Sozgelimi Dergi_3_Son

Transkript

Sozgelimi Dergi_3_Son
İÇİNDEKİLER
Umut Kara: İkinci Sayfa
Taner Yörükalp: Kalb-i Mühtedi
Süreyya Karacabey: Biz bir başka yerin dilsizleriydik
Sina Akyol: Çorbası Tasta
Mehtap Atila: Ak Libaslı Kara Atlılar
Janset Karavin: İmtihar
Achim Wagner: Bir Eylül / Pencere / Saydam Mevsim
Fetih Doğru: Fersude
Fulsen Türker: Fulsen yazıyor...
Gözde Dilek Güzel:Yatılı Hüzün Mektubu
Tolga Kaya: Sonbahar
Orçun Canver Turhan: En Çok
Funda Kara: Kor
F. Melike Sümertaş: Kent ve Mimari
Feridun Andaç: Kendini Yazmak
Hakan Sipahi: Yarımay
Sezai Sarıoğlu: Taze Mürekkep
Gürkan Çalışkan: Şiirsel Çeviri
Sinem Sal: Şiir Her Yerde
Aslıhan Tüylüoğlu: Bireyin Özgünlük Mücadelesinde
Bir İmge: Tel Cambazı Zeynep Hatungil: Çizim
Umut Kara: Ethem’e
Nejdet Demirtaş: Fotoğraf
Ertan Geray: Zifir
Şemsettin T.K.: Kalan
Özcan Öztürk: O Gün Geldi Çattı
Derya Minusker: Ten ve Ses
Fazıl Hüsnü Dağlarca: Cemal Süreya’ya Mektup
A. Galip Kabasakaloğlu: Güle Hüzün Bildirisi
Rıdvan Ardıç: Temas Haydar Ergülen: Keşke Yalnız...
Ertan Mısırlı: “Aşk” Dedim Sana Cemal Abi! Küçük İskender: Eyvallah
Ayşe Berna Ülker: Dilden Dile Od Yalımları
Dannybal Reyes Umbria: Ayin 5
Gürkan Çalışkan: Popüler Müziğimizde Kadın ve Erkek
2
3
4
6
7
8
12
13
14
18
19
20
22
24
25
26
29
30
35
36
37
39
40
41
42
44
45
46
48
52
53
57
58
KÜNYE
Yayın Yönetmeni: Umut Kara
Yayına Hazırlayanlar: Hakan Sipahi - Umut Kara Koordinasyon: Rıdvan Ardıç
Ön Kapak: Özlem Demirezen Arka Kapak: Rukiye Kılınçer
[email protected] - sozgelimi.net - facebook.com/Sozgelimi
twitter.com/sozgelimidergi
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 1
ikinci sayfa
kalb-i mühtedi
dün; bozkırın gücenikliğidir
yarın; asma bahçelerin korkusu
kala kala bugüne kalırsın
bulutuna bugünün
ve hepsinden sıkılırsın; terli, yorgun
çünkü her şey
gece gördüğün rüyaları
sabah oldu mu hatırlayamadığından
bilinemeyen, ama gerçek
bulunamayan, ama var
kuyularda saklı tutulan
katı ve soğuk
kayalıkların altında
mercan
bir buluşma anını düşün
biçimsiz bir nehrin
denize kavuşurken onu boğması
adını tekrar edince
koşup muslukları açmam bundan
yoruldum
o rüzgarlı ve tanrısız tepeye
gerileceği çarmıhı
yine kendi sırtında taşıyan
İsa gibi taşımaktan
sesinde senin, sabah ezanları okunur
sesinde senin sabah ezanları
yasak türkçeyle
okunur
-aşk ; uludur !
-aşk ; uludur !
Taner YÖRÜKALP
2
Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 3
Biz bir başka yerin dilsizleriydik,
buradaki suskunluğa yabancı. Öylesine duruyorduk itildiğimiz yerde, birbirimize sokuluyor uçuruma bakıyorduk. Bakışımız, gözümüzden kopana kadar bakıyorduk.
Tarihin bir bilinci yoktu, merhameti, şefkati, dallarından sarkan renkli meyveleri, daha az
çocuk ölsün diye endişesi, hiçbir şeyi yoktu. Buza kesmiş bir kış çatısıydı, altından geçenlere
saplanıyordu buzdan okları ve yargılanamıyordu hiçbir mahkemede, suç delilleri eriyor, yeryüzünün kanallarından akıyordu. Biz sorularımızı ona yöneltiyorduk yine de, onu arkamıza
alıp, sonsuz kış bahçesinde ölü kuşlara bakıp, haklı çıkacağımız günleri bekliyorduk, beklemekten sıkılınca da uzak zamanlarda kalmış birilerinin beklemelerine bakıyorduk; çok uzun
zaman önce, bizim bugün beklemediğimizi düşleyen adamların/kadınların düş dolu bekleyişlerine bakıyorduk. Biz onların düşüydük diyorduk kısacık süren ümit anlarımızda, sonra
birden hatırlıyorduk bir kış bahçesinde olduğumuzu, ölü kuşlarla çevrilmiş olduğumuzu.
Duruyorduk, Angelus Novus’un kanatlarını taşlaştıran zamansız koyuluğa bakıyorduk, duruyorduk ve içinden tin’in geçmediği bir zamanın bekçileri olduğumuzu biliyorduk. Sadece
unutulmasın diye her şeyi kalbimize kazırcasına susuyorduk, meleği uçuşa hazırlayacak anın
bilgisi kaybolmasın diye, o an geldiğinde yırtacağımız takvimlere gerekecek öfke yok olmasın
diye, uçurumdan düşenleri tek tek susuyorduk, bir gün haykırış geldiğinde kullanırız diye.
Biz bir başka zamanın dilsizleriydik, düşlerini gerçekleştiremediğimiz uzak geçmişin mahcup gölgeleriydik. Tıpkı melek gibi geçmişe dönüktü yüzümüz ve utancımız çakılıydı şimdide. Utancımız çakılıydı görüp de güçlü bir sesle kovamadığımız her acıtıcı, incitici kedere. Unutulmasın diye hepsini buzdan bir zamanın
duvarına kazıdık, bütün ahları, inlemeleri, bağırmaları içimize doldurduk, vakit gelince, yanardağdan akan kızgın lavlar gibi akabilsinler diye hepsini derimize kazıdık.
istemezdik sizi, çünkü siz evkrallığındandınız, üçüncü nortons soyundan, yok olana kadar da böyle yaşayacaktınız, anlardık ama sizin istediğiniz gibi olmazdı anlamamız, kopuk, uzak, kayıtsızdık, biz yaşardık evlerinizde bir dalgınlık gibi, biriktirdiğiniz anlamlara yabancı bir tehdit gibi, mecburen severdiniz bizi, çünkü “sadece kendiniz olanı seviniz”
diye bir yasaya uyardınız, yasa yok oluncaya kadar da uyacaktınız, evlerinizde yaşardık.
Sonra sokaklarda kopan kıyametlerin ortasında bulduk kendimizi, bütün zamanların dışarıda bıraktıklarının arasındaydık, uzun bir halatla çekmeye çalışıyorduk uzak bir noktada taşlaşmış olanları, barikatlarda, büyük direnişlerde bir cevap arıyorduk burada oluşumuza, burada oluşumuza bir ses arıyorduk kimsenin işitmediği, dehlizlerinde dolaşıyorduk kentlerin,
eski zamanlardan kalmış sarnıçların arasında uyuyor ve kendimizi bir tarihe yapıştırmaya
çalışıyorduk; sokaklarınızdan bir suç gibi geçiyorduk artık, evlerinizin arkalarından dolanarak, yürüyor yürüyor ve burada oluşumuza bir cevap arıyorduk; sesimiz, sokaktaki uğultulara
karışıyor ve çarpıyordu sığınaklarınızın kalın duvarlarına, biz her yerdeydik, kovulduğumuz
her yerin sakiniydik, sığmıyordu gövdemiz şehirlerinize, sokağın çığlığına karışan sesimiz
anlaşılmaz kalıyordu sizin dillerinize, biz her yerdeydik, bizi sığdırmayan evlerinizin dibinde, krallıklarınızın mezarlıklarında, ceza hükümlerinizin yargılarında, kanların kuruduğu
nehirlerin kıyısında, kalelerinizin burçlarında, uygarlığınızın yeraltında, biz her yerdeydik,
sığamadığımız bir ülkenin tuhaf konuklarıydık, delici bakışlarınızın çevrildiği tarafın karşısında, sokaklarınızda yürüdük uzun zaman, varlığımıza bir cevap aradık, biz her yerdeydik.
Süreyya KARACABEY
Başka bir zamanın dilsizleriydik, buradaki suskunluğa yabancı. Evlerinizin içinde yaşardık,
tuhaf nesnelerinizle kuşatılmış labirentte dolaşırdık, derin bir günahın işaretlerini yok etmeye çalışır gibi durmadan temizlediğiniz eşyalarınızla sizin aranızda, tembihli bir varoluşa kapatılmış cücelerdik, olmaya çalıştığımız her noktada önümüze sürdüğünüz nesnelere çarpardık, uzak bakışlarımızdan sezerdiniz bizi, bir benzerinize rastlamadığınızda
yaşadığınız huzursuzluğu her baktığınızda bize, yeniden hatırlardınız, evrensel hatırlatıcılardık evlere dağıtılmıştık, bilmezdiniz, siz için uzak bakışlı tuhaf çocuklardık, sevginin
bu gezegende ancak sahiplikle mümkün olabildiğini kavramıştık, eşyalarınızı sever gibi
seviyordunuz bizi de, aktaramadığınız şeyler çoğaldıkça, kendi imgenizden yeniden üretemedikçe bizi, huzursuzluğunuz artardı, üzmek istemezdik sizi, evlerden erken uzaklaşmamız bundandı, orada boğulurduk, anlaşılmaz bir ayine benzerdi hayatlarınız, kapılarınız
hep dışarıya kapanırdı, tehlike bu evlerde hep dışarıdan gelirdi çünkü, bir korkuya kilitleniş başka korkuda çözülüş, hiç bitmezdi, hep devam ederdi, boğulurduk, sevmeyip sever gibi yaptığınız misafirleriniz, kimseye güvenmeyişiniz, boğulurduk, yine de üzmek
4
Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 5
Çorbası tasta
I
Gizlesem, beceremem.
Sevgilimsin, sevgilim!
Ak libasların sardığı bedenler, kara atlarını sürüyorlar köpüklü tozlar üstünde…
Ağızlarının kuyusundan taşan tül nefesin peşinde; “Hey nereye” diye seslenen
“çok”ların dar aralıklarından süzüle süzüle…
II
Elini tutsam… Elin
bir tutam gençlik.
Gözlerin dokunduklarına aldırmadan, ölümün pençesini sinelerinden kaldırmadan
hızlanıyorlar, akarak, azalarak… Ellerinin gümüş ayasında çarmıhları, yol içinde sis bulutlarını yara yara, en kuytudaki yaralara çare diye bildikleri (işte o bilmedikleri) “varış’a hep”
mesafesindeki sılaya…
III
Alnına değsem.
Kara atların üstünde üşüyen ak libasların sardığı bedenler, bu gidişi dert edinenler,
çok geçmeden gece vadisine geldiler… Karanlığın körüne değince tenleri, ürperdiler… Vahşi ve kasvet, çirkef ve haset sesler yırtıldı, siperlerinden sıyrıldı, yavaş yavaş, sinsi sinsi en
umulmaz anda arkalarından saldırdı…
Ten
ve ateş
diye yazsam.
Şöyle mi sussam:
Sırtın bana dönük.
Alnın bana dargın.
IV
(Ama bir gün
yaşlanınca dünya
eskiyen alnımı
tazecik öpsen!)
(Şimdilik çare)
Kızımın nazenin
kıçına lütfen
incecik iğne
hemşiranım.
Sina AKYOL
Ak Libaslı Kara Atlılar
Kimilerini kandırdı sesler, kimilerini yıldırdı… “Dururuz biz burada, ötesi yok,
ötesi geçilmez” dedi kimileri, “Bir adım daha gidilmez” dedi kimileri de… Ama gözleri
karanlıktan daha kara olanlar: “Durmak olmaz bu vadide, bu geceye kanmak olmaz, yürek
sesidir bu aldanmaz” dediler, çektiler kılıçlarını, karanlığı yara yara, o en kuytudaki yaralara
çare bildikleri (işte o bilmedikleri) “varış’a hep” adına batırdılar bedensiz kör karanlığa,
canlarını… Feda…
Ağızlarının kuyusundan taşan tül nefesle örtüldü kanları… Gümüş ayalarda gülümsedi çarmıha gerili o sevdalı… “İşte ufukta parladı” dedi biri, biri “gördüm” dedi, “Burası
yeni bir vadi”… Aldananlar kaldılar, gidenlere aldırmadılar… Hızla akanlar kalanları yadırgamadılar, yargılamadılar ve daldılar…
Ak libasların sardığı bedenler “varış’a hep” mesafesini adımladılar... Gözlerinde
büyüyen ufka yaklaştılar… Giderek, giderek sıcaklaştılar… Önce bir tepeyi aştılar, sonra
vardılar ışıklı vadiye…
Gecenin tersine güzeldi sesler, tutuldu nefesler gördükleri karşısında… Vardık, işte
“Varış’a hep” dedi çoğu, kimi de sustu… Sardı bir uğultu çevrelerini. Susanlar daldılar seyre, kaldılar kendileriyle… Varanlar ışıklı vadiye, pek keyifli pek mutlu: “Yolun sonu demek
buydu” dediler, libaslarını serdiler seslerin güzelliğine…
Ama gözleri ışıktan daha ışık olanlar: “Durmak olmaz bu vadide, gidişimiz daha
derinde, bir hile var yine bu işte” dediler, “çok”ları dinlemediler… Ak libasların sardığı bedenler “az” kaldılar… Yine de daldılar, kalanları yadırgamadılar “Onlar vardılar varacakları
kadar” dediler ve sürdüler rüzgârın ağzına ak libaslarını…
“Varış’a hep” mesafesindeki sılaya yürüyen ak libaslı bedenler, bu gidişi dert edinenler, ağızlarının kuyusundan taşan tül nefesin peşinde; “Hey nereye” diye seslenen “çok”ların
dar aralıklarından süzüle süzüle, “Varılan yer değil, gidilen yoldur; yolcu” dediler… Ve
sürdüler kara atlarını “varış’a hep” mesafesindeki sonsuza doğru…
6
Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Mehtap ATİLA
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 7
İmtihar
“Beraber intihar etmeliyiz” dedi kadın elindeki şişeden bir yudum daha almadan
önce. Bakışları dik ve kararlıydı oysa odadaki her şey dönüyor, halı havalanıp uçuyor, duvarlar bir ileri bir geri gidip odayı daraltıyor, onu sıkıştırıp eziyor, küçük kızı yeniden rahmine sokup gözden kaybediyor sonra uzaklaşıp büyüyor, tüm evren bir odaya dönüşüyor ve
küçük kızı, içinden çıkan şu küçük, sevimli, yürüyen, konuşan, acıkan, gülen, ağlayan küçücük şeyi gene gözden kaybediyordu. Birden boynuna sarılarak: “Senden nefret edersem
dünyada sevecek hiçbir şeyim kalmaz” diyor küçük kıza uzaklaşan duvarlarla beraber evrenin bir ucuna sürüklenip gittiğinde. Diyor, çünkü artık onu göremiyor bile ama hissediyor;
düşündüğünde hâlâ içinde olduğunu, göremediğinde bir kolunun, bacağının hatta tüm bedeninin kendisinden çalınmış olduğunu hissedebiliyor. Mümkün olsa duygularını satardı ama
bu kadar rezil bir dünyada duyguların beş kuruş etmeyeceğini çok iyi biliyor. Kaşığın altında çakmağı yakmak için her yanıp tutuştuğunda, titreyen elleriyle, kollarında henüz keşfedilmemiş bir damar bulabilmek için gözlerini yummaktan başka çaresinin olmadığını biliyor ve bundan nefret ediyor. Tıpkı dünyadan nefret ettiği gibi ama onu sevdiğini biliyor. Hiç
sevmek istemediği halde. Hiç içimden çıkmasaydı, diyor kendi kendine, orada durduğu yerde dursaydı belki de birlikte yaşamanın bir yolunu bulurduk ama şimdi: “Çık dışarı, arkadaşlarınla oyna.” “Benim hiç arkadaşım yok ki...” “Çık dedim, defol!” Terliklerini ayağına
geçirip eşiği aşıp bu eski binanın koridorunu hayali sek sek karelerinde sekerek her sokağa
erişişinde bakışlarını yerden söküp göğe batırıyor ama bu şehir bütün yıldızları yutuyor.
Olsun, diyor kendi kendine, varsın yutsun ve çalkalanan parıltılı kalabalığa bırakıyor bedenini aklının iplerini salarak. Sokaklar onu nereye götürürse. Kızgın olduğunda çoğu, hep
aynı mahalle bakkaliyesine sürüklüyor akıntı onu; küçük, renkli şekerlemeler sinirleri yatıştırmaya birebir! Eğer üzgün hissederse ara sokaklardaki marketçiklerde karnını doyuruyor;
tok karın neşeyi yerine getiriverir! Bazen de bir cüzdanı kaba düşüyor bahtına; küçük elleri
her cebe girer, yeter ki boyu ersin. Cüzdandan kimi ne Yunus’lar, Sinan’lar Mustafa Kemal’ler
dökülür; bir görsen! O zaman heyecanla koşuyor eve ama koridorda sekmeyi unutmuyor,
paldır küldür dalıyor içeri, tek göz odalı mezbeleye; şansı varsa kolunda şırınga sızmışken,
kör talih paçasındaysa kolunda şırınga, üstünde bir herifle buluyor onu, kaçıyor gerisin geri.
Koridoru sekerek aşıyor, var gücüyle koşuyor. Koşuyor ya, nereye o da bilmiyor. İlk iş cüzdanı fırlatıp bir yere, ciğerleri acıyana kadar, var gücüyle koşuyor. Belki bir çatıda bu kadar
hızlanabilsen koşarak, diyor içindeki ses, zıplar, gözüne kestirdiğin bir yıldıza tutunursun!
Sen de kimsin, diyor ona, hem ben gidersem sen burada kalıp göz kulak olacak mısın ki ona?
Çıkıyor dışarı. Başı önünde koridora giriyor. Köşede parmak uçlarında yükselip otomatı
açıyor düğmeye dokunarak. Şimdi önünde uzanan bu uzun koridor ve ucundaki büyük demir kapıyı şöyle görürdü yaşlanıp da buraya gelip çocukluğunu arıyor olsa: Taş zemindeki
hayali sek sek kareleri koridor boyunca sürmekte ve büyük demir kapıdan sokağa dökülen
kareler hemen önünde ikiye, az daha ileride üçe, biraz ötede beşe, on beşe ayrılıyorlar, her
biri böyle parçalana döküle sokaklar boyu, hayat boyu seksen bitmeyene dek uzuyor... Sekerek sokağa çıkıyor; hava çoktan kararmaya başlamış, çakal ıslatan sokak lambalarının
altına bakanlara göz kırpmakta. Ne yere ne de insanlara bakıyor, doğruca yıldızları aramaya
8
Sözgelimi 3 -
güz bitiği
koyuluyor ta ki önünde dikildiğini fark etmediği yaşlı adama çarpıp sendeleyene dek. Adam
ona dönüp şöyle bir bakıyor ancak bakışlarında ne telaş, ne şaşkınlık ne de merhamet okuyamıyor, özür de dilemiyor. Hem ne diye özür dileyecekmiş ki! Suç mu yıldızları saymak?
