"”The Youth Magazine of Ideas and Research" "Gençlik, Fikir ve

Transkript

"”The Youth Magazine of Ideas and Research" "Gençlik, Fikir ve
"”The Youth
Magazine
of Ideas
and Research"
"Gençlik,
Fikir
ve Araştırma
Dergisi"
YIL:1 - SAYI:1
KIŞ 2013
"UãYàLãDAãMUTLUãYOLCULUKLARãDILERIZ
Biz, tüm insanlığın ortak gayesi olan dünya barışının temin edilmesine katkı sağlamak
isteyen, insanlığa din, dil, ırk ve cinsiyet farkı gözetmeksizin faydalı olmayı hedeflemiş gençlerin başlattığı bir oluşumuz.
Amacımız, dünyanın neresinde olursa olsun herkesi ve her kesimi ortak noktalarımızı
göstererek barış içinde yaşamaya teşvik etmek, ‘farklılıklara tahammül eden toplum’ların
ötesinde, ‘farklılıklardan zevk alan ve kucaklaşan toplum’ların oluşumuna katkı sağlamaktır.
Bizim gücümüz insanları kucaklayan, kimseyi kimseden üstün tutmayan küresel vicdanımızın
sesinden gelmektedir. Bu dil dünya barışı için mücadele etmiş Martin Luther King, Mahatma
Gandhi, Mevlana Celaleddin Rumi ve daha birçok dünya barış elçisinin dilidir.
Gençliğin yoğun bir şekilde öfke ve şiddeti kendini anlatma aracı olarak kullandığı önceki
nesilden farklı bir şekilde ‘21. Yüzyılın gençleri’ olarak, demokratik yollarla yapıcı faaliyetler
ve söylemlerimizle ‘gençliğin barış için duyulması gereken sesi’ olmak istiyoruz. Amatör ruhumuz ve barış için tükenmeyen enerjimizle sadece şikâyet ederek değil alternatifler oluşturan yapıcı projelerimiz ve aktivitelerimizle barışa katkı sağlamayı kendimize hedef tayin
ediyoruz. Biz, gençliğin barış için çıkan güçlü ve değerli sesinin meydanlara ve sloganlara
sığmadığını göstermek istiyoruz.
Dünyadaki hiçbir insanın temel hak ve özgürlüklerinin engellenmesini kabul etmiyoruz.
Biz masum insanları katillere, zalimlere dönüştüren bütün zihniyetlere din, ırk, milliyet gözetmeksizin karşı çıkıyoruz. Buna sebep olan bütün fikirlerin ve yapıların da karşısında duracağımızı beyan ediyoruz.
Genç Barış İnisiyatifi olarak biliyoruz ki; evrensel barışı aramak, ölümsüzlük arzusu gibi,
tatmin edilmesi güç bir arzudur; fakat tarih bize şunu göstermektedir ki, yine bu arzu insanlığın ilerlemesini sağlayan en önemli unsurlardandır. Bu açıdan, evrensel barışı arama yolunda
edinilen her kazanımın insanlığın ortak hanesine bir artı olarak geçeceğine inanıyoruz.
Bu inisiyatife katılabilmenin şartı, insanlara, onların görüşlerine, inançlarına, dillerine
saygı duymak; diğer grup üyeleri ve toplumun diğer fertleriyle saygı çerçevesini aşmadan
konuşabilme, tartışabilme, görüş ifade edebilme ve ortak çalışabilme isteğine ve kabiliyetine
sahip olmaktır. Gönüllülüğü ve dayanışmayı kendine ilke edinen Genç Barış aktivistleri olarak, gençliğimizin bize verdiği ‘amatör ruh’la başta Türkiye olmak üzere dünya insanlarının
barışı ve huzuru için biz de elimizden gelen katkıyı sağlamak hedefiyle bu yola çıktık. Bu
yolda bizimle olmak isteyen her kesim, ideoloji ve milletten dostlarımıza yer ayırdık, birlikte
olmayı bekliyoruz.
Genç Barış İnisiyatifi
GENÇ BARIŞ
1
26
11 Şubat 1990 öğleden sonra saat 4.17’de Verster Hapishanesi
önünde gazetecilerin, muhabirlerin ve dünyanın dört bir tarafından
gelen insanların bulunduğu kalabalık, yirmi yedi yıllık mahkûmun
çıkışını bekliyordu. O güne dek hapishaneden çıkan hiç kimse
bu kadar ilgi görmemişti. Ağır ve kendinden emin adımlarla
hapishane kapısından dışarı çıktı. Sağ elini yumruk yaparak havada salladı. Sonunda özgürdü. İki saat sonra Afrika kıtasının
en ucundaki kent olan Cape Town’daki Belediye Sarayı’ndan,
dünyaya konuşurken, sesi metindi: “Hepinizi, barış, demokrasi
ve özgürlük adına selamlıyorum.” Hapishane çıkışında böyle bir
kalabalık ile karşılanıp onları selamlayan şahsiyet, Nelson Rolihlahla Mandela’dan başkası değildi.
Genç Barış İnisiyatifi Derneği Adına
İmtiyaz Sahibi
M. Emre Akkaş
Genel Yayın Yönetmeni
M. Fatih Kafadar
Yayın Kurulu
Merve Aksu
Nilüfer Yavuz
Eda Nur Bayraktar
Ahmet Keskin
Tüzel Kişilik Sorumlusu
Hamza Memişoğlu
Tasarım Editörü
Onur Reha Yıldırım
iÇiNDEKiLER
01
04
06
10
14
18
22
24
26
30
36
37
38
Manifesto
“Yitik Hoşgörüye Özlem”in Hikâyesi: Sako Teyze
Pratik Barış Teorisi: ‘Öteki’ni ‘Biz’leştirmek
Uluslararası Barış ve Birleşmiş Milletler
Güney Afrika Barış Süreci ve Bugünü
Kuzey İrlanda Barış Süreci
“Üye Olmayan Gözlemci Devlet” Olarak Filistin
Demokrasi ve Modern Dünya Düzenine Katkıları
Barış Aktivisti Nelson Mandela
Perspektif
Aleksi Zorba
Intouchables
Ajanda
Grafik Tasarım
Gökhan Kul
Reklam Sorumlusu
Muzaffer Büyükşekerci
[email protected]
Yönetim Adresi:
Sinanpaşa Mahallesi Çelebioğlu Sokak
21-23 Daire:4
Beşiktaş / İstanbul
[email protected]
Yayının Türü: Üç Ay Süreli Yayın
Dili: Türkçe/İngilizce
Dergide yayınlanan yazı ve fotoğrafların her hakkı
Genç Barış Dergisi’ne aittir. Yayıncı izni olmadan,
kaynak belirtilmeden kısmen veya tamamı alınamaz.
2
GENÇ BARIŞ
6
10
Gerek doğuştan gerekse sonradan kazanılan
özellikler neticesinde kaçınılmaz farklılıklara
sahip olan insanlar, kendilerini tanıma ve
tanıtmaya ihtiyaç duyduklarında, bu farklılıklar
üzerinden yola çıkmışlardır. ‘Biz’ ve ‘öteki’
kavramları böyle bir anlama ve anlamlandırma
ihtiyacı sonucunda doğmuştur.
Küreselleşme yeni bir kavram olmayıp,
varlığını 16.yy’dan itibaren sürdürmüş ve
etkinliğini siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel, teknolojik alanlarda günümüze kadar
arttırmıştır.
4
Geçtiğimiz günlerde Kadıköy’deki bir mantıcının ismi dönüp
durdu aramızda. Müşteri kitlesi içinde fenomene dönüşmüş
bu şahsın bir hikâyesi olduğunu öğrendik.
22
14
GENÇ BARIŞ
Günümüz Güney Afrika’sını ve Barış Sürecini Güney Afrika
Büyükelçisi Vika M. Khumalo İle konuştuk.
3
Sefa ÖZKAN
“Yitik Hoşgörüye Özlem”in Hikâyesi:
Sako Teyze
Habil ile Kabil’den beri nice husumet mizansenlerine sahnelik etti gezegenimiz. İktidara
duyduğumuz amansız şehvet, kıskançlık, yoksulluk ve daha bir sürü unsur, bizleri birbirimize
düşürmek için pusuda bekleyip durdular. Tüm bunlar olup biterken bir bütün olamamanın
eksikliği de günden güne büyüdü içimizde. Bunun bilincinde olduğumuzdan bu yana “Ne
yapabiliriz?” sorusunun cevabını arayıp durduk. Sonra da bulabileceğimiz cevapların peşine
düştük. Nasıl mı?
Sefa ÖZKAN
Geçtiğimiz günlerde Kadıköy’deki bir
mantıcının ismi dönüp durdu aramızda.
Müşteri kitlesi içinde fenomene dönüşmüş
bu şahsın bir hikâyesi olduğunu öğrendik.
Olanca zulmün içinde, nefes bile almanın
lüks sayılabileceği bir atmosferde, pençeleştiği hayattan hakkı olan şeyleri söküp alan
birinin hikâyesi. Kimsenin hakkını gasp
etmeden, güler yüz ve hoşgörünün hüküm sürdüğü güzel kalbini insanlara açan
birinin hikâyesi. İsmi Sakine. Fakat herkes
ona “Sako” diyor. “Ben sadece Sako’yum.
Daha farklısı samimiyetsiz geliyor, sevmiyorum.” diyor. Hanımefendi tabirini de
hakaret addeden cüretkâr bir tevazuya da
4
sahip. Kendisiyle onca işinin arasında çok
tatlı bir sohbet etme şansı bulduk. İnanın
o kadar çerçeve değerlerle örülü prensipleri
var ki, başarılı olmasına hiç mi hiç şaşırmıyorsunuz.
Restorana adımımızı attığımızda bizleri gösterişli aksesuar ve objelerden azade,
şirin, sade bir atmosfer karşılıyor. Sanki
daha önce buraya gelmişsiniz izlenimini
uyandırıyor. Yaşadığımız evin sıcaklığı ortama hâkim desek yalan söylemiş olmayız.
Kendimize güzel bir masa seçtikten sonra
“Eee, gelmişken yemeden dönmek olmaz!”
diyerek birer porsiyon mantı siparişi veriGENÇ BARIŞ
yoruz. Bu sırada dikkatimizi hoparlörden
yükselen müzik çekiyor. Bu coğrafyaya ait
ne kadar öğe varsa hepsini içinde barındıran; kardeşlik, hoşgörü, müsamaha, tevazu
gibi ne kadar erdemli davranış varsa hepsinden söz eden ezgiler, doğru yere geldiğimizi onaylarcasına bir göz kırpıyor bize.
Anladık ki buradan sadece mantı yeyip ayrılmak hiç kimse için mümkün değil.
Yemeğimizi yedikten ve kendi aramızda biraz söyleştikten sonra başlıyoruz
Sako’ya meramımızı anlatmaya. Zaten
başından beri ne için geldiğimizi fark etmiş olan Sako da henüz alnının teri ku-
rumamışken masamızda bize katılıyor.
Güneydoğu’da Alevi bir aileye mensup
olan Sako, daha küçücükken kendisinden
17 yaş büyük birisiyle evlendirilmiş. Kadınların hala edilgen ve söz hakkına sahip
olmayan varlıklar olarak nitelendirildiği
bir toplumda Sako için boyun eğmekten
başka çare kalmamış. Boy boy çocukları
olmuş Sako’nun. Onlardan bazıları artık
dünyada yoklar. Tüm bunların acısı, söz
söyleyememenin o dayanılmaz silinmişlik
duygusu, sefalet ve benzer etkenler tabiri
caizse Sako’ya gemileri yaktırmış. Kararını
vermiş ve çocuklarını da alarak bulunduğu
yeri terk etmiş.
“Bizim kültürümüzde öldürmek yoktur. Eğer olsaydı yaparlardı. Ama ne kadar
akrabam, eşim dostum varsa sırt çevirdiler.
Bir başıma kaldım.” diyor Sako. Fakat tüm
bunlar olup biterken Sako kin ve öfkeyle
dolmak şöyle dursun, insanları kavgaya,
karmaşaya, ayrılığa iten sebeplerin neler
olduğunu bir bir çözmüş, fitneyi deşifre
etmeyi başarmış. O artık ne yapılması ve
ne yapılmaması gerektiğini öğreniyor. Belli bir süre bir restoranda çalıştıktan sonra
yemeklerinin lezzeti, hoş sohbeti, maddi
ve manevi birikimi ona artık kendine ait
bir işletme kurmanın zamanı geldiğini ilan
ediyor. İşte “Sini Mantı” ve onun kuruluş
hikâyesi.
İnsanların farklılıklara hiç tahammülünün olmadığını söylediğinde hepimiz
kulaklarımızı dört açmış onu dinliyorduk.
Oğlunun en yakın arkadaşının onun Alevi
olduğuna inanmamasının sebebi de oğlunun çok iyi bir insan olmasıymış. “Kulaktan dolma bilgilere itimat edip, herhangi
bir araştırmaya gereksinim duymadan belli
bir bilgiye inanmak sizce de çok komik
değil mi?” diye bize sorduğunda, buruk
bir gülümseme hediye etti bizlere. Yargı-
lamanın ne kadar kolay, fakat uzlaşmanın
zor olduğu kadar ürkütücü geldiğinden,
empati yoksunluğundan, maddi statünün insanlara tanıdığı haklardan bahsetti.
Söylemleri, haklı bir insanın sertliği, acı
çekmiş bir insanın bilgeliği ve evlatlarını
okşayan bir annenin şefkatli elleri gibiydi
adeta. Restoranında ağırladığı müşterilerinden bazılarının ona tepeden bakmaya
çalıştığını, fakat restorandan ayrılırken
onu ne kadar sevdiklerini anlattı bizlere.
Yaptığı tek şey dürüst olmak, sahip olduğu
değerleri onlarla paylaşmak, eğriyi doğruyu bir porsiyon mantının kısacık zaman
diliminde de olsa masaya yatırmaktı. Sako
kusurlu insanlardan değil de, kusurunun
farkında olmaktan kaçınan insanlardan
rahatsızdı. Parolası hoşgörüydü çünkü.
Kimin hangi etnik, ulusal, dini veya ekonomik sınıfa mensup olduğu onu ilgilendirmiyordu. Sadece insan vardı ve sonuna
dek böyle olacaktı. Bu bilgi, sapı samandan
ayırmasına yardımcı oluyor ve yüreğindeki
süzgeçten geçirip rafine bir dostluk ortamı
oluşturmasına el veriyordu.
Günümüz gençleriyle ilgili eleştirilerinin başında, gençlerin kayıtsız oluşu
geliyor.“Şimdiki gençler sokaklarda yuvarlanana kadar sarhoş olmaktan başka bir
şeyle ilgilenmiyorlar. Burada bizlerin de
yüreğini yaralıyorlar. Kendinize yazık ediyorsunuz. Sizlere ihtiyacımız var.” diyor.
Doğru da diyor. Terör, kargaşa ve fanatizmin farklı içerikler ve farklı ambalajlarla
karşımıza çıkıyor olması gerçeğini ve bu
hususta istikrarlı olan tek şeyin kayıtsızlığımız olduğunu da çekinmeden dile getiriyor. Ötekileştirmenin ve nefretin insanlara
verdiği sinsi hazlardan, yaftalamanın meşru ve mukaddes bir nitelik kazanmasından
gördüğümüz zararı anlatıyor Sako. Çünkü
ona göre barış ikliminin sıcak rüzgârları
yalnızca özeleştiriyi düstur edinmiş yürek-
GENÇ BARIŞ
lere esebilir.
Konuşacak daha o kadar çok şeyimiz
vardı ki. Fakat hüzünleniyor ve uzaklara
dalıyor. “Seversen Ali’yi, değme yarama.”
diyor. Bizler de yarasına tuz basmaktan kaçınarak kendisine samimiyeti için defalarca
teşekkür ediyoruz. Bizleri karmaşık duygularımızla baş başa bırakıp yanımızdan
ayrılıyor. Söylediklerini etraflıca bir düşündükten sonra, elinde bir tabakla tekrar
çıkageliyor Sako. “Gurur” ismini verdiği
tatlısını bizlere teşekkür ve minnet söylemleriyle ikram ediyor. Bizler de bu tatlı sohbetin üzerine hep birlikte Sako’nun
“gurur” unu paylaşıyoruz. Fark ediyoruz ki
bu gurur, kalbini insanlara açabilmiş, her
şeye rağmen hayatla dost kalabilmiş, hissiz
kalmış gönüllere kardeşlik melodileri mırıldanan bir insanın gururu…
Ayrılma vaktimiz geldiğinde, tekrar
geleceğimizden o kadar emin olmamızın
sırrı sanırım bahsettiğim ayrıntılarda gizli.
Barış denilen o ulvi kavramın tatlı suları o
kadar davetkâr ki, vicdanımıza taktığı kancadan kurtulmanın yolu ancak vicdanımızı reddetmek, doğamızı inkâr etmek gibi
görünüyor. Bu eylem de eşref-i mahlûkat
olan insanın şerefli olma özelliğini yok
edip, mahlûkat olmaktan öteye gidememesine sebebiyet veriyor. Bu nedenle bizler,
yaşadığımız dünyayı anlamlı kılan şeyin
dostluk, kardeşlik gibi değerler olduğuna
inanıyor ve buna katkıda bulunmak isteyen herkesi hoşgörü, müsamaha, tahammül gibi olgulara hayatlarında yer vermeye
davet ediyoruz…
5
M. Fatih KAFADAR
Pratik Barış Teorisi:
M. Fatih KAFADAR
G
‘Öteki’ni ‘Biz’leştirmek
erek doğuştan gerekse sonradan kazanılan özellikler
neticesinde kaçınılmaz farklılıklara sahip olan insanlar, kendilerini tanıma ve tanıtmaya ihtiyaç
duyduklarında, bu farklılıklar üzerinden yola çıkmışlardır. ‘Biz’ ve
‘öteki’ kavramları böyle bir anlama
ve anlamlandırma ihtiyacı sonucunda doğmuştur. İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin de deklare ettiği
gibi temelde ‘insan’ olmaları dolayısıyla mutlak bir eşitliğe sahip olan
insanlık, zamanla kendilerini birleştiren bu anlayıştan uzaklaşıp kendisi
gibi olmayanı ‘kategorize’ etmeye
çalışmıştır. Ait olduğu topluluğun,
ulusun ya da dinin perspektifinden
6
dünyaya bakan ‘biz’, ‘biz’den farklı
olanı hemen damgalamış ve ‘ötekileştirme’ yoluna gitmiştir. Toplumda
meydana gelen tüm aksaklıkların
faturasının ‘öteki’ne kesilmesi açısından çok pratik olan bu yöntem,
ayrışmayı beraberinde getirmiştir
ve temelde birleştirici olan yalnızca
insan olma düşüncesinden kopuşa sebep olmuştur. Bu anlayış aynı
zamanda ‘bencil’ bir ‘biz’ olgusunu
netice vermiş ve toplumu oluşturan
bireylerin yalnızca kendisi ve mensubu olduğu ‘biz’ açısından dünyayı
algılamasını telkin etmiştir.
Toplumu oluşturan insanların yalnızca kişisel çıkarları için
bir araya geldiğini savunan toplum
GENÇ BARIŞ
sözleşmesi teorileri, dünya barışının
tesisini açıklamak açısından yetersiz
kalmaktadır. İnsanların farklılıklarını
zenginlik olarak görüp farklı olanların birbirlerini tamamlaması düşüncesiyle bir toplum oluşturulması fikri, barışın temel unsuru olarak öne
çıkmaktadır. İnsanların en başta birleştirici özellikleri olan yalnızca insan
olmaları anlayışına geri dönülmesi
‘ötekinin bizleştirilmesi’ni netice verir. Ait olduğu değer yargılarını bir
kenara bırakıp mutlak eşitliği öngören insan olma düşüncesi ile dünyayı
anlamlandıran ‘biz’ için artık ‘öteki’
olmayacaktır; zira bu algılayış ‘biz’
kavramını da ortadan kaldıracak yerine ‘insan’ kavramını sunacaktır.
Pratik Barış Teorisi: ‘Öteki’ni ‘Biz’leştirmek
‘Öteki’ ve ‘Biz’ Dikotomisi
“Öteki”, “öte” kelimesinden türemiştir ve “iki şeyden, konuşulmakta veya
göz önünde tutulmakta olandan geride
kalanı” olarak tanımlanmaktadır (Türkçe
Sözlük, 1969:586). Birçok anlama sahip
olan “öte” ise (1) konuşanın, temel olarak
aldığı bir şeyden daha uzak olan yer veya
şey; (2) bir şeyin, arkadan gelen kısmı;
(3) öbür yan; (4) sıfat olarak ise konuşana göre uzakta kalan”dır (Türkçe Sözlük,
1969:586). Buna göre Türkçede, antropolojik manada “‘biz’den olmayan insanlar”
(Aydın, 2003:661) olarak isimlendirilen
“Öteki”, birçok Avrupa dilinin kökenini oluşturan Latincede ise alius (alia ve
aliud) kelimesi ile ifade edilmektedir.
Kelimenin en dikkat çekici yönü, İngilizcedeki alien (“yabancı”) sözcüğünün kökeni olmasıdır. Bir diğer Latince “Öteki”
kelimesi ise ceterus’tur ve “kalan (öteki)”
anlamına gelmektedir. Romalı olmayanları belirten bir başka “Öteki” kelimesi de,
bugün dahi bu ötekilik mirasını sürdüren
barbaria’dır. Yunancadaki allos ( άλλος)
kelimesi ise Latincedeki alius kelimesiyle
aynı anlamdadır. Allos ve alius kelimelerinin ortak özelliği zıtlarının idem (Lat.)
ve idios (Yun. ίδιος) yani “aynı” kelimesi
olmasıdır. Dolayısıyla Avrupa’yı derinden
etkileyen bu kültürler açısından “Öteki”,
aynı zamanda keskin bir farklılığı ifade etmektedir. Türkçedeki “Öteki” kelimesi ise
Latince ceterus’a (İng. the rest) yani “geri
kalan”a daha yakındır (Nahya, 2011:29).
Etimolojik açıdan incelemesi yapılan
‘öteki’ kavramı, temelde ‘farklılık’ esasına
dayanmaktadır. İnsanlar, gerek doğuştan
getirilen özellikler gerekse de sonradan
kazanılan veyahut kaybedilen nitelikler
bakımından bir farklılaşmaya maruz kalmak durumundadırlar. Bu bakış açısıyla,
konu ele alındığında, tarih en ilkel devirlerden itibaren bir ‘farklılaşma tarihi’
olarak kabul edilebilir. “En ilkel topluluklardan günümüze kadar uzanan tüm
insanlık tarihi, diğer canlılardan farklı olarak insanın, ‘uniform’ (tek tip) bir yapıda
olmadığını göstermektedir. Bu ‘uniform’
olmayışın, yaş, cinsiyet, vücut yapısı, zekâ
düzeyi vb. ‘tabii’ özelliklerinin yanı sıra;
servet, eğitim, itibar, nesep vb. ‘sosyal’ nitelikleri de vardır” (Arslantürk ve Amman;
2009:357).
