Şubat Sayısı - WordPress.com
Transkript
Şubat Sayısı - WordPress.com
ŞUBAT 2012 KIRMIZI SİYAH BİLİM EDEBİYAT SANAT Tüm eserlerin tek tek yayın hakkı eser sahiplerine aittir. Kapak tasarım ve dizgi: Hasan Hüseyin Beydil Baskı: Şubat 2012 Kırmızı Siyah Kızılay – Ankara [email protected] İÇİNDEKİLER BİLİMSEL SOSYALİZM Mİ, İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOSYALİZM Mİ? – HASAN HÜSEYİN BEYDİL İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOLUN TASFİYESİ ÜSTÜNE – ÖZGÜR ZORLU FEODALİZM VE KAPİTALİZMDEN, SOSYALİZME -2- MEHMET ALİ SALMAN PSİKOLOJİK SAVAŞ VE KAYIPLAR – HÜDAYİ NABİT İKTİDAR GÜCÜ, OTORİTE, HİYERARŞİ – ROJİN SAADET YILMAZ ORTA DOĞU’DA KAOS, SURİYE BENİM NEYİME! – ŞÜKRİYE ERCAN "KÜRK: CİNAYETİN GİYİLEBİLEN HALİ" – NEJLA DEMİRCİ BİLİM VE TEKNİK OKUMAK – MİHRAC URAL KADİM HİKAYELER - KABE BİR HİNDU TAPINAĞI – AHTURA HÜRMÜZ SOL NE YAPMALI – CUMA GÜRSOY RAKAM DEĞİL, “İNSAN”IM! BENİM DE BİR HİKAYEM VAR!!! – CELAL ENCÜ MARAŞ KATLİAMI – SÜLEYMAN DEMİREL 4 NİSAN’DA, 12 EYLÜL ASKERİ FAŞİST DARBESİ GENERALLERİNİN YARGILANMASI VE YÖK'E BAKIŞ – METİN UZUNÖZ KAR – SULTAN GÜLİSTAN DOKUNMA – GÖKHAN BİÇER BOYNU BÜKÜK YALNIZLIK – AHMET CANBABA BARAN’IM – CUMHUR KARACA YARGISIZ - ZAHİTTİN ATEŞ BİTMEYEN DESTAN – HASAN ERKUL ÖLMEK KOLAY OLMALI YAŞAMAK KADAR OLMASA DA – HASAN HÜSEYİN BEYDİL BİLİMSEL SOSYALİZM Mİ İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOSYALİZM Mİ? İnsanın insanı ve doğayı sömürmeye başladığı tarihten günümüze kadar devam edegelen ve insanın insanı ve doğayı sömürmediği bir toplum yaratılana değin sürecek olan zaman aralığında toplum çeşitli sınıflardan oluşmaya devam edecektir. Bu sınıflar arasında da mücadele olacaktır. Bu mücadele devam ederken toplumdaki ezen, sömüren sınıflarla, ezilen ve sömürülen sınıflar olacaktır. Ezen ve sömüren sınıf burjuvazidir. Ezilen ve sömürülen sınıf üretici güçlerdir. Günümüzde yaygın adıyla burjuvazi; patron, zengin, zengin, özel teşebbüs, müteşebbüs, tüccar, sermayedar, işadamı, işkadını vb pek çok isimle anılmakta ya da bilinmektedir. Burjuvaziyi bu çalışma da sermaye güçleri olarak da kabul edebiliriz. Bu sermaye tarihsel açıdan bakıldığında sadece ve sadece insanın ve doğanın sömürüsünden elde edilmektedir. Aksi halde hiçbir sermaye gücü ne yeraltından ne de gökden zembille gelmemiştir. Sermaye istila, işgal, gasp kısacası emeğin ve doğanın soyulup soğana çevrilmesiyle oluşur. Üretici güçlerin ise çoğunluluğunu is ise işçiler oluşturmakla beraber onların müttefikleri olan memurlar, köylüler, yani kısacası sadece üretikleri mal ve hizmet karşılığı elde edilen gelirden sadece çok küçük bir pay alan üreticilerdir. Ayrıca işçilerin potansiyel müttefikleri öğrenciler, aydı aydınlar, nlar, işsizlerdir. Sermaye güçlerinin düşünce sistemini ve veya ideolojisini sözde liberalizm olarak tanımlayabiliriz. Liberalizm özellikle sermaye güçlerinin anayasal cumhuriyet, monarşi, mutlakiyet, totaliter, otoriter, oligarşik vs biçimlerle uzlaşma uzlaşma içinde olan ve toprak sahipleri yani ağalar, derebeyleri vs ve mevcut sistemin bürokratik güçleriyle işbirliği halidir. Bu durum daha çok kendisini politik olarak anayasaya bağlı sözde sermaye güçlerinden yana bir demokratlığı savunan partiler şeklinde kendisini ifade eder. Üretici güçlerin düşünce sistemi ve/veya ideolojisi ise Bilimsel Sosyalizm Sosyalizm’dir. Sermaye güçlerinin ideolojisi olan liberalizm tek tip gibi görünmesede; yer, zaman, mekan, tarih, ülke, vs gibi farklılıklara göre farklı yollar ve yöntemler öntemler içerebilir. Gerçi ne kadar farklılık gösterse de esas ve öz itibariyle insanı ve doğayı sömüren ve onun sınırsız ve düşüncesizce, öldüresiye, yokedesiye kanını emer. Bu kan emme tarzı, huyu, yer, zaman, mekan, tarih, ülke vs farkı gözetmeksizin temel temel ilkesidir. İnsanı ve doğayı sömürme ilkesi liberalizmin en temel varoluş sebebidir. İnsanı ve doğayı sömürme ilkesinden asla liberalizm vazgeçmez, bundan vazgeçtiği ya da bunu aza indirgediği anda doğrudan varlığının tehdit altına girdiğini hatta yoko yokolacağı lacağı anın yaklaştığını farkeder ki asla onun bu ilkeden vazgeçmesiyle değil doğrudan üretici güçlerin buna müdahalesiyle olur. Hiçbir düşünce sisteminin asla “liberalizmin insanı ve doğayı sömürmekten vazgeçeceği” gibi bir teoriyi savunması mümkün değild değildir. ir. Bu teori liberalistin sömürü üzerinden elde ettiği sermayeye ters düşer ki bu durum sermayesiz bir liberalizm demektir, kaldı ki böyle bir teori sözkonusu bile olamaz. Bilimsel Sosyalizm de farklı eğilimler sözkonusu değildir. Hem teorik hem de pratik olarak Bilimsel Sosyalizm’de herşey açık, net, alabildiğine anlaşılır bir durum sözkonusudur. Hiçbir şekilde kafa karışıklığına sebep olmaz. Bilimsel Sosyalizm’in en temel ilkelerinden biri insanın, insanı ve doğayı sömürmemesidir ve her nereden gelirse gelsin her türlü insanın, insanı ve doğayı sömürmesi düşüncesine karşıdır. İnsanın, insanı ve doğayı sömürmesinin başladığı tarihsel dönemin başlangıcından itibaren bu sistemi uygulayan hangi sistem olmuşsa buna topyekun karşıdır. İnsanın, insanı ve doğayı sömürmesi denilen liberalizme has sistem anlayışı ki bu asla insana ve doğaya uygun, yakışan, bir durum değildir ve bu durumu anlamak ve buna karşı olmak ve bunun için mücadele etmeyi anlamak ve bunlara inanmak bile başlı başına hem Bilimsel Sosyalizm’i anlamak hem de insana ve doğaya uygun ve yakışan sistemi anlamak demektir. Burada uzun uzun liberalizm üzerine bir değerlendirmeye girilmeyecektir. Bilimsel Sosyalizm dışında sözde üretici güçlerin sorunlarına ilişkin değerlendirmelerde, çözümlemelerde bulunan sözde sosyalist olduğu iddia edilen çeşitli düşünceleri savunanlar ve onların düşünceleri üzerinde durulacaktır. eduard berstein kimdir? Bir almandır. Sözde yaşadığı dönemde sosyalistlere “sosyal demokrat” denmesinden dolayı bir sosyal demokrattı. Zamanla bu sosyal demokrat kavramı sosyalizmi ifade eden bir kavram olmaktan çıkıp işbirlikçi, uzlaşmacı, sistemle, liberalizmle uyum içinde olma hayalleri kuranları bir yanıyla da içten ve dıştan Bilimsel Sosyalizm’e saldırı ve onun dilini kavramlarını sözde savunarak sermaye güçlerinin çıkar ve menfaatine çalışan düşünce sistemi haline gelmiştir. berstein gibilerinin temel görevi Bilimsel Sosyalizm’e saldırarak her türlü işbirlikçi tavırı geliştirmektir. Bu tipler genelde hastalıklı hallerini adeta gittikleri her yere bulaştırmak için ellerinden geleni var güçleriyle yaparlar. Bunlar için esas olan üretici güçlerin ve müttefiklerinin insanlaşma yolundaki mücadelesinin önünü kesmek ve onları adeta sermaye güçlerinin kucağına altın tepside sunmaktır. Özellikle yaşadığı dönemde (18501932) berstein bu görevi kıçını yırtarak yapmıştır. Peki berstein o küçük beyniyle neyi savunur; ona göre “ Bilimsel Sosyalizm ulaşılamaz, yaşanılamaz bir yaşam tarzıdır” Bu düşüncenin gerçekleşmesi sözkonusu bile olamaz. Devrim ve devrimi çağrıştıran hiç birşeyi kabul etmez. Sözde onun savununduğunu iddia ettiği sözde sosyalizm” n –ki aslında savunduğu sosyalizm kılıflı sermaye güçleriyle işbirliğidir sadece- barışçıl yollarla, çiçekle, böcekler, davulla zurnayla gelecektir. Yani ne kadar dans edilirse, ne kadar halay çekilirse, ne kadar şarkı, türkü söylenirse sermaye güçleriyle hoplaya, sıplaya sözde sosyalizmi gerçekleştirecektir. Ona göre üretici güçlerin sermaye güçleriyle herhangi bir mücadelesi sözkonusu değildir. O daha çok masanın bir tarafına sermaye güçleri otursun, bir tarafına da üretici güçler otursun, ondan sonra “ne kadar sorun varsa aramızda çözelim” diyerek bütün sorunları çözececeğine inanır. Dahası bernstein doğrudan üretici güçlerle sermaye güçlerinin işbirliğini savunur. Yani patron denilen varlık yani insanı ve doğayı sömüren zihniyet bir sabah kalkacak ve diyecekti “ ey işçiler buyurun gelin, aynı masada oturalım ve hep birlikte bu benim ve atalarımın bin yıllardır insanı ve doğayı sömürmesi işine bir son verelim, elele, kol kola insan gibi geçinip gidelim” diyecek ve ardından da bütün işçiler ayakta patronlarını alkışlayacaklar. bernstein denilen işbirlikçinin düşüncesi budur. Üzerinde çok fazla durmaya bile gerek yok esasında. Peki bernstein küçük yavrukurtları günümüzde var mı, olmaz mı, hemde pek çok sendikada, partide, dernekte onlarca. Bizim asıl burada üzerinde daha çok duracağımız konu bu değil. Esas üzerinde duracağımız konu Bilimsel Sosyalizm’e, sözde sosyalizm adına açıktan ya da gizliden sermaye güçleriyle işbirliği yapan kendini sözde sosyalist olarak tanımlayıp üretici güçleri üç beş kırıntı için sermaye güçlerine satanlar. Bu sözde sosyalistlerle,Bilimsel Sosyalistler genel olarak pek çok ülkede farklı sosyalist eğilimler gibi görülse de sözde sosyalist eğilimlerin tarih her zaman sosyalizme değil liberalizme hizmet ettiklerini defalarca ispatlamasına rağmen hala bu hastalıklı sözde sosyalist eğilimler mevcuttur. Bilimsel Sosyalistler hem bu sözde sosyalistlere, hem de liberalizme karşı mücadele vermektedir. Sözde sosyalistler ise bir yandan Bilimsel Sosyalistler’in liberalizme karşı verdiği mücadeleye karşılık hem üretici güçlerin hem de gerçekten sosyalizme yüzünü dönen ya da dönmek iste isteyenleri yenleri pasifize etmekle uğraşır bir yandan da liberallerle işbirliği yaparak nasıl Bilimsel Sosyalistler’i alaşağı ederim ve nasıl üç beş kırıntıyla beslenirim derdindedir. Liberalizmin sunduğu her türlü yasal, ekonomik, sosyal, kültürel imkanı ve elinde ne varsa kullanarak üretici güçleri sözde sosyalizmini –bu bu esasında liberalizmin bataklığına sürüklemedir sürüklemediranlatmaya çalışır. Burada işte bu işbirlikçi sözde sosyalistlerle Bilimsel Sosyalistler’in tarihsel farklılıklarını daha çok ele alacağız. Öncelikl Öncelikle e işbirlikçi sözde sosyalizm basit, sıradan, küçümsenecek bir yaklaşım ya da akım değildir. Aşağılayıcı, küçümseyici, sıradanlaştırıcı, basitleştirici her türlü tarzı reddederek bu konu üzerinde durmalıyız. Burada esas olan Bilimsel Sosyalistler’in ya da iişbirlikçi şbirlikçi sözde sosyalistlerin şu kadar gücü var, şu kadar halka hitap ediyor, şu kadar üretici güçlerden destek alıyor vs gibi güç gösterileri, kalabalıklar ya da kelle sayısı üzerinde durmayacağız. Daha çok düşünce sistemi, tarzı, akımı olarak karşılaştırma karşılaştırma yapacağız. Hangisinin nasıl ve ne şekilde toplumda karşılık bulduğundan çok temel olarak işbirlikçi sözde sosyalizmin geçersiz ve işbirlikçi boyutunu ispatlamaktır önemli olan. Zaman zaman tarih bize şunu göstermiştir ki halende görebiliyoruz görebiliyoruz- ; adeta ade Bilimsel –ki Sosyalizm osyalizm’le e işbirlikçi sözde sosyalizm incelendiğinde aynı ilkeler, aynı normlar, aynı olgular, aynı prensiplere dayanıyormuşta işte bakmayın siz aslında bunların arasındaki tek fark hedefe ulaşmadaki taktiksel farklılıklar kısaca gidiş yolu farklıymışta farklıymışta onun için bunlar ayrıymış gibi bir hava estirilir. Hatta hatta bu her ikisinin çoğu zaman aralarındaki farklılığın ne ideolojik, ne felsefi ne de taktiksel değilde kişiler, liderler, şefler açısından farklıymış gibi gösterilmeye çalışılır. Çoğunlukla Çoğunlukla birini diğerinin diğerini öbürünün karşısına çıkartarak güya tartışma ya da düşünce fırtınası yaratılmaya çalışılır oysa bu tamamen yanlıştır. Oysa bu durum başlı başına bir hatadır. Bilimsel Sosyalistler, işbirlikçi sözde sosyalistlerin gerçek bir düşman olduğuna inanırlar. Onlar ki insanın, insanı ve doğayı sömürmesini ortadan kaldırmayı bırakın bunun sürekliliğine hizmet etmektedirler. Dolayısıyla liberalizmin hizmetkarlarıdır esasında. Bilimsel Sosyalizm düşmanlarıyla mücadele ederken nasıl davranıyorsa davranıyorsa bunlara karşıda öyle davranır. Onların düşünce sistemini araştırır, inceler ve değendirir ve onlara karşı karşı hem teorik, hem de pratik olarak bir mücadeleyi yürütür. Bilimsel Sosyalizm ve işbirlikçi sözde sosyalizm incelenmeden, araştırılmadan sıradan bir bakışla adeta her ikisi de üretici güçler için mücadele ediyor, her ikisi de insanın insanı ve doğayı sömürmesine karşıymış gibi görülebilir. Oysa esas durum bu değildir. Bilimsel Sosyalizm ve işbirlikçi sözde sosyalizmin tamamıyla farklı, ayrı, birbiriryle benzeşmeyen ilkelere sahiptir. İşbirlikçi sözde sosyalizmin temeli tıpkı liberalizmde olduğu gibi “birey”e dayalıdır. İşbirlikçi sözde sosyalizm bireyin kurtuluşunu temel alır, buradan hareketle de birey kurtulunca toplumunda kurtulacağını savunur. Birey kurtulmadan toplumun kurtulamayacağına inanır. Bu temel düşüncesinden yola çıkarak her şeyin birey için olduğunu temel alır. Bilimsel Sosyalizm’de ise temel olan toplumdur. Bilimsel Sosyalizm toplumun kurtuluşunun bireyinde kurtuluşu olduğunu savunur. Toplum kurtulmadığı sürece ne kadar yıkılmaya yüz tutmuş sistem varsa ne kadar onarılırsa onarılsın ne kadar sağı solu boyanırsa boyansın o sistemde birey kurutulamaz. Nitekim halen günümüzde liberalizm bireye ne kadar yaşamsal olarak, sosyal, kültürel, teknolojik olarak sözde rahatlık kolaylık sağladığını iddia etsede birey kurtulamamıştır, doğa kurtulamammıştır. Neden, çünkü bireyin kurtuluşu üzerinden iddia edilen her türlü düşünce sistemi insanın, insanı ve doğayı sömürmesine engel olamamıştır. Bilimsel Sosyalizm her şeyin toplum için olduğunu temel alır. Burada toplumdan kasıt üretici güçlerin ve onların müttefikleri kastedilir. Ayrıca herşeyin toplum için denilmesinin içeriğinde insanın, insanı ve doğayı sömürmediği temel ilkesinden hareket eden her insanı kapsamaktadır. Sadece bu farklılık bile Bilimsel Sosyalizm’le işbirlikçi sözde sosyalizm arasında taktiksel farklılıklar değil birbirinin taban tabana zıtlığı görülmektedir. Ve doğal olarak da birbirini reddeden iki farklı düşünce olduğu açık ve nettir. Burada ki yaklaşımımız Bilimsel Sosyalizm ve işbirlikçi sözde sosyalizm arasında bir karşılaştırma yaparak işbirlikçi sözde sosyalizm yetersizliğini, hatalarını, kusurlarını, yanlışlığını ortaya çıkarmak olacaktır. Öncelikle Bilimsel Sosyalizm tanımlayacağız. işbirlikçi sözde sosyalizm ve Bilimsel Sosyalizm tanımlarını ele alacağız. Daha sonrada işbirlikçi sözde sosyalizm eleştirel bir şekilde liberalizmle olan işbirliğini açığa çıkaracağız. Bu değerlendirmemiz şöyle bir yol takip edecek; diyalektik, materyalist yöntemler üzerine Bilimsel Sosyalizm ve işbirlikçi sözde sosyalizm bakış açılarını ele alıp işbirlikçi sözde sosyalizm bu konularla ilgili ortaya koydukları düşüncelere yönelik eleştirileri ele alacağız. Yani devrim, yönetim biçimi, genel açıdan taktikler, parti programları ele alınacak. Ayrıca işbirlikçi sözde sosyalizm felsefeleri, taktikleri, örgütlenme biçimleri ele alınacak ve bunlarla ilgili eleştiriler açıklanacak. Tüm bunlardan harekette işbirliçi sözde sosyalizmin esasında sosyalizm olmadığını sadece küçük birkaç kişinin Bilimsel Sosyalizm’in mücadelesini engellemeye çalışan birer devlet memuru gibi çalıştıklarını ortaya koyacağız. Ayrıca üretici güçlerin sermaye güçlerine karşı kendi demokrasilerini kurmalarına karşı olduklarını ve esasında devrim, sosyalizm ve devrimcilikle hiçbir ilgilerinin olmadığı ispatlanacak. HASAN HÜSEYİN BEYDİL İŞBİRLİKÇİ SÖZDE SOLUN TASFİYESİ ÜSTÜNE Her ortamda, her platformda, her fırsatta, son olarak da ULUDERE KATLİAMI’ndan sonra; bu memlekette yaşanmaz, bu memlekette adaletin zerre kırıntısı yok, insan insanlığından utanır mı? İnsanlığımdan utanır hale geldim. Herkese soruyorum, mutlu musunuz? İdeolijik politik olarak düşüncemizi bilip bilmeden, anlamadan kavramadan bizleri vatan hainliğiyle, teröristlikle, suçlarken, sizin için sadece insanlık adına utanç duyuyorum. Hrant’ın katili sadece o tetikçi değil, hepiniz katilsiniz! en az o tetikçi kadar. En masum O 'çocuk'! Kandırılmış, hesapta memleketi kurtardığını zanneden o çocuk! Ama bir de içerden çıkınca görün. Mevcut sistem, onu ne hale getirecek! Bir kahraman edasıyla, yeni Çatlılar nasıl yaratılıyor görün! Özellikleri bunları mevcut sisteme ve hertürlü kurumsal, sınıfsal, bürokratik mekanizmasına ve aygıtlarına değil, asıl sözde solcuyum, devrimciyim diyen ergenekon sempazitanlarınasavunucularına, ittahat terakkicilere, kemalistlere, sözde derin devlet ya da mevcut sistemin devlet aygıtının darbeci ve darbe işbirlikçilerine, mevcut tüm burjuva partielrine, liberal demokratlara ve onların işbirlikçi sözde sol hizmetçilerine, burjuva demokratik cumhuriyetçilerine, her türlü din, mezhep, tarikat, cemaat adı altında emperyalizme hizmet eden unsurlara, soruyorum, görüyor musunuz, anlıyor musunuz, duyuyyor musunuz? Sadece demokratik mücadele ve parlementer rejimden medet umanlar seçimle, alınan oylarla mevcut sistemi değiştireceklerini sanan işbirlikçi sözde sola soruyorum, görüyor musunuz, duyuyor musunuz? Ne mi yapılmalı? Eğer devrim yapılacaksa önce işbrilikçi sözde solu tasfiye etmeliyiz. Aksi halde çok fazla bir şey yapılamaz, yapamayız. Olmaz, olamaz. Bizim en güncel birincil gerçek meselemiz bu tasfiyeyi yapmamızdır. Bu süreci uzatmak daha da büyük kayıplara yol açacaktır. Bunların tasfiyesi bir an önce yapılmadan gerçekçi bir devrimci partik birliktelikten söz edilemez. Zaten teori birlikteliği olmayan bunca franksiyon, bu tasfiye sürecini yaşamadan nasıl eylemsel birlikteliğe geçecektir? Nasıl devrim yapacağız? Kimle yapacağız? Ne zaman