Bütün Paramı Hamama Harcadım

Transkript

Bütün Paramı Hamama Harcadım
sayı: 12 / Kasım 2011-Şubat 2012
Bütün Paramı Hamama Harcadım
Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansı
Hakkı Ögelman
Gözde Ünal ile Projeler ve Ödüller Üzerine
MODAP Konferansı
Mezunlar Buluması ve Reunion
Hindistan
www.artibir.org
01
SUDERG‹
Sayı 12
Kasım 2011 – Şubat 2012
Ücretsizdir
Sahibi
Sabancı Üniversitesi
Yayın Sorumlu Müdürü
Elif Gülez
Yayın Koordinatörü
Melek Sarı
Yazı Kurulu
Gülayşe Koçak
Defne Üçer
Nesrin Balkan
Yıldırım Cihangiroğlu
Hakan Erdem
Esin Ceren Ahıska
Melahat Fındık
Gonca Turan
Pınar Bozkurt
Sezen Gülşen Kama
Bu sayıya katkıda bulunanlar
M. Ali Alpar, Cihan Saçlıoğlu, Defne Üçer, Emrah
Kalemci, Ünal Ertan, Bahri Yılmaz, Hakan Erdem,
Melahat Fındık, CIP Ofisi, Gizem Muratoğlu, Mehmet
Baki Deniz, Selin Dönmez, Sena Balkaya, Sıla Çallı,
Seren Naz Gündoğdu, ‹nsan Kaynakları, Leyla Özcivelek
Durlu, Nesrin Balkan, ERG, Gözde Ünal, Övünç Uzun,
MODAP Ekibi, Pınar Bozkurt, Fatih Günaydın, Murat
Kaya, Sezen Gülşen Kama, Gülayşe Koçak, Miray Kutlu,
Gonca Turan, Berna Özkul, Betül Karasinan, Gülseren
Caşın, Kartal Bora, Ömer Ertüm, SU IT Ekibi
03 / Başka Hakkı
8 / Hindistan
12 / Popüler Tarih
ve Popüler Tarihçilik
19 / Kendini Keşfet-CIP
24 / Geriye Baktıklarında
Neler Görüyorlar?
26 / Eğitimde ‹yi
Örnekler Konferansı
Grafik Tasarım ve Uygulama
GrafikaSU
Baskı
Ömür Matbaacılık Ltd. Şti
Beysan Sanayi Sitesi Birlik Caddesi
No.20 Haramidere 34524 ‹stanbul
www.omur.com.tr
Yayın Türü
Üniversite topluluğuna yönelik olarak yayınlanan yarı
popüler bir kültür dergisi
Reklam Sorumlusu
Melek Sarı Tel: 0216 483 91 06
[email protected]
Telif Hakları
Her hakkı saklıdır.
Bu dergide yer alan yazı, makale, fotoğraf ve
illüstrasyonları elektronik ortamlarda dahil olmak üzere
her şekilde çoğaltma ve başka yerlerde kullanma hakkı
münhasıran Sabancı Üniversitesi’ne aittir. Sabancı Üniversitesi, gerekli gördüğü hallerde içeriğin bir kısmının
veya tamamının çoğaltılması için yazılı izin verebilir.
30 / Gözde Ünal ile
Projeler ve Ödüller
Üzerine
32 / MODAP Konferansı
35 / Bilinmeyen yönleri
ile SU Çalışanları
Yönetim Yeri
‹letişim ve Halkla ‹lişkiler Birimi
Sabancı Üniversitesi
Orta Mahalle, Orhanlı, Tuzla
34956 ‹stanbul
Tel: 0216 483 91 06
Faks: 0216 483 90 45
e-posta: [email protected]
40 / Öykü Yarışması
44 / Mezunlar Buluşması
ve Reunion
46 / Çoluk Çocuk için
editör
SUdergi’nin sonbahar sayıları, üniversitemize bu sene başlayan öğrenciler
için bir alternatif bilgi kaynağıdır. Sabancı Üniversitesiyle ilgili bilgilere,
web siteleri, broşürler, kataloglar gibi resmi iletişim kaynaklarından ulaşmış
olan yeni öğrencilerimiz için SUdergi, üniversite yaşantısına farklı bir
pencereden bakma imkanı verir.
SUdergi ile tanışıklık, yeni tanıştığınız birinin sizi dostça evine, oturma
odasına davet etmesine benzetilebilir. Bu oturma odasında, ev sakinlerinin
kütüphanesindeki ilginç bir kitaba uzanabilir; burada sizden önce “kendini
keşfetmiş” sakinlerin fotoğraf albümüne göz gezdirebilir; aramızdan
ayrılmış olan dostların bıraktığı izleri takip ederek bir zamanlar burada
kimlerin yaşamış, öğretmiş, öğrenmiş olduğunu anlayabilir; ev sahiplerinin
kimleri coşkuyla misafir ettiklerini öğrenebilir; uzak ülkeleri ziyaret edebilir;
başka yerlere taşınmış dostlarımızın selamlarını işitebilir; kimlerin bizi
gözetlediği konusundaki dedikodulara kulak misafiri olabilirsiniz. Hatta ev
sahipleri, çok popüler bir tarihi televizyon dizisini hep birlikte izlemeniz için
sizi alıkoymak isteyeceklerdir.
Eğer isterseniz SUdergi’nin kalbine, yazı kurulunun her dönem
neşeyle çalıştığı mutfağına da girebilir, yeni karışımları, tarifleri, tatları
beraberinizde getirebilirsiniz. Bunun için bir maniniz yoksa, Rektörlük
binasındaki ofisimizde Mehmet Bey’in lezzetli çayını içmeye gelebilir ya da
[email protected]’ya bir mesaj gönderebilirsiniz.
Elif Gülez
02
03
BAŞKA HAKKI
M. Ali Alpar / Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi Öğretim Üyesi
Bizim çocuklarımız çok küçük yaştayken
arkadaşımız ve komşumuz Hakkı Duru’yu
bilirlerdi Hakkı diye. Hemen sonra Hakkı
Ögelman’ı tanıyınca ona “başka Hakkı” adını
taktılar. Başka Hakkı da başkaydı.
“Denizle mehtap sordular seni neredesin” diye
başlayan bir ‘aranjman’ şarkı vardır hani, Dario
Moreno ve Tanju Okan söylerdi. Bu şarkının bir
kıtası şöyledir:
“Alay ettiler benle hep,
Sen oldun bunlara bak sebep,
Mehtap dedi gördüm ah onu,
Belinde erkek kolu” .
Hakkı bu sahnenin suluboya bir resmini yapmıştı.
Ayışığında yürüyen bir kadın, arkadan görüyoruz,
üstünde yazlık bir elbise, belinde erkek kolu,
sadece kol var omuzdan öteye erkek yok, mehtap
karşıda, kadın ayışığında yoluna devam ediyor....
Hakkı Ögelman 4 Eylül 2011 tarihinde Austin,
Texas’da aramızdan ayrıldı. 1940 ‹stanbul
doğumluydu. Eğitimini Robert Kolej ve DePauw
Üniversitesi’nde tamamladı. Doktorasını Prof.
K. Greisen ve Dr. J. Delvaille yönetiminde
yaptığı “Search for Discrete Sources of High
Energy Cosmic Gamma Rays” başlıklı teziyle
1966 da Cornell Üniversitesinden almıştı.
NASA Goddard Space Flight Center’da ve
Avustralya’da Sydney Üniversitesinde çalıştı.
1969'da ODTÜ'ye geldi. 1970 de Fizik Bölümü
Başkanı olarak sorumluluk üstlendi. ‹yi bir
deneysel fizikçi, yaratıcı fikirlerle dolu ve
öğrencilerle çok ilgili bir hoca olarak hemen
etkili oldu.
Öğrencileriyle birlikte ODTÜ Fizik
Bölümü’nün çatısına, Ege Üniversitesi
Gözlemevi’ne ve Gaziantep ODTÜ
kampüsüne koyduğu deneylerle
süpernovalardan gelen yüksek enerjili
ışınımın atmosferde oluşturduğu ışığı
izleyerek süpernova yakaladıkları
çalışma az parayla öncü bilim
yapmanın güzel bir örneğiydi. Alınan
veriler Ankara'ya telsizle aktarılırdı.
Bu çalışma New Scientist'te haber
oldu. Yabancı meslekdaşların "Yahu
ne iyi yaptın da 700 dolarlık aletlerinle
neticeyi elde ettin, bizi çok pahalı bir deney yapmaktan
kurtardın." dedikleri halâ hatırlanır.
Sonra ODTÜ'nün meşum Hasan Tan döneminde
görevine son verildi. TÜB‹TAK Bilim Kurulu'ndaydı,
Hindistan’a bilimsel işbirliği anlaşması imzalamaya
gitmişti.
ODTÜ'de o sırada bütün bölüm başkanları istifa
ettiğinden Hakkı ODTÜ'den izin almadan gitmiş oldu.
Bu bahaneyle işine son verdiler. “Hiç unutmuyorum,
onu benim arabam ile A kapısından kaçak gibi okula
sokarken tanıyan bekçiler görmemezlikten gelirdi…”
(öğrencisi Ümit Kızıloğlu). Danıştay kararıyla geri
döndü. 1977 de Çukurova Üniversitesi'ne geçti.
Yaratıcı, pratik yaklaşımını Çukurova'da güneş
enerjisi araştırmalarında ortaya koydu. Daha sonra
Wisconsin’de geliştirdiği “Enerji” dersini 2000’li yıllarda
‘adjunct’ öğretim üyesi olduğu Sabancı Üniversitesi’ne
taşıdı.
1980 darbesi sonrasında o zamanki eşi Yeter Göksu
1402’lik oldu ve tutuklandı. Yeter hapisten çıktığında
ikisi de çalışmalarını Almanya’da sürdürdüler.
Hakkı Max-Planck-Institut für Extraterrestrische
Physik-Garching’de ROSAT X-ışınları gözlem uydusuyla
çalıştı. Oradaki genç öğrencilere ve meslektaşlarına
şevk verdi. Türkiye’den öğrenci ve meslektaşlarını
da bu çalışmalara kattı. Sayesinde şimdi Türkiye’de
çalışan ve dünyada tanınan bir yüksek enerji astrofiziği
grubu var.
ODTÜ’de ve Çukurova Üniversitesi'nde çalıştığı
yıllarda asla kendi üniversitem, kendi grubum
şovenliği yapmadı. Ben ben demek kişiliğinde yoktu.
Marifetiyle, aklıyla, gönlüyle hemen bütün Türkiye Fizik
ve Astronomi camiasında tanındı ve sevildi. TÜB‹TAK
Ulusal Gözlemevi’nin kuruluşuna giden yolda bütün
astronomi camiamızın heyecanla katıldığı yer arama
çalışmalarından, TÜB‹TAK desteğinin sağlanmasına,
150 cm’lik Rus-Türk teleskobunun temininden,
Gözlemevi’nin açılmasına kadar öncü rol oynadı.
1991’de University of Wisconsin’de çalışmaya başladı.
1995'te geçirdiği kısmî felçten sonra da araştırmalarına
devam etti. Her yaz Türkiye’de çalıştı. ABD, Güney Afrika
ve Avustralya’da kurulu ROTSE robotik teleskobunun
dördüncüsünün TÜB‹TAK Ulusal Gözlemevine
getirilmesi de Hakkı’nın girişimiyle gerçekleşti. ROTSE
ile evrenin uzak köşelerinden gelen esrarengiz gama
ışını patlamalarının bildiğimiz ışık olarak saldıkları
artçı sinyaller toplanıyor. Böylece Hakkı’nın pasıyla bir
oyuna daha girdik.
‹lk gama ışınları uydusu SAS2’nin sonuçlarını Hakkı
Ögelman ve arkadaşları o zamanlar ODTÜ'de çalışan
Tümay Tümer ve Hakkı’nın ilk doktora öğrencisi M. Emin
Özel’in de aralarında bulunduğu bir uluslararası grupla
yayınlamışlardı. Hakkı X ve gama ışını pulsarlarından
novalara, süpernovalara, 2000'lerde büyük bir grup
içinde çalıştığı Antarktika’daki IceCube (buz küpü)
nötrino verilerine kadar geniş bir bilim alanında
çalışmalar yaptı. NASA’nın Fermi-LAT yüksek enerji
gama ışını uydusu verileriyle Andromeda galaksisinden
ışıma işareti bulduğu son çalışmasını 2010’da Çeşme’de
benim 60. yaşım için yapılan toplantıda anlatmıştı. Bunu
Astrophysical Journal’da yayınlamaya ömrü yetmedi.
Son tebliği Çeşme’den yayınlanacak.
Varlığı ömürlerimizde bir güzellikti. Hatırası ve eserleri
yüzümüzü güldürecek, içimizi aydınlatacak. Selvilerin
altında, yıldızların ışığında olsun.
