Bütün Paramı Hamama Harcadım
Transkript
Bütün Paramı Hamama Harcadım
sayı: 12 / Kasım 2011-Şubat 2012 Bütün Paramı Hamama Harcadım Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansı Hakkı Ögelman Gözde Ünal ile Projeler ve Ödüller Üzerine MODAP Konferansı Mezunlar Buluması ve Reunion Hindistan www.artibir.org 01 SUDERG‹ Sayı 12 Kasım 2011 – Şubat 2012 Ücretsizdir Sahibi Sabancı Üniversitesi Yayın Sorumlu Müdürü Elif Gülez Yayın Koordinatörü Melek Sarı Yazı Kurulu Gülayşe Koçak Defne Üçer Nesrin Balkan Yıldırım Cihangiroğlu Hakan Erdem Esin Ceren Ahıska Melahat Fındık Gonca Turan Pınar Bozkurt Sezen Gülşen Kama Bu sayıya katkıda bulunanlar M. Ali Alpar, Cihan Saçlıoğlu, Defne Üçer, Emrah Kalemci, Ünal Ertan, Bahri Yılmaz, Hakan Erdem, Melahat Fındık, CIP Ofisi, Gizem Muratoğlu, Mehmet Baki Deniz, Selin Dönmez, Sena Balkaya, Sıla Çallı, Seren Naz Gündoğdu, ‹nsan Kaynakları, Leyla Özcivelek Durlu, Nesrin Balkan, ERG, Gözde Ünal, Övünç Uzun, MODAP Ekibi, Pınar Bozkurt, Fatih Günaydın, Murat Kaya, Sezen Gülşen Kama, Gülayşe Koçak, Miray Kutlu, Gonca Turan, Berna Özkul, Betül Karasinan, Gülseren Caşın, Kartal Bora, Ömer Ertüm, SU IT Ekibi 03 / Başka Hakkı 8 / Hindistan 12 / Popüler Tarih ve Popüler Tarihçilik 19 / Kendini Keşfet-CIP 24 / Geriye Baktıklarında Neler Görüyorlar? 26 / Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansı Grafik Tasarım ve Uygulama GrafikaSU Baskı Ömür Matbaacılık Ltd. Şti Beysan Sanayi Sitesi Birlik Caddesi No.20 Haramidere 34524 ‹stanbul www.omur.com.tr Yayın Türü Üniversite topluluğuna yönelik olarak yayınlanan yarı popüler bir kültür dergisi Reklam Sorumlusu Melek Sarı Tel: 0216 483 91 06 [email protected] Telif Hakları Her hakkı saklıdır. Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve illüstrasyonları elektronik ortamlarda dahil olmak üzere her şekilde çoğaltma ve başka yerlerde kullanma hakkı münhasıran Sabancı Üniversitesi’ne aittir. Sabancı Üniversitesi, gerekli gördüğü hallerde içeriğin bir kısmının veya tamamının çoğaltılması için yazılı izin verebilir. 30 / Gözde Ünal ile Projeler ve Ödüller Üzerine 32 / MODAP Konferansı 35 / Bilinmeyen yönleri ile SU Çalışanları Yönetim Yeri ‹letişim ve Halkla ‹lişkiler Birimi Sabancı Üniversitesi Orta Mahalle, Orhanlı, Tuzla 34956 ‹stanbul Tel: 0216 483 91 06 Faks: 0216 483 90 45 e-posta: [email protected] 40 / Öykü Yarışması 44 / Mezunlar Buluşması ve Reunion 46 / Çoluk Çocuk için editör SUdergi’nin sonbahar sayıları, üniversitemize bu sene başlayan öğrenciler için bir alternatif bilgi kaynağıdır. Sabancı Üniversitesiyle ilgili bilgilere, web siteleri, broşürler, kataloglar gibi resmi iletişim kaynaklarından ulaşmış olan yeni öğrencilerimiz için SUdergi, üniversite yaşantısına farklı bir pencereden bakma imkanı verir. SUdergi ile tanışıklık, yeni tanıştığınız birinin sizi dostça evine, oturma odasına davet etmesine benzetilebilir. Bu oturma odasında, ev sakinlerinin kütüphanesindeki ilginç bir kitaba uzanabilir; burada sizden önce “kendini keşfetmiş” sakinlerin fotoğraf albümüne göz gezdirebilir; aramızdan ayrılmış olan dostların bıraktığı izleri takip ederek bir zamanlar burada kimlerin yaşamış, öğretmiş, öğrenmiş olduğunu anlayabilir; ev sahiplerinin kimleri coşkuyla misafir ettiklerini öğrenebilir; uzak ülkeleri ziyaret edebilir; başka yerlere taşınmış dostlarımızın selamlarını işitebilir; kimlerin bizi gözetlediği konusundaki dedikodulara kulak misafiri olabilirsiniz. Hatta ev sahipleri, çok popüler bir tarihi televizyon dizisini hep birlikte izlemeniz için sizi alıkoymak isteyeceklerdir. Eğer isterseniz SUdergi’nin kalbine, yazı kurulunun her dönem neşeyle çalıştığı mutfağına da girebilir, yeni karışımları, tarifleri, tatları beraberinizde getirebilirsiniz. Bunun için bir maniniz yoksa, Rektörlük binasındaki ofisimizde Mehmet Bey’in lezzetli çayını içmeye gelebilir ya da [email protected]’ya bir mesaj gönderebilirsiniz. Elif Gülez 02 03 BAŞKA HAKKI M. Ali Alpar / Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi Bizim çocuklarımız çok küçük yaştayken arkadaşımız ve komşumuz Hakkı Duru’yu bilirlerdi Hakkı diye. Hemen sonra Hakkı Ögelman’ı tanıyınca ona “başka Hakkı” adını taktılar. Başka Hakkı da başkaydı. “Denizle mehtap sordular seni neredesin” diye başlayan bir ‘aranjman’ şarkı vardır hani, Dario Moreno ve Tanju Okan söylerdi. Bu şarkının bir kıtası şöyledir: “Alay ettiler benle hep, Sen oldun bunlara bak sebep, Mehtap dedi gördüm ah onu, Belinde erkek kolu” . Hakkı bu sahnenin suluboya bir resmini yapmıştı. Ayışığında yürüyen bir kadın, arkadan görüyoruz, üstünde yazlık bir elbise, belinde erkek kolu, sadece kol var omuzdan öteye erkek yok, mehtap karşıda, kadın ayışığında yoluna devam ediyor.... Hakkı Ögelman 4 Eylül 2011 tarihinde Austin, Texas’da aramızdan ayrıldı. 1940 ‹stanbul doğumluydu. Eğitimini Robert Kolej ve DePauw Üniversitesi’nde tamamladı. Doktorasını Prof. K. Greisen ve Dr. J. Delvaille yönetiminde yaptığı “Search for Discrete Sources of High Energy Cosmic Gamma Rays” başlıklı teziyle 1966 da Cornell Üniversitesinden almıştı. NASA Goddard Space Flight Center’da ve Avustralya’da Sydney Üniversitesinde çalıştı. 1969'da ODTÜ'ye geldi. 1970 de Fizik Bölümü Başkanı olarak sorumluluk üstlendi. ‹yi bir deneysel fizikçi, yaratıcı fikirlerle dolu ve öğrencilerle çok ilgili bir hoca olarak hemen etkili oldu. Öğrencileriyle birlikte ODTÜ Fizik Bölümü’nün çatısına, Ege Üniversitesi Gözlemevi’ne ve Gaziantep ODTÜ kampüsüne koyduğu deneylerle süpernovalardan gelen yüksek enerjili ışınımın atmosferde oluşturduğu ışığı izleyerek süpernova yakaladıkları çalışma az parayla öncü bilim yapmanın güzel bir örneğiydi. Alınan veriler Ankara'ya telsizle aktarılırdı. Bu çalışma New Scientist'te haber oldu. Yabancı meslekdaşların "Yahu ne iyi yaptın da 700 dolarlık aletlerinle neticeyi elde ettin, bizi çok pahalı bir deney yapmaktan kurtardın." dedikleri halâ hatırlanır. Sonra ODTÜ'nün meşum Hasan Tan döneminde görevine son verildi. TÜB‹TAK Bilim Kurulu'ndaydı, Hindistan’a bilimsel işbirliği anlaşması imzalamaya gitmişti. ODTÜ'de o sırada bütün bölüm başkanları istifa ettiğinden Hakkı ODTÜ'den izin almadan gitmiş oldu. Bu bahaneyle işine son verdiler. “Hiç unutmuyorum, onu benim arabam ile A kapısından kaçak gibi okula sokarken tanıyan bekçiler görmemezlikten gelirdi…” (öğrencisi Ümit Kızıloğlu). Danıştay kararıyla geri döndü. 1977 de Çukurova Üniversitesi'ne geçti. Yaratıcı, pratik yaklaşımını Çukurova'da güneş enerjisi araştırmalarında ortaya koydu. Daha sonra Wisconsin’de geliştirdiği “Enerji” dersini 2000’li yıllarda ‘adjunct’ öğretim üyesi olduğu Sabancı Üniversitesi’ne taşıdı. 1980 darbesi sonrasında o zamanki eşi Yeter Göksu 1402’lik oldu ve tutuklandı. Yeter hapisten çıktığında ikisi de çalışmalarını Almanya’da sürdürdüler. Hakkı Max-Planck-Institut für Extraterrestrische Physik-Garching’de ROSAT X-ışınları gözlem uydusuyla çalıştı. Oradaki genç öğrencilere ve meslektaşlarına şevk verdi. Türkiye’den öğrenci ve meslektaşlarını da bu çalışmalara kattı. Sayesinde şimdi Türkiye’de çalışan ve dünyada tanınan bir yüksek enerji astrofiziği grubu var. ODTÜ’de ve Çukurova Üniversitesi'nde çalıştığı yıllarda asla kendi üniversitem, kendi grubum şovenliği yapmadı. Ben ben demek kişiliğinde yoktu. Marifetiyle, aklıyla, gönlüyle hemen bütün Türkiye Fizik ve Astronomi camiasında tanındı ve sevildi. TÜB‹TAK Ulusal Gözlemevi’nin kuruluşuna giden yolda bütün astronomi camiamızın heyecanla katıldığı yer arama çalışmalarından, TÜB‹TAK desteğinin sağlanmasına, 150 cm’lik Rus-Türk teleskobunun temininden, Gözlemevi’nin açılmasına kadar öncü rol oynadı. 1991’de University of Wisconsin’de çalışmaya başladı. 1995'te geçirdiği kısmî felçten sonra da araştırmalarına devam etti. Her yaz Türkiye’de çalıştı. ABD, Güney Afrika ve Avustralya’da kurulu ROTSE robotik teleskobunun dördüncüsünün TÜB‹TAK Ulusal Gözlemevine getirilmesi de Hakkı’nın girişimiyle gerçekleşti. ROTSE ile evrenin uzak köşelerinden gelen esrarengiz gama ışını patlamalarının bildiğimiz ışık olarak saldıkları artçı sinyaller toplanıyor. Böylece Hakkı’nın pasıyla bir oyuna daha girdik. ‹lk gama ışınları uydusu SAS2’nin sonuçlarını Hakkı Ögelman ve arkadaşları o zamanlar ODTÜ'de çalışan Tümay Tümer ve Hakkı’nın ilk doktora öğrencisi M. Emin Özel’in de aralarında bulunduğu bir uluslararası grupla yayınlamışlardı. Hakkı X ve gama ışını pulsarlarından novalara, süpernovalara, 2000'lerde büyük bir grup içinde çalıştığı Antarktika’daki IceCube (buz küpü) nötrino verilerine kadar geniş bir bilim alanında çalışmalar yaptı. NASA’nın Fermi-LAT yüksek enerji gama ışını uydusu verileriyle Andromeda galaksisinden ışıma işareti bulduğu son çalışmasını 2010’da Çeşme’de benim 60. yaşım için yapılan toplantıda anlatmıştı. Bunu Astrophysical Journal’da yayınlamaya ömrü yetmedi. Son tebliği Çeşme’den yayınlanacak. Varlığı ömürlerimizde bir güzellikti. Hatırası ve eserleri yüzümüzü güldürecek, içimizi aydınlatacak. Selvilerin altında, yıldızların ışığında olsun. Hakkı'dan hatırladıklarım Cihan Saçlıo¤lu / Mühendislik ve Do¤a Bilimleri Fakültesi Ö¤retim Üyesi Ben ne astrofizikçiyim, ne de Hakkı’yla uzun süre aynı yerde çalışabildim. Buna rağmen onu tanımış birçok insan gibi ben de çok değerli bir dostumu kaybettiğimi hissediyorum. Hakkı kısa görüşmelerde bile canlılığı, iyimserliği, mizah duygusu, pratikliği ve her meselenin can alıcı noktasını hızla yakalayan zekâsıyla insanları hemen kendine bağlardı. Hakkı’nın adını ilk defa 1972 yazında ODTÜ’de Erdal Bey’den duydum. Şikago’da doktora yaparken onu ziyaret ettiğimde iftiharla yeni bir öğretim üyesinden bahsetti. Aklımda kalan, bu astrofizikçinin kendi geliştirdiği atölyede kendi tasarladığı deney ve ölçüm aletlerini ürettiği, fizik binasının damına yerleştirdiği düzenekle de New Scientist’te haber olacak kadar ilgi uyandıran gözlemler yaptığıydı. ODTÜ fizik bölümü Cavit Erginsoy’un beklenmedik ölümü ve Feza Gürsey’in izinli olarak Yale’e gitmesine rağmen yeni bir lider bulmuş görünüyordu. Epey de buna güvenerek 1976’da ODTÜ fizik bölümünde çalışmaya başladım. Hakkı bölüm başkanı olmuştu ve insanları hem onlara örnek olarak, hem de şevklendirerek daha iyi işler yapmaya yöneltiyordu. Bu parlak dönem, hükümetin Hasan Tan’ı ODTÜ’ye rektör olarak atamasıyla sona erdi. Öğrenci ve hocaları sindirmek için yüzlerce zorba işe alındı. Hocalar arasında Hakkı, Tosun Terzioğlu ve Cahit Arf idareye karşı örgütlenmede öncülük ettiler. Bir polis veya jandarma baskınında zarar görmemeleri için öğrenciler kampustan bir otobüs konvoyu ile çıkartılırken, Hakkı’yı en öndeki otobüste gördüğümü hatırlıyorum. Birçok öğretim üyesi politik suikastlara kurban giderken böyle şeyler yapmak büyük cesaret istiyordu. Tosun’a kurulan silâhlı bir tuzak boşa çıkarıldı, ama Hakkı da bir bedel ödedi: idare onu işten attı. Mahkeme kararıyla dönebildiyse de, ODTÜ fizik bölümünden Adana’ya göç etmeye karar verdi. Oradaki fizik bölümünde hem araştırma, hem de eğitimde etkileri kısa zamanda kendini gösterdi. Hakkı pratik ve yaratıcı yaklaşımıyla Adana’da bol olan güneş enerjisinden faydalanmak için inşası ve kullanımı kolay aygıtlar inşa etti. Bir seminer için davet edildiğimde yarattığı olumlu havayı gözümle gördüm, fakat bu defa da 12 Eylül’de karısı Yeter Göksu’nun tutuklanması onları Türkiye’yi terketmeye zorladı. Türkiye’nin bu kaybı, önce Almanya’nın, sonra da Amerika’nın kazancı oldu. Geçirdikleri zorluklara rağmen Türkiye’ye bir küskünlük, kızgınlık veya kırgınlık ifade ettiklerini duymadım. Tersine, Hakkı Türk astronomlarına ve astrofizikçilerine destek olmaya devam etti; Ali Alpar ve birçok astronom ve astrofizikçiyle birlikte Ulusal Gözlemevi’nin kurulmasında canla başla çalıştı. TÜB‹TAK Temel Bilimler Enstitüsü Feza Gürsey Enstitüsüne dönüştürülürken zannederim başına Hakkı’nın getirilmesi düşünülüyordu, fakat beklenmedik bir beyin kanaması neticesinde vücudunun bir tarafında önemli bir güç kaybı oluştu ve uzun bir hastahane-fizik tedavi dönemi geçirdi. Tesadüfen o sırada karımla birlikte Amerika’daydım. Madison’a uzanıp onu hastanede bir fizik terapi seansında bulduk. Bildiğimiz enerji dolu, fiziksel ve ruhen güçlü Hakkı’yı o durumda görmek yürek parçalayıcı idi. O halinde bile bize hangi otoyoldan geldiğimizi, yanımızda gişeler için gerekli bozuk paramız olup olmadığını sordu; biz onun moralini düzeltmeye niyetlenirken o bizimkini düzeltti. “Doktorlar bir CVA, yani cardiovascular accident geçirdiğimi söylüyorlar” diye hastalığının objektif bir tanımını yaptı. Çalışmayan bir kol ve bacak, çarpılmış bir yüz ve iyi dönmeyen bir dil altında bildiğimiz Hakkı yerli yerinde duruyordu. Nitekim aklı ve azmi ile kendini epeyce toparlamayı bildi ve tam eski sağlığına kavuşamadıysa da, işlerinin başına döndü. Yayın listesinde “CVA” sonrası dönemde birçok Astrophysical Journal ve Nature gibi prestijli yayın görünüyor. 05 Sabancı’yı ziyaret ettiğinde onunla kahve içip sohbet etmek hem çok zevkli, hem de öğretici idi. Meşhur Ali ve Nino romanını Kurban Said takma adıyla yazan Lev Nussinbaum hakkındaki “The Orientalist” adlı kitabı ondan öğrendim. Okumayanlar için Hakkı’nın tavsiyesini hararetle aktarırım. Sabancı’da verdiği enerji, petrol krizi ve yakıt hücreleri hakkındaki konuşmaları da özgün ve keskin yorumlarla doluydu. Tabiî ki hiçbir anekdot listesi Hakkı’nın hakkını veremez. Onu unutmak mümkün değil. Bize bıraktığı güzel anılarla idare edeceğiz. Defne Üçer / Temel Gelitirme ODTÜ’deyken Hakkı Hoca’yla hiç tanışmamıştım. O benim için koridordaki pipo kokusu ve tüm astrofizik grubunda özellikle de öğrencilerde sebep olduğu heyecan dalgasıydı. Gerçekten de gelişiyle herkes bir toparlanır, etrafta geyik azalır daha çok fizik konuşulur olurdu. Kafamda kalmış tek görüntüsü kapının önünden neredeyse hoplaya zıplaya geçen hali. Biz bundan çok sonra, Sabancı'da arkadaş olduk. Yani felç sonrasında. Arada ne, ne kadar değişti bilmiyorum ama benim bildiğim Hakkı Hoca çok özeldi. Yaşamı bu kadar renkli, keyifli yaşadığı için ve arkasında onu gülümseyerek anan bu kadar dost bıraktığı için ne mutlu ona. Onu hep bilime, doğaya olan tutkusuyla ve hepimize verdiği heyecanla hatırlayacağım. Hakkı Hoca, Baba, ve Dede'nin ardından.... Emrah Kalemci / Mühendislik ve Do¤a Bilimleri Fakültesi Ö¤retim Üyesi "Hakkı geliyor!" Büyük bir heyecan dalgası kaplamıştı ODTÜ Fizik Bölümü'nü. Ben daha lisans öğrencisi idim ama astrofizikçilerle takılıyordum. Gözleri pırıl pırıl heyecanla konuşuyordu. Yemekte espriler ardı ardına geliyordu. "Birgün Caltech'de Feynman ile aynı asansöre bindik" dedi. Biz merakla sorduk sonra ne oldu diye? "Hi, dedim indim. Zaten Feynman'la tek ortak yanımız karılarımızın sayısı!" diye espriyi patlattı. Felç geçirdiğini öğrendiğimizde ise büyük bir üzüntü ve endişe vardı ODTÜ koridorlarında. Sonra ODTÜ'ye geldi. Atakan, Ünal, Ersin ve ben misafirhanede gecelerce yanında kaldık. Hep mahcup olurdu, bizi işimizden gücümüzden ettiğini düşünür, üzülürdü. O zamanlar hala durumunu kabul edememezlik vardı. Doktora için San Diego'ya gittiğimde tüm astrofizikçilerin benimle tanıştıktan sonra ilk sorusu "Hakkı nasıl?" idi. Ne kadar sevildiğini ve sayıldığını orada bir kez daha farkettim. Sabancı'ya döndüğümüzde yepyeni bir Hakkı Hoca gördük. Kendisi ile barışık, tüm işini kendi görebilen, hala gökbilim için didinen Hakkı'ydı. Deniz ve Toprak'la çok iyi anlaşıyordu, çocuklar "Biz Hakkı Dede'ye gidiyoruz." diye evden çıkarlar ve Hakkı'nın evinde onunla sohbet ederlerdi. Hakkı Dede de onlara meyve suyu ve çikolata ikramını ihmal etmezdi. Annemin yemeklerine bayılır, Çukurova Üniversitesi'nden gelen arkadaşlarımızla sohbeti çok severdi. Oğlu Roberto geldiğinde ayrı bir mutlu olur, onun başarılarından hep gururla söz ederdi. Her çalıştayımızda bir konuşma yapar, her konuşmasında doktoraya yeni başlamış öğrenci gibi heyecanlanırdı. En son olarak FERMI verisi ile detaylı bir çalışma yaparak Andromeda'dan gelen yüksek enerjili Gama ışınları üzerine bir çalışma yapmış ve Çeşme'de sunmuştu. FERMI LAT grubundan bazı kişiler bu olaya çok bozulmuşlardı, sonra da kendi makalelerini yazdılar, hem de Hakkı Hoca'ya hiç referans vermeden. Hakkı iyi bir hoca, iyi bir baba, iyi bir dede ve iyi bir insandı. Hayatını dolu yaşadı ve bize kararlılığın ve yaşam sevgisinin ne demek olduğunu gösterdi. Onu çok özlüyoruz. Sevgili Hakkı Hocam, Ünal Ertan / Mühendislik ve Do¤a Bilimleri Fakültesi Ö¤retim Üyesi Bize öğrettiğin, yaşayarak öğrettiğin tüm güzellikler, değerler, ve sıcacık dostluğun için sana binlerce teşekkürler. Tüm astronomi ve astrofizik camiası, meslektaşların, öğrencilerin ve arkadaşların ne güzel şeyler yazdılar senin için. Bazılarımız sen gittikten sonra öğrendi; ne çok sevenin, ne güzel anıların varmış. Ne çok insanda emeğin, bu ülkede bilim adına yapılan ne çok çalışmada katkıların, öngörün ve iraden varmış. Zaten biliyorduk senin dünya çapında bir bilim insanı olduğunu, ama senden duymadık bunu, makalelerinden, çalışmalarından, başkalarından öğrendik hep böyle olduğunu. O kadar sohbetler ettik, ne çok şeyler anlattın da, yaptıklarını, kendini öven bir cümle işitmedik senden, mütevaziliği de öğrettin bize. En zor anlarında, hayata bağlanmayı, çalışmayı, üretmek için çabalamayı gösterdin bize. Öğütler vererek değil, yaşayarak ve yaparak gösterdin. Çocuklar bile özledi seni, seninle dondurma yemeyi. Hepimizin aklında o güzel güler yüzün kaldı. Gelmedin göremedik bu sene... 21. yüzyılda yeni güçler; İnanılmazı Başaran Ülke: HİNDİSTAN (Incredible India) Bahri Yılmaz / SSBF Öğretim Üyesi “The difficulty lies not in the new ideas, but in escaping from the old ones”, John Maynard Keynes, Cambridge (1883- 1946). “Güçlük yeni fikirlerde de¤il, fakat eskilerden kurtulabilmekte yatmaktadır”. Son yılların en ilginç konularının başında 21. yüzyılda dünyamızda meydana gelebilecek ekonomik ve politik değişimler ile ilgili çalışmalar yer alıyor. Bir başka deyişle, 1945 sonrası dünyanın en güçlü ekonomisine ve askeri gücüne sahip olan ABD’nin yerini ortaya çıkmakta olan hangi yeni ekonomik ve politik güç veya güçlerin alabileceği tartışılıyor. Bilindiği üzere, sanayi devrimini 18. yüzyılın ikinci yarısından sonra gerçekleştiren ve yayılmacı bir politika izleyen Britanya ‹mparatorluğu 1918’den itibaren gerilemeye başlamış ve II. Dünya Savaşı sonrası da sömürgelerinin önemli bir bölümünü kaybetmiştir. Onun yerini, 1880’lerden itibaren Batı’nın çıkarlarını koruyan ve değerlerini kollayan başka bir süper güç olan ABD almıştır. ABD gerek 08 askeri gerekse ekonomik alanlardaki liderliğini ve üstünlüğünü kısa bir süre öncesine kadar tartışmasız sürdürmüştür. Fakat günümüzde ABD’nin içinde bulunduğu iç ve dış borç yükü ve 2008’de su üstüne çıkan mali krizi ile birlikte ABD’nin ekonomik alandaki üstünlüğü tartışılır hale gelmiştir. Bunun da temel nedeni ABD’nin Borç/GSMH oranı Ağustos 2011 itibariyle 102,6’ya ve Bütçe Açığı/GSMH ise 10,9’a ulaşması ve ABD’nin bütçe ve cari işlem açıklarının başta Çin olmak üzere diğer ülkeler tarafından finanse edilmesidir. Bu sürecin ve dengelerin uzun dönemde devam etmesi zor görülmektedir. Ekonomik güçlüklerin yanı sıra ABD’nin Irak ve Afganistan’daki askeri alandaki başarısızlıkları da Washington’un askeri gücünün sorgulanmasına neden olmaktadır. Son yıllarda uluslararası düşünürler “Amerika Sonrası Dünya” (Post-American World) konusunu gündemine almış ve ABD’nin 21. yüzyılda liderliğini devam ettirip ettiremeyebileceği konusundaki endişelerini sık sık dile getirmeye başlamıştır. Ancak, tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, ABD’nin önümüzdeki yıllarda yine de gerek askeri ve gerekse ekonomik alanlarda bir süre daha süper güç olarak kalmaya devam edeceğine dair görüşler şimdilik geçerliliğini korumaktadır. II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan bir başka süper güç Sovyetler Birliği’nin yerini alan Rusya Federasyonu ise petrol ve doğal gaz dışında uluslararası piyasalardaki ekonomik gücünün sınırlı olması nedeniyle bir süre daha sadece askeri güç olarak yerini korumaya devam edecektir. II. Dünya Savaşı sonrasının diğer bir ekonomik gücü ise Avrupa Birliği’dir. Bugün 500 milyona yaklaşan nüfusu ve kişi başına düşen 25.000 Euro ile dünyanın en güçlü ekonomilerinden birisine sahiptir. Bu gruba ekonomik güç olarak Japonya’yı da ilave edebiliriz. 