekilsem; bana verdiği zahmet, ruhumdan ziyade sevdiğim has kardeşlerime verilecekti." (Em: 14) 1504. Ruhumla 1505. “Onikinci Rica’da bahsi geçen Abdurrahman gibi, ruhumla pek alâkadar yüzer talebelerimi, dostlarımı kabirde ve o ahbabların yerlerini harabezar gördüm." (L: 248) 1506. “Ben de âyetten bu dersimi aldıkça öyle bir kuvve-i maneviyeyi buldum ki; değil şimdiki düşmanlarıma, belki dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissederek, bütün ruhumla beraber $ dedim." (L: 254) 1507. “Hem..."ler ile işaret ettim- bana öyle bir zevk ve şevk verdi ki; bütün ruhumla, bütün kuvvetimle, en derin kalbimde nefsimle beraber "Hasbünallahü ve ni’melvekil" dedim." (Ş: 64) 1508. “Daha nice emsali nâmesbuk âsârın vücuda getirilmesini, bütün ruhumla diler ve Cenab-ı Mün’im-i Hakikî’den muvaffakıyetler temenni eylerim efendim." (B: 82) 1509. “Yolunu şaşırmış, nur-u hakikatı görmekten mahrum, masivaperestlere Risale-i Nur ile destgîr ve şefi’ olduğunuzu yıllardan beri bildiğim için, kapınıza boynumu uzatarak, hidayet Ruh / 146 yolcularınız meyanında yer alabilmek emel-i hâlisanesiyle halka-i irşadınıza bütün ruhumla şitab ediyorum." (B: 377) 1510. “Hem mübarek Ramazanınızı, hem inşâallah hakkınızda bin ay kadar meyvedar Leyle-i Kadrinizi, hem saadetli bayramınızı, hem çok kıymetdar hizmetinizi bütün ruhumla tebrik ve tes’id ederim." (K: 36) 1511. “Bütün ruhumla bu imdad-ı manevîyi sizden rica ediyorum." (K: 149) 1512. “Altıncısı: Seksen küsur sene manevî ve bâki bir ömrü kazandırmak sırrını taşıyan şuhur-u selâsenizi ve Leyle-i Regaibinizi bütün ruhumla tebrik ediyorum." (K: 250) 1513. “Ve daire-i nuriyede kesretli bulunan masumların ve elleri boş dönmeyen mübarek ihtiyarların masumane dualarını bütün ruhumla arzu eden kardeşiniz" (E: 36) 1514. “Ben de bütün ruhumla ürktüm." (E: 272) 1515. “Fakat kasd ve niyetimiz olmadan inayet cihetinde gelen bereket gibi ikramat-ı Rahmaniye, hizmetin makbuliyetine bir alâmet olduğundan, nefs-i emmare karışmamak şartıyla ruhumla kabul ederim." (Em: 13) 1516. “Rabbim imkânlar lütfederse, bu derin mevzuları, Risale-i Nur Külliyatı ve Nur Talebeleri ile birlikte, büyük ve müstakil bir eserle, tahlilî bir surette tedkik ve mütalaa etmeyi bütün ruhumla arzu ediyorum." (T: 16) 1517. “Madem muahaze edilecek hiçbir dünyevî madde içlerinde yoktur; onları ve arabî risalelerimi bana iade etmenizi bütün ruhumla istiyorum." (T: 236) 1518. “Telepati nev’inden, ruhumla şiddet-i alâkası olan bir şahs-ı meçhul, muhtelif ve birbirinden uzak mevzulara dair; birdenbire kibrit yakmak gibi, seri sualler soruyor." (STİ: 70) 1519. Ruhumu 1520. “Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem." (S: 221) 1521. “Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem." (S: 474) 1522. “Ve şu gurbetten dahi, şu fâni misafirhaneden ebed-ül âbâd tarafına harekete âmâde olan ruhumu fevkalâde bir gurbette gördüm." (M: 25) 1523. “Seyda bağırarak demiş ki: "Ben talebe-i ulûmu çok sevdiğim için, talebe-i ulûmun kabz-ı ervahına müekkel mahsus taife ruhumu kabzetsin!” (M: 352) 1524. “Halbuki o felsefî mes’eleler ruhumu çok fazla kirletmiş ve terakkiyat-ı maneviyemde engel olmuştu." (L: 239) Ruh / 147 1525. “Ezcümle: Fünun-u hikmetten gelen zulümat-ı ruhiye, ruhumu kâinata boğduruyordu." (L: 239) 1526. “Ve dedi ki: Evet bana öyle bir Hâlık ve Rab lâzım ki, en küçük hatırat-ı kalbimi ve en hafî niyazımı bilecek ve en gizli ihtiyac-ı ruhumu yerine getirdiği gibi, bana saadet-i ebediyeyi vermek için, koca dünyayı âhirete tebdil edecek ve bu dünyayı kaldırıp âhireti yerine kuracak, hem sineği halkettiği gibi semavatı da icad edecek, hem Güneş’i semanın yüzüne bir göz olarak çaktığı gibi bir zerreyi de gözbebeğimde yerleştirecek bir kudrete mâlik olsun." (L: 242) 1527. “Yoksa sineği halkedemeyen, hatırat-ı kalbime müdahale edemez, niyaz-ı ruhumu işitemez.." (L: 242) 1528. “Eğer Kur’andan, imandan meded gelmeseydi; o gam, o keder, o hüzün ruhumu uçuracak gibi tesirat yapacaktı." (L: 248) 1529. “Sıkıntıdan gelen bir gaflet ile, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici nurlarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım." (L: 253) 1530. “Sıkıntıdan gelen bir gafletle, Risale-i Nur’un teselli verici ve meded edici envarına bakmayarak, doğrudan doğruya kalbime baktım ve ruhumu aradım." (Ş: 60) 1531. “tab’ ve neşretmek ile o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun idam tehdidine karşı geri çekilmeyen ve Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları halde Ankara’ya kaçmayan ve esarette Rus’un baş kumandanının idam kararına ehemmiyet vermeyen ve 31 Mart hâdisesinde sekiz taburu bir nutukla itaate getiren ve Divan-ı Harb-i Örfî’de, mahkemedeki paşaların "Sen de mürtecisin, şeriat istemişsin" diye suallerine karşı, idama beş para kıymet vermeyip, cevaben: Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise, bütün cinn ve ins şahid olsun ki; ben mürteciyim ve şeriatın birtek mes’elesine ruhumu feda etmeğe hazırım diyen ve o büyük zabitleri hayretle takdire sevkedip, idamını beklerken beraetine karar verdikleri ve tahliye olup dönerken, onlara teşekkür etmeyerek: "Zalimler için yaşasın Cehennem" diye yolda bağıran ve Ankara’da divan-ı riyasette -Afyon Kararnamesinin yazdığı gibi- Mustafa Kemal hiddetle ona dedi: "Biz seni buraya çağırdık ki, bize yüksek fikirler beyan edesin." (Ş: 449) 1532. “Madem ben size bütün kuvvetimle itimad edip bel bağlamışım ve sizin için, değil yalnız istirahatımı ve haysiyetimi ve şerefimi, belki sevinçle ruhumu da feda etmeğe karar verdiğimi bilirsiniz, belki de görüyorsunuz." (Ş: 498) 1533. “Âcizim âciz olanı istemem, ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem" (BMs: 348) 1534. “O nurları temsil ve tasvir edecek kudreti kendimde görmediğimden, ruhumu yoklayarak hissiyat-ı kalbiyemi şöyle tasvir etmeğe -min-gayr-i haddin- cür’et eyleyeceğim." (B: 63) 1535. “Evet eczahane-i Kur’anın müstahzaratından ve ancak binden bir nisbetindeki hikmetinden olan işbu dürr-i meknun, es’ile ve ecvibe, işaret ve sarahatıyla tedavi ile, mağmum kalbimi tesrir Ruh / 148 ve müteessir vicdanımı tenvir ve mükedder ruhumu mahzuz edince dedim: "Aman ya Rabbi!" (B: 105) 1536. “O tehlikelerden bîçare zayıf ruhumu kurtarmak için içeriye girdim." (B: 162) 1537. “Şükür yine, elmas kalemiyle vazifesine başlaması, ruhumu ümidler ve iştiyaklarla neş’elendirdi; Barla hayatını hasretle hatırlattı." (K: 8) 1538. “Şahsî makamı ne olursa olsun, bu hizmeti için ruhumu ona feda ederim." (K: 88) 1539. “elîm zamanlarımda da yumuşak geliyor, ruhumu okşuyor." (E: 95) 1540. “etmek, daha ziyade ruhumu ezer ve kuvve-i maneviyeyi kırıp ruhuma azab azab üstüne gelmektir." (E: 210) 1541. “Cenab-ı Hakk’a şükür ki, yirmisekiz sene dini siyasete âlet ittihamı altında kader-i İlahî bu zulm-ü beşerîde benim ruhumu ihtiyarım haricinde dini hiçbir şahsî şeyde âlet etmemek için beni, beşerin zalimane eliyle ayn-ı adalet olarak tokatlıyor, yani sakın sakın diye ikaz ediyor." (Em: 106) 1542. “Bütün hayatımı ve beni tanıyanları işhad ediyorum ki; değil dini siyasete âlet, belki siyasî olduğum zamanda dahi, bütün kuvvetimle siyasetleri dine âlet ve tâbi’ yapmaya çalıştığımı, bütün tarih-i hayatım ve dostlarım şehadet ettikleri gibi, Hürriyetin başında şeriat isteyenleri astıkları bir zamanda, Hareket Ordusu’nun dehşetli divan-ı harb-i örfîsinde, aynı günde onbeş adam asıldığı bir zamanda, Divan-ı Harb-i Örfî reisi ve a’zaları dediler ki: "Sen mürtecisin, Şeriat istemişsin" sözlerine mukabil demiş: "Şeriatın bir tek mes’elesine ruhumu feda etmeye hazırım." (Em: 130) 1543. "cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in elli meb’us içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip, "Namaz kılmayan haindir" diyen; ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, "Şeriatın tek bir mes’elesine ruhumu feda etmeğe hazırım" deyip, dalkavukluk etmeyen ve yirmisekiz sene, gâvurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-ı Kur’aniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki; "Sen Yahudi ve Hristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ülemasının icmaına muhalefet" (Em: 166) 1544. “cümlesiyle ve matbuat lisanıyla karşılayan; ve Mustafa Kemal’in elli meb’us içinde hiddetine ehemmiyet vermeyip "Namaz kılmayan haindir" diyen; ve Divan-ı Harb-i Örfî’nin dehşetli suallerine karşı, "Şeriatın tek bir mes’elesine ruhumu feda etmeye hazırım" deyip, dalkavukluk etmeyen ve yirmisekiz sene, gavurlara benzememek için inzivayı ihtiyar eden bir İslâm fedaisi ve hakikat-ı Kur’aniyenin fedakâr hizmetkârına maslahatsız, kanunsuz denilse ki: "Sen, Yahudi ve Hristiyan papazlarına benzeyeceksin, onlar gibi başına şapka giyeceksin, bütün İslâm ülemasının icmaına muhalefet edeceksin; yoksa ceza vereceğiz.” (T: 667) Ruh / 149 1545. “Ben de otuz-kırk sene hayatımı bilenleri ve Nur’un binler has şakirdlerini işhad ederek derim: İstanbul’u işgal eden İngiliz’in başkumandanı İslâm içinde ihtilaf atıp hattâ Şeyhülislâmı ve bir kısım hocaları kandırıp birbiri aleyhine sevkederek itilafçı, ittihadçı fırkaları birbirine uğraştırmasıyla ve Yunan’ın galebesine ve harekât-ı milliyenin mağlubiyetine zemin hazırladığı bir sırada, İngiliz ve Yunan aleyhinde “Hutuvat-ı Sitte” eserimi Eşref Edib’in gayretiyle tab’ ve neşretmekle o kumandanın dehşetli plânını kıran ve onun idam tehdidine karşı geri çekilmeyen ve Ankara reisleri o hizmeti için onu çağırdıkları halde Ankara’ya kaçmayan ve esarette Rus’un başkumandanın idam kararına ehemmiyet vermeyen ve 31 Mart hâdisesinde sekiz taburu bir nutukla itaata getiren ve Divan-ı Harb-i Örfî’de, mahkemedeki paşaların; sen mürtecisin, şeriat istemişsin diye suallerine karşı idama beş para ehemmiyet vermeyip “Eğer meşrutiyet bir fırkanın istibdadından ibaret ise, bütün cinn ve ins şahid olsun ki; ben mürteciyim ve şeriatın bir tek mes’elesine ruhumu feda etmeye hazırım” diyen ve o büyük zabitleri hayretle takdire sevkedip, idamını beklerken beraetine karar verdikleri ve tahliye olup dönerken ve onlara teşekkür etmeyerek “Zalimler için yaşasın Cehennem!” (Nç: 167) 1546. “Ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem." (Ni: 152) 1547. Ruhumun 1548. “(İman, o ağacın meyvesini cenaze değil, belki ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzed olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir.)" (S: 209) 1549. “Öyle ise: Hane-i cismimde senin arkadaşların olan kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celbeden namaz dahi, seni usandırmamak gerektir." (S: 270) 1550. “Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergâh-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle bağırarak derim: El-Aman el-Aman!" (L: 129) 1551. “dediği gibi, ruhumun hanesi olan cismimin de hergün bir taşı düşmekle yıpranıyor ve dünya ile beni kuvvetli bağlayan ümidlerim, emellerim kopmaya başladılar." (L: 224) 1552. “Hem iman, nazar-ı gafletle ömür ağacının başında cenaze şeklinde görünen tek meyvesi cenaze olmadığını, belki ebedî bir hayata mazhar ve ebedî bir saadete namzed olan ruhumun, eskimiş yuvasından, yıldızlarda gezmek için çıktığını biilmelyakîn gösterdi." (L: 230) 1553. “İşte ruhumun feryadına ve kalbimin vaveylâsına vâfi ve kâfi ve teskin edici ve kanaat verici cevab ise: Sırr-ı tevhid ile Rahman ve Rahîm olan Zât-ı Zülcelal’in umumî kanunların tazyikatları ve hâdisatın tehacümatı altında ağlayan ve sızlayan o sevimli memlûklerine kanunların fevkinde olarak, ihsanat-ı hususiyesi ve imdadat-ı hassası ve doğrudan doğruya herşeye karşı rububiyet-i hususiyesi ve herşeyin tedbirini bizzât kendisi görmesi ve herşeyin derdini bizzât dinlemesi ve herşeyin hakikî mâliki, sahibi, hâmisi olduğunu sırr-ı Kur’an ve nur-u iman ile bildim." (Ş: 11) Ruh / 150 1554. “Kabrime teveccüh edip giderken, senin dergah-ı rahmetinde, cenazemin lisan-ı haliyle, ruhumun lisan-ı kaliyle bağırarak derim: El aman el-aman!" (BMs: 337) 1555. “Namaza dair fazilet ve mükâfat menba’ı olan Dördüncü ve Dokuzuncu ve Yirmibirinci Sözler ruhumun karanlık köşelerini nâkabil-i tarif bir surette tenvir etmiştir." (B: 58) 1556. “Ruhumun fevkalâde muhtaç ve müştak bulunduğu ve nazîrsiz eser-i pürnuru, o gece kemal-i fahr u sürurla yazdım." (B: 69) 1557. “Fakir de, ruhumun mühim bir ihtiyacını temin eden, binler hikmet ve müjdeli Ramazaniyeyi alarak, Kur’an-ı Azîmüşşan’ı inzal edene secdeler ve Nurlar dellâl-ı âlîşanına hadsiz teşekkürler ile, borçlu olduğum dua-yı fâzılanelerine müdavim bulunduğumu arzeylerim Efendim Hazretleri." (B: 69) 1558. “Issız sahralar, susuz çöller, ruhumun birer meskeni oluyor." (B: 75) 1559. “Nâmütenahî şükürler olsun ol Hallak-ı Azîm’e ki, zât-ı âliye-i fâzılaneleri gibi, her asırda emsaline ender tesadüf olunan bir dâhî-i azama bizleri mülâki kıldı da, otuz seneden beri ruhumun çok büyük iştiyak ve tahassürle beklediği bir üstad-ı muhtereme nâil eyledi." (B: 95) 1560. “Uyanık âleminde ifade-i meram edemeyen dilime bedel, uyku âleminde ruhumun diliyle, mahiyetini anlamadığım ve size karşı merbutiyetime delalet eden bir-iki vak’ayı arzedeceğim:" (B: 214) 1561. “Âciz kalemim ve lisanım, hissiyat ve ruhumun tercümanı olamıyor." (B: 237) 1562. “Ruhumun siz üstadıma karşı incizab ve mahbubiyeti, yüzde beş şahsınıza karşı ise, doksanbeşi neşr-i envar-ı hakikat ve dellâllığında bulunduğunuz Kur’an-ı Hakîm şerefine tazim ve tekrimdir." (B: 237) 1563. “Hakikaten ruhumun asr-ı saadete ait karanlıklı noktalarını aydınlatmış, kalbimin en derin mahallerine nüfuz ederek, fakir talebenize verdiği ziyaları, nurları ile fakir talebenizi, öyle bir hale getirmiştir ki; bu kusurlu talebenizin Cenab-ı Hak’tan istediği ve zulümatları yararak nurlar serpen asırda, beşeriyeti helâkten kurtarıp saadete davet eden ve elinde ve lisanında sonsuz mu’cizatı ile, yalnız beşeriyete ve dünyaya değil, bütün mevcudata, dünya ve âhirete kendini tanıttıran o Peygamber-i Zîşan’a ümmet olabilmek ve sevgili üstadıma talebe olabilmek kaydı altında hayatıma hâtime verilmesidir." (B: 300) 1564. “bütün fezayıh ve itisaflarıma rağmen, tevessül ettikçe bana fazlından verdiği mazhariyetin kıymetini takdir etmek, ona şükür eylemek şöyle dursun, bilakis küfran-ı nimet, defaatle nakz-ı ahd, irtikâb-ı kizb ü hıyanet eylediğim için, derin kasavete, kesif zulmete, müdhiş dalalete (hakkıyla) maruz kalan kalbimin, ruhumun aldığı müzmin ve münkis yarayı tedavi çaresini taharri yolunda aklımı, zevkimi kaybetmiş, âdeta çılgın bir hale girmiştim." (B: 374) Ruh / 151 1565. “Ve ey dalalet uçurumunda yuvarlanan ruhumun halaskârı!" (B: 374) 1566. “O benim gözümün nuru, kalbimin süruru, gönlümün bülbülü, ruhumun gıdası, letaifimin incilası, canımın canı..." (St: 183) 1567. “Sonra sol tarafıma bakıyorum görüyorum ki: Nihayetsiz bir acz ve o hadsiz aczden neş’et eden derin bir yaram var ki; o mutlak aczimle, kalb ve ruhumun ve aklımın cihetinden hadsiz darbeler bana vurulabilir." (Ni: 29) 1568. Ruhumuz 1569. “O iman-ı billahtır ki ziya-i ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de ruh-u ruhumuz." (S: 742) 1570. “Halbuki "Aklımız ilme muhtaç olduğu gibi, kalbimiz dahi bir feyiz ister, ruhumuz bir nur ister ve hâkeza çok cihetle çok şeyler istiyoruz." (M: 354) 1571. “O âlî Peygamber-i zîşan için ve onun âlî dini için, başta ruhumuz ve her şeyimizi fedaya hazırız." (T: 618) 1572. “Farz-ı muhal yapabilseler, hattâ cesedimizi öldürseler de, ruhumuz selâmet ve saadetle ebediyete gidecektir." (T: 692) 1573. “Sizin o Risale-i Nur’daki müessir sözleriniz; ruhumuz, irademiz ve ahlâkımız üzerinde büyük tesirler vücuda getiriyor." (Hn: 142) 1574. Ruhumuza 1575. “Çünki işlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ruhumuza yaralar açar." (L: 8) 1576. “Kemal-i merhametinden o tevafukat-ı latife meyveleriyle, ciddî bir hakikat-ı Kur’aniyeye zihnimizi sevketti ve ruhumuza o meyveleri gıda ve kut yaptı." (B: 138) 1577. “İrae edilen kısımlar ve tevazün ettirilen adedler, o kadar şirin idi ki, okurken kalbimize serinlik, dimağımıza bir inkişaf, ruhumuza bir gıda veriyordu." (B: 291) 1578. “Biz, bu eserlerinizin bize ne kadar faydalı olduğunu; ruhumuza, kalbimize ne derece tesirler verdiğini dile getirmekten âciziz." (Hn: 158) 1579. “Kur’an hakikatlerini kalbimize, ruhumuza, aklımıza işleyen Nur Risalelerine intisab etmek; Kur’an’a, İslâmiyet’e intisab etmektir." (Hn: 159) 1580. “Kur’an hakikatlarını, tevhid hakikatlarını bize anlatarak kalbimize, aklımıza, ruhumuza nakşediyor." (Hn: 160) 1581. Ruhumuzda Ruh / 152 1582. “Fezailini tariften âciz bulunduğumuz, fakat okuması ruhumuzda pek büyük bir inşiraha vesile olan ve maddî elemlerimizi sürura kalbeden ve iman bahçesinden hadsiz meyveleri getiren bu üç küçük risaleden birisi, zamanımızdaki mevcud küfür, dalalet, tabiat karanlıklarını dağıtacak ve izale edecek onbir hüccet-i tevhidi; ikincisi; Risale-i Nur’un bütün müvazenelerinin menbaı ve esası ve üstadı içinde bulunan Fatiha-i Şerife’nin imanî ve kudsî hüccetlerini hâvi bir şirin tefsirini; üçüncüsü, yine Afyon Medrese-i Yusufiyesinde siz sevgili üstadımızın kalb-i mübareklerine hutur eden risalet-i Muhammediyeye (A.S.M.) dair kısmının gayet parlak ve tam bir itminan temin eden bir mükemmel tercümesini beyan buyuruyordu." (Ş: 673) 1583. “Biz Türkler, seyyidleri kesretle içinde bulunan ve necib kavm-i Arab olan sizlere ve sizin ecdadlarınız olan Sahabe-i Güzin’e, Allah namına, Peygamber-i Zîşan hesabına sonsuz bir sevgiyi ve nihayetsiz bir hürmeti daima kalbimizde, ruhumuzda besliyoruz ve yaşatıyoruz." (T: 618) 1584. “Ruhumuzda nurlu âlemlere pencereler açıldı." (Hn: 155) 1585. “Her zaman dilimizde, kalbimizde, ruhumuzda Nur’un sevgisi..." (Hn: 164) 1586. Ruhumuzdaki 1587. “Elhak takdir ve tahsine çok lâyık olan bu çiçeği kokladıkça ruhumuzdaki iştiyak yükseldi." (Ş: 255) 1588. Ruhumuzdan 1589. “Hâfız Ali’nin bu defaki mektubunda çok mübarek duaları beni ve bizi en derin ruhumuzdan mesrur edip şükre sevketti." (K: 107) 1590. Ruhumuzdur 1591. “Nur Risaleleri bizim ruhumuzdur, kalbimizdir, başımızın tacıdır, gönlümüzün nurudur." (Hn: 157) 1592. Ruhumuzla 1593. “Eğer kararnamede bu mana murad ise, bütün ruhumuzla, kemal-i iftiharla itiraf ederiz." (Ş: 282) 1594. “Tahirî’nin Hizb-ül Ekber ve Vird-ül Azam’ı tab’ için İstanbul’a gitmesini bütün ruhumuzla onu tebrik ve muvaffakıyetine dua ediyoruz." (K: 143) 1595. “Sizleri bütün ruhumuzla tebrik ediyoruz." (K: 243) 1596. “Ve üzülen bizlere, kalbimiz ve ruhumuzla çok alâkadar bir şahs-ı manevî:" (E: 107) Ruh / 153 1597. “Âlemlere rahmetler ve saadetler getiren ve insanlığa selâmet ve teselliler bahşeden bu mukaddes hizmetinizde ehl-i imana zuhurunu müjde verip isbat ettiğiniz ve emareleri gözükmeye başlayan ve bütün kıt’alara şamil hâkimiyet-i İslâmiyenin nurlu ve büyük bayramını bütün ruhumuzla tebrik eder, Cenab-ı Hak’tan uzun ömürlerinize dualar eder, ellerinizden tazimle öperiz." (Em: 162) 1598. “Risale-i Nur şarkî Anadolu’da yer yer kurulmuş ve yüzyıllardan beri o havalide manevî âb-ı hayat menba’ları vazifesini görmüş bulunan medreselerinin ve üstadlarının bir talebesi vasıtasıyla zuhur etmiştir ki; bu son münevver meyveleriyle o muhterem üstadlar, yeniden vazife başına geçip vazife-i tenviriyelerini ve hizmet-i Kur’aniyelerini bu suretle cihanşümul bir vüs’ate inkılab ettirmelerini bütün ruhumuzla ümid ve rahmet-i İlahiyeden temenni ve niyaz ediyoruz." (Em: 193) 1599. “Madem onlar bizi düşünüyorlar; biz de bütün kuvvet ve ruhumuzla onlara itimad edip ve emirlerine bilâ kayd u şart itaat etmeliyiz." (St: 151) 1600. “Âlemlere rahmetler ve saadetler getiren ve insanlığa selâmet ve teselliler bahşeden bu mukaddes hizmetinizle ehl-i imana zuhurunu müjde verip isbat ettiğiniz ve emareleri gözükmeye başlayan ve bütün kıtalara şamil hâkimiyet-i İslâmiyenin nurlu ve büyük bayramını bütün ruhumuzla tebrik eder." (T: 670) 1601. “Biz ruhumuzla, canımızla, vicdanımızla, fikrimizle ve bütün kuvvetimizle demeliyiz ki: “Biz ölsek, milletimiz olan İslâmiyet haydır, ilelebed bâkidir." (Mü: 61) 1602. Ruhumuzu 1603. “Cehennem’den beterdir, ondan daha muhriktir, ruhumuzu eziyor." (S: 741) 1604. “Nasıl bir parmak yaralansa; göz, akıl, kalb ehemmiyetli vazifelerini bırakıp onunla meşgul oluyorlar; öyle de: Bu derece zarurete giren sıkıntılı hayatımız; yarasıyla kalb ve ruhumuzu kendiyle meşgul eder." (Ş: 301) 1605. “Bizler birbirimize -lüzum olsa- ruhumuzu feda etmeğe, hizmet-i Kur’aniye ve imaniyemiz iktiza ettiği halde, sıkıntıdan veya başka şeylerden gelen titizlikle hakikî fedakârlar birbirine karşı küsmeğe değil, belki kemal-i mahviyet ve tevazu ve teslimiyetle kusuru kendine alır; muhabbetini, samimiyetini ziyadeleştirmeğe çalışır." (Ş: 501) 1606. “Evet, her temsilâtta isbat edilen pek çok hakikatler ve bugün tahatturu ve tahayyülü bile ruhumuzu doldurup taşırmağa kâfi gelen Asr-ı Saadet ve hârikalar devri gözümün önünde hayatlandı; fikirden fikre, hayretten hayrete düştüm." (B: 57) 1607. Ruhumuzun Ruh / 154 1608. “bir Muhsin-i Kerim’e nihayetsiz hamd ve şükürle lisanımızın zevkini ve ubudiyet ve itaatle ruhumuzun şevkini tavsiye eden kıymetdar bir ricadır." (L: 422) 1609. “Başka bir menba-i dinî var mı ki, biz ruhumuzun bu ezelî ihtiyaçlarını onunla teskin edelim?" (Ş: 564) 1610. “Ve mahkeme-i âdilenizden, ruhumuzun gıdası ve sebeb-i necatımız ve ebedî saadetimizin anahtarı olan Nur Risalelerinin serbestiyetine karar vermenizi taleb eder, eğer yukarıda bir kısmını zikr ü ta’dad ettiğim vaziyetler nazarınızda bir cürüm teşkil ediyorsa, vereceğiniz en ağır cezanızı kemal-i rıza-yı kalb ile kabul edeceğimi arz ederim." (Ş: 568) 1611. “Issız sahralar, susuz çöller, kimsesiz yerler ruhumuzun meskeni oluyor." (B: 225) 1612. “Ey ruhumuzun ruhu, kalbimizin kalbi, canımızın canı, cananımız, sertâcımız, sevgili Üstadımız Efendimiz!" (T: 702) 1613. “Ey ruhumuzun gıdası ve kalbimizin ebedî sönmez meş’alesi, maddî ve manevî dertlerimizin dermanı ve ey Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın azametli, berrak ve safî nurundan" (Hn: 138) 1614. “kıymetli, pek güzel, pek tatlı iman hakikatleri bizim ruhumuzun gıdasıdır." (Hn: 154) 1615. Ruhun 1616. “Halbuki namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır." (S: 21) 1617. “Ve zuhr zamanında ki, o zaman, gündüzün kemali ve zevale meyli ve yevmî işlerin âvân-ı tekemmülü ve meşâgılin tazyikından muvakkat bir istirahat zamanı ve fâni dünyanın bekasız ve ağır işlerin verdiği gaflet ve sersemlikten ruhun teneffüse ihtiyaç vakti ve in’amat-ı İlahiyenin tezahür ettiği bir andır." (S: 43) 1618. “Fakat âyinelerin kabiliyeti nisbetinde tezahür ettiğinden, o ruhun mahiyet-i nefs-ül emriyesini tamamen tutmuyor." (S: 194) 1619. “Evvelâ, Birinci Şuaın âhirinde demiştik: Nasılki Güneş, kayıdsız nuruyla ve maddesiz aksi cihetiyle; sana, senin ruhun penceresi ve onun âyinesi olan gözbebeğinden daha yakın olduğu halde; sen, mukayyed" (S: 197) 1620. “Çünki kalb ve ruhun daire-i hayatı geniştir.)" (S: 210) 1621. “Evet şu fâni dünyada kemal-i sür’atle vaveylâ-yı firakı koparan giden ekser mevcudatla alâkadar bir ruhun âb-ı hayatı ise; herşeye bedel bir Mabud-u Bâki’nin, bir Mahbub-u Sermedî’nin çeşme-i rahmetine namaz ile teveccüh etmekle içilebilir." (S: 270) Ruh / 155 1622. “Eğer sen istirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfetsen; o