Kitap Kapak.cdr - Beykent Üniversitesi

Transkript

Kitap Kapak.cdr - Beykent Üniversitesi
T.C.
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK
ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
(İSTANBUL, 17-18 NİSAN 2008)
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM
ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES
(ISTANBUL, APRIL 17-18 th, 2008)
“STRATEJİK TRENDLERİ SORGULAYARAK YENİ ORTA DOĞU”
“THE NEW MIDDLE EAST IN QUESTIONING STRATEGIC TRENDS”
Sertifika No:
0208-34-010320
Beykent Üniversitesi Yayınları, No.60
İSTANBUL
2009
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK
ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
(İSTANBUL, 17-18 NİSAN 2008)
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM
ON THE STRATEGY AND SECURITY STUDIES
(ISTANBUL, APRIL 17-18 th, 2008)
“STRATEJİK TRENDLERİ SORGULAYARAK YENİ ORTA DOĞU”
“THE NEW MIDDLE EAST IN QUESTIONING STRATEGIC TRENDS”
Editör
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
Bilim Kurulu
Prof.Dr. Erol EREN
Prof.Dr. Haydar ÇAKMAK
Prof.Dr. Tayyar ARI
Prof.Dr. Hasan KÖNİ
Prof.Dr. Selahattin SARI
Prof.Dr. Ali L.KARAOSMANOĞLU
Doç. Dr. Ertan EFEGİL
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
Yrd. Doç.Dr. Gonca D.BAYRAKTAR
Yrd. Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLİ
Yrd. Doç. Dr. Efkan CANŞEN
Yrd. Doç. Dr. Hatice Övgü TÜZÜN
Düzelti
Özlem SAĞAT
Kapak Tasarım
İbrahim SEVİLDİ
Her hakkı korunmuştur. İzinsiz çoğaltılamaz.
İçerikten yazarlar sorumludur.
Copyright © 2009
İÇİNDEKİLER
Sunuş…………………………………………………………………………………..…..1
BÜSAM Müdürü’nün Uluslararası Sempozyum Hakkında Bilgi Arzı………………..2
Beykent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Cuma BAYAT’ın Açış Konuşması…………4
KKTC Önceki Cumhurbaşkanı Sayın Rauf DENKTAŞ’ın Konuşması……..............5
E. Büyükelçi CHP Genel Başkan Yardımcısı Sayın Onur ÖYMEN’in Konuşması..11
BİRİNCİ OTURUM
TODAY’S MIDDLE EAST
(BUGÜNKÜ ORTA DOĞU)
Oturum Başkanı
: Prof. Dr. Hasan KÖNİ
Raportör
: Yrd. Doç. Dr. H. Övgü TÜZÜN
BİLDİRİLER
1. Christopher Krafft (ABD)
Challenges and Prospects for the Future of the Middle East A United States
Government Perspective………………………………………………………………..18
2. Oliver CORNOCK (Oxford Business Group)
Economical Situation in the Middle East and Energy Sources……………………...25
ÖZEL BİLDİRİ
Prof. Dr. Tayyar ARI (Uludağ Üniversitesi)
Middle East And The World (Orta Doğu Ve Dünya)……………………………….…26
İKİNCİ OTURUM
ISLAM, DEMOCRACY AND MODERNISATION
(İSLAM, DEMOKRASİ VE MODERNLEŞME)
Oturum Başkanı
: Doç. Dr. Vedat BİLGİN
Raportör
: Yrd. Doç. Dr. Gonca BAYRAKTAR DURGUN
BİLDİRİLER
1. Dr. Ebru S. Canan
Islamofobia And Mamma Li Turchi! An Analysis Of Italian Public And Elite Opinion
On Turkey………………………………………………………………………………...34
2. Dr. Cantürk Caner
Ortadoğu’da Büyük Çözülme Ve Lübnan Nizamnamesi ABD’nin “Müslüman”
Savaşçıları…..…………………………………………………………………………...47
I
ÜÇÜNCÜ OTURUM
SECURITY DILEMMAS OF ME
(ORTA DOĞU’NUN GÜVENLİK SORUNLARI)
Oturum Başkanı
: Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ
Raportör
: Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
BİLDİRİLER
1. Saffet Akkaya
Challenges for a Broader Security Perception in the Middle East………………….57
2. Dr. İdris Demir
How Will The Rise In Oil Prices Effect The Political Economy Of The Oil Exporting
States In The Middle East?.....................................................................................68
3. Aigerim Shilibekova
Orta Doğu Ve Orta Asya’da Güvenlik Aktörü Olarak Türkiye: Karşılaştırmalı
Yaklaşım…………………………………………………………………………………..71
DÖRDÜNCÜ OTURUM
MIDDLE EAST AND THE WORLD
(ORTA DOĞU VE DÜNYA)
Oturum Başkanı
: Prof. Dr. Tayyar ARI
Raportör
: Doç. Dr. Ertan EFEGİL
BİLDİRİLER
1. F. Aslı Kelkitli
The Russian Involvement In Middle East: Putin Era…………………………...…….77
2. Yrd. Doç. Dr. Halil Erdemir
İsrail’in Orta Doğu Politikalarındaki Rolü………………………………………………86
3. Yrd.Doç.Dr Sait YILMAZ
The Middle East In The Light Of 21 st Century’s Power Relatıons……….………102
BEŞİNCİ OTURUM
MIDDLE EAST AND THE TURKEY
(ORTA DOĞU VE TÜRKİYE)
Oturum Başkanı
: Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK
Raportör
: Yrd. Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLİ
BİLDİRİLER
1. Mesut TAŞTEKİN
Türkiye’nin “Yeni” Orta Doğu’da İstikrar Yapıcı Rolü’nün Rasyonalitesi…………112
II
2. Yrd. Doç. Dr. Barış DOSTER
Ortadoğu’da İthal Çözümlerin Başarısızlığı ve Türkiye Modeli……………………120
3. Yrd. Doç. Dr. Hasan KARA
Türkiye’ye ve Bölge Güvenliğine Etkileri Açısından Irak Sorunu (Effects Of The
Iraqi Question Over Turkey And The Region’s Security)………………………..…133
ALTINCI OTURUM
THE NEW MIDDLE EAST
(YENİ ORTA DOĞU)
Oturum Başkanı
: Prof.Dr. Erol Eren,
Raportör
: Yrd.Doç.Dr. Efkan Canşen
Tartışma…………………………………………………………………………………140
RAPORTÖR DEĞERLENDİRMELERİ………………………………………………141
SEMPOZYUM GÖRÜNTÜLERİ………………………………………………………148
III
SUNUŞ
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Merkezi (BÜSAM) olarak
2007-2008 Eğitim ve Öğretim yılından itibaren yıllık olarak uluslararası
nitelikte “Strateji ve Güvenlik Çalışmaları Sempozyumu (Strategy and
Security Studies Symposium)” icra etmeye başladık. Sempozyumun
düzenlenme amacı uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin en çok ihtiyaç
duyduğu akademik çalışmalar ile ilgili yerli ve yabancı bilim adamlarının bir
araya getirilerek akademik literatüre katkıda bulunmaktır. Bu kapsamda 1718 Nisan 2008 tarihlerinde Taksim yerleşkemizde yapılan birinci
sempozyumun konusu sıcak gelişmelerin yoğun olarak yaşandığı Orta
Doğu bölgesi olarak seçilmiştir. Sempozyum “Stratejik Trendleri
Sorgulayarak Yeni Orta Doğu (The New Middle East in Questioning
Strategic Trends)” başlığı altında bugünkü Orta Doğu’dan başlayarak;
İslam, demokrasi ve modernleşme, Orta Doğu’nun güvenlik sorunları, OrtaDoğu ve Türkiye gibi konulara odaklanarak geleceğin Orta Doğusu için
ipuçları arayışı içinde oldukça başarılı olmuştur.
Hazırlık safhasında yaşadığımız büyük heyecan, en iyisini yapma
azmi ve uzun süren hazırlıklarımız sempozyumun icrasında meyvalarını
verdi ve katlımcılarımızın ve dinleyicilerimizin memnuniyetlerini duymakla
böyle önemli bir faaliyeti icra etmenin manevi hazzını yaşadık. Bu vesile ile
sempozyumun başından sonuna kadar her türlü desteği bizden
esirgemeyen Mütevelli Heyeti Başkanımız Sayın Adem ÇELİK ve
Rektörümüz Sayın Prof.Dr. Cuma BAYAT başta olmak üzere ünivesitemizin
tüm idari ve akademik personeline, KKTC Kurucu Başkanı Sayın Rauf
DENKTAŞ ve CHP Genel Başkan Yardımcısı Onur ÖYMEN başta olmak
üzere tüm katılıcımlarımıza, raportörlerimize, bilim kuruluna, bizleri yalnız
bırakmayan tüm dinleyici ve misafirlere BÜSAM olarak teşekkür etmek
istiyoruz. Onların desteği ile sempozyumumuz tüm maddi zorluklardan
geçerek amacına ulaştı ve sonuçta bu bildiri kitabı hayata geçti.
Sempozyumda altı oturum halinde 34 akademisyen ve bölge
uzmanı bildiri sunarken ayrıca üç değerli bölge uzmanı tarafından özel
bildiri sunulmuştur. Elinizde bulunan 1’nci Uluslararası Strateji ve Güvenlik
Çalışmaları Sempozyumu Bildiri Kitabı; sempozyumda yapılan açış
konuşmaları, bildiriler, özel bildirilere yer vermektedir. Sempozyumun
görsel olarak da hafızalarda yer etmesi için ilgili bölümlerde mümkün
olduğu kadar resim kullanmaya çalıştık. Bildiri kitabının hazırlanmasında
büyük emek harcayan yardımcım Özlem SAĞAT’a da bu vesile ile teşekkür
etmek istiyorum. Sempozyumdan elde edilen tecrübeler ve duyduğumuz
haz bizi ikinci sempozyum için çok daha motive etti. BÜSAM olarak her
zaman yeni, güncel ve ülkemizin ihtiyacı olan faaliyet ve yayınlarla bilim
dünyamıza katkıda bulunmaya devam edeceğiz.
Yrd.Doç.Dr.Sait YILMAZ
BÜSAM Müdürü
1
BÜSAM MÜDÜRÜ YRD. DOÇ. DR. SAİT YILMAZ’IN
ULUSLARARASI SEMPOZYUM HAKKINDA BİLGİ ARZI
Sayın Cumhurbaşkanım,
Sayın Mütevelli Heyeti üyemiz Erkan ÇELİK,
Sayın Rektörüm Prof.Dr.Cuma BAYAT,
Sayın Milletvekilim,
Üniversitemizin değerli öğretim üyeleri,
Bize zaman ayırarak ve emek vererek sempozyumumuza güç katmak üzere
aramızda bulunan sayın misafir hocalarım, katılımcılar,
Türk Silahlı Kuvvetleri, başbakanlık ve diğer kurumlarımızdan aramızda
bulunan sayın dinleyici konuklar, öğrenci arkadaşlarım ve tüm misafirler,
1’nci Uluslararası Strateji ve Güvenlik Çalışmaları Sempozyumu’na hoş
geldiniz.
Sayın Konuklar,
1’nci Uluslararası Strateji ve Güvenlik Çalışmaları Sempozyumu bugünden
başlayarak 17-18 Nisan 2008 günlerinde, iki gün süreli olarak huzurlarınız da icra
edilecektir.
Şimdi sempozyum programı ile ilgili kısa bilgi vermek istiyorum.
Sempozyumun ilk gününde Sayın Rektörüm Prof.Dr. Cuma BAYAT
tarafından yapılacak açış konuşmasını müteakip,
Değerli onursal konuşmacılarımız KKTC Kurucu Cumhurbaşkanı Sayın Rauf
Denktaş tarafından “Orta Doğu’daki Gelişmeler Çerçevesinde Kıbrıs” ve Sayın
Emekli Büyükelçi ve milletvekilimiz Onur ÖYMEN tarafından “Orta Doğu
Sorununun Güvenlik ve Strateji Boyutları” konularında birer konuşma yapılacaktır.
Birinci oturumda Bahçeşehir Üniversitesi’nden Sayın Prof.Dr. Hasan
KÖNİ’nin oturum başkanlığında ABD Büyükelçiliği Dış İlişkiler Bölümü Başkanı
2
Christopher Krafft ve Oxford Business Group’tan Oliver CORNOCK ile “Bugünkü
Orta Doğu” tartışılacaktır.
Müteakiben Uludağ Üniversitesi’nden Prof. Tayyar Arı “Orta Doğu ve Dünya”
konulu özel bildirisini sunacaktır.
Öğleden sonraki programımız Gazi Üniversitesi’nden Sayın Doç.Dr. Vedat
BİLGİN başkanlığında icra edilecek “İslam, Demokrasi ve Modernleşme” konulu
oturum ile devam edecektir.
Işık Üniversitesi’nden Prof.Dr. Bülent ARAS tarafından sunulacak
“Medeniyetler Yakınlaşması ve Orta Doğu’nun Güvenliğine Katkıları” konulu özel
bildiri sunulacaktır.
Bugünkü son oturumumuz Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi ve 21. Yüzyıl
Enstitüsü Başkanı Sayın Prof.Dr. Ümit ÖZDAĞ’ın oturum başkanlığında icra
edilecek “Orta Doğu’nun Güvenlik Sorunları” konulu oturumdur.
Sempozyumumuzun ikinci gününde Uludağ Üniversitesi’nden Prof.Dr.
Tayyar ARI başkanlığında “Orta Doğu ve Dünya” konusunda yapılacak oturumla
program başlayacaktır. Müteakiben Bilkent Üniversitesi’nden Prof.Dr. Ali
KARAOSMANOĞLU tarafından “Küresel Gelişmeler Kapsamında Orta Doğu’nun
Geleceği” konulu bir özel bildiri sunulacaktır.
Sempozyumun beşinci oturumunda Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölüm Başkanı Prof.Dr. Haydar ÇAKMAK başkanlığında “Orta Doğu ve Türkiye”
konulu oturum icra edilecektir. Sempozyumun son oturumda Beykent Üniversitesi
İİBF Dekanı Sayın Erol EREN başkanlığında hepsi birbirinden değerli
uzmanlarımız “Yeni Orta Doğu”yu masaya yatıracaklardır.
Sempozyumumuz raportörlerimizin değerlendirmeleri ve Sayın Rektörümüz
Cuma BAYAT’ın kapanış konuşmaları ile sona erecektir.
Şimdi açılış konuşmasını yapmak üzere Sayın Rektörüm Prof.Dr. Cuma
BAYAT’ı kürsüye davet ediyorum.
3
BEYKENT ÜNİVERSİTESİ REKTÖRÜ PROF. DR. CUMA
BAYAT’IN AÇIŞ KONUŞMASI
Sayın Cumhurbaşkanım,
Değerli Misafirler,
Sayın Katılımcılar,
Basınımızın Güzide Temsilcileri,
Üniversitemizin düzenlemiş olduğu Strateji ve Güvenlik Çalışmaları
Sempozyumuna hoş geldiniz. Beykent Üniversitesi 11. Eğitim - Öğretim
yılında 4 fakülte, 2 yüksekokul, 2 araştırma merkezi ile 8000 öğrencinin yer
aldığı bir organizasyonla eğitim-öğretimini sürdürmektedir.
Üniversiteler eğitim öğretimin yanında ürettikleri bilgileri toplumla
paylaşma görevini de sürdürmek zorundadırlar. Üniversitelerin ürettikleri
bilgilerin paylaşımının bugün artık ölçüsünü de bilim adamları koydular.
Geçen yıl İtalya’da 15 bin üniversite arasında yapılan araştırmada
üniversitelerin ürettikleri bilgileri toplumla paylaşma sıralaması verilmiştir. Bu
15 bin üniversitenin arasına Türkiye’den 60 üniversite girebilmiştir. Beykent
Üniversitesi de bu 15 bin üniversiteden 4000. sırada yerini almıştır.
Sadece araştırma yapmak, sadece üniversitenin kendi içinde kendini
eğitir durumda olması günümüzde artık yeterli görülmemektedir. Bu nedenle
bugün Beykent Üniversitesi ürettiğini toplumla paylaşma imkanını sunan bu
toplantıyı düzenlemiştir. Çok önemli bir konu, çok önemli katılımcılarla iki gün
sürecek olan bu toplantıyı düzenleyen komiteye teşekkür ediyorum.
Özellikle BÜSAM Müdürümüz bu konuda üstün gayretler
göstermiştir, çok değerli katılımcıları bir araya getirmiştir. Kendisini bu
nedenle ikinci kez kutluyorum.
Sempozyumun başarılı geçeceğini ümit ediyor, hepinize tekrar hoş
geldiniz diyorum.
4
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
KKTC ÖNCEKİ CUMHURBAŞKANI
SAYIN RAUF DENKTAŞ’IN KONUŞMASI
CYPRUS ISSUE WITHIN THE FRAMEWORK OF MIDDLE EAST
DEVELOPMENTS
“ORTA DOĞU’DAKİ GELİŞMELER ÇERÇEVESİNDE KIBRIS”
Değerli izleyenler, tüm katılımcılarımıza hoş geldiniz diyorum.
Orta Doğu devamlı suretle kaynayan bir kazan olmuştur. Bu bölgede
NATO’nun müttefiklerinin dolayısıyla Türkiye’nin, Yunanistan’ın çıkarları göz
önünde tutularak ve Kıbrıs konusunda 2 NATO üyesinin kavga etmemesi,
savaşmaması göz önünde bulundurularak 1960 anlaşmaları yapılmıştır. Bu
anlaşmalara göre Yunanistan 1878’den itibaren devam ettiği Kıbrıs’ı Yunan yapma
siyasetinden vazgeçecekti. Türkiye bunun karşılığında önce statükonun devamına
razı olacaktı. Çünkü Lozan Anlaşması’nda Kıbrıs İngiltere’ye bırakılmıştı. Bu
statükonun devamı Lozan’ın devamı demektir. Fakat 1954’te Yunanistan Kıbrıs
meselesini Birleşmiş Milletler’e götürünce Türkiye hareketlendi ve “Kıbrıs Türktür
Türk Kalacaktır”dan başlamak üzere Yunanistan’ın karşısına Türkiye’nin Lozan
dengesini bozdurmayacağı açık şekilde ortaya konuldu.
Devam eden kanlı 1955-58 döneminden sonra 1959’dan biraz önce
söylediğim NATO dengesi çıkarları göz önünde bulundurularak Kıbrıs anlaşmaları
yapıldı. Bu anlaşmalara göre Kıbrıs ne Yunanistan’a gidecek ne de Türkiye’ye
gidecek, ne taksim olacaktı. Orada 2 ülkenin insanları vardır. Rumlar, Helen
olmakla övünmektedir. Türkler, Türkiye’nin ayrılmaz, kopmaz parçasıyız
demektedirler. O halde biz bunlara birbirlerine tahakkum edemeyecekleri,
eşitliklerini sağlayacağımız bir garantilenmiş Kıbrıs Devleti önereceğiz. Bu yazıldı
ve kabul edildi ve garantiler ile birlikte Yunanistan’ın Kıbrıs’ta 650, Türkiye’nin 650
askeri bulunması kabul edildi. Garantinin kağıt üzerinde olmaması için biz çok
direndik. Çünkü Makaryos’un esas hedefinden vazgeçmediğini Enosis için bir
anlaşmayla bundan vazgeçmeyeceğini biliyorduk. Haklı çıktık. Dolayısıyla Orta
Doğu’daki genel dengeler ve Orta Doğu’nun Batı için NATO için önemi göz önünde
bulundurularak Kıbrıs meselesi halledilmiş sayıldı. Ama sadece bizim için bu böyle
oldu. Makaryos Kıbrıs anlaşmasını imzaladığı gün bunu nasıl ortadan kaldıracağını
planladı, hazırladı ve 3 yıl sonra bize saldırmak suretiyle iç dengeyi, içteki ortaklığı
5
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
yıktı. Bizi devletten attı. Anayasa ölmüştür, bölünmüştür dedi. Uluslararası
anlaşmalar da geçersizdir dedi ama İngiltere kendi çıkarları için hayır, geçerlidir der
demez o zaman bir adım geri attı ve o zaman müzakere yapacağız dedi.
Şimdi bütün olay bu durum üzerindedir. Dengeler Batı’nın ve ABD’nin bu
bölgede yapmak istedikleridir. Geçenlerde ABD’de bir beyanat yapıldı. Denildi ki,
ABD’nin bu bölgedeki çıkarları için tek Kıbrıs gereklidir, bütünleşmiş bir Kıbrıs
lazımdır. Bunun anlamı; Rum ne istiyorsa Türk tarafı da buna razı olmalıdır. Bunun
anlamı; ben ortaklık falan bilmem anlaşın, anlaşacaksınız. Başlangıçtan beri ABD
ne yazıktır ki kendi çıkarları için ve Yunan lobisinin hatırı için bütün ağırlığını Rum
tarafına koymuştur.
Şimdi geriye baktığımızda o dönemde Kıbrıs meselesinin halledilebilmesi için
Kıbrıs’ın Yunanistan’a verilmesi, Türklerin bütünlüğünün göz ardı edilmesi planların
esası olmuştur. Bunun bir sonucu olarak 1964’te Aseson Planı diye bir plan öne
sürülmüştür. Bu plana göre Kıbrıs Yunanistan’a verilecek, Türklere Karpaz’da kalıcı
egemen bir üs verilecekti. Türk tarafı müzakereye hazır olduğunu söyledi fakat
Rumlar ve Yunanistan bunu reddetti. Bunun üzerine İngiltere, Türkiye’ye verilecek
üssü 30-40 yıllığına çevirdi ancak bunu da İnönü reddetti. O günden bugüne Kıbrıs
meselesi halledilmemiştir. Çünkü Rum tarafı meşru Kıbrıs hükümeti olarak
tanınmıştır. 1960 anlaşmalarına rağmen Rum idaresinin, liderlerinin gizli
teşkilatlanmasıyla, silahlanmasıyla bize yaptıklarına rağmen insan hakları
çiğnenmiş, uluslararası anlaşmalar kaale alınmamış, anayasa yırtılıp atılmış, Kıbrıs
Türkleri isyan ediyor diye ortaklığı yok etmek için birçok yalan ortaya atılmıştır. Biz
o dönemde göç etmeye mecbur kaldık. Adanın %3’üne hapsedildik. Bu şartlarda
Makaryos’un tanımıyorum artık öyle bir makam yok dediği Doktor Küçük’ün
tarafında ulusal direnişe devam ediyoruz.
O günlerde de bizim çökmemizi beklediler ki ne Amerika’dan ne İngiltere’den
tek bir yardım görmedik. Ama Kızılay’dan gelen yardımlar, gelen davanın
yanınızdayız, milli davadır beyanatları, asla Kıbrıs’ı Yunanistan’a bırakmayacağız
beyanatları bize güç vermiştir ve 1974’e kadar çok zor şartlar altında Kıbrıs Türkü
haklarını korumayı başarmıştır. Nedir bu haklar? Bugün de müdafaa ettiğimiz ve
müdafaa ettiğimiz ve tehdit etmediğimiz için anlaşmayı yenilediler. Nedir bunlar?
Kıbrıs Türklerinin gücüdür. Makaryos bizi azınlık yapmak için ve ortaklık
anlaşmalarını ortadan kaldırıp tam bağımsızlığa ulaşmak için harekete geçmiştir.
Makariyos beyanlarında 1960 Anlaşması tam bağımsızlık getirmedi; garantili, kısmi
bağımsızlık olmaz ve tam bağımsızlık için mücadele ediyorum demişti. Böylece
tüm dünyayı kandırmış arkasına almıştı. Biz aman anlaşma olsun diye her konuda
taviz verdik, aman anlaşma olsun diye. Ama iki konuda taviz veremezdik. Kıbrıs’ın
özgürlüğü ve statüsü. Kurucu ortaktı, kendi bölgesinde egemenliğe sahipti.
Bunlardan vazgeçemezdik. İkincisi Türkiye’nin garantörlüğünden vazgeçemeyiz,
asla vazgeçmeyeceğiz. Niye? Çünkü Milli davanın gereği olarak ve taksimin bir
karşılığı olarak Türkiye buna razı olmuştu. Türkiye’nin hakları bu şekilde
korunmaktaydı. Bize söylenen Türkiye elini ayağını Kıbrıs’tan çekerse denizlere
açık bir ülke olmaktan çıkar. Milli bir davadır. Bütün cumhurbaşkanlarının, bugün
Sayın Gül’ün de söylediği gibi Kıbrıs’tan vazgeçilmez. Kıbrıs’ta gerçekler vardır. Bu
gerçekler iki eşit egemen halkın varlığıdır, bunların ayrı demokrasilerinin varlığıdır
ve Kıbrıs üzerinde Türkiye’nin garantörlük hakkı vardır. Bu gerçekler dikkate
alınmadan anlaşma yapılamaz. Bizim Annan Planı’na kadar izlediğimiz siyaset
garantilere göre Kıbrıs Türkiye’nin de üye olmadığı hiçbir yere giremez. Annan
Planı, Türkiye üye olmadan bizi sözde birleştirip Kıbrıs’ı Avrupa Birliğine dahile
edecek bir anlaşmaydı. Türkiye buna nasıl evet dedi ben anlamadım.
Neticede bugüne kadar Annan Planı ile devam eden bu durumda 3 sene
geçti. Annan Planı’nın ardından 3 sene geçince Türk hükümeti yetkilileri, sayın Gül
Kıbrıs’a geldiğinde bunları anlattım. Arkasından sayın Genelkurmay Başkanı ve
Kara Kuvvetleri Komutanı geldiğinde Annan planından önceki gerçekleri, faktörleri,
esasları anlattım. Tekrar ediyorum. Nedir bunlar? Kıbrıs’ın gerçeklerine dayalı bir
6
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
anlaşma yapmak lazımdır. Bunca yıl savaşan birisine, diğerinin hakkını gasp etmek
için mücadele eden birisine Türk’ü teslim edemeyiz. O halde meydana gelmiş olan
bir devlet vardır. İki devleti, iki halktan meydana gelmiş bir durum vardır. Ortaklığı o
zaman bu esaslar üzerinde oluşturalım. Rum tabiatıyle bunu kabul etmiyor ve
etmeyecek. ABD ne diyor? ABD biraz önce de dediğim gibi bölgedeki çıkarlarımız
için bütünleşmeniz lazım. Biz de diyoruz ki. Çek ve Slovak usulü. Evvela tek Kıbrıs
ile Kıbrıs Cumhuriyeti olarak yaşamayı denedik. 3 yıl sürdü. 45 yıldır da ayrılık var.
Bu 45 yıl içerisinde 20 yıl bekledikten sonra yeni bir anlaşma doğsun, yeni bir
ortaklık doğsun. Bunların Kıbrıs’ı alıp götürmekten öteye bir niyetleri olmadığını
gördüğümüz için devletimizi kurmak zorunda kaldık ki o dengeyi tekrar oluşturalım.
Sen devlet olursan ben de devletim, sen benim devletim değilsin ve olamazsın.
Dolayısıyla bu devlet vardır ve var olmaya devam edecektir. Çek ve
Slovaklar gönüllü ayrılmışlardır. Biz zaten kanlı ayrıldık. Rumlar zaten ayrılığı
kendileri yarattı. Bu ayrılık devlete dönüşmüştür. 24-25 yıllık bir devlet yoktur diye
bir yere varamayız. O halde bu meseleyi iki devlet üzerinden halledelim. Niye
bunda ısrar ediyoruz? Çünkü Rumların olmuyor, işlemiyor diye yırtıp atacağı bir
anlaşma istemiyoruz. Kalıcı bir anlaşma istiyoruz. Kalıcı bir anlaşma olabilmesi için
1960’dan daha da yırtılmaz, atılmaz bir anlaşma lazım. Amerika veya Annan ise
hayır olmaz tek olacaksınız diyorlar. Tek kal. Kıbrıs’ta iki halk var, tek kal diyorlar.
İki ayrı demokrasi var 1960 anlaşmalarında iki ayrı demokrasi vardır, ayrı ayrı
seçimler yapılır ve seçilenler birleşince meşruyet meydana gelirdi. Hayır bir
demokrasi diğerine hakim olacak. Ne için böyle düşünüyorlar? Dediğim gibi Yunan
lobisinin etkisi olduğu kadar artık Amerika’nın bu bölgeye bakış açısı da bunu
etkilemiş olabilir ki mesela görüşmelerin arifesinde Amerika’dan şu beyanatlar
yapılıyor. Deniyor ki Türkiye’ye; Kıbrıs Rum idaresine kendilerini meşru ilan
ettirebilmek için Türkiye uluslararası anlaşmalardaki haklarını unutacak bir kenara
itecek, Kıbrıs Cumhuriyeti sensin, bayrağını tanıyorum, limanlarımı açıyorum
diyecek. Bunu istiyorlar. Bu da yetmiyor, diyorlar ki; önerilerinizi Rumların kabul
edebileceği şekle sokunuz. Bu da yetmiyor Hristofyas ile Talat ilk defa olarak bir
araya geliyorlar, ABD sözcüsü şöyle bir beyanat sunuyor. Kıbrıs Cumhuriyeti
başkanı ile Cemaat lideri Talat buluşmuşlardır ve Amerika çok memnundur
bundan.
Halbuki görüşmeler söz konusu olduğunda geçen 40 sene zarfında
görüşmeler bahis konusu olduğunda Cumhurbaşkanı ve iki toplum lideri vardır.
Sıfat vardır. Eşitlik hiç olmazsa masada korunuyor gibi gösterilmelidir. Ve Rum
açıkça biliyor ki ABD kendisinden yanadır, Rusya da kendinden yanadır çünkü
Rusya zaten 30-40 bin insanıyla buranın içerisindedir, mafyasıyla içindedir ve
Ortodoks Kilisesi kardeşliğiyle Kıbrıs’ın içindedir. Peki İngiltere ne diyor? İngiltere
geçen gün bir beyanat yaptı ve dedi ki biz iddia ediyoruz, garanti ediyoruz ki Türk
askeri kalmalıdır, garantilerde anlaşacağımız sayıda, hayır bunlara razı değiller
ama ne diyor İngiltere? İngiltere’nin güvenliği için Kıbrıs’ta İngiliz askerinin devam
etmesi şarttır. Biz de cevap verdik, dedik ki; Türk halkının ve ülke hükümeti için
1960 anlaşmalarıyla temin edilmiş olan bir statü vardır bizler burada ısrar ediyoruz.
Müttefikseniz ki müttefiksiniz diyorsunuz, niye stratejik açıdan güvenlik açısından
Türkiye’nin garantörlüğünü kabul etmiyorsunuz ve garantörlüğünden kaynaklanan
haklarını bir kenara iterek Rumla birleş ve Rumun kabul edebileceği şekilde
önerileri kabul et diyorsunuz. Bu ne anlayışa, hangi insafa sığar, hangi gerçeğe,
hangi dostluğa ve hangi ittifaka sığar? Bunları soruyoruz. Bunları sorduğumuzda
kimseye karşı düşmanlık beslemiyoruz. Ama artık 5 kez haksızlığa uğramış Türk
tarafı olarak sesimizi şimdi yükseltmezsek bizi bir yere getirecekler ve bir yere
bağlayacaklar diye ödümüz kopuyor.
Şimdi Avrupa Birliği macerasına dönersek Avrupa Birliğine Rumun müracaatı
tek maksatlıdır. O da Garanti Anlaşmasını delmek içindir. Garanti Anlaşmasına
göre Kıbrıs Türkiye’nin de üye olamadığı bir yere üye olamaz. Hayır ben Rum tarafı
olarak müracaat ediyorum. Yunanistan ile bu Kıbrıs Cumhuriyetini almazsanız ikiye
7
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
bölünmüş davası halledilmemiş uluslararası anlaşmalarla Türkiye’nin hakları olan
bir meseleyi Birleşmiş Milletler Genel Sekreterinin hakim olduğu iyi niyet görevini
sürdürdüğü bir meseleyi böylece Avrupa birliğine alınız diyorlar. Derhal tabiatiyle
şikayet ettik. İngiltere’ye garantör İngiltere’ye şikayet ettik ki veto edin bunu.
Arşivleri açıp, bakıyoruz şimdi. İngiltere’de bizim şikayet mektubumuzu hukuk
dairesine göndermişler. Hukuk dairesi iddia edilmesi gereken konular var diyor.
Bölünmüş Kıbrıs’ın Avrupa Birliğine üye olması İngiltere’nin çıkarlarına uygundur,
ne yapacağız diyorlar. Hukuk dairesi bunun üzerine yol gösteriyor, diyor ki,
Türklerin şikayetini Makaryos’a gönderin, onu dosyanıza koyun. Sadece Kıbrıs
üzerinde değil Kıbrıs’ı Türkiye’den soyutlamak için de çaba devam etmektedir.
Niçin devam etmektedir? Çünkü bu bölgede büyük devletlerin kendilerine öz
siyasetleri vardır. Kimse üzerine alınmasın. Biz kendimize göre bir değerlendirme
yapıyoruz. ABD bölgede Türkiye’nin, Atatürk Türkiyesi’nin, laik Türkiye’nin, güçlü
bir Türkiye’nin kendi istediği şekilde hareket etmesini, istemediğini daha önce
görmüştük. İstediği şekilde hareket edebilecek bir Türkiye nasıl olabilir? Ilımlı İslam
Türkiyesi olabilir. Bu da ne demektir? Türkiye’nin bölünmesi demektir. Başka ne
yapılması lazım? Kürdistan’ı kurmak lazım ve ona ağırlık vermek lazım. Bu bölgede
ABD’nin iki ayağı hatta dört, beş, altı ayağı olacaktır. Ama tek ayak Türkiye
devamlı endişe kaynağı olacaktır.
Avrupa Birliği ne yapmak istiyor burada? İngiltere’nin üsleri var Kıbrıs’ta.
İngiliz egemen güçleri bunlar. İngiltere bu üsleri Avrupa Birliği’ne koymadı. Niye
koymadı? Çünkü Amerika ile birlikte kullanacak, İslam alemine karşı, petrol
kuyularına karşı ve Avrupa Birliği ile anlaştı, siz Amerika’yı Avrupa Birliği
toprağında istemiyorsunuz, işte bu toprak İngiliz toprağıdır, buna karışmayın,
gerekirse sizin stratejik ihtiyacınız için buyurun Kıbrıs’ı alın. Bu anlaşma ile Avrupa
Birliği, stratejik açıdan Kıbrıs’ın tümüne ihtiyacım var diyerek Yunanistan’ın şantajı
ve İngiltere’nin veto etmemesiyle Kıbrıs’ı aday yaptı ve tam üyeliği de verdi.
Şimdi Avrupa Birliğine soruyorum. Nedir sizin stratejik ihtiyacınız? Cevap
veriyorlar. Petrol kuyuları var. Bunların etrafından kökten dinci idareler var. Bu
kökten dinci idareler parayla terörist kullanmak suretiyle ve ileride ne yapacakları
belli olmadığından biz burada ılımlı olmalıyız. Güzel, anladık. Peki, NATO
müttefikiniz Türkiye’nin 1960 anlaşmalarına dayanan uluslararası anlaşmalarla,
güvenliğiyle ilgili stratejik ada olan Kıbrıs’la ilgili hakları vardır, asker bulundurma
hakkı vardır. Türkiye’yi neden adadan çıkartmak için uğraşıyorsunuz? Müttefikiniz
stratejik haklarını anlaşmalarla belgelemiştir. Niye bunun için uğraşıyorsunuz?
Cevapları şu: ”Gün gelir Türkiye de kökten dinci bir idareye dönüşebilir, Türkiye’yi
de buradan kontrol etmek durumundayız”. Demek ki sizin hedefiniz Kıbrıs’ı bir
Hıristiyan gözetleme kulesi olarak İslam alemine karşı kullanmak istiyorsunuz,
Türkiye’yi de bunun içine koyuyorsunuz, kontrol edeceksiniz. Ve soruyorum,
Türkiye’nin kökten dinci bir idareye dönüşmesini Türkiye’de engelleyen ne vardır?
Atatürk ilkeleri vardır.
Peki Avrupa birliği Türkiye’ye hangi şartları koymuştur? Avrupa Birliği ne
demiştir? Atatürk ilkeleri bizim normlarımıza uymaz, bunları değiştirin. Şu ihtiyarın
resimlerini duvarlardan indirin demediler mi? Atatürk ilkeleri Avrupa Birliği
normlarına uymazmış. Bunları görüyoruz ve diyoruz ki bu bölgede cereyan eden
olaylarda globalleşme adı altında birkaç büyük devletin bu bölgeye hakim olma
siyasetinde Kıbrıs da bir üs olacaktır, Türkiye de bir üs olarak kullanılacaktır. Neye
karşı? Gittikçe başını diken bir Rusya vardır, kükreyerek gelmekte olan bir Çin
vardır, bir Hindistan vardır. Bunların ihtimali düşünüldüğünde ki bu dünyada
olmayacak şey yoktur, buna karşı tedbir alınmaktadır. Ama bu tedbirler alınırken
burada hakkı için, hürriyeti için, demokrasisi için mücadele eden küçücük bir halka
korunması için istediği ve canını vererek elde etmiş olduğu bağımsızlığından
vazgeç, egemenliğinden vazgeç ve Ruma yazılı anlaşmalarla tabi ol demenin ne
anlamı vardır ve bu hangi dostluğa ve hangi ittifaka sığar?
8
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Rumların içerisinde bugün Birleşmiş Milletler’in yapmış olduğu araştırmalara
göre %65 Rum genci ”Türklerle bir arada olmak istemiyoruz.” demektedirler. Onlar
devletinde yaşasın anlamına gelmiyor bu, gitsinler anlamına geliyor. Birçok Rum
iktisadi açıdan biz bunları beslemek zorunda kalmayalım diye iki devlet olsun
diyenler de vardır. Ama birdenbire ne oldu? Hristofyas seçildi, daima oynanan
oyunu Bati ve Birleşmiş Milletler birlikte oynamaya başladı. Büyük fırsat kapısı,
büyük fırsat penceresi aman bunu kaybetmeyelim. Değişen ne var? Papadopulos
zamanında, güçlü bir ittifak vardı, Papadapulos baştaydı, AKEL Hristofyas bunu
destekliyordu, bu üçlü şimdi ne oldu? Hristofyas başa geçti, Papadopulos onu
destekledi partisiyle, Papadopulos’un dışişleri bakanı dışişleri bakanı olarak kabul
edildi ve gene desteklenmeye devam edildi. Bilinmeyen bir şey var. Kıbrıs Rum
liderleri Kıbrıs mesesinde serbest değildirler. Bilgi Konseyleri vardır. Bilgi
Konseylerinde alınan kararlar bağlayıcıdır. Bu konseyde alınan kararlar nedir?
Enosis esas hedeftir. Ondan vazgeçilmez. Üniter devlete gidilmelidir. Ortaklık diye
bir şey kabul edilmez. Garanti anlaşması olmayacaktır. Adada Türk askeri
bulunmayacaktır. Bütün Rum göçmenler eski yerlerine dönme hakkına sahip
olmalıdır, Türkiye’den gelip yerleşenler eski yerlerine dönmelidir ve şimdi yapılacak
herhangi bir anlaşmada Avrupa Birliği normları uygulanmalıdır.
Hristofyas açıkça söylüyor, diyor ki; biz federasyondan yana değiliz, ama
Türk askerini adadan çıkartmak için federasyon şarttır. Makaryos 1960 anlaşmasını
niye kabul etmişti? O zaman taksime gideriz diye korkutmuşlardı o yüzden kabul
etmişti. Şimdi Hristofyas Kosova tanındı Kıbrıs Türk Cumhuriyeti de tanınır diye,
aman tanınmasın diye görüşmeleri başlatıyor. İstediğinden değil. Ve söylüyor, diyor
ki Türkler yeniden Rumların, Ermenilerin, Latinlerin haklarını gölgeleyecek
toplumsal hak istemesinler. Yani bu ne demektir? 1960 anlaşmalarında verilen
hakları veto etsinler. Bu doğaldır. Çünkü 1960 anlaşmasını bu haklarımız vardır
diye yıkmışlardır. Tekrar ediyor diyor ki, yapılan anlaşma işlerliği olan bir anlaşma
olmalıdır. Bu da doğaldır. Çünkü 1960 anlaşmasını Türklerde bu işlemez diye
yapmışlardı.
Şimdi o zaman Avrupa Birliği normlarına dayalı, işlerliği olan, 1960
anlaşmasında olan hakların verilmeyeceği, garanti anlaşmasının olmayacağı bir
Kıbrıs’ın federasyona dönüşmesine hazırız diyor sayın Hristofyas. Ve bunu
davullarla, zurnalarla, fişekler patlatarak söylüyor. Bir kapı açıldı diye sanki
anlaşma kapısıymış gibi Annan Planı zamanındaki gibi halkımızı kandırmış olan
örgütler kendiliğinden harekete geçmişlerdir. Geçenlerde Amerika Birleşik
Devletleri’nden bir görevliyle konuşuyordum. Yani yeniden halkınızın yanlış oy
kullanacağını mı zannediyorsunuz dedi bana? Dedim bak, siz geçen sefer bunun
için 30 milyon dolar harcadınız, yeni yeni örgütler meydana geldi, dernekler bizim
tarafımızda kuruldu, bu defa biraz rahat durursanız, Türkiye de geçen defa ya
kabul edersiniz ya da bizi yanınızda bulamazsınız diye tehdit etmişti, yine aynı şeyi
yaparsa halkımızın kanacağından değil kandırılacağından korkarım dedim ve bu
korkumuz devam etmektedir. Dolayısıyla Kıbrıs meselesi Orta Doğu Kompleksi
içerisinde nedir? Amerika için, Batı için, Avrupa Birliği için. Tekrar ediyorum. İslam
alemini ve petrol sahasını gözetleyecek, ileride batmayan bir uçak gemisi gibi
kullanılabilecek stratejik bir ada onlar için. Bakın buna bir itirazım yok. Ama
müttefiklerin Türkiye’yi Kıbrıs Türklerinin Türkiye tarafından koruma hakkına göz
yumarak ve sanki hiç ihtiyacı yokmuş gibi davranarak, Kıbrıs Rumunun esas
siyasetini görmezden gelerek ve tüm Kıbrıs’ı Yunanistan’a bağlamayı kendi
çıkarları açısından baskılarına devam etmesini kabul edemiyoruz. Yalan üzerine bir
anlaşma yapılamaz. Kıbrıs’ta en büyük yalan Kıbrıs Rum idaresinin meşru Kıbrıs
hükümeti olduğudur.
Avrupa Birliği nezdinde Türkiye’nin en büyük müdafaa hakkı 1960
anlaşmalarını göze alarak şunu söylemesidir; ”Siz Kıbrıs’ı üye yaptık diyorsunuz bu
anlaşmaya göre ben üye olmadan yapamazsınız”. Kıbrıs dediğimiz Rum idaresi,
geçerli olduğu herkesçe kabul edilen 1960 anlaşmalarına göre Kıbrıs’ın meşru
9
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
hükümet değildir, olamaz. Ben mükellefiyetim meşru Kıbrıs hükümetinedir, ortak
Kıbrıs hükümetinedir. Ortaklık hükümeti meydana gelinceye kadar beni Kıbrıs’ı
kabul et, Kıbrıs’ın limanlarını aç diye zorlayamazsınız. Kıbrıs meselesini benim
Avrupa yolunda önüme ön şart olarak koyma hakkınız yoktur, bunu gerekirse
Türkiye divanlarda, mahkemelerde ele almalıdır. Biz alabilirsek bize yol
gösterilmelidir. Haklarımız ortadan kaldırılıyor, güvenliğimiz sökülüp atılıyor. Biz bu
vardır diye ortaklığa razı olmuştuk. Bunları ortadan kaldırırsanız bunun cevabı
taksim olur. Bunlar savunulabilir şeylerdir. Kıbrıs meselesi asla Kopenhag kriterleri
içerisine girmez. İngiltere’nin İrlanda ile İspanya ile kavgası vardı. Terörizm İngiltere
ile İrlanda arasında cereyan ediyordu. Büyük kavgaları vardı. Bunlara sen kendi
işini hallet de gel demedin. Hem İrlanda’yı aldın hem İngiltere’yi aldın. Efendim
Rum’u meseleyi başlatan, bugüne kadar çözmeyen tarafı Yunanistan ile birlikte
üye yapıyorsun, ondan sonra haklarını korumaktan başka bir şey yapmayan
uluslararası anlaşmalarla haklarını korumuş olan Türkiye’ye karşı bunlar kabul
edilemez davranışlardır. Türkiye buna karşı çok sert çıkmalıdır. Yasal olarak
Türkler hakkını aramalıdır. Yoksa biz de Annan Planı’nda olduğu gibi Türkiye üye
olmadan anlaşarak Rumun üyeliğini gayr-i meşru üyeliğini meşrulaştırırsak
Türkiye’nin önüne tabiatiyle Kıbrıs çıkacaktır, aç limanlarını diyecektir, pazarlık
edeceği hiçbir şey kalmayacaktır. Biz bunları böyle değerlendiriyoruz. Yanlış veya
doğru düşüncelerimizi söylemek durumundayız, çünkü Rum’u biliyoruz.
Kalıcı bir anlaşma için Çek - Slovak modeli uygundur. Hem ABD’nin
çıkarlarını da incitmez, her iki taraf da müttefiktir her iki tarafla da anlaşmalar
yapılabilir. Dolayısıyla hayır efendim Tek Kıbrıs, Tek Halk gerçekleri inkar etmiş
oluruz. Çünkü Kıbrıs’ta iki halk vardır, iki devlet vardır, iki demokrasi vardır ve
Türkiye’nin hakları vardır. Biz bu şekilde bakıyoruz. Orta Doğu’da kaynamalar
devam edecektir. Tekrar ediyorum bir Çin faktörü gittikçe ilerlemektedir ve
yükselmektedir ve Çin’in yükselişi zannedersem müsaade edilemez bir boyuta
ilerlemektedir. Batı isterse bütün petrol kuyularına hakim olsun ve tek hakim
durumuna gelsin. Büyük devletler büyüklüklerini insanlığı düşünerek uzlaşma
mecburiyetindedirler, anlaşma yapılarak insanlığın bir kısmını yanına çekerek diğer
kısmını karşısına alarak meydan okuma zamanı geçti diye düşünüyoruz. Öyle
silahlar var ki insanlık ortadan kalkabilir. Allah korusun.
Teşekkür ediyorum.
10
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
E. BÜYÜKELÇİ CHP GENEL BAŞKAN YARDIMCISI
SAYIN ONUR ÖYMEN’İN KONUŞMASI
SECURITY AND STRATEGY DIMENSIONS OF ME QUESTION
“ORTA DOĞU SORUNUNUN
GÜVENLİK VE STRATEJİ BOYUTLARI”
Çok sayın cumhurbaşkanım çok değerli öğretim üyeleri değerli konuklar,
hepinizi saygıyla selamlıyorum. Bu güzel sempozyuma beni de davet ettiğiniz için
içtenlikle teşekkür etmek istiyorum.
Güvenlik ve strateji konuları Türkiye konumundaki bir ülke için daima
öncelikli bir mesele olmuştur. Orta Doğu ve genel olarak stratejik değerlendirmeler
yapmak için öncelikle yapıyı birlikte değerlendirmemiz lazım. Orta Doğu gibi bir
yerde devletler stratejilerini nasıl geliştirirler bunların altında yatan temel faktörler
nelerdir? Türkiye konumunda bulunan ülkeler bu durumda çıkarlarını nasıl
koruyabilirler? Kendi stratejilerini nasıl saptayabilirler?
Orta Doğu incelenirken mutlaka birkaç faktör göz önüne alınmalıdır. Öyle
boşlukta bir değerlendirme yapılamayacağına göre Orta Doğu’da yaşanan
gelişmeleri değerlendirirken bazı temel unsurları göz önüne alacağız. Bunların
başında petrol geliyor. Petrol unsurunu çıkarırsanız ortaya bambaşka bir tablo
çıkar. Petrol unsuru olmadan Orta Doğu’yu değerlendirmek mümkün değildir. Orta
Doğu petrolleri bunun için önemlidir. Orta Doğu petrolleri dünya petrol rezervinin şu
anda %66’sını oluşturmaktadır. Bu kadar önemlidir. Bir mukayese yapmak için size
söyleyeyim. Kuzey Amerika’daki petroller, -ki ABD uzun yıllar petrol üreticisi olarak
tanındı, II. Dünya Savaşı’nda bütün müttefiklerin petrol ihtiyacını Amerika karşıladı,
fakat Amerika’nın petrol rezervi Orta Doğu’nun onda biridir, sadece dünya
rezervlerinin %6’sıdır. Diğer bölgelere baktığımız zaman petrol ihracatçısı, üreticisi
eski Sovyetler Birliği şimdi Rusya’nın petrol rezervi dünya rezervlerinin %6’sıdır.
Demek ki Orta Doğu kilit bir durumdadır petrol konusunda. Daha da önemlisi şu,
dünyanın öteki tarafındaki petroller önümüzdeki 20-25 yıl içerisinde azalacak ve o
zaman Orta Doğu dünyanın bütün petrol rezervlerinin %83’ünü temsil edecek. En
çok dayanıklı olan petrol rezervi de Orta Doğu’da bulunuyor. İşte bunun için Orta
Doğu stratejik bakımdan fevkalade önemlidir.
11
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Amerika bugün dünyadaki petrol tüketiminin %25’ini yapıyor. O yüzden
giderek daha fazla bağımlı hale geliyor Orta Doğu petrollerine. Bu Amerikanın
politikasını da etkiliyor, stratejisini de etkiliyor. Orta Doğu petrollerine bağımlı
kalırsa Amerikan sanayinin, ekonomisinin çökme ihtimali var. Onun için Başkan
Bush Amerika’nın Orta Doğu petrollerine 2025 yılına kadar bağımlılığını %70
oranında azaltacak yeni enerji kaynakları arayışı içerisinde ancak bunun da
başarıya ulaşma şansı çok yüksek görünmüyor. Bu bakımdan Orta Doğu
petrollerinin güvenliği Amerikan stratejisinin öncelikli hedeflerindendir. Bu nedenle
Başkan Carter zamanında bir merkezi komutanlık kuruldu. Bugün petrol ağırlıklı
bölgelerde Kuzey Afrika’da Orta Doğu’da Afganistan’a kadar uzanan bir bölgede
petrol kaynaklarının ve petrol ulaşım yollarının güvenliğini sağlamaktır. Birinci
Körfez Savaşını da bu komutan yönetti sonraki Irak müdahalesini de bu komutan
yönetiyor, Afganistan müdahalesini bu komutanlık yönetiyor, bu bölgedeki
Amerika’nın stratejik bütün kararlarını bu komutanlık yürütüyor. Tek amaçları var o
da bölgedeki petrol kaynaklarını güvence altına almak. Bu Amerika’nın bölgeyle
ilgili politikasını yönlendiren temel taşlardan birisidir. Şimdi bu konuda bir hususu
daha size söyleyeyim. Bu bölgeden petrol ithal eden sadece Amerika değil, Avrupa
ülkeleri de petrol ithal ediyor. Şimdi büyük bir oyuncu olarak piyasaya Çin giriyor.
Çin’in bu petroller üzerinde talepkar olması tüketici olarak bu piyasaya girmesi
bütün dünya stratejik dengelerini değiştiriyor. Çünkü Çin’de petrol tüketimi süratle
artıyor. Bu faktörü de mutlaka göz önünde bulundurmak lazım.
Petrol konusunu kapatmadan şunu da söyleyeyim. Bir de doğalgaz faktörü
var. Petrolle birlikte dünyanın en zengin doğalgaz yataklarına sahip bu bölge.
Özellikle Katar’da. Fakat sadece bu bölgede değil özellikle Orta Asya’da başta
Türkmenistan olmak üzere zengin doğalgaz rezervleri bulunmakta. Doğalgazı
dünyaya nasıl taşıyacaksınız nerden taşıyacaksınız? İşte bunu taşıma yollarının
başlıcası Afganistan’dan geçiyor. O bakımdan yalnızca Ortadoğu’daki gelişmeleri
değil, Afganistan’daki gelişmeleri de petrol, doğalgaz daha geniş boyutuyla enerji
kaynakları boyutunu düşünmeden ele almak doğru değildir. Şimdi çok büyük bir
proje yaptılar. Türkmenistan’dan büyük bir boru hattını döşediler Pakistan’a doğru.
Çok büyük ihaleler yaptılar imzalar attılar. Bu Amerika’nın en büyük stratejik
projelerinden biri haline geldi. Tesadüfe bakınız ki Afganistan’da cumhurbaşkanlığa
getirilen, sonra bir daha bir daha seçilen ABD petrol şirketinin başdanışmanından
birisi. Gene tesadüfe bakın ki Kabil’deki Amerikan büyükelçisi petrol konularında
Kafkas ülkelerinde görev yapmış son derece bu işlerin uzmanı olan bir zat. Gene
tesadüfe bakın ki Afganistan’ın enerji işlerinden sorumlu bakanı 15 yıl IMF’de
çalışmış ve bu işlerin uzmanı olan bir insan. Şimdi işlerin bu boyutunu düşünmek
lazım. Bunların rakibi yok mu? Var. Bir Brezilya şirketini demokratik yöntemlerle
devre dışı bıraktılar. Başka rakip yok mu? Var. Kim o? İran. İran da kendi
doğalgazını karayoluyla uzatmak istiyor. O da orada bir rakip olarak ortaya çıkıyor.
Yani işte bütün bu boyutlarını incelemezsek, bilmezsek bu bölgeyi anlamamız
zorlaşır.
Şimdi bu konuda o kadar çok kitap yazıldı, yayınlar yapıldı ki ama ana
hatlarıyla şunu bilmek lazım ki petrolü düşünmeden Orta Doğu’yu düşünmek
imkansızdır. Petrolü düşünmeden Amerika’nın Irak müdahalesini düşünmek
imkansızdır. Kitle imha silahları var diye müdahale ettiler, ondan sonra pek çok
uzman çalıştı bir tane bile silah bulunamadı. Herkes de bunu kabul ediyor diyor ki,
Amerika’nın Irak’a müdahalesinin esas sebebi petroldür. Çünkü dünyanın en büyük
petrol rezervine sahip ülke ikinci sırada Irak geliyor. Kuzey Irak’ta meydana gelen
bütün bu gelişmelerde petrolün katkısı var mı? Var. Çünkü o petrolün %40’ı Kuzey
Irak’tan Kerkük’ten çıkıyor. O bakımdan Irak meselesini değerlendirirken mutlaka
petrol meselesini düşüneceksiniz, petrol boyutunu düşüneceksiniz ve o çerçevede
bir değerlendirme yapacaksınız.
Şimdi aslında bu meselenin sadece bir boyutu. İkinci boyutu da bu bölgenin
stratejisini düşünürken su boyutu. Bölgenin su kaynaklarını, su sıkıntısını bölgede
12
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
değerlendirmeden bir değerlendirme yapmak mümkün değildir. Şunu size
söyleyeyim sadece. Orta Doğu ülkeleri dünya nüfusunun %5’ini temsil ediyor ve bu
hızla artıyor. Ama dünyanın kullanılabilir su kaynaklarının yalnızca %0.9’u bu
bölgededir. Bu kıt su kaynakları Orta Doğu’da çatışmaların hatta savaşların sebebi
olmuştur. Üç tane önemli su kaynağı var bölgede; başta. Dicle-Fırat ile Ürdün
nehri. Şimdi bu kaynaklar özellikle Ürdün nehri 1967 Arap İsrail savaşının temelini
teşkil ediyor. Suriye’nin bu kaynaklardan daha fazla yararlanmak istemesi savaşın
başlıca sebebi olmuştur. İran- Irak savaşının da temelinde su savaşı vardır. Su
kaynakları nasıl kullanılacak, İran-Irak Savaşı’nın da kökenine inince su
kaynaklarını görüyorsunuz.
1955 yılında Kuzey Afrika ve Orta Doğu’daki üç devlette çok ciddi su sıkıntısı
vardı. Bunlar Bahreyn, Ürdün ve Kuveyt. 1990 yılına gelindiğinde 11 ülkede çok
ciddi su sıkıntısı vardır ve 2025 yılına gelindiği zaman 7 ülkenin daha çok ciddi su
sıkıntısı olacaktır. Bu da bölgedeki su kaynaklarının ne kadar önemli olduğunu
ortaya koyuyor. Petrol açısından, doğalgaz açısından Amerika’nın menfaatleri
düşünüldüğünde olağanüstü önem taşıyan su yüzünden çatışmaların çıkması da
Amerika’nın genel olarak stratejisini etkiliyor. Bu bakımdan şimdi Amerika’da pek
çok düşünür bilim adamı diyor ki bölgedeki su meselesinin hallinde Amerika
öldürücü rol oynamalıdır. İşte burada tehlike çanları çalıyor demektir. Su meseleleri
nasıl çözülecek? Kim hangi sulardan nasıl yararlanacak?
Burada size iki konu hatırlatayım. NATO Koleji vardır. Orada bütün konularda
araştırmalar yapılır, seminerler düzenlenir, beni de oraya davet ediyorlar, orada
konferans vermeye. Orada son konferans vermeye gittiğimde konuşmacılarla
konuştum. Baktım önlerinde bir harita. Ne yapıyorsunuz? dedim. Biz stratejik
açıdan Orta Doğu su meselelerini inceliyoruz, ddiler. Biz artık hallettik o işleri, su
meselelerini dedim. Hayır dediler, bizim için çok önemli, o bakımdan bu su
meselesinin stratejik boyutunu biz değerlendirmeliyiz. İki, Türkiye’nin Avrupa
Birliğine katılımıyla ilgili müzakere süreci başlayacağı zaman 2004 yılının Ekim
ayında AB tarafından 3 tane rapor verildi. Bir tanesi şu ilerleme raporu, bir tanesi
başkanlık sonuçları, üçüncüsü çok önemli. O da Türkiye’nin AB’ye etkileri. Bu
rapora bakıyoruz. Türkiye’nin güneydoğusundaki su kaynakları, sulama sistemleri
bölgenin stratejik geleceği açısından olağanüstü önem taşımaktadır. Aynen şöyle
yazıyor. İsrail ve bölgedeki diğer ülkelerin stratejik menfaatlerini yakından
ilgilendirir. Bu bakımdan Türkiye üye olursa bu bölgedeki su kaynakları, barajlar ve
sulama sistemleri uluslararası yönetimde olmalıdır. Bu örneğin hiçbir Avrupa
ülkesinde örneği yok. Hiçbir Avrupa Belgesinde böyle bir şeyden bahsedilmemiş.
Niye bunu böyle düşünüyorsunuz? Çünkü Avrupa da kendi hesabını yapmış.
Birkaç sene önce ilginç bir vaka ile karşılaştık. Amerika’nın çok ciddi
belgelerinden biri, Orada diyor ki; Bölgede petrol er geç bitecek, ama su azdır. O
yüzden su daha değerlidir. Su kaynakları petrolden daha değerlidir stratejik açıdan.
Bu suların en büyük kaynağı Dicle ve Fırat’tır. Dicle ve Fırat nehirleri Türkiye’nin
kontrolündedir. Biz bu nehirlerin kontrolünü Türkiye devletine bırakmalı mıyız,
bırakmamalı mıyız? Benim toprağımı bana bıraksın mı bırakmasın mı? Ve diyorlar
ki bizce bu bölgenin denetimi Türkiye’ye bırakılmamalıdır. Şimdi bu bölgelerde pek
çok gelişme oluyor. Bunları size söylüyorum, dikkatle değerlendirmek takip etmek
gerekiyor. Bu Güneydoğu olayları, Kuzey Irak’taki gelişmelerde petrol boyutu nedir,
su kaynakları boyutu nedir? Bunları bizim çok dikkatle değerlendirmemiz gerekiyor.
Sadece gazete haberleriyle durumu değerlendirmek doğru değildir.
Cudi Dağı’nda 6 tane petrol mühendisimiz öldürüldü 3 yıl önce ve çok vahşi
bir şekilde öldürüldü. Acaba neden? Şerbon tesisleri var Güneydoğu Anadolu’da
orada da 3 tane petrol mühendisimiz öldürüldü. Ben orada çok uzun yıllar kalan bir
petrol şirketinin sahibiyle konuştum. Cudi dağlarında sizce petrol kaynakları var mı
dedim, var dedi. Peki ruhsatları var mı dedim, var dedi. Ama güvenlik nedeniyle şu
anda orada petrol araştırması yapılamıyor. Son derece ilginçtir, bölgeyi bu gözle
taradığınız zaman ilginç sonuçlara ulaşıyorsunuz.
13
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Bir şey daha söyleyeyim size. Güneydoğu’da Türkiye- Suriye sınırında Kıbrıs
büyüklüğünde bir arazi var. Yaklaşık 700 km. uzunluğunda. Bu arazi 1954 yılında
mayınlannmış, Suriye’den kaçakçılar geçmesin diye. Fakat bakmışlar ki burada çok
değerli topraklar var. Bundan önceki hükümetlerce denmiş ki artık gerek yok bu
mayınları kaldıralım. Genelkurmay Başkanlığına müracaat ediyorlar, diyorlar ki bu
mayınları kaldıralım bunların temizlenmesine katkıda bulunabilir misiniz? Tabi diyor
Genelkurmay, bu mayınları kaldırırız. Ne kadar zamanda yaparsınız diyorlar? 2
yılda yaparız diyorlar. Ne kadara mal olur bu durum? Makine alacaksınız, özel
techizat alacaksınız, ne kadara mal olur? Biz bu işi 35 milyon dolara yaparız.
Ondan sonra hükümet değişiyor. Ama bu para bir türlü verilmiyor. Geçen yıl
mecliste biz bu durumu dile getirdik. Ne oldu bu durum? Biz bu işten vazgeçtik
dediler. Neden vazgeçtiniz? Askerler çok tehlikeli buldular. Biz Cumhuriyet
tarihinde Türk ordusunun tehlikeli olduğu için bir görevden vazgeçtiğini hiç
duymadık. Biz inanmıyoruz buna, bu doğru değil. Peki nasıl yapacaksınız? Bu
görevi Maliye Bakanına verdiler. Piyasada bundan sonra pastorize mayın
görürseniz hiç şaşırmayın. Maliye Bakanı ne yaptı? İki tane karar çıkartmıştır. Ne
yazıyor bu kararlarda bilmiyoruz. Ama bir başka yönetmelik var, onu biliyoruz.
Oradan öğrendiğimize göre uluslararası ihale açılacak, Uzman İsrail firmaları bu
mayınları 3 yılda temizleyecekler ve bu mayınları temizleyen şirkete 49 yıllığına bu
arazilerden yararlanma hakkı tanınacaktır. Biz buna müthiş tepki gösterdik.
Bildiğiniz üzere açılmış olan bu ihaleyi iptal etmek zorunda kaldılar. Sonra
Danıştay’a gittik ve Danıştay’da yönetmeliği durdurma kararı aldı.
Şimdi bakıyoruz başbakanın son demeçlerine, Güneydoğu için yeni paket
programı yapıp mayınları temizleyeceğiz diyor. Nasıl temizlenecekse bu mayınlar
artık onu göreceğiz. Bu mayınlı bölgenin 300 m. Güneyinde Kamışlı bölgesi var.
Kamışlı’da günde 600 bin varil petrol çıkıyor, 300 m. güneyinde bu bölgenin. Yani
Allah Türkiye’ye karşı bu kadar adaletsizlik yapamaz. 300 metre güneyimizde
petrol var, bizde yok. Bu tartışmaların ardından hükümet de mecbur oldu bu
bölgede mayınları temizlemeye başladılar, orada ondört tane petrol kuyusu açıldı
onbirinden petrol çıktı. Bu bölgede Güneydoğu sorunu, bazılarının dediği Kürt
sorunu, güneydoğuda yaşanan sıkıntılar, Kuzey Irak’taki sıkıntılar bu bölgenin
stratejik konumunu değerlendirmeden bunları anlayabilmek mümkün değil.
Hakkari’ye gidin, size gösterecekler. Hakkari-Van yolunda petrol bulunmuş.
Hakkari’ye gittim gördüm yakından, bulur bulmaz üstünü betonla kapatmışlar.
Sonradan anlaşıldı ki Ankara Ticaret Odası Başkanı Sinan Aygün de gitmiş o
bölgeye ve o petrol oradan akarken orada bulunmuş ve o petrolden örnekler almış,
tahlil ettirmiş, sonra da kamuoyuna açıklamış. Şimdi bunlar son derece önemli ve
ciddidir ve devletseniz meselelere derinlemesine bakacaksınız.
Bu vesileyle bir şey daha söyleyeyim, dikkatinizi çekebilir. 1993 yılında
dünyadaki petrol şirketlerinden birisi Türkiye Enerji Bakanına mektup yazıyor. Bu
mektuplar bizde var. Karadeniz’de çok değerli petrol ve doğalgaz kaynakları var. 8
milyar varillik petrol rezervi var, günde 25 bin metreküp doğalgaz çıkartacak
kaynaklar var, diyor. Yalnız bizim bu kaynakları çıkartmamız için sizin petrol
kanunlarınızı değiştirmeniz lazım, diyorlar. İmtiyazları aktaracağım şimdi size.
Ruhsatların süresini uzatacaksınız, Türkiye’de bırakmak zorunda olduğunuz petrol
miktarını azaltacaksınız, şunu yapacaksınız, bunu yapacaksınız. O zamanki
hükümet, firmaların baskısıyla biz bu işi yapmayız dedi. Sonra geçen sene bu
hükümet zamanında, bir petrol kanunu getirdiler meclise, aynen bu hükümler,
fazlası var eksiği yok. Strateji deyince yalnız kendi dışımızdaki bölgemizi
düşünmeyeceğiz, bu bölgeyi de düşüneceğiz ve bunu da önemle sizin dikkatinize
getirmek istiyorum.
Şimdi bu Orta Doğu’daki sorunların en önemlisi petrol ve su sorunu mudur?
Hayır. Daha önemlisi var. Barış için en önemlisi ne petroldür, ne doğalgazdır. En
önemlisi
demokrasidir.
Bölgedeki
demokrasi
eksikliği
çatışmaların,
istikrarsızlıkların, büyük bunalımların en önemli sebeplerinden birisidir. Dünya’da
14
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
demokrasi son 20 yılda büyük bir hızla gelişti. 1970 yılında dünyada sadece 40
ülke demokrasi ile yönetiliyordu. Şimdi bu hızla arttı ve 21. yüzyıla girdiğimizde
dünyada 120 ülke demokrasi ile idare ediliyor. Her bölgede demokrasi gelişti. Orta
ve Doğu Avrupa’da işte komünist sistem, Sovyetler Birliği nüfus alanındaki Varşova
Paktı ülkelerindeki sistem çöktü, bu ülkeler demokrasiye geçti. Latin Amerika’da
demokrasi yaygınlaştı. Uzakdoğu Asya’da demokrasi yaygınlaştı. Afrika da öyle. O
kadar ki Afrika’da darbe yapıp iktidara geleni Afrika Birliği Örgütü’nden ihraç
ediyorlar. O derece Afrika’da demokrasiyi geliştiriyorlar. Bir tek Orta Doğu kaldı.
Acaba neden? Dünyanın her tarafında demokrasi gelişirken neden Orta Doğu’da
gelişmiyor? Çünkü büyük devletler demin de anlattığım gibi toprağın altındakilerle
meşguller, toprağın üstünde yaşayan insanlarla ilgilenmiyorlar.
Birkaç sene önce Amerika, Büyük Orta Doğu Projesini çıkarttı biliyorsunuz.
Başkan Bush Büyük Orta Doğu Projesinin amacını açıkladı, biz zannettik ki bölge
insanlarına özgürlük, demokrasi gelecek, hayır, en önemli amacı terörle mücadele
etmek. Terörle mücadele etmek için demokratik bir ortam yaratılmalıdır.
Amerikalılar bu Büyük Orta Doğu Projesiyle ilgili bizim de görüşümüzü sordular. Biz
de dedik elinize sağlık çok güzel bir iş yapıyorsunuz belki ama öyle bir eksik var ki
bu eksik doldurulmadan bu projenin hiçbir sonucu olmaz, bölgeye demokrasi
getiremezsiniz. Nedir o? En büyük eksiklik “Laiklik”tir. Dünyada 51 ülke var halkı
Müslüman olan, bu 51 ülke içerisinde bir tek Türkiye gerçek anlamda
demokrasidedir. Bunun ötesinde hiçbir ülke gerçek anlamda demokrasiye
geçemedi ve bunun en önemli sebebi de laikliğin olmamasıdır. Çünkü laiklik yoksa
demokrasi de yoktur. Laiklik halkı Müslüman olan bir ülkenin demokrasi için
koşuludur. Laikliği çıkarttığınız zaman ortaya çıkan tablo Arabistan’da gördüğümüz
tablo, İran’da gördüğümüz tablodur. Birkaç örnek vereyim. Siz demokrasiyi sadece
seçim yapmak için düşünürseniz mesele yok. İran’da başını örtmeyen bir kadın 2
hafta ile 2 ay arasında hapis cezası alıyor kanunen, filanca suçu işleyen 74 kırbaç,
bir din adamına karşı eleştiride bulunursanız cezası idam, zina yapan kadınların
cezası recm. Bunlar ceza yasasında belirtiliyor. Mesela İran’da kadınların hakim
olması yasaktır. Şirvan Ebabil vardır ünlü Nobel ödüllü, hakimmiş kadın, ancak
artık kadınların çalışması yasaklanmış. Peki ne yapacaksınız bu kadınları,
yaşamını sağlaması gerekiyor, çoluğu çocuğu var, ne yapsın? Evvelce başkanlık
yaptığı mahkemeye sekreterlik, katiplik yapması uygun görülmüş. Başını örtmemiş,
demiş ben hayatım boyunca başımı örtmedim, daha sonra yasalar çıkıyor ve bir
yabancı bir Hıristiyan bile başını açmadan sokakta gezemiyor. Suudi Arabistan’a
baktığımız zaman onlarda ceza hükümleri yok çünkü orada hakimler direk Kur’an
hükümlerini uyguluyorlar. İşte gazetelerde görüyorsunuz bir Türk’ün kafası kesilsin
mi kesilmesin mi bunları tartışıyorlar.