İnsan doğası ‘tektipleşme’ye müsaade etmez. Gerek fiziki gerekse metafizik
unsurlar bakımından farklılaşma kaçınılmazdır. İşte bu farklılaşmalar ‘biz’ ve ‘öteki’ olgularının vücut bulmasında en etkili
unsurlar olmuşlardır. Kendisi gibi olmayanı anlamaya gayret eden insanoğlu, farklı
olanı bir kimliğe büründürmek istemiştir.
Fakat bu kimlik, bir karşıtlıktan ziyade
bir ‘muğlâk’lığın müşahhaslaştırılması
şeklinde ortaya çıkacaktır. Zira ortada bir
karşıtlıktan veya başka bir ifadeyle bir dikotomiden öte bir belirsizlik mevcuttur.
Bu kararsızlığın bir sonuca bağlanması ise
modernitenin doğuşu ile mümkün olabilmiştir. Modernite muğlâklığı yok etmeyi,
anlamlandırma sorunlarını en aza indirmeyi ve böylece kesin olmayan olguları azaltmayı temel almaktadır. Modernitenin bu
amacına uygun olarak ‘öteki’ bir kategori
içine dâhil edilir ve bu da ‘düşman’ kategorisi olur. Çünkü ‘biz olmayanlar’ hiçbir şey
olmadıklarından, her şey olabilirler. Zıtlıkların düzenleyici gücüne bir son verirler.
Zıtlıklar bilgilenmeyi ve eylemi mümkün
kılarlarken, kararsızlıklar çaresizliği hedef
alırlar. Zıtlıkların ve kararsızlıkların yarattığı bu çaresizlik ve modern toplumun
kesinliğe verdiği önemden dolayı ‘öteki’,
doğrudan düşman kategorisine yerleştirilir (İnce, 2003: 258-259). Dolayısıyla,
modern anlayışta ‘biz’ ve ‘öteki’, birbirinin
zıttıdır ve bu kavramlardan birinin üzerine
inşa edilecek herhangi bir düşünce haliyle
diğerinin karşıtı konumunda yerini alacaktır. Bu durum ise ‘öteki’nin modern
toplumun ‘düşman’ algısının mağduru olmasına sebebiyet verecektir.
Toplumda ‘Öteki’ Olmak
İnsan, doğası gereği sosyal bir varlıktır. Toplum içerisinde diğer insanlar ile
sürekli etkileşim halinde olmak durumundadır. En ilkel çağlardan beri, insanların
bir arada yaşadıkları bilinmektedir. Bazen
bir tarım havzası olan birlikte yaşama alanı
bazen de bir dağ eteği olarak belirlenmiştir. Yani insanlar, insan olmanın getirdiği zorlukları ancak toplumsal bir hayat
içerisinde aşabileceklerini düşündüklerinden bir arada yaşam kaçınılmaz olagelmiştir. Toplumsal yaşam ve birliktelik
hakkında siyaset teorisyenlerince çeşitli
düşünceler öne sürülmüştür. Bu düşünceler adeta bir ‘consensus(oydaşma)’ ile,
insanın başıboşluktan sıyrılıp bir siyasal
toplumun parçası olması gerektiğini aksi
takdirde bir dirlik-düzenin tesis edilemeyeceğini vurgulamışlardır. O halde siyasal
toplumu oluşturan insanların temel amacı, toplumda bir düzen yaratmaktır.
Düzen olgusu, dikotomik bakış
açısıyla ele alındığında bir ‘düzensizlik’
durumunun varlığı halinde söz konusu
olur. Düzensizlik ise ‘düzen bozan’ların
sebebiyet verdiği bir durumdur. ‘Düzen
bozan’ olma potansiyeli, ‘biz’ açısından
‘öteki’yi tanımlayan en önemli unsurdur.
Biz’ ne kadar istikrarsızlık getirmeyecek
olan, düzenin yeniden üretimini sağlayan
GENÇ BARIŞ
ve bu nedenle toplumun var oluş amacına
uyan ise ‘öteki’ de o kadar düzen bozma,
istikrarsızlık getirme, düzenin işleyişini
sağlayan gelenek, yasa, normların içini
boşaltma potansiyeline sahip ve tehlikeli
olandır. ‘Düzen bozan’ tabiri aslında, ‘biz
olmayanlar’ın ‘biz’e göre tanımlanmasıdır. ‘Biz’, tektiplik öngörür. Fertlerinin
birbirinden farksız olması, temel özelliğidir. Farklılaşan artık ‘biz’den değildir,
muğlâklaşmıştır ve ‘öteki’leşmiştir. Artık
‘öteki’ kötüdür, düzen bozandır, huzuru
kaçırandır; zira farklıdır.
Toplumdaki sorunların kaynağı olarak ‘öteki’nin gösterilmesi, ‘önyargı’ kavramı ile açıklanabilmektedir. Önyargı aslında kurgulananı vurgulamaktır. ‘Öteki’
için kurgulanan özellikleri ‘öteki’ye iliştirmektir. İnsan zihninin kategorileştirmeye olan ihtiyacını karşılayan kavram,
önyargıdır. Schnapper bu durumu şöyle
ifade eder : “İnsanoğlu, kavramlardan ve
kategorilerden yola çıkarak, hükmetmek
istediği gerçeği düzene sokar. Gerçeğin
karmaşıklığını azaltan kategorilerin varlığı
insan düşüncesinin ve eyleminin önkoşuludur. Kategorileştirme bilinmezi bilinir
kılarak bireyin gündelik yaşantıyı yönlendirmesini, nesneleri ve deneyimleri tanımlamasını sağlar.” (Schnapper, 2005:154)
Bu açıdan bakıldığında oldukça doğal bir
süreç gibi görünen kategorileştirme, insanların kendisini bir kategoriye mensup
hissetme zorunluluğu doğuracağından
toplumun ayrışmasını netice verir. Kendi
kategorisi ile başka kategoriler arasında
‘değer’ muhasebesi yapan kişi, başka kategorileri, olduğundan değersiz görmeye
başlar. Neticede “grup üyelerine atfedilen
7
M. Fatih KAFADAR
nitelik, bu kategoriye bağlı bütün değerleri işin içine sokan nedensel bir açıklamaya
yönlendirir. Kategorinin kendisi öz halini
alır. O andan itibaren her bireyi bu özün
tek ürünü oluverir; kendini de, yalnızca
aidiyet kategorisinin gölgeolayı olarak tanımlar. Böylelikle kategorileştirme süreci
algıları genelleştirmeye, gruplar arasındaki aykırılıkları vurgulamaya ve üstü açık
ya da kapalı olumlu ya da olumsuz değer
yargıları atfetmeye yol açar” (Schnapper,
2005:154). Önyargı neticesinde ‘biz’ açısından daha da ‘öteki’ haline gelen ‘öteki’,
artık toplumsal sorunların tek sebebi olarak görülür. Toplumdaki sorunların ‘öteki’ sayılan grubun üzerine atılması, toplumun diğer kesimleri için birleştirici bir
unsur haline gelir. “Kendi zorluklarını başkasının üstüne atmak, bireylerin ve grupların iç çatışmalarını çözmeyi sağlayan bir
savunma mekanizmasıdır. Dış düşmanın
varlığının, bir grubun kaynaşmasına ne
denli katkıda bulunduğu bilinir” (Schnapper, 2005: 137). Toplum içerisinde çıkan
çatışmalar, Durkheim’in deyimiyle, bir
‘günah keçisi’ yaratılarak savuşturulur
ve böylelikle ‘biz’, hiçbir zaman ‘düzen
bozan’ olmaz. İşte ‘biz’i oluşturan da bu
8
‘günah keçisi öteki’ kavramıdır. ‘Öteki’nin
sözde ‘düzen bozanlıkları’na karşı birlik ve
beraberlik içinde olanlar ‘biz’i meydana
getirir. ‘Öteki’yi tanımlayan ‘biz’den uzaklığı iken, ‘biz’i oluşturan da ‘öteki’dir. Aslında netice itibariyle iki taraf da birbirine
göre ‘öteki’dir.
‘Öteki’leştirmeyen Farklılık
Toplumu oluşturan bireyler, engellenemez bir biçimde farklıdır. Hiçbir ferdin
bir başkasının kopyası niteliğinde görülecek derecede aynılaşmasının mümkün olmadığı tarihsel olarak da bilimsel araştırmalarca da sabittir. Aynı ailede doğup aynı
sosyal çevrede gelişip aynı eğitim sürecine
tabi tutulsalar bile mutlak farklılıklar sergileyen bireylerin oluşturduğu insan türü
için farklılaşma kaçınılmazdır. Farklılaşmanın kaçınılmaz olması, netice itibariyle
iki kavramın varlığının sorgulanmasını
gerekli kılar: çatışma ve bütünleşme. ‘Biz’
gibi olmadıkları için ‘öteki’leştirilenler ile
‘biz’ arasındaki ‘farklılık’, çatışmayı mı
yoksa birlikteliği, bütünleşmeyi mi doğuracaktır? Birtakım farklılıklara sahip, başka
bir deyişle ‘biz’e benzemeyeni “öteki” kategorisine yerleştirmek ve ‘öteki’leştirilen
GENÇ BARIŞ
bu kişiliği dışlamak doğal bir tepki midir?
Yoksa insan doğası, aslında bu farklılıkları
birer birleşme ve bütünleşme aracı olarak
görmeye ve bir zenginlik olarak değerlendirmeye daha mı yatkındır?
İnsan doğası gereği tek başına hayatını idame ettiremez. Her ihtiyacını kendisi
karşılayamaz. Kendisinde bulunmayan
birtakım özellikler nedeniyle, ‘farklı’lara
da gereksinim duyar. İşte bu noktada
farklılaşma, farklı ihtiyaçların karşılanmasını kolaylaştırmak suretiyle sosyal bir
birliktelik oluşturmayı ve oluşan sosyal
bünyenin varlığını devam ettirmeyi mümkün kılmaktadır. Hatta insan vücudunda
sürekli aynı tür hücrelerde artış yaşanmasının kanser denilen ölümcül sonucu doğurması gibi (Karaca, 2012:234), toplum
bireylerinin de giderek benzeşmesi, olumlu ve istenir bir netice değil, hastalıklı bir
durumu netice vereceğinden farklılaşma
olmazsa olmaz(sine qua non) bir olgudur.
İnsanların birbirinden farklı olması kaçınılmaz bir durumdur.
“Öteki”ni “Biz”leştirmek: Barış
İnsanların toplumu oluşturma sürecini açıklamaya yönelik olarak çeşitli top-
Pratik Barış Teorisi: ‘Öteki’ni ‘Biz’leştirmek
lum sözleşmeleri öne sürülmüştür. Hobbes, Locke, Rousseau gibi düşünürler
insanın doğa durumundan toplum hayatına geçişini açıklamaya çalışmışlardır.
Birleştikleri nokta, insanların kişisel çıkarlarının bir toplum oluşturmaları için
itici sebep olduğu yönündedir. Bu teoriler uyarınca insanlar, güvenliklerini sağlamak veya malvarlıklarını koruma altına almak adına bir araya gelmişler ve bir
üst otorite olan devleti oluşturmuşlardır.
Güvenlik, malvarlığı ya da özgürlük söz
konusu olduğunda itici güç, her bireye
özgü kişisel çıkarların korunması şeklinde algılanmıştır. Bu teorilere göre, insan
sadece kendi ve -dolaylı olarak kendisini
etkileyeceği için- kendi gibi olanların
çıkarlarını düşünür. ‘Biz’ ve ‘biz’ gibi
olanlar önemlidir. ‘Öteki’ de kendi çıkarlarını kendisi düşünmelidir. ‘Biz’ açısından tek önemli olan durum, çıkarlardır; çıkarların ne pahasına olursa olsun
gerçekleşmesidir. Şayet çıkarlar çatışırsa,
‘öteki’ ile savaşmak bile meşrudur. Zira
“öteki”nin çıkarları ‘biz’ için bir değer
arz etmemektedir. ‘Öteki’ de kendi çıkarları için savaşmalıdır. ‘İnsan insanın
kurdudur.” diyen Hobbes da, struggle
for life’ın(hayat için savaşın) evrimin itici gücü olduğuna inanan Darwin de işte
bu anlayışın temsilcisidir(Eco, 2005:
35).
Çatışma üzerine kurulan toplum
sözleşmelerinden sıyrılıp, toplumun
oluşumunu farklı bir açıdan ele almak
gerekir. Toplumun varoluşunu başka
bir açıdan yorumlayan İbn-i Haldun’a
göre insanları bir araya gelmeye iten güç
diğerkâm bir karakter taşır; bunu ifade
etmek için de asabiyya(dayanışma) kavramını ve neticede asabiyet teorisini(İbni
Haldun, 2012: 94) öne sürer. Burada
söz konusu olan, toplumsal birlikteliği;
insanları bir araya gelmeye, toplanmaya
yönelten şeyi açıklamaya çalışan bambaşka bir bakış açısıdır. Bu teori bağlamında güvenlik, malvarlığı ya da özgürlük söz konusu olduğunda itici güç, her
bireye özgü kişisel çıkarların korunması
değildir. Tersine, dayanışma, ‘öteki’ yararına girişilen bir özyıkımdır. Diğerkâm
bir duygudan kaynaklanır. ‘öteki’ne açılmayı ifade eder (Nusseibeh, 2005: 263).
Bu açıdan bakıldığında, toplum bir çatışma alanı değildir ve ‘biz’ çıkarları için
‘öteki’ ile çatışmaz; bilakis diğerkâm bir
dayanışma (asabiyya) içindedir.
Kişisel çıkarları ön plana alan ve
bu çıkarlar uğruna savaşmayı öngören
toplum sözleşmelerinden yola çıkarak
barışa ulaşmak mümkün değildir. Tarihin seyrine hükmeden itici güçler olan
güvensizlik ve korkuyu ele almak yerine, ‘öteki’yi anlamak demek olan İbn-i
Haldun’un bakış açısından yola çıkılırsa, barışa temel oluşturmak mümkün
olabilecektir. ‘Öteki’yi anlamak ancak
‘öteki’yi tanımakla mümkündür. Fakat
bu tanıma işlemi, savaştan önce düşman hakkında yeterli malumat ve bilgi
toplar gibi, düşmanı inceler gibi yapılamaz. ‘Öteki’ni tanımak, ‘öteki’nin
duygularını ve duyarlılığını tanımak
demektir. ‘Biz’, ‘öteki’nin duyarlılığını
tanımaya başladıkça onunla arasındaki
anlaşmazlıklara çözüm olabilecek bir
uzlaşmaya ulaşabilmek için gerekli olan
duygudaşlığı geliştirecek ve böylelikle
barış ‘pratik’ olarak sağlanmış olacaktır. Fakat ötekine yapılan bu yolculukla
ters yönlü olan ama en az onun kadar
gerekli olan bir başka yolculuk daha var:
‘biz’in kendi içine yaptığı yolculuk. Bu,
‘biz’in özel olmadığını, ‘öteki’nin eşiti
olduğunu fark ettiren rasyonel bir yolculuk olmalıdır. İnsan kendisini Müslüman, Hıristiyan ya da Yahudi, şu ya da
bu aileye mensup; Türk, Fransız ya da
bir başka ulustan olma olgularıyla ilintili her şeyden sıyırmadığı, insan olduğunu ve neticede böyle olduğu için de
bir başka insanın eşiti olduğunu göremediği takdirde, kendisi ve ‘öteki’ için
doğru olanı, kelimenin tam manasıyla
eşitliği, gerçekten anlayabilecek duruma
gelemez(Nusseibeh, 264).
‘Biz’ aidiyet ifade eder. Aynı dine,
topluluğa ya da ulusa mensup olanlar,
kendilerini ‘biz’ olarak tanımlama eğilimindedirler. Ait olduğu cephenin değer yargılarıyla ‘öteki’ne yönelen insan,
esasında ‘öteki’ni anlayamaz. Zira ait
olduğu ‘biz’in değerleri yalnızca ‘biz’e
yöneliktir, ‘öteki’ni kuşatmaz ve haliyle
anlamlandıramaz. ‘Öteki’ni anlamak
ve ‘öteki’yle yaşayabilmek, ancak ortak değer yargıları etrafında birleşmek
ile mümkündür. Tüm insanlığı ‘biz’
ya da ‘öteki’ fark etmeden eşit bir şekilde kapsayan bir anlayış, barışın tesis
edilmesinde büyük önem arzeder. Bu
anlayış ise bütün insanların ait olduğu
‘biz’den sıyrılıp, sadece ‘insan’ olduğunu
idrak etmesi ve ‘öteki’ne bu açıdan bakabilmesini ifade eder. İnsanın, dininin,
ulusunun ya da çevresinin kanaatlerinin
ve ona yüklediği misyonun ötesinde yalnızca ‘insan’ olduğunu anlaması ve ona
göre davranması, ‘biz’ ve ‘öteki’ kavramlarının ortadan kalkması yani ‘ötekinin
bizleştirilmesi’ demektir ki bu da barışın
sağlanmasındaki en önemli köşe taşıdır.
GENÇ BARIŞ
1. Z.Nilüfer Nahya, “İmgeler ve Ötekileştirme: Cadılar, Yerliler,
Avrupalılar”,Atılım Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 1, Mayıs
2011.
2. [TS] Türkçe Sözlük, 1969, Ankara: Türk Dil Kurumu Yayınları.
3.Hilal İnce, ‘Öteki Sorunsalının ‘alterite’ kavramı çerçevesinde
yeniden okunması üzerine bir deneme’, Hacettepe Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakülte Dergisi, Sayı.21, sf. 255-277,2003.
3. Dominique Schnapper, Öteki ile İlişki, İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları,İstanbul,2005.
4. Suavi Aydın, Öteki. Antropoloji Sözlüğü içinde, der. S. Aydın ve
K. Emiroğlu, 661-663, Bilim Sanat Yayınları, Ankara, 2003.
5. İbn-i Haldun, Mukaddime, yay. haz. Süleyman Uludağ, Dergah
Yayınları, İstanbul, 2012.
6. Umberto Eco, “Barış ve Savaş Üzerine Tanımlar”, Evrensel
Kültürler Akademisi Barışı Hayal Etmek, UNESCO Büyük Toplantı
Salonunda19-20 Aralık 2002 Tarihleri Arasında Yapılan Uluslararası
Forum, Haz. Françoise Barret Ducrocq, Çev. Devrim Çetinkasap,
Metis Yayınları, İstanbul, 2005.
7. Sari Nusseibeh, ‘Ötekine Yolculuk’ Evrensel Kültürler Akademisi
Barışı Hayal Etmek, UNESCO Büyük Toplantı Salonunda 19-20
Aralık 2002 Tarihleri Arasında Yapılan Uluslararası Forum,
Haz. Françoise Barret Ducrocq, Çev. Devrim Çetinkasap, Metis
Yayınları, İstanbul, 2005.
8. Zeki Arslantürk, M. Tayfun Amman, Sosyoloji/KavramlarKurumlar-Süreçler-Teoriler, Çamlıca Yayınları (6. Baskı)
İstanbul,2009.
9.Mehmet Karaca, “Farklılaşma, Bütünleşme ve Birlikte Yaşama
Üzerine”, Dicle Üniversitesi Ziya Gökalp Eğitim Fakültesi Dergisi,
Cilt.18, Sf.226-238, 2012.
10.Jürgen Habermas, “Öteki” Olmak, “Öteki”yle Yaşamak-Siyaset
Kuramı Yazıları, Çev. İlknur Aka, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul,
2005.
9
Merve AKSU
“Birleşmiş Milletler; insanlığa cenneti
getirmez ama onları cehennemden korur.”
- Hammarskjöld,3
Merve AKSU
K
Uluslararası Barış ve
Birleşmiş Milletler
üreselleşme yeni bir kavram
olmayıp, varlığını 16.yy’dan
itibaren sürdürmüş ve etkinliğini siyasal, sosyal, ekonomik, kültürel,
teknolojik alanlarda günümüze kadar
artırmıştır. Zaman ve mekan kavramları eski anlamlarını yitirmiş, sınırlar kaybolmaya başlamış ve ülkelerin karşılıklı
bağımlılıkları artmıştır(Çalık,2005:56).
Teknolojik gelişmeler sayesinde dünyanın farklı bölgelerinde yaşayan insanlar
aralarındaki iletişim artmış; her çeşit
bilgiye erişim daha hızlı ve kolay hale
gelmiştir.
Küreselleşmenin doğurduğu sonuçlar
bazı kesimler tarafından modernleşme, demokrasi ve kültürel zenginliğe
giden yol olarak olumlu bir şekilde
değerlendirilirken, bazı kesimler tarafından da eleştirilmiştir. Kellner; küreselleşmenin insanları birbirine bağladığı kadar, yeni eşitsizlikler yaratarak
birbirlerinden uzaklaştırdığını ifade
etmiştir(Kellner,9). Kellner’e göre küreselleşmenin olumsuz etkisi gelişmiş
10
zengin ülkelerin, gelişmekte olan fakir
ülkeler üzerindeki hâkimiyetini artırarak kontrol mekanizmalarını geliştirmesinden kaynaklanmaktadır. Aradaki
bu uzaklaşmanın nedeni ise, kaynaklara “sahip” olan ülkelerin bunlardan
yoksun bırakılan ülkeler üzerindeki
artan hegemonyasına dayanmaktadır.
Bunun sonucunda ise ülkeler arası rekabet doğmuş ve çatışmalar meydana
gelmiştir.
Barış kavramının uluslararası boyuta
taşınması ve birçok ülkenin birlikte
hareket etmesini gerektirecek önlemler
alması, önceden belirtilen nedenlerden
dolayı Birinci Dünya Savaşı’yla ortaya
çıkan savaşın, tüm dünyayı etkileyici sonuçlar doğurduğu küresel boyuta ulaşmasıdır. Diğer bir ifadeyle küresel savaş,
küresel barış tartışmalarını beraberinde
getirir ve ülkelerin kolektif iş birliğine
girmelerini, uluslararası kurumların
oluşmasını hatta ulus-devletlerin, ulusüstü oluşan kurumları tanımalarına
olanak sağlar. 1920’de kurumsallaşan
GENÇ BARIŞ
Milletler Cemiyeti, barış kavramının
uluslararasılaşmasının ilk örneği sayılabilir. Bunun nedeni ise, daha önce ülkeleri, dünyayı ikiye bölecek derecede
bir saflaştırmaya götüren tehdit edici
unsur olmaması ve bu kutuplaşmanın
yarattığı tahribatı önlemek için ülkelerarası işbirliği çerçevesinde bağlayıcı kararlar alınmasıdır. Fakat İkinci Dünya
Savaşı’nın ortaya çıkmasıyla, Milletler
Cemiyeti’nin ortaya çıkma amacına
ulaşılamadığı anlaşılmış ve savaşın ileride küresel boyuta taşınmasının önüne geçmek için Milletler Cemiyeti’nin
mirası olarak değerlendirilen ve misyonları aynı olan Birleşmiş Milletler
kurulmuştur. “Bu bağlamda ilk kolektif örgüt olan ve Birinci Dünya Savaşı
sonrasında kurulan Milletler Cemiyeti
(MC), İkinci Dünya Savaşı’nın çıkmasıyla başarısız bir deneme olarak tarihe
gömülürken küresel barış ümidini yok
edememiştir” (Hard,2002: 130).