vakit, bereketli nafaka-i dünyeviye ile beraber, senin nafaka-i uhreviyene ve zad-ı âhiretine ehemmiyetli bir menba olan, iki maden-i manevî bulursun:" (S: 272) 1623. “Rahmanürrahîm ismiyle, hurilerle müzeyyen Cennet gibi senin bütün arzularına câmi’ bir meskeni, senin cismanî hevesatına ihzar eden ve sair esmasıyla senin ruhun, kalbin, sırrın, aklın ve" (S: 359) 1624. “Hem Kur’an, gösterdiği o hakaik-i İlahiye ve o hakaik-i kevniyeyi beyandan sonra ve safa-yı kalb ve tezkiye-i nefisten sonra ve ruhun terakkiyatından ve aklın tekemmülünden sonra beşerin ukûlü "Sadakte" deyip o hakaikı kabul eder." (S: 406) 1625. “Çünki insan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz’î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur." (S: 471) 1626. “Madem ruhun âlî lezaizi vardır; ona kâfidir." (S: 498) 1627. “Hayat, ruhun ziyasıdır." (S: 507) 1628. “İşte hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın." (S: 509) 1629. “Hiç mümkün müdür ki: Şu maddiyat ve âlem-i şehadetteki mananın ve ruhun ve hayatın ve hakikatın şu hadsiz tereşşuhatı ve lemaat ve semeratının menabii, yalnız maddeye ve maddenin hareketine irca’ edilip izah edilsin." (S: 509) 1630. “Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz." (S: 517) 1631. “Belki ruh, binefsihi kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklaliyetine halel vermez." (S: 517) 1632. “Belki cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil." (S: 517) 1633. “Belki ruhun libası bir derece sabit ve letafetçe ruha münasib bir gılaf-ı latifi ve bir beden-i misalîsi vardır." (S: 517) 1634. “Evet tek bir ruhun ba’delmemat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder." (S: 517) 1635. “Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilal iledir." (S: 517) Ruh / 156 1636. “Halbuki fâni, âciz bir hayvan-ı nâtık, zeval ve firak sillesini daima yiyen bîçare insana, birden ebedî, bâki bir Cennet’te, Rahîm ve Kerim bir Rahman’ın rahmetinde ve hayal sür’atinde, ruhun vüs’atinde, aklın cevelanında, kalbin bütün arzularında, mülk ve melekûtunda tenezzühe, seyerana ve cevelana muvaffak olduğun gibi, saadet-i ebediyede rü’yet-i cemaline de muvaffak olursun denildiği vakit, insaniyeti sukut etmemiş bir insan, ne kadar derin ve ciddî bir sevinç ve süruru kalbinde hissedeceğini tahayyül edebilirsin." (S: 583) 1637. “Demek ruhun manevî güzelliğidir ki; ilim vasıtasıyla san’atında tezahür ediyor." (S: 621) 1638. “Hem alâkadar olduğun ve perişaniyetlerinden müteessir olduğun; senin bir nevi hanen ve içindeki mevcudat, senin o hanenin ünsiyetli levazımatı ve sevimli müzeyyenatı hükmünde olan dünyayı ve içindeki mahlukatı kemal-i hikmet ile tanzim ve tedbir ve terbiye eden zâtın "Hakîm" ismine ve "Mürebbi" ünvanına senin ruhun ne kadar muhtaç, ne kadar müştak olduğunu dikkat etsen anlarsın." (S: 642) 1639. “Hem bütün alâkadar olduğun ve zevalleriyle müteellim olduğun insanları, mevtleri hengâmında adem zulümatından kurtarıp şu dünyadan daha güzel bir yerde yerleştiren bir zâtın "Vâris, Bâis" isimlerine, "Bâki, Kerim, Muhyî ve Muhsin" ünvanlarına ne kadar ruhun muhtaç olduğunu dikkat etsen anlarsın." (S: 642) 1640. “Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder." (S: 642) 1641. “Çünki senin aklına kanaat geldi, hissesini aldı ise; kalbin de hissesini ister, ruhun da hissesini ister." (S: 690) 1642. “Öyle de, rahmete muhtaç bir bîçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyane bir nazarla bakmak, ruhun hissiyat-ı ulviyesini söndürür." (S: 727) 1643. “Yine ondan gelen, dalaletten neş’et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb (müsekkin hem münevvim); hakikî fayda vermez." (S: 736) 1644. “ruhun medarı olan dört mühim dersi veriyor." (S: 787) 1645. “Beka-i ruhu o kadar güzel isbat eder ki: Cesedin vücudu gibi, ruhun bekasını gösterir." (S: 788) 1646. “Kardeşim ben $ isimlerini öyle bir nur-u azam görüyorum ki, bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hacat-ı ebediyesini tatmin edecek ve hadsiz düşmanlarından emin edecek, nurlu ve kuvvetli görünüyorlar." (M: 30) 1647. “En kısa ve selim ve en müstakim bir tarîkın esasını "Dört Hatve" namıyla, tezkiye-i nefsin ve tekemmül-ü ruhun medarı olan dört mühim dersi veriyor." (M: 519) Ruh / 157 1648. “Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dâhildir." (L: 16) 1649. “Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir." (L: 137) 1650. “Hanemdeki vaziyet, kalbin şefkatinden ve ruhun kemalinden gelmiş bir halettir." (L: 144) 1651. “Çünki nasıl insanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.." (L: 160) 1652. “Bir derece hükmünü; kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder." (L: 166) 1653. “Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir." (L: 171) 1654. “Çünki bütün dünyanın mevcudatıyla kalbin, ruhun ve nefsin alâkadardır." (L: 209) 1655. “Meselâ: İmanın güzelliği ve hakikatın güzelliği ve nurun hüsnü ve çiçeğin hüsnü ve ruhun cemali ve suretin cemali ve şefkatin güzelliği ve adaletin güzelliği ve merhametin hüsnü ve hikmetin hüsnü ayrı ayrı oldukları gibi, Cemil-i Zülcelal’in nihayet derecede güzel olan esma-i hüsnasının güzellikleri dahi ayrı ayrı olduğundan, mevcudatta bulunan hüsünler ayrı ayrı düşmüş." (Ş: 77) 1656. “Ve o gençliğin sû’-i istimali ile gelen hastalıkla hastahanelere ve taşkınlıklarıyla hapishanelere ve kalb ve ruhun gıdasızlık ve vazifesizliğinden neş’et eden sıkıntılarla meyhanelere, sefahethanelere veya mezaristana düşeceklerini bilmek istersen, git hastahanelerden ve hapishanelerden ve meyhanelerden ve kabristandan sor." (Ş: 204) 1657. “Tegayyür, inkılab ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir." (İ: 23) 1658. “Zira hidayet haddizâtında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir ve ruhun cennetidir." (İ: 60) 1659. “Nasıl ki dalalet, ruhun cehennemidir." (İ: 60) 1660. “Maahaza cinayetin lekesini izale veya hacaletini tahfif veyahut icra-yı adalete iştiyak için cezayı hüsn-ü rıza ile kabul etmek, ruhun fıtrî olan şe’nidir." (İ: 81) 1661. “Ancak o ruhun arzularını ve o aklın fikirlerini ve o istidadların meyillerini tatmin ve temin edecek, âlem-i âhirettir." (İ: 101) Ruh / 158 1662. “Evet nev’-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkîh eden yani aşılayan, şeriatlardır; vücud veren, tekliftir; hayat veren, peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden, dinlerdir." (İ: 164) 1663. “Dünyada vicdan, kalb ve ruhun azabı ile, âhirette de Allah’ın gazabıyla ebedî bir azab içinde kalan onlardır." (İ: 173) 1664. “Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir." (İ: 179) 1665. “Demek ruhun bekası, hâsse-i zâtiyedir." (İ: 179) 1666. “Demek mevt, tabiî bir netice değildir; ancak cesedin inhilâliyle dağılmasından ibarettir, yoksa ruhun fenasıyla değildir." (İ: 183) 1667. “ve İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, her şeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin" (Ms: 7) 1668. “Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur." (Ms: 69) 1669. “O ruhun ruhu da ihlastır." (Ms: 70) 1670. “Mes’ele ruhun dairesine yaklaşır." (Ms: 198) 1671. “Evet hal ile mazi arasında öyle ince bir perde vardır ki, ruhun" (Ms: 198) 1672. “Göz ise, kalb ve ruhun gördüklerini göremez." (Ms: 239) 1673. “ve İmam-ı Gazalî (R.A.) gibi, akıl ve kalb ittifakıyla gittiği için, her şeyden evvel kalb ve ruhun yaralarını tedavi ve nefsin evhamından kurtulmasını temine çalışıp, lillahilhamd Eski Said Yeni Said’e inkılab etmiş." (BMs: 13) 1674. “Evet ruhun süs ve sürmesi olan şefkata nazar et!" (BMs: 113) 1675. “Madem dünya hayatı ve cismanî yaşayış ve hayvanî hayat böyledir; hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir." (BMs: 309) 1676. “Belki Kur’an-ı Hakîm’den istimdad neticesinde gelip, yaralı bir ruhun ve mecruh bir kalbin üzerine damlanan feyizlerdir." (BMs: 387) 1677. “İşte şu halet, ehl-i keşif için yakazada inkişafı nisbetinde, zaman inbisat peyda edip ömür de uzanıyor ve zamanla mukayyed olmayan ruhun dairesine takarrüb eyliyor." (BMs: 397) Ruh / 159 1678. “Evet nasılki ruha nisbeten, dün ile bugün arasındaki perde gayet ince bir şey olup ruhun bugünden düne ve maziye geçip nüfuz etmesine mani olmadığı halde, cesede nisbeten o hicab, bir sene, belki ebed kadar bir mesafedir." (BMs: 399) 1679. “Amma bu pek hafif yükü taşımakla, kalb ve ruhun dağlar ağırlığındaki minnet ve korku yüklerinden halas olmaları vardır." (BMs: 457) 1680. “Göz ise kalb ve ruhun gördüğünü göremez." (BMs: 537) 1681. Maddenin hakaret ve küçüklüğü, ruhun küçüklüğünü istilzam etmez." (BMs: 638) 1682. “Öyle de bu âlemde küçük, hayattar bir şey, ruhun ona dayanması hasebiyle âlem-i mana ve misalde yüksek, âlî bir tarzda sünbüllenip başak verebilir." (BMs: 638) 1683. “Ruhun zaman ve mekânlarda cevelan edip esrar-ı kâinatta nüfuz etmesine olan meylinin hatırı için tarihvari elde edilen malûmatlarla haberleşir." (BMs: 641) 1684. “Eserlerin ruhun gibi ulvî ve ihatalı." (B: 78) 1685. “Her ruhun bir ihtiyac-ı hakikîsi olan, hakikî iman nurunu arayan Hristiyan muvahhidler, elbette Risale-i Nur’u görseler (Hazret-i İsa Aleyhisselâm’ın vesayası nev’inden) kabul edip sarılacaklardır." (B: 156) 1686. “Elcevab: Sa’d-ı Taftazanî’nin $ demesi; $ sırrıyla, -beka-yı ruh bahsinde beyan edildiği gibiruhun mahiyeti; zihayat bir kanun-u emr, zîşuur bir âyine-i İsm-i Hayy, zîcevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî olduğundan mec’uldür." (B: 258) 1687. "$ demesi, esbab-ı zâhiriyenin tavassutu ve Azrail Aleyhisselâm’ın kabz-ı ervah hususundaki münacatı bahsinde denildiği gibi, ruhun doğrudan doğruya perdesiz vasıtasız icad edilmesine işarettir." (B: 258) 1688. “O adam kendine teselli vermek ve aklına sığıştırmadığı vahdet-i hakikiye ile, rububiyet-i mutlaka ve ehadiyet-i zâtıyla hallakıyet-i külliyeye mâlik bir nakkaşın bir nakş-ı san’atıdır demek lâzım gelirken; o itikad yerine, bu tavus kuşundaki ruh o kadar âlîdir ki, onun sâni’i onun içindedir veya o o olmuş, hem o ruh vücuduyla müttehid ve vücudu ise suret-i zâhiriyle mümteziç olduğundan o ruhun kemali ve o vücudun yüksekliği bu cilveleri böyle gösterir, her dakika başka bir nakşı ve ayrı bir hüsnü izhar eder, hakikî ihtiyarıyla bir icad değil, belki bir cilvedir, bir tezahürdür." (B: 266) 1689. “(Üç cesedli bir ruhun bir fıkrasıdır." (B: 278) 1690. “Maddeten senin ruhun gibi latiftir." (B: 345) Ruh / 160 1691. "$ âyetini okurken, hiç düşünmediğim, akıl ve kalbimde bir şey, taharriye bir sebeb yokken, birdenbire ruhun penceresine şu azîm âyet-i kerimenin Risale-i Nur’a, müellifine bir münasebeti maneviye ile işareti gösterildi." (K: 70) 1692. “Şeraretli ruhun dahi ebedî bir haps-i münferidde mahkûm olmakla beraber, ehl-i iman ve ruhanîlerin nefret ve lanetini kazanacaksın!" (E: 127) 1693. “Akıl ise ruhun harekâtını ihata edemez." (St: 150) 1694. “Lisan, ne kadar aklın dekaik-ı tasavvuratının tercümesinde âciz ise, ihtiyar dahi ruhun dekaik-ı harekâtının derkinde o derece âcizdir." (St: 150) 1695. “Nasıl memnun etmesin ki, sizin eserlerinizle birlikte beraetiniz demek; ruhun maddiyata, nurun zulmete, imanın küfre, hakkın bâtıla, tevhidin şirke ve irfanın cehle galib gelmesi demektir." (St: 268) 1696. “Ve artık ruhun maddeye, hakkın bâtıla, nurun zulmete, imanın küfre her zaman galebe çalacağı, ezelden ebede değişmeyecek olan İlahî kanunların başında gelen bir hakikat olduğu, güneşler gibi belirdi." (T: 7) 1697. “Ruhun bu ihtiyacını söyler akan sular" (T: 20) 1698. “Hevayı tahdid eder, nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder." (T: 133) 1699. “Ruhun kurtulsun, cesedin ezilsin.” (T: 546) 1700. “Sıkıntı hafifleştiği gibi, kıymetdar kalb ve ruhun ferahlarına medar, sevabı yüksek bir ibadet, o Nurlarla iman cihetinde iştigal, hem tefekkürî bir ibadet, hem İhlas Risalesi’nin âhirinde yazıldığı gibi beş vecihle bir nevi ibadet sayılabilir." (T: 597) 1701. “Bir şelale gibi haşmetli zemzemlerle ruhun en derin noktalarına çarpıyordu." (T: 630) 1702. “Müslümanlar için en büyük bir bayram diye ancak vasıflandırılabilen beraetiniz bütün Nurcuları şad ü handan eylediği gibi, bendenizi de dünyalar kadar memnun ve mesrur eylemiştir… Nasıl memnun etmesin ki: Sizin eserlerinizle birlikte beraetiniz demek, ruhun maddiyata, nurun zulmete, imanın küfre, hakkın bâtıla, tevhidin şirke ve irfanın cehle galib gelmesi demektir." (T: 726) 1703. “Eğer aklın bunu farketmezse, ruhun hisseder." (Mu: 153) 1704. “Kalb ve ruhun âh u enîn ve fizarından kulağını kapayıp, kendi kendini aldatarak bir bostanda bulunuyor gibi o meyveleri yemeğe başladı." (Ni: 16) Ruh / 161 1705. “Ruhun etrafından, vicdanın derin yerlerinden, o sirkat meyelanına hücum gibi bir halet-i ruhiye hasıl olur." (H: 77) 1706. “O temayülat, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir." (H: 77) 1707. “Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, latife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var: İradenin ibadetullahtır." (H: 136) 1708. “Lâkin güneş gibi parlak, her ruhun maşukası ve cevher-i insaniyetin küfvü o hürriyettir ki: Saadet-saray-ı medeniyette oturmuş ve marifet ve fazilet ve İslâmiyet terbiyesiyle ve hulleleriyle mütezeyyine olan hürriyettir." (Mü: 22) 1709. “Ruhun varsa, yandırıyor." (G: 17) 1710. “Hem senin aklın, ruhun, kalbin, duyguların ulvî vazifelerini bırakıp, süflî nefsin ve pis hevesin rezil işlerine iştirak ve yardım ettiklerinden, ehl-i imana dünyada galebe edersin." (G: 20) 1711. “Çünki senin akıl ve kalb ve ruhun gayet derecede tedenni ve tereddi ve sukut edip, pis heves ve rezil nefse inkılab etmişler, mesholmuşlar." (G: 20) 1712. “Öteki gibi münteha-i ruh, bir mebde-i ruhun cilve-i feyzidir." (STİ: 9) 1713. “hevesat-ı süfliyesinin teshiline bedel, ruhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder." (STİ: 43) 1714. “Tahdidi kabul etmeyen âlem-i misalin pencerelerinde temaşager bir ruhun gayr-ı mahsur timsalleri de, birer ruh-u mütecessiddir." (STİ: 93) 1715. “Bedenin inhilali ruhun şahsiyetine tesir etmez mi?" (STİ: 103) 1716. Ruhuna 1717. “Eğer insan, şu dar âlem-i arzîde, hayat-ı dünyeviye toprağı altında o cihazat-ı maneviyesini nefsin hevesatına sarfetse; bozulan çekirdek gibi bir cüz’î telezzüz için kısa bir ömürde, dar bir yerde ve sıkıntılı bir halde çürüyüp tefessüh ederek, mes’uliyet-i maneviyeyi bedbaht ruhuna yüklenecek, şu dünyadan göçüp gidecektir." (S: 322) 1718. “Yani, o zîşuur ve zîhayat manen o âlemlere misafir gittiği gibi, o âlemler dahi o zîşuurun mir’at-ı ruhuna misafir olup, irtisam ve temessül ile geliyorlar." (S: 506) 1719. “Acaba latif cismi, urucda sür’atli olan ulvî ruhuna tabi olmuş; ruh sür’atinde hareketi nasıl akla muhalif görünür?" (S: 571) 1720. “Onların âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme." (S: 636) 1721. “Aksi halde, ruhuna ağır gelir, hoşuna gitmez." (S: 761) Ruh / 162 1722. “Hem eczacıya de ki: Merhum pederi hakkında gördüğü rü’ya için hatırıma şöyle bir mana geldi ki: Merhum pederi doktor olmak münasebetiyle, çok sâlih ve mübarek, belki veli insanlara faidesi dokunmuş ve ondan memnun olan ve menfaat gören o mübareklerin ervahları, onun vefatı hengâmında kuşlar suretinde en yakın akrabası olan oğluna görünmüş, onun ruhuna şefaatkârane bir hoş-âmedî nev’inden bir istikbal ettikleri hatırıma geldi." (M: 45) 1723. “Onların ellerinden bal yer gibi, öyle dostlar bulur ki; daima dualarıyla âb-ı kevser gibi feyizler, âlem-i İslâmın etrafından onun ruhuna içirilir ve defter-i a’maline geçirilir." (M: 414) 1724. “Bin ders-i hakikat veriyor ruhuna Kur’an" (M: 481) 1725. “Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur’an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz Esma-i İlahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine verir." (L: 119) 1726. “Eğer hakikî şefkat sû’-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem’den ve îdam-ı ebedî olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a’maline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil davacı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur." (L: 200) 1727. “ruhuna vermeyecek." (L: 356) 1728. “ve haricinde intişar ve fütuhatından dolayı binlerce şükrettiğini ve ruhuna "Sen onların zulmü yüzünden hem sevab, hem fâni saatlerini bâkileştirmeyi, hem manevî lezzetleri, hem vazife-i ilmiye ve diniyeyi ihlas ile yapmasını kazanıyorsun" diye ihtar edilmesi üzerine, bütün kuvvetiyle "Elhamdülillah" diye dua ettiğini gayet güzel beyan etmektedir." (L: 425) 1729. “Sonra, dünyaya gelen ve dünyanın yaratanını arayan ve onsekiz aded mertebelerden çıkan ve arş-ı hakikate yetişen bir mi’rac-ı imanî ile gaibane marifetten hazırane ve muhatabane bir makama terakki eden meraklı ve müştak yolcu adam, kendi ruhuna dedi ki: Fatiha-i Şerife’de başından tâ $ kelimesine kadar gaibane medh ü sena ile bir huzur gelip $ hitabına çıkılması gibi, biz dahi doğrudan doğruya gaibane aramayı bırakıp, aradığımızı aradığımızdan sormalıyız; herşeyi gösteren güneşi, güneşten sormak gerektir." (Ş: 144) 1730. “Ve onların sayısınca onun ruhuna rahmetler yağdırsın, âmîn!" (Ş: 329) 1731. “Sayın Savcı, bize kütübhaneleri dolduran binlerce Arabça ve bugünün ruhuna tercüman olamayan kitabları tavsiye ediyor." (Ş: 564) 1732. “Bu büyük âlem, bir insanın hanesi gibi olur ve mazi, müstakbel zamanları, insanın ruhuna, kalbine bir zaman-ı hal hükmünde olur." (Ş: 756) Ruh / 163 1733. “Ruhuna, vicdanına nokta-i istimdad ise ancak âhirete olan imandır." (Ş: 756) 1734. “Hem bir şahsın bünyesindeki kuvvet, a’zasındaki sıhhat, istidadındaki kabiliyet, o şahsın yaşayışına ve tekemmülüne delil olduğu gibi, kâinatın ruhuna kadar nüfuz eden hakikat-ı sabite ve devam ile yaşayışını îma eden intizamındaki kuvvet-i kâmile ve tekemmülüne giden nizamındaki kemal acaba haşr-i cismanî yoluyla saadet-i ebediyeye delil olmaz mı?" (İ: 54) 1735. “Zira insandaki o nur-u fikir, emellerine, ruhuna öyle bir inkişaf, öyle bir inbisat vermiştir ki, bütün zamanları yutsa doymaz." (İ: 55) 1736. “Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır." (İ: 70) 1737. “Ve keza yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine tedricîdir, zamana mütevakkıftır." (İ: 109) 1738. “Evet hava, su, insanın yürüyüşüne, cam ziyanın geçmesine, şuaın röntgen vasıtasıyla kesif cisimlere bile nüfuzuna ve akıl nuruna, melek ruhuna, demirin içine hararetin akmasına, elektriğin cereyanına bir mani yoktur." (Ms: 138) 1739. “Hem dahi o medeniyet-i habise, beşerin ruhuna dünyaya bakan hadsiz menfez ve ihtiyacat deliklerini açmıştır." (BMs: 247) 1740. “Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur’an, kendi şakirdlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki; doksan dokuz taneli tesbihe bedel, doksan dokuz esma-i ilahiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin zerratını, birer tesbih taneleri olarak şakirdlerinin ellerine verir." (BMs: 320) 1741. “Ruhuna elfatiha." (B: 39) 1742. “Yeter ki ruhuna nüfuz edebilsin." (B: 238) 1743. “Cenab-ı Hak ona, o bana yazdığı Pencere Risalesi’nin hurufu adedince ruhuna rahmet, kalbine nur, aklına hakikat, malına bereket ihsan eylesin." (B: 282) 1744. “Sâniyen: Sizin bu defa nurlu hediyelerinizin her harfine mukabil, Cenab-ı Erhamürrâhimîn defter-i a’malinize bin hasene yazsın ve Âsım’ın ruhuna bin rahmet versin, âmîn." (K: 84) 1745. “Senin yazdığın mu’cizeli iki Kur’an-ı Azîmüşşan’ın bu havalide hususan Ramazan-ı Şerif’te sana kazandırdıkları sevabları ve tahsin ve tebriklerini, inşâallah yakında tab’a girmesiyle, âlem-i İslâm’dan senin ruhuna yağacak rahmet dualarını düşün, Allah’a şükreyle." (K: 200) 1746. “Çünki bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir." (E: 41) Ruh / 164 1747. “Binler rahmet onun ruhuna insin, âmîn!" (E: 169) 1748. “Cenab-ı Hak onun defter-i a’maline, Sava medrese-i Nuriyede okunan ve yazılan risalelerin harfleri adedince ruhuna rahmetler ve kabrine nurlar ihsan eylesin, âmîn." (E: 202) 1749. “Hem çok eski, hem çok sadık, hem çok muktedir, sebatkâr Medrese-i Nuriye kahramanlarından Marangoz Ahmed’in ve medresenin üstadı olan merhum Hacı Hâfız’ın kerametli vefatına dair güzel, hazîn mektubunda, o Medrese-i Nuriye’nin şakirdlerinin, o merhum üstadlarına karşı gösterdikleri dindarane vaziyet ve yağmurun zahmet vermemek ve onları ıslatmamak ve üşütmemek için durması, iş bittikten sonra başlaması, o merhum zâtın ruhuna büyük rahmetlerin nüzulüne emare..." (E: 213) 1750. “Ve mübarek bir kardeşimiz olan Kâzım’ın ruhuna Cenab-ı Hak binler rahmet eylesin ve kabrini pürnur etsin, âmîn!" (E: 250) 1751. “Cenab-ı Hak Risale-i Nur’un hurufatı adedince onun defter-i hasenatına hayırlar yazsın ve ruhuna rahmet eylesin, âmîn!" (Em: 12) 1752. “Dördüncü Nümune: Yeni Said ihtiyarlığında bütün bütün siyasetten ve dünyadan kendini çekmeğe çalıştığı halde, ehl-i dünyanın bütün bütün kanuna ve insafa ve vicdana hattâ insanlığa muhalif bir tarzda eşedd-i zulüm ile yirmisekiz sene işkencelerle ezdiklerine ve bir sineğin ısırmasına tahammül etmeyen o bîçare Said’in baltalarla başına vurduklarına ve ihanetin en şeni’lerini yaptıklarına karşı, emsalsiz bir sabır ve tahammül ona ihsan olunması ve gayet asabî ve sinirli olduğu gibi, fıtraten korkak olmadığı halde "Ecel birdir, tegayyür etmez" hakikatına imanından gelen büyük bir cesaretle beraber en korkak, en miskin bir vaziyette sükût edip sabretmesi; hattâ bir mikdar sonra o işkenceler sonunda ruhuna bir ferah verilmesinin bir hikmeti, kanaat-ı kat’iyemle budur ki: Kur’an-ı Hakîm’in hakaik-i imaniyesini tefsir eden Risale-i Nur’u hiç bir şeye ve şahsî menfaatlerine ve manevî kemalâtlarına âlet yapmamak ve hakikî ihlası kırmamak için ehl-i siyaset Said hakkında "dini siyasete âlet yapmak" vehmini verip; tâ Said işkencelerle, hapislerle dini siyasete âlet etmesin diye ehl-i siyasetin zalimane hükümleri altında kader-i İlahî Nur’daki hakikî ihlası kırmamak için Said’e şefkatli tokatlar vurup "Sakın sakın, hakaik-i imaniyenin tefsiri olan Risale-i Nur’u kendi şahsî menfaatlerine ve hattâ manevî kemalâtlarına ve belalardan ve muzır şeylerden kurtulmaklığına âlet yapma." (Em: 75) 1753. “Cenab-ı Hak Nur’un hurufları adedince ruhuna rahmet eylesin, âmîn." (Em: 109) 1754. “Bu âciz kardeşiniz şübhesiz bir surette iman ettim ki: Şeriat-ı Garra-i Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm’ın hakaikına, ruhuna nüfuz etmenin en kısa, en hatarsız, en zevkli tarîkı, Risale-in Nur’a intisabladır." (St: 181) 1755. “Nurdan Sesler"in hemen her mısraında, asîl ve şuurlu ruhuna hitab ettiğim tertemiz gençlik, işte bu hak ve hakikatın bağrı yanık âşığı olan gençliktir." (St: 270) Ruh / 165 1756. “Bambaşka ufuklar açıyor ruhuna Kur’an" (T: 10) 1757. “Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hatırına gelir ve ruhuna ilişir ki: "Şu anda şehid olsam; bu vaziyetim, yani en ilerde göze çarpan şu halim, sakın mertebe-i şehadetin bir esası olan ihlasıma zarar vermesin, bir hodfüruşluk manası olmasın" diyerek, birden atını döndürür ve arkadaşlarının yanına gelir." (T: 113) 1758. “Nur’u birçok muzlim vicdanları aydınlatmış; kudreti, birçok zayıf imanlı insanlara cesaret vermiş, dehası, birçok nasibsiz insanların ruhuna ilham serpmiş olan bu büyük adam, hiç şübhe yoktur ki, Said Nur Hazretleridir." (T: 635) 1759. “Bu acib madde ve dinsizlik asrında, nazarlar kısalmış; kalbler, fenalıklar ve kötülüklerle dolmuş; yalnız ve yalnız Kur’an-ı Hakîm’in bu zamandaki en hakikî ve kat’î tereşşuhatı olan Risalei Nur; o kısalmış nazarları, âdeta maddenin ruhuna nüfuz ettiriyor, o kötü kalblerin zindan gibi karanlık olan içini nurla dolduruyor." (T: 668) 1760. “İman ve Kur’an nuru ile tertemiz gönlünü fethettiğiniz gençlik, İlahî zaferinizin en parlak delilini teşkil eden en mühim varlık ve en kıymetli cevherdir… "Nurdan Sesler"in hemen her mısraında, asîl ve şuurlu ruhuna hitab ettiğim tertemiz gençlik, işte bu hak ve hakikatın bağrı yanık âşıkı olan gençliktir." (T: 728) 1761. “Belâgatın ruhuna taalluk eden birkaç mes’elenin beyanındadır." (Mu: 86) 1762. “Hem de evamirinde hakikatın ruhuna olan isabeti, hakkıyetini gösterir." (Mu: 144) 1763. “Cenab-ı Hak, Risale-i Nur’un herbir harfine mukabil onun ruhuna ve Âlem-i Berzahtaki Nurcu arkadaşlarının ruhlarına binler rahmet eylesin." (Ko: 82) 1764. Ruhunda 1765. “Ve ruhunda kemalâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez." (S: 144) 1766. “Belki hiçbir kemalâtın yeri ruhunda kalamaz, hattâ Rabbini de tanımaz." (S: 363) 1767. “BEŞİNCİ MEDAR: Beşerin cevher-i ruhunda derc edilmiş gayr-ı mahdud istidadat ve o istidadatta mündemiç olan gayr-ı mahsur kabiliyetler ve o kabiliyetlerden neş’et eden hadsiz meyiller ve o hadsiz meyillerden hasıl olan nihayetsiz emeller ve o nihayetsiz emellerden tevellüd eden gayr-ı mütenahî efkâr ve tasavvurat-ı insaniye, şu âlem-i şehadetin arkasında bulunan saadet-i ebediyeye elini uzatmış, ona gözünü dikmiş, o tarafa müteveccih olmuş olduğunu ehl-i tahkik görüyor." (S: 521) 1768. “Evet şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir." (S: 525) Ruh / 166 1769. “İkincisi: İnsanın câmiiyeti ve şecere-i kâinatın en münevver meyvesi olduğundan, bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebilmesi cihetiyle Cenab-ı Hak, tecelli-i zâtıyla ve esma-i hüsnanın azamî mertebede, nev’-i insanın manen en azam bir ferdine, tecelli-i azam tezahür eder ki; bu tezahür ve tecelli, Mi’rac-ı Ahmedî (A.S.M.) sırrıdır ki; onun velayeti, risaletine mebde’ olur." (S: 562) 1770. “İslâmiyet ruhunda şefkat izzet-i iman, beslediği şeriat Kur’an-ı Mu’ciz-Beyan tutmuş yed-i beyzada hakaik-i şeriat." (S: 713) 1771. “Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; hem müdhiştir tesiri." (S: 727) 1772. “Acaba dünyada basit fikirli, safi kalbli olan neferatın ruhunda şöyle ulvî fedakârlığa sebebiyet verecek, hangi şey gösterilebilir?" (M: 326) 1773. Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin rolü ehemmiyetlidir." (M: 478) 1774. “Âdeta mü’minin imanı, mü’minin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor; kâfirin küfrü, kâfirin mahiyetinde manevî bir cehennemi ateşlendiriyor." (L: 48) 1775. “BEŞİNCİ NOTA: Şu notada Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said’in fikrinde bir derece yerleştiği için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa’nın fünun ve medeniyeti, o seyahat-ı kalbiyede emraz-ı kalbiyeye inkılab ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan, bilmecburiye Yeni Said zihnini silkeleyip, müzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde şehadet eden hissiyat-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı manevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur." (L: 115) 1776. “Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibet-zede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle, zâhirî bir surette aldatıcı bir zînet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi?" (L: 115) 1777. “Kur’anın şakirdi ise, semavat ve arzdaki umum sâlih ibadı kendine kardeş telakki ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder ve saadetleriyle mes’ud oluyor ve ruhunda şedid bir alâkayı onlara karşı hisseder." (L: 119) 1778. “Sana vâ-esefâ, vâ-hasretâ dedirten, eski zamanda geçirdiğin lezzetli ve safalı o hallerdir ki; zevalleriyle, senin ruhunda daimî bir elem irsiyet bırakıp, ne vakit düşünsen, o elem yine deşiliyor, esef ve hasret akıtıyor." (L: 208) 1779. “Tâ ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altındaki kısmen dalalet, kısmen malayaniyat mes’eleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın." (L: 239) Ruh / 167 1780. “O vakit misafirleri kabul etmediğim halde, onun ruhundaki ihlas ve ileride Risale-i Nur’a edeceği kıymetdar hizmeti, (Haşiye-1) güya hiss-i kablelvuku ile ruhum o gencin ruhunda okudu." (L: 246) 1781. “Madem icadsız ve sûrî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa, elbette bu mevcudatın Sâni’-i Hakîm’i, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin enva’ıyla sada veren ve ses verip tesbih eden ve zikredip konuşan bir musikî-i İlahiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber, kâinatın herbir nev’ini, herbir âlemini ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mu’cizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında birer fonoğraf," (L: 349) 1782. “Çünki her vakit etrafında onun gibi çocukların ölmesiyle onun nazik dimağında ve ileride uzun arzuları taşıyan zaîf kalbinde ve mukavemetsiz ruhunda öyle bir tesir yapar ki; hayatı ve aklı o bîçareye âlet-i azab ve işkence edeceği zamanda, âhiret imanının dersiyle, görmemek için oyuncaklar altında onlardan saklandığı o endişeler yerinde, bir sevinç ve genişlik hissederek der: "Bu kardeşim veya arkadaşım öldü, Cennet’in bir kuşu oldu." (Ş: 224) 1783. “İkinci haletinde ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe, o saadetler ziyadeleşir ve ona manevî Cennetlerin kapıları açılır." (İ: 29) 1784. “Evet Cenab-ı Hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidadlar var." (İ: 55) 1785. “Bunun içindir ki, mü’minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur." (Ms: 69) 1786. “Kâfirin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır." (Ms: 69) 1787. “Hem kâinatın ruhunda aksedilen bir cemal-i hazîn görünüyor." (BMs: 95) 1788. “İman, herşeyin arasında bir uhuvvet, bir kardeşlik tesis ettiği için, mü’minin ruhunda hırs, adavet, kin ve vahşet şiddetlenmez." (BMs: 147) 1789. “$ Ey kardeş bil ki, matbu’ Katre’nin yetmişinci sahifesinde geçtiği gibi, insanın ruhunda nihayetsiz ihtiyacatı ve teellümata medar nihayetsiz kabiliyetleri ve telezzüzata nihayetsiz istidadları, hem nihayetsiz emeller ve elemleri taşımaya müheyya kuvaları vardır." (BMs: 297) 1790. “Çünki insanın ruhunda ebna-i cinsine karşı fıtrî alâkalar vardır." (BMs: 298) 1791. “medar olduğundan, bilmecburiye Yeni Said zihnini silkeleyip, müzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa’nın lehinde şehadet eden hissiyat-ı nefsaniyeyi susturmak için, Avrupa’nın şahs-ı manevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur." (BMs: 316) Ruh / 168 1792. “Acaba hem ruhunda, hem vicdanında, hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azaba düşmüş bir adamın cismiyle zâhirî bir surette aldatıcı bir zînet ve servet içinde bulunmasıyla saadeti mümkün olabilir mi?" (BMs: 316) 1793. “Ve ruhunda şedid bir alâkayı onlara karşı hisseder." (BMs: 320) 1794. “İnsanın ruhunda iki vech ile gayr-ı mütenahî lezzetlere ve hem gayr-ı mahsur elemlere kabiliyet vardır." (BMs: 540) 1795. “Lâkin mümevveh Hristiyanlıkla ve millî âdetleriyle memzuc olan mahsus medeniyetleriyle teselli bulduğu için, onun ruhunda bazı dünyevî ahlâk-ı hasene ve bu hayat-ı dünyeviyeye bakan" (BMs: 567) 1796. “Otuzüçüncü Söz’ün Yirmidördüncü Mektubu ve emsalleri, insanın ruhunda inşirah hasıl ediyor." (B: 295) 1797. “Üçüncüsü: Tarîkatlar ruhunda ve tasavvuf menbaından çıkacak" (K: 125) 1798. “Demek o zaman, onu da mübarek Mustafa’nın ruhunda hissetmiştim." (E: 165) 1799. “Cenab-ı Hak, inşâallah Denizli gibi kahramanlar ocağından çok Hasan Feyzi ruhunda Nurlara sahib ve naşir çıkaracak." (E: 185) 1800. “Evvelen: Kahraman Nazif’in ve hakikaten Nazif ruhunda ve sadakatında kendi arkadaşlarının makine ile vesair cihette Nur’a hizmetleri, bu memleketi cidden minnetdar edecek bir vaziyettedirler." (E: 187) 1801. “Mustafa Oruç çok tali’lidir ki, kendi sisteminde ve ruhunda ve ciddiyetinde, az bir zamanda sizleri buldu." (E: 203) 1802. “Çünki muhabbet-i Âl-i Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Âl-i Beyt’in adavetini tazammun eden küfr-ü mutlaka girmezler." (E: 242) 1803. “Fakat bir müslüman, Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm’ın zincirinden çıksa, dinini bıraksa, daha hiçbir dine girmez, anarşist olur; ruhunda kemalâta medar hiçbir halet kalmaz." (Em: 244) 1804. “Molla Said, henüz o zaman bunun mahiyet ve hikmetini belki bilemiyordu; fakat zaman gösterdi ki, şimdi muhteşem bir ağaç mahiyetini alan Risale-i Nur’un muazzam ve geniş hizmetinin levazımatından olan izzet-i ilmiyeyi Cenab-ı Hak Molla Said’in ruhunda tâ o zaman küçük bir çekirdek olarak dercetmişti." (T: 30) 1805. “Evet Molla Said’in istikbalde Risale-i Nur’la göreceği hizmet-i imaniyeyi kemal-i ihlasla îfası ve bu hizmetin meydana gelebilmesi için "Uhrevî hizmetin mukabilinde hiç birşey taleb etmemek" olan kudsî düsturun icmalî bir fihristesi, daha küçük yaşında iken rahmet-i İlahiye tarafından ruhunda yerleştirilmişti." (T: 31) Ruh / 169 1806. “diye kuvvetli bir niyet ruhunda uyanır ve bu saikle çalışır." (T: 51) 1807. “sözü üzerine, ruhunda bir feveran ve nihayetsiz bir gayret uyanır." (T: 51) 1808. “Meydan-ı harbde, düşman karşısında, gülleler içerisinde; talebelerine cesaret vermek için en elzem bir kahramanlığı fiilen göstermek emeliyle avcı hattında atını sağa sola döndürürken, bu suretle cesaret-i imaniye ve şehamet-i İslâmiyeyi en a’lâ bir derecede bir kumandan manasıyla îfa ederken, ruhunda ve niyetinde en âlî ve safî bir mertebe-i kemal olan sırr-ı ihlası kaçırmamayı ehemmiyetle düşünmesi ve dikkat kesilmesi; onun zâhiren takdire şayan hizmet-i diniyesi, fedakârane mücahedesi kadar, belki daha ziyade, ruhunun kemaline de delalet eder." (T: 113) 1809. “Daha meşrutiyetin ilânından evvel, İstanbul’a gelmeden Şarkî Anadolu’da yüzlerce ehl-i ilim ve erbab-ı fazilet kimselerle mübahaseleri; ve İstanbul’da birdenbire meydana çıkarak, ülemayı hayrete sevketmesi; ve ehl-i siyaseti telaşa düşürmesi; ruhunda büyük bir İslâmî inkılabın müessisi halinin mevcud olduğunu gösteriyordu." (T: 144) 1810. “Ve kendisi; daha eskiden ruhunda bu vazifenin mes’uliyetini, hem şevk ve sürurunu hissetmişti." (T: 144) 1811. “Barla’ya nefiy sebebi ise; kalabalık şehirlerden uzaklaştırıp, böyle hücra bir köye atılarak ruhunda mevcud hamiyet-i İslâmiyenin feveran etmesine mani’ olmak, onu konuşturmamak, söyletmemek, İslâmî imanî eserler yazdırmamak, âtıl bir vaziyete düşürüp dinsizlerle mücahededen ve Kur’ana hizmetten men’etmek idi." (T: 152) 1812. “Ruhunda, Ömer’in şehameti var." (T: 626) 1813. “Ruhunda, maâliyata medar kendince bir esas kalabilir." (Ni: 31) 1814. “Fakat sen, Peygamber-i Âhirzaman’ın (A.S.M.) derslerini terkettiğin dakikada, senin ruhunda nihayetsiz bir tahribat, bir boşluk, bir karanlık peyda olacaktır ki; hiçbir kemalât ve ahval-i âliyeye ve mes’udiyete yer kalmayacaktır." (Ni: 31) 1815. “Ruhunda, bütün ehl-i semavat ve arz sâlihlerine karşı öyle bir alâka-i şedide-i uhuvvetkârane hisseder ki, ehl-i beytine dua ettiği gibi; an-samim-il kalb onlara da dua edip, saadetleriyle mes’ud olduğunu gösterir." (Ni: 94) 1816. “Sen ise Nebi-yi Âhirzaman Aleyhissalâtü Vesselâm Hazretlerinin zincirinden çıktığın ve derslerini terkettiğin dakikada, senin ruhunda nihayetsiz bir tahribat, bir boşluk, bir karanlık peyda olacak." (Ni: 147) 1817. “Ve senin ruhunda hiçbir kemalât ve ahlâk-ı âliyeye yer kalmayacak." (Ni: 147) 1818. “Demek her bir tabaka-i insaniye Risale-i Nur’a ruhunda büyük bir ihtiyaç duymakta ve ondan istifade etmektedirler." (G: 230) Ruh / 170 1819. Ruhundaki 1820. “O vakit misafirleri kabul etmediğim halde, onun ruhundaki ihlas ve ileride Risale-i Nur’a edeceği kıymetdar hizmeti, (Haşiye-1) güya hiss-i kablelvuku ile ruhum o gencin ruhunda okudu." (L: 246) 1821. “Fakat kahraman ve mücahid ordunun ve dindar milletin ruhundaki nur-u iman ve Kur’an ışığıyla hakikat-ı hali göreceği ve o kumandanın çok dehşetli tahribatını tamire çalışacağı rivayetlerden anlaşılır." (Ş: 595) 1822. “Bu çizgi ve nakışlar ise, insanın ruhundaki istidad ve maânîye ve boynunda asılı bulunan amel defterine delalet ediyorlar." (BMs: 210) 1823. “Kendi ruhundaki tahribatın dehşetine bak ve vicdanındaki zulümatın şiddetini gör ve kalbindeki yütm ve ye’sin vahşetini anla!" (BMs: 568) 1824. “Ruhundaki imanla yanan meş’ale sönmez" (T: 9) 1825. ruhundaki şecaat-ı imaniye ile kat’î inanıyordu ki, dava ettiği hakikat bir gün milletçe benimsenecek; bir Said, binler belki yüzbinler Said olacak." (T: 675) 1826. Ruhundan 1827. “Belki müridinin safvet-i ihlasıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile o mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir’at-ı ruhundan gelmiş görüyor." (L: 135) 1828. “Ve keza beşeriyet ruhundan dünyaya nâzır pek çok menfezler açmıştır." (Ms: 123) 1829. “Belki müridinin safvet-i ihlasıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazarıyla, o mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir’at-ı ruhundan gelmiş görüyor." (BMs: 307) 1830. “Fakat bu alâkadarlık, muvakkat cereyanlara kapılıp millet ve vatanını ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların muvakkat siyasetlerine tâbi’ etmek, belki aynını telakki etmek çok yanlış olmakla beraber; o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan, idare-i şahsiye ve beytiye ve diniye ve hâkeza çok dairelerde hakikî vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak on, yirmi belki yüz’dür." (K: 38) 1831. Ruhunla 1832. “Ona karşı sen yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesimine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut, tenkid elini uzatma, tutamazsın." (L: 128) 1833. “Ruhunla teneffüs et." (L: 128) 1834. “Ona karşı sen yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesimine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut, tenkid elini uzatma, tutamazsın." (BMs: 335) Ruh / 171 1835. “Ruhunla teneffüs et; tereddüd eliyle baksan, tenkid ile el atsan, o yürür gider." (BMs: 335) 1836. Ruhunu 1837. “Ve o harb ise; nefis ve heva, cin ve ins şeytanlarına karşı mücahede edip günahlardan ve ahlâk-ı rezileden kalb ve ruhunu helâket-i ebediyeden kurtarmaktır." (S: 23) 1838. “Herbirinin, bütün divan-ı eş’arının ruhunu eğer sıksan, elemkârane birer feryad damlar." (S: 215) 1839. “Çünki uzun bir hâdisenin ukde-i hayatiyesini ve ruhunu alır." (S: 404) 1840. “Belki o zîkemalin meyvelerini, neticelerini, manevî hüviyetini ve manasını, ruhlu ise ruhunu ibka ediyor." (S: 556) 1841. “ruhunu ona gönderir." (S: 615) 1842. “Meselâ: Bir validenin evlâdının mes’udiyetlerinden ve istirahatlerinden, şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki; onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir." (S: 622) 1843. “Kur’an ve iman hizmeti için Bediüzzaman’ın haysiyetini, şerefini, ruhunu, nefsini, hayatını feda ettiği; maruz kaldığı o kadar şedid zulüm ve işkencelere ve giriftar edildiği çok musibet ve belalara karşı gösterdiği son derece sabır, tahammül ve itidal, birer şahid-i sadık hükmündedirler." (S: 757) 1844. “Her ölünün ruhunu, Hazret-i Azrail Aleyhisselâm mı bizzât kabzediyor?" (M: 351) 1845. “Birinci Meslek: Azrail Aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder." (M: 351) 1846. “Sağlam olarak câmiye gitmiş, namaz kılmış, orada ruhunu Rahman’a teslim eylemiş (Rahmetullahi Aleyh)." (M: 358) 1847. “Eğer ayağı altındaki mazlum adam, o zalimin yüzüne tükürse; kalbini ve ruhunu kurtarır," (M: 416) 1848. "$ ile istikbalde en mühim bir fitnenin vukuu hazırlanırken kemal-i merhamet ve şefkatinden İslâmlar içinde kan dökülmemek için ruhunu feda edip teslim-i nefs ederek Kur’an okurken mazlumen şehid olmasını tercih eden Hazret-i Osman’ı da haber verdiği gibi, $ saltanat ve hilafete kemal-i liyakat ve kahramanlıkla girdiği halde ve kemal-i zühd ve ibadet ve fakr ve iktisadı ihtiyar eden ve rükû ve sücudda devamı ve kesreti herkesçe musaddak olan Hazret-i Ali’nin (R.A.) istikbaldeki vaziyetini ve o fitneler içindeki harbleriyle mes’ul olmadığını ve niyeti ve matlubu fazl-ı İlahî olduğunu haber veriyor." (L: 31) Ruh / 172 1849. “Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, yavrularının hatırı için ruhunu feda eder, ite atılır." (L: 124) 1850. “Valideler o sırr-ı şefkat ile, evlâdlarına karşı muhabbetlerine bir mükâfat, bir rüşvet istemediklerine ve taleb etmediklerine delil; ruhunu, belki saadet-i uhreviyesini de onlar için feda etmeleridir." (L: 133) 1851. “Evet bir valide veledini tehlikeden kurtarmak için hiçbir ücret istemeden ruhunu feda etmesi ve hakikî bir ihlas ile vazife-i fıtriyesi itibariyle kendini evlâdına kurban etmesi gösteriyor ki; hanımlarda gayet yüksek bir kahramanlık var." (L: 199) 1852. “Evet kadınların şefkat cihetiyle bu kahramanlıklarını hiçbir ücret ve hiçbir mukabele istemeyerek, hiçbir faide-i şahsiye, hiçbir gösteriş manası olmayarak ruhunu feda ettiklerine, o şefkatın küçücük bir nümunesini taşıyan bir tavuğun yavrusunu kurtarmak için arslana saldırması ve ruhunu feda etmesi isbat ediyor." (L: 201) 1853. “Tâ ki, gençliğinde hikmet-i ecnebiye veya fünun-u medeniye namı altındaki kısmen dalalet, kısmen malayaniyat mes’eleleriyle ruhunu kirletmiş, kalbini hasta etmiş, nefsini şımartmış bir kısım ihtiyarların ruhunda temizlik yapsın." (L: 239) 1854. “dünyanın gafletkârane gülmeleri, böyle ağlanacak acı hallerin perdesidir ve muvakkat ve zevale maruzdur; elbette bîçare insanların ebedperest kalbini ve aşk-ı bekaya meftun olan ruhunu güldürecek, sevindirecek, meşru dairesinde ve müteşekkirane, huzurkârane, gafletsiz, masumane eğlencelerdir ve sevab cihetiyle bâki kalan sevinçlerdir." (L: 275) 1855. "Ve böyle faideleri ve neticeleri vermekle beraber; kendi yerinde, bu âlem-i şehadette zîruh ise ruhunu ve hadsiz hâfızalarda ve sair elvah-ı mahfuzalarda suretini ve hüviyetini ve tohumlarında ve yumurtacıklarında mahiyetinin kanunlarını ve bir nevi müstakbel hayatını ve âlem-i gaybda ve daire-i esmada âyinedarlık ettiği kemalleri ve" (Ş: 14) 1856. "Fakat kendi vücuduna bedel ikinci derecede vücudları sayılan hem manası, hem hüviyet-i misaliyesi ve sureti, hem neticeleri, hem mübarek ise sevabı, hem hakikatı gibi çok vücudlarını bırakır, sonra perde altına girdiği gibi, aynen öyle de: Bu vücudum ve her zîhayatın vücudu, zâhirî vücuddan gitse, zîruh ise hem ruhunu, hem manasını, hem hakikatını, hem misalini, hem mahiyet-i şahsiyesinin dünyevî neticelerini ve uhrevî semerelerini, hem hüviyet ve suretini hâfızalarda ve elvah-ı mahfuzada" (Ş: 69) 1857. “mütevatiren nev’-i insanın güneşleri, kamerleri, yıldızları olan bu üç cemaat-ı azîme ve bu üç taife-i ehl-i hakikat ve beşerin kudsî kumandanları olan bu üç büyük ve âlî heyetlerin fermanları ile verdikleri haberleri dinlemeyen ve saadet-i ebediyeye giden, onların gösterdikleri yol olan sırat-ı müstakimde gitmeyenler, yüzde doksandokuz dehşetli tehlike ihtimalini nazara almayan ve birtek muhbirin bir yolda tehlike var demesiyle o yolu bırakan başka uzun yolda hareket eden bir adam, elbette ve elbette vaziyeti şudur ki: İki yolun -hadsiz muhbirlerin kat’î ihbarları ile- Ruh / 173 en kısa ve kolayı ve yüzde yüz Cennet ve saadet-i ebediyeyi kazandıranı bırakıp en dağdağalı ve uzun ve sıkıntılı ve yüzde doksandokuz Cehennem hapsini ve şekavet-i daimeyi netice veren yolunu ihtiyar ettiği halde, dünyada iki yolun, bir tek muhbirin yalan olabilir haberiyle yüzde birtek ihtimal tehlike ve bir ay hapis imkânı bulunan kısa yolu bırakıp, menfaatsiz -yalnız zararsız olduğu için- uzun yolu ihtiyar eden bedbaht, sarhoş divaneler gibi dehşetli ve uzakta görünen ve ona musallat olan ejderhalara ehemmiyet vermez, sineklerle uğraşıyor, yalnız onlara ehemmiyet verir derecede aklını, kalbini, ruhunu, insaniyetini kaybetmiş oluyor." (Ş: 197) 1858. “Birtek dostu için, ruhunu feda eden o bîçare insanın; binler, belki milyonlar, milyarlar dostları ebedî bir müfarakat içinde idam olmalarını tevehhüm edip Cehennem azabından beter bir elem -o düşünmek ucundan- göründüğü vakit, âhirete iman geldi, gözünü açtırdı ve perdeyi kaldırdı." (Ş: 223) 1859. “Çünki meselâ: Valide ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere maruz gördükçe titrer." (Ş: 226) 1860. “senin bütün sevdiklerin ve saadetleriyle memnun ve bir derece mes’ud olduğun umum akraba ve asl u neslin seninle beraber idam olmasından, binler derece Cehennem’den ziyade senin ruhunu ve kalbini ve mahiyet-i insaniyeni yandırır." (Ş: 230) 1861. “Ve o kibriya mertebeleri kalbine açıldıkça, ruhunu istila eden mükerrer ve hararetli" (Ş: 234) 1862. “Madem bu hapis arkadaşlarımız çoğu lüzum olsa vatanına ve milletine ve ahbabına fedakârane ruhunu feda ettiren kahramanlık damarını taşıyorlar." (Ş: 501) 1863. “İkinci haletinde ise, ruhunda yüksek lezzetleri ve saadetleri hisseder; kalbini ikaz, vicdanını tahrik edip ruhunu ihsas ettikçe, o saadetler ziyadeleşir ve ona manevî Cennetlerin kapıları açılır." (İ: 29) 1864. “İşte böyle bir insanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir; istidadlarını inkişaf ettiren, ibadettir; meyillerini temyiz ve tenzih ettiren, ibadettir; emellerini tahakkuk ettiren ibadettir; fikirlerini tevsi’ ve intizam altına alan, ibadettir; şeheviye ve gazabiye kuvvelerini hadd altına alan, ibadettir; zâhirî ve bâtınî uzuvlarını ve duygularını kirleten tabiat paslarını izale eden, ibadettir; insanı mukadder olan kemalâtına yetiştiren, ibadettir; abd ile Mabud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet, ancak ibadettir." (İ: 85) 1865. “Çünki herbir insanın şu hakikî âlemden kendisine mahsus hayalî bir âlemi olduğu gibi, herkes kendi meşrebine göre Kur’andan fehm ve iktibas ettiği (hâfızasında) kendisine has bir Kur’an vardır ki, onun ruhunu terbiye, kalbini tedavi eder." (Ms: 140) 1866. “Ve İslâmiyet cihetiyle vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin ruhunu ve tasdiklerini taşıyor." (Ms: 246) Ruh / 174 1867. “Hem küçük yavrularına çobanlık eden tavuk dahi, yavrularının hatırı için ruhunu feda eder." (BMs: 325) 1868. “Kavuşturdular ruhunu, ervah-ı Enbiyaya ânın" (B: 115) 1869. “Güya Risale-i Nur yüz ondokuz parçasıyla, müellifi olan Üstadımıza bir taraftan hoşâmedî etmek ve mahzun olan kalbine teselli vermek ve gamnâk ruhunu tatyib etmek ve diğer taraftan da, sekiz seneden beri yaşadığı Barla’yı unutturmak ve o muhteşem çınar ağacını ve dostlarını ve alâkadar olduğu şeylerden gelen firak hüznünü hatırlatmamak için, Cenab-ı Hak’tan yüz ondokuz risalenin eliyle, yüz ondokuz bin kelimeleri diliyle dua etti, yağmur istedi." (B: 167) 1870. “Gayet sevdiğim bir talebem olan Hulusi Bey’in ruhunu sizde hissettim." (B: 328) 1871. “Arkamdaki zât demek Re’fet Bey’in kalb ve ruhunu taşıyor." (B: 340) 1872. “Ben tahmin ediyorum ki: Bütün küre-i arzın bu yangınında ve fırtınalarında, selâmet-i kalbini ve istirahat-ı ruhunu muhafaza eden ve kurtaran, yalnız hakikî ehl-i iman ve ehl-i tevekkül ve rızadır." (K: 123) 1873. “bize yardım etmeleri; ve Babacan da Âsım’ın ruhunu şâd edip, o sistemde yardımımıza koşması; ve Zekâi de Lütfü’nün ruhunu mesrur edip, eski Zekâi gibi vazifesine sarılması