İşte gördüğümüz gibi Laiklik olmazsa demokrasi olmuyor, demokrasi
olmazsa barış ve istikrar olmuyor. Neden olmuyor? Çünkü dünya tarihinde
demokratik devletler arasında bir savaşın çıktığının örneği yoktur. Dünyanın hiçbir
yerinde demokrasinin olduğu yerde savaş yoktur. O nedenle demokrasi barışın,
istikrarın sigorta poliçesidir. Bizim de Türkiye’nin bölgede demokrasinin
geliştirilmesi için özel bir çaba sarf etmemiz lazımdır. Türkiye’deki laik demokratik
sistem bölgedeki tüm devletler için örnek olmalıdır. Bölgede istikrar arıyorsanız
laiklik ve demokrasi vazgeçilmez koşullardır.
Amerikan anayasasını hazırlayanlardan bir tanesi eski Amerikan
başkanlarından Thomas Jefforson’dur. O diyor ki biz dinle devlet arasına bir duvar
ördük. Din konusunda uzman, kitapları var, bu konuda. Amerika’da din anlayışı
budur, laiklik anlayışı budur. Şimdi bakıyoruz Amerika’nın dış politikasına din
faktörü damgasını vurmuş durumda. Açın Google’ı, “Bush” yazın yanına “laiklik”
yazın bulacağınız bulgu sayısı sıfırdır. Bir kere bile konuşmalarında laiklik
kavramından bahsetmemiş. İlk defa Türkiye-Amerikan sponsorluğunda bir
toplantıda laiklik falan demiş, onun dışında da rastlayamazsınız. Clinton
15
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
söylüyordu. Onların da etkisiyle Türkiye’de İslamcılar, Ilımlı İslamcılar furyası falan
ortaya çıktı. Bizim bunları çok iyi görmemiz ve değerlendirmemiz lazım.
Geçen yıl beni bir konferansa davet ettiler Almanya’da konuşmacı olarak
gittim, birkaç konuşmacı daha var. Çok önemli subaylar, diplomatlar var. Orada bir
Amerikalı konuşma yapıyordu, dedi ki bu dünyada 1 milyar 300 milyon Müslüman
yaşıyor. Bunlardan üçte biri şiddet yanlısı, terör yanlısı, radikal İslamcı. Bizim
dünyada 13 milyon düşmanımız var. Biz bu düşmanlarla nasıl baş edeceğiz? Bir
tek yolu var, Ilımlı İslam ülkelerini kendi yanımıza çekeceğiz ve bunları bunlara
karşı bir kalkan olarak kullanacağız. Bu Ilımlı İslam ülkelerini yanımıza çekmek için,
bunların başına Türkiye getirilecek. Bunların stratejileri belli ki Türkiye’yi radikal
İslama karşı bir kalkan gibi kullanmaktır. Bunun için üç günde bir Türkiye’den
bahsedilirken İslam ülkesi diye bahsediliyor, boşa söylenen bir laf değildir.
Değerli arkadaşlarım strateji konusunda benim size anlatacaklarım aşağı
yukarı bunlardır. Daha çok söylenecek durum var, İran’ın durumu var, bölgedeki
güvenlik sorunları var, Kemalizm var, tüm bunlarım hepsi stratejik
değerlendirmelerdir. Ama petrol, su ve demokrasi kavramlarını bu denklemden
çıkarttığınız zaman stratejik bir değerlendirme yapmak imkansız hale gelir. İşte biz
böyle bir bölgede yaşıyoruz Türkiye olarak, böyle bir bölgede barış içinde
yaşamayı başarmış pek nadir ülkelerden biriyiz. 1922 yılından bu yana gerçek
anlamda bir savaşın içine girmedik. Barışın içinde yaşadık ve o kadar uzun süre
bölgede barış içinde yaşayan Türkiye dışında hiçbir devlet yoktur. Bütün Avrupa
ülkeleri içinde sadece üç ülke bu kadar uzun süre barış içinde yaşamıştır. Biz
tarihimizin en uzun barış dönemi içinde yaşıyoruz. Ama bu herkesin tatlı rüyası
değil. Türkiye’yi II. Dünya Savaşı’nın içine sokmaya çalıştılar, başaramadılar İsmet
İnönü’nün sayesinde. İran- Irak savaşının içine çekmeye çalıştılar, başaramadılar,
çok dirençli bir politika izledik. Irak savaşının içine çekmeye çalıştılar, Türkiye’yi
cephe ülkesi yapmaya çalıştılar, Amerikan askerlerini Türkiye üzerinden Irak
üzerine saldırtacaklar, fiilen ve hukuken Türkiye savaşa girmiş olacak, Meclis buna
izin vermedi. Yani bütün bunları aştık, barışın ve istikrarın kıymetini bilmek lazım.
Ama biz oturduğumuz yerde barış içinde olup bitenleri seyredelim diyemeyiz.
Bunun için aktif politika uygulayacaksınız. Bunun anahtarı da demokratik ve laik
sistemi bölge ülkelere yaygınlaştırmak için demokratik olarak gayret göstermektir,
bunun fikriyatını yapmaktır, bunu bir politika haline getirmektir. Türkiye’de bu
zihniyet var mıdır bugün? Üzülerek söylüyorum ki tam tersi. O bakımdan şu anda
demokrasiye gerçek anlamda inanan, bölgede barışı, istikrarı gerçekten isteyen,
savunan insanların Laik Demokrasinin önemini de bu açıdan değerlendirmelerinde
çok yarar vardır.
Hepinizi tekrar saygı ve sevgiyle selamlıyorum.
16
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
BİRİNCİ OTURUM
TODAY’S MIDDLE EAST (BUGÜNKÜ ORTA DOĞU)
Oturum Başkanı
: Prof. Dr. Hasan KÖNİ
Raportör
: Yrd. Doç. Dr. H. Övgü TÜZÜN
Konuşmacılar
Christopher KRAFFT
Oliver CORNOCK
17
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
CHALLENGES AND PROSPECTS FOR THE FUTURE OF THE
MIDDLE EAST
“A UNITED STATES GOVERNMENT PERSPECTIVE”
Christopher Krafft∗
I am very pleased to be able to speak to you today and appreciate the
invitation from the Strategic Research Center to participate. I was asked to talk
about challenges and prospects in the Middle East. It’s a very broad topic and our
time is limited, so I thought it would be most useful to provide an overview of
current U.S. policy and how we see events, both current and in the near-term, in
three key areas of the region: Iraq, Iran, and the Israeli-Palestinian Conflict/Middle
East Peace Process.
I will focus first, and primarily, on Iraq, for we continue to view the
successful development there of a united, stable country with a democratically
elected government, operating under the rule of law, as critical to the overall
stability and development of the region. As U.S. Ambassador to Iraq Ryan Crocker
and Commander of the Multi-National Force-Iraq General David Petraeus noted in
testimony last week before the U.S. Congress in Washington, events in Iraq over
the past seven months have strengthened the view of U.S. officials that there is a
positive trajectory of political, economic, and diplomatic developments in Iraq. To
be clear, immense challenges remain and progress is uneven and often
frustratingly slow, but there is progress. What has been achieved is substantial,
but it is also, unfortunately, reversible. Sustaining that progress will require
continued resolve and commitment on the part of Iraq’s leaders, on the part of the
United States, and on the part of Iraq’s neighbors and the broader international
community.
On the political front, Iraq has seen bottom-up progress. Progress in the
provinces is leading to progress in Baghdad, as Iraqi leaders increasingly act
together, share power, and forge compromises on behalf of the nation. In the last
several months, Iraq’s parliament has formulated, debated vigorously, and in many
cases passed legislation dealing with vital issues of reconciliation and nation
building. We’ve seen a new Pension Law passed. De-Ba’athification reform and a
new Amnesty Law reflect a strengthened spirit of reconciliation.
The Provincial Powers Law is a major step forward in defining the
relationship between the federal and provincial governments. Passage of this
legislation required debate about the fundamental nature of the state, something
many countries, including my own, have engaged in and continue to do so to some
degree even today. The Provincial Powers Law calls for provincial elections by
October 1, 2008 and an Electoral Law is now under discussion that will set the
parameters for elections. All major parties have announced their support for these
elections, which will be a major step forward in Iraq’s political development and will
set the stage for national elections in late 2009.
A new Iraqi flag was approved and is now flying in all parts of the country
for the first time in ten years. The passage of the 2008 budget, with record
amounts for capital expenditures for real infrastructure development, insures that
the federal and provincial governments will have the resources for public spending.
∗
External Affairs Chief, U.S. Embassy, Ankara, Turkey, Krafft, [email protected]
18
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
All of these legislative advances demonstrate the degree to which Iraq’s
Council of Representatives has developed as a national institution. Last year the
Council suffered from persistent and often paralyzing disputes over leadership and
procedure. Now, it is successfully grappling with complex issues and producing
viable tradeoffs and compromise packages. As debates in Iraq’s parliament have
become more about how to resolve tough problems in a practical way, Iraqi politics
have become more fluid. While politics still have a sectarian bent and basis, crosssectarian coalitions have formed around issues, and sectarian political groupings
which often were barriers to progress have become more flexible.
U.S. officials serving in Iraq point out that this political progress has led to a
change in attitude among the population. Only last year, many people questioned
whether hatred between Iraqis of different sectarian backgrounds was so deep that
a civil war was inevitable. We are not hearing those fears today. The Sunni
Awakening movement in al-Anbar, which courageously confronted al-Qa’ida,
continues to keep the peace in the area and keep al-Qa’ida out. Fallujah, once a
symbol for violence and terror, is now one of Iraq’s safest cities. The Shi’a holy
cities of an-Najar and Karbala are enjoying security and growing prosperity in the
wake of popular rejection of extremist militia activity. Security improvements in
recent months have diminished the atmosphere of suspicion.
Granted, scenes of masked gunmen fighting in the streets of Basrah in
recent weeks make it difficult to point to great progress in Iraq. However, Prime
Minister Maliki’s decision to combat the Sadrist Special Groups in Basrah and the
unstinting support he received from political forces from all sectarian communities,
while the outcome remained very much in doubt, speak well to the progress that
has been made in striking a national consensus to fight against criminal and
extremist groups.
Nonetheless, Moqtada al-Sadr’s movement remains a wildcard and Iraq’s
ability to drive a wedge between the mainline Jaysh al-Mahdi, and Iraniansupported Special Groups will play an important role in determining the degree to
which members of the Special Groups will remain a threat to the Iraqi state.
Other significant political challenges remain. A reinvigorated cabinet is
necessary both for political balance and to improve delivery of services to all Iraqis.
Challenges to the rule of law, especially corruption, are enormous. Disputed
internal boundaries – the Article 140 process – must be resolved. The return of
millions of refugees and the internally displaced must be managed. The rights of
women and minorities must be better protected. Iraqis are aware of the challenges
they face, and are working on them.
On the economic front, there has been steady progress as the security
situation has improved. According to recent polling figures, 78 percent of Iraqi
business owners surveyed expect the Iraqi economy to grow significantly in the
next two years. The IMF projects that Iraq’s GDP will grow seven percent in real
terms this year. Inflation has been tamed. Iraq is now earning sufficient financial
resources through oil production and export that it is able to fund much of its own
infrastructure development. As a result, our primary focus has shifted to capacity
development, both at the central and provincial government levels.
Despite the gains, Iraq’s economy is fragile and the challenges great.
Iraqis need to continue to improve governmental capacity, pass national-level
hydrocarbons legislation, improve electrical production and distribution, and
improve the climate for foreign and domestic investment. We will continue to help
Iraq as it tackles this agenda, along with other international partners, including the
United Nations, the World Bank, and Turkey.
The increased engagement and involvement of the international
community, and especially Iraq’s neighbors, has been another positive trend that
19
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
the United States has worked hard to encourage. The United Nations has taken
advantage of an expanded mandate granted to the UN Assistance Mission in Iraq
(UNAMI) to increase the scope of its activities and the size of its staff. Under
dynamic new leadership, UNAMI is playing a key role in preparing for provincial
elections and in providing technical assistance to resolve disputed internal
boundaries. The International Compact with Iraq provides a five-year framework
for Iraq to reform its economy and achieve economic self-sufficiency in exchange
for long-overdue Saddam era debt relief. Preparations are underway for a
ministerial level Compact meeting in Sweden next month.
Thanks in large measure to Turkey’s committed efforts, the Iraq Neighbors
Process has been successfully established as a de facto contact group that serves
to support the Iraqi government. Ministers will join together in Kuwait next week to
discuss progress made since last November’s ministerial in Istanbul in establishing
stronger cooperation on security, energy, and in dealing with the ongoing plight of
refugees.
Despite these diplomatic successes, support from Arab capitals has not
been as strong as we would hope, and must improve for the sake of Iraq and the
sake of the region. Bahrain’s recent announcement that it will return an
ambassador to Baghdad is welcome, and we hope other Arab states will follow
suit.
Obviously, the presence of the terrorist PKK in northern Iraq remains a
major source of tension between Turkey and Iraq and an impediment to stronger
bilateral relations between these two natural allies. However, President Talabani’s
successful visit to Ankara last month represents, we believe, a breakthrough for the
relationship and we remain confident that continued progress in diminishing the
PKK presence in Iraq will lead to a deepening of Turkish-Iraqi relations. The
United States is committed to continuing to support and assist our Turkish allies in
battling this terrorist organization.
As Ambassador Crocker and General Petraeus both noted, a conclusion
that we draw from these signs of progress is that the strategy that began with the
surge of U.S. military forces into Iraq last year is working. However, senior U.S.
officials also note that U.S. support cannot and should not be open-ended and that
the nature of U.S. engagement in Iraq should diminish over time. It is in that
context that we have begun to negotiate the future nature of the U.S.-Iraq bilateral
relationship. Last year, Iraq’s five principal leaders requested a long-term
relationship with the United States, to include economic, political, diplomatic, and
security cooperation. The heart of this relationship will be a legal framework for the
presence of American troops similar to that which exists in nearly 80 countries
around the world where U.S. troops operate or are based.
The Iraqis view the negotiation of this strategic framework and status of
forces agreement as a strong affirmation of Iraqi sovereignty – placing Iraq on par
with other U.S. allies and removing the stigma of Chapter VII status under the UN
Charter, pursuant to which Coalition forces presently operate. U.S. forces will
remain in Iraq beyond December 31, 2008, when the UN resolution currently
governing their presence expires. This new agreement will provide the legal
authorization for that presence to continue.
The agreement will not, however, establish permanent bases in Iraq. In
fact, senior U.S. officials have said that they anticipate the agreement will
expressly forswear them. To reiterate, we do not seek permanent bases in Iraq.
The agreement will not specify troop levels nor will it tie the hands of the next
President of the United States to be able to make his or her own determination
regarding the continued presence and/or level of U.S. troops in Iraq.
20
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
You all are likely aware of the ongoing debate in the United States over the
continued presence of U.S. military forces in Iraq, the timing of a withdrawal of
those forces, and whether the goal of a future democratic Iraq is achievable.
General Petraeus recommended, and President Bush accepted, that the five
additional brigades of U.S. troops that represented the surge that began last year
be withdrawn by the end of July. This represents a 25% decrease of U.S. combat
brigades in Iraq from last year.
Withdrawal of additional troops will undoubtedly continue to be a focus of
debate as the campaign for a new president in my country continues and
intensifies as November elections near. However, the aim in moving forward with
this agreement will be to ensure that the next President arrives in office with a
stable foundation upon which to base policy decisions. While the issue of future
troop levels in Iraq may be among the first taken up by a new President in
Washington upon taking office in January 2009, I believe that regardless of who
that person may be, the United States will continue to maintain Iraq’s stability and
security as among its highest priorities.
There is no alternative. Iraq has the potential to develop into a stable,
secure, multi-ethnic, multi-sectarian democracy under the rule of law. Whether it
realizes that potential is ultimately up to the Iraqi people. U.S. support, however,
will continue to be critical to achieving that success. We recognize that and are
committed to maintaining it.
Let me turn now to Iran. As I noted, Iran continues to support illegal,
violent groups in Iraq in an effort to undermine the progress Iraqi leaders are
making to unify their nation. The support of Iran’s Qods Force, with help from
Lebanese Hezbollah, for the Special Groups remains a lethal threat to long-term
success of democracy and stability in Iraq. It was these groups that launched
Iranian rockets and mortar rounds in Baghdad two weeks ago. Iraqi and Coalition
leaders have repeatedly noted their desire that Iran live up to promises made by
President Ahmadinejad and other senior Iranian leaders to stop their support for
the Special Groups. However, Qods Force activities that threaten Iraq’s security
have continued, and Iraqi leaders clearly recognize the threat they pose.
It should come as no surprise that Iran continues to back illegal, terrorist
elements in Iraq. It does so throughout the region, providing funds and arms to
terrorist groups ranging from Hamas in Gaza and Hezbollah in Lebanon to the
Shi’a militants in Iraq and the Taliban in Afghanistan. Everywhere one sees
violence and efforts to silence voices of reason and compromise in the region, one
can usually see an Iranian hand behind it. It is a concern voiced to us in country
after country in the region, including here in Turkey.
In an effort to help improve security for the Iraqi people, the United States
has made clear its willingness to engage with Iranian officials in Baghdad to
discuss security in Iraq. While there have been initial talks, time and again Iranian
officials have pulled out of planned discussions at the last moment, without reason.
As President Bush stated, the regime in Tehran has a choice to make. It can live
in peace with its neighbor and enjoy strong economic, cultural, and religious ties.
Or it can continue to arm, train, and fund illegal militant groups, which are
terrorizing the Iraqi people and turning them against Iran. If Iran makes the right
choice, the United States will encourage a peaceful relationship between Iran and
Iraq. If Iran makes the wrong choice, the United States stands ready to protect
U.S. interests, our troops, and our Iraqi partners.
This is also the U.S. approach on the issue of Iran’s continued failure to
cooperate fully with the International Atomic Energy Agency (IAEA) as it pursues a
nuclear program. The United States wants a positive and cooperative relationship
with Iran. We have made it abundantly clear that we are prepared to sit down and
21
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
talk with Iranian leaders if Iran verifiably suspends its enrichment program. Iran
has chosen to ignore this.
We believe Iran is still a threat to its neighbors, to the broader Middle East
region, and to broader international security and stability. Iran has the delivery
system for nuclear weapons and is continuing its uranium enrichment program.
Iran has only halted its nuclear weapons program but there is no assurance that
this program could not be restarted at the Iranian Government’s discretion,
particularly if Iran continues to perfect uranium enrichment in violation of its UN
Security Council obligations.
Iranian claims that it is installing an additional 3,000 centrifuges at its
Natanz enrichment facility only serve to further escalate its noncompliance with UN
Security Council resolutions. If Iran were indeed serious about a peaceful nuclear
program, as it claims, it would suspend its proliferation-sensitive nuclear activities
and accept the P5+1 package.
Under the provisions of that package presented to the Iranians in 2006,
Iran would gain:
-
Recognition of its right to nuclear energy for peaceful purposes;
Assistance to improve Iran’s access to the international economy,
markets, and capital through support for Iran’s integration into international
organizations such as the World Trade Organization;
-
Cooperation on civil aviation;
Support
infrastructure;
-
for
modernization
of
Iran’s
telecommunications
Cooperation in the field of high technology; and
Support for agricultural development, including possible access to
U.S. and European agricultural products, technology, and farm equipment.
What has Iran’s response been? Continuation of its radical course through
pursuit of a nuclear weapons capability, its notoriety as the world’s leading
supporter of terrorist groups, and its deplorable treatment of its own people.
Once again, the international community is imposing sanctions on Iran. On
March 3, the UN Security Council adopted Resolution 1803, the fifth time the
Security Council has acted on the Iran nuclear issue. It is the fourth time the
Council has acted under Chapter VII of the UN Charter to impose legally binding
sanctions on Iran for the proliferation risks presented by its nuclear program and its
failure to suspend its proliferation sensitive nuclear activities.
Name a country that is pleased about the fact that Iran continues to pursue
its nuclear program or is happy that Iran is funding and arming Hezbollah, and
Hamas, and Palestinian Islamic Jihad, and the Taliban, and the Shia militants in
Iraq. Clearly, nations throughout the Middle Ease region recognize the threat
posed by Iran, as does the broader international community. They see Iran as a
country disturbing the peace and fomenting instability and therefore whose power
needs to be contained. And that is the basis of U.S. policy – to contain Iranian
power, which we see as a very negative force in the Middle East.
Even nations that have good economic relations with Iran – China, Russia,
Turkey – are determined that Iran not procure a nuclear weapon, which we believe
remains the goal of many within the Iranian leadership, who link the development
of nuclear weapons to Iran’s key national security and foreign policy objectives.
22
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
The global community has provided a way out of this dilemma that will
benefit the Iranian people. Whether the regime in Tehran chooses this path or
continues to choose a path of confrontation is up to them.
Finally, let me turn quickly to the Middle East Peace Process. The
establishment of a Palestinian state is long overdue. The United States firmly
believes that a Palestinian state will enhance stability in the Middle East and
contribute to the security of people in Israel and throughout the region. Secretary
Rice has said she believes the peace agreement should happen, and can happen,
by the end of this year.
The United States is working with Israel and the Palestinians on four
parallel tracks:
A track in which both sides fulfill their commitments under the
roadmap. Neither party should undertake any activity that contravenes roadmap
obligations or prejudices final status negotiations. On the Israeli side, this includes
ending settlement expansion and removing unauthorized outposts. On the
Palestinian side, this includes confronting terrorists and dismantling terrorist
infrastructure;
A track in which the Palestinians build their political, economic, and
security institutions with the help of Israel and the international community;
An international track. The United States appreciates the Arab
Peace Initiative and believes that Arab states that are committed to regional peace
should reach out to Israel; and
A bilateral Israeli-Palestinian track. It is our hope that leaders on
both sides will ensure that their teams negotiate seriously and discuss the core
issues between them.
Obviously, the status of Gaza remains a major complicating factor to the
establishment of peace. The United States believes a new approach is needed on
Gaza. We have encouraged Israel, the Palestinian Authority, and Egypt to work
together to formulate such an approach that will provide security to all three
parties, empower the Palestinian Authority, ensure the humanitarian needs of
Gazans are being met, and work toward the establishment of conditions that will
permit implementation of the 2005 Agreement on Movement and Access.
A fundamental choice confronts the Palestinians. It is a choice between
violent extremism on the one hand, and tolerance and responsibility on the other.
Hamas has made its choice. It has sought to extinguish democratic debate with
violence and to impose its extremist agenda on the Palestinian people in Gaza.
Violence will not bring Palestinians the state they seek and deserve.
Responsible Palestinians, led by President Abbas and Prime Minister Fayyad, are
making their choice and we believe the international community must support
those Palestinians who wish to build a better life and a future of peace.
Hamas can be part of that peaceful process by accepting the principles
outlined by the Quartet:
-
Renunciation of violence and terror;
-
Recognition of Israel; and
the roadmap.
Acceptance of previous agreements between the parties, including
For the sake of the Palestinian people, we hope Hamas leaders will see
that the choice they have made will only lead to further misery.
23
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
The United States is firmly committed to supporting the Israelis and
Palestinians with resources and resolve as they work to realize peace. The U.S.
has provided $148 million in 2008 to the UN Relief and Works Agency for Palestine
Refugees in the Near East and over $290 million in 2007 in assistance both
through the UN and directly to the Palestinian Authority.
Peace between Israelis and Palestinians is a national interest for the
United States, as it is for Turkey, and we now have a real opportunity to achieve
progress. Success in this endeavor is vital for securing a future of peace, freedom,
and opportunity in the Middle East.
In all these cases, there are dangers and opportunities. The primary
danger is that failure in these countries will lead to increased regional instability,
violence, and terror. However, as President Bush noted during his trip to the
region in January, success will demonstrate that the decades during which the
people of the Middle East have seen their desire for liberty and justice denied at
home and dismissed abroad in the name of stability will have come to an end. We
see extremists who have hijacked Islam in an effort to impose their totalitarian
ideology on millions. What the United States seeks is not territory, is not oil, is not
dominance, but rather we seek our shared security in greater liberty throughout the
Middle East. We believe that stability can only come through a free and just
region, where the extremists are marginalized by the millions of ordinary citizens
who seek the same opportunities that we enjoy in the United States, in Europe, in
Turkey. And we look forward to working closely together with our Turkish allies to
achieve this end.
24
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Oliver CORNOCK
(Oxford Business Group)
ECONOMICAL SITUATION IN THE MIDDLE EAST AND
ENERGY SOURCES
(PAPER EXCLUDED DUE TO THE TECHNICAL REASONS)
25
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
ÖZEL BİLDİRİ
MIDDLE EAST AND THE WORLD (ORTA DOĞU VE DÜNYA)
Prof. Dr. Tayyar ARI
ORTA DOĞU VE DÜNYA
Tayyar Arı∗
Çok değerli öğretim üyeleri değerli konuklar, hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Bu güzel sempozyuma beni de davet ettiğiniz için içtenlikle teşekkür etmek
istiyorum. Orta Doğu ve Dünya ilişkilerini birkaç kapsam içinde ele almaya
çalışacağım.
Coğrafik Konteks
Orta Doğu, en geniş anlamda batıda Cebeli Tarık boğazından başlayarak
Fas, Tunus, Cezayir, Libya, Somali, Etiyopya, Sudan ve Mısır’ı içine alan doğuda
Umman Körfezi’ne kadar uzanan ve Irak, Kuveyt, Bahreyn, Katar, Birleşik Arap
Emirlikleri, Umman’ı içine alan, kuzeyde Türkiye, Kafkasya ve Orta Asya Türk
Cumhuriyetlerini kapsayan, ayrıca İran, Afganistan ve Pakistan’ın da dahil edildiği,
güneyde ise Suudi Arabistan’dan Yemen’e uzanan Arap yarımadasını çevreleyen
ve ortada Suriye, Lübnan, Ürdün, İsrail ve Filistin’in yer aldığı bir coğrafya olarak
tanımlanabilir. ABD’nin “Büyük Orta Doğu Projesi” de aslında bu geniş coğrafyayı
kapsamaktadır. Yaygın kullanımı bu kadar büyük olmasa da Orta Doğu yine de
kuzeyde Hazar Denizi’ne Kafkasya’ya ve Orta Asya’ya dayanan doğuda Hürmüz
Boğazı ve Umman Körfezi’ni; güneyde Babel Mendep Boğazı ve Aden Körfezi’ni ve
batıda Mısır’ı aynı zamanda Akdeniz’i, Karadeniz’i Ege Denizi’ni, İstanbul ve
Çanakkale Boğazlarını, Kızıl Deniz’i, Tiran Boğazı’nı ve Süveyş Kanalı’nı, Basra
Körfezi’ni, eski Mezepotamya’yı, Bereketli Hilâl’i, Nil’i ve Fırat’ı içine alan coğrafyayı
ifade etmektedir.
∗
Prof. Dr. Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı, [email protected]
26
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Bununla beraber, daha dar anlamda, ama daha yaygın kullanımı itibariyle,
batıda Mısır, kuzeyde Türkiye ve İran’ın yer aldığı, doğuda yine Umman Körfezi’ne,
güneyde ise Aden Körfezi ve Yemen’i içine alan bölge Orta Doğu olarak
tanımlanabilir. İkinci tanım itibariyle Mısır’ın batısında yer alan bölgeler Kuzey
Afrika kavramı içinde, Afganistan ve Pakistan ise Güney Asya ya da Güney Batı
Asya coğrafyası içinde düşünülmektedir. Hangi tanım dikkate alınırsa alınsın, Orta
Doğu’dan söz edildiğinde daha ziyade dinsel anlamda Müslümanların, etnik
anlamda ise Türk, Arap ve Farsların çoğunluğu oluşturduğu bir bölgeden söz
edilmektedir. Bununla beraber, İslâmiyet’in yanında Yahudilik ve Hıristiyanlık da
diğer önemli dinler olarak bölgedeki siyasal gelişmelerde her zaman önemli bir role
sahip olmuştur. Bölgenin ağırlıklı olarak Araplar, Türkler ve Farslardan oluşan
yapısında, Kürtlerin ve Yahudilerin de belirleyici bir rol oynadığını ve oynamaya
devam ettiğini söylemek mümkündür.
Bölge bu anlamda jeopolitik teorisyenlerin de dikkatlerini üzerinde
yoğunlaştırdıkları bir bölge olagelmiştir. Mackinder’in “dünya adası” olarak tanımladığı
bölge ve Spykman’ın “rimland” olarak tanımladığı bölgeler buradadır. Ayrıca Mahan’a
göre bir dünya imparatoru olmak için önemli deniz ticaret yollarına hâkim olmak
gerektiğine göre, Hürmüz Boğazı, Aden Körfezi ve Babel Mendep Boğazı, Süveyş
Kanalı ve Cebeli Tarık Boğazı bu bölgede yer almaktadır. Bu bölgede egemenlik
kurmayı başaran bir devletin dünya gücü olması sorgulanmaz. Geçmişte Osmanlı
İmparatorluğu, sonra Birleşik Krallık, Soğuk Savaş döneminde ise bölgeyi doğrudan ve
dolaylı olarak etkileri altına alan ABD ve SSCB, bu sayede dünya gücü olmuşlardır.
Tarihsel Konteks
Bölge her halükârda tarihin her döneminde tüm dünyanın dikkatini
üzerine çeken bir bölge olagelmiştir. Bu önemi bir anlamda insanlık tarihinin
burada başlamasından kaynaklanmaktadır. Yaklaşık yüzyıl doğrudan iki yüzyıl
ise dolaylı olarak bölgeyi etkilemiş olan Haçlı seferleri karşısında Müslüman Arap
dünyasının Hıristiyan Batı’nın egemenliği altına girmesi önce Selâhaddin Eyyübi,
sonra Memlük ve Selçuk Türkleri daha sonra ise Osmanlı Türkleri tarafından
engellenmiştir. Selçuklular dönemi, Sünnî Müslümanların özellikle de Abbasi
halifelerinin eski saygınlığını tekrar kazandıkları yıllar olmuştur. Bizans
İmparatorluğu’na son veren ve yarı Avrupa’yı egemenliği altına alan Osmanlı
İmparatorluğu dönemi ise Müslüman dünyanın Batı dünyası karşısında kendi
kültür ve değerlerini en geniş anlamda yaşadığı, koruyup geliştirdiği bir dönem
olarak bilinir. Ancak Osmanlı İmparatorluğu’nun bölgeden ayrılması Batılı güçler
için yeni bir fırsat olarak değerlendirilmiş ve bölgeyi egemenlikleri altına alarak
emperyalist amaçlarına uygun şekilde biçimlendirmişlerdir.
Ekonomik Konteks
Bölge bu dinsel ve tarihsel nedenlerin yanında ekonomik anlamda da son
derece hayati bir öneme sahiptir. Kuzey Afrika, Orta Asya ve Kafkasya bölgesini de
içine alan Büyük Orta Doğu adı verilen bu bölgede dünya petrol rezervlerinin %
80’i, doğal gaz rezervlerinin ise yaklaşık % 50’si bulunmaktadır. Dar anlamdaki
Orta Doğu’yu dikkate aldığınızda bile bu oranlar % 70 ve % 35’in altına
düşmemektedir. Yaklaşık 1.1 trilyon varil dolayında olduğu bilinen kanıtlanmış
dünya petrol rezervlerinin 800-850 milyar varili bu bölgede (Büyük Orta Doğu’da)
bulunmaktadır. Bu bölge gerçekten dünyanın enerji merkezidir. Uzun ömürlü, ucuz
ve oldukça bol olan bu enerji kaynağı dünya ekonomisi açısından oldukça
yaşamsal bir değer taşımaktadır. Bu bölgede egemenlik sağlama bir devlete dünya
hegemonyasını ele geçirme ya da sürdürme; dünya ekonomisine yön verme; kimin
ne kadar üreteceğine ya da tüketeceğine karar verme yetkisini elinde bulundurma
olanağını vermektedir. Bölge dünya silâh piyasası için en önemli pazar
niteliğindedir. Dünya silâh ithalatının % 70’i bu bölge ülkeleri tarafından
gerçekleştirilmektedir.
27
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Bu gün dünya enerji kaynakları içinde petrol ve doğal gazın payı yaklaşık
yüzde 70’i bulurken, söz konusu enerji kaynaklarından petrolün yüzde 70-80’i,
doğal gazın ize yüzde 50’si bu bölgede (Büyük Orta Doğu’da) bulunmaktadır.
Dünya genelinde petrolden dolayı yılda yaklaşık 4 trilyon dolarlık (petrolün varilinin
55-60 dolar olması halinde) bir işlem hacmi gerçekleştirilmektedir Bu paranın 1
trilyon doları üretici ülkelerin kasasına giderken 2 trilyon doları şirketlerin kasasına
girmektedir. Bununda yüzde 80’i beş büyük şirket (BP, Shell, Exon-Mobil, ChevronTexaco ve Total-Elf) tarafından gerçekleştirilmektedir. Ayrıca unutmamak gerekir ki
dünya petrol tüketiminin yüzde 25’i tek
başına ABD tarafından
gerçekleştirilmektedir. Bu rakam Avrupa, Rusya ve Orta Asya ülkelerinin toplam
tüketimine eşit, aynı şekilde Çin ve Japonya’nın da içinde yer aldığı Asya-Pasifik
bölgesinin payı da ancak ABD kadar. Dolayısıyla, ABD toplam ithalatının yüzde
25’ini bölgeden gerçekleştirirken, Japonya yüzde 70’ini Avrupa ülkeleri ise yaklaşık
yüzde 55-60’ını bölgeden karşılamaktadır. Ayrıca petrol fiyatlarındaki 20 dolarlık
artış dünya genelinde gayri safi yurt içi hâsılalarda yüzde 1’lik bir düşüşe,
enflasyon’da ise yüzde 1’lik artışa yol açmaktadır. Talep düşmesi ve maliyet
artışından kaynaklanan daralma işsizliği arttırmakta ve yılda 800,000 kişinin işsiz
kalmasına neden olmaktadır. Tüm bu veriler bu bölgede egemenlik kurmanın
rakiplerinizi yola getirmenin de önemli bir unsuru olduğunu ortaya koymaktadır. Bu
enerji kaynakları üzerinde doğrudan ya da en azından dolaylı denetim sağlamak ve
bu kaynakların rakip güçlerin eline geçerek size karşı kullanılmasını engellemek bir
süper güç için kendi hegemonik üstünlüğünü sürdürebilmesi ve diğer ülkelerin
kaderini belirleyebilecek gücü elinde bulundurması için son derece önemlidir. Bu
arada ABD’nin yıllık savunma bütçesinin yaklaşık 500 milyar dolar olduğunu ve
bunun İngiltere, Almanya, Fransa ve İtalya gibi büyük güçlerin de içinde yer aldığı
tüm Avrupa, ayrıca Rusya, Japonya ve Çin’in toplam askeri harcamalarından daha
fazla olduğunu unutmamakta yarar var. Son bir not olarak Rusya’nın yüzde 8’lik
payla yer aldığı dünya silah ihracatı içinde ABD’nin payının yüzde 65 olduğunu ve
yine dünya silah ithalatının yaklaşık yüzde 70’ini Orta Doğu ülkelerinin
gerçekleştirdiğini kaydetmek gerekir.
Siyasal Konteks
Bölge aynı zamanda geleneksel ve modern demokratik ülkelerin yan yana
bulunduğu bir bölge niteliğindedir. Bölgenin parlamenter sisteme sahip en
demokratik ülkesi Türkiye’dir. Ayrıca İsrail’in de demokratik bir ülke olmasına
karşılık, aslında koyu bir teokratik devlet niteliği bulunmaktadır. 1979 devrimiyle
kendine özgü, Şiî inancına uygun bir rejime sahip olan İran’ın seçilmiş bir
parlamentosu, serbest seçimlerle oluşmuş bir devlet başkanı bulunmasına rağmen
bütün denetimin dini liderin ve dinsel bürokrasinin elinde olması sistemin
demokratik olma iddiasına gölge düşürmektedir. Ayrıca Mısır, bölgede parlamenter
rejimle yönetilen bir ülke olmakla beraber demokratikleşme ve demokratik katılım
konusunda gerekli açılımları yapamaması ülkenin otoriter görünümünü öne
çıkarmaktadır. Öte yandan uzun yıllar Baas’ın koyu baskısı altında yaşayan Suriye
halkı Beşir Esad’la beraber dış dünyaya açılmaya başlamış ve önemli reformları
hayata geçirmeye çalışmaktadır. Monarşiyle yönetilen Ürdün ise bölgede serbest
seçimle oluşan parlamentosu ve çok sesli siyasal yapısı ile özellikle II. Abdullah’tan
sonra daha demokratik bir görünüme sahip olmuştur.
Suriye ve İsrail arasında sıkışmış olan Lübnan, 1920’lerden itibaren
demokratik parlamenter sistemi uygulamaya başlamış olmasına karşılık, gerek
etnik çeşitliliği nedeniyle yaşadığı iç savaşlardan, gerekse Marunilerin İsrail’i,
Müslümanların ise Suriye’yi doğal müttefik olarak görmeleri bu devletin kendi
başına politika üretmesine engel olmakta; hatta bağımsız bir devlet olma
görüntüsüne gölge düşürmektedir. Bölgenin güneyinde bulunan birleşik Yemen her
şeye rağmen demokratikleşme konusunda çok ciddi bir kararlılık sergilemektedir.
Fakat bu iradenin önünde en büyük engel demokrasinin gelişimi için gerekli olan
ekonomik ve kültürel altyapının yeterli olmamasıdır. Ancak bunların dışında birer
28
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
hanedanlık rejimleri olan Suudi Arabistan, Kuveyt, Bahreyn, Katar, BAE ve
Umman’da demokrasi oldukça yavaş ilerlemektedir. Buna karşılık söz konusu
ülkelerde ekonomik liberalizm ve serbest piyasa ekonomisine geçiş daha hızlı
gerçekleşmektedir ve bu konuda epey bir mesafe alınmıştır. Bölgede özel mülkiyet
sınırlanmadığı ve özel girişimcilik engellenmediği gibi yabancı sermayeyi ülkeye
çekmek için ek tedbirlere başvurulmaktadır. Bunlardan özellikle Bahreyn ve Katar
dünyanın en önemli bankacılık ve finans merkezleri arasında yer almaktadır.
ABD’nin Büyük Orta Doğu Politikasının bölgenin ekonomik ve demokratik
anlamda geri kalmışlığına çözüm getirecek bir proje olduğu iddia edilmektedir. Bu
çerçevede bölgedeki ülkelere kaynak aktarılacağı ve demokratik katılımın teşvik
edilerek değişimi gerçekleştirmelerinin sağlanacağı ifade edilmektedir. Bu güne
kadar bu konuda ciddi bir adımın atılmaması şöyle dursun, bu proje baştan beri
pek çok konuda boşlukları olan ve hatta kuşkulara yol açan unsurları ile
gerçekleştirilebilirliği tartışmalı bir projedir. Özellikle bölgenin önemli bir güvenlik
sorunu ve bölge ülkeleri açısından Orta Doğu barışının ana unsuru olan Filistin
sorununa kapsamlı bir çözüm öngörülmemektedir. İsrail üzerinde bir baskı
yapmaya niyetli görünmeyen ABD, Suriye’nin Lübnan’dan çıkarılması konusunda
çok daha hızlı davranmıştır. Bölgenin ekonomik geri kalmışlık ve demokratikleşme
konusu ise soru işaretleri ile dolu bir konu olarak karşımızda durmaktadır. Zira
ABD’nin hangi ülkede demokratikleşmeyi destekleyeceği, hangisinde mevcut
durumu devam ettireceği konusu da oldukça karmaşık bir konudur. Washington’un
Mısır’da ikinci defa seçilirken rakiplerini siyaset dışında tutmaya özen gösteren ve
25 yıldır işbaşında bulunan Hüsnü Mübarek üzerinde bir baskı uygulamaya
kalkışmaması anlamlı değil midir?. Çünkü Özellikle Özbekistan’da Amerikan
müttefiki Kerimov hükümetini yıkmaya dönük gelişmelerden ve Filistin’de Hamas’ı
işbaşına getiren seçimlerden sonra bir demokratikleşme sürecinin Amerikan
aleyhtarı güçleri işbaşına getirecek olması Amerikan yönetiminin tutumunda
oldukça etkili olmuşa benziyor.
Aynı şekilde Libya liderinin Amerikan yanlısı açıklamaları üzerine o güne
kadarki hesabın üzeri çizilmiş ve Libya eleştirilerin hedefi olmaktan kurtulmuştur.
Amerikan yönetiminin eleştirilerine hedef olmakla beraber Washington’un Suudi
hanedanından vazgeçme olanağı var mıdır? Aynı şekilde Kuveyt’te Sabah
ailesinden, Bahreyn’de Halife ailesinden, Katar’da Tani ailesinden, Umman’da Said
ailesinden ve Ürdün’de Haşimi ailesinden vazgeçmesini düşünmek ne kadar
gerçekçidir? Bu ülkelerde mevcut hanedanlıkların işbaşında kalmasını da
sağlayacak bir demokratikleşme bölgenin demokratikleşme sorununu çözebilir mi
ya da ABD gerçekten bu işte ne kadar samimidir? Aynı şekilde Yemen, Cezayir ve
Fas’taki yönetimlerin Amerikan yönetimi ile bir sorunu olmadığı zaten biliniyor. O
zaman geriye kalan ve demokratikleştirilecek rejimler bellidir. Bunlar Amerika ile
problemi olan Washington ile ortak bir dil geliştirememiş, ülkesini Amerikan
sermayesine açmamış, kendi hallerine bırakılırsa dolar bölgesinden euro bölgesine
geçen ya da geçme olasılığı olan ve dolayısıyla Beyaz Saray açısından rejim
değişikliğinin kaçınılmaz görüldüğü ülkelerdir. Bunlar Sudan, Suriye, İran ve Irak’tı.
Bu ülkelerin mevcut rejimleri bölgede Amerikan yönetimlerinin bir numaralı hedefi
olmuştur. Bunlardan Irak “demokratikleştirildi”; sıra diğerlerinde mi?
Hatırlarsak 2000 seçimlerini kazanan Bush, 2001‘de görevi devraldıktan
sonra yaptığı ilk konuşmalarda bazı ülkeleri kitle imha silahlarına sahip olmaya
çalışmakla suçlayarak hedef göstermeye başlamıştı. Bu devletler o günler için Irak,
İran ve Kuzey Kore’ydi. Haydut devlet adını verdiği bu devletler ABD için hedef
ülkeler olarak seçilmişti. Bu bağlamda Bush yönetimi 1972 tarihli ABM anlaşmasını
tartışmaya açmış ve Rusya’nın itirazına rağmen bu anlaşmayı tek taraflı
feshedeceğini ifade etmişti. İşte bu ortamda gündeme gelen 11 Eylül olayı aslında
zaten değişim geçiren Amerikan politikası için mükemmel bir ideolojik alt yapı
oluşturmuştur. ABD, bu olayın arkasından tek taraflı müdahaleyi öngören önceden
saldırı ya da önleyici savaş adı verilen Bush Doktrini’ni kamuoyuna açıkladı. Söz
29
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
konusu politika çerçevesinde yukarıda adı geçen ülkelere yenileri eklenerek ama
özelde kitle imha silahlarına sahip olan ve “terörist örgütlere destek veren ülkeleri”
açıkça saldırı tehdidi ile uyarmaktaydı. Sadece bu ülkeleri değil “ya bizimle
berabersiniz ya da karşımızdasınız” diyerek Amerikan politikasına bırakın karşı
olmayı destek vermeyen bütün ülkeleri tehdit ederek bir tercihe zorlamaktaydı. İşte
bu gelişmelerin bir sonucu olarak, önce Afganistan olayı yaşandı arkasından da
bütün dünyanın ve BM’nin karşı olmasına rağmen Irak saldırısı gerçekleşti.
Stratejik/Güvenlik Konteksi ve Amerikan Politikası
Hatırlıyorsanız ABD, Truman Doktrini ile 1947’de Soğuk Savaş’ın kendisi
için de başlamış olduğunu ilan etmekte ve Komünist tehlike karşısında özgür
uluslara koruma sözü vermekteydi. ABD, 1957’de Eisenhower Doktrini ile bunu bir
adım ileri götürerek “uluslararası komünizmin” tehdidi ile karşı karşıya olan uluslara
istemeleri durumunda doğrudan askeri yardımda bulunabileceğini açıklayarak
doğrudan askeri güç kullanmanın kendince meşru alt yapısını oluşturmaktaydı.
Ancak bu müdahaleci politikanın kendini Vietnam bataklığına sürüklemesi üzerine
1968’de işbaşına gelen Nixon’ın adıyla bilinen Nixon Doktrini ile bundan sonra
bölgesel çatışmalarda Amerikan askeri kullanılmayacağını açıklayarak o güne
kadarki Amerikan politikasından geri adım atmaktaydı. Ancak Nixon Doktrini
bağlamında izlenen bu politika yumuşama ve beraberinde Çin-ABD ilişkilerinde
yakınlaşmayı getirmişse de 1970’li yıllar sürerken meydana gelen İran Devrimi,
Afganistan işgali, Nikaragua’da Somoza yönetiminin devrilmesi ve Somali ve
Güney Yemen’de Marksist rejimlerin işbaşına gelmesi ABD’nin 1980’de Carter
Doktrini adıyla yeniden müdahaleci politikaya geri dönmesine yol açmıştır. Söz
konusu politika öncelikle Orta Doğu için düşünülmüşken, Reagan ile beraber
Amerikan çıkarlarının tehdit edildiği tüm bölgeleri kapsayacak şekilde genişletilmesi
söz konusu olmuştur. Bu dönemde gündeme gelen Yıldız Savaşları projesi ile
paralel yürütülen bu politika sonuç vermiş ve Sovyetler Birliği’nin kırk beş yıldır
devam eden küresel rekabetten çekilmesine yol açmıştır. Böylece George Kennan
tarafından 1947’de Foreign Affairs dergisinde yayınlanan makalesiyle başlayan ve
Sovyet sisteminin çökertilmesini amaçlayan çevreleme (püskürtme ve kurtarma)
politikası amaçlarına ulaşmış oluyordu.
Sovyet bloğunun çökmesiyle ABD bir anda global sistemin tek süper gücü
haline gelmiş oldu. İşte özellikle oğul Bush ile birlikte bunun daha açık bir şekilde
vurgulanmasına ve ortaya çıkan güç boşluğunun başkaları tarafından
doldurulmasının önlenmesine karar verilmiştir. Elbette bu arada ABD’nin özellikle
ekonomik anlamda küresel rakipleri olarak ortaya çıkan Japonya ve Almanya’nın
haddinin bildirilmesi de amaçlanmıştı. 2000 Kasımında tartışmalı bir seçim süreci
sonunda işbaşına gelen Başkan Bush’un hatırlanırsa ilk icraatı Füze Kalkanı
projesini ortaya atması ve bu doğrultuda 1972 tarihli ABM antlaşmasını tek taraflı
fesh etmesi olmuştur. 11 Eylül 2001’de gündeme gelen El Kaide örgütü tarafından
gerçekleştirilen saldırılar ABD’nin öngördüğü politikaları vakit geçirilmeden
gerçekleştirilmesi için tetikleyici bir unsur olmuştur. Bu bağlamda gündeme getirilen
ve adına Bush Doktrini denilen “önleyici savaş” veya “önceden saldırı” stratejisi ile
ABD’nin bundan sonra nükleer silahları geliştiren ve terör örgütleri ile işbirliği yapan
ülkelere beklemeden doğrudan saldırı düzenleyebileceği açıklanmaktaydı. ABD,
yeniden Soğuk Savaş’ın başına geri dönmekte; bu defa “Sovyet tehdidi” ya da
“Komünist tehlike” kavramı yerine “terör tehdidi” kavramını kullanarak bu yeni tehdit
karşısında yeniden dünya uluslarını bir tercihe zorlamaktaydı: “ya bizimlesiniz ya
da teröristlerle”. Bu politikanın asıl amacı son derece hayati çıkarların söz konusu
olduğu Orta Doğu’ya müdahalenin ve bu bölgede kalıcı güç bulundurmanın meşru
alt yapısını hazırlarken bunu yeni bir tehdit retoriğine dayandırmaktı. Dünyanın
enerji merkezi olan Orta Doğu bölgesine yönelik askeri güç konuşlandırmanın ya
da doğrudan askeri müdahalenin gerekçesi eskiden Sovyet tehlikesiyken şimdi
terör tehdidi oluyordu. Değişen sadece retorikti özde bir değişiklik olmuyordu.
30
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Ancak tüm bu gelişmeler bugüne kadar eşine rastlanmayan ölçülerde bir
Amerikan ve İsrail karşıtlığını doğurdu. İsrail karşıtlığı diyorum çünkü, gerek
Bush’un ekibinde neocon denilen Siyonistlerin ağırlıkta oluşu gerekse Bush’tan tam
destek alan Şaron yönetiminin ortaya çıkan konjonktürden alabildiğine yararlanma
yoluna giderek Filistin’i tümüyle yeniden işgal etmesi ve barış sürecini askıya
alması İsrail’in de ABD ile birlikte anılmasına yol açmıştır.
ABD, ifade ettiğim politikaların bir sonucu olarak İran’da mevcut rejimi
işbaşında görmek istemiyor. Çünkü İran özellikle 1979 devrimiyle Şah’ın
devrilmesinden sonra bölgede anti-Amerikancı bir politikanın öncülüğünü yapmaya
başladı. Oysa İran, o güne kadar önemli bir Amerikan müttefiki olarak, hem
Sovyetlere karşı bir tampon işlevi görmüş hem de bölgedeki Amerikan
politikalarına destek vererek Washington’un taşeronluğunu yapmıştı. Ancak
devrimle beraber ABD, İran’daki siyasal ve askeri avantajlarının yanı sıra ekonomik
avantajlarını da kaybetmiştir. Petrol üzerinde söz hakkı kalmamış; İran, bütünüyle
ABD yatırımcılarının giremediği birkaç ülkeden biri haline gelmiştir. Özellikle Clinton
döneminde başlayan “çifte çevreleme politikası” bağlamında rejimlerinin
çökertilmesi için kuşatılması öngörülen Irak ve İran’a karşı ekonomik ve siyasal
anlamda tam bir tecrit uygulanmıştı. Bu ülkelerden Irak, 1991’de başlayan söz
konusu ekonomik ambargo ve izolasyonun sonucu içerde ve dışarıda desteği
kalmadığı anlaşılınca bir askeri müdahaleyle 2003 Martında işgal edilmiştir. İran ise
1995’te başlayan ve İran’a ambargoyu öngören politikalarla izole edilerek
yıpratılmaya çalışılmıştır. Söz konusu politikalar 2001’de işbaşına gelen Bush’un
öncelikleri arasında yer almış ve 11 Eylül olayıyla beraber İran, hedef ülkelerden
biri olmuştur.
Özellikle Irak’ın işgaliyle beraber sıranın İran’a geldiği yönündeki kuşkular
Amerikan hükümetinden gelen açıklamalarla daha da netlik kazanmıştır. Ancak
İran’a yönelik bir askeri operasyonun önünde bir çok engel bulunmaktadır. İlk
etapta gerek Avrupalı güçler gerekse Rusya bu konudaki çekincelerini ortaya
koymuşlardır. Kaldı ki İran’da henüz Amerikan işgaline sıcak bakan ve ABD’nin
işini kolaylaştıracak bir örgütlü muhalefet hareketi söz konusu değil. Hatırlanacağı
üzere Irak muhalefeti on yılı aşkın bir süre ABD tarafından örgütlendi ve hazırlandı.
Ayrıca söz konusu muhalefet hareketinin içerde önemli bir desteği söz konusuydu.
Zira nüfusunun % 60’ını oluşturan Şiiler ve % 15-20’sini oluşturan Kürtler zaten
rejim tarafından dışlandıkları için ABD işgaline karşı çıkacak durumda değillerdi.
Oysa İran’da durum oldukça farklı. Nüfusun % 50’sini oluşturan Farslar ve %
30’unu oluşturan Türkler, hem Şii mezhebine mensuplar hem de geçmişten
günümüze siyasal iktidarı birlikte paylaştılar. % 10 dolayındaki diğer etnik grupların
ise çoğunluğunun Şii olması onları rejim karşıtı olmaktan alıkoymaktadır.
Bunların dışında Sünni olan Kürtlerin rejimle ciddi bir sorunları
bulunmamakla beraber, olası bir Amerikan müdahalesinden yararlanmak
isteyebilirler. Ülke bu özellikleri itibariyle Irak’la karşılaştırıldığında çok daha az
kırılgan bir yapıya sahiptir. Ancak İran’ın kitle imha silahları konusundaki tutumu
dış desteğin azalmasına yol açabilecek bir potansiyele sahip bulunmaktadır.
Tahran yönetiminin BM’nin uyarılarına rağmen uranyum zenginleştirme faaliyetine
devam etmekte ısrarlı gözükmesi ve İsrail karşıtı açıklamaları uluslararası desteğini
azaltmaktadır ki bu durum ABD’nin belli santralleri ve tesisleri vurmaya yönelik
sınırlı bir operasyonuna sıcak bakanların sayısını arttırabilir. Washington’da, taktik
nükleer silahların da kullanılacağı böyle bir operasyonun hazırlıklarının yapıldığı
anlaşılmaktadır. İran bu konuda daha akıllı bir yol izlemesse hem kendisini hem de
bölgeyi yeni bir kaosun içine sürükleyebilir.
Aslında İran’ın ABD için doğrudan bir hedef olması sadece kitle imha
silahlarına sahip olmaya çalışması ve terörü desteklemesinden kaynaklanmıyor.
Yaklaşık 135 milyar varil petrol rezervi ile dünya petrol rezervinin yüzde 12’sini
elinde bulunduran İran, dünya doğal gaz rezervlerinin de yüzde 15’ine sahip
bulunmaktadır. ABD, İran’da da rejim değişikliğini gerçekleştirerek, hem İran’ı
31
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
kendisi ve müttefikleri için bir tehdit olmaktan çıkaracak, hem Amerikan müttefiki bir
ülke olarak İran’a Amerikan sermayesinin daha rahat girmesini sağlayacak ve İran
Amerika için de yeniden önemli bir pazar haline gelecek, hem İran’ın petrol ve
doğal gaz kaynaklarını da denetim altına alarak dünya enerji piyasasında yegane
güç haline gelecek, hem de İran’da bulunduracağı askeri güçle veya bu ülkenin
askeri ve siyasi işbirliği ile eski dünyadaki konumunu bir kat daha güçlendirecektir.
Ayrıca söz konusu sayısız avantajların yanında bölgenin İsrail için de daha güvenli
hale gelecek olması şüphesiz Amerikan politikalarının ana hedeflerinden biridir ve
belirtmekte yarar var.
Hepinize ilgi ile dinlediniz için çok teşekkür ediyorum.
32
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
İKİNCİ OTURUM
ISLAM, DEMOCRACY AND MODERNISATION
(İSLAM, DEMOKRASİ VE MODERNLEŞME)
Oturum Başkanı
: Doç. Dr. Vedat BİLGİN
Raportör
: Yrd. Doç. Dr. Gonca BAYRAKTAR DURGUN
Konuşmacılar
Dr. Ebru CANAN
Dr. Cantürk CANER
Doç. Dr. Ertan EFEGİL
Yrd. Doç. Dr. Mehmet ŞAHİN
33
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
ISLAMOFOBIA AND MAMMA LI TURCHI!
AN ANALYSIS OF ITALIAN PUBLIC AND ELITE OPINION ON
TURKEY
Ebru S. Canan∗
Abstract
The contested nature of Islam and democracy in Europe among the public and
political circles inextricably relates to the EU membership of Turkey –
predominantly Muslim but a secular state founded on democratic values and
principles. This paper examines the debate over Turkey and its accession to the
EU within the context of religion, democracy and the question of the compatibility of
these two from mass and political elite opinion level in Italy. On the debate over
Turkish accession to the EU not only do the preferences of the decision making
elite but also opinions of their electorates – mass public – play an indispensable
role. This paper surges into public and political elite perspectives on Islam along
the lines with whether it is considered compatible with democratic values. Islam,
democracy, Turkey and EU are also examined with reference to the degree which
religious fundamentalism is a threat to Italian elite and public, and on what grounds
judgments on Turkey’s EU membership are articulated. The core questions
addressed in the paper are: “How do Italian public and political elite view whether
Muslim Turkey is compatible with membership of the EU and its ‘democracy’?” and
“What implications shall we draw out of this analysis for the state of Islam and
democratic compatibility?” It provides an empirical investigation into temporal
(2004 through 2006) changes and the public-elite cleavage in Italy presenting a
quantitative discussion of the data from the Italian Elite Survey (IES) (2004),
European Elite Survey (EES) (2006) and Transatlantic Trends Surveys (TTS)
(2004 and 2006). In conclusion, this paper generates implications for Italians
attitudes towards Islam and Islam’s compatibility with democracy in particular, and
bridging the cultural-religious divide between the ‘other’ Muslim and Turk in Italy
and Italians’ approaches to cultural-religious diversity, in general.
“SO STRONG THE TURKS HAVE GROWN TO BE
THEY HOLD THE OCEAN NOT ALONE,
THE DANUBE TOO İS NOW THEİR OWN.
THEY MAKE THEİR ROADS WHEN THEY WİLL,
BİSHOPRİCS, CHURCHES SUFFER İLL.
NOW THEY ATTACK APULİA,
TOMORROW E’EN SİCİLİA
AND NEXT TO İTS ITALY,
WHEREFORE A VİCTİM ROME MAY BE
AND LOMBARDY AND ROMANCE LAND,
WE HAVE THE ARCH FOE CLOSE AT HAND…”
-Brandt
1
Faculty of Economics and Administrative Sciences Department of Political Science & International
Relations Bahçeşehir University, [email protected]
1
Quoted From Schwoebel (1967: 217).
∗
34
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
INTRODUCTION
Recent scholarship suggests that a new form of religion-based cleavage
has emerged in the Europe in the post 9/11 era as in the form of tensions between
Christian majorities and Muslim minorities. The contested nature of Islam and
democracy in Europe among the public and political circles inextricably relates to
the EU membership of Turkey – predominantly Muslim but a secular state founded
on democratic values and principles. This paper examines the debate over Turkey
and its accession to the EU within religion and democracy context. As in the
debate over Turkish accession to the EU not only the decision making elite but also
opinion and will of their electorates – mass public – play an indispensable role, this
paper surges into whether from public and political elite perspectives Islam is
considered compatible with democratic European values, and thus, Turkey’s EU
membership receives approval of Italian public and elite. Concentrating on the
connection between religion and foreign policy attitudes towards Turkey and its EU
membership voyage this paper aims at providing a rigorous empirical investigation
into temporal (2004 through 2006) changes and the public-elite cleavage on
Turkey’s EU membership. This paper assumes that the impact of Islam has a
growing negative image and this accelerates with a faster pace among mass public
than does among the political elite. This paper tackles the question of Islam,
Turkey and EU also with reference to the degree which religious fundamentalism is
a threat to Italians and how it articulates their judgments on Turkey’s EU
membership.
Besides that Islam and Turkey are very topical issues on the EU and
member states’ agendas, several reasons inspired this research. Firstly, various
studies demonstrated the importance and relevance of a systematic comparison of
elite orientation and public attitudes in democratic systems. Not only is the question
of Turkey’s membership of the EU in relation with Islam and its compatibility with
European democracy is highly relevant, but also it has not been addressed before
in the literature on Italian foreign policy and public opinion.
Secondly, it is also particularly highly relevant, as it has become a publicly
and politically debated issue in particular after the partial freeze in talks in the
aftermath of the Accession Report released by the European Commission
1
regarding Turkey’s progress on EU membership. While the issues over policy and
progress set out in the Copenhagen Criteria occupy mostly the agenda of political
elite and decision makers, popular concerns rest more on cultural religious
2
grounds. These concerns – the position of religion in relation to state and society
in Turkey, which is not one of the political Copenhagen criteria, relate to Turkey’s
different cultural-religious history from that of EU and hence its incompatible value
system and cultural religious divide between Turkey and Europe.
Cultural-religious divide has sharpened in the aftermath of the September
11 attacks. The post-September 11 era has witnessed an increased tension in
Western world in terms of concerns over Islam and Muslims in West. Madrid
(March 2004) and London (July 2005) bombings have contributed to growing
concerns over the question of Islam, Islamic fundamentalism and very closely
1
European Commission in its recommendation released in October 2004 had found that Turkey
sufficiently fulfilled the Copenhagen political criteria. On 11 December 2006, the Council adopted the
Commission’s communication dated 29 November 2006, which stated that Turkey failed to fulfil the
commitments in the Additional Protocol to the Ankara agreement, and declared that negotiations would
not be opened on eight chapters. These chapters are on free movement of goods, freedom to provide
services, financial services, agricultural and rural development, fisheries, transport policy, customs
union and external relations.
2
The EU was founded on the basis of a ‘system of democracy’, with democratic values, fundamental
liberties and freedom (freedom of speech, expression, thought, conscience), human rights and the rule
of law. This system also bases itself on the principle of ‘respect to cultural and religious diversity’
35
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Turkey’s EU accession, which would automatically translate into almost 70 million
Muslim European citizens. These incidents have dramatically changed the social
and political environment in Europe. As one of the most-immigrated EU countries
mostly from backward Muslim countries have sharpened the tension in Italy. Over
time, Muslim minorities showed a very slow track of integration into the European
societies and the second generation Muslims has had difficulties within the
societies they lived in European countries. The post-September 11 concerns over
international terrorism, religious fundamentalism, and antagonism towards these
minorities have accelerated. The fear of Islam has become an important concern in
the European states. Corollary to this, the question of whether Turkey’s Islamic
character is compatible with western democratic values has become an
indispensable issue in the European public domain and political circles. Headscarf
controversy, the cartoons about Prophet Mohammed in the Netherlands and
controversial speeches of Pope Benedetto in Germany (2004) have raised political
and public manifestations against Islam, Muslims, and Islamic fundamentalism
(Rosenthal 2006). In the end, Islam and Muslims in the Western world, linked to
this Turks, have found themselves in a controversial position.
To illustrate, Italian public opinion is very favourable of the idea of the EU
enlargement, however, on cultural and religious grounds they put Turkish
membership of the EU under critical lenses. Italians are the most welcoming of the
idea of enlargement considering it “a good way to reunite European continent”
(68%), “a good way to communicate the EU solidarity to potential candidates”
(64%), a mean that “will strengthen the EU” (64 %) and that “consolidates
1
European interests and values” (64%). For 66 % of Italians enlargement is an
instrument that also “ensures peace and stability in Europe”, “strengthens the role
of EU on the international scene” (67 %), “promotes democracy in Europe” (67%),
“increases the protection of human rights and minorities (66%), “reinforces the
power of the EU to fight criminality and terrorism” (61%), “enriches Europe’s
2
3
cultural diversity (68%) , “facilitates mobility of people within Europe” (72%) , and
“ensures better integration of populations from future member states in the EU”
(60%). Yet, as regards Turkey’s accession to the EU, European public opinion is
sceptical to the Turkish membership into the EU, with only 39 % approving of its
accession. Moreover, compared to the EU average (30%), 24 % of Italians
consider “democracy” as the main challenge for Turkish (and Western Balkan
countries) accession to the EU. Overall, in Italy Turkey’s accession generates even
more disapproval with only the 36 % of the public approving of EU enlargement
with Turkey.
On the other side, the Italian political elite – the Members of Parliament
and Members of the European Parliament, are far more favourable on Turkish
4
membership in comparison with Italian public. Their position brings into mind the
1
See Special Eurobarometer 255 Report on Attitudes towards European Union Enlargement”, which is
available at: http://ec.europa.eu/public_opinion/archives/ebs/ebs_255_en.pdf.
2
Italians are among the third strongest opponents of the idea that the enlargement “makes cultural
identities and traditions disappear” (57%).
3
Thirty-nine percent of Italians disagree with the assumption that enlargement increases illegal
immigration in Europe.
4
Members of the Parliament (MPs) are an important subgroup of political elites in Italian political
system. Their foreign policy attitudes in the Parliament contribute to the creation of a sense of
parliamentarian stance and to the construction of Italian foreign policy towards the EU and further EU
enlargement. The MPs hold also an important instrumental importance as they represent the demands,
perceived interests and preferences of Italian public. As they are the top Italian officials of political elites,
they also have a crucial role in Italian foreign policy and European enlargement. They exert also
influence on the new political attitudes emerging progressively in the EP. The Member of European
Parliament (MEPs) is equivalent of a country’s national legislator – in this case MP - at the European
parliament at the European level. MEPs are members of ‘cross-nationality’ political group, which is
determined according to his/her political commitment. These have recently become more important
political actors because they may propose questions to the Council on CFSP issues, which coordinates
36
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
question of ‘why is there a ‘divide’?’ Though the Eurobarometer data provide a
detailed account into Italian public opinion on EU enlargement, this paper resorts to
the Italian Elite Survey (2004) and European Elite Survey (2006) on Italian elite
that provides a comprehensive tool to carry out comparative analyses of elite-mass
attitudes in Italy on the question of Turkey, Turkish Islam and the EU membership.
These surveys contain the identical measures asked in the Transatlantic Trends
Surveys.
To recap, Turkey and its EU membership lie at the heart of any EU
member state’s popular and foreign policy agenda. For this reason, this paper pays
close heed to analyse Italian mass and elite attitudes towards Turkish membership
within the framework of Islam-democracy-Islamic fundamentalism. The main
question this paper poses is “How do Italian people and political elite view whether
Islamic Turkey is compatible with membership of the EU and democracy?” This
paper also explores related questions: Would a Muslim country as Turkey fit into
the European Union? Is Turkish Islam compatible with democracy? Does Turkish
Islam have characteristics that stand in the way of the country’s accession? Does
the fact that the majority of Turkey’s population is Muslim form a reason for Italians
develop negative/positive attitudes towards Turkey’s EU membership? This paper
presents an objective discussion as the data come from four opinion surveys –
Transatlantic Trends Survey (2004 and 2006), Italian Elite Survey (2004) and
European Elite Survey (2006). Eventually, this paper aims to generate implications
for European attitudes towards Islam and Islam’s compatibility with democracy in
particular, and bridging the cultural-religious divide between the ‘other’ Muslim and
Turk in Europe and Europeans approaches to cultural-religious diversity in general.
DATA AND MEASUREMENT
This paper is a comparative study in terms of temporal comparisons of
mass vs. elite and inter-elite group. Data come from four opinion surveys: the
Italian Elite Survey (IES) (2004), European Elite Survey (EES) (2006) and
1
Transatlantic Trends Surveys (TTS) (2004 and 2006). The IES was conducted
with the participation of the 93 Italian parliamentarians from the Chamber of
Deputies and Senate (MP) and the EES was carried out with participation of 43
Italian Members of European Parliament (MEP). The TTS (2004-2006) included
questions asked at the public opinion level (each year around 1000 people). Taking
a comprehensive view of survey data, the main determinants of mass-elite
cleavage on “Turkey’s EU membership”, “the compatibility of Turkey’s Islamic
values as the majority religion in Turkey and Turkey’s democratic credentials and
their compatibility with democratic values of the EU” are scrutinized.
The dependent variable “opinion on Turkey’s membership of the EU” is
measured through the question “Do you think Turkey’s membership is good or
bad?” that has been asked by TTS, the IES and EES questionnaires. This is an
ordinal variable with three Likert scaled-response categories: “A good thing/ neither
good nor bad/ a bad thing”. There are two independent variables the impact of
which this paper surged into on Turkey’s membership of the EU: “Threat of Islamic
fundamentalism” and “Islam’s compatibility with democracy”. The question of
the foreign policies of EU member states. More importantly, as the EP gives its assent to the accession
of new EU Member States, MEPs have more voice on EU’s enlargement agenda, hence on Turkish
membership. These two camps of parliamentarians both the national and European level allows us to
detect the cleavages emerge at the elite level, as well as a single political elite group vis-à-vis mass
public.
1
The IES and EES were financed by Compagnia di San Paolo and prepared by Center for the Study of
Political Change (CIRCaP) – University of Siena. TTS studies were sponsored by the German Marshall
Fund of the US and Compagnia di San Paolo. Data are available at: www.transatlantictrends.org and
www.compagnia.torino.it. Data and Key Findings Reports are available at: www.transatlantictrends.org
and www.compagnia.torino.it for TTS (2004 and 2006); and http://www.gips.unisi.it/circap/ for IES and
EES.
37
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
perception of “Islamic / religious fundamentalism” as a threat reads: “I am going to
read you a list of possible international threats to Europe in the next 10 years.
Please tell me if you think each one on the list is an extremely important threat, an
important threat, or not an important threat at all…Islamic fundamentalism (the
more radical stream of Islam).” Moreover, a new variable “Islam’s compatibility with
democracy” was incorporated in the 2006 TTS and EES questionnaires to analyse
whether the issue about Islam was its democratic credentials. The question is
worded as “Do you feel that the values of Islam are compatible with the values of
[country]’s democracy?” Lastly, a number of studies suggest that the effect of
socio-demographic variables such as age and education on foreign policy attitudes
is not direct but is instead exerted indirectly through the influence of other political
orientations (Layman 2003). Thus, this analysis includes a set of four sociodemographic control variables, namely, the ‘ideological self-placement’, ‘age’,
‘gender’ and ‘level of education’.1 By this means, this paper examines the micro
dynamics of opinion patterns.
EMPİRİCAL ANALYSES
Figure 1. Feelings thermometer about “Turkey”
50
43
66
o
Degree ( C)
39
Mass
2004
2006
Elite
Source: TTS 2004, TTS 2006, IES 2004 and EES
2006.
Question wording: “Next I’d like to
rate your feelings toward some countries,
institutions, and people, with 100 meaning
a very warm, favourable feeling, 0 meaning
a very cold, unfavourable feeling, and 50
meaning not particularly warm or cold. You
can use any number from 0 to 100. If you
have no opinion or have never heard of that
country or institution, please say so: Turkey”
EU average in 2006: 42-degree.
1
A number of studies - Page and Jones (1979); Markus and Converse (1979) - demonstrate that
attitudes exert a strong influence on partisanship and ideological self-placement. ‘Ideological selfplacement’ is measured through a 7-point scale ranging from extreme left to extreme right. Education is
measured by using the self-report of completed level of education with 5 levels: ‘elementary school or
less’, ‘Some high school’, ‘graduation from high school’, ‘graduation from university’, ‘post-graduate
degree (Masters, PhD)’.