21. yüzyıl ikinci yarısında ise Çin’in ekonomik bir güç olarak karşımıza çıkması beklenmektedir. Goldman Sachs’ın yaptığı tahminler de bu beklentiyi doğrulamaktadır: 2050 yılında Çin, ABD ve Hindistan dünyanın en güçlü ekonomileri olarak sırayla ilk üç sırayı paylaşacaklardır. Bu arada aynı araştırma, Türkiye’nin 22 ülke arasında 14. sırada yer alacağını öngörmektedir. Bu tahminlere göre Çin’in yanısıra 21. yüzyılın ikinci yükselen yıldızı Hindistan’dır. Zira her yıl ‹sviçre’nin Davos kasabasında düzenlenen “Dünya Ekonomi Forumu” 2006’da Hindistan’ı yılın ülkesi seçmişti. O günlerde Avrupa’nın değişik ülkelerindeki ilan panolarında “Incredible India” (Inanılmaz Hindistan) ve Davos’da “World’s Fastest Growing Free Market Democracy” (Dünyanın en hızlı büyüyen piyasa ekonomisi) benzeri reklamlarda Hindistan göze çarpmaktaydı. ‹şte bu kısa yazımızda her geçen gün daha fazla dikkat çeken Hindistan’ın son yıllardaki başarısının nedenlerini kısaca tartışacağız. Hindistan’ın beklenmeyen yükselişi: 1947 yılında Britanya ‹mparatorluğundan (British Raj) ayrılarak bağımsızlığına kavuşan Hindistan, 21.yüzyılın ikinci yarısından sonra dünyamızın en fazla nüfusa sahip ülkesi haline gelecektir. Goldman Sachs BRIC öngörülerine göre Hindistan’ın 2015 yılında ‹talya’yı ve 2020’de ‹ngiltere’yi yakalaması beklenmektedir. Hindistan’ın hızlı büyümesinin başlıca nedenlerinden birisi de 1991 yılında yürürlüğe koyduğu ve devletin ekonomideki etkisini azaltan radikal reformlardır. O tarihten itibaren ülke %5’in üstünde ve son yedi yıl içersindede %10–11 arasında bir ekonomik büyüme hızı kaydetmiştir. Önümüzdeki yıllarda da %10 civarında büyümesi beklenmektedir. Böylece, Hindistan’ın GSMH’nın dağılımında hizmet sektörünün payı %50’ye, sanayi ve tarım sektörünün payları da %25’lere ulaşmıştır. Tüm bu olumlu gelişmelere rağmen, hangi Hindistan’ı konuşuyoruz? Bir tarafta hızla gelişen bir sanayi ve hizmet sektörü, diğer taraftan 300 milyon insanın günlük kazancı bir dolardan daha az bir gelir düzeyi olan Hint halkı. Bu gelir düzeyi ile Hindistan, dünyadaki yoksulluk sınırında yaşayan nüfusun %40’nı oluşturmaktadır. Yoksulluk ve yetersiz beslenme son derece yaygındır. Buna ek olarak, Hindistan dünyada HIV-pozitif virüslü ikinci nufüsa sahiptir. Hindistan’ın kişi başına geliri 1.170 dolardır. Yapılan tahminlere göre gelecekte Hindistan’ın 21. yüzyılda da gelişmiş ülkelerin kişi başına gelir düzeyini yakalaması mümkün gözükmemektedir. Kadın nüfusun yarısının okuma yazması yoktur. Toplum kast sistemi üzerine kurulmuştur. Sınıflararası geçiş son derece sınırlıdır. Ayrıca, Hindistan değişik kültürlerin, geleneklerin ve dinlerin birarada yaşadığı 4000 yıllık bir mozaiktir. Bu ülkede 17 ayrı dil ve 22.000 dialeğin konuşulduğu, krallık, küçük devletler ve bölgesel yönetimlerden oluşmasına rağmen demokrasi ile yönetilen bir ülkedir. Hindu kültürü, Konfüçyanizm gibi tanrısı olmayan kültürlerdendir. Hinduizm ile ilgili üst ve alt grupların yüzlerce ve binlerce tanrıları vardır ve onlar kendi tanrılarına inanırlar. Temel felsefesi yaşamak ve yaşatmak üzerine kuruludur. Hiçbir şey zorunlu veya yasak değildir. (Bkz. Fareed Zakaria 2008). Bunun yanısıra, Hindistan’da 150 milyona yakın müslüman nüfus yaşamaktadır. Hindistan, 64 yıldır aralıksız demokrasi ile yönetilen kalkınmakta olan ülkelerden birisidir. Mahatma Gandi’nin (1869–1948) öncülüğünde Britanya ‹mparatorluğu’na karşı barışçı ve pasif direniş yoluyla bağımsızlığına kavuşmuştur. Hindistan’da yaklaşık iki asır hüküm süren Britanya ‹mparatorluğu, imparatorluğun tüm demokratik kurumlarını, hukuk, idari ve eğitim sistemlerini getirmiş ve ‹ngilizce’nin Hindistan’ın resmi dili olmasını sağlamıştır. Önde gelen bazı politikacıları ise Oxford ve Cambridge Üniversitelerinde eğitim görmüştür. En bilinen örnekler ise Jawaharlal Nehru, Indra Gandi ve Manmohan Singh’dir. Bu politikacıların en önemli özel likleri ise ‹ngiliz eğitim sistemi ile kendi geleneklerini en iyi şekilde birleştirmeleridir. Örneğin, Nehru (1889–1964), ‹ngilizlerin elitist “Harrow College”’inde ve Cambridge’de ünlü Trinity College’de eğitimini tamamlamıştır. 1930-1933 yılları arasındaki hapis yattığı dönemde, kızına yazdığı mektuplar serisinde Milattan Önce 6000’den yaşadığı gününe kadar imparatorlukların yükseliş ve çöküş dönemlerini, savaş ve ihtilallerin nedenlerini kütüphane kaynaklarına girmeksizin anlatmıştır. 1934’e bu mektuplar toplanarak bir kitap The World History (Glimpses) olarak yayınlanmıştır. 1947– 1964 yılları arasında Hindistan’ı yöneten Nehru biraz da hicvederek “kendisini Hindistan’ı yöneten son ‹ngiliz” olarak tanımlamıştır. (“last” Englishman to rule India). Bunun anlamı kendisinden sonra Hindistan’ın kendi kültürel temelleri üzerinde ve öncelikle “otantik” Hintliler tarafından yönetileceğini ima etmiştir (Bkz. Farred Zakaria). Hindistan, bağımsızlığına kavuştuğu günlerden beri karma ekonomi olarak tanımlandırılabilecek bir ekonomik sistemi yeğlemiştir. Bunun birçok nedeni vardır. Bu nedenlerden birine Nobel ödüllü (1998) Hint kökenli iktisatçı Amatya Sen’in görüşleri üzerinden örnek verilebilir. Amatya Sen, kendisi Kalkuta’da okurken Kominist Çin’den etkilendiğini belirtmiştir ve Cambridge Üniversitesinde öğrenci olduğu yıllarda kendisi gibi diğer Hintli öğrencilerin de sol eğilimli iktisatçılardan Joan Robinson’ın etkisinde kaldıklarını vurgulamıştır. Yurt dışında eğitim görmüş Hintli öğrencilerin o dönemlerde Hindistan’ın ekonomik sisteminin uygulanmasında etkili olmalarıyla, Çin ve Sovyet kalkınma modellerinden esinlenilerek Hint ekonomisi devletçi bir ekonomik yapıya dönüşmüştür. Bunun sonucunda, verimsiz ve yolsuzluklar içinde boğulan kamu kuruluşları ortaya çıkmış ve aynı zamanda özel sektörün faaliyetleri de devlet denetimi altına alınmıştır. Bu politikaların sonucunda, ülkenin yetişmiş kadroları başta ABD olmak üzere diğer ülkelere göç etmiştir. Örneğin, 1980’li yıllarda Indian Institute of Technology mezunların % 75’i ABD’ye göç etmiştir. 1991 yılında Maliye Bakanı Manmohan Sing’in döneminde radikal önlemler alınmış ve piyasa mekanizması ağırlıklı ekonomik reformlar uygulamaya konulmuştur. Bu reform hareketi, bürokrasi ve iktidardaki güçler karşısında büyük bir tepki ile karşılanmışsa da bu reformlar sonucu, Hindistan Çin’den sonra en hızlı büyüyen bir ekonomiye sahip olmuştur. Çin’in aksine kalkınma modeli özel sektör ağırlıklı ve aşağıdan yukarıya doğru (buttoms up) şeklinde oluşmuştur. Hindistan’da bugün eğitiminin %25’i ve sağlık hizmetlerinin %80’i kamunun dışındadır. Bunun yanısıra piyasa mekanizmasını tamamlayan ve işleyen finans sistemi ve menkul değerler borsası mevcuttur. Bu hızlı ekonomik gelişimin sonucunda, uluslararası piyasalarda faaliyet gösteren başta telekominikasyon firmaları olmak üzere, Tita, Infosy, Ranbaxy and Reliance firmaları ortaya çıkmıştır. Hintli firmaların, ‹ngiltere başta olmak üzere yurt dışı yatırımları hızlı bir artış göstermektedir. Hindistan ekonomisinin en başarılı olduğu alanlardan birisi de, sahip olduğu iyi yetişmiş, donanımlı ve seçkin insan sermayesidir. Bugün 300 bin Hintli, dünyanın değişik üniversitelerinde eğitim görmektedir. Bugün uluslararası kuruluşlar başta olmak üzere, dünyanın önde gelen üniversitelerinde, her alanda çok sayıda Hint kökenli uzman ve akademisyenlere rastlamak mümkündür. Günümüzde çok uluslu şirketlerin, örneğin Citigroup, PepsiCo, Hewlett Packard, MasterCard, Deutsche Bank, Cisco Systems, Motorola ve Adobe Systems gibi şirketlerin, üst düzey yöneticileri arasında Hintlileri görebilirsiniz. Hindistan’da “Indian Institute of Technology” başta olmak üzere uluslararası düzeyde üniversite ve mesleki okullar vardır. Buna ek olarak, dünyanın önde gelen üniversitelerinde Çin ve Hintli öğrenciler ön sıralarda yer almaktadır. ‹ngilizcenin yaygın kullanılıyor olması nedeniyle Hintli uzmanlar uluslararası iş ve bilim dünyaları ile kolay iletişim kurabilmektedirler. Ayrıca, Hindistan vasıflı işgücü ihraç eden ülkelerin başında gelmektedir. Örneğin, daha önce de belirtildiği gibi, 1980’li yıllarda Indian Institute of Technology mezunlarının % 75’i ABD’ye göç etmiştir. 2009 yılında yapılan American Community Survey rakamlarına göre, Hintlilerin ve Hint kökenli Amerikalıların %87’sini birinci kuşak oluşturmaktadır. 25 yaş ve üstü Hintlilerin %71’i üniversite ve yüksek öğretim kurumlarından mezundur. Bu rakam %28 olan Amerika ortalamasının çok üstündedir. Aynı şekilde, ABD’de yaşayan Hint kökenlilerin %39’u yüksek lisans eğitimi görmüşlerdir. Buna karşın, ABD’de yüksek lisans diploması alanların toplam nüfus içersindeki payı sadece %10’dur. Hintliler sadece ABD değil, ‹ngiltere, Kanada, Avustralya ve Güney Asya ülkelerinde de önemli kurumlarda, işveren veya uzman olarak çalışmaktadırlar. Hindistan dışında yaşayan Hint kökenlilerin yaklaşık 20 milyon civarında oldukları tahmin edilmektedir. Bunların ülkelerine gönderdikleri para miktarı, 2009/2010 mali yılında yaklaşık 52 milyar dolardır. Başka bir deyişle, bugünkü Hindistan’ın GSMH’nın %5’ine eşittir. Son çeyrek asırda iktisatçılar arasında “ekonomik kalkınma ve kurumlar” arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışan iki önemli akım vardır. ‹ki Nobel ödüllü iktisatçının başlattığı uygulamalı çalışmaları, bu iki önemli akım arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışmıştır. Simon Kuznets’e (1901–1985) göre, iktisadi gelişme ile birlikte ekonomik ve politik kurumlar da gelişir. Örneğin sanayileşme ile birlikte işçi sendikalarının oluşumu başlar. Yine aynı şekilde para ekonomisinin olmadığı bir yerde finans kurumlarının gelişmesi zordur. Buna karşın, Douglass C. North’a göre, iktisadi kalkınmanın temel koşulu öncelikle ekonomik ve politik kurumların oluşturulması ile başlar. Önce işçi sendikaları ve finans kurumları oluşturulmalı ve böylece ekonomik kalkınma için zemin hazırlanmalıdır. Bu her iki modele baktığımızda, Çin ve diğer Uzak Doğu Asya ülkelerinin oteriter rejimlerin yönetiminde ve devletin öncülüğünde ekonomik kalkınma ile birlikte ekonomik kurumlarını oluşturmaya başladıklarını ve süreç tamamladıktan sonra demokratik açılı- ma geçtiklerini izliyoruz. Buna karşın, Hindistan, Türkiye gibi ülkeler önce Batı’dan örnek alarak politik ve iktisadi kurumları oluşturmuşlar ve yine devlet öncülüğünde kalkınmaya çalışmışlardır. Uzak Doğu ülkeleri uyguladıkları kalkınma stratejilerinde başarılı olurken, örneğin Hindistan ve Türkiye ise kalkınma sürecinin ilk yıllarında ithal ikamesi ve korumacı politikalarını devam ettirmişler ve ancak içe dönük sanayileşme strajilerini, ekonomileri çıkmaza girdikten sonra değiştirmişlerdir. Türkiye 1980’de ve Hindistan ise 1991 de dışa dönük kalkınma stratejilerine şok terapisi yoluyla geçmişlerdir. Kalkınma iktisatçıları arasında son yıllarda en ilginç tartışma konularından birisi de, Çin ve Hindistan’ın kalkınma modellerinden hangisinin başarılı olduğu ve diğer kalkınmakta olan ülkelerin buradan çıkaracağı derslerin neler olduğudur. Birincisi, her iki ülke dünya nüfusunun %40’ına sahiptir. 1950 yılında Hindistan’ın kişi başına geliri Çin’inkinden %40 daha fazladır. 2000’nin başında Çin’in kişi başına geliri Hindistan’ın yaklaşık iki misline yaklaşmış ve ekonomi büyüme hızı daha büyük olmuştur. Her iki ülkeyi doğal sınır olarak kabul edilen Himalaya dağları ayırmaktadır. Çin medeniyeti, devlet ile ilişkileri tarafından belirlenmiş homojen bir kimliğe sahiptir. Çin Komunist Partisi'nin yönettiği ve devletin denetiminde “yukarıdan aşağı” piyasa ekonomisine geçilmektedir. Din faktörünün toplum içersinde önemli bir rolü yoktur ve homojen bir görüntü vermektedir. Çin, Batı anlamında demokrasi kavramı ile hiçbir zaman yüz yüze gelmemiştir. 1949–1979 yılları arasında Çin, tüm acılı ve kanlı deneyimlere rağmen, insanlarına giyecekleri tek tip bir elbise, barınacakları bir barınak ve iş olanakları sağlamıştır. Ayrıca, insanlarına olabildiğince sağlık ve eğitim hizmetleri götürmüştür. Buna karşın Hindistan, kast sistemi üzerine kurulmuş, pluralist ve federalist, değişik ırk, din ve kültürü ile dünyanın en büyük, demokrasi ile yönetilen hetorojen ül- 11 kesidir. Artık karma ekonomi modelini bir yana bırakan Hindistan, ekonomik kalkınması “aşağıdan yukarıya” doğru oluşturulan ve devletin belirleyici rolünün azaldığı özel sektör ağırlıklı bir kalkınma modelini benimsemiştir. Hint ekonomisi bugün ikili (Dual) bir ekonomik yapıya sahiptir. Bir yanda son derece modern sanayi ve hizmetler sektörü, öte yanda yoksulluğun egemen olduğu kayıt dışı ve tarıma dayalı geniş bir sektöre sahiptir. Özet olarak, bu iki ülke ekonomisi 21. Yüzyılın ikinci yarısında dünyanın önde gelen üç ekonomisinden birisini oluşturacaktır. Bu Hindistan’ın gerçekten inanılmazı başarması açısından son derece önemlidir. Fakat benim kişisel tahminim Çin, Hindistan’a oranla işsizliğin azaltılması ve yoksulluğun ortadan kaldırılması için daha avantajlı bir konuma sahiptir. Çünkü Çin kendi insanları için gerekli alt yapıyı hazırlamıştır. Hindistan’da ise bu sürecin uzun ve son derece zahmetli olacağını tahmin ediyorum. Ayrıca, Hindistan’daki değişik dinler ve kültürlerin çatışma ihtimalini de göz ardı etmememiz gerekiyor. Bu iki ülkenin kalkınma süreçlerinden çıkarılabilecek önemli bir ders, her ülkenin kalkınma politikalarını kendine özgü toplumsal yapılarını gözönüne alarak belirlemeleridir. Dışarıdan önerilen, her yerde uygulanabileceği düşünülen “Washington Consensus” benzeri modelin geçerliliği sınırlıdır. Bir başka deyişle, her ülkenin kendi kalkınma modelini kendisinin oluşturması gerekmektedir. ‹kincisi, ciddi bir eğitim reformu ile vasıflı insan gücü kaynaklarını arttırmaları ve uluslararası düzeye çıkarmalarıdır. Burada önemli olan faktör, üniversite ve öğrenci sayısından ziyade, yetiştirilen insan gücünün uluslararası firmalar, önde gelen üniversiteler ve kurumlarda görev almaları ve dünya piyasalarında rakipleriyle yarışabilmeleridir. Geleceğin güçlü ülkelerini sahip oldukları iyi donatılmış eğitim kurumları ile bunların ürettiği yetenekli ve yüksek vasıflı insan gücü belirleyecektir. Popüler Tarih ve Popüler Tarihçilik Melahat Fındık / Tarih Yüksek Lisans 2. Sınıf Öğrencisi Sabancı Üniversitesi Tarih Programı öğretim üyelerimizden Hakan Erdem ile Popüler Tarih ve Popüler Tarihçilik üzerine konuştuk... “Popüler Tarih” ve “Resmi Tarih”i birbirinden ayırmak mümkün müdür? Ayırabiliriz de ayıramayız da. Ayırılabilir tabii ama bu çok önemli bir ayrım değildir. Ben aslında popüler tarihi daha çok sorumluluk isteyen bir alan olarak görüyorum. Yani resmi tarihin popülerleştirilmesi, resmi tarihin popüler tarihi karşısına alması demektir demiyorum. Ben popüler tarihi başka bir okuyucu kitlesi iiçin kaleme alınmış olan metnin popülerleştirilmesi olarak görüyorum. Resmi tarihin popülerleştirilebileceğiniz gibi resmi olmayan, hiç öyle bir niyeti olmayan tarihi de popülerleştirebilirsiniz. Akademik bir camia için yazdığınız doktora tezini popüler kitleye hitaben tekrar kaleme alıyorsanız bu onu popülerleştirdiğiniz anlamına gelir. Bu nokta oldukça önemli. Çünkü mesela bugün bakarsak zamanında resmi tarihin tezleri olmuş şeyler popüler tarih kitapları tarafından dile getiriliyor. Yani vurgulamak istediğim; popüler tarih resmi tarihin alternatifi olmadığıdır. Mesela ortalıkta şöyle kitaplar var: Türkler ve Uzaylı Ataları, Atatürk’ün Kehanetleri, Atatürk Mason muydu?, Atatürk’ü kim öldürdü? gibi Atatürk üzerine yazılmış bu kitaplara baktığınız zaman referansı yok, dili basit, kaynaklarının ne olduğunu söylemiyor yani anlaşılan geniş bir kitleyi hedefliyor, bu anlamda popüler yayın. Fakat bunlardan bazılarının içindeki şeylere baktığınız zaman pekala da resmi tarihin tezleriyle örtüştüğünü görüyoruz. Bu anlamda popüler tarihçilik çok daha sorumluluk isteyen bir iştir. Geniş kitleler için yazdığınız için akademik ölçülerle yazmazsınız, referans vermeniz gerekmeyebilir, herşeyi göstermek zorunda değilsiniz ve belki bir kaynakça ile işi halledebilirsiniz . Bu yönüyle popüler tarih kitapları formel akademik metodu kullanan çalışmalar değildirler. Böyle olması demek de en uçlara gidebileceğimiz ve aklımıza geleni söyleyebileceğimiz anlamına da gelmemelidir. Ama benim toplumda gördü- 12 ğüm popüler tarih deyince “ders kitabı olmasın”, “resmi tarih olmasın“ da “bunun dışında ne olursa olsun”, “ben bunu kitleler için anlatıyorum zaten” gibi bir yaklaşım olduğudur. Ben popülerleştirmeye karşı değilim ancak dikkatli bir şekilde yapılmalı, popüler olmanız demek herşeyi söyleyebilirsiniz demek değildir, yalan söylemek zorunda hiç değilsiniz. Bu teknik ayrımın ötesinde ben aslında resmi tarih, alternatif tarih diye de ayırmam. Önemli olan hangi ciddiyette, hangi doğrulukta yayın yaptığınızdır. Yani resmi tarih herşeyi doğru söyler ve alternatif tarih dediğimiz şey de doğru olmak zorunda değildir gibi bir kanı oluşmamalıdır. Meslekî olarak tarihçi olmayanların tarih yazmaları hakkında ne düşünüyorsunuz? Tarihçi olunmadan tarihe merak duyma oldukça yaygın. Çok amatör tarihçi var ve bunların çoğu iyi kalitede. Yani sonradan kendini yetiştiriyor, gerekli donanımı sağlıyor, dil