AD ALET - Muhalefet
Transkript
AD ALET - Muhalefet
EMEK ADALET HALK SOL HAYAT HAREKET SOKAK Redaksiyon Özel Ek “Gezi, fiziken muhteşem büyüklükte, katılımlı ve enerjik bir hareketti. Kendine özgü dili vardı, çılgın bir hareketti diye tanımlayabilirim. Ama çıldırmış bir hareket değildi, en azından ne yapacağını bilemeyecek kadar çıldırmış bir hareket değildi.“ Sorumlu Davranmak Eriş Bilaloğlu “Gezi sonrası sol” üzerine konuşurken, ilk önce abartmamak kaydıyla kendimce bir “Gezi” tanımı yapmak isterim. Gezi, fiziken muhteşem büyüklükte, katılımlı ve enerjik bir hareketti. Kendine özgü dili vardı, çılgın bir hareketti diye tanımlayabilirim. Ama çıldırmış bir hareket değildi, en azından ne yapacağını bilemeyecek kadar çıldırmış bir hareket değildi. Gezi sonrası konuşurken bunları kaydetmekte yarar var. İkinci olarak“ne istiyordu?” diye sorabiliriz; çünkü herkes bir şeyler söylüyor çok haklı olarak, söylenecek de zaten. Özgürlükçüydü Gezi, eşitlikçi miydi çok emin değilim ama, Gezi bir bütün olarak bakıldığında özgürlükçüydü. Türkiye’nin aydınlanma birikimine dayanıyordu. “Geziciler” yani katılanlar bir duygu olarak insan muamelesi görmek istiyordu ve bunun neoliberalizm, kapitalizm ile devamlı ve bütünüyle yitirildiğini ilikle rine kadar hissetmişlerdi. Gezi kuşkusuz genetik olarak, “özellikle 90’lı kuşak Gezi’nin muhteşem büyüklüğüne damga vurdu” diyorsak, 1989’daki işçi eylemlerinden, Bahar eylemlerinden, 90’ların başındaki büyük Zonguldak Yürüyüşü’nden, 90’lı yıllar boyunca bütünüyle görünür olan Kürt isyanından, Tekel Direnişi’nden elbette etkilenmiştir; ama onlarla eşitlenebilecek bir şey değildi. Sol ile bir ilişkisi var mıydı Gezi’nin? Sol muydu, bunu tam söyleyemiyorum ama kesinlikle sola açık bir hareketti. Örgütlü sol’la yani yıllardır Türkiye’de çok saygın olarak mücadele yürüten sol hareketlerle eşitlenebilecek bir şey değildi. O gün de yani bundan 6 ay önce de şu an da Gezi ile sol ayrı mecralarda. Zaten aynılaşmasını da beklememek gerekir. Kesinlikle birbirlerinden etkilenmeye açık olmalı; sol, Gezi’yi dün olduğu gibi bugün de daha fazla anlamaya çalışmalı diye düşünüyorum. Aynılaşmak için kendini zorlayan, kendi vücut diline, kendi bünyesine uygun olmayan zorlamalara sol asla girmemeli; ama mecraların kendisine uygun bir biçimde buluşması için bir çabası mutlaka olmalı sol’un. Gezi Sola Ne Çağrı Yaptı? Burada bahsetmekte yarar gördüğüm sorulardan bir tanesi “Gezi sol’a ne çağrı yaptı? Gezi sol’a bir çağrı çıkartıyor mu?” Bence Gezi böyle bir şey değil, Gezi kendisiyle ilgili bir şey. Kendiliğinden, her anlamda içten bir hareket olarak da kendisiyle ilgili oradaki kitleler. Ona buna çağrı çıkartmak için değil; ihtiyaç olarak hissettiği için kendisini ortaya koydu Gezi. Sol, özellikle de sosyalist sol bütün hareketleri, dinamikleri özellikle de işçi sınıfının -ki Gezi için de geçerli bence-, işçi sınıfının her türlü hareketini okumaya, anlamaya, analiz etmeye çalışmalı. Sosyalist solun düzeni değiştirmek gibi bir hedefi olduğuna göre, bu sosyal hareketlerle de buluşup onlarla kendi hedefleri doğrultusunda her zaman birlikte yürümeyi değerlendirmeli. Açık olmalı, samimi olmalı ve içinde bulunduğumuz anda hele Ocak 2014 itibariyle çok daha akli bir durumda olmalı. Sol’a etkisi ne oldu Gezi’nin? Çok önemsiyorum. Elbette sol, sol özneler bu düzenin değişeceğine, değiştireceklerine inanmakla birlikte “devrimin güncelliği” biraz soluklaşmıştı; güncel dille söylersek sanki AKP kalıcılaşmıştı! “Gün gelecek, devran dönecek, AKP halka hesap verecekti” ama halk kitlesel olarak bu hesabı ne zaman soracaktı? Burası 2013 başı, hatta ilkbaharı itibariyle pek görünmüyordu! Ama Gezi gösterdi ki bu umut her zaman var, her an olabilir, zaten biliniyordu, somut olarak da kendini ortaya koydu. Bu “oluş” bence sol’da bir umut zehirlenmesine yol açtı. Çünkü sol’un bildiği şey cisim olarak da ortaya çıktı, bu umut somut olarak ortada “var” oldu. Bu durumda beklenir ki sol o muhteşem büyüklüğe, enerjiye denk çok daha sorumlu bir davranışa girsin; umut zehirlenmesi ile olsa gerek, bunun dışında söyleyeceğim her şey çünkü sola ilişkin olumsuzluklar olacak, iyimser bakarak bir zehirlenme ile tanımlayalım, o sorumlu davranışı gösteremedi. Ne olabilir bu daha sorumlu davranış? Hep beraber bunu arıyoruz, bugün de arıyoruz. Bugün için ne söyleyebiliriz? Her şey çok uygun, insanların düzenin aktörlerine ilişkin güvenini yitirmesi için, hatta yitirmiş bile olabilirler ama daha temkinli kuralım, her şey çok uygun. Ama insanlar, kitleler, sosyal dinamikler güvenecek özne ararlar, sol Türkiye’de her zaman herkesin, sağın da, iktidarın da, düşmanlarının da kıymet verdiği bir odak olmuştur; ama fikren. Ne yazık ki cismen kıymet verilen, olumlu olarak kendisine güvenilecek ya da karşıtları için söylersek kendisinden çekinilecek bir pozisyonda değil, cismen değil. Fikren her zaman bir akıl olarak, halktan yana etik, ahlaki duruş, pozisyon olarak, her zaman izlenilir. Dün de böyleydi, yarın da böyle olacak; ama sorun aynı zamanda cismen bir şey olmak meselesinde. O nedenle sol’un değişik odaklarının, fikri ve fiziki odaklarının, bir diğeriyle aynılaşmak için değil ama hem kendilerine hem Gezi’ye hürmeten ve bir pozisyon alabilmeleri açısından 2014 Ocak’ı itibariyle birbirleriyle daha yakın, o fikren olan kuvvetlerine, ahlaki pozisyonlarına yakışan bir güven verici odak olarak görünmeleri lazım. Bugün ihtiyaç düzenden her anlamda iğrenen, tiksinen geniş kitlelerin o güven veren odağı görebilmesi. Görebilmesi için görünür büyüklükte bir cismin bugün, şu tarihi anda o umutla ve o sorumlulukla yan yana görünür bir kuvvet olarak ortaya çıkması lazım. Ben biliyor olabilirim, sen biliyor olabilirsin, bizim çevremiz biliyor olabilir o odakları; ama geniş kitleler için görünür bir odak olmak gerekiyor. Handikaplarımız var, ne sermayenin basını ne sermayenin olanakları, evet bu olanaksızlıklar hep geçerli, yarın da geçerli olacak. Güven verici odak sadece kendiyle ve kendisiyle ilgili olamaz. “Gayet düzgün bir yerde, düzgün bir pozisyondayım” diyemeyiz, bunun yanı sıra görünür bir odak olabilmek için solun, fikren aralarında mesafeler de olsa, bugün görünür ve güven verici bir odak olarak ortaya çıkması lazım. Bunun için kendine saygısını yitirmeyeceği, ilkelerini kastediyorum, her türlü esnek ve ilişkiye açık bir halde olması gerek. Özgüveni olması lazım solun, bunu yitiren bir noktaya gidiyoruz; çünkü Gezi her türlü özgüveni eğer gereğini yapabilecek adımları atmazsa yitirtir insana; çünkü Gezi bir mecrada biz bir mecradayız. Gezi muhteşem büyüklükteydi biz ise muhteşemi geçtik, makul büyüklükte değiliz henüz, ne yazık ki. Her şey uygun, neredeyiz? O zaman güvenle, kendine ve yanında olabileceklere, aynı çatı altında söylemiyorum ama yanında olabileceklere güvenen bir “tavır” lazım. Ne yazık ki halen orada bir patinaj yaşıyoruz, herkes birlikte davranacağı zaman bile nötr, kapsayıcı bir çatı, bir kişi ya da kurum arıyor. Kucaklayacak, hepimizi kucaklayacak birini arıyoruz, gerek yok, bence solun birbirini kucaklayan bir pozisyonda olması lazım. Farkındayım “siyaset dilinden” ayrı cümleler kuruyorum ama kitlelerin güvenmesi gerekiyor, her şeye güvenlerini yitirmişken, düzenin bildiğimiz bütün partilerine güvenin yitirildiği bir noktada biz görünür olursak şu tarihsel anda ancak o zaman sol Gezi sonrası “evet biz şu adımı attık” diyebilir, yoksa biliyoruz tarihin akışı, süreç, o gerek şartları, yeter şartları “bir zaman” oluşturacak ve ortaya çıkacak bir şey. Fakat biz bugünü konuşuyoruz, bugün açısından da ben bu konuda daha özgüvenli sol odak ve öznelerin, sol sosyalist odakların birbirine de daha güvenli -çünkü kaybedecekleri hiç bir şey yok bu ta-rihsel süreçte sorumluklarını yerine getirmek gibi bir tutum içerisinde olmasının çok kazandırıcı olabilme umudu taşıdığını düşünüyorum, çok temkinli söyleyebiliyorum bunları çünkü buralarda zorlanıyoruz diye düşünüyorum; ama bugün çok çok uygun gerçekten. Güven Veren Bir Odak Gerekli Türkiye’deki sol ve sosyalistler düzen partilerini biliyorlar, adlarını biliyorlar, söylersek AKP’yi biliyorlar, MHP’yi biliyorlar, CHP’yi biliyorlar. AKPMHP’yi bir tarafa koyup söylersek, CHP nedir tartışmasını hiç yapıp da kendimiz yormayalım, CHP, CHP’dir. Bunu herkes bilir Türkiye’de, sol ve sosyalistler bilirler, CHP’nin CHP olduğunu, 3 ay önce de biliyorlardı şimdi de biliyorlar ama durumumuz ne kadar nahoş bence, CHP’nin CHP olduğunu “sanki” bugün fark etmiş gibiyiz.CHP’ye ilişkin ne olumluluk ne olumsuzluk söylüyorum, mesele bunun ötesinde, o nedenle sorumluluklara uygun bir davranış kalıbını geliştirerek, görünür bir cisim olarak, özgüvenle, yanımızda olabileceklerle adım atmamız gerekiyor, daha öte cevapları keşke bilebilsek. Daha öte cevaplar derken hedefi biliyoruz, bu düzenin değişmesi, bu düzenin yıkılarak değiştirilmesi gerektiğini, ancak onun olanaklarıyla arzu ettiğimiz, halkın, yoksulların, ezilenlerin bütün ötekileştirilenlerin yararına bir çerçeveyi kurabileceğimizi. Ama bunun için de güven veren bir odak olmamız lazım, fikren olmanın yanı sıra cismen de. Sihirli Dört Sözcük Güncel olarak kısa vadede, hemen bugünlerin ihtiyacına denk düşen bir tutum alabilmemizi zor buluyorum. Umutsuz değilim ama bir zorluk var burada, zorlanması gereken süreç de özgüvenli öznelerle başlayarak ilerleyebilir. Sözcüklerin önemine ve sihrine inanırım. Oğuzhan Müftüoğlu’nun dört sözcükten oluşan tanımlaması bence sihirlidir: Birleşik Devrimci Sorumluluk Hareketi. Yani bugün yapmamız gerekenleri anlatabilmemiz için önce“Birleşik Devrimci Sorumluluk Hareketi”ni hissedip ruhen, her bir hücremize katarak ona göre bir vücut diline ve davranış kalıbına sahip olmamız gerek. Bunu öğrenmemiz lazım. Bunun Türkçesi nedir, benim HDP’liye, ÖDP’liye, TKP’liye, Halkevci’ye, adını bildiğim ya da bilmediğim kişilere/ kurumlara“Kardeşim, şu an birilerinin bu süreçte ortada görünür, güven verici olması gerekiyor ve biz, bu noktada değiliz, dolayısıyla bunu birlikte tartışabileceğimiz bir mecra bir zemin oluşturmamız lazım” demeliyim. Bu noktada mesela kavram açısından devrimcilik üzerine de düşünebiliriz. Devrimci yerine sosyalisti koyabilir miyiz koyamaz mıyız? Devrimci enerjik bir kavram, Gezi de böyle, yani devrimci. Gezi’nin devrimci bir kalkışma olduğu çok açık. “Önce bunu Yapalim Sonra Diğerini” Değişik “formüller” önerenler var, herkes kendisini önerebilir, birinci seçenek bu kağıt üzerinde, “biz de bunu yapabiliriz kardeşim” diyebilir, bunun şu an bir ciddiyeti yok. İkincisi, HDP, birleşik odaklar diye tarif ettikleri için söylüyorum, farklı farklı oluşumlar bir arada olduğu için, HDP oluşumu var. Üçüncüsü Sol Cephe. Bunların da, eğer samimi konuşursak, birilerini samimiyetsizlikle suçlamak için söylemiyorum ama belli odakların iradesiyle oluşturulan oluşumlar olduğu ortada, bunda da kötü bir şey yok, ama bu birleşik devrimci sorumluluk hareketine eşit ve hareketi oluşturma zeminine arzu edilen kolaylaştırıcılığı sunmuyor, olanağı sunmuyor. En azından ben böyle hissediyorum ve bunun da azımsanmayacak sayıda insanda olduğunu düşünüyorum. Fikri ortamları zorlamak lazım; çünkü önce o sorumluluk hareketinin fikri ortamlarını görmek lazım. Bu sürecin bir yönü; hayat biz durup da “önce bunu yapalım sonra diğerini” demediği için olumsuz sonuçlanırsa da kötü olacak. Yeni Olanı Oluşturmak Ne güzel, yerel seçimler için tutum alma meselesi geldi. Bununla üst üste binecek bu süreçler. Şimdi dolayısıyla olabildiğince, Ankara özelinde konuşursak,-Türkiye ölçeğinde böyle olmadı ama- bu sorumluluk hareketinin gerektirdiği sorumlu davranışları gösteren, büyük yarar için o sorumlu davranışları gösteren, özgüvenli öznelere ihtiyaç var. Tüm özneler bu çılgınlıkta, bu yırtıklıkta, bu özgüvende olmalılar, kaybedecek hiçbir şey yok bence. Bu nedenle yerel seçimler sürecinde bu sorumluluk hareketini oluşturabilecek, birlikte olduğumuz herkese güvenen bir vücut diline sahip olmak lazım. Kaybedecek ne olabilir, diğerleri, diğerleri her kimse çok akıllıca, çok kurnazca davranabilirler mi, ben bu cümlelerin hepsini bu ortamdan silmek lazım diye düşünüyorum. Mümkündür, birilerini çıldırtacak sorumsuzluklar olacaktır, “çok iyi gidiyoruz dediğinde”, “kendi açısından” çok iyi gittiğini söyleyen sorumsuzluklar olacaktır, mümkün olduğu kadar burayı ortak sorumluluk noktasına getirmek lazım. Süreç zaten ilerlediğinde, biz bir görünür cisim haline geldiğimizde, zaten iç çatışmamız sürecek. Bu yararlı bir şey. Ben şununla bununla fikren çok uyuşabileceğimi sanmıyorum ama toplam sorumluluk dediğimiz şeyin neye ihtiyacı olduğunu anlamamız gerek; çünkü halk, sol dediğimde, eğer görebilirse büyüteç kullanıp da TKP’yi de görür, ÖDP’yi de görür, Halkevi’ni de görür ama büyüteç kullanmadan göremez. Sol diye hepsini bilir, o neymiş bu neymiş ayırmadan hepsini bir bilir. Dolayısıyla bu avantajı kullanalım diyorum. güven verici bir odak haline gelebilmeliyiz, bu bize avantaj sağlayacak, oradan zıplama şansı bulacağız. Olmadığı takdirde şu an zaten cismen bizim bir kıymeti harbiyemiz yok. Fikren var, herkes solun ne dediğini okuyor. Önümüzdeki günlerde nasıl gidebiliriz? Bir olumluluk ÖDP’lilerin olması ama ÖDP’nin de ferahlıkla yaklaşıyor olduğunu daha fazla hissettirmesi, telaffuz etmesi lazım. Biz kendi cismimizi hiçbir zaman siyaseten, fikren, ideolojik olarak yitirmeyecek şekilde ortaya koymalıyız; çünkü buradan çıkış olduğunda -önümüzdeki 2-3 aylık süreç nasıl şekillenecek bilemiyorum ama- çok daha politik bir döneme gireceğiz. Böyle bir şeyi düzen kaldırabilir mi? Çünkü Mısır’da kaldıramadı, dünyada darbe dönemleri “bitmişken” büyük ölçekli ülkelerden birisinde darbe oldu. Her türlü seçeneği düzenin sahipleri konuşuyordur, düşünüyordur, çünkü bunu bir yerden toparlamaları lazım. Bir yandan yeniyi oluşturmak için bir arayışları olabilir, denemeleri olabilir, bunları okumak için çok mesai harcamak lazım. Bu gidişi bir yerde toparlamak isteyecekler, baktılar ki çok dağılıyor, tümüyle faşist zaten faşist ama tümüyle askeri, militer, polisiye mi yoksa daha başka şekilde mi... Biz tüm bu zaman içerisinde aklımız, enerjimiz yettiği biçimde görünür ve Sol olarak, bu süreci daha ferah konuşabileceğimiz bir rahatlıkta olmalıyız. Hızla herkes kendine çeki düzen verip o sorumluluk pozisyonuna geçmeli. Farklı dillerden konuşuyoruz çok doğal, zamana ihtiyaç var, bu biraz ağır gidecek. Bunu hızlandıracak olan yerel seçimler sürecindeki o birliktelik. Onun için benim gözüm o tarafa kayıyor biraz, orası bunu hızlandıracak bir şey, ayıramazsın, ikisi ayrı ayrı gidecek diye bir şey yok. Orada yapılacak iş belli, seçimlerde en fazla oyu almaya çalışacağız, en fazla oyu almanın dışında birsek beş olmaya çalışacağız, ortalığın altını üstüne getirmeye çalışacağız. Yerel seçim sürecinde de bu iki ayda hızlı şekilde, birbirine güven veren, sorumlu davrandığını gösteren bir çaba içerisinde olmalıyız. Böyle giderse Türkiye ne olacak göreceğiz. Türkiye ortalıkta insanların köşe başlarında öldürüldüğü bir başka ortama da dönebilir, faşist çetelerle, satırlarla, az silahlanmış değiller. Çok pratik bir süreç yaşıyoruz, burada da tek şey bizim büyümemiz, büyümek müdahale eden bir şey, mesaisini kendi içine harcamayan bir pozisyona geçmemiz gerekir diye düşünüyorum. “Cephesel bir mücadelede genç ve inatçı köstebeklerin, kazma ve tünel açma enerjisi ve hızı önemlidir “ “Helal Olsun Koca Köstebek İyi Kazmışsin” Gamze Yücesan Özdemir Yeni yüzyıla dünya genelinde direniş ve isyan hareketleri ile giriyoruz. Nihayet, sol/sosyalist tahlillerde “neoliberal saldırı”dan bahsetmenin gününün geçtiğini görüyoruz. Neoliberal saldırı bitmiştir zira neoliberalizm artık merkezde konumlanmıştır. Ülke siyasetlerinde merkezde konumlanmış ve tüm yaşamı üretir hale gelmiş olan neoliberalizm artık kendisi saldırı altındadır. Tüm ülkelerde işçi sınıfının pratik politik tecrübesi, işçi sınıfının kendi tecrübelerini burjuva kamusal alanının dar ufukları aracılığıyla tanımlayamadığını göstermektedir. Burjuva kamusal alanıyla baş etmek gerektiği netleşmiştir. Dolayısıyla, işçi sınıfı, proleter çıkarlarını kendi kamusallık biçimleri içinde politik olarak ifade etme yoluna gitmiştir. Birçok ülkede, neoliberal düzenlemenin tüm çirkinliği ve estetik düşmanlığı içinde düzenlenmiş sokaklar, yalnızca insanların bir yerden bire ulaşmak için çıktıkları yerler olmaktan uzaklaşmaktadır. Sokaklar, hayatlarına sahip çıkmak isteyenlerin seslerine ve isyanlarına ev sahipliği yapmaktadır. Tüm dünyadaki gelişmelerin ortak yanı ise sol/sosyalist değerlerin geniş kitleler nezdinde bir ölçüde itibar ve anlam kazanması ve bu anlamda sol/sosyalist yapıların kendilerini güçlü hissetmesi. Diğer yandan ise, sol/sosyalist yapı ve değerlerin hiçbir ülkede ciddi kazanımlar elde edememiş olması ve/veya siyasal iktidarları zorlayacak bir noktaya evrilememesi. Sözün kısası, tüm isyan ve direnişlerde ortak olan, sol/sosyalist değerlerin itibar kazanması ama bir türlü siyasal güç haline gelememesi. Daha önce dergimize yaptığımız söyleşide, Tekel direnişinden yola çıkarak halkın özgüveni onarılıyor, demiştiniz. Haziran direnişi bunun en üst boyutta gerçekleşme alanı olarak gerçekleşmiş görünüyor. Bu bağlamda, Haziran direnişi ile öncesindeki yerel-lokal mücadeleler arasında nasıl bir bağ kurmak mümkün? Haziran direnişinde direnişin zamanı, mekanı, konjonktürü ve sınıfsal karakteri üzerine çok fazla tahlil yapıldı. Bu tahliller kuşkusuz değerli ama “Haziran Direnişine Giden Yol” üzerine düşünmek de oldukça önemlidir. Bu yol üzerine düşünmezsek, Haziran direnişini tarihsel ve toplumsal bütünlükten koparan ve yalnızca bir ana ve mekana hapseden bir düşünceye mahkum olabiliriz. Bu da, Haziran direnişini “Bir orta sınıf isyanı mıydı?”, “Sokakta kaç işçi vardı?” gibi sorulara kitler. “Haziran Direnişine Giden Yol” hangi taşlarla döşendi dersek, memleket genelindeki direnişleri ve karşı hegemonya arayışlarını tekrar değerlendirmek gerekecektir: Öğrenci hareketleri, HES karşıtı direnişler, kentsel dönüşüm karşıtı hareketler, tam gün yasasına itiraz eden doktor- lar, atanamayan öğretmenler, plaza eylem platformunda bir araya gelen beyaz yakalılar, TEKEL’de direnen mavi yakalılar… Dolayısıyla, toplumsal yaşamın tüm alanlarında sınıf içi katmanların direniş pratikleri Haziran direnişini var etmiştir. Marx’ın köstebek metaforunu hatırlarsak, daha önce yer altında sessizce, görünmeden kazan köstebek için, Marx devrimci bir anı tarif ederken şöyle der: “Helal olsun koca köstebek, iyi kazmışsın!” Dolayısıyla, “Haziran Direnişine Giden Yol”da sınıfın farklı katmanların yaptığı kazıların ve açtığı tünellerin önemli bir rolü vardır. Haziran direnişi içinde tartışılan konulardan birisi örgüt ve iradenin noksanlığı oldu. Buradan sola yönelik eleştirel bir değerlendirme gerekliliği de ortaya çıkıyor. Ancak nasıl bir örgütlenme sorusu ise ortada durmaya devam ediyor. Bu anlamda siz solun bugünkü mevcut örgütsel formları ile Haziran’ın işaret ettikleri arasında nasıl bir örgütlenme sorusuna nasıl yanıt veriyorsunuz? Haziran Direnişi, diğer birçok anda olduğu gibi sol/sosyalist yapılar için örgüt, irade, öncülük, kendiliğindenlik gibi soruları tekrar tartışmanın merkezine getirmiştir. Sol/sosyalist tarihin en zor ve en çetrefilli sorularıdır bunlar. Çetrefillidir zira yanıtını sosyalistler tek başlarına veremezler! Yine de “nasıl bir örgütlenme?” sorusuna sınıf siyaseti açısından şöyle cevap vermenin olası olduğunu düşünüyorum. Önce “Ne yapmamalı?” üzerinde düşünmek , sonra da “Ne yapmalı?” kısmını sınıfla birlikte üretmek. Ne Yapmamalı? Ne yapmamalı?İlk olarak, sınıf siyaseti açısından bakarsak, sol liberaller ne diyorsa o yapılmamalı diye düşünüyorum. Sol liberallerin vurgusuna baktığımızda şunları görebiliyoruz: Sınıf-dışı tüm kimliklerin ve kültürel aidiyetlerin kamusal alanda boy göstermesini alkışlamak, eskiarkaik örgüt formlarından kurtulmak için flamaları ve bayrakları yok etmek ve sokakları “daha yaşanabilir bir kapitalizm ya da güler yüzlü kapitalizm” düsturu ile yeşillendirmek. Sınıf siyaseti kendiliğindenliği savunacak ve sahiplenecektir kuşkusuz; ama böyle sınıf-sız haliyle değil. İkinci olarak yapılmaması gereken, sınıfla bağını koparmış, “Kadrolarım hazır, programım hazır bir tek eksiğim sınıf ” diyen örgütlenme modellerine teveccüh etmek. Neler yapılmamalı listesinin üçüncü kalemi, sokağın “sosyalist içerikler taşımayan” ya da “sosyalist lisana çekincesizce ve tam olarak tahvil edilemeyen” kaygılarını “olur da beni ‘şeyci’ sanırlar” korkusuyla sahiplenmek. Sizi “şeyci” sanmalarının bir zararı yok nihayetinde, siz neyseniz “o”sunuz. Ne Yapmalı? Ne yapmalı? noktasında ise Rosa Luxemburg hala çok ufuk açıcı ve çok değerli. Kitleleri, kitlelerin eylemliliklerini, demokrasiyi ve kendiliğindenliğini savunmuş olan Luxemburg, merkezsizleşme eğilimine karşı dikkatli olunması noktasında da hep uyarıcı olmuştur.Rosa Luxemburg’un “kendiliğindenlik” çözümlemesi, “kendiliğindenlik”in kitlelerin dilekleri ve düşünceleri doğrultusunda merkezsiz, karmaşık ve “ne idüğü” belirsiz yönelimlerini değil; kitlelerin partiyi ve mücadeleyi daha ileriye taşıyacak ve partide olası hareketsiz liderlikleri zorlayıp mücadeleyi yükseltecek olması olarak tanımlanmaktadır. Rosa, bir yerlerde şöyle der: “Partinin camı hep açık olmalıdır. Sokağın sesleri partiye ulaşmalıdır.“ Bu çalışmalarda ana eksen sınıfı özneleştirmek ve siyasallaştırmak olmamalı. Tam da bu noktada, sınıf siyasallaşıp özneleştiği ölçüde birleşik mücadelenin ne yöne akacağı konusunda sınıf söz sahibi olacaktır. Sol hareketin Haziran’da ortaya çıkan bu devrimci direnme eğilimleriyle buluşabilmesi noktasında gündeme gelen tartışmalardan birisi de birleşik bir mücadele alanının oluşturulması. Bu ihtiyaca katılır mısınız? Biraz önce de bahsettiğim gibi, yeni yüzyılın başlarında sol/sosyalist yapılar sokaklarda itibar kazanmakta; ama siyasal iktidarı zorlayamamaktadır. Bu da kuşkusuz birleşik bir mücadele alanının zorunluluğunun altını çizmektedir. Birleşik bir mücadelenin formu, inşası noktasında farklı arayışlardan söz etmek mümkün. Kimi öneriler var olan örgütlerin yan yana getirilmesini öncüllüyor ya da kimi bu yöndeki çabalar da tek bir siyasal öznenin kendi geniş zeminini oluşturması yönünde gelişiyor. Sizce bu ihtiyaca yanıt vermek nasıl bir yöntemle, nasıl bir anlayışla gerçekleştiğinde gerçekten etkili olarak bugünün ihtiyacına yanıt üretebilir? Yukarıdaki sorunuza yanıt verirken “Çetrefillidir zira yanıtını sosyalistler tek başlarına veremezler!” demiştim. Bu sorunun cevabını da sosyalistlerin tek başına vermeleri mümkün değildir. Diğer yandan şu anda hangi sol/sosyalist yapıya gitsek birleşik mücadelenin elzem olduğunu duyacağız. Sol/sosyalist yapıların bu birleşik mücadeleden yana gayet samimi olduklarını düşünmekle birlikte, birleşik mücadele yolunda öncelikle ortak bir dil oluşturmanın zorluğu var. Sokağa bakıp da farklı farklı şeyleri hem de bayağı farklı şeyleri gören grupların etkin bir direniş örebileceğini düşünmüyorum. Yaklaşık ya da benzeşen şeyler gören gruplara gelindiğinde ise bunların ortak eylemi önünde ciddi örgütsel karşı-reflekslerin olduğunu görüyorum. Karşı-refleksleri oluşturan üç eğilim öne çıkıyor kanımca: Örgütler arası geçmişten gelen hesaplaşmalar, bazı yapılardaki karizmatik liderlikler ve geleceği belirlemede merkezde olma isteği. Dolayısıyla, birleşik mücadele alanının kurulması yönünde şöyle bir tavrın anlamlı olduğunu düşünüyorum:Her örgüt/yapı/hareket kendi çeperini büyütme yönünde çalışmalarını hızlandırmalı; ama bu çalışmalarda ana eksen sınıfı özneleştirmek ve siyasallaştırmak olmalı. Tam da bu noktada, sınıf siyasallaşıp özneleştiği ölçüde birleşik mücadelenin ne yöne akacağı konusunda sınıf söz sahibi olacaktır. Böyle bir arayışın hedefinde hangi kesimler olmalı? Haziran direnişinde sokağa çıkan milyonlarca insana bir anda ulaşabilmek pek de mümkün görünmüyor. Bu anlamda buraya doğru genişleyecek cephesel bir mücadelenin ilerleme çizgisi öncelikle hangi kesimlere odaklanmalı? Öncelikle hangi kesimlere odaklanılmaması gerektiğini söyleyeyim: Geleceği birlikte inşa etme derdini taşımayan kesimleri bir araya getirip bunlara odaklanmaya çalışmaktan vazgeçmeli. Diğer yandan bu süreçte “yeni proleterleşme dalgası ve gençlik hareketi” üzerine düşünmek ve tartışmak gerektiğine inanıyorum. Gençlik, emek piyasasında güvencesizlik ve geleceksizlik kıskancında bulunuyor. Gençlik, çok çeşitli boyutlarda güvencesizliği deneyimliyor: İş güvencesizliği, sosyal güvencesizlik, gelir güvencesizliği, sendikal güvencesizlik. ortaklaştığı nokta ise geleceğin belirsizliği ve/veya geleceksizliktir. Buna bir de haysiyet güvencesizliğini eklemek gerekir. Sık sık iş değiştirme, “hayatta dikiş tutturamama”, “kırık çıkık işlerde çalışma”, özsaygıyı ve haysiyeti zedelemektedir. Tüm bu olumsuzluğa karşı, gençliğin yıkıcı ve akabinde “yaratıcı ve üretken” gücünü önemsiyorum. Cephesel bir mücadelede genç ve inatçı köstebeklerin, kazma ve tünel açma enerjisi ve hızı önemlidir diye düşünüyorum. “Restorasyonu iyi tanımlayalım; restorasyon aşağıdan halk hareketinin isyan potansiyelinin iktidar bloğuna karşıt bir içerik kazandığı koşullarda, sistem kuvvetlerinin halk hareketini pasifliğe itecek, eylemsizleştirecek şekilde, kendi denetiminde bir değişim sürecini başlatmasıdır.” Üçüncü Seçenek Bi̇ rleşi̇ k Muhalefeti̇ n Kurucu İradeye Dönüşmesi̇ yle Mümkün Deniz Yıldırım Haziran Ayaklanmasıyla başlayalım. Çünkü Haziran Ayaklanması Türkiye’nin en önemli kırılma anlarından, önümüzdeki dönemde siyasal ve toplumsal mücadelenin geleceğini belirleyecek anlardan birisi ve belki en önemlisi. Haziran Ayaklanması, halkın sokakta yürüttüğü mücadele ile daha radikal araçlara yaslanarak, kendini kurumsal, düzeniçi siyaset kanallarına hapsetmeden, devrimci bir çizgide bu mücadeleyi sahiplendiğini gösterdi, dolayısıyla hepimizin üzerinde anlaştığı bir programı geliştirmeye de başladı. Bu program, özellikle Taksim’de Topçu Kışlası üzerinden yapılacak yağmaya karşı, ortak alanlarımızın talan edilmesine karşı mücadelede ve eylem içerisinde tasarlanmaya, oluşmaya ve farklı isyan potansiyelleri kendi mecralarından yola çıkıp aynı mücadele havuzuna akmaya başladı. Bu program öncelikle kamucudur; Türkiye’de 2008 krizinden bu yana sıcak para girişine dayalı ve sıcak paracılarla müşterek varlıklarımızın sermayeye yeni değerlenme alanları açmak adına yağmalanması adına rantı arttıran, sıcak paracıları destekleyen bir model çok daha sert bir biçimde, Marks’ın ilkel birikimci dediği, ekonomi dışı zorun belirginleştiği bir model uygulanıyor. Bu model ağırlıklı olarak inşaat sermayesini geliştiriyor. Bununla beraber de AKP kamu kaynaklarını yarattığı yeni burjuvazinin güçlendirilmesi adına ihaleler yoluyla, Sayıştay raporlarından muaf tutarak, Meclisi bu sermaye gruplarının ihtiyacı olan yasaları özel yasama teknikleriyle, torba yasalarla çıkartan bir makineye dönüştürerek bir otoriter rejim dönüşümü gerçekleştirdi. Bu süreçte yağmacı model de son derece merkeziydi. Bu yeni rejim, yağmacılıkla birlikte toplumda muhafazakârlaşmayı, dinselleşmeyi ön plana çıkarıyordu. Bir diğer unsur olarak da yetkinin bir tek kişinin elinde toplandığı, benim “neoliberal sultanlık” adını verdiğim bir modele doğru gidiyordu. Neoliberal Sultanlık ve 3 (İ) Modeli Bu üç model; despotizm, yağmacılık ve ideolojik düzeyde de İslamlaşma yani ideolojik düzeyde dinselleşme, ekonomik düzeyde –Mark’sın “ilkel birikim mantığı” ve siyasi düzeyde istibdat. Ben bunlara AKP rejiminin anlaşılması açısından 3 (İ) Modeli diyorum: İlkel birikim, İslamizasyon ve İstibdat. Bence Haziran, bu üç olguya karşı eşzamanlı bir isyandır; tek başına bir unsuru öne çıkarmak Haziran İsyanı’nı hem anlamamak hem