38
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Italian public and elite opinion on Turkish membership of the European
Union is analysed with reference to the question of Islam from two aspects: 1) Is
Islamic fundamentalism is a threat for Europe? If yes, how would this influence
Turkey’s membership of the EU, a country that is predominantly Muslim? 2) Is
Islam compatible with democracy? If no, how would this influence Islamic (though
democratic) Turkey’s membership of the EU? Two related hypotheses are
developed: (1) ‘Threat Hypothesis’: “If Islamic fundamentalism were perceived as
an important threat to Europe, then this would cause negative feelings towards
Turkey accession to the European Union”. (2) ‘Compatibility Hypothesis’: “If Islamic
values were believed to be incompatible with democracy, this causes negative
feelings towards Turkey – a predominantly Muslim country. So, this would create
opposition towards Turkey’s accession to the EU.” These hypotheses were tested
using crosstabulatory analytical technique.
The descriptives showed from 2004 to 2006 a decreasing pattern of
warmth of feelings towards Turkey - be it at the public or elite level.1 The erosion of
warm feelings of Italian elites between 2004 and 2006 towards Turkey was more
dramatic (16 degrees of loss) vis-à-vis popular feelings (Figure 1).
To start with the distribution of data on dependent variable - “Turkish
membership of the EU”, Italian public (in 2004 and 2006) welcomed the Turkish
membership of the EU at a lesser level than Italian elite. With respect to the Italian
MPs, who were strongly positive (74%) on Turkish membership in 2004, the Italian
MEPs in Brussels approached to the issue more sceptically (25%) – albeit always
more willing to see Turkey as EU member compared to public (Figure 2). In terms
of micro dynamics, gender had only a significant impact on people’s opinion on
Turkey’s membership of the EU (p < 0.05). Elite opinion was rather significantly
dependent on the political ideology (p > 0.01). While centre-right Italian elite
considered Turkish accession a “good thing” almost 20 % more than does the
centre-right public; leftist elite were more indifferent towards the issue. To recap,
gender of public and political ideological identification of elite determined
significantly their attitudes towards Turkey.
Figure 2. Turkish membership of the EU “good”, “neither/nor” or “bad”
100
74
80
58
60
50
32
40
32
19
18
20
37
31
25
18
7
0
A good thing
Neither / nor
A bad thing
A good thing
2004
Neither / nor
A bad thing
2006
Mass
Elite
Note: (2004) Nmass = 903, Nelite = 54. (2006) Nmass= 932, Nelite = 40.
To elaborate more the reasons for positive and negative public and elite
opinion on Turkish membership of the EU, the TTS (2004) and IES (2004) surveys
contained two filter questions: “What is the main reason why you think Turkey’s
membership of the EU would be a (a) good thing (b) bad thing?” The major reason
of why Italian public opinion was for the Turkish membership was that “it would
help the EU promote peace and stability in the Middle East” (38%) (Table 1).
1
Thermometer question measures “feelings about Turkey” and tells us how warm public and elite feels
on a scale from 0 to 100 degrees towards Turkey – regardless of its EU candidacy or other aspects.
39
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Whereas, the Italian elite considered that Turkish membership had a good
prospect for “strengthening moderate Islam as a model in the Muslim world” (49%).
Table 1. Turkish membership is “a good thing” because… (%)
Mass
Elite
It would help the EU promote peace and stability in
the Middle East
38
41
It would have a positive effect on
communities in other European countries
Muslim
25
10
Turkey’s membership would be good in economic
terms for the EU
11
--
Turkey’s membership will strengthen moderate
Islam as a model in the Muslim world
26
49
Total
100
100
Source: TTS 2004 and IES 2004.
Yet, under what circumstances Turkey’s membership was a ‘bad’ thing
delivered two challenging responses: “Turkey’s ‘problematic’ democracy” (34%)
1
and “Turkey’s predominantly Muslim population” (32%) (Table 2). These reasons
why Italians see Turkish membership to the EU a “bad thing” conveyed to two main
domains of discussion: concerns about ‘Islam’ and ‘Turkey’s record with
democracy’. These support the standpoints posed at the outset concerns over
Turkish membership have largely to do with: (1) Islam, with respect to religious
fundamentalism as a ‘threat’ (b) and Islam with respect to its compatibility with
democracy. So, this made it possible to focus on Turkish membership with
reference to these two concerns.
Table 2. Turkish membership is “a bad thing” because… (%)
Mass
Elite
As a predominantly Muslim country, Turkey does not belong
in the EU
32
--
It would drag the EU in the Middle East conflict
16
--
Turkey is [too poor or too populous] to be digested in a
growing EU
5
--
It would make the running of the European institutions more
complicated
13
--
Turkey’s democracy is still problematic
34
--
Total
100
--
Source: TTS 2004 and IES 2004.
Islamic fundamentalist threat and a ‘Muslim’ Turkey in the EU
The priority given to different threats on the international scene leads to
spot opinion patterns on the issue of perception of international problems in the
present international system. Transatlantic Trends Surveys have been taking the
pulse of public opinion on several items of threat perception since 2002. According
to the TTS 2004, after threat of a global spread of an epidemic and international
1
The IES study found no valid result on this question; Italian elite gave the answer “Don’t know” to this
question.
40
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
terrorism, Islamic fundamentalism – the more radical stream of Islam – ranked the
third most important threat for Europe for Italian elite (46%). Islamic
fundamentalism for Italian MPs surpassed the importance of such issues as illegal
immigration into Europe, a terrorist attack with weapons of mass destruction, or an
economic crisis. Just like the political elites, Italian public perceived it a bigger
threat (54%) than did the elite. By 2006, threat of Islamic fundamentalism was even
a more serious threat for the masses, while the elite perception of Islamic
fundamentalism as an “extremely important” threat shrunk at a 2-percentage level
with respect to the figures in 2004.
Table 3. Cross-tabulation of “Turkish membership” by “Islamic
fundamentalism a threat” (%)
“Islamic fundamentalism a threat”
Mass
Yes
No
A good thing
74
74
86
95
A bad thing
26
26
14
5
571
42
21
21
b
2004
Very
c
important
Important
Turkish
membership
a
is…
Total (N)
2
Chi-square (χ )
df
2006
Elite
0, 001
1,105
1
1
Yes
No
Yes
No
A good thing
49
78
72
50
A bad thing
51
22
28
50
532
40
29
4
Turkish
membership
is… a
Total (N)
2
Chi-square (χ )
df
12,200 *
0, 836
1
1
Source: TTS and IES (2004), TTS and EES (2006) Surveys
a
See “Data and Measurement” section for question wording.
“Neither good nor bad” category is excluded from the analysis.
b
The question of “Islamic fundamentalism as a threat” is recoded
into two categories as (1) [Yes = extremely important + very important threat]
and (0) [No = not an important threat at all]. DK’s are not included into the
analysis (missing values).
c
MPs – DK’s excluded – in the IES (2004) found Islamic
fundamentalism either a very important or an important threat. That’s why I
show here the distribution across these two categories.
* p < 0.05
41
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
To recall, our first hypothesis - the threat hypothesis – was “If Islamic
fundamentalism were perceived as an important threat to Europe, then this would
cause negative feelings towards Turkey accession to the European Union”. As
shown in Table 3, in 2006, Italian public opinion was significantly driven by the idea
that Islamic fundamentalism was a global threat; and it formed the Turkish
membership as a detested topic.1 However, the Italian MEPs, even if they
perceived Islamic fundamentalism as an important threat to Europe in ten years
(72%), believed that Turkish membership would be “a good thing”. A vast majority
of Italian MPs who perceived Islamic fundamentalism as an “extremely important
threat” favoured Turkish membership even more strongly (86%), in 2004. This
analysis spotted that 2004 to 2006 Italian public opinion on the question of Turkish
membership of the EU became more agnostic towards Turkish membership as
much as they perceived Islamic fundamentalism as important threat (Table 3).
These results could be condensed as: (a) If Italian public felt more threatened by
Islamic fundamentalism, it became less in favour of Turkey – though the difference
between those who are in favour and not in favour of Turkey was only 2 %. (b)
Even if Italian elites in Brussels were threatened by Islamic fundamentalism, they
were still overwhelmingly in favour of Turkey (with a 44% difference of those in
favour and not in favour of Turkey).
Despite demographic variances, in general Italian public disapproved of
Turkish membership of the EU since public perceived serious threat from Islamic
fundamentalism. The impacts of socio-demographic factors are the following: (a)
Ideological cleavages: “The more the public leftist (though Islam is a more
important threat), the better the Turkish membership of the EU”. (b) Gender: Male
Italians thought that Turkish membership is good even if Islamic fundamentalism
was a threat. On the other hand, according to females Islamic fundamentalism was
a very important threat but they disagree with Turkish membership. If they did not
consider Islamic fundamentalism a threat at all, they would be more favourable of
Turkish membership than the men. So, a strongly significant gender difference
emerges (p<0.05). (c) Age: “The older one gets, the less s/he perceives threat from
Islamic fundamentalism, and the more sceptical s/he becomes about Turkey.” (d)
Level of education: “The more educated the public, the higher the threat perceived
of Islamic fundamentalism, but the better the membership of Turkey.”
As for as the demographic dynamics of elites and their impacts on their
opinion on Turkey in relation with threat perception was concerned, competing
results were obtained: (a) Ideological cleavages: “The more the elite leftist (though
Islam was a more important threat), the better the Turkish membership of the EU”.
On the contrary, “the less the elite rightist, since Islam was a less important threat,
the less good the Turkish membership of the EU”. (b) Gender: Data did not make it
possible to make a comparison because of the absence of the position of female
Italian elite on this question. However, male Italian elite thinks that Turkish
membership is good even if Islamic fundamentalism is a threat (68%) – 15 % more
than does the male Italian public. On the other hand, those men who think that
Islamic fundamentalism is not a threat at all is indifferent about whether Turkish
membership is good or bad (50-50%). So, gender of the elite has no impact on this
question (p>0.05). This appears as a contradiction with mass opinion on this
matter. (c) Age: “The older one gets, the more threat s/he perceives from Islamic
fundamentalism, but the more pro-Turkish membership s/he becomes.” This is also
a contradiction with mass opinion. (d) Level of education: “The more educated the
elite, the higher the threat perceived of Islamic fundamentalism, but the better the
1
However, there was no significant correlation between threat perception and opinion on Turkish
membership in terms of public attitudes. Yet, as regards Italian elite, such a relation did not occur.
Those who found Islamic fundamentalism as an important threat (74%) and not an important threat
(74%) were both in concordance with the idea that Turkish membership was a “good thing”.
42
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
membership of Turkey. Thus, controlling for the level of education of elite, no
significant relation occurred.
The analysis herein had previously found out that Italian people were more
negative towards Turkish membership in so far as they perceived more threatened
of Islamic fundamentalism. Socio-demographic variation in mass public in Italy
engendered variations also in public opinion on the question of Islamic
fundamentalist threat and Turkish membership. On the contrary, apart from the
ideological cleavages’ significant impact on Italian elites’ position on Turkey within
the framework of Islamic fundamentalist threat, the three micro determinants –
gender, age and education – failed to have significant impacts. Regardless of
gender, age, and level of education, the elite considered Turkish membership ‘a
good thing’, in spite of the fact that Islamic fundamentalism was a serious threat.
Only their ideological position would change their opinion structure.
The dialectic of Islam and Western democracy
Cold War period was driven by competing clash of ideologies but the postCold War era has been driven by the clash of civilizations. As suggested by
Huntington (1993), if a clash was to occur it was most likely to happen between the
occidental and oriental civilisations. This argument is reinforced with the
assumption that Islamic culture – belief and practices – is not compatible with
democratic Western values. Several authors, such as Al-Azmeh (1996), Al-Azmeh
and Fokas (2006), and Kibble (1998) have disagreed with Huntington. Kibble
(1998) argued that fundamentalist activism is a “transitory phase” in the Islamic
world, which is experiencing its evolutionary phase in a highly conflict process of
democratisation. Mazrui (1997: 118), on the other hand, argued “Westerners tend
to think of Islamic societies as backward-looking, oppressed by religion and
inhumanely governed comparing them to their own enlightened, secular
democracies”. Given that Islam is a way of life that varies from one Muslim country
to another and that Turkey as the only democratic Muslim country, which is a
candidate to EU membership, it has provided an interesting case for the debate of
“clash of civilisations”, from elite and public perspectives.
In 2006, the question “Do you feel that the values of Islam are compatible
with the values of [country]’s democracy?” delivered an interesting gap of belief
structure between elite and public. Accordingly, the elite believed that Islamic
values and democracy were compatible and this figure doubled up that of Italian
public position (68% and 32 %, respectively, conviction about the existence of
compatibility between two values). As for the line of reasoning of both public and
elite, those who saw these two value systems as incompatible linked their
argument to a problem of ‘Islam in general’ (51% of mass versus 33 % of elite
consensus). On the other hand, Italian elite was more concerned about the
problem of particular Islamic groups (67 % versus 49 % mass opinion that
particular Islamic groups were the problem) that generated a problem with Islam
and democracy.
The issue of “Islam and its compatibility with democracy” presented a
source of polarisation according to the demographic differences of Italian society.
Ideological self-placement, level of education, gender and age differences altered
significantly the Italian public stance on ‘compatibility of democracy and Islam’
(very high Pearson χ2 values with p< 0.01 for each demographic variable). Italians
with centre right ideological tendencies argued that the problem was more with
“Islam in general”, while the proponents of left-wing ideology based their reasoning
on that the problem for incompatibility erupted from particular Islamic groups.
Education also determined significantly the way of thinking of Italian mass attitudes
on this question: people with lower levels of education believed that the reason of
incompatibility was embodied in Islam. Contrariwise, none of these variables had a
statistically significant explanatory power on elite attitudes towards the
43
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
2
‘compatibility’ argument (low Pearson χ values with p > 0.05). On the question of
Islam and its incompatibility with democracy and association of this incompatibility
with their view of Islam in general, demographic variations were strong reflections
only on Italian public opinion. Yet, Italian elite, let alone finding Islam and
democracy ‘compatible’ vis-à-vis public, remained unaffected by demographic
differences.
When the question of Islam-democracy compatibility was correlated with
assessment of Turkey’s membership of the EU, majorities of Italian elite and public
supported the idea that Turkish membership was “a good thing” in so far as they
believed that Islam was compatible with western democracy (Table 4). Moreover,
the Italian elite (82%) was much significantly (p < 0.05) more in favour of this belief
(Table 4). Thus, the null hypothesis could be rejected as that the question of
1
‘compatibility’ had no impact on ‘Turkish membership’.
Table. 4 Cross-tabulation of “Turkish membership” by “Islam-democracy
compatibility” (%)
“Islam compatible with democracy”
Mass
Elite
Yes
No
Yes
No
A good thing
71
40
82
38
A bad thing
29
60
18
63
170
369
22
8
Turkish
membership is… a
Total (N)
2
Chi-square (χ )
44,154 **
5,487*
1
1
df
Source: TTS and EES (2006) Surveys
a
See footnote to Table 4.
* p< 0.05; ** p<0.001
At the mass level, this paper observed a clear impact of ideological
tendency on the assessment of Islam, democracy and Turkish membership.
However, ideological position of the elite had no antecedent impact on this relation.
Those with the rightist ideological leaning believed that because Islam was
incompatible with democracy Turkey’s membership was not to be appreciated.
Leftists were more for the idea that Islam and democracy were compatible and this
had a positive impact on their support for Turkish membership. As for gender gap,
male (74%) were more positive about Islam, which supported the compatibility of
Islam with democracy. Hence, they considered Turkish membership a ‘good thing’,
compared to Italian women (67%). Be it at the mass or at the elite level, variations
in age did not yield any impact on attitudes towards the issue of Islam, democracy
and Turkish membership. Public at all age cohorts found Islam a compatible value
system with European democracy. For this reason, Turkey’s membership of the EU
would be good. Lastly, controlling for the level of education of public and elite, this
1
In order to establish a relation between two variables, I hypothesise that independent variable has an
impact on the dependent variable. Through statistical χ2 test I try to reject the null hypothesis (H0) that
the independent variable has no impact on the dependent variable, thus I can conclude that our true
hypothesis (H1) holds true. If the χ2 value is statistically significant, that is to say if it is significant at the
0.05 level, I reject the null hypothesis.
44
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
paper detected that the more the individual was educated, the more he was
convinced that Islamic values would reconcile with democracy, therefore, the more
positive he was towards Turkish membership. To conclude, with the exception of
the antecedent impact of self-ideological tendency on public opinion, these sociodemographic factors caused no unexpected variation in opinion patterns.
Furthermore, these variables resulted in significant oscillations in terms of public
opinion; despite the fact that they did not generate and significant impact on elite
opinion.
CONCLUSION
In this paper, Italian public and elite opinions were examined at two spots
of time (2004-2006) on Turkish membership with reference to Islam. The paper
focused on two aspects of Islam, which is the predominant religion in Turkey: (1)
“Islamic fundamentalist threat” and “Islam-democracy compatibility”. It detected that
Islam has a growing negative and threatening image, when is associated with
religious fundamentalist stream. Ordinary public felt this more strongly than the
political elite. Furthermore, as public opinion has sceptical concerns about Islamic
fundamentalism, this jeopardises the popular willingness for Turkey’s EU
membership. Yet, such a correlation is not present at the elite level. This opinion
gap rests on demographic dynamics of popular structure in Italy. According to
ideological tendencies, gender differences, age profile, and level of education
Italian public opinion varies on perception of Islamic fundamentalist threat, which
they also connect Turkey’s EU membership with. Contrarily, apart from their
political ideological cleavage effect, the Italian elite considers Turkish membership
‘a good thing’, in spite of the fact that Islamic fundamentalism is a serious threat to
Europe; they do not associate these two issues with each other.
On the subsequent question of “Islam-democracy compatibility”, a direct
relation between perception of Islam-democracy compatibility and support for
Turkey’s EU membership was hypothesised. Compared to public opinion, Italian
elite overwhelmingly is in harmony that these two value systems are attuned with
each other. As regards correlation between Islam-democracy compatibility and
assessment of Turkey’s membership of the EU, majorities of Italians - be it elite or
public, supports the idea that Turkish membership is “a good thing” in so far as
they believe that Islam is compatible with western democracy. Moreover, in such a
correlation, socio-demographics play hardly any significant role on opinion
formation.
TO CONCLUDE, ISLAMOFOBİA SUBSİSTS İN THE SEVERE FORM OF
‘ISLAMİC FUNDAMENTALİST THREAT’ İN THE MİNDS OF ORDİNARY
ITALİANS WHO LİNK THE POLİTİCAL İSSUE OF TURKİSH MEMBERSHİP OF
THE EU TO A CULTURAL RELİGİOUS DYNAMİCS. IF RELİGİOUS
FUNDAMENTALİSM BECOMES MORE OF A SERİOUS THREAT, İT İS MOSTLY
LİKELY TO HEAR ASCENDANT BLASTS OF “MAMMA Lİ TURCHİ!” WİTH
GROWİNG NEGATİVE CONNOTATİON. THİS PAPER CONCLUDES THAT
WHİLE POPULAR ATTENTİON TO RADİCAL ISLAMİC TERRORİSM CREATES
A POLARİSATİON OVER TURKEY’S MEMBERSHİP OF THE EU, ELİTE
AWARENESS ON THE İNDEPENDENCE OF THESE TWO SHOWS POTENTİAL
AND GOOD PROSPECTS FOR TURKİSH MEMBERSHİP. THE DEMOCRATİC
CREDENTİALS OF ISLAM AS AN END TO THE ENMİTY BETWEEN THE
ORİENT AND OCCİDENT PROVOKE A CULTURAL VİCİNİTY BETWEEN
ITALİANS AND TURKS, HENCE FLOURİSHES A POSİTİVE ITALİAN
APPROACH OF ‘BRİDGİNG THE CULTURAL GAP’ WİTH TURKİSH
MEMBERSHİP OF THE EU. A GROWİNG MAJORİTY OF ITALİAN PUBLİC AND
ELİTE CONSİDERS TURKEY’S MEMBERSHİP “A GOOD THİNG” THANKS TO
AWARENESS OF THE ‘ISLAM AND DEMOCRACY’ CONGRUENCE. ACTUALLY,
THİS CONVEYS THAT A PREDOMİNANTLY MUSLİM DEMOCRACY MAY
PROVİDE A BRİDGE BETWEEN THE CİVİLİSATİONS.
45
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
REFERENCES
Al-Azmeh, A. (1996) Islams And Modernities London: Verso.
Al-Azmeh, A. And E. Fokas (Eds) (2006) Islam İn Europe: Diversity, Identity And
Influence, Cambridge: Cambridge University Press.
Huntington, S. P. (1993) ‘The Clash Of Civilizations?’ Foreign Affairs (Summer).
Kibble, D. G. (1998) ‘Islamic Fundamentalism: A Transitory Threat?’ Strategic
Review 26 (2): 11-18. Reprinted In Scott, M. G., L. Furmanski, And R. J. Jr Jones
(Eds) (2000) 21 Debated Issues In World Politics New Jersey: Prentice Hall, Pp:
259-273.
Markus, G. B. And P. E. Converse (1979) ‘A Dynamic Simultaneous Equation
Model Of Electoral Choice’ American Political Science Review 73: 1055-1070).
Mazrui, A. A. (1997) ‘Islamic And Western Values’ Foreign Affairs (Sept-Oct) 76
(5): 118-130. P: 118.
Reprinted In Scott, M. G., L. Furmanski, And R. J. Jr Jones (Eds) (2000) 21
Debated Issues In World Politics New Jersey: Prentice Hall, Pp: 261-272.
Page, B. I., And C. C. Jones. (1979) ‘Reciprocal Effects Of Policy Preferences,
Party Loyalties And The Vote’ American Political Science Review 73: 1071-89.
Rosenthal, E. “Skepticism In Europe Greets Pope's Remark On Turkey And Eu”
International
Herald
Tribune,
November
30,
2006,
Http://Www.Iht.Com/Articles/2006/11/30/News/Catholic.Php
Schwoebel, R. (1967) The Shadow Of The Crescent: The Renaissance Image Of
The Turk, (1453-1517), Niewkoop: De Graaf.
46
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
ORTADOĞU’DA BÜYÜK ÇÖZÜLME VE LÜBNAN NİZAMNAMESİ
Dr. Cantürk CANER∗
ÖZET
Lübnan, 1516’da Yavuz Sultan Selim (I.Selim)’in Memlüklüleri yenmesiyle
doğrudan Osmanlı egemenliğine giren ve yaklaşık olarak 400 yıl kadar Osmanlı
topraklarının bir parçası olarak kalan bir bölgedir, İmparatorluktan ayrılana kadar
kendi içinde özerk bir yönetim olarak ayrıcalığını korumuştur.
Ancak 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan büyük çözülme sürecinde
Balkanlar’da görülen Fransız, İngiliz ve Rusların kışkırttıkları milliyetçilik hareketleri
Ortadoğu’ya sıçrayınca, ilk etkilerini Lübnan üzerinde göstermiştir. Dürzilerin ve
Marunilerin arasındaki etnik ve kültürel farklılıkları kullanan Fransa ve İngiltere
günümüze kadar devam eden kanlı iç hesaplaşmaların fitilini ateşlemiştir.
Lübnan’da başlayan ilk ayrılıkçı tohumlar hızla büyüyen bir çığ gibi kısa zamanda
bölgeyi sarmış, Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasında hızlandırıcı bir etki
yapmıştır.
Söz konusu bu çalışma tarihsel perspektifi içinde 19. Yüzyılın ikinci yarısından
itibaren Lübnan odaklı olmak üzere Ortadoğu’da Osmanlı Devletinin var olma
mücadelesini siyasal ve yönetsel reform çabaları içinde ele almaktadır.
Anahtar Kelimeler: 19. Yüzyıl, Osmanlı İmparatorluğu, Lübnan, Ortadoğu, Cebel-i
Lübnan Nizamnamesi
ABSTRACT
Lebanon was part of the Ottoman Empire for over 400 years, in a region known as
Greater Syria, until 1918 when the area became a part of the French Mandate of
Syria following World War I. Since the early decades of the nineteenth century,
Lebanon has remained one of the most sensitive and turbulent areas in the Middle
East, and has continued to attract the world's scholarly as well as political attention.
Research on Lebanon has tended to concentrate on periods of crisis, perhaps
understandably so. Crises are undoubtedly significant phenomena, because they
dramatize and magnify structural contradictions that cause disruptions in the
society and force it to adjust to changing circumstances. Concentration on
moments of conflict, however, tends to conceal not only the pattern of enduring
power relations but also the changes in those relations that come about through
nonviolent means of conflict resolution such as negotiation, arbitration, and the
shifting of alliances.
This article aims to explain that the development of an autonomous political regime
in Ottoman Mount Lebanon, the historical and geographical core of today's
Lebanon. Called the mutasarrifiyya Jabal Lubnân , the regime was set up after the
civil war of 1860 and lasted until the establishment of Greater Lebanon under
French mandate in 1920.
Key Words: 19.th Century, Otoman Empire, Lebanon, Middle East, Nizamname-i
Jabal Lubnan
∗
Uludağ Üniversitesi, İİBF, Kamu Yönetimi Bölümü, [email protected]
47
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
1. 19. Yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu:
Osmanlı tarihi incelemeleri arasında 19. Yüzyıl önemli bir yer tutar. Bu
durumun en önemli sebebi bu yüzyılın bütün dünyada ekonomik, kültürel ve siyasal
açıdan önemli değişimlere yol açmasıdır. Osmanlı İmparatorluğu 19. Yüzyıla bir
önceki dönemden kalan ekonomik bozulmanın, askeri yenilgilerin ve Fransız
İhtilali’nin yarattığı milliyetçilik dalgasının yıkıcı etkileri içinde yakalanmıştır.
Yüzyılın hemen başında Balkanlar’da ve Mısır’da yaşanan gelişmeler Osmanlı
Devletini dış politikada tarihinin en ağır prestij kaybına uğratmıştır. 1802 yılında
başlayan Sırp İsyanı 1815’de tekrar baş göstermiş; 1820’de buna Eflak, Boğdan ve
Mora’daki Yunan İsyanı eklenmiştir. 1827 yılında İngiltere, Fransa ve Rus
donanmalarının Navarin’de Osmanlı deniz kuvvetlerini baskına uğratarak yok
ederken, aynı tarihlerde Ruslar karadan Edirne ve Erzurum’u ele geçirmişlerdir.
Osmanlı Devleti’nin barış istemesi üzerine Balkanlar’da iç işlerinde bağımsız bir
Sırp Krallığı yaratılmış; Yunanistan imparatorluk topraklarından kopan ilk Balkan
devleti olmuştur. Ağır toprak ve insan kayıplarının yanı sıra iç politikada durum
daha vahimdir.
Sultan II. Mahmud’un 1808’de Ayanlar ile imzaladığı Sened-i İttifak’a
dayanarak Mısır Valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın toprak istemesi Ortadoğu’da
Osmanlı politikaları için sonun başlangıcıdır. İsteğinin red edilmesi üzerine
harekete geçen, Batılılardan yardım alınarak ancak Kütahya’da durdurulan Kavalalı
kuvvetleri, Osmanlı Devletinin ne denli acziyet içinde olduğunu bütün dünyaya
göstermiştir. Artık Batı için Osmanlı Devleti “Hasta Adam”dır.1 Nitekim 1833 yılında
Rusya ile imzalanan Hünkar İskelesi Antlaşması2, 1840 Londra Protokolu3 1841
4
Londra Sözleşmesi “Hasta Adamın” kaderini doğrudan Batılı devletlere
bırakmıştır.
Ne var ki Osmanlı Devleti için çözülme hızla devam etmektedir. Boğazlar
sorununa Batılı devletlerin karışmasını çekemeyen Rusya 1853-1856 arasında
Kırım Savaşını başlatmıştır.İstanbul ve Çanakkale boğazlarını ele geçirerek
Balkanlarda kalıcı olmayı ve sıcak denizlere inmeyi hedefleyen Rusya ilk defa
Ortadoğu meselesine karışarak Kırım ve Karadeniz üzerine yürümüştür.1853’de
Sinop’taki donanmayı yakan Ruslar, yöredeki kentleri top ateşine tuttular. İngiltere,
Fransa ve Piyemonto devletlerinin ittifakıyla Osmanlılar savaşı kazandılarsa da
5
masa başında yenildiler. 1856’da imzalanan Paris Antlaşması’yla Osmanlı Devleti
Avrupa devletleri arsında sayıldı ve toprakları büyük devletlerin garantisi altına
alındı. Eflak ve Boğdan’a geniş özerklikler tanınırken, Boğazlar ve Karadeniz savaş
gemilerine kapatıldı. Yaklaşık olarak 20 yıllık bir sükunet döneminin ardından
Rusya ile 1877-1878 arasında tarihte 93 Harbi olarak adlandırılan yeni bir savaş
başlamıştır.Yeşilköy’e kadar ilerleyen Ruslar aynı tarihte yine Ayastefanos
Antlaşmasıyla durdurulabilmiştir. 1878 Berlin Antlaşması6 ile yeniden düzenlenen
1
Osmanlılar için “Hasta Adam” yakıştırması ilk kez Rus Çarı I.Nikola tarafından 1846’da
St.Petersburg’da Avusturya ve Harsburglar için kullanılmıştır. Kırım Savaşının başladığı yıllarda yine
Rus Çarı I. Nikola aynı tanımlamayı bu kez 9 Ocak 1853’de İngiliz elçisi Hamilton Seymur’la bir konser
çıkışı sırasında Osmanlılar için yapmıştır.
2
Bu antlaşmayla Boğazlar ilk defa uluslar arası bir pazarlık konusu haline gelmiştir. Bununla birlikte
Rusya, Osmanlıların saldırıya uğraması durumunda yardımda bulunacağını taahhüt etmiştir. Böylece ilk
kez Osmanlı Devleti başka bir gücün askeri himayesine girmiştir.
3
Bu antlaşmayla Mısır Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın yönetimine bırakılarak iç işlerinde bağımsız bir
eyalet statüsü kazanmış ve böylece Ortadoğu’da ilk toprak kaybı tescillenmiştir. Ayrıntılı bilgi için bknz.
Musa Çadırcı, “Tanzimat Döneminde Türkiye’de Yönetim”, Belleten, Cilt: LI, Sayı: 201(Aralık 1987, s:
601-626)
4
Antlaşmanın temel amacı Fransa ve İngiltere’nin Boğazların Osmanlı egemenliği içinde kalmasını
sağlamak ve Rusya’nın sıcak denizlere inmesine engel olmaktır. Söz konusu sözleşmeyle artık
Boğazlar kalıcı bir şekilde uluslar arası hukukun konusu olmaya başlamıştır.
5
Mantran Robert, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Cem Yayınevi, Çeviren: Server Tanilli, (İstanbul, 1995,
s: 119-125)
6
Bu antlaşma Osmanlı tarihinin en ağır toprak kayıplarıyla sonuçlanan antlaşmalarından birisidir.
Sırbistan, Karadağ, Romanya bağımsız bir devlet olurken; Kars, Ardahan ve Batum Ruslara, Bosna
48
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Osmanlı sınırları artık Avrupa’nın üzerinde sürekli oyun oynandığı bir satranç
tahtası haline dönüşmüştür. Nitekim 93 Harbi’nin hemen arkasından sırasıyla
1881’de Fransızlar Tunus’u; 1882’de İngilizler Mısır’ı işgal ettiler. Yüzyıl biterken
dış politika açısından durum felaketin eşiğine gelmiştir.
Dış politikada beklenen sona yaklaşırken iç politikada durumu kurtarma ve
devleti ayakta tutma çabaları da yoğun olarak görülmektedir. 1808 yılında Sened-i
İttifak ile öncelikle taşradaki Ayanlar ile anlaşma yoluna gidilmeye çalışılmıştır.1
1820 yılında Yeniçeri Ocağı kaldırılarak yerine dönemin en modern ordusu
2
yaratılmaya çalışılmış; Batı tipi hükümet sistemi oluşturulmuş ; 1839’da Tanzimat,
3
1856’da Islahat Fermanları ilan edilerek azınlık hakları yeniden düzenleme altına
alınmış; Batı tipi sivil eğitim sistemine geçilmiş4; kültürel ve ekonomik alanlarda pek
5
çok düzenlemeye gidilmiştir. Genel olarak bakıldığında iç politikada gidilen
düzenlemelerin dış politikalarda yaşanan gelişmelerin etkisi altında yapıldığı
görülmektedir. Batılı güçlerle ancak onlara benzer bir askeri ve idari
düzenlemelerle baş edilebileceğine duyulan inanç reformların önemli bir yer
tuttuğunu ancak yetersiz kaldığını göstermektedir. Hiç kuşkusuz bu yetersizliğin
temeli ise Batı’da yaşanan gelişmelerin temel dinamiklerinin anlaşılamamış olması,
yapılan reformların yüzeysel ve politik esaslar çerçevesinde gerçekleştirilmesi ve
ekonomide beklenen dönüşümün sağlanamamasıdır.
2. 19. Yüzyılda Ortadoğu’nun Yapısal Görünümü ve Batı’nın Ortadoğu
Politikaları:
19. yüzyılda Ortadoğu politikalarını şekillendiren ilk önemli etken Rusların
Balkanlar üzerinden Akdeniz’e inme projesidir. Balkanlar’da peşi sıra yükselen
milliyetçiliğin etkisi Slavlık ve Ortodoks kardeşliği üzerine yükselen Rus politikaları
6
bir kara devleti olarak bütün Balkanlar olarak belirlenmiştir. Özellikle Hünkar
İskelesi Antlaşması ile Boğazları kendine açmayı başaran Rusya fitili ateşleyen ilk
büyük güç olarak karşımıza çıkmaktadır.
İngiltere ve Fransa’nın Ortadoğu’da politikalarındaki dönüşüm ise
Rusya’nın Boğazlardaki planlarının hayata geçmesiyle başlar. 1757 yılında
Hindistan’ı sömürgeleştirmeyi başaran ve Güneşin Batmadığı İmparatorluk olarak
kendini adlandıran İngiltere, başlangıçta Akdeniz ve Ortadoğu üzerinde Osmanlı
yanlısı bir politika izleyerek Hindistan ve diğer Uzakasya sömürgelerini kontrol
7
altında tutmayı amaçlamıştır. Rusya’yı en önemli tehlike olarak gören İngilizlerin
Osmanlı’yı ayakta tutma projesi gerçekte Osmanlı’yı bir tampon olarak görmesi
üzerine şekillenmiştir.8
Fransa ise deniz aşırı sömürge politikalarını Ortadoğu üzerinden Asya’nın
sömürgeleşmemiş diğer toprakları üzerine genişletmeyi ve İngiltere’yi kuşatmayı
Hersek Avusturya’ya, Teselya Yunanistan’a bırakılmıştır. Ayrıca Osmanlı Devleti 60 milyon Osmanlı
Lirası savaş tazminatı ödemeye mahkum edilmiştir.
1
Sened-i İttifak için bknz. Mantran, 1995, s: 27-28
2
Babı-Ali kurularak Fransız sisteminden esinlendirilmiş bugünkü Bakanlık sisteminin temelleri atılmıştır.
Yeni sistem içinde yasama ve yürütme birbirinden ayrıştırılmaya çalışılırken, Batı tipi bir bağımsız bir
yargı sistemi amaçlanmıştır. Söz konusu yeni kamu yönetimi yapılanması içinde Weberyan nitelikte
memur sınıfı yaratılırken, liyakat, terfi, görev ve sorumluluk gibi temel özlük hakları hukuksal bir çerçeve
içine alınmak istenmiştir.
3
Ayrıntılı bilgi için bknz.Karal E. Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt:VI, TTK Yayınları, (Ankara, 1954, s: 42-55)
4
İlköğretim mecburiyeti getirilmiş, ilk kez Avrupa’ya öğrenci gönderilmiş, memur yetiştirmek için Adliye
Mektebi, Tıbbiye Mektebi, Harbiye Mektebi, Mızıka-i Hümayun Mektebi açılmıştır.
5
Bu bağlamda yerli mallarının kullanılması teşvik edilmiş, nüfus sayımı yapılmış, mülk ve tapu kadastro
uygulaması gerçekleştirilmiş, gelire uygun vergi ödeme ilkesi hayata geçirilmiş, kumaş üreten çuha
fabrikaları kurulmuş, müsadere kaldırılmış, Batılı eğitim verilen Rüştiye (Ortaokul), Mekteb-i Umum-i
Edebiye okulları açılmıştır.
6
Palmer Alan, Kırım Savaşı ve Modern Avrupa’nın Doğuşu, Çeviren: Meral Gaspınar, Sabah Kitapları,
(İstanbul, 1999, s:9)
7
Rasim Ahmet, Osmanlıda Batışın Üç Evresi, Evrim Yayınları, (İstanbul, 1987, s: 160-176)
8
www.tarihögretmeni.net (01. 03.2008)
49
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
amaçlamaktadır. Petrolün giderek ekonomide önemli bir yere sahip olması ise
Ortadoğu’nun cazibesini artıran diğer bir unsurdur.
Yüzyılın başında İngiliz ve Fransız rekabeti henüz yeni başlarken
Rusya’nın Akdeniz’e açılma planları ve bunu yaparken kullandığı aşırı güç
politikaları iki eski düşmanı Osmanlı üzerinde ortaklık yapmaya doğru iteklemiştir.
Ortaklığın temeli Osmanlı’yı mümkün olduğunca ayakta tutmak ve Rus
yayılmacılığına karşı direnişin odak noktası haline getirmektir. Böylece Ortadoğu
1
üzerinde iki başat güç “Büyük Oyun ”un ilk perdesini açmıştır. Fransa’yı yanına
alan İngiltere yüzyılın ortalarına kadar Osmanlıyı Rusya karşısında ayakta tutma
politikasını uygulamıştır.2
Ancak yüzyılın ikinci yarısından itibaren İngiltere ve Fransa’nın Hasta
Adam’ı yaşatma çabaları kademeli olarak dönüşüme uğramış ve bütünüyle
parçalama politikalarına yönelmiştir. Rusya’nın artan askeri ve siyasi başarılarının
giderek arttığını gören İkili İttifak doğrudan Ortadoğu bölgelerine yerleşmeyi
hedeflediler. Bu politikanın ilk adımı 1845 yılında Lübnan’da Fransızlar’ın başlattığı
Maruni-Dürzi çatışması; en açık göstergesi 93 Harbi ve sonrasında yaşananlardır.
Balkanlar’da peşi sıra bağımsız devletlerin kurulması sağlanırken 1881’de
Fransızlar Tunus’u, 1882’de İngilizler Mısır’ı doğrudan işgal ettiler. Yüzyıl sona
ererken Osmanlı Devleti’nin en büyük politikası elde kalan toprakları koruma
politikasına dönüşmüştür.
3. Ortadoğu’da Değişen Dengeler ve Osmanlı Devleti: Lübnan Olayları
İmparatorluk topraklarının hızla paylaşılma projesinin yüzyılın ikinci
yarısından itibaren Ortadoğu’yu da içine alması karşısında Osmanlı yönetimi
bölgede Balkanlar’da uygulanan politikalardan daha farklı stratejiler geliştirmeye
çalışmıştır. Söz konusu stratejileri iki ana eksende ele almak mümkündür. Bu
stratejilerden ilki bölgenin doğrudan hükümdar toprakları arasına katılmasıdır.
Özellikle II.Abdülhamid döneminde Filistin, Suriye, Bağdat, Kerkük, Musul, Hatay
3
ve Çukurova yörelerinde stratejik olarak değerlendirilen araziler doğrudan
4
Padişahın özel mülküne katılmıştır.
Stratejilerin ikinci ayağını ise doğrudan devlet otoritesinin tesis edilmesi
politikaları oluşturmaktadır. Bu bağlamda daha II. Mahmud döneminde bölgede
çıkan isyanların bastırılmasında yerel otoritelerin ve bağlı kuvvetlerinin doğrudan
5
kullanılması politikası uygulanmıştır. Benzer şekilde Abdülmecid Döneminde
1
“Büyük Oyun” kavramı ilk olarak Dünya Egemenliği teorilerinde ortaya atılan deniz ve kara hakimiyet
teorilerine esin kaynağı olan bir yaklaşımdır ve ilk olarak İngiliz jeostrateji uzmanı Mackinder tarafından
ortaya atılmıştır. Bu teoriye göre dünya deniz güçleri ve kara güçleri olmak üzere 2 devlet grubuna
bölünmüştür: Denize kıyısı olan ve deniz taşımacılığını ticaretini benimseyip denizlerde hakimiyet kuran
deniz ülkeleri kara ordusundan oluşmuş ve stratejisi ticaretten çok toprak arttırmaya dayanan kara
ülkelerine karşı üstün durumdadır.Ancak Mackinder kara devletlerinin güçlü duruma gelebilmesini şöyle
bir teoriye bağla:Kalpgahı (Afganistan ve çevresi) yöneten eski kıtayı (Asya) yönetir; eski kıtayı yöneten
de tüm dünyayı yönetir. İşte Rusya en büyük kara gücü olarak geniş topraklara hükmettiği halde
Kalpgahı elinde tutmadığı sürece yeterince güçlü konumda değildir. Daha sonraları dünyayı yönetecek
kara gücü olarak Almanya da görülmüştür (Hitler ve Yaşam Alanı Teorisi buradan esinlenmiştir. Ayrıca
Rusya’ya saldırması, Türkiye’yi işgal etme planları hep bu temele dayanmaktadır. Yani Kara Avrupasını
alıp kalpgaha uzanmak). Ancak savaşlar neticesinde çok fazla yıpranan Almanya bu hedeften
uzaklaşmıştır. Denizlerde hiç şansı olamayan Rusya bu olayda en büyük kara gücü olarak görülmüştür.
Ayrıntılı bilgi için bknz. www.ortaköy.org, Mackinder Halford, “The Geographical Pivot of History”, The
Geographical Journal, Vol: 23, No:24, (April 1904, s: 421-437)
2
Bu politikanın en somut göstergesi 1853-1856 Kırım Savaşı’dır.
3
Söz konusu arazilerin stratjik unsurları Almanlara verilen Hicaz-Bağdat- İstanbul Demiryolu Hattı
Projesi’nde demiryolunun geçtiği yöreler ile 1901 yılında Padişaha’a sunulan Alman maden mühendisi
Paul Groskoph ve Habip Necip Efendi’nin raporlarında belirttikleri olası petrol rezervleri olarak
belirlenmiştir.
4
R.Şakir En-Nedşe, Sultan İkinci Abdülhamid ve Filistin, (Çeviren: Necmettin Gevri), Semerkand
Yayınları, (İstanbul, 2004, s: 100-145)
5
1805 yılında Arabistan’da başlayan Vahhabi Ayaklanmasının bastırılması için Kavalalı
görevlendirilmiştir. 1813 yılında Hicaz ve yöresindeki isyanı başarıyla bastıran Kavalalı Kabe’nin
50
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
başlayan Maruni-Dürzi çatışması (1845 Olayları) yerel kuvvetlerle bastırılmaya
çalışılmış; Abdülhamid iktidarında bu uygulama stratejik bölgelerde askeri
garnizonlar bulundurmak şeklinde geliştirilmiştir.1 Devlet otoritesinin tesis edilmesi
çabalarında en belirgin uygulama ise siyasal reformların gerçekleştirilmesi,
merkezin ve taşra yönetim sisteminin yeniden yapılandırılmasıdır.
Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Batılı devletlerin Ortadoğu politikalarında
görülen dönüşümü öncelikle Lübnan Olayları’yla başlamıştır. Lübnan’da yaşan
gerilim daha 1841 yılında Başkentin 55 yıl emirlik yapan Beşir Şihabi'yi azletmesi,
2
yerine oğlu Emir Kasım'ı getirmesiyle başlamıştır. Merkezi yönetim, 1839'da kabul
edilen Tanzimat rejiminin esaslarını Lübnan'da da doğrudan yürürlüğe sokmak
istemiştir. Böylece, Cebel, merkezi idareye bağlanacaktı. Ancak Emir Kasım'ın
başkanlığında kurulan ve Tanzimat esaslarının uygulanmasını takiple mükellef
Divan, Cebel-i Lübnan'da kabul görmedi. Emir Kasım'ın Dürzilere ve Ortodokslara
sert davranması yeni olaylara neden olunca, o da azledildi. Yerine Macar Ömer
Paşa getirildi. Maruni papazlar, sahte mühür ve mazbatalarla şikayetnameler
hazırlayarak, yeni idare aleyhinde yabancı devletlere şikayette bulundular. MaruniDürzi çatışması devam ediyordu. Fransa, Cebel-i Lübnan'daki olayları gerekçe
göstererek olaylara taraf oldu. İngiltere de Dürzilere el attı. Bunların yan ısıra
Rusya da Ortodoksların hamisi olarak sahneye çıktı. Fransa ve Avusturya, Beşir'in
oğlu Emin'in emirliğe getirilmesini istiyordu. Baskılar üzerine Ömer Paşa azledildi.
Ömer Paşa’nın azledilmesini izleyen süreçte Lübnan için yeni bir rejim
kabul edildi. Buna göre Lübnan, Sayda Valisi'ne bağlı olmak üzere biri Dürzi diğeri
Maruni iki kaymakam tarafından yönetilecekti. Ne var ki bu uygulama da çözüm
getirmemiştir. Yabancı devletlerin İstanbul'daki elçilerinin işe karışması ve
Marunilere saldıran Dürzilerin yakalanması, silahlarının toplanması, Marunilere
tazminat ödenmesi konusunda Başkente baskı yapmaları gerginliği daha da
artırmıştır.
Yaşanan yeni gelişmelerin hemen ardından Dürziler ve Ortodokslar da
Marunilerden şikayetçi oldular. Artık Lübnan Olayları içinden çıkılmaz bir hal
almıştı. Osmanlı Hükümeti Hariciye Nazırı Şekip Efendi'yi Lübnan'a gönderdi.
Şekip Efendi askeri harekat için Arabistan'daki Namık Paşa'yla görüştü. Çözüm
önerisi, tarafların elindeki silahların toplanması, 1844 isyanına karışanların
affedilmesi, verginin genel bir değer üzerinden alınması ve isyanlarda malları
yağma edilenlere tazminat ödenmesi şeklindeydi. Tüfekleri, Kavalalı İbrahim
Paşa'nın Lübnan'dan çıkarılması sırasında, Osmanlı ve İngiltere dağıtmıştı. İki taraf
da silahları teslime yanaşmadı, üstelik yeni olaylar çıktı. Maruniler Dürzi köylerine
saldırdılar, araya giren Osmanlı askerlerine ateş açarak bir çavuşu şehit ettiler.
Dürzi ve Maruni kaymakamları tutuklandı. Fransa, Lübnan'a asker çıkarmak ve
abluka altına almakla tehdit etti. Fransızlar, silahların toplanması sırasında
Marunilere sert davranıldığı iddiasıyla Osmanlı Hükümeti'ni taciz ettiler. Oysa,
tahrikçi Maruni papazlarının yanı sıra pek çok Dürzi de hapsedilmişti.
Dürzi Said Canbolat, Marunilere karşı destek için diğer şeyhlere yazdığı
mektupta, silahsızlandırma işiyle görevli Davut Paşa sayesinde Dürzi köylerinin
yakılmaktan kurtarıldığını belirtiyordu. Fransızların eline geçen mektuplar,
Osmanlı'nın Dürzileri kollamakla itham edilmesine vesile oldu. Canbolat bir
mektubunda, “Davut Paşa, kafirin-i nasraniye üzerine düşmeğe ve eserlerini
bırakmamağa bizi ve Dürzi taifesini mezun buyurmuşlardır. Nasranilere Frenkler
sahip çıkıyorlar, biz dahi ehl-i İslam olduğumuzdan Devlet-i Aliye'den başka
anahtarlarını Sultan Mahmud’a göndermiştir. Ayrıntılı bilgi için bknz. Hüseyin Sarı, “II.Mahmudun Askeri
Faaliyetlerine Mudurnu Kazasının Katkıları”, A.Ü. Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:18, (Ankara, 1996, s:
155-177)
1
Yaşar Yücel, “ Osmanlı İmparatorluğunda Desentralizasyona Dair Genel Gözlemler”, Belleten ,
Cilt:XXXVIII, No: 152, 656-708kaynakça(Ekim 1974, s: 695-699)
2
www.haberbu.com (10.09.2006)
51
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
1
hamimiz yoktur” diyordu. İngiliz elçisi de hükümetine gönderdiği yazıda Marunilerin
ellerinde Fransız bayrakları göründüğünü belirterek Fransa tahrikine dikkat
çekiyordu.
Yabancı devletlerin baskısı üzerine hükümet, Şekip Efendi'den
uygulamaları gevşetmesini istedi. Hapsedilen Maruniler serbest bırakıldı. Şekip
Efendi ve Namık Paşa, iddiaların abartılı olduğunu ve kasıtlı yayıldığını, silahları
toplanmasına devam edilmesini, icap ederse cebir kuvveti kullanılmasında tereddüt
olunmamasını, icraatın yarım kalması halinde devlet nüfuzunun o havalide
kaybolacağını dile getirdiler. Şekip Efendi'ye göre, İngiliz ve Fransız konsolosları
bölgeden çıkarılmadıkça sükun ve asayiş sağlanamazdı. Şekip Efendi, İngiltere ve
Fransa'yı kastederek, “İkisi dahi halkın bir derece damarlarına girmişler ki bayağı
buralarını benimsemişçesine ahaliyi istedikleri gibi kullanmaya başlamışlar ve
bunun da sebebi bir müddetten beri kendi haklarında taraf-ı Devlet-i Aliye'den her
ne muamele-i lütfiye buyurulmuş ise bunların delaletiyle olması ve bundan böyle
dahi öyle olacak surette tutulması kaziyesi olmak hesabıyla halk Devlet-i Aliyeyi
2
unutup bu iki dolab-ı mefsedete koşulmuşlar” diyordu.
Osmanlı hükümeti, dış baskıları göğüsleyemedi, Şekip Efendi Hariciye
Nazırlığı'ndan azledilerek Londra Elçiliği'ne atandı, ancak Lübnan sorununun
çözümündeki katkısının devam etmesi istendi. Bu arada Dürzilerden Arslan
ailesinden bazı isimlerin bölgeden uzaklaştırılması da İngiliz Büyükelçisi'ni Fransız
Büyükelçisi'yle birlikte hareket etmeye zorladı. Beş Avrupa devleti, Osmanlı'dan
yeni bir düzenleme yapılması için baskı kurdular. Bunun üzerine Osmanlı, 1846'da
Ferik Emin Paşa'yı Lübnan'a gönderdi. Yeni bir idari sisteme geçildi. Buna göre
Dürzi ve Maruni kaymakamların ayrı ayrı başkanlığında onar kişilik meclisler
oluşturuldu. Her iki mecliste Maruniler çoğunluğu oluşturacak 6 Maruni temsilcisine,
4 Dürzi temsilci düşecekti.3 Yapılan yeniden düzenleme bölgeye kısmi bir sükunet
getirmiştir. Bunun üzerine 1856’da ilan edilen Islahat Fermanı’yla bölgenin
tamamen sakinleştirileceği düşünülse de Lübnan ve Suriye'de beklenen istikrar
gerçekleştirilememiştir.
1858'de Fransızların ağır tahriki üzerine bölgede yeniden olaylar çıkmaya
başlamıştır.4 Gerginliğin Şam'a sıçraması üzerine Fransa, Beyrut'a asker
çıkarmıştır. Maruniler, Fransız askerlerini törenlerle karşıladılar. Fransız general
Beaufort d'Hautpoul, Osmanlı 'nın bölgeye gönderdiği Fuat Paşa'dan Dürzilere
karşı geniş çaplı askeri harekat düzenlemesini istedi. Fuat Paşa, bir Fransız rahibin
öldürülmesi nedeniyle Fransızların intikam duygusuyla hareket edeceklerini
düşünüyordu. Fuat Paşa, diğer tedbirlerin yanı sıra Dürziler elinde rehine kalan
Marunileri kurtardı. Geniş bir harekat yerine, olaylara karışan Dürzi reislerini hedef
aldı. Ancak Dürzi şeyhlerin kendi istekleriyle teslim olmaları Fuat Paşa'yı rahatlattı.
Fransızların askeri müdahale yapmaları zorlaştı. Bu aşamadan sonra sıra Lübnan
sorununun müzakere yoluyla çözümlenmesi aşamasına gelmişti.
Fransa başta olmak üzere 5 büyük devletin elçisi İstanbul'da komisyon
kurarak Osmanlı Hükümeti ile Lübnan sorununu masaya yatırdı. 1861'de Hıristiyan
bir mutasarrıfın başkanlığında daha otonom rejim içeren nizamname kabul edildi.
Fransız askerleri Beyrut'tan çekilirken Lübnan'da Maruni üstünlüğüne dayanan
'Hıristiyan Mutasarrıflar' dönemi başladı. 1915'e kadar süren yeni dönem içinde
Başkent I. Dünya Savaşı yıllarında Mutasarrıf Ohannes Paşa'yı azledip, yerine Ali
Münif Paşa'yı atadı. İşte günümüzdeki Lübnan devlet sisteminin temelini oluşturan
1
Çevik Mümin ve Kılıç Erol, Büyük Osmanlı Tarihi, Sabah Yayınları, (İstanbul, 1999, s: 397-399)
Karal, (1954, s: 29-30) ve www.haberbu.com (10.09.2006)
Karal, (1954, s: 31-40) ve www.haberbu.com (10.09.2006)
4
John P. Spagnolo, “France and Ottoman Lebanon: 1861-1914” International Journal of Middle East
Studies, Vol. 15, No. 3 (Aug., 1983, s. 415)
2
3
52
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
esaslar, 1861 yılında kabul edilen Cebel-i Lübnan Nizamnamesi'ne dayanmaktadır.
Hristiyan ve Maruni devlet başkanı uygulaması ise halen devam etmektedir.
4. Cebel-i Lübnan Nizamnamesi
9 Haziran 1861 yılında İngiltere, Fransa, Prusya, Avusturya, İtalya, Rusya
ve Osmanlı temsilcilerinden oluşan bu uluslararası konferans tarafından hazırlanan
“Cebeli Lübnan Nizamnamesi” içerik ve uygulama sonuçları bakımından Osmanlı
tarihinde pek çok ilki bünyesinde barındırmaktadır.1 Öncelikli olarak Osmanlı taşra
yönetim sisteminin yeniden yapılandırılması sürecinde ilk reformcu düzenlemedir.
Bu düzenleme öncesinde 1854 yılında İstanbul’da modern anlamda yerel yönetim
uygulamaları denemeleri yapılmış; buna karşın başkentle ve oldukça dar bir
uygulama alanıyla sınırlı kalmıştır. Söz konusu Nizamname gerçek anlamda ilk
teknik ve uygulama alanı bakımından geniş ölçekli bir düzenlemedir. Üstelik
imparatorluğun çeşitli köşelerinde baş gösteren etnik milliyetçi ve ayrılıkçı
isyanların bastırılmasında hukuksal ve kalıcı bir çözüm olarak değerlendirilmiştir.
İkinci olarak nizamname, yürürlüğe girmesi süreci bakımından da bir ilktir.
Lübnan imparatorluk içinde Batılı güçler tarafından başlatılıp tırmandırılan etnik ve
dinsel çatışmaların yine Batılılar tarafından ilk defa uluslar arası boyuta taşındığı
bir sorun olarak ortaya çıkmıştır. Aynı zamanda Büyük Oyun’un Ortadoğu’daki ilk
hamlesi olan Lübnan sorunu 1840’lardan itibaren giderek tırmanan bir çatışma
2
alanı olarak Osmanlıyı parçalama girişimi içinde ele alınmıştır.
Üçüncü olarak nizamname, sonuçları açısından da bir ilk olma özelliğini
taşımaktadır. Düzenleme her ne kadar Osmanlı hükümetinin Batılı devletlerin
ülkenin iç işlerine müdahele etme hakkını elinden alınması amacıyla yürürlüğe
konulmasına karşın beklenen başarıyı sağlamamıştır. Aksine bu düzenleme
ilerleyen yıllarda Balkanlar’da yaşanan hızlı çözülmenin de tetikleyicisi olmuş,
Osmanlı doğrudan içişlerine karışma hakkını Batılı devletlere teslim etmiştir.
Bir bütün halinde Nizamname 18 maddeden ibarettir.3 İlk madde
Lübnan’da mevcut etnik yapının tanımını yapmaktadır. Buna göre Cebel’de
Maruniler, Dürziler, Müslümanlar (Sünni Araplar ve Türkler ima ediliyor), ve Rumlar
ikamet etmektedir. Söz konusu etnik gruplar nüfuslarına oranla temsil edilen 12
üyeden meydana gelen bir mecliste temsil edilecektir. Meclis bölge içinde tam
anlamıyla bağımsız hareket edebilme, karar alabilme, vergi toplayabilme ve gelir
yaratabilme ayrıcalığını da elinde bulundurmaktadır. Ayrıca Lübnan 7 alt yönetime
(kazaya) ayrılacak her kazada ahalisinin nüfus miktarıyla ya da mutasarrıf olduğu
emlak ve arazisinin önemiyle üstün olan mezhepten seçilecek mutasarrıf
tarafından nasb ve tayin olunmuş birer idare memuru bulunacak (Md: 3); kazalarda
yeterli miktarda nahiyeye bölünecek, bu nahiyelerin başına birer mutasarrıf
getirilecek ve mutasarrıflar da kendi tasarruflarıyla atadığı bir memur ve yörenin
hatırı sayılır şeyhiyle birlikte faaliyetlerini yürütecektir (Md:4).
Nizamname yalnızca karar alma ve yürütme organlarını tanımlamakla
kalmamıştır. Cebel’de her biri mutasarrıf tarafından mensup bir hakim ve bir
vekilden ve bir cemaat tarafından seçilmiş altı resmî kişi dava vekillerinden oluşan
birinci derecede üç mahkemenin kurulması ve hükümetin idare merkezinde Sünnî
İslam, Mütevalî, Marunî, Dürzî ve Rum ve Rum Katoliği, altı cemaatten oluşan ve
mutasarrıf marifetiyle seçilmiş ve tayin olmuş altı hakimden oluşan ve cemaatin her
biri tarafından tayin olunmuş altı kişilik resmî dava vekilinden oluşan bir Mahakim-i
Meclis-i Kebir’le birlikte faaliyet yürütmesi ifade edilmiştir (Md: 8). Mahkemeler her
tebanın kendi hukuk düzenine göre yargılanması esasından hareketle kabahat ve
1
Cenk Reyhan, “Cebel-i Lübnan Vilayat Nizamnamesi”, Memleket, Siyaset, Yönetim Dergisi, (2006/1, s:
171)
2
Akarlı Engin, The Long Peace, Berkeley, University California Pres, (USA, 1993, s: 36-40)
3
Ortaylı İlber, “Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri”, TTK Yayınları, (Ankara, 2000, s: 51-55)
53
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
sulh; küçük suç ve cezalar, ve birinci dereceli mahkemeler olmak üzere üçlü bir
yapıdan oluşturulmuştur. Yine hakimlerin yerel halk tarafından göreve getirilmesi
esasa bağlanmıştır (Md: 10).
Nizamname içinde bölgede genel asayişin sağlanması esasları da hükme
bağlanmıştır Buna göre asayişin korunması ve kanunların uygulanması bilhassa
halkın tahminen bin nüfusu üzerinden yedi kişi hesabı ile yazılmış karma bir Fırka-i
Zabtiyye marifetiyle mutasarrıf tarafından tayin olunacak (Md.14) hükmü
getirilmiştir. Bu hüküm yerel otoritenin aynı zamanda kendi güvenlik kuvvetlerini
oluşturabilme ve kullanabilme hakkı vermektedir. Osmanlı merkezi Lübnan’a geniş
özerklikler tanırken, bir yandan da vergi muafiyeti sağlamak durumunda kalmıştır.
Özerk yönetim Başkent’e vergi vermeye devam etmekle birlikte bu oran 3500
Osmanlı Lirasını aşamayacaktır (Md.15). Ayrıca merkezi yönetim bölge bölge
Lübnan’da ikamet eden vatandaşların nüfus sayımı yaparak etnik kökenlerini
belirlemekle de yükümlü tutulmuştur (Md. 16).
1861’de yürürlüğe giren Lübnan Nizamnamesi 1864 yılında yeniden
gözden geçirilmiş ve düzenlenmiştir. Fransızların Lübnan Sorununa giderek artan
şekilde karışmaları üzerine İstanbul hükümeti baskılara yine direnemeyerek
azınlıklarla ilgili hükümlerde kısmi değişikliklere gitmiştir. Buna göre Hrıstiyan
azınlıklara ait Kilise topraklarının dokunulmazlıkları genişletilmiş, Valinin azınlıklar
üzerindeki yaptırım gücü kısıtlanmış, azınlık temsilcilerinin kaza, nahiye ve karye
1
(köy) meclislerine de üye gönderebilmeleri sağlanmıştır.
Söz konusu
düzenlemenin 6 Eylül 1864’de kabul edilen “İdare-i Umumiye-i Vilayat Kanunu”nun
yürürlüğe girişinden iki ay öncesinde yapılması da kalıcı bir taşra sisteminin
yaratılması süreci öncesinde Batılı güçlerin ne denli acele ettiklerinin bir
göstergesidir. Nitekim 1864 Umumi Vilayat Nizamnamesi’nin yürürlüğe girmesinin
ardından Osmanlı taşra yönetim sistemi içinde yer alacak karar organlarında
azınlıklar ibaresi ortadan kaldırılmış, bu tehlikeli durumun imparatorluğun diğer
taşra örgütlerine nüfuz etmesi engellenmiştir
Nizamname’nin uygulanması ele alındığında Lübnan’daki sorunları
çözdüğünü öne sürmek oldukça güçtür. Osmanlı’nın parçalanmaya başladığı bu
süreçte kabul edilen nizamname esasen Batılı devletler tarafında çıkarılan yapay
sorunlara Başkentin denge politikaları çerçevesinde karşılık vermeye çalıştığı
ümitsiz çabalardan başka bir şey değildir. Gerçekte Osmanlı hükümeti diğer
konularda olduğu gibi Lübnan meselesinde de bütünüyle acziyet içine düşmüş,
kısa vadeli gündelik politikalarla sıkıntıları geçiştirmeye çalışmıştır. Arada bir 1864
Umumi Vilayat Nizamnamesi örneğinde de görüldüğü üzere fırsat buldukça kesin
çözümler üretilmiş ve bunda önemli başarılar elde edilmişse de bir bütün olarak
çöküş süreci hızla devam etmiştir.
5. Genel Değerlendirme
Lübnan Nizamnamesi bugünkü Ortadoğu’nun şekillenmesinde önemli bir
yol ayrımıdır. 1861 ve 1864 yılında yapılan düzenlemelerin ardından gelen süreçte
Batılı devletler tarafından etnik milliyetçilik temeline dayalı ayrılıkçı hareketlerin
kapıları aralanmış; Nizamnamenin hemen sonrasında Balkanlarda ve Ortadoğu’da
birbirini izleyen devletler kurulmaya başlanmıştır. Her ne kadar Osmanlı merkezi
yönetimi 1864 ve 1871 yıllarında Vilayat Nizamnameleri yaparak etnik ya da dinsel
temelli taşra örgütlenmesinin önüne geçmeye çalışsa da artık çok geç kalınmıştır.
Osmanlı Devleti’nin tartışmaları bugün bile devam eden I. Dünya Savaşı
macerasının ardından tamamen tarihe karışması sürecinde başta Ortadoğu olmak
üzere Balkanlar ve Akdeniz havzası üzerindeki diğer imparatorluk toprakları büyük
1
Roderic Davison, Osmanlı İmparatorluğunda Reform (1856-1876), Çeviren: Osman Akınbay, Papirus
Yayınları (İstanbul, 1997, s: 164-166)
54
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
bir kaos ve düzensizliğin içine girmiştir. Özellikle Lübnan yaşanan kargaşadan
kendisine düşen payı fazlasıyla almıştır.1918 yılında doğrudan Fransız işgaline
uğrayan Lübnan 1943 yılına kadar sürmüş, 1 Ocak 1944’de bağımsızlığını elde
edebilmiştir. 1959 yılına kadar devam eden iç huzursuzluk 1975’de büyük ve kanlı
bir iç savaşa dönüşmüştür. Suriye, ABD, İsrail, İran, Fransa ve İngiltere’nin aktör
olarak rol oynadığı Lübnan iç savaşı 1992’ye kadar aktif olarak devam etmiş, aynı
tarihte yeniden taraflar arasında antlaşma geçici de olsa sağlanabilmiştir. Yaklaşık
2 milyon insanın öldüğü ya da yerinden göç ettiği düşünülen Lübnan, günümüzde
bile zaman zaman yoğun çatışmaların yaşandığı, ateşlemeye hazır bir bomba
özelliğini taşımaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi uygulama alanı içinde yer alan
Lübnan sorunun giderek artan bir yoğunlukta devam etmesi bölge barışını ve
istikrarı ciddi ölçüde tehdit etmektedir.
Lübnan'da halen uygulamada olan devlet yönetimi ise Cebel-i Lübnan
Nizamnamesine dayanmaktadır. Bu düzenleme çerçevesinde halen yapılan
uygulamaya
göre
Cumhurbaşkanı
Hrıstiyanlardan,
Başbakan
Sünni
Müslümanlardan, Meclis Başkanı ise Sii Müslümanlardan seçilir. 128 üyeli
parlamentoda Hristiyanlarla Müslümanlar yarı yarıya temsil edilmektedir. Ancak
Dürziler ve Nusayriler de Müslümanlardan sayılmaktadır.
KAYNAKÇA
Akarlı Engin, The Long Peace, Berkeley, University California Pres, (USA, 1993)
Cenk Reyhan, “Cebel-i Lübnan Vilayat Nizamnamesi”, Memleket, Siyaset, Yönetim
Dergisi, (2006/1, s: 171-181)
Çadırcı Musa, “Tanzimat Döneminde Türkiye’de Yönetim”, Belleten, Cilt: LI, Sayı:
201(Aralık 1987, s: 601-626)
Çevik Mümin ve Kılıç Erol, Büyük Osmanlı Tarihi, Sabah Yayınları, (İstanbul, 1999)
En-Nedşe R.Şakir, Sultan İkinci Abdülhamid ve Filistin, (Çeviren: Necmettin Gevri),
Semerkand Yayınları, (İstanbul, 2004)
Karal E. Ziya, Osmanlı Tarihi, Cilt:VI, TTK Yayınları, (Ankara, 1995)
Mackinder Halford, “The Geographical Pivot of History”, The Geographical Journal,
Vol: 23, No:24, (April 1904, s: 421-437)
Mantran Robert, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Cem Yayınevi, Çeviren: Server
Tanilli, (İstanbul, 1995)
Ortaylı İlber, “Tanzimat Devrinde Osmanlı Mahalli İdareleri”, TTK Yayınları,
(Ankara, 2000)
Palmer Alan, Kırım Savaşı ve Modern Avrupa’nın Doğuşu, Çeviren: Meral
Gaspınar, Sabah Kitapları, (İstanbul, 1999)
Rasim Ahmet, Osmanlıda Batışın Üç Evresi, Evrim Yayınları, (İstanbul, 1987)
Roderic Davison, Osmanlı İmparatorluğunda Reform (1856-1876), Çeviren: Osman
Akınbay, Papirus Yayınları (İstanbul, 1997)
Sarı Hüseyin, “II.Mahmudun Askeri Faaliyetlerine Mudurnu Kazasının Katkıları”,
A.Ü. Tarih Araştırmaları Dergisi, Cilt:18, (Ankara, 1996, s: 155-177)
Spagnolo John P., “France and Ottoman Lebanon: 1861-1914” International
Journal of Middle East Studies, Vol. 15, No. 3 (Aug., 1983, s. 415-420)
Yücel Yaşar, “ Osmanlı İmparatorluğunda Desentralizasyona Dair Genel
Gözlemler”, Belleten, Cilt:XXXVIII, No: 152, (Ekim 1974, s: 656-708)
www.haberbu.com (10.09.2006)
www.ortaköy.org, (11.02.2007)
55
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
ÜÇÜNCÜ OTURUM
SECURITY DILEMMAS OF ME
(ORTA DOĞU’NUN GÜVENLİK SORUNLARI)
Oturum Başkanı
: Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ
Raportör
: Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
Konuşmacılar
Saffet AKKAYA
Dr. İdris DEMİR
Mihal Gur- ARYEH
Aigerim SHILIBEKOVA
56
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
CHALLENGES FOR A BROADER SECURITY PERCEPTION
IN THE MIDDLE EAST
Saffet Akkaya∗
INTRODUCTION
This paper will cover the economic, societal, cultural and military
challenges of globalization on Middle East from a broader security perspective that
is totally different from the narrow approaches of Cold war era and evaluate the
policies of Great Powers in the region in post-Cold war era. It is apparent that in
1990s, a new security agenda emerged questioning the narrow approaches of
military-political issues that has occupied the center of security concerns for a long
th
time in 20 Century. In last two decades a global turbulence has started to
surround the world politics including the Middle East region, and in this new term,
unlike the cold war era’s dogmatic military issues, security concern began to face a
wider spectrum encompassing economic, environmental, and social aspects.
According to the principles of new order, the world is shaped under multidimensional conditions of globalization that is different from the political,
geographical or cultural principles of Cold War era. Middle East seems be one
region that will feel the heaviest pressure of new conditions in economic, political
and military relations. Beside its tremendous natural resources such as oil and
natural gas, its geo-strategic position as a crossroad between lines of sea and land
transportation, and being the center of religious fundamentalism and a new
ideological adversary against western world, and for being still the best market for
global arms dealers; Middle East will continue to inherit the interest of great powers
on its soil.
Before proceeding into further discussion on requirements for a broader
security concept and dynamics of globalization there is a need to summarize two
topics, directly related to a broader security concept in Middle East. First is the
summary of security studies of near past in a theoretical framework, which is
directly related also to state formations in the Middle East and the second is the
policies of imperial and colonial powers to the Middle East in 19th and 20th
Centuries which constituted the basis of their approaches to those countries. Thus,
it will be easier to perceive the importance of Middle East in world politics as it still
continues to play a vital role for ensuring a reliable and wide spectrum security
concept for coming decades.