öğreniyor ve tarih disiplinine uygun malzeme sunabiliyorlar. Tarihçilikten kasıt okuldan tarihçi olarak mezun olmak, doktorası olmaksa bunun yanında kendini geliştirmiş, aslında başka bir meslekte yetişmiş ama tarih üzerine yazan ve tarih malzemesi kullananlar da var. Tarih, amatörleri çok cesaretlendiren bir disiplin yani yanlış yapmanın hemen bir bedeli görünmediği için, diğer mesleklere benzemiyor pek. Amatör tıp adamlarının tıp dergilerinde makale başacağını çok düşünmeyiz. Ama tarihçilik böyle değil, çok rahatlık var bu alanda. Konu tarih olunca “ben de bir iki kelam edebilirim” gibi bir duygu uyanıyor. Tarihçi olmayanlar da tarih yazabilir elbette. Fakat benim Türkiye özelinde gördüğüm müthiş bir rahatlık. Zaten okulda okutulan tarih de ciddi değil. Dolayısıyla biz de bu yüzden “ buna benzer bir gayrı-ciddiyet içinde olabiliriz” gibi bir düşünce ile kaleme alınmış düşük kalitede ve aslında tarih çalışması olmayan eserler kitapçı raflarını istila etmiş durumda. Bunlardan bazıları popüler tarih dürtüsü ile çıkıyor tabi ama “bunun aslı ne idi ki neyi popülarize ediyorlar” gibi bir sorunu da beraberinde getiriyor. Bu anlamda popüler tarih değiller çünkü kendileri bu kalitede ortaya çıkıyorlar. Şöyle ki ortada önce akademik dünya için hazırlanmış bir yayın ondan sonra geniş kitleler için yapılmış bir edisyonu söz konusu değil. Bu anlamda böyle bir bozulmuş popüler tarih çabası var. Soru-Cevap Şeklindeki Tarih Kitapları Hakkında Ne Düşünüyorsunuz? Bu tür çalışmalar elbette sadece tarih alanında görülmüyor. Eskiden insanlar vakit bulup biyografi hazırlıyorlardı. Artık biyografi hazırlamaya çok vakit bulunamıyor, teyp konuluyor. Mesela bir kişinin hayatını söyleşi ile ortaya çıkartmak gibi. Başka disiplenlerde de bu tarz söyleşileri görebiliyoruz ama tarihte çok var. Çok verimli bir yöntem olduğunu düşünmüyorum, yani belirli bir ilgi uyandırabilir ama bana çok verimli bir yöntemmiş gibi gelmiyor .Bu tür çalışmalar bir dikteye benziyor. Konuşma teybe alındığı için cümleler devrik ve düşük oluyor, yani bir kişinin kendinin yazması gibi değil. Kaynakların neler olduğunu görmüyoruz ve çünkü konuşurken ismi geçse bile kaynağı geçmiyor. Çünkü insanlar konuşurken, konuşmanın akışını kesmemek için müdahale etmiyorlar ve sonuçta bilimsellikten oldukça uzak, acele ile yapılmış, toplama bir iş ortaya çıkıyor. Bana biraz bana tanım gereği düşük kaliteli bir iş gibi geliyor. Ama başlangıç için bir ilgi uyandırabilir. Bir de tarihi meseleleri sorular ve sorulara verilen cevaplar şeklinde anlatmayı deneyen çalışmalar var. Bunlar hakkındaki düşünceleriniz nedir? Bu tarz çalışmalarda yazar soruyu da kendisi soruyor, cevabı da kendisi veriyor ve neticede çok suni bir çalışma oluyor. Bir ara çok yaygındı sadece tarih değil “100 soruda orman” vs gibi çalışmalar vardı. Bu tür çalışmalar aslında kitleyi hedefleyen çalışmalardır. Her çalışmada iyi soru sormak öncelikle çok önemlidir, ancak bu tür çalışmalarda bazı soruların epeyce suni olduğu görülüyor. Okuduğunuz zaman görüyorsunuz ki aslında böyle bir soruyu aslında kimse sormaz. Soruyu soranla cevabı veren aynı kişi olduğu için çok sırıtıyor gibi geliyor bana. Tarih ve kurgu arasındaki ilişkiden bahsedecek olursak, neler söyleyebilirsiniz? Tarih hem kurgu değildir, hem de kurgusal bir yönü vardır. Gerekli olarak tarihçi konusunun kısıtlarından dolayı bir miktar kurgu yapmak zorundadır. Bunu bütün tarihçiler biliyor. Nereden biliyor? Sadece belgeler de olsa oradan bir anlatı çıkmaz. Belge yayını başka bir şey tabii, mesela 100 tane belgeyi yayınladığınız zaman tarih olmuyor. Bunun bir tarihsel anlatı olabilmesi için tarihçinin kurgu yapması, eksik yerleri tamamlaması, soru sorması, cevap vermesi gerekiyor. Spekülasyon yapması gerekiyor ister istemez. Bu anlamda bir kurgusallık tarihin özünde var. Fakat tarihte bir kurgusallık var diye “tarih bir kurgudur, her şeyi söylersiniz, oturduğunuz yerden kendiniz yazarsınız, hiçbir vakaya ihtiyacınız yoktur” gibi bir anlam çıkmamalıdır. Bu ikisi hep birbirine karıştırılıyor. Tarihte bir kurgusallık mecburen var. Hatta üslubunuz da iyiyse tarihçi olarak bir çok sorunu- 13 nuzu da çözebilirsiniz. Bu yüzden dili iyi kullanma yeteneği, kurgu yeteneği iyi bir tarihçilik için gerekli olabilir ama sonuçta tarihin kendisi kurgu değildir. Çünkü söylediğinizi kanıtlamak, neyi nasıl bildiğinizi göstermek, verinin nereden geldiğini paylaşmak zorundasınızdır. Bilimsel bir yönünüzün olması lazımdır. Çünkü paylaştığınız o verinize başka bir meslektaşınız ya da okurunuz rast gelmemiş olabilir. Dolayısıyla sizinle aynı fikirde olmak zorunda da değildir. Bu yüzden ona bu verileri görme imkanının vermeniz ya da referansla o verilere sevk etmeniz lazım. Bunların da sınanabilir ve başkası tarafından kullanılabilir olması, yani yanlışlanmaya açık olması gerekiyor. Yani o dipnotların olması gerekiyor. O dipnotlara, arşiv belgesine göndermeniz başkasının da gidip ona bakması içindir (yapılan birşey değildir ama). Belki okuyan oradan başka bir sonuca gelecek. Dolayısıyla kurguda hiç olmayan bilimsel bir mekanizma çalışıyor tarihte. Tamamen kurguda ise tarihten ilhamınızı alabilirsiniz fakat verilerinizi paylaşmak, neyi nasıl bildiğinizi ispatlamak gibi bir kaygınız yoktur. Rahat, serbest bir zeminde yazmaktasınız. Ama kurguda tarihi bir çarpıtma yapıyorsanız, mesela Fatih Sultan Mehmed ‹stanbul’u almıyorsa, kurgunuz bunu gerektiriyorsa, kurgunuzu Fatih’in ‹stanbul’u almadığı üzerine kurmanız gerekir ve kurguda tabii ki ‹stanbul’u almayacaktır. Fakat bilinçsiz bir şekilde farkında değilseniz müthiş bir tarihsel hata yapıyorsunuz demektir ki kurgu için de bu ciddi bir hata olur. Bu tip hatalar üst üste biriktiği zaman, ve kurgunun gerektirmediği çarpıtmalar tamamen cehaletten dolayı yapılmış üstüne üstlük bu çarpıtmaların farkında da değilseniz ortaya inandırıcılıktan yoksun bir çalışma çıkar. ‹şte o aslında tarihi değiştirmez, tarihe bir zarar da vermez, çünkü zaten olan olmuştur. Ve bir de zaten insanların bu kurgudan tarih öğrenmeyeceklerini varsayarız. Öğrenirlerse zaten edindikleri o bilgiye güvenmeyiz. Diyelim tarih malzemesi kullanan kurgusal bir metin hazırladınız. Her tarafında bir doğru olmayış var, tarihe bir zarar vermez ama kurguya çok büyük zarar verir. ‹kna ediciliği düşürür, kurguyu bir parodi haline getirir. Peki kurgusal metinler olarak tarih dizilerine gelecek olursak... Tarih dizileri için senaryo yazanların tarih bilgileri minimum. Tarih okumumamışlar, müktesebatları yok ama size bir dünyayı anlatmayı çalışıyorlar. O dünyayı bilmeyen bir insan ve bu konuda da bir çabası olmayan bir insan, popüler imajlarla daha önceden yapılmış kurgusal metinlere referanslar vererek size o dünyayı anlatmaya çıktığı zaman sonuç derin bir ikna edemeyiş oluyor. Yani anakronizmler oldukça sık görülür hale geliyor. Mesela bir uzay filmi çekiyorsunuz, bilim kurgu oluyor ama uzaylılar kendi aralarında bir aksanla konuşsunlar, mesela dünyamıza ait bir argo ile konuşsunlar. Biraz durursunuz, hemen tanırsınız. “Aa şu yörenin diliyle ko- nuşuyor.” dersiniz. Bu biraz tuhaf olur, ikna edilişi düşürür. Bir dünyayı tarihi gerçeklere uygun olarak yeniden inşa ederseniz kurguda ikna ediliciğiniz artar. Diyelim ki bir dönem filmi çekiyorsunuz, bir iddianız var orada. Mesela 1850’yi çekiyorsanız, o zaman sokaklarda bugüne ait arabalar olmamalı, yukarıda uçakların uçtuğu görülmemeli. Yani izleyicinize diyorsunuz ki “Ben seni 1850 yılında ‹stanbul’da ya da Londra’da dolaştıran bir film yaptım.”. Evet referans vermek zorunda değilsiniz, her bildiğinizi nereden bildiğini göstermek zorunda değilsiniz ama 1850 ‹stanbul’u anlatıyorum diye o sokaklarda bugünün dünyasına ait taşınmış öğeler olursa ve bunun farkında değilseniz, kurgu yazarı olarak bu sizi müthiş bir felakete götürür. Maalesef bunların olduğunu görüyoruz. Muhteşem Yüzyıl’a gelirsek... Muhteşem Yüzyıl’ın tarihçi gözüyle ilk 4 bölümünü izledikten sonra izlemeyi bıraktım. Çünkü kurgu artık beni hiç ikna etmemeye başladı. Şöyle ki ilk aşamada bilgisayarla canladırmalar, kostümler zor bir iş aslında, gidip ciddi bir set yapmanız gerekir, bunları geçtim. Mesela Kanuni sokakta 8-9 yaşlarında su satan bir çocuk görüyor. Olabilir çocuk su satıyor, burada bir problem yok. Ama Kanuni çocuğa bakıp “senin bu saatte okulda olman gerekmiyor mu?” diyor. ‹şte burada problem var. Burada bunu bu şekilde kurgulayan, metni yazan kişinin en ufak bir fikri yok ki 16.yy’da okul mecburi değil. 19.yy’ın ikinci yarısında ancak mecbur olmuştur. 1890’da ‹stanbul sokaklarında“ bu saatte sen niye okulda değilsin?” sözünü kullanabilirsiniz. Çünkü eğitim mecburi olmuş artık. 1890’da da herkesi okula götürebiliyor muydu o ayrı birşey. Ama en azından demen için bir zemin var. Peki 16.yy’da diğer bütün çocuklar okulda mıymış ki o saatte, okul mecburi imiş mi ki bu çocuğun dışarıda olması problem oluyor. ‹şte burada çok ciddi bir anakronizm oluyor.Ciddi tarihçiler de herhalde böyle bir hata yapmazlar, bıyık altından gülerler. Burada olan kurguya oluyor. Yani bunun gibi üst üste feci halde olmazlıklar serisi var. Kurguda tarih kullanabilmek için biraz bilgili olmak gerekiyor. Yani olabilirlikler anlatman gerekiyor. Şimdi Kanuni dizisi çekiyorum dersen ama yazışmayı da II. Ramses’ e yaptırırsan yine bıyık altından gülümsemeler yaratacaktır. Olabilirlikler olması lazım. Tabii gerçek dizide böyle aşırı bir şey olmadı yani Kanuni II.Ramses ile hiç temasa geçmedi ama mesela nerenin ve kimlerin halifesi olduğunu söylerken saydığı milletler içinde Abbasi halifesi olduğunu da söylüyor. Kamu oyu ne bilecek 1520’lerde Abbasilerin ortadan kalktığını hiç namları, nişaneleri yok. Kamu oyu bilmeyecek ama bana ve benim gibi başka tarihçilere göre II.Ramses ile çağdaş göstermek gibi bir anakronizmdir bu. Bunları üst üste koyduğun zaman bir dönem dizisi olması imkanı ortadan kalkıyor, hiç ciddiye alamıyorsunuz. Komik oluyor, gülmeye başlanıyor. Bir şeyi çok fazla eleştirmek tarzım değil ama başlangıçta diziyi her şey için birkaç sayfa not tutarak izlerken sonra bıraktım. Mesela sarayın organizasyonu konu- sunda en ufak bir fikirleri bile yok. Yani Has Oda Başı, Harem’in içinde sürekli. Has Oda Başı, Enderun’daki odanın başıdır. Padişah da o odalardan birinde oturur. Haremlik kısma arada geçer. Zaten başlangıçta Topkapı Sarayı’nda Harem kısmı yoktur, sonradan gelmiştir. Harem Eski Saray’da yani Beyazıt’ta. Yani Harem’in olmadığı bir dönemde Harem’i Topkapı’ya getirirsen, bu basit bir hata olur; ona bir izin verelim. Ama padişahın Has Oda başısının Harem’de işi ne? , Harem’in yöneticisi gibi davranıyor. Aslında olmaması gereken bir yerde bir adamı görmüş oluyorsun. Yani hepsine beraber baktığınız zaman akıl mantık sınırları zorlanmaya başlıyor artık. Bir noktadan sonra komik bir şey olarak izlemeye, parodi olarak görmeye başlıyorsunuz. O zaman da kurgu başarısız olmuş oluyor. “ biz böyle yaptık, canımız böyle istedi diyebilirsiniz” ama o zaman da parodi olmasının önüne geçemezsiniz. Biz de tarih dizileri böyle oluyor. Tarih dizilerinde çok ciddi hatalar var. Yine Muhteşem Yüzyıl’dan örnek vereyim, burada tarih bilmeye gerek de yok tamamen mantıkla ilgili bir şey. Bir top dökümü yapılıyor. Kanuni de sefere gitmeden önce top oldu mu olmadı mı diyekontrol etmek için sürekli Tophane’ye gidip geliyor. Bunun bir çalışmasını yapmak ikna ediciliğini arttırmak lazım değil mi ? Ancak Fatih dönemindeki burgulu topları görüyoruz burada. Bu toplar iki parça dökülüyor ve vidalı. Taşıma kolaylığı var, gittiğiniz yerde vidalıyorsunuz. ‹lginç bir detay, bilgi sahibi birisinden duyulmuş, dizi de bu buluşu ‹brahim’e ithaf ediyorsunuz, buna da olabilir diyelim. Burgulu top yapımı esnasında Kanuni’nin Tophane’ye gidip geldiğini gördük. Ancak ondan sonra unuttular ne için vidalı bir top yaptıklarını, halbuki bir dizi önce açıklamışlardı: taşıması kolay olacak, gittikleri yerde monte edeceklerdi. Topu ‹stanbul’da monte etmeye karar verdiler. Peki nasıl monte ettiler? Dökülen topun bir parçasını 4-5 kişi kucakladı götürüp diğer tarafa tak diye taktılar. Anlatması zor, görmek gerekiyor. Ama en basitinde masanın üzerine bire bir vidayı hemen takamazsınız ki topu takasınız. Hani vidalıydı bu top neden çevirerek sokmuyorsunuz?. Çok basit bir şey bu. Orada birisinin demesi gerekir ki “biz vidalı bir top yaptık, bunu çevire çevire sokmamız lazım”. Öyle kalkıp tak diye sokulmaz ki. Şimdi bunun gibi teknik detaylar, tarihsel yanlışlıklar, hangi asırda olduğunu bilmemeler... Mesela milletinden bahsediyor sürekli Kanuni, ne milleti? Döneminin Kanunusi’nin böyle bir bilinci olabilir mi? Bir ulusun başındaymış gibi bir bilinci olabilir mi? Ne zaman ağzını açsa lise kitaplarındaki birtakım anektotlar ortaya çıkıyor. Bütün bunların hepsi değerlendirildiği zaman çıkan ürünün etkisi, ikna etmeyen bir ürün oluyor, olmamış diyorsunuz. Aynı şekilde yine dönem dizileri, bakıyorsunuz Cumhuriyet, dönemin arabaları, dönemin treni, dönemin kıyafeti. Ancak küçük bir detayı atlamışlar ve bütün inandırıcılığı siliyor. O küçük detay: her şey gıcır gıcır. ‹ki tane resim alıp bakmanız lazım. Bir taşra kasabasında hiç mi yırtık pırtık giyen yok, herkes aynı şekilde mi, sokakta da takım elbise ile mi dolaşıyor? Hiç mi mesela mintan giyen 15 yok. Bütün her şey gıcır gıcır, sanki defileye çıkar gibi. Bu küçük hatadan dolayı ikna edicilik gidiyor. Kimisinin yüzünde yağ olur, kir olur. Bir inandırıcılık gerekiyor. Bu inandırıcılık olmadığı zaman siz de inandırıcı bulmuyor, izleyemiyor ve içine giremiyorsunuz. Bir noktadan sonra her şey çok suni olmaya başlıyor. Aslında ne kadar geriye gidilirse konu ne kadar eski olursa hata payı o kadar yüksek oluyor. Çünkü genellikle bunları hazırlayan insanların bugünün dünyasından yola çıkıyorlar. Bu söylediğim aşırı birşey gibi gelebilir ama bundan 2-3 sene sonra bir Kanuni dizisi çekilecek olsa ve dijital makine ile fotoğraf çektiğini görürseniz şaşırmamak gerekiyor, olabilir niye olmasın. Çünkü bugün öyle şeyler yaptırılıyor ki benim gözümde eş değer. Yani inandırıcılığı olmayan birtakım kurgusal metinler ortaya çıkıyor. Tarihi bilgisini bu tür dizilerden edinen insanlarla karşılaşmak mümkün. Bir tarihçi olarak bu dizilerden bilgi edinmek isteyen insanların “gerçekten öyle miydi?” soruları hakkında neler söyleyebilirsiniz? Bazılarının yanıtı çok kolay. Profesyonel bir tarihçi iseniz gerçekten öyle olup olmadığını hemen söyleyebilirsiniz. Sadece bizim için de değil. Mesela Türkiye’deki muadillerine göre sanat açısından çok daha kaliteli olan, mesela Tudors dizisi herhalde ‹ngiliz tarihçilerinin tüylerini diken diken etmiştir. Neden? Çünkü dönemi çok iyi bilmiyor olabilirsiniz her ne kadar karakterler çok iyi de olsa. Mesela bu da çok önemli. Kanuni dizisinde Kanuni’yi oynayan kişi bir padişah gibi konuşmuyor. Çünkü padişah nasıldır en küçük bir fikri yok, hiç etüt etmemiş, hiç çalışmamış. Yani Hürrem’e iltifat etmek gerektiği zaman ona “ seni ballara fındıklara katar yerim” diyor. Bunu bir külhanbeyi ağzı ile söylüyor ki, kavga çıkması lazım, laf atar gibi. Tudors’ta böyle göze batan şeyler yok. Ama kostümler mesela 16.yy ‹ngilteresine değil daha bir 19.yy ‹ngilteresine ait. Mesela yaylı arabalar var daha çok 18-19.yy dünyasından. Yani kısaca orada da dikkatsizlik var ama genel akışta bir sorun yok. Gerçekten öyle miydi? Ona bir ‹ngiliz tarihçisi bakıp o yüzyılda öyle at arabalarının kullanılmadığını söyler. Gerçekten öyle miydi, değil miydi, onu bilmek çok çok kolay. Bilen bir kişi için rahatlıkla cevap verebilir. Bakıp oradan bir şeyler öğrenen var mı? Var yani bazen Türkiye’de gaztelere falan yansıyor. Diyelim ki filmde kötü adam rolünü oynamış kişiye saldıran insanlar var. Çünkü kurgu ve gerçeği ayıramıyorlar. Mesela adamın gerçek ismi ile değil filmdeki ismi ile sesleniyor. Onun bir oyun, bir ilüzyon olmadığını bilmeyen insanlar olabiliyor. Zannettiğimizden daha yaygın bu. Kurgu olduğunu bilen fakat yine de bana bunu sunanlar çalışmış, etüt etmiş dolayısıyla söyledikleri şeyler doğrudur deyip oradan bir şey öğrenmeye çalışanlar var o da başka bir konu. Mesela benim Truva konusundaki bilgim filmden geliyor, halbuki orada çok ciddi bir bozma vardır. ‹skender hakkında da aynı şey. ‹skenderin hayatı çok iyi bilinme- sine rağmen... burada bir tarihçi olarak frene basılması gerektiğini düşünüyorum. Kısacası kurgudan tarih öğrenilmez diyerek noktayı koyuyorum. Yani isterse romancı çok çalışmış ve başarılı olmuş olsun ancak tarihe uygun bir şey yaptı diyebiliriz.. Bu malzemeyi kendisi üretmedi ki. Roman yazarlardan öğrenmek yerine romancının öğrendiği kaynaklardan öğrenmek daha iyidir. Yani romancıya ya da senariste açıksa o bakıp okuyup bunları sana sunuyorsa uzmanı olmayarak, demek ki herkese açıktır bu kaynaklar herkes gidip bakabilir. Kanuni ile Hürrem’in ilişkisi hakkında nereden bilgi edinebiliriz? Bu iki insanın ilişkisinden söz eden dönemlerinden kalma bir kaynak var mı? Başkalarına göre daha şanslıyız. Hürrem’in Kanuni’ye yazdığı mektuplar var ve Çağatay Uluçay tarafından yayınlandı. Bunlar Hürrem’in doğrudan Kanuni’ye yazılmış olduğu mektuplar olup oldukça kişisel şeyleri de içermektedir. Mesela “ hamamdan çıktım yazım titrek” ya da “sağlığım şöyle” ya da “şehzadeler şöyle yapar, böyle yapar”, gibi raporlar var, buradan bir şeyler öğreniyorsunuz. Mesela şehzadelerden birinin yazdığı mektupta “ şimdi şu kitabı okuyorum” gibi ifadeler var, babasına rapor veriyor. Topkapı Sarayı’ndaki arşivde bu mektuplar muhafaza edilmiş. Ancak ilginç bir şekilde Kanuni’nin Hürrem’e yazdığı mektuplardan hiç biri yok. Halbuki tersi olmalıydı. Topkapı Sarayı’nda Hürrem mektubu gönderdiğine göre Kanuni’den gelen mektubun bir kopyasını padişahtan geliyor diye hürmet edip saklanmalıydı. O zaman şu sonuç ortaya çıkıyor. Demek ki Hürrem’in yazdığı mektupların müsveddeleri yapıldı ya da Hürrem onları birisine yazdırdı. Ya da padişaha ne yazdığının bilinmesini, kayda geçilmesini istedi. Ama padişah Hürrem’den gelen mektubu tutmamış. Kroniklerde de bilgi bulunabilir ama aile hayatı ve onun dokunulmazlığı , mahremiyetinden dolayı bir şeyler bulmak zordur. Harem üzerine kroniklerden bir şey bulmak hayal kırıklığı ile sonuçlanabilir. Yine bildiğimizi oradan biliyoruz da kronik ancak kriz anlarında konuşmaya başlıyor. Yoksa normal hayat akışı için çok az şey biliyoruz. ‹nsanların özel hayatları ile ilgili şeyler çok az. Ama onun haricinde bir valide sultanın Polonya kralına yazılmış mektubunu görebilirsiniz ve bu sayede soylular arasındaki ilişkiyi de bir miktar öğrenebilirsiniz. Şeriye siciline düşmüş bir normal vatandaşın hayatı hakkında daha fazla şey bilmek mümkündür. Yani burada işlerin tersine döndüğünü görürüz. Dolayısıyla saraydaki