de isyan dinamiklerine haksızlık olur. Halk hareketi ayağa kalktığında sistem kuvvetleri ya mücadelenin içini boşaltmaya çalışır ya da halk örgütlülüğü daha ileri aşamaya taşıyan araçları yaratmakta sistem güçlerinin gerisinde kalır ve siyasal seçeneğini üretmeyi başaramazsa buranın enerjisini egemenler sömürmek ister. Haziran’dan 17 Aralık’a, Aralık sürecine geçerken de işte böyle bir durumdayız. Altı aylık süreçte, özellikle liberal aydınların otoriter modeller karşısında sadece siyasal ilişkileri merkeze alan bir otoriterlik tanımı yaptıklarını gördük. Nitekim AKP rejimine ve onun otoriter davalarla rejimi dönüştürmesine de bu aydınlar merkez-çevreci, ceberut devleti her türlü sorunun merkezine koyan bir analizle yaklaşarak olur vermişlerdi. Dediler ki; “Türkiye’de otoriterlik hiç eksik olmaz, askeri gider polisi gelir, polisi gider başkası gelir. Zaten bizde de demokrasinin gelişme şansı yok.” Liberal okuma bütün hegemonya gücünü Türkiye’deki otoriterlik tartışmalarına sınıfsal rengini verebilmesinden alır. bir imkan verdiğini ve bu kuvvetlerin kriz dönemlerinde çok daha hızlı yer ve aktör değiştirebildiğini unutmadan buraya eğilmemiz şart. Haziran’da da bunu yapmaya çalıştılar; ancak etkili olması artık mümkün değildi. Çünkü Haziran Ayaklanması kamucu bir mücadeleydi, aşağıdan gelişen, dayanışma ile birlikte piyasa ilişkilerini dışarıda bırakarak kendini ören bir doğrudan demokrasi modeliydi ve yeni, gerçek bir laik yurttaşlık hukukunun da pratik müjdecisiydi. Haziran hem biriktirdiği özgüven hem de 15 gün boyunca Taksim’de, Gezi Parkı’nda ve devamında park forumlarında yarattığı deneyimlerle Türkiye’ de yeni bir cumhuriyet inancını doğurmuştur, halkın özgüvenini tazelemesini sağlamıştır. Yani yeni Türkiye’yi inşa etme programı kağıt üzerinde değil, doğrudan pratik içerisinde gelişmiştir diyebiliriz. Bu isyanı böyle okursak, sokağı fetişleştirmeden, sokaktaki isyan dinamiklerini de söndürmeden, sokakla yeni siyaseti birbirinin alternatifi yerine koymayan ama sokağın isyan ve ifade kanallarını genişleten örgütlenme arayışlarını da sahiplenmek ve bir an önce halkçı-kamucu bir yönetme seçeneğine dönüştürmek gerektiğini kavrayacağız. Aralık restorasyon hamlesinin sistem kuvvetlerinin Haziran İsyanı’na enerjiyi soğuracak Düzen, mevcut kurumsal siyaset yapıları içinde, gelecek her tepkiyi yumuşatmaya çalışır. Haziran’dan beri buna benzer gelişmeler olduğunu görüyorduk, 17 Aralık operasyonuyla birlikte de bunun için düğmeye basıldığını anladık. “Cemaatle araları bozuldu, dershane çatışması büyüdü” gibi bir zeminde yürütülecek tartışmayı, Haziran’ı etkisizleştirme, Türkiye’nin geleceğini Haziransızlaştırma olarak görüyorum. Bu yorum Cemaat dediğimiz yapıyı da kendiliğinden hareket edebilen, kendinden menkul ve güçlü bir yapı olarak gösteren ve arkasındaki ilişki tarzlarını anlamamıza engel olan bir okumaya yol açıyor. Dolayısıyla Aralık olmasa da Haziran olurdu; ama Haziran olmasaydı Aralık bu kadar çabuk olur muydu, burası tartışmalıdır. Haziran, iktidar bloğundaki ittifakları daha da parçaladı; hegemonya projesi iyiden iyiye çözüldü ve AKP rejimi çıplak zorun da kendisini ayakta tutmaya yetmeyeceğini anladı. Haziran’da halk hareketinin tamamlayamadığı işi şimdi Atlantikçiler, iç ve dış dinamikler gereği model olma ve yönetme vasfı kalmayan, işlevsizleşmiş bir aktörü feda ederek Haziran’ı da esir alarak tamamlamayı hedefliyor. Bu iyidir, korkuyorlar; bu kötüdür çünkü karşı koyacak birleşik, programlı ve Haziran’ı söndürmeden ilerletecek örgütlü siyasal merkezden şimdilik yoksunuz. 17 ve 25 Aralık Dalgaları 17 Aralık operasyonu özünde bir “yolsuzluk operasyonu” olarak başladı. Nokta hedef olarak seçilen yerlere baktığımız zaman, bir yolsuzluk operasyonu olmadığını görüyoruz. Çünkü birinci dalgada bakan çocuklarının gözaltına alınması; ikinci dalgada ise 25 Aralık’ta özellikle Körfez sermayesiyle etkileşim içinde ve kamusal varlıkların yağmalanması yoluyla sermaye birikim modelinde gözdeleşen bazı sermayedarların malvarlığına tedbir ve gözaltı kararı. Operasyonun hedefinde AKP’nin 2008 sonrasında üzerinde yükseldiği maddi temelin, yağmaya ve kamu ihalelerinin dağıtımına dayalı temelin olduğunu görebiliyoruz. Yani Haziran’ın toplu itirazının geliştiği noktalarda, kamusal varlıklarımıza zorla el konularak sermayenin talanına açılmasına karşı; sembolik olarak Çevre ve Şehircilik Bakanlığı, Ali Ağaoğlu gibi isimlerin operasyonun merkezine alınması belli ki yolsuzluk ve toplumda açıkça oluşan rant karşıtı dinamikleri yedekleme isteğinin ürünüydü. Bir algı operasyonuydu aynı zamanda; yolsuzluğa karşı olduğu tezi üzerinden AKP’nin geride kalan 11 yılını paylaşan aktörlerden birinin diğerini karalayarak kendisini ahlaki/ruhani konuma yerleştirmesi, aklaması da sözkonusu bu operasyonda. İkinci dalgada Körfez sermayesiyle bağlı sermaye gruplarının, El Kadı ve Kutub gibi bunun acentalığını yapan unsurların ve ardından Suriye’ye silah sevkiyatını kanıtlamak adına yürütülen tır operasyonlarının toplam olarak merkezinde, çözülen, işlevsizleşen Atlantik şemsiyesindeki taşeron proje olarak Yeni Osmanlıcılık hesaba çekiliyor. Bu nedenle AKP-Cemaat kavgası zamirler kavgası; bu zamirlerin temsil ettiği gerçek isimleri arayınca iki kuvvetin siyasal gücünü aşan sınıfsal ve uluslar arası/emperyalist dinamiklerin kavgaya tutuştuğunu görebiliriz. O zaman şunu söyleyebiliriz. 2013 başında sendika.org’a verdiğim bir söyleşide AKP’nin İhvanlaşacağı, İhvan’ın da AKP’leşeceği bir süreç yaşayacağız demiştim. Bunu yaşadık ve sonunda AKP-İhvan modeli Mısır’da çöktü; halk hareketinin süregiden dinamizmiyle elbette. Suriye’de İhvan’ı iktidara getirme rüyasıyla bölgeyi kan gölüne çeviren Katar-AKP ortak yapımı ABD destekli taşeron proje çöktü; İhvan orada da iktidar olamayacak. Tunus’ta halk hareketi örgütlü emek hareketinin de gücüyle birlikte İhvancı En Nahda’yı istifaya zorladı. Özetle, içeride Yeni Osmanlıcılık olarak sunulan Atlantik denetiminde, bölgede 2008 krizi sonrasında kendisine siyasi, ekonomik ve ideolojik etki sahası yaratmayı amaçlayan bir projenin çözüldüğü görüldü ve bu özellikle Rusya, İran, Irak, Suriye, Latin Amerika ve Çin hattının Suriye üzerinden yürüttüğü yeni uluslar arası diplomatik siyasetin Atlantikçilik karşısında da mesafe kazandığını gösterdi. Dolayısıyla lider nezdinde AKP projesi, antiemperyalist olduğu için değil, Atlantikçi projede taşeron olarak işgöremez, işlevsiz ve engel hale geldiği için ve gerileyen Atlantikçi pozisyon karşısında Avrasyacıların kuvvet dengelerinde önemli psikolojik üstünlükler kazanmasının da sonucu olarak Cüneyd Zapsu’nun yıllar önceki ifadesiyle “deliğe süpürülüyor” görüntüsü var. Sonuçta bölgede hemen her kuvvet, Suriye’de, Mısır’da ne karışıklık varsa onun altında AKP’yi görüyor ve şimdi masaya oturmak için siyasi tazminat istiyorlar; bu tazminat da Erdoğan-Davutoğlu’dur. Buradan restorasyon meselesine gelelim. Restorasyon projesi Türkiye ile sınırlı değil. Temmuz’da Mısır’ı hatırlayalım. Haziran’da Türkiye’de, Temmuz’da Mısır’da ayağa kalkan halk hareketi karakter olarak benzerdir; Mısır’da Temmuz’da harekete geçen halkın İhvan’ı durdurması nasıl ki bir askeri darbeyle soğurulmuş ve devrim çalınmışsa; AKP ve Cemaat arasındaki çatışma da benzer bir amaç için; yani Haziran’ın yarattığı dinamiğin halk hareketi örgütlü bir yönetme seçeneğiyle isyan dinamiklerini iktidar projesine dönüştürmeden soğurulması, boynunun vurulması için kullanılmaya çalışılıyor. Sonuç olarak AKP modeli uygulama sahasını kaybetti; AKP, bu sahayı Suriye’de İhvan’ın iktidara gelmesi için Katar’la işbirliği yaparken, Türkiye’den El Kaide unsurlarına silah sevkiyatı yaparken görüntülenerek kaybetti. Sonuçta ABD için Erdoğan deyim yerindeyse “babasının oğlu” değil, emperyalist ilişkiler böyle işlemez. Türkiye gibi, Mısır gibi stratejik önem atfettikleri ülkelerde halkın niteliksel merkezinin ayağa kalkması ve ABD’nin İslamcı projelere açıktan destek verdiğinin ortaya çıkması sonucu halk ayaklanmasının ABD karşıtı pozisyon alma ihtimali; ABD emperyalist projeksiyonunda korkulu rüyadır. Mısır’da İhvan’a karşı Temmuz ayaklanmasını ABD askeri darbe tertipleyerek eline aldı, devrimi “çaldı”. Şimdilik. Türkiye’de de Haziran’da başlayan süreç şimdi Aralık restorasyon projesiyle aynı doğrultuda “çalınmak” isteniyor. CHP ile ABD büyükelçisinin, Sheraton Oteli’nde gece saat 11.00’da yanlarında hiçbir kurmay olmadan iki saatlik görüşme yapmasının Haziran’daki tabanın sosyolojisine uygun bir aktör arandığına dair önemli bir işaret gibi geliyor bana. Birleşik Muhalefetten Yeni, Halkçı-Kamucu Bağımsız, Demokratik Bir Cumhuriyet İnşasına 17 Aralık operasyonuyla başlatılan bu restorasyon girişimi, açıkta duran haziran enerjisinin, ülkeyi yöneten sınıf için korkutucu. Restorasyonu iyi tanımlayalım; restorasyon aşağıdan halk hareketinin isyan potansiyelinin iktidar bloğuna karşıt bir içerik kazandığı koşullarda, sistem kuvvetlerinin halk hareketini pasifliğe itecek, eylemsizleştirecek şekilde, kendi denetiminde bir değişim sürecini başlatmasıdır. Gramsci’nin ifadesiyle devrim-restorasyon denkleminde pasif devrim sürecidir. Aynı bir dereyi HES için borulara hapsetmeye çalışmak gibi bir hedefin peşindeler. Restorasyonun iki öğesi RTE’siz bir AKP ve ülkeyi yönetebilir bir CHP; tabanın öfkesini yumuşatacak bir proje geliştiriyorlar. Halka iki uçtan başka bir seçenek olmadığı söyleniyor; iktidar bloğu iki İslamcılık, iki hakim sınıf fraksiyonu; iki zor aygıtı temelinde bölünmüş durumda ve bize ölüm mü sıtma mı tartışması dayatılıyor. Toplumsal ve siyasal muhalefetin hangi baskı aygıtını daha ayrıcalıklı hale getirerek denetlenmesi mümkün savaşı da sistemiçi restorasyonun bundan sonraki döneme dair korkularını ele veriyor. Bu açıdan tepede bize dayatılan seçenekler MİTPAR ile POLPAR seçenekleri. Bu dayatmayı aşan, Haziran’ın programının ve pratiğinin izinde, halkçı-kamucu, emekçi laikliğinden yana; demokratik ve doğrudan katılım kanallarını halka açan yeni bir cumhuriyet programı etrafında yönetme seçeneğini geliştiren, sıkışmayı açan bir üçüncü kuvvete ihtiyaç var. Üçüncü kuvvet, birleşik bir niteliksel merkezin yaratılmasıyla ve halk hareketine yeni nefes ve genişleme kanalları açılmasıyla birlikte Türkiye siyasetine bambaşka bir etki yapacaktır; etkisi niceliğiyle değil, niteliğiyle ölçülecektir. Bu nedenle buraya niteliksel merkez demeyi daha uygun görüyorum. Kendi siyasal kanallarımızı açmadan, Haziran’ı geliştirecek imkanları yaratmadan bunu beklemek; Haziran’a bir tür ihanettir. Sandık siyasetini geliştirelim, sokağı kurumsal siyasete hapsedelim, demeden yeni Türkiye siyasallaşmasını örmeliyiz. Burada sokakla siyaset birbirinin alternatifi değil, birbirlerini besleyecek yeni bir özgüven hattı. Artık egemenler, kendilerini nasıl durdurağını öğrenmiş bir halk hareketi özgüveniyle karşı karşıyalar; uykularını kaçırdığından emin olabiliriz. Ama sokak yorar, sonrasında sokağı okuyan ve onunla yeniyi inşa eden bir siyasallığı da toplumun önüne koymak zorundayız; Bolivya’daki MAS deneyiminin başlangıç tartışmalarından esinlene- rek siyasal parti demiyorum, siyasal aracı düşe kalka birlikte geliştireceğiz, bunun kanallarını açmak için Birleşik Muhalefet tartışmalarını geliştirmeliyiz. Halkçı, yağmayı ve talanı durduracak; istibdata, yağmacı ilkel birikime, İslamizasyon’a karşı duran; barışçı, Kürt sorununun çözümünde eşit yurttaşlık perspektifinde bağımsız yeni bir demokratik cumhuriyet kurmalıyız. Kurma iradesi orada duruyor; sadece muhalefet değil, protesto eden ya da durduran değil, yeni olanı kuran bir iradenin tam zamanı. Zaten sokağın çağrısı ve ihtiyacı da bu yönde. “Devrimci sorumluluk ifadesini klasik anlamda belirli sol grupları içeren bir birliktelikten daha geniş, bu gün içinde bulunduğumuz ve giderek tehlikeli boyutlar kazanan olumsuz gelişmeler karşısında toplumun çok geniş kesimlerinde biriken ve çoğunlukla politik örgütlenmelerin dışında kalan büyük duyarlılıkları da içerebilecek bir ortak mücadele anlayışına ihtiyacımız olduğuna işaret edebilmek için kullandım.” Birleşik Mücadele Biçimleri Geliştirilmeli Oğuzhan Müftüoğlu Egemen sınıf klikleri arasında bir çatışma derinleşerek sürüyor. Siz bu çatışmayı, AKP ve Cemaat kavgası ile sınırlı olarak tanımlamanın eksik olduğunu ifade ederek, yaşananları ‘iktidar ve devlet biçimi krizi’ olarak değerlendiriyorsunuz. Bu krizin karakterini ve temellerini nasıl ele alıyorsunuz? Türkiye emperyalist kapitalist sisteme kökünden bağlı bir ülke. Bu nedenle içerde yaşanan gelişmeler de sonuçta bu bağımlılık çerçevesinde oluşuyor. Mevcut iktidar blokunun oluşumu nasıl emperyalist sistemin küresel yönelimleri ve özellikle de Amerika’nın yeni bölge politikları doğrultusunda biçimlendiyse, şimdi ortaya çıkan kriz de emperyalizmin AKP ve Cemaatle birlikte içinde yer aldığı üçlü iktidar bloku içindeki bir çatlamaya tekabül ediyor. Bu gelişmelerin temelinde ekonomideki belki tam olgulaşmamış bir kötüye gidişle birlikte bölgede izlenen kraldan çok kralcı politikalar sonucunda içine düşülen tehlikeli durum da önemli bir yer tutuyor. Burada bizim açımızdan önemli olan adlandırmadan çok olayların gelişme yönünü ve ülke açısından orta ve uzun dönemli sonuçlarının doğru okunması. İktidar blokunun parçalanması ve toplumsal muhalefetin giderek yükselmesiyle birlikte AKP iktidarı sahip olduğu ideolojik hegemonyayı kaybettiği ölçüde daha çok baskı ve zora dayalı politikalara yöneliyor; kendi özünde taşıdığı faşizan karakteri daha çok açığa çıkarıyor. Bu durum hukuk devletine ait demokratik özelliklerle birlikte kuvvetler ayrılığına dayanan parlamenter sitemi de fiilen işlemez hale getiren ve önümüzdeki dönemde iktidar krizinin giderek bir devlet biçimi açısından çok önemli sonuçlar doğuracak bir gelişmedir Öte yandan krizin bir AKP- Cemaat çatışması olarak ifade edilmesinin popüler siyaset söylemi açısından da doğru olmadığını düşünüyorum. Siyasi kavramlaştırmaların, teorik olarak doğru veya yanlış olmasının ötesinde, siyasi mesajlar taşıyan bir ‘siyaset yapıcı’ olma özelliği de vardır. 