SECURITY AS A FUNDAMENTAL ELEMENT ON STATE RELATIONS
CENTURY
TH
OF 20
Since the classical era, all preeminent thinkers of social sciences to name
Thucydides, Machiavelli and Thomas Hobbs had paid attention to security in a
broader sense. These outstanding thinkers who have constituted the philosophical
roots of realism and their successors in following centuries such as Hans
Morgenthau or Kenneth Waltz have perceived “security” as the basic aim to realize
in the anarchy of sovereign states. They assumed that the fundamental concern of
the state is security and survival and power is envisaged to be the main tool
whereas the balance of power is accepted to be the best way of maintaining a long
lasting peace and stability.1 Until recent years, “security” was generally understood
Ortadoğu Teknik Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected]
Robert Jackson, Georg Sorensen, Introduction to International Relations, (Oxford University Press,
New York 2003) p.72-74
∗
1
57
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
in a relatively narrow form, as a reflection of military power, which was meant to be;
“the stronger army, the more security”. Naturally, in an environment of anarchy and
seamless competition among the states, military assets were dominant instruments
for governments to assure the balance of power and the national interests became
the utmost goals to grasp. The sovereign state policies based on the suppression
of the opposite side by military means caused a race of military capabilities and
promoted the dynamics of a military industry that goes far beyond the capacity of a
nation-state and consequently led to the formation of a less secure environment
1
under the shadow of nuclear weapons.
In order to adopt their arguments to newly emerging security perceptions
after 1980s, realist thinkers developed two primary extensions; as “Common
Security” and “Collective Security”. Although Common Security concept aimed to
solve the “security dilemma” by removing the consequences of cold war era such
as severe competition and tense political relations, but in reality, it could not assure
a broader security notion. Instead, it erupted as a military strategy of “umbrella
concept” for a less confrontational environment including disarmament. On the
other hand, Collective Security concept has been envisaged to create a stronger
tool for states incapable of confronting threats individually. Thus, it transfers the
power from the states to international authorities and provides a collective action in
case of an aggression to member states. Both concepts were compatible with the
teachings of realism and both have been directed to ensure the security
requirements of the post-Cold War era inheriting many uncertainties.2
Throughout the 20th Century, there is no doubt that realism has dominated
the security perception of world politics and security has been conceived primarily
as a matter of realist agenda. The Middle East, as one region that was in the
center of Great Power policies, has been subject to realist approaches. Either
dominant powers or regional governments have pursued security as number one
aim mainly according to realist teachings. Particularly after the Second World War,
military institutions have been the primary role players is state affairs. On the other
hand, during the Cold War era, the liberalism was promoted by the Americans in a
robust mode to assure security in defense of both its global achievements and to
respond the possible threat by Soviet Union which was not solely military but also
3
an ideological, social and economic challenge. During this rigid security policy
based on mainly military tools, the American liberals faced a dilemma that was
against their theoretical teachings. Actually, it was not easy to promote individual
liberty while responding the demands of military security in order to contain the
threat of communism. In this phase, economic assets have been widely used as a
security instrument to broaden the security spectrum of the European integration,
through the Marshall Plan and the Truman Doctrine.
Three decades of 1950s to 1970s, in tense rivalries of cold war era,
security was ascended to a leading position although liberalism did not promote
such an approach. Thus, cold war has dominated the security requirements and
promoted “high” politics of realist orthodoxy based on military instruments. As one
asset of intense militarization, technology has been effectively used at nuclear
weapons and delivery means to such an extent that in case of massive nuclear
attack by both adversaries neither the winner nor the looser would be
distinguishable. The Middle East region was like an arena for the rivalries of super
powers USA and USSR, in addition to the regional disputes that emerged after
1
Bjorn Moller http://www.ciaonet.org/wps/sites/copri.html/ The concept of security: The Pros and Cons
of Expansion and Contraction, 2002,
2
Bjorn Moller http://www.ciaonet.org/wps/sites/copri.html/ The concept of security: The Pros and Cons
of Expansion and Contraction, 2002, the narrow concept of security and its extensions
3
Barry Buzan and Ole Weaver , Liberalism and Security: The contradictions of the liberal Leviathan,
COPRI, 1998
58
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
WW II. Although the strategic military theories based on use of WMDs kept the
tension high in these three decades, it also assured a world peace based on
deterrence. As another asset of intense militarization, ideological rivalry with Soviet
Union was intensely used asserting that collectivist system and communist
ideology posed a challenge for free markets and individualism.
In 1990s, a new security agenda emerged questioning the position of
military-political issues as the center of security concerns. A turbulence has started
to surround the world politics, and two issues- international economy and
environment has risen to the front rows of security studies which were once
conceived as “low politics” of Cold War era. In this new term, unlike the cold war
era’s dogmatic military issues, security concern began to face a wider spectrum
including economic, environmental, social aspects at a more individualist level.
Successful liberalism, after its triumph on communist system, became a strong
movement to securitize a wide spectrum of economic, societal, political and
environmental issues as well as traditional military ones. With the new topics of
security in its wider agenda it also opened a set of insecurity issues into
discussion.
Bearing the fact that liberalism has won a triumph on economic and
ideological spectrums over communist ideology and collectivist economic policies,
it is natural to ask the question about how the relationship between liberalism and
security has evolved in last two decades and how liberalism has reached the state
of being a globally hegemonic ideology at the beginning of the new millennia. In his
exceptional article1 Barry Buzan actually draws the outline of the new world order
after the end of cold war, where the bi-polar system was suffering to give birth to
new uncertainties.
One aim of this article which details new patterns of global security in the
Middle East is to catch the principles of the new world politics being dominated by
hegemonic ideology of liberalism. Parallel to the citations of other scholars such as
Ken Booth a relatively broad security agenda consists of five dimensions. Military
security; includes the defensive and offensive capabilities of the states and their
perceptions on each others intentions. Political security; concerns the
organizational stability of states and the systems of the governments. Economic
security; promotes access to the resources and markets that are vital to sustain the
welfare and the power for the states. Societal security; explains the traditional
patterns of language, culture, religion and national identity for societies. And finally,
environmental security; concerns the local and planetary biosphere where all
humans depend on without any discrimination. These five sectors do not operate
independent from each others, but they are tied strongly to each others.
IMPERIAL AND COLONIAL POWERS IN THE MIDDLE EAST
At this point, it will be useful to overview the effects of imperial and colonial
powers on the Middle East in last century. Along the formation process of the
modern state in Europe which commenced with the “Peace of Westphalia” in mid
17th Century, economic development, social complexity, and institutional concerns
constituted the basis of state formation in the public. As European states
experience the stages of an effective and robust state formation process under
influence of industrial, technical and economic interactions within the society, the
Middle East communities under the reign of Ottoman and Persian Empires stayed
away from such developments and challenges. Beginning in middle age, for
centuries until the end of the Great War (1914-1918) the Muslim societies of the
1
Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, International Affairs 3
(1991): p. 440.
59
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Middle East have been under the control of the Caliph and the Sultan governed
with Islamic principles.1 When sovereign states in the Middle East began to erupt
one by one under military, political and economic influences of colonial powers in
th
the 20 Century, none of the communities in the region inherited the features of a
modern society in their textures similar to Europe.
Contrary to their contemporary partners in Europe, general characteristics
of Middle East states and communities can be depicted as; tributary structure of
society and its high illiteracy level, lack of a social class owning big pieces of land
and capital, a weak economy based on tax-farming, weak central governments
under influence of colonial powers, a slow and heavy bureaucracy and ineffective
finance system controlled by non-Muslim minorities.2 As a justification of this
negative picture, we need to cite that four fundamental features of a modern state
system –currency, legal codes, tax system and trade, were under strict control of
colonial powers.3 Following the demise of Ottoman Empire, the old traditional
socio-economic order that was suitable to the realities of the Middle East society
has been destroyed, and a kind of turmoil had emerged in the Middle East, that
would last a whole century and carry its effects to the following decades.
The national military, economic, and administrative policies of great
powers; to name Great Britain, France, Italy, Soviet Union and especially United
States of America after World War II, shaped the texture of the modern state
formations and security issues in the Middle East. The effect of colonial powers
was happening so forcible; for instance, Libya under the influence of Italy has
destroyed its 4 centuries long traditional Ottoman state bureaucracy and replaced it
4
with the Italian system in couple months. Colonialism’s approach to Middle East
was far away from creating stable economic and administrative forms according to
socio-economic realities of the region. What they did were drawing border lines of
the states on the maps, assigning monarchs and similar rulers, controlling
bureaucratic administration, establishing a farm based production, and forming
5
local armies to use pro-colonial techniques and training systems. Colonial powers
also continued to control certain bodies in the regional governments, by assigning
high level advisors for defense, judiciary and financial decision making
mechanisms.
Three decades between first and second World wars has been a period of
intense ideological, military and economic competence among imperialist powers
and colonial states at every corner of the Middle East. Despite all regional or local
resistance, France and Britain were two major role players in the area which
implemented their policies shaped by national interests stemming from the
distribution of oil fields along Persian Gulf and Iraqi territories. This is also an era of
monarchs that have been carefully identified and taken to power, such as King
6
Faisal of Iraq, King Fuad of Egypt, and King Abd-al Aziz Ibn Saud of Arabia.
Territories of Nile River and Suez Canal, Persian Gulf, Palestine, and Fertile
Crescent were vital for these two colonial powers in order to consolidate their
economic, political and military interests. They were two hegemonic powers to
decide on the conditions in which new states to be born such as Egypt and Israel,
as two controversial samples. When ME countries started to emerge as modern
1
Wilson Mc Williams, Garrisons and Government, Politics and the Military in New States ,(Chandler
Publishing Company, 1967) p.17
Simon Bromley, Rethinking Middle East Politics, State Formation and Development, Polity Press,1994
p.49
3
İbid, p.55
4
Lisa Anderson, The State in the Middle East and North Africa, Comparative Politics, Oct 1987 Vol.20.
p. 5
5
Simon Bromley, Rethinking Middle East Politics, State Formation and Development, Polity Press,1994
p.84
6
Ibid p. 11
2
60
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
sovereign states either at the end of WW I or WW II, military power as the
representative and provider of security proved to be the most organized, capable,
and disciplined organization among other state institutions. This provided a gradual
advantage to the military, and by using their popularity among the community, they
played a dominant role in both establishment of state and consolidation process
afterwards.
NEW SECURITY PATTERNS IN POST-COLD WAR ERA
The new security agenda which emerged in post-Cold War era is also one
vital factor for the position of governments in the Middle East states. In 1990s,
security concern began to face a wider spectrum including economic,
environmental and social aspects as well as traditional military ones. Bearing the
fact that liberalism has won a triumph on economic and ideological spectrums of
communist ideology it is natural that some of the Middle East states have fallen in
a vacuum from the point of socialist ideological identity which once constituted the
core of their political and economic inspirations. In cold war term, under the
influence of Soviet Union they have pursued radical ideologies of Ba’athism and
1
Arab Socialism particularly in Iraq, Syria and Egypt, but after their failures in
domestic and international politics the popularity of the governments has eroded
considerably and as a world wide phenomenon the Middle East states also began
to search a more nationalist identity.
2
In his exceptional article Barry Buzan actually draws the outline of the new
world order for the 21st Century, where the bi-polar system has been replaced with
a new system shaped under the conditions of globalization. This new world order is
completely different and political, geographical or cultural principles of Cold War
era are not relevant anymore to classify the states into different worlds. South,
North, West, Second World, Third World or similar descriptions have changed
dramatically. A country that takes place in East of the map can be identified as a
member of North, or the Center. The world is basically defined under two names as
“Center” and “Periphery”. The Center is composed of economically and militarily
strong states, the representatives of hegemonic liberalism, no matter at which
geographic location they occupy on the planet. The Periphery is made by the
states who were once the members of Second (communist bock) or Third Worlds
and some others that are excluded from the center for cultural, religious or
ideological reasons.
According to the principles of new world order, the Middle East states take
part in Periphery. As it was the same in the Cold War era, the relations between
dominant powers of Center will result in vital consequences for the security of the
states that are located in the periphery, and the Middle East will be probably the
number one region that will feel the heaviest pressure of Center in economic,
political and military relations. Due to its strategic natural resources such as oil and
natural gas, its geo-strategic position as a crossroad between lines of sea and land
transportation, and being the center of religious fundamentalism and a new
ideological adversary against western world, and the best market for global arms
dealers; the Middle East will continue to be an attractive region for the Center. Two
big scale military operations of US led western coalitions in Gulf have proved that
1
Mehran Kamrava, Military Professionalization and Civil-Military Relations in the Middle East, - Political
Science Quarterly, Nov 2000, p 91
2
Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”, International Affairs 3
(1991): p. 440.
61
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
the Middle East as the core of Periphery will continue to be the target for coercive
operations and political influences in the near term.
It is very likely that governments of the Middle East states will not be able
to stay out of dynamics of domestic policies that will be under strong effects of
globalization. Here two issues gain importance to others; first is the rise of religious
motives in national identities and the second is possible reaction of domestic
militaries to civil governments that will be subject to unfavorable economic, cultural
and societal effects of globalization wave. It is a well known idea that new security
agenda is not an issue under the responsibility of the statesmen or the military
leaders any more and it inherits a very complex structure from nuclear weapons to
environmental problems or from the protection of cultural motives to financial
independence. And, the role of local governments in this new environment is
changing dramatically by uncertainties promoted with the dynamics of new global
age.
POSITION OF THE CENTER IN NEW WORLD ORDER
Based on the fact that the interaction between the Center and the
Periphery will dominate the future of security perceptions, it is important to have a
closer look at the multi-polar power structure of the Center. The bi-polar system
has been replaced by multi-polar power structure after the demise of Soviet Union.
In addition to U.S as the super power of cold war era, new regional or great powers
have emerged such as, European Union, China, Japan and Russia. Even India
and Brazil can qualify for such a classification. This new multi-polar system affords
a reduction in the intensity of ideological or power rivalry and boosts the regional
politics that will impose less pressure on the periphery states when compared to bipolar system.
Another common feature of the multi-polar center is that there is no
ideological rivalry such as communism and fascism among them and they all share
a broad consensus on liberal economic system. Mainly based on this broad
consensus, a “security community” has been created among the centers of the
capitalist power, which minimizes the danger of war between the members of the
Center. Since they do not need to compete with each others militarily, the
members of security community possess a good advantage in International
Political Economy and they can handle any challenge more easily. The military
coalitions in first and second Gulf Wars and Afghanistan campaign are good
samples for those quick and successful military collaborations. Such coalitions
show the general nature of security relations in a future world dominated by the
Center which has the ability to isolate any aggressor threatening the present
political order and global economy.
Another strong feature of the Center is that it owns a broad range of
international institutions. These institutions may pose a universal character like UN,
or Law of Sea Regime or a political and economic unity like European Union (EU).
Some of these entities basically posit an economic character such as IMF, World
Bank or OECD. It is possible to say that cold war has prevented these institutions
to show a more rapid development, but parallel to the dynamics of a global
economic system in last two decades, they have improved in a stronger way.
POSITION OF THE MIDDLE EAST IN NEW WORLD ORDER
As explained above, massive changes within the Center (or West) over
security relations will also affect the security perceptions within the Middle East.
Although there will be some security concerns among Middle East states stemming
from regional enmities and rivalries, the main pressure will originate from the
relations with the Center. Despite its heavy influence on political, military and
economic concerns with the Middle East, multi-polar system possesses some
weakness because of fundamental changes in global agenda after the Cold War.
62
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
First of all, the Middle East is not so attractive for Center as it was for the
bi-polar system and the stronger states of Center do not spend big efforts any
more to attract these states. Second, following the demise of one party communist
system, the legitimacy of one-party-systems in the Middle East countries has come
under question. One party system feels the pressure of democratization calls
stronger than before. Third, with the collapse of communist ideology, antiWesternism lost its power and its ability to become an alternative political model.
This created an ideological vacuum that brought other ideologies and identity
patterns into discussion, basically stemming from religious and ethnic motives.
Fourth, end of Cold War is also the beginning of a post-decolonization age, which
means that the governments in the Middle East will not be able to use the negative
effects of decolonization as an excuse for failings in their political and economic
performances. And finally, another possible impact of changes in the Center on the
political security agenda is the pushing of Islam as an opposition to western
hegemony. This may lead to a clash between secular and spiritual values that may
extend to the historical antagonism between Christianity and Islam of centuries
ago.
As for the military security spectrum, it is possible to say that developments
in the center will lower the militarization in the Middle East. In the absence of
ideological disputes among great powers, they will not have strong reasons to
supply military assets and will pay less attention to regional rivalries of the Middle
East to exploit them. Despite this positive statement concerning the military
security in some local disputes of Middle East are still so deep, ending of Cold War
will make little difference to them. The nuclear capability of some countries like
Israel, Pakistan and India is another strong point for future disputes. The efforts of
Iran to own nuclear weapons are also creating new problem areas for future.
Another negative effect for Center is the shrinking demand on military assets. The
strong international arms producers and dealers need to export their products in
order to sustain their military industries. States of particularly Middle East are
encouraged to buy high technology arms and fund these sales with petro-dollars.
Within these perspectives, it is possible to assert that the greatest
challenge for Middle East is assumed to be originating from economic, societal and
environmental security issues. In front of dominant liberal economic policies,
Middle East states will continue to stay at lower ranks of wealth and
industrialization and will be subject to negative effects of societal unrest, mass
migration, regional clashes, disasters of environmental catastrophes and so
on.Globalization is believed to originate basically from liberal teachings that
promote international peace, economic prosperity, interaction among nations and
international institutions.
After demise of Soviet Union, some positive developments in economic
collaboration and some positive steps on regional rivalries have taken place that
would limit the incursion of Great Powers into Middle East policies. Within this
respect after Cold War era starting in 1990s, Israeli-Palestinian peace talks,
initiatives for Arab-Israeli economic integration, shift of domestic politics from
military to civil authorities and some similar initiatives created a more optimistic
picture for the future.1 In addition to these pro-western developments in the region,
end of a left-leaning nationalism in some countries particularly in Egypt, Algeria,
Sudan Yemen and to a lesser extent in Syria and Libya and their return to market
2
economy also created a fertile arena for national liberal policies. Accordingly,
within the concept of peace talks, Israel forwarded an offer to Arab countries to
establish a Middle East Common Market by using technology of Israel, capital of
1
2
Hinnebusch, The International Politics of the Middle East, p. 205
Stephen Zunes http://www.commondreams.org/views04/1020-28.htm
63
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
oil-reach-states, and manpower of poor states in the region. The non-rational
policies of Iraqi government after 1980s and invasion of Kuwait in 1990 opened a
new track for the region. But, the lack of mutual confidence among Middle East
states and regional conflicts that invited the penetration of Center spearheaded by
American hegemonic power into the region prevented an optimistic future and any
possible cooperation among the Middle East states.1 General weakness of the
Middle East states did not achieve any improvement in last two decades and
continuation of well-known Anglo-American policies created a reaction in Arab
communities which ended up with terrorist attacks on US homeland.
USE OF COERCION IN THE MIDDLE EAST
Since the end of Cold War era, we can say that traditional Westphalian
world order is changing and classical state and its military power is losing its
2
dominance in the favor of “forces and actors” operating beyond their control . The
change in the position of sovereign state is affecting also the responsibilities and
position of the individual in front of the state, as simple reflections of “duty, service
and identity”. Parallel to these uprooted changes in state and individual, a new sort
of military organization, structure and a military culture is developing in the Center
that promotes the position of US as the hegemonic power controlling the
technology, financial resources, nuclear and conventional arsenal and international
institutions with military and economic features. Opposite to realist arguments and
realist teachings, military assets are being employed for a wider spectrum of
international crisis and regional clashes instead of serving solely for pure national
interests. Since the end of cold war, many military interventions and humanitarian
operations have been conducted either under UN and NATO mandate or
international coalitions where US have played the leading role for such operations.
Some of these operations which took place after 1990s can be cited as Iraq,
Somalia, Balkans, Afghanistan.3 Parallel to liberal arguments, many of
abovementioned interventions have been triggered by humanitarian reasons, that
was approved either by domestic or international public opinion. And this has
created a new form of coercive act aiming to secure the delivery of humanitarian
assistance by force.
Ken Booth, as a fallen realist with his own description, have done
significant work to re-conceptualize security studies in a more focused, more
deeper and more broader sense. He proves a deeper understanding and promotes
a broader approach to security beyond the classical threats and use of military
force. Beside military aspects of international security such as disarmament, arms
control, and nuclear proliferation, other indirect factors of security such as poverty,
unfair distribution of resources and injustice between developed and
underdeveloped parts of the world has also gained considerable attention. Ken
Booth in his book “Theory of World Security” draws our attention to another aspect
of global security, which is the proliferation of threats to security and its growing
destructiveness. He classifies these threats as “inflamed cultural and religious
sensibilities, militant nationalism, growing gap between rich and poor societies, and
4
inevitable rise of the world’s population.” According to Booth, key decisions need
to be taken about world security before the end of the second decade of twentyfirst century, otherwise human kind will inevitably face a kind of global turmoil never
seen before. The Middle East is one region that is vulnerable to above mentioned
sensibilities.
1
Hinnebusch, op. cit., p. 229
Ken Booth, Critical Security Studies and World Politics, 2005, p. 70
Ibid, p.71
4
Ken Booth, Theory of World Security, 2007, p.18
2
3
64
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
The reason why he is so pessimistic on the future of world security can be
found in the description of the threats without a “solid enemy”. These threats are
mainly non-military threats stemming from uneven distribution of natural resources,
trans-boundary crimes, epidemics and disease, terrorist acts, mass migration,
environmental degradation and similar ones. To meet the security requirements of
such threats, the military organizations are expected to realize the transformation
of their structures, concepts and equipments accordingly. In post-Cold War years,
US has shouldered the leading country role to meet the requirements of a new
environment for military forces, and proved military efficiency for changing
conditions of peace-keeping operations. Such operations have been fuelled by the
phenomenon of globalization that deeply changed relations between the states to
inherit a more inter-cultural, inter-normative and inter-democratic character.
According to Mary Kaldor the conflicts of new era are different from
classical conflicts in some aspects. First, they happen not among the rich,
democratic and strong states of the Center but in the relatively remote areas of the
periphery. Second, they occur due to economic problems and disintegration of
existing states in periphery. Third, they oppose civilians rather than military forces.
Fourth, they are affected by new international norms and role players rather than
old actors and organizations. And finally, they are fuelled by politics of identity
1
rather than concerns of real politics.
It is clear that military forces will increasingly conduct non-military tasks
and functions and such conditions are different from traditional Clausewitzian
strategies and structures that are incapable to meet the requirements of future
operations. It is easy to observe that, in parallel with transforming features of
military capabilities, classical state based systems are also gradually being
replaced by a complex and interconnected global economic system and a similar
global society with no real physical borders under the influence of non-state actors,
2
structures and international norms.
Another argument about the conditions of future security environment is
the role of terrorist attacks on US that started with 9/11 events, and the preemptive reactions of American government to these attacks. Actually, with the
positive shift created by the end of cold war phenomenon, as liberal approaches
were promoted for a broader security concept, 9/11 event has dramatically
changed the path of liberalism into a realist-neorealist perspective. The policy
makers of US administration, as the power holders, had willingly changed the track
into old traditional discourses of security, inserting the leading role of US under the
influence of liberal economic might over the rest of the world. Such a sharp return
to traditional discourses happened in a time where new ideas and critical
approaches have been giving their seedlings for a more secure planet.3
The justification of the mentality that promotes US as the leading power of
“real existing liberalism” can be explained by some important factors and
determinants of realist understandings and solutions. The first is the crucial role of
the US strategic studies mainstream and its military history wing, which have
continued to dominate ways of viewing and responding the world affairs, acting as
intellectual gatekeepers. The second is the rise of neoconservative political forces
within western democracies which were once wedded to realist political and
strategic axioms. These role players were ready to use national military myths,
exploit popular fears and national sources to realize their own personal or political
4
party interests when 9/11 events occurred. As Graeme Cheeseman asserts;
1
Mary Kaldor, New and Old Wars, Stanford University Press, 1999
Ken Booth, op. cit p. 76
Ibid, p.80
4
Ibid, p.81
2
3
65
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Within such a closed environment, traditional discourses of security,
international relations, technological progress, and cultural relativism serve
as useful and effective means of constituting reality in ways that can serve
to advance or protect the interests not of peoples or humanity but those of
the power holders themselves.
In their book “The Dynamics of Coercion” Daniel Byman and Matthew
Waxman have explained the necessities why US transformed the tools of Cold
War’s deterrence into an effective and robust coercive politics. Although it is not
easy to fight a blurry enemy under close supervision of domestic and global public
opinion, US policy makers and military experts use almost any positive tool to
justify their operations worldwide particularly after 9/11 events. Although there is a
growing possibility for US and its allies in the Center to confront high risks of anticoercive retaliations including the threat of Weapons of Mass Destructions (WMD)
either from rouge states or terrorist groups supported by these states, US
seamlessly continue to use military power as the most effective tool of coercion in
a wide scale.
CONCLUSION
It is apparent that the security agenda of the Middle East countries in postcold war era will be significantly different from cold war era. Some aspects of
security agenda may remain familiar most likely in economic and military sectors
but the biggest changes are expected to appear in political and societal sectors.
After a long term of clash of ideologies, the world will start suffering from the clash
of civilizations mainly inspired by religious values. We see that anti-western
sentiment once promoted by Third world countries is turned into Anti-American
ideology fuelled by religious arguments that find space in Muslim societies of the
Middle East. Maybe not “brute force” but use of “coercion” by Center against
Periphery will play a significant role for the security agenda of world politics.
Liberalism as the dominant ideology is using coercion widely even in post-cold war
era to spill over the effects of the market economy into military, political, societal
and environmental sectors. Away from the universal teachings or liberalism that
opposes war and military movements; coercive force is a vital element for Center’s
foreign policy and using coercion widely to make strategy in the name of a “real
1
existing liberalism”.
The deeper reality is that the Center is now more dominant, and the Middle
East as a part of Periphery is more subordinate than any time since decolonization
began. Here the essential point is whether Center will neglect the Periphery or will
seek for stronger collective security and regional management regimes. The
outcomes of Iraq and Afghanistan operations will affect the positions of states
accordingly. If the intervention of Center to both phenomenons will prove to be a
success and does not give rise to long term chaos in both areas of operations, a
positive sample of global security regime will be managed for future. After 9/11
attacks, the clash between West and Islam has been carried to the center of the
enmities and the role of the Middle East will be crucial for a much more safe world.
Two big scale military operations of US led western coalitions in the Gulf have
proved that Middle East is very likely to be the target for coercive operations and
political influences in the near term, and this will affect not only the future of
political regimes in Middle East but also the future of wide scale security
approaches for the globe.
BİBLİOGRAPHY
1
Daniel Byman&Mathew Waxman, The Dynamics of Coercion, Cambridge University Pres, 2002, p.15
66
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Robert Jackson, Georg Sorensen, Introduction to International Relations, (Oxford
University Press, New York 2003)
Bjorn Moller http://www.ciaonet.org/wps/sites/copri.html/ The concept of security:
The Pros and Cons of Expansion and Contraction, 2002,
Barry Buzan and Ole Weaver , Liberalism and Security: The contradictions of the
liberal Leviathan, COPRI, 1998
Barry Buzan, “New Patterns of Global Security in the Twenty-First Century”,
International Affairs 3 (1991): p. 440.
Wilson Mc Williams, Garrisons and Government, Politics and the Military in New
States ,(Chandler Publishing Company, 1967)
Simon Bromley, Rethinking Middle
Development, Polity Press,1994
East
Politics,
State
Formation
and
Lisa Anderson, The State in the Middle East and North Africa, Comparative
Politics, Oct 1987 Vol.20. p. 5
Mehran Kamrava, Military Professionalization and Civil-Military Relations in the
Middle East, - Political Science Quarterly, Nov 2000, p 91
Hinnebusch, The International Politics of the Middle East, Manchester University
Press, 2003
Stephen Zunes http://www.commondreams.org/views04/1020-28.htm
Ken Booth, Critical Security Studies and World Politics, Lynne Rienner Publishers,
2005
Ken Booth, Theory of World Security, Cambridge University Press 2007,
Mary Kaldor, New and Old Wars, Stanford University Press, 1999
Daniel Byman&Mathew Waxman, The Dynamics of Coercion, Cambridge
University Press, 2002,
67
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
HOW WILL THE RISE IN OIL PRICES EFFECT THE POLITICAL
ECONOMY OF THE OIL EXPORTING STATES IN THE MIDDLE
EAST?
Dr. İdris Demir∗
Oil prices continue to enjoy a high level since the US intervention of Iraq.
Although crude oil prices sometimes face a decrease in major consuming markets,
the prices are still high. OPEC basket price for crude oil was 94.87 USD on 28-02208, it was 99.48 USD on 10-03-2008 and was 102.88 USD on 14-03-2008. It
should be noted that these prices are too high to handle. It is evident that there is
an economic flow from the consuming countries to the producing countries. Major
oil exporters enjoy a great amount of economic surplus from the bussiness with the
importers. Conventional wisdom argues that oil exporters will enjoy an
advantageous position from this relationship. However, the reality may not be the
expected one if the question under discussion concerns the oil industry.
Oil earnings occupy almost all of the income of the oil exporting states in
the Middle East in a great amount. Oil exporting states in the Middle East, in turn,
do not have a strong economic structure to invest this economic surplus in their
domestic economies. It is evident that eating more food than one can digest
creates problems for ones’ stomach and for full health. An economic flow more
than that can be invested in domestic economies create problems for the oil
exporting countries in the Middle East. The economic surplus is invested in the
economic structuring of the major Western economies that are the main importers.
It seems that exporters will continue to enjoy from this favourable (which is
sometimes unfavourable) position in the coming future, too. As a hydrocarbon
resource oil has a very rich energy content. This provides a solid ground for its
continuous consumption. The current appliance stock of the energy burning utilities
which are designed for oil consumption also provides another solid gorund for oil
consumption. It is arguable and wise to think that high oil prices will promote the
consumption of and investment on alternative energy sources such as natural gas.
However, these studies are far from making an energy transition from oil to natural
gas or to any other energy source. Oil is still used as the primary energy source
since the energy transition from coal to oil.
Oil exporting states in the Middle East will continue to enjoy this economic
surplus, which is true. That oil exporting states in the Middle East show typical
characteristics of rentier states structuring in a great amount is another truth. The
economies of the oil exporting states in the Middle East depend on oil revenues.
These states export one item and import almost all items including agricultural and
industrial goods abroad, from their partners. It is unavoidable that this situation
creates problems for their domestic economies. Oil exporting states in the Middle
East have to support their domestic economies with some measures such as
subsidies. Their fiscal policies will depend on the developments which is outside
their territories. The effect of the state and the ruling elite will continue to increase
both in economics and the social life.
In the economies where the state solely decides the direction of the
economy of the country, there appears a bad decision making mechanism. Here,
the expectations of the public will be high due to the high level of the oil revenues.
∗
Gazi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected]
68
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
The public will force the state to invest rapidly on projects to increase the living
standarts. The decision making mechanism may act hastily. This, in turn, may
result in investing on unsuitable choices. This would result in the ruining of the
sources.
However, this would not be regarded as a loss among the ruling structure
since there is a continious flow in oil earnings. This would open another door for
some other wrong investments. This vicious cycle would continue to run like this. At
the end, directing all investments from a single hand would result in an increase in
corruption among the state structures. Those in the ruling position would place
their own gains and interests in front of the interests of the public and the state.
This would not result in a situation that causes unrest among the public in the short
term. However, as the public observes that there is not a positive change in their
status, the situation would begin to change in the long run.
The role of the state in the oil exporting countries in the Middle East in
general is distributing the wealth and welfare of the oil revenues among the public
rather than collecting tax from the public and investing on the needs of the society.
The state distributes the wealth and the welfare. The ones which are the most
favoured are those that are within the ruling structure, not the citizens. It is
unavoidable that this situation would create unrest among the society. Rising
unemployment and inflation also would accelerate the bad impacts of these
feelings wihich in turn would open a gate for social discomfort.
The forseen discomfort would not be observeable only in the social level.
The individual citizens would also face a familiar type of discomfort. It is
observeable that the level of education is increased within the oil exporting states
in the Middle East. Young generation that is more educated than their fathers and
forefathers would demand more from the state. They would demand more paid
jobs, higher living standarts, more say in the governing of their own states.
However, their demands would not be met if they are not in the near circle of the
ruling structure and family.
When this both social and individual discomfort are combined with the
investment and spending policies and behaviours of their own belongings of the
ruling family, a new door of unrestness would be brought to the agenda in the long
run. Since there are no or few domestic investment opportunities, the ruling elite
directs their investments mainly to the Western economies. They prefer to spend
their money within the fiscal structures of the Western countries in some respects.
The public in the oil exporting states in the Middle East would see/ blame/
identify the Western countries for the inflation, unemployment, uneasiness in their
own countries. Moreover, they would face/ see/ blame their own ruling elites and
families as siding/ acting/ promoting the benefits of the Westerners rather than
taking their own benefits into consideration as the primary goal. This would, in turn,
accelerate anti-western feelings and thoughts among the public.
One should also remember that when the Middle East is under concern
there are many dissidents, opponents, minorities, interest groups etc that the ruling
elite or the family of each state should take into consideration when the ruling
calculations are made. These states are sometimes regarded/ seen/ blamed as
depending on the military power of their Western alliances in order to continue their
position and status. This occupies another ground for anti-western feelings among
the society.
One should remember that Iran faced similar experiences prior to the 1979
Islamic Revolution. The ruling structure of that time, Shah Rıza Pahlavi, lost power
and legitimization from the result of the similar economic and socio-cultural events
in addition to some other developments. The ruling elite lost the support and the
69
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
confidence of the public and this resulted in the increase in anti-western feelings
and a change in regime.
It is observeable that major oil exporting Arab states in the Middle East
face similar happenings. They are seen/ blamed as siding with their Western allies
in regional and global issues. The ruling elites in major oil exporting Arab states in
the Middle east are under the threat of religious extremism and fundemantalism
which also acquire a ground of support from the discussions mentioned above.
These states do not only have ethnic minorities, their religious composition is not
homogenios, too.
There are religious minorities (to mention) form different sects that do not
share the ideals and do not support the deeds of the ruling structure. The ruling
family and its near circle regard them as a threat to their position. The rise in the
uneasiness of the society results in more dependence of the ruling elite to foreign
alliances. The rise in oil prices result in an increase between the gap of the level of
the income and comfort of the society and the ruling structure. This vicious circle
contiues as the ruling structure invests more abroad on their own financial assets
and invests more on domestic military engagements. This, in turn, provides
another ground of discomfort for dissidents, opponents and minorities of all kind
within the country.
However, it should be noted that the case for Iran shows some differences.
Iran diversified her economy after the change in her regime. Although oil revenues
occupy the greatest income of the budget, Iranian economy relies less on oil
revenues than that other major oil exporters in the Middle East rely for their
economies. Iran spends the economic surplus coming from the rise in oil prices in
her domestic economy in a great amount. Moreover, she was able to pay an
amount of her foreign debt from the surplus resulting from this rise in prices. As a
country gaining more economic power and with an anti-American discourse, Iran
seems to strengthen her position among the public/ minorities of other major oil
exporting Arab states in the Middle East some of the citizens of which are not from
the same religious sect with the ruling family and are not comfortable from the
policies and the deeds of the ruling structure. This occupies another chain in the
circle.
As a consequence, it is not unwise to think that the earnings from the rise
in oil prices do not support the peace and democracy within the major oil exporting
states in the Middle East. In its esence it seems that this situation is going to cause
problems for the ruling structure of these countries in the long run.
70
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
ORTA DOĞU VE ORTA ASYA’DA GÜVENLİK AKTÖRÜ OLARAK
TÜRKİYE:
KARŞILAŞTIRMALI YAKLAŞIM
Aigerim Shilibekova∗
Türkiye hangi açıdan ele alınsa alınsın önemli bir devlettir. Bulunduğu
coğrafik konumu, askeri gücü, ekonomik potansiyeli, NATO üyeliği, AB perspektifi
ve ikili ilişkiler düzeyinde Batı ile olan bağlantısı, Müslüman bir devlet olarak İslam
dünyasında küçümsenemez yeri ve rolü, bunların hepsi Türkiye’nin bir bölgesel
güç olarak değerlendirilmesi için haklı zemini sağlamaktadır. Bununla birlikte
Balkanlar, Orta Asya, Orta Doğu, Kafkasya gibi bölgelerde aktif bir aktör olarak çok
yönlü ilişkiler geliştirmiştir. Yalnız bu ilişkiler akademik çalışmalarda daha çok
kültürel, tarihi, ekonomik ve ticari boyutlarıyla değerlendirilmiştir.
Güvenlik alanındaki çalışmalarda ise, Türkiye’nin politikaları daha çok iç
(asker-sivil, ordu-devlet ilişkileri) dinamikleriyle kısıtlı kalmış, dış dinamikleri ise
barış gücü operasyonlarıyla gündeme gelmiştir. Fakat, görüşümde, bölgesel
güvenlik alanında, önemli bir aktör olarak yakın zamana dek ihmal edilmiş (yani,
sadece ABD’nin bölgedeki politikası ışığında görülmüş ve politika tüketen bir ülke
olarak algılanmış), ama 11 eylül olaylarından sonra siyasi ve bilimsel ilgi odağı
haline gelmiştir. Buna rağmen, Türkiye, Orta Asya ve Orta Doğu bölgelerinin
güvenlik sistemlerinin oluşum süreçlerinin tahlili dışında kala gelmiştir. Halbuki,
Türkiye’nin her iki bölgeyle güvenlik alanındaki ilişkisi haklı nedenlere
dayanmaktadır. Orta Doğu ile coğrafik sınırın dışında ulusal ve bölgesel güvenlik
sorunları açısından ortak gündeme sahip olan Türkiye’nin Orta Asya ile, dil, din ve
kültür gibi ortak özelliklerinin dışında, askeri ilişkileri de gelişmiş durumdadır.
Bunlara ek olarak, adı geçen iki bölgedeki Türkiye’nin rolünü çalışmamın
odağı haline getirmemin iki sebebi var. Birincisi, Türkiye’nin iç ve dış dinamiklerinin
değişiyor olmasıdır. Siyasi olaylar açısından verimli geçen 2007 senesi Türkiye’nin
toplumsal değişim sürecine girmiş olduğunu göstermiştir. Bu değişim Türkiye’nin
dış politikasını da etkileyeceği şüphesizdir. İkincisi ise, her iki bölgenin ABD
tarafından ortaya atılan Büyük Orta Doğu projesi kapsamına girmesi ve özellikle 11
Eylül sonrası uluslar arası güvenlik politikalarından en çok etkilenmiş durumda
olmasıdır.
İlk bakışta birer İslam coğrafyası ve enerji bakımından zengin olmanın
dışında, çok farklı gibi gözüken Orta Doğu ve Orta Asya’nın pek çok benzerlikleri
mevcuttur. Her ikisi de istikrarsızlık ve güvenlik sorunlarının kaynağı olup, eski
sömürge geçmişe ve otoriter rejimlere, heterojen etnik yapıya ve sosyal
aykırılıklara, kısıtlı su kaynaklarına ve sınır aşırı sorunlara sahip olma gibi özellikleri
göze çarpmaktadır. Bunun dışında iki bölgenin en çok kayda değer ortak noktası
ise, uluslar arası ve bölgesel güçlerin jeostratejik çıkarlarının ve politikalarının
kesiştiği bir yer olmasıdır. Hatta, bazı ülkelerin her iki bölgeye de coğrafik
konumuyla ilişkin olması gibi durumların (örn., İran ve Afganistan) bu iki bölgenin
çok yoğun bir etkileşimini ortaya koyduğu açıktır. Bu etkileşim en çok bariz olarak
11 Eylül sonrası ortaya çıkmıştır.
Türkiye ve Orta Doğu: Değişen ‘jeo’ değil, ‘politik’
Türkiye’nin dış politikasını ele alan tüm çalışmalar Türkiye’nin kimlik
1
sorununu irdelemekle başlar. Dış politikadaki dalgalanmanın kaynaklandığı kimlik
∗
Eurasian National University Astana/Kazakhstan, [email protected]
71
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
arayışını pek çok nedenle açıklandığını, fakat en önemli iki etkene bağlandığını
görmekteyiz. Birincisi, Türkiye’nin konumu olup, ikincisi ise, Osmanlı mirası olarak
gösterilmektedir. Bu bağlamda, Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politika tarihini gözden
geçirdiğimizde Türkiye’nin Orta Doğu’da sınırlı ve pasif nitelikte bir politika
yürütmesinin açıklaması kolay gibi gözükmektedir. Yani, büyük önder Atatürk’ün
imparatorluk mirasçısı bir ülke değil, yeni bir ulus-devlet kurulması yönünde
uyguladığı dış politikası sonucu olarak kabul edilmektedir.2 Bu politikalardan
kaynaklanan reformlar neticesinde Orta Doğulu imajının yerine, Avrupalı bir devlet
imajının yerleştirilmesi gibi bir gaye görülmektedir. Bu amaç, tüm devlet
politikalarını etkilemiş, Orta Doğu’daki varlığının sınırlı kalmasını sağlamıştır. Tabi
ki, sadece imaj sorunuyla açıklamak da yeterli değil. Bununla birlikte, ABD’nin Orta
Doğu planları ve politikaları, yıllarca bir tehdit olarak algılanan ve Türkiye’nin yanı
başında bulunan SSCB’nin varlığı,
daha sonra ‘Orta Doğulu’ kimliğinin
beraberinde getirdiği ‘Müslüman’ kimliği, soğuk savaş sonrası Balkanlar ve Orta
Asya gibi bölgelere yönelmesi ve her şeyden en çok AB perspektifinin ağır bastığı
bir dış politika vizyonun mevcudiyeti gibi pek çok faktörü de göz önünde
bulundurmak gerekir. Her bir etkenin, az ya da çok, Türkiye’nin Orta Doğu’yu uzun
zamandır ignore etmesini sağladığı bir gerçektir.
Karşılıklı olarak, Orta Doğu ülkelerinin de tutumu farklı olmamıştır. Her ne
kadar Osmanlı imparatorluğunda bir ümmet olarak yaşamış 400 senelik ortak
geçmişe sahip olsalar bile Türk ve Arap milletlerinin dil, kültür ve etnik özellikler
olarak ayrı olduğu görülüyor, Osmanlı’nın son yıllarında yaşanan olaylardan
kaynaklanan tarihi önyargıların hala süregeldiği biliniyor. Orta Doğu ülkeleri
Türkiye’nin laik rejimini ve Batı yanlısı politikalarından dolayı hep şüpheyle bakmış,
zaman zaman kriz durumlarının da (örn., 1998 yılında Suriye ile çıkan kriz) ortaya
çıktığı olmuştur.3 Bunun dışında, Türkiye – İran ilişkileri çoğu zaman karşılıklı
şüphe ve suçlamalara dayanmış, Türkiye – İsrail ilişkileri ise, diğer bölge ülkeleri
tarafından eleştirilmiştir.
Peki Orta Doğu güvenliği için Türkiye’nin anlamı nedir? Türkiye güvenlik ve
istikrar sağlayıcı olarak algılanmasından daha çok tehdit ve istikrarsızlık kaynağı
olarak algılanmıştır. Britanyalı Philip Robins’e göre Türkiye’nin komşularının
neredeyse tamamı Türkiye’den korkmaktadırlar. Robins bu korkuların şiddetini
ülkelerin hayal gücüne bağlı kılmakla birlikte, bu tür algılamaları yeterince gerçekçi
olarak değerlendirmektedir. Örnek olarak da, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kıbrıs’ın
tamamını işgal edeceği, Balkanlar veya Orta Doğu’ya yönelik neo-Osmanlı
ekspansiyonist politikaların ortaya çıkacağı, Türkiye’nin Fırat’ın suyunu
4
kesebileceği konusunda Suriye’nin endişeleri gibi algılamalar gösterilmektedir.
İki kutuplu dünyanın geçmişe karışması ve bölgeler ve milletler arası
etkileşimin daha çok yoğunlaşması ile birlikte bölge ülkeleri ile Türkiye’nin karşılıklı
algılamaların doğal olarak değişeceği beklenmiştir. Fakat, Cihangir Dumanlı’ya
göre “Türkiye, soğuk savaş paradigmalarından kurtulup, önüne çıkan çok taraflı
politika izleme olanağını kullanamamıştır”.5 Nitekim dış politikasında izlediği Avrupa
Birliği perspektifiyle yıllarca sınırlı kalması ve, deyimi yerindeyse, Batı’ya “ipleri
vermiş” olması Türkiye için kolay ama çoğu zaman maliyeti yüksek bir yol olmuştur.
1
Bunların bazıları: Bülent Aras’ın Turkey and the Greater Middle East, TASAM, İstanbul, 2004; Philip
Robins’in Turkey and the Middle East, CFR Press, NY, 1991; Lenore Martin ve Dimitris Keridis’in
derlediği The Future of Turkish Foreign Policy, MIT Press, 2003; v.b.
2
Paul Wolfowitz’in 1-2 Haziran 1994 tarihlerinde “A reluctant neighbour: Analyzing Turkey’s role in the
Middle East” adlı konferansta yaptığı konuşması, a Conference Report “Turkey’s role in the Middle
East” by Patricia Carley, United States Institute of Peace, 1995, s.2.
3
Elie Kheir, “La Turquie et le Moyen-Orient”, Cahiers d’Etudes Strategiques No.:26, 2.eme trimestre,
1999, p.49.
4
Philip Robins, Suits and Uniforms. Turkish foreign policy since the Cold War, University of Washington
Press, Seattle, 2003, p. 166.
5
Cihangir Dumanlı, Ulusal Güvenlik Sorunlarımız, Bizim Kitaplar, İstanbul, 2007, s. 271.
72
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Nasıl ki, bugün bir devletin ekonomik güvenliğini sağlamak için ekonomisinin
çeşitlendirilmesi mecburi ise, Türkiye için de dış politika tercihlerinin çeşitlendirmesi
önemli hale geldiğini görüyoruz. Çünkü yirmi birinci yüzyıla gelindiği ve dünyanın
marjinalleştiği bir ortamda devletlerin jeopolitiği daha çok öne çıkmaktadır. Türkiye
komşusu olan Orta Doğu ülkeleriyle paylaştığı coğrafyayı ve bu coğrafyanın verdiği
hem sorunları hem çıkarları ihmal edemez duruma gelmiş, belki de ‘ihmal etmemek
zorunda kalmıştır’ da denilebilir. Yine, Dumanlı’nın dediği gibi Türkiye’nin
1
‘jeopolitiği’nin ‘jeo’su (Türkiye’nin coğrafyası) kalmış, ama ‘politiği’ değişmiştir.
Örneğin, PKK terörü karşısında yakın zamanda başlayan ve devam etmekte olan
operasyonlarında Türkiye İran’la işbirliğine girmiş, bölge ülkelerinden destek
almıştır. Operasyon öncesi yaşanan diplomatik trafik Orta Doğu bölgesinde
Türkiye’nin “artık ben varım” mesajının algılanmasına sebep olmuştur.
Söz konusu değişimin ortaya çıkmasındaki etkenler, eski CIA başkan
danışmanlarından Graham Fuller’in yakında çıktığı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti.
İslam dünyasında esas ülke olarak Türkiye” adlı çalışmasında gösterilmektedir.
Birincisi, 2001 Eylül sonrası ABD politikaları ve terörizme karşı ilan edilen küresel
savaş. İkincisi ise, 2002 yılında geçen ulusal seçimler ve tek başına iktidar olarak
gelen AKP hükümetidir. Fuller’e göre artık Türkiye Orta Doğu’daki siyasi
gelişmelerin bir parçası haline gelecek, ve Orta Doğu ve Avrasya’da Batı’dan daha
2
çok bağımsız politikalar geliştirecektir.
Bu bağlamda Türkiye’nin Orta Doğu’da güvenlik ve istikrar kaynağı bir ülke
ve başarılı politikalar uygulanması için başta PKK sorununun çözümü gelmektedir.
Yıllardır tek başına verdiği mücadelenin Türkiye için hem iç hem dış maliyeti çok
fazla olmuştur. Bununla birlikte, bölge ülkeleri de Türkiye’nin Orta Doğu’da rolü
küçümsenemeyeceği yönünde tavır göstermiş, PKK konusunda Türkiye’nin hem
kararlığını hem gücünü görmüştür. Bu yüzden, bu sorunun çözümü Türkiye’yi Orta
Doğu’da önemli bir güç haline getireceği şüphesizdir.
Türkiye ve Orta Asya: Duygusallıktan pragmatizme doğru
Türkiye’nin Orta Asya politikalarını konu eden çalışmaları ülke bazında
karşılaştırılmalı istatistiğini çıkarır olursak, Orta Asya cumhuriyetlerinin
bağımsızlığının 17. ve Türkiye ile olan ikili ilişkilerin 16. senesine gelindiğinde bu
ilişkileri ele alan akademik ve bilimsel değerlendirme ve çalışmaların hem
Türkiye’de hem Orta Asya ülkelerinde pek düşük düzeyde kalmaktadır. Üstelik,
mevcut çalışmaların çoğu üçüncü (ve çoğunlukla batı) ülkelerin kaynaklarına dayalı
yapılmıştır. Bu her iki tarafın birbirine başkalarının gözlükleriyle baktığını ortaya
koyar. Böyle bir bakış açısının ilişkileri ne denli güçlendirdiği tahmin edilebilir. Buna
rağmen, Türkiye ve Orta Asya ülkeleri arasında ikili düzeyde, iyi yada kötü, on altı
senelik bir geçmiş mevcuttur. Bu geçen zaman zarfında gerçekleşen etkileşimin
getirdiği bir tecrübe ve bir algılama oluşmuş, Orta Doğu ile olan ilişkilerle
karşılaştırıldığı zaman daha olumlu ve iyimser bir tablo çizilebilmektedir.
Orta Doğu’ya yönelik sergilediği tutucu siyasetine karşın Türkiye Orta
Asya’ya yönelik işbirliğine açık ve istekli bir tavır sergilemiş, ama yine de her
zaman Rusya’nın varlığını hesaba katmıştır. Türkiye’nin ilk zamanları pek duygusal
zeminde hareket edilen politikalar günümüzde gerçekçi hal almaya başlamıştır.
Fakat hala net bir strateji geliştirilmesi beklenen dış politika yönlerinden biri olarak
karşımıza çıkmaktadır.
Geçen zaman zarfında geliştirilen ilişkileri ele aldığımızda, Orta Asya
ülkelerinin Türkiye algılamasının birkaç evreden geçtiğini görmekteyiz. Birincisi,
1
Dumanlı, a.g.e., s.23.
Graham E. Fuller, The New Turkish Republic. Turkey as a pivotal state in the Muslım world, USIP
Pres, Washington, DC, 2008, ss. 7-9.
2
73
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Sovyet dönemi olup Varşova Paktı’nın düşmanı olan NATO’nun üye ülkesi olarak
algılanan Türkiye. İkinci dönem, bağımsızlık sonrasına rast gelmektedir. Bu
dönemde, Türkiye bağımsızlıklarını ilk tanıyan dost bir ülke. Pan-Türkizm’i
çağrıştıracak ve Rusya’yı rahatsız edebilecek söylemlerden kaçınan bölgesel
devletlerin yöneticileri daha bağımsızlıklarına alışmamış halklarını ekonomik
buhrandan çıkarmak için Türkiye ile iktisadi ve ticari ilişkileri geliştirme, eğitim
alanında yardım ve maddi destek temin edebilme amacıyla pek çok alanda
anlaşmalar imzalanmakta ve projeler planlanmaktadır. Üçüncü döneme,
doksanların ikinci yarısı, Türkiye’nin yaşadığı siyasi sıkıntılar ve ekonomik
beklentilere cevap verememesi damgasını vurmuştur. 2001 sonrası Türkiye
bölgesel bir güç ve pragmatik bir ortak olarak algılanmaktadır. Bununla birlikte,
2001 sonrası Orta Asya ülkelerine komşu Afganistan’daki gelişmeler, renkli
devrimler ve Irak’taki savaş gibi tehdit içeren durumlar ve dini ayrılıkçı terör,
uyuşturucu trafiğinin yoğunlaşması gibi sorunlar bölgesel güvenlik sağlama
yönündeki arayışları arttırmış, askeri ilişkilere önem verilmeye başlanmıştır. Bu
bağlamda, Türkiye ile de ilişkiler ivme kazanmış Türkiye’nin bir güvenlik aktörü
olarak algılanmasına yol açmıştır.
Nitekim bugün, Türkiye, uyuşturucu ve insan kaçakçılığı, illegal göç ve
terörizmle mücadele konusunda kayda değer tecrübeye sahip bölgesel güç olarak
algılanmaktadır. Örneğin, Kazakistanlı uzman Bolat Sultanov Türkiye’nin organize
suç örgütleriyle ve silah kaçakçılığı ve en önemlisi terörle mücadele konusunda
uluslararası ve ulusal düzeydeki tecrübelerini öğrenip değerlendirme gerekliliğini
savunmaktadır.1
Bununla birlikte, Türkiye’nin NATO üyeliği ve başka Avrupa güvenlik
kuruluşlarıyla olan işbirliği Orta Asya ülkeleri için ilgisini çekmektedir. Özbek siyaset
uzmanı Dr. Ravşan Abdullayev bu olgunun ikili ilişkilerin önemli bir parçası
olduğunu ileri sürmektedir. Abdullayev’in görüşü, 2000 yılında Türkiye
Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’in Özbekistan’a resmi ziyareti esnasında
imzalanan askeri anlaşmaların ikili ilişkileri güçlendirecek önemli bir adım olması
yönündedir.2
Tacikistanlı Dr. Iskander Asadullayev ise, Türkiye’de ordunun toplumsal
gelişmelerdeki rolü ve din-devlet ilişkilerinin uygulamalı örneği açısından
Türkiye’nin tecrübesinden yararlanabilme imkanını vurgulamıştır. Asadullayev,
Türkiye’nin bölgesel güç olduğunu ve Orta Asya’ya yaklaşımını değerlendirirken
bölge ile olan ilişkilerdeki Türkiye’nin avantajını Türkiye’nin bölgesel devletlerden
3
‘steril’ bir demokrasi talebinde bulunmaması şeklinde göstermiştir. Kırgız
araştırmacı olan Orozbek Moldaliev ise, Türkiye’nin İslam dünyasının önemli bir
ülkesi olduğunu ve asker alanda ilişkilerin önemini vurgulamıştır.4 Nitekim 1993
yılından başlayarak Türkiye bölge ülkelerinin ordu modernizasyonuna katkıda
bulunmakta, Harp okullarında Orta Asya’dan giden öğrencilere eğitim vermektedir.
1993-den bu yana Harp Akademilerinden 2000-den fazla subay mezun olmuş,
Gülhane Askeri Tıp Akademisinde onlarca subay kurs görmüştür. Bununla birlikte,
NATO’nun Barış için Ortaklık Programı dahilinde Türkiye Orta Asya’dan gelen
subaylara eğitim ve destek vermektedir. Tüm bunlar, coğrafik olarak uzak olmasına
karşın Türkiye’nin güvenlik alanında kısıtlı olsa da yapıcı bir rol oynadığını
göstermektedir.
1
Bolat Sultanov, “Cooperation of Turkey and Kazakhstan on Struggling against Terrorism and
Extremism” in the Proceedings of International Conference on Interrelations of Turkey and Central Asia
in the Context of Enlargingg Europe, Almaty: Dike Press, 2006, ss.108-111.
2
Ravşan Abdullayev, “Uzbekistan-Turkey: Problems and Prospects of Cooperation in the New
Geopolitical Conditions” a.g.e., ss. 126-128.
3
Iskandar Asadullayev, “Tadjikistan and Turkey: Overcoming the Historicl Syndroms”, a.g.e., ss. 159160.
4
Orozbek Moldaliev, “Islam and a Secular State: implementing Turkey’s Experience in Central Asia”,
a.g.e., ss. 255-256.
74
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Görüldüğü gibi, Orta Asya’da Türkiye algılaması güvenlik boyutuyla
niteliğini değiştirmekte olup, geçen on altı yılın içinde fazla başarılar yer
almamışsa da, ilişkilerin tüm boyutlarında devam edecek projeler sistemik olarak
etkisini zamanla gösterecektir. Böylece her iki bölgenin örneğinde görüldüğü gibi
Türkiye bugün büyük bir değişim yaşamaktadır. Bu değişimin, Ankara’nın stratejik
vizyonun daha da genişletmeye yönelik adımlarından kaynaklandığı ve hala devam
ettiği aşıkardır. Türkiye’nin bu değişimi nasıl değerlendireceği Orta Doğu ve Orta
Asya’da olduğu gibi, Balkanlar, Kafkasya, Karadeniz bölgelerindeki politikaları
derinden etkileyeceği şüphesizdir.
75
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
DÖRDÜNCÜ OTURUM
MIDDLE EAST AND THE WORLD
(ORTA DOĞU VE DÜNYA)
Oturum Başkanı
: Prof. Dr. Tayyar ARI
Raportör
: Doç. Dr. Ertan EFEGİL
Konuşmacılar
F. Aslı KELKİTLİ
Yrd. Doç. Dr. Halil ERDEMİR
Doç. Dr. Yaşar ONAY
Yrd. Doç. Dr. Sait YILMAZ
76
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
THE RUSSIAN INVOLVEMENT IN MIDDLE EAST: PUTIN ERA
F. Aslı Kelkitli∗
Introduction
The Russian Foreign Policy Concept of June 2000 stated Russia’s priority
in Middle East as to restore and strengthen the country’s positions, particularly the
economic ones in the region. It can be said that Russia’s foreign policy under the
leadership of President Putin conformed to this basic principle. Contrary to Soviet
period, Moscow pursues a non-ideological, practical and pragmatic policy which is
mainly based on bolstering Russian economic influence in Middle East but also
challenging USA’s unilateral approach and interventions. Russia constructs nuclear
reactors in Iran, sells arms and military equipment to this country. Moscow also
rekindled its relation with Syria by writing off Damascus’s lingering debt dated from
Soviet era and providing the Assad regime anti-craft missiles to protect itself
against the encroachments of Israel.
Another novelty of this period is Russia‘s proclivity to follow a more evenhanded approach in its dealings with Israeli and Palestinian authorities. So,
although Russia does not consider Hamas or Hezbollah to be terrorist
organizations due to their electoral victories and a high ranking delegation of
Hamas was greeted warmly in Moscow in March 2006 and February 2007, Russia
improved its commercial ties with Israel thanks to the existence of Jews emigrated
from Russia. Furthermore, Putin took steps to improve Russia‘s relations with Arab
countries such as Saudi Arabia, Qatar and Jordan which were known as traditional
US allies. He also tried to sign trade deals with the new Iraqi government.
In this paper, I will trace the details of this new activism in Russian Middle
East policy. My major contention is that Russia, by improving its economic and
political standing in Middle East, attempts to challenge the dominant position of US
in this rich and geopolitically important region for Russian interests.
Keywords: Middle East, Russia, Foreign Policy, Putin, New Activism
Iran: An Indispensable Ally
Iran and Russia has cooperated in many areas in post-Cold War period.
Iran followed similar policies with Russia in Caucasus and Central Asia in order to
break out of its containment in international arena. Moreover, a resurgent Russia
could also block US and Turkey led designs and projects in the Eurasian region.
Tehran condoned to the overthrow of the Islamic and pro-Iranian government of
Tajikistan by a coalition of Russian, Uzbek and communist groups in December
1992. In Afghanistan both countries opposed Taliban as it had a radical anti-Shiite
character. In Caucasus the interests of Tehran and Moscow once more converged
in Nagorno-Karabakh dispute and both sides backed up Armenia. Russia did not
want to see a strong, independent and wealthy Azerbaijan near its border whereas
a powerful Azerbaijan was also seen a potential threat for Tehran as this country
possessed a large Azeri population.
The already growing relation reached to new strongholds in military and
economic realms during the presidency of Vladimir Putin. Putin abrogated in
November 2000 the June 1995 treaty between the then Russian Prime Minister
∗
Boğaziçi Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected]
77
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Viktor Chernomyrdin and the former US Vice President Al Gore, which pledged the
cessation of Russian arm sales to Iran as of December 31, 1999.1 In March 2001
the then Iranian President Mohammad Khatami visited Moscow and a Treaty on
the Foundations of Mutual Relations and the Principles of Cooperation was
2
signed. In the same year Russia also initiated new arm agreements with Iran
worth between $2 and $7 billion.3
The most controversial decision of Russian administration regarding Iran
4
was Moscow’s declaration in July 2002 that it would finish construction of the
nuclear reactor in southwestern Iranian city of Bushehr. The project was started by
the German company Siemens in the 1970s but it was cancelled in early stages of
the construction following the Islamic Revolution of 1979. Russia has taken on the
5
completion of the nuclear plant after it signed a deal with Iran on January 8, 1995.
Although the Iranian government stated that the uranium enrichment and plutonium
manufacturing programs would serve the energy interests of the country, the USA
claimed that nuclear energy generation program was a cover under which nuclear
materials, technology and equipment could be imported for use in a nuclear
6
weapons program. On more than one occasion, the American government
pressed for tougher sanctions against Iran in UN but it was blocked by Russian
administration. Russia offered a more active role for International Atomic Energy
Agency (IAEA) which included working with Tehran on smoothing out the
outstanding issues.
Iran’s Nuclear Energy Chief Gholamruza Aghazadeh and his Russian
counterpart, Alexander Rumyantsev agreed a deal in February 2005 for Moscow to
supply fuel to Bushehr. Under the agreement Iran had to return spent nuclear fuel
rods from the reactor to Russia. The clause was designated as a safeguard to
alleviate the fears that Iran might misuse the rods to build nuclear weapons.7
Russia finished the delivery of shipment of fuel in January 2008.8 The nuclear
power station is planned to begin its operations in summer 2008.
Russia also signed an arms contract with Iran in December 2005 to sell 29
of its Tor M-1 anti-missile systems, a development that would make it difficult to
attack on the country’s nuclear facilities.9 The missiles were shipped to Iran in
December 2007. The Russian military officials underlined that the Tor system was
a weapon of defense and did not represent a danger to any country if they did not
attack Iran. In December 2007, Iran’s Minister of Defense Mohammad Najjar
announced that Russia would supply Iran with S-300 air defense system which had
10
the ability to shoot down aircraft, cruise and ballistic missiles. However, the
Russian Federal Military and Technical Cooperation Service denied this
declaration by issuing a statement which said that the supply of S-300 missiles to
1
Robert O. Freedman, ”Putin and Iran: A Changing Relationship”, NCEEER Papers (27 March 2006).
Available [online]: < http://www.ucis.pitt.edu/nceeer/2006_819_11_Freedman.pdf > [03 February 2008].
Roland Dannreuther, “Russia and the Middle East“, in The Middle East’s Relations with Asia and
Russia, (eds.) Hannah Carter and Anoushiravan Ehteshami (New York, NY: RoutledgeCurzon, 2004),
p.27.
3
Carol R. Saivetz, “Russia’s Iran Dilemma”, Russian Analytical Digest (June 2006), p.9.
4
Victor Mizin, “The Russia-Iran Nuclear Connection and U.S. Policy Options“, MERIA (Middle East
Review
of
International
Affairs)
8,
no.1
(March
2004).
Available
[online]:
<
http://meria.idc.ac.il/journal/2004/issue1/jv8n1a7.html> [03 February 2008].
5
See Russian-Iranian Nuclear Cooperation Accord, 08 January 1995. Available [online]:
http://www.defencejournal.com/2001/august/russians.htm> [03 February 2008].
6
Michael Jasinski, “Russia’s Nuclear and Missile Technology Assistance to Iran”. Available [online]:
<http://cns.miis.edu/research/iran/rusnuc.htm> [02 February 2008].
7
BBC News, 27 February 2005.
8
Associated Press, 28 January 2008.
9
World Net Daily, 02 December 2005.
10
Luke Harding, “Russia Will Supply New Anti-Aircraft Missiles for Iran“, The Guardian, 27 December
2007.
2
78
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Iran was not being considered and was not being discussed with the Iranian
authorities.1
Apart from military cooperation, Russia and Iran also took steps to advance
the economic side of their relationship. The two countries discuss 130 economic
projects worth over $100 billion and aim at boosting bilateral trade from the current
$2 billion to $200 billion in the next ten years. At the Russian-Iranian trade
commission meeting that was convened in Moscow on 13 December 2007, the two
2
countries signed agreements on air transport and investment. Furthermore,
Russia and Iran mooted plans to set up a joint gas venture to explore deposits in
the Persian Gulf and Central Asia. According to Russian energy officials, the joint
venture could undertake the construction of the Iran-Pakistan-India pipeline.3
Iran and Russia came together in international organizations such as the
Organization of the Islamic Conference (OIC), Shanghai Cooperation Organization
(SCO) and the Caspian Sea Littoral States Organization. Although Tehran as being
the chairman of the OIC, criticized Moscow for its harsh treatment of Chechens
during Putin’s military campaign in 1999, it refrained from furthering the Chechen
cause in the organization. Russia was granted the observer status in OIC in 2005
although it lacked the minimum fifty percent Muslim population required for
membership.4 In 2005, Iran became an observer state in SCO, a regional security
grouping that were dominated by China and Russia and defied US-led NATO
hegemony in international system. At the Second Summit of the Caspian Sea
Littoral States in October 2007, Russia, along with Azerbaijan, Kazakhstan and
Turkmenistan highlighted that they would not allow any country to use their soil for
5
a military attack against Iran. Russia also supported the Iran’s initiative to
establish an economic cooperation association of the Caspian nations. The new
body will hold its first meeting at the Russian city of Astrakhan on the Caspian Sea
later this year.
Although at the summit, the Caspian ownership and the future of the legal
regime were relegated to the background and the participating states focused on
areas of shared interests, the demarcation issue is one of the perennial problems
in the region about which Russia and Iran have differing positions. In 2003, Russia
reached a trilateral agreement with Azerbaijan and Kazakhstan that divided the
6
northern sixty-four percent of the Caspian Sea into three unequal shares. Iran, in
return, enunciated that it did not recognize the bilateral or trilateral concordats
among the other littoral states and insisted on hammering out a single multilateral
agreement between all five Caspian states.
Syria: Invigoration of Bonds with an Old Friend
Russia and Syria opened up a new chapter in their post-Cold War relations
with Bashar Al-Assad‘s visit to Moscow in January 2005. The two countries signed
agreements on cooperation in oil/gas industry, international motor service,
7
encouragement and mutual protection of investments. A separate protocol was
also concluded to settle the repayment of Syrian debt to Russia which accrued as
a result of Damascus’s military purchases from the Soviet Union. Russia decided to
1
Mark N. Katz, “Russia and Iran: Unfriendly Friends“, Middle East Times, 02 January 2008.
RIA Novosti, 13 December 2007.
Vladimir Radyuhin, “Russia-Iran Ties on the Upswing”, The Hindu International, 07 January 2008.
4
Igor Khrestin and John Elliott, “Russia and the Middle East“, Middle East Quarterly 14, no.1 (Winter
2007), p.2.
5
Tehran Times, 17 October 2007.
6
Richard Weitz, “Second Caspian Summit Fails to Resolve Contentious Issues“, CACI Analyst, 31
October 2007. Available [online]: <http://www.cacianalyst.org/?g=node/4724> [02 February 2008].
7
IRIB News, 26 January 2005.
2
3
79
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
1
write off seventy-three percent of total debt which equaled to $14.5 billion. The
remaining amount will be paid by the Syrian state in a period of ten years.
The finalization of the protracted debt agreement paved the way for the
acquisition of new Russian weapons and military equipment. Russia delivered
Streletz short-ranged air-missile and Kornet-E anti-tank guided missile systems to
Syria in April 2005.2 Moscow sent military advisors to Damascus and the Russian
officers held teaching positions at Syria’s military officer training academy. There
are also rumors that Russia plans to transform the Tartus and Latakia ports in
3
southern Syria into a naval base for its Black Sea Fleet.
Energy cooperation is also on the upbeat. Russia and Syria established a
joint oil and gas company on February 9, 2003. The new company, Amrit, would
carry out exploration, development and maintenance activities in the oil and gas
4
sector. Russian specialists took part in the erection of a new hydroelectric power
station at Halabiyah.5 In March 2005, Russia's Tatneft signed an agreement to
explore and develop new oil and gas deposits in Syria.6 In December 2005,
Russian and Syrian governments put their signature on a gas agreement which
presupposed the construction of a pipeline that ended in the Syrian city of Ar
Rayyan, and of a gas processing plant next to Palmyra, that would be built by
Stroitransgaz, Russia’s most important engineering company in the oil and gas
industry.
The two countries adopted circumvent postures in each other’s thorny
issues. Syria regarded the Chechen conflict as an internal problem of Russia and
eschewed from criticizing Moscow on international platforms. Russia opposed the
imposition of military sanctions on Syrian regime based on alleged involvement of
some Syrian officials in the murder of former Lebanese Prime Minister Rafiq alHariri.7
Palestinian-Israeli Conflict: Can Russia Play the Role of an HonestBroker?
Putin, apart from his predecessors, tried to pursue a balanced policy in his
country’s relations with Israel and Palestinian Authority. As being a member of the
Quartet on the Middle East8, Moscow frequently acknowledged the legitimate right
of the Palestinians to establish an independent state on their homeland. Russia
also repeatedly condemned and voted in UN against Israeli actions in the
Palestinian territories. Russia’s opinion regarding Hamas differs from the USA and
Western European countries as Moscow does not classify it as a terrorist
organization but the legitimate representative of the Palestinian people. A high
level delegation of Hamas under the leadership of Khaled Mashal visited Russia
twice in March 2006 and February 20079 and Moscow transferred $10 million for
economic assistance to the Palestinian government.10
1
RIA Novosti, 29 May 2005.
Uwe Klussman, ”An Old Base (Friendship) Gets a Facelift”, Spiegel Online, 22 June 2006.
3
“Intelligence Brief: Russia’s Moves in Syria”, PINR, 30 June 2006.
4
Russia in Global Affairs, 11 February 2003.
5
ITAR-TASS, 21 December 2004.
6
Mark N. Katz ”Putin’s Foreign Policy Toward Syria”, MERIA (Middle East Review of International
Affairs)
10,
no.1
(March
2006).