Uluslararası Barış ve Birleşmiş Milletler
Birleşmiş Milletler Kuruluş
Amacı Ve Yapısal Reform
Girişimleri
Son dönemlerde küreselleşmenin
olumlu ve olumsuz etkilerinin hızlanması sonucunda, sosyal, siyasi, ekonomik ve
kültürel anlamda dünya politikaları yeniden şekillenerek, “savaşın olmama durumu” olarak tanımlanan “barış” kavramı
sürdürülebilirliğini koruması bakımından
farklı boyutlarda ele alınmaya çalışılmıştır.
Diğer bir ifadeyle barış kavramı sadece ülkelerin askeri anlamda şiddetten kaçınma
eğilimine sahip olmalarından ziyade, etkisini daha geniş bir alana yayarak küreselleşmeye çalışmıştır.
Birleşmiş Milletler, İkinci Dünya
Savaşı’nın sonucunda ortaya çıkan tahribatı telafi etmek, ülkeler arasında meydana gelebilecek potansiyel kriz ortamlarının
önüne geçmek, uluslararası barışın istikrarını sağlayarak gerekli güvenlik tedbirlerini almak üzere, 50 ülkenin öncülüğünde
24 Ekim 1945 tarihinde kurulmuştur.
“BM Tüzüğü’ne göre örgüt, barış ve uluslararası güvenliğin sağlanmasının ötesinde temel insan hakları, cinsiyet eşitliği ve
bütün halkların ekonomik ve sosyal refahını temin etmek gibi çok geniş amaçları
yükümlenmiş ve Milletler Cemiyeti’nden
farklı olarak kararların yaptırım gücünü
artıracak sosyo-ekonomik ve askeri tedbirlerle desteklenmiştir”(Mgboji,2006:860).
Amacı, meydana gelebilecek bir savaşın önüne geçmek olan Birleşmiş Milletler, alınması gereken askeri önlemlerin
ötesinde, dünyayı tehdit eden ekolojik,
ekonomik, sosyal ve sağlık gibi birçok alana dikkat çekerek, kendi bünyesinde bir
takım reform girişimlerinde bulunmuştur.
18 Aralık 1992 tarihli “Barış için Gündem Raporu” örgütün barış, istikrar ve
güvenliği sadece askeri boyutta değil aynı
zamanda çeşitli organlarıyla siyasi, sosyal,
ekonomik, çevresel ve gelişen yönleriyle
birlikte ele alındığında uluslararası barış
ve güvenliğe ulaşılabileceğine değinerek
bu değişimi deklare etmiştir. Her ne kadar Birleşmiş Milletler çatısı altında yapısal değişimlere gidilse de, örgütün barışı
uluslararası platforma taşıyabilme başarısı,
üzerinde tartışılması gereken bir konudur.
Düşünülmesi gereken diğer bir nokta ise,
örgütün mevcut yapısının ve uluslararası
alandaki imajının, küresel boyuttaki krizleri yönetebilme konusunda sergilediği
tutumun, ihtiyaçlara karşılık verecek boyutta olup olmamasıdır.
Güvenlik Konseyi ve Makro
Çıkarlar Çıkmazı
Birleşmiş Milletler; Genel Sekreterlik,
Güvenlik Konseyi, Genel Kurul, Ekonomik ve Sosyal Konsey, Uluslararası Adalet
Divanı olmak üzere 5 ana organdan oluşur.
Kararları bağlayıcı ve nihai olan Güvenlik
Konseyi 15 üyeden oluşmasına rağmen
daimi üye statüsüne sahip olanlar İkinci
Dünya Savaşı’ndan galip çıkan ABD, Çin,
Fransa, İngiltere ve Rusya Federasyonu’dur.
“1963 yılındaki reforma kadar Konsey 5
daimi ve 6 geçici üyeden oluşmaktaydı.
Ancak reformdan sonra daimi üyelerin sayısında bir değişme olmazken 6 olan geçici
üye sayısı 10 a çıkarıldı.”(Özlük,2008:11)
Güvenlik Konseyi dışındaki organların aldığı kararların tavsiye niteliği taşıması ve
son sözün Güvenlik Konseyi’nde olması,
organlar arası denge sorununu beraberinde getirmiş, diğer organların işlevselliğinin
sorgulanmasına yol açmıştır. Aynı zamanda sadece daimi üyelerin sahip olduğu
veto hakkı, örgütün eşitlik söylemlerine ne
derecede bağlı kaldığı hususunda akıllarda
soru işareti yaratmaktadır. 192 üye devleti
bulunan Birleşmiş Milletler’in, veto hakkını sadece 5 ülkeye tanıması beraberinde
temsil sorununu getirerek ülkeler arası
adaletsizliğe neden olmakta ve böylece
kendi amacından sapmaktadır. Bunun nedeni demokrasinin temel prensiplerinden
biri olan çoğulculuğun, diğer bir ifadeyle
her ülkeye eşit seviyede karar mekanizmalarına dâhil olma imkânı verilmemesinin
yol açtığı paradokstur.
Demokrasi ve eşitlik ilkelerinden bağımsız olarak, tanınan veto hakkının yol
açtığı diğer bir sorun ise kriz ortamlarında
süreci tıkama ihtimalidir. Daimi üyeler,
makro çıkarları doğrultusunda hareket
edebilme ve kendilerine tanınan veto hakkını kötüye kullanabilme riski taşıdıklarından ivedilikle müdahale edilmesi gerekilen
bölgelere zamanında yardım gönderilememe ihtimali vardır. Müdahalenin gecikmesi ise, bölgedeki çatışmanın kızışması, toplu katliamların ve insan hakları ihlallerinin
artması anlamına gelir.
Uluslararası barışın sağlam temellere
dayanması için Birleşmiş Milletler özellikle Güvenlik Konseyi çatısı altında bir
takım yapılandırmalara gitmelidir. Bunların başında üye ülkelerin kolektif olarak
karar mekanizmalarına dâhil edilerek temsil güçlerinin arttırılması, “egemen eşitlik”
prensibi ne sadık kalınması, demokrasinin
gelişmesinde çoğulculuğun önem kazanması, “keyfi veto” nun önlenmesi için bir
takım caydırıcı ve zorlaştırıcı tedbirler
alınması ve son olarak organlar arasında
denge unsurunun gözetilmesi gerekir.
İmaj Probleminin Perde Arkası
Birleşmiş Milletler’in dünyadaki tüm
GENÇ BARIŞ
bölgelere erişiminin zamansal ve mekansal kısıtlamalarından dolayı tek başına
hareket etmesini imkansız kılarak, bunun
önüne geçilmesi için ulusal ve uluslararası çaptaki örgütlerle iş birliğine gidilmesi
Brahimi Raporu’nda gündeme gelmiştir.
Bu uygulama tarafların karşılıklı olarak
birbirlerini tanıdığı ve sistemli bir şekilde
hareket edildiği zaman, bölgede çıkabilecek olan çatışmalara zamanında müdahale
ederek güvenliği tehdit edici unsurların
önüne geçilmesini sağlar. Küreselleşmenin
uluslararası örgütleri birbirlerine bağımlı
hale getirdiği düşünüldüğü zaman kolektif şekilde hareket etme uluslararası barış
ve güvenliğin istikrarı için kaçınılmazdır.
Diğer yandan, böyle bir ittifakın yapılması
beraberinde bir takım sorunları da getirir.
Bu sorunların başlıcaları, kurumların birbirlerine danışmadan tek başlarına hareket
ederek, diğerinin yetki alanına giren unsurlara müdahale etmesi sonucunda karşı
tarafın uluslararası prestijini zedelemesi;
örgütler arası kaosun ortaya çıkması, karşılıklı güvenin zedelenmesi şeklinde özetlenebilir.
II. Dünya Savaşı’ndan sonra Sovyet
Rejimi’ni tehlike olarak gören Batı Avrupa
ve Kuzey Amerika tarafları, ortak düşmana karşı beraber hareket etme kararı alarak
devletlerin bireysel hareket etmemeleri
konusunda uzlaştıklarını göstermişlerdir.
“Bu devletler, yalnızca ahde vefa ilkesi
gereğince Birleşmiş Milletler Kurucu Antlaşması (BMKA)’ya uyulmasını beklemenin dışında, uluslararası barış ve güvenliği
korumak için kendilerine yönelebilecek
haksız saldırıları önleme yeteneğine bireysel olarak sahip olmadıkları düşüncesiyle,
1949’da NATO’yu kurmuşlardır”(Manav
oğlu,2008:28).
Kuruluş amacı, Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nden(SSCB) gelebilecek
saldırıya karşı beraber hareket ederek gerektiğinde savunma amaçlı kuvvet kullanma yetkisinin tanındığı NATO, Birleşmiş
Milletler Kuruluş Anlaşması hükümlerine uygun hareket etmekle yükümlü bir
örgüttür. Ancak SSCB’nin yıkılmasının
ardından; kuruluş amacının gerçekleşme
ihtimali kalmayan NATO, zamanla bölgesel sınırları kapsayan koruyucu politikalarını evrensel boyuta taşımış ve bunun
sonucunda bir takım istenmeyen durumlar ortaya çıkmıştır. NATO’nun Kosova
müdahalesi; BM ile NATO arasındaki
uyuşmazlıkların çıkışı ve BM’nin uluslararası alandaki prestijinin sorgulanması
bakımından önem arz etmektedir.
Yugoslavya’daki Kosova Sorunu’nun
patlak vermesiyle bu iki kurum karşı karşıya gelmiş, Güvenlik Konseyi’nin insani
11
Merve AKSU
müdahale kapsamında değerlendirdiği ve
bölgeye çeşitli yaptırımlar uygulanması
konusunda açıkladığı kararlara karşılık,
NATO kendi bölge sınırlarını aşarak kuvvet kullanma tehdidiyle devreye girmiştir.
“Her şeyden önce müdahale öncesi BM
Güvenlik Konseyi tarafından alınan hiçbir
kararda, müdahale için NATO’ya yetki
verilmemiştir. Ayrıca NATO, KAA(Kuzey
Atlantik Antlaşması)’nın uygulama alanı
dışına çıkarak belirtilen askeri operasyonu
gerçekleştirmiştir”(Manavoğlu,36).
NATO bu tutumuyla, BM Anlaşması’nda
yer alan kuvvet kullanımı yasağını çiğneyerek ve BM’nin Kosova’yla ilgili kararlarını
yok sayarak, uluslararası alanda BM’nin
imajını sarsmıştır. Bunun önüne geçilmesi
için Birleşmiş Milletler’in alması gereken
önlem, herhangi bir örgütle işbirliği yapılmadan önce tarafların kendi kurallarını
karşı tarafa kabul ettirmeleri, bu kurallara
uyulmadığı takdirde işbirliğinin sona ereceğini açıklaması gerekmektedir.
“BM Barışı Koruma
Operasyonları”nın Hukuki
Zemini
1945 yılında San Francisco’da imzalanan BM Anlaşması, temelinde yer alan
uluslararası barış ve güvenliğin sağlanması
konusunda birliğe ait silahlı bir örgütlenmenin olmamasından dolayı kolektif güvenliği ve barışı teşvik edecek sistemli bir
yapıya sahip olamamıştır. “Kolektif güvenlik sisteminin hayata geçirilmemesinden
dolayı, ortaya çıkan boşluğu doldurmak
üzere yeni bir mekanizmaya gerek duyulmuş, barışı koruma(peacekeeping)kavramı
ortaya çıkmıştır”(Güngör,8). Birleşmiş
Milletler Barışı Koruma Operasyonları, uluslararası barış ve güvenliğin tehlike
altında olduğu veya olası bir çatışmanın
öngörüldüğü zamanlarda barışı tehdit
eden unsurları ortadan kaldırmak üzere
hukuki dayanağını tarafların rızası ve BM
Anlaşması’ndan alır.
Birleşmiş Milletler barış operasyonlarının varlığı açıkça Birleşmiş Milletler
Anlaşması’nda belirtilmediğinden hukuki
dayanaktan yoksun kalarak, anlaşmanın
belirli maddelerine referans verecek şekilde
doktrinsel boyutta ele alınmaya çalışılmıştır. Bu bakımdan her ne kadar kaynağını
uluslararası hukuk normlarından almış
olsa da amacı ülkenin güvenliği ve istikrarını sağlamak olan bu operasyonların BM
Anlaşması’nda açıkça yer almamasından
dolayı bu operasyonların kurulma aşaması
ve yürütülmesi konusunda izlenen yöntemlerin hukuki temellerinin incelenmesi
oldukça önem taşımaktadır. “Operasyonların kararlaştırılması aşamasındaki huku12
ki temeller, bu operasyonların uluslararası
hukuka uygun olarak kurulmasına yetki
veren ve hukuka uygunluk olarak vazgeçilmez olan temellerdir. Operasyonların
yürütülmesi aşamasında uyulması gereken
ilkeler ise, barışı koruma operasyonları ile
mavi berelilerin görev yaparken uymak
zorunda oldukları, bir operasyonun hukuka uygun olarak yürütülmesi ve başarılı
olması açısından dikkate alınması gereken
prensiplerdir”(Öncü, 2006:32).
Barışı koruma operasyonlarının anlaşma metninde açıkça yer almaması her
ne kadar uluslararası anlaşma metinlerine aykırı olmasa da anlaşma metinlerinin
yorumlanmasında ortaya çıkan doktrin
farklılıkları sürecin hızlı bir şekilde çözüme kavuşmasını zorlaştırmakta ve görüş
birliğinin oluşmasına engel teşkil etmektedir. Operasyonların hukuki bir zemine
dayandırılması konusunda ortaya çıkan
farklı görüşler anlaşmanın VI. ve VII. bölümleri etrafında düşünülmesi gerektiğine
vurgu yaparak, bu iki bölüm arasında bir
orta yol bulunması gerektiğinin önemini
vurgulamaktadır. VI. Bölümü’nde “uyuşmazlıkların barışçıl yollarla çözülmesi”
başlığında yer alan maddeler incelendiğinde herhangi bir şekilde barışı koruma
operasyonlarının tanımından bahsedilmemekte, uluslararası barışı tehdit altına sokan ve taraflar arasında ortaya çıkabilecek
uyuşmazlıkların çözümü hususunda BM
bünyesinde yer alan Güvenlik Konseyi’nin
askeri gücünü ön plana çıkaran yapısından
çok görüş bildirici, arabulucu ve tavsiye verici görev tanımlamasından bahsedilmektedir. BM Anlaşması madde 38, Güvenlik
Konseyi’nin yetki alanı konusunda bir çerçeve çizmekte ve “Güvenlik Konseyi 33-37
maddeler hükümlerini zedelemeksizin,
bir uyuşmazlığa taraf olanların tümünün
istemesi halinde bu uyuşmazlığın barışçıl
yollarla taraflara tavsiyelerde bulunabilir”
(BM Anlaşması,13) şeklinde ifade edilerek
uyuşmazlıklara müdahale edilmeden önce
bir danışma mekanizması olarak görüldüğü anlaşılmaktadır.
venlik Konseyi 41. maddede ön görülen
önlemlerin yetersiz kalacağı ya da kaldığı
kanısına varırsa, uluslararası güvenliğin
korunması ya da yeniden kurulması için,
hava deniz ya da kara kuvvetleri aracılığıyla, gerekli saydığı her türlü girişimde
bulunabilir”(BM anlaşması,14). şeklinde
özetlenebilir. Görüldüğü gibi VI. Bölüm’de
danışma mekanizması olarak görevlendirilen Güvenlik Konseyi, VII. Bölüm’de
yaptırım gücü ön planda olan müdahaleci
işlevini yasal bir zemine dayandırarak gücünü meşrulaştırmaya yönelik caydırıcı bir
mekanizma olarak karşımıza çıkmaktadır.
Maddeler birlikte incelendiğinde barış
operasyonlarının tanımının yapılmaması,
Güvenlik Konseyi’nin müdahalesini gerektiren durumların ve alınacak önlemlerin teker teker incelenmemesi, anlaşmanın
sadece genel ilkeleri ortaya koyan ve kazuistik bir şekilde ele alınmasını zorlaştıran
çerçeve niteliğinde oluşturulan yapısını
ortaya koyar. Anlaşmanın maddelerinden
yola çıkarak yapılan değerlendirmeler ve
yorumlar sonucunda ortak bir görüş birliğinin oluşmasını son derece zorlaştırmakla birlikte barışın tehlike altında olduğu
alanlara yapılacak olan müdahalenin gecikmesine ve bunun sonucunda Birleşmiş
Milletler’in kurulma amacının sekteye uğramasına neden olmaktadır.
Operasyonların hukuki bir temele
dayanma noktasında ortaya atılan görüşlerden belki de en fazla ses getireni, VI.
ve VII. Bölüm’ün her ikisini birden kapsayan ve ikisinin arasında bir köprü işlevi
üstlenen bir “VI buçuk bölümü” nün yer
alması şeklindedir. “Bu durumun ana nedeni, bu operasyonların, VI. Bölümü’nün
askeri olmayan işbirliği imkânları ile VII.
Bölümü’nün zorlama tedbiri niteliğindeki
harekâtları arasında bir yerlerde bulunduğu şeklindeki görüştür”(Öncü,33). Ortaya atılan bu görüş, barış operasyonlarının
kapsamını, genişliğini ve yetkilerini belirleme açısından alternatif bir çözüm unsuru
olabilme eğilimindedir.
“VI Buçuk Bölümü”
Uluslararası barışın sağlanması ve
barışı koruma operasyonlarının başarıya
ulaşmasında izlenmesi gereken diğer bir
önemli nokta ise bu operasyonların “tarafların rızasını” alma konusunda sergilediği
başarıdır. Tarafların rızası hem müdahale
edilmesi gereken bölgelerdeki iktidar ve
muhalif yapıyı içermeli, hem de Güvenlik
Konseyi ve Genel Kurul’un yetki vermesi üzerine BM Genel Sekreteri’nin örgüt
üyelerine katılımlarıyla ilgili çağrı yapıldıktan sonra katılımcı devletlerin gönüllülük esasına dayanarak operasyona dâhil
Sunulan tavsiyelerin yetersiz kalması
durumunda veya uluslararası barışı tehlike
altına sokan durumların önüne geçilemediğinde Güvenlik Konseyi’nin etkin bir rol
üstlenerek müdahaleci kimliğini ön plana
çıkarması VII. Bölüm’ün “Barışın Tehdidi,
Bozulması ve Saldırı Eylemi Durumunda
Alınacak Önlemler” başlığında yer alarak
yasal bir zemine oturtulmaya çalışılmıştır.
Güvenlik Konseyi’nin yaptırım gücünü
arttırarak caydırıcı bir mekanizma işlevi
üstlenmesi 42. maddede yer alan “ GüGENÇ BARIŞ
“Tarafların Rızası”
Uluslararası Barış ve Birleşmiş Milletler
olma süreçlerinde sağlanmalıdır. “BM
Anlaşması, kuvvet kullanmayı ve egemen
devletlerin iç işlerine karışmayı yasaklamaktadır.(BM Anlaşması, 2& 4,7)Bu
durumun istisnasını BM Anlaşması’nın
VII. Bölümü’nde öngörülen hükümler
oluşturmaktadır.”(Öncü,37)
Uluslararası hukukta tarafların rızasının alınmasına gerek duyulmayan durumlar, madde 42’de yer alan uluslararası
barış ve güvenliğin tehdidi veya bir saldırı
eyleminin gerçekleşebileceği durumlarda, Güvenlik Konseyi tarafından karara
bağlanan yaptırımlar ve madde 51’de yer
alan herhangi bir saldırıya karşı devletin
meşru müdafaasını öngören koşullardır.
Tarafların rızası sağlanmadığı takdirde
barışı koruma operasyonlarının amacına
ulaşması mümkün değildir. Aynı zamanda barışı koruma operasyonları tarafsız bir
şekilde sürdürülmeli, taraflardan birine
imtiyaz tanınmamalı ve eşitlik ilkeleri esas
alınarak iş birliği yapılmaya çalışılmalıdır.
Aksi takdirde ayrımcılığa uğradığını düşünen tarafın mavi berelilerle olan ilişkisini
kesebilme ihtimalini taşıdığından barışın
ve güvenliğin sağlanmasını tehlike altına
sokabilir.
Sonuç Yerine
Barış ve güvenlik sorunlarının küresel bir boyutta önem kazanması, ulusların
gelecekte kendilerini tehlike altına sokabilecek durumlardan kaçınma davranışı
sergileyerek, ulus-üstü bir kurum olan
Birleşmiş Milletler’e egemenlik hakkı tanımaları, yeni dünya düzeninde şekillenen
bir süreçtir. Küresel sorunlarla karşı karşıya kalan ve değişen dünyadaki ihtiyaçlara cevap verebilme yeterliliğini sağlaması
bakımından Birleşmiş Milletler’in dinamik bir yapıda olup, kendi içinde çeşitli
reformlara girişmesi, kendisini yenilemesi
gerekmektedir. Şimdiye kadar reformist
politikalarını gündeme getirmiş olsa da
dünya konjonktüründe karşımıza çıkan
sorunlar bunu tam anlamıyla gerçekleştiremediğini göstermektedir. “Egemen
eşitlik”, “ayrımcılığın önlenmesi”, “insan
hakları”, “demokrasi” gibi kavramların
altını çizen Birleşmiş Milletler Anlaşması,
örgütün temel ilkelerinin yasal dayanağını oluşturur. Fakat pratiğe baktığımızda
organlar arasındaki dengenin sağlanamaması, Güvenlik Konseyi’nin karar vermede son söz hakkına sahip olması, veto
hakkının sadece daimi üye sıfatı taşıyan
5 ülkeye verilmesi gibi nedenler eşitliğin
sağlanamadığını, ülkeler arası ayrımcılığın
giderilemediğini ve karar aşamasında hızlı
etkin bir yöntem izlenemediğini göstermektedir. Bununla birlikte BM, bağımsızlığını kazanmalı ve başka kurumların gölgesi altında kalmamalıdır. Aynı zamanda
yürüttüğü barış operasyonlarının başarılı
olması için BM Anlaşması’nda yasal bir
zemine oturtularak ve devletlerin rızası
alınarak gerekli müdahaleler izlenmelidir.
GENÇ BARIŞ
Yapısal reformlara sıcak bakan Birleşmiş
Milletler, bunu gündem raporlarında belirttiği ve sözel olarak sürekli ifade ettiği
kadar, uygulama alanında da pratiğe dökebildiği zaman barışın uluslararası boyutta
istikrarı sağlam temellere dayanacaktır.