Hakkı'dan hatırladıklarım
Cihan Saçlıo¤lu / Mühendislik ve Do¤a Bilimleri
Fakültesi Ö¤retim Üyesi
Ben ne astrofizikçiyim, ne de Hakkı’yla uzun süre aynı
yerde çalışabildim. Buna rağmen onu tanımış birçok
insan gibi ben de çok değerli bir dostumu kaybettiğimi
hissediyorum. Hakkı kısa görüşmelerde bile canlılığı,
iyimserliği, mizah duygusu, pratikliği ve her meselenin
can alıcı noktasını hızla yakalayan zekâsıyla insanları
hemen kendine bağlardı.
Hakkı’nın adını ilk defa 1972 yazında ODTÜ’de Erdal
Bey’den duydum. Şikago’da doktora yaparken onu
ziyaret ettiğimde iftiharla yeni bir öğretim üyesinden
bahsetti. Aklımda kalan, bu astrofizikçinin kendi
geliştirdiği atölyede kendi tasarladığı deney ve ölçüm
aletlerini ürettiği, fizik binasının damına yerleştirdiği
düzenekle de New Scientist’te haber olacak kadar
ilgi uyandıran gözlemler yaptığıydı. ODTÜ fizik
bölümü Cavit Erginsoy’un beklenmedik ölümü ve Feza
Gürsey’in izinli olarak Yale’e gitmesine rağmen yeni bir
lider bulmuş görünüyordu. Epey de buna güvenerek
1976’da ODTÜ fizik bölümünde çalışmaya başladım.
Hakkı bölüm başkanı olmuştu ve insanları hem onlara
örnek olarak, hem de şevklendirerek daha iyi işler
yapmaya yöneltiyordu. Bu parlak dönem, hükümetin
Hasan Tan’ı ODTÜ’ye rektör olarak atamasıyla sona
erdi. Öğrenci ve hocaları sindirmek için yüzlerce
zorba işe alındı. Hocalar arasında Hakkı, Tosun
Terzioğlu ve Cahit Arf idareye karşı örgütlenmede
öncülük ettiler. Bir polis veya jandarma baskınında
zarar görmemeleri için öğrenciler kampustan bir otobüs
konvoyu ile çıkartılırken, Hakkı’yı en öndeki otobüste
gördüğümü hatırlıyorum. Birçok öğretim üyesi politik
suikastlara kurban giderken böyle şeyler yapmak büyük
cesaret istiyordu. Tosun’a kurulan silâhlı bir tuzak boşa
çıkarıldı, ama Hakkı da bir bedel ödedi: idare onu işten
attı. Mahkeme kararıyla dönebildiyse de, ODTÜ fizik
bölümünden Adana’ya göç etmeye karar verdi. Oradaki
fizik bölümünde hem araştırma, hem de eğitimde etkileri
kısa zamanda kendini gösterdi. Hakkı pratik ve yaratıcı
yaklaşımıyla Adana’da bol olan güneş enerjisinden
faydalanmak için inşası ve kullanımı kolay aygıtlar
inşa etti. Bir seminer için davet edildiğimde yarattığı
olumlu havayı gözümle gördüm, fakat bu defa da 12
Eylül’de karısı Yeter Göksu’nun tutuklanması onları
Türkiye’yi terketmeye zorladı. Türkiye’nin bu kaybı,
önce Almanya’nın, sonra da Amerika’nın kazancı oldu.
Geçirdikleri zorluklara rağmen Türkiye’ye bir küskünlük,
kızgınlık veya kırgınlık ifade ettiklerini duymadım.
Tersine, Hakkı Türk astronomlarına ve astrofizikçilerine
destek olmaya devam etti; Ali Alpar ve birçok astronom
ve astrofizikçiyle birlikte Ulusal Gözlemevi’nin
kurulmasında canla başla çalıştı.
TÜB‹TAK Temel Bilimler Enstitüsü Feza Gürsey
Enstitüsüne dönüştürülürken zannederim başına
Hakkı’nın getirilmesi düşünülüyordu, fakat beklenmedik
bir beyin kanaması neticesinde vücudunun bir tarafında
önemli bir güç kaybı oluştu ve uzun bir hastahane-fizik
tedavi dönemi geçirdi. Tesadüfen o sırada karımla
birlikte Amerika’daydım. Madison’a uzanıp onu
hastanede bir fizik terapi seansında bulduk. Bildiğimiz
enerji dolu, fiziksel ve ruhen güçlü Hakkı’yı o durumda
görmek yürek parçalayıcı idi. O halinde bile bize hangi
otoyoldan geldiğimizi, yanımızda gişeler için gerekli
bozuk paramız olup olmadığını sordu; biz onun moralini
düzeltmeye niyetlenirken o bizimkini düzeltti. “Doktorlar
bir CVA, yani cardiovascular accident geçirdiğimi
söylüyorlar” diye hastalığının objektif bir tanımını yaptı. Çalışmayan bir kol ve bacak, çarpılmış bir yüz ve iyi
dönmeyen bir dil altında bildiğimiz Hakkı yerli yerinde
duruyordu. Nitekim aklı ve azmi ile kendini epeyce
toparlamayı bildi ve tam eski sağlığına kavuşamadıysa
da, işlerinin başına döndü. Yayın listesinde “CVA”
sonrası dönemde birçok Astrophysical Journal ve
Nature gibi prestijli yayın görünüyor.
05
Sabancı’yı ziyaret ettiğinde onunla kahve içip sohbet
etmek hem çok zevkli, hem de öğretici idi. Meşhur Ali
ve Nino romanını Kurban Said takma adıyla yazan Lev
Nussinbaum hakkındaki “The Orientalist” adlı kitabı
ondan öğrendim. Okumayanlar için Hakkı’nın tavsiyesini
hararetle aktarırım. Sabancı’da verdiği enerji, petrol
krizi ve yakıt hücreleri hakkındaki konuşmaları da özgün
ve keskin yorumlarla doluydu.
Tabiî ki hiçbir anekdot listesi Hakkı’nın hakkını veremez. Onu unutmak mümkün değil. Bize bıraktığı güzel anılarla
idare edeceğiz.
Defne Üçer / Temel Gelitirme
ODTÜ’deyken Hakkı Hoca’yla hiç tanışmamıştım. O
benim için koridordaki pipo kokusu ve tüm astrofizik
grubunda özellikle de öğrencilerde sebep olduğu
heyecan dalgasıydı. Gerçekten de gelişiyle herkes bir
toparlanır, etrafta geyik azalır daha çok fizik konuşulur
olurdu. Kafamda kalmış tek görüntüsü kapının önünden
neredeyse hoplaya zıplaya geçen hali.
Biz bundan çok sonra, Sabancı'da arkadaş olduk. Yani
felç sonrasında. Arada ne, ne kadar değişti bilmiyorum
ama benim bildiğim Hakkı Hoca çok özeldi. Yaşamı
bu kadar renkli, keyifli yaşadığı için ve arkasında onu
gülümseyerek anan bu kadar dost bıraktığı için ne mutlu
ona.
Onu hep bilime, doğaya olan tutkusuyla ve hepimize
verdiği heyecanla hatırlayacağım.
Hakkı Hoca, Baba, ve Dede'nin ardından....
Emrah Kalemci / Mühendislik ve Do¤a Bilimleri Fakültesi
Ö¤retim Üyesi
"Hakkı geliyor!" Büyük bir heyecan dalgası kaplamıştı
ODTÜ Fizik Bölümü'nü. Ben daha lisans öğrencisi
idim ama astrofizikçilerle takılıyordum. Gözleri pırıl
pırıl heyecanla konuşuyordu. Yemekte espriler ardı
ardına geliyordu. "Birgün Caltech'de Feynman ile aynı
asansöre bindik" dedi. Biz merakla sorduk sonra ne
oldu diye? "Hi, dedim indim. Zaten Feynman'la tek ortak
yanımız karılarımızın sayısı!" diye espriyi patlattı.
Felç geçirdiğini öğrendiğimizde ise büyük bir üzüntü ve
endişe vardı ODTÜ koridorlarında. Sonra ODTÜ'ye geldi.
Atakan, Ünal, Ersin ve ben misafirhanede gecelerce
yanında kaldık. Hep mahcup olurdu, bizi işimizden
gücümüzden ettiğini düşünür, üzülürdü. O zamanlar
hala durumunu kabul edememezlik vardı.
Doktora için San Diego'ya gittiğimde tüm astrofizikçilerin
benimle tanıştıktan sonra ilk sorusu "Hakkı nasıl?" idi.
Ne kadar sevildiğini ve sayıldığını orada bir kez daha
farkettim.
Sabancı'ya döndüğümüzde yepyeni bir Hakkı Hoca
gördük. Kendisi ile barışık, tüm işini kendi görebilen, hala
gökbilim için didinen Hakkı'ydı. Deniz ve Toprak'la çok
iyi anlaşıyordu, çocuklar "Biz Hakkı Dede'ye gidiyoruz."
diye evden çıkarlar ve Hakkı'nın evinde onunla sohbet
ederlerdi. Hakkı Dede de onlara meyve suyu ve çikolata
ikramını ihmal etmezdi. Annemin yemeklerine bayılır,
Çukurova Üniversitesi'nden gelen arkadaşlarımızla
sohbeti çok severdi. Oğlu Roberto geldiğinde ayrı bir
mutlu olur, onun başarılarından hep gururla söz ederdi.
Her çalıştayımızda bir konuşma yapar, her
konuşmasında doktoraya yeni başlamış öğrenci gibi
heyecanlanırdı. En son olarak FERMI verisi ile detaylı bir
çalışma yaparak Andromeda'dan gelen yüksek enerjili
Gama ışınları üzerine bir çalışma yapmış ve Çeşme'de
sunmuştu. FERMI LAT grubundan bazı kişiler bu olaya
çok bozulmuşlardı, sonra da kendi makalelerini yazdılar,
hem de Hakkı Hoca'ya hiç referans vermeden.
Hakkı iyi bir hoca, iyi bir baba, iyi bir dede ve iyi bir
insandı. Hayatını dolu yaşadı ve bize kararlılığın ve
yaşam sevgisinin ne demek olduğunu gösterdi. Onu çok
özlüyoruz.
Sevgili Hakkı Hocam,
Ünal Ertan / Mühendislik ve Do¤a Bilimleri Fakültesi
Ö¤retim Üyesi
Bize öğrettiğin, yaşayarak öğrettiğin tüm güzellikler,
değerler, ve sıcacık dostluğun için sana binlerce
teşekkürler.
Tüm astronomi ve astrofizik camiası, meslektaşların,
öğrencilerin ve arkadaşların ne güzel şeyler yazdılar
senin için. Bazılarımız sen gittikten sonra öğrendi;
ne çok sevenin, ne güzel anıların varmış. Ne çok
insanda emeğin, bu ülkede bilim adına yapılan ne çok
çalışmada katkıların, öngörün ve iraden varmış.
Zaten biliyorduk senin dünya çapında bir bilim
insanı olduğunu, ama senden duymadık bunu,
makalelerinden, çalışmalarından, başkalarından
öğrendik hep böyle olduğunu. O kadar sohbetler ettik,
ne çok şeyler anlattın da, yaptıklarını, kendini öven bir
cümle işitmedik senden, mütevaziliği de öğrettin bize.
En zor anlarında, hayata bağlanmayı, çalışmayı,
üretmek için çabalamayı gösterdin bize. Öğütler
vererek değil, yaşayarak ve yaparak gösterdin.
Çocuklar bile özledi seni, seninle dondurma yemeyi.
Hepimizin aklında o güzel güler yüzün kaldı.
Gelmedin göremedik bu sene...
21. yüzyılda yeni güçler;
İnanılmazı Başaran Ülke:
HİNDİSTAN (Incredible India)
Bahri Yılmaz / SSBF Öğretim Üyesi
“The difficulty lies not in the new ideas, but in escaping from the old ones”,
John Maynard Keynes, Cambridge (1883- 1946).
“Güçlük yeni fikirlerde de¤il, fakat eskilerden kurtulabilmekte yatmaktadır”.
Son yılların en ilginç konularının başında 21.
yüzyılda dünyamızda meydana gelebilecek
ekonomik ve politik değişimler ile ilgili
çalışmalar yer alıyor. Bir başka deyişle, 1945
sonrası dünyanın en güçlü ekonomisine ve askeri
gücüne sahip olan ABD’nin yerini ortaya çıkmakta
olan hangi yeni ekonomik ve politik güç veya
güçlerin alabileceği tartışılıyor. Bilindiği üzere,
sanayi devrimini 18. yüzyılın ikinci yarısından
sonra gerçekleştiren ve yayılmacı bir politika
izleyen Britanya ‹mparatorluğu 1918’den itibaren
gerilemeye başlamış ve II. Dünya Savaşı sonrası da
sömürgelerinin önemli bir bölümünü kaybetmiştir.