kadınlar arasındaki çekişmeyi bilebilir miyiz? Zor, çok çok zor. Bilemeyiz demek daha makul. Genelde bir ışık hüzmesi bir konu üzerine düşünce şanslıyız, oradan ufak birşey buluyoruz. Mesela Kanuni,Şehzade Mustafa’yı öldürtmesi toplumda bu olaya karşı tepkiler oluşturuyor, yetenekli bir prensin bir hiç uğruna ortadan kaldırılması toplumda bir infial yaratıyor. Bu bağlamda kadın şairlerden Nisayi’nin yazdığı bir şiirden de bahsedebiliriz. Nisayi, Hürrem’i (ve tabii ki Sultan Süleyman’ı) eleştirirken şöyle diyor: Bir Urus Cadusının sözin kula¤ına koyup Mekr ü âle aldanuban ol acûzeye uyup Bâ¤-ı ömrün hâsılı ol serv-i âzâda kıyup Bî-terahhum âh-ı âlem n’itdi Sultan Mustafa Mustafa’nın annesi Mahıdevran’ı da şöyle anlatıyor: Sabr-ı Eyyûb ile katlandı firaka ol hatun Bu fenâ dârı içinde çekdi tamu mihnetin Anı yakup yanduran görsün zebâni heybetin Merhametsiz şâh-ı âlem n’itdi Sultan Mustafa (Kaynak : Mehmed Çavuo¤lu, ehzade Mustafa Mersiyeleri, ‹stanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Tarih Enstitüsü Dergisi, Sayı 12, 1981-1982) Nisayi’nin içinde olduğu ilişkiler ağı nasıldır, bunu niçin söylüyor? Kulağına gelen laflardan dolayı duyduğu üzüntü mü yoksa, gerçekten olayların içinde mi, Hürrem’in karşısındaki bir gruba mı mensup? Ondan dolayı mı bunları söylüyor? Hepsi göz önünde bulundurularak şiir tarihi bağlamında değerlendirilmeli. Buradan hareketle tarihin tamamen kaynaksız olmadığını açık bir biçimde söyleyebiliriz. Mesela Kanuni’nin kendisi hakkında kroniklerden çok şey öğreniyoruz, arşiv vesikalarından öğrenemeyeceğimiz kadar. Mesela Selaniki’ye baktığınız zaman Kanuni’nin ne kadar sert bir insan olduğu, insanları böcek gibi gördüğü çok rahatlıkla ortaya çıkıyor. Mesela, II Selim Kanuni’ye yazdığı bir mektupta kardeşinin üzerine asker toplayıp geldiğini ne yapması gerektiğini soruyor. Cevap olarak Kanuni; topladığı askerler başı bozuklardır, kırıldıkları da iyidir bunların diyor. Bunları bir arşiv vesikasında görmek çok zordur. Burada kronik doğrudan II.Selim’in ağzından olayları anlatıyor. Ayrıca sarayda kullandıkları objeleri, kıyafetleri de yine kroniklerde görmek mümkün. Kanuni’nin Irakeyn seferine ait, her durduğu menzili, her gün kaç kilometre gitmiş, o kentin ya da bölgenin minyatürde göründüğü bir eser var. Aynı şekilde Macaristan’a gitiği sefer de kayda alınmış şekilde. Burada yapılması gereken sentetik bir tarihçiliktir. Örneğin Avusturya elçisi Busbecq Anadolu’ya geldiği zaman Amasya’da Kanuni ile karşılaşıyor ve barış antlaşması önerisini getiriyor. Kanuni bunun üzerine sadece “ Güzel, güzel”diyor. Ve buBusbecq’in Latince metninin içerisinde “padişahın ağzından yalnızca bunlar çıktı” sözleriyle ifade ediliyor. Latince bir eserde mesela Kanuni’nin hiç müdanasının olmadığını, karşısındakini hafife aldığını görüyoruz. Diğer taraftan Selaniki’ye baktığınızda Kanuni’nin çok şiddetli bir yağmur yağdığı esnada ‹skender Paşa bahçesinde bulunan Halkalı Köşkü’ne sığındığını görüyoruz. Ancak köşkü su basınca yaşlı olan Kanuni üst kata çıkmak ister ancak tek ba- şına çıkamadığı için iç oğlanlarından bir tanesi Kanuni’yi sırtlayıp yukarıya çıkartır. Burada “bu kadar yaşlı iken neden ava çıktı?” denebilir. Ama bunu yaparak “ben hâlâ güçlüyüm ve fiziki olarak sağlamım” gösterilmeye çalışılıyor. Halbuki değil. Mesela güzel yapılmış bir kurguda böyle bir sahne çok güzel olabilir ama bilmek gerekiyor tabii. Yani dediğim gibi bunları birleştirirseniz; arşiv vesikalarını, kronikleri, yazılan mektupları, yapılan minyatürleri... Kanuni’nin çok çeşitli minyatürleri var. Örneğin Nigari’nin yaptığı minyatürde yaşlı bir Kanuni var ki burada yüzünün nasıl olduğunu görebiliyorsunuz. Neye benzediğini görüyorsunuz, karakterini biliyorsunuz, yaptıklarını biliyorsunuz, mektuplarını biliyorsunuz. Kendisi otobiyografik bir eser bırakmadı ama Muhibbi Divan’ını bıraktı. Muhibbi Divan’ında da kişisel hayatını şiirle yansıttığını görebiliriz. Bu Divan’ını okuduğunuz zaman ne kadar divan şiirinin gereklerini yerine getiriyor, ne kadarı kişisel hayatını bu da uzmanlık gerektiriyor ama, var mı 17 kaynak var. Bir 16.yy yöneticisi olarak hakkında yeterli sayıda yazılı kaynak var. Bunların hepsi toparlarnırsa çok güzel bir biyografisi ortaya çıkabilir. Şimdi biz bunu kurgusal metin yazarlarından bekleyemeyiz. Bunu tarihçilerin yapması gerekiyor. Ama öyle bir şey yok ortada. Bunu önce bir tarihçi ciddi bir şekilde çalışsa, yıllarını verse çok güzel bir metin ortaya çıkacak, çok dramatik de bir metin olacak bu. Önce tarihçi bunu hazırlayacak ondan sonra da belki bu eser ışığında daha iyi kurgusal eserler de verilebilecek. Kendisine benzeyen daha önceden yazılmış kurgusal metni okuyor ki bunlar da muteber metinler değil. Mesela bana bir senarist Selaniki’yi okudum dese amenna. Ama harcıalem şeyleri okuyup ortaya harcıalem bir metin çıkartıyor. Yoksa sorun kaynak eksikliği değil. Ben kanuni uzmanı olmamama rağmen kullanılacak dünya kadar kaynak görüyorum. Yani Henry Tudor’un ne kadar bir resmi çıkıyorsa ortaya Kanuni’nin de o kadar çıkıyor. “Eski Defterler”*akademik bir kaygıyla mı açılıyor? Yüzde yüz akademik bir kaygıyla televizyon programı olmaz tabii ki. Ama bir miktar işin mutfak kısmını seyirci ile paylaşmak istedik. Yani bir tarih sohbet programı olmasını çok istemedik. Tarih sohbet programında muktesebatınız ne ise onu sırtlanıyorsunuz, size benzeyen iki kişi daha geliyor, bir konu ortaya atılıp onun üzerine bir sohbet ediyorsunuz. Öyle değil. Sohbet kısımları var ama biraz tarihçi biliyorsa nereden biliyor?, dediklerinin kanıtı ne?, bir şey yanlış biliniyorsa neden yanlış ya da doğrusu ne? Bunları biraz göstererek yani bir anlamda tarihçinin mutafığını açarak olabildiğince bunları genel izleyiciye göstermek kaygısı güttük. Yüzde yüz akademik kaygı şöyle olmaz; yapacağınız şey bir nevi sesli tarih çalışması olur ve onu ne kadar yapabilirsiniz?. Mesela bildiğimizi nasıl biliyoruz, kaynağımız ne? Bizim amacımız, bilginin ezoterik olduğu yani zor erişilen bir şey olduğu anlayışını biraz kırmak aslında. Şimdi büyük üstatlar olarak çıkıp öğrendiğimiz kaynağı söylemeyip, bunu ben biliyorum siz ulaşamazsınız gibi bir şey yapmak istemiyoruz. Mesela son programda Lozan konuştuk : lozan antlaşmasının imzalanan dökümanı var, tutanakları var. Ama bu tutanaklara aslında girmeyecek şeyler de var. Bunları da anılardan göreceksiniz. Rıza Nur’un anıları çok canlı, ‹smet ‹nönü’nün biraz canlı. Fakat o anda tutanağa sokulamayacak şeyleri de anı destekleyecek.Mesela orada Türk heyetinde olan bir meseleyi söyledim. Bu kaynaklarda bulabirsiniz. Bunu ancak ben bilirim anlamında bir program değil yaptığımız program. ‹lkesi bildiğimizi nereden ve nasıl bildiğimizi izleyici ile paylaşmak istedik. Tamamen akademik kaygı değil. Ama akademik tarihçilerin yaptığı bir tarih programı diyebiliriz. Asıl amacımız bizim ders kitaplarımızda da eksik olan “bir şeyi nereden ve nasıl bildiğimizi” göstermek. Halbuki yurt dışında anlatılan şeylerin altında kaynakçasını da verilir. Kendi fiziki hatıranızdan giden şeyleri böylelikle göstermiş olursunuz. Mesel a bu tür programlarda 12.yüzyıl Selçuklu dönemini anlatırken “şöyle yaparlar, böyle yaparlar” gibi şimdiki zaman kipi ile konuşuluyor. Nereden biliyoruz? “olmaz öyle şey” onu bir miktar yapmamak için böyle bir program yaptık. Çalıştığımız kadar bilebiliriz. Kaynaklar olduğu kadar bilebiliriz. Neyi nasıl bilemediğimizi de anlatmak da bizim görevimiz. Bu anlamda akademik bir kaygımız var ama genel izleyiciye hitap için yapılan bir program. (* Eski Defterler Cemil Koçak, Y.Hakan Erdem ve Mehmet Ö. Alkan tarafından hazırlanıp sunulan ve Cumartesi akamları A Haber kanalında canlı olarak yayınlanan tarih programı) Bütün Paramı Hamama Harcadım Mektup 4 : Hürrem Sultan’dan Kanuni Sultan Süleyman’a mektup (1535’ler) Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, No. E.6056 ın içi sultanım hazretleri, Bu çirkin yüzümü ayaklarına sürdüğüm,canım nuz bize ulaştı.Ulaştı Çok şükürler olsun Allah’a ki mübarek mektubu u. Hak’tan, sizi bir daha ki gözlerimiz nurla, gönüllerimiz sevinçle dold iden sizi görebilmeyi nasip benden hiç ayırmamasını dilerim. Rabbim yen etsin. sultanım; mektubunuzda Benim canımın paresi, ömrümün hasılı,devletli Allahıma binlerce şükürler sağlığınızın iyi olduğundan da bahsetmişsiniz. saklasın. olsun. Rabbim seni hatalardan, kusurlardan , ne gecem gece, ne de Ben aciz kulunuzu sorarsanız canım sultanım tan ayrı kalmak, beni gündüzüm gündüzdür. Sizin gibi bir padişah bitmişim. Vallahi dünyada mahvetmiştir. Vallahi ayrılık acısından yanıp benim ıztırabımı anlatmaya tek dileğim size tekrar kavuşabilmektir. Yoksa ne söz kafidir ne de kalem. kere daha sürebilsem yüzümü Bir daha görmek nasip olur mu ki sizi? Bir devletli sultanım. Eğer ayağınıza keşke. Beni unutmanızdan korkarım Tek ihtiyacım olan şey beni beni unutursanız biliniz ki o gün ben ölürüm. eyiniz. Ben zaten sizden hatırlamanızdır sultanım. Kimselere nazar etm ağırlığıyla. Ne olur bu uzak olmakla perişanım. Yanmışım bu derdin kulunuzu daha fazla yakmayın. yenizde yaptırmakta Ah benim canımın parçası devletli sultanım, sa niz. Vallahi o kadar olduğum hamam konusunda emirler göndermişsi paramı bu işe harcadım. sevimdim ki, bilemezsiniz. Ancak elimdeki tüm muradım bu işin Kendime ait harçlık bile kalmadı. Fakat tek tamamlanmasıdır. 18 erdir. Sizin eteğinizi Bundan başka çocuklarınızı sorarsanız, çok iyil i rahatsızlık da iyileşti öpmeyi dilerler. Cihangir oğlunuzun omuzundak İnşallah sultanımın çok şükür. Yine de dualarınızı eksik etmeyiniz. r. Bunun dışında tüm kılıcı daima galip gelir ve düşmanlarını kahrede kullarınız size selam ederler sultanım. 19 Bir Grup Üniversitelinin Kendini Keşfetme Serüveni Gizem Muratoğlu/ Toplumsal ve Siyasal Bilimler 4. Sınıf Öğrencisi Toplumsal Duyarlılık Projeleri bünyesinde 2004 yılından beri gerçekleştirilen yazın ve kışın düzenlenen Kendini Keşfet projeleri, üniversitenin ‹stanbul ve çevresindeki çalışmalarının yanı sıra, Türkiye’nin farklı illerindeki çocuklarla üniversite öğrencilerini bir araya getiren ve tüm üniversite öğrencilerinin katılımına açık bir projedir. Bu zamana kadar daha mekanik ve matematiksel verilerle projelerin ne denli ilerlediği ve gidilen bölge insanlarına ne gibi yararlar sağladığı anlatılırken aslında oyunun bir diğer temel karakterlerinin, proje elemanlarının hikayeleri arkadaş sohbetleri arasında sıkışıp kaldı. Zaman zaman üzücü, zaman zaman kahkahalara boğacak kadar eğlenceli anılar olarak hafızalarının bir köşesinde kaldı. ‹şte bu sebeple, SUdergi’nin bu sayısında; projelerin, farklı oyuncularının anılarından bahsetmek ve Kendini Keşfet’e biraz daha farklı bir perspektiften bakmak istedik. Onların ağzından dinleyeceğiniz anılar, proje elemanlarının birebir başından geçen olayların derlenmesiyle hazırlanmıştır. Adı üstünde, hikayeler bir grup gencin kendini keşfetme serüveninden başka birşey değildir. Düğünümüz var Sena Balkaya/ Kültürel Çalışmalar 2009 Mezunu Benim CIP’le tanışıklığım tabii ki her Sabancı Üniversitesi öğrencisi gibi okula girdiğim ve ilk sene aldığım CIP101 dersiyle başladı. Dönem içindeki projemden çok keyif almıştım ve bunun üzerine yazın yapılan Kendini Keşfet Projesine de dahil olmak istedim. Kültürel Çalışmalar programında okuyacaktım ve bu denli bir deneyimin de aslında vizyonumu da çok genişleteceğini düşündüm. Bunun üzerine 2005 yılının yazında Van’a gittim. Ekip olarak birbirini çok iyi tamamlayan kişilerden oluşuyorduk, belki de hepimizin beraberinde getirdiği heyecan ve istek sayesinde proje daha da keyifli bir hal aldı. Bir çoğumuz farklı bölümlerde okuyorduk ama iki kutsal ve ortak doğrultumuz vardı. Birincisi çocuklarla yaptığımız projemiz, ikincisi de yöresel halk oyunlarını öğrenmekti. Nereden, nasıl çıktı çok da hatırlamasam da bölgedeki yerel halk oyunlarını usulüne uygun atılan adımlarıyla öğrenmek ve alnımızın akıyla oynamak iki numaralı kutsal hedefimiz halini almıştı, projenin üçüncü gününde. Bunu nedeni belki halk oyunlarının insanları nasıl birbirine bağladıklarını görmemizdi. Ne yöresel yemekleri pişirmeyi bilmek ne oranın ağızıyla konuşabilmek, ne de orada ikamet ediyor olma durumu… Yörenin halk oyunu bilmek kişiyi kısa vadede bölgedeki insanlarla kaynaştırabilecek kadar güçlü bir araçtı. Bu uğurda her gün proje saatlerinden sonra çalışmaya başladık hatta işi daha da büyüterek bir hocadan bizi çalıştırmasını rica ettik. ‹ki haftanın sonunda her birimiz şemmamme, üç ayak gibi halk oyunlarından en az bir tanesini öğrenmiştik. Bu öğrenme heyecanımızı herkesle paylaşmak ve mutluluğumuzu çoğaltmak adına projenin sonunda, projedeki çocukların, ailelerin ve bize yardım eden okul görevlilerinin de davet edildiği kocaman yöresel bir düğün hazırladık, okulun yanındaki parkın basketbol sahasında. Gelin ve damadı proje arkadaşlarımızdan seçmekle başlayarak hepimiz usulüne uygun olarak giyinip, düğün eğlencesini ve gereklerini Van’ın gelenek ve göreneklerine göre yaptık. ‹şin sonunda belki düğün sahteydi ama o akşamki eğlencemiz , gelin ve damat şerefine bizim tarafımızndan oynanan halk oyunları tamamıyla gerçekti. Ben dahil bütün proje arkadaşlarım için de unutulamayacak bir eğlence ve deneyim olmuştu. Kendini Keşfetmek ya da Keşfetmemek; İşte Bütün Mesele Bu ! Selin Dönmez / Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi 2. Sınıf Öğrencisi CIP’ın Kendini Keşfet Projelerini çok yakından takip ediyordum. Giden arkadaşlarımdan da bir sürü hatıra dinlemiştim. Kendini Keşfet’in Muş’a gideceğini gördüğüm an başvurdum. Çünkü Muş hakkında neredeyse hiç bilgim yoktu; sözleri hala tam olarak netleşememiş bir türkü dışında. Bu yüzden hem Muş’la hem de oradaki çocuklarla yakından tanışmak için sabırsızlanıyordum. 2011 Kendini Keşfet’le Muş’a giden ben; Kendine Keşfet’in belirli bir okula gidip, orada öğrencilerle eğitici- öğretici dramalar, oyunlar, yaşanılan iki haftalık bir maceradan çok daha fazlası olduğunu gidince anladım. Okula gittiğimiz ilk gün, belirli bir okulla beraber bir şeyler yapmaktansa beş tane okulun bir arada bir şeyler yapacağını duyunca çok sevinmiştim, hem de beraber olduğumuz saat sayısı fazla olduğu için çok fazla çocukla tanışabilecektim. Sabah okul bahçesinde yankılanan ‘Miço nerden geliyorsun?’ devamında ‘viyoviyoviyola’ sesleriyle devam ediyordu. Beraber çalıştığımız çocuklarla geçirdiğimiz vakit, yaptığımız sohbetler, konulara bakış açıları ve en önemlisi inanılmaz soruları; benim onlara, ama en önemlisi onların da bana vereceği çok fazla şey olduğunun farkına vardırttı. Belki de en önemli dönüm noktası benim için bunu fark ettiğim andır. Onlarla yaptığım projelerde, projelere hazırlanırken edindiğim bakış açısı bir başkaydı; anca deneyimle olurdu. 20 Gece geç saatlere kadar yapılan tartışmalar, ‘şöyle yaparsak böyle olur, aldığımız tepki buna göre değişir’ cümlelerinin havada uçuştuğu diyaloglar, hazırlanan sunumlar… Bunların hepsinin yeri bende o kadar ayrı oldu. Gün geçtikçe kendimdeki değişimi gördükçe daha çok sevindim; hem böyle bir projenin sadece ‹stanbul içinde olan okullarda yapılmanın ötesine taşınabileceğini gördüm, bir sürü güzel insanla tanıştım; onlarla beraber proje yaptım, konuştum, tartıştım. Son gün yani Güneş Günü’nün olduğu gün, hiç birimiz gitmek istemiyorduk, iki hafta geçirmiştik hep beraber ve giderken çocuklardan kopamadık, bolca vakit geçirdik, konuştuk, biraz da ağlaştık. Ayrıca Muş’u gördüm, Muş’un ‘Burası Muş’tur, yolu yokuştur’ dizelerinden çok daha fazlası olduğunu gördüm. Bu türkünün sözlerinin Muş olduğundan hala emin olunamadıysa da Muş halkı bu şarkıyı oldukça benimsemiş; çünkü Muş’un sosyal yaşamı genellikle bir yokuş üzerindeki park, alışveriş merkezi gibi yerlerde hayat bulmuş. Biz Kendini Keşfet Muş ekibininse o yokuş üzerinde öyle çok anıları var ki çık çık bitmez. Beraber yediğimiz etler, simitler, yaptığımız ve dışarıdan kimsenin anlayamayacağı espriler, daha neler neler… Bu proje benim hayatımda hiç unutamayacağım bir deneyime, yere sahip. Katılırken gerçekten en çok verimi alacak şekilde vakti değerlendirmek çok önemli. Çocuklarla uygulanan bir projenin ötesinde insanın kendisini keşfetmesi. Kendini Keşfet Projeleri bir insanın gerçekten ‘kendini keşfe’ çıkabilmesi için en güzel yolculuk. Bu yolculuktan ne kadar tat alınacağı ise yolcunun kendisine bırakılıyor. Ben bu yaz çıktığım bu güzel yolculuktan çok keyif aldım, Kendini keşfetmek ya da keşfetmemek; işte bütün mesele bu. Mehmet Baki Deniz Bilgisayar Bilimleri 2008 Mezunu 21 Sabancı Üniversitesi’ne 2003 yılında girdim, 2008 yılında mezun oldum. Okulda geçirdiğim bu beş yıl boyunca CIP’in hem kış hem de yaz projelerinde yer aldım. Bana sorarsanız en çok Kendini Keşfet projelerinde aldım hayata dair dersimi. Kampüs hayatının sunduğu o temiz ve sorunsuz hayatın ötesinde, yaşayan, başkaları tarafından göğüslenmek durumunda kalan yaşamlara tanıklık ettim. Derslerde izletilen filmlerin, okutulan kitapların çoğu kurgu sanal hayatlarının daha ötesinde gerçek karakterlerle tanıştım. Kendini Keşfet projesi için ilk olarak Diyarbakır’a gittim. Sadece on dokuz yaşındaydım ve bu tarz bir projeye dair hiçbir tecrübem yoktu. Çalıştığımız çocuklar, hiç çekince duymadan ayağımın dibinde çatapat patlatan ama dördüncü günün sonunda hafif tehtidkar ses tonuma rağmen, yaptığımız çalışmalardan bir hayli memnun kalan çocuklardı. Ben dördüncü ve yedinci sınıfa giden iki farklı çocuk grubuyla çalışan ekipteydim. Dördüncü sınıflarda, sokakta mendil sattığı için arkadaşları tarafından dışlanan ve aşağılanan bir kız çocuğu vardı. ‹smini şimdilerde hatırlayamasam da o günkü hal ve kendini korumacı tavrı hala dün gibi gözümün önünde, capcanlı durur… Bu projeden dört sene sonra Mardin projesine dahil oldum. Daha önce Diyarbakır projesindeki deneyimlerim olacak olanlara ve çocuklara bir nebze daha hazırlıklıydım. ‹ki hafta sürecek olan Mardin projesinin tek hafta sonunda yakın çevre gezisi yapmak amacıyla Diyarbakır’a gittik. Şehrin tarihi yerlerini, dar sokaklarını, eski mahallelerini gezerken bir taraftan da peşi sıramızda gezen ve bize mendil satmaya çalışan çocuklarla sohbet ediyorduk. Sonra çocuklardan bir tanesi uzunca bir süre yüzüme baktı ve ‘’siz bizim öğretmenimizdiniz’’ dedi… Olağanca heyecanıyla bunları söyleyen, dört yıl önceki hırçın kız çocuğundan başkası değildi. Onunla beraber etraftan o yıl benim sınıfımda yer almış iki çocuk daha geldi. Kimisi sattığı kalemi, kimisi sakızı ikram etti ama en çok o kız mutluydu beni gördüğüne. “Hatırlıyor musun neler yapmıştık.” diye sorduğumda, sadece “Resim yapmıştık.” dedi bir de “Bizi çok seviyordunuz…” Biraz bozuldum biraz da mutlu oldum. Eğitsel drama, sözel beceriler, vatandaşlık hakları eğitimi... Hiç birisini