Available
[online]:
<
http://meria.idc.ac.il/journal/2006/issue1/jv10no1a4.html> [05 February 2008].
7
Andrej Kreutz, Russia in the Middle East: Friend or Foe? (Westport, CT: Praeger Security
International, 2007), pp. 31-32.
8
USA, EU and UN are other parties of the Quartet.
9
Alek D. Epstein, “Russia and Israel: A Romance Aborted“, Russia in Global Affairs, (OctoberDecember 2007).
10
ITAR-TASS, 09 May 2006.
2
80
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
These developments hardly surprised anybody as Russia had always
supported and voiced the Palestinian cause on international arena during the
Soviet era. What was striking however, was Putin’s moves to narrow the gap
between his country and Israel. The two sides found common grounds in curbing
the influence of radical Islamic threat and international terrorism. Economic
cooperation is also on the rise. In October 2000, Russia and Israel agreed to make
use of Israel’s neglected oil pipeline, known as the Tipline.1 Russia currently
provides between fifty to eighty percent of Israel’s crude oil supply. The two
2
countries work together in heavy industry, aviation, energy, and medicine sectors.
More than a million Russian Jews that immigrated to Israel after the
disintegration of the Soviet Union contributed to a great extent to the improvement
of relations between Russian Federation and Israel. Many of them retained links
with their former countries and did business with Russia and CIS states. They
formed political parties such as Israel Beiteinu and Israel BaAliya 3 and their leaders
occasionally visited Moscow and were received warmly by high ranking Russian
officials.
There exist also a group of Russian-originated Jews in Israel that caused a
major strain between Putin administration and Israel. These are Leonid Nevzlin,
Mikhail Brudno and Vladimir Dubov who were partners of Mikhail Khodorkovsky,
former CEO of Yukos Oil Company that was put into prison in October 2003 on
charges of fraud and tax evasion. These figures now live in Israel and are directors
of Group Menatep, a holding company that owns sixty percent of what remains of
the collapsed Yukos Empire.4 Israel also sheltered two media tycoons Vladimir
Gusinsky and Boris Berezovsky who incurred Putin’s fury. These two magnates
were also accused of engaging in financial misdeeds. All of the five oligarchs were
accepted to Israel under the Law of Return which granted automatic citizenship to
any Jew. Russia repeatedly requested the extradition of these businessmen but
was turned down by the Israeli authorities.
It can be said that Russian and Israeli relations are on the mend but from
time to time problems emerge. For example, Israel criticized sharply the Russian
arm deals with Iran and Syria and Moscow’s backing of Iran in United Nations
about its nuclear program. On the other hand, Russia branded Israel’s attack on
Lebanon in July 2006 disproportionate and far beyond the boundaries of an antiterrorist operation.5
Iraq: Attempts to Restore Financial Losses
Russia was opposed to the US invasion of Iraq due to its political and
economic interests in this country but the Russian government was also cognizant
of the fact that it had neither the power nor the means to confront Washington
directly on this matter. So after the US administration gained the upper hand in
Baghdad, Russia’s main objective became the endorsement of its oil contracts that
dated from the Saddam era.
The Russian state oil company Lukoil wanted to develop the West Qurna
field in southern Iraq. In the past years, the firm spent $20 million to train 1000 to
2000 Iraqi oil field engineers in Russian fields and put another 1000 through
1
Dr. Sam Vaknin, “Russia’s Israeli Oil Bond“. Available [online]: < http://samvak.tripod.com/brief-russiaisrael01.html> [09 February 2008].
2
Ilya Bourtman, “Putin and Russia’s Middle Eastern Policy”, MERIA (Middle East Review of
International Affairs) 10, no.2 (June 2006). Available [online]: <
http://meria.idc.ac.il/journal/2006/issue2/jv10no2a1.html> [09 February 2008].
3
Israel BaAliya merged with Likud in 2003.
4
Associated Press, 26 April 2004.
5
RIA Novosti, 20 July 2006 and Anton Troianovski, “Russia Criticizes Israel for Offensive“, Associated
Press, 20 July 2006.
81
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
1
Russian universities and provided equipment for Iraq’s oil industry. However the
new Iraqi government rescinded the oil deal in November 20072 and the Russian
activities came to naught.
Although discouraged and balked by the decision of the Iraqi
administration, Russia stuck to its goal of strengthening economic ties with Iraq
perseveringly. Russia made an agreement with Iraq on narrowing its debt
estimated at $10 billion to $13 billion in February 2008. The pact was signed under
a November 2004 agreement in which Russia and other creditor nations agreed to
write off eighty percent of Iraq’s debts. Moscow and Iraq also concluded a trading
and economic cooperation memorandum and the memorandum on research and
engineering during the Moscow visit of Iraqi Foreign Minister Hoshiyar Zebari on 11
3
February 2008.
Testing the Water in American Zone of Influence: Russia’s Saudi
Arabia, Jordan and Qatar Openings
Another remarking aspect of Russian Middle East policy under Putin was
Moscow’s approaching to traditional US allies such as Saudi Arabia, Jordan and
Qatar. Russia by developing its relations with these states tried to permeate into
the Gulf region where lucrative trade and investment projects could be carried out.
Moreover, Russia aimed to minimize the financial aid that flowed from these
countries to Chechen fighters on Russian land.
In September 2003, the then Crown Prince Abdullah bin Abdul Aziz came
to Moscow and during his visit Gazprom’s Stroitransgaz agreed with Saudi Oger
construction company to establish the first Russian-Saudi consortium.4 In January
2004, Lukoil won a tender to develop the 11,200-square-mile Zone A natural gas
field in the Rub’al-Khali desert in Saudi Arabia. In order to realize the project, Lukoil
formed a joint venture with Saudi Arabia’s Aramco and they set up a new firm
named Luksar in which Lukoil held an eighty percent stake whereas the remaining
twenty percent belonged to Aramco. Russia reaped the benefits of this
rapprochement with Saudis within a short time. Chechenya’s the then pro-Moscow
President Akhmad Kadyrov was recognized as the legitimate leader of the
Chechens by Riyadh and he was welcomed cordially during his visit to Saudi
5
Arabia in January 2004.
Another breakthrough in Russian-Saudi relations was Putin’s historic visit
to Saudi Arabia in February 2007. Putin was the first Russian President that set
foot on Saudi soil. In the course of the visit the two countries signed agreements in
the areas of elimination of double taxation on income and capital and expansion of
air transport. Memorandum of understandings on cultural exchange, development
of funds and cooperation between the two countries’ state news agencies were
also concluded.6 Russia’s AFK Sistema and Saudi Jeraisy Group made a contract
to sell and produce plastic cards, invest in real estate, engage in marketing, sales
and servicing of Russian helicopters and cooperate on international stock
markets.7 In January 2008, state-owned Russian Railways won an $800 million bid
from Saudi Arabia to build a 520 km railway line from Riyadh airport to a key
8
mainline junction on North-South railway project.
1
Weltpolitik, 25 April 2007.
International Herald Tribune, 04 November 2007.
RIA Novosti, 11 February 2008.
4
The New York Times, 03 September 2003.
5
Kreutz, p.133.
6
Arabic News, 12 February 2007.
7
RIA Novosti, 12 February 2007.
8
Arabian Business, 23 January 2008.
2
3
82
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Russia’s second destination after Saudi Arabia was Qatar, the small gasrich emirate of Gulf region. The relations between the two countries had chilled out
after Qatari authorities detained three Russians officials in February 2004 on the
grounds of murdering former Acting President of Chechenya, Zelimkhan
1
Yanderbiyev. Qatar released one of the detainees that had a diplomatic passport.
Although the other two were convicted of murder by Qatari court, they were sent to
Russia in December 2004 to serve out their sentences.2 This put an end to the rift
between Moscow and Doha.
During Putin’s visit Russia and Qatar signed a memorandum that would
ensure visa-free travel to their citizens. A Russian-Qatari Business Council was
formed and a governmental agreement to encourage trade and investment came
into being. In addition, Lukoil and Qatar Petroleum signed a cooperation
agreement covering possible participation in oil and gas exploration projects in
Qatar.3
Jordan, despite its lack of natural resources, was still a significant country
for Russia due to its proximity to Iraq. Amman hosted many Russian oil companies
which had contacts in Iraq and Russia attempted to reenter into Iraqi market
through this country. At the time of Putin’s visit to Jordan in February 2007, Russia
and Jordan entered into a treaty on the sale of Russian Ka-226 light multi-purpose
4
helicopters. Russia shouldered the construction of a plant to assemble Russianmade Lada automobiles. Agreements on the protection of investments and
foundation of a Russian-Jordanian Business Council were signed.5 Putin also
pledged to build a guest house for Russian pilgrims in Jordan who would visit holy
places such as the St. John the Baptist Orthodox Church.
Conclusion
Russia’s leap toward Middle East emanated from three main motives.
Firstly, by constituting joint ventures and local partnership in these countries
Russia penetrated into a profitable market which had been for a long time
dominated by USA. Secondly, by improving its relations with these predominantly
Muslim nations, Moscow strove to ensure at least their neutrality about the
Chechen problem. Thirdly, in contrast to EU and NATO ruled Europe, Middle East
was still a region where Russian influence was still, albeit meager, felt. Putin, who
sought to reassert the former glory and supremacy of his country found a receptive
audience in this area that was wary of American schemes and interventions.
While implementing the new guidelines of Russian foreign policy, Putin’s
Russia also released itself from the ideological baggage of the Soviet times.
Moscow declared that regarding the Palestinian issue, it stood at an equal distance
from both parties of the conflict. He paid visits to Gulf region states whose leaders
were despised and labeled as puppets of the US hegemony by the Soviet officials.
These overtures showed the pragmatic side of the Putinian Middle Eastern policy
and paid off. Today Russian companies widely operate in Middle East and obtain
lucrative bids from the Arab governments.
It is obvious that Russia talks from a high pitch and makes successful
inroads to the Middle East. Moscow also became more self-confident after it
enriched to a great extent as a result of the augmentation of oil and gas prices and
1
Mark N. Katz, ”Russia and Qatar”, MERIA (Middle East Review of International Affairs) 11, no.4
(December 2007), p.1.
2
Ibid.
3
“Russia Bolsters Gulf Energy Strategy“, Ame Info, 18 March 2007.
4
RIA Novosti, 13 February 2007.
5
Robert O. Freedman, “The Putin Visit to Saudi Arabia, Qatar and Jordan: Business Promotion or Great
Power Maneuvering“, Johnson’s Russia List, 15 February 2007. Available [online]:
<http://www.cdi.org/russia/johnson/2007-39-39.cfm> [10 February 2008].
83
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
arm sales however it has also manifest limitations and weaknesses. Although
Russia demonstrated its displeasure with America’s plans regarding Middle East in
UN, it was not in a position to challenge Washington outrightly. Russia could not
prevent the American invasion of Iraq and Israel’s incursions to Palestine and
Lebanon. Putin’s call to host an international peace conference for the settlement
of the Palestinian-Israeli dispute was nipped in the bud as a result of Israeli
objection and American interposition. Despite Moscow’s propping up of Syria and
Iran it is highly doubtable that Russia will be able to come to their rescue if USA
becomes more determined to resort to military force to bring these regimes to their
knees. It is clear that vital decisions about the future of Middle East are still drawn
up in Washington without much participation of Moscow.
BIBLIOGRAPHY
Arabian Business, 23 January 2008.
Arabic News, 12 February 2007.
Associated Press, 28 January 2008.
Associated Press, 26 April 2004.
BBC News, 27 February 2005.
Bourtman, Ilya. “Putin and Russia’s Middle Eastern Policy”, MERIA (Middle East
Review of International Affairs) 10, no.2 (June 2006). Available [online]: <
http://meria.idc.ac.il/journal/2006/issue2/jv10no2a1.html> [09 February 2008].
Dannreuther, Roland. “Russia and the Middle East“, in The Middle East’s Relations
with Asia and Russia. Edited by Hannah Carter and Anoushiravan Ehteshami. New
York, NY: RoutledgeCurzon, 2004, pp.22-41.
Epstein, Alek D. “Russia and Israel: A Romance Aborted“, Russia in Global Affairs,
(October-December 2007).
Freedman, Robert O. “The Putin Visit to Saudi Arabia, Qatar and Jordan: Business
Promotion or Great Power Maneuvering“, Johnson’s Russia List, 15 February
2007. Available [online]: <http://www.cdi.org/russia/johnson/2007-39-39.cfm> [10
February 2008].
Freedman, Robert O.”Putin and Iran: A Changing Relationship”, NCEEER Papers
(27
March
2006).
Available
[online]:
<
http://www.ucis.pitt.edu/nceeer/2006_819_11_Freedman.pdf > [03 February 2008].
Harding, Luke. “Russia Will Supply New Anti-Aircraft Missiles for Iran“, The
Guardian, 27 December 2007.
“Intelligence Brief: Russia’s Moves in Syria”, PINR, 30 June 2006.
International Herald Tribune, 04 November 2007.
IRIB News, 26 January 2005.
ITAR-TASS, 09 May 2006.
ITAR-TASS, 21 December 2004.
Jasinski, Michael. “Russia’s Nuclear and Missile Technology Assistance to Iran”.
Available [online]: <http://cns.miis.edu/research/iran/rusnuc.htm> [02 February
2008].
Katz, Mark N. “Russia and Iran: Unfriendly Friends“, Middle East Times, 02
January 2008.
84
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Katz, Mark N. ”Russia and Qatar”, MERIA (Middle East Review of International
Affairs) 11, no.4 (December 2007): 1-6.
Katz, Mark N. ”Putin’s Foreign Policy Toward Syria”, MERIA (Middle East Review
of International Affairs) 10, no.1 (March 2006). Available [online]: <
http://meria.idc.ac.il/journal/2006/issue1/jv10no1a4.html> [05 February 2008].
Khrestin, Igor and John Elliott, “Russia and the Middle East“, Middle East Quarterly
14, no.1 (Winter 2007): 1-7.
Klussman, Uwe.”An Old Base (Friendship) Gets a Facelift”, Spiegel Online, 22
June 2006.
Kreutz, Andrej, Russia in the Middle East: Friend or Foe? Westport, CT: Praeger
Security International, 2007.
Mizin, Victor. “The Russia-Iran Nuclear Connection and U.S. Policy Options“,
MERIA (Middle East Review of International Affairs) 8, no.1 (March 2004).
Available [online]: < http://meria.idc.ac.il/journal/2004/issue1/jv8n1a7.html> [03
February 2008].
Radyuhin, Vladimir. “Russia-Iran Ties on the Upswing”, The Hindu International, 07
January 2008.
RIA Novosti, 11 February 2008.
RIA Novosti, 13 December 2007.
RIA Novosti, 13 February 2007.
RIA Novosti, 12 February 2007.
RIA Novosti, 20 July 2006.
RIA Novosti, 29 May 2005.
“Russia Bolsters Gulf Energy Strategy“, Ame Info, 18 March 2007.
Russia in Global Affairs, 11 February 2003.
Russian-Iranian Nuclear Cooperation Accord. 08 January 1995. Available [online]:
http://www.defencejournal.com/2001/august/russians.htm> [03 February 2008].
Saivetz, Carol R. “Russia’s Iran Dilemma”, Russian Analytical Digest (June 2006):
9-11.
Tehran Times, 17 October 2007.
The New York Times, 03 September 2003.
Troianovski, Anton. “Russia Criticizes Israel for Offensive“, Associated Press, 20
July 2006.
Vaknin, Dr. Sam. “Russia’s Israeli Oil Bond“. Available [online]:
http://samvak.tripod.com/brief-russia-israel01.html> [09 February 2008].
<
Weitz, Richard. “Second Caspian Summit Fails to Resolve Contentious Issues“,
CACI
Analyst,
31
October
2007.
Available
[online]:
<http://www.cacianalyst.org/?g=node/4724> [02 February 2008].
Weltpolitik, 25 April 2007.
World Net Daily, 02 December 2005.
85
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
İSRAİL’İN ORTA DOĞU POLİTİKALARINDAKİ ROLÜ
Yrd. Doç. Dr. Halil ERDEMİR∗
ÖZET
Güneybatı Asya Ülkelerinin güvenliklerinde, Yahudilerin ‘otonom bir yapıdan
devletleşme ve sonrasında “Büyük İsrail Devleti” ideali’ bölgedeki barış ve güvenlik
anlayışlarının merkezinde olmuştur. İsrail Devleti, ilişkide bulunduğu ülkelerle dost
ya da dost olmayan ilişkileri nedeniyle bölgenin barış ve güvenlik anlayışının
olumlu değerlendirilmesinde ya da muhtemel çatışma anlayışının artmasında etkili
olan bir devlettir. İsrail’in bölgedeki barış ve güvenlik anlayışının politikalarına
yansımalarını ve bunun etkilerini uluslararası gelişmelerde ve politikalarda bulmak
mümkündür. İsrail Devleti'nin kuruluş aşamasında Yahudilerin gizli ve açık
çalışmalarıyla gerek bölgedeki, gerekse emperyalist devletlerle karşılıklı çıkar
ilişkileri bölgeyi şekillendiren en önemli unsurlar olmuştur. Yahudilerin, Arapların ve
Emperyalistlerin bölgedeki çıkarları ve faaliyetleri bölgenin güvenliğinde, eskiden
olduğu gibi bugün de, önemlidir ve doğrudan etkilidir. Bu gerçeği doğrulayan tarihî
belgeler arşivlerde, politikaların yansımaları ise gelişmelerde görülmektedir.
Yahudiler, İsrail Devleti’ni kurmadan önce Filistin’de yoğun çalışmalarla büyük
hazırlıklar yapmışlardır. İngiltere idaresinde Yahudilerin faaliyetleri ve çalışmaları,
mümkün olduğunca kayıtları tutularak İngiltere’deki merkezlerine günü gününe
bildirilmiştir. Aynı zamanda bölgedeki Arapların da, gerek Yahudilere gerekse
İngilizlere karşı örgütlenmeleri ve çalışmaları bulunmaktadır. Filistin’deki İngiliz
birimleri tarafından hazırlanan bilgi ve belgelerin de derlenerek İngiliz Dışişleri
Bakanlığı’na gönderildiği anlaşılmaktadır. Bakanlıkta tutulan kayıt ve belgeler bir
dosya haline getirilmiş ve “Yahudi Sorunu” (Jewish Question) adı verilmiştir.
İsrail’in inşa ettiği “güvenlik çiti” Birleşmiş Milletlere taşınmış ve geniş bir şekilde
tartışılmıştır. Uluslararası Adalet Divanı’nın görüşü istenmiş ve konu detaylı bir
şekilde irdelenmiştir. Konunun muhtevası ve İsrail’in çevre ülkeler ile ilişkileri
tartışılmıştır. İsrail’in bölgede yaptığı her hareket ve tutum kendince bir yansıma
bulmaktadır. Bu zaman zaman olumlu çoğu zaman ise olumsuzdur.
İngiliz Belgelerinedeki “Yahudi Sorunu” Güneybatı Asya Ülkelerinde
hala bir Sorun mudur?
İsrail Devleti’nin kurulduğu bölge ve Filistin toprakları tarihî, dinî, ekonomik ve
askerî sebeplerden dolayı pek çok devlet ve gruplarca önem taşımaktadır.
Bölgenin Eski Çağ’dan modern zamana kadar ilgilerin ve isteklerin merkezinde
bulunması pek çok mücadeleyi gerektirmiş ve savaşlara şahit olmuştur.
Firavunların
Anadolu
Devletleri ile
başlayan mücadelelerden Roma
İmparatorluğu’na, Haçlı seferlerinden Osmanlı Devleti’ne, Napalyon’un ve
İngilizlerin bölgedeki mücadeleleri 18.yüzyıldan 20. yüzyıla devamlı olmuştur.1
Bölge dinî ve ticarî bağlantıların kurulduğu yol güzergahı olma özelliği nedeniyle
emperyalist güçlerin dikkatini çekmiştir. Hindistan yoluna giden güzergahta olması
İngiltere için vazgeçilemez bir sebep oluşturmaktaydı.
∗
Celal Bayar Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected]
Mir Murteza Ghotbi, Arap İsrail Çatışmasının Temelinde olan Filistin Sorunu (1900-1980), İstanbul
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İktisat Fakültesi Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı, Basılmamış
Doktora Tezi, İstanbul 1990, ss.1-5.
1
86
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
İngiltere 1839 yılında Kudüs’te açtığı konsolosluk ile bölgedeki Yahudilerin
İngiliz çıkarları için kullanılabileceğini fark etmiştir. Nitekim bölgeye Yahudi göçünü
teşvik etmişlerdir.1 İngiltere’nin II. Dünya Savaşı’ndan zayıf çıkmasıyla bölgedeki
etkisini ve eksikliğini Amerika Birleşik Devletleri (ABD) almıştır. 1897 tarihinde
Basel Kongresi ile Yahudiler kendilerine bir yurt kurmak istemişler, Filistin ve
bölgesini seçmişlerdir. Burasını ele geçirmek için açık ve gizli çalışmalarını
organize bir şekilde başlatmışlardır. Dünyanın pek çok ülkesine dağılmış ve pek
çok alanda faaliyet gösterebilen bir millet olarak Yahudilerin çalışmaları bölgedeki
güç dengelerinde etkili olmuştur. Yahudilerin ve Arapların devlet kurma çalışmaları
bölgede gerçekleşen pek çok çatışmanın alt yapısını oluşturmuştur. Yahudilerin
bölgedeki varlıkları Güneybatı Asya Ülkeleri’nin (Orta Doğu) sürekli çatışmalara
2
maruz kalmasına neden olmuştur. Yahudi ve Arapların devletlerini kurma
çalışmaları büyük devletlerin bölge hakimiyet çalışmalarında kullanılmış ve halen
de kullanılmaktadır. Bölgedeki çatışmaların altında yatan sebeplerin bazılarını
Filistin ve bölgesine hâkim olunan sürelerde bulmak mümkündür.
19ncu ve 20nci yüzyılda İngiltere ve Fransa Yahudilerin bölgeye
yerleşmelerinde önemli rolleri bulunan iki devlet olarak göze çarpmaktadır. Nasıl
Yahudilerin bölgeye kültürel olarak yerleşmesine Fransa katkıda bulunduysa
İngiltere de nüfus olarak çoğalmalarına ve zamanla Filistin bölgesinde Yahudi
nüfusunun artmasına sebep olan ülkelerdir. Alliance Israélite Universelle (AIU)
okullarıyla Fransızca bölgeye yayılırken Fransa'nın desteğini sağlamış olan
Yahudiler bölgede organize olabilmişlerdir.3 Osmanlı Devleti'nde yavaş ama etkili
bir şekilde gerçekleştirilen Yahudi okullaşması ileride Siyonizm faaliyetlerinde
4
görev alacak olan militanların ve liderlerin yetişmesine imkan hazırlamıştır.
Nitekim Osmanlı Devleti sınırlarından çıkan Yahudiler Fransa'da da eğitim aldıktan
sonra tekrar bölgede faaliyette bulunmuşlardır. Fransa'nın bölgede hakim olmak
için bir fırsat olarak değerlendirdiği Yahudiler zamanla bölgedeki faaliyetlerini
genişleterek bölgeye göz diken ve elde etmek için çalışan İngiltere ile işbirliği
yapma ihtiyacı hissetmişlerdir.
Osmanlı Devleti'ne karşı olan faaliyetler özellikle Fransa ve İngiltere'deki
Yahudiler başta olmak üzere Osmanlı Yahudileri de katkıda bulunmuşlardır. II.
Abdülhamid'i ikna edemeyen Dr. Theodore Herzl'den sonra İngiltere ile ortak
çalışmaya giren Yahudiler nihayet Balfour Declerasyonu olarak uluslararası
literatüre giren anlaşmayı yapmışlardır. Aynı şekilde Araplarla da anlaşan İngilizler
bölgeyi her iki dinî ve ırkî gruba vermeyi vaad etmişlerdir. Osmanlı Devleti'nin Arap
ve Yahudilerin katkısıyla bölgeden çıkaran İngiltere, Filistini istediği şekilde
5
yönetmek için girişimlerde bulunmuştur. İngiliz yönetiminden beklentilerini tam
olarak bulamayan bu iki ırk, kandırıldıklarını farkına varmışlar ve aralarında Filistin
için mücadeleye girmişlerdir.6 Nitekim mücadeleler karşılıklı yıkım ve cinayetlere
kadar varan bir süreci içine almıştır. İngiltere girdiği bütün topraklarda uyguladığı
bir politika gereği her iki topluluğu bir birine düşürmüş ve problemli olarak bölgeden
1
Ghotbi 1990, 6.
Filistin’de Yahudilerin tarih içinde toplam yönetimleri 600 yıl iken Hıristiyanların 423 yıldır. Bizans
dönemi (323-614 ve 618-637), Kudüs Latin Krallığı (1100-1187), II. Frederik’in işgali (1229-1239) ve
İngiliz mandası (1922-1948). Diğer taraftan Müslümanların (Arap ve Türklerin) 1300 yıl kadar bölgeye
hakim oldukları görülmektedir (Ghotbi 1990:6-7).
3
Alliance Israélite Universelle’ın kuruluşundan itibaren tarih içinde gelişimiyle ilgili geniş bilgi için bkz:
Andre Chouraqui, Cent Ans D’histoire L’Alliance Israélite Universelle et la Renaissance Juive
Contemporaine (1860-1960), Presses Universitaires de France, Paris 1965; N. Leven, Cınquante ans
D’histoire L’Alliance Israélite Universelle (1860-1910), Tome II, Librairie Félix Alcan, Paris 1920.
4
Türkiye’deki AIU okulları ile ilgili geniş bilgi için bkz:
5
Osmanlı Devleti’nin bölgeyi bırakması aşamasında Filistin ve Suriye’de istihbarat subayı olarak çalışan
Cevat Rıfat Atilhan’ın hatırat mahiyetindeki çalışmaları Yahudi ve Arapların tutumlarına ışık tutar
mahiyettedir. Geniş bilgi için bkz. Atilhan 1995a, 1995b ve 1998.
6
Filistin’de Arap-İngiliz, Yahudi-İngiliz ve Yahudi-Arap çatışmalarını konu alan kapsamlı İngiliz dosyası
için bkz. Jewish Question file: FO 371/1018-1.
2
87
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
ayrılmıştır (Erdemir 2002:107-121). İngilizlerin çekilmesiyle birlikte kendisini bu
duruma hazırlayan Yahudiler devletlerini ilan ederlerken Araplar buna karşı
koymuşlardır.
Birleşmiş Milletler (BM) İngiltere’nin isteğiyle Filistin’in geleceğiyle ilgili
toplanmıştır. Toplantı (128) BM’nin 29 Kasım 1947 tarihinde Araplar ile Yahudiler
arasında Filistin’i 181 (II) numaralı kararıyla ikiye bölerken Kudüs’e de özel bir statü
tanımaktadır. Filistin ve bölgesinde Yahudiler ve Araplar için birer devlet
kurabilmeleri sağlanmak istenmiştir.
Taraflar bir diğerinin varlığını kendilerince geçerli sebeplerden dolayı kabul
etmemeleri üzerine çatışma kaçınılmaz olmuştur. Araplar, İsrail Devleti’ni
kurulurken yoketmek için saldırdılarsa da Yahudiler bunun için hazırlanmışlardı. 15
Mayıs 1948 tarihinde başlayan ve dokuz ay süren savaşı Suriye, Ürdün ve Mısır
kaybetmiş Yahudiler ise kazanan taraf olmuştur. Araplar bu savaşı ve geçen süreyi
“kara günler” olarak adlandırmaktadırlar. Filistin’e ait olduğu iddia edilen topraklar,
Ürdün tarafından, Birleşik Arap Krallığı’nın bir parçası olarak düşünülmüştür.
Başlangıç itibariyle 750,000 civarında Filistinli mülteciler komşu Arap ülkelerine
sığınmışlardır. Bulundukları yerlerdeki yaşam şartlarından pek de hoşnut
değillerdir. BM bünyesinde Aralık 1949 tarih ve 149 sayılı Güvenlik Konseyi
mültecilerin dönmesi için karar çıkarılmıştır. Ancak halen bu kararda olduğu
gelecekte alınacak pek çok kararın henüz gerçekleşmediği görülecektir.
BM ilk defa ‘barış gücü’ askerlerini Filistin’de iki toplum arasında
yerleştirmiştir. İsrail Devleti, Filistin Devleti’ni tanımamakta ısrarcı olurlarken
Araplar da İsrail’in varlığının meşruiyetini kabul etmemişlerdir. İsrail kendi başının
çaresine bakabilmiş ise de İsrail’in bölgede güçlenmesini sağlayan ABD ve zaman
içinde burada gelişmelerine fırsat veren İngiltere başta olmak üzere pek çok devleti
göz ardı etmemek gerekmektedir. İngiltere’nin ve Fransa’nın Araplara verdikleri
sözleşmeleri ve anlaşmalarına riayet etmemeleri derin hayal kırıklıklarına sebep
olmuştur. Hayallerin gerçekleştirilmesi için verilen mücadeleler Arap-İsrail
savaşlarının ve çatışmalarının temelini oluşturmaktadır. Arap Devletleri, İsrail’in
bölgedeki varlığını ve Filistinlilere yaptıklarını kabul etmeyerek kurulduğu tarihten
itibaren yoketmek amacıyla mücadelelerini devamlı kılmışlardır. Ancak mesele
sadece Filistinlilerin haklarının savunulması gibi görünmemektedir. Arapların da
aralarında
bir
liderlik
mücadelesi
olduğu
aralarındaki
meselelerden
anlaşılabilmekte, Filistin meselesine bakış açılarında görülebilmektedir. İsrail’in
Arap çemberinin içinde hayatta kalabilmesi için pek çok alternatifli bir politika
izlemesi gerekmiş, Araplara karşı ürettiği politikaları Araplar arasında bazı
çalışmaların gerçekleşmesine sebep olmuştur.
Filistinli Arapların İsrail otoritelerinin
aşırı güç kullanarak yapmış oldukları
saldırıları ve cinayetleri ‘Arapları birleştirir’
beklentisine sokmuştur. Her ne kadar
Arapların aralarında genel anlamda bir birlik
ve beraberlik görüntüsünde olsalar da Filistin
konusunda beklendiği kaar bir aksiyona
dönemediği görülmektedir. Diğer taraftan
Arapların belki de kısmen birleşebildikleri tek
konu Filistin meselesi olmuştur. Arap
ülkelerinin muhtemel çekinme konularının
altında Filistin’de demokratik bir yapı
oluşması ve bunun ülkelerindeki halka
sirayet edebilmesi olarak da değerlendirenler
88
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
1
vardır. Yahudiler umumiyetle aralarındaki pek çok konuyu halletmişler ve
ülkelerinin devamlılığı için İsrail dışındaki Yahudilerden büyük destek
görmektedirler. Amerika, Avrupa ve Asya’da bulunan pek çok ülkede etkin olan
Yahudi lobileri vasıtasıyla ülkelerine destek bulabilmektedirler. Diğer taraftan
Arapların arasında yeterli birlik ve beraberliğin en azından Yahudiler kadar
olmadığı gerçekleştirdikleri politikalarından anlaşılabilmektedir. Bununla birlikte
zaman zaman beraber hareket edebildiklerini 1973-74 yıllarında petrol
meselesinde olduğu gibi unutmamak gerekir.
Kaçınılmaz olan çatışmalar iki ırk arasında 1948, 1956, 1967, 1973, 1982
ve 2006 yılı itibariyle devam etmiştir.2 Yaklaşık her on yılda bir tekrarlanan
savaşların galibi hep İsrail görünmektedir. Doğrudan savaşların bitmesine rağmen
sürtüşme ve anlaşmazlık ortamı bitmiş değildir. Filistinli Araplar bölgedeki Arap
devletlerinden
kendilerine
bekledikleri
kadar
yardımcı olamamalarından dolayı kendi başlarının
çarelerine bakmak için "intifada" olarak adlandırılan
"sivil başkaldırı"nı gerçekleştirmeye başlamışlardır.
Nitekim bu ‘başkaldırı’ ve ‘çatışmalar’ sonucu 29
Eylül 2000 ile 1 Mayıs 2006 arasında Yahudilerden
999 ölü, 642 ağır, 940 orta ve 5,263 de hafif yaralı
3
olduğu İsrail otoritelerince bildirilmiştir. Çatışmalar
neticesinde Yahudiler canından olurken pek çok
Filistinli Arap, amacı için kendini bomba haline
getirmekte,
ailesinin
İsrail
otoritelerince
öldürülmesine neden olmakta ve pek çokları da İsrail
hapishanelerinin devamlı müşterileri olmaktadırlar.
İsrail devlet bütünlüğüne ve vatandaşlarına yönelmiş her türlü şiddet hareketinin
arkasından oldukça sert askerî cevaplar vererek Filistinlileri gerek fert olarak
gerekse toplum olarak öldürmekten ve cezalandırmaktan çekinmemiştir. Bu durum
karşılıklı cinayetlerin devamlı olmasının temel nedenleri arasında yer almaktadır.
Nitekim bu kısır döngünün devamlı olmasının arkasında karşılıklı güven
bunalımının ve çatışmanın yattığı pek çok BM resmi belgelerine yansımıştır.
İsrail’in bölgede bulunması, yakın ve uzak komşuları tarafından
tanınmaması ve Arapların düşmanca tutumu nedeniyle potansiyel çatışma ortamı
sürekli var olmuştur. Geçen 60 yılın tecrübesiyle İsrail’in güvenli bir ortama yakın
zamanda ulaşamayacağını tahmin etmek hiç de güç değildir. İsrail güvenliğini
sağlamak için sahip olduğu askeri gücü her ne zaman ihtiyaç duyarsa sert bir
şekilde kullanmaktadır. Aşırı güç kullanımının arkasında yatan pek çok sebep
bulunmaktadır. Dinî, ırkî, millî ve tarihî sebeplerle Araplardan nefret edercesine
gerçekleşen öldürme faaliyetleri, Arapların da kendilerini savunmak ve topraklarına
sahip çıkmak amaçlı saldırılarına sebep olmaktadır. Böylece kısır döngü halinde
gerçekleşen saldırılar Filistinli Araplar ile Yahudiler arasında tarihi derinliklere inen
yaranın devamlı kanamasını sağlamaktadır.
Aradaki tarihi kökenleri oluşmuş çatışmaların bırakılarak birbirlerine karşı
olumlu tavır takınmaları gerekliği 1970’li yıllarda gelişmeye başlamıştır. Filistinli
Araplar, 1949 ateşkesinin dışında kalan bölgede, Batı Şeria ve Gazze şeridi,
Filistin Devleti’nin kuruluşunu ilan etmeyi planlamışlardır. Bu bölgeleri 1967 yılında
İsrail işgal etmiştir. BM’de alınan 242 ve 338 sayılı Güvenlik Konseyi Kararları’na
1
El Cezire televizyonunda Filistin meselesi ve Araplar ile ilgili hemen her gün haber bulunmaktadır.
Şubat 2008 tarihi itibariyle gerçekleştirilen programlarında benzer iddialar gündeme getirilmiştir.
İsrail’in bölgede kurulması öncesi ve sonrası ile ilgili geniş bilgi için bkz: Armaoğlu 1991; Aras 1997a-b,
1998, 2000a-b, Aykan 1999a-b, 2000; Barkey 1996a-b; Bengio 2000; Bruce 1996a-b, Bölükbaşı 1999;
Dursunoğlu 2000; EIU Country Report 2005-6.
3
http://www.mfa.gov.il/MFA/Terrorism-+Obstacle+to+Peace/Palestinian
+terror+since+2000/Victims+of+Palestinian+Violence+and+Terrorism+sinc.htm. Görüldüğü tarih 20
Şubat 2008’tir.
2
89
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
1
göre İsrail’in işgal ettiği topraklardan çekilmesi istenmiştir. İsrail’in Batı Şeria ve
Gazze haricindeki Arap bölgelerindeki işgalleri, tartışılan İsrail-Filistin meselesinin
daha da karmaşıklaştırmıştır. Durum içinden çıkılmaz bir hale gelmiş ve meselenin
uluslar arası boyutu biraz daha genişlemiştir. Nitekim bu bölgeler Golan tepeleri ile
Suriye ve Lübnan ile de güney Lübnan’da gerçekleşmiştir.
İsrail’in bölgede gerçekleştirdiği Haziran 1967 tarihinde gerçekleşen
savaştan sonra Lord Caradon adlı İngiltere’nin BM Elçisinin ilgili taraflarla
görüşerek hazırladığı 242 karara göre işgal edilen topraklardan çekilmesi istenirken
sınırlara ve bağımsızlıklara tarafların saygılı olması istenmektedir. BM kararı Mısır,
Ürdün ve İsrail tarafından kabul edilirken Suriye 1973’e kadar reddetmiştir. Libya
haricinde bütün Arap devletleri ise 1982 tarihindeki Fas Arap Toplantısı’nda kabul
edilmiştir. Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) kurulduğu 1964 tarihinden beri İsrail ile
mevcut şartlar altında barış istememektedir. FKÖ, Filistin meselesine sadece
mülteciler ile ilgili bir husus olarak ele alınmasına karşı çıkarken konunun Filistin
halkının millî hakları bakımından ele alınması gerektiğine dikkat çekmektedir.
Yasser Arafat’ın 13 Aralık 1988 tarihinde BM Genel Kurulu’nun Cenevre’deki
toplantısında yaptığı (ilki 1974) ikinci konuşmasında ‘Arapların tarihi ve millî
geçmişlerini karşılamasa da’ Filistin hakkında alınan BM’nin 242 çerçevesinde bir
anlaşmaya taraftar olmuştur. Arafat ulaşılan son durumu açıklarken İsrail’in
bölgede terör estirmesine dikkat çekmekte ve İsrail’e Arapların başarıya ulaşılana
kadar karşı koyacaklarını önemle vurgulamaktadır. Birleşmiş Milletler’de Filistin
halkının dikkate alınması ve zayıfın korunması konusundaki girişimlerinden dolayı
Filistin halkının minnettarlığını dile getirmektedir.2
1977’den 1992’ye kadar iktidarda bulunan Likud Partisi BM kararını
uygulamamış, 1982’de Sina Yarımadasından çekilmeyi ilgili BM kararının yerine
getirilmesi olarak yorumlamıştır. 1987 yılında dünya siyasi tarihine “intifada” adıyla
giren Filistin’in sivil mücadelesi devreye girmiş İsrail’in işgaline karşı Arap
mücadelesi başlamıştır. İsrail özellikle bu son gelişmelerle meselenin artık oldu-bitti
şeklinde kabul edilmesi gerektiği görüşündedir (Rashid I. Khalidi).
Mısır’ın Sina Yarımadası (1967), Suriye’nin Golan Tepeleri (1967),
Lübnan’ın güneyini işgal ederek (1978 ve 1982) bölgeye yerleşmesi meselenin
içinden çıkılmazlığını ve İsrail’in bölgede barış istemesinden ziyade genişleme
amacında ve politikasında olan bir devlet olarak görülmesine neden olmuştur.
İsrail’in durdurulması ve işgal ettiği bölgelerden çekilmesi meselesi bölgedeki
ülkelerin dış politikalarını ve içerideki meşruiyetlerini etkiler iken, gelişmeler
dünyanın diğer bölgesinde bulunan ülkeleri de eğer doğrudan değilse bile dolaylı
olarak etkilemiştir. İsrail ‘barış için toprak’ politikasıyla Sina Yarımadası ve
Lübnan’dan çekilirken Golan’daki işgali devam etmektedir. Aynı zamanda Golan
tepeleriyle ilgili görüşmeler devam ederken, İsrail, Filistinli ‘terörist’lerin saldırılarına
1
BM Güvenlik Konseyi’nin 242 sayılı kararı 22 Kasım 1967 tarihinde alınmıştır. Bölgedeki bütün
devletlerin güvenlik içinde yaşayabilmeleri için adaletli bir kalıcı barış için savaşla işgal edilmiş olan
bölgelere girişin temini gerekmektedir. BM üyelerinin BM kararlarını oluşturan ikinci maddesine uygun
hareket etmeleri beklenmektedir. İsrail’in işgal etmiş olduğu topraklardan çekilmesi gerekmektedir.
Bölgede bulunan her ülkenin kanunî olarak belirlenmiş sınırlarına karşılıklı kabul, saygı ve istekte
bulunmadan güvenlik içinde sınırları içinde yaşayabilmeleri gerekmektedir. Bölgedeki uluslar arası sular
serbestçe kullanılacaktır. Bölgedeki mülteciler ile ilgili meselelerde ise, her ülke kendi siyasi ve toprak
bütünlüğüne sahip olarak devamlılığı sağlanmalı ve askerî olmayan bölgeler oluşturulması
gerekmektedir. Bölgede barış ve güvenliğin sağlanabilmesi, ülkeler arası huzur ve güven amaçlı
çalışmak için Genel Sekreter tarafından özel temsilci atanması gerekmektedir. Özel temsilcinin
çalışmalarının tamamlanmasından sonra raporlar Genel Kurul’a Genel Sekreter tarafından verilmesi
gerekmektedir (UN Documents: http://globalpolicy.igc.org/security/issues/israel-palestine/docindex.htm).
Güvenlik Konseyi’nin 22 Ekim 1973 tarihinde S/RES/338 numaralı karar alınmıştır. Bütün taraflar 1973
yılında savaş durumunda bulundukları yerlerde ateşkes yapmaları istenmiştir. Ateşkesin sağlanmasıyla
birlikte 242’nin uygulanmasına geçecektir. Kararların hemen uygulanmaya konulması için karar
kılınmıştır. 338 sayılı karar 1747nci oturumunda 14 oyla kabul edilmiştir.
2
(http://globalpolicy.igc.org/security/issues/israel-palestine/docindex.htm
21
Şubat
2008’de
görülmüştür).
90
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
engel olmak amacıyla Berlin utanç duvarından sonra en büyük ve kapsamlı
modern duvarı inşa etmiştir. İşgal altındaki Filistin topraklarına duvarın yanında
Yahudi yerleşim yerleri inşa etmektedir. Duvar inşa edildiği yerlerde pek çok
mağduriyetlere sebep olmaktadır. Filistinlileri ve yerleşimlerini birbirinden ayırabilen
duvar inşası, BM’in 242 ve 338 sayılı kararları ile ilgili meselenin daha da
karmaşıklaşmasına neden olmuştur. Saldırılar ve karşı saldırılar birbirini takip etmiş
bölgedeki çatışmalar artmıştır. BM Güvenlik Konseyi meselenin kapatılması için
etkin bir rol alamamasının altında ABD’nin İsrail tarafında tutum ve tavırları etkili
olmuştur. Bölgede etkin bir gelişmenin olabilmesinin altında ABD ve diğer etkin
güçlerin meselenin çözümü için uğraşmaları gerekmektedir. Halen bölgede var
olarak değerlendirilen “barış görüşmeleri” sorunlarının belli başlıları: İsrail işgalleri,
Yahudi yerleşimleri, yeni yerleşim için binaların yapımları, İsrail güvenlik duvarı,
Kudüs üzerine hakimiyet meselesi ve paylaşımı, 3.7 milyon Filistinli mültecinin
dönmesi meselesi ve tazminat meseleleri belli başlı olanlarıdır.
BM Genel Kurulu’nda alınan 194 numaralı karara göre, Filistinli mültecilerin
Filistin’e dönebilmeleri garanti altına alınmıştır. Bu uluslararası hukukun gereklerine
uygun olarak 3.7 milyon mültecinin topraklarına dönebilmelerini, vatandaşlık ve
yerleşim imkanlarının sağlanması ve tazminatlarının uygun bir şekilde ödenmesi
gerekmektedir. Kalıcı bir barış için Araplar bunu şart olarak görmektedirler.
Haritada da gösterildiği üzere mültecilerin büyük çoğunluğu komşu Ürdün, Suriye,
Lübnan başta olmak üzere Arap ülkelerinde bulunmakta ve insanlık dramı yıllardır
yaşanmaktadır. Arap ülkelerinin ekonomilerine ve siyasi tutum ve davranışlarına
doğrudan olmasa da dolaylı olarak mülteciler etki etmektedirler. Nitekim İsrail
zaman zaman mültecilerin kamplarına yönelik saldırılar gerçekleştirmektedir.
Lübnan’da bulunan Şatilla kampında yaşanan katliam sadece Lübnan’ı etkilemiş
değildir. Bölgedeki gerek İsrail tarafından gerçekleştirilen gerekse Filistinliler
tarafından icra edilen cinayetler GbAÜ’de siyasi, ekonomik ve insanî meseler
ortaya çıkarmaktadır. Bu da bölgedeki İsrail varlığının komşu ülkelere olumsuz
olarak yansıması anlamına gelebilmektedir.
BM Genel Kurulu ve Güvenlik Konseyi’nde İsrail-Filistin Meselesi
İsrail’in Batı Şeria, Gaza ve Doğu Kudüs’ü işgali, işgal edilen yerlerde
Filistin Devleti’nin ilan edilmesi, İsrail-Filistin çatışmasının önemli sebepleridir. BM
Güvenlik Konseyi’nin en büyük ve başta gelen görevi milletlerarası meselelerin
çözülmesi ve muhtemel çatışmaların önlenmesi iken İsrail-Filistin çatışmasını bir
türlü halledememiştir. BM Genel Kurulu’nun aldığı kararlar yaptırımı olmayan
tavsiye niteliğindeki görüşlerdir. İsrail ve ABD, BM’i Filistinliler tarafında olmakla
suçlamaktadırlar. Diğer taraftan Güvenlik Konseyi’nin, eğer üye ülkeler karşılarına
çıkabilecek ABD ve İsrail’in karşıtlığına cevap verebilecek durumda olurlar ise, bir
kıpırdamada bulunabileceklerdir. BM, Güvenlik Konseyi’nin etkisizliği karşısında
pek de etkili olamayan bir takım
girişimlerde bulunmuştur. Güvenlik
Konseyi’nden gerekli yaptırım ve etkili
bir sonuç alınamaması üzerine BM,
Uluslararası Adalet Divanı’na (UAD)
müracaat ederek İsrail’in inşa etmekte
olduğu “Ayırıcı Duvar” ile ilgili hukukî
görüşünü istemiştir. UAD, 9 Temmuz
2004’de ulaştığı kararını bir görüş
olarak BM’e bildirmiştir. Görüş duvarın
uluslararası hukukî anlaşmalara aykırı
kanunî olmayan bir engel olduğu
yönünde çıkmıştır. BM ve Güvenlik
Konseyi’nin UAD’nın kararlarını dikkate alması ve uygulmaya konması uluslararası
hukukun bir gereği olduğu ortaya çıkmıştır. Ancak mesele Genel Sekreter’in özel
91
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
temsilcileri vasıtasıyla çözülmeye çalışılmaktadır. Bu konunun detayına girmeden
önce buraya nasıl gelindiğine kısaca bakmakta fayda vardır.
18 Aralık 1992 tarihli Güvenlik Konseyi’nin (GK) 3151 sayılı toplantısında,
1
daha önce GK tarafından alınan kararlara atıflar yapılmaktadır. İsrail’in işgal ettiği
yerlerdeki mültecilere ilişkin kararlar alınmıştır. Lübnan’da işgal edilen topraklardan
İsrail’in çekilmesi ve mülteci haline gelen insanların evlerine dönmesine izin
verilmesi talep edilmektedir. Yerlerinden edilen insanların evlerine dönme hakkını
kullanmaması halinde, gereken hukukî haklarının verilmesinin temini istenmektedir.
BM’den Filistin meselesinin halli konusundaki ilgili taraflar ile görüşmeleri
gerçekleştirmek için özel bir temsilci gönderilmesiyle ilgili karar alınmıştır.
Güvenlik Konseyi’nin 7 Ekim 2000 tarihli 4205 sayılı oturumunda 1322
sayılı karar alınmıştır. Karar, İsrail’de Yahudiler tarafından işlenen (80) cinayetlerin
durdurulması, kullanılan aşırı ve orantısız güce devam edilmemesi ile ilgilidir.
BM’de alınan kararda, insan hayatıyla sona eren çatışmaların önlenmesi için
girişimlerde bulunması için Genel Sekreter’in bölgeyi yakından takip etmesi ve
kalıcı barış ve güvenliğin sağlanması için gereken adımları atmasına istenmiştir.
12 Mart 2002 tarihli 1397 sayılı Güvenlik Konseyi kararı 14’e karşı bir
çekimser oy ile kabul edilmiştir. İsrail ve Filistin’in iki devlet olarak yan yana
yaşadığı (daha doğrusu yaşaması istemi) kabul edilmektedir. Karar, Filistin’de
meydana gelen çatışmalara dikkat çekerek, toplumlararası çatışmaların önlenmesi
için azami dikkatin sarfedilmesi gerektiğinden bahsetmektedir. Bölgedeki
meselenin çözümü için ABD’den, Rusya Federasyonu’ndan, AB’den ve BM’den
birer koordinatör atanarak kalıcı, kapsamlı ve adaletli bir barış için çalışmaları
istenmiştir. İsrail-Filistin meselesindeki tarafların şiddeti durdurması ve ilişkilerin
(Tenet Çalışma Planı ve Mitchell Raporu) dikkate alınarak çalışılması, taraflardan
ve mümkün olan her kesimden yardımların olması yönünde istemde
bulunulmaktadır.
İsrail işgal etmiş olduğu Batı Şeria’da, Gazze’de ve Doğu Kudüs’te
güvenliğini öne sürerek kendince uygun gördükleri yere duvar inşa etmektedir.
Resimlerde ve şemalarda görülen duvar ile ilgili Araplardan ve dış dünyadan çeşitli
tepkiler verilmiştir. Gazetelere, tv programlarına konu olan duvar inşaatı, arkasında
bıraktığı insanî dramlar ile dile getirilmiştir. Konu, 5 Temmuz 2005 tarihinde 10ncu
Acil Özel Toplantı’da 5nci ajanda başlığı altında bir raporda incelenmiştir. Raporda
İsrail’in inşa etmiş olduğu duvardan bahsedilmektedir. İsviçre’nin BM daimi
temsilcisi tarafından hazırlanıp 30 Haziran 2005 tarihi itibariyle BM Genel Kurulu’na
sunulan bildiride İsrail’in bölgede yaptıkları ve bölgedeki gelişmeler geniş bir
şekilde ele alınmıştır (0540999 (E) 120705 130705 UN A/ES-10/304).
BM belgelerine yansıyan durumların, umumiyetle İsrail’in Yahudilere
tanınan alanın dışına çıkarak Filistin topraklarını işgal ettiği, işgal altında bulunan
topraklarda aşırı güç kullanarak insanların yaş ve cinsiyet ayrımı yapmaksızın
uluslararası hukuk ve insan hakları ihlalleri yaptığı beyan edilmektedir. Aynı şekilde
Filistinli Arapların da İsrail’de intihar eylemleriyle İsraillileri hedef aldıkları, can ve
mal kaybına neden oldukları, bu insani kayıplara neden olan eylemlerin kınandığı
ve derhal durdurulması istemleri sık sık belgelere yansıyan istekler ve tavsiyeler
2
olmaktadır.
Uluslararası Adalet Divanı (International Court of Justice) ve
“Güvenlik Duvarı”
1
607 (1988), 608 (1988), 636 (1989), 641 (1989), 681 (1990), 694 (1991) ve 726 (1992).
A/RES/ES-10/8, 20 December 2001, 10ncu acil özel oturum, 5nci ajanda konusu, Genel Kurul
tarafından alınan karar. Bu kararda aynı zamanda Güvenlik Konseyi’nin 7 Ekim 2000 tarihinli 1322
(2000) sayılı kararına da atıf vardır. 5 Aralık 2001’de bir Dördüncü Genova Konvensiyonu olarak
tarafların yayınladıkları bir deklarasyon bulunmaktadır.
2
92
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
UAD, 9 Temmuz 2004’de 131 sayılı kararı ile inşa edilmekte olan duvarın
hukukî durumu ile ilgili bir görüş bildirmiştir. Bu duvarın her ne kadar İsrail’in
‘halkının güvenliğini sağlamaya yönelik bir girişim’ olarak göstermesine rağmen
durumun söylenenden daha vahim olduğuna dikkat çekilmiştir. Duvar ile işgal
altındaki Filistin topraklarında yaşayan Filistinlilerin en temel insan haklarının gasp
edildiği ve engellendiğine dikkat çekilmektedir. Mesele aslında sadece İsrail ve
Filistin arasında gerçekleşen bir çatışmadan ziyade, doğrudan BM ilgilendiren bir
insanlık meselesi olduğuna işaret edilmektedir. İnsanlık ile ilgili bir konu olduğu için,
verilen kararın da her hangi bir devlet ya da kimliğe karşı değil, umumî mahiyette
BM Genel Kurulu’na sunulan genel bir görüştür. Kararda bildirilen görüş daha önce
uluslararası anlaşmalar ve sözleşmeler gereği varılan yazılı belgelere istinaden
1
alınmıştır.
İsrail tarafından inşa edilen duvar, sınırları içine aldığı toprakları “fait
accompli” olarak bir “oldu-bitti”ye getirerek millî sınırlarının içine temelli almaktadır.
Bu da, topraklarda oturan Filistin halkının en tabii hakları olan ‘kendini ifade etme
ve yönetebilme hakkı’ elinden alınmaktadır. Filistinlilerin sahip olduğu malların
ellerinden zorla alınması ve haklarının gaspedilmesi anlamına gelmektedir.
İnsanların seyahat özgürlüğünü, çalışma haklarını, sağlık, eğitim ve temel insanî
hayat şartlarının engellenmesine neden olmaktadır. Duvar aynı zamanda
Filistinlilerin nüfus yapılarını askerî önlemlerle zora müracaat ederek
değiştirmektedir. İsrail’in ‘güvenliği için inşa ettiği duvarın’ iddia edildiği gibi
güvenlikle ilgili olmadığı ve uluslararası hukuka aykırı olarak inşa edildiği yönünde
karara varılmıştır.
İsrail’in inşası neticesinde duvarın meydana getirdiği olumsuz şartların ve
zararlarının telafisinin yapılması gerektiği ile ilgili karar kılınmıştır. Kararın
oluşturulması sürecinde, mahkeme BM bağlı üyelerin görüşleri başta olmak üzere
pek çok devlet temsilcisi ve uluslararası hukuk uzmanlarının görüşlerine müracaat
edilmiştir. BM üyelerinden pek çok devlet İsrail’in inşa etmekte olduğu duvarın
uluslararası barış ve güvenliğe tehdit oluşturduğu yönünde kanaat ile BM’e
müracaat etmişlerdir. Duvarın inşası ve arkasından bununla ilgili gerçekleşen
bölgesel ve uluslararası yaklaşımlar ve tutumlar meselenin, sadece İsrailli
Yahudiler ve Filistinli Arapların sorunu olmayıp “uluslararası politik” bir mesele
olarak da görülebileceği anlaşılmaktadır. Uluslararası Adalet Divanı’nın vermiş
olduğu kararda da bununla ilgili çıkarım mevcuttur. Meselenin görüşülerek
çözümlenmesi gerekmektedir.
UAD her konuda her zaman kanunî bir görüş beyanetme zorunluluğu
olmadığını örneklerle açıklamıştır. Diğer taraftan kendisine müracaat edilen bu
konuda, görüş verebilmesinin kendince geçerli sebeplerinin yine kuruluşun kanunî
maddelerinde bulunması gerekmektedir. Duvarın inşaatı için İsrail’in ve Filistinlilerin
görüşleri ve yaklaşımları kendilerine fayda ya da zararlarına göre farklılık
taşımaktadır. Tartışılan duvar meselesi başta olmak üzere, Filistin meselesi ortaya
çıktığı ilk manda döneminden meselenin çözümüne kadar BM’i doğrudan
ilgilendiren bir konudur. Filistin meselesinin çözümü için BM çeşitli organizasyonlar
yapmış çalışmalar gerçekleştirmiştir. Meselenin hassaslığının farkında olan UAD
kararlarını verirken tarafsız bir görüş bildirmek için azami gayret sarfetmiştir.
Ulaşılan karar ve görüşün taraflar arasındaki görüşmelere temel olan “yol haritası”
olarak nitelendirilen barış görüşmelerini etkilemek niyetinde olmadığı UAD
1
Uluslar arası İnsan Hakları Kanunu, Dördüncü 1907 Hague Sözleşmesi Eki Kuralları, 1949 Dördüncü
Cenevre Sözleşmesi, Dördüncü Cenevre Sözleşmesi’nin İşgaledilmiş Filistin Topraklarıyla ilgili bölümü,
İnsan Hakları Kanunu, Uluslararası Sivil ve Siyasi Haklar Sözleşmesi, Uluslararası Kültürel, Sosyal ve
Ekonomik Haklar Sözleşmesi, Çocuk Hakları Sözleşmesi, Uluslararası İnsani Kanun ve İnsan Hakları
Kanunu, Millî Sınırlar haricindeki İnsan Hakları Uygulmaları’dır.
93
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
tarafından bildirilmiştir. ‘Son kararın taraflar arasında gerçekleştirilen görüşmeler ile
sonuçlandırılması gerektiği’ görüşü mahkeme tarafından ifade edilmiştir. UAD
kararını verirken olayın bütün politik yönünü ve hassaslığının farkında olarak
görüşmeleri ve tarafları etkileme niyetinde olmadığını belirtmiştir. BM Genel
Kurulu’nun UAD’dan sorduğu sorusuna uluslararası anlaşmalar çerçevesinde
tarafsız bir görüş sergilemek zorunda olduğu belirtilerek azami hassasiyetin
gösterildiği belirtilmektedir.
İsrail, mahkemenin duvar meselesi ile ilgili karar vermeye yeterli bilgi, belge
ve yetkiye sahip olmadığını savunmuştur. Duvarın İsrail’in güvenliğindeki yeri ve
öneminin tam olarak kavranmadan, Filistinlilerin hayatındaki yeri tam olarak tespit
edilmeden bir karara varılamayacağını ileri sürmektedir. İleri sürülen hususlarda
‘İsrail’in gerekli bilgi ve belgeye sahip olduğu, ancak mahkeme ile paylaşmaya
niyetinin olmadığı’ mahkemeye İsrailli yetkililerce belirtilmiştir (parağraf 55). Ancak
mahkeme gerek BM’den gerekse konuyla doğrudan ilgili tarafların temin ettikleri
yazılı bilgi, belge ve raporların konuyu en ince detaylarıyla açıkladığı İsrail’in
güvenlik ile ilgili verdiği bilgilerin ise zaten bilindiği, muhtemelen verebilecek olduğu
başkaca pek fazla bir bilgi olmadığı yönünde karar kılmıştır (57-58). Konuyla ilgili
verilecek kararın nasıl kullanılacağının bilinmediği İsrail tarafından iddia edilirken,
duvarın yıkılması ve kanunlara aykırı olduğu ile ilgili karar verilmesi de İsrail
karşıtlarınca talep edilmiştir (59). Diğer taraftan, BM, UAD’nın ulaşacağı görüşünü
ne yönde kullanacağına kendisi karar verecek olduğu UAD’nınca beyan
edilmektedir (61). Mahkemenin kararı ‘her hangi birine ya da bir şeye faydalı olsun
ya da zararlı olsun’ diye değil kendisine fikir sorulduğu için hukukî görüşün beyan
edileceği ve zorunluluğu vardır (62). İsrail meseleyi UAD’ında görüştürmemek
suretiyle yapmakta olduğu kanunsuz durumu güçlendirmeye çalışmaktadır.
Böylece BMGK’un isteğini UAD’nın çevirdiğini söylemek suretiyle yanlışını
onaylattırmak istemektedir. Bu görüş UAD’nın kararını belirten görüşün 63ncü
parağrafında belirtilmiştir. Ancak verilen görüş her hangi bir devlete değil sadece
BM’e olacaktır (64).
Duvarın kendisi ile ilgili yorumlayanların dinî, ırkî, millî ve hukukî
durumlarına göre farklılıklar taşımaktadır. Her hangibir konunun üzerinde meydana
gelebilecek farklı görüşler aynı şekilde inşa edilmekte olan “duvar” içinde
kullanılmıştır. İsrail’e taraftar olanlar ile karşısında olanların yorumları ve verdikleri
isimler politik duruşlarını ve meseleye nasıl yaklaştıklarını da göstermektedir. İsrail
inşa ettiği duvarı bir güvenlik çiti “fence” olarak değerlendirirken BM Genel
Sekreteri bariyer “barrier” demek suretiyle duvarın sadece fiziki bir görüntüden
ziyade başka anlamlarının da olduğuna dikkat çekmektedir. Aynı zamanda
mümkün olduğunca orta yoldan gitmek suretiyle tarafsız bir tutumda görünmeye
çalışılmaktadır. Gerçekten duvar, İsrail için ‘güvenlik ve topraklarını belirleme’
olarak değerlendirilebilirken Filistin tarafında ‘işgal edilen toprakların çevrilmesi ve
Filistinlileri ölüme mahkum eden “hapishane duvarı” olarak değerlendirilmektedir.
Uluslararası tutum ise yine ülkelerin Filistin meselesindeki tutum ve davranışlarına
göre değişebilmektedir.
Mahkeme duvarın uluslararası hukuka aykırı olup olmadığı ile ilgili bir
karara varmak için ilgili antlaşmaları ve hukuk kurallarını incelemiştir. UAD
meselenin tarihi gelişimini, Birinci
Dünya Savaşı’ndan Büyük Britanya
Krallığı mandaterliğine geçişini ve ilgili
tarihleri vermiştir. “İngiltere’nin BM
müracaatla 1 Ağustos 1948 itibariyle
bırakma talebini BM görüşmüş ve 181
(II)
karar
kılınmıştır.
Arapların
reddetmesi üzerine 14 Mayıs 1948’de
Yahudiler kendi devletlerini ilan
etmişlerdir. Çıkan savaş neticesinde
94
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
plan uygulanamamıştır. BM 16 Kasım 1948 tarihinde 62 (1948) taraflar arasında
ateşkes için karar almış taraflar ancak 1949’da ateşkes antlaşmasına ulaşmıştır.
İsrail ve Ürdün arasında Rodos’ta 3 Nisan 1949 tarihinde bir anlaşma yapılmıştır.
Antlaşmanın 5 ve 6ncı maddelerinde belirtilen yeşil renkli çizgi nedeniyle “Yeşil
Hat” olarak belirlenen sınırlar iki tarafın sınırlarını oluşturmuştur.
1967 yılında çıkan savaşta İsrail belirlenen Yeşil Hat’tı geçerek Batı
Şeria’yı da içine alan bölgeleri işgal etmiştir. BM 22 Kasım 1967’de 242 (1967)
sayılı kararıyla işgal edilen yerlerden çekilmesiyle ilgili karar almıştır. İsrail’in
işgaline devam etmesi ve Doğu Kudüs ile ilgili statü değişikliğine gitmesinden
dolayı 25 Eylül 1971 tarihinde 298 sayılı karar ile değişiklik kabul edilmemiştir. Aynı
şekilde BMGK’nin 20 Ağustos 1980 tarihinde 478 sayılı karar ile de İsrail’in
Kudüs’ü bütün ve tam olarak başkenti olarak ilan etmesini kabul etmeyerek
uluslararası hukuka aykırı olduğunu ilan etmiştir. 26 Ekim 1994 tarihinde İsrail ve
Ürdün arasında Barış Antlaşması imzalanmış ve sınırlar Mandaterlik dönemindeki
sınırlar olmuştur. İsrail ve FKÖ arasında 1993’den beri pek çok anlaşma yapılmış
ise de İsrail anlaşmaların gerekleri tam ve eksiksiz yerine gelmesini
engellemektedir.” UAD’nın kararına kadar geçen sürede taraflar arasında
gerçekleşen anlaşmalar ile İsrail her ne kadar toprak elde etmiş isede son durum
taraflarca kabul edilmemiştir. Dolayısıyla İsrail Filistin’de elde ettiği topraklarda
işgalci durumunda olup UAD bu yönde fikir beyan etmiştir.
BM Genel Sekreteri’nin raporundan anlaşıldığına göre, İsrail Hükümeti
1996’dan beri İsrail’e merkezden ve Batı Şeria’dan Filistinli girişlerini engelleme
peşindedir Bununla ilgili kabine ilk defa 2001 toplanmış ve engelleme için girişimde
bulunulmasına karar verilmiştir. Engellemenin şekli konusunda 14 Nisan 2002
tarihinde duvar şeklinde bir inşaata karar verilmiştir. İsrail’in “Güvenlik Çiti”
(Security Fence) olarak adlandırdığı duvar, 80 kilometre uzunluğunda olmasına
karar kılınmıştı. Daha sonra proje genişletilerek 23 Haziran 2002’de Batı Şeria’ya
yapılan duvarın Doğu Kudüs’ü de yapılmasına karar verilerek genişletilmiştir. 14
Ağustos 2002 tarihinde A bölümü olarak adlandırılan inşa kompleksi, 123 km
uzunluğunda Batı Şeria’nın kuzeyinde inşa edilmiştir. Duvar, Jenin’in kuzeyinde
bulunan Salem kontrol noktasından Elkana yerleşim birimine kadar devam
ettirilmiştir. B Bölümü olarak adlandırılan birim ise, Aralık 2002’de inşasına karar
verilmiş Salem kontrol noktasından Beth Shean’aya doğru 40 km olarak
planlanmıştır. 1 Ekim 2003’de İsrail kabinesinin aldığı kararla Batı Şeria’nın
tamamına 720 km “güvenlik duvarı” inşa edilmesine karar verilmiştir. Bu duvarın
kapsamı, uzunluğu ve şekli 23 Ekim 2003’de İsrail Savunma Bakanlığı’nın
sitesinde gösterilmiştir. C Bölümü olarak adlandırılan kuzey-batıyı Kudüs’e
bağlayan kısım ise, A Bölümünün güney ucundan Elkana’ya bağlayan bir duvar
olarak planlanmıştır. Duvarın bu bölümü 115 km olarak Har Gilo yerleşiminden
Kudüs yakınından Carmel yerleşimine, Hebron’un güney-doğusuna (D Bölümü’ne)
kadar uzanmaktadır. Ürdün’ün dağlık kesimine de bu duvardan inşa edilmesi
planlanmıştır.
A Bölümü kapsamında 150 km’lik bir duvar, 31 Temmuz 2003 tarihi
itibariyle tamamlanmıştır. Bu duvar 56,000 Filistinliyi çevrelemektedir. Kudüs’ü
çevreleyen 19.5 km’lik bir duvar da Kudüs çevresine inşa edilmiştir. Kasım 2003’de
başlayan Nazlat Issa Baka al-Şarkiya’nın batı hattına doğru, Yeşil Hat boyunca
95
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
devam eden bir duvar da, 2004 itibariyle tamamlanması planlanmıştır. Duvar ile
ilgili pek çok yorum, eleştiri ve teşvik tarzında değerlendirmeler yapılmıştır. Duvarın
inşasının büyük çoğunluğu tamamlanmış veya bazı küçük değişiklikler yapılmıştır.
Duvar elektronik tarayıcılar ile donatılmıştır. Yüksekliği 1.2 metreden 4
metreye kadar yapılmıştır. Çift şeritli asfalt kontrol yolu yapılmış, duvara paralel
olarak ayak izlerini belirleyebilecek kumlu yüzeyler ilave edilmiştir. Güvenlik duvarı
ya da çiti olarak adlandırılan bariyer altı kısımdan oluşan bir kompleks şeklinde
inşa edilmiştir. Bu kompleks 50 m. ile 70 metre genişliği arasında yapılmasına
rağmen bazı yerlerde de 100 metreye kadar çıkabilmektedir.
Duvarın özellikle Kudüs bölümünün kapladığı alan 975 km2 olup, Batı
Şeria’nın %16.6’ını oluşturmaktadır. Bu bölgede 237,000 Filistinli Arap
yaşamaktadır. Planlar tamamlandığında 160,000 Filistinli daha çember içine
alınacaktır. Yeşil Hat ile Duvar arasında yaşayan İsrailli Yerleşimciler 320,000 olup,
bunun 178,000’nin Doğu Kudüs’te yaşadığı bildirilmektedir. Bu duvarla çevrili
bölgeye, İsrail otoritelerince, sadece çevrili bölgede oturanlara verilen “oturma izni”
ile giriş çıkış yapılabilmektedir. Verilen izinlerin çoğunluğunun kısa süreli olduğu
bildirilmektedir. Yeni yerleşime izin verilmemekte ve kontrolden geçenler
girebilmektedir. Kanunla izin verilen kişilerin giriş ve çıkışları kontrol altında ve
belirli saatlerde gerçekleştirilmektedir. Aslında bu bir tür bütünleştirilmiş toplam bir
cezalandırma olarak değerlendirilebilmektedir.
UAD, İsrail’in kendi sınırları haricindeki işgal ettiği topraklardaki
hareketlerinden ve yaptıklarından sorumlu tutulup tulamıyacağını sorgulamış ve
sorumlu tutulabileceğine karar kılmıştır. İsrail otoriteleri, işgal ettikleri yerlerde
bulunan Yahudi yerleşimcilerinin ilk öğrenimi başta olmak üzere, insanların bazı
haklarını tam olarak sağlamadığından devlet olarak sorumlu tutulmaktadır. İsrail’in
verilerine atıflar yapılarak, işgal altındaki bu bölgelerde bulunan Filistinlilere hiç
değinilmediği, dolayısıyla Filistinlilerin haklarına riayet edilmediğine dikkat
çekilmiştir. Burada sadece işgal ettiği halkların siyasi, insanî ve kültürel haklarını
çiğnemekle kalmamış aynı zamanda bölgeden sorumlu olan Filistinli otoritelerin de,
adı geçen haklarını teminini engellemiştir. Divan, İsrail’in engelleme ve vermeme
gibi bir hakkının olmadığına (112), bilakis uluslararası hukuk çerçevesinde bizzat
takipçisi olarak, eğitimin ücretsiz olarak teminini sağlaması gerektiği yönünde karar
kılmıştır. ‘Duvar, Filistinlilerin hareketini ve yönetim hakkını elinden almakla
kalmamış, aynı zamanda İsrail otoriteleri Yahudi yerleşimlerini artırmak suretiyle
toprak elde etmekte ve işgalini sürdürerek genişletmektedir’
denilmiştir.