Etrafına bakınınca fark ediyor ki neredeyse varmıştır Hasibe Ana’nın eve. Yıldızlar her zaman en güvenilir rehber olmuştur zaten. Kalabalık onu yutup çiğnemeden öğütecek binlerce
gözü olan dev bir canavarsa bile ve mağazaların yanıp sönen parıltılı ışıkları yıldızları yalayıp yutmaya ne kadar hevesliyse de, hep bir tanesi de olsa oradadır. Henüz kendisini fark
etmemiş canavara dokunmadan ilk ara sokağa dalmak, Hasibe Ana’nın sıcak kucağına ulaşmak için fırsat kollamaya başlar terliklerini çıkarıp elinde sıkıca tutar, bekler. Sokağı görür
görmez bir koşudur tutturur. Birilerine çarpabilir, canavar binbir gözünden yüzünü ona çevirip bakabilir. Canavar binbir ağzından onunu açıp ona kızabilir, azarlayabilir. Canavar
binbir elinden birini ona uzatıp kulağından yakalayabilir ama bütün bu tehlikeleri göze almaya değer sıcak bir kucak. Ayak parmakları ucunda yükselip, elindeki terlikleriyle uzanıp
zile basıyor. Demir kapı içeriden otomatiğe basılınca titriyor. Tüm gücüyle yüklenip kapıya
aradan geçebileceği bir boşluk açıyor; kafası geçecek kadar aralansa yeter, gerisi kolay. Ha
gayret! İçeri atar atmaz adımını terliklerini ayağına geçiriyor ki Hasibe Ana kapıda terliksiz
görüp darılmasın ona. Merdivenlere kadar sekip, duruyor. Giriş katta delibozuk bir kocakarı oturur; Ruhsat Hanım derler. İster çamaşır çitilesin, ister fasulye pişirsin kapısının gözetleme deliğinde bırakır bir gözünü. Öbür gözü evin sokağa bakan penceresinde, perdenin
aralığında durur. Çamaşırları arap sabunu temizler, fasulyeyi tüpün ateşi pişirir ezberden
nasıl olsa. Buralar ondan sorulur. Kim kimle, nerede, ne yapmış etmiş, o bilir, o görür, göremez bilemezse uydurur, kimse susturamaz, o etrafa yayar duyurur. Kapının gözetleme deliğine bakıyor gözlerini kısıp. İşte orada! Ruhsat kocakarısının sefil yeşil, mide bulandırıcı
gözü. Bu sağ göz mü, sol göz mü acaba? Soluğunu tutuyor, çıt çıkarmamak için bir kedi
kadar temkinli atıyor ilk basamağa adımını. Derken ikinci basamağa hafifçe değdiriyor ayağını, basıyor. Üçüncü ve dördüncü. Oh, demeye ramak kalmışken ta üçüncü kattaki kapısını
açıyor şakur şukur Hasibe Ana. Anahtar kilidi bağırtıyor, menteşeler kapıyı ağlatıyor derken
gözetleme deliğindeki göz iriliyor, beliriyor Ruhsat kocakarısının kapısı yıldırım hızıyla
açılıveriyor. Açılan kapıdan vuran ışıkla küçük kaçak yakalanıp, gözüne ışık tutulmuş tavşan gibi kalakalıyor, donuyor. Kim kurtarsa onu? Masallarda hep bir prens olur, beyaz atlı.
Birden bire atılıp canavarın üstüne, saplar parlak kılıcını göğsüne. Yok. Bir başınadır o.
“Çilem? Kız sen misin?” diye sesleniyor Hasibe Ana. Belki beyaz atı yok, prens falan da
değil, değil kılıç kahvaltı bıçağı bile tutamaz, koymaz eve bıçak, korkar: ‘Bir kaza çıkar
Maazallah!’ Ama benim diyen prensten gür, kalın sesiyle korkutur canavarı şefkatle seslense bile. Belki de canavar onun dediklerini ‘Bırak o kızı, sefil canavar!’ diye işitir, kimbilir?
Koşar adım ikişer üçer tırmanmaya başlıyor merdivenleri karanlıkta. Birinci kat, ikinci kat,
durmak yok, canavara teslim olmak yok! Üçüncü kata varır varmaz koridorun karanlığından
son bir gayret koşarak Hasibe Ana’nın bacağına sarılıp kurtarıyor canını. “Kız? Gene mi
karanlıkta tırmandın onca katı?” diye şefkatle azarlıyor Hasibe Ana saçlarını okşarken. “Of
of of, kulakların buz kesmiş, hasta olacaksın, gir bakayım içeri!” Onu eşikten içeri çekip,
yaşlı kapıyı inlete ağlata örtüyor. Kilit. Kilidi asla ihmal etmez. Üç kere sağa çevirir anahtarı yuvasında. Trık! “Bismillah” Trak! “Bismillah” Truk! “Bismillah.” “Neden üç kere söylüSözgelimi 3 - güz bitiği 9
yorsun?” “Üç kere dönüyor anahtar kilitte, ne yapayım?” “Neden ben soru sorunca hep sen
de bana soru soruyorsun?” “Çünkü herkesin sorularının cevapları kendilerindedir; boşuna
dışarılarda arar dururlar.” “Soru sormadın bu sefer.” “Yürü bakayım, seni küçük baş belası!”
Öyle güzel kızıyor ki Hasibe Ana. Keşke hep kızsa bana, diye geçiriyor içinden. Sevmeleri
hep böyle azar azar, az az. Koşuyor terliklerini sıyırıp ayağından, altı üstü iki göz odacıktan
ibaret evin hem oturma odası hem salonu hem yemek odası olan orta yerine. Duvar boyu
divana zıplayıp atıyor kendini. Soba çıtırdıyor. Duvradaki eski saat tıkırdıyor. Sobanın
önündeki kilimde kuyruğunu kıvırıp uyuyan Taytıs düşler aleminden mırıldıyor. “Taytıııs?
Gel pisi pisi!” “Şşt! Uyuyor Şerif, görmüyor musun?” diyor Hasibe Ana sobada fokurdayan
çaydanlığa uzanırken: “Bak mis gibi kuşburnu aldım geçen, koyayım da içelim, içimiz ısınsın!” “Hasibe Ana?” “He?” “Taytıs ne biçim isim, neden Taytıs koydun adını Taytıs’ın?”
“Aa, Taytıs evin erkeği, Şerif Taytıs! Gel pişo pişo! Şerif Taytıs kız! Sen bilemedin tabii...
Televizyon yeni gelmişti o zamanlar memlekete. Flamingo Yolu diye bir dizi oynuyor...”
“Flamingo ne demek?” “O bir kuş, pembe bir kuş böyle kocaman.” “Ne kadar kocaman?
Senin kadar var mı?” Gür, gümbür gümbür kahkası küçük odayı çınlatıyor: “Var anam var!
Ben neyim ki, benden büyük, fil görse dizleri titrer karşısında, öyle haşmetli!” “Vuuu!”
“Neyse.” Demliğe kuşburnu dallarını yapraklarını tıkıştırıyor, “bu dizide bir şerif vardı,
Taytıs.” Demliği çaydanlığın üstüne koyup bir hamlede tek eliyle sapından kavrıyor, sobanın üzerine taşıyor kuştüyünden yastıkmış gibi kolayca. “Eee, Taytıs?” Gelip divana diz
kırıyor, yüzünü dönüp anlatıyor: “İşte bu Taytıs. Aman Taytıs, ay Taytıs. Aman o ne şugar
laço, aman o nasıl bir şey!” Bir sağa bir sola ha yıkıldı ha yıkılacak sallanıyor koca memeleri. “Ben o vakitler daha kezban, öyle alık alık dolanıyorum ortalıkta...” “Senin adın Kezban mıydı önceden?.. Annem diyor ki, sen önceden erkekmişsin! Adını neden Kezban koydular ki, o kız adı?” Uzanıp yakalıyor, sarılıp çekiyor göğsüne, memelerine gömüyor başını:
“Kız! Bir sus, dinle az! Böyle masmavi gözler, bembeyaz cillop gibi manti...” Anlamıyor
söylediklerini; umurunda da değil artık zaten. Ne anlatsa olur. O hep unuta unuta başa sardığı hikâyeyi de anlatabilir saatlerce günlerce, ölene dek hatta. Burada, böylece ölünebilir
pekâlâ! Sıcacık, yumuşacık, huzur içinde, masmavi, bulut beyazı, güneş sarısı... “...ben bu
hayırsızı aldım kucağıma sevdim. Sen yapış yepisyeni, cânım bluzuma! Ulen ben kaç balamozun cüdanını çorladım bunu alasıya! Ben çektikçe bu yapışır, ben çektikçe bu yapışır. En
sonunda cıırt, Ayşe Teyze!” “Hasibe Ana?” “He?” “Bana o kitaptan okusana.” “Okuyayım.
Nereye koyduyduk onu?” Kaybetmesin diye, her okumadan sonra ona veriyor, “şimdi al
bunu, bir yere koy, yerini iyi belle ama,” diyor. O da gidip hep aynı yere koyuyor; şuracıktaki aynalı vitrinin tek çekmecesine. Kitap çekmeceye kalkınca Hasibe Ana gene soruyor:
“Nere koydun?” “Çekmeceye.” “Hangine?” “Nah şuna...” “Aman ha unutma!” “Unutmam.”
... “Nere olacak, nah şurada!” “Hadi kalk, koş al gel madem, ben de kuşburnu koyayım.” Hiç
ayrılmak istemiyor, içinden ona kadar sayadura bekliyor gene de. Hasibe Ana da bilir ne çok
sevdiğini memelerine gömülsün kalsın oracıkta, o da bekliyor gülümseyerek. Öylece odanın
beriki ucuna bakarak. Beriki uç boştur. Çıplak duvar; sıvaları çatır çutur gevremiş, yol yol
açılmış, çıplak, beyaz duvar. Mühlet dolana dek zaman ağırlaşır her seferinde. Zamanın
gövdesi hayatın perdesi; birden beşe doğar, çocuk olur, koşup oynar, kendini bilmeye başlar
o vakitlerin Osman’ı Hasibe. Beşten yediye okula başlar, Kenan Paşa kaybolan devlet otori10 Sözgelimi 3 - güz bitiği
tesini yeniden tesis etmek içün yönetime el koyar, anası ölür, babası analığı getirir eve, sıra
arkadaşı Memet’e âşık olur, susar, analığı babasını bıçaklar, yukarı mahallede oturan
Memet’e kaçar o gece, seni seviyorum, der, Memet ‘ibneee!’ diye bağırınca Memet’in babasından dayak yer. Yediden sekize yetiştirme yurdu, icraatın içindenler, işkence, dayak, sokaklar, tecavüz, ıslahevi, derken çark üstüne çarklar, ne koliler, ne laçolar, yürek hoplatan
mantiler. Sekizden dokuza, karakollar, dayak, işkence, haraç, hayali ihracatlar, garsoniyerler, yalanlar dolanlar, sahte yüzler, sözler, naylon faturalar, ihanetler, tutulmayan vaatler,
kerhâneler, nasır tutmuş dizler, bıçaklanışı, şişlenenler, kezzaplananlar, kafası kesilen ahretlikler. Dokuzdan ona ameliyat, vedâlar, tekleyen karaciğer, dört duvar, sessizlik, yalnızlık,
hayaller, hayaletler... Kuşburnu kırmızısını sıcacık akıtıyor içine her ikisi de. Bir elinde o
büyük kitapçıdan çaldığı kitabı, sessizce. Hasibe Ana üç yudumda deviriyor Ajda’yı ama ses
etmiyor, koynundan yakın gözlüğünü çıkarıyor, takıp gözüne bekliyor. Dili damağı yana
yana, üfüre şapurdata nihayet bitiriyor çayını o da, bardak altlığa değer değmez: Şıngır!
Uyanıyor Hasibe Ana gündüşünden. Hop diye zıplıyor yamacına, sırtını dönüp, başını gömüyor memelerine, kitabı açıyor. İşaret parmağını ağzına götürüyor ama sonra duralıyor.
Gülümsüyor. Parmağını yukarı doğru uzatıp bekliyor. Hasibe Ana yalayınca kıkırdamaya
başlıyor, gülüşüyorlar. Islak parmak sayfaları haşır huşur açıyor. Haşır! Huşur huşur! Duruyor birinde birdenbire. “İşte bura!” “He, nere... Peki.” Güzelsiniz ama boşsunuz, diye ekledi. Kimse sizin için canını vermez. Buradan geçen herhangi bir yolcu benim gülümün size
benzediğini sansa bile, o tek başına topunuzdan önemlidir. Çünkü üstünü fanusla örttüğüm
odur, rüzgardan koruduğum ...odur, kelebek olsunlar diye bıraktığımız birkaç tanenin dışında bütün tırtılları uğruna öldürdüğüm odur. Yakınmasına, böbürlenmesine, hatta susmasına
kulak verdiğim odur. Çünkü benim gülümdür o.. -Sizin orada insanlar, dedi Küçük Prens, bir
bahçenin içinde binlerce gül yetiştiriyorlar; ama yine de aradıklarını bulamıyorlar. Doğru,
bulamıyorlar, dedim. Aslında aradıkları tek bir gül de ya da bir damla suda bulunabilir. Evet,
haklısın, dedim. Ama kördür gözler. İnsan ancak yüreğiyle baktığı zaman gerçekleri görebilir... “Beraber intihar etmeliyiz” dedi kadın elindeki şişeden bir yudum daha almadan önce...
“Anne, imtihar ne demek?”
Janset KARAVİN
(İmtihar Düşülke, 29 Kasım 2012 Perşembe)
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 11
bir eylül
Fersude
bir sabahımızın
tınlayan imzaları
simsiyah kıyafetlerinde
dokunuş dolu harita
Örselenlere...
pencere
odanın penceresinde
çıplakça durup
şafağa baktın
zarif parıltı aktı
teninin üzerine
uykusuz geçen
saatlerimizden sonra
saydam mevsim
çıkarıyordum
gümüş kolyeni
karanlıkta
kısa nur
lodos esiyordu
yalın sırtının üzerine
Achim WAGNER
Ben bir çocuktum kara kara
Bir albümde yaban kara kara
Güneş hızla eriyordu öğürdüm
Midemi yoğurdular kara kara.
“Düşmekte olanın düşü düştüm,
O ne herkeslerden yara yara...”
Yaz olurdu ayazı sürürdüm
Ne az olurdu resimlerde avazım!
Tan atardı tutar da geceyi çöpe
Rüyaydı, uyunmamış uykuyu görürdüm.
“Varmakta olanın git’i geldim,
Ellerim de bozardı benimle sevişmeye.”
Aslım mı yok? Ben mi yaşamadım?
Marazlı bir fikri büyüttüm ömrümce
Hüznüm kitabiyattı, karşılıksızlığım öğreti.
Çağcıl bir gaileydim sanki
Muhayyer bir iğreti.
Bir hayat edinmiştim, yaşamalıydım;
Bir patika bile emekliyorken tepelere...
Kar uykulu toraman çocuktum
Ay aman narin yaslı çocuktum
İki sözümden biri yaşlı çocuktum
Örtük bilgiydim, geciktim bütün sevinçlere...
Ben bir ço...ço...ço...
...cuktum kare kare,
Kara kuru:
Bir yaşamda
Bir kere...
Fetih DOĞRU
12 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 13
fulsen yazıyor...
Kadim dostlarımdan Ralph Waldo Emerson “Be careful what you wish for, it might
come true” demişti ta 1800’lerin ortasında (4’üncü gezegendeki meali: Ne yazdığına dikkat
et, gerçeğin olabilir).
Emerson Türkçe bilmiyordu. Cümle, aralarında Türkçe’nin de olduğu pek çok dile
çevrildi. Cümle, anlayana çok şey anlatabilecek kadar ‘ima’sız, ‘kinaye’siz, ‘gönderme’siz
kurulmuştu. Cümle, bilgeliğin en kutsal mertebesinde, bilgiyi en basit kelimeleri seçerek
cömertçe paylaşıyordu. Sonuçta üstat Mevlana’nın dediği gibi “Ne kadar bilirsen bil, anlattıkların karşındakinin anlayabildiği kadardır”. Kimseye bizi anlamadığı için sitem edemeyiz, sonuçta çok biliyoruz diye kendisini karşısındakine anlatamayan bizleriz. Oysa dostum
Emerson, hepimizin anlayabileceği kelimeleri özenle seçmişti. Cümle, telaffuz edenin gerçeğini yazıyordu, diğer tüm cümleler gibi.
Yaklaşık 200 yıl sonra, tarihin bize bahşettiği pek çok şey gibi bu cümleyi de klişeleştirdik, yer yer ayağa düşürdük, beyaz perde üzerinde dalgasını geçtik, ne anlamak istediysek oraya çektik. Gençlik böyle durumlar için mazeret kabul edilir mi bilmem ama gençtim,
ben de yaptım. Şapkamı önüme koyduğum günlerden birinde, cümlenin gerçekten ne demek
istediğini anladım.
Tarihin tekerrürden ibaret olduğunu her fırsatta telaffuz eden biz insan-çocukları
yine her bulduğumuz fırsatta balık hafızalarımızdaki öğrenilmiş tarihi sildik, tekerrürlere
çanak tuttuk. Kılıflarımız da hazırdı: unutmak ve ölmek insan-çocuğuna bağışlanmış en büyük lütuf! Ayrıca hepimizin ertesi sabah yataktan kalkmak için bir şeye (en az bir şeye)
inanması gerekiyordu. Biz de bu lütuflara inandık. Acıyla birlikte bilgiyi de iteklediğimiz
o beynimizin kullanılmayan yerlerini çok severek, bile bile lades dedik. Türlü sebeplerden
canımız her yandığında lütuflar ortalıklarda yoktu, bilgi ise köşede durmuş parmakla bizi
göstererek kahkahalarla gülüyordu.
Ne yazdığına dikkat et, gerçeğin olabilir, demişti kadim dostum. Şimdi kendi yarattığım gerçeğimden korkuyorum, varsa köprüden önce son bir çıkış, onu arıyorum.(Bu
cümledeki ‘korku’ kelimesi, sonsuzluğu düşünürken yüreğinizi darlayıp, kalp atışlarınızı
hızlandırırken eş zamanlı nefes almanızı engelleyen durumu betimlemek için kullanılmıştır).
Bedenim ve ruhum aynı dünyada barınamadı yıllardır. Hep, hepsini deneyimlemek
istedim. Şarabın en güzelinin de tadına varmak istedim, en leşinin de. Hem sabahları giyinip
kuşanıp boy göstereceğim beyaz yaka bir işim olsun istedim, hem de bornozunu çıkartmadan sabahlara kadar yazmaktan başka bir işi olmayan biri olmak istedim. Hem zekamla
ahkam kesmek istedim, hem zekamı öldürüp cehaletimle mutlu olmak. Bunların hepsini ayrı
ayrı deneyimlerken aslında hiçbir zaman hiç birine ait olmayı beceremedim.
14 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Evvel zaman içinde bir yerlerde, tek arzusu daha fazlasını öğrenmek olan o kızı
hatırlıyorum da şimdi, acıları, isyanları, heyecanları ve zaferleri bu dünyaya birkaç beden
büyük olan o kızı hatırlıyorum da şimdi, sanki hatırladıklarım benim geçmişim değil. Hep,
hepsini isterken kaç hayat yaşadım şimdiye kadar ve şimdi kaçına yabancıyım bu hayatların.
Kendimi ne yapacağımı, kendimle ne yapacağımı bilemediğim o günler, o aylar, hatta o
yıllar boyunca beynimdeki zehri yazdım, aklımın yettiği panzehirleri yazdım. Ne yazdığıma
dikkat etmem gerçeğini unutarak yazdım. Mutluluk diye tabir edilen bir ruh halinin peşinde
koştum, az gittim uz gittim, Anka kuşunun her göreni kendine hayran bırakan tüylerinin
peşinden koştum. Mutluluğun tarifini kim vermişti, soğanları ince ince kıymak ve pembeleşene kadar kavurmak mı gerekiyordu yoksa çiğden koysak daha lezzetli mi oluyordu, kim
biliyordu. Çok geçmeden bir gün inandım (ya da inandırıldım) mutsuzluğumun nedeninin
düşünmek denen bu eylem olduğuna. Hangi yıldaydık, günlerden neydi, o gün üzerimde ne
vardı, hangi kitabı okuyordum hatırlamıyorum. Kim mevcudiyetimi mutsuzluk diye tabir
edilen ruh hali ile tanımlamıştı, mevcudiyetimi bana düşman bellemişti, hatırlamıyorum.
Göz gözü görmeyecek kadar kanlı bir savaştı. Bakın ne yazmışım o günlerin birinde:
“..gerçeklere dönecek olursak, kullanılmayan bilginin yarılanma ömrü on yıl.. şu an
itibariyle bugüne kadar bünyeme yüklediğim bilgileri kullanmaMAya başlasam, tükettiğim
alkol ve tütün oranını, ailemden gelen genetik mirasım kalp hastalıkları ve kanser olasılığı
yüksek DNA’larımı, düzensiz ve sağlıksız beslenme alışkanlıklarımı hesaba katarsak, ömrüm yetmez unutmaya.. bu cümlenin türkçesi, varlığım bu dünyada bulunduğu sürece ben
mutsuz bir insan olacağım..”
Kendini beğenmişlik sayın ya da saymayın, çok da güzel yazmışım. İyi yazabilmek
için bok gibi yaşadığıma inanmıyor muydum o vakitler, o zaman ne iyi yapmışım da bok
gibi yaşamışım.
