AD ALET - Muhalefet

Transkript

AD ALET - Muhalefet
EMEK
ADALET
HALK
SOL
HAYAT HAREKET
SOKAK
Redaksiyon Özel Ek
“Gezi, fiziken muhteşem büyüklükte, katılımlı ve enerjik bir
hareketti. Kendine özgü dili vardı, çılgın bir hareketti diye
tanımlayabilirim. Ama çıldırmış bir hareket değildi, en azından
ne yapacağını bilemeyecek kadar çıldırmış bir hareket değildi.“
Sorumlu
Davranmak
Eriş Bilaloğlu
“Gezi sonrası sol” üzerine konuşurken, ilk önce abartmamak kaydıyla kendimce bir “Gezi” tanımı yapmak isterim. Gezi, fiziken muhteşem büyüklükte,
katılımlı ve enerjik bir hareketti. Kendine özgü dili vardı, çılgın bir hareketti diye
tanımlayabilirim. Ama çıldırmış bir hareket değildi, en azından ne yapacağını
bilemeyecek kadar çıldırmış bir hareket değildi. Gezi sonrası konuşurken
bunları kaydetmekte yarar var.
İkinci olarak“ne istiyordu?” diye sorabiliriz; çünkü herkes bir şeyler söylüyor
çok haklı olarak, söylenecek de zaten.
Özgürlükçüydü Gezi, eşitlikçi miydi çok emin değilim ama, Gezi bir bütün olarak
bakıldığında özgürlükçüydü. Türkiye’nin aydınlanma birikimine dayanıyordu.
“Geziciler” yani katılanlar bir duygu olarak insan muamelesi görmek istiyordu
ve bunun neoliberalizm, kapitalizm ile devamlı ve bütünüyle yitirildiğini ilikle
rine kadar hissetmişlerdi.
Gezi kuşkusuz genetik olarak, “özellikle 90’lı kuşak Gezi’nin muhteşem
büyüklüğüne damga vurdu” diyorsak,
1989’daki işçi eylemlerinden, Bahar
eylemlerinden, 90’ların başındaki
büyük Zonguldak Yürüyüşü’nden,
90’lı yıllar boyunca bütünüyle
görünür olan Kürt isyanından, Tekel
Direnişi’nden elbette etkilenmiştir;
ama onlarla eşitlenebilecek bir şey
değildi. Sol ile bir ilişkisi var mıydı
Gezi’nin? Sol muydu, bunu tam
söyleyemiyorum ama kesinlikle sola
açık bir hareketti. Örgütlü sol’la yani
yıllardır Türkiye’de çok saygın olarak
mücadele yürüten sol hareketlerle
eşitlenebilecek bir şey değildi. O gün
de yani bundan 6 ay önce de şu an da
Gezi ile sol ayrı mecralarda. Zaten
aynılaşmasını da beklememek gerekir. Kesinlikle birbirlerinden etkilenmeye açık olmalı; sol, Gezi’yi dün
olduğu gibi bugün de daha fazla anlamaya çalışmalı diye düşünüyorum.
Aynılaşmak için kendini zorlayan,
kendi vücut diline, kendi bünyesine
uygun olmayan zorlamalara sol asla
girmemeli; ama mecraların kendisine
uygun bir biçimde buluşması için bir
çabası mutlaka olmalı sol’un.
Gezi Sola Ne Çağrı Yaptı?
Burada bahsetmekte yarar gördüğüm
sorulardan bir tanesi “Gezi sol’a
ne çağrı yaptı? Gezi sol’a bir çağrı
çıkartıyor mu?” Bence Gezi böyle bir
şey değil, Gezi kendisiyle ilgili bir şey.
Kendiliğinden, her anlamda içten
bir hareket olarak da kendisiyle ilgili
oradaki kitleler. Ona buna
çağrı çıkartmak için değil; ihtiyaç
olarak hissettiği için kendisini ortaya
koydu Gezi. Sol, özellikle de sosyalist sol bütün hareketleri, dinamikleri
özellikle de işçi sınıfının -ki Gezi
için de geçerli bence-, işçi sınıfının
her türlü hareketini okumaya, anlamaya, analiz etmeye çalışmalı. Sosyalist solun düzeni değiştirmek gibi
bir hedefi olduğuna göre, bu sosyal
hareketlerle de buluşup onlarla kendi
hedefleri doğrultusunda her zaman
birlikte yürümeyi değerlendirmeli.
Açık olmalı, samimi olmalı ve içinde
bulunduğumuz anda hele Ocak 2014
itibariyle çok daha akli bir durumda
olmalı.
Sol’a etkisi ne oldu Gezi’nin?
Çok önemsiyorum. Elbette sol, sol
özneler bu düzenin değişeceğine,
değiştireceklerine inanmakla birlikte “devrimin güncelliği” biraz
soluklaşmıştı; güncel dille söylersek
sanki AKP kalıcılaşmıştı! “Gün
gelecek, devran dönecek, AKP halka
hesap verecekti” ama halk kitlesel
olarak bu hesabı ne zaman soracaktı?
Burası 2013 başı, hatta ilkbaharı itibariyle pek görünmüyordu! Ama Gezi
gösterdi ki bu umut her zaman var, her
an olabilir, zaten biliniyordu, somut
olarak da kendini ortaya koydu. Bu
“oluş” bence sol’da bir umut zehirlenmesine yol açtı. Çünkü sol’un bildiği
şey cisim olarak da ortaya çıktı, bu
umut somut olarak ortada “var” oldu.
Bu durumda beklenir ki sol o
muhteşem büyüklüğe, enerjiye denk
çok daha sorumlu bir davranışa girsin; umut zehirlenmesi ile olsa gerek,
bunun dışında söyleyeceğim her şey
çünkü sola ilişkin olumsuzluklar olacak, iyimser bakarak bir zehirlenme
ile tanımlayalım, o sorumlu davranışı
gösteremedi.
Ne olabilir bu daha sorumlu davranış?
Hep beraber bunu arıyoruz, bugün de
arıyoruz. Bugün için ne söyleyebiliriz?
Her şey çok uygun, insanların düzenin
aktörlerine ilişkin güvenini yitirmesi
için, hatta yitirmiş bile olabilirler ama
daha temkinli kuralım, her şey çok
uygun. Ama insanlar, kitleler, sosyal
dinamikler güvenecek özne ararlar,
sol Türkiye’de her zaman herkesin,
sağın da, iktidarın da, düşmanlarının
da kıymet verdiği bir odak olmuştur;
ama fikren. Ne yazık ki cismen kıymet
verilen, olumlu olarak kendisine güvenilecek ya da karşıtları için söylersek
kendisinden çekinilecek bir pozisyonda değil, cismen değil. Fikren her
zaman bir akıl olarak, halktan yana
etik, ahlaki duruş, pozisyon olarak,
her zaman izlenilir. Dün de böyleydi, yarın da böyle olacak; ama sorun
aynı zamanda cismen bir şey olmak
meselesinde. O nedenle sol’un değişik
odaklarının, fikri ve fiziki odaklarının,
bir diğeriyle aynılaşmak için değil
ama hem kendilerine hem Gezi’ye
hürmeten ve bir pozisyon alabilmeleri açısından 2014 Ocak’ı itibariyle
birbirleriyle daha yakın, o fikren olan
kuvvetlerine, ahlaki pozisyonlarına
yakışan bir güven verici odak olarak
görünmeleri lazım.
Bugün ihtiyaç düzenden her anlamda
iğrenen, tiksinen geniş kitlelerin o
güven veren odağı görebilmesi. Görebilmesi için görünür büyüklükte bir
cismin bugün, şu tarihi anda o umutla
ve o sorumlulukla yan yana görünür
bir kuvvet olarak ortaya çıkması
lazım. Ben biliyor olabilirim, sen biliyor olabilirsin, bizim çevremiz biliyor
olabilir o odakları; ama geniş kitleler
için görünür bir odak olmak gerekiyor.
Handikaplarımız var, ne sermayenin
basını ne sermayenin olanakları, evet
bu olanaksızlıklar hep geçerli, yarın
da geçerli olacak.
Güven verici odak sadece kendiyle ve
kendisiyle ilgili olamaz. “Gayet düzgün
bir yerde, düzgün bir pozisyondayım”
diyemeyiz, bunun yanı sıra görünür
bir odak olabilmek için solun, fikren
aralarında mesafeler de olsa, bugün
görünür ve güven verici bir odak
olarak ortaya çıkması lazım. Bunun
için kendine saygısını yitirmeyeceği,
ilkelerini kastediyorum, her türlü esnek ve ilişkiye açık bir halde olması
gerek. Özgüveni olması lazım solun,
bunu yitiren bir noktaya gidiyoruz;
çünkü Gezi her türlü özgüveni eğer
gereğini yapabilecek adımları atmazsa
yitirtir insana; çünkü Gezi bir mecrada biz bir mecradayız. Gezi muhteşem
büyüklükteydi biz ise muhteşemi geçtik, makul büyüklükte değiliz henüz,
ne yazık ki.
Her şey uygun, neredeyiz? O zaman
güvenle, kendine ve yanında olabileceklere, aynı çatı altında söylemiyorum ama yanında olabileceklere
güvenen bir “tavır” lazım. Ne yazık
ki halen orada bir patinaj yaşıyoruz,
herkes birlikte davranacağı zaman bile
nötr, kapsayıcı bir çatı, bir kişi ya da
kurum arıyor. Kucaklayacak, hepimizi kucaklayacak birini arıyoruz,
gerek yok, bence solun birbirini kucaklayan bir pozisyonda olması lazım.
Farkındayım “siyaset dilinden” ayrı
cümleler kuruyorum ama kitlelerin
güvenmesi gerekiyor, her şeye güvenlerini yitirmişken, düzenin bildiğimiz
bütün partilerine güvenin yitirildiği
bir noktada biz görünür olursak şu
tarihsel anda ancak o zaman sol Gezi
sonrası “evet biz şu adımı attık” diyebilir, yoksa biliyoruz tarihin akışı, süreç,
o gerek şartları, yeter şartları “bir zaman” oluşturacak ve ortaya çıkacak bir
şey. Fakat biz bugünü konuşuyoruz,
bugün açısından da ben bu konuda
daha özgüvenli sol odak ve öznelerin,
sol sosyalist odakların birbirine de
daha güvenli -çünkü kaybedecekleri
hiç bir şey yok bu ta-rihsel süreçte
sorumluklarını yerine getirmek gibi
bir tutum içerisinde olmasının çok
kazandırıcı olabilme umudu taşıdığını
düşünüyorum, çok temkinli söyleyebiliyorum bunları çünkü buralarda
zorlanıyoruz diye düşünüyorum; ama
bugün çok çok uygun gerçekten.
Güven Veren Bir Odak Gerekli
Türkiye’deki sol ve sosyalistler düzen
partilerini biliyorlar, adlarını biliyorlar, söylersek AKP’yi biliyorlar, MHP’yi
biliyorlar, CHP’yi biliyorlar. AKPMHP’yi bir tarafa koyup söylersek,
CHP nedir tartışmasını hiç yapıp da
kendimiz yormayalım, CHP, CHP’dir.
Bunu herkes bilir Türkiye’de, sol ve
sosyalistler bilirler, CHP’nin CHP
olduğunu, 3 ay önce de biliyorlardı
şimdi de biliyorlar ama durumumuz
ne kadar nahoş bence, CHP’nin CHP
olduğunu “sanki” bugün fark etmiş
gibiyiz.CHP’ye ilişkin ne olumluluk
ne olumsuzluk söylüyorum, mesele
bunun ötesinde, o nedenle sorumluluklara uygun bir davranış kalıbını
geliştirerek, görünür bir cisim olarak,
özgüvenle, yanımızda olabileceklerle
adım atmamız gerekiyor, daha öte
cevapları keşke bilebilsek. Daha öte
cevaplar derken hedefi biliyoruz,
bu düzenin değişmesi, bu düzenin
yıkılarak değiştirilmesi gerektiğini, ancak onun olanaklarıyla arzu ettiğimiz,
halkın, yoksulların, ezilenlerin bütün
ötekileştirilenlerin yararına bir çerçeveyi kurabileceğimizi. Ama bunun
için de güven veren bir odak olmamız
lazım, fikren olmanın yanı sıra cismen
de.
Sihirli Dört Sözcük
Güncel olarak kısa vadede, hemen
bugünlerin ihtiyacına denk düşen bir
tutum alabilmemizi zor buluyorum.
Umutsuz değilim ama bir zorluk var
burada, zorlanması gereken süreç de
özgüvenli öznelerle başlayarak ilerleyebilir.
Sözcüklerin önemine ve sihrine
inanırım. Oğuzhan Müftüoğlu’nun
dört sözcükten oluşan tanımlaması
bence sihirlidir: Birleşik Devrimci Sorumluluk Hareketi. Yani
bugün yapmamız gerekenleri anlatabilmemiz
için
önce“Birleşik
Devrimci Sorumluluk Hareketi”ni
hissedip ruhen, her bir hücremize
katarak ona göre bir vücut diline
ve davranış kalıbına sahip olmamız
gerek. Bunu öğrenmemiz lazım. Bunun Türkçesi nedir, benim HDP’liye,
ÖDP’liye, TKP’liye, Halkevci’ye, adını
bildiğim ya da bilmediğim kişilere/
kurumlara“Kardeşim, şu an birilerinin bu süreçte ortada görünür, güven
verici olması gerekiyor ve biz, bu noktada değiliz, dolayısıyla bunu birlikte
tartışabileceğimiz bir mecra bir zemin
oluşturmamız lazım” demeliyim.
Bu noktada mesela kavram açısından
devrimcilik üzerine de düşünebiliriz.
Devrimci yerine sosyalisti koyabilir miyiz koyamaz mıyız? Devrimci
enerjik bir kavram, Gezi de böyle,
yani devrimci. Gezi’nin devrimci bir
kalkışma olduğu çok açık.
“Önce bunu Yapalim Sonra
Diğerini”
Değişik “formüller” önerenler var,
herkes kendisini önerebilir, birinci
seçenek bu kağıt üzerinde, “biz de
bunu yapabiliriz kardeşim” diyebilir, bunun şu an bir ciddiyeti yok.
İkincisi, HDP, birleşik odaklar diye
tarif ettikleri için söylüyorum, farklı
farklı oluşumlar bir arada olduğu
için, HDP oluşumu var. Üçüncüsü
Sol Cephe. Bunların da, eğer samimi
konuşursak, birilerini samimiyetsizlikle suçlamak için söylemiyorum ama belli odakların iradesiyle
oluşturulan oluşumlar olduğu ortada,
bunda da kötü bir şey yok, ama bu
birleşik devrimci sorumluluk hareketine eşit ve hareketi oluşturma zeminine arzu edilen kolaylaştırıcılığı sunmuyor, olanağı sunmuyor. En azından
ben böyle hissediyorum ve bunun
da azımsanmayacak sayıda insanda
olduğunu düşünüyorum.
Fikri ortamları zorlamak lazım;
çünkü önce o sorumluluk hareketinin
fikri ortamlarını görmek lazım. Bu
sürecin bir yönü; hayat biz durup da
“önce bunu yapalım sonra diğerini”
demediği için olumsuz sonuçlanırsa
da kötü olacak.
Yeni Olanı Oluşturmak
Ne güzel, yerel seçimler için tutum
alma meselesi geldi. Bununla üst üste
binecek bu süreçler. Şimdi dolayısıyla
olabildiğince,
Ankara
özelinde
konuşursak,-Türkiye
ölçeğinde
böyle olmadı ama- bu sorumluluk
hareketinin gerektirdiği sorumlu
davranışları gösteren, büyük yarar
için o sorumlu davranışları gösteren,
özgüvenli öznelere ihtiyaç var. Tüm
özneler bu çılgınlıkta, bu yırtıklıkta,
bu özgüvende olmalılar, kaybedecek hiçbir şey yok bence. Bu nedenle
yerel seçimler sürecinde bu sorumluluk hareketini oluşturabilecek, birlikte olduğumuz herkese güvenen bir
vücut diline sahip olmak lazım. Kaybedecek ne olabilir, diğerleri, diğerleri
her kimse çok akıllıca, çok kurnazca
davranabilirler mi, ben bu cümlelerin
hepsini bu ortamdan silmek lazım
diye düşünüyorum.
Mümkündür, birilerini çıldırtacak sorumsuzluklar olacaktır, “çok iyi gidiyoruz dediğinde”, “kendi açısından”
çok iyi gittiğini söyleyen sorumsuzluklar olacaktır, mümkün olduğu
kadar burayı ortak sorumluluk
noktasına getirmek lazım. Süreç zaten ilerlediğinde, biz bir görünür
cisim haline geldiğimizde, zaten iç
çatışmamız sürecek. Bu yararlı bir
şey. Ben şununla bununla fikren çok
uyuşabileceğimi sanmıyorum ama
toplam sorumluluk dediğimiz şeyin
neye ihtiyacı olduğunu anlamamız
gerek; çünkü halk, sol dediğimde, eğer
görebilirse büyüteç kullanıp da TKP’yi
de görür, ÖDP’yi de görür, Halkevi’ni
de görür ama büyüteç kullanmadan
göremez. Sol diye hepsini bilir, o
neymiş bu neymiş ayırmadan hepsini bir bilir. Dolayısıyla bu avantajı
kullanalım diyorum.
güven verici bir odak haline gelebilmeliyiz, bu bize avantaj sağlayacak,
oradan zıplama şansı bulacağız.
Olmadığı takdirde şu an zaten cismen
bizim bir kıymeti harbiyemiz yok.
Fikren var, herkes solun ne dediğini
okuyor.
Önümüzdeki günlerde nasıl gidebiliriz? Bir olumluluk ÖDP’lilerin olması
ama ÖDP’nin de ferahlıkla yaklaşıyor
olduğunu daha fazla hissettirmesi, telaffuz etmesi lazım.
Biz kendi cismimizi hiçbir zaman siyaseten, fikren, ideolojik olarak yitirmeyecek şekilde ortaya koymalıyız; çünkü
buradan çıkış olduğunda -önümüzdeki 2-3 aylık süreç nasıl şekillenecek
bilemiyorum ama- çok daha politik bir döneme gireceğiz. Böyle bir
şeyi düzen kaldırabilir mi? Çünkü
Mısır’da kaldıramadı, dünyada darbe
dönemleri “bitmişken” büyük ölçekli ülkelerden birisinde darbe oldu.
Her türlü seçeneği düzenin sahipleri
konuşuyordur, düşünüyordur, çünkü
bunu bir yerden toparlamaları lazım.