1.Dag Hammarskjöld, Second Secretary-General of the UN,“19th
Annual American Model United Nations International Conference;
2008 Conference Program” http://www.amun.org/uploads/08_Final_Report/Program/2008_Conference_Program.pdf 05.12.2012
2.Çalık, Temel, Feridun Sezgin, “Küreselleşme Bilgi Toplumu ve
Eğitim”,Kastamonu Eğitim Dergisi, , cilt:13, no:1, s.56, Mart 2005
3.Douglas, Kellner, “Globalization, Terrorism and Democracy:9/11
and its Aftermath” http://pages.gseis.ucla.edu/faculty/kellner/essays/
globalizationterroraftermath.pdf 03.12.2012
4.Birdişli, Fikret, “Birleşmiş Milletlerin Uluslararası Sorunları
Önleyebilme Yeteneği”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,
s. 172-181,2010.
5.United Nations General Assembly “An Agenda For
Peace:Preventive Diplomacy and Related Matters” http://www.
un.org/documents/ga/res/47/a47r120.htm 20.11.2012
6.Özlük, Erdem, “Uluslararası İlişkilerde Meşruiyet Ve Güvenlik
KonseyininMeşruiyet Krizi”Uluslararası Hukuk ve Politika, s:126,2008.
7.Manavoglu, Zeynep, “NATO’nun Kosova’ya Müdahalesinin
Uluslararası Hukuk Açısından Geçerliliği” Uluslararası Hukuk Ve
Politika, cilt: 4, sayı:14, ss. 27-5, 2008.
8.Güngör,Uğur, “Günümüzde Barış Operasyonları”, https://mailattachment.googleusercontent.com/attachment/ui=2&ik=3f331
6c6a1&view=att&th=13b4155e74fc39ce&attid=0.2&disp=inli
ne&realattid=f_ha0v2jvr1&safe=1&zw&saduie=AG9B_P8XJ7
fR6a9KW4fDoa1kxwwv&sadet=1355092125406&sads=o111k
cS_JGmHntZjSYW7aT101UE&sadssc=1 10.12.2012
9.Öncü, Mehmet “Birleşmiş Milletler Barışı Koruma
Operasyonlarının Hukuki Temelleri”, Uluslararası Hukuk ve Politika, cilt: 2, sayı:6, 2006.
10.Birleşmiş Milletler Anlaşması “TBMM İnsan Hakları İnceleme
Komisyonu” http://www.tbmm.gov.tr/komisyon/insanhaklari/
pdf01/3-30.pdf 10.12.2012
11.Hardt, Michael, Negri, Antonio, İmparatorluk, İstanbul, Ayrıntı
Yayınları, 2008.
12.MGBOJI, Ikechi, (2006). “The Civilised Self and The Barbaric
Other: Imperial Delusions of Order and The Challenges of Human
Security”, Third World Quarterly, Vol.27, No:5, Taylor and Francis
Group, pp.855-869.
13
M. Emre AKKAŞ, Musab BÜYÜKSOY
Güney Afrika Barış Süreci ve
Güney Afrika’nın Bugünü
Günümüz Güney Afrika’sını ve Barış Sürecini Güney Afrika Büyükelçisi
Vika M. Khumalo İle konuştuk.
Röportaj: M.Emre AKKAŞ, Musab BÜYÜKSOY
M. Emre Akkaş: Öncelikle bize bu fırsatı
verdiğiniz için size teşekkür etmek istiyoruz.
V.M. Khumalo: Böyle güzel bir dergi
için röportaj yapılan ilk kişi olmak benim
için bir onurdur.
M.E. Akkaş: Sizin kişisel barış algınızla
başlamak istiyoruz. Barış sizin için ne ifade ediyor?
V.M. Khumalo: Barış sadece fiziksel çatışmanın olmadığı yer değildir. Aslında
barış, bir ruh halidir. Benim için barışın
amacı mutlu olmak ve tanıdığım insanlarla iyi ilişkiler yürüterek hayatın tadını
çıkarmaktır. Başkalarıyla barış içerisinde
olmadan önce, barışın kişinin kendi içerisinde olması gerekir. Eğer bir birey olarak içsel barışı sağlayamadıysanız, diğer
insanlarla olan ilişkilerinizde barıştan söz
edemezsiniz. Tamamen kişisel bir tanım
yapmam gerekirse, barış benim için huzur
içerisinde oturmak, bir bardak şarap eşliğinde kitap okumak, ailemle ve arkadaşlarımla sohbet etmektir.
14
Musab Büyüksoy: Güney Afrika’nın
temsilcisi olarak ülkenizin barışa bakış açısından bahseder misiniz? Barışın Güney
Afrika’daki sosyal ve siyasi boyutu hakkında ne söylemek istersiniz?
V.M. Khumalo: Güney Afrika öncelikle kendi iç barışını sağlamaya özen gösteriyor. Bunun yanı sıra dünya barışının
sağlanması için de çaba gösteren bir ülke.
1994 yılı bizim bağımsızlığımızı ilan ettiğimiz tarih ve bu gelişme Güney Afrika’da
her şeyin mümkün olabileceği bir ortam
yarattı. Bu ayrıca, barışın gerçekleşmesini sağladı ve komşularımızı rahatlattı. O
günden itibaren daha istikrarlı bir hale
geldik ve kıtamızdaki diğer devletlere ekonomik ve politik açıdan katkıda bulunarak kıtamızdaki barışa da katkı sağlıyoruz.
Eğer bölgemiz barış içerisinde değilse biz
de barış içinde olamayız.
M. Büyüksoy: Bir ‘gökkuşağı ülkesi’ olarak Güney Afrika bu başarılı barış sürecini
nasıl yönetti ve çok iyi işleyen bir demokrasiye geçisi nasıl sağladı ?
GENÇ BARIŞ
V.M. Khumalo: Biz kültür, din ve etnik
köken açısından çok çeşitliyiz. Bu çeşitlilik bize “Gökkuşağı Ülkesi” tanımını
kazandırdı çünkü ülkemizde tüm renkleri görmek mümkün. Ülkede barış içerisinde yan yana yaşayan 5 farklı kıtadan
yurttaşlarımız var. Bu çeşitlilik, sorunlarla
başa çıkabilmek için ulusumuzun farklı
kesimlerinden farklı özelliklerinden faydalanmamızı sağladı ve böylece biz de herkes
için uyum içerisinde yaşayacağı bir ortam
oluşturduk.
M. Emre Akkaş: Peki demokrasiye geçiş
sürecinde neler yaşadınız?
V.M. Khumalo: 1991’de barışı sağlama
sürecinde CODESA olarak da bilinen
“Demokratik Güney Afrika Kurultayı“nı
oluşturduk. CODESA’yı insanların bir
araya gelerek tartışabilcekleri bir ortam
oluşturmak için kurduk. Bu mekanizma,
farklı siyasi partileri ve dini grupları tek
çatı altında toplayarak ülkenin geleceği
hakkında konuşmalarını sağladı.
M. Büyüksoy: Ne zaman barıştan söz
edilse, Dalai Lama ve Mahatma Gandi
gibi uluslarası barışın en önemli sembollerinden olan Nelson Mandela aklımıza
gelir. Onun uluslararası arenadaki bu ünü
ne derecede ülkesinde ki Mandela algısını
yansıtıyor?
V.M. Khumalo: Mandela Güney Afrika halkı tarafından Madiba takma adıyla
tanınır. Fakat genel olarak biz ona “Aziz
Mandela “ diyoruz, çünkü o ulusumuzun babası. Bu onun Güney Afrikalılar
tarafından nasıl algılandığının göstergesi.
O bizim özgürlük hareketimizin sembolu
haline geldi. O başarımızın da en önemli
sembolü. O şu an yeni neslin de babası.
Mandela ülkemize barış getirdi. O barışın
ve uzlaşı kültürünün de babası. Çok sayıda
probleme ve anlaşmazlıklara neden olan
pek çok farklılığımız var. Mandela herkesi
bir araya getirerek ulus olarak gerçekten
neyi başarmak istediğimize odaklanmamız
gereketiğinin önemini vurguladı. Evet,
bizler ülkedeki siyahiler olarak yıllarca
Güney Afrika’da acı çektik ama o, geçmişe
takılıp kalmanın amaçlarımızı gerçekleştirmede kimseye bir yarar sağlayamayacağının farkındaydı.
M. Büyüksoy: O zaman Nelson
Mandela’nın gerçekten de tüm ulusun
simgesi olduğunu söyleyebiliriz.
V.M. Khumalo: Evet, onun şöhreti bizim
ülkemizden de büyük.
M.Büyüksoy: Güney Afrika’da barışı sağlama süreci ve Mandela hakkında konuştuk. Eski rejim hakkında neler söyleyeceksiniz, statüko hala varlığını sürdürüyor mu
? O “kötü adamlara” neler oldu?
V.M. Khumalo: O kötü adamlar da Güney Afrikalıydı. Mesela bir ev düşünün.
Evde sürekli problem yaratan bir çocuk
var. Ne yaparsa yapsın o yaramaz çocuk,
sizin evladınızdır. Ben de bir babayım.
Çocuklarım problem çıkardıklarında, onlar artık benim çocuklarım değil, demiyorum. Irkçılık yapmış olsalar da, bu durum
eski rejim için de geçerlidir; onlar da bu
ülkenin birer parçası. Şu an Güney Afrika
bu konuda net bir tutum sergiliyor; ülkede ırkçılığa yer yok. Fakat ırkçılık evrensel
bir problem. Böyle olması ırkçılığın kabul
edilebilir olduğu anlamına gelmiyor ama
maalesef hala yaygın. Hepimiz toplumsal
ya da bireysel hayatımızın tüm evrelerinde
ırkçılığı ortadan kaldırmak için mücadele ediyoruz. Geçmişimiz diğer insanlarla
aynı masada oturmayı hak etmeyenler
damgasını yiyen bizlere, insan olmanın ne
demek olduğunu öğretti. Irkçılık temelde
bir ulusun diğer ulusa üstün olduğu görüşüne dayanır. Irkçılık ayrıca,karşıdakini
önemsememeye de dayanır, hepimizin insan olduğu gerçeğini görmezden gelmeye
yani. Hepimizin aynı atadan geldiği gerçeğini benimseyen bir gökkuşağı ulusuyuz
biz.
M.E.Akkaş: Toplumdaki imkanların ırk
temelli ayrımcılıklara göre paylaştırıldığı
bir tarihten geliyorsunuz. Ülke ve devlet
olarak böyle bir tarihle nasıl yüzleşiyorsunuz?
V.M. Khumalo: Mandela “Long walk to
Freedom” kitabında şöyle der: “Hayatım
boyunca ırkçılığa karşı mücadele ettim;
azınlığın çoğunluğu bastırmasına, ezmesine karşı direndim. Eğer çoğunluk azınlığı ezmeye kalkışırsa, o zaman ben buna
karşı da mücadele edeceğim.” Azınlık veya
çoğunluk, hiçbir grubun diğerini ezmeye
hakkı yoktur. Siyasi bilimlerde de azınlığın görüşleri dikkate alınmaksızın ortaya
çıkan çoğunluğun azınlığa mutlak tahakkümüne çoğunluğun diktası denilmektedir. Şu anki durumda siyahilerin beyazları
bastırma gibi bir niyeti söz konusu değildir. Bundan sonra bu topraklarda diğerini
ezme, bastırma olmayacaktır. Mesela, ırkçı rejim döneminde siyahların Olimpiyat
oyunlarına katılmasına izin verilmemiştir,
çünkü onlara göre siyahlar ülkeyi temsil
edemezler. Fakat 1994’te iktidar değiştikten sonra, yarışmaya katılacak kadar iyi
olan herkesin,ülkeyi temsil edebileceğini
belirttik. Beyazların bastırıldığı bir toplum
yarattığımız taktirde de, barıştan söz edemezdik. Herkesin faydalanması şartıyla,
küçük bir barış girişimini büyük bir barışa
tercih ederiz.
M.E.Akkaş: Mandela’nın gökkuşağı toplumunu bir arada tutan önemli bir unsur
olduğuna inanıyoruz. Eski rejime karşı,
bir öfke söz konusu olabilirdi ama olmadı.
Bunda Mandelanın önemli bir rol oynadığını düşünmekteyiz. Siz bu görüşe katılıyor musunuz, başka faktörler de var mı?
V.M. Khumalo: Mandela bizim ilham
kaynağımızdı, onun başardıkları çok
önemliydi. Fakat o başkalarının omuzlarında yükseldi. 1920’de Ulusal Afrika
Kongresi (ANC) kuruldu, ve o günden
itibaren barış için mücadele edildi, çeşitli liderler buna çaba gösterdi. Mandela
Ulusal Afrika Kongresine genç yaşta katıldı ve önceki liderlerden önemli ölçüde
etkilendi.O ANC’nin ülkeye barış getirme hedefinin bir parçası olmak istedi.
Mandela daha sonra 27 yıllık hapis cezasına mahkum edildi ama diğer liderler bir
şekilde Afrikanın içinden ya da dışından
bu mücadeleyi sürdürdüler. Mandeladan
sonraki lider, onun profilini ve mücadelesini devam ettirdi. Mandela özgürlüğüne
kavuştuğu zaman tüm liderlere ve arkadaşlarına teşekkür etti. Hapisanede yalnız
değildi, mücadele eden bir sürü kişi vardı.
GENÇ BARIŞ
Fakat o en önemli olandı.
M.Büyüksoy: Peki bu barış sürecindeki
uluslararası müdahaleler hakkında neler
söylemek istersiniz ?
V.M. Khumalo: Güney Afrika’nın özgürlüğünü kazanmasında pek çok devlet
önemli rol oynadı. Birleşmiş milletler uygulanan ırkçı rejimi insanlık suçu olarak
nitelendirdi. Diğer üye devletler, değişim
ve Mandelanın serbest bırakılması çağrısında bulundu. Amerika ve ‘Commonwealth’ yaptırım uyguladı. Güney Afrika’nın
uluslar arası spor organizasyonlarına katılması engellendi ve adeta küreselleşen toplumdan izole edildi. Pek çok ülke Güney
Afrika’nın özgür olması için çaba gösterdi.
Afrika kıtasının güneyindeki diğer ülkeler
de yardımda bulundu ve ANC’ye katkı
sağladılar.
M.Büyüksoy: Pek çok insan Birleşmiş
Milletleri yetersiz bir oluşum olarak görse
de, önemli bir örnek olan Güney Afrika’nın
Özgürleşme süreci, benim Birleşmiş Milletlere olan güvenimi artırmıştır.
V.M. Khumalo: Birleşmiş Milletler belirli bir kapsam dahilinde işliyor. Güvenlik
Konseyi’nin yapısı işleyişi zorlaştırıyor.
Ciddi bir reforma ihtiyacımızın olduğunu
düşünüyorum.
M.Büyüksoy: Bu reformun gerçekleşmesi
için 3. Dünya Savaşına kadar beklememiz
mi gerekiyor ?
V.M. Khumalo: Hayır, değil. İhtiyacımız
olan tek şey reform. Örnek vermek gerekirse, Güvenlik Konseyinde hiç Afrikalı,
Latin Amerikalı ya da Müslüman bir üye
yok. Bu yapının değişmesi gerekiyor. Üye
olmayı hak eden bir sürü ülke var. Güney
Afrika Milletler Cemiyeti’nin, Birleşmiş
Milletler’in ve Afrika Birliği’nin kurucu
üyesidir. Sırada Güvenlik Konseyi var. 2
yıllığına geçici bir üye olarak yer alıyoruz
şu anda ama daha fazlasına ihtiyacımız var.
Sadece Birleşmiş Milletler için değil, Uluslararası Para Fonu ve Dünya Bankası gibi
uluslar arası kurumların da ciddi reformlara ihtiyacı var.
M.E.Akkaş: Mandelanın genç yaşlardan
itibaren bu barış sürecinin içinde olduğunu biliyoruz. Güney Afrika gençlerinin bu
süreçteki payı nedir ?
V.M. Khumalo: 1940’tan beri, ANC
gençlik birliği, diğerleri arasından sıyrılarak gençlik birliğinin en güçlü ve aktif
üyelerinden bir tanesi olmuştur. Mücadelemiz süresince çok önemli rol oynamıştır.
Etraflarında neler olup bittiğini anlamaları için insanları bilgilendirdiler ve onların
mücadeledeye ve toplu harekete katılmalarını sağladılar. Gençler sistemin değişmesi
gerektiğinin farkındaydılar. Gençler etnik
kökenini ve kabileni gösteren kimlik kartı15
nı taşıma zorunluluğuna karşı bir yürüyüş
organize ettiler. Çünkü eğer siyahiysen ve
kimlik kartını taşımıyorsan tutuklanabilirdin. Barış mücadelesi sırasında yapılan
gençlik hareketlerinin kutlandığı 16 Haziran Güney Afrika Ulusal Gençlik Günüdür. 16 Haziran’da Afrika gençliği eğitim
sistemine karşı bir yürüyüş düzenledi çünkü siyahilerin matematik eğitimi almaları
yasaktı.
M.Büyüksoy: Kendi diliniz olan Afrikanca da bile mi ?
V.M. Khumalo: Hiçbir suretle matematik öğretimi yoktu. Diğer bütün dersler
Afrikanca olarak öğretiliyordu. Gençler,
ülkenin dört bir yanındaki diğer gençlik
gruplarını harekete geçirdiler. Hep birlikte
eğitim bakanlığına karşı yürüyüş yaptılar.
Hükumet güçleri, olaylar Johannesburg’a
sıçramadan yürüşe müdahele etti. Bu olay
mücadelenin seyrini değiştirdi. Çok sayıda
cesur genç öldürüldü, inançlarından dolayı asıldılar ve terörist ilan edildiler. Bunun
gibi olaylar gençliğin mücadeleye katılımını artırdı.
M.E.Akkaş: İşleyen bir demokrasi ve kıtanın en büyük ekonomisi olan Güney
Afrika diğer ülkeler açısından örnek teşkil
edebilir mi ?
V.M. Khumalo: Güney Afrika’nın halihazırda kıtanın diğer ülkeleri için bir rol model
olduğunu söyleyebiliriz. Economist dergisinin bu haftaki konusu Güney Afrika’nın
diğer Afrika ülkeleri kadar hızlı büyümediği meselesiydi. Fakat Economist’in
gözden kaçırdığı bir şey vardı, o da diğer
ülkelerin çok düşük oranlarla başlamasıydı. Yüzde 7-9 arasında büyümekteler ama
o ülkelerin büyüme hızları kısmen Güney
16
Afrika’nın yaptığı yatırımlar sonucunda
meydana geliyor. Ekonomimizin dönüşümüne de büyük önem veriyoruz. Bugün
bile ekonomimizin büyük bir kısmı beyazlar tarafından şekillendiriliyor. Ekonomik
açıdan siyahilerin önemli rolleri yok. Biz
bu durumu değiştirmek istiyoruz. Ekonomideki bu değişimin yeni girişimcileri
desteklemesi gerekiyor, şu anki ekonomi
politikası, ekonomiyi yavaşlatıyor. Uluslararası toplumun tecrit edilmesi, ekonominin yavaşlamasının bir diğer nedenidir.
Kendi teknolojimizi geliştiremiyoruz, eğitime gereken önem verilmedi maalesef.
Sonuç olarak şu an , eğitim seviyesi yüksek
bir nüfusumuz yok. Ekonomi sektörlerinde büyük oranda kalifiye insana ihtiyaç
var; buna rağmen ırkçı rejimin politikası
yüzünden, siyahiler eğitimden uzaklaştırıldılar. Günümüz ekonomisi 21.yüzyılın
vasıflarını da beraberinde istiyor fakat eğitimsiz siyahiler sadece eski meziyetlere sahipler. İnsanların becerilerini geliştirmeleri
için geniş çaplı bir programa ihtiyaç var.
Ve yavaş yavaş bunun sonuçlarını alıyoruz. Ekonomistlere söylemek istediğim
şey, yerimizde saymıyoruz, Afrikanın en
iyi ekonomisi olarak kalabilmek için var
gücümüzle çalışarak ekonomimizi geliştiriyoruz. Fazlaca doğal kaynağa sahibiz
fakat bu potansiyeli kullanmak için doğru
teknolojiye ve meziyetlere ihtiyacımız var.
Diğer yandan, Güney Afrika’da siyasi istikrarsızlık hakimmiş gibi görünsede, bizler
demokrasiye inanıyoruz. Demokratik prosedürün bir sonucu olarak, siyasi partiler
kanununun oluşturulması zaman almaktadır. Mesela, iktidar partisi içerisinde,
partinin bir sonraki liderinin kim olacağı
GENÇ BARIŞ
hususunda çetin bir tartışma hakim. Bu
duruma başka nerde rastlarsınız ki ?
M.Büyüksoy: Bu umut vaad eden bir
gelişme. Güney Afrika politik başarısı ve
ekonomisinin sürdürülebilirliğiyle nam
salmıştır. Fakat ülkenin sosyal problemleri
hakkında neler söylemek istersiniz ?
V.M. Khumalo: Hükumetimiz sosyal
problemleri en aza indirgemek için pek
çok program oluşturdu. Son 2 yıldır suç
oranı düşmekte. Şu anki hükumetin polis
güçleri önceki rejimden kalma eğitimsiz
olanlardır. Onlar bu pozisyona yasa ya da
düzen için getirilmedi, politik amaçlardan
olayı oradalar. Hükumet polisleri yeniden
eğitme programlarına aldı ve sonuçları
görebiliyoruz. Suç oranı düşüyor. Polisler
suçları engellemek için çalışıyorlar. Bazı
sebeplerden dolayı, halan yoksulluk var.
Çoğunluğun faydalanamadığı bir ekonomi
miras kaldı önceki yönetimden bize çünkü düzen sadece yüzde 10luk kesim için
oluşturulmuştu. Ekonomiyi genişletmemiz gerekiyor. Irkçı rejim yüzünden zengin
ve fakir arasındaki gelir dağılımı eşitlizliği muazzam derecede fazla. Bu uçurumu
kapatmak için çalışıyoruz. Geçen hafta
hükumetin politikalarının işe yaradağını
gösteren Güney Afrika’daki yoksulluk oranıyla ilgili bir makale okudum. Yoksulluğu
azaltmaktan ziyade ortadan kaldırmalıyız.
Hükumet elektrik, su ve diğer temel ihtiyaçlarını karşılayamayan yoksulların problemlerini azaltmak maksadıyla pek çok
strateji geliştirdi. Yoksul kesim için sağlık
koşulları da yeniden gözden geçirildi. Şu
an sağlık hizmetleri onlar için tamamen
ücretsiz. Güney Afrika’ya son seyahatimde hastaneye gittim, beyazlar da oradaydı.
Onlarla konuştum, onlarda yapılanlar için
hükumete karşı müteşekkir olduklarını belirttiler. Hükumetimiz sağlık hizmetlerinin
yanında hiçkimsenin aç kalmadığından
emin olabilmek için de milyonlarca euro
harcıyor.
M.E.Akkaş: Güney Afrika’nın bir diğer
başarısı da anayasası. Sizin de bildiğiniz
üzere Türkiye bugünlerde daha demokratik ilkeler ışığında kendi anayasasını
oluşturmaya çalışıyor. Türkiye’nin anayasa
oluşturma süreciyle ilgili olarak neler söylemek istersiniz ?
V.M. Khumalo: 18 yıl önce oluştutulan
anayasımız dünyanın en demokratik anayasalarından bir tanesidir.Anayasamızda
sık sık uzlaşı ve barışa, çok kültürlülüğe
ve çok dilli yapıya vurgu yapılmaktadır.