Düşüncelerimi susturmak için yazdım. Mutlu olacaktım ya o vakit, zamanının düşünülmüşlerini unutmak için yazdım. Sorgulama yetilerimi köreltmek için yazdım. Düşünmeyi aşağıladım. Yine o günlerden birinde şöyle yazmışım:
“..cehaletin en büyük mutluluk olduğunu sadece cehaletten yolu geçmemişler bilir; o
yollarda gezinenler bilmezler sadece mutludurlar.. seçme şansımız olmadı aslında.. sonunun
nereye geleceğini düşünmeden okuduk biz.. durumumuzun vahametini fark ettiğimizde ise
geri dönmek için artık çok geçti.. artık çok geç, geri dönmek için.. bundan sonra mutsuzluğa
hüküm giymiş bir sürüyüz sadece..”
O vakitler büyük harfler kullanmaz, tüm cümlelerimi iki nokta ile bitirirdim (İki nokta üst üste değil iki nokta yan yana). Dilime pelesenk olmuş iki cümle vardı: “ter bezlerimi
ve beynimi aldırsam bu dünya harika bir yer olur..” ve “bu dünyayı yaşanılabilir kılan iki
legal uyuşturucu var: iş ve televizyon dizileri..” Büyük harflerin kullanılmadığı ve iki nokta
yan yana ile biten iki cümle.
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 15
Beyaz perdeyi hep sevdim. Uyuşturucu dediğin bir bağımlılık hali, daha fazlasını
isteme daha sık isteme hali. Televizyon dizileri dediğimiz, beyaz perdenin aşırı doz hali. –E
hali –de hali yok bu cümlelerde; sadece –den hali. Ucuza bağladığımız bir uyuşturucu sadece. İşte bu televizyon dizileriyle ben, hep hepsini deneyimlemek isteyen ben, yerimden bile
kalkmama gerek olmadan her şey oluyordum. Yazar da oldum, katil de. Katili de sevdim,
kurbanı da.
“..bi’ vakittir sadece düşünüyorum.. ağla(ya)mıyorum ve düşünüyorum.. ki bu çok
büyük zarar veriyor bedene.. neden düşünüyoruz ki! tüm bu düşünceler, bi’ gün evren addettiğimiz en büyük enerjinin şuursuz bi’ parçası olmayacak mı.. neden hala düşünüyoruz ki?!”
..diyor ve dizilerime geri dönüyordum. Çünkü seferberlik ilan edilen savaşlarımız olmadı
bizim. Mübadeleyle topraklarımızdan çıkartılmadık. Uğruna savaş versek bir şeyleri değiştirebileceğimize inandığımız devrimimiz olmadı bizim. Ne evlerimizden çıkmamız yasaklandı, ne de evlerimiz ellerimizden alındı. Öpüşmek sevişmek suç olmadı bizim yaşadığımız
coğrafyalarda. Enerjimizi nereye harcayacağımızı bilemedik, işyeri dediğimiz alanları savaş
meydanlarına çevirdik. En kaliteli uyuşturuculardan biri oldu. Kartvizitlerimizdeki unvanlar büyüdükçe, benliğimizi büyüttük adını ego koyduk. Ego kelimesinin Latince bir kelime
olup Türkçedeki mealinin ben olduğunu unuttuk. İş denilen şeyin dünyayı ayakta tutabilmek
için kurgulanmış bir işbölümü olduğunu unuttuk. İş yapmak yerine güç gösterileri yaptık.
Savaş meydanındaki insani yaşama içgüdüsü içinde kişiliklerimizi bozduk, kötü niyetli insanlar olduk. Dahası mı, iyiden iyiye uyuştuk.
“..bazen, zaman zaman, hatta çoğu zaman, galiba her zaman ‘insan’ olmakla birlikte
gelen ‘her koşulda yaşama içgüdüsü’nü anlamakta zorlanıyordum..”
Ertesi sabah uyanmak için hiçbir nedenimin olmadığını fark ettiğimde, televizyon
dizilerinin gelecek bölümlerini hatta gelecek sezonlarını, bir sonraki günün iş toplantılarını,
bir sonraki yılın hedef gerçekleştirme oranlarını yaşamaya devam etmek için bir neden olarak addediyordum.
Bilim felsefeyi çoktan öldürmüştü. Sanatsa artık tarih olmuştu: en güzel resimler
çizilmişti, en kutsal yazılar yazılmıştı. İşte bu toplumsal kabullerin ortasında düşünen, yazan, çizen biz bazı insan-çocukları mutsuz sıfatıyla damgalanmıştık. Çağımızın vebasıydı
mutsuzluk, bizlerse paçavraları yaktıkları meşaleleri ile bir kasaba dolusu insanın peşinden
koştuğu cadılardık. Cehaleti bulursak, toplumda yerimiz olur sandık.
Ne yazdığına dikkat et, gerçeğin olabilir; demişti kadim dostum. Şimdi kendi yarattığım gerçeğimden korkuyorum, varsa köprüden önce son bir çıkış, onu arıyorum. Korkuyorum!
Bugün (ya da dündü, pek emin değilim ama miş’li değildi bahsi geçen geçmiş
zaman) Hardy’nin savunmasını More’un Utopia’sını hatırlamazken buldum kendimi.
Cauchy’nin denklemlerini de unutmuşum ki en azından neyi unuttuğumu hatırladığım anlardan birisi olduğu için şanslı sayılır mıyım, sayılmam çünkü ben şansa inanmam. Bugün neyi
unuttuğumu hatırlamadığım için sayamayacağım kadar çok şeyi unutmuşum. Korkuyorum!
Bunu da denemiş olmak bir zafer mi? Geldiğim yerde vaadedilmiş toprakları, mutluluk diye tabir edilen o ruh halini bulamamış olsam bile bu bir zafer mi? O cümleleri kurarken, gerçeğimde gerçekten de unutabileceğimi düşünmemiştim. Vazgeçtim oynamıyorum
demek için çok mu geç? Ama ben vazgeçtim. Bağımlılıklarımdan nasıl kurtulacağım bilmiyorum ve korkuyorum. Geriye dönmek için kaç arşın yol tepmem lazım. Okuduğum tüm
o kitapları tekrar okumak hayatımın kaç yılını alacak? Zaman süzülüp kayıyor ellerimden
ve ben korkuyorum. Sadece unuttuklarımı hatırlamak da değil, daha fazla Nietzsche, daha
fazla Freud okumak gerek. Sadece okumak da değil, okuduklarımı bir daha unutmamak için
hep yazmak gerek. Ne kadar zamanım kaldı bu oyunda, yetiştirebilecek miyim diye korkuyorum. Sadece yazmak da değil, bu yazacaklarımın okunması gerek. Sesim erebilecek mi
herkese, vaktim yetecek mi hepsine diye korkuyorum.
Ben değilim, tıp suçlu. Tıp çok gelişti. Doğal seleksiyonla ölmesi gerekenleri yaşatıyor, insan-çocuğunun ömrünü uzatıyorlar. Oysaki biz insan-çocukları uzayan bu hayatla ne
yapacağımızı bilemiyoruz. İçini boşaltıyor kendimizi televizyon dizileri ile oyalıyor ve zamanı öldürüyoruz. Korkmamız gereken şey gerçekten ölüm mü, yoksa her an öldürdüğümüz
zaman mı? Ben değilim, tıp suçlu. İnsan-çocuğuna bu kadar uzun süren nefes alma süresini
hak etmeden ona verdiği için. Yirmisinde ölen matematikçiler önümde resmigeçit yapıyorlar
ve bıyık altından gülüyorlar yirmisinde başlayan ve otuzunda başa saran hayatıma.
Bu yazıya Puccini’nin Tosco operası ile başladım, Edith Piaf ile devam ettim ve
Hank Jones ile tekrar okudum ve düzenledim. 21 Nisan 2012 (4′üncü Gezegenden)
Fulsen TÜRKER
Sadece 5 sıfat ve 100 kelime ile mükemmel hayatın formülünü veriyordum eşe dosta. Düşünmemek gerektiğini yazdım, sorgulamamak gerektiğini yazdım. Yazılarımda cehalet için yalvardım. Tüm dinlerin tüm tanrılarına yalvardım, biri duymazsa belki diğeri duyar
diye sesimi.
16 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 17
yatılı hüzün mektubu
Sonbahar
sana geniş zamanları çıkarıyorum suzinak
uzaklar serpilip gelecek çünkü bu güz
hoşça kal pencereleri, gurbet masaları
sessiz çarşaflar, gece tahtaları
tamiri zor bir yatılıdır bazı yolcuların karanlığı
Bir bir terkediyorlar analarını
Rüzgara yenik düşen yapraklar
Belki bu yüzden evlat bilip kuşları
Bağırlarına basıyor ağaçlar.
arama,
yol biter bu mevsim buralarda
ne gidene benzemek olur bu ne de gelene
zarardan dönemediğin aşk sokaklarında
her gün biraz daha, neyse işte
sonrası
öncesi
ilki
teki
tekinsizliği
bir cümlede kullanacak yazıyı buldurdu tanrı sana
Tolga KAYA
En Çok
kokusu
yorulur
bir çiçeğin
Orçun Canver TURHAN
nicedir bitişik yazıyorum seni içime
seni içimde cümleler kere kurduktan sonra
seni saklayamam suzinak
senin bu fazla ölümlerini kıvıramam içe
bak bu avlunun kaderine
gitmemek için ne çok kapı
kalmamak için ne çok sevmek
genişleyen bir sesle seviyorum şimdi seni
seni çağırdığım yerlerde
acı çok yakından geçiyor,
niye?
Gözde Dilek GÜZEL
Kor
Adamın âmâ gözleri
kara kışta,
Lanetlenmiş cesetlerin yağdığı
kara toprakta.
Duası arafta kaldı kadının,
İsterdi ki bir kuş sürüsü konsun omuzlarına,
havalansın.
Âmâ bakışlarla delindi duvar.
Kadının elleri kendine hançer,
Bin yıllardır parçalıyor etini kemiğini.
Ruhunu asıyor her defasında
Ölüsüz mezardaki servinin dalına.
Sen de yumma gözlerini kadın,
Bir damla ışık değil mi
karanlığı delirten?
Funda KARA
18 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 19
Kent ve Mimari...
Giriş - İstanbul, mimari ve tarih üzerine: Bir “cephe” sorunsalı…
İstanbul hiç şüphe yok ki pek çok niteliği ile dünyanın sayılı kentlerinden bir tanesidir. Büyük imparatorluklara başkent olması sayesinde bir çok farklı toplumun kültürel mirasının
biriktiği bir merkez olmuştur. Ayrıca, son yıllarda hızla artan nüfus ve gelişmekte olan ekonomik yapısı ile küresel dünya’nınmetropollerinden de biri olma konumundadır. Bunun
önemli sonuçlarından biri son dönemde yükselen bir ivme ile sayıları artan, çoğunlukla
büyük ölçeklikentsel projelerdir. Modern, yaşam kalitesi yüksek bir metropol elde etmenin
gerek şartı olarak görülen bu projelerin tasarım ve uygulamaları İstanbul gibi tarihi mirası
oldukça yüklü bir coğrafyada her zaman büyük tartışmalara yol açmaktadır.
İstanbul gibi, aynı merkez üzerinde yüzyıllardır yaşanılan kentler pek tabii dir ki bu kültürlere ait pek çok somut ve soyut izi barındırırlar. Bu izlerin korunması ve sürdürülmesi kentlerin kimliklerinin korunması ve geleceğe aktarımı açısından büyük önem taşır.Ancak en az
bu izlerin korunması kadar önemli bir sorun da kentsel kimliği yok etmeden çağdaş yaşamın
ihtiyacı olan mekanları üretebilmektir.
Bu süreçte birkaç farklı sorunla karşılaşılmaktadır. Bunlardan biri tarihi dokunun doğrudan
kendisine yapılan müdahalelerdir. Bir başkası ise, bazen kentin tarihsel dokusuna bazen de
genel olarak tarihi yapılara referansla hazırlanan projelerdir. Bunun en belirgin örnekleri
karşımıza, son dönemlerde sıkça dile getirilen “Selçuklu – Osmanlı” mimarisini canlandırıyoruz” anlayışı ile çıkmaktadır.
Bunun en ilginç örneklerinden bir tanesi geçtiğimiz Mayıs ayında kullanıma açılan Başbakanlık Osmanlı Arşivleri Müdürlüğü binasıdır. Kağıthane’de TOKİ tarafından inşa edilen
yapı Arşiv’in hem deposu hem idari hem de araştırma merkezi işlevlerini barındıran büyük
bir yapı grubu olarak tasarlanmıştır. Yapı’nın kent içindeki yer seçiminden mekansal bazı
noktalara kadar pek çok sorununu başka yazılarda yer verebiliriz. Ancak bu yazı çerçevesinde, cephe düzenine değinilmesi gerekmektedir.
İşlevlerinden bağımsız pek çok yapının sadece cephelerinde Selçuklu ve Osmanlı devirlerinde inşa edilmiş bazı yapılarda görülmüş süsleme motifleri, çatı saçakları, taç kapılar ve pencereler gibi mimari elemanların eklektik olarak bir araya getirilmesi ile “Selçuklu – Osmanlı” mimarisi tarzında yapılar üretildiği iddia edilmektedir. Ortaya çıkan kolaj hem Selçuklu
Devleti ve Osmanlı İmparatorluğu gibi Anadolu coğrafyasındaki kültürel, mimari mirasının
pek çok kıymetli eserinin üretildiği dönemlerin mimari geleneklerine bir saygısızlık ve bu
devirlerde üretilmiş mekanların, mimari dilin anlaşılmadığının bir göstergesi hem de bugün
içinde yaşadığımız çağda üretilen mimariye ve ülkemizdeki mimarlık camiasının gelişimine
haksızlık noktasındadır.
Osmanlı Arşivleri Binası ve benzeri son dönemlerde inşa edilen pek çok kamu yapısı, neredeyse devletin “resmi mimari dili” olarak telaffuz edilen “Selçuklu – Osmanlı mimarisi”
görünümlü ama özünde yukarıda saydığımız birkaç cephe elemanı dışından bu dönemlerin
mimari niteliklerine dair hiçbir iz barındırmayan yapılar olarak aslında iddia edildiği üzere
20 Sözgelimi 3 - güz bitiği
Selçuklu – Osmanlı mimarisine dair bir güzelleme ya da gönderme olmaktan çok uzaktırlar.
Yapıların bağlamları ile kurdukları en doğrudan ilişkidışarıya vurdukları arayüz olan ve
yapılara dair ana imgeyi oluşturan dış görünümler, yani cepheleridir.Cepheler mimari mekanın nitelikleri konusunda algının başlangıç noktaları gibi düşünülebilir. Kısaca belli bir
dozda görgüye sahip pek çok kişi, konuda uzmanlık gerekmeksizin yapıları dış cepheleri ile
değerlendirip onların “mimari” niteliklerine dair çıkarımlarda yargılarda bulunabilir. Ancak
bir yapıyı oluşturan, mekansal niteliklerini tarif eden pek çok elemandan sadece bir tanesidir
cephe.Aksine mekan, pek çok fiziksel ve fiziksel olmayan niteliklerin bir bütünüdür. Üzerinde üretildiği toprak parçasının dünya üzerindeki konumundan başlayarak yakın çevresi
ile kurduğu ilişkiye kadar farklı ölçeklerde ve katmanlarda kurulan ilişkiler ağının bütünü
olarak ortaya çıkar. Bu ilişkiler ağı fiziksel ve coğrafi girdilerin yanı sıra, ekonomik, toplumsal tarihsel nitelikleri de içerir. Teknoloji ile insanın bilgi birikimi ve gücünün kapasitesi
ile şekillenir. Üretildiği çağın yaşama biçimlerinden yola çıkarak belirli işlevler ve mekansal
kurguları barındırır. Üretilen mekanın kullanışlılığı, aydınlanma kapasitesi, yönelimi, yakın
çevresi ile kurduğu fiziksel ve sosyal ilişki gibi niteliklerin de oldukça yüksek olması kaliteli
mimari çevreler için olmazsa olmazlar arasındadır. Burada mekan denildiğinde kast edilenin sadece yapı olmadığı, kentsel hacimlerin, dolulukların boşluklarında da kentsel mekanı
oluşturduğu unutulmamalıdır.
Bir yapıyı ya da kentsel elemanı, yukarıda kısaca bahsetmeye çalıştığım tüm mekansal niteliklerinden soyutlayarak adece cephesi üzerinden algılamak ve tartışmaya açmak, basitçe
3 boyutlu bir hacmi 2 boyuta indirgemek değil aynı zamanda onu bir anlamda “ruhsuz”
bırakmaktır. Maalesef günümüzdemekansal tartışmalar büyük ölçüde bu türden, cephe düzlemine indirgenmiş durumdadır. 21. Yüzyılda İstanbul’da üretilen bir Arşiv yapısının cephelerinde, yapının mekansal kurgusundan, işlevinden malzemesinden bağımsız “yapıştırma”
elemanlarolarak kullanmak da bu indirgemeci tavrın bir devamıdır.
Ürettiğiniz yapılarda tarihi ve tarih içinde ortaya çıkmış mimari elemanlarıı bağlamlarından kopartarak bambaşka bağlamlarda yeniden üretmeye çalışmak yani kopyalamak,
özellikle kamu eliyle üretilen büyük ölçekli projelerde bu yaklaşımı öne sürmek başta İstanbul olmak üzere tüm kentlerimizin kimliğindeağır ve geri dönüşsüz bir tahribata yol
açmaktadır. Bu yaklaşımın bir başka olumsuz yönü ise tarihte yaşanmış dönemler arasında bir seçim yaparak bazılarını yücelttiğini zannetmek bazılarını ise hiçe saymak şeklinde işlerlik kazandırılan “seçmeci” tavırdır. Onu da bir başka sayıda irdelemek üzere…
F. Melike SÜMERTAŞ
(Sürecek...)
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 21
zaman içi yolculuklar
KENDİNİ YAZMAK
Hermann Broch’un anlatı dünyasına yönelişte okurun bir arayış içinde olması kaçınılmaz. Yazarın yapıtını kurmadaki yolculuğu merak edilecek denli zenginlik içeriyor, bence!
Bilinmeyen Değer’inde (*) sezinleyince bunu duralamıştım bir ân. Karşımda Kafka, Musil
ikliminde bir yazar duruyordu. Öyleyse o coğrafyadaki gezintime katmalıydım bunu da.
Yaşam yenilgisinin tutunma biçimi olarak yazının onun hayatındaki yeri/anlamına ayna
tutmasının yanı sıra, yaşadığı benlik savaşımının öyküsüyle yüzleştirir bizi üstelik.
Sürekli bir “kanıtlama” çabası içinde olma hali… Ailede üstlenilen “rol” ister istemez
onu kıskaca alır. Bir tür ufalar! Bunu da başlangıçta şöyle açımlar:
“Aile içinde yaşanan bu temel yenilgiyi onarmak için aileye ilişkin sorumluluğun
tümünün üstlenilmesi; özellikle ailenin geçimi bağlamındaki sorumluluğun üstlenilmesi.
Kendi zamanını bulan bir okumayı beklemenin doğru olacağını düşünerek bir süreliğine
uzaklaşmıştım Broch’tan (1886-1951). Ta ki, Vergilius’un Ölümü çevrilip önümüze gelene
dek.
Sorumluluk duygusunun genişlemesi. Artık yalnızca aile içi değil, neredeyse insani
her ilişki karşısında sorumluluk duyulması; ancak nihayetinde bu, insana dair ve gerçekliğe
dair genel bir sorumluluk duygusudur ki, işlevsel olmasına rağmen, benim gücümü oldukça
aşan bir şey.”
Şimdilerde buluştuğum Psikolojik Otobiyografi ise; Broch’un yaşamına dönük birçok
şeyi görmeye kapı aralaması nedeniyle; ara ara yürüttüğüm Broch okumaları için anahtar
niteliğinde geldi bana.
Broch, kendisine dolanan bu sorumluluk yükü altında bir “güç”/”iktidar” mücadelesine girer. Yaşantısının zaman zaman odağında “seçen-seçilen” ilişkileri yaşarken de bununla
karşılaşır. Bu da, onu, “rol biçme”ye kadar götürür.
