Yorumu Okumak İçin Tıklayınız.

Transkript

Yorumu Okumak İçin Tıklayınız.
Bir kitap okudum,
okumasaydım da olurmuş
Z. Abidin Kızılyaprak
Şiir uzmanı değilim; arada bir okurum, o kadar. Ama bu halimle Türkiye şiirine ve
dolayısıyla Türkiye edebiyatına mütevazı katkılarım olmuştur. Nasıl mı? Kötü şiirler
yazımını birazcık da olsa engelleyerek… Şöyle ki: 12 Eylül sonrasıydı, cezaevindeydik
ve birçok tutuklu yoldaşımızda şiir yazma hevesi nüksediyordu; zamanla, okur-yazar
sayısından fazla şair sayısı çıkma ihtimali belirmişti. Bu, tek başına o kadar da kötü
sayılmazdı, ve fakat yazdıkları şiirler o kadar kötüydü ki, anlatamam. Annesiniyavuklusunu özleyenler (ki, çoğunun yavuklusu da yoktu) ağıdımsı şeyler yazıyordu ve
adına ‘şiir’ diyorlardı. Koğuş arkadaşlarımdan aynı hevese kapılanların talihsizliği ve
tersinden Türkiye şiirinin talihi, biraz edebiyattan anlıyor diye bildikleri bana, yazdıkları
şiirlerini vermeleri/okumalarıydı; değerlendirmem için… İnanılır gibi değil ama, o kötü
şiirleri baştan sona okuyordum (demek ki insan gençken de tahammüllü olabiliyormuş)
ve şair adayımıza şöyle diyordum: “Yazma kardeşim… Bırak şiiri, şiir yazmak zorunda
mısın?.. Çok kötü şiirler bunlar, dahası şiir filan da değiller… Üzülme, herkes şiir
yazmak zorunda değil, yeminle söylüyorum sana, şiir yazmadan da mutlu ve üretken
yaşayan milyonlarca insan var dünyada…” Böylece, sayemde birçoğunun hevesi kırıldı
(birkaç ay bana asık suratla hatta nefretle bakarak dolaşsalar da), bıraktılar şiir yazmayı
ve Türkiye şiir tarihindeki kötü şiir oranı sayısal olarak düşmüş oldu: Eh, az-buz katkı
sayılmasa gerek…
Eğer Müslüm Yücel’in (bundan sonra ön adıyla hitap etmem olumsuz yorumlanmasın;
tersine, tanış-biliş olduğumuzdan) son biyografi kitabını yayımlanmadan evvel okumuş
olsaydım, kim bilir, Türkiye biyografi tarihine de mütevazı bir katkım olabilirdi;
Müslüm’e, bu kitabını yayımlamamasını söylerdim, bir güzelleme tekrarı olduğunu
söylerdim, önceki güzel araştırma kitaplarındaki konulara ve edebiyat/şiir çalışmalarına
devam etmesini tavsiye ederdim, vs. Aslında Müslüm’ün kitabı çıkmadan evvel de
onunla arada bir İstiklal Caddesi’nde karşılaşıyordum, fakat böyle bir kitap yazdığından
haberim yoktu, bahsetmemişti. Herneyse, olan olmuş…
Evet; Müslüm’ün kitabını (Amara’dan İmralı’ya Abdullah Öcalan, Alfa Yayınları,
İstanbul, 2014. Bundan sonra, yalnızca sayfa numarası verildiğinde Müslüm Yücel’in bu
kitabına atıf yapılacaktır) okumayı bitirdiğimde bende bu duygular vardı: Üstünkörü bir
biyografi; yeni hiçbir bilginin ve/veya sorgulamanın olmadığı bir biyografi; ‘resmi PKK
tarihi’nin süslü cümlelerle tekrarından ibaret bir biyografi… Sonra, bir kez daha okudum;
hayır, maalesef bu kitap yalnızca saydıklarımdan ibaret kötü bir biyografi değildi, aslında
bir dilekçeydi bu kitap… Evet, bir tür ‘kabul -ya da yeniden kabul- talebi mündemiç
arzuhal’.
Gerçi Müslüm bir yerde “kendi adıma hayatımın üçte ikisi Öcalan’ın yazdıklarıyla geçti,
okudum onu hep ve Kürt meselesini kavramamda bana ve benim kuşağıma hocalık etti;
bir abi, amca, dayı gibi. Bir zamanlar insanlar ‘başkan’ derken bile sıkılırdım, içimden
‘abi’ geçerdi, günahıyla sevabıyla ailemden biri; ben ona kızardım, ama biri ona ağır bir
söz söyleyince da canım yanardı. İnsan, bir de kırkını geçince duygusallaşır. Borçlarını
düşünür. Bu kitap biraz da borcu ödemek içindir. Karşılar mı?” (s. 22-23) diyor ve
kitabı dilekçe değil bir tür -aynî ya da nakdî değilse de- fikrî borç ödeme külliyatından
sayıyor. (Ama kitabında hep 'sevap' anlatılmış, bir tek 'günah' yok Öcalan namına ve
biyografisini yazdığı insanın nelerine kızmış olduğunu da öğrenmekten mahrumuz.) Bu
tür alacak/verecek işlerine aklım ermez ve ne neyi karşılar/karşılamaz; bilemem. Fakat
bir 'tediye' evrakından çok, aslında çok sayfalı (584 sayfa) bir dilekçe bu kitap, hem de
pullu… Dilekçelere damga pulu yapıştırma zorunluluğu çoktan kalktı, ama ne olur ne
olmaz diye kitabının son sayfalarına pul da yapıştırmış Müslüm; hem de iki tane…
Bunlara geleceğiz.
Oralara gelmeden, zarf-mazruf bağlamında önce zarfa, yani kitabın ‘biçim’ine bakalım;
içeriğine, yani mazrufa sonra bakacağız. Bazen zarf-mazruf bağlamı birbirine karışırsa,
'vakayı adiye'den sayın onu... Ve eğer zarfı önemsiz sayan okur varsa, sıkıcı bulursa,
direkt mazruf bölümüne geçebilir, sorun değil...
Zarf: Vasat altı
Zarf, epey özensiz. (Kapak hariç; kapak dizaynı fena değil.) Özellikle dipnot
numaralandırmaları bir âlem; dipnotlar her bir sayfada yeniden 1 numara ile başlıyor.
Örneğin bir sayfada üç dipnot varsa, 1, 2, 3 diye sıralanıyor; hemen sonraki sayfanın
dipnotu ya da dipnotları yeniden 1 ile başlıyor. (Böylece, örneğin, dipnotları takip ederek
yazarın kullandığı kaynak sayısını hesaplamak da mümkün olmuyor; pösteki sayar gibi,
sayfa sayfa not edip saymanız gerekiyor. Ayrıca, örneğin, “Müslüm’ün düştüğü 2 nolu
dipnot” desem, hiçbir şey dememiş oluyorum; çünkü bir sürü 2 nolu dipnot var.) Bunun,
metin sayfa şablonuna aktarılırken meydana gelen bir hata olduğunu biliyorum; bunun
fark edilmemiş olmasını özensizlik sayıyorum ve son okuma yapılsaydı fark
edilmemesinin mümkün olmayacağını da biliyorum. Böylece, ‘Öcalan hakkında ilk
biyografi’ gibi pek de doğru olmayan büyük bir iddiayla yayımlanan kitabın son
okumasının yazar ya da bir başkası tarafından bile yapılmadığı sonucuna varıyorum; çok
daha büyük bir özensizlik. Buradaki negatif puanı yayınevinin yanı sıra yazara da pay
etmek durumundayız.
Benzer özensizlik bölüm başlıklarında da var. Ama önce bir ara başlık özensizliği:
Önsöz gibilerinden bir ‘Başlarken’ bölümü ile başlıyor kitap. ‘Başlarken’ başlığı altında
hiçbir metin yazılmadan, aniden ‘Kitap için notlar’ diye başka bir başlık daha atılıyor.
Bunu, 6 ara başlıklı bir metin izliyor. 5’e kadar problem yok; ama 6. ara başlık birden 4
oluyor; özensizlik hanesine yazmak durumundayım…
Birinci bölüm sayfa 25’ten başlıyor ve ‘I. Bölüm’ yazısının yer aldığı bir iç kapakla
duyuruluyor. Ama aynı iç kapak sayfa 163’te de var. Yani iki tane ‘I. Bölüm’ü var
kitabın; yanlışlık elbette. Bunu da elbette özensizlik sayıyoruz.
Geçerken, bunların, yani zarfın, önemli olduğunu belirtmeliyim: Kürt, her alanda,vasata,
hatta vasatın altına razı olmaya alıştırılıyor ve buna itiraz etmek, oldukça önemlidir.
Kürdün de kaliteli kitap okumak hakkıdır, yalnızca içeriğiyle değil biçimiyle de;
kapağından sayfa dizaynına, dipnotlarından kaynakçasına kadar.
Yalnız özensizlik değil özenti de var ve en son sayfalarda, ' Seçilmiş Kaynakça' adı
altında. Daha çok akademik çalışmalarda yer verilen 'selected bibliography' usulüne
özenmiş galiba Müslüm. Tek başına zararı yok. Ama bundan önce, (hele de dipnot
numaralandırmasındaki yanlışlıklar yüzünden izlenmesi mümkün olmayan) kendi
kaynakçasının listesini yapması gerekmez miydi? Kitapta hem seçilmiş kaynaklar hem
de asıl kaynaklar 'Seçilmiş Kaynakça' başlığı altında iç içe yer alıyorlar.
Müslüm'ün 'selected bibliography'sinde tam 248 kitap var. Kitabında kullandığı
kaynaklar da 'seçilmiş kaynakça' listesi içinde. 'Seçilmiş kaynakça', bilindiği gibi,
verilen ve yararlanılan asıl kaynakların haricinde konu etrafında daha fazla bilgi edinmek
isteyenlere yardımcı olmak amacıyla sunulur. 'Benim asıl başvuru kaynaklarımı
biliyorsunuz; ama bu çalışmayı yaparken, alıntı kullanmadım ama, daha derin bilgi için
ben şunları şunları da okudum; size de tavsiye ederim' gibi bir şeydir.
Yazarın asıl kaynaklarının sayısı nedir; hesaplayamadık dipnot kaosu yüzünden. Aşağı
yukarı 50 civarında gibi. Diğerleri, 'seçilmiş kaynakça' oluyorlar. Olsunlar; faydası var,
zararı yok. Ve fakat, bize öyle geliyor ki, Müslüm konu ile ilgili/ilgisiz okuduğu ne kadar
kitap varsa 'seçilmiş kaynakça' listesine almış. Abdulhamit'in 'Hatıralarım'ı da var, Yusuf
Blaşkoviç'in 'Çekoslovakya Topraklarında Eski Türkler'i ve Tevfik Fikret'in 'Bütün
Şiirleri' de. 'Bir biyografi bir insan hayatına dairdir ve insana dair her şey girer işin içine'
diyebilirsiniz ve hatta 'diyalektik ilişki' filan da deyip sınırı iyice zorlayabilirsiniz; o
zaman da insana dair daha binlerce başka kitaptan neden söz edilmediği sorusu akla
gelir. Yani, bu konsepte göre mesela neden John Steinbeck külliyatı, Alis Harikalar
Diyarında serisi ve hatta Doğal Beslenme Yöntemleri kitapları olmasın ki listede?..
'Seçilmiş Kaynakça'da 248 kitap olduğunu söylemiştik. Rekor hangi yazarda dersiniz?
Bildiniz: Öcalan'da... Öcalan'ın tam 15 kitabı, yani bilebildiğimiz kadarıyla kitaplarının
tümü var listede. Zaten kitapta hemen hepsi asıl kaynak olarak da kullanılıyor: Öcalan
hakkında söylenilenlerin çoğunun tanığı/kaynağı, yine Öcalan! Bir biyografide biyografi
öznesinin yapıtlarının öncelikli yer kaplaması tek başına anormal değil elbette;
sorgulamak/eleştirel bakışı yitirmemek kaydıyla. Bunun dışında kaynak kullanırken,
biyografi öznesinin anlatımlarını destekleyenlerden ibaret bir seçmece yapmamak ve
biyografi öznesinin yapıtlarına/anlatımlarına itiraz eden farklı kaynakları da objektif
biçimde kullanmak kaydıyla. Olmayan, bu...
Zarfı hızlı geçelim.
Geçerken, teknik özensizliklerden fikrî özensizliklere değinebiliriz. Mazrufu
tartışacağımız zaman değinmemizin konu bütünlüğünü bozabileceği birkaç fikrî
özensizliğe burada değinmekte yarar var.
Sayfa 166'da 'Bülent Ecevit' adı geçiyor; Müslüm hemen yanına parantez açıp "(19252006)" yazmış. İyi, güzel. Daha doğrusu kitabın bu konuda, yani ölmüş kişilerin doğum
ve ölüm yıllarını belirtme konusunda bir prensibi olsaydı, iyi ve güzel diyebilirdik. Bu
'torpil'i bir tek Ecevit'e yapmış Müslüm; başka herhangi ölmüş biri için yok böyle bir
parantez. Özensizlik mi desem, Ecevit'e lüzumsuz bir özen mi desem...
Bir başka fikrî özensizlik:
"O günden sonra 30 Mart (kara gün) Kızıldere Katliamı olarak tarihe geçer. Katliamın
tek tanığı olan Ertuğrul Kürkçü yaralı olarak yakalandığı halde, hücreye konulur.
Kendisine gazete verilmez, ancak 6 Mayıs günü Kürkçü'ye ilk kez bir gazete uzatılır, ilk
haber şudur: İdam edildiler." (s. 124)
Anlaşılmış olsa gerek, Denizlerin idamından söz ediliyor. Kürkçü'ye verilen herhalde jet
baskı olmalı! Bugünün teknolojisiyle bile 6 Mayıs'ta meydana gelen bir haberi 6 Mayıs'ta
piyasaya çıkmış bir gazete baskısıyla duyurmak neredeyse imkânsızdır. O zamanlar, bazı
gazeteler kendilerince 'sansasyonel' saydıkları haberlerdeki ani gelişmeler için istisnai
olarak 'son baskı' yapardı, evet; ama genellikle İstanbul'da ve akşamları dağıtılırdı. Bu
haberle ilgili herhangi bir 'son baskı' yapıldı mı, emin değilim; emin olduğum tek nokta,
yapılmışsa bile, aynı gün Niğde Cezaevi'ne ulaşmasının imkânsız olduğu...
Kürkçü'den söz etmişken: Sayfa 448'de "Öcalan 94'te Ragıp Duran ve Ertuğrul
Kürkçü'yle görüşür" dedikten sonra, ilgili paragrafın sonunda (yine 1 nolu) dipnota
işaret eder ve dipnotta söyleşinin yayımlandığı kitabı belirttikten sonra şunu yazar:
"Söyleşinin fotoğraflarını gönderdiği için Ertuğrul Kürkçü'ye teşekkür ederim."
'Başlarken' bölümünün sonunda bir teşekkür listesi var Müslüm'ün; kendisine çay ikram
etmiş olana bile teşekkür ediyor orada ve bu listede Ertuğrul Kürkçü yok. Niye orada
yok da bir dipnotta var, anlamış değiliz. Neyse; yazarın keyfi nerede kime teşekkür
etmek isterse orada eder, diyelim. Tamam da; teşekkür nedeni okuru ilgilendiriyorsa
teşekkürü yazmak bir anlam taşır. Oysa buradaki teşekkürün nedeni ("söyleşinin
fotoğrafları") okurla paylaşılmış değil. Evet; kitabın 352. sayfasından hemen sonra 16
sayfalık bir fotoğraf bölümü var (ve fotoğraflar, kaynak belirtilmeden kullanılmış; bu da
ayrı bir özensizlik ve haksızlık), fakat bu fotoğraflar arasında "söyleşinin fotoğrafları"
yok. Olabilir; teknik nedenlerle vb Müslüm o fotoğrafları kullanmamış olabilir. İyi de,
okurla paylaşılmamış fotoğraflar üzerinden bir teşekkürü okura yansıtmak biraz tuhaf
değil mi?..
Bir başka konudan devam edelim. Müslüm anlatıyor: "Apocular dış görüntüleriyle bile
bu tarihte (1977'den söz ediyor -BN) dikkat çekerler. Parka giyen, Esem Sport marka
ayakkabıyla dolaşan ve vururuz demeyen, gerçekten vuran tiplerdir." (s. 268)
Parkayı yalnız onlar giymezdi, bu anlatım problemli; ama spor/sportif ayakkabı konusu
içerik itibariyle doğru, fakat orada da marka yanlış: 'Esem' değil, 'Mekap' idi o tarihten
itibaren uzun süre giydikleri ayakkabı markası.. Hatta Bucaklarla çatışmaları döneminde
o civarda kimi köylülerce 'Mekaplılar' diye anılırlardı. Bir söylentiye göre 1977'de UrfaDiyarbakır karayolunda bölge mağazalarına ayakkabı taşıyan bir TIR'ı durdurup içindeki
tüm Mekap'lara el koymuş ve üyelerine dağıtmışlardı; ayakkabının rahat harekete,
koşmaya vb uygun yapısı hoşlarına gidince de devam etmişlerdi 'Mekap' ayakkabı
kullanmaya.
Aslında 'Esem', 'Mekap'a rakip olarak çıkmıştı. 'Esem'in ilk üretimi 1977'dedir; ama
'Esem' spor ayakkabılarının yaygın tanıtım ve dağıtımı 1978 sonu ve 1979'da başlar. Çok
geçmeden 'Esem', bu branşta rekabetten fazla bir sonuç alamaz ve daha çok terlik
üretiminde iddialı olur; daha sonra tekrar döner sportif ayakkabılara vs, vs... Lafı
uzatmadan diyeceğimi diyeyim: Bir biyografide, söz konusu liderle özdeşleşmiş örgüt
anlatılırken, hiç değilse somut olgularda yanlışlıklar yapılmamasını talep etmemiz çok
mudur? Hani hem de anlatan, bir borç ödeme azmi ve yakınlığındayken?..
Mesela o yakınlıktan bakınca aşağıda aktardığı farklı adlandırmanın sebebini de bilmesi
ve bizi aydınlatması gerekirdi: "Öcalan 1981 yılında yanında bulunan 80 kadroyla ilk
konferansını yapar. Bu konferans kimi zaman kongre kimi yerlerde toplantı olarak da
geçer." (s. 356)
Müslüm anlatmıyor ama biz biliyoruz: Kaynaklardaki tarif farklılığının nedeni, daha
sonraları, 90 sonraları, bir gelenek haline gelen işleyişten doğan kafa karışıklığıdır ve
şöyledir: 90'ların ortalarından itibaren, Öcalan, artık PKK kongrelerine katılmaz. Kongre
öncesi bir 'konferans' toplanır; Öcalan, yalnızca kongre öncesi düzenlenen bu
konferanslara katılır ve hemen ardından düzenlenecek kongreye sunulacak önemli
kararların tümü yalnızca o konferanslarda alınır. Sonraki kongreye kalan, önceden
belirlenmiş kararları tartışarak kabul etmektir ve işte bu kalan kısma Öcalan katılmaz.
Bu işleyişin 80'lerde de olduğunu varsayanlar, söz konusu toplantıyı nitelemede farklı
kelimeler kullanmış olabilirler: Karışıklığın asıl nedeni bu olsa gerek.
Zarf, mazrufa tesir eder mi?.. Uzun bir tartışma bu. Tartışılmayacak ilişki ise ikisinin
sınırlarının bitişik olduğudur. Dolayısıyla, sınır ihlalleri mazur görülmeli; burada
mazrufa el uzatıp minik bir parça alabiliriz, zarfa binaen...
Bir dipnotta (tabii ki bunun da numarası 1) Müslüm, İbrahim Kaypakkaya ve
arkadaşlarının THKO'luları ihbar eden muhtar Mustafa Mordenizli'yi öldürmelerini
anlatan bir romandan söz eder: "Muhtarın öldürülmesi Muzaffer Oruçoğlu'nun yazdığı
bir romana da konu olmuştur. Roman çok zayıftır; tek kelimeyle şiddet estetize
edilmiştir." (s. 125)
Hemen zarfa dönelim; en son Müslüm'ün bize söylediği şuydu: "Apocular (...) vururuz
demeyen, gerçekten vuran tiplerdir."
İki problem var: Birincisi, Müslüm, biyografisi boyunca "gerçekten vuran tipler"in
liderinin bu "vur"maları yaptırdığını daima es geçmektedir; mesela biz, eski tüzüğünde
idam cezası bulunan PKK'nin iç idam hükümlerinin Öcalan'ın nihai kararı sonrası infaz
edilebildiğini bu kitapta okumaktan mahrum durumdayız. Böylesi bir mahrumiyete razı
olabilirdik, eğer tersinden güzelleme çabaları olmasaydı... İkincisi ve dipnotuyla
geçerken eleştirdiği roman mevzusuyla bağlantılı problem de az-buz değildir: "vururuz
demeyen, gerçekten vuran tipler" betimlemesi şiddeti estetize etme alanından/civarından
ne kadar uzak sayılabilir ki? Haydi diyelim bunu olgusal bir tespit saydık ve
uzaklaştırmaya çalıştık şiddeti estetize etme alanından; peki şuna ne diyeceğiz: "PKK,
Urfa'da ateşe atılmıştır ve 12 Eylül ile ateş daha bir harlanmış ve ortalık cehennemden
beter olmuştur. Bu yüzden sıkça PKK için 'İbrahimi bir hareket' tanımlaması yapılır.
İbrahim ve Öcalan arasında da sıkı bir ilişki kurulur. İbrahim, Nemrut; Öcalan, Kenan
Evren ile kıyasıya bir savaşa tutulur. İbrahim putları kırar, Öcalan sömürge teziyle
mevcut sistemin dayattığı 'Herkes Türktür' anlayışını." (s. 367-368) Eh, daha ne olsun!..
Yalnızca şiddeti estetize çabası da yok burada; Öcalan'a uhrevî/ilahî bir özellik atfetme
alışkanlığının izleri daha baskın. Öcalan'a ilahî güç ya da sıfatlar atfetme alışkanlığı,
90'lı yıllardan sonra başladı. Örneğin, Yeni Akit gazetesinin 22 Nisan 2011 tarihli
nüshasında, Ali Haydar Kaytan'a ait olduğu iddia edilen bir ses kaydı yayımlanmıştı,
tekzip edilmeyen o habere göre Kaytan, şöyle diyordu: "Tek tanrılı din geleneği
İbrahim’in geleneğidir: İbrahimî gelenek. İbrahimî gelenek, aynı zamanda PKK’nın
kendisini devamı saydığı bir gelenektir. Önderliğin deyişiyle PKK, peygamberlik
geleneğinin yeniçağa uyarlanmış biçimidir. Önderlik de bir bakıma ‘Çağdaş İbrahim’
oluyor. Önderliği dinlediğinde, kitleler, halkımız diyordu ki: Bu aslında yeni bir dindir.
Önderlik kendini sosyalist olarak algılıyor ama dinde de bir sosyalizm var. Reel
sosyalizmle bağını kurmuyor, farkını görüyor ve o bilgelikten yola çıkarak diyor ki:
Apoculuk yeni bir dindir. Adeta onu, dinlerin olumlu özelliklerinin üst düzeyde bir
sentezi anlamında yeni bir din olarak adlandırıyordu.”
Demek ki ve üstelik, Müslüm'ün olumlayarak aktardığı 'İbrahimi bir hareket'
tanımlaması Kenan Evren'in 'Nemrut'a, Öcalan'ın hz. İbrahim'e benzetilmesinden ibaret
ve o dönemde kalmış bir tanımlama da değilmiş; daha 'derin' ve 'ilânihâye' imiş.
Okumuş-yazmışlar böyle yapınca, Barış ve Demokrasi Partisi'nin (BDP) 24 Nisan 2011
günü Diyarbakır'da düzenlediği mitingte bir Kürdün elinde 'Pêxemberê Kurda Serok
Apo' pankartını görmek bizi şaşırtmıyor... (Söz konusu pankart fotoğrafı 25 Nisan 2011
tarihli birçok gazetede yer aldı.)
Dil'i iyi bilir Müslüm; kelimelerin yüklendiği anlamları da... Gerisini okur vicdanına
havale edelim ve geçelim.
"Politik anlamda bunlar yaşanırken (90 başlarından söz ediyor -BN) kültürel cephede
serhildanların içi, yapılan şarkılarla boşaltılır. (...) Açıktır. Abartılı anlatım sanatı
zorlar. Bir dönemin Almanya'sında 'Viva la muerte' (yaşasın ölüm) vardı. Bu söz, yüksek
sesle söyleniyordu, şarkı gibi. O dönem estetik bir emirdi, iç değil dış önemliydi ve
sanatçı, askerdi!" (s. 388-389)
Düzeltmeye çalışalım: 'Viva la muerte' Almanca değil, İspanyolcadır; 'olay mahalli' de
Almanya değil, İspanya'dır, İspanya iç savaşında faşistlerin kullandığı bir slogandır...
Ayrıca, o dönemin sanatçıları ne kadar 'asker'di, tartışılması elbette meşru bir konudur
bu. En az tartışılabilecek olan ise, o tarihten (1936-1939) sonra dünyanın estetikte aldığı
bir hayli yoldan sonra, hem de epey sonra, 'bizim' mahallemizde çok daha 'asker
sanatçılar' gördüğümüzdür ve üstelik halen de görüyor oluşumuzdur...