Ayrıca insan haklarına özünde ,esas olarak
değer veren önemli anayasaların başında
gelir. Adeta Güney Afrika halkının kalp
atışlarına bile kulak veriyor. Demokrasimizin temelinde insan hakları vardır. Hatta
anayasamızın 2.maddesinde insan haklarından bahsediliyor.
Türkiye başarıyla bunun altından kalkabilir. Türkiye’nin anayasasını gözden geçirip
yenisini yazmak için çok iyi bir imkanı var.
Güney Afrika anayasası üzerinde çalışan
bazı parlementerler biliyorum. Türkiye ile
fikir alış verişte bulunmayı gerçekten çok
isteriz. Yeni anayasasını yazma sürecinden
Türkiye ile el ele verip birlikte çalışmaktan
mutluluk duyarız.
M.E.Akkaş: Türkiye’de uzlaşı problemimiz
var. Bazı sorunlarımız var ki uzlaşıyı tamamen bloke ediyor. Her kesim Türkiye’nin
başarısı için çalıştığını iddia etse de icra
etme de orta nokta bulma sorunu yaşanıyor. Güney Afrika’daki uzlaşı kültürü hakkında neler söyleyebilirsiniz ?
V.M. Khumalo: Biz bu işe CODESA ile
başadık. Küçük partiler dahil, tüm partileri bir araya getirmeye çalıştık. Anayasamızın merkezine demokrasi ve uzlaşı kültürünü yerleştirdik. Güney Afrika’da yüzde
5 barajını geçen her parti meclise girebilir.
Hatta parlementodaki en küçük partinin
bile komisyonlarda sandelyesi vardır. Aynı
değerleri paylaşıyoruz ve hepimiz Güney
Afrikanın başarısını istiyoruz, bu da bizi
bir arada tutuyor.
M.Büyüksoy: Bildiğiniz gibi bu yıl Nobel Barış ödülünü Avrupa Birliği kazandı.
Afrika Birliği’nin önümüzdeki yıllarda bu
ödülü almayı hak ettiğini düşünmüyor
musunuz?
V.M. Khumalo: Bunun için daha erken.
Biliyorsunuz Afrika Birliği yeni kuruldu.
Afrika’nın kolonileştirildiği dönemlerde
kuruluna Afrika Birliği Organizasyonu’nun
değiştirilmesiyle meydana geldi. Afri-
ka Birliği’nin uzun vadeli hedefi, Avrupa
Birliği’nde olduğu gibi , Afrika devletlerinin bir araya getiren bir çeşit federal bir
bölge oluşturmaktı. Fakat Avrupa Birliği
ile aynı çizgiyi takip etmiyoruz. Avrupa
Birliği’nin hatalarından ders çıkarıp, onları
yapmamaya çalışıyoruz.
M.E.Akkaş: Röportamızın sonuna doğru
gelirken, kişisel deneyimlerinizden yola
çıkarak 1994 sonrasındaki ırkçı rejim ve
özgürleşme çabalarında meydana gelen değişiklikler hayatınızı ve bakış açınızı nasıl
etkiledi ?
V.M. Khumalo: Çok zor bir soru. Kişisel
deneyimlerim ha ? Müsaade ederseniz hika-
yenin sonundan başına geleyim. Öncelikle
Güney Afrika elçisi olup, ülkemi dünyanın
farklı yerlerinde temsil edeceğim aklıma
gelmezdi hemde hiç. Çünkü ben gençken
sadece beyazlar büyükelçi olabiliyordu.
Ayrımcılık çok zor bir şey. Irkçı rejim döneminde çocuktum. Bilirsiniz çocuklar saftır,
siyahi veya beyaz kendilerinin diğer çocuklardan farklı olduklarını düşünmezler. O
çocuk büyüdüğünde, artık ikinci sınıf biri
olduğunu anlıyor. Beyaz arkadaşlarının
evlerine gidemiyor. Beyazlar için ayrılmış
bir masaya oturamıyorlar. Kendi kendime
sormuştum, benim neyim var ki? Neden
bu insanlarla beraber yemek yiyemiyorum.
Bir gün annem zorla beni siyahların gitmesinin yasaklandığı Johannesburg’a alışGENÇ BARIŞ
veriş yapmaya gönderdi. Tuvalete gitmem
gerekiyordu ama umumi tuvaletler sadece
beyazlar içindi. Siyahiler beyazların tuvaletine gitmektense altlarına kaçırmayı tercih
ederlerdi çünkü polis onları döver hatta tutuklayabilirdi. Bir defasında annemle tren
istasyonunda bekliyorduk. Tren istasyonu
beyazlar ve siyahlar için olmak üzere ikiye
ayrılmıştı. Siyahiler ve beyazlar için ayrılmış koltuklar vardı. Beyazların karşısına
oturmak yasaktı. Ne olacağını görmek için
bir gün gidip beyazlar için ayrılmış koltuklardan birine oturmaya çalışmıştım. Annemi görmeliydiniz; arkamdan koştu ve beni
var gücüyle çekti. Çok korkmuştu, “Beni
hapishaneye gödermek mi istiyorsun?”
diye bağırmasını hala hatırlarım.
Yakınlarını kaybetmek… İnsanlar ortadan
kaybolurdu, benim de kaybolan amcalarım
var ve kuzenlerim. Muhtemelen öldürüldüler. Teyzem 6.Bölgeden (District) başka
bir yere taşınmaya zorlandı çünkü eski rejim siyahların böyle güzel yerlerde yaşamayı hak etmediklerini düşünüyordu. Zorla
siyahilerin taşınmalarına neden oldular ve
oralara beyazları yerleştirdiler. Eşim babasını, amcasını ve kardeşini kaybetti.
Mandela hapishaneden çıktığı zaman uzlaşmak için onlarla bir araya geldi. Sonra
kendi kendime dedim ki: “Eğer 27 yıl hapiste kalan Mandela affedebiliyorsa , dışarıda hayatın tadını çıkaran ben de affetmeliyim. Benim için geçmişin acısı hala taze.
Verilen mücadele bizi daha da güçlendirdi.
Fakat gençken, bize geçmişi unutmamız ve
geleceğe bakmamız öğretildi. Eğer geçmiş
hakkında çok şikayet ederseniz, ileriye gidemezsiniz. Geçmişten sıyrılmalı ve kendi
içsel barışını sağlamalısın ki gelişme için
mücadele etmeye başlayabilesin. Kişisel hayatımla ilgili olarak, küçükken önemli bir
karar almıştım: ‘hiç düşmanım olmayacaktı!’ Çünkü diğer insanları düşman olarak
atfettiğiniz zaman, düşünceleriniz olumsuz
etkileniyor ki bu da ne zaman o kişileri düşünseniz ya da onları görseniz sürekli bir
ıstırap hali ortaya çıkarıyor. Başlangıçta da
söylediğim gibi, barış kişinin içinden gelmeli. Eğer dünya barışını sağlamayı hedefliyorsak, öncelikle kendi kendimizle barış
içerisinde olmalıyız.
M.E.Akkaş: Bize ayırdığınız değerli zamanınız için teşekkür ederiz. Başarılı bir barış sağlama sürecinin hikayesi ve farklı bir
kültürün barış perspektifini gözlemlemek
açısından çok verimli bir röportaj oldu.
V.M. Khumalo: Rica ederim. Oluşumunuz, insanlara barışın ne olduğunu daha
kapsamlı bir biçimde anlatmak ve insan
haklarına yönelik farkındalığı artırmak
açısından çok önemli bir yere sahip. Tüm
çabalarınızı takdir ediyorum.
17
Nilüfer YAVUZ
Kuzey İrlanda Barış Süreci
Nilüfer YAVUZ
Y
akın tarihte, günümüz
toplumlarınca, demokrasi,
özgürlükler ve daha birçok açıdan örnek alınan Birleşik
Krallık’ taki, 2bin’ den fazla sivilin
hayatını kaybettiği, 36bin’ i aşkın
insanın yaralandığı, 10bin’ e yakın
bombalamanın meydana geldiği
olaylar zinciri ele alındığında, bu
ağır tabloya sebebiyet veren terör
sorununa yönelik nasıl bir çözüm
yolu izlenildiğinin araştırılmasının
gerekliliği aşikârdır. Terörizm; “önceden belirlenmiş amaçlarına ulaşmak için, sistematik olarak şiddete
başvuran bir örgütlenmiş grup ya
da partinin kullandığı yöntem”
olarak tanımlanmaktadır.i Önce18
den belirlenen bu amaçlardan biri
de bağımsızlık sağlamaktır. Bağımsızlık adına paramiliter olarak ortaya çıkmış irili ufaklı pek çok örgüt
vardır.(Paramiliter: Orduya benzeyen ama bir ülkenin resmi ordusu olmayan güçler; düzensiz ordu; orduya
yardımcı güçler.ii) Bu örgütlerden
birisi olan IRA’nın kuruluşunun
1916 Paskalya İsyanı’na denk geldiği söylense de, örgütün alt yapısının oluşum sürecinin bundan
çok öncesine dayandığı konusunda
ortak bir görüş hakimdir. Yakın zamanda örgütün silah bırakma kararı alması ile sorunun ana hatlarıyla
çözülmesi, birçok ülkenin ortak
problemi olan “terör örgütleri” ile
GENÇ BARIŞ
barış yoluna gidilmesi adına umut
verici bir gelişme olarak gösterilmektedir. Geçmişte yaşanan benzer
tecrübelerin doğru değerlendirilip,
bunların devletlerin toplum yapılarına uygun olarak yorumlanması,
ileride atılacak adımlar açısından
son derece belirleyici olduğu için,
bu süreç incelenmeye değer bir nitelik taşımaktadır. Bu makalede,
Kuzey İrlanda’nın barış sürecinde,
ilk olarak problemin ortaya çıkış
nedenleri, ardından, yaşanan gelişmeler, son olarak da barış adına
atılan adımlar, kademeli bir şekilde
ele alınacaktır.
Kuzey İrlanda Barış Süreci
Problemin Ortaya Çıkış
Nedenleri
Kuzey İrlanda sorununun kaynağı 12.
Yüzyıla kadar dayanır. İngilizlerin İrlanda
topraklarına yerleşmeye başlamasıyla bölge
üzerinde kurulacak İngiliz hâkimiyetinin
tohumları atılmış olur. Bu işgalin öncesinde dahi İngiliz asıllı Papa IV. Adrian,
çıkarttığı bir Papalık Kanunu ile İrlanda
Kilisesi’ni doğrudan papalığa bağlama amacıyla İngiltere Kralı II. Henry’ e İrlanda’yı
istila etme yetkisini vermiştir. Bu yetki her
ne kadar çeşitli nedenlerle kullanılamasa
da, İngiltere’nin yakaladığı her fırsatta İrlanda topraklarına girmeyi meşrulaştırmasına dayanak teşkil etmektedir.iii 12.yüzyıl
sonrasında iyiden iyiye artan etkileşimler,
İngiltere’nin yerleştirme politikalarıyla devam etmiştir. Çeşitli dönemlerde gerçekleşen yoğun göçlerle ada İngilizleştirilmeye
çalışılmıştır. Plantasyon adını verdikleri bu
sistemi, pek çok yerleşim yerine uygulasalar da çoğunlukla kuzeyde bulunan şehirleri tercih etmişlerdir.iv İrlanda adasının üst
kısımlarına (Ulster Bölgesi) yerleşen İngilizlerin, burada nüfus çoğunluğunu elde
etmesiyle çeşitli ayrımcı politikalar baş
göstermiştir. 19. Yüzyılın başlarına kadar
sürdürülen uygulamaların bir örneği İrlandalıların topraklarına İngilizler tarafından
el konulmasıdır. İrlandalılara öğretmenlik
yaptırmamak, yine İrlandalı aileleri adadan sürerek adayı İngilizleştirmek gibi pek
çok ayrımcı faaliyet gösterilmiş, bu politikalara karşı gelenler ise susturulmuştur.
Tüm bu uğraşlar sonucunda, hedeflerine
de 1801’de İrlanda adasının İngiltere’yle
birleşmesi ile ulaşmışlardır. Fransız İhtilali sonrasında ortaya çıkan milliyetçilik
akımının etkileri henüz çok tazeyken gerçekleşen bu birleşme ise daha en başından
bağımsızlık ve özerklik talepleriyle karşı
karşıya kalmıştır.
İrlanda- İngiltere arasındaki çatışmanın bir diğer önemli nedeni ise mezhep
farklılığıdır. İngiltere’de Protestanlığın
16.yy da kabulünden sonra, Katolik mezhebine bağlı olmayı sürdüren İrlandalılar çeşitli mezhepsel yaptırımlara maruz
kaldı. İngilizler adadaki İngiliz nüfusu
arttırarak ve adadaki İrlandalı popülasyonu Protestanlaştırarak; çoğunluğu elde
etmeye çalışıyorlardı. Protestan İngiliz ve
İskoçların yerleştirilmesiyle çeşitli koloniler kuruldu. Uzun bir zaman dilimine
yayılan bu göçler Katoliklerin zamanla
ikinci sınıf insan muamelesi görmesi sonucunu doğurdu. Çünkü İrlanda’ya göç
edenler, bulundukları yerin aristokrasisini
oluşturma çabasındaydılar. Muhtelif dönemlerde çıkan ayaklanmalar bir şekilde
bastırılsa da 1690 yılında Katolik İngiliz
kralı James ile Kralın Protestan olan yeğeni William arasında büyük bir savaş çıktı.
Muharebenin Protestanlarca kazanılması,
bundan sonra var olacak olan Protestan
hâkimiyetinin temellerini atmış oldu.
Uzun yıllar devam eden baskılar sonucu
İrlandalılar, İngiltere’nin sömürgesi halini
almaya başladı. Ekonomik bunalımlar ve
büyük kıtlıklar geçirmelerinde de bir tarım
ülkesi olarak bırakılmalarının etkisi büyüktü. Fransız İhtilali sonrasında tekrar büyük
bir ayaklanma olmasına rağmen, öncesinde İskoçya ile birleşip Birleşik Krallık adını
alan İngiltere’nin çok güçlenmesi, ayaklanmanın kanlı bir şekilde bastırılmasıyla
İrlanda, 1801 Birlik Antlaşması sonucu
Birleşik Krallığın içine dahil olmuş oldu.
İrlanda’nın Ayrılma Süreci ve
IRA’nın Ortaya Çıkışı
Kuzey İrlanda’da ortaya çıkan çatışmanın nedeni ortaya konulduktan sonra,
1801 sonrası Birleşik Krallık’ ın içine dahil
olan İrlanda’nın tekrar ayrılma sürecinin
incelenmesi gerekmektedir. İrlanda’ nın
İngiltere boyunduruğu altına girmesi, ortaya çıkan ulus devlet süreci içinde çatışmacı duyguları harekete geçirmiştir. Her
ne kadar Birleşik Krallık’ ın kurulmasındaki bir amaç da “İrlandalı Katoliklerin
dinî özgürlüklerinin tanınması” olsa da
İrlandalılar ne yazık ki izlenen politikaların mağduru olmuşlardır. Tüm siyasi baskıların yanında 1845-1852 yılları arasında
“İrlanda Patates Kıtlığı” adı verilen büyük
bir felaket yaşanması isev 1 milyon insanın
GENÇ BARIŞ
hayatını kaybetmesi ve 1 milyonunun da
göç etmesiyle sonuçlanmıştır. Nüfusun
%25’ e yakın oranda azalmasıylavi, İngilizlerin bölgedeki etkinliklerini arttırması ise
bu dönemde İrlanda Gaelcesi’ nin eğitimde ve pek çok alanda yerini seri bir şekilde
İngilizce’ ye bırakmasıyla anlaşılabilir. Bu
ve bunun gibi pek çok baskıcı politika, birleşmeye başından beri karşı olan İrlandalıları bir çözüm arayışına sevk etmiştir. Bu
nedenle 1870’lerden sonra, kendi kendini
yönetme talebi ile İngiliz siyasetinde aktif
olarak yer almaya başlamışlardır. Bu süreçte devam eden mezhepsel ayrımcı muameleler, ekonomik zorluklar ve geri kalmışlık,
bağımsızlık arzusunda olan İrlandalılar
için motivasyonu arttırıcı etkenler olarak
gösterilebilirvii. Tüm bu etkenlerin sonucu
olarak 1905’te Sinn Fein(Biz Kendimiz)
adlı milliyetçi İrlanda partisi kurulmuştur.
Kuruluşu öncesi ve sonrasında sunulan pek
çok taslağın geri çevrilmesi elbette ki İrlandalılar adına umut kırıcıydı. Ancak ülkede
meydana gelecek olan ayrılığın sinyallerinden bir diğeri de İrlanda cumhuriyeti için
mücadele verilmeye başlandığında “vatanı
böldürmeme” uğruna şiddet uygulama kararı alan Protestanların tutumuydu. İleride
tekrar değinilecek olan Paskalya İsyanı vb.
karşı duruşlar İngiltere’nin sunulan taslaklara karşı olan katı tutumundan vazgeçmesiyle sonuçlandı. Özellikle Katolik çoğunluklu Güney İrlanda’nın taviz vermeyi
kesinlikle reddetmesi, I. Dünya Savaşı’yla
oluşan kaos ortamının farkında olan İngiliz başbakanı Lloyd George’un İrlandalı
19
Nilüfer YAVUZ
yurtseverlerle görüşmesiyle sonuçlandı.
Görüşme sonucunda yapılan anlaşmayla
Güney İrlanda uygulamada İrlanda Bağımsız Devleti adıyla bağımsızlığını kazandı (6 Aralık 1921, İngiltere-İrlanda Anlaşması). Kuzey İrlanda ise Birleşik Krallık’a
bağlı kaldı.viii
1916 yılının Paskalyası, Dublin kenti
adına oldukça hareketli geçmiştir. İrlanda
Gönüllülerinin kentin önemli binalarını
işgal etmesi sonrası 1 hafta süreyle verdiği
mücadele, liderlerinin infazıyla sonuçlanmıştır. İrlandalılar adına bir kahramanlık
öyküsüne dönüşen bu olayın IRA’nın kuruluş tarihi olarak belirtilmesi de bir tesadüf olarak görülemez. 5 yıl sonra yaşanan
ayrılma, mevcut sorunlara bir çözüm olma
ümidi taşımasına rağmen, beklenenin aksi
bir şekilde şiddetin artmasıyla sonuçlanmıştır.ix İrlanda adasındaki 26 şehrin
İrlanda’ya, 6’sının ise Birleşik Krallığa bağlanmasıyla, IRA’nın, daima Büyük Britanya topraklarında kalan bu altı şehir üzerinde hâkimiyet kurma çabası içinde olduğu
görülmektedir. Öte yandan Protestanlar,
Katoliklerin Kuzey İrlanda’da belli bir
çoğunluğa sahip olup temsil edilmelerini
istemiyorlardı. Bu yüzden çeşitli iskan politikalarıyla bir arada oturmalarını engellediler. Olayların sokak kavgaları, karşılıklı
20
ev yıkmalara kadar gitmesi, ciddiyeti gösterir nitelikteydi. Tüm bu yaşananlar ise
güvenlik tedbirlerinin daha da arttırılması
gerekliliğini ortaya çıkardı ve Büyük Britanya, 1969’da Kuzey İrlanda’daki olayları
bastırmak üzere asker sevketmeye başladı.x
Bu sevkiyatın amacının “Katolikleri koruma” adı altında olması, birliklerin coşkuyla
karşılanması sonucunu doğurmuştur ancak IRA gelen silahlı güçleri işgalci olarak
nitelendiriyordu. Kuzey İrlanda’da temel
hak ve özgürlükler adına yapılan protestoların sayısında büyük oranda artış olurken
IRA’nın yeni eleman kazanmada güçlük
yaşadığı gözlemlenmekteydi. Ancak 1969
yılından itibaren bu durum tam tersi yönde bir değişime uğramıştır. Terörle mücadele amacıyla İngiliz ordusunun yaptığı
insan hakları ihlalleri, işkence iddiaları vb.
olumsuzluklar aslında IRA için bulunmaz
bir fırsat olmuş ve örgüt yeni elemanları
bünyesine katmıştır. 30 Ocak 1972 Pazar
günü Katoliklerin İnsan Hakları ve Özgürlük adına yaptığı yürüyüşü ordunun
açtığı ateş 13 sivil Katolik İrlandalının
ölümüyle sonuçlanmıştır. İrlandalılar tarafından Kanlı Pazar (Bloody Sunday) olarak tanımlanan bu günde meydana gelen
olaylar IRA için “yeniden doğuş” etkisi
yaratmıştır.xi 1979 sonrası muhafazakâr
GENÇ BARIŞ
parti lideri dönemin başbakanı Margaret
Thatcher’e suikast girişimi, Prens CharlesPrenses Diana’ya saldırı teşebbüsü gibi pek
çok faaliyette bulunulmuştur. IRA’nın,
saldırıları polise önceden haber vermesi
can kaybını azaltsa da havalimanı ve yolcu
otobüsü bombalama gibi pek çok terörist
eylemler ortamın tansiyonu daima yüksek
tutar nitelikteydi.
Barış Adına Atılan Adımlar
IRA’nın ortaya çıkışı ve yaptıklarının
doğurduğu sonuçlar bölgenin bu konu
üzerine daha da yoğunlaşmasına neden
olmuştur.1983 yılında İngiliz-İrlanda
Konseyinin kurulmasıyla büyük bir gelişme kaydedilmiştir. Devam eden süreçte
İngiltere Hükümeti terörle mücadelede
strateji değişikliğine gitmiş ve bölgenin
güvenliğini sağlamayı, kendi askerlerini
kademeli olarak çekmesiyle fiilen bırakmaya başlamıştır. İrili ufaklı pek çok barış
hareketi bu süreç öncesinde de sonrasında
da gerçekleşmiştir. Bunun bir örneği de
1993’de İngiltere Başbakanı John Major
ve İrlanda Başbakanı Albert Reynolds’un
yeni barış sürecini ilan etmesidir. Devamında Belfast’ta (1994) İngiltere ile
IRA’nın siyasi kolu Sinn Fein arasında
barış görüşmelerinin başlamasına rağmen,
ondan önce atılan pek çok adım gibi bunun da önü, ilan sonrası Muhafazakâr
liderin öncelikle silahların bırakılması koşulu ve 1996 Şubatında IRA’nın barış görüşmelerinin sona erdiğini açıklamasıyla
kesilmiştir. Açıklama sonrası gerçekleşen
bombalamalar bunun en bariz kanıtıdır.
Bir diğer barış girişimi ise okyanus ötesinden gelmiştir Dönemin ABD başkanı
Bill Clinton’ın, ülkesindeki cumhuriyetçi
İrlanda lobisinin farkında oluşu onu bu
konuyla ilgili bir icraatta bulunmaya sevk
etmiştir. Dünyaya barışı getiren başkan
olarak tanınan Clinton ülkedeki imajını
tazelemek amacıyla 1995 yılında Kuzey
İrlanda’ya ilk ziyaretini gerçekleştirdi.3
günlük gezide çeşitli temaslarda bulunan
Clinton ‘ın dönüşünden 1 ay sonra gerçekleşen bombalı saldırılar da uzlaşma yolundaki uğraşların boşa gitmesine neden
oldu.
Kesilen pek çok barış süreci, gelecek
adına umutları köreltse de 1997’de İşçi
Partisinin zaferiyle başbakan olan Tony
Blair sonrası uygulanan politikalar karşılıklı güven oluşması açısından son derece
faydalı olmuştur. Silahların bırakılması önkoşulunu kabul etmeyen IRA ile,
Blair’in önşartsız bir şekilde Sinn Fein’in,
yani IRA’nın siyasi kanadının lideri
Gerry Adams’la Başbakanlık Köşkü’nde
görüşmeyi kabul etmesi çözüm açısından
Kuzey İrlanda Barış Süreci
olumlu gelişmeler yaşanmasını sağlamıştır. IRA’nın ilk ciddi ateşkes ilanı da 1997
yılında olması da bu pozitif ortamın bir
sonucu olarak gösterilebilir. Aynı yılın
Eylül ayında ise demokratikleşme adına
yapılan çalışmalara hız verilmiş, Galler ve
İskoçya’da halkoylamasıyla ayrı meclisler
kurulması kabul edilmiştir.xii Tüm bu ilerlemeler nihayetinde bunca zaman beklenen antlaşma 10 Nisan 1998’de gerçekleşmiştir. Belfast ya da Hayırlı Cuma(Good
Friday) adıyla bilinen bu antlaşmayla
İrlanda Cumhuriyeti ve Kuzey İrlanda’da
yapılan halk oylamaları Kuzey İrlanda’nın
yeni statüsünü, İrlanda ve İngiltere ile olan
ilişkilerini açıklar nitelikteydi. IRA ise silahları ancak bu antlaşmadan 7 yıl sonra
(28 Temmuz 2005) bırakmıştır. Yaşanan
tüm bu trajedinin ardından silahların,
İrlanda ve İngiltere’nin simgeleri haline
gelmiş Katolik ve Protestan kiliselerinden
papazların eşliğinde gizli bir mıntıkada
imha edilmesi ise mutabakatın adeta sembolik bir yansımasıydı. Kökenleri yüzyıllar
öncesine dayanan bir algının, bir antlaşma
sonucunda aniden değişebileceği tabi ki
düşünülemez; ancak silahların bırakılması
ve bu antlaşmanın tarafların önderlerince
yapılmasının ardından gerçekleştirilen pek
çok buluşma, toplumun bu barış durumunu içselleştirmesi adına örnek olacak niteliktedir. 8 Mayıs 2007 tarihinde Protestan
politikacı ve papaz Ian Paisley’in, IRA’da
komutanlık yapmış olan Katolik politikacı
Martin McGuinness ile birlikte yaptıkları açıklamada şiddet hareketlerinin artık
sonlandığını ve mücadelenin artık politik
yolla devam edeceğinin belirtilmesi, toplumun barışa bakışının değişmesinde önemli rol üstlenmiştir.xiii Geçtiğimiz günlerde
yaşanan bir diğer gelişme ise oluşturulmuş
olan barış ortamının perçinleştirilmesi
adına umut vericidir. İngiltere Kraliçesi II.
Elizabeth’in İrlanda gezisi sırasında yerel
yönetim liderlerinden McGuiness ile görüşmüştür.xiv IRA ile yapılan mücadelede
kuzenini kaybeden Kraliçe’nin göstermiş
olduğu özverinin yanında, McGuiness’in
açıklamaları da incelenmeye değerdir.
Karşılıklı çok acıların yaşandığını, çok
kayıpların verildiğini belirten McGuiness
bugün artık farklı bir dönemden geçildiğini görmemiz gerektiğini belirtmiştir.
Sonuç
Bir devlet içerisindeki Paramiliter
yapılanmaların ortaya çıkışında pek çok
neden vardır. Bu tarz yapılanmalardan
biri olan IRA’nın varlığı ve eylemlerinin
tümünün odak noktası Kuzey İrlanda’nın
Büyük Britanya’dan bağımsızlığının sağlanmasıdır. Bu arayışın temel nedenleri
arasında temelleri 12. Yüzyıla dayanan
İngiltere politikalarının yanı sıra, İrlanda
ve İngiltere arasındaki mezhepsel farklılıkların etkisi büyüktür.1801’de yaşanan birleşme sonrasında, İrlandalıların zamanla
siyasi arenada kendilerini göstermeleri ve
artan çatışmaların İrlanda’nın bağımsızlığıyla sonuçlanması, İrlanda adasının kuzeyine (Ulster Bölgesi) yerleşmiş olan birlik
yanlısı Protestanlar içi zor bir süreçti. Yaşanan bu ayrılmanın ardından bağımsızlığın,
üzerinde yaşadıkları topraklar olan Kuzey
İrlanda için istenmesi çabaların ardı ardına
sonuçsuz kalmasına neden olmuştur. Karşılıklı kışkırtmaların ya da çok daha ciddi
dayatmaların, saldırıların var oluşu iki tarafın da hâkim olduğu görüşe çok daha sıkı
sarılmasıyla şiddetin çıtasını yükseltmiştir.
Tarafların görüşmeler adına koydukları ön
şartlar, ulaşılmak istenen hedeflerin daimi bir gecikmeye sebep olduğu aşikârdır.
Bundan ötürü 1969 tarihiyle niyet edilmiş
olan barışa ulaşmak adına, ancak 1983’te
gelişmeler kaydedilmeye başlanmış, nihai sonuca ermek ise 1998 tarihine kadar
sürmüştür. Sorunun varlığı içinde geçen
her bir günün çözüm adına kıymetli olması ne yazık ki göz ardı edilmiş, süreçte yaşanan aksaklıklara kurban edilmiştir.
Dünya üzerinde kültürel, fikirsel, dini
pek çok ayrışmanın olduğu muhakkaktır.
Bugün İrlanda’da nüfusun % 53,1’i Protestan (Presbiteryen, İrlanda Kilisesi, Metodist ve diğer Protestan mezhepleri), %
43,8’i ise Roma Katolik kilisesine bağlıdır.
xv
Yaşanan tüm bu barış sürecinin ardından 2005 yılında yapılmış ankette halkın
58’inin Kuzey İrlanda’nın İngiltere ile birlik halinin devamını, %23’ünün ise İrlanda Cumhuriyeti ile birleşerek Birleşik bir
İrlanda devletinden yana olduğu sonucu
ortaya çıkmıştır.xvi Halkın hala %23 gibi
yüksek bir oranda ayrılma talebinin olmasına karşın terör faaliyetlerinin bitmesini,
demokratik bir ortamın oranlarla barışık
yaşamaya imkân vermesine bağlayabiliriz.
Terör faaliyetlerinde görev almış eski militanların, oluşturulan karşılıklı güven sayesinde siyasi arenaya entegre edilmeleri,
meşru bir zeminde temsil imkanı elde etmelerini sağlamıştır Britanya Krallığı’nın
“Üzerinde güneş batmayan imparatorluk” olarak anıldığı dönem ve sonrasında
devam eden Kuzey İrlanda sorununda,
çözüme “güçlü devlet “olmakla değil, izlenen stratejinin etkinliğiyle ulaşıldığı görülmektedir. İrlanda sorununun çözüm
süreci, dünyanın farklı bölgelerinde hala
var olan terör probleminin nasıl üstesinden gelineceği hakkında önemli ipuçları
barındırmaktadır.
GENÇ BARIŞ
i - ([4]) ”Terrorism”, International Enculopedia of the Social Sciences, New York, 1934, V.14, s.76
ii - Collins Cobuild, (1990), English Language Dictionary, London
and Glasgow: Collins; Longman Dictionary of Contemporary
English, (1990), Essex: Longman
iii - Austin Lane Poole (1993), ‘From Domesday book to Magna
Carta, 1087-1216, Oxford:Oxford University Press say.303,304
iv - CANNY, Nicholas P., Making Ireland British 1580–1650,
Oxford: Oxford University Press, 2001
v - O’Neill, Joseph R. (2009), The Irish Potato Famine, ABDO,
ISBN 978-1-60453-514-3
vi - Kinealy, Christine (1994), This Great Calamity, Gill & Macmillan, ISBN 0-7171-4011-3
vii - http://www.academia.edu/294213/Kurt_Sorununa_Kuzey_Irlanda_Barisi_Bir_Model_Olabilir_mi 15.10.2012(erişim tarihi)
viii - http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2004/01/
printable/040120_ingiltere_timeline.shtml 16.10.2012(e.t.)
ix - http://www.aksiyon.com.tr/aksiyon/haber-1417-26-ira-bitmeyen-kavga.html 24.10.2012(e.t.)
x - http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2004/01/
printable/040120_ingiltere_timeline.shtml
xi - PKK Terör Örgütü ile Etkin Mücadele’de-Analiz, Risk, Fırsat
ve Öneriler/SETA 16.10.2012
xii - http://www.bbc.co.uk/turkish/news/story/2004/01/
printable/040120_ingiltere_timeline.shtml 16.10.2012(e.t.)
xiii - http://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById.
action?newsId=642988 30.10.2012
xiv - http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2012/06/120627_queen_
ira_update.shtml 26.10.2012
xv - CAIN: Background Information on Northern Ireland Society Population and Vital Statistics
xvi - http://www.ark.ac.uk/nilt/2005/Political_Attitudes/NIRELAND.html 3.11.2012
21
Musab BÜYÜKSOY
“Üye Olmayan Gözlemci Devlet”
Olarak Filistin
20. yüzyılın başından beri dünya siyasetinin en fazla tartışılan meselelerinden biri olan ve bugüne
kadar siyasetçiler ve medya vasıtasıyla bölge halklarının hakkında fazlasıyla bilgi ve kanaat sahibi
olduğu Filistin sorunu, 29 Kasım 2012 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nda yapılan
oylamada Filistin’in, Birlemiş Milletlere Üye Olmayan Gözlemci Devlet Statüsü kazanmasıyla yeni
bir sürece girmiştir. Üzerine yürütülen tartışmaların çoğu siyasi ve insani temelli olan Filistin’in
uluslararası hukuka göre statüsünün ne olduğu ve BM’nin son kararı bu statüyü nasıl etkilediği
yönündedir.
Musab BÜYÜKSOY
20. yüzyılın başından beri dünya siyasetinin en fazla tartışılan meselelerinden biri olan ve bugüne kadar siyasetçiler ve medya vasıtasıyla bölge halklarının
hakkında fazlasıyla bilgi ve kanaat sahibi olduğu Filistin sorunu, 29 Kasım
2012 tarihinde Birleşmiş Milletler Genel
Kurulu’nda yapılan oylamada Filistin’in,
Birlemiş Milletlere Üye Olmayan Gözlemci Devlet Statüsü kazanmasıyla yeni bir
sürece girmiştir. Üzerine yürütülen tartışmaların çoğu siyasi ve insani temelli olan
Filistin’in uluslararası hukuka göre statüsünün ne olduğu ve BM’nin son kararı bu
statüyü nasıl etkilediği yönündedir.
22
Filistin’in haklarını uluslararası arenada diğer egemen devletler gibi arayamamasının ya da uluslararası düzeni koruyan
kurallar ve kurumlardan tam olarak faydalanamamasının en temel sebebi, Filistin’in
bağımsız ve egemen bir devlet olarak
uluslararası arenada tanınmamasıdır.
Uluslararası hukuka göre bir devletin tanınabilmesi için 1933 tarihli, Devletlerin
Hakları ve Görevleri Hakkında Montevideo Sözleşmesi’nde belirtilen ve aynı zamanda günümüz uluslararası hukukunun
devletlerin tanınması konusundaki temel
kurallarını da oluşturan şu dört unsura sahip olması gerekmektedir:
GENÇ BARIŞ
1) Ülke
(Uluslararası kabul görmüş sınırlar)
2) Halk
(O ülkede devamlı ikamet eden nüfus)
3)Egemen bir otorite
(Hükumet)
4)Uluslararası ilişkide bulunabilme.i
Filistin’in bağımsız bir devlet olarak
tanınmamasının en büyük nedeni, tanımlanmış ve uluslararası kabul görmüş
sınırlarının olmamasıdır. Yani, Filistin
yukarıdaki şartların ilkini yerine getirememektedir. Başka bir deyişle, Filistin’in egemenliğini iddia ettiği topraklarda kontrolü
‘Üye Olmayan Gözlemci Devlet’ Olarak Filistin
elinde bulunduramaması tanınmamasının
en büyük sebebidir.
Bilindiği üzere, Filistin’deki İngiliz mandasının sona erdiği 1947 yılında,
Filistin’deki Arap ve Yahudi devletlerinin
taksimi yapılmıştır. Duruma itiraz eden Filistinli Arap halkı ve bölgedeki diğer Arap
Devletleri, İsrail ile bir dizi çatışmalar yaşamış ve 1967 yılındaki Altı Gün Savaşı’nda
Filistin toprakları, yani Gazze ve Batı Şeria,
İsrail tarafından işgal edilmiştir. İsrail, ilhakını ilan ettiği bu topraklarda 1967 yılından beri işgalci statüsündedir. 1967’den
günümüze kadar süren bu anlaşmazlıklar,
İsrail’in vatandaşlarına yeni yerleşim yeri
açma politikaları sonucunda barış müzakerelerini iyice tıkayan bir hal almıştır. 1950
tarihli İsrail vatandaşlık kanununa göre, Yahudi soyundan geldiğini ispatlayan herkes
İsrail vatandaşlığına kabul edilebilmektedir.
ii
Shalom Life gazetesine göre 2010 yılında
bu kanundan yararlanarak farklı ülkelerden
19 bin Yahudi, İsrail vatandaşlığına geçmiştir.iii Filistin topraklarında işgalci statüsünde
bulunan İsrail, uluslararası tam tanınırlığı
olmayan bu ülkenin topraklarını yeni göçmenlere yerleşim yeri olarak açmakta, başka
bir deyişle topraklarını genişletmektedir.
Aşağıdaki haritada yeşil olarak gösterilen
bölgeler bugün Filistin’in kontrolü altındadır. Mavi sınırlar ise Filistin’in egemenliğini
iddia ettiği asıl toprakları göstermektedir.
Yeşil alanların birbirinden bağımsız adacıklar haline gelmesi İsrail’in yerleşim politikası
neticesinde gerçekleşmiştir. Filistin’in Montevideo Sözleşmesi’ndeki “ülke” kriterini ne
şekilde yerine getireceği her geçen gün daha
da karmaşık bir hal almaktadır.
Montevideo Sözleşmesi’ndeki “ülke”
kriteri dışında Filistin “hükümet” kriterini de yerine getirememektedir. Bunun en
somut örneği ise, ülkenin iki ana bölgesinin, yani Gazze ve Batı Şeria’nın birbirine
zıt ve zaman zaman birbirleriyle çatışan
iki farklı oluşum olan El-Fetih ve Hamas
tarafından yönetilmesidir. Bu dört kuralın
ötesinde, uluslararası toplumun rızasını
kazanmanın da uluslararası tanınırlığın
teamül kaynaklı bir kuralı olduğu göz
önünde bulundurulduğunda, aralarında
Türkiye’nin de bulunduğu, BM üyesi 138
devlet tarafından tanınan Filistin, geri kalan devletlerce tanınmadıkça uluslararası
toplumun bir üyesi sayılamayacaktır.
Uluslararası toplumun egemen bir bireyi olmayan Filistin, kendisine İsrail’den
gelen saldırılara ve hak ihlallerine karşı
modern uluslararası kuruluşlarda hakkını arayamamaktadır. Filistin, BM üyesi
bir devlet olmadığı için modern uluslararası ilişkilerin temeli sayılan ve Birleş-
miş Milletler Antlaşması’nın 4. Maddesi
ile yasallaşan, “meşru müdafaa dışında
BM üyesi ülkelerin birbirlerine karşı güç
kullanmaması”iv ilkesinden faydalanamamakta; kendi egemenliğine yönelik ihlallere karşı uluslararası toplumca ve hukukça tam olarak korunamamaktadır.
Öyleyse, dünya medyasında geniş yer bulan Filistin Devleti’nin Birleşmiş Milletler ’de Üye Olmayan Gözlemci
Üye Ülke statüsünü elde etmesi Filistin
Devleti için çizilen yukarıdaki tabloyu ne
yönde değiştirecektir? Bu statünün Filistin
Devleti’ne kazandırdıklarıyla pratik öneminden ziyade sembolik bir öneme sahip
olduğu görülmektedir. Nitekim Filistin,
karar öncesi BM Genel Kurulu’nda tıpkı
AB, ASEAN ya da Uluslararası Kızıl Haç
Komitesi gibi “gözlemci” statüsünde bulunuyordu.Son kararla Filistin’in bir kuruluş
değil devlet oluşu BM tarafından da gayri resmî olarak kabul edilmiştir. BM tam
üyeliğine biraz daha yaklaşmış bir Filistin,
arkasında 138 bağımsız ülkenin gücünü
kullanarak kendisini tanımayan diğer ülkelere bu yönde etkili bir mesaj vermektedir. Bununla birlikte Filistin Uluslararası
Adalet Divanı’na (UAD) başvurabilme
hakkına da kavuşmuştur. Böylece İsrail
ya da başka bir egemen devlet tarafından
kendisine yönelen bir hak ihlalini en üst
düzeydeki uluslararası mahkemeye taşıyabilecektir.
Karar hakkında soru işaretlerine sebep olan noktalara değinildiğinde;
Filistin’de ve Filistin’i destekleyen ülkelerde büyük bir zafer olarak görülen oylamanın daha önce neden yapılmadığı
sorusu akıllara gelmektedir. 193 BM üyesi
ülkenin 138’inin Filistin’i tanıdığını düşünürsek kararın daha önceden alınmasının
sürpriz olmayacağı sonucu ortaya çıkmaktadır. İkinci soru işareti ise, UAD’ye yapılacak şikâyetlerle ilgilidir. Bilindiği üzere,
UAD’de bir davanın görülebilmesi için,
duruşma yeteneği olarak anılan davalara
taraf olma yetkisine sahip devletler arasında ortaya çıkan belirli bir uyuşmazlığın
UAD önüne getirilebilmesi için uyuşmazlık tarafı devletlerin bu yönde rıza vermeleri gerekmektedir.v Kısaca, İsrail de UAD’
ye gidilmesini istemedikçe, Filistin İsrail
ile yaşadığı herhangi bir anlaşmazlığı tek
taraflı olarak divana taşıyamaz. İsrail’in
Filistin’e yönelik takip ettiği politikalar
göz önünde bulundurularak, İsrail’in sorunların çözümü için UAD’ye başvurulmasını kabul etmeyeceğini söylenebilir.
nıyan 138 ülke kararlılıklarını ve Filistin’e
olan desteklerini göstermiş, Filistin Devleti tam üyelik yolunda önemli bir adım
atmıştır. Yukarıda bahsedilen, Filistin’in
tanınmasına engel sorunların çözülmesi halinde dünyadaki ve özellikle bölge
halklarının barış beklentileri nihayetinde karşılanabilecek ve bu sayede Filistin,
İsrail’den gelen hak ihlallerine karşı uluslararası sistem tarafından meşru bir şekilde
korunabilecektir.
Kısaca, son kararın asıl gücü, taşıdığı
sembolik önemden gelmektedir. Her ne
kadar bu başarı sorgulansa da, Filistin’i ta-
iv - 1945 Birleşmiş Milletler Antlaşması, Madde 4.
GENÇ BARIŞ
i - 1933 Montevideo Inter-American Convention on the Rights and
Duties of a State, 26 December, 1993. Article 1.
ii - Israel Ministry of Foreign Affairs, “Law of Return” mfa.gov.il
‘den 2/12/2012 tarihinde alınmıştır
iii - “Immigration to Israel Increases by 17 Percent in 2009” Shalomlife.com’dan 3/12/2012 tarihinde alınmıştır
v - Hüseyin Pazarcı, Uluslararsı Hukuk, Ankara: Turhan Kitabevi
Yayınları
23
Muhammed KARADAĞ
Demokrasi ve Modern Dünya
Düzenine Katkıları
Uzun ve zorlu bir süreci atlatarak bu günlere gelen dünya, birçok filozofun, bilim adamının,
sanatçının ve düşünce insanın ellerinde yoğrularak yaşadığımız modern toplum düzenine
ulaşabilmiştir. Bu düzen savaşları ve adaletsizlikleri tam olarak bitirmeyi başaramasa da insanların
temel haklarını savunabilmek, eşitliği sağlayabilmek ve insanlığa üstün bir refah seviyesi
sunabilmek için gerekli fikri altyapıya sahiptir. Demokrasi ise modern toplum düzeninin en
önemli unsurlarından bir tanesidir. Dünyanın fikri ve ilmi mirasıyla üzerinde mutabık kaldığı bu
sistem modern dünya toplumuna hayatın her alanında büyük katkılar sağlamaktadır.
Muhammed KARADAĞ
Demokrasi Kelimesinin Kökeni
ve Günümüzde Kullanımı
Demokrasi kelimesi M.Ö. V. yüzyılda Yunan dilinde toplumun örgütlenmesini belirtmek amacıyla kullanılmaya
başlamıştır.i Yunanca “dimokratia(δῆμος)”
kelimesinden türemiş olan bu sözcük
yapı olarak dimos(halk zümresi, ahali) ve
kratos(iktidar) sözcüklerinin birleşimidir.
Anlam olarak ahalinin iktidarı olarak yorumlanabilecek olan “Demokrasi” kelimesinin günümüzdeki manası hakkında farklı
yorumlar yapılsa da halkın yöneticilerini
serbest bir şekilde seçmesi ve bu yöneticileri politikalarından ve icraatlerinden dolayı
sorumlu tutabilmesi olarak genelleştirile24
bilir.ii İlk anlamını korumakla birlikte günümüzde demokrasi sözcüğünün kullanım
alanı genişlemiş ve kullanımı yaygınlaşmıştır.
İnsanlığın Demokrasi Birikimi
Uygulanan ilk demokrasi Antik Yunan şehir-devletleri zamanında Atina Şehir
Devleti’nde görülmüştür. Solon reformları
olarak adlandırılan bu yönetim sisteminde halk 4 sınıfa ayrılmış ve her sınıfa oy
verme hakkı tanınmıştır. Bu sistem, halkı
yönetime katamamakla birlikte kısa bir
süre içerisinde askeri hareketlerle yerini tiranlığa bırakmıştır.iii Sonrasında Atina Demokrasisinin babası olarak görülen CleistGENÇ BARIŞ
henes liderliğinde halkın yönetime katılma
şansını arttırabilecek, herkes için eşitliği
baz alan (isonomia) ve soyluluk kavramını
aile normundan politika normuna çeviren
daha köklü bir değişim başlamıştır.vi Bu
köklü değişim klasik anlamda temsili demokrasi olarak görülebilecek daha işlevsel
bir demokrasinin yolunu açmıştır. Halk,
dönüşümlü olarak belirlenen gruplar halinde yılda 40 kez toplanarak devlet işlerine katılmış, küçük bir grup yasa tekliflerini
hazırlamış ve savaş durumları dışında tek
günlük başkanlar seçilmiştir.v Doğrudan
demokrasi olarak adlandırılan bu demokrasi çeşidi insanlığın bu ilk deneyiminden
sonra uzun süre ortaya çıkmamakla bir-
Barış ve Demokrasi
likte, günümüzde nüfusun fazlalığından
dolayı birkaç istisna dışında kullanılamamaktadır. Sadece belirli bir zümre vatandaş sayılıp oy verebildiği için demokratik
sayılmayan bir cumhuriyet olan Roma
Cumhuriyeti ise uzun bir süre cumhuriyet
olarak kalmış ve zamanla yerini tiranlığa
bırakmıştır.vi Roma Cumhuriyeti günümüzde kullanılan demokrasiye sağladığı
katkılarından dolayı bu konu üzerinde
önemli bir yer tutmaktadır.
Antik Yunan ve Roma’dan sonra
uzun bir süre kullanılmayan demokrasi
Ortaçağ’da zaman zaman tekrar ortaya
çıkmış olsa da kısa süreli ve sınırlı bir etki
göstermiştir. Bu dönemde demokrasi adına en önemli gelişme 1215 yılında Magna
Carta Libertatum’un(Büyük Sözleşme)
ilan edilmesidir. Fikri olarak bir ilk olma
özelliğini taşıyan bu sözleşme ile ilk defa
kralın ve din adamlarının halk üzerinde
ki yetkilerinin sınırlı olduğu belirtilmiştir.
Ayrıca bir kişinin yargılanıp hüküm giymeden cezalandırılamayacağını veya can
ve mal güvenliğine bir zarar verilemeyeceğini belirten maddeleriyle modern dünyanın hukuk kurallarının temelini atmıştır.vii
Fakat bu sözleşme sonrasında 18. yüzyıla
kadar demokrasi adına önemli bir gelişme
kaydedilememiştir.
Aristo ve eflatun gibi ünlü filozofların “ayak takımının yönetimi” yorumlarıyla aşağıladıkları demokrasi, 18. ve 19.
yüzyılda Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi ve Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları
Bildirisi’nin ardından gelişen süreçte toplum ihtiyaçlarına yeniden çözüm sunmayı başarabilmiştir. Bununla birlikte bu
dönemde eski ortaçağ yönetim tarzından
kurtulmaya çalışan diğer Avrupa devletleri
tarafından sınırlı olarak kullanılmaya başlamıştır. Fakat, yasama – yürütme – yargı
ayrımının tam olarak yapılamadığı bu tip
demokrasiler genelde dolaylı bir katılım
sunmuş, daha çok modern demokrasiye
geçiş süreci işlevini görmüştür.viii Nitekim
bu sürecin sonunda modern manada gelişmiş bir demokratik sisteme ulaşılabilmiştir.
Bilimi ve sanatı merkezine koyan
bir dünya
Demokrasi’nin, dolayısıyla da özgürlüğün çok hızlı ilerlediği 19. ve 20. yüzyıllarda insanlık tarihinin en büyük bilimsel
ve sanatsal atılımları yapılmıştır. Temel
hakları güvence altına alınmış ve özgür
düşünmelerinin önünde hiçbir engel kalmamış olan Avrupa ve Amerika Halkları
bu atılımda en büyük rolü oynamışlardır.
Özgür düşünce için savaşıp bu hakkı kazanan Avrupa, Fransız Rene Descartes ve
Alman Gottfried Leibniz öncülüğünde
Aydınlanma Çağına girmiştir. Bu çağda ki
pozitif bilimsel gelişmelerin öncülüğünü
ise Isaac Newton ve Nicolaus Copernicus
üstlenmiştir. Rene Descartes ve Immanuel Kant ise bu bilimsel gelişmelerin felsefi
altyapısını hazırlamıştır.ix Düşünsel manada bir devrim gerçekleştiren bu toplumlar
kısa bir süre sonra dünyanın bütün toplumlarının önüne geçmeyi başarmış ve bu
sayede oluşturdukları fikri yapının dünya
üzerinde yayılımı hızlanmıştır.
Demokrasi ve getirdiği özgür düşünebilme olanağının etkisiyle bilim ve sanatta
ki ilerleme bir süre sonra Sanayi Devrimi
ile sıradan insanlar için ilk meyvesini vermiştir. Buhar gücüyle çalışan makinelerin
üretimi ucuzlatması ve hızlandırmasıyla
önce Avrupa Halk’ı için, daha sonra ise
bütün dünya için büyük bir refah dönemi
başlamıştır.x Oluşan refah ortamı, toplumun bilime ve sanata yönelmesine, kendi
içinde bir düzen oluşturmasına ve bu sayede iç barışın tesisine olanak sağlamıştır.
Demokrasinin barış çabası ve
uzlaşma kültürüne etkileri
Demokrasi, savaşa yol açan aşırılıkların ve radikal fikirlerin üstünü örtmeyi kolaylaştıran bir sistemdir. Herhangi bir savaş
durumunda bu savaşın faturasını ödeyecek
olan gençlerin, bu gençlerin ailelerinin,
maddi zarar görecek olan tüccarların ve
dolayısıyla bütün halkın bir savaş durumu
karşısında sessiz sedasız boyun eğmeyecekleri açıktır. Kant, savaşlardan en büyük zararı gören halkın savaşa girme konusunda
çok daha ihtiyatlı davranacağını söyler.xi
Dolayısıyla, örneğin monarşik rejimlerin
çok daha kolay bir şekilde savaş çıkarabileceğini, fakat halkın yönettiği bir ülkenin
bu konuda her zaman gönülsüz olacağını
öngörür. Kant ile aynı görüşü paylaşan
Charles L. Montesquieu ise demokrasinin
yayılması ve demokratik yapının yerleşmesi ile uluslararası barışın muhafaza edilmesinin kolaylaşacağını öngörmüştür.xii Tabii
olarak insanoğlunun içindeki nefretin ve
savaş güdüsünün bitmesi mümkün olmasa
da demokrasi, savaşları ve şiddeti azaltmak
için bulunmuş en etkin yöntemlerin başında gelmektedir.
Tarih boyunca içinde sürekli savaş barındıran dünyamız, modern çağda demokrasi ile tanışarak bu savaşlara karşı etkili bir
çözüm yoluna kavuşmuştur. Bu çözümün
savaşa karşı etkinliği bilimsel verilerle de
kanıtlanmıştır. Savaşa karşı demokratik ülkelerin tavırlarını inceleyen Oneal,
Russett ve Berbaum’un 1885-1992 yılları arasındaki döneme ait yaklaşık 10,000
ikili ilişki kapsamında derlediği verilerle
GENÇ BARIŞ
gerçekleştirdiği çalışma, demokrasinin barışın tesisine hizmet eden üç temel faktör
arasında yer aldığını göstermektedir. Çalışma, iki demokrasi arasındaki çatışma ihtimalinin taraflardan sadece birinin otokrasi olduğu ikililere göre % 86 daha az
olduğunu, demokratikleşme sürecinin ise
genel kanaatin aksine barışı tehdit etmediğini ortaya koymaktadır.xiii Bu araştırma
açıkça göstermektedir ki demokrasinin
ülkeler arasında yayılması ve etkinliğinin
artması savaşların azalmasında önemli bir
rol oynayacaktır.
Sonuç
Modern dünya düzeninin en önemli
unsurlarından biri olan demokrasi, insanoğlunun tarihi birikimlerinin bir sonucudur. Bu birikimlerin hakkını en iyi
şekilde verebilecek bir sistem olmanın ötesinde modern toplumun yapısını derinden
etkilediği, günümüz teknoloji ve sanat seviyesinin ulaştığı noktada büyük pay sahibi olduğu da dünya çapında kabul görmüş
düşünürler ve bilimsel çalışmaları tarafından tasdik edilmiştir. Yakın geçmişte topluma büyük gelişmelerin yolunu açan bu
sistemin, günümüzde de savaşların azalmasına, barışın tesisine ve modern toplumun bir adım daha ilerlemesine büyük
katkılar sağladığı ve sağlayacağı açıktır.
i - Dulkadir, M.(2008), “Doğrudan Demokrasi Zapatist Özyönetim
Deneyimi”, Algıyayın, s:20.
ii - Lecture at Hilla University for Humanistic Studies(2004), “What
is Democracy?”,Erişim Tarihi:08.12.2012 Kaynak Site: http://www.
stanford.edu/~ldiamond/iraq/WhaIsDemocracy012004.htm,
iii - Solon. 2012. Encyclopædia Britannica Online. Erişim Tarihi:
24.11.2012, Kaynak Site: http://www.britannica.com/EBchecked/
topic/553609/Solon
vi - Cleisthenes Of Athens. (2012). Encyclopædia Britannica Online. Erişim Tarihi: 24.11.2012 Kaynak Site: http://www.britannica.
com/EBchecked/topic/120922/Cleisthenes-Of-Athens
v - L. Carson, B. Martin(1999), “Random Selection in Politics”,
Greenwood Publishing Group, ISBN 0-275-96702-6
vi - Ancient Rome. (2012). In Encyclopædia Britannica. Erişim
Tarihi: 24.11.2012 Kaynak Site: http://www.britannica.com/
EBchecked/topic/507905/ancient-Rome/26617/The-transformationof-Rome-and-Italy-during-the-Middle-Republic
vii - Magna Carta. (2012). In Encyclopædia Britannica. Erişim
Tarihi: 24.11.2012 Kaynak Site: http://www.britannica.com/
EBchecked/topic/356831/Magna-Carta
viii - Türköne, M.(2005), “Siyaset”, Lotus Yayınları, s:197.
ix - Brians, P, Prof. (1998), “The Enlightenment Study Guide
Online”, Washington State University
x - Pollard, S. (1963), “The Economic History Review”, New
Series, Sayı 16, No. 2, s:268.
xi - Immanuel, K.(1795), “Toward Perpetual Peace”, Cambridge
University Press s:7.
xii - Torbjörn L. Knutsen(1992), “A History of International
Relations Theory: An Introduction”, Manchester University Press,
s:106-107.
xiii - Oneal, Russett ve Berbaum(2003), “Causes of Peace:”, interdependence, and international organizations, 1885–1992, s:387-88
25
Dilan KÜPELİ
Dilan KÜPELİ
Barış Aktivisti
Nelson Mandela
11 Şubat 1990 öğleden sonra saat 4.17’de Verster Hapishanesi önünde gazetecilerin, muhabirlerin
ve dünyanın dört bir tarafından gelen insanların bulunduğu kalabalık, yirmi yedi yıllık mahkûmun
çıkışını bekliyordu. O güne dek hapishaneden çıkan hiç kimse bu kadar ilgi görmemişti. Ağır ve
kendinden emin adımlarla hapishane kapısından dışarı çıktı. Sağ elini yumruk yaparak havada
salladı. Sonunda özgürdü. İki saat sonra Afrika kıtasının en ucundaki kent olan Cape Town’daki
Belediye Sarayı’ndan, dünyaya konuşurken, sesi metindi: “Hepinizi, barış, demokrasi ve
özgürlük adına selamlıyorum.” Hapishane çıkışında böyle bir kalabalık ile karşılanıp onları
selamlayan şahsiyet, Nelson Rolihlahla Mandela’dan başkası değildi.
26
GENÇ BARIŞ
Mandela Doğuyor
Mandela, 18 Temmuz 1918 yılında Güney Afrika’nın Transkei bölgesinde
Qunu adlı küçük bir köyde doğdu. Babasının dört eşi ve on iki çocuğu vardı. Mandela üçüncü eş olan Nosokeni’nin 4 çocuğundan biriydi. Qunu, arıkovanı biçiminde,
kamış damlı kulübelerin bulunduğu sessiz,
sakin, şehirden uzak bir köydü. Annesinin
üç kulübesi vardı; bu kulübeler uyumak,
yemek pişirmek, tahıl ve yiyecek depolamak için kullanılırdı. Aile bireyleri hasırlar
üzerinde, yastıksız uyurdu. Hayvanları çok
seven Mandela küçük yaştan itibaren ailesinin değerli, sığır ve keçilerine bakmaya
başladı. Kabilesi ona ‘Madiba!’diye seslenirdi. Böyle bir ortamda büyüyen Madiba, 7
yaşında okula başladığında ailesinde okula
giden ilk kişi idi. Okulda Madiba’nın ilk
öğretmeni Bayan Mdingane de ona “Nelson” adını verdi.
İlkokulda çok başarılı olan Mandela,
ortaokul için Fort Hare’a kaydoldu. Orada
öğrencilerin yemeklerin kötü olmasından
şikayetçi olmalarına rağmen, okul yönetimi tarafından bu konuda hiçbir şey yapılmaması, Mandela’nın ilk protestosunu
gerçekleştirmesine ortam hazırladı. Bu protesto nedeniyle okuldan atılan Mandela,
eğitimini tamamlamak için Johannesburg’a
gitti.Johannesburg’da suyun ve elektriğin
bulunmadığı yoksul bölgede yaşıyordu.
Burada yaşayan kalabalık aileler yoksulluk
ve acılar ile doluydu. O günlerde, Mandela
insanların haklarını araması ve bunun için
çalışması gerektiğine karar verdi. Burada
eğitimini başarıyla tamamlayan Mandela,
Lazer Sidelsky adlı beyaz bir avukatın yanında staj yapmaya başladı ve Sidelsky’nin
de yardımıyla kendini geliştirdi.
Staj yaptığı dönemde Walter Sisulu ile
tanışması, ömür boyu sürecek olan dostluğun başlangıcı oldu. Walter Sisulu daha sonraları kendisiyle birlikte Güney Afrika’nın
liderlerinden biri olacaktı. Sisulu’nun kuzeni Evelyn Mase ile Mandela’yı tanıştırması 1944’te çiftin evlenmesi ile sonuçlandı. Mandela ve Eveleyn çiftinin karşılaştığı
maddi zorluklara, Afrikalı ailelerin yardımseverliği yetişti. Eveleyn’nin kızkardeşi, evinin boş bir odasını genç çifte verdi. Böylece çiftin akrabaları ile birlikte yaşadıkları
mutlu, kalabalık bir yuvaları oldu.
Evelyn Mandela şöyle anlatıyor: “Kalabalık ve mutlu bir aile içinde yaşıyorduk.
Nelson, çok sistemli ve güzel huyları olan
bir adamdı. Sabahları erken uyanır, birkaç
mil koşar, hafif bir kahvaltı eder ve işine
giderdi. Aile için alışveriş yapmaktan hoşlanırdı ve ben bundan çok memnundum.
Akşamları çocuklarıyla ilgilenirdi, bazı zamanlar yemek işini benden devraldığı bile
olurdu.”
Witwaterstrand Üniversitesi’nde hukuk eğitimine devam ederken siyahilere
yapılan ayrımcılıklardan biri olan otobüs
ve servis seferlerinin az olması, Mandela’yı
çok yoruyor ve zaman kaybetmesine neden oluyordu. Siyahiler için ayrılan otobüsü beklemek zorundaydı. Mandela bu
zor şartlardan dolayı doktoradan vazgeçti
ve müşavir avukat olmak için sınavlara çalışmaya başladı. Dostu Walter
Sisulu’nun Nelson üzerindeki ikinci büyük
etkisi, O’nu Afrika Ulusal Kongresi(ANC)
ile tanıştırmasıydı. Mandela bu örgütte çalışmaya başladı ve sonraları aktif olan bir
grup arkadaşı ile örgütü(ANC) radikal bir
kuruluş haline getirmek için çalışmaya başladılar ve 1944’de ANC Gençlik Birliği’ni
kurdular. 1948 yılına geldiğinde Mandela
genel sekreterliğe seçilmiş, örgüt içinde tanınan bir kişi olmuştu. Çalışmaları, zekası
ve sevecenliği, onu doğal bir lider yapıyordu.
Yeni Hükümet ile Irkçılığın
Artması
1948 yılında Güney Afrika’da Afrikaner Milliyetçiliği yapan parti, propaganda
sürecinde ‘Apartheid’ sözünü verdiği için
iktidara gelmişti. ‘Apartheid’ yaşanan ırk
ayrımcılıklarının daha da artması demekti.
Bu hükümet siyahi insanlara ve Asyalılara
her açıdan sıkı bir şekilde ayrımcılık yapıyordu. Irkçı yasalar giderek çoğaldı, farklı
gruplar arasında evlilik yasaklandı, yeni
oturma yerleri ve iş alanları belirlendi ve
kişiler yalnızca belirlenen yerlerde yaşamak
zorunda kaldı. Üç buçuk milyon siyahi ve
Asyalı evlerinden, işyerlerinden zorla sürüldü. Baskılara, ayrımcılıklara karşı ANC
diğer ‘Apartheid’ karşıtı örgütler ile birlikte
hareket ediyordu. Bu sırada Mandela ve
avukat dostu Oliver Tambo’nun kurduğu
şirket, Güney Afrika’nın ilk siyahî hukuk
firması oldu ve yasal danışmanlığa ihtiyaç
duyan seçkin siyahilere hizmet vermeye
başladı.
Mandela, Mahatma Gandhi’nin direniş yönteminden etkileniyordu. Hindistan’ı
kurtaran Gandhi, şiddetsizlik yönteminin
öncüsü idi. ANC liderleri şiddet içermeme
yöntemini, pasif direnişi, örgütün sarsılmaz ilkesi olarak benimsediler. Fakat bütün
çabalara rağmen, yaşanan olaylar sırasında
hem halk hem de polis şiddete başvurdu.
Bunların sonucunda hükümet alınan sıkı
önlemler ile birlikte cezaları daha da ağırlaştırıldı. 1950’lerde siyah çocuklara aşağı
tabakadan oldukları düşüncesini aşılamaya
çalışıyorlar ve okulları kapatıyorlardı.
Eylül 1953’e gelindiğinde otuz beş
yaşındaki Mandela’nın aktif siyasi hayatı
GENÇ BARIŞ
sona ermişti. Her türlü toplantıya katılması yasaklanmıştı, buna yemek ve dans
partileri de dâhildi. Mandela ve arkadaşları, tüm bu zorluklara rağmen 26-27
Haziran’da binlerce kişinin katıldığı bir
toplantı düzenledi. Polisin müdahalesine
karşın, Demokrat Güney Afrika’nın temellerini oluşturan özgürlük bildirisi, bu toplantıda yayınlandı. Özgürlük Bildirisi’nin
maddeleri ise şöyleydi:
“-İnsanlar kendilerini yönetecekler!
-Tüm farklı ulus grupları, eşit koşullara
sahip olacak!
-Halk, devletin varlığından payını
alacak!
-Topraklar, üzerinde çalışan insanlara
paylaştırılacak!
-Herkes yasalar önünde eşit olacak!
-Herkese iş ve güvenlik hakkı sağlanacak!
-Öğrenme ve kültür edinme kapıları
sonuna dek açılacak!
-Herkese ev, güvenlik ve refah sağlanacak!
-Her yerde dostluk ve barış olacak!
-Ülkesini ve insanlarını seven herkes,
şimdi söylediklerimizi yinelesin: “Bu
özgürlükler için, yaşamımız boyunca,
özgürlüğümüzü elde edene değin yan
yana mücadele edeceğiz.”
Halkın Irkçılık İle Mücadelesi
Özgürlük Bildirisi’nde alınan kararlar
neticesinde ‘paso yasası’na karşı protesto
başladı. Paso yasası siyahi insanların özgürlüklerinin elinden alınmasının belgesi
durumundaydı. Paso’yu yalnızca siyahilerin paso taşıması zorunlu idi ve yanlarında pasonun olmadığı durumlarda anında
tutuklanıyorlardı. Protestocular, hükümete
kendilerini tutuklatmaya hazır olduklarını, pasolarını yakarak ya da evde bırakarak
gösteriyorlardı. 21 Mart 1960, Pazartesi
günü Johannesburg’daki Sharpville Kalesi
civarında yaşanan olaylar halk tarafından
büyük tepki ile karşılandı. Bu olayda polis,
silahsız halk üzerine ateş açtı ve 69 kişiyi öldürdü. Mandela ve arkadaşları işçileri protestoya çağırdı. Bu o güne kadar katılımın
en yüksek olduğu protesto idi. Hükümet,
şiddeti, cezaları, yasakları daha da arttırdı;
bunun üzerine yasaklanan örgütler yeraltına inmeye başladılar.
Mandela ve arkadaşlarının yeni bir
anayasa için yapacakları ulusal toplantı
fikrini ve üç günlük protesto grevini hükümetin reddetmesi üzerine, Nelson Mandela
son şansı belirledi, bu bir dönüm noktasıydı; Haziran 1961 yılında açıklandığı gibi
‘Eğer bu ülkede vahşet önlenemiyorsa ve hükümet tüm barışçı gösterileri
vahşetle yanıtlıyorsa, Afrikalı liderlerin, barış ve şiddet içermeme çağrıları
27
yaparak dolaşmaları gerçek dışı, hatalı
bir durum olurdu.’ Yani artık şiddete şiddetle karşı koyma fikrini benimsediler ve
‘Ulusun Mızrağı’ adında bir yeraltı sabotaj
programı hazırladılar. Ulusun Mızrağı’nın
ilk darbesini Afrikanerlerin bir yüzyıl önce,
Zuluları yenmelerini kutladıkları günde
yani 16 Aralık 1961’de yaptı. Fakat sabotajlar cana değil mala yapılıyordu. Örneğin,
elektrik direkleri havaya uçuruluyordu.
Özgürlüğe ‘Müebbet Hapis’
Daha sonra Mandela yardım toplamak amacıyla ülkeden gizlice ayrıldı. Ülkeye geri dönüşünden sonra, 5 Ağustos
1962 yılında yakalandı ve siyahileri greve
özendirmek, ülkeden yasal olmayan yolları kullanarak çıkmak, sabotaj düzenleme
ve vahşi devrim hazırlama suçları ile 5 yıl
hapis cezasına çarptırıldı. 11 Temmuz
1963’te, aralarında Walter Sisulu’nun da
bulunduğu Mandela’nın yeraltına inen arkadaşları yakalandı. Bu sırada polisin ele
geçirdiği belgelere bakılarak Mandela ve
arkadaşları ölüm cezasına çarptırıldı ama
tüm dünyada protestoların baş göstermesi
ve Mandela’nın savunması ile karar müebbet hapise çevrildi.
16 Haziran 1976’da Afrikan dilinin
siyahi okullarında daha fazla kullanılması
konusu gündeme gelince ülkenin her yerinde protestolar başladı. Güney Afrika’da
kullanılan iki dilden biri olan Afrikaan dili,
Hollanda aslından türemiş, sömürgecilerin
dili idi ve siyahiler bu dili kullanmak istemiyordu, kullanılan öteki dil de İngilizce
idi. Çocukların başlatmış olduğu Afrikaan
diline karşı isyana ‘çocuk isyanı’ adı verildi.