hatırlamadı ve sadece kuru bir ‘’resim’’ dedi. Sonrasında da çokça düşündüm bu karşılaşmayı ve cevabı. Diyarbakır projesine Dicle Üniversitesi’nden katılan bir arkadaşın kendi tabiriyle söylediği gibi bu çocuklar biz gittikten sonra kendi "vahşi" ortamlarında tek başlarına kalıyorlardı. O tüm inançlı şekilde söylediğimiz kendimizi keşfediyoruz, onları güçlendiriyoruz, çocuklara farklı bir dünya olanağını gösteriyoruz laflarımızın yanında değişmeyen tek gerçek o hırçın kızın hala sokakta mendil satmak zorunda oluşuydu... Biz gittik ve tanıdık. Biraz sevgi ve ilgi gösterdik, biraz da resim yaptık.. Hepsi buydu, ama bu çocuklar yaşadıkları şehirlerinin, ailelerinin toplumsal ve yapısal sorunlarıyla baş başaydılar... Şimdilerde zaman zaman her ne kadar eleştirsem de aslında üniversite sonrası hayatımda sosyalleşmemi bir hayli etkileyen önemli çalışmalardı bu projeler. Ne derslerden ne de okulun muhteşem bilgi kaynaklarından öğrenilecek bir tecrübeydi… Bu ve buna benzer karşılaşmalar ve CIP projelerinin içinde yer almak üniversite hayatımda yaptığım güzel işlerden biriydi. Halil İbrahim Sofrası Seren Naz Gündoğdu / Yönetim 2011 Mezunu Neredeyse üniversite hazırlık sınıfından beri CIP’in dönemdeki projelerinin dört yıldır müdavimi olduğumu sanırdım. Süpervizörlük ve CIP’in bütün ekstra görevlerinin hakkıyla üstesinden geldiğimi düşünürdüm, ta ki Antakya 2010 Kendini Keşfet projesine dahil olana kadar. Suriye sınırına en yakın üçüncü köy olan Oymaklı Köyü’nde yirmi iki kişi çalıştık. Sağı solu zeytin ağaçlarıyla çevrili, Antakya merkeze bir saat uzaklıkta olan iki katlı, küçük bir köy okulunda proje yaptık. CIP’te yaptığım en verimli projeydi diyebilirim. Dönem arası olması dolayısıyla yalnızca sekiz gün çalışabildik fakat çok açık görüşlü olan halkın, öğrenci ailelerin yardımları ve birinci sınıftan sekizinci sınıfa kadar olan çocukların projeye dahil olmasıyla çok yüksek oranda katılımın sağlandığı bir proje gerçekleştirdik. Buraya kadar aslında çok da farklı gözlemlerim olmadı, bir Kendini Keşfet için her şey çok çok iyi gitti. Okulun müdürü köyün, hatta neredeyse bütün ilçenin olanaklarını bizim için seferber etmişti. Projeye başlamadan önce, okulu ve köyü görmeye gittik. Köyde çok içten ve sıcak karşılanmıştık. Okulun müdürü bizi orada yaşayan insanlarla tanıştırdı. Aslında bu yemyeşil, Doğu Akdeniz’deki güzel köye çok çabuk alıştık. ‹nsanları o kadar misafirperver ve sıcakkanlılardı ki, gün içinde ziyarete gittiğimiz her evde neredeyse bizim için tam tekmil sofralar kuruluyordu. Asıl işin ilginç kısmı, bu kadar hazırlığın ve azığın hazırlanıp kısa sürede kral sofraları gibi bereketle önümüze serilmesiydi. Sonuçta biz de sayı olarak hiç de azımsanacak bir grup insan değildik ve ortaya koydukları, bizim için hazırladıkları yiyecekler ev halkının en az iki haftalık kış erzağıydı. Aynı şekilde projelerin son günü okul müdürü bizi kendi evinde akşam yemeğine davet etti. Bizler daha önceki ziyaretlerimizden aslında bize nasıl mükemmel sofralar kurup, bizi ne denli güzel ağırlayacaklarını biliyorduk fakat ben kendi adıma içten içe çekince duyuyordum hem de inanılmaz keyif alıyordum çünkü başta da söylediğim gibi sayıca çok fazla bir ekiptik. Çok güzel bir akşam geçirdik. Öyle ki aile olarak yalnızca bizi doyurmayı değil aynı zamanda eğlendirmeyi de amaç edinmişlerdi sanki. Bir salonda güzel sohbetler edilirken, diğer bir salonda evin kadınları projedeki kızlar için şarkılar çalıp, bizlerle birlikte türküler söylüyordı. Ev tam bir şenlik havasındaydı. Her şey tam anlamıyla mükemmeldi. Dönüp baktığımda, projenin sonunda grup arkadaşlarım neler öğrendiler bilmiyorum ama ben hiç unutamayacağım on gün geçirdim. 22 23 Sıla Çallı / Ekonomi 2005 Mezunu Ben ekonomi bölümünde okuyordum o zamanlar ama CIP ve projelerin bir hayli içindeydim zira süpervizörlük yapıyordum. Her CIP arısı gibi projelerim, hiç kaçırmadığım toplantılarım ve CIP aktivitelerim vardı. Bir kere her şeyden önce çok eğlenceli bir CIP ailesiydik ve birlikte güzel işler yapıyorduk. Bu güzel işler neden daha fazla sürmesin, mutluluğum katlanarak artmasın diyerek Kendini Keşfet Diyarbakır projesine koştum okuldaki yılımın ikinci yazında. ‹stanbul Haydarpaşa Garı’ndan bir grup kanı deli deli akan arkadaşla birlikte Diyarbakır’a gitmek üzere yola çıktık. Trenin zaten aheste gidiyor olmasıyla beraber o dönem nedenini şimdi hatırlayamadığım grev sebebiyle Ankara’ya bile ancak sekiz saatte varabilmiştik. Ankara’dan ekibe taze kan katarak devam ettiğimiz Diyarbakır yolculuğumuz tam otuz iki saat sürmüş, hepimiz hareketsizlikten ve yorgunluktan bitap düşmüştük. Dediğim gibi yolculuk çok uzun sürmüştü ama ben üç yıldır evli olduğum Yiğit Çallı’yı ve yakın dostum dediğim Zeynep Bahar’ı daha Kendini Keşfet yolculuğumun en başında keşfetmiştim. Yiğit'le aynı programda okumamıza rağmen yalnızca CIP toplantılarında karşılaşmamız, Kendini Keşfet projesinin tren yolcuğuluğunun mavi koltuklarında tanışmış olsak da bizi birbirimize biraz daha yaklaştıran olay, ka- fama Diyarbakır Atatürk Köşkü’nde yaslandığım camın şangırdayarak geçmesi durumudur. Yorgunluktan bitik halde olduğum ve şehri tanıyalım gezimiz sırasında iki dakika dinlenmek üzere yere oturdum. Sırtımı da arkamda duran cama dayamak istedim. Cama dokunmamdan iki üç saniye sonra cam olağanca heybeytiyle şangırdayarak tuzla buz oldu. Herkes hayretler içinde koca çiftcamın nasıl parçalandığına bakarken, bir yandan şans eseri, bana hiçbir şey olmamıştı. Fakat böyle düşünürken, akşama doğru bir gözüm şişmeye başladı ve gece tamamiyle kapandı. Gece kimseyi uyandırmadan Diyarbakır sokaklarında bir hastahane buldum. Gözüm biraz kötü olduğu için ertesi gün öğlenden sonraki derslerime gidecektim. Benim akşam hastahaneye gittiğimi duyan Yiğit yanıma gelip benimle bir hayli ilgilenmişti. Kısacası biz projenin sonunda çok iyi iki arkadaş oluvermiştik. O zamanlar ne yollarımız ne hayallerimiz birdi, sadece iyi birer arkadaştık birbirimiz için. Aslında güzel olan şu ki, ilişkimizin temelini güzel bir arkadaşlığın üzerine atarak başladık. Beraber güzel vakit geçiriyorduk. Hepsi buydu. Projeden döndükten aşağı yukarı altı ay sonra CIPci arkadaşlar olarak katıldığımız geleneksel fasıllardan birinde Yiğit’in bana ‘‘Her şey bir tren yolculuğunda/ Birbirine bakan o mavi koltuklarda başladı.’’dizeleriyle başlayan şiiri okumasıyla başladı. Aslında başta da dediğim gibi bu kendini keşfet bana hayatımın en özel insanını keşfettirdi. “Geriye Baktıklarında Neler Görüyorlar” Sabancı Üniversitesi ‹nsan Kaynakları Leyla Özcivelek Durlu, Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi'nde, 11 yıl boyunca Görsel ‹letişim Tasarımı dersleri verdi. SU'da bulunduğu bu süre içerisinde, aynı zamanda GrafikaSU tasarım atölyesinin kurulmasına katkıda bulundu ve Üniversitemizin iletişiminde kullanılanılmak üzere üretilen çalışmaları hem tasarladı hem koordine etti. SUdergi ekibi ve okuyucusu için Leyla Durlu'yu bu kadar özel yapan ise, SUdergi'nin ilk 8 sayısının tasarımının kendisinin elindenden çıkmış olmasıdır. Şimdi neler mi yapıyor? SÜ’nün ilk yıllarından beri buradaydınız. SÜ’de çalışmaya başlamanız nasıl oldu? Bize biraz ilk günlerden bahsedebilir misiniz? Yıl 1998, Temmuz ayı ve 7 aylık hamileyim, ‹stanbul’a yeni taşınmışım. Sevgili Erdağ Aksel’le Karaköy Liman Lokantası’nda öğle yemeği için buluştuk. O zamanlar kampüs yapılanmakta, dolayısıyla Karaköy’deki iletişim merkezi buluşma noktası. Sabancı Üniversitesi’nin yeni yapılanmakta olan Görsel ‹letişim Tasarımı Programı’ndan konuştuk. Daha önce Erdağ ile 10 yıllık bir çalışma birikimimiz olmuştu, Bilkent’te, onun bölüm başkanlığında Grafik Tasarım Bölümü’nde birlikte bölüm için çalışmış, dersler vermiştik. Orada yakaladığımız karşılıklı güven beni koşa koşa Sabancı’ya getirdi. ‹yi de yapmışım. Daha önceki çalışma hayatınızla SÜ’yü karşılaştırdığınızda gördüğünüz farklar nelerdi, bahsedebilir misiniz? Daha önce de bir bölümün sıfırdan kurulma aşamasında bulunmuştum, bu anlamda SÜ’deki ilk yıllarım benzerlik gösteriyordu; ancak mekanizma farklıydı, bu açıdan zorlandım diyebilirim. SÜ’de bölüm başkanlığı olmamasını önceleri garipsedim, zaman zaman eksikliğini çok hissettim. Ancak sonradan farkettim ki, SÜ’de çok önemsediğimiz disiplinlerarasılık aslında buradan, bu yapıyla başlamış. Burada birçok kişiyle çok anınız olduğunu tahmin ediyoruz. Bize sizi etkileyen birkaçından bahsedebilir misiniz? SUdergi’nin ilk sayılarından birini hazırlıyoruz. Kapağa sevgili köpeğimiz Defne’nin fotoğrafını koymamız gerekiyor. GrafikaSU’daki çalışma arkadaşım Hande Akyü- 25 rek ile birlikte elimize fotoğraf makinamızı alıp mühendislik binasının yolunu tuttuk çünkü biliyoruz ki Defne o binanın önünde, yemekhane çıkışı yemek verecekleri bekliyor. Defne, sevecen görünse de, aslında bu özellik siz yemeği verene kadar, verdikten sonra artık yabancısınız. Biz Hande ile Defne’nin yanına gittik ama o bizim gelişimizden hoşlanmadı (elimizde yiyecek yerine bir de makina var) ve açık olan kapıdan hızla girip mühendisliğin koridorlarında ilerleyerek ortadan kayboldu. Bina içinde başladı bir hırsız-polis takibi ve sonunda onu bir koridorda, kuytu bir duvarın önünde yatarken bulduk. Bizi görür görmez tekrar fırladı, aşağıya bu sefer tekrar dışarıya çıktı. Peşinden geldiğimizi görüp bu sefer mühendisliğin diğer kapısından tekrar içeri daldı. Biz artık nefes nefese kaldığımız için pes ettik ve nasılsa bizi yine atlatacak deyip ofisimize geri döndük. O sayıda yanlış hatırlamıyorsam sevgili Özgür’ün çektiği bir Defne fotoğrafı kullandık. Bugünlerde düşündüğünüzde, Üniversite’deyken yaptığınız işler arasında sizi en mutlu eden nedir? Tabii ki ders vermek. Öğrencilerimle girdiğim her sene başındaki o ilk dersin heyecanı, her proje tesliminde ‘acaba ne işler çıktı?’ diyerek, belki benim onlardan daha fazla heyecanlanmam, mezuniyet sonrası aldığım güzel kariyer haberleri... Hala öğrencilerimle haberleşiyor, onların kariyerlerini takip ediyorum. Çok seneler öncesinden, en eski öğrencilerden, öyle mesajlar alıyorum ki sanırım mesleki başka hiçbir şey insana bu kadar keyif vermez. Emeklilik sonrası da çalışmaya devam ediyorsunuz. Yeni hayatınız nasıl geçiyor? Geleceğe yönelik planlarınız nelerdir? Emeklilik sonrası hiç bir planım yokken şimdi ortağı olduğum cafe fikri spontan bir şekilde ortaya çıktı. ‹stan- bul’daki yaşamımda hep denizden uzakta yaşadım tesadüfen. Şimdi ise Kandilli’deyim ve bana göre çok hoş bir ortam yarattık. Eskiden çocuk kitabı resimlerdim, şimdi pastaları tasarlıyor ve resimliyorum, çok büyük keyif alıyorum. Tasarım süreci devam ediyor. Kampüste yaşarken bir çok kişiyle çalışmanız gerekiyordu. Şimdi de, yine insanlarla çok vakit geçirdiğiniz bir iş yapıyorsunuz. Kafe işletmek ve Üniversite’deki işinizin benzer yönleri var. Ancak Üniversite’de olmayı özlediğiniz zamanlar oluyor mu? Bunlar hangi anlar oluyor? Ben erken denebilecek yaşta emekliliği seçtim; çünkü yola erken başladım ve hiç ara vermedim. Sanırım bir yerde bir değişiklik istiyor insan, ben de o safhaya gelmiştim. Seçimimi çok düşünerek ve çok isteyerek yaptım, dolayısıyla üniversitede olmayı özlemiyorum ama dostlarımı ve öğrencilerimi özlüyorum. Çalışırken nelere daha çok vakit ayırabilmeyi istiyordunuz. Şimdi hangilerini gerçekleştirebiliyorsunuz? Çocuğunuz varsa, onunla yeterince ilgilenseniz bile, içinizde hep bir kuşku, hep bir acaba kalır. Üniversite’den ayrıldığım zaman kızım Ayşe buna çok sevindi çünkü her gün okul dönüşü, her zaman istediği gibi, onu kapıda karşılayabiliyordum. Birkaç ay sürdü bu mutluluk, şimdi eskisinden daha geç geliyorum ama o da büyüdü ve yaptığım işi ne kadar severek yaptığımı gördüğü için halinden memnun. Lale Durlu'yu görmek isterseniz: Cafe Kandilli ‹skele Cad., No.3 Kandilli-Üsküdar/‹stanbul (Kandilli vapur iskelesi karısında, sahilyolu üzerinde) Tel: 0216 308 3333 / http://kandillicafe.tumblr.com Bir ERG Klasiği: Eğitimde İyi Örnekler Konferansı Nesrin Balkan / Pazarlama ve Kurumsal ‹letişim ‹ÖK açılıında yeni koordinatör Batuhan Aydagül, MEB Eski Bakanı Nimet Çubukçu, ERG eski koordinatörü Neyyir Berktay, ERG direktörü Üstün Ergüder Çalışmalarını “Herkes ‹çin Kaliteli Eğitim” amacıyla 2003 yılından bu yana sürdüren Eğitim Reformu Girişimi (ERG), faaliyete başladıktan kısa bir süre sonra 2004 yılından itibaren “Eğitimde ‹yi Örnekler Konferans”larını (‹ÖK) yapmaya başladı. ERG Direktörü Prof. Dr. Üstün Ergüder’in pozitif kişiliğinden izler taşıyan bu konferanslar, memleketin dört bir yanından öğretmenlerin, eğitimcilerin öğrencilerine daha iyi eğitim verebilmek için gerçekleştirdikleri özgün eğitim projelerinin sergilendiği adeta bir eğitim panayırı şeklinde gerçekleştiriliyor. 2011’de rekor başvuru Nisan ayında sekizincisi gerçekleştirilen konferans bu yıl tarihinin en yüksek başvuru sayısına ulaştı. 2004 yılında 240 proje başvurusuyla başlayan ‹ÖK’na, 2011’de 59 ilden, çeşitli okul, üniversite, kamu kuruluşu, sivil toplum kuruluşu ve özel kuruluşlardan toplam 1097 başvuru yapıldı. Bu şimdiye kadar gerçekleştirilen tüm ‹ÖK’ler arasında en yüksek başvuru sayısı oldu. Bu başvurular arasından 69’u sözlü, 40’ı poster olarak sunulmak üzere toplam 109 iyi örnek jüri tarafından seçildi. Başından beri Sabancı Üniversitesi Yerleşkesi’nde gerçekleştirilen ‹ÖK’larına katılanların sayısı yıllar geçtikçe artarak bu yıl bir günde katılımcı sayısı 1200’e ulaştı. Bu kadar kalabalıkların katıldığı bu organizasyonun ardında ERG’nin iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki genç ve dinamik kadrosunun yoğun emeği var. Konferans tarihi yaklaştıkça ve konferans sırasında bu kadroya Sabancı Üniversitesi öğrencilerinden oluşan gönüllüler ekleniyor. Ortalık cıvıl cıvıl şen şakrak koşuşturan gençlerle rengarenk şenleniyor. ‹zlenmeye değer çok güzel görüntüler ortaya çıkıyor. Rekor başvurunun olduğu 2011 ‹ÖK’nda bir başka ilk daha yaşandı. Konferansın açılışına o tarihteki Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu da katıldı. Eğitimde ‹ÖK’na katılanlar arasına karışıp harıl harıl çalışanlara mikrofonumuzu uzatıp izlenimlerini, duygu ve düşüncelerini almaya çalıştık. Isparta Gülkent Anadolu Lisesi’nden “Etkileşimli Öğrenci Dergisi - Laf Ebesi” Isparta Gülkent Anadolu Lisesi Etkileimli Ö¤renci Dergisi, yani Laf Ebesi ile ilgili ö¤retmen Boray Biçer’den proje ile ilgili bilgi alıyoruz. BORAY B‹ÇER-Isparta Gülkent Anadolu Lisesi edebiyat öğretmeniyim. Laf Ebesi, bizim bir etkileşimli yazıyı yayımlama ortamı olarak sunduğumuz bir proje. Bu projeyle amacımız orta öğretim düzeyindeki öğrencilerimizin yazı etkinliklerini kalıcı hale getirmek, bunu çok geniş planda ayrıntılı bir kitleyle buluşturmak. Daha sonra yeni bildirimler alarak bu yazıların anlamını çoğaltma gibi amaçlarla yola çıktık. Bir internet sitesi yaptık. Çalışmamız olgunlaşmaya başladı, bir deneme sürümüydü, ama şu anda rahatlıkla söyleyebilirim ki alanında bir ilki yaptık. Benzer dergi çalışmaları var ama, basılı yayın olarak var. Lafebesi bir lisenin internette çıkardığı ilk dergi mi oluyor? BORAY B‹ÇER-‹lk olmasa da düzenli yayımlanan, düzenli geri bildirimler alan ilk dergi olduğunu söyleyebilirim. ‹ÖK’na ilk kez katılıyorsunuz, izlenimlerinizi paylaşır mısınız? BORAY B‹ÇER-Biz burada inanılmaz derecede güzel arkadaşlıklar kurulabileceğini gördük. Aynı zamanda projelerin paylaşılarak her bir projenin çoğaltılabileceğini de gördük. Güzel geri bildirimler aldık projemizle ilgili, güzel iletişimler kurduk. Sanırım kendi projemize de, başka projelere de katkıda bulunarak ya da katkı isteyerek bunları ileri götürmekte Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansı’nın payı olağanüstü. Bence her yıl tekrarlanmalı. Biz de bundan sonraki yıllarda gerek Laf Ebesi’nin geliştirilmiş biçimiyle, gerekse yeni projelerle başvurmaya devam edeceğiz. Çok güzel. Okulunuzda, iliniz Isparta’da ‹ÖK benzeri çalışmalar düşünüyor musunuz? BORAY B‹ÇER-Bir isteğimiz de, Isparta’da yerel çalıştay yapılmamış bugüne kadar, yerel çalıştay yapma niyetimiz var. Hatta Balıkesir örneğinde olduğu gibi, bugün de Üstün Ergüder Hocamın söylediği gibi, gittikçe ERG’den bağımsız kendi ‹ÖK’nı ya da en azından sempozyumunu üreten bir il olma yolunda gitmek istiyoruz. Hedefimiz büyük. Biz sadece bu çalışmayı üretecek ortak arıyoruz kendimize. Eğitimciler bize destek oldukları sürece biz de onlara destek olmaya devam edeceğiz. Bütün yapmak istediğimiz öğrencilerimizin daha iyi kendilerini ifade etmelerini sağlamaya çalışmak. 27 Peki, şimdi Isparta Gülkent Anadolu Lisesi Etkileşimli Öğrenci Dergisi muhabirlerinden, ‘laf ebelerinden’ Gözde Simge Salman. GÖZDE S‹MGE SALMAN-11. sınıftayım. Sonuçta çok değişik bir proje oldu bizim için de, hani ilk defa böyle bir şey yaşıyoruz, çok güzel bir ortam. Yazıyoruz, okuyoruz, bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Destek de bekliyoruz. Böyle bir yerde olduğumuz için de çok gurur duyuyoruz. Böyle bir konferansta olabilmek bizim için gerçekten çok gurur verici bir şey. Devamı gelir diye umuyoruz. Peki, diğer laf ebesi ‹mge Kılınç. ‹mge, kaçıncı sınıf öğrencisisin? ‹MGE KILINÇ-Ben de 11. sınıf öğrencisiyim. Laf Ebesi adını kim buldu? ‹MGE KILINÇ-Laf Ebesi adını, Boray Hocamız buldu. Birden aklına geldi, Laf Ebesi olsun dedi ve oldu. Çok da güzel oldu bence, çok da yakıştı. Ben de Gözde gibi çok mutluyum, bu çalışmanın bize kazandırdığı çok şey var. Öncelikle özgüven kazanıyoruz. Bir çok insan bizim yazılarımızı okuyor, beğeniyor, yorum yapıyor. Bu bizim için çok büyük bir şey çünkü, ilk defa yazılarımızı birçok insan görüyor, değerlendirebiliyorlar, bu gerçekten çok güzel bir şey. Hele böyle Türkiye çapında bir konferansta yer almak çok çok daha gurur verici bir şey. Evet Laf Ebesi’ni Türkiye’nin dört bir yanındaki eğitimciler gördü, dolayısıyla Türkiye’nin dört bir yanındaki öğrenciler de haberdar olacaklar bu vesileyle. Başka ekleyeceğiniz bir şey var mı? ‹MGE KILINÇ-Boray Hocamıza teşekkür ediyoruz. Konferansı düzenleyen sizlere, Eğitim Reformu Girişimi’ne her şey için teşekkür ediyoruz. Isparta Gülkent Anadolu Lisesi, laf ebeleri ve ö¤retmenleri Boray Biçer, ‹ÖK’na Isparta’nın mehur gül lokumlarından getirip herkese ikram ettiler, çok lezzetliydi. İzmit İnkılap İlköğretim Okulu’ndan sınıf öğretmeni Elif Vatansever Elif Vatansever’le görüüyoruz. Elif Hanım’ı atölye çalımasında yaptı¤ı çok güzel rengarenk kuklasıyla çektik. imdi ondan ‹yi Örnekler Konferansına ilikin görülerini alaca¤ız. Bir de, sabah katıldı¤ı kukla atölyesiyle ilgili izlenimlerini alaca¤ız. Buyurun Elif Hanım. EL‹F VATANSEVER-Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansı’nın sekizincisine yetişebildiğim için üzgünüm. Üzgün olduğum kadar da çok mutluyum. ‹yi ki gelmişim, iyi ki bu paylaşımlarda bulunmuşum. Çok farklı insanlarla, farklı hayatlarla aynı sınıfın içerisinde hayatlarımızı özellikle kuklalara yansıttığımızda çok güzel ürünler ortaya çıktı. Öncelikle Sabancı Üniversitesi’ne bu paylaşımlarından dolayı, bu olanaklarından dolayı çok teşekkür ediyorum. Böyle paylaşımlara çok daha ihtiyacımız var. Ben ‹zmit ‹nkılap ‹lköğretim Okulu’nda çalışıyorum, devlet okulu, ‹zmit merkezde bir okul. Merkezde olmasının yanı sıra, tabii ki dezavantajlı öğrencilerimizin yoğunlukta olduğu bir okuldayız. Bugün katıldığım atölye çalışmasında da bu konuda bir eğitime katıldım. Her geçen gün büyüyorum, her geçen gün yeni eğitimlerle çoğalıyorum, çok teşekkür ediyorum sizlere. Branşınız? EL‹F VATANSEVER-Sınıf öğretmeniyim ve kariyer danışmanıyım ayrıca. Bahçeşehir Üniversitesi’nde kariyer danışmanlığı eğitimi aldım, onunla ilgili çalışmalar da yapıyorum. Öğretmen Akademisi Vakfındayım, bu vakıfla çalışmalarımız var. Ne güzel. Peki, çok teekkürler, sa¤olun. DARÜŞŞAFAKA Eğitim Kurumları Bize kendinizi tanıtır mısınız? Ben, Nafiz Can Önder, Darüşşafaka Eğitim Kurumları’nda bu yıl 10. sınıf öğrencisiyim. ERG ile tanışmam, 5. sınıftaki Türkçe öğretmenim ve Meltem Hocam aracılığıyla olmuştu, o zaman bir sunum eşliğinde gelmiştik buraya. Ondan sonraki yıllarda burada okulda şiddet konulu bir panel düzenlenmiş, ona da okulu temsilen katılmıştım. ‹ÖK’na yedi yıldır aralıksız bir şekilde katılıyorum. Her yıl düzenlendiğinde bundan büyük bir keyif duyuyorum, çünkü iyi örnekleri görmek, paylaşmak ve burada paylaştıklarımı daha sonra anlatabilme imkanı buluyorum. Bu benim için büyük bir şans. Burada olduğum için mutluyum. Evet Darüşşafakalı çocuklarımızla birlikteyiz: Fatma Bozgüneş, Evren Başer, Rana Hilaldoğan, Ömer Acımaz, Ercan Tanrıkulu. 