Bir yandan yeniyi oluşturmak için bir
arayışları olabilir, denemeleri olabilir,
bunları okumak için çok mesai harcamak lazım. Bu gidişi bir yerde toparlamak isteyecekler, baktılar ki çok
dağılıyor, tümüyle faşist zaten faşist
ama tümüyle askeri, militer, polisiye
mi yoksa daha başka şekilde mi... Biz
tüm bu zaman içerisinde aklımız,
enerjimiz yettiği biçimde görünür ve
Sol olarak, bu süreci daha ferah
konuşabileceğimiz bir rahatlıkta
olmalıyız. Hızla herkes kendine çeki
düzen verip o sorumluluk pozisyonuna geçmeli.
Farklı dillerden konuşuyoruz çok
doğal, zamana ihtiyaç var, bu biraz
ağır gidecek. Bunu hızlandıracak
olan yerel seçimler sürecindeki o
birliktelik. Onun için benim gözüm
o tarafa kayıyor biraz, orası bunu
hızlandıracak bir şey, ayıramazsın,
ikisi ayrı ayrı gidecek diye bir şey yok.
Orada yapılacak iş belli, seçimlerde en
fazla oyu almaya çalışacağız, en fazla
oyu almanın dışında birsek beş olmaya çalışacağız, ortalığın altını üstüne
getirmeye çalışacağız.
Yerel seçim sürecinde de bu iki ayda
hızlı şekilde, birbirine güven veren,
sorumlu davrandığını gösteren bir
çaba içerisinde olmalıyız.
Böyle giderse Türkiye ne olacak
göreceğiz. Türkiye ortalıkta insanların
köşe başlarında öldürüldüğü bir başka
ortama da dönebilir, faşist çetelerle,
satırlarla, az silahlanmış değiller.
Çok pratik bir süreç yaşıyoruz, burada
da tek şey bizim büyümemiz, büyümek
müdahale eden bir şey, mesaisini kendi içine harcamayan bir pozisyona
geçmemiz gerekir diye düşünüyorum.
“Cephesel bir mücadelede genç ve inatçı köstebeklerin, kazma
ve tünel açma enerjisi ve hızı önemlidir “
“Helal Olsun
Koca Köstebek
İyi Kazmışsin”
Gamze Yücesan Özdemir
Yeni yüzyıla dünya genelinde direniş ve isyan hareketleri ile giriyoruz. Nihayet,
sol/sosyalist tahlillerde “neoliberal saldırı”dan bahsetmenin gününün geçtiğini
görüyoruz. Neoliberal saldırı bitmiştir zira neoliberalizm artık merkezde
konumlanmıştır. Ülke siyasetlerinde merkezde konumlanmış ve tüm yaşamı
üretir hale gelmiş olan neoliberalizm artık kendisi saldırı altındadır. Tüm ülkelerde işçi sınıfının pratik politik tecrübesi, işçi sınıfının kendi tecrübelerini
burjuva kamusal alanının dar ufukları aracılığıyla tanımlayamadığını göstermektedir. Burjuva kamusal alanıyla baş etmek gerektiği netleşmiştir. Dolayısıyla,
işçi sınıfı, proleter çıkarlarını kendi kamusallık biçimleri içinde politik olarak
ifade etme yoluna gitmiştir. Birçok ülkede, neoliberal düzenlemenin tüm
çirkinliği ve estetik düşmanlığı içinde düzenlenmiş sokaklar, yalnızca insanların
bir yerden bire ulaşmak için çıktıkları yerler olmaktan uzaklaşmaktadır. Sokaklar, hayatlarına sahip çıkmak isteyenlerin seslerine ve isyanlarına ev sahipliği
yapmaktadır. Tüm dünyadaki gelişmelerin ortak yanı ise sol/sosyalist değerlerin
geniş kitleler nezdinde bir ölçüde itibar ve anlam kazanması ve bu anlamda
sol/sosyalist
yapıların
kendilerini güçlü hissetmesi. Diğer yandan
ise, sol/sosyalist yapı ve değerlerin
hiçbir ülkede ciddi kazanımlar elde
edememiş olması ve/veya siyasal
iktidarları zorlayacak bir noktaya
evrilememesi. Sözün kısası, tüm isyan
ve direnişlerde ortak olan, sol/sosyalist değerlerin itibar kazanması ama bir
türlü siyasal güç haline gelememesi.
Daha önce dergimize yaptığımız
söyleşide, Tekel direnişinden yola
çıkarak halkın özgüveni onarılıyor,
demiştiniz. Haziran direnişi bunun
en üst boyutta gerçekleşme alanı
olarak gerçekleşmiş görünüyor. Bu
bağlamda, Haziran direnişi ile öncesindeki yerel-lokal mücadeleler
arasında nasıl bir bağ kurmak mümkün?
Haziran direnişinde direnişin zamanı,
mekanı, konjonktürü ve sınıfsal karakteri üzerine çok fazla tahlil yapıldı. Bu
tahliller kuşkusuz değerli ama “Haziran Direnişine Giden Yol” üzerine
düşünmek de oldukça önemlidir. Bu
yol üzerine düşünmezsek, Haziran
direnişini tarihsel ve toplumsal bütünlükten koparan ve yalnızca bir ana
ve mekana hapseden bir düşünceye
mahkum olabiliriz. Bu da, Haziran
direnişini “Bir orta sınıf isyanı mıydı?”,
“Sokakta kaç işçi vardı?” gibi sorulara kitler. “Haziran Direnişine Giden
Yol” hangi taşlarla döşendi dersek,
memleket genelindeki direnişleri ve
karşı hegemonya arayışlarını tekrar
değerlendirmek gerekecektir: Öğrenci
hareketleri, HES karşıtı direnişler,
kentsel dönüşüm karşıtı hareketler,
tam gün yasasına itiraz eden doktor-
lar, atanamayan öğretmenler, plaza
eylem platformunda bir araya gelen beyaz yakalılar, TEKEL’de direnen
mavi yakalılar… Dolayısıyla, toplumsal yaşamın tüm alanlarında sınıf içi
katmanların direniş pratikleri Haziran direnişini var etmiştir. Marx’ın
köstebek metaforunu hatırlarsak,
daha önce yer altında sessizce, görünmeden kazan köstebek için, Marx
devrimci bir anı tarif ederken şöyle
der: “Helal olsun koca köstebek, iyi
kazmışsın!” Dolayısıyla, “Haziran
Direnişine Giden Yol”da sınıfın farklı
katmanların yaptığı kazıların ve açtığı
tünellerin önemli bir rolü vardır.
Haziran direnişi içinde tartışılan
konulardan birisi örgüt ve iradenin noksanlığı oldu. Buradan sola
yönelik eleştirel bir değerlendirme
gerekliliği de ortaya çıkıyor. Ancak nasıl bir örgütlenme sorusu ise
ortada durmaya devam ediyor. Bu
anlamda siz solun bugünkü mevcut
örgütsel formları ile Haziran’ın
işaret ettikleri arasında nasıl bir
örgütlenme sorusuna nasıl yanıt
veriyorsunuz?
Haziran Direnişi, diğer birçok
anda olduğu gibi sol/sosyalist
yapılar için örgüt, irade, öncülük,
kendiliğindenlik gibi soruları tekrar
tartışmanın merkezine getirmiştir.
Sol/sosyalist tarihin en zor ve en çetrefilli sorularıdır bunlar. Çetrefillidir
zira yanıtını sosyalistler tek başlarına
veremezler! Yine de “nasıl bir
örgütlenme?” sorusuna sınıf siyaseti
açısından şöyle cevap vermenin olası
olduğunu düşünüyorum. Önce “Ne
yapmamalı?” üzerinde düşünmek ,
sonra da “Ne yapmalı?” kısmını sınıfla
birlikte üretmek.
Ne Yapmamalı?
Ne yapmamalı?İlk olarak, sınıf siyaseti açısından bakarsak, sol liberaller ne diyorsa o yapılmamalı diye
düşünüyorum. Sol liberallerin vurgusuna baktığımızda şunları görebiliyoruz: Sınıf-dışı tüm kimliklerin ve
kültürel aidiyetlerin kamusal alanda
boy göstermesini alkışlamak, eskiarkaik örgüt formlarından kurtulmak için flamaları ve bayrakları yok
etmek ve sokakları “daha yaşanabilir
bir kapitalizm ya da güler yüzlü kapitalizm” düsturu ile yeşillendirmek.
Sınıf siyaseti kendiliğindenliği savunacak ve sahiplenecektir kuşkusuz;
ama böyle sınıf-sız haliyle değil. İkinci
olarak yapılmaması gereken, sınıfla
bağını koparmış, “Kadrolarım hazır,
programım hazır bir tek eksiğim sınıf ”
diyen örgütlenme modellerine teveccüh etmek. Neler yapılmamalı listesinin üçüncü kalemi, sokağın “sosyalist
içerikler taşımayan” ya da “sosyalist
lisana çekincesizce ve tam olarak tahvil edilemeyen” kaygılarını “olur da
beni ‘şeyci’ sanırlar” korkusuyla sahiplenmek. Sizi “şeyci” sanmalarının bir
zararı yok nihayetinde, siz neyseniz
“o”sunuz.
Ne Yapmalı?
Ne yapmalı? noktasında ise Rosa
Luxemburg hala çok ufuk açıcı
ve çok değerli. Kitleleri, kitlelerin
eylemliliklerini,
demokrasiyi
ve
kendiliğindenliğini savunmuş olan
Luxemburg, merkezsizleşme eğilimine
karşı dikkatli olunması noktasında
da hep uyarıcı olmuştur.Rosa
Luxemburg’un
“kendiliğindenlik”
çözümlemesi,
“kendiliğindenlik”in
kitlelerin dilekleri ve düşünceleri
doğrultusunda merkezsiz, karmaşık
ve “ne idüğü” belirsiz yönelimlerini
değil; kitlelerin partiyi ve mücadeleyi
daha ileriye taşıyacak ve partide olası
hareketsiz liderlikleri zorlayıp mücadeleyi yükseltecek olması olarak
tanımlanmaktadır. Rosa, bir yerlerde
şöyle der: “Partinin camı hep açık
olmalıdır. Sokağın sesleri partiye
ulaşmalıdır.“
Bu çalışmalarda ana eksen
sınıfı özneleştirmek ve siyasallaştırmak olmamalı. Tam da
bu noktada, sınıf siyasallaşıp
özneleştiği ölçüde birleşik
mücadelenin ne yöne akacağı
konusunda sınıf söz sahibi
olacaktır.
Sol hareketin Haziran’da ortaya çıkan
bu devrimci direnme eğilimleriyle
buluşabilmesi noktasında gündeme gelen tartışmalardan birisi
de birleşik bir mücadele alanının
oluşturulması. Bu ihtiyaca katılır
mısınız?
Biraz önce de bahsettiğim gibi, yeni
yüzyılın başlarında sol/sosyalist yapılar
sokaklarda itibar kazanmakta; ama
siyasal iktidarı zorlayamamaktadır.
Bu da kuşkusuz birleşik bir mücadele alanının zorunluluğunun altını
çizmektedir.
Birleşik bir mücadelenin formu,
inşası noktasında farklı arayışlardan
söz etmek mümkün. Kimi öneriler
var olan örgütlerin yan yana getirilmesini öncüllüyor ya da kimi
bu yöndeki çabalar da tek bir siyasal öznenin kendi geniş zeminini oluşturması yönünde gelişiyor.
Sizce bu ihtiyaca yanıt vermek nasıl
bir yöntemle, nasıl bir anlayışla
gerçekleştiğinde gerçekten etkili
olarak bugünün ihtiyacına yanıt
üretebilir?
Yukarıdaki sorunuza yanıt verirken
“Çetrefillidir zira yanıtını sosyalistler
tek başlarına veremezler!” demiştim.
Bu sorunun cevabını da sosyalistlerin tek başına vermeleri mümkün
değildir. Diğer yandan şu anda hangi
sol/sosyalist yapıya gitsek birleşik mücadelenin elzem olduğunu duyacağız.
Sol/sosyalist yapıların bu birleşik
mücadeleden yana gayet samimi
olduklarını düşünmekle birlikte,
birleşik mücadele yolunda öncelikle
ortak bir dil oluşturmanın zorluğu
var. Sokağa bakıp da farklı farklı
şeyleri hem de bayağı farklı şeyleri
gören grupların etkin bir direniş
örebileceğini düşünmüyorum.
Yaklaşık ya da benzeşen şeyler gören
gruplara gelindiğinde ise bunların
ortak eylemi önünde ciddi örgütsel
karşı-reflekslerin olduğunu görüyorum. Karşı-refleksleri oluşturan üç
eğilim öne çıkıyor kanımca: Örgütler
arası geçmişten gelen hesaplaşmalar,
bazı yapılardaki karizmatik liderlikler
ve geleceği belirlemede merkezde
olma isteği. Dolayısıyla, birleşik mücadele alanının kurulması yönünde
şöyle bir tavrın anlamlı olduğunu
düşünüyorum:Her örgüt/yapı/hareket
kendi çeperini büyütme yönünde
çalışmalarını hızlandırmalı; ama
bu çalışmalarda ana eksen sınıfı
özneleştirmek ve siyasallaştırmak
olmalı. Tam da bu noktada, sınıf
siyasallaşıp özneleştiği ölçüde birleşik
mücadelenin ne yöne akacağı konusunda sınıf söz sahibi olacaktır.
Böyle bir arayışın hedefinde hangi
kesimler olmalı? Haziran direnişinde
sokağa çıkan milyonlarca insana bir
anda ulaşabilmek pek de mümkün
görünmüyor. Bu anlamda buraya
doğru genişleyecek cephesel bir mücadelenin ilerleme çizgisi öncelikle
hangi kesimlere odaklanmalı?
Öncelikle
hangi
kesimlere
odaklanılmaması gerektiğini söyleyeyim: Geleceği birlikte inşa etme derdini taşımayan kesimleri bir araya getirip bunlara odaklanmaya çalışmaktan
vazgeçmeli. Diğer yandan bu süreçte
“yeni proleterleşme dalgası ve gençlik hareketi” üzerine düşünmek ve
tartışmak gerektiğine inanıyorum.
Gençlik, emek piyasasında güvencesizlik ve geleceksizlik kıskancında
bulunuyor. Gençlik, çok çeşitli boyutlarda güvencesizliği deneyimliyor: İş
güvencesizliği, sosyal güvencesizlik,
gelir güvencesizliği, sendikal güvencesizlik. ortaklaştığı nokta ise geleceğin
belirsizliği ve/veya geleceksizliktir.
Buna bir de haysiyet güvencesizliğini
eklemek gerekir. Sık sık iş değiştirme,
“hayatta dikiş tutturamama”, “kırık
çıkık işlerde çalışma”, özsaygıyı ve
haysiyeti zedelemektedir. Tüm bu
olumsuzluğa karşı, gençliğin yıkıcı ve
akabinde “yaratıcı ve üretken” gücünü
önemsiyorum. Cephesel bir mücadelede genç ve inatçı köstebeklerin,
kazma ve tünel açma enerjisi ve hızı
önemlidir diye düşünüyorum.
“Restorasyonu iyi tanımlayalım; restorasyon aşağıdan halk
hareketinin isyan potansiyelinin iktidar bloğuna karşıt bir içerik
kazandığı koşullarda, sistem kuvvetlerinin halk hareketini
pasifliğe itecek, eylemsizleştirecek şekilde, kendi denetiminde
bir değişim sürecini başlatmasıdır.”
Üçüncü Seçenek
Bi̇ rleşi̇ k Muhalefeti̇ n
Kurucu İradeye
Dönüşmesi̇ yle Mümkün
Deniz Yıldırım
Haziran Ayaklanmasıyla başlayalım. Çünkü Haziran Ayaklanması Türkiye’nin
en önemli kırılma anlarından, önümüzdeki dönemde siyasal ve toplumsal mücadelenin geleceğini belirleyecek anlardan birisi ve belki en önemlisi. Haziran
Ayaklanması, halkın sokakta yürüttüğü mücadele ile daha radikal araçlara yaslanarak, kendini kurumsal, düzeniçi siyaset kanallarına hapsetmeden, devrimci bir çizgide bu mücadeleyi sahiplendiğini gösterdi, dolayısıyla hepimizin
üzerinde anlaştığı bir programı geliştirmeye de başladı. Bu program, özellikle
Taksim’de Topçu Kışlası üzerinden yapılacak yağmaya karşı, ortak alanlarımızın
talan edilmesine karşı mücadelede ve eylem içerisinde tasarlanmaya, oluşmaya
ve farklı isyan potansiyelleri kendi mecralarından yola çıkıp aynı mücadele havuzuna akmaya başladı.
Bu program öncelikle kamucudur; Türkiye’de 2008 krizinden bu yana sıcak
para girişine dayalı ve sıcak paracılarla müşterek varlıklarımızın sermayeye yeni
değerlenme alanları açmak adına yağmalanması adına rantı arttıran, sıcak
paracıları destekleyen bir model çok
daha sert bir biçimde, Marks’ın ilkel
birikimci dediği, ekonomi dışı zorun
belirginleştiği bir model uygulanıyor.
Bu model ağırlıklı olarak inşaat sermayesini geliştiriyor. Bununla beraber
de AKP kamu kaynaklarını yarattığı
yeni burjuvazinin güçlendirilmesi adına ihaleler yoluyla, Sayıştay
raporlarından muaf tutarak, Meclisi
bu sermaye gruplarının ihtiyacı olan
yasaları özel yasama teknikleriyle,
torba yasalarla çıkartan bir makineye dönüştürerek bir otoriter rejim dönüşümü gerçekleştirdi. Bu
süreçte yağmacı model de son
derece merkeziydi. Bu yeni rejim, yağmacılıkla birlikte toplumda
muhafazakârlaşmayı, dinselleşmeyi
ön plana çıkarıyordu. Bir diğer unsur olarak da yetkinin bir tek kişinin
elinde toplandığı, benim “neoliberal
sultanlık” adını verdiğim bir modele
doğru gidiyordu.
Neoliberal Sultanlık ve
3 (İ) Modeli
Bu üç model; despotizm, yağmacılık
ve ideolojik düzeyde de İslamlaşma
yani ideolojik düzeyde dinselleşme,
ekonomik düzeyde –Mark’sın “ilkel
birikim mantığı” ve siyasi düzeyde
istibdat. Ben bunlara AKP rejiminin
anlaşılması açısından 3 (İ) Modeli
diyorum: İlkel birikim, İslamizasyon
ve İstibdat. Bence Haziran, bu üç olguya karşı eşzamanlı bir isyandır; tek
başına bir unsuru öne çıkarmak Haziran İsyanı’nı hem anlamamak hem de
isyan dinamiklerine haksızlık olur.
