temmuz/ağustos 2013/03 fiyatı 2 tl ıssn 1302

Transkript

temmuz/ağustos 2013/03 fiyatı 2 tl ıssn 1302
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
TEMMUZ/AĞUSTOS 2013/03 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X164
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
yeni bir sayı ile tekrar merhaba. Bu sayımızda
tahmin edeceğiniz üzere Taksim Gezi Parkında
bir grup çevrecinin başlattığı ve daha sonra tüm
ülkeye yayılan protestoları ele alıp detaylı bir
şekilde değerlendirdiğimiz yazılara yer verdik. İlk
iki makalemiz bu gelişmeyi irdeleyen makaleler.
İlgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
Gezi Parkı olayları nedeniyle bir süre gündemin
gerisine düşen fakat şimdi yeniden gündeme
gelen “barış süreci”i ile ilgili gelinen noktayı
değerlendiren yazımızı Halkların Kardeşliği
sayfalarımızda bulabilirsiniz.
Halkların Kardeşliği sayfalarımızda yer
verdiğimiz bir diğer yazı “Güneşi Sönen Bir
Halk Yezidiler” başlıklı makalemiz. Yezidilerin
yaşadığı katliamları, baskıları ve kültürlerinin
ele alındığı bu çalışmayı beğeni ile okuyacağınızı
düşünüyoruz.
Panorama bölümünde bu sayıda iki makaleye yer
verdik. Birincisi, kapitalizme karşı ortaya çıktığını
iddia eden fakat esasta kapitalizmin aşırı uçlarına
karşı çıkan ve böylelikle düzen içi bir hareket
olarak kalan “Öfkeliler” ve “İşgal et” hareketinin
geldiği yer üzerine ve ikincisi, Bangladeş’de bir
Tekstil fabrikasında çıkan yangın sonucu çöken
binanın altında kalan ve çoğunluğunun kadın
olduğu, son verilere göre 1129 işçinin korkunç bir
şekilde can verdiği ve yüzlercesinin yaralı olduğu
“Modern köleliğin kurbanları: Tekstil işçileri!”
başlıklı yazı ile kapitalizmin barbarlıklarından
birisini daha siz okurlarımızın dikkatine
sunuyoruz.
Sayfalarımızın devamında bir okurumuzun
gönderdiği Uluslararası Af Örgütü Almanya
Seksiyonu’nun yıllık kongresi üzerine notları
okuyabilirsiniz.
Güncel sayfalarımızda “Çin’de İşçi Sınıfının
Durumu” başlıklı araştırma yazısının ikinci ve son
bölümüne yer verdik.
Son olarak “Sovyetler Birliğinde Eğitim” başlıklı
bir araştırma yazısını bulabilirsiniz. Sosyalist
Sovyetler Birliğinde eğitim alanında yaşanan
muazzam gelişmeleri ele alan bu çalışmayı ilgiyle
okuyacağınızı umuyoruz.
Tüm okurlarımıza iyi ve verimli bir yaz tatili
diliyoruz.
Eylül sayısında görüşmek üzere...
YDİ Çağrı
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
“İleri Demokrasi” Adına Uygulanan Faşizm. . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
AKP Faşizmi Akıttığı Kanda Boğulacaktır . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 9
OKUR MEKTUBU
Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu‘nun
Yıllık Kongresi Üzerine Notlar . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 36
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
“ÇÖZÜM SÜRECİ” ÜZERİNE. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
Güneşi Sönen Bir Halk Yezidiler. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
GÜNCEL
Çin’de İşçi Sınıfının Durumu II.Bölüm. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 38
PANORAMA
“Öfkeliler” ve “İşgal et” hareketinden bazı görüntüler.... . . . . . . . 27
Modern köleliğin kurbanları: Tekstil işçileri! . . . . . . . . . . . . . . . . . . 32
2
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
SOVYETLER BİRLİĞİ’NDE EĞİTİM. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 59
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Metin Yoksu • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu •
Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 164 · Temmuz/Ağustos 2013 • ISSN
1301-692X164 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212)
613 11 12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · [email protected]
1 Mayıs’ın ardından
Taksim Meydanı 2013’te işçi ve emekçilere yeniden
kapatıldı. AKP sözcüleri, satır aralarında aslında
Taksim alanını yalnızca bu yıl değil tüm zamanlar
için de emekçilere kapatma niyetlerini açığa vurdular.
Bu yıl Taksim Meydanının yasaklanmasının gerekçesi, Taksim’in % 15’nin inşaat sahası olmasıydı. AKP
valisi yanına İstanbul emniyet müdürünü de alarak
Taksim’de 1 Mayıs’ın kutlanmasına izin verilmeyeceğini açıklıyordu.
Devlet, Toma, gaz
bombası ve Çevik
Kuvvetle Taksim’deydi. 1 Mayıs günü, üni-
forması, Toması, elinde copu, kaskı, biber
gazıyla gruplar halinde dolaşan, gruplar
halinde saldıran devletin terör güçleri vardı sokaklarda. Bayramlarını kutlamak
isteyenlere karşı devlet terörü uygulandı.
İstanbul trafiği kilitlendi. Ortaköy’den
Tophane’ye bütün Boğaz kapatıldı. Şişli’den
Taksim’e, oradan Dolapdere’ye bütün kent durdu.
Anayasal bir hak olan seyahat özgürlüğü kısıtlandı.
İşe gitmesi gerekenler mesailerini, seyahat etmesi
gerekenler uçak/otobüs seferlerini kaçırdı. Vapurlar,
motorlar çalışmadı. 20 binden fazla polis görev başındaydı. THY’den kiralanan uçaklarla İstanbul’a polis
taşındı. Binlerce biber gazı kapsülleri kullanıldı. Köprülerin ayakları havaya kaldırıldı. Vapur, metro, metrobüs, otobüs yolcu taşımadı. Helikopterler hiç kimse
taksime ulaşmasın diye hava da uçup durdu. Tazyikli
sular sıkıldı. DİSK binası önünde polis barikatlarının
kurulması ile yetinilmedi, DİSK binası gazlandı. Şişli
ve Beşiktaş‘ta ta kullanılan gazlar sonucu insanlar nefesiz kaldı. Mahalle araları baştan sona gaza boğuldu.
Polisin gazlarına sadece insanlar değil kuşlar bile maruz kaldı. Devletin terör güçleri, yüzlerce kişinin yaralanmasına, Dilan Alp ve Meral Dönmez’in ağır yaralanmasına neden oldu. On yedi yaşındaki bir genç
kız hedef olarak görülüp kafasına nişan alındı. Burjuva medyasının muhabirleri gaz maskeleri ile yayın
yaptı. İstanbul’da estirilen terörden sonra “yaptığımız hiçbir
eksik ve yanlış işlem
yoktur. Aldığımız karar kendi vicdanımda
fevkalade doğrudur”
diyen bir AKP valisi
var İstanbul’da. AKP
adını koymadığı sıkıyönetim uyguladı.
Bu uygulama „ileri
demokrasi“
adına
uygulanan faşizmdi.
Taksim Meydanı,
Türkiye işçi sınıfı
tarihi ve toplumsal
mücadeleler açısından önemli bir merkez. Taksim’i önemli kılan ise 1977’de 34 emekçinin
Taksim’de katledilmesidir. Sendikaların ve devrimci
örgütlerin Taksim Meydanı için sonuna kadar diretmesi ve mücadele etmesi doğrudur. Fakat bu yapılırken merkezde durması gereken işçilerin emekçilerin kendisidir. Belirleyici olan mümkün olan en
fazla sayıda işçinin emekçinin işçi sınıfının talepleri
için mücadeleye katılmasıdır. Öncülerin işçi sınıfı
ve emekçiler adına eylemi değil, işçilerin emekçilerin eylemi olması gerekir 1 Mayıs. Bütün taktiklerin
çıkış noktası bu olmalıdır. Taksim fetiş değildir işçi
gündem
“İleri Demokrasi” Adına
Uygulanan Faşizm
3
sınıfı için!
gündem
AKP Vizyonu
4
Birinci Dünya Savaşı sonrasında Osmanlı imparatorluğu dağıldı. Osmanlı’nın hüküm sürdüğü topraklarda çok sayıda devlet kuruldu. Osmanlı devletinin
esas mirasçısı kabul edilen Türkiye Cumhuriyeti`nin
kuruluş sürecinde saltanat ve halifelik kaldırıldı. Yeni
„Kemalist Türk“ devletinin kuruluşu için gerekli görüldüğü ölçüde Osmanlının diliyle, tarihiyle, kültürüyle köprüler atıldı. Borçları üstlenilen Osmanlı’nın
kültür mirası üstlenilmediği gibi hızlı adımlarla bu
mirası hatırlatan her şeye sırt çevrildi. Eski Osmanlı
paşaları sanki kendileri o devletin üst
bürokrasisinin unsurları değillermiş
gibi davrandılar.
Ama Osmanlının
ceberutluğunu sürdürme konusunda
hiç sorunları olmadı.
Turgut Özal, zamanında Osmanlı
imparatorluğu olan
topraklarla daha
yakından ilgilenmeye başladı. Özal
ile başlayan süreçte
Türk dış politikasındaki değişikliği
ifade etmek için
“Yeni Osmanlıcılık” tabiri kullanıldı. Özal, “Adriyatik’ten Çin Seddi’ne” kadar olan
bölgede bir hegemonya oluşturma vizyonunu ortaya
koymuştu. Özal’ın vizyonu o dönemin koşullarında
başarılı olamadı.
AK Parti’nin 2002’de hükümet olmasıyla „yeni
Osmanlı“ kavramı yeniden tedavüle sokuldu. Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabı
„yeni Osmanlı“ politikasının yol haritasıdır. Ahmet
Davutoğlu’na göre; “merkez ülke”, “çok boyutlu-çok
kulvarlı politika”, “kriz odaklı değil vizyon odaklı
politika”, “oynak merkezli politika” gibi söylemlerle
„yeni Osmanlı“ politikasına katkı yaptı ve bu politika
hayata geçirilmeye başlandı. AKP’nin temel siyaseti
Türk/Osmanlı sentezidir. AKP’nin vizyonu ve gele-
cekte yerleştirmeye çalıştığı siyaset Osmanlıcılıktır.
Bu siyaset temelinde Kemalistlerin yıktığı kimi Osmanlı eserlerini AKP yeniden yapmak istiyor. 3. Selim tarafından yaptırılan Topçu Kışlasının yeniden
yapılmak istenmesinin temel nedeni silinen kimi Osmanlı izlerinin yeniden canlandırılmasıdır.
AKP vizyonunun “Yeni Osmanlıcılık” olduğunu
açıkladık. RTE, üç kıtada hüküm sürmüş ecdadına
sahip çıktığını ve birçoğu harabeye dönmüş eserleri
yeniden hayata döndüreceklerini açıklıyor. Her konuştuğunda “Topçu Kışlası’nın yerine yapılmış olan
şu andaki uygulamayı aslına döndürüyoruz” diyor.
RTE, her konuştuğunda Topçu Kışlası orada vardı,
var olan kışlayı
yeniden ayakları
üzerine dikeceğini
açıklıyor. RTE’nin
mantığına
göre
hareket edersek şu
soruyu sorabiliriz.
Bin yıl önce bu
coğrafyada Türkler
yaşamıyordu. Türkler, Orta
Asya’dan gelerek
bu coğrafyada yaşayan halkları katletti, soykırımdan
geçirdi. Aslına dönülecekse, Türklerin Orta Asya’ya
geri dönmesi gerekir!!
Gezi Parkı
Nedir Ne Değildir?
“Bugün Taksim Parkı ya da Gezisi denilen bölgede
eskiden geniş bir çayırlık içinde Ermeni Mezarlığı ile
devamında servi ağaçlarıyla dolu büyük bir Müslüman mezarlığı (Ayaspaşa Mezarlığı) vardı. Bu geniş
alana 1803-1806 arasında orijinal adıyla Halil Paşa
Topçu Kışlası (Taksim Kışlası) inşa edildi. (...)
1936’da İstanbul’u yeniden tasarlamak üzere davet
edilen Henri Prost, iki yıl içinde Beyoğlu yakasının
nazım planını hazırlamıştı. 1940 yılında Vali-Belediye Başkanı (aynı zamanda CHP İl Başkanı) Lütfü
Kırdar, Prost’un kentsel tasarım projesi çerçevesinde
Taksim’de radikal değişiklikler yaptı. Önce 1909’da
31 Mart Olayı sırasında bazı bölümleri tahrip olan
öngörülen proje Koruma Kurulu tarafından reddedildi. Koruma Kurulu’nun 17 Ocak’ta açıkladığı kararda
projenin bölge için uygun olmadığı belirtilerek yeni
projenin hazırlanması gerektiği ifade edildi.
RTE, 3 Şubat’ta Çek Cumhuriyeti, Macaristan ve
Slovakya’ya yaptığı ziyaret esnasında uçakta gazetecilerin sorularının yanıtlar. RTE, Taksim projesiyle ilgili olarak şöyle konuşur: “Topçu Kışlası’nı yapacağız.
Üst Kurul reddetmiş. Biz de reddi reddedeceğiz. Rus
mimarisi deniliyor, ona bakarsanız İstiklal Caddesi de
Barok mimari. Kışlanın bir bölümü müze olabilir, ortası yeşil alan. Diğer bölümünde İstiklal Caddesi’nin
devamı niteliğinde alışveriş merkezi. Üstü rezidans ve
otel. Yap-İşlet-Devret modelini düşünüyoruz.“ RTE
açıkça İstanbul 2 No.lu Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’nun kararını
tanımadığını ilan etti. T.C’nin
hukuk devleti olmadığı
guguk devleti olduğu
RTE’nin söylemleri ile
bir kez daha belgelendi. Beğendiği mahkeme kararlarını savunan ve yargının
bağımsız olduğunu
dillendiren
RTE,
beğenmediği yargı
kararlarını kamuoyu önünde eleştiren ve
bu kararların reddini ret
edeceğini savunan bir konumda bulunuyor. Erdoğan’ın
hukuku budur. Erdoğan cumhuriyeti, üst kurulun kararını takmadığını ve
Topçu Kışlası’nın yapılacağını ilan ediyor. Böylece
tek parti döneminde silinmiş bir Osmanlı eserini yeniden ortaya çıkaracağını söylüyor. Osmanlı’nın mirasçısı olduklarını söyleyenler, Osmanlı’da oynanan
oyunları da üzerleniyor. Mahkeme kararı var ama bu
mahkeme kararı kimi oyunlarla ortadan kaldırıldı.
RTE’nin emirleri doğrultusunda Şubat sonunda İstanbul 2 No.lu Kültür Varlıklarını Koruma
Kurulu’nun aldığı karar, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yüksek Kurulu tarafından bozuldu.
Yüksek kurul Taksim Gezi Parkı’na yapılması planlanan Topçu Kışlası’na onay verdi. Yüksek Kurul
Ankara’da görev yapıyor ve on altı üyeden oluşuyor.
Yüksek Kurul’da kimler var? Kültür ve Turizm Bakanlığı müsteşarı, müsteşar yardımcısı, Başbakanlık
gündem
Taksim Kışlası yıkıldı. Ortaya çıkan alan, İnönü Gezisi (sonra Taksim Gezisi denilecekti) adıyla meydanla
ilişkilendirildi. 38 bin m2’lik alanı ile Beyoğlu ilçesinin
toplam yeşil alanlarının yüzde 30’unu oluşturan bu
park o tarihten sonra İstanbulluların nefes alma alanı
oldu. „ (Bkz. Ayşe Hür’ün 04.11. 2012’de Radikal’de
yayınlanan yazısı)
Yıkılan kışla yerine Gezi Parkı yapıldı. O günün
koşullarında Gezi Parkı ağaçlandırıldı, yeşillikler ve
çiçeklerle bezendi. Mermer parmaklıklı merdivenler,
oturma mekânları, banklar ve çim sahaları yapıldı.
Gezi Parkı, halkın sık sık gelip dolaştığı bir park haline geldi. Zamanla Gezi Parkının çevresi otellere
tahsis edildi. Parkın kapladığı alan küçüldü. 38.000
m² yüzölçümüne sahip olan Taksim
Gezi Parkı, 1991-92 arasında revizyondan geçirildi, dikdörtgen planlı parkın ortasına
fıskiyeli büyük bir havuz inşa edildi. Buna
rağmen betonlaşan
İstanbul’da giderek
küçültülen
Gezi
Parkı tek yeşil alan
olarak kaldı. Beton
yapılar içinde kalmış yeşil bir alan yok
edilme ile karşı karşıyadır. Yıkılan Topçu
Kışlasının bir benzerini
AKP yapmak istiyor. Osmanlı Topçu Kışlasının yapılması, Taksim`in tek yeşil alanının
yok edilmesine yol açacaktır.
AK
Parti’nin
2002’de hükümet olmasıyla „yeni Osmanlı“ kavramı yeniden tedavüle sokuldu.
Ahmet Davutoğlu’nun “Stratejik Derinlik” kitabı „yeni
Osmanlı“ politikasının
yol haritasıdır.
AKP Gezi Parkında Ne Yapmak İstiyor?
Gezi Parkına Topçu Kışlası yapılmasını öngörülen
projeyi, İstanbul Büyükşehir Belediyesi adına mimar
Halil Onur hazırlar. Gezi Parkı’nın tamamen ortadan kaldırılmasını öngören proje, kışlanın içerisinde kafeterya, kitapçı, sanat galerisi ve sergi alanı da
yapılması hedefleniyordu. Hazırlanan proje Kültür
ve Turizm Bakanlığı’na bağlı İstanbul 2 No.lu Kültür Varlıklarını Koruma Kurulu’na gönderilir. Topçu
Kışlasının yapılacağı alan sit alanı olduğu için Kültür
Varlıklarını Koruma Kurulu’nun onayı gerekiyordu.
Ancak Koruma Kurulu’nun kararı beklenmeden Gezi
Parkı’nın ağaçları kesildi, parkta bulunan çay bahçeleri kapatıldı. Taksim’e Topçu Kışlası’nın yapılması
5
gündem
müsteşar yardımcısı ve Müzeler Genel Müdürü Yüksek Kurul’da yer alıyor. Yani Yüksek Kurul, AKP’nin
bürokratlarından oluşuyor. RTE’nin açıklamalarına
rağmen, Yüksek Kurul’un aksi bir karar alması zaten
beklenmiyordu.
Gezi Parkı Olaylarının Gelişimi
6
27 Mayıs’ta Gezi Parkı’nın Asker Ocağı Caddesi’ne
bakan duvarın 8-10 metrelik kısmı Taksim yayalaştırma projesini yürüten Kalyon İnşaat tarafından
gece 22:00 civarında yıkıldı. İstinat duvarına yakın
olan ağaçlar da yerinden söküldü. Yıkım esnasında Gezi Parkı’nda toplantı yapan Taksim Gezi Parkı
Derneği üyelerinin yıkım alanına gelmesi üzerine
yıkım durduruldu, iş makinesi geri çekildi. Taksim
Dayanışması’ndan 20-30 kişilik bir grup gece boyu
parkta nöbet tuttu.
28 Mayıs sabahında Gezi Parkı’na
daha fazla insan
geldi. Öğlen saatlerinde yıkıma devam
etmek isteyen ekiplere karşı protestocular karşı durdu. İş
makinelerine engel
olmaya çalışan duyarlı insanlara, AKP
polisi biber gazıyla
saldırdı. Gezi Parkı protestolarının
simgelerinden birisi
olan “Kırmızılı Kadın” fotoğrafı Reuters foto muhabiri
Osman Orsal tarafından o anda çekildi. BDP Milletvekili Sırrı Süreyya Önder, yıkımı durdurmak için
iş makinesinin önüne geçti ve yıkım çalışmalarının
ruhsatını görmek istedi. Yıkım ekibi, ruhsatlarının
olmadığını belirtti ve yıkım çalışmaları tekrar durdu.
28 Mayıs’taki polisin saldırısından sonra protestocuların sayısı arttı. Gezi Parkında tutulan nöbet devam
ettirildi. Gecelemek için çadırlar kuruldu.
29 Mayıs’ta AKP polisleri sabah saat 5:00’te parkta
nöbet tutan insanlara saldırdı. Çadırlar ateşe verildi. İnsanlar dövüldü. Tomalardan tazyikli su sıkıldı.
AKP polisinin koruması altında inşaat ekibi tekrar
çalışmalarına devam etti. RTE, üçüncü köprünün inşaatının açılışı sırasında “ne yaparsanız yapın. Orası
için karar verdik. Yapacağız.” diyerek gözdağı verdi.
30 Mayıs’ta AKP polisleri sabah saat 5:00 sıralarında yeniden saldırıya geçtiler. Polis saldırıda sınır tanımıyor, gaz bombaları, tazyikli sıkılan su eşliğinde,
insanlar coplanıyor ve polis terörü zirve yapıyordu.
AKP faşizmine rağmen göstericilerin sayısı her geçen
saat artıyor ve Gezi Parkı’nın korunması için direnç
sergileniyordu.
30 Mayıs’ta, Taksim Gezi Parkı Koruma ve Güzelleştirme Derneği idare mahkemesine müracaat
ederek, ‘‘Topçu Kışlası süsü verilen alışveriş merkezi
yapılmasına olanak tanıdığı ileri sürülen 27/02/2013
tarihli, 139 sayılı kararının iptalini ve yürütmenin
durdurulmasını’’ istedi. 31 Mayıs’ta, İstanbul 6. İdare Mahkemesi, Kültür Varlıkları Koruma Yüksek
Kurulu’nun aldığı karar hakkında yürütmeyi durdurma kararı verdi.
Mahkeme „Davanın
durumu ve uyuşmazlığın niteliği gözetilmek
suretiyle
davalı idarenin 1.
savunması (Kültür
ve Turizm Bakanlığı)
alınıncaya veya bilgi
ve belgeler gönderilip, yürütmenin durdurulması hakkında
yeni bir karar alınıncaya kadar yürütmenin durdurulması
isteminin kabulüne
oy çokluğuyla karar
verildi.’’ Başvurudan
sonra mahkemenin
bir gün içerisinde karar vermesi de ilginçtir. İlginçliği
mücadelenin gelişmesi ile ilişkilidir.
31 Mayıs’ta BDP milletvekili Sırrı Süreyya Önder’in
omzuna gaz bombası isabet etmesi nedeniyle yaralandı. AKP polisinin saldırıları sonucu onlarca insan
yaralandı, yüzlerce kişi gözaltına alındı. 31 Mayıs’ta
aynı zamanda AKP’nin İstanbul’da estirdiğe teröre
karşı, İstanbul dışında da protestolar yayılmaya başlandı. Taksim Gezi Parkı’nda başlayan direniş ülkenin dört bir yanına yayıldı. AKP iktidarı doğayı yıkıma
uğratan ve toplumu nefessiz bırakan kapitalizmin yıkıcı
süreçleriyle sermayeye yeni alanlar açarken, kentin gerçek
sahiplerine ise acımasızca saldırıyordu. Şehirler gaz bulutu ile kaplanıyor. Faşist polis halka azgınca saldırıyordu.
AKP Geri Adım Atıyor
AKP, on yıllık tarihinde ilk kez bir kitle hareketinin sonucu olarak geri adım atmak zorunda kaldı.
(Burada Kürt ulusal hareketini bunun dışında tutuyoruz.) Dört günlük direnişin ardından hükümet
geri adım atarak, polislerini Gezi Parkı’ndan geri
çekti. AKP hükümetinin iki numarası Bülent Arınç
yaptığı açıklamada “Yapılaşmayı durduran mahkeme kararı yerindedir. İsabetli buluyorum. İdare de bu
mahkeme kararına uymalıdır” dedi. Arınç, belediye
ve Kültür Bakanlığı’nın gelişmeleri “iyi anlatamadığı
için” halka özür borcu olduğunu söyledi. RTE, polisin Gezi Park’ında kalacağını ve Taksim projesinin
süreceğini açıklamıştı. Taksim’deki olaylara “oyun”
diyen Erdoğan, “Polis orada dün de vardı, bugün
de var, yarın da olacak” demişti. Ancak RTE tükürdüğünü yalamak zorunda kaldı. AKP polisinin saldırıları, gaz bombaları, Tomalarına rağmen kitleler
Taksim’e çıkmayı başardı. AKP geri adım atmak zorunda kaldı. AKP’nin İstanbul Belediye Başkanı Kadir Topbaş, Taksim projesini iyi anlatamadıklarını,
Gezi Parkı’ndaki çalışmaların Topçu Kışlası ile ilgisi
olmadığını, yayalaştırma projesi kapsamında tretuvar düzenlemesi yapıldığını söylemek zorunda kaldı.
Topbaş, Gezi Parkı’ndaki eyleme yapılan müdahaleye
ilişkin halka bu şekilde davranılmasını da tasvip etmediğini de açıklamak zorunda kaldı. 4 Haziran’da
basın toplantısı düzenleyen hükümetin iki numarası
Bülent Arınç, polisler tarafından uygulanan aşırı tedbirin tepki topladığını, Gezi Parkı ile ilgili endişelerin olduğunu, endişeleri gidereceklerini ve mahkeme
kararına karşı duyarlı olacaklarını açıkladı. Çevre
duyarlılığıyla hareket edenlerin haklı olduğunu, polisin aşırı şiddet gösterisinin yanlış olduğunu belirten Arınç, o yurttaşlardan özür dilediğini belirtti.
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, “verilen mesaj alınmıştır” açıklamasını yaptı. AKP’ye geri adım attıran
kitlelerin mücadelesidir. Direnmek haktır. Direnmek
kazanmanın ön şartıdır. Mücadele eden kaybedebilir,
mücadele etmeyen en baştan kaybetmiştir. Mücadele
yürütmeden, bedeller ödenmeden kazanımlar elde
edilemez. İşçi ve emekçilerin mücadelesinin büyüklüğü ve örgütlülüğü karşısında hâkim sınıflar kâğıttan
kaplandır. AKP’nin geri adım atması gelişen mücadelenin sonucudur. Sonuçta iyi polis kötü polis, hepsi
polis rollerini oynuyor. Oynamaya devam edecekler.
gündem
Taksim Gezi Parkı’nda bir çevre duyarlılığı eylemine
vahşice saldırılması sonrasında başlayan eylemlerde
toprağa düşenler oldu. 2 Haziran’da İstanbul 1 Mayıs
Mahallesi’nde, bir otomobilin bütün uyarılara rağmen
durmayarak TEM Otoyolu’nda gösteri yapan kitlenin
arasına dalması nedeniyle Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP) üyesi Mehmet Ayvalıtaş isimli genç
yaşamını yitirdi. 3 Haziran’da Hatay’da Abdullah
Cömert öldürüldü. Ankara’da Ethem Sarısülük’ün
komada olduğu belirtiliyor. Türk Tabipler Birliği’nin
açıklamalarına göre ülke genelinde, polisin saldırıları
sonucu binlerce kişinin yaralandığı ve kimilerinin de
ağır yaralı olduğu belirtiliyor.
Tarafımız Neresi?
Taksim Gezi Parkı’nda bir çevre duyarlılığı sergilendi. Gezi Parkı hareketinin çıkış noktasında, yeşile sahip çıkma adına yapılan bir hareketti. Bu yeşile sahip
çıkma temelinde başlatılan hareket önemli ve yeni
olan bir hareketti. Gezi Parkı hareketinin çıkış noktasında, şehirlinin şehrine sahip çıkması doğruydu.
Alınacak kararlarda evet, halka danışılması gerekir.
AKP güya demokratız diye ortaya çıkıyor. Alınacak
her kararda (şehircilikle ilgili) şehrin oradaki insanları ile danışarak yapmaları gerekir. Demokrasi budur. Eğer ileri demokrasi diyorsanız bunu yapmak
zorundasınız. Yapmadığınız yerde ise burnunuzu
sürtersiniz. Gezi Parkı’nın talan edilmesi ve yeşilin
yok edilmesine karşı gelişen mücadelede taraftık. Tarafımız, Gezi Parkı’nın korunması ve çevre mücadelesi yürütenlerin yanıydı, yanıdır.
Gezi Parkı’nın çıkış noktası, çevrenin korunması
ve Taksim de tek kalan yeşil alanının yok edilmesine
karşı mücadeleydi. Daha sonra olay anti-AKP hareketine dönüştü. CHP, İşçi Partisi ve tüm AKP karşıtı cephe bir araya geldi. MHP hareketin içerisinde
yokuz diyor ama MHP tabanının bir bölümü de bu
hareket içerisinde yer alıyor. Faşist MHP, AKP Polisinin “orantısız şiddet” kullanımını eleştiriyor ve
demokrasi savunucusu kesiliyor! Halk düşmanlığı
tescillenenler, gelişen mücadele karşısında “demokrasi” pozlarına bürünüyor. Anti-AKP hareketi devam
ediyor, edecek. Bu hareket, çıkış noktasındaki taleplerden çıktı ve anti-AKP’cilerle AKP kapışmasına
dönüştü. Biz bu kapışmada taraf değiliz. Biz güç ve
imkanlarımız ölçüsünde, ajitasyon propagandamızı
yaparız. Doğru görüşleri kitlelere taşıma görevine sahibiz. Gerçek çözüm, anti-AKP’ciler değil, devrimdir. AKP ve egemenler içindeki anti-AKP’cilerin özde
birbirlerinden farkı yoktur. Her ikisi de halk düşmanıdır. Gezi Parkı hareketinin çıkış noktasından sap-
7
gündem
ması ve egemenlerin kendi iç iktidar dalaşlarının bir
aracına dönüşmesi bir kez daha komünistlerin zayıflığını göstermektedir. Görev anti-AKP’cilerin peşine
takılmak değil, devrimin sosyalizmin gerçek çözüm
olduğunu anlatmaktır. Anti-AKP hareketini devrim
dalgası olarak göstermeye çalışan oportünistlerin teşhir edilmesi de görevimizdir.
Gelinen yerde AKP hükümetine karşı öfke patlaması yaşanıyor. Bu hareket içerisinde her renkten, her
örgütten insanlar var. AKP polisinin estirdiği teröre
8
karşı, kendiliğinden geniş bir cephe oluştu. Bu cephe
içerisinde, çevreciler, Feministler, LBGT, devrimciler, komünistler, sivil toplum örgütleri, örgütsüz bireyler, sendikalar, hayat tarzlarına karışılmasından
rahatsız olanların önemli bir bölümü demokrasi ve
özgürlük istiyor. Demokrasi ve özgürlük istemlerinin
haykırılması haklıdır. Gezi Parkı direnişinin başlangıç aşamasında hareket içerisinde olmayan karşı
devrimci güçler, kendiliğinden gelişen hareketi kendi
iktidar dalaşlarının bir kaldıracı haline getirmek istiyor. CHP, İP, TGD, HKP vb karşı devrimci ve darbe kışkırtıcısı örgütler, hareket içerisinde yer alıyor.
AKP’nin faşist uygulamalarına karşı gelişen haklı
mücadele, yeni bir darbe kışkırtması için kullanılmak isteniyor. Bu sahte demokrasi savunucusu güçlere karşı mücadele etmek görevdir. At izi ile it izini
birbirinden ayırmak komünistlerin görevidir. Bütün
karşı devrimci güçler AKP polisinin “orantısız şiddet” kullanmasını eleştiriyor. AKP’de güya “orantısız
şiddet” kullananlar hakkında soruşma açıyor. Soruş-
turma açılması bir aldatmacadır.
İşsizlik ve güvencesizliğin yaygınlaştırıldığı, başta
eğitim ve sağlık olmak üzere kamu hizmetlerinin özel
sermayeye devredildiği, yer altı ve yer üstü kaynaklarının talan edildiği neo-liberal sömürü dalgasının
sürdürüldüğü bir dönemden geçiyoruz. AKP iktidarını sağlamlaştırdığı oranda, kendisinden olmayanlara karşı dizginsiz baskı uyguluyor. Toplumsal muhalefeti sindirmeye ve gelişme potansiyelini bastırmaya
çalışıyor. İdeolojik görüşü ve yaşama biçimini topluma dayatmaya çalışıyor. Hak arama mücadelesi
yürütenlere karşı şiddet uyguluyor. AKP hükümeti, hak, hukuk, adalet tanımıyor. Herhangi bir
toplumsal sorun konusunda toplumun değişik
kesimleri görüşlerini kamuoyuna duyurmak için
anayasal bir hak olarak da gösteri veya yürüyüş
düzenleme hakkı vardır. Bu temel bir haktır. Bu
temel hakkını kullanmak isteyenlere karşı AKP
faşizmi devreye sokulmaktadır. AKP’nin 11 yıllık
iktidarı boyunca, yoksulluk sömürü her geçen gün
artıyor. Kentler ve doğa yağmalanıyor, yoksulların
evleri başına yıkılıyor. İşçi grevleri yasaklanıyor,
direnenlere tahammül edilemiyor. AKP büyük
burjuvazinin çıkarlarını koruyan ve emperyalistlerin yanında yoksulların, emekçilerin karşısında
yer alan bir partidir. AKP, sokağa, meydanlara çıkan yoksullara, işçilere, üniversitelilere, aydınlara
sanatçılara polislerini saldırtıyor. AKP toplumu
baskı altına almak için yasaklara başvuruyor. 1
Mayıs’ta Taksim’i emekçilere kapatan AKP iktidarı 1 Mayıs’ın ardından Taksim’de yürüyüş yapmayı yasakladı. Taksim’de eylem yapmak isteyenlere
AKP’nin polisi azgınca saldırdı. Sadece Taksim’de
değil ülkenin her yerinde AKP’ye karşı sokağa çıkan
kesimler AKP faşizmi ile karşılaşıyor. Emperyalist
politikalara, küreselleşme saldırılarına, özelleştirmelere, taşeronlaştırmalara, emekçilere, toprağını
savunan köylülere, çevrenin talan edilmesine karşı
direnenlere, demokratik muhalefet hareketlerine ve
yoksullara yönelik saldırılara karşı mücadelemizi yılmadan, usanmadan sürdüreceğiz.
Gün AKP faşizmine karşı mücadele günüdür. Gün
AKP faşizmine karşı mücadele ile sömürü sistemine
karşı mücadeleyi birleştirme günüdür. Görev, uyuyan
devi uyandırma ve işçi sınıfını örgütlemedir. Gün örgütlenme ve mücadele günüdür. Bensiz olmaz deme,
sen olmasan biz bir eksiğiz. Mücadele eden kaybedebilir, mücadele etmeyen en baştan kaybetmiştir.
8 Haziran 2013 ✓
G
ezi Parkı direnişinin 13. gününde Taksim Dayanışma Platformu, Taksim Meydanı’nda geniş
katılımlı miting düzenledi. Bizim de katıldığımız
mitinge birçok siyasi parti, kurum, kuruluş, sendika
üyeleri, çeşitli mahalle ve semt sakinleri farklı yönlerden kortejler halinde mitinge katılmak üzere Taksim
Meydanı’na yürüdü. Meydana miting için kurulan
platformdan katılımcılara yönelik yapılan konuşmalarda, Erdoğan’ın yaptığı açıklamalar eleştirilirken,
tertip komitesi, “Her yer Taksim her yer direniş”,
“Yaşasın Halkların Kardeşliği” ve “Hükümet istifa”
sloganları dışında slogan atılmamasını istedi. Konuşmalarda, Hatay’da olaylar sırasında yaşamını yitiren
Abdullah Cömert anılırken, Cömert’in ölmeden önce
bir sosyal paylaşım sitesinde yayınladığı yazı okundu.
Ardından Taksim Dayanışma Platformunu oluşturan çeşitli sivil toplum kuruluşları adına ortak basın
açıklaması okundu.
10 Haziran’da, Bakanlar Kurulu toplantısı sonrası açıklama yapan Bülent Arınç, Recep Tayyip
Erdoğan’ın, Taksim Gezi Parkı konusunda hükümetten taleplerde bulunan bazı topluluklarla Çarşamba
günü görüşeceğini açıklıyordu. Çarşamba’nın gelişi
Salı günü belli oldu. AKP hükümeti diyalog kapısını araladığını söylemesine rağmen, AKP’nin İstanbul Valisi saldırı olmayacağını belirtmesine rağmen,
AKP polisleri saldırıyı başlattı.
Gezi Parkı direnişinin 15. gününde (11 Haziran
2013) devletin terör güçleri sabah Taksim’e saldırdı.
AKP’nin kolluk güçleri, “Lütfen dikkat! Gezi Parkı ve
içindekilere kesinlikle dokunulmayacaktır” anonsları
arasında saldırıya başladı. AKP polisi, gaz bomba-
larının yanı sıra plastik mermi de kullandı. Tomalar
kitlelerinin üzerine basınçlı su sıktı. Taksim’e bütün
metro seferleri iptal edildi. Kabataş-Taksim finiküler hattı durduruldu. Sosyalist Demokrasi Partisi
Beyoğlu ilçe teşkilatı basıldı. SPD binasına sığınmış
onlarca kişi gözaltına alındı. AKP polisinin saldırısı
TV’lerden naklen yayınlandı. Çıkan yoğun duman ve
gaz tüm Taksim’i kapladı.
AKP valisi yazdığı tweetlerde “Gezi Parkı ve
Taksim’e kesinlikle dokunulmayacak, sizlere asla dokunulmayacaktır” diye yazıyordu. Devletin terör
güçleri, Taksime girdiklerinde yaptıkları anonslarda
ve AKP valisinin yazdığı tweetlerde, Gezi Parkına
girmeyeceklerini açıklamışlardı. Ama öyle olmadı.
AKP Polisi, AKP Vali’sinin söz vermesine rağmen
Gezi Parkı’na TOMA ve gaz bombalarıyla saldırdı.
Gezi Park’ı talan edildi. Çadırlar yıkıldı, pankartlar
toplandı, yiyecek, içecek standları devrildi. Revir çadırına bile gaz bombaları atıldı. Onlarca kişi atılan
gaz bombaları sonucu yaralandı. Gezi parkında Müslüman gençlerin mescidini bile yıktılar. Çağlayan
Adliyesine baskın yapıp avukatların cüppeleri üzerindeyken yaka paça gözaltına alıp kelepçe taktılar.
Atatürk Anıtı ile Atatürk Kültür Merkezi’ni kaplayan
pankartlar ve dövizler kaldırıldı. Taksim Meydanı’na
çıkan çeşitli noktalarda AKP polisinin saldırılarına
karşı direniş devam etti. Polisin meydana ve Gezi
parkına müdahalesine karşı, direniş 12 Haziran sabah saatlerine kadar sürdü.
Salı saldırısının ardından Çarşamba günü RTE
güya “müzakere” masası kurmuştu. Gaza boğduğu
direnişçilerle ve “sanatçılarla” görüşeceğini açıklıyor-
gündem
AKP Faşizmi
Akıttığı Kanda
Boğulacaktır
9
gündem
10
du. Kurduğu masada Gezi Direnişinin temsilcileri
yok, Gezi Direnişçileriyle dayanışma içinde olan tek
bir sanatçı yok. Ankara’ya çağrılanlarla 4,5 saat süren
bir toplantı yapıldı. Toplantı yapılan kişilerin Gezi
Parkı eylemlerine katılan insanlar olduğu açıklandı.
RTE, kiminle görüşeceğini kendisi belirliyordu. Taksim Dayanışma Platformu’nun temsilcileri yerine,
eyleme katıldıklarını iddia ettiği kişilerle görüşmeyi tercih ediyordu. Görüşme sonrasında RTE, Topçu Kışlası’nın yapılıp yapılmamasının plebisite, yani
halk oylamasına sunulabileceğini açıklıyordu. Daha
sonra RTE, Necati Şaşmaz, Hasan Kaçan ve Hülya
Avşar ile görüşmelerini sürdürüyordu. RTE’nin görüştüğü kişiler Gezi Parkı direnişini temsil etmeyen
kişilerdi. Sosyal medyada ve Gezi Parkında yükselen
tepkiler sonucu RTE, 13 Haziran gecesi sekiz sanatçı
ve Taksim Dayanışma Platformu’nun temsilcileri ile
bir araya geldi. 3,5 saat süren görüşmenin ardından
basına açıklama yapanlar, Erdoğan’ın, yargı sürecine
saygılı olduğunu ve yargı kararlarına uyacağını ifade
ettiğini, Başbakan’ın, yargı süreci sonunda kışla yapılmaması kararı çıkarsa buna uyacaklarını ve burayı
park olarak düzenleyip, koruyacaklarını söylediğini
ifade ettiler. Erdoğan, Gezi direnişinin 18. Gününde,
AKP İl Başkanları Toplantısı’nda “Biz yargı kararını
bekleyeceğiz. Nihai karar olumsuzsa biz buna uyarız”
diyordu.
RTE ile yapılan görüşmelerin ardından, Taksim
Dayanışması tartışma toplantıları düzenledi. Gezi
direnişinin 19. gününde yapılan açıklamanın sonuç
bölümünde şu ifadelere yer verildi:
“Direnişimizin 18. gününde 15 Haziran Cumartesi
günü içindeki tüm canlılar ile beraber parkımız ve kentimiz, ağaçlarımız, yaşam alanlarımız, özel yaşamımız, özgürlüklerimiz ve geleceğimiz için Taksim Dayanışması olarak nöbete devam ediyoruz. Taleplerimizin
takipçisi olmaya devam edeceğiz. Bu direniş, Taksim
Dayanışması’nın kolektif iradesinin yansıması ve bütünlüklü bir mücadelenin ortak bayrağı olacaktır. Bugünden itibaren tüm yurda ve hatta dünyaya yayılan
mücadelemizden gelen dinamizmle ve gücümüzle ülkemizde yaşanan her türlü haksızlığa ve mağduriyete
karşı direnişi devam ettireceğiz. Şu anda 18 gün öncesine oranla çok daha güçlü, örgütlü ve umutluyuz.”
Taksim Dayanışması, Erdoğan ile yapılan görüşme
hakkında Gezi Parkı sakinlerine bilgi verdi. Parkın
7 noktasında oluşturulan forumlarda, Erdoğan ile
yapılan görüşmenin sonuçları üzerine tartışıldı. Tartışmaya katılan insanlar direnişin nasıl sürdürüleceği
üzerine görüşlerini ifade ettiler. Taksim Dayanışması
Platformu içerisinde yer alan kurumlar, dokuz saat
süren bir toplantı yaptılar. Direnişin sürdürülmesi
düşüncesini ifadede eden kurumlar yanında, HDK
bileşenleri direnişi tek çadır kurarak sürdürme kararı
aldı. Bu karara bağlı olarak HDK bileşenleri çadırlarını topladı. Direnişin 20 gününde Taksim’de yapılacak bir miting ile direniş bitirilecekti.
Taksim Gezi Parkı direnişi ile AKP hükümetine
geri adım attırıldı. AKP 2002’den bu yana kitlelerin
isyanı sonucu ilk yenilgisini tattı. Yapılması gereken
16 Haziran Pazar günü direnişin 20. gününde Taksim Meydanında büyük bir şölen yaparak Gezi Parkı
Direnişine son vermekti. Halk oylaması için aydınlatma, örgütlenme çalışması safhasına geçileceği,
halk oylamasının takipçisi olunacağını açıklamaktı.
Olmadı. Ne yazık ki bu irade gösterilemedi.
RTE, 15 Haziran’da Ankara Sincan mitinginde, “Gezi Parkı yarın boşalmadığı takdirde güvenlik
güçleri orayı boşaltmayı bilir.” tehditlerini savurdu.
Erdoğan’ın tarih verdiği ve 16 Haziran’da kolluk güçlerinin saldıracağı bekleniyordu. Fakat 15 Haziran
Cumartesi akşamı Erdoğan’ın kolluk güçleri saldırıya geçti. Polis saldırıdan önce Taksim Meydanında
anons yapmaya başladı. “Bu yaptığımız son uyarılardır. Gezi Parkı’nı terk edin”, “Dağılmanız için yeterli
süre verilmiştir. Aranızdaki provokatörlere inanmayın”, “Kamuya açık alanı işgal edemezsiniz. Taksim
Meydanı’ndaki vatandaşlar oradan uzaklaşın” şeklinde anonslar yaptı. Taksim Meydanında bekleyen ve
park içindeki kitle dağılmadı.
Saat 20.50 civarında Tomalar tazyikli su sıkmaya
başladı. Meydandaki kitle dağıldı. Tomalar Gezi Parkına tazyikli su sıkmaya, polis gaz bombası atmaya
başladı. Çevik kuvvet gezi parkına girdi. Yoğun gaz
kullanan polis çadırları sökmeye başladı. İlerleyen
çevik kuvvet revire girdi. Revirdeki doktorların ısrarı sonucu revirden ayrılan polis gaz bombası atmayı
ihmal etmedi. Gazdan etkilenen sağlık personeli dışarıya çıkmak zorunda kaldı.
Gezi Parkını tamamen ele geçiren polisin ardından
parka iş makineleri girdi. Parkta kurulu her şey toplanmaya başladı. Harbiye yönüne doğru dağılan kitlenin bir bölümü Divan Oteline sığındı. Buraya da
polis gaz bombası attı. Mecidiyeköy’e kadar kitleyi
kovalayan polis metrobüs durağına gaz bombası attı.
Mecidiyeköy durağında durmayan metrobüsler ancak kitlenin otobüslerin önünü kesmesi sonucu durdu.
yanılıyor!
Gezi direniş hareketi içerisinde küçümsenmeyecek
oranda gençler yer aldı. Yaşam tarzlarına karışılmasından rahatsız olan bir gençlik var. AKP’ye muhalif
olanlar üzerinde baskılar katmerleşerek devam ediyor. Eşlerini aldatan kadınlara hapis cezaları vermek
için AKP yasa çıkarmaya yeltendi. Kürtajı yasaklamaya kalktı. Kürtaj yapan kadınları katil ilan etti.
Kadınların en az üç çocuk yapmasını buyurdu. Milli
içkinin sadece ayran olduğuna dair fetva verdi. İçki
içenlerin alkolik olduğunu keşfetti! TÜBİTAK’ta evrim teorisini yasakladı ve sansürledi. Ateistleri hapisle cezalandırdı. Medyada sansür ve muhaliflere karşı
işten çıkartma uyguladı. Yandaş ve emireri medya
yarattı. Heykelleri ucube ilan edip yıktı. Tiyatro kapattı. Kitaplar yasaklandı. Üçüncü boğaz köprüsüne,
Osmanlı’da hilafeti kuran Yavuz Sultan Selim’in adının verileceğini açıkladı.
Taksim Gezi Parkı direnişi bir çevre duyarlılığı ile 27
Mayıs’ta başladı. Çevre duyarlılığı ile başlayan direniş, anti-AKP hareketine dönüştü. Yapılan gösterilerde AKP karşıtı cephe bir araya geldi. Nasyonal
sosyalistler, CHP, MHP tabanı, taraftar grupları bir
arada idi. Bu hareket içerisinde kuşkusuz devrimciler de yer aldı. Küçümsenmeyecek oranda gençler de
bu harekete katıldı. 1990 doğumlu olduğu söylenen
gençlerin direnişe katılmasının nedeni, yaşam tarzlarına karışılması ve AKP polisinin uyguladığı şiddetti.
Direnişe AKP karşıtı cephe damgasını vurdu. Kimi
şehirlerde BDP’lilere saldırı girişimleri yaşandı. Yapılan eylemlerde Türk bayrakları ve Atatürk resimleri taşındı. “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz” sloganları
atıldı.
Padişah neden çark etti? RTE, Gezi Parkı direnişinden bir ay önce 29 Nisan’da şöyle diyordu:
“Taksim Gezi Alanı dedik hemen karşı çıktılar. Kışlayı yeniden yapacağız, dedik başta ana muhalefet
partisi karşı çıktılar. Ben de reddinize ret dedim ve sonra retlerine ret kararı çıktı. Yahu çanak çömleği koruyorsun da oradaki tarihi kışlayı neden korumuyorsun?
Denizin kenarında üç beş çanak çömlek, üç beş çatal
bıçak bulunmuş onu koruyorsun da bu tarihi binayı
neden korumuyorsun. O zaman ne dedik, ‘olacak’ dedik, şimdi oluyor. Bu tabii kışla olmayacak. AVM, belki
rezidans olarak hizmet görecek.”
29 Mayıs’ta RTE, „ne yaparsanız yapın, Gezi
Park’ı için biz kararımızı verdik“ diyordu. 1
Haziran’da başlayan ve direnişin ilk günlerine rastlayan açıklamalarında sürekli olarak “Birkaç çapul-
gündem
Taksim Meydanı, Gezi Parkını işgal eden polis
alana kimseyi yaklaştırmadı. Taksim çevresinde,
Harbiye’de, Dolapdere’de, Sıraselvilerde binlerce kişi
polis ile çatıştı. Osmanbey’de polis ile çatışma sabaha
kadar sürdü.
Direnişin 20. gününde, İstiklal Caddesi, Tarlabaşı Bulvarı, Osmanbey’de çatışmalar gün boyu sürdü. Polis ile çatışan binlerce kişi barikatlar kurdu.
Polis tazyikli su, gaz bombası ile kitleyi dağıtmaya
çalıştı. Polisin saldırısı sonucu yüzlerce kişi yaralandı. Yüzlerce kişi de gözaltına alındı.
AKP’nin kolluk güçleri, direnen insanları katletmeyi hedef alan bir operasyonun yürütücülüğüne
soyundu. Tomalar kimyasal su kullandı. AKP valisi
tarafından kamuoyuna yapılan açıklamaların tamamı, sürecin başından beri olduğu üzere, yalan ve
tahribat içermektedir. Bir yandan sokaklarda devlet
terörü kol gezerken, diğer yandan tüm kamuoyu bilgi kirliliğine maruz bırakılmaktadır. Gezi Parkı’nda
günlerdir baskıya, zora karşı direnen eylemciler hakkında, AKP valisi tarafından bir karalama kampanyası yürütülmektedir. AKP valisi yine yalan söylemektedir. Aynı şekilde yaralı sayıları konusunda da
yalan söylemeye devam etti ve gerçek yaralı sayısı
gizlendi. Divan Otel ve Ramada Otel’de bulunan
revirleri hedef alan azgın polis saldırısı televizyon
ekranlarına da yansıdı. Okmeydanı’nda 14 yaşında
bir çocuk ölüm kalım mücadelesi vermektedir. Divan
Oteli’ne sığınmış çocukların tamamı ciddi bir biçimde kimyasal gaza maruz kaldı. Sokaklarda polis terörüne maruz kalan insanların sığındıkları yerlere dahi
saldırıldı. AKP hükümeti, kendi muhalifi olan, onu
eleştiren herkesime karşı pervasızca güç kullanıyor.
Faşizm sokaklarda kol geziyor.
AKP faşizmine karşı tepkiler gelişti. Anti-AKP
cephesi mücadeleyi kendi iktidar kaldıracı olarak
kullanmak istedi. AKP faşizmine karşı, dünyadan
tepkiler yükseldi. ABD ve AB emperyalistleri, polisin
orantısız güç kullandığı bağlamında AKP hükümetini eleştirdi. AB Parlamentosu, Türkiye hakkında
kaygılarını dile getiren karar aldı. Dünyanın gündemi Taksim’di. Dünya televizyonları Taksim’den
canlı yayın yaptı. Nobel adaylığına aday gösterilmeye
çalışılan Erdoğan’ın karizması yerlerde sürünüyor.
Erdoğan, tüm dünyada sert bir biçimde eleştirilen ve
dalga geçilen bir kişi oldu. Ancak bunların hiçbirisi
onun umurunda değildi. Onun için önemli olan tek
şey kendisine oy veren %50 ve kendi iktidar hırsıdır.
Sanki her şeyi en iyi o biliyor, onun dışındaki herkes
11
gündem
12
cudan izin alacak değiliz” diyerek Topçu Kışlası’nın
Gezi Parkı’na yapılacağını açıklıyordu Erdoğan. İstanbul 6. İdare Mahkemesi, 31 Mayıs Cuma günü
Topçu Kışlası projesi konusunda “yürütmeyi durdurma” kararı verdi. RTE, 1 Haziran Cumartesi mahkeme kararını eleştirerek, eylemler sürerken mahkemenin karar vermesini tuhaf bulduğunu, bu yargı
kararının “soru işaretleri yarattığını” öne sürmüştü.
Ardından, bu kararı yok hükmünde sayarak defalarca “Topçu Kışlası’nı yapacağız” demekte sakınca görmüyordu. 2 Haziran’da RTE, Twitter’a „baş
belası“, direnişçilere „çapulcu“, direnişlere destek
verenleri „tencere tavacı“ olarak adlandırıyordu. 3
Haziran’da RTE, „%50’yi evde zor tutuyoruz“ dedi.