Kuşkusuz bazı yazarlar okurdan çaba bekler. Çünkü düz okumanın yeterli olmayacağına daha ilk satırlarında işaret ederler. Benzer iklimin uzanımında gördüğüm Thomas
Bernhard da öyledir. Sanırım bu dört yazarı (Kafka/Musil/Broch/Bernhard, ki bunlara Samuel Beckett’i de eklemek gerek) bir arada tutup okuma/anma nedenim de bu. Onların
kapalı dünyalarının ardındaki gerçeklik. Bunu “zamanın ruhu”na bakış olarakadlandırsam
da, kendi yaşantılarından süzülüp gelenler kurdukları dünyayı anlamaya, hatta tanımlamaya
ipucudur bize.
Üstlenilen sorumlulukların onu sürüklediği kıskaç, kendine hayatı dar etme ve ilişkilerinde başarısızlığa uğrama yolunu açar.
Kafka’nın günlükleri/mektuplarına yansıyan da bu değil midir? “Genç Törless”in biraz
Musil olduğuna kim itiraz edebilir?! Ya Niteliksiz Adam’ın satır aralarında bulduklarımız…
mi?
Bernhard da iyi-kötü o kaotik dünyasını, öfke ve bilinç azabını yapıtlarına sindirmedi
Psikolojik Otobiyografi’yi okurken gördüm ki; Broch, daha çok burada. Yapıtının tözü
de o yaşantının sağanağından çıkmış.
“Yaşantım bir dizi ahlaki çatışmalardan oluşuyor ve bu çatışmaların ağırlığı altında eziliyor. Basit, insana özgü bir mutluluk duygusu neredeyse hiç bilmediğim bir şey ve bu duygu
biraz olsun bana lütfedildiğinde, önüne geçilmez bir şekilde, herhangi bir ahlaki nedenle
zarar görmekte. Hayatımda hoş olmayan bir şeyden daha kolay feragat etmem gerekirken,
ilk fırsatta elden çıkardığım, hoş olan şey oluyor.”
Seçilen olmanın sanrısıyla bir ömür boyu yol alır, Broch. Bunu bir kabul görme olarak
da almaz ama. Çünkü indirgeyicilik vardır orada da.
Onun kendini yazma serüveni yapıtlarının oluşumun süreçlerine de göstermektedir bize.
Nereden, neyi nasıl alıp biçimlendirdiği; tüm bunları hangi ruh hali ve gerçeklik duygusu
içinde yazdığını göstermektedir. Onu bu kıyıya getiren kendini yazmak duygusu da önemlidir elbette. Ki, bunu da anlatısında yer yer belirtiyor.
Broch vari bir yazarı anlamak için buradan başlamak sanki doğru bir adım. Yapıtının
tözünü çözümlemede, anlam katmanlarını görmede önemli ipuçlarını elde edecektir okur.
Feridun ANDAÇ
(*) Bilinmeyen Değer, Hermann Broch; Çev.; Gertrude Durusoy, 1988, Ada Yay, 142 s.
yeni basım: Çev.: Saliha Nazlı Kaya, 2013, İthaki Yay., 237 s.
Vergilius’un Ölümü, Çev.: Ahmet Cemal, 2012, İthaki Yay., 479 s.
Psikolojik Biyografi, Çev.: Saliha Yeniyol Kerkhoff, 2013, İthaki Yay., 131 s.
Büyülenme, Çev.: Süheyla Kaya, 2013, İthaki Yay., 384 s.
Böyle başlıyor onun otobiyografisi. İlerledikçe de her satırında sizi şaşırtmaya, bir o
kadar da aydınlatmaya devam ediyor, Broch.
22 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 23
yarımay
denizde gökyüzünü uçmuş bir kuş
yarımay örüyor kendine
bir kez olsun bilinmesin antik yüzü
alçaktan demlenirken avuçlarımıza
ehil bir haritadır bir kuş
eskiyen anlamıdır mutsuzluğun
sevinçleri vardır ve
yoktur sevinçleri gecelerinin
Şimdi ölü
kasketlerimiz
ve yazgı kunt bir saat
şiirin duldasında
karadeniz;
yazılır deniz
altlarına
kum ezberi adların usancıyla
kalbine teyelli
su sesleri
ellerimizden tutuyor,
ellerimiz düşürmeden geceye özlemi
taze mürekkep
dünya biraz böyledir
hangi harf ne kadar insan
bunu da dert eder şiir
kâğıda çırak verileli
yazılmayan yerim kalmadı
mürekkep kaldım
bilmek, sormaya haksızlık
hangi şair ne kadar şiir
cümleden üç gün üç hece
geri çekilmek kime hisse
şu dağlanmış cümlenin içinde
barışacak kuytu buldum nihayet
lâkin usul böyleydi
ilk cümlemden kıyıldım
dağdan inene bunca söz gürültüsü
size çok bilmiş şaka gibi gelebilir
dili kalbine uzak olanın yemini
şekli bozulmayanın hayreti geçersiz
unut!
unut kadında eskittiğin şiiri.
hakikat tarihe malum olmayagörsün
mürekkebin şikayeti kurutma kağıdına vız tırıs
anlam dağdan indi ben şiir kaldım...
Hakan SİPAHİ
Sezai SARIOĞLU
(“Kurutma Kâğıdı” dosyasından)
24 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 25
ŞİİRSEL ÇEVİRİ
Those Were The Days - Ne Günlerdi
Folk müziğin önemli yorumcularından Mary Hopkin’in 1968’de seslendirdiği bu şarkı tüm
dünyada ve ülkemizde birçok aranjmana konu olmuş. Vikipedi’deki bilgilere göre özgün
haliyle Boris Fomin’in (1900-1948) bestelediği “Dorogoi dlinnoyu” adlı geleneksel bir Rus
folk şarkısı olan bu eser, Gene Raskin tarafından İngilizce bir pop şarkısına dönüştürülmüş.
Şarkının Türkçe versiyonlarını araştırırken itusozluk.com’da “Hürrem” adlı arkadaşın
yaptığı liste dikkatimi çekti: “bu şarkıyı: / gönül turgut: üzüntüyü bırak yaşamaya bak /
ay-feri: yalan dünya / erol büyükburç: bu ne yalan dünya / semiramis pekkan:bu ne biçim
hayat / arhan tekvar: ne günlerdi onlar / zümrüt: bir zamanlar / asya: boşver hayat kısa
adlarıyla türkçeleştirip söylemişlerdir.” Benim bu listeye ekleyebileceğim bir isim de Ömür
Göksel. O da, listedeki hemen hemen tüm isimler gibi, 1970’lerde, “Sen Kadehlerdesin”
adıyla söylemişti bu şarkıyı. İsimlerine bakılırsa, tüm aranjmanlar şarkının hüzünlü havası
duyumsanarak yazılmış. Ancak özgün metinde, aşırı bir romantizm veya ağır bir melankolik hava olmadığını, hatta şarkıda hayata karşı dimdik duran bir çağdaş, emekçi bir kadının
tebessümünün gizli olduğunu hissedebilirsiniz.
Bir zamanlar bir taverna vardı
Birkaç kadeh coştururdu bizi
Tüm gece gülüşür, konuşurduk Hedeflediğimiz büyük şeyleri
Ne günlerdi onlar
Hiç bitmez sanırdık
Dans ederdik senle sabahlara dek
Yaşardık gönlümüzce
Yenilmezdik asla
Çünkü gençtik, yolumuzdan emindik
O tavernaya giderken bu gece
O eski havayı hissedemedim
Camdaki görüntüm bir garipti
Bu yalnız kadın, sahi ben miydim?
Ne günlerdi, dostum
Hiç bitmez sanırdık
Şarkı söylerdik sabahlara dek
Yaşardık gönlümüzce
Yenilmezdik kavgamızda
Ne günlerdi
Ne günlerdi onlar...
Birden senle karşılaştık orda
Sesin, yüzün, sıcak gülüşün...
Ruhlarımız yaşlanmamış hala
Ve kalpler içinde aynı düşün
Ne günlerdi, dostum
Hiç bitmez sanırdık
Şarkı söylerdik sabahlara dek
Yaşardık gönlümüzce
Yenilmezdik kavgamızda
Ne günlerdi
Ne günlerdi onlar...
Özgün Metin: Gene RASKIN
Dosya Çalışması ve
Özgün Çeviri: Gürkan ÇALIŞKAN
Derken yıllar parçaladı bizi
Düşlerimizi bir bir yitirdik
O tavernada rastlaşırsak seninle
Gülümser, bu şarkıyı söylerdik
Ne günlerdi, dostum
Hiç bitmez sanırdık
Şarkı söylerdik sabahlara dek
Yaşardık gönlümüzce
Yenilmezdik kavgamızda
Ne günlerdi
Ne günlerdi onlar...
26 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 27
ÖZGÜN METİN:
Once upon a time there was a tavern
Where we used to raise a glass or two
Remember how we laughed away the hours
And dreamed of all the great things we would do
Those were the days my friend
We thought they’d never end
We’dsing and dance forever and a day
We’dlive the life we choose
We’dfight and never lose
For we were young and sure to have our way.
Those were the days, oh yes those were the days
Then the busy years went ushing by us
We lost our starry notions on the way
If by chance I’d see you in the tavern
We’d smile at one another and we’d say
Those were the days my friend
We thought they’d never end
We’d sing and dance forever and a day
We’d live the life we choose
We’d fight and never lose
For we were young and sure to have our way.
Those were the days, oh yes those were the days
Just tonight I stood before the tavern
Nothing seemed the way it used to be
In the glass I saw a strange reflection
Was that lonely woman really me
Those were the days my friend
We thought they’d never end
We’d sing and dance forever and a day
We’d live the life we choose
We’d fight and never lose
For we were young and sure to have our way.
Şiir Her Yerde
Ey, biz henüz altı yaşındayken aklını devlete emanet etmiş olanlar… Aklını kaçıran ama
kalbine mukayyet olanlar… Bu yazı bizedir.
Biz ki ölüleri seviyoruz, ölü şairlerden yaşama gücü, dayanma gücü, tavsiye alıyoruz. Biz ki
dünyanın değişeceğine inanıyoruz. Biz ki naylon poşette süt taşımış bir nesiliz, incitmemeyi
de en iyi biz biliriz. Biz ki pantolonlarını kesip öteki seneye şort yapmış bir nesiliz, yetinmeyi de en iyi biz biliriz. Biz ki yağmur yağınca pencere kenarında, en sevdiğimiz kazağımızı
görmüşüz, üzülmeyi de en iyi biz biliriz vesselam.
Demem o ki… Şiiri de en iyi biz. Ama biz çok sıkıldık üstadım, kafamızın içinde yaşamaktan. Dedik ki sokağa taşıyalım, yüksek binalara, pazar tezgâhlarına, kitap aralarına, duvarlara, hesabı ödemek için kalktığımız masaya, adisyonların kenarına, banka numaralarının
üstüne, büfedeki gazetelerin arasına, umulmadık yerlere bırakalım şiiri.
Sokaklarda, vapurlarda, metrolarda, bankalarda şiirler okuyalım aniden. Hem de yaşama
gücünü ölülerden alan bizler, yaşayan şairlerin şiirlerini okuyalım, bırakalım her yere. Çünkü şairin de değeri yaşarken… Naylon poşete biralarını koyduğu çağda, namaz kılacak diye
çerçeveyi ters çevirdiği çağda, akbili yetersiz bakiye uyarısı verdiği ve otobüse dönüp akbili
olan var mı, dediği çağda bilinmeli.
Buna inanın: Şiir, her şeyi değiştirir.
2013 yazında başlattığımız #şiirheryerde eylemlerine katıldıkça siirheryerde.blogspot.com
adresine fotoğraflarınızı gönderebilirsiniz.
Sinem SAL
Those were the days, oh yes those were the days
Through the door there came familiar laughter
I saw your face and heard you call my name
Oh my friend we’re older but no wiser
For in our hearts the dreams are still the same
Those were the days my friend
We thought they’d never end
We’d sing and dance forever and a day
We’d live the life we choose
We’d ight and never lose
For we were young and sure to have our way.
Those were the days, oh yes, those were the days
Gene RASKIN
28 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 29
DOSYA
Bireyin Özgünlük Mücadelesinde Bir İmge: Tel Cambazı
Turgut Uyar, şiire toplumsal sorunları işlediği, hece ölçüsünü kullandığı ilk iki kitabı Arz-ı
Hal (1949), Türkiyem (1952) kitaplarıyla giriş yaptıktan sonra, sonradan İkinci Yeni içinde
sayılacak şiirlerini “Dünyanın En Güzel Arabistan’ı (1959) adlı kitabında toplar. Uyar bu
şiirlerle, bireyin iç dünyasını, yalnızlığını, çatışmalarını odak noktasına alarak, dilde ve duyarlılıkta özgürleşmiş yeni şiirler ortaya koyar.
Tel Cambazı’na Uyar’ın bu döneminde rastlarız. Uyar’ın Tel Cambazı’nı başlığa taşıdığı üç
şiiri vardır. Bunlardan ilki “ Tel Cambazının Rüzgarsız Aşklara Vardığını Anlatan Şiirdir”
ismini verdiği şiiridir. Şiir Kaynak dergisi Ekim 1954, sayı, 99’da yer almasına rağmen ne
Dünyanın En güzel Arabistanı’na ne de kendi seçtiği Büyük Saat’e alınmıştır. Bu şiir daha
sonra çıkarılan toplu şiirlerinde yer alır.(1) Şiir bizim inceleyeceğimiz son şiir için bir başlangıç noktası oluşturması açısından önemlidir. “ Önce İstanbul vardı o yoktu/ Sonra bir
gün çıktı geldi/ bütün kapılar yerini buldu”. Yabancı bir şehirle karşılaşma anlatılır şiirde.
İkinci şiir “Tel Cambazının Kendi Başına Söylediği Şiirdir”. Bu şiirde tel cambazı kendini diğer insanlardan ayırır. Onların inançlarına, yaşamalarına ve hatta adlandırdıkları şeylere karşı şüphe duyar. Kültürel olanın dayatmasına karşı bir duyarlılık oluşturur. Kendi içsel yaşantısını, kendi geçmişini düşünür. “ Beş kere yedi mi dediniz,
dursun/ Yıldız poyraz gündoğusu, dursun/ Fasulya mı dediniz, dursun/ ben varım sen
varsın o var/ dursun/ Ben şimdi gelirim.”(2) Şiir başkalarını reddediş taşır. Kendi olabilmenin ilk şartı bu reddediştedir. Çünkü gözlemlediği dünya, kabul edilebilir, mantıklı bir dünya değil, aksine kendini bu dünyanın bir adım gerisine taşıyan ve durup
bakan için saçma bir dünyadır. Bu dünyaya karşı çıkış, “dursun” sözcüğüyle verilir.
Büyük bir şehirde, keşmekeş ve kaos içinde yaşamak zorunda olan, özgürlük alanı belirlenmiş, sosyal, toplumsal ve ekonomik olarak sıkışmış insanın, kendine yer açmak, kendi
olmak koşuluyla toplumda yaşamak, varoluşunu tamamlamak için hem iç dünyasında hem
de bulunduğu maddi ortamda belli bir savaşım vermesi gerekir. Ne tamamen dışarıda ne de
tamamen kendi içinde yaşayamayan insan kendisi ile dışarısı arasında ince bir çizgide varlığını sürdürmektedir. Bu tel cambazının ip üstünde oluşudur. Üçüncü şiir, “Tel Cambazının
Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiirdir”.(3) Her üç şiirde de ortak yön alaycılıktır. Alaycılık, acı, hüzün kırılganlıkla dolu bir duruma verilen bir tepkidir. Yaşamı katlanılır kılmanın
bir yoludur bir bakıma.
Ozanlık, Tel Cambazı’nın yaptığı işe benzer Uyar için: “Toplum içinde yaşamasına, yaşama
gücünün çoğunu toplumsal kurumlardan, toplumsal değerlerden almakta olmasına, hatta
‘aşk’a karşın, belki yalnızca büyük dinlerin yayılma süreleri dışında, her çağda ‘tek başına’,
‘birey’ olarak kalmış olan kişioğlunun macerasıdır, ozanın macerası. Böylece işi oldum bittim bu kişioğluna bir dayanak aramaktır.” (4)
Tel Cambazının Tel Üstündeki
Durumunu Anlatır Şiirdir
30 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Tanrınız büyük âmenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
Bütün ağaçlarla uyumuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum
Ama ağaçlar şöyleymiş
Ama sokaklar böyleymiş
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim dizboyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum
Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var
Sizin alınız al inandım
Sizin morunuz mor inandım
Ben tam dünyaya göre
Ben tam kendime göre
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız
Şiir, öznenin diğerleriyle arasında denge kurma çabasını anlatır. Kalabalığa birkaç ses tonu
ile seslenir. Onların üstünlüğünü kabul eder gibi görünür. Yerlerini ve sınırlarını belirtmeye
çalışır. Kendini ifade eder. Eleştirileri cevaplamaya bile çaba gösterir. Sonunda sert bir ses
tonu ile uyarır.
Bu şiirin ana ekseni “denge” dir. Birey yaşamla arasında bir denge kurmuştur. Özellikle iç
dünyasında bu denge kusursuzdur. Dışta ise daima dengeyi bozan etkenler vardır. Denge
kurma gereksinmesi Tel Cambazı’nı bir imge olarak getirir. Yaşamda kendine yer açmak
isteyen, kendi özgün varoluşunu gerçekleştirmek isteyen herkes biraz da Tel Cambazıdır.
Gösteri için ipe çıkar cambaz, aşağıda onun düşüp düşmeyeceğini heyecanla izleyen gürültülü bir kalabalık vardır. Cambaz gürültüyü duymaz hale gelir sadece ipe odaklanır. Çünkü
en ufak bir dikkat dağınıklığı dengesinin bozulmasına, düşmesine ve hatta ölmesine sebep
olur. Uyar’ın anlattığı özne de iptedir ve kendi içinde dengededir. Kalabalıktan üstündür
çünkü çoğunluğun göze alamayacağı bir şeyi yapar. Buna karşın kalabalık kadar rahat ve
güvende de değildir. Farklı olmak, hayata ve olaylara farklı bakmak, kendini kalabalıktan
ayırmak öncelikle cesaret isteyen bir durumdur. Bu durum tel cambazının ipe çıkarken gösterdiği cesarete benzer. Burada bir meydan okuma da vardır. Bu meydan okuma, ironik bir
üslupla ortaya konur. (Tariz Sanatı.)
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 31
“Sizin alınız al inandım
Morunuz mor inandım
Tanrınız büyük âmenna
Şiiriniz adamakıllı şiir
Dumanı da caba
Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız”
Kalabalık aşağıda kendinden emin, rahat ve güven içindedir. Sahip oldukları şeyin en iyisi
en doğrusu olduğuna inanmaktadır. Uyar, onların üstünlüğünü kabul etmiş gibi görünür.
Çoğunluğun her zaman haklı çıkmak isteğinden faydalanarak susturmak ister onları. “Sizin
alınız al inandım/ sizin morunuz mor inandım/ tanrınız büyük amenna” dizeleri ile söz hakkı
alır. Bu dizelerde öznenin iyi, doğru, güzel, yani ahlaki ve estetik olarak belirlenmek istenmesine karşı bir isyan vardır. Bir anlık şaşkınlık ve suskunluktan faydalanarak över gibi görünerek yerer onları. (İstidrâk sanatı.)“Şiiriniz adamakıllı şiir/ Dumanı da caba”. “Dumanı
da caba” dizesi, övgüdeki bu abartma tüm söylenenlerin alay olduğunun işaretidir. Şiirinin
iyi olduğunu düşünen, kendinden emin, tele hiç çıkmamış şairleri eleştirir bir nevi. Uyar’ın
“adamakıllı şiire” iyi bakmadığı da bilinir. 1957’de yazdığı bir yazıda şöyle der: “ Dört başı
dikili kusursuz şiir yazanlardan yana değilim. Yanılmayan ozanı iyi ozan bellemiyorum. Bir
şiiri herzeden, saçmadan, düttürülükten ayıran fark son direncine kadar gerilemeli, zorlanmalı, kıl kadar olmalı bu fark. Emek verilmiş, özden bir saçma yazanı, o tekdüze mırıltıları
yazandan daha çok ozan sayarım.”
“Bütün ağaçlarla uyumuşum
Kalabalık ha olmuş ha olmamış
Sokaklarda yitirmiş cebimde bulmuşum”
Tel cambazı ip üstünde nasıl kalabalığa aldırmaz ve onları duymazsa, şiirin öznesi de kalabalığı dışarıda bırakarak kendi ve doğa arasında uyuşma ve denge içindedir, kendi kendine
yetmektedir. Bu uyuşmada gerçek bir mutluluk ve tamlık vardır. Ama kişioğlu ne de olsa
yalnız değildir ve kalabalık konuşup müdahale eder bu duruma.
“Ama ağaçlar şöyleymiş
Ama sokaklar böyleymiş”
“Şöyleymiş”, böyleymiş” sözcükleri, İ-mek filinin miş’li geçmiş zaman kipinde söylenmiştir. Kendi içinde uyumu yakalamış özneyi kalabalık rahat bırakmaz ve kendi görüşlerini
dayatmakta ısrar eder. Kalabalığa ait bu söylem, “duyulan geçmiş zaman” kipinde verilerek
“dedikodu” etkisi yaratır. Dedikodu, özel yaşama, öznenin insanlarla arasına koyduğu sınıra, özgürlük alanına müdahale biçimidir ve bireyi üst düzeyde rahatsız eder. Toplum içinde
birey sürekli bir çatışma halindedir. Ancak verili yaşamı kabullenmiş kimse bu çatışmayı
fark edemez hale gelir. Kendi olmanın bilincine varmış birey ise bu çatışmayı sürekli duyar,
hayatına devamlı müdahale edildiğinin farkındadır.
32 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
“Aşkım da değişebilir gerçeklerim de
Pırıl pırıl dalgalı bir denize karşı
Yangelmişim dizboyu sulara
Hepinize iyi niyetle gülümsüyorum”
Yine bireyin durmadan eleştirildiğini ve buna cevap verme gereği duyduğunu anlarız bu
dizelerden. Cevabı ise değişkenliktedir bireyin. Çünkü yaşam değişirken, zaman değişirken
onun sabit ve aynı kalması, statik olması düşünülemez. Bu bilgi onu, yargıları katılaşmış kalabalıktan yine ayırır. Yine doğanın güzelliğine sığınır ve dengeyi öfkedense, gülümsemek
üstüne kurar. Burada öznenin eriştiği bir olgunluk, yaşamı doğallıkla algılama vardır.
“Hiçbirinizle döğüşemem
Siz ne derseniz deyiniz
Benim bir gizli bildiğim var.”
Artık kalabalığın üstüne çıkılmıştır. Yaşanan deneyim, bireyi hem farklılaştırmış hem de insan olma sürecinde olgunlaştırmıştır. Kalabalığın alışkın olduğu gibi “döğüşerek” problemi
çözmek yerine, bu yaşam deneyiminin verdiği güveni kullanır. Hayatın bilgisine, yaşamın
gizine ulaşmıştır özne. Bu olgunlaşmada kalabalığı anlamanın da payı vardır. Bu durumu
şöyle ifade eder:
Ben tam kendime göre
Ben tam dünyaya göre
Denge noktası burasıdır. Uyumu, dengeyi, yaşama sevincini, erinçli bir yaşamı bulmuştur.
Bir birini sürekli ısıran, eleştiren, döğüşen, kalabalıktan ayırmıştır kendisini. Burada eksiltili
söylemle şiirsel etki arttırılmıştır. Dizeler “ göreyim” yerine “göre” ile bitirilmiştir.
Her bölümün sonunda tekrarlanan;
“Ama sizin adınız ne
Benim dengemi bozmayınız.” ile
Kendine, yaşayış tarzına, inançlarına sürekli karışan kalabalığa sert bir ifade ile karşı çıkılır.
“Ama sizin adınız ne” soru cümlesi aslında retorik bir sorudur.( İstifham sanatı.) Burada
iki anlam ortaya çıkar: Birincisi “ sizi tanımıyorum”, ikincisi de “ siz kim oluyorsunuz”
Aslında ismi sorulan kişilerin kim oldukları biliniyordur. Burada “bilmemezlikten gelme”
(Tecâhül- i ârif) söz konusudur. Bu şekilde ikinci anlam kastedilmektedir. “ Benim dengemi
bozmayınız” Bir emir cümlesi olarak şiire sert ve kesin bir ton getirir.
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 33
Şiir baştan sona konuşma üslubunda yazılmıştır. Özne kendinden söz ederken birinci tekil kişi, karşısındakilere seslenirken ikinci çoğul kişi kullanır. Bu okuyucuyu şiire dahil
ederken, söylenenlerin muhatabı olarak kendini bulmasını sağlar. Şiirde kullanılan konuşma
üslubu dolaylı bir anlatımla verilir. “Sizin alınız al, morunuz mor” ifadesi ancak sezilerek
bulanacak bir anlama sahiptir. “Ama sizin adınız ne” demek de kullanıldığı bağlamda yukarda açıkladığımız gibi farklı bir anlama çıkar.
Şiir biçimsel olarak sözcük ve dize tekrarlarıyla belli bir ritme kavuşur. “Sizin alınız al inandım/ sizin morunuz mor inandım” dizeleri iki kez. “Ama sizin adınız ne/ benim dengemi
bozmayınız” dizeleri üç kez tekrarlanmıştır. Yine dize sonları yarım uyaklar yapılmıştır.
Şiirin ikinci bölümünde baskın bir ‘ş’ sesi duyulur. Bu ses Turgut Uyar’ın sevdiği ve Göğe
Bakma Durağı’nda da kullandığı sestir. Şiire masalsı bir anlatım katar.
Tel Cambazının Tel Üstündeki Durumunu Anlatır Şiirdir isimli bu şiir, Turgut Uyar’ın belirttiği gibi her çağda, birey olmanın tek başına olmanın gerilimli, dramatik öyküsüdür. Şiir
ironik bir uslupla yazılmış, etkisini bu üslupla bulmuştur. Samimiyeti, değişen ses tonu,
alaycılığı ile Uyar’ın en iyi şiirlerinden biridir.
Aslıhan TÜYLÜOĞLU
1- Turgut Uyar, Büyük Saat, YKY Yayınları, Ekim 2005, sf. 115
2- Turgut Uyar, Büyük Saat, YKY Yayınları, Ekim 2005, sf. 118
3- Turgut Uyar, Büyük Saat, YKY Yayınları, Ekim 2005, sf. 119
4- Turgut Uyar, Korkulu Ustalık, YKY Yayınları, Mart 2009, sf. 82 ve 114
34 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
İllüstrasyon: Zeynep HATUNGİL
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 35
gün/döndü
ethem’e
Tekirdağ’ın zeytin ağaçlarında açan gündöndüleri
süt rengi bir kadeh içinde bekler ayışığı gecelerini
bağlar erden bozuldu
meyvası toprak oldu
düştü göğe
cemresi bize
sevgişim,
yaz geçer kalır yazı
güz biter
söz bitmez
ve mektup yazanındır
olmazsa başka okuyanı.
sevgişim
kavgalar ki biz bir kitapta karşılık bulalım diye
yaşanır sanırlar
dünyanın önü gözünde
ay ki
içtiğimiz şerbete buladılar
giden haziranı
ayrılık işlenmiş bir suç
gayrı sevdayı yatan
döktüğü gözyaşı yeni doğan bir incirin
Kurutulmuş bir dize buldum şimdi
kurutulmuş bir karanfil
saklamak için Ethem’i
Bilesin, zordur bir karanfili kurutmak
uzundur en az sevmek kadar
Kederim olmuş bir incir sütü elimde
kaderim olmuş bir incir sütü gözümde
Yitenlerin güvendikleri parkların karında
Kalanlar beyazlarıyla inançlılar hala
Sevgişim,
bundan gayrıdır ki,
sulfato acısıyla toprağa her düşen
mermi çekirdeği
benim…
sürfeleri defin…
yoksa nasıl güne/bakarım,
çağla kokulu
bir ilkyaza nasıl sığar içim?
Umut KARA
36 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sualtında Gezi Projesi
Fotograf : Nejdet DEMİRTAŞ
Model : Mete Tarık Salman (duranadam)
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 37
ZİFİR
Dediler ki, “yaşamak direnmektir”
Lal dedi, “herkes ölmüş öyleyse”
Sessizce dağıldılar…
Yunus üşüdü
Mevlana kapısını kapadı
Hızır geçe kaldı
Hayyam şaraba tövbe etti
Sabbah sigarayı bıraktı..
Adağı tutmuştu karanlığın.
Ertan GERAY
kalan
Bir yakın ölümde anlarsın
keşkedir fotograflar
ve siyah beyazdır anımsamak
Şemsettin T.K.
Sualtında Gezi Projesi
Fotograf : Nejdet DEMİRTAŞ
Model : Dilara ÇETİNEL (kırmızılıkadın) - (Lobna)
38 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 39
O gün geldi çattı
Adı konmamış gizli pazarlıkların, dedikodusu olmuş kadıyım.
Fiyatım açık artırmada dudak uçuklatır.
Satmasına satarım kişilik pazarında,
yatacak yeri yok diyorlar çekemeyenler.
Biraz daha çekseler uzatacaklar, ilk kez gördüklerini.
Varsın dili olanlar, sahte dualarla örsün boş inançlarını.
Kin akacaksa o dilden, aksın sevdiğinin yüreğine.
Kin pazarı saklar zehirli hançerini kutsal sandığı kitabında.
Sözdür kısalır ömrün nerede biteceği kesilmişken.
O günler çok yakındır gelip çatar yalnızlığına.
Kim olduğum değil aşka bağımlı çiçek pazarı kurulur çilingir sofrasına.
Yalnız değiliz hiçbir zaman, boş bardakta bekler sakicinin elinde.
Ekran savaşlarının galibi iktidarsa,
eli boş dönmeli çeyiz sandığından.
Pazarlık payı yok, satılık ruhlar pazarında.
Kin adına işlenen çocuk katliamları,
açlık ve susuzluk kör nefsi beslemekte.
Son noktayı koyanlar bilsin ki;
bu kinin kime faydası olacaksa, dolansın dili ayaklarına.
Ve eski tabletlere benzesin kaderi, okuyanı bulunmaya…
Beklenen gün geldi çatı.
Geliyorum demez tatlı bela.
Sesin titrer. Elin titrer. Vücut ki daha beter titrer,
Kalbinden ruhuna kadar eritir bu hezeyan.
Kimseler bilmezlikten gelir gider meçhule.
Adın çıkmaz sokak duvarlarına yazılır sen istemesen de.
Şırıngadan damlayan morfin pazarlığı.
Karıncalaşır düşüncelerin sanrı nöbetlerinde.
Düş altı yok henüz kimsenin hayal gücünde.
Kriz bu ne zaman geleceği makro düşlere bağlı.
Aşta sona erer mutsuz filmlerde.
Kriz bu kimseciklerin kapısına dayanır.
Hesaplaşır kendince şark odalarından hastane odalarına şansı varsa.
Neler gördün, neler çektin şu genç haneli yaşında.
Gelip geçecek gibi de gözükmüyor.
Neme lazım ham adamsın, dokunmuyor hiçbir şey sana.
Hani şu kriz nöbetlerinde olmasa...
ten ve ses
ben kentimde kaldım Zerdüşt.
Gassal vakı-a’nın ıslak eşiğinde
yeniden mırıldanıyor yüzüme,
ten ve ses
uzak haritanın otoyolunda,
hüznün,
kendisi büyüdükçe
dar gelen beşiğinde
aşk’ın ateşini ölçüyor.
İşlendikçe kızaran tunç
seslendirilmemiş
çocukluk masalları kadar dilsiz.
cebimdeki hüviyet annemin daimi suçu.
Pardon sevgilim,
yüzünde kana bulanmış memelerimin
anahtar deliğini bıraktım.
üşürsün biliyorum,
takvimden öğrendim,
bugün ilkbahar.
kızma,
sen kızıyorsun insanlara biliyorum
ama değişiyor onlar da.
Masal Hasan dağı eteğinden
seslendi bir kere.
kız kıza oynanan saklambaç oyununda
kulağıma taktığın küpeler
sesini ele veriyor..
dudaklarının kaldığı yerden başlıyorum
her defasında bize.
hadi,
yana yatmış akıl fukarası ateşe,
yeniden
hayvanlık dersi verelim..
Derya MİNUSKER
Özcan ÖZTÜRK
40 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 41
Paris, 21 Ağustos 1962
1- Fazıl Ağabey
2- Merhaba. Saygılarımı sunarım.
3- Ben bir süredir Paristeyim. Fransız şiirini temsizl eden bir kaç şairle tanışabildim. Sizn, Oktay Rıfatın, Behçet Necatigilin, Metin Eloğlunun, Edip Canseverin bazı kitaplarını Parise
gelirken getirmiştim. Fransaya yerleşmiş benden çok daha iyi Fransızca bilen bir arkadaşım
var; Türk. Onunla birlikte Çağdaş şiirimizi tanıtmak istiyoruz. Sizin Çocuk ve Allah yok burada. Onu yollayabilir misiniz acaba? Bir de sanırım Tahsin Saraç’ın Fransızcaya çevirdiği
Şiirlerimiz olacaktı, onu da rica ediyorum. Şiirlerimiz ilgi uyandırıyor, seviliyor.
4- Fransız şiiri durmuş. Fransızların şöyle 30-40 yaşlarında göz dolduran genç şairleri pek
yok şimdilerde. Eski ustalar artık verdikleriyle yetmiyorlar. Aragon, nesri ile yaşıyor.Breton “fantome” halinde.Michawnc korkunç mağazasına çekilmiş. Char görünürlerde değil.
Gwillevic sahteci. Yine de bir Prevert var çalışan. Ama Prevert’in yazdıklarına şiir denebilir
mi? Şu ya da bu, şiir adına hareket eden bir o var. Kırmızı takkeli bir anarşist o. Tatlı tatlı
gelişiyor.
5- Pariste asıl önemli şiirler çeviri şiirler. Çin, Japon, Aztek, Zenci, Kızılderili, İspanyol,
Birmanya, Arap Şiirleri. Bence şu bir iki yıl içinde Parise kitaplarıyla iki şair hakim:Pablo
Neruda ve Ezra Paund. Biri komünist, biri faşist.
6- Yurttan bana sadece Varlık dergisi bir de Beşgen dergisi geliyor. Bununla birlikte sanatımızda ben gelirken ki durumun, yani değer karmaşasının sürüp gittiğini biliyorum.
7- Şubat ya da Martta döneceğim. İstanbula gelirsem görüşürüz. Bir iki yıl daha Ankarada
kalmayı uygun buluyorum kendim için.
9- Dostluğumuzu umar ve beklerim.
10- Saygılar.
adres
Cemal S.Seber
poste restante 43
PARİS
FRANCE
42 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Not:Soyadımı yazmayı unutmayın.
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 43
Güle Hüzün Bildirisi
Teşne olma bülbülün figanına her adımda illet mi ararsın
Dil kalbin efkârını beyan eder hüznüne zillet mi ararsın
Bu bulut bu rüzgâra karşı koyamaz
İnecek eninde sonunda bu yağmur
Gül dalına bildirdim hüznümü
Sesim bülbülün figanına karıştı
Güle ilişme ey bülbül onda figanın bulursun
Ahu zarla inlersin dalda zararın ararsın
Kalbim, doğruların geçtiği yoldur
Bensem, kalbimse sana seslenen
O yanlışa düşmezdim, bilirsin.
Bensem konuşan, yanlışını affetmezdim
Dile döküp derdini çare diye yanarsın
Merhem diye hal bilmezden teselli ararsın
Döndüğünde beni bulamasan da,
Gidişin yalnızlık olmasın.
Omzuma dokunan ele uyandım,
Yeniden başladı kalbimdeki sancı.
Sözü dil dokur hikâye eylenir meramın
Sorarsın ahvalini derdin devasını ararsın
Kılı kırk yarıyorken yaşam,
Ömrüm mezbahalarda geçiyor
Hüznün alfabesinden öğrendim yaşamı
Gül susuyor, derdim bülbülün ahında
İlk midir acını taşıyanı aleve boğman
Neden başkasında yitirdiğini bende ararsın
Rüzgâr ikliminde yüreği tomurcuklanan gül,
Dokunup parmak uçlarıyla kokusunu yayar.
Hangi mevsimde açar? Ulaşır elbet,
Bilir sözün tılsımını kanat biçer şiire
Kendini sılada bilen beni gurbet sanan yar
Rahim olan aşktır sıkıntıya rahman mı ararsın
Bedenim yamalı bohça, ruhum için için yanan kor
Biley taşında kılıcım, ölüm üvey kardeşim
Aslolan yolculuk, gül iklimidir, umut menzili
Kalbine çıkar her yol, yar diye ötesini ararsın
temas
ben de geçerdim bu kentlerden ellerimde
rüzgar gülleri
bir güneş pasaklanır, perdesini kapatır
çocukluk
unutur
uyur
rüzgar gülleri
kim ölmeli?
yaralarım gözlerimin doğusunda kalmış
artık
büyük harf kullanmayan acılar var
kalabalıklar
dip deniz gibi
kan çiçeği
uykumun tetiği
İstanbul yok olur, Ankara azalır, Lefkoşa
ışıklar geçmiş artık yüzyıllar burada
hiçbir şey aldatamıyor artık bizi
uykumun tetiği kaygan, bu gece gerçekten
sonunda köpürürüm bu adanın kıyısında
belki bir mevsim omzumda belki bir
Ben de geçerdim bu kentlerden, ellerimde
Rıdvan ARDIÇ
08.12.2013
lefkoşa
Gömdüğümden beri öfkemi kalbime
Derdin ötesindeyim halim zor,
A. Galip KABASAKALOĞLU
44 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 45
KEŞKE YALNIZ…
Daha buradayken dünyada gözü kalmış gibidir. Yaşarken de öyle bakmıştır dünyaya, doğrudan dünyaya bakmıştır. Ne objektife, ne fotoğrafını çekene, bir ısrar olarak değil
ama,“Ben murad almadım bunu bilesin” dediği gibi Yıldız Tilbe’nin, “beni yitirme” der
gibi bakmıştır dünyaya. ‘Sitem ederim’ diye de bitirmiş olabilir dünyaya gözüyle yazdığı ve
bakışıyla gönderdiği bu mektubu, ‘baki sitem ederim’.
Şiirleri kadar şairinin de, derin alınganlıklarda değilse de,mevsimlik küsmelerde,
ama bilhassa ince sitemlerde gezdiği bilinir. Çok sevdiği kızkardeşine sitem eden bir abi
gibi.Şiirini de onun kızkardeşi gibi düşünürüm nedense. Belki asıl sürgünler çocuklardır
diye, abiler, ablalar, kardeşler, kızlar, oğlanlar. Eskiden trendi sürgünlerin, göçmenlerin,
mültecilerin evi, şimdi deniz. Cemal Süreya’nın yitik, hiç olmamış ama mutlaka düşlemiş
olduğu şiirlerinden birinin ‘deniz’ üstüne olduğunu düşünüyorum. Denize bakma bilgisi.
İronik sözcüğünün kendisi artık çok ironik duruyor şiirde. Çok kullanıldığı için değil yalnızca, ama her şey ‘ironik’ kavramıyla karşılandığı için biraz da. Oysa kimi şiirleri,
Gülten Akın’ın ve Cemal Süreya’nın çoğu şiirini ‘sitemkar’ sözcüğüyle karşılamak daha
yerinde olmaz mıydı? Mahcupların elinden değilse de, gözünden ve yüzünden gelenşeylerin
birazı budur. Hangisi hangisinin saklısı bilmiyorum.‘Sitemkar olmasaydım mahcup olurdum’ der miydi Cemal abi?
Bak ben de Cemal abi dedim, abiler öyledir, “derdim çoktur hangisine yanayım”
diyeceklerine, bunu dememek için, siteme sığınırlar. Sonra şiirleri de, gözleri de, bakışları
da, duruşları, yürüyüşleri, gülüşleri de sitemkar olur. Sitem, şiirin kahkahası sayılır. Bu son
cümleyi sana bakarak yazıyorum Cemal abi, “keşke yalnız sitemkar olduğun için sevseydim
seni”.
Haydar ERGÜLEN
46 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 47
‘AŞK’ DEDİM SANA CEMAL ABİ !
‘kısa
hayat kısa,
kuşlar uçuyor.’
Cemal Süreya
Kadıköy’deki son karşılaşmamızda: “...şiirlerimi bir kitapta toplamayı düşünürsem,
bunu kırk yaşımda yaparım” dediğimde, “...kırk yaştan sonra şiir için yalnız geç kalınmış
değil, ölünmüştür. Geç kalma!” demiştin. Bense hiç düşünmeden: “...şiir için ölünür be Cemal Abi!” deyivermiştim de; gözlerindeki o çocuksu bilgelikle kahkahayı basıvermiştin ‘göçebe’ bir gülüşle. Hani, ‘’.../ sen sık sık gülen, gülerken de / sevecen bir Akdeniz çizgisini /
sol yanına ağzının / iliştiren çocuk özenle / yabana mı atıyorum yani seni’’ der gibi. Biliyordum yabana atmadığını, saat altı buçukları; ‘Çocuk ve Allah’ın en eski baskısını, ‘değil değil
bunların biri / gözlerinin gemileri kuş istiyor’du Cemal Abi!