İsrail, inşa edilmiş duvarı sadece Batı Şeria ve Gazze
bölgesinden yönelen tehditleri önlemeye yönelik bir “güvenlik
çiti” olarak göstermektedir. Çitin kesinlikle ‘toprak elde etme
amacında olmadığını, her ne kadar büyük ekonomik
harcamalara mal olmuş ise de, her hangi bir politik anlaşma
sağlanırsa yıkılıp kaldırılabileceğini’ taahhüt etmektedir.
İsrail’in BMGK’ne daimi temsilcisi tarafından konuyla ilgili
taahhüt 14 Ekim 2003 tarihinde verilmiştir. “Terörün bitmesi
halinde çite gerek yoktur” demektedirler. Bunu 20 Ekim ve 8
Aralık 2003’de de tekrar etmişlerdir.
İsrail ve Filistin arasındaki barış sürecinde, Yitzhak
Rabin ile Yasser Arafat arasında 9 Eylül 1993 tarihinde
mektup değişimi gerçekleşmiştir. İsrail Filistin halkının temsilcisi olarak FKÖ’nü
kabul ederken, FKÖ de, İsrail’in barış ve güvenlik içinde var olmasını
tanıyacaklarını ilan etmişlerdir. 28 Eylül 1995 tarihli İsrail-Filistin Anlaşması bir
birlerinin varlıklarını ve meşruiyetini tanıdıklarının ifadesi olmuştur. Adalet Divanı,
İsrail’in hiçbir şekilde işgal etmiş olduğu yerlerdeki Filistinlilerin bir yerden başka bir
yere taşınmalarına ya da zoraki göçe tabi tutamayacağını belirterek, İsrail’in
96
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
uluslararası hukuka aykırı davranışta bulunduğunu belirtmektedir (120). Duvar, her
ne kadar İsrail tarafından geçici bir güvenlik için yapıldığı iddia edilse de, tarafların
iddiaları dikkate alınırsa, duvarların devamlı bir sınır olarak kalabileceği yönünde
bir kanaat mevcuttur. Bu bir tür oldu-bitti şekline getirilmiş sınır belirleme olarak
kalabilecektir. Yahudi yerleşmecilerin toplam 320,000’i (bu rakam %80’ini
oluşturmaktadır) duvarlar içinde yaşamaktadır. Duvarın inşasıyla 237,000 Filistinli
doğrudan etkilenmiş ve 160,000 Filistinli ise duvar ile çevrelenmiştir. İsrail, duvar ile
Yahudilerin olduğu kadar özellikle Filistinlilerin haklarını ihlal etmektedir (122).
Uluslararası anlaşmalarda kendini bulan, ‘yerel yönetimlerin devam etmekte olan
uygulamalarına ve mal-mülk edinme haklarının ihlal edilemeyeceğiyle ilgili
kanunların da’, İsrail tarafından ihlal edildiği belirtilmektedir. İsrail normal olmayan
bir şartta kurulmuş olması ve işgal ettiği topraklar dahil olmak üzere sınırlarının
içinde bulunan bütün Filistinlilerin haklarına riayet etmek zorundadır (127). Ülke
olarak İsrail’in kendisi ve vatandaşları, çevresindeki Arap devletleri başta olmak
üzere pek çok devletin ve örgütün doğrudan ya da dolaylı olarak tehdidi altındadır.
İsrail’in ‘dinî ve millî kültürel alanların ilgililerine açık tutulması gerektiği
1878 Berlin Antlaşması’ndan başlayarak belirlendiği dolayısıyla devam ettirilmesi
gerektiği yönünde karar kılınmıştır (129).
Qalqiliya isimli şehir 40,000 kişilik nüfusuyla
tamamen duvarların içinde kalmıştır. İsrail askerinin
kontrolündeki tek kapısı sabah 07:00’den akşam 19:00’a
kadar açık olup, sair zamanlarda her türlü giriş ve çıkışa
yasaklanmıştır. Bu durum uluslararası anlaşmalarda yerini
bulan insan haklarına aykırı olduğu, İnsan Hakları
Komisyonu Özel Raportörü John Dugard tarafından
bildirilmektedir (133). 22 Ağustos 2003 tarihli (A/58/311)
İsrail’in, Batı Şeria’da uyguladığı metotlarla ilgili verilen
raporda 100,000 dönüm (10,000 hektar) tarım için en
elverişli arazileri işgal ettiği ve askeri amaçları için
kullandığı belirtilmiştir. Filistinlilerin yaşamaları için gerekli
olan iş alanları, tarım arazileri, meyve bahçeleri ve yaşamları için gerekli pek çok
unsuru engellemiştir. Bu durum, bölgedeki Filistinlileri etkilediği gibi, komşu
ülkelerde bulunan Filistinlileri de doğrudan ya da dolaylı olarak etkilemektedir. İnşa
edilmiş duvarın aynı zamanda bölgede en verimli alanları içine aldığı ve su
kaynaklarını da içine alacak şekilde inşa edildiği belirtilmektedir. İnşa sırasında
bölgedeki pek çok ağacın da yokedildiği raporlara girmiştir.
Duvar insanları temel ihtiyaçlarından ve arazilerinden uzaklaştırmakla
kalmamıştır. Aynı zamanda insanların sağlık, eğitim ve enerji kaynaklarına
ulaşımını da engellemiştir. 30 yerleşim biriminin sağlık hizmetlerine, 22 okula, 8 su
ve 3 elektrik kaynağına ulaşımı engellenmiştir. Duvar ile İsrail, Batı Şeria’da
bulunan su kaynaklarını %51’ini kendi sınırları içine almaktadır. Qalqiliya
örneğinden gidilerek bölgede inşa edilen duvar sonrasında 600 dükkan kapanmış,
8,000 civarında insan göç etmiş, sağlık bakımından %40 oranında da sıkıntı
artmıştır (133). Bu rakamların ifadesi, bir bölgede gerçekleştirilen duvarın diğer
tarafları da etkilediği, Filistinlilerin öfkesini artırırken çevre ülkelerdeki Filistinli
mültecilerin çoğalmasına neden olmuştur. Yurt dışından Filistinlilere gönderilen
yardımlar yeterli olmamakta ve zaman zaman da ilgililere ulaşamayabilmektedir.
Bu, aynı zamanda Filistinlilerin uzun zamanda yardımlarla geçinen bir toplum
haline gelmesine neden olurken, sürekli çatışma ve cinayetlerin işlendiği bir savaş
ortamında yetişen yeni neslin gelecekte sağlam bir toplum oluşturmasını da
engellemektedir.
Sonuç
Adalet Divanı’nın kararına göre, ‘duvar, işgal altındaki Filistin halkının temel
haklarını ve ihtiyaçlarını engellemektedir. İsrail her hangi bir devletten beklenen
97
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
ekonomik, sosyal ve kültürel haklarla ilgili tutum ve davranışlarda Filistinlilere
muamelede bulunmamaktadır. İnşa edilen duvarın güvenlik sebebiyle yapıldığının
kabülü mümkün görünmemektedir. Zira inşa edilen alanlar ve sonuçları dikkate
alındığında,
Filistinlilerin
haklarının
verilmemesine
ve
yaşamalarının
zorlaştırılmasına yönelik olduğu görülmektedir. Temel insan hak ve hürriyetlerinin
kısıtlandığı belirtilmektedir (137). Diğer taraftan İsrail kendine yönelebilecek her
türlü terör saldırısını engellemeye yönelik askeri tedbirler alma hakkına, BM
sözleşmesinin 51nci maddesine istinaden hakkı bulunmaktadır. Ancak bu madde,
‘bir devlete başka bir devletin saldırısı halinde’ geçerlidir.
İsrail, Filistinlileri bir devlet olarak görmemekte ve işgal ettiği bir alanda
çıkan saldırılar için böyle bir duvarın örülmesinin İsrail’in güvenliğini sağlamaya
yönelik olarak değerlendiremeyecektir (139). Duvarın inşası için seçilen yolun,
İsrail’in güvenliği ile doğrudan ilgili olduğu yönünde AD tatmin olmamıştır (141).
İsrailin, kendisine ve halkına yönelik tehdidi karşılaması ve halkını güvende tutması
devlet olarak zorunlu görevleri arasındadır. Ancak bunun uluslararası anlaşmalar
çerçevesinde yapılması gerekmektedir (142). Dolayısıyla İsrail inşa ettiği ve devam
ettirdiği duvar ile uluslararası hukuku devlet olarak çiğnemiştir. Bu da, ülke içinde
karışıklık çıkmasına sebep olmaktadır. Bu durum aynı zamanda çevre ülkeleri de
etkilemektedir. İsrail’in illegal olarak inşa ettiği duvar meselesi, legal olarak bir
takım zorunlulukları doğurmuştur. Bu hem çevredeki ülkelerin kanunî yetki ve
sorumluluklarını, hem de uluslararası kurum ve kuruluşların faaliyetlerini gerekli
kılmıştır. İsrail bu konuda her hangi bir öneri getirememiş ve söz söyleyememiştir
(144).
İsrail’in hukukî olmayan davranışlarını, hukuk gereği olarak, halen
yapmakta olduğu kanunsuz inşayı durdurması gerekmektedir. Aynı zamanda
hukukî olmayan duvarı yoketmesi ve işgalini sonlandırması ilk hukukî
zorunluluğudur. Duvarın inşasından ve işgalinden dolayı etkilenen Filistin halkının
mağduriyetlerinin telafisini gerçekleştirmesi gerekmektedir. Hukuksuz hareketlerinin
tekrarlanmaması için garanti de vermesi gerekmektedir. Aynı zamanda uluslararası
hukuku ihlal eden, edilmesine vesile olan, duvarın planlanmasından başlayarak
inşası ve sonrasındaki gelişmelerde yer alan herkesin yargılanması gerekmektedir
(145).
Uluslararası sonucu ise, İsrail’in yapmış olduğu ve devam ettiği bu
hukuksuz tutum ve davranışların tasvip edilmemesi, devamının engellenmesi için
gerekli adımları atılması gerekmektedir. BMGK’nin ve diğer kuruluşların İsrail’in
ihlal etmekte olduğu uluslararası hukukun uygulamaya konulması için gerekli
adımları atması ve bunun çalışmaları hukukî zorunluluklarıdır (146). İsrail’in
uluslararası hukuk kurallarına uyması gerekmektedir. Aynı zamanda ihlal ettiği
insan hakları ve sorumlulukları ile ilgili diğer kanunlara da uyma zorunluluğu vardır.
İşgal ve inşa ettiği duvar ve çevresinden etkilenen insanların maddi ve manevi
tazminatlarını karşılamak durumundadır (152,153).
Ulusların, Filistinli halkın normalde sahip olması gereken uluslararası
haklarını korumaları gerekmektedir. Gerekenlerin yerine getirilmemesi ise,
uluslararası hukuka aykırı davranılmış olduğunu ortaya çıkarmaktadır (155). BM
Genel Kurulunun 2625 (XXV) sayılı kararına göre, ‘her ülkenin sorumluluğu yapılan
yanlışın düzeltilmesi için çalışması gerektiği’ yönündedir (156-9). Ülkelerin İsrail’in
yapmakta olduğu yanlışı her türlü şekilde durdurmaları ve düzeltilmesi için
çalışmaları gerekmektedir.
Adalet Divanı, görüşün bildirilmesinden sonra verilecek ve yapılmakta olan
hukuksuzluğun düzeltilmesiyle ilgili kararın BM, BMGK ve Güvenlik Konseyi’nin
karara vermesi gerektiği yönünde kanaat bildirmiştir (160). İsrail’in işgal ettiği
alanda yapmakta oldukları nedeniyle İsrail-Filistin arasında gerçekleşen
çatışmaların bölgeye ve uluslararası arenanın barış ve güvenliğine karşı büyük bir
tehdit oluşturmaktadır. Bu nedenle mümkün olan en kısa sürede en kalıcı bir barış
98
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
ve güvenliğin bölgede temini gereklidir (161). Çözümün de BM’in 181 (II) sayılı
1947 kararı dikkate alınarak, 242 (1967) ve 338 (1973) kararlarıyla Güvenlik
Konseyi’nin “Yol Haritası” olarak benimsediği 1515 (2003) doğrultusunda
gerçekleşmesi gerekmektedir. Adı geçen kararlara istinaden uluslararası hukuk
kurallarının uygulanması, bölgenin ve uluslararası güvenliğin ve barışın
sağlanması için en elzem tutum ve davranış olacaktır (162).
Divan’da görüş 14’e karşı bir oyla alınmıştır. Kararı onaylayanlar: Başkan
Shi; Başkan Yardımcısı Ranjeva; Judges Guillaume, Koroma, Vereshchetin,
Higgins, Parra-Aranguren, Kooijmans, Rezek, Al-Khasawneh, Elaraby, Owada,
Simma, Tomka; onaylamayan ise Judge Buergenthal olmuştur. Duvarın inşası
uluslararası hukuka aykırıdır. Yapılan işlemler durdurulmalı ve geri alınmalıdır.
İsrail meydana getirdiği her türlü haksızlığın tazminini gerçekleştirmelidir (13:2).
Uluslararası kamu oyu İsrail’i durdurması gerekmektedir (13:2). Yapılması
gerekenlerle ilgili BM ve ilgili kurullarının yetkilendirilmesi gereklidir. UAD kararını
gösteren görüş büyük çoğunlukla 14’e 1 şeklinde gerçekleşmii ve 9 Temmuz 2004
tarihinde the Peace Palace, the Hague’da tamamlanmıştır. Karar, İngilizce ve
Fransızca olarak hazırlanmış ve BMGK’na gönderilmiştir.
İsrail’e komşu olan ülkelerden İsrail ile ilişkileri iyi olmayanlar ve bölgede
Arap liderliğine oynayanlar Filistinlilere çeşitli şekillerde yardımcı olarak emellerine
ulaşmak isteyebilmektedirler. Nitekim bu anlaşma metinlerine de girmiştir.
Filistin’deki şiddet yanlılarına ekonomik ve lojistik destek verilmemesi ile ilgili
metinler de anlaşmalarda ve görüşmelerde yer alabilmektedir. Bu da çevre
ülkelerden yardımının olduğuna dair İsrail ve Filistin otoritelerinin kabul ettikleri
anlamına gelmektedir. Nitekim Suriye, İran, Suudi Arabistan ve Mısır’ın yardımcı
oldukları yönünde iddialar bulunmaktadır.
KAYNAKLAR
National Archive, London, FO.625/1.
Archives Historiques Turquıe C 8-14, David Franco ve Rubens S. Algranti’nin
Raporu.
Aras, Bülent (1997) "The Place of the Palestinian Israeli Peace Process in Turkish
Foreign Policy," Journal of South Asian and Middle Eastern Studies.
Aras, Bülent (2000),“Turkish-Israeli-Iranian Relations in the Nineties: Impact on the
Middle East”, Middle East Policy, 7 (3, June).
Aras, Bülent (2000),“Turkish Foreign Policy and Jerusalem: Toward a Societal
Construction of Foreign Policy, Arab Studies Quarterly, 22 (4, Fall): 31-58.
Aras, Bülent (1998),“Post-Cold War Realities: Israel’s Strategy in Azerbaijan and
Behar, Rabbi Nisim (2001), İbranilerin Öyküsü, Zvi-Geyik Yayınları, İstanbul.
Benbassa, Esther, Rodrigue Aron (2001), Türkiye Ve Balkan Yahudileri Tarihi (14.20. Yüzyıllar), çev. Ayşe Atasoy, İstanbul.
Bengio, O., Özcan G., (2000) “Changing Relations: Turkish -Israeli-Arab Triangle”,
Perceptions, 5 (1, March-May).
Braude, Benjamin ve Lewis, Bernard, Christians and Jews in the Ottoman Empire,
London, 1982 (adlı kitaptan sayfa 1-34 arasında bulunan giriş kısmından
alınmıştır), çev. Halil Erdemir ve Hatice Erdemir, Akademik Araştırmalar Dergisi,
Bruce, James (September 1996), "Israel and Turkey - The Mideast’s Odd Couple Find
Common Ground," DefenseWeb.
Bruce, James (19 June 1996),
"Alliance with Turkey inflames old foes", Jane’s
99
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Defence Weekly, vol. 25, no. 25, p. 56.
Bölükbaşı, Süha (1999), “Behind The Turkish-Israeli Alliance: A Turkish View”,
Journal of Palestinian tudies, 29 (1,Autumn): 21-35.
Çevik, İlnur (1998), Interview of Uri Bar-Ner, Israeli Ambassador to Turkey, Turkish
Daily News, June 15.
Cıvaoğlu, Güneri (1996), "Syriens, prenez garde!” Courrier International, No. 295, p.
33, 27 Juin, Reproduced in French From Milliyet Newspaper, İstanbul.
Cohen, Ahoron (1970), Israel and the Arab World, Funk & Wagnalls, New York.
th
Cohen, Amnon (1973), Palestine in the 18 Century Patterns of Government and
Administration, the Magnes Press, the Hebrew University, Jerusalem.
Chouraqui, Andre, Cent Ans D’histoire L’Alliance Israélite Universelle et la
Renaissance Juive Contemporaine (1860-1960), Presses Universitaires de France,
Paris 1965.
Franco, M. (1897), Essai sur L'Histoire des İsraelites de L'Empire Ottoman depuis
les Origines Jusqu'a nos Jours, Librairie A. Durclacher, Paris.
Galante, Avram (1995), Türkler ve Yahudiler, 3. baskı, İstanbul Gözlem Yayınları,
İstanbul.
Geokas M.C-Papathanasis A.T (1999) “The Turkish-Israeli Axis, Greece, and the
Middle
East”,
October,
http://www.econ.ccsu.edu/Papathanasis/Research/herald.htm (June 2001)
Greenberg, Joel (1999) “Israel Denies Role but Fears Reprisal for Ties to Turkey”,
New York Times, February 1999
Gresh, Alan (1998), “Turkish-Israeli-Syrian Relations and Their Impact on the
Middle East”, The Middle East Journal, 52 (2, Spring).
Groepler, Eva (1999), Antik Çağdan Günümüze Anti-Semitizim, Belge Yayınları,
İstanbul.
Groepler, Eva (1999), İslam ve Osmanlı Dünyasında Yahudiler, Belge Yayınları,
İstanbul.
Gruen, George (1998) "Dynamic Progress in Turkish-Israeli Relations." Israel Affairs
1, no.4.
Güleryüz, Naim (1993), Türkiye Yahudileri 1, Gözlem Gazetecilik A.Ş, İstanbul.
Günaltay, M. Şemseddin (1947), Yakın Şark–3 Suriye ve Filistin, TTK, Ankara.
Gürkan, İhsan (1993), “Turkish-Israeli Relations and the Middle East Peace
Process” Turkish Review of Middle Eastern Studies 7: 99-136.
Gürkan, İhsan (1994), “Israel and Turkey in the Middle East Perspective Today”
Turkish Review of Middle Eastern Studies 8: 19-41.
Hacker, Joseph (1992), The Sürgün System and Jewish Society in the Ottoman
Empire during the 15 th-17 th Centuries, Aron Rodrigue (der.), içinde Ottoman and
Turkish Jewry: Community and Leadreship, Indiana University Turkish Studies
Series, Bloomington, s:1-65.
Hawas, Akram T. (1998), “The New Alliance: Turkey and Israel, Is It a Course
Towards New Division of the Middle East”, The Forth Nordic Conference on Middle
Eastern Studies, Oslo, 13-16 August.
Haydaroğlu, İlknur Polat (1993), Osmanlı İmparatorluğunda Yabancı Okullar, Ocak
Yayınları, Ankara.
100
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Inbar, Efraim (2002) The Israeli Turkish Entente (Kings College, London
Mediterranean Studies Programme)
Inbar, Efraim (2002) "Regional Implications of the Israeli-Turkish Strategic
Partnership," Turkish Studies Vol 3, No. 2 (Fall)
Inbar, Efraim (2001) “Regional Implications of the Israeli-Turkish Strategic
Partnership” MERIA 5 (2, June).
Israeli, Raphael (2001), “The Turkish-Israeli Odd Couple”, Orbis, 45 (1,Winter): 6580
İsrail Dışişleri Bakanlığı web sayfası (www.mfa.gov.il).
İsrail İhracat Enstitüsü web sayfası (www.export.gov.il).
Mefteler-Bac, Meltem. "Turkey and Israel: an axis of tension and security", Dialogue,
vol. 29 (1), March 98, pp. 121-128.
Mefteler-Bac, Meltem (1998), "Turkey and Israel: an evolving partnership", Ariel or
Policy Research, Policy Papers n 47.
Migdalowitz, Carol (September 1998), "Turkish-Israeli Relations," for Congressional
Research Service; excerpts in CIDC.
Mitchell, S. (1993), Anatolia (Land, Men and Gods in Asia Minor), vol. II, The Rise
of the Church, Clarendon Press, Oxford.
M. Mitrani’nin 25 Nisan 1893 tarihli AIU merkezine gönderilen mektup. Bkz:Ek.
Archives Historiques Turquie II C8-14.
Muftuler-Bac, Meltem (March 1998), "Turkey and Israel: A Strategic Realignment in
the Middle East?" Paper presented at the 39th Annual Convention of the International
Studies Association. Minneapolis, United States: 18-22.
Nachmani, Amikam (1988), Israel, Turkey & Greece: Uneasy Relations in the East
Mediterranean. Frank Cass, London.
Nachmani, Amikam (April 1999) BESA Security and Policy Studies No. 42: TurkeyIsrael Strategic Partnership. Ramat Gan, Israel: The BESA Center for Strategic
Studies.
Nachmani, Amikam (June 1998), "The Remarkable Turkish-Israeli Tie", Middle East
Quarterly, Vol. 5 No. 2.
Sharon, Moshe Sevilla (1992), Türkiye Yahudileri Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul.
Shaw, Stanford (Mart- Nisan 2000), Osmanlı İmparatorluğu’nda Yahudi Milleti,
Yeni Türkiye Dergisi, sayı 32 (Osmanlı özel sayısı II).
Shaw, Stanford ve Shaw Ezel Kural (1994), Osmanlı İmparatorluğu Ve Modern
Şeker, Mehmet(2000), Anadolu'da Birarada Yaşama Tecrübesi, İzmir.
Şen, Esin Güllüler, İsrail Ülke Raporu, İGEME Yayını, Mart 2000.
Tanyu, Hikmet (1976), Tarih Boyunca Yahudiler. C:1, Yağmur Yayınları, İstanbul.
Taylor, Porcher (1996) "Turk-Israel Pact Outflanks Syria", Defence News, p.23,
December 2
Taylor, Porcher "The Birth of a New Middle East Alliance", (1998), Washington Times,
January 5
Taylor, Porcher “Turkey-Israel Defence Agreement", Strategic Comments, Vol. 2,
No. 6, July, ISSS.
Taymaz, Erol, Diaspora, http.//www.kafder.org.tr/tarih, erişim:16.08.2005 15.30.
101
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Yavuz, M.Hakan (1997), “Turkish-Israeli Relations Through the Lens of the Turkish
THE MIDDLE EAST
IN THE LIGHT OF 21 ST CENTURY’S POWER RELATIONS
Yrd.Doç.Dr Sait YILMAZ∗
Abstract:
The Middle East is a vast region where the United States poses great influence,
and implements a transformation project based on her rules. Fundamentals of that
transformation project cover three sub-concepts, under the modernism framework,
titled as democracy, development, and intercultural dialog (or moderate Islam)
respectively within the political, economical and cultural codes. Following
intelligence failure over weapons of mass destruction and terror as threat
assessment, democratization has presently been the primary ideological argument
for the Washington to pursue its hegemony in the Middle East.
On the other hand, European Union has keeps special interest on the Middle
East in competing with the other major external powers. Russia and China
cooperation in Shangai Cooperation adding Iran to their axis wishes to penetrate
into Middle East through Shie community of Southeren Iraq. This proposal aims to
questioning evolution of the Middle East in terms of power relations and taking
results in order to ensure smooth development of the region. In that scope, we
firstly focus on today’s the picture in the Middle East, and then hegemonic
concepts and their future implications for the Middle East countries.
1. Which Middle East?
The Middle East has been an area of global strategic concerns due to its
geography exclusive checking the main transportation routes and retaining the
richests oil wells in the world for centuries. For that reason, conflicts are frequent to
internals, demands are high to external powers. External interventions aimed to
abuse the religious and clan ties, secular dictatorships, and nationalism to
provacate the people in order to bring their dominance. Islamic fragmentations are
another source of conflicts in the region.
There are 1,3 billion Muslim in the world living 820 million in Asia, 315 million in
Africa, and 300 million in Eastern Mediterrenean, Iran Gulf and Central Asia
(Lewis, 2003: 12-14). UN has 41 Muslim member countries including 32 members
with 86 % Muslim community at least and 9 members with 66–85 % Muslim
community. High level of birth rates makes the İslam fastest growing religion and
those population will be younger in the future. According to many scholars, as
rising value of the 21 st century, religion identity is to be the foremost determinant
by shaping future security environment in the next 20 years. In 2025, as population
of the Christians will reach to 1.3 billion with 1.3. % annual increase, Muslims are
supposed to have more than 2 billion population with 21.1 % annual increase
(Berberoğlu, 2005: 15). Hindus are ecpected as close to one billion, Budist have no
increase, and Jewishs will keep a popualtion growth under 1 %.
∗
Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar Müdürü, [email protected]
102
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
We may summarize the key internal trends in the Middle East as: Demographic
change and relentless urbanization; Problems of economic growth and reform;
Dysfunctional societies and the erosion of state control; and crises of political
legitimacy and the challenges of Islam and nationalism. Population of the Middle
East is expected to double by 2025 with annual growth rates of 3 %. Proportion of
people under 15 years of age will reach 30 percent by 2025 (Khalilzad, Lesser:
1998: 177-178). Patronage based economic system with the urbanization; control
of the cities. In addition to ethnic and seperatits conflicts, the region also suffers
demographic and economic disparities sourcing migration and refugee issues,
labor export.
High levels of unemployment, inflation, and external debt are the primary factors
for the region in regard to reasons behind the poor economic growth signalling
reform needs (Cordesman, Burke: 2005: 9). Unemployment rate of Algeria, Iran,
Lebanon, Yemen, and the Palestinian territories are 30-45 percent. Israel and
Turkey represents exceptions to cooperate with Westerns standards.
Unemployment people will reach to 25 million population in 2010 (Şafak, 2005: 7475). In general, economic factors and regime stability remain unpredicitable due to
the economic inequality. High levels of spending on security are another
remarkable feature of the countries in Middle East. They are in need of Western
resources such as aid, investment, trade, or migration. EU-Mediterranean
Partnership launched in Barcelona in 1995 form the basis to negotiate the regional
issues between EU and the member countries of region.
Dysfunctional societies and the erosion of state control are another category to
be taken account within the Middle East issues (Brzezinski, 2004: 72). Regimes
suffers external exploitation of internal weakness threathening their existence.
Ethnic and religious groups, or classes are in search for strenghetning their
position or carving out additional autonomy. Individuals confront dysfunctional state
structure causing desperate communities. As failed states are under pressure for
democratization, economical instruments are the main instruments to force the
countries. States are concerned about increasing effect of media and civil society
causing loss of authority in state power. Arms smuggling, terrorist cells, political
violence are exploited by Islamic movements.
Unresolved political futures are eminiating from the aging leadership. All
political figures will have disappeared particularly in Morocco, Jordan, Saudi
Arabia, the smaller Gulf regimes by 2025. Traditional monarchies and authoritrian
leaderships suffers from decreasing control, greater trasnparency, and pressures
for reform. The most powerful drivers in the region are Islam and Nationalism. Key
states of the Middle East (Algeria, Egypt, Libya, Turkey, Jordan, and Iran) are in
transformation process driven by islamic politics. Radical islamic opposition
represents increasing risk in the countries like Tunisia, Algeria, Egypt, and Saudi
Arabia. Fundamentalism fed by Islamists and nationalists undermines governments
and cause the resistance to Western presence.
USA controls half of the world oil reserves supervising the monarchies of the
region except Iran (Chomsky, 2007: 148-149). According to formal numbers, the
world oil reserves are found as 25 % in Saudi Arabia, 12 % in Iraq, and 8 % in
Kuwait (BP, 1999). Conceptually, US intends to ensure security for the markets as
limiting powers of the nations not in accordance with its interests (Yıldız, 2004: 69).
Thus, national interests of the regions are defined by the USA, and they
functionate to some extent the USA permits. Americans see the Iraq model as
beginning to tame the Middle east and Islam. Islam will be no longer an alternative
for globalisation if the Iraq democracy works properly (Keyder, 2004). We may list
the US interests in the region as folllowing (Khalilzad, Lesser, 1998 172); (1)
Existence of Israel and completion of Middle East Peace Process. (2) Control of
energy sources. (3) Preventing birth of a regional competitor againts hegemony.
103
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
(4) Non-proliferation of WMDs, (5) Regional stability, continuation of political and
economical reforms, (6) Getting terrorism under control.
Most of the countries in the Middle East has gain their nation-state status based
on the oil aftermath of First and Second Worl War with artifical boundaries as a
result of division shared by the hegemonic powers. Those artifical states are in
struggle to survive with clan life and family ties forming their state structure
historically and need to keep their policy in Western axis to preserve tehir
monarchies (Özmen, 2001: 1). However that cycle is now being risked by the
Greater Middle East Project (GMEP) produced as societyreengineering project.
GMEP firstly aims a political transformation ensuring new format for the
governments of Middle East in Western standards and spread of Western
democracy over the region (Akar, 2004: 17).
In that term, Islam is seen as an resistance factor not facilitating envisaged
transformation due to its concept unable to accord with the democracy (Güney,
2004: 6). For that reason, Islam also is studied to rewrite as becoming “moderate”
in order to eliminate thoughts making resistance to Westernization. “Moderate
Islam” suggests that Islam in essence has tendencies for violence and totalitarism.
So far, reformist attempts in Arabian countries abstain from the tangible targets
(Yacoubian, 2005: 14-15). In that regard, USA launched a campaign spending ten
million dollars in order to change structure of communities in the Middle East
utilizating widespectrum instruments including physological teams, covert actors of
CIA, media and think-tank institutions funded overtly in Post-Sep 11 period
(Kaplan, 2005: 1).
GMEP has met two crucial resistance areas; poor state and society structure
unproper development of democracy and legimitation for Western intervention into
region (Güney, 2005: 35). Military power is not prcatically sufficient instrument to
democratize those countries in ensuring nation-building and state-building. Middle
East countries have diverse historical, political, sociological and economical
experience and one can not assume an homogen Islam world. Analysis of Islam
world through framework categories like Christina world may drag us incorrrect
generalizations (Güney, 2005: 36). In short, democratic path of Middle East will
progress its own way.
2. Power Relations in the 21 st Century:
Optimism and positive security environment experienced at the beginning of
Post-Cold war period lasted very short. Old security problems have arisen with
global effects through emerging regional hegemonic aspirations, ethnic and
nationalist movements in the countries such as Iraq and Former Yugoslavia.
Beginning years of the globalisation period was marked with new types of conflicts
in ethnic, religious, and tribual characterictics not seen in Cold War period. In
parallel with them, the new threat forms have been staged with the new actors
undermined or ignored by the states which have security structure fundamentally
based on the traditional, state centered military threats until that time. Priority
issues of international security in globalisation period have predominantly been
terrorism and organised crime executed by the non-state groups but supported by
some states in pursuit of their national interests (MG Akademisi, 2004: 38-39).
Reconstruction process of Post-Cold War period is still in progress. Trend is
toward to multipolarity and international environment turns into more chaotic case.
Rationals to justify predicted new security environment would be listed as (Öztürk,
2007: 30); (1) Noninfluential and inadequate supervising and regulating powers,
(2) Tranformation of strategic resources like water, oil, and natural gas into
political and security matter as the environmental issues like global warming make
other agenda matters with the disaster risks. (3) Energy competetion as determinat
game to clarify the winners of super and major power race. (4) Expolation of ethnic
104
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
and religious issues within the concepts of democracy, human rights, and war on
terror. (5) Globalisation feding imbalance among the regions and nations.
Table 1: Tranformation of Security Environment
Cold War
* State
order
Today
centered
international
* Bipolarity
* Globalisation
actors
* Unipolarity,
distribution
* National security focused
/
Transnational
asimetric
power
* National interest focused
* National defense
* Wide spectrum of security
* Deterrence and defence
* Expanding scope of conflicts
* Specific sources of conflicts
* Indefinite sources of conlicts in
general
Source: Peter R. FABER: NATO’s Military Transfomation Past, Present,
Future, NATO Defence College Occasional Paper: After İstanbul, (Rome, 2004),
33.
Sep 11 attacks in 2001 was a crucial event affecting future formations of nations
for the history of power policies. While the terror emerges as a power utilization
method of weak side in asimetric power balance, it also militarized the American
foreign policy. From the perspective of international relations keeping conflicts and
security concerns in its nucleus, it is the fact that the terror was continually existed
but spreaded with the waves of Sep 11 causing paranoias fed by the conspiracy
theories in a post-modern process complicating the modern world. Thus, the new
system is depicted with fragmentation, uncertainity, doubt, and fear.
Buzan’s classification from top to bottom as super, major, and regional power
already represents a valid approach for determination of power status. Buzan
depicts the super power as a status of active player for the international security
with the first degree of military-political capabilities and economy supporting them.
On the other hand, a great or major power does not have the capabilities to
compete with a super power in all sectors. When a major power is in risk to oppose
to a super power, it has to be proportional in its power utilization and desires.
Regional powers retain limited capabilities influential for only a specific region and
their potential are inadequate to participate in many global developments. Their
position and requests are undermined in global calculations. In addition to Buzan’s
classification, we may propose a new power status, ‘sub-regional power’, for the
states with limited influence for their region (Buzan, Waever, 2003: 394).
Power balance of 2+3 in Cold War period (USA-USSR + China-JapanGermany) turned to the 1+4 with the dissolution of USSR in 1989 (Buzan, Waever,
2003: 3). In the 2000s, America is solely at the top; China, EU Frontiers, Japan,
and Russia follow it (Brzezinski, 2004: 279). In making effort to define the PostCold War order, Charles Krauthammer pointed out the new system as ‘unipolar’
hegemony (Krauthammer, 1992: 295-306). In that order, top power and the leader
of the hegemony was the United States naturally. As a new definition, ‘asimetric
balance of power’ is studied by the American Institute, INSS. (INSS, 1997: i-xi).
That study envisaged the USA as unique super power at the top of the power
pyramide. Russian Federation, China, Japan, and EU are the major powers
following USA.
105
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Security zones may have own power centers and power balance that means a
variation of polarity. For example, South Africa is unipolar; Middle East, South
America, and Southeastern Asia are multipolar. Security zones are divided in two
as Standard (with one or more regional powers) and One-centered regions. Table
2 points out the analysis of security zones in line with the power balances.
Sometimes the unstructured security zones occur due to the insufficient regional
powers, reluctance of external powers or rules of a powerful international
arrangement blocking powers in the region.
It is a matter of studies mostly at actor level to predict how the international
power relations will develope and track of power balance will change during the
that century. In this scope, those studies are in search to figure out outcomes of
following trends: the possible future of EU and USA; Rising China might go as a
competitor against US; the new status of Russia in the multiple polarizing world
system; the increasing independent security demand of Japan; and how far the
regional powers like India, Brasil and Iran would be recognized.
GLOBAL HEGEMONY
SUPER POWER
USA
MAJOR
POWER
CHINA-RF
REGIONAL DOMINANCE + SELECTED
GLOBAL INFLUENCE
EU-JAPAN
REGIONAL
POWER
INDIA
REGIONAL
SUPREMACY
BRASIL-IRAN
SUB-REGIONAL
POWER GÜÇ
TURKEY
LIMITED REGIONAL
INFLUENCE
DEPENDENT ABILITY
POWERLESS
POWER
Figure 1: Power Pyramide in the 21 st Century (Yılmaz, 2007: 16-17)
USA is the unique super state able to make all types of interventions into all
regions of the world. Unipolarity of the world caused two basic results;
transformation of American hegemonic power into uncontrollable and unlimited
case and feeling free of the nation-states to pursuit the policies in favor of own
national interests (Bilbilik, 2003: 22). However, in a short time, it was understood
that the nations were unable to implement national foreign policies unless USA’s
control. With that historical transformation of power balance, a new world over
began to be shaped by the USA with no wasting time as the greatest historical
opportunity for transformation of the world to implement own rules in restructuring
the world.
Is is not certain that rising powers are to become rival for the USA. According to
many studies, Europe, Japan, and Russia will have no great change in their
powers in spite of the negative effects of their aging populations. As closest
competitor of the USA, EU is ratherly far from being a super power at the first
quarter of this century due to the shortages in military and political areas and the
existing problems. EU integration to some extent reaching a political level essential
106
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
to compete with USA will take long time. As old main powers of Europe continent,
England, Germany, and the France are fairly weak to gap the mind with USA.
Among the nations that have chance to make great progress itself, four nations
are predominantly in consideration. They are China on the way of development to
become the largest country in the production industry; India in economic growth
with the fantastic progress in the software technology; Russia and Brasil with great
potential to catch with them (NIC, 2004: 51). Brasil, South Africa, Indonesia, and
even Russia may support the increasing role of China and India.
Table 2: Security Zones; Powers and Trends
Security
Zones
Sub-Security Zones
Superpow
er/ Major
Powers
Regional
Powers
Possible Trends
Europe
(1) Central Europe
* EU
* Ukraine
(2) Baltics
* USA
* In transformation process by
EU and USA.
(3) Eastern Europe
* Russian
Federation
(4) Balkans
CIS
(1) Russia
(2) Cntral Asia
(3) Caucasus-Blacksea
Eastern
Asia
* Russian
Federation
* Possible intruder; Russia.
* Iran
* USA-EU
* USA and EU effort to grasp
the Caucasus and Ukraine.
* China
(1) Northeastern Asia
* China
(2) Southeastern Asia
* USA
* Australia
-
* China
*
Statuqo:
USA-Japan
cooperation against China.
* Ongoing transformations may
change the balances.
* Japan
Southern
Asia
* China-Russia-Iran alliance
with Japan may control the
whole Asia.
* India
* USA
* Possibility to transform a
supermixed region with the
leadership of China.
* USA effort to balance with
India.
Middle East
Africa
Northern
America
Southern
America
(1) Magrip
* USA
* Iran
(2) Levant
* EU
* Israel
(3) Gulf and East
*
China_Ru
ssia
(1) South Africa
* EU
(2) Western Africa
* USA
(3) Africa Horne
* China
* Possible competitors; Russia
and China.
-
* No regional power due to the
weak state structures.
*
In
transformation
and
exploitation process by Western
Countries.
* USA
-
NAFTA and Pan-American
FTAA may be drivers to shape.
* USA
* Brasil
* Brasil and Argentina may
utilize Mercosour to increase
influence.
(1) Southern Cone
* In transformation process by
USA.
(2) Andean Countries
* Argentina
* Andean Countries may busy
with
drugs
and
internal
instabilities.
Source: Table is self-consolidated mostly in accordance with the some
explanations in Barry BUZAN and Ole WAEVER: Regions and Powers, (2003).
At the first quarter of the 21 st century, the nation-states is under the open
or covert influence of many new methods, actors, and instruments either
107
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
threatening the national security or shaping the security environment in
implementation of internal and external policies. Those states will lose not only the
status of developed nations and determinant role in the world management but
also their national sovereignity greatly due to the their inability to compete with the
current technological revolution and global economy. The nation-states must
perceive well the threats and their sources directed to them in order to make and
implement right policies at national and international level; foreseen the
opportunities and threats they faced to make accurate analysis; and have to react
with appropriate instruments.
3. Future Prospects of Power Relations in the Middle East:
There are many indicators to evaluate the future prospects of the power
relations in the Middle East. Strategic implications of internal trends are important
category to predict the future trends. In that scope, we may say that tension
between increasing populations and low economic growth will increase the
pressure on already hard-pressed regimes. In addition to that, urbanization
suggets that cities will be the central backdrop for internal conflicts. Unsettled
political futures and the continued power of Islam and nationalism suggest a less
predictable environment for security cooperation.
Coming to security parameters of the region, we may start with the
armament efforts of the nations. “Arms for oil” has been the name of those kind
trade agreements for a long time. Growing conventional capabilities also triggers
the search for strategic weight through new military technologies and strategies
including proliferation WMDs. Altough rise of a regional power to challenge against
USA has less possibility, peer comptetitors may arise based on the future
alignments shaped by the external and internal interventions. Power movements in
ME may pose a confrontation with the West.
Growing economic dimensions of security and regional geopolitics form
another basis of the strategic assessments. Supervising the energy sources and
routes are the primary concerns of the external powers. Revival of overland links
may revive with the development of economic infrastucture. Water rivalries as
another strategic natural source may cause war or conflicts in the future.
Unresolved regional frictions and threats may threaten to the territorial statusquos.
On the other hand, the erosion of traditional distinctions between the ME and and
adjcent security environments.
The role of extraregional powers are another parameter to predict the
future in the Middle east. US is the primary player of those powers. US
interventions into region have been frequent since 1979 including Iran hostage
rescue effort (1979), deployments to Lebanon (1982), strikes against Libya (1986),
reflagging and escorts of tankers in the Gulf (1987-88), Gulf War (1990), Northern
and Southern Iraq Ops (1981-1999), Iraq Operation (2003). France led EU utilize
the Barcelona Process to communicate some of the regional countries but that
process keeps ineffective body due to the ongoing doubts about the Westeners like
Mediterranean Dialogue waged by the NATO.
On the other hand, China and Russia Federation are in search for
opportunities to penetrate into the region permanently. Those powers cooperating
in Shanghai Cooperation Organisation are willing to have Iran to reach to the Saudi
boundaries with the possible division of Southern Irak. Same alliance also
threatens the US in the Central Asia in controlling the energy sources and routes.
To balance that power shift, US has choosen the India as suporting competitor by
undermining its nuclear aspirations.
However, future regional alignments are stil very flux due to changing
gravity of older centers. Six regional powers are Algeria, Egypt, Iran, Syria, Isrel,
and Turkey. Islam and nationalism will be the key drivers in the evolution of
108
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
societies and policies in those nations. Turkey-Israel-Jordan cooperation would
expire with the possible disagreements between US and Turkey. Disintegration of
Iraq, increasing PKK attacks or US undermining the interests of regional countries
may cause new alignments with the possible invitation of Eastern great powers.
Reckless policies of US may also trigger conflicts in Saudi Arabia and other
Arabian nations causing regime changes and new alignments in the region. In that
case, Syria-Iran and Syria-Egypt may launch closer ties affecting regional
alliances. Turkey and Iran may be forced to cooperate againts US unilateral
interventions. All those rings may constitute a regional balance including Russia,
China, Turkey, Iran, Syria, Saudi Arabia, and Egypt. Loss of Turkey in Western
side may revive dramatic results for the Western history in the Middle East.
Last but not the least, future alignments in the region may bring also its
institutions from the aspects of security, defense, and economy. For a long time,
regional countries cite a Middle East United Nations to avoid from external
aproaches with double standard for the regional security matters. On the other
hand, new NATO of the Middle East countries will not be surprise in the case of
failure in current implemantation of US policies. Since the Turkish reluctance,
Egypt and Iran may lead the new security and defense organisation with the
possible supoort of external great powers like Russia and China. Middle East also
needs an economical organisation to cooperate inside and to keep the proud of
nations againts EU’s ‘stick and carrot’ policies.
CONCLUSION:
Phenomenons of ‘globalisation’ becoming evident toward the end of the 20
st century and ‘interdependency’ of the post-modern paradigm pave the way for a
new international system effecting methods and actors of US hegemony. At the
post-cold war period, reconstruction process of the world is in progress. The way is
toward the multipolarity and international environment turns more chaotic case.
Democratization efforts of US within the GMEP went to bankruptcy due to that that
project aimed to serve its foreign policy priorities rather than democracy promotion.
However, the Middle East is in need to transformation in accordance with the PostCold War conditions. Region requires an urgent and lasting transformation.
As seen in Iraq, democracy promotion by hard power does not ensure
democratization but motivate the violence over Islam. Resistence to West made
the Islam world introverted A new approach is compulsory in the Middle East to go
beyond the classical modernisation and to spread it into long term implications.
Turkey is an unique sample who merging Islam and democracy in Western
standards. Although Turkey suffers from a tension between secularism and Islamic
movements, existence of Turkish model is a great proof that a Muslim country may
retain secularism. Turkey may have a internal facilitator role in strenghtening
democratization of the Middle East. In that way, Turkey and US are the best
countries to develop a strategy based on the soft power projection utilizing political,
economical, and cultural instruments in cooperation.
BIBLIOGRAPHY
Books:
AKAR, Atilla, Büyük Ortadoğu Kuşatması, İstanbul: Timaş Yayınları, 2004.
BİLBİLİK, Erol. Amerikan Kuşatması, Otopsi Yayınları, İstanbul, 2003.
BRZEZINSKI, Zbigniew, Tercih, İstanbul: İnkilap Kitabevi, Çev. Cem KÜÇÜK,
2004.
BUZAN, Barry and WAEVER, Ole. (2003), Regions and Powers, The Structure of
International Security, Cambridge University Press, Cambridge.
109
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
HUNTINGTON, Samuel, The Clash of Civilizations and the Remarking of World
Order, İstanbul: Vadi Yayınları, Çev.M.ÇELİK, 1995.
CHOMSKY, Noam, - ACHCAR, Gilbert, Tehlikeli Güç, İstanbul: İthaki Yayınları,
Edt.: Stephen R. Shalom, Çev.: Yavuz ALOGAN, 2007.
FABER, Peter R. NATO’s Military Transfomation Past, Present, Future, NATO
Defence College Occasional Paper: After İstanbul, Rome, 2004.
Institution For Strategic Studies (ISS), Strategic Assesment, 1997, INSS
Publications, Washington D.C., 1997.
KHALILZAD, Zalmaym- Ian, O. LESSER, Sources of Conflicts in the 21 st Century,
Washington DC-Arlington, RAND Publications, 1998.
KRAUTHAMMER Charles. The Unipolar Moment, in Rethinkig America’Security,
Allison and Treverton, New York, 1992.
LEWIS, Bernard, Semitizm ve Anti-Semitizm, İstanbul: Everest Yayınları, Çev.: Hür
GÜLDÜ, 2003.
Milli Güvenlik Akademisi. Terör ve Terörle Mücadele, Yayın No:10, Ankara, 2004.
ÖZMEN, Süleyman, Orta Doğu’da Etnik, Dini Çatışmalar ve İsrail, İstanbul: IQ
Kültür Sanat Yayıncılık, 2001.
Öztürk, Osman Metin. Amerika Çökerken, Fark Yayınları, Ankara, 2007.
YILDIZ, Yavuz Gökalp, Oyun İçinde Oyun: Büyük Ortadoğu, İstanbul, Nisan 2004.
YILMAZ, Sait, 21.Yüzyılda Güvenlik ve İstihbarat, İstanbul, ALFA Yayınları, 2006.
Articles and Reports:
ARAS, Bülent, ‘11 Eylül, Büyük Orta Doğu ve Türkiye’ Ankara: ASAM Yayınları,
Avrasya Dosyası: İslam ve Demokrasi, Cilt: 11, Sayı: 3, 2005.
BP, ‘Statistical Review of World Energy’, June 1999.
CORDESMAN, Anthony H., - BURKE Arleigh A., ‘Strategic Realism in the Middle
East and US and Arab Relations’, Washington D.C.: Center For Strategic and
International Studies, Sep 16 2005.
GÜNEY, Çetin, ‘Büyük Orta Doğu Çerçevesinde İslam ve Demokrasi’ Ankara:
ASAM Yayınları, Avrasya Dosyası; İslam ve Demokrasi, Cilt: 11, Sayı:3, 2005.
National Intelligence Council (NIC). Mapping the Glolbal Future, Government
Printing Office, Washington D.C., 2004.
YACOUBIAN, Mona, ‘Promoting Middle East Democracy II’, (Washington D.C.:
United States Institute of Peace, May 2005.
Yılmaz, Sait. Küresel, Bölgesel ve Ulusal Düzeyde Türkiye için Yeni Bir Yaklaşım,
Cumhuriyet Strateji Dergisi Yıl :3, Sayı :152, Ankara, (26 Mayıs 2007).
Newspapers:
BERBEROĞLU, Enis, ‘2025: Çinli, Dindar Ve Yoksul Bir Dünya’, Hürriyet, 30 Ocak
2005.
KEYDER, Çağlar, ‘Prematüre İmparatorluk’, Turkishtime, Mayıs 2004.
KAPLAN, David E., ‘Hearts, Minds, And Dollars’, US News, 8 May, 2005.
ŞAFAK, Erdal, ‘Yüzyılın Projesi’, Sabah Gazetesi, 02 Mart 2004.
110
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
BEŞİNCİ OTURUM
MIDDLE EAST AND THE TURKEY
(ORTA DOĞU VE TÜRKİYE)
Oturum Başkanı
: Prof. Dr. Haydar ÇAKMAK
Raportör
: Yrd. Doç. Dr. Muzaffer ÜREKLİ
Konuşmacılar
Mesut TAŞTEKİN
Yrd. Doç. Dr. Hasan AKBAYRAK
Yrd. Doç. Dr. Barış DOSTER
Yrd. Doç. Dr. Hasan KARA
111
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
TÜRKİYE’NİN “YENİ” ORTA DOĞU’DA İSTİKRAR YAPICI
ROLÜ’NÜN RASYONALİTESİ
Mesut TAŞTEKİN∗
Özet
Türk dış politikasında Orta Doğu, Cumhuriyet dönemi ile birlikte, mevcut güvenlik
ve ekonomik ilişkiler çerçevesinde ihmal edilen bir bölge olmuştur. Küresel güç
dengelerinin değişmeye başladığı Soğuk Savaş döneminin ardından, istikrarsız
bölgelerin güvenlik sorunları, uluslararası sistemde, rehabilite edilmesi gereken
yerler olarak, ilgi odağı olmayı sürdürmüştür. Bölgesel ve küresel güvenlik
düzenlemelerinde, küresel aktörlerle gerek NATO gerekse AB ile ilişkileri
çerçevesinde, sahip olduğu güvenlik enstrümanları, Türkiye’yi gerek Batı devletleri
nezdinde gerekse de Orta Doğu ülkeleri açısından dikkat edilen bir güç haline
dönüştürmüştür. Özellikle ABD’nin yaşadığı 11 Eylül tecrübesi ile birlikte, küresel
düzeyde güvenlik anlayışının devlet olmayan aktörlerden gelen tehditlere
yoğunlaşması, uluslararası güvenlik siyasetinde yeni yaklaşımları öne çıkardığı
gibi, yeni güvenlik tedbirlerini de gerekli kılmıştır. Bu eksende, Türkiye’nin bölge ile
ilişkileri gerek terör bağlamında gerekse ABD’nin Birinci ve İkinci Irak operasyonu
sonrasında, bölgedeki küresel ve iç dengelerin değişime uğraması ile birlikte, daha
yoğun bir biçimde güvenlik ekseninde şekillenmeye başlamıştır. Bu güvenlik ekseni
de Türkiye’yi Orta Doğu’da, hem tarihi bağları ve ilgisi hem de Batı güvenlik
sistemine dâhil bir ülke olarak, bir istikrar yapıcı aktör haline dönüştürmüştür. Bu
çalışmada da, Türkiye’nin Orta Doğu güvenliğindeki istikrar yapıcı aktör olma
konumu irdelenecektir.
Giriş
Bu tebliğde, Türkiye’nin Ortadoğu siyasetinde, değişen güç dengelerinin
getirdiği yeni şartlarda, özellikle ABD’nin Irak’a müdahalesine yol açan süreçte,
bölgesel güvenlik bakımından istikrar yapıcı rol ve bu rolün rasyonalitesi
tartışılacaktır. Konunun daha net anlaşılabilmesi için kavramsal açıklamalar
yapmak aydınlatıcı olacağı gibi, konuya bakış açımızı kapsam ve sınır bakımından
belirleyici de olacaktır. Çalışmada, ABD’nin Irak’a 2003’te müdahalesinin ardından
bölgede, hem Irak içindeki farklı siyasi gruplarla hem de bölge ülkeleri ile
ilişkilerinde daha aktif bir konuma geldiği süreçte Türkiye’nin bölge siyaseti konu
alınmıştır. Bu dönemde Türkiye’nin dış siyaseti ile ilgili olarak, bölgesel güç veya
aktif dış politika gibi değişik niteleyici kavramlar kullanılmış ise de, bu çalışmada
dış politikayı değerlendirme bakımından analitik işlevsel ve normatif bir bakış açısı
getiren istikrar yapıcı(lık) rol ve rasyonalite kavramları kullanılmıştır.
Dış Politika Nedir?
Uluslararası ilişkiler literatüründe, dış politikanın kavram olarak, realist
çerçevede, güç temelinde ulusal çıkarların korunması olarak tanımlandığını
görmekteyiz. Aynı zamanda kavram, yaygın kullanılan anlamı ile bir devletin diğer
∗
Arş. Gör., Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected]
112
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
devletlerle ilişkilerini ifade etmektedir. Dış politikanın kavram olarak farklı anlamları
da içerebileceğini de dikkate alarak, dış politika analizlerinde dış politika
kavramının bu farklı anlam boyutlarının da önem kazandığını ya da önemli
olduğunu irdelemek gereklidir. Uluslararası İlişkiler alanının analiz konusu edindiği
anlamda dış politika ise, aslında bir tasarımdır; aynı zamanda da bir uygulamadır.
Tasarım olarak düşündüğümüzde, dış politika, belirlenmiş olan amaçlara ulaşmak
amacıyla oluşturulmuş ilke ve hedefleri ifade eden bir siyasadır(policy).1 Bu siyaset
devletler için bir uygulama planı anlamına da gelir. Diğer taraftan bir devletin
davranışı veya eylemi olarak dış politika, uluslararası alanda devletlerin karşı
karşıya kaldıkları sorunlara dair geliştirdikleri davranış biçimleridir. Rosenau da,
benzer bir yaklaşımla dış politikayı, yönelim olarak dış politika; planlar ve
taahhütler olarak dış politika; eylem olarak dış politika şeklinde üç anlamda
kavramsallaştırmaktadır. Kısaca bu kavramlaştırmalara baktığımızda, yönelimler
dış politikada belirleyici olan genel eğilimleri ve ilkeleri ifade etmektedir. Planlar ve
taahhütler de, hedeflere yönlendirilmiş strateji ve kararları açıklamaktadır. Eylem
veya davranış ise, devletlerin uluslararası alanda ortaya çıkan olaylara ve gelişen
2
durumlara dair uygulamaya koydukları davranışları ifade etmektedir.
Bu tanımlamaların dışında başka dış politika tanımları var olsa da, konuya
dış politika ve rasyonalite kavramlarının kapsamı bakımından bu tanımlar daha
işlevsel durumdadır. Dış politika ile rasyonalite kavramlarını bir arada
düşündüğümüzde, rasyonalite kavramının içerdiği en fazla fayda edinme veya bu
faydayı edinim sürecinin devam ettirilmesi ölçütünde düşündüğümüzde, bizi
ilgilendiren bir kavram daha ortaya çıkmaktadır. Bu da ulusal çıkar kavramıdır.
Ulusal çıkar kavramı üzerinde oldukça fazla spekülatif açıklamalar bulunsa da,
burada
ulusal
çıkar
olarak,
yukarıda
Rosenau’nun
dış
politika
kavramsallaştırmalarının da içerdiği anlam boyutu olan ve devletin hayatiyetini yani
toprak bütünlüğünü, siyasi bağımsızlığını, güvenliğini ve refahını sürdürmeyi
kastetmek daha anlaşılır bir tercihtir. Devletlerin dış politikaları içinde ulusal çıkar
kavramının yönlendirici etkisini irdelemek konumuzun esasını teşkil etmese de, bu
ilişki rasyonalite ve dış politika ilişkisinin izahında belirleyici bir etkiye sahiptir.
Rasyonalite ve İstikrar Yapıcı Rol
Dış politika analizlerinde rasyonalite, daha çok devletlerin dış politika karar
verme süreçlerinde, etkin olan hükümetlerin ve bürokratik yapının bir sorun
karşısında ulusal çıkarları koruyucu veya artırıcı en iyi karar tercihini yapıp
yapamadığına dair bir değerlendirmedir. Bu bağlamda rasyonalite, karar verme
süreçlerinde yer alan aktörlerin rasyonel aktör olarak, gelişen olaylara ilişkin en
makul kararı alabilme yeteneğini ölçen bir değerlendirmedir. Elbette aktör veya
aktörlerin karar alma süreçlerini etkileyen iç veya dış etkenleri de sürece dâhil
ettiğimizde, rasyonel aktörün oldukça karmaşık bir süreç içinde rasyonel davranma
veya davran(a)mama durumunda kaldığını anlayabiliriz.
Konumuz bağlamında rasyonalite ise, hükümetlerin de dâhil olduğu karar
alma sürecinde yer alan aktörlerin rasyonel karar tercihlerinden ziyâde, siyasi
uygulamalara yön veren devletin soyut ve somut ideallerini, ilkelerini ve hedeflerini
içeren varoluşsal bir nitelik taşıyan siyaset programına, dış politika eylemlerinin
uyumluluğu ile ilgilidir. Bu anlamda rasyonalite normatif bir kavram haline
gelmektedir. Bu bağlamda dış politikanın normatif rasyonaliteliği, karar alıcı aktörün
rasyonel davranışı ile aynı konsept içinde ele alınamaz. Her ne kadar iki
1
R. Jones, Analysing Foreign Policy, Routledge and Keagan Paul, Londra, 1970, ss.11-32. Siyasal
bilimler literatüründe, bir dönem siyaset/politics ve siyasa/policy kavramları uygulama ve hedef program
anlamında kullanılmak üzere ayrı ayrı ifade edilseler de, bu çalışmada her iki kavram arasında kesin bir
anlam farklılığı gözetmedik. Ancak rasyonalite kavramının bu çalışmada dış siyasa ve dış siyaset
arasındaki ilişkiyi vurgulamak amacıyla kullanıldığını belirtmekte yarar vardır.
2
J. Rosenau, “The Study of Foreign Policy”, J. Rosenau et all.(eds.), World Politics: An Introduction ,
The Free Press, New York, 1976, ss.16-17
113
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
rasyonalite arasında ilişkisellik mevcut olsa da, ontolojik dış politika hedeflerine
uygunluk veya uyumluluk bakımından normatif rasyonalitelik daha kapsayıcıdır.
Dolayısıyla rasyonel aktörün davranışı, bu kapsam içinde yer alan olayların gelişimi
1
ve bu gelişmelere dair alınan kararlarla ilgili süreçte yer almaktadır. Burada
vurgulanması gereken husus, uluslararası politikada, halen biricik aktör
konumundaki devletin, karar alıcılarının almış oldukları veya alacakları kararlar,
esas olarak belirleyici dış politika hedefleri ile bağdaştığı ölçüde “rasyonalite”
kapsamında değerlendirilebilir ya da tam aksine bağdaşmadığı ölçüde rasyonel
kabul edilmez.
Devletlerin sahip oldukları güç kapasiteleri, aynı zamanda eylem olarak
devletlerin dış politika hedef ve uygulamalarında da belirleyicidir. Devletlerin
oluşumlarını tamamladıkları andan itibaren birincil ontolojik kaygıları varlıklarını
sürdürme endişesidir. Bu endişenin getirdiği birincil önlem ise güvenlik tedbiridir.
Güvenlikle ilgili güncel kuramsal ve yapısal tartışmaları bir tarafa bırakırsak,
güvenlik konusu her devirde devlet denen aygıtın dolayısıyla o devleti oluşturan
toplumun veya topluluğun birincil kaygısı olmuştur. Aslında bu temel gerçeklik
halen geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde güvenlik, farklı boyutlarda (ulusal,
uluslararası veya küresel gibi) öne çıkan bir olgu haline de gelmiştir. Burada kısaca
şunu ifade etmek lazımdır. Bugün ulusal güvenlik, uluslararası güvenlik veya
küresel güvenlik gibi kavramlarla anlatılmak istenen güvenlik mefhumu, farklı
yapısal ve düşünsel bağlamlarda oluşan ilişkiler ağını da anlatmaktadır. Belki de bu
ilişkiler ağını, uluslararası ilişkilerin güçler dengesi kavramı daha iyi temsil eder
görünmektedir. Hâlihazırda anarşik olduğu iddia edilen mevcut uluslararası
sistemin anarşik olduğu kadar ne derece anarşik olmadığı da tartışılabilir bir
iddiadır. Daha açık ifade etmek gerekirse, günümüzün devletleri arasındaki
güvenlik ilişkilerini dikkate aldığımızda, sistemi yönlendirme gücüne sahip
devletlerin güvenlik perspektifleri ile aynı sistemde yer alan devletlerin güvenlik
anlayışlarının paralelliği veya uyumsuzlukları yine mevcut güvenlik ağı içinde
gelişen olaylardır. Dolayısıyla, devletlerin bölgesel ve küresel düzeyde dış politika
hedefleri de, aynı şekilde, hâlihazırda işleyen devletler sisteminin ilişkileri
çerçevesinde değerlendirilebilir. Bu nedenle devletlerin güvenlik yapılarını devletin
dış politika hedefleri kadar, içinde bulunduğu uluslararası güvenlik yapısı da
2
belirleyici konumdadır.
Bu çalışmada Türkiye’nin son yıllarda oluşan Orta Doğu odaklı bölgesel
siyasetini çözümleyici bir kavramsal araç olarak istikrar yapıcı(lık) rol kavramını
işlevsel şekilde kullanmak tercih edilmiştir. Peki, istikrar yapıcı rol kavramı ne
anlama gelmektedir? Uluslararası ilişkiler literatüründe barış yapıcı gibi benzer
kavramlar mevcut olsa da, istikrar yapıcılık kavramı pek kullanılmamaktadır. Bu
nedenle kavramın tanımlanması çözümleyici özelliğinin de anlaşılır olmasını
sağlayacaktır. Bu kavramı, Türkiye’nin dış siyasi ilişkilerindeki tercihleri, dış
politikasını oluşturan düşünsel temelleri ve dış siyasetini şekillendiren bölgesel ve
uluslararası ilişkiler ağını da dikkate alarak bir tanımlamak gerekir.
Buna göre istikrar yapıcı rol için yapılacak tanımda üç faktörün varlığı
sözkonusudur. Bunlar bölgesel dinamikler, küresel dinamikler ve de kendisi de bir
bölgesel güç olan devletin dış siyaset yapılanmasıdır. Diğer bir husus da, istirar
yapıcı rol kavramının bölgesel güç konumundaki devletlerin dış siyasetleri için
daha analitik bir işleve sahip olduğudur. Dolayısıyla, bir devletin kendi bölgesinde
1
Felix E. Oppenheim, “Foreign Policy, Rationality and Morality”, Ratio Juris, Vol. 15 No.1, s.3
Güvenlik kavramının felsefi ve yapısal ilişkilerini inceleyen farklı çalışma için bkz.: Helga Haftendorn,
“The Security Puzzle: Theory-Building and Discipline-Building in International Security”, International
Studies Quarterly, Vol. 35, No. 1. (Mar., 1991), ss. 3-17.
2
114
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
istikrar yapıcı rol sahibi olması, öncelikle bölgesel dinamiklerin ve uluslararası
dinamiklerin elverdiği ölçüde, bölgesel bir güç olarak, bölgesinde daha aktif ve
dinamik siyaset izleyebilme yeteneğine bağlıdır.
Elbette istikrarın gerek ülke içi gerekse ülke dışı birçok faktör ve değişkenle
etkileşim içinde olduğu karmaşık bir yapı içinde oluştuğu aşikârdır. Konumuz
çerçevesinde, Türkiye gibi bir ülkenin kendi bölgesinde izlediği dış siyasetle ne
derece istikrar yapıcı bir güç olabileceğini tartışmak çalışmanın konusunu
oluşturmaktadır. ABD’nin uluslararası sistemde Sovyetler Birliği’nin dağılmasından
sonra, tek hegemon güç olarak üstün konuma geçmesi, güç ilişkilerini yeniden
şekillendirmeye başlamıştır. Bunun sonucu olarak, bölgesel siyasal gelişmeler de
Amerikan politikaları çerçevesinde evrilmeye başlamıştır. Çok kutuplu bir yapıya
giden dünyada güç dengesinin en yoğun kriz bölgelerinden biri de, Orta Doğu’dur.
Soğuk Savaşın ardından 1990 Körfez Savaşı ve Balkanlarda yaşanan krizler ile
dünya gündeminde yer alan Türkiye, ABD’nin 2003’te Irak’a müdahalesini
oluşturan süreç içinde de dünya siyasetinde çok konuşulan bir bölge aktörü olma
konumunu sürdürmüştür.
“Yeni” Orta Doğu ve Türkiye
Amerika’nın 11 Eylül travmasından sonra, küresel düzeyde güvenlik
siyasetini Afganistan ve Irak odaklı askeri müdahaleleri yoluyla yürürlüğe koyması
ile ABD Orta Doğu’da coğrafyayı dönüştürücü güce sahip önemli bir bölge dışı güç
konumunu daha da pekiştirmiştir. Bu nedenle, bölgede yapılacak her türlü çıkar
hesabında, hesaba katılması gereken önemli bir aktör olmuştur. Bu “yeni” Orta
Doğu’da, Türkiye’nin iki kutuplu dünya döneminde izlemiş olduğu denge siyaseti,
yerini bölgesel ve küresel güç dengelerini hesaplayan çok taraflı bir denge
siyasetine bırakmıştır. Orta Doğu’da başlayan Irak savaşı, Türkiye’nin daha anarşik
bir duruma gelen uluslararası sistemde, küresel ve bölgesel aktörlerle daha yoğun
bir ilişki ağı geliştirmesini gerektirmiştir. Uluslararası alanda güvenlik kaygılarının
yoğunlaşıp, terör olgusunun küresel bir boyut kazanması ile Türkiye, yıllardır PKK
ile mücadele eden bir ülke iken aynı zamanda küresel terör dalgasının da bir hedefi
konumuna geldiği gibi Afganistan’da ABD ile küresel terörün odak noktası olan
örgütlere karşı mücadelede cephe almıştır. Ancak aynı Türkiye, Irak’a yapılacak
Amerikan müdahalesinde, yoğun iç ve dış spekülasyon ve tartışmalara rağmen,
ABD politikalarına açık destek vermekten kaçınmıştır. Türkiye’nin bu süreçte
yürüttüğü Orta Doğu diplomasisi mevcut klasik dış politika reflekslerini taşıdığı gibi,
küresel güçlerle yoğunlaşan ilişkilerle birlikte, ülke içinde demokrasinin giderek
güçlenmesi ve bu sürecin modern ve laik bir Müslüman ülke olma özellikleri ile
pekişmesi, Türkiye’nin gerek bölge ülkeleri nezdinde gerekse Batı bloğunda, daha
öne çıkan bir aktör olmasını sağlamıştır.
Türk dış politikasının 1990 Irak Savaşından sonra Irak’a yönelik çizgisine
bakıldığında, üç temel hedefin önemsendiği anlaşılmaktadır. Bu hedeflerin birincisi,
Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması (özellikle bölgede bir Kürt devleti
oluşumunun engellenmesi); ikincisi, Türkiye’nin meşru güvenlik endişelerinin
gözetilmesi ve PKK terörünün önlenmesi; üçüncüsü de Irak’ta yaşayan
1
Türkmenlerin korunması olmuştur.
Terör örgütü lideri Öcalan’ın 1999’da yakalanması ve PKK’nın tasfiye
sürecinin başlaması ile birlikte Türkiye, Suriye ve Irak’la olan ilişkilerini ekonomik
bir çerçeveye oturtmak isterken, ABD bu iki Orta Doğu ülkesine yönelik
politikalarında daha fazla denetim amacı gütmeye başlamıştır. Aslında Soğuk
Savaş sonrasında, ABD’nin kendisine düşman/tehdit olabilecek devletleri haydut
devletler olarak niteleyip, bu devletlerin uluslararası sistemden tecridini öngören bir
1
Mesut Taştekin, “Türk Dış Politikasında 2003 Irak Savaşı”, Mehmet Şahin-Mesut Taştekin (Der.), II.
Körfez Savaşı, Platin Yayınları, Ankara, 2006, ss.262-263
115
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
politika izlemeye başlaması ve Körfez Savaşı ile bölgede uygulamaya başladığı
Çifte Çevreleme Politikası birbirini tamamlayan bir siyaset olarak görülmektedir. Bu
süreçte, Orta Doğu’da da Irak, İran ve Suriye’nin çevrelenmesi veya uluslararası
sistemden tecridi önem taşırken; Türkiye, ABD’nin bu politikasında önemli bir rol
oynamıştır. Türkiye’nin ABD ile ilişkilerinin yoğunlaşması süreci 1992 yılında
imzalanan Genişletilmiş Ortaklık Anlaşması ile başlamıştır. Aynı dönemde ABD ve
İsrail ile ilişkiler, hem siyasi ve askeri olarak hem de ekonomik olarak gelişme
imkânı bulmuştur. Ancak Türkiye, ABD’nin bölgesel politikalarına verdiği desteğin
ekonomik karşılığını ABD’den istediği gibi alamamış ve ekonomik zarara
uğramıştır. Bunun üzerine Türkiye, ABD ile işbirliği yapmasına rağmen, 1994’te
Habur sınır kapısını açarak, fiili olarak yapılan sınır ticaretinin artmasına imkân
sağlamış ve Kuzey Irak’ın ekonomik olarak Türkiye’ye daha çok yakınlaşmasına
fırsat vermiştir. Dolayısıyla 1990–2006 dönemindeki Türk-Amerikan ilişkilerine Irak
odaklı bakıldığında, her ne kadar iki taraf arasında bir işbirliği süreci var olsa da,
ikili ilişkilerde bir güvensizlik ortamının oluşmaya başladığı da birçok olaydan
anlaşılmaktadır.
2003 Irak Savaşı sırasında ABD ile yaşanan tezkere krizi sonrasında
Türkiye’nin Arap dünyasında elde etmiş olduğu olumlu tepkiler, Türkiye’nin
bölgedeki devletler nezdinde ve dini önderler arasında güven kazanmasını
sağlamıştır. 2007 yılı sonunda Kerkük’te yapılması beklenen referandumla ilgili
endişeler, PKK eylemlerinin hız kazanması ve Türkiye’nin sınır ötesi operasyon
yapılmasına ilişkin yaşadığı iç politik tartışmalar, son dönemde hem Türk dış
politikasını hem de iç politikayı etkileyen gündem maddeleri olmuştur. Türkiye,
tezkerenin reddi ile oluşan olumlu havada başlattığı diplomatik girişimler sonucu
bölge ülkeleri ile olan ilişkilerini geliştirmiştir. Irak’taki dini grupları aynı masada
buluşturma çabası ile İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) liderliğini üstlenmesi ve Arap
Birliği Liderler Zirvesine ilk defa çağrılmış olması, bölge diplomasisinde Türkiye’nin
etkinliğinin arttığını gösteren önemli diplomatik olaylardır.
Ayrıca Türkiye’nin bölgede oluşturulmak istenen İran-Suriye ekseninde bir şii
bloğu oluşması tehdidine karşı Suudi Arabistan-Ürdün ve Mısır gibi İran’ın rejim
ihracı siyasetinden ve Orta Doğu’da bir Şii güç ekseni oluşmasından rahatsızlık
duyan ülkeler, Sünni ülkeler bloğu oluşturma çabası içine girdiler. Sünni cepheyi
oluşturmak isteyen ülkeler, Türkiye’yi de bu denklemin içinde görmek istemişlerdir.
ABD’nin de bu siyasete İran’ın çevrelenmesi bakımından destek vermesi, Orta
Doğu’da mezhep odaklı bir bölünmenin de önünü açabilecek bir nitelik
taşımaktaydı. Türkiye ise bölge ülkelerinin temsilcileri ve mezhep önderleri ile
diplomatik ilişkilerini yoğunlaştırmıştır. Böylece Türkiye, diplomasi yolu ile bölge
istikrarının öneminin vurgulanması ve bu istikrarın sürdürülmesinde bütün siyasi ve
dini kesimlerin çabasının gerekliliğini göstermiştir. Bu şekilde de, bölgede mezhep
farklılıklarına dayalı bir bölünmüşlüğün veya bu minvalde bir bölge yapılanmasının
1
bölge istikrarını ciddi şekilde tehdit edeceği anlatılmak istenmiştir.
Bölgenin yeniden yapılandırılması sürecinde Türkiye ile küresel aktör
konumundaki ABD’nin çıkar uyuşmazlıklarının yoğunlaştığı alan Irak’a müdahale
sonrası Irak’ın durumu ve Orta Doğu’nun geleceği olmuştur. Bu süreçte Türkiye,
kendi ülke bütünlüğü ve istikrarı ile birlikte bölge istikrarının sürdürülmesi amacıyla,
İran ve Suriye gibi bölge güçleri ile diplomatik ilişkilerini artırmıştır. İkinci olarak
Türkiye, İstanbul’da Irak’ın Komşuları toplantılarını2 düzenlemiş ve AB değerlerini
1
Mehmet Şahin,”Orta Doğu’da Saflar Netleşiyor”, Cumhuriyet Strateji Eki, Yıl:3 Sayı: 140, 5 Mart 2007
Irak'a komşu ülkeler toplantısı girişimi, Türkiye'nin öncülüğünde 2003 yılında başlatıldı. Başlangıçtaki
amacı, Irak'taki çalkantı ve sorunların, komşu ülkelere yayılmasının önüne geçmenin yollarının
araştırılması olan sürece 5. toplantıdan itibaren bizzat Irak'ın da katılmasıyla, komşuların Irak'ın istikrara
kavuşturulmasına katkı yapmalarına yönelik yöntemler de ele alınmaya başlandı. Irak'a komşu ülkelerin
dışişleri bakanları, bu çerçevede dokuz kez resmi, dört kez de gayri resmi toplantılarda bir araya geldi.
Komşu ülkelerin sık sık bir araya gelmesinin ve sürecin oturmasının ardından, yine Türkiye'nin
önerisiyle, BM Güvenlik Konseyinin beş daimi üyesi ile G-8'lerin BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi
2
116
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
temsil eden bir ülke olarak, toplantıya katılan ülkeler başta olmak üzere bölge
ülkelerinin devlet ve toplum düzenlerinin yeniden yapılanma sürecini önemsediğini
göstermiştir.1 Bu toplantının düzenlenmesinde de Türk karar alıcılar, ABD’nin
İstanbul girişiminden duyduğu rahatsızlıkla karşı karşıya kalmışlardır. Aynı süreçte,
1 Mart tezkeresini kabul etmeyen Türkiye’nin, Orta Doğu’da ABD’nin askeri
etkisinden uzak durmayı başaran bir ülke imajı kazanması ve Batılı laik ve
demokratik bir devlet yapısını temsil eden bir İslam ülkesi olması, AB’nin de olumlu
bulduğu bir süreç olarak değerlendirilebilir (Ayman, 2004: 20). Arap ülkeleri ise
genellikle, Türkiye’nin bölgede barış için arabulucu ve lider ülke rolünü
oynamasından ve Batı’ya yakın olmasından rahatsız olmuşlardır. Irak’ta
başlayan/başlatılan değişim sürecinin, Washington tarafından diğer ülkelere de bir
şekilde yansıyacağının dile getirilmesi, bu sürecin bölge ülkelerinin istikrarı
üzerinde bir tehdit olarak algılanmasına yol açmıştır.
ABD’nin Orta Doğu’nun yeniden yapılanmasına dair planlarına karşılık,
AB’nin 2003 Haziran ayı sonunda onaylanan Geniş Avrupa Siyaseti Kuzey Afrika,
Orta Doğu ve Kuzeydoğu Avrupa ülkelerinin dönüşümünü öngören bir proje olarak
ortaya çıkmıştır. Bu projenin en önemli amacı, bölge ülkelerinin demokratik ve
ekonomik dönüşümlerini sağlayarak, AB’ye uyumlu hale gelmelerini
sağlamaktır(Hatipoğlu, 2004). ABD’nin ve de AB’nin Orta Doğu’ya yönelik
uyguladıkları askeri ve kültürel dönüştürücü siyasetleri, bölge ülkelerini rahatsız
etmiştir. Türkiye ise Batı’ya olan yakınlığı ve Doğu’yla olan bağları sayesinde, iki
taraf arasında bir diyalog köprüsü olma görevini üstlenmiş görünmektedir. Bölgenin
güçlü bir ülkesi olan Türkiye, AB’ye üyelik sürecinde kendi dönüşüm çabası
içindeyken, Orta Doğu’da üstlendiği barışçıl girişimlerle de, aslında AB’nin de
değerlerini temsil eden bir ülke konumuna gelmiştir. Türkiye’nin, İKÖ Zirvelerinde
İslam ülkelerinin demokratik dönüşümünün başlaması gerektiği yönündeki
açıklamaları ve bölgesel barış için girişimleri, bir anlamda, Orta Doğu ülkelerinin
uluslararası sistemle daha fazla bütünleşmelerinin önünü açma çabası olarak da
değerlendirilebilir. Türkiye, Orta Doğu’nun uluslararası sistemden dışlandıkça bir
istikrarsızlık bölgesi olacağının ve bu istikrarsızlığın Orta Asya ve Avrupa’ya kadar
uzanacağının farkındadır.
Türkiye, SSCB’nin çöküşü sonrasındaki döneme hazırlıksız yakalanmıştır.
Bugün gelinen noktada ise Türkiye, küresel siyasal sistemdeki değişimleri daha
doğru okuyabilen bir stratejik bakışa sahiptir. Bu bakış nedeniyle, bölgesinde daha
güçlü bir aktör olabilmek ve küresel siyasal sistemde etkin bir aktör konumuna
gelebilmek için, çok kutuplu bir dış politika anlayışına yönelmeyi tercih etmesi
beklenir. Türkiye, bu dış politika tercihine yönelik adımları, 2003’te ABD’nin Irak’a
girmesinin ardından ABD’nin bölgesel politikalarına koşulsuz destek vermeyerek ve
bölgesel istikrarı koruma ve sürdürme adına bölgesel güç konumundaki devletlerle
bir diplomasi atağına girişerek atmıştır. Türkiye aynı zamanda, Rusya’nın Türkiye’yi
enerji pazarından dışlayıcı manevralarına karşılık hem kendisini hem de AB’yi
enerjide Rusya’ya bağımlılıktan nispeten kurtaracak olan bir adım atarak, İran ile
stratejik bir enerji anlaşması yapmıştır. Özellikle bu son hamle, Türkiye’nin artık çok
olmayan dört üye ülkesinin katılımıyla, genişletilmiş şekilde ilk kez 4 Mayıs 2007 tarihinde Mısır'ın Şarm
El Şeyh kentinde toplanıldı. Şarm El Şeyh'te "Enerji", "Yerlerinden Edilmiş Kişiler" ve "Güvenlik"
konularında Irak'ın gereksinimlerinin karşılanmasına yardımcı olmayı amaçlayan üç çalışma grubu
kurulması kararlaştırıldı. Türkiye her üç çalışma grubuna da katıldı. Toplantılarda ise, Irak'ın bağımsızlık
ve egemenliğinin, ulusal birlik ve toprak bütünlüğünün korunması, Irak'taki ulusal uzlaşı ve siyasal
diyalog sürecine destek verilmesi, Irak'ın istikrar, refah ve huzura kavuşmasında komşuların katkıda
bulunması, Irak'taki her türlü terörizm faaliyetinin kınanması ve Irak'la komşuları arasında terörizm
konusunda işbirliğine gidilmesi gibi konular görüşüldü. Yeni Şafak, 3 Kasım 2007.
1
Bu bağlamda, İKÖ toplantılarında ve Irak’ın Komşuları toplantılarında, kullanılan söylemler dikkatle
incelenmeye değerdir.
117
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
kutuplu bir denge siyaseti izleme eğilimi içine girdiğini göstermesi bakımından
önemlidir.1
İslam dünyasının Batı’ya açılan kapısı olan Türkiye, Avrasya bölgesinde
etkin bir aktör olabilmek için bazı iç sorunları aşmak zorundadır. Ülke içinde
demokratik kültürün ve kurumlaşmanın gelişmesi, devlet bürokrasisinin küresel
değişimleri anlayıp yorumlayabilecek dinamik bir yapıya kavuşturulması ve
ekonomik üretim ve refahın artması bu etkin aktör rolünü pekiştirecek önemli
adımlardır.
Aday ülke statüsünü kazandıktan sonra Türkiye’nin AB ile ilişkileri yeni bir
döneme girmiştir. Hiç şüphesiz Türkiye’nin AB’ye üyelik sorunu artık sadece
Türkiye’nin ev ödevlerini yapıp yapmaması ile ilgili değil; aynı zamanda böyle güçlü
bir aktörün AB yapısı içinde nasıl entegre edilebileceği, AB’nin nasıl bir yapıya
dönüşeceği ve AB’nin geleceği ile de ilgilidir. Türkiye-AB ilişkilerini sadece üyelik
perspektifinden değerlendirmek, ilişkilerin gideceği yönü açıklamakta yetersiz
kalmaktadır ve iki taraf arasındaki ilişkiler artık çıkar çatışması ve çıkar dengesi
içinde düşünülmelidir.
Uluslararası siyasal sistemin çok kutuplu bir yapıya dönüştüğü bu süreçte,
küresel siyasal mücadelenin odağını enerji kaynakları ve enerji yolları
oluşturmaktadır. Çok kutuplu yapının sebebiyet verdiği esnek, kaotik ve bulanık
siyasal yapı, Türkiye’yi de göreceli birçok taraflı denge siyaseti içine
yönlendirmekte; uluslararası sistem açısından enerji koridoru bir aktör ülke konumu
da bu siyaseti pekiştirmektedir. Bu enerji mücadelesinde, bölgesel istikrarsızlığı
artırıcı, ülkelerin iç ve dış siyasetlerini şekillendirici önemli faktörlerden biri de terör
örgütleridir. El- Kaide gibi terör örgütleri, dünya genelinde yapabildikleri eylemlerle
hem küresel aktörlerin hem de bölgesel aktörlerin davranışlarını etkileyebilme
gücüne sahip olduklarını göstermişlerdir. Bu süreçte, bölgesel bir terör örgütü
olan PKK da, işlevsel olarak etnik ayrımcılığa yönelik eylemlerinin dışında, küresel
aktörlerin Orta Doğu’ya yönelik siyaset planlarında kullanılabilecek bir örgüt haline
gelmiştir. Dolayısıyla, özellikle Ortadoğu’da gerçekleşen Kürt odaklı terör olayları,
sadece ayrılıkçı taleplere bağlanmamalı ve bölgeye ilgi gösteren aktörlerin de
politikaları ile birlikte değerlendirilmelidir.
Sonuç
Orta Doğu, Amerika’nın Irak’a müdahalesi ile birlikte, dünya siyasetinin
şekillenmesinde yine önemli kriz bölgelerinden biri haline gelmiştir. Türkiye’nin Irak
savaşının ardından gerek bölge ülkeleri ile gerekse küresel güç odakları ile yoğun
diplomasi trafiği içine girmesi, bölgede aktif bir aktör rolü içine girmesine neden
olmuştur. Sovyetlerin yıkılmasının ardından Türkiye’nin modernleşme sürecinde
yer alan laik Müslüman bir ülke konumunda olmasının getirdiği önem, Orta
Doğu’da yeniden gündeme gelmiştir. Türkiye’nin Irak odaklı başlayan bölgesel
krize yönelik siyaseti, bölgedeki mevcut sınırların korunması ve bölge istikrarının
korunması ve bunun için de etnik ve dini bölünmüşlüğe fırsat verilmemesi yönünde
olmuştur. Türkiye, bölgede izlediği bu çok taraflı denge siyaseti ile en yoğun Orta
Doğu diplomasi trafiğini gerçekleştiren ülkelerden biri olmuştur. Böylece Türkiye’nin
dış siyasetinde, istikrar yapıcı bir ülke imajı bölge siyasetine yansımaya
başlamıştır.
Türkiye’nin yakın çevresinde istikrar yapıcı bir unsur olarak etkin bir aktör
olabilmesi, ekonomik ve siyasal istikrar sahibi bir bölge gücü olması konumu ile
yakından ilgilidir. Bu nedenle de devlet siyasetinin, bütün yönleriyle, mevcut
1
Fuat Keyman, “11 Eylül Sonrası Dünyada Türk Dış Politikası”, Zaman, 15 Nisan 2005Mesut Taştekin,
“Denge ve Derinleşme İkilemi İçinde Türkiye’nin Güvenlik Çevresi”, Türkiye’nin Jeoekonomisi ve
Jeopolitiği (Türkiye Geleceğin Neresinde?)içinde, Nejat Doğan vd.(der.), Nobel Yayınları, Ankara, 2007,
ss.421-443
118
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
uluslararası ilişkiler yapısı içinde, ülkenin yüksek stratejik çıkarlarını koruma ve
sürdürme hedefi doğrultusunda yapılandırılması şarttır. Türk devletinin devlet
organizasyonu ve siyaset üretim yeteneği, Soğuk Savaş sürecindeki statükocu
yapıdan oldukça etkilenmiştir.
Orta Doğu’da meydana gelen krizlerle birlikte, gerek Türkiye’de gerekse
bölgede demokratik kültürel gelişimin önemi bir kez daha öne çıkmıştır. Türkiye’nin
siyasi ve iktisadî bakımdan bölgede bir istikrar unsuru haline gelmesi, bölge
dinamiklerinin oluşumunda, Türkiye’yi ciddi bir aktör konumuna getireceği gibi,
bölgeye dair küresel aktörlerin hem bölgesel hem de küresel denkleminde
önemsenmesi gereken bir aktör olarak varlığını sürdürmesini sağlayacaktır.
Dolayısıyla, uluslararası sistemde, bölgesel bir aktör olarak Türkiye’nin çok boyutlu
dış politika izlemesi, ideoloji odaklı bir dış siyaset yerine rasyonel ve pragmatizm
odaklı bir denge siyasetine yönelmesini gerektirecektir.
119
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
ORTADOĞU’DA İTHAL ÇÖZÜMLERİN BAŞARISIZLIĞI VE
TÜRKİYE MODELİ
Yrd. Doç. Dr.
Barış DOSTER∗
Özet
Ortadoğu, petrol kaynaklarıyla, dinsel, mezhepsel, etnik çatışmalarıyla, radikal
örgütleriyle, terör eylemleriyle, ABD başta olmak üzere büyük güçlerin yakın ilgi/etki
alanı içinde olmasıyla önemli bir bölgedir. Demokratik rejimlerin, istikrarlı devlet
yapılarının azınlıkta olduğu bölgenin önemli bir sorunu da, Batı kaynaklı ithal,
zorlama, dayatmacı çözüm önerilerine maruz kalmasıdır. Son olarak ABD’nin
Büyük Ortadoğu Projesi’nde de görüldüğü gibi Ortadoğu, ithal projelerin
başarısızlığa uğradığı bir coğrafyadır. Bu bağlamda yaşadığı tüm sorunlara karşın
Türkiye, asla rejim ihraç etmeyen, model dayatmayan bir ülke olarak, istikrarsızlıkla
özdeşleşen Ortadoğu’da göreli üstünlüğü ve istikrarlı yapısıyla dikkat çekmektedir.
Türkiye’nin açmazı, kendi gerçekleriyle uyuşan, güçlü ekonomik adımlarla
tamamlanan tutarlı bir bölge merkezli dış politikaya sahip olmaması, bunun sonucu
olarak da Ortadoğu politikası geliştirememesidir. Günü kurtaran, daha çok ABD’nin
isteğiyle atılan adımlara dayanan, sık sık kendi rejimini tartışmaya açan bir politika
yerine Türkiye, bölge ülkeleriyle temasa geçerek, bölgesel ittifaklarda öncü olarak,
kendine özgü bir politikayı, olanakları ölçüsünde yaşama geçirebilir. Türkiye, bunun
için bölgede ve yakın çevrede gereken ittifak potansiyeline, tarihsel birikime,
diplomasi deneyimine ve istikrara sahiptir.
Anahtar Sözcükler: Türkiye, ABD, Ortadoğu, enerji, demokrasi.
Abstract
The Middle East is an important region with its oil reserves, its religious and ethnic
conflicts, its radical organizations, terrorist attacks. It is an attractive region,
especially to world powers such as the USA. Devoid to a great aspect of
democratic regimes and stable state structures, an important problem the region
faces is Western founded imported models of pressure in problem resolving. As
seen recently with the Greater Middle East Project, the Middle East is a geography
where imported projects are doomed to fail. Turkey on the other hand, has never
been a country to import models; and draws attention in the region with its stable
structure and relative superiority in this aspect. Turkey’s dilemma is that it doesn’t
have a foreign policy that suits its own reality rooted strongly on economic
foundations. As a consequence, it cannot develop a Middle Eastern policy, relying
instead on day-to-day politics and policies in favor of US politics in the region.
Turkey could instead form alliances with other countries in the region and play a
leading role.
∗
Marmara Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü, [email protected]
120
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Keywords: Turkey, USA, Middle East, energy, democracy.
Giriş
Ortadoğu geçmişte olduğu gibi, günümüzde de dünyanın en sıcak ve sorunlu
bölgesidir. Tek Tanrılı dinlerin doğduğu bu coğrafya, sadece zengin yeraltı
kaynaklarıyla değil, radikal hareketlerle, terör örgütleriyle, insan, uyuşturucu, silah
ve nükleer madde kaçakçılığıyla, silahlanma yarışıyla da dünyanın gündemindedir.
İsrail - Filistin anlaşmazlığı önemini korurken, ABD’nin Afganistan ve Irak işgalleri
bölgeyi daha da istikrarsız hale getirmiştir. Kısaca BOP olarak bilinen Büyük
Ortadoğu Projesi’nin ortaya çıkması, “Yeni bir Ortadoğu’nun zamanı geldi”
söylemiyle birlikte 22 ülkenin haritasının değiştirileceğinin açıklanması ise bölgede
huzursuzluğu daha da arttırmıştır. ABD’nin bölgedeki varlığı, İsrail’den sonra
kendisine bir süredir müttefik olarak Irak Kürtlerini seçmiş olması, Afganistan’ı
işgali, İran ve Suriye’ye yönelik baskıları ve Irak’ta gelinen durum, Ortadoğu’nun
daha uzun yıllar, gündemin ilk sıralarındaki yerini koruyacağının işaretleridir.
Bu noktada üzerinde düşünülmesi gereken, ABD’nin bölge için gerçekten
kalıcı, adil, istikrarlı bir barış isteyip istemediğidir. İstikrarsız bir Ortadoğu’nun ABD
açısından daha cazip olduğunu, onun müdahaleleri için çok sayıda “gerekçe”,
“bahane”, “sebep”, “neden” barındırdığını öne sürmek mümkündür. Bu nedenle,
bölgenin kendi dinamiklerinin ürünü olmayan, bölge halklarının talebi olarak
gündeme gelmeyen iddialı projelere, cilalı sözlere ihtiyatlı bir tutumla yaklaşmak
gerekir. Büyük Ortadoğu Projesi’nin ya da sonradan değiştirilen adıyla
Genişletilmiş Ortadoğu ve Kuzey Afrika Projesi’nin (GOKAP) başarısızlığı da, bu
coğrafyada doğmayan, bu coğrafyanın toplumsal, kültürel, siyasal, ekonomik
dokusunu iyi tanımayan ve tahlil etmeyen, bu coğrafyanın ihtiyaçlarını
karşılamayan, bu coğrafyanın insanları tarafından sahiplenilmeyen girişimlerin,
başarısızlığa mahkûm olduğunu bir kez daha kanıtlamıştır.
Ortadoğu, başta Çin ve Hindistan olmak üzere hızla gelişen Asya güçlerinin
enerji talebini karşıladığı için de, bunları rakip gören ABD açısından önemlidir.
Doğalgaz ve enerji coğrafyası olması sebebiyle de, ABD’nin, hızla eski günlerine
dönmekte olan en büyük rakibi Rusya’ya olan yakınlığı nedeniyle de stratejiktir.
Önümüzdeki 25 yıl içinde enerjiye 1 trilyon euro yatırım yapacak olan Avrupa’nın
Rusya’dan aldığı doğalgaza olan bağımlılığı ve petrol fiyatlarının istikrarsızlığı ve
dikkate alındığında Ortadoğu’nun önemi daha iyi anlaşılmaktadır. Yaşadığı enerji
sıkıntısı nedeniyle nükleer santral konusundaki tutumunu gözden geçiren ve bu
konuya giderek daha ılımlı bakmaya başlayan Avrupa ülkelerinin, İran’ın nükleer
çalışmalarını yakından izlediğini ve bu konuda ABD kadar olumsuz düşünmediğini
de dikkate almak gerekir. Brezilya, Venezüella ve Arjantin’in ortak doğalgaz boru
hattı inşasını gündemlerine aldıkları ve Bolivya’nın da bu projeye katılacağını
açıkladığı bir dönemde ABD, Ortadoğu’daki gücünü pekiştirmek için her yola
başvurmaktadır.
Ortadoğu’yu şekillendirmeyi ve ABD çıkarlarına göre yeniden yapılandırmayı
amaçlayan Büyük Ortadoğu Projesi bu bağlamda emperyalist bir projedir ve
ihtiyatla yaklaşmak gerekir. BOP, içine aldığı ülkelerde yaşayan ulusları yok
saymakta; ulusların kültürlerini, inançlarını, değerlerini, yaşama biçimlerini bir
potada eritip, projeyi ortaya atan güçlerin çıkarları doğrultusunda hareket eden,
ulus bilincini yitirmiş, kişiliksiz, geleceksiz insanlar topluluğu yaratmaya
çalışmaktadır. Hâlbuki Batılı ülkelere baktığımızda ulus devletlerini güçlendirmeye
çalıştıkları görülmektedir. Hatta daha da ileri gidilerek, bu ülkeler içerisinde başka
kökenlerden gelen gruplar dışlanmaya, saf ırklar oluşturulmaya çalışılmaktadır. Bu
açıdan bakıldığında da projede bir tutarsızlık çok kolayca görülebilmektedir.1
Burada yapılan açıkça bir çifte standarttır.
1
Hüseyin Latif, ABD’nin Türkiye’ye Biçtiği Rol, İstanbul, Bizim Avrupa Yayınları, 2007, s: 111.
121
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Emperyalizmin Kıskacındaki Ortadoğu
Bölgenin en önemli meselesi olan Arap - İsrail anlaşmazlığı sadece Ortadoğu
açısından değil, dünya barışı açısından da önemlidir. Sorunun siyasi, iktisadi,
askeri, kültürel, dini, toplumsal, psikolojik boyutları vardır ve bu karmaşık olayın
çözülmesi hayli güç görünmektedir. İsrail’in saldırgan politikaları ve ABD’nin
sınırsız desteğini arkasına almış olması da, çözümü zorlaştırmaktadır. Vurgulamak
gerekir ki, İsrail Ortadoğu’da nükleer güce sahip tek ülkedir ve başka bir ülkenin
nükleer güce sahip olmasına karşı çıkmaktadır. Bu kapsamda kendisi güçlenirken,
diğer bölge ülkelerine bu hakkı tanımamaktadır. İsrail, BM kararlarına uymamasına
karşın, ABD bu konuda hiçbir şey yapmayarak, İsrail’i cesaretlendirmekte ve
rahatlatmaktadır. İsrail, ABD’nin koşulsuz desteğini arkasına aldığı için de,
uzlaşmaz ve saldırgan tavrını sürdürmektedir. ABD de, bölgedeki çıkarlarının
devamında ve korunmasında, İsrail’in varlığının çok önemli olduğuna inanmaktadır.
İsrail’in başta ülkemizin Güneydoğu Anadolu bölgesi olmak üzere, Türkiye ile
yakından ilgilendiği de bilinmektedir. Özellikle dev bir proje olarak GAP, İsrail’in
yakın takibi altındadır. İsrail açısından dini olarak da Türkiye’nin topraklarının
önemli bölümü “vaat edilmiş topraklar” kapsamındadır. Ortadoğu’nun koşulları, su
ve gıda konusunda bu ülkenin çektiği güçlükler dikkate alındığında İsrail’in, özel
ilgisinin nedenleri daha kolay anlaşılır. Son yıllarda İsrail’in Irak’taki Kürt liderler
Talabani ve Barzani’ye olan açık desteği, kimi İsrailli bilim insanlarının Kürtlerin
Yahudi kökenli olduklarını öne süren çalışmalarındaki artış dikkat çekicidir.
İsrail, 19. yüzyıl sonlarına doğru başlayan mücadele sonrasında, 14 Mayıs
1948 tarihinde kurulmuştur. Kurulmasında, Birinci Dünya Savaşı’nda Filistin’i işgal
eden ve 1917’de Yahudilerin devlet kurma çabalarına destek olacağını açıklayan
İngiltere’nin büyük payı vardır. İngiltere’den sonra 1918 yılında ABD de, kurulacak
bir Yahudi devletini tanıyacağını ilan etmiştir. Savaş sonrasında Osmanlı Devleti
Filistin’i kaybedince, İngiltere 1920 yılında bölgede bir manda yönetimi kurmuş,
böylece İsrail devletinin kurulmasının önü, bölgeye yerleştirilen Yahudi göçmenlerin
de katkılarıyla daha da açılmıştır. İkinci Dünya Savaşı boyunca da göç alan
Filistin’de, İsrail ile Araplar arasındaki ilk savaş, İsrail devletinin ilan edildiği gün,
yani 14 Mayıs 1948’de çıkmış ve bu savaşta İsrail; Suriye, Mısır, Irak, Ürdün ve
Lübnan güçlerinden oluşan Arap ordularını yenmiştir. 1956, 1967 ve 1973
yıllarındaki savaşlar da meselenin büyümesine ve karmaşıklaşmasına yol açmış,
bu süreçte İsrail gücünü arttırmıştır. 20 Mart 1949 tarihinde İsrail’i tanıyan Türkiye,
izlediği dengeli politikanın gereği olarak, İsrail’in varlığını kabul ederken, işgal ettiği
topraklardan da çekilmesi gerektiğini savunmuş ve Filistin’in bağımsızlığını
desteklemiştir.
Ortadoğu’daki sorunları ele alınca, hele de Irak’ın durumunu inceleyince, bir
zamanlar dünyanın süper gücü olan ve “üzerinde güneş batmayan imparatorluk”
olarak anılan İngiltere’nin bıraktığı mirası dikkate almak ve anımsamak gerekir.
Bilindiği üzere İngiltere, 1918 yılında ülkeyi işgal ettikten sonra, 1921 yılında yapay
olarak Irak devletini kurmuştur. Irak, 1932 yılına dek İngiltere mandası altında
yaşamış, 1932 yılında bağımsız olmuştur. Ama Irak üzerindeki İngiliz etkisi devam
etmiştir. Irak’ın sınırlarının çiziminde bile İngiliz çıkarları gözetilmiştir. Bölgede
İngiltere’nin yerini günümüzde ABD almıştır.
İsrail, 1967 öncesi sınırları içinde bir Filistin devleti kurulmasına temelde
karşıdır. Bunu her fırsatta açıklamakta sakınca görmemektedir. Ayrıca bu yöndeki
eylemleri de bu konudaki art niyetlerini doğrulamaktadır. İsrail, 1967’de işgal ettiği
Filistin topraklarının tümünden çekilmeyi düşünmemektedir. Örneğin, Gazze
Şeridi’nden çekilirken Batı Şeria’daki kolonizasyonu yoğunlaştırmaktadır. Doğu
Kudüs’ün kolonizasyonu da hızla sürmektedir. Kudüs’ü İsrail’in başkenti yapma
sevdasından da vazgeçmiş değildir. Özetle barış karşılığında önerdiği, dün işgal
122
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
edilen toprakları bugün düpedüz ilhak edeceği, 5 milyon yoksul göçmeniyle kuşa
çevrilmiş bir Filistin devletidir!1
Günümüzde Filistin’in yaşadığı dram katlanarak sürmekte ve ülkede El Fetih
ile Hamas arasındaki gerginlik, çatışmaya dönüşmüş bulunmaktadır. Filistin’de
ulusal birliğin olmaması, her ne kadar İsrail’in işine gelse de, yaşanan istikrarsızlık
tüm bölgeye yayılmaktadır. Unutmamak gerekir ki Lübnan’da İsrail- Hizbullah
çatışması çok şiddetli yaşanmaktadır ve İsrail’in, askerlerinin kaçırılmasını bahane
ederek gerçekleştirdiği şiddetli saldırı, Hizbullah’ın direnişi ve İsrail’in
başarısızlığıyla sonuçlanmıştır. Bu sonuç, İsrail’in psikolojik olarak ve dünya
kamuoyu önünde kaybetmesi anlamına geldiğinden, ateşkes sağlanmış ve savaşa
adeta ara verilmiştir. İsrail, Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de ise Hamas üzerinden
gerçekte İran ile savaşmaktadır. 2006 yılı Ocak ayında Filistin’de yapılan
seçimlerden Hamas’ın zaferle çıkması ise sadece Filistin’e bir an önce barışın
gelmesini isteyenlerin değil, demokrasiye, seçime, sandığa sınırsız anlamlar
yükleyen Batı kamuoyunu da zor durumda bırakmıştır. Zira eğer seçim sonuçlarına
saygı duyulacaksa, sandıktan çıkan Hamas yandaşlarına da saygı duymak, onları
halkın yasal ve meşru temsilcileri olarak tanımak gereklidir. Hamas Gazze’de, yani
Filistin’in en yoksul bölgesinde, radikal hareketlerin çok daha kolay taban bulduğu
bölgelerde güçlü iken, El Fetih göreli daha gelişmiş bir bölge olan, orta sınıf ve laik
kesimlerin daha yoğun yaşadığı Batı Şeria bölgesinde güçlüdür. ABD yönetimi
açısından Ortadoğu’da barış, özellikle de Filistin’de barışa doğru bir adım, aynı
zamanda önemli bir iç politika meselesidir.
Afganistan ve Irak’ın işgali sonrasında İran’ın yanı sıra Suriye’nin de ABD
tarafından hedef tahtasına konması, Washington’un Şam’ı “teröre destek veren
ülkeler” listesine alması ve “başıbozuk devlet” olarak tanımlaması, ABD’ye yönelik
tepkinin bir diğer nedenidir. Zira Arap halkları, Suriye’nin Hamas ve Hizbullah ile
yakınlığını ABD gibi değerlendirmemekte, aksine İsrail karşıtı bu cepheye verdiği
destek nedeniyle olumlu yaklaşmaktadır. İran- Suriye ilişkileri, ABD’nin her iki
ülkeye yönelik baskılarının da etkisiyle, son derece ileri düzeydedir. Golan
Tepeleri’ni 40 yıldır işgal etmiş bulunan İsrail, Suriye’nin en büyük tehdit olarak
gördüğü bir ülkedir ve İsrail karşıtlığı da Tahran ile Şam’ı yakınlaştıran bir diğer
sebeptir. Suriye’nin güçlü bir ekonomisi, zengin yeraltı kaynakları, caydırıcı bir
ordusu yoktur ve bu nedenle İran’ın desteğine büyük ihtiyacı vardır. ABD’nin
Suriye’deki ikilemlerinden biri de şudur: Suriye’de ABD baskısıyla gerçekleşecek
bir rejim değişikliği, İslamcı bir iktidarın önünü açabilir. Zira bu ülkenin Hamas ve
Hizbullah ile yakınlığı bilinmektedir ve Müslüman Kardeşler örgütü ağırlığını
hissettirmektedir. Suriye’deki bir kargaşa, Irak’tan sonra ABD’yi daha da zor
duruma düşürecektir.
ABD, Ortadoğu’ya barış getirmek için çok sık konferans toplamaktadır ama
bunların büyük bölümünde dağ fare doğurmuştur. Unutmamak gerekir ki, İsrail’in
saldırgan politikası, İsrail’in varlığını kabul eden ılımlı Arap siyasetçilerin de kendi
ülkelerindeki
konumlarını
zayıflatmakta,
siyaset
yapacakları
zeminleri
daraltmaktadır. Şiddet şiddeti doğururken ve İsrail’in şiddetin en ağırını uygularken,
ABD öncülüğünde toplanan barış konferansları amacına ulaşmamaktadır. Bu
süreçler, her iki tarafın şahin kanatlarını ve sertlik yanlısı politikacılarını öne
çıkarmaktadır. Filistin bu açıdan tipik bir örnektir. 2007 yılı Haziran ayındaki
çatışmalar sonrasında ülke kanlı biçimde ikiye bölünmüştür. İsrail’e yaklaşımları
farklı olan Hamas ile El Fetih yandaşları arasında yaşanan çatışmalar sonrasında
Batı Şeria ile Gazze’de iki farklı ve birbirini neredeyse ihanetle, işbirlikçilikle
suçlayan Filistin yönetimi ortaya çıkmıştır. Hamas, Gazze Şeridi’nde denetimi eline
alırken, İsrail, ABD ve Batı kamuoyu onu tanımamıştır. Radikal bir Sünni örgüt olan
1
Hüseyin Baş, “İsrail- Filistin Sorunu Çıkmazda”, Cumhuriyet, 17. 06. 2006, s: 9.
123
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Hamas da zaten İsrail’in varlığına karşıdır ve bu politikası İran ile de örtüşmektedir.
El Fetih ise ABD ve İsrail’in daha ılımlı baktıkları, ABD’ye yakın olan Sünni Arap
rejimlerin destek verdikleri bir örgüttür. Bir kez daha vurgulamak gerekir ki, İsrail
Lübnan’da Hizbullah, Filistin’de ise Hamas ile savaşırken, gerçekte İran ile
savaşmaktadır.
Suriye de kâğıt üzerinde halen savaş durumunda olduğu İsrail’e karşı iki
farklı cephede örtülü bir savaş yürütmektedir. Bu cephelerden iki olan Filistin’de
Hamas ile sıkı bir işbirliği yaparak İsrail ile deyim yerindeyse “kurşun atmadan”
literatürdeki terimi ile “vekâlet yolu ile” savaşmaktadır. Suriye ikinci cephe
Lübnan’da da Filistin’de Hamas’a verdiği desteğin bir benzerini yine aynı taktik ve
stratejilerle Hizbullah’a vermektedir. Suriye, Hizbullah’a verdiği destek ile yine
kurşun atmadan İsrail ile savaşmış olmaktadır. Ama Hizbullah’ın Suriye’nin
desteğine Hamas kadar ihtiyacı yoktur. Suriye’nin Hizbullah ile olan ilişkisi de
Hamas kadar yüksek düzeylerde değildir. Ancak yine de Hizbullah hem siyasi hem
de askeri anlamda Suriye’den destek görmektedir.1 Suriye, 2007 yılında ABD’nin
Annapolis kentinde yapılan toplantılara da katılmış, Türkiye’nin arabuluculuğunda
İsrail ile gizli barış görüşmeleri de yapmıştır. Hem de İsrail uçaklarının Suriye hava
sahasını ihlal edip, taciz uçuşları yaptıkları, hatta bu taciz uçuşlarının bazen
Şam’daki başkanlık sarayı üzerinde bile yapıldığı bir dönemde, “önleyici vuruş”
bahanesiyle, Suriye topraklarını bombaladığı bir yılda bu görüşmeler
gerçekleşmiştir.
Ancak kabul etmek gerekir ki, Filistin’de iki devletli bir çözüm hiç de kolay
değildir. Zira ABD’nin bölge ve dünya politikaları, İsrail’in söylemleri, Afganistan ve
Irak’ın işgalleri, ABD karşıtlığını nasıl körüklüyorsa, aynı durum, hem de daha
fazla, bu bölge için geçerlidir. Ve özellikle de Filistinli siyaset adamları, bu baskıyı
omuzlarında hissetmektedir. Kasım 2007’de ABD’de düzenlenen Ortadoğu
Konferansı’ndan somut ve umut verici bir sonuç çıkmamasının önemli
nedenlerinden biri de budur. Ayrıca, çözümsüzlüğün İsrail’i çok da rahatsız ettiğini
söylemek güçtür. Çünkü çözümsüzlük ve de şiddet ortamı, İsrail’in saldırganlığının
da gerekçesi olarak sunulmaktadır. Ve bu durum ABD başta olmak üzere Batılı
kamuoylarının önemli bölümünce de kabul edilmekte, İsrail haklı görülmekte ve
desteklenmektedir. Sonuçta da bir kısırdöngü ortaya çıkmaktadır. Arapların kendi
içinde bölünmüş olmaları ve Hamas ve El Fetih arasındaki çatışma da İsrail’in işine
gelmekte, elini güçlendirmektedir. İsrail; Arapları dağınık, kendi içinde bölünmüş,
tek bir temsilcisi olmayan ve kendilerini yönetemeyen bir halk olarak Batı
kamuoyunda göstermektedir. İsrail, Filistin’deki bu durumu dünya kamuoyunda
işlemekte, kendi tezlerini güçlendiren bir durum olarak yansıtmaktadır.
Türkiye: Etkileyen ve Etkilenen Ülke
Türkiye kuruluşundan beri Irak ile yakından ilgilenmektedir. Bunun tarihsel,
siyasal, kültürel, coğrafi, etnik, toplumsal ve iktisadi gerekçeleri vardır. Ankara’nın
bu ilgisinin nedenleri arasında bir zamanlar; komşuluk ilişkileri, Musul ve Kerkük
petrolleri, ülkedeki Türkmenlerin varlığı öne çıkarken, zamanla bölücü terör
örgütünün Irak’ın kuzeyindeki etkinliği de bu listeye eklenmiştir. 90’lı yıllarla birlikte
ise Saddam rejiminin izlediği politika ve Körfez Savaşı, Türkiye’nin yakın ilgisinin
diğer nedenleri olarak öne çıkmışlardır. Günümüzde Irak’ın kuzeyindeki Kürt
oluşumu ve bunun bağımsız bir devlete dönüşme ihtimali Türkiye’yi rahatsız
etmektedir ki, Ankara bağımsız Kürt devletinin ilanını “casus belli” sayacağını yıllar
önce açıklamıştır. Irak’ın kuzeyinden kaynaklanan ve desteklenen bölücü terör,
Türkmenlere yönelik baskılar ve Musul ile Kerkük’ün durumu da günümüzde
Türkiye’yi endişelendirmektedir.
1
Miray Vurmay, “Barışa Geçit Yok”, Cumhuriyet Strateji, 08. 10. 2007, Sayı: 171, s: 18.
124
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Irak’ın kuzeyine yönelik hava operasyonları, Türk Hava Kuvvetleri’nin
gücünü, caydırıcılığını ortaya koymuştur. 2008 yılı Şubat ayının sonlarında
başlatılan sınır ötesi kara harekâtı da bu askeri gücün etkinliğini ve caydırıcılığını
pekiştirmiştir. Ancak, Türkiye’nin kendi istihbarat zafiyeti sürdüğü, can alıcı,
stratejik, sonuca dönük, anlık istihbarat konularında ABD’ye bağımlı yapı, en
önemlisi de ABD’nin Barzani ve terör örgütüne verdiği destek devam ettiği
müddetçe, teröre öldürücü darbenin indirilemeyeceği de anlaşılmıştır. Irak’ın
kuzeyindeki yapının koruyucusu ve destekçisi olan güçten, o yapıyı yok etmek için
istihbarat istemek, hem gerçekçi değildir, hem de sonuç alıcı olmaktan uzaktır.
Türkiye Irak’ın kuzeyindeki oluşum, BOP ve terör örgütüne dönük yaklaşım dışında
daha pek çok konuda da ABD ile farklı yaklaşımlara sahiptir. 1 Mart tezkeresi,
Fener Rum Patrikhanesi’nin statüsü, Heybeliada Ruhban Okulu, sözde Ermeni
soykırımı iddiaları, Montreux Boğazlar Sözleşmesi, Türkiye’nin laik Cumhuriyet
rejimine karşılık ABD’nin “ılımlı İslam” projesinde diretmesi, iki ülkenin farklı
düşündüğü konulardan bazılarıdır.
ABD’nin, Türkiye’nin önce havadan, daha sonra ise karadan Irak’ın kuzeyine
yaptığı operasyonlara, uzun süre karşı çıktıktan sonra yeşil ışık yakması, belli ki iki
ülke arasında yapılan uzun pazarlıkların sonucudur. Washington’un, Türkiye’den
Irak’ın kuzeyindeki oluşuma olumlu bakmasını, bu oluşumun lideri Barzani ve Irak
Cumhurbaşkanı Talabani’yi muhatap almasını istediği, terör örgütü üyelerine dönük
en geniş affı gündeme getirdiği ve İran’a yapmayı tasarladığı bir operasyon
konusunda destek talep ettiği anlaşılmaktadır. Türkiye’nin Musul, Kerkük ve
Türkmenler konusundaki duyarlılığı ise pek dikkate alınmamıştır. ABD, Türkiye’nin
sınır ötesi harekâtına ses çıkarmayarak, aynı zamanda Türk kamuoyunda oluşan
ABD karşıtı havayı da azaltmak istemiştir. Washington, sınır ötesi harekâtı zamana
yayarken ve harekâtın bitişindeki zamanlamaya ilişkin tartışmalar sayesinde de
Türk Devleti’nin ciddiyetinin ve caydırıcılığının sorgulanmasının önünü açmıştır.
Unutmamak gerekir ki ABD, sadece Irak’taki Kürtleri değil, Türkiye, İran ve
Suriye’deki ayrılıkçı- bölücü Kürtleri de kullanmaktadır. ABD ve İsrail güdümünde
bir Kürt devleti, ABD için bölgede yeni bir üs olacağı gibi İsrail’in yanında yer
alacağı için de önemlidir. Yani ABD operasyonlarında kullanılmak üzere ve İsrail’in
güvenliği için gereklidir.
Türkiye’nin sınır ötesi operasyonuna, Arap ülkeleri karşı çıkarken, aynı
dertten muzdarip iki ülke olan İran ve Suriye, aynı ölçüde tepki vermemişler, ama
operasyonun uzun sürmemesi gerektiğini de açıklamışlardır. Bu durum, hem
ABD’yle yakın ilişkileri olan Arap ülkelerinin, hem de ABD’nin hedefinde bulunan
İran ve Suriye’nin, Türkiye’nin Irak’ta etkili olmasından çekindiklerini
göstermektedir. Bu durum aynı zamanda, Türkiye’nin terörle mücadelede nasıl
yalnız bırakıldığının da kanıtlarından biridir.
ABD’nin İran Açmazı
Şii İran’a karşı Sünni bir blok oluşturma konusunda ciddi arayışlar içinde olan
ABD, Vahabi Suudi Arabistan modelinin kolaylıkla yaygınlaşabilecek bir örnek
olmadığını çok iyi bildiğinden, kendi kurgusu olan ılımlı İslam modelini öne
çıkarmaktadır. Ilımlı İslam’a örnek olarak da Türkiye’yi göstermektedir. İsrail’in ve
Suudi Arabistan’ın da Şiiliğe karşı çıkmalarına, İran’ın oluşturmaya çalıştığı Şii
Hilali’ne karşı rahatsızlık duymalarına ek olarak, bu iki ülkenin yanına, farklı
nedenlerle ve farklı yollardan Türkiye’nin de çekilmeye çalışıldığı gözlenmektedir.
Fakat unutmamak gerekir ki İran, zengin enerji kaynaklarıyla, jeopolitik konumuyla,
coğrafyasıyla, nüfusuyla, savaş deneyimli ordusuyla, nükleer çalışmalarıyla, devlet
geleneğiyle, millet kültürüyle, dini inanç bağlamında örgütlülüğüyle zorlu bir
hasımdır. ABD’nin İran’dan vazgeçmesi nasıl mümkün değil ise İran’a saldırması
da çok kolay değildir ve Washington açısından, telafisi imkânsız sonuçlar
doğurabilir.
125
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Belirtmek gerekir ki İran, ABD’nin Irak’ı işgalinden kazançlı çıkan bir ülkedir
ve bu durum ABD’nin nasıl büyük bir hesap hatası yaptığının da göstergesidir.
ABD bu durumu öngörememiş, fark ettikten sonra da iş işten geçmiş ve
önleyememiştir. Irak yönetiminde Şiilerin ağırlığının artması, sürece dâhil olmaları,
aynı zamanda ülkede İran etkisinin artması demektir. ABD de gelinen aşamada bu
gerçeği görmüş, İran’ı dışlayıp, devre dışı bırakarak Irak’ta istikrarı
sağlayamayacağını fark etmiştir. Irak’ın toprak bütünlüğünden yana olan İran’ın,
Irak yönetimi üzerindeki etkisi, bu ülkedeki Şiilerin de katkısıyla sürekli artmaktadır
ve Şiilerin kutsal saydığı mekânlar olan Kerbela ve Necef’te yaşananlar, Şiiler
arasındaki öfkeyi arttırmıştır. Ülkeyi Şii, Sünni ve Kürtler arasında fiilen üçe bölen
ve bu sayede hem Sünni direnişini hem de İran etkisini kırabileceğini sanan ABD
ve İsrail, bu gelişmeleri kaygıyla izlemektedir.
İran yönetimi, sadece Şiilerle değil, Irak içindeki diğer etnik/ dini gruplarla da
ilişkilerini sıcak tutmaya çalışarak, bu politikası çerçevesinde, ekonomik yardım ve
ticari araçlarla Irak toplumu içerisine bir hayli nüfuz etmiştir. ABD, Irak’taki bu
gelişmelerin farkındadır ve askeri gücünü çekmesi/ işgal durumuna son vermesi
halinde, kendisinden boşalan yerin İran tarafından doldurulacağını düşünmektedir
ve hatta bundan emin görünmektedir.1 Irak’ta Suudi Arabistan’ın da Sünni halka
yönelik yardımları söz konusudur. Ama Suudiler Irak’ta, ABD’ye her konuda
verdikleri sınırsız destek nedeniyle tepkiyle karşılanmaktadır. İran sadece Irak’ta
değil, Filistin, Lübnan, Suriye gibi diğer bölge ülkelerinde de nüfuzunu
arttırmaktadır. İran’ın Sünni Müslümanlar nezdinde de etkinliğini arttırması, dahası
Suudi Arabistan, Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi ABD’nin yakın müttefiki olan
yönetimler altındaki halklar arasında bile sempati toplaması, ABD tehdidi altında
yaşayan ülkelerde, ekonomisini de kullanarak etkili olmaya çalışması,
Washington’u endişelendirmektedir.
ABD Irak’taki askeri varlığını kalıcı hale getirerek, Irak’ın kuzeyinde ABDİsrail etkisinin, ortadaki Sünni yoğun bölgelerde Suudi Arabistan etkisinin, güneyde
Şiilerin ağırlıkta olduğu yerlerde ise İran etkisinin artacağını bilmektedir. Ama
bölgeyi yönetmeye kalkan ABD, bir dizi açmazla karşı karşıyadır. İran ve Suriye
konusunda istediği adımları atamamıştır. İsrail Lübnan’da Hizbullah’la giriştiği
mücadelede başarısız olmuş ve bu nedenle ateşkes ilan edilmiştir. Suriye, İran,
Mısır, Suudi Arabistan, Libya gibi ülkelerin yanı sıra, Hizbullah ve Hamas gibi
örgütler de büyük bir hızla, hem de füze cinsinden silahlanmaktadır.2 Afganistan’da
başarısız olan, Irak’ın işgali sonrasında büyük bir açmaza giren ABD, ülkede 1
milyon sivilin ölümüne neden olmuştur ve gelinen noktada Irak Şii, Sünni ve Kürtler
arasında etnik- dinsel temelli bölünmeyi de aşarak, aşiret temelli bölünmeye doğru
hızla yol alan ve iç savaşa sürüklenen bir ülke haline gelmiştir. ABD’nin bu ülkedeki
en önemli açmazlarından biri de, bölgede yakın müttefiki olarak öne çıkan Irak
Kürtlerinin sınır tanımayan talepleridir. Çünkü bu talepler, hem bölgenin gerçekleri
ile örtüşmemekte, hem de ABD’nin yapabileceklerinin sınırlarını zorlamaktadır.
Amerika, Ortadoğu stratejik hesaplarında yanılmıştır, yanlış yapmıştır.
Amerika, Ortadoğu’nun stratejik yapısını değiştirmeye kalkmıştır ve ilk raundda
başarısız olmuştur. Ancak buna rağmen el attığı konulara olan Evangelist
yaklaşımlarını terk etmemiştir. İkinci ve son raundu oynamaktadır. Halen Türkiye
üzerinden İran ile tokuşmayı, etnik ve dini esaslara göre parçaladığı Irak’ta,
kuzeyde yarattığı oluşumu Türkiye’ye destekletmeye devam azmindedir ve
burasını merkez tutarak “Büyük Kürdistan” peşindedir ve Türk dış politikası buna
3
cesaret vermektedir.
ABD, 1990’lı yılların başındaki konumunu hızla
kaybetmektedir. Güç dengesi, hızla ABD’nin aleyhine değişmektedir. ABD
1
Türel Yılmaz, “İran ‘Bütün Irak’ İstiyor”, Cumhuriyet Strateji, 29. 10. 2007, Sayı 174, s: 8.
Ali Külebi, “Ortadoğu’nun Silahı Füzeler”, Cumhuriyet Strateji, 21. 01. 2008, Sayı: 186, s: 12- 13.
Tuncer Topur, “Ortadoğu ve Stratejik Konum”, Uluslararası Politika Konferansları, Ed: Vural Fuat
Savaş, İstanbul, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, 2006, s: 65.
2
3
126
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
kendisine yönelik, şimdilik daha çok örtülü olarak hissedilen ciddi bir meydan
okuma ile karşı karşıyadır. Gücü ufalanmaktadır ve bu ufalanma da, ABD’nin
etkinliğini artan bir şekilde zayıflatmakta ve etki alanını daraltmaktadır.1
Irak ve ABD’nin Yanlış Hesapları
ABD’nin Ortadoğu’ya yerleşmek için enerjiden İsrail’in güvenliğine, en ciddi
rakipleri olan Rusya ve Çin’in hemen yakınlarında bulunmaktan, İran’ın nükleer
çalışmalarına, BOP kapsamındaki adımlardan, kendisine yeni düşman olarak
belirlediği “radikal İslam’la mücadeleye” dek bir dizi bahanesi vardır. İngiltere ile
birlikte ABD’nin iki stratejik ortağından biri olan İsrail’in, her ne pahasına olursa
olsun güvenliği, ABD için yaşamsaldır. Ancak, her ne kadar Suudi Arabistan,
Kuveyt, Birleşik Arap Emirlikleri gibi Sünni Arap ülkeleri başta olmak üzere,
bölgede pek çok yönetimle güçlü ilişkileri olsa da, bölge halklarının nezdinde ABD
yabancı, işgalci, emperyalist bir güçtür. Arap yöneticilerinin büyük bölümü ABD’nin
yanında yer alsalar bile, Arap halklarının çoğunluğu ABD’ye karşıdır. Irak’ın işgali
ve Saddam’ın idamı da bu karşıtlığı körüklemiştir.
İdamla birlikte, ABD’nin bölgede İran’ın etkinliğini ortadan kaldırmak için
uygulamaya koyduğu “Şiilere karşı Sünnileri destekleme” politikası çökmüş, Kürt
grupların ve Şiilerin eli daha da güçlenmiştir. ABD’nin özelde Irak’ta, genelde de
Ortadoğu’da oluşturmaya çalıştığı Sünni bloku arayışları büyük darbe almıştr.
Kürtlerin ve Şilerin eli güçlenirken de, Sünnilerin hem siyasi, hem askeri açıdan
sistemin dışına itilmesi sonucu Irak’ın parçalanmasının önü açılmıştır.2 İdam
Şiilerle Sünniler arasındaki çatışmayı daha da körüklemiştir. İş öyle bir boyuta
varmıştır ki, Irak’taki Sünni direniş örgütlerinden biri olan İslam Ordusu, idamdan
sonra Müslümanlara, başkent Bağdat’ı “İran işgalinden kurtarma çağrısında”
bulunmuştur. Bildiride “Irak’ın Amerikan ve İran işgali olmak üzere çifte işgalle karşı
karşıya bulunduğu belirtilerek, İslam dünyasına, Irak’taki Sünnileri destekleme
3
çağrısı” yapılmıştır. Irak’ta 2005 yılında yapılan 30 Ocak seçimlerini ve Ekim
ayındaki referandumu Sünni Arapların büyük bölümünün boykot ettikleri, 15 Aralık
seçimlerinde ise katılımın daha yüksek olduğu anımsanacak olursa, ülkedeki
bölünmenin her boyutta gerçekleştiği anlaşılır.
Her ne kadar çok sayıda Arap bilim insanı, seçimlerin önemine değinse,
4
katılımdan, temsilden, sayımların şeffaflığından sözetse de , işgal altındaki bir
ülkede, seçimin sadece göstermelik olduğu açıktır. İşgalin yanı sıra, seçimin
anlamsızlığını ve işlevsizliğini ortaya koyan bir diğer neden de, partilerin ve
seçmenlerin yurttaş davranışlarıyla değil, alt kimliklerle, feodalizm artığı, Ortaçağ
kalıntısı aidiyetlerle tanımlanıyor olmasıdır. Ve seçimler de bu gerçeği
değiştirmemiştir. Yönetimde Şii ve Kürtlerin ağırlığı artarken, Sünniler daha da
dışlanmışlardır. Seçimlerde İran etkisi, sandığa da yansımıştır. Şii İran’ın Sünni
Araplar nezdinde artan etkisinin en önemli nedeni, ABD’ye karşı çıkması, ona kafa
tutmasıdır. Irak’ta, nüfusun çoğunluğunu oluşturan Şiiler, işgalden sonra İran’a
daha da çok yaklaşmışlardır. Sonuçta ABD, Irak konusunda İran ile görüşmelere
başlama kararı almıştır. Ayetullah Hamaney görüşmelerin Irak’ın istikrarı konusuna
odaklanacağını ve İranlı diplomatların ABD’ye Irak’ı terk etmelerini söyleyeceğini
belirtmiştir. Beyaz Saray yetkilileri ise görüşmelerin İran’ın nükleer programını
içermeyeceğini ifade etmişlerdir. İranlı çeşitli gruplar görüşmelerin İran’ın ABD
1
Osman Metin Öztürk, Amerika Çökerken Yeni Kutuplaşma, Ankara, Fark Yayınları, 2007, s: 47.
“ABD Kendi İpini Çekti”, Cumhuriyet, 02. 01. 2007, s. 11.
“Bağdat’ı İşgalden Kurtarma Çağrısı”, Cumhuriyet, 02. 01. 2007, s: 11.
4
The New Iraq, Ed: Fuat Aksu – Nurşin Ateşoğlu Güney, İstanbul, OBİV Yayını, 2005.
2
3
127
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
karşısında güçsüzlüğü şeklinde yorumlanabileceğini belirtirken, Iraklı Sünni gruplar
görüşmeleri İran’ın Irak içişlerine müdahalesi olarak yorumlamıştır.1
ABD, Ortadoğu’daki varlığını pekiştirmek için, Soğuk Savaş boyunca
SSCB’nin bölgedeki etkisini nasıl kullanmış ise Soğuk Savaş sonrasında da
Saddam Hüseyin’in varlığını ve 2001 yılında gerçekleşen 11 Eylül saldırılarını öyle
kullanmıştır. Bu konuda gerek Amerikalılar içinde, gerekse Amerikalı olmayanlar
arasında oluşmuş bir fikir birliği söz konusudur. Örneğin ABD’li ünlü düşünür
Chomsky, Saddam Hüseyin’in Birinci Körfez Krizi sonrasında nasıl kollandığını
şöyle anlatmaktadır: Saddam Hüseyin’i neredeyse işgal gününe kadar
desteklediler ve aslında savaştan sonra ona yeniden destek verdiler. Saddam,
Mart 1991’de gerçekleşen Şii ayaklanmasıyla devrilebilirdi. Oysa ayaklanmayı
ezmesi için ona yetki verdiler. Nerdeyse işgal gününe kadar Saddam Hüseyin’e
kitle imha silahları geliştirmesini sağlayacak araçlar sağladılar. ABD, İngiltere
(muhtemelen Rusya, Almanya, Fransa ve diğerleri de) ona ileri silahlar geliştirmesi
için gerekli araçları sağlamayı sürdürdüler.2 Lübnanlı siyaset bilimci Gilbert Achcar
da ABD çıkarlarına karşı gerçekleştirilen saldırıların, bu ülkenin emperyal tasarıları
için çok önemli bir işlev gördüğünü belirtmektedir. Achcar şöyle demektedir: İster
bilinçli, ister bilinçsiz, isterse yarı bilinçli olsun, ABD siyasetini belirleyenler belirli
tipte bir olaya ihtiyaç duyuyorlardı ve bu tipte bir olayın gerçekleşmesini önlemek
için ciddi bir çaba göstermediler. Bu yüzden insanların zihninde meşru biçimde yer
ettiğini düşündüğüm bir yorumlar yelpazesi var. Bu yorumlar Bush yönetiminin 11
Eylül’ü örgütlediğini iddia eden komplo teorilerinden çok daha meşrudur.3
ABD’li bilim adamı Sachs da, savaşın gerçek nedeninin terör değil, Irak’taki
büyük petrol rezervleri olduğu yönünde yaygın bir görüş olduğunu anımsatmakta
ve şöyle demektedir: “ABD Irak’ta toprağa hükmedememektedir. Orada olması
şiddeti tırmandırmaktan başka bir işe yaramamaktadır. Savaşlar politikaların
başarısızlığından kaynaklanır. Sorunlara karşı politika üretememek, başarısızlığı
beraberinde getirir. Amerika’nın yabancı ülkelere karşı milli güvenlik politikası üç
noktayla açıklanabilir: Savunma, diplomasi ve gelişme…
ABD’nin askeri
harcamaları, dünya askeri harcamalarının yarısı kadar bir rakamdır. Eğer ABD,
politikayı savaştan önce düşünseydi ve gelişmeleri daha hızlı takip etseydi daha
çok gelişim harcaması ile Asya’da, Afrika’da ve Ortadoğu’da daha çok ticari boyut
geliştirebilirdi. Kuşkusuz ki bu askeri yaklaşımdan çok daha etkin olur ve Amerika
yararına daha iyi hizmet verebilirdi. Şüphesiz ki teröristleri safdışı bırakmak
amacıyla polis operasyonları düzenlenebilir. Ama bunun bedeli, Irak’taki savaş
maliyetlerinden ve büyük askeri harcamalardan daha fazla olmaz. Amerikan
Ordusu, ABD’yi geleneksel askeri saldırılardan koruyabilir, açık denizleri tutabilir,
petrol akışını ve diğer önemli ürünleri sağlayabilir. Oysa ABD’yi uyguladığı
politikalar koruyamaz. Amerikalıların daha duyarlı olmaya ihtiyaçları var. Askeri
çözümlerden çok, barışçıl yöntemlere yatırım yapılması, ülkenin yararınadır.
Amerika’nın Irak’ı acilen terketmesi gerekir. Amerika’nın Irak’taki yolu sınırlıdır. Şu
an orayı terketmiş olması, şu an içinde bulunduğu konumundan daha anlamlı
olacaktır. Amerikalılar ve Irak Halkı için bu süreç, şimdi çekilinmesi durumunda
4
daha ucuza malolacaktır.
Bush yönetimine destek veren ünlü gazeteci- yazar Thomas Freidman da,
ABD’nin Irak’taki başarısızlığını ve bir an önce çekilmesi gerektiğini yazısında şöyle
ifade etmiştir: “Bugün ben de dahil olmak üzere yönetimde bulunan ve Irak’ın ele
geçirilmesinin önemine inanan herkes şunu derhal kabul etmelidir: Bush’un ya da
1
Olaylarla Türk Dış Politikası Irak ve Kıbrıs Sorunu, Der: Övgü Kalkan – Emre Erkan, İstanbul, DIF
Yayınları, 2007, s: 23.
2
Noam Chomsky- Gilbert Achcar, “Tehlikeli Güç”, İstanbul, İthaki Yayınları, 2007, s: 51- 52.
3
Age, s: 38.
4
Jeffrey D. Sachs, “Irak’taki Savaşı Durdurmak İçin Politika Yapmak”, Ekonomik Forum, Ağustos 2005,
s: 72- 73.
128
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Arapların mazeretleri, hangisi olursa olsun, şurası açık ki bunu
gerçekleştiremiyoruz. Yapacağımız en iyi ikinci şey Irak’tan çekilmektir. Çünkü
bizim için en kötü seçenek (İran’ın istediği seçenek), Irak’ta kalmak ve nükleer
1
silahlarını vurduğumuz an İran’ın kolay hedefi olmaktır.
Afganistan’da ciddi bir krizle karşı karşıya olan, Irak’ı işgal ettikten sonra tam
anlamıyla denetimi ele alamayan ve 1 milyondan fazla Iraklının ölümüne neden
olan ABD, Saddam Hüseyin’in idamıyla da kargaşayı derinleştirmiştir. 2006 yılının
bitimine iki gün kala bir bayram sabahı idam edilen Saddam Hüseyin’in ölümü,
ülkedeki istikrarsızlığı, iç çatışmayı ve fiilen üçe bölünmüş yapıyı pekiştirmiş, Irak iç
savaşın eşiğine gelmiştir. ABD’nin Irak için öngördüğü gevşek federasyon, ülkenin
bölünmüşlüğünü resmen tescil edecektir. Irak’ın toprak bütünlüğü korunarak, ŞiiSünni- Kürt bölgelerine ayrılmasını öngören yapı, gerçekçi ve tutarlı değildir. Çok
kısa süre içinde ülkenin resmen de üçe bölünmesinin önünü açacak ve bu süreç de
kanlı olacaktır. Gevşek federasyon düzenlemesinin Kürtleri tatmin edeceği ve
onların bağımsızlık umutlarını canlı tutacağı açıktır. Bölünme durumunda ülkenin
güneyinde ortaya çıkacak bir Şii devleti, İran güdümüne girecektir ki, bölgede ikinci
bir Şii devleti, ABD açısından hoş karşılanacak bir durum değildir. Ama ABD, işi
sürüncemede bırakarak, çekilmeye ilişkin sürekli takvim değiştirerek, ülkedeki etnik
ve dinsel çatışmayı da körükleyerek, Irak’taki varlığını sürdürmektedir. Irak’ta, bir
Iraklı üst kimliğinin, ulus bilincinin olmaması, hem ABD karşıtı direnişin daha da
ivme kazanmasını engellemekte, hem de ABD’nin karşısına tüm Irak’ı ve Iraklıları
temsil eden tek ve yetkili bir muhatap çıkmasını önlemektedir. Zaten ABD’nin de
ülkeden ayrılmaya niyeti yoktur.
Uzmanlara göre Irak, “pimi çekilmiş bomba” durumuna gelmiştir ve ülke kanlı
bir iç savaşın eşiğindedir. Silahlı milis- ordu dengesi ülke için tehdit oluşturmaktadır
ve farklı milis gruplarının sayıları birbirine eşittir.2 Şu an görünen odur ki, ABD’nin
Irak’ta kalmasına muhalefet eden olmadığı gibi, aynı zamanda bazı etnik unsurların
ABD ile yakın ilişkilerinin bulunduğu da gerçektir. Irak’ta başarısız olan ABD,
Irak’taki kaosu ve başarısızlığını, bu ülkenin etnik ve dini farklılıklarını ön plana
çıkararak örtmeye çalışmaktadır. Milli birliği bozulmuş bir Irak’tan çekilen ABD, bu
tabloyu “Irak’taki etnik ve dini unsurlar arasındaki husumet ve sorunlar ancak bu
şekilde çözümlenebilirdi” mizanseniyle açıklama yoluna gidebilir. Bütün bunların
yanında parçalanmış / bölünmüş bir Irak modeli, Ortadoğu bölgesine yönelik
ABD’nin gelecekteki planlamaları için güzel bir örnek teşkil edecektir. Bölünmüş /
parçalanmış bir Irak, Irak’a komşu ülkelerde etnik ve dini ihtilafların /
anlaşmazlıkların çıkmasına zemin hazırlayacaktır. Hâlihazırda büyük bir kaosun
eşiğinde olan bölge, istikrarsız alanların genişlemesi suretiyle yeni gerginliklere
maruz kalacaktır. Hâlihazırda Irak’taki Şii - Sünni çatışması tüm İslam dünyasına
yansımış durumdadır. İran’ın Irak’taki ve diğer ülkelerdeki Şiiler üzerindeki etkinliği
3
karşısında bir de Sünni Blok oluşmuş durumdadır.
Irak’ın bölünmesi, parçalanması, denetimden çıkması radikal örgütlerin çok
daha kolay taban bulmasının önünü açacaktır. ABD Irak’tan tamamen çekilmek
istemeyecek, askerlerini ülkenin kuzeyindeki Kürt bölgesinde konuşlandıracaktır.
Bu hem Irak Kürtlerinin yönetilmesi, hem genel anlamda bölge üzerindeki
denetimin devamı, hem İran ve Suriye’ye karşı bir tehdit unsuru olması, hem
Türkiye’ye karşı bir koz oluşturması, hem de İsrail’in güvenliği açısından önemlidir.
ABD’nin Irak’ta zafer kazanması ise imkânsızdır. ABD askerleri ülkede kaldığı
sürece de, Irak’ta halkın desteğini almış, meşru ve geniş tabanlı bir siyasal iktidarın
ortaya çıkması ihtimal dışıdır. ABD’nin önemli bir ikilemi de şudur: Irak’ın işgalini
ABD, eski lider Saddam’ın saldırgan ve diktatör tutumuna, bu ülkede olduğu öne
1
Gilbert Achar – Michel Warschawski, “İsrail’in Hizbullah’a Karşı Savaşı”, İstanbul, Yazın Yayıncılık,
2007, s: 93- 94.
Bahadır Selim Dilek, “Irak Pimi Çekilmiş Bomba”, Cumhuriyet, 04. 03. 2006, s: 11.
3
Türel Yılmaz, “Üç Bölgeli Federatif Yapı”, Cumhuriyet Strateji, 15. 10. 2007, Sayı: 172, s: 5.
2
129
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
sürülen nükleer silahlara, kitle imha silahlarına, Irak’ın terör örgütlerine verdiği
desteğe bağlamışken, işgal sonrası durum daha da kötü hale gelmiştir. Varlığı öne
sürülen nükleer silahlar bulunamamıştır. İşgal ülkeyi kan gölüne çevirmiştir.
Terör örgütleri, örgütlenmek ve güçlenmek için daha elverişli bir ortama sahip
olmuşlardır. Ülkedeki radikal akımlar daha da güçlenmiştir. İran, Irak’ta büyük bir
güç elde etmiş, Basra Körfezi’ndeki büyük Amerikan gücüne ve bu ülkeyi
destekleyen Sünni Arap rejimlere rağmen, Sünniler arasında da ağırlığını
arttırmıştır. Bölgede ve dünyada ABD karşıtlığı artmıştır. Ekonomik olarak da
ABD’nin Irak’taki işgali sonrasındaki zararı oldukça artmıştır. İran’a saldırması
durumunda ise petrol fiyatları artacak, İran ve onu destekleyen İslamcı örgütler,
ABD’ye misillemede bulunacaklar, bölgede ve dünyada ABD’ye duyulan öfke daha
da artacaktır. ABD, “başarısız devletler”, “önleyici vuruş”, “asimetrik savaş”,
“denetlenebilir istikrarsızlık” gibi kavramlarla Ortadoğu’yu denetlemeye
çalışmaktadır, fakat Irak’ta başarısız olmuş, İsrail’e verdiği sınırsız destek
nedeniyle hem tepki çekmiş, hem de çözümü zorlaştırmıştır. Washington’un bu
tavrı, İsrail’in de çözüm için gereken adımları atmasını, esnekliği göstermesini
önlemektedir.
ABD, Ortadoğu’da ve çevresinde etkili olmak için her yolu denemektedir.
Pakistan eski başbakanı Benazir Butto’nun öldürülmesi sonrasında, Pakistan
Devlet Başkanı Pervez Müşerref üzerinde kurduğu baskı, bu konudaki en son ve
somut adımlarından biridir. Pakistanlı stratejistlere göre; ABD Pakistan’ı
istikrarsızlaştırmak, denetim altında tutmak ve stratejik müttefiki Hindistan’a karşı
caydırıcı olmasının önüne geçmek için, radikal İslamcı militanları kullanmaktadır.