6 Haziran’da RTE, Fas’ta „geri adım atmayacağız“
açıklamasını yaptı. 7 Haziran’da RTE, Tunus dönüşünde havalimanında Topçu kışlası ısrarından
vazgeçmediğini açıkladı. Cumhurbaşkanı Abdullah
Gül, 3 Haziran‘da, Gezi Parkı direnişi için “İyi niyetli
olarak verilen mesajların alındığının bilinmesini isterim” açıklamasını yapmıştı. Kültür ve Turizm Bakanı Ömer Çelik de, Twitter’daki hesabından “mesajın
alındığını” duyurmuştu. Erdoğan, Gezi Parkı direnişinin sekizinci gününde hem Gül’ün, hem de Çelik’in
“Mesaj alınmıştır” söylemlerine “hayır ben mesaj almadım. Onlar ne mesaj almış bilmiyorum” şeklinde
cevap veriyordu.
Padişah önce AVM söylemini rafa kaldırdı. Topçu
Kışlası’nın “şehir müzesi” olarak düzenleneceğini
ilan etti. Gezi direnişinin 18. gününde „Biz yargı kararını bekleyeceğiz. Nihai karar olumsuzsa biz buna
uyarız” dedi. Gezi Parkı direnişinin 18. gününde
ilk kez “Topçu Kışlası’nı oraya yapacağız” demeyen,
“Yargı kararını bekleyeceğiz” açıklamasını yapmak
zorunda kalıyordu Erdoğan. RTE, Gezi direnişinin
18. gününde, AKP İl Başkanları toplantısında „Mesajlarınızı verdiniz. Eğer sizin mesajınız Taksim Gezi
Parkı ise, bu mesaj alınmıştır ve değerlendirmesi yapılmıştır.” diyordu. Padişahın çark etmesi, geri adım
atması gelişen ve AKP polisinin tüm vahşetine rağmen gerilemeyen, geriletilemeyen mücadelenin sonucudur.
RTE, gösterilere katılanlara isim bulmakta zorluk
çekti! Önce “çapulcular” demekle işe başladı. Gelen
tepkiler üzerine, “terör”, “DHKP-C üyeleri” demeye
başladı. Bu söylemleri ikna edici olmayınca, “marjinal” kavramına sığındı. “Kökü dışarda” vurguları ön
plana çıktı. Aşina olduğumuz ‘iç ve dış düşmanlarımız’ türküsünü söyledi. Zelo örgütü keşfedildi. Faiz
lobisinin işi olduğu belirtildi. Dışardan bir anda düğmeye basıldığını iddia etti! Demokrasinin sandıkta
belirlendiğini açıkladı. %50 oy alan bir parti olduklarını her konuştuğunda anlattı. RTE, gerçekleri örtbas
etmeye ve yalan söylemeyi de ihmal etmedi. “Bunlar
bayrak da yaktı”, “bunlar başörtülü kızımıza da saldırdı”, “bunlar camiye de içkiyle girdi” gibi yalanlara
başvurdu. AKP’yi protesto edenleri “marjinal” olarak
nitelendirerek de yalan söylemeye devam etti. Gezi
parkı “sidik kokuyor” dedi. Hatta “büyük abdestlerini de orada yapıyorlar” yalanını söyledi. RTE’nin
devlet gücü tüm imkanlarını kullanarak Gezi direnişini bastıramadı. Baskı ve devlet terörünün yanı sıra,
yalan makinesi da devreye sokuldu. Egemen sınıf
temsilcilerinin yalancı olduklarını ve gerçekleri halktan gizlediklerini biliyoruz. RTE, yalanlar üzerinden
siyaset yapıyor. Tüm yalanlara rağmen gerçekler gizlenemiyor.
Türkiye İnsan Hakları Vakfı (TİHV), Gezi direnişinin 18. gününde bir bilgi notu yayınlandı. TTB’nin
verilerine göre 11 bin 823 kişi yaralanmıştır. TİHV
verilerine göre gözaltına alınanların sayısı 2636’dır.
48 kişi twitter mesajları gerekçe gösterilerek gözaltına alındı. Yaralı ve gözaltına alınanların sayısı sürekli artmaktadır. 12 Haziran 2013’deki belirlemelere göre tüm Türkiye’de eylemler nedeniyle TTB’ye
göre 11823 kişi yaralanarak veya kimyasal gazdan
etkilenerek hastanelere/gönüllü revirlere başvurmuştur. 2 Haziran’da İstanbul 1 Mayıs Mahallesi’nde,
bir otomobilin bütün uyarılara rağmen durmayarak
TEM Otoyolu’nda gösteri yapan kitlenin arasına dalması nedeniy­le Sosyalist Dayanışma Platformu (SODAP)
üyesi Mehmet Ayvalıtaş isimli genç yaşamını yitirdi.
Ankara’da Kızılay Meydanı’na yakın bir dershanede
temizlik görevlisi olarak çalışan İrfan Tuna, 5 Haziran
2013’te polisin eylemcilere yönelik yoğun gaz bombalı saldırısının ardından rahatsızlandı. Bölgenin gaz
bombalarının yaydığı dumanla kaplı olması nedeniyle temiz hava alamayan ve polisin yolları kapatması
nedeniyle ambulansın geç gelmesi nedeniyle İrfan
Tuna kaldırıldığı hastanede geçirdiği kalp krizi sonucu öldü. Hatay’da CHP Gençlik Kolları üyesi Ahmet Cömert kafatası kırılarak öldürüldü. Ankara’da
1 Haziran’da Gezi Parkı eylemlerine destek amacıyla
düzenlenen gösteride, Ethem Sarısülük’ün kafasına kurşun sıkıldı. 13 gün komada kalan Ethem Sarısülük 14 Haziran’da yaşamını yitirdi. 77 ilde Gezi
Parkı direnişiyle ilgili eylemler yapıldı. AKP polisi
Tomalarla saldırdı. Biber gazı, portakal gazı kullanıl-
malizmin propagandası için kullandılar. “Ne mutlu Türküm diyene!, Mustafa Kemal’in askerleriyiz!”
sloganları “Tayyip istifa!, Hükümet istifa!” sloganları
ile birlikte hareketin sloganları haline geldi. Hareket,
eylemler gelinen yerde objektif olarak egemenler arasındaki iktidar dalaşının bir aracı konumundadır. Bu
nedenle bu eylemlerin parçası olmayacağımızı belirtmek istiyoruz. Olduğumuz alanlarda, bu eylemlerde
yalnızca doğru görüşleri yaymak için olacağız.
Taksim Gezi eylemlerinden çıkarılması gereken
dersler var. Osmanlı sultanlarına özenen ve kendisini “sultan” gören Erdoğan’a karşı insanlar tepkilerini
ortaya koydu. İnsanların özel hayatlarına müdahale
edilmesi, kendi hayat tarzını tüm topluma dayatmaya kalkışması, azınlığın yok sayılması vb yüzünden
rahatsız olan önemli bir kitle var. Bu kitlenin önemli
bir bölümünü gençler oluşturuyor. Bu genç kuşağın
tanınması ve doğru yöntemler kullanılarak kazanılması gerekiyor. Çevreye duyarlı olan bir avuç insan
Gezi Parkı’nda eylem başlattı. AKP polisi, bu gençlere azgınca saldırdı. AKP polisi saldırdıkça, direniş
giderek büyüdü. Polis şiddetini gören gençler direnişe katıldı. Onlara hunharca saldırdı Polis. Baskıya
ve yaşam tarzına müdahale edilmesinden rahatsız
olan bu gençlik, demokrasi ve özgürlük istiyor. Gençliğin özlemi ve talebi budur. Bu özlemi gerçek hale
dönüştürmek bizim elimizdedir. Bunun ilk adımı,
baskıya ve sömürüye karşı boyun eğmeme ve direnme ilk adımdır. Mücadele etmeden, bedel ödemeden,
direnmeden hiçbir hak kazanılamaz. Hiçbir zulüm
durdurulamaz. Her direniş bir mücadele okuludur.
Mücadele içinde öğrenmeliyiz, bilinçlenmeliyiz. Mücadelemiz, burjuvazinin şu veya bu hükümetine karşı
değil, bir bütün olarak sömürü sistemini hedeflemelidir. Mücadelemiz, bir bütün olarak sömürü sistemini hedeflemezse, burjuvazinin bir başka hükümeti
iş başına gelir. Gerçek demokrasi, eşitlik ve kardeşçe
yaşam bu sistemde mümkün değildir. Gerçek demokrasi, ancak işçi sınıfının önderliğinde devrimlerle kazanılacaktır. Kapitalizmi yıkma mücadelesinin
gerçek öznesi üreten, bütün değerleri yaratan sınıf,
işçi sınıfıdır. İşçi sınıfı önderliğinde emekçi sınıflar
harekete geçmeden, sömürü sistemlerini devirmek
mümkün değildir. Öncü örgütün yaratılması ve işçi
sınıfı içerisinde kök salması görevdir. Görev bunun
için çalışmak ve örgütlenmektir…
17 Haziran 2013 ✓
gündem
dı. Plastik mermi sıkıldı, pencerelerden evlerin içine
gaz atıldı. Devletin terör güçleri yeterli görülmediği
için, elleri sopalı milislerini devreye sokuldu. Yabancı
öğrenciler “ajan” iddiasıyla gözaltına alındı. Çapulcuların uluslararası “Zello örgütü”ne mensup olduğu
keşfedildi. Atılan Plastik mermiler sonucu insanlar
gözlerini kaybetti. Biber gazı kapsülleriyle beyin travması geçirenler, testisleri parçalananlar oldu. Yakın
mesafeden, hedef gözeterek yapılan atışlar yüzünden
binlerce kişi yaralandı. Ağır yaralı olan 43 kişi hastanelerde yaşam savaşı veriyor. AKP faşizmini anlat, anlat bitmiyor. Haykırıyoruz, haykırmaya devam
edeceğiz. AKP akıttığı kanlarda boğulacaktır. Rüzgar
eken fırtına biçecektir. Gün gelecek, devran dönecek.
AKP padişahı halka hesap verecektir.
Gezi direnişi bir çevre duyarlılığı ile başladı. Daha
sonra hareket AKP hükümetine karşı öfke patlamasına dönüştü. AKP’nin siyasetinden rahatsız olan her
görüşten, her renkten, her örgütten insanlar bir araya
geldi. AKP Polisinin çevre duyarlılığını sergileyen
eylemcilere karşı kullandığı faşist şiddet, olabilecek
en geniş koalisyonu kendiliğinden oluşturdu. Bu koalisyon içinde yer alan devrimci, sosyalist, komünist
örgütler, çevreci Sivil Toplum Örgütleri, Demokratik
Kitle Örgütleri ve örgütsüz hayatlarına karışılmasından rahatsız insanların önemli bölümü, gerçekten
demokrasi, özgürlük istiyor. Özgürlük ve demokrasi isteyenlerin yan yana gelmesi iyi bir gelişmedir.
Başlangıçta bu eylemler içerisinde yer almayan, hareketi kendi iktidar dalaşlarının bir kaldıracı haline
getirmek isteyen güçler de var. MHP, AKP Polisinin
“orantısız şiddet” kullanımını eleştiriyor. Demokrasi savunucusu pozlara bürünüyor! CHP demokrasi havarisi kesilip, AKP faşizmini eleştiriyor! CHP
milletvekilleri, direniş eylemlerinde boy gösteriyor.
CHP demokrasi savunucusu pozlarına bürünüyor.
CHP’nin nasıl bir demokrasi savunduğunu, iktidarda oldukları dönemlerden, darbe destekçiliklerinden
bellidir. Nasyonal sosyalistler ve darbe kışkırtıcısı
örgütler, hareket içinde boy gösteriyor. Bu sahte demokrasi savunucusu güçlerin teşhir edilmesi görevdir. Sahte demokrasi savunucusu güçlerin tercihi Kemalist faşizmdir. Bizim tercihimiz, Kemalist faşizm
ile dinci faşizmin arasındaki tercih değildir, olamaz!
Gezi Parkı direnişine destek eylemleri, süreç içinde çıkış noktasındaki taleplerinden, hedeflerinden
uzaklaştı. Destek eylemleri başka bir içerik kazandı.
Kemalist güçler Geziye destek eylemlerini yoğun bir
şekilde milliyetçiliğin, ırkçılığın, Türkçülüğün, Ke-
13
✌
halkların kardeşliği için
güncel
“ÇÖZÜM SÜRECİ”
ÜZERİNE
D
ergimizin 162-163 sayılarında “barış süreci”
hakkında görüşlerimizi ortaya koyduk. Ve neden 29 yıldır yürüyen savaşın sonlandırılmasının iyi
olacağını anlattık. Barışın hemen şimdi sağlanması
gerektiğini belirttik. Görüşlerimizi ortaya koyduktan
sonra kimi gelişmeler yaşandı. Bu gelişmeler hakkında da kısaca tavır takınmayı gerekli görüyoruz.
PKK ile AKP’nin hangi temelde birleştiklerini, hangi
temelde uzlaştıklarını okuyucularımıza anlatmamız
gerekiyor. Yeni bir dönemin başladığı, yeni dönemde
her şeyin çok daha iyi olacağı ve yeni bir Türkiye’nin
inşa edileceği iddia ediliyor. Yeni bir demokratik siyaset sürecinin
başladığı
söyleniyor.
Bu söylemlerin gerçekleşme olanağı ne? Ulus
devlet modeli sona mı
erdi? Gerçek demokrasi
nasıl sağlanacak? Kapitalizmin temellerine
yönelmeden, sömürünün egemen olduğu
bir sistemde, halklar
arasında eşitlik sağlanabilinir mi? Neden bu
sistemde kitlelere gerçekleşmesi mümkün
olmayan kimi pembe
tablolar sunuluyor? Bu soruları çoğaltmak mümkün.
Çözüm süreci ile ilgili olarak kitlelere yanlış bilinç
veriliyor. Kitlelere verilen mesajların doğru olmadığını anlatmak görevimizdir.
Çözüm Süreci Komisyonu Kuruldu
14
9 Nisan 2013’te TBMM’de AKP’den 10 ve BDP’den bir
milletvekilinin temsil edileceği süreci izleme komisyonu kuruldu. MHP ve CHP çözüm sürecinde kuru-
lan komisyona üye vermeyeceklerini açıkladılar. Komisyonun kurulmasının ertesinde AKP ve BDP’nin
komisyonda yer almasını istediği milletvekillerinin
isimlerini meclis başkanlığına bildirmesi gerekiyordu. Çözüm sürecinin değerlendirilmesi amacıyla kurulan Meclis Araştırma Komisyonu üyeliği için AKP
ve BDP’nin gösterdiği adaylar 8 Mayıs’ta meclis genel
kurulunda kabul edildi. İlk toplantısını yapan komisyonun Başkanlığı’na AKP Amasya milletvekili Naci
Bostancı seçildi.
Komisyon başkanı Naci Bostancı T24’e verdiği mülakatta; bu komisyonun
vicdan komisyonu olduğunu, Türkiye’de bir
dönem yaşanan karanlık sürece ilişkin araştırmalar
yapacağını,
amacın siyaset alanını
genişletmek olduğunu
söyledi.
Türkiye’nin
çözüm sürecinin içinde
olduğunu belirten Bostancı, PKK’nin silahlı
bir mücadele ile bir takım taleplerde bulunduğunu, ancak artık
silahla meşruiyet sahibi
olamayacağını PKK ve
tabanında kabul ettiğini ve Türkiye’de herkesin demokrasi ve özgürlük
içinde birlikte yaşama talebinde bulunduğunu belirtti. Komisyon başkanının anlatımlarına göre; faili
meçhul cinayetler, köy boşaltmalar ve yaşanan haksızlıklar araştırılacak. Komisyon hem devletin hem
de PKK’nin yaptığı hataları da araştıracak.
TBMM’de bir komisyon kurulması önerisi
Öcalan’dan gelmişti. Öcalan, uzun yıllardan beri
“Hakikatleri Araştırma Komisyonu” kurulmasını
Gerillanın Sınır Dışına Çekilmesi Başladı
25 Nisan 2013’te Kürdistan Topluluklar Birliği (KCK)
başkanı Murat Karayılan Kandil’de basın açıklaması
yaptı. Çok sayıda uluslararası ve Türkiyeli medyanın
izlediği basın toplantısına KCK Yürütme Konseyi
Başkanı Murat Karayılan, Kongra-Gel Başkanlık Divanı Üyesi Hacer Zagros ve KCK Yürütme Konseyi
Üyesi Zeki Şengali katıldı. Gerillanın 8 Mayıs’ta geri
çekilmeye başlayacağını açıklayan Karayılan saldırıların olması durumunda geri çekilmeyi durduracaklarını açıkladı. KCK açıklamasında ayrıca önümüzdeki süreçte Kuzey Kürdistan’da, Türkiye’de,
Avrupa’da ve Hewler’de dört farklı konferans yapılacağı da belirtildi.
Murat Karayılan açıklamasında; Öcalan’ın 21 Mart
açıklamasının “stratejik bir değer taşıyan tarihi deklarasyon” olduğunu belirttikten sonra Öcalan’ın mesajından şu bölümü okudu: “Yeni bir Türkiye, yeni
bir Ortadoğu ve yeni bir geleceği birlikte inşa etmeye
ve tüm ezilen halkları, sınıf ve kültür temsilcilerini, en
eski sömürge ile ezilen sınıf olan kadınları, ezilen mezhepleri, tarikatları ve diğer kültürel varlık sahiplerini,
işçi sınıfının temsilcilerini ve sistemden dışlanan, yok
sayılan herkesi, çıkışın yeni seçeneği olan demokratik
modernite sisteminde yer tutmaya, zihniyet ve formunu kazanmaya çağırmaktadır.” PKK ile Türk devletinin birleştikleri ortak noktalardan bir tanesi Ortadoğu’nun yeniden şekillendirilmesidir. Öcalan Newroz konuşmasında, silahların
susma zamanının geldiğini ve artık gerillanın sınır
dışına çıkması gerektiğini açıklamıştı. Karayılan,
Öcalan’ın çağrısına uyarak gerillanın 8 Mayıs’tan itibaren sınır dışına çıkacağını açıkladı.
Öcalan’ın Newroz çağrısı temelinde Karayılan,
Türk burjuvazisine çağrı yapıyor. Türk burjuvazisine,
eğer bizimle birlikte hareket ederseniz iki stratejik
güç olarak, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirebiliriz
diyor. PKK’nin bu çizgisi yeni bir çizgi değil. 1993’ten
beri savunulan çizgi budur. İmralı yargılamalarında
Öcalan’ın savunduğu çizgi bu idi. Öcalan, uluslararası bir komplo sonucu Türkiye’ye getirildiğinde „Eğer
bana izin verirseniz, ben Türk devletine büyük hizmetler sunabilirim“ demişti. Önceki yazılarımızda
da belirttiğimiz gibi, PKK’nin çizgisi ile AKP çizgisinin örtüşmesi ve bu amaçlarla bir savaşın yürütülmesi gerekli değildir. Bu noktada savaş bu amaçlara
da terstir. Bu amaçları elde etme açısından savaşa
gerek yoktur. Burjuvazi de zaten bunu söylüyor. Gelinen aşamada Öcalan ile AKP arasında söylem birliği var. Öcalan açısından sorun çözülmüştür. Devlet, Öcalan’ı resmen bugün artık kendi siyasetinin
eki haline getirmiştir. Öcalan, bu siyaseti devlete çok
daha önce önerdi. Devlet içinde fakat sorunu PKK’yi
askeri araçlarla, savaşla ezeceklerini, yok edeceklerini
düşünenler egemendi. TUSİAD’ın 1991’de açıkladığı Türkiye’nin demokratikleştirilmesi programı var.
Burjuvazi o dönemde TUSİAD’ın açıkladığı demokratikleşme programını uygulama imkânına sahip
değildi. Çünkü siyasi iktidardakiler PKK’yi askeri
yöntemlerle bitireceklerini sanıyorlardı. Bu süreç
içinde, burjuvazinin kendi içindeki iktidar mücadelesinde, sadece askeri yöntemlerle PKK’yi bitireceklerini savunanlar önemli ölçüde tasfiye edildi. Özel
sermayeli büyük burjuvazinin Kürt siyaseti de bugün
belirleyici hale geldi. Ve bu noktada Öcalan ve burjuvazinin siyaseti üst üste bindi. Şimdi barış sürecinin
başlamasının nedeni budur. Bu yüzden Öcalan, burjuvaziyle birlikte Türkiye ve Ortadoğu’nun şekillendirilmesinde ezilen, hor görülen, dışlanan ve kısacası
öteki olan herkesi “demokratik modernite sisteminde
yer tutmaya” çağırıyor. Yepyeni bir dönemin başladığı iddia ediliyor! Ulus devlet modelinin sona erdiği
söyleniyor! Yeni bir gelecek inşa edilecekmiş! Yeni
demokratik modernite sisteminde herkesin yer alması isteniliyor!
✌
halkların kardeşliği için
öneriyordu. İmralı pazarlıklarının bir sonucu olarak AKP hükümeti de “Barış Süreci Komisyonu”nun
kurulmasına yeşil ışık yaktı. BDP de bu öneriye destek verdi. 18 Mart’ta BDP heyeti İmralı’da Öcalan
ile görüşmüştü. Görüşmeden sonra Öcalan’ın yazılı
olarak yazdığı ve Selahattin Demirtaş’ın basın mensuplarına okuduğu mesajda şöyle diyordu: “yüce bir
iradeyi temsil eden parlamentonun ve siyasi partilerin
sunacağı desteği çok değerli buluyorum.” Öcalan’ın
“değerli” bulduğu ve “yüce bir iradeyi temsil” ettiğine
inandığı parlamentoda komisyon kuruldu. Komisyonun ne yapacağını ve çözüm sürecine katkısının nasıl
olacağını bekleyip göreceğiz.
Nerden nereye?
PKK ilk ortaya çıktığında “Bağımsız Birleşik Kürdistan” hedefini ortaya koymuştu. Bundan yirmi yıl
önce bu hedeften vazgeçildi. Yürütülen silahlı mücadele, TC ile masaya oturma ve kimi kazanımları elde
etme noktasına indirgendi. Şimdiye kadar tek taraflı
birçok ateşkes ilan edildi. T.C devleti ile kimi görüşmeler yapıldı. 2013’ün ilk günlerinden beri yürüyen
15
✌
halkların kardeşliği için
güncel
16
bir çözüm süreci var. Bu çözüm süreci sonrasında
gerçekleşmesi mümkün olmayan bir modelin gerçekleşeceği mesajları veriliyor. Propagandası yapılıyor.
Bugünkü konjonktürde PKK’nin ayrı bir devlet
kurma şansı yoktur. Kürt devleti kurma imkânının
olmadığının görüldüğü yerde, ulus devlet modelinin sona erdiğinin keşfedilmesi gerçeklerin gizlenmesidir. Ulus devlet modelinin sona erdiği iddiası
günümüz dünyasının gerçekliği değildir. Öcalan’a
göre; demokratik modernite ile ulus devleti aşma iddiası yalnızca Kemalist ulus devleti aşmak değildir.
Öcalan’a göre; ulus- devlet modeli bitmiştir. Bu paradigma artık miadını doldurmuştur. Bu tespitler kendi
tabanını ikna edip, Türk devletine eklemleme teorisinin gerekçelendirilmesidir. PKK’nin ayrı bir devlet
kurma gücü yok. Ulus devlet istiyoruz ama bunu yapacak gücümüz yok denilmiyor. Öcalan, bunu diyecek yerde diyor ki; ulus devlet modeli sona ermiştir.
T.C. 1923’ün, 1930’ların Türkiye’si değildir. Gelinen
aşamada T.C., Türk dışında millet, milliyet yoktur
inkârcılığından vazgeçmiş, biraz modernleşmiş, gerçekleri biraz daha kendisine uydurmuştur. De fakto
durum budur. Bu ama ulusal devlettir. Günümüzün
gerçekliğini inkâr etmek ve ulus devlet modelinin
sona erdiğini söylemek, halkı kandırmaktır.
Gelinen aşamada devlet ile Öcalan anlaşmıştır.
Halkı ikna etmek için çalışmalar yapıldı, yapılıyor.
63 Akil Adam çözüm sürecini iki ay boyunca anlatmaya çalıştı. Üç aşamalı olduğu söylenen sürecin ilk
aşaması uygulanıyor. Gerillanın sınır dışına çekilme
işleminin tamamlanmasından sonra ikinci aşamanın
başlayacağı dillendiriliyor. Buna göre kimi yasaların
çıkarılması bekleniliyor. Bekleniliyor diyoruz çünkü
BDP’den hükümetin adım atması konusunda yavaş
davranıldığı eleştirileri geliyor. Silah bırakma hemen
olmayacaktır. Çünkü silah bırakma, gerçek anlamda
silah bırakma da değildir. PKK stratejik iki gücün bir
ayağı olarak, Ortadoğu stratejisinde Türk burjuvazisinin, Kürt burjuvazisine de belli ölçülerde pay veren
stratejik ortalıkla Ortadoğu’daki yayılmanın askeri
ayaklarından biri olarak kullanılacaktır. Bu anlamda silahsızlanmak, Türk devletine karşı bir silahsızlanmadır. Bunun yanında PKK savaş yürüten bir
güç olarak, Türk devleti açısından, Batılı emperyalist
devletler açısından da, özel kuvvetler olarak İran’a
karşı, o bölgede Batının ve Türkiye’nin planlarına
ters düşen güçlere karşı kullanılacaktır.
Karayılan, “Gelinen noktada sömürgeci egemen
zihniyetin Kürt halkını ne çokça denenen baskı, sür-
gün ve katliamlarla, ne de asimilasyonla yok etmesinin mümkün olmadığı açığa çıkmış ve artık bunun
önü alınmıştır; çetin bir mücadeleyle Kürdistan halkı
ve her Kürt bireyi kimlik ve kişilik kazanmıştır” diye
açıklıyor. Gelinen aşamada sömürgecilerin Kürt
halkını katletmekle, asimile etmekle yok edemeyeceklerini gördükleri doğrudur. Doğrudur ama gelecekte Kürt halkının katledilemeyeceği, asimilasyona
uğramayacağının hiçbir garantisi yoktur. Karayılan,
Kürtlerin “katliamlarla, ne de asimilasyonla yok etmesinin mümkün olmadığı açığa çıkmış ve artık bunun önü alınmıştır” diyor. Bu söylemler gerçeklerin
çarpıtılması ve kitlelerin uyutulmasından başka bir
şey değildir. Dört parçada sömürgeci güçler yerinde
duruyor. Kuzey parçasında sömürgeci Türkiye, “tek
vatan, tek millet, tek bayrak” siyasetini sürdürmeye
devam ediyor. Sömürgeci güçler varlığını sürdürdüğü
sürece, Kürt ulusunun ve ezilen milliyetlerin varlığı
tehlike altındadır. Sömürgeci güçler varlığını sürdürdükçe, katliamların yapılmayacağı, ulusların asimile edilemeyeceğinin hiçbir garantisi yoktur. Tüm
halkların kardeşliğini sağlamak ve eşit yurttaş olarak
yaşamaları, sömürgeci güçlerin yok edilmesi ile olacaktır.
23 Mart’ta Öcalan’ın çağrısına uyularak ateşkes
pozisyonuna geçtiklerini belirten Karayılan, “Kürt
sorununun çözümü ile Türkiye’nin demokratikleşmesini sağlayacak ve Ortadoğu barışına giden yolu
açacak olan bu tarihi adımın amacına uygun olarak
başarıyla tamamlanması, barış, kardeşlik, demokrasi
ve özgürlük isteyen herkesin, hepimizin temel hedefi”,
olduğu belirlemelerine yer verdi. Türkiye’nin demokratikleşeceği söyleniyor. T.C’nin varlığı koşullarında
Türkiye’nin tam demokratikleşeceğini ve Türkiye’de
yaşayan tüm halkların kardeşçe yaşayacağını söylemek bilinçlerin karartılmasından başka bir şey değildir. Kapitalist sistemi sorgulamadan, kapitalist
sistem içerisinde yaşamanın propagandası yapılıyor.
Gerçekte ise ulusal devletlerin varlığı ortadan kalkmaksızın, kendi bölgelerinde yerel özerkliği kurtuluş
olarak gösteren bir çözüm öneriliyor.
Demokratikleşme Nasıl Olacak?
Öcalan ile devletin anlaşmasının ertesinde verilen
mesaj şudur: Yeni bir dönem başlıyor. Türkiye demokratikleşecek. Ortadoğu’da barışa giden yolda,
kardeşlik, demokrasi ve özgürlük gelecek. Newroz
çağrısıyla, Kürt sorunu sadece Kuzey’de değil, tüm
parçalarda Kürt sorunun çözümü ve Ortadoğu’da
AKP‘nin Vizyonu Nedir?
Türkiye burjuvazisinin gelecek vizyonu vardır. O
vizyon yeni Osmanlıcılıktır. O vizyon, Ortadoğu’daki Kürtleri, Türkiye’nin gücüne ekleyerek büyüme
vizyonudur. AKP, Türkiye’nin Ortadoğu’da büyük
güç olma ve bütün dünyada Türklüğü, T.C. etrafında toparlama siyasetini savunuyor. Bu vizyonda ilk
hedeflenen şey Misak-ı Milli, onun etrafında büyük
konfederal yapı oluşturma, bu konfederal yapı içe-
risinde Türki Cumhuriyetleri esasında AB gibi bir
cumhuriyetin içinde birleştirme ama bunun ön şartı
olarak Türkiye’de Kürt sorununu çözme ve Kürtleri Türklere eklemedir. Araplarla da barış içerisinde yaşama vizyonu vardır. Bunun da temeli Sünni
Müslümanlıktır. Olma şansı var mıdır? Bunun olma
şansı, eğer emperyalist büyük güçler, bunun dışında
Ortadoğu’da egemenlik babında bir alternatifi yoksa,
vardır. Görünen o ki esasında, ABD’nin büyük Ortadoğu ve Afrika, Kuzey Afrika vizyonu ile Türkiye’nin
bu vizyonu şu anda birebir örtüşmese bile evet, aynı
paralelde gidiyor. Bu yüzden de bunun şansı vardır.
Bunun ön şartı Türkiye’de Kürt meselesinin çözülmesidir. Ve bugün uygulanan siyaset evet, Türk burjuvazisinin bu siyasetidir. Gelinen yerde Öcalan, bu
siyasetin bir aracıdır.
✌
halkların kardeşliği için
çatışma sürecinin sona ereceği iddia ediliyor. Bütün
sorunların silahla değil, siyaset ve diyalogla çözüleceği, bu durum da yeni bir dönemin başlangıcı olarak
adlandırılıyor. Söylenenler kısaca böyle. Ya gerçekler?
Ulus devlet modelinin egemen olduğu bir dünya
gerçekliği var. Gerçek demokrasi, bir ülkede ulusların özgür iradeleri ile kendi kaderlerini kendilerinin
belirleyeceği sistemin adıdır. Çok uluslu ülkelerde,
ulusal sorunda hukuki eşitsizliklerin ortadan kaldırılması gerçek demokrasinin yerleşmesi ile olacaktır.
Ulusların ayrılma haklarını özgürce kullanacakları ortamın yaratılmasının adıdır gerçek demokrasi.
Zoraki birliktelikler temelinde, ulusların sömürgeleştirildiği bir sistem demokratik olamaz. Ulusların
gönüllü birlikte yaşamasının ön şartı, zoraki birliklerin parçalanmasıdır. Ulusların gönüllü birlikte yaşamasının ön şartı, uluslar arasında tam hak eşitliğinin
sağlanmasıdır. Ulusların birlikte yaşaması, eşitlerin
özgür birliği temelinde olmalıdır. Gerçek demokraside, hiçbir ulusa, hiçbir dile imtiyaz hakkı yoktur, olmamalıdır. Gerçek demokraside, hiçbir ulusal
azınlığa sınırlama getirilemez. Gerçek demokraside,
uluslar nasıl yaşayacaklarına kendi özgür iradeleri
ile karar vereceklerdir. Gerçek demokrasi, ulusların
kendi kaderlerini kendilerinin belirlemesi, bir ulusun nasıl örgütleneceğine kendisinin karar vereceği
bir sistemdir. Gerçek demokrasi, her milliyetin kendi
dilinde konuşma, eğitim yapma ve bütün ilişkilerde
dillerini kullanma hakkının sağlanmasıdır. Gerçek
demokraside, hiçbir dil başka bir dil üzerinde imtiyaz kuramaz. Her milliyet kendi dilini kullanacak ve
diller arasında tam bir eşitlik sağlanacaktır. Ulusal
sorunda ülkelerimizin demokratikleşmesi, yukarda
saydığımız kimi ilkelerin gerçekleşmesi ile olacaktır.
Bu ilkelerin gerçekleşmesi ancak Demokratik Halk
Devriminin zaferine bağlıdır. Sömürgeci güçlerin iktidarı şartlarında, ülkelerimizin demokratikleşeceği
ve herkesin kardeşlik hukuku içerisinde yaşayacağı
savları kitleleri kandırmaktır.
Öcalan’a Göre Demokratik Modernite
Öcalan’ın Amed’de 21 Mart’ta okunan çağrısında
söylenenler açık ve net. Öcalan, “etnik ve tek uluslu
coğrafyalar“ın sona erdiğini söylüyor. Öcalan’a göre;
ulus devletler “aslımızı -özümüzü inkâr eden modernitenin” bir dayatmasıdır. Öcalan, tanımını yaptığı
modernitenin ötesine geçme iddiasında. Mücadelenin hedefi kapitalist modernitenin ötesine geçmektir.
PKK, 1993’e kadar kapitalist modernitenin sınırları
içerisinde Birleşik Demokratik Kürdistan’ı savunuyordu. Yani etnik temele dayalı ulus devleti kurmak
PKK’nin hedefiydi. Gelinen yerde Öcalan, ulus devlet düşüncesini modernitenin dayattığını ve özlerine
aykırı olduğunu söylüyor. Öcalan, ulus devlet düşüncesini aşacaklarını iddia ediyor. Bu savununun
bir gerçekliği yok. Kapitalist modernitenin ötesine
geçen ulus-devlet dışında bir şey yok bugünün dünyasında. Kapitalist ulus devletler, günümüz dünyasının gerçekleri. Öcalan, kapitalist devletlerin varlığını
sorgulamadan, onlar içinde alttan demokrasinin yaşayacağını iddia ediyor. Bu esasında var olan kapitalist sistemi sorgulamayan, işçi sınıfına ve emekçilere
burjuvazinin iktidar olduğu şartlarda, onlara rağmen
kendi iktidarımızı yaşarız diyen, sivil toplumcu bir
kandırmacadır. Mücadelenin gelişimine bağlı olarak,
kapitalist sistem içerisinde kimi kazanımların elde
edilmesi mümkündür. Bize gerekli olan burjuva demokrasisi değil, gerçek demokrasidir. Kapitalizmin
egemenliği koşullarında, sömürü ortadan kaldırılamaz. İşçi sınıfı gerçek anlamda iktidar olmaz. Gerçek
böyle olduğuna göre, kapitalist modernitenin ötesine
geçeceğiz söylemleri halkı kandırmaktır.
17
✌
halkların kardeşliği için
güncel
18
Öcalan, kapitalizm ötesi modernitenin nasıl kurulacağı sorusuna da cevap veriyor. Newroz çağrısında
şöyle diyor Öcalan: Bugün kadim Anadolu’yu Türkiye
olarak yaşayan Türk halkı bilmeli ki Kürtlerle bin yıla
yakın İslam bayrağı altındaki ortak yaşamları kardeşlik ve dayanışma hukukuna dayanmaktadır.” Burada söylenenlerin gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Burada Öcalan’ın birinci dayanak noktası ve referansı
İslam’dır. Çünkü bin yıl önce zaten Kürtlük, Türklük
bilinci henüz yoktu. O günkü hukuk neydi? Kürtler kendi alanlarında, Kürt ağaları kendi tebaalarını
sömürüyordu. Onlar Osmanlı ordusuna belli sayıda
asker vermek zorundaydı. Vergi vermek zorundaydı.
İlişki böyle bir ilişkiydi. Osmanlının kendisi Türk
değildi. İşte “Kürtler, Türkler kardeşlik içinde birbirleriyle bin yıl birlikte yaşıyorlardı, kadim Anadolu” vb.
anlayışı esasında feodalizmin cennet olarak gösterilmesidir. “kardeşlik ve dayanışma hukukuna” dayalı
bir yaşam varmış bin yıllık! Feodal ağaların egemenliği altında “kardeşlik ve dayanışma hukuku” varmış!
Gerçekler doğru aktarılmıyor.“Gerçek anlamında, bu
kardeşlik hukukunda fetih, inkâr, ret, zorla asimilasyon ve imha yoktur, olmamalıdır.” Burada “kadim”
Türk devletine yağ çekiliyor. “İnkâr, ret, zorla asimilasyon ve imha yoktur” diyor Öcalan. Osmanlı ve
Müslümanlığın esas olduğu dönemde, “kardeşlik ve
dayanışma hukuku” varmış! Fakat bu kardeşlik hukuku, Kemalist cumhuriyet döneminde bozulmuş
ve inkâr siyaseti esas alınmış! Bu görüşler AKP’nin
Osmanlıcı Türk-Osmanlı sentezidir. Öcalan, Türkler
ve Kürtlerin Ortadoğu’nun temel iki stratejik gücü olduğunu, bu iki gücün kendi öz kültür ve uygarlıkları
ile uygun şekilde demokratik moderniteyi inşa edeceklerini söylüyor. Öcalan, Müslümanlık temelinde
Osmanlıyı yeniden modernite temelinde inşa edelim diyor. Türkler ve Kürtler iki eşit güç olarak bu işi
yapacak. İki eşit güç Ortadoğu’yu nasıl inşa edecek?
Misak-ı Milli temelinde. Misak-ı Milli ne? Musul,
Kerkük, Halep, Rojava (Batı Kürdistan) Hewler. Öcalan, Türk burjuvazisine diyor ki; biz Ortadoğu’nun
iki kadim halkı ve stratejik halkları olarak, yeniden
bir milli kurtuluş savaşı, Misak-ı Milli çerçevesinde
verebiliriz. Öcalan, burada söylediklerini daha önce
de söylemişti. Ama burada yeni olan her iki tarafında
aynı şeyleri söylemesidir. Öcalan’ın programının birinci aşaması Misak-ı Milli sınırlarının yeniden kurulmasıdır. Bu esasında Türk burjuvazisinin çok net
olarak (geçmişte açıkça savunamadığı) bugün ama
açık savunduğu bir programdır. Öcalan’ın kapitalist
modernitenin ötesine geçme siyaseti budur.
Demokrasi Ve Barış Konferansı
25-26 Mayıs’ta Ankara’da Demokrasi ve Barış Konferansı toplandı. Çözüm süreci ile birlikte Abdullah
Öcalan’ın önerdiği ve dört ilde düzenlenmesi öngörülen Demokrasi ve Barış Konferansları’nın ilki
Ankara’da yapıldı. Farklı partilerden, örgütlerden,
sendikalardan, sol siyasetten 500’e yakın katılımcı konferansa katıldı. ‘Hakikat, yüzleşme ve adalet’,
‘Hukuk, yol temizliği ve yeni anayasa’, ‘Müzakere sürecinde barışın toplumsallaşması ve demokratik siyaset’ başlıklı gruplara bölünen katılımcılar raporlarını
yazarak konferansa sundular.
Konferansın bitiminde hazırlanan sonuç bildirgesinde; “Müzakerelerin sonuç alıcı bir biçimde sürmesi
ve geliştirilmesi için, şu aşamada müzakereyi büyük
kısıtlar altında yürüten Sayın Abdullah Öcalan’ın
‘sağlık, güvenlik ve özgürlük koşullarının’ sağlanması
ve toplumun çeşitli kesimlerinden oluşan heyetlerle iletişim imkânlarının yaratılması gerekliliğini belirtiyoruz” denildi. Barış sürecine destek vermek amacıyla,
farklı kesimlerden kişilerin ve grupların konferansa
katılması olumludur. Ancak bu konferanslara damgasını vuran siyaset BDP’nin siyasetidir. Konferansın
sonuç bildirgesinde “kalıcı bir barışı tesis etmek” için
bir araya gelindiğinin vurgusu ön plana çıkarılıyor.
Farklı kesimlerin bir araya gelmesi ve tartışması elbette ki iyidir. Kalıcı bir barış bu sistem içerisinde olmaz. Bunun da bilinmesi gerekir.
Altıncı BDP Heyeti İmralı‘da
7 Haziran’da 6. BDP heyeti İmralı’ya gitti. 6. heyette,
BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve BDP
Grup Başkanvekili Pervin Buldan yer aldı. BDP’li
Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder’den oluşan 5.
heyet Öcalan ile 14 Nisan‘da görüşmüştü. Bu görüşmeden 11 gün sonra da PKK, Kandil’de düzenlediği
basın toplantısıyla 8 Mayıs’tan itibaren silahlı güçlerini Türkiye sınırlarından çekmeye başlayacaklarını
ilan etmişti. BDP, sınır dışına çekilmenin sorunsuz
ilerlemesini gördükten sonra, İmralı’ya altıncı ziyaret için başvurmuştu. BDP, bu heyette daha önce
adaya giden heyetteki isimlerden Pervin Buldan
ve Sırrı Süreyya Önder ile BDP eşbaşkanı Gültan
Kışanak’ın isimlerini önermişti. AKP hükümeti, BDP eşbaşkanı Selahattin Demirtaş ile Pervin
Buldan’ın adaya gitmesine izin verdi. AKP hükümeti, Sırrı Süreyya Önder’i bu kez veto etti. Çünkü
İkinci Demokrasi ve Barış Konferansı
Demokrasi ve Barış Konferansının ikincisi 15-16
Haziran’da Amed (Diyarbakır)‘de toplandı. 48 örgütün katılımıyla yaklaşık 260 delegenin katıldığı
konferans iki gün sürdü. Konferansa yaklaşık 80
delege de örgütlerden bağımsız olarak kendi kimlikleriyle katıldı. Konferansın ilk günü başlangıç oturumunda Konferans Hazırlık Komisyonu üyeleri ve
siyasi parti genel başkanları da birer konuşma yaptı.
Yapılan konuşmalarda, 2013 yılının başından bu yana
başlayan çözüm ve barış sürecini değerlendirildi. Komisyon Hazırlık Komitesi üyeleri ile KADEP, ÖSP,
DTK ve BDP adına yapılan konuşmalardan sonra
konferans sürecinin sağlıklı ilerlemesi için komisyonlar kuruldu. Birinci gün, Kuzey Kürdistan’ın Statüsü ve Anayasal Çözüm tartışıldı. İkinci gün, Kuzey
Kürdistan’da Toplumsal Sorunlar ve Çözüm Arayışları ve Kürdistan’da Ulusal Birlik ve Ortak Tutum’un
nasıl olması gerektiği hakkında tartışıldı. Konferansa
Abdullah Öcalan’ın gönderdiği mesaj okundu. Konferansın sonucunda sonuç bildirgesi açıklandı ve
kalıcı bir yapılanmanın oluşturulmasının gerekliliği
vurgulandı.
Öcalan, “etnik ve tek uluslu
coğrafyalar“ın sona erdiğini söylüyor.
Öcalan’a göre; ulus devletler “aslımızı
-özümüzü inkâr eden modernitenin” bir
dayatmasıdır. Öcalan, tanımını yaptığı
modernitenin ötesine geçme iddiasında.
Mücadelenin hedefi kapitalist
modernitenin ötesine geçmektir.
✌
halkların kardeşliği için
Sırrı Süreyya Önder, Gezi Parkı direnişinde aktif rol
almış, Gezi Parkı’nda yıkıma karşı sabaha kadar nöbet tutan gruba destek vermiş ve yıkımı durdurmak
için iş makinesinin önüne geçmişti. Önder‘in Gezi
direnişini yaratan isimlerden olması, Cumhurbaşkanı Abdullah Gül ve Başbakan Vekili Bülent Arınç ile
görüşmesi, eylemlere olan desteğini sürdürmesi AKP
hükümetini rahatsız etmişti. Sırrı Süreyya Önder’in
veto yemesi Gezi Parkı direnişinde aldığı tutumun
bir sonucuydu.
İmralı dönüşü açıklama yapan Selahattin Demirtaş, İmralı’ya gidecek heyet konusunda ‘hükümet
müdahalesi’ni eleştirdi. Demirtaş, „Bir kez daha aynı
tutumla karşılaşırsak, bu saatten sonra partimizin tutumu farklı olacaktır, hükümetten bu konuda ciddiyet
bekliyoruz. 15 gün içerisinde bir heyet daha İmralı’ya
gidecek.” açıklamasını yaptı. Görüldüğü gibi „barış
süreci“ eşitler arasında yapılan görüşmeler temelinde
yapılmıyor. AKP hükümetinin belirlediği ve istediği
şekilde süreç ilerliyor. AKP’yi eleştiren ve AKP’nin
onaylamadığı eylemler içerisinde yer alan milletvekilleri veto ediliyor. Daha önce de Ahmet Türk, „devlet Kürtleri bombalıyor“ dediği için veto edilmişti.
Önümüzdeki süreçte daha kimlerin veto edileceğini
göreceğiz.
Sonuç yerine
Yukarda kısaca anlatmaya çalıştığımız amaçlar temelinde, bir savaşın yürütülmesi doğru değildir. Bu
amaçlarla bir savaşın yürütülmesi Kürt ulusu açısından da gerekli değildir. Bu noktada savaş bu amaçlara terstir. Bu amaçları elde etme açısından savaşa
gerek yoktur. Yürütülen her savaş belli bir siyasetin
devamıdır. PKK, 1993’ten bu yana savunduğu siyaset
temelinde savaş yürütüyordu. Bu savaşta binlerce insan ölüyor. Türkiye’de Türkler ve Kürtler arasında,
emekçiler arasında düşmanlık gelişiyor. Gelinen yerde savaş ezilen bir ulusun kendi hakları için mücadele etme rotasından çıkmıştır. En iyi halde pazarlık
masasında daha ne kadar alabilirimin savaşıdır bu.
Bizim böyle bir savaştan yana olmamız mümkün değildir. Bu anlamda bu barış sürecine sahip çıkıyoruz.
Bu amaçlar temelinde yürüyecek savaş Türkiye’deki
demokratik gelişmeyi engelliyor. Her şey bu savaşa
bağlı. Hep bu savaş ile gerekçelendiriliyor. KCK operasyonları ile 10 bin kişi hapse atıldı. Ne oldu? „Terörizme“ karşı mücadele ediyoruz diyorlar! Cenazeler
geliyor, millet elinde bayraklar sokağa dökülüp „şehitler ölmez, vatan bölünmez“ sloganları atıyor. Öbür
tarafta „şehit namırın“ sloganları atılıyor. Pazarlık
amacıyla sürdürülen bu savaş bitsin artık. İşçi sınıfı
açısından hiç bir yararı olmayan bir savaş bu. Tam
tersi artık gelişmenin önünde engel. Daha önce durum değişikti. Evet, bu savaş olmasaydı bu noktaya
tabii ki gelinmeyecekti. PKK‘nin savaşı Kürt sorununun gündeme getirilmesi, burjuvazinin adım atması,
demokratikleşme konusunda çok önemli olumlu bir
rol oynadı. Ama gelinen yerde artık bu savaş olumlu
rolünü tüketti. O yüzden barışa sahip çıkıyoruz. Gelinen yerde savaş değil, barış hemen şimdi diyoruz.
16 Haziran 2013 ✓
19
✌
halkların kardeşliği için
güncel
Güneşi Sönen Bir Halk
Yezidiler
Yezidilikte, her bireyin sosyal hiyerarşide belli bir yeri
vardır. Topluluğun her üyesi hem kendi grubundaki
diğer üyelere, hem de dini liderlere bağlılık ile
yükümlüdür. Mirler (soylular ailesi) tartışılmazdır ve
sınırsız güce sahiptir.
T
20
arihte birçok kez katliama uğramış olan Yezidiler, yaşadıkları bütün katliamlara, zulme ve
aşağılamalara rağmen, 80’li yıllara kadar Kürdistan
topraklarına renk vermeye devam ettiler. Fakat daha
sonra Avrupa’nın yolunu tutmak zorunda kaldılar.
Dualarını güneşe dönerek okuyan, şeytana taptıkları iddiasıyla senelerce zulüm gören Yezidiler, topraklarını terk etmek zorunda kaldılar. Yezidiler, çoğunlukla Kürttür ve Kürdistan ile politik ve sosyal
anlamda aynı kaderi paylaşmaktadır. Yezidilik Ortadoğu kökenli bir dindir. Yezidiler ağırlıklı olarak
Musul, Suriye, Kuzey Kürdistan, İran, Gürcistan ve
Ermenistan’da yaşamaktadır. Toplam nüfusu bir milyon civarında olduğu tahmin edilmektedir. Yezidiler,
çiftçilik ve hayvancılıkla uğraşmaktadır. Dünyanın
en eski dininin üyeleri olduklarına inanan Yezidilerin büyük bir kısmı Güney Kürdistan’da yaşamaktadır. Çalışma amaçlı göçlerin başlaması ile Yezidiler de
Orta Avrupa´ya özellikle de Almanya´ya gittiler.
Türkiye’deki yaklaşık 30 bin Yezidi‘den bazı tahminlere göre yaklaşık 27 bini Almanya´da yaşıyor. Son yıllarda Suriye, Irak ve eski Sovyetler´den
Almanya´ya göç eden Yezidilerin sayısında artış
görülmektedir. Almanya´da yaşayan Yezidilerin sayısının 50 bin ve diğer Avrupa ülkelerinde yaşayan
Yezidilerin ise yüz bin olduğu tahmin edilmektedir.
80´li yıllardan bu yana Yezidiler Kürt kurtuluş mücadelesine katıldılar. Dernek ve birlikler kurdular. Bu
dernekler de bağlı oldukları Kürt partilerinin politik
görüşlerinden etkilendiler. Ancak sayıları az da olsa
bazı Yezidi dernekleri tarafsız kaldılar.
14 Ağustos 2007’de gece saatlerinde, Irak’ın kuzeyinde bulunan Yezidi Kürtlerin yaşadığı iki kasabada bomba yüklü 5 kamyon eş zamanlı olarak patlatıldı. Patlamanın sonucu, yaklaşık 500 Yezidi Kürdü
yaşamını yitirdi. 400 civarında Yezidi de yaralandı.
Musul’un 120 km batısında bulunan Kahtaniye ve
Adnaniye kasabalarında yaşayan Yezidi azınlığın
hedef alındığı bombalı saldırı, Irak’ta gerçekleşen en
kanlı terör eylemi olarak kayıtlara geçti.
Yezidilikte, Allah tarafından görevlendirildiğine
inanılan “Melek Tavus” kutsal görülüyor. İslam dinindeki “Şeytan”a karşılık gelen Melek Tavus, Yezidi inancına göre, kötü bir melek olmayıp, aksine
Allah’ın en değerli meleği olarak görülür. Tausi Melek, tanrı tarafından dünyayı gözlemleme ve özellikle
de Yezidileri korumak ile görevlendirmiştir. Yezidilik inancında tanrı aslında pasif bir rol oynamaktadır ve Tausi Melek tanrısal yetkilerle donatılmıştır.
Güneş ve ay Yezidilikte kutsaldır. Şeh Şems güneşi,
Şeh Assin ise ayı sembolize eder. Yezidiler bu iki doğal elementin tanrının ışığını oluşturduğuna inanır.
Günümüzde, oldukça kapalı ve geleneklerine bağlı
olarak kültürlerini devam ettiren Yezidiler, günde üç
defa güneşe dönerek ibadet eder. Yezidilerin, “Siyah
Kitap” anlamına gelen “Meshaf Reş” ve “Tanrısal İza-
namazı için dışarıya çıkılarak güneşin sarılığı belirgin olduğunda güneşe karşı ayakta durulup üç defa
eğilmek suretiyle dua okunur. Akşam namazında da
yine dışarıda güneşe karşı durularak dua okunur.
Yezidilikte, bir tarafta şeyhler, diğer tarafta ise müritler yer alır. Pirler Yezidi toplumunda köklü bir yere
sahiptir ve bu nedenle de toplumda önemli bir dini rol
oynamaya devam ediyorlar. Pirler ile şeyhlerin birbirleri ile evlenmeleri yasaktır. Bir şeyh sınıfından sadece bir grubun ardılları birbirleri ile evlenebilir. Pir
sınıfında ise pirler, Pir Hasan‘ın ardılları ile evlenemez. Bunun dışında pirlerin birbirleri ile evlenmeleri
serbesttir. Müritlerin, pirler veya şeyhler ile evlenmeleri ise kesinlikle yasaktır. Bir grubun üyesi olabilmek
ancak doğum ile mümkündür. Grup değiştirmek
mümkün değil. Herkes kendi sosyal statüsünün bilincindedir ve bunu değiştirebilme olanağı yoktur.
Yezidilerin kendi içindeki bu yasaklar dışında, diğer
dini inançlardan olanlar ile evlenmekte mümkün değildir.
Yezidilikte, her
bireyin
sosyal
hiyerarşide belli bir yeri vardır.