Kırk yaşımın basamaklarını ağır ağır çıktığım bugünlerde geç kaldığımı biliyorum.
Olsun! Ellerimde gecikmiş çiçeklerle, seni bir şiir sıcaklığıyla kucakladığımı düşünmek yetiyor şu anda bana. Hem, Gustave Flaubert ‘...bir şeyi en derin biçimde duyumsamak, o şeyin
acısını çekmekle mümkün olur!’ dememiş miydi…(ilk kez senden duymuştum bu sözü ve
yüreğime kazımıştım o gün). Bir şeyi daha anlamıştım aynı gün, hani: ‘../ Dağ görgüsü kazanır Ağrı’yı bir kez görse de kişi,’ diyorsun ya; ben buna daha gerçeğini eklemiştim: ‘ şair
görgüsü kazanır Cemal Süreya’yı bir kez görse kişi’.Ülkü Tamer’in: ‘Atlas Okyanusu’nda
Fırat’ın Salı’ dediği C.Süreya, aynı zamanda ‘büyük bir inceliğin şairidir.
Bir insanın başına gelebilecek en büyük acının inandırıcılığını yitirmek olduğuna inanmışımdır kendi adıma. Hele bu insan şairse ! C.Süreya’nın şiir işçiliği, derinlik arayışı ve
bütün bunları yaparken içtenliğini, inandırıcılığını yitirmeyişiydi beni çeken. Bu yüzden
olsa gerek Dağlarca: “Cemal Süreya benim bir dizemdir.Yıllar önce tanıştığımız gün bu
görüşü yaşamıştık. Öyle tanıdık bir sesle, öyle tanıdık düşüncelerle konuşurdu ki bir yerde
yazdığım, oralardan dirilmiş, beni aramış bulmuş bir düşüncemdi sanki.”der.
Cemal Süreya, şiirin gözü, kulağıdır.Görmez - bakar; duymaz – işitir; yarım düşüncelilerden değildir o; ta uzakları görür, işitir geçmişi…
‘../ Ah, şimdi benim gözlerim, /bir ağlamaktır tutturmuş gidiyor.’ derken kimbilir
hangi kadının yüzüne sürgün olmak üzeresindir. Kız Kulesi’ni sözüm ona halka açmak isteyen yiğitler (!) öfkelerini bıçak çekerek kana bulamışlar çoktan. Ne yazık ki, bıçak çekme
ile acı çekme arasındaki aşılmaz dağlar, çıplak gözle bakıldığında ‘ayrıntı’ gibi duruyor
artık. Sen şiirini piyasaya düşürmedin ama biz Kız Kulesi’ni piyasaya düşürdük senin anlayacağın. Ar yılı değil kar yılı. ‘.. / Kız Kulesi’nin düş getiren pay senetleri,’ tedavülde değil
artık ülkende. En olmayacak zamanda çıkıp gelsen,göreceksin, sürüklenip gidiyoruz ama
nereye belli değil Cemal Abi; dansözlükleri dışında dişiliklerini yaşayamamış profesyonel
bakirelerin hikayelerine Kız Kulesi bütün inceliğiyle direniyor, çünkü onların yaşamaya
değmez hayatlarının şiiri yok sen de biliyorsun. Hani: ‘Kontenjan senatörü bir bayan vardı
ya, /Fuzuli’nin cinsel eğitim görmediğini söylemiş, hatırlıyor musun Cemal Abi ?..‘.. /
Söyler miydi, şairle çekilmiş olmasa tenhaya, demek üç yüz yıl önce Leyla’dan daha işveliymiş. Ne dersin, ‘bir bir denedim bütün kelimeleri; kelimeler bizde de yontuluyor artık’
diyerek sevincini dile getirmiştin kırk yıl önce. Bir de sahipleri yontulsaydı kelimelerin (!)
48 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Değişen bir şey yok yani: ‘../ Bu hükümet / Pir Sultan’a pasaport vermiyor, / Onu anladık /
.. / Yunus Emre’ye de / Basın kartı vermiyor, / Onu da anladık/../Ama bu hükümet / Ferman
çıkarmış/ Karacaoğlan’ı / Otobüse bindirtmiyor’ Her ne kadar ‘Kulaksız’ mezarlığında yatıyorsan da duymuşsundur sen…
Cemal Süreya; bir toplumun, geri kaldığını ‘anladığı’ gün ileri gitmeyeceğini; ancak
‘kımıldadığı’ gün ilerleyeceğini bilen bir
“Lokman şair” dir.
‘Hippokrates yeminini, bir yanı silme yaprak; bir yanı kitaplık olan bir bahçede,’
yapmış olan bir doktora teslim olmayı çok istedin ama eli sıkı tanrın, “..zaten ben adamın
şair olduğunu da, öldükten sonra öğrendim,” diyen bir doktora emanet etti seni son nefesinde de. Eh, yaşarken şair oldukları bilinenlere de ‘mesleğiniz’ diye sorulan bir ülkede: ‘..abi,
bizim o hasta var ya, şairmiş!’ sözü iltifat yerine geçer, öyle değil mi ? 1984’te bir tarih
araştırmacımız Nedim-i Şeyda (şair Nedim)’in oturduğu söylenen konağın altındaki bakkala
sorar : ‘Şair Nedim bu mahallede oturmuş, tanıyor musunuz ?’Aldığı yanıt ölümünden önce
seni muayene eden doktoru anımsattı bana: ‘ Kim dediniz, Nedim mi ? Şiir mi yazıyormuş
? Valla beyim, hatırlı biri olsa, bende veresiye hesabı olurdu; olmadığına göre pek kayda
değer biri değil demek ki !’
Mahalle bakkalının bile şairlere veresiye açmadığı bu ülkede Cemal Abi,
‘../ Sığınacak yer kalmadı/ Chagall’daki eşeğin gözünden başka.’
Cemal Süreya; yaşamı dönüştürmek için; sığlığa ve sıradanlığa bir başkaldırı…
‘.. / Ben o sokaklardan ne kadar geçtim / Damağımda dilinin yosunlu tadı’ diyen C.Süreya,
kirletilmiş bir aşkı yurt edinmişti kendine. Öldüğü güne kadar ihaneti az bir geceyi arayıp
durdu umutsuzca. Hilesiz sevişmeyi beceremedi kadınlar onunla. Yıllar sonra öğrenmiştim,
onun bilirkişi raporu sayesinde izlemişim ilk gençliğimin ‘Emmanuel’ filmini. Eline, diline
sağlık Cemal Abi ! Yine senin yüzünden: ‘../ sevişmek bir kere daha yürürlüğe giriyor, /
Bütün kara parçalarında / Afrika dahil’
Nurullah Ataç: “En güzel yaz şiiri , kışın,soba başında yazılır,” dese de nerde şimdikilerde o sabır ! ‘.. hep,en son istasyondan atlıyorlar trene,’ bakmayın siz Cemal Abi’nin de:
‘yazmam daha aşk şiiri, ’ ya da ‘../ Ben ömrümde aşk nedir bilmedim,’ demesine.Ardından
: ‘Süheyla’yı saymasak,’ deyip kahkahayı basıverecektir. ‘../ Nerde Öklid’in üçgenleri bu
nerde/ ../ Bu da Süheyla’nınki işte aynı / Her yerde görülen herhangi bir üçgen/ Bir kenarını
yamuk çizmişler Üsküdar’a gidiyor, /, diyecektir. O en güzel aşk şiirlerini yangın ve çığlık
içinde yazmıştır boydan boya. ‘.. / Çarmıhını yanından eksik etmeyen bir İsa gibi,’ her dizesinde yaşadıklarının (çilesinin) hesabını verdikten sonra, ‘..üstü kalsın..’diyebilecek kadar
da cömert davranmıştır eli sıkı tanrısına.
Cemal Süreya; gerçekten yeni bir şey söylemedikçe yola devam edemeyeceğini bilir
hep ! Yolculukların en zoruydu onun yolculuğu…
‘Üzüntü mü boşluk mu deseler ; üzüntüyü seçerdim,’diyen William Faulkner gibi o
da ‘hüznü’ seçen bir yaşama ustasıydı: ‘.. / Kim istemez mutlu olmayı / Mutsuzluğa da var
mısın ?’ derken de. Hayal gücünün iğdiş edildiği, duygu boşluğu içindeki insanların kanseri
sanki senin hayatını kemirip durmuştu Cemal Abi ! Eski Roma’da gladyatörlerle dövüştürülecek ve aslanlara parçalatılacak insanlar, kendilerini ölüme gönderen imparatoru bir
şarkıyla selamlarlarmış: ‘Ave Caesar İmperator, morituri te salutant !’ ‘ Ey imparator Sezar,
ölüme gidenler seni selamlıyor.’ Sevgili Cemal Süreya, imparatorları ve tanrıları selamlamama yürekliliğini gösterebilenlerdendi ölüme giderken ‘..üstü kalsın.’
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 49
“Ah efendimli bir yağmurlu inceden kızkulesi ,” dizesinde, sanki, olacakları sezmiştin önceden. Sen ‘sezgi çağı’nın ilk habercilerinden birisin zaten. Ah, Cemal Abi ah !
Şiirine ‘Sürek Avı’ başlığını koyarken; yıllar sonra gerçek bir sürek avının kurbanı olan Kız
Kulesi’nin başına gelenleri görseydin, adım gibi biliyorum şöyle derdin: “Rahat bırakın
Kız Kulesi’nin yakasını. Kartpostal bir mutluluk olarak çerçevemizde kalsın.Tıpkı yüzyıllar
sonra, arkeolojik kazılarda bulunan,donup kalmış bir aşk gibi…” Aşkolsun sana. Ardından:
‘../ Yalnız aşkı vardır aşkı olanın,’ diyeceksin inatla.
Cemal Süreya; önce kendine müdahale etmeyi bilen bir şairdir! Onun ait olduğu
bir ton yoktur aslında. O, bütün tonları aynı düzeyde kullanmıştır. Şiir’in armonisidir onun
yakaladığı…
Bir şairin kimliğinin gelenekle sınırlandırılamayacağını biliyordu ve seslendiriyordu
C.Süreya; kendi dilinde bile bir sürgün gibi yaşamayı seçmişti onurlu bir şair olarak.
‘.. / Kul olayım kalem tutan ellere.’ “..bu mısra, bir otobüs dolusu şair eskitir de; Pir Sultan’ım
eskimez ,” diyor A.Arif 1960’larda.
‘.. / Ne demiş uçurumda açan çiçek, / yurdumsun ey uçurum !’ Bu dize de kaç otobüs
dolusu şair eskitir de Cemal Süreya’m eskimez; çünkü onun şiirleri de içimizdeki buzulları
kırmaya devam ediyor bugün.
‘.. / İşte yalnız bunun için seviyorum seni,’ Cemal Süreya.Olacak şey değil ama:
‘.. / En olmayacak günde gelsen tazelesen ortalığı,’ diyorum.
C.Süreya’nın şiiri, akıl ve yürek isteyen bir Türkçe ile yazılmış, yepyeni bir şiirdir;
anlamıyla, biçimiyle, içiyle, yaşama gücüyle, yani kısaca, alnının teriyle yazmış, pırıl pırıl
bir yürekle ayrılmıştır aramızdan. Yalnızlığa karşı direnişi, haksızlıklar karşısında susmayan
kişiliğine karşın; ne söylerse söylesin, ne yazarsa yazsın, sevenleri de sevmeyenleri de bilirler ki içtendir o. ‘ Seviyormuş gibi yaptığımız ve bir süre sonra seviyormuş gibi yapmanın
sevginin yerini aldığı’ edebiyat ortamında ( zaten hangi şair ötekini seviyor ki ), C.Süreya
sevimli ve güler yüzlü bir dost gibi, içimizi ısıtarak ‘buyurun’ derdi sofrasına.
‘.. / Biz seviştik Süveyş Kanalı kapanmıştı, / Ellerimizin balıkları bütün kanallarda.’ diyebilecek kadar, okuyucuyu çelen, zarif bir anlatı tekniği seçmişti kendine. Bazen, bir çift balık
gözünde bütün bir hayatı görebildiğini düşünmüşümdür onun.
‘.. / Güzinciğim ufak tefek bir kadın, bir öpüşlük canı var’ ya , bu yüzden
‘.. / Erkekler hamamında Süleyman / uzandı bu bacağı bir güzel öptü / öpsün bakalım, /../ Cemal Abi için Güzin’in bacağının neresinden öpüleceği çok önemliydi büyük
olasılıkla. En zarif öpücüğü kondurmaya özen gösterdi yaşamı boyunca. ‘.. / Soruyorlar
bir de nerdeyim? / Minibüs şarkılarında, güllerdeyim…’ Neden ? Hınzır ve buluğ bir kalbi
vardı çünkü. O da Dostoyevski gibi düşünüyor, ‘.. çabuk anlaşılan şeyin uzun ömürlü olmadığını’ biliyordu, duyumsuyordu içten içe. Anlaşılır olma korkusu çileden çıkarıyordu
onu; anlamın kalbi kırılmıştı bir kere. Anlamı şiirleştirerek onun gönlünü almaya çalıştı
hep. Marcel Proust’un ‘Kayıp Zaman Peşinde’sine göndermede bulunup: “…keşke, edebiyatımızda böylesine (yitirilmiş zaman) dönemi olmasaydı” diyenleri, Sartre’ın bir sözüyle
yanıtlamıştın.
Sartre: ‘.. Ben varoluşçu değilim !’ diyordu
Oysa sen neysen yine oydun.
50 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sen bu durumu 1989’da Enver Ercan’ın ‘Her Şey Şiirde’ başlıklı röportajındaki:
“Bugün ülkemizde şairin konumu nedir?” sorusuna karşılık verirken şöyle değerlendirmiştin: ‘.. Şair tekkede oturan saygın kişi gibi. Saygı görüyor; parasız pulsuz… Hem saygı gösteriyorsun, hem de “adam olamadın” diyorsun.’ Senin adını taşıyan şiir ödülünü alan Enver
Ercan’da kendi söyleyişiyle : ‘Ödüllerimi aşk dalında aldım. Zaten aşk, dalında güzel’diyor.
İçin rahat olsun Cemal Abi! demeye getiriyor yani.
Cemal Süreya’nın son yolculuğuna kadar inmediği trendeki sürgünüdür “yüzüne
sürgün olduğu kadın!”
‘../Nişancı bir şairim / Gözünden haklarım imgeyi,’ demişsin ya, gerçekten ‘cins
şairsin’ sen; herkesin iki nokta arasındaki en kestirme yolu aradığı ülkende, sen tuttun, ‘..İki
kalp arasındaki en kısa yolu’ aramaya koyuldun. ‘../ Keşke yalnız bunun için sevseydim
seni,’
‘../Yürüyorum, bütünlemeye kalmış bir sessizlikte.’ Seni anlatıyorum balıklara. ‘Şiir
yaz,denize at !’ sözünü tamamlıyorum: ‘Alıklar okumazsa balıklar okur,’ diyerek gönderiyorum sana ‘ Tuzak’ şiirimi : “İstanbul / öyle yalnız bir ceylan ki / tuzağa düşürülmüş / .. /
Bahçeler ormandan koptu / yırtıldı boydan boya / sana dokunamadığım bu şehir /…/Çekip
gideceğim bir İstanbul gecesiydiniz / gözlerim kadar yorgun /../ Sizi kır saçlı bir vapura
teslim ederken / aşkı itiraf edemedim ama / terliyordu içimizdeki deniz…”
Emilly Dickenson: ‘../ Ben ölüm için duramazdım, / O benim için durdu ,’ diyordu.
Cemal Süreya’da ölüm için duramazdı, ancak, ‘.. / bir gölün dibinde durgun uykudasın,’
dediği ‘ölüm’ onun için uyandı bir gece.
“…/ Yürüyorum, bütünlemeye kalmış bir sessizlikte,” diyorsun ya; biz de senden
öğrendik, kayıt yenileyip duruyoruz aşka, Cemal Abi!…
Cemal Abi! Nerval’in çıldırmadığı, Mayakovski’nin kendi canına kıymadığı
Lorca’nın kurşuna dizilmediği bir hayat bir gün mutlaka olacaktır. Yeter ki ‘.. / hüznün
kuşlarını canımızla beslemeyi’ göze alalım!
‘.. / Ben bütün hüzünleri denemişim kendimde,’ diyen sen rahat uyu!
‘.. / Sizin hiç babanız öldü mü
Benim bir kere öldü, kör oldum.’
Sizin hiç şairiniz öldü mü?..
Ertan MISIRLI
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 51
eyvallah
Zincirleme et kazası ki ölenlerin kimlikleri açıklanmadı henüz
Ruhu kırılmış cesetlerle dolu lodosa çevirdik direksiyonlarımızı
Yolun kaygan olduğundan şüphemiz yoksa da gece hayli uzun
Gece hayli uzun ve tedbir gözetmeyen bakışlardan uzak
Bize bırakılan her hatıranın savaşçısıyız buna da eyvallah
Mesele, gül neden hâlâ serseri değil dağılırken rüzgârda
Şimdi oturup çok eski haritalarda cetvel izi arama zamanıydı aslında
Issız sokaklarda sıkıştırıldıkları için bizce hep sevilecek çocuklar zamanı
Morglarda, mezarlıklarda hazırlanmak bir bayram sabahına
O gün giysin diye yeni alınmış kefenlere sevinemeyen neslin tufanı
Biz bütün aşk şiirlerini, bilmeden bu genç yolculara yazmışsak ne çıkar
Sallanmasa da o son kalkışta yine ne mendil ne de kol
Sallanan topraklardır, sallanan ağaçlardır özlediğimiz uzun gece
Gece hayli uzun ve tüm tekliflere kapalı çakallardan uzak
Biz, bize bırakılan her teşebbüsün temsilciyiz buna da eyvallah
küçük İSKENDER
52 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
DİLDEN DİLE OD YALIMLARI
“Bir od düşmüş dağlar gibi yanarım” demiş Kul Mehmet.
Od. Bu sözcüğün büyülü bir havası var; eski şiirlerin ağız tadını taşıyan. Yalın, özlü bir sözcük. Sevdayı getiriyor akla; aşk ateşini düşürüyor başa…
Yunus’un ölümsüz dizeleri onunla doludur:
“Aşkın odu ciğerimi, yaka geldi yaka gider.
Garip başım bu sevdayı, çeke geldi, çeke gider.”
Nesimî’de ,
“Gör neçe yanar od imiş kim bu kebab içindedür” demiş.
Necati Beğ,
“Od ile penbenin ne oyunu var” diye atasözüyle oyun etmiş.
Penbe, pamuğun diğer adıdır. Panbug, pambug derken “pamuk” olmuştur.
“Od”, sesli harflerin başına “h” gelmesi kuralı uyarınca, Oğuz ağzında “hod” olarak kullanılmış olmalı. Gülensoy, eskiye ait bir “hōt” kullanımı belirtmiş. Eski Uygurca’da; “oot” ya
da “ōt”, Çuvaşça’da “vut”, Türkmence’de “öt”, Yakutça’da “uot” olarak kullanılıyor. Bunlardan başka, “od”, Başkurtça’da ve Tatarca’da “ut”, Sibirya’da “alas”, Kazan’da “eleşe”
Artvin’de ise, “öd /öt” oluyor .
Bugünkü Afganistan topraklarında yaşayan ve Soğd dilini konuşanlar, ateşe, “ādər” derlerdi.
O dolaylarda yaşayan Türkler de bu dili bilir ve konuşurdu. Buna benzer şekilde Zazacada
da “adır” deniyor.
Dillerin evrim süreçlerinde r - s - ş sesleri birbirlerine dönüşebilen seslerdir. Aynı kural d - t
- ç - z - s için de geçerlidir.
Farsça’da “ātaş” olan bu sözcük, çeşitli ağızlarda değişik seslere bürünür:
Hataş, hateş (Kütahya ve yöresi)
Ataş, atiş (Erzurum ve yöresi)
Anadolu ağızlarında “yakmak” anlamında “odlamak”, “ateş yakmak” anlamında “odırmak”
var.
Od’dan ateşe uzanan yolun benzerleri bir çok dil ve kültürde iz etmiştir. Bunun gizi, inanç
tarihinde sıkışıktır.