yapacağız? Hangi kadroyla? Hangi koordinasyonla? Kemalizm’in pençesinden kurtulamayan işbirlikçi sözde sol acaba ne zaman bu uykudan uyanacak? Uyanacak mı? Bu bir uyku mu? Yoksa bunlar işbirlikçi kontgerillanın derini mi? Örgütlenmeden, kadrolaşmadan, devrimci disiplinle hareket etmeden, bırakın devrim yapmayı, yumurta bile kıramazsınız! Herşey net olmalı. O zaman devrim nasıl olacak? Teoride ve eylemde birlikteliği kurarak olacak. Ne zaman üretici güçler ve halklar eylem birlikteliğini gerçekleştirdiğimizde olacak. Ama bütn bunları yapabilmenin ön koşullarından biri işbirlikçi sözde solun tasfiyesini gerçekleştirmeliyiz. Bu tasfiye gerçekleştirilmediği sürece sorunların çözümüne yaklaşmak yerine her geçen gün daha fazla kan kaybı olacaktır. Marksist-Leninist ideolojiyi anlayamayan, kavrayamayanlar, yanlış ve eksik anlamış olanlar bir an önce teorik eksiklerini kapatmalıdır. Ne savunduğunu, ne savunmadığını bilmeyen bir kadro ile devrim olmaz. Çünkü kadro olmadan, yetişmeden, tasfiye süreci işlemez, işleyemez. Kapitalizmi ve aristokratik burjuva devletlerinin sahiplerini, söylemlerini, yöntemlerini, tuzaklarını bilmeden, çözmeden bu süreç işlemez, işleyemez. Eleştiri-özeleştiri mekanizmasını çalıştırmayan kadrolarda devrimci disiplin çerçevesinde gerekli uygulamalar süreç içinde işletilmelidir. İşbirlikçi sözde sol diye bilinenlerle gereken mücadele gerçekleştirilmediği taktirde devrimci mücadelenin önündeki en önemli engellerden birini kaldırmış olmayız. Dolayısıyla işbirlikçi sözde sol ile mücadele devrimci mücadelenin temel ilkelerindendir. Karşımızdaki aristokratik burjuvazinin devletlerinin yüz yıllardır, devamllılığını nasıl sağladıklarını unutmayalım. Bilimsel sosyalistler olarak zafere kadar mücadelede sürekliliği sağlamalıyız. Bu onurlu insanlarla katillerin, canilerin savaşıdır. Safınızı ona göre belirleyin. Sonra üzülmek, pişman olmak ve saf değiştirmek için çok ama çok geç kalırsınız! ÖZGÜR ZORLU FEODALİZM VE KAPİTALİZMDEN, SOSYALİZME -2Yarım matara su ile kendimizi güya yıkadıktan sonra kirli elbiselerimizi de giydik ve kardeşimlen yine kuru beton üzerinde oturduk. Soruşturma da çektiğimiz çile ve eziyet yetmemiş gibi cezaevine hoş geldin dayağıylan girdiğimizde vücudumuzdaki dayak izleri ve morlaşmış vaziyete dönüşmüştü. İnsanlar dar yere girdiğinde ölüme yalvarır. Bazen şerefli ölümde insanların eline geçmez. Tabi ki bir aileden iki kişi ayni çileyi çektiği için bunun ne kadar zor olduğunu her halde bilirsiniz. Benim gözümün önünde kardeşime o atılan dayak diyordum, keşke kardeşimin yerinde bana o dayağı atsalardı, kardeşime atmasalardı. Tabi ki kardeşimin kalbinden de o his geçiyormuş. O da diyordu ki “bana işkence yapsalardı da abime olmasın” ikimizde ayni hissi çekiyorduk. Kardeşimlen sessiz sessiz bir birbirimize bakıyorduk, çaresizlikten ne yapacağımızı derin derin düşünüyorduk ve bir yandan sağ sol sesleri, bir yandan askeri marşlar sesi. Cezaevi içinde bir ara hücrede görevli olan çavuş ve iki üç asker bulunduğumuzun hücre kapısında durarak ayağa kalktık, esas duruşa geçtik ama dikkat çekmedik yine, bizlere küfür ederek “hani dikkat çekmediniz ve ellerinizi uzatın” dediler. Parmaklıklar arasında benlen kardeşim ellerimizi uzattık, kimisi balta sapı ile kimisi elerindeki deyneklen vurmaya başladılar. Zaten ellerimiz balon gibi şişmişti artık bir hale girdik ki elerimizi yüzümüze getirmeyi denediğimizde eller bükülmüyordu şişkinlikte ve doyasıya vurduktan sonra bize çavuş elinde yazılı bir kağıdı bize vererek “bunları akşama kadar ezberlersiniz, akşama sizleri sınavdan geçiririm” dedi ve “bunları yüksek seslen okuyacaksınız, tekmil verip ‘emir et’ komutanım” dememiz gerekirken “tamam” dedik, yine bizlere küfür ederek “hani tekmil ‘emir et kumutanım’ demeniz gerekir” dediler. Bizler yine orda cezalı duruma düştük ve çekip gittiler kardeşimlen bize verilen yazıya baktık andımız, istiklal marşı ve gençliğe hitabesi yazıyordu. Ben ortasınıf terk oldum, kardeşim lise mezunu idi. Kardeşimde tahsil olduğu için zaten ezbere biliyordu. Ben 1970’de okulu bıraktığım için unutmuştum ve 1975’de andımız ve istiklal marşı okuyorduk, o da topluca okuduğumuz için tabi ki insan sürekli bir şeyi tekrar etmese ve bize lazım olmadığı için umursamıyorduk, tabi ki cezaevine girip böyle şeylerin başımıza geleceği aklımızın ucundan bile geçmiyorduk ve dersimize dönelim. Tabi ki kardeşim ezbere okuduğu için O da bana yardım edip bana öğretmeye çalışıyordu. Ben yazıya bakıp sesli okumaya başlıyorum. Tabi ki yüksek seslen, tabi ki bunu çok defalarca kağıda bakıp yüksek seslen okuyorum. Ben duruyorum, kardeşim de yüksek seslen okuyordu. Tabi ki okumamız da ayakta durarak. Oturmak yok, çünkü emir öyle. Benim için andımız kolaydı. Ama istiklal marşı ve gençliğe hitabesi zor oluyordu ezbere. Bunu hem kağıda bakarak okumak, hem de bir yandan kardeşim kağıdı eline alarak bana sürekli tekrar etmeye çalışıyordu, bu vazyetlen devam ediyoruz. Bizde saat olmadığı için saat kaç olduğunu bilmiyorduk. Otomatik gibi sabahtan gelen “sağ, sol” sesleri ve askeri marşlar sesi aniden sesler kesildi, cezaevinin her yerinde meyer öğle yemeyi zamanı gelmişti, bir anda cezaevinde sessizlik hakim oldu. Sanki burada insan yokmuş gibi sessizlik devam ediyordu. Aniden altın sesi gibi karavana kulplarının sesi birbirlerine deydiği zaman hücreye ses yansıtıyordu. Cezaevinde sessizlik hakim oldu mu şak şak kapı sesi geliyordu ve boş karavana çıkarıp götürüyorlarmış. Biraz sonra yine şak şak kapı sesi ve karavana kulp sesi geldi. Mahşer yeri gibi cezaevinde yine sesler yükseldi. Bir yandan “dikatttttttttttttttt” sesleri, bir yandan da yemek duası sesleri yükselmeye başladı. Bizim bulunduğumuz hücrede de “dikattttttttttttttttttt” sesi gelmeye başladı, sonradan tekmil sesi. Yine sabah kahvaltısını dağıtan kişi ile elinde iki tane karavana ve başında çavuş ve birkaç asker ellerinde kimi balta sapı, kimi jop, kimi deynek ellerinde sürekli sallayıp saldırı vaziyetinde hazırlıklı olduklarını bize gösteriyorlardı. Tabii ki biz de epey dayaktan sonra az çok kuralları öğrenmeye çalışıyorduk. Askerleri gördüğümüzde bizde “dikattttttttttttttt” çektik ve çavuş “servis tabağını uzatın” dedi ve bizde “emir et komutanım” dedik karavanayı dağıtan tutuklu tutsak aynen sabah ki gibi yan gözlen bakıp her karavanadan birer kepçe servis tabakamıza bırakıp gittiler. Tabii ki bizde yemek yemedik ta karavanayı dağıtıktan sonra yine çavuş alt kata inerek tüm hücreleri gür bir şeklinde yemek duasını okudu bizde arkasından tekrar ediyoruz, en sonda “zıkkım olsun” diyor çavuş, bizlerde yüksek seslen “sağolun” diyoruz. Yemekte de yine sıcak su gibi az yağ var ve içinde taşlar bulunan bulgur pilavı sanki sıcak suya batırıp çıkarmışlar gibi. Yani sadece taşları yesen o pilavdan daha yumuşak olurmuş. Birde ikimize de yarım ekmek meyer o verilen yarım ekmek öğlen ve akşam ekmeğiymiş. Ama bizde o verilen yarım ekmek ve tek kaşıklan kardeşimlen sıraylan mecburiyeten yemek zorunda kaldık. O verilen sulu yemek fazla tuzlu olduğu için bir yandan su yok sanki Kerbela’da yaşar gibi susuzluk çilesini çekmeye başladık. Yine yemeyimizi bitirdik ve güya temiz yere tabakamızı bir kenara kirli şekilde bıraktık.DEVAM EDECEK MEHMET ALİ SALMAN PSİKOLOJİK SAVAŞ VE KAYIPLAR Ölümlerin ardından yakınlarına, “başın sağolsun” yerine, “Allah acını unutturmasın” der kimileri. İlk defa duyuyorsanız tuhaf gelir hatta kızabilirsiniz. Öyle ya; ölmüş işte daha ne olsun! Bir insan sevdiği birini kaybederse, içinde kırk mum yanar. Her gün biri söner, bir tanesi ise sonsuza kadar yanar diye de teselli ederler doğrudur da. İlk gün gibi olmaz acı zamanla değişir özleme dönüşür, anılara bırakır yerini ve gittikçe silikleşir. Bu normal ölümler için böyledir. Ziyaret edebilecekleri mezarları olan, ölüsünü gören ve gömebilenler için böyledir. Kayıp yakınlarına gelince onlar hep bir merak, bezdiren usandıran bir umutla beklerler beklerler beklerler ... KAYIPLARLA NEYİ AMAÇLAR DEVLET? Aslında istese bu insanları, bir sokak ortasında ya da canı nerde isterse artık öldürür, öldürüyor da zaten. İsyan çıkardılar diye tutukluları hapiste öldürebilir; onu da yapyor. Terörist zannettik diye öldürebilir; o da tamam. Sadece zevk için acımasızca, amaçsızca öldürür. Korku salmak, sindirmek, yıldırmak için. Bunlar da olmamış işler değil... -Bütün bunları yapabiliyorsa kaybetsin insanları? Amacı ne? neden Bu soru yalnız kayıp ailelerinin değil, herkesin arayıp cevap bulamadığı,anlam veremediği bir paranoya ya dönüşüyor zamanla. Sorular gittikçe büyür. Neden? Neden ölüsünü olsun vermezler. Bunu sadece zalim olduğu için yapıyor olamaz! Bundan bir çıkarı olmalı... Bu durum, soruyu tekrar tekrar büyüterek kendine sormasını, giderek soruların ve cevapların çoğaldığı, ama içinden çıkılamaz bir hal aldığı bunalıma dönüşmesini, korkunun büyümesini sağlar. Kabullenememesi; kayıp edilen kimsenin cesedini göremeyişindendir. Bütün bunlar sürekli umutla gelecek diye bekleme,kötü bir şey yapmayayım ona (kayıp kişiye) daha kötü davranırlar düşüncesiyle korkma ve üniformalılara karşı daha bir çekinme korkma hali yaratır... Kontrgerilla savaşında, insanları bu hale getirme yöntemine " direk toplumun ruhuna darbe vurma" diyorlar. Yani ruhu öldürme, diğer bir deyimle psikolojik savaş, işte egemenlerin toplumu getirmek istediği nokta. Naziler iktidara geldiklerinde bir yasa çıkartarak "Toplama kamplarından olumlu yada olumsuz bahseden herkes tutuklanacaktır" diyorlardı. Hâlbuki toplama kamplarına gidenler zaten geri dönmüyordu. Toplumda bir merak, bir korku, neler oluyor oralarda acaba?.. Yaratılan bu korkuyla tüm baskılara ve uygulamalara itaate zorlanır hatta gönüllüdür insanlar artık. Belki de Naziler, toplama kamplarını, sadece Yahudileri ya da sadece rejim muhaliflerini yok etmek için değil, bizzat kendi halkını korkutmak için kurmuşlardı. Bir çok ülkede psikolojik savaş, fiili terörle birlikte devlet eliyle kendi halkına karşı uygulandı. Tabi ülkemizde de; dönemine göre komunizmle, irticayla ve terörle korkutarak en temel haklarını istemekten bile acizleştirmek. Karşılayamadığı veya karşılamak istemediği sosyal, siyasal taleplere bastırmanın tek ve en etkili yolu olarak burnu, kulağı kesilmiş ölüler, kaçırılıp öldürülen, görülmesi için oraya buraya atılmış cesetler. Elimize liste var diyen siyasetçiler. Sadece izleyen, izledikleriyle duygudaşlık yapmayan-yapamayan acı çekmekten korktuğu için öğrenmekten kaçınan insanlar. Boşaltılan yakılan köyler nedeniyle ucuz işgücü, her şeye razı olma hali vs.... Arjantin cuntası döneminde polis şefliği yapmış olan Roman J.Com-pos mahkemede şöyle diyordu; "Yok, olanlar arasında canlı kimse kalmadı. Bütün sorumluluğu kabulleniyor ve gurur duyuyorum. Bizimle uzlaşanlara, bizim dediklerimizi yapanlara yeni bir yüz yeni bir kimlik vererek topluma geri saldık. Bizimle uzlaşmayanları ise öldürdük, cesetlerini uçak ve helikopterle denize attık'' . Bir başka itirafta, komşu bir ülkeden. Yer Yunanistan, 1972–1973 yıllarında Albaylar Cuntası döneminde orduda binbaşılık yapan Hacızisis mahkemede şunları söylüyordu: “Biz gerek hukuksal bakımdan gerekse emir-kumanda zinciri bakımından tamamen güvence altındaydık. Hiyerarşi doğrudan Savunma Bakanı'ndan başlar ve gizli istihbarat servisindeki komuta yetkisi olan subaya kadar dayanırdı. Amacımız o zaman ki rejime karşı faaliyetleri açığa çıkarmaktı. Yaptıklarımız benim, yada önceki komutan Theofil-Yannakos'un yada cezaevi müdürünün özel avı değildir. Bu bizim, ordunun başındakilere karşı sorumluluğumuzdu" . Şimdi bu itirafları. Susurluk kazasından sonra dikkatleri üzerinde toplayan ve soğukanlılıkla; "Biz ne yaptıysak devlet için yaptık. Gizlimiz, saklımız yok, bu yola kelle koyduk. Böyle yapılırsa, devlet için kimse bir daha risk almaz" diyen mehmet ağar'ın sitemle karışık tehdidine bakalım. Adres, devletti! diyor ki; “yaptığımız bütün katliamlardan devletin her kademesinin haberi var, bir tek beni günah keçisi göstererek kurtulamazsınız”. Cevap ve destek tansu çiller'den gelmişti, biliyorsunuz; "devlet için kurşun atanda, yiyende kahramandır, şereflidir".. Başka ne desin.. *Hiç biri yargılandı mı? Hayır! *ergenekon (niye kontrgerilla değil) adı altında göstermelik mahkemeler yapılıyor mu? Evet! *Bu vahşet ve yıldırma taktikleri devam ediyor mu? Evet! *Akla hayale gelmiyecek gerekçelerle tutuklamalar sürüyor mu? Evet! *Birdenbire keşfedilen uzun tutukluluk var mı? Evet! *Alay eder gibi suçlular ve eli kanlı sorumlu ve yetkililer bu iktidar tarafından da ödüllendiriliyor mu? Evet!!! *Ufak tefek protestoların yaptırım gücü olmamasına rağmen engelleniyor mu? Evet!!! *Şakşakçılar var mı? tabi; olmaması akla mantığa aykırı zaten.. Bir de halihazırdaki iktidarla yolları ayrılmış gibi görünen, hayal kırıklığı yaşıyan yazar, profesör kanaat önderleri var.. Bu kendilerini çok önemsemekten ve iktidarı yönlendirebilecek gücümüz var yanılgısından başka bir şey değil gibi... Hatta ''bizi mahçup ettin oysa sana ne kadar inanmıştık'' şoku dense yeridir... Asiye nasıl kurtulur misali Akp nasıl kurtulur diye hala çırpınanlar evirip çevirmeye devam edenler de eksik değil... Öyle zamanlar yaşıyoruz ki, Politikadan, olanlardan, olacaklardan değil asgari insani değerlerden utanmazlıktan, vicdansızlıktan bahsediyoruz. Bu bir sersemleşme hali, konuşmak yok sadece suçlama ve başkası üzerinden aklanma çabası!! Ortak noktalarda birleşmek yerine attırıcam seni bu mahalleden tadında mahalle kavgalarından öte geçmeyen gazeteci dalaşmaları.. Gözümüze kulağımıza inamadığımız bakan açıklamaları, başbakanın gülüp geçilemiyecek hezeyanları!! Padişah fermanına uygun fetva hazırlayan ''sözde ilahiyatçı ve bilim adamları''!!! "Mizahın olmadığı yerde yaşamak zor, ama her şeyin mizah olduğu bir yerde de yaşamak olanaksızdır" der, BERTOLT BRECHT (O yerden selamlarım ustamı) HÜDAYİ NABİT İKTİDAR GÜCÜ, OTORİTE, HİYERARŞİ Öyle bir topum haline geldik ki; düşünmeyen, sorgulamayan, üretmeyen, düşünmeyi erteleyen. Peki hiç nedenlerini araştırdık mı? Neden böyleyiz diye. 1980 ve öncesi sosyalistlerin insanlara yönelik eğitim çalışmaları vardı ve sürekli sorgulamayı gerektiriyordu, beyinlerimiz çalışır haldeydi. Çünkü henüz hali sistemin içerisinde nasıl daha rahat olabilirimden ziyade, sisteme dişli olmaktan nasıl kurtuluruz diyen zihniyetlerimiz vardı. Sosyalistlerin diskalifiye edilmesinden sonra sistem daha güçlü işlemeye başladı ve sosyalistlerin bıraktığı boşluğu, din kisvesi altında biat ile birlikte itaate yönlendirdi. Düşünmeyeceksin. Sorgulamayacaksın. Düşünür ve sorgularsan; bilirsin, bilirsen; üretirsin, üretirsen; sistemimi çökertirsin zihniyeti, kapitalist sistemin direğidir. O zaman biat ve itaati irdelemek gerek artık. Sınıflı toplumun ortaya çıktığı tarihsel süreçte DEVLET olgusunun ortaya çıkışı, tesadüf mü acaba? Üretim araçlarını ellerine geçirenlerle bu araçlardan yoksun bırakılan insanlar arasındaki çatışma ve kavgaların tezahürü değil mi? DEVLET, ellerinde tuttukları zenginlikleri kaybetmeme, koruma adına, Hukuk- Adalet ( aslı adaletsizlik olan) yargı sistemi, mahkemeler, cezaevleri, güvenlik güçleri ve benzer kurumlarıyla donattıkları sistem ve bu sistemin bekası değil mi. Tüm bu kurumlarla kendilerini koruyacak bir güç oluşturanların iktidar, egemen olma anlayış ve uygulamalarına ilave ettiği ve tarihsel süreçten bu yana kullandığı bir başka güç odağı olarak yanına yedeklediği inanç sistematiği ve bunun tezahürü olarak ortaya koyduğu dinler faktörünü ya da olgusunu irdelemeden BİAT ve İTAAT kültürünü tanımlayabilmek anlayabilmek mümkün görünmemektedir. İnsanlık kendini var hissettiğinden bu yana çaresiz, savunmasız kaldığı olaylar olgular karşısında, her daim sığınacak kendini teslim edip himayesine himmet duyduğu bir güç arayışları içinde olmuştur. Bu güç 'varlık' koruyucu, kollayıcı, sığınılası, görünmeyen yalnızca düşüncelerde betimlenebilen bir olgu. Ancak, düşünsel devinimin insan aklı ve zekasının sorgulayan soruşturan, anlamlandırmaya tanımaya çalıştığı süreçler neticesinde, yaratan hükmeden o varlığında sorgulanması O’ nun tek başına bir şey ifade etmediği görüldüğünde, O’nun buyruklarıyla insanlığa yeni yüklenimler, tapınma ibadet etme, sorgulamama, biat etme, itaatkar davranma yükümlülükleri getirilmiştir. Top yekün insanlığın yaşam biçimlerinden, yemelerinden içmelerine, yolda nasıl yürümelerine, giyim kuşamlarından çalışma kanaat etme yetinme, ayrıntılarına girilmiş ve bu mutlak değişmeyen, boyun eğilmesi zorunluluk olarak insanlara dayatılmıştır. Kanaat etme, razı olma, yetinme, sabır, tüm bu olgular emir uyulması zorunlu emirler olarak dayatılmış, iki dünya, iki alem olduğu 'gerçeği' insanlara benimsetilerek bu dünyadaki baş eğişin, biadın itaatın karşılığının öbür dünyada !!! verileceği hak aramanın, dünya 'nimetlerini' paylaşmak istemenin anlamsızlığını anlatmak din olgusu ile zenginlikleri ellerinde bulunduranların düşünce sistematiklerinin nasılda örtüştüğünü göstermiyor mu.Her büyük zenginliğin (mal, meta) altında bir şaibe yatar deyişi irdelenmesi gereken bir anlatım değil mi. İnsanlığa sunulan (dayatılan) biat ve itaat kültürü günümüzde yalnızca dinsel 'ruhani' alanlarda mı kullanılıyor acaba! Söylemiştik, sistem