Topluluğun her
üyesi hem kendi
grubundaki
diğer üyelere, hem
de dini liderlere
bağlılık ile yükümlüdür. Mirler
(soylular
ailesi)
tartışılmazdır ve
sınırsız güce sahiptir.
Onların
diğer sınıf gurupları ile ilişkileri
net olarak belirlenmiştir. Yezidi
toplumun üyesi
ancak Yezidi olan ailelerin doğan çocukları olabilir.
Şeyh, pir ve müritlerin diğer gruplara geçişi mümkün değildir. Bir grup içerisindeki görev dağılımı net
olarak belirlenmiştir. Her kişinin bir piri ve bir şeyhi
olmalıdır. Bir bölgede şeyh veya pir ailelerinin üyeleri
bulunmuyor ise, kendisinin ait olduğu şeyh veya pir
ailesinin üyeleri kişiyi üsleninceye kadar geçici olarak
başka bir pir veya şeyh edinebilir.
Mir, Yezidilerin en üst lideridir. Mir, Şeyh Adi ve
✌
halkların kardeşliği için
hatlar” anlamına gelen “Kitab el Celve” olmak üzere
iki kutsal kitabı vardır. Siyah yılan Yezidilerde kutsal kabul edilen bir sürüngendir. Cennet-cehenneme
inanmayan Yezidiler, şeytan konusundaki inançları
ve güneşe tapma ayinleri nedeniyle yaşadıkları bölgelerdeki Müslüman ve Hıristiyan çevrelerce “dinsiz”
olarak görüldüler.
Yezidiler hakkında farklı tarih anlatımları var. Bu
yazıda farklı anlatılan tarih anlatımlarına yer vermek
yazının çerçevesini aşıyor. Fakat tüm Yezidilerin temel aldığı ve uyguladığı „Şeyh Adi öğretisi“ni anlatmakta fayda var. Şeyh Adi 1160 yılında 90 yaşında ölmüştür. Hiç evlenmemiştir. Halefi yeğeni, Şakr
Abu´l-Barakat olmuştur. Daha sonra Şeyh Hasan olarak bilinen oğlu Şemsadin liderliğe getirilmiştir. Şeyh
Adi, Yezidiler tarafından Tausi Meleğin yeniden doğuşu olarak kabul edilmektedir. Şeyh Adi, Laleş ovasında yaşamıştır. Laleş, günümüzde Yezidiler tarafından kutsal mekân olarak kabul edilmektedir. Burası
tüm Yezidilerin ziyaret etmesi gereken bir yer haline
gelmiştir. Yezidilerin en üst lider
kademesinde Şeyh
Adi bulunmaktadır.
Yezidilerde,
Tausi Melek, tavus
kuşu
formunda
sembolize edilir.
Bu doktrine göre
ayrıca her Yezidi,
tanrı şerefine yılda
üç gün oruç tutmalıdır... Her Yezidi hayatında en
az bir kere bu kutsal mekân Laleş’i
ziyaret etmelidir.
Diğer inançlardan
olanlar ile evlenmek yasaktır. Ayrıca mürit, pir ve
şeyh sınıflarından olanların da birbirleri ile evlenmeleri yasaklanmıştır. Yezidilerde, ateş hâlâ kutsal olarak kabul edilir, dualar güneşin doğduğu yöne doğru
edilmeye devam edilir. İbadet, Yezidilerde yılda bir
kez Laleş’te Şeyh Adi’in türbesine yapılan hac esnasında gerçekleştirilen toplu ibadettir. Bunun haricinde toplu ibadet etme yoktur. Namaz, sabah ve akşam
kılınır. Namazdan önce eller ve yüz yıkanır. Sabah
21
✌
halkların kardeşliği için
güncel
22
Tausi Melek´i sembolize eder. O, Şeyh Adi´nin direk
temsilcisidir ve aziz kabul edilir. Pismir, Mir ailesinden gelir. Kelime anlamı olarak
Kürtçede, „soylular ailesi ile akraba olmak“ anlamına gelir. Ancak ayrı bir grubu oluştururlar. Pismir
üyeleri, Mir ailesinin üyeleri ile evlenebilir. Baba Şeyh: O, pirler ve şeyhler de dâhil tüm Yezidilerin tartışılmaz lideridir. Baba şeyhler ancak Şemsani ve Fakhradin ailelerinden olunabilir. Yezidilerin
ileri gelenleri Baba Şeyh´i seçerler ve bu Mir tarafından onaylanır. Baba Şeyh yazın ve kışın 42 gün oruç
tutmak zorundadır. Din ile ilgili geniş bilgi sahibidir
ve tüm kutsal Yezidi hikâyelerini ezbere bilir. Kuzey
Irak´da, Ain Sifne şehrinde yaşar. Bu şehir Musul´a
wyaklaşık 60 km uzaklıktadır. Peşimam: Kelime anlamı ile birinci dereceden öğretici anlamına gelir. Peşimamların, Şeyh Hasan´ın
soyundan geldikleri tahmin edilir. Sadece Adanilerin şeyh çizgisinden gelenler Peşimam olabilir. Bunlar üç ana şeyh dallarından biridir.
Şeyh: Kelime olarak Arapçadır ve öğretici, lider
veya önder anlamına gelir. Şeyhler toplumun ruhani
liderleridir. Her şeyh ailesinin kendilerinden sorumlu olduğu belli sayıdaki müritleri vardır. Şeyh ailesi,
dini sorunlar konusunda müritlere yardımcı olmak
ve dini seremonileri yürütmek ile görevlidir. Buna
karşılık müritler yılda belli bir miktar para öder. Bu
miktar şeyh tarafından belirlenmez, mürit ne kadar
ödeyebileceği veya ödemek istediğine kendisi karar
verir. Her şeyh çizgisi, tanrı tarafından yaratılan yedi
melekten birini temsil eder. Şeyh gurubu üç ana gruba ve birçok alt gruba ayrılır.
Pir: Yezidi toplumunda önemli bir sınıftır. İnanca göre pirler dini açıdan şeyhler ile aynı statüye
sahiptir, ancak şeyhler kısmen daha üst bir statüde
görülmektedir. Her Yezidinin, bir şeyhi ve bir piri
olmalıdır. Pirler dört ana gruba ayrılmıştır. Hesen Meman, Pir Afat, Pir Jerwan ve Pir Haci Ali.
Pir aileleri birbirleri ile evlilik yapabilir. Pir Hesen
Meman´ın ailesinin üyelerinin evlilikleri ise sınırlandırılmıştır, çünkü bu aile Şeyh Adi döneminde pirlerin başı olarak kabul edilirdi. Pir Hesen Meman´ın
ailesinin üyeleri, sadece kendileri ile aynı statüde olan
Pir Jerwan ailesinin üyeleri ile evlenebilir.
Koçek: Koçekler dini ayinleri yönetir. Şeyh veya
pirin hazır bulunmadığı durumlarda, geleneksel ölü
yıkama görevini Koçekler üstlenir. Ancak bir koçeğin en önemli görevi ölen ruhun kaderi hakkında
bilgi vermektir. Aynı zamanda dua ve rüya yorumları yapar. Koçek dini tören ve ayinlerde görünmeyen
dünya ile bağlantı kurar. Koçek olabilmek için özel
doğaüstü yeteneklere sahip olmak gerekir ve bunlar
Laleş´te kutsal mekânda Yezidilerin dini lideri tarafından sınanır. Fakir: Tüm dünyevi varlıktan vazgeçmiş kişidir.
Fakir sadece tanrıya hizmet etmeyi yaşam vazifesi
yapmıştır. Fakir, pozisyonuna ruhani veya mürit sınıfından her Yezidi ulaşabilir. Fakir olmak isteyen bu
isteğini Mir ve Baba Şeyh´e iletir. İstek sahibi, dini
kuralları ihlal etmemiş ise ve karakteri ve kişiliği
buna uygun ise Fakir olabilir. Adaylığı Yezidi liderler
tarafından onaylanan kişi, yedi gün yalnız kalır ve bu
süre içerisinde kimse ile konuşmaz ve bu süre içerisinde sabahtan akşama kadar oruç tutar. Kendisine
yemek getiren kişi dışında hiçbir insani temasa izin
verilmez. Bu yalnızlık döneminde sürekli meditasyon yapıp dua eder. Yalnızlık süresi dolunca Laleş´de
kutsal tapınağı ziyaret eder. Fakirlerin farklı sorumlulukları var. Şeyh Adi onuruna yapılan kutlamalarda
yakılan ateş için odun keserler ve yerel tapınaklardan
sorumludurlar. Darlık ve hastalık dönemlerinde Yezidiler için dua ederler. Micewir: Kürtçe bir kelimedir ve komşu veya bekçi
anlamına gelir. Micewirler, yerel tapınakları ve kutsal mekânların korunması ve bakımı ile görevlidirler.
Micewirler köylerde bir din adamı işlevi görürler ve
genellikle zanaatkârlardır. Halka her konuda yardımcı olmaya çalışırlar. Mürit sınıfından olanlar da
lamalar bütün yılın en önemli olayıdır ve her Yezidi
olanakları ölçüsünde hayatında en azından bir kere
bu kutlamalara katılmalıdır. Yezidilerin kutsal merkezleri ve Şeyh Adi´nin mezarı Musul ve Duhok arasında bulunan bir vadi üzerindedir. Etrafında birçok
tepeler vardır ve kutsal mezarın etrafına zamanla bir
dizi taş ve balçık evler yapılmıştır.
Oruç: Yezidiler Aralık ayının ilk Cumasından sonra tanrı onuruna oruç tutar. Salı günü başlarlar ve
gün doğumundan batımına kadar oruç tutarlar. Bazı
din adamları ve müritler ile koçekler yazın ve kışın 40
gün oruç tutar. Aralık ayında tutulan üç günlük oruç
Yezidilikte zorunludur. Türkiye´deki Yezidiler gibi
bazı bölgelerde ise Aralık ayında üç değil dokuz gün
oruç tutanlar var. Salı gününden Perşembe gününe
kadar üçer gün her biri bir melek için tutulur. Son üç
gün yaradan için oruç tutulur.
Bu yazıda kısaca yaşadıkları her ülkede azınlık
konumunda olan, aşağılanan ve ezilen Yezidileri ve
dini ritüellerini anlatmaya çalıştık.
Özel olarak Yezidilerin inançlarını eleştirmek yerine, genel olarak dinler hakkında bazı saptamalar yapmak istiyoruz. Bizim dine genel yaklaşımımız şöyle:
Yeryüzünde yüzlerce din ve dinlere bağlı mezhepler
var. Bu dinler ve mezheplerde kendi içinde evrimleşerek günümüze kadar geldiler. Benim dinim- veya
mezhebim- senin dininden iyidir anlayışı egemenliğini sürdürüyor. Dinler uğruna savaşlar yapıldı. Bir
dine mensup grubun diğer dinden olan insanları
bastırmayı amaçlaması veya kendi dinini yaymak
istemesi savaşların genel nedenidir. İslam fetihleri,
Fransız din savaşları, Haçlı seferleri tarihte görülen
din savaşlarına örnektir. Sonuçta kılıç marifetiyle
egemen hale gelen dinler, diğer toplumlara dayatıldı.
Azınlık dinler üzerindeki baskılar sürdürüldü, sürdürülüyor. Yezidiler, farklı bir inanca sahip oldukları
için hem Müslüman, hem de Hıristiyanların katliamlarına uğradılar.
Biz bütün haksızlıklara karşı olduğumuz gibi dini
azınlıkların dinleri üzerindeki baskılara karşıyız. Biz
dinin kişilerin kişisel inancı olarak, özel işi olarak kabul edilmesinden yanayız. Devletin her dine/mezhebe eşit mesafede durmasından, hiç bir dine ayrıcalık
tanımamasından, hiç bir dine destek vermemesinden
yanayız.
Bizler Yezidiler üzerindeki tüm baskı ve şiddeti kınıyoruz. Bütün azınlık dinler üzerindeki baskılara
karşı çıktığımız çerçevede Yezidilerin de geçmişte
ve bugün karşılaşmış oldukları katliam, işkence ve
✌
halkların kardeşliği için
mücewir olabilirler. Micewirler köylerde saygın kişiliklerdir ve bilgilerine başvurulur. Kebani: Kebani Kürtçedir ve koruyan anlamına gelir. Kebaniler, Laleş´te cemaat haline yaşarlar ve tamamen kadınlardan oluşur. Tüm yaşamlarını inançlarına adamışlardır ve bekârdırlar. Bu sınıfa geçmek
isteyen bir kadın din kurallarını ihlal etmemiş olmalıdır ve en az iki yerel dini lider tarafından onaylanmalıdır. Daha sonra Mir ve Baba Şeyhi ziyaret eder ve
bu statüye geçebilmek için izin ister. Bu statüyü edinen bir kadın yaşamını Kebani olarak kutsal Laleş´te
sürdürür. Her sınıftan kadın Kebani olabilir. Kebaniler, tapınakların korunması ile görevlidirler. Kebaniler tapınakta kalanlar ve törenlere katılan misafirler
için yemek yaparlar. Onlar da darlık ve hastalık dönemlerinde dua ederler.
Mürit: Mürit taraftar anlamına gelir. Müritler sadece birbirleri ile evlenebilir. Her mürit ailesinin bir
şeyhi ve piri vardır. Ancak aile bunları kendisi seçemez. Bu seçim Şeyh Adi tarafından yapılmıştır ve
değiştirilemez. Toplumsal hiyerarşide her yezidinin
çeşitli ritüeller sonunda ulaşabileceği üç pozisyon
vardır. Müritler buna göre koçek, fakir ve micewir
olabilirler.
Yezidi halkının dini ritüellerini açıkladıktan sonra, bazı önemli kutlamalara değinmekte fayda var.
Yezidilerin periyodik olan ve olmayan kutlamaları
vardır. Yezidilerde yeni yıl, 13/14 Nisandan sonraki
ilk Çarşamba günü kutlanır. Yılbaşı günü her evde
et yemekleri pişirilir ve kurban bir gün öncesinden kesilip hazırlanır ve Çarşamba günü sabahı din
adamları tarafından kutsanır. Ölüler de anılır. Gün
içerisinde kadınlar mezarlıkları ziyaret edip mezarlar
üzerine yiyecek bırakır. Bu gün Tausi meleğin onuruna kutlanır. Yezidi anlatımlarına göre, Tausi Melek
bu günde yeryüzüne inmiştir. Bu nedenle dini kutsal
gün, Çarşamba günüdür. Kutsal Nisan ayı boyunca
düğünler yapılmaz.
Belendan: Bu ayin bazı bölgelerde 1 Aralıkta, bazı
bölgelerde ise 25 Aralıkta kutlanır. Bu günde Yezidiler
ekmek yapıp yoksullara dağıtır. Etrafta yoksul kimse
yok ise veya herkes eşit durumda ise ekmek, sembolik
olarak komşulara dağıtılır. Yezidilerin büyük kısmı
Belandan‘ın „ölülerin kutlaması“ olduğuna inanılır.
Pişirdikleri ekmekleri mezarlığa da götürürler.
Cejna Jemaiyê: Şeyh Adi onuruna 23 ile 30 Eylül ve
18 ile 21 Temmuz tarihlerinde kutsal tapınak Laleş’te
kutlamalar yapılır. Bayramın adından da anlaşılacağı
gibi bu günde tüm Yezidi liderleri toplanır. Bu kut-
23
✌
halkların kardeşliği için
güncel
24
sürgünleri kınıyoruz. Bizim baskı ve şiddete karşı
çıkmamız, genel olarak dine ilişkin tavrımızı dillendirmekten vazgeçmemiz anlamına gelmez. Bu
nedenle Yezidi dinine yaklaşımımızda diğer dinlere
yaklaşımımızla örtüşmektedir. Tüm diğer dinler gibi
Yezidi dini de erkek egemendir. Ve çok baskı görmüş,
kıyıma uğramış ve sürülmüş olan bu görece küçük
din topluluğu büyük bir kıskançlıkla gelenek ve göreneklerine sarılmaktadır. Yukarda sayılan evlenme
yasakları da bu toplumun kendini koruma ve çoğalma içgüdüsüyle ilintilidir. Ve bu, özellikle Yezidi dininden kadınlar ve kızlar açısından büyük bir soruna
dönüşmektedir. Örneğin 3. ve 4. nesilde Avrupa’da
yaşayan Yezidi topluluğundan kızlar dahi bu evlenme yasaklarına uymadıkları takdirde yoğun bir baskı
ve şiddetle karşılaşabilmektedir. Ve ne yazık ki hiç de
az olmayan sayıda genç kadın (ve erkek) zorla evlendirilmeye maruz kalmakta ve hatta adet- geleneklere
uymayan kızlar katledilebilmektedir.
Din halkların afyonudur. Çünkü rahatlatır, gevşetir, ferahlatır. Din, uzun ve zorlu bir yolculuk sırasında alınmış kas gevşeticidir, sakinleştirir, dayanma gücü verir. Daha da güzeli, yolculuğu sevdirir.
Bu yönüyle din afyondur ve varılacak durağa kadar
eşlik edebilecek tek sadık yol arkadaşıdır. Din bilim
ile bağdaşmaz. Bilimde yargılar deneyden sonra yapılır. Deneyin sonucuna göre, gerekirse yargılar değiştirilir. Dinde ise yargılar baştan verilir, doğrular
baştan bellidir ve deneyin sonucu bu bilgilere göre
yorumlanır. Bu yüzden bir mümini Kuranda geçen bir ifadenin yanlış olduğuna ikna edemezsiniz.
Çünkü Kuranda geçen tüm ifadelerin doğruluğunu
baştan kabul etmiştir. Eğer herhangi bir ifade, günümüzde bilinen bazı gerçeklere aykırı düşerse, basitçe
bu ifadenin yorumlanış tarzı değiştirilir. Dini ifade
hâlâ doğrudur, baştan beri doğrudur, sadece mümin
geçmişte onu yanlış anlamıştır. Açıklaması budur.
Dinde sorgulama yoktur, tüm dinlerde kör inanç esas
rolü oynar.
Dinsel düşünce şekli, doğruların sorgulanmasının
önünde de engeldir. İnsanların Âdem ve Havva’dan
türediğine inanan biri, dağa, bozkıra çıkıp, ilkel insan fosili aramaz. Kutsal kitaplara ve Tevrat’a göre,
dünya altı bin yıl kadar önce, toplam 6 günde yaratıldığı için, dünyanın yaşını ve nasıl oluştuğunu merak edip tespit etmeye çalışmaz. Bu tespitleri ancak
düşünce tarzları ve eylemleri dinle motive edilmemiş
bilim adamları yapar. Müminlerin bu konudaki tek
eylemleri, bu yeni bilgilerin ışığında kendi inançlarını
ve kutsal kitapları “yorumlama” tarzlarını gözden geçirmek olur. Tüm enerjilerini, kendi doğru bildikleri
şeyleri yeni bilgiler ışığında gözden geçirip, gerekirse
yorumlayarak, doğruluklarından emin olmaya ayırmak zorunda kalırlar. Yeni bilgi ortaya çıkartamazlar. Çünkü eski bilgileri sorgulamazlar. Eski bilgiler
kutsal bilgi ve sorgulanmayacak, doğruluğu kesin
bilgi olduğu için, ancak başkaları asıl doğru bilgiyi
ve asıl gerçeği gözlerine soktuğunda gerçeklerle yüzleşmek zorunda kalırlar. Bunun dışında, doğruları
sorgulamak ve ortaya çıkarmak için bir motivasyonları ve bir gerekçeleri yoktur. Dinsel bilgi tabudur ve
doğrudur. Sorgulanmasının bir gereği yoktur. Hatta
sorgulanması bir günahtır.
Din, insanları bu dünyanın geçici bir sınav yeri olduğuna ikna edip hayali bir cennet vaadiyle avutuyor.
Din, yoksulluğu, adaletsizliği ve sömürüyü gözlerden
uzak tutup egemen sınıflara hizmet ediyor. Bunun
için devlet kendi eliyle dini yaymaya çalışıyor. Resmi din, diğer dinler üzerinde baskı mekanizması
kuruyor. Ülkelerimizde Sunni İslam, diğer uluslar ve
azınlıklara tek doğru din olarak dayatılıyor. Alevilerin dini ritüellerini yaptığı cemevleri ibadethane sayılmıyor. İbadet edecekseniz, camiye gelin deniliyor.
Yezidiler gibi Müslüman ve Hıristiyanlardan farklı
inanca mensupsanız, baskılar daha da katmerleşiyor.
İnsanlık için din kader değildir. Dinin tersine materyalizm, kendi başına herhangi bir şey vaadetmez.
Gerçeğin sınırlarını çizer, hayali gerçekten ayırır.
Materyalizm, insanlığın sahip olduğu potansiyeli gerçeğe dönüştürüp dünyayı tüm insanlar için açlığın,
savaşların ve sömürünün tarihe karıştığı bir dünya
haline getirmeyi amaçlar. Materyalizm, dünyayı değiştirmenin yolunun fizik ötesi güçlerden medet ummak değil, anlamak ve bilmek olduğunu söyler. Hiç
kuşkusuz bu her şey demek değildir. Ama bu bakış
açısı ile bakmadan, doğruyu yakalamak, ilerlemek ve
herhangi bir amaca ulaşmak mümkün değildir.
İçinde yaşadığımız dünyada görev, bu dünyanın
cennete dönüşmesi için çalışmaktır. Daha doğrusu,
dünyayı cennete dönüştürebilecek tek yol, materyalist dünya görüşüyle silahlanmış bir anlayışın hâkim
olmasıdır.
14 Nisan 2013 ✓
Bir YDİ-Çağrı Okuru
Not: Yezidi halkı ile ilgili bilgiler, İlhan Kızıltan’ın
yazılarından faydalanılarak yazılmıştır.
“Öfkeliler”
ve “İşgal et”
hareketinden
bazı görüntüler...
- DÜNYA -
S
on dönemde Türkiye – Kuzey Kürdistan’ın gündemini belirleyen gelişmelerin başında Taksim
Meydanı/ Gezi Parkı bağlamındaki protesto eylemleri ve devletin kolluk güçlerinin eylemcilere yönelik
uyguladığı faşist baskılar, gözaltına almalar, tutuklamalar gelmektedir. Sözkonusu bu protesto eylemleri
başladığında kimi köşe yazarları Taksim’in Tahrir
olup olmayacağı konusunda tavır takındı. Taksim
Tahrir olmadı ama, kendiliğinden gelişen bu protestolar, demokrasi talepleri, devletin kolluk güçleriyle
karşı karşıya gelme vb. olgular, az ya da çok, dolaylı ya da dolaysız, “Arap Baharı” olarak adlandırılan
gelişmelerden de etkilendiğini tespit etmenin yanlış
olmayacağını gösterdi. Türkiye – Kuzey Kürdistan’da
bu gelişmelerin tartışıldığı ortamda son birkaç yıldır
dünya çapında yaşanan kimi protesto hareketlerini
yeniden bilince çıkarmakta yarar vardır.
Dergimizin 154. sayısında “Bankalara ve siyasetçilere ‘öfkeliler’” başlıklı ve 29 Ekim 2011 tarihli yazımızda bu konuya değinmiş “İşgal et” hareketini
kısaca değerlendirmiştik. Yaşanan protesto eylemlerinin kimi ortak noktalarını ve farklılıklarını ortaya
koymuştuk.
“Arap Baharı” olarak adlandırılan gelişmelerde özellikle Mısır’ın başkenti Kahire’deki Tahrir
Meydanı’nın kitlelerce işgal edilmesi eylemi (bu eylem biçimi Batı Sahra’da 2010 yılı Ekim – Kasım aylarında yaşanan protestolardan, çadır kurmalardan
panorama
PA NOR A M A
“Arap Baharı” olarak adlandırılan
gelişmelerde özellikle Mısır’ın başkenti
Kahire’deki Tahrir Meydanı’nın kitlelerce
işgal edilmesi eylemi (bu eylem biçimi
Batı Sahra’da 2010 yılı Ekim – Kasım
aylarında yaşanan protestolardan,
çadır kurmalardan etkilenerek
gerçekleştirilmişti), eylem biçimi olarak
Avrupa ve Amerika başta olmak üzere
hemen hemen tüm dünyayı etkiledi.
etkilenerek gerçekleştirilmişti), eylem biçimi olarak
Avrupa ve Amerika başta olmak üzere hemen hemen
tüm dünyayı etkiledi. Kuşkusuz bu etki her ülkede
farklı oldu. Tüm farklılıklara rağmen yaşanan protestolar kitlelerin sistemden hoşnut olmadığını ortaya koydu. En temel ortak nokta da, kendisini içinde
yaşanılan toplumun siyasi ve ekonomik durumundan
hoşnutsuzluk olarak gösterdi. Bu da genelde ekmek,
demokrasi ve özgürlük talep etme temelindeki ortaklıktı.
Bu eylemlerin, kitlesel protestoların perde arkasında da esasında emekçi kitlelerin yaşam koşullarının
giderek kötüleşmesi, kitlelerin “artık yeter” deme durumuna gelmesi vardır. Bu konuda da genel olarak
tespit edildiğinde, esas olarak 2008 yılında patlak
veren mali ve ekonomik krizin yükünün emekçilerin
sırtına bindirilmesi, işsizliğin ve yoksulluğun oranının hızlı biçimde yükselmesi ve bununla birlikte
egemenler tarafından, özellikle son yıllarda –on onbeş yıl- demokratik hakların giderek kısıtlanması vb.
saldırılar, protestoların perde arkasındaki ortak yanı
oluşturmaktadır.
“ÖFKELİLER”!...
“Arap Baharı”nın ilk yaşandığı dönemde birçok ülkede benzeri protesto eylemleri gerçekleşti. Avrupa’nın
değişik ülkelerinde de “Arap Baharı”nı destekleme temelinde eylemler yapıldı. Bu etki kendisini İspanya’da
25
panorama
26
“Öfkeliler”in eyleminin gelişmesinde de gösterdi.
“Arap Baharı”ndan, Yunanistan’daki protestolardan
ve 2008 yılında İzlanda’da yaşanan protestolardan
etkilenerek 15 Mayıs 2011 tarihinde İspanya’da 58
şehirde yapılan çağrılarla kitlesel protestolar gerçekleştirildi. Aynı gün protestolar bittiğinde çoğunluğu
gençlerden oluşan bir kesim eylemci, Madrid’de “Puerto del Sol” meydanını eylem alanı haline getirdi, çadırlar kuruldu... Kendilerini, Stephane Hessel’in “Öfkelenin” adlı kitabına atfen “Öfkeliler” (İndignados)
olarak tanımladılar. 18 Mayıs’tan itibaren de “Gerçek
Demokrasi Şimdi” şiarı altında kitlesel yürüyüşler
gerçekleştirildi ve birçok şehirde protesto kampları
kuruldu. Bu eylemler 15 Mayıs’ta başladığından, hareket kendisine “15-M Hareketi” adını da verdi.
27 Mayıs’tan itibaren devletin kolluk güçleri Barcelona başta olmak
üzere eylemcilere
saldırdı,
kampları şiddetle, saldırılarla ortadan
kaldırmaya çalıştı. 7 Haziran’da
Madrid’deki eylemciler “Puerto
del Sol”daki kampı 12 Haziran’da
toplama ve mücadeleyi başka biçimlerde sürdürme kararı aldı.
12 Haziran’da bu
karara uyuldu ve
Barcelona ve kimi
şehirlerde kampların sürdürülmesine rağmen çoğu şehirde kamplar
toplandı. 2 Temmuz’a gelindiğinde Barcelona’daki
kamp da polis zoruyla –ama herhangi bir çatışma yaşanmadan- toplandı.
Böylece meydan işgali biçimindeki eylem biçimi son
buldu, ama protestolar, özellikle de yürüyüş biçiminde devam etti ediyor. İşsizliğe, yoksulluğa, devletin
halka karşı ekonomik ve siyasi yaptırımlarına karşı
protesto eylemlerinin sık sık yaşanması gibi, “Öfkeliler” gününün –15 Mayıs’ın- yıldönümü nedeniyle de
protesto ve anma eylemleri gerçekleştirilmektedir.
Mücadelenin başka biçimlerde sürdürülmesi kararına bağlı olarak “15-M Hareketi” 15 Ekim 2011 tarihinde uluslararası çapta eylemler yapılması çağrısını
yaptı ve 15 Ekim 2011 tarihindeki eylemler hazırlandı, örgütlendi.
“WALL STREET’İ İŞGAL ET” VE “İŞGAL ET”
HAREKETİ...
“Wall Street’i İşgal Et” eylemi, ABD’nin “Anayasa
Günü” olan 17 Eylül 2011 tarihinde başladı. Sözkonusu eylem “Arap Baharı”ndan özellikle de Tahrir
Meydanı’ndan etkilenen Kanadalı, “Adbuster” dergisinin kurucusu Kalle Lasn ve Şef Redaktörü Micah White’in okurlarına, 13 Temmuz’da bir “Tahrir
–Momenti”ne hazır olup olmadıklarını sorması ve
17 Eylül’de “Lower Manhatten’e gelmeye çağırmasıyla gündeme geldi. 17 Eylül’de 1000 civarında insan
ABD’nin Mali merkezini protesto etmek için biraraya
geldi. New York City’de Lower Manhatten’deki Zuccotti Parkı işgal
edildi ve meydana “Liberty Plaza”
(Özgürlük Meydanı) adını verdiler. Katılımcıların
sayısı giderek arttı.
Bu
eylem
ABD’nin kimi diğer şehirlerine de
yayıldı ama esas
dikkati 1 Ekim
2011 tarihinde yapılmak istenen bir
protesto eylemine
polisin saldırısı ve
yaklaşık 700 kişiyi
gözaltına almasıyla çekti. Avrupa’daki eylemlerin tersine ABD’deki “İşgal et”me eylemcileri, özellikle Oakland’da işçi sınıfı
hareketiyle birlikte hareket etme yönlü tavırlarıyla
diğerlerinden farklılık gösterdi. Örneğin Almanya’da
“İşgal et” eylemcileri, her tür örgütlü güçten kendisini ayırırken, örgütlerin pankartlarına, flamalarına,
sendika flamalarına bile karşı çıkarken; Oakland’da
“işgal et” eylemcileri, polisin “işgal et” eylemcilerine karşı şiddet kullanmasını, saldırmasını protesto için greve çağrı yapmış ve sendikayla birlikte ve
Kaliforniya’nın kıyı kenti olan Oakland’da grevi gerçekleştirmiştir. Aynı biçimde liman işçilerinin patronlara karşı mücadelesi de “işgal et” eylemcilerinin
desteğini almıştır. Başka bir deyimle işçilerle birlikte
“İŞGAL ET” (Occupy) HAREKETİ...
15 Ekim 2011 tarihinde “Öfkeliler”in çağrısıyla hazırlanıp örgütlenen eylemler gerçekleşti. Değişik sayılar
sözkonusu olsa da 80-82 ülkede ve 911 civarında –
kimi haberler 1000 civarında diyor- şehirde yüzbinlerce insanın katıldığı bu eylemlerin ana şiarı “Dünya
çapında bir dönüşüm için birleşin” şiarıydı.
Bu eylemin ardından “İşgal et” hareketi belli bir
ivme kazandı ve Avrupa’nın birçok ülkesinde ve
şehrinde değişik biçimlerde “işgal et”me eylemleri
gerçekleştirildi. Burada bilince çıkarılması gereken
önemli noktalardan biri “İşgal et” hareketinin eylem
biçimi olarak benzerlikleri –özellikle meydanların
işgali- her ülkede bu eylemi gerçekleştirenlerin aynı
siyasete sahip olduğu anlamına gelmediği olgusudur.
Bu bağlamda “İşgal et” hareketinin tümünü bağlayacak bir programı yoktu, olmadı.
Bu hareket içinde devrimcilerin de olması, hareketin genel karakterini değiştirmedi. Harekete damgasını vuran temel yaklaşım sistemin aşırı uçlarına
yönelmek ve sistem çerçevesindeki “dönüşüm”lerle
kendisini sınırlamasıdır. Bu bağlamda devrimci şiddetin reddi, protestoların barışçıl temelde gerçekleştirilmesi vb. yaklaşımlar hareketteki egemen yaklaşım
olmuştur.
Buna rağmen devletin kolluk güçlerinin eylemcilere saldırması, şiddet kullanması kimi yerlerde eylemcileri çatışmaya, kendisini savunmaya ve evet şiddet
kullanmaya zorlamıştır. Bu çatışmalarda birçok insanın pasif yaklaşımı, devletin, sistemin şiddet duvarına çarparak dağılmıştır.
Gelinen yerde meydanların işgal edilmesi biçimindeki “İşgal et” hareketi son bulmuş durumda. Benzeri
eylemlerin yeniden gündeme gelebileceği olasılığına
rağmen, sürekli meydan işgali temelindeki hareket
gerilemiş, en iyi halde tek tek ya da kısa süreli eylem-
lerde kendisini göstermektedir. Bu tipten eylemlerden öne çıkanı ise Almanya’nın Frankfurt kentinde
“Blockupy” adı altında iki yıldır gerçekleştirilen ve
sürekli kılınmak istenen eylemlerdir.
“Blockupy” adı İngilizcede “to block” bloke etmek
ile “to occupy” işgal etmek kelimelerinden oluşturulan bir terimdir.
panorama
örgütlenen grev ve protestolar, “işgal et” eylemcilerinin diğer meydan işgallerindeki protestolarından çok
daha mücadeleci, başarılı olmuştur. En önemlisi de
eğer toplumsal düzenden köklü bir değişiklik yapılmak isteniyorsa, bunun işçi sınıfı olmadan gerçekleştirilemeyeceğinin –az da olsa- bilince çıkarılmasıdır.
Tahrir örneği gibi Başkanı istifaya zorlamadan son
bulan “Wall Street’i İşgal Et” eylemleri, sisteme karşı
gelişebilecek kitlesel eylemlerin, örgütlenmenin tohumunu atmasıyla, kitleler nezdinde sistemi açıkça
sorgulayan tartışmalara kapı açması yanıyla olumlu
bir rol oynamıştır.
“BLOCKUPY”
“İşgal et” hareketinden etkilenerek Almanya’nın değişik şehirlerinde oluşturulan kamplar 15 Ekim 2011
tarihindeki eylemlerle başlatıldı ve bunların başını
Frankfurt’taki kamp çekti. Eylemlere katılım tüm Almanya çapında 40 bin olarak açıklandı. Frankfurt’un
esas önemi ise başta Avrupa Merkez Bankası’nın
(EZB) ve diğer büyük Alman bankalarının merkezlerinin Frankfurt’ta olmasıdır. Yani Avrupa Birliği
ve emperyalist Almanya’nın mali merkezi olması nedeniyle protestoların esas merkezi de Frankfurt idi.
Frankfurt’taki “işgal et” kampı, katılımcıları giderek
azalmasına rağmen 6 Ağustos 2012 tarihine kadar
varlığını sürdürdü. 6 Ağustos’ta önemli bir direniş
olmadan kamp polisler tarafından toplatıldı.
“İşgal et” hareketinden etkilenen kimi kurum ve
örgütler ittifak içinde 16 – 19 Mayıs 2012 tarihlerinde Frankfurt’ta “Blockupy Frankfurt” sloganıyla
protesto eylemleri yapmayı kararlaştırdı. Buna göre
EZB’nin ve Alman bankalarının bloke edilmesi, eylem günü iş yapamaz hale getirilmesi gibi eylemlerden sonra ayın 19’unda Avrupa merkezli –değişik
ülkelerden protestocuların katılımı anlamında – bir
yürüyüş yapılacaktı.
Alman devletinin, somutta da Hessen eyaletinin
buna karşı tavrı bu tarihlerde yapılacak eylemlerin
–konser, eğlence gibi eylemler de dahil olmak üzere- yasaklanması oldu. İtirazlar, tepkiler sonrasında,
ayın 19’undaki yürüyüşe izin verildi. Yasağa rağmen,
özellikle antikapitalist ve antifaşist kesim, ama şiddeti reddetse de sivil itaatsizlik savunucuları vb. lerin de
katıldığı birkaç bin –2 ile 4 bin civarında- insan protestolar gerçekleştirdi. Ayın 19’undaki yürüyüşe ise
25-30 bin arası insan katıldı. Polisin provokasyonuna
rağmen yürüyüş esasta olaysız geçti.
Aynı eylem ittifakı 31 Mayıs- 1 Haziran 2013 tarihlerinde de “Blockupy Frankfurt” sloganıyla eylemler
örgütlediler.
31 Mayıs’daki eylemler, EZB’nin ve Alman bankalarının bloke edilmesi, Frankfurt Havaalanı’nda
sürgün edilmelerin protesto edilmesi, Bangladeş’te-
27
panorama
28
ki binanın çökmesi sonucu tekstil işçilerinin kölece
çalıştırılmalarının, iş koşullarının protesto edilmesi amacıyla sözkonusu fabrikalarda üretim yaptıran
kimi mağazaların/ tekellerin protesto edilmesi vb.
eylemlerdi. 1 Haziran’da ise yine Avrupa çapında birçok ülkeden katılımcıların olduğu yürüyüş sözkonusu idi. Hessen eyaleti yönetimi 2013 yılı etkinliklerini yasaklamadı, belli kurallar öne sürerek –örneğin
Havaalanı’nda protestocuların sayısı 200 ile sınırlan-
dırıldı- eylemlere izin verdi.
Buna rağmen 31 Mayıs’ta gerek EZB’nın bloke edilmesi eyleminde gerekse de Havaalanı’ndaki eylemde
atmosfer gergindi. Polis özellikle Havaalanı’ndaki
eylemde protestoculara saldırdı, biber gazı sıktı vb.
Bu gergin atmosfere rağmen 31 Mayıs’taki eylemler
gerçekleştirildi. Eylemlere 3ile 4 bin kişinin katıldığı
açıklandı.
1 Haziran’daki yürüyüş ise sorunsuz başladı ama
daha bir kilometre bile yürünmeden polisin saldırısına uğradı. Polis antikapitalist bloku kuşattı ve yürüyüşü kelimenin gerçek anlamıyla üçe böldü. En
önde giden kesim, kuşatılan kesim ve devrimci blok
ile arkasındaki yürüyüş kolu... Polisin kuşattığı insan
sayısı araştırma komisyonunun verdiği bilgiye göre
1052 kişidir. Bütün direnme ve çabalar işe yaramadı.
Polis yürüyüşü izin alınan rotada –EZB’nin önünde
geçmek de bu rotada vardı- yürütmek istemiyordu.
Bunun için başka bir rota önerdi, böylece hem yürüyüşü bölmek hem de yürüyüşün EZB önünde geçmesini engellemek istiyordu. Yürüyüşçüler kuşatma
altındaki protestocular serbest bırakılmadan bir yere
gidilmeyeceği tavrını takınarak kuşatma altındakilerin serbest bırakılmasını talep etti. Bu arada polis
sadece kuşatma altındakilere değil, onların serbest
bırakılmasını isteyenlere karşı da şiddet kullandı. Biber gazı, gözyaşartıcı bombalar, sopalar ve de coplar
devreye girdi. Yüzlerce insan yaralandı. Taksim/ Gezi
Parkı eylemleri ve devletin eylemcilere saldırılarına
karşı dayanışma mesajları okundu, “Her yer Taksim,
her yer direniş” vb. sloganlar atıldı bu eylemde. Bu
bağlamda Taksim de “Blockupy” ya da “Occupy”nin
bir parçası olarak algılandı. Yürüyüşe katılım polise
göre 7000, eylem ittifakına göre ise 20.000 kadardı.
Sonuçta kuşatma yaklaşık 10 saat sürdü ve kuşatmaya alınanların kimlikleri alınarak bırakıldı, bunlar
hakkında davaların açıldığı, açılacağı bilgileri medyaya yansıdı. Pratikte yürüyüş, eylem yapma hakkı,
devletin yetkili mahkemesinin izin verme kararına
rağmen hiç edilmiştir. Bu da burjuva demokrasisinde, sömürücülerin egemenliğinde, kanunların nasıl
uygulandığının sadece bir örneğidir. İşlerine gelmediğinde, yasal olarak var olan hiç bir hakkın çiğnenmeyeceğinin garantisi yoktur, tersine her zaman
sözkonusu hakların çiğneneceğinin garantisi vardır.
Bunu engelleyebilecek olan esas güç, emekçi kitlelerdir, kitlelerin mücadelesidir.
1 Haziran’da yaşanan bu gelişmeyi protesto etmek
için 8 Haziran’da, yine Frankfurt’ta ve aynı rotada
yeni bir yürüyüş gerçekleştirildi. Yürüyüşte polis
bir hafta öncesiyle karşılaştırıldığında çok azdı. Herhangi bir olay da yaşanmadı. Bu gelişmelere rağmen
“Blockupy” seneye de eylemler yapılacağını açıkladı.
Bu ittifakta antikapitalist ve antifaşistler gibi attac,
Sol Parti ve Verdi sendikası, ya da değişik isimlerle
kurulan inisiyatifler yer almaktadır. Bu bağlamda
“Blockupy Frankfurt” eylemleri kendiliğinden gelişen eylemler değildir.
SONUÇ NEDİR?
Değişik isimlerle ortaya çıkan bu protesto eylemleri
veya hareketler ilk ortaya çıktıkları biçimiyle varlıklarını sürdürmese de, bunları ortaya çıkaran temel,
ya da toplumsal sorunlar, varlığını aynen sürdürüyor.
Sözkonusu mücadeleler yeni mücadele biçimlerini
doğurmaktadır, mücadele biçimlerini zenginleştirmektedir.
Tahrir’den Taksim’e yaşanan bu eylemlerde başta genç kesim olmak üzere kitlelerin önemli kesimi
artık egemenlerin saldırılarına, yaptırımlarına karşı
sosyalizm için devrim yolunda ilerlesin... vb. vb.” (Sayı
154, sayfa 36)
Sınıf bilinçli kesimin görevi böylesi bir duruma hazırlanmasıdır, bunun için sistemli ve sürekli biçimde
çalışmasıdır. Taksim eylemlerine paralel Brezilya’da
yaşanan protestolarda “Burası Taksim” ya da “Türkiye” sloganlarıyla mücadelede dayanışma gösterileri, iletişim tekniğinin enternasyonal dayanışmanın
daha da güçlendirilmesine, enternasyonal alanda
işçi ve emekçilerin mücadelelerinin hem birbirlerini
etkileme, hem de birbirini desteklemesine de hizmet
ettiğini göstermektedir. O zaman, “Göğü fethetmeye”, “Dünyayı işgal et”meye cürret etmek, emperyalist sistemi kökünden yok etmek için günümüzün asli
görevlerine sıkıca sarılalım!
panorama
sessiz kalmıyor ve öfkesini “sivil itaatsizlik” olarak
da adlandırılan eylem biçimleriyle de dile getirmekte, ekonomik ve sosyal eşitsizliğe karşı protestosunu
göstermektedir.
Yazımızın girişinde de ifade ettiğimiz gibi her ülkedeki gelişme, protestolar ve talepler farklılıklar göstermektedir ve her biri somut olarak ele alınmalıdır.
Tüm farklılıklara rağmen yaşanan protestoların en
temel ortak noktası, kitlelerin içinde yaşanılan toplumun siyasi ve ekonomik durumundan hoşnutsuzluğudur. Bu da genelde ekmek, demokrasi ve özgürlük
taleplerinde birleşmektedir.
Sözkonusu bu protestolar “ölü sessizliğini” bozan
eylemlerdir. Kapitalist – emperyalist sisteme karşı
mücadelenin başarıya ulaşması, sadece onun sivri uçlarının törpülenmesiyle olamayacağının kavranması
ve zenginlerle fakirler arasındaki eşitsizliğin ortadan kaldırılması için bu sömürü düzeninin yerlebir
edilmesi gerektiği bilincinin içinde yeşerebileceği;
alternativsiz bir mali merkezlere karşı mücadele yerine, kapitalizmin – emperyalizmin tek gerçek alternatifinin sistemin dışında, sosyalizm-komünizmde
aranması gerektiği bilincinin oluşabilme olasılığının
varolduğunu gösteren eylemlerdir bu eylemler.
“Arap Baharı”ndan çıkarılması gereken temel derslerden biri, “Öfkeliler” ve “İşgal Et” hareketi için
de geçerlidir: İşçi sınıfını örgütlemiş, emekçilerin
önemli kesimini kendi tarafına kazanmış, kitlelerin
hoşnutsuzluğunu sömürü sistemini yıkma, devrim
mücadelesine yönlendirmeye muktedir bir Komünist
Partisi’nin olmaması!
Kuşkusuz ki bu protesto eylemlerinde hem olumsuz
hem de olumlu yanlar üzerine çok şey yazılabilir, değişik değerlendirmeler yapılabilir, sonuçlar çıkarılabilir. Burada aktardığımız sonuçlara dergimizin 154.
sayısında yazdığımız şu sonucu da ekleyerek yazımızı
bitirelim.
“Bundan çıkarılacak sonuçlardan biri şudur: Sömürücü sisteme karşı devrim için mücadele edip de
yıllarca ürününü alamadığında yaşanan moral bozukluğuna karşı; ‘bu iş olmaz’ gibi yaklaşımlara karşı;
evet bu iş olabilir, yeter ki biz devrimci iyimserliğimizi
koruyarak sürekli ve sistemli çalışmamızı yürütelim.
Yeter ki biz, bu insanlık düşmanı sömürücü sisteme
karşı işçileri, emekçileri bilinçlendirme ve örgütleme
çabamızı sürdürüp hazırlanalım o güne... Bilinçlendirip hazırlanalım ki, kitleler ayağa kalktığında doğru,
Marksizm – Leninizm bilimi önderliğinde hareket edebilsin ve sömürücü sistemin tek gerçek alternatifi olan
DİPNOT YERİNE BİR EK:
Dergimizin 154. sayısında “İşgal et” hareketi konusunda tavır takınırken, “Yüzde 99’u biziz” sloganına
da değinmiş, bu sloganın 15 Ekim 2011 tarihindeki
eylemlerde üzerlenildiğine ve bu konuda da etkilenme olduğuna dikkat çekmiştik. Bu arada eylemlere
katılımların azlığına bakarak bu sloganla alay eden
kimi burjuva yorumcuların tavrına karşı, bu sloganın bir olguyu, içinde yaşadığımız asalak emperyalist
sistemin bir gerçeğine dikkat çektiğini yazmıştık. Bu
sloganın kendisiyle fazla uğraşmamıştık. Bu bağlamda bu eksikliği bilince çıkarmak önemlidir.
Bilince çıkarılması gereken mesele, “Yüzde 99’u biziz” sloganının dile getirdiği bu toplumun %99’unun
kendi içinde sınıf ve katmanlara bölündüğü olgusudur. Bu %99’un içinde en büyük zenginler yok ama
kapitalistler de var. Burjuvazinin orta ya da küçük
burjuva kesimi bu rakamın içindedir. Ve bunlar da
kapitalist sistemin ayakta kalmasını sağlayan sınıf ve
katmanlardandır.
Bu sloganın atılması hedefe esasta sadece büyük
tekellerin, bankaların konmasının, soruna sınıfsal
temelde yaklaşmamanın ürünüdür ve bu açıdan da
yanlıştır. Bu açıdan bakıldığında “Yüzde 99’u biziz”
sloganı işçilerin emekçilerin, sınıf bilinçlilerin sloganı değildir. “Üreten, yaratan biziz, yöneten de biz
olacağız!” vb. sloganlar doğru bilinç yaratmaya hizmet edebilir, ama “Yüzde 99’u biziz” sloganı sınıf ve
katmanlar arasındaki farklılıları gözardı ettiğinden
işçi ve emekçilerin bilincini karartmaya hizmet etmektedir.
25 Haziran 2013 ✓
29
panorama
Modern köleliğin
kurbanları:
Tekstil işçileri!
- BANGLADEŞ -
Binanın çökmesinden sonra yürüyen tartışmalar, sadece
Bangladeş’teki kölece çalıştırma, yaşam koşullarını yeniden
gözler önüne sermedi, aynı zamanda uluslarası çapta, ucuz
işgücü kullanarak karlarına karlar katan emperyalist devletlerin
tekellerinin/ şirketlerinin gerçek yüzlerini de orta yere serdi.
24
30
Nisan 2013 tarihinde Bangladeş’in Başkenti Dakka’ya bağlı sanayi bölgesi olarak da
adlandırılan Savar’da, sekiz katlı –dokuzuncusu inşa
ediliyordu- adı “Rana Plaza” olan bir bina çöktü. Binada, alt katlarda banka ve dükkanlar var iken, üst
katlarda beş ayrı tekstil atölyesi/ fabrikası, özellikle
Avrupa ve ABD’ye ihracat için giyim malzemesi üretiyordu. 23 Nisan günü binada, alttan yukarıya kadar
duvarlarda gözle görülür çatlaklar oluştu ve güvenlik
–tam tanımıyla sanayi polisi- binanın boşaltılmasını emretti ve bina o gün boşaltıldı. Alt katta bulunan
bankanın 11 çalışanı ile küçük dükkan sahibi, durum açıklığa kavuşana kadar çalışmama kararı verdi.
Ama tekstil çalışanları patronların ya da müdür veya
menejerlerin binanın teknisyen tarafından kontrol
edildiği, herhangi bir sorun olmadığı yalanının yanısıra işçileri, işbaşı yapmayanların işten çıkarılacağı,
bir aylık ücretine el konacağı vb. tehditlerle çalışmaya zorladı. İşçiler işbaşı yaptı! Saat 8.45 sularında cereyan kesildi ve generatorlar devreye girdi... Ve kısa
süre sonra bina çöktü!
En son verilere göre 1129 insan yaşamını yitirmiş,
2438 insan da yaralı kurtarılmıştı... Kaç insanın yaralanmadan kurtulduğu belli değil. Ölenlerin büyük
bölümü kadın işçiler.
Binanın çökmesinden sonra yürüyen tartışmalar,
sadece Bangladeş’teki kölece çalıştırma, yaşam koşullarını yeniden gözler önüne sermedi, aynı zamanda
uluslarası çapta, ucuz işgücü kullanarak karlarına
karlar katan emperyalist devletlerin tekellerinin/ şirketlerinin gerçek yüzlerini de orta yere serdi. Protestolar ve tepkiler karşısında imajlarını koruma ya da
kurtarma amacıyla dikkatler başka yerlere çekilmeye
çalışıldı ve sayısız şirket - tekel ya da holding- tartışmaları kendilerinin Bangladeş’te güvenli çalışma
koşullarını oluşturmak için katkılara hazır olduklarını ilan ettiler. Bunun için hazırlanmış “Bangladeş’te
Bina ve Yangın’dan Korunma Anlaşması”nı imzaladılar. Kimileri de imzalamayı reddetti.
Bu arada tartışmalar “ucuz” giyim eşyası satın alan
Medyada bu oran %40 olarak verilse de özde durum
değişmiyor.
Tekstil fabrikalarının sayısı gerçekte ne olursa olsun, sendikaların çalışmasının hemen hemen mümkün olmadığı bir durum sözkonusudur. Muhammed
Ebu Tahir’in verdiği bilgiye göre tekstil dalında sadece 140 fabrikada sendikal örgütlenme vardır. Yasaya
göre herhangi bir fabrikada sendika kurulması/ örgütlenmesi için fabrika sahibinin/ yönetiminin izni
gerekmektedir. Fabrikatör ya da müdür izin vermezse, her tür sendikal çalışma illegal sayılmaktadır. Sendikal çalışma yapanlar tespit edildiğinde en iyi halde
–dayaktan geçirme, öldürme ve kaybetme olayları
hiç de seyrek yaşanmıyor- işten atılmakta ve bir daha
da iş bulması mümkün olmamaktadır. 1129 işçinin
katledilmesinden sonra yaşanan protestolar hükümeti bu konuda kanun değiştirmeye zorladı. Mayıs
ayı başlarında parlamento tekstil işçilerinin bağımsız
sendikalarda birleşebilecekleri ve ücret pazarlıkları
yürütebileceklerine dair karar aldı. Bu da esasında
fabrika sahibi veya müdüründen izin alma önkoşulunu delen bir karardır. Bunun pratikte işleyip işlemeyeceği ise soru işaretidir.
Binanın çökmesi ve sonuçta 1129 işçinin katledilmesinin kaza değil de cinayet olduğunu Bangladeş’in
burjuva gazeleri de tespit etti! Gerçekten de binanın
çökmesi kar hırsı uğruna insanların hiç bir değerinin
olmadığı bu sömürücü sistemin yarattığı bir olgudur.
Kuşkusuz sömürücüler işçilere bir iş aracı olmanın
ötesinde değer vermese de, kendi karlarını garantiye
almak için çalışma koşullarını –en azından işçilerin
kitlesel olarak ölmesini engellemek için- güvenlikli hale getirmektedirler de. Örneğin Endonezya’da
tekstil fabrikaları genelde iki kattan fazla değil, gerekçesi de herhangi bir yangın ya da deprem anında
çalışanların binadan tahliye edilebilmeleridir. Bu ve
benzeri durumlar, emperyalist ülkelerde işçilere “bakın siz burada ne güzel güvenlikli iş koşulları altında
yaşıyorsunuz! Sizin durumunuz çok iyi” vb. sahtekarlıklar için de kullanılmaktadır.