Hâlâ zarftayız ve fikrî özensizlikler bahsindeyiz ve zararı yok aşağıdakini de zarftan
sayıyoruz: "Suriye, Osmanlı hakimiyetinden sonra (1918'e kadar) Fransa'nın
hakimiyetinde kaldı ve bu hakimiyet 1946 yılına kadar sürdü (...) Kürdistan ile ilgili
kararlar Londra Konferansı'yla (1921) alındı ve daha sonra bu kararlar (1923) yeniden
düzenlendi; Kürtler İran, Irak, Suriye ve Türkiye arasında dörde bölündü." (s. 309-310)
Ne anlıyoruz bundan? Kürtlerin, daha doğrusu Kürdistan'ın İran, Irak, Suriye ve Türkiye
arasında bölünüş tarihinin 1923 olduğunu.. Doğru mu? Elbette değil, büyük bir yanlış
ya da büyük bir fikrî özensizlik. Müslüm'ün de bilmesi gerektiği gibi Kürdistan o tarihte
dörde bölünmedi; 'Osmanlı Kürdistanı' üçe bölündü Irak, Suriye ve Türkiye arasında.
Kürdistan'ın ilk (ve ikiye) bölünüş tarihi 17. yüzyıla uzanır, Osmanlı ve Safevi
imparatorlukları arasında...
Şu da var:
Sayfa 311'de bir dipnot (1 nolu): "Avrupa'nın bölgede söz sahibi olması Irak, Türkiye ve
Suriye'nin ulusal bütünlükleri adeta Kürtlere bağlanıyor ve Kürtler arası kan davaları,
aşirete bağlı bir yapının desteklenmesiyle besleniyordu. (Cümle düşüklüğü yazara ait BN) Kürtler, Kürt olarak değil aile ve aşiretlerin adlarıyla anılır. Bu onlara şeref ve
gurur veriyordu. Oysa aristokrasi Avrupa'da dilin; burjuvazi ticaretin omurgasını
oluşturuyordu. Kürtlerde aristokrasi kendini yaşatmanın, burjuvazi Arap, Türk ve Fars
ekonomisine eklemlenmenin bir aracı olmuştur."
İnsan, bilmediği ya da az bildiği konularda dörtnala at koşturmamalı, değil mi: Hangi
aristokrasi 'kendini yaşat'maz?.. Müslüm, Kürt aristokrasisi dışındaki aristokrasilerin pek
bir toplumsever olduklarını, varlarını yoklarını dilin gelişmesine filan harcadıklarını mı
zannediyor?.. Ayrıca aristokrasi-dil ilişkisinde kurulan formülasyon asıl olarak burjuva
ilişkilerin tomurcuklanmasına tekabül eder ve Batı'daki (dili de geliştiren) kimi sanatedebiyata açık 'aristokrasi' örnekleriyse bu ilişkiler ağıyla bir şekilde uyumlulaştıkları
ölçüde söz konusu açıklığı sergilerler; Müslüm'ün yakinen duymuş olması gereken
İngiltere'deki Viktorya hanedanı gibi. Dili yetkinleştirenin ve bu yolla da 'millet'
kavramına su taşıyanın 'burjuva'nın doğum süreci olduğu, burjuva ilişkilerin şafağı
olduğu, bilinir...
Öte yandan, 'millet' düzeyine/algısına ulaşmamış/henüz ulaşamamış halk topluluklarının
aile, klan, aşiret gibi bağları önemsemeleri niçin yadırgansın ki; onlar açısından o zaman
kesitinde 'üst kimlik', doğal olarak, bunlardı. Hatta bu tür eski 'üst kimlik' izleri bugünün
Avrupasında bile görülebilir. Bir tek aile ya da aşiret adına işaret etmese de, 9. yüzyıl
başında oluşan Hamburg şehrinin resmi adı hâlâ 'Die Freie und Hansestadt Hamburg'dur
('Bağımsız Hansa Şehri Hamburg'). 'Hansa', zamanın 'Hansa birliği'nden gelmektedir ve
'Alman milleti' öncesi bir başka 'üst kimliğe' gönderme yapmaktadır; halen tek başına
eyalet olan bu şehrin eyalet bayrağı bile o dönemden semboller taşır...
'Bizim burjuvamız'ın "Arap, Türk ve Fars ekonomisine eklemlenme"leri mi:
Eklemlenmenin günümüzdeki türlü çeşitli halleri bir yana, klasik anlamda, devletiniz
olmazsa olacağı budur; ekonomi ve 'pazar' denilen olguyla siyasal egemenlik arasındaki
bağ ve ilişki görülmeden atıp tutmanın, sanki 'eklemlenme' öylesine ahlaki/keyfi bir
seçimin sonucuymuş gibi gösterip sızlanmanın âlemi yok.
Ayrıca bu cümlelerdeki oryantalist bakışa dikkatinizi çekerim: Hele de günümüzde ve
hele de 'bizde', oryantalist bakışın hiç mi hiç âlemi yok...
Şu ilginç hikâyeye de bir göz atalım:
"Bu dönem (1978 -BN) Iraklı bir Kürt lider Libya'ya gider. Burada yoğun bir Kürt
nüfusu vardır. Kürt lider burada Kürt işçilerle uzun uzun sohbetler etmiştir ve bu tarihte
Trablus'ta çalışan pek çok işçi kendi aralarında para toplayıp vermişlerdir ve bu lider
paraya hiç dokunmadan Beyrut'a gelmiş, hepsini Ali'ye vermiştir. Ali derin bir nefes
almıştır. Bu, Talabani'dir." (s. 329)
Tam anlaşılması için aynı sayfada bunu önceleyen iki paragrafa da göz atalım: "Öcalan
Şam'da Ali olarak bilinir. Talabani de Türkiye'de Apocuları; Suriye'de onlar adına
çalışan Ali adında birini duyar."
Güzel. Bir sayfa öncesinde de o tarihlerde KDP-KYP geriliminin ve çatışmasının
yaşandığı anlatılır. Bu da güzel.
Problem şu: Tüm Ortadoğu'da kurnazlığıyla meşhur birinin Ali'nin Öcalan olduğunu
bilmemesi imkânsızdır; olsa olsa, çok sık yaptığı gibi, bilmemezlikten gelmiştir. Bu
'dokunulmadan verilen para' meselesini KDP'ye karşı KYB'nin müttefik arama
çabasından başka bir şeye yormak mantıklı değildir. Bu tarih yazımında ciddi problemler
var ve bunun nedeni Müslüm'ün hiç sorgulamadan/araştırmadan Öcalan anlatımlarına
dayanması ve/veya olduğu gibi aktarmasıdır. Sorgulama ve araştırma yoksunluğunun
nelere yol açtığını mazrufa bakarken de görebileceğiz.
Dikkat ederseniz daha sık ihlal etmeye başladık mazruf sınırını. Ama dedik ya; zararı
yok, bazı şeyleri zarftan, zarf genellemesi dahilindeki fikrî özensizliklerden sayalım...
Şunu da mesela:
"Hafız Esad muhaliflerine karşı acımasızdır. Ancak Suriye hükümeti, başta Hafız Esad
olmak üzere Filistin meselesine olan duyarlılık ve sol söylemden (Filistin etkisiyle)
PKK'ye ve diğer Kürt ve sol gruplarına sempatiyle yaklaşır." (s. 357-358)
Demek ki neymiş: Esad-Öcalan ya da Suriye-PKK ilişkisi tamamen duygusal nedenlere,
"Filistin meselesine olan duyarlılık ve sol söylem"e dayanıyormuş!.. Geçerken merak
ettiğim ise, yakın tarihe birazcık ilgi duyanların bile kolayca öğrenebileceği, hatta hâlâ
birçok yaşayan tanığın bulunduğu bir olgu hakkında Müslüm'ün niçin böylesi bir
çarpıtma içine girmiş olduğudur; Müslüm, neyin uğruna okurlarının zekâsına hakaret
ediyor?..
Yazılan şudur: Bir; Hafız Esad muhaliflerine karşı acımasızdır. Diktatör demeye dili
varmıyor Müslüm'ün tabii. İki; Esad Filistin meselesine duyarlıdır. Üç; Esad sol söylem
kullanır ve bunun nedeni onun üzerindeki Filistin etkisidir. Dört; iki ve üç'ün sonucu
olarak, PKK'ye ve diğer Kürt ve sol gruplara sempati duymuştur. İşte tüm o tarih bu
kadar kolay ve basittir! Öyle midir?..
Meşhur fıkranın sonudur, bilirsiniz: 'Neresini düzelteyim: Hazreti Davud değil hazreti
İbrahim; kız değil erkek; Ayşe değil İsmail; Azrail değil Cebrail; keçi değil, koç...'
Bir: Öyle 'muhaliflerine acımasız'la es geçilecek birinden/bir yönetimden söz etmiyoruz;
bir muhabarat devletinden ve diktatörlükten söz ediyoruz.
İki: Bu diktanın direkt mağdurlarından biri Rojava Kürtleridir. Bilmez mi bunu Müslüm;
elbette bilir. Şiir diliyle hatırlatalım bir de: "Feleğin rüzgârı ve kara bahtlıların ülkesi /
Güzeldi. Çok güzeldi. / Kör acılardan, matemlerden bir ağaç. / Acı ve hain bir tarihin
vurgunuydu. / Feleğin fırtınası bize yönelince, dağların dostu oldu. / Kar eridi, sel oldu,
dalgalar yükseldi..." (Helîm Yûsiv, Ava Şîn -Ölüler Uyumaz, Avesta Yayınları.)
2002 ya da 2003 idi; yukarıdaki dizelerin yazarı şair, Diyarbakır'ı ziyaret etmişti ve bir
söyleşide Suriye'de Kürtçe kitap yayımlamanın neredeyse imkânsız olduğunu
anlatmıştı; kendi kitaplarını Suriye dışında komşu ülkelerde bastırdığını ve kitaplarını
kaçakçıların yükleri arasında Suriye'ye sokmaya çalıştığını; yakalandıklarında 'kaçak
mal' muamelesi gördüğünü vb anlatmıştı. Fazlasını yine aynı şair, bu kez 2011 tarihi
itibariyle anlatsın:
"Esat, beyaz jenosidi Kürtler üzerinde uygulamıştır. Arap yapma projesini Kürtler
üzerinde uygulamıştır. Kürtleri bütün haklardan paysız bırakmıştır. PKK'ye toleranslı
yaklaşmasının farklı bir anlamı vardır. PKK’yi Türkiye iktidarına karşı kullanmak
istemiştir. Siyasi, coğrafi, tarihi ve su çelişkilerini bu yolla çözmeye çalışıyordu. (...)
Şöyle tanımlayabiliriz. PKK ve Esat ilişkisi karşılıklı çıkarlar üzerine kurulmuş, Esat
rejimi PKK'yi Türkiye'ye karşı kullanıyordu. Aynı zamanda içte de kendi Kürtlerine
karşı kullanıyordu. Evet rejimin bu emelleri sonuna kadar gerçekleşmedi. Çünkü
Öcalan ve PKK Suriye rejiminin onlara verdiği imkânlarla askeri güçlerini büyüttüler.
Aynı zamanda örgütlenme çalışmalarını Suriye Kürtleri içinde genişlettiler. Kürt
toplumu siyasetten uzaklaşmıştı Kürt halkını askeri ve siyasi çalışmaların içine kattılar.
Kürtler ulusal uyanışlarını gerçekleştirdiler. Sonuçta binlerce Kürt genci gerilla
saflarına akın etti. Binlerce şehit verdiler. Öcalan’ın Suriye'de kalması Suriye
Kürtleri’nin Kuzey Kürtleriyle tanışmasına vesile olmuş ve ulusal değerler oluşmuştur.
Siyasete yeni bir renk kattılar. Kürt siyaseti daha bir ciddileşti. Suriye Kürtleri açısından
PKK'nin yarattığı olumlu etkilerdir. Suriye Kürtleri için olumsuz sonuçları da olmuştur.
Bütün Suriye Kürtlerinin aktivitesini Kuzey'e yönlendirdiler. Suriye’deki Kürt sorunu
unutuldu." (http://www.kurdistan-post.eu/tr/roportajlar/helim-yusiv-ile-kurdi-turkcesoylesi-hulya-yetisen)
Demek ki neymiş: 'Filistin meselesi ve sol söylem' dışında da, hem de daha makul bir
şekilde, açıklanabilirmiş o ilişki...
Belirtmeye lüzum var mı: Esad dönemi, 'Kimliksiz Kürtler' dönemidir de. Arapça
'mektum' dedikleri yaklaşık 200 bin 'kaydı yok' Kürt'ten söz ediyoruz...
Bilen bilir: Suriye üstüne laf etmeksizin Suriye'de isterseniz bağımsız Patagonya devleti
kurmayı amaçlayan örgüt bile kurabilirdiniz. Suriye'deki Kürtlerden söz etmemek
kaydıyla Kürt örgütlerine de bu 'özgürlük' açıktı. Ancak, her Newroz kutlamasında
evvelemir Esad'a şükranlar sunmak kaydıyla...
Artık bitirelim bu bahsi ve üç: Esad üzerinde Filistin etkisi de nereden çıktı, anlamak
mümkün değil, devletsiz Filistinlilerin bir devleti etkileme güçleri ne kadar olabilir ki;
Esad üzerinde Filistin etkisinden değil Filistinli birçok örgüt üzerinde Esad etkisinden
söz edilebilirdi... Ayrıca ve yeri gelmişken belirtelim, genel bir eğilim olarak
Filistinlilerin Kürtleri sevmedikleri herkesin bildiği bir sırdır; Saddam muhabbetleri
dolayısıyla... Bu dolaydan hareketle, Filistin hareketine sempatiyle yaklaşanın Kürt
hareketi için pek de hayırhah bir tutum almayacağını söyleyebiliriz; aldıysa, başka
saikler aranmalıdır... Sol söylem mi: Bu söylemin de genel olarak Kürt'e tatlı hatıralar
bırakmamış olduğunu biliyoruz. Yanisi şu: Filistin ve sol aşkı uğruna Esad PKK'yi
desteklemiştir derseniz, eğer okurlarınızın zekâsına kem gözle bakmıyorsanız, büyük bir
çam devirmiş olursunuz...
Yalnızca bu bahsi değil, başka bir küçük değinme sonrası artık zarfı incelemeyi de
bitirip, mazrufa geçelim. Zarfa ilişkin değineceğimiz son defo şöyle:
“Sakık, (…) PKK’ye destek veren gazeteciler, siyasetçiler, insan hakları savunucularını
ihbar eder. Cengiz Çandar, Mehmet Ali Birand, Hasan Cemal gibi gazetecilerin isimleri
ortalıkta gezer. Sakık’a göre PKK, gazetecilere para verir ve onlar Öcalan’ın
istediklerini yazarlar.” (s. 463-464)
PKK'nin bir zamanlarki efsanevi komutanı 'Parmaksız Zeki'den, Şemdin Sakık'tan, ve '28
Şubat süreci'nde ortaya atılan bir iddiadan, 'andıç'tan, söz ediyor Müslüm. Ama öyle bir
kesinlikle, öyle bir 'tırnaksızlık'la (tırnak içine almadan ve herhangi bir kaynağa
dayandırmadan) söz ediyor ki, Müslüm'e göre bu (başka birçok konuda yaptığı gibi) bir
iddia değil, gerçeğin ta kendisi...
Oysa ortaya çıktı ki, jandarma'daki sorgu sırasında söz konusu ifadelerin yer aldığı bir
metni imzalaması için zorlanıyor Şemdin Sakık ve fakat imzalamıyor; buna rağmen
Genelkurmay, bu ibareleri gazetelere uçuruyor ve gazetelerin apoletsiz generalleri
yayımlıyor bu 'andıç'ı.. (Detaylar için örneğin bkz.
http://www.radikal.com.tr/radikal.aspx?atype=haberyazdir&articleid=986693)
Peki Müslüm niçin tek yanlı ve foyası ortaya çıkmış doğrultudan bakıyor o olaya hâlâ?..
Neden bu ifadelerin düzmece olduğunu söyleyen -başta konunun direkt muhatabı
Şemdin Sakık olmak üzere- kimselerin görüşlerine de yer vermiyor?.. Şemdin Sakık
'itirafçı' diye mi tenezzül etmiyor onun konuyla ilgili yaşadıklarını/iddialarını aktarmaya?
Ama objektivitede 'ben beğenmediğim kişilerin görüşlerine yer vermem' keyfiyeti
olamaz ki... Böylesi bir keyfiyet, bu konuda, Müslüm okurlarının da Müslüm tarafından
'andıçlanma'ya çalışılması sonucunu doğuruyor...
Şu notu düşmekte yarar var: Söz konusu olayda ya da bu eleştiri yazımın herhangi bir
yerinde, Müslüm'ün kitabında adı geçenlerle ilgili değilim; mesela az önce benim derdim
Şemdin Sakık'ı aklamak ya da karalamak değildi. Ben, Müslüm'ün kitabını masaya
yatırıyorum, orada adı geçenleri değil. Dolayısıyla, mazrufa adım atarken de belirtmiş
olayım: Biyografi öznesi kişiyi de tartışmayacağım; kitap kapsamı ve biyografi
yazımının zorunlu faktörleri haricinde. İki nedenle: Birincisi, alternatif bir Öcalan
biyografisi yazıyor değilim; yazılmış olanı değerlendiriyorum, eleştiriyorum. İkincisi,
Öcalan'ı ve kendisiyle özdeşleşmiş örgütünü politik olarak eleştirmek ya da savunmak
başka başka politik çalışmaların işidir (ki, ilkini, yani eleştirmeyi, birçok yerde yaptım
ve yapıyorum); buradaki değinmelerim bu biyografi kitabı nedeniyledir, biyografide
anlatılanlarla -ve tabii ki bir biyografi kapsamında, anlatılmayanlarla da- sınırlıdır ve
elbette ki biyografi yazarına yöneliktir.
Mazruf: Estetik yağcılık
Aslında daha girişte Müslüm, zarfın içindekine dair, yani biyografi kitabının mazrufunun
nasıl olduğuna dair, bizzat kendisi çok güçlü bir ipucu veriyor: "Kendi adıma biyografiyi
yazarken yansız görünmeye/olmaya çalıştım." (s. 16)
Çok açık: Müslüm, "yazarken yansızdım" demiyor, diyemiyor... "Yansız
görünmeye/olmaya çalıştım" diyor ki, kesme işaretinin sağı ile solu aynı şey de değil.
Eğer yalnızca "yansız olmaya çalıştım" deseydi, biz buradan Müslüm'ün yanlı olmak
için bir dizi sebebinin olduğunu ve fakat bu yanlı tutumdan uzak durmaya çalıştığını
anlardık; bu bile, kitabı kuşkuyla okumamız gerektiğini anlatırdı. Ama Müslüm bir de
"yansız görünmeye çalıştım" diyor ki, bu başlı başına bir fecaat: 'Ben yanlıyım, ama
yansız bir görüntü vermeye çalıştım; numara yaptım açıkçası' mealinden başka nedir ki
bu?..
Devamında, ne olduğu pek anlaşılmayan ama durumunu kurtarmayı umduğu bir cümle
geliyor: "Gerçeklik yan tutar bu yüzden arada denemelere yer verdim." Ne bu?..
Denemelere yer verilmesinin nedeni gerçekliğin yan tutması mıdır?.. Ne alâka?..
Bu anlamsız cümleyle Müslüm "yansız görünmeye çalışma"sına "gerçeklik yan tutar"
gibi tumturaklı fakat lüzumsuz bir dayanak arar gibidir, ama dayanmak mümkün değildir
artık herhangi bir şeye önceki itiraftan sonra ve dayanmak isteyeceğin tüm kelimeler
çöker artık... "Arada denemelere yer verdim" sözü ise, kitaptaki pek çok güzellemeye
olası eleştirileri "ama onlar deneme!" benzeri bir manasızlıkla önceden karşılamak ister
gibi duruyor; bizi ilgilendirmiyor...
Kısacası, "biyografiyi yazarken yansız görünmeye/olmaya çalıştım" cümlesinden sonra
biz nasıl bir kitapla karşı karşıya kalacağımızı önceden öğrenmiş oluyoruz.
Müslüm, aslında, Mehmet Can Yüce'nin PKK'li iken yazdığı 'Doğudan Yükselen Güneş'
kitabının bir başka versiyonunu yazmış gibidir, olguların çoğu aynen ve fakat farklı
betimlemelerle tekrarlanmaktadır; farkı, Öcalan'dan söz ederken 'Güneşimiz' ya da
'Başkan' dememesidir; böylece 'yansız' olduğu ve/veya ciddi bir biyografi yazdığı
izlenimi uyandırmaya çalışmaktadır. Bir yönüyle, M. Can Yüce'nin kitabı daha masum
durmaktadır: Yüce'nin kitabının bir tür sipariş üzerine yazıldığı bellidir, taraflı olduğunu
hiç inkâr etmemektedir, "yansız görünmeye çalışma"maktadır ve okurun herhangi bir
şekilde -bu anlamda- kandırılmaya çalışılması söz konusu değildir. Doğrudur: "Bazen
sipariş üzerine biyografiler yazılabilir. (...) Resimde nasıl sipariş ressamın yaratıcılığını
öldürürse, edebiyatta da (roman ve şiirde de) sipariş yaratıcılığı öldürür." (s. 14) Ve
fakat gelen soru şudur: Ortada bir sipariş bile yok gibi gözükürken objektif olmayan,
sorgulamayan, güzelleme yüklü biyografiler neleri öldürür?..
Üstelik M. Can Yüce'nin kitabı artık yok hükmündedir. Yazarı, "Heyhat! Yanıldık,
yanıltıldık, yanıltmanın aracı yapıldık" diyerek önceki yazdıklarının ve özellikle söz
konusu kitabının üstüne bir çizgi çekmiştir. Fakat Müslüm, etik ilkeler bakımından saygı
duyması gereken bu çizgiyi yok saymış ve yok hükmünde olan bir kitaptan alıntılar
yapmakta bir beis görmemiştir; ahlaki bir sorunla karşı karşıyayız. Üstelik Müslüm bu
gerçeği bildiği ve kitabında da belirttiği halde: Sayfa 221'de M. Can Yüce'nin söz
konusu kitabından yok hükmünde bir başka alıntı yaptıktan sonra, aynı sayfanın (tabii
yine 1 nolu) dipnotunda "Yüce, Doğudan Yükselen Güneş, s. 382" diye kaynak
belirttikten sonra, dipnotu şöyle devam ettiriyor: "Can Yüce büyük bir hayranlıkla
anlatır Öcalan'ı, ama 1999'dan sonra, 'Heyhat yanıldık' der ve Mahsun Hayri Pir
imzasıyla bir başka kitap yazar: Bkz. Can Yüce, Bir Yanılsamanın Sonu, Komal
Yayınları, İstanbul 2000." Bu dipnottan sonra da yok hükmündeki kitaptan alıntılarına
devam eder...
Ayrıca, M. Can Yüce 'Bir Yanılsamanın Sonu'nda yalnızca "heyhat yanıldık" demez,
şöyle gelir oraya: "Öcalan’ın tek kişiyi, kendini esas alan keyfi ve sorumsuz yönetiminin
teorileştirilmesine, kültürünün oluşmasına, yerleşmesine katkı sunduk, hizmet ettik,
'Güneş' kavramıyla soyutladık, gökyüzüne çıkarma serüvenine katkıda bulunduk. Bu
yaklaşımımızın içinde bilim dışı öğeler olsa da inanarak yaptık, devrimci kaygılardan
hareket ettik, hiçbir hesap ve beklenti içinde olmadan... Devrim ve sosyalizme hizmet
etme tutkusu bu noktada harekete geçiren temel etken ve dürtü oldu. Ama H E Y H A T !
Yanıldık, yanıltıldık, yanıltmanın aracı yapıldık! Meğer 'Doğu’da Yükselen Güneş'imiz
Öcalan koca bir yanılsamaymış!" (http://www.sosyalist-kurd.net/yazarlar/m-canyuece/192-bir-yanilsamanin-sonu.html)
Alıntıladığı 'Doğudan Yükselen Güneş', artık yok hükmünde olsa da, bir Öcalan
biyografisiydi; propaganda ve güzelleme yüklüydü. (İyi de, Müslüm'ünki ne taşır ki?..)
Dolayısıyla, geçerken bir kez daha vurgulamış olalım: Müslüm'ün "Bu kitap Abdullah
Öcalan'ın ilk biyografisidir" (s. 15) iddiası doğru değildir. Örneğin, Mahir Sayın'ın
'Erkeği Öldürmek' ve Yalçın Küçük'ün 'Kürt Bahçesinde Sözleşi' kitapları ağırlıklı
olarak biyografik özelliklere sahiptirler ve onlar da güzelleme yükü taşırlar. Öte yandan,
Öcalan'ın konuşmalarının kitaplar haline getirildiği 'İlk Konuşmalar' ve 'Politik Rapor'lar
da, kimi bölümleriyle, otobiyografik ve biyografik epey anlatıya sahiptirler. Daha
önemlisi, PKK tandanslı tv kanallarında da bazı Öcalan biyografileri dokümanter filmler
halinde defalarca yayınlanmıştır. Zaten Müslüm tüm yukarıda saydıklarımıza sık sık
başvurmaktadır; süzgeçten geçirmeden/sorgulamadan bolca alıntılamaktadır ve hatta
çoğunlukla alıntı olduğunu belirtmeden yinelemektedir. Kitabında bunlarda yer
alanlardan farklı ve yeni herhangi bir bilgi yoktur; köyünden/çevresinden birkaç
görüşme dışında ki, bunlar da ya zaten bilinen şeyleri yinelerler ya da 'büyük adam
olacağı o zamanlardan belliydi' tadında şeylerdir. Zaten böyle olmasaydı nereden
bilebilirdik ki Müslüm'ün yazdıklarını daha önceden bildiğimizi...
Burada, Müslüm'ün verdiği hemen hemen tüm bilgilerin daha önce yazılmış olduğunu
motamot sergilemek istemiyorum; bu, yazıyı gereğinden fazla uzatır. Meraklısı
karşılaştırabilir. ('Hemen hemen'e bir mim koyun, yeni gibi görünen cüzi birkaç bilginin
ise epey sallantılı olduğunu görebileceğiz.)