Halk hareketi ayağa kalktığında
sistem kuvvetleri ya mücadelenin
içini boşaltmaya çalışır ya da halk
örgütlülüğü daha ileri aşamaya taşıyan
araçları yaratmakta sistem güçlerinin
gerisinde kalır ve siyasal seçeneğini
üretmeyi başaramazsa buranın enerjisini egemenler sömürmek ister. Haziran’dan 17 Aralık’a, Aralık
sürecine geçerken de işte böyle bir
durumdayız. Altı aylık süreçte, özellikle liberal aydınların otoriter modeller karşısında sadece siyasal ilişkileri
merkeze alan bir otoriterlik tanımı
yaptıklarını gördük. Nitekim AKP
rejimine ve onun otoriter davalarla
rejimi dönüştürmesine de bu aydınlar
merkez-çevreci, ceberut devleti her
türlü sorunun merkezine koyan bir
analizle yaklaşarak olur vermişlerdi.
Dediler ki; “Türkiye’de otoriterlik
hiç eksik olmaz, askeri gider polisi
gelir, polisi gider başkası gelir. Zaten bizde de demokrasinin gelişme
şansı yok.” Liberal okuma bütün hegemonya gücünü Türkiye’deki otoriterlik tartışmalarına sınıfsal rengini
verebilmesinden alır.
bir imkan verdiğini ve bu kuvvetlerin
kriz dönemlerinde çok daha hızlı yer
ve aktör değiştirebildiğini unutmadan
buraya eğilmemiz şart.
Haziran’da da bunu yapmaya çalıştılar;
ancak etkili olması artık mümkün
değildi. Çünkü Haziran Ayaklanması
kamucu bir mücadeleydi, aşağıdan
gelişen, dayanışma ile birlikte piyasa
ilişkilerini dışarıda bırakarak kendini
ören bir doğrudan demokrasi modeliydi ve yeni, gerçek bir laik yurttaşlık
hukukunun da pratik müjdecisiydi.
Haziran hem biriktirdiği özgüven
hem de 15 gün boyunca Taksim’de,
Gezi Parkı’nda ve devamında park
forumlarında yarattığı deneyimlerle Türkiye’ de yeni bir cumhuriyet inancını doğurmuştur, halkın
özgüvenini tazelemesini sağlamıştır.
Yani yeni Türkiye’yi inşa etme
programı kağıt üzerinde değil,
doğrudan pratik içerisinde gelişmiştir
diyebiliriz. Bu isyanı böyle okursak,
sokağı fetişleştirmeden, sokaktaki
isyan dinamiklerini de söndürmeden,
sokakla yeni siyaseti birbirinin alternatifi yerine koymayan ama sokağın
isyan ve ifade kanallarını genişleten
örgütlenme arayışlarını da sahiplenmek ve bir an önce halkçı-kamucu
bir yönetme seçeneğine dönüştürmek
gerektiğini kavrayacağız. Aralık restorasyon hamlesinin sistem kuvvetlerinin Haziran İsyanı’na enerjiyi soğuracak
Düzen, mevcut kurumsal siyaset
yapıları içinde, gelecek her tepkiyi
yumuşatmaya çalışır. Haziran’dan
beri
buna
benzer
gelişmeler
olduğunu görüyorduk, 17 Aralık
operasyonuyla birlikte de bunun için
düğmeye basıldığını anladık. “Cemaatle araları bozuldu, dershane
çatışması büyüdü” gibi bir zeminde
yürütülecek tartışmayı, Haziran’ı
etkisizleştirme, Türkiye’nin geleceğini
Haziransızlaştırma olarak görüyorum.
Bu yorum Cemaat dediğimiz yapıyı
da kendiliğinden hareket edebilen,
kendinden menkul ve güçlü bir yapı
olarak gösteren ve arkasındaki ilişki
tarzlarını anlamamıza engel olan bir
okumaya yol açıyor. Dolayısıyla Aralık
olmasa da Haziran olurdu; ama Haziran olmasaydı Aralık bu kadar çabuk
olur muydu, burası tartışmalıdır.
Haziran, iktidar bloğundaki ittifakları
daha da parçaladı; hegemonya projesi
iyiden iyiye çözüldü ve AKP rejimi
çıplak zorun da kendisini ayakta tutmaya yetmeyeceğini anladı. Haziran’da
halk hareketinin tamamlayamadığı
işi şimdi Atlantikçiler, iç ve dış dinamikler gereği model olma ve yönetme vasfı kalmayan, işlevsizleşmiş bir
aktörü feda ederek Haziran’ı da esir
alarak tamamlamayı hedefliyor. Bu
iyidir, korkuyorlar; bu kötüdür çünkü
karşı koyacak birleşik, programlı ve
Haziran’ı söndürmeden ilerletecek
örgütlü siyasal merkezden şimdilik
yoksunuz.
17 ve 25 Aralık Dalgaları
17 Aralık operasyonu özünde bir
“yolsuzluk operasyonu” olarak başladı.
Nokta hedef olarak seçilen yerlere
baktığımız zaman, bir yolsuzluk operasyonu olmadığını görüyoruz. Çünkü
birinci dalgada bakan çocuklarının
gözaltına alınması; ikinci dalgada
ise 25 Aralık’ta özellikle Körfez sermayesiyle etkileşim içinde ve kamusal
varlıkların yağmalanması yoluyla sermaye birikim modelinde gözdeleşen
bazı sermayedarların malvarlığına
tedbir ve gözaltı kararı. Operasyonun
hedefinde AKP’nin 2008 sonrasında
üzerinde yükseldiği maddi temelin, yağmaya ve kamu ihalelerinin
dağıtımına dayalı temelin olduğunu
görebiliyoruz. Yani Haziran’ın toplu
itirazının geliştiği noktalarda, kamusal varlıklarımıza zorla el konularak
sermayenin talanına açılmasına karşı;
sembolik olarak Çevre ve Şehircilik
Bakanlığı, Ali Ağaoğlu gibi isimlerin
operasyonun merkezine alınması belli
ki yolsuzluk ve toplumda açıkça oluşan
rant karşıtı dinamikleri yedekleme
isteğinin ürünüydü. Bir algı operasyonuydu aynı zamanda; yolsuzluğa
karşı olduğu tezi üzerinden AKP’nin
geride kalan 11 yılını paylaşan aktörlerden birinin diğerini karalayarak
kendisini ahlaki/ruhani konuma
yerleştirmesi, aklaması da sözkonusu
bu operasyonda.
İkinci dalgada Körfez sermayesiyle
bağlı sermaye gruplarının, El Kadı ve
Kutub gibi bunun acentalığını yapan
unsurların ve ardından Suriye’ye silah
sevkiyatını kanıtlamak adına yürütülen tır operasyonlarının toplam olarak
merkezinde, çözülen, işlevsizleşen Atlantik şemsiyesindeki taşeron proje
olarak Yeni Osmanlıcılık hesaba çekiliyor. Bu nedenle AKP-Cemaat kavgası
zamirler kavgası; bu zamirlerin temsil
ettiği gerçek isimleri arayınca iki kuvvetin siyasal gücünü aşan sınıfsal ve
uluslar arası/emperyalist dinamiklerin kavgaya tutuştuğunu görebiliriz.
O zaman şunu söyleyebiliriz. 2013
başında sendika.org’a verdiğim bir
söyleşide AKP’nin İhvanlaşacağı,
İhvan’ın da AKP’leşeceği bir süreç
yaşayacağız demiştim. Bunu yaşadık
ve sonunda AKP-İhvan modeli
Mısır’da çöktü; halk hareketinin
süregiden dinamizmiyle elbette.
Suriye’de İhvan’ı iktidara getirme
rüyasıyla bölgeyi kan gölüne çeviren
Katar-AKP ortak yapımı ABD destekli taşeron proje çöktü; İhvan orada
da iktidar olamayacak. Tunus’ta halk
hareketi örgütlü emek hareketinin de
gücüyle birlikte İhvancı En Nahda’yı
istifaya zorladı.
Özetle, içeride Yeni Osmanlıcılık
olarak sunulan Atlantik denetiminde,
bölgede 2008 krizi sonrasında kendisine siyasi, ekonomik ve ideolojik
etki sahası yaratmayı amaçlayan bir
projenin çözüldüğü görüldü ve bu
özellikle Rusya, İran, Irak, Suriye,
Latin Amerika ve Çin hattının Suriye üzerinden yürüttüğü yeni uluslar
arası diplomatik siyasetin Atlantikçilik karşısında da mesafe kazandığını
gösterdi. Dolayısıyla lider nezdinde
AKP projesi, antiemperyalist olduğu
için değil, Atlantikçi projede taşeron
olarak işgöremez, işlevsiz ve engel hale
geldiği için ve gerileyen Atlantikçi
pozisyon karşısında Avrasyacıların
kuvvet dengelerinde önemli psikolojik üstünlükler kazanmasının da sonucu olarak Cüneyd Zapsu’nun yıllar
önceki ifadesiyle “deliğe süpürülüyor” görüntüsü var. Sonuçta bölgede
hemen her kuvvet, Suriye’de, Mısır’da
ne karışıklık varsa onun altında
AKP’yi görüyor ve şimdi masaya oturmak için siyasi tazminat istiyorlar; bu
tazminat da Erdoğan-Davutoğlu’dur.
Buradan restorasyon meselesine
gelelim. Restorasyon projesi Türkiye
ile sınırlı değil. Temmuz’da Mısır’ı
hatırlayalım. Haziran’da Türkiye’de,
Temmuz’da Mısır’da ayağa kalkan halk
hareketi karakter olarak benzerdir;
Mısır’da Temmuz’da harekete geçen
halkın İhvan’ı durdurması nasıl ki bir
askeri darbeyle soğurulmuş ve devrim
çalınmışsa; AKP ve Cemaat arasındaki
çatışma da benzer bir amaç için;
yani Haziran’ın yarattığı dinamiğin
halk hareketi örgütlü bir yönetme
seçeneğiyle isyan dinamiklerini iktidar
projesine
dönüştürmeden
soğurulması, boynunun vurulması
için kullanılmaya çalışılıyor. Sonuç
olarak AKP modeli uygulama sahasını
kaybetti; AKP, bu sahayı Suriye’de
İhvan’ın iktidara gelmesi için Katar’la
işbirliği yaparken, Türkiye’den El
Kaide unsurlarına silah sevkiyatı yaparken görüntülenerek kaybetti.
Sonuçta ABD için Erdoğan deyim
yerindeyse “babasının oğlu” değil,
emperyalist ilişkiler böyle işlemez.
Türkiye gibi, Mısır gibi stratejik önem
atfettikleri ülkelerde halkın niteliksel merkezinin ayağa kalkması ve
ABD’nin İslamcı projelere açıktan
destek verdiğinin ortaya çıkması
sonucu halk ayaklanmasının ABD
karşıtı pozisyon alma ihtimali; ABD
emperyalist projeksiyonunda korkulu
rüyadır. Mısır’da İhvan’a karşı Temmuz ayaklanmasını ABD askeri darbe
tertipleyerek eline aldı, devrimi “çaldı”.
Şimdilik. Türkiye’de de Haziran’da
başlayan süreç şimdi Aralık restorasyon projesiyle aynı doğrultuda
“çalınmak” isteniyor. CHP ile ABD
büyükelçisinin, Sheraton Oteli’nde
gece saat 11.00’da yanlarında hiçbir
kurmay olmadan iki saatlik görüşme
yapmasının Haziran’daki tabanın sosyolojisine uygun bir aktör arandığına
dair önemli bir işaret gibi geliyor bana.
Birleşik Muhalefetten Yeni,
Halkçı-Kamucu Bağımsız,
Demokratik Bir Cumhuriyet
İnşasına
17 Aralık operasyonuyla başlatılan
bu restorasyon girişimi, açıkta duran
haziran enerjisinin, ülkeyi yöneten
sınıf için korkutucu. Restorasyonu iyi
tanımlayalım; restorasyon aşağıdan
halk hareketinin isyan potansiyelinin iktidar bloğuna karşıt bir içerik
kazandığı koşullarda, sistem kuvvetlerinin halk hareketini pasifliğe
itecek, eylemsizleştirecek şekilde,
kendi denetiminde bir değişim sürecini
başlatmasıdır.
Gramsci’nin
ifadesiyle devrim-restorasyon denkleminde pasif devrim sürecidir. Aynı bir
dereyi HES için borulara hapsetmeye
çalışmak gibi bir hedefin peşindeler.
Restorasyonun iki öğesi RTE’siz bir
AKP ve ülkeyi yönetebilir bir CHP;
tabanın öfkesini yumuşatacak bir
proje geliştiriyorlar. Halka iki uçtan
başka bir seçenek olmadığı söyleniyor; iktidar bloğu iki İslamcılık, iki
hakim sınıf fraksiyonu; iki zor aygıtı
temelinde bölünmüş durumda ve
bize ölüm mü sıtma mı tartışması
dayatılıyor. Toplumsal ve siyasal muhalefetin hangi baskı aygıtını daha
ayrıcalıklı hale getirerek denetlenmesi
mümkün savaşı da sistemiçi restorasyonun bundan sonraki döneme dair
korkularını ele veriyor. Bu açıdan
tepede bize dayatılan seçenekler
MİTPAR ile POLPAR seçenekleri.
Bu dayatmayı aşan, Haziran’ın
programının ve pratiğinin izinde,
halkçı-kamucu, emekçi laikliğinden
yana; demokratik ve doğrudan katılım
kanallarını halka açan yeni bir cumhuriyet programı etrafında yönetme seçeneğini geliştiren, sıkışmayı
açan bir üçüncü kuvvete ihtiyaç var.
Üçüncü kuvvet, birleşik bir niteliksel merkezin yaratılmasıyla ve halk
hareketine yeni nefes ve genişleme
kanalları açılmasıyla birlikte Türkiye siyasetine bambaşka bir etki
yapacaktır; etkisi niceliğiyle değil,
niteliğiyle ölçülecektir. Bu nedenle
buraya niteliksel merkez demeyi daha
uygun görüyorum.
Kendi siyasal kanallarımızı açmadan,
Haziran’ı geliştirecek imkanları yaratmadan bunu beklemek; Haziran’a
bir tür ihanettir. Sandık siyasetini
geliştirelim, sokağı kurumsal siyasete
hapsedelim, demeden yeni Türkiye
siyasallaşmasını örmeliyiz. Burada
sokakla siyaset birbirinin alternatifi
değil, birbirlerini besleyecek yeni bir
özgüven hattı. Artık egemenler, kendilerini nasıl durdurağını öğrenmiş
bir halk hareketi özgüveniyle karşı
karşıyalar; uykularını kaçırdığından
emin olabiliriz. Ama sokak yorar,
sonrasında sokağı okuyan ve onunla
yeniyi inşa eden bir siyasallığı da toplumun önüne koymak zorundayız;
Bolivya’daki
MAS
deneyiminin
başlangıç tartışmalarından esinlene-
rek siyasal parti demiyorum, siyasal
aracı düşe kalka birlikte geliştireceğiz,
bunun kanallarını açmak için
Birleşik Muhalefet tartışmalarını
geliştirmeliyiz. Halkçı, yağmayı ve
talanı durduracak; istibdata, yağmacı
ilkel birikime, İslamizasyon’a karşı
duran; barışçı, Kürt sorununun
çözümünde eşit yurttaşlık perspektifinde bağımsız yeni bir demokratik
cumhuriyet kurmalıyız. Kurma iradesi orada duruyor; sadece muhalefet
değil, protesto eden ya da durduran
değil, yeni olanı kuran bir iradenin
tam zamanı. Zaten sokağın çağrısı ve
ihtiyacı da bu yönde.
“Devrimci sorumluluk ifadesini klasik anlamda belirli sol
grupları içeren bir birliktelikten daha geniş, bu gün içinde
bulunduğumuz ve giderek tehlikeli boyutlar kazanan olumsuz
gelişmeler karşısında toplumun çok geniş kesimlerinde biriken
ve çoğunlukla politik örgütlenmelerin dışında kalan büyük
duyarlılıkları da içerebilecek bir ortak mücadele anlayışına
ihtiyacımız olduğuna işaret edebilmek için kullandım.”
Birleşik
Mücadele Biçimleri
Geliştirilmeli
Oğuzhan Müftüoğlu
Egemen sınıf klikleri arasında bir çatışma derinleşerek sürüyor. Siz bu
çatışmayı, AKP ve Cemaat kavgası ile sınırlı olarak tanımlamanın eksik olduğunu ifade ederek, yaşananları ‘iktidar ve devlet biçimi krizi’
olarak değerlendiriyorsunuz. Bu krizin karakterini ve temellerini nasıl ele
alıyorsunuz?
Türkiye emperyalist kapitalist sisteme kökünden bağlı bir ülke. Bu nedenle içerde
yaşanan gelişmeler de sonuçta bu bağımlılık çerçevesinde oluşuyor. Mevcut iktidar blokunun oluşumu nasıl emperyalist sistemin küresel yönelimleri ve özellikle de Amerika’nın yeni bölge politikları doğrultusunda biçimlendiyse, şimdi
ortaya çıkan kriz de emperyalizmin AKP ve Cemaatle birlikte içinde yer aldığı
üçlü iktidar bloku içindeki bir çatlamaya tekabül ediyor. Bu gelişmelerin temelinde ekonomideki belki tam olgulaşmamış bir kötüye gidişle birlikte bölgede
izlenen kraldan çok kralcı politikalar sonucunda içine düşülen tehlikeli durum
da önemli bir yer tutuyor.
Burada bizim açımızdan önemli
olan adlandırmadan çok olayların
gelişme yönünü ve ülke açısından
orta ve uzun dönemli sonuçlarının
doğru okunması. İktidar blokunun
parçalanması ve toplumsal muhalefetin giderek yükselmesiyle birlikte
AKP iktidarı sahip olduğu ideolojik hegemonyayı kaybettiği ölçüde
daha çok baskı ve zora dayalı politikalara yöneliyor; kendi özünde
taşıdığı faşizan karakteri daha çok
açığa çıkarıyor. Bu durum hukuk
devletine ait demokratik özelliklerle
birlikte kuvvetler ayrılığına dayanan
parlamenter sitemi de fiilen işlemez
hale getiren ve önümüzdeki dönemde
iktidar krizinin giderek bir devlet
biçimi açısından çok önemli sonuçlar
doğuracak bir gelişmedir
Öte yandan krizin bir AKP- Cemaat
çatışması olarak ifade edilmesinin
popüler siyaset söylemi açısından
da doğru olmadığını düşünüyorum.
Siyasi kavramlaştırmaların, teorik
olarak doğru veya yanlış olmasının
ötesinde, siyasi mesajlar taşıyan bir
‘siyaset yapıcı’ olma özelliği de vardır.
17 Aralık’ta başlayan süreci bir AKP
Cemaat çatışması olarak ifade etmek,
iktidarın oligarşik niteliğini saklıyor,
belki iktidar çevresindeki belirli bir
kaymak tabakasının içinde olduğu
bir yolsuzluk ve rüşvet hadisesini
( içinde ayakkabıcı çıraklarının da
bulunduğu ) AKP kitlesini de yanlış
bir kamplaşma görüntüsü yaratıyor.
Bu yüzden bu krizi Cemaat- AKP
kamplaştırması çerçevesine sıkıştıran
bir söylemin, popüler siyaset söylemi açısından da doğru olmadığını
düşünüyorum. Bu süreçte yeterince
kitlesel tepkilerin ortaya çıkmamış
olmasında sorunun Cemaat-AKP
çatışması olarak algılanmasının da
rolü olmuştur. Çünkü eğer mesele
bu ikisinin arasındaki bir meseleyse
bizim burada bir taraf olmamızın
manası da elbette olamaz.
Bu çatışma içinde, herkesi bir anlamda şaşkına çeviren günlük
olağanüstü gelişmeler yaşanıyor.
Her gün karşılıklı hamlelerle,
yeni operasyonlar gündeme geliyor. Bu gelişmeler içinde, yaşanan
çatışmanın özünün kaçırılarak kimi
ikircikli tutumların geliştiğini de
gözlemlemek mümkün. Sol-devrimci politika, bu gelişmeler karşısında
nasıl bir tutum almalı?
Aslında ortada tereddüt yaratacak çok
da fazla karışık bir durum olduğunu
düşünmüyorum. Tersine bence herşey
apaçık ortada. Yolsuzluk, rüşvet içinde
yüzdükleri zaten bilinen bir şeydi.
Yeni olan şey bütün bunların apaçık
ortaya dökülmesi oldu.
Keza iktidar blokunun parçalanması
(iktidarın
kanatları
arasındaki
uzlaşmazlığın giderilmesi için Cum-
hurbaşkanına
ricacılığa
çıkan
şaşkınlıkların aksine) toplumsal muhalefetin gelişmesi için daha elverişli
bir zemin de yaratmaktadır. Bu durumda solun “bu işlerin arkasında
acaba şu mu var, bu mu var” diye tereddütlere kapılmadan ikirciksiz net bir
politik tutum alması gerekiyor.
Bu konudaki en hatalı yaklaşımlardan
birinin Erdoğan’ın gündemi farklı
yönlere çekerek içine düştüğü sıkıntılı
durumdan kurtulmak için ortaya attığı
“kumpas” söylemlerinin tuzağına
düşen ulusalcı kesim içinden geldiği
görülüyor. ‘Askeri vesaye-ti tasfiye’ adı
altında yürütülen Ergenekon davaları
sürecinde ( ‘kurban olduğum allahım
verdikçe veriyor’ diye diye!) iktidarını
pekiştiren AKP şimdi sürecin olumsuz yönlerini eski ortağının üzerine
atarak ulusalcı ke-simleri yanına çekmeye, bu şekilde sıkıştığı köşeden
çıkmaya çalışıyor. Bu noktada ulusalcı
kesimler
içerdekileri özgürlüklerine kavuşturma adına Erdoğan’ın
“yeniden yargılama” tuzağına düşüyor.
Elbette haksız yere cezalandırılmış
insanların özgürlüklerine kavuşmaları
için mücadele edilmesine bir sözümüz
olamaz, ama şimdi Erdoğan’ın
“yeniden
yargılama”
oyununun
arkasına takılırsanız, yetmez ama
evetçilerin referendum sürecindeki
aynı yanlışlığın içine düşmüş ve asıl o
zaman kumpasa gelmiş olursunuz.
Bu konuda ortaya çıkan bir başka
hatalı eğilim de yolsuzluk ve rüşvet
operasyonlarıyla başlayan sürecin
“AKP iktidarını ve barış sürecini
riske atabileceği” endişesi etrafında
ortaya çıkıyor. Meclis kürsülerinde “bu paraların devlet bütçesine mi yoksa başkalarının cebine mi
gideceği bizi ilgilendirmez” minvalinde konuşmalarda olduğu gibi,
yolsuzluk operasyonları karşısında
hayırhah tavır ortaya konulabilmesi,
bu tür tereddütlerden kaynaklanıyor.
Barış sürecini veya daha genel bir
ifadeyle Kürt sorununun çözümünü
bugün artık nasıl samimiyetsiz bir
zihniyete sahip olduğu ve ülkeyi nasıl
bir geleceğe sürüklediği çok açık bir
şekilde görülebilen AKP iktidarına
bağlı bir sorun olarak görmek bu gün
yapılabilecek en büyük yanlışlardan
biridir. Böyle bir yaklaşım sonuçta
her meselede hükümetin akibetini
kollamaya çalışan bir tutuma yolaçar.
Oysa ülkenin ve emekçi halkın bütün
temel sorunları gibi Kürt sorununun
gerçek bir barış temelindeki çözümü
de şimdi AKP iktidarı eliyle kurulup yürütülen bu soygun ve talan
düzeninine karşı devrimci muhalefet
güçlerinin birleşerek güçlenmesiyle
mümkün olacaktır. Bu da iç yüzü ancak böyle kriz dönemlerinde apaçık
ortaya çıkan iktidarlara karşı net bir
devrimci muhalif duruş ortaya koymak ve bütün devrimci muhalif güçler
arasındaki birlikteliği güçleridirici tutum ve politikalar geliştimekle mümkün olabilir.
BirGün’deki bir yazınızda, Gezi’de
ortaya çıkan büyük potansiyelin geliştirilmesinin yolu olarak
birleşik
devrimci
sorumluluk
hareketine işaret ettiniz. Sol litaretörde bu tür ortak zeminler
ifade edilirken daha çok cephe,
birlik, çatı vb. sözcükler kullanılır.
Sol literatürde bu tür ortak zeminler
ifade edilirken daha çok cephe, birlik, çatı vb. sözcükler kullanılır. Sizin
‘devrimci sorumluluk’ kavramına
vurgu yapmanızın nedeni neydi,
neyi anlatıyor bize?
Devrimci sorumluluk ifadesini klasik
anlamda belirli sol grupları içeren
bir birliktelikten daha geniş, bu gün
içinde bulunduğumuz ve giderek
tehlikeli boyutlar kazanan olumsuz gelişmeler karşısında toplumun
çok geniş kesimlerinde biriken ve
çoğunlukla politik örgütlenmelerin
dışında kalan büyük duyarlılıkları
da içerebilecek bir ortak mücadele
anlayışına ihtiyacımız olduğuna işaret
edebilmek için kullandım.
Bu gün AKP iktidarı eliyle yürütülen
neo liberal-islamcı kırması siyaset ve
düzen sadece emekçi sınıfları değil,
bütün toplum kesimlerini derinden
etkileyen uygulamalar yürütüyor.
Sadece büyük mücadeleler sonucu
kazanılmış demokratik haklarımız
ve özgürlüklerimiz değil, bütün
hayatımız ve geleceğimiz, ülkenin
bütün kamusal yaşam alanlarını,
doğasını, suyunu, toprağını herşeyi
paraya çevirmeye çalışan arsız ve din
perdesi arkasına saklanmış ahlaksız
bir zihniyetin tehdidi karşısında.
Ülkenin belki onlarca yıllık geleceğini
belirleyecek gelişmelerin yaşandığı bir
süreçten geçiyoruz. Buna karşı toplumun en geniş kesimleri içinde ve farklı
alanlarda mücadeleler yürütülüyor;
büyük bir tepki ve duyarlılık birikmiş
durumda. Mücadele alanlarında
mevzi başarılar da elde edilebiliyor.
Ancak ülke çapında gelişmelerin
yönünü değiştirmeye yetmiyor. Bunun için, daha büyük ortak mücadele
zeminlerine ihtiyacımız var.
Bu konuda devrimci sosyalist
hareketlere de büyük sorumluluk
düştüğünü düşünüyorum. Elbette
devrimci örgütler, örgütlü mücadele,
devrimci mücadele geleneklerimizin
yaşatılması önemlidir. Söyleyeceklerimden bunu inkar ettiğim sonucu
çıkarılmasın, ama kabul edelim ki,
genel olarak sol hareketler içinde uzun
süredir hatalı bir siyaset yapma tarzı
söz konusu. Daralan ve ülke siyaseti
üzerinde ülkenin kaderi üzerinde etkili olma konumundan uzaklaştıkça
içe dönük bir siyaset yapma tarzı
egemen oldu.
Açıkça ifade edilmese de yapılan,
yapılacak olan işlerin, izlenecek siyasetin ve eylemlerin belirlenmesinde çoğunlukla sadece kendi küçük
örgüt ya da partilerimizin durumu,
görüşleri, çıkarları dikkate alınıyor.
Bunu Gezi’de de herkes gördü. Başka
bir söyleşide bu yüzden partilerimizin örgütlerimizin bir tür “kendileri için örgüt” haline dönüştüğünü
söylemiştim.
Daralmanın,
ülkenin kaderi hakkında iddialı olma
noktasından uzaklaşmanın ve zor
koşullarda bir şekilde ayakta kalma,
kendini koruyabilme çabasının öne
çıkardığı bu durum bizi “mikro siya-
set alanlarına sıkştırmış durumda.
Yukarda da söylediğim gibi, bir yanda ülkenin onlarca yıllık geleceğinin
belirleneceği gelişmeler yaşanırken
her şeyden once sol-sosyalist örgüt
ve grupların bu durumdan çıkma
sorumluğu var. Yoksa elde tutulanın
hiç bir anlamı kalmayacak!
Bu tür birleşik mücadele üzerine
yapılan tartışmalarda, ÖDP deneyimi tartışmanın en başına yerleşir ve
onunla kıyaslanır genellikle. Siz bu
arayış noktasında ÖDP deneyimini
nereye koyuyorsunuz?
ÖDP deneyimi, hala devam eden bir
mecra olarak elbette önemli bir deneyim. Bu gün tartışmalar açısından da
önemli dersler ve birikimler taşıdığı
da inkar edilemez.
ÖDP’nin hangi koşullarda kurulduğu,
amaçları doğrultusunda neleri yapıp,
neleri yapamadığı da çok tartışıldı,
yazıldı çizildi. Gene de tartışılabilir
elbette, ama bunu, “benim oğlum bin
a okur, döner döner yine okur misali”
günün koşullarında gündemdeki acil
sorunlar karşısında ne yapılması nasıl
yapılması gerektiği konusunun önüne
konulmasını doğrusu anlayamıyorum.
Bu gün ne yapılması gerektiğini
bu günün somut koşulları içinde
tartışmak, geçmişte yapılıp edilenlerin, yazılıp çizilenlerin derslerini
de o somutluk içinde değerlendirmek
lazım.
Birleşik bir zemin olarak kendisini
tanımlayan HDK ya da bu yönde bir
iddia ile ortaya çıkan Sol Cephe türü
girişimler var. Sizin ifade ettiğiniz
çabanın bunların dışında gelişmesi
nasıl bir farklılığa dayanıyor.
“Bunların dışında” ifadesinin ne kadar
doğru olduğunu bilemiyorum. Aslında
Türkiye’deki gelişmeler karşısında,
ülkenin bütün ilerici- devrimci muhalefet unsurlarını içeren birleşik
mücadele zeminlerinin gelitirilmesine
ihtiyaç var. HDP içerisinde de ağırlıkla
Kürt hareketi bağlamında güçlü bir
muhalefet dinamiği var. Ancak HDP
Türkiye solunun kendi içinde bütünlüklü bir güç merkezi oluşturamadığı
koşullarda ve biraz da o nedenle
Kürt hareketinin önerisi ve öncülüğü
altında kurulan, solun ( aralarında
yetmez ama evetçilerin de bulunduğu)
belirli bir kesiminin katıldığı bir parti.
Bu haliyle onlar açısından bir ihtiyacı
karşıladığı kabul edilse bile bu haliyle
bizim sözünü ettiğimiz bir birleşik
devrimci muhalefet zemini olarak
görülemeyeceği de ortada.
Daha çok TKP çizgisine yakın bireylerin katılımından oluşan Sol
Cephe’nin ise zaten kendisinin böyle
bir iddiası da yok. Buna karşı örgütlü
örgütsüz çok daha geniş bir devrimci
muhalefet potansiyeli var. İhtiyacımız
olan şey bütün bu potansiyeli
hayatımızın ve ülkenin geleceğini belirleyecek gündemler üzerinde daha
etkili bir şekilde müdahil olabilecek
ortak/birleşik mücadele biçimlerinin
yaratılıp geliştirilmesidir.
Bu konudaki sorunlar üzerinde daha
önceki söyleşilerde söylediklerimize
eklenecek fazla bir şey yok. Gezi ve 17
Aralık sonrası gelişmeler karşısındaki
yukarda
kısaca
değindiğimiz
tartışmaları da burada daha fazla uzatmadan noktayı koymak lazım. Nokta.
“Birleşik mücadele ihtiyacını, mevcut siyasi hareketlerin basit
bir birliği ve bir aradalığı olarak düşünmüyoruz. Siyasi yapıların
da içinde yer alacağı, çeşitli demokratik örgütlerin, hareketlerin,
inisiyatiflerin de içinde yer alabileceği, kendisini örgütsüz olarak
tanımlayan bireylerin de özne olarak içinde bulacağı ve herkesin
eşit hukukla tartışmaya dâhil olabileceği bir süreç öngörüyoruz.”
Artık Birleşik
Bir Hareketin
Zamanıdır
Alper Taş
ÖDP’nin de içinde olduğu, çeşitli yerlerde toplantılarla süren birleşik muhalefet arayışına yönelik tartışmalar başlattınız. Bu nereden, nasıl bir ihtiyaç
tespitiyle başladı?
Birleşik bir muhalefet zemini yaratma ihtiyacı, vurucu olarak Gezi Direnişi
sonrası ortaya çıktı ama bizim yürüttüğümüz tartışmalarda bu, Haziran halk
direnişinden önce de vurguladığımız bir noktaydı.
Emperyalizmin bölgemize dönük saldırılarının yoğunlaştığı, tahakkümünün
daha da geliştirildiği ve AKP hükümetinin emperyalizmin bölgesel aktif
taşeronluğunu yaptığı süreçte, kapitalizmin her düzeyde emekçileri,-insanları
ezdiği, yoksullaştırdığı koşullarda antiemperyalist-antikapitalist bir birleşik
mücadele hattının geliştirilmesi, bunun kendisini birleşik devrimci merkezde/
harekette ifade etmesi gerektiğinin altını önceden beri çiziyorduk.
Gezi Direnişi ile beraber, önceden
ortaya attığımız bu düşüncenin ete
kemiğe bürünmesinin gerekliliği
ortaya çıktı; çünkü Gezi, böyle
bir devrimci muhalefet zemininin gerekliliğini, bir zorunluluk
olarak önümüze koydu. Gezi’den
çıkardığımız derslerden bir tanesi
budur. Artık birleşik bir hareketin
zamanıdır.
Gezi bu anlamda, Türkiye devrimcilerine, solcularına ne söylüyor.
Nasıl bir moment oldu?
Gezi, Türkiye devrimci hareketi/toplumsal muhalefeti açısından, ÖDP
olarak bizim açımızdan bir dönemin
bitişi anlamına geliyor. Gerçekten de
Gezi ile beraber, ÖDP’nin de içinde
yer aldığı, solun-sosyalist hareketintoplumsal muhalefetin bir tarihsel
dönemi bitti. Yeni bir tarihsel dönemin içerisindeyiz. Yeni bir tarihsel
dönemi inşa etmemiz gerekiyor. Gezi
değerlendirmelerimizde hep şunun
altını çizdik: Artık hiçbir siyasidevrimci hareket Gezi öncesi gibi,
Gezi yaşanmamış gibi davranamaz.
Gezi’nin ortaya koyduğu değerler
ışığında, solun-devrimci hareketlerin-toplumsal muhalefetin kendisini
yenilemesi, yeniden yapılandırması
gerekiyor. Bu noktada yeni bir
başlangıca işaret ediyor Gezi.
ÖDP, Gezi analizi üzerinden yeni bir
tarihsel dönemin başlatılması çerçevesinde, solun birleşik bir muhalefet
zemini geliştirmesi, sol ve toplumsal
muhalefetin yeniden yapılandırılmasısaflaştırılması noktasında, kendimizle
yetinmeden, kendimizle beraber aynı
politik hatta durabildiğimiz en geniş
kesimlerle ortak bir birleşik zemin inşa
etmenin artık kaçınılmaz bir devrimci görev olduğuna dair tartışmalar
başlattık. İstanbul, Ankara ve İzmir’de
tartışmalar yaptık. Şu anda daha çok
kapalı süren tartışmalar bunlar; yani
belirli muhatapları davet ettiğimiz
tartışmalar olarak gelişti. Redaksiyon
aracılığıyla ilk kez tartışmayı dışarıya
da yöneltmiş oluyoruz.
ÖDP’nin çağrısıyla yapılan ilk
toplantıdan sonra artık bu çağrının
sahibi toplantıya katılan herkestir bizim açımızdan. Yani, biz bir
çağrı yaptık, bir tartışma başlattık.
Artık biz bu çağrının bir parçasıyız.
Şimdi içine girdiğimiz süreç, bu
çağrının
toplumsallaştırılması,
yaygınlaştırılması sürecidir.
Bu türden başka arayışlarda var,
ÖDP neden ayrı bir zemin inşa etmeye yöneldi?
Öncelikli olarak şunu söylememiz
gerekiyor ki, var olan girişimlere
karşı bir pozisyonda böyle bir birleşik
muhalefet zemini inşa etmiyoruz.
Onların karşısına koyarak kendimizi
tanımlamıyoruz. Bu tür oluşturulmaya
çalışan zeminlerin, ihtiyaca yanıt
vermediğini düşündüğümüz için
böyle bir birleşik zemini oluşturma
çabası içerisindeyiz.
Bugün, sosyalist ve sol hareketinde,
toplumsal muhalefet zemininde HDK
ile ifadesini bulan bir odak bir de
yine TKP’li arkadaşların oluşturduğu,
oluşturmaya çalıştığı, Sol Cephe adıyla
yürüttüğü çabalar var. Biz bu çabalara
saygılıyız.
Bu çabaları birleşik mücadele zemini
olarak önemsiyoruz; ama her ikisinin
de gerek biçimi gerek muhtevası bizi
kapsayan bir biçim ve muhtevadan
uzak. O yüzden biz başka, daha
farklı bir şey yapmak istiyoruz. Yapmak istediğimiz işin esası her şeyiyle
birleşik bir hareket-zemin-odakkürsü, her neyse – bunun şu anda biçimini bulmuş değiliz, bunun biçimini
tartışmalar içerisinde bulacağız.
ÖDP olarak biz, bu tartışmalara
katılırken bir biçim önererek
katılmıyoruz. Bir içerik tartışması
yapıp bu içerik tartışmasının biçime
dönüşmesini amaçlıyoruz. Doğal
olarak, bu biçim bir birleşik muhalefet biçimi olacak; yani formu birleşik olacak. Burada diğer
bileşenlerden en önemli farklılığımız,
son derece organik bir yapı olmasını
önemsememiz. Kelimenin gerçek
manasında birleşik olmasını, içsel olmasını, parçalı olmamasını,
bütünlüklü olmasını istiyoruz. Yapay
olmamasını, inorganik olmamasını,
bütünlüğü olmasını ve organik bir
hâlde kendisini tanımlamasını istiyoruz; yani bir hemhal olma halini
içermesi gerektiğini düşünüyoruz.
O yüzden herkesin ayrı ayrı durup,
ayrı durduğu yerlerde kendisini bir
formda birleştirdiği bir tarzdan veya
çeşitli siyasi kesimlerin mutabakatını
ve basitçe yan yana gelişini ifade eden
bir yaklaşımdan daha çok, hep beraber kendi sözümüzü-eylemimizitarzımızı ortaya koyacak ortak bir
kürsü istiyoruz. Ortak bir sözcüsüortak bir flaması olan, her şeyiyle ortak, her şeyiyle birleşik, form-hareketzemin-kürsü her neyse bunu inşa
etmek istiyoruz.
Nasıl bir formdan söz ediyoruz ve
ÖDP dahil, siyasal örgütlerin konumu nasıl olacak?
ÖDP’nin ve tüm siyasi örgütlerin varlığına ilişkin bir tartışma
sürdürmüyoruz. Siyasal örgütlerin ve
toplumsal mücadele yapılarının kendi
özgün varlıklarını sürdürebilecekleri
bir zeminden söz ediyoruz.
ÖDP açısından bakıldığında da
bu tartışmaya son derece rahat bir
biçimde katılıyoruz; çünkü biz bu
tartışmayı kendi siyasal örgütümüzün
ihtiyaçları çerçevesinde değil, ülkenin
ve halkın ihtiyaçlarına yanıt üretme
sorumluluğuyla sürdürüyoruz. Bu
manada ÖDP, birleşik mücadele sürecinin gelişimi ile kendi geleceğini
bütünleşirerek kendini aşma konusunda da bir tereddüt içerisinde
olmayacaktır.
Esasen birleşik bir hareket-muhalefetzemin oluşturmak, hepimizin ortak
kuvveti, ruhu, sözü ve eylemi olacak
bir zemin oluşturmak için giriyoruz.
Türkiye’nin buna ihtiyacı olduğunu
düşünüyoruz.
Bu konuda, HDK meselesinde olduğu
gibi, kendisini sadece esasen Kürt
meselesi üzerine hapseden bir düzlem
değil, Türkiye’nin temel meseleleri
konusunda ortak bir birleşik süreç
ifade ediyoruz. Kürt sorununun elbette ki demokratik çözümünü içeren
ama gerçek bir laiklik mücadelesini
de içeren, enternasyonalist olan ama
bağımsızlık perspektifine de sahip
olmayı içeren, ekolojist bir siyaseti
içeren ve aynı zamanda kamucu, toplumsal çıkarı esas alan, demokratik planlamaya dayalı bir ekonomi
anlayışını esas alan bir siyaset çerçevesi. Doğal olarak ana bileşkesi antiemperyalist-antikapitalist, birbirini
bütünleyen eşitlik ve özgürlük eksenindeki talepleri birbirinin karşısına
koymayan, hem özgürlük taleplerini hem eşitlik taleplerini ifade eden
bütünlüklü bir birleşik zemine işaret
ediyoruz.
Birleşik mücadele ihtiyacını, mevcut
siyasi hareketlerin basit bir birliği ve
bir aradalığı olarak düşünmüyoruz.
Siyasi yapıların da içinde yer alacağı,
çeşitli
demokratik
örgütlerin,
hareketlerin, inisiyatiflerin de içinde
yer alabileceği, kendisini örgütsüz
olarak tanımlayan bireylerin de özne
olarak içinde bulacağı ve herkesin eşit
hukukla tartışmaya dâhil olabileceği
bir süreç öngörüyoruz. Yani, ÖDP’liler
bu sürece dâhil olurken, ÖDP’li
olmanın ayrıcalığı ile tartışmaya dâhil
olmayacaklar.
sağlayabilen
kesimlerle
olmayı
düşünüyoruz.
Bu
konudaki
toplantılara siyasi yapılardan EHP
katılıyor. İstanbul’da Red grubu
katılıyor toplantılara. Onun dışında
İşçi Kardeşliği Partisi katılıyor. Siyasi yapı olarak kendini tanımlayan
yapılar bunlar olarak gözüküyor.
Halkevleri’ne bir çağrı yaptık; henüz
yanıt alabilmiş değiliz. Bunun dışında
anarşist, Troçkist gelenekten gelen,
geçmişte siyasi örgütlerin içerisinde
yer almış, şu an bağımsız bireylerin
olabildiğince fazla olduğu, ekolojist
harekete, feminist harekete, LGBT bireylere açık bir çalışma. Buraya gelenin kendi toplumsal hareketini olduğu
gibi buraya taşıması fikrinde değiliz.
Türkiye’nin değişik yerlerinde, değişik
mücadeleler içerisinde olan insanlar
var. Ekoloji, işçi, işsiz, kadın, barış gibi
mücadele alanlarında yer alan ama bu
çabaları yeterli görmeyen, siyasal bir
bütünlük içerisinde, siyasal bir hareket
olarak, birleşik bir hareketin parçası
olmak ihtiyacını hisseden insanlara
açık bir yapı olarak bunu tartışıyoruz.
Bu çalışmanın üstünde, Türkiye’nin
temel meselelerinde ve içine girdiği
kritik süreçlerde masaya yumruğunu
vurup “hayır, başka bir şey var” duygusunu ve başka bir siyaseti işaret edebilecek güçlü, kuvvetli bir odağı yaratmak istiyoruz. Başta da söylediğim
gibi hepimizin ortak bir sözü ve
taşıyıcısı olan bir hareketi inşa etmek
istiyoruz.
Toplantıların bugünkü bileşimi
nasıl, kimler katılıyor tartışmalara?
Sol Cephe ile ilgili bir ilişki, etkileşim
ya da bir tartışma var mı?
Birleşik ve bir arada olma rahatlığını
Cephe kavramı Türkiye devrimci
hareketinin ve dünya sosyalist
hareketinin toplumsal mücadeleler
tarihinde bir yere oturur. Her kavram
zaman içerisinde değişebilir, kavramlara farklı içerikler de verilebilir ama
bizim gördüğümüz kadarıyla TKP’li
arkadaşların yaptığı bir cephe değil.
Cephe değişik siyasi güçlerin asgari
zeminde, belirli bir konjonktürde
yürüyebilmesi konusunda ortak
iradesidir. TKP’li arkadaşlar daha
çok kendilerine yakın birey ve kesimlerle buluşabilecekleri bir zemin
oluşturmaya çalışıyorlar.
Dolayısıyla böyle bir birleşik zemin
yaratırsak, bu birleşik zeminin elbette ki Sol Cephe, HDK gibi yapılarla
da ortak davranma zeminleri de
olacaktır. Yaptığımız toplantılarda
da toplantıda yer alan bileşenlerin
bu konuda herhangi bir kaygısı yoktur. Rekabetçi olmayan, dayanışmacı
olan ama o boşluğu da doldurmaya
aday; çünkü ne HDK ne Sol Cephe şu
anki mevcut yapılarıyla ortada duran
geniş bir boşluğu doldurabilen yapılar
olarak gözükmüyor. Biz, o arada olan
yapılarız ve o arada olan yapılar olarak
başka türlü bir şeyi biçim ve muhteva
açısından yapmayı öngördük.
Ayrı kutu
Yerel seçimler öncesi yapabildiğimiz
bir çalışma olamadı maalesef ama yerel seçim sürecini de birleşik muhalefetin bir parçası olarak değerlendirmek
lazım. Yerel seçimlerde sağlanacak
olan birikimler, bu birleşik muhalefet
zeminini besleyecektir. O yüzden
AKP rejiminin geriletilmesi önemlidir. AKP rejiminin geriletilmesi,
yıkılması tek başına yetmez. Bunun
karşısında eşitlikçi, özgürlükçü siyaset
değerlerinin geliştirilmesi, güçlendirilmesi gerekiyor.
ÖDP, tabii kendi gücüyle orantılı
olarak, bunu yapmaya çalışıyor.
Aslında ÖDP, yerel seçim sürecinde
başka bir demokrasi anlayışını ve
hattını ortaya koyarak bir arayış içinde
oldu. Hem CHP hem de HDP ve
BDP geleneğinin yerel seçim siyaseti
oluşturma konusunda ortaya koyduğu
siyaset tarzının, Gezi’yi anlamayan bir
siyaset tarzı olduğunu düşünüyoruz.
Aslında seçim sürecine, yerel platform kaynaklı, ona dayalı olarak
hazırlanmış yerel programlar ve yerel ortak adaylarla girilebilirdi. Ortak
zeminler inşa edilebilirdi. Bunun inşa
edilmesinden kaçınıldı.
CHP
memleketin
sağcılaşması
gerçekliğinden hareketle rotayı sağa
kırdı; iktidar olursak ancak sağ adaylarla sağa seslenerek iktidar olabiliriz
düşüncesi içerisine girdi. Bu mümkün
olabilir, bazı yerleri CHP de kazanabilir ama sağcılaşarak bir yeri kazanma kısa vadede zevahiri kurtarmaya
belki yol açabilir. Sonuç itibariyle zaten olmayan bir sosyal demokrasinin
de tasfiyesine yol açacağını görmek
gerekiyor.
HDP, bu yerel seçimleri kendi rüştünü
ispat etmek olarak görüyor ve bütün
Türkiye çapında kendi adaylarıyla
seçime girmeyi esas alıyor. Böyle bir
siyaset anlayışını ifade ediyor. Bu
konuda, bu bakış açısının sağlıklı
sonuçlar üretmeyeceği, istenilen
zemini yakalayamayacakları tespitimiz var. HDP’nin en büyük gücü BDP
olduğu için, BDP’nin müzakere sürecine bakış açısı mücadelesini de belirliyor. İkircikli bir tutumun ortaya
çıktığını görüyoruz. Bu ikircikli tutum
da HDP siyasetinin daha aktif ve daha
geniş bir zemin oluşturmasının önüne
geçiyor. Bu nedir? Hem AKP ile mücadele ediyorlar hem müzakere ediyorlar. Mücadelenin ve müzakerenin
ikilemlerini yaşıyorlar. Zaman zaman
mücadele, zaman zaman uzlaşma
bu süreçte paralel gidiyor. Bu, geniş
emekçi kesimlerde kafa karışıklığına
yol açıyor. HDP’nin de politik hattı
bu yönüyle çok belirgin olmuyor,
olamıyor. Doğal olarak bu konuda
politik hattı belli olmayan HDP, sosyal demokratları ve kendi dışındaki
sosyalistleri de kapsayabilen süreçleri
örgütleyebilme konusunda gerekli
adımları atamaz bir noktaya geliyor.
ÖDP herhangi bir siyasi partiyle merkezi bir seçim ittifakı içerisine girmedi. Biz yerel seçimde yerel özgünlükleri gözeteceğiz. Yerel
özgünlüklerden hareketle yerel platformlara dayalı olarak hem AKP’nin
geriletilmesi hem de bunun karşısında
eşitlikçi, özgürlükçü bir siyasetin inşa
edilmesi görevini önümüze koyduk.
Yapabildiğimiz yerlerde bunu yapmaya çalıştık.
ÖDP üzerine şöyle bir algı geliştiriliyor:
ÖDP, HDP’nin yanında durmayarak
CHP’nin adaylarını destekleyecek.
Buradan şunu söylememiz gerekiyor
ki CHP ile ittifak yaptığımız yerler,
ortak aday çıkardığımız yerler var.
Bunu saklamıyoruz, gizlemiyoruz ve
utangaç bir şekilde de yapmıyoruz.
Net olarak söylüyoruz. Yaptığımız
basın toplantısında da dile getirdik.
Türkiye’nin üç ilçesinde CHP ile yerel programa dayalı olarak yerel ortak
adaylar konusunda yerel demokrasi
güçleri anlaştı. Biz de oradaki yerel
demokrasi güçlerinin bir parçasıyız.
Trabzon Tonya, Rize Fındıklı ve
Nevşehir Avanos ilçelerinde ortak
program etrafında ortak adaylarla
seçime girme kararı alındı.
Örneğin; Avanos’ta yaşanan küçük
çapta bir yerel demokrasi örneğidir.
ÖDP bu yerel demokrasi deneyimlerini çok önemser, bunu geliştirmeyi
esas alır. Avanos’ta ön seçim yapıldı
ve bütün halk bu ön seçime katıldı.
CHP’nin adayı ile ÖDP’nin adayı
yarıştı. Sabahtan akşama kadar sinema salonuna gelen 2320 Avanoslu
ortak aday için oy kullandı. Aday,
ÖDP kökenli olarak ön seçimden
çıktı ama CHP çatısından seçime
girildi. Biz, burada esas olanın yerel
program ve ortak hukuk üzerinde ortak aday olduğunun altını çizdiğimiz
için çatı meselesini esas mesele olarak
ele almadık. Hem Fındıklı’da, hem
Tonya’da hem de Avanos’ta küçük yerel demokrasi örneklerinin geliştiğini
ortaya koymamız gerekiyor. Gönül
isterdi ki bunu HDP’li arkadaşlarla da
yapabilelim. HDP’li arkadaşlar, kendi
süreçlerinin yakıcılığıyla çok fazla bu
süreçleri işletmediler.
Yine Arsuz’da içinde TKP’nin yer
aldığı yerel demokrasi güçleriyle ÖDP
çatısından aldığı yerel demokrasi
güçleriyle ÖDP çatısından seçime
giriyoruz. Hopa ve Kemalpaşa’da CHP
adaylarının karşısına, özellikle Halkevi çevresiyle beraber ortak adaylarla
seçime giriyoruz. Bunun yanı sıra Uşak
ilinde ÖDP adayıyla seçime giriyoruz.
Narlıdere’de demokrasi güçleriyle beraber ortak bir adaylık çalışmamız
söz konusu. Hatay’ın Defne ilçesinde
ve büyükşehirde buna benzer bir
çalışmamız söz konusu. Dersim’in
değişik ilçelerinde demokrasi güçleriyle ortak tartışmalarımız söz konusu.
Bu çalışmaların sonuç verdiği en güzel örneklerinden birisi de Ankara’da
geliştirildi. TKP, Halkevleri, ÖDP ve
EHP olarak ve emek-meslek örgütlerinden insanlarla birlikte Ortak Sol
Aday Meclisi çalışmamız söz konusu.
Buralardan baktığımız zaman ÖDP bir
siyasete işaret ediyor, bu önemli. ÖDP,
yerel platformlar üzerinden ortaya
çıkmamış adaylara kurumsal olarak
destek vermeme kararı aldı. Bu bir
siyaset tarzı olarak bizim açımızdan
önemliydi. Ancak destek vereceğimiz
kişiler bizimle beraber ortak bir yerel seçim platformu oluşturursa ve
onun içerisinden bir program ürünü
olabilirse, ÖDP olarak, bu adayları
destekleyeceğimizi ifade ettik. Onun
dışındaki adayları kurumsal olarak
desteklememiz söz konusu olmayacak
ama ÖDP’liler, ÖDP’nin dostları bu
yerel seçimde elbette eşitlikçi, özgürlükçü değerleri savunan, doğrudan
demokrasiyi gözeten, yerel yönetimlerin kamusal hizmetlerinin altını
çizen, ekolojist perspektife sahip
sol adayları elbette bireysel olarak
bulundukları yerde destekleyecektir.
Bütün yurttaşlarımıza, bu memlekette ÖDP gibi bir partinin anlamına,
önemine, varlığına inanan bütün insanlara söylüyoruz: Bütün Türkiye’de
belediye başkanlıklarında az önce
söylediğimiz özgünlüklerde çeşitli
çabalarla, sınırlı sayıda adaylarla
seçime girmemiz söz konusu olacak. Türkiye’nin gücümüzün yettiği
hemen her bölgesinde, her ilinde,
her ilçesinde, büyükşehir olan yerlerde belediye meclis üyeliklerinde;
büyükşehir olmayan yerlerde de il
genel meclisinde ÖDP adaylarıyla ve
listesiyle katılacağız. Her yurttaşımız
ÖDP’yi pusulasının bir yerinde mutlaka görecektir. Ortak muhtarlık
adaylıklarını da önemsiyoruz; çünkü
Gezi Direnişi mahalle örgütlenmelerinin ne kadar önemli olduğunu
gösterdi. O yüzden, olabildiğimiz
her yerde sözün, yetkinin, kararın ve
iktidarın yerelde olduğu ve mahalleye ait olduğu muhtarlık çalışmasında
demokrasi
güçleriyle
beraber
sürdürmeyi amaçlıyoruz. Özellikle
Ankara Batıkent’in 6 mahallesinde
ortak muhtarlık çalışmasının çok
önemli olduğunu düşünüyoruz. Bu
çalışmanın seçim sonrası Ankara’yı
besleyebilecek ve Ankara’da demokrasi mücadelesinin ufkunu açabilecek
yerel pratikler olacağını inanıyoruz.
“Başkaldırının temsili olabilecek bir siyasal oluşumun, başkaldırı
fikri hakkında yorum yaparak değil, tartışmasız başkaldırarak
kendini var edebileceğini anlıyorum. Geçmişi bugüne taşımanın
asıl yolunun başkaldırmak olduğunu anlıyorum. ”
Birleşik Muhalefet
Tartışmalarına
(T)özeleştirel
Bir Katkı
Yasin Durak
Kardeşimle birlikte sahafları geziyoruz. Rafları karıştırırken yıpranmış bir kitap buluyor, bana gösteriyor: Solda Birlik Arayışı. Merakla atılıyorum kitaba ve
bir tür CHP tarihi anlattığını fark ediyorum elime alır almaz. Geçtiğimiz Haziran ayında her ne olduysa (!) “politik” ilgileri artan kardeşim soruyor o anda:
“Abi CHP sol mu ki?” Kıyamete kadar sürecek bir soru-cevap silsilesine (daha)
girişmeye hiç niyetim olmadığından “sus” diyorum, “sonra anlatırım”.
Kitabın yazarına bakıyorum: 1980 öncesinde CHP Konya milletvekili olan
Ahmet Çobanoğlu. Kardeşim elinden düşürmediği tabletiyle hemen Google’a
girip ismi taratıyor. 11 Mayıs 1978 tarihli bir TBMM tutanağına erişiyor. Zat-ı
muhteremin bir gün mecliste hararetlenip kürsüye saldırdığını öğreniyoruz.
Metni okumaya dalıp neden celallendiğini (şu anda da CHP milletvekili olan)
Altan Öymen’in daha sonraki sözlerinden anlıyoruz: “Sayın başkan, hatip CHP
grubuna hakaret ederek ‘siz komünizmi müdafaa ediyorsunuz’ şeklinde bir ifade
kullanarak grubumuzu itham etmiştir”. Bir taraftan kardeşime CHP’nin zaten
hiçbir zaman sol-sosyalist-komünist
bir çizgide olmadığını/olamayacağını
anlatmakla cebelleşirken, bir taraftan
da (kitabın başlığına takıldığımdan
mıdır bilinmez) aklımda eski bir soru
yer ediyor o sıra: “Sol birlik olur mu,
birlik olursa sol olur mu?”
Eski-tüfek yeni-Kemalist olan kitapçı
amca “evladım armudun sapı, üzümün
çöpü demeyin” diye lafa karışıyor.
“Mustafa Kemal’in emperyalistlerle
savaşından (!) başlayıp 70’lerdeki
yoldaşlarıyla ne büyük işler yaptığına
kadar getiriyor hikâyeyi. Sabırla dinliyoruz… Dinliyoruz, dinliyoruz lakin
kitapçı amca susmuyor (asla susmazlar), evvel zaman içindeki cengâverliklerini anlatmaya devam ediyor.
İyiden iyiye sıkılıyoruz. Önceden
başka bir “eski-tüfekten” daha dinlemiş
olduğumuz epik destanın bilmem kaç
bininci bendini dinler gibi, çocukken
annemiz izlediği için izlemek zorunda
kaldığımız arkası yarın türü dizinin
bilmem kaç yüzüncü bölümünü izler
gibi sıkılıyoruz. Sonunda sadede geliyor; “AKP’nin gitmesi lazım” diyor,
“sizin gibi ‘ilerici’ (!) gençlerin sorumluluk alması lazım, gidip oy verin”
diyor. Sonra tam “bizim yaptığımız
hataları yapmayın…” şablonuyla söze
devam edecekken kardeşim Tolkien’in
Silmarillion’unu eline alıp soruyor:
“Bu kitap kaç lira?”
Akşam olup dostlarla toplaştığımızda
malum seçim gündemi açılıyor.
CHP’nin yerel seçimlerde gösterdiği
“sağcı” adaylarını eleştiriyor bir
arkadaşım. Öbürü “CHP bizim
tartışmamız değil” diyor. Kafa sallayarak onaylıyor herkes bunu. Bazı “sosyalist” oluşumların “ortak adayları”,
Sol Cephe, HDP filan derken “oy
versek mi, vermesek mi” muhabbeti
açılıyor yeniden. “Bu tartışmaya gerek
yok” diyor “örgütlü” bir arkadaşımız,
sosyalist aday göstermenin aslında
sembolik bir siyasi girişim olduğunu
söylüyor, “hamdolsun burjuvanın
temsili demokrasinden medet umacak
siyasi basirette değiliz” diyor. Haliyle
HDP tartışması başlıyor yeniden. Partinin amblemi ile içerdiği muhtevalar
arasında bir tenakuz var mıdır yok
mudur kavgasına başlıyoruz. Biraz
birbirimizi yedikten sonra aramızdan
birisi sihirli sözcükleri telaffuz ediyor:
“Barikat kardeşliği.” Hemen akabinde
Haziran anıları anlatılıyor sırayla. Espriler, trajikomik hikâyeler, dramatik
anlar, gözaltı deneyimleri filan derken
her birimiz duygusal ve hasretli kelamlar edip sonunda bir şekilde uzlaşmayı
başarıyoruz. Kardeşim tabletinden
“Gezi sürecini örgütlediğimizde
ortalıkta olmayanlar…” ile başlayan
bir tweet okuyor o sıra. Kızıyoruz.
Haziran İsyanı’nın her bir politik retoriğe pelesenk olmasından
veryansın ediyoruz kendimizce. Sonra
birimiz “oysa biz Haziran’da…” diye
konuşmaya başlıyor yine, hepimiz
onu onaylıyoruz. “Vay canına! Sizin de hiçbir şey tartışmanıza gerek yokmuş yahu” diyor kardeşim,
hep beraber gülüyoruz. Sonra birisi
“sokağı da fetişleştirmemek lazım
hani, siyasi oluşumlara, ‘gerçek Gezi
ruhunu’ sürdürecek öncü politikalara
ihtiyacımız var” diyor. Bu sefer de
“gerçek Gezi ruhu” hakkında ihtilaflara düşüyoruz. Tartışma uzuyor da
uzuyor. O ana kadar konuşmalarımıza
kulak misafiri olan yan masadaki
amca iddialı cümlelerle lafa giriyor
biranda, *sizin Gezi Parkı’nda
tüm gördükleriniz bizim Fatsa’da
yaptıklarımızın sonucudur”. Haziran ayı boyunca akranlarıyla birlikte
ortalığı yıkan kardeşim şaşırıyor, bana
dönüp “abi Fatsa’da ne oldu ki” diye bir
kroşe daha indiriyor o sıra. “Sus” diyorum, “sonra anlatırım”.
Eve varıp da baş başa kaldığımızda
hemen öğütlere başlıyorum: “Bak”
diyorum, “sen sormadan ben söyleyeyim: 14 Ekim 1979’da…”, o anda zil
çalıyor. “Kapıyı aç” diyorum. Gelenler arkadaşları. Antreden gürültüler duyuyorum. “Sessiz olun!”
diye
bağırıyorum.
Söylenmeye,
homurdanmaya başlıyorum. Birkaç
dakika sonra kardeşim geliyor, “abi”
diyor, “biz çıkıyoruz”. Vakit gece
yarısı. “Nereye bu saatte yahu” diye
azarlıyorum çocuğu. “Bizim yokuşun
kenarındaki merdivenler kararmış
abi, yeniden boyamaya gidiyoruz” diyor. Utanıyorum. “Seçim”, “kongreler”, “ne yapmalı”, “gezi ruhu”, “solda
birlik” vesaire derken merdivenleri
filan unuttuğumu fark ediyorum.
Direnişe destek olmayan müesseselere
karşı başlatılan boykotu unuttuğumu
fark ediyorum. Yaz boyu her gün
görüştüğüm mahalle ahalisiyle nicedir
muhabbet etmediğimi fark ediyorum. “Haziran mirası” hakkında emin
olabildiğim ilk somut şeyin, gündelik hayatta yeşeren o “tabandan isyan
kültürünün” siyasi soyutlamalarda kaç
farklı versiyona çekiştirildiğine hayret ediyorum. “Y kuşağı” filan dedikleri “kardeşimgillerin” ürettiği gotik
unsurları anımsıyorum. Deruhteleri
anımsıyorum. O fantastik hayal
gücünü, o cesareti hatırlıyorum. “Bebeleri” hatırlıyorum…
İsyanın tarihselliğini anlıyorum, onun
bir özü, bir cevheri filan olmadığını
anlıyorum. İsyanın öğretilemeyeceğini,
öğrenilemeyeceğini, projelendirilemeyeceğini, kuşaktan kuşağa aktarılamayacağını, bir “ruh çağırma” seansıyla geri getirilemeyeceğini, ancak
(ve ancak) yeniden (ve yeniden)
isyan “edilebileceğini” anlıyorum.
Başkaldırının temsili olabilecek bir
siyasal oluşumun, başkaldırı fikri
hakkında yorum yaparak değil,
tartışmasız başkaldırarak kendini var
edebileceğini anlıyorum. Geçmişi
bugüne taşımanın asıl yolunun
başkaldırmak olduğunu anlıyorum.
Gezi Parkı’ndan muhtelif siyasi
oluşumlara döşenen taşlardan oluşan
“paternalistik
patikalar”
birden
anlamsızlaşıyor bu yüzden. Kardeşime
karşı geliştirdiğim şu “yukarıdan” tutumun utancıyla, o çok farklı unsurları
bir araya getiren bileşenlerden, kongrelerden filan soğumaya başlıyorum o
anda. Bir şiir dinletisinde tanımadığım
birisinden işittiğim bir sorgulamayı
hatırlıyorum: “Barikat kardeşliği mi?
Peki kim büyük kardeş?”
“Yaşamak için gerekli parayı kazanabileceği bir işe ihtiyaç
duyan herkesi tek çatı altında toplayabilen işçi sınıfı, bugün
kapitalist toplumlarda büyük çoğunluğu oluşturuyor. Bu nedenle
gerekli mekanizmalar oluşturulduğu takdirde, işçi sınıfı sosyalizme başarılı bir şekilde geçişi sağlayabilecek olanaklara sahiptir. ”
Atları Hatırlayın
ve
Sopayı Kapın
Bertell Ollman
“Küreselleşme” çağında, kapitalist sömürünün yoğunlaşması ile kapitalizmin
mevcut durumu-krizleri arasındaki ilişkiyi nasıl değerlendiriyorsunuz?
* Prof. Bertell Ollman, New York Üniversitesi Siyaset Bilimi bölümünde öğretim
üyesidir. Ollman’ın sosyalizme dair tartışmalar yürüttüğü beş kitabı, Türkiye’de
Yordam Kitap tarafından okurla buluşturuldu. Yazarın “Atları Hatırlayın… ve
Sopayı kapın!” isimli kitabı ile Marksist “Sınıf Mücadelesi” oyunu yakın zaman
çalışmalarıdır
Kapitalizm her zaman için bulabildiği (ve ulaşabildiği) bütün insanlara ürettiklerini satmaya çalışmıştır. Fakat “küreselleşme” çağında, fabrikaların işgücünün
ucuz, vergilerin düşük olduğu, kârın arttırılmasını engelleyecek düzenlemelerin
bulunmadığı ülkelere kurulması hiç olmadığı kadar önemli hâle geldi. Bilim ve
teknolojideki ilerlemelerin sonucu olarak üretim araçlarının değişmesiyle birlikte kapitalizmin anavatanı olan ülkelerde otomatik üretim süreçlerinde çalışan
işçilerin ikamesi gittikçe yaygınlaştı. Sonuçta; kapitalist sınıf -sanayi ve finans
sektörüyle birlikte- nadir istisnalar dışında, hiç olmadığı kadar hızlı para kazanmaya başladı. Kapitalist dünyadaki işçi sınıfı ise, yine nadir istisnalar dışında,
gittikçe şiddetlenen işsizlik, düşük ücretler, sosyal hakların gasp edilmesi ve
yaşam koşullarının kötüleşmesiyle yüzleşmek zorunda kaldı.
Mevcut ekonomik krizimizi öncekilerden farklı kılan şey, küreselleşmenin
kapitalizmin krizlerini atlatmak için
kullandığı mekanizmaları ortadan
kaldırmış olmasıdır. Şimdiye kadarki
ekonomik krizler -hammadde, makineler, fabrikalar ve işgücü gibi- üretim
faktörlerinin bedellerinin düşmesi
ile sonuçlandı. Bu da bazı kapitalistlerin, fırsattan istifade ederek daha
ucuza mal ettiği ürünleri düşük fiyatlarla satmasını olanaklı kıldı. Bunun sonucunda, genellikle öncesinde
işsiz olan, daha fazla insanı istihdam
etme imkânı buldular. İstihdam edilen
işçileri iyi birer tüketici haline geldi.
Böylece diğer kapitalistler de üretimlerini arttırarak ürünleri satma olanağı
elde etti. Sonra onlar da daha fazla işçi
istihdam etti. Bu döngünün sonucunda ekonominin saplandığı bataklıktan
çıkması mümkün oluyordu.
Bugünkü krizde de bu döngü
çoğunlukla tekrarlanacak. Üretime
dair maliyetlerin birçoğu, özellikle
de işgücü gittikçe düşüyor. Buradan
kâr elde edebileceğini düşünen kimi
kapitalistler şimdiden yatırım yapmaya ve daha ucuza ürün üretmeye
başladı. Fakat özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde, kimi durumlarda (bazılarında, tamamında değil)
üretim yeni istihdamları olanaklı
kılacak seviyeye ulaşamadı. Kapitalist
küreselleşme sürecinin çekirdeğinde
yatan, dış kaynak ile makineleşme
birlikteliği yeni yatırım ve istihdam
dengesinde bozuluyor. Böylece kapitalizm, önceki krizlerde olduğu
gibi, süreci atlatamıyor. Bu durumda
-herkesin söylediği gibi- kapitalizmin
bu krizi de aşacağını, yalnızca zamana
ihtiyacı olduğunu iddia etmek yersiz
olur. Fakat kapitalizmin ekonomik
durumu düzeltme mekanizmaları
işlevsizleşirse -ki böyle olduğu
tartışma götürmez- geleceğe dair
yürüttüğümüz tahminler, kapitalizmin
körüklediği iklim değişiklikleri gibi
felaketler ve sonuçları gerçekleşecek.
Her şey kötüye gidecek. Geleceği
düşünmek, siyaset belirlemek hayati
öneme sahip.
sebebi hızlı ve adil karar alınamaması,
mevcut ekonomik kriz ile hükümetin %1’in çıkarlarına alenen hizmet
etmesidir.
Amerikan
emperyalizmi, geçtiğimiz dönemde çıkarları
doğrultusunda kullandığı ekonomik ve kültürel olanakları yitirmeye
başladı. Gittikçe asileşen dünyaya taleplerini dayatmak için elinde sadece
askeri güç kaldı. Durum hiç kimse
için iç açıcı değil.
ABD emperyalizminin bugünü sizce
nasıl görünüyor? ABD, çöküş sürecine girdi mi?
ABD emperyalizmi, kapitalist yönetici
sınıfının kârını arttırmak için elindeki
tüm -ekonomik, kültürel ve askeriimkânları kullanıyor. Ancak küresel
kapitalizm çağında ulusal kimlik, gelir kaynağı ve büyük kapitalistlerin
çoğunun çıkarları küreselleşti. (Aynı
durum başka ülkelere yatırım yapan
büyük kapitalistlerin birçoğunun
da başına geldi.) Bunun sonucunda
ABD, İngiltere’nin egemen olduğu
döneme kıyasla -ulusal ve uluslararası
kurumlarıyla
(Dünya
Bankası,
IMF vs.)- küresel kapitalist sınıfın
çıkarlarına daha fazla hizmet etmeye
başladı. İşin ilginci, hâlâ Soğuk Savaş
yıllarındaki aşırı vatanperver idarenin
ceremesini
çeken
vatandaşlar,
Amerikalı kapitalistleri yeterince vatansever olmadıkları için suçluyorlar.
ABD’nin çöküşünün en belirgin
göstergesi devletin (sadece hükümetin değil) meşruiyetini Amerikan
halkının neredeyse bütün kesimlerinin gözünde her geçen gün daha fazla yitirmesidir. Bu durumun temel
21. yüzyılda sosyalizmi inşa etmenin
olanaklarını nasıl görüyorsunuz?
Bu bağlamda, Latin Amerika -özellikle Venezüella- deneyimini nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Sosyalizm, 21. yüzyılda her yerde
etkisini -kapitalizmin son krizine
dünya çapında bir tepki olarak- az
ya da çok gösterecek veya hiçbir şey
değişmeyecek. Kapitalizmin talanına
karşı ve (Venezüela gibi ülkelerde
olduğu üzere) en yoksullarımızın
yaşamlarını iyileştirmek için yürütülen
çalışmaları candan destekliyorum; ancak kapitalizm felaketine karşı bütünlüklü mücadele vereceksek, mesafe kat
edeceksek bu örneklerin, kapitalizmin
alternatiflerin neler olabileceğine/
olması gerektiğine dair çok belirleyici olmadığını düşünüyorum. Bu
nedenle önceliğimiz, çıkış noktamız
yaşamımızı sürdürdüğümüz kapitalist ülkelerdeki, dünyadaki gidişat,
açığa çıkan problemler ve bunlara dair
çözüm önerileri olmalı.
Kapitalizme
karşı
yürütülen
mücadele
gittikçe
güçleniyor.
ABD’deki Wall Street, İspanya’daki
15M, Türkiye’deki Gezi Direnişi
gibi hareketlerin “kendiliğinden
örgütlendiği” söyleniyor. Bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Gidişatta ne gibi imkânlar ve
güçlükler açığa çıkabilir?
Toplumsal hareketlerin açığa çıkardığı
üç olanak var: 1- Kapitalist dünyada,
militanların çoğu siyasete dâhil olmak için bu yolu seçiyor. 2- Karşı
çıktıkları sosyal adaletsizliklerin gerçekten ortadan kaldırılması gerekiyor. 3- Toplumsal hareketlerin çoğu,
kadınların, farklı renkten/ırktan/
dinden insanların, eşcinsellerin vs.
haklarını savunmak adına pek çok
sınıf temelli siyasi parti ve sendikadan
daha fazla çaba sarf etti.
Tüm bunları takdir etmek gerekiyor;
fakat görünen o ki mevcut yönelimleri, kapitalizmi temel düşman olarak
görmemek yönünde. Kapitalizme
karşı yürütülecek mücadeleyi öncelik
haline getirme, düşmana galip gelmek
için yeterince güçlenme ve bu şekilde
adaletsizliklerin yaşanmadığı bir toplum inşa etme olasılığı göz ardı ediliyor. Bu nedenle, başarılı olsalar bile,
yalnızca reformist kalacaklar. Bu arada
kapitalizmin son krizinin alarm zilleri
çalmaya devam ediyor. Hesaplaşma
günü yaklaşıyor.
Komünizmi savunan ancak pratik süreçlere dâhil olmayarak siyaseti, sosyalizmi salt etik bir konu
düzeyinde ele alan kimi düşünürler
ve yaklaşımlar var. Bu yaklaşımlar ve
komünizme geçiş süreci, bunun için
yürütülen mücadeleler hakkında ne
söylemek istersiniz?
Kimsenin sosyalizmi inşa etme
deneyimi yok. Kimi insanlar sosya-list
ilkelere dayalı birkaç sınırlı deneyimin geliştirilmesine bir şekilde katkı
sundu. Fakat o deneyimler ile bugün
karşılaştığımız koşulların alakası yok.
Ancak somut deneyim ya da sosyalist
toplumu inşa etme deneyimine sahip
önderlerimizin bulunmayışı canımızı
sıkmamalı. Tarih ilk defa gerçekleşen
olaylarla doludur. Yaşadığı toplumun koşullarını, hem problemlerini hem de potansiyelini anlayarak
çözüm üreten insanlar bunu başardı.
“Teoriden” “siyasi pratiklere” uzanan
yol, değişiklikleri öngörerek sınıfsal
çıkarları korumaya yönelik adımlar
atılmasıyla
mümkündür.
Etiğin
buradaki etkisi kısıtlıdır. Belki mücadelenin sürekli hale gelmesiyle
anlamlı kazanır.
Marksizm, bize ait kapitalizm analiziyle sürece dâhil oluyor. Mevcut sistemin karmaşık işleyişi yalnızca analiz
edilmekle kalmıyor -yabancılaşma,
sömürü ve ekonomik krizler gibitemel sorunları da saptanıyor. Bir
bakıma, bu düzenin koşullarında
kaçınılmaz olarak filizlenecek çözüm
tohumları atılıyor. (Sosyalizm için
gerekli olan koşullar sosyalistlerin kafalarında değil, kapitalizmin
anlaşılmamış potansiyelinde bulu-
nur.) Marx, bu çözümlerin hayata
geçirilmesinin, kapitalizmin bir diğer
“ürününün” yani yabancılaşmaya,
sömürüye ve kriz zamanlarında daha
da şiddetlenen koşullara maruz kalan işçi sınıfının elinde olduğunu
söylüyor. İşçi sınıfının çıkarları, kişisel
kârın temel alındığı bir sistemin yerine toplumsal ihtiyaçların merkeze
oturtulduğu bir düzen inşa etmeyi
gerektirir. Yaşamak için gerekli parayı
kazanabileceği bir işe ihtiyaç duyan
herkesi tek çatı altında toplayabilen
işçi sınıfı, bugün kapitalist toplumlarda büyük çoğunluğu oluşturuyor.
Bu nedenle gerekli mekanizmalar
oluşturulduğu takdirde, işçi sınıfı
sosyalizme başarılı bir şekilde geçişi
sağlayabilecek olanaklara sahiptir.
Buna rağmen, tüm Marksistlerin
bilincinde olduğu sorun, tüm bu
güçleri işçi sınıfının çıkarlarına uygun bir program etrafında bir araya
getirecek işçi sınıfı partisinin ve her
ülkenin toplumsal, siyasi, ekonomik koşulları dikkatle incelenerek
oluşturulacak
siyasi
stratejinin
maalesef olmayışıdır. Marx, büyük
çoğunlukla ortak çıkarlara sahip
olmanın beraberinde getirdiği muazzam imkân ile “örgütlenip birleşerek,
bilginin
önderliğinde”
harekete
geçilebileceğini savunuyor.
Bunun anlamı, geniş kesimleri kapsayacak sol değerlere yaslanan, fakat
mevcut reformist sosyal demokratlar
ile işçi partilerini dâhil edecek yeni ve
kitlesel bir işçi partisinin zaruretidir.
Bildiğim kadarıyla bugünün kapitalist dünyasında bahsedilen kitlesel,
militan sosyalist/komünist partiler
bulunmuyor. Çelişkili biçimde, bunun sebeplerinden biri kapitalist ülkelerde çok fazla parti olmasıdır. Ancak bu partiler, kitleyle, işçilerle çok
kısıtlı bağları bulunan, dar gruplardan
oluşuyor. Buna ilaveten, birbirleriyle
işçi sınıfını temsil etmek adına rekabet etmeleri, işçi sınıfının kurtuluşunu
kendi örgütlerine daha çok “adam
toplayarak”
sağlayabileceklerini
zannetmeleri gibi sıkıntılar var. Bu
grupların birçoğu mitinglere birlikte yürüyor, aynı grevleri destekliyor, aynı taleplere imza atıyor hatta
bazı eylemlerde ortak hareket ediyor.
Parti mensupları ile Taksim’i İşgal Et
(aynı şekilde Wall Street’i İşgal Et)
eylemlerine çoğunluğun yani işçi
sınıfının çıkarlarını savunmak adına
katılan, sömürüyü, baskıyı her geçen
gün arttıran düzene karşı çıkan,
çoğu hiçbir partiye üye olmayan gayretli gençler arasında en azından bağ
kurmanın yolu bulunmalı.
Kısa vadede yapılabilecek olan,
solda sol partilerin, sendikaların,
işçi sınıfı örgütlerinin, ilerici toplumsal hareketlerin ve (bağımsız
yapılanmalarını
engellememek
koşuluyla) öğrenci örgütlerinin bir
araya gelmesini, birleşik muhalefet
(cephe)
zeminini
oluşturmasını
sağlamak olabilir. Programı işçi
sınıfının çıkarlarına göre oluşturulacak
olan bu yapılanma, bireyleri de asgari
bir program etrafında toplayabilmeli.
1- İsteyen herkese güvenceli, çevre
dostu istihdam ve geçindirebilecek
ücret sağlanmalı.
2- Yatırımda, herkese eşit olanaklar
verilmeli.
3- İş ile kişisel gelişimin, yüksek
eğitimin bir arada yürütülmesinin
kanalları açılmalı.
4- Çalışma saatleri kısaltılmalı. Boş
zaman
aktiviteleri,
yeteneklerin
geliştirilmesi desteklenmeli.
5- Usta ve patronların seçilmesi de
dâhil olmak üzere tüm alanlarda
demokratik karar alma mekanizmaları
işletilmeli.
Böylece taleplerin karşılanacağının
teminatı alınmış olur. Bu talepler
işçiler tarafından çokça benimsenip
sahiplenilecekken kapitalistlerin ve
onların siyasi partilerinin bunları
kabul etmesi imkânsızdır. İşte, tüm
mesele budur. Bütün bu taleplerin
karşılanması isteği -ki elbette daha
fazla talep olabilir, ben sadece birkaç
tanede karar kılmayı öneriyorum- kapitalizmin sınırlarına, bizim için neyi
yapıp neyi yapamayacağına dair net
bir fikir veriyor.
Bu örnek, mücadelenin sonraki
adımlarını desteklemeye dair tereddütleri olan işçiler için de faydalı.
Birleşik muhalefetin (cephenin),
seçim dönemlerinde, katılacaksa,
nasıl bir tutum takınacağı sorusu benim için de hâlâ cevaplanmayı bekliyor. Bence sorunun cevabını cepheyi
örgütleyenlerin vermesi gerekiyor.
Elbette bütün sol partiler bu tür
bir cephe içerisinde yer almaz. Bir
kısmı da yapılanmaya pek hevesli
olmaz. Fakat insanlar teker teker bu
yapılanmalara örgütlendikçe -bence
asıl gücünü buradan alacak- partiler de kitlesel bir işçi partisinin
nasıl olması gerektiğine dair görüş
bildirmek yerine gelip bu oluşuma
dâhil olacaktır. (Süreçte yer alarak
zaten partiyi inşa etmeye katkı sunarlar.) Sol partilerin birçoğunun veya en
azından üyelerinin çoğunun, kendilerinin azıcık solunda veya sağında
yer alanlarla bazı meselelerde kolektif
mücadele yürütmenin birleşik mücadele/cephe fikriyatını geliştirmenin
en iyi yolu olduğunu anlayacaklarını
tahmin ediyorum. Ekonomik krizlerin şiddetlendiği günümüzde, kapitalizmin de “elinden geleni yapacağı”
(yani en şiddetli tarafını göstereceği)
muhakkak. Böylece kapitalizmin tutumu da bu tarz bir hareketin güçlenmesine yarayacak. Sürecin sonunda,
kısa zamanda, kapitalist partilerin
karşısına çıkarabileceğimiz, iktidarı
hedef alan bir partimiz olabilir.
düşünüyorum. Türkiye’de de başka
ülkelerde de sürecin gidişatına dair
görüşüm budur.
şeylerden biri (ki bence en iyi seçenek)
yine kitapta geçen bir diğer hikâyede
anlatılıyor.
Son olarak; sosyalistlere, özellikle
de Türkiye’deki devrimci gençlere ne
söylemek istersiniz?
Bu hikâyede Zen Budist keşiş,
öğrencilerine bir soru soracağını,
soruya “evet” diye cevap verenleri de
“hayır” diye cevap verenleri de sopayla
döveceğini söylüyor. Soruyu sorduğu
ilk öğrencisi “evet” diyerek sopayı yiyor. İkinci öğrenci “hayır” diyor ve
yine sopa yiyor. Diğer öğrencilerin
sonu da farklı olmuyor. Ta ki son
öğrenciye kadar... O zamana kadar
olan biteni izleyen öğrenci geliyor,
soruyu dinliyor ve… sopayı kapıyor.
Ortak
tarihimizin
dönüm
noktasındayız. Gencinden yaşlısına
Türkiye’deki yoldaşlarıma sorulara
verdiğim cevaplar dışında söyleyebileceklerim son kitabımın başlığıyla
özetlenebilir:
Atları Hatırlayın... ve Sopayı Kapın!
Evet, budur. Tekrar okuyun. Biraz üzerinde düşünün. Açıklamaya ihtiyaç
duyarsanız okumaya devam edin.
Gramsci’nin söylediği üzere “eskinin ölmediği yeninin doğmadığı”
bir çağda yaşıyoruz. Kapitalizmin
krizleri derinleşiyor; fakat alternatiflerin oluşturulması noktasında
eksik kalınıyor. Mevcut durumu
nasıl değerlendirebiliriz? Sosyalist
alternatifleri kuvvetlendirmek adına
neler yapılabilir?
Kitabımda otomobil icat edildiğinde
artık ihtiyaç duyulmayan atların
başına gelenleri anlattım. ABD’deki
atlar tutkal yapıldı. Günümüzde gittikçe derinleşen ekonomik krizin
sonucu olarak, işçilerin yerine dış
kaynak kullanımı ve makineleşme
geçiyor. İşçilerin geleceği atlarınki
kadar dehşet verici olmayabilir; ancak atların başına gelenler -kimsenin
iş güvencesinin olmadığı mevcut
koşullarda- bütün işçileri harekete
geçirmeli. İşçilerin geleceğinin atlara benzememesi için ne gerekiyorsa
yapılmalı.
Önceki cevabımdan da anlaşılacağı
üzere; bizimkinden daha karanlık
bir çağda yaşayan Gramsci’nin aksine
“yeninin”
doğabileceğini
Fakat kapitalistlerin tüm iktidarı
elinde tuttuğu, kâr getirmeyenler için
“masrafa” girilmediği bilinen toplumlarda ne yapılabilir? Yapılacak şeyler-
Atları Hatırlayın... ve Sopayı Kapın!
“Günümüzün teknolojik olanakları yeni tip bir devrimci
militanlığın oluşmasına zemin hazırladı. İletişim teknolojisi 19.
ve 20. yüzyıllardaki zaman ve mekan kavrayışlarını değiştiriyor. ”
Bi̇ rleşi̇ k Sol,
Kri̇ z Ortaminda
Gi̇ derek Sayıları Artacak
Umutsuzlara Umut Olmalı
Taner Timur
21. yüzyıl, kapitalizmin mutlak ve sonsuzluğuna ilişkin fikri hegemonya
içerisinde şekillenmeye başladı. Dinin ve her tür mistisizmin kitleler üzerinde etkinlik kazanarak, kapitalist sömürüye mecbur edildiği uzunca bir
dönem içerisinde devrim ve sosyalizm tahayyülü de insanların hatta solun
hafızasından neredeyse silindi. Bugün kapitalizmin krizi ile birlikte gelişen
direniş hareketleri içinden insanların değiştirici-dönüştürücü öz gücünün
geri dönüşü devrim ve sosyalizm tahayyülünün yeniden harekete geçmesine
nasıl bir katkı sağlayabilir? Devrim ve sosyalizmin güncelliği hakkında neler
söyleyebilirsiniz?
“Kapitalizmin krizi”nden söz ettiniz; sanırım sorunun anahtarı burada yatıyor
ve yanıta da galiba buradan başlamak gerekiyor. Günümüzde kapitalizm
“küreselleşme” denilen uluslararası finans hegemonyası ile ulusal pazarların
kendilerine özgü devinimleri arasındaki uyumsuzlukları ve çelişkileri yaşıyor.
Azalan gücüne rağmen hala dünya ekonomisinde lokomotif rolü oynayan ABD
ekonomisi “toparlanmaya” başladıkça
kimi “gelişmekte olan ülkeler” giderek
daha kırılgan hale gelmeye başladı.
Bunlar arasında da yapısal özelliklerine göre farklı tepkiler, farklı arayışlar
ortaya çıkıyor. Tek benzer noktaları
büyük kısmı sıcak paradan oluşan
yabancı sermayeye ihtiyaçları. Bu
tablonun anlamı şu; 15 Eylül 2008’de
Lehman Brothers’ın iflası ve birkaç
gün içinde dünya borsalarında 25 trilyon doların buharlaşmasıyla başlayan
kriz henüz sona ermedi. O tarihten
bu güne, başta FED olmak üzere AB,
İngiltere ve Japonya merkez bankaları
piyasaya trilyonlarca dolar, euro vb.
sürdüler. Yetmedi; FED her ay 85 milyar dolarlık Hazine tahvili ve hipotekli
kredi satın alarak likidite pompalamaya devam etti. Şimdi bunu “artık bizim
ekonomi toparlanıyor” diye kısıyor ve
umudunu buna bağlamış ülkelerde de
çığlıklar yükseliyor. Küçülen pastadan
pay almak için “kırılgan ülkeler” faiz
yarışına başladı. Sonunda Türkiye
Merkez Bankası da -Erdoğan’ın “faiz
lobisi” yaygarasına kulak asmayarakkervana katılmak zorunda kaldı.
Kısaca şunu söylemek istiyorum:
Küresel kriz çelişkiler içinde sürüyor
ve birilerinin nekaheti öbürlerinin
hastalanması anlamına geliyor. Aynı
tabloda “Çin mucizesi” de farklı dinamikleri harekete getiriyor ve ülkedeki
kontrolcü politika, artan ücretler,
büyük Çin firmalarının Batılı devlerle rekabet eder hale gelmesi krizi derinleştiriyor. Yıllarca % 10’un
üstünde büyüme sağlamış olan Çin’in
bu hızı 2013’te % 7,7’ye düştü. Milli
geliri 9 trilyonu aşmış bir ülkedeki bu
yavaşlama elbette ki küresel planda
etkili olacak. Kriz bitmedi; aksine zamana yayılıyor ve derinleşiyor; liberal çevreler de yeni hesaplar peşinde.
Örneğin The Economist dergisi
geçenlerde “OECD ülkelerinde daha
9 trilyon dolarlık satılabilir toprak
ve bina var” diye yazdı. İşte likidite
bayramının borca batırdığı ülkeler
için bir çıkış yolu!
Bu bayram aslında her yerde gelir
dağılımını daha da bozdu. Şu anda
Amerika’da en çok tartışılan konulardan biri de bu. İki iktisatçının (T.
Piketty ve E. Saez) yaptığı çalışma
ABD’de 2009 ortalarında resesyondan çıkıldıktan sonra kazanılan
gelirin % 95’inin “en zengin % 1’e
gittiğini” ortaya koydu. Krugman da
aynı bağlamda bu gelirin % 60’ından
fazlasının da en zengin % 01’e (yıllık
gelirleri 1,9 milyon dolardan fazla
olanlara) aktığını yazdı. İster istemez
insanın aklına “Occupy Wall Street”
hareketi geliyor. Kapitalizmin trajik
çelişkisi şu ki, bu hareketi coplarla
bastıranlar, aslında konumları itibariyle bu hareketin içinde olması gereken
insanlar. Ne var ki Birleşik Amerika
gerçekten ilginç bir ülke. Parasının
üstünde “Allah’a güveniyoruz!” diye
yazan bu topraklarda kapitalizm din
gibi yaşanıyor ve biraz önce sözünü
ettiğim % 1’lik mutlu azınlığı savunanlar Occupy Wall Street hareketine katılanlardan çok daha fazla.
Kimi Tea Party (Cumhuriyetçiler
içindeki en tutucu kesim) sözcüleri %
1’lik para babalarına saldıranları Yahudileri ezen Nazi sürülerine benzettiler. Neyse bizde Erdoğan daha insaflı
davrandı da Gezi ayaklanmasına
katılanları “çapulcu” gibi daha nazik
bir sıfatla adlandırdı. Buna karşılık
aynı olaylarda kafa yaran göz çıkaran
polisimiz, New York polisini arattı.
Varılan noktada artık akılla, akılcılıkla
savunulamayacak bu durum da aklı
küçümseyen,
post-modern
fantezilere, dine, mistisizme öncelik
veren kuramlarla savunuluyor. Şu
anda kapitalist dünyada bu hareketi
ters çevirecek ve halk sınıfları tabanına
oturtacak örgütlenmeler görünmese
de kriz derinleştikçe ölüm-kalım
kavgası verenler ister istemez tekrar
sokaklara dökülecekler. 1789 Fransız
Devrimi’nden beri insanlık her kırk
elli yılda bir devrimci atılımlara tanık
oldu: 1789, 1848, Paris Komünü,
1917 ve Spartaküs, Mayıs-68.. Şimdi
2010’lardayız; dünya kriz içinde
ve çıkış arayışlarını, dönüşüm
kıvılcımlarını görür gibiyiz..
Türkiye’ye gelelim. AKP ve Cemaatin merkezinde olduğu bugünkü
iktidar içindeki çatışmaları nasıl
değerlendiriyorsunuz?
Bu krizi, iki iktidar gücünün paylaşım
mücadelesinin ötesinde dünyadaki
krizle de ilişki içindeki neoliberal
düzenin de bir krizi olarak görmek
mümkün mü?
Bugün Türkiye’de yanıltıcı bir şekilde
AKP-Cemaat çatışması şeklinde
sunulan kavga, aslında küresel krizin bu ülkeye gecikmeli olarak
yansımasından doğan bir durum. Dini
duyarlılık ve siyasi anlayış farklarını
öne çıkaran bu sunuş şekli, daha temelde, çıkarları giderek çelişen bazı
sınıfların kavgasını gizliyor. Herkes,
sanki nesnel bir varlıkmış gibi “Cemaat” ya da “Hizmet Hareketi”nden
söz ediyor, ama kimse de bunun gerçekte tam ne olduğunu bilmiyor. Bu
da normal; çünkü “Cemaat” formel
bir örgüt değil; ne seçilmiş bir başkanı,
ne yönetim ve disiplin kurulları ne de
kayıtlı üyeleri var. “Cemaat”e atfedilen
icraatın da nasıl kararlaştırıldığı, nasıl
uygulandığı pek bilinmiyor, karanlıkta
kalıyor. İşte çeşitli komplo teorileri de
bu belirsizliklerden doğuyor.
Evet, Fethullah Hoca bir manevi lider olarak hareketi temsil ediyor, ama
onun da kontrol gücünün sınırları çok
açık değil. Herkes Gülen’in iktidarları
tehdit eden gücünden söz ediyor; fakat
bu arada, belli bir düzeyde, Hoca’nın
“doktrin”ini inceleyenler, kitaplarını
okuyup tartışanlar da pek ortada
görünmüyor. Örneğin Gülen’in son
bir iki yıl içinde yayınlanan iki eseri
(Yaşatma İdeali ve Yenilenme Cehdi)
fazla bir yankı uyandırmadı. Koyu bir
Osmanlıcayla ve bir ortaçağ ermişi
zihniyetiyle kaleme alınmış bu eserleri Zaman yazarları bile tartışmıyor,
bunlara gönderme yapmıyor. Buna
karşılık “Gülenci” olarak adı çıkmış
modern kafalı bir sürü yazar, üniversite hocası, iş adamı, bürokrat ve sporcu da ortalıkta dolaşıyor.
O halde asıl güç nereden doğuyor?
Bu güç kuşkusuz Hareket’in 120 kadar ülkeye yayılmış okullarından
ve Batılı bir gazetenin yirmi milyar
dolar civarında değer biçtiği tüm
varlıklarından doğuyor. Bunlar küresel kapitalizmle tam bir uyum içinde
çalışıyorlar. Bir Zaman gazetesi yazarı
yakınlarda, “Cemaat hangi ülkede bir
okul açsa, hemen oraya işadamları da
gelip ticari bağlar kuruyorlar” diye
yazmıştı. İşte dershaneleri kapatma
tasarısı ile su yüzüne çıkan AKP-Cemaat kavgasının gizemi de burada
yatıyor.
AKP iktidarı 2010 Anayasa referandumu ve 2011 seçimlerine kadar küresel sermayeyi, MÜSİAD’ı, TOKİ’yi,
“Anadolu Kaplanları”nı ve on binlerce KOBİ’yi de arkasına alarak yeni
bir zengin sınıf yarattı. Oysa İran’da
“İslam Devrimi” sonrasında palazlanan “Pasdaran”ı çağrıştıran bu yeni
burjuvazide farklılaşan çıkarlar, ideolojik planda da giderek farklı “siyasal
İslam” anlayışları ile temsil edilmeye
başladılar. Görebildiğim kadarıyla bu
gelişme şöyle oldu. Davos çıkışıyla
“Arap sokağı”nda kahraman haline gelen Erdoğan, yakın çevresinin
de teşvik ve tahrikleriyle, kendisini
Ortadoğu’nun lideri olarak görmeye
başladı. İsrail’e en karşıt güçlerle (Hamas, Suriye, İran) ilişkiler bu temelde
yoğunlaştı ve kamuoyunda kuşkular
doğmaya başladı. ABD ve Avrupa diplomasi kulislerinde “Türkiye eksen mi
değiştiriyor?” şeklindeki sorgulamalar
da ilk kez bu bağlamda ortaya çıktı.
Arkadan gelen Arap Baharı ve kısa
süre sonra bunun pratikte aldığı şekil
ise AKP yönetimini yeniden ve farklı
şekilde etkiledi. Suriye ayaklanmasına
kadar daha çok eklektik ve pragmatik
bir İslamcılık güden Erdoğan, ilerde
ayrıntıları çok daha netleşecek bir
süreç içinde, giderek İhvan (Müslüman
Kardeşler) yanlısı bir politika izlemeye başladı. Radikal’de (27 Ocak 2014)
okuduğumuza göre, Esad’ın “Erdoğan
bizde demokratik reformları değil,
sadece Müslüman Kardeşleri savundu” şeklindeki beyanları, yakınlarda
Suriye’deki İhvan siyasi bürosunun bir
üyesi tarafından da doğrulanmış bulunuyor. Arkadan Mısır’daki gelişmeler
durumu çok daha açık bir şekilde gözler önüne serdi. Burada da Erdoğan
tüm ağırlığını Mursi’den yana koydu.
Mısır Devlet Başkanı, ülkesine seçmenlerin ancak % 33’ünün katıldığı
bir referandumla sadece İhvan’ı temsil eden bir Anayasa empoze etmiş
ve halkın büyük bir çoğunluğunu
karşısına almıştı. Erdoğan bu gerçeği
görmek istemedi; böylece Sisi’nin askeri darbesinden önce, bizzat Mursi’nin
bir “yargı darbesi” yapmış olduğunu
gözardı etti. Aynı Sisi’nin başlangıçta
İhvan’la bir olarak 12 Mübarekçi generali tasfiye ettiği ise zaten çoktan
unutulmuştu..
Evet, Erdoğan bütün bunları görmek
istemedi ve daha önce Esad hakkında
kullandığı dili bu kez Sisi hakkında
kullanmaya, nerede bir topluluk
karşısına çıksa orada Rabia işareti
yapmaya başladı. Ve bu kraldan fazla kralcı tutumuyla da dünyada
tek başına kaldı; Arap dünyasında
bile taraftar bulamadı. Böylece Arap
Baharı sırasında demokratik kamuoyunda Ortadoğu ülkelerine model
olarak sunulan Türkiye, birkaç yıl
içinde İslamcı radikalizmin cazibesine
kapılmış, ilhamını İhvan’da aramaya
başlamış oldu.
Aslında Erdoğan’ın yüzünü çevirdiği
gerçek şuydu: Mursi “demokratik
meşruiyet”ini her şeyden önce kendi
ülkesinde kaybetmişti. Batılı kamu-
oyunda ise imajı daha büyük bir hasara
uğradı. Çünkü unutmamak gerekir ki
1928’de Kahire’de kurulan İhvan’ın tarihi kanlı suikastlerle doludur ve örgüt,
kendi ülkesi de dahil, hep terörizm
töhmeti altında yaşamıştır. Bu durum
pek de haksız sayılamaz. Nasır’ı bir
suikastla öldürme girişiminden sonra
Mısır’da yasaklanan ve yeraltına inen
örgüt, Enver Sedat tarafından hoş
görülerek legalleşmiş, fakat daha sonra
da Sedat’ı öldürerek tekrar illegaliteye
itilmişti. Bu koşullarda İhvan’ın 2011
“Mısır Baharı”na bir katkısı olamazdı
ve olmadı da; fakat örgüt, dağınık bir
demokratik cephenin zaafından yararlanarak iktidarı ele geçirmeyi de
başardı. Ne var ki despotik yönetimiyle kısa sürede tüm demokratların husumetini kazandı ve talihsiz Anayasa
girişiminden sonra, turizm şehri
Luksor’a da 58 turistin ölümüne yol
açan bir suikastı üstlenen örgütün
sözcüsünü vali tayin edince tüm
demokratik güçlerle iplerini kopardı.
İşte AKP-Cemaat bağları bu gelişim
içinde daha da gerilmeye başladı.
Hizmet Hareketi AKP diplomasisinin
“Arap açılımı”ndan daha Mavi Marmara olayı sırasında kaygı duymaya
başlamış ve kaygılarını da Gülen’in
ağzından açıkça ifade etmişti.
Türkiye’nin dünyadaki yeri ve dış
politika konusundaki bu uyuşmazlık
zamanla daha da derinleşti. Bunun
bir nedeni de şuydu: İslamcı söylemi
ön plana çıkarmış olmakla beraber,
Cemaat’de bir de “milliyetçi” damar
mevcuttu. Gülenciler okullarında
İslamla beraber Türk dilini ve kültürünü yaymaya çalışıyorlar, fakat
bu çabaları da
hareketin Arap
dünyasındaki itibarını sınırlıyordu.
Bu özellik Cemaat’in yurt içinde de
“Kürt açılımı”na mesafeli durmasına,
hatta buna karşı tertipler düzenlemekle suçlanmasına yol açtı.
On yıllık AKP iktidarında burjuvazinin ve liberal aydınların
üst katmanları ile kurduğu elitist bağlar Cemaat’i AKP’nin yerel
politikacılarından farklılaştırmıştı. Bu
özellikleriyle yurt dışında iş çeviren
Gülenci kadrolar küresel kapitalizmle
çok daha uyumlu ilişkiler içindeydiler.
Kısaca Hizmet Hareketi Batı yanlısıydı
ve Gülen Hoca da bir İslam ülkesine
değil, Amerika’ya yerleşerek zaten
tarafını seçmişti; öyle Ortadoğu’da
girişilecek tehlikeli maceralara sıcak
bakacak hali yoktu. İşte bir süredir
işaretleri verilen 17 Aralık krizi de, giderek gerginleşen bu ortamda patlak
verdi.
Şimdi yanıtlanması gereken sorular şunlardır: 17 Aralık ve ertesinde
bazı bakanlar hakkında fezlekeler
hazırlayan, bakan çocuklarını tutuklayan savcı ve yargıçlar bu gücü nereden aldılar? Erdoğan ve yandaşlarının
iddia ettikleri gibi gerçekten Cemaat’in
tezgâhladığı bir “yargı darbesi” ile mi
karşı karşıyayız? Gülenciler, yıllardır
birlikte hareket ettikleri ve kendilerine “ne istedilerse vermiş” bir iktidara
karşı, böylesine “haince” bir davranışta
bulunabilirler mi?
Hamascı ve İhvancı tutuma ne kadar
kızarlarsa kızsınlar, buna cesaret edebilirler mi? Sanıyorum ki bu sorulara
net yanıtlar ancak ilerde verilebilecektir. Yine de bugünkü bilgilerimiz çerçevesinde bazı “tez”ler geliştirebiliriz.
Önce şunu anımsayalım: Aynı sorular geçmiş yıllarda Ergenekon, Balyoz gibi davalar dolayısıyla da gündeme gelmiş ve Cemaat’in bunlara
gücü yetmeyeceği düşünülerek arka
plandaki “karanlık güç odakları”
sorgulanmıştı.
Bu konuda kimi parmaklar yabancı
istihbarat örgütlerini ve yerli
işbirlikçileri işaret ederken, kimileri
de otuz, kırk kişiden oluşan, Cemaat ve partilerden bağımsızlık
kazanmış, başına buyruk bir savcı ve
hakim grubundan söz eder olmuştu.
O sırada AKP ve yandaşları bu iddialara öfkeleniyor, Erdoğan da kendisini “Ergenekon’un savcısı” ilan
ediyordu. Şimdi ise benzer bir senaryo iktidar partisi için yineleniyor; bir
kısım devlet adamları aynı “odaklar”
tarafından (bu kez darbecilikle değil,
hırsızlıkla) suçlanıyor ve Başbakan da
her gün, bıkmadan usanmadan, millete suçlananları yakından tanıdığını,
bunların “iyi çocuklar” olduğunu,
partisinin uluslararası bir komplo ile
karşı karşıya kaldığını ve yolsuzluk
olan bir ülkede bu kadar yol ve inşaatın
yapılamamış olacağını anlatıyor.
Gerçek nerede? Birkaç yıl önce
komutanları içeri alan Cemaat daha da
güçlendi, bu kez de iktidarı mı alaşağı
ediyor? Böyle bir şeyi düşünmenin
gülünç olacağı kanısındayım. Buna
karşılık Cemaati bütün bu olan bitenlerin dışında tutmak da sanırım aynı
şekilde yersiz ve mantıksız olacaktır.
Aslında bugünkü uygulamalar son
yıllardaki politikasıyla yurt içinde
ve dışındaki tüm müttefiklerini
kaybetmiş, “karizma”sı buharlaşmış ve
tek başına kalmış bir liderin dramını
sergiliyor. Erdoğan kendisini iktidara
getiren uluslararası oyunun kurallarını
anlayamamış ve bunları çiğneyerek
çapını aşan girişimlerde bulunmuş, sonunda da seyircilerin ıslıkları arasında
hakemlerden kırmızı kart görmüştür.
Şu anda yaptığı gibi, hakemlerle ne
kadar kavga ederse etsin, sonunda
sahayı terke mecbur olacaktır. Eğer
gerçek tablo buysa –ki bence budurbu tablo içinde Cemaat mensupları
da ancak dolaylı ve sınırlı bir rol
oynamaktadırlar. Zaten Cemaat’in
gevşek ve kaygan yapısı daha fazlasına
da olanak sağlayamaz. Bu vesileyle
Balyoz davasına yol açan valizi taşıyan
Mehmet Baransu’nun söylediklerini anımsayalım. Baransu, 2011
ortalarında, gazetesinde, tutuklanmış
komutanlara hitaben, “28 Şubatta
iki bine yakın insanı suçsuz yere ordudan attınız; sekin bine yakınını zorla emekli ettiniz; evinde ‘suç aletleri
olarak’ tespih, seccade, Kuranı Kerim
bulduğunuz askerleri aynı gün kapıya
koydunuz” diye sesleniyor, başka bir
yazısında da birçoğu ile temas halinde
olduğunu söylediği bu eski subayları
“kaynakları” arasında sayıyordu.
Şimdi soralım: Bu emekli subayları
böyle bir işbirliğine sevk eden motivasyon katıksız bir Gülencilik midir?
Yoksa bunlar haksızlığa uğramış
insanların kin ve intikam duygularıyla
mı hareket ettiler? Bu sadece bir
örnektir, yoksa biliyoruz ki “Cemaat”,
kaygan ve puslu yapısıyla her türlü
tipi (ajan, maceraperest, psikopat
vb) barındırabilecek bir zemin
oluşturuyor. Kısaca Cemaat bütün bu
olaylarda aktör değil, araç olmuştur
ve zamanında demokratik çıkışları
yapmadığı, yapmak istemediği için de
bu töhmetten kurtulamayacaktır.
Başka bir deyişle bugün Fethullah Hoca’nın “elimde olsa hepsini
bırakırım!” şeklindeki beyanları çok
geç kalmış, anlamsız beyanlardır.
Peki bu krizde asıl belirleyici güç
hangisidir? Asıl belirleyici faktör kuşkusuz küresel kriz ve bunun
Türkiye’de yeniden mevzilendirmekte
olduğu sınıfsal konumlardır. Erdoğan
yanlış hesaplarla arkasında Anadolu
kaplanları, “inşaat ya resulallah!” diyen
bir kısım müteahhit, kobiler ve geniş
bir mütedeyyin esnaf takımından
başka bir güç bırakmamıştır. Bakınız,
yıllarca hissedarı olduğu Ülker patronu bile şimdi darbeci “fazi lobisi”ne
katılmış ve faizlerin artmasından sevincini gizleyemiyor!
Kısaca Erdoğan “faiz lobisi” dediği
şeyin, aslında her gün övündüğü
iktisadi performansını sağlayan finans hegemonyası (başka bir deyişle
faiz ve temettü tutkusu) olduğunu
görmemiş, yel değirmenleriyle kavgaya girişmiştir. Ve bu kavgayı da, er
ya da geç, kaybetmeye mahkûmdur.
Peki bu tabloda devrimci güçlerin yeri nedir? Haziran’dan sonra direnişin kimi noktalarda
sürdüğünü, forum ve mahalle
meclislerine doğru geliştiği görüyoruz. Bu devrimci potansiyelin izlerini bu dönemde nasıl göreceğiz?
Devrimci güçler maalesef hala
12 Mart ve 12 Eylül darbelerinde
aldıkları yaraları sarmış ve kurutmuş
görünmüyorlar; soldaki dağınıklık
devam ediyor. Liberalizme çark etmiş,
fakat hala kendisini solda göstermeye
meraklı bir kısım aydının maskeli tutumu da bu zaafa katkıda bulunuyor.
Örneğin bunlar, koro halinde, yakın
tarihimizin en büyük demokratik
atılımı olan Gezi direnişini “ilk iki gün
iyiydi; sonra hareket dejenere oldu”
diyerek eleştiriyorlar. Aslında, bu,
dolaylı bir şekilde hareketin bütününü
karalamaktır; çünkü diktatörlüğe
milyonların başkaldırdığı direnişlerde
mutlaka kırıp dökücü (Fransızların
“casseurs” dedikleri) marjinal bir
takım da çıkacaktır; çıkmazsa da
iktidarın ajanları bu işlevi üstlenirler. Fakat devrimci-demokratik
disiplin bunların da kontrol altına
alınmalarını gerektirir. Direnişin “forum ve mahalle meclislerine doğru
geliştiğini” söylüyorsunuz; bu arada
“işyerleri”ni de tabii unutmamak, hatta ön plana koymak lazım; kapitalizm
“mahalle baskısı”ndan çok “sermaye
baskısı”na dayanıyor. Günümüzün
teknolojik olanakları yeni tip bir
devrimci militanlığın oluşmasına
zemin hazırladı. İletişim teknolojisi 19
ve 20. yüzyıllardaki zaman ve mekan
kavrayışlarını değiştiriyor. Hizmet
üretimi giderek mal üretiminin alanını
daraltıyor ve hizmet alanındaki
“beyaz yakalı” emekçiler kolayca
“beyaz Türk” davranışları içine girebiliyor. Sol partiler ikincil konulardaki
ayrılık noktalarını bir yana bırakarak
bir araya gelmeli ve bu perspektifte
bir strateji geliştirmeli. Kürt hareketi
de galiba “köşeye sıkışmış bir iktidardan ne koparabiliriz?” hesaplarını
bir yana bırakarak tüm solu kapsayan
bir demokratik cephede yerini almalı.
Bugün sokaktaki adam genellikle
umutsuz; “AKP’ye oy vermemeliyiz;
güzel! Peki kime oy vermeliyiz?” diye
soruyor. Birleşik sol, programı, somut
önerileri ve sloganları ile, derinleşen
kriz ortamında giderek sayıları artacak olan bu umutsuzlara umut kapısı
olmalıdır.

Benzer belgeler