Somuta baktığımızda medyada yayınlanan haber ve
bilgilere göre, sözkonusu bina bir alışveriş merkezi için
tasarlanmış ve inşaat ruhsatı altı kat için verilmiştir.
Yani tekstil fabrikalarının/ atölyelerinin üst katlara
yerleştirileceği sözkonusu planı yapanlara söylenmemiştir. Bina zemini sağlam olmayan –kaygan, batak
bir zemin- bir arsa üzerinde yapılmıştır. Binanın yapımında gerek demiri, gerekse de betonu sağlam ve
kaliteli olmayan bozuk malzeme kullanılmıştır. Altı
panorama
tüketiciler de Bangladeş’teki tekstil işçilerinin kölece yaşam ve çalışma koşullarının sorumlusu olarak
ilan edildiler. Sanki pahalı giyim eşyası Bangladeş ya
da benzeri ihracat için tekstil ürünü üreten ülkelerde üretilmiyormuş ve esas karların da bu ürünlerden
elde edilmiyormuş gibi sahtekarlıkta sınır tanımadılar, tanımıyorlar. Gerek somut yaşananlar –işçilerin
çalışma koşulları, iş ücretleri vb.-, gerekse de bu konuda yürüyen tartışmalar, Bangladeş somutunda tekstil
işçilerinin kelimenin gerçek anlamında modern köleler olduğunu göstermektedir. Bu kölelik sadece ücret
sistemi ve buna bağlı olarak sömürülmekle sınırlı değil, bilakis çalışma koşulları ve ücretlerin düşüklüğü
bağlamında da kölece çalışma durumudur.
Bangladeş, tekstil ürünleri üretmede dünya çapında Çin’in gerisinde ikinci sırada yer almaktadır. Medyada kesin rakamlar yok, genelde 4000 – 5000 – arası
deniyor, ama Bangladeş’li bir sendikacı olan Muhammed Ebu Tahir’in Haziran ayı başında Avusturya’nın
Başkenti Viyana’da yaptığı konuşmaya göre 6000
tekstil fabrikası vardır. Bu fabrikalarda 3,6 Milyon
işçi çalışıyor. Verilen rakamlara göre bunların en
az %80’i kadın işçilerdir. Kimi verilere göre bu oran
%87’dir.
Asgari ücret 2010 yılında 3000 Taka’ya çıkarıldı. Bu
28 Avro, ya da kaba bir hesapla 85 TL’dir. Somut bir
örnek verilirse, binanın çökmesinden yaralı kurtulan
Milon’un “normal” aylığı 2900 Taka ve fazla mesai
için de 1800 Taka imiş. Bu da esasında çalışma saatlerinin ne kadar fazla olduğunu göstermektedir. En az
10 saat, ama genelde 13-16 saat arası günlük ve haftada en az 6 gün çalışma durumu vardır. Saat ücretleri
ise ABD doları bazında 23 Cent’tir. Çin ve Kamboçya
ile karşılaştırmada –uzak Asya’da bu dalda en yüksek ücret verenler- durum şöyledir: Aylıklar 200 ABD
Doları, saat ücreti bir ADB doları. Kaba bir hesapla
Bangladeş’te aynı işi yapanlar bu oranın sadece dörtte
birini almaktadır. Ki Çin ve Kamboçya’daki aylıklar
da bu ülkelerin koşullarına göre çok düşüktür. Kimi
burjuva medya yorumcuları her üretilen tektil ürününe 10 Cent fazle verilse, güvenli çalışma koşullarının sağlanabileceği ya da aylıkların ikiye katlanabileceği hesaplarını yapmaktadır. Dünya çapında en
düşük ücretlerin ödendiği ülkelerin başında Bangladeş gelmektedir.
Bangladeş’in ihracatının %79’unu tekstil ürünleri
oluşturmaktadır. Yukarıda adını verdiğimiz sendikacının açıklamasına göre Bangladeş parlamentosundaki milletvekillerin %50’si tekstil fabrikası sahibidir.
31
panorama
kat yerine sonradan iki kat daha bindirilerek sekiz
kata çıkarılmış ve dokuzuncu kat da inşa edilmekteymiş... yedinci ve sekizinci katlarda sağlamlaştırmak
için gerekli kolonlar bile yapılmamış. Sadece yedinci
ve sekizinci katların değil, genel olarak ruhsatı alınan
katların da tavanları ağır makine taşımaya uygun tasarlanmamıştır.
Buna rağmen
üst katlara generator vb. ağır
makinalar yerle ş t i r i l m i ş t i r.
Yapılan açıklamalara göre bu
katların sözkonusu makinaları
taşıyamayacağı
ise önceden belli imiş. Böylesi
bir durumda binanın çökmesi
sürpriz değildir.
Kaza da değildir
bu! Bunun adı
açıkça cinayettir, katliamdır!
KATLİAMA KARŞI İŞÇİLERİN
PROTESTOLARI
32
Tekstil işçileri ve onları destekleyenler bir yandan
kaybettiklerinin, sakat bırakılanlarının acısını yaşarken bir yandan da hem egemenlere öfkelerini göstermek hem de çalışma koşullarının iyileştirilmesi,
asgari ücretlerin ve genelde ücretlerin yükseltilmesi
talepleriyle onbinlerin katıldığı protestolar gerçekleştirdiler. Protestolara kolluk güçlerinin gözyaşartıcı
bomba, plastik mermi, tomalar ve cop/sopa kullanarak saldırması sonucu çoğu eylemde onlarca insan
yaralandı. Tüm saldırılar işçileri protestolarını sürdürmekten alıkoyamadı. Caddelerin, otoyollarının
işgal edilmesi, kapatılması gibi kimi işletmelere saldırma, arabalara zarar verme eylemleri de gerçekleştirdiler.
Protestolar nedeniyle sayısız tekstil fabrikası güvenlik yok diye üretimi belli bir süre durdurdu.
Hindistan’a kaçmaya kalkışan bina sahibi Sohel Rana
sınırda yakalandı ve tutuklandı. Bunun dışında kimi
menejerler ve sorumlular da tutuklandı.
İşçilerin öfkesi 1Mayıs’taki protestolarda da kendisini gösterdi. Kızıl bayrakların dalgalandığı ey-
lemlerde işçi sınıfının kendi sınıf bilincine sahip olmaya başladığına, kendisi için sınıf haline gelmenin
yolunun açıldığına dair umut ve heyecan yayılıyordu
etrafa. Öfkeli işçiler protestolarında aynı zamanda
“Katilleri asın, fabrika sahiplerini asın!” sloganlarıyla
sorumluların cezalandırılmasını da talep ediyordu.
İşçilerin çalışma koşullarının
iy i leşt iri lmesi ve ücretlerin
artırılması için
protestoları sürüyor. Örneğin
18 Haziran’da
yaklaşık 5000
kadar işçinin katıldığı protesto
eyleminde polis
işçilere yine gözyaşartıcı bomba
ve plastik mermilerle
saldırırken işçiler de
belli bir caddeyi
bloke edip araba ve pencereleri kırıp dağıttı. İşçilerin
mücadelesi Başkent Dakka ile sınırlı değil, diğer şehirlerde de sürüyor, ama öne çıkan anda tekstil işçilerinin protestolarıdır.
İşçilerin protestoları ve kamuoyunun tepkileri
devlet yönetiminin kimi vaatlerde bulunmasını ve
yukarıda değindiğimiz sendika yasasını değiştirme adımlarını atmaya zorladı. Devlet yöneticilerinin esas kaygısı Avrupa ve ABD’li şirketlerin tekstil
ürünleri üretmede Bangladeş’i terketmeleri olasılığıdır. Bu yüzden de kimi kozmetik değişiklikler gündeme gelmiş ve yapılacaktır da. Örneğin asgari ücretin
ve saat başı ücretlerin yükseltileceği vaadi verildi ve
bunun için özel komisyon oluşturuldu. Fabrikalarda
güvenlik kontrolü için müfettişler görevlendirileceği
açıklandı. Kısa sürede 18 fabrika, güvenlik yok diye
kapatıldı ve 950 fabrikanın da riskli diye üretimi durdurulduğu, bunların güvenlikli hale getirileceği açıklandı.
Somut katliam bağlamında ise hükümet ölenlerin
ailelerine aile başı 200 Avro, yaralılara da 30 Avro
verme vaadinde bulundu. Başbakan Sheikh Hasina
ise hastahanede yaralıları ziyaret ederek, yaralıların
tedavi masraflarının hükümet tarafından ödeneceğini açıkladı. Kaba hesapla 300 TL ve 45 TL! Bir işçi-
Bu grev giderek çarlık sistemine karşı genel bir siyasi
gösteriye dönüştü ve böylece Rusya’da Şubat Devrimi
ateşlendi, Ekim Devrimi’ne giden yol açıldı.
1921 yılında Moskova’da toplanan İkinci Komünist
Kadınlar Konferansı, Petrogradlı tekstil işçileri kadınları hatırlatması için, onların anısına 8 Mart günü
Dünya Emekçi Kadınlarının Mücadele Günü olarak
8 MART TARİHİNE BİR YOLCULUK VE BİR
kararlaştırdı.
KARŞILAŞTIRMA!
Öyle ya da böyle, 8 Mart esasta tekstil işçileri kaBangladeş’taki bu facianın yaşanması ve yaşamını dınlarının mücadelesinin ürünü ve sonucudur.
yitirenlerin ve yaralıların büyük çoğunluğunu kadın
Evet, tekstil işçileri kadınların mücadelesi dünya
işçiler olması bize 8 Mart, Dünya Emekçi Kadınla- çapında 100 yıldan fazladır her sene kadınların ezilrının Mücadele Günü’nün ortaya çıkışını ve bunun mişliğine, çifte veya üçlü baskı ve sömürüye karşı
arkasında yatan gelişmeleri hatırlattı.
mücadele etme ve sorunu bilince çıkarmaya hizmet
8 Mart’ın çıkış noktasının ne olduğu konusunda eden bir günü dayatmıştır. Peki ama bu yolda somut
değişik versiyonlar var. Kimisine göre 1857’de New olarak ne kadar ilerlenmiştir? Sovyetler Birliği, Doğu
York’ta tekstil işçilerinin grevine kadar
Bloku içinde yer yalan halk Demokrasisi
gerilere doğru gidilirken, genel
ülkeleri ve Çin’in belli bir döneolarak kabul edilen versimini burada dışta tutuyoruz.
yon ise 1908’de yine New
Karşılaştırmamız kapiTekniğin, üretim araçlarıYork’ta tekstil işçiletalist sistemin içindeki
nın giderek geliştiği 1908-1909
rinin greve gitmesi
koşullar ve ülkelerdir.
yıllarında
da
ABD’de
tekstil
işçileri
ve bu grevle daya1857’de
tekstil
nışmayı
engelleişçileri
kadınlar
kadınlar çalışma saatleri biraz düşürülmek için işçilerin
çalışma koşullamüş olsa da özde aynı koşullarda çalışma
fabrikaya kilitlenrının iyileştirildurumundaydı.
Greve
giden
kadınların
mesi, çıkan yanmesi için, çalışma
gında 129 kadın
saatlerinin
–14-16
fabrikaya kilitlenmesi ve 129 kadının yaişçinin
yaşamını
saat- düşürülmesi
narak ölmesi durumunun kendisi, kayitirmesine dayaniçin mücadele edimaktadır 8 Mart.
yorlardı. Bu mücadın işçilerin durumunu anlatmaya
1909’da da 20.000 kadar
deleler uzun süre sürse
yetmektedir.
kadın işçinin New York/
de 8 saatlik iş gününün
Manhattan’da iki ay süren grekazanılmasını da beraberinde
vi yaşanmış ve işçiler taleplerini patgetirmiştir. Bangladeş’teki durumla
rona kabul ettirmiştir.
karşılaştırıldığında 160 sene önceki teknik,
Olgu, 1910 yılında Kopenhag’da toplanan İkinci üretim araçları çok daha geriydi. Verimlilik esasında
Uluslararası Kadınlar Konferansı’ında merkezinde kadın işçilerin uzun süre ve yoğun biçimde, evet kökadınlara seçme seçilme hakkı olan bir tartışmada, lece çalıştırılmalarına dayanıyordu.
Clara Zetkin ve Käte Dunker’in konferansa sunduTekniğin, üretim araçlarının giderek geliştiği 1908ğu karar tasarısıyla her sene bir kadınların mücadele 1909 yıllarında da ABD’de tekstil işçileri kadınlar
günü kutlanması kararı alınmıştır. Bu karar herhangi çalışma saatleri biraz düşürülmüş olsa da özde aynı
bir günü belirlememiş, 1911 yılında kutlanan kadın- koşullarda çalışma durumundaydı. Greve giden kaların mücadele günü 19 Mart’ta gerçekleştirilmiştir.
dınların fabrikaya kilitlenmesi ve 129 kadının yaEski takvime göre 23 Şubat 1917’de (yeni takvime narak ölmesi durumunun kendisi, kadın işçilerin
göre 8 Mart’ta) Rusya’da Petrograd’da tekstil işçileri durumunu anlatmaya yetmektedir. Sadece çalışma
kadınların Bolşeviklerin çağrısıyla, açlığa, savaşa ve koşulları ve uzun saat çalışmaları sözkonusu değildi.
çarlığa karşı gerçekleştirdiği yürüyüş, Petrograd’da Aynı zamanda erkek işçilerle karşılaştırıldığında ücerkek işçilerin de desteğiyle bir genel greve dönüştü. retleri de çok düşüktü.
panorama
nin, insanın değeri Bangladeş hükümetine göre 300
TL’dir. Ya da Bangladeş parası Taka ile hesaplandığında bir işçinin değeri, asgari ücretli bir işçinin 7
aylık ücreti kadardır... Kapitalizm işçileri, iş gücünü
meta olarak hesaplamıyor mu? Bu iş aracının, kapitalistlerin temsilcileri için değeri de bu kadar oluyor!
33
panorama
34
2013 yılına ve Bangladeş’e geldiğimizde tekniğin
hızlı geliştiği, artık bilgisayar tekniğinin üretimde de
belirleyici bir rol oynadığı bir durum sözkonusudur.
Emperyalizm dünyanın her tarafına öyle yayılmış ki,
en geri kalmış ülkelerde bile emperyalistlerin üretim
yaptığı, yaptırdığı fabrikalarda en gelişmiş teknik
kullanılmaktadır. Böylesi bir durumda verimlilik
esasında makinelerin kullanımıyla artırılabilmektedir. Fakat işçilerin çalışma koşulları, ücretleri bu
gelişmenin çok gerisinde kalmaktadır. Kuşkusuz ki
gelişmiş ve emperyalist ülkelerdeki durumla emperyalizme bağımlı ve fazla gelişmemiş ülkelerdeki durum arasında önemli farklılıklar vardır.
Somutta Bangladeş’te tekstil işçileri 160 sene öncesi gibi 16 saate
kadar çalışma
dur u mu ndadırlar. Ücretleri
dünya çapında
en düşük ücretlerdendir. Çoğunlukla yazılı
iş anlaşması bile
yoktur. Sözlü işe
almalar yoğun
ve bu da işçilerin herhangi bir
durumda haklarını aramasını
engel lemek tedir. Sigorta veya
tazminat alma
gibi durumlar
sözkonusu olmamaktadır.
En kötüsü ise göz göre göre işçilerin katledilmesine hemen hemen ciddi bir tepkinin olmamasıdır.
Bangladeş’te tekstil işçilerinin kendileri ve aileleri
protestolarda bulunurken, emperyalist merkezlerde
–somut tekstil ürünlerinin esas tüketildiği, karlarına
kar katıldığı merkezlerde- on, yirmi ya da yüz kişiyi
aşmayan sayıda insanın tepkisi ve protestosu dışında
bildiğimiz kadarıyla ciddi bir protesto olmamıştır.
Tekstil işçilerinin durumunun benzerliğini göstermek için iki somut durumu karşılaştıralım.
Örneğin biri 25 Mart 1911 tarihinde New York’ta
yanan “Triangle Shirtwaist Company” (TCK) adlı
tekstil fabrikası, diğeri de 24 Kasım 2012 tarihinde
Dakka’nın Ashulia semtinde yanan “Tazreen Fashions” teksil fabrikasıdır.
İki örnek arasında ortak olmayan, ya da benzemeyen esas şey tarihleridir. Her iki fabrikada kadın
işçilerinin çalışma koşulları hemen hemen aynıdır.
Aldıkları ücreti günlük hesaba vurduğumuzda her
ikisinde de günde bir ABD Doları ücret alınmaktadır.
New York’ta haftalık yedi doların, Bangladeş’te aylık
30 Dolar’ın –Tazreen işçileri aylık 30 Dolar alıyorlardı- ödenmesi işin özünü değiştirmiyor. Her iki fabrikanın işçilerinin “kader”leri de benzerlik içindedir.
Her iki fabrikada da yangın çıkmış, kısa sürede üst
katlara –8.-10. katlar- yayılmıştır. Her ikisinde de ya
çıkış mümkün olan kapıyı alevler sarmış ya da diğer
çıkış kapısı/ kapılar kitlendiğinden işçiler dışarıya çıkamamıştır. Pencereleri açabilenler yangından kurtulabilmek için
dışarıya atladığında ise binaların yüksekliğinin
kurbanı
olmuş yere çakılarak yaşamlarını yitirmişlerdir.
1911’deki yangında 146, 2012’dekinde de resmi
açıklamalara
göre 112 işçi yaşamını yitirmiştir. New York’ta
esasta Yahudi ve
İtalyan göçmen
kadınları yaşamlarını yitirirken,
Bangladeş’te esasta ailelerini geçindirebilmek için
köylerden şehire göçen genç kadınlar katliama kurban gitmiştir. Bangladeş’teki somut bu yangında kurtulanlar ölenlerin sayısının çok daha fazla olduğunu
söylemektedirler.
Benzerlikler ya da farklılıklar detaylandırılabilir,
ama kapitalizmin insanlık düşmanı bir sistem olduğu
bu kısa karşılaştırmada da bir kez daha görülmektedir.
Tekstil işçilerinin acısı acımız, mücadeleleri mücadelemizdir diyor ve Bangladeş’te kendi hakları için
mücadele eden işçilerle enternasyonal dayanışmamızı bir kez daha haykırıyoruz!
26 Haziran 2013 ✓
luslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu, 18-20
Mayıs 2013’de Bochum şehrinde yıllık kongresini topladı. Bochum Ruhr havzasında bulunan bir
şehir. Ruhr havzası 53 şehirden oluşan ve 2 milyon
nüfusa sahip bir bölge. Ruhr havzası ağır sanayi ve
kömür madenlerinin yoğun olduğu bir bölge olarak
biliniyor. Ruhr havzası 2010’da Avrupa Kültür-başşehri olarak seçildi. Ruhr havzasında 230 km. Ruhrtal bisiklet yolu, 20 sanat müzesi, 200 sergi salonu,
3500 sanayi anıtı, 20 adet yüksek okul bulunuyor.
Yıllık kongre her yıl farklı şehirlerde yapılıyor. Yıllık
kongre, Yönetim Kurulu adına Alexander Hülle’nin
açılış konuşması ile başladı. Kongreye, grupları temsil
eden delegeler ve üyelerden oluşan 500 kişi katılmıştı.
Divan seçiminden sonra, iki üye tutanak yazımına,
üç üye ise seçim komisyonuna seçildi. Önceden üyelerin bilgisine sunulan yönetim kurulu ve mali raporlar üzerine tartışıldı. Mali sorumlu gelir ve giderler
hakkında bilgi verdi. Yeni dönemde, yönetim kuruluna seçilmek isteyen adayların akşam saat 18’e kadar
isimlerini seçim komisyonuna bildirmeleri istendi.
Çalışma raporu ve mali raporlar tartışılıp onaylandı.
Yönetim kurulu aklandı.
Öğlen saatlerinde tüm kongre katılımcıları, kongre
salonunun önünde bir araya gelerek „Mısır: Kadınlara Yönelik Cinsel Şiddeti Durdurun!“ Almanca
pankartını açtı. Mısır’da kadınlara yönelik cinsel şiddeti protesto eden maskeler havaya kaldırılarak resim
çekimi yapıldı. Af Örgütü, Mısır’da kadınlara yönelen cinsel şiddetin sona ermesi için bir kampanya
yürütmektedir. Kongre katılımcıları, Mısır’da cinsel
şiddete maruz kalan kadınların yalnız olmadıklarını
ve onlarla dayanışmalarını belirtmek için bu eylemi
gerçekleştirdiklerini belirttiler. Yıllık kongrede yapılan bu eylem Mısır kampanyasının bir parçası idi.
Kadınlara yönelik şiddete son verilmesi için, Mısır
hükümeti göreve çağrıldı.
Kongre için hazırlanan karar tasarıları daha önceden üyelerin bilgisine sunulmuştu. Öğleden sonra
kongreye sunulan karar tasarıları üzerine tartışıldı
ve karar tasarılarına son biçim verildi. Almanya’da
bulunan mültecilerin sosyal haklarının iyileştirilmesi için birçok karar tasarısı kongreye sunulmuştu.
Mültecilerle ilgili kongreye sunulan karar tasarıların büyük bölümü, yapılan kimi değişiklerle kabul
edildi. Almanya’da çocuk mültecilere karşı yapılan
uygulamaların Birleşmiş Milletler Çocuk Hakları
Sözleşmesi’ne aykırı olduğu vurgulandı. Mültecilerin
içinde bulunduğu koşulların düzeltilmesi, mülteciler hakkındaki kısıtlamaların kaldırılması için Alman hükümetine çağrı yapıldı. Kongrenin tartıştığı
ve karara bağladığı diğer karar tasarısı ise, Rusya’da
muhalif sivil toplum örgütleri üzerindeki baskılardı.
Rusya’da insan hakları savunucuları baskılara maruz
kalıyor, sivil toplum örgütleri yabancı ülkelerin ajanları olarak görülüyor. Kongrenin kabul ettiği diğer bir
karar tasarısı ise ırkçılığın artmasından duyulan kaygıydı. Almanya’da bu yıl yapılacak genel seçimlerde,
göçmenlerin seçim malzemesi olarak kullanılmaması
gerektiği delegeler tarafından dile getirildi.
Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu,
2001’den beri iki yılda bir medya ödülleri veriyor. Daha önce iki yılda bir verilen medya ödülleri
2012’den bu yana yıllık olarak verilmeye başlandı.
Medya ödülleri radyo ve televizyonlarda yayınlanan
insan hakları ile ilgili programların en iyilerine veriliyor. Bochum’da Cumartesi akşamı sekizinci medya
ödüllerinin dağıtım töreni yapıldı. Ödülleri alan kişiler ve TV programları:
Onur ödülü: Alman ikinci televizyon (ZDF) kanalının Moskova muhabiri Dirk Sager’e verildi. Aynı zamanda PEN üyesi olan Dirk Sager yazdığı kitaplarda
ve Moskova’dan geçtiği haberlerde Rusya’nın insan
hakları karnesini anlatması ve demokrasinin yerleşmesi yönündeki düşünceleri, onur ödülünün almasında belirleyici etkenler olduğu belirtildi.
Özel ödül: Alman ikinci TV kanalında 3.3.2012’de
yayınlanan “Şüphe Altında Şıklık” (Unter Verdacht-
güncel
Uluslararası Af Örgütü
Almanya Seksiyonu‘nun Yıllık
Kongresi Üzerine Notlar
U
35
güncel
36
Die elegante) programına verildi. Bu programda,
Akdeniz’de mültecilerin umut yolculuğu ve Alman
polisinin tutumu irdeleniyor.
İç Magazin ödülü: İç Magazin Ödülü 18. 0913.11.2012’de Kuzey Almanya Televizyonu panorama
programında yayınlanan “Yabancılar Dışarı” konulu
programa verildi. Bu programda sığınmacılar ve yabancıların sorunları irdeleniyor. Ayrıca yükselen ırkçılıktan duyulan kaygılar anlatılıyor.
Dış Magazin Ödülü: 21.6.2012’de Batı Alman Televizyonun da (WDR) yayınlanan “Müthiş yüksek
fiyat/bedel” (Verdammt hoher Preis) programına verildi. Bu programda Hindistan’da Kadınların ve genç
kızların çalışma koşulları anlatılıyor.
İç Belgesel Ödülü: 3.3.2012’de Batı Alman Televizyonunda (WDR) yayınlanan, Menschen hautnah:
Null Bock gibt es hier nicht. (“Çok yakından İnsanlar: Burada hiç canım istemiyor demek yok .”) belgeseline verildi. Bu belgeselde mültecilerin sorunları ve
yaşamları anlatılıyor.
Dış Belgesel Ödülü: 9.2.2011’de Batı Alman Televizyonu (WDR) ve Arte’de yayınlanan “Blood in the
Mobil” (Mobil/Cep telefonundaki Kan) belgeseline
verildi. Bu belgeselde Afrika’da cep telefonlarında
kullanılan kimi madenlerin çıkarılmasındaki çalışma koşulları ve çalışma esnasında meydana gelen
ölümler anlatılıyor. Aslında bu belgeselde kapitalizmin vahşiliğinin ne olduğu açıkça gözler önüne seriliyor.
Film Ödülü: 13.4.2011’de Batı Alman Televizyonunda (WDR) yayınlanan “Kehrtwende” (U- Dönüşü) filmi ödül aldı.
Pazar günü öğleden önce ülke komisyonlarının
toplantıları yapıldı. Af örgütünde farklı ülkelere yönelik çalışma grupları var. Ülke komisyonlarında
insan hakları alanındaki durum ve gelişmeler hakkında bilgi veriliyor. Ülke komisyonlarının yanı sıra
tematik/konusal Komisyonlar var. Örneğin idam cezasının kaldırılması ve işkencenin önlenmesi için çalışma komisyonları etkin faaliyet yürütüyor.
Pazar günü öğlen sonrası yapılan ikinci plenumda, Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu genel
sekreteri Selmin Çalışkan’ın konuşması ile başladı.
Genel sekreter yıllık kongrede seçilmiyor. Genel sekreter yönetim kurulu tarafından profesyonel menajer olarak istihdam ediliyor. Selmin Çalışkan Mart
2013’ten beri Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu genel sekreteri olarak görev yapıyor. Selmin
Çalışkan geçmişte yaptığı çalışmalar ve gelecekte
insan hakları alanında yapılması gereken çalışmalar
hakkında bilgi verdi.
Selmin Çalışkan’ın konuşmasından sonra, kongreye katılan uluslararası misafirler tanıtıldı. Kongreye,
Af Örgütü üyesi Sandra Lutchman (Hollanda), Af
Örgütü Hindistan sorumlusu Ananth Guruswamy,
Danimarka Af Örgütünden Marian Bille Petersen ve
Almanya’da mülteci olarak yaşayan Pakistanlı Shakila Arshad kongrede konuşma yaptılar.
Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu Yönetim Kurulu’na seçilmek isteyen adaylar tek tek kürsüye çıkarak, delegelere kendilerini tanıttılar. Tanıtımdan sonra gizli oylama yapıldı. Oylama sonuçlarının
seçim komisyonu tarafından Pazartesi günü üçüncü
plenumda açıklanacağı duyuruldu.
Pazartesi günü yapılan üçüncü plenumda yönetim
kuruluna seçilen kişiler ve aldıkları oy oranları açıklandı. Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonu
yönetim kurulu sözcülüğüne Oliver Hendrich (Köln),
vekili Inga Morgenstern (Elmshorn) seçildi. Yönetim
Kurulunun diğer üyeleri, İngrid Bausch-Gall (Münih), Larissa Probst (Siegen), Roger Martin (Hannover), Roland Vogel (Bad Schönborn) seçildi.
Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonunun
yıllık toplantıları halka açık toplantılar değildir. Bu
toplantılara sadece bölgelerden seçilen delegeler ve
önceden müracaat eden üyeler katılabiliyor. Yıllık
toplantılar her yıl farklı şehirlerde yapılıyor. Uluslararası Af Örgütü Almanya Seksiyonunun 120 binden
fazla üye ve destekçisi var. Almanya’da 650 Af Örgütü grubu faaliyet yürütüyor. 2014’te Uluslararası
Af Örgütü Almanya Seksiyonunun yıllık kongresi
Münster’de yapılacak.
Af Örgütü pasifist bir örgüt olmasına rağmen insan
hakları alanında önemli çalışmalar yapıyor. İnsan
haklarını savunmak aslında en başında komünistlerin ve devrimcilerin görevidir. Esasında komünistler
kendi insan hakları örgütlerini yaratmak zorundadır.
İnsan haklarını savunmak gerçek anlamda devrimcilerin işidir. İnsan hakları savunuculuğu pasifist
örgütlere bırakılmamalıdır. Tabii ki pasifist örgütler
içerisinde de devrimciler çalışmalıdır. İnsan hakları
mücadelesi, pasifist örgütlerin değil, devrimcilerin
mücadelesi olmak zorundadır. Bu anlamda insan
hakları mücadelesi, bizim mücadelemizdir. Bu mücadele pasifist ve reformist kurumlara havale edilmemelidir.
23 Mayıs 2013 ✓
Bochum’dan YDİ Çağrı Okuru
güncel
Çin’de İşçi Sınıfının
Durumu
II.Bölüm
Kapitalizmin, burjuvazi ve zenginliğin büyüdüğü oranda işçi sınıfının direnişi
de gelişti. Bir dizi burjuva bilim insanlarının, Çin proletaryasını harekete geçme
yeteneğinden yoksun ve onu aşağıya doğru inen bir sarmal içinde gösteren
alışılagelen tezi, aslında sadece bunu savunanların kapitalizmin yasalarını
kavramaktan ne kadar aciz olduğunu gösteriyor.
H
erşeye Rağmen, sayı 59/2012’deki makalemizin
birinci bölümünde Çin HC’nin Anayasasını ve
kadın-erkek işçilerin durumu ile ilgili olarak temel
hakları ele aldık. Ayrıca iş yasalarını, Tüm Çin Sendikalar Birliği’nin işlevini ve sendikal hakları inceledik.
İkinci bölümde proletaryanın somut durumu, onun
mücadeleleri, direniş eylemleri ve Çin devletinin baskısının boyutlarını gözden geçireceğiz.
Değişim İçindeki Ekonomi ve İşçi Sınıfı
Revizyonist parti-egemenlik kliğinin yeni kapitalist
“Reform ve Açılım Siyaseti”nin 30-yıllık hükümranlığı Çin’i emperyalist dünya pazarının parçası haline
getirdi. Adeta frenlemez ekonomik büyümesiyle yeni
bir emperyalist dünya gücü olmaya doğru yıldırım
hızıyla yükselişi, Çin’deki kadın-erkek işçilerin ve
emekçilerin geniş kitlelerinin gaddarca çalışma ve
yaşam koşulları pahasına olmaktadır. Bir yanda milyonlarca kez sefalet, işsizlik, asgari geçinme sınırında debeleyip durmak, kırdan kaçış ve kölelik benzeri
çalışma koşulları. Ama “diğer yanda pekâlâ gelişmiş
kapitalist ülkelerle karşılaştırılabilir teknolojik ve kalitatif temellerdeki sanayisel bir işçi sınıfı hızlı bir tempoyla ortaya çıkmaktadır.”(İş Mücadeleleri, Müller 1),
sf: 17)
Çin’deki işçi sınıfı kendisinin geniş tüm katmanlarıyla gittikçe daha fazla uyanıyor ve doğrudan aktör
haline geliyor.
37
güncel
38
Çin toplumu içerisindeki yoksul ile zengin arasındaki makas korkunç derecede açılıyor. 2006 dünya
mal varlığı raporuna göre en zengin ailelerin % 0,4’ü,
Çin’in ulusal servetinin % 70’ini denetliyor. Aileler,
parti-ve devlet adamlarının ardılları Çin’in en zengin
kişilerinin en seçkinleri listesinde bulunuyorlar. Ve bu
zenginlerin % 80’i 45 yaşın altındadır. Medyaya yansıyan haberlere göre başbakan Wen Jiabao dünyanın
en zengin başbakanıdır. “2015 yılında Çin dünyadaki
zengin haneler arasında en büyük dördüncü yoğunluğa sahip olacaktır. Bundan daha fazla zenginlik sadece ABD, Japonya ve İngiltere’de vardır. Daha 2015’te
Çin’de 4,4 milyon
zengin hane bulunacaktır.” (İş Mücadeleleri, Müller
1)
, sf: 12)
K apit a l i z m i n ,
burjuvazi ve zenginliğin
büyüdüğü oranda işçi
sınıfının direnişi
de gelişti. Bir dizi
burjuva bilim insanlarının,
Çin
proletaryasını harekete geçme yeteneğinden yoksun
ve onu aşağıya
doğru inen bir sarmal içinde gösteren alışılagelen tezi, aslında sadece
bunu savunanların kapitalizmin yasalarını kavramaktan ne kadar aciz olduğunu gösteriyor. Sermayenin yayıldığı yerde ücretli emek ile sermaye, proletarya ile burjuvazi arasındaki çelişki de kaçınılmaz
olarak gelişir.
Çin’in küreselleşmiş Doğusunda (kuzeyden güneye
kadar) zincirlerinden boşanmışçasına gelişen kapitalist dünya üretiminin ağırlık merkezleri bulunmaktadır. Bugünkü Çin işçi hareketinin doğum yerleri
buralarıdır. Kendiliğinden, örgütsüz ve şiddetli patlak veren olaylarla yeni bir işçi hareketi yola koyulmuştur.
1980’li yılların sonunda devlete ait işletmelerdeki
kadın ve erkek işçilerin devlet işletmelerinin özelleştirmesinin birinci dalgasına kafa tutması bu hareketin çıkış noktasıydı.
Çin’li egemenler 1989’da demokrasi hareketinin
kanlı bir şekilde bastırılmasıyla siyasi bir işçi hareke-
tinin önemli ilk nüvelerine karşı imha edici bir darbeyi indirmeyi başardılar. 1990’lu yılların ortasında
--------1)
Çin’de İş Mücadeleleri, Wolfgang Müller, isw Spezial / Sayı:25, Aralık 2011 özelleştirmelere karşı direniş eylemlerinin ikinci dalgası gerçekleşti. 1990’lı
yıllarda ortaya çıkmaya başlayan, sayısal olarak gittikçe daha önemli hale gelmekte olan işçi kesimi, göçebe kadın ve erkek işçiler önceleri henüz gözü yılmış
ve kendi kölelik hallerine çaresizce teslim olmuş bir
şekilde davrandılar. Üretim ünitelerinin artan yaygınlaşmasıyla onların karşı-koyuşları alevlendi. 2000
başında yoğun, sadece yerelle sınırlı
olmayan hiddet ve
kafa tutma patlayışları gerçekleşti.
2010 den bugüne
kadar enternasyonal holdinglerdeki
(Joint Ventures),
Çin tekellerindeki
ve devlet işletmelerindeki, yani bütün
ülkeyi kapsayan bir
işçi hareketi, göçebe işçilerin, sanayi
işçilerinin zincirlerinden boşanmış
gaddar kapitalizme
karşı koyan gücü siyasi sahneye çıktı.
Kokuşmuş devlet ve parti bürokrasisi ve bölgesel ve
yerel iktidar sahipleri buna havuç ve kırbaçla karşılık
verdi. Onlar bir yandan zamanın işaretini kavradılar. “Uyum içindeki iş ilişkileri” için pasifize etme
stratejileri ajandalarının en üst sıralarında bulunuyor. “Reforme edilmiş” iş yasaları ve tavizler direnişi
kırmanın araçları olarak kullanılıyor. Diğer taraftan
taviz olarak verilen bu reformcukların pratikte uygulanması çok yavaşlatılmış olarak gitmektedir. Kendisini sosyalist olarak adlandıran revizyonist üst yapının diktatörce baskısı ve mutlak gücü, işçi hareketi
tarafından çok zahmetli ve yorucu bir şekilde de olsa
gevşetiliyor. Kendi çıkarlarının doğrudan tehdit edildiğini gördüğünde kamçı devlet aygıtı tarafından her
zaman kılıfından çıkarılmaktadır.
“Wall Street Journal Şubat 2008’de Çin’deki işçiler
ile şirket sahipleri arasındaki yeni güç ilişkisine dikkat
çekti. Şirket sahiplerinin söylediklerini ‘pazarlık gücü
ri merkezlerinde Çin proletaryasının çoğunluğunu
oluşturmaktadırlar. Onlar en ağır şekilde sömürülen, ezilen ve haktan yoksun durumda olanlardır.
Çin verilerine göre yaklaşık 242 milyon “göçebe kadın ve erkek işçi” vardır. Çin’in tüm nüfusu “Hukou
sistemi” içinde kapsanmıştır. “Hukou” “devletin
haneleri kayıt altına alma şekli”nin ve “ikametgâh
denetimi”nin özel bir biçimidir. Çin devleti bununla
özgürce ikametgâh ve işyeri seçimini / tercihini aşırı
derecede kısıtlamaktadır. Resmi bir izin olmaksızın
kırdan kente legal bir taşınmaya izin yoktur. Şimdiye
kadar neredeyse sadece kentlerde bulunan tüm devlet hizmetleri, hastaların bakımı, çocuk bahçeleri /
anaokulları vs. kayda tabidir. Göçebe işçiler kayıtları
bulunmaksızın ve böylece “illegal” olarak şehirlere
gelmektedirler. İş ararlarken onlar insafsız tefeciaracıların elinde kalmaktadırlar. Her türlü devlet hizmetlerinden ve vatandaş haklarından yoksundurlar.
Hukou-sisteminin geçmişi 1958 yılına kadar uzanıyor. Bu sistem o zamanlar sosyalist olan Çin KP
tarafından, işin kentlerde ve kırda planlı bir şekilde
ve denetim altında dağıtılmasının sağlanması için
kuruldu. Bununla aynı zamanda bütün bölgelerdeki
insanlara devletsel-sosyal hizmetler garanti edildi.
Henüz kent ile kır arasında çok büyük farklar bulunduğundan, çıkış noktası insanların çıkarları ve
gereksinimleriydi. Şehirlerdeki sanayi henüz milyonlarca işyeri daha yaratabilecek kadar gelişmemişti.
Milyonlarca insanın kırdan kentlere akması, “kırdan
kaçış” (iç göç) tüm emekçilerin durumunu iyileştirmez, bilakis aşırı derecede kötüleştirirdi. Bu durumda seyahat özgürlüğü, devletin sosyal hizmetlerinden yararlanmanın ikametgâha tabi kılınmasıyla
sınırlandırıldı. Nihayetinde insanların temel gereksinimlerinin karşılanmasını sağlamak söz konusuydu.
“Göçebe işçiler örgütleri”nin bir aktifisti Sun Heng,
Hukou-sistemi hakkında şu bilgileri veriyor: “1949’da
ilk sanayileşme süreci sırasında işçiler çok yüksek bir
konuma sahipti. Ama bir gıda maddeleri kıtlığı vardı
ve 1950’li yılların başlarında tarımsal üretim çok düşük bir seviyedeydi. Bu sorunlar nedeniyle çok fazla değil, bilakis oldukça az işçiye ihtiyaç vardı. Kırdan kente
göçebe hareketi kontrol edilmek zorundaydı ve bundan
dolayı hükümet 1958 yılında Hukou’yu, haneleri kayıt altına alma sistemini yürürlüğe koydu. Kayıt etme
sistemine bu işleviyle artık bugün ihtiyaç yoktur, ama
bu sistem 1978’den itibaren serbest sermaye akışı ile
köylülerin sömürülmesinin bir aracı haline geldi. Bu
sistem kırdaki ve kentteki insanlar arasında eşitsizlik
güncel
çalışanların lehine kaydığından ve kadın ve erkek işçilerin hakları konusunda bilinçlendiklerinden’ bu iş
sözleşmesi yasasının üretim giderlerinin artacağı yeni
bir dönemi başlatacağı şeklinde toparladı.” 2)
Çin devlet siyaseti, buna uygun olarak, amansız bir
enternasyonal rekabet içinde olan ekonomiyi daha
istikrarlı temellere oturtmak istemektedir. Ucuz-mal
ihraç ülkesinden, ileri teknoloji ürünleri ihracına bir
dönüşüm bir hedeftir. “Yüksek teknoloji ürünlerinin
tüm dışsatımdaki payı 2000 yılında % 20’den 2008’de
% 32’ye çıktı.” (İş Mücadeleleri, Müller 1), sf: 10) Buna
paralel olarak “Üretim sanayisinin çekirdek rekabet
yeteneği”nin güçlendirilmesine yönelinmektedir.
Aynı zamanda yeni bir stratejik yönelim amaçlanmaktadır. Çin KP’nin 12. Beş Yıllık Planı (Nisan 2011)
“soğuktan sıcağa” şiarı altında “iç pazarın kapsama
alanının daha da genişletilmesiyle ve “iç tüketimin ekonomik büyüme için esas itici güç haline dönüşmesi”yle
“ısıtılması gereken” “büyük iç talep potansiyeli”ne bel
bağlamaktadır. Bununla ilgili olarak stratejik öneme sahip yeni ekonomik sektörler” in yaratılması ve
“hizmet sektörü”nün “kendi içindeki gelişmesi” nin
hızlandırılması öngörülmektedir. Dünya (ucuz mallar - ÇN) pazarının fabrikası Çin, dünyanın ekonomi
motoru olan dünya gücü Çin’e dönüştürülmelidir. 3)
Çin’in güçlenmekte olan işçi hareketinin gelecek
yıllarda hangi önceden tahmin edilemeyecek olaylarla karşılaşacağını bekleyip göreceğiz. Ama bir şey kesindir: “Devasa” proletarya uyandı, mücadele ediyor
ve kendi gücünün bilincinde örgütlenmeye başlıyor.
Enternasyonal işçi hareketinin içinde bulunduğu bu
duraklama ve zaaflar döneminde bu yüreklendirici
bir gelişmedir. Bizler, bu mücadelelerden öğrenmek
ve proleter enternasyonalizmini canlı tutmak için elimizden gelen her şeyi yapmakla yükümlüyüz.
-------2)
Küresel işçi huzursuzluğunun yeni bir odak noktası olarak Çin, Beverly J. Silver, Lu Zhang, PROKLA,
Zeitschrift für kritische Sozialwissenschaft (Eleştirisel Sosyal Bilim Dergisi – ÇN), Defter 161/2010, S:4,
Sf:605-618
3)
Çin’in 12. Beş Yıllık Planı Üzerine Elçi Bay Wu’nun
Konferansı, 31, 05. 2011, www.botschaft.de
Hukou-Sistemi ve Göçebe İşçiler
Çin’de kadın ve erkek işçilerin durumu üzerine
bilgiler son on yıl içinde her şeyden önce “göçebe
işçiler”in durumu üzerinde durmaktadır. Çoğu kez
onlar “yeni işçi sınıfı” diye adlandırılmaktadır. Onlar kentlerde ve ‘özel ekonomi bölgeleri’nin endüst-
39
güncel
yaratmaktadır.” 4)
Buna karşın burjuva medya ve sosyal bilimciler bugünkü Hukou’yu Mao Zedung dönemi ile bir çırpıda
eşitlemektedirler. Kendilerinin anti-komünizmini
haklı çıkarmak için Hukou’yu tümden bir zorbalık
sistemi olarak mahkûm etmektedirler. Burada gerçek
basitçe ters-yüz edilmektedir.
1978 “Reform ve Açılım Siyaseti”nden beri Hukou-Sistemi. “Reform ve açılım siyaseti” denilenin
uygulamaya başlanmasından buyana Çin’de kapitalist ekonomi çok hızlı bir şekilde gelişti ve bu, kırdan
kentlere güçlü bir göçü beraberinde getirdi. Bugünkü Çin’deki ilk birikim, sanayileşme, kırdan kaçış ve
kentleşme süreci “tamamlanmamış proleterleştirme”
tahlilinde çok doğru bir şekilde anlatılmaktadır: “Küresel işçi hareketlerinin tarihi, bir işçi sınıfının ortaya
çıkışı ve olgunlaşmasının aslında kırsal işçilerin ikinci
ve üçüncü kuşaklarının endüstri kentlerine gelişi döneminde gerçekleştiğini göstermektedir. Acı çekme, sefalet ve çalışma yaşamındaki kapışmalar birinci kuşakta
değil, bilakis onu takip eden kuşakta zirveye ulaştı.
Bu, kır işçilerinin sanayi işçilerine dönüştürülmesi,
ellerinden üretim ve geçim araçları alınarak proleterleştirilmeleri sürecidir. Bu konu dünya kapitalizminin
tarihi boyunca sürüp gitmektedir. -----------4)
Alttan kültür devrimi mi?, Sun Heng ve Lin Zhibin von Matthijs de Bruijne ve Max Jorge Hinderer
ile Röpdrtaj, Express 8/10, Labournet. de, 24. 08. 2010
Sonuçta kadın ve erkek işçilerin kaderi sermaye birikimi sürecine ve kommodifize etme (iş gücünü kullanma) çapına bağlıdır. İşçilerin kullandıkları araçgereçler, işledikleri ham maddeler ürettikleri mallar
ne kendi mülkiyetlerindedir, ne de bunlar onlar tarafından denetlenmektedir. Çin dünyanın fabrikasına dönüştüğünde ve bugünkü sanayi toplumu haline
geldiğinde, küresel kapitalizm tarihinde yaygın olarak
mevcut bir fenomen yinelendi. Çin somutunda özel
olan, kendine özgü proleterleş(tir)me sürecidir: Çin’i
sosyalist sistemiyle birlikte dünya ekonomisine dâhil
etmek için kırsal işçiler kentte çalışmaya, ama kentte kalmamaya zorlandılar. Çin’in yeni işçi sınıfı için
sanayileşme ve kentleşme, birçok köylü kadın ve erkek işçilerin elinden çalıştıkları yerde yaşama olanağı
alındığından, birbirinden tamamen ayrı iki süreçtir.” 5)
Bilgiler
“Özel İktisat Bölgeleri”
40
(İhracat üretimi bölgeleri ve Ekonomi Özel Bölgeleri
olarak da adlandırılıyorlar)
Çin’in beş “özel iktisat bölgeleri”nden ilki
1979-1980’de kuruldu. Üçü Güney Çin vilayeti
Guangdong’da ve biri Guangdong’un yukarısında
bulunan Fujian vilayetinde. Bir diğeri de ada vilayeti
Hainan’da. 1984’te bunlara 14 sahil kenti ve daha sonra doğu sahilinin tümünde, diğerleri eklendi. Şimdi
sayıları yüze varmaktadır. En modern sanayiye ve
ortaçağsal sömürü biçimlerine sahip devasa endüstri
kompleksleri adeta yerden fışkırdılar. Çin devleti bu
“özel iktisat bölgeleri”nde kendisinin vergi-, iş- ve
üretim yasalarını yürürlükten kaldırdı. Vergi ayrıcalıkları ve yatırımlarla bu ”mutluluk müjdeleyici” büyük fabrikalara göç eden milyonlarca göçebe kadın ve
erkek işçiden oluşan ucuz iş gücünün hadsiz-hesapsızca suyunu çıkaran yabancı tekeller imrendirildi.
Bunlara ek olarak “gümrükten muaf bölgeler”, “ekonomik ve teknik olarak kapsama alınan bölge”ler,
“ileri teknoloji- kapsama alınan bölgeler” geldi.
Çin’in güneyinde Guangdong vilayetindeki İnci
Nehri Deltası: Üç büyük ırmak burada Güney Çin
Denizine dökülmektedir. Birçok milyon nüfuslu
kentler, örneğin Guangzhou 11,7 milyon, Dongguan
6,4 milyon, Shenzhen 8,9 milyon, Zhuhau 1,5 milyon,
sanayisel merkezlerdir. Bu bölgede Çin planlamasına
göre önümüzdeki yıllarda dünyanın en büyük metropolleri ortaya çıkacaktır. Milyonluk kentlerin dokuzu 42 milyon nüfuslu devasa büyüklükte bir tek
giga-üretim kentinde birleştirilecektir. Deltanın sağı
ve solunda endüstriyel olarak yüksek oranda gelişmiş “Hongkong ve Macau özel idare bölgeleri” selam
duracaklardır.
Özel iktisadi bölgelerin bir diğer merkezi de doğu
sahilleri vilayetlerinde bulunmaktadır. Bunun ağırlık noktası Şanghay ile birlikte Yangtse-Deltasıdır.
Çin’de Özyönetime sahip Şehirler:
(Kent devletleri) Chongqing 28,8 milyon, Şanghay
23 milyon, Beijing (Pekin) 19,6 milyon, Tianjin 12,9
milyon nüfuslu.
------------Tamamlanmamış proleterleş(tir)me – Bizzat kendisi, öfke ve bugünkü Çin’de köylü kadın ve erkek
işçilerin ikinci kuşağının sınıf eylemleri, Pun Ngai
/ Lu Huilin, Sozial. Geschichte Online 4/2010, www.
5)
stiftung-sozialgeschichte.de
(Sol tarafta Harita) Boylu boyunca Çin’i kapsayan
çaprazlamasına dikey bir yapay Km2 başına düşen
uzmanlaşma ile kadın ve erkek işçilerin kalifikasyonuna gereksinim artmaktadır. Sanayi proletaryasının emek üretkenliği 1990’lı yıllardan beri her yıl
% 10’dan fazla olarak yükselmiştir. “Son on yıl içinde
üretkenlik teknik ilerleme, tesislere yapılan artan yatırımlar, iş gücünün daha iyi eğitilmesine bağlı olarak
büyük çapta artmıştır.“ (İş Mücadeleleri, Müller 1), sf:
10)
İş güçlerinin sıkça iş değiştirmesi bu talebin karşısında durmaktadır. Devlet makamları daha şimdiden Hukou-sistemini yerel ihtiyaca göre uyarlamakta
ve kısmi yumuşatmalar yapmaktadır. Her ne kadar
bunlar sosyal hizmetlerden yararlanma hakkını beraberinde getirmese de, oturma izinleri vermeler artmaktadır. Bununla göçebe işçiler işsizlik halinde derhal köylere yollanmamaktadır. Şimdiye kadar göçebe
işçilerden sadece çok azı sürekli kent sakini oldular.
Hukou-sisteminin devlet tarafından katı bir şekilde
düzenlenmesiyle resmi verilere göre 30 yıl içinde her
yıl 10 milyon insan kır sakinliğinden kent sakinliğine geçmiştir. OECD önümüzdeki 20 yıl içinde kırsal
alanlardan 300 milyon insanın göç edeceğini hesaplamaktadır. Çin KP’nin 12. Beş Yıllık Planı “kentleşme düzeyi”nde % 51,5’lik bir artışı öngörmektedir.
Bu sadece kentlere daha güçlü bir taşınmayı değil,
aynı zamanda her şeyden önce yeni sanayi şehirlerinin yaratılmasını içermektedir. 2) Hukou-sisteminin
gevşekleştirilmesi peyderpey gerçekleşecektir. Oysa o
hâlâ ve daha aşağılanmanın, haklardan yoksun bırakılmanın ve iş gücünün aşırı derecede ezilmesinin bir
aracı olarak varlığını sürdürmektedir. Burjuva gazeteciler ve sendikacılar bile “iki sınıflı işçi sınıfı”ndan
söz etmektedirler.
güncel
nüfus hat çiziliyor. Solda gelişmemiş batı ve sağda
yüksek sanayili doğu.
Doğu sahil bölgesidir. Pasifik Okyanusundan
Doğu-ve Güney Çin Denizi üzerinden kuzeyden ta
aşağıya güneye kadar uzanan uzun bir kıyı şeridi.
Çin’in devasa deniz aşırı limanlarından tüm dünyaya gemilerin boşaltılıp yüklendiği ihraç metaları
için ideal ulaşım yolları. Buna karşın Batı Çin henüz endüstriyel olarak çok zayıf gelişmiştir. Her ne
kadar Çin yüzölçümünün % 70’ini kapsasa da, ekonomik açıdan katkısı sadece %17’dir.
Alman firmalarının yoğun olarak katıldıkları
Çin hükümetinin büyük kapsamlı tasarladıkları “Go-West – (Batıya Git – ÇN) Programı”nın alt
yapı projeleriyle sanayisel gelişmenin burada da
ilerletilmesi öngörülmektedir.
Bu alıntıda “Çin’i sosyalist sistemiyle birlikte dünya
ekonomisine” dâhil etmenin gerçekleştiği saptaması
doğru değildir. Bunun tersi söz konusudur. Sosyalizm
ortadan kaldırılmıştır. Kapitalizmin restorasyonu
sosyalist tumturaklı laflarla süslenmiş ve revizyonist
parti ve devlet yönetimi tarafından gerçekleştirilmiştir. 19. ve 20. yüzyıldakinden farklı koşullarda yürüyen Çin’deki bir “ilk birikim”in kendine özgü süreci
bunda yatmaktadır.