Her biyografi elbette biyografiye konu kişi hakkında hiç bilinmeyen yepyeni bilgiler
içermeyebilir; bu, tercih edilenidir, ama özellikle hakkında çok şey yazılmış olan ünlü
kişiler için yepyeni bilgiler bulmak bir müddet sonra kolay değildir. Bu durumda kimi
biyografiler kişinin bir boyutuna daha fazla ışık tutar; kimileri kişinin kendi hakkında
yansıttıklarını tartışır; kimileri kimi hayat çizgilerini/dönemeçlerini sorgular; kimileri
kişi hakkında var olan yargıları masaya yatırır, vs. Ve bu durumların her birinde aslında
yeni şeyler öğrenmiş oluruz. Müslüm'ünkinde bunlar da yok: Bilgilerin tekrarı eşliğinde
güzellemeler; 584 sayfalık bu kitabı elinizle sıkın, damlayacak olanlar bunlardır, başka
bir şey değil.
Üstelik en önemli olgu, biyografi öznesine adeta içkin olgu, 'önderlik' olgusu bile
masaya konmamış. Tabii bu olguya nereden ve nasıl gelindiği de.
Öcalan anlatılırken PKK'nin anlatılmaması mümkün değildir; bu, tersinden de doğrudur,
çünkü, daha önce de belirttiğimiz gibi, bir özdeşleşme söz konusudur. ("PKK, bir
önderlik hareketidir"; tekil kaynağa gerek yok bu cümle için, bkz. 90 sonrasının hemen
hemen tüm PKK literatürü. ) Zamanla bu özdeşleşme, 'kurumsal' bir zemine de
oturtulmuştur: Öcalan yalnızca bir lider veya önder değil, bir 'kurum'u, 'önderlik
kurumu'nu temsil eden biridir.
PKK olgusunun ilk ortaya çıkışında Öcalan, 'Abdullah arkadaş'tı, sonra 'Genel Sekreter
Yoldaş' oldu, PKK'de herhangi bir 'aykırılık' kalmadıktan sonra, Mehmet Şener'in
öldürülmesinden sonraki dönem de diyebiliriz, 'Önderlik Kurumu'nun cisimleştiği
'Önder' oldu; şimdilerde 'Önderlik' ile 'Başkan' birlikte kullanılıyor.
'Önderlik' kurumunun tesisinden itibaren Öcalan da bizzat kendisini hep 'önderlik' olarak
tanımladı. Örneğin:
"Onderlik kolay unutmayan, kolay gevsetmeyen ve kolay curutmeyen iliski tarzıdır. Belki
de olumsuz iliskiler olarak tabir edebiliriz. Canlı, yaratıcı, zengin ve guclendirici baglara
yol acan cizgidir. Onderlik bunu yasayan ve bunun ugruna buyuk cabaların sahibi
olandır. Ama bir de siz, etrafınıza bakın, boyle iliskiye yol acan kac kisi var. Iste bunu
basaramadıgınız icin olu militanlarsınız. Orgutsel eylemde basarısız, askeri eylemde
basarısız, sosyal yasamda basarısız olan yoksul kisiliklersiniz." (Abdullah Öcalan, Nasıl
Yaşamalı?, Weşanên Serxwebûn, dizi no: 81, ikinci baskı, Ağustos 2009, cilt II, s. 95)
Üç bileşenden ('Kürdistan', 'Şehitler' ve 'Önder') oluşan 'önderlik kurumu', neticede
Öcalan'ın şahsında cisimlendirilmektedir; PKK literatüründe Öcalan'dan söz edilirken
'önder' değil 'önderlik' denilmesinin nedeni budur ve bu yalnızca bir arguman değil
tüzüksel bir hükümdür de. Bir Öcalan biyografisinde es geçilmemesi gereken bu önemli
olgu Müslüm'ün kitabında yok. Oysa Müslüm'ün bunu bilmemesi mümkün değil.
Hani bazı biyografiler vardır, 'insan olarak şu kişi' gibi başlıklarla yayımlanan; öylesi
biyografilerde sözü edilen kişinin -örneğin- politik uğraşları dışında da boyutları vardır
ve onlar anlatılır. Çocukluğu ve ilk gençliği dışında Öcalan'ın yaşamı PKK ile et ve
tırnak gibi iç içedir, ayırmak mümkün görünmüyor. (Kaldı ki artık çocukluk ve ilk
gençlik dönemi de 'PKK resmi tarihi'nin bir parçası yapılmıştır.) Olamaz mı; PKK ve
ilgili politik olgular göz ardı edilerek 'bir insan olarak Öcalan' biyografisi yazılamaz mı?
Çok zor, fakat imkânsız olmasa gerek. Ama Müslüm'ün kitabı zaten böylesi bir biyografi
değil ve kitap böyle bir iddia da taşımıyor: Genel bir 'Öcalan biyografisi'; içinde PKK
muhaliflerinin bile eleştirildiği, Öcalan/PKK süreçlerinin tümünün kronolojik düzen
içinde anlatıldığı, örneğin ateşkeslerde olup bitenlerin ve devletin tutumunun da,
serhıldanların da vs anlatıldığı bir kitap... Dolayısıyla, Müslüm'ün biyografi öznesinin
'kurumsal' özelliğini niçin kitabında anlatmadığı sorusunun yanıtı olarak akla gelen tek
şey, Müslüm'ün güzelleme yapmaya müsait olmayan olguları görmezden gelmiş
olmasıdır ve zaten bunun örneklerine de bolca rastlıyoruz.
Objektif bir Öcalan biyografisi mi: Hâlâ yazılmayı bekliyor...
Müslüm'ün kitabında hiç ama hiç Öcalan eleştirisi/sorgulaması olmadığını belirtmiştik.
Yanlış anlaşılmasın, kastettiğim Öcalan'ın politik görüşleri filan değil; bir biyografi
yazarının oturup biyografi öznesi kişinin ideolojik-politik görüşlerini tartışacak hali yok,
her ne kadar bunları, hele de öznenin keskin ideolojik-politik dönemeçlerini görmezden
de gelemezse. Kastedilen, Öcalan'ın kendisinin ve etrafının kendi hakkında yarattığı
algıları, 'resmi ideoloji' haline gelmiş/getirilmiş anlatımları, çocukluğundan PKK tarihine
ve oradan bugünlere çizilen -ve tüm Ortadoğu'da tüm liderler için yoktan var edilen'biricik lider', 'hatasız lider', 'her sözü/adımı bir hikmete işaret eden önder' vb algıları
eleştirmek/sorgulamaktır. Ne var ki Müslüm, 'resmi PKK tarihi'nin biyografi öznesi
hakkında anlattığı herhangi bir minik noktada bile en küçük bir abartı, imaj-maker çabası
ve yanlışlık bulmamakta, bulamamaktadır; tekrar etmektedir her şeyi. Bir fark varsa,
Müslüm'ün bu güzelleme işine edebiyatı katmasıdır ve bunu, edebiyata iyilik
sayamıyoruz...
Fakat, söz konusu kitapta hiç eleştiri olmadığını söyleyemeyiz; eleştiriler, hem de çok
sert eleştiriler var kitapta. Ve fakat tümüyle konu dışı, tümüyle biyografi öznesi kişinin
dışındaki kimselere ve biyografi öznesine yaklaşım konusuyla alakasız alanlara yönelik.
Daha da açalım: Eleştiri, Öcalan ve PKK ekseninden kopmuş olanlara ve/veya o ekseni
eleştirenlere yapılıyor. Biri hariç: Ali Haydar Kaytan... Hemen meraklanmayın, Kaytan'ı
mesela şu sözleri nedeniyle eleştiriyor/tartışıyor değil: "Başkan Apo Eylül 1994
talimatlarında 'kimin türemesisiniz, nerede büyüdünüz, kimler hangi temelde sizi
büyüttü, hangi terbiyeyi aldınız?' diye soruyor. (...) Bana vatan kavramını kavratan,
ulusal kimliğimi gösteren Başkan'dı. Gözlerimi Başkan'la insanlığa açtım. Bu benim
için yeniden doğuştu. Bu nedenle doğum tarihimin 1972 yılı (aslında 1951 doğumludur;
1972, Öcalan'la tanıştığı yıl oluyor -BN) olduğunu tekrarlamaktan hep gurur duydum ve
bunun gerçeğin kendisi olduğuna içtenlikle inandım. (...) Sağlığımı kazanmak
istiyorsam, esas olarak doktor gözetiminde özel bir tedavi uygulanmalıydı. İlaçlarımı
düzenli almalı, doktorumun öngördüğü ve yapılmasını istediği her şeyi harfiyen yerine
getirmeliydim. Bu konuda ufak bir dikkatsizliğim ve aykırı bir davranışım yeniden koma
haline dönmeme yol açabilirdi. Doktorum Partiydi, önderlik çizgisiydi." (Ali Haydar
Kaytan, Serxwebûn, sayı 162, Haziran 1995, s. 20-21. Buradaki 'hasta' metaforunu
Müslüm de kullanacak; bekleyin.)
Müslüm, A. Haydar Kaytan'ı yalnızca bir şiiri nedeniyle eleştiriyor ve bu şiir eleştirisi
tam iki buçuk sayfalık bir metin olarak kitapta yerini alıyor! Hani öyle bir dipnotla
değinilip geçilen bir hadise değil. Üstelik şiirin biyografi öznesiyle ilgisi de yok. İşte
uzun şiir eleştirisinden bir bölüm:
"Haki'nin öldürülmesiyle grup duygusal anlamda bir şok yaşar. Ali Haydar Kaytan bu
duyguyla 'Ben İnsandım' adında bir şiir yazar. Şiir pek çok politik şiir gibi zayıftır; derin
bir acıyla senelerce beslenip, bunu söyleme gayreti, yerini klişe ifadelere bırakmıştır."
(s. 244) Eleştirisinin son cümlesi ise şöyledir: "Burada şiddet devrimcilik adına sevimli
gösterilme eğilimindedir ve şiir de buna malzeme edilir." (s. 246)
İyi de; bir Öcalan biyografisinde, eğer şiirse mesele, neden Öcalan'a atfedilmiş yüzlerce
"pek çok politik şiir gibi zayıf" şiir masaya yatırılmaz; eğer sanat ve edebiyatsa mesele,
Öcalan hakkında bestelenmiş onlarca şarkı/türkü, yazılmış onca roman, öykü, anlatı vb
masaya yatırılmaz da A. Haydar Kaytan'ın Haki Karaer'in öldürülmesi ardından yazdığı
şiir neşterlenir?.. Bu bir Haki Karaer ya da Ali Haydar Kaytan biyografisi değil ki?..
Anlaşıldığı kadarıyla Müslüm, 'yansız görünmeye çalışma' uğruna eleştiri/sorgulama
ihtiyacı duymuş ve kokmayan-bulaşmayan böyle bir noktada karar kılmış; lüzumsuzluk
çok sırıtıyor, çok...
Hem artık Müslüm'ün içi rahat etsin, Ali Haydar Kaytan şiir yazmayı bırakmış.
Müslüm'ün eleştirileri nedeniyle değil: "Bekaa Vadisi'nde Öcalan kendisini ayağa
kaldırdı. 'Sen artık neden şiir yazamıyorsun?' diye sorunca, Ali Haydar Kaytan, 'Ben
önderliğin çözümlemelerini okuyunca, şiir yazmanın gereksizliğini kavradım' dedi ve
kendi elleriyle beynindeki şairi öldürdü." (http://www.kurdistan-aktuel.org/saiirlerisusturulan-millet-ozgur-olamaz-makale,49.html) Şiire meraklı birinin bir Öcalan
biyografisinde asıl olarak bunu masaya yatırması gerekmez miydi?.. Öcalan'a hak vererek
de olsa: Çünkü, nasıl oluyor bilmiyorum ama, kötü şiir oranını sayısal olarak düşürme
konusunda veya en azından tekil bir örnekte, Öcalan'ın 'çözümlemeler'i benim
yöntemimden daha etkili görünüyor!
Ali Haydar Kaytan'ın 'Ben İnsandım' şiiri dışında Müslüm'ün uzun uzadıya eleştiri
taarruzunda bulunduğu diğer üç kişi/olgu ise şunlar: PKK'nin yeni çizgisinden rahatsız
olup PKK'den ayrılanlar, Kesire Yıldırım ve (gülmeyin lütfen) Baskın Oran!..
Müslüm, biyografi öznesini sorgulamıyor; onu sorgulayanları sorgulamayı kendine iş
ediniyor:
“Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi ve burada yargılanması PKK içinde küçük sarsıntılara
neden oldu. Öcalan’a bağlılığıyla dikkat çeken ve Öcalan’ı peygamber düzeyine çıkarıp,
gençliğin onu anlamasında büyük katkıları olan Mehmet Can Yüce ilk bayrağı çeken
kişi olarak dikkat çekti. Önceleri Öcalan için ‘embriyolarında liderlik özellikleri olan
biri’ olarak tanıtan Yüce, daha sonra bağırıp ‘heyhat yanıldım’ demeye başladı ve
cezaevi gibi spekülatif rizikolara açık alanlarda kendine küçük bir çevre edinip
Devrimci Çizgi Savaşçıları adıyla bir bildiri yayımladı. Cezaevlerinde, Öcalan’la açık
bir liderlik savaşı başladı. Bayrampaşa Cezaevi’ni çiftliğe çeviren, ifrat ve tefritle
ayakta duran, insanları mağdur eden kimseler kazan kaldırmaya başladı.
Bayrampaşa’da yatan Sema adlı biri seneler sonra, ‘biz de çok zulüm yaptık’ diye o
günlerden söz edecekti bana. Bir dönem gitar çaldı diye yoldaşlarının elini kıran,
kurdukları Mektup Okuma Komisyonu (MOK) ile en bakir sırları öğrenen ve bazen bu
sırlarla can yakan (özellikle mektup bir kadından gelmişse) ve kimi zaman polis
işkencesiyle her tarafı darp olmuş yoldaşlarını keyifleri ve otoritelerini yaşatmak için
adına ‘uygulama’ denilen, aslında bir işkenceden başka bir şey olmayan haksızlıkları
yapan adamlar (en azından Sema isminde bir kadın da varsa, niçin 'adamlar'? -BN)
birden demokrat kesildiler. En kötü olansa, bu adamlar kötülüklerine ‘Kürtlük ve parti’
adını verdiler ve yaptıklarına ‘talep’ dediler, anlamsızlıklarıyla sürekli bu taleplerini
üretip senelerce cezaevlerinde çiftlik hayatı sürdüler. Bunların dışında bir tarikat gibi
hareket eden ‘Bingöl Grubu’ da ‘PKK’den istifa’ etti ve Öcalan’a bugüne kadar toz
kondurmayan, aslında Öcalan’ı bir yerde tanrı-peygamber katına çıkarıp yalnızlığa iten
bu grup, daha sonra Yüce’nin gösterdiği tavrın benzerini gösterdi. Selim Çürükkaya,
Apo’nun Ayetleri diye bir kitap yazmıştı. Aslında yazılan kitaplar ve kitaplarda ifade
edilen görüşlerin hiçbiri bir zemine oturmuyordu; bir felsefe yoktu, bir tarihsellik
izlenmiyor, en kötüsü de kendileri bu tarih içinde saf ve temizler; kir başkaları, sabun
kendileridir. Mesaj amacına ulaşmıyor, nedeni kendi ürettikleri anlamların
çözülmüşlüğüdür.” (s. 527-528)
Bir: “Öcalan’ın Türkiye’ye getirilmesi ve burada yargılanması PKK içinde küçük
sarsıntılara neden oldu"yla Selim Çürükkaya'nın ve 'Apo'nun Ayetleri' kitabının ne ilgisi
var? Selim Çürükkaya Öcalan yakalanmadan önce PKK'den ayrılmıştı ve kitabının tarihi
1993'tür.
İki: "Küçük sarsıntılar"sa, neden bu denli üzerinde duruyor Müslüm?.. PKK literatürü
bile söz konusu "sarsıntılar"ı Müslüm kadar 'küçü'msemiyor...
Üç: Türkçe hatası mı saysak mantık hatası mı; "sarsıntılar"a neden olan “Öcalan’ın
Türkiye’ye getirilmesi ve burada yargılanması" değildi, Öcalan'ın yakalandıktan sonra
dile getirdiği görüşlere karşı çıkışlardı...
Dört: "Cezaevlerinde, Öcalan’la açık bir liderlik savaşı" da ne demek? Ne liderliği?.. Bir
takım insanlar Öcalan'ın görüşlerine karşı çıktı, eleştirdi ve/veya ayrıldı: Hepsi bu.
Öcalan'ın liderlik koltuğuna heveslenmeye ilişkin herhangi bir literatüre rastlamadım
ben...
Beş: "Önceleri Öcalan için ‘embriyolarında liderlik özellikleri olan biri’" demiş Mehmet
Can Yüce; yadırgıyor mu yazar bu ifadeyi, belli değil. Şunlardan daha mı cafcaflı bir
ifade bu: "Öcalan için oyun (...) aynı kolektif bilinç etrafında bir araya gelmektir" (s.
62); "Öcalan oyun sırasında örneğin eteğindeki kuşlardan belki hiçbirini vermez; (...)
maksat (...) herkesin kendi kuşunu yakalamasıdır" (s. 62); "Öcalan zihninde bir ressam
gibi Türkiye'nin tablosunu çizer." (s. 165); "Öcalan mistik bir liderdir. Kimseye
benzemez, olmak istediği kişidir. Duyguları güçlü ve her zaman düşünceleriyle
savaşacak büyüklüktedir" (s. 395) ve daha neler neler...
Altı: "Öcalan’ı peygamber düzeyine çıkarıp, gençliğin onu anlamasında büyük katkıları
olan Mehmet Can Yüce" yanlış mı yapmış, doğru mu; anlamak mümkün değil.
Anlaşılan tek şey, gençliğin onu peygamber düzeyine çıkarılmış olarak anlamış olduğu
ve bunun da Müslüm tarafından "katkı" olarak görüldüğü...
Yedi: "Yüce, daha sonra bağırıp ‘heyhat yanıldım’ demeye başladı ve cezaevi gibi
spekülatif rizikolara açık alanlarda kendine küçük bir çevre edinip Devrimci Çizgi
Savaşçıları adıyla bir bildiri yayımladı" sözleriyle kastedilen nedir? 'Kriminal' bir algı mı
yaratılmak isteniyor söz konusu PKK/Öcalan muhalifleri hakkında? Eğer öyleyse,
birileri daha fazlasını Öcalan ve Öcalan taraftarı tutuklu ve hükümlüler hakkında
söylerse; "cezaevi gibi spekülatif rizikolara açık alanlarda", hem de devlet görevlilerinin
nezaretinde, cep telefonlarıyla görüşmeleri filan, mesela?.. Bu, etik midir?..
Sekiz: "Mektup Okuma Komisyonu", "uygulama" vb, sonradan Öcalan'a muhalefet
edenlerin yarattığı şeyler miydi/şeyler midir?.. Bunlar birer PKK klasiği değiller midir?
Bunlardan niçin yalnızca PKK'den ayrılanlar sorumlu olsun? Bu, ahlaken tutarlı bir tespit
midir? Mesela, "uygulama"lar, Öcalan'a muhalif kişiler ayrıldıktan sonra bitmiş midir?..
Ve dokuz: "Bunların dışında bir tarikat gibi hareket eden ‘Bingöl Grubu’ da ‘PKK’den
istifa’ etti ve Öcalan’a bugüne kadar toz kondurmayan, aslında Öcalan’ı bir yerde tanrı-
peygamber katına çıkarıp yalnızlığa iten bu grup, daha sonra Yüce’nin gösterdiği tavrın
benzerini gösterdi. Selim Çürükkaya, Apo’nun Ayetleri diye bir kitap yazmıştı. Aslında
yazılan kitaplar ve kitaplarda ifade edilen görüşlerin hiçbiri bir zemine oturmuyordu; bir
felsefe yoktu, bir tarihsellik izlenmiyor, en kötüsü de kendileri bu tarih içinde saf ve
temizler; kir başkaları, sabun kendileridir. Mesaj amacına ulaşmıyor, nedeni kendi
ürettikleri anlamların çözülmüşlüğüdür” diyerek Öcalan yakalanmadan önce ve sonra
PKK'den ayrılan herkese toptan bir küfürname yazan Müslüm, en hafif tabirle haddini
aşıyor: Okurla paylaşmadan ve okur nezdinde tartışmadan herhangi bir kitap/kitaplar ve
görüşler hakkında "hiçbiri bir zemine oturmuyordu; bir felsefe yoktu, bir tarihsellik
izlenmiyor" yargısında bulunmak, geçerken 'kılçık atmak' oluyor, başka bir şey değil.
Bir biyografide, kimin hangi ürettiğinin çözülmüşlüğü bahsinde ise biyografi yazarına
ilk düşen, öncelikle biyografi öznesine dönmesidir, sağa sola saldırması değil. Bahsettiği
kişiler sütten çıkmış ak kaşık olmayabilirler; iyi de, ya onları yaratan zemin/mekanizma
ve o zemin/mekanizma bahsinde biyografi öznesinin doğrudan sorumluluğu?..
Muhaliflerin "kitaplar"ına gelince; altı üstü bu kişiler yaşadıklarını/görüşlerini dile
getirdiler, yazdılar: Her görüş gibi saygıyı hak ederler ve sorgulanacaklarsa onlara da söz
hakkı elzemdir; bir saldırıda bile asgari bir mertlik talep etmek, asgari okur hakkımızdır...
Kesire Yıldırım bahsinde ise Müslüm yalnızca ve yine had aşmakla kalmıyor; söz
konusu biyografi öznesinin yaşamında oldukça kritik bir sürece ilişkin tek yanlı
yargılama ile, Öcalan'ı göklere çıkarayım derken, bir kadına erkek cephesinden düpedüz
hakaretler yağdırıyor.
"Öcalan ve Kesire'nin karşılaşmaları ve duygu babında yüz yüze gelmeleri tek kelimeyle
muhteşemdir. Öcalan onunla yüz yüze geldiğinde gözlerini kısmaz, doğruca gözlerinin
içine bakar ve gözlerini bir hazineyi bekleyen ışık huzmesi bekçiler gibi açar; gözler,
ruhlarında olup biteni yansıtmaz, olup bitene ayna tutar, üstlerinde ise kara bir güneş
vardır." (s. 188)
Bu göz güzellemesi bahsini geçelim; ama üstlerindeki "kara bir güneş"in kaynağının ne
olduğunu daha sonra, 'Mola: Kalp Zamanı: Aşk ve Savaş' ara başlığı altındaki tam 8
sayfalık metinde (evet, Kesire Yıldırım neşterlemesi tam sekiz sayfa) görebileceğiz ve
örneğin şöyle:
"Kesire ve arkadaşları burada (Lolan -BN) toprak evlerde barınırlar. Burada bir
ayrıcalığı da vardır. Banyo mu yapacak, özel hazırlıklar yapılır; biri parmaklarıyla
suyun ısısını ölçer. Elbise mi yıkanacak, onun elbiseleri yıkanır. Bunu yapan kimselerin
tek bir ödülü vardır: Kesire'den bir tebessüm. Kesire zor beğenir.
"PKK 1985'te kayıplar verir ve Kesire yapıyı ve arkadaşlarını birbirine düşürerek yorar.
(...) Kesire kibire banmış bir edayla mı bunu, bunları yapar, yoksa bazen zalim, bazen
anlaşılmazlık ve çoğunlukla aristokrat kesimde hasıl olan ben soyluyum tiniyle mi
bilinmez; aristokrat ruh, kendine sürekli kurban arar ve bu kurbanla dilini geliştirir,
kendini sergiler, ayakta kalır." (s. 398)
Az önceki hakaret silsilesinin bir yerinde Müslüm, "bilinmez" diyor ama hemencecik
biliyor: "aristokrat ruh" nedeniyle...
Peki bütün bu bildiği ya da bilmediği şeyleri nereden öğreniyor? Dikkat edilsin lütfen,
anlatımlar tırnak içinde değil; herhangi bir kaynağa da atıf yapılmıyor. Kesire Yıldırım
banyosu filan: Zannedersiniz sanki Müslüm oradaydı, gördü/tanık oldu da o yüzden
tırnaksız-kaynaksız yazdı... Oysa bunlar klasik PKK argumanlarıdır ve Müslüm o kadar
inanmıştır ki, kendi gözlemleri gibi kaynaksız filan aktarabilmektedir. Kesire Yıldırım'a
ön adıyla hitap etmesi ise ayrıca dikkat çekiyor...
Böylesi kritik konulara/kişilere ilişkin en önemli ilke, ilgili tüm kişilerin görüşlerine
mutlaka başvurmak ve yansıtmaktır. Müslüm'ün kitabında bu ilkeye yer yok; kitapta
Kesire Yıldırım, dilsiz. Onun görüşleri ve iddiaları, yok; hiç yok... Bilmiyor değilim:
Kesire Yıldırım, konuşmak istemiyor (ki, bu bile başlı başına sorgulanması gereken bir
olgudur). Müslüm, Kesire Yıldırım'ın görüşlerini dolaysız ya da en azından dolaylı
yansıtmak için çaba gösterdi mi; görünürde böyle bir çabanın izi de yok. Kaldı ki, eğer
bir tarafın görüşlerini yansıtamıyorsanız, diğer görüşe çok temkinli yaklaşmalı, bunun
tek yanlı ve problemli olduğunu okura bildirmelisiniz. Oysa Müslüm, resmi PKK tarihini
bu konuda da ve daha ağır sözümona edebi betimlemelerle tekrarlıyor:
"Ve Kesire bir roman kahramanı olarak Wilkie Collins'in Beyazlı Kadın'ındaki Marian
karakterine benzer; vücuduyla kadın, ancak aklın yuvası olan başıyla erkeksidir; emir
verir, ben diye konuşmaz, biz vardır onda. Marian susursa deli, konuşursa canavar, kötü
bir kocanın 'eline düşerse' ölü, kurnaz biriyle evlenirse kukla, ama kendisini seven biri
olursa gelişmiş bir çocuktur." (s. 402)
Ve Kesire Yıldırım bölümü şu paragrafla bitiyor:
"Not: Tolstoy, Anna Karenina'nın notlarını bitirdiği gece sabaha kadar uyuyamadı.
Anna'nın sonu belliydi. Sorun bu belli sonunun, hakkıyla romana yansımasıydı. Ne
yapabilirdi ki?" (aynı yer)
Kendini anlat(a)mayan bir kadına ilişkin nasıl bir neşterlemedir bu?.. Yalnızca kimi
hadler değil, terbiye sınırları da aşılıyor. Bir şeyleri karşılar mı karşılamaz mı
sorusundan önce şu sorulmalı: Değer mi?..
En uzun Müslüm eleştirilerden diğeri olan Baskın Oran bölümü ise kendi başına bir
âlem: Tam 2 sayfa ayırmış Müslüm, Baskın Oran'ı eleştirmek için; dikkat buyurulsun,
dipnot filan değil, bir biyografi kitabının asli metni olarak! Büyükçe bir kısmı
alıntılamamız lazım, ama o iki sayfaya vesile gibi gösterilen bir tarih diliminden
başlayarak:
"DYP ve ANAP iktidarı bitince (1996) RP-DYP iktidarı kurulur. Başbakan, Erbakan'dır
artık. Kürt sorununun çözümü çerçevesinde İsmail Nacar ile iki defa görüşür;
bunlardan ilki RP Genel Merkezi'nde, ikincisi Başbakanlık'ta gerçekleşir. Bu
görüşmeler kısa bir süre içinde gazetelerin diline düşer (...) Sıkı bir muhalefet dönemi
başlar. Örneğin Baskın Oran, 'İsmail Nacar'ın Çözümü' başlıklı iki yazısında (Aydınlık,
8 ve 29 Ağustos 1996) Kürt ve Türklerin din kardeşliği üzerinde durur. Bunu biraz tiye
alır: 'İslami düzen gelince, mesele kendiliğinden hal olacak.' Oran, sonra, 'hadi biraz
tarih yapalım' der, çocukluğuna döner, radyo programlarını hatırlar, Tarihten Bir
Yaprak; işte buradan İran ve Türkiye'ye karşılaştırır. Final ise 'teorik!' olarak Oran'a
göre şöyledir:
"'Kürt sorunu, milliyetçilik sorunu. Hatta şu globalleşme çağında milliyetçilik ötesi hale
geldi. Oysa RP meseleye din kardeşliği gibi milliyetçilik öncesi bir ideolojiyle
yaklaşıyor. Siyaset biliminde buna anakronizma derler.' Sormadan edemiyor insan
'milliyetçilik ötesi' ve milliyetçilik öncesi' ne demek acaba? (...)
"Oran, milliyetçilikle ilgili kitapları olan biridir, hatta bu konuda kendisiyle yaptığım üç
gün boyunca yayımlanan bir söyleşim bile var, 91'de (Urla'da)." Müslüm burada (bir
başka 2 nolu) bir dipnot düşmüş ve şöyle: "O zamanlar Baskın Oran, 'Kemalizmin,
Kemalizmin karikatürü' olduğunu söylüyordu. Yazı hakkında dava açıldı, Oran hakkında
savunma bile yaptım. Kürt, Türk'ü ceza söz konusu olunca savunmak içindi zaten; 90'lı
yıllar. 2000'li yıllarda ise Oran farklı farklı yazılarla dikkat çeker; 2007'de İstanbul'dan
bağımsız milletvekili adayı olur, Kürt seçmenle yol ayrımına girer, kendisi de tek başına
seçilemez; 2008'de Ermenilerden Özür Diliyoruz kampanyasını başlatan üç kişiden biri
olur (Ahmet İnsel, Ali Bayramoğlu). Aynı sene Türk İntikam Tugayı (TİT) tarafından
tehdit edilir." Devam edelim asıl metne: "Seneler sonra Oran, milliyetçilik uzmanı
olarak dikkat çekti. Ermeni ve Kürt meselesi ilgi alanları oldu. Nacar'ın Çözümü adlı
yazı, metin olarak düşünülüp çözüldüğü zaman yazarın kendi reklamı, yazının önünde
bend gibi duruyor. Yazık! Oran, 'Kürtlere tarihte en fazla hak tanımış, en iyi muameleyi
etmiş, bu insanların yaşadığı bölgeye bile resmen Kürdistan demiş' biri olarak kendini
tanıtıyor. Kürdistan'ı tırnak içine alıyor, 'bu insanların yaşadığı' diye ekliyor; biliyor,
savcılar coğrafya tanımını suç saymıyor. Arabistan'a Oran, bu insanların yaşadığı yer
diyemez; Fransa'ya bu Fransızların yaşadığı yer diyemez. Söz konusu Kürtler ve onların
yaşadığı toprak söz konusu olunca ('söz konusu' tekrarı yazara ait -BN) herkes söz
söyleme hakkını kendinde bulur, üstelik dil acıdır, şu Kürtler, bu Kürtler! (Oral'ın 'Oran'ın' olacak BN- deyimiyle bu insanlar.)" (s. 445-447)
Anladınız mı Baskın Oran'ın bir Öcalan biyografisine -eleştirilmek üzere- girmek için
neler yaptığını? Bu 'suç'un ya da 'kabahat'in görünürdeki nedeni, anlıyoruz ki, bir
makalesinde 'din kardeşliği' temelinde bir 'çözüm' geliştirmek isteyenleri eleştirmesi;
böylesi bir eleştiri de saygı görmüyor Müslüm katında. Müslüm'ü, Baskın Oran'ın
milliyetçilik hakkında kitaplar yazmış olması da kesmiyor; yazmış da ne olmuş yani,
PKK'nin içinde olduğu bir şeyi eleştirmiş mi eleştirmemiş mi: Müslüm, ona bakar!..
Daha başka? Başka, bir de şu: Müslüm, Baskın Oran'ın 'Nacar'ın Çözümü' başlıklı
yazısını 'düşünüp çözmüş' ve şu sonucu çıkarmış: "yazarın kendi reklamı, yazının
önünde bend gibi duruyor." Ardından pek melodramatik bir kelime geliyor: "Yazık!"...
Baskın Oran'ı savunmak benim işim değil ama benim bildiğim Baskın Oran'ın reklama
ihtiyacı yok; yeterince tanınmıyor mu ki: 70 yaşında bir akademisyenden ve bir yazardan
söz ediyoruz; 1968 yılında bitirdiği Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nde
1969 yılında asistan olan biri; 1971 yılında uzaklaştırıldığı okuluna 1972 yılında
Danıştay kararıyla geri dönen biri; 1974'te doktorasını tamamlayan ve1982'de yardımcı
doçent iken okuldan tekrar uzaklaştırılan biri; 1990'da mahkeme kararıyla bir kez daha
okuldaki görevine dönebilen biri; 1991'de doçent, 1997'de ise Uluslararası İlişkiler
alanında profesör olan biri; 2006'da öğretim üyesi görevinden emekliye ayrılan ve
ardından bir süreliğine İngiltere Oxford Üniversitesi'ne öğretim üyesi olarak giden biri;
emekliliğinden sonra da Ankara Üniversitesi'nde ders vermeye devam eden biri; 15'i
aşkın kitabın yazarı ve 2006 'Türkiye Yayıncılar Birliği Düşünce ve İfade Özgürlüğü
Ödülü'nün sahibi biri. Ve bağımsız aday olarak girdiği 2007 milletvekili seçimlerinde 31
binden fazla oy toplayabilmiş biri... Ve fakat belki de Müslüm'ün kızgınlığı bunadır; o
seçimlerde kendisine adaylık sözü verilip sonradan Doğan Erbaş o bölgede aday
gösterilince kendi başına aday olan Baskın Oran'ın "Doğan Erbaş'ın seçilmesini
engellediği" yolundaki klasik PKK hissiyatını başka türlü kâğıda dökme niyetindendir?..
Bilemeyiz. Bildiğimiz, Müslüm'ün, Baskın Oran'ın söz konusu seçimlerdeki tutumunu
"2007'de İstanbul'dan bağımsız milletvekili adayı olur, Kürt seçmenle yol ayrımına girer"
diye nitelemesidir; "Kürt seçmenle"!..
Bir diğer bildiğimiz, Müslüm'ün, Baskın Oran'ı eleştirmek adına ucuz demagojilere
başvurduğudur. Kürtler söz konusu olduğunda eleştirilebilecek belki de son kişilerden
biri olabilecek Baskın Oran'ın kendi kendisi hakkında 'bu insanların yaşadığı bölgeye
bile resmen Kürdistan demiş biriyim' sözlerinde bile kusur buluyor, çünkü Kürdistan'ı
tırnak içine almış Baskın Hoca! Noktalama işaretleri tekniğini de mi yineleyelim: Biri
"ben şu bölgeye 'Bilmemneistan' diyorum" derse, o cümlede 'Bilmemneistan' tırnak içine
alınır, hep yapılır ve normali budur; bundan manalar çıkarmak, artık paranoya alanına
girer; ilgilenemeyiz...
Müslüm herhangi bir savcı önünde 'Ben Kürdistan'ı coğrafi anlamda kullanmıyorum,
onun dışında gıcığınıza gidebilecek ne varsa o anlamda kullanıyorum!" dedi mi,
bilmiyorum. (Çünkü Baskın Oran'ın 'Kürdistan'ı 'Kürtlerin yaşadığı yer' anlamında
kullandığını, bunun coğrafyayı anlattığını ve savcıların coğrafi tabiri suç saymadıklarını
söylüyor!) Bildiğim, ben de dahil, çoğumuzun savcıların önünde defalarca "Kürdistan,
bir ülkenin normal coğrafi adıdır; idarî biçim olarak var olup olmaması ya da siyasal
olarak tanınıp tanınmaması bu gerçeği yok etmez" dediğimizdir. Buna benzer bir şeyi bir
Türk aydını, hem de ortalık 'Doğu ve Güneydoğu'dan yıkılıyorken söylerse, o aydına en
azından saygı duymak yerine bizzat o nedenle eleştirmek de neyin nesi?.. Savcıların artık
Kürdistan kelimesinden suç icat etmedikleri doğrudur ve bu 'bizim' kazanımımızdır,
'coğrafi sayma'nın azizliği filan değil; bırakın 'Kürdistan'ı, 'Kuzey Mezopotamya' hatta
'Orası' ibarelerinden bile davalar açıldığını bilirim... (Kürdün bile uzun yıllar boyunca
oto-sansür yapmak zorunda kaldığı dönemler vardı, nasıl yokmuş gibi davranarak
başkalarını 'Kürdistan' tabiri üzerinden eleştirebiliriz?)
Baskın Oran "bu insanlar" diyor; Müslüm, yazdığı biyografinin öğesi olmamasına
rağmen öyle kızgın ki ona, bu lafı 'şu Kürtler, bu Kürtler' diye alıyor. Kürtler ya da diğer
bahislerde Baskın Oran eleştirilemez mi, elbette eleştirilir, fakat Müslüm burada açıkça
çarpıtıyor: Yazık!
Müslüm, bir yargılamada Baskın Oran için nasıl savunma yapar, avukat mı ki?..
Dipnotundan söz ediyorum. Tanıklıktır kendisininki büyük bir ihtimalle, ya da paylaşılan
sanıklık; davaya konu söyleşiyi yapan biri olarak. Her neyse, "Kürt, Türk'ü ceza söz
konusu olunca savunmak içindi"yse ve bu da iyi bir şey değildiyse, yapmasaydın o
zaman derler insana, yaptıysan bunu başa kakma derler, etik derler, ayıp derler...
Ve ayrıca ve tekraren sorarlar: Bu metinle Öcalan biyografisi arasında, 'diyalektik'
mevzuu dışında, nasıl bir ilişki var; ne tür bir gereklilik vardı böylesi bir eleştiri metni
yazmak için?..
Müslüm'ün kitabını bir dilekçe değil de bir biyografya olarak okuyanlar, bunu kolay
kolay yanıtlayamazlar...
Müslüm'ün kitabında öyle bir Öcalan/PKK anlatımı var ki, pek romantik ve adeta
bulutların üzerinde hissediyorsunuz kendinizi; yeryüzünden çok uzaklarda...
Hafız Esad döneminin Suriye'sini bilir misiniz, işler şöyle yürüyordu ya da
yürütülüyordu Esad tarafından: İyi bir şeyler mi olmuş herhangi bir yerde (hatta
bölgede!), mimarı kesinlikle Hafız Esad'dır; kötü giden bir şeyler mi var ya da itici
gelen, kesinlikle Hafız Esad'ın haberi yoktur, o sorumlu değildir... Etki alanlarında uçan
kuştan bile haberleri olan liderlerin, özellikle de Ortadoğu'da, sonradan kendi tabanları
nezdinde bile hoş görünmeyen işlerden uzakmışlar gibi görüntü vermeleri ve derhal bir
günah keçisi bulmaları âdettendir. Bizim konumuz açısından bunlardan biri, 1993
Mayısında Bingöl yakınlarında 33 askerin öldürülmesidir.
Müslüm, bu konuda da 'PKK resmi tarihi'ni yineliyor ve çocukluğundan PKK içindeki
davranışlarına kadar Şemdin Sakık'ı uzun uzun anlatarak sorumlunun o olduğunu
yazıyor:
"Savaşın bitme ihtimali Sakık'ı tedirgin eder ve kara bir el gelip aklını yoklar. Sakık,
ateşkesin hemen sonrasında, Güvenlik Zirvesi'nin yapıldığı; genel af olmasa da affın söz
konusu edildiği bir ortamda, 35 silahsız askeri kurşuna dizer (...) Askerlerin ölümü
Öcalan'ın bilgisi dışındadır, ama bunu 33 cesedin yerde olduğu bir zaman kim dinler..."
(s. 430-431)
Oysa Şemdin Sakık öyle demiyor:
"İstanbul 13. Ağır Ceza Mahkemesi'nde görülen Ergenekon Davası'nda tanık olarak
dinlenen Şemdin Sakık, Bingöl'de 1993 yılındaki 33 askerin öldürülmesine ilişkin, '33
asker şehit edildi, direkt üzerime atıldı. Olayı benim üzerime yığdılar. (...) O dönem
örgüt tek taraflı ateşkes ilan etmişti. Devlet de bu ateşkesi bozmak için her gün
operasyon yapıyordu. Örgüt lideri, 'Herkes birbirini korumak için misilleme yapabilir'
diye talimat verdi. (...) Askere yol kesme yapıldı. Götürelim mi , vuralım mı tartışması
yapıldı. Güvenlik kuvvetleri olay yerine gidince 2'si öldürülüyor. Ayak üstü karar
veriliyor. Kimi öldürülüyor kimini de yanlarında götürüyorlar. (...) Ancak örgüt
liderinin eylem yapın talimatına karşın bu askerler tedbirsiz yola çıkarılmıştır.' diye
konuştu." (Habertürk gazetesi, 6 Kasım 2012)
Şemdin Sakık'ın başka yerlerde verdiği detaylar da var:
"Tekrar da olsa olayın gelişimini anlatmak istiyorum: 1993 yılının bahar aylarında
örgüt lideri fikrinin nereden çıktığını anlayamadığım, hiçbir üst düzey yöneticiye
danışmadan ya da en azından bilgilendirmeden tek taraflı ateşkes ilan etti. Başında
bulunduğum gruplar dâhil gerillanın tümü bu ateşkese uydu. (...) Ancak süreç bizim
beklediğimiz gibi gelişmedi. İklim koşullarının elverişli hale gelmesiyle birlikte güvenlik
kuvvetlerinin operasyonları başladı. Operasyonlar her yıl olduğu gibi bu yılda da
sorumlusu olduğum Diyarbakır bölgesinde yoğunlaştı. Operasyonlar, barış beklentisi
içinde olan ve dolayısıyla rehavete kapılan gerillayı kısmen hazırlıksız yakaladı. Her gün
bir gerilla grubu tasfiye oluyordu. Günde beş on kayıp yaşanıyordu. Yaşanan bu
gelişmeleri, her gün sabah ve akşam olmak üzere iki kez büyük telsiz cihazıyla örgüt
liderine tekmil ediyorduk. Sonunda örgüt liderinden şu talimat geldi: ‘Biz ateş kesin
dedik, koyun gibi ölüme yatın demedik. Kendinizi savunmayın demedik. Onlar üzerinize
geliyorlarsa siz de meşru müdafaa hakkınızı kullanabilirsiniz. Verdiğiniz her kaybın
intikamını alabilirsiniz.’ Büyük telsizde verilen ve bütün örgüt yöneticilerinin dinlediği
bu talimatı, hiçbir değişiklik yapmadan, yorum katmadan, büyük ve küçük telsizler
vasıtasıyla Diyarbakır’ın tümü Bingöl ve Muş’un bir kısmından oluşan, örgüt
literatüründe Amed Eyaleti olarak geçen bölgenin gerilla gruplarına aktardım."
(http://arsiv.medyagundem.com/gundem/4062-EMDN-SAKIK-OLAYINI-ANLATTIKEZ-ORTAYA-IKAN-NOTLARLAZEL.html)
Burada sorun kaynak bakımından kimin ne derece güvenilir olup olmadığı değildir;
sorun, tarafların görüşlerine yer verilip verilmediğidir ve biz, resmi tarihlerin yinelendiği
'biyografi'lere biyografi diyemiyoruz. Hele de, söz konusu 'resmi tarih'in o dönemdeki
'resmi' beyanlarını bile es geçmişse. Aşağıda bir kısmını aktardığımız görüşme, Özgür
Gündem gazetesinin 29 Mayıs 1993 günkü sayısında yayımlandı:
“KURD HA- Bingöl eyleminin eyalet güçlerinin kendi inisiyatifleri ile gerçekleştirildiği
ve çok sayıda gerillanın öldüğü belirtilmektedir. Bu konuda neler söyleyebilirsiniz?
"A. ÖCALAN- Yalnız iki arkadaşımızın şehit düştüğünü duyduk. Öyle söylendiği gibi,
çok başarılı, çok yoğun yürüttükleri bir operasyon da değildir. O konuda da ileride
açıklamalar yapacağız. Asker yürüyemez durumdadır. Ve kamuoyuna da şunu söylemek
isterim ki, biz son derece hazırlıklıyız. Biz bütün bu operasyonları boşa çıkartacak
güçteyiz. Bu konuda psikolojik savaşı geliştirmek istiyorlar. Başarılı operasyon diye bir
şey yok. Operasyon olsa bile, ülkedeki inisiyatif tamamen gerilladadır. Gerilla çok
kapsamlı bir savaşı geliştirmeye hazırdır. Sadece emir bekliyorlar, talimat bekliyorlar.
Bunu da en uygun biçimde yapmaya çalışacağız. ‘Sorumsuz bir grup bu eylemi
yapmıştır’ gibi doğru olmayan iddialar ortaya atılmaktadır. Hemen şunu belirteyim,
‘sorumsuz bir grubun kendi başına yaptığı eylemdir’ biçiminde bir yaklaşım söz konusu
değildir. Amed alanında, gerek halka karşı gerek gerillaya karşı, ardı arkası kesilmeyen
operasyonlar geliştirildi. 50’yi aşkın gerillanın şehadeti vardır. Yine binlerce tutuklama
var. Onlarca köyün tahrip edilmesi ve boşaltılması söz konusudur. Gerçekten ateşkes
süreci operasyonların en çok yoğunlaştırıldığı bir dönem olmuştur. Partimizin de ortak
kararı olan ateşkesi açıklarken de şunu belirtmiştik: ‘Eğer üzerimize gelirlerse
misilleme hakkımızı kullanacağız’. Dolayısıyla en çok bu alan üzerinde yüklenildi. En
son 13 yoldaşın şehadeti vardı ve daha önce de hemen her gün bu tip saldırılar
oluyordu. Buna bir cevap hakkı olarak bu eylem düzenlenmiştir.
"KURD HA- Gerek basın, gerek de devlet yetkilileri öldürülen askerlerin silahsız
olduklarını belirtiyor. Bu konudaki değerlendirmeniz nedir?
"A. ÖCALAN- Öyle söylendiği gibi askerler silahsız filan değildir. Kapsamlı bir
operasyonu Bingöl’e dayalı olarak geliştirmek istiyorlar. Ve özellikle gerillanın oradaki
gelişme yollarını kapatıp saldırılarıyla boğuntuya getirmeye çalıştıklarını biliyoruz.
Gelenler öyle masum, sivil falan değil, tamamen özel savaş birlikleri olarak
oluşturuluyorlar. Zaten o koşullarda bunun dışındaki askerin hareket etmesi de mümkün
değil. Öyle tedbirsiz-plansız hareket etmeleri söz konusu olsaydı, kesinlikle bunun
sorumlularını çoktan cezalandırmış olurlardı. Hiçbir askeri kuralda, hele savaş
alanında böyle bir durumdan bahsedilemez. Dolayısıyla ‘silahsız askerleri vurdular’
şeklindeki iddia tamamen kamuoyunu aldatmak amacıyla ileri sürülen bir tezdir. Daha o
gün çok iyi biliyoruz ki çok kapsamlı bir operasyon vardı ve bunlar operasyon
birliklerindeki askerlerdi. Tabii arabayla gitmeleri, istedikleri gibi başarılı sonuç
almamaları, kendilerinin bir sorunudur. Bu askerlerin saldırı kuvveti olduğunu özellikle
vurgulamak istiyorum. Tekrar vurgulayayım: Masum asker, silahsız asker diye bir
kavram ordularda da yanlıştır ve böyle bir şey de yoktur. Kamuoyunun özellikle bilmesi
gereken, böyle bir durumun olmadığıdır. Eğer varsa kendilerinin suçlu olduklarını ve
kamuoyunun yine bunlardan hesap sorması gerektiğini belirtmek gerekiyor. Şimdiye
kadar ısrarla ateşkesi tek taraflı çiğneyen ve sadece gerillaya yönelik değil, halka da
yönelik baskılarda hiçbir yavaşlatma ve normalleştirme çabalarına girişmeme, tam
tersine daha da sinsi bir biçimde yüklenme durumu vardır. Ve bu eylem imha
operasyonlarına verilen bir cevaptır. Bir uyarıdır. Bir de bu yönüyle anlatmak
gerekiyor."
Zaten olaydan birkaç gün sonra Öcalan BBC radyosunun Türkçe servisine verdiği
demeçte de eylemi üstlenmiş ve bu gazetelere de yansımıştı:
“Öcalan, ‘Gerek gerillaya, gerekse halkımıza karşı sürdürülen bu operasyon ve
saldırılar, bize misilleme hakkı tanımıştır. Ordu birliklerimiz bu haklarını
kullanmışlardır’ diye konuştu.” (Milliyet gazetesi, 26 Mayıs 1993)
Bu da 'Serxwebûn'un Haziran 1993 tarihli sayısının birinci sayfasından, 'Savaşta da
barışta da zafer Kürdistan'ındır' başlığı altında: "Savunma içinde bir misilleme hakkı
olarak gerçekleştirilen Bingöl eylemini çok ikiyüzlüce bahane gösteren TC'nin temizlik
ya da imha operasyonlarını bütün Kürdistan'a yayması üzerine, PKK de zorunlu olarak
iki ayı süre boyunca sürdürdüğü tek yanlı ateşkesi sonuçlandırmak zorunda kaldı."
Ve dikkat buyurun, çok daha sonra iddia edildiği gibi emirsiz-habersiz bir iş yapmış
olması durumunda ortalıkta görünmemesi, hatta kaçması gereken (o zaman 'Amed Eyalet
Komutanı' olan) Şemdin Sakık'ın olaydan sonra herhangi bir tedirginliği
bulunmamaktadır:
"Umudunu yalana bağlamış bulunan faşist Türk devleti (...) bazı spekülasyonlar
yaymaktan geri durmamaktadır. Özellikle Amed eyaletinin Önderlik talimatlarına
uymadığı yolunda sinsice haberler yaymaya çalışmaktadır. Bu yaygaralar acizlik
ürünüdür ve kesinlikle doğru değildir. Emir komuta düzenimiz tamdır. Bu konuda
sorunumuz yoktur. Başkan APO, bütün partililerden de öte tüm Kürdistan halkının
iradesinin bileşkesidir.” (Aktaran: A. Kadir Konuk, PKK’nin İlan Ettiği Ateşkes ve
Yankıları, Zagros Yayınevi, 1993, s. 241)
Şemdin Sakık'ın sözünü ettiği 'sinsi haberler'e bir tepki de o dönem PKK'de üst düzey
yönetici olan 'Ferhat'tan, Osman Öcalan'dan, gelir:
"Öcalan, örgütte herkesin Abdullah Öcalan'a bağlı olduğunu belirterek, 'Apo öl derse
ölür, kal derse kalırız. Apo'ya örgütte başkaldırı söz konusu değildir. Örgüt talimatlara
riayet eder. Apo'nun açıklamaları esas alınır. Apo, tarihin tanık olduğu liderlerden en
çok halk desteği alan biridir. O, bizim için yiyecektir, bilinçtir' diye konuştu." (Milliyet
gazetesi, 28 Mayıs 1993)
Müslüm'ün biyografyasında bunlar yok. Bilgilenme adına işe yaramayacak her şey var,
ama netameli gerçeklikler yok: Otoriteryan kültür ve tek adam kültü yok; iç
yargılamalar, 'çözümleme'ler yok; örnek olsun, Mehmet Şener olayı yok; binlerle ifade
edilen iç infazlar yok; diğer Kürt ve sol gruplara saldırılar ve çatışmalar yok; 'bağımsız
birleşik sosyalist Kürdistan'dan 'federasyon'a, federasyondan 'üniter devlete saygı' ve
'ekolojik toplum'a ve oradan da 'demokratik cumhuriyet'e uzanan ideolojik-politik yolun
keskin virajlarını mercek altına almak yok... Eğer Müslüm "Ama ben PKK tarihi
yazmıyorum ki" derse, yalnızca "iyi de o zaman, mesela, niye Bingöl olayı -aktardığımız
haliyle- var?" diye sormayız, bir kez daha özdeşleşme konusuna döneriz ve dahası
bahsettiklerimizin öznesinin, oluşturucusunun ve yöneticisinin biyografiye konu kişi
olduğunu hatırlatırız.