5 öğrenci Darüşşafaka’nın hazırlık sınıfı öğrencileri, okullarını tanıtmak için ‹ÖK’e gelmişler. ‹lk defa mı geliyorsunuz? Hayır, geçen yıllarda da geldik. Peki söylemek istediğiniz bir şey var mı ‹ÖK ile ilgili, okulunuzla ilgili? Okulumuza ilkokul 3. sınıfı bitirip de 4. sınıfa geçen öğrencilerimizi bekliyoruz. Bildiğiniz gibi bazı kriterlerimiz var, öğrencilerin eğitimli olması ve ailesinin öğrenciyi okutamayacak kadar maddi durumunun yetersiz olması lazım. Başarılı ama ailesinin maddi durumu iyi olmayan bütün arkadaşlarımızı okulumuza bekliyoruz. Bu sizler tarafından da duyurulursa çok memnun oluruz. Çünkü maddi durumu yetersiz olan, babası hayatta olmayan ve daha Darüşşafaka’yı tanımayan birçok öğrenci var, biz onların Darüşşafaka’yı tanıyıp bu fırsattan yararlanmalarını istiyoruz. ENKA Endüstri ve Meslek Lisesi 29 ENKA Endüstri ve Meslek Lisesi standındayız. Bize okulunuzu tanıtır mısınız? MET‹N BALKAN- Metin Balkan, Özel Enka Endüstri ve Meslek Lisesi’nde makine öğretmeniyim. SBS puanı veya not ortalaması yüksek olan öğrencilerimizi alıyoruz ve yüzde 100 burslu olarak özel okul eğitimi veriyoruz. Eğitim öğretim ücretsiz, servisi, yemeği ücretsiz. Aynı zamanda yurt dışında staj eğitimi yapma imkanları da var. Mesela ‹ngiltere’de yabancı dil eğitimi almak için gönderiyoruz, bunlar ücretsiz. Okulumuzda makine bölümü, endüstri otomasyon bölümü var, bir de geçen yıl açılan kimya bölümü var. ‹yi Örnek olarak seçilen projenizi anlatır mısınız? MET‹N BALKAN-Değişik renklerden oluşan zeka küpünü bilirsiniz. Küpün her bir yüzünü elle çevirerek tek renk yapmaya çalışırız. Projemizde öğrencilerimizin geliştirdikleri yazılımla bir robotun bu renkleri bir araya getirmesi sağlanabiliyor. Bu çalışmayı öğrencilerimiz danışman öğretmenleri desteğiyle yaptı. ‹ÖK’de makine bölümü olarak öğrencilerimiz tarafından geliştirilen projeleri sergiliyoruz. Standımızda tanıtılan projelerin tamamı öğrencilerimize ait. Zeka küpü çalışmasının yanı sıra çizgi izleyen robotlarımız var. Sumolarımız var. Uzakdoğuda dev cüsseli güreşçiler tarafından yapılan sumo güreşini makinelere yaptırtan bir çalışma da var. “Meslek Lisesi, Memleket Meselesi’ Projesini gerçekleştiren Türkiye’deki ilk teknik okuluz. Öğrencilerimiz arasında ailesinin maddi durumu kötü olan çocuklarımız var. Bu çocuklarımızın iyi eğitim alıp kendilerini geliştirme imkanı veriyoruz. Ülkemize eğitimli, güzel insanlar yetiştirilmesine katkımız oluyor. Ben de bundan ötürü mesleğimi yaparken tabii ki çok mutlu oluyorum. En şenlikli “İyi Örnek” Türkiye Vodafone Vakfı’ndan: “Social Inclusion Band” rock konseri ‹ÖK’nın sekizincisinin kapanışında müthiş bir rock konseri izledik. “Social Inclusion Band” adını taşıyan orkestra aralarında Pink Floyd’dan ‘The Wall’, Santana’dan Black Magic Woman’ın da olduğu harika bir müzik ziyafeti çekti. Kapanış töreninin yapıldığı Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi bu müzik eşliğinde eğitimcilerin, öğrencilerin coşkulu danslarına şahit oldu. Social Inclusion Band müzik grubu Türkiye Vodafone Vakfı’nın UNDP ve Alternatif Yaşam Derneği işbirliğiyle 2008 yılında başlattığı Düşler Akademisi Projesi kapsamında oluşturulmuş. Düşler Akademisi müzik atölyesinde eğitim alan engelli gençler ve profesyonel müzisyenler grubun üyelerini oluşturuyor. Bu proje ile engelli bireylerin sosyal dışlanmayı kırmalarına, aktif ve üretken olmalarına destek olunması hedefleniyor. Düşler Akademisi’nin öncelikli amacı, dezavantajlı vatandaşların sosyal yaşamda engelleri aşabilmeleri ve yaşam kalitelerini ciddi ve kalıcı çözümlerle arttırılması. Şimdiye kadar bu proje ile 620 gence ulaşılmış. Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansı Sabancı Üniversitesi’nin katkılarıyla gerçekleştiriliyor. ERG, çalışmalarını Anne Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV), Aydın Doğan Vakfı, Bahçeşehir Üniversitesi, Borusan Kocabıyık Vakfı, Enerji-Su, ENKA Vakfı, Hedef Alliance, ‹stanbul Bilgi Üniversitesi, Kadir Has Vakfı, Mehmet Zorlu Vakfı, MV Holding, Nafi Güral Eğitim Vakfı, Sabancı Üniversitesi, The Marmara Hotels&Residences, Tüm Özel Eğitim Kurumları Derneği, Türkiye Vodafone Vakfı, Vehbi Koç Vakfı ve Yapı Merkezi desteği ile sürdürüyor. Gözde Ünal ile projeler ve ödüller üzerine… Övünç Uzun / Sabancı Üniversitesi Elektronik Mühendisliği 2011 Mezunu Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi öğretim üyelesi Gözde Ünal 2010 yılında TÜBA-Üstün Başarılı Genç Bilim ‹nsanı (GEBIP) ve L’Oreal Yılın Genç Bilim Kadını ödülünü kazandı. Gözde Ünal’ın başarıları ve geliştirdiği projeleri hakkında kendisi ile keyifli bir söyleşi yaptık. Öncelikle üzerinde çalıştığınız araştırma projelerinden bahsedebilir misiniz? Araştırmalarımızı genel olarak biyomedikal ve bilgisayarla görme alanında gerçekleştiriyoruz. Spesifik olarak tıbbi görüntülerin hesaplanması ve matematiksel yöntemlerle analizi ve modellenmesi üzerinde çalışıyoruz. Devam eden araştırma projelerimizden iki tanesinden kısaca bahsetmek gerekirse; beyin tümörlü hastaların radyoterapiye girmeden önce ve tedavi sonrasında Manyetik Rezonans Görüntüleri (MRG) alınıyor. Bunlar üzerinde radyolog ve radyo-onkolog doktorlar teşhis, tedavi, planlama ve takip çalışmaları ve değerlendirmeleri yapılıyor. Buradaki amaç, tasarladığımız ve geliştirdiğimiz bilgisayar algoritmalarıyla beyin tümörlerinin üç boyutlu (3-B) yapısını ve tümörün bileşenlerini MRG hacimlerinden bölütleyerek 3-B hesaplamaları ve görselleştirmeyi yapmak ve bu sayede tıpta teşhis, takip ve tedavi planlama süreçlerinin iyileştirilmesi öngörülüyor. Ayrıca tümörün değişiminin matematiksel olarak modellenmesi üzerine çalışıyoruz. Bu projeyi Anadolu Sağlık Merkezi'nden tıp doktorları ve fizikçiler ile birlikte yürütüyoruz. ‹kinci bir projemizde Münih Teknik Üniversitesi ile birlikte yapılan, kalp görüntülerinden kalbi çevreleyen koroner damarların modellenmesi ve değişik tıbbi görüntülerin füzyonu ile damar özelliklerinin yüksek çözünürlükte incelenebilmesi, aynı zamanda daralmalara 30 31 meye hazırlıklı olmalılardır. Aslında doktorayı nerede yapacak olursanız olun aynı kurallar geçerlidir. ‹lk zamanlarda kültürel farklılıklarla karşılaşılsada bir süre sonra üstesinden geliyorsunuz. Bence ABD’deki bilimsel çalışmalarda elde edilecek en önemli şeylerden birisi ciddi bir iş disiplini kazanmaktır. ABD’deki ve Türkiye’deki üniversiteleri karşılaştıracak olursak, neleri daha iyi yapmamız gerekli? yol açan plakların takibi konusundaki araştırmalarımızdır. Bu projedeki tıp partnerlerimiz Yeditepe Üniversite Hastanesi’nden Kardiyoloji profesörü ve Münih’ten Ludwig Maximillian Univ kardiyoloji doktorlarıdır. Her iki proje de TÜBITAK desteklidir. ‹kinci projemiz ise TÜBITAK-Almanya BMBF ikili işbirliği kapsamında devam ediyor. TÜBA-Üstün Başarılı Genç Bilim ‹nsanı (GEBIP) 2010 ve L’Oreal Yılın Genç Bilim Kadını 2010 ödüllerini kazandınız… Bu ödülleri kazanmanızda neler etkili oldu? ‹novatif ve ilginç işler yapmak ve yaptığın işi sevmek, uluslararası bilim camiasında aktif olmak, aynı zamanda okulda ve araştırma grubunda iyi bir diyalog içinde güzel bir araştırma ortamı oluşmuş olması benim için önemli etkenlerdi. Sabancı Üniversitesi’nde genç hocalara böyle bir ortam sağlanıyor. Bilkent Üniversitesi’nde MS yaptıktan sonra Ph.D (doktora) yapmak için North Carolina State Üniversitesi’ne gitmişsiniz? ABD’de Ph.D yapmak nasıl bir deneyimdi? North Carolina State University (NCSU) Elektrik-Bilgisayar Mühendisliğinde doktoraya başladım. Gerçekten bana çok katkıda bulunan bir deneyim oldu. Diğer arkadaşlarımız gibi yüksek lisansta araştırma yapmanın tadını almaya başlamış olarak ve bunun cazibesine kapılarak buna devam ettim. ABD’de dünyanın her yerinden gelen hevesli, üretken hocaların ve öğrencilerin olduğu bir araştırma ortamında doktora yapmak; benim için düşünmeye ve daha iyiyi yapmaya iten bir güç oluşturdu. ABD’de Ph.D(doktora) yapacak öğrenciler nelere hazırlıklı olmalılar? Bilimsel çıktılar açısından beklentiler yüksek olduğundan, üretken olmalı ve ciddi bir çalışma disiplinine gir- Amerikalı insanlar, sevdikleri işi yapıyorlar ve bilimi seçenler ise gerçekten severek yapıyorlar. ABD’deki üniversitelerde çıktıya, üretkenliğe bağlı değerlendirme ve yüksek rekabet vardır. Doktora/yüksek lisans öğrencileri arasında bunu gözlemleyebilirsiniz. Bu sebeple laboratuvarlarda sabahlara kadar çalışanlar vardır. Türkiye’deki üniversitelerde de böyle bir ortam olmalıdır. Her alanda bilim insanları ile etkileşim arttırılmalıdır. Gençler bilime yönlendirilmeli, özellikle akademinin yanısıra endüstride de bilim önemli bir yer tutmalı ve bu sayede doktoralı bilim insanlarına istihdam sağlanmalıdır. ABD’de Siemens’te araştırma görevlisi olarak çalışmışsınız. Bu nasıl bir deneyimdi? Doktora ve post-doktoradan sonra Siemens Corporate Research, Princeton, NJ’de dört sene araştırmacı bilim insanı olarak çalıştım. Akademiden sonra bir araştırma laboratuvarında endüstriyel/pratik bakış açısını yine bilimsel bir açıdan görebilmek çok farklı bir deneyim sağladı. Ama bana asıl katkıyı şu noktada yaptı: doktorada bilgisayarla görme ve imge işleme konularında genel problemler üzerinde çalışırken Siemens’deki tecrübem sayesinde matematiksel birikimimi biyomedikal alanındaki problemlerin çözümlenmesinde kullanmayı benimsedim. Çoklu disiplinli çalışmalar bilimde çok önemli bir yer tutmakta, ben de Siemens yıllarım ve sonrasında, tıp doktoru, bilgisayar/elektronik mühendisi, matematikçi, fizikçi vs. hepsiyle ortak bir “dilde” konuşabilmeyi, ve ortak çalışmalar yapmayı sürdürdüm. Birileri bizi gerçekten izliyor, gözetliyor; kim Mi? MODAP Ekibi Belki birçoğumuzun gözbebeği iphone telefonlarını yapan Apple şirketi, belki sosyal paylaşım siteleri, belki de cep telefonu operatörleri. Aslında bizi kimlerin izlediğinden çok, buralara nasıl geldiğimiz, mahremiyetimizin tümüyle kaybolması tehlikesinin nasıl oluştuğu, buna neyin sebebiyet verdiği ve şu andaki durum gerçekten çok mu kötü, yoksa daha da mı kötü olacak soruları daha önemli. Bunun klasik sorumlusu olarak teknolojik gelişmeler, özellikle bilgisayar ve mobil iletişim teknolojileri gösterilir. Bu büyük oranda da doğrudur. Ancak teknolojik gelişmelerin önüne geçmek mümkün olmayacağından bu tespiti yapmak pek de bir yaKees Stuurman rar sağlamıyor. Online toplanan veriler artıyor, beraberinde getirdiği fayda ve risklerle birlikte. Kişisel hayatın mahremiyetinin kaybolması mı söz konusu? Sahi Apple şirketi bunu niye yapıyor, yapıyorsa neden gizliyor? Peki, neden bu kadar sonra ortaya çıkıyor? Bundan birkaç hafta önce ortaya çıkan bir gerçek, çoğumuzun sahip olmak için kuyruklarda beklediği iphone telefonlarının gizli bir şekilde, konumumuz yani günün hangi saatinde neredeyiz konusunda bilgi topladığı (teknolojik imkanlar müsait; o zaman bunları toplayalım mantığından hareketle), bunları kayıt ettiği ve senkronize edildiğinde bu bilgilerin bilgisayara aktarıldığı ortaya çıktı. Aslında bu bir tür skandal; hem de hiç de öyle küçümsenecek ya da geçiştirilecek türden değil. Sanki bu bir tür komplo teorisinin parçası! Durum gerçekten çok vahim! Bunu kısmen kötü niyetle açıklayabiliriz. Ancak başka nedenler de var ve bu başka nedenleri araştırmak çok daha yararlı sonuçlar doğuracaktır. Mahremiyet yeterince ciddiye alınmıyor, önemsenmiyor, geçiştiriliyor; aslında mahremiyetin tanımını yapmak bile zor. Apple şirketini bu sorumsuzca davranışı için suçlamak mümkün; ancak bu kolaya kaçmak olur. Bu teknolojileri bizlere sunan ve bizler hakkında bilgi toplayan şirketlerin önünde mahremiyet konusunda izleyebilecekleri kurallar, süreçler, yönetmelikler var mı? Ya da bunların ortaya çıkmasını mümkün kılacak farkındalık mevcut mu, toplumsal baskı yeterince hisse- 32 dilebiliyor mu? Bu soruların hiçbirine olumlu yanıt vermek ne yazık ki mümkün değil. Şimdilik! MODAP: Mobility, Data Mining and Privacy Sosyal ağlar paylaşımı kolaylaştırıyor, teşvik ediyor. Bu mahremiyetimiz açısından iyi mi? Tanımadığınız kişiler bunlara kolayca erişebilir. Kötü amaçlı kullanırlarsa ne olacak, hiç düşündünüz mü? “Please Rob Me (Lütfen Evimi Soy)” sitesini birçoğumuz duymuştur. Hırsızlara kolaylık olsun (!) diye, kimin evinden uzakta olduğunu listeleyen bir site. Bu bilgileri nereden topluyorlar? Tabi ki sosyal paylaşım sitelerinden! Peki, bu bilgileri kim sosyal paylaşım sitelerine koyuyor? Cevap çok basit ve sarsıcı: kendimiz ve isteyerek, bilerek! Gerçekte bu site mahremiyet konusunda bir farkındalık yaratmak için ortaya çıkmış. Buradan alınacak ders, çok fazla paylaşmanın o kadar da iyi bir şey olmadığı! Özellikle tanımadığımız, güvenmediğimiz kişilerle. Hayatın do¤al akıına aykırı tedbirler, yasaklar bir ie yaramıyor; hatta yanlı bir güven algısı yaratarak durumu daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor. Bilgi ve mobil teknolojilerinin gelişmesini ve yaygınlaşmasını önlemeye çalışmak, kısıtlamalar koymak, yasaklamak, birçok örnekte de görülmüştür ki, boşuna bir çabadır. Durumu daha da kötüleştirmekten başka bir işe yaramayan yasaklayıcı bir yaklaşımla alınmış tedbirler insanlarda yanlış bir güven algısı da oluşturabilir. Yapılması gereken anayasal bir hak olarak tanınmış kişisel yaşantının mahremiyetinin, gelişen ve değişen koşullara karşı korumanın teknik, hukuki ve sosyal boyutlarını araştırmak. “Ne mahremdir, ne değildir?”, “kişisel yaşamın sınırların nasıl çizilmeli?”, “ne tür önlemler alınmalı?”, “mahremiyetin ihlal edildiği durumlar hukuki açıdan nasıl ele alınacak?” türünden sorular ilk akla gelenler arasında. Baş döndürücü hızla meydana gelen teknolojik gelişmeler günümüzün ve görülebilen geleceğin değişmez bir gerçeği, ekonominin motor gücü ve sonucunda ortaya çıkanlara ihtiyacımız var ve bu ihtiyaç artarak devam edecek. Dolayısıyla, bizler hakkında toplanan veriler, hem çeşitlilik açısından hem de hacim açısından son derece artmış durumda; daha da artacak. Örneğin, bir cep telefonu operatörünün bir günde abonelerinin konumları hakkında topladığı bilgiler hali hazırda baş edilemeyecek boyutlara ulaşmış durumda. 33 Bradley Malin Bu toplanan bilgilerin hızla artması çoğunun mobil veri olmasından kaynaklanıyor. Mobil veri ise tamamen insanların hareketleri ile ilgili, ne zaman nereye gidiyorlar, ne sıklıkta ne yapıyorlar, kiminle birlikteler gibi. Burada temel soru şu: bu bilgiler madem mahrem, gizli, neden bunları yok etmiyor da topluyoruz? Öyle ya bu sorunu kökünden çözerdi. Ancak durum o kadar basit değil. Toplanan verileri faydalı bir şekilde, kişisel hayatın mahremiyetini ihlal etmeden kullanmak teknik olarak mümkün: mahremiyeti dikkate alan veri madenciliği. Toplanan bu veriler, çok önemli bilgiler içeriyor olabilir. Verilere kişi mahremiyetini ihlal etmeden, insan toplulukları bazında bakmayı ve yorumlamayı becerebilirsek, insanlığın yararına sunulabilecek çok yararlı bilgiler edinmek mümkün olacak ve insanlığın önünde çok değerli fırsatlar oluşacaktır. Bu verilerin ticari değeri olduğu gibi, toplumsal ve bilimsel gelişmelere yardımcı olma potansiyeli de mevcuttur. Müşteri davranışlarının öngörülmesinden, güvenlik konularına; şehir planlamasından, trafik düzenlenmesine; salgın hastalıkların yayılma eğilimlerinin incelenmesi ve yayılmasının önlenmesinden, yine hastalıklarla insan davranışları arasındaki ilintilerin keşfedilmesine kadar sayısız faydadan bahsedilebilir. Bu konudaki iyi haber bütün bunları veri madenciliği kullanarak yapabiliriz; hem de bireysel mahremiyeti koruyarak. Ancak konunun diğer boyutları da var; hukuki ve sosyal. Belki de bunlar daha da önemli. Özellikle mahremiyet konusunda izleyebilecekleri kurallar, süreçler, yönetmeliklere gereksinim var. Ancak buradaki ikilemi çözebilmek için yapılması gerekenlerin teknik olmaktan daha çok, sosyal ve idari bo- yutları var. Öncelikle bireylerin mahremiyet konusunda farkındalıklarının artırılması gerekiyor. Mahremiyetin tanımının yapılması, hangi verilerin yayınlanmasının mahremiyeti ihlal edeceğinin belirlenmesi için yönetmelikler gerekiyor. Her şeyden önce bu bilgilerin toplanmasında katkısı olan kurumlar, kuruluşlar, firmalar önlerinde izleyebilecekleri kuralların ve süreçlerin olmasını istiyorlar. Bu noktaya gelebilmek için bir hayli çalışılması, bilgilendirme toplantılarının yapılması ve her kesimin görüşünü seslendirebileceği ve diğer tarafların bakış açısını öğrenebileceği etkileşimli platformların oluşturulması gerekiyor. Çözüm farklı disiplinlerden uzmanları ve temsilciler bir araya getirmek. Sabancı Üniversitesi koordinatörü olduğu MODAP projesi çerçevesinde düzenlediği konferansla ilk adımı attı. MODAP (Mobility, Data Mining and Privacy), Sabancı Üniversitesi’nin proje koordinatörü olduğu, 7 Avrupa Ülkesi’nden 11 kuruluş tarafından desteklenen bir Avrupa Birliği projesi. MODAP’ın amacı, yukarıda belirtilen ikileme çözüm bulacak disiplinler arası bir tartışma ve araştırma-geliştirme platformu yaratmak. Bu kapsamda Sabancı Üniversitesi bu yıl, “Privacy: Beginning or the End” temalı uluslararası bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Toplantı 20-21 Haziran 2011 tarihlerinde Sabancı Müzesi’nde gerçekleştirildi ve hem ulusal hem de uluslararası katılımcıların yoğun ilgisiyle karşılaştı. Ulusal basında geniş bir şekilde yer bulan konferansta konunun teknolojik, hukuki, siyasi ve sosyal boyutları etraflıca tartışıldı. Bu toplantı ülkemizde bir ilk olma özelliği taşımasının yanı sıra, dünyanın çeşitli ülkeSondan Durukano¤lu Feyiz lerinden konunun ileri gelenlerinin birbirlerinin bakış açılarını anlamasını sağlayacak bir platform yaratılmasına yardımcı oldu. Detaylı bilgi için, aşağıdaki siteleri ziyaret edebilirsiniz: http://modap2011.modap.org/ http://www.modap.org/ Ayrıca, mahremiyet konusundaki gelişmeleri takip edebilmek için kurmuş olduğumuz sosyal paylaşım sitesine üye olabilirsiniz. Üyelik için [email protected] adresine bir e-posta mesajı göndermeniz yeterli. MODAP Ekibi Söylei Dino Pedreschi ÜRETİCİ GARANT‹S‹ UZATILMIŞ TEKNOGARANT‹ TeknoGaranti ile Teknosa’dan ald›ğın›z ürünün kendi garantisine ek olarak 3 y›la kadar ek garanti sahibi olursunuz. Böylece, geniş teknik servis ağ› sayesinde h›zl› ve sorunsuz hizmet al›r; s›n›rs›z say›da tamiri ücretsiz olarak yapt›rabilirsiniz. 