ve Marangoz Ahmed ve Kâtib Osman ve Mehmed Zühdü ve Nuri ve Tenekeci Mehmed gibi, eski kıymetdar hizmetleriyle Isparta’yı nurlandıran diğerleri gibi, Kastamonu’nun tenvirine de koşmaları; ve şimdi tanıdığım Mustafa ve Mustafa ve Mustafa ve Eyyüb, kalemleriyle, eski dost gibi ümmiliğime yardım etmeleri; elbette şübhesiz $ müjdesini tam tasdik ederler." (K: 246) 1874. “Ba’dehu Denizli’ye başka başka perdelerle teşrifiniz, o zâtın ruhunu şâd u i’zaz için olduğunu telakki etmiştim; ve az zaman sonra aynı isimde müteveffa Hasan Feyzi Efendi’nin Risale-i Nur’a hürmetle birinci Hasan Feyzi’ye imtisalen istikbal etmesi ve Nurlara taaşşukla idhal-i envar olması, bu kanaatımı kat kat ziyadeleştirdi." (E: 198) 1875. “Faidenin bir ciheti şudur ki: Bu kadar ağır şerait içinde öyle demir gibi sarsılmaz bir hakikat var ki; ikiyüz bin Türk ruhunu ona feda edecek o hakikatın müşterisi bulunur." (E: 276) 1876. “Afyon’da bir-iki mütemerrid, bir zındık masonun iştirak ve teşvikiyle, o insanın bu tarz ihanet etmek fikrine; hiçbir ihaneti kabul etmeyen Üstadımızın tahammül etmesinden ve ehemmiyet vermediğinden şu hakikatı kat’iyen anladık ki: Bu vatan ve millete kendi yüzünden bir zarar gelmemesi için haysiyetini, şerefini, nefsini, ruhunu, rahatını dahi feda etmiştir." (Em: 19) 1877. “Bu Hayim Naum, bu korkunç teşebbüse evvelâ Amerika’da Türkler lehinde bir seri konferans vermek ve emperyalizma şeflerine, Türk’ün maddesini serbest bırakmaları, buna mukabil ruhunu, tâ içinden ve kendi öz adamlarına yıktırmaları fikrini telkin etmek suretiyle başlamıştır." (Em: 32) Ruh / 175 1878. “Hem Risale-i Nur’un dört esasından bir esası şefkattir ve kadınlar şefkat kahramanı bulunmasından, hattâ en korkağı da kahramancasına ruhunu yavrusuna feda eder." (Em: 48) 1879. “Dünya kadar büyük, has ve hususî dünyasının zeval ve firak ve âhirde tamamen mahvolmasını düşünmesi, manevî bir cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor." (Em: 120) 1880. “Yirmisekiz seneden beri beş vilayet ve beş mahkeme ve beş vilayetin zabıtaları onun başına ilişmedikleri halde, hususan bu defa İstanbul mahkeme-i âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ayda yaya olarak heryeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve Mahkeme-i Temyiz "bere yasak değil" diye karar verdiği, hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından -ki resmî bir libastır- bereyi giyenler de mes’ul olmazlar denildiği halde, hususan münzevi ve insanlar arasına girmeyen ve Ramazan-ı Şerif’in içinde böyle hilaf-ı kanun en çirkin bir şey ile ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek," (Em: 165) 1881. “bir kulun ruhunu, hangi fâni emel ve arzular, hangi zavallı teveccüh ve iltifatlar ve hangi pespaye gaye ve ihtiraslar tatmin, teskin ve teselli edebilir?" (T: 10) 1882. “Gizli dinsiz komiteleri, "İslâmî şeairleri birer birer kaldırarak İslâm ruhunu yok etmek, Kur’anı toplatıp imha etmek" plânlarını güdüyorlardı." (T: 152) 1883. “Milletin ruhunu ve iradesini onlar gibi istihfaf etmesinler." (T: 639) 1884. “Bütün ömrü boyunca in’am-ı Hak olan hayatını, Türk Milletinin salah ve hakikî saadeti için vakfetmiş; emr-i İlahî olan ruhunu feleğin hakikî mâliki Allah’a teslim edinceye kadar aynı yolda yürümeğe azmetmiş; bina-yı sübhanî olan bedenini, yalnız Allah yolunda yıpratmış olan büyük bir Müslüman, bugün "Demokrasi vardır" denilen bir gün, kalkıyor, yalnız "Allah" diyor, "Kitab" diyor, "Resul" diyor ve gençliğe "Dikkat" diyor." (T: 656) 1885. “Yirmisekiz seneden beri beş vilayet ve beş mahkeme ve beş vilayetin zabıtaları onun başına ilişmedikleri halde, hususan bu defa İstanbul mahkeme-i âdilesinde yüzden ziyade polislerin gözleri önünde, hem iki ay da yaya olarak her yeri gezdiği halde, hiçbir polis ilişmediği ve hem Mahkeme-i Temyiz bere yasak değil diye karar verdiği, hem bütün kadınlar ve başı açık gezenler ve bütün askerî neferler ve vazifedar memurlar giymeye mecbur olmadıklarından ve giymesinde hiçbir maslahat bulunmadığından ve benim resmî bir vazifem olmadığından -ki resmî bir libastır- bereyi giyenler de mesul olmazlar denildiği halde; hususan münzevi ve insanlar arasına girmeyen ve Ramazan-ı Şerifin içinde böyle hilaf-ı kanun en çirkin bir şey ile ruhunu meşgul etmemek ve dünyayı hatırına getirmemek için has dostlarıyla dahi görüşmeyen, hattâ şiddetli hasta olduğu halde, ruhu ve kalbi vücuduyla meşgul olmamak için ilâçları almayan ve Ruh / 176 hekimleri çağırmayan bir adama şapka giydirmek, ecnebi papazlara benzetmek için ona teklif etmek ve adliye ile tehdid etmek, elbette zerre kadar vicdanı olan bundan nefret eder." (T: 666) 1886. “Bu din sayesindedir ki, Afrika zencileri medeniyet ruhunu temsil edebilmişler ve aralarında adlî ve medenî idare tesis etmişlerdir." (Nç: 189) 1887. "kurtaran (5) ve istikbal ve âhiretimizi tekeffül eden (6) ve menafi-i umumiye olan hukukullahı izinsiz tasarruftan sizi tahlis eden (7) ve hayat-ı milliyemizi muhafaza eden (8) ve umum ezhanı manyetizmalandıran (9) ve ecanibe karşı metanetimizi ve kemalimizi ve mevcudiyetimizi gösteren (10) ve sizi muahaze-i dünyeviye ve uhreviyeden kurtaran (11) ve maksad ve neticede ittihad-ı umumiyeyi tesis eden (12) ve o ittihadın ruhu olan efkâr-ı âmmeyi tevlid eden (13) ve çürük mesavi-i medeniyeti hudud-u hürriyet ve medeniyetimize girmekten yasak eden (14) ve bizi Avrupa dilenciliğinden kurtaran (15) ve geri kaldığımız uzun mesafe-i terakkide -sırr-ı i’caza binaen- bir zaman-ı kasîrede tayyettiren (16) ve Arab ve Turan ve İran ve Sâmileri tevhid ederek az zamanla bize bir büyük kıymet veren (17) ve şahs-ı manevî-i hükûmeti Müslüman gösteren (18) ve kanun-u esasînin ruhunu ve Onbirinci Madde’yi muhafaza ile ve sizi hıns-ı yeminden kurtaran (19) ve Avrupa’nın eski zann-ı fasidlerini tekzib eden (20) Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâm hâtem-i enbiya ve şeriatın ebedî olduğunu tasdik ettiren (21) ve" (H: 82) 1888. “Said-i hüşyarın safvet-i ruhunu, besalet ve şecaatini, fedakârlığındaki nihayetsizliğini anlamak ve ona bağlanmak için, lisan-ı hamasetinden bu mezkûr mısraını söylemek kifayet eder." (D: 7) 1889. “hem de meyl-i intikam ve garaz-ı şahsîsini feda etmediği halde, mağrurane millete ruhunu feda etmek davasında bulunan.." (Mü: 13) 1890. “Onun kıymeti onu daimî ve sadakatla okuyanların ruhunu o kadar sarıyor, o kadar kendine râm ve meftun ediyor ki; tahkikî iman mertebelerinde terakki eden o fedakârlardan birinin başına bütün din düşmanları toplanıp Risale-i Nur’dan vazgeçirmeye çalışsalar yine muvaffak olamazlar ve olamadılar." (G: 227) 1891. Hazret-i Azrail birdir, bir anda, her yerde eceli gelenlerin ruhunu kabzeder." (STİ: 92) 1892. Ruhunun 1893. “Elbette âlem-i mubsıratın anahtarı hükmünde olan gözünü ve mesmuat âlemindeki âyâtı temaşa eden kulağını, Arş’a kadar beraber alması lâzım geldiği gibi; ruhunun hadsiz vezaife medar olan âlât ve cihazatının makinesi hükmünde olan cism-i mübarekini dahi, tâ Arş’a kadar beraber alması mukteza-yı akıl ve hikmettir." (S: 570) Ruh / 177 1894. “Halbuki senin şeametinle, kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalalet darbesini yiyen ve o dalalet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir bîçare insana hangi saadeti temin ediyorsun?" (L: 116) 1895. “Öyle ise kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; belki kendi kendine gelir." (L: 128) 1896. “Hem beşerde, kalbinin selâmetine ve istirahatine ait öyle incecik ve gizli ve cüz’î matlabları ve ruhunun bekasına ve saadetine medar öyle büyük ve muhit ve küllî maksadları var ki, onları öyle bir zât verebilir ki, kalbin en ince ve görünmez perdelerini görür, lâkayd kalmız." (Ş: 16) 1897. “Âlem-i cismanîde tasarruf ettiği gibi, âlem-i ruhanîde gezer, âlem-i misale seyahat eder; kendisi o âlemleri ziyarete gittiği gibi, o âlemler de, onun ruhunun âyinesinde temessül etmekle iade-i ziyaret etmiş gibi olurlar." (İ: 178) 1898. “Hem nasılki hava, bizi yürümekten ta’vik etmediği ve su, bizi zehabdan men’etmediği gibi, cam da ziyanın geçmesine mani olmadığı, hattâ kesif olan şeyler dahi, röntgen şuaının, akıl nurunun, melek ruhunun nüfuzunu köstekleyemediği gibi; demir de hararetin akmasına, elektriğin cereyanına mani olmadığı; ve hiçbir şey, cazibenin sereyanını, ruh ve hâdimlerinin cevelanını ve akıl nurunun ve âlâtının seyeranını ta’vik etmidği gibi, kezalik, şu âlem dahi ruhaniyatı deverandan, cinnîleri cevelandan şeytanları cereyandan ve melaikeleri seyerandan men’ ve ta’vik edemez." (BMs: 275) 1899. “Halbuki senin şeametinle, kalbinin en derin köşelerinde ve ruhunun tâ esasında dalalet darbesini yiyen ve o dalalet cihetiyle bütün emelleri inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş’et eden bir bîçare insana hangi saadeti temin ediyorsun?" (BMs: 316) 1900. “Öyle ise kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; belki kendi kendine gelir." (BMs: 335) 1901. “Fakat bu adam, kalbinin üstüne yüzlerce batman minnetlerin ağırlığını ve ruhunun omuzuna hadsiz ehval ve korkuların ağır yüklerini bindirmeye mecbur oluyor." (BMs: 456) 1902. “Lâkin o adam, bu iki kıyyelik silâh ağırlığını taşımamaya bedel, batmanlarla korkuların ağırlıklarını ruhunun omuzuna ve dört okkalık bir gıda çantasının ağırlık yüküne karşılık, yüzer batman minnetler yükünü kalbinin beline yükler." (BMs: 457) 1903. “İşte o Avrupalı şahıs, bu teselli sebebiyle kendi ruhunun karanlıklarını ve kalbinin yetimliklerini bir derece görmeyebilir." (BMs: 568) 1904. “Velevki onun sarhoş nefsi, kalb ve ruhunun azabını hissetmese bile." (BMs: 569) 1905. “Evet ehl-i iman için mûcib-i teessür şeyler, kendisini ıslah-ı hale irca’ etmek üzere, ubudiyetle Hâlıkına yalvarırken, bir mülhidin uysal bir mahluk gibi sokularak, birkaç zaman hileli Ruh / 178 etvar gösterdikten sonra, ruhunun çirkinliği ile karşısındakine hücum ederek, kendine onu benzetmek istemelerini ve hattâ karşısındaki mü’min hakkında, sû’-i zan ve sû’-i tefehhüme düştüğünü görmektir." (B: 180) 1906. “Demek Kur’anın bir harfinin bir nüktesini, düşmanın güllelerine karşı terketmemiş; ruhunun kurtulmasına tercih etmiş." (Em: 246) 1907. “Ve bu zamanda çok lâzım olan Kur’anın esrarına ehemmiyet vermekle, harb içinde ruhunun muhafazasını dinlemeyerek, Kur’anın bir harfinin bir nüktesini beyan etmiş." (Em: 247) 1908. “Kalbinin feryadını ve ruhunun münacatını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile, ibadet ve taattan, tefekkür ve murakabelerden feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir "Ârif-i Billah" idi." (T: 12) 1909. “İnsanın yüksek mahiyet ve ruhunun istediği hakikî saadet, ancak Kur’anın gösterdiği yolda ve rıza-yı İlahînin parıldadığı ufuktadır." (T: 29) 1910. “Meydan-ı harbde, düşman karşısında, gülleler içerisinde; talebelerine cesaret vermek için en elzem bir kahramanlığı fiilen göstermek emeliyle avcı hattında atını sağa sola döndürürken, bu suretle cesaret-i imaniye ve şehamet-i İslâmiyeyi en a’lâ bir derecede bir kumandan manasıyla îfa ederken, ruhunda ve niyetinde en âlî ve safî bir mertebe-i kemal olan sırr-ı ihlası kaçırmamayı ehemmiyetle düşünmesi ve dikkat kesilmesi; onun zâhiren takdire şayan hizmet-i diniyesi, fedakârane mücahedesi kadar, belki daha ziyade, ruhunun kemaline de delalet eder." (T: 113) 1911. “gayet ağıra mal olur ki, ruhunun omuzuna yükleyeceği iki kıyyelik silâh bedeline, korkudan gelen kantarlarla ağırlığı taşıyorsun." (Ni: 36) 1912. Ruhunuz 1913. “Böyle olmakla beraber, ulvî ruhunuz, âlî hamiyetiniz, hadden efzûn sabrınız, daha pek çok ve pek güzel hasletleriniz üzerinde en bâriz izleri gözüken şefkatiniz, zalimler hakkında da hayır dua etmek oluyor." (B: 222) 1914. Ruhunuza 1915. “Ruhunuza imanı giydirip, cehennem ateşine karşı zırhınız olduğu gibi;" (S: 261) 1916. “İkram osun ruhunuza ey Nurların naşirleri," (Ko: 119) 1917. Ruhunuzdan 1918. “Yalnız, bunca mesavi ve mütereddid hareketlerimle huzur-u sâmilerine lütfen kabulümde, yüksek ruhunuzdan yağan samimî şefkat, hakikî re’fet, halimane iltifat, kerimane hüsn-ü Ruh / 179 kabulünüz beni bir takım ümidlere, ihtiyarsız muhabbetlere sevk ve büyük sürurlara gark etti." (B: 375) 1919. “Muhlis beyanlarınız ve derunî tebrikleriniz, hep coşkun dinî aşkınızdan ve has nura müstağrak ruhunuzdan doğma olduğundan, o Nur’un elektrizasyonuyla münevver kalbleri tehyiç ve temevvüce düşürmemek mümkün değildir." (T: 737) 1920. Ruhunuzu 1921. “Uhrevîler diyarında olduğunuz zamanlarda dahi sizin ruhunuzu muazzeb edecek hareketlerde bulunmayacaklarına emin olunuz." (B: 78) 1922. Ruhunuzun 1923. “Sadîkınızın zaîf ruhu, bu fâni hayatta olduğu gibi, bâki ve sermedî hayatta da inşâallah ulvî ruhunuzun cenah-ı şefkatinden ayrılmayacaktır, ayrılamayacaktır ve ayıramayacaklardır." (B: 216) 1924. “Tarihinizi ve İslâmiyetinizi tahkir eden bir sû’-i kasd vesikasını yazan ve imza edenlere hayatınızın hayatı, ruhunuzun ruhu bildiğiniz İslâmiyetiniz namına ve kâinatı ondört asır ışıklandıran ve kudsî ve İlahî düsturlarıyla bin seneden beri milyonlar ecdadınızı nurlandıran ve ebedî saadete sevkeden Kur’anınız namına ve o düstur-u Kur’ana ittiba’ eden yüzer milyon ecdadınız namına, ahlâk-ı hasene ve namus muhafazası yolunda İslâmî terbiyenin ziyasıyla nurlanan ve terbiye alan ve kadınlığın hakikî manasını ve hakikî güzelliğini yaşayışlarıyla ve giyinişleriyle ve hayatlarıyla gösteren annelerinizin ve ninelerinizin ve hemşirelerinizin namına o müfterilere, o tezyif ve tahkir savuranlara teessüfünüzü, tekdirinizi ve reddinizi bildiriniz." (Em: 136) 1925. Ruhuyla 1926. “En ileri karakol, İslâmiyet ruhuyla tenevvür etmiş cinan." (S: 732) 1927. “A’lâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı." (M: 44) 1928. “Hem meselâ: Cehennem azabını intaç eden büyük bir günahı işleyen bir adam, Cehennem’in tehdidatını işittikçe istiğfar ile ona karşı siper almazsa, bütün ruhuyla Cehennem’in ademini arzu ettiğinden, küçük bir emare ve bir şübhe, Cehennem’in inkârına cesaret veriyor." (L: 9) 1929. “bu âyet ona: "İntisab-ı imanî vesikasıyla Kadîr-i Mutlak olan öyle bir Sultan’a intisab edersin ki: Dört yüz bin milletten mürekkeb nebatat ve hayvanat orduları, onun emri altında ve kabza-i tasarrufunda bulunan hadsiz bir kudret ve kuvvet sahibine dayanabilirsin" diye manevî bir ders verdiğini ve o dersle değil şimdiki düşmanlara, belki bütün dünyaya meydan okuyabilir bir iktidar-ı imanî hissettiğini ve bütün ruhuyla beraber $ dediğini ifade etmiştir." (L: 423) Ruh / 180 1930. “O vakit insan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur." (İ: 17) 1931. “Ve keza daire-i itikadda iken ruhuyla, imanıyla daire-i esbaba bakan da; esbaba kıymet vermeyerek, Cebriye Mezhebi gibi tenbelcesine bir tevekkül ile nizam-ı âleme muhalefet eder." (İ: 20) 1932. “Maahaza hangi surede tekerrür varsa, o surenin ruhuyla münasib olan bir vecih bizzât kasdedilmekle, öteki vecihlerin istitradî ve tebeî zikirleri, belâgata münafî değildir." (İ: 31) 1933. “gelmesini tebşir ettikleri gibi, onların ve kitablarının sıdkına olan deliller, hakikatıyla, ruhuyla Kur’anda ve" (İ: 49) 1934. “Sanki o zât, vahy-i İlahînin ma’kesi olan masum ruhuyla zaman ve mekânı tayyederek, o zamanın en derin derelerine girmiş ve gördüğü gibi söylemiştir." (İ: 109) 1935. “İnsan bu duygularıyla ve keza cismiyle, ruhuyla, kalbiyle dünyanın herbir cüz’ünden istifade edebilir; mâni’ yoktur." (İ: 186) 1936. “İhlası tam, vicdanı temiz, ruhu teslim, cismi latif, nesebi tahir kardeşlerimiz, bu ikaz ile Cenab-ı Erhamürrâhimîn’e niyaz edip, "Ya Rabb, cümle ihvanımızı yaramaz şeylerden halas et ve ihlas-ı tâmme ihsan et" dualarında, sâlif-ül arz haslet-i hamse-i âliye ve ehliyeden olmayan ve kesafetli ruhuyla müteaddid nuru karıştıran ve zâhir haliyle sebeb-i risale olup, umumun dua ve himmetlerini her an arzulayan, bu uğurda Risale-i Nur’a serfüru’ ve serfeda edenleri; Cenab-ı Erhamürrâhimîn, Habib-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, Kur’an-ı Hakîm ve hizb-ül Kur’an hürmetine mağfiret buyurup, niyet edip taleb ettikleri hizmetinde muvaffak buyursun.." (B: 279) 1937. “Müslüman taburunun herbir neferine karşı, cem’iyet ve komitecilik ruhuyla mütesanid bir cemaat gönderir." (K: 55) 1938. Ruh-u âcizanem 1939. “Efendim, her an Nurlar ile tegaddi eden ruh-u âcizanem, yine evvelki cuma günü mugaddi bir nura muntazır iken, Yirmidokuzuncu Mektub’un Üçüncü Kısmını ihsan ve irsal buyurulmakla fakir talebeniz müşerref ve müstefid ve minnetdar kalmıştır." (B: 81) 1940. Ruh-u âcizîye 1941. “marziyat-ı Rabbaniye ve tebligat-ı Ahmediyeyi bihakkın îfa ve icra ve i’lam ve infaz eden elhak "matla’-i şems-i füyuzat" tabiriyle tavsif ve tazime mâsadak bulunan Nur risale-i ferîdelerinden ruh-u âcizîye in’ikas eden ve sermaye-i kemteranemden olmayıp sırf Risalet-ün Nur’un füyuzat ve lemaatından derip, çatıp yazdığım arîzalarım, mahza bir eser-i hüsn-ü teveccüh-ü kerimaneleri olarak, Risalet-ün Nur sırasına idhal edilmesi hicabımı intac etmiştir." (B: 48) Ruh / 181 1942. Ruh-u âlîsiyle 1943. “Herbir insan aklıyla hayal sür’atinde seyeranı, herbir veli kalbiyle berk sür’atinde cevelanı ve cism-i nuranî olan herbir melek ruh sür’atinde Arştan Ferşe, Ferşten Arşa deveranı, ehl-i Cennet’in insanları, Burak sür’atinde haşirden beşyüz sene fazla mesafeden Cennet’e çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha latif ve emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan Ruh-u Muhammediye’nin (A.S.M.) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (A.S.M.), elbette onun ruh-u âlîsiyle Arşa kadar beraber gidecektir." (S: 566) 1944. Ruh-u aslîyi 1945. “Ancak tavr-ı esasîyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna’ usûlleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler." (Ş: 669) 1946. Ruh-u bâki 1947. “Evet görüyoruz ki: Güz mevsiminde üçyüzbin nevi zîhayat vefat namıyla terhis edilirken, herbir nevi ve ferdin sahife-i amellerinin kutucukları ve işlediklerinin fihristeleri ve gelen baharda işleyeceklerinin listeleri ve bir cihette bir nevi ruhları olan tohumlarını onların yerlerinde Hafîz-i Zülcelal’in yed-i hikmetine emanet edildiğini ve incirin tohum ve çekirdekleri gibi zerrecik o küçücük tohumları birer ruh-u bâki gibi incir ağacının bütün kavanin-i hayatiyesini taşıyan ve bir kitab kadar kuvve-i hâfızada yazı misillü ağacın tarihçe-i hayatını onda kader kalemiyle yazan, büyük bir kitab hükmüne" (Ş: 601) 1948. Ruh-u bâkiyi 1949. “Yani, herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkiyi anlar." (S: 516) 1950. Ruh-u belâgatla 1951. “Maahaza on asırdan beri gelip geçen insanları şaşırtmak, yalnız fünun-u cedidenin zuhurundan sonra gelen insanları memnun etmek; makam-ı irşada muhalif olduğu gibi, ruh-u belâgatla da kabil-i te’lif değildir." (İ: 117) 1952. Ruh-u beşer 1953. “Şu kâinatın tılsım-ı muğlakını açan $ ruh-u beşer için saadet kapısını fetheden ne kadar kıymetdar iki tılsım-ı müşkil-küşa olduğunu ve sabır ile Hâlıkına tevekkül ve iltica ve şükür ile Rezzakından sual ve dua; ne kadar nâfi’ ve tiryak gibi iki ilâç olduğunu; ve Kur’an’ı dinlemek, hükmüne inkıyad etmek, namazı kılmak, kebairi terk etmek; ebed-ül âbâd yolculuğunda ne kadar mühim, değerli revnakdar bir bilet, bir zâd-ı âhiret, bir nur-u kabir olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:" (S: 30) Ruh / 182 1954. “Gece vakti ise, hem kışı, hem kabri, hem âlem-i Berzahı ifham ile, ruh-u beşer rahmet-i Rahman’a ne derece muhtaç olduğunu insana hatırlatır." (S: 42) 1955. “Ruh-u beşer, o tazyikten kurtulup, o gafletten sıyrılıp, o manasız ve bekasız şeylerden çıkıp Kayyum-u Bâki olan Mün’im-i Hakikî’nin dergâhına gidip el bağlayarak, yekûn nimetlerine şükür ve hamd edip ve istiane etmek ve celal ve azametine karşı rükû ile aczini izhar etmek ve kemal-i bîzevaline ve cemal-i bîmisaline karşı secde edip hayret ve muhabbet ve mahviyetini ilân etmek demek olan zuhr namazını kılmak; ne kadar güzel, ne kadar hoş, ne kadar lâzım ve münasib olduğunu anlamayan insan, insan değil..." (S: 43) 1956. "İşte akşam namazı için böyle bir vakitte, fıtraten bir Cemal-i Bâki’ye âyine-i müştak olan ruh-u beşer, şu azîm işleri yapan ve bu cesîm âlemleri çeviren, tebdil eden Kadîm-i Lemyezel ve Bâki-i Layezal’in arş-ı azametine yüzünü çevirip bu fânilerin üstünde "Allahü Ekber" deyip onlardan ellerini çekip hizmet-i Mevlâ için el bağlayıp Daim-i Bâki’nin huzurunda kıyam edip "Elhamdülillah" demekle; kusursuz kemaline, misilsiz cemaline, nihayetsiz rahmetine karşı hamd ü sena edip $ demekle, muinsiz rububiyetine, şeriksiz uluhiyetine, vezirsiz saltanatına karşı arzı ubudiyet ve istiane etmek, hem nihayetsiz kibriyasına, hadsiz kudretine ve acizsiz izzetine karşı rükûa gidip bütün kâinatla beraber za’f ve aczini, fakr ve zilletini izhar etmekle,$ deyip Rabb-ı Azîm’ini tesbih edip; hem zevalsiz cemal-i zâtına, tegayyürsüz sıfât-ı kudsiyesine, tebeddülsüz kemal-i sermediyetine karşı secde edip hayret ve mahviyet içinde terk-i masiva ile muhabbet ve ubudiyetini ilân edip, hem bütün fânilere bedel bir Cemil-i Bâki, bir Rahîm-i Sermedî bulup, $ demekle zevalden münezzeh, kusurdan müberra Rabb-i A’lâsını takdis etmek; sonra teşehhüd edip, oturup bütün mahlukatın tahiyyat-ı mübarekelerini ve salavat-ı tayyibelerini kendi hesabına o Cemil-i Lemyezel ve Celil-i Lâyezal’e hediye edip ve Resul-i Ekrem’ine selâm etmekle biatını tecdid ve evamirine itaatını izhar edip ve imanını tecdid ile tenvir etmek için şu kasr-ı kâinatın intizam-ı hakîmanesini müşahede edip Sâni’-i Zülcelal’in vahdaniyetine şehadet etmek; hem saltanat-ı rububiyetin dellâlı ve mübelliğ-i marziyatı ve kitab-ı kâinatın tercüman-ı" (S: 44) 1957. “İşte nihayetsiz âciz, zaîf, hem nihayetsiz fakir, muhtaç, hem nihayetsiz bir istikbal zulümatına dalmakta, hem nihayetsiz hâdisat içinde çalkanmakta olan ruh-u beşer, yatsı namazını kılmak için şu manadaki işâ’da İbrahimvari $ deyip Mabud-u Lemyezel, Mahbub-u Layezal’in dergâhına namaz ile iltica edip ve şu fâni âlemde ve fâni ömürde ve karanlık dünyada ve karanlık istikbalde, bir Bâki-i Sermedî ile münacat edip bir parçacık bir sohbet-i bâkiye, birkaç dakikacık bir ömr-ü bâki içinde dünyasına nur serpecek, istikbalini ışıklandıracak, mevcudatın ve ahbabının firak ve zevalinden neş’et eden yaralarına merhem sürecek olan Rahman-ı Rahîm’in iltifat-ı rahmetini ve nur-u hidayetini görüp istemek; hem muvakkaten onu unutan ve gizlenen dünyayı, o dahi unutup," (S: 45) 1958. “Çiçekli ve meyveli koca nebatatın bir parça ruha benzeyen her birinin kanun-u teşekkülatı, timsal-i sureti; zerrecikler gibi tohumlarda kemal-i intizamla, dağdağalı inkılablar içinde ibka ve Ruh / 183 muhafaza edilmesiyle, gayet cem’iyetli ve yüksek bir mahiyete mâlik, haricî bir vücud giydirilmiş, zîşuur nuranî bir kanun-u emrî olan ruh-u beşer; ne derece beka ile merbut ve alâkadar olduğu anlaşılır." (S: 76) 1959. “Yine Onuncu Söz’ün Altıncı Hakikatında isbat edildiği gibi; değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fena için yaratılmamışlar; bir nevi bekaya mazhardırlar." (S: 516) 1960. “Elbette gayet cem’iyetli ve gayet yüksek bir mahiyete mâlik ve haricî vücud giydirilmiş ve zîşuur ve zîhayat ve nurani kanun-u emrî olan ruh-u beşer, ne derece kat’iyetle bekaya mazhar ve ebediyetle merbut ve sermediyetle alâkadar olduğunu anlamazsan, nasıl "Zîşuur bir insanım" diyebilirsin?" (S: 516) 1961. “ünvanı, ne kadar sevilmeğe lâyıktırlar ve ne derece o iki isme ruh-u beşer muhtaç olduğunu kıyas edebilirsin." (S: 642) 1962. “Ve ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için" (M: 222) 1963. “Kâinatın ekser enva’ıyla alâkadar ve o alâkadarlık yüzünden perişan ve keşmekeş içinde boğulmak derecesine gelen ruh-u beşer ve kalb-i insan $ kelimesinde bir melce’, bir halaskâr bulur ki; onu bütün o" (M: 223) 1964. “İşte şu kelime, ruh-u beşer için şöyle bir müjde verir ki: İmanı elde eden ruh-u beşer; manisiz, müdahalesiz, hailsiz, mümanaatsız, her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde o ezel ve ebed ve hazain-i rahmet mâliki ve defain-i saadet sahibi olan Cemil-i Zülcelal, Kadîr-i Zülkemal’in huzuruna girip, hacatını arzedebilir." (M: 224) 1965. “Hilkatin safveti ve en mükerremi olan ruh-u beşer, o iki nokta olmazsa en süfli, en berbad bir mahluk olur." (Ms: 254) 1966. Ruh-u beşerde 1967. “Cevab: Cenab-ı Hak verdiği cüz’-i ihtiyarî ile ef’al-i ihtiyariye âlemini kesbiyle teşkil etmeğe insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır." (İ: 164) 1968. “Bu nuranî şerit, kâinatta nizam-ı umumî şeklinde tecelli ederek silsilelerini kâinatın enva’ına dağıtır iken, en acib silsilesini nev’-i beşere uzatmıştır ve ruh-u beşerde pek çok istidad ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir." (İ: 173) 1969. Ruh-u beşere Ruh / 184 1970. “Bu derece âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder." (S: 19) 1971. “Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere bu cehennemî haleti hediye ettin!" (L: 116) 1972. “Deccal gibi birtek gözü taşıyan kör dehan ile ruh-u beşere bu cehennemî haleti hediye ettin!" (BMs: 317) 1973. “Senin bir gözü kör dehan ile ruh-u beşere hediye ettiğin şu cehennemî haleti" (Ni: 86) 1974. Ruh-u beşerîyi 1975. “Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahluk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran $ ve $ olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:" (S: 34) 1976. Ruh-u beşeri 1977. “$ ve $ âyetlerinin mealinde mahiyet-i dünya ve dünyada mahiyet-i insan ve insanda mahiyeti din hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını (Suhuf-u İbrahim’de aslı bulunan) güzel ve parlak bir temsil ile tefsir etmekle beraber, dünyanın mahiyetini ve dünyadaki ruh-u insanı ve insandaki dinin kıymetini göstermekle beraber, dinsiz insan en bedbaht mahluk olduğunu isbat etmekle ve şu âlemin tılsımını açan ve ruh-u beşeri zulmetten kurtarmak çarelerini göstermekle beraber, gayet latif ve güzel bir müvazene ile; fâsık olan bedbaht adamın müdhiş vaziyetini," (S: 777) 1978. “Ve keza ruh-u beşeri en ziyade sıkan, ayrılmalardan neş’et eden elemlerdir." (Ş: 757) 1979. Ruh-u beşerin 1980. “Ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz?" (S: 634) 1981. “Madem şimdiye kadar böyle hakikatler hiç bir eserde görünmemiş ve işitilmemiştir; yazılması çok muvafıktır ki, okuyan her ehl-i imanın, Kur’an-ı Hakîm’in hazain-i nâmütenahiyesinden bir kısım cevahiri elde etmek suretiyle, hem ağniya-i maneviye adedine dâhil olsun ve hem de künuz-u mahfiyeye ıttıla’ kesbetmek gibi, ruh-u beşerin en büyük ihtiyacatını tatmin etmiş bulunsun." (B: 95) 1982. Ruh-u canım 1983. “Ey benim ruh-u canım Üstadım Hazretleri!" (B: 234) Ruh / 185 1984. Ruh-u canımızla 1985. “Tahkikî iman dersleriyle imanımızı kurtaran cihanbaha ve cihandeğer bir kıymette olan Risale-i Nur’u bütün ruh-u canımızla, bütün mevcudiyetimizle seviyor ve tekrim" (S: 772) 1986. “Evvelâ: Receb-i Şerifinizi ve yarınki "Leyle-i Regaib"inizi ruh-u canımızla tebrik ederiz." (Ş: 494) 1987. “Elli senelik bir manevî ibadet ömrünü ehl-i imana kazandırabilen Leyle-i Beratınızı ruh-u canımızla tebrik ederiz." (Ş: 505) 1988. “Onu, bütün ruh-u canımızla bekliyoruz." (K: 83) 1989. Ruh-u canımla 1990. “Bütün ruh-u canımla bayramınızı tebrik ederim." (K: 116) 1991. “Evvelâ: $ senasına mazhar o gecelerinizi ve bayramınızı ruh-u canımla tebrik ederim." (Em: 129) 1992. “Evvelâ: Hem mübarek leyali-i aşerenizi, hem kudsî bayramınızı ruh-u canımla tebrik eder, arz-ı hürmetlerimle Nur neşreden ellerinizden öper, kusuratımın affını istirham ederim." (Em: 148) 1993. “Ben bütün ruh-u canımla Maarif Vekili’ni tebrik ediyorum." (Em: 183) 1994. “Şimdi ben zehir hastalığı ile ziyade rahatsız vaziyette ve çok ihtiyarlık sebebiyle ellibeş senelik bir gaye-i hayatımı görüp takib etmekten mahrum kaldığım gibi, Ankara’ya gidip şark terakkiyatının anahtarı olan bu müesseseye çalışanları ruh-u canımla tebrik etmekten dahi mahrum kalıyorum." (Em: 184) 1995. Ruh-u feza-yı candır 1996. “Cism-i velayette evliyaya ruh-u feza-yı candır bu" (E: 100) 1997. Ruh-u fıtrî 1998. “Râsih esaslarıyla, bâhir eserleriyle kürenin yarısıyla iltiham peyda etmiş, bir ruh-u fıtrî olmuş; nasıl küsufa girer.." (S: 731) 1999. Ruh-u habis 2000. “Aynen öyle de, ehl-i imana hücum eden ehl-i dalalet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiyle- cem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş, Müslüman âlemindeki vicdan-ı umumî ve kalb-i küllîyi bozuyor." (K: 55) Ruh / 186 2001. Ruh-u habisi 2002. "Fakat bazı mütemerrid ve muannid ve ölen herifin ruh-u habisi hükmünde bazı zındıklar, o mağlubiyete karşı gelmek fikriyle, baştan aşağıya kadar Kur’an ve Peygamber (A.S.M.) aleyhinde, fakat perde altında, aynen münazara-i şeytaniye bahsinde hizb-üş" (K: 150) 2003. “Kardeşimiz Sabri’nin mektubunda, muannid mülhidlerin Risale-i Nur’un cereyanına karşı kurdukları çürük ve vâhî hud’aları, örümcek ağı ve yuvası gibi kuvvetsiz ve o şeytanet perdeleri kıymetsiz ve mukavemetsizdir, Risale-i Nur’a karşı yırtılır ve yırtılacak dediği gibi; bu zındık ve muannid ve mütemerrid ve ölen herifin ruh-u habisi olan zındığın yazdığı ve zâhiren Müslümanlara Türkçülük lehinde, fakat hakikatta Kur’an ve Peygamber’in (A.S.M.) azamet ve haşmet-i maneviyelerini kırmak ve hiçe indirmek ve âdileştirmek niyetiyle yazılan bu matbu’ eser de, Mu’cizat-ı Kur’aniye ve Mu’cizat-ı Ahmediye’ye (A.S.M.) karşı örümcek ağı da olamaz, parçalanır." (K: 151) 2004. “Ey Avrupa’nın ruh-u habisi!" (Ni: 95) 2005. Ruh-u hayvanîdir 2006. “Sual: Sa’d-ı Taftazanî, biri hayvanî diğeri insanî olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra, "Mevte maruz kalan yalnız ruh-u hayvanîdir, ruh-u insanî ise mahluk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebeb yoktur, cesed ile kaim olmayıp müstakill-i bizzâttır" demesinin sebebi ve izahı?" (B: 258) 2007. Ruh-u hizmetine 2008. “Halbuki Kur’an-ı Hakîm’in ruh-u hizmetine zıd olan bu vaziyetimden şeytan-ı cinnî ve insî istifade etmekle beraber hizmetimize de bir soğukluk, bir fütur veriyordu." (L: 44) 2009. Ruh-u iman 2010. “Yoksa bazıların zannınca iman dimağda olsa; ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimalât-ı kesîre olur birer hasm-i bîeman." (S: 732) 2011. Ruh-u insan 2012. "Şimdi ebediyeti isteyen ve ebed için halkolunan ve ihsana karşı perestiş eden ve firaktan müteellim olan ruh-u insan, kalkıp abdest alıp şu asr vaktinde ikindi namazını kılmak için Kadîm-i Bâki ve Kayyum-u Sermedî’nin dergâh-ı Samedaniyesine arz-ı münacat ederek, zevalsiz ve nihayetsiz rahmetinin iltifatına iltica edip, hesabsız nimetlerine karşı şükür ve hamd ederek, izzet-i rububiyetine karşı zelilane rükûa gidip, sermediyet-i uluhiyetine karşı mahviyetkârane secde ederek, hakikî bir teselli-i kalb, bir rahat-ı ruh bulup huzur-u kibriyasında kemerbeste-i ubudiyet olmak demek olan asr namazını kılmak, ne kadar ulvî bir vazife, ne kadar münasib bir hizmet, ne kadar" (S: 43) Ruh / 187 2013. “Ve cesed-i insan; havaya, suya, gıdaya muhtaç olduğu gibi, ruh-u insan da namaza muhtaç bulunduğunu gayet kat’î bir surette beyan eder." (S: 778) 2014. “Hem onsuz mevcudat adedince ruh-u insan üstüne elemler yığılır." (BMs: 260) 2015. “Ey mükemmel ruh-u insan, söyleyen düsturunu!" (Ko: 112) 2016. Ruh-u insanı 2017. “$ ve $ âyetlerinin mealinde mahiyet-i dünya ve dünyada mahiyet-i insan ve insanda mahiyeti din hakkındaki âyâtın mühim bir sırrını (Suhuf-u İbrahim’de aslı bulunan) güzel ve parlak bir temsil ile tefsir etmekle beraber, dünyanın mahiyetini ve dünyadaki ruh-u insanı ve insandaki dinin kıymetini göstermekle beraber, dinsiz insan en bedbaht mahluk olduğunu isbat etmekle ve şu âlemin tılsımını açan ve ruh-u beşeri zulmetten kurtarmak çarelerini göstermekle beraber, gayet latif ve güzel bir müvazene ile; fâsık olan bedbaht adamın müdhiş vaziyetini," (S: 777) 2018. Ruh-u insanın 2019. “Saniyeleri seneler hükmüne geçtiğini ve Bâki-i Zülcelal’i tanımayan ruh-u insanın seneleri, saniyeler hükmünde olduğunu beyan edip isbat eden kıymetdar bir risaledir." (L: 376) 2020. “Ruh-u insanın nazarını akıl ve kalbini ve muhayyilesini "Bismillah" ile kâinat sîmasına, "ErRahman" ile arz sîmasına, "Er-Rahîm" ile ebna-yı cinsinin sîma-yı manevîsine dağıtıyor." (B: 188) 2021. Ruh-u insanî 2022. “Şu dünya ve dünya içindeki ruh-u insanî ve insanda dinin mahiyet ve kıymetlerini ve eğer din-i hak olmazsa, dünya bir zindan olması ve dinsiz insan, en bedbaht mahluk olduğunu ve şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran $ ve $ olduğunu anlamak istersen; şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:" (S: 34) 2023. “Elbette ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir." (S: 518) 2024. “BİRİNCİ KELİME: $ da şöyle bir müjde var ki: Hadsiz hacata mübtela, nihayetsiz a’danın hücumuna hedef olan ruh-u insanî şu kelimede öyle bir nokta-i istimdad bulur ki, bütün hacatını temin edecek bir hazine-i rahmet kapısını ona açar ve öyle bir nokta-i istinad bulur ki, bütün a’dasının şerrinden emin edecek bir kudret-i mutlakanın sahibi olan kendi Mabudunu ve Hâlıkını bildirir ve tanıttırır, sahibini gösterir, Mâliki kim olduğunu irae eder." (M: 223) 2025. “Beka için halkedilen ve bekaya âşık olan ruh-u insanî, Bâki-i Zülcelal’e karşı münasebet-i hakikiyesini bilse, fâni ömrünü bâki bir ömre tebdil eder." (L: 376) 2026. “Ruh-u insanî gayr-ı mütenahî ihtiyaçlara giriftar, gayr-ı mütenahî elemlere mahaldir." (Ms: 147) Ruh / 188 2027. “Çünki onunla ruh-u insanî, idam karanlıklarından ve kâinatların vahşetinden ve matem-i umumîden ve ..." (BMs: 118) 2028. “Sual: Sa’d-ı Taftazanî, biri hayvanî diğeri insanî olmak üzere ruhu ikiye taksim ettikten sonra, "Mevte maruz kalan yalnız ruh-u hayvanîdir, ruh-u insanî ise mahluk değildir ve onun ile Allah beyninde nisbet ve sebeb yoktur, cesed ile kaim olmayıp müstakill-i bizzâttır" demesinin sebebi ve izahı?" (B: 258) 2029. Ruh-u insanîde 2030. “Malûmdur ki, insanın şu sahifelerinde yazılan o kelimeler, harfler, noktalar, harekeler, ruhu insanîde bulunan manalara, maneviyatlara delalet ettikleri gibi, fıtratında kader tarafından yazılan mektublara da işaretleri vardır." (Ms: 103) 2031. Ruh-u insanîden 2032. “İdam ise Cevvad-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın." (S: 517) 2033. Ruh-u insanîdir 2034. “İşte o âyinedar müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir; en başta ruh-u insanîdir." (S: 516) 2035. Ruh-u insanînin 2036. “Hem onsuz ruh-u insanînin emellerinin ufûl etmesi, pek elîm bir elemdir." (BMs: 259) 2037. Ruh-u insaniyetin 2038. “O ise eşref ve ahsen-i mahlukat olan ruh-u insaniyetin her şeyden ziyade perişan olduğunu istilzam eder." (Ms: 255) 2039. Ruh-u İslâmı 2040. “Herbir şeair bir hoca-i dânâdır, ruh-u İslâmı daim enzara ders veriyor." (S: 731) 2041. Ruh-u kâfir 2042. “Diğeri, ruh-u kâfir ve kalb-i fâsıktır ve o iki tarîkten sağ ise, tarîk-i Kur’an ve iman’dır." (S: 38) 2043. “Diğeri ruh-u kâfir ile kalb-i fâsıktır." (BMs: 463) 2044. Ruh-u kâinattan Ruh / 189 2045. “ve ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır; öyle de maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır.." (L: 336) 2046. Ruh-u kemteranemin 2047. “Çoktan beri ruh-u kemteranemin son derece müştak bulunduğu ve her bir kelimesi birer elmas mahzeni olan şu Yirmisekizinci risale-i pür-nurlarını, lehülhamd kıraat ve istinsaha muvaffak oldum." (B: 43) 2048. Ruh-u kudsîsi 2049. “Ruh-u kudsîsi hissetmiş, görmüş." (St: 150) 2050. Ruh-u manevîsi 2051. “Eğer o cem’iyet, imtizaç edip ittihad şeklini alsa, onu temsil edecek bir şahs-ı manevîsi, bir nevi ruh-u manevîsi ve vazife-i tesbihiyesini görecek bir melek-i müekkeli olacaktır." (S: 165) 2052. “Eğer o çekirdek, o manevî cihazatını $ nın emr-i tekvinîsini imtisal edip hüsn-ü istimal etse; o dar âlemden çıkacak, meyvedar koca bir ağaç olmakla küçücük cüz’î hakikatı ve ruh-u manevîsi, büyük bir hakikat-ı külliye suretini alacaktır." (S: 321) 2053. “O heyetin bir ruh-u manevîsi hükmüne geçer." (Em: 89) 2054. Ruh-u Muhammediye'nin 2055. “Herbir insan aklıyla hayal sür’atinde seyeranı, herbir veli kalbiyle berk sür’atinde cevelanı ve cism-i nuranî olan herbir melek ruh sür’atinde Arştan Ferşe, Ferşten Arşa deveranı, ehl-i Cennet’in insanları, Burak sür’atinde haşirden beşyüz sene fazla mesafeden Cennet’e çıkmaları olduğu gibi; nur ve nur kabiliyetinde ve evliya kalblerinden daha latif ve emvatın ruhlarından ve melaike cisimlerinden daha hafif ve cesed-i necmî ve beden-i misalîden daha zarif olan Ruh-u Muhammediye’nin (A.S.M.) hadsiz vezaifine medar ve cihazatının mahzeni olan cism-i Muhammedî (A.S.M.), elbette onun ruh-u âlîsiyle Arşa kadar beraber gidecektir." (S: 566) 2056. Ruh-u mü'min 2057. “O iki kardeş ise, biri ruh-u mü’min ve kalb-i sâlihtir." (S: 38) 2058. “İşte eğer temsilin inceliklerini fehmettin ise, hakikata bakan tatbikî vecihlerini de dinle: Amma o iki kardeş, birisi ruh-u mü’min ile kalb-i sâlihtir." (BMs: 463) 2059. “O iki kardeş, ruh-u mü’min ile ruh-u kâfirdir; kalb-i sâlih ile kalb-i fâsıktır." (Ni: 20) 2060. Ruh-u nafizdir Ruh / 190 2061. “Hem öyle bir ruh-u nafizdir ki, onunla meyyit olan hâlât, dirilip canlı, hayatdar ibadetlere çevrilirler." (BMs: 148) 2062. Ruh-u nuranînin 2063. “Bir ruh-u nuranînin, kendi mir’atlarında timsalleri oluyor birer hayy-ı murtabıt; aynı olmazsa eğer, gayrı dahi olmayıp" (S: 705) 2064. “Bir ruh-u nuranînin kendi âyinelerinde olan timsalleri, birer hayy-ı murtabıttır; aynı olmasa da, gayrı da değildir." (M: 471) 2065. Ruh-u ruhumuz 2066. “O iman-ı billahtır ki ziya-i ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de ruh-u ruhumuz." (S: 742) 2067. Ruh-u Şeriattan 2068. “Demek şu zamanın nazarı, ruh-u Şeriattan yabanidir." (S: 482) 2069. Ruh-ul Emîn 2070. “Eş’iya Paygamber’in kitabında, Kırkikinci Babında şu âyet vardır: "Hak Sübhanehu âhir zamanda, kendinin ıstıfagerde ve bergüzidesi kulunu ba’s edecek ve ona Ruh-ul Emîn Hazret-i Cibril’i yollayıp, din-i İlahîsini ona talim ettirecek." (M: 168) 2071. Ruh-ül Emîn'in 2072. “Ve o dahi, Ruh-ül Emîn’in talimi veçhile nâsa talim eyliyecek ve beyn-en nâs hak ile hükmedecektir." (M: 168) 2073. Ruhaniyet-i Peygamberî 2074. “Altun yaldızla yazılması lâzımgelen eser-i âlînizde, Resul-i Mücteba Aleyhi Ekmelüttehaya Efendimiz Hazretlerine dil uzatan hâin-i bîdin olan mülhid hâinlerin kuruyası dillerini, inayet-i İlahî ve ruhaniyet-i Peygamberî ve şeriat kılıncı ile kesmeğe muvaffak olduğunuz şu eser-i bergüzidenizi Cenab-ı Hak ind-i İlahîsinde ve nezd-i Peygamberîde kabul eylesin." (B: 46) 2075. Ruh olurdu 2076. “Şayet nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu." (M: 470) 2077. Ruh proğramını Ruh / 191 2078. “Evet en büyük bir ağacın ruh proğramını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder denilir mi?" (S: 81) 2079. Ruh sıkıntısının 2080. “Ye’s, dalalet-i fikrin; zulmet-i kalb, ruh sıkıntısının menba’ıdır." (M: 477) 2081. Ruh vaziyetine 2082. “Güya muvakkaten hayvaniyetten çıkıp melekiyet vaziyetine veyahut âhiret ticaretine girdiği için, dünyevî hacatını muvakkaten bırakmakla, uhrevî bir adam ve tecessüden tezahür etmiş bir ruh vaziyetine girerek; savmı ile, Samediyete bir nevi âyinedarlık etmektir." (M: 402) 2083. Ruh u can 2084. “İnşâallah Hacı Sabri de Hoca Sabri ve Rüşdü ve emsalleri gibi ruh u can ile alâkadar ve Hüsrev’e tam kardeş olacak; meşreb ihtilafı daha tesir etmeyecek." (Em: 46) 2085. Ruh u canı 2086. “Eğer hakikî şefkat sû’-i istimal edilmeyerek, bîçare veledini haps-i ebedî olan Cehennem’den ve îdam-ı ebedî olan dalalet içinde ölmekten kurtarmaya o şefkat sırrı ile çalışsa; o veledin bütün ettiği hasenatının bir misli, validesinin defter-i a’maline geçeceğinden, validesinin vefatından sonra her vakit hasenatları ile ruhuna nurlar yetiştirdiği gibi, âhirette de değil davacı olmak, bütün ruh u canı ile şefaatçı olup ebedî hayatta ona mübarek bir evlâd olur." (L: 200) 2087. Ruh u canımız 2088. “O kudsî üstadlarımızın mübarek eserlerini ruh u canımız kadar severiz." (K: 183) 2089. Ruh u canımızla 2090. “Mübarek ramazan-ı şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (Ş: 508) 2091. “Sâlisen: Leyle-i Kadr’inizi, hem bu gelen bayramınızı bütün ruh u canımızla tebrik ve tes’id ediyoruz." (K: 97) 2092. “Âhir fıkrasında, Muhbir-i Sadık’ın haber verdiği "Manevî fütuhat yapmak ve zulümatı dağıtmak, zaman ve zemin hemen hemen gelmesi" diye fıkrasına, bütün ruh u canımızla rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz, temenni ediyoruz." (K: 107) 2093. “Umum kardeşlerimizin gelecek mübarek Ramazan-ı Şerifinizi ve geçmiş Berat gecelerinizi bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 51) Ruh / 192 2094. “Ve Feyzi’nin mektubunda isimleri bulunan zâtlara -bilhassa- birer birer selâm ve umumunun Ramazan’larını ve Leyle-i Kadir’lerini ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 59) 2095. “Sizin mübarek Ramazanınızı ve Leyle-i Kadrinizi ve bayramınızı bütün ruh u canımızla tebrik ve tes’id ediyoruz." (E: 69) 2096. “ve kudsî bayramınızı ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 94) 2097. “İşte bu mezkûr kardeşlerimizin her biri temsil ettikleri kendilerine ve arkadaşlarına ayrı ayrı ruh u canımızla maddî ve manevî bayramlarını tebrik ediyoruz ve büyük Re’fet kardeşimize, binler safalar ile geldin deriz." (E: 96) 2098. “Evvelâ: Sizleri, birinci vazife-i Nuriyeyi, Asâ-yı Musa’ya ait hizmete başlamanızı tebrik ve Isparta’nızı diyanette ve âdâb-ı İslâmiyede geri değil, ileri gitmesini ruh u canımızla tahsin ve tebrik ediyoruz." (E: 110) 2099. "İki kahraman kardeşin ve Mu’cizat-ı Ahmediye’de yedi çocuğun bir cihette bir sekizincisi hükmüne geçen Süleyman Rüşdü’nün mübarek kerimesinin makine ile Zülfikar-ı Mu’cizat’a çalışmasını ve Hüsrev ve Tahirî’nin şirin ve dikkatli yazılarını teksir etmeğe fedakârane deruhde etmelerini bütün ruh u canımızla onları tebrik ederek, şimdiye kadar pek fevkalâde Nurlara ettikleri kıymetdar ve meyvedar sâbık hizmetlerine karşı, Risale-i Nur hesabına binler mâşâallah ve bârekâllah" (E: 173) 2100. “Bütün ruh u canımızla onları tebrik ederiz ve bu pek büyük vazifede ihtiyat ve dikkatin lüzumunu ihtar ederiz." (E: 174) 2101. “Bu kahraman Nazif kardeşimize ve gayet ciddî ve sebatkâr ve tam alâkadar İnebolu Nurcularına ve Ahmed Kureyşî ve rüfekalarına, hem bayramlarını, hem devamlı hizmetlerini, hem yüksek sadakatlarını, hem Zülfikar’ın tab’ ve muvaffakıyetini, hem Salahaddin’in Câmi-ül Ezher’le Medreset-üz Zehra’nın münasebetini temine çalışmasını ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 183) 2102. “Bütün bu elîm acılara mukabil, inayet-i İlahiye imdada geldi; hem kendimi, hem onu, hem Nurcuları mesrurane ruh u canımızla ta’ziye içinde tebrik ettim." (E: 186) 2103. “tarzda yazdığı ve Nur fabrikasında tam çalışkan bir arkadaşı ve sadık bir vârisi olan Hâfız Mustafa’nın eline emanet bırakılan bütün Risale-i Nur eczaları onun eline geçmesini temin eden Ahmed Fuad’ı ve emaneti ona teslim eden kardeşimiz Hâfız Mustafa’yı ve Safranbolu memleketini ve oradaki kardeşlerimizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 197) 2104. “Ve Nurlar hesabına bütün ruh u canımızla biz dünyada kaldıkça ona dua-yı rahmet etmeğe ve Hâfız Ali ve Hasan Feyzi ortasında daima bütün manevî kazançlarımıza hissedar etmeğe kat’î karar verdik." (E: 202) Ruh / 193 2105. “Sizlere onların harfleri adedince "Bârekallah, veffekakümüllah ve es’adekümüllahü fi-d dâreyn" deyip ruh u canımızla sizi tebrik ettiğimiz gibi, bu memleketi de tebrik ederiz." (E: 207) 2106. “Seni ve kardeşin kahraman Burhan’ı ve senin iki mübarek, masum evlâdını ve senin hane halkını, Risale-i Nur namına ve umum şakirdler hesabına, ruh u canımızla sizi tebrik ediyoruz." (E: 212) 2107. “Evvelâ: Bütün ruh u canımızla geçmiş rahmetli ve bereketli ve kerametli ve yağmurlu Mi’rac-ı Şerifinizi tebrik ve emsal-i kesîresiyle müşerref olmaklığınızı rahmet-i İlahiyeden niyaz ediyoruz." (E: 235) 2108. “Evvelâ: Bütün ruh u canımızla, geçen Leyle-i Beratınızı tebrik ediyoruz." (E: 238) 2109. “Alil Ali Osman ve Çilingir Ali, Nur’un pek çalışkan kardeşlerimizin tebriklerini ruh u canımızla hem bayramlarını, hem Leyle-i Kadir’lerini, hem hârika ve kıymetli ve çok sevablı hizmet-i Nuriyelerini tebrik ediyoruz ve muvaffakıyetlerine ve mahfuziyetlerine dua ediyoruz." (E: 250) 2110. “Sâlisen: Daday’lı ehemmiyetli muallimlerden ve kıymetli Nur naşirlerinden Hâfız Hasan’ın ve Nurcu iki mübarek mahdumlarının, Doktor Hakkı ve Hüsnü ve Araç’lı Tahir’in ve Daday’daki Fuad gibi kıymetli kardeşlerimizin bayram tebriklerine mukabil, ruh u canımızla hem geçmiş bayramlarını, hem Nur hizmetinde sebatkârane muvaffakıyetlerini tebrik ediyoruz." (E: 252) 2111. “Evvelâ: Bu sene hacc-ı ekber manasını taşıyan leyali-i aşerenizi ruh u canımızla tebrik ederiz." (E: 262) 2112. “Râbian: Bu dakikada Kastamonu Hüsrev’i Mehmed Feyzi’nin tebrik ve Nur fütuhatının müjdelerini hâvi parlak, güzel mektubunu aldım ve o kıymetli kardeşimiz başta olarak Hilmi, Emin, Beşkardeş’ler, Ulviye’ler, Zehra’lar, Lütfiye’ler gibi Nurcu hemşirelerimizin hem leyali-i aşerelerini, hem bayramlarını ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 265) 2113. “Biz onların umumunun hem bayramlarını tebrik ediyoruz, hem yeni şakird olmak isteyenleri ruh u canımızla kabul ediyoruz." (E: 270) 2114. “Öyle bir kahraman Nurcunun öyle hakikatlı, muhterem dindar refikasının Nurlara fedai ve hâdim olarak verdikleri masum evlâdlarını ruh u canımızla Nur’un masumlar dairesinde kabul ediyoruz." (E: 274) 2115. “Evvelâ: Sizin muvaffakıyetinizi ve sebatınızı ve Yirmidokuzuncu Söz’ün elifler kerametini muhafazasıyla mumlu kâğıtlara yazılmasını ve çalışmanıza fütur gelmemesini ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (E: 283) Ruh / 194 2116. “Evvelâ: Hem Medreset-üz Zehra şakirdlerini, hususan Mübarekler Heyetini ve Isparta Vilayetini merhum Hâfız Mustafa’nın vefatıyla ta’ziye ile Hâfız Mustafa’yı tam vazifesini yapmasıyla yirmi senede ikinci bir Hâfız Ali olarak yirmi seneden beri usanmadan, sarsılmadan Nurların neşrine çalışmasını, bütün ruh u canımızla tebrik, hem onu, hem Isparta Vilayetini, hem Medreset-üz Zehra’yı tebrik ediyoruz." (Em: 12) 2117. “Evvelâ: Seksen küsur sene ibadetli bir ömr-ü bâkiyi temin eden Ramazan-ı Şerifinizi bütün ruh u canımızla tebrik ve her gecesi bir nevi Leyle-i Kadir hükmünde hakkımızda menfaatdar olmasını niyaz ederiz." (Em: 17) 2118. “Haleb’de İhvan-ı Müslimîn a’zasının bana yazdığı tebriğe mukabil onu ve İhvan-ı Müslimîn’i ruh u canımızla tebrik edip "Binler bârekâllah!” (Em: 34) 2119. “Yalnız Sebilürreşad, Doğu gibi mücahidler iman hakikatlarını ehl-i dalaletin tecavüzatından muhafazaya çalıştıkları için, ruh u canımızla onları takdir ve tahsin edip onlarla dostuz ve kardeşiz, fakat siyaset noktasında değil." (Em: 36) 2120. “Evvelâ: Bütün ruh u canımızla sizin faaliyetinizi ve muvaffakıyetinizi tebrik ediyoruz." (Em: 36) 2121. “Medreset-üz Zehra erkânlarının hârika ve müessir ve âlem-i İslâm’a menfaatli hizmet-i Nuriyelerini bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (Em: 45) 2122. “Bütün ruh u canımızla bayramlarınızı, hem bu sene serbestçe hâlisane hacca gidenlerin bayramlarını, hem bu vatandaki istibdadın kırılmasıyla hürriyet-i şer’iyeye bu milletin mazhariyete başlamasını ve bu milletin bu manevî bayramını ve âlem-i İslâm’ın ittifakkârane intibahlarının manevî bayramlarını ve Risale-i Nur’un hakikat-ı Kur’aniyeye dair verdikleri haberlerini zamanın tasdik etmelerini ve en geniş bir daire o manevî envar-ı Kur’aniyeye, beşer ihtiyacını hissetmesini tebrik ediyoruz." (Em: 47) 2123. “Evvelâ: Ruh u canımızla sizin Ankara gibi yerde hârika bir tarzda hizmet-i Nuriyenizi tebrik ediyoruz." (Em: 55) 2124. “Sağ-sol tabiri yerine, hak ve hakikat ve Kur’an ve iman kuvvetine dayanıp bu vatanı küfr-ü mutlaktan, anarşilikten, zendekadan ve onların dehşetli tahribatlarından kurtarmağa çalışmalarını rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz ve rica ediyoruz." (Em: 59) 2125. “Evvelâ: Bütün ruh u canımızla Receb-i Şerifinizi ve şuhur-u selâsenizi tebrik edip Cenab-ı Erhamürrâhimînden niyaz ediyoruz ki hakkınızda ve hakkımızda seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandırmağa bu üç mübarek ayı vesile eylesin, âmîn." (Em: 63) 2126. “Evvelâ: Mevlid-i Şerifinizi ruh u canımızla tebrik ediyoruz ve muvaffakıyetinizi ve Nurların fevkalâde tesirli intişarlarını sizlere müjde ediyoruz ve Nurcuları tebrik ediyoruz." (Em: 72) Ruh / 195 2127. “Ruh u canımızla mübarek bayramınızı tebrik ediyoruz." (Em: 76) 2128. “Evvelâ: Hem geçmiş, hem gelecek, hem maddî, hem manevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz edip, isteyip, o mübarek dualara âmîn deriz." (Em: 98) 2129. “Çok yerlerden telgraf ve mektublarla bayram tebrikleri aldığım ve çok hasta bulunduğum için, vârislerim olan Medreset-üz Zehra erkânları benim bedelime hem kendilerini, hem o has kardeşlerimizin bayramlarını tebrik etmekle beraber, âlem-i İslâm’ın büyük bayramının arefesi olan ve şimdilik Asya ve Afrika’da inkişafa başlayan ve dörtyüz milyon Müslüman’ı birbirine kardeş ve maddî ve manevî yardımcı yapan İttihad-ı İslâm’ın, yeni teşekkül eden İslâmî devletlerde tesise başlamasının ve Kur’an-ı Hakîm’in kudsî kanunlarının o yeni İslâmî devletlerin kanun-u esasîsi olmasından dolayı büyük bayram-ı İslâmiyeyi tebrik ve dinler içinde bütün ahkâm ve hakikatlarını akla ve hüccetlere istinad ettiren Kur’an-ı Hakîm’in, zuhura gelen küfr-ü mutlakı tek başıyla kırmasına çok emareler görülmesi ve beşer istikbalinin de bu gelen bayramını tebrik ile beraber, Medreset-üz Zehra’nın ve bütün Nur Talebelerinin hem dâhil hem hariçte, hem Arabça, hem Türkçe Nurların neşriyatına çalışmalarını ve dindar Demokratların bir kısm-ı mühimmi Nurların serbestiyetine taraftar çıkmalarını bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz..." (Em: 101) 2130. “semavî kongresi hükmünde olan bu hacc-ı ekberi büyük bir bayramın arefesi noktasında olarak bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (Em: 102) 2131. “Evvelen: Seksen sene bir manevî ömr-ü bâki kazandıran şuhur-u selâsenizi ve mübarek kudsî gecelerinizi ve leyle-i regaibinizi ve leyle-i mi’racınızı ve leyle-i beratınızı ve leyle-i kadrinizi ruh u canımızla tebrik ve herbir Nurcunun manevî kazançları ve duaları umum kardeşleri hakkında makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden rica ve hizmet-i Nuriyede muvaffakıyetinizi tebrik ederiz." (Em: 121) 2132. “Sâlisen: Size bütün ruh u canımızla müjde veriyoruz ki; Nurculardaki tam ihlas ve hakikî sadakat ve sarsılmaz tesanüd vesilesiyle başımıza gelen bütün musibetler, hizmet-i imaniyemiz noktasında büyük nimetlere çevrilmiş ve perde altında hatır u hayale gelmeyen Nur’un fütuhatları oluyor." (Em: 123) 2133. “Biz de bütün ruh u canımızla onlara teşekkür ederiz." (Em: 210) 2134. “Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak’la gayet muvaffakıyetkârane ittifakını, bu millete kemal-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (Em: 222) 2135. “Üstad-ı Mutlak’ın böyle bir işaretinden bir nüktecik alarak, biz de ruh u canımızla ittiba’ ediyoruz." (Em: 246) Ruh / 196 2136. “Cenab-ı Erhamürrâhimîn’den bütün ruh u canımızla niyaz ederiz ki: "Mahşer gününde dahi bizleri $ hadîs-i şerifine mazhar olan Üstadımız define-i ulûm ve fünun, bedi-ül beyan allâme-i Bediüzzaman Said Nursî Hazretleri ile birlikte haşretsin." (T: 331) 2137. “Sizleri, bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (T: 616) 2138. “Sizler de böyle bir Üstad’ın ve böyle bir eserin talebeleri olduğunuzdan sizlerin de bu semerelere ve meyvelere mazhar olup Nurlara daha ziyade sarılarak, hararet ve iştiyakınız daha fazla ziyadeleşmiş olarak Nurları sebat ve sadakatla okumak derecesine nail olacağınızdan, hem sizleri ruh u canımızla tebrik ediyoruz, hem sizlere binler selâm ve dualar edip dualarınızı bekliyoruz." (T: 689) 2139. “Bu neşir münasebetiyle, Hazret-i Said Nursî’yi, talebelerini ve Türk din kardeşlerimizi ruh u canımızla tebrik eder, milleti zulüm ve istibdad ve dinsizlikten kurtaran başta Menderes olmak üzere bütün Demokratlara teşekkür ederim." (T: 716) 2140. “Hulûlüyle müşerref olduğumuz Ramazan-ı Şerifinizi, bütün ruh u canımızla tebrik ediyoruz." (Hn: 138) 2141. “İşte bu cihetledir ki: Bu asırda Kur’an-ı Kerim’in bir mu’cize-i maneviyesi olan Risale-i Nur’a bütün ruh u canımızla ve bütün mevcudiyetimizle sarılıyor; tazim, tebcil ve tekrim ediyoruz." (Hn: 139) 2142. “Biz Nur Risalelerine ruh u canımızla sarılıyoruz." (Hn: 157) 2143. “Hem Nurlara çalışan bu Nurcu kardeşlerimize, hem vatanımızdaki bütün âhiret kardeşlerimize dualar eder, onları ruh u canımızla tebrik ederiz." (Hn: 164) 2144. Ruh u canımla 2145. “Ruh u canımla Denizli Hapsi’ni arzuladım ve kabre girmeyi istedim." (L: 258) 2146. “Hattâ ben, hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur’la imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar, siz şahid olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim!" (Ş: 289) 2147. “Evvelâ: Sizin Leyle-i Mi’racınızı bütün ruh u canımla tebrik ederim." (Ş: 499) 2148. “Ben de size, bütün dostlarıma beyan ediyorum ki: Bütün ruh u canımla hattâ nefs-i emmaremle beraber Risale-i Nur’un ve sizlerin selâmetine, şahsıma gelen bütün zahmetleri manevî sevinç ve memnuniyetle kabul ediyorum." (Ş: 508) 2149. “Sizi ruh u canımla tebrik ederim ki, çabuk yaramızı tedavi ettiniz." (Ş: 511) Ruh / 197 2150. “Ben Üstadımın gittiği meslekte ve Risale-i Nur’la âlem-i İslâm’a hususan bu vatana ve bu millete ettiği kudsî hizmetinde kendisine isnad edilen mevhum suçuna ruh u canımla iştirak ediyorum." (Ş: 541) 2151. “İman, İslâmiyet dersi alarak büyük faidelere nailiyetime sebeb olan bir üstada, bütün ruh u canımla medyunum." (Ş: 548) 2152. “Ona ve Risale-i Nur’a bütün ruh u canımla bağlıyım." (Ş: 575) 2153. “Evvelâ: Sizin bayramınızı ve Nurlarla ciddî iştigalinizi ve daima birinciliği Nur dersinde ve sadakatinde muhafaza etmenizi, bütün ruh u canımla tebrik ederim." (B: 380) 2154. “Zaman ve zemin, sizler ile çok müştak olduğum uzun konuşmayı hoş görmediği için kısa kesip, ruh u canımla herbirinize binler selâm, mâşâallah bârekâllah derim." (K: 27) 2155. “Evvelâ: Bütün ruh u canımla mübarek Ramazanınızı tebrik ederim." (K: 94) 2156. “Sizin hem Leyle-i Kadr’inizi, hem bayramınızı bütün ruh u canımla tebrik ediyorum, tes’id ediyorum." (K: 97) 2157. “Sizin bayramınızı, Leyle-i Kadr’inizi, Ramazan-ı Şerif’te makbul dualarınızı bütün ruh u canımla tebrik ve tes’id ediyorum." (K: 100) 2158. “Hattâ ben hapiste muhterem kardeşlerime demiştim: Eğer Ankara’ya gönderilen Risale-i Nur’un şiddetli tokatları için beni idama mahkûm eden zâtlar, Risale-i Nur ile imanlarını kurtarıp idam-ı ebedîden necat bulsalar; siz şahid olunuz, ben onları da ruh u canımla helâl ederim!" (E: 11) 2159. “Eğer benim elimden gelse idi, bütün ruh u canımla, kemal-i iştiyak ile bütün onların hacat-ı maddiyesini temine çalışırdım." (E: 89) 2160. “Ben de size bütün kuvvetimle temin ediyorum ki; ben ruh u canımla, onların Risale-i Nur ve talebelerine ilişmeğe bedel, bana ilişmelerini iftihar ile kabul ediyorum." (E: 94) 2161. “Hakikî sahibleri ve taraftarları medreseden çıkan hocalar olduğuna binaen, umum Anadolu’nun eskiden beri parlak ve faal bir medresesi Konya şehri olduğundan o mübarek medresenin şakirdleri kendi malları olan Risale-i Nur’a sahib çıkmağa ve sarılmağa başladığını Sabri’nin mektubundan anladım ve buraya, Konya’ya yakın geldiğime ruh u canımla memnun olup bana gelen bütün sıkıntılara sürur ile mukabele edip tahammül ediyorum." (E: 129) 2162. “Ve İnebolu’da ve civarında hem çok hanımların, hem küçük yavrularının Risale-i Nur’u yazmağa başlamalarını ve Kur’an dersini çok masumların almasını bütün ruh u canımla tebrik ederiz." (E: 141) Ruh / 198 2163. “Ve senin şimdi vazife-i resmiye cihetiyle çocuklara Kur’an-ı Azîmüşşan’ı okutmanı bütün ruh u canımla tebrik ediyorum." (E: 176) 2164. “Birden Hüsrev’in şirin kalemiyle yazılan mu’cizatlı cüzler ve Hâfız Ali ve Tahirî’ye pek çok sevab kazandıran parlak ve kerametli Hizb-ül Ekber-i Kur’aniye’yi birbiri arkasından okumağa başlarken öyle bir zevk ve şevk verdi ki, bütün o yorgunlukları hiçe indirdi, hiçbir vesveseye meydan vermeyerek pek parlak bir surette ders-i Kur’aniyeyi onlardan dinlerken bütün ruh u canımla arzu ettim ve kasd u azmettim ki, mümkün olduğu derecede aynı Hizb-ül Ekber-i Kur’aniye gibi fotoğrafla mu’cizatlı Kur’anımızı tab’edeceğiz, inşâallah." (E: 249) 2165. “Ve bütün kanaatımla ve ruh u canımla sizi tebrik ediyorum." (Em: 6) 2166. “Evvelâ: Bütün ruh u canımla geçmiş Mevlid-i Nebeviyenizi tebrik ediyoruz." (Em: 53) 2167. “Evvelâ: Hem geçmiş, hem gelecek, hem maddî, hem manevî bayramlarınızı ve mübarek gecelerinizi bütün ruh u canımla tebrik ve ettiğiniz ibadet ve duaların makbuliyetini rahmet-i İlahiyeden bütün ruh u canımızla niyaz edip, isteyip, o mübarek dualara âmîn deriz." (Em: 98) 2168. “Evvelen: Bütün ruh u canımla hizmet-i Kur’aniye ve imaniyenizi tebrik ediyorum." (Em: 104) 2169. “Ben de bütün ruh u canımla yirmisekiz sene bu işkenceli musibetlerime razı oldum." (Em: 106) 2170. “Hâmisen: Irak tarafında, hususan Bağdad’daki Üstad-ı Azam’ın türbedarına ve kardeşlerime selâmımı tebliğ ve hayatım müsaade ederse, bütün ruh u canımla o havaliye gitmek iştiyakımı bildirirsiniz." (Em: 109) 2171. “Fakat yine duanızı ruh u canımla rica ediyorum." (Em: 121) 2172. “Ben ruh u canımla bu hakikî memleketime ve insanlarına hayır kazandırmak istiyorum." (Em: 203) 2173. “Evvelen: Bütün ruh u canımla fevkalâde nuranî hizmet-i imaniyenizi tebrik ederim." (Em: 211) 2174. “Risale-i Nur’un mühim erkânından bulunan ve bu ayn-ı hakikat olan mektubunu bizlere gönderen Halil İbrahim kardeşimizin sözlerini âciz lisanım söylemeğe ve âtıl kalemim yazmağa muktedir değilse de, her hususta bu mübarek kardeşimizin fikrine bütün ruh u canımla iştirak ediyorum." (St: 184) 2175. Ruh u canını 2176. “Halbuki dünya ve mafîhayı terkedip, sür’atle ona koşmak ve ona ruh u canını feda etmek elzem ve elyaktır." (BMs: 41) Ruh / 199 2177. Ruh u canıyla 2178. “Zâhiren çekilseler de, o hâlis şakirdler ruh u canıyla o hakikata bağlıdırlar." (Ş: 398) 2179. “Bütün ruh u canıyla $ der." (Ş: 611) 2180. “Bütün ruh u canıyla "Elhamdülillahi Rabb-il Âlemîn" dedi, $ taifesine girdi." (Ş: 637) 2181. “Bin seneden beri bu fedakâr millet, bütün ruh u canıyla Kur’anın hizmetinde emsalsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak mazisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin eline elbette Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden; bu zamanın insanlarını değil, o zamanın insanlarını düşünüyoruz." (E: 21) 2182. “Hem de nesebî kardeşlerinin hepsinin de güzel yazıları olduğu halde, bu kadar yazıya muhtaç iken böyle yarım ümmî vaziyetinin hikmeti, kanaat-ı kat’iyemle şudur ki: Bir zaman gelecek ki, cüz’î ve şahsî iktidarlar, kuvvetler mukabele edemeyecek dehşetli ve manevî düşmanların hücumu zamanında güzel yazı sahiblerini ruh u canıyla aramak ve hizmetine şerik etmek ve o çekirdeğin etrafında su, hava, nur gibi o manevî ağaca hizmet etmek için o şahsî ve cüz’î hizmeti, küllî ve umumî ve kuvvetli ve bir kaleme mukabil binler kalemi bulmak hikmetiyle ve buz parçası gibi benliğini o mübarek havuz içinde eritmesiyle hakikî ihlası elde etmek ve bu suretle imana hizmet etmek hikmetiyle olmuş." (Em: 76) 2183. “Sonra da iki sene zarfında doğrudan doğruya Risale-i Nur’un yüksek hakikatlarını ve kemalâtını çekinmiyerek ruh u canıyla herkese ilân etmiştir." (Ko: 82) 2184. “Ruh u canıyla o nuranî alayı tebrik ve tebcil ediyordu." (Ko: 93) 2185. Ruh u canla 2186. “Evet ihtiyarlara, masumlara, yalnız akrabasına bakmak değil; belki ehl-i iman (madem sırr-ı imanla uhuvvet-i hakikiye var) onlara rastgelse, muhterem hasta ihtiyar ona muhtaç olsa, ruh u canla ona hizmet etmek İslâmiyetin muktezasıdır." (L: 220) 2187. “Ben ruh u canla size her vaziyette arkadaş olmak istiyorum, fakat" (Ş: 323) 2188. “Biz o cesur ve sebatkâr yeni kardeşlerimizi ruh u canla kabul ediyoruz." (K: 248) 2189. “Yüzbinler adam onunla imanlarını kurtardıkları için, ruh u canla hürmet ve perestiş ederler." (E: 127) 2190. “Ben de ruh u canla kabul ettim ve gönderenleri tebrik ettim; daha teberrükleri bana dokunmadı." (Em: 8) Ruh / 200 2191. “Ben, senin içtihadında hata var diyenlere ve isbat edenlere teşekkür edip ruh u canla minnetdarım." (St: 61) 2192. Ruh u canlarıyla 2193. “Onuncusu: Enbiyadan sonra en muhterem ve yüksek taife ve ümmî ve bedevî oldukları halde az bir zamanda nur-u Muhammedî (A.S.M.) ile şarktan garba kadar âdilane idare edip, cihangir devletleri mağlub ederek müterakki, fenli, medenî, siyasî milletlere üstad, muallim, diplomat, hâkim-i âdil olarak o asrı bir asr-ı saadet hükmüne getiren sahabeler; Muhammed’in (A.S.M.) her halini tedkik ve taharriden sonra gözleriyle gördükleri çok mu’cizatın kuvvetiyle eski düşmanlıklarını ve ecdadlarının mesleklerini ve çokları -Hâlid İbn-i Velid ve İkrime İbn-i Ebu Cehil gibi- pederlerinin tarafdarlıklarını, kavim ve kabilelerini tamamıyla bırakıp bütün ruh u canlarıyla, gayet fedakârane bir surette İslâmiyete girerek aynelyakîn derecesinde Muhammed’in (A.S.M.) sadıkıyetine ve risaletine imanları; sarsılmaz, küllî bir şehadettir." (Ş: 627) 2194. “Ve elbette hiç şübhe yok ki: Bin üçyüzaltmış senede, her asırda üçyüzelli milyon şakirdi bulunan ve her hükmüne ve davasına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan ve her dakikada milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup lisanlarıyla beşere ders veren ve hiç bir kitabda emsali bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde verip bütün beşerin yaralarını tedavi eden Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla, belki sarihan ve işareten onbinler defa dava edip haber verip sarsılmaz kat’î delillerle, şübhe getirmez hadsiz hüccetlerle hayat-ı bâkiyeyi kat’iyetle müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse ve maddî ve manevî bir kıyamet başlarında kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’anın kabulüne çalışan meşhur hatibleri ve din-i hakkı arayan Amerika’nın çok ehemmiyetli dinî cem’iyeti gibi rûy-i zeminin kıt’aları ve hükûmetleri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar." (E: 248) 2195. parçadan müteşekkil iman, ilim ve fazilet hazinesi hükmündeki Risale-i Nur Külliyatı’ndan bu Gençlik Rehberi bir cüz’ü olması ve Risale-i Nur’daki yüksek hakikatlara ruh u canlarıyla bağlanarak o eserler hazinesini bu milletin maddî-manevî hayatında bir saadet rehberi olduğunu isbat edip bildiğimizden, Rehber’in aleyhindeki o bilirkişi isnadlarını red ve ehl-i vukufun vukufsuzluklarını bütün kuvvetimizle yüzlerine çarparak ilân ve isbat ediyoruz." (Em: 135) 2196. “İşte o parça ikinci harb-i umumînin sonunda nev’-i beşerin dehşetli zulümleri ve tahribatları neticesindeki dehşetli me’yusiyetleriyle dehşetli vicdan azablarını ve dünya hayatının bütün bütün fâni ve muvakkat olması ve medeniyet fantaziyelerinin uyutucu ve aldatıcı olduğunun umuma görünmesiyle, fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidadatın dehşetli yaralanmasını ve Kur’anın elmas kılıncı altında gaflet ve dalaletin parçalandığını ve bu sebeble dünya hayatının geçici ve muvakkat olmasından, beşeriyet hayat-ı bâkiyeyi arayacağını ve ebedî hayatı ve daimî saadeti Ruh / 201 ancak Kur’anın müjde verdiğini isbat ile pek parlak izahtan sonra diyor: "Elbette nev-i beşer, bütün bütün aklını kaybetmezse, maddî veya manevî bir kıyamet başlarına kopmazsa; İsveç, Norveç, Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’anı kabul etmeye çalışan meşhur hatibleri ve Amerika’nın din-i hakkı arayan ehemmiyetli cem’iyeti gibi rûy-i zeminin geniş kıt’aları ve büyük hükûmetleri Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ı arayacaklar ve hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar." (Em: 141) 2197. “Bütün ruh u canlarıyla gönüllü olan bu Nur Postacıları, bu hizmetin en kudsî bir vazife olduğuna inanmışlardır." (T: 282) 2198. Ruh u kalbiyle 2199. “Gafletli ehl-i dünya ise, yalnız hayat-ı dünyeviyeyi düşündüklerinden, bütün hissiyatıyla ve ruh u kalbiyle şiddetli bir surette hayat-ı dünyeviyeye ait mes’elelere sarılır." (L: 155) 2200. Ruhi Bey 2201. “Yolda, Bediüzzaman ve talebelerine yakın bir alâka duyan Müfreze Kumandanı Ruhi Bey, kelepçeleri çözdürüyor." (T: 215) 2202. Ruhları uçar 2203. “Onların soyulmasıyla, maânîdeki bir nuraniyet, muvakkaten çıplak -bir derece- görünür; fakat cildden cüda olmuş bir meyve gibi, o mübarek manaların ruhları uçar, zulmetli kalb ve kafalarda beşerî postunu bırakıp gider.." (M: 396) 2204. Ruhların sevgilisi 2205. “Risale-i Nur ruhların sevgilisi, kalblerin mahbubu, âşıkların maşuku, canların cananı olmuş; îcabında bu canan için canlar feda edilmiştir." (T: 155) 2206. Ruhsuz libas 2207. “Elfaz-ı Kur’aniye ve Nebeviye (A.S.M.) manalara, camid ve ruhsuz libas değiller; belki hayatdar feyiz-aver cildlerdir." (M: 506) 2208. Ruhumdan tevellüd 2209. “Hem yazılan eserler, risaleler, -ekseriyet-i mutlakası- hariçten hiçbir sebeb gelmeyerek, ruhumdan tevellüd eden bir hacete binaen, âni ve def’î olarak ihsan edilmiş." (M: 375) 2210. Ruhunun münacatını Ruh / 202 2211. “Kalbinin feryadını ve ruhunun münacatını dinlemek için mağaralara kapandığı günlerde bile, ibadet ve taattan, tefekkür ve murakabelerden feyiz ve huzur almanın zevkine ermiş olan bir "Ârif-i Billah" idi." (T: 12) Risale-i Nur’dan Ruh Toplaması 2 RUH bk: ervah ( 440 ADET) (Kâfir veya fâsık-ı gafilin nazarında), dağlar ve denizler gibi büyük mevcudat, ruhsuz, müdhiş cenazeler hükmündedirler. S: 17 Âciz ve zaîf, fakir ve muhtaç olan ruh-u beşere ibadet, tevekkül, tevhid, teslim; ne kadar azîm bir kâr, bir saadet, bir nimet olduğunu, bütün bütün kör olmayan görür, derk eder. S: 19 Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. Hem cisme de o kadar ağır bir iş değildir. S: 21 Namazda ruhun ve kalbin ve aklın büyük bir rahatı vardır. S: 21 Göz bir hassedir ki, ruh bu âlemi o pencere ile seyreder. S: 27 Şu âlemin tılsımını açan, ruh-u beşerîyi zulümattan kurtaran anla.. S: 35 ve olduğunu Ubudiyet-i Ahmediyenin -A.S.M.- ruhu, duadır. S: 71 En büyük bir ağacın ruh proğramını bir nokta gibi en küçük bir çekirdekte dercedip, muhafaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz; vefat edenlerin ruhlarını nasıl muhafaza eder denilir mi? S: 81 (Hikmet-i Kur’aniye), hevesat-ı nefsaniyenin tecavüzatına sed çekip, ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder. S: 133 Nefsi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dareyndir. S: 133 (O’nun -A.S.M.- terbiyesini bırakan) ruhunda kemalâtı muhafaza edecek hiçbir esasatı bilemez. S: 144 Ruh / 203 Bir saat muvakkat elem, ruhta bir manevî lezzet bırakır ve lezzetli saat, bilakis elem bırakır. S: 150 Hakikat ve hikmet ister ki: Zemin gibi, semavatın da kendine münasib sekeneleri bulunsun. Lisan-ı şer’îde o ecnas-ı muhtelifeye, melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir. S: 176 (Melaike ve ruhaniyat) dahi ins ve cin gibi, şu âlem sarayının seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. S: 176 Hâlık’ın, elbette ruha ve hayata münasib şu nur denizinden ve hattâ zulmet bahrinden bir kısım zîşuur mahlukları vardır. S: 177 Nurani ruhların aksidir. Şu akis, hem hayydır hem ayndır. S: 194 Ruhaniyata dahi hava ve esir ve âlem-i misalin bazı mevcudatı âyine hükmünde ve berk ve hayal sür’atinde bir vasıta-i seyr ü seyahat suretine geçerler . S: 195 Güneş gibi âciz ve müsahhar mahluklar ve ruhanî gibi madde ile mukayyed nim-nurani masnu’lar, nuraniyet sırrıyla bir yerde iken pekçok yerlerde bulunabilirler. S: 195 Hâlık-ı Rahîm ve Rezzak-ı Kerim ve Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı, âlem-i ervah ve ruhaniyat için bir bayram, bir şehrayin suretinde yap(mıştır). S: 202 (Sâni’-i Hakîm; küçük-büyük, ulvî-süflî herbir ruha, ona münasib) ayrı ayrı hesabsız mehasin ve in’amattan istifade etmeğe muvafık ve havas ile mücehhez bir cesed giydirir. S: 202 (Sâni’-i Hakîm; şu dünyayı) birer taife ruhlu mahlukatına ve nebatî masnuatına birer resm-i geçit tarzında bir ulvî bayram yapmıştır. S: 202 (Ölüm), ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzed olan ruhumun eskimiş yuvasından yıldızlarda gezmek için çıktığını gösterir. S: 209 (Ruh); ebedî hayata mazhar ve ebedî saadete namzed(tir). S: 209 İman, dizginini cism-i hayvanînin elinden alıp kalbe, ruha teslim ettiği için; maziye nüfuz ve müstakbele hulûl edebilir. S: 210 Kalb ve ruhun daire-i hayatı geniştir. S: 210 Ruh / 204 Hane-i insan olan dünya ise, zulümat-ı ademe sukut eder. Emeller bekasız, elemler ruhta bâki kalır. S: 212 (Mecazî âşıkların) herbirinin, bütün divan-ı eş’arının ruhunu eğer sıksan, elemkârane birer feryad damlar. S: 215 Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. S: 221 (O zât A.S.M.) değil zahirî bir tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri fetih ve teshir ediyor. S: 237 Cehennem ateşinin tesirini men’edecek ve eman verecek iman gibi bir madde-i maneviye, İslâmiyet gibi bir zırh(ı ruhunuza giyiniz). S: 261 Ruhunuza imanı giydirip, cehennem ateşine karşı zırhınız ol(sun). S: 261 (Namaz) kalbimin gıdası, ruhumun âb-ı hayatı ve latife-i Rabbaniyemin hava-yı nesimini cezb ve celbede(r). S: 270 İstirahat ve teneffüs vaktini, ruhun rahatına, kalbin teneffüsüne medar olan namaza sarfet. S: 272 Bütün ulûm-u hakikiyenin esası ve madeni ve nuru ve ruhu; marifetullahtır ve onun üss-ül esası da iman-ı billahtır. S: 316 Hakikî terakki ise; insana verilen kalb, sır, ruh, akıl hattâ hayal ve sair kuvvelerin hayat-ı ebediyeye yüzlerini çevirerek, herbiri kendine lâyık hususî bir vazife-i ubudiyet ile meşgul olmaktadır. S: 322 Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur’anın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. Nokta-i nazar ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür. S: 351 Felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri; Kur’anın parlak, ruhlu hakikatleriyle müsademe edemez. S: 351 (Bir müslüman Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı el’iyazü billah kalbinden çıkarsa), hiçbir kemalâtın yeri ruhunda kalamaz. S: 363 Kur’an, kulûbe kut ve gıda ve ukûle kuvvet ve gınadır ve ruha mâ ve ziya ve nüfusa deva ve şifa olduğundan usandırmaz. S: 378 Ruh / 205 Beyanat-ı Kur’aniye o derece müessir ve rakiktir ve o derece munis ve şefiktir ki, şevk ile ruhu, zevk ile kalbi; aklı merakla ve gözü yaşla doldurur. S: 383 (Kur’an), uzun bir hâdisenin ukde-i hayatiyesini ve ruhunu alır, maksadına mukaddeme yapar. S: 404 Kur’anda zikrolunan vukuatın hülâsaları ve ruhları gösteriyor ki, onları söyleyen, bütün vukuatı ihata etmiş, görüyor, -tabir caiz ise- bir meharet-i fevkalâde ile ihbar ediyor. S: 404 (Hikmet-i Kur’aniye) gayatı, “hevesat-ı nefsaniyenin nâmeşru tecavüzatına sed çekip ruhu maaliyata teşvik ve hissiyat-ı ulviyesini tatmin etmektir. S: 408 Nefs-i emmareyi gemlemekle bağlamak, ruhu kemalâta kamçılamakla serbest bırakmanın şe’ni, saadet-i dâreyndir. S: 408 Suretperestlik, ahlâkı fena halde sarstığı ve sukut-u ruha sebebiyet ver(diği sabitdir). S: 410 (Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan’ın verdiği neş’e): nefsi susturup, ruhu, kalbi, aklı, sırrı maaliyata, vatan-ı aslîlerine, makarr-ı ebedîlerine, ahbab-ı uhrevîlerine yetişmek için latif ve edebli masumane bir teşviktir. S: 411 Isırıcı haşerat ve böceklerin, mübarek melaike ve nuranî ruhanîlere nisbeti ne ise; beşerin kelimatı, Kur’anın kelimatına nisbeti odur. S: 432 İnsan kadere iman etmezse, küçük bir dairede cüz’î bir serbestiyet, muvakkat bir hürriyet içinde, dünya kadar ağır bir yükü, bîçare ruhun omuzunda taşımaya mecburdur. S: 471 (Kadere iman), kemal-i rahat ile, ruh ve kalbin kemal-i hürriyetiyle kemalâtında serbest cevelanına meydan veriyor. S: 471 Hayat-ı maddiye-i nefsiyeyi bırak. Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. S: 474 Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. S: 474 Ruh / 206 Kalb ve ruh ve sırrın derece-i hayatlarına çık, bak; ne kadar geniş bir daire-i hayatları var. Senin için meyyit olan mazi, müstakbel; onlar için haydır, hayatdar ve mevcuddur. S: 474 Fâniyim, fâni olanı istemem. Âcizim, âciz olanı istemem. ruhumu Rahman’a teslim eyledim, gayr istemem. İsterim, fakat bir yâr-ı bâki isterim. Zerreyim, fakat bir Şems-i Sermed isterim. Hiç-ender-hiçim, fakat bu mevcudatı birden isterim. S: 474 (Asr-ı saadette) zihinler, kalbler, ruhlar, bütün kuvvetleriyle, yerler ve gökler Rabbinin marziyatını anlamağa müteveccih (idi). S: 481 Seferde namaz kasredilir, iki rek’at kılınır. Şu ruhsat-ı şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. S: 482 Şu zamanın nazarı, ruh-u Şeriattan yabanidir. Öyle ise, Şeriat namına içtihad edemez. S: 482 Sû’-i ihtiyarıyla, gayr-ı meşru sebeblerle zaruret olmuş ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medar olamaz, özür teşkil edemez. S: 482 Tevekkülsüzlük içinde derd-i maişet, ruha sersemlik ve felsefe-i tabiiye ve maddiye akla körlük ver(miştir). S: 492 İnsanın akıl, ruh, sır, nefis gibi pek çok vazifedar letaifi ve hasseleri vardır. S: 495 Dâr-ı saadet, şu kâinata bir derece benzeyecektir. Hem cismanî, hem ruhanî bütün esasatını muhafaza edecektir. S: 498 Melaike ve ruhaniyatın vücudu, insan ve hayvanların vücudu kadar kat’îdir, denilebilir. S: 504 Şeriatın lisanında, pekçok muhtelif-ül cins olan o (semavî) sekenelere melaike ve ruhaniyat tesmiye edilir. S: 504 (Melaike ve ruhaniyat) dahi, ins ve cin gibi, şu saray-ı âlemin seyircileri ve şu kâinat kitabının mütalaacıları ve şu saltanat-ı rububiyetin dellâllarıdırlar. S: 504 (Melaike ve ruhaniyat) küllî ve umumî ubudiyetleri ile kâinatın büyük ve küllî mevcudatın tesbihatlarını temsil ediyorlar. S: 505 Ruh / 207 Nasılki hüsün elbette bir âşık ister, taam ise aç olana verilir. Öyle ise, şu nihayetsiz hüsn-ü san’at içinde gıda-i ervah ve kut-u kulûb; elbette melaike ve ruhanîlere bakar, gösterir. S: 505 Şu kâinatın herbir cihetinde, herbir dairesinde, ruhaniyat ve melaikelerden birer taife, birer vazife-i ubudiyetle muvazzaf olarak bulunurlar. S: 505 Hadsiz eşyayı, iştirak ve ittihad ettirip bir vahdete medar, bir ruha mazhar yapmak gibi, kemalât-ı vücudun umumuna sebebdir. S: 506 Denilebilir ki; hayat olmazsa vücud vücud değildir, ademden farkı olmaz. Hayat, ruhun ziyasıdır. Şuur, hayatın nurudur. S: 507 Hayat, ruhun ziyasıdır. S: 507 (Kadîr-i Hakîm); nur gibi, esîr gibi ruha yakın ve münasib olan sair seyyalat-ı latife maddeleri ihmal edip hayatsız bırakmaz, camid bırakmaz, şuursuz bırakmaz. S: 508 (Kadîr-i Hakîm) madde-i nurdan, hattâ zulmetten, hattâ esîr maddesinden, hattâ manalardan, hattâ havadan, hattâ kelimelerden zîhayat, zîşuuru kesretle halkeder. S: 508 (Kadîr-i Hakîm) pekçok muhtelif ruhanî mahlukları, o seyyalat-ı latife maddelerinden halkeder. Onların bir kısmı melaike, bir kısmı da ruhanî ve cin ecnaslarıdır. S: 508 Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delalet etmez. Görünmemek, olmamağa hüccet olamaz. S: 508 Adem-i rü’yet, adem-i vücuda delalet etmez. S: 508 Görünmemek, olmamağa hüccet olamaz. S: 508 Şu nihayetsiz feza-yı âlem ve şu muhteşem semavat, burçlarıyla, yıldızlarıyla zîşuur, zîhayat, zîruhlarla doludur. S: 508 (Melaike ve cânn ve ruhaniyat); nârdan, nurdan, ateşten, ışıktan, zulmetten, havadan, savttan, rayihadan, kelimattan, esîrden ve hattâ elektrikten ve sair Seyyalât-ı latifeden halk olun(urlar). S: 508 Cin ve ruhaniyat dahi, onların da pekçok ecnas-ı muhtelifeleri vardır. S: 509 Madde, bir mana ile kaimdir. İşte o mana, hayattır, ruhtur. S: 509 Ruh / 208 Madde, mahdum değil ki herşey ona irca’ edilsin. Belki hâdimdir, bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatın esası da ruhtur. S: 509 (Madde), bir hakikatın tekemmülüne hizmet eder. O hakikat, hayattır. O hakikatın esası da ruhtur. S: 509 Madde hâkim değil ki, ona müracaat edilsin, kemalât ondan istenilsin. Belki mahkûmdur, bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esas; hayattır, ruhtur, şuurdur. S: 509 (Madde) mahkûmdur, bir esasın hükmüne bakar, onun gösterdiği yollar ile hareket eder. İşte o esas; hayattır, ruhtur, şuurdur. S: 509 Maddenin küçülüp inceleşmesi nisbetinde âsâr-ı hayat tezayüd ediyor, nur-u ruh teşeddüd ediyor. S: 509 Güya madde inceleştikçe, bizim maddiyatımızdan uzaklaştıkça ruh âlemine, hayat âlemine, şuur âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. S: 509 (Madde inceleştikçe), hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetli tecelli ediyor. S: 509 Hiç mümkün müdür ki: Bu madde perdesinde bu kadar hayat ve şuur ve ruhun tereşşuhatı bulunsun; o perde altında olan âlem-i bâtın, zîruh ve zîşuurlarla dolu olmasın. S: 509 Melaike vücudlarının ve ruhanî hakikatlarının en güzel sureti ve ukûl-ü selime kabul edecek ve istihsan edecek en makul keyfiyeti odur ki; Kur’an, şerh ve beyan etmiştir. S: 511 Mes’ele-i melaike ve ruhaniyat, o mesaildendir ki: Tek bir cüz’ün vücudu ile, bir küllün tahakkuku bilinir. Birtek şahsın rü’yeti ile umum nev’in vücudu malûm olur. S: 511 (Melaike ve ruhaniyatı) kim inkâr ederse, külliyyen inkâr eder. Bir tekini kabul eden, o nev’in umumunu kabul etmeye mecburdur. S: 511 Bütün ehl-i edyan, bütün asırlarda, zaman-ı Âdem’den şimdiye kadar melaikenin vücuduna ve ruhanîlerin tahakkukuna ittifak etmişler. S: 511 Hiç mümkün müdür ki: Şu (Melaike ve ruhaniyata dair) itikad-ı umumînin menşe’i, mebadi-i zaruriye ve bedihî emirler olmasın. S: 511 Ruh / 209 Hiç mümkün müdür ki: (Melaike ve ruhaniyata dair) hakikatsız bir vehim; bütün inkılabat-ı beşeriyede, bütün akaid-i insaniyede istimrar etsin, beka bulsun. S: 511 Hiç mümkün müdür ki: (Melaike ve ruhaniyata dair) şu ehl-i edyanın, bu icma’-i azîmin senedi; bir hads-i kat’î olmasın, bir yakîn-i şuhudî olmasın. S: 511 Hiç mümkün müdür ki: (Melaike ve ruhaniyata dair) o hads-i kat’î, o yakîn-i şuhudî, hadsiz emareler(e istinad etmesin). S: 511 Tek bir ruhaniyatın vücudu, bir zamanda tahakkuk etse, şu nev’in umumen tahakkukunu gösteriyor. S: 512 (Melaike ve ruhaniyatın) suret-i tahakkukunun en ahseni, en makulü, en makbulü; Şeriatın şerhettiği gibidir, Kur’anın gösterdiği gibidir, Sahib-i Mi’rac’ın gördüğü gibidir. S: 512 Şu saray-ı âlemin Sâni’-i Zülcelal’i, o saray içinde istihdam ettiği dört kısım amelenin birincisi: Melaike ve ruhanîlerdir. S: 513 (Melaike ve ruhanîler) insana benzer ki, o Sâni’-i Zülcelal’in makasıd-ı külliyesini bilir bir ubudiyet ile tevfik-i hareket ederler. S: 513 (Melaike ve ruhanîler), insanın hilafına olarak hazz-ı nefisten ve cüz’î ücretlerden tecerrüd ederek (hâlisen muhlisen çalışıyorlar). S: 513 (Melaike ve ruhanîler) cinslerine göre kâinattaki mevcudatın enva’ına göre vazife-i ibadetleri tenevvü’ ediyor. S: 513 Bir hükûmetin muhtelif dairelerde, muhtelif vazifedarları gibi, saltanat-ı rububiyet dairelerinde (melaike ve ruhanîlerin) vezaif-i ubudiyeti ve tesbihatı öyle tenevvü’ ediyor. S: 513 (Mevcudat-ı cismaniyenin) manasını bilen, ifade eden, kâinata ilân eden, dergâh-ı İlahiyeye takdim eden, ona münasib ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkel (vardır). S: 514 Ruh, kat’iyyen bâkidir. S: 515 Melaike ve ruhanîlerin vücudlarına delalet eden hemen bütün deliller, (beka-i ruha dahi delildirler). S: 515 Ruh / 210 O âyinedar müştak, o dellâl mütefekkir, o muhtaç müteşekkir; en başta ruh-u insanîdir. S: 516 (Ruh-u insanî) ebed-ül âbâd yolunda; o cemal, o kemal, o rahmete refakat edecek, bâki kalacaktır. S: 516 Değil ruh-u beşer, hattâ en basit tabakat-ı mevcudat dahi, fena için yaratılmamışlar; bir nevi bekaya mazhardırlar. S: 516 Ruhsuz, ehemmiyetsiz bir çiçek dahi, vücud-u zahirîden gitse, bin vecihle bir nevi bekaya mazhardır. S: 516 Herkes hayatına ve nefsine dikkat etse, bir ruh-u bâkiyi anlar. S: 516 Herbir ruh, kaç sene yaşamış ise o kadar beden değiştirdiği halde, bilbedahe aynen bâki kalmıştır. S: 517 Madem cesed gelip geçicidir. Mevt ile bütün bütün çıplak olmak dahi ruhun bekasına tesir etmez ve mahiyetini de bozmaz. S: 517 (Ruh) müddet-i hayatta tedricî, cesed libasını değiştiriyor. Mevtte ise birden soyunur. S: 517 Cesed ruh ile kaimdir. Öyle ise ruh, onun ile kaim değildir. S: 517 Ruh, binefsihi kaim ve hâkim olduğundan; cesed istediği gibi dağılıp toplansın, ruhun istiklaliyetine halel vermez. S: 517 Cesed, ruhun hanesi ve yuvasıdır, libası değil. S: 517 Ruhun libası bir derece sabit ve letafetçe ruha münasib bir gılaf-ı latifi ve bir beden-i misalîsi vardır. S: 517 Ruh, mevt hengâmında bütün bütün çıplak olmaz, yuvasından çıkar, beden-i misalîsini giyer. S: 517 Tek bir ruhun ba’de-l memat bekası anlaşılsa, şu ruh nev’inin külliyetle bekasını istilzam eder. S: 517 İnsan öldükten sonra esaslı bir ciheti bâkidir. O esas ise ruhtur. S: 517 Ruh ise, tahrib ve inhilale maruz değil. Çünki basittir, vahdeti var. S: 517 Ruh / 211 Vahdet ve beka, ruhta esastır ki, ondan kesrete sirayet eder. S: 517 Ruhun fenası, ya tahrib ve inhilal iledir. O tahrib ve inhilal ise, vahdet yol vermez ki girsin, besatet bırakmaz ki bozsun. S: 517 Cevvad-ı Mutlak’ın hadsiz merhameti müsaade etmez ve nihayetsiz cûdu bırakmaz ki, verdiği nimet-i vücudu o nimet-i vücuda pek müştak ve lâyık olan ruh-u insanîden geri alsın. S: 517 Ruh zîhayat, zîşuur, nuranî, vücud-u haricî giydirilmiş, câmi’, hakikatdar, külliyet kesbetmeğe müstaid bir kanun-u emrîdir. S: 517 Her ferddeki hakikat-ı ruhiye, yüzbinler suret değiştirse, izn-i Rabbanî ile ölmeyecek, yaşayarak geldiği gibi gidecek. S: 518 Şahs-ı insanînin hakikat-ı zîşuuru ve unsur-u zîhayatı olan ruhu dahi, Allah’ın emriyle, izniyle ve ibkasıyla daima bâkidir. S: 518 Ruh-u insanî, değil yalnız beka ile, belki ebed-ül âbâd ile alâkadar olmak lâzım gelir. S: 518 Ruh dahi Kur’anın nassı ile, ferman-ı celili ile âlem-i emirden gelmiş bir kanun-u zîşuur ve bir namus-u zîhayattır. S: 518 (Ruh) bir kanun-u zîşuur ve bir namus-u zîhayattır ki; kudret-i ezeliye, ona vücud-u haricî giydirmiş. S: 518 Sıfat-ı iradenin tecellisi ve âlem-i emirden gelen ruh, bekaya mazhar olmak daha ziyade kat’îdir, lâyıktır. S: 518 (Ruh) zîvücuddur, hakikat-ı hariciye sahibidir. S: 518 (Ruh, şuursuz kavaninden) daha kavîdir, daha ulvîdir. Çünki zîşuurdur. S: 518 (Ruh, şuursuz kavaninden) daha daimîdir, daha kıymetdardır. Çünki zîhayattır. S: 518 (Saadet-i ebediye olmazsa), nizam ve intizamın ruhu olan maneviyat ve revabıt ve niseb, heba olup gider. S: 519 Şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz istidadların sünbüllenmesine müsaid değildir. Demek başka âleme gönderilecektir. S: 525 Ruh, cesed hesabına zaîfleşir. S: 530 Ruh / 212 Cesed, ruh hesabına inceleşir. S: 530 Şu dünyanın pek çok âsârı ve maneviyatı ve meyveleri ve cin ve ins gibi mükellefînin mensucat-ı amelleri, sahaif-i ef’alleri, ruhları, cesedleri âhiret pazarına gönderiliyor. S: 556 Ruh cisme hâkim olduğu gibi; camid maddelerde dahi kaderin yazdığı evamir-i tekviniye, o maddelere hâkimdir. S: 556 (İnsan), bütün kâinatta cilveleri tezahür eden esma-i hüsnayı, birden âyine-i ruhunda gösterebil(ir). S: 562 (İnsanda cisimden başka) akıl, kalb, ruh, hayal, hâfıza gibi manevî vücudlar da var. S: 569 Yıldızlar ve yıldızların denizleri olan gökler; zîşuur ve zîhayat ve pek kesretli ve muhtelif-ül ecnas olan melaike ve ruhanîlerin meskenleridir. S: 569 Cennet’te, hikmet-i İlahiye cismi ruha arkadaş ediyor. Çünki pekçok vezaif-i ubudiyete ve hadsiz lezaiz ve âlâma medar olan ceseddir. S: 570 Cennet’te, hikmet-i İlahiye cismi ruha arkadaş ediyor. S: 570 Cennet’e cisim, ruh ile beraber gider. S: 570 Cin ve inse, belki ruhanîlere ve melaikelere de Kur’an-ı Hakîm vasıtasıyla rehberlik eden, yine bilbedahe o zâttır (A.S.M.). S: 577 (Beden ve cisim), gayet geniş ve yüksek olan; ruh, kalb, akıl gibi letaif-i maneviye(ye kılıftır). S: 593 (Haşrin bir) kısmı, terakkiyat-ı ruhiye ve fikriyenin derecatına göre görünür. Ve ilim ve marifeti lâzım olur. S: 614 İnsanlar öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor. S: 614 Mükemmel ve güzel bir proğram ise, mükemmel ve güzel bir ilme ve güzel bir zihne ve güzel bir kabiliyet-i ruhiyeye delalet eder. S: 621 Bir vâlidenin evlâdının mes’udiyetlerinden ve istirahatlerinden, şefkat vasıtasıyla aldığı lezzet, o derece kuvvetlidir ki; onların rahatı için ruhunu feda eder derecesine getirir. S: 622 Ruh / 213 (Sâni’-i Hakîm), nebatat ve hayvanatı, cin ve insi, melek ve ruhaniyatı, (cilve-i esmasıyla eşkalini tahdid ediyor, tanzim ediyor). S: 628 Ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyaç ile muhtaç olduğu hakikî teselliyi nerede bulabilirsiniz? S: 634 (Mevcudatın) âlâm ve meşakkatlarını düşünüp, ruhuna elem çektirme. Ve onların Hâlık-ı Rahîm’inin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme. S: 635 Meşru daire; ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine, safalarına, keyiflerine kâfidir. S: 636 (Kur’an-ı Hakîm, dalâlet yolundaki) derin kuyuyu terakkiyat-ı maneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı ruhiyenin cihazatıyla dolduruyor. S: 636 Ruhun tekemmülatına göre meratib-i muhabbet, meratib-i esmaya göre inkişaf eder. S: 642 Bütün cihazat-ı insaniyenin ve kalb ve akıl ve ruh gibi büyük ve mühim letaifin böyle ayrı ayrı vazifeleri, lezzetleri ve elemleri vardır. S: 646 Mükemmel bir istidad ise, âlî bir ruh ve yüksek bir zâtın vücuduna delalet eder. S: 667 Ruh, vücud-u haricî giydirilmiş bir kanundur. S: 702 Ruh bir nuranî kanundur, vücud-u haricî giymiş bir namustur; şuuru başına takmış. S: 702 Sabit ve hem daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi hem âlem-i emir, hem irade vasfından gelir. S: 702 Eğer enva’daki kanunlara kudret-i Hâlık vücud-u haricî giydirirse, herbiri bir ruh olur. S: 702 Ger vücudu ruh çıkarsa, başından şuuru indirirse, yine lâyemut kanun olur. S: 702 Hüda ruhu eder tenvir, taneleri sünbüllettirir. Karanlıklı tabiat onunla ışıklanır. S: 713 Şu medenî beşerin hırçınlaşmış ruhunda, şu suretler denilen küçük cenazelerin, mütebessim meyyitlerin rolleri pek azîmdir; hem müdhiştir tesiri. S: 727 Bir bîçare meyyitenin güzel tasvirine müştehiyane bir nazarla bakmak, ruhun hissiyat-ı ulviyesini söndürür. S: 727 Ruh / 214 Herbir şeair bir hoca-i dânâdır, ruh-u İslâmı daim enzara ders veriyor. S: 731 Bazıların zannınca iman dimağda olsa; ruh-u iman olan hakkalyakîne, ihtimalât-ı kesîre olur birer hasm-i bîeman. S: 732 Bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvanî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez. S: 736 Dalâletten neş’et eden ruhun ızdırabatına o edebsizlenmiş edeb müsekkin hem münevvim; hakikî fayda vermez. S: 736 O yabani edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasit; ruha ferah veremez. S: 737 Kur’anın şevki ise: ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. S: 737 İman-ı billahtır ki ziya-i ruhumuz, hem nur-u hayatımız, hem de ruh-u ruhumuz. S: 742 Cesed ruhla mültezdir, ruh vicdanla mütelezziz. S: 744 Ehl-i kuburun çendan ruhları bâkidir, fakat kendilerini ölmüş biliyorlar. M: 6 (Mevt); ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. M: 7 Mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. M: 7 Mevt; tebdil-i mekândır, ıtlak-ı ruhtur, vazifeden terhistir. İ’dam ve adem ve fena değildir. M: 7 ( isimleri öyle bir nur-u a’zamdır ki), bütün kâinatı ihata eder ve her ruhun bütün hacat-ı ebediyesini tatmin ede(r). M: 30 (Eğer mücahede ve müsabaka olmasaydı), A’lâ-yı illiyyîndeki Ebu Bekr-i Sıddık’ın ruhu, esfel-i safilîndeki Ebu Cehl’in ruhuyla bir seviyede kalacaktı. M: 44 Ruh zamanla mukayyed değil. M: 51 Hissiyat-ı insaniye ruh derecesine çıktığı vakit, o hazır zaman genişlenir. M: 51 Bir eser-i rahmet olarak, ehl-i imanın ruhları daha evvel kabzedilecek, kıyamet kâfirlerin başına kopacaktır. M: 58 Âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. Birbirine mezcedilse, hükümleri yanlış görünür. M: 82 Ruh / 215 Âlem-i maddî ile âlem-i ruhanîyi birbirinden farketmek lâzım gelir. M: 82 (Kur’an-ı Mu’ciz-ül Beyan) kalblere ezvak-ı ruhanî vermekle, vicdanları istişhad ederek “Bârekâllah” dedir(ir). M: 189 Ruh-u beşer için en hâlis sürur ve kalb-i insan için en safi sevinç, o muhabbetullah içindeki lezzet-i ruhaniyedir. M: 222 İmanı elde eden ruh-u beşer; manisiz, müdahalesiz, hailsiz, mümanaatsız, her halinde, her arzusunda, her anda, her yerde (Kadîr-i Zülkemal’in huzuruna girip, hacatını arzedebilir). M: 224 (İmanı elde eden ruh-u beşer; manisiz, müdahalesiz), Kadîr-i Zülkemal’in huzuruna girip, hacatını arzedebilir. Ve rahmetini bulup, kudretine istinad ederek, kemal-i ferah ve süruru kazanabilir. M: 224 Kâinatın ruhu, nuru, mayesi, esası, neticesi, hülâsası hayattır. M: 238 Hayvan ise niçin insan olmadım diye şikayet edemez, belki hayat ve vücud ile beraber kıymetdar bir ruh cevheri ona verildiği için, onun üstündeki hakkı, şükrandır. M: 285 (Vâcib-ül Vücud’u tanımakla) kâinat, envâr-ı vücud içinde olarak melaike ve ruhaniyat ve zîşuurlar ile dolu görünür. M: 289 Dua bir sırr-ı azîm-i ubudiyettir. Belki ubudiyetin ruhu hükmündedir. M: 299 (Dua) ubudiyetin ruhu hükmündedir. M: 299 Dua, ubudiyetin ruhudur ve hâlis bir imanın neticesidir. M: 302 Dua, ubudiyetin ruhudur. M: 302 İlim ile gelen mesail-i imaniye dahi, akıl midesine girdikten sonra, derecata göre ruh, kalb, sırr, nefis ve hâkeza letaif kendine göre birer hisse alır, masseder. M: 331 Azrail Aleyhisselâm, herkesin ruhunu kabzeder. Bir iş bir işe mani olmaz, çünki nuranîdir. M: 351 Melaike gibi ruhanîlerin dahi, âlem-i misalin ayrı ayrı âyinelerinde misalleri onların aynılarıdır, hâssalarını gösterirler. M: 352 (Melaike gibi ruhanîler) âyinelerin kabiliyetine göre temessül ediyorlar. M: 352 Ruh / 216 Hususan şaban ve ramazanda, akıldan ziyade kalb hissedardır, ruh hareket eder. M: 388 (İnsanın nefsi, yemek içmek hususunda keyfemayeşa hareket ettikçe), daha kalbe ve ruha itaat etmek, o nefse güç gelir. M: 403 Kalb ve ruh, akıl, sır gibi letaifin o mübarek ayda oruç vasıtasıyla çok terakkiyat ve tefeyyüzleri vardır. M: 404 (Çocuklar), merhametkâr, kudretli bir Hâlıkı bilmekle ruhları inbisat edebilir, istidadları mes’udane inkişaf edebilir. M: 421 (Din-i İsevî’de) hayat-ı içtimaiyeye ve füruat-ı şer’iyeye dair ekser ahkâmlar, Havariyyun ve sair rüesa-yı ruhaniye tarafından teşkil edildi. M: 435 “Tasavvuf”, “tarîkat”, “velayet”, “seyr ü sülûk” namları altında şirin, nuranî, neş’eli, ruhanî bir hakikat-ı kudsiye vardır. M: 443 Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye olarak, Mi’rac-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî(dir). M: 443 (Tarîkat); Mi’rac-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî(dir). M: 443 Tarîkatın gaye-i maksadı, marifet ve inkişaf-ı hakaik-i imaniye(dir). M: 443 (“Tasavvuf”, “tarîkat”, “velayet”, “seyr ü sülûk” namları) Mi’rac-ı Ahmedî’nin (A.S.M.) gölgesinde ve sayesi altında kalb ayağıyla bir seyr ü sülûk-u ruhanî(dir). M: 443 Seyr ü sülûk-u kalbînin ve hareket-i ruhaniyenin miftahları ve vesileleri, zikr-i İlahî ve tefekkürdür. M: 444 Risaletin tebliğ ettiği hakaik-i imaniyeyi, velayet bir nevi şuhud-u kalbî ve zevk-i ruhanî ile aynelyakîn derecesinde görür, tasdik eder. M: 444 Tarîkatın dinî ve uhrevî ve ruhanî çok mühim ve ulvî neticeleri (vardır). M: 445 Mi’rac dahi âlem-i melekûttaki melaike ve ruhaniyata karşı bir mu’cize-i kübra-yı Ahmediyedir. M: 469 Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, bir namus-u zîşuurdur. M: 470 Ruh / 217 Ffıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücudu hissî giydirmiştir. M: 470 Mevcud ruh, makul kanunun kardeşidir. M: 470 Nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. M: 470 Ruh, vücudu çıkarsa, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu. M: 470 Bir ruh-u nuranînin kendi âyinelerinde olan timsalleri, birer hayy-ı murtabıttır; aynı olmasa da, gayrı da değildir. M: 471 Heva yerine hüdadır ki; şe’ni, insaniyeten terakki ve ruhen tekâmüldür. M: 474 Ye’s, dalâlet-i fikrin; zulmet-i kalb, ruh sıkıntısının menba’ıdır. M: 477 Zulmet-i kalb, ruh sıkıntısının menba’ıdır. M: 477 Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin rolü ehemmiyetlidir. M: 478 Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir. M: 478 Eyüb Aleyhisselâm’ın zahirî yara hastalıklarının mukabili, bizim bâtınî ve ruhî ve kalbî hastalıklarımız vardır. L: 8 İşlediğimiz herbir günah, kafamıza giren herbir şübhe, kalb ve ruhumuza yaralar açar. L: 8 Ruhun hazır günden seneler evvel ve seneler sonraki bir daire-i azîme, daire-i hayatına ve vücuduna dâhildir. L: 16 Mü’minin imanı, mü’minin ruhunda bir cennet-i maneviye hükmüne geçiyor. L: 48 Esma-i cemaliye ve kemaliye ise, melaike ve ruhanî ve cinn ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü edebleriyle göstermek isterler. L: 54 Mesail-i şeriatla sünnet-i seniye düsturları, emraz-ı ruhaniyede ve akliyede ve kalbiyede, hususan emraz-ı içtimaiyede gayet nâfi’ birer devadır. L: 55 Ruh / 218 (Melaike ve ruhanîlere) en kesif ve en sert tabaka, onlara nisbeten, balığa nisbeten deniz ve kuşa nisbeten hava