Bunların yokluğunda yazılan bir biyografide, var olanların da sorgulanmadan aktarılması
ve güzelleme olur olsa olsa ve bolca var; çocukluktan başlayarak:
“Anlarız, Öcalan için oyun karşı karşıya gelmek değildir, oyun aynı kolektif bilinç
etrafında bir araya gelmektir.” (s. 62)
Öcalan'ın çocukluk günlerinden ve çocukluk dönemi oyunlarından söz ediyor Müslüm.
Ben, bazı dinsel kitaplarda bazı peygamberler için yazılanlar dışında, çocukken oynadığı
oyunlardan böylesi anlamlar çıkarılan birini çok az duydum; yani Öcalan aslında
çocukken oyun filan oynamıyormuş, 'aynı kolektif bilinç etrafında bir araya' geliyormuş,
filan! İlahi abartı dünyası, sen nelere kadirsin...
Devam ediyor Müslüm, Öcalan'ın "fistanım kuş dolu" deyip arkadaşlarını peşinden
koşturmasının 'mana'sını estetize etmeye çalışırken:
“Öcalan oyun sırasında örneğin çocuklara eteğindeki kuşlardan belki hiçbirini vermez;
belki bu kuşlardan her arkadaşına bir bacak ya da kanat verir; maksat bir şey almak ya
da vermek değildir burada; herkesin kendi kuşunu yakalamasını sağlamaktır.
Karşılaştırma açısından şu örnek de ilginç olacaktır. Dostoyevski’nin biyografilerinde
ya da onunla ilgili düşünen pek çok yazar şu görüşte birleşmişlerdir: ‘Dostoyevski
hiçbir zaman bir oyun arkadaşına sahip olmamıştır.’ Yani bir ‘dış’ söz konusu değildir,
sürekli bir ‘iç-dünya’ vardır, bu dünyada oluşan düşünceler kapalıdır; arkadaş, oyun
arkadaşı ilk dışa açılma yeridir, yoktur ve bu yokluk Dostoyevski’yi kapatmıştır,
dolayısıyla eserler bir kapalılık içindedir, açılan küçük bir pencere, dalan ışık en büyük
arkadaş olacaktır her zaman." (s. 62)
'Dostoyevski'nin arkadaşı yoktu, o yüzden eserleri kapalılık içindedir' gibilerinden tuhaf
indirgemeciliği bir yana bırakalım -bir yana bırakmasak Müslüm'ü daha fazla mahcup
edebiliriz- ve burada bir mola verelim; mesela ben size çocukluk arkadaşım Selahattin'i
şöyle anlatsam, ne dersiniz:
'Deleme' çevirirdik biz çocukken; topaç'a 'deleme' denir bizim oralarda... İpini sarıp
toprak zemine fırlattığımız delemelerimiz dönerken, eğer bir deleme bir başka kararlı
dönüşle düşmüşse diğerlerinin yanına, eğer bir başka deleme 'deleme dönmez, onu
senin deli sevdan döndürür' dersini bize verircesine çıkarsa ortaya, bilirdik ki Selahattin
katılmıştır aramıza... Bakışları bir şahan gibi üzerimizden geçer ve delemesinin dönen
renklerine bir de şahan-bakışı renk katardı; deleme çevirmek, onun için yeni bir tablo
yapmaktı renklerle ve bakışlarla. Delemeyi atmadan önce ipi etrafına sarışında, nasıl
desem, bir başkalık vardı; sevgisini/hasretini sarardı adeta o delemeye, sıradan bir ipi
değil. Ve o ip yalnızca delemeyi değil, bizi, hepimizi, belki de tüm yaşanmışlıkları
sarardı; biz, deleme ve hatta ip ile tüm yaşanmışlıklar bile fark etmeksizin... Anlarız;
Selahattin için önemli olan hangi delemenin ne kadar uzun döndüğü değildi, hangi tarzı
yansıttığıydı ve bilirdi ki tarz, sanatın elifba'sıydı...
Daha uzatabilirim. Bu yazdıklarım gerçek mi? Yok; benim aklıma şimdi geldi bu
cümleler, yazdım. Selahattin'in sanatla filan pek işi de yok üstelik, hele de 6-7
yaşlarında... Ayrıca Selahattin'in haberi de yok bu yazdıklarımdan, duysa, 'işletiyor
musun beni oğlum, nedir bu ayaklar' der herhalde. Hepimiz gibi o da deleme çevirirdi
işte, o kadar... Şimdilerde Selahattin emekli, Sümerbank'tan. Bir otoparkta bekçilik
yapıyor ek gelir için. O yüzden, yani ünlü olmadığından, benden başka kimsenin onun
çocukluğunu -iş olsun/şaka olsun diye bile- güzellemeli yazması mümkün görünmüyor.
Ben de Müslüm'e özendim de yaptım, 'neden olmasın' gibilerinden...
Şaka bir yana, sorun tam da burada: Ünlüler/liderler hakkında tarih, çoğunlukla sonradan
yeni bir biçimde yazılıyor ve ne yazık ki buna yalnızca ünlülerin/liderlerin bizzat
kendileri ve/veya maiyetindekiler değil zaman zaman 'entelektüel'ler de katılıyor.
Mesela bir çocuk korkabilir ve babası kavga ederken ona yardım edemeyebilir; korkup
kaçabilir. Bundan doğal ne olabilir ki, her ne kadar Kürt toplumunda bu, diğer
toplumlardan biraz daha fazla yadırganır olsa da. Ama nihayetinde bir çocuktan söz
ediyoruz, yalnızca yasalarda değil dinlerde bile sorumluluktan muaf tutulan bir yaş
diliminden.
Fakat söz konusu çocuk bir lider olduktan sonra, kendisi bir başka yorum getirir o
çocukluk davranışına; olabilir. Baba can pazarındayken küçücük oğlunun o kavganın
sıcaklığında derin derin muhasebe yaptığına/yapabildiğine bizi inandırmaya çalışır;
olabilir. Ve fakat Müslüm de aynı yorumu yineler, aynı tuhaflığa bizi inandırmaya o da
çalışır, estetik eklemelerle:
"Günün birinde (Öcalan'ın babası -BN) köyden biriyle kavga eder. Yenemez. Bağırır,
ama bu sefer bir yüksekliğe çıkmış değildir; yer bir meydandır, bağırır: 'Abdullah
bıçağı getir!' Elleri tutulmuştur, ayakları havadadır. Bir sınavdır sanki. Öcalan
babasının imdadına koşmaz. Nedenini de 'gücümün yetmeyeceği şeye girmem' diyerek
açıklar. Bu bir kavga değildir. Bu bir isyan da değildir; derstir. Öcalan bıçağı kapıp
gitse, adamı vuracaktır ve sonuçta katil olacaktır ya da, baba bıçağı alıp adamı vursa
katil olup hapse girecektir. Öcalan babasının yaptığını yapar. Baba nasıl ki dama ya da
yüksek bir tepeye çıkıp çığlık atarsa, Öcalan da aynısını yapar: Çığlık atar, utanır ve
içinden 'Ben böyle hiç kavga etmeyeceğim' der." (s. 49)
Devam edelim ve Müslüm'ün sık sık bize 'şeyh uçmaz, müritleri uçurur' deyimini
hatırlattığının farkına varalım:
"Oyun Öcalan'ın hayatında derme çatma bir kavga ve kavram değildir. Örneğin köyde
fıstık ağaçlarının altına gittiği zaman elleriyle kırmızı toprakla oynar: Elleriyle toprağı
çizer, sonra belki de bu şekiller bir şeye benzediği an, onları siler. Bir şeyler yapmıştır
ve ne yaptığını kendisi bilir; biri gelse, açıkça kalbiyle ne yapacağını sorsa, kuşkusuz
ona sarılacaktır. Bu, yaşama tutunma oyunudur." (s. 65)
"Bir şeyler yapmıştır ve ne yaptığını kendisi bilir; biri gelse, açıkça kalbiyle ne
yapacağını sorsa, kuşkusuz ona sarılacaktır"ı anlamadığımı itiraf ederek utanmalı mıyım
'edebiyat'la ilişkim bakımından, emin değilim ama bu paragrafı okurken başka bakımdan
utandığımı saklayamam: Biz niye çocukken keşfedemedik ki bu 'yaşama tutunma
oyunu'nu?.. Gerçi bizimkiler kadar tantanalı ve zevkli görünmüyor ama...
Bildiğimiz Allah'ın bağı bile konu Öcalan'ın biyografisi olunca bir başka hal alıyor
Müslüm'de:
"Üzüm bağlarına tutkuyla bakar, hatta bağların yeşermesi ve bağbozumu karşısında
karşısında büyük bir heyecan duyar." (s. 74)
İnanın bağırasım geliyor, 'Kaptaaan, Yağcılar'da inecek vaar!' diye...
Gerçekten anlamıyorum: 'Üzüm bağları'na 'tutkuyla' bakılmayınca ve bağların yeşermesi
ve sonrasındaki bağbozumu -ki arada epey de bir süre var- karşısında lüzumsuz bir
heyecana kapılmayınca, sonradan lider olunamıyor mu yani?..
Öcalan'ın çocukken avlanmayı sevdiğini şöyle anlatıyor: "Çünkü ava çıkmak, büyülü
anlatıların sonucudur. Öcalan bunun farkındadır. Çıktığı her av bize dinlediği bir cengi,
masalı, destanı anlatır. Büyülü dünyanın anahtarı olan Ali (Hz. Ali -BN) ve Battal'ın
(Battal Gazi -BN) inançları uğruna giremeyecekleri cenkler yoktur; hatta adlarını
bilmesek, savaşırken bize acımasız bile gelebilirler; ancak bu kimseler hayatın içinde bir
otu ve karıncayı bile incitmezler. Öcalan da çocukluğunda ilginç bir yeşilcilik faaliyeti
içindedir; her yılanı avlamaz. Hatta yılanlar için avlanmak ifadesini bile kullanmaz;
'Zararlı yılanlarla kötü kavgalarım oldu' dedikten sonra, ekler, 'zararsız hayvanları
korudum'." (s. 75)
Daha çok da Ortadoğu'da, liderlerin yarattığı ya da liderler için yaratılan türlü çeşitli
efsaneler ve metaforlar vardır. Siz, Mustafa Kemal çocukken niye tarlada kargaları
kovalardı sanıyorsunuz: 'Bulut dağlara, karga bağlara, cahil çağlara gölge düşürür';
eh, 'Aydınlanmacı Atatürk' karga kovalamasın da ne yapsın yani... Onun kargası varsa
'bizim' yılanımız var; 'kötülük' simgesinin öldürülmesi.... Bu anlatı hemen hemen bütün
PKK literatüründe geçer. Gerçekte ise birçok Kürt çocuğu yılan öldürmeye çalışmıştır;
çoktur yılan etrafta, sever çocuklar yılan yuvalarını değnekle filan dürtüklemeyi, ama
bunu Öcalan yapmışsa ayrıca bir hikmet de bulunmalıdır elbette...
Bu arada, 'Ali' ve 'Battal' bahsinden sonra gelen bir 'da' ekine dikkatinize çekerim:
"...adlarını bilmesek, savaşırken bize acımasız bile gelebilirler; ancak bu kimseler hayatın
içinde bir otu ve karıncayı bile incitmezler. Öcalan da...". Evet, işte böyle yapılıyor
güzelleme işleri. Devam edelim: "...Öcalan da çocukluğunda ilginç bir yeşilcilik
faaliyeti içindedir; her yılanı avlamaz." Bir 'da' ile iki kuş vurmak buna denir işte: 'Bir
otu ve karıncayı incitmeyen' Hz. Ali ve Battal Gazi'nin (var olduğunu iddia ettiği) bu
yönleriyle Öcalan'ı özdeşleştirmek ve 'ilginç bir yeşilcilik faaliyeti' bahsine giriş fırsatı
yaratmak. O faaliyet de şöyle imiş: "her yılanı avlamaz"... Ne diyebilirim ki, Dünya
yeşilcilik hareketi literatürüne sokulan yepyeni bir kavramla karşı karşıyayız: Her yılanı
değil ama bazı yılanları öldürmek, 'yeşilcilik faaliyeti' oluyor artık!
Kitaptaki bu ve benzeri anlatımların ana kaynağının -Müslüm çoğunlukla kaynak
göstermeden yazıyor tabii- yine bizzat Öcalan olduğunu tekrar belirtmiş olalım ve
geçelim.
Öcalan'ın gençlik günlerine ve memurluk dönemine geçelim; Tapu-Kadastro'da çalıştığı
döneme: "Öcalan burada bir yanda Kürt meselesini gözler, diğer yandan tarlalara
gider; işi 'arazi ölçmektir.' Köylere giden, araziyi ölçen ve mülkiyeti belirleyen (tapuyu
veren) odur. Ekip beş kişidir. Beş kişi sabah köye gider ve burada çalışmaya başlar.
Ancak Öcalan'ın diğer arkadaşları tarlada kalırken o köylülerin yanına giderek onlarla
uzun uzun konuşur. (...) Arkadaşları bu durumdan memnun olmaz, biz çalışırken o
köylülerle sohbet ediyor, 'kaytarıyor' derler. Gerçekte bir kaytarma yoktur; anestezili bir
hastanın yanı başından ayrılmayan bir refakatçi söz konusudur.
"Öcalan'ın o günlerden kalma birçok tapu senedinde imzası bulunmaktadır." (s. 96-97)
Yine epey bir düzeltme yapmak gerekecek asıl önem verdiğim konuya gelmeden önce:
Beş kişi birlikte çalışıyorsa, tapuyu veren niçin yalnızca o olsun ki?.. Ayrıca, Öcalan,
Tapu-Kadastro'da ölçüm görevlisi/teknisyeni olarak çalışmıştı ve tapu senetlerinde
ölçüm görevlilerinin imzası olmaz. Türkiye'deki tapuları tapu sicil müdürleri veya
müdürlerin görevlendirdiği sicil görevlileri imzalar. Öcalan'ın "o günlerden kalma
birçok tapu senedinde imzası" yoktur, biliyorum; imzasının bulunduğu resmi evraklar
tapu değil, ölçüm raporları/tutanaklarıdır.
Çok önemli değil bu. Şu, biraz daha önemli: "Öcalan'ın diğer arkadaşları tarlada
kalırken o köylülerin yanına giderek onlarla uzun uzun konuşur." Benim bildiğim o
dönemin bütün sol/muhalif öğretmen, memur vb kadroları/liderleri mahallelerinde,
gittikleri köylerde insanlarla konuşurlardı, kimse gittikleri yerlerin insanlarıyla,
köylülerle küs filan değildi yani... Bu da çok önemli değil, patlatılmak istenen asıl 'edebi'
bomba son cümlede: "Gerçekte bir kaytarma yoktur; anestezili bir hastanın yanı başından
ayrılmayan bir refakatçi söz konusudur." Bu 'hasta' metaforunu daha önce Ali Haydar
Kaytan bahsinde ve Ali Haydar Kaytan kendisini bir hastaya, Öcalan'ı da öğütleri
harfiyen tutulması gereken bir doktora benzettiği zaman da görmüştük. Bu da bir
Öcalan/PKK klasiğidir: Halk ve hatta tüm PKK'liler bile hastadır, düşürülmüştür,
önderliksiz yol bile yürüyemezler, vs... Yenilik, Müslüm'ün hastayı anestezi verilmiş
olarak betimlemesi ve Ali Haydar Kaytan'a kıyasla Öcalan'a biçilen rolün bu kez epey
sıradan bir konumla değiştirilmesidir: Hasta refakatçisi. Ama zaten henüz erken
tarihlerdeyiz ve Müslüm bunu telafi eder.
Daha çok da Ortadoğu'da, liderlerin kişisel tarihlerinde başlarına olmadık işler gelmiş
olmalıdır ve mutlaka 'ilklerin insanı' olmalıdırlar; bunlar da kitapta eksik değil tabii.
İşkence, zindan ve mermilere göğüs germe: Bunlarsız, bırakın lider olmayı, Ortadoğu sol
kültüründe insanı adam yerine bile komazlar.
Bazı anlatımlar epey tartışmalı olsa bile:
"Tarih 8 Nisan 1972'dir ve Öcalan Bahçelievler'de kaldığı evde gözaltına alınır. Öcalan
ve arkadaşları 21 gün gözaltında tutulur; sorgulanır ve işkenceye maruz bırakılırlar.
(...) Cezaevinde kayıt için fotoğraf çekilir. Öcalan sol gözünü kısıp poz verir;
bakışlarıyla 'ben buradayım' der. Mahir'le, kaderini birleştirmenin sevinci
yanaklarındaki tebessümle ortaya çıkar. Bu bakış, 'korkmuyorum' demekten başka bir
şey değildir." (s. 129)
İhtiyat, ihtiyat, ihtiyat: "İşkenceye maruz" kalındığına ilişkin bilgi, kaynak, başka
kişilerin anlatımı araştırılmalıydı... Yalnızca 12 Mart günlerinde değil hemen hemen her
zaman her içeri alınana pata-küte girişildiği biliniyor, ama 'bizim' dilimizde 'işkence',
daha farklı bir sistematiği çağrıştırıyor ve bildiri dağıtmaktan gözaltına alınan bu 21
kişiye işkence yapıldığı iddiası biraz bilgi gerektirir... Ne gam; Müslüm bir Ortadoğu
şartını yerine getirmiş oluyor.
'İşkencehane'den daha yeni çıkmışken ve tutuklanırken Müslüm'ün iddiasına göre pek
keyifli görünüyor: "yanaklarındaki tebessüm"... Fotoğraf çekilirken bir gözün kısılı
olmasına dair derin manayı ise elbette geçiyoruz.
Devamına vardıralım:
"Ve 8 Temmuz günü (1977 -BN), Öcalan kaldığı Türk İş Blokları'nda (Altındağ) evden
çıkarken silahlı saldırıya uğruyor. Yara almadan kurtuluyor. Ama bu kurşun aynı
zamanda bir işaret fişeği de fişekliyor. Öcalan yeraltına çekileceğini söylüyor." (s. 237)
İhtiyat, ihtiyat, yine ihtiyat: Bir araştırmada ve hele de bir biyografide ihtiyat temel ilke
sayılmalıdır; eğer tanık, bilgi vs yoksa en azından ihtiyatlı bir dille aktarılmalıdır,
'söylendiği' yazılabilir, 'böyle diyor/diyorlar' denebilir, yorumsuz tırnaklı aktarılabilir, vs,
vs... Ama Müslüm'ün kitabında bunların hiçbirinin yeri yok...
'Kurşunlanma' ve yeraltına çekilmeden tam iki yıl sonra Öcalan Suriye'ye yerleşir ve
Müslüm anlatmıyor ama bu gidiş, PKK literatüründe 'Hicret'e benzetilir; hem de ilk
olarak bizzat Öcalan tarafından: "Tarihi cıkıs gerceklesmistir. Grubun bile tahmin
etmeyecegi bir cıkıstır, tekrar sezgisini kullanmıstır. Bu buyuk hicret dedigimiz olayın
icine girilmistir. Artık Mekke'de kalıp, propaganda yapılamaz. Birkac gun kalınsa Hz.
Muhammed imha edilecektir. Yasanan buna benzer bir durumdur." (Abdullah Öcalan,
age, s. 30)
'İlk olmak' da önemli bir şart tabii ve var olduğu iddia ediliyor:
"Öcalan 1971'de yukarıda andığım Lenin külliyatından sonra Devrimci Doğu Kültür
Ocakları'nın (DDKO) Beyazıt Tavşantaşı Sekmanbaşı sokak, no 18'deki dernek binasının
müdavimi haline gelir. Bir süre gidip gelir, hızlı ve çalışkan bir üye olur, hatta bir
seminer verir. (...) Öcalan bir de ilginç bir tespitte bulunur: Kürdistan sömürgedir. Bu
tezle, tüy kalemi üç parmak tutsa da bundan böyle bütün beden çalışacaktır. (...)
Öcalan'ın söyledikleri siyasi çevresinin duymadığı şeylerdir. Herkes nereden çıktı bu
adam diye sormaya başlar. Kürtlerin, ulusal ve sınıfsal konumlarıyla ilgili kafa yoran
kimselerin sayısı bir elin beş parmağını geçmez, zaten Kürt ve Kürdistan diyen yoktur,
'Doğu' der herkes; Doğu'nun sorunları vardır ve bu sorunlar yol, su, okuldur; elektrik
bahsi bile geçmez." (s. 110-111)
"Öcalan'ın söyledikleri siyasi çevresinin duymadığı" şeyler midir gerçekten de?
'Sömürge tezi'ni kastediyor Müslüm ve yine araştırmadan yazıyor:
Türkiye Kürdistan Demokrat Partisi'nin (TKDP) kuruluş tarihi 1965'tir ve bu geleneği
incelemeden Kürdî literatürde 'ilk' iddialarına yer vermek en hafif tabirle
vefasızlıktır...1965 tarihli TKDP programında, 'Türk Devleti’nin sürdürdüğü bu
politikalar, klasik sömürgelerde bile bulunmayan, barbar bir siyaset' ibaresi yer alır.
(Daha fazla bilgi için bkz. http://www.kovarabir.com/ibrahim-guclu-turkiye’de-kurdistandemokrat-partisi-tkdp-ii/) 'Sömürge tezi'ni Türkiye Kürdistanı bağlamında daha önce
formüle edenin ise Doktor Şıvan (Sait Kırmızıtoprak) olduğu bilinir. Doktor Şıvan'ın
lideri olduğu parti 'Tde KDP' (Türkiye'de Kürdistan Demokrat Partisi. 'T-KDP' olarak da
kısaltılıyor) 1969'da kurulmuştur ve bir maddesi şöyledir: "Madde 14- Sanayi
kurulusları, ozellikle agır sanayi tesislerinin dagıtımında, gunumuze kadar apacık bir
sekilde tatbik edilen somurgeci tasarruflardan vazgecilmeli ve Kurdistan’ın yer altı
servetleri mutlak olarak Kurdistan’da isletilmelidir." (T-KDP -Türkiye'de Kürdistan
Demokrat Partisi- Program ve Tüzüğü'nden,
http://www.drsivan.info/uploads/belgeler/max/t-kdp-program-ve-tuzuk.pdf) Doktor
Şıvan'ın, 'sömürge tezi'ni, bu program yazımından kısa süre sonra çok daha
derinleştirdiği de biliniyor. Ahmet Zeki Okçuoğlu ile yaptığım yayımlanmayan bir
görüşmede Okçuoğlu, dönemin tanığı olarak hem bu Doktor Şıvan bilgilerini teyit
ederek anlattı ve hem de ayrıca kendisinin de o döneme yakın zamanlarda 'iç sömürge'
formülasyonu üzerinde durduğunu ifade etti. Bu arada: Doktor Şıvan'ın ayrıca 'gerilla
mücadelesi' fikrini de ortaya atan biri olduğunu ve hatta bunun hazırlıklarına da
giriştiğini belirtelim.
Şu denebilir: Öcalan ve PKK, sömürge tezini en yüksek sesle seslendirenler oldular ve
hep altını çizdiler; bu, doğrudur. Ancak "ilk" değildir ve "söyledikleri siyasi çevresinin
duymadığı" şeyler olamaz; olmuşsa, "siyasi çevresinin" ve Müslüm'ün eksikliğine
yormak lazım. Ayrıca ve anlaşılacağı üzere, demek ki "herkes" 'Doğu' 'Doğu'nun
sorunları', 'yol, su, okul' demiyormuş; hem de şu "bundan böyle beden çalışacaktır"
şeklinde adeta milatlaştırılan seminerden epey önce...
Belli ki Müslüm Öcalan'ın anlatımlarına dayanıyor, fakat o bile aslında 'sömürge tezi'ni
daha sonra, 1973'te dillendirdiklerini söylüyor:
"DDKO'ya gidiyorum ve seminer veriyorum. 'Kurt, devlet' lafı agzımdan cıkıyor. Herkes
provokator gozuyle bakıyor o zaman. Herkes Kurt oldugu halde, Dogu halkı diyorlar
kendilerine. Ulusal mesele deyince asla agzına devleti almayacaksın. Ama dikkat
cekiyorum. Kongreye gidiyorum, usturuklu bir konusma yapıyorum DDKO'da. Ve en
cesaretli konusma oluyor herhalde. Beni uye yapıyorlar. (...) Daha sonra kendi
grubumuzu 1973'de 'Kurdistan somurgedir' sozcukleri temelinde kurduk ve 1975'i
boylece yakalayıp tarihi bir donum noktasına dogru kendimizi temellendirmeye calıstık."
(Abdullah Öcalan, age, s. 18-19. Kendisine hem 'provokatör' gözüyle bakıldığını hem de
bu 'cesaretli konuşma' nedeniyle üye yapıldığını söylemesi ilginç; bu çelişkiye -ama
başka bir biçimde- Müslüm'ün biraz sonraki sözlerinde de rastlayacağız.)
Kaldı ki, hatırlayalım: O seminerden sonra da, 1972'de, Öcalan hâlâ Türk sol gruplarıyla
da ilişkilidir ve/veya bunlardan bazılarına ilgi duymaktadır. Örneğin 1972'de
tutuklanmasına neden olay, Doğu Perinçek grubunun ('Şafak Grubu'nun) 'Şafak
bildirisi'ni dağıtmaktır; 'sömürge tezi'ni o tarihlerde dillendirmiş olan birinin yapacağı iş
gibi görünmüyor.
Sahi, Müslüm'ün sözleri arasındaki "Bu tezle, tüy kalemi üç parmak tutsa da bundan
böyle bütün beden çalışacaktır" cümlesi ne ola ki?.. Düşündüm, bir mana veremedim ve
şu karara vardım: Hep yazar başkasını uçuracak değil ya, bu kez de kendi uçmak
istemiş...
Bu seminerin anlatıldığı sayfalardan 111.nin altına bir dipnot koymuş Müslüm, tabii
onun da numarası 1: "Sömürge tezi, 90'lı yıllardan sonra pek çok bilim adamı tarafından
benimsenmiştir." Bundan sonra ve aynı dipnotta Müslüm, İsmail Beşikçi'nin bile ilk
araştırmalarında 'Doğu' ibaresini kullandığını anlatır, Beşikçi Hoca'nın bazı kitaplarını
sayar. Fakat dipnottaki ilk cümlesi gerçeği yansıtmıyor: İsmail Beşikçi dışında hangi
"pek çok bilim adamı" 90'lı yıllarda 'sömürge tezi'ni benimseyerek dile getirmiştir?..
Kastedilen Kürt çevreleri ise, bu politik grupların "bilim adamı" kişilerden oluşmadıkları
açık! Kaldı ki, hem İsmail Beşikçi ve hem de Kürt siyasi çevreleri açısından 90'lı yıllar
çok gecikmeli bir tarihe işarettir; İsmail Beşikçi'nin yanı sıra hemen hemen tüm Kürt
politik grupları (birkaç istisna dışında) daha 12 Eylül öncesinde 'sömürge' diyorlardı ve
hatta bunlara, 'Türk sol örgütü' sayılan 'Kurtuluş' grubu bile dahildi.
Müslüm'ün söz konusu dipnotuna yeniden dönmek durumundayız ve tam olarak
aktarmalıyız:
"Sömürge tezi, 90'lı yıllardan sonra pek çok bilim adamı tarafından benimsenmiştir,
Örneğin İsmail Beşikçi'nin yapıtları toplu olarak irdelendiğinde Doğu diye başlar;
Doğu Mitingleri'nin Analizi (1967), Doğu Anadolu'da Göçebe Kürt Aşiretlerinde
Toplumsal Değişme (1968), Doğu'da Değişim ve Yapısal Sorunlar (Göçebe Alikan
Aşireti) (1969), Doğu Anadolu'nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller (1969),
Devletlerarası Sömürge Kürdistan (1990)."
Bu işte bir tuhaflık yok mu: Müslüm, "İsmail Beşikçi'nin yapıtları (...) Doğu diye başlar"
diyor ama verdiği kitap isimlerinin sonuncusunda ('Devletlerarası Sömürge Kürdistan')
'Doğu' filan yok?..
Aslında tuhaflık bundan ibaret değil; Müslüm, İsmail Beşikçi'nin yalnızca 5 kitabını
veriyor ve oradan bir hükme varıyor.
Peki ben niçin bu tuhaflığı İsmail Beşikçi'yi bir tür itibarsızlaştırma çabası gibi
görüyorum?.. Eğer Müslüm kitabında Öcalan/PKK yaklaşımlarını tekrar etmeseydi ve
eğer Müslüm Öcalan'a/PKK'ye muhalif olanlardan söz ederken kalem değil de sanki
yumruğunu kullanıyormuş gibi yapmayıp onlara asgari bir saygıyı gösterseydi, bu
görüşüm Müslüm'e haksızlık sayılabilirdi...
Ama önce Müslüm'ün "İsmail Beşikçi'nin yapıtları" deyip yalnızca 5'ini saydığı İsmail
Beşikçi kitaplarının tam listesi; madem ki Müslüm okura aktarma ihtiyacı duymuş, biz
tamamını vererek yardımcı olalım:
1. Doğu'da Değişim ve Yapısal Sorunlar -Göçebe Alikan Aşireti
2. Doğu Anadolu'nun Düzeni Sosyo-Ekonomik ve Etnik Temeller
3. Doğu Mitingleri'nin Analizi
4. Doğu Anadolu'da Göçebe Kürt Aşiretleri
5. Bilimsel Yöntem, Üniversite Özerkliği ve Demokratik Toplum İlkeleri Açısından
İsmail Beşikçi Davası (İsmail Beşikçi'nin savunmalarını da kapsayan bu seri, 5 ayrı
kitaptan oluşmaktadır -BN)
6. Bilim Yöntemi
7. Türk Tarih Tezi ve Kürt Sorunu
8. Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Tüzüğü (1927) ve Kürt Sorunu
9. Kürtlerin Mecburi İskanı
10. Cumhuriyet Halk Fırkası'nın Programı (1931) ve Kürt Sorunu
11. Tunceli Kanunu (1935) ve Dersim Jenosidi
12. Orgeneral Muğlalı Olayı, Otuzüç Kurşun
13. Kürdistan Üzerinde Emperyalist Bölüşüm Mücadelesi 1915-1925
14. Devletlerarası Sömürge Kürdistan
15. Bilim-Resmi İdeoloji Devlet-Demokrasi ve Kürt Sorunu
16. Bir Aydın Bir Örgüt ve Kürt Sorunu
17. Savunmalar (12, 13 ve 14. maddelerde zikredilen kitaplarının yargılanması esnasında
yaptığı savunmalar -BN)
18. Ortadoğu'da Devlet Terörü
19. Kürt Aydını Üzerine Düşünceler
20. Unesco'ya Mektup
21. Kürt Toplumu Üzerine
22. Hukuksuz Adalet
23. Mahkemelerin Açtığı Yol
24. Bilincin Yükselişi
25. Kirletilen Değerler -Demokrasi, Barış, kardeşlik
26. Kirletilen kavramlar -Bilim, Eşitlik, Adalet
27. Kendini Keşfeden Ulus Kürtler
28. İşlevsizleşen Yasaklar -Düşünce Yasakları, Dolandırıcılık Yasakları
29. Geçmişe Tanıklık İsmail Beşikçi-Yılmaz Öztürk Mektupları
30. Zihnimizdeki Karakolların Yıkılması
31. Başkaldırının Koşulları
32. PKK Üzerine Düşünceler
33. Hayali Kürdistan'ın Dirilişi.
Biz de irdeliyoruz ve "İsmail Beşikçi'nin yapıtları toplu olarak irdelendiğinde Doğu diye
başlar" denilen cümlenin yalnızca 4 kitap için doğru olduğunu görüyoruz. Hangi
tarihlerdeki kitapları? 1967-1969 arası... Yani Müslüm'ün bize daha demincek "zaten
Kürt ve Kürdistan diyen yoktur, 'Doğu' der herkes" diye bahsettiği tarihten bile birkaç yıl
öncesi... Üstelik Kürt bile değil, Çorumlu bir Türk ve o zaman genç bir akademisyen,
sosyoloji alanında. Ve çok geçmeden birçok Kürde bile 'Kürt', 'Kürdistan' kavramını
öğretecek biri... Bunun için, yani Kürtleri konu alan araştırmaları yüzünden, hayatının
17 yılını hapislerde geçirmiş biri... Kitaplarının hemen hepsi toplatılmış/yasaklanmış bir
bilim adamı... Güney Kürdistan federal yönetimi tarafından verilen Mele Mustafa
Barzani Nişanı (2013), Uluslararası Hrant Dink Vakfı Düşünce Özgürlüğü Ödülü
(2012), Boğaziçi Üniversitesi fahri doktora ünvanı (2013), Güney Kürdistan’ın başkenti
Hewler'deki Selahaddin Üniversitesi fahri doktora ünvanı (2014) gibi ödül ve ünvanlara
sahip biri... Bazı Avrupa ve ABD kurumlarının verdiği itibar ödüllerinin yanı sıra 2
milyon avro civarında olduğu söylenen parasal ödülleri ise, söz konusu ülkelerin
Kürdistan'ın tarihsel trajedisinde oynadıkları rolleri nedeniyle, reddetmiş biri...
Müslüm'ün amiyane tabirle 'kılçık atıp' geçtiği genç akademisyen dönemini İsmail
Beşikçi şöyle anlatır ve o dönemdeki söz konusu kitapları zaten kendisi eleştirir:
"1971’den önce yayımlanan kitaplarla, yazılarla, 1974’den sonra yazılanlar,
yayımlananlar arasında çok büyük içerik, görüş ve düşünce farkları var. 12 Mart 1971
rejiminde, Diyarbakır-Siirt İlleri Sıkıyönetim Komutanlığı Askeri Mahkemesi’ndeki
yargılamalar çok önemli bir dönüm noktasıdır. Resmi ideoloji kurumunu fark etmek ve
eleştirmek, Kürd/Kürdistan olgusunun, sorununun algılanmasında ve anlatılmasında çok
büyük bir etken oldu. 1974-1975’den sonraki yayınlar, bu çerçevede gelişti. Şüphesiz,
çok daha doğru yayınlardır. 1971’den önce yayımlanan, 'Doğu’da Değişim ve Yapısal
Sorunlar, Göçebe Alikan Aşireti', 'Doğu Anadolu’nun Düzeni, Sosyo-Ekonomik ve Etnik
Temeller', 'Doğu Mitinglerinin Analizi (1967)', 'Doğu Anadolu’da Göçebe Kürt
Aşiretleri', 'Kürt Toplumu Üzerine' gibi kitapları bu çerçevede okumak ve
değerlendirmek gerekir. 1971’den önce yayımlanan kitaplarla, yazılarla, örneğin, 1975
ve sonrasında, 1990’larda yayımlananlar arasında çok büyük görüş, düşünce farkları
var. Okur, yazarın düşüncesinde, tutumunda meydana gelen bu değişmeleri merak
edebilir. Okurun, bu değişimi sorgulaması, nedenleri üzerinde düşünmesi, olguları,
olgusal ilişkileri bu yönlerden değerlendirmesi bilgilerimizi zenginleştirecek önemli bir
dinamiktir."
(http://www.ismailbesikcivakfi.org/default.asp?sayfa=kat&KatId1=3&KatId2=6#.VQrq
OxiSyrX)
Müslüm, "gençliğin onu (Öcalan'ı -BN) anlamasında büyük katkıları olan Mehmet Can
Yüce"den söz ediyor ama PKK'ye/Öcalan'a sempatinin artışında ve PKK'nin/Öcalan'ın
toplum ve aydınlar nezdinde daha fazla itibar görmesinde İsmail Beşikçi'nin
'katkı'larından söz etmemeyi tercih ediyor. Oysa bir kıyaslama yapılırsa, (PKK'li iken) M.
Can Yüce'nin propagandif söylemleriyle, özellikle tüm bir 90'lı yıllar boyunca, İsmail
Beşikçi'nin bilim adamı kimliğiyle PKK'yi olumlayan kitapları/yazıları yan yana bile
konulamaz, bir kıyası bile kaldırmaz.
Ama, 'anlarız'; itibarsızlaştırma çabası değilse bile Müslüm'ün negatif yüklü bir dipnotla
İsmail Beşikçi'ye şöyle bir değinip geçmesinin nedeni, İsmail Beşikçi'nin
Öcalan'ın/PKK'nin yeni konseptine itirazlarıdır. İsmail Beşikçi eleştirilerinden
rahatsızlık, Öcalan'ın İmralı görüşmelerinde onu "Kürtlerin Ziya Gökalp'i olmak istiyor"
suçlamasına kadar varmıştır.
Müslüm'ün o tuhaf dipnotu nedeniyle geldiğimiz buralardan, tekrar konumuza dönelim.
Müslüm, Öcalan'ın DDKO ile temas ettiği yıllara ilişkin ilginç şeyler anlatmıyor bize.
Hatta kafamız karışıyor: DDKO döneminde Öcalan beğenilir miydi, beğenilmez miydi;
gerçekten bir iz bırakmış mıdır, bırakmamış mıdır?.. Geniş ve yansız bir tanıklık
araştırması yapmadığı için o an aklına ne gelirse onu yazıyor:
"Öcalan bu tarihlerde Kürt çevrelerinde aradığını bulamamıştır. DDKO'da yaptığı
konuşmalar yüzünden zaten azledilmiştir." (s. 125. Bu cümle, 'Öcalan ve Kızıldere' ara
başlığını izleyen ilk cümledir; ancak, devamında Öcalan'ın Mahir Çayan'ı ilgiyle izlediği
yazıldığına göre, 1970 yılından söz ediyor olsa gerek ve bu durumda seminerin tarihi de
tartışmalı oluyor aslında.)
İyi de; 'seminer'in anlatılmaya başlandığı sayfada şöyle bir cümle de var: "Seminerde
bulunan Serhat Bucak, bu tezden sonra (Öcalan'ın dile getirdiği 'Kürdistan sömürgedir'
tezinden sonra -BN) herkesin ağzının açık kaldığını söyler." (s. 110) Herkesin ağzı açık
kalıyor ama, yine de ve üstelik ağızlarını açık bırakan "konuşmalar yüzünden" Öcalan
azlediliyor!.. Hatırlayın, benzer çelişki, Öcalan'ın anlatımlarında da vardı. Orada durum
biraz değişikti: Öcalan'a göre ağızlar açık kalmıyor, tersine kendisine provokatör
gözüyle bakılıyor ve seminerden sonra azledilmek bir yana bu cesaretli konuşması
nedeniyle üye yapılıyor. 'Anlarız': Müslüm, bazı şeyleri açıklamak üzere değil
açıklamamak üzere anlatıyor...
Kitabın bundan sonraki devamı, hakkaten parmak ısırtacak güzellemelerdir:
"Cemil Bayık'ın yazdığı, daha doğrusu konuştuğu ve daha sonra kaleme alınan Parti
Tarihi adlı kitapta Çubuk Barajı'nda yapılan toplantıya değinilmez. Ancak Bayık bu
zaman dilimi ve Öcalan'ın ruh haliyle ilgili tespitler yapar. Bunlardan biri 'kendini
yaratma/gerçekleştirme', ikincisi 'zorluğun esas alınması'dır.
"Kendini gerçekleştirme (realization), Hegel'in tarih kavramında karşımıza çıkar. Bu
hal, Hegel için bir oluş sürecidir. (...)
"Bayık'ın ifadeleri bizi Hegel'in tarih kavramından T. S. Eliot'un Prufrock'un Aşk Şarkısı
(1917), Gerontion (1920), Çorak Ülke (1922) adlı devasa şiirlerin temalarına götürür.
J. Alfred Prufrock'un Aşk Şarkısı şöyle bir fiille karşılar bizi: Gidelim öyleyse, sen ve
ben. Bundan sonrasını düz metin olarak söyleyecek olursam, gece akşam, anestezili bir
hasta gibi yatıyordur, yarı terk edilmiştir: Seni ve beni o kahredici meseleye götürmek
için, meşum bir niyetle bitip tükenmek bilmeyen bir tartışma gibi uzayan sokaklar... Dur!
Nedir diye sorma! Haydi gidelim." (s. 157-158)
"Öcalan Eylül 1973'te Ankara'ya döner. (...) Umudun kalmadığı, böylesi bir zaman
diliminde Öcalan zihninde bir ressam gibi Türkiye'nin tablosunu çizer." (s. 165)
"Öcalan, parti, grup ilişkileriyle arkadaşlık ilişkilerini birlikte yürütür. Herkesle çok
yakından ilgilenir, herkese bağlanır ve herkesi bağlar kendine; aradaki tek bağ aklın
bağıdır ve Öcalan bu bağı kalbiyle diker." (s. 173)
Vs, vs, vs...
Müslüm, bir gazeteciye "İngiltere’de yazdım kitabı, uzakta olmak istedim" diyor.
(Habertürk gazetesi, 17 Kasım 2014, Balçiçek İlter ile söyleşi) Uzakta değilken nasıl
yazardı acaba?..
Yeminle söyleyeyim, 'aklın bağını kalple dikmek' Öcalan'ın bile aklına gelmemiştir
herhalde; ama zaten imaj-maker'lık (bildiğimiz düpedüz yağcılığın biraz meslek haline
dönüşmüş hali) böyle bir şeydir işte... Değişik tarzları var bu işin tabii... Mesela bir
söyleşi sırasında, kadın konusunda genel bilinen ifadeleriyle konuşan Öcalan'a
sorarsınız, 'Sayın başkan, bu anlattıklarınızdan içinizdeki erkeği öldürdüğünüz
sonucunu çıkarabilir miyiz?' 'Öyle de denebilir' der ve siz o cümleyi Öcalan söylemiş
gibi yansıtırsınız, üstelik söyleşiyi yayımladığınız kitabın adını da öyle yaparsınız:
Erkeği öldürmek! (Mahir Sayın, Erkeği Öldürmek, Zelal Yayınları, İstanbul, 1998)
Müslüm'e göre Öcalan, “iki ağacıma su taşımak için yanı başımdan bir nehir geçerken
dağa çıktım” demiş. Müslüm hem kitabında (s. 21), hem de kitap ile ilgili kendisiyle
yapılan az önce belirttiğimiz söyleşide kitabı yazmasının 'duygusal' nedenlerinden
birinin bu sözler olduğunu söylüyor. Kaç defa yinelesek yeridir: İhtiyat, ihtiyat, ihtiyat...
Sakın bu da bir tür 'erkeği öldürmek' tarzı bir imaj-maker çalışması olmasın, Müslüm
tarafından değil başkaları tarafından yapılan ve Müslüm'ü hayran bırakan?.. Yalnız
Mahir Sayın'da değil, Yalçın Küçük'te de bolca vardı böyle şeyler (Abdullah ÖcalanYalçın Küçük, Kürt Bahçesinde Sözleşi, Başak Yayınları, İstanbul, 1993. Müslüm,
sehven 'Söyleşi' olarak yazmış: s. 41'den başlayarak kitabı işaret eden ilgili bütün
dipnotlar.) Ve bu işin bu iki kişiyle sınırlı olmadığını da biliyoruz...
Güzellemelere dönelim. Güzelleme bahsi, biz girmek istemesek de, 'güzel kızlar'
yargılamasına da kapı açıyor:
"Öcalan bu tarihte çoğunluğu subay ve bürokrat kızlarıyla dolu üniversite ortamında
dikkat çeken bir öğrencidir. Kızlar onu beğenir. (...) bu kızlar sadece güzeldirler ve bu
halleriyle mutsuzluğa yargılı kimseler olmaktan öteye gitmezler; güzelliklerini kurnazca
başarıya tahvil eder ve sevme yeteneklerini yitirdiklerinden, kendilerine duyulan aşkı da
çok geçmeden zehirlerler." (s. 150-151)
Onu beğenmiş olan "sadece güzel" kızlardan halen hayatta olanlar çok olsa gerek, ama
bir tekini bile bulup görüşmemiş Müslüm. Eğer Müslüm 'herhalde böyledir' deyip
yazmamışsa, kaynak yine Öcalan'ın bizzat kendisi oluyor... Mevzu bu değil.
Değineceğimiz konu, 'güzel kızlar'a ilişkin bir Müslüm yargısı: Güzel kızların, "sadece
güzel kızlar"ın, akıbeti şöyle oluyormuş: "mutsuzluğa yargılı kimseler olmaktan öteye
gitmezler; güzelliklerini kurnazca başarıya tahvil eder ve sevme yeteneklerini
yitirdiklerinden, kendilerine duyulan aşkı da çok geçmeden zehirlerler." Üstelik Müslüm
bir de 'uzman' desteği sunuyor ve cümlesinin sonunda bir dipnota gönderiyor bizi ve
fakat burada artık "sadece güzel" kaydı yok, tam bir genelleme var "güzel kadınlar"
şeklinde: "Güzel kadınlarla ilgili olarak bkz. Adorno, Minima Moralia, Metis Yayınları,
İstanbul, 1998, s. 175."
"Güzel kadınlarla ilgili bkz" diyerek bir genelleme yapıyor ama, anlarız ki Müslüm tüm
'güzel kızlar'ı bu genellemeye de koymuyor kitabının başka yerlerinde: "Kürdistan'da ilk
serhildan, Ocak 1990'da Binevş Egal (Berivan) için Cizre'de yapıldı. (...) Uzun saçları,
gençliği ve güzelliğiyle sembol isimlerden biri olur." (s. 385)
'Güzelliğiyle sembol isimlerden biri' olunmaya diyeceği yoktur Müslüm'ün bazı
durumlarda. O zaman şöyle oluyor galiba: Bir; Üniversite yıllarında 'kızlar', dikkat
çeken bir öğrenci olan Öcalan'ı 'beğenir'ler; hangi anlamda dikkat çektiğini öğrenmekten
mahrum durumda olsak da buna inanmamızı istiyor Müslüm. Peki, olur. Herhangi bir
istisna kaydı koymadığı için ('bazıları', 'kızların bir kısmı' ya da 'kızların büyük
çoğunluğu' gibi), biz bu cümleden üniversitedeki bütün kızların onu beğendiği sonucunu
çıkarıyoruz. İki; 'bu kızlar güzeldirler', yani hepsi güzeldirler. Ve üç; dolaylı olarak
anlarız ki bunlar güzel ama amiyane tabirle 'boş' kızlardır. Üç ile dördün arasında bir
yerde ve bizi bir uzmana yollarken, 'boş' filan değil tüm 'güzel kadınlar' denilerek bir
genelleme yapılıyorsa da bunu numaralandırmayabiliriz. Dört; ima yoluyla anlıyoruz ki
Öcalan bu kızlara yüz vermez. Beş; Müslüm, onun yüz vermemesini haklı bulmakla
kalmaz, işin teorisini de anlatır: Bu güzel kızlar şöyle kötüdürler, şöyle fena düşünürler
filan. Ama Müslüm'e göre, başka konular anlatılırken, bazı durumlarda bazı kızlar
'güzelliğiyle sembol isimlerden biri' olabilir; bunları, teorisinin dışında tutmuş oluyor
Müslüm.
Pekâlâ. Ben genç olsaydım, bu biraz karışık duran öğüdü 'direkman' şöyle anlardım:
'Siz siz olun, çirkin kızlara meyledin; tamam onlardan da 'boş' kızlar çıkabilir ama hiç
değilse mutsuzluğa yargılı kimseler olmaktan öteye giderler; çirkinliklerini kurnazca
başarıya tahvil edecek halleri de yok; sevme yeteneklerini yitirmeyeceklerinden,
kendilerine duyulan aşkı da zehirlemezler.' Garantili yöntem yani.
Ve açık ki, tüm bu dil, buram buram erkeksi... Bir çağrının vaktidir: Müslüm'den
ilhamla, 'sadece güzel erkekler'in (yok; erkeklere 'yakışıklı' deniyor, değil mi?) çirkin
erkeklere kıyasla ne lanet insanlar olduklarını teorize edebilecek, eli kalem tutan kadın
hakları savunucularını göreve çağırıyorum. Neticede bana da Müslüm'e de bişi olmaz,
ikimiz de pek yakışıklı sayılmayız...
Yeni gibi görünen birkaç anlatımın da epey sallantılı olduğunu daha önce söylemiştik,
bunlardan biri 'tesbih mevzuu'dur; ona gelmemize daha zaman var. Diğeri şudur:
"Bu arada bir fırsat bilip Adıyaman'a da gitmek istiyor. Burada arkadaşları var.
Öcalan'ı Adıyaman'da 14 yaşında bir genç karşılıyor. Öcalan, Hasan Yorulmaz'ı
soruyor. Birlikte gidiyorlar. Öcalan, Mehmet Emin Taştan ve Aziz Bilgiç'le sohbet
ediyor. 14 yaşındaki bu genç seneler sonra Öcalan'ı İmralı adasında ziyaret eder; artık
yol gösteren bir kurye değil, bir milletvekilidir, adı Sırrı Süreya Önder'dir." (s. 225)
Metnin yer aldığı ara başlığı izleyen anlatımdan "bu arada"dan kastının 1976 yılı
olduğunu anlıyoruz. Oysa Öcalan'ın Adıyaman'a geliş tarihinin 1977 olduğunu
sanıyorum.
'14 yaşında genç' olmaz, o yaştakine çocuk denir ve ayrıca Sırrı Süreyya Önder 1977
yılında 15 yaşındadır. Yalnızca o yaşta değil sonradan da hiçbir zaman PKK'yle, PKK
geleneğiyle ya da bir başka Kürt hareketiyle herhangi bir ilişkisi olmadı Sırrı Süreyya
Önder'in. Bunu niye anlatıyorum? Şundan: Bir gizli Kürt örgütünün lideri Adıyaman'a
geliyor ve onu 15 yaşında, o grupla tamamen ilgisiz biri -çocuk denebilecek biri'karşılıyor'; kendi arkadaşları değil! Ve Öcalan, 'kendini karşılayan' bu 15 yaşındaki
kişiye, Adıyaman'ın ilk PKK'lisini, Hasan Yorulmaz'ı soruyor; onu nerede bulacağını
Öcalan bilmiyor ve Hasan Yorulmaz'a 'birlikte' gidiyorlar!..
Müslüm yine kaynak belirtmiyor. Meselenin nereden çıktığını bilmesek, Müslüm'ün
derin bir araştırmayla yeni bir bilgi ortaya çıkardığını zannedebilirdik Biz, bu konunun
İmralı'da Öcalan ile Sırrı Süreyya Önder arasında geçen bir konuşmadan
kaynaklandığını biliyoruz. Ama Müslüm konuşmayı da değiştirmiş:
İşte 23 Şubat 2013 günkü görüşme notlarından ilgili bölüm:
"- Öcalan: Sırrı bize lazım. Bizim kıymetlimiz. (Sırrı’ya dönerek) Ben seni bana
söylendiği zaman başka bir Adıyamanlı Sırrı ile karıştırdım. Sen siyasaldaydın değil mi?
- Sırrı: Evet
- Öcalan: Kaç girişlisin?
- Sırrı: 1979 girişliyim.
- Öcalan: Ha o sen değilsin. O bizim zamanımızda, sadece ders çalışan xımıl biriydi.
- Sırrı: Sayın Başkan siz Adıyaman’a ilk geldiğinizde ben 14-15 yaşındaydım. Siz
geldiniz Hasan Yorulmaz’ı sordunuz. Ben sizi Hasan Yorulmaz’a götürmüştüm.
- Öcalan: Evet. Benim Adıyamanlı çok kıymetli arkadaşlarım vardı şehit düştüler."
(Milliyet gazetesi, 28 Şubat 2013)
Sırrı Süreyya Önder, "Siz geldiniz, Hasan Yorulmaz'ı sordunuz" diyor; Müslüm, bunu
"Öcalan'ı Adıyaman'da 14 yaşında bir genç karşılıyor. Öcalan, Hasan Yorulmaz'ı
soruyor" olarak aktarıyor. Sırrı Süreyya Önder'in 'sordunuz' fiili Müslüm'de bir anda
'karşılamak' oluveriyor! Sırrı Süreyya Önder, "Ben sizi Hasan Yorulmaz'a
götürmüştüm" diyor; Müslüm bunu "Birlikte gidiyorlar. Öcalan, Mehmet Emin Taştan
ve Aziz Bilgiç'le sohbet ediyor" şeklinde değiştiriyor ve sanki Öcalan'ın Mehmet Emin
Taştan ve Aziz Bilgiç'le sohbeti esnasında Sırrı Süreyya Önder hâlâ oradaymış gibi
anlatıyor. Ve Müslüm, söz konusu kaynakta hiç olmayan, olması da mümkün olmayan
bir niteleme yapıyor Sırrı Süreyya Önder için: "Yol gösteren bir kurye"!..
Bu konuyu 'İmralı Tutanakları'ndan önce hiç duymamıştım ve çok önemli de değil ama
büyük bir ihtimalle şöyle olabilir: O zamanlar Adıyaman'da bir 'Devrimci Kültür
Derneği' vardı, 'hepimizin' derneğiydi bu. Belki Öcalan Hasan Yorulmaz'la orada
buluşacaktı, onu görmeyince, belki o an orada olan/olabilecek olan Sırrı Süreyya Önder'e
sordu, o da, mesela 'çarşıda şu dükkânda gördüm' dedi, ya da belki Hasan Yorulmaz
'beni soran olursa şurda olduğumu söyleyin' demişti dernektekilere ve Sırrı Süreyya
Önder, Öcalan'a orayı göstermişti; olabilir mi? Niçin olmasın. Sanki Sırrı Süreyya
Önder'in kelimeleri de ("sormuştunuz", "götürmüştüm") böyle bir şeyi çağrıştırıyor
gibi. Yoksa niçin Öcalan (mesela yolda filan) hiç tanımadığı Sırrı Süreyya Önder'e kendi
yoldaşını sorsun?.. Tersi, önceden tanışıyor ve ilişki içinde oldukları varsayımıdır ki,
bunun mümkün olmadığını biliyoruz. Prensip olarak milletvekillerini gazetecilik işim
dışında aramıyorum, zaten çoğuna telefonla ulaşmak da kolay değil, tanış-biliş olduğum
Sırrı Süreyya Önder'e ulaşmak daha da zor diye duydum, o nedenle olayı detaylı sormak
için aramadım, zaten asıl önem verdiğim şey öykünün kaynağının (bu olayda Sırrı
Süreyya Önder) böyle bir karşılaşma yaşayıp yaşamadığı da değil, anlaşılmış olduğunu
zannediyorum. (Konuşma akışı izlendiğinde Öcalan pek hatırlamıyor gibi; hatırladığını
direkt söylemiyor, hatırlamadığını söylemek yerine de tedbiren ya da nezaketen
söylenmiş gibi duran bir "evet"ten hemen sonra, "Benim Adıyamanlı çok kıymetli
arkadaşlarım vardı şehit düştüler" diyerek adeta konuyu değiştiriyor. Bu arada ve
geçerken: Hazır o görüşmede Öcalan Adıyamanlı arkadaşlarından söz etmişken, keşke
Sırrı Süreyya Önder, Öcalan'a Gazi Şahin'i de sorsaydı...) Bu konuda önemli olan
Müslüm'ün konuşmanın anlamı dışında olayı aktarış şeklidir; adeta gizemli ve fakat
bilinçli bir 'devamlılık' varmış gibi bir izlenim yaratmaya çalışıyor (artık yol gösteren bir
kurye değil, bir milletvekilidir), görüşmede zikredilmeyen kelimeleri araya koyarak...
Geçelim...
Müslüm'ün PKK'nin diğer sol ve Kürt gruplarıyla çatışmalarını, onlara saldırılarını
kitabında anlatmadığını belirtmiştik. Ama sol içi çatışma ve Öcalan'ın/PKK'nin bu
konuyla bir şekilde ilgisine dair bir değinme hiç yok değil; var ve tamamen
Öcalan'ı/PKK'yi aklama çabasıyla:
"Öcalan eylül ayında (1977 -BN) Antep'e geliyor (Müslüm İngiltere'den yazdığına göre,
'gidiyor' olmamalı mıydı, az önce Adıyaman bahsindeki "gitmek" fiilindeki gibi? -BN).
Burada var olan siyasi yapılar adam vurarak ün salıyor ve böylece Kürt meselesi,
sosyalizm için bir amaç olmaktan çıkıp, cinayetleri haklı göstermek isteyen araca
dönüşüyor. Devlet, hükümetle birlikte bütün gücünü yitirmiştir. Solcular birbirini
vururken, Öcalan dışarıda kalmayı tercih ediyor." (s. 238)
Müslüm, kendince netameli konulara objektif biçimde değil Öcalan/PKK lehine
güzellemeler yaparak değindiğinde, mutlaka araya anlamsız cümleler de sokuyor,
"böylece Kürt meselesi, sosyalizm için bir amaç olmaktan çıkıp, cinayetleri haklı
göstermek isteyen araca dönüşüyor" gibilerinden... Bu cümleden "cinayetler"e karışmış
olanların "Kürt meselesi" ile epey ilgili "siyasi yapılar" olduğunu çıkarabiliyoruz, fakat
PKK'yi kastetmediğine göre bu pek doğru değil: O yıllarda Antep'te etkin olan diğer sol
örgütlerin çoğunun Kürt meselesine çok da kafa yordukları yoktu, çoğunun ayrımı
Sovyetler'in mi yoksa Çin'in mi sosyalist olup olmadığı üzerineydi ve çoğu "Türk
sosyalist örgütü" sayılıyordu. Ayrıca Müslüm, aradan PKK'yi çekip çıkarınca, kimin
kimi vurduğunu da söyleyemiyor; PKK'siz 'vurma', Antep'in o koşullarında hele, izahı
zor bir anlatı oluyor...
Ama ve fakat, neymiş: "Solcular birbirini vururken, Öcalan dışarıda kalmayı tercih
ediyor"muş... (Yoksa bir kelime oyunu ile mi karşı karşıyayız: 'Öcalan dışarıda kalmayı
tercih etmiş, PKK ise içeride kalmayı'!.. Oldu olacak Müslüm tam burada Öcalan'ın
mahkemedeki sözünü de zikretseydi: "Hayatım boyunca elime silah almadım"!) Zaten
kitap boyunca Öcalan'ın bu 'vuruşma'larda 'içeride kalmayı' tercih ettiği hiçbir
ana/döneme işaret edilmiyor: Bu durumda tabii Öcalan'ın başında olduğu PKK'nin
1982'deki özeleştirisi biraz tuhaf duruyor! 'Dışarıda kalma'nın tercih edildiği
çatışmalardan dolayı niçin özeleştiri versin bir örgüt?..
Demek ki Müslüm'e göre Antep'te PKK'nin 1977 sonu ve bütün bir 1978 ve hatta 1979
boyunca 'Tekoşin ile, 'Halkın Kurtuluşu' ile, 'Aydınlıkçılar' ile çatışmaları birer
rüyaymış, vurulan onca insan meğer birer hikâyeymiş...
"Nisan 1980'de (...) Öcalan verdiği talimatta bir hafta boyunca Kızıl Hafta adıyla bir
kampanyanın örgütlenmesini söyler. (...)
"Öcalan'ın verdiği talimatta önemli kimi noktalar dikkat çeker. Bunlardan biri PKK
dışındaki Kürt gruplar ile sol gruplara ilişkin olanıdır. Bu talimatta DDKD, KUK, Ala
Rızgari, Rızgari, Özgürlük Yolu'na karşı kesinlikle bir çatışmaya girilmemesi istenir.
Çünkü bunlar, asgari oranda gerici faşist yasalara, işkencelere, AP hükümetine
karşıdır, Öcalan bunlara karşı birleşip ortak hareket etmekten söz eder.
"Talimat yerine ulaşır. Ulus nedir ki zaten? Ulus, ortak akıl değil, ortak hafızadır!" (s.
331-332)
'Yürü Müslüm, kim tutar seni!' diye bağırmak geçiyor içimden ama, biliyorum;
gerçeklik, tutar...
Bir: Özellikle 1977-1980 arasında PKK'nin saldırmadığı/çatışmadığı neredeyse hiçbir
Kürt ya da sol örgüt yoktur.
İki: Öcalan'ın/PKK'nin temel argumanı şuydu: Kürdistan artık bir savaş bölgesidir
(kendileriyle sömürgeci Türk devleti arasındaki bir savaş) ve savaş bölgesinde savaş
kuralları uygulanır; başkalarının siyaset yapması askıya alınabilir, PKK tarafından
yasaklanabilir, engellenebilir...
Üç: Daha 1980 Nisanına gelirken, yani Müslüm'ün bahsettiği senenin mart ayında,
PKK-KUK çatışması Kızıltepe'de başlamıştı ve tüm bir 1980 yılı boyunca kanlı biçimde
sürecekti; ne "ortak hareket etme"si, ne "ortak hafıza"sı?..
Dört: 'Kızıl Hafta' boyunca, yani 7 günlük bir 'birlik' arzusu, başka dönemsel nedenlerle
dile getirilen geçici ve klasik bir propagandif yaklaşımdır, zaten 12 Eylül'e kadar saldırı
ve çatışma birçok yerde sürmüştür. Öte yandan bu 'talimat', o ana kadar olup bitenlerin
bir itirafı da sayılabilir.
Beş: Bu saldırılara/çatışmalara ilişkin PKK özeleştirisi, resmen 1982'de yapılır;
samimiyet derecesi bir yana... Müslüm der, ama PKK bile o özeleştiride 'dışarıda
kalmayı tercih etmiştik' filan demez; nasıl desin ki, tam içindeydiler, hem de asli fail
olarak...
"Talimat yerine ulaşır", evet; ve Öcalan'ın talimatlarında bir ilke olarak hep şiddet
vardı...
Ulus nedir ki zaten? Ulus, ortak akıl değil, burada, ortak unutkanlıktır!
Benim çok merak ettiğim Öcalan/PKK olgularından biri, Öcalan'ın Suriye'den
çıkartılması ya da çıkması sürecidir. Ortada açık mantıksızlıklar, yerine oturmayan taşlar
vardır. Müslüm'ün Öcalan biyografisini aldığımda kafamdaki soruların hiç değilse bir
kısmına yanıt bulabileceğimi düşünmüştüm. Bu konuda da yanılmışım; kitapçıda
ödediğim paramın karşılığını bu konuda da alamadığımı sizlerle paylaşmak isterim:
“Erbakan’ın 28 Şubat’ta tasfiye edilmesiyle Genelkurmay doğrudan devreye girer ve
Bursa Cezaevi’nde bulunan Sabri Ok ve Muzaffer Ayata’yla görüşür. Ok ve Ayata bu
görüşmeleri cezaevi idaresinin telefonuyla Şam’da bulunan Öcalan’a iletir ve askerin bu
konudaki yaklaşımında kendilerinin de ikna olduğunu not olarak düşerler. Bunun
üzerine PKK’nin Avrupa yetkililerinden bir kişi ile Genelkurmayı temsilen bir subay
Şam’da yüz yüze görüşürler. Görüşmenin doğrudan Genelkurmay tarafından istendiği
belirtilir. Öcalan’dan istenen şudur: Sınırların değişmezliği ve toprak bütünlüğünün
kabulü. Öcalan bunu kabul ettiği an tartışılmayacak tek bir konu yoktur. (…) Bunun
üzerine Öcalan 1 Eylülden (1998 –BN) başlayarak ateşkes ilan eder. (…) Yaklaşık iki
hafta sonra (16 Eylül 1998) Kara Kuvvetleri Komutanı Attila Ateş Suriye’yi tehdit
ediyor: 'Sabrımız tükenmek üzeredir.’ Benzer açıklamalar Demirel tarafından da yapılır.
(…) Türkiye ile Suriye arasındaki gerginlikse had safhadadır. (…) Öcalan sabah saat
05’te ( 9 Ekim 1998 –BN) Şam havaalanına varır. (…) Öcalan’ın çıkışı CIA ve bütün
havaalanlarında istihbaratı olan MOSSAD ajanları tarafından tespit edilir.” (s. 464-471)
Ortada bir gariplik yok mu? Bir devlet bir örgütle ateşkes anlaşması yapıyor, aynı devlet,
ateşkesin üzerinden daha 2 hafta geçmişken o örgütün liderinin yıllardır kaldığı ülkeye
aniden bağırıp çağırmaya başlıyor... Ateşkes bozulmuş filan değil, ortada çok ciddi bir
sebep görünmüyor yani. Ve dikkat: Türk yetkililer Suriye'ye bağırıp çağırırken,
Öcalan'ın Türkiye'ye iadesini istemiyorlar: 'Onu ülkenden çıkar' diyorlar... 1 Eylül
1998'de ateşkes ve 9 Ekim 1998'de, yani yalnızca 39 gün sonra Suriye'den çıkış... Bu
tuhaflık da sorgulanmayacaksa biyografi niye yazılır ki, "bir hazineyi bekleyen ışık
huzmesi bekçiler gibi açılan" gözleri yazmak için mi?..
Oysa çok daha ucuza, elli kuruşa (alıntılayacağım gazetenin fiyatı), çok daha fazlasını
önceden öğrenebilmiştik ve öğrendiklerimizle taşlar bir ölçüde yerli yerine oturuyordu.
Aşağıda okuyacağınız yazının ilk ara başlığı şu: "Suriye’den çıkmayı Öcalan kendi
istedi". Yazının, önemine binaen yer vereceğim geniş özeti ise şöyle:
"Devlet-PKK görüşmeleri sonunda 1 Eylül 1998’de ilan edilen ateşkesten 18 ay sonra
Abdullah Öcalan uzun bir kovalamacanın ardından Kenya’da yakalanıp Türkiye’ye
getirildi.
"Şu ana kadar anlatılan '1998 ateşkes hikâyesinin' en çelişkili görünen tarafı bu.
"Devlet 'Değişiyorum, çözüm istiyorum, devletin bütünlüğü dışında her şeyi
tartışabiliriz' vaadiyle ateşkes ilan ettirdiği Öcalan’ı 18 ay sonra yakalayıp bir adada
yargılamaya başlamıştı.
"4 Haziran 1999 tarihinde Hürriyet’te bir yazı yazan Enis Berberoğlu’na göre devlet
Öcalan’ı kandırmıştı. 1997’de Hollanda ve daha sonra cezaevlerinde yürütülen devletPKK temaslarını doğrulayan Berberoğlu’na göre bu temaslar aslında Öcalan’ı
yakalamak için 1980 öncesinde solculara da oynanmış meşhur bir istihbarat oyunuydu.
"Bu 'Saf PKK’yı kandıran usta istihbaratçılar' hikâyesi dışında 18 ay içinde olan bitenle
ilgili iki ayrı senaryo var. Bunlardan biri resmî, diğeri PKK kaynaklarında anlatılan
Öcalan’ın yakalanış hikâyesi.
"PKK’ya göre olan bitenin adı 9 Ekim Komplosu. PKK, daha çok uluslararası alandaki
‘komplonun’ üzerinde duruyor.
"Büyük bir diplomatik zafer olarak anlatılan resmî hikâye ise en derli toplu olarak 2004
yılında Radikal’de Murat Yetkin tarafından özellikle Demirel ve çevresi merkezli olarak
yazıldı. ('137 Fırtınalı Gün' adlı yazı dizisi daha sonra kitaplaştı)
"Yetkin’in hikâyesine göre 1 Eylül 1998’de PKK ateşkes ilan etmiş, silahlar susmuşken
birdenbire her şeyi başlatan Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hüseyin Kıvrıkoğlu’nun
Cumhurbaşkanı Demirel’e verdiği 'Terörle mücadelede elimizden gelen her şeyi
yapıyoruz. Ancak PKK’nın başı Suriye’de oldukça yapabileceklerimizin bir sınırı var.
Suriye konusunda çalışmalar yapıyoruz. Müsaade ederseniz bu raporu size sunmak
istiyoruz' mesajıydı.
"Ardından 15 Eylül’de, Kara Kuvvetleri Komutanı Orgeneral Atilla Ateş, Suriye
sınırındaki Hatay’ın Reyhanlı ilçesinde bir sınır bölüğünü denetlemeye gider. Arkasında
bayraklı vatandaşlar, muharebe üniforması içinde, kolları sıvayıp parmağıyla Suriye’yi
işaret ederek: 'Türkiye komşularıyla iyi ilişkiler içindedir. Bizim bu iyi niyetimizi Apo
eşkıyasını koruyan Suriye istismar etmektedir. Şunu açık söylüyorum ki, artık Türk
milleti iyi niyeti konusunda verdiği gayretin sonuna gelmiştir. Sabrımız taşmak üzeredir.
Kimsenin toprağında gözümüz yoktur. Hiçbir ülkenin de bizim topraklarımız üzerinde
emellerine izin vermeyiz. Bunu komşumuz Suriye’nin çok iyi anlaması lazımdır.'
"Ve mesaj sırası 1 Ekim’de Meclis’i açan Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’dedir. (...)
"Meclis açılışında verilen mesaj büyük yankı yaratır. Demirel bununla da yetinmez; ani
bir kararla üniversite tarafından kendisine verilen fahri doktora unvanını almak için
Hatay’a yani Suriye sınırına gider. Orada yaptığı konuşmada da benzer mesajlar verir.
Peki birdenbire ne olmuştu Ankara’ya?
"Abdullah Öcalan’ın 19 yıldır Suriye’de olduğu bilinmektedir. Peki neden 1997’de,
1996’da, karakollar basılırken, şehir merkezlerinde patlamalar olurken değil de, 1998
yılının eylül ayında PKK ateşkes ilan etmiş, silahlar kısmen susmuşken Öcalan
konusunda Suriye sıkıştırılmaktadır?
"Ve neden bu iş bu kadar teatral ve koordineli olarak yapılmaktadır? (...)
"Birbiri ardına gelen ve Suriye’yi tehdit eden sivil ve askerlerin talebi de dikkat çekicidir.
Açıklamalarda ısrarla Hafız Esad rejiminden 'Öcalan’ı Suriye’de barındırmaması'
istenmektedir. O dönem yapılan tüm tehditkâr açıklamalar tarandığında, Ankara’nın
Suriye’den Öcalan’ı Türkiye’ye iade etmesi gibi bir talebi olmadığı görülebilir. Esas
vurgu 'Suriye’de barındırma' üzerinedir.
"Peki aslında ne olmuştu? 1 Eylül’de devletle anlaşıp ateşkes ilan eden Öcalan, 9
Ekim’de neden Suriye’den çıkarılmıştı? Yoksa bu iki gelişme arasında bir ilişki mi vardı?
"Bu sayfada okuyacağınız mektup işte bu sorunun cevabını veriyor. Öcalan’ın 1999’da
yakalanmasının ardından yazılan mektubun altında dönemin üst düzey MİT
yetkililerinden birinin imzası bulunuyordu. Mektupta olan biteni komplo olarak
nitelendiren PKK çevresine 'Biz verdiğimiz sözleri yerine getirdik, komplo yok' mesajı
verildi.
(Benim ara notum: Yazarın sözünü ettiği ve yazısına eklediği mektup, aslında PKK
yetkililerine hitaben yazılmış resmi bir not şeklinde ve şöyle:
"1998 Ateşkesi üzerine dipnot
1- 1998 ateşkesinde PKK liderliğinin istekleri;
a) Basın açıklamasına gazetecilerin gelmesi ve açıklamanın engellenmemesi
b) Ülkede Gündem gazetesinin sansürsüz yayımlanması
2- PKK liderliği Suriye’ye karşı askeri diplomasi önermiş. Bu öneri kimi güçlerce savaş
sendromuna tabi tutulmuş ise de öneri gerçekleştirilmiştir.
3) 9 Ekim komplosu dayanaksız bir saptamadır. Esasen komplo denebilecekse, PKK
liderinin ateşkesi bir taktik olarak değerlendirdiği telsiz mesajları ve Suriye çıkışı
Devletleşiyoruz açıklamaları sayılabilir.
4) PKK Lideri kendi isteği ile İtalya’dan ayrılmış ve anlamsız, mantıksız bir şekilde
Yunanistan’a dayatılmıştır.
5) PKK Liderini Kenya’ya götüren güçler;
a) İtalya’dan çıkaranlar
b) Amerikalılarla görüştürmeyenler
c) Yunanistan’a dayatanlardır. Ve bunlar PKK Liderinin çevresindeki güçler
olmuşlardır.")
"Her şeyi başlatan, Öcalan’ın arabulucu avukat Selim Okçuoğlu ile arasında
gerçekleşen bir telefon görüşmesiydi. Zabıtları da bulunan ve 1 Eylül’deki ateşkes
ilanından önce gerçekleşen görüşmede Öcalan Kürt sorununu ve PKK’yı Ortadoğu’dan
kurtarmak için Suriye’den çıkmak istediğini iletiyordu. Öcalan’ın istediği PKK’yı
Türkiye’ye karşı kontrolünde tutmak isteyen Hafız Esad rejimine yönelik bir 'askerî
diplomasi' uygulanmasıydı.
"PKK’yı tasfiye etmekten bahseden Öcalan uzun süredir 'Silahlı mücadelenin sonuna
gelindiği' yolunda açıklamalar yapıyor, PKK’yı önce sınır dışına çekmek daha sonra
Türkiye kamuoyunda kötü bir şöhreti olan adını değiştirmeyi planlıyordu. (1998
ateşkesi günlerinde kararlaştırılan bu iki adım da daha sonra hayata geçirildi)
"Bu fikir devletin 'Kürt Sorunu’nu Ortadoğu’dan kurtarmak' düşüncesiyle de uyumluydu.
Devlet PKK’yı sivilleştirmek, siyasi alana çekmek istiyordu. Ankara, Suriye’de kaldığı
sürece PKK’nın silahsızlanamayacağını biliyordu. Eğer Öcalan Suriye’den çıkarılıp,
Avrupa’ya giderse PKK şiddet kullanmaya, Öcalan saldırı emri vermeye devam
edemezdi. Avrupa hukuku buna müsaade etmezdi.
"Öcalan’ı Suriye’den çıkarmak için yapılan tüm açıklamalar ve hamleler bu anlaşma ve
plan çerçevesinde yapıldı. Arabuluculuk yapan Mısır lideri Mübarek’e de Suriye’ye
Öcalan’ı bırakması mesajı iletildi. 'Adam vermeyen' bir gelenekten gelen Hafız Esad,
Öcalan’ın da çıkmak istediğini öğrenince daha fazla direnmedi. Karar, Esad rejiminin
derin isimlerinden Haddam tarafından Öcalan’a bildirildi.
"Öcalan Brüksel’e gitmek istiyordu. Hatta devlet-PKK temaslarında Öcalan’ın
Brüksel’de yapacağı açıklamalarda, örgüt bayrağı ve Türk bayrağını birlikte
kullanabileceği bile konuşulmuştu. Ağustos Mektubu’nun (Bu mektup için bkz. Yıldıray
Oğur, 'Devletten Apo'ya Mektuplar -1', Taraf gazetesi, 30 Eylül 2010 -BN) son
cümlesindeki sınırlar içinde her şeyin konuşulması serbestti: Devletin bütünlüğü ve
hükümranlık hakları dışında her şey tartışılabilir.
"9 Ekim’de Öcalan’ı Suriye’den Avrupa’ya taşıyacak uçak havalandı.
"Havada Özgür Politika gazetesine konuşan Öcalan’ın bir sözü her şeyi altüst etti.
Öcalan 'Avrupa’ya devletleşmeye gidiyoruz' demişti. Bu tartışma dışı olan tek hükmün
ihlali demekti. Ertesi gün Özgür Politika’nın kapağını gören Ankara’da 'Kandırılmışlık'
hissi hâkim oldu.
"Görüşmeler kesildi. Bu arada Öcalan daha sonra ağır bir şekilde suçlayacağı Rusya
ve Avrupa’daki PKK kadrolarının boş vaatleri yüzünden oradan oraya gönderilmekteydi.
Sadece PKK’nın dış temsilcilerinin değil, PKK’ya destek vaat eden Avrupalı ve Rus
siyasetçilerin vaatleri de boş çıkmıştı.
"Komünist bir başbakan sayesinde İtalya’da kalan Öcalan tam ABD’den gelen bir heyeti
kabul edecekken yeniden Rusya’ya gönderildi. PKK konusunda şiddet yanlısı Pentagon
ve siyasi çözümü savunan Dışişleri Bakanlığı arasında kalan ABD yönetimi, doğrudan
görüşme yapıp niyetini anlamak için Roma’daki Öcalan’a Türkiye’yi ve Kürtleri en iyi
bilen iki ismi göndermişti: CIA’in Türkiye uzmanlarından Graham Fuller ile Kürt
sorununda uzman olan ABD’nin Hırvatistan Büyükelçisi Peter Galbraith.
"Öcalan her iki isimle de görüşmeden Rusya’ya dönmek zorunda kalır. Duma’nın
'kalabilir' kararına rağmen, sorunu büyük bir krizde olan ülkesinin menfaatleri için bir
pazarlık unsuru olarak kullanan kurt politikacı Primakov’un engellemesiyle Öcalan, uzun
bir yolculuktan ve birkaç adrese daha uğradıktan sonra kendisini önce Kenya’da daha
sonra İmralı’da bulur.
"Yakalandıktan sonra ilk aramak istediği kişi devlet adına kendisiyle görüşen avukat
Selim Okçuoğlu’dur..." (Yıldıray Oğur, 'Devletten Apo'ya Mektuplar -3', Taraf gazetesi,
2 Ekim 2010)
Bu arada birçok Kürt kendini yakıyordu ateşle ve sonrasında, hatta bugünlere kadar, yer
yer mermilerle: Ortada akan Kürt kanı var ve sözümona Kürt entelijansiyası bu kanın
tam da ortasında laflar etmektedir; bu 'nokta' oldukça önemlidir ve kandan yana tutum,
özellikle de 'Ağustos Mektubu'ndaki konseptin kabulü sonrası, en hafif tabirle vicdan
yitimidir, en azından bir vicdanî not olarak kaydetmek durumundayım...
Öcalan'ın ilk avukatı olan Ahmet Zeki Okçuoğlu, Selim Okçuoğlu'nun abisidir ve politik
duruşları farklıdır; Öcalan'ın Ahmet Zeki Okçuoğlu'na (ama sonradan) onu Selim
Okçuoğlu zannettiği için vekalet verdiği söylenecektir. Selim Okçuoğlu konusu ve onun
bir süre bir Avrupa ülkesinde PKK tarafından 'uygulamaya alındığı' rivayeti ise hâlâ bir
hayli kapalı alanlardan birisidir.
Asıl demem o ki, Öcalan'la ilgili bilgileri Müslüm'ün 'Öcalan biyografisi'nden
öğrenemiyoruz, biyografi bile olmayan kimi araştırmalar daha çok bilgi verebiliyor
Öcalan'ın yaşadıkları hakkında ve bu bilgiler Müslüm'ün kitabında yer bile bulmuyor;
bu, bir 'biyografi' için en hafif tabirle ayıp olmuyorsa, sahi, entelektüel ayıp nedir?..
Öcalan İmralı'ya konulmuştur ve Müslüm anlatmaktadır:
“İlk görüşmeden sonra hemen Okçuoğlu’yla görüştüm. Öcalan’ın sağlık durumunun iyi
olduğunu, ancak yorgun olduğunu ve az da olsa zayıfladığını söylüyor. Peki ya tesbihi?
Almamışlar. İyi.” (s. 511)
Niçin "iyi"; çünkü 'tesbih' burada bir simge, 'almamışlarsa ve/veya vermemişse dik
durmuş demektir'in bir simgesi. Ya da onun gibi bir şey; yoksa niye "iyi" desin Müslüm,
hele de o dönemde borç ödeme azminden bile yakınken...
Ama Müslüm için iyi gitmeyen şeyler var; Ahmet Zeki Okçuoğlu tam tersini söylüyor.
Geçtiğimiz Şubat başıydı, Ahmet Zeki Okçuoğlu'yla Twitter'da özel mesaj yoluyla
sohbet ediyordum, Müslüm'ün kitabını eleştiren bir yazı yazacağımı söyledim ona.
Henüz okumadığını söyledi, ben de okumasa bir şey kaybetmeyeceğini söyledim. Bu
arada, kitapta kendisinin de isminin geçtiğini söyledim avukatlık dönemi ile ilgili olarak
ve özetle aktardım. Merakımdan 'tesbih' paragrafını da aktardım, aynen şöyle yanıtladı
beni:
“Yalan söylüyor. Tesbih-mesbih yoktu elinde. Evet, Müslüm Yücel bana sormuştu. Ben
de ‘yoktu’ demiştim kendisine. Çok da garibime gitmişti sorusu. Hatta ‘tesbihi yoktu’
dediğimde çok üzülmüştü.” (Ahmet Zeki Okçuoğlu ile mesaj yoluyla yapılan görüşme,
1 Şubat 2015)
Ben aradan çekiliyorum...
Dönemi Müslüm'ün kaleminden okumaya devam ediyoruz:
“İkinci görüşme sırasında Öcalan ‘savunmamı yapacağım’ diyor. Okçuoğlu ayrılırken
Öcalan’a şunu söylüyor: ‘Bütün Kürtleri bir araya getirdin, bütün dünya seni gözlüyor.”
(s. 512)
Sırf Müslüm'le yetinsek, Öcalan'ın "savunmamı yapacağım" gibi anlamsız bir söz
söylediğini düşünebiliriz; sanıkların savunma yapmasından daha doğal ne olabilir ki ve
Öcalan durup dururken anlamsız sözler edecek biri değildir. Hangi bağlamda söylemiştir
bunu Öcalan; Müslüm'den öğrenemiyoruz.
Ahmet Zeki Okçuoğlu mu: Müslüm'ün kitabında Öcalan'ın avukatı olarak şöyle bir
görünüyor, Öcalan'ı sanki övüyor ve sonra aniden yok oluyor kitapta! Nereye gitti
Ahmet Zeki Okçuoğlu; arıyoruz, tarıyoruz kitapta bulamıyoruz onu artık. Öcalan'ın
avukatlığını bıraktığı bilgisi bile yok, vazgeçtik bırakmanın detaylarından...
Oysa Ahmet Zeki Okçuoğlu o dönemi birçok yayın organına anlattı, kendisi de yazdı ve
Müslüm'ün şöyle bir değinip geçtiği, değinip geçerken bile bir tür güzelleme yaptığı
konuyu da kapsayan döneme ilişkin şunları söyledi:
“Basından yargılamanın kısa sürede sonuçlandırılacağını okuyorduk. Davayı oldu bittiye
getirmek istiyorlardı. Bunun için Abdullah Öcalan’la görüşüp vekaletini aldıktan sonra
kendisiyle yaptığım ikinci görüşmede kendisine savunma konusunu açtım ve kendisine
şunları söyledim:
"‘Dışarıdaki Abdullah Öcalan’ın konumu ile, içerdeki Abdullah Öcalan’ın konumu çok
farklı. Bütün dünyanın gözleri şu anda sizde. Tüm Kürtler arkanızda yekvücut olmuş
durumda. Muhalifiniz Kürtler dahi size destekliyor. Bu davadan önce mütevazi bir
yaşantım vardı. Şu anda ise dünyanın en ünlü adamı benim. (…) Bu ilginin nedeni sizin
avukatınız olmam. (…) Bu konumunuzu koruyup korumamak bütünüyle sizin elinizde.
(…) Bu şartlar altında kimse sizden kapsamlı bir savunma yapmanızı beklemiyor. Genel
bir takım şeyler söylemeniz yeterli, gerisini bize bırakın.’
“Yüzünün ifadesinden konuşmamdan pek memnun kalmadığı anlaşılıyordu.
Konuşacakların bitti mi gibisinden bir baş hareketi yaptıktan sonra, ‘merak etmeyin
savunma yapacağım’ dedi. Bu cevap beni tatmin etmemişti. Bu görüşmede söyledikleri
birinci görüşmede söylediklerinin aşağı yukarı bir tekrarıydı. Bu çerçevede yapacağı
bir savunma ise felaket olurdu. Ancak yine de umudumu yitirmiş değildim. Avukatları
olarak sıkı durursak, O’nu demokrasi ve hukuk temelinde Kürtlerin haklarını dile getiren
bir savunma yapmaya ikna edebilir, Kürtleri saran hayal kırıklığını birlikte aşabilirdik.
“Görüşme bittiğinde görevliler önce onu alıp götürdüler. Odasının görüşme mahalline
açılan iç kapısı oturduğu yerden üç dört adım ötedeydi. Hemen ayağa kalktım. Giderken
dönmüş bana bakıyordu. Kendisine Kürtçe yalvarırcasına şunları söyledim: ‘Qurbana te
me, dıvê tu lı ser piyên xwe bısekıni, heke tu lı ser piyên xwe bısekıni, jı boyi te em
mırınê re hazırın.’ Hiçbir şey söylemedi ve kafasını sallayarak içeri girdi. (…)
“Öcalan’la yaptığım ikinci görüşmede devlet gibi Öcalan’ın da bizden avukatlıktan
başka beklentiler içinde olduğunu fark etmiştim. Ne zaman sözü savunmaya getirsem;
‘Bu dava hukuki değil, siyasidir; sizden avukatlık yapmanızı değil, barış çabasında görev
almanızı istiyorum’ diyerek konuyu değiştiriyordu. (…)
“Savunma konusundaki bu öneriler (İsmail Beşikçi, Sabri Ok ve Muzaffer Ayata'nın
bulundukları cezaevinden Ahmet Zeki Okçuoğlu vasıtasıyla Öcalan'a ilettikleri öneriler
–BN) Abdullah Öcalan’ın hoşuna gitmemişti. Konuşmam bittikten sonra, ‘Kabahati hep
devlette aramamalıyız, kendimizde de aramamız gerekir. Olanlardan iki taraf da
sorumludur’ sözleriyle bize katılmadığını açık bir dille açıkladı. Bu sözlerden sonra
söyleyecek bir şey kalmamıştı. (…)
“Olup bitenleri belgelemek için de kendime yakın bulduğum İsmail Beşikçi’ye (…)
avukatlar vasıtasıyla devletin dışarıda estirdiği sahte barış söyleminin altında Kürt
halkına karşı bir komplonun sahnelenmeye çalışıldığını ve kurduğumuz avukatlık
bürosunun Soruşturma Komisyonu’nun dikte ettirdiği mesajların yayın bürosuna
dönüştürüldüğünü (…) yazdım.” (Ahmet Zeki Okçuoğlu, ‘Öcalan Davasında Savunma’,
Serbestî, sayı: 5, Ağustos-Eylül 1999, s. 16-20)
Şu 'Soruşturma Komisyonu'na gelebilmek için alıntıyı biraz uzattım; biyografi öznesiyle
direkt ilgili bir olgu ve bu olguyla ilgili herhangi bir bilgi ya da iddia, Müslüm'ün
biyografya kitabında yok, tek kelime olarak bile yok...
‘Soruşturma Komisyonu' meselesini biraz daha açmak gerekebilir:
“Abdullah Öcalan’la yaptığımız ikinci avukat görüşmesinde ‘Birinci duruşma çok
önemli, orada söyleyeceğiniz her söz dünyada yankı yapacak’ sözüme karşılık, ‘onlar da
birinci duruşma çok önemli diyor’ demişti. Bu da artık her şeyin bittiği anlamına
geliyordu.
“Yukarıda aktardığım dialogda Abdullah Öcalan’ın ‘onlar’ dediği, kendisini sorgulayan
ve yönlendiren Soruşturma Komisyonu’nda Ümit Özdağ’ın da yer aldığı konusunda bir
şey söylemem mümkün değil, ama mahkemede Abdullah Öcalan’ın şehit annelerinden
özür dileyeceğini Ümit Özdağ’ın önceden bilmesinin hiç de tesadüfi bir durum
olmadığından da şüphe duymuyorum.” (Okçuoğlu, agy, s. 28)
Öcalan'ın tesbihine ilgi duyan bir biyografi yazarından şu tür detayları da kaçırmaması
beklenirdi:
“Abdullah Öcalan’la ilgili her gelişme gibi DGM savcılarının İmralı’ya giderek yeniden
ifadesini aldıkları haberini de gazetelerden öğrenmiştik. Adaya gider gitmez ilk işimiz bu
haberin doğru olup olmadığını sormak oldu. Gözlerini kaçırarak önemsiz bir şeyden söz
eder gibi ‘gördüğüm lüzum üzerine savcıları çağırarak bir ifade verdim, doğrudur’ dedi.
Gazetelerin Savcı Talat Şalk’ın kendisine iç çamaşırı getirdiğini yazdığını, bunun doğru
olup olmadığını sordum. Yine kaçamak sözlerle, ‘önemli değil, geldiklerinde bazı şeyler
getirmelerini yazmıştım, onlar da getirdiler’ diye cevap verdi. Yargı tarihinde ilk defa bir
savcı bir sanığa iç çamaşırı götürüyordu.” (Okçuoğlu, agy, s. 16)
Artık bu yazıyı tümden sonlandırmak üzere hızlanabiliriz.
“Dava başlıyor. (…) Kürtler açısından davanın önemi şu: Öcalan nasıl? Öcalan’ın
sağlığında, kilo durumunda bir değişiklik var mı?” (s. 516)
Müslüm'ün yazdığının aksine, ben Kürtlerin Öcalan'ın kilo durumundan ziyade onun
nasıl bir savunma yapacağıyla ilgili olduklarını gözlemliyordum...
“Dördüncü duruşma 3 Haziran 1999’da yapıldı. Öcalan Barış Projesi’ni gündeme
getirdi. Turgut Okyay (mahkeme başkanı –BN), 'Bu projeyi, bu kürsüden dünya
kamuoyuna ilan edebilir misiniz? PKK örgüt olarak barış çizgisinde midir? Demokratik
Cumhuriyet için dağdan inmeye hazır mıdır?' Öcalan kısa konuştu: 'Evet, dağdakileri
indiririz. Dünyaya ilan ediyorum.'" (s. 518)
Müslüm, 'beni sorgula, analiz etmeye çalış!' diye bar bar bağıran (biyografi öznesinin
doğrudan dahil olduğu) olgulardan bile hızla uzaklaşıyor ve mesela aktardığı
konuşmanın normal olup olmadığını incelemiyor. Herhangi bir olumlu ya da olumsuz
imada bulunmadan kupkuru soruyorum: Bir mahkeme başkanının, sanığın neyle
suçlandığı iddianamede açık iken, bunu bırakıp sanığa 'şu görüşü buradan şöyle ilan
edebilir misiniz?' diye sorduğu/sorabildiği kaç yargılama vardır dünyada?..
Bitiriyoruz. Sondaki pullara da değindikten sonra sonlandırıyoruz.
Söz Müslüm'de ve işte birinci pul: “Öcalan bir barış ve diyalog insanıdır.” (s. 554)
İkinci pul biraz daha irice: "Kürtlere inanmayanlar, çabucak bir Kürt devleti kurulmasını
isterler.” (s. 555)
Bu özel pullar filateli'nin ve filatelistlerin ilgi alanına girmeyebilir; ama puldurlar,
dilekçeye yapıştırılmışlardır...
Pullara biraz daha yakından bakabiliriz ve ilkinden başlayabiliriz.
Belli ki Müslüm, bugünlerdeki 'barış görüşmeleri' nedeniyle ilk puldaki nitelemenin
hazmedilebilir olacağını düşünüyor. Evet, 'en kötü barış, en iyi savaştan daha iyidir';
evet, ben de bugünkü barış görüşmelerinin başarıya ulaşmasını ve bir an önce
sonuçlanmasını çok isteyenlerdenim; evet, aslında geç bile kalınmıştır, hem de çok,
bence 90'ların ortalarından itibaren, yani sınırları altüst etme ve tanımama gibi bir
hedeften vazgeçtikten sonra, özellikle de 'Ağustos Mektubu'ndaki konsept kabul
edildikten sonra, hadi bu da yeterli değilse 1989 'Roma Deklarasyonu'ndan sonra, silahlı
mücadelenin -var idiyse- artık hiçbir mantığı kalmamıştır, akan kanlarımıza/kanlara
gerçekten pek çok yazık olmuştur; evet, devlet de (eğer gerçekten istiyor idiyse) bunun
sonlanması için gerekli yasal, teknik vb altyapıyı hazırlamakta bir ilke olarak hep ağırdan
almıştır; evet, 'Kürt sorunu'nun, düzeltilmiş ifadeyle Kürdistan sorununun, şu andaki
konsept içinde çözülebileceğine hiç inanmamakla ve o nedenle 'çözüm süreci' yerine
'barış süreci' demeyi tercih etmekle birlikte, silahların susması ve silahlı mücadeleye son
verilmesi hem iyidir hem de hedef-yöntem dengesinin bir gereğidir... (İkisinin, yani
'barış süreci' kavramı ile 'çözüm süreci' kavramının, farklı oldukları açıktır; sorunun
çözümü yolunda meşru demokratik mücadele döneminin başlaması memnuniyet yaratır
elbette, ama Kürdistan sorunu orta yerde durmaktadır/duracaktır. Hiç kimse de Kürde
bugünkü konsepte/çıtaya razı olmayı tek-parti yöntemleriyle dayatmamalıdır: İnsanlar
gibi örgütler de 'fani'dir, PKK'den sonra da sevda sürecektir ve bu şarkı burada
bitmeyecektir, 'yerel yönetimlerin güçlenmesi ve anayasada etnisite adı belirtilmeden
vatandaşlık tanımı yapılması' vb yolla/konseptle tüm bir tarihin üzerine 'bir bardak soğuk
su' içilmesini kimse beklememelidir. 'Barış süreci' bundan tamamen değilse de bir
ölçüde bağımsızdır -tamamen bağımsız değil, çünkü sorunu çözmese bile kimi kısmi
yenilikler de olacaktır sorun konusunda, en azından kitlenin tatmini için- çatışan taraflar,
geldikleri nokta itibariyle çatışma gereğinin kalmadığı fikrindedirler ve bu adım
desteklenmelidir ama bir özür, bir özeleştiri çok mudur, buraya gelecek idilerse anlaşılmış olsa gerek, barışa gelmekten söz etmiyorum, barışa gelinir zaten bir şekilde,
şu anki konsepte gelmekten söz ediyorum- 50 bin insanın canı yitip gitmeli ve bunca
travma yaşanmalı mıydı sorusuna dair?..) Ve evet: Öcalan, bir "şans"tır bu barış
görüşmelerinde (tabii Müslüm abartıyor bu "şans" meselesini: "Öcalan barış için
Türkiye'nin en büyük şansıdır" -s. 554-), çünkü 'kurumsal' kimliği ('Önderlik' kurumu)
nedeniyle o istemezse PKK'nin silahlı mücadeleyi bırakmayacağını biliriz ve
tarihte/toplum yaşamında 'dezavantajın avantajı' bazen çıkar karşımıza: "Belki güçlü
lider her şey için iyi değil ama barış için iyi." (Jonathan Powell -Kuzey İrlanda
sorununun çözümünde Başbakan Tony Blair'in danışmanı diplomat-, Cansu Çamlıbel ile
söyleşisinden, Hürriyet gazetesi, 9 Mart 2015. Aslında Jonathan Powell, Recep Tayyip
Erdoğan için söylüyor bunu; ama hep geçerli gibi görünüyor.)
Pula dönelim tekrar; Müslüm'ün pulunda bugünler yok, evvelden ezele bir mutlaklık, bir
köklü atfediş var. Çünkü ilk puldaki ilk cümleyi şunlar şöyle takip ediyor: "Öcalan bir
barış ve diyalog insanıdır. Çocukluğunda ailesinin konuşma dediği biriyle arkadaşlık
ederek daha; çocukken bir hasımlığı sona erdirir. (...) Onu dağa çeken yine barış
maksadıdır." (s. 554)
Müslüm'ün tasviriyle "ortalık cehennemden beter"ken ve dillerde 'Kürdistan'ı kurmak'
varken 'aslında bugün gelinen barış için dağa çıkıldığına/Öcalan tarafından dağa
çağrıldıklarına' inanamıyoruz. Sonradan vazgeçilen ve yerine yenileri konulan hedefler
bir yana: Öcalan, 'dağa çek'ildikten sonra şiddetten uzak barışçıl, diyaloğa dayanan
yöntemler mi kullanmıştır; Müslüm'e göre nasıl 'barış ve diyalog insanı' olunabiliyor,
mesela herhangi birine böyle bir insan olmayı tavsiye etse o insanın neleri yapması neleri
yapmaması gerekiyor?.. PKK'nin ilk yıllarından ta 'Ağustos Mektubu' konseptinin kabulü
günlerine kadar Öcalan yazılarına, PKK literatürüne şöyle bir göz atmış olanlar bile bu
'barış ve diyalog' atfedişini tuhaf bulacaklardır, ama kitabın son sayfasında çok da tuhaf
durmamaktadır: Puldur o, dilekçenin ilk pulu...
İkincisi daha da sebebsiz yapıştırılmış, ortada o mevzu da yokken. Kitap metninin son
sayfasıdır ve aniden şöyle yazılmıştır: “Öcalan’ın yakalanmasından sonra çoğunlukla
bir yer arayan, bir yere gelemeyen çoğu kimse garip bir dil kullanarak milliyetçiliğe
sarıldı. Milliyetçilik bir duygu ve düşünce değil, daha çok bir Öcalan eleştirisi olarak
da gelişti. Hallac’ın sözünü buradan tercüme edebiliriz belki, Kürtlere inanmayanlar,
çabucak bir Kürt devleti kurulmasını isterler.” (s. 555)
Hallac'ın ne dediği ise bir önceki sayfada yer alıyor ve şöyle: “Hallac şunu söylüyordu:
'Kıyamete inanmayanlar onun çabucak gelmesini ister. İman edenlerse ondan ürperirler
ve bilirler ki o haktır.’" (s. 554)
Kürt milliyetçiliğini eleştirmek bahsiyle ve Kürt devleti kurulmasını isteyenleri 'Kürtlere
inanmamak'la suçlamak işiyle Hallac'ın bu sözlerinin ne ilgisi var?.. Almak istediği
'Hallac desteği' ilgisiz ve sallantılı. Bir biyografya kitabında yazarın kendi politik
'duruş'unu ifade etme ihtiyacı duyması ve bunun için de bin küsur yıl evvelinden dayanak
aramaya çalışması ayrıca ilginç... Bu arada merak konusudur elbette, 'Kürt devleti' için
yaşamlarını yitiren binlerce Kürt gencinin anıları önünde de Müslüm, Hallac'ın vecizini
yanına alarak, bu kendini bilmezliği yineleyebilmekte midir 'Kürtlere inanmıyorlardı'
diyerek?.. Yine merak konusudur: Kürdistan'ın her parçasında 'Kürdistan devleti bizim
en büyük hayalimizdir' diyenler de mi bu bahse dahildir yoksa yalnızca Kuzey için midir
bu 'yüksek' formülasyon?..
Sözlerin, bir pul şeklinde mesaj taşıdığı açık: 'Yeni konsepti hazmetmiş durumdayım.'
Birinci pul liderin kişiliğine doğrudan, ikincisi onun yeni konseptine doğrudan selamdır;
dilekçeye yapıştırılmışlardır ve dilekçe, matbaadan çıkar çıkmaz Müslüm tarafından
evvelemir en yetkili makama, İmralı'ya, acele kargo ile ulaştırılmıştır.
Müslüm'ün kitabının basım tarihi Kasım 2014'tür; kasımın hangi günleri olduğunu
bilmiyoruz ama Kasım 2014 ile 17 Aralık 2014 arasında uzun bir zaman dilimi
olmadığını biliyoruz; acele kargo servisleri için yeterli bir süre. Ve öğreniyoruz ki, HDP
heyeti 17 Aralık 2014'teki görüşmeye giderken Öcalan'a bir 'sürpriz' yapmayı planlar ve
Öcalan'a vermek üzere Müslüm'ün kitabını yanlarında götürürler. Öcalan,
gülümseyerek, 'ben çoktan okudum' der; yazarın gönderdiğini söyler. 'Sizler okudunuz
mu?' diye sorar. Yanıt 'henüz okumadık' şeklindedir; 'okuyun' der Öcalan... Bunları,
2014 Aralığının son günleriydi galiba, Sırrı Süreyya Önder IMC TV'de anlattı...
Ve yine öğreniyoruz ki, Müslüm'ün kitabı, PKK iç-okumalarında 'okunması yararlı
kitap'tan 'okunması gerekli kitap' derecesine yükselmiş durumda. Ne diyebilirim ki?..
Sonsöz yerine
İnananlara büyük saygım vardır; herhangi bir şeye/herhangi bir olguya inananlara,
ayrımsız (ırkçılık/faşizm/jenosid savunuculuğu bu bahsin dışındadır elbette)...
İnandıkları şeyleri doğru bulmayabilirim; eleştiririm, ama saygı duyarım, büyük saygı
duyarım inananlara. (Aynı saygıyı öte taraftan/taraflardan muhataplarına göstermelerini
beklediğimi de eklemeye gerek var mı...) Tek kuralım, hesapsız-kitapsız olmalarıdır ve
hesap-kitaptan kastım somutluklar, ya da yalnızca somutluklar değildir.
Tanrı mefhumuna inanmam; ama hesapsız-kitapsız Tanrı'ya inananlara, eleştirilerimle
birlikte, büyük saygım da vardır. Fakat 'Cehennem korkusu' ya da 'Cennet beklentisi'
bende hesap-kitap duygusu uyandırır ve sırf cehennemden korktuğu için ya da cennette
yer kapmak beklentisiyle Tanrı'ya inananlara saygı duyamıyorum; korku ya da beklenti
yüzünden inanmayı saygıya değer bir inanma sayamıyorum. Hep annem gelir aklıma:
Allah'a öyle bir aşkla inanırdı ki, inanmadığında mutsuz olacağını bilirdim; inanmayı
kalpten istediği için inanırdı ve inandıkça mutlu olurdu, onun inandığı Allah bana
anlattığı kadarıyla hoş ve sevimliydi üstelik, böyle bir inancın, Allah'a inanmanın, hem
kendisini hem de insanlığı mutlu edeceğine inanırdı, Allah'ı tatmin etmek için değil
kendisinin ve onun yarattığına inandığı insanların mutluluğu için Allah'a inanırdı ve
beklentisizdi onun inancı, hesaba-kitaba yer yoktu onun inancında... Çok saygıdeğerdi
benim annemin inancı...
Kestirmeden söyleyeyim: Herhangi bir politik akıma ve bu arada Öcalan'a/PKK'ye
inananlara da elbette büyük saygım vardır, eleştirilerim eşliğinde elbette ve elbette aynı
şerhimle birlikte; hesapsız-kitapsız inananlara...
Aslında birçok şeyi bilen fakat kendi hesap-kitap cangılında bilmezden gelen 'Kürt
entelijansiyası mı: Hesapsız-kitapsız olmayı hatta önceleyen, omurgalı olmaktır ve
omurgasızlara ve/veya onların inanışlarına saygı duyamıyorum; doğadaki masum
omurgasız canlıları tenzih ederim...