zenginlikleri eline geçiren sınıfın o zenginlikleri paylaşmama, koruma adına oluşturduğu düzen ve yapılanma değil mi? Kurum ve kuruluşları, hukuk sistemi ve silahlı güçleri bir bütün olarak aynı hizmeti sunmaktadır muktedirlere. Uluslaşma ile oluşan milli orduların yapılanması ve işlevine baktığımızda, bu kurumu oluşturan insan, (insanlar) faktörünü anlamamız irdelememiz gerekmektedir... Ordu hiyerarşisin de en üstten en alta oluşturulan kademelerdeki, emir komuta zincirinin böylesine düzenli sistemli işlemesinin temel esprisi nedir acaba? Kendi kültürümüze (islam anlayışı) ve Avrupa, dünya ölçeğinde baktığımızda aynı şeyi görebiliyoruz. Bu güç geçmişten bu yana ilahi güç adına, onun yeryüzünde ki temsilcilerine hizmet amaçlı kurulmuş ve tarihsel süreçten beri her daim dinsel kurum, yapılanmalarla işbirliği (çıkar ilişkileri) oluşturmuşlardır. İlahi güçle işbirliği halinde olan egemenlerin yarattığı devlet, aynı zamanda kutsallığı da barındırmaktadır içinde, kutsallığa karşı çıkış hem ilahi güce, hem de onun yeryüzünde ki temsilcisi olan güce karşı çıkıştır ki, cezalandırılması gerekir. Bu yaşamdaki cezası; hapis, işsizlik, yoksulluk açlık. Öbür tarafta ki karşılığı da cehennem azabı. Boyun eğeceksin, emir demiri keser, askerlikte mantık yoktur sözleri, asla düşünmeyecek, sorgulamayacak, itaat edip, hizmet edeceksin, anlamındadır. Ülkemiz açısından baktığımızda, imparatorluğun kalıntılarından oluşturulan bu ülke ve devlet, varolabilmesinin temel dayanağı olarak gördüğü, kapitalist sisteme entegre olabilme durumunu Abd emperyalizminin egemenliğine biat ederek sağlayabilmiştir. Bu bağımlılık ilişkisi, toplumsal değişimi, dönüşümü de zorunluluk haline getirmiştir. Bağımsız bir ulus olabilmenin savaşımının emperyalizme bağımlılığa dönüşmesi, ekonomik, askeri, kültürel alanlarda da toplumun kendine yabancılaşmasını da birlikte getirmiştir. Abd emperyalizminin ve emperyalist sistemin finans-kapital gücünün dünya enerji kaynakları üzerinde kurduğu hegemonya ve enerji kaynaklarına ev sahipliği yapan ülkelerin halklarına, işbirlikçi yönetimler vasıtasıyla uyguladığı baskıcı, kanlı yönetimin adı faşizm. Paylaşım savaşında, dünyanın iki kutuplu bir yapıya bürünmesi (Bir tarafta Abd’nin başını çektiği kapitalist emperyalist sistem, diğer yanda Sovyetler birliği) soğuk savaşında başladığı yıllardır. Ülkemiz adına değerlendirdiğimizde, kapitalist üretim ilişkilerinden yana tavır alan Cumhuriyet, Sovyet tehdidini de! bahane ederek, ekonomik ve askeri alanlarda Abd’nin güdümüne girmiştir. Yurtiçinde kapitalist emperyalist sisteme karşı çıkıp bağımsız bir ülke hedefleyen sol, sosyalist insanlara saldırılar o yıllarda başlamıştır. 1960 askeri faşist darbesi’nden sonra yapılan yeni anayasa ile sağlanan kısmi özgürlüklerin gelişmesi, dünya ölçeğinde ülkelerin emperyalist saldırılara karşı direniş, karşı koyma, savaşımlarını Abd’nin boşa çıkarma adına saldırılarını daha şiddetli bir şekilde sürdürmesini sağlamıştır. Sistemden kopan, Kuzey Kore, Vietnam, Yemen, Latin Amerika’daki bazı ülkeler, Küba, Abd‘nin sürekli saldırılarına hedef olmuşlardır. Sovyetlere karşı kalkan konumuna getirilen, nato askeri gücüne dahil edilen Türkiye’nin de yeniden dizayn edilmesi gerekmekteydi. 1960’ ların içinde mevcut iktidar ve cia, tarafından bazı sol, sosyalist güçlere karşı komando kamplarında yetiştirilen ülkücü faşist sivil güçlerle birlikte, devletin derin yerlerinde oluşturulan gayrı nizami savaş örgütü kontrgerilla hayata geçirilmiş faşist saldırılar her alanda halkın üzerine uygulanmaya başlanmıştır. 12 Mart, 12 Eylül süreçlerinin, bu günün alt planları olduğu yaşanan gereklerle ortaya çıkmıştır. 1980 sonrası apolitik bir kuşağın yetiştirilmesi, konumlandırılması, Türk İslam sentezinin iktidar olunması sürecinden sonra, bu gün gelinen ve yaşlanan süreç tamda açık bir faşizmin yaşandığını ortaya koymaktadır. Burjuva demokrasisinin vazgeçilmez kurumlarından olan hukuk yargı sisteminin nisbi olan bağımsız davranışlarına dahi tahammül edilemeyişi, tümüyle iktidar gücüne bağlanması, gece yarısı operasyonlarıyla halkın içinde yer aldığı tüm sivil toplum örgütlenmelerinin işlevsizleştirildiği, direnenlerin cezaevlerine atıldığı bu süreç faşizmdir. Oluşturulan korku toplumu düşünmeyen, sorgulamayan, yalnızca biat eden, itaatkar davrandığı ölçüsünde yaşamasına izin verilen insanların oluşturduğu bir yapının ve uygulamaların adı Faşizmdir. Sosyalistlere, devrimcilere düşen, toplumun tüm kesimleriyle birlikte, Abd emperyalizminin ve onun yerli işbirlikçileriyle savaşmak, sokaklarda hak ve özgürlük mücadelesi vermektir. ROJİN SAADET YILMAZ ORTA DOĞU’DA KAOS, SURİYE BENİM NEYİME! Dünyadaki yaşanan olaylar benim neyime diye bilir miyim? Komşu ülkelerdeki yaşanan olaylara kayıtsız kalabilir miyim? Ülkemizde yaşanan onlarca insanlık dramına ve toplumsal olaylara ilgisiz kalıp, katliamlara onay ver bilir miyim? Elbette ki hayır. O İnsanlık var olduğundan bu güne kadar yaşananlara karşı duyarsız, ilgisiz ve kayıtsız kalmamıştır, kalmayacaktır da, çünkü nerde ve ne zaman da yaşarsak yaşayalım, insanlığı ,doğayı, çevremizi ilgilendiren her olay beni, bizi, hepimizi ilgilendiriyor. Ülkemizde yaşanan toplumsal katliamlar ne için yapılıyor? Yönetenlerin, yönetilenleri daha iyi ve sorunsuz yönetimlerini sürdürmeleri için, her gün kadın cinayetlerinin bir birini izlediği , buna karşı sistemin ve iktidarın sessiz kaldığı, koruma önlemlerinin alınmadığı, ikinci, üçüncü kişilikler olarak görüldüğü, erkek egemen sistemin varlığı ve bekası için yapılıyor oluşturulan bahane sebeplerin meşruluğu sağlanıyor. Öğrencilerin en demokratik, parasız eğitim talebi aylarca tutukluluk süresi ve arkasında hemen eklenen bölücü, yıkıcı, eğitim ortamını bozucu … gibi sıfatlar ekleniyor. Yolsuzluklara neden olanlar, yapanlar (deniz feneri davası, ÖSYM sınavları gibi) kısa sürede üstü kapatılarak, uzun tutukluluk! Süresi bahane edilerek serbest bırakılıyorlar. Tekel eyleminde iş hakkı feshedilen işçilerle dayanışan biz devrimciler, kadınlar, işçiler, 8 yıl hapis cezasıyla yargılanıyoruz. O gün soğuk ve karlı Ankara sokaklarında 70 gün tekel işçileriyle geçirmemiz bizi terörist, provokatör, bölücü nifaklar olarak topluma lanse denen mevcut sistem bugün tekel işçilerinin işsiz ortada kalmasını gördükçe utanacak yüzü bile yok. Ama bizler tarihte ki tüm devrimciler gibi işçilerin yanında olduğumuzu ve onlarla dayanışma içinde olmanın gururu içindeyiz. Kimlikleri için mücadele edenler, demokratik haklarını kullandıkları için, ilgili davalar yaratılarak yıllarca süren tutuklamalarla yaşayan Kürtler, onlara reva görülen baskı, işkence ve tutuklamalar ne için? Elbette sistemin bekası için . İnançları için, kendilerinin varlığı tanınsın, bilinsin ve haklarının kullanmaları için demokratik düzenlemelerin anayasada yer alması için yollara düşen Aleviler, bunlara karşı egemenlerin oluşturduğu aşağılama, yok sayma, imha ve katliamlarla yok etme politikaları ne için? Yanıtları yine hazır yönetenlerin geleceği için sistemin tıkır tıkır yürümesi için. Emekçilerin, insanca yaşanacak ücret istemeleri, haklarının almalarının önündeki engellerin aşılması için giriştikleri mücadeleleri, iktidarın buna karşı oluşturduğu barikat, baskı, gaz bombası, tutuklama ve örgütlerine hayali nedenler oluşturarak yapılan baskınlar, gözaltılar ve cezalandırmalar. Açlık sınırının altında bir ücretle yaşamlarını sürdüren emekliler. Haklarını almak için örgütlenmeleri bile yasaklanan, köle muamelesi gören emeklilerin içler acısı yaşamları . Düşüncesini açıkladıkları için örgüt üyeliği suçlamalarıyla gözaltına alınan öğretim üyeleri, aydınlar, yazarlar, savunma hakkını savunan avukatlar, vicdani red hakkını kullananlar, sivil itaatsizler, öğrenciler ve insanım diyen herkes, karşı çıkan, muhalefet edenler birbir tutuklanıyor. Ülke ceza evine dönüştürülmüş durumda. Yukarda açıklamaya çalıştığım, muhalefet eden toplumsal katmanlar, iktidarın bunlara reva gördüğü karşılıkları ceza, sürgün, katliam, sokak infazları, yıllarca süren tutukluluk ve cezalandırmalar. Ülkede yaşanan onca katliamlar (Dersim, Sivas, Çorum, Maraş, Gazi katliamları, 1 mayıs 1977 katliamı Kürt katliamları gibi) ve arkasındaki komplo ve provokasyonlar… Bütün bunlar sisteme karşı demokratik hakkını kullananlara karşı geliştirilen faşizan politikalardır. Kısaca ülkemizin fotoğrafı bu. Dünyada ve komşularımızda yaşanan olaylar bizleride yakından ilgilendirir hele hele Suriye’de yaşananlar biz daha çok ilgilendirir. Çünkü vatandaşlarımızın önemli bir bölümü hem ticari, hem beşeri, hem de akrabalık ilişkisi içindedirler. Suriye’de yaşanan olaylar, Abd ve emperyalist güçlerin bölgedeki politikalarının uygulama alanlarından biri. Bunu Irak’ta yaşadık ve gördük. Arap baharı! diye açıklanan, Ortadoğu’yu ve bölge ülkelerini hizaya getirme politikalarının sonucudur (her ülkenin beşeri yapısına uygun, bölgesel savaşa neden olabilecek etnik yapıları öne çıkartarak zemin hazırlamakta) ve oraya müdahale etmenin zeminin hazırlayan nedenler olarak görmek gerekir. Humus’ta yaşanan katliam, bu zemini hazırlamak isteyen güçlerin komplo ve provokasyonudur. Birleşmiş milletler toplantısında yapılacak olan Suriye’yle ilgili oylamaya denk getirmeleri manidardır. Türkiye’de ve değişik ülkelerde Suriye elçiliklerine yapılan faşizan saldırılar ne için yapıldığını gösteriyordur sanrım. Kendisin BOP eşbaşkanı ilan eden, Abd’nin bölgede temsilcisi gören anlayış geriye dönüp hem geçmişine hem de bu güne bakması bu utancın görülmesi için yeterlidir. Ülkede yaşanan asimilasyon, yok sayma katliamlarla geçmişi olan bu tür olayları eksik olmayan ülkemin başbakanı yanı başımızdaki komşumuz Suriye’yle yakın akrabalık bağları, ayni inanç sahibi olmamız ortadayken Abd çıkarları doğrultusunda hareket etmesi, Suriye’de ki yönetim karşıtı muhaliflere kucak açması, kendi ülkesinde muhaliflere karşı insanlık dışı baskı ve ceza uygulamalarını anımsadıkça gözlerim yaşarıyor. Kendi vatandaşlarına reva görmediği demokratik hakların kullanmayı, iş Abd ve işbirlikçileri söz konusu olduğunda, Suriye’deki ‘muhaliflere ‘insanlıktan nasibini almamış, müslüman kardeşler örgütü, şebekesi liderlerinden memun el hımsi, Antakya’da açıklama yapıp Suriye’yi ‘Alevi mezarlığı’ yapacağız açıklamasını yapan katliamcı, komplocu provokatörlere destek çıkması ve bunların ülkemizde barınmalarına olanak sağlanması hangi insani ilişkileri, hangi demokratik tutumlarla açıklana bilir. Emperyalist güçlerin Suriye üzerindeki kirli emelleri ve provokasyonlar karşısında Türkiyeli halkların bir barikat oluşturmak ve oradaki emekçileri, kadınları, çocukları savunmak korumak bugünün en önemli devrimci görevidir. Bu devrimci görev üzerinde kafası hala bulanık olan solculara sözüm ise şudur: Sol emperyalizme karşı olmak adına, haklının yanında olma, zayıfın yanında olma, halkın çıkarlarının yanında olma, bölgenin en köklü devrimci, sosyalist, komünist örgüt ve şahsiyetlerinin aldığı tutumun yanında olmalıdır. Kraldan çok kralcılığa sapmadan, siyonist solculuk bataklığına düşüp israil’in bilinçsiz bir uzantısı olmadan, artık emperyalistlerin ağzından çok sık çıkan “demokrasi, özgürlük ve insan hakları” gibi sahtekarca söylemler olduğunu bilinen tuzaklara düşmeden, demokratikleşme adım atmakta kararlı olan ve demokratik bir sisteme yönelen halkçı yönetimlere destek vermenin zamanı gelmiştir. Suriye bir yıla yakındır bunun kavgasını halkı için vermektedir; emperyalistler ve kuklaları Suriye halkının kazanım hanesine resmi gazetede yayınlanarak yürürlüğe koyduğu dev reform paketinin kullanılmaması için yol kesen eşkıyalara karşı her cephede bir savaş veriyor. Irak direnişi, Lübnan direnişi, Filistin direnişinin yanında olan laik Suriye yönetiminin bu mücadelesi haklı bir mücadeledir. Bunun için bölgenin tüm direnme güçleri onunla birliktedir. Bir tek Türkiye solu hala şaşkın bekleme yaklaşımlarla siyonistlerin ekmeğine yağ sürmektedir, eli kanlı şebekeleri net olarak tanımlamaktan çekinmektedir. Suriye’de bir karşı devrim hareketi var: Suriye’de bir gerici dalga var. Suriye halkçı yönetimi halkın etkin desteğiyle buna karşı mücadele içindedir. Emperyalistler ve kuklaları ise mali ve lojistik destekleriyle bu yönetimin direnmeci çizgisine bedel ödetmeye çalışmaktadır. Türkiye solu artık şaşkınlığı bırakıp emperyalizme karşı direnen komşumuz Suriye’nin halkıyla ve halkçı yönetimiyle omuz omuza olmalıdır. Bunu açıkça ilan etmeyenler yarın ülkelerine karşı gelişecek komploda kimseyi yanlarında bulamayacaklardır. Abd ve batılı emperyalistlerin insan haklarından, demokrasiden, özgürlükten ne anladığını Irak’ta, Afganistan'da, ve Libya'da gördük. Bunu bilip de komşumuz Suriye’ye ve halkına sırtını dönenleri solcu görmek abesle iştigaldir. Ortadoğu’da sürdürülen, ülkeleri, çözüm adına sergilenen ‘’Arap baharı’ senaryosu emperyalizmin 21. yüzyılda küresel kapitalist politikalarının bir sonucu olarak izliyoruz. Tunus’ta başlayıp,Yemen, Mısır, Libya (bir biçimiyle farklı olan ) Suriye’yle iye’yle devam eden politikalarının bir sonucudur. Bu sonuç, bununla kalmayıp İra n, Türkiye… Devam eden süreç olarak görülebilir. Küresel kapitalizm politikalarını hayata geçirirken, o ülkelerin beşeri yapısı, coğrafi konumu, inanç merkezleri, etnik yapıları yapıları değerlendirilerek her ülkeye yapısına göre, genel stratejiye bağlı olarak politikaları oluşturup, ittifaklar kurarak ‘düşmanımın düşmanı, benim dostum’ mantığıyla hareket ediyor. Filistin de hamas-fkö fkö çatışması, Türkiye’de hizbullah ve karşıtı, Suriye de müslüman kardeşler ve karşısındaki güçlerle, o ülkelerdeki yönetim karşıtlığını su yüzüne çıkartarak, kendi politikalarının gelecekteki oluşumunun temelini atmaktadır. Bu süreçte yukarda da ifade ettiğim ülkelerdeki karşıt güçlerden birini destekleyerek destekleyerek, diğerini yönetimden uzaklaştırmayı hedeflemektedir. Esas itibariyle o karşıt güçlerin birinin iktidara gelmesi değil, emperyalizmin bölgedeki yeraltı ve yer üstü kaynaklarını eline geçirmek, bölge halkını yoksullaştırarak oluşturacağı yeni baskıcı total totaliter, iter, faşist, yönetimlerini tahkim etme sürecidir. İlgili ülkelerde sağda solda patlattıkları bombalar, çatışmalar, taşeron örgütleri vasıtasıyla, değiştirmek istediği yönetimlere karşı kullandığı bir yöntemdir. Kullanılan bu yöntemler gerek bölgeye, gere gerekse kse ülke halklarına zarar veren, kardeşliği zedeleyen, öteleyen ve kişileri bireyselleştiren hareketleri ısrarla destekleyerek kan akıtmaya devam etmektedir. ‘Arap baharı’yla birlikte, ortadoğu ve müslüman ülkelerin liderliğine soyunan Türkiye, Abd ile bi birlikte rlikte hareket etmesinin nedenini dayandırdığı politik zemini oluşturuyor. Abd bir taraftan israil’le ortadoğu’yu kontrol ederken, diğer taraftan Türkiye’yle de İslam ülkelerini kontrol etme düşünü gerçeğe dönüştürürken, aynı zamanda israil Türkiye çatışma çatışmasını sını kendi kontrolü altında, oluşturduğu politik çerçevede sürdürmektedir. Abd’nin İran'a karşı sürdürmüş olduğu politik duruş, diğer taraftan müslüman ülkelere önerdiği ‘ılımlı islam’ yönetimi ile ortadoğu’nun şekillenmesi süreci bir birbirine karşı tezatlık oluşturuyor. Kimi zaman müslüman kardeşleri, kimi zaman hamas’ı, kimi zaman hizbullah’ın örgütlenmesini destekliyor. Ülkelerin mazlum halklarına kan kusturuyor. Kısa süre önce Suriye ile dostane ilişkileri devam ederken, şimdi ne oldu da can düşmanı olarak uluslararsı platform da ilan ediyor. Tabi maşa dururken elini neden yaksın, dönem emperyalizmin üçüncü bunalım dönemi değil. Birleşmiş miletler kanalıyla suçlu ilan edip, gereğinin yapılması için elini yakmıyor. Çünkü işgal, işbirlikçileri de de aşarak dünya ülkeleriyle birlikte sanal olarak işgal altında tutup, çıkarları doğrultusunda, bölge ülkelerini kontrolü altında tutmanın gerekçelerini oluşturmaktadır. Bizler, şer ve ehveni şerden değil, halklara zarar veren, onları yok etmeye çalışan tü tüm m kötülüklerin ve kötülerin karşısında olup, emperyalizmi topraklarımızdan söküp atacak halk örgütlenmelerini yaratıp, özgür demokratik ülkelerimizi kurma ideallerimizi yaşatmalıyız. ŞÜKRİYE ERCAN "KÜRK: CİNAYETİN GİYİLEBİLEN HALİ" Kürk giymek zevkin,asaletin,zenginliğin simgesi olarak görülür. Deri giyim sektörü, giyim alanında en pahalı ve en çok kar getiren tekstil sektörlerin’den biridir. Bunun için dünyanın en büyük giyim şirketleri, ayakkabı, kemer, manto, pantolon gibi ürünler için binlerce hayvanı öldürmektedirler. Aslan, Kaplan, Timsah, Yılan, Maymun, Ayı,Geyik, Sansar, Susamuru, Tilki, Koyun, Keçi, kuş türleri gibi sayısız hayvanı, dünyanın bir avuç tabakası için öldürülmektedirler. Örneğin bir ayakkabı için 15 yılanın öldürülmesi gerekiyor. Dünyanın önemli tekstil tekelci grupları ‘Kürk hayvanları çiftlikleri’ kuruyorlar. Uluslar arası büyük tekel grupları, ‘Kürk hayvanları’ avlamak için Afrika’da, Latin Amerika’da binlerce kilometrelik alanı kaplayan ormanlar satın alıyorlar. ‘Kar için işleyemeyecekleri cinayet yoktur’ sözünün en somutlaşmış biçimi, Kürk deri sanayidir. Örneğin “ Gaziosmanpaşa'da 'dondurma imalathanesi' olarak gösterilen depoya yapılan baskında 3 bini aşkın susamuru, tilki ve sansar kürkü ele geçirildi.” Deriden giysiler üretmek için binlerce hayvan öldürülmekte