Kırsal bölgelerdeki yoksullaşmayla milyonlarca
köylü iş aramak üzere “illegal” olarak özel bölgeler
ve kentlerin yolunu tutmaktadırlar. Hukou-sistemi
nedeniyle “köylü işçiler” olarak da adlandırılan “göçebe kadın ve erkek işçiler” kapitalistlerin, özellikle
özel iktisadi bölgelerdeki yabancı tekellerin işine gelmektedir: Bunlar en ucuz ve pratikte her türlü haktan yoksun iş gücü konumundadır. Hukou-sistemi,
sömürü ve baskıyı aşırı derecede arttırabilmek için
işçi sınıfının bu kesimine karşı kullanılmaktadır.
“Göçebe işçiler, çalıştıkları kentlerde tıbbi bakım,
konut, işsizlik parası, emekli maaşı, okul, eğitim ve
vatandaşlık hakları vs. gibi sosyal hizmetlerden yararlanma konusunda hiçbir hakka sahip değillerdi
ve bugüne kadar da değillerdir. Onlar sürekli geçerli
oturma izni vs. alamamaktadırlar. Onlar işverenin iş
bulma aracıları / tefecilerinin ve devlet makamlarının keyfiliklerine bütünüyle mahkûm durumdadırlar. Bu belirli bir anlamda, göçebe işçilere karşı bir tür
aparthayd (beyaz ırklıların siyahîlere uyguladığı ırkçı
sistem – ÇN) sistemdir.
Kapitalizmin Çin’de çok hızlı bir şekilde gelişmesi,
iş gücünün giderek artan ölçüde serbest hareket etmesini talep etmektedir. Aynı zamanda teknolojik
Kadın ve Erkek Çin İşçilerinin Durumu
Çin’deki proletaryanın değişik katmanlarını göçebe
işçiler, Joint Ventures’deki (yabancı ve Çinli, özel veya
devlet tekellerinin ortak şirketleri) işçiler, sanayi işçileri ve diğer devlet işletmelerinde çalışanlar oluşturmaktadır. Onların üretimde ve yaşam koşullarındaki
aşırı derecede farklı ekonomik ve yasal konumları
kendisini neredeyse bütün alanlarda gösteriyor: “Göçebe işçiler imalât sanayisinde çalışanların tümünün
neredeyse % 60’ını, inşaat sektöründe 75’ini ve gastronomide hatta % 80’nden fazlasını oluşturuyorlar. D.y.
(diğerlerinin yanında - ÇN) tekstil ve ayakkabı endüstrisi, aynı zamanda elektronik ürünlerinin tüm türleriyle dünya pazarını istila eden devasa fabrika kompleksleri gibi tüm branşlar büyük oranda haklardan
41
güncel
yoksun göçebe işçilerin ucuz işgücünün sömürülmesine dayanmaktadır. Devlet sektörünün şirketlerinde ve
otomotiv endüstrisindeki Joint Ventures’lerde durum
farklıdır: Esas, uzun süreli personel kural olarak Şanghay, Pekin vs. den tüm vatandaşlık haklarına sahip
çalışanlardan oluşmaktadır. Bunun yanında bu şirketlerde büyük bir göçebe işçi ‘tampon’u vardır. (…) Ama
(Hukou – HR)-kuralları, yoksul, az eğitimli göçebe
işçileri, onlar on yıldan beri İnci Nehri Deltası’nda çalışsalar bile aşağılamaktadır. Kozlar eğitim ve parasal
servettir. Sadece seçkin bir kesim süresiz ikamet hakkı
almaktadır.” (İş Mücadeleleri, Müller 1), sf: 16) Aynı
zamanda “işletmeler düzeyinde ve yerellerde işletme
üretim düzeninin büyümekte olan farklılaşması” da
görülmelidir. “Bu kendini sadece ücretler, çalışma
zamanları
ve
çalıştırma koşullarının hem
tek tek sanayi
dallarında
ve
bölgeler arasında ve bölgelerin kendi içinde
gittikçe
daha
güçlü hale gelen
fa k l ı la şma la rda göstermekle
kalmamaktadır.
(İş Mücadeleleri,
Müller 1), sf: 17)
Devlete ait
işletmeler
(SOE)
42
Devlete ait işletmelerin, SOE 6) diye adlandırılanların
büyük bir kesimi özelleştirilmiştir ve bir diğer kesimi “yarı özelleştirilmiştir”. Devlet ikincileri en azından % 51’lik bir hisse ile kontrol etmektedir. Bununla
devlete ait işletmelerin sayısı belirleyici ölçüde azaltılmıştır. Bu alanda çalışanların sayısı buna uygun
olarak güçlü bir şekilde düşmüştür. Bu sayı devlete
ait ve kolektif sektörlerde “ 1995 ile 2003 arasında 112
den 69 milyona” düşmüştür (İşçi Direnişi, Yu 7)). “Beyaz Kitap”a göre 2009 yılına kadar bu sayı 64,2 milyona geriledi. Ne var ki devlet, ekonominin stratejik
olarak önemli dallarında devlet işletmelerini elinde
bulundurmayı sürdürüyor: “Devlet mülkiyetinin denetlenmesi ve idaresi Komisyonunun denetimi altında
bulunan 120 devlet işletmesi petrol ve petro-kimya-sa-
nayisi, demir ve çelik üretimi, elektrik enerjisi, makine
yapımı, telekomünikasyon, hava ve gemi nakliyatı ve
de inşaat ve ticaret alanlarında çalışmaktadır.” 8)
-------6)
SOE – State-owned enterprise (devlete ait işletmeler) in İngilizce kısaltılışı
7)
Çin’de bugün iş direnişi 1989-2009, Au Loon Yu,
Bai Ruixue, 24. 01. 2010, www.labournet.de, “Arbeitswelten China-Deutschland”, (Çin-Almanya iş dünyaları - ÇN ) başlığı altında.
ÇHC’nin Ticaret Bakanlığı, Çin devlet işletmeleri
8)
yılın ilk yarısında ekonomiye yaklaşık 10 bilyon Yuan
katkı sağladılar, german.mofcom.gov.cn, 25. 07. 2011
Ne var ki burada da esaslı değişiklikler oldu:”Büyük
SOE’ler kural olarak devlet mülkiyetinde kalmaktadır. Fakat onlara
kazanç getirici
bir şekilde parça
teslim edenler,
aynı özel şirketlerin ticari bir
biçimde yönetiliyor ve borsada
işlem görüyorlar.
Bu nedenle büyük SOE’lerin
niteliği,
onlar
devlet mülkiyetinde
kalsalar
da, birbirinden
çok farklıdır…
2011’de
devlet
sanayisinin
%
86’sının yapısı
değişti ve % 70’i ya kısmen ya da tamamen özelleşti.” 9)
Özelleştirmelerden kârlı çıkanlar eski müdürler,
menajerler, şirket yönetimleri, parti üyeleri vs. dir. Au
Loong Yu özelleştirme sürecini ‘2002- Çin’deki özel
şirketlerin araştırılması üzerine Rapor’un sonuçları’na
dayanarak şöyle karakterize ediyor : “‘Sistem reform’undan sonra özerk birimlere dönüştürülen şirketlerin, özelleştirilmelerinden sonra, bunların %
95,6’sında, SOE-zamanının eski şirket yönetimleri,
yeni şirketlerin ana yatırımcıları ve yönetim kurulu
başkanı oldular. Bunun bir benzeri (yani parti kadrolarının yatırımcılar ve yönetim kurulu başkanı olarak
’yeniden doğmaları’) önceki belediye ve kentsel kolektif
şirketlerin % 95,6’sında ve köylerdeki önceki tarımsal
işletmelerin % 97’sinde gerçekleşti. Bir diğer önlem ile
nin izlenimleri ve Soru(n)ları, Redaktion Express d.
y., Ränkeschmiede, Uluslar arası İşçi Hareketi Üzerine Metinler, Sayı: 17/2008
11)
Sendikal Hakların Zedelenmeleri Üzerine Yıllık
Toplu Bakış, Çin 2011, IGB, survey.ituc-csi.org
güncel
bir SOE yöneten kişilerin % 60,6’sı ‘sistem reform’una
geçiş sırasında şirketi satın aldılar.” (agy.) Sizin anlayacağınız fabrikaların yeni sahipleri, onların önceki
efendileri olan eski parti ve devlet bürokratlarıdırlar.
Değişen şimdi gem vurulmamışçasına özel kapitalistçe işletebilir ve kârı bizzat kendi ceplerine indirebilir
olmalarıdır. Bunun ezilenlere ceremesi milyonlarca
ve milyonlarca kadın ve erkek işçinin özelleştirme
yüzünden işyerlerini kaybetmesidir.
Eski devlet işletmelerinde kalan işçilerin durumu
özelleştirmelerle kötüleşti. İşyerleri artık güvence altında değildir ve gelecekte ne olacağı belli değildir.
Buna karşın bu işçiler, proletaryanın diğer kesimleriyle karşılaştırıldığında çalışma ve yaşam koşulları
açısından göreceli olarak daha iyi konumdadırlar.
Örneğin 8 saatlik işgünü geniş ölçüde geçerlidir ve
kural olarak devlet makamları tarafından tespit edilmiş eşit iş için eşit ücretler ödenmektedir vs. Buna
karşın bu işletmelerde sömürü ve baskı yapıları inanılmaz derecede rezildir. Ve devlet kendi kimliğinde
birleştirdiği üç fonksiyonla her şeyi sıkıca denetim altında tutmaktadır: “Oysa şimdi devlet partisi tarafından yönlendirilen sendikalar, sınıf çelişkisinin varlığı
resmi olarak kabul edilmeyen ve fakat sömürünün en
vahşi biçimlerinin yaşandığı kapitalizmde ne yapıyor?
Yapılabildikleri yerlerde, yani devlet işletmelerinde ve
yüksek devlet hissesinin bulunduğu Joint Venture’lerde sadece Troyka-geleneğini sürdürüyorlar. Bu kısmen
hatta personel birliği olarak vardır. Aynı adam, bazen de aynı kadın bir şirkette aynı zamanda personel
şefi, parti sekreteri ve sendika şefidir.” (Çin Şantiyesi,
Ränkeschmiede 10), sf: 25)
Durum güncel olarak şöyledir:” Özel ekonomide
esas olarak düşük ücretler, ödenmemiş ücretler ve kötü
çalışma koşulları söz konu iken, özelleştirmeler ve bununla bağıntılı işten atılmalar hâlâ devlet işletmelerindeki iş huzursuzluklarının ana sebebidir.” 11)
İktidar sahiplerinin acımasızlığına bir örnek şudur
: “Ekim 2010 tarihli Zhao Dongmin aleyhine karar –
devlete ait işletmelerin çeşitli özelleştirme süreçlerindeki rüşvetçiliğe karşı direniş göstermesi gereken ülke
çapında bir işbirliğini örgütlediğinden mahkûm oldu.”
“Çin KP üyesi olan ve kendisini bizzat Maoist olarak
-------9)
‘Efendi’den ‘Köle’ye: Bugünkü Çin’de devlet işletmelerindeki İşçiler, Au Loong Yu, Working USA, 14.
12. 2011, Almancası 2012, www.forumarbeitswelten.
de
10)
Çin Şantiyesi, Bir inceleme ve karşılaşma gezisi-
adlandıran Zhao Dongmin bir yıl tutuklu kaldıktan
sonra üç yıl hapse mahkûm edildi.” 12)
2009 yılındaki mücadeleler esaslı bir olaydır. Onların sertliği egemenlerin tavizlere zorladı; kadın ve erkek
işçileri direnişlerinde güçlendirdi ve onlar yerelliğin ötesinde bir önem
kazandı. “İşçiler temmuz 2009’da büyük çaplı yürüyüşler örgütlediler ve Jilin’deki(özelleştirilmek istenen
ÇN ) devlete ait Tonghua Steel Company (Çelik şirketi)
fabrikasında(özelleştirmeye karı ÇN) s grev düzenlediler. Özelleştirmeyi uygulamak isteyen güçlü bir kapitalist şirket olan Jianlong’un en üst menajeri tüm
işçileri işten çıkartmakla tehdit etti. Buna kızan işçiler
onu döve döve öldürdüler. İl valisi ve binlerce silahlı
hazır ve nazırdı, ama müdahale etmeye cesaret edemediler. Daha sonra Jilin vilayeti özelleştirme planından
vazgeçmek zorunda kaldı. Tonghua Çelik işçilerinin
zaferi Çin’in birçok diğer bölgelerindeki işçiler için parlak bir örnek idi. Bir dizi diğer çelik fabrikalarındaki
işçiler de özelleştirmeleri protesto ettiler ve yerel hükümetleri planlarından vazgeçmeye zorladılar. Diğer
illerdeki işçi aktifistleri Tonghua-zaferini kendi zaferleri olarak gördüler ve ‘çok az kapitalistin öldürülmüş’
olmasına üzüldüler.” 13)
İş Disiplini – Fabrika Despotluğu
Sosyalizmin inşası tamamlanmamış olduğu sürece ve
hâlâ devletsel yapıların bulunduğu sürece, sosyalizmde gerçekte kapitalist fabrika disiplinine taban tabana
zıt olan, toplumsal olarak bağlayıcı çalışma kuralları
olacaktır. Mao Zedung’un Kızıl Çin’inde kolektif çalışma, geniş kitle demokrasisi, fabrika komiteleri ve
sendikal örgütlenme, işçi sınıfının çıkarı doğrultusunda fabrikalardaki işin toplumsal olarak örgütlenmesi için güvencelerdi.
Bugünün Çin’inde, hem devlet işletmelerinde ve
hem de özel işletmelerde adeta askeri bir rejim hükmünü sürmektedir. Çince’de bu durum isabetli bir
şekilde “fabrika despotluğu” olarak nitelenmektedir.
Bununla egemen KP ve onun devlet aygıtının yoğun
sosyal-faşist gücü ve zoru dile getirilmektedir. Parti
fonksiyonerleri, fabrika müdürleri ve parti bürokrasisinden gelip gelişen “özel kapitalistler” kesimi bun-
43
güncel
ların tümü fabrikalarda despotluğun aktörleridir.
Gaddar rejim kendisini dayak cezaları, askeri disiplinli talim-terbiye, eziyet etme, parasal yaptırımlar ve
keyfi işten çıkarmalar vb. de kendisini göstermektedir. Bir örnek: “Araştırmada işçilerin % 22,3’ü bir ceza
ödenmesi gereken kusur ve kabahatler katalogunun genişletildiğini ve ceza paralarının yükseltildiğini belirttiler. İşçilerin % 52’si bu direktifleri onaylamadıklarını
söylediler. Bir metal işletmesinde çalışan bir zımbacı
Bay Sun’un şöyle ifade ettiği gibi: ‘Bizim işletme direktiflerimiz önemsiz bir hata için 50 Yuan cezayı öngörüyor; bu örneğin işe bir dakika geç gelmeyi veya kadınerkek gözcülerle sözlü bir tartışma yürütmeyi içeriyor.
Yönetimle ile kavga etmek gibi daha ağır hatalar için
ceza 200 Yuan’a kadar çıkar. Fabrika sık sık uyarılar
yolluyor ve her uyarı bize 50 Yuan’a mal oluyor. Sonraki ikinci ihtarın anlamı çıkıştır…’” (Çin Şantiyesi,
Ränkeschmiede 10), sf: 63) Fabrika despotluğunun ana
hedefi işçiler üzerinde keyfi, gaddar bir rejimi kurmaktır. “Üretimin artması için ön koşul, giderek artan
disiplindir, diyor şirketin (Maersk, konteyner/gemiler
üreten Danimarkalı şirket- HR) felsefesi; bunun için
sürekli büyüyen sayıda direktiflerden oluşan’ işletme
davranış kodeksi’ geliştirildi
-----------12)
2010 Çin’inde Sendikalar: Reformlaşabilir mi?,
hrw tarafından toparlandı, Bilgiler İngilizce dilindeki “ Xi’deki iş hukukçular devlet işletmelerinde yürütülen rüşvetçi özelleştirmelere karşı örgütlenmeler
nedeniyle hapiste”, 10.01. 2011, www.labournet.de, 14.
01. 2011
13)
Çin İşçi Sınıfının Yükselişi ve Çin Devriminin
Geleceği, Dr. Minqi Li, Monthly Review, Şubat 2011,
www.forumarbeitswelten.de
ve bu kodeksin uygulanması amacıyla, özel bir güvenlik şirketinin fabrikayı bu kodeksin uygulanması
için gözetleyen bekçileri görevlendirildi… (…) Haziran 2008’de 73 direktifli komple bir davranış kodeksi
broşür olarak tüm çalışanlara verildi…” 14)
Çin proletaryasının özellikle son yıllarda güçlenen
direnişiyle, fabrika despotluğu artan bağımsız işçi
mücadeleleriyle tehlikeye düşürülmektedir. “Uyum
içindeki iş ilişkileri”ni tehlikede gören Çin KP’si tarafından yasal olarak düzenlenen gevşetme girişimleri
kayıt edilmektedir. Ne var ki, bunlar çoğu kez kâğıt
üzerindedir ve şimdiye dek pratikte hemen hemen
hiç uygulanmamaktadır.
44
Ücret Gelişmesi
Çin’in muazzam ekonomik büyümesine paralel bir
ücret artışı hiçbir şekilde söz konusu değildir. Tersine, GSİÜ’deki ücretlerin payı düşmüştür. Her ne
kadar farklı sayılar verilse de, herkes bu eğilimi anlatmaktadır. Dünya Bankası’na göre 1998’den 2005’e
kadarki zaman dilimi içinde ücretlerin payı % 53’ten
% 41,4’e düşmüştür. www.gong-chao.org ve labournet.de adlı internet sitelerinin verilerine göre hatta
2005’deki ücret payı % 37’ye kadar geriye gitmiştir.
Bunun karşısında kârın GSİÜ’deki payının dramatik
yükselişi durmaktadır. Fakir ile zengin arasındaki
uçurum tasavvur edilemeyecek bir şekilde büyümüştür. “Üretimde ücret ve kâr arasındaki orantı 1990 ile
2005 arasında 1:3,1’den 1:7,6’ya çıkmış(tır).” 15)
Hatta ACGB (Tüm Çin Sendikalar Birliği, devlet
sendikası, bakınız: değerlendirmemiz, HR, S: 59)’nin
bir araştırmasına göre bile, Çinli kadın-erkek işçilerin
% 23,4’ü 5 yıldan beri hiçbir maaş zammı almamışlardır. Asgari Ücret Yasası (Bkz: HR. S: 59) bu ücret
düşüşünü durdurmadı. Asgari ücret aşırı düşüktür ortalama ücretin % 30’u kadar -. Çin’deki bir kadınerkek işçinin ortalama ücreti hâlâ dünya çapında en
düşüklerinden biridir.
Karşılaştırıldığında ABD’de ortalama saat ücreti
yaklaşık 22 ABD-Doları ve Çin’de 1 ABD-Dolarının
altındadır. Bir Çinli kadın-erkek işçi yılda 2200 saate
kadar çalışırken, buna karşın ABD’deki bir kadın-erkek işçi yılda 1610 saat çalışmaktadır. Çinli işçiler en
uzun süre çalışmakta ve en düşük ücreti almaktadırlar. Ama bu ücretlerin hiç artmadığı demek de değil.
Ücretler, özellikle son yıllarda çok yavaş olsa da, arttı
ve artmaya devam ediyor.
“Ücretlerin gelişmesi hakkında gönül rahatlığıyla
dayanılabilecek sayıları bulmak zordur. Nisan 2011’de
yayımlanan Bureau of Labor Statistic’in bir raporuna
göre (Financial Times, 05. 04. 2011) daha 2002 ile 2008
arasında Çin sanayisindeki ücretler ikiye katlanmıştır. Bu bağlamda kentlerdeki saat ücretleri, kentlerde
ortalama 2,40 ASD-Dolar iken, saat başına tamı tamına 0,80 ABD-Centi ödenen kırdan çok yüksektir.
ABD-Raporuna göre sanayi işçilerinin üçte ikisi kırsal endüstrilerde ve üçte biri kentlerde çalışmaktadır.
Özellikle 2006’dan sonra ücret gelişmesinin sürati hem
şehirlerde hem de kırsal bölgelerde hızlandı. Asgari ücretlerin yükseltilmesi ve 2008’deki İş Sözleşmesi Yasası
gibi yasal değişiklikler son yıllarda ücretlerin genel olarak daha da artışına katkı sağladı .” (İş Mücadeleleri,
Müller 1), sf: 9)
Çalışma- / Yaşam Koşulları
Hayat koşulları kısaca şöyle anlatılabilir: Düşük
ücretler, muazzam çapta ödenmeyen ücretler, uzun iş
günleri, aşırı yorgunluk, sayısız kazalar, yüksek derecede zehirli iş çevresi, işyerinde hiç olmayan güvenlik
önlemleri, insanlık dışı işçi yurtları, berbat iaşe, kölelik benzeri koşullar, keyfi işten çıkarmalar, “davranış
kodeks”ine uymama nedeniyle dayak ve para cezaları
gibi yaptırımlar, formen/taşeron şirket sahibi tarafından şiddete maruz kalma, kadın işçilere karşı cinsel
şiddet vs. Ama gerçeğe yakın bir tablo yapmak için
bunlar kesinlikle yetmez. Bu nedenle hem kadın-erkek işçilerin çeşitli deneyim raporlarını ve hem de
medya bilgilerini sunacağız. Bu ifadeler gerçekten
bunlara bizzat kanıttırlar.
Kadın-erkek Göçebe İşçiler: “Ulusal İstatistik
Bürosu’nun bir anketine göre onlar (göçebe işçiler –
ÇN) haftada ortalama 6,3 gün 8- 9 saate kadar çalışmaktadırlar. Yüzde 46’sının bir iş sözleşmesi yoktur;
yüzde 50,1’i fazla mesaisinin parasını almamakta ve
yüzde 14,9’u sıkça aylar boyu veya boşuna ücretlerinin
ödenmesini beklemektedirler.” 16)
“Özel sektördeki milyonlarca iş göçmeni için devlet
kararnameleri çok seyrek uygulamaktadır ve despotluk
çok daha rezilcedir. Yabancı yatırımlar uğruna çetin
rekabet içinde bulunan yerel hükümetler iş sözleşmeleri, asgari ücretler, fazla mesailerin ödenmesi, tatil/dinlenme günleri, toplam çalışma saatleri ve iş güvenliği
hakkındaki devlet yönetmeliklerinin altlarının oyulmasında yabancı sermayeyle işbirliği yapmaktadırlar.
İş göçmenlerinin sefaleti için en belalı göstergeler ‘aşırı
çalışmadan ötürü ölümler’ ve çok yaygın olan ‘ ücretlerin ödenmemesi vakaları’dır.” (Birden Ortaya Çıkış,
P. Ngai 17), Sf: 199)
Ödenmeyen Ücretler: Ücret ödemelerinin keyfi
bir tarzda geciktirilmesi, azaltılması veya hiç öden-
memesi Çin iktisadında “kitlesel bir fenomen”dir.
“Daha birkaç yıl önce yollara düştüm ve birkaç düzine
küçük ve büyük inşaat şantiyelerinde çalıştım. Yaşam
koşulları bazen iyi, bazen kötüydü. Buna herhangi bir
şekilde katlanılabilir. Ama sonra bir sezon veya bir yıl
çalışıyorsun ve bunun için hiçbir ücret almıyorsun.
Buna hiç kimsenin katlanacağını sanmıyorum. Resmi
iş dairesine gidersen, iş sözleşmesi imzalamadığından
hiçbir şey yapamayacaklarını sana söylüyorlar. Sonra
bir yürüyüş örgütleyip sokağa çıkıyor veya hükümete
gidiyorsun, resmi iş dairesi ve polis müdahale edip diyor ki: ‘Bunu yapamazsınız, bu illegaldir. Ücretlerinizi
talep etmeniz için legal araçları kullanmalısınız.’ Resmi iş dairesi, iş sözleşmeleri imzalamadığımız gerekçesiyle kendisini bir köşeye çekiyor. Yani işin tümden duman! Kendimize firmamızın sözleşmeli çalışanlarda
olduğu gibi, ücretimizi ne zaman nihayet ödeyeceğini
soruyoruz.?” (Birden Ortaya Çıkış, P. Ngai 16), Sf: 45)
Bu yaklaşım şirket sahiplerine bir diğer “ekstra kâr
yaratıyor: “Tüm ödenmeyen ücretlerin toplamı geçmiş
yıllarda 100 milyar Yuan (10 milyar Avro)çıkmış olabilir. (Karşılaştırınız: FAZ, 17. 08. 2005)” (Çin Şantiyesi,
Ränkeschmiede 10), sf: 25) Bu toplam miktar son yıllarda düşmedi, bilakis daha da yükseklere fırladı.
Sosyal Sigorta: Sanayi işçileri ve kadın-erkek işçilerin sadece devlet işletmelerinde çalışan küçük bir
tabakası sosyal sigortalıdır. Köylüler, emekçi kırsal
nüfus ve kadın-erkek göçebe işçiler şimdiye hiçbir
sosyal sigortaya sahip değildirler. Bu, emekçiler için
yaşlılıkta çok daha büyük sefalet ve işsizlik ve de daha
düşük bir hayatta kalma beklentisi demektir. Bu ise
devlet ve sermaye için onların ne emeklilik-, ne hastalık- ve ne de işsizlik sigortasını finanse etmek zorunda kalması anlamına gelir. Devlet bununla kârlardan
elde ettikleriyle devasa yatırımlar yaparak çok hızlı ekonomik büyümeyi finanse edebildi ve “sosyal
harcamalar”-tarafını bütünüyle ihmal edebildi. İhracat Üretim Bölgeleri (EPZ)’nin en önemlilerinden
birinden bir
--------16)
Çin’in “üç dünyası”, www.amnesty.ch/de, Peking
2008,
17)
İkinci Kuşağın Birden Ortaya Çıkışı, Pun Ngai /
Ching Kwan Lee v.d., Assoziation A, 2010
örnek:”Shenzhen’deki tüm işçilerin yaklaşık %
60’ının bizim konuştuğumuz STÖ’nün verilerine göre
sosyal sigortası yoktur. Nüfus hemen hemen istisnasız
çok gençtir, daha yaşlılar çevrede görülmemektedir.”
(age., sf:26) “Kentler ve kırsal alandaki ikamet eden-
güncel
Önce değinilen Çin KP’nin güncel 5 Yıllık Planındaki siyaset değişikliği ile ihracat ekonomisine bağımlılığın azaltılmasına ve iç pazarın güçlendirilmesine yönelinmektedir. Bunun için, Çin içerisindeki
tüketimin teşvik edilmesi gerekmektedir. Bunun bir
yolu ücretleri yükseltmektir.
--------14)
Direniş: İşletmesel ve sendikal gelişmelerin görünüşleri, Helmul Weiss, labournet.de, 15. 07. 2009
15)
Hazır bulunan kitle olarak kadın-erkek işçiler –
Ekonomik inişte Çin Çalıştırması, Au Loong Yu, 05,
01. 2009, www.labournet.de
45
güncel
46
ler” için emeklilik-, hastalık- ve işsizlik sigortalarını
zorunlu kılan yeni bir sosyal sigorta yasası 1 Temmuz
2011’de yürürlüğe girdi. 18)
Bu yasa yerli ve yabancı işverenler için bağlayıcıdır. “Prim ödeme miktarı” birçok yasada olduğu gibi
“ kendilerinin yetkili bulunduğu bölgenin ekonomik
durumu dikkate alınarak yerel makamları tarafından
her somut duruma göre farklı tespit edilecektir.”19),
yani keyfiliğe terk edilmiştir. Özellikle yabancı tekeller bu pasajı yere göğe sığdıramamaktadırlar. Firmaların sosyal sigorta primlerinin kolayca üstüne
yatmaları hâlâ uygulanan pratiktir. Bu nedenle Quingdao/Shandong’daki bir lastik fabrikası işçileri grev
yaptılar. (Macao Daily 10. 01. 2012, www.umwaelzung.
de)
Çalışma Zamanı: Bu konuda kapitalizm öncesiköle çalıştırıcı koşullar hüküm sürmektedir. Korkunç
koşullardan etkileyici bir tablo vermek için bir dizi
somut anlatımları aktarıyoruz: “İhracat üretim bölgelerinde (EPZ) çalışanlar günde 12 ve 14 saat çalışıyorlar. Acil siparişler varsa, 8’den 22’ye kadar iş günleri
olağandır veya hatta bazen sabah 2’ye kadar sürmektedir. Birçok çalışanın ayda sadece bir ya da iki güne
dek boş günü vardır ve bazen de hiç. Bu yasal olarak
geçerli çalışma zamanını çok aşmaktadır. Çalışanlar
böylesi ağır çalışmanın üstesinden hemen hemen hiç
gelememektedirler. Lakin fazla mesai yapmayı reddederlerse, işten atılırlar.” (İşçi Direnişi, Yu 7)) “B fabrikası cep telefonları için parçalar imal ediyor… Kadınerkek işçiler günde on bir saatlik çalışma için yönetim
tarafından tek taraflı olarak saptanan kotaya ulaşmazlarsa, ertesi gün ücretsiz olarak fazladan çalışmak
zorundadırlar.” (Çin Şantiyesi, Ränkeschmiede 10), Sf:
87)
“Kadın-erkek inşaat işçileri sıkça işlerinin zorluğu üzerine konuşuyorlar. Onların çalışma zamanları
çoğu kez düzensizdir. Günde on üç veya on dört saat
çalışma normdur, yalnızca kışın hava daha erken karardığından bazen de daha kısa çalışılmaktadır. (…)
Hubei’dan 57 yaşında bir inşaat işçi olan Pan, Mart
2009’da üç ay boyunca ara vermeksizin, boş günsüz
ve ücreti ödenmeden çalıştı. Kendisi ile aynı şantiyede
çalışan iki erkek kardeşi Pan’ın bir akşam işten sonra
yurda geri geldiğinde kendisini çok hasta hissettiğini
anlattılar. Ertesi gün ayağa kalkıp işe gidemedi; ama
hastane için parası yoktu. Her iki kardeşi ona bakmak
için saat 11.30’da geri geldiklerinde Pan’ın her tarafı
tir tir titriyordu ve suratı morarmıştı. O hastaneye vardıktan kısa bir süre sonra saat 13.30’da öldü.” 20)
“Çin’de genç kadın ve erkekler günde 10’dan 13 saate
kadar, haftada 6 ile 7 gün arasında, haftada 60 ile 90
saat arasındaki öldürücü bir çalışma zamanıyla Disney çocuk kitaplarını üretmeye zorlanmaktadırlar.” 21)
“İş çok yorucudur. Bizim hatta saatte 800- 1200 civarında bilgisayar havalandırıcısı üretmemiz istenmektedir. Her bir iş adımı için sadece birkaç saniye
zamanımız var ve bu hareketi günde bin kez
----------18)
Biz bu yasayı, göçebe kadın-erkek işçilerin hâlâ
sosyal sigortalardan dışlandığı şeklinde yorumluyoruz. Çünkü onlar şehirlerde çalışmalarına karşın
“kentlerin sakinleri” değildirler. Kırsal bölgelerde
ikamet kayıtlıdırlar, ama buna rağmen orda çalışmamaktadırlar. Bu yasanın pratikte nasıl uygulandığı
hakkında henüz bilgilere sahip değiliz.
19)
Yeni sosyal sigorta yasası yürürlüğe giriyor, China Briefing, 13. 03., Jan Kwee, www.china-zentrum.de
20)
Şiddet Kültürü. Sosyalizm Sonrası Çin’de Taşeron Şirketler Sistemi ve kadın-erkek İnşaat İşçilerinin Kolektif Eylemleri, Pun Ngai ve Lu Huilin, Forschung, Sozial. Geschichte Online Heft 5/2011, Sf: 56
21)
Disney’in çocuk kitapları Çin’deki genç kadınerkek işçilerin kanı, teri ve gözyaşları pahasına imal
edilmektedir, İngilizce Metin, Çin’de Çalışma Koşulları, 19. 05. 2005, labournet.de
tekrarlamalıyız. Ayakta çalışmaktan gerçekten nefret ediyorum. Normal olarak her gün 12 saat boşunca
ayakta durmak zorundayız. İşten sonra bacaklarımı
hiç hissetmiyorum ve bana adım atmak bile zor geliyor.” (Birden Ortaya Çıkış, P. Ngai 17), sf: 88) Sacom,
Hongkong’da bir STÖ, Foxconn/Apple devasa holding’ini şöyle teşhir ediyor: “i-köleler iPhones üretiyorlar.” Zhengzhou’daki yeni Apple fabrikasından
genç kadın-erkek işçiler TAZ-Röportajında şöyle
yakardılar: “Fazla mesailerin sayısı yasal limitin çok
üzerindedir. Yasa ayda 26 fazla mesai saatine izin verirken, 80’den fazla mesai saatleri kuraldır.” 22)
Konut Koşulları: İnsanlık dışı kitlesel barındırma
burada paroladır: “Kadın-erkek göçebe işçiler sıkça
‘3’ü 1-sistemi içinde” ye göre yaşamaktadırlar. Fabrika, depo, yurt aynı alanda. Göçebe işçilerin ücretlerinden barınma, su, elektrik, iaşe veya üretimde kusurlu
davranış için kesintiler yapılmaktadır. Dört kişinin
oturduğu ve yaklaşık 400 Yuan’a mal olan 40 m2-lik
bir daire tipiktir. Oysa çoğu kez bir dairede 6-8 kişi de
oturmaktadır.” (Çin Şantiyesi, Ränkeschmiede 10), Sf:
25) Ne var ki bu konut olanakları “uyku salonları”
denilenler karşısında hâlâ cennet gibidirler! “Uyku
Sosyalizmde Model İşçiler ve Kapitalizmde
“Karşı” Model
“Model İşçinin Dönüşen Tarihi”
(…) Otuzlu yıllardaki sosyalist ideolojiye göre, reform döneminden önce, emekçiler ‘ülkenin efendisi’
idiler ve en büyük onur kadın-erkek işçilere aitti...
Devlet, ‘üç farklılığı’ her şeyden önce bunlardan kafa
ve kol emeği arasındaki farkı ortadan kaldırmaya ve
feodal meslek loncalarının meşruiyetini kaldırmaya
çalıştı. 1960’lı yıllarda kadrolara ve aydınlara bile doğru sınıf duyarlılığı öğretildi. Onlar alt kesimlerde çalışan insanlardan öğrenmeli ve bizzat kendilerini değiştirmeliydiler. O zamanlar egemen olan ideolojiye göre
devletin tüm vatandaşları – yaptıkları işten bağımsız
olarak – inşaya ve sosyalist modernleşmeye bir katkı
sağladılar. Devlet, insanların bilinçlerini yeniden biçimlendirmeye çalıştı ve her ne kadar devrim işin paylaşılmasını talep etse de, ama bunun üst ve alt, önemli
ve önemsiz şeklinde bir ayrım olmadığını ilan etti. İş
ne kadar zahmetli ve ağır ise, o bir o kadar saygı değer
olmalıydı. Bu nedenle bu dönemde tuvalet çukurlarını
temizleyen bir işçi Shi Chuanxiang ondan öğrenilmesi
gereken bir örneği oluşturdu.
(…) O andan itibaren Shi Chuanxiang ülkenin tümünde meşhur olan bir model işçiydi. ‘Halk Gazetesi’
ve diğer haber medyaları onun faaliyetleri hakkında
haberler verdiler. Bu haberler onun yaklaşımını ve çetin çalışmaya ve meşakkatlere katlanmaya hazır olmasını takdir etti. Shi Chuanxiang 1964 yılında Üçüncü
Ulusal Kongre’ye seçildi ve 1966 Ulusal Bayramından
önce kutlamalar için Pekin-Delegasyonunun yönetmen yardımcılığına layık görüldü. Bizzat Mao Zedung
onu birkaç günlüğüne Zhongnanhai’ye davet etti.
Ulusal Bayramda Shi Chuanxiang, kutlamalara katılmak için özel misafir olarak Tian’anmen-Kapısına
çağırıldı. (…)
Shi Chuanxiang hiç de münferit bir olay değildi. Sosyalist inşa zamanında ülkenin tümünde birçok model
işçiler, çoğu kez kol emeğiyle çalışan ve üretim cephesinde cesaretle mücadele eden basit insanlar vardı. Shi
Chuanxiang tuvalet temizlikçisi, Wang Jinxi petrol işçisi, Meng Tai çelik işçisiydi. Onların işyerleri istisnasız en kötüleriydi ve en ağır ve meşakkatli görevleri yerine getirdiler. Devlet onları bizzat kendilerinin ve en
alttaki işçi kesimlerinin takdir edilmesi olarak model
işçiler haline getirdi. O zamanlar hâkim olan değer tasavvurlarına göre fiziksel çalışma olağanüstü derecede
saygıdeğerdi. Her ne kadar bu değer yargılarının kitlelerin bilinçlerinde derinlemesine pekiştiğine inanmak
saflık olsa da, bu düşünceler kuşkusuz rüzgârın yönünü belirledi; kadın-erkek işçilerin sosyal konumlarının
yükselmesine katkı sağladı ve kendilerine verdikleri
değer hissini güçlendirdi.
(…) Sadece işçilerin saflarından bazılarının devlet
tarafından eğitilmesi ve yönetici kadro haline gelmelerinin teşvik edilmesiyle yetinilmedi; aynı zamanda
devlet, yönetici kadroların ideolojik eğitimine onların
çalışmaya katılmalarını zorunlu tutarak ve buna karşı
güncel
Salonları kural olarak birim başına 5 000 ile 10 000
arasında kadın-erkek işçileri barındırmaktadırlar. Bu
kampların üzerinde bulunduğu alanlar sıkça bir Avrupa büyük şehri büyüklüğündedir...” 23)
“Çin ili Hebei’de Luancheng bölgesindeki
Shijiazhuang’da - 14 – 17 yaşları arasındaki – beş kız
daha 23. 12. 2004 tarihinde bir tekstil fabrikasının
fabrikaya ait uyuma odalarında kendilerinden geçtiler. Kötü ısıtılan odalarda kendilerini ısıtmak amacıyla metal kovalarda tutuşturdukları odun kömürü ateşi
bunun sebebiydi. Bulunduklarında patron hekim çağırmadı, bilakis onları biran önce başından def etmek
için bir krematoryuma götürttü…” 24)
Uyku salonlarında ve yurtlardakine ‘alternatif’
barındırma büyük kentlerdeki tamamen perişan
durumdaki baraka- gecekondu semtleridir. Bunlar
çoğunlukta iş tefecileri tarafından çalıştırılmakta ve
fahiş fiyatlarla kiralanmaktadırlar.
Kentlerde ve özel iktisat bölgelerinde legal yaşayan
kadın-erkek işçiler için, gemi azıya almış emlak spekülasyonları nedeniyle ödenebilir konut mekânı neredeyse hiç yoktur. Mevcut kentsel konutların % 80’i
tez elden özelleştirildi. Emekçilerin özel ve kolektif
mülkiyetinde bulunan eski işçi semtlerinin zorunlu
tahliye edilmesi ve el konulması vasıtasıyla konutsuzluğun artması sürmektedir. Emekçilerin metropollerde devlet bürokratları ve inşaat şirketi sahiplerinin
keyfiliğine ve gaddarlığına karşı bu konudaki geniş
direnişi ortaya çıktı.
------------22)
03. 01. 2011 tarihli TAZ (Almanya’da bir günlük
gazete – ÇN)
23)
Dagognmei: Çin Ekonomi Mucizesinin arkasına bir Bakış, de.internationalism.org/book/export/
html/1701
24)
labournet.de, Çinli kadın göçebe işçiler canlı
canlı gömüldüler, 15. 03. 2005, Çin İşçi Bülten’inde
İngilizce Haber, 02. 03. 2005, Kaynak: Human Rights
China (İnsan Hakları - Çin – ÇN)
47
güncel
48
işçileri de yönetime ve idareye katarak ideolojik olarak eğitmeye büyük değer verdi. Birlikte yemek yemek,
oturmak ve çalışmak ile kadroların bürokratlaşması
ve ayrıcalıklaşmasına karşı mücadele edilmeliydi ve
onlara proleter bir duyarlılık öğretilmeliydi. Kısaca bütün sosyalist dönem sırasında basit işçiler özel saygıya
layık görüldüler.
Bugün otuz yıl reformlar ve pazar ekonomisinin yoğun bir şekilde genişletilmesinden sonra egemen toplumsal değer yargıları tersine dönüştü. Çalışma gittikçe daha az takdire şayan bulunuyor ve iş gücü salt bir
meta, dahası bir de olağanüstü ucuz bir meta haline
geliyor.
Model işçiler unvanı bugün hâlâ veriliyor ve hâlâ
saygı değer olarak geçerlidir, ama bunun seçimi için
kriterler değişti. 1997’de özel şirket sahipleri de potansiyel model işçiler kategorisine alındı. Buna göre gittikçe daha fazla özel şirket sahipleri, devletin yönetici
güçleri ve eğlence branşından ve sporun starları bir
model işçi unvanını aldılar.
Buna karşın basit işçilerin itibarı çok hızlı bir şekilde
düştü. Onların çetin çalışması şimdi açık bir şekilde
değer kaybetti ve onlar toplumun gözünden düştüler.
‘Model İşçi’ unvanıyla işçi sınıfının önemi öne çıkarılmalıydı; buna karşın özel şirket sahiplerinin ‘model
işçi’ olarak seçilmesi bütünüyle saçmadır. Tanınmış
ekonomi bilimcisi Yiao Zhuoji’ye göre şirket sahipleri
işi örgütlemek ve yönetmek görevine sahiptirler; onların işi basit işten on, yüz ve hatta bin misli daha değerli
olabilen kompleks bir faaliyettir. …
Kapitalist, pazarda ne kadar fazla para gerçekleştirirse, onun faaliyeti basit iş ile karşılaştırıldığında, o
ölçüde daha önemlidir.”
İkinci Kuşağın Birden Ortaya Çıkışı,
Pun Ngai / Ching Kwan Lee, sf: 29-32
Yemek Temini: Pahalı ve kötü. Yenilir yutulur cinsten olmayan zıkkım için ücretten kesintiler. “Konut
koşulları zaten kötüydü, ama iaşe daha da kötüydü.
Şantiyede kadın-erkek işçiler ancak taşeron firmanın
kantininde yemek yiyebiliyor. İşçiler ayda yalnızca 100
veya 200 Yuan bir avans aldıklarından burada sadece gıda maddeleri markaları kullanabildiler. Pekin’de
Mailanwa çevresindeki bir şantiyede işçiler
İyice kızgın idiler… Onların memleketlerinde böylesi bir
yemek domuzlara veya köpeklere bile verilmezdi. Şef
pazardan bozulmuş sebzeleri toplar ve sonra onları
pişmeleri için tencereye atardı… Başka bir şantiyede
binden fazla işçi tek bir su ısıtıcı ile yetinmek zorun-
daydılar.” (Birden Ortaya Çıkış, P. Ngai 17), sf: 28)
İş Kazaları: “2005 yılında batılı tahminlere göre
Çin’de, bunların yaklaşık 10.000’i madenlerde gerçekleşen, 100.000 civarında ölümcül iş kazası vardı. Bu,
şimdiye kadar bir ülkedeki en büyük kurban sayısıdır.”
25)
“Çin hükümetinin resmi kaynakları, 200 milyon
civarındaki Çinli işçinin tehlikeli çalışma koşullarında çalıştıklarını belgeliyor. Çin’de her yıl bunlarda
100.000’nin üzerinde insanın öldüğü, yaklaşık 700.000
ağır iş kazası vardır.” (Yükseliş, Dr. Minqi Li 13))
İş kazaları Foxconn gibi HighTech-firmalarında,
özel iktisat bölgelerinde de gündemdedir. Foxconn,
bunlardan 1 milyonu Çin’de olmak üzere 1,2 milyon
çalışanı ile dünyanın en büyük sipariş imalatçısıdır.
Foxconn Honhai / Tayvan (Milliyetçi Çin – ÇN) grubuna aittir. Ana müşterilerinden biri Apple’dir. Şaşaalı live-style iPhone ve iPad2 Apple Chengdu’daki
fabrikada üretilmektedir. 100.000 çalışanlı bu Foxconn-fabrikasında 20 Mayıs 2011 tarihinde ağır bir
patlama meydana geldi. Üç işçi öldü ve 15 işçi kısmen
ağır yaralandı. “Apple derin üzüntüsünü bildirdi.” 26)
Bu nasıl bir sinizm! Çünkü daha 2010’da Apple’nin
çok ucuza ürettirdiği bu holding manşetlere çıkmıştı.
2010 yılı başından beri 12 kadın-erkek işçi korkunç iş
baskısı nedeniyle intihara teşebbüs ettiler. 10’u öldü.
Foxconn kamuoyunun baskısı nedeniyle Haziran
2010’da ücret zamlarıyla buna tepki gösterdi. Chendu’daki infilakın gösterdiği gibi temelde hiçbir şey
değişmedi.
Haktan Yoksunluk, Keyfilik, Kadın İşçilere Karşı
Şiddet
----------Kâr açgözlülüğü gaddarca canlara kıyıyor, G.
25)
Steingart, 13. 09. 2006, spiegel.de/wirtschaft/0,1518
26)
Kaza: Foxconn’daki patlama üç işçiyi öldürdü,
Achim Sawall, golem.de, 23. 05. 2011
Göçebe kadın işçilerin durumu Çin KP’nin parti
propagandasının kofluğunu gösteriyor. Kadın ve erkeklerin eşitliği ve hak eşitliği ile ilgili şiarların hepsinin içi boş ve yalandırlar. Özel İktisat Bölgeleri’ndeki
“dünya markası fabrikalar”da her şeyden önce genç
kadınlar en berbat koşullarda çalışmaktadırlar. Dahası sanayi, inşaat, tekstil, gastronomi, ev-işleri ve diğer branşlarında da kadın işçilerin en düşük ücretleri,
en az hakları vardır ve onlara cinsiyetçi ve onur kırıcı
davranılmaktadır.
“… Shenzhen’deki bir elektronik fabrikasındaki
kadın işçi şunları söyledi:’Birinci işyerimde ilk öğren-
nin baskısına boyun eğdiler; bu yükümlülüğü imzaladılar ve parmak izlerini verdiler.” 29)
-----------27)
Shenzhen’de Uyku Salonu Kapitalizmi, Pun
Ngai, Perspektifler, Sayı 3/2011, “Made in China”dan
Özet, Pu Ngai 2005, www.perspektiven-online.at
28)
Ayaklarla…, Sarah Bormann, Johanna Kusch,
Çin’in HighTech Sweatshops Araştırması Üzerine,
Express, 1/2009, Sf: 15
29)
Çinli kadın işçilerin insanlık onuruna saygılı
olun! Ole Wolf Firmasındaki iş mücadelesinden haberler, Liu Jian, “Çinli İşçiler”, ACFTU (Tüm Çin
Sendikalar Birliği)’nin aylık dergisi’nden, 6/2010, Almanca labour.net.de, 20. 07. 2010
Seks endüstrisi 30 yıl kadar önce ortaya çıktı ve patlama yaptı. Birçok göçebe kadın işçi “hostesler” olarak, yani fahişe olarak çalışmaya zorlandılar. “Dalian… kadın iş göçmenleri için bir çekim merkezi haline
geldi. ‘Gezginci nüfus’un en muhafazakârca tahminine
göre Dalian’da 1998 yılında yaklaşık 300.000 kadınerkek göçebe işçi vardı (Zhang 2001:142). … Kent polis
şeflerinden birine göre Dalian’da 4.000 gece kulübü,
saunalar ve Karaoke-barları vardır ve o, kentin tüm
kadın göçmenlerinin yüzde 80’inin orada hostes olarak çalıştıklarını tahmin etmektedir. Herhalde biraz
abarttı, ama onun bu tahmini kadın göçmenlerin büyük bir bölümünün bar hostesleri olarak çalıştıklarını
en azından varsaydırıyor. Çin’in seks sanayi iktisadi
reformların sonucu olarak ortaya çıktı. Mao-döneminde fahişeler eğitilmek üzere çalışma kamplarına
yollandılar. Çin Komünist Partisi 1958 yılında fuhşun
bertaraf edildiğini gururla dünyaya duyurdu ve bu
başarıda Çin’in çağdaş bir ulusa dönüşümünün bir
sembolünü gördü. 1978 ekonomi reformundan sonra
devlet daha hoşgörücü bir tutum aldı ve gece kulüpleri
ve diğer eğlence mekânlarının geri dönüş yolunu açtı.
Onlar reform-döneminde, Mao-döneminden geriye
kalan her türlü çağrışımdan kaçınmak için Karaoke
barları, Karaoke-Plaza-ları veya liange ting (kelimesi
kelimesine: Şarkı söyleme-Egzersizleri-Holleri) olarak
adlandırılmaktadır. Barlar ağırlıklı olarak orta yaşlı iş
adamları, hükümet memurları, şirket sahipleri, yeni
zenginler, polisler ve yabancı yatırımcılar tarafından
ziyaret edilmektedir.” (Birden Ortaya Çıkış, P. Ngai 17),
sf: 134-135)
Sonuç: Kötü çalışma koşulları üzerine istenildiği
kadar alıntı yapabilir ve bilgi verilebilir. Özü itibariyle hiçbir şey değişmeyecektir. 1970’lerin sonundan
1990’ların sonuna kadarki zaman dilimi ile karşılaş-
güncel
diğim şey, benim hiçbir hakka sahip olmadığım idi.
Patron senden çıkıp gitmeni talep edebilir ve senin hiçbir hakkın yoktur.’” (Sona Ermemiş Proleterleşme, P.
Ngai 5), Sf: 52)
“EPZ (İhracat Üretim Bölgeleri)’ndeki kadınların sayısı erkeklerinkini çok aşıyor. Bu ise kadın çalışanların
bir eş bulmalarını zorlaştırıyor. Bunun dışında ayrıca
bazı fabrikalarda,’ kadınlar evlenirlerse, işi bırakmak
zorundadırlar, kuralı geçerlidir.” (İşçi Direnişi, Yu 7))
“Bu uyku salonu biçimi, genç kadın işçilerin tipik
tarzda bir araya gelişini düzenleyen bir politik ekonominin ürünüdür. Bu insanlar ailelerinden, memleketlerinden ve kendilerinin normal alışkanlıklarından
koparılmış bir şekilde işyerine yoğunlaşmış ve kendi
şahsiyetlerini bütünüyle boyunduruk altına alan ve
onları üretimin araçları haline düşüren egemen yasalara tabi olarak yaşamaktadırlar.” 27)
“Başka bir kadın işçi şunları anlatıyor: ‘Bazen duş
almaya sıramın gelmesini beklerken, birden yatakta
uykuya dalıyordum. Ben öylesine yorgundum. Yeniden
uyandığımda artık ertesi sabah olmuştu ve ben hemen
işe gittim.” 28)
“Fabrika tesisi girişinde on dakika kadar sohbet ettik. Patron bizi gördü ve işletme yönetmenine yöneldi.
Fabrikaya geri döndüğümde bana hiçbir şey sormadan
sadece ‘yarın artık gelmek zorunda değilsin’ dedi. Sonra bana işi bulan köyümden arkadaşa bana çıkış verildiğini anlattım. Yedi gün çalışma için 49 Yuan almam
gerekiyordu. Arkadaş, bana ‘bir de para istemeye yelteniyorsun! Para cezasız kurtulduğuna sevinmelisin!’
dedi” (Sona ermemiş Proleterleşme, P. Ngai 5), Sf: 51)
Yantai / Shandong ilindeki Ole Wolf (Danimarkalı
çok uluslu Elektronik Holding) Firmasına karşı dört
yıllık iş mücadelesinde kadın işçiler, onları keyfiliğin
her türüne teslim eden şu yükümlülüğü imzalamaya
zorlandılar: “Firma yönetimi 14 Ekim’de geride kalan
kadın işçileri aşağıdaki içeriğe sahip yazılı bir ‘yükümlülüğü’ imzalamaya zorladı: ‘Bu yazı ile Ole Wolf Firmasındaki işe alınmam sırasında firma yönetiminin
her türlü direktiflerine istisnasız uymayı ve muntazam iş sürecini rahatsız eden hiçbir eyleme (grev dâhil)
gerçekleştirmeyeceğimi garanti ederim. Ayrıca işletme
düzenini ihlal etmeyeceğimi garanti ederim. Bir ihlal
halinde ortaya çıkan zararı mali olarak telafi etmek
zorunda olduğumu, ağır bir ihlal halinde bunun sonucunun buna karşı hiçbir şekilde itiraz edemeyeceğim
bir işten atılma olabileceğini kabul ediyorum. Ben bu
yazıda belirtilen noktaların hepsini garanti ediyorum’
Hiç de az sayıda olmayan kadın işçiler firma yönetimi-
49
güncel
tırıldığında, ekonomik gelişmeye bağlı olarak, ama
her şeyden önce mücadeleler, protestolar veya grevler aracılığıyla çalışma koşullarının ve ücretlerin çok
yavaş da olsa biraz iyileştiğini tespit edebiliriz. Tüm
asgari ilerlemelere rağmen çalışma ve yaşam koşullarının eskiden olduğu gibi şimdi de sözcüğün en gerçek anlamında modern kölelik olduğunu yine saptamalıyız.
Ezilen Cinsiyet - Kadınlar
Resmi Çin parti ve devlet propagandasına göre
Çin’de kadınlar erkeklerle “eşit haklar”a sahiptir. Çin
HC’nin Anayasası’nda 48. maddede şunlar teminat
altına alınmıştır:”Çin Halk Cumhuriyeti’ndeki kadınlar siyasi, ekonomik, kültürel ve toplumsal yaşamın ve
aile yaşamının tüm alanlarında erkeklerle eşit haklara
sahiptirler. Devlet kadınların hak ve çıkarlarını korur;
erkek ve kadınlarda eşit işe eşit ücret
ilkesini uygular ve
kadın kadroların
yetiştirilmesi ve (seçilip) tercih edilmesini sağlar.” (www.
verfassungen.net/re/
verf82.htm) “Kadın-
50
ların Hak ve Çıkarlarının Korunması
Yasası” veya “Kadınların Gelişmesi İçin Program” gibi yasalarda da kadınların hak ve
çıkarları güya yasal olarak güvence altına alınmakta ve kadınları teşvik etmesi gereken önlemler tespit
edilmektedir. Çin Enternasyonal Radyosu şöyle övünüyor: “Dahası Çin hükümeti kadının hak eşitliği için
sağlam garantileri sağlamaktadır.” (29. 03. 2011)
Çin’in gündelik yaşamı hakkındaki araştırmalar ve
haberler bunun tam tersini kanıtlıyor. Pratik hayatta
kadınlar tüm alanlarda hor görülmekte ve de erkek
şovenizmi yeşermektedir.
“Bir-çocuk-politikası” gibi aile siyasetine ilişkin
programlar erkekleri kayırmakta ve emekçi kadınları kürtaja zorlamaktadır. Kadınlar ağır psikolojik etkileşimlere maruz kalıyorlar. Burjuva kadınlar
bu politikadan salt parayla “satın alıp” kendilerini
“kurtar”a”bili”yorlar ve fazla çocuk doğurabiliyorlar.
Siyasette gerçekler resmen ilan edilenlerden yine
ayrı bir dil konuşuyor. Kadınlar nüfusun neredeyse % 50’sini oluştururken, onlar Çin KP içinde 2010
yılında % 22,5 ile temsil edilmişlerdir. (www.stern.
de, 24. 07. 2011) XVII. Parti Kongresi’ne (2007) 445
kadın, tüm delegelerin % 20,1, katılmıştır. Resmi verilere göre Siyasi Danışma Konferans’ının X. Ulusal
Komitesi’nin 1.Genel Kurulu’nda kadınlar delegelerin
sadece % 16,7’sini oluşturdular. Daimi Komisyon’un
üyeleri arasında kadınların oranı topu topuna % 11,7
idi.
Ekonomi’de kadınlar erkeklerden daha zor koşullara maruzdurlar. “Devasa sosyal gerilik kadın çalışanları çok sert etkilemektedir. Devlet sektöründeki
ilk işten çıkarma dalgasının başladığı 1987’de işten
çıkarılanların yüzde 67’si kadınlardı. Kadınların evlerine gitmelerini ve orada kalmalarını talep eden işten
çıkarılmalara hiddetli bir protesto kampanyası eşlik
etti. Seçkinler kesimi kadınların doğurganlık yeteneği
nedeniyle onların çalıştırılmasının verimli olmadığını
öne sürdü. Öncelikle kadın işçiler
işten çıkarılmadı,
aynı zamanda birçok genç kadının
- okuldan yeni mezun olmuşlar da
dâhil - ilk işe alınma görüşmelerine
girmelerine bile izin
verilmedi – salt cinsiyetleri yüzünden.
Bir iş bulduklarında bile onların ücretleri erkeklerinden düşüktü. Ülke
çapında bir anket 1988’de kentte ikamet eden kadın
işçilerin ücretlerinin erkek arkadaşlarının sadece yüzde 84’ünü tuttuğunu gösterdi; bu oran 1990’da yüzde
77,5 ve 2000’de hatta sadece yüzde 70,1 idi. Bir zamanların büyük endüstri merkezi, ama daha sonra büyük
yapısal değişiklik nedeniyle depresyonun pençesindeki
Kuzeydoğuda, kadın işçiler ailelerini geçindirmek için
sıkça seks işçileri haline geldiler. Muamele başına acımasız rekabet yüzünden çoğu kez sadece 50 Yuan alıyorlar. Ekim 2002’de Fujian ili, Long Yan’daki bir çelik
fabrikasından işten çıkarılan 200 kadın şu pankart altında yürüdüler:’Emekli olmak için çok genç, fahişelik
için çok yaşlı!’” (İşçi Direnişi, Yu )
Kadınların hak eşitliği için sosyalistlerin ekonomik
temel talebi “eşit işe eşit ücret”, sahte komünistler ile
iflah olmaz revizyonistler ve devlet –ve parti bürokratları tarafından ayaklar altına alınmaktadır. Kadın
ve erkek ücretleri birbirlerine yaklaşmıyor, bilakis
1989 Demokrasi Hareketi ve İşçi Hareketi
1989 demokrasi hareketi batı medyasında genel olarak sadece öğrenci hareketi olarak tanıtıldı. Oysa bu
demokrasi hareketi içinde işçi sınıfının “otokratlara”
ve Çin KP’nin “yiyici fonksiyonerleri”ne karşı bir örgütlenme ve birçok protesto ve destekleme eylemleri
vardı. Kadın-erkek işçiler yürüyüşlerde “Kahrolsun
Xiaoping!” 30 ), “Kahrolsun Li Peng!” 31) veya “Üniversite öğrencilerimiz açlık çekiyor, siz ve çocuklarınız ne
yiyorlar?” gibi sloganlar taşıdılar ve bağırdılar.
Kadın-erkek işçilerin tek tek ve kolektif protesto
açıklamaları vardı. Örneğin bir işçi yüksek okul öğrencilerine şu açık mektubu yazdı: “Sizler işçi, köylü,
askerler ve sokak satıcılarının geniş kitlesinin desteğini kazanmalısınız. (…) Bizler işçilere, köylülere ve askerlere ‘tüm halkın mülkiyetinin’ pratikte bir yukarda
hüküm süren efendiler azınlığının mülkiyeti anlamına
geldiğini söylemeliyiz. İşçiler ve köylüler tarafından
yaratılan zenginlik bu insanlar tarafından tüketildi.
Onları bizleri ‘guojia zhurenweng’ (ülkenin efendileri)
adlandırdılar; ama ‘kamu hizmetkârları’ bizzat kendilerine villalar inşa ederken, efendiler anne-babaları
ve çocuklarıyla birlikte küçük dairelerde yaşıyorlar. …
Bu insanlarla feodal efendiler arasında herhangi bir
fark var mıdır? Bizler ifade özgürlüğü, özgür yargı ve
özgür seçimlerle birlikte istikrarlı bir hükümet kurmalıyız.” (İşçi Direnişi, Yu 7))
Öğrencileri desteklemek ve kadın-erkek işçilerin
perspektifini tartışmaya sokmak için “Beijing Workers’ Autonomous Federation” (BWAF, Pekin İşçilerinin Özerk Federasyonu) kuruldu. BWAF kadın-erkek
işçileri örgütledi ve egemen kesime karşı kamuoyu
önünde tavır aldı. Bir mektupta şunları tespit ediyor:
“Halk çoğunluğu oluşturuyor. Otokratlar ise sadece bir
avuçtur. Biz işçiler eğer ayağa kalkmaya ve bir adım
ileri gitmeye cesaret edersek, salt bizim kaldıracağımız
toz bile otokratları cehenneme yollar.” (agy) ve şunları
talep ediyor: “Birleşiniz ve dürüst ve yiyiciliğe kapılmayacak bir - temel direği Çin proletaryası olan - hem
ülke içinde hem de denizaşırı ülkelerdeki tüm yurtseverler arasında kök salmış - bir Çin komünist
-------30)
Deng Xiaoping, Çin’de Kapitalizmin Öncüsü,
“Reform ve Açılım” Politikası”nın “Babası”
Li Peng, Başbakan, 1987’den 1998’e kadar devlet
konseyinin başkanı
partisi tarafından yönetilen bir sistemi kurunuz.”
(agy) BWAF’nun etkinlikleri hakkında şunlar söyleniyor: “Bütün Mayıs ayı boyunca BWAF, ulusun
üretkenliği, ihracat gelirlerinin teşviki, işçilerin refahı, insan hakları, demokrasi ve özgürlük gibi merkezi konularda birçok toplantı örgütledi. Bunu izleyen
haftalar sırasında örgüt büyüdü. 100 merkezi aktifiste
sahip bir işçi örgütü haline geldi ve üye sayısı 2000’i
buldu. Daha sonra kendi açıklamalarına bakılacak
olursa 10.000 üyesi vardı. Öğrenciler açlık grevlerine
başladıklarında, BWAF özerk öğrenci birliğine ilaçlar,
yiyecek ve su temin etti. Öğrencileri desteklemek amaçlı işçi yürüyüşleri de örgütledi.“ (agy)
Anlaşmazlık keskinleşti ve hızlı bir şekilde “işçilerin ve BWAF’un politikleşmesi”ni beraberinde getirdi;
bunun üzerine BWAF, bir “İşçi Manifestosu” yazdı:
“Proletarya toplumdaki en ilerici sınıftır. Bizler gücümüzü demokrasi hareketi içerisinde merkezi güç olarak göstermeliyiz. İşçi sınıfı Çin Halk Cumhuriyeti’nin
öncü gücüdür. Bizler diktatörleri def etme hakkına sahibiz. İşçiler olarak üretimdeki bilgi ve becerilerin değerinin pekâlâ bilincindeyiz. Bu nedenle toplumumuz
tarafından beslenen öğrencilerin canlarının yakılmasına izin vermemeliyiz.” (agy) BWAF ofansif bir şekilde
ortaya çıktı ve şunu talep etti: “Bu ülke biz işçiler tarafından tüm kafa- kol işçilerinin çabaları ve çalışmasıyla inşa edildi. Biz evin efendisiyiz, bu tartışılmazdır.
Bu ülkenin nereye doğru yönelmesi gerektiği önce bize
sorulmalıdır. Bizler proletarya diktatörlüğünün proletarya üzerinde bir diktatörlüğe dönüşmesine asla izin
vermeyeceğiz! Ulusumuzun veya sınıfımızın bir avuçluk yüz karasının bizim adımıza öğrencileri ezmesine,
demokrasiyi harap etmesine ve insan haklarını ayak
altına almasına asla izin vermeyeceğiz!.. Sosyalist reform sürecinin yararına, Stalinizmin 32) despotluğu
yok edildikten sonra demokratik yurtsever hareketimizin yararına ve onların özgürce nefes alabilmeleri için
gelecek kuşağın yararına, … deniz aşırı ülkelerdeki
hemşerilerimizi demokratik yurtsever hareketi desteklemek için derhal harekete geçmeye çağırıyoruz.” (agy)
BWAF proletarya diktatörlüğünü reddetmedi.
Tersine, kendi ifadelerine göre bunu savunuyorlar.
BWAF, bizzat kendi metinlerinde yazdığı gibi, proletarya diktatörlüğü uğruna mücadele ediyor. Ne var ki
bu mücadele daha öncelerin sosyalist Çin’indeki durumun yanlış bir değerlenmesiyle ilintilidir.
BWAF işçi sınıfını öğrencilerin mücadelesi ve des31)
güncel
tersine gittikçe daha fazla ayrışıyor! Bunlar Çin’deki
siyasi, ekonomik yaşamda kadınların “eşit hakları”
konusunda durumun gerçekten nasıl olduğuna günlük yaşamdan birkaç örnektir.
51
güncel
52
teklenmesi için harekete geçirdiğinde, ACCB (Sendikalar Birliği) Haziran 1989’da BWAF’nu “karşı
devrimci” olarak damgaladı. Bu ‘Sendikalar Birliği’
hükümete BWAF ‘ın yasaklanması için çağrı yaptı.
İşçi mücadeleleri ve BWAF gibi örgütler “demokrasi hareketi” ile birlikte gaddarca bastırıldılar. Ölüler,
yaralılar veya tutuklananların ve mahkûm olanların
sayısı üzerine daha doğru ve ayrıntılı veriler bulunmamaktadır. “Batılı tahminler yaklaşık 3.000 ölü ve
7.000 ile 10.000 yaralıdan yola çıkmaktadırlar.” 33)
“Sırf Haziran ayında 27 işçi aktifisti idam edildi.” (İşçi
Direnişi, Yu 7))
Bu, Mao Zedung’un ölümünden beri açıktan ve kamuoyu önünde parti bürokrasisi ve egemen kesime
karşı çıkan en radikal siyasi hareket idi. Bildiğimiz
kadarıyla “Demokrasi Hareketi’nin zor kullanılarak
bastırılmasından beri benzer ofansif siyasi direniş
hareketleri ve mücadeleleri yoktur. Her muhalif faaliyet daha en başından boğulmaktadır. Kadın-erkek
işçilere kendi hakları için sunulan bir destek bile ceza
ve kodes tehdidi altındadır.
Kendi Başına ve Bağımsız İşçi Mücadeleleri
Buna rağmen 1989’dan sonraki on yıllarda Çin’de
patlayan kapitalist gelişmeye mücadeleler, grevler ve
de
---------32)
Biz Stalinizm üzerine antikomünist tezleri ilkesel olarak reddediyoruz. Ama burada bunun üzerine
bir tartışma yürütmek istemiyoruz.
33)
Madde Çin, “Demokrasi Hareketi”, de.wikipedia.
org
yerel ayaklanmalar eşlik etti. “İş mücadeleleri çağdaş Çin’de hiç de seyrek değildir. Geçen yıl Güney Çin
İnci Nehri Deltası’nda 1000 den fazla insanın iş bıraktığı, en azından bir grevin gerçekleşmediği tek bir gün
yoktur. “34)
Kadın-erkek işçiler son yıllarda her şeyden önce
daha yüksek, henüz ödenmemiş, zamanında ödenmemiş ücretleri ve daha iyi çalışma koşullarını talep
ettiler. İşten çıkarılmalara ve fabrika despotluğunun
keyfiliğine karşı yöneldiler. Her ne kadar bağımsız
sendikal örgütlenme gibi tek tek siyasi talepler getirilse de, bu mücadeleler siyasi mücadelelere doğru gelişmekten henüz uzaktırlar. Ama bu mücadeleler içinde
özgüven ve kendi güçlerine güvenmenin doğması ve
kapışmaların artması ve de artarak daha militanca
olması merkezidir. Kadın-erkek işçilerin çıkarlarını
temsil eden her türlü muhalif örgüt yasaklanıp, takibat altına alındığından, mücadeleleri politize et-
mek için hiçbir grup, örgüt veya parti açıkça ortaya
çıkamamaktadır. Kadın-erkek işçiler yeniden devlet
sendikası ACGB’den bağımsız olarak paralel sendikal temsilcilikler oluşturmak için kısmen başarılı bir
şekilde çalıştılar. Vahşi (izinsiz – yasa dışı) grevlerde,
ilk örgütlenme araçları olarak devlet gücü tarafından
çok gaddarca bastırılan grev-ve mücadele komiteleri
ortaya çıkmaktadır.
Çin işçi sınıfı henüz pek az örgütlüdür. Çoğu kez
militanca ve artarak siyasi olarak ortaya çıkan göçebe
kadın-erkek işçilerdir. Oysa onlar konumları
nedeniyle daima sadece geçici, belli bir süreyle sınırlandırılmış olarak fabrikalar veya bölgelerde çalıştıklarından, istikrarlı bir şekilde siyasi örgütlenme neredeyse mümkün değildir. 80 milyon üyesi bulunan
Çin Komünist Partisi içinde topu topu % 9, yani 7,2
milyon kadın-erkek işçi kayıtlıdır. Kendisini “komünist” adlandıran bir parti için bu adeta bir şakadır.
Bunun dışında STÖ’ler olarak çalışan birçok grup
vardır. Onlar işçileri hakları konusunda aydınlatmakta ve onları haklarını talep etmek için harekete
geçmeye cesaretlendirmektedirler. STÖ’ler önceden
belirlenmiş hukuki olanaklar içerisinde faaliyet göstermekte ve rejime karşı açıktan açığa eleştiri dile
getirmekten çekinmektedirler. Rejim buna karşın
STÖ’lerine karşı sert bir polis denetimi uygulamaktadır. Birçok STÖ’lerin içinde kesinlikle siyasi, sol
militanlar da aktiftir. Oysa batılı emperyalistlerin de
STÖ’ler ve diğer gruplaşmalar, dini cemaatler vs. üzerinden Çin yönetimini istikrarsızlaştırmak ve “batı
yönelimli” bir hareket oluşturmaya girişmeye çalıştığı yine kesindir.
Sansür ve tüm siyasi etkinliklerin ve medyanın gözetim altında tutulması her yerde hazır ve nazırdır.
Grevler, protestolar, direnişin sıkça devlet sendikası
ACGB olmaksızın ve ona rağmen patlak vermesi ve
örgütlenmesi tüm mücadelelere damgasını basmaktadır. Buna uygun olarak kendi pazarlık görüşmeleri
temsilcilerini seçen, bu görüşmelerde taleplerini başarılı bir şekilde kabul ettiren kadın-erkek işçiler burada görevdedirler.
Tüm medya kapsamlı bir şekilde sansüre uğradığından dolayı bu konuda doğru bilgiler vermek çok
zordur. İş anlaşmazlıkları, eylemler ve bunlara katılım üzerine denetlenebilmesi zor olan çok farklı sayılar ortalıkta dolaşmaktadır. Tek tek olgular konusundaki çelişkilere rağmen alıntılar temelinde Çin’deki
işçi hareketinin devasa çeşitliliği hakkında okuyucularımıza canlı bir tablo sunmak istiyoruz. Direniş ey-
güncel
lemlerinin, fabrika işgallerinin, kendi başına iş müca- tavize ulaşamadılar ve grevlerin zorla bitirilmesi rejidelelerinin kapsam ve sayısının sürekli olarak arttığı min sanayi alanında en küçük huzursuzluğu hoş göolgudur.
remeyeceğini gösteriyor. Geçen yıl Honda’daki gibi bir
Çin Komünist Partisi’nin çıkardığı ’Halk Gazetesi’nin grevin bir bozkır yangınına yayılabileceği korkusu çok
27. 08. 2007 tarihli nüshasında ilk kez yayımlanan res- büyüktür.” 38)
mi sayılara göre ‘iş anlaşmazlıkları’ sayısı 1994 yılınBu anlaşmazlıklar veya mücadelelerde ileri sürüdaki 19.098 vakadan 2005’de 314.000’e çıktı. 1994’de len talepler esas olarak iş sözleşmelerinin yapılması,
bunlara önce 77.794 işçi katılırken; 1998’de onların ücretlerin ödenmesi, ücret zammı gibi ekonomik iyisayısı 359.000’e yükseldi ve 2005’de
leştirmeler gibi yasal yükümlülüklerin yerine getiril-----------mesi uğruna dönüp dolaşmaktadır. İnsanca çalışma
34)
Çin’in Yeni Sınıf Mücadelesi, Jens Berger, labour. koşulları ve fabrika despotluğunun ortadan kaldınet, 02. 08. 2009
rılması da odak noktasındadır. İş anlaşmazlıkları
35)
740.000’lik bir kapsama ulaştı.“
ve protestolar gittikçe daha fazla “kolektif” eylemler
“Kolektif eylemlerin tam oranını belirlemek zor ol- olarak görülmektedir. Kadın-erkek işçiler bu iş mümasına karşın resmi istatistikler eylem sayısının 1993 cadeleleri, protestolar ve grevlerde iktidar sahipleri
ile 2005 arasında 10.000’den 87.000’e çıktığını (yıl- ve mali sermaye ile doğrudan karşı-karşıya gelmeyi
da yüzde 20’lik bir artış) ve bu protestolarının yüzde yaşamaktadırlar. Onların yanıtı bastırma, “güvenlik
75’inin işçiler ve köylüler tarafından örgütlendiğini güçleri”nin saldırıları, kadın-erkek işçilerin katline
gösteriyor. Devlet istatistiklerine göre uzlaşmaya gelen kadar varan aktifistlerin takibatı ve cezalandırılmaiş anlaşmazlıklarının sayısı 2000 yılında
larıdır. Grevcilere veya protestoculara
135.000’den 2005’de 314.000’e yükgaddarca zor kullanılarak uyguKâğıt üzerinde,
seldi, yıllık yüzde 18,4 ortalama
lanan saldırılar sadece “güanayasada
“kişisel
onur”un
bir büyüme. İş uzlaşmalarıvenlik güçleri”nden değil,
“dokunulmaz” olduğu açıklanna katılan çalışanlar sayısı
aynı zamanda ACGB’nin
2003 yılında 801.042’ye
tuttuğu vurucu çeteler
maktadır (Bkz: HR S:59). Çin “hukuk
ulaştı.” (Sona- ermemiş
tarafından da gelmeksistemi” mahkûmiyetin iki farklı türü5)
Proleterleşme, P.Ngai )
tedir. Aynı senaryo her
nü tanımaktadır. Biri “çalıştırma vasıta“Pekin Halk Üniverzaman
yinelenmeksıyla
düzeltme”yi
hedef
alan,
mahkemesitesi’ndeki School of
tedir. Kadın-erkek işnin verdiği hapis şeklindeki “kriminel”
Labour and Human
çilerin kafa tutmaları
Resource (İşçi ve İnmahkûmiyettir. Diğeri ise polis makam- neredeyse daima acımasan Kaynakları Okulu
sızca bastırılmakta ve taları tarafından verilen bütünüyle
–ÇN)’nun araştırmalarına
kibata uğramaktadır. Özel
keyfi olan “idari hapis” olarak
göre bu iş mücadelelerinin sasermayeli kapitalistler, devadlandırılıyor.
yısı 1996 yılında 60.000’den 2008
let kapitalistleri ve enternasyoyılında 800.000’in üzerine çıktı; bu zanal kapitalistler, güvenlik güçleri ve
mandan beri bu yüksek seviyede duruyor. Oysa
ACGB-Sendikaları grevcilerin, protestoculabu çekişmelerde neredeyse tamamen ödenmeyen veya rın, sadece kendi haklarını savunmak için mücadele
çok geç ödenen ücretler, zarar-ziyanın tazmin edilme- eden kadın-erkek işçilere hep birlikte saldırmaktasi, tazminatlar ve de ücrete bağımlılara kabul edilemez dırlar.
bir şekilde davranılması söz konusudur. Buna karşın
Otomobil Branşındaki 2010 Grevleri
klasik ücret grevleri çok seyrektir.”36)
“O zamandan beri protesto ve grevlerde bir artış Son yıllarda iş anlaşmazlıkları, eylemler ve protestovardır. 2009’un ilk çeyreğinde daha şimdiden 58.000 lar yoğun bir şekilde arttı ve kısmen de niteliksel
olması gerekiyor; eğilim böyle devam ederse, bu yıl
-------35)
230.000’i aşar.” 37)
Çin Grev Hakkı ve Toplu Sözleşmeler Yolunda
“Guangdong’da, Çin’in güneyinde bir il, resmi ma- mı?, Rosso Vinzenzo, Telepolis, 08. 07. 2008, www.hekamlar iki büyükçe grevi polis vasıtasıyla sona erdir- ise.de
36)
diler. Grevciler ücretler ve çalışma koşullarında hiçbir
Çin’in Sendikaları, Yardakçı mı yoksa Çalışanla-
53
güncel
54
rın Temsilcisi mi? , Wolf Kantelhardt, Yong Kang, 04.
08. 2011, Haftalık Gazete, İsviçre, Zürih, www.woz.ch
37)
20 milyon göçebe işçi işini kaybetti, Ralf Ruckus
ile bir Söyleşi, 2009, lalournet.de
38)
John Chan, wsws.org, 01. 07. 2011
değişime uğradı. Bunlar, doğunun endüstriyel ana
merkezlerine sahil boyunca yoğunlaşıyorlar.
“Nisan ayında otomobil imalatçısı Honda holdinge
oto kapı kilitleri teslim eden bir işletmede patlak veren
ve bir dizi işletmeye ve sektöre sıçrayan grev dalgasının boyutu Çin için yenidir. Tahminler 200’den 1.000’e
varan grevler civarında bulunmaktadır. Büyük bölgeler için ücret zamları ilk kez kabul ettirildi. Grevler şu
örneğe göre işlediler: ‘Önce grev, sonra pazarlık’”. (İş
Mücadeleleri, Müller 1), Sf: 26) Ücretlerin arttırılması
ve çalışma koşullarının iyileştirilmesi için ofansif bir
tavır konuldu.
“Çin’deki yabancı otomobil üreticileri ve onlara
parça teslim edenler, hepsinin başında Japonlar bu
eylemlerden en çok ‘zarar görenler’ oldular. Başta bu
çekişmeler üzerine ayrıntılı haberler yapılmasının
bir nedeni bu olabilir.” (agy) Devletin zor tedbirleri
grevler ve protestolar karşısında farklı uygulanmaktadır. “Yabancı şirketler”deki eylemlerin üzerine, çok
güçlü bir enternasyonal dikkat ve tepki çekmekten
çekinildiğinden, daha dikkatli gidilmektedir. Örneğin P. Ngai Honda-Grevi ile ilgili devletin tepkisini
şöyle değerlendirmektedir: “Otoriter devlet grevlerde
şimdiye kadarki rolünü oynamaya devam etti, ne var
ki stratejisi yeni yönelimliydi. Yerel resmi makamlar
onları hızla sona erdirmek için iş anlaşmazlıklarına
müdahale etti. Çoğu kez şirketlerin yanında yer aldılar, ama grevcilerin taleplerinin bir kısmı kural olarak
yerine getirildi ve (yalnızca - ÇN) kadın-erkek grev
önderleri cezalandırıldı. Bir grevin yayılması tehdidi
gündeme geldiğinde polis işçilere bazı durumlarda yoğun bir şekilde saldırıyor. Çin Hükümeti bu kez (Honda Grevinde – HR), küresel medyanın ilgi duyduğu
büyük firmaların fabrikaları söz konusu olduğundan
oldukça dikkatliydi. Bu nedenle de bu sefer grevcilere
karşı göreceli olarak daha az açık şiddet uygulaması
vardı. Bu grev dalgasının grev önderlerine karşı şimdiye kadarki tutuklama dalgası gerçekleşmedi. Polisin
anti-ayaklanma birimleri birçok grevlerde işçiler sokağa çıkmak istediklerinde fabrikanın içinde ve önünde
hazır bulundular veya müdahale ettiler.” (Birden Ortaya Çıkış, P. Ngai 17)) Tabii ki zor tedbirlerinden bütünüyle “vazgeçilmiyor”:
“Honda şimdi yüzde 24 ücret zammı önerdi. İşçiler
kararsızdı. 30 Mayıs’a kadar çoğu yapılan öneriyi kabul etmişti, ama hâlâ bunu reddeden gruplar vardı. 31
Mayıs’ta yerel sendika seksiyonunun 100’ün üzerindeki temsilcisi birkaç düzine grevcinin üzerine saldırdı
ve onların filmini çekmeye ve fabrikanın içine girmeye
çalıştı. Grevciler kameraları yakalamaya çalıştı; bu
arada saçlarından çekilip itilip kakıldılar. Kendilerinin ifadelerine göre bu sendika temsilcilerini şimdiye
kadar hiç görmemişlerdi.” 39)
Bu grev dalgası sonuç olarak büyük oranda başarılı
oldu. Ücretler yüzde 30 ile hatta kısmen yüzde 50’ye
varan oranlarda yükseltildi. Firmalarında henüz grev
yapılmayan birçok holding şefleri önleyici tedbir olsun diye ücretleri artırdılar. Grev hareketi devasa holding Foxconn ve Gold Peak (Pil/Akü Fabrikası) gibi
İT ve elektronik dalına da sıçradı.
Alman Holdinglerindeki Kadın-Erkek
İşçiler
Alman şirketlerindeki kadın-erkek işçilerin durumu
üzerine hem Almanya’da hem de Çin medyasında sadece çok kısıtlı olarak bilgi verilmektedir. Bu nedenle
gerçeği yansıtan toplu bir tabloyu edinmek zordur.
Güncel örnekler ThyssenKrupp-Asansörleri / Hongkong ve Şanghay’daki “Siemens Şalter Kutuları”ndaki
grevlerdir.
ThyssenKrupp-Asansörleri’nde
26
Eylül’den 29 Eylül 2011’e kadar grev yapıldı. Basın
açıklamasında “ThyssenKrupp-Asansörleri Personel
Temsilciliği” kamuoyuna şöyle seslendi: “Yıllardır
---------39)
Onlar bunu bizzat kendileri örgütledi,
Gongchao’nun kadın-erkek Dostları, “Birden Ortaya
Çıkış” da, aynı zamanda www.gongchao.org
süren çekilmez baskıdan sonra yaşam koşullarımızın iyileştirilmesi için mücadele ediyoruz ve hakça bir
ücret ve asansör kullanıcılarının güvenliği için grev
yapıyoruz. … Bizler firmanın şu talepleri yerine getirmesini istiyoruz: 1. Kadın-erkek makinistler-ücretlerinin hakça bir oranda yükseltilmesi, 2. Personel ve
çalışmanın üç yıl önce verilen vaatlere uygun olarak
büyütülmesi, iki kişilik takımların kurulması, 3. Ücret miktarına herhangi bir etkisi olmaksızın istirahat
gününün sağlanması ve en fazla 24 saatlik bir çalışma
zamanına uyulması” 40)
Bu grevin akıbeti hakkında internet üzerinden bilgi almak mümkün değildir. Şanghay’daki “Siemens
Şalter Kutuları”nda 14 Şubat 2012 tarihinde dört arkadaşlarının işten çıkarılmasından sonra 600 kadın-
İnsan- / İşçi Hakları ve Sosyal Faşizm
Biz kısa bir toplu bakış vermek istiyoruz. Biz burjuva insan hakları kavramını çıkış noktası almıyoruz.
“The Economist Dergisinin demokrasi indeksinde Çin
2011 otoriter devlet olarak 167 devlet içinde 141. sırada yer almaktadır.” (Wikipedia, Demokrasi İndeksi)
“Otoriter” kavramı burjuva politikacılar, sosyologlar,
gazeteciler veya kurumlar için demokrasinin karşısına konulan ve çoğu kez faşist diktatörlüklerin gerçek
yüzünü örtmek için kullanılan bir kavramdır. Batı
her ne kadar Çin’deki insan hakları ihlalleri üzerine
düzenli olarak hiddet gösterilerinde bulunsa da ama
aynı zamanda bu kanlı baskıdan tıka basa kâr sağlamaktadır. Çünkü bununla çok mükemmel sömürü
koşulları sağlama alınmaktadır. Burjuva medya ve
ideologlar Çin’deki insan haklarının durumunu her
şeyden önce sözde “Çin’deki sosyalizm”e karşı antikomünist önyargıları körüklemek için kullanmaktadırlar. Çünkü Çin’deki sosyal faşist egemen sınıf bilindiği üzere daha hâlâ komünist partisi ve “Çin tipi
sosyalizm” adına hareket etmektedir.
Ne var ki burjuvazi, demagojisine rağmen, Çin’de
burjuva demokrasisinin olmadığı şeklindeki değerlendirmesinde haklıdır. Burada söz konusu olan
Çin’in “otoriter” bir “devlet” olup olmadığı değil, bilakis Çin’deki burjuvazinin hangi egemenlik biçimini
kullandığıdır. Anayasaya göre Ulusal Halk Kongresi
Çin’deki devlet iktidarının en yüksek organıdır. Bu
anayasal tespit Çin KP’nin tek başına iktidarın sahibi
olduğu gerçeğinde hiçbir şey değiştirmiyor. Çin KP
her ne kadar örgütlenme ilkesi “demokratik
------------40)
Hongkong’daki ThyssenKrupp-Asansörleri’nde
Grev, www.labour.net
41)
Çin’deki Alman Şirketleri Elemanları Nasıl Motive Ediyorlar, M. Kamp, Wirtschafts Woche, 01. 02.
2012
merkeziyetçiliği”ni hem parti, hem devlet içinde
güya kullansa da, bu sadece boş propagandadır. Devlet yapılanmasının tümü aşırı derecede merkezcidir;
biçimsel gösteriler dışında demokrasinin yerinde yeller esmektedir. Legistatif (yasama) – eksekutif (yürütme)- yudikatif (yargı) bütün alanlarda Çin KP bütün
gücü elinde bulundurmaktadır. Her ne kadar Anayasaya “Devlet insanlarına saygı duyar ve korur.” gibi
cümleler alınmış olsa da, insan haklarına saygı duyulmamakta ve korunmamaktadır. İnsan hakları kelimenin tam manasında ayaklar altına alınmaktadır.
Siyasi çeşitlilikte Çin KP ile bir tür “Halk Cephesi”
içinde iktidara ortak olan birkaç parti vardır. Ama
bunlar gerçekten muhalif güçler değildirler. Çin KP
iktidarını sorgulayan veya açıktan eleştiri getiren
muhalif parti ve örgütler yasaktır. Egemenlerin işine
gelmeyen her ifade ve eleştiri takibat altına alınmakta
ve ibret olsun diye cezalandırılmaktadır. Gerçek yaşamda ifade özgürlüğü hiç yoktur. Bir bütün olarak
medyanın hepsi özellikle de internet en katısından
bir sansüre tabidir. Çin KP ve onun devlet sendikası
ACGB bağımsız sendikalar kurulmasını acımasızca
yasaklamaktadırlar.
Bu haksızlığın temeli sosyal faşist baskı ve diktatörlüktür. Bu ise anayasada pekiştirilmiştir. Örneğin
devletin görevleri diğerlerinin yanında şöyle tespit
edilmektedir: “28.madde: Devlet kamu düzenini korur; devlet güvenliğini tehlikeye düşüren vatana ihanetçi ve diğer canice faaliyetleri bastırır; kamusal güvenliği tehlikeye düşüren sosyalist ekonominin altını
oyan davranışları ve diğer canice faaliyetleri cezalandırır; canileri cezalandırır ve değiştirmek üzere eğitir.”
(Anayasa)
güncel
erkek işçi greve başladı. Siemens 16 Şubat’ta eğer işçiler ertesi gün işbaşı yapmazlarsa bu iş bırakmanın
eksik zaman olarak değerlendirileceğini ilan eden bir
tehdit mektubu yolladı. Bundan sonraki gelişme de
henüz bilinmiyor.
Alman holdinglerindeki Çinli kadın-erkek işçilerin durumu burjuva medyasında şöyle yorumlanıyor:
“Oysa her şeyden önce Çin’deki Japon firmalarında
grevler gittikçe daha fazla yaygınlaşırken – Toyota’ya
da iş yapan Güney Çin’deki oto parçaları teslimatçısı
Denso’nun elemanları geçen hafta iş bıraktı – Alman
firmalarında barış hüküm sürmekte ve harıl harıl
çalışılmaktadır.” 41) Daha sonra makalede Alman ve
Avrupalı şirketler, onlar “daha iyi çalışma koşulları”
sunduklarından dolayı övülüyorlar. Onlar “Asyalı
rakiplerden yüzde on daha fazla ücret” ödüyorlar ve
“elemanlar motive ediliyor”. Örneğin birçok diğer Alman şirketi gibi konut yurtlarını kaldıran ve 20’den
40 milyon Avro’ya kadar kira yardımı veren Alman
oto parçaları teslimatçısı Kern-Liebers bir diğer örnek
olarak belirtiliyor. “Ucuz göçebe kadın-erkek işçiler”
yerine yerel işçiler de çalıştırılmaktadır. Tüm bunlar
bir şeyi ifade ediyor: Emperyalist Alman sermayesi
stratejik olarak planlıyor. Ekstra kârlar ceplere indiriliyor, ama aynı zamanda “sosyal barış” işçiler için
kerte kerte iyileştirmeler vasıtasıyla satın alınıyor. Bu
uzun vadeli olarak kesinlikle daha kârlıdır.
55
güncel
“Kamu düzenini ayakta tutmak” için devlet “iç güvenlik” bütçesini arttırmaktadır. Temmuz 2011 tarihli “Le Monde diplomatique” e göre: “Resmi istatistiklere göre iç güvenlik için ayrılan bütçe 2010’da yaklaşık
514 milyar Yuan (yaklaşık 55 milyar Avro) tuttu ve bu
arada aynı savunma bütçesi kadar yüksektir. Geçen
yıla oranla bu yüzde 16’lık bir artıştır. Yani istikrarın
korunması için harcamalar sürekli artmaktadır; aynı
zamanda bunun için gittikçe daha fazla personel çalıştırılmaktadır.“ (agy., Sf: 4)
Devasa Ekstra Kârlar İçin Cennet – Çin’deki
Alman Firmaları
56
Ticaret Odası’nın tahminine göre Çin’de toplam olarak 220.000 elemanı ile 5000’den fazla Alman şirketi
faaldir. “ (FAZ 02. 02. 2012) Bu arada bazı tahminler
yaklaşık 6000 Alman şirketinden söz etmektedirler..
Alman holdingleri Çin’de 2009 sonuna kadar toplam neredeyse 17 milyar Avro yatırım yapmışlardır.
Çin’de elde edilen ve yeniden yatırılan kazançlar
buna dâhil değildir.
Alman sanayi dalları ve hizmet sektörü yelpazesinin ne kadar yaygın olduğunu küçük bir özet göstermektedir: Alstrom, BASF, Bayer, BMW, Bosch, CRH
C.Rob., Evonik, Hammerstein GmbH u. Co.KG, Daimler, Draex-İmaier, EDAG, Formel D, Gildemeister,
Heidelberg Zement, İntertek, Jungheinrich, KernLiebers, Leitz, MAN Turbo, Otto Group, Porsche, Reinhausen, SAP, Siemens, ThssenKrupp, UVEX, VW,
Würth İnternational Trading, Zollner Electronics CO
vs. Sadece Guangdong Özel İktisadi Bölgesinde 500
Alman holding temsil edilmektedir. Alman büyük
holdingleri, her şeyden önce otomobil üretiminde
(VW) ve iletişim –teknolojisi şirketleriyle (Siemens)
Çinli şirketlerle Joint Ventures (ortak şirketler) ile
birlikte mahallinde hazır ve nazırdır. Alman tekelleri
son yıllarda güçlendirilmiş bir şekilde kendilerinin
istedikleri gibi at oynatabilecekleri “ yüzde yüzlük
şube şirketler” kurmaktadırlar.
Alman mali sermayesinin temsilcisi olarak Alman
bankaları doğal olarak Çin’de mevcutturlar. Deutsche Bank bu arada her iş alanında temsil edilmektedir. Şubat 2012 başında o yüzde 17,1 ile Pekin “Huaxia
Bank”ın en büyük hissedarlığına yükseldi. Huaxia
Bank’ın 8,2 milyon özel müşterisi ve 130.000 kurumsal müşterisi vardır.
Aynı zamanda Baden-Württembergische Bank
AG, Bayerische Landesbank, WestLB AG, Bayerische Hypo-und Vereinsbank AG, HSH Nordbank AG
ve DZ Bank Frankfurt (M)’un da cirit attığı Çin mali
piyasasında Commerzbank ikinci büyük Alman bankasıdır.
Alman Ticaret Odası (DHK) üyeleri olan yaklaşık
2000 Alman şirketine temsil hizmeti sunmaktadır.
Bu oda Çin’deki yabancı ticaret temsilciliklerinin
en büyüklerinden biridir. DHK yine aynı zamanda
Çin’deki tüm Alman şirketlerini genel olarak teşvik
edip desteklemektedir.
Bunun dışında Yurtdışı Ticaret Odası (AHK) Greater China Alman iktisadi çıkarlarının örgütü olarak
“Çin’de Alman Federal Hükümeti’nin Adına” faaldir. İlk bürosu 1981 yılında Taipeh’de açıldı.
Çin bu arada “Alman şirketlerin yurtdışı angajmanları için birinci hedef bölge olarak” Avrupa’nın yerine geçmektedir. Bu Alman Sanayi-ve Ticaret Odası
Kongresi’nin bir anketinden ortaya çıkmaktadır… Çin
ilk kez Alman sanayisinin en çok tercih edilen yatırım
bölgesidir. Şuanda 2011’de yurtdışına yatırım yapmak
isteyen şirketlerin yüzde 43’ü Çin’de yeni dağıtım veya
imalat kapasitelerinin inşasını planlamaktadırlar.”
(Çin Alman firmalarını cezbediyor, Focus, 30. 03.
2011)
Federal Ekonomi Bakanı Rösler, Çinli bir delegasyonla yaptığı bir görüşmeden sonraki bir basın
açıklamasında şunları tespit etti: “ Çin pazarının büyümesi Alman şirketleri için muazzam fırsatlar sunmaktadır. Çin kendi açısından enternasyonal pazarda sadece ticarette değil, aynı zamanda yatırımlarda
ve proje işinde gittikçe daha aktif olmaktadır. Çin ne
de olsa birçok pazarda Alman ekonomisiyle rekabet
etmektedir. Ama bizim şirketlerimiz rekabet içinde
mükemmel bir şekilde vardırlar. Oysa rekabet aynı
zamanda hakça koşullarda gerçekleşmelidir. Bizim
şirketlerimizin gelecekte de başarılı olabilmeleri için
inovasyon ve modern teknolojiye bel bağlamayı tutarlı
bir şekilde sürdürmeliyiz.” (27. 07. 2011, www.bmwi.de)
Buna uygun gelişmeler kendisini dış ticarette de göstermektedir. 02. 02. 2012 tarihli FAZ’a göre Çin ikili
ticarette Almanya’nın en önemli ticaret ortağı konumuna yükseldi ve bunun yanında yatırımlar da yükselmektedir. Aynı zamanda “Çin’e ihracat 2011’de 65
milyar Avro’ya çıktı”, “Çin’den ithalat yaklaşık yüzde
5 artarak 80 milyara yükseldi.”
Sözde “devlet güvenliğini” ve “kamu güvenliğini”
tehdit etmek, keyfi bir şekilde tüm muhaliflere ve
iktidar sahiplerinin hoşuna gitmeyen bütün kişilere
isnat edilmektedir. Fikir ifade etme, eleştiri, her tür-
işçilerin mücadelelerine karşı da kullanılmaktadır.
Buna birkaç örnek: China Labor Watch örgütünün
verdiği bilgilere göre Çin’in güneyindeki bir fabrikanın
binlerce işçisi işten çıkarılmaları ve ücretlerin düşürülmesini protesto etmek için bir greve başladı. Polis
fabrika ve Guangdong ilindeki Dongguan kenti yakınındaki bir cadde blokajını kırmaya çalıştığında düzinelerce insan yaralandı. Diğerlerinin yanında Nike
ve Adidas için ayakkabı imal eden fabrikadaki greve
7.000’den fazla insan katıldı. Protesto bonus ödemelerinin kaldırılmasına ve fazla mesailerin yasaklanmasına karşı yöneldi ve 18 menajerin işten çıkarılmasıyla
ateşlendi. China Labor Watch’a göre işçiler yönetici
personelin işten çıkarılmasını fabrikalarının başka bir
yere taşınmasının hazırlığı olarak görüyorlar.” (NZZ
[Almanca bir İsviçre Gazetesi - ÇN], 19. 11. 2011)
“İşçiler kendilerinin ödenmeyen ücretlerini talep ediyorlar ve bir arkadaşın öldüğü şirketin sözde güvenlik
güçlerinin saldırına uğruyorlar. Sonrasında 300’ü yakındaki bir caddeyi işgal ediyor – ve komşulardan yaklaşık 700 insan daha sonra polisin şiddet kullanarak
dağıttığı bu eyleme katılıyor.” 44)
Japon elektronik imalatçısı Casio’nun yaklaşık 4.000
çalışanının 6 Mart’ta işletme alanı önündeki barışçıl
bir protestosu, haberlere göre bunlar arasında kadınların da bulunduğu yaklaşık 20 çalışanın yaralandığı,
yaklaşık 1.000 silahlı müdahale polisi (Çevik Kuvvet
– ÇN) ve diğer güvenlik güçleri tarafından dağıtıldı.
Casio’daki anlaşmazlık, işletme yönetiminin çalışanlara taban ücretlerinin yeni hükümlerle uyum içinde
yükseltileceğini çalışanlara bildirdiği 5 Mart’ta başladı; oysa çalışanlar kendilerinin aylık ek ödemelerinin düşürüldüğünü tespit ettiler. Birçok çalışan polis
tarafından götürüldü ve arkadaşlarının görüşüne göre
hâlâ tutuklu bulunmaktadırlar.
Ekim ayında büyük oyuncak imalatçısı Smart Union kapılarına kepenk vurup yaklaşık 7000 çalışan bugünden yarına işyerlerini kaybettiklerinde, belediye
idaresi ofislerinin önünde ödenmeyen ücretler ve tazminatlar nedeniyle protestolar gerçekleşti. Müdahale
polisi ve silahlı polisler göstericilerin binaya girmesini
engellediler ve resmi makamlar, eğer onlar illegal protestolarına devam ederlerse, çalışanların 10-15 günlük
idari hapsi hesaba katmak zorunda olduklarını içeren
açıklamalar yaptılar.” 45)
“İş Yasası, Sendika Yasası ve İş Koruma Yasası her
ne kadar ‘iş bırakmalara’ değinse de grevci çalışanlar pratikte bir dizi sorunlarla karşılaşıyorlar. Onlar
normal olarak polis tarafından tutuklanıyorlar veya
güncel
lü daha fazla hak ve demokrasi talebi bu kategoride
ele alınmaktadır. On binlerce insan tutuklandı, kötü
muameleye uğradı, işkence gördü, mahkûm oldu ve
evet, hatta katledildi.
Kâğıt üzerinde, anayasada “kişisel onur”un “dokunulmaz” olduğu açıklanmaktadır (Bkz: HR S:59).
Çin “hukuk sistemi” mahkûmiyetin iki farklı türünü
tanımaktadır. Biri “çalıştırma vasıtasıyla düzeltme”yi
hedef alan, mahkemenin verdiği hapis şeklindeki
“kriminel” mahkûmiyettir. Diğeri ise polis makamları tarafından verilen bütünüyle keyfi olan “idari
hapis” olarak adlandırılıyor. Bununla “çalışma yolu
ile eğitme” hedefine hizmet ettiği iddia ediliyor. Bu,
“hırsızlık, fahişelik ve illegal uyuşturucular” gibi
“daha küçük suçlar için” verilmektedir. “İdari hapis”
sıkça aktifistlere ve muhaliflere karşı üç yıla kadarki
hapis cezası olarak kullanılmaktadır. Bununla ilgili
olarak ne dava açma, ne avukat tutma hakkı vardır.
İdari hapis için mahkeme kararı gerekmiyor. Polis
makamlarının kararına karşı hiçbir itiraz etme hakkı
da yoktur.
Wikipedia’da şöyle deniyor: “Daha küçükçe suçlar
için idari hapis olanağı vardır. Bu ceza polis makamları tarafından verilmektedir. Verilen azami hapis süresi
üç yıldır; bu iyi halde yarıya düşebilir; ne var ki ama
bir yıla kadar da uzatılabilir. Böylesi bir mahkûmiyet
için Ceza Davası Usulü hükümleri geçerli değildir; bir
polis makamı sadece belirsizce yürütülmüş bir işlemin
ardından bir zanlıyı mahkûm edebilir. İdari hapsin
birçok biçimleri vardır; en sık biçimi çalıştırma vasıtasıyla eğitmedir.” 42) İdari hapse mahkûm edilmişler
hakkında dayanılabilecek güvenlikte ve kamuya açılmış sayısal veriler yoktur. Bu hapis biçimi
----------42)
de.wikipedia.org/wiki/Umerziehung_durch_Arbeit
aslında halka karşı yasalarla meşrulaştırılmış açık
terördür. Eğer biri, örneğin devlet fonksiyonerleri
hakkında suç duyurusunda bulunmak gibi anayasal
haklarını kullanmaya cesaret ederse, o zaman “idari hapis” derhal gündeme gelebilmektedir. Bir devlet
fonksiyoneri hakkında şikâyette bulunmanın bedeli üçten dört yıla kadar “çalışma ile eğitme” olabilir. Uluslar arası Sendikalar Birliği (İGB)’ne göre bu
Demokles’in Kılıcı her yerde hazır ve nazırdır: Tutuklanma korkusu çalışanların temsilcileri, makamlar ve
işverenler arasındaki pazarlık görüşmelerinde devasa
bir engel oluşturmaktadır.”43)
Devletin tüm bu baskı mekanizmaları kadın-erkek
57
güncel
Alman holdinglerindeki Çinli kadın-erkek
işçilerin durumu burjuva medyasında şöyle
yorumlanıyor: “Oysa her şeyden önce
Çin’deki Japon firmalarında grevler
gittikçe daha fazla yaygınlaşırken –
Toyota’ya da iş yapan Güney Çin’deki
oto parçaları teslimatçısı Denso’nun
elemanları geçen hafta iş bıraktı –
Alman firmalarında barış hüküm
sürmekte ve harıl harıl çalışılmaktadır.”
41)
Daha sonra makalede Alman ve Avrupalı
şirketler, onlar “daha iyi çalışma koşulları”
sunduklarından dolayı övülüyorlar.
kamu düzenine karşı ihlallerden, trafik suçlarından
ve gösteriler ve yürüyüşlerdeki yasa ihlallerinden veya
çok daha ağır siyasi suçlardan uyarılıyorlar. Ayrıca
grev örgütleyicileri ve bağımsız sendikacılarını sözde
çalışma yoluyla eğitme denen, idari hapsin bir biçimi tehdit ediyor. Prensipte bu hapsin yasal üst sınırı
üç yıl ise de, resmi makamların isteği üzerine bu süre
uzatılabilmektedir. 2008 İlkbaharında Panyu’daki bir
ayakkabı fabrikasının en az beş çalışanı aleyhine izinsiz yürüyüşler ve kamu düzenini rahatsız etme ile
--------------43)
Çin’de Sendikal Hakların İhlalleri Üzerine Yıllık Toplu Bakış, Uluslar arası Sendikalar Birliği(İGB),
2007
44)
2010 Çin’inde İş Mücadeleleri – (bu arada?) daima bir haber olmaya değer…”, 14. 01. 2011, labournet.
de
45)
Çin’de Sendikal Hakların İhlalleri Üzerine Yıllık
Toplu Bakış, Uluslar arası Sendikalar Birliği, 2008
58
bağlantılı, ceza hukukunda bunun için yedi yıla kadar hapis cezası bulunan suçtan dava açıldı.” (agy)
Tüm bu olgular bizim HR, sayı 58’de yaptığımız
şu değerlendirmemizi onaylıyor: “Kılı kırk yararak
icat edilmiş bir egemenlik sistemi aracılığıyla halkın
topyekûn gözetim altında tutulması ve denetlenmesi,
emekçilerin haktan yoksunluğu, medyanın bütünüyle
bir ve aynı dilden konuşturulması sosyal-faşist egemenliğinin diğer araçlarıdır. Sosyal-faşist, çünkü faşist
terör daha hâlâ ‘sahte-komünist’ bir propaganda örtü-
süyle kaplıdır.” (Sf:5)
Evet, Çin’de sosyal-faşist bir diktatörlük hüküm
sürmektedir. Ne var ki, toplumsal, her şeyden önce
ekonomik değişikliğe paralel olarak egemenliğin biçimleri de tedricen değişmektedir. Yönü en azından
gerici, burjuva-demokratik burjuva egemenlik biçimlerine şekilsel uydurulmasına doğru gitmektedir. Lakin bu Çin çapında şiddetli sınıf mücadeleleri patlak
vermezse ve siyasi özgürlükleri söke söke alıp sistemi
bocalatmaz ise çok uzun sürecektir. Bürokratların ve
fonksiyonerlerin parti hegemonyası bugün de rahat
bırakılmış durumdadır. Fakat Çin’in proletaryası ve
emekçileri istim üzerindedirler! Bunun ileriye doğru
büyük bir atılım olup olmayacağını önümüzdeki yıllar gösterecek!
İleriye doğru bir bakış...