gibidir. L: 65 Zîşuur ruhanîler nurdan oldukları için, nâr onlara nur gibi olur. L: 66 Delil-i kat’î ile ruhanî ve meleklerin vücudunu isbat eden umum o deliller, şeytanların dahi vücudunu isbat ederler. L: 82 Acaba zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu cehennemde azab çeken bir insana mes’ud denilebilir mi? L: 115 Kur’an, kendi şakirdlerinin ruhuna bir inbisat ve ulviyet verir. L: 119 (Marifetullahın şahidleri, bürhanlarına) karşı sen yüzün, ağzın, ruhunla o rahmet nesimine karşı teveccüh et, kendini mukabil tut, tenkid elini uzatma, tutamazsın. L: 128 (Marifetullahın şahidleri, bürhanlarını) ruhunla teneffüs et. L: 128 (Marifetullahın şahidleri, bürhanlarına) kalbinin gözüyle, ruhunun nazarıyla kendini ona mukabil tut ve gözünü ona tevcih et, bekle; belki kendi kendine gelir. L: 128 Mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. L: 135 Mürşidin ruhu ve kalbi bir âyinedir. Cenab-ı Hak’tan gelen feyze ma’kes olur, müridine aksedilmesine de vesile olur. L: 135 (Bazan) safvet-i ihlasıyla ve kuvvet-i irtibatıyla ve ona hasr-ı nazar ile o mürid başka yolda aldığı füyuzatı, üstadının mir’at-ı ruhundan gelmiş görüyor. L: 135 Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. Tevehhüm ettiğin geniş dünyadan daha geniş bir daire-i hayat, bir âlem-i nur bulursun. L: 137 Hayvaniyetten çık, cismaniyeti bırak, kalb ve ruhun derece-i hayatına gir. L: 137 (Kuvve-i zaika), ehl-i gaflet ve ruhen terakki etmeyen ve şükür mesleğinde ileri gitmeyen insanlar için bir kapıcı hükmündedir. L: 140 Kuvve-i zaika, yalnız maddî cesede bakmıyor. Belki kalbe, ruha, akla dahi baktığı cihetle midenin fevkınde hükmü var, makamı var. L: 140 (İnsan ne vakit) ruhu cesedine, kalbi nefsine, aklı midesine hâkim olsa ve lezzeti şükür için istese, o vakit leziz şeyleri yiyebilir… L: 141 Ruh / 219 (Ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat), hristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza’ etme(meli). L: 151 (Ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat, hristiyanların hakikî dindar ruhanîleri ile) müşterek düşmanları olan mütecaviz dinsizlere karşı ittifaka muhtaçtırlar. L: 151 Cenab-ı Hakk’ın zîşuur mahlukları ve ruhanîleri ve melaikeleri kâinatı doldurmuş, her tarafı şenlendirmişler. L: 152 Eğer ihlas ile, niyet-i sadıka ile o havadaki kelimeler hayatlansalar, lezzetli birer meyve gibi ruhanîlerin kulaklarına girer. L: 152 Ehl-i dünya ise, bütün hissiyatıyla ve ruh u kalbiyle şiddetli bir surette hayat-ı dünyeviyeye ait mes’elelere sarılır. L: 155 A’mal-i sâlihanın ruhu, esası ihlas(tır). L: 157 İnsanın bir eli diğer eline rekabet etmez, bir gözü bir gözünü tenkid etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. L: 160 (İnsanın) dili kulağına itiraz etmez, kalb ruhun ayıbını görmez.. L: 160 (Nefs-i emmareye bir makam vermek), en mühim bir maraz-ı ruhî olduğu gibi “şirk-i hafî” tabir edilen riyakârlığa, hodfüruşluğa kapı açar, ihlası zedeler. L: 165 Herkeste nefs-i emmare bulunur. Bazı da hissiyat-ı nefsiye damarlara ilişir. Bir derece hükmünü; kalb, akıl ve ruhun rağmına olarak icra eder. L: 166 Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle, aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir. L: 171 O elemler, o musibetler zevaliyle, ruhta bir lezzet irsiyet bırakmış ki, düşünmekle deşilse, ruhtan bir lezzet akıyor, şükürler takattur ediyor. L: 208 Sana “vâ-esefâ, vâ-hasretâ” dedirten, eski zamanda geçirdiğin lezzetli ve safalı o hallerdir ki; zevalleriyle, senin ruhunda daimî bir elem irsiyet bırakı(r). L: 208 (Günahlar), hayat-ı dünyevîde dahi kalb, vicdan, ruh için manevî hastalıklardır. L: 209 (Mâsum çocukların hastalıkları), çocuğun hayat-ı dünyeviyesine ait çok hikmetlerle beraber ve hayat-ı ruhiyesine ve tasaffi-i hayatına medar(dır). L: 219 Ruh / 220 (Zât-ı Ahmediye Aleyhissalâtü Vesselâm), bin üçyüz elli senede, her sene üçyüz elli milyon insanların sultanı ve onların ruhlarının mürebbisi ve akıllarının muallimi ve kalblerinin mahbubu(dur). L: 224 (İman), cüz’-i ihtiyarînin dizginini cismin elinden alıp, kalbe ve ruha teslim eder. L: 230 Ruh ve kalbin daire-i hayatı ise, cisim gibi hazır zamana münhasır olma(z). L: 230 Eğer dostlardan müfarakat olmasaydı, ölüm ruhlarımıza yol bulamazdı ki gelsin alsın. L: 248 Hayatın süzülmüş en safi hülâsası olan şuur ve akıl ve en latif ve sabit cevheri olan ruh, bu Küre-i Arz’da gayet kesretli bir surette halkolunuyorlar. L: 335 Risalet-i Muhammediye (A.S.M.) ve vahy-i Kur’anî, hayatın ruhu ve aklı hükmünde olduğundan, bu hayatın vücudu gibi, hakkaniyetleri kat’îdir denilebilir. L: 336 Ruh dahi, hayatın hâlis ve safi bir cevheri ve sabit ve müstakil zâtıdır. L: 336 Vahy-i Kur’an dahi, hayatdar hakaikının şehadetiyle hayat-ı kâinatın ruhudur ve şuur-u kâinatın aklıdır. L: 336 Maddî ve manevî hayat-ı Muhammediye (A.S.M.) dahi, hayat ve ruh-u kâinattan süzülmüş hülâsat-ül hülâsadır.. L: 336 İnsanın ruhu âlem-i ervahtan ve hâfızaları Levh-i Mahfuz’dan ve kuvve-i hayaliyeleri âlem-i misalden.. ve hâkeza herbir cihazı bir âlemden haber veriyorlar. Ve onların vücudlarına kat’î şehadet ederler. L: 355 Hayatın en müntehab hülâsası ruhtur.. Ş: 54 (Hayvanların ruhları bâki kalacağını) hikmet ve hakikat, hem rahmet ve rububiyet öyle iktiza ediyorlar. Ş: 55 Hayat, Zât-ı Bâki-i Hayy-u Kayyum’a baktıkça ve iman dahi hayata hayat ve ruh oldukça, hem beka bulur, hem bâki meyveler verir. Ş: 73 Cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır ve lafız manaya bakar, ona göre nurlanır ve suret hakikata istinad eder, ondan kıymet alır. Ş: 76 Cesed ruha dayanır, ayakta durur, hayatlanır. Ş: 76 Ruh / 221 Kalb, ruh vesair zahirî ve bâtınî duyguların istihsan ettikleri ve güzel hissettikleri güzellikler, onların ihtilafı gibi muhteliftir. Ş: 77 Kıyamet kopmasının dehşetini görmemek için, mü’minlerin ruhları bir parça evvel kabzedilir. Ş: 584 (İslâmiyet; her asırda üçyüz milyon insanın) nefislerinin mürebbisi ve müzekkisi ve ruhlarının medar-ı inkişafı ve maden-i terakkiyatı olması cihetiyle misli olamaz ve olamamış. Ş: 128 (Kur’an), insanların hem nefislerinde, hem kalblerinde, hem ruhlarında, hem akıllarında, hem hayat-ı şahsiyelerinde, hem hayat-ı içtimaiyelerinde, hem hayat-ı siyasiyelerinde (bir inkılab yapmış ve idame etmiş ve idare etmiş). Ş: 134 (Kur’an) ruhlara inkişaf ve terakki ve akıllara istikamet ve nur ve hayata hayat ve saadet veriyor. Ş: 134 Kalb ve ruh ve akıl ve göz ve kulak ve ağız gibi insanın latifeleri ve duyguları dahi Rezzak-ı Rahîm’den rızıklarını isterler ve müteşekkirane alırlar. Ş: 174 Melaike ve ruhların ve ruhaniyatın vücud ve ubudiyetlerine şehadet eden deliller, dolayısıyla âhiretin vücuduna dahi delalet ederler. Ş: 221 Vâlide ruhunu feda ettiği evlâdını daima tehlikelere maruz gördükçe titrer. Ş: 226 Maneviyat ve ruhaniyat âlemlerinin en mütenevvi çekirdekleri yine cismaniyettedir. Ş: 227 İnsanın en kıymetli ve üstünde titrediği malı, onun ruhudur. Ş: 257 Şimdi küre-i arzda Risale-i Nur şakirdlerinden -kalben ve ruhen ve fikren- daha az sıkıntı çeken yoktur. Ş: 295 (Risale-i Nur şakirdlerinin) kalb ve ruh ve akılları iman-ı tahkikî nurlarıyla sıkıntı çekmezler. Ş: 295 İmanî hizmetinizde kazandığınız ebedî sevablar ve ruhî ve kalbî faziletler ve sevinçler, şimdiki geçici ve muvakkat gamları ve sıkıntıları hiçe indirir kanaatındayım. Ş: 296 Bu derece zarurete giren sıkıntılı hayatımız; yarasıyla kalb ve ruhumuzu kendiyle meşgul eder. Ş: 301 Ruh / 222 Şimdi zemin yüzünde ekser beşer; maddî ve manevî kalben, ruhen, fikren musibetlerle giriftardır. Ş: 313 İslâmiyet her zamanda üçyüzelli milyon insanın ruhlarına, nefislerine, akıllarına terbiyekârane ders vermesi ve manevî terakkiyata sevketmesi, emsalsiz bir halettir. Ş: 622 (İman sayesinde) mazi, müstakbel zamanları, insanın ruhuna, kalbine bir zaman-ı hal hükmünde olur. Ş: 756 (Ey insan! Senin) ruhuna, vicdanına nokta-i istimdad ise ancak âhirete olan imandır. Ş: 756 (Allah ve âhiretten) haberi olmayan bir insanın kalbi, ruhu tevahhuş eder; vicdanı daima muazzeb olur. Ş: 756 Ruh-u beşeri en ziyade sıkan, ayrılmalardan neş’et eden elemlerdir. Ş: 757 kudret-i ezeliyenin taalluk ve tesirini celbeder. Ve o taalluk, abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. İş: 15 ( ), abdin kesbine ve işine yardım edici bir ruh gibi olur. İş: 15 İnsan ruhuyla, cismiyle âlem-i şehadet ve âlem-i gayba bir hülâsa olur. İş: 17 Kalb ve ruhların gıdası olan ahkâm-ı diniyenin füruatı da, ömr-ü beşerin devreleri itibariyle tebeddüle uğrar. İş: 26 Dalâlet, nefisleri tenfir ve ruhları inciten bir elem(dir). İş: 27 Kur’anın âyetlerinde de öyle bir kısım vardır ki, o kuvvetin ruhu hükmünde olup tekerrür ettikçe daha ziyade parlar, hak ve hakikat nurlarını saçar. İş: 30 Her ruhu celb ve cezbetmek namazın şe’nindendir. İş: 43 İnsandaki o nur-u fikir, emellerine, ruhuna öyle bir inkişaf, öyle bir inbisat vermiştir ki, bütün zamanları yutsa doymaz. İş: 55 Cenab-ı hak tarafından mükerrem kılınan insanın cevher-i ruhunda ekilen ve rakamlara sığmayan istidadlar var. İş: 55 (Saadet-i ebediye) bütün nimetlerin, rahatların, lezzetlerin ruhu(dur). İş: 55 Ruh / 223 Hidayet haddizâtında büyük bir nimettir ve vicdanî bir lezzettir, belki ruhun cennetidir. İş: 60 Dalâlet, ruhun cehennemidir. İş: 60 Kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. İş: 80 Kâfirin cevher-i ruhu bozulmuştur. Bu itibarla o bozulmuş olan kalbin gayr-ı mütenahî bir cinayete istidadı vardır. İş: 80 İnsan cismen küçük, zaîf ve âciz olmakla beraber, hayvanattan addedildiği halde, pek yüksek bir ruhu taşıyor ve pek büyük bir istidada mâliktir. İş: 85 İnsanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir. İş: 85 İnsanın o yüksek ruhunu inbisat ettiren, ibadettir; istidadlarını inkişaf ettiren, ibadettir. İş: 85 İbadetin ruhu, ihlastır. İhlas ise, yapılan ibadetin yalnız emredildiği için yapılmasıdır. İş: 85 İbadetin ruhu, ihlastır. İş: 85 Zahire bakılırsa insan bir zerre hükmündedir. Fakat insanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidadlara nazaran bu âlem-i şehadet dardır. İş: 101 İnsanın taşıdığı ruha, kafasına taktığı akla, kalbinde beslediği istidadlara nazaran bu âlem-i şehadet dardır. İş: 101 Yeni teşekkül eden bir devletin, bir milletin ruhuna kadar nüfuz eden eski bir devlete galebe etmesi yine tedricîdir, zamana mütevakkıftır. İş: 109 Kahr u cebr ile zahirî bir hâkimiyet, sathî bir tahakküm, kısa bir zamanda ibka edilebilir. Fakat bütün kalblere, fikirlere, ruhlara icra-yı tesir ederek, zahiren ve bâtınen beğendir(emez). İş: 109 (O zât -A.S.M.-) büyük bir işe teşebbüs etti. Bütün efkâr-ı âmmeye galebe çaldı, bütün ruhlara kendisini sevdirdi, bütün tabiatların üstüne çıktı. İş: 111 (Cenab-ı Hak), ruh-u beşerde vedîa olarak ekilen gayr-ı mütenahî tohumları sulamak ve neşv ü nemalandırmak için de beşeri teklif ile mükellef kılmıştır. İş: 164 Ruh / 224 Nev’-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki; ruhun manen terakkisini, vicdanın tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkîh eden yani aşılayan, şeriatlardır. İş: 164 İfrat ve tefrit hayat-ı nefsiye ve ruhiyenin maraz ve hastalığını intac eden esbabdandır. İş: 165 (Cenab-ı Hak) ruh-u beşerde pek çok istidad ve kabiliyetlerin tohumlarını ekmiştir. Fakat o istidadların terbiyesini ve neticesini cüz’-i ihtiyarînin eline vermiştir. İş: 173 Mevt, ancak ruhun cesed kafesinden çıkmasıyla tebdil-i mekân etmesinden ibarettir. İş: 179 Nev’-i beşerde mevcud emarat ve işarat-ı kesîreden kat’iyyetle anlaşılır ki, insan öldükten sonra birşeyi bâki kalır; o şeyi de, ancak ruhtur. İş: 179 Ruhun bekası, hâsse-i zâtiyedir. İş: 179 Ruh, cesed kafesinden çıkarsa necat bulur. İş: 180 Mevt, tabiî bir netice değildir; ancak cesedin inhilaliyle dağılmasından ibarettir, yoksa ruhun fenasıyla değildir. İş: 183 Mevt ile cesed dağılır, ruh bâki kalır. İş: 183 (O zât -A.S.M.-), kalblere mahbub, akıllara muallim ve tenvir edici ve nefislere mürebbi ve ruhlara sultan olmuş ve olmaktadır. Ms: 26 İnkârdan neş’et eden dalâletlerden hasıl olan ızdırabat, bütün akılları, ruhları Vâcib-ül Vücud’a firar ve iltica etmeye mecbur eder. Ms: 58 Mü’minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur. En büyük bir düşmanıyla bir nevi kardeşliği vardır. Ms: 69 Mü’minin ruhunda adavet, kin, vahşet yoktur. Ms: 69 Kâfirin ruhunda hırs, adavet olduğu gibi nefsini iltizam ve nefsine itimadı vardır. Bu sırra binaendir ki, dünya hayatında bazan galebe kâfirlerde olur. Ms: 69 Küfür ise ruhu, kalbi söndürür, zulmetler içinde bırakır. Ms: 69 Kalb ile ruhun hastalığı nisbetinde felsefe ilimlerine meyil ve muhabbet ziyade olur. Ms: 69 Ruh / 225 (Kalb ile ruhun) marazı da, ulûm-u akliyeye tevaggul etmek nisbetindedir. Ms: 69 Niyet, ölü ve meyyit olan haletleri ihya eden ve canlı, hayatlı ibadetlere çeviren bir ruhtur. Ms: 70 Niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlastır. Öyle ise necat, halas ancak ihlas iledir. Ms: 70 Niyet, bir ruhtur. O ruhun ruhu da ihlastır. Ms: 70 Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir. Ms: 101 Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî daha metindir ve tenfiz-i ahkâm-ı şer’iyeye daha ziyade muktedirdir. Ms: 101 Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Eğer fena olsa, pek çok fena olur. Ms: 102 Cemaatın ruhu olan şahs-ı manevî eğer müstakim olsa, ziyade parlak ve kâmil olur. Ms: 102 Dünya mücessem bir zîhayat farzedilirse, o Nur(-u Muhammedî) onun ruhu olur. Ms: 116 Kur’an kalblere kut ve gıdadır. ruhlara şifadır. Gıdanın tekrarı kut’u artırır. Ms: 127 Kur’an kalblere kut ve gıdadır. ruhlara şifadır. Ms: 127 İnsan hayat-ı ruhiyesi cihetiyle Kur’anda zikredilen bütün nevilere muhtaçtır. Ms: 127 “Bismillah”, hava-i nesîmî gibi kalbi ve ruhu tatmin ettiğinden kesret-i ihtiyaca binaen Kur’anda çok tekrar edilmiştir. Ms: 127 İnsanın kuvve-i ruhiyesi tahdid edilmemiştir. Ms: 128 Allah melce ve mencedir. Kâinattan küsmüş, dünya zînetinden iğrenmiş, vücudundan bıkmış ruhlara melce ve mence O’dur. Ms: 130 Bu kesif âlemde ruhanîleri deverandan, cinnîleri cevelandan, şeytanları cereyandan, melekleri seyerandan men’edecek bir mani yoktur. Ms: 138 İnsanın ruhu, ebna-yı cinsiyle alâkadardır. Ms: 148 Ruh / 226 İnsan bu âlemden daha latif bir âlemde ruhen yaratılmış da, teçhizat almak üzere muvakkaten bu âleme gönderilmiş(tir). Ms: 186 Cesed ölüp dağılırsa da ruh bâki kalır. Ms: 193 Ruh zâten zaman ile mukayyed değildir. Ms: 198 Ruhu cismaniyetine galib olan evliyanın işleri, fiilleri sür’at-ı ruh mizanıyla cereyan eder. Ms: 198 Hal ile mazi arasında öyle ince bir perde vardır ki, ruhun mazi cihetine geçmesine mani değildir. Cesede nisbeten bitmez bir mesafedir. Ms: 198 Arza gelen ziya, hararet, bereket vesaire, semavattan geliyor. Arzdan da semaya dualar, ibadetler, ruhlar gidiyor. Ms: 204 İnsanın seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. Bir tabakada, insanlara huzur u tevhid pek sühuletle nasîb ü müyesser olur. Ms: 210 İnsanın seyr-i ruhanîsinde çok tabakalar vardır. Ms: 210 Misal, âlem-i cismanî ile âlem-i ruhanî arasında bir köprüdür. Ms: 225 Göz ise, kalb ve ruhun gördüklerini göremez. Ms: 239 (Hakikat-ı Muhammediye), İslâmiyet cihetiyle vahye istinad eden bütün edyan-ı semaviyenin ruhunu ve tasdiklerini taşıyor. Ms: 246 Hayat ve ruh ve nur ve vücud, iki vecihleri şeffaf ve güzel olduğundan mülken ve melekûten vasıtasız dest-i kudretten çıkıyorlar. Ms: 254 Hilkatin safveti ve en mükerremi olan ruh-u beşer, o iki nokta olmazsa en süfli, en berbad bir mahluk olur. Ms: 254 Daire-i esbabı yırtıp çıkmayan ve tesirinden kurtulmayan bir ruh, vahdet-ül vücuddan dem vursa, haddini tecavüz eder. Ms: 256 (Ruh) cihat-ı sitte ile mukayyed olma(z). BL: 250 Ruhun mahiyeti; zîhayat bir kanun-u emr, zîşuur bir âyine-i İsm-i Hayy, zîcevher bir cilve-i Hayat-ı Sermedî(dir). BL: 258 Cesed ruha dayanır, ayakta kalır. ruh ise, bizâtihî kaimdir. BL: 258 Ruh / 227 Cesed ruha dayanır, ayakta kalır. BL: 258 Cesed ruha dayanır, ayakta kalır. ruh ise, bizâtihî kaimdir. Cesed harab olursa daha ziyade serbest olur, melek gibi göğe uçar. BL: 258 Ruhsuz felsefe ekseriya (kâinata) mana-yı ismiyle bakıyor, tabiat bataklığına saplanıyor. BL: 348 Teellümat-ı ruhaniye ise; sabra, mücahedeye alıştırmak için Rabbanî bir kamçıdır. KL: 8 (Risalet-ün Nur), belki akıl ve kalbin ittihad ve imtizacı ve ruh vesair letaifin teavünü ayağıyla hareket ederek evc-i a’lâya uçar. KL: 12 İman-ı tahkikî ise yalnız akılda durmuyor. Belki hem kalbe, hem ruha, hem sırra, hem öyle letaife sirayet ediyor, kökleşiyor ki, şeytanın eli o yerlere yetişemiyor. KL: 18 Elması bildiği -âhiret ve iman gibi- halde, yalnız zaruret-i kat’iyye suretinde şişeyi dünya ve mal gibi- ona tercih etmek ruhsat-ı şer’iye var. KL: 25 Ehl-i imana hücum eden ehl-i dalâlet, -bu asır cemaat zamanı olduğu cihetiylecem’iyet ve komitecilik mayesiyle bir şahs-ı manevî ve bir ruh-u habis olmuş. KL: 55 Bu kâinatta, vahdaniyet-i İlahiyeyi cinn ve ins ve ruhaniyata karşı kat’î bir surette gösterip isbat eden birinci, Kur’an-ı Azîmüşşan(dır). KL: 70 (Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin ve Rahmeten-lil-âlemîn Zât’ın (A.S.M.) mertebe-i şefkatinden) aşsa ve taşsa o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir; belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sekam-ı kalbîdir. KL: 75 Bu zamanda siyaset, kalbleri ifsad eder ve asabî ruhları azab içinde bırakır. KL: 123 Selâmet-i kalb ve istirahat-ı ruh isteyen adam, siyaseti bırakmalı. KL: 123 Şimdi küre-i arzda herkes ya kalben, ya ruhen, ya aklen, ya bedenen gelen musibetten hissedardır, azab çekiyor, perişandır. KL: 123 Bir çocuk küçüklüğünde kuvvetli bir ders-i imanî alamazsa, sonra pek zor ve müşkil bir tarzda İslâmiyet ve imanın erkânlarını ruhuna alabilir. Em: 41 Şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle belki hristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek ve medar-ı ihtilaf mes’eleleri nazara almamak, niza’ etmemek gerektir. Em: 206 Ruh / 228 Şimdi ehl-i iman, değil müslüman kardeşleriyle belki hristiyanın dindar ruhanîleriyle ittifak etmek (gerektir). Em: 206 Hastalığa ehemmiyet verdikçe, hiss-i nefs-i cisim galebe eder; zarurettir, mecburiyet var der, ruh ve kalbi susturur. Em: 244 Şeriatın bir mes’elesine bin ruhum olsa feda ederim. Em: 245 (Kadınların) hattâ en korkağı da kahramancasına ruhunu yavrusuna feda eder. Emi: 48 (Her insan), hususî dünyasının zeval ve firak ve âhirde tamamen mahvolmasını düşünmesi, manevî bir cehennem gibi ruhunu ve vicdanını yandırıyor. Emi: 120 Şeriatın bir tek mes’elesine ruhumu feda etmeye hazırım. Emi: 130 (Bir müslüman dinini bıraksa), anarşist olur; ruhunda kemalâta medar hiçbir halet kalmaz. Emi: 244 Kadınlar şefkat kahramanı bulunmasından, hattâ en korkağı da kahramancasına ruhunu yavrusuna feda eder. Hr: 18 “Ruhbaniyet İslâmiyette yoktur.” manası, ruhbanîler gibi tecerrüd merduddur, hakikatsızdır, haramdır demek değildir. Hr: 27 Nasara’yı ve emsalini havalandırarak dalâlet derelerine atan, yalnız aklı azl ve bürhanı tard ve ruhbanı taklid etmektir. Mh: 39 (Biz Kur’an şakirdleri olan Müslümanlar), başka dinlerin bazı efradları gibi ruhbanları taklid için bürhanı bırakmıyoruz. Hş: 27 Hakikî milliyetimizin esası, ruhu ise İslâmiyet’tir. Hş: 54 Din, milliyetin hayatı ve ruhudur. Hş: 64 Temayülat, ruhun ihtisasatından ve ihtiyacatından gelir. Hş: 77 Mi’rac dahi âlem-i melekûttaki melaike ve ruhaniyata karşı bir mu’cize-i kübra-yı Ahmediyedir. Hş: 112 Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir, bir namus-u zîşuurdur. Hş: 113 Ruh, bir kanun-u zîvücud-u haricîdir. Hş: 113 Sabit ve daim fıtrî kanunlar gibi, ruh dahi âlem-i emirden, sıfat-ı iradeden gelmiş, kudret ona vücud-u hissî giydirmiştir. Hş: 113 Mevcud ruh, makul kanunun kardeşidir. Hş: 113 Ruh / 229 Nevilerdeki kanunlara kudret-i ezeliye bir vücud-u haricî giydirseydi, ruh olurdu. Hş: 113 Eğer ruh, vücudu çıkarsa, şuuru başından indirse, yine lâyemut bir kanun olurdu. Hş: 113 Ye’s, dalâlet-i fikrin; zulmet-i kalb, ruh sıkıntısının menba’ıdır. Hş: 129 Beşerin şimdiki seyyiat-âlûd hırçın ruhunda, mütebessim küçük cenazeler olan suretlerin rolü ehemmiyetlidir. Hş: 130 Lâübaliler ruhsatlarla okşanılmaz; azimetlerle, şiddetle ikaz edilir. Hş: 130 Vicdanın anasır-ı erbaası ve ruhun dört havassı olan irade, zihin, his, latife-i Rabbaniye, herbirinin bir gayat-ül gayatı var. Hş: 136 Tahrif sebebiyle şimdiki Hristiyanlık esbab ve vesaiti müessir bilir, mana-yı ismî nazarıyla bakar. Akide-i velediyet ve fikr-i ruhbaniyet öyle ister, öyle sevk eder. Hş: 138 İcra-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Yoksa yalnız vehim müteessir olur. Hş: 145 İcra-yı adalet, din namına olmalı, tâ akıl ve kalb ve ruh müteessir olsunlar, imtisal etsinler. Hş: 145 Ruhları ağlamak istedi, biri bahane oldu ağladılar. Mün: 10 Milliyetimiz bir vücuddur; ruhu İslâmiyet, aklı Kur’an ve imandır. Mün: 60 Her şeyin en iyi cihetini nazara almak maslahat iken; (cerbeze), en fena ciheti nazara alıp mütemadiyen milleti ye’se sevk ederek, ruh-u cemaatı öldürüyor. STİ: 87 Bir adam binler âyine ortasında dursa, herbir âyinede aynı şahıs bulunur; fakat ruhsuz, hissiz, fikirsiz birer şahıstır. STİ: 101 Ruh, en münevver bir nurdur. STİ: 101 Şeriatın bir hakikatına, bin ruhum olsa feda etmeğe hazırım! Zira şeriat, sebeb-i saadet ve adalet-i mahz ve fazilettir. DH: 10 Dünyanın ruhanî lezzeti olan hüzn-ü masumane ve mazlumaneden, zayıfa şefkat ve gadre şiddet-i nefret dersini aldım. DH: 46 Ruh mahiyeti itibariyle bir kanun-u emrîdir. OL: 120 (Ruh), vücud-u haricî giydirilmiş bir namus-u zîhayattır. OL: 120 Ruh / 230 (Ruh), vücud-u haricî sahibi bir kanundur. OL: 120 Ruh mahiyeti itibariyle bir kanun-u emrîdir. Fakat vücud-u haricî giydirilmiş bir namusu zîhayattır ve vücud-u haricî sahibi bir kanundur. OL: 120 (Kur'an), âlem-i gayb hesabına âlem-i şehadete müteveccih olup cin, ins, ruh, melekle konuş(ur). OL: 663 Ecsam-ı sakile ihtiyarsız, ruhsuz olduğu için, kendi yukarıya çıkamaz; yukarıdan kendi kendine aşağı düşebilir. OL: 668 Kalbin iç yüzü de nifak ile hastalandığı zaman ef’al-i ruhiye tamamen istikamet üzerine hareket edemez. Oİş: 4 Cenab-ı Hakk re’s-ül mal olarak size uzun bir ömür vermiştir. Ve ruhlarınızda da kemalât istidadını bırakmıştır. Oİş: 10 (Münafıklar) ruhsuz bir cesed, içsiz bir kabuk hükmünde(dir). Oİş: 13 İcra-i adalet din namına olmalı, tâ akıl ve kalb, vicdanı ruh ile de beraber müteessir olsunlar. İmtisal de etsinler. Ab: 620 Adalet-i halise İslamiyet’ten çıkar. ruha hayat veriyor. Ab: 623 Cisme hayat verdim diye vicdan ruh öldürülmez. Ab: 628 Milliyetimizin ruhu İslâmiyettir. Ab: 408 Zaman-ı meşrutiyetin zenbereği, ruhu, kuvveti, hakimi, ağası haktır, akıldır, marifettir, kanundur, efkâr-ı ammedir. Ab: 413 Ruh-u meşrutiyet şeriattandır. Hayatı da ondandır. Ab: 417 Dünyada en acîb, en garibi, ruhunu iftiharla selâmet-i millete feda edenlerden bazan garazında menfaat-i cüz’iye-i gururiyesinde buhleder, vermiyor. Ab: 418 Madde inceleştikçe, bizden uzaklaşınca, ruh âlemine, hayat âlemine yaklaşıyor gibi hararet-i ruh, nur-u hayat daha şiddetle tecelli ediyor. Ab: 23 (Kudret-i ezeliye) elbette nur gibi, esir gibi ruha yakın sair seyyalat-ı latife maddelerini ihmal etmez, meyyit bırakmaz. Ab: 25