ve böylece doğanın kendi iç dengesinin bozulmasına yol açmaktadır. Bu endüstrinin yıkımı sadece hayvan katliamıyla sınırlı kalmamakta; deri ve kürk endüstrisi kullandığı kimyasallarla,havzamızı suyumuzu ve insanımızı da zehirlemektedir. Bunun en çarpıcı örneğini Trakya’da yaşamaktayız. Yüzlerce isim adı altında üretilen kürkler için yakalanıp öldürülen binlerce hayvan Ergene Ovasındaki fabrikalara getirilmektedir. Öldürülen hayvan derilerinin temizlenmesi, işlenebilir hale getirilmesi için çevreye çok zarar veren tonlarca kimyasal madde kullanılmaktadır. Hem insanlar için hem de doğa için kansorojen kimyasal maddeler kontrolsüz bir şekilde kullanılmaktadır. Trakya bölgesinde onlarca fabrika’da öldürülen hayvan derilerinin temizlenebilmesi için kullanılan kimyasal madde atıkları, yıllardır Ergene nehrine dökülmektedir. Hepimizin bildiği gibi, Ergene nehrinde artık su canlıları yaşamamaktadırlar. Bu nedenle, kürk vb giysiler üretmek için ormanların derinliklerinde binlerce hayvanı katledenler aynı zamanda, hayvan derilerinin temizlenmesinde kullandıkları kansorojen içeren kimyasal maddeleri derelerimize, ırmaklarımıza, nehirlerimize bırakarak ikinci kez deniz canlılarını katletmektedirler. Aynı şekilde, bu fabrikalarda çalışan işçilerin çok büyük bir kısmı da risk altındadır. Daha fazla para kazanmak için deri de kullanılan kimyasalları gerekli arıtmayı yapmadan doğaya salan kapitalistler toprakta yaşayan canlıları yok ettiler. Fabrikalarda sağlıksız bir şekilde, asgari ücretle çalıştırılan binlerce işçi ailesi de kürk hayvanları gibi zamana yayılarak yavaş yavaş öldürülmektedirler. Bu bakımdan, zenginlerin zevkleri için üretilen Kürk vb üretimler için sadece binlerce hayvan katledilmemekte aynı zamanda hem doğanın dengesi bozulmakta hem de bu üretim sektöründe çalışan binlerce insanın ölümünde doğrudan sorumlu olmaktadırlar. Kürk üretimi için hayvanları öldürmek doğrudan bir katliamdır. İnsanlığın ve doğanın yok edilmesi olan bu cinayetlere dur demek, herkesin görevidir. NEJLA DEMİRCİ BİLİM VE TEKNİK OKUMAK Tüm okumalar bilgi birikimi sonucuna ulaşmaz. Yazılmayan, soyutlamaları üretilmeyen okumalar bilgi birikimi sağlamaz. Bu tür okumalar kağıt üzerindeki mürekkep şekilleriyle iştigaldir. Sol, bilim ve teknik de okuyor; çok yakından da ilgili, ama soyutlamaları ve bu soyutlamaların pratik siyasal işlevleri öyle değil. Kimi “solcu” Hubble’i “uzaydan bilgi taşıyan teleskop” düzleminde algılıyor. Hazmedilmemiş bilgiyle konuşuyor, yönlendirici bilgi birikimlerine sahip olunmadığı için “ben de bilim ve teknikle ilgiliyim” gösterisi yapıyor. Gerçekler ise çok farklı. Okumaların ayakları havada duruyor. Siyasetin diğer cenahı olarak Sağ, bu eksikliği nispeten gidermiş gibi. Ancak bilim ve teknik onlar için o anın çıkar işlevleriyle ilgili. Bu çıkarlarda insanlık ve toplum yok, birey var. Okumak, eklektik bir ezber oldukça bilgi birikimine dönüşemez. Kütle çekim kuvvetini siyasal güçler arası çekimle ilgili olarak bilince çıkarmamış, kara deliğin çekim kuvvetini gericiliğin çekim kuvvetiyle ilgilendirmemiş, kuvvetler birliğini siyasal mücadelede etkinliklerin dayanışmasına yorumlamamış bilim teknik okumaları, gösteriş amaçlı değilse boş bir çabadır. Bilim ve teknik okuyalım ama bunun siyasal-sosyalkültürel ve diğer insani yaşamla ilgili boyutlarını bilince çıkaracak soyutlamalara yönelelim. “Bilime ilişkin tarihi ve felsefi yapıtlar, yalnızca deneylerle kuramlar arasında bağlantı kurmaya yönelik olmayıp, bunların ortaya çıkarttıkları dönemin toplumsal-kültürel zeminiyle de ilişki kurulmalıdırlar.” (Rom Harê, TUBİTAK yayınları 4. Basım, Büyük Bilimsel Deneyler, önsöz) Makaleme son bulgulardan biriyle başlayacağım. "Güney Afrika'da yeraltında, oksijensiz olarak, tümüyle kendi başına yaşayan bir bakteri bulundu. Latince desulforudis audaxviator, ingilizce adının çevirisiyle cesur seyyah olarak adlandırılan bu bakteri enerjisini su, hidrojen ve sülfattan sağlıyor. Bakterinin oksijensiz yaşayabilmesi nedeniyle başka gezegenlerde olası yaşam hakkında ipuçları verebileceği düşünülüyor. Bilinen en yalnız canlı türü Johannesburg yakınlarındaki bir altın madeninde, yeryüzünden 2,8 kilometre derinde bulundu. Bakteri kesif bir karanlıkta, başka yaşam türlerinden tümüyle tecrit edilmiş halde ve 60 derece sıcaklıkta yaşıyor." Canlı yaşam için oksijen şarttı. Ama oksijensiz yaşam bulgusu, evrendeki yaşam algıları için yeni bir açılımdı. Her ne kadar bilinen organik her şey belli verilerin bir araya gelmesiyle inorganik maddelerden oluşturduğu bilimsel varsayımını yıllardır biliyor olsak da; laboratuvarlarda bu deneyler olumlu sonuç vermişlerse de ilk kez oksijensiz yaşayan, hücre bölünmesi yoluyla da kendi kendine üreyen bir canlıyla resmen tanışmış oldu insanlık. Bilim dünyası bu yeni keşifle ilgilenirken, siyasi mücadele içinde olan bizlerin bu buluşu konu etmemizi gerektiren nedir sorusu sorula bilir. Bu sorunun cevabı yaşamın hür türünün birbiriyle ilgisidir diyeceğim. Ama konu bu değil. Makalemin konusu bilim ve teknik okuma serüvenim ve algılarım üzerine olacak. KÜÇÜK ADIMLARLA BAŞLIYOR HER ŞEY Bilim ve teknik yazmak bir uzmanlık işidir. Ama okumak için bu zorunlu değildir. Benim işim siyasal mücadeledir. Ancak on yıllardır bilim ve tekniğin yakın takipçisi olarak siyasetin de bilim ve teknik dışında bir konu olmamasına dayanarak her bilimsel gelişmenin siyasete yansımaları ve anlamı olduğunu söylemeye çalışacağım. Bilim ve teknik okumalarım, malum Türkiye Bilimsel ve Teknik Araştırmalar Kurumu (TÜBİTAK) yayınlarının tiryakiliğiyle başlamıştır. Teknik okul geçmişim ve bu okulda bizleri eğiten üstün vasıflı öğretmenlerin etkisiyle bu okumalar bir hobiye dönüştü. Bu serüven bir yandan onlarca bilimsel kitap okumalarıyla birlikte (dergiler de dahil), büyük bilim adamlarının, Nobel ödüllü akademisyenlerin keşif ve bulgularını içeren tezlerini yakından takiple devam etti. Bu eğilimdeki ısrarın bir ucu da çevreyle ilgili, çevreye uyum okumalara dinamik katıyor. Küçük adımlarla başlıyor her şey, bir de çevreniz öğrenim eğilimli ise onun etkisiyle siz de adımlarınıza adımları katıyorsunuz. Yeğenim Ömür, ODTÜ mahreçli olunca (şimdi genetik üzerine Amerika’da – Duke Univarsity - doktora yapıyor, uluslar arası önemli bilimsel dergilerde makaleleri yayınlanıyor.) kitap ve dergi hediyeleri zindandan sürgüne kadar peşimi bırakmadı. Bir diğeri iktisatçı, bir diğeri de jeofizik alanında, oradan da akıyor. Büyük oğlumun devletler hukuku üzerine başarıyla tamamladığı mastırı tezini birlikte çalıştığımızı da eklemeliyim. Evet çevre diyorum her daim, bilim teknik okumalarım da öyle gidiyor… Kişiliğimi ve düşünce tarzımı etkince belirleyen bu okumalarda, insanlık bilgi birikiminin doruklarını teşkil eden kimi konularda siyasal düşüncelerimin ataklarını oluşturmaya çalıştım. Küreselleşme üzerine sık sık makaleler yazmam ve iki farklı küreselleşme ayrımına gidişim de bu serüvene yol açmıştı; küreselleşmenin küresel ölçekte olmak anlamına gelmediğini, farklı bir şeyleri ifade de ettiğini bu süreçte ortaya koyma şansı yakaladım. İki küreselleşme vardı benim için. Biri, tarihe karşı eskiyi korumak üzere direniyordu, o da emperyalistlerin küresel ölçekteki dayatmaları, ekonomi politikaları, talanları, savaşları, baskıları ve saldırılarıydı. Diğeri ise, tüm insanlığı ve evreni kapsayan bir küreselleşmeydi; bilimsel araştırma ve gelişimle insan kolektif aklının keşifleri, teknik ilerlemelerinin bir ürünü olan yeni uygarlıktı. Bu uygarlık, Batı uygarlığının kanatları altında gelişiyordu. Sanki tarih biçimsel açıdan tekrar ediyordu. Kapitalizmin feodal krallıkların kanatları altındaki gelişmesi gibi, olumlu küreselleşme de kapitalizmin kanatları altında gelişen yeniyi temsil ediyordu. Yeterli olgunluğa gelince özgürleşecek ve tarihsel olarak geri dönülmesi mümkün olmayan bir evreye varacak, yeni bir uygarlıktır bu. Tarlayı artık kara sabanla sürmenin tarihsel olarak mümkün olmaması gibi, kapitalist üretim sürecine geri dönülmeyecek bir yeni üretim ilişkisinin olgunlaşması sürecidir bu. Ben ikincisinden yana oldum. Küreselleşme taraflısı olduğumu bu zemin üzerinde ilan ettim. Bunda bilim ve teknik okumalarımın payı büyüktür. Mütevazi soyutlamalarım ise kimseye yetmese bile kendi bilgi birikimlerime ve içinde yaşadığım kesitteki siyasal duruşuma yeterli olmuştu. Bu çarpıcı gelişmelere kaynaklık eden nereden başlasam diye düşündüğüm bir dizi temel gelişme ve buna ilişkin okumalarımı belirtmeliyim. Fizik, kimya, biyoloji, teknik, elektronik ve bil cümle bilim alanıyla ilgili okumalar. İLK VE SON ÜÇ DAKİKA ARASINDA Sırasıyla olmasa da aktarayım. Bir küçük kitapçıkta bir öykü okudum. “İkili sarmal DNA yapı çözümünün öyküsü” diye. Yazarını bilirsiniz James D. Watson. DNA yapı modeli kaşifleri ve Nobel ödüllülerinden Francis H. Crick ve James D. Watson ikilisinin, ikincisi162 sayfalık bir broşür. Orada genetik maddenin özünün proteinler değil de deoksiribonükleik asit (DNA) molekülü olduğunu okudum; “hayat gizinin anahtarı porteinlerde değil DNA’da”ydı (Age: s:7). DNA bir kalıtsal maddeydi ve bu gerçeği ilk ele alıp keşfedenler Amerikalı araştırmacı O. T. Avery, C. M. Macleod ve M. Mc Carty genlerin yalnızca deoksiribonükleik asitten (DNA) ibarettir dediler. Bu iddiayı da 1952’de yine Amerikalı A.D. Hershey ve Marta Chase deneylerle kanıtladılar. Ama bunun modelini, yapısını tanımlayamadılar. Bu sürece biyolog Max Delbrük yağlı boya tablolarından izlediği Habusburg hanedanlarının kalın ve sarkık alt dudak yapılarından da ilham alarak, “eğer genler birer molekülse, bunların eşleşme özelliği ve böylece yüzyıllar boyunca kararlı biçimde varlığını sürdürebilme yeteneği olmalıydı” sonucuna vardı. Bu, üst üste atom üzerine atom, molekül üzerine molekülle inşa edilen bilgi birikimleri sonucunda DNA’nın yapısı çözülmüş oldu. “Bir DNA molekülü görülmeyecek kadar küçüktür (eni 2 nanometredir (nm), boyu yaklaşık 10 baz çifti 360 derecelik tam bir dönümü 3.4 nm dir. ). Yapısal biçimi dahice yollarla ortaya çıkartılmıştır, 'çifte sarmal’ ya da ‘ölümsüz sarmal’ (Gen bencildir. S:43). Bunu İngiliz Francis H. Crick ve Amerikalı James D. Watson keşfettiler (1953) ve Nobel Fizyoloji-Tıp ödülünü, “deoksiribonükleik asit (DNA) molekülü yapısının bulunması üzerine” aldılar (1962). Bir DNA molekülü, nükleotit diye adlandırılan birimlerden oluşan iki zincirden meydana gelir ve her nükleotitte bir şeker molekülü, bir fosfat gurubu ve azotlu bir organik bağ yer alır. İşte bu zincirin üç boyutlu yapısı genlerin eşlenme mekanizmasını (replikasyon) anlamaya olanak vermiş oldu. Azotlu bazların her zaman belirli bir kurala uygun olarak eşleşme durumları (adenin (A) ile timin (T) ve sitozin (S) ile guanin (G) ) çift sarmalın titizlikle kendini nasıl eşlediğini de açıklıyordu. Bu da “Watson-Crick eşleşme kuralı” olarak bilim alemine geçmiş oldu. DNA iplikçiklerinin sarmal bir tarzda uzayıp giden molekül bağlarıyla yaşam sırlarına olan insan aklı yolculuğu önemli bir aşama kat ediyordu. “Hayat gizinin potansiyel anahtarıydı o”(Age. S:23) “Hücre bölünmesi sırasında kromozom sayısı iki katına çıktığında kendi kendisinin ikinci bir kopyasını çıkartabilme yeteneği, yani genin kendi kendini çoğaltabilmesi” (Age. s:90), “genlerin ölümsüzlüğü fikri” (Age. S:109) “beden genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçları” olması, esas olanın temel yaşamsal madde DNA olduğunu, yaşamın ise onun yönlendiriciliğinde, onun yaşam kavgasının ihtiyaçlarınca belirlenen bir süreç olduğunu algılarımıza sunuyor. Bu aşamanın sosyal siyasal ve ekonomik boyutları hızla belirginleşerek ilerlediği bu günümüzde, bu basit bilginin bir devrimcinin ufuklarına ne türden bir genişlik katacağını söylemeye bile gerek yoktu. Irkçıların ve de milliyetçilerin iki yüzlülükleri daha önceki veriler üzerine bu verilerle de bilimsel olarak kanıtlanabilirdi. DNA’nın ne ırkı ne milleti ne de dini var. Bir bilim adamı olarak Francis H. Crick “Din geçmiş kuşaklara ait bir hata idi; günümüzde ise sürdürülmesi gereksizdi” diyerek, bilim ile düşüncenin her boyutu arasındaki ilişkiye güzel bir gönderme de yapıyordu. Crick daha sonraları beyin üzerine çalışmalara yöneldi, “insan varlığının temel sorunlarına yanıt arayışı”na yöneldi “Şaşırtan Varsayım” kitabını yazdı (TUBİTAK yayınları). O da bize şöyle seslendi: “ ‘siz’, neşeleriniz, üzüntüleriniz, anılarınız, ihtiraslarınız, benlik ve özgür irade duygularınız ile aslında çok sayıda nöron (sinir hücresi bn.) ve bunlarla ilişkili moleküllerin bir arada davranışından ibaretsiniz” (Francis Crick, Şaşırtan Varsayım. s:3 ) Bununla da kalmadı, bize, olağanüstü bir sinir makinesi olan beyni anlamak için onun doğal ayıklanma ile uzun evrim sürecinin sonuç ürünü olduğunu kavramamız gerektiğini, evrimin ise temiz çalışan bir tasarımcı olmadığını, küçük birikimler üzerinde yükselen bir sarmal süreç olarak yükselip genişlediğini anlatıyor. (Age.s:13) Hareket algılarımızın her zaman doğru olmayabileceğini, milyarlarca yılda doğal ayıklanma ile evrimleşmiş küçük boyuttaki kimyasal mucize olan hücreyi algımıza sunan Crick, bir PC’nin temel çevrim hızı saniyede 10 milyon işleme tekabül ederken, bir nüronun ateşleme hızı saniyede 100 darbe dolayında olduğu dolaysıyla bilgisayarın beynimizden “milyon kat daha hızlı çalıştığı"na dikkat çekiyor (Age. s:194) Crick, “beynin dilinin temeli nüronlardır” (Age.s:282) diyerek “beynin nasıl çalıştığını gerçek anlamda öğrendiğimizde, algılarımız, düşüncelerimiz ve davranışlarımızın üst düzeyde yaklaşık bir açıklamasını yapacağız. Bu da beynimizin tamamının işleyişini daha doğru ve tutarlı biçimde kavramamıza yardım edecek ve bun günkü bulanık popüler düşünceleri söküp atacak” (Age. s:182) belirlemesi yapmaktadır. Bir devrimci için bu ayrıntının belki hiçbir önemi yoktu. Ama bilim ve teknik okurken öğrendiğim değişim, mutlak bir iddianın yapılamayacağı, en iddialı akademik varsayımın bile bir başka bilimsel varsayımla altüst olacağı gerçeği siyasal yaşantımda da derin izler bırakıyordu. Bunun ardından “Hayatın Kökleri” (Mahlon b.Hoagland, TUBİTAK yayınları 7. baskı) küçücük kitapçığı ise DNA serüveninin ezeldeki başlangıçlarını açıklarken verdiği “çorba” tarifi esasında tüm canlı yaşamın ham maddesinin tanımlıyordu: “Deniz suyunda erimiş karbon, hidrojen, oksijen, nitrojen ve fosfor içeren basit bileşkeler, ultraviyole ışınları ve şimşeklerle sürekli yüz milyonlarca yıl boyunca bombardıman edilerek, bol ve bütün molekülleri içeren bir koyu çorba oluşuyor.” (age.s:3940) Bu çorba zamanın inanılmaz ağırlığı altında zincir molekülleri oluşturması, yaşam zincirini, inorganik maddeden organik maddeye geçişi sağladı. Buna tanık kimse olmadığı için süreci tüm ayrıntılarıyla bilmeyebiliriz. Laboratuvar koşullarında da taklit edilen bu senaryo sonucu, pürin ve pirimidin adı verilen organik maddelerinde elde edilmesini sağladı. Bunlar ise genetik molekül DNA’nın yapı taşlarıdır. ( Gen bencildir. S:31) “Her evrim tek kez yaşanır tekrar edilmez” yasasına dayanarak da gerisin geriye süreçleri yaşayıp bunu bilemeyiz, ama labaratuvar ortamında bu deneyi yapmak mümkündü. Nitekim bilim bunu da başarmıştır. Yaşam için enerji gerekli. Bunun kaynağı da güneştir. Tüm canlıların canlılık kaynağı, enerjiyi temelde güneş enerjisinin molekülleri (insanlar için) ya da bitkilerden (hayvanlar için) içinde kilitleyip koruyan adenosin trifosfatktır (ATP) Ateş böceği ışını da sağlayan ATP’dir. (age. S:52) Enerji süreklilik için zorunludur. Süreklilik ise tek düze değildir değişimlerin evrimlerin sürecidir de. Çeşitlenme ise mutasyon ve cinsel birleşmenin eseridir. Biri var olan düzeneğin rastlantılarla bozulup yeni bir düzenek kurması ya da cinsel ilişkiyle yeni bir bileşke kurmasının eseridir. “Evrim, sonsuz genişleyen ‘çeşitliliğin’ tarihidir. “(Age.s:80) Burada da bilincimize, “çeşitliliğin” nedeninde “DNA’nın mutasyonu ve cinsel karışım” (age. S:90) olduğunu bilmeden de olsa Darwin’in ortaya koyduğu evrim teorisini algılamaya kapı açabiliyoruz. “Darwin, varoluşumuzla ilgili zor soruya bir yanıt sağlar; ki bu, şu ana kadar önerilen tek olası yanıttır.” (Gen Bencildir. S:27) “canlı toplum, gerçekte, bütün geçmiş DNA değişikliklerinin ve çevrenin yaptığı bütün geçmiş etkilerin deposudur. Bu topluluk içindeki bireylerin büyük çeşitliliğinin nedenidir. Doğal seçme işte bu çeşitliliği kullanarak topluluğun daha çok gelişmesini sağlar” (Age. S:91) Çevre tümüyle pasiftir. Çevreye uyum sağlayan çoğalır ve yaşar. Sağlamayanlar dökülür. Kültür bir ölçüde bunun için insanın geliştirdiği bir mekanizma olarak, çevreyle uyumu biyolojik etkenler dışında sağlamak üzere etken olur. Çevreye uyum vardır, çevrenin uydurması yoktur. Evrimin ham maddesi ise çevre değil mutasyondur, cinsel bileşkedir. Evrim tekrarı olmayan yok olması halinde yerine hiçbir şeyin konulması mümkün olmayandır (Age. s.69). “Bütün canlı yaratıklar kendilerini oluşturan bilgiyi DNA’da biriktirirler. DNA’yı mesajcı RNA’ya kopya ederler, mesajcı RNA’yı proteine tercüme ederler. Dahası DNA’nın mutasyonuyla veya cinsel karışımla değişmesi proteinlerin kalıcı değişimine neden olur. Böylece organizmalar arasında gittikçe artan farklılıklar ortaya çıkar ve sonunda yeni türler doğar.” 