17 Aralık’ta başlayan süreci bir AKP Cemaat çatışması olarak ifade etmek, iktidarın oligarşik niteliğini saklıyor, belki iktidar çevresindeki belirli bir kaymak tabakasının içinde olduğu bir yolsuzluk ve rüşvet hadisesini ( içinde ayakkabıcı çıraklarının da bulunduğu ) AKP kitlesini de yanlış bir kamplaşma görüntüsü yaratıyor. Bu yüzden bu krizi Cemaat- AKP kamplaştırması çerçevesine sıkıştıran bir söylemin, popüler siyaset söylemi açısından da doğru olmadığını düşünüyorum. Bu süreçte yeterince kitlesel tepkilerin ortaya çıkmamış olmasında sorunun Cemaat-AKP çatışması olarak algılanmasının da rolü olmuştur. Çünkü eğer mesele bu ikisinin arasındaki bir meseleyse bizim burada bir taraf olmamızın manası da elbette olamaz. Bu çatışma içinde, herkesi bir anlamda şaşkına çeviren günlük olağanüstü gelişmeler yaşanıyor. Her gün karşılıklı hamlelerle, yeni operasyonlar gündeme geliyor. Bu gelişmeler içinde, yaşanan çatışmanın özünün kaçırılarak kimi ikircikli tutumların geliştiğini de gözlemlemek mümkün. Sol-devrimci politika, bu gelişmeler karşısında nasıl bir tutum almalı? Aslında ortada tereddüt yaratacak çok da fazla karışık bir durum olduğunu düşünmüyorum. Tersine bence herşey apaçık ortada. Yolsuzluk, rüşvet içinde yüzdükleri zaten bilinen bir şeydi. Yeni olan şey bütün bunların apaçık ortaya dökülmesi oldu. Keza iktidar blokunun parçalanması (iktidarın kanatları arasındaki uzlaşmazlığın giderilmesi için Cum- hurbaşkanına ricacılığa çıkan şaşkınlıkların aksine) toplumsal muhalefetin gelişmesi için daha elverişli bir zemin de yaratmaktadır. Bu durumda solun “bu işlerin arkasında acaba şu mu var, bu mu var” diye tereddütlere kapılmadan ikirciksiz net bir politik tutum alması gerekiyor. Bu konudaki en hatalı yaklaşımlardan birinin Erdoğan’ın gündemi farklı yönlere çekerek içine düştüğü sıkıntılı durumdan kurtulmak için ortaya attığı “kumpas” söylemlerinin tuzağına düşen ulusalcı kesim içinden geldiği görülüyor. ‘Askeri vesaye-ti tasfiye’ adı altında yürütülen Ergenekon davaları sürecinde ( ‘kurban olduğum allahım verdikçe veriyor’ diye diye!) iktidarını pekiştiren AKP şimdi sürecin olumsuz yönlerini eski ortağının üzerine atarak ulusalcı ke-simleri yanına çekmeye, bu şekilde sıkıştığı köşeden çıkmaya çalışıyor. Bu noktada ulusalcı kesimler içerdekileri özgürlüklerine kavuşturma adına Erdoğan’ın “yeniden yargılama” tuzağına düşüyor. Elbette haksız yere cezalandırılmış insanların özgürlüklerine kavuşmaları için mücadele edilmesine bir sözümüz olamaz, ama şimdi Erdoğan’ın “yeniden yargılama” oyununun arkasına takılırsanız, yetmez ama evetçilerin referendum sürecindeki aynı yanlışlığın içine düşmüş ve asıl o zaman kumpasa gelmiş olursunuz. Bu konuda ortaya çıkan bir başka hatalı eğilim de yolsuzluk ve rüşvet operasyonlarıyla başlayan sürecin “AKP iktidarını ve barış sürecini riske atabileceği” endişesi etrafında ortaya çıkıyor. Meclis kürsülerinde “bu paraların devlet bütçesine mi yoksa başkalarının cebine mi gideceği bizi ilgilendirmez” minvalinde konuşmalarda olduğu gibi, yolsuzluk operasyonları karşısında hayırhah tavır ortaya konulabilmesi, bu tür tereddütlerden kaynaklanıyor. Barış sürecini veya daha genel bir ifadeyle Kürt sorununun çözümünü bugün artık nasıl samimiyetsiz bir zihniyete sahip olduğu ve ülkeyi nasıl bir geleceğe sürüklediği çok açık bir şekilde görülebilen AKP iktidarına bağlı bir sorun olarak görmek bu gün yapılabilecek en büyük yanlışlardan biridir. Böyle bir yaklaşım sonuçta her meselede hükümetin akibetini kollamaya çalışan bir tutuma yolaçar. Oysa ülkenin ve emekçi halkın bütün temel sorunları gibi Kürt sorununun gerçek bir barış temelindeki çözümü de şimdi AKP iktidarı eliyle kurulup yürütülen bu soygun ve talan düzeninine karşı devrimci muhalefet güçlerinin birleşerek güçlenmesiyle mümkün olacaktır. Bu da iç yüzü ancak böyle kriz dönemlerinde apaçık ortaya çıkan iktidarlara karşı net bir devrimci muhalif duruş ortaya koymak ve bütün devrimci muhalif güçler arasındaki birlikteliği güçleridirici tutum ve politikalar geliştimekle mümkün olabilir. BirGün’deki bir yazınızda, Gezi’de ortaya çıkan büyük potansiyelin geliştirilmesinin yolu olarak birleşik devrimci sorumluluk hareketine işaret ettiniz. Sol litaretörde bu tür ortak zeminler ifade edilirken daha çok cephe, birlik, çatı vb. sözcükler kullanılır. Sol literatürde bu tür ortak zeminler ifade edilirken daha çok cephe, birlik, çatı vb. sözcükler kullanılır. Sizin ‘devrimci sorumluluk’ kavramına vurgu yapmanızın nedeni neydi, neyi anlatıyor bize? Devrimci sorumluluk ifadesini klasik anlamda belirli sol grupları içeren bir birliktelikten daha geniş, bu gün içinde bulunduğumuz ve giderek tehlikeli boyutlar kazanan olumsuz gelişmeler karşısında toplumun çok geniş kesimlerinde biriken ve çoğunlukla politik örgütlenmelerin dışında kalan büyük duyarlılıkları da içerebilecek bir ortak mücadele anlayışına ihtiyacımız olduğuna işaret edebilmek için kullandım. Bu gün AKP iktidarı eliyle yürütülen neo liberal-islamcı kırması siyaset ve düzen sadece emekçi sınıfları değil, bütün toplum kesimlerini derinden etkileyen uygulamalar yürütüyor. Sadece büyük mücadeleler sonucu kazanılmış demokratik haklarımız ve özgürlüklerimiz değil, bütün hayatımız ve geleceğimiz, ülkenin bütün kamusal yaşam alanlarını, doğasını, suyunu, toprağını herşeyi paraya çevirmeye çalışan arsız ve din perdesi arkasına saklanmış ahlaksız bir zihniyetin tehdidi karşısında. Ülkenin belki onlarca yıllık geleceğini belirleyecek gelişmelerin yaşandığı bir süreçten geçiyoruz. Buna karşı toplumun en geniş kesimleri içinde ve farklı alanlarda mücadeleler yürütülüyor; büyük bir tepki ve duyarlılık birikmiş durumda. Mücadele alanlarında mevzi başarılar da elde edilebiliyor. Ancak ülke çapında gelişmelerin yönünü değiştirmeye yetmiyor. Bunun için, daha büyük ortak mücadele zeminlerine ihtiyacımız var. Bu konuda devrimci sosyalist hareketlere de büyük sorumluluk düştüğünü düşünüyorum. Elbette devrimci örgütler, örgütlü mücadele, devrimci mücadele geleneklerimizin yaşatılması önemlidir. Söyleyeceklerimden bunu inkar ettiğim sonucu çıkarılmasın, ama kabul edelim ki, genel olarak sol hareketler içinde uzun süredir hatalı bir siyaset yapma tarzı söz konusu. Daralan ve ülke siyaseti üzerinde ülkenin kaderi üzerinde etkili olma konumundan uzaklaştıkça içe dönük bir siyaset yapma tarzı egemen oldu. Açıkça ifade edilmese de yapılan, yapılacak olan işlerin, izlenecek siyasetin ve eylemlerin belirlenmesinde çoğunlukla sadece kendi küçük örgüt ya da partilerimizin durumu, görüşleri, çıkarları dikkate alınıyor. Bunu Gezi’de de herkes gördü. Başka bir söyleşide bu yüzden partilerimizin örgütlerimizin bir tür “kendileri için örgüt” haline dönüştüğünü söylemiştim. Daralmanın, ülkenin kaderi hakkında iddialı olma noktasından uzaklaşmanın ve zor koşullarda bir şekilde ayakta kalma, kendini koruyabilme çabasının öne çıkardığı bu durum bizi “mikro siya- set alanlarına sıkştırmış durumda. Yukarda da söylediğim gibi, bir yanda ülkenin onlarca yıllık geleceğinin belirleneceği gelişmeler yaşanırken her şeyden once sol-sosyalist örgüt ve grupların bu durumdan çıkma sorumluğu var. Yoksa elde tutulanın hiç bir anlamı kalmayacak! Bu tür birleşik mücadele üzerine yapılan tartışmalarda, ÖDP deneyimi tartışmanın en başına yerleşir ve onunla kıyaslanır genellikle. Siz bu arayış noktasında ÖDP deneyimini nereye koyuyorsunuz? ÖDP deneyimi, hala devam eden bir mecra olarak elbette önemli bir deneyim. Bu gün tartışmalar açısından da önemli dersler ve birikimler taşıdığı da inkar edilemez. ÖDP’nin hangi koşullarda kurulduğu, amaçları doğrultusunda neleri yapıp, neleri yapamadığı da çok tartışıldı, yazıldı çizildi. Gene de tartışılabilir elbette, ama bunu, “benim oğlum bin a okur, döner döner yine okur misali” günün koşullarında gündemdeki acil sorunlar karşısında ne yapılması nasıl yapılması gerektiği konusunun önüne konulmasını doğrusu anlayamıyorum. Bu gün ne yapılması gerektiğini bu günün somut koşulları içinde tartışmak, geçmişte yapılıp edilenlerin, yazılıp çizilenlerin derslerini de o somutluk içinde değerlendirmek lazım. Birleşik bir zemin olarak kendisini tanımlayan HDK ya da bu yönde bir iddia ile ortaya çıkan Sol Cephe türü girişimler var. Sizin ifade ettiğiniz çabanın bunların dışında gelişmesi nasıl bir farklılığa dayanıyor. “Bunların dışında” ifadesinin ne kadar doğru olduğunu bilemiyorum. Aslında Türkiye’deki gelişmeler karşısında, ülkenin bütün ilerici- devrimci muhalefet unsurlarını içeren birleşik mücadele zeminlerinin gelitirilmesine ihtiyaç var. HDP içerisinde de ağırlıkla Kürt hareketi bağlamında güçlü bir muhalefet dinamiği var. Ancak HDP Türkiye solunun kendi içinde bütünlüklü bir güç merkezi oluşturamadığı koşullarda ve biraz da o nedenle Kürt hareketinin önerisi ve öncülüğü altında kurulan, solun ( aralarında yetmez ama evetçilerin de bulunduğu) belirli bir kesiminin katıldığı bir parti. Bu haliyle onlar açısından bir ihtiyacı karşıladığı kabul edilse bile bu haliyle bizim sözünü ettiğimiz bir birleşik devrimci muhalefet zemini olarak görülemeyeceği de ortada. Daha çok TKP çizgisine yakın bireylerin katılımından oluşan Sol Cephe’nin ise zaten kendisinin böyle bir iddiası da yok. Buna karşı örgütlü örgütsüz çok daha geniş bir devrimci muhalefet potansiyeli var. İhtiyacımız olan şey bütün bu potansiyeli hayatımızın ve ülkenin geleceğini belirleyecek gündemler üzerinde daha etkili bir şekilde müdahil olabilecek ortak/birleşik mücadele biçimlerinin yaratılıp geliştirilmesidir. Bu konudaki sorunlar üzerinde daha önceki söyleşilerde söylediklerimize eklenecek fazla bir şey yok. Gezi ve 17 Aralık sonrası gelişmeler karşısındaki yukarda kısaca değindiğimiz tartışmaları da burada daha fazla uzatmadan noktayı koymak lazım. Nokta. “Birleşik mücadele ihtiyacını, mevcut siyasi hareketlerin basit bir birliği ve bir aradalığı olarak düşünmüyoruz. Siyasi yapıların da içinde yer alacağı, çeşitli demokratik örgütlerin, hareketlerin, inisiyatiflerin de içinde yer alabileceği, kendisini örgütsüz olarak tanımlayan bireylerin de özne olarak içinde bulacağı ve herkesin eşit hukukla tartışmaya dâhil olabileceği bir süreç öngörüyoruz.” Artık Birleşik Bir Hareketin Zamanıdır Alper Taş ÖDP’nin de içinde olduğu, çeşitli yerlerde toplantılarla süren birleşik muhalefet arayışına yönelik tartışmalar başlattınız. Bu nereden, nasıl bir ihtiyaç tespitiyle başladı? Birleşik bir muhalefet zemini yaratma ihtiyacı, vurucu olarak Gezi Direnişi sonrası ortaya çıktı ama bizim yürüttüğümüz tartışmalarda bu, Haziran halk direnişinden önce de vurguladığımız bir noktaydı. Emperyalizmin bölgemize dönük saldırılarının yoğunlaştığı, tahakkümünün daha da geliştirildiği ve AKP hükümetinin emperyalizmin bölgesel aktif taşeronluğunu yaptığı süreçte, kapitalizmin her düzeyde emekçileri,-insanları ezdiği, yoksullaştırdığı koşullarda antiemperyalist-antikapitalist bir birleşik mücadele hattının geliştirilmesi, bunun kendisini birleşik devrimci merkezde/ harekette ifade etmesi gerektiğinin altını önceden beri çiziyorduk. Gezi Direnişi ile beraber, önceden ortaya attığımız bu düşüncenin ete kemiğe bürünmesinin gerekliliği ortaya çıktı; çünkü Gezi, böyle bir devrimci muhalefet zemininin gerekliliğini, bir zorunluluk olarak önümüze koydu. Gezi’den çıkardığımız derslerden bir tanesi budur. Artık birleşik bir hareketin zamanıdır. Gezi bu anlamda, Türkiye devrimcilerine, solcularına ne söylüyor. Nasıl bir moment oldu? Gezi, Türkiye devrimci hareketi/toplumsal muhalefeti açısından, ÖDP olarak bizim açımızdan bir dönemin bitişi anlamına geliyor. Gerçekten de Gezi ile beraber, ÖDP’nin de içinde yer aldığı, solun-sosyalist hareketintoplumsal muhalefetin bir tarihsel dönemi bitti. Yeni bir tarihsel dönemin içerisindeyiz. Yeni bir tarihsel dönemi inşa etmemiz gerekiyor. Gezi değerlendirmelerimizde hep şunun altını çizdik: Artık hiçbir siyasidevrimci hareket Gezi öncesi gibi, Gezi yaşanmamış gibi davranamaz. Gezi’nin ortaya koyduğu değerler ışığında, solun-devrimci hareketlerin-toplumsal muhalefetin kendisini yenilemesi, yeniden yapılandırması gerekiyor. Bu noktada yeni bir başlangıca işaret ediyor Gezi. ÖDP, Gezi analizi üzerinden yeni bir tarihsel dönemin başlatılması çerçevesinde, solun birleşik bir muhalefet zemini geliştirmesi, sol ve toplumsal muhalefetin yeniden yapılandırılmasısaflaştırılması noktasında, kendimizle yetinmeden, kendimizle beraber aynı politik hatta durabildiğimiz en geniş kesimlerle ortak bir birleşik zemin inşa etmenin artık kaçınılmaz bir devrimci görev olduğuna dair tartışmalar başlattık. İstanbul, Ankara ve İzmir’de tartışmalar yaptık. Şu anda daha çok kapalı süren tartışmalar bunlar; yani belirli muhatapları davet ettiğimiz tartışmalar olarak gelişti. Redaksiyon aracılığıyla ilk kez tartışmayı dışarıya da yöneltmiş oluyoruz. ÖDP’nin çağrısıyla yapılan ilk toplantıdan sonra artık bu çağrının sahibi toplantıya katılan herkestir bizim açımızdan. Yani, biz bir çağrı yaptık, bir tartışma başlattık. Artık biz bu çağrının bir parçasıyız. Şimdi içine girdiğimiz süreç, bu çağrının toplumsallaştırılması, yaygınlaştırılması sürecidir. Bu türden başka arayışlarda var, ÖDP neden ayrı bir zemin inşa etmeye yöneldi? Öncelikli olarak şunu söylememiz gerekiyor ki, var olan girişimlere karşı bir pozisyonda böyle bir birleşik muhalefet zemini inşa etmiyoruz. Onların karşısına koyarak kendimizi tanımlamıyoruz. Bu tür oluşturulmaya çalışan zeminlerin, ihtiyaca yanıt vermediğini düşündüğümüz için böyle bir birleşik zemini oluşturma çabası içerisindeyiz. Bugün, sosyalist ve sol hareketinde, toplumsal muhalefet zemininde HDK ile ifadesini bulan bir odak bir de yine TKP’li arkadaşların