Sümerliler güneşe “utu” derlerdi. Bask dilinde güneşli sıcak mevsimin; yazın adı, “uda”dır.
Fransızca’da “yaz” için, “été” derler. Eski Yunanca’da tutuşturmaya “aestus”, Latince’de de
sıcaklığa, “æstatem” derlerdi. “été”, bunlardan gelir derler.
Hindistan’ın ölü dili Sanskritçe’de çakmak, yakmak; “idh” imiş.
Altay mitolojisinde otuz başlı “Od Ana” ya da “Ot Ene”, bir diğer adıyla “Kız ana”, altın
rengi bir giysi içindedir, evin, ocağın koruyucusudur. Ev halkının hayatını sürdürmesinden
sorumludur. Onun yanı sıra, “Andar /Andır Han” da ateşi korur ve meşalesi sürekli yanar.
Acaba Avesta’da geçen “Athravan”ın bir süreğenliği midir bu?
Zerdüştlükte, ateş rahibinin tanımları vardır. Biri şöyle:
“Elinde ince dal tutana, O, “ben Athravan’ım” dese de, hemen inanma! Bak kuşağındaki
bezemeler uygun mu kurallara, Ey kutsal Zerdüşt! dedi Ahura Mazda! “
Griswold da bir taraftan, Hindistan’ın Vedalarında geçen “Atharvan” ile Avesta’daki “Athravan” arasında karşılaştırma yapar, benzerlikleri ortaya koyar. Diller, inançların kolunda
birbirine böyle sarmalanır.
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 53
Türkler geçmiş dönemlerde ateşin sıcaklığı ve yakıcılığına bağlı olarak, “Azer”, “Şehrivar”,
“Sedde” ve “Azerkan” törenleri düzenlemişlerdir.
“Herçend yandın odlara Kavsî usanmadın / Ahir sen ey od evli semender misen nesen?
diyen Kavsî, “od evli” sözünü “Azerbaycanlı” anlamında kullanır. Azerbaycan adını ateşin
başka söylenişi olan “azər”den almıştır. “Ateş muhafızları ülkesi” anlamındadır.
Ateş, edebiyatta çok çeşitli duygu ve durumların anlatımına aracı olur; aşk, tutku, öfke,
muhabbet, sınav, çile, kahır, eziyet, heyecan belirtir. Şarap, göz, gönül, dudak ile birlikte
kullanılır.
“Sinem üzüntüsüyle sevgilinin, gönül ateşiyle yandı.
Bir ateş vardı bu evde sarayı yaktı.” Hâfız-i Şîrâzî
“Kadehte senin tatlı dudağının etkisi yok!
Ateşkedede senin kucağının sıcaklığı yok!” Rehî-yi Muayyerî
Zerdüştlerin beşyüz yıldır değişmeyen tarzdaki giysileriyle küçük bir kız (Abiyane köyü).
On altıncı yüzyılın Fransa’sında Pierre de Ronsard da, hastalıkla gelen ateşi, içindeki aşk
ateşiyle tehdit eder:
Ateşe Od
Ah ateşli hastalık,
Ne yamansın (…)
Aşk gece gündüz yakıyor beni
Canımın ta içinden
Çekinmez misin seni de yakar diye…
Burada “od”, bestelenecek koşuk anlamındadır.
Ve Kuloğlu’ndan farklı bir ton:
“Kuloğlu’yam boz bulanık akarım
Hasret oduna cism-ü can yakarım.”
Çin’e ateş ibadetini Türklerin getirdiği söylenir. Türkler ateşin, güneşin yeryüzündeki temsilcisi olduğuna, onun arındırıcı, temizleyici, koruyucu olduğuna inanmışlardır. Bir hastalık
görüldüğünde insanları ve eşyaları tütsülerlerdi. Ateş kutlu görüldüğü için, ateşe tükürmek,
küfretmek, ateşi su ile söndürmek, ateşle oynamak hoş karşılanmazdı. Ateşe işeyen çocuk
azarlanır hatta pataklanırdı. VI. Yüzyılın ortalarında Türkistan’a giden bir Bizans elçisini
karşılayan Türkler, elçiyi ve yanındakileri ateşten geçirir tütsüler, onların tüm eşyalarını da
ortaya koyar bazı sözler söyleyerek ve etraflarında dolanarak onları da tütsülerler. Bizanslılar çok şaşırırlar ve bu yaşadıklarını rapor ederler.
Türklerin yaz gündönümlerinde ortalığı ateşe vermek adetleri de vardı. X. Yüzyılın başlarında Hazarın batısındaki Deylem diyarının hükümdarı İsfahan’a gelir. Türkler onu ağırlarlar.
Dağlardan ağaçlar kesilir bunlar yığılır dev bir ateş yakılır, ayrıca her tarafta meşaleler yanmaktadır. Bir de, kargaları avlarlar, ayaklarına neft döküp onları da ateşe verirler. Türklerin
bu ateş şölenine Deylem hükümdarı karşı çıkar, bunları yapanlara hakaret eder. Sonunda
hükümdarı öldürürler.
Evlenen genç, baba evinin ocağından ateş alır, kendi evinin ocağını onunla yakardı. “Ocağın ateşi tüttüğü sürece, beraberliğin süreceğine inanılırdı. Ocağın söndürülmemesi inancını
eski Roma’da da görürüz.
54 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Ateşe dair doğu inançlarının benzerlerini özellikle güneş tanrısı Apollo inancında buluruz..
Delphi’nin bilici rahibeleri, tapınağın tam ortasında yanan ve hiç söndürülmeyen kutsal ateşe bakarak, geleceği yorumlarlardı. Uzun bir süre hükümdarlar, kumandanlar onlara danışmadan savaşa girişmediler. Apollo tapınaklarının tam ortasında – kalbinde bulunan ocağın
adı; “hestia”dır. Bu ocak hiç söndürülmezdi. Hestia, Roma’da “Vesta” olur. Vesta rahibeleri
de, Altay’ın Od anaları gibi kızdır, bakiredir. Arnavutça’da “ocak” anlamındaki, “vátrë” burdan gelmektedir.
Doğu anlamına gelen İngilizce’deki “east”, Eski Norveççe “austr” , eski Almanca “ost” ve
Fransızca “est”, güneşin doğduğu, ışığın yükseldiği yönü tarif eder. XII. Yüzyılda Fransızca
metinlerde bu sözcük, “hest” şeklinde yazılıyordu.
Sarayova’daki sönmeyen ateş. (Bosna- Hersek)
Ateşe dair inançlardan çağdaş bir uyarlama. İkinci Dünya Savaşı’nda ölenlerin anısına 1946
yılında yakılmış, o zamandan beri sönmemesine özen gösteriliyor.
Amerika’da Aztekler’in yaratılış efsanesi de sönmeyen ocağı anıştırır: Dünya karanlıklar
içerisindeyken, önce küçük bir güneş ortaya çıkar, (o ocak olur) sonra tanrılar birer birer
kendilerini ocağa atar, (kendini güneşe katar) onun devamını sağlar ve büyütürler.
Tabletlerde, ölen Hitit kralları için de “güneşim oldu”, “tanrı oldu” diye bahsedilmiştir.
Nazım Hikmet’in “Kerem gibi” deyip, yanarak aydınlıklara çıkmayı işlemesi tüm zamanların imgelerini içerir, bu da şiirin uyandırdığı heyecanı artırmıştır.:
Ben diyorum ki ona:
— Kül olayım
Kerem
gibi
yana
yana.
Ben yanmasam
sen yanmasan
biz yanmasak,
nasıl
çıkar
karan-lıklar
aydın-lığa..
Güneş parladıkça, söz ışıldayacak, edebiyat ateşi de ondan beslenecektir.
Ayşe Berna ÜLKER
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 55
Kaynakça:
Ayin 5
. Spiritual Wisdom from the Altai Mountains, Nikolai SHODOEV
. Encyclopedia of Goddesses and Heroines, Patricia MONAGHAN
. http://www.sensagent.com
. http://www.etymonline.com
. Türk Söylence Sözlüğü, Deniz KARAKURT, Türkiye, 2011
. Necâtı̂ Bey, ‎Ali Nihad TARLAN - 1963
. Halk Şiirinden Seçmeler - 100 Temel Eser, Bilge Kültür Sanat, Yayın No: 186
. Türkiye Türkçesindeki Türkçe sözcüklerin Köken Bilgisi Sözlüğü, Prof. Dr. Tuncer GÜLENSOY, TDK Yayınları, 2007
. http://www.nisanyansozluk.com/
. ‘Turcs et Sogdiens, Louis BAZIN, aktaran: Emile BENVENISTE (Mélanges linguistiques,
Paris, 1975)
. T. he Religion of the Ṛigveda, Hervey De Witt GRISWOLD, Delhi, 1999, s. 21
. Fjalor Praktik Shqip Anglisht, Ramazan HYSA
. Türk Dilinin ve Lehçelerinin Tarihi Seyri, Prof. Dr. Cevat HEYET, TDK Yayınları, Ankara
2008
. Fars Mitolojisi Sözlüğü, Prof. Nimet YILDIRIM, Kabalcı, İstanbul, 2006
. http://poesie.webnet.fr
. Türk Kozmolojisine Giriş, Emel ESİN, Kabalcı, 2001
- Federico Garcia Lorca: Images de feu, images de sang, Claude LEIBENSON
. Toplu Eserleri, Nazım HİKMET
Liman kentlerini sevmişimdir
özlem yavaş yavaş ilerler
uzayan bir ağıt misali
liman kentlerini sevmişimdir
sevinç ağır ağır yaklaşır
birkaç el mesafeye karşı kürek çeker
bakışlar dalgalarla çalkalanır
ne düşünür veda eden
karşılayan ne düşünür.
Venezuellalı şair Dannybal Reyes Umbria’nın özgün adı Esta ciudad es una
tumba para los relampagos olan Yıldırımlar İçin Mezardır Bu Kent adlı kitabından.
İspanyolca aslından çeviren: Berna Talun ÜĞÜTEN
Özgün Metin:
Rito 5
Me aficionan las ciudades con puerto
la nostalgia se va despacio como
prolongando el Ilanto
me aficionan las ciudades con puerto
la alegria llega despacio
unas manos se baten a distancia
las miradas se deslizan con las olas
en que pensara el que despide
en que pensara el que recibe.
56 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 57
POPÜLER MÜZİĞİMİZDE KADIN ve ERKEK
Dosyamızın kaynağı, 1997 Haziranında Cumhuriyet Kitap dergisinde yayımlanan
bir Perihan Mağden mülâkatı. Perihan Mağden’i o zamanlar bilmiyordum, Radikal gazetesinde yıllarca Türkçemizi hırpalayacağı günler henüz başlamak üzereydi. Algıda seçicilik
diye bir şey vardır, benim için onu akılda kalıcı kılan, kitabının adı ve onunla Cumhuriyet
Kitap dergisi adına görüşen arkadaşın yorumuydu. “Hiç Bunları Kendine Dert Etmeye Değer Mi?” şeklindeki bu uzun kitap ismi, görüşmeyi yapan arkadaş tarafından daha başlangıçta sorgulanmıştı: Ajda Pekkan tarafından 1970’lerde söylenmiş bir pop klasiği olan fakat
bir hayli anti-feminist bulunan bu şarkı niçin kitaba isim olarak seçilmişti? Sanırım Perihan
Mağden, çocukluk yıllarından kalma meraklarıyla açıklamıştı bu durumu. 1980 öncesinde,
adeta ikinci sınıf vatandaş olan Türk kadınını, özellikle sahne hayatında yer alan, ötekileştirilen, hor görülen, ne kadar popüler olsa da entelektüellikten uzak kalan veya uzak tutulan
kadınımıza gösterdiği ilgiyi dile getirmişti.
1990’larda öğrenci olanlar hatırlar, o yıllarda ülkemizde kurulan teknoloji pazarı
müzik seti ve volkmen gibi araçları zorunlu kılıyordu. Şekil, özü belirler derler ya, o zamanlarda müzikle arası pek olmayanlar bile müzik dinlemek “zorunda” kalırdı. Gerek radyo,
gerek kaset aracılığıyla… CD’lere de özenirdik ama bu, daha çok müzik tutkunu olup CD
işine bütçesinden para ayırabilecek imkânları olanlar için mümkündü. Biz orta sınıfın biraz
altında kalanlar beğendiğimiz sanatçıların hepsinin de kasetlerini alamazdık, hatta bir arkadaşta, bir akrabada varsa o kaset boş bir kasete kopyalanırdı. Bu kopyalardaki ses kalitesi
fotokopisi çekilmiş bir resim gibi, daha bulanık olurdu. Sayıları elliyi geçemeyen ve çoğu
kopya olan kaset koleksiyonlarımızı oluştururken de kendimize özgü titizlikler gösterirdik.
Bazı arkadaşlar hep aynı türü tercih eder, en sevilen şarkıcı veya grubun tüm kasetleri alınır
veya kaydedilirdi. 1980 öncesinden kalan kasetler için popüler olan-olmayan ayrımı pek
yapılmazdı fakat gittikçe elektronikleşen ve müzik dışı unsurlara kapılarını açan güncel çalışmalara karşı büyük bir titizlik ve direnç gösterilirdi. Mesela ben, çok sevmeme rağmen,
yıllarca Sezen Aksu kasetleri almadım. “Bu, ticari müziktir.” diyen abilerden etkilenerek
yaptım bunu.
Sözü müzik ve ticaret ilişkisine getirmişken, bu konuda da bir iki söz edelim. Sosyalist bir öğrenci tavrıyla bakınca, müziğin ticareti elbette kulağa hoş gelmiyor. Müzik piyasasının, futbol piyasası gibi mafyalaşmış, çeteleşmiş, patronlarla yıldızlaştırılmış ve köleleştirilmiş sanatçılar arasında kurulmuş çarpık insan ilişkileri şeklinde geliştiği 20. yüzyılda
bu kokuşmuşluktan nefret etmek için sosyalist olmaya gerek yoktu. Müzik ne zaman plak,
bant, kaset ve CD’lere hapsedildi, bir metaya dönüştü, o zaman müzik alınıp satılan bir
değer oldu. İnternet çağıyla birlikte belki yeniden eskiye dönülebilir, müziğin üretimi ve
tüketimi yeniden amatörleşebilir. Fakat müzik dinlemek için para harcıyorsanız, ister Türk
Telekom’a ödeyin o parayı, ister mahallenizde can çekişen kaset-CD-mp3 kopyalayan küçük esnafa ödeyin, müzik hâlâ ticareti yapılan bir şey. Değişen tek şey, müziği üretenle
dönüştürenin veya size ulaştıranın kazandığı paraların miktarıdır.
58 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
Çağdaş şehir insanı. Eski insanlar gibi ekmeği evimizde yapmıyoruz. Bir zamanlar
ekmeğin ticaretinin yapılması, ekmeği kutsal kabul eden Müslüman halkımızca reddedilmiş.
Fakat bugün dinibütün Trabzonlu, Erzurumlu fırıncılarımızın elinden dumanı üstünde tüten
ekmeğimizi, üç beş kuruş parasını ödeyip, işçi ve emekçilerimize duyduğumuz saygıyla harmanlayarak satın alıyoruz ve bu bize çok doğal geliyor. Ben, aynı biçimde, bir zamanlar büyük müzik şirketlerini ihya ettiğime aldırmadan onlarca liraya aldığım kasetleri şimdi mp3
olarak İnternet’ten “bedava” indirirken veya bir küçük esnafa CD olarak yaptırırken, “acaba
sanatçının emeğine saygısızlık mı ediyorum?” diye düşünmeden duramıyorum. Evet, kısacası, artık anarşist bir tavırla, ‘müziğin asla ticari bir değeri olmamalı’ diyemiyorum, fırından ekmek alır gibi, ‘üretenin hakkı verilmeli’ diyorum.
“Hiç Bunları Kendine Dert Etmeye Değer Mi?” şimdi sözü yine Perihan Mağden’in
kitabına isim olan bu şarkıya getirelim: “Bilsen, neler dönüyor şu garip dünyada / arkadaşlık
düşmanlıkla yan yana / bazen sebep bir aşksa, çoğu zaman da para / değiştirir insanları hep
bir anda… // Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi? / Şu kısacık ömürler yeter mi? / Hoş
gör sen, affet gitsin, aldırma… / Büyüklük sende kalsın sonunda / sen sarıl, o sana sarılmazsa / sen unut, unutmazsa… / Hangimiz uğramadık sanki haksızlıklara? / Dinle beni, sakın
uyma şeytana / pişman oluyor herkes sonra yaptıklarına / esir olma boş yere gururuna… //
Hiç bunları kendine dert etmeye değer mi? / Şu kısacık ömürler yeter mi? / Hoş gör sen, affet
gitsin, aldırma… / Büyüklük sende kalsın sonunda / sen sarıl, o sana sarılmazsa / sen unut,
unutmazsa…”
Orijinal adı “On S’embrasse Et On Oublie” olan Hoşgör Sen’in müziği Enrico
Macias’a, Türkçe sözleriyse Fikret Şeneş’e ait. 1980 öncesinde, sosyetemizde etkileri halen
devam etmekte olan Fransız dili ve kültürü merakıyla ortaya çıkan, o yıllarda telif sorunu
yaşanmasın diye yeniden düzenlendiği için aranjman adıyla anılan sayısız pop şarkılarından biri. Bunun anti-feminist bir şarkı olarak görülmesinin nedeni ne? Türkiye’deki birçok
pop kadrosundan birinin “vitrinine” Ajda Pekkan konulmuş. Ajda Pekkan’ın söylediği tüm
şarkılarda, aldatılmış olan aşığa, sevgiliye, eşe böyle seslenilmiyor. Mesela “Sana Neler
Edeceğim” diye bilinen şarkıda bir “özgür kadın” imajı bile hissetmek mümkün.
Bir zamanlar adına pop denmese de Türk popunun başköşesine yerleştirilen, hatta tez zamanda “süperstar”lığa terfi ettirilen Ajda Pekkan’ın ilk dönem çalışmalarından biri, popüler
kültürümüzde 1970’lere gelene dek erkek ve kadın algısını hissedebilmemiz için bir gösterge özelliği taşıyor. Sözleri, aranjmanların unutulmaz ismi Fecri Ebcioğlu’na, müziği Aris
San’a ait olan buram buram Yunan müziği kokan ve 1969 yılında yayımlanan kırkbeşlikte
Ajda Pekkan diyor ki: “Erkekleri tanıyın / Onlara inanmayın / Nasıl çapkın bakarlar / Kalbimizle oynarlar // Şu erkekler ne yaman / Her sözleri bir yalan / Görmesin güzel bir kız /
Kalırsın yalnız / Aşkları biter / Acımaz gider // Ah ne yaramazdırlar / Bir türlü uslanmazlar /
İstersen çok güzel ol / Tek kadınla durmazlar…” Bu dönemde yapılan bu betimleme tatlı bir
sitem havasında. Sitemden eleştiriye geçiş, mesela Hande Yener gibi kendinden emin tavırlı
bir hatunun karşısındaki erkeği yerden yere vuracağı yıllara daha çok var.
Yeniden yetmişlere dönecek olursak, dosyamıza esin kaynağı olan şarkıya daha derinden
bakacak olursak, şunları söylemek zorunda kalıyoruz: “Hoşgör Sen” şarkısı, ister bir kadın
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 59
tarafından bir başka kadına teselli veren bir şarkı olarak algılansın, ister bir erkek tarafından
icra edilsin, “aşkta, evlilikte aldatma ve aldatılma” meselesine bir bakış getiriyor. Özellikle,
“bazen sebep bir aşksa, çoğu zaman da para / değiştirir insanları hep bir anda…” dizelerinde
belki de şu mesaj bilinçaltımızda şu şekilde işleniyor: O yıllarda paranın bir anda değiştirdiği taraf genellikle erkeklerdi. Yani burada, sosyal-ekonomik imkânları bir anda artan
ortalama Türk erkeğinin “yaramazlık” yapabileceği, mazlum ve mazbut Türk kadınının bu
durumu hoş görmesi, kabullenmesi, böyle durumlara hazırlıklı olması öğütlenmekte! Yine
aynı dönemin ürünlerinden olan “Sana Neler Edeceğim” şarkısında bile ‘seni yaramaz çapkın şey, ben böyle şeyler yapsam hoşuna gider mi?’ dercesine, erkeğinin yanağından makas
alan sitemkâr bir kadın imajı hissediliyor.