60 trilyon hücrenin uyumlu işbirliğine ihtiyaç duyan insanın kaderini doğal çevrenin etkilerinden çok, insanın doğal çevreyle ilişkisi belirleyici olacağı sonucuna varmak güç olmayacaktır. Evrimi bu boyutta kavramamızı sağlayan bilimsel süreçler doğal olarak insani her yönelimimize de katkı sunuyorlar. Bir devrimci olarak bu bilimsel verilerin siyasal, sosyal düşüncelerimde oynadığı rolün ne olacağını buradan kestirmek zor değildir. Okumalar açılıp derinleştikçe çarpıcı kitapların izleri düşünsel bilinçaltımızın oluşumunda da etkilerini gösterir. Ayın konuda kalmak kaydıyla, Richard Dawkins’in “Gen Bencildir” (TÜBİTAK yayınları 2. basım) kitabının öğrettiği çok şey olmuştur diyeceğim. Bir devrimci olarak doğayı sevmek ve tüm canlı türleri arasında bir eşitlik algısını bilince çıkartmak için, öncelikle siyası mücadele içinde olanların okunmasını tavsiye edeceğim bir kitaptır bu. Kitabı açar açmaz şu cümleyi görmek müthiş bir etkidir. “Bir türü, diğer bir türden üstün kılacak hiçbir nesnel dayanak yoktur. Şempanze ve insan, kertenkele ve mantar, hepimiz, üç milyar sene kadar önce doğal seçilim olarak tanıdığımız süreç içinde evrimleştik” ( Gen bencildir. s:1) Dawkins bu sözlerini “Yaşama Darwinci Bir Bakış Cennetten Akan Irmak” adlı Varlık-bilim yayınlarından çıkan kitabında “ yeryüzünde yaşayan tüm canlılar tek bir atadan gelmiştir“ diyerek tekrar etti. (Age.s: 22) 150 -250 bin yıl önce yaşadığı varsayılan “Afrikalı Havva” ya da “Mitokondriyal Havva”nın “tüm modern insanların salt dişi soy çizgisiyle kökeni olduğu söylenebilecek, tarihsel olarak bize an yakın kadın olduğudur” (Age. s:60) tezi aynı zamanda spermlerin enerjisini veren (bir kaç tane) mitokondrilerin yalnızca anneden alındığını gösteriyor. Yaşam enerjimizin temelinde bu enerji istasyonunun rol oynadığını (Age. s:52-53) bilince çıkarmakla cinsimizin dişisine nasıl bakmamız gerektiğine ilişkin mesajlar vermektedir. Bilimsel araştırmalar genlerimizin belirli nitelikleri arasında “bencillik olduğu”nu bunun da benciliğimizin birey davranışlarımızda da yansıması olduğu gerçeğine işaret ediyor. Başka hiçbir türün cesaret edemeyeceği ve yapamayacağı bir şeyi yapmak üzere, bu gerçeği değiştirmek için kültürel aktarımlarla insan olarak yeni kuşaklara vereceğimiz çok şeyin olduğunu bilmek gerekir. “Yaşamınız boyunca ne kadar bilgi ve akıl edinirseniz edinin, bir damlası bile çocuklarınıza genetik yollardan geçmez. Her yeni kuşak sıfırdan başlar. Bir beden genlerin kendilerini değiştirmeden saklama araçlarıdır” ( Gen Bencildir. s:45) Bilim okumanın işte bu hallerde de siyasal, sosyal algılara, ekonomik düşün arayışlarına sevk etme boyutu olduğunu görmek güç olmayacaktır. Bu konuyu neden ele aldım: Okumanın ezbercilik olmadığı, aktarmacılık olmaması gerektiği, çıkarsamaların, soyutlamaların okumayı bilgi birikimine çevirdiğini anlatmak için söz konusu ettim. Genç kuşağın okumalarına yön vermek için, okuduğunu sanan bazı ahmakların gerçekte eklektik aktarmalarla kendilerini göstermek istedikleri gibi birikimli olmadıklarını yansıtmaya çalıştım. Kimisi Stephen Hawking’i ve zamanın kısa tarihinde kara delikleri anıyor, kimisi Hubbel’li ele alıyor, onu bir uzay teleskopu sanıyor. İsim anıyor ama bilince yansıyan algı ne içerik açısından ne de soyutlamaları açısından bir bilgi vermiyor. Bilimle de uğraşıyorum numarası çekiyor. Hiç ilgisi yok. Kitap okuyorlar ama bilgi birikimi yapmıyorlar, çünkü bilimden soyutlamalar yapıp siyasal-sosyal mücadelelerine yön vermiyorlar. Bunun için bilim okumak, bilgi birikimi amacına soyutlamalarla sonuçlar çıkartmaya yönelmedikçe, kağıt üzerindeki mürekkep lekeleriyle uğraşmak anlamından öteye geçmiyor. Konusu açılmışken kısaca belirteyim: Kiminin sandığı ve sığlığı gereği isim anarak bilgili olduğu süsü verme çabasından mütevellit “Hubble, atmosferin dışına yerleştirilen ilk büyük teleskop” algısı, esasında bilimle ilgili okumalardan hiçbir şey öğrenmemek anlamına geliyor. Zaten çoğu gösterişçinin okuma eylemi de bu gösteri içindir, ötesi için değil. Bilimsel veriler ve faaliyetleri üzerinde tartışmalar iyi mi olur kötü mü olur sınırında ilkokul çocukları düzeyini aşmaz. Üstelik bunu ele alanlar başkalarını da, bilimle uğraşmıyorlar, ilgisizler diye eleştirir, özrü kabahatinden büyük bir eda içinde olurlar. Hubble deyince çok şey anlamak ve çok önemli soyutlamalara gitmek gerek. Bunlar bir devrimci siyasal mücadele insanı için elbette ki formüllerden, rakamlardan, kareköklerinden, logaritma ve diferansiyel hesaplarından çok farklı bir şey olacaktır: Zaten bunun için soyutlama yöntemi, her okumayı bilgi birikimine çevirme şansı yaratmış olur. Bu amaçla bilim ve teknik okumalarımdan çıkan soyutlamaları okurlarımla paylaşmak üzere bu konuya benim açımdan nasıl yaklaşılması gerektiğini ortaya koyacağım, farkı da okur algılasın. Edwin Powell Hubble (20 Kasım 1889 - 28 Eylül 1953) ABD’li astronom. Hukuk mezunu olup, gök bilimlerine sonradan ilgi duymuştur. Samanyolu galaksisinden ibaret olduğu sanılan evrenimizi, Andromeda bulutsusunu keşif ve bireysel yıldızlarına ayrıştırmayı başararak evrenimizin çok galaksili olduğunu ispatladı (1923). Işık tayfı incelemeleri ve kızıla kayan renklerin galaksilerin birbirinden uzaklaştığını göstererek genişlemeye devam eden bir evren senaryosunu bilimsel olarak ispat etti. Bu “Hubble sabiti” sayesinde oldu; “birim uzaklık başına belli bir hız artışını veren sayı ( Bu sayı, hız ve uzaklık arasındaki orantılılığın, verilen bir zamanda, bütün gökadalar için aynı olduğu anlamında sabittir; yoksa evren evrimleştikçe sabit değişir)” (Steven Weinberg, İlk Üç dakika, s:27) . Buradan başlayan veriler evrenimizin yaşını belirleyecek ve evrenimizin gelişim süreçlerini izah edecek, Big Bang teorisinin temellerini oluşturacak açılımların başlangıcını oluşturdu. “Modern evrenbilimin temeli” (Paul Davies, Son Üç Dakika, s:32) böylece atılmış oldu. Bilim teknik yayınlarının başucu haline getirdiğim kitapları arasında, Steven Weinberg’in “İlk Üç Dakika” adlı kitabında güzel bir anlatımla, “Gökadalar, uzaklıkla orantılı olan bir hızla bizden uzaklaşmaktadırlar… her gökada çifti, aralarındaki uzaklıkla orantılı olarak birbirinden uzaklaşmaktadır… Hubble sabitinin her bir milyon ışık yılı için saniyede 15 km civarında olduğuna inanılmaktadır…” (Age. s:28) diyor ve buradan hareketle “karakteristik genişleme zamanı” tespit edilerek evrenimizin yaşı bulunur. Bulunan sayı 20 milyar yıldır. Ancak evrenimiz daha gençtir zira Hubble sabiti, gökadaların kütle çekim etkisi altında sürekli yavaşlaması nedeniyle sürekli sabit bir hızla birbirinden uzaklaşmamışlardır. Düzeltmelerle sonucu ( Walter Bade ve diğerleri tarafından, Age. s:28) evrenimizin yaşının 13.7 – 14 milyar yıl olduğu tespit edilmiştir. Hubble sabiti’nin açtığı ufuklarda evrenimizin genişleme özelliklerini kavradığımız gibi, sonunda büzülüp içe çökerek bir kez daha Big bang öncesi anın yoğunluğuna dönüp dönmeyeceğini de öğreniyoruz. “Evrendeki maddenin ortalama yoğunluğu belli bir kritik değerden küçük ya da ona eşit ise evren uzaysal olarak sonsuz olmalıdır. Bu durumda evrenin şimdiki genişlemesi sonsuza dek sürecektir. Öte yandan eğer evrenin yoğunluğu bu kritik değerden büyük ise, o zaman maddenin doğurduğu kütle çekim alanı evreni geriye kendi üstüne kıvırır… Bu durumda kütle çekim alanları evrenin genişlemesini sonunda durdurmaya yetecek güçtedir; öyle ki evren sonunda içe, belirsiz büyük yoğunluklara doğru çökecektir. Kritik yoğunluk Hubble sabitinin karesiyle doğru orantılıdır; bu günün benimsenen değeri olan bir milyon yılda 15 km/s için kritik yoğunluk santimetre küpte 5x10 üs -30 grama eşittir: Bu bin litrelik uzay içinde üç hidrojen atomuna eşdeğerdir.” (Age. s:34) Bu bilgilere ek, gökadalar arısındaki uzaklaşmanın özgün bir kuvvetle olmadığı, bir tür ilk patlamanın eseri olduğunu öğreniyoruz. Bu bilgilerimize Arno Penzias ve Robert W. Wilson’un 1965’te 3 Kelvinlik (K) mikrodalga (gürültüsü) arkalan ışınımının kozmik olduğunun keşfedilmesi. Ve bu 3K’nın evrenin her tarafında aynı olmasının bulgulanması nedeniyle hiçbir zaman ısısal dengeye sahip olmayan bir evreninin bir dönem ısısal dengede olmasına önemli bir kanıt olmuştur. Bu ise, “başlangıçtan beri gelişen olayların akışını buradan çıkartabilme"mizi sağlayacaktır. (Age. s:58) 20. yy’ın en önemli bilimsel keşfi de budur. “İlk Üç Dakika” kitabı kadar heyecanla okunacak “Son Üç Dakika” kitabından da bilgi birikim edinimlerimize katkı bulunuyor. Kütle çekiminin gökadaların dışa doğru hızla kaçışlarını engelleyen bir faktör olması evrenin geçmişten bu güne daha hızlı bir saçılma, genişleme durumunda olduğunu, gerisin geriye giderek evrenin sıfır boyut ve sonsuz yoğunlukta olduğu, bu yoğunlaşmanın sıfır noktasındaki patlamasıyla evrenin ve maddenin her türünün oluşmaya yöneldiğini gösteriyor. “Büyük patlama madde ve enerji kadar, uzayın da kökenidir. Bu tabloya göre, içinde büyük patlamanın gerçekleştiği, önceden mevcut bir boşluk olmadığını anlamamız çok önemlidir” belirlemesi yapılıyor. (age. s:35) Buradan da “önce yoktu, zamanın olmadığı yerde ise, alışılmış anlamda nedensellik de olamaz” (Age. s:35) sonucuna vararak “büyük patlamada hiçlikten var olan bir evren büyük çöküşte hiçliğe dönüşüp yok olur” (Age. s:127) belirlemesi, evrensel boyutlarıyla fizik aleminin başını ve sonunu nasıl kavramamız gerektiğine işaret ediyor. Ve sonucu çok güzel olasılıkla kapatıyor: “ Evrenin sınırı olsa bile, düşüncelerin sınır tanımayabileceği olasılığını” vurguluyor (Age. s:157) “İlk Üç Dakika” ve “Son Üç Dakika” kitabını okumak bir devrimci için evrenle ilgili müthiş soyutlamaları algılamak demektir. Madde kadar karşı maddeyi algılamak, evren kadar sonsuz yoğunluktaki atom büyüklüğünü algılamak demektir. Bu ise siyasalkültürel sosyal yaşamımızda her olay derinliğine bakma yöntemi kazanmak demektir. Olayın ve olayların içine nüfus etmek, tesadüfleri, olasılıkları, iç bağlantılarını kavramak demektir. Kendi adıma bilim teknik okumalarım bana evrenin her bir unsurunun önemini sosyal ve siyasal yaşamda her verinin önemini algılamayı öğretmiştir. Hubble sabiti, devrimci hareketin, özgürlük ve demokrasi mücadelesinin kimi sabitleri gibi algılanmadan, onlarla ölçümler yapmadan, 3K kozmik akalan ışınım algıları tarihsel siyasal mücadelelerin tüm değişkenliklerine karşın başlangıç dengelere sahip olduğu bilincini taşıyor. En ilkel rakamsal araştırmalardan en uzak kozmik araştırmalara bilim ve teknik okumaları, bir hobi olduğu kadar aklın gelişim dinamiklerine de bir katkıdır. George İfrah’ın elimdeki 8 cildiyle TÜBİTAK yayınlarından “Rakamların Evrensel Tarihi” de, “el, tüm çağların ilk sayım ve hesap makinesi” (Age. C: I, s:12) olduğunun ilginç serüvenini, sayılar bilimini ve bunun toplumların sosyo-kültür yapılarındaki etkilerini, “İnsan zihninin büyük ustalığı” olan sıfırın bulunuşu ve az sayıda şekille sayıları simgeleyerek inanılmaz ölçekteki sayımı en az sayıyla ifade edişin öyküsünü öğreniyoruz. Ondalık sisteminin en yetkin sistem olmasının on parmağımızla ilgili bir marifet olduğunu (Age. s:123), büyük soyutlamaların üreticisi insan aklının tarih serüveninden, siyasal, toplumsal, kültürel yaşamımıza çok önemli bilgileri ve yönlendirmeleri sunduğuna işaret etmektedir. Rakamların evrensel tarihi, tarih içinde gereksinim duyacağımız tüm rakamsal işlemlerin aynı zamanda bir sosyal, kültürel, siyasal işlem olduğuna da önemli bir veri olduğunu anlıyoruz. Bilim ve teknikten, James Gleick’in “Kaos” kitabı ve David Ruelle‘nin “Rastlantı ve Kaos” kitabından fizikçilerin ve matematikçilerin düzenlilikler arayışı karşısında düzensizliğin faydasını, bilimini ve bunun yaşantımızdaki yerini öğreniyoruz. Patrik değerlendirmeler için birikimlerimiz arasına alıyoruz. “Kelebek etkisi”nin basit bir itimin nasılda zaman ve mekan faktörü içinde dev bir gücün oluşuna gittiğini kaosun ifade ettiği karmaşa algısı öğretiyor. MİHRAC URAL KADİM HİKAYELER - KABE BİR HİNDU TAPINAĞI Peygamber Muhammed’den yüzyıllar önce Arabistan, Vedik kültürünün parlak merkezi ve olağanüstü zenginliklerle dolu bir coğrafyaydı. Bu kadim kültürün ne olduğunu öğrenmeğe başlarken önce Arabistan adına bakabiliriz; bu kelimenin orijinali Sanskritçe “Arvasthan”dır ve Atlar Ülkesi anlamına gelmektedir. Daha da derinden bakacak olursak Arva (atlar) ve Sthan (yer) anlamındadır. Bu bölgede yaşayan halka Semitik denilirdi; bu da yine Sanskritçe Smritic’den gelir. Araplar kadim Vedik Semitizmini izlemekte Manu-Smriti!yi kutsal sayarlardı. O dönmede Uttarapath (Kuzey Yolu) Hindistan’ın kuzeyine açılan uluslar arası bir yoldu ve tüm önasyaya ve Arabistana açılıyordu. Ayrıca İslamın doğuşundan 800 yıl öncesinden başlamış bulunan çok sıkı bir deniz ticareti de söz konusuydu: Basra limanı Hindistan’dan gelen tüm malları ve konukları karşılıyordu. Konuşulan dil Sanskritçe idi ancak yüzyıllar gibi uzun bir zamanda giderek değişti ve günümüz Arapça’sına dönüştü. Bunun en aşikar kanıtı Arapça ve Sanskritçe bulunan sayısız benzer kelimedir; işte bazıları: Sanskritçe Arapça Sagwan Saj Vish Besh Anusari Ansari Shishya Sheikh Mrityu Mout Pra-Ga-ambar Paigambar Maleen Malaun Aapati Aafat Karpas Kaifas Karpur Kafur Pramukh Barmak Türkçe gemi kerestesi zehir Havari şeyh ölüm cenetten gelen kirli afet keten kafur şef Hatta bazı kılıçların adına Handuvani, Hindi, Saifulhind. Muhannid denilirdi. Sanskrit Astronomisi de Arapçada kolayca görülmektedir; Brahma-Sphuta- Siddhanta; Sind-Hind olarak; Khanda-Khadyaka da Arkand olarak geçmiştir. Matematiğe ise Arapçada Hindisa denmektedir. Araplar matematik; fizik ve astronomi gibi hemen her alanda bilgilerini Hindistandan alarak kendi sistemlerini geliştirdiler. Önemli Arap bilginlerinden olan W.H. Siddiqui’den alıntı; “Arap medeniyeti Hindistanla yapılan kültür ve mal ticaretinin sonunda yoğun ve geniş çapta bir ilerleme gösterdi. Göçebe arap kabileleri büyük bir ölçüde yerleşik düzene geçtiler ve hatta surlarla çevrili kentlerde yaşamaya başladılar; hayvancılık; tarım ve ticaretle uğraştılar; tanrılardan korktular ve krallarını yücelttiler.” Bazı kimseler yanlış bir şekilde Arapların Hindu sözcüğünü aşağılamak için kullandığını düşünmektedir. Bu tamamıyla yanlıştır; İslam öncesi Arabistanda Hinduizm çok yaygındı; bunu kolayca en sevdikleri kızlarına “Hinda” yada “Saifi Hindi” adlarını vermelerinde belliydi. Arapların Hindistanı manevi ve kültürel anavatanları olarak görmeye alışık oldukları aşağıda dört Vedanın değinildiği şiirden anlaşılmaktadır: “Aya muwarekal araj yushaiya noha minar HIND-e Wa aradakallaha manyonaifail jikaratun” ” Ey Hint ülkesi, sen ne kadar da kutsalsın; sen Tanrı tarafından seçilmiş ve bilgelikle kutsanmışsın” “Wahalatijali Yatun ainana sahabi akhaatun jikra Wahajayhi yonajjalur -rasu minal HINDATUN “ .”Dört fener gibi parıldayan şahane bilgeliğin bolluk ve bereket getirir” “Wahowa alamus SAMA wal YAJUR minallahay Tanajeelan Fa-e- noma ya akhigo mutiabay-an Yobassheriyona jatun” “Bu bilgiyle yanan SAM ve YAJUR yaradılışta bahşedildiler; işte kardeşlerim özgürlüğe giden Vedaların yoluna saygı duyun ve izleyin” “Wa-isa nain huma RIG ATHAR nasayhin Ka-a-Khuwatun Wa asant Ala-udan wabowa masha -e-ratun” “Diğer ikisi RIG ve ATHAR bize kardeşliği öğretecek; karanlık onların aydınlığında sonsuza kadar yok olacaktır” Bu şiir Labi-Bin-E- Akhtab-Bin-E-Turfa tarafından Arabistanda yaklaşık M.