Onun yerini, 1880’lerden itibaren Batı’nın
çıkarlarını koruyan ve değerlerini kollayan başka
bir süper güç olan ABD almıştır. ABD gerek
08
askeri gerekse ekonomik alanlardaki liderliğini
ve üstünlüğünü kısa bir süre öncesine kadar
tartışmasız sürdürmüştür. Fakat günümüzde
ABD’nin içinde bulunduğu iç ve dış borç yükü
ve 2008’de su üstüne çıkan mali krizi ile birlikte
ABD’nin ekonomik alandaki üstünlüğü tartışılır
hale gelmiştir. Bunun da temel nedeni ABD’nin
Borç/GSMH oranı Ağustos 2011 itibariyle 102,6’ya
ve Bütçe Açığı/GSMH ise 10,9’a ulaşması ve
ABD’nin bütçe ve cari işlem açıklarının başta
Çin olmak üzere diğer ülkeler tarafından finanse
edilmesidir. Bu sürecin ve dengelerin uzun
dönemde devam etmesi zor görülmektedir.
Ekonomik güçlüklerin yanı sıra ABD’nin Irak ve
Afganistan’daki askeri alandaki başarısızlıkları da
Washington’un askeri gücünün sorgulanmasına
neden olmaktadır.
Son yıllarda uluslararası düşünürler “Amerika Sonrası
Dünya” (Post-American World) konusunu gündemine
almış ve ABD’nin 21. yüzyılda liderliğini devam ettirip
ettiremeyebileceği konusundaki endişelerini sık sık
dile getirmeye başlamıştır. Ancak, tüm bu olumsuz gelişmelere rağmen, ABD’nin önümüzdeki yıllarda yine
de gerek askeri ve gerekse ekonomik alanlarda bir
süre daha süper güç olarak kalmaya devam edeceğine dair görüşler şimdilik geçerliliğini korumaktadır.
II. Dünya Savaşı sonrası ortaya çıkan bir başka süper
güç Sovyetler Birliği’nin yerini alan Rusya Federasyonu ise petrol ve doğal gaz dışında uluslararası piyasalardaki ekonomik gücünün sınırlı olması nedeniyle bir
süre daha sadece askeri güç olarak yerini korumaya
devam edecektir.
II. Dünya Savaşı sonrasının diğer bir ekonomik gücü
ise Avrupa Birliği’dir. Bugün 500 milyona yaklaşan
nüfusu ve kişi başına düşen 25.000 Euro ile dünyanın
en güçlü ekonomilerinden birisine sahiptir. Bu gruba
ekonomik güç olarak Japonya’yı da ilave edebiliriz.
21. yüzyıl ikinci yarısında ise Çin’in ekonomik bir güç
olarak karşımıza çıkması beklenmektedir. Goldman
Sachs’ın yaptığı tahminler de bu beklentiyi doğrulamaktadır: 2050 yılında Çin, ABD ve Hindistan dünyanın
en güçlü ekonomileri olarak sırayla ilk üç sırayı paylaşacaklardır. Bu arada aynı araştırma, Türkiye’nin 22
ülke arasında 14. sırada yer alacağını öngörmektedir.
Bu tahminlere göre Çin’in yanısıra 21. yüzyılın ikinci
yükselen yıldızı Hindistan’dır.
Zira her yıl ‹sviçre’nin Davos kasabasında düzenlenen
“Dünya Ekonomi Forumu” 2006’da Hindistan’ı yılın ülkesi seçmişti. O günlerde Avrupa’nın değişik ülkelerindeki ilan panolarında “Incredible India” (Inanılmaz
Hindistan) ve Davos’da “World’s Fastest Growing Free
Market Democracy” (Dünyanın en hızlı büyüyen piyasa ekonomisi) benzeri reklamlarda Hindistan göze
çarpmaktaydı.
‹şte bu kısa yazımızda her geçen gün daha fazla dikkat
çeken Hindistan’ın son yıllardaki başarısının nedenlerini kısaca tartışacağız.
Hindistan’ın beklenmeyen yükselişi:
1947 yılında Britanya ‹mparatorluğundan (British Raj)
ayrılarak bağımsızlığına kavuşan Hindistan, 21.yüzyılın ikinci yarısından sonra dünyamızın en fazla nüfusa
sahip ülkesi haline gelecektir. Goldman Sachs BRIC
öngörülerine göre Hindistan’ın 2015 yılında ‹talya’yı
ve 2020’de ‹ngiltere’yi yakalaması beklenmektedir.
Hindistan’ın hızlı büyümesinin başlıca nedenlerinden
birisi de 1991 yılında yürürlüğe koyduğu ve devletin
ekonomideki etkisini azaltan radikal reformlardır. O
tarihten itibaren ülke %5’in üstünde ve son yedi yıl
içersindede %10–11 arasında bir ekonomik büyüme
hızı kaydetmiştir. Önümüzdeki yıllarda da %10 civarında büyümesi beklenmektedir. Böylece, Hindistan’ın
GSMH’nın dağılımında hizmet sektörünün payı %50’ye,
sanayi ve tarım sektörünün payları da %25’lere ulaşmıştır.
Tüm bu olumlu gelişmelere rağmen, hangi Hindistan’ı
konuşuyoruz? Bir tarafta hızla gelişen bir sanayi ve hizmet sektörü, diğer taraftan 300 milyon insanın günlük
kazancı bir dolardan daha az bir gelir düzeyi olan Hint
halkı. Bu gelir düzeyi ile Hindistan, dünyadaki yoksulluk sınırında yaşayan nüfusun %40’nı oluşturmaktadır.
Yoksulluk ve yetersiz beslenme son derece yaygındır.
Buna ek olarak, Hindistan dünyada HIV-pozitif virüslü ikinci nufüsa sahiptir. Hindistan’ın kişi başına geliri 1.170 dolardır. Yapılan tahminlere göre gelecekte
Hindistan’ın 21. yüzyılda da gelişmiş ülkelerin kişi başına gelir düzeyini yakalaması mümkün gözükmemektedir. Kadın nüfusun yarısının okuma yazması yoktur.
Toplum kast sistemi üzerine kurulmuştur. Sınıflararası
geçiş son derece sınırlıdır.
Ayrıca, Hindistan değişik kültürlerin, geleneklerin ve
dinlerin birarada yaşadığı 4000 yıllık bir mozaiktir. Bu
ülkede 17 ayrı dil ve 22.000 dialeğin konuşulduğu, krallık, küçük devletler ve bölgesel yönetimlerden oluşmasına rağmen demokrasi ile yönetilen bir ülkedir. Hindu
kültürü, Konfüçyanizm gibi tanrısı olmayan kültürlerdendir. Hinduizm ile ilgili üst ve alt grupların yüzlerce ve
binlerce tanrıları vardır ve onlar kendi tanrılarına inanırlar. Temel felsefesi yaşamak ve yaşatmak üzerine
kuruludur. Hiçbir şey zorunlu veya yasak değildir. (Bkz.
Fareed Zakaria 2008). Bunun yanısıra, Hindistan’da 150
milyona yakın müslüman nüfus yaşamaktadır.
Hindistan, 64 yıldır aralıksız demokrasi ile yönetilen kalkınmakta olan ülkelerden birisidir. Mahatma Gandi’nin
(1869–1948) öncülüğünde Britanya ‹mparatorluğu’na
karşı barışçı ve pasif direniş yoluyla bağımsızlığına kavuşmuştur. Hindistan’da yaklaşık iki asır hüküm süren
Britanya ‹mparatorluğu, imparatorluğun tüm demokratik kurumlarını, hukuk, idari ve eğitim sistemlerini getirmiş ve ‹ngilizce’nin Hindistan’ın resmi dili olmasını
sağlamıştır. Önde gelen bazı politikacıları ise Oxford
ve Cambridge Üniversitelerinde eğitim görmüştür. En
bilinen örnekler ise Jawaharlal Nehru, Indra Gandi ve
Manmohan Singh’dir. Bu politikacıların en önemli özel
likleri ise ‹ngiliz eğitim sistemi ile kendi geleneklerini en
iyi şekilde birleştirmeleridir.
Örneğin, Nehru (1889–1964), ‹ngilizlerin elitist “Harrow
College”’inde ve Cambridge’de ünlü Trinity College’de
eğitimini tamamlamıştır. 1930-1933 yılları arasındaki hapis yattığı dönemde, kızına yazdığı mektuplar serisinde
Milattan Önce 6000’den yaşadığı gününe kadar imparatorlukların yükseliş ve çöküş dönemlerini, savaş ve ihtilallerin nedenlerini kütüphane kaynaklarına girmeksizin
anlatmıştır. 1934’e bu mektuplar toplanarak bir kitap The
World History (Glimpses) olarak yayınlanmıştır. 1947–
1964 yılları arasında Hindistan’ı yöneten Nehru biraz da
hicvederek “kendisini Hindistan’ı yöneten son ‹ngiliz”
olarak tanımlamıştır. (“last” Englishman to rule India).
Bunun anlamı kendisinden sonra Hindistan’ın kendi kültürel temelleri üzerinde ve öncelikle “otantik” Hintliler
tarafından yönetileceğini ima etmiştir (Bkz. Farred Zakaria).
Hindistan, bağımsızlığına kavuştuğu günlerden beri
karma ekonomi olarak tanımlandırılabilecek bir ekonomik sistemi yeğlemiştir. Bunun birçok nedeni vardır.
Bu nedenlerden birine Nobel ödüllü (1998) Hint kökenli
iktisatçı Amatya Sen’in görüşleri üzerinden örnek verilebilir. Amatya Sen, kendisi Kalkuta’da okurken Kominist Çin’den etkilendiğini belirtmiştir ve Cambridge Üniversitesinde öğrenci olduğu yıllarda kendisi gibi diğer
Hintli öğrencilerin de sol eğilimli iktisatçılardan Joan
Robinson’ın etkisinde kaldıklarını vurgulamıştır. Yurt
dışında eğitim görmüş Hintli öğrencilerin o dönemlerde
Hindistan’ın ekonomik sisteminin uygulanmasında etkili
olmalarıyla, Çin ve Sovyet kalkınma modellerinden esinlenilerek Hint ekonomisi devletçi bir ekonomik yapıya
dönüşmüştür. Bunun sonucunda, verimsiz ve yolsuzluklar içinde boğulan kamu kuruluşları ortaya çıkmış ve
aynı zamanda özel sektörün faaliyetleri de devlet denetimi altına alınmıştır. Bu politikaların sonucunda, ülkenin
yetişmiş kadroları başta ABD olmak üzere diğer ülkelere
göç etmiştir. Örneğin, 1980’li yıllarda Indian Institute of
Technology mezunların % 75’i ABD’ye göç etmiştir.
1991 yılında Maliye Bakanı Manmohan Sing’in döneminde radikal önlemler alınmış ve piyasa mekanizması
ağırlıklı ekonomik reformlar uygulamaya konulmuştur.
Bu reform hareketi, bürokrasi ve iktidardaki güçler karşısında büyük bir tepki ile karşılanmışsa da bu reformlar sonucu, Hindistan Çin’den sonra en hızlı büyüyen
bir ekonomiye sahip olmuştur. Çin’in aksine kalkınma
modeli özel sektör ağırlıklı ve aşağıdan yukarıya doğru
(buttoms up) şeklinde oluşmuştur. Hindistan’da bugün
eğitiminin %25’i ve sağlık hizmetlerinin %80’i kamunun
dışındadır. Bunun yanısıra piyasa mekanizmasını tamamlayan ve işleyen finans sistemi ve menkul değerler
borsası mevcuttur. Bu hızlı ekonomik gelişimin sonucunda, uluslararası piyasalarda faaliyet gösteren başta telekominikasyon firmaları olmak üzere, Tita, Infosy,
Ranbaxy and Reliance firmaları ortaya çıkmıştır. Hintli
firmaların, ‹ngiltere başta olmak üzere yurt dışı yatırımları hızlı bir artış göstermektedir.
Hindistan ekonomisinin en başarılı olduğu alanlardan
birisi de, sahip olduğu iyi yetişmiş, donanımlı ve seçkin
insan sermayesidir. Bugün 300 bin Hintli, dünyanın değişik üniversitelerinde eğitim görmektedir. Bugün uluslararası kuruluşlar başta olmak üzere, dünyanın önde
gelen üniversitelerinde, her alanda çok sayıda Hint
kökenli uzman ve akademisyenlere rastlamak mümkündür. Günümüzde çok uluslu şirketlerin, örneğin Citigroup, PepsiCo, Hewlett Packard, MasterCard, Deutsche Bank, Cisco Systems, Motorola ve Adobe Systems
gibi şirketlerin, üst düzey yöneticileri arasında Hintlileri
görebilirsiniz. Hindistan’da “Indian Institute of Technology” başta olmak üzere uluslararası düzeyde üniversite ve mesleki okullar vardır. Buna ek olarak, dünyanın
önde gelen üniversitelerinde Çin ve Hintli öğrenciler ön
sıralarda yer almaktadır. ‹ngilizcenin yaygın kullanılıyor
olması nedeniyle Hintli uzmanlar uluslararası iş ve bilim
dünyaları ile kolay iletişim kurabilmektedirler.