Mao Zedung sosyalist deneyin olası başarısızlığını açık bir şekilde göz önünde bulundurdu: “Son çözümlemede, buradaki sorun proletaryanın devrimci
davasının seleflerini yetiştirme sorunu, eski kuşaktan
proleter devrimcilerin başlatmış olduğu Marksist-Leninist devrimci davayı sürdürecek insanların bulunup
bulunmayacağı sorunudur. Partimizin ve devletimizin
önderliğinin proleter devrimcilerin elinde bulunup bulunmayacağı sorunu, ardıllarımızın Marksizm-Leninizm tarafından çizilmiş bulunan doğru yol üzerinde
yürümeye devam edip etmeyeceği sorunu, ya da başka sözlerle, Çin’de Kruşçev’in revizyonizminin ortaya
çıkmasını başarılı bir şekilde engelleyip engellemeyeceğimiz sorunudur. Kısacası bu, son derece önemli bir
sorun, Partimiz ve ülkemiz için yaşam veya ölüm sorunudur. Bu, proleter devrimci dava açısından, yüz, bin,
on binlerce yıl için temel öneme sahip bir sorundur. “
(Mao Zedung, “Kruşçev’in Sahte Komünizmi ve Dünya İçin Tarihsel Dersler Üzerine”, 9. Yorum, “Uluslar
arası Komünist Hareketin Genel Çizgisi Hakkında
Polemik” ten, Oberbaumverlag, Sf: 532/33, Alm.,
Türkçesi: Sf: 528/29, İnter Yayınları, Temmuz 1988,
Ist.,dan alıntılandı) Ölüm-kalım sorunu karşı devrimin lehine sonuçlandı. Kadın-erkek komünistler bu
deneyimler konusunda dünya çapında bilgilenmeli ve
öğrenmelidir. Çin proletaryası dünya tarihinin değişmesi için mutlaka yeni bir girişim yapacaktır. Onun
mücadelesi bizim mücadelemizdir!
Mart 2012 ✓
(HERŞEYE RAĞMEN, s.:60/2012, Sf. 16-36,
Almanca’dan çevrilmiştir.)
SB‘nde Bolşevikler İktidara Geldiğinde
Durum Neydi?
Çarlık Rusya’sı bir halklar hapishanesi idi. Çarlık, işçi
ve emekçileri cahil olarak bırakıyordu. Nüfusun beşte dördü okuma-yazma bilmiyordu. Çarlık Rusya’sında “soyluların” eğitimine önem veriliyordu. Ekim
Devrimi sırasında Çarlık rejiminden devralınan
Rusya’da okur-yazar oranı yüzde 28,4’tü. Köylüler
arasında okuma yazma oranı oldukça düşüktü. Rusya bir köylü ülkesiydi. Çarlık döneminde kadınların
durumu daha da kötüydü. Çocuk ve yetişkinlerin %
80’e yakın kısmı eğitim imkânlarından yoksundu.
Rusya’da ilk kapsamlı nüfus sayımı 1897 yılında yapıldı. Rusya’da okuma-yazma bilen erkeklerin oranı
% 33,7 ve kadınların oranı da % 11,7 idi. Bu tarihte Rusya’nın nüfusu 125 milyondu. Ayrıca, Rusya’ya
bağlı olan Finlandiya’da da yaklaşık 2,5 milyon kişi
yaşıyordu. Devrim öncesi Rusya’da, kelimenin tam
anlamıyla bilimsel araştırma enstitüsü diyebileceğimiz tek bir kurum bile yoktu. Bilimsel aktiviteler,
birkaç üniversitede kurulmuş, oldukça zayıf laboratuarlarda gerçekleştiriliyordu ve bu laboratuarların
ne üretim süreçleriyle ne de halkla bağlantıları vardı.
Lenin, 1913’te Çarlık Rusya’sında eğitimin durumuyla ilgili olarak yazdığı bir makalede, okul yaşındaki çocukların toplam nüfusun % 22’sini oluşturduğunu, o dönemde okullardaki öğrenci sayısının
nüfusun sadece % 4,7’sini oluşturduğuna dikkat çekiyordu. Lenin şöyle yazıyordu: “Avrupa’da Rusya
dışında bu derece barbar ve halk yığınlarının eğitim,
aydınlanma ve bilgi bakımından bu derece yoksun
bırakıldıkları bir tek ülke kalmadı.” (Lenin, Gençlik
üzerine, Sol Yayınları, sf. 33) Lenin, Çarlık Rusya’sını Avrupa ülkeleri ile karşılaştırıyor ve Rusya dışında
halk yığınlarının eğitim, aydınlanma ve bilgi bakımından yoksun bırakılan başka bir Avrupa ülkesinin
olmadığına dikkat çekiyordu. Lenin devamla; “Genç
kuşağın beşte dördü, Rusya’nın feodal devlet yapısı
yüzünden okumaz-yazmazlığa mahkûm edilmiştir.
Halkın büyük toprak sahiplerinin iktidarı yüzünden
bu alıklaştırılmasına, Rusya’daki okumaz-yazmazlık
karşılık düşüyor. Hükümet yayını aynı Rusya Yıllığı,
Rusya’da yaşayanların yalnızca % 21’inin ve okul öncesi çağdaki, yani 9 yaşından küçük çocuklar (nüfustan) düşülürse % 27’sinin okuma ve yazma bildiğini
tahmin ediyor.” diyordu. (age, sf. 33) Çarlık Rusya’sının eğitim alanındaki yüzü buydu. Her beş gençten
dördünün okuma yazması yoktu. Rusya’nın feodal
yapısı ve büyük toprak sahiplerinin iktidarı eğitime
önem verilmemesinin bir nedeni idi. Lenin, aynı makalenin sonunda çözüm yolunu göstererek “(işçi sınıfı) gerçek özgürlük için (…) ve soyluların eğitimi değil,
ama halkın eğitimi olan gerçek eğitim için devrimci savaşım yeteneğini çok daha inandırıcı, çok daha güçlü
ve çok daha sağlam bir biçimde göstermesini bilecek”
diyordu. (age. sf. 41)
Lenin aynı makalesinde, Çarlık Rusya’sı Kamu
Eğitim Bakanlığı’nın soyluların eğitimine önem ver-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Gelişmekte olan genç kuşak komünizmi nasıl öğrenmelidir sorusunun yanıtı budur.
Bu kuşak komünizmi ancak, öğreniminin, eğitiminin her adımını proleterler ve
emekçilerin eski sömürücü topluma karşı sürekli mücadelesiyle birleştirdiğinde
öğrenebilir. Bize ahlaktan söz ettiklerinde şunu söylüyoruz: Komünistler için
ahlak bu sağlam, dayanışmacı disiplin ve sömürücülere karşı kitlelerin bilinçli
mücadelesinden ibarettir.
✒
SOVYETLER
BİRLİĞİ’NDE EĞİTİM
59
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
60
diğini, işçilere-köylülere eğitim yolunun kapatıldığını belirterek, işçi sınıfının 1905 devriminde gücünü
gösterdiğini ve halkın eğitimi için gerçek gücünü göstermek için savaşımı sürdüreceğine dikkat çekiyordu.
SSCB’de eğitimin gelişim seyrini görmek için, Çarlık
Rusya’nın eğitim durumu ve okur-yazar oranının bilinmesi önemlidir. Çünkü Ekim Devrimi ile birlikte,
Çarlık Rusya’sından devralınan eğitim sisteminden
nereye doğru evrimlendiğinin bilinmesi gerekir.
Bolşevikler İktidara Geldiğinde Görev
Neydi?
Lenin Ekim Devrimi arifesinde şöyle yazıyordu:
“Biz ütopyacı değiliz. Herhangi bir vasıfsız işçinin
ve herhangi bir aşçı kadının hemen devlet yönetimine girecek durumda olmadığını biliyoruz. Bu hususta gerek Kadetlerle, gerekse de Breşkovskaya ve
Tsereteli ile görüş birliği içindeyiz. Fakat bu yurttaşlardan farkımız, devleti yönetmeyi ve günlük idari
çalışmayı sadece zenginlerin ya da zengin ailelerden
gelen memurların başarabilecekleri önyargısından
derhal kopmayı talep etmemizdir. Biz, devlet yönetiminde çalışmak için verilen eğitimin sınıf bilinçli
işçiler ve askerler tarafından sevk ve idare edilmesini ve buna vakit geçirmeksizin başlanmasını, yani
bütün emekçileri, bütün yoksul halkı bu eğitime çekme işine derhal başlanmasını talep ediyoruz.“ (Lenin,
Eserler, Cilt VI, sf. 282-283) Devleti yönetme ve günlük idari çalışmanın sadece zengin ailelerden gelen
memurların yönetebileceği anlayışına karşı çıkıyor
Lenin. Lenin, devlet yönetiminde çalışmak için eğitimin önemine dikkat çekiyor ve bu eğitimin işçiler,
askerler tarafından sevk ve idare edilmesi gerektiğine
vurgu yapıyor.
Paris Komünü deneyi ertesinde ilk defa Rusya’da
proletarya iktidara gelmişti. Bu bir ilkti. Burjuvalar
gibi yüzyılların yönetim tecrübesi yoktu. Ama Bolşevik partileri vardı. Bolşevik Parti’nin öncülüğünde
iktidara geldiler. Yönetmeyi de öğreneceklerdi. Yönetmek, örgütlenmek demekti. Ve devrimin sayısız
sorunları vardı. Bu sorunların yanında emperyalist burjuvazi, Rusya’daki işbirlikçileri aracılığıyla
iç savaş yürütüyordu. Emperyalistler, gerek iç savaşı
destekleyip kışkırtarak, gerekse doğrudan saldırarak Sovyet iktidarını yıkmak için ellerinden geleni
yapıyorlardı. Fakat başaramadılar. Ekim Devriminden hemen sonra başlayan ve dört yıl süren iç savaşta
burjuvaziye karşı ikinci büyük zafer kazanıldı. İşçi ve
emekçiler iktidarlarına sahip çıktı.
Ekim Devrimi ile birlikte eğitimde yeniden yapılanmaya girişildi. Lunaçarski, Eğitim Bakanı (komiser) oldu. 1918’de kilise okulları mahalli Sovyetlere bırakıldı. 1917’den itibaren yoğun bir devrimci
eğitim uygulandı, eski ilkeler kaldırıldı ve sosyalist
teori uygulandı. 1919’daki 8. Parti Kongresinde “komünist eğitim ilkeleri” kabul edildi. 16 yaşına kadar
zorunlu parasız eğitim kabul edildi. Sınıfsal farkları
kaldırmaya yönelen poli-teknik eğitim tipi esas alındı. Devralınan Çarlık Rusya’sının eğitim sisteminin
değiştirilmesi ve poli-teknik eğitim sisteminin yerleştirilmesi kolay değildi. Eğitimin parasız hale getirilmesi tek başına Sovyetler Birliği’nin eğitimle ilgili
sorunlarını çözmüyordu. Sovyetlerde farklı diller konuşuluyordu. Farklı dillerin konuşulması nedeniyle,
okuma-yazma seferberliği aynı zamanda iletişim dilinin ortaklaşması ve sosyalizmin tüm ülkelerde anlatılması anlamına geliyordu. Lenin VIII. Parti Kongresine sunduğu raporda şöyle diyordu:
„Burada uzun süreli eğitsel çalışma dışında başka
hiçbir şeyle çözülemeyecek bir görevle karşı karşıyayız.
Şimdilik bu görev bizim için son derece zor, çünkü —
sık sık belirtme imkânı bulduğum gibi — yönetim faaliyetine katılan işçi kesimi olağanüstü ve inanılmaz
ölçüde dardır. Takviyeye gereksinimimiz var. Bütün
belirtilere göre ülkede böyle bir rezerv büyümektedir.
Muazzam öğrenme hırsı, eğitimde çoğu kez okul dışında kaydedilen muazzam gelişim, emekçilerin eğitiminde muazzam ilerleme tartışma götürmez. Bu herhangi bir okul çerçevesinde olmuyor, fakat ilerleme son
derece büyük. Bütün belirtiler, zayıf proleter kesimin
aşırı yorgun düşmüş temsilcilerinin çalışmasını gelecekte devralacak güçlü bir yeni nesile kavuşabileceğimizi gösteriyor. Ne var ki bugün bu hususta çok zor
durumdayız. Bürokrasi yenilgiye uğratılmış, sömürücüler ortadan kaldırılmıştır. Fakat kültür seviyesi
hâlâ yükselmemiştir, o nedenle bürokratlar hâlâ eski
yerlerinde oturuyorlar. Bunlar ancak, eskisinden daha
kapsamlı olması gereken proletarya ve köylülüğün örgütlülüğüyle ve işçilerin yönetim faaliyetine çekilmesi
için etkili önlemlerle geri püskürtülebilirler.” (Lenin,
Seçme Eserler, Cilt VIII, sf, 368-369, İnter Yayınları)
Yönetime katılan işçi sayısı oldukça azdı. Okullarda ve okul dışında eğitim seferberliği başlatılmıştı.
Muazzam öğrenme hırsı vardı. Geleceğin yöneticilerinin yetişeceğinden Lenin’in kuşkusu yoktu. Andaki
durumda zor durumdaydılar. Ekim Devrimi başarıya ulaşmıştı ama yolun henüz başlarında idiler. Ekim
Devrimini izleyen yıllar iç savaş dönemiydi. Burjuva-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
bilinçli bir siyaset izliyordu.
Lenin, 22 Aralık 1920’de, Halk Komiserleri
Konseyi’nin Faaliyeti Üzerine VIII. Tüm-Rusya Sovyet Kongresi’ne bir rapor sunar. 1920 yılı sonu ile 1921
başı, Sovyet Cumhuriyetlerinin yaşamında bir dönüm noktasıdır. Polonya ile savaş bitmiş ve Vrangel
yenilmiştir. Sovyetler ülkesine karşı, bir Beyaz Muhafız örgütleme yönündeki girişimler yerle bir edilmişti. İşte böyle bir ortamda Lenin, andaki gelişmelerin
bir analizini yapıyor ve sosyalizmin inşa edilmesindeki temel sorunlara dikkat çekerek şöyle diyordu:
„Fakat bizde okuma-yazma bilmeyenler olduğu sürece elektrifikasyonun gerçekleştirilemeyeceğini bilmek
ve kafalara sokmak gerekir. Komisyonumuzun okumayazma bilmemeyi ortadan kaldırma çalışması yetmez.
Öncesiyle karşılaştırıldığında çok şey, fakat gerekenle
karşılaştırıldığında az şey yapmıştır. Okuma-yazma
bilmenin dışında, kültürlü, bilinçli, eğitimli emekçilere
ihtiyacımız var; köylülerin çoğunluğunun önümüzdeki
görevler hakkında kesin bir fikre sahip olmasını sağlamalıyız. Parti’nin bu programı bütün okullara girmesi
gereken temel ders kitabı olmalıdır. Bu kitapta elektrifikasyonun uygulanmasının genel planı yanında,
Rusya’nın her mıntıkası için özel planlar hazırlandığını göreceksiniz. Ve taşraya giden her yoldaş, elektrifikasyon uygulaması için, geri bir yaşamdan normal bir
yaşama geçiş için kendi mıntıkasına yönelik kesin bir
plana sahip olacaktır. Yoldaşlar! Önünüze konan direktiflerin yerinde karşılaştırılıp düzenlenerek gözden
geçirilebilir ve bu yapılmalıdır; her okulda, her çevrede
komünizmin ne olduğu sorusuna sadece Parti programında yazdığı gibi yanıt verilmekle kalmayıp, aynı
zamanda karanlıktan nasıl çıkılabileceğinden de söz
edilmesini sağlayabiliriz ve sağlamalıyız.
En iyi fonksiyonerler, en iyi iktisatçılar ve uzmanlar,
önlerine konan Rusya’nın elektrifikasyonu ve ekonomisinin restorasyonu için bir plan hazırlama görevini
yerine getirdiler. Şimdi işçilerle köylülerin, bu görevin
ne kadar büyük ve zor olduğunu, ona nasıl yaklaşmak
ve onu nasıl ele almak gerektiğini bilmelerini sağlamalıyız.“ (Lenin, Seçme Eserler, Cilt VIII, sf, 291-292,
İnter Yayınları)
Okuma yazma bilinmeden elektrifikasyonun da
gerçekleşmeyeceğini Lenin açıkça belirtiyordu. Lenin, okuma yazma oranının gelişmesinin yeterli olmadığını, bilinçli, eğitimli emekçilere ihtiyaç olduğunu belirtiyordu. VIII. Kongrenin önemli gündem
maddesi orta köylülüğe yaklaşım ve orta köylülerin
nasıl kazanılacağı konusuydu. Parti programının
✒
zi, emperyalistlerin himayesinde proletaryanın iktidarını yıkmak için savaş yürütüyordu. 1918’den 1921
yılına kadar uygulanan politikaya savaş komünizmi
adı verilmişti. Yönetme ve yönlendirmede zorluklar
yaşanıyordu. Sömürücüler iktidardan uzaklaştırılmıştı. Çarlığın kimi bürokratları yerinde duruyordu
ve onlardan proleter devlet yararlanmaya çalışıyordu. Lenin, VIII. Parti Kongresinde andaki durumun
bir tespitini yapıyordu. Tabii ki orada durulamazdı.
Tespit edilen zor görev “proletarya ve köylülüğün örgütlülüğüyle ve işçilerin yönetim faaliyetine çekilmesi
için etkili önlemlerle “ aşılacaktı. Bolşevik Parti, VIII.
Parti Kongresi 6 Mart 1918’de toplandı. Bu, iktidarın
ele geçirilmesinden sonra yapılan ilk parti kongresiydi. Kongreye 145,000 parti üyesini temsilen, 46’sı karar oyuna ve 58’i sadece istişari oya sahip l04 delege
katıldı. Sovyet iktidarını sağlamlaştırmak için eski
burjuva devlet aygıtı parçalanmalı, yıkılmalı ve onun
yerine yeni Sovyet devlet aygıtı yaratılmalıydı. Bu
kongrede yeni parti programı kabul edildi. Halk eğitimi alanında önemli kararlar alındı. Lenin, eğitim
alanında en ivedi görevler olarak şunları tespit etti:
“(1) Sovyet iktidarının en etkili yardımıyla, işçilerin
ve köylülerin halk eğitimi alanındaki girişkenliğini geliştirmek;
(2) Bugün olduğu gibi, öğretimle ilgili personelin yalnız bir bölümünü ya da çoğunluğunu değil, şöyle ki
iflah olmaz biçimde burjuva ve karşı devrimci öğeler
elenecek ve komünist ilkelerin özenli bir uygulaması
güvence altına alınacaktır; (siyaset üzerine).
(3) Her iki cinsiyetten 16 yaşına kadar çocuklar için
parasız ve zorunlu, genel ve poli-teknik (başlıca üretim
kollarının teori ve pratiğini öğreten) eğitimi gerçekleştirmek.
(4) Çocukların eğitimiyle toplumsal bakımdan üretken emeği arasında sıkı bir ilişki kurmak;
(5) Masraflar devlete ait olmak üzere tüm öğrencilere
yiyecek, giyecek ve okul gereçleri sağlamak.
(6) Halk eğitimine emekçi halkın eylemli olarak
katılımını sağlamak (halk eğitim konseylerinin geliştirilmesi; bilgili kimselerin harekete geçirilmesi,
vb);”(Lenin, Gençlik üzerine, Sol Yayınları, sf. 202203)
Lenin, halk eğitimi alanında işçilerin ve köylülerin
eğitiminin önemli olduğunun bilincindeydi. Eğitim
ile ilgili ivedi görevlerin tespit edilmesi bu yüzdendi.
Sosyalizmin inşa sürecinde, eğitim ve bilim alanında adımlar atmak ihtiyaç değil, devrimci bir görevdi.
Bolşevik Parti, en başından itibaren eğitim alanında
61
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
tüm okullarda temel ders kitabı olmasının yanı sıra,
özel planlar hazırlanacağını da vurgu yapılıyordu.
Lenin, Rusya Komünist Gençlik Birliği III. TümRusya Kongresi’nde, 2 Ekim 1920’de önemli bir konuşma yapar. Lenin, bu konuşmasında kültür sorunlarını ele alır. Proletarya iktidarı ele aldığında,
emekçilerin değişimi, eğitim, yönetme yeteneği edinme, tekniğe egemen olma görevleri en önemli görevlerden biri haline gelir. Bu bakımdan işçi sınıfının
önüne kültür devrimini gerçekleştirme görevi çıkar.
Kültür denildiğinde sadece bilim, edebiyat ve sanat
anlaşılmamalıdır. Kültür denildiğinde, bir bütün olarak üretim ve onun temeli üzerinde yükselen yaşam
tarzı, ahlak, inanç, çalışma disiplini, çalışmanın örgütlenmesi, yönetme yeteneği ve yönetimin örgütlenmesi vb. anlaşılmalıdır. Lenin, „eski kapitalist düzenin
değiştirilmesiyle birlikte, komünist toplumu kuracak olan
yeni kuşağın eğitim ve öğreniminin eskisi gibi olmayacağı sonucu” çıkacağını belirtir. “Komünizmi” diyor Lenin
“ancak eski toplumun bize bıraktığı bilgi, örgüt ve kurumların toplamından, insan gücü ve araçlar rezerviyle kurabiliriz. Ancak gençliğe verilecek dersleri, gençliğin örgütlenmesi ve eğitimini temelden değiştirirsek, yeni kuşağın
çabalarıyla, eskisinden farklı bir toplum, yani komünist
toplumu kurmayı başarabiliriz.” (Lenin, Seçme Eserler,
Cilt IX, sf. 511)
Komünizmi öğrenme görevinin doğru ele alınması gerektiğini belirten Lenin şöyle der:
62
“Elbette ilk bakışta, komünizmi öğrenmenin komünist ders kitaplarında, broşür ve yazılarda içerili bilgileri edinmek olduğu düşüncesi ortaya çıkar. Ne var
ki komünizmi öğrenmenin böyle tanımlanması çok
kaba ve yetersiz olurdu. Eğer komünizmi öğrenmek
komünist yazı, kitap ve broşürlerdeki bilgileri edinmekten ibaret olsaydı kolayca komünist âlimlerimiz
ve lafazanlarımız olurdu. Ancak bu bize adım başında
zararlı olur, zarar getirirdi; zira komünist kitap ve broşürlerdekileri okuyup öğrenmiş bu insanlar bütün bu
bilgileri toparlama ve gerçekten komünizmin gerektirdiği gibi davranma yeteneğinde olmayacaklardı.
Eski kapitalist toplumun bize bıraktığı en büyük kötülük, en büyük zorluk kitapla pratik yaşam arasındaki son derece derin uçurumdur, bizim her şeyin çok
güzel anlatıldığı kitaplarımız vardı ve bu kitapların
büyük çoğunluğu, bize komünist toplumu yanlış anlatan en kötü ikiyüzlülük ve yalandan ibaretti. O nedenle komünizm üzerine sadece kitaplarda olanı edinmek
son derece yanlıştır. Şimdi bizim konuşmalarımız ve
makalelerimiz önceden komünizm üzerine yazılmış
olanların sadece tekrarı değildir, çünkü konuşmalarımız ve makalelerimiz her günkü ve çok yönlü çalışmamızla bağıntılıdır. Çalışma olmadan, mücadele
olmadan komünist broşür ve eserlerden alınmış kitabi
bilgilerin beş kuruşluk değeri yoktur, çünkü teori ile
pratik arasındaki eski uçurum, eski burjuva toplumun
en iğrenç özelliğini oluşturan bu uçurum hâlâ varlığını
sürdürüyor.
Eğer kendimizi sadece komünist şiarları edinmekle
sınırlamak isteyecek olursak bu daha da tehlikelidir.
Eğer bu tehlikeyi zamanında görmez ve bütün çalışmamızı bu tehlikenin ortadan kaldırılmasına yoğunlaştırmazsak böyle bir komünizm eğitiminden sonra
kendilerini komünist olarak tanımlayacak yarım ya
da bir milyon genç kız ve erkek komünizm davasına
sadece ağır zararlar vereceklerdir.
Burada şu soru ortaya çıkıyor: Komünizm eğitimi
için bütün bunları birbirleriyle nasıl bağdaştırabiliriz?
Eski okuldan, eski bilimden neyi almamız gerekir? Eski
okul çok yönlü eğitilmiş insanlar yaratmak istediğini,
bilimleri öğrettiğini iddia ediyordu. Biz bunun tamamen yalan olduğunu biliyoruz, çünkü bütün toplumsal düzen insanların sınıflara, sömürülen ve ezilenlere
ayrılmasına dayanmaktaydı. Tamamen sınıf ruhuyla
dolu olan eski okul elbette sadece burjuvazinin çocuklarına bilgi sağlıyordu. Bu okulun her sözcüğü burjuvazinin çıkarı için tahrif edilmişti. Bu okullarda genç
işçi ve köylüler kuşağı eğitilmekten Çok bu burjuvazinin çıkan için sıkı talimden geçiriliyordu. Bu eğitimin görevi bu burjuvazinin kârları için çalışabilecek
ve aynı zamanda sükûnetini ve ataletini bozmayacak
uygun hizmetçiler yetiştirmekti. O nedenle eski okulu
reddediyoruz ve ondan sadece gerçek bir komünist öğrenime ulaşabilmek için ihtiyacımız olan şeyleri alıyoruz.” (Age. Sf. 511-512)
Komünizmi öğrenmek sadece kitap, broşür ve
ders kitapları ile sınırlı değildir. Komünizm, kitap ile
pratik yaşam arasındaki bağı birlikte ele alır. Kitap
ile pratik yaşam arasındaki uçurum kapitalizmin temel özelliğidir. Pratik çalışma ve mücadele olmadan
komünist kitabi bilgilerin bir değeri yoktur. Teori ile
pratik arasındaki uçurum burjuvaziye özgüdür. Pratikten bağımsız komünist şiarların haykırılması ile
komünist olunmaz. Teori ile pratiğin uyumlu olması
gerektiğini belirten Lenin, burjuvazinin eğitim sistemini eleştirmekte ve komünist eğitimin pratikten
bağımsız olamayacağını anlatmaktadır.
Lenin şöyle devam eder:
“Çarı kovmak zor olmadı; bunun için sadece birkaç
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
de sık sık olduğu gibi kapitalistler, burjuvazi yeniden
iktidara gelir. Kapitalistler ve burjuvazinin iktidarının
yeniden kurulmaması için bu düzene göz yumulmamalıdır, tek tek kişilerin diğerlerinin sırtından servet
edinmesine izin verilmemelidir, emekçiler proletaryayla birleşip komünist bir toplum kurmalıdır. Komünist
Gençlik Birliği ve örgütünün temel görevini oluşturan
şeyin esas özelliği bundan ibarettir.
Eski toplum şu ilkeye dayanmaktaydı: Ya sen başkasını soyarsın ya da o seni soyar; ya sen başkaları için
çalışırsın, ya da başkaları senin için çalışır; ya köle
sahibi olursun, ya da köle. Bu toplumda büyümüş insanların adeta anne sütüyle birlikte şu psikolojiyi, alışkanlığı, düşünceyi emdikleri açıktır: Ya köle sahibi, ya
köle, ya da küçük mülk sahibi, küçük ücretli memur,
küçük memur, aydın, kısaca sadece kendisiyle ilgilenen
ve diğerlerini hiç düşünmeyen bir insan olmak.
Bir parça toprak işliyorsam başkaları beni ilgilendirmez; bir başkası açlık çekiyorsa daha iyi, tahılımı daha pahalıya satabilirim. Doktor, mühendis,
öğretmen ya da memur olarak çalışıyorsam diğer
İnsanlar beni ilgilendirmez. Belki, egemenler karşısında dalkavukluk ederek, yaltaklanarak işimi koruyabilir, hatta kariyer bile yapabilir, burjuva olabilirim. Komünistler arasında böyle bir psikoloji, böyle
bir düşünce olmamalıdır. İşçiler ve köylüler kendi
gücümüzle kendimizi koruyabileceğimizi ve yeni bir
toplum kurabileceğimizi kanıtladıklarında, yeni komünist eğitim, sömürücülere karşı mücadelede eğitim, proletaryayla ittifak içinde egoistlere ve küçük
mülk sahiplerine karşı, İnsanın sadece kendi kazancını düşünmesi, diğer İnsanlarla ilgilenmemesinden
ibaret olan o psikoloji ve alışkanlıklara karşı eğitim
başlamış oluyordu.
Gelişmekte olan genç kuşak komünizmi nasıl öğrenmelidir sorusunun yanıtı budur.
Bu kuşak komünizmi ancak, öğreniminin, eğitiminin her adımını proleterler ve emekçilerin eski
sömürücü topluma karşı sürekli mücadelesiyle birleştirdiğinde öğrenebilir. Bize ahlaktan söz ettiklerinde
şunu söylüyoruz: Komünistler için ahlak bu sağlam,
dayanışmacı disiplin ve sömürücülere karşı kitlelerin
bilinçli mücadelesinden ibarettir.
Biz ebedi ahlaka inanmıyoruz ve ahlak üzerine bin
bir masalla yayılan aldatmacayı açığa çıkarıyoruz.
Ahlak insan toplumunu yükseltmek ve emeğin sömürüsünden kurtarmak için vardır.
Bunun gerçek olabilmesi için, gençliğin, burjuvaziye karşı disiplinli amansız mücadele koşullan al-
✒
gün gerekti. Toprak sahiplerini kovmak zor olmadı;
bunun için sadece birkaç ay gerekti. Ve kapitalistleri
kovmak da zor olmadı. Fakat sınıflan henüz ortadan
kaldırmadık. Hâlâ işçi ve köylü ayrımı var. Eğer köylü ayrı bir toprak parçasında yaşıyor ve herkes açlık
çekerken ne kendisi için ne de hayvanları için gerekli
olmayan fazla tahıla el koyuyorsa hemen bir sömürücüye dönüşür. Kendisine ne kadar fazla tahıl alıkoyarsa onun için o kadar iyidir, bırakın diğerleri aç kalsın:
“İnsanlar ne kadar aç kalırsa, bu tahılı o kadar pahalıya satarım.” Herkesin ortak bir plan doğrultusunda,
ortak topraklar üzerinde, ortak fabrika ve tesislerde
ortak bir düzene göre çalışması gerekmektedir. Bu kolay başarılabilir mi? Bu görevi yerine getirmenin Çar’ı,
toprak sahibini ve kapitalisti kovmak kadar kolay
olmadığını görüyorsunuz. Bunun için proletaryanın
köylülerin bir kesimine başka bir şekil vermesi, onu
değiştirmesi, zengin olan ve diğer insanların sıkıntılarından servet edinen köylülerin direnişini kırmak için
emekçi köylüleri kazanması gerekmektedir. Demek ki
proletaryanın mücadelesi, Çarlığı yıkmamız ve toprak
sahipleriyle kapitalistleri kovmuş olmamızla bitmemiştir. İşte proletarya diktatörlüğü diye tanımladığımız düzenin görevi tam da budur.
Sınıf mücadelesi sürüyor; sadece biçimleri değişti.
Bu sınıf mücadelesini proletarya yürütüyor ki eski sömürücüler geri gelmesin, geri köylülüğün dağınık kitlesi bir birlik içinde toplansın. Sınıf mücadelesi sürüyor ve bizim görevimiz bütün çıkarları bu mücadeleye
tabi kılmaktır. Komünist ahlakımızı da bu mücadeleye
tabi kılıyoruz. Şöyle diyoruz: Eski sömürücü sınıfın yıkılmasına ve bütün emekçilerin yeni bir toplum, komünist toplum kurmakta olan proletaryanın etrafında
toplanmasına hizmet eden şey ahlakidir.
Komünist ahlak, her türlü sömürüye ve küçük mülkiyete karşı bu mücadeleye hizmet eden, emekçileri
birleştiren ahlaktır, zira küçük mülkiyet, toplumun
bütününün emeğiyle yaratılan şeyi tek bir kişinin eline verir. Bizde toprak ve araziler ortak mülkiyet sayılmaktadır.
Ben bu ortak mülkiyetten bir parça alır, bu toprak
parçasına bana gerekenin iki katı tahıl eker ve elime
geçen tahıl fazlasıyla spekülasyon yaparsam ne olur?
İnsanlar ne kadar çok aç kalırsa tahılım için o kadar
yüksek bir fiyat elde edeceğimi söylersem bir komünist gibi davranmış olur muyum? Hayır, bir sömürücü gibi, bir mülk sahibi gibi davranmış olurum! Buna
karşı mücadele etmek zorundayız. Bunu olduğu gibi
bırakırsak geri püskürtülürüz, daha önceki devrimler-
63
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
64
tında hedefin bilincinde olan insanlara dönüşmeye
başlamış kuşağına gerek vardır. Bu kuşak bu mücadele içinde gerçek komünistler yetiştiriyor; eğitim
ve öğrenim çalışmalarının her adımını bu kuşak bu
mücadeleye tabi kılmalı ve bu mücadeleyle birleştirmelidir. Komünist gençliğin eğitimi ona muhtelif
tatlı dilli konuşmalar ve ahlak kuralları sunmaktan
ibaret olmamalıdır. Eğitim bu değildir. Ana-babalarının toprak sahipleri ve kapitalistlerin boyunduruğu
altında nasıl yaşadıklarını gören, sömürücülere karşı
mücadeleye girişenlerin çekmek zorunda oldukları
acıları bizzat yaşayan insanlar; kazanılanı korumak
uğruna mücadeleyi yürütmenin bedelinin ne olduğunu gören insanlar; toprak sahipleri ve kapitalistlerin
ne azgın düşmanlar olduklarını gören insanlar — işte
bu insanlar bu koşullar altında komünist olarak eğitiliyorlar. Komünist ahlakın esası komünizmin sağlamlaştırılması ve tamamlanması için mücadeledir.
Komünist eğitim, öğrenim ve derslerin esası da bundan ibarettir. Komünizmin nasıl öğrenileceği sorusunun yanıtı budur.
Eğitim ve öğrenim sadece okulla sınırlı kalsa ve hayatın fırtınalarından bağımsız olsa, öğrenime, eğitim
ve terbiyeye hiç önem vermezdik. İşçi ve köylüler toprak sahipleri ve kapitalistler tarafından ezildiği sürece, okullar toprak sahipleri ve kapitalistlerin elinde
olduğu sürece genç kuşak kör ve cahil kalır. Oysa bizim okulumuz gençliğe bilginin temellerini vermeli,
onların kendi başlarına komünist düşünceler geliştirebilmelerini sağlamalı ve onları aydın insanlar haline getirmelidir. Okulumuz ders gördükleri dönemde
genç insanları sömürüden kurtuluş için mücadeleye
katılımcılar olarak eğitmelidir. Komünist Gençlik
Birliği, eğitim ve öğretim çalışmasını sömürücülere
karşı bütün emekçilerin ortak mücadelesine katılımla birleştirdiğinde gerçekten genç komünist kuşağın
Birliği olduğunu kanıtlayacaktır. Çünkü sizler, Rusya
tek işçi cumhuriyeti oldukça ve onun dışında bütün
dünyada eski burjuva düzeni varlığını sürdürdükçe bizim kapitalistlerden daha güçsüz olduğumuzu,
yeni saldın tehditleriyle karşı karşıya bulunduğumuzu, bundan sonraki mücadelede ancak birleşirsek,
birlik olursak muzaffer olacağımızı, sağlamlaştığımızda gerçekten yenilmez olacağımızı biliyorsunuz.
Yani komünist olmak demek, yetişmekte olan kuşağı
örgütlemek ve birleştirmek, bu mücadelede bir eğitim
ve disiplin örneği sunmak demektir. Bundan sonra
komünist toplumun inşasına başlayabilecek ve bu işi
sonuna kadar götürebileceksiniz.
Bunu size daha iyi anlatabilmek için bir örnek sunmak istiyorum. Kendimize komünist diyoruz. Komünist ne demek? Komünist Latince bir sözcüktür.
Komünist toplum şu anlama gelir: Her şey ortaktır
— toprak, fabrikalar, çalışma — komünizm budur.
Herkes kendi başına, kendisi için iş yaparsa ortak
çalışma olabilir mi? Ortak çalışma bir hamlede oluşturulamaz. Bu olanaksızdır. Ortak çalışma gökten
inmez. Bu çalışarak, bir şeylere katlanarak, mücadele ederek elde edilebilir. Bu, mücadelenin seyri içinde oluşur. Bu kitabi bir bilgi değildir. Böyle olsaydı
kimse inanmazdı. Burada herkesin kendi yaşam deneyimine gerek vardır. Kolçak ve Denikin Güney’den
ve Sibirya’dan ilerlemeye başladıklarında köylüler
onların yanında yer almışlardı. Bolşevizmden hoşlanmamışlardı, çünkü Bolşevikler köylülerin tahılını
sabit fiyatla alıyorlardı. Ne var ki köylüler Sibirya ve
Ukrayna’da Kolçak ve Denikin’in iktidarını hissetmeye başlayınca önlerinde şundan başka bir seçimin
bulunmadığını anladılar: Ya kapitalisti izleyecek ve
böylece kendisini toprak sahibinin köleliğine teslim
edecekti, ya da onlara ırmaklarından süt ve bal akan
bir ülke vaat etmeyen, zorlu savaşta onlardan disiplin
ve dayanıklılık talep eden, fakat buna karşılık onları
toprak sahipleri ve kapitalistlerin köleliğinden kurtaran işçileri izleyecekti. En cahil köylüler bile bunu
kavradıklarınnda ve kendi deneyimleriyle öğrendiklerinde, zorlu bir eğitimden geçmiş hedef bilinçli komünizm yandaşları oldular. Komünist Gençlik Birliği
de bütün faaliyetini bu deneyime dayandırmalıdır.“
(Age, sf. 519-523)
Bolşevik Parti, iktidara geldiğinde, önlerinde sosyalizmin yaşanmış bir deneyimi yoktu. Bolşevik
Parti’nin önderi Lenin, ileriye doğru nasıl yol alınacağının ilkelerini ortaya koyuyordu. Lenin, neyi nasıl
öğrenilmesi gerektiğini ve eski bilimden ne anlaşılması gerektiği sorularına ayrıntılı cevaplar vermektedir. Lenin devamla, okullardaki çalışmanın her
adımı, eğitim ve öğrenimin amacının sömürücülere
karşı emekçilerin mücadelesi ile birleştirilmesi gerektiğini anlatmaktadır.
Şubat 1921’de Bolşevik Parti Merkez Komitesi, Eğitim Halk Komiserliği’nde çalışan komünistlere şu talimatları gönderir:
„1) RKP programında poli-teknik eğitim bakımından
özellikle (bkz. programın halk eğitimine ayrılmış 1. ve
8. paragrafları) saptanmış bulunan görüşlere koşulsuz
bağlı olan Parti, genel ve poli-teknik eğitim için yaş sınırının on yediden on beşe indirilmesini, bize Antant
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
biçimde saptanmalıdır.
6) Çalışmanın kapsamı ve sonuçlarının saptanması
ve gözden geçirilmesi için pratik, son derece kısa, fakat
açık ve net rapor formları hazırlanmalıdır. Bu bakımdan Eğilim Halk Komiserliği’nde işlerin durumu son
derece yetersizdir.
7) Ayrıca gazetelerin, broşürlerin, dergilerin ve kitapların gerek okullarda, gerekse de okullar dışında
kütüphane ve okuma salonlarına dağıtımı son derece
yetersizdir.
O nedenle gazete ve dergilere Sovyet memurlarının
küçük bir kesimi tarafından el konulması ve işçi ve
köylülere son derece az miktarda ulaşması söz konusu
olabilmektedir. Bütün bunlar temelden yeniden örgütlenmelidir. (Lenin, Cilt IX, İnter Yayınları, sf. 535-537)
Lenin, 9. Parti Kongre‘sine sunduğu raporda, yönetim ilkesi ve nasıl yapacakları konusunda görüşlerini ortaya koyar. Eski bürokratların bir bölümünden
proleter devlet yararlanmak zorundadır. Bu bağlamda Lenin, feodalizmin bağrından çıkan burjuvaziyi
örnek verir. Lenin şöyle der: „Burjuvalar, yönetim
işini bilmeden zafer kazandılar ve yeni bir anayasa
ilan ederek, yönetim için memurları kendi sınıflarından alıp öğrenmeye başlayarak, önceki sınıfın yönetim
memurlarından yararlanarak ve kendi yeni memurlarını yönetim işleri için eğiterek, bu amaçla tüm devlet
mekanizmasını harekete geçirerek, feodal kurumlara
el koyarak ve okullara yalnızca zenginlerin girmesine
izin vererek zaferi güvenceye aldılar. Bu biçimde yıllar
ve on yıllar boyunca kendi sınıflarının yönetim memurlarını eğittiler. Şimdi, egemen sınıfın modeline göre
kurulmuş olan devlette, tüm devletlerde davranıldığı
gibi davranmak zorundayız. Katıksız ütopizmin ve boş
lafazanlıkların bakış açısını savunmak istemiyorsak,
şöyle demek zorundayız: önceki yılların deneyimlerini
göz önünde bulundurmalıyız, devrimin fethettiği anayasayı güvence altına almalıyız; devletin yönetimi için,
inşası için ise, yönetim tekniğine egemen olan, devlette
ve ekonomide deneyim sahibi kişilere gereksinimimiz
var. Bu tür kişileri ise ancak önceki sınıflardan alabiliriz.“ (Bkz. Lenin, Cilt 8, İnter Yayınları, sf. 105-107)
Bolşevik Parti, Çarlığın bürokratlarından yararlandı. Aynı zamanda kadrolarını da yönetim işleri için
eğitmeye başladı. Lenin, sadece burjuvazinin devlet
yönetmeye yetenekli olduğu anlayışına karşı mücadele başlattı. Avrupa’nın en geri köylü ülkesinde, eğitimsiz, çoğu okur- yazar bile olmayan bir ülkede iktidara gelmişlerdi. İşçiler, sınıfın tüm dinamiklerine
sonsuz gelişme imkânı sağlayan devrim ortamında,
✒
tarafından dayatılan savaşın baskısı altında ülkenin
yoksulluğu ve sefaleti nedeniyle ortaya çıkmış geçici bir
zorunlu önlem olarak değerlendirmek zorundadır.
Kişilerin mesleki eğitimlerinin 15 yaşlarından itibaren, “genel poli-teknik bilgilerle” “birleştirilmesi” (RKP
programının sözü edilen bölümünde madde 8), bunun
için en ufak bir olanak varsa, kesinlikle ve her yerde
zorunludur.
2) Eğitim Halk Komiserliği’nin başlıca eksikliği pratiklik ve pratik düşüncenin yokluğu, pratik deneyimin
dikkate alınması ve gözden geçirilmesinde yetersizlik,
bu deneyimin sonuçlarından sistematik olarak yararlanmada eksiklik, genel değerlendirmeler ve soyut şiarların ağır basmasıdır. Halk Komiserliği’nin ve Kurulun
temel dikkati bu eksikliklerle mücadeleye yönelmelidir.
3) Genel olarak Eğitim Halk Komiserliği’nde, özel
olarak da Mesleki Eğitim Ana Dairesi’nde merkezdeki
çalışmaya uzmanları, yani teorik ve uzun yıllar süren
pratik eğitime sahip pedagogları, aynı zamanda teknik
(ve tanım) alanında mesleki eğitim görmüş insanları
katma işi yanlış örgütlenmiştir.
Derhal bu tür çalışanların kaydedilmeleri, hizmet
sürelerinin saptanması, çalışmalarının sonuçlarının
incelenmesi ve bunların yerel ve özellikle de merkezi
çalışmada sorumlu görevlere çekilmeleri örgütlenmelidir. Bu tür uzmanların raporu ve sürekli katılımı olmadan tek bir önemli önlem alınmamalıdır.
Elbette uzmanların katılımı iki koşul altında cereyan etmek zorundadır: birincisi komünist olmayan
uzmanlar komünistlerin denetiminde çalışmalıdır.
İkincisi, derslerin içeriği, genel eğitim konuları, felsefe,
sendikalar bilimi ve komünist eğitim söz konusu olduğunda sadece komünistler tarafından saptanmalıdır.
4) En önemli okul tipleri programlar, ayrıca kurs,
konferans, ders takriri, sohbetler için pratik egzersizler
hazırlanmalı ve hem heyet, hem de Halk Komiserliğince onaylanmalıdır.
5) Standart çalışma okulları ve sonra özellikle Mesleki Eğitim Ana Dairesi, bütün uygun teknik ve tarım
güçlerinin, bir ölçüde iyi donanımlı her fabrika ve tarımsal işletmeden (Sovyet çiftlikleri, tarımsal deneme
istasyonları, iyi idare edilen çiftlikler ve benzerleri,
elektrik santralleri vs.) yararlanılarak daha yaygın
Ölçüde ve sistemli olarak mesleki teknik ve poli-teknik
eğitim çalışmasına çekilmesine daha büyük bir dikkat
göstermelidir.
Poli-teknik eğitim için ekonomik girişim ve müesseselerden yararlanmanın biçim ve tarzı, ilgili ekonomik
organın onayıyla üretimin normal seyri bozulmayacak
65
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
zorlukları yendiler, yönetmeyi öğrendiler. İktidarı
ele geçirdikleri devrimin ilk günlerinde, sorunlar
olanca ağırlığı ile ortaya çıktığında, onları çöze çöze
ilerlemesi gerektiğini biliyorlardı. Attığı her adımdan
bir ders çıkararak, kitlelere sağlam ve sarsılmaz bir
güven duyarak ve partinin kolektif gücüne yaslanarak yürümesini biliyordu Lenin.
İşçi-emekçilerin bilinç ve örgütlenme seviyelerinin
geliştirilmesinde somut adımlar atılıyordu. 19 Temmuz 1920’de Cehaleti Tasfiye Komisyonu oluşturuldu. Cehaleti tasfiye etmekle sorunlar çözülmüyordu. Sosyalist ekonominin inşa edilmesi gerekiyordu.
Bunun için de okuma yazma oranın geliştirilmesi de
yetmiyordu. Kültürün muazzam biçimde yükseltilmesine ihtiyaç vardı. İnsanın okuma yazma bilgisinden pratikte yararlanması, okuyacak bir şeylere sahip
olması, eline gazete ve propaganda broşürlerinin geçmesi, bunların doğru dürüst dağıtılıp halka ulaştırılması gerekiyordu. Politik aydınlanma ve kültürün
geliştirilmesi düşüncesi ön plana çıkarıldı.
1920 yılı iç savaşın sürdüğü ve proleter devletin var
olma mücadelesi verdiği bir yıldır. Tüm zorluklara
rağmen proleter devlet okuma yazma oranın geliştirilmesinde çalışmalar yapmaktan geri durmadı. Çarlık Rusya’sında en son nüfus sayımı 1897’de yapılmıştı. 1897 ve 1920 yıllarında okuma yazma tablosu
şöyledir:
1)Avrupa Rusya’sı:
2)Kuzey Kafkasya
3) Sibirya (Batı)
Bütün Rusya‘da
66
çümseniyor. Burjuvazi, SB kazanımlarını yok sayıyor ve tarih çarpıtıcılığı yaparak güya „kapitalizmin
üstünlüğü“nü anlatmaya çalışıyor! Burjuvaziden sosyalizmin kazanımlarını anlatmasını zaten beklemiyoruz. Ama kendilerine „sosyalist, komünist“ etiketi
yapıştıranların bir bölümü de, SB’ndeki kazanımlara,
sosyalist inşa deneylerine ve eğitimde yapılanları küçümsüyor.
SSCB’de sosyalizmin inşası ve sosyalist bireyin
yaratılması için muazzam adımlar atıldı. SSCB’de
eğitim sistemi; eğitimin ülke ekonomisine olan etkileri ve sosyalist bireylerin yaratılmasındaki rolü temel alınarak yürütüldü. Sosyalist eğitim, eğitimi üretimle iç içe ele alır. Eğitimin amacı, kolektif bilincin
geliştirilmesi ve bireylerin çok yönlü yeteneklerinin
açığa çıkarılmasıdır. Eğitimin amacı, halkın ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel, yaşam ve bilinç düzeyinin sürekli daha ileriye götürülmesidir. SB’nde bütün
zorluklara rağmen ekonomi, bilim, kültür ve sanatın
her alanında muazzam başarılar elde edildi. Sosyalist kadrolar, yaşamın ve üretimin her alanında gerçekleştirilen kültürel ve teknik atılımlarla toplumun
daha ileriye gitmesini sağladılar. Toplumun çıkarlarını temel alan Bolşevik Parti, SSCB’nin her alanda
dev adımlarla ilerlemesine öncülük etti. Komünist
örgüt ve birliklerde yer alan parti ve Komsomol’un
genç kadroları, 2. Dünya Savaşı’nda Nazi sürülerine
karşı en ön cephede yer aldılar. Sovyet eğitimindeki
1000 erkekten okuma 1000 kadından okuma
yazma bilenler
yazma bilenler
1897
1920
1897
1920
136
225
326
422
56
215
241
357
46
134
170
307
131
244
318
409
Emekçi halk yığınlarının emperyalist-kapitalist
sisteme karşı mücadelesinin ve baskısız, sömürüsüz
yeni bir yaşamı inşa edip geliştirmesinin bir aracı, geleceği kazanmak için olmazsa olmazın silahı eğitimdi. SSCB’de bu ihtiyacı temel alan bir okul ve yaşamın
her alanını kapsayan bir eğitim politikası geliştirilip
uygulamaya sokuldu.
Somut adımlar ve sonuçlar
SB’nde sosyalizmin inşasında yapılan muazzam
başarılar ve eğitim alanında yapılan çalışmalar kü-
Genel olarak 1000
kişiden okuma yazma
bilenler
1897
1920
229
330
150
281
108
218
223
319
başarılar, Komünist Parti ve Komünist Gençlik Örgütü kadrolarının başarısıdır. SB, bilim, kültür ve sanatı halkın çıkarları için kullandı. Bugün, SSCB’nin
eğitim, bilim ve kültür alanındaki başarı ve uygulamaları bize örnektir.
“Çocuk bakımı ve eğitiminin toplumlaştırılması
bağlamında Sovyet devleti çok çeşitli kurumlar yaratmıştır. Bunlardan en çok tanınan şüphesiz kreşler ve
çocuk yuvalarıdır. Ama bunun dışında, okul çocukları
için bütün gün süren okullar, hafta sonu ve okul sonra-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
konusunda temel eğitimi alması sağlanıyordu.
SB’nde eğitim karma ve laik bir temelde yapılıyordu. Dinin eğitim sistemi içerisinde yeri yoktu. Bilimsel olmayan hiç bir düşünce müfredatta yer almıyordu. Orta öğretimden itibaren, öğrencilere parti,
ML ve ülke tarihini anlatan dersler veriliyordu. Öğrencilerin sosyalist bilinç edinmelerine özel önem
veriliyordu. Sovyetler Birliği’nde eğitim, üretimle iç
içe geçen, yaşamın her alanını kapsayan sürekli eğitim modeliydi. 17 yaşına kadar eğitim zorunlu idi.
Yedinci sınıftan itibaren, matematik, fen bilimleri,
coğrafya, tarih, fizik, kimya, müzik, teknik çizim, el
sanatları, beden eğitimi, askeri eğitim ve SSCB anayasası dersleri müfredatta yer alan temel derslerdi.
Yedi yıllık öğrenimlerini tamamlayan öğrenciler, istekleri doğrultusunda 2 yıllık teknik okullara devam
edebiliyorlardı. Teknik okulları bitiren öğrenciler çalışma yaşamına atılıyordu.
Eğitim, sadece okullarla sınırlı değildi. Her mahallede genç komünistlerin ve mahalle gençlerinin çalışma yürüttüğü öncü evleri ve atölyeler vardı. Ayrıca
Komünist Parti tarafından organize edilen eğitsel
aktiviteler çocukların, gençlerin ve yetişkinlerinin
eğitiminin devamlılığını sağlıyor ve ideolojik olarak
Sovyet insanının güçlenmesini beraberinde getiriyordu.
SSCB’de eğitim parasızdı. Öğrenciler, mesleki tercih ve yönelimleri doğrultusunda üniversiteye yerleştiriliyordu. Üniversitelerde, ortaöğretim aşamasını
çeşitli nedenlerle bitirememiş ama eğitime devam etmeye uygun genç işçi ve köylüleri üniversite eğitiminden yoksun bırakmamak için oluşturulmuş, ‘İşçi Fakülteleri’ de bulunuyordu. Üniversite eğitimi, bilimin
her alanında uzmanlar ve eğitimciler yetiştiriyordu.