Ö. 1850’de yazılmıştır. Bu şiir; kadim Arap şiiri antolojisi çalışması olan Sair-Ul-Okul’da bulunmaktadır; bu eser M.S. 1742’de Sultan Selim!in emriyle derlenmiştir. Arapların MÖ 1800 lü yıllardan beri Vedaları kutsal yazıtları olarak kabul ettikleri ve bunlara sadakatle bağlı oldukları sadece Vedaların ne kadar eski değil, aynı zamanda Hint uygarlığının Indus’tan Akdeniz’e kadar uzandığını da kanıtlamaktadır. Muhammed peygamberin doğumu sırasında da Vedik kültürü oldukça canlıydı. Yine bunun kanıtını Sair-Ul-Okul’dan alalım ve peygamberin doğumundan 165 yıl önce yazılmış bir şiirde bulalım: “Itrasshaphai Santul Bikramatul phehalameen Karimun Bihillahaya Samiminela Motakabbenaran Bihillaha Yubee qaid min howa Yaphakharu phajgal asari nahans Osirim Bayjayholeen Yaha sabdunya Kanateph natephi bijihalin Atadari Bilala masaurateen phakef Tasabahu. Kaunni eja majakaralhada walhada Achimiman, burukan, Kad, Toluho watastaru Bihillaha yakajibainana baleykulle amarena Phaheya jaunabil amaray Bikramatoon” – (Sair-ulOkul, sayfa 315) “Ne mutlu onlara ki Kral Vikram’ın zamanında doğdular: Zira o kendisini halkının iyiliği ve selametine adamış, cömert ve çalışkan bir kraldı. Ancak o zamanlarda biz Araplar maneviyatı unutmuş ve dünyevi zevklere düşmüştük.Entrika ve eziyet yaygınlaşmıştı. Umursamazlığın karanlığı ülkemizi sarmalamıştı. Canı için çırpınan kurdun ağzındaki bir kuzu gibi; biz de boşvermişliğin pençesindeydik. Ancak günümüzü aydınlatan şafak; eğitimin ışığı altında sonucunu verdi ve o bilge Kral Vikram biz yabancıları unutmadı. Kendi kutsal kültürünü, gönderdiği bilginler ve öğretmenler sayesinde ülkemizin üzerindeki güneş gibi aydınlattı. Bizlere Tanrı’nın varlığını hatırlattı ve ona giden yolu gösterdi” Orijinler adlı kitabında (3. ve 4. ciltler) Sir W. Drummond şöyle demektedir: İbrahim vahi aldığı zamanlarda insanlığın ortak dili ve kültürü Sabaizm idi. Ve felsefeleri dünyadaki bütün milletlere ulaşmış durumdaydı.” Kitabının 439. sayfasında Kabe tapınağında bulunan 360 ikonadan söz etmektedir; bu Vedik ikonların adları Arapça – Sanskritçe karşılaştırılmasıyla bazıları verilmiştir: Arapça Sanskritçe Türkçe Al-Dsaizan Al-Ozi or Ozza enetji Al-Sharak Bag Bajar şimşeği Kabar Tanrısı Dar Kralı Dua Shara Tanrıların Lideri Habal Dayanıklılık Tanrısı Madan Tanrısı Manaph Manat Shiv Obodes Shani Oorja Saturn kutsal Shukra Bhagwan Vajra Venus Tanrı Indra’nın Kuber Zenginlik Indra Tanrıların Deveshwar Bahubali Madan Aşk Manu Somnath İlk İnsan Lord Bhoodev Dünya Razeah Kralı Saad Tanrısı Sair Tanrıçası Sakiah Sawara Yauk varlık Wad Rajesh Kralların Siddhi Şans Shree Zenginlik Shakrah Shiva-Eshwar Yaksha Indra Şiva Kutsal Budh Mercury Kabe ele geçirilmeden önce uluslararası bir Vedik Tapınağı idi. Harihareswar Mahatmya kadim Vedik Yazmalarıdır; burada Vişnu’nun Mekke’deki ayak izinden bahsedilmektedir. Bununla ilgili önemli ipuçlarından birisi Müslümanların bu bölgeye Sanskritçe Hariyam dan gelmiş olan Haram demeleridir; HARI , Vişnu’nun müttefikidir. Eski yazıtlar şöyle der; : “Ekam Padam Gayayantu MAKKAYAANTU Dwitiyakam Tritiyam Sthapitam Divyam Muktyai Shuklasya Sannidhau” Burada Vamana’ya; üç belirli mekana ayak basarak buraları kutsayan Vişnu’nun reenkarnasyonuna bir gönderme vardır; bu yerlerin adı Gaya; Mekke ve Shukla’dır. Bu şekilde oyulmuş kutsal mekanların ziyaret edilmesi Vedik bir gelenektir. Ayak izlerinin günümüzde iddia edildiğinin aksine herhangi bir kişiye ait olmadığı kesindir zira bu figürler hep tek ayak şeklindedir. Kabe’de bulunan siyah taş (SAnge Aswat olarak bilinir ve Sanskritçesi Sanghey Ashweta dır ve beyaz olmayan taş anlamına gelir) bir Şiv Amblemidir. Kabe’de arkeolojik kazılar yapılacak olursa Vedik ikonların kalıntılarına kolayca rastlanabilir. Kabe anlam olarak Sanskritçe Ghaba dan gelmektedir ve anlamı Mabet’tir. Hajja ve civar bölgelerinde Rama ve Somia kabileleri vardı; bu isimleri kabilelerin izlediği Tanrısal varlıklar olan Vedik Soma (güneş)ve Rama’dan (ay) gelmektedir. Ay Tanrınsın İslam öncesi dönemlerde çeşitli isimleri vardı; bunlardan biri Allah idi. Al-lah’ın 3 çocuğu vardı ; bunlar; Al-lat, Aluzza ve Manat idiler. Al-lat ve Al-uzza ikisi de dişildi. Manat ise Somnath yani Ay Kralının ismidir ve Kabe’nin o dönemde Ay Tanrısı Somnath’ın hizmetindeydi. İşte Kabe’deki siyah taş tüm Şiva ikonlarında Şiva’nın anlında bulunan ve dolun ayı temsil eden taştan başkası değildir. Ayrıca her Şiva tapınağında Ganj Nehrini temsilen bir su kaynağı bulundurmalıydı. Zemzem suyu kaynağı bu eşleşmeyi tamamlamaktadır. ATHURA HÜRMÜZ SOL NE YAPMALI Emperyalist kapitalist sistemin krizlerinin biri bitiyor, biri başlıyor. Yeni çözüm önerileri üzerine konuşumalar yapılıyor, teoriler üretiliyor. Oysa emperyalist kapitalizmin doğası krizlere dayalıdır. Her krizde işçiler, işsizler, yoksullar, emekçiler daha fazla yoksulaşmaktadır. Çözüm sol da ve sosyalist ekonomide. Emperyalist kapitalist sisteme göbeğinden bağımlı ülkeler teker teker iflas ediyorlar. Diğer yandan da zayıf, cılız, dışarıdan pompalamada olsa Afrika’da, ortadoğu’da gelişen bahar rüzgarı ile ortadoğu halkları önemli bir mevzi kazandılar benim nazarımda, çünkü bu toplumlarda “biat “kültürü hakimdi. Bu bağlamda bu yaşanları olumlu buluyorum. Diğer taraftan da son yapılan seçimler de Avrupa’da ve Latin Amerika’da ki sol dalga toplumun umutlarını yükseltmektedir. Ülkemize gelince sol-sosyalistler büyük oranda daralmış durumda. Bu daralmayı mutlak kırmalıyız. Bir biçimde bu kabustan kurtulmalıyız. Ülkedeki dinamik güç Kürt toplumsal hareketi üzerinden gidiyor. Onlar da bu daralmayı görmelerinden kaynaklı yeni arayışlara geçmiş durumdalar. Türkiyeli sosyalistler olarak bu ablukayı mutlak kırmalıyız. Hep beraber Kürdü ile Türkü ile yoksulu ile kısaca ülkede ki ezilen, horlanan, dışlanmışlarla, ötekilerle aşağıdan yukarı doğru örgütlenerek. Bu ablukayı mutlaka ama mutlaka kıracağız. Peki sol olarak üzerimize ne düşüyor? Çok çalışmalıyız. Çok okumalıyız. Bunları dayanışma geleneğimizi unutmadan özüne uygun olarak yapmalıyız. Benmerkezcilikten kurtulmalıyız. Her sohbette anılarımızı anlatmak yerine çalışmalıyız, üretmeliyiz, paylaşmalıyız. Kim ne biliyorsa, ne kadar biliyorsa mutlaka yazmalı hiçbir şey yapamıyorsa fotokopi yapıp dağıtmalıyız. Yoksa bu ablukayı kıramayız. Umutlarımız her zamankinden daha diri tutmalıyız. Karamsarlığı ancak böyle yıkarız. Hoşgörümüzü ve sakinliğimiz mutlaka korumalıyız. Akp’nin tekçi, saldırgan tutumuna karşı ortak hareket noktaları yaratmalıyız. Her konuda akıllı çözümler üretmeliyiz. Ortak cepheler örgütlemeliyiz. Kendi içimizde ki sorunları büyütmeden ortak noktalarımızı ön plana çıkartmalıyız. Toplumsal mücadelede yeni kanallar açıp HES’ler karşı olmalıyız ve ekolojik değerleri mutlaka korumalıyız, sahiplenmeliyiz. Bunlarla ilgili varolan çalışmalara destek olmalıyız ayrıca yeni yeni projeler oluşturmalıyız. Örneğin yoksul köylüler, kendi aralarında dayanışma ağları kurmalı, işçiler yine kendi aralarında, öğrenciler kendi aralarında dayanışma ilişkileri kurmalı bunlar yörenin konumuna göre üretime yönelikte olmalıdır. Üretim ve tüketim kooprattifleri şeklinde vs. Yapılan olumlu işlerimizi gündeme getirmeliyiz ve dersler çıkarmalıyız. Yine iyi gitmeyen işlerden de dersler çıkarmalıyız. Tabi ki bunlar ancak çalışarak, üreterek, paylaşarak olur. Önümüzdeki süreçte yeni bir anayasa tartışması var mutlaka bununla ilgili ciddi önermelerimiz olmalı. %10 barajın kalkması konusunda çalışmalar yapmalıyız. Düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda yasal düzenlemelerin yapılması konusunda kamuoyu oluşturmalıyız. İş yasası, esnek çalışma, 8 saatlik çalışma süresi konusunda çalışımalar yapmalıyız. Bunlar anayasal güvenceye alınmalı. Eşit yurttaşlık ve ortak kimlik konusunda ayrıca yurtseverlik, insan hakları, demokrasi, cumhuriyet, gibi evrensel kavramlarıda ön plana çıkartmalıyız. Yukarıdaki kısa başlıklar halinde sunduğum konularla ilgi toplantılar, paneller, söyleşiler ve bilgilendirme toplantıları yapmalıyız. Son sözü Ahmet Arif’in bir mısrası ile bitirmek istiyorum. Yıkma öyle kendini, öyle garip öyle mahsun. Dayan diş ile tırnak ile kitap ile sevda ile düş ile Gör nasıl yeniden yatırız, namuslu genç ellerimizle kızlarım oğullarım var her biri cihan parçasıdır. CUMA GÜRSOY RAKAM DEĞİL, “İNSAN”IM! BENİM DE BİR HİKAYEM VAR!!! Ben Celal Encü'yüm, 2012’yi görsem 17 yaşıma girecektim; Altı nüfuslu fakir bir ailenin son çocuğuyum, annemi beş sene önce yitirdik. Yoksulluk 8. sınıfa kadar okumama müsaade etti. Ondan sonrası ben diyeyim “sınır ticareti” siz deyin “kaçakçılık”… Kaçakçılık bizim buralarda ata mesleğidir; birilerinin akrabalarımızla aramıza ördüğü tel bizim için bir şey ifade etmiyor, biz telin öte yanındaki akrabalarımızla alışveriş yapıyoruz… Futbol oynamayı çok seviyordum. Siz benim adam adama çalımlarımı görecektiniz. Her akşam halı sahada kaç kişiye saç baş yoldurduğumu buradakiler bile biliyor. O pahalı ve ağır bombalar beni paramparça savurmasaydı Roboskî’nin yaylalarına, kaymakamlığın futbol turnuvasına katılacaktım, ileride iyi bir futbolcu, mesela Messi olacaktım… Anlayacağınız, çerçeve yapıp astığım hayallerim vardı benim de, hepiniz gibi ben de her gece karşısına geçip tebessüm ediyordum. Sizin hiç tebessümünüz çalındı mı? Benimkini çaldılar! Şimdi burada tebessümlerimin hırsızı, umutlarımın cellâdı olanlar hesap versin diye gözlerim açık bekliyorum. Oysa beni Roboskî kabristanına gömenler, canımın yarısı amcamın oğlu Faruk'u da hapse atmışlar, bu mu adalet? ... Belki kızacaksınız ama bir çift sözüm var; Eğer beni öldüren bombalar ADALET’i de öldürmediyse, ADALET talep ediyorum… Herkesin hakkı değil mi Adalet? YOKSA; O kocaman, pahalı bombalarını beni öldürmekte harcadığı için devletten ÖZÜR dilemeli, Hedefi şaşırmayıp beni öldürdüğü için Genelkurmaya TEŞEKKÜR mü etmeliyim!? CELAL ENCÜ MARAŞ KATLİAMI “Güneş Ne zaman Doğacak” isimli Sovyet aleyhtarı filmin çiçek sineması’nda 19 Aralık 1978 günü gösterimi esnasında ülkücü ökkeş kenger’in bomba atması ile başlar. Bu provokasyonla sağcılar, Solculara Kürtlere ve Alevilere karşı kışkırtılır. Sinemadan çıkan topluluk “müslüman türkiye” sloganları ile chp binasını tahrip ederler ve ptt binasını taş yağmuruna tutarlar. Ertesi gün "allah adına cihata" çağrılan Maraş köylerinden gelenlerin katılımıyla Maraş katliamı başlatılır. İki TÖB-DER’li öğretmen öldürülür ve Alevilerin iş yerleri işaretlenir. 22 Cuma hazırlık yapan gerici faşistler; 23 ve 24 Aralık günleri iki gün süreyle yüzleri maskeli gruplar halinde, silahlı, sopalı, baltalı olarak saldırıya geçerler. Alevilere ait dükkan ve evler ile polis araçları ateşe verilir. Ele geçirdikleri kadın, çocuk, genç, yaşlı demeden vahşice öldürülür. Faşist saldırılar başladığı an, ilginçtir. Devlet güçlerinin ilk icraatı, Maraş’a dışardan tüm girişler kapatılmış, devrimci ve demokratların, Pazarcık ve Elbistan’dan olası girişleri engellenmiştir. Aynı “önlem” Elbistan ve Pazarcık giriş ve çıkışlarında da alınmıştır. Olay haberini aldığımda Elbistan’da idim. Elbistan’da çok önemli bir gelişme yaşanıyordu. O dönem chp’den seçilen ve daha sonra mhp’ye geçen, senatör hilmi soydan, Elbistan’da Devrimci militanlar tarafından öldürülmüştü. İlginç olan, cenazesini kaldıracak kimse yoktu. Biz bu duruma bir anlam verememiştik. Oysa Elbistanlı faşistlerin hepsi kaç gün önceden , katliam için Maraş ‘a taşınmışlar. Bu sebeple hilmi soydan’ın cenazesini halktan insanlar mezarlığa taşıdılar. Öldürülenlerden biri benim yakın arkadaşım öğretmen Mahmut Ünal. Hikayesi çok ilginçtir. Hala hatırladıkça ruhumun derinliklerinde büyük bir acı duyuyorum. Mahmut, saldırı anında yanında bulunan iki küçük kız çocuğunu korumak için , onların üzerine kapanır. Faşistler Mahmut’u satırlarla sırtından parçalamışlardır. Daha sonra Mahmut’un cesedinin altından iki küçük kız canlı olarak kurtarılmıştır. Resmi rakamlara göre toplam ölü sayısı 111 kişi olarak gösterilmiştir ki, gayri resmi bunun iki katı olarak da belirtilmektedir. Yaralı 1000 kişinin üstündedir. 552 Ev, 289 dükkan ve 8 araç yakılmıştır. Bu gerici faşist ayaklanma için tercüman gazetesi yazarı ahmet kabaklı şöyle demektedir: “Binicisini beğenmeyen asil bir kısrağın şahlanışı”. Evet, sağcı milliyetçi yazarlar katilleri böyle tanımlamaktadırlar. Dönemin içişleri bakanı irfan özaydınlı; Maraş Olayları ile ilgili hazırladığı raporda, “Katliam planlayıcılarının 26 seyyar piyango bayisi görünümünde şehre geldikleri saptanmıştır.” Bu olaydan sonra irfan özaydınlı bakanlıktan istifa etmiş. Bu dönemde aslen Elbistanlı ve Sinemilli Aşireti`nden olan Kahramanmaraş chp milletvekili Hüseyin Doğan, katliamdan hemen sonra yapılan chp grup toplantısında, görüşlerini şu sekilde ifade eder. “Kahramanmaraş’ta olan bir savaş değildir. İç savaşın silahlı iki tarafı olur. Kahramanmaraş’ta olan bir katliamdır. Bunun adına anarşi denmez. sağ-Sol çatışması da denmez. Bu, Alevi-sünni çatışması da değildir. Bunlar içinde aransa bile bu plânlı ve örgütlü bir faşist saldırıdır. Çevre illerden Maraş’a getirilen katil çetelerine belli hedefler gösterilerek, her şeyi hesaplanan bir plânla yürürlüğe konan bir faşist eylemdir. Kin ekip, kan çiçeği büyütenlerin, direnme hakkından söz edip ‘milli direnme hakkı doğmuştur’ diye bildiri yayınlayanların eseridir. Maraş katliamı ‘müslüman türkiye-milliyetçi türkiye, allah için cihad başına’ sloganlarıyla kadın demeden, çocuk demeden vuranlar karşısında ‘Bana sağcılar ve milliyetçiler cinayet işliyor dedirtemezsiniz’ diyenlerden destek görenlerin eseridir...” Maraş katliamı hakkında yazılacak veya söylenecek çok şey vardır. Ancak tekbaşına ele alınabilecek tesadüfi bir olay degildir. Geçmişi osmanlı’ya kadar dayanan, resmi ideoloji, resmi din ve mezhep doğrultusunda bir halkın dini , dili ve kültürünün inkarı üzerinden beslenen faşist, kadroların örgütlü imha planıdır, bu anlamda. Maraş katliamı Maraş’ta başlamış ama Maraşta bitmemiştir. Çorum, Sivas ve Gazi katliamlarıyla bu süreç devam etmektedir. Yeni süreçte bu imha planının ön hazırlıkları bazı “deneme” saldırılarla sürdürülmektedir. Demokrasi güçlerince önemli ve örgütlü bir karşı koyuş geliştirilemediği sürece nerede ve ne biçimde patlak vereceği bilinemez. SÜLEYMAN DEPREM 4 NİSAN’DA, 12 EYLÜL ASKERİ FAŞİST DARBESİ GENERALLERİNİN YARGILANMASI VE YÖK'E BAKIŞ 12 Eylül askeri faşist darbesi’nin bir ürünü olarak kurulan yök bilimi sermaye düzeninin yararına ve hizmetine sunmuş, halkı ve halk gençliğini karşısına almıştır. 1980’li yıllarda başta abd olmak üzere kapitalist-emperyalist güçler enerji kaynaklarına, çok büyük bir pazara, devasa hammadde kaynaklarına, büyük bir iş gücüne ve hâkimiyetini koruyup geliştirmek için stratejik öneme sahip Ortadoğu’ya yoğunlaşmıştı. Bu anlayışla Türkiye’de önemini korumaktaydı. Bu tespitlerin ışığında baktığımızda yök’ün neden kurulduğunu anlamak da zorlanmayız! 24 Ocak kararları ile ülkemiz üzerindeki abd etkisi daha da yoğunlaştı. Bu kararları hayata geçirmenin yolu ‘’dikensiz gül bahçesi’’ yaratmaktan geçiyordu. Toplumsal muhalefetin geldiği noktada stratejilerini hayata geçirebilmeleri bizim gibi ülkelerde darbeler tezgâhlayarak olabileceğini düşünen abd 12 Eylül askeri faşist darbesini işbirlikçileri aracılığıyla gerçekleştirmiştir. O günden bu yana sermaye partilerine kurdurulan hükümetlerle Türk devletinin politikaları abd’ye uyumlu hale getirildi. Üniversiteler bilim üreten kurumlar olarak bu politikaların takipçisi olması düşünülüyordu.6 Kasım 1981’de Yök’ün kuruluşu gençliğin geliştirilen bu sürece uyumlu hale getirilmesi, eğitimi ve yetişmiş bireyleri piyasaya uydurularak bilimi denetim altına almayı istenmekteydi. Eğitim alanındaki hak gasplarına, eğitimin piyasalaşıp paralı hale gelmesine olanak sağlayacak ortamın oluşmasına uysal gençlik yaratılacaktı. 78’li devrimci gençlik öncülleri, 68’lilerin açtığı yolu geliştirerek sürdürdüğü mücadelesinde egemenler için önemli engeldi. En ileri, dinamik kesim olan gençlik acımasızca işkencelerde, darağaçlarında katledilirken, zindanlarda tutsak edilerek kırıma uğratıldı. İlerici, devrimci, demokrat akademisyenler, öğrenciler ve üniversite çalışanları tasfiye edildi. 30 yıl boyunca öğrenci niteliğinin düştüğü, öğretim kadrosundaki erozyonun hız kazandığı ve öğretim üyesi kadroların niteliksel gerilemesinin arttığı görüldü. YÖK’le birlikte öğretim elamanlarının seçim ve atama yöntemleri antidemokratik düzenlemelerle personel, öğrenci ve çalışanların örgütlenmeleri kendilerini ifade edip söz ve karar sahibi olmaları engellendi. Devletin yeni tip gençlik yaratma konseptine uygun olarak beyin yıkama faaliyetleri geliştirildi. Bu konseptin dışında davranan kişi ve örgütlenmeler her türlü psikolojik ve polis şiddetine maruz bırakıldı. Her türlü özgür, bilimsel araştırma ve çalışma, proje YÖK karar ve talimatnameleri ile engellendi. Harçlarla ve çeşitli adlarla alınan paralarla eğitimin nihai anlamda paralı hale getirme düşüncesinin önü açıldı. Mezun öğrencilerin çok az kısmı büyük uluslararası şirketlerin, önemli devlet bürokrasisinin ihtiyaçlarını karşılarken, büyük çoğunluk işsiz kaldı ve ucuz işgücünün pazarı haline geldi. Öğrenciler müşterileşti, hocalar tüccarlaştı, üniversiteler ticarethaneye dönüştü. İmha, inkâr ve tekçi anlayışla devam eden askeri faşist darbe rejimi Kürt gençliğini asimile ederken milliyetçi, şoven dalganın hedefi haline getirilerek linç ve kurşunlanmasının da faili oldu! Meşru hakkı olan ana dilde eğitim talepleri, okuldan uzaklaştırmalarına atılmalarına gerekçe yapıldı. Öğrenci halk gençliği parasızlıktan okuyamama, ulaşım, barınma ve en temel haklardan mahrum bırakıldı. Anadolu’nun çeşitli yerlerinden gelen bilinçsiz gençlik tarikatların tuzağına düşerek, barınma ve ihtiyaçları karşılanma karşılığında bu egemen güçlerin başka bir versiyonunu oluşturan fettullahçı ve emek ve demokrasi karşıtı güçlerin beyin ve militarist gücü haline getirildiler. Yök’ün kurulmasını işte bu sonuçların oluşmasının hazırlanması yaşanan süreç daha iyi anlamlandırmakla beraber 30. yılına geldiğimiz 2012 yılında da hiçbir değişiklik yoktur. Egemenlerin aralarındaki iktidar kavgasında ele geçiren daha önceki şikâyetlerini ve askeri faşist darbenin ürünü antidemokratik bir kurum olduğunu unutmaktadırlar! Akp bu sürecin kendi egemenlik alanını geliştirerek bir parçası olmaya devam etmekte, çeşitli açılım, demokrasi ve özgürlük söylemlerini kendi hedeflediklerini ele geçirmek olarak algıladığını türban tartışmalarında, egemenlerin aralarındaki klik çatışmasında da görmekteyiz. Cumhuriyet’in kuruluşunda oluşan statüko başka güçlerle oluşturulan yeni statüko ile yer değiştirirken toplumdaki bilinç yanılsaması ile muhalif güçler ve sistemin kendi içindeki sorunlar aynı potada gösterilme uğraşında bulunulmaktadır. Buraya kadar anlattığımız kapitalistemperyalist sistemin konjoktürel duruma göre işbirlikçileri ile kendini yeniden üretmesini anlamalıyız. Bu duruma karşı sol, sosyalist, devrimci güçlerin dağınıklığını giderecek birleşik mücadele anlayışını geliştirip güç haline gelerek halka güven vermeleri ve düzen partilerini tarihin tekerrürü anlayışı ile tercih edilen durumundan çıkarmak gerekmektedir. 78’liler özelde 12 Eylül askeri faşist darbesi, genelde darbelerle ve karanlıkta kalan gerçeklerin ortaya çıkarılıp yüzleşme ve hesap sorma anlayışının gereği önemli bir demokratik mücadele verirken ‘’ne geçmiş tükendi nede gelecek’’ şiarıyla Devrim ve Sosyalizm perspektifiyle güç birliğine davet ediyor. YÖK ve 12 Eylül askeri faşist darbesinin ürünü kurumlardan topyekûn kurtuluşun birlikte mücadeleyle gerçekleşeceği inancıyla sizleri selamlıyorum. Demokratik kitle örgütleri "12 Eylül Askeri Faşist Darbecileri ve Suç Ortakları Yargılansın" pankartı açarak 78'liler Girişimi çağrısı ile Türkiye genelinde eş zamanlı olarak bir basın açıklaması düzenledi. Örgütler adına basın açıklamasında gerçek demokrasinin sağlanabilmesi için 12 Eylül askeri faşist darbesiyle gerçek bir yüzleşmenin sağlanması gerektiği belirtildi "Geçmişimizle yüzleşerek/hesaplaşarak, geçmişin yaralarını sağaltarak, ancak aydınlık bir geleceğin önünü açabiliriz" denildi. 4 Nisan'da görülecek olan 12 Eylül askeri faşist darbesi davasında: "Kadın, erkek herkes 12 Eylül askeri faşist darbesi davasına müdahil olmalı. Ayrıca darbecilerin ve suç ortaklarının yargılamasında asla ayrım yapılmamalı. Sadece darbe yapanlar değil, darbeyi somut hayatta ete kemiğe büründürenlerde yargılanmalı, demokratikleşme buna eşlik etmelidir." Açıklamanın tamamı ise şöyle: 4 NİSAN 2012 ‘DE ANKARA’DA! EVREN’LE, ŞAHİNKAYA İLE BAŞLAYALIM! ONLARLA BİTİRMEYELİM! BÜTÜN DARBECİLERİ VE SUÇ ORTAKLARINI YARGILAYALIM! Yıl 2012… 12 Eylül askeri faşist darbesinin üzerinden 32 yıl geçmesine rağmen “dokunulmaz” Cunta şeflerinin bir kısım suçlarıyla ilgili iddianame düzenlenmesi, yargılama safhasına gelinmesi önemlidir, küçümsenemez. 12 Eylül askeri faşist darbesi demek sadece Kenan Evren mi, Tahsin Şahinkaya mı demek? İddianame’de geçen 1 Mayıs 1977, Maraş ve Çorum katliamları ele alındığında bile, geniş ve kapsamlı bir şebekenin suç ortaklığı aşikar değil mi? 12 Eylül askeri faşist darbesi, “açık askeri faşizm”in en sert, en kanlı yöntemlerle uygulandığı 1980-83 döneminin tüm siyasi, askeri, mülki, yargı, emniyet görevlilerini her türlü icraatlarından dolayı yargıdan muaf tutan Geçici 15. maddeyi anayasaya koyarak koruma altına almıştı. 12 Eylül askeri faşist darbesi "Demokrasiyi kurma ve koruma" adına yapılmıştı. Eğer, demokrasi gerçekten “kurulacak ve korunacaksa” hiçbir kuruma ve kişiye "kuralları çiğneme" ve "suç işleme" özgürlüğü tanınamaz. Halbuki 12 Eylül askeri faşist darbe rejimi Geçici 15. Madde ile topluma ve insanlığa karşı suç işleyenleri koruyan bir politik sistem kurmuştu. Bir tarafta yurttaşlara ve insanlığa karşı işlenmiş sayısız suç, öte tarafta “sürekli cezasızlık” durumu. Bu garabet toplum tarafından adeta kabullenilmişti! Sayın basın mensupları, Değerli dostlar, Anayasa’nın Geçici 15. Maddesi “sürekli cezasızlık durumu” yaratarak 30 yıl boyunca kimleri korumuş ve adaletten kaçırmışsa, onların tümü soruşturulmalı, haklarında dava açılmalı ve “şüpheliler” ayrımsız yargı önüne çıkarılmalıdır. Evren ve Şahinkaya yetmez! 12 Eylül başbakanı Bülent Ulusu ve 12 Eylül Hükümeti üyeleri de yargılanmalıdır! Evren ve Şahinkaya yetmez! 12 Eylül’ün Danışma Meclisi üyeleri de yargılanmalıdır! Evren ve Şahinkaya yetmez! Sıkıyönetim komutanları yargılanmalıdır! Evren ve Şahinkaya yetmez! Sıkıyönetim cezaevi müdürleri, cezaevi istihbarat subayları, cezaevi işkencecileri, işkenceye katılan doktorlar da yargılanmalıdır! Evren ve Şahinkaya yetmez! İşkenceci emniyet müdürleri, polisler, MİT sorumluları da yargılanmalıdır! Evren ve Şahinkaya yetmez! “Şimdiye kadar işçiler güldü, şimdi gülme sırası bizde” diyen TİSK başkanı Halit Narin, darbeye stratejik akıllar veren Vehbi Koç ve de TÜSİAD’da yargılanmalıdır! Evren, Şahinkaya yetmez! 1 Mayıs 1977, Maraş ve Çorum katliamlarında bilinen rolü yanı sıra, Pasifik ötesinden darbeyi yönlendiren, darbeyi ‘kendi çocuklarının yaptığını’ duyunca rahatlayan Abd’nin başını çektiği emperyalist odakları da yargılanmalıdır! Akp’nin Ergenekon operasyonlarıyla önemli adımlar attığı söylenerek, sayıca hafife alınmayacak bir asker grubunun tutuklu olarak yargılanıyor olması demokratik değişime emsal gösteriliyor. Darbe yapmayı tasarlayan askerlerin yargılanması demokratikleşme için yeterli değildir. Kimi asker/sivil bürokratların yargılanması başka bir şey, 12 Eylül askeri faşist darbe rejiminin demokrasi yönünde değiştirilmesi ise başka bir şeydir. Gerçek bir demokratikleşme 12 Eylül askeri faşist darbesiyle gerçek bir yüzleşme yapmadan sağlanamaz. Kanlı geçmişimize sünger çekerek, hak ihlallerini ve kıyıcılıkları yok sayarak sağlıklı bir gelecek kuramayacağımızı bilmeliyiz. Geçmişle yüzleşerek/hesaplaşarak, geçmişin yaralarını sağaltarak, ancak aydınlık bir geleceğin önünü açabiliriz. Darbecilerin ve suç ortaklarının yargılanmasında asla ayrım yapılmamalı. Sadece darbe yapanlar değil, darbeyi somut hayatta ete kemiğe büründürenlerde yargılanmalı, demokratikleşme buna eşlik etmelidir. 12 Eylül askeri faşist darbe anayasasını ve yasalarını kaldırmak; eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik, temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı bir anayasa yapmak bu sayede mümkün olabilir. 4 Nisan 2012’de Ankara’da başlayacak olan 12 Eylül askeri faşist darbe davası son derece önemli ve kapsamlı bir davadır. Beklentimiz, böylesine önemli bir davanın basit bir iktidar oyununa dönüştürülmemesi, ortak acılarımızla oynamamasıdır. Çünkü mesele bir başına şu veya bu şahsiyetin yargılanması değildir, bir dönemle, bir tarihle yüzleşme/hesaplaşma, bir daha aynı şeylerin yaşanmaması ve özgürlükçü, demokratik Türkiye’nin kurulması koşullarının hazırlanmasıdır. Bu bakımdan bu dava hepimizin meselesidir. Elbette kadın, erkek hepimiz bu davaya müdahil olacağız, elbette halkı bu davaya müdahil olmaya çağıracağız ve elbette darbe suçlularının bütün kapsamıyla açığa çıkması ve yargılanması hattını geliştireceğiz! Düzenleyici Kurumlar: Anahtar Kelimeler: ‘EVREN VE ŞAHİNKAYA YETMEZ!, 12 Eylül Davasına Herkesi Müdahil Olmaya Davet Ettiler!.. METİN UZUNÖZ KAR Akşam haberlerinde flaş haber olarak geçti, yetkililerden sürekli uyarılar geliyor, bugün megakente yılın ilk karı yağdı, yarın ve ondan sonra ki günlerde şiddetli yağmaya devam edecek. Toplu taşım araçları kullanılmalı, özel araçlar zincirsiz çıkmamalı trafiğe gibi bilindik sıradan önlemler. Ne çok kişi üşüyor şimdi ve daha sonra ki günler ne çok üşüyecekler sokaklarda yaşayanlar, yakacak bir şeyleri olmayanlar. Kimisi neşeyle karşılıyor sokakların bembeyaz örtüyle kaplanmasını yoksulluğumuza inat içimizi aydınlatıyor, çocuksu bir heyecan ve sevinç kaplıyor yüreklerimizi. Düşünüyorum dünyanın hangi ülkesinde yağacak olan kar o ülkede yaşayan herkese aynı duyguları hissettirebilecek mi yakacak, yatacak yeri düşünmeden karın gelişine sevinecek topyekün bir halk var mıdır? Çok kar yağmıştı her yer bembeyaz dışarısı babamın deyimiyle “zemheri”. Evde çıtır çıtır yanan soba, camlar soğuktan ince buz tutmuş, çatıdan inen buz sarkıtları. Camın önünde durmuş dışarıyı izliyorum bir yandan da cama resim çizmeye çalışıyorum. Babam ‘’ perdeyi kapat akşam vakti perdeler kapatılır, yol üstü gelen geçen içeriyi görmesin’’ ne varsa içeride milyonların yaşadığı bir ev, sıradan bir aile işte. Annem bir yandan etrafı toparlıyor bir yandan da bana söyleniyor ‘’ hiç duyuyor mu sana diyor baban duydun mu kapat perdeyi, akşama kadar dünyayı burnumdan getirdin’’ babama dönüp benim ömrümü yerse bu kız yer, bana başka kimse bir şey yapamaz, bıktım bundan canımı yedi” diye şikayet ediyor. Ne kızıyorum anneme, ne yapıyorsam oynuyorum işte, içten içe anneme kızarken, inanamıyorum, Ali abi çıkıyor yokuştan yukarıya yavaş yavaş o uzun boyuyla parkasıyla nerede olsa fark edilebilecek biri. Görüyorum, bu soğukta bu saatte yine sokaklarda. Ali abi bizim sokakta ki neredeyse tüm evlere ziyaret eder, “umarım bize gelir içimden” diyorum. Yokuşu çıkıyor ağır ağır sırtında çantası, annem yanıma yaklaşıp tutup kolumdan savuruyor beni somyanın üstüne’’ kime diyoruz, bu kız kadar inat bunun gibi laftan sözden anlamayan bi çocuk daha görmedim’’diye hırpalıyor beni umurumda değil, annem durmadan dinlenmeden hep söylenir böyle aldırmıyorum. Tam bu esnada kapı ‘’tak tak tak’’ vuruldu. Sanki sıkıyönetimciler gelmişti bu vakitlerde değişik, sevinç ve konuk getirmeyen vuruşları tanırdı babam. Fırladı hemen evimizi aramaya, kendisini götürmeye geldiklerinde böyle yapardı. O küçük arada bize kaş göz etti annemler toparlandı. Saklayacak bir şeyde yoktu evimizde. Biliyordum Ali abinin geldiğini, biraz önce bana davranışlarından kaynaklı kendilerine kızdığım için söylemedim eğlendim o halleriyle kısa süreliğine de olsa. Babam kapıyı açtı sanırım babamın yüz ifadesinden olsa gerek Ali abinin kahkahası duyuldu, babamın rahatlamış sesiyle ‘’ ooo Alim sen mi geldin, oğlum şu kapıyı ne diye polis gibi vuruyorsun’’ ve ardından sıkısıkı sarılmalar. Annem ‘’ kurban olurum Alim oğlum dışarısı buz gibi hemen sobanın yanına otur ‘’ dedi minderleri yastıkları sobanın yanına yerleştirdi. ‘’ Aç mısın Alim içli köfte var, getireyim mi?” dedi annem. “ İçli köfte yenmez mi anam, aylardır canım çeker durur zaten’’ dedi Ali abi. Annem mutfağa geçti, Ali abi bana baktı açtı kolları ‘’ne o kümsüyüz keçi, neden yanıma gelmiyorsun, hem sana söylediğim marşı ezberledin mi gel yanıma’’ hemen koştum gittim dizine oturdum başladım, “Deniz Gezmiş, Mahir Çayan bizim için öldüler” diye söylemeye. Ne güzel bakardı Ali abi bakışlarıyla herkesi içine alırdı sanki, ışıl ışıl sevgi umut dolu bakardı. Ben söyledikçe kahkahalar attı bir yandan da bana sarıldı öptü. Annem yemek getirdi, sobanın üzerinde kaynayan su ile hemen çay demledi. ‘’En çok sevdiğim yemek içli köfte ana, yoldaşlarımdan sevenlerde var bir gün yapsanda onlarda götürsem olur mu, yormuş olmayız demi ana seni’’ annem ‘’ Alim kurban olurum sana da yoldaşlarına da sizin için sırtımda taş taşır yine yorulmam sen ne zaman istersen söyle ben yaparım. Yemek yenildi sofra toplandı, babamla sohbete başladılar, çantasından babama dergi çıkardı, ve bir sürü yazılı kağıt şimdi anlıyorum bildiri olduğunu babama verdi. En son şeyi söylerken duydum ‘’uzunca bir süre ben gelmeyeceğim, başka bir yoldaş gelecek yerime’’ dedi. Beni bi sızı aldı duyduğumda artık Ali abi gelmeyecekti. Yataklar hazırlandı, herkes yattı evimiz iki odalıydı. Ali ağbiyle aynı oda da yattık ‘’ duydum dedim babama söylediklerini ‘’ne duydun’’ dedi kalktı gelmeyecekmişsin artık bize başka biri gelecekmiş, “gelenlerin içinde en çok seni seviyorum en müthiş devrimci sensin, bize gel ne olur” diye ağlamaya başladım. Annemler geldiler beni kucağına aldı Ali abi, ‘’gelmez miyim kara gözlü keçim benim yat şimdi bunları düşünme babana şaka yaptım’’ dedi. Sabah erkenden kalktım yani ben uyurken gitseydi eğer çok üzülürdüm. Kahvaltı yapıldıktan sonra hepimize sıkısıkı sarıldı vedalaştı gitti. Kar yağıyordu yine akşam çıkarak geldiği yokuşu bu kez hızlı hızlı kayarak indi ve kaybolana kadar arkasından baktım. Gittimişti artık. Yaklaşık iki hafta sonra haber geldi, Ali abi çatışmaya “girmiş ve çatışmada yiğitçe savaşarak ölmüştü” öyle diyordu yoldaşı, “gazetelerde çatışmada” öldü diye yayınlanmıştı babam okudu ev halkına. Ölüm varmış zulüm varmış bizlere öyle diyor babam tarih boyunca hep öyle olmuş, ne zaman ki bu sistem yıkılır bertaraf edilir işte o zaman biz yaşamaya başlarmışız, yaşamak değilmiş bizimkisi. Annem dizlerine vura vura ağıt yakıyor ağlıyor ‘’ güzel huylu, aydınlık yüzlü gencecik oğlum nasıl kıydılar sana köpekler’’ diye ağlıyor. Ertesi gün annem bütün sokağa yetecek kadar içli köfte yaptı Ali abinin canı içinmiş, bir yandan ağladı bir yandan yaptı. “Komşulara Alim istediydi en son geldiğinde bi daha yapıp yediremedim, yiyemedi oğlum siz yiyin” diyor. Ee çocukluğu Ali abilerle ve diğer yoldaşlarla geçen birinin hayatında olmaz mı bir Ali ya da olunmaz mı bir Ali… Taksimde istiklal caddesi’ndeyiz yılın ilk karı yağıyor yine, yanımda sevdalım biricik sevgilim Baki var, el ele yürüyoruz. Yıllar öncesini Ali abiyi anlatıyorum ilk kez. Her kar yağdığında aklıma gelir onun yokuştan çıkışı ve tekrar o yokuştan gidişi, dönmeyişi….gülümsedi, tuaf bir gülümseme normal değil. “Bak” dedi “beni iyi dinle madem konuyu açtın beklide bundan sonra yağacak olan kar sana ikinci bir kişinin gidişini anımsatacak, belki her yer bembeyazken senin yasın siyahın olacak her yer, bende gidiyorum’’ tam ağzımı açtım nereye diyecektim ki eliyle ağzımı kaptı ‘’susss’’ dedi, ‘sadece dinle bir şey söyleme’’ gözlerime bakamıyordu, gözlerini tam karşıya dikmiş bakarak kararlı bi şekilde konuşuyordu. “Bunca zulüm, yoksulluk ve bir halkın inkarı varken ve o halk özgürlük mücadelesi veriyorken dağlarda, benim burada olmamı bekleme ve isteme, bizler onurumuza ve kimliğimize halkımıza sahip çıkmalıyız. Özgürlüğümüzü bağımsızlığımızı kazanmadan yaşamak haram bize. Anla beni herkes gibi olmamı bekleme, memur olamam sabah işe gitmek için kalkıp akşam eve gelemem, hiç bir şey yokmuş gibi iki çocuk yapıp sıradan herkes gibi olamam. Halkımız da bende bu onursuzluğu kabul etmeyiz etmeyeceğizde. Bunu anlamalısın sakın bir şey söyleme, sana sevdam büyük ama halkımıza ve özgürlüğümüze olan sevdam bağlılığım daha da büyük, halkım için seni, senin içinde kendimi feda ederim başka bişey düşünme olan biten bu. Yüreğim buz kesti tek kelime edemeden gözyaşlarım kan, sel olup aktı, başım döndü, sadece ‘’ ne zaman ‘’ diye sorabildim. ‘’ Az kaldı bir iki, haftaya giderim ‘’hiçbir şey konuşmadan saatlerce el ele yürüdük bir yere de oturmadık nasıl otururdum ki sığmıyordum ki şu koca dünyaya. Ağlamam hiç durmadı tutamıyordum kendimi gitme de diyemiyordum nasıl derdim ki, aynı toprakların insanıydık ayrı da düşünmüyorduk üstelik yoktu yani ayrı gayrımız. Sessiz sesiz ağlamaya devam ettim. Aşka en çok çaresizlik mi yakışıyordu. Eve gidine kadar tek kelime etmedi ne o ne de ben üstelik gözgöze gelmemeye özen gösteriyorduk. Toparlamaya çalıştım kendimi, ‘’sen gidersen dağım devrilir, yalnız, ıssız, sessiz, kırgın kimsesiz olurum bu hayatta, geçerim belki de bu kıyametten ama ömrümde sızın kalır, ömrümüz genç bu kıyametin sızısı kalacak gönlümüzde. Ne diyeyim sevdam ateş ortasında. Yolun açık olsun. Ama dedim egemen güçlerin yazdığı bu yazgıya yenik düşemem senden bir parça can kalmalı bana ve o gece ondan bir can aldım hissettim bunu. Bir hafta sonra eve geldiğinde “şehir dışına çıkmam gerekiyor, yarın akşam gideceğim” dedi, anladım gidecek ve dönmeyecekti. Çaresiz kalktım kıyafetlerini hazırladım başladım ağıt yakmaya biliyordum, ölüme yolcu ediyordum onu, içimde kıyametler kopuyordu. “Gitme” diyemedim. Ne gariptir yine kar vardı. Sevdiğimin de parkası, sırt çantası vardı ve karlı bir akşama da yine ölüme uğurlamıştım, yaşamak ve yaşatmak için. Aradan 30 sene geçmişti ne Ali’ler ne de Baki’ler tükenmemişti. Evet, haberler de geçiyor yılın ilk karı mega kente düştü diye. Devlet yetkilileri yine bir yığın önlemden bahsediyor, tüm yetkililer bu karlı günlerde ölüme gönderiyor başka bir halkın genç çocuklarını. Oğlumla kar topu oynuyoruz 10 yaşında . ‘’ Anne, dağlar çok mu soğuktur? Babam çok üşüyor mudur O da bizim gibi kartopu oynuyor mudur?” SULTAN GÜLİSTAN DOKUNMA ‘’Neden anlamıyorsun,’’ dedi öfkeyle yerinden kalkarak. Ruhumun sesini hiç mi duymuyorsun? Yalanların bitmeyecek mi senin. Tanımadıklarına sevgi yağdıran sen, neden senin için ölen birine dokunmuyorsun. Neden? Neden… Ağlamaktan gözleri şişmişti. Yüzü sırılsıklam vücudu terlemişti. Varlığına neden şükrediyorum yok mu senden başka ten. Yok mu başka gözler. Ruhumun yaralanması yetmedi mi? Bedenimin yalnızlığı, soğuduğu yetmedi mi? Öfkeliydi. Pencereye çıktığında üstü çıplaktı. Göğüslerinin küçüldüğünü zannetti. Baktı. Rüzgâr hafif çarpmaya başladığında azda olsa kendine gelmeye başladı. Yalayıp geçiyordu rüzgâr tenini. Ruhundaki yaralar tekrar alevlenmişti. Islaktı gözleri. Parmaklarını pencere korkuluklarına doladı. Saksıdaki çiçek kurumuştu. Uzun süredir su vermediğini hatırladı. Cansızdı artık çiçek. Dallarına dokunduğunda kırıldı bir bir. Üzüldü kırılan dallara bakarak. Köşedeki çocuğun ona baktığını gördü. Çocuğa ilgisiz bakarak birden öfkelendi. Avazı çıktığı kadar bağırarak: — Ne o yatmak mı istiyorsun benimle? Yatmak mı yoksa sevişmek mi istiyorsun? Bedenim mi? Ruhum mu? Hangisi seni ilgilendiriyor. Bedenimse bak soğuk. Memelerimde dik değil artık sarkmış. Yoruldu anlıyor musun yoruldu. Ruhum mu? Kirlenmedi kirletmedim. Dokunmadı kimse. Saçlarımdan tırnağıma kadar öptüler ama kimse ruhumu öpemedi! Pencere parmaklıkları sallanıyordu. Paslanmış kimi yerler avuçlarını sararttı. Ellerini havaya kaldırarak: — Hadi gelsene ne duruyorsun. Çocuk anlamamıştı söylediklerini. Gözlerini küçültmüş halen bakıyordu. Elindeki tespihi sallıyor, spor ayakkabılarıyla ayağını hafifçe yere vuruyordu. — He ulan! Ömrümde görmediğim arabalarla gezip önümde dururken, geçerken gel demiyordun. Görmüyor muydun aylardır burada beklediğimi? Kahkahaların sokağı inletirken, perdeleri kapatmadan önümüzde sevişirken niye gel demiyordun? Çocuk sinirlenmişti. Sadece gel dediğini ve kadının bağırdığını anlamıştı. Gözleriyle intikam alırcasına süzdü tekrar kadını: — Sana verecek param yok benim, dedi. Vurmuştu kadını sözleriyle. Kadın gözlerinin yaşlarıyla ıslanan dudaklarını emdi. Kan ve gözyaşı karışmıştı bir birine. Dişleriyle kanatmıştı dudaklarını. Durdu çaresizce bakındı etrafına. Çocuk dışında kimse yoktu. Çocuğa bakarak acıdı ona. Aslında acıması kendineydi. Ne kadar da zavallıyız dedi saksıda kuruyan çiçeğe. Çocuk dudaklarını okuyamadı. Anlamsız anlamsız baktı tekrar. Gözyaşlarına takıldı gözleri. Pencereye kadar yanaşmış kadının memeleri üzerindeki jiletlenmiş yerleri fark etti. Esmer teninin üzerinde bembeyaz yerleri gördü. İrkildi ilk kez. Damarları dışarı çıkacak gibiydi. Mor beyaz damarları görünce ürperdi. Boyun kemikleri dışarı çıkacak gibi duruyordu. Göz göze geldiler. İkisi de şimdi sakindi. Kadın ilk defa çocuğu görüyormuşçasına baştan aşağı süzdü. Çocuk afallamıştı. Bir an sustu. Kusmak için eğildi. Söylenenler içine oturmuş midesini bulandırmıştı. Ayağa kalkarak geri çekildi. Kapı açılmış kadın kapının içinde onu bekliyordu. Yürüdü içeri girerek ayakta bekledi onu. Kapı kapanmıştı. Ev rutubet almıştı. Tavandaki alçı dökülmüş... Yatak örtüsü sararmış kimi yerlerde siyah olmuştu. Karşı duvarda kocaman bir ayna vardı boydan boya. Ayna kararmış zar zor kendini seçebiliyordu. Duvarda asılı olan çıplak resmi görünce yaklaştı. Havva ananın resmiydi. Elinde yarısı dişlenmiş bir elma vardı. Diğer elinde bulunan yaprak ile önünü kapatıyordu. Kapının kolu kırık çivi halen yerdeydi. Ayakta odayı izliyor sidik kokusunun genzini yaktığını geçte olsa fark ediyordu. Kadın ona bakıyordu. Çocuk tereddüt içindeydi. Korktu bir anda. Kadına bakınca elleriyle göbeğinin üzerinde biriken yağları inceliyordu. Yerde jilet ve prezervatif olduğunu, yanında da kurumuş ekmek parçalarını gördü. Tepsinin içinde kan lekesine bulaşmış bir elma vardı. Kadın yıpranmış taytını aşağı sıyırarak çocuğa doğru yürüdü. Çocuk irkildi tekrar. Eliyle pantolonunu sıkmış bırakmıyordu. Pencereden içeriyi süzerken evi hiç bu halde görmemişti. Hayallerini süsleyen kadın bu değildi. Duvarda küçük bir kâğıt parçasına gelişi güzel yazılan sözler dikkatini çekti. Okuyamıyor harfleri seçmeye çalışıyordu. Kadın onun yazıya baktığını görünce: —Bacaklarını reklama kaptıran kadın, kocayı ilah yapan melek, belleyen düşler, iki bacağa emanet namus, şehvete kapılan ben ve birkaç inilti… Kadın okudu bir anda. Ses tonu yüreğini okşadı çocuğun. Çocuğun gözlerinin içine bakıp elini yanaklarına sürerek: —Pazarda satılan kadın, alınan başlık parası, kafamızdaki kızlık zarı biliyor musun patladı beynimde. Şimdi ben buğdayla değiştirilen kadın, peşkeş çekilen bedenim! Çocuk sustu. Hiçbir şey diyemedi. Kolları düşmüştü yanlarına. Avuçları terlemiş, nefes alış verişlerini sayıyordu. Kadına bakamıyor başını öne eğiyordu. Kadın yatağa doğru uzanarak başını geriye doğru attı. Bacaklarındaki kıllar biçimsiz kesilmiş, sivilceler çoğalmıştı. Mırıldandı başını kaldırmadan. Tavana bakarken, gözlerini hafif çevirerek pencereye takıldı bakışları… *** Babası kopan bacağını inceliyordu. Sağında protez bacağı, önünde de tütün tabakası vardı. Sobadaki odunların çıkardığı çıtırtılar bozuyordu sükûneti. Kar yağmış evden dışarı çıkamıyordu. Berivan karşıda mindere yapışmış gövdesini inceliyordu. Tahtadan yaptığı bebek elinde, ninni söylüyordu. Saçları yanmış kirpiklerinin üzerinde küçük bir yara vardı. Kilim hiç yıkanmamış, böcekler üzerinde yuva yapmıştı. Kırık pencereden rüzgâr içeri giriyor, soba yanmasına rağmen üşüyordular. Ceketini omzunda indirerek Berivan’nın üzerini örttü. Şalvarı delinmişti. Yamalı olmayan hiçbir yer yoktu. Topallıyor, bazen yürümekte zorlanıyordu. Protez bacağına rağmen baston kullanıyor, ama bir türlü yürümeye alışamıyordu. Ekmeğini ayrana batırarak yumuşattı. Dişleri hiç kalmamış, diş etleriyle çiğniyordu. Boğazı kapanmak üzereydi. Yutkundu ama tat alamadı. Gözleri seçemiyordu artık. Ayran tasını kafaya dikti. Bıyıkları ve sakalları ayran olmuş olduğunu fark edince elinin tersiyle temizledi. Kalkmaya çalıştı. Protez olan bacağı halen acıyordu. Bastonu eline alarak kapıya yöneldi. Tahta kapı gıcırdayarak ses çıkardı. Siyah lastik ayakkabısının tekini arıyordu… *** Toprak yeni kazılmış, halen küçük tümsekler vardı. Kuzular yeşilliğin içinde başlarını kaldırmadan ilerliyordu. Berivan elindeki küçük sopa ile peşlerinde gidiyor, bir yandan da papatyaları koparmaya çalışıyordu. Babası arkasında ikide bir onu uyarıyor, acele gitmemesi için kızıyordu. Annesi sırtındaki heybenin içinde Mizgin’i uyutmuş arkalarında bakıyordu. Altı yaşındaydı Berivan. İlkbaharın erken gelişi sevindirmişti onu. Hep yaylalara doğru koşuyor, ellerini iki yana açarak uçmak istiyordu. Lastik ayakkabılarını çıkarmış şimdi çimlerin üzerinde dans ediyor, gözlerini kapatarak başını yana bırakıp dolanıyordu. Sessizliği kuzuların çıngırağı ve Mizgin’in ağlayışı bozsa da, huzurlu huzurlu koşuşturuyor yerinde durmak bilmiyordu. Akşam olmak üzereydi. Daha önce hiç görmediği yerdi burası. Karşılarında kocaman dağlar ve tepeler vardı. Dağın dibinde geçen suya takıldı gözleri. Su masmaviydi. Türlü türlü ağaçlar uzamış, kimi ağaçlarda yanmıştı köküne kadar… Ağaçların altında birkaç kişinin onları izlediğini gördü. Yeşil çadırın içinde iki kişinin kahkahaları geliyordu. Yerde birinin uzanmış olduğunu gördü. Yerde yatan kadın ölmüş yanında siyah bir çanta ve hayatında görmediği bir silah vardı. Kolunda hançer dövmeli adam Berivan’a bakıyor, Berivan’da anlamsız gözlerle hançer dövmeli adamı izliyordu. Hançer dövmeli adam gülmeye başladı. Babası Berivan’ı kucağına alarak hızlı adımlarla koşarcasına yürümeye, kuzuları toparlamaya başladı. Bir o başa, bir bu başa gidiyor, eline aldığı taşlarla kuzuları geri çeviriyordu. Berivan’ı sırtına almış bırakmıyor, kendi kendine söyleniyordu. Çıtırtıyı duydu. Fark etti. Ayağını kaldırırsa havaya uçacaktı. Durdu yerinde. Kıpırdayamıyor etrafına bakınıyordu. Hançer dövmeli adamın kahkahaları halen geliyordu kulağına. Karanlık çökmüştü. Etrafını göremiyordu artık. Berivan sırtındaydı. Kuzular kaybolmuştu gözden. Ayakta kıpırdamadan durması yormuştu onu. Saatler geçmiş fakat dakikalar geçmek bilmiyordu. Yutkundu. Berivan sırtında uyumuştu bile. Ne yapacağını bilemiyor, karanlığı seçmeye çalışıyordu. Mermiler ona doğru gelince kulak zarlarının patladığını sandı. korkunç ses beyninde dalga dalga yayıldı. *** Karanlık çökmüş lambayı yakmamışlardı. Hiç konuşmadan bakıyordular birbirlerine. Dışarıda vuran ışık aydınlatıyordu içeriyi. Suyun sesi rahatsızlık veriyordu artık. Musluğu sıkmamıştı. Saatlerce oturmasına rağmen yorulmamıştı. Açlığını hissetti. Ağız kokusu nefesinden dışarı çıkıyordu artık. Son sigarasını yakarak dumanını çocuğa üfledi. Çakmak yanınca çocuğun gözlerinin içindeki ışığın kaybolduğunu gördü. Duman sivrisinekleri hareketlendirmişti. Vızıltıları duyuluyor, karanlıkta seçilmiyordular. Bir sivrisineğin koluna konduğunu ve iğnesini batırdığını hissetti. İğne batan yere hızlı bir tokat attı. Kan bulaşmıştı avuçlarına. Islaklığı fark etti sadece. Çocuğun orada olduğunu hatırlayarak güldü. Yüzünü çevirmeden: —Hiç yattın mı kimseyle? Güldü tekrar. — Ya bir deliyle seviştin mi hiç? Güldü tekrar: – Hadi durma gel, dedi çocuğa. Çocuk kararsız kalmış bakıyordu sadece. Taburunu kaybetmiş komutan gibiydi. Kadının sözleri savunmamız bırakmıştı onu. Çıplaktı. Beyninde bombalar patlıyordu. Ruhunda açılan savaş bedenini yerle bir ediyordu. Kadına doğru bir adım attı. Kadın ayağa kalkarak durdu önünde. Kadın halen çırılçıplak çocuk ise giysilerini hiç çıkarmamıştı. Bakıştılar. Küt küt atıyordu kalbi çocuğun. Okyanuslar gibi taşıyordu. Kadın fırtınadan kurtulan kaptan edasıyla dik dik bakıyor, susuyordu. Kadın çocuğun üzerinde bulunan tişörte elini atıp çıkarmıştı. Çocuk elleriyle bozulan saçlarını düzeltiyordu. Atlet giymemişti. Göğsünde birkaç tel kıl vardı. Bıyıkları daha çıkmamış, sarı tüyler belli oluyordu. Kol ve göğsü jiletlenmiş, vücudu haritaya çevrilmişti. Kot pantolonu düştü yere. Şortunu indirmeden kadına: —Abla çorabımı da çıkarayım mı? Kadın durakladı. Hiçbir şey demeden çocuğu kendine doğru çekerek göğsüne bastırarak ağlamaya başladı. İkisi birlikte ağlıyor, gözyaşları bir birine karışıyordu. Kadın daha bir çocuğa sarılarak: —Ah çocuğum neden dokunmayı öğretmedi kimse bize! Neden sarılamadık birbirimize? Neden unuttuk dokunmayı? Kadın kekelemeye başladığında, çocuk elindeki tespihi düşürmüş, eliyle kadının saçları arasında yanan deriyi okşuyordu… GÖKHAN BİÇER BOYNU BÜKÜK YALNIZLIK Dişleri çürümüş bir ağız gibi ahşap evler birbirine yaslanmış. Sararmış, rengini atmış duvarlar hayat yokmuş gibi yaşama durmuş. Tarih bugün isyan eder belki de böyle yasak savar konuşmaların tavan arası yalnızlığında. Dar ve küçük pencerenin perdesinde ve loş odada titriyordu mum ışığı. Tavan arası, günahlarında susan ve kasveti dağıtan sığınağıydı aşkının. Bir enkazı gezer gibiydi geçmişi sessiz eşyalar içine yığılıp küfünü dağıtıyorken kapalı odanın. Rum aksanı ile Türkçe konuşuyordu. Kaçırıyorken bakışlarını alay eden bir insanın yüzüydü yüzü. Sevdasıyla birlikte mahsur kalmış sıkışıp cendereye. Alevden bir dil gibi kapıdan sızan ışık. Tavan arasının ışıklı gözünden perde hafifçe kımıldar rüzgar girip. Müphem hayaline yalnızlık hükmü verir büyük pişmanlıklarla dolu yaşam. Gözleri kapalı gider iç güdüyle. Kimi zaman deli bir keşiş gibi şeytanla dost olur, kim zaman hapseder kendini bir manastıra. Keyfinin sisli bulvarlarında öfke ve kuşku kırıntılarının bulutları içinde yüzüyorken, içinde tuttuğu bir soluk gibi boşaltıverir bir nefes verip aşkını. Havasız kuytu köşelerine evin kadınca bir parfüm yayılır, kadınca bir tutukluk yapar elleri. Yamalı bir sevginin üstüne biraz tuzu eksik olsa da fark etmez, aşkın tadına hasretlik kattı mı tadına hele sırılsıklam eylül.... Hoyrat ellere vermeye kıyılmazsın kuru bir ses, kuru bir nefes olsan da süzüp eleştiren bakışların, itaatkar bir öğrenci gibi battal bir masanın, battal bir iskemlesinde pencere önünde oturup kucaklaşmış gibi çiçeklerle yüzleşir suskunluğunda tenin. Yüzündeki sert hatlar derinleşir sessice, meşakkatli günlere kalır artan ömrün ve ustalıkla sıyrılır aşkların suçundan. Kuvvetli bir esans ve pudra kokusunda çekmeden yaşamı iki nefes, bunaltır doldururken genzini. Sevişmeden önce zil zurna aşkta mekan tasvirlerine dalar gözlerin. Ve sonra frapanca giyinip çıkarken dışarıya, yasak öpüşlerde gizemli neler döllerdin aşkına. Telaşlı elbisen ve kır çiçekleri telaşlı üzerinde ve kıvrımlarında desenler ve adım atışlar telaşlı. Bir bıçkın delikanlıyla aşkının etrafına saçıp düşlerini, düz ökçeli rüküş ayakkabınla tezat bir yürüyüşündü bozuk kaldırımlarında sokağın. Gözü bozuk bakışlardı çevrende içinde bir heyecan yaratan. Parça bölük, yarım yamalak çarpa çarpa geliyorken gece karanlığında birkaç çift ayak sesi, her şey susmuş yüreğindeki pansiyonda hayat durmuş gibi şehrin sokakların da. Bir kat daha yabancı şimdi tozlu aşk sayfalarında yalnız bırakılmış cesaretler. Bir bakış, bir ürperti kenar mahallelerinde şehrin ve yalnız bırakılmış yüreğinin istasyonlarında. Bir enkazı terk edip eski bir elbise gibi üstünden çıkarınca aşkını, koskoca bir hiç kaldı geriye koskoca boynu bükük bir yalnızlık. AHMET CANBABA BARAN’IM çağır beni el vurmadan demir parmaklıklarına dokunsa tenine yırtık güneş incinir misin Baran’ım sancır mı için dolu dizgin boranım sazından demleme türküleri zaten içmişim akşam boyu “ela gözlüm ben bu elden gidersem” ela üstüne sahte göz düşmüş gecenin matemini yudumlamış mavi ne çok geçmişiz akşamın sisinden bir yerlerde dil üşümüş fark edememişiz.. sineme dökülen yağmurlar alsın gözlerimden nemini sağaltsın yıldız tozları küfre götürsün yemini ne çok bulut geçmiş üstümüzden kanım canım yarenim ne çok üşümüşüz göz pınarlarında ne çok düşmüşüz içimize Baran’ım.. ne çok gülmüşüz yediğimiz hançere YARGISIZ... hoşça kal gamından keder içen boşvermişlik biz de bir zamanlar akşamları fıçılara doldurur sabaha kanyak niyetine içerdik uçamazdık da kelaynak diyetine vazgeçerdik Tanrıçalar görmedi olanları tanrılar uyukluyordu,bihaber ah Baran’ım mışılda hazan türkülerini mışılda ninnileri ağzı tutmazların şirretine mışılda Baran’ım bu sabah yine içeceğim şerefine yudum almayacak zaman bir kadeh de saatin eşrefine bee içelim ölelim Baran'ım içelim en iyisi.. içelim içelim gülelim.. CUMHUR KARACA gecenin karanlığı sığınak olmuştu o ''an''a kimseler yoktu,tenhaydı yeryüzü gök yüzünde bulutlardan bir örtü öleceklerini biliyor gibiydiler belki de umutsuzluktandı sessizlikleri belki de ölümü biliyorlardı tek kurtuluş olarak bir tek ölümdür çaresizlere sığınak rengarenk kan kaplamıştı duvarları renkler matlaşmış umutsuzluktan renkler kaybetmiş benliğini, benliği ölümlerde saklı... kimse duymadı henüz tanrılar bile anlamadı yokluklarını tanrıçalar bekliyor cam kenarlarında umutsuz ilan ediyorum; infaz ettim düşlerimi yetim kaldı çocukluğum pişman değilim! ZAHİTTİN ATEŞ … BİTMEYEN DESTAN burası sınır olsun demişler yüreğimizden bölünmüşüz yüzyıllardır kopuşmayan köylerimiz var toprağı sıksak ekmeğimize yetmiyor kara ve kalleş kaderimizin sebebi bu dağlar bu taşlar bu vadiler bu canlar bu köyler değil tarihin uçurumları kalem kalem yüzümüze işlenmiş kaçakçılık yevmiyeciliğine mecbur edilmişiz anamızın sütü gibi ak avuçladığımız toprağımız gibi helalinden alın terimiz damlayamadan donar kazınır tenimize hakkımıza düşen ziyan olmakmış İsrail malı heronlar amerikani predatorlar azrailin gözü olmuş gökte azraili kıskanan ölüm tacirleri kimsesizlerin pişmiş toprağını yere çaldılar hilafsız öldürüldük uludere’de paramparça yüzümüze bakmaya korkmayın son kere öpmeniz nasip değilmiş bize ağladım kimsesizliğimize ağladım vicdansızlığımıza ağladım toprağı pişirmemizden pişmiş toprakta aş pişirmemizden bu yana bin yıllar geçti çiğnediğimiz et, canımızmış meğer vatandaştık kütüklerimiz ayrı kayıtlıydık devlette kaçakçılık yevmiyesi uğruna katli vacip sayılmamızın delili dağda gezen ceylanlığımızmış ölmediysek uzuvlarımızı birer birer duasız mezara gömeriz dahhakların deccallerin yüzleri varmış diyorlar ama gözleri karanlık gözbebekleri deliksiz cam kalpleri kan makinası sürmeli gözümüze duydukları kin öldürülmemizin esasıymış cahilliğimizden değil bilmezliğimizden değil kurban olduğum o yakaran gözleriniz bir daha baksın diye kutsal bir nefes bulsam diyorum dualar bu kadar mı çaresiz küfürler yetmiyor soysuzluğa sürüyorlar insanlığı gül kurusu akşamlarda ahmet arif’imizin otuz üç kurşun şiirini okuyorum kimsesizliğimizle ağlaşıyorum gül kurusu şafakların rahmetine sığınıyorum yaramızı kara toprak sarmazmış meğer suyumu kayra’dan aldım geldim fırat’sız eksiğim dicle’den doldurdum üstünü dahhakın katil gözlü heronları batman’a bir konuyor bir kalkıyor u s a damgalı incirlik bizim diyoruz selvi ağaçları suya kurşun döksün mezar taşlarınız kavrulmasın diye bir testi su koydum başucunuza evladı insanız evladı mazlumuz emekgücümüzü satın alsınlar diye garibanlığımızın el sayılmamızın kul oluşumuzun üstüne canımızı eğerlemeliymişiz varoşlarıyla oynaşan ıstanbul hâlâ bizans roboski’nin evlatları evlatlarımız dahhaklarca telef sayılır son defaya mahsussa kurbanlık insan olmamız parçalanmış yüreğimiz huzur bulsun soyumuz çocuklarımıza yar olsun diye boynu bükük ve razıyız naçarlık nedir masumiyet nedir vicdan kime ait diye kardeşçe soralım nato’ya girdiğimiz sıralardı ahmet arif otuz üç kurşun şiirini henüz yeni söylemişti emir kanundu r dediler koydukları yerler bilinmesin diye ahaliyi evlere kitleyip toprağa mayın döşediler uyanıp bir damla içmeyeceğinizi bile bile göz yaşım testileri göz yaşım bardakları başucunuza taşırım anti tank anti personel kalleş bir tık sesi andan kısa son nefes öncesine sığmış sessizlik ömürlük rüya sessizliği ve infilak bütün yollar dahhaklığa bağlanmaz elbette vatandaştık kütüklerimiz ayrı kayıtlıydık devlette kütükten cariden düştü adınız HASAN ERKUL ÖLMEK KOLAY OLMALI YAŞAMAK KADAR OLMASA DA geldiğinde yağmur yağmadı farkında mısın nasıl ıslandık oysa her yanımız sırılsıklamdı gülüşlerin her yanı inletiyordu gürül gürül orta kulak iltihabımı söküp atmıştı sesin gün ne kadar kısaydı temmuz ayında gecelerse ne çok uzundu bitmek bilmezdi gün doğmalı hadi doğ doğ Hüseyin Gazi’nin ardından çık her yanımı sarmalıydın nasıl beklerdim kızıllığını doğ doğ ki az kalan parmaklarım kadar günler bitmeden gelsin sevdiğim tutsun serçe parmağımdan bırak dokunduğun yerde kalsın ellerin nasıl aydınlanacağım bir bilsen karanlıklar içinde… kolay olmalıydı yaşam gibi olmasa da Fransa’da Rusya’da Çin’de Vietnam’da Küba’da ölüm de kolay olmalıydı özgür vatanım da… sevişemediğimiz her gecenin ahı içimde kalsın dokunma her destan bunu anlatacak ölmek kolay olmalı yaşam kadar olmasa da her destan bunu anlatacak haberler manşetler hepsi hepsi yalan yalan her destan bunu anlatacak sakın bir daha öpme ölüm bu kadar yaklaşmışken konuşmayalım artık ölüm beni sarmışken korkma artık ölümden hiçbir şey olmaz bana sen beni bu kadar sevmişken… HASAN HÜSEYİN BEYDİL