Ayrıca, Hindistan vasıflı işgücü ihraç eden ülkelerin
başında gelmektedir. Örneğin, daha önce de belirtildiği
gibi, 1980’li yıllarda Indian Institute of Technology mezunlarının % 75’i ABD’ye göç etmiştir. 2009 yılında yapılan American Community Survey rakamlarına göre,
Hintlilerin ve Hint kökenli Amerikalıların %87’sini birinci
kuşak oluşturmaktadır. 25 yaş ve üstü Hintlilerin %71’i
üniversite ve yüksek öğretim kurumlarından mezundur.
Bu rakam %28 olan Amerika ortalamasının çok üstündedir. Aynı şekilde, ABD’de yaşayan Hint kökenlilerin
%39’u yüksek lisans eğitimi görmüşlerdir. Buna karşın,
ABD’de yüksek lisans diploması alanların toplam nüfus
içersindeki payı sadece %10’dur. Hintliler sadece ABD
değil, ‹ngiltere, Kanada, Avustralya ve Güney Asya ülkelerinde de önemli kurumlarda, işveren veya uzman
olarak çalışmaktadırlar. Hindistan dışında yaşayan Hint
kökenlilerin yaklaşık 20 milyon civarında oldukları tahmin edilmektedir. Bunların ülkelerine gönderdikleri para
miktarı, 2009/2010 mali yılında yaklaşık 52 milyar dolardır. Başka bir deyişle, bugünkü Hindistan’ın GSMH’nın
%5’ine eşittir.
Son çeyrek asırda iktisatçılar arasında “ekonomik
kalkınma ve kurumlar” arasındaki ilişkiyi açıklamaya
çalışan iki önemli akım vardır. ‹ki Nobel ödüllü iktisatçının başlattığı uygulamalı çalışmaları, bu iki önemli
akım arasındaki ilişkiyi açıklamaya çalışmıştır. Simon
Kuznets’e (1901–1985) göre, iktisadi gelişme ile birlikte
ekonomik ve politik kurumlar da gelişir. Örneğin sanayileşme ile birlikte işçi sendikalarının oluşumu başlar.
Yine aynı şekilde para ekonomisinin olmadığı bir yerde
finans kurumlarının gelişmesi zordur. Buna karşın, Douglass C. North’a göre, iktisadi kalkınmanın temel koşulu öncelikle ekonomik ve politik kurumların oluşturulması ile başlar. Önce işçi sendikaları ve finans kurumları
oluşturulmalı ve böylece ekonomik kalkınma için zemin
hazırlanmalıdır. Bu her iki modele baktığımızda, Çin ve
diğer Uzak Doğu Asya ülkelerinin oteriter rejimlerin yönetiminde ve devletin öncülüğünde ekonomik kalkınma
ile birlikte ekonomik kurumlarını oluşturmaya başladıklarını ve süreç tamamladıktan sonra demokratik açılı-
ma geçtiklerini izliyoruz. Buna karşın, Hindistan, Türkiye
gibi ülkeler önce Batı’dan örnek alarak politik ve iktisadi kurumları oluşturmuşlar ve yine devlet öncülüğünde
kalkınmaya çalışmışlardır. Uzak Doğu ülkeleri uyguladıkları kalkınma stratejilerinde başarılı olurken, örneğin
Hindistan ve Türkiye ise kalkınma sürecinin ilk yıllarında
ithal ikamesi ve korumacı politikalarını devam ettirmişler ve ancak içe dönük sanayileşme strajilerini, ekonomileri çıkmaza girdikten sonra değiştirmişlerdir. Türkiye
1980’de ve Hindistan ise 1991 de dışa dönük kalkınma
stratejilerine şok terapisi yoluyla geçmişlerdir.
Kalkınma iktisatçıları arasında son yıllarda en ilginç
tartışma konularından birisi de, Çin ve Hindistan’ın kalkınma modellerinden hangisinin başarılı olduğu ve diğer
kalkınmakta olan ülkelerin buradan çıkaracağı derslerin
neler olduğudur. Birincisi, her iki ülke dünya nüfusunun
%40’ına sahiptir. 1950 yılında Hindistan’ın kişi başına
geliri Çin’inkinden %40 daha fazladır. 2000’nin başında
Çin’in kişi başına geliri Hindistan’ın yaklaşık iki misline
yaklaşmış ve ekonomi büyüme hızı daha büyük olmuştur.
Her iki ülkeyi doğal sınır olarak kabul edilen Himalaya
dağları ayırmaktadır. Çin medeniyeti, devlet ile ilişkileri
tarafından belirlenmiş homojen bir kimliğe sahiptir. Çin
Komunist Partisi'nin yönettiği ve devletin denetiminde
“yukarıdan aşağı” piyasa ekonomisine geçilmektedir.
Din faktörünün toplum içersinde önemli bir rolü yoktur
ve homojen bir görüntü vermektedir. Çin, Batı anlamında demokrasi kavramı ile hiçbir zaman yüz yüze gelmemiştir. 1949–1979 yılları arasında Çin, tüm acılı ve kanlı
deneyimlere rağmen, insanlarına giyecekleri tek tip bir
elbise, barınacakları bir barınak ve iş olanakları sağlamıştır. Ayrıca, insanlarına olabildiğince sağlık ve eğitim
hizmetleri götürmüştür.
Buna karşın Hindistan, kast sistemi üzerine kurulmuş,
pluralist ve federalist, değişik ırk, din ve kültürü ile dünyanın en büyük, demokrasi ile yönetilen hetorojen ül-
11
kesidir. Artık karma ekonomi modelini bir yana bırakan
Hindistan, ekonomik kalkınması “aşağıdan yukarıya”
doğru oluşturulan ve devletin belirleyici rolünün azaldığı
özel sektör ağırlıklı bir kalkınma modelini benimsemiştir.
Hint ekonomisi bugün ikili (Dual) bir ekonomik yapıya sahiptir. Bir yanda son derece modern sanayi ve hizmetler
sektörü, öte yanda yoksulluğun egemen olduğu kayıt
dışı ve tarıma dayalı geniş bir sektöre sahiptir.
Özet olarak, bu iki ülke ekonomisi 21. Yüzyılın ikinci yarısında dünyanın önde gelen üç ekonomisinden birisini
oluşturacaktır. Bu Hindistan’ın gerçekten inanılmazı başarması açısından son derece önemlidir. Fakat benim
kişisel tahminim Çin, Hindistan’a oranla işsizliğin azaltılması ve yoksulluğun ortadan kaldırılması için daha
avantajlı bir konuma sahiptir. Çünkü Çin kendi insanları
için gerekli alt yapıyı hazırlamıştır. Hindistan’da ise bu
sürecin uzun ve son derece zahmetli olacağını tahmin
ediyorum. Ayrıca, Hindistan’daki değişik dinler ve kültürlerin çatışma ihtimalini de göz ardı etmememiz gerekiyor.
Bu iki ülkenin kalkınma süreçlerinden çıkarılabilecek
önemli bir ders, her ülkenin kalkınma politikalarını kendine özgü toplumsal yapılarını gözönüne alarak belirlemeleridir. Dışarıdan önerilen, her yerde uygulanabileceği
düşünülen “Washington Consensus” benzeri modelin
geçerliliği sınırlıdır. Bir başka deyişle, her ülkenin kendi kalkınma modelini kendisinin oluşturması gerekmektedir. ‹kincisi, ciddi bir eğitim reformu ile vasıflı insan
gücü kaynaklarını arttırmaları ve uluslararası düzeye
çıkarmalarıdır. Burada önemli olan faktör, üniversite ve
öğrenci sayısından ziyade, yetiştirilen insan gücünün
uluslararası firmalar, önde gelen üniversiteler ve kurumlarda görev almaları ve dünya piyasalarında rakipleriyle
yarışabilmeleridir. Geleceğin güçlü ülkelerini sahip oldukları iyi donatılmış eğitim kurumları ile bunların ürettiği yetenekli ve yüksek vasıflı insan gücü belirleyecektir.
Popüler Tarih
ve Popüler
Tarihçilik
Melahat Fındık / Tarih Yüksek Lisans 2. Sınıf Öğrencisi
Sabancı Üniversitesi Tarih Programı öğretim
üyelerimizden Hakan Erdem ile Popüler Tarih
ve Popüler Tarihçilik üzerine konuştuk...
“Popüler Tarih” ve “Resmi Tarih”i birbirinden
ayırmak mümkün müdür?
Ayırabiliriz de ayıramayız da. Ayırılabilir tabii ama bu
çok önemli bir ayrım değildir. Ben aslında popüler tarihi
daha çok sorumluluk isteyen bir alan olarak görüyorum.
Yani resmi tarihin popülerleştirilmesi, resmi tarihin popüler tarihi karşısına alması demektir demiyorum. Ben
popüler tarihi başka bir okuyucu kitlesi iiçin kaleme
alınmış olan metnin popülerleştirilmesi olarak görüyorum. Resmi tarihin popülerleştirilebileceğiniz gibi resmi
olmayan, hiç öyle bir niyeti olmayan tarihi de popülerleştirebilirsiniz. Akademik bir camia için yazdığınız doktora
tezini popüler kitleye hitaben tekrar kaleme alıyorsanız
bu onu popülerleştirdiğiniz anlamına gelir. Bu nokta
oldukça önemli. Çünkü mesela bugün bakarsak zamanında resmi tarihin tezleri olmuş şeyler popüler tarih
kitapları tarafından dile getiriliyor. Yani vurgulamak istediğim; popüler tarih resmi tarihin alternatifi olmadığıdır. Mesela ortalıkta şöyle kitaplar var: Türkler ve Uzaylı
Ataları, Atatürk’ün Kehanetleri, Atatürk Mason muydu?,
Atatürk’ü kim öldürdü? gibi Atatürk üzerine yazılmış bu
kitaplara baktığınız zaman referansı yok, dili basit, kaynaklarının ne olduğunu söylemiyor yani anlaşılan geniş
bir kitleyi hedefliyor, bu anlamda popüler yayın. Fakat
bunlardan bazılarının içindeki şeylere baktığınız zaman
pekala da resmi tarihin tezleriyle örtüştüğünü görüyoruz. Bu anlamda popüler tarihçilik çok daha sorumluluk
isteyen bir iştir. Geniş kitleler için yazdığınız için akademik ölçülerle yazmazsınız, referans vermeniz gerekmeyebilir, herşeyi göstermek zorunda değilsiniz ve belki
bir kaynakça ile işi halledebilirsiniz . Bu yönüyle popüler tarih kitapları formel akademik metodu kullanan çalışmalar değildirler. Böyle olması demek de en uçlara
gidebileceğimiz ve aklımıza geleni söyleyebileceğimiz
anlamına da gelmemelidir. Ama benim toplumda gördü-
12
ğüm popüler tarih deyince “ders kitabı olmasın”, “resmi
tarih olmasın“ da “bunun dışında ne olursa olsun”, “ben
bunu kitleler için anlatıyorum zaten” gibi bir yaklaşım
olduğudur. Ben popülerleştirmeye karşı değilim ancak
dikkatli bir şekilde yapılmalı, popüler olmanız demek
herşeyi söyleyebilirsiniz demek değildir, yalan söylemek zorunda hiç değilsiniz. Bu teknik ayrımın ötesinde
ben aslında resmi tarih, alternatif tarih diye de ayırmam.
Önemli olan hangi ciddiyette, hangi doğrulukta yayın
yaptığınızdır. Yani resmi tarih herşeyi doğru söyler ve
alternatif tarih dediğimiz şey de doğru olmak zorunda
değildir gibi bir kanı oluşmamalıdır.
Meslekî olarak tarihçi olmayanların tarih yazmaları hakkında ne düşünüyorsunuz?
Tarihçi olunmadan tarihe merak duyma oldukça yaygın.
Çok amatör tarihçi var ve bunların çoğu iyi kalitede. Yani
sonradan kendini yetiştiriyor, gerekli donanımı sağlıyor,
dil öğreniyor ve tarih disiplinine uygun malzeme sunabiliyorlar. Tarihçilikten kasıt okuldan tarihçi olarak mezun
olmak, doktorası olmaksa bunun yanında kendini geliştirmiş, aslında başka bir meslekte yetişmiş ama tarih
üzerine yazan ve tarih malzemesi kullananlar da var.
Tarih, amatörleri çok cesaretlendiren bir disiplin yani
yanlış yapmanın hemen bir bedeli görünmediği için, diğer mesleklere benzemiyor pek. Amatör tıp adamlarının
tıp dergilerinde makale başacağını çok düşünmeyiz.