Polis yılın sonuna gelindiğinde çoğu çocuk
olmak üzere yüzlerce kişiyi öldürdü. Artık
Güney Afrika’da protestolar hiç dinmedi,
protestolarla birlikte Nelson Mandela’nın
adı da tekrar ön plana çıktı. Dünya ve Güney Afrika basını, Roben Adası’ndaki adamın niteliği ve gücüyle ilgili haberleri gün
geçtikçe daha fazla duymaya başladı. Sürecin Mandela ve taraftarları lehine işlemesi, hükümeti Mandela ile uzlaşma çabaları
aramaya sevketti. Mandela’ya bu bağlamda, şartlı bir şekilde hapishaneden çıkabileceği söylendi; fakat o bu tekliflerin hepsini reddetti. Çünkü çıkınca Apartheid’in
geçerli olmasına karşı çıkanları kınamalıydı
bu da ANC’yi ve onun çabalarını etkisiz
hala getirmekti. Mandela şöyle diyordu
‘Ben yaşamıma sizlerden daha az değer
veren biri değilim. Ama, ne doğuştan kazandığım haklarımı ne halkımın doğuştan kazanmış olduğu özgürlük hakkını
satabilirim.’Mandela Güney Afrika’da ve
dünyada baskı altında yaşayan halkların
özgürlük simgesi olmuştu. Güney Afrika
28
hükümeti yapılan baskılar sonucu 11 Şubat günü Mandela’yı koşulsuz olarak özgür
bırakılacağını söyledi.
Barışa Doğru İlk Adımlar
Verster Hapishanesi’nin önü, dünyanın
her yerinden gelen yüzlerce gazeteci ile dolmuştu. Capetown’daki Belediye Binası’nın
önünde toplanan kalabalık, kendilerini
özgürlüğe götüreceklerine inandıkları, özgürlüklerinin simgesi olan Mandela’yı heyecan ile bekliyorlardı. Nelson Mandela konuşmasına, barıştan, demokrasiden
ve özgürlükten söz ederek başladı ve aynı
kararlılığı taşıdığını şu sözleriyle belirtti:
“Sözümü bitirirken, 1964 yılında mahkum
olduğum zaman, söylediklerimi yinelemek
istiyorum. Bu sözler, bugün için de, aynen
geçerlidir; beyaz egemenliğine karşı savaştım. Siyah egemenliğine karşı da savaştım.
İnsanların eşit fırsatları paylaşarak uyum
içinde yaşayacakları demokrat ve özgür
toplum hayalini kurdum hep. Bu benim
için gerçekleştiğini görmek istediğim bir
idealdir ve Tanrı, öyle uygun görürse, uğrunda ölmeye hazır olduğum bir amaçtır.”
Böylece Mandela hapisten çıkışın son değil, bir başlangıç olduğunu gösteriyordu.
Mandela’nın geçmişe dair en ufak bir kin,
öfke taşımaması ve onlara karşı gösterdiği
anlayış beyaz adamları şaşırtıyordu. Bu anlayışı ile ilgili Richard Stengel şöyle diyor:
“Mandela hiç kimse hakkında kötü şeyler
söylemek istemediği için onunla konuşmak
bazen beni bunaltırdı. Onu idama götürmek isteyen adam için bile olumsuz söz
söylemekten kaçınırdı.”
Mandela, Başkan De Klerk ile yapılan
görüşmeler sonucunda ırk ayrımcılığı yasası
kaldırıldı. Farklı gruplar için farklı Gelişim
Yasası, Toprak Yasası, Grup Bölgeleri Yasası
ve Nüfus Sınırlanması Yasası ortadan kalktı. Artık siyahlarla beyazlar eşit kabul ediliyordu. O dönem Güney Afrika dostluğun
GENÇ BARIŞ
ve umudun hüküm sürdüğü dönemdi.
Bir özgürlük savaşçısı olduğu yıllarda
inşa ettiği prestijini ülkede barış ve düzenin sağlanması için kullanan Mandela,
Apartheid’la mücadele döneminde iki tarafın da işlediği suçların denetlenmesi amacıyla Hakikat ve Uzlaşma Komisyonu’nun
kurulmasında önemli rol oynadı. Bu çalışmalar sonucunda, 1993 yılında Nobel Barış ödülüne De Klerk ile birlikte layık görüldü ve ardından 1994 yılında da ilk defa
tüm halkın katıldığı bir seçimle Güney
Afrika’nın ilk siyahi başkanı olarak seçildi.
Güney Afrika’da Barış
Başkanlığı döneminde ülke ekonomik, sosyal, sağlık, spor vb birçok alanda
büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Mandela
Madiba’nın mücadelesi çok sayıda filme, tv
programına ve kitaba konu olmuştur. 2009
yılında Clinct Eastwood tarafından çekilen ‘Invictus’ isimli filmde de Mandela’nın
sporun evrensel diliyle insanları kaynaştırmasını konu almıştır.Siyahi lider, 1999
yılında Afrika ülkelerinin liderleri için çok
alışılmadık bir adım atarak, koltuğunu
modern ekonominin gerekleriyle başa çıkma konusunda kendisinden daha başarılı
olacağına inandığı genç liderlere bıraktı.
Mandela’nın en yakın dostu olan politik
liderlerden Cyril Ramaphosa şöyle der: “O
tarihsel bir kişiliktir, bizden çok daha ileri
görüşlüydü. Gelecek kuşakları düşünürdü.
Bizim yaptıklarımızı nasıl değerlendireceklerini bilmek isterdi. Tarih onu haklı
çıkarmıştır. Her şey onun dediği gibi gerçekleşmişti.”
Mandela, emekli olduktan sonra da
sosyal projelerde çalışmaya devam etmiştir
Güney Afrika, HIV virusünün en yaygın
olduğu ülkelerden biridir. Kendisini AIDS
salgınıyla mücadeleye adayan Mandela,
bu amaç için milyonlarca dolarlık fonlar
oluşturdu. 2005 yılında hayatta kalan
tek oğlunu AIDS’e kurban vermesiyle,
Mandela’nın mücadelesi şahsi bir boyut da
kazandı.Yaşamını siyahi insanların özgürlüğüne adayan, barış gönüllüsü Mandela,
dünyada en çok tanınan ve desteklenen
kişi özelliğini sahiptir. Siyahilere özgürlüğü tattıran Mandela’nın doğum günü
18 Temmuz Birleşmiş Milletler tarafından
2009 yılında “Mandela Günü” ilan edildi.
Pogrund B.(1996). İnsanlık Tarihine Yön Verenler: Nelson Mandela.
İstanbul: İlkkaynak Kültür ve Sanat Ürünleri Yayınevi.
Stengel R.(2011). Mandela’nın Yolu. İstanbul:Kuraldışı Yayıncılık
http://www.nobelprize.org/nobel_prizes/peace/laureates/1993/mandelabio.html erişim:05.12.2012
Mandela N. (1986) Özgür Bir Güney Afrika İstanbul:Belge Yayınları
Mandela N. (2011) Kendimle konuşmalar İstanbul:Optimist Yayınları
“Özgür olmak sadece zincirlerden kurtulmuş olmak değildir; özgür
olmak başkalarının özgürlüklerine saygı duyarak
ve onları genişleterek yaşayabilmektir. ” - Nelson MANDELA
GENÇ BARIŞ
29
Fotoğraflar: Adem ESER
30
GENÇ BARIŞ
GENÇ BARIŞ
31
32
GENÇ BARIŞ
GENÇ BARIŞ
33
34
GENÇ BARIŞ
GENÇ BARIŞ
35
Yasemin YAVUZ
Yasemin YAVUZ
1883 Girit doğumlu Nikos Kazancakis’ in kendi deyimiyle;
ona hayatı sevmeyi ve ölümden korkmamayı öğreten dostuna
yaptığı bir “güzelleme” adeta Zorba. Fakat bunun yanında Kazancakis’ in içinde bulunduğu arayış halinin ve kendiyle giriştiği
hesaplaşmanın bir aynası olduğu söylense kuşkusuz yanlış sayılmaz. Zira yaşadığı dönem boyunca anlaşılamamış, yaftalanmış
ve netice olarak ciddi anlamda ötekileştirilen Kazancakis, iki
ana karakter üzerinden ilerleyen romanda, kendine biçtiği Basil
karakterine oldukça haşin yaklaşmakta.
Aleksi Zorba ve Yunan asıllı İngiliz yazar Basil’ in yolculuğu Yunanistan Pire’ den, Zorba’ nın teklifiyle ve hatta bir parça
da ısrarıyla başlar. Rota, Patron’ a (Zorba, Basil’ e böyle hitap
eder.) miras kalan Girit’ teki maden ocağınadır. Elinden her iş
gelen Zorba, çorba ve hoş sohbet vaat eder Basil’ e. Bir de Selanikli Recep Efendi’ den öğrendiği santurunu çalacaktır, fakat
keyfi yerinde olmak şartıyla. Gönül ferahlığı ister çünkü santur
ona göre, ihanet etmediği tek kadınıdır.
Okumayan fakat çok gezip gören Zorba’ nın, “kitap faresi”
adını taktığı Patron’ una hayatı yaşama sanatını öğretme çabası hakikaten takdire şayandır. Gördüğü herkese, her şeye onu
ilk kez keşfeden bir çocuğun ilgisiyle yaklaşan bu adam, merak
ettiğini sadece kitaplarda arayan dostunu kuşkusuz bir türlü anlayamaz. Etliye sütlüye karışmadan,
çekildiği köşesinden dünyayı seyreden Basil’ in korkularını, tabularını,
etrafına ördüğü o koca duvarı azimle yıkmaya çalışır. Çünkü hayatı her
türlü bağımlılıktan arınmış bir şekilde adeta iliğine kadar sömürerek
yaşayan Zorba, mutluluğu ararken
öncelikle insanın kaybettiği özgürlüğünü yeniden kazanması gerektiğine
inanır. Ona göre mutluluk; yaşanan
özel bir anla birlikte ortaya çıkmaktan öte, özgür insanın kafasını nereye çevirse tam da önünde bulacağı
türden bir olgudur.
1956 yılında “Uluslararası Barış Ödülü” alan Kazancakis,
Makedon asıllı Aleksi’nin hayatı algılayış biçimini kolay kazanmadığının özellikle üstünde durur. Zorba;
gençlik yıllarından, bölgede ve hatta
dünyada hakim olan milliyetçilik
furyasına kapılıp katıldığı çetelerde
yaptıkları yüzünden pişmanlık ve
36
öfkeyle bahseder. Ve
hatalarıyla yüzleşirken asla kendine acımaz;
...“Dünyaya özgürlüğün gelmesi için
bu kadar cinayetler ve
alçaklıklar mı gerekli
yani? Çünkü oturup sana
işlediğimiz cinayetlerde yaptığımız alçaklıkları saysam tüylerin
ürperir. Fakat sonuç ne oldu? Özgürlük! Tanrı
yıldırımını atıp bizi yakacağına özgürlüğü veriyor? Hiçbir şey
anlamıyorum!”
...”Şimdi kendi kendime sık sık şöyle diyorum: Hay kahrolasıca pis herif, hay yok olası aptal! Yani akıllandım, artık insanlara bakıp şöyle demekteyim: Bu iyi adamdır, şu kötü. İster
Bulgar olsun, ister Rum, isterse Türk! Hepsi bir benim için.
Şimdi iyi mi, kötü mü yalnız ona bakıyorum. Ve ekmek çarpsın
ki, ihtiyarladıkça da buna bile bakmamaya başladım. Ulan, ister
iyi, ister kötü olsun be! Hepsine acıyorum işte...”
Romanda Zorba’ nın kadına bakış açısı da ayrıca incelenmeye değer bir konu. Sınırsız bir acziyet
sahibi ve asla yalnız bırakılmaması gereken
varlıklar olarak gördüğü kadınlara, onları
her zaman mutlu görme isteği ve her birinin
hakettiğine inandığı alakayı göstermekteki
cömertliği ile kendini affettirir mi bilinmez.
Fakat Kazancakis’ in diğer eserleriyle de yer
yer paralellik gösteren ve şüphesiz psikososyolojik temellere dayanan bu kadın algısının okuyucuyu şaşırtabileceğini eklemek
gerek.
Kelimelerin yetmediği yerde raks etmeye başlayan, çanak çömlek yaparken işini
engelleyen parmağını kesebilen, tutkulu,
vefalı Zorba’ yı tarifsiz bir coşkuyla anlatır
Kazancakis. Öyle ki, öğretilmiş hayatların
içinde kapana kısılan insan, kitabın sonuna
geldiğinde Girit’ teki o kulübecikte hikayelerini dinleyip gıpta ettiği dostunu kaybetmiş gibi olur. İşte bu yüzden kimse Aleksi
Zorba’ yla tanışmakta Patron kadar geç kalmamalı bu hayatta ki farketmeden üstüne
basıp geçtiği bir yeşil taş, güzelliği gözünü
kamaştırmayan bir gündoğumu kalmasın.
GENÇ BARIŞ
Yasemin YAVUZ
Y
önetmenliğini ve senaristliğini Olivier Nakache ve Eric Toledano’ nun
birlikte yaptığı Intouchables, geçirdiği yamaç paraşütü kazası sonrasında felç olan
aristokrat Philippe ile Senegalli göçmen Driss’ in
sıradışı dostluğunu konu alıyor. Türkiye’ de Mayıs 2011’ de “Can Dostum” adıyla vizyona giren Fransız yapımı film, Hollywood sinemasına
alternatif arayanlar için bir çekiciliğinin olmasının yanında, vizyona girdiği hemen her ülkede
bundan daha fazlasına sahip olduğunu gösterdi
ve oldukça geniş kitlelerce izlendi.
Intouchables konu itibariyle bakıldığında
“The Bucket List” i de bir parça andıran “ümitsiz insanların yakaladığı harikulade dostluklar”
kavramına bir örnek olabilir. Aslında işsizlik
maaşının kesilmemesi için başvuru kağıdına red
mührü vurdurmak amacıyla Philippe’ in hasta
bakıcı mülakatına giren Driss, hayat enerjisi ve
rahat tavırlarıyla Philippe’ in ilgisini çeker. Yıllar
önce geçirdiği kazadan bir süre sonra, çok sevdiği
eşinin de kaybıyla oldukça derin bir depresyonda
olan Philippe, artık etrafında ona acıyan insanlar
görmek istememektedir. Az bir çabayla, o sıralar
evsiz kalmış olan Driss’ i işe başlamaya ikna eder.
Aralarındaki ilişki ilk bakışta karşılıklı çıkara dayalı gibi görünse de, geçen zaman ve artan paylaşımlarla yeni bir boyut kazanacaktır.
Sıra dışı sayılamayacak bu öykü, senarist
ve oyuncu kadrosunun başarısı ile çok farklı bir
noktaya taşınmış durumda. Kimi zaman boğazları düğümlese de filmden aslında gerçek bir komedi olarak bahsetmek mümkün. François Cluzet, Philippe rolünde; izleyiciyi empati kurmaya
teşvik ederken, ajitasyona kesinlikle yer vermiyor.
Engelli bir karaktere duygu sömürüsünden uzak
ve abartısız oyunculuğuyla can veren Cluzet, bir
an bu alandaki önemli örneklerden “Scent of a
Woman” daki Al Pacino performansını akla getiriyor.
GENÇ BARIŞ
Fransız akademisi tarafından “en iyi erkek
oyuncu” dalında Cesar ödülüne layık görülen
Omar Sy’ nin yeteneği de ayrıca hayranlık uyandırıcı. Paris banliyölerinden gelen Driss, kendi
deyimiyle Philippe’ in “eli ayağı” olurken, ona
ihtiyacı olan fiziksel bakımın ötesinde bir katkı
sağlıyor. Driss, aristokrasi ve onun getirdiği pek
çok ritüelle alay ederken Philippe’i her tebessüm
ettirdiğinde seyirci de onlara eşlik etmekten kendini alamıyor.
Intouchables aslında gerçek bir hikayeden
uyarlama. Film bir çok yönüyle hikaye ile paralellik gösterse de, Omar Sy’nin canlandırdığı
Driss karakteri esasında Cezayir asıllı bir beyaz
olan Abdel Yasmin Sellou. Rol için siyahi bir
oyuncunun tercih edilmesi ile insanlar arasındaki sınıf ve ırk farklılığının; onların iletişimlerine
ve kuracakları dostluklara engel olamayacağı gerçeğinin üstünde durulmak istenmiş olabilir.
Bu arada filmin müzikleri için de bir parantez açmak gerek; zira çok başarılı olduğu
konusunda ortak bir kanı oluşmuş durumda.
Çoğunluğu İtalyan piyanist ve besteci Ludovico Einaudi’ ye ait müziklerin yanında, “Feeling
good” eşliğindeki yamaç paraşütü sahnesinden
keyif almamak mümkün değil. Albüm olarak
edinilebilecekler listesinde kesinlikle bir yeri olduğu söylenebilir.
Bazı klişelerle karşılaşacak da olsa seyircinin,
filmi izledikten sonra dünyanın o kadar da kötü
bir yer olmadığına dair inancının sağlamlaşacağını söylemek mümkün. İnsanların para ile elde
edemeyeceği veya diğer bir deyişle, imkansızlıkların elde etmeye engel olamayacağı türden
kazanımlara işaret eden Intouchables, kesinlikle
keyifli bir 112 dakika vaat ediyor. Yaşadığımız
dünyada ayrışmanın ulaştığı boyutlar düşünüldüğünde, birbirlerine verdikleri sevgiden başka
ortak noktaları bulunmayan iki adamın bütünleştiği bu film, izlenmeye değer. İyi seyirler…
37
Eda Nur BAYRAKTAR
06 Aralık 2012 ~ 25 Ocak 2013
Deniz Artık
Uyanıyor
05 Aralık 2012 ~ 10 Ocak 2013
24 Kasım 2012 ~ 09 Şubat 2013
Hüsnü Koldaş
Zaman Dışı
Siemens Sanat
Xentrikarts (Bahanur Nasya & Yılmaz Vurucu),
Maurice Bogaert, İmre Azem, Rüya Köksal &
Aydın Kudu, Bram Vermeulen/VPRO, Rik Delhaas
& Daimon Xantholoulos, Eliane Esther Bots, Aram
Tanis & Jacolijn Verhoef, Barbara Hanlo, Fidan Ekiz,
Henrik Lund Jorgenson (DK/SE)’un belgesel/video
yapıtlarının yer aldığı bir sergidir.
22 Kasım 2012 Şubat 2013
Beyoğlu Akademililer
Sanat Merkezi
İstanbul Fotoğraf Müzesi
Hüsnü Koldaş Akademiler Sanat Merkezi’ndeki
ikinci kişisel sergisi “Zaman Dışı” ile sanatseverlerin karşısına çıkıyor.
Bu sergi üç uluslararası alanda faaliyet gösteren
sanatçının ‘yapay manzaralar’ konusunda çarpıcı
ve kısmen de radikal pozisyonlarını gösteriyor.
5 Aralık 2012 11 Şubat 2013
9 Ekim 2012 - 6 Ocak 2013
Trump Mall Exhibition Center
Trump Mall Exhibition Center’ da Şubat sonuna kadar
izlenebilecek olan sergi; okyanusların en güçlü büyük
balığının anatomisini, en son teknolojilerle interaktif olarak
gözler önüne sererek, uzun yıllar süren takip süreçlerini ve
köpekbalığının ilginç serüvenini gözler önüne serecek.
Sergide,
izlenimcilik akımına ismini veren Claude
Monet’nin Giverny
Bahçesi’ndeki evi,
geç dönem bahçe
manzaraları, nilüferler ve ünlü Japon
köprüsü tablolarına
yer veriliyor.
Sakıp
Sabancı
Müzesı
“Mekânın Doğası” Sergisi
Hilparksuites
20 Kasım 2012- 7 Ocak 2013
19-20 Şubat 2013
Dun Huang’ın
Renkleri
MSGSÜ Tophane-i Amire
Kültür Sanat Merkezi
İpek Yoluna Açılan Büyülü Kapı
Lütfi Kırdar
Uluslararası Kongre
ve Sergi Sarayı
e-ticaret ve sosyal medya hakkında tüm yenilikleri
ve sektörün degerlerini bulabileceğiniz fuarda
düzenlenecek olan workshop’larda sektörün duayenleri ile konusabilecek ve kendinizi nasıl gelistirebileceginizi onlardan dinleyebileceksiniz.
10 Ocak 2013
15 Şubat 2013 - 17 Şubat 2013
Borusan İstanbul
Filarmoni
Orkestrası
Yeni Yıl Konseri
Lütfi Kırdar Uluslararası
Kongre ve Sergi Sarayı
İstanbul Kongre
Merkezi
Avusturya’nın iki büyük opera yıldızı Alexandra
Reinprecht ile Bernhard Berchtold müzikseverlerle
birlikte yeni yıl kutlamasına imza atacak.
Dijital Oyunlar ve Oyun Teknolojileri dünyasının
kapıları bu fuarla İstanbullulara açılıyor.
38
GENÇ BARIŞ
02 Ekim 2012 - 17 Mart 2013 02 Mart 2013 - 03 Mart 2013
Akare Yurtdışı
Eğitim Fuarları
Her biri içerisinde bir tarih barındıran 7 klasik aracın
görücüye çıktığı sergi.
Hilton İstanbul / Sheraton Ankara
Yurtdışında Lisans, Yüksek Lisans, Doktora, Sertifika, Yabancı Dil, Yaz Okulu, Lise Eğitimi hakkında
bilgi edinebilecek bir etkinlik.
14 Mart 2013-14 Mart 2013
14 Mart 2013
Rahmi M. Koç Müzesi 10 Mart 2013 - 10 Mart 2013
Edufairs Yurtdışı Eğitim
Fuarları
Ankara Hilton
Yurtdışında Lisans, Yüksek Lisans, Doktora, Sertifika, Yabancı Dil, Yaz Okulu, Lise Eğitimi hakkında
bilgi edinebilecek bir etkinlik.
06 Şubat 2013-09 Şubat 2013
Diyabette
Mükemmeliyet
Kongresi
EID 2013
Edufairs Yurtdışı Eğitim
İzmir Hilton
Fuarları
Yurtdışında Lisans, Yüksek Lisans, Doktora, Sertifika, Yabancı Dil, Yaz Okulu, Lise Eğitimi hakkında
bilgi edinebilecek bir etkinlik.
Maslak Sheraton
24-26 Aralık 2012
13 Şubat 2013-14 Şubat 2013
Lütfi Kırdar
Uluslararası Kongre
ve Sergi Sarayı
9 -10 Şubat 2013
Türkiye-Kuzey Afrika
Sosyal ve Beşeri
Bilimler Kongresi
Yıldız Teknik Üniversitesi
Bölgede yaşanan toplumsal dönüşümleri ve gençler üzerindeki etkilerini analiz etmek üzere Kuzey
Afrika ve Türkiye’den uzmanları bir araya getirmeyi
amaçlamaktadır.
31 Aralık 2012
16 Ekim 2012 - 03 Ocak 2013
Van Gogh
Alive Sergisi
Ankara CerModern
Uluslararası Sempozyum
“Medeniyet’i
Anlamak”
İnsan ve Tarih
Fotoğraf Sergisi
Bağlarbaşı Kongre ve
Kültür Merkezi
Altunizade Kültür
ve Sanat Merkezi
GENÇ BARIŞ
39

Benzer belgeler