Üniversite eğitimi, bilim, sanayi, teknik, sosyal ve siyasal konularda çalışma yürüterek işçi ve emekçilerin
ekonomik, sosyal, siyasal ve kültürel düzeylerini yükseltme amacına hizmet ediyordu. Üniversitelere bağlı
fakültelerde bilimin çeşitli alanlarında uzmanlar yetiştirilirken, yüksek teknik okullarında da fabrika ve
diğer üretim alanları için uzmanlar yetiştiriliyordu
Sovyet eğitim sisteminde ‘her yaşta eğitim’ ilkesi
geçerliydi ve bu kapsamda akşam okulları, mektupla
eğitim kurumları ve yetişkinlere yönelik eğitim veren
kurumlar bulunmaktaydı. Okuma-yazma bilenlerin
oranı 1958’de % 98,5’e çıkmıştı. Sovyetler Birliği’nde,
halkın eğitim ve kültür seviyesini yükseltmek için
sürekli bir çalışma yapılıyordu. Sovyetlerde 1928 yılında 570 gazete basılıyor ve bu gazetelerin yıllık tirajı
✒
sı için çocuk kulüpleri ve çocukların boş zamanlarını
spor ve kültürel faaliyetlerle geçirebilecekleri merkezler
vs. vs. de mevcuttu. Ayrıca yatılı anaokulları ve yatılı
okullar, çocuk yurtları ve komünleri yaratılmaya çalışılmıştır. Kırsal kesim için özellikle kolektifleştirme
hareketiyle birlikte ürün alma dönemi için sezonluk
kreşler ve çocuk yuvaları, gezgin çocuk yuvaları gibi
kurumlar ilk defa Sovyetler Birliği’nde denenmiş ve
gerçekleştirilmiştir.” (Rusya’da 1917 Sosyalist Ekim
Devrimi ve Kadınların Kurtuluşu, Cilt 2, Dönüşüm
Yayınları, İst., Kasım 1993, sf. 28)
SSCB’de okul sisteminde zorunlu eğitim aşamasından önce 3-4 ve 5-6 yaşlar arası yuvalar ve anaokulları vardı. SSCB’de kadının sosyal yaşama katılması yönünde adımlar atılıyor, küçük çocuklar için mahalle,
fabrika ve kolektif çiftliklerde yaygın olarak çocuk
yuvaları kuruluyordu. Ardından dört yıllık ilkokul
ve birinci devre orta öğretim aşaması geliyordu. Bu
zorunlu aşamadan sonra öğrenciler fabrika okulları,
teknik okullar, öğretmen enstitüleri veya ikinci devre orta öğretim okullarından birine yönlendiriliyordu. Eğitimin bu aşamasından sonra üniversiteler ve
yüksek enstitüler ve sonraki aşamada ise araştırtma
enstitüleri ile mezuniyet sonrası programlar yer alıyordu.
Sovyetler Birliği’nde eğitim 7–16 yaşları arasındaki
bütün çocuklar için zorunlu idi. Sovyetler Birliği’nde
ulusların dili, kültürlerinin geliştirilmesi ve ana dilde
eğitim konusunda muazzam adımlar atıldı. Sovyetler Birliği sınırları içinde konuşulan 130’a yakın dilin
konuşulması önündeki engeller kaldırıldı. Her cumhuriyet, eğitim ve öğretimde kendi dilini kullanıyordu. O güne kadar hiçbir alfabe ve yazı diline sahip
olmayan halklar için, dilbilgisi kitapları, sözlükler
hazırlandı ve kendi dillerinde ders kitapları yayımlandı. Sovyetler Birliği’nde ders kitapları birçok ulusal dilde basılmasına rağmen, içerik olarak aynı idi.
Bu durum, sosyalist kültür (ve eğitimin) biçim olarak
ulusal ve içerik olarak sosyalist idi.
Dört yıllık ilkokul ve üç yıllık ortaöğretim aşamasından oluşan ilköğretim SSCB’de eğitimin zorunlu
aşamasını oluşturuyordu. İlk dört yılda öğrenciler;
okuma dersleri, uygulamalar, çevre gezileri ve deneyler yaparak öğrenimlerini tamamlıyorlardı. Üretim
eğitimi beşinci sınıfta başlıyordu. Poli-teknik eğitimi genellikle okula yakın olan bir fabrikada, sanayi
tesisinde, kolektif çiftliklerde veya okulun atölyesinde yapılıyordu. Eğitimin bu aşamasında çocukların
matematik, fen ve sosyal bilimler ile modern politika
67
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
68
5 milyara yaklaşıyordu. Basılan kitap sayısı da 253
milyonu buluyor ve bu rakamlar her yıl giderek katlanıyordu. 1930’da Sovyetlerde 35 bin sinema vardı.
1928 yılına gelindiğinde 8 dalda, 24 bilimsel araştırma enstitüsü kuruldu. 1930 yılına kadar 83 dalda
72 bilimsel araştırma enstitüsü kurulmuştu ki aralarında Termo-Teknik Enstitüsü, Teknik Fizik Enstitüsü gibi Avrupa’da karşılıkları bulunmayan dev enstitüler de yer alıyordu.
1931 yılında, tarım alanında 47, taşımacılıkta 44,
halk sağlığında 34 enstitü bulunuyordu. Toplam bilimsel araştırma enstitüsü sayısı 789’a ulaşmış durumda idi. Fabrika laboratuarlarının sayısı binlere
ulaşmıştı. Bu endüstri enstitülerinde çalışan bilim
insanı sayısı 11 bine, buralarda çalışan işçi sayısı ise
(fabrikalarda çalışanlar hariç) 40 bine ulaşmıştı.
Öte yandan Sovyet Hükümeti, bu gelişimin devamlılığını sağlamak için bazı önlemler de almış durumdaydı. Üniversitelerde ve teknik okullarda okuyan öğrenci sayısı 1929’da 100 binden azken 1931de
157 bine çıktı. Ayrıca 1931 yılı, mühendis ve teknik
personel sayısının ikiye katlandığı ve bu açıdan Beş
Yıllık Planın hedefine ulaştığı bir yıl oldu.
Sosyalist Eğitimin Amacı
Sovyetler Birliği’nde ki eğitimin amacı, yaşamın ve
üretimin her alanıyla birleşmiş, kolektif bilincin geliştirilmesine ve bireylerin her türlü yeteneğinin açığa çıkarılıp geliştirilmesine hizmet ediyordu. Sovyet
Eğitimi, halkın ekonomik, sosyal, siyasal, kültürel,
sanatsal çok yönlü olarak, yaşam ve bilinç düzeyinin
sürekli daha ileriye götürülmesine dayanan bir eğitim anlayışı idi. Krupskaya, çocukların eğitimi ile
ilgili yazdığı bir makalesinde, Sovyet eğitim sistemi
ile burjuva eğitim sistemi arasındaki farkları şöyle
açıklıyordu:
“Sovyet eğitim sistemi, her çocuğun yeteneğini, etkinliğini, bilincini, kişiliğini ve insani özünü geliştirmeyi
amaçlar. Eğitim yöntemimizin burjuva halk okullarındaki yöntemlerden değişik olmasının nedeni budur ve
bu yöntemler, burjuva çocuklarının eğitimine uygulanan yöntemden tamamen farklıdır. Burjuvazi çocuğunu her şeyin üstüne koyan, onu kitlelere karşı çıkan
bireyler olarak yetiştirmeye çalışır. Komünist eğitim
yönteminde biz, çocuklarımızın her yönden gelişmesinden yanayız, - biz onları fiziksel ve ahlak bakımından güçlü bireyler yapmak istiyoruz. Özel mülkiyet
tutkusu ile bireyci olmamalarını öğretiyoruz. Kolektife
karşı çıkmayan, tersine onun gücünü oluşturan ve onu
daha ileri düzeylere yükseltenler olarak yetiştiriyoruz.
Çocuğun kişiliğinin en iyi ve en mükemmel olarak sadece bir kolektifte gelişebileceğine inanıyoruz. Çünkü
kolektif, bir çocuğun kişiliğini yok etmez, tersine eğitimin niteliğini ve içeriğini geliştirir.”(Bkz. N. K. Krupskaya, Eğitim Üzerine, Yorum Yayınları, sf. 146-147)
Görüldüğü gibi sosyalist sistemde eğitim çocukların yeteneğini, kişiliğini ve insani özünün gelişmesine hizmet etmektedir. Sosyalist sistemde, çocuklar
tek yönlü değil, çok yönlü gelişirler. Sosyalizm kapitalizmin tersine çocukları bireyci değil, kolektif
bireyler olarak yetişmesini sağlamaktadır. Sovyetler
Birliği’nde çocukların çok yönlü geliştirilmesi, yeteneklerinin açığa çıkarılması ve kolektif bir bilinçle
yetişmeleri için “Genç Öncü Birlikleri” kurulmuştu.
Bu birlikler geleceğin sosyalist kadrolarının yetişmesi
için bir okuldu.
“Genç Öncü Örgütü; üyelerine neşe ve üzüntünün
paylaşılmasında kolektif ruh ve alışkanlıkları aşılamakta, kolektifin çıkarlarını kendi çıkarı olarak
görmeyi, kolektifin üyelerini kendisi gibi görebilmeyi
öğretmektedir. Örgüt, kolektif davranışları, yani kolektife inisiyatifini kullanarak ve kolektifin görüşüne
saygı duymayı onlara öğreterek, kolektifin isteğini
kendi isteğinden önde tutarak, birlikte ve örgütlü bir
tavırla çalışma ve hareket etme yeteneğini geliştirir.
Son olarak, çocukların komünist bilincini, insanlığın mutluluğu için savaşan işçi sınıfının, uluslararası
proletaryanın muazzam ordusunun üyeleri olduklarını kavramalarına yardım ederek artırmıştır.” (N. K.
Krupskaya, Eğitim Üzerine, Yorum Yayınları, sf. 132)
Kapitalizm büyük insanlık açısından acıların yaşandığı bir toplumdur. Evsizler, sokak çocukları, hırsızlar, uyuşturucu ve alkol bağımlıları, bu sistemin
‘kötü çocukları’ olarak hep dışlanır. Bunları bu yaşam koşullarına sürükleyen nedenler, kapitalist sistemin yarattığı eşitsizlikler sorgulanamaz. Toplum
için bir tehdit olarak görülen/gösterilen bu unsurlara
karşı polisiye tedbirler geliştirilir. Ama kapitalizmin
çarkları “suç” ve “suçlu” üretmeye devam eder. Kapitalist kültürün; kapitalist ilişki ve yaşam biçiminin
bir sonucu olarak ortaya çıkan sokak çocukları, suç
işlemiş çocuklar, sosyalizmde dışlanmaz, yeniden
topluma kazandırılır. Makarenko, Yaşam Yolu adlı
eserinde, sokak çocuklarının eğitilip topluma kazanılması amacıyla oluşturulmuş toplulukları ve bu
toplulukların elde ettiği başarıları şöyle anlatır: “Pek
çok şey oldu ve pek çok şey unutuldu. İlkel kabadayılıklar, hırsız argoları ve çekilen çileler, hep geçmişte kaldı.
Topluluğun Rabfak’ı (işçi üniversitesi) her bahar bir
egemen olur.
Sovyetler Birliği Bilim Akademisi, Sovyetlerde bütün
yüksek öğretim kurumlarını denetliyordu. Bütün bilimsel araştırma ve çalışmaların merkezi, Sovyetler
Birliği Bilim Akademisi idi. Yapılan bilimsel çalışmalar bu akademi tarafından denetleniyordu. Sovyetler Birliği’nde, üniversiteler, yüksek teknik okullar,
yüksek sosyal bilimler okulları ve pedagoji enstitüleri
yüksek öğrenim okulları idi. Yüksek okullar özerk
bir statüye sahipti. Üniversiteler aynı zamanda yüksek okullara profesörler yetiştiriyordu. Üniversiteler
bilimsel araştırmaların yanı sıra, toplumun bilinç
seviyesini yükseltmek içinde çalışmalar yapıyordu.
Fakültelere bağlı çok sayıda bilimsel araştırma enstitüsü vardı. Bu enstitüler Bilim Akademisi’nin raporları doğrultusunda üniversitenin bilimsel karakterini
belirliyordu. İlköğretimi bitiren öğrenciler üniversiteye girme hakkına sahipti. İlköğretimi tamamlamayan öğrenciler işçi fakültelerine girebiliyordu. SB’nde
okumanın önündeki engeller kaldırılmış ve her ihtiyaca cevap veren okullar kurulmuştu.
Yüksek teknik okulları, üniversitelerden farklı olarak üretim ve üretim araçları ile ilgileniyordu. Yüksek
Teknik Okullarından mezun olanlar, fabrika ve işletmelerde görev alıyordu. Sanayinin geliştirilmesinde,
Yüksek Teknik Okulların belirleyici önemde bir rolü
vardı. Teknik okullarda okuyanlar aynı zamanda işletmelerde çalışıyorlardı. Okul ile çalışma iç içeydi.
Ekonomi de olduğu gibi, öğrencilerin üniversitelere
yerleştirilmesi bir plan temelinde yapılıyordu. Böylelikle, kimi üniversitelere yığılmaların önü alınıyordu.
Planlar neticesinde öğrenciler üniversitelere yönlendirilirken aynı zamanda öğrencilerin kendi istedikleri bölümleri okuyabilmeleri sağlanıyordu. Ekonomi
de olduğu gibi, üniversitelerin de SB’nde eşit şekilde
kurulmalarına özen gösteriliyordu. Çünkü sosyalist
inşanın gelişmesine paralel olarak, üretimde uzman
kadrolara acil ihtiyaç duyuluyordu. SB’nde işsizlik
yoktu. Gelecek kaygısı yoktu. Üniversitelerden mezun olanlar, devlet tarafından uygun sektöre yerleştiriliyorlardı. SB’nde kısa süre içerisinde kazanılan
başarılar, doğru uygulanan eğitim politikasının bir
sonucuydu.
SB’nde eğitim ve öğretim proletaryanın çıkarlarına uygun olarak şekillendirildi. Sınıflı toplumlarda,
eğitim küçük bir azınlığın çıkarlarına göre şekillenirken, Ekim Devrimi ile birlikte değişen toplumsal dü-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Sovyetlerde yüksek öğrenim
✒
sürü öğrenci gönderiyor daha üst eğitim kurumlarına,
yakında bu üniversitelerden birer mühendis, doktor,
tarihçi, yerbilimci, havacı, gemici, radyo operatörü,
eğitbilimci, müzikçi, aktör ve şarkıcı olarak çıkacaklar.
Her yaz bu yeni aydınlar işçi kardeşlerini –tornacıları,
frezecileri, kalıpçıları görmeye gelirler, büyük bir yürüyüş yaparız sonra.(…) Volga yöresinde de yürüdüler, Kırım’da, Kafkaslarda da yürüdüler, Moskova’ya,
Odesa’ya, Azak kıyılarına da gittiler…” (Anton S. Makarenko, Yaşam Yolu, II. Cilt, Payel Yayınları, sf. 497)
Poli-teknik eğitim nedir?
Poli-teknik eğitim çok yönlü bir eğitimdir. Poli-teknik eğitimde eğitim ve üretim iç içe geçer. Bu
eğitim sisteminin amacı, kafa ile kol emeğinin birbirinden ayrılmasını önlemektir. Bu eğitim sonucunda,
öğrenciler toplumun ve üretimin birer parçası haline
gelir. Poli-teknik eğitimde, bilgi sadece ezbere dayanılarak kitaplardan öğrenilmez. Bu eğitim sisteminde eğitim ile yaşam iç içedir. Poli-teknik eğitim, teknoloji ile üretimin birlikte öğrenmesini içerir.
Poli-teknik eğitim, sadece meslek eğitimi ya da
teknik eğitim değildir. Poli-teknik eğitim, mesleğe
yönlendirmede temel eğitimdir. Meslek eğitimi, politeknik eğitimin verdiği temel eğitim üzerine kurulur.
Birey aldığı meslek eğitimi sonucunda uzmanlaşmış
gibi görünebilir. Fakat poli-teknik eğitim sayesinde
her zaman başka bir mesleğe geçme olanağına sahiptir. Poli-teknik eğitim; insanın tek bir uzmanlık alanına hapsolmasını engelleyen eğitim sistemidir. Poli-teknik eğitim, öğrencileri düşünmeye ve üretmeye
sevk eder. Poli-teknik eğitim; mantıksal, teknik ve
ekonomik düşünme yeteneği geliştirir. Birey, üretime
sorumlu biri olarak katıldığından planlı düşünme ve
hareket etme yeteneği kazanır, kolektif çalışma alışkanlığı elde eder. Poli-teknik eğitimde, öğrenci sadece makineyi kullanmayı öğrenmez, makinenin çalışma prensibini, hangi parçalardan oluştuğunu, nasıl
yapıldığını öğrenir. Bilimsel gelişmeleri öğrenir ve
yeni teknolojiyi tanır. Böylece sanayinin gelişmesiyle
gelen yeniliklere yabancı kalmamış olur. Poli-teknik
eğitim sayesinde öğrenci; matematiği, doğa bilimlerini, toplumsal bilimleri ve bu bilimleri teknikte, üretimde kullanmayı öğrenir, üretimin gerektirdiği tüm
becerileri kazanır. Poli-teknik eğitimin amacı işçiyi
bir üretim dalının tutsağı olmaktan kurtarmaktır.
Poli-teknik eğitimde; işçiler başka üretim dallarına
geçebilir, sanayinin gelişimine kolayca ayak uydurabilir ve en önemlisi üretim sürecinin tamamını bir
bütün olarak kavrayabildiğinden üretim sürecine
69
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
zen, yeni bir eğitim sisteminin toplumun çıkarlarına
göre şekillenmesine yol açtı.
Çarlık Rusya’sının ekonomik yapısı, Ekim devrimi
sırasındaki objektif duruma bakıldığında, nerden nereye gelindiğinin cevabı ortaya çıkar. Hep vurgulandığı gibi sosyalizmin inşa edilmesi, yeni insan tipinin
yaratılması bir süreç işidir. SSCB’de sosyalizmin gerçek anlamda inşası 20-25 yıllık bir dönemi kapsar. Bu
dönem içerisinde küçümsenmeyecek atılımların yapıldığı bir gerçektir. Eğitim alanında çok şeyler yapılmasına rağmen, elbette ki eksiklikler, hatalar da yapılmıştır. Bu hatalar bizzat kendileri tarafından tespit
edilmiştir. Her Parti Kongresi’nde ülkenin durumu,
gelişmeler ele alınmış ve eksiklikler tespit edilmiştir.
Eksikliklerin tespit edilmesi ile yetinilmemiş, çözüm önerileri ortaya konulmuş ve kararlar alınmıştır.
Ek olarak SBKP(B) Parti Kongre raporlarında, eğitim ile ilgili bölümleri yayınlıyoruz.
EK
SBKP(B) Parti Kongre Raporlarından
RKP(B) XI. Parti Kongresi Raporundan
70
„Ve burada sorun çok açık konmalıdır: Gücümüz
nerededir, eksiğimiz nerededir? Elimizde tamamen
yeterli politik iktidar var. Komünistlerin, Komünist
Partisi’nin, şu ya da bu pratik sorunda, şu ya da bu
ticari kurumda yeterince güce sahip olmadığını iddia etmek isteyen birini bulmak zor olacaktır. Esas
ekonomik güç elimizdedir. Yaşamsal öneme sahip
bütün büyük işletmeler, demiryolları vs. hepsi elimizdedir. Kiraya verilmiş işletmeler yer yer ne kadar
gelişmiş de olsa genelde önemsiz bir rol oynar, genelde yok denecek kadar az bir kısımdır. Rusya’nın
proleter devletinin elinde tuttuğu ekonomik güç, komünizme geçişi güvence altına almak için tamamen
yeterlidir. Eksik olan nedir? Neyin eksik olduğu çok
açıktır: Yöneten komünist kesimin kültürel eksikliği.
Sorumlu mevkilerdeki 4700 komünistiyle Moskova’yı
ve dev bürokratik aygıtı, dev yığını aldığımızda —
burada kim yönetiyor ve kim yönetiliyor? Bu yığını
komünistlerin yönettiğinin söylenebileceğinden çok
kuşkuluyum. Gerçeği söylemek gerekirse: yönetenler
onlar değil, onlar yönetiliyor. Burada, çocukken bize
tarihten anlattıklarına benzer bir şey ortaya çıkmıştır. Bize öğrettikleri şuydu: Bir halkın bir başka halkı
fethettiği durumda, fetheden halk fetheden, fethedilen halk ise yenilen halktır. Bu çok basittir ve herkes
tarafından anlaşılabilir. Peki, bu halkların kültürle-
rine ne oluyor? Burada iş o kadar basit değildir. Eğer
fetheden halk yenilen halktan kültürel olarak daha
gelişmişse, bu halka kendi kültürünü dayatır, fakat
tersi bir durum söz konusuysa, yenilen halkın fetheden halka kendi kültürünü dayatması söz konusudur.
RSSFC’nin başkentinde de benzer bir durum ortaya
çıkmadı mı ve burada 4700 komünist (neredeyse bir
tümen, hepsi de en iyileri) yabancı bir kültür tarafından boyunduruk altına alınmadı mı? Fakat burada
görünürde yenilenlerin yüksek bir kültüre sahip oldukları izlenimi doğabilir. Hiç de öyle değil. Sahip
oldukları kültür zavallı, önemsiz bir kültürdür, fakat
yine de bizimkinden yüksektir. Ne kadar zavallı, ne
kadar acınası da olsa yine de bizim sorumlu fonksiyonerlerimizinkinden yüksektir, çünkü bizim fonksiyönerlerimiz yönetim konusunda bilgiye sahip değiller. Kurumların başına geçen komünistler —bazen
onları bir kalkan olarak kullanmak isteyen sabotörler tarafından kasıtlı olarak ustaca öne itilirler— sık
sık kafese konuyorlar. Bu çok nahoş bir itiraf. Ya da
en azından pek hoş bir itiraf değil, fakat öyle inanıyorum ki bunu yapmak gerekir, çünkü sorunun püf
noktası burada yatmaktadır. Bu yıldan çıkarılacak
politik ders bana göre budur ve 1922 yılında mücadele bunun işareti altında geçecektir.“ (Lenin, Eserler
Cilt 9, İnter Yayınları, sf. 380-381)
RKP(B) XII. Parti Kongresinden
“Okul konusuna geçiyorum. Siyasi okullardan,
Sovyet ve Parti fonksiyonerleri yetiştiren okullardan ve komünist üniversitelerden söz ediyorum. Bu,
Partinin komünist eğitimi geliştirmesine, işçi kesimi
arasında sosyalizm tohumunu, komünizm tohumunu eken ve böylece Partiyi manevi bağlarla işçi sınıfına bağlayan eğitim işleri için bir fonksiyoner kadrosu
yetiştirmesine yardım eden bir aygıttır. Sayılar, Sovyet ve Parti fonksiyoneri yetiştiren okullarda geçen
yılki dinleyici sayısının yaklaşık 22 000 olduğunu
göstermektedir. Bu yıl bu sayı, eğer Siyasi Aydınlatma
Merkez Yönetimi tarafından finanse edilen kentlerdeki siyasi temel bilgi okulları da birlikte sayılacak
olursa, 33 000’den az değildir. Komünist eğitim için
son derece önemli olan komünist üniversitelere gelince, buradaki artış azdır: Önceden 6000 dinleyici
vardı, şimdi ise 6400 olmuştur. Partinin görevi, bu
cephede tüm güçleri gayrete getirmek ve komünist
eğitim için bir fonksiyoner kadrosunun yetiştirilmesini amaçlayan çalışmayı güçlendirmektir.
Basına geçiyorum. Basın, bir kitle aygıtı değildir,
„a) Komünist Eğitim Çalışması. Göze çarpan, partide politik eğitimden geçmemiş olanların oranının
fazlalığıdır: Bazı eyaletlerde bunların sayısı % 70’i
bulmaktadır. Merkezi Rusya’nın bazı eyaletlerinde
ortalama % 57 oranında politik eğitimden geçmemiş
kişi vardır (60.000 kişi incelenmiştir) ; geçen yıl bunlar yaklaşık % 60’tı. Bu çalışmamızın temel eksikliklerinden biridir. Besbelli ki, çalışmamız derinlemesine olmaktan çok genişlemesine gitmektedir. Sovyet
ve parti fonksiyonerlerini yetiştiren okulların sayısı,
daha doğrusu bu okulların öğrenci sayısı, bu okulların bir kısmı için şimdi yerel bütçelerin para sağlama zorunluluğu gerçeği yü-zünden biraz azalmıştır.
Komünist Yüksek Okul Öğrencilerinin sayısı geçen
yıla oranla artmıştır. Fakat bu sayı biraz azaltmak zorunda kalacak ki, öğrencilerin maddi durumu eldeki
araçlarla orantılı olarak iyileştirilsin ve ağırlık komünist eğitim çalışmasının derinleştirilmesine verilsin.
Özellikle vurgulanması gereken, komünist eğitim çalışmasında tayin edici öneme sahip olan Leninizmin
propagandacıdır.
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
RKP(B) XIII. Parti Kongresi Raporundan
b) Basın. Geçen yıl 560 gazete vardı, bu yıl daha azdır, 495 adet; fakat baskı sayıları 1,5 milyondan 2,5
milyona çıkmıştır. İlginç olan, Rusça olmayan gazetelerin sayısındaki artıştır. Hatta öyle cumhuriyetler
var ki, buralarda bir tek Rusça gazete bile yayınlanmıyor, örneğin % 100 tüm gazetelerin Ermenice yayınlandığı Ermenistan; Gürcistan’ da tüm gazetelerin %
91’i Gürcü dilinde yayınlanmaktadır, Belo-Rusya’da
% 88’i Rus olmayan dillerde yayınlanmaktadır. Ulusal dillerdeki gazetelerin sayısındaki artış, tam anlamıyla tüm ulusal bölgelerde ve cumhuriyetlerde tespit edilmektedir. Dikkatimizin merkezini periyodik
yayın organlarımızın yazı kurullarının bileşimine
yöneltmek zorundayız. 287 basın organı denetlenmiştir ve görünen, bu basın organlarında redaktörlerin yalnızca % 10’unun illegalite döneminden kalma
parti üyeleri olduğudur. Büyük bölümü oluşturanlar, 1918-1919 arası partiye girmiş olan üyelerdir. Bu
gazetelerin genç çalışanlarının yanlarına daha yaşlı
ve deneyimli olanlar verilerek giderilmesine yardım
edilmek gereken bir eksikliktir.“ (Stalin, Eserler Cilt
VI, sf. 193-194, İnter Yayınları)
✒
bir kitle örgütü değildir, fakat buna rağmen Parti ile
işçi sınıfı arasında görünmez bir bağ kurar — gücü
itibariyle, kitleleri kucaklayan herhangi bir aktarma
aygıtıyla eşdeğerde olan bir bağ. Basının altıncı büyük güç olduğu söylenir. Nasıl bir büyük güç olduğunu bilmiyorum, fakat güce ve büyük ağırlığa sahip
olduğu yadsınamaz. Basın en güçlü silahtır, onun aracılığıyla Parti her gün, her saat işçi sınıfına, kendi alışılmış diliyle konuşur. Parti ile sınıf arasında manevi
bağlar kuracak bir başka araç, bu kadar esnek bir başka aygıt yoktur. Partinin bu alana özel dikkat göstermek zorunda oluşunun nedeni budur ve burada belli
bir başarı kaydettiğimiz söylenmelidir. Gazeteleri
alalım. Eldeki sayılara göre, geçen yıl 380 gazetemiz
vardı, bu yıl ise 528’ den az değil. Tiraj geçen yıl 2 500
000’e ulaşmıştır, ancak bunun büyük bölümü resmi
makamlara gitmekteydi, yapaydı. Yazda basın için
sübvansiyonlar azaltıldığında, basın kendi ayakları
üzerinde durmak zorunda kaldığında, tiraj 900 000’e
düştü. Bu Parti Kongresi sırasında ise, tiraj yaklaşık
2 milyon civarındadır. Yani basın gittikçe makam
bağımlılığından kurtulmakta, kendi kaynaklarıyla
yaşamaktadır ve kitlelerle bağ kurmayı olanaklı kıldığı için Partinin elinde keskin bir silahtır, yoksa tiraj
artamaz, bu yükseklikte kalamazdı.“ (Stalin, Eserler
Cilt V, sf. 173-174, İnter Yayınları )
RKP(B) XIV. Parti Kongresinden
„Ayrıca, Partimizin ideolojik düzeyinin genel olarak
yükseldiğini belirtmem gerekiyor. Örgütsel yanla ilgili
olarak Molotov yoldaş sizlere rapor sunacak; bundan
dolayı bu soruna girmek istemiyorum; ancak bir şeyi,
yani gerek genç gerek yaşlı önder kadrolarımızın ideolojik seviyesinin bütün verilerine göre önemli ölçüde
yükselmiş olduğunu belirtmem gerekiyor. Buna örnek
olarak, geçen yıl Troçkizme yürüttüğümüz tartışma
alınabilir. Bildiğiniz gibi, söz konusu olan, Leninizmin
revizyona tabi tutulması, deyim yerindeyse Parti önderliğinde bir değişiklikti. Partinin, bu Parti düşmanı
dalgaya karşı nasıl yekvücut durduğunu herkes biliyor.
Bu neyi kanıtlamaktadır? Bu, Partinin büyüdüğünü
kanıtlamaktadır. Kadroları güçlenmiştir, tartışmadan
çekinmemektedir. Şimdi ne yazık ki yeni bir tartışma
dönemine girdik. Partinin bu tartışmayı da çabucak
halledeceğine ve olağanüstü bir olay olmayacağına
inanıyorum. (Sesler: “Çok doğru!” Alkışlar.) Olayların çok önünde koşmamak ve kimseyi kışkırtmamak
için, şu an ilkesel olarak, Leningradlı yoldaşların konferanslarında nasıl davrandıkları ve Moskovalı yoldaşların buna nasıl tepki gösterdikleri üzerine gitmek
istemiyorum. Delegelerin bunun üzerine bizzat konuşacaklarına inanıyorum ve ben, kapayış konuşmamda
gereken sonucu çıkaracağım.“ (Stalin, Eserler, Cilt VII,
71
✒
sf. 278, İnter Yayınları)
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
RKP(B) XV. Parti Kongresinden
„Leninist kültür devrimi sloganı üzerine. Bürokratizme
karşı en güvenilir araç, işçilerin ve köylülerin kültür
düzeyinin yükseltilmesidir. Devlet aygıtı içindeki bürokratizm, istendiği kadar ayıplansın ve yerin dibine
batırılsın, pratiğimiz içindeki bürokratizm istendiği
kadar damgalansın ve teşhir direğine asılsın, ama işçi
kitleleri, devlet aygıtını aşağıdan ve bizzat işçi kitleleri
tarafından denetleme olanak, İstek ve yeteneği sağlayan belirli bir kültür düzeyinden yoksunlarsa, bürokratizm her şeye rağmen kalmaya devam edecektir.
Bundan dolayı, okul eğitimi her türlü kültürlülüğün
temelini oluştursa da, yalnızca okul eğitimi anlamında
değil, aynı zamanda ülke yönetimini öğrenme beceri ve yeteneğini kazanma anlamında da, işçi sınıfının
ve emekçi köylü kitlelerinin kültürel gelişmesi, devlet
ve diğer her türlü aygıtın düzeltilmesinin ana kaldıracıdır. Leninist kültür devrimi sloganının anlamı ve
önemi burada yatmaktadır.“ (Stalin, Eserler Cilt X, sf.
275, İnter Yayınları)
XVI. Parti Kongresine Sunulan Rapordan
„İşçi ve köylülerin kültürel durumlarına gelince, bu
alanda da belli kazanımlar elde etmiş olmamıza rağmen, bu kazanımlar önemsiz olduğu için hiçbir şekilde hoşnut olamayız. Her türlü işçi kulüpleri, okuma
salonları, kütüphaneler ve bu yıl 10,5 milyon insanı
kucaklayan okur-yazarsızlığı tasfiye etme merkezleri bir yana bırakılırsa, kültür ve eğitim meselesinde
durum şöyledir: Bu yıl ilkokullarda 11 638 000 öğrenci, ikinci basamak okullarda 1 945 000 öğrenci,
endüstriyel-teknik, nakliyat ve tarım okullarında ve
yığınsal eğitim için üretim kurslarında 333 100 öğrenci, teknik ve dengi meslek okullarında 238 700 öğrenci, genel yüksekokullarda ve teknik yüksekokullarda 190 400 öğrenci öğrenim görmektedir. Bütün
bunlar, SSCB’de, savaş öncesi dönemde yüzde 33 olan
okur-yazar oranını yüzde 62,6’lara yükseltme olanağı
vermiştir.“ (Stalin, Eserler Cilt XII, sf. 256, İnter Yayınları)
XVII Parti Kongresi Raporundan
72
„XVII. Parti Kongresi, tarihe “Galipler Kongresi” olarak geçti.
Merkez Komitesinin faaliyetleri konusunda rapor sunan Stalin yoldaş, rapor döneminde Sovyetler
Birliği’nde meydana gelen temel değişiklikleri açıkla-
dı.
“Bu dönemde Sovyetler Birliği köklü bir şekilde değişmiş, gerilik ve Ortaçağ kabuğunu üstünden atmıştır. Sovyetler Birliği bir tarım ülkesi olmaktan çıkmış,
bir sanayi ülkesi haline gelmiştir. Bir bireysel küçükköylü tarımı ülkesi olmaktan çıkmış, büyük ölçekli,
kolektif, makineleşmiş tarım ülkesi haline gelmiştir.
Cahil, okuryazarlığı olmayan ve kültürsüz bir ülke
olmaktan çıkmış, bütün milliyetlerin kendi dillerinde eğitildiği, geniş bir yüksek, orta ve ilk- okullar ağının kapladığı okur-yazarlığı olan ve kültürlü bir ülke
haline gelmiştir- daha doğrusu gelmektedir.” (Stalin,
Leninizmin Sorunları, s. 459.) (Stalin, Eserler Cilt XV,
sf. 364, İnter Yayınları)
„Genel eğitim mecburiyetinin kabul edilmesi ve
yeni okulların inşasıyla halk kültürel bakımdan hızla kalkındı. Bütün ülkede çok sayıda okul yapıldı. İlk
ve ortaokullardaki öğrencilerin sayısı 1914’te 8 milyondan, 1936/37 öğrenim yılında 28 milyona yükseldi. Üniversite öğrencilerinin sayısı aynı dönemde,
112,000’den 542,000’e yükseldi.
Bu gerçek bir kültür devrimiydi.
Kitlelerin refah ve kültür düzeyinin yükselmesi,
Sovyet devrimimizin gücünün, kudretinin ve yenilmezliğinin bir yansımasıydı. Geçmişteki devrimler
yenilgiye uğradılar, çünkü halka özgürlük verirken,
halkın maddi ve kültürel durumunda ciddi bir düzelme sağlayamadılar. Bu devrimlerin baş zaafı buradaydı. Bizim devrimimiz, bütün öteki devrimlerden,
halkı yalnız Çarlıktan ve kapitalizmden kurtarmakla
kalmayıp onun refah ve kültür düzeyinde de köklü
bir ilerleme sağlamış olmasıyla ayrılır. Devrimimizin
gücü ve yenilmezliği burada yatar.” (Stalin, Eserler,
Cilt XV, sf. 386, İnter Yayınları)
Sbkp(B)Tarihi Kısa Ders’in Yayınlanması
İle Bağıntılı Olarak Parti Propagandasının
Örgütlenmesi Üzerine
“Parti propagandasındaki çok ciddi bir eksiklik, Parti
örgütlerinin kadrolarımızın, Sovyet aydınlarımızın –
Partimizin, Genç Komünistler Ligası, Sovyet, sanayi,
kooperatif, ticaret, sendika, tarım, eğitim ve askeri
kadrolar, diğer bir deyişle, Partimizin personeli, devlet ve kolektif çiftlik aparatı ki işçi sınıfı ve köylülük
onların yardımıyla Sovyet ülkesinin işlerini yönetirler:
Siyasi eğitiminin, Marksist-Leninist eğitiminin
ihmal edilmesidir. Parti propagandamız esas olarak
fabrika işçileri üzerinde yoğunlaşmıştır, yakın geç-
„Rapor dönemi içinde partinin ve onun yönetici organlarının temelleri üzerinde pekiştiği bir parti çalışması alanı, çok önemli ve sorumluluk dolu bir alan
daha vardır: Yazılı ve sözlü parti propagandası ve
parti ajitasyonu, Parti üyeleri ve kadrolarının Marksist-Leninist eğitimi, parti ve parti çalışanlarının politik ve teorik düzeyinin yükseltilmesi çalışması.
Parti
propagandasının,
fonksiyonerlerimizin
Marksist -Leninist eğitiminin ne kadar önemli olduğu üzerine ayrıntılı açıklamalar yapmak gereksizdir sanırım. Sadece parti aygıtı fonksiyonerlerini
kastetmiyorum. Komsomol örgütlerinin, sendika,
ticaret, kooperatif, ekonomi, Sovyet, eğitim, askeri
vd. ölçütlerinin fonksiyonellerini de kastediyorum.
Daha hala Parti örgütleri, Parti üye
ve aday üyelerinin ideolojik-siyasi
düzeyinin yükseltilmesi için çok az
çalışma yapıyor; Marksizm-Leninizm
teorisinin incelenmesi çalışması kötü bir
şekilde örgütleniyor ve denetleniyor ve
bu yüzden birçok komünistin MarksizmLeninizm alanında gerekli bilgisi yok.
Parti bileşiminin düzenlenmesi ve yönetici organların, alt örgütlerin çalışmasına daha yakınlaştırılması
doyurucu bir şekilde sağlanabilir; kadroların terfi ettirilmesi, seçimi ve dağılımı doyurucu bir şekilde örgütlenebilir; ama herhangi bir nedenden dolayı parti
propagandamız aksamaya başlarsa, kadrolarımızın
Marksist-Leninist eğitimi dumura uğramaya başlarsa, bu kadroların politik ve teorik seviyesini yükseltme çalışmamız gevşerse ve kadrolarımız, bununla
bağlantılı olarak, yürüyüşümüzün perspektifleriyle
ilgilenmeyi bırakırlarsa, davamızın tek haklı dava olduğunu kavramayı bırakıp yukarıdan gelen emirleri
körü körüne ve mekanik biçimde uygulayan herhangi
bir perspektife sahip olmayan dar kafalı pratikçilere
dönüşürlerse, bu durumda bütün devlet ve parti çalışmamız dumura uğrayacaktır. Şu, bir aksiyom olarak kavranmalıdır: politik seviye ne kadar yüksek,
devlet ve parti çalışmasının ilgili alanlarındaki fonksiyonerler ne kadar Marksist-Leninist bilince sahipse,
çalışmanın seviyesi o kadar yüksek, çalışma o kadar
verimli, sonuçlan o kadar etkilidir ve tersine: politik
seviye ne kadar düşük, fonksiyonerler ne kadar az
Marksist-Leninist bilince sahipse, çalışmada başarısızlık ve yenilgi o kadar büyük ihtimal, yöneticilerin
bayağılaşmaları, hırslı palavracılara dönüşmeleri,
soysuzlaşmaları o kadar büyük ihtimaldir. Kesinlikle şu söylenebilir: Eğer bütün çalışma dallarında
kadrolarımızı ideolojik olarak donatmayı, ulusal ve
uluslararası durumlarda kendi kendilerini yönlendirebilecek ölçüde politik çelikleşmelerini sağlamayı
başarabilirsek, eğer onları ülke yönetimiyle ilgili sorunlarda ciddi yanlışlara düşmeden karar verebilecek
yetenekte tamamen olgun Marksist-Leninistler haline getirmeyi başarabilirsek, görevlerimizin onda do-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
Parti Propagandası. Parti Üyesi ve Parti
Kadrolarının Marksist-Leninist Eğitimi
✒
mişe kadar işçi ve köylü insanlardan oluşan Sovyet,
partili ve partili olmayan, aydın anahtar kadrolar
gözden kaçırılmıştır. SBKP(B) Tarihi Kısa Ders’in
amaçlarından biri, aydınlarımızın, Sovyet aydınlarının, ve onların siyasi, Leninist eğitim ihtiyaçlarına
ilişkin bu rezil, anti-Leninist küçümsenmesine bir
son vermektir.
SBKP(B) Tarihi Kısa Ders öncellikle öncü Parti,
Genç Komünistler Ligası, sanayi ve diğer personel,
hem şehirde hem de kırda tüm partili ve partili olmayan aydın kadrolar için hazırlanmıştır. Pratik çalışma
içinde olan Partimizin, Sovyet, sanayi ve diğer öncü
Leninist kadrolar teorik bilgiden ciddi olarak yoksundurlar. Parti tarihi üzerine kursun derlenirken,
SBKP(B) Merkez Komitesi, kadrolarımızın teorik ve
siyasi bilgi eksikliklerini yok etme çalışmasını başlatma hedefini koymuştur. Merkez Komitesi şu temelden hareket etmiştir. “... eğer bütün çalışma dallarında kadrolarımızı ideolojik olarak donatmayı, ulusal
ve uluslararası durumlarda kendi kendilerini yönlendirebilecek ölçüde politik çelikleşmelerini sağlamayı
başarabilirsek, eğer onları ülke yönetimiyle ilgili sorunlarda ciddi yanlışlara düşmeden karar verebilecek
yetenekte tamamen olgun Marksist Leninistler haline
getirmeyi başarabilirsek, görevlerimizin onda dokuzunu çözmüş olduğumuzu düşünmekte tamamen
haklı olacağız.” (J.V. Stalin, XVIII. Parti Kongre Raporu, 3. Parti Propagandası. Parti üyesi ve parti kadrolarının Marksist Leninist Eğitimi, 10 Mart 1939,
Eserler, Cilt 14, s.241, İnter Yayınları, Birinci Basım,
Aralık 1993)
SBKP(B) XVIII. Parti Kongresi Raporundan
73
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
74
kuzunu çözmüş olduğumuzu düşünmekte tamamen Marksist-Leninist propagandaya yeni bir atılım sağhaklı olacağız. Bu görevi mutlaka yerine getirebiliriz, ladığı saptanmıştır. SBKP(B) Merkez Komitesi çalışbu görevin yerine getirilmesi için gerekli olan her malarının sonuçlan, “SBKP(B) Tarihi Kısa Ders”in
şeye sahibiz çünkü.
Yayınlanmasıyla İlgili Olarak Parti Propagandasının
Ülkemizde genç kadroların yetiştirilmesi ve biçim- Şekillendirilmesi” adlı bilinen kararında açıklanmışlenmesi, genel olarak bilim ve tekniğin tek tek dalla- tır.
rına, uzmanlık alanlarına göre olmaktadır. Bu gerekli
Bu karardan hareket eden ve 1937 yılında yapılan
ve amaca uygun. Bir tıp uzmanı aynı zamanda fizik SBKP(B) Merkez Komitesi Mart Plenum’unda alınan
ya da botanik uzmanı olmak zorunda değil, ya da “Parti Çalışmasının Eksiklikleri Üzerine” adlı bilitersine. Fakat bilimin bir dalı vardır ki ona egemen nen kararlan dikkate alan SBKP(B) Merkez Komitesi,
olmak bütün bilim dallarında görevli Bolşevikler propaganda ve parti üyeleriyle kadroların Marksistiçin zorunludur. Bu, toplum, toplumsal gelişim ya- Leninist eğitiminin iyileştirilmesi alanlarında başlıca
saları, proleter devriminin gelişim yasaları, sosyalist şu önlemleri almayı öngörmüştür:
insanın gelişim yasaları, komünizmin zaferiyle ilgili
Parti propagandası ve parti ajitasyonunun yönetimi
Marksist-Leninist bilimdir. Zira kendisine Leninist tek merkezde toplanacak ve propaganda-ajitasyon şudiyen, ama kendisini uzmanlık alanı
beleriyle basın şubesi, SBKP(B) Merkez
dışında örneğin matematik, “boKomitesi bünyesinde bütünlüktanik ya da kimya —her şeye
lü bir propaganda-ajitasyon
İdeolojik
çalışmanın
küçümkapatan, uzmanlık alanı
yönetimi olarak birleştidışında hiç bir şey görrilecektir; bu arada her
senmesi, büyük ölçüde, yönetici
meyen birini gerçek
cumhuriyet, bölge ve
kadrolarımızın belli bir bölümünün
Leninist olarak değeryöre örgütünde buna
kendi
bilinçlerini
geliştirmek
için
uğraşlendirmek mümkün
denk düşen propadeğildir. Bir Leninist
mamalarına, Marksizm-Leninizm alanın- ganda ve ajitasyon
sadece kendi tercih
kısımlan örgütlenedaki bilgilerini zenginleştirmemelerine,
ettiği bilimsel alanda
cektir;
Partinin
tarihi
deneyimlerini
kendi
malı
kalmamalıdır, aynı
Propagandada çevedinmemelerine dayanmaktadır. Ama
zamanda, ülkesinin
re sistemi tek yanlı
kaderiyle ilgilenen, topbiçimde tercih edilmebu olmaksızın, mükemmel, olgun
lumun gelişim yasalarınsinin yanlış olduğu açıkönder fonksiyoner olunamaz.
dan haberdar, bu yasalardan
lanacak ve Marksizm-Leniyararlanmasını bilen ve ülkesinizm esaslarının parti üyeleri
nin yönetimine aktif biçimde katıltarafından kişisel olarak incelenmema çabasında olan politik ve toplumsal aksi yönteminin daha uygun olduğu açıklanatif bir insan olmak zorundadır. Elbette bu, Bolşevik cak, o nedenle de partinin dikkati basında propaganuzmanlar için ek bir çalışma demektir. Ne var ki bu da ve seminerler biçiminde yapılan bir propaganda
yüz kat ürün veren bir çalışmadır.
sisteminin örgütlenmesinde yoğunlaştıracaktır;
Parti propagandasının görevi, kadroların Marksist
Her bölge merkezinde alt kadro eğitiminin gelişti-Leninist eğitiminin görevi, kadrolarımızın bütün rilmesi için yıllık kurslar örgütlenecektir;
çalışma alanlarında, toplumun gelişim yasalarıyla
Ülkemizin çeşitli merkezlerinde orta seviyede
ilgili Marksist -Leninist bilimi benimsemelerine yar- kadrolar için iki yıllık Lenin Okulları örgütlenecekdımcı olmaktır.
tir; nitelikli teorik parti kadrolarının eğitimi için
Propaganda ve kadroların Marksist-Leninist eğiti- SBKP(B) Merkez Komitesi bünyesinde üç yıllık bir
minin iyileştirilmesi sorunu, SBKP(B) Merkez Komi- Marksizm-Leninizm Yüksek Okulu örgütlenecektesinin çeşitli bölge parti örgütlerinde görevli propa- tir; ülkemizin çeşitli merkezlerinde propagandistler
gandistlerle yaptığı bir dizi toplantıda tartışılmıştır. ve basın çalışanlarının yetkinleşmesi için yıllık kursBu toplantılarda “SBKP(B) Tarihi Kısa Ders”in Eylül lar oluşturulacaktır, Marksizm-Leninizm Yüksek
1938’de yayınlanmasına dikkat çekilmiştir. “SBKP(B) Okulu’nda, Yüksek Okullarda görev yapan Marksizm
Tarihi Kısa Ders”in yayınlanmasının ülkemizde Leninizm öğretmenleri için altı aylık yetkinleşme
„İdeolojik çalışma Partinin birincil yükümlülüğüdür
ve bu çalışmanın küçümsenmesi Parti ve devlet çıkarlarına onulmaz zararlar verebilir! Sosyalist ideolojinin etkisinin güçlenmesi anlamına geldiğini sürekli
akılda tutmalıyız.“ (…)
„Bazı Parti örgütlerimizin aklında salt iktisat var
ve ideolojik sorunları unutuyorlar, bunları atlıyorlar.
Örneğin Moskova Parti örgütü gibi böyle önde gelen
Parti örgütlerinde bile ideolojik mücadeleye yeterli dikkat harcanmıyor. Ve bu da sonuçsuz kalmıyor.
İdeolojik sorunlara az dikkat harcanmaya başladığı
yerlerde, bize yabancı görüş ve düşüncelerin yeşermesi için elverişli bir zemin ortaya çıkar. İdeolojik
çalışmada Partinin yönetim ve nüfuzunun gevşediği,
herhangi bir nedenle Parti örgütlerinin gözünden kaçan bölümler, bize öz olarak yabancı, Parti tarafından
dağıtılmış her türlü anti-Leninist grupların kalıntıları tarafından ele geçirilmeye çalışılıyor, bunlar kendi çizgilerini sinsice (Partiye-ÇN) sokmak için, her
türlü anti-Marksist „tavır“ ve „anlayış“ları yeniden
canlandırmak ve yaymak için bu bölümlerden yararlanmaya çalışıyorlar.
İdeolojik çalışmanın küçümsenmesi, büyük ölçüde, yönetici kadrolarımızın belli bir bölümünün
kendi bilinçlerini geliştirmek için uğraşmamalarına, Marksizm-Leninizm alanındaki bilgilerini zenginleştirmemelerine, Partinin tarihi deneyimlerini
kendi malı edinmemelerine dayanmaktadır. Ama
bu olmaksızın, mükemmel, olgun önder fonksiyoner
olunamaz. İdeolojik-siyasi bakımdan geri kalan, ezbere öğrenilmiş formüllerle yaşayan ve yeni için hiçbir hissi olmayan kişi, iç ve dış durumda yönünü bulacak durumda, hareketin başında durmaya yetenekli
ve layık değildir, yaşam onu er ya da geç aşar. Bizim
Partimizin görevlerinin üstesinden yalnızca bilgisini durmaksızın tamamlayan, Marksizm-Leninizmi
yaratıcı biçimde özümleyen ve kendine Lenin-Stalin
tipinde bir siyasetçinin özelliklerini yaratıp geliştiren
yönetici fonksiyonerler gelebilir.
Daha hala Parti örgütleri, Parti üye ve aday üyelerinin ideolojik-siyasi düzeyinin yükseltilmesi için çok
az çalışma yapıyor; Marksizm-Leninizm teorisinin
Haziran 2013 ✓
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
SBKP(B) XIX. Parti Kongresi Raporundan
incelenmesi çalışması kötü bir şekilde örgütleniyor ve
denetleniyor ve bu yüzden birçok komünistin Marksizm-Leninizm alanında gerekli bilgisi yok. Parti üye
ve aday üyelerinin siyasi bilgisinin arttırılması, onların yaşamın bütün alanlarında önder rolünü gittikçe daha yüksek ölçüde oynamaları, partili kitlelerin
daha da aktifleştirilmesi ve Parti örgütlerinin çalışmalarının iyileştirilmesinin vazgeçilmez önkoşuludur.
Kitap, gazete ve dergilerle bilimsel ve diğer ideolojik
kurumların faaliyetinde ciddi hata ve çarpıtmaların
olması ender değildir, çünkü ideolojik çalışma yetersiz bir şekilde yönetiliyor ve içerik olarak denetlenmiyor.“ (…)
„Partinin ideolojik çalışması kapitalizmin kalıntılarından, eski toplumun önyargılarından ve zararlı
geleneklerinden insan bilincini temizlemede önemli
bir rol oynamak zorundadır. İlerde de kitlelerde yüksek bir toplumsal görev bilinci geliştirilmek, emekçiler Sovyet yurtseverliği ve halklar arasında dostluk
ruhuyla, devlet çıkarlarını koruma kaygısıyla eğitilmek zorundadır, Sovyet insanının en iyi özellikleri
–davamızın zaferine sağlam inanç, her türlü zorluğu
aşma hazırlığı ve yeteneği– mükemmelleştirilmek zorundadır.
Parti örgütlerinin görevi, ideolojik çalışmanın zararlı bir şekilde küçümsenmesine kararlılıkla son
vermek, bu çalışmayı Partinin ve devletin tüm öğelerinde güçlendirmek ve Marksizme yabancı bir ideolojinin her türlü görünümlerini yorulmaksızın açığa
çıkarmaktır. Sosyalist kültür, bilim, yazın ve sanatı
geliştirmek ve mükemmelleştirmek, ideolojik-siyasi
tüm etkileme yöntemlerini, propaganda, ajitasyon ve
basınımızı komünistlerin ideolojik eğitiminin iyileştirilmesine, işçi, köylü ve aydınların siyasi uyanıklığını ve siyasi bilincini güçlendirmeye yöneltmek gereklidir. Tüm kadrolarımız, istisnasız tümü, yaşamın
gerisinde kalmamak ve Parti görevlerinin üstesinden
gelmek için kendi ideolojik seviyelerinin yükselmesini sağlamak, Partinin zengin siyasi deneyimlerini
özümlemekle yükümlüdürler. Parti örgütleri sürekli
olarak Parti üye ve aday üyeleriyle birlikte, onların
ideolojik seviyesini yükseltmek için çalışmalı, onları
Marksizm-Leninizm eğitiminden geçirmeli ve siyasi
olarak usta, bilinçli komünistler olarak yetiştirmelidir.“ (SBKP(B) XIX. XX. Kongre Raporları, sf. 99-101,
İnter Yayınları)
✒
kursları oluşturulacaktır; hiç kuşku yok ki, şimdiden
uygulanmaya başlanan, ama henüz yeterli ölçüde olmayan bu önlemlerin hayata geçirilmesi, iyi sonuçlar
vermekte gecikmeyecektir.
(Stalin, Eserler Cilt XIV, sf. 240-243, İnter Yayınları)
75

Benzer belgeler