ABD, alt kıtadaki çıkarları konusunda Hindistan ile birlikte hareket etmekte ve
1
Pakistan’ın da Hindistan karşısında bir tehdit olmaması gerektiğini düşünmektedir.
Sonuç
Ortadoğu’da Amerikan politikalarına karşı bir hareket gelişmektedir. Ancak
bu politikaların en büyük şanssızlığı laik olmayışlarıdır. Oysa emperyalizme karşı
dine dayalı bir mücadelenin başarı şansı yoktur. Ortadoğu ülkeleri kendi
aydınlanma devrimlerini gerçekleştiremez, dinin dogmatik kalıplarından kurtulamaz
ve bilim ve teknolojide emperyalist ülkelerle baş edebilecek bir düzeye gelmezlerse
bugünkü kargaşa ve sefalet devam edecektir. Emperyalizmle başa çıkmanın tek
yolu aydınlanma, demokrasi, bilim ve teknoloji gibi onun silahlarını kullanmaktır.
Bunun da tek örneğini hem antiemperyalist hem de laik olan Atatürk Türkiye’si
vermiştir.2
ABD’nin askeri olarak bölgeye yerleşmesi ve etkili politikalara yönelmesi
birbiriyle çelişkili iki olgunun ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bölgede edindiği askeri
konumu kullanarak bölgesel gelişmeleri yönlendirme yeteneği kazanmasına
karşılık, ABD’nin bölgeye yeni bir düzen verme çabaları –yaptırımlar ve zorlayıcı
diplomasi uygulamalarıyla Irak’ta rejimin devrilmesi, İran’ın uluslararası toplumdan
soyutlanması, Ortadoğu Barış Süreci’nin bir anlaşma ile taçlandırılması vbbaşarısızlığa uğramıştır. Ayrıca, ABD’nin Körfez ülkelerindeki askeri varlığı,
özellikle de Suudi Arabistan’daki muhalefet hareketi için rejimin yasallığının
sorgulanması için gerekçe olarak kullanılmış, geçtiğimiz onyılın ikinci yarısında
ABD askeri hedeflerine yönelik saldırılar Körfez ülkeleri için başlı başına bir
güvenlik sorunu olarak algılanmaya başlamıştır. Böylelikle, “bölgeye güvenlik
getirmeye çalışan” ABD’nin kendisi bölge için bir istikrarsızlık unsuru durumuna
3
düşmüştür.
1
Bahadır Selim Dilek, “Pakistan’ın Zor Seçimi”, Cumhuriyet Strateji, 31. 12. 2007, Sayı: 183, s: 8.
Cihangir Dumanlı, Ulusal Güvenlik Sorunlarımız, İstanbul, Bizim Kitaplar Yayınevi, 2007, s: 75.
Gencer Özcan, “Doksanlı Yıllar Boyunca Ortadoğu’da ABD’nin Değişen Konumu”, Değişen Toplumlar
Değişmeyen Siyaset: Ortadoğu, Der: Fulya Atacan, İstanbul, Bağlam Yayınları, 2004, s: 376.
2
3
130
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Türkiye, bölgenin en önemli ve çözümü zor meselesi olan Filistin sorununda
dengeli politikasıyla bilinen bir devlettir. Türkiye, hem devlet hem de millet olarak,
Filistin halkının haklı mücadelesine her zaman destek olmuş, aynı zamanda
İsrail’in yaşam hakkını savunarak, varlığını da kabul etmiştir. ABD’deki Yahudi
lobisi, genellikle Türkiye’nin yanında yer alırken, 1990 yılından başlayarak iki ülke
ilişkilerine askeri işbirliği boyutu da eklenmiş, 1996 yılında askeri eğitim ve silah
sanayisi alanında da işbirliği kararı alınmıştır.
Suriye yıllarca kendi yarattığı sorunlar, yani Hatay, su ve terör örgütüne
verdiği destek nedeniyle Türkiye ile mesafeli durduktan, hatta çatışmanın eşiğinden
döndükten sonra, Ankara’ya yönelik tutumunu da yumuşatmıştır. Son yıllarda iki
ülke ilişkilerinde gözle görülür bir gelişme dikkat çekmektedir. ABD’nin Irak’ı
işgalinden sonra Suriye’nin bu yönelimi daha da belirginleşmiştir. Görüldüğü üzere,
BOP sayesinde İran başta olmak üzere, Türkiye ve Suriye bölge merkezli
politikalara ve bölgesel işbirliğine daha çok ağırlık vermeye başlamışlardır. Türkiye
de Suriye’ye yönelik bir operasyona karşıdır. Çünkü hem Irak’taki gelişmelerden
çok fazla etkilenen bir ülke olarak iç istikrarsızlık yaşayan bir komşuya daha
tahammülü yoktur, hem ABD tarafından daha çok çevrelenmek yeni sorunlar
anlamına gelmektedir, hem de kargaşa içindeki bir Suriye, bölücü terör örgütünün
konuşlanabileceği bir ülke ve ortam demektir.
Irak savaşı sonrası Türkiye - Suriye ilişkilerinin nasıl şekil alacağı ABD’nin
Ortadoğu politikaları ile yakından ilgilidir. İsrail bu ilişkilerde kilit ülke konumunda
olacaktır. 2003 Irak harekâtı sonrası Türkiye - Suriye ekonomik ilişkileri açısından
Türkiye’ye yeni fırsatlar yaratabilecektir. ABD’lilerin Irak’ı işgalinden sonra Suriye’ye
sınır komşusu olması, Suriye üzerindeki ekonomik ambargosunu daha etkin olarak
uygulayabilmesi, Suriye’nin ekonomik olarak yüzünü Türkiye’ye döndürmek
zorunda bırakmaktadır. Bu durum Türkiye - Suriye ekonomik ilişkilerinin gelişmesi
için önemli bir fırsat olarak gözükmektedir. 2003 Irak harekâtı ile Suriye Türkiye’ye
karşı yürüttüğü eski politikaları devam ettiremeyeceğini anlamıştır. Bugün Türkiye
1
ile Suriye arasındaki ilişkileri geliştirmek, her iki ülke için de çok önemlidir.
Türkiye ile bölge ülkelerini birbirine yakınlaştıran nedenler arasında su da
öne çıkmaktadır. Petrol zenginlerinin su fakiri olduğu bölgede, Irak’ın kuzeyindeki
petrol ve su potansiyeli, bölgeyi Irak ve Türkiye açısından daha da önemli
kılmaktadır. Irak’ın suyunun büyük bölümü Türkiye ve Irak’ın kuzeyinden
gelmektedir. ABD bölgedeki su ve petrol denkleminde daha da etkin olmak
istemektedir.2 BOP’un siyasal, yönetsel ayağı federalizmle, devletlerin küçülüp,
parçalanmasıyla, ülkemizde de çok tartışılan kamu yönetimi ve yerel yönetimler
reformlarıyla gündeme gelmiş, ekonomik ayağını ise özelleştirme oluşturmuştur.
Projenin toplumsal ayağında ise alt kimliklerin kışkırtılması, etnik, dinsel,
mezhepsel kimliklerin öne çıkarılması vardır. Bu noktada ABD’nin “ılımlı İslam”
projesini, BOP kapsamında değerlendirmek gerekir.
Bölge ülkelerinin yakınlaşmasından, ABD karşıtı güçlerin etkisini
arttırmasından, ABD’nin Irak’ta düştüğü durumdan Rusya oldukça memnundur.
Rusya, Irak’ın işgali sonrasında bu ülkede yitirdiği zemini yeniden kazanma
çabasındadır. Bu kapsamda Erbil’de başkonsolosluk açmıştır. Irak’ın kuzeyindeki
yerel yönetimle ilişkilerini geliştirmek istemektedir. Moskova’nın Türkiye’ye yönelik
artan ilgisi de dikkat çekicidir. Türkiye, hem Avrasyalı, hem Ortadoğulu kimliği ile
önemli bir ülkedir ve Rusya, Türkiye’ye tarih boyunca büyük önem vermiştir. Bu
noktada Türkiye’nin açmazı, bölgesel politikalarda ağırlığını koyamamaktan
kaynaklanmaktadır. Kendi ulusal politikalarını yaşama geçirememesi ve sadece dış
politikada değil, iç politikada da ABD’nin etkisine açık siyasi yapısı, Türkiye’nin
manevra sahasını daraltmaktadır. ABD’ye rağmen adım atmak şüphesiz zordur
1
2
Mustafa Balbay, Suriye Raporu, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2007, s: 286- 287.
Dursun Yıldız, “Ortadoğu Denklemi”, Cumhuriyet Strateji, 24. 12. 2007, Sayı: 182, s: 6- 7.
131
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
ama ABD’ye bel bağlamak da Türkiye’nin yeni sorunlarla karşı karşıya kalmasına
neden olmaktadır. Bu yüzden Türkiye’nin, İran - Suriye ekseni ile de, ABD - İsrail
ekseni ile de dengeli ilişkiler yürütmesi gereklidir.
Kaynakça
“ABD Kendi İpini Çekti”, Cumhuriyet, 02. 01. 2007.
Achar, Gilbert - Warschawski, Michel; İsrail’in Hizbullah’a Karşı Savaşı, İstanbul,
Yazın Yayıncılık, 2007.
“Bağdat’ı İşgalden Kurtarma Çağrısı”, Cumhuriyet, 02. 01. 2007.
Balbay, Mustafa; Suriye Raporu, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları, 2007.
Baş, Hüseyin; “İsrail- Filistin Sorunu Çıkmazda”, Cumhuriyet, 17. 06. 2006.
Chomsky, Noam - Achcar, Gilbert; Tehlikeli Güç, İstanbul, İthaki Yayınları, 2007.
Dilek, Bahadır Selim; “Irak Pimi Çekilmiş Bomba”, Cumhuriyet, 04. 03. 2006.
Dilek, Bahadır Selim; “Pakistan’ın Zor Seçimi”, Cumhuriyet Strateji, 31. 12. 2007,
Sayı: 183.
Dumanlı, Cihangir; Ulusal Güvenlik Sorunlarımız, İstanbul, Bizim Kitaplar Yayınevi,
2007.
Külebi, Ali; “Ortadoğu’nun Silahı Füzeler”, Cumhuriyet Strateji, 21. 01. 2008, Sayı:
186.
Latif, Hüseyin; ABD’nin Türkiye’ye Biçtiği Rol, İstanbul, Bizim Avrupa Yayınları,
2007.
Olaylarla Türk Dış Politikası Irak ve Kıbrıs Sorunu, Der: Övgü Kalkan – Emre
Erkan, İstanbul, DIF Yayınları, 2007.
Özcan, Gencer; “Doksanlı Yıllar Boyunca Ortadoğu’da ABD’nin Değişen Konumu”,
Değişen Toplumlar Değişmeyen Siyaset: Ortadoğu, Der: Fulya Atacan, İstanbul,
Bağlam Yayınları, 2004.
Öztürk, Osman Metin; Amerika Çökerken Yeni Kutuplaşma, Ankara, Fark Yayınları,
2007.
Sachs, Jeffrey D.; “Irak’taki Savaşı Durdurmak İçin Politika Yapmak”, Ekonomik
Forum, Ağustos 2005.
The New Iraq, Ed: Fuat Aksu – Nurşin Ateşoğlu Güney, İstanbul, OBİV Yayını,
2005.
Topur, Tuncer; “Ortadoğu ve Stratejik Konum”, Uluslararası Politika Konferansları,
Ed: Vural Fuat Savaş, İstanbul, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, 2006.
Vurmay, Miray; “Barışa Geçit Yok”, Cumhuriyet Strateji, 08. 10. 2007, Sayı: 171.
Yıldız, Dursun; “Ortadoğu Denklemi”, Cumhuriyet Strateji, 24. 12. 2007, Sayı: 182.
Yılmaz, Türel; “İran ‘Bütün Irak’ İstiyor”, Cumhuriyet Strateji, 29. 10. 2007, Sayı
174.
Yılmaz, Türel; “Üç Bölgeli Federatif Yapı”, Cumhuriyet Strateji, 15. 10. 2007, Sayı:
172.
132
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
TÜRKİYE’YE VE BÖLGE GÜVENLİĞİNE ETKİLERİ AÇISINDAN
IRAK SORUNU
(EFFECTS OF THE IRAQI QUESTION OVER TURKEY AND THE
REGION’S SECURITY)
Hasan KARA∗
Özet
Günümüzde dünyanın en karışık bölgelerinden birisi olan Ortadoğu, büyük
medeniyetlerin kurulduğu, kutsal dinlerin ortaya çıktığı ve kıtaların birleştiği merkezi
bir bölgedir. Ne yazık ki bölge, 20. yüzyılı ekonomik gelişme, eğitim,
demokratikleşme, barış gibi değerleri gerçekleştirmek yerine sürekli savaşlar, iç
çatışmalar, darbeler, işgaller, kan ve gözyaşı ile geçirmiştir. Küreselleşen dünyanın
en sorunlu bu bölgesinde son 25 yıla damgasını vuran ülke Irak olmuştur.
İran’la 8 yıla yakın devam eden savaş, hemen ardından bütün dünyanın tepkisini
çeken Kuveyt’in işgali, askeri güç kullanılarak işgalin sona erdirilmesi ve
beraberinde topraklarının kuzey ve güneyinde yasaklı bölgeler oluşturulması, ABD
liderliğinde ülkenin işgali, hale bitmeyen olaylar ve direnişler adeta Irak’ın kaderi
olmuştur. Son beş yılını iç karışıklıklarla geçiren ve merkezi otoritesini tamamen
kaybeden Irak’taki sorunlar; sadece kendisini değil başta Türkiye olmak üzere
bütün bölge ülkelerini tehdit eder hale gelmiştir.
Anahtar Kelimeler: Irak Sorunu, Türkiye, Ortadoğu, Güvenlik,
Abstract
The Middle East was not only a central area which great civilizations were
established, holy religions were emerged and continents are overlapped, but also
one of the most problematic regions of the modern world. Unfortunately, for the last
century this region has experienced continuous wars, internal conflicts, coupe
d’états, occupations, blood and tears instead of economical development,
education, democratization and peace. Iraq seems to be the most important
country for the last 25 years in this most problematic region of the globalized world.
Battle with Iran which continued for almost 8 years, occupation of Kuwait which
was protested by the whole world, termination of the occupation by military power
and construction of prohibited areas on southern and northern parts of the country
and occupation of the country by the leadership of the USA and still prolonged
events and resistances. Iraq has endured the last five years with internal conflicts
∗
Uşak Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü, [email protected]
133
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
and lost its central authority. This authority problem is not only threatening Iraq but
also the entire region’s countries including Turkey.
Keywords: Iraqi Question, Turkey, Middle East, Security
Giriş
Devletlerin dünya üzerinde bulundukları coğrafi konum, siyasi ilişkilerinin
belirlenmesinde en önemli kriterlerin başında gelmektedir. Türkiye; Kafkaslar,
Balkanlar ve Ortadoğu arasında adeta sorunlu bir üçgenin tam ortasında
bulunmaktadır. Üçgenin bir köşesindeki problem çözülmeden diğer bir köşesinde
yeni bir sorun ortaya çıkmaktadır. Türkiye, dünya üzerinde stratejik açıdan çok
önemli bir konumda bulunan coğrafi yerini değiştiremeyeceğine göre çevresindeki
sorunlarla birlikte yaşamak, bunlara karşı çözümler üretmek, dengeli ve aktif
politikalar geliştirerek sorunlarla mücadele etmek zorundadır.
Ortadoğu’nun çıkarları 19. yüzyıldan başlayarak Fransa ve İngiltere
arasında paylaşılmıştır. Türkiye bağımsızlığını ilan ettiği 1923 yılında Irak ile olan
sınırlarını belirleyememiş ve sınır hattının belirlenmesi daha sonraya bırakılmıştır.
Türkiye, Misak-ı Milli sınırları içerisinde kabul ettiği Musul ve Kerkük’ü sınırlarına
dâhil etmeyi başaramamış ve İngiltere ile 1926 yılında bugünkü Irak sınırı
çizilmiştir. Musul ve Kerkük çevrelerinin Misak-ı Milli sınırları içine alınmak
istenmesi, İngiltere’nin ise buralardaki zengin petrol yataklarını Türkiye’ye bırakmak
istememesi yüzünden Irak’la ortak sınırımız ancak 5 Haziran 1926 tarihinde
Türkiye’nin aleyhine olacak şekilde belirlenebilmiştir1.
Sınırların belirlenmesinde Şeyh Sait isyanının da desteği ile İngilizlerin dediği
olmuş ve zengin petrol yataklarına sahip bölgeler Irak tarafında kalmıştır. Türkiye
Cumhuriyetinin Irak ile olan birçok sorununun temeli sınırın aleyhimize çizilmesi
esnasında atılmıştır. Bugün Irak’ın kuzeyinde bulunan ve “Kuzey Irak” olarak
isimlendirilen bölge uzun yıllar Osmanlı Devletinin Musul Vilayeti toprakları olarak
2
kalmış ve bölgede hiçbir sorun yaşanmamıştır.
İkinci Dünya savaşının ardından ABD’nin de bölgede çıkar ilişkilerinin
başlaması, Ortadoğu’da Fransa-İngiltere-ABD arasında çeşitli oyunların
sahnelenmesine yol açmıştır. Zaman zaman eski Sovyetler Birliği’nin bölgedeki
yönetimlerle ilgilenmesi ve Filistin topraklarında bağımsız İsrail devletinin
kurulması, son olarak Ortadoğu’da ABD’nin kendi ekonomik çıkarlarını korumak ve
yeni dengelere göre hegemonyasını sağlamak istemesi3 Ortadoğu’da sorunlar
yumağının giderek daha karmaşık bir hale gelmesine neden olmuştur.
Irak Sorununun Türkiye’ye Etkileri
Türkiye’nin sorunlu komşusu Irak, 1980 yılından beri hep dünya gündeminde
kalmış, Irak’tan kaynaklanan sorunlar Türkiye’yi bazen dolaylı bazen de direkt
olarak etkilemiştir. Türkiye-Irak ilişkileri 25 yıldır bir düzene oturamamıştır. Türkiye;
sınır komşusu yüzünden gerek Irak-İran savaşı ve Körfez savaşı sırasında gerekse
sonrasında büyük zararlara uğramıştır. Irak’taki gelişmelerin Türkiye’ye etkileri şu
başlıklar altında sayılabilir:
• Türkiye-Irak dış ticaretinde daralma
• Karayolu taşımacılığında meydana gelen kayıplar
1
Günel, K., Coğrafyanın Siyasal Gücü, Çantay Kitabevi, (İstanbul, 2002, 185).
Mustafa Kibaroğlu-Yasemin Nun, “Türkiye’nin Irak’ın Yeniden Yapılandırılması ile İlgili Kaygıları”
Global Strateji Dergisi, Cilt:3, Sayı:9, (2007, 4)
3
Serhat Erkmen-Hasan Yılmaz, 2001, “Ortadoğu Denklemi ve Dünden Bugüne ABD’nin Irak Politikası”
Stratejik Analiz, Sayı:12, (2001, s.22)
2
134
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
• Kerkük-Yumurtalık petrol boru hattının randımanlı çalışamaması
• Irak’ın kuzeyinden kaynaklanan terör faaliyetleri
• Sınır ticaretindeki azalma
• Kuzey Irak’ın gelecekteki durumu ve muhtemel oluşumlar
• Türkmenlerin durumu
İran-Irak savaşının bittiği 1988 yılında Türkiye-Irak dış ticaret hacmi oldukça
iyi durumdaydı. Irak ülkemizin dış ticaretinde %9 gibi yüksek bir paya sahipti. Irak’la
o günkü toplam ticaret hacmimiz 2,4 milyar doları bulmakta, bunun 986 milyon
dolarını ihracat ürünleri (tüm ihracatımızdaki payı %8,5) ve 1,4 milyar dolarını
ithalat ürünleri (tüm ithalatımızdaki payı %10) oluşturmaktaydı1.
2007 yılında Irak–Türkiye dış ticaret hacmine bakıldığında ithalatımız 550
milyon dolar (ithalatımız içerisindeki payı %0,3) ile 35. sırada, ihracatımız ise 2, 6
milyar dolar (ihracatımız içerisindeki payı %2,6) ile 11. sıradadır. Irak’la olan
ticarette Türkiye’nin lehine bir durum söz konusudur. Dış ticarette 20 yıl önceki
oranları koruyabilsek bugün Irak’la 8,5–9 milyar dolarlık ihracat ve 15–16 milyar
dolarlık ithalatımızın olması muhtemeldi. Kısacası Irak’la yıllık bazda 25 milyar
dolar civarında bir dış ticaretimizin olması gerekirdi. 2007 de bu değer toplam 3
milyar doları ancak bulabilmiş ve Türkiye 20 yıl öncesi oranlara göre Irak’la olan dış
ticaretinde yaklaşık 8–9 katı bulan bir daralma yaşamıştır. Irak sorunu Türkiye’nin
dış ticaretinde sadece Irak’la değil Ortadoğu ülkeleriyle de azalmaya neden
olmuştur2.
Sayıları 200 bini bulan petrol tankeri Irak’tan Türkiye’ye petrol nakliyesinde
çalışmaktadır. Bölgedeki hane halkı oranının yüksek oluşu dikkate alındığında bir
milyona yakın insanın bu sektörden geçindiği söylenebilir. Hakkâri’den Mersin’e
kadar olan bölge insanı, sınır ticareti ile yakından ilgilidir3. Irak’ta meydana gelecek
yeni olumsuzluklar taşımacılığın tamamen durmasına yol açabileceği gibi, güney
illerimizin ekonomilerinde önemli yıpranmalara neden olabilecektir.
Türkiye, Ortadoğu ülkelerini Avrupa’ya bağlayan bir kavşak noktası üzerinde
bulunmaktadır. Karayolu ile gerek bölgeden Avrupa ülkelerine ve gerekse Avrupa
ülkelerinden bölgeye taşınacak malların mecburen Türkiye’den geçmesi hem
Türkiye’yi önemli bir ulaşım üssü haline getirecek hem de önemli ekonomik girdiler
sağlayacak iken Irak’ta yaşanan kaos transit taşımacılık sektöründen Türkiye’nin
hemen hiç pay alamamasına, büyük kayıplar yaşamasına yol açmış ve açmaya
devam etmektedir. Bölgede tam güvenlik sağlanamadığı için birçok ürün karayolu
ile taşınamamakta ve taşımacılık sektöründe ekonomik kayıplar meydana
gelmektedir.
Irak sorununun ülkemize en büyük ekonomik zararlarından birisi KerkükYumurtalık petrol boru hattında yaşanmıştır4. Birleşmiş Milletlerin Irak’a yaptırımı
gereğince Türkiye 6 ağustos 1990 tarih ve 661 sayılı Birleşmiş Milletler Güvenlik
Konseyi kararı uyarınca Irak’a ekonomik ambargo kararını hemen uygulamaya
geçirmiş ve petrol boru hatlarını kapatmıştır. Yıllarca kapalı kalan, açıldığında da
tam randımanlı çalışmayan ve sabotajlarla kesintiye uğrayan boru hattından dolayı
büyük ekonomik kayıplar gerçekleşmiştir. Eğer Kerkük-Yumurtalık hattı tam
randımanlı çalışabilseydi hem Türkiye’ye büyük getirileri olacak hem de
muhtemelen Ortadoğu’daki zengin rezervlere sahip bazı ülkelerin petrolleri yeni
1
http://www.tuik.gov.tr(Erişim Tarihi 15.01.2008)
Güleç, M.-Oğuz, G., Irak Savaşının Gölgesinde Türkiye Ortadoğu Ülkeleri Ticari İlişkileri, Dış Ticaret
Müsteşarlığı, (Ankara, 2003, 4)
3
http://www.radikal.com.tr/haber.php?haberno=236795(Erişim Tarihi 25.10.2007)
4
Arıbaş, K., Küresel Çağda Siyasi Coğrafya, Çizgi Kitabevi, (Konya- 2007, 265)
2
135
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
boru hatları ile Avrupa ülkelerine taşınacaktı. Böylece Türkiye petrol sevkıyatından
milyarlarca dolar gelir elde ederken aynı zamanda dünyanın en önemli enerji
koridorlarından biri haline gelerek bu durumdan siyasi getiri elde edebilecekti.
Irak’taki gelişmeler yeni hatlar açmak bir yana mevcut hatların dahi randımanlı
olarak çalışamamasına yol açmıştır.
İran-Irak Savaşı’nın uzun sürmesi, ülkenin kuzeyinde bir otorite boşluğu
meydana getirmiştir. I. Körfez savaşının ardından Irak’ın kuzeyinde yasaklı bir
bölge oluşturulması, Irak güvenlik güçlerinin 36. paralelin kuzeyine geçmesine izin
verilmemesi, Türkiye ile 36 paralel arasında kalan Irak topraklarında merkezi
otoritenin etkisini tamamen bitirdiği gibi; KDP ve KYB yi bölgede etkili güç haline
getirmiştir. Bağımsız bir devlet hayali taşıyan ve zaman zaman karşı karşıya gelen
bu iki örgüt, Türkiye-İran-Irak üçgeninde PKK terör örgütüne de bir koridor açmıştır.
Birleşmiş Milletler Güvenlik konseyi kararıyla 1991 yılında Türkiye sınırına
yakın bir yerde konuşlandırılan ve Fransa, ABD ve İngiltere tarafından iskeleti
oluşturulan Çekiç Güç, ABD’nin politika değişikliğine gitmesiyle Irak’ın iç işlerine
1
müdahale etmeye başlamıştır . Çekiç Güç giderek bu bölgede istikrar yerine
istikrarsızlık oluşturarak adeta otorite boşluğunu legal hale getirmiştir.
Bu otorite boşluğunu çok iyi değerlendiren, batılı devletlerden ve bölgesel
unsurlardan destek alan PKK terör örgütü Irak’ın kuzeyine yerleşmiş ve kendisine
yıllarca sorunsuz yaşayabileceği bir hayat alanı bulmuştur. Örgüt, bölgeyi ana üs
olarak kullanıp sürekli Türkiye’ye sızarak eylemler gerçekleştirmiş ve tekrar
bölgeye dönerek operasyonlardan kurtulmuştur. Böylece 30 binden fazla insanın
ölümüne yol açmıştır. Ayrıca yıllarca terörü gündemde tutarak Türkiye’de bir terör
psikolojisi oluşturmayı başarmıştır. Aynı zamanda değişik ülkeler kendi çıkarları
doğrultusunda PKK terör örgütünü farklı biçimlerde maşa olarak kullanma çabasına
girmişlerdir.
Türkiye bölgeye muhtelif defalar dar veya geniş kapsamlı operasyonlar
yapmasına rağmen operasyon süresi kısa tutulduğundan ve her seferinde
bölgeden geri çekildiğinden dolayı terör örgütünü bu bölgeden tamamen
temizleyememiştir. Operasyonların bazılarında yerel güçlerle işbirliği yapılmasına
karşın yerel güçler hem Türkiye’yi hem de PKK yı aynı anda idare etmeyi
başarmışlardır. 25 yıla yaklaşan ve bölgedeki otorite boşluğu ve arazi yapısından
kaynaklanan terör sorunu Türkiye’nin yurt içinde hep başını ağrıtmış, yurt dışında
imaj kaybetmesine neden olmuştur. Türkiye’nin kaybettiği sadece bunlarla sınırlı
değildir. Kesin olarak bilinmemekle birlikte PKK terörünün Türkiye’ye faturasının
100–150 milyar dolar arasında olduğu tahmin edilmektedir.
Bazı ülkelerin desteğini arkasına alan PKK terör örgütü, istikrarsızlığı sadece
güneydoğu illerine değil Türkiye’nin her yerine, şehirlere hatta bazı devletlerin göz
yummaları sonucunda Avrupa ülkelerine de taşımıştır2. Bazı Avrupa Birliği üyesi
ülkeler terör örgütünün bürolar açmasına ve örgüt mensuplarının rahat hareket
etmesine göz yummaktadırlar.
Bunların dışında Irak’ın kuzeyinde meydana gelen ve adım adım bağımsız
bir Kürt devletine doğru giden süreç, Kerkük üzerine oynanan oyunlar, Irak’taki
Türkmenlerin çeşitli baskılara maruz kalmaları ve yok sayılmaları Türkiye
tarafından dikkatle izlenmektedir. Kuzeydeki Kürtlerin Şiiler, Araplar ve
Türkmenlere göre yıldızlarının parlaması ve açıkça batılı devletler tarafından
desteklenmeleri Türkiye’yi çok yakından ilgilendirmekte ve gelişmeler mercek
altında tutulmaktadır.
1
Tayyar Arı, “Türkiye Irak ve ABD: Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Basra Körfezinde Yeni
Parametreler” 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, (2006, s:730)
2
İdris Bal, “Ortadoğu’da İstikrarsızlığa Yol Açan Faktörler ve PKK’nın Katkısı” 21. Yüzyılda Türk Dış
Politikası, (2006, 690)
136
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Irak Sorununun Bölgeye Etkileri
“Büyük Ortadoğu Projesi” ve değişik senaryoların gündemde olduğu bölgede
henüz demokratik yönetimlerini kuramayan bölge ülkeleri, ABD’nin 11 Eylül
saldırılarını bahane ederek Afganistan ve Irak’ı işgal etmesinden büyük rahatsızlık
duymaktadır. ABD’nin işgallerine gerekçe olarak bu ülkelere pekte inandırıcı
olmayan demokratik yönetimler getireceğini ileri sürmesi bölge ülkelerinin
yönetimlerinde benzer durumların kendilerinde de yaşanabileceği, kıvılcımın kendi
ülkelerine sıçrayacağı ve bölgenin tam bir ateş çemberine döneceği endişesine yol
açmakta ve çoğu Ortadoğu ülkesi son derece rahatsız görünmektedir.
Ortadoğu’daki bazı devletlerin kendi rejimlerinin de elden gidebileceği psikolojisi1
ABD’nin kararlarını onaylamalarına ve Irak’ın işgaline ses çıkarmamalarına neden
olmuştur.
Irak, son 25 yılını savaşlar, açlık, kan ve gözyaşı ile geçirmiş, çeyrek asrı
hiçbir ilerleme yapmaksızın boşa harcamış2 bölünmenin eşiğine gelmiş, hatta ülke
çeyrek asır önceki durumunu arar bir hal almıştır. İran-Irak savaşı sırasında ve
3
sonrasında Irak’tan Türkiye’ye azda olsa göçler yaşanmış , asıl önemli göç dalgası
Saddam Hüseyin’in, İran’la yapılan savaş sırasında kendisine ihanet eden Irak’lı
Kürtleri cezalandırmak istemesi yüzünden kuzeye yönelmesinden sonra olmuş ve
yüz binlerce insan Türkiye sınırına sığınmıştır.
ABD işgalinin ardından bir türlü bitmeyen iç karışıklıklar en az 2 milyon
Irak’lının Suriye ve Ürdün gibi Arap ülkelerine göç etmesine yol açmıştır. Irak’a
komşu ülkeler genişletilmiş dışişleri bakanları toplantısında bir konuşma yapan
Cumhurbaşkanı Abdullah Gül, göç durumunu dile getirerek başta Suriye ve Ürdün
olmak üzere bölge ülkelerinin Irak kaynaklı ağır bir mülteci sorunu ile karşı karşıya
4
olduklarını ifade etmişlerdir . Irak’ın kuzeyinde ağırlıklı olarak Kerkük ve Musul
çevrelerinde 2,5 milyon kadar Türkmen yaşamaktadır5. Son yıllarda Türkmenlere
baskı uygulanarak Kerkük’ten uzaklaştırılmaları, çevre şehir ve köylerden Kürtlerin
Kerkük’e göç etmeleri sağlanmaktadır. Referandum öncesi Kerkük’ün demografik
yapısında Türkmenlerin aleyhine fiili bir durum oluşturulmaya çalışılmaktadır.
Böylece Irak sorunu demografik olarak Türkiye, Suriye ve Ürdün’ü daha yakından
ilgilendirmektedir. Nitekim ABD’nin Ankara büyükelçisi Ross Wilson bir
konuşmasında Kerkük’ün Türkiye açısından hassasiyetini bildiklerini ve
söylemlerine kulak verdiklerini belirterek Türkiye’nin Kerkük konusundaki
kaygılarını gidermeye çalışmıştır6.
Gelişmeler Kuzey Irak’ta bir tampon devlet durumu meydana getirilmek
istendiğini açıkça göstermektedir. Resmi olarak reddetmelerine karşın ABD ve
7
İngiltere’nin bölgedeki tutumu Türkiye’yi tehdit eder haldedir . Irak Kürtleri değişik
zamanlarda İsrail, Sovyetler Birliği, batılı devletler ve ABD tarafından açıkça veya
gizli olarak desteklenmişlerdir8. Tarih Kürtlerin her defasında bazı devletler
tarafından kullanıldıktan sonra bölgede yalnız başlarına bırakıldıklarının
örnekleriyle doludur. Irak’a uygulanan ambargodan en az kuzeyde yaşayan Kürtler
etkilenmesi yine desteklendiklerinin en açık göstergesidir. Birleşmiş Milletler,
dünyada silah satan ülkelere bugüne kadar hiçbir müeyyide uygulamadığı gibi
Balkanlarda soykırım yapan Sırplara da benzeri bir ambargo uygulama fikrini hiçbir
zaman düşünmemiştir. Irak’ta ambargo kararının uygulanması Irak yönetimi yerine
1
Ahmet SelimTekelioğlu “Irak İşgali ve Ortadoğu Rejimlerinin Psikolojisi” Mostar, Sayı:28, (2007, 57)
Kara, H., Ülkeler Coğrafyası, Başak Matbaası, (Uşak, 2004, 134)
Özgür, M., Türkiye Coğrafyası, Hilmi Usta Matbaacılık, (Ankara, 2001, 136)
4
http://cankaya.gov.tr/tr html/konuşmalar/03.11.2007–3694.html
5
Güner, İ.-Ertürk, M., Kıtalar ve Ülkeler Coğrafyası, Nobel Yayınları, (Ankara, 2005, 195)
6
http://turkish.turkey.usembassy.gov/amb_012507tr.html(Erişim Tarihi 25Ocak 2007)
7
Nihat Ali Özcan, “Türkiye’nin Kronikleşen Baş Ağrısı: Kuzey Irak” Stratejik Analiz, Sayı:12, (2001, 97)
8
Turan, Ö., Medeniyetin Çatıştığı Nokta Ortadoğu, Acar Matbaacılık, (İstanbul, 2003, 343)
2
3
137
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
asıl Irak halkını perişan etmiş ve uygulamanın ardından çocuk ölümlerinde iki misli
artış olmuştur1.
İran, Irak’taki Şiileri, ABD Kürtleri açıkça desteklerken, Türkiye uzun yıllar
unuttuğu Türkmenlere sahip çıkarak Irak’ta 3. azınlık olarak tanınmalarını
2
istemektedir . Irak’ı zayıflatacak Kürt federatif yapısı ABD’nin işine gelirken,
özellikle Şiilerin devlet kurması İran’ın işine geleceğinden ABD Şiilere Kürtler kadar
sıcak bakmamaktadır3. Bölgede Türkiye, İran ve Suriye farklı açılardan bir Kürt
devletine karşı çıkmaktadırlar. İran’ın, Suriye’nin ve Türkiye’nin Kuzey Irak’a komşu
kendi topraklarında benzer durumların ortaya çıkabileceği endişesiyle her üç devlet
tarafından da Irak’ın kuzeyinde bağımsız bir Kürt devletinin ortaya çıkması
kesinlikle kabul edilmemektedir. ABD bu durumu çok iyi bildiği için ihtiyaç
duyduğunda her üç devlete karşı Kürt kartını oynamaktan çekinmeyecektir.
Bazı devletler tarafından desteklenen Irak’ın bölünerek üç bölgeli federatif bir
yapı oluşturulması planını Türkmenler kabul etmeyeceklerini ve olası bir
bölünmede 4. unsur olarak Türkmeneli bölgesini oluşturacaklarını belirtmektedirler.
Kürtler ise Irak’ın kuzeyinin tamamen kendi kontrollerinde olmasını isteyerek,
Türkiye’nin Türkmenleri sahiplenmesinden son derece rahatsız olmaktadır.
Türkiye’nin bu kararlılığı Türkmenleri memnun etmesine rağmen Türkiye’nin
bölgede daha aktif olması hatta Kuzey Irak’ta tampon bir saha oluşturarak bölücü
teröre karşı daha etkili mücadele etmesi, Musul ve Kerkük’teki ulusal çıkarlarımızı
4
ve Türkmenleri koruması için tampon bölge oluşturma yönünde adımlar atması
gerektiği de savunulmaktadır.
GAP projesinin hayata geçirilmeye başlamasından sonra Dicle ve Fırat suları
yüzünden Suriye ve Irak PKK yı destekleyerek Türkiye’ye karşı kullanmaya
5
başlamışlardır . Suriye düşüncesini her fırsatta yüksek sesle konuşmasına rağmen
Irak bu konuda pek sesli düşünememiş daha doğrusu İran savaşı, Kuveyt işgali
gibi iç karışıklıklardan dolayı bu düşüncesini söylemeye fırsat bulamamıştır. Irak’ın
açıkça söylemese bile Türkiye’ye diş bilediği Dicle ve Fırat akarsuları Irak
topraklarında Şatt’ul Arap adıyla birleşmektedir. Bu akarsuyun 1980–88 yılları
arasında anlamsız yere 8 yıl devam eden İran-Irak savaşının başlamasının ana
nedenlerinden6 olduğu hiçbir zaman unutulmamalıdır.
ABD’nin Irak’ı işgali ve Ortadoğu’da yeni işgal sinyalleri vermesi amacının
sadece bölgedeki petrol olmadığını düşündürmektedir. Bölgedeki Amerikan varlığı
acaba Irak’tan sonra sıra İran’da mı? Yoksa Suriye’de mi? sorularını akla
getirmektedir. Bazı araştırmacılar Sovyetlerin olmadığı bir dünyada Irak işgalinin
sadece petrol kaynakları veya İsrail’in desteklenmesi ile açıklanamayacağının en
7
iyi delili olarak Amerikan yüzyılı projesini göstermektedirler. Böyle bir proje doğru
olduğu ve bölgede zorla uygulanmaya kalkıldığı takdirde; Ortadoğu’nun yeni
olaylara sahne olacağı ve Türkiye’nin de başını daha fazla ağrıtacağı söylenebilir.
Sonuç
Türkiye, çeyrek asırdan beri bir türlü istikrara kavuşamayan güneydoğu
sınırındaki Irak sorunundan en fazla etkilenen devletlerin başında gelmektedir.
Çünkü Türkiye, Irak sorunu kendi dışında gerçekleşmesine rağmen kendisini
sorunun içinde bulmuştur. Irak’ın kuzeyinde meydana gelmesi muhtemel yeni
1
Tayyar Arı, 2006, 741
Nihat Ali Özcan, 2001, 98
Ramazan Gözen, “Kuzey Irak Sorunu”, 21. Yüzyılda Türk Dış Politikası, (2006, 810)
4
Yılmaz, S., 2007, Türkiye İçin Ulusal Güvenlik Raporu, Beykent Üniversitesi Stratejik Araştırmalar
Merkezi, (İstanbul, 2007, 41)
5
Alper Şen, “Su Sorunu Ekseninde Suriye-Irak-Türkiye İlişkileri” Stratejik Analiz, Sayı:12, (2001, 90)
6
Turan, Ö., 2003, 343
7
Taha Özhan, “Amerika Irak’ta Ne Arıyor?” Mostar, Sayı:28, (2007, 44)
2
3
138
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
oluşumlar; Türkiye tarafından kesinlikle kabul edilemeyeceği gibi, bölgenin 21.
yüzyılı da istikrara kavuşamadan geçireceğini açıkça göstermektedir.
Irak sorunu; Türkiye’yi siyasi açıdan olduğu kadar, askeri, kültürel, ekonomik
ve sınır güvenliği açısından da sürekli olumsuz etkilemektedir. Türkiye-Irak dış
ticareti, sınır ticareti, petrol sevkıyatı, müteahhitlik hizmetleri ve karayolu
taşımacılığı, Irak’taki belirsizlikten çok büyük zararlar görmüş ve görmeye devam
etmektedir. Jeopolitik açıdan son derece önemli bir konumda bulunan Türkiye, Irak
sorununun çözüme ve istikrara kavuşması ile rahat bir nefes alacaktır.
Irak’taki gelişmeler Türkiye’yi olduğu kadar bölge ülkelerini de yakından
ilgilendirmektedir. ABD ve İngiltere’nin dışında Fransa, Almanya, Rusya, Çin gibi
büyük güçler Ortadoğu’daki gelişmeleri yakından takip etmekte kendi aleyhlerine
olabilecek gelişmelerden rahatsızlık duyduklarını yüksek sesle dile getirmektedirler.
Ortadoğu ülkeleri, Afganistan ve Irak’ın ardından ABD yanlısı politikalara
karşı çıkmaları halinde demokratikleştirme adı altında kendi rejimlerinin yıkılacağı
ve hatta ülkelerinin işgal edilebileceği kaygısını taşımaktadırlar. ABD’nin
Ortadoğu’ya müdahale ederek dengeleri değiştirmeye başlaması ve burada ortaya
çıkan huzursuz ortam bölge ülkelerinin daha fazla işbirliğine gitmelerine yol
açmıştır. Son yıllarda Suriye-Türkiye ve İran-Türkiye ilişkilerindeki iyileşme bunun
bir göstergesidir.
İsrail, bölge ülkelerine karşı sürekli ABD’nin yanında yer almakta, Arap
ülkelerinin kendi sorunlarıyla uğraşmalarından son derece hoşnut olduğu gibi, İran
ve Suriye gibi ülkelerdeki rejimlerin yıkılmasını istemektedir. Suriye, İran ve Türkiye
Irak’ın kuzeyinde oluşturulacak bağımsız bir Kürt devletine karşı olduklarını ve
Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması gerektiğini her fırsatta dile getirmektedirler.
Kısacası Irak’ta devam eden belirsiz süreç Ortadoğu’nun tamamını
etkilemekte, Türkiye ve bölge ülkeleri Irak’taki Amerikan varlığından, Irak’ın toprak
bütünlüğünün bozularak parçalanmasından ve burada yeni devletlerin ortaya
çıkabilecek olmasından son derece endişe duymaktadırlar.
139
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
6 NCI OTURUM
YENİ ORTA DOĞU
(THE NEW MIDDLE EAST)
Oturum BaşkanI
: Prof.Dr. Erol Eren,
Raportör
: Yrd.Doç.Dr. Efkan Canşen
Katılımcılar
Prof. Dr. Şükrü Sina GÜREL
Prof. Dr. Yaşar HACISALİHOĞLU
E. Tümg. Armağan KULOĞLU
140
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
EXCLUDED DUE TO THE TECHNICAL REASONS
(TEKNİK NEDENLERLE KONULAMADI)
RAPORTÖR DEĞERLENDİRMELERİ
Raportör değerlendirmeleri kapsamında her oturumda konuşmacıların yer
verdiği ve raportörler tarafından not edilen kritik mesajlar özetlenmiştir.
1 nci Oturum: (1 nci Gün 10.45 – 11.50: Bugünkü Orta Doğu)
Oturum Başkanı: Prof.Dr. Hasan Köni (Bahçeşehir Üniversitesi),
Raportör: Yrd.Doç.Dr. H. Övgü Tüzün (Beykent Üniversitesi).
Christopher Krafft (Amerikan Büyük Elçiliği, Dış İlişkiler Müdürü)
•
Irak, demokratik seçimlerle başa gelmiş hükümeti yönetiminde birleşik ve
istikrarlı bir ülke olarak başarıyla gelişmektedir. Son yedi ayda Irak’ta
yaşananlar ışığında Amerikalı yetkililerin görüşü, ülkenin politik, ekonomik
ve diplomatik gelişmeler boyutunda olumluya dönen bir çizgi yakaladığı
yönündedir.
•
Yeni Irak bayrağı üzerinde nihayet uzlaşılmıştır. Yaklaşan 2008 Yerel
seçimleri ve 2009 sonunda gerçekleşecek olan ulusal seçimler ülkedeki
önemli politik aktörler tarafından desteklenmektedir ve 2008 bütçesi
onaylanmıştır. Irak Temsilciler Meclisinin etkinliği de giderek artmaktadır.
Bu göstergeler ışığında Irak halkının tavrı da değişmektedir ve korkular
gözle görülür bir biçimde azalmaktadır. Irak’ın geleceğini tehdit eden en
önemli tehlike şu an Irak Başbakanı el-Maliki’nin de savaştığı Sadr
hareketidir.
•
Amerika Birleşik Devletleri Kuzey Irak’taki terörist PKK’yla olan
mücadelesini sürdüren Türkiye’ye desteğini kararlı bir şekilde devam
ettirecektir. Bu konu Türkiye ve Irak arasında ciddi bir problemdir fakat
Irak Cumhurbaşkanı Talabani’nin geçtiğimiz ay Türkiye’ye yaptığı ziyaret
bizim inancımıza göre Türkiye-Irak ilişkilerinde yeni bir sayfa açmıştır.
•
İran, uranyum zenginleştirme faaliyetleri ve bölgedeki çeşitli silahlı grupları
desteklemesi sebepleriyle hem komşularına hem de uluslararası güvenlik
ve istikrara ciddi bir tehdit oluşturmaya devam etmektedir.
•
Filistin Devleti’nin kurulması çok gecikmiştir. Amerika Birleşik Devletleri
kurulacak Filistin Devletinin Ortadoğu’da istikrarı arttıracağına ve hem
İsrail’in hem de tüm bölgenin güvenliğine katkıda bulunacağına
inanmaktadır.
Oliver Cornock (Oxford Business Group)
•
Petrol, üretici konumundaki ülkelerin elindeki en güçlü silahtır. Çin ve
Hindistan’ın yükselen talebinin de etkisiyle varil başı 100 dolar civarında
seyreden petrol fiyatları Körfez ülkelerine büyük kazançlar sağlamaktadır.
Bunun yanında, petrol fiyatlarının ‘yüksek’ olduğu iddiası tartışmalıdır;
141
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
fiyatların yüksek olup olmadığı tarihsel bağlam içinde ve karşılaştırmalı
olarak değerlendirilmelidir.
•
Körfez bölgesi ülkelerinde yaşanan nüfus artışına paralel olarak, özellikle
Güneydoğu Asya kökenli göçmen işçilerin sayısında da ciddi artış
görülmektedir. Buna karşılık Körfez ülkeleri, göçmen işçilere kota
uygulayarak ve çekici çalışma şartları sunarak, daha yüksek ücret talep
eden kendi vatandaşlarını çalışmaya teşvik etmektedir.
•
Petrolden elde edilen karlar, özellikle hukuksal altyapı yetersizlikleri
nedeniyle, son yıllara kadar etkin bir biçimde kullanılamamıştı ama bu
durum artık değişmektedir. Bu anlamda, Dubai başarılı bir örnektir.
•
Piyasalarda bulunan yüksek seviyelerdeki likidite hem yabancı piyasalara
yönelmekte, hem de –giderek artan bir şekilde- sağlık ve eğitim
yatırımlarında kullanılmaktadır. Emlak ve turizm sektörlerinde de ciddi
atılımlar gözlemlenmektedir.
•
Tablo şu an için olumlu görünse de geleceğe dönük kaygılar, özellikle
gelişmenin sürdürülebilirliği bağlamında halen mevcuttur. Körfez
ülkelerinde sürdürülebilir gelişme ancak devamlı ve sürdürülebilir ekonomik
liberalizasyon politikalarıyla sağlanabilir.
•
Petrol ve gaz rezervleri bittiğinde Körfez ülkelerini nasıl bir geleceğin
beklediği ise belirsizliğini korumaktadır.
2 nci Oturum: (1 nci Gün 14.00 – 15.05: İslam, Demokrasi Ve Modernleşme)
Oturum Başkanı: Doç.Dr. Vedat Bilgin (Gazi Üniversitesi),
Raportör: Yrd.Doç.Dr. Gonca Durgun Bayraktar (Beykent Üniversitesi),
Oturum başkanı Doç. Dr. Vedat Bilgin açılış konuşmasında, Batı-merkezli
kültürel yaklaşımın özelliklerine ve modernleşme teorisinin sorunlarına değinerek,
alternatif yaklaşımların geliştirilmesi gereğine işaret etti.
Dr. Ebru Canan (Bahçeşehir Üniv.)
(Islam and Democracy: A Study of European Elite and Public Opinion
on Turkey’s EU Membership)
•
İtalya’da 2004 ve 2006 yıllarında İtalyan “elit”i ve “halkı”nın Türkiye’nin
Avrupa Birliği üyeliği konusunda “tehlike” ve “uyumluluk” hipotezleri
çerçevesinde kendilerine sorulan sorulara verdikleri cevaplar ile ilgili
istatistiki açıklamalar yapıldı.
•
“İslami köktendincilik”ile ilgili tehdit algılamasının tarihsel kökleri
bulunmaktadır ve İslam İtalya’da giderek artan oranda olumsuz bir imaja
sahiptir.
•
Türkiye’nin Müslüman bir ülke olarak AB’ye katılımı konusunda elitin, halka
kıyasla Türkiye’yi daha fazla destekler nitelikte olduğu söylenmekle birlikte,
İslami köktenciliğin daha fazla oranda tehdit olarak algılanmaktadır.
Dr. Caner Cantürk (Uludağ Üniv.)
(Orta Doğu’da Büyük Çözülme ve Lübnan Nizamnamesi)
•
Lübnan’ın “bir çatışmalar ülkesi” haline gelişinin tarihsel bir dönemi
üzerinde durularak, 1918 Fransız işgaline kadar olan dönem ve petrolün
keşfi ile birlikte çatışmanın etnik temelden dinsel temele kayması açıklandı.
•
Lübnan’ın 19.yy.’da etnik ve dinsel temelli taşra örgütlenmesi ve
bölünmesinin ayrıntıları Lübnan Nizamnamesi çerçevesinde izah edildi.
142
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
•
Lübnan Nizamnamesi’nin emperyalist tarih içinde değerlendirilmesi,
Ortadoğu’da demokrasi ve modernleşmenin emperyalizm gerçeğinden ayrı
düşünülmesinin mümkün olmadığına işaret etmesi açısından önemlidir.
Yrd. Doç. Dr. Mehmet Şahin (Gazi Üniv.)
(ABD’nin Müslüman Savaşçıları)
•
1979 Afganistan işgali ile Yeşil Kuşak Projesi dahilinde Islam; ABD’nin dış
politikasında önemli hale geldi ve İslam’ın cihatçı yorumu ön plana çıktı.
•
Yeşil Kuşakta ön plana çıkarılan cihatçı yorumdan beslenen savaşçılar
1990’lar itibariyle ABD tarafından “yüzüstü” bırakıldı; Batı ile çatışmayan
“ılımlı İslam”a geçildi. Yeni proje “Açık Yeşil Kuşak Projesi”dir. Ilımlı İslam;
İslam’ın kendisi değil, politik-dini yapıdır ve 11 Eylül sonrası İslam
dünyasının şekillendirilmesine temel teşkil edecektir.
•
“Açık Yeşil Kuşak Projesi”nin başarılı olamayacaktır. ABD bölgede iki şeyi
“satmaya” çalışmaktadır; (a) Radikal İslam’ın tehdit olduğu ve bunun,
İslam’ın kendi içinden çıkan marazi bir durum olduğu; (b) Temsilcisi İran
olan tehdit durumundaki Radikal İslam’a karşı Batı ile çatışmayan ılımlı
kuşağın oluşturulması gereği.
3 ncü Oturum: (1 nci Gün 15.40 – 16.45: Orta Doğu’nun Güvenlik Sorunları)
Oturum Başkanı: Prof.Dr. Ümit Özdağ, (Gazi Üniversitesi),
Raportör: Yrd.Doç.Dr. Sait Yılmaz (Beykent Üniversitesi),
Dr. Saffet AKKAYA (ODTÜ)
(Challenges for a Broader Security Perception in ME)
•
Orta Doğu’da Soğuk savaş sonrası güvenlik algılamalarının önündeki en
önemli boşluklarından birini Komünizmin çöküşü sonrası Arap
Sosyalizminin içinde bulunduğu arayış oluşturmaktadır.
•
Orta Doğu’da dini ve etnik motifler tekrar yükselirken, milliyetçi akımlara
dönülmektedir.
•
Orta Doğu’da küreselleşme ile birlikte devam eden kalkınma ve
modernleşme sorunları iç içe geçmiştir.
•
İslam’ın Batı hegemonyasına karşı tepkisel yükselişi, ABD ve AB dışındaki
yeni yükselen güçleri bölgeye girişine tanıklık etmektedir.
Dr.İdris DEMİR (Gazi Üniversitesi)
(How will the Rise in Oil Prices Effect the Political Economy of the Oil
Exporting States in the Middle East?)
•
Orta Doğu’da petrol ihraç eden ülkelerin petrol fiyatlarını artırması ithalci
ülkeleri yeni enerji kaynağı alternatifi yaratma arayışına yöneltirken,
ihracatçı ülkelerde sağlanan fazla gelirin nasıl kullanılacağı konusunda
rahatsızlıklar başladı.
•
Batıdan gelen paraları kullanacak tek aktör devlet olduğu için istismarların
önü açıldı. Devlet yönetiminde etkili aileler, parayı topluma yaymadan
istedikleri gibi kullandılar.
•
Sağlanan gelirin önemli bir kısmı silahlanma için gene batıya gitti.
•
Bu aynı zamanda ülke yöneticilerinin Batı yanlısı olduğu imajını
kuvvetlendirdi ve İran’daki devrim gibi istikrarsızlıkları besledi.
Mihal Gur-ARYEH (İsrail Başkonsolos Yardımcısı)
143
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
(Recent Developments in Israeli-Palestinian Conflict )
•
Annapolis Süreci sonrası İsrail ve Filistin arasındaki ilişkiler iyi yönde
gitmektedir. Özelikle Batı Şeria’da şartlar iyileşmektedir.
•
İsrail’e karşı terör saldırıları çok yoğun bir şekilde devam etmektedir. Her 40
dakikada bir roketli saldırı yapılmaktadır.
•
Filistin’in saldırıları uluslar arası hukuka uygun değildir. Uluslar arası hukuk
savaşçı ve savaşçı olmayan tanımı getirmektedir ancak sivillere de
saldırılmaktadır.
•
Filistin tarafı canlı kalkan olarak sivilleri kullandığından istenmeden sivillerin
ölümü ile karşılaşılmaktadır.
Aigerim SHILIBEKOVA (Euroasian National Univ.)
(Turkey as a Security Actor in the Middle East and Central Asia: A
Comparative Analysis)
•
Kazakistan’dan bakıldığında Türkiye bölgesel bir güç olarak
algılanmaktadır. Pek çok bölge aktif olmakla beraber, bu aktifliğin güvenlik
boyutu ihmal edilmiş, ancak barış operasyonları ile gündeme gelmektedir.
•
Orta Doğu ve Orta Asya birbirine benzemektedir; yabancı güçlerin yoğun
ilgisi, petrol ve su bulunmakta ancak, demokrasi yoktur.
•
Türkiye, bugüne kadar politika üreten değil tüketen bir ülke konumunda idi.
Yeni yeni Orta Doğu’da bir güvenlik aktörü olmaya başladı. Enerji için İran
ile işbirliğine girmesi bu yönde en dikkat çekici gelişmelerden bir tanesidir.
•
Türkiye’nin tüm komşuları ile problemli olması da anlaşılması zor bir
konudur. İstikrarlı bir Türkiye, istikrarlı bir Orta Doğu demektir.
4 ncü Oturum: (2 nci Gün 09.35 – 10.40: Orta Doğu Ve Dünya)
Oturum Başkanı: Prof.Dr. Tayyar Arı (Uludağ Üniversitesi),
Raportör: Doç.Dr. Ertan Efegil (Beykent Üniversitesi),
Fatma Aslı KELKİTLİ (Boğaziçi Üniversitesi)
(The Russian Involvement in Middle East: Putin Era)
•
Putin’in dış politikasının temel hedefleri, Rusya’nın bölgedeki ekonomik
nüfuzunu muhafaza etmek, ABD’nin tek taraflı politikalarına direnme, İran’a
destek vermek, İsrail’e karşı tarafsız politika izlemek, Katar, Ürdün, Suudi
Arabistan ve Irak ile ilişkileri geliştirmektir.
•
Yerel ortaklıklar kurarak, bölge pazarına giriş yapmak, Çeçenistan
konusunda bölge devletlerinin desteğini engellemek ve Rusya’nın
bölgedeki etkisinin yeniden tesisi için çabalamaktadır.
•
Sonuçta, Rusya’nın bölgedeki etkisi sınırlıdır. ABD’nin Irak işgalini, İsrail’in
saldırılarını ve ABD’nin İran’a baskılarını engelleyemedi. Washington’ın
bölgedeki etkisi devam etmektedir.
Yrd.Doç.Dr. Halil ERDEMİR (Celal BAYAR Üniversitesi)
(İsrail’in Ortadoğu Politikalarındaki Rolü)
•
Orta Doğu bölgedeki, petrol kaynakları ve kültürel açısından oldukça
önemlidir.
144
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
•
Osmanlı’nın son döneminde İngiltere ve Fransa’ya bölgeye nüfuz etmeye
çalıştı. Bu amaçla bölgedeki yerel grupları (Arapları, Ermenileri ve
Yahudileri) kullandılar, bölgede okullar açtılar.
•
İsrail’in kurduğu duvar, Filistinlileri mağdur etmiştir. Batı Şeria’nın suyunun
%51’ini içine almaktadır.
•
Duvar sorunu çözüm beklemektedir. Kudüs’un durumu netleştirilmeli. 3.7
milyon mülteci evine geri dönmeli.
Yrd.Doç.Dr. Sait YILMAZ (Beykent Üniversitesi)
(Middle East in the Light of 21 st Century’s Power Relations)
•
21. yüzyıl güvenlik ortamını şekillendirecek parametrelerin başında; ABD
hegemonyası ve AB’nin geleceği, Rusya ve Çin’in yükselme trendleri,
uygarlıklar savaşının gerçekleşme ihtimali, küreselleşme ve enerji
kaynaklarının geleceği sayılabilir.
•
Orta Doğu bölgesinin geleceği büyük ölçüde geri kalmış toplum yapısı, tek
metaya dayalı ve gelir eşitsizliğini artıran ekonomiler ve göç ile beslemekte
olan iç istikrarsızlıklar neticesi ortaya çıkacak yeni rejimlerin ortaya
çıkaracağı güvenlik gruplanmaları ile şekillenecektir.
•
ABD, asıl rakibi Rusya ve Çin olması gerekirken ABD İslam ve Türk
dünyası ile mücadele etmektedir. İslam dünyasının ciddi sorunları (siyasi
istikrarsızlık, askeri zayıflık, servetin eşit olmayan dağılımı, eğitimin
kalitesizliği gibi) bulunmaktadır. Batı dünyası yaklaşan Çin uygarlığı
tehdidine karşı bir an önce İslam dünyası ile barışmalıdır.
•
ABD, Çin’in gelişimini engellemek için, BOP bağlamında bölge petrollerini
kontrolü altına almak istemektedir. Çin, Malakka Boğazı ile ABD’ye
bağımlıdır ve Rusya ile birlikte, İran üzerinden Ortadoğu’ya nüfuz etmeye
çalışmaktadır.
•
Ortadoğu’nun kendi BM’sine, NATO’suna ve AB’sine ihtiyacı var ama bu
örgütlerin varlığı içinde dış güçlere ihtiyaç var ve içi iyi doldurulmazsa
Karadeniz Ekonomik İşbirliği gibi bunlar da ölü doğar.
•
Türkiye, Orta Doğu’nun şekillenmesinde yeni bir güvenlik konsepti ve
yumuşak gücü önceliğe alan yeni bir güç projeksiyonu ile proaktif roller
edinmeli, bu kapsamda başta ABD olmak üzere diğer büyük güçler ile
işbirliği yapmalıdır.
5 nci Oturum: (2 nci Gün 11.20 – 12.35: Orta Doğu Ve Türkiye)
Oturum Başkanı: Prof.Dr. Haydar Çakmak,
Raportör: Yrd.Doç.Dr. Muzaffer Ürekli,
Yrd.Doç.Dr. Hasan AKBAYRAK (Beykent Üniversitesi)
(Orta Doğu’nun Kültürel Mirası ve Türkiye)
•
Orta Doğudaki Osmanlı dönemi mimari eserleri tamamen kaybolmadan
korunmalı ve onarımı yapılmalıdır.
•
Bölgede tespit edilen 253 eserin bütün detaylarıyla iyi bir envanteri
yapılmalıdır. Bu çalışmaların hızlandırılıp bir an evvel tamamlanması şarttır.
Yrd. Doç. Dr. Barış DOSTER (Marmara Üniversitesi)
(Orta Doğu’da İthal Çözümlerin Başarısızlığı ve Türkiye Modeli)
•
Amerika’nın dünyaya dayatmaları ve verdiği zararlar üzerinde dikkatlice
durulmalıdır.
145
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
•
Amerika’nın İsrail ve İngiltere ile Stratejik ortaklığı bulunmaktadır. Bu
yüzden ABD İsrail’e her zaman destek vermektedir.
•
Amerika ile Türkiye’nin çatıştığı konular, uyuştukları konulardan çok
fazladır. Türkiye’nin yapması gereken ise; milli politikalar uygulanması ve
bölge merkezli dış politika izlenmesi diye özetlenebilir.
Yrd. Doç. Dr. Hasan KARA (Uşak Üniversitesi)
(Türkiye ve Bölge Güvenliğine Etkileri Açısından Irak Sorunu)
•
Sorunun iyi anlaşılması için gerek petrol gerek diğer malların ticareti ve
bunun toplam ticaret içindeki oranlarını karşılaştırmalı olarak çok iyi tahlil
edilmesi gerekmektedir.
Mesut TAŞTEKİN (Gazi Üniversitesi)
(Türkiye’nin Yeni Orta Doğu’da İstikrar Yapıcı Rolü’nün Rasyonalitesi)
•
Dış ilişkiler çerçevesinde kavramlar yerli yerinde ve doğru olarak
anlaşılabilir bir şekilde kullanıldığı takdirde değer kazanırlar.
•
Türk dış politikası çok yönlü bir hal almaya başlamıştır.
6 nci Oturum: (2 nci Gün 14.00 – 15.10: Yeni Orta Doğu)
Oturum Başkanı: Prof.Dr. Erol Eren,
Raportör: Yrd.Doç.Dr. Efkan Canşen
Şükrü Sina GÜREL (Eski Başbakan Yardımcısı ve Dışişleri Bakanı)
•
Yeni Orta Doğu ile eskisi arasında çok büyük bir fark yoktur. Bölge dışı
güçler değişmiş olabilirler ama benzer sorunlar bugün de devam
etmektedir.
•
19. yüzyıldaki İngiltere ile şimdiki aktör ABD’nin uygulamaları bir büyük
savaşa yol açacak şekilde birbirine benzemektedir. 19. yüzyılda Doğu
sorunu içerisinde İngiltere’nin amacı Hint yolunun güvenliğini sağlamaktı.
ABD’nin şimdiki amacı da petrol aramak, batıya petrol ulaşımının
engellenmemesini sağlamaktır.
•
Irak’ta ABD tarafından özgürlük sağlanamamıştır. Bir ülkede can güvenliği
yoksa size sunulan hiçbir özgürlükten yararlanamazsınız. ABD’nin bu
bölgede hedeflediklerinin tam tersi bir durumla karşılaştı. Irak’ta radikalizm
yok olacağına daha da radikalleşme gerçekleşti. Özellikle İran 2000’li
yılların başından itibaren daha da radikalleşmiştir.
•
Filistin Kurtuluş Örgütü 1960’lı yılların başından beri son derece
demokratik bir yapıya sahipti. Laik siyaset yapmak isteyen örgütler
konfederasyonuydu. Günümüzde HAMAS, örgütün yarısına hakim bir yapı
oluşturdu ve El Fetih gücünü kaybetti. Filistin Kurtuluş Örgütü ılımlı bir
örgüt olmaktan çıktı ve laik yapısını kaybetti.
•
Yeni Orta Doğu ABD’nin güncel söyleminin tam tersine radikalleşmiş,
demokratikleşmek bir yana bir kaosun içine sürüklenen bir bölge olmuştur.
•
Orta Doğu 1940-1950’lerde sömürgeciliğin çöktüğü bir yer olmuştu fakat
şimdi ulus-devlet modelinin çökertileceği ilk yer olacaktır.
Armağan KULOĞLU (E. Tümg, BÜSAM Danışma Kurulu Üyesi)
•
Yeni Orta Doğu kelimesi ABD belgelerine göre Ortadoğu’nun yeniden
adlandırılmasıdır. (New Middle East)
146
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
•
Soğuk Savaş döneminde Orta Doğu’ya Doğu bloğu hakimdi. Varşova
Paktı’nın ortadan kalkmasından sonra tek kutuplu düzene geçildi. Dünya iki
kutuptan tek kutuba geçiş yaptı. ABD bu durumda hemen dünyaya
egemen olma girişimlerine başladı.
•
Çin kontrol altına tutulmalıydı. Rusya eski Rusya değildi, gücünü
kaybetmişti. Avrupa Birliği genişledikçe karar alma zorlaşınca birlik
geriliyordu.
•
Tek tehlikeli saha terör üreten sahaydı. Dünya sanayi çağından bilgi
çağına geçiş yaptı. Artık egemenlik (kara-hava-deniz) teorilerinin yerine
enerji egemenliği konusu ön plana çıkmaya başladı. Enerjinin olduğu bölge
Büyük Orta Doğu bölgesidir ki ABD işte burayı kontrol etmek istemeye
başlamıştır. Önce iç ayaklanmalar örgütlendi, turuncu devrimler
tezgahlandı. Küreselleşmenin etkilerinden faydalanıldı. Büyük şirketleri
teşvik ederek egemenlik politikası sürdürülmeye çalışıldı.
•
ABD, 2001 yılında başına gelen beladan sonra içinde bulunduğu duruma
biraz daha güç katarak Afganistan’a müdahale etti. Irak’a yaptığı müdahale
ile İran’ı ve Suriye’yi baskı altına alabileceğini düşündü fakat bunu
gerçekleştiremedi. Irak’ta başarılı olamadığı gibi İran’ın bölge üstünde
daha egemen olduğunu gördü.
•
ABD, Türkiye’nin stratejik ortağı değildir. İlişkiler müttefiklik ilişkileri
içerisindedir. Müttefiklik, karşılıklı menfaatler çerçevesinde olur.
•
AB ile ilişkilerde çok dikkatli olunması gerekmektedir. Türkiye AB’ne girmek
zorunda değildir. Seksen beş yıldır AB üyesi değildir ve ayaktadır. AB
ülkeleri ile ilişkiler de ABD ile olduğu gibi çıkar ilişkilerine dayanmalıdır.
•
Türkiye’deki iktidarın durumu da göz ardı edilmemelidir. Kendini kurtarmak
için yabancılara sığınılmaz.
•
Kurtuluş Atatürkçü düşünce sistemidir. Ulus-devlet, laik cumhuriyet
muhafaza edilmelidir. Atatürkçü düşünce sistemi bizim kurtuluşumuzdur.
Doç. Dr. Yaşar HACISALİHOĞLU (İstanbul Üniversitesi)
•
Terör küreselleşmedi, yeni çıkar ilişkileri üzerinden terör üretilmeye
başlandı. Terör, yeni devletsel silahlı diplomasidir. Hiçbir terör örgütü
devlet desteği olmadan yaşayamaz.
•
Orta Doğu’nun kaderi bu zeminde gerçekleştirilmeye çalışılıyor. Bu
coğrafya 21. yüzyılın kilit coğrafyasıdır. Mücadele, anahtarın kimin elinde
olacağı mücadelesi, yeni bir atlas oluşturma çabasıdır.
•
Orta Doğu yeniden oluşturulacak. Yeni haritalar, yeni rejimler yeni sınırlar
ortaya çıkacak.
•
Irak’ta görülen şudur: Yıkmak kolaydır, inşa etmek zordur.
147
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
SEMPOZYUM GÖRÜNTÜLERİ
Sempozumunuzun açılış konuşmalarını yapan KKTC Kurucu Başkanı Sayın
Rauf DENKTAŞ, CHP Genel Başkan Yardımcısı E.B.Elçi Sayın Onur ÖYMEN,
Üniversitemiz Rektörü Sayın prof.Dr. Cuma BAYAT ve Mütevelli Heyeti Üyeleri
Sayın İ.Erkan ÇELİK ve Sayın Alkan ÇELİK ile birlikte.
148
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Sempozyumun ilk gününde Hilton’da verilen öğle yemeğinden bir görüntü.
Sempozyumun birinci günü akşam yemeğinde BÜSAM Danışma Kurulu üyeleri
Sayın Rektör Prof.Dr.Cuma BAYAT ile birlikte.
149
PROCEEDINGS OF THE FIRST INTERNATIONAL SYMPOSIUM ON THE STRATEGY AND
SECURITY STUDIES
Sempozyumun birinci günü akşam yemeğinde BÜSAM üyeleri birlikte.
Sempozyumun ikinci gününde öğle yemeğinde soldan sağa BÜSAM Müdürü
Yrd.Doç.Dr.Sait YILMAZ, Gazi Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü
Başkanı Prof.Dr. Haydar ÇAKMAK, Uludağ Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Öğretim Üyesi Prof.Dr. Tayyar ARI, Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler
Bölümü Başkanı Prof.Dr. Ali L. KARAOSMANOĞLU, BÜSAM Başdanışmanı
Tümg. Armağan KULOĞLU birlikte.
150
1’NCİ ULUSLARARASI STRATEJİ VE GÜVENLİK ÇALIŞMALARI SEMPOZYUM BİLDİRİLERİ
Altıncı oturuma katılan Oturum Başkanı Prof.Dr.Erol EREN ve konuşmacılar
Prof.Dr.Şükrü Sina GÜREL, Prof.Dr. Yaşar HACISALİHOĞLU, E.Tümg.
Armağan KULOĞLU ve raportör Yrd.Doç.Dr.Efkan CANŞEN’e teşekkür
belgelerini Üniversitemiz Rektörü Sayın Prof.Dr.Cuma BAYAT’tan aldılar.
151

Benzer belgeler