Bir genelleme yapmak doğru olursa, 1980 öncesi popüler kültürümüzde bu anlattığımız, gayet normal kabul edilen bir durum. 1980, Türkiye’de ve Ortadoğu’da birçok konuda
milat kabul edilir. Bizde 12 Eylül askeri darbesi, İran’da İslam Devrimi… Her iki olay da
bir yanda bizi batı kulübüne, İran’ıysa doğu blok ülkelerine biraz daha yaklaştırdı. 1980
öncesinde İstanbul’un Hollywood’u, Yeşilçam medyası, sinema salonlarına ortanın solu,
laik ve Avrupai bir Çağdaş Türk insanı imajı pompalıyordu. Sinema temel medyaydı. Televizyon henüz emekleme aşamasındaydı, renksiz ve resmiydi. Henüz her eve girememiş olan
televizyon ailece tüketilen bir medya değildi. Türk pop müziği de bugüne göre çok daha
amatörce üretiliyordu. Sinema sektörünün bir yan kolu gibiydi. Buna rağmen, tek kanallı
televizyonla sınırlanan 1980’lerde hepimizin nostaljisini yapacağı, özleyeceği, cıvıl cıvıl bir
sinema ve müzik kültürü vardı 1970’lerde.
1980 askeri darbesinden sonra kısa bir zaman içinde resmi kültür ülkenin üzerine
çöktü. Sinemalar artık ailece gidilen yerler olmaktan çıktı. Televizyonun her eve girmesi
sağlandı. Televizyonda, TRT adı altında kurulan devlet tekeli, popüler müziğimize takım
elbise giydirdi. İstanbul’da, gerek Yeşilçam sinema sektöründeki, gerekse Unkapanı’nda
gelişmiş müzik sektöründeki patronlar, o yıllarda çok tartışılan Arabesk kültürünü, köyden
kente göç eden yoksul insanların maruz kaldığı sömürünün sanatsal biçimi olarak, eskisinden daha fazla kullanmaya başladılar.
Aynı dönemde, liberal politikalar, üretim ve tüketimin uluslar arası yönde şekillenmesine ve giderek yoksullaşan insanlarımızın, kadın erkek ayrımı yapmaksızın iş hayatına
yönelmesine sebep oldu. Orta sınıfta “ev kadını” sayısı azalmaya, “özgür kadın” sayısı artmaya başladı. Kadın ve erkek arasındaki uçurum azaldıkça, “gelenek” kırıldıkça, kadınlar çalışıp kendi paralarını kazanmaya ve harcamaya başladılar. Ancak yine de pop müzik
kadrolarının “vitrinlerine” yeni erkek yıldızlar yerleştirmeleri ancak 1990’larda mümkün
olacaktı. TRT tekelinin sonucu, 1980’lerde piyasa sadece Arabesk ve protest müziğin gelişmesine izin veriyordu. Yani bir yanda İbrahim Tatlıses veya Küçük Emrah’ın; diğer yanda
da Ahmet Kaya’nın ortaya çıkmasına, bu insanların elde ettikleri ticari başarıya ve medyatik
etki alanına baktığımızda, o yıllardaki halk beğenisinin, batı ülkelerine göre çok fazla pop
dışında bırakıldığını ve kadın hayran sayısının giderek arttığını görebiliriz.
60 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
1990 da başka bir açıdan milat sayılır. Sözgelimi’nin Geçik Yaz sayısında yer alan
Türkçe Popta Rap İzleri başlıklı dosyada da belirttiğimiz gibi, ilk özel (ticari) Türk televizyon kanalı Star’ın açıldığı yıldır 1990. Magic Box, o yıllarda Cumhurbaşkanı olan Turgut
Özal’ın oğlu Ahmet Özal ile işadamı Cem Uzan ortaklığıyla kurulmuş bir şirketti. Star1 adıyla Avrupa’dan yayına başlamışlardı. Türkiye’de özel kanal açmak ve yayın yapmak
anayasaya aykırıydı. Askeri rejim gölgesinde ülkeyi yöneten Anavatan Partisi, yasaları değiştirecek gücü veya cesareti bulamamış olsa gerek, ülkemizin kaderini büyük ölçüde değiştireceği tahmin edilen bu özel televizyonculuk girişiminin anayasayı delmek suretiyle
yapılmasına, hem de bu işi yapanlardan birinin, iktidar partisini kuran, Türkiye’de yıllarca
başbakanlık yapıp ülkeyi liberalizmin çiftliğine çeviren, sonra da partisini cumhurbaşkanlığı
koltuğundan, perde arkasından yönetmeye devam eden adamın oğlunun da olmasına sebep
olmuş veya göz yummuştu.
Böylece, 1990 yılında, Türk medya tarihinin yeni bir dönemi başlatılmış oldu.
1970’lerde gazeteleri, dergileri ve sinemasıyla cıvıl cıvıl, çok sesli ve çok renkli olan, batı
ülkelerindeki örnekleri aratmayan pop sanatı üretebilen Türk medyası artık bu deneyimlerini televizyon dünyasına taşıyabilecekti.
1990’da yaşanan bir başka gelişme de Türk popunun yeni nesil sanatçılarının ilk
örneği Aşkın Nur Yengi’nin Sevgiliye adlı albümünün çıkması. Bu albümün çıkışıyla Star
TV’nin açılışının aynı yıl olması bir tesadüf olabilir. Starcılar TRT’den transfer ettikleri sunucularla işe başlamışlardı. Star’a özgü pop sanatını da TRT’nin caz sanatçılarından Fatih
Erkoç üstlenmişti. Ne yazık ki Fatih Erkoç’un pop çalışmaları, caz eğitimi görmüş bir adamdan beklenir düzeyde değildi. Pop sanatını Sezen Aksu kadar ciddiye almıyordu sanırım.
Oysa Sezen Aksu ve kadrosu artık bir okul gibiydi ve bu okul mezunlar vermeye başlamıştı.
Önce Aşkın Nur Yengi, ardından Sertab Erener, Levent Yüksel, sonra da Tarkan…
Medyanın kamu sektörüyle sınırlandığı bir ülkeydik. Bu nedenle 1980’lerde pop
yıldızı yetişmiyordu. TRT’nin korkunç sansür ve boykot politikası yüzünden, (evet, boykot
denince, halkın bir kuruluşu boykot etmesi anlaşılır, TRT için bu tam tersiydi; TRT, kurallarına uymayan sanatçıları boykot ederdi, bu boykot, sanatçının aylarca-yıllarca ekrana
çıkamaması anlamına geliyordu!) evet, bu katı resmi tutum yüzünden pop müzik (TRT diliyle, Türkçe Sözlü Hafif Batı Müziği) üretebilen bir avuç genç sanatçı vardı. Bu sanatçılara
sahip çıkacak, pahalı projeler için riske girecek, batı ülkelerindeki gibi müzik klipleri yapacak özel kuruluşlar yoktu. Mesela Emel-Erdal ikilisi bile sahneye yılların protest müzik
sanatçısı Zülfü Livaneli’yle çıkıyorlardı. (Bu ikilinin daha sonra yolları ayrıldı ve piyasada
tutunabilen, Emel Müftüoğlu oldu. Aynı dönemde ünlü olan İzel-Çelik-Ercan da yükselen
pop piyasasında solo albümlerle şanslarını denediler ve o kadrodan da en şanslı olan İzel’di.
Bu örnekler bana hep pop sanatında vitrine kadın sanatçı koyan kadroların tüm zamanlarda
daha akılda kalıcı olduğunu düşündürüyor. Yakışıklı ve seksi erkekler bir dönem tüm genç
kızların olağanüstü hayranlığını kazansalar da, Tarkan örneğinde olduğu gibi bu durum birkaç yıl içinde değişiyor. Belki de bu durum, “diva” kelimesinin kadın sanatçıları ifade etmesinin ve “diva”nın erkek sanatçıları ifade eden bir karşılığının olmamasını da açıklayabilir.)
Sözgelimi 3 -
güz bitiği 61
1980’lerin sonunda en çok tartışılan konulardan biri arabesk meselesiydi. Yüzü batı
uygarlığına dönük olanlar arabeskten nefret ediyorlar, onu “toplum olarak bir an önce kurtulmamız gereken bir ucube” olarak görüyorlardı. Alt gelir gruplarından hemen her yaştan
milyonlarca yurttaşımızsa arabeski sorgulamaksızın dinliyordu. Televizyonda arabeskin tartışıldığı programlar yapılıyordu. Gazeteler, alternatif arayışı içindeydiler. Özünde protest
bir tür sayılabilecek, Türk kültürüyle Arap, Kürt, İsrail, Yunan kültürlerini sentezleyen ve
genellikle sağ görüşlü kesimlerin kabullendiği arabeske karşı, “antitez” denebilecek bir başka protest sentez müziği ortaya çıkmıştı 1980’lerde. Unkapanı esnafı buna “özgün müzik”
diyordu. Zülfü Livaneli’nin on binlerce hayranına seslendiği bir konserinden sonra o yılların
batılı kamuoyunu şekillendiren en önemli gazetelerinden Sabah, “Arabesk öldü, yaşasın
özgün müzik!” diye başlık atmıştı. Aslında özgün müzik, 1970’lerin folk, Anadolu Pop veya
Anadolu Rock adlarıyla anılan türlerinin devamıydı. Sosyalist kesimler Çağdaş Halk Müziği diyordu, sosyal demokratlar özgün müzik diyorlardı.
Ahmet Kaya gibi isimlerin yoksul ve doğulu insanımıza daha yakın bir üslup ve söylem içinde olması, özgün müziği arabeskin sola özgü bir versiyonu gibi gösteriyordu. Öte
yandan, özgün müziğin bir yükselen değer haline gelmesi, Sezen Aksu gibi Türk popunun
önde gelen bir sanatçısını Zülfü Livaneli’ye yaklaştırmıştı. Şarkı alışverişi, birlikte stüdyoya
girmeler… Timur Selçuk, kızını Eurovision Şarkı Yarışmasına sokarken, Aylin Livaneli de
İngilizce pop albümü yaparak babasının şöhretinden istifade etmeye çalışıyordu.Ancak, pop
sanatının her zaman atadan babadan mirasla olamayacağı ortadaydı ve arabeske karşı bir
alternatif üretme çabalarında en başarılı kadro Sezen Aksu’nun kadrosu oldu. Hatta yıllar
sonra, kronik problem olan Eurovision birinciliği de yine bu kadrodan gelen Sertab Erener’e
nasip oldu.
Sezen Aksu’nun çevresinden türeyen genç pop yıldızlarının ilk örneği, Aşkın Nur
Yengi’den tekrar söz edelim. 1990’da çıkan albümü Sevgiliye, nefis besteler ve düzenlemelerle doluydu. Bir yıl önce Sezen Aksu’nun çıkardığı Sezen Aksu Söylüyor albümü bizi
şaşırtmıştı. Tüketilmesi alışılması zor, ağır şarkılarla doluydu o albüm (fakat hâlâ bıkmadan
dinliyoruz). Belki de Onno Tunç ve emeği geçen Sezen Aksu dostları, asıl hit olacak şarkıları Aşkın Nur Yengi’ye ayırmışlardı.
Albümün açılış şarkısı da, dosyamızın konusuyla birinci dereceden ilgili. Seni Aldattım, ne tesadüftür, Enrico Masias’ın “Mon Chanteur Préféré” adlı şarkısından aranje
edilmiş, yani Hoşgör Sen’le esin kaynağı aynı yer. Ancak sözler Sezen Aksu’nun ve Sezen
Aksu, Fikret Şeneş’in yazdığı şarkılara göre daha avangart bir hava içinde olmuştur her zaman. Kuşak farkı mı desek, sosyalist tavır mı desek, Sezen Aksu şarkılarında çağdaş, güçlü,
ezilmeyen ezmeyen bir kadın imajı görülüyor.
Seni Aldattım’ın sözleri şöyle: “Beni aylarca onunla bununla / nasıl da aldattın… /
Bu böyle sürmez demiştim oysa / sen yapamam sandın. / Aman yapma etme ne olursun, dedim / bir türlü dinletemedim / çocuk deyip geçtin, hafife aldın / büyüdüğümü görmedin… //
Sonunda oldu, seni aldattım! / İçim kan ağlayarak… / Sen bunu çoktan beri hak ettin / senin
62 Sözgelimi 3 -
güz bitiği
de yüreğin yanacak... // Hiç istemezdim ki böyle olsun / hatta düşünemezdim / nasıl getirdin
beni bu hale / oysa ne çok sevdim…”
Şarkının sözlerini okuyun ve bir düşünün, “vitrindeki” sanatçı genç bir kadın. Şarkıyı yazan da öyle. Albümün ilk şarkısı bu, açılış şarkısı. Türk popunda 1990’lı yıllar bu şarkıyla başlıyor ve genç bir kadın, muhtemelen sevgilisi olan genç bir erkeğe “seni aldattım”
diyor, oryantalist bir ezgiyle! Belki bir erkeğin bir kıza seslenişi şeklinde de düşünülebilir
ama üreten ve sahneleyen kimseler göz önüne alındığında dinleyicide yarattığı etki, en azından 1990’da ilk dinlediğimde bende yarattığı etki böyle. Aşkta sadakate şiddetle inanan bir
insan olarak bende bir şok etkisi yaratmıştı. Bizler tek eşlilik bilinciyle yetişmiştik. Yıllarca
Roman Katolik anlayışıyla şekillenmiş Amerikan filmlerinin nikâh sahnelerinde “hastalıkta
sağlıkta, ölüm sizi ayırıncaya kadar…” sözlerini işittik. Bir kıza çıkma teklif etmeden önce
araştırırdık, çıktığı biri var mı diye. Aynı anda birden fazla kızla romantizm yaşamazdık…
Geleneksel Türk-İslam anlayışındaki yurttaşlarımızsa, bu şarkıdaki söylemi bizim geleneklerimize şu yönden aykırı bulabilirler: “Bir kadın nasıl böyle bir şarkı yazabilir ve bunu nasıl
genç bir kadına söyletebilir? Erkek söylese, hadi neyse!” Sezen Aksu belki de bu yüzden
“içim kan ağlayarak, oysa ne çok sevdim” gibi sözlerle durumu bir ölçüde hafifletmeye çalışmış fakat bu küçük çabalar bu şarkıyı şeriatın kılıcından koruyabilir mi?
Şimdi popun biraz dışına çıkıyoruz. 1996 yılı Türkçe sözlü Rock için özel bir yıldır.
1996’dan önce, Anadolu Pop-Rock geleneğinin etkileri neredeyse sona ermişti. Eski grupların çoğu dağılmış, sanatçıların çoğu pop standartlarına daha çok uyan işler yapar olmuşlardı.
1996’dan önce Bulutsuzluk Özlemi, Kargo, Mavi Sakal, Kesme Şeker, Pentagram gibi alternatif gruplardan söz etmek mümkündü. Ancak bunların içinde en çok bilinen Bulutsuzluk
Özlemi’nin bile kendine özgü dinleyici kitlesi vardı. 1996’da pop sanatçıları kadar şöhret
kazanan iki önemli sanatçımız, ilk albümlerini yayımladılar: Teoman ve Özlem Tekin. Bir
mülâkatta Özlem Tekin, kendisine Rock kelimesini içeren bir soru sorulması üzerine “Ben
Rock değil, Alternatif Pop yapıyorum” demişti. Müzik türlerinin isimleri, biraz detaycı bakılınca daima tartışma konusu olur. Biz burada bunu tartışacak değiliz. Şimdi biz, dosyamızın
konusuna dönelim, 1996’da ülkemizde neredeyse tüm televizyon kanallarında klip olarak
yayımlanan ve Özlem Tekin’in yurt çapında tanınmasını sağlayan, popüler Türk Rock müziğinin verimli bestecilerinden Barlas Erinç’in eseri olan “Aşk Her Şeyi Affeder Mi?” şarkısını işleyelim: “Çok üzgünüm, istemeden / Seni dün gece aldattım / Kim olduğu mühim
değil / Sana bağlanmaktan kaçtım // Çok üzgünüm istemeden / Bir bakışa aldandım / İnan
bana bütün sabah / Pişmanlıktan ağladım // Aşk her şeyi affeder mi? / Dersin, zamanla geçer
mi? / Güzel günlerin hatrına / Aşk her şeyi affeder mi?”
Özlem Tekin’in ilk albümünün çıkış şarkısı bu. Bu albüm, 2000’li yıllarda büyük
patlamalar yapacak olan Türkçe Alternatif Rock albümleri için de nice göstergeler barındırıyor. Albümde sosyal meseleleri ele alan birçok şarkı var. Sanatçı bunların da kliplerini
yaptı. Böylece nitelikli müzik meraklılarının gönlünde taht kurdu. Fakat bu çıkış parçası da,
1990’ların açılışını yapan Aşkın Nur Yengi’nin şarkısı gibi, kadın erkek ilişkilerini ele alıyor
ve aldatmaya odaklanıyor. 1990’ların ortalarında Türkiye’nin özellikle batısındaki “müşSözgelimi 3 -
güz bitiği 63
teri”, Pop veya Rock yıldızlarından böyle şeyler duymaya alışmış olmalı. İster Barlas’ın
sesinden işitelim, ister Özlem Tekin’in, vitrinde hangi sanatçı olursa olsun, giydiğimiz kıyafetlerin de gittikçe “unisex” olması gibi, aldatmayı, aldatılmayı, aldatma yarışına girmeyi
kanıksar olmuşuz. Elbette çoğumuz için bugün bile tüm bunlar, dizilerde, kliplerde, medyatik ortamlarda sıradan şeyler gibi algılanıyor, günlük yaşamda herkesin kendisini başrole
koyarak düşüneceği şeyler değil. Sadece, özet olarak şunu söyleyebiliriz, 1996’dan bugüne
kadar gelişimini paralel yollarda sürdüren pop kültürümüzde de, alternatif rock-pop kültürümüzde de kadın erkek ilişkileri, Türkiye’nin örnek aldığı uygar memleketlerdeki standartlara erişmiş, kadın erkek eşitliği büyük ölçüde egemen olmuştur. Elbette diğer yanda, “İste,
kölen olayım / istersen öldür beni / başkasını seversen / bil ki yaşatmam seni!!!” tarzındaki
söylem yaşanmakta ve yaşatılmaktadır.
Bütün bunlar, 1970’lerden 1990’lara gelene kadar Türkiye’de ve dünyada yaşanan
gelişmelerin bir sonucu. Soğuk savaş bitti, tüm ülkeler kapitalist oldu. Çalışan erkek ve sosyal hayattan soyutlanmış ev kadını geleneği büyük ölçüde sona erdi. Televizyon ve radyo
teknolojisi devletlerin tekelinde olmayı zorunlu kılan teknik yetersizliklerden sıyrıldı ve artık bireyler bile amatörce yayın yapabilecek hale geldi. Farklı kültürleri filmlerden, televizyonlardan, ansiklopedilerden, gazete ve dergilerden tanıyan insanlar, çok boyutlu ve giderek
daha da bireyselleşen bir ahlak anlayışına doğru evrildiler. Mesela ben bu şarkının hiçbir
yerde, kimse tarafından tartışma konusu edildiğini duymadım. Hatta bu konuda yazdıklarım
okuyanlara tuhaf gelmiş de olabilir. Tartışılmaması, popun ciddiye alınmamasından kaynaklanıyor olabilir. Şarkılardaki anlamı fazla zorladığım, onları üretenlerin bile düşünmedikleri
farklı anlamları bu şarkılara yüklediğim düşünülebilir.
Yanılma payım elbette var fakat buraya dek sözünü ettiğim durumlar birer tesadüf
olmamalı, ne kadar hafife alsak da pop sanatı toplumun ve bireylerin bilinçaltından besleniyor ve sinemada olduğu gibi popüler müzikte de sanat eserleri göstergelerle örülüyor. Pop,
sadece müzik olarak ele alınırsa, popun ciddiye alınmaması gayet normal kabul edilebilir.
Pop, çağdaş toplumların çok büyük yüzdelerini oluşturan orta sınıf halk ve küçük burjuva
kesimlerinin çok yönlü sanatıdır, sanatlar bileşkesidir. Popun içinde sanat dışı unsurlar da
çok miktarda olmak zorundadır. İnsanların felsefeleri, yaşam tarzları, yükselen değerleri,
trendleri, enerjisi, romantizmi, şiirselliği, görselliği, nostaljik eğilimleri ve de cinselliği barındırmak zorundadır. Çeşitli felsefe geleneklerinden beslenmiş sanatçılar, sistematik üretim
yaptıklarında ürettikleri sanat da toplumdaki üretim ve tüketim ilişkilerinin bir aynası oluyor.
Gürkan ÇALIŞKAN
64 Sözgelimi 3 -
güz bitiği