oluşturduğu, oluşturmaya çalıştığı, Sol Cephe adıyla yürüttüğü çabalar var. Biz bu çabalara saygılıyız. Bu çabaları birleşik mücadele zemini olarak önemsiyoruz; ama her ikisinin de gerek biçimi gerek muhtevası bizi kapsayan bir biçim ve muhtevadan uzak. O yüzden biz başka, daha farklı bir şey yapmak istiyoruz. Yapmak istediğimiz işin esası her şeyiyle birleşik bir hareket-zemin-odakkürsü, her neyse – bunun şu anda biçimini bulmuş değiliz, bunun biçimini tartışmalar içerisinde bulacağız. ÖDP olarak biz, bu tartışmalara katılırken bir biçim önererek katılmıyoruz. Bir içerik tartışması yapıp bu içerik tartışmasının biçime dönüşmesini amaçlıyoruz. Doğal olarak, bu biçim bir birleşik muhalefet biçimi olacak; yani formu birleşik olacak. Burada diğer bileşenlerden en önemli farklılığımız, son derece organik bir yapı olmasını önemsememiz. Kelimenin gerçek manasında birleşik olmasını, içsel olmasını, parçalı olmamasını, bütünlüklü olmasını istiyoruz. Yapay olmamasını, inorganik olmamasını, bütünlüğü olmasını ve organik bir hâlde kendisini tanımlamasını istiyoruz; yani bir hemhal olma halini içermesi gerektiğini düşünüyoruz. O yüzden herkesin ayrı ayrı durup, ayrı durduğu yerlerde kendisini bir formda birleştirdiği bir tarzdan veya çeşitli siyasi kesimlerin mutabakatını ve basitçe yan yana gelişini ifade eden bir yaklaşımdan daha çok, hep beraber kendi sözümüzü-eylemimizitarzımızı ortaya koyacak ortak bir kürsü istiyoruz. Ortak bir sözcüsüortak bir flaması olan, her şeyiyle ortak, her şeyiyle birleşik, form-hareketzemin-kürsü her neyse bunu inşa etmek istiyoruz. Nasıl bir formdan söz ediyoruz ve ÖDP dahil, siyasal örgütlerin konumu nasıl olacak? ÖDP’nin ve tüm siyasi örgütlerin varlığına ilişkin bir tartışma sürdürmüyoruz. Siyasal örgütlerin ve toplumsal mücadele yapılarının kendi özgün varlıklarını sürdürebilecekleri bir zeminden söz ediyoruz. ÖDP açısından bakıldığında da bu tartışmaya son derece rahat bir biçimde katılıyoruz; çünkü biz bu tartışmayı kendi siyasal örgütümüzün ihtiyaçları çerçevesinde değil, ülkenin ve halkın ihtiyaçlarına yanıt üretme sorumluluğuyla sürdürüyoruz. Bu manada ÖDP, birleşik mücadele sürecinin gelişimi ile kendi geleceğini bütünleşirerek kendini aşma konusunda da bir tereddüt içerisinde olmayacaktır. Esasen birleşik bir hareket-muhalefetzemin oluşturmak, hepimizin ortak kuvveti, ruhu, sözü ve eylemi olacak bir zemin oluşturmak için giriyoruz. Türkiye’nin buna ihtiyacı olduğunu düşünüyoruz. Bu konuda, HDK meselesinde olduğu gibi, kendisini sadece esasen Kürt meselesi üzerine hapseden bir düzlem değil, Türkiye’nin temel meseleleri konusunda ortak bir birleşik süreç ifade ediyoruz. Kürt sorununun elbette ki demokratik çözümünü içeren ama gerçek bir laiklik mücadelesini de içeren, enternasyonalist olan ama bağımsızlık perspektifine de sahip olmayı içeren, ekolojist bir siyaseti içeren ve aynı zamanda kamucu, toplumsal çıkarı esas alan, demokratik planlamaya dayalı bir ekonomi anlayışını esas alan bir siyaset çerçevesi. Doğal olarak ana bileşkesi antiemperyalist-antikapitalist, birbirini bütünleyen eşitlik ve özgürlük eksenindeki talepleri birbirinin karşısına koymayan, hem özgürlük taleplerini hem eşitlik taleplerini ifade eden bütünlüklü bir birleşik zemine işaret ediyoruz. Birleşik mücadele ihtiyacını, mevcut siyasi hareketlerin basit bir birliği ve bir aradalığı olarak düşünmüyoruz. Siyasi yapıların da içinde yer alacağı, çeşitli demokratik örgütlerin, hareketlerin, inisiyatiflerin de içinde yer alabileceği, kendisini örgütsüz olarak tanımlayan bireylerin de özne olarak içinde bulacağı ve herkesin eşit hukukla tartışmaya dâhil olabileceği bir süreç öngörüyoruz. Yani, ÖDP’liler bu sürece dâhil olurken, ÖDP’li olmanın ayrıcalığı ile tartışmaya dâhil olmayacaklar. sağlayabilen kesimlerle olmayı düşünüyoruz. Bu konudaki toplantılara siyasi yapılardan EHP katılıyor. İstanbul’da Red grubu katılıyor toplantılara. Onun dışında İşçi Kardeşliği Partisi katılıyor. Siyasi yapı olarak kendini tanımlayan yapılar bunlar olarak gözüküyor. Halkevleri’ne bir çağrı yaptık; henüz yanıt alabilmiş değiliz. Bunun dışında anarşist, Troçkist gelenekten gelen, geçmişte siyasi örgütlerin içerisinde yer almış, şu an bağımsız bireylerin olabildiğince fazla olduğu, ekolojist harekete, feminist harekete, LGBT bireylere açık bir çalışma. Buraya gelenin kendi toplumsal hareketini olduğu gibi buraya taşıması fikrinde değiliz. Türkiye’nin değişik yerlerinde, değişik mücadeleler içerisinde olan insanlar var. Ekoloji, işçi, işsiz, kadın, barış gibi mücadele alanlarında yer alan ama bu çabaları yeterli görmeyen, siyasal bir bütünlük içerisinde, siyasal bir hareket olarak, birleşik bir hareketin parçası olmak ihtiyacını hisseden insanlara açık bir yapı olarak bunu tartışıyoruz. Bu çalışmanın üstünde, Türkiye’nin temel meselelerinde ve içine girdiği kritik süreçlerde masaya yumruğunu vurup “hayır, başka bir şey var” duygusunu ve başka bir siyaseti işaret edebilecek güçlü, kuvvetli bir odağı yaratmak istiyoruz. Başta da söylediğim gibi hepimizin ortak bir sözü ve taşıyıcısı olan bir hareketi inşa etmek istiyoruz. Toplantıların bugünkü bileşimi nasıl, kimler katılıyor tartışmalara? Sol Cephe ile ilgili bir ilişki, etkileşim ya da bir tartışma var mı? Birleşik ve bir arada olma rahatlığını Cephe kavramı Türkiye devrimci hareketinin ve dünya sosyalist hareketinin toplumsal mücadeleler tarihinde bir yere oturur. Her kavram zaman içerisinde değişebilir, kavramlara farklı içerikler de verilebilir ama bizim gördüğümüz kadarıyla TKP’li arkadaşların yaptığı bir cephe değil. Cephe değişik siyasi güçlerin asgari zeminde, belirli bir konjonktürde yürüyebilmesi konusunda ortak iradesidir. TKP’li arkadaşlar daha çok kendilerine yakın birey ve kesimlerle buluşabilecekleri bir zemin oluşturmaya çalışıyorlar. Dolayısıyla böyle bir birleşik zemin yaratırsak, bu birleşik zeminin elbette ki Sol Cephe, HDK gibi yapılarla da ortak davranma zeminleri de olacaktır. Yaptığımız toplantılarda da toplantıda yer alan bileşenlerin bu konuda herhangi bir kaygısı yoktur. Rekabetçi olmayan, dayanışmacı olan ama o boşluğu da doldurmaya aday; çünkü ne HDK ne Sol Cephe şu anki mevcut yapılarıyla ortada duran geniş bir boşluğu doldurabilen yapılar olarak gözükmüyor. Biz, o arada olan yapılarız ve o arada olan yapılar olarak başka türlü bir şeyi biçim ve muhteva açısından yapmayı öngördük. Ayrı kutu Yerel seçimler öncesi yapabildiğimiz bir çalışma olamadı maalesef ama yerel seçim sürecini de birleşik muhalefetin bir parçası olarak değerlendirmek lazım. Yerel seçimlerde sağlanacak olan birikimler, bu birleşik muhalefet zeminini besleyecektir. O yüzden AKP rejiminin geriletilmesi önemlidir. AKP rejiminin geriletilmesi, yıkılması tek başına yetmez. Bunun karşısında eşitlikçi, özgürlükçü siyaset değerlerinin geliştirilmesi, güçlendirilmesi gerekiyor. ÖDP, tabii kendi gücüyle orantılı olarak, bunu yapmaya çalışıyor. Aslında ÖDP, yerel seçim sürecinde başka bir demokrasi anlayışını ve hattını ortaya koyarak bir arayış içinde oldu. Hem CHP hem de HDP ve BDP geleneğinin yerel seçim siyaseti oluşturma konusunda ortaya koyduğu siyaset tarzının, Gezi’yi anlamayan bir siyaset tarzı olduğunu düşünüyoruz. Aslında seçim sürecine, yerel platform kaynaklı, ona dayalı olarak hazırlanmış yerel programlar ve yerel ortak adaylarla girilebilirdi. Ortak zeminler inşa edilebilirdi. Bunun inşa edilmesinden kaçınıldı. CHP memleketin sağcılaşması gerçekliğinden hareketle rotayı sağa kırdı; iktidar olursak ancak sağ adaylarla sağa seslenerek iktidar olabiliriz düşüncesi içerisine girdi. Bu mümkün olabilir, bazı yerleri CHP de kazanabilir ama sağcılaşarak bir yeri kazanma kısa vadede zevahiri kurtarmaya belki yol açabilir. Sonuç itibariyle zaten olmayan bir sosyal demokrasinin de tasfiyesine yol açacağını görmek gerekiyor. HDP, bu yerel seçimleri kendi rüştünü ispat etmek olarak görüyor ve bütün Türkiye çapında kendi adaylarıyla seçime girmeyi esas alıyor. Böyle bir siyaset anlayışını ifade ediyor. Bu konuda, bu bakış açısının sağlıklı sonuçlar üretmeyeceği, istenilen zemini yakalayamayacakları tespitimiz var. HDP’nin en büyük gücü BDP olduğu için, BDP’nin müzakere sürecine bakış açısı mücadelesini de belirliyor. İkircikli bir tutumun ortaya çıktığını görüyoruz. Bu ikircikli tutum da HDP siyasetinin daha aktif ve daha geniş bir zemin oluşturmasının önüne geçiyor. Bu nedir? Hem AKP ile mücadele ediyorlar hem müzakere ediyorlar. Mücadelenin ve müzakerenin ikilemlerini yaşıyorlar. Zaman zaman mücadele, zaman zaman uzlaşma bu süreçte paralel gidiyor. Bu, geniş emekçi kesimlerde kafa karışıklığına yol açıyor. HDP’nin de politik hattı bu yönüyle çok belirgin olmuyor, olamıyor. Doğal olarak bu konuda politik hattı belli olmayan HDP, sosyal demokratları ve kendi dışındaki sosyalistleri de kapsayabilen süreçleri örgütleyebilme konusunda gerekli adımları atamaz bir noktaya geliyor. ÖDP herhangi bir siyasi partiyle merkezi bir seçim ittifakı içerisine girmedi. Biz yerel seçimde yerel özgünlükleri gözeteceğiz. Yerel özgünlüklerden hareketle yerel platformlara dayalı olarak hem AKP’nin geriletilmesi hem de bunun karşısında eşitlikçi, özgürlükçü bir siyasetin inşa edilmesi görevini önümüze koyduk. Yapabildiğimiz yerlerde bunu yapmaya çalıştık. ÖDP üzerine şöyle bir algı geliştiriliyor: ÖDP, HDP’nin yanında durmayarak CHP’nin adaylarını destekleyecek. Buradan şunu söylememiz gerekiyor ki CHP ile ittifak yaptığımız yerler, ortak aday çıkardığımız yerler var. Bunu saklamıyoruz, gizlemiyoruz ve utangaç bir şekilde de yapmıyoruz. Net olarak söylüyoruz. Yaptığımız basın toplantısında da dile getirdik. Türkiye’nin üç ilçesinde CHP ile yerel programa dayalı olarak yerel ortak adaylar konusunda yerel demokrasi güçleri anlaştı. Biz de oradaki yerel demokrasi güçlerinin bir parçasıyız. Trabzon Tonya, Rize Fındıklı ve Nevşehir Avanos ilçelerinde ortak program etrafında ortak adaylarla seçime girme kararı alındı. Örneğin; Avanos’ta yaşanan küçük çapta bir yerel demokrasi örneğidir. ÖDP bu yerel demokrasi deneyimlerini çok önemser, bunu geliştirmeyi esas alır. Avanos’ta ön seçim yapıldı ve bütün halk bu ön seçime katıldı. CHP’nin adayı ile ÖDP’nin adayı yarıştı. Sabahtan akşama kadar sinema salonuna gelen 2320 Avanoslu ortak aday için oy kullandı. Aday, ÖDP kökenli olarak ön seçimden çıktı ama CHP çatısından seçime girildi. Biz, burada esas olanın yerel program ve ortak hukuk üzerinde ortak aday olduğunun altını çizdiğimiz için çatı meselesini esas mesele olarak ele almadık. Hem Fındıklı’da, hem Tonya’da hem de Avanos’ta küçük yerel demokrasi örneklerinin geliştiğini ortaya koymamız gerekiyor. Gönül isterdi ki bunu HDP’li arkadaşlarla da yapabilelim. HDP’li arkadaşlar, kendi süreçlerinin yakıcılığıyla çok fazla bu süreçleri işletmediler. Yine Arsuz’da içinde TKP’nin yer aldığı yerel demokrasi güçleriyle ÖDP çatısından aldığı yerel demokrasi güçleriyle ÖDP çatısından seçime giriyoruz. Hopa ve Kemalpaşa’da CHP adaylarının karşısına, özellikle Halkevi çevresiyle beraber ortak adaylarla seçime giriyoruz. Bunun yanı sıra Uşak ilinde ÖDP adayıyla seçime giriyoruz. Narlıdere’de demokrasi güçleriyle beraber ortak bir adaylık çalışmamız söz konusu. Hatay’ın Defne ilçesinde ve büyükşehirde buna benzer bir çalışmamız söz konusu. Dersim’in değişik ilçelerinde demokrasi güçleriyle ortak tartışmalarımız söz konusu. Bu çalışmaların sonuç verdiği en güzel örneklerinden birisi de Ankara’da geliştirildi. TKP, Halkevleri, ÖDP ve EHP olarak ve emek-meslek örgütlerinden insanlarla birlikte Ortak Sol Aday Meclisi çalışmamız söz konusu. Buralardan baktığımız zaman ÖDP bir siyasete işaret ediyor, bu önemli. ÖDP, yerel platformlar üzerinden ortaya çıkmamış adaylara kurumsal olarak destek vermeme kararı aldı. Bu bir siyaset tarzı olarak bizim açımızdan önemliydi. Ancak destek vereceğimiz kişiler bizimle beraber ortak bir yerel seçim platformu oluşturursa ve onun içerisinden bir program ürünü olabilirse, ÖDP olarak, bu adayları destekleyeceğimizi ifade ettik. Onun dışındaki adayları kurumsal olarak desteklememiz söz konusu olmayacak ama ÖDP’liler, ÖDP’nin dostları bu yerel seçimde elbette eşitlikçi, özgürlükçü değerleri savunan, doğrudan demokrasiyi gözeten, yerel yönetimlerin kamusal hizmetlerinin altını çizen, ekolojist perspektife sahip sol adayları elbette bireysel olarak bulundukları yerde destekleyecektir. Bütün yurttaşlarımıza, bu memlekette ÖDP gibi bir partinin anlamına, önemine, varlığına inanan bütün insanlara söylüyoruz: Bütün Türkiye’de belediye başkanlıklarında az önce söylediğimiz özgünlüklerde çeşitli çabalarla, sınırlı sayıda adaylarla seçime girmemiz söz konusu olacak. Türkiye’nin gücümüzün yettiği hemen her bölgesinde, her ilinde, her ilçesinde, büyükşehir olan yerlerde belediye meclis üyeliklerinde; büyükşehir olmayan yerlerde de il genel meclisinde ÖDP adaylarıyla ve listesiyle katılacağız. Her yurttaşımız ÖDP’yi pusulasının bir yerinde mutlaka görecektir. Ortak muhtarlık adaylıklarını da önemsiyoruz; çünkü Gezi Direnişi mahalle örgütlenmelerinin ne kadar önemli olduğunu gösterdi. O yüzden, olabildiğimiz her yerde sözün, yetkinin, kararın ve iktidarın yerelde olduğu ve mahalleye ait olduğu muhtarlık çalışmasında demokrasi güçleriyle beraber sürdürmeyi amaçlıyoruz. Özellikle Ankara Batıkent’in 6 mahallesinde ortak muhtarlık çalışmasının çok önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu çalışmanın seçim sonrası Ankara’yı besleyebilecek ve Ankara’da demokrasi mücadelesinin ufkunu açabilecek yerel pratikler olacağını inanıyoruz. “Başkaldırının temsili olabilecek bir siyasal oluşumun, başkaldırı fikri hakkında yorum yaparak değil, tartışmasız başkaldırarak kendini var edebileceğini anlıyorum. Geçmişi bugüne taşımanın asıl yolunun başkaldırmak olduğunu anlıyorum. ” Birleşik Muhalefet Tartışmalarına (T)özeleştirel Bir Katkı Yasin Durak Kardeşimle birlikte sahafları geziyoruz. Rafları karıştırırken yıpranmış bir kitap buluyor, bana gösteriyor: Solda Birlik Arayışı. Merakla atılıyorum kitaba ve bir tür CHP tarihi anlattığını fark ediyorum elime alır almaz. Geçtiğimiz Haziran ayında her ne olduysa (!) “politik” ilgileri artan kardeşim soruyor o anda: “Abi CHP sol mu ki?” Kıyamete kadar sürecek bir soru-cevap silsilesine (daha) girişmeye hiç niyetim olmadığından “sus” diyorum, “sonra anlatırım”. Kitabın yazarına bakıyorum: 1980 öncesinde CHP Konya milletvekili olan Ahmet Çobanoğlu. Kardeşim elinden düşürmediği tabletiyle hemen Google’a girip ismi taratıyor. 11 Mayıs 1978 tarihli bir TBMM tutanağına erişiyor. Zat-ı muhteremin bir gün mecliste hararetlenip kürsüye saldırdığını öğreniyoruz. Metni okumaya dalıp neden celallendiğini (şu anda da CHP milletvekili olan) Altan Öymen’in daha sonraki sözlerinden anlıyoruz: “Sayın başkan, hatip CHP grubuna hakaret ederek ‘siz komünizmi müdafaa ediyorsunuz’ şeklinde bir ifade kullanarak grubumuzu itham etmiştir”. Bir taraftan kardeşime CHP’nin zaten hiçbir zaman sol-sosyalist-komünist bir çizgide olmadığını/olamayacağını anlatmakla cebelleşirken, bir taraftan da (kitabın başlığına takıldığımdan mıdır bilinmez) aklımda eski bir soru yer ediyor o sıra: “Sol birlik olur mu, birlik olursa sol olur mu?” Eski-tüfek yeni-Kemalist olan kitapçı amca “evladım armudun sapı, üzümün çöpü demeyin” diye lafa karışıyor. “Mustafa Kemal’in emperyalistlerle savaşından (!) başlayıp 70’lerdeki yoldaşlarıyla ne büyük işler yaptığına kadar getiriyor hikâyeyi. Sabırla dinliyoruz… Dinliyoruz, dinliyoruz lakin kitapçı amca susmuyor (asla susmazlar), evvel zaman içindeki cengâverliklerini anlatmaya devam ediyor. İyiden iyiye sıkılıyoruz. Önceden başka bir “eski-tüfekten” daha dinlemiş olduğumuz epik destanın bilmem kaç bininci bendini dinler gibi, çocukken annemiz izlediği için izlemek zorunda kaldığımız arkası yarın türü dizinin bilmem kaç yüzüncü bölümünü izler gibi sıkılıyoruz. Sonunda sadede geliyor; “AKP’nin gitmesi lazım” diyor, “sizin gibi ‘ilerici’ (!) gençlerin sorumluluk alması lazım, gidip oy verin” diyor. Sonra tam “bizim yaptığımız hataları yapmayın…” şablonuyla söze devam edecekken kardeşim Tolkien’in Silmarillion’unu eline alıp soruyor: “Bu kitap kaç lira?” Akşam olup dostlarla toplaştığımızda malum seçim gündemi açılıyor. CHP’nin yerel seçimlerde gösterdiği “sağcı” adaylarını eleştiriyor bir arkadaşım. Öbürü “CHP bizim tartışmamız değil” diyor. Kafa sallayarak onaylıyor herkes bunu. Bazı “sosyalist” oluşumların “ortak adayları”, Sol Cephe, HDP filan derken “oy versek mi, vermesek mi” muhabbeti açılıyor yeniden. “Bu tartışmaya gerek yok” diyor “örgütlü” bir arkadaşımız, sosyalist aday göstermenin aslında sembolik bir siyasi girişim olduğunu söylüyor, “hamdolsun burjuvanın temsili demokrasinden medet umacak siyasi basirette değiliz” diyor. Haliyle HDP tartışması başlıyor yeniden. Partinin amblemi ile içerdiği muhtevalar arasında bir tenakuz var mıdır yok mudur kavgasına başlıyoruz. Biraz birbirimizi yedikten sonra aramızdan birisi sihirli sözcükleri telaffuz ediyor: “Barikat kardeşliği.” Hemen akabinde Haziran anıları anlatılıyor sırayla. Espriler, trajikomik hikâyeler, dramatik anlar, gözaltı deneyimleri filan derken her birimiz duygusal ve hasretli kelamlar edip sonunda bir şekilde uzlaşmayı başarıyoruz. Kardeşim tabletinden “Gezi sürecini örgütlediğimizde ortalıkta olmayanlar…” ile başlayan bir tweet okuyor o sıra. Kızıyoruz. Haziran İsyanı’nın her bir politik retoriğe pelesenk olmasından veryansın ediyoruz kendimizce. Sonra birimiz “oysa biz Haziran’da…” diye konuşmaya başlıyor yine, hepimiz onu onaylıyoruz. “Vay canına! Sizin de hiçbir şey tartışmanıza gerek yokmuş yahu” diyor kardeşim, hep beraber gülüyoruz. Sonra birisi “sokağı da fetişleştirmemek lazım hani, siyasi oluşumlara, ‘gerçek Gezi ruhunu’ sürdürecek öncü politikalara ihtiyacımız var” diyor. Bu sefer de “gerçek Gezi ruhu” hakkında ihtilaflara düşüyoruz. Tartışma uzuyor da uzuyor. O ana kadar konuşmalarımıza kulak misafiri olan yan masadaki amca iddialı cümlelerle lafa giriyor biranda, *sizin Gezi Parkı’nda tüm gördükleriniz bizim Fatsa’da yaptıklarımızın sonucudur”. Haziran ayı boyunca akranlarıyla birlikte ortalığı yıkan kardeşim şaşırıyor, bana dönüp “abi Fatsa’da ne oldu ki” diye bir kroşe daha indiriyor o sıra. “Sus” diyorum, “sonra anlatırım”. Eve varıp da baş başa kaldığımızda hemen öğütlere başlıyorum: “Bak” diyorum, “sen sormadan ben söyleyeyim: 14 Ekim 1979’da…”, o anda zil çalıyor. “Kapıyı aç” diyorum. Gelenler arkadaşları. Antreden gürültüler duyuyorum. “Sessiz olun!” diye bağırıyorum. Söylenmeye, homurdanmaya başlıyorum. Birkaç dakika sonra kardeşim geliyor, “abi” diyor, “biz çıkıyoruz”. Vakit gece yarısı. “Nereye bu saatte yahu” diye azarlıyorum çocuğu. “Bizim yokuşun kenarındaki merdivenler kararmış abi, yeniden boyamaya gidiyoruz” diyor. Utanıyorum. “Seçim”, “kongreler”, “ne yapmalı”, “gezi ruhu”, “solda birlik” vesaire derken merdivenleri filan unuttuğumu fark ediyorum. Direnişe destek olmayan müesseselere karşı başlatılan boykotu unuttuğumu fark ediyorum. Yaz boyu her gün görüştüğüm mahalle ahalisiyle nicedir muhabbet etmediğimi fark ediyorum. “Haziran mirası” hakkında emin olabildiğim ilk somut şeyin, gündelik hayatta yeşeren o “tabandan isyan kültürünün” siyasi soyutlamalarda kaç farklı versiyona çekiştirildiğine hayret ediyorum. “Y kuşağı” filan dedikleri “kardeşimgillerin” ürettiği gotik unsurları anımsıyorum. Deruhteleri anımsıyorum. O fantastik hayal gücünü, o cesareti hatırlıyorum. “Bebeleri” hatırlıyorum… İsyanın tarihselliğini anlıyorum, onun bir özü, bir cevheri filan olmadığını anlıyorum. İsyanın öğretilemeyeceğini, öğrenilemeyeceğini, projelendirilemeyeceğini, kuşaktan kuşağa aktarılamayacağını, bir “ruh çağırma” seansıyla geri getirilemeyeceğini, ancak (ve ancak) yeniden (ve yeniden) isyan “edilebileceğini” anlıyorum. Başkaldırının temsili olabilecek bir siyasal oluşumun, başkaldırı fikri hakkında yorum yaparak değil, tartışmasız başkaldırarak kendini var edebileceğini anlıyorum. Geçmişi bugüne taşımanın asıl yolunun başkaldırmak olduğunu anlıyorum. Gezi Parkı’ndan muhtelif siyasi oluşumlara döşenen taşlardan oluşan “paternalistik patikalar” birden anlamsızlaşıyor bu yüzden. Kardeşime karşı geliştirdiğim şu “yukarıdan” tutumun utancıyla, o çok farklı unsurları bir araya getiren bileşenlerden, kongrelerden filan soğumaya başlıyorum o anda. Bir şiir dinletisinde tanımadığım birisinden işittiğim bir sorgulamayı hatırlıyorum: “Barikat kardeşliği mi? Peki kim büyük kardeş?” “Yaşamak için gerekli parayı kazanabileceği bir işe ihtiyaç duyan herkesi tek çatı altında toplayabilen işçi sınıfı, bugün kapitalist toplumlarda büyük çoğunluğu oluşturuyor. Bu nedenle gerekli mekanizmalar oluşturulduğu takdirde, işçi sınıfı sosyalizme başarılı bir şekilde geçişi sağlayabilecek olanaklara sahiptir. ” Atları Hatırlayın ve Sopayı Kapın Bertell Ollman “Küreselleşme” çağında, kapitalist sömürünün yoğunlaşması ile kapitalizmin mevcut durumu-krizleri arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz? * Prof. Bertell Ollman, New York Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde öğretim üyesidir. Ollman’ın sosyalizme dair tartışmalar yürüttüğü beş kitabı, Türkiye’de Yordam Kitap tarafından okurla buluşturuldu. Yazarın “Atları Hatırlayın… ve Sopayı kapın!” isimli kitabı ile Marksist “Sınıf Mücadelesi” oyunu yakın zaman çalışmalarıdır Kapitalizm her zaman için bulabildiği (ve ulaşabildiği) bütün insanlara ürettiklerini satmaya çalışmıştır. Fakat “küreselleşme” çağında, fabrikaların işgücünün ucuz, vergilerin düşük olduğu, kârın arttırılmasını engelleyecek düzenlemelerin bulunmadığı ülkelere kurulması hiç olmadığı kadar önemli hâle geldi. Bilim ve teknolojideki ilerlemelerin sonucu olarak üretim araçlarının değişmesiyle birlikte kapitalizmin anavatanı olan ülkelerde otomatik üretim süreçlerinde çalışan işçilerin ikamesi gittikçe yaygınlaştı. Sonuçta; kapitalist sınıf -sanayi ve finans sektörüyle birlikte- nadir istisnalar dışında, hiç olmadığı kadar hızlı para kazanmaya başladı. Kapitalist dünyadaki işçi sınıfı ise, yine nadir istisnalar dışında, gittikçe şiddetlenen işsizlik, düşük ücretler, sosyal hakların gasp edilmesi ve yaşam koşullarının kötüleşmesiyle yüzleşmek zorunda kaldı. Mevcut ekonomik krizimizi öncekilerden farklı kılan şey, küreselleşmenin kapitalizmin krizlerini atlatmak için kullandığı mekanizmaları ortadan kaldırmış olmasıdır. Şimdiye kadarki ekonomik krizler -hammadde, makineler, fabrikalar ve işgücü gibi- üretim faktörlerinin bedellerinin düşmesi ile sonuçlandı. Bu da bazı kapitalistlerin, fırsattan istifade ederek daha ucuza mal ettiği ürünleri düşük fiyatlarla satmasını olanaklı kıldı. Bunun sonucunda, genellikle öncesinde işsiz olan, daha fazla insanı istihdam etme imkânı buldular. İstihdam edilen işçileri iyi birer tüketici haline geldi. Böylece diğer kapitalistler de üretimlerini arttırarak ürünleri satma olanağı elde etti. Sonra onlar da daha fazla işçi istihdam etti. Bu döngünün sonucunda ekonominin saplandığı bataklıktan çıkması mümkün oluyordu. Bugünkü krizde de bu döngü çoğunlukla tekrarlanacak. Üretime dair maliyetlerin birçoğu, özellikle de işgücü gittikçe düşüyor. Buradan kâr elde edebileceğini düşünen kimi kapitalistler şimdiden yatırım yapmaya ve daha ucuza ürün üretmeye başladı. Fakat özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde, kimi durumlarda (bazılarında, tamamında değil) üretim yeni istihdamları olanaklı kılacak seviyeye ulaşamadı. Kapitalist küreselleşme sürecinin çekirdeğinde yatan, dış kaynak ile makineleşme birlikteliği yeni yatırım ve istihdam dengesinde bozuluyor. Böylece kapitalizm, önceki krizlerde olduğu gibi, süreci atlatamıyor. Bu durumda -herkesin söylediği gibi- kapitalizmin bu krizi de aşacağını, yalnızca zamana ihtiyacı olduğunu iddia etmek yersiz olur. Fakat kapitalizmin ekonomik durumu düzeltme mekanizmaları işlevsizleşirse -ki böyle olduğu tartışma götürmez- geleceğe dair yürüttüğümüz tahminler, kapitalizmin körüklediği iklim değişiklikleri gibi felaketler ve sonuçları gerçekleşecek. Her şey kötüye gidecek. Geleceği düşünmek, siyaset belirlemek hayati öneme sahip. sebebi hızlı ve adil karar alınamaması, mevcut ekonomik kriz ile hükümetin %1’in çıkarlarına alenen hizmet etmesidir. Amerikan emperyalizmi, geçtiğimiz dönemde çıkarları doğrultusunda kullandığı ekonomik ve kültürel olanakları yitirmeye başladı. Gittikçe asileşen dünyaya taleplerini dayatmak için elinde sadece askeri güç kaldı. Durum hiç kimse için iç açıcı değil. ABD emperyalizminin bugünü sizce nasıl görünüyor? ABD, çöküş sürecine girdi mi? ABD emperyalizmi, kapitalist yönetici sınıfının kârını arttırmak için elindeki tüm -ekonomik, kültürel ve askeriimkânları kullanıyor. Ancak küresel kapitalizm çağında ulusal kimlik, gelir kaynağı ve büyük kapitalistlerin çoğunun çıkarları küreselleşti. (Aynı durum başka ülkelere yatırım yapan büyük kapitalistlerin birçoğunun da başına geldi.) Bunun sonucunda ABD, İngiltere’nin egemen olduğu döneme kıyasla -ulusal ve uluslararası kurumlarıyla (Dünya Bankası, IMF vs.)- küresel kapitalist sınıfın çıkarlarına daha fazla hizmet etmeye başladı. İşin ilginci, hâlâ Soğuk Savaş yıllarındaki aşırı vatanperver idarenin ceremesini çeken vatandaşlar, Amerikalı kapitalistleri yeterince vatansever olmadıkları için suçluyorlar. ABD’nin çöküşünün en belirgin göstergesi devletin (sadece hükümetin değil) meşruiyetini Amerikan halkının neredeyse bütün kesimlerinin gözünde her geçen gün daha fazla yitirmesidir. Bu durumun temel 21. yüzyılda sosyalizmi inşa etmenin olanaklarını nasıl görüyorsunuz? Bu bağlamda, Latin Amerika -özellikle Venezüella- deneyimini nasıl değerlendiriyorsunuz? Sosyalizm, 21. yüzyılda her yerde etkisini -kapitalizmin son krizine dünya çapında bir tepki olarak- az ya da çok gösterecek veya hiçbir şey değişmeyecek. Kapitalizmin talanına karşı ve (Venezüela gibi ülkelerde olduğu üzere) en yoksullarımızın yaşamlarını iyileştirmek için yürütülen çalışmaları candan destekliyorum; ancak kapitalizm felaketine karşı bütünlüklü mücadele vereceksek, mesafe kat edeceksek bu örneklerin, kapitalizmin alternatiflerin neler olabileceğine/ olması gerektiğine dair çok belirleyici olmadığını düşünüyorum. Bu nedenle önceliğimiz, çıkış noktamız yaşamımızı sürdürdüğümüz kapitalist ülkelerdeki, dünyadaki gidişat, açığa çıkan problemler ve bunlara dair çözüm önerileri olmalı. Kapitalizme karşı yürütülen mücadele gittikçe güçleniyor. ABD’deki Wall Street, İspanya’daki 15M, Türkiye’deki Gezi Direnişi gibi hareketlerin “kendiliğinden örgütlendiği” söyleniyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Gidişatta ne gibi imkânlar ve güçlükler açığa çıkabilir? Toplumsal hareketlerin açığa çıkardığı üç olanak var: 1- Kapitalist dünyada, militanların çoğu siyasete dâhil olmak için bu yolu seçiyor. 2- Karşı çıktıkları sosyal adaletsizliklerin gerçekten ortadan kaldırılması gerekiyor. 3- Toplumsal hareketlerin çoğu, kadınların, farklı renkten/ırktan/ dinden insanların, eşcinsellerin vs. haklarını savunmak adına pek çok sınıf temelli siyasi parti ve sendikadan daha fazla çaba sarf etti. Tüm bunları takdir etmek gerekiyor; fakat görünen o ki mevcut yönelimleri, kapitalizmi temel düşman olarak görmemek yönünde. Kapitalizme karşı yürütülecek mücadeleyi öncelik haline getirme, düşmana galip gelmek için yeterince güçlenme ve bu şekilde adaletsizliklerin yaşanmadığı bir toplum inşa etme olasılığı göz ardı ediliyor. Bu nedenle, başarılı olsalar bile, yalnızca reformist kalacaklar. Bu arada kapitalizmin son krizinin alarm zilleri çalmaya devam ediyor. Hesaplaşma günü yaklaşıyor. Komünizmi savunan ancak pratik süreçlere dâhil olmayarak siyaseti, sosyalizmi salt etik bir konu düzeyinde ele alan kimi düşünürler ve yaklaşımlar var. Bu yaklaşımlar ve komünizme geçiş süreci, bunun için yürütülen mücadeleler hakkında ne söylemek istersiniz? Kimsenin sosyalizmi inşa etme deneyimi yok. Kimi insanlar sosya-list ilkelere dayalı birkaç sınırlı deneyimin geliştirilmesine bir şekilde katkı sundu. Fakat o deneyimler ile bugün karşılaştığımız koşulların alakası yok. Ancak somut deneyim ya da sosyalist toplumu inşa etme deneyimine sahip önderlerimizin bulunmayışı canımızı sıkmamalı. Tarih ilk defa gerçekleşen olaylarla doludur. Yaşadığı toplumun koşullarını, hem problemlerini hem de potansiyelini anlayarak çözüm üreten insanlar bunu başardı. “Teoriden” “siyasi pratiklere” uzanan yol, değişiklikleri öngörerek sınıfsal çıkarları korumaya yönelik adımlar atılmasıyla mümkündür. Etiğin buradaki etkisi kısıtlıdır. Belki mücadelenin sürekli hale gelmesiyle anlamlı kazanır. Marksizm, bize ait kapitalizm analiziyle sürece dâhil oluyor. Mevcut sistemin karmaşık işleyişi yalnızca analiz edilmekle kalmıyor -yabancılaşma, sömürü ve ekonomik krizler gibitemel sorunları da saptanıyor. Bir bakıma, bu düzenin koşullarında kaçınılmaz olarak filizlenecek çözüm tohumları atılıyor. (Sosyalizm için gerekli olan koşullar sosyalistlerin kafalarında değil, kapitalizmin anlaşılmamış potansiyelinde bulu- nur.) Marx, bu çözümlerin hayata geçirilmesinin, kapitalizmin bir diğer “ürününün” yani yabancılaşmaya, sömürüye ve kriz zamanlarında daha da şiddetlenen koşullara maruz kalan işçi sınıfının elinde olduğunu söylüyor. İşçi sınıfının çıkarları, kişisel kârın temel alındığı bir sistemin yerine toplumsal ihtiyaçların merkeze oturtulduğu bir düzen inşa etmeyi gerektirir. Yaşamak için gerekli parayı kazanabileceği bir işe ihtiyaç duyan herkesi tek çatı altında toplayabilen işçi sınıfı, bugün kapitalist toplumlarda büyük çoğunluğu oluşturuyor. Bu nedenle gerekli mekanizmalar oluşturulduğu takdirde, işçi sınıfı sosyalizme başarılı bir şekilde geçişi sağlayabilecek olanaklara sahiptir. Buna rağmen, tüm Marksistlerin bilincinde olduğu sorun, tüm bu güçleri işçi sınıfının çıkarlarına uygun bir program etrafında bir araya getirecek işçi sınıfı partisinin ve her ülkenin toplumsal, siyasi, ekonomik koşulları dikkatle incelenerek oluşturulacak siyasi stratejinin maalesef olmayışıdır. Marx, büyük çoğunlukla ortak çıkarlara sahip olmanın beraberinde getirdiği muazzam imkân ile “örgütlenip birleşerek, bilginin önderliğinde” harekete geçilebileceğini savunuyor. Bunun anlamı, geniş kesimleri kapsayacak sol değerlere yaslanan, fakat mevcut reformist sosyal demokratlar ile işçi partilerini dâhil edecek yeni ve kitlesel bir işçi partisinin zaruretidir. Bildiğim kadarıyla bugünün kapitalist dünyasında bahsedilen kitlesel, militan sosyalist/komünist partiler bulunmuyor. Çelişkili biçimde, bunun sebeplerinden biri kapitalist ülkelerde çok fazla parti olmasıdır. Ancak bu partiler, kitleyle, işçilerle çok kısıtlı bağları bulunan, dar gruplardan oluşuyor. Buna ilaveten, birbirleriyle işçi sınıfını temsil etmek adına rekabet etmeleri, işçi sınıfının kurtuluşunu kendi örgütlerine daha çok “adam toplayarak” sağlayabileceklerini zannetmeleri gibi sıkıntılar var. Bu grupların birçoğu mitinglere birlikte yürüyor, aynı grevleri destekliyor, aynı taleplere imza atıyor hatta bazı eylemlerde ortak hareket ediyor. Parti mensupları ile Taksim’i İşgal Et (aynı şekilde Wall Street’i İşgal Et) eylemlerine çoğunluğun yani işçi sınıfının çıkarlarını savunmak adına katılan, sömürüyü, baskıyı her geçen gün arttıran düzene karşı çıkan, çoğu hiçbir partiye üye olmayan gayretli gençler arasında en azından bağ kurmanın yolu bulunmalı. Kısa vadede yapılabilecek olan, solda sol partilerin, sendikaların, işçi sınıfı örgütlerinin, ilerici toplumsal hareketlerin ve (bağımsız yapılanmalarını engellememek koşuluyla) öğrenci örgütlerinin bir araya gelmesini, birleşik muhalefet (cephe) zeminini oluşturmasını sağlamak olabilir. Programı işçi sınıfının çıkarlarına göre oluşturulacak olan bu yapılanma, bireyleri de asgari bir program etrafında toplayabilmeli. 1- İsteyen herkese güvenceli, çevre dostu istihdam ve geçindirebilecek ücret sağlanmalı. 2- Yatırımda, herkese eşit olanaklar verilmeli. 3- İş ile kişisel gelişimin, yüksek eğitimin bir arada yürütülmesinin kanalları açılmalı. 4- Çalışma saatleri kısaltılmalı. Boş zaman aktiviteleri, yeteneklerin geliştirilmesi desteklenmeli. 5- Usta ve patronların seçilmesi de dâhil olmak üzere tüm alanlarda demokratik karar alma mekanizmaları işletilmeli. Böylece taleplerin karşılanacağının teminatı alınmış olur. Bu talepler işçiler tarafından çokça benimsenip sahiplenilecekken kapitalistlerin ve onların siyasi partilerinin bunları kabul etmesi imkânsızdır. İşte, tüm mesele budur. Bütün bu taleplerin karşılanması isteği -ki elbette daha fazla talep olabilir, ben sadece birkaç tanede karar kılmayı öneriyorum- kapitalizmin sınırlarına, bizim için neyi yapıp neyi yapamayacağına dair net bir fikir veriyor. Bu örnek, mücadelenin sonraki adımlarını desteklemeye dair tereddütleri olan işçiler için de faydalı. Birleşik muhalefetin (cephenin), seçim dönemlerinde, katılacaksa, nasıl bir tutum takınacağı sorusu benim için de hâlâ cevaplanmayı bekliyor. Bence sorunun cevabını cepheyi örgütleyenlerin vermesi gerekiyor. Elbette bütün sol partiler bu tür bir cephe içerisinde yer almaz. Bir kısmı da yapılanmaya pek hevesli olmaz. Fakat insanlar teker teker bu yapılanmalara örgütlendikçe -bence asıl gücünü buradan alacak- partiler de kitlesel bir işçi partisinin nasıl olması gerektiğine dair görüş bildirmek yerine gelip bu oluşuma dâhil olacaktır. (Süreçte yer alarak zaten partiyi inşa etmeye katkı sunarlar.) Sol partilerin birçoğunun veya en azından üyelerinin çoğunun, kendilerinin azıcık solunda veya sağında yer alanlarla bazı meselelerde kolektif mücadele yürütmenin birleşik mücadele/cephe fikriyatını geliştirmenin en iyi yolu olduğunu anlayacaklarını tahmin ediyorum. Ekonomik krizlerin şiddetlendiği günümüzde, kapitalizmin de “elinden geleni yapacağı” (yani en şiddetli tarafını göstereceği) muhakkak. Böylece kapitalizmin tutumu da bu tarz bir hareketin güçlenmesine yarayacak. Sürecin sonunda, kısa zamanda, kapitalist partilerin karşısına çıkarabileceğimiz, iktidarı hedef alan bir partimiz olabilir. düşünüyorum. Türkiye’de de başka ülkelerde de sürecin gidişatına dair görüşüm budur. şeylerden biri (ki bence en iyi seçenek) yine kitapta geçen bir diğer hikâyede anlatılıyor. Son olarak; sosyalistlere, özellikle de Türkiye’deki devrimci gençlere ne söylemek istersiniz? Bu hikâyede Zen Budist keşiş, öğrencilerine bir soru soracağını, soruya “evet” diye cevap verenleri de “hayır” diye cevap verenleri de sopayla döveceğini söylüyor. Soruyu sorduğu ilk öğrencisi “evet” diyerek sopayı yiyor. İkinci öğrenci “hayır” diyor ve yine sopa yiyor. Diğer öğrencilerin sonu da farklı olmuyor. Ta ki son öğrenciye kadar... O zamana kadar olan biteni izleyen öğrenci geliyor, soruyu dinliyor ve… sopayı kapıyor. Ortak tarihimizin dönüm noktasındayız. Gencinden yaşlısına Türkiye’deki yoldaşlarıma sorulara verdiğim cevaplar dışında söyleyebileceklerim son kitabımın başlığıyla özetlenebilir: Atları Hatırlayın... ve Sopayı Kapın! Evet, budur. Tekrar okuyun. Biraz üzerinde düşünün. Açıklamaya ihtiyaç duyarsanız okumaya devam edin. Gramsci’nin söylediği üzere “eskinin ölmediği yeninin doğmadığı” bir çağda yaşıyoruz. Kapitalizmin krizleri derinleşiyor; fakat alternatiflerin oluşturulması noktasında eksik kalınıyor. Mevcut durumu nasıl değerlendirebiliriz? Sosyalist alternatifleri kuvvetlendirmek adına neler yapılabilir? Kitabımda otomobil icat edildiğinde artık ihtiyaç duyulmayan atların başına gelenleri anlattım. ABD’deki atlar tutkal yapıldı. Günümüzde gittikçe derinleşen ekonomik krizin sonucu olarak, işçilerin yerine dış kaynak kullanımı ve makineleşme geçiyor. İşçilerin geleceği atlarınki kadar dehşet verici olmayabilir; ancak atların başına gelenler -kimsenin iş güvencesinin olmadığı mevcut koşullarda- bütün işçileri harekete geçirmeli. İşçilerin geleceğinin atlara benzememesi için ne gerekiyorsa yapılmalı. Önceki cevabımdan da anlaşılacağı üzere; bizimkinden daha karanlık bir çağda yaşayan Gramsci’nin aksine “yeninin” doğabileceğini Fakat kapitalistlerin tüm iktidarı elinde tuttuğu, kâr getirmeyenler için “masrafa” girilmediği bilinen toplumlarda ne yapılabilir? Yapılacak şeyler- Atları Hatırlayın... ve Sopayı Kapın! “Günümüzün teknolojik olanakları yeni tip bir devrimci militanlığın oluşmasına zemin hazırladı. İletişim teknolojisi 19. ve 20. yüzyıllardaki zaman ve mekan kavrayışlarını değiştiriyor. ” Bi̇ rleşi̇ k Sol, Kri̇ z Ortaminda Gi̇ derek Sayıları Artacak Umutsuzlara Umut Olmalı Taner Timur 21. yüzyıl, kapitalizmin mutlak ve sonsuzluğuna ilişkin fikri hegemonya içerisinde şekillenmeye başladı. Dinin ve her tür mistisizmin kitleler üzerinde etkinlik kazanarak, kapitalist sömürüye mecbur edildiği uzunca bir dönem içerisinde devrim ve sosyalizm tahayyülü de insanların hatta solun hafızasından neredeyse silindi. Bugün kapitalizmin krizi ile birlikte gelişen direniş hareketleri içinden insanların değiştirici-dönüştürücü öz gücünün geri dönüşü devrim ve sosyalizm tahayyülünün yeniden harekete geçmesine nasıl bir katkı sağlayabilir? Devrim ve sosyalizmin güncelliği hakkında neler söyleyebilirsiniz? “Kapitalizmin krizi”nden söz ettiniz; sanırım sorunun anahtarı burada yatıyor ve yanıta da galiba buradan başlamak gerekiyor. Günümüzde kapitalizm “küreselleşme” denilen uluslararası finans hegemonyası ile ulusal pazarların kendilerine özgü devinimleri arasındaki uyumsuzlukları ve çelişkileri yaşıyor. Azalan gücüne rağmen hala dünya ekonomisinde lokomotif rolü oynayan ABD ekonomisi “toparlanmaya” başladıkça kimi “gelişmekte olan ülkeler” giderek daha kırılgan hale gelmeye başladı. Bunlar arasında da yapısal özelliklerine göre farklı tepkiler, farklı arayışlar ortaya çıkıyor. Tek benzer noktaları büyük kısmı sıcak paradan oluşan yabancı sermayeye ihtiyaçları. Bu tablonun anlamı şu; 15 Eylül 2008’de Lehman Brothers’ın iflası ve birkaç gün içinde dünya borsalarında 25 trilyon doların buharlaşmasıyla başlayan kriz henüz sona ermedi. O tarihten bu güne, başta FED olmak üzere AB, İngiltere ve Japonya merkez bankaları piyasaya trilyonlarca dolar, euro vb. sürdüler. Yetmedi; FED her ay 85 milyar dolarlık Hazine tahvili ve hipotekli kredi satın alarak likidite pompalamaya devam etti. Şimdi bunu “artık bizim ekonomi toparlanıyor” diye kısıyor ve umudunu buna bağlamış ülkelerde de çığlıklar yükseliyor. Küçülen pastadan pay almak için “kırılgan ülkeler” faiz yarışına başladı. Sonunda Türkiye Merkez Bankası da -Erdoğan’ın “faiz lobisi” yaygarasına kulak asmayarakkervana katılmak zorunda kaldı. Kısaca şunu söylemek istiyorum: Küresel kriz çelişkiler içinde sürüyor ve birilerinin nekaheti öbürlerinin hastalanması anlamına geliyor. Aynı tabloda “Çin mucizesi” de farklı dinamikleri harekete getiriyor ve ülkedeki kontrolcü politika, artan ücretler, büyük Çin firmalarının Batılı devlerle rekabet eder hale gelmesi krizi derinleştiriyor. Yıllarca % 10’un üstünde büyüme sağlamış olan Çin’in bu hızı 2013’te % 7,7’ye düştü. Milli geliri 9 trilyonu aşmış bir ülkedeki bu yavaşlama elbette ki küresel planda etkili olacak. Kriz bitmedi; aksine zamana yayılıyor ve derinleşiyor; liberal çevreler de yeni hesaplar peşinde. Örneğin The Economist dergisi geçenlerde “OECD ülkelerinde daha 9 trilyon dolarlık satılabilir toprak ve bina var” diye yazdı. İşte likidite bayramının borca batırdığı ülkeler için bir çıkış yolu! Bu bayram aslında her yerde gelir dağılımını daha da bozdu. Şu anda Amerika’da en çok tartışılan konulardan biri de bu. İki iktisatçının (T. Piketty ve E. Saez) yaptığı çalışma ABD’de 2009 ortalarında resesyondan çıkıldıktan sonra kazanılan gelirin % 95’inin “en zengin % 1’e gittiğini” ortaya koydu. Krugman da aynı bağlamda bu gelirin % 60’ından fazlasının da en zengin % 01’e (yıllık gelirleri 1,9 milyon dolardan fazla olanlara) aktığını yazdı. İster istemez insanın aklına “Occupy Wall Street” hareketi geliyor. Kapitalizmin trajik çelişkisi şu ki, bu hareketi coplarla bastıranlar, aslında konumları itibariyle bu hareketin içinde olması gereken insanlar. Ne var ki Birleşik Amerika gerçekten ilginç bir ülke. Parasının üstünde “Allah’a güveniyoruz!” diye yazan bu topraklarda kapitalizm din gibi yaşanıyor ve biraz önce sözünü ettiğim % 1’lik mutlu azınlığı savunanlar Occupy Wall Street hareketine katılanlardan çok daha fazla. Kimi Tea Party (Cumhuriyetçiler içindeki en tutucu kesim) sözcüleri % 1’lik para babalarına saldıranları Yahudileri ezen Nazi sürülerine benzettiler. Neyse bizde Erdoğan daha insaflı davrandı da Gezi ayaklanmasına katılanları “çapulcu” gibi daha nazik bir sıfatla adlandırdı. Buna karşılık aynı olaylarda kafa yaran göz çıkaran polisimiz, New York polisini arattı. Varılan noktada artık akılla, akılcılıkla savunulamayacak bu durum da aklı küçümseyen, post-modern fantezilere, dine, mistisizme öncelik veren kuramlarla savunuluyor. Şu anda kapitalist dünyada bu hareketi ters çevirecek ve halk sınıfları tabanına oturtacak örgütlenmeler görünmese de kriz derinleştikçe ölüm-kalım kavgası verenler ister istemez tekrar sokaklara dökülecekler. 1789 Fransız Devrimi’nden beri insanlık her kırk elli yılda bir devrimci atılımlara tanık oldu: 1789, 1848, Paris Komünü, 1917 ve Spartaküs, Mayıs-68.. Şimdi 2010’lardayız; dünya kriz içinde ve çıkış arayışlarını, dönüşüm kıvılcımlarını görür gibiyiz.. Türkiye’ye gelelim. AKP ve Cemaatin merkezinde olduğu bugünkü iktidar içindeki çatışmaları nasıl değerlendiriyorsunuz? Bu krizi, iki iktidar gücünün paylaşım mücadelesinin ötesinde dünyadaki krizle de ilişki içindeki neoliberal düzenin de bir krizi olarak görmek mümkün mü? Bugün Türkiye’de yanıltıcı bir şekilde AKP-Cemaat çatışması şeklinde sunulan kavga, aslında küresel krizin bu ülkeye gecikmeli olarak yansımasından doğan bir durum. Dini duyarlılık ve siyasi anlayış farklarını öne çıkaran bu sunuş şekli, daha temelde, çıkarları giderek çelişen bazı sınıfların kavgasını gizliyor. Herkes, sanki nesnel bir varlıkmış gibi “Cemaat” ya da “Hizmet Hareketi”nden söz ediyor, ama kimse de bunun gerçekte tam ne olduğunu bilmiyor. Bu da normal; çünkü “Cemaat” formel bir örgüt değil; ne seçilmiş bir başkanı, ne yönetim ve disiplin kurulları ne de kayıtlı üyeleri var. “Cemaat”e atfedilen icraatın da nasıl kararlaştırıldığı, nasıl uygulandığı pek bilinmiyor, karanlıkta kalıyor. İşte çeşitli komplo teorileri de bu belirsizliklerden doğuyor. Evet, Fethullah Hoca bir manevi lider olarak hareketi temsil ediyor, ama onun da kontrol gücünün sınırları çok açık değil. Herkes Gülen’in iktidarları tehdit eden gücünden söz ediyor; fakat bu arada, belli bir düzeyde, Hoca’nın “doktrin”ini inceleyenler, kitaplarını okuyup tartışanlar da pek ortada görünmüyor. Örneğin Gülen’in son bir iki yıl içinde yayınlanan iki eseri (Yaşatma İdeali ve Yenilenme Cehdi) fazla bir yankı uyandırmadı. Koyu bir Osmanlıcayla ve bir ortaçağ ermişi zihniyetiyle kaleme alınmış bu eserleri Zaman yazarları bile tartışmıyor, bunlara gönderme yapmıyor. Buna karşılık “Gülenci” olarak adı çıkmış modern kafalı bir sürü yazar, üniversite hocası, iş adamı, bürokrat ve sporcu da ortalıkta dolaşıyor. O halde asıl güç nereden doğuyor? Bu güç kuşkusuz Hareket’in 120 kadar ülkeye yayılmış okullarından ve Batılı bir gazetenin yirmi milyar dolar civarında değer biçtiği tüm varlıklarından doğuyor. Bunlar küresel kapitalizmle tam bir uyum içinde çalışıyorlar. Bir Zaman gazetesi yazarı yakınlarda, “Cemaat hangi ülkede bir okul açsa, hemen oraya işadamları da gelip ticari bağlar kuruyorlar” diye yazmıştı. İşte dershaneleri kapatma tasarısı ile su yüzüne çıkan AKP-Cemaat kavgasının gizemi de burada yatıyor. AKP iktidarı 2010 Anayasa referandumu ve 2011 seçimlerine kadar küresel sermayeyi, MÜSİAD’ı, TOKİ’yi, “Anadolu Kaplanları”nı ve on binlerce KOBİ’yi de arkasına alarak yeni bir zengin sınıf yarattı. Oysa İran’da “İslam Devrimi” sonrasında palazlanan “Pasdaran”ı çağrıştıran bu yeni burjuvazide farklılaşan çıkarlar, ideolojik planda da giderek farklı “siyasal İslam” anlayışları ile temsil edilmeye başladılar. Görebildiğim kadarıyla bu gelişme şöyle oldu. Davos çıkışıyla “Arap sokağı”nda kahraman haline gelen Erdoğan, yakın çevresinin de teşvik ve tahrikleriyle, kendisini Ortadoğu’nun lideri olarak görmeye başladı. İsrail’e en karşıt güçlerle (Hamas, Suriye, İran) ilişkiler bu temelde yoğunlaştı ve kamuoyunda kuşkular doğmaya başladı. ABD ve Avrupa diplomasi kulislerinde “Türkiye eksen mi değiştiriyor?” şeklindeki sorgulamalar da ilk kez bu bağlamda ortaya çıktı. Arkadan gelen Arap Baharı ve kısa süre sonra bunun pratikte aldığı şekil ise AKP yönetimini yeniden ve farklı şekilde etkiledi. Suriye ayaklanmasına kadar daha çok eklektik ve pragmatik bir İslamcılık güden Erdoğan, ilerde ayrıntıları çok daha netleşecek bir süreç içinde, giderek İhvan (Müslüman Kardeşler) yanlısı bir politika izlemeye başladı. Radikal’de (27 Ocak 2014) okuduğumuza göre, Esad’ın “Erdoğan bizde demokratik reformları değil, sadece Müslüman Kardeşleri savundu” şeklindeki beyanları, yakınlarda Suriye’deki İhvan siyasi bürosunun bir üyesi tarafından da doğrulanmış bulunuyor. Arkadan Mısır’daki gelişmeler durumu çok daha açık bir şekilde gözler önüne serdi. Burada da Erdoğan tüm ağırlığını Mursi’den yana koydu. Mısır Devlet Başkanı, ülkesine seçmenlerin ancak % 33’ünün katıldığı bir referandumla sadece İhvan’ı temsil eden bir Anayasa empoze etmiş ve halkın büyük bir çoğunluğunu karşısına almıştı. Erdoğan bu gerçeği görmek istemedi; böylece Sisi’nin askeri darbesinden önce, bizzat Mursi’nin bir “yargı darbesi” yapmış olduğunu gözardı etti. Aynı Sisi’nin başlangıçta İhvan’la bir olarak 12 Mübarekçi generali tasfiye ettiği ise zaten çoktan unutulmuştu.. Evet, Erdoğan bütün bunları görmek istemedi ve daha önce Esad hakkında kullandığı dili bu kez Sisi hakkında kullanmaya, nerede bir topluluk karşısına çıksa orada Rabia işareti yapmaya başladı. Ve bu kraldan fazla kralcı tutumuyla da dünyada tek başına kaldı; Arap dünyasında bile taraftar bulamadı. Böylece Arap Baharı sırasında demokratik kamuoyunda Ortadoğu ülkelerine model olarak sunulan Türkiye, birkaç yıl içinde İslamcı radikalizmin cazibesine kapılmış, ilhamını İhvan’da aramaya başlamış oldu. Aslında Erdoğan’ın yüzünü çevirdiği gerçek şuydu: Mursi “demokratik meşruiyet”ini her şeyden önce kendi ülkesinde kaybetmişti. Batılı kamu- oyunda ise imajı daha büyük bir hasara uğradı. Çünkü unutmamak gerekir ki 1928’de Kahire’de kurulan İhvan’ın tarihi kanlı suikastlerle doludur ve örgüt, kendi ülkesi de dahil, hep terörizm töhmeti altında yaşamıştır. Bu durum pek de haksız sayılamaz. Nasır’ı bir suikastla öldürme girişiminden sonra Mısır’da yasaklanan ve yeraltına inen örgüt, Enver Sedat tarafından hoş görülerek legalleşmiş, fakat daha sonra da Sedat’ı öldürerek tekrar illegaliteye itilmişti. Bu koşullarda İhvan’ın 2011 “Mısır Baharı”na bir katkısı olamazdı ve olmadı da; fakat örgüt, dağınık bir demokratik cephenin zaafından yararlanarak iktidarı ele geçirmeyi de başardı. Ne var ki despotik yönetimiyle kısa sürede tüm demokratların husumetini kazandı ve talihsiz Anayasa girişiminden sonra, turizm şehri Luksor’a da 58 turistin ölümüne yol açan bir suikastı üstlenen örgütün sözcüsünü vali tayin edince tüm demokratik güçlerle iplerini kopardı. İşte AKP-Cemaat bağları bu gelişim içinde daha da gerilmeye başladı. Hizmet Hareketi AKP diplomasisinin “Arap açılımı”ndan daha Mavi Marmara olayı sırasında kaygı duymaya başlamış ve kaygılarını da Gülen’in ağzından açıkça ifade etmişti. Türkiye’nin dünyadaki yeri ve dış politika konusundaki bu uyuşmazlık zamanla daha da derinleşti. Bunun bir nedeni de şuydu: İslamcı söylemi ön plana çıkarmış olmakla beraber, Cemaat’de bir de “milliyetçi” damar mevcuttu. Gülenciler okullarında İslamla beraber Türk dilini ve kültürünü yaymaya çalışıyorlar, fakat bu çabaları da hareketin Arap dünyasındaki itibarını sınırlıyordu. Bu özellik Cemaat’in yurt içinde de “Kürt açılımı”na mesafeli durmasına, hatta buna karşı tertipler düzenlemekle suçlanmasına yol açtı. On yıllık AKP iktidarında burjuvazinin ve liberal aydınların üst katmanları ile kurduğu elitist bağlar Cemaat’i AKP’nin yerel politikacılarından farklılaştırmıştı. Bu özellikleriyle yurt dışında iş çeviren Gülenci kadrolar küresel kapitalizmle çok daha uyumlu ilişkiler içindeydiler. Kısaca Hizmet Hareketi Batı yanlısıydı ve Gülen Hoca da bir İslam ülkesine değil, Amerika’ya yerleşerek zaten tarafını seçmişti; öyle Ortadoğu’da girişilecek tehlikeli maceralara sıcak bakacak hali yoktu. İşte bir süredir işaretleri verilen 17 Aralık krizi de, giderek gerginleşen bu ortamda patlak verdi. Şimdi yanıtlanması gereken sorular şunlardır: 17 Aralık ve ertesinde bazı bakanlar hakkında fezlekeler hazırlayan, bakan çocuklarını tutuklayan savcı ve yargıçlar bu gücü nereden aldılar? Erdoğan ve yandaşlarının iddia ettikleri gibi gerçekten Cemaat’in tezgâhladığı bir “yargı darbesi” ile mi karşı karşıyayız? Gülenciler, yıllardır birlikte hareket ettikleri ve kendilerine “ne istedilerse vermiş” bir iktidara karşı, böylesine “haince” bir davranışta bulunabilirler mi? Hamascı ve İhvancı tutuma ne kadar kızarlarsa kızsınlar, buna cesaret edebilirler mi? Sanıyorum ki bu sorulara net yanıtlar ancak ilerde verilebilecektir. Yine de bugünkü bilgilerimiz çerçevesinde bazı “tez”ler geliştirebiliriz. Önce şunu anımsayalım: Aynı sorular geçmiş yıllarda Ergenekon, Balyoz gibi davalar dolayısıyla da gündeme gelmiş ve Cemaat’in bunlara gücü yetmeyeceği düşünülerek arka plandaki “karanlık güç odakları” sorgulanmıştı. Bu konuda kimi parmaklar yabancı istihbarat örgütlerini ve yerli işbirlikçileri işaret ederken, kimileri de otuz, kırk kişiden oluşan, Cemaat ve partilerden bağımsızlık kazanmış, başına buyruk bir savcı ve hakim grubundan söz eder olmuştu. O sırada AKP ve yandaşları bu iddialara öfkeleniyor, Erdoğan da kendisini “Ergenekon’un savcısı” ilan ediyordu. Şimdi ise benzer bir senaryo iktidar partisi için yineleniyor; bir kısım devlet adamları aynı “odaklar” tarafından (bu kez darbecilikle değil, hırsızlıkla) suçlanıyor ve Başbakan da her gün, bıkmadan usanmadan, millete suçlananları yakından tanıdığını, bunların “iyi çocuklar” olduğunu, partisinin uluslararası bir komplo ile karşı karşıya kaldığını ve yolsuzluk olan bir ülkede bu kadar yol ve inşaatın yapılamamış olacağını anlatıyor. Gerçek nerede? Birkaç yıl önce komutanları içeri alan Cemaat daha da güçlendi, bu kez de iktidarı mı alaşağı ediyor? Böyle bir şeyi düşünmenin gülünç olacağı kanısındayım. Buna karşılık Cemaati bütün bu olan bitenlerin dışında tutmak da sanırım aynı şekilde yersiz ve mantıksız olacaktır. Aslında bugünkü uygulamalar son yıllardaki politikasıyla yurt içinde ve dışındaki tüm müttefiklerini kaybetmiş, “karizma”sı buharlaşmış ve tek başına kalmış bir liderin dramını sergiliyor. Erdoğan kendisini iktidara getiren uluslararası oyunun kurallarını anlayamamış ve bunları çiğneyerek çapını aşan girişimlerde bulunmuş, sonunda da seyircilerin ıslıkları arasında hakemlerden kırmızı kart görmüştür. Şu anda yaptığı gibi, hakemlerle ne kadar kavga ederse etsin, sonunda sahayı terke mecbur olacaktır. Eğer gerçek tablo buysa –ki bence budurbu tablo içinde Cemaat mensupları da ancak dolaylı ve sınırlı bir rol oynamaktadırlar. Zaten Cemaat’in gevşek ve kaygan yapısı daha fazlasına da olanak sağlayamaz. Bu vesileyle Balyoz davasına yol açan valizi taşıyan Mehmet Baransu’nun söylediklerini anımsayalım. Baransu, 2011 ortalarında, gazetesinde, tutuklanmış komutanlara hitaben, “28 Şubatta iki bine yakın insanı suçsuz yere ordudan attınız; sekin bine yakınını zorla emekli ettiniz; evinde ‘suç aletleri olarak’ tespih, seccade, Kuranı Kerim bulduğunuz askerleri aynı gün kapıya koydunuz” diye sesleniyor, başka bir yazısında da birçoğu ile temas halinde olduğunu söylediği bu eski subayları “kaynakları” arasında sayıyordu. Şimdi soralım: Bu emekli subayları böyle bir işbirliğine sevk eden motivasyon katıksız bir Gülencilik midir? Yoksa bunlar haksızlığa uğramış insanların kin ve intikam duygularıyla mı hareket ettiler? Bu sadece bir örnektir, yoksa biliyoruz ki “Cemaat”, kaygan ve puslu yapısıyla her türlü tipi (ajan, maceraperest, psikopat vb) barındırabilecek bir zemin oluşturuyor. Kısaca Cemaat bütün bu olaylarda aktör değil, araç olmuştur ve zamanında demokratik çıkışları yapmadığı, yapmak istemediği için de bu töhmetten kurtulamayacaktır. Başka bir deyişle bugün Fethullah Hoca’nın “elimde olsa hepsini bırakırım!” şeklindeki beyanları çok geç kalmış, anlamsız beyanlardır. Peki bu krizde asıl belirleyici güç hangisidir? Asıl belirleyici faktör kuşkusuz küresel kriz ve bunun Türkiye’de yeniden mevzilendirmekte olduğu sınıfsal konumlardır. Erdoğan yanlış hesaplarla arkasında Anadolu kaplanları, “inşaat ya resulallah!” diyen bir kısım müteahhit, kobiler ve geniş bir mütedeyyin esnaf takımından başka bir güç bırakmamıştır. Bakınız, yıllarca hissedarı olduğu Ülker patronu bile şimdi darbeci “fazi lobisi”ne katılmış ve faizlerin artmasından sevincini gizleyemiyor! Kısaca Erdoğan “faiz lobisi” dediği şeyin, aslında her gün övündüğü iktisadi performansını sağlayan finans hegemonyası (başka bir deyişle faiz ve temettü tutkusu) olduğunu görmemiş, yel değirmenleriyle kavgaya girişmiştir. Ve bu kavgayı da, er ya da geç, kaybetmeye mahkûmdur. Peki bu tabloda devrimci güçlerin yeri nedir? Haziran’dan sonra direnişin kimi noktalarda sürdüğünü, forum ve mahalle meclislerine doğru geliştiği görüyoruz. Bu devrimci potansiyelin izlerini bu dönemde nasıl göreceğiz? Devrimci güçler maalesef hala 12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde aldıkları yaraları sarmış ve kurutmuş görünmüyorlar; soldaki dağınıklık devam ediyor. Liberalizme çark etmiş, fakat hala kendisini solda göstermeye meraklı bir kısım aydının maskeli tutumu da bu zaafa katkıda bulunuyor. Örneğin bunlar, koro halinde, yakın tarihimizin en büyük demokratik atılımı olan Gezi direnişini “ilk iki gün iyiydi; sonra hareket dejenere oldu” diyerek eleştiriyorlar. Aslında, bu, dolaylı bir şekilde hareketin bütününü karalamaktır; çünkü diktatörlüğe milyonların başkaldırdığı direnişlerde mutlaka kırıp dökücü (Fransızların “casseurs” dedikleri) marjinal bir takım da çıkacaktır; çıkmazsa da iktidarın ajanları bu işlevi üstlenirler. Fakat devrimci-demokratik disiplin bunların da kontrol altına alınmalarını gerektirir. Direnişin “forum ve mahalle meclislerine doğru geliştiğini” söylüyorsunuz; bu arada “işyerleri”ni de tabii unutmamak, hatta ön plana koymak lazım; kapitalizm “mahalle baskısı”ndan çok “sermaye baskısı”na dayanıyor. Günümüzün teknolojik olanakları yeni tip bir devrimci militanlığın oluşmasına zemin hazırladı. İletişim teknolojisi 19 ve 20. yüzyıllardaki zaman ve mekan kavrayışlarını değiştiriyor. Hizmet üretimi giderek mal üretiminin alanını daraltıyor ve hizmet alanındaki “beyaz yakalı” emekçiler kolayca “beyaz Türk” davranışları içine girebiliyor. Sol partiler ikincil konulardaki ayrılık noktalarını bir yana bırakarak bir araya gelmeli ve bu perspektifte bir strateji geliştirmeli. Kürt hareketi de galiba “köşeye sıkışmış bir iktidardan ne koparabiliriz?” hesaplarını bir yana bırakarak tüm solu kapsayan bir demokratik cephede yerini almalı. Bugün sokaktaki adam genellikle umutsuz; “AKP’ye oy vermemeliyiz; güzel! Peki kime oy vermeliyiz?” diye soruyor. Birleşik sol, programı, somut önerileri ve sloganları ile, derinleşen kriz ortamında giderek sayıları artacak olan bu umutsuzlara umut kapısı olmalıdır.