250 TL altındaki ürünlerinizi ise mağazalarımızda anında değiştirebilirsiniz. TeknoGaranti ile keyfiniz bozulmaz, tad›n›z hiç kaçmaz. Ayrıntılı bilgi için: Teknosa mağazaları, teknosa.com ve 444 55 99 Bilinmeyen Yönleriyle SU Çalışanları Pınar Bozkurt / Üretimi Sistemleri Mühendisliği 2. Sınıf Öğrencisi Bir okul düşünün, tüm öğrencilerine evrensel bir düşünce biçimi kazandırabilecek kadar spektrumu geniş dersler içersin. Bir okul düşünün, öğrencileri olduğu kadar, çalışanları da çok yönlü insanlardan oluşsun. Karşılıklı paylaşım içerisinde olsunlar, öğrenirken öğretsinler; en önemlisi: üretsinler. ‹şte orası Sabancı Üniversitesi. Bilinmeyen Yönleriyle SU Çalışanları yazı dizimizi takip ettikçe neden bahsettiğimizi çok daha iyi anlayabileceksiniz. yakın bir mahalle arkadaşımdı. Anima grubunda gitar ve mızıka çalan Tuncay Korkmaz’dan mızıka eğitimi aldım. Sonrasında “mizika.net” isimli web sitesini ben kurdum. ‹şinizle müziği birleştirdiniz yani... Peki değiştirme şansınız olsa, mesleğinizin ne olmasını tercih ederdiniz? Müzikle ilişkim çalışma hayatından öncesine dayanıyor. Akşam evde 15-20 dakika ayırırdım enstrümanlarıma. Ama yine de yazılım uzmanı olurdum. Değişen bir şey olmazdı. Eğer yazılım uzmanlığı haricinde bir iş yapmam gerekse, o zaman müzisyenliği tercih ederdim. Fatih Günaydın bir buçuk yıldır Sabancı Üniversitesi’nde Bilgi Teknolojisi biriminde yazılım ekibinde çalışıyor. ‹şinden arta kalan zamanlarında müzik ve edebiyatla dolu dolu zaman geçiriyor. Nasıl olduğunu kendisinden dinleyelim: Müziğe nasıl başladınız? Ailesel bir faktör mü yoksa size özgü bir ilgi alanı mıydı? Ortaokulda org çalarak kendim başladım. Lise 1’den itibaren gitar çalmaya başladım. Genel olarak enstrümanları seviyorum. Kardeşim de şimdi yönlendi müziğe. Öncesinde pek bir şey yok. Gitardan sonra bağlama çaldım. Sonra mızıka. Orgu bırakıp gitara başlama sebebim Birden fazla enstrüman öğrendiniz. Neden tek bir tanesine odaklanmayı tercih etmediniz? Tek enstrüman tercih etmiyorum çünkü eğer tek enstrüman olsaydı bağlamanın nasıl tat verdiğini bilemezdim. Sadece orgda takılı kalabilirdim. Enstrüman sahiplenildikçe anlam kazanıyor benim için. Müzikle ilgilenirken yalnız olmayı tercih edenlerden misiniz? Bir konser anısı anlatayım size. Lise son sınıftaydım. Bir kültür merkezinde Haluk Levent’in “Düşündürdü beni yine gözlerin” isimli parçasını çalıyorduk. Grup elemanlarından birisi tonları karıştırınca, sahnede çok büyük utanç duymuştum. Bundan da yola çıkarak diyebilirim ki, sahnede olmak güzel ama yalnızken de mutlusunuz. 37 Şu an hala devam ettirmekte olduğunuz bir projeniz var mı? Devam eden bir proje bazında konuşmak gerekirse diyebilirim ki, arkadaş ortamı destekliyor böyle şeyleri ve şu sıra, arada bir stüdyoya gidiyor olmamız haricinde başka bir projem olduğunu söyleyemeyeceğim. Müzik haricinde edebiyatla da ilgilendiğinizi biliyorum. Bu hobinizden de biraz bahsetmek ister misiniz? Okulda düzenlenen öykü yarışmasında mansiyon ödülü aldım. Adı Toprak Yol. ‹lkokula yeni başlamış bir çoçuğu anlatıyor. En az müzik kadar çok seviyorum yazmayı da. Konuşmaktan çok daha fazla sevdiğim kesin. Şiire ilgim edebiyatın diğer türlerine oranla çok daha az. Yazı yazarken de üretim aşamasında yüzde yüz yalnız olmayı tercih ediyorum. Şu an yürütmekte olduğum 3 adet kitap projem var. ‹kisi roman türünde, biri ise öykü kitabı olacak. Roman yazmak sahiden çetrefilli bir iş. Romanlarımdan birisi absurd özellik taşıyan bir roman: masa başı işlerde çalışan ve hayatından memnun olmayan bir ana karakteri var. Bir gün bir ilan görüyor ve hayatı de- Edebiyat çevresinden beğeninizi toplayan isimler var mı? Öykü bakımından Türk yazarlardan tarzıma yakın diyebileceğim ve ilk aşamada önerebileceğim birini çok hatırlayamıyorum ancak Sait Faik Abasıyanık’ın öyküleri mutlaka okunması gerekenlerdendir. Bunun haricinde tarzıma yakın bulduğum Borges, favorilerimden. Roman bakımından ise, rahatlıkla söyleyebilirim ki yeni dönem Türk edebiyatını Avrupa’nınkinden daha fazla beğeniyorum. Örneğin ‹hsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası…En başta içine girmekte zorlanıyorsunuz, ancak 40 sayfa okuduktan sonra akmaya başlıyor roman Alper Canıgüz, tarzımızın çok benzediği bir başka Türk yazar. Okunmasını tavsiye ederim. Murat Menteş de var. O da tarz olarak abartılı bir yazım stiline sahiptir. “Dublörün Dilemması” isimli polisiye aşk romanı, yazarın beğendiğim eserlerinden. Postmodern romanları da çok seviyorum çünkü içerilerinde absürdlük oluyor. Ben siyasi düşünceleri fazlaca ön plana çıkmış yazarları okumayı sevmiyorum pek. Para kazanmayı odak noktası haline getirmiş yazarları da sevemiyorum. ğişiyor. ‹landa Mars’tan getirilen özel bir topraktan bahsediliyor. Romanın baş kahramanı da bu topraktan alarak sitenin bahçesinin bir köşesinden ürün yetiştirmeye başlıyor. Fakat burada yetişen ürünlerin yan etkileri var. Halüsinasyonlar görülmesine sebep oluyorlar. Kahramanımız içerisinde bulunduğu durumların gerçek olup olmadığını ayırt edemez hale geliyor. Romanda çok fazla yan karakter var. Komşular, postacı... Örneğin postacının adı Gündüz Gece. Bu tür eğlenceli şeyler yazmayı seviyorum. Zaten en çok hoşuma giden tür de bu. Romanlarınızdan konuştuk. Peki öyküleriniz? Uzun yolculuk yapmayı çok seviyorum çünkü bana öykü yazmam konusunda imkan sağlıyor. Yolculuklarda kaleme alınan öykülerim var. Yine de öykülerimin tarzları kendi içinde değişiklik gösteriyor. Kara mizah, dram, absurd komedi...Mansiyon ödülü aldığım öykü: “sidik yarıştırmak”. Bana verilen 10-15 birbirinden alakasız kelimeyi istenilen sırada yazı içinde kullanarak yazdığım değişik bir öykü çalışmasıydı bu. Aslında bu durum yazmayı çok fazla tetikleyen bir şey. Sonuçta ben de uydurmayı seven bir insanım. Günlük hayatınızın koşuşturmacayla geçtiğini tahmin edebiliyorum. Nasıl oluyor da hobinize vakit ayrırabiliyorsunuz? Aksamalara uğraması caydırıcı olmuyor mu? Aslında bu çok güzel bir nokta. Malum öğrencisinin de öğretim üyesinin de zamanı sınırlı. Benim hobim, “‹stanbul’u Keşfetmek ve Tanımak”. tanımak. Ben nasıl zaman buluyorum? Zaten ‹stanbul’a gideceksem, 3-4 saat önce gidiyorum ve geziyorum. Böylelikle gidiş geliş zamanından tasarruf etmiş oluyorum. Ya da zaten bir yere gideceğimde alakasız bir yoldan gidiyorum ve yeni yerler keşfetmeye çalışıyorum. Detaylardan zaten bahsedeceğiz ama bence hobiyi hayata ne kadar entegre edebilirseniz o kadar verim elde ediyorsunuz. . Murat Kaya, 5 yıldır Sabancı Üniversitesi Üretim Sistemleri Mühendisli¤i programında ö¤retim üyeli¤i yapmakta. Buraya gelmeden önce, Stanford Üniversitesi’nde doktorasını tamamlamı ve 2007’den bu yana üniversitemizdeki çalışmalarını genellikle üretim planlaması ve tedarik zinciri üzerine dersler vererek sürdürüyor. Kendisine burada yer verecek olma sebebimiz ise, “‹stanbul’u Kefetmek” olarak tanımladı¤ı hobisi. Kaya’nın kula¤a da çok ilginç gelen hobisiyle ilgili detaylar, kendisiyle yaptı¤ımız son derece keyifli sohbetin içerisinde gizli. Fotoğraf: Murat Kaya “Şehrin MR’ını çekiyorum.” Bu da herhalde yeni bir nefes gibi oluyor, insanın günlük hayatında kendi özgür alanını yaratması gibi... Fotografçılığa da ilginiz var mı? Başlangıçta vardı, sırf bu sebepten gidip Nikon D80 makine de aldım, fotografçılığı da öğrendim, fotograf çekmek üzere seferlere de çıkmaya başladım. Ama şunu farkettim ki bunu yaptığınızda öteki olmuyor. Strese giriyorsunuz, en iyi fotografı çekicem, en iyi açıyı bulucam diye. O makine de malum çok hafif bir makine değil, mobiliteniz düşmeye başlıyor. Ben biraz daha fakrlı yönlerden bakıyorum. Şehir içinde belli kesitler alıyorum kendime. Bir yerden yürümeye başlıyorum. ‹nsanların nasıl yaşadığına bakıyorum, yollara bakıyorum. ‹nsanla- rı gezdirmeye çalışmaktan ziyade, şehri tanımaya çalışıyorum. Bir anlamda şehrin MRını çekiyorum. ‹stanbul bu anlamda çok zengin bir yer zaten, Cihangir, Gümüşsuyu, Maçka, Beşiktaş... 39 Fotografı da siz zaten zihninizle çekmiş oluyorsunuz bir bakıma. Gittiğiniz yerde bir kareyi kaydediyor zihniniz. Çekebileceğiniz daha fazla görüntüye zihninizde sahip oluyorsunuz. Aynen öyle. Aslında fotografçılık sadece bir görüntüyü çekeyim de insanlar görsün demenin ötesinde bir şey. Buna biraz bile bulaşan insanlar bilirlerki bir yere farklı ışık altında, farklı açıdan baktığınızda çok daha değişik şeyler görüyorsunuz. Makinam yanımda olmasa bile, örneğin dar bir sokaktan giderken, geri geri çeklip farklı bir açıdan baktığımda yeni şeyler görmeye başladığımı farkettim. ‹stersem hiç fotograf çekmeyeyim, değişik açılardan bakıp hayalimde bir sürü şey canlandırabileceğimi gördüm. Bu da güzel bir şey aslında, elinizde makina olmadan da fotografçı gibi gezebiliyorsunuz. Aslında hobinizin daha da güzel bir yanı var ki, maddi açıdan da yük bindiren bir şey değil. Evet aslında bu yönden hiç düşünmemiştim. Böyle anlatınca daha da hoşuma gitti kendi hobim aslında. Başka bir avantajı da, spor yapmanıza vesile oluyor olması. Normalde spor salonuna gidip 40 dakika bantta yürüseniz sıkılıyorsunuz göle bakmaktan. Gerçekten bunun sportif açıdan çok keskin bir yönü de var. Peki keşfettiğiniz yerler arasında özel birileriyle, spesifik olarak bir ruh halinizle ilişkilendirdiğiniz mekanlar oluyor mu? Çok var aslında. Birileriyle gezdiğiniz zaman zaten o yer ile o kişiyi birbiriyle ilişkilendiriyorsunuz. Örneğin kimle ilişkilendirdiğim mühim değil ama Gülhane Parkı’nın ucunda bir çay bahçesi vardır, semaverle çay getirirler, orada oturup bir taraftan boğaza bakarsınız. Orası benim için önemli bir nokta ve ben şunu farkettim, genelde yüksekte oturup da aşağıya bakabileceğim yerleri seviyorum. Panorama görebileceğim yerleri seviyorum. Belki de bakış açınızın genişlediği hissiyatı hoşunuza gidiyordur... Doğru tabii. ‹stanbul insanı boğan bir şehir. Kalabalığın içinden çıkıp da açılan bir yere denk geldiğiniz zaman rahatlık hissine kapılıyorsun. Keza Cihangir’de bir çay bahçesi vardır, turistik gemilerin yanaştığı limanı tepe- den gören balkon gibi bir yerdir. Orası da aynı rahatlık hissini yaratıyor insanda. Peki bu saydığınız yerler dışında başka önerebileceğiniz yerler var mı? Bir sokak da olabilir. Buralarda keşfe çıkın diyeceğiniz... Kesinlikle var. ‹stanbul’da Anadolu Hisarı’na gidin mesela, Sabancı Öğretmen Evi var orada. Çay 75 kuruş ve direk boğaz manzarası. Otur istersen bütün gün laptop’unda işlerini hallet. Bir proje yapacaksanız bile toplaşın arkadaşlarınızla oraya gidin, manzara ve çay eşliğinde projenizi yapın. Oradan çıkıp Anadolu Hisarı’nda biraz yürüyün. Anadolu Hisarı’nın iki küçük deresi var. ”Fatmagülün Suçu Ne” dizisinin de çekildiği yer hatta. Orada da küçük kahvaltı mekanları falan var. Daha içeri yürürseniz hisarın kendisi var, küçük, sevimli bir yapı. Yan tarafta su kasrı var. Hem çalışmalarınızı gerçekleştirip, hem de gezmiş olursunuz. Aslında Boğaz kenarındaki her yeri tavsiye ederim. Mesela Poyraz köy. Boğaz’ın Karadeniz girişi neredeyse... Hatta elinizi biraz çabuk tutun orayı görmek için çünkü üzerine üçüncü köprü yapılacak. Balıkçıların çok yoğunlukta olduğu bir köy orası. Seninle konuşuyor, tuttukları balıklardan bahsediyorlar ve ne yazık ki üzerinden köprü geçtikten sonra, orası da Beykoz gibi bir hal alacak, kendi doğasından uzaklaşacak. Her tarafı siteler kaplamadan gidip görün derim. Bir de son bir öneri yapmak istiyorum insanlara. Varyans önemli bir şey. ‹leride çok paranız da olabilir. Kalkıp bir akşam Sunset’te, Reina’da yemek yiyor da olabilirsiniz ama aynı günün sabahı çok daha farklı bir atmosferde kahvaltı etmek, ya da öğlen köşe mahallelerden birinde pide yemek de gerçekten hayatı zenginleştiren bir şey. 2011 Öyk ü Yarışm ası SÜ Yazm aB 2011 Öyk ecerileri Merkezi, Y ü Yarışm ası’nın bu aratıcı Yazma Pro gr yılki konu su, geçmiş amı tarafından dü Yarışmac zen yıllardan ıla biraz fark lenen telik, aşa r, aşağıdaki 15 keli lı ydı… ğıki sırala menin için mayı boz de geçtiği madan! bir öykü y azacakla Bu 15 keli rdı – üsm 1. misket e, 2. aşk 3. s idik 4. ay 9. vidanjö akk r 10. amo rtisman 1 abı 5. sansür 6. ö 15. kraliç c 1. kösele e 12. hiday ü 7. sırnaşık 8. inti et 13. apta h l 14. kayg ar Jüri, ılanmak Ayşe Sarıs ay heyecanlı ın, Engin Kılıç, G ülayşe Ko bekleyiş b çak, Hak aşladı... an Erdem ’den oluşu Sonuç ola yordu – v rak 18 öy e kü yarıştı … ve jüri, d oğr gönderile usu, zaman zama nlerin bü n karar v yük kısm e Miray Ku ı, çok ilgin rmekte çok zorlan tlu, “Beni dı, çünkü ç öykülerdi. Tanıdınız Manolya mı?” adlı Ün, “Kâğ ıttan Gem ö Ali Fuat K iler” adlı yküsüyle Birincilik ıs öyküsüyle ö kazandı. akürek, “Yansıma İkincilik ö dülünü, larım” ad dülünü, lı öyküsü Fatih Gü yle Üçünc nay ülük ödü Cem Berk dın, “Toprak Yol” lünü adlı öykü sun “Ma hallemde süyle, ve Huzur” a dlı öyküs Bu sayım üyle Man ızd siyon ald 1 Yukarıda a, birinciliği kaza ı. nan öykü sıralanmış yü sizlerle ve bold o 1 5 k e li me p ldukların ı göreceks nin, seçme kolaylı aylaşmak istiyoru z. iniz. ğı sağlam ak için, a Gelecek s ltları çizik ayılarımız da, derec eye giren diğer öyk 1 Bu yıl ve geçm ülere de y iş yıllarda er vereceğ adresinden dereceye iz… ulaşabilir giren öyk siniz ü . lere, http:/ /myweb.s abanciun iv.edu/ya raticiyazm a/ 41 BEN‹ TAN IDINIZ M ‘ Bir akıl h I? Miray Ku tlu astası de ¤il yalnızc Öyle çok a sadık b kitap oku ir okurun mazdım b kitap oku um.' e n aslında. A dum, hay Orhan Pa atım değ m a ‘B roman ka ir m kitap oku uk işti. Yeni hramanın dum haya Hayat Ka ı düşündü r tı kahrama e m m d e e la ğişti.’ diy kçe, bir r larının ar nı düşlerim e başlaya üyanın ar dından o i bölüyor. düzleri, g r n bir d a ın d d a a n H n ayal oldu o eceleri rü s r a ü y r ü a k sürüklene lenen bir ğu zor an yamda R tanımadım n b a la bir şka, belk üya’yı gö şılan hay . Ama ke i de aynı rüyorum. aller bir b ndimi Ga ğini çok r oman aşkası gib Ben Rüya lip’in yerin hayal ett i hissettir değilim, b e koyara im. Bunu iy u o uyuyama n r a günk , eğer va yanıyorum n içinse dığım için rolsaydı b öncelikle . G a li p y a ‘i k e kendimi R ise hiç ben ne k tığım gec nim hakk aranlıkta üya’nın y e lambas ımda ne ne de ışık erine koy düşünece ının sarı nadığımız değil bey mam ger ta uyuyab ı düşledim az ışığı u ekir. Kara ilirken, G . Galip’i h y birden, b u n a m lı li k p a ta ’le çocuk ma izin v iç bulama eyaz ışığ luğumun ermezken dığımı. Ar ın artık y diye bağır b , a y a h a o d ç n r ığ e g i le ımı, aradığ unluktan rinde sak mak ister kapanan ımı... Ama lambaç o ken, bir g den uyan g özlerime yhiç bulam üç tarafın ınca, aslı girmediğ dan hep s adığımı. S nda Rüya ini ve ben usturuldu o n r a olmadığım im rüyam ğumu: Ka ı anlayıp, d a r a ‘G b Kendimi a a hüzünlen san. (Gali lip!’ Rüya san diğimi. p, nerdes mam, ha in koyup, so ? ) A niyır kendim nra beni i Rüya sa durmada diyorduk, nmıyorum n, durma kendimi R , sadece dan aray üya gibi h kendimi ö a eski para n G a li is p ’i s nce Rüya n etmem, ç kolleksiyo ne hissett ’nın yerin o n c u iğ u nun içind yunca hiç k in lu i ğ a u n e m lamaya ç a ait mis e bulmam bir şey b a k lı e ş la başlad tlerden b ıyorum, n iriktirmed Misketler ı. Babam ir kaç tan e im, çocuk i görünce eski para esini, bab luğumdan sevindim Gördüğün la a r m ı b b ir ın iriktirir, b . Neden b şey kaldıy de’. Bu a en hayatı ilmiyorum sa, onu k şk büyük takmakta m , im b o o o s a aklamıştı lacaksa, n aklıma n, dörtbu r bilmiyor çok eskil ilk şu baş çuk num salyalarım e u lık geldi: rden baş m. ara hiper ızın akma lamalıdır. ‘Galip Rü metrop g sından u y Ş a Biliyorum ö ö ’y z y lü ı le ‹l k k s le tanmadığ açımıza k rimizden, romantik ımız bir z ırmızı kur b u değil, am r n u yazılarını m amandan uzdaki sü dela a Galip, b çok okud : Sidikli mükten, unları rom uğundan ç a o ğ c şöyle der la u r k a ken lu n , Galip ko tik bir şek k yıllarım di, biliyor nuşmayı ızdan diy ilde anlatm um: ‘Seve den daha d orum. a yazmay ayı bilirdi. rdim sen uzun olm ı da iyi bil Belki de C i. Sarı sa asını kafa ir . ağırlık ya ç e (G la lal’in a rına dola lip nerde na takıp pınca, se dığın kırm sin?) Gali a ğ la n r o k e n ız p olsa, kızıp, içli n, severd ları çıkar ı kurdela içli ağlark ıp bir ma ların birin im seni. K saya sab en sen, k in o s d k iğ lenip dah o c erinaman gö ırla bırak ızaran bu a da çok zlüklerin ır r n k u e n n a u s ğ ç e burnuna larken, se ekmeni, g ni izleme şekliyle g yi severd ssizce izle özlüklerin örmeyi bil im. Bir şe e değen g meyi sev iyordu. (Y (Galip, yo ye erdim se özyaşı da anlış bir z ksun.) Bu ni. ‘O en mlalarına aman kip bir arayış ç Bulmaya ir i. s k ) in in Bu yüzde irhallerimi, öyküsü d cağını bil n işte, sır Galip en eğil, yanlı e bile ara f lip, seni b g u ü y z ş ü m e z anlaşılma l ayı anlatm den, onu aramaya sın. Bu b çok arıyo ak, en ço devam e aradığım e r u k n m d im k e o . c r ö k e ı onlara a yküm. Ga tuğum şe ğim, inan nlatamam lip’in değ yi yaşatır bana ara il. bana: Zav . Sen de b yacağım allı olmak eni anla. seni, ama . Gaseni nasıl ve ne şa rtlarda Hayatım boyunca üzerimdeki bu ‘zavallılık’tan kurtulmaya çalıştım ben. Bunun adı zavallılık değil de nedir? Ben, ‘beni’ sevmiyorum. Başka biri olmak istiyorum. ‘Kendim olmalıyım. Kendim olmalıyım.’ Bunu insanlara anlatmak durumların en fecisi, öykülerin en acısı değil midir? Utanmıyorum. Gerçekten utanmıyorum, ben kendime acımayı seviyorum, ama sizin bana acımanıza katlanamam. Nerede kalmıştık? Galip’in bana duyduğu büyük aşkta, öyle ya. Galip beni her halimle sevmiştir, Galip beni ilk gördüğünde, neler hissettiğini anlatsa siz de inanırsınız bunun büyük bir aşk hikayesi olduğuna. Ama Galip yok. Olsaydı şöyle derdi: ‘Henüz, Aleaddin’ in dükkanına tek başına gidemeyecek kadar küçükken tanıdım ben Rüya’yı. O zamanlar daha Boğaz’ ın suları çekildiğinde bulacağınız yeşil tükenmez kalem, suya düşmemiştir, Celal’in sol cebindedir ve Celal’in ‘Aleaddin’ in Dükkanı’ adlı köşe yazısının yazılmasını beklemektedir. Rüya’ya o dükkandan neler alabileceğimin ve Rüya’nın çok sevinip, çıplak ayak parmakları üzerinde yükselerek, bana sarılacağının hayallerini kurardım, Rüya o kadar küçüktü. Ona aldığım bez bebeklere önce sevinip, benim talihsizliğimden eve benden birbuçuk dakika sonra giren babasının, Melih Amca’nın, ona getirdiği kırmızı ayakkabıların coşkusuyla, bana sarılmayı unutacak kadar, ben Rüya’yı ilk gördüğümde, Rüya çok küçüktü.’ Sonra Rüya’nın, yani benim, yavaş yavaş büyümem, güzel, çok güzel, annemden de güzel bir kadın olmam gelir. Ama Galip bana çok güzel olduğum için aşık değildir. Öyle olsa, ona yazdığım ondokuz kelimelik terk mektubumu okuduktan sonra tereddüt edip etmediğimi anlamak için, çöp kutularına bir müsvedde bulmak umuduyla bakmazdı. Galip’i neden mi terk ettim? (Galip yok, nerdesin Galip?) Eğer bana sırf güzelliğimden dolayı aşık olsa, sansürden zar zor geçmiş, ortasından, önünden arkasından bir sürü yer çıkarılmış, kahramanların birbiriyle bağlantısı sırf bu sebeple değil, kurgunun kalitesinden de anlaşılmayan ikinci kalite Türk filmlerini, yalnızca akşamını bana evdekinden daha yakın geçirmek için (evde olsak karşımdaki koltukta oturur, fakat sinemada arada bir elini bacağıma değdirecek kadar yakındır bana) benimle Konak Sineması’na gelmezdi. Kim istemez ki Rüya’nın yerinde olmayı? Yok, Rüya da yok, biliyorum, Galip’in yana yakıla aradığı Rüya’yı bulamayacağını biliyorum. Yavaş yavaş aklını kaçırmaya başladığını da hissediyorum. Şehrikalp Apartmanı’nın önüne gelip, kendimi Rüya olarak tanıtmamın vakti gelmiştir artık, bana inanacağını biliyorum ve o zaman Galip bana kollarını açacak ve şöyle diyecektir : ‘Gel bana, nerede olursan ol gel. Vakit tamam, gel bana. Yaklaşan korkunç felaketleri unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü beklemenin zamanı geldi artık.’ Ölümden korkuyorum. Gelişi bir öcü kılığında olur, üzerinde beyaz çarşaf, gözleri delik. Yine de gideceğim. Galip Şehrikalp Apartmanı’nın en üst katında, biliyorum, giriş katında oturan kapıcı karısı meraklı gözlerle beni inceleyecek, Rüya olmadığımı anlayıp kuşkulanacak, ama ben hiç tereddüt etmeden merdivenleri çıkıp, kapıyı çalacağım, Galip kapıyı açacak, ‘Vakit tamam,’ diyeceğim. ‘Varolmak sana sarılmaktır. Öyleyse ben de sana sarılarak ölümü bekleyeceğim.’ Şehrikalp Apartmanı’nın önünde bir kış akşamı, endişeyle Galip’i beklerken kiminle karşılaşacağımı biliyorum. Füsun’un Çukurcuma’daki evine giden Kemal, şoför Çetin’in kullandığı Chevrolet’siyle geçecek önümden. Hangimizin daha iyi durumda olduğunu bilemeyeceğim o an, bir an onun yerinde olup her ne olursa olsun, onun Füsun’un yanına, Füsun’un kocasına rağmen, her gün, her akşam, Füsun’un bir sırnaşık gülüşü için o eve gitmesi gibi, ben de Galip’e gitmek isteyeceğim. Bana Galip’i tanımıyorsun demeyin. Duyuyorum içinizden kıs kıs gülüşlerinizi. Tanışana kadar kimseyi tanımazsınız. Kemal, Sibel için çanta almaya Şanzelize Butik’e gitmeden önce tanıyor muydu Füsun’u? Ben de Şehrikalp Apartmanı’na gidip, Galip’in kapısını çalacağım ve o da bana ‘Gel!’ diyecek. Ben de ölüme gider gibi Galip’e gideceğim. Bu yazdıklarımın, bileklerini kesmeden önce yazılan bir intihar mektubundan ne farkı kaldı şimdi? Aranızdan birinin bir vidanjör kullanıcısı olduğunundan şüphelenmeye başladım, Şehrikalp apartmanına gidişim ve aramızdan geçen vidanjör yüzünden, sesimi duymayan Galip’in birden bire gözden kaybolmasıyla, ölümden kurtuldum. Perdeleri çekili odaya çağıramadı Galip beni ve bunu sizden birinin kasıtlı yaptığına inanıyorum. Beni 43 vazgeçiremezsiniz ama, Galip’i bulacağım ve ben de Galip’in Rüya’sı olacağım. (Peki Galip Rüya’yı bulursa, Rüya yine onun rüyası olarak kalır mı ?) Galip’le yarı karanlık odada sımsıkı sarılmadan önce, alnımı tıpkı Rüya’nın yaptığı gibi yastığa gömeceğim ve Galip’in alnıma bakarak hafızamın bahçelerinde gezinmek istemesini ve beni kıskanmasını bekleyeceğim. Ben Rüya değilim, Galip beni kıskanır mı? Sonra birden bire ölümden korkup, bir bahane uyduracağım, salona gidip tıpkı Rüya’nın da yaptığı gibi sigara içip polisiye roman okumak isteyeceğim. O zaman Galip beni daha da çok sevecek. Sanki düşüncelerini okumuş gibi ona ‘Eğer bir gün, yazarın da katilin kim olduğunu bilmediği bir polisiye roman yazılırsa, o okunur.’ diyeceğim. O da zamanında bunu Rüya’ya söylemiş olduğundan Rüya’nın bunu hatırladığını düşünerek sevinecek. Galip ertesi gün, Rüya’nın yani benim bu defa yirmiüç kelimelik bir mektup yazarak, müsveddeler bırakarak da olsa onu terk etmemden korktuğundan bürosuna gitmeyecek. O uyurken ben de telefon rehberinden Füsunların Çukurcuma’daki evinin numarasını bulacağım, telefonu Kemal açacak, şaşırmayacağım, Füsun’un akşam gidecekleri yemek için hazırlandığını, kocasının dışarda olduğunu fakat Nesibe Hala’nın evde olduğunu söyleyecek. Bana bunları neden anlattığını kendi de bilmeyecek, ‘Ben Rüya.’ diyeceğim, ‘Bir polisiye romanda okumuştum, o Rüya mı?’ diyecek. ‘Evet.’ diyeceğim, ‘Katilin kim olduğunu yazarın da bilmediği o romandan, Rüya ben.’ ‘Füsun da terk eder mi beni ?’ diyecek alçak sesle, sonra söylediği şeyleri onun sesini bastıran Nesibe Hala’dan dolayı duyamayacağım, bulmaca çözen Nesibe Hala, Kemal’in hayatının en önemli sorusunu bölecek, ‘Yıpranma payı... Neydi..?’ diyecek önce sonra bilgiçlikle ekleyecek: ‘Amortisman!’ Kemal’in sorusuna, sadece Galip uyandığı için değil, cevap vermek istemediğimden de telefonu bir şey söylemeden kapatacağım. Galip beni görünce rahatlayacak, gönül rahatlığıyla gitmek isteyecek, Rüya gibi davranmaya çalışacağım, umursamaz, aceleci ve biraz sinirli. Yerini bildiğim fakat kaybetmiş gibi yaptığım bir çorabı arayacağım, bulamayıp sinirleneceğim ve koltuğa uzanıp bacaklarımı kaldırarak sigara içeceğim. Galip bir şeyler söyleyecek, söylediklerini sanki duymuyormuş gibi yapıp ilgisiz alakasız cevaplar vereceğim. Rüya olacağım ve bu rol üzerime öylesine yapışacak ki bir süre sonra Galip’i gerçekten duymayacağım. Galip o zaman evden çıkacak ve Celal’in öngördüğü o kösele ayakkabılı haydut gibi Chevrolet’sine binip, Boğaz’ın sularına gömülecek, Rüya’yı bulmuş olmanın hissi onu öldürecek. Boğazın suları çekildiğinde siz hala yaşıyor olursanız, Galip’in yüzündeki harfleri okumaya çalışacaksınız ama balıklar sizden önce davranıp onun yüzünü parçalamış olacak. Ben Galip’in ne yapacağını önceden bilmediğimden onu terk etmek isteyeceğim, gerçekten Rüya olabilmek için. Ona tamı tamına ondokuz kelimelik bir terk mektubu yazmayı deneyeceğim, fakat olmayacak, Galip’in bütün çekmecelerini karıştırıp, Rüya’nın daha önce yazmış olduğu mektubu arayacağım aynısını yazmak için, hiç bir yerde bulamayacağım. O da Galip’le birlikte Boğaz’ın sularına gömülmüş olacak. Ben de aslında yirmibir kelimeden oluşacak terk mektubumun son iki kelimesini aceleden tamamlayamamış, o kadar acımasız olabilmiş gibi, Rüya’dan da acımasız, ondokuz kelimede bırakacağım mektubu. Döneceğimi söylemediğim gibi dönmeyeceğimi de söylemeyeceğim. Sonuna ‘Hepimiz O’nu bekliyoruz’ yazacağım. Celal’in tüm yazılarını okuduğundan Galip, burda O’ndan kastın ne olduğunu bilecek. O bize ‘Hidayet’ getirecek, diye düşünecek, iç huzur bulmayı umarak. Terk mektubumu okusa, sadece Rüya tekrar onu terk ettiği için değil, O’nu beklediği için ve hidayet umduğu için de asla intihar etmeyeceğini sonraları üzülerek düşüneceğim. Rüya Allah’a inanır mıydı acaba, komünist ilk kocam aklıma gelecek. Rüya’nın komünist ilk kocası. Galip’ten önceki. Galip’in neden onunla evlendiğimi hiç anlamadığı ve beni ondan hastalıkla kıskandığı ilk kocam. Şehrikalp Apartmanı’nda genç kızlığını geçirip, sonra o adamla evlenmek ve varoşta o gün görmemiş adamla yaşamak ‘Attan inip eşeğe binmek’ diye düşünecek Galip hep, dedenin de bir zamanlar Şehrikalp Apartmanı’ndan taşınırken dediği gibi. Galip bunun bir aptallık olduğunu düşünecek. İnsanın ne zaman aptallık yapacağını düşündükçe Rüya’yı daha da hastalıkla kıskanacak. Sonra evi terk edeceğim. Galip’in kaygısını, kıskançlığını, beni hastalıkla her yerde aramasını zevkle hayal ederek. Galip’in intihar ettiğini ben de bilmediğimden, onun beni arayışının, beklemesinin, bir akşam neon lambaları arasında beni kanlar içinde görene kadar sürdüğünü düşündüğümden, o soğuk ölüm anına kadar kendimi bir kraliçe gibi hissedeceğim. Katilimin kim olduğunu kimse bilmeyecek. Ben size söyleyeyim, katilim, terk mektubumu okumayıp intihar eden Galip’tir. ‘Çünkü hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Yazı hariç.’ Sabancı Üniversitesi’nde Mezunlar Buluşması ve Reunion Sezen Gülşen Kama / Mezunlar Ofisi Dünya çapında bir “Mezunlar Buluşması ve Reunion Eğitimi” yapılması ilk anda “Nasıl yani?” dedirtiyor. Bu işin, isim yapmış onlarca üniversitenin katıldığı bir eğitiminin düzenlenecek kadar kapsamlı olması sizi de şaşırttı mı? Toplantı’da “Boston College”tan bir çalışanın söylediğine buyurun: “Mezunlarla çalışmak bir hayat biçimidir.” Peki, neden bu kadar önemlidir bu buluşmalar? Etkinlikler Rektörümüz Nihat Berker’in açılı konumasıyla baladı. Mezunlar Buluşması’nı uzun süre Reunion (Türkçe anlamıyla kavuşma, yeniden bir araya gelme) ile aynı şey sanmıştım. Şule Hanım’ın (Yalçın) New Orleans’ta katıldığı “Mezunlar Buluşması ve Reunion Eğitimi” sonrası öğrendik ki: Mezunlar Buluşması’nı tüm mezunların, Reunion’ı ise sadece beş ve katları yılını doldurmuş mezunların katıldığı etkinlik olarak görmeliymişiz. “Reunion” için geçerli bir Türkçe kelime bulunmadığı için yazının geri kalanında aynı şekilde kullanmaya devam edeceğim. 44 Çünkü mezunların dönem arkadaşlarıyla, hocalarıyla bir araya gelmeleri ve kampüs havasını solumaları için bundan daha iyi bir fırsat yoktur. Profesyonel ya da akademik hayatını sürdüren mezunlar için güçlü bir etkileşim ortamı sağlayan Mezunlar Buluşması ve Reunion etkinlikleri, mezunların üniversitelerindeki gelişmeleri kanlı canlı görebileceği, gurur duyabileceği atmosferi oluşturur. Üniversitemizde gerçekleşen ilk üç buluşmada Reunion ve Mezunlar Buluşması’nı peş peşe yapmanın uygun olacağı düşünülmüştür. Mezun sayımız henüz 5000’e yakın ve daha çok mezun kampüste bir arada olabilmeli. Bu nedenle hafta sonuna denk gelen etkinliklerimizde bir gün Reunion’a, bir gün de Mezunlar Buluşması’na ayrılıyor. 2-3 Temmuz’daki son buluşmamızda ilk günü tüm mezunlara, ikinci günü de mezuniyetinin beşinci ve katları yılını doldurmuş mezunlarımıza ayır- 45 Tosun Hocamızın verdi¤i ders mezunlarımızın özel iste¤iydi… Perküsyon Atölyesi ve mezunlarımızdan sahne performansı Sabancı Üniversitesi’nin Mezunlar Buluşması Gerçekleri: • Mezunlar Buluşması & Reunion bir Sabancı Üniversitesi Mezunlar Ofisi ve Sabancı Üniversitesi Mezunları Derneği (SUMED) ortak yapımıdır. • “Mezunlar Buluşması” tüm mezunların davetli olduğu bir etkinliktir. • “Reunion” ise mezuniyetinin beşinci ve katları yıllarını doldurmuş mezunların davetli olduğu bir kutlamadır. • Her iki etkinliğe de öğretim üyelerinin katılması mezunları çok mutlu eder ve mezunlarımız anketlerde hep bunu söylerler. • Mezunlar Buluşması gününde şimdiye kadar yapılmış konferans, ders ve panellerde değerli hocalarımız ve başarılı portreler yer almıştır. Ali Alpar 2009 Canan Atılgan 2010 Halil Berktay 2009, 2010 Joost Lagendijk 2009 Kemal ‹nan 2010 Nakiye Boyacıgiller 2009, 2011 Nihat Berker 2009, 2010, 2011 Tosun Terzioğlu 2009, 2011 Cemal Kafadar 2009 Gabriel Piterberg 2010 Serpil Timuray 2011 • Her yıl, Mezunlar Buluşması & 3 Temmuz Pazar… Reunion 10. yılını doldurmu 2001 ve 5. yılını doldurmu 2006 mezunlarına özeldi dık. Yani 5 ve 10 yıllık mezunlarımıza… Yeni bir üniversiteyiz. Gün gelecek 5, 10, 15, 20, 25, 30… yıllık mezunlarımız kampüse geri gelecekler. Bazen toplantılarda bizim bu dünyadan ayrılmış olduğumuz ve Sabancı Üniversitesi’nin 70. Mezunlar Buluşması ve Reunion etkinliklerinin yapıldığı gözümün önüne geliyor. Hayalimde, koşturan, kayıt almaya çalışan, 9988’den çağrı açtıran “Mezunlar Ofisi” çalışanlarını görüyor ve yukarılardan sinsi sinsi gülümsüyorum. Reunion için toplanan bir komite bulunmaktadır. Komite belirli periyotlarla toplanır ve etkinliğin tüm detayları için kafa yorar. 2011 Komite Üyeleri: Halil Berktay, Nihat Kasap, Ali Koar, Salih Arıman, Gülin Karahüseyino¤lu, ule Yalçın, Sezen Gülen Kama, Merve Tokgön, Fatih Mehmet Akdan • Gönüllü mezunlarla yapılan toplantıların da buluşmalara katkısı çok büyüktür. [email protected]’ya mail göndererek gönüllü olabilir fikirlerinizi Mezunlar Ofisi ile paylaşabilirsiniz. • Programın her yıl aynı kalması gibi bir kural yoktur çünkü Sabancı Üniversitesi “birlikte yaratır ve geliştirir.” Program gelişmeye açıktır. “ÇOLUK ÇOCUK” İÇİN: PUT YOUR CELL PHONES UP IN THE AIR! Elif Gülez / Editör Bono, sahneden konser alanındaki milyonlarca seyirciye sesleniyor. Milyonlarca cep telefonu kamerası ve fotoğraf makinesi, karanlıktaki ateş böcekleri gibi parlıyorlar. Eskiden konser seyircisi, müzisyenlere, yanan mumları havaya kaldırarak eşlik ederdi. Şimdi, konser alanlarında havaya cep telefonları yükseliyor. Bono, sıradaki şarkının bir “Patti Smith” şarkısı olduğunu söylüyor. Sıradaki şarkı: “Because the Night”. Onun anonsundan sonra sahnenin diğer köşesinden Bruce Springsteen ve Patti Smith el ele tutuşarak çıkageliyor. Kalabalık iyice coşuyor. Rock’n Roll efsanesini ve şairi alkışlıyorlar. Bono, Patti’yi selamlıyor, Bruce Springsteen’i kucaklıyor. Springsteen gitarını omzuna asıyor ve işte şarkı başlıyor. Şarkının ilk dizelerini Patti Smith söylüyor: “Take me now baby here as I am pull me close, try and understand desire is hunger is the fire I breathe love is a banquet on which we feed” Nakaratı Bono, Smith ve Springsteen birlikte tekrar ediyorlar: “come on now try and understand… because the night belongs to lovers because the night belongs to lust because the night belongs to lovers because the night belongs to us..” ‹kinci kıtaya Springsteen başlıyor: “…have I doubt when I’m alone love is a ring, the telephone love is an angel disguised as lust here in our bed until the morning comes…” 46 Springsteen’in gitar solosuyla şarkı bitiyor. Rockn’ Roll ruhu yaşıyor! 70’lerde henüz dünyaya gelmemiş olanlar, “Because the Night”ı, 1990’ların ünlü popüler müzik grubu Ace of Base’in şarkısı olarak tanımış olabilir… “Because the Night’ın” yaratıcısı aslında, Amerikalı görsel sanatçı, müzisyen ve şair Patti Smith’dir. Patti Smith, 70’lerde şiirle rock’n roll’u bir araya getirerek yeni bir form oluşturmasıyla tanındı. Tarzı, müzik otoritelerince “devrimci” olarak nitelendi. Doğrusunu isterseniz, ben sıradan bir rock dinleyicisiyim. Bu yüzden, yaz başında, çok satan kitap raflarında “Çoluk Çocuk” isimli kitabı görene kadar Smith’i pek yakından tanımıyordum. Buna rağmen adını duymuştum. ‹lk albümü Horses’ın kapağındaki fotoğrafındaki ince, androjen görünüşü, Bob Dylan’a benzer saç kesimi, beyaz gömleği ve smokiniyle aklımda yer etmişti. 47 Patti Smith’in “Çoluk Çocuk” isimli otobiyografik kitabı, 70’lerin New York’unda müzisyenlerin, performans sanatçılarının, ressamların, şairlerin içinde yaşadığı dünyanın; bu dünya içinde Smith’in ve en yakın arkadaşı fotoğrafçı Robert Mapplethorpe’un her anlamda var oluş mücadelesinin hikayesi. Kitap, birbirlerine sonsuza dek göz kulak olmaya karar vermiş iki genç sanatçının yaratıcı yönlerini keşfetmesine, iki ayrı yolda fakat birlikte ilerleyişlerine tanıklık etmemizi sağlıyor. Ayrıca, Janis Joplin, Jim Morisson, Jimi Hendrix gibi efsanelerin; Andy Warhol filmlerinde rol almış Holly Woodlawn, Jackie Curtis ve Candy Darling gibi transeksüellerin; parasız sanatçılara hamilik yapan koleksiyonerlerin; uyuşturucu bağımlılarının; Andy Warhol’un Fabrika’sının sakinlerinin yaşamlarına dair ipuçları veriyor. Ayrıca dönemin sanatçılarının yaşadığı Chelsea Oteli, Warhol’un popülerleştirdiği kulüp Max’s, Coney Island ve daha pek çok New York mekanı hakkında da ilginç hikayeler anlatıyor. ‹ki genç sanatçı sokakta yaşarken tanışıyor. Yiyecek kıt. ‹ş yok. Barınacak yer nadiren bulunuyor. Sokaklar tehlikeli. Şansları yaver giderse apartman girişlerinde, gitmezse bina köşelerinde uyuyorlar. Ufak tefek işler karşılığında karınlarını doyuruyorlar. Yine de kısıtlı paralarını kitaplara, boya kalemlerine, resim ve kolaj malzemelerine yatırıyorlar. Robert Mapplethorpe, objeler biriktiriyor. Çöpten, sokak satıcılarından, eskicilerden topladığı objelerle takılar yapıyor. Dergilerden kestiği parçalarla kolajlar, çizimler üretiyor. Fotoğraftan etkileniyor ancak malzemeler pahalı, üretim süreciyse zahmetli olduğu için fotoğraf çekmekten çekiniyor. Sonra bir polaroid makine ediniyor. Polaroid’in “daha dürüst” (bkz. http://www. mapplethorpe.org/biography/) olduğunu düşünüyor. Patti, Robert’ın ilerleyişine tanık oluyor, onu destekli- yor. Patti ise resimden, enstalasyondan ziyade şiire ve müziğe yöneliyor. Ne yazık ki Mapplethorpe’un yaratıcı serüveni, onunla aynı dönemde yaşamış pek çok sanatçıya benzer şekilde, bir anlamda bir öz-yıkım sürecini de beraberinde getiriyor. Robert, 43 yaşında, ardında bir çok özgün ve çarpıcı fotoğraf bırakarak AIDS’ten ölüyor. Smith ve Mapplethorpe tanıştığında, Robert ilk polaroid makinesini aldığında, Janis Joplin, Jimi Hendrix ve Jim Morrison 27 yaşında öldüklerinde, Woodstock yapıldığında ben henüz doğmamıştım. 70’lerin rock efsaneleri içinde sadece Carlos Santana’yı sahnede izleyebildim. Bu yüzden kendimi şanslı sayıyorum. Öte yandan, tıpkı yukarıdaki efsaneler gibi, ancak onlardan 40 yıl kadar sonra 27 yaşında ölen Amy Winehouse’u sahnede izleme şansını yakalayamadım. Eğer yakalayabilseydim, milyonlarca seyirciyle birlikte cep telefonlarımızı havaya kaldırıp Amy’ye bir ateşböceği gösterisi yapabilirdik. 70’lerin yaşayan tanık ve kahramanları, dönemin yıkıcı hastalıklarına direnemeyerek hazin bir şekilde tükenen saf sanatçıları ve günümüzün kayıp yetenekleri için hep birlikte seslenebilirdik: “Put your cell phones up in the air!” Yakın zamanda aramızdan ayrılan Hakkı Ögelman, Hakan Orbay ve Nilden Kireçtepe’yi her zaman hatırlayacağız. MAN EL Hakkı ÖG Nilde n K‹R Hakan ORBAY EÇTE PE GrafikaSU 11/2011- 2500TR Sabancı Üniversitesi Orta Mahalle, Tuzla 34956 ‹stanbul Telefon: (0 216) 483 90 77 - 483 91 06 Faks: (0 216) 483 90 45 e-posta: [email protected] www.sabanciuniv.edu/sudergi