Ama tarihçilik böyle değil, çok rahatlık var bu alanda.
Konu tarih olunca “ben de bir iki kelam edebilirim” gibi
bir duygu uyanıyor. Tarihçi olmayanlar da tarih yazabilir
elbette. Fakat benim Türkiye özelinde gördüğüm müthiş
bir rahatlık. Zaten okulda okutulan tarih de ciddi değil.
Dolayısıyla biz de bu yüzden “ buna benzer bir gayrı-ciddiyet içinde olabiliriz” gibi bir düşünce ile kaleme alınmış düşük kalitede ve aslında tarih çalışması olmayan
eserler kitapçı raflarını istila etmiş durumda. Bunlardan
bazıları popüler tarih dürtüsü ile çıkıyor tabi ama “bunun
aslı ne idi ki neyi popülarize ediyorlar” gibi bir sorunu da
beraberinde getiriyor. Bu anlamda popüler tarih değiller çünkü kendileri bu kalitede ortaya çıkıyorlar. Şöyle ki
ortada önce akademik dünya için hazırlanmış bir yayın
ondan sonra geniş kitleler için yapılmış bir edisyonu söz
konusu değil. Bu anlamda böyle bir bozulmuş popüler
tarih çabası var.
Soru-Cevap Şeklindeki Tarih Kitapları Hakkında
Ne Düşünüyorsunuz?
Bu tür çalışmalar elbette sadece tarih alanında görülmüyor. Eskiden insanlar vakit bulup biyografi hazırlıyorlardı. Artık biyografi hazırlamaya çok vakit bulunamıyor,
teyp konuluyor. Mesela bir kişinin hayatını söyleşi ile
ortaya çıkartmak gibi. Başka disiplenlerde de bu tarz
söyleşileri görebiliyoruz ama tarihte çok var. Çok verimli
bir yöntem olduğunu düşünmüyorum, yani belirli bir ilgi
uyandırabilir ama bana çok verimli bir yöntemmiş gibi
gelmiyor .Bu tür çalışmalar bir dikteye benziyor. Konuşma teybe alındığı için cümleler devrik ve düşük oluyor,
yani bir kişinin kendinin yazması gibi değil. Kaynakların
neler olduğunu görmüyoruz ve çünkü konuşurken ismi
geçse bile kaynağı geçmiyor. Çünkü insanlar konuşurken, konuşmanın akışını kesmemek için müdahale etmiyorlar ve sonuçta bilimsellikten oldukça uzak, acele ile
yapılmış, toplama bir iş ortaya çıkıyor. Bana biraz bana
tanım gereği düşük kaliteli bir iş gibi geliyor. Ama başlangıç için bir ilgi uyandırabilir.
Bir de tarihi meseleleri sorular ve sorulara verilen
cevaplar şeklinde anlatmayı deneyen çalışmalar
var. Bunlar hakkındaki düşünceleriniz nedir?
Bu tarz çalışmalarda yazar soruyu da kendisi soruyor,
cevabı da kendisi veriyor ve neticede çok suni bir çalışma oluyor. Bir ara çok yaygındı sadece tarih değil “100
soruda orman” vs gibi çalışmalar vardı. Bu tür çalışmalar aslında kitleyi hedefleyen çalışmalardır. Her çalışmada iyi soru sormak öncelikle çok önemlidir, ancak
bu tür çalışmalarda bazı soruların epeyce suni olduğu
görülüyor. Okuduğunuz zaman görüyorsunuz ki aslında
böyle bir soruyu aslında kimse sormaz. Soruyu soranla
cevabı veren aynı kişi olduğu için çok sırıtıyor gibi geliyor bana.
Tarih ve kurgu arasındaki ilişkiden bahsedecek
olursak, neler söyleyebilirsiniz?
Tarih hem kurgu değildir, hem de kurgusal bir yönü
vardır. Gerekli olarak tarihçi konusunun kısıtlarından
dolayı bir miktar kurgu yapmak zorundadır. Bunu bütün
tarihçiler biliyor. Nereden biliyor? Sadece belgeler de
olsa oradan bir anlatı çıkmaz. Belge yayını başka bir
şey tabii, mesela 100 tane belgeyi yayınladığınız zaman
tarih olmuyor. Bunun bir tarihsel anlatı olabilmesi için
tarihçinin kurgu yapması, eksik yerleri tamamlaması,
soru sorması, cevap vermesi gerekiyor. Spekülasyon
yapması gerekiyor ister istemez. Bu anlamda bir kurgusallık tarihin özünde var. Fakat tarihte bir kurgusallık var
diye “tarih bir kurgudur, her şeyi söylersiniz, oturduğunuz yerden kendiniz yazarsınız, hiçbir vakaya ihtiyacınız
yoktur” gibi bir anlam çıkmamalıdır. Bu ikisi hep birbirine karıştırılıyor. Tarihte bir kurgusallık mecburen var.
Hatta üslubunuz da iyiyse tarihçi olarak bir çok sorunu-
13
nuzu da çözebilirsiniz. Bu yüzden dili iyi kullanma yeteneği, kurgu yeteneği iyi bir tarihçilik için gerekli olabilir
ama sonuçta tarihin kendisi kurgu değildir. Çünkü söylediğinizi kanıtlamak, neyi nasıl bildiğinizi göstermek,
verinin nereden geldiğini paylaşmak zorundasınızdır.
Bilimsel bir yönünüzün olması lazımdır. Çünkü paylaştığınız o verinize başka bir meslektaşınız ya da okurunuz
rast gelmemiş olabilir. Dolayısıyla sizinle aynı fikirde
olmak zorunda da değildir. Bu yüzden ona bu verileri
görme imkanının vermeniz ya da referansla o verilere
sevk etmeniz lazım. Bunların da sınanabilir ve başkası
tarafından kullanılabilir olması, yani yanlışlanmaya açık
olması gerekiyor. Yani o dipnotların olması gerekiyor. O
dipnotlara, arşiv belgesine göndermeniz başkasının da
gidip ona bakması içindir (yapılan birşey değildir ama).
Belki okuyan oradan başka bir sonuca gelecek. Dolayısıyla kurguda hiç olmayan bilimsel bir mekanizma çalışıyor tarihte.
Tamamen kurguda ise tarihten ilhamınızı alabilirsiniz
fakat verilerinizi paylaşmak, neyi nasıl bildiğinizi ispatlamak gibi bir kaygınız yoktur. Rahat, serbest bir zeminde yazmaktasınız. Ama kurguda tarihi bir çarpıtma
yapıyorsanız, mesela Fatih Sultan Mehmed ‹stanbul’u
almıyorsa, kurgunuz bunu gerektiriyorsa, kurgunuzu
Fatih’in ‹stanbul’u almadığı üzerine kurmanız gerekir ve
kurguda tabii ki ‹stanbul’u almayacaktır. Fakat bilinçsiz
bir şekilde farkında değilseniz müthiş bir tarihsel hata
yapıyorsunuz demektir ki kurgu için de bu ciddi bir hata
olur. Bu tip hatalar üst üste biriktiği zaman, ve kurgunun gerektirmediği çarpıtmalar tamamen cehaletten
dolayı yapılmış üstüne üstlük bu çarpıtmaların farkında
da değilseniz ortaya inandırıcılıktan yoksun bir çalışma
çıkar. ‹şte o aslında tarihi değiştirmez, tarihe bir zarar
da vermez, çünkü zaten olan olmuştur. Ve bir de zaten
insanların bu kurgudan tarih öğrenmeyeceklerini varsayarız. Öğrenirlerse zaten edindikleri o bilgiye güvenmeyiz. Diyelim tarih malzemesi kullanan kurgusal bir metin
hazırladınız. Her tarafında bir doğru olmayış var, tarihe
bir zarar vermez ama kurguya çok büyük zarar verir.
‹kna ediciliği düşürür, kurguyu bir parodi haline getirir.
Peki kurgusal metinler olarak tarih dizilerine gelecek olursak...
Tarih dizileri için senaryo yazanların tarih bilgileri minimum. Tarih okumumamışlar, müktesebatları yok ama
size bir dünyayı anlatmayı çalışıyorlar. O dünyayı bilmeyen bir insan ve bu konuda da bir çabası olmayan bir insan, popüler imajlarla daha önceden yapılmış kurgusal
metinlere referanslar vererek size o dünyayı anlatmaya çıktığı zaman sonuç derin bir ikna edemeyiş oluyor.
Yani anakronizmler oldukça sık görülür hale geliyor.
Mesela bir uzay filmi çekiyorsunuz, bilim kurgu oluyor
ama uzaylılar kendi aralarında bir aksanla konuşsunlar,
mesela dünyamıza ait bir argo ile konuşsunlar. Biraz
durursunuz, hemen tanırsınız. “Aa şu yörenin diliyle ko-
nuşuyor.” dersiniz. Bu biraz tuhaf olur, ikna edilişi düşürür. Bir dünyayı tarihi gerçeklere uygun olarak yeniden
inşa ederseniz kurguda ikna ediliciğiniz artar. Diyelim ki
bir dönem filmi çekiyorsunuz, bir iddianız var orada. Mesela 1850’yi çekiyorsanız, o zaman sokaklarda bugüne
ait arabalar olmamalı, yukarıda uçakların uçtuğu görülmemeli. Yani izleyicinize diyorsunuz ki “Ben seni 1850
yılında ‹stanbul’da ya da Londra’da dolaştıran bir film
yaptım.”. Evet referans vermek zorunda değilsiniz, her
bildiğinizi nereden bildiğini göstermek zorunda değilsiniz ama 1850 ‹stanbul’u anlatıyorum diye o sokaklarda
bugünün dünyasına ait taşınmış öğeler olursa ve bunun
farkında değilseniz, kurgu yazarı olarak bu sizi müthiş
bir felakete götürür. Maalesef bunların olduğunu görüyoruz.
Muhteşem Yüzyıl’a gelirsek...
Muhteşem Yüzyıl’ın tarihçi gözüyle ilk 4 bölümünü izledikten sonra izlemeyi bıraktım. Çünkü kurgu artık beni
hiç ikna etmemeye başladı. Şöyle ki ilk aşamada bilgisayarla canladırmalar, kostümler zor bir iş aslında, gidip
ciddi bir set yapmanız gerekir, bunları geçtim. Mesela
Kanuni sokakta 8-9 yaşlarında su satan bir çocuk görüyor. Olabilir çocuk su satıyor, burada bir problem yok.
Ama Kanuni çocuğa bakıp “senin bu saatte okulda olman gerekmiyor mu?” diyor. ‹şte burada problem var.
Burada bunu bu şekilde kurgulayan, metni yazan kişinin en ufak bir fikri yok ki 16.yy’da okul mecburi değil.
19.yy’ın ikinci yarısında ancak mecbur olmuştur. 1890’da
‹stanbul sokaklarında“ bu saatte sen niye okulda değilsin?” sözünü kullanabilirsiniz. Çünkü eğitim mecburi olmuş artık. 1890’da da herkesi okula götürebiliyor muydu
o ayrı birşey. Ama en azından demen için bir zemin var.
Peki 16.yy’da diğer bütün çocuklar okulda mıymış ki o
saatte, okul mecburi imiş mi ki bu çocuğun dışarıda olması problem oluyor. ‹şte burada çok ciddi bir anakronizm oluyor.Ciddi tarihçiler de herhalde böyle bir hata
yapmazlar, bıyık altından gülerler. Burada olan kurguya
oluyor. Yani bunun gibi üst üste feci halde olmazlıklar
serisi var. Kurguda tarih kullanabilmek için biraz bilgili
olmak gerekiyor. Yani olabilirlikler anlatman gerekiyor.
Şimdi Kanuni dizisi çekiyorum dersen ama yazışmayı da
II. Ramses’ e yaptırırsan yine bıyık altından gülümsemeler yaratacaktır. Olabilirlikler olması lazım. Tabii gerçek
dizide böyle aşırı bir şey olmadı yani Kanuni II.Ramses
ile hiç temasa geçmedi ama mesela nerenin ve kimlerin halifesi olduğunu söylerken saydığı milletler içinde
Abbasi halifesi olduğunu da söylüyor. Kamu oyu ne bilecek 1520’lerde Abbasilerin ortadan kalktığını hiç namları, nişaneleri yok. Kamu oyu bilmeyecek ama bana ve
benim gibi başka tarihçilere göre II.Ramses ile çağdaş
göstermek gibi bir anakronizmdir bu. Bunları üst üste
koyduğun zaman bir dönem dizisi olması imkanı ortadan
kalkıyor, hiç ciddiye alamıyorsunuz. Komik oluyor, gülmeye başlanıyor.
Bir şeyi çok fazla eleştirmek tarzım değil ama başlangıçta diziyi her şey için birkaç sayfa not tutarak izlerken
sonra bıraktım. Mesela sarayın organizasyonu konu-
sunda en ufak bir fikirleri bile yok. Yani Has Oda Başı,
Harem’in içinde sürekli. Has Oda Başı, Enderun’daki
odanın başıdır. Padişah da o odalardan birinde oturur.
Haremlik kısma arada geçer. Zaten başlangıçta Topkapı Sarayı’nda Harem kısmı yoktur, sonradan gelmiştir.
Harem Eski Saray’da yani Beyazıt’ta. Yani Harem’in
olmadığı bir dönemde Harem’i Topkapı’ya getirirsen,
bu basit bir hata olur; ona bir izin verelim. Ama padişahın Has Oda başısının Harem’de işi ne? , Harem’in
yöneticisi gibi davranıyor. Aslında olmaması gereken
bir yerde bir adamı görmüş oluyorsun. Yani hepsine
beraber baktığınız zaman akıl mantık sınırları zorlanmaya başlıyor artık. Bir noktadan sonra komik bir şey
olarak izlemeye, parodi olarak görmeye başlıyorsunuz.
O zaman da kurgu başarısız olmuş oluyor. “ biz böyle
yaptık, canımız böyle istedi diyebilirsiniz” ama o zaman
da parodi olmasının önüne geçemezsiniz. Biz de tarih
dizileri böyle oluyor. Tarih dizilerinde çok ciddi hatalar
var. Yine Muhteşem Yüzyıl’dan örnek vereyim, burada
tarih bilmeye gerek de yok tamamen mantıkla ilgili bir
şey. Bir top dökümü yapılıyor. Kanuni de sefere gitmeden önce top oldu mu olmadı mı diyekontrol etmek için
sürekli Tophane’ye gidip geliyor. Bunun bir çalışmasını
yapmak ikna ediciliğini arttırmak lazım değil mi ? Ancak
Fatih dönemindeki burgulu topları görüyoruz burada.
Bu toplar iki parça dökülüyor ve vidalı. Taşıma kolaylığı
var, gittiğiniz yerde vidalıyorsunuz. ‹lginç bir detay, bilgi
sahibi birisinden duyulmuş, dizi de bu buluşu ‹brahim’e
ithaf ediyorsunuz, buna da olabilir diyelim. Burgulu top
yapımı esnasında Kanuni’nin Tophane’ye gidip geldiğini
gördük. Ancak ondan sonra unuttular ne için vidalı bir
top yaptıklarını, halbuki bir dizi önce açıklamışlardı: taşıması kolay olacak, gittikleri yerde monte edeceklerdi.
Topu ‹stanbul’da monte etmeye karar verdiler. Peki nasıl monte ettiler? Dökülen topun bir parçasını 4-5 kişi kucakladı götürüp diğer tarafa tak diye taktılar. Anlatması
zor, görmek gerekiyor. Ama en basitinde masanın üzerine bire bir vidayı hemen takamazsınız ki topu takasınız.
Hani vidalıydı bu top neden çevirerek sokmuyorsunuz?.
Çok basit bir şey bu. Orada birisinin demesi gerekir ki
“biz vidalı bir top yaptık, bunu çevire çevire sokmamız
lazım”. Öyle kalkıp tak diye sokulmaz ki. Şimdi bunun
gibi teknik detaylar, tarihsel yanlışlıklar, hangi asırda
olduğunu bilmemeler... Mesela milletinden bahsediyor
sürekli Kanuni, ne milleti? Döneminin Kanunusi’nin böyle bir bilinci olabilir mi? Bir ulusun başındaymış gibi bir
bilinci olabilir mi? Ne zaman ağzını açsa lise kitaplarındaki birtakım anektotlar ortaya çıkıyor. Bütün bunların
hepsi değerlendirildiği zaman çıkan ürünün etkisi, ikna
etmeyen bir ürün oluyor, olmamış diyorsunuz.
Aynı şekilde yine dönem dizileri, bakıyorsunuz Cumhuriyet, dönemin arabaları, dönemin treni, dönemin kıyafeti.
Ancak küçük bir detayı atlamışlar ve bütün inandırıcılığı
siliyor. O küçük detay: her şey gıcır gıcır. ‹ki tane resim
alıp bakmanız lazım. Bir taşra kasabasında hiç mi yırtık
pırtık giyen yok, herkes aynı şekilde mi, sokakta da takım elbise ile mi dolaşıyor? Hiç mi mesela mintan giyen
15
yok. Bütün her şey gıcır gıcır, sanki defileye çıkar gibi.
Bu küçük hatadan dolayı ikna edicilik gidiyor. Kimisinin
yüzünde yağ olur, kir olur. Bir inandırıcılık gerekiyor. Bu
inandırıcılık olmadığı zaman siz de inandırıcı bulmuyor,
izleyemiyor ve içine giremiyorsunuz. Bir noktadan sonra
her şey çok suni olmaya başlıyor. Aslında ne kadar geriye gidilirse konu ne kadar eski olursa hata payı o kadar
yüksek oluyor. Çünkü genellikle bunları hazırlayan insanların bugünün dünyasından yola çıkıyorlar. Bu söylediğim aşırı birşey gibi gelebilir ama bundan 2-3 sene
sonra bir Kanuni dizisi çekilecek olsa ve dijital makine
ile fotoğraf çektiğini görürseniz şaşırmamak gerekiyor,
olabilir niye olmasın. Çünkü bugün öyle şeyler yaptırılıyor ki benim gözümde eş değer. Yani inandırıcılığı olmayan birtakım kurgusal metinler ortaya çıkıyor.
Tarihi bilgisini bu tür dizilerden edinen insanlarla
karşılaşmak mümkün. Bir tarihçi olarak bu dizilerden bilgi edinmek isteyen insanların “gerçekten
öyle miydi?” soruları hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Bazılarının yanıtı çok kolay. Profesyonel bir tarihçi iseniz gerçekten öyle olup olmadığını hemen söyleyebilirsiniz. Sadece bizim için de değil. Mesela Türkiye’deki
muadillerine göre sanat açısından çok daha kaliteli
olan, mesela Tudors dizisi herhalde ‹ngiliz tarihçilerinin
tüylerini diken diken etmiştir. Neden? Çünkü dönemi
çok iyi bilmiyor olabilirsiniz her ne kadar karakterler çok
iyi de olsa. Mesela bu da çok önemli. Kanuni dizisinde
Kanuni’yi oynayan kişi bir padişah gibi konuşmuyor.
Çünkü padişah nasıldır en küçük bir fikri yok, hiç etüt etmemiş, hiç çalışmamış. Yani Hürrem’e iltifat etmek gerektiği zaman ona “ seni ballara fındıklara katar yerim”
diyor. Bunu bir külhanbeyi ağzı ile söylüyor ki, kavga
çıkması lazım, laf atar gibi. Tudors’ta böyle göze batan
şeyler yok. Ama kostümler mesela 16.yy ‹ngilteresine
değil daha bir 19.yy ‹ngilteresine ait. Mesela yaylı arabalar var daha çok 18-19.yy dünyasından. Yani kısaca
orada da dikkatsizlik var ama genel akışta bir sorun yok.
Gerçekten öyle miydi? Ona bir ‹ngiliz tarihçisi bakıp o
yüzyılda öyle at arabalarının kullanılmadığını söyler.
Gerçekten öyle miydi, değil miydi, onu bilmek çok çok
kolay. Bilen bir kişi için rahatlıkla cevap verebilir.
Bakıp oradan bir şeyler öğrenen var mı? Var yani bazen
Türkiye’de gaztelere falan yansıyor. Diyelim ki filmde
kötü adam rolünü oynamış kişiye saldıran insanlar var.
Çünkü kurgu ve gerçeği ayıramıyorlar. Mesela adamın
gerçek ismi ile değil filmdeki ismi ile sesleniyor. Onun bir
oyun, bir ilüzyon olmadığını bilmeyen insanlar olabiliyor.
Zannettiğimizden daha yaygın bu. Kurgu olduğunu bilen
fakat yine de bana bunu sunanlar çalışmış, etüt etmiş
dolayısıyla söyledikleri şeyler doğrudur deyip oradan
bir şey öğrenmeye çalışanlar var o da başka bir konu.
Mesela benim Truva konusundaki bilgim filmden geliyor, halbuki orada çok ciddi bir bozma vardır. ‹skender
hakkında da aynı şey. ‹skenderin hayatı çok iyi bilinme-
sine rağmen... burada bir tarihçi olarak frene basılması
gerektiğini düşünüyorum. Kısacası kurgudan tarih öğrenilmez diyerek noktayı koyuyorum. Yani isterse romancı
çok çalışmış ve başarılı olmuş olsun ancak tarihe uygun
bir şey yaptı diyebiliriz.. Bu malzemeyi kendisi üretmedi ki. Roman yazarlardan öğrenmek yerine romancının
öğrendiği kaynaklardan öğrenmek daha iyidir. Yani romancıya ya da senariste açıksa o bakıp okuyup bunları
sana sunuyorsa uzmanı olmayarak, demek ki herkese
açıktır bu kaynaklar herkes gidip bakabilir.
Kanuni ile Hürrem’in ilişkisi hakkında nereden
bilgi edinebiliriz? Bu iki insanın ilişkisinden söz
eden dönemlerinden kalma bir kaynak var mı?
Başkalarına göre daha şanslıyız. Hürrem’in Kanuni’ye
yazdığı mektuplar var ve Çağatay Uluçay tarafından
yayınlandı. Bunlar Hürrem’in doğrudan Kanuni’ye yazılmış olduğu mektuplar olup oldukça kişisel şeyleri de
içermektedir. Mesela “ hamamdan çıktım yazım titrek”
ya da “sağlığım şöyle” ya da “şehzadeler şöyle yapar,
böyle yapar”, gibi raporlar var, buradan bir şeyler öğreniyorsunuz. Mesela şehzadelerden birinin yazdığı
mektupta “ şimdi şu kitabı okuyorum” gibi ifadeler var,
babasına rapor veriyor. Topkapı Sarayı’ndaki arşivde
bu mektuplar muhafaza edilmiş. Ancak ilginç bir şekilde Kanuni’nin Hürrem’e yazdığı mektuplardan hiç biri
yok. Halbuki tersi olmalıydı. Topkapı Sarayı’nda Hürrem
mektubu gönderdiğine göre Kanuni’den gelen mektubun bir kopyasını padişahtan geliyor diye hürmet edip
saklanmalıydı. O zaman şu sonuç ortaya çıkıyor. Demek
ki Hürrem’in yazdığı mektupların müsveddeleri yapıldı
ya da Hürrem onları birisine yazdırdı. Ya da padişaha ne
yazdığının bilinmesini, kayda geçilmesini istedi. Ama padişah Hürrem’den gelen mektubu tutmamış.
Kroniklerde de bilgi bulunabilir ama aile hayatı ve onun
dokunulmazlığı , mahremiyetinden dolayı bir şeyler bulmak zordur. Harem üzerine kroniklerden bir şey bulmak
hayal kırıklığı ile sonuçlanabilir. Yine bildiğimizi oradan
biliyoruz da kronik ancak kriz anlarında konuşmaya başlıyor. Yoksa normal hayat akışı için çok az şey biliyoruz.
‹nsanların özel hayatları ile ilgili şeyler çok az. Ama onun
haricinde bir valide sultanın Polonya kralına yazılmış
mektubunu görebilirsiniz ve bu sayede soylular arasındaki ilişkiyi de bir miktar öğrenebilirsiniz.
Şeriye siciline düşmüş bir normal vatandaşın hayatı hakkında daha fazla şey bilmek mümkündür. Yani burada işlerin tersine döndüğünü görürüz. Dolayısıyla saraydaki
kadınlar arasındaki çekişmeyi bilebilir miyiz? Zor, çok
çok zor. Bilemeyiz demek daha makul. Genelde bir ışık
hüzmesi bir konu üzerine düşünce şanslıyız, oradan ufak
birşey buluyoruz. Mesela Kanuni,Şehzade Mustafa’yı
öldürtmesi toplumda bu olaya karşı tepkiler oluşturuyor,
yetenekli bir prensin bir hiç uğruna ortadan kaldırılması
toplumda bir infial yaratıyor. Bu bağlamda kadın şairlerden Nisayi’nin yazdığı bir şiirden de bahsedebiliriz.
Nisayi, Hürrem’i (ve tabii ki Sultan Süleyman’ı) eleştirirken şöyle diyor:
Bir Urus Cadusının sözin kula¤ına koyup
Mekr ü âle aldanuban ol acûzeye uyup
Bâ¤-ı ömrün hâsılı ol serv-i âzâda kıyup
Bî-terahhum âh-ı âlem n’itdi Sultan Mustafa
Mustafa’nın annesi Mahıdevran’ı da şöyle anlatıyor:
Sabr-ı Eyyûb ile katlandı firaka ol hatun
Bu fenâ dârı içinde çekdi tamu mihnetin
Anı yakup yanduran görsün zebâni heybetin
Merhametsiz şâh-ı âlem n’itdi Sultan Mustafa
(Kaynak : Mehmed Çavuo¤lu, ehzade Mustafa Mersiyeleri, ‹stanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Tarih
Enstitüsü Dergisi, Sayı 12, 1981-1982)
Nisayi’nin içinde olduğu ilişkiler ağı nasıldır, bunu niçin
söylüyor? Kulağına gelen laflardan dolayı duyduğu üzüntü mü yoksa, gerçekten olayların içinde mi, Hürrem’in
karşısındaki bir gruba mı mensup? Ondan dolayı mı
bunları söylüyor? Hepsi göz önünde bulundurularak şiir
tarihi bağlamında değerlendirilmeli.
Buradan hareketle tarihin tamamen kaynaksız olmadığını açık bir biçimde söyleyebiliriz. Mesela Kanuni’nin
kendisi hakkında kroniklerden çok şey öğreniyoruz,
arşiv vesikalarından öğrenemeyeceğimiz kadar. Mesela Selaniki’ye baktığınız zaman Kanuni’nin ne kadar
sert bir insan olduğu, insanları böcek gibi gördüğü çok
rahatlıkla ortaya çıkıyor. Mesela, II Selim Kanuni’ye
yazdığı bir mektupta kardeşinin üzerine asker toplayıp
geldiğini ne yapması gerektiğini soruyor. Cevap olarak
Kanuni; topladığı askerler başı bozuklardır, kırıldıkları da iyidir bunların diyor. Bunları bir arşiv vesikasında
görmek çok zordur. Burada kronik doğrudan II.Selim’in
ağzından olayları anlatıyor.
Ayrıca sarayda kullandıkları objeleri, kıyafetleri de yine
kroniklerde görmek mümkün. Kanuni’nin Irakeyn seferine ait, her durduğu menzili, her gün kaç kilometre gitmiş,
o kentin ya da bölgenin minyatürde göründüğü bir eser
var. Aynı şekilde Macaristan’a gitiği sefer de kayda alınmış şekilde. Burada yapılması gereken sentetik bir tarihçiliktir. Örneğin Avusturya elçisi Busbecq Anadolu’ya
geldiği zaman Amasya’da Kanuni ile karşılaşıyor ve barış antlaşması önerisini getiriyor. Kanuni bunun üzerine
sadece “ Güzel, güzel”diyor. Ve buBusbecq’in Latince
metninin içerisinde “padişahın ağzından yalnızca bunlar
çıktı” sözleriyle ifade ediliyor. Latince bir eserde mesela
Kanuni’nin hiç müdanasının olmadığını, karşısındakini hafife aldığını görüyoruz. Diğer taraftan Selaniki’ye
baktığınızda Kanuni’nin çok şiddetli bir yağmur yağdığı esnada ‹skender Paşa bahçesinde bulunan Halkalı
Köşkü’ne sığındığını görüyoruz. Ancak köşkü su basınca yaşlı olan Kanuni üst kata çıkmak ister ancak tek ba-
şına çıkamadığı için iç oğlanlarından bir tanesi Kanuni’yi
sırtlayıp yukarıya çıkartır. Burada “bu kadar yaşlı iken
neden ava çıktı?” denebilir. Ama bunu yaparak “ben
hâlâ güçlüyüm ve fiziki olarak sağlamım” gösterilmeye
çalışılıyor. Halbuki değil. Mesela güzel yapılmış bir kurguda böyle bir sahne çok güzel olabilir ama bilmek gerekiyor tabii. Yani dediğim gibi bunları birleştirirseniz; arşiv
vesikalarını, kronikleri, yazılan mektupları, yapılan minyatürleri... Kanuni’nin çok çeşitli minyatürleri var. Örneğin Nigari’nin yaptığı minyatürde yaşlı bir Kanuni var ki
burada yüzünün nasıl olduğunu görebiliyorsunuz. Neye
benzediğini görüyorsunuz, karakterini biliyorsunuz, yaptıklarını biliyorsunuz, mektuplarını biliyorsunuz. Kendisi
otobiyografik bir eser bırakmadı ama Muhibbi Divan’ını
bıraktı. Muhibbi Divan’ında da kişisel hayatını şiirle yansıttığını görebiliriz. Bu Divan’ını okuduğunuz zaman ne
kadar divan şiirinin gereklerini yerine getiriyor, ne kadarı kişisel hayatını bu da uzmanlık gerektiriyor ama, var mı
17
kaynak var. Bir 16.yy yöneticisi olarak hakkında yeterli
sayıda yazılı kaynak var. Bunların hepsi toparlarnırsa
çok güzel bir biyografisi ortaya çıkabilir. Şimdi biz bunu
kurgusal metin yazarlarından bekleyemeyiz. Bunu tarihçilerin yapması gerekiyor. Ama öyle bir şey yok ortada.
Bunu önce bir tarihçi ciddi bir şekilde çalışsa, yıllarını
verse çok güzel bir metin ortaya çıkacak, çok dramatik
de bir metin olacak bu. Önce tarihçi bunu hazırlayacak
ondan sonra da belki bu eser ışığında daha iyi kurgusal
eserler de verilebilecek. Kendisine benzeyen daha önceden yazılmış kurgusal metni okuyor ki bunlar da muteber metinler değil. Mesela bana bir senarist Selaniki’yi
okudum dese amenna. Ama harcıalem şeyleri okuyup
ortaya harcıalem bir metin çıkartıyor. Yoksa sorun kaynak eksikliği değil. Ben kanuni uzmanı olmamama rağmen kullanılacak dünya kadar kaynak görüyorum. Yani
Henry Tudor’un ne kadar bir resmi çıkıyorsa ortaya
Kanuni’nin de o kadar çıkıyor.
“Eski Defterler”*akademik bir kaygıyla mı açılıyor?
Yüzde yüz akademik bir kaygıyla televizyon programı olmaz tabii ki. Ama bir miktar işin mutfak kısmını seyirci ile
paylaşmak istedik. Yani bir tarih sohbet programı olmasını çok istemedik. Tarih sohbet programında muktesebatınız ne ise onu sırtlanıyorsunuz, size benzeyen iki kişi daha geliyor, bir konu ortaya atılıp
onun üzerine bir sohbet ediyorsunuz. Öyle değil. Sohbet kısımları var ama biraz tarihçi
biliyorsa nereden biliyor?, dediklerinin kanıtı ne?, bir şey yanlış biliniyorsa neden
yanlış ya da doğrusu ne? Bunları biraz göstererek yani bir anlamda tarihçinin
mutafığını açarak olabildiğince bunları genel izleyiciye göstermek kaygısı güttük. Yüzde yüz akademik kaygı şöyle olmaz; yapacağınız şey bir nevi sesli
tarih çalışması olur ve onu ne kadar yapabilirsiniz?. Mesela bildiğimizi nasıl
biliyoruz, kaynağımız ne? Bizim amacımız, bilginin ezoterik olduğu yani zor
erişilen bir şey olduğu anlayışını biraz kırmak aslında. Şimdi büyük üstatlar
olarak çıkıp öğrendiğimiz kaynağı söylemeyip, bunu ben biliyorum siz ulaşamazsınız gibi bir şey yapmak istemiyoruz. Mesela son programda Lozan
konuştuk : lozan antlaşmasının imzalanan dökümanı var, tutanakları var.
Ama bu tutanaklara aslında girmeyecek şeyler de var. Bunları da anılardan göreceksiniz. Rıza Nur’un anıları çok canlı, ‹smet ‹nönü’nün biraz canlı.
Fakat o anda tutanağa sokulamayacak şeyleri de anı destekleyecek.Mesela
orada Türk heyetinde olan bir meseleyi söyledim. Bu kaynaklarda bulabirsiniz.
Bunu ancak ben bilirim anlamında bir program değil yaptığımız program. ‹lkesi
bildiğimizi nereden ve nasıl bildiğimizi izleyici ile paylaşmak istedik. Tamamen
akademik kaygı değil. Ama akademik tarihçilerin yaptığı bir tarih programı diyebiliriz. Asıl amacımız bizim ders kitaplarımızda da eksik olan “bir şeyi nereden
ve nasıl bildiğimizi” göstermek. Halbuki yurt dışında anlatılan şeylerin altında kaynakçasını da verilir. Kendi fiziki hatıranızdan giden şeyleri böylelikle göstermiş olursunuz. Mesel a bu tür programlarda 12.yüzyıl Selçuklu dönemini anlatırken “şöyle
yaparlar, böyle yaparlar” gibi şimdiki zaman kipi ile konuşuluyor. Nereden biliyoruz? “olmaz öyle şey” onu bir miktar yapmamak için böyle bir program yaptık.
Çalıştığımız kadar bilebiliriz. Kaynaklar olduğu kadar bilebiliriz. Neyi nasıl
bilemediğimizi de anlatmak da bizim görevimiz. Bu anlamda akademik
bir kaygımız var ama genel izleyiciye hitap için yapılan bir program.
(* Eski Defterler Cemil Koçak, Y.Hakan Erdem ve Mehmet Ö. Alkan
tarafından hazırlanıp sunulan ve Cumartesi akamları A Haber kanalında canlı olarak yayınlanan tarih programı)
Bütün Paramı Hamama Harcadım
Mektup 4 :
Hürrem Sultan’dan Kanuni Sultan Süleyman’a mektup (1535’ler)
Topkapı Sarayı Müzesi Arşivi, No. E.6056
ın içi sultanım hazretleri,
Bu çirkin yüzümü ayaklarına sürdüğüm,canım
nuz bize ulaştı.Ulaştı
Çok şükürler olsun Allah’a ki mübarek mektubu
u. Hak’tan, sizi bir daha
ki gözlerimiz nurla, gönüllerimiz sevinçle dold
iden sizi görebilmeyi nasip
benden hiç ayırmamasını dilerim. Rabbim yen
etsin.
sultanım; mektubunuzda
Benim canımın paresi, ömrümün hasılı,devletli
Allahıma binlerce şükürler
sağlığınızın iyi olduğundan da bahsetmişsiniz.
saklasın.
olsun. Rabbim seni hatalardan, kusurlardan
, ne gecem gece, ne de
Ben aciz kulunuzu sorarsanız canım sultanım
tan ayrı kalmak, beni
gündüzüm gündüzdür. Sizin gibi bir padişah
bitmişim. Vallahi dünyada
mahvetmiştir. Vallahi ayrılık acısından yanıp
benim ıztırabımı anlatmaya
tek dileğim size tekrar kavuşabilmektir. Yoksa
ne söz kafidir ne de kalem.
kere daha sürebilsem yüzümü
Bir daha görmek nasip olur mu ki sizi? Bir
devletli sultanım. Eğer
ayağınıza keşke. Beni unutmanızdan korkarım
Tek ihtiyacım olan şey beni
beni unutursanız biliniz ki o gün ben ölürüm.
eyiniz. Ben zaten sizden
hatırlamanızdır sultanım. Kimselere nazar etm
ağırlığıyla. Ne olur bu
uzak olmakla perişanım. Yanmışım bu derdin
kulunuzu daha fazla yakmayın.
yenizde yaptırmakta
Ah benim canımın parçası devletli sultanım, sa
niz. Vallahi o kadar
olduğum hamam konusunda emirler göndermişsi
paramı bu işe harcadım.
sevimdim ki, bilemezsiniz. Ancak elimdeki tüm
muradım bu işin
Kendime ait harçlık bile kalmadı. Fakat tek
tamamlanmasıdır.
18
erdir. Sizin eteğinizi
Bundan başka çocuklarınızı sorarsanız, çok iyil
i rahatsızlık da iyileşti
öpmeyi dilerler. Cihangir oğlunuzun omuzundak
İnşallah sultanımın
çok şükür. Yine de dualarınızı eksik etmeyiniz.
r. Bunun dışında tüm
kılıcı daima galip gelir ve düşmanlarını kahrede
kullarınız size selam ederler sultanım.
19
Bir Grup Üniversitelinin
Kendini Keşfetme Serüveni
Gizem Muratoğlu/ Toplumsal ve Siyasal Bilimler 4. Sınıf Öğrencisi
Toplumsal Duyarlılık Projeleri bünyesinde 2004 yılından beri gerçekleştirilen yazın ve kışın düzenlenen Kendini Keşfet projeleri, üniversitenin ‹stanbul ve çevresindeki çalışmalarının yanı sıra, Türkiye’nin
farklı illerindeki çocuklarla üniversite öğrencilerini bir araya getiren
ve tüm üniversite öğrencilerinin katılımına açık bir projedir. Bu zamana kadar daha mekanik ve matematiksel verilerle projelerin ne
denli ilerlediği ve gidilen bölge insanlarına ne gibi yararlar sağladığı
anlatılırken aslında oyunun bir diğer temel karakterlerinin, proje elemanlarının hikayeleri arkadaş sohbetleri arasında sıkışıp kaldı. Zaman zaman üzücü, zaman zaman kahkahalara boğacak kadar eğlenceli anılar olarak hafızalarının bir köşesinde kaldı. ‹şte bu sebeple,
SUdergi’nin bu sayısında; projelerin, farklı oyuncularının anılarından
bahsetmek ve Kendini Keşfet’e biraz daha farklı bir perspektiften bakmak istedik. Onların ağzından dinleyeceğiniz anılar, proje elemanlarının birebir başından geçen olayların derlenmesiyle hazırlanmıştır.
Adı üstünde, hikayeler bir grup gencin kendini keşfetme serüveninden başka birşey değildir.
Düğünümüz var
Sena Balkaya/ Kültürel Çalışmalar 2009 Mezunu
Benim CIP’le tanışıklığım tabii ki her Sabancı Üniversitesi öğrencisi gibi okula girdiğim ve ilk sene aldığım
CIP101 dersiyle başladı. Dönem içindeki projemden çok
keyif almıştım ve bunun üzerine yazın yapılan Kendini
Keşfet Projesine de dahil olmak istedim. Kültürel Çalışmalar programında okuyacaktım ve bu denli bir deneyimin de aslında vizyonumu da çok genişleteceğini
düşündüm. Bunun üzerine 2005 yılının yazında Van’a
gittim. Ekip olarak birbirini çok iyi tamamlayan kişilerden oluşuyorduk, belki de hepimizin beraberinde getirdiği heyecan ve istek sayesinde proje daha da keyifli bir
hal aldı. Bir çoğumuz farklı bölümlerde okuyorduk ama
iki kutsal ve ortak doğrultumuz vardı. Birincisi çocuklarla yaptığımız projemiz, ikincisi de yöresel halk oyunlarını öğrenmekti.
Nereden, nasıl çıktı çok da hatırlamasam da bölgedeki
yerel halk oyunlarını usulüne uygun atılan adımlarıyla
öğrenmek ve alnımızın akıyla oynamak iki numaralı kutsal hedefimiz halini almıştı, projenin üçüncü gününde.
Bunu nedeni belki halk oyunlarının insanları nasıl birbirine bağladıklarını görmemizdi. Ne yöresel yemekleri
pişirmeyi bilmek ne oranın ağızıyla konuşabilmek, ne
de orada ikamet ediyor olma durumu… Yörenin halk
oyunu bilmek kişiyi kısa vadede bölgedeki insanlarla
kaynaştırabilecek kadar güçlü bir araçtı. Bu uğurda her
gün proje saatlerinden sonra çalışmaya başladık hatta işi daha da büyüterek bir hocadan bizi çalıştırmasını
rica ettik. ‹ki haftanın sonunda her birimiz şemmamme,
üç ayak gibi halk oyunlarından en az bir tanesini öğrenmiştik. Bu öğrenme heyecanımızı herkesle paylaşmak
ve mutluluğumuzu çoğaltmak adına projenin sonunda,
projedeki çocukların, ailelerin ve bize yardım eden okul
görevlilerinin de davet edildiği kocaman yöresel bir
düğün hazırladık, okulun yanındaki parkın basketbol
sahasında. Gelin ve damadı proje arkadaşlarımızdan
seçmekle başlayarak hepimiz usulüne uygun olarak giyinip, düğün
eğlencesini ve gereklerini
Van’ın gelenek ve göreneklerine göre yaptık. ‹şin sonunda belki düğün sahteydi
ama o akşamki eğlencemiz ,
gelin ve damat şerefine bizim
tarafımızndan oynanan halk
oyunları tamamıyla gerçekti.
Ben dahil bütün proje arkadaşlarım için de unutulamayacak bir eğlence ve
deneyim olmuştu.
Kendini Keşfetmek ya da Keşfetmemek;
İşte Bütün Mesele Bu !
Selin Dönmez /
Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi 2. Sınıf Öğrencisi
CIP’ın Kendini Keşfet Projelerini çok yakından takip
ediyordum. Giden arkadaşlarımdan da bir sürü hatıra
dinlemiştim. Kendini Keşfet’in Muş’a gideceğini gördüğüm an başvurdum. Çünkü Muş hakkında neredeyse
hiç bilgim yoktu; sözleri hala tam olarak netleşememiş
bir türkü dışında. Bu yüzden hem Muş’la hem de oradaki çocuklarla yakından tanışmak için sabırsızlanıyordum.
2011 Kendini Keşfet’le Muş’a giden ben; Kendine
Keşfet’in belirli bir okula gidip, orada öğrencilerle eğitici- öğretici dramalar, oyunlar, yaşanılan iki haftalık bir
maceradan çok daha fazlası olduğunu gidince anladım.
Okula gittiğimiz ilk gün, belirli bir okulla beraber bir şeyler yapmaktansa beş tane okulun bir arada bir şeyler
yapacağını duyunca çok sevinmiştim, hem de beraber
olduğumuz saat sayısı fazla olduğu için çok fazla çocukla tanışabilecektim. Sabah okul bahçesinde yankılanan
‘Miço nerden geliyorsun?’ devamında ‘viyoviyoviyola’
sesleriyle devam ediyordu. Beraber çalıştığımız çocuklarla geçirdiğimiz vakit, yaptığımız sohbetler, konulara
bakış açıları ve en önemlisi inanılmaz soruları; benim
onlara, ama en önemlisi onların da bana vereceği çok
fazla şey olduğunun farkına vardırttı. Belki de en önemli
dönüm noktası benim için bunu fark ettiğim andır. Onlarla yaptığım projelerde, projelere hazırlanırken edindiğim bakış açısı bir başkaydı; anca deneyimle olurdu.
20
Gece geç saatlere kadar yapılan tartışmalar, ‘şöyle
yaparsak böyle olur, aldığımız tepki buna göre değişir’
cümlelerinin havada uçuştuğu diyaloglar, hazırlanan
sunumlar… Bunların hepsinin yeri bende o kadar ayrı
oldu. Gün geçtikçe kendimdeki değişimi gördükçe daha
çok sevindim; hem böyle bir projenin sadece ‹stanbul
içinde olan okullarda yapılmanın ötesine taşınabileceğini gördüm, bir sürü güzel insanla tanıştım; onlarla
beraber proje yaptım, konuştum, tartıştım. Son gün yani
Güneş Günü’nün olduğu gün, hiç birimiz gitmek istemiyorduk, iki hafta geçirmiştik hep beraber ve giderken
çocuklardan kopamadık, bolca vakit geçirdik, konuştuk, biraz da ağlaştık. Ayrıca Muş’u gördüm, Muş’un
‘Burası Muş’tur, yolu yokuştur’ dizelerinden çok daha
fazlası olduğunu gördüm. Bu türkünün sözlerinin Muş
olduğundan hala emin olunamadıysa da Muş halkı bu
şarkıyı oldukça benimsemiş; çünkü Muş’un sosyal yaşamı genellikle bir yokuş üzerindeki park, alışveriş merkezi gibi yerlerde hayat bulmuş. Biz Kendini Keşfet Muş
ekibininse o yokuş üzerinde öyle çok anıları var ki çık
çık bitmez. Beraber yediğimiz etler, simitler, yaptığımız
ve dışarıdan kimsenin anlayamayacağı espriler, daha
neler neler…
Bu proje benim hayatımda hiç unutamayacağım bir deneyime, yere sahip. Katılırken gerçekten en çok verimi
alacak şekilde vakti değerlendirmek çok önemli. Çocuklarla uygulanan bir projenin ötesinde insanın kendisini keşfetmesi. Kendini Keşfet Projeleri bir insanın
gerçekten ‘kendini keşfe’ çıkabilmesi için en güzel yolculuk. Bu yolculuktan ne kadar tat alınacağı ise yolcunun kendisine bırakılıyor. Ben bu yaz çıktığım bu güzel
yolculuktan çok keyif aldım, Kendini keşfetmek ya da
keşfetmemek; işte bütün mesele bu.
Mehmet Baki Deniz
Bilgisayar Bilimleri 2008 Mezunu
21
Sabancı Üniversitesi’ne 2003 yılında girdim, 2008 yılında mezun oldum. Okulda geçirdiğim bu beş yıl boyunca
CIP’in hem kış hem de yaz projelerinde yer aldım. Bana
sorarsanız en çok Kendini Keşfet projelerinde aldım hayata dair dersimi. Kampüs hayatının sunduğu o temiz
ve sorunsuz hayatın ötesinde, yaşayan, başkaları tarafından göğüslenmek durumunda kalan yaşamlara tanıklık ettim. Derslerde izletilen filmlerin, okutulan kitapların
çoğu kurgu sanal hayatlarının daha ötesinde gerçek karakterlerle tanıştım.
Kendini Keşfet projesi için ilk olarak Diyarbakır’a gittim.
Sadece on dokuz yaşındaydım ve bu tarz bir projeye
dair hiçbir tecrübem yoktu. Çalıştığımız çocuklar, hiç
çekince duymadan ayağımın dibinde çatapat patlatan
ama dördüncü günün sonunda hafif tehtidkar ses tonuma rağmen, yaptığımız çalışmalardan bir hayli memnun
kalan çocuklardı. Ben dördüncü ve yedinci sınıfa giden
iki farklı çocuk grubuyla çalışan ekipteydim. Dördüncü
sınıflarda, sokakta mendil sattığı için arkadaşları tarafından dışlanan ve aşağılanan bir kız çocuğu vardı. ‹smini
şimdilerde hatırlayamasam da o günkü hal ve kendini
korumacı tavrı hala dün gibi gözümün önünde, capcanlı
durur… Bu projeden dört sene sonra Mardin projesine
dahil oldum. Daha önce Diyarbakır projesindeki deneyimlerim olacak olanlara ve çocuklara bir nebze daha
hazırlıklıydım. ‹ki hafta sürecek olan Mardin projesinin
tek hafta sonunda yakın çevre gezisi yapmak amacıyla
Diyarbakır’a gittik. Şehrin tarihi yerlerini, dar sokaklarını, eski mahallelerini gezerken bir taraftan da peşi sıramızda gezen ve bize mendil satmaya çalışan çocuklarla
sohbet ediyorduk. Sonra çocuklardan bir tanesi uzunca
bir süre yüzüme baktı ve ‘’siz bizim öğretmenimizdiniz’’
dedi… Olağanca heyecanıyla bunları söyleyen, dört yıl
önceki hırçın kız çocuğundan başkası değildi. Onunla
beraber etraftan o yıl benim sınıfımda yer almış iki çocuk
daha geldi. Kimisi sattığı kalemi, kimisi sakızı ikram etti
ama en çok o kız mutluydu beni gördüğüne. “Hatırlıyor
musun neler yapmıştık.” diye sorduğumda, sadece “Resim yapmıştık.” dedi bir de “Bizi çok seviyordunuz…”
Biraz bozuldum biraz da mutlu oldum. Eğitsel drama,
sözel beceriler, vatandaşlık hakları eğitimi... Hiç birisini hatırlamadı ve sadece kuru bir ‘’resim’’ dedi. Sonrasında da çokça düşündüm bu karşılaşmayı ve cevabı.
Diyarbakır projesine Dicle Üniversitesi’nden katılan bir
arkadaşın kendi tabiriyle söylediği gibi bu çocuklar biz
gittikten sonra kendi "vahşi" ortamlarında tek başlarına
kalıyorlardı. O tüm inançlı şekilde söylediğimiz kendimizi
keşfediyoruz, onları güçlendiriyoruz, çocuklara farklı bir
dünya olanağını gösteriyoruz laflarımızın yanında değişmeyen tek gerçek o hırçın kızın hala sokakta mendil
satmak zorunda oluşuydu... Biz gittik ve tanıdık. Biraz
sevgi ve ilgi gösterdik, biraz da resim yaptık.. Hepsi buydu, ama bu çocuklar yaşadıkları şehirlerinin, ailelerinin
toplumsal ve yapısal sorunlarıyla baş başaydılar... Şimdilerde zaman zaman her ne kadar eleştirsem de aslında üniversite sonrası hayatımda sosyalleşmemi bir hayli
etkileyen önemli çalışmalardı bu projeler. Ne derslerden
ne de okulun muhteşem bilgi kaynaklarından öğrenilecek bir tecrübeydi… Bu ve buna benzer karşılaşmalar
ve CIP projelerinin içinde yer almak üniversite hayatımda yaptığım güzel işlerden biriydi.
Halil İbrahim Sofrası
Seren Naz Gündoğdu / Yönetim 2011 Mezunu
Neredeyse üniversite hazırlık sınıfından beri CIP’in
dönemdeki projelerinin dört yıldır müdavimi olduğumu
sanırdım. Süpervizörlük ve CIP’in bütün ekstra görevlerinin hakkıyla üstesinden geldiğimi düşünürdüm, ta ki
Antakya 2010 Kendini Keşfet projesine dahil olana kadar. Suriye sınırına en yakın üçüncü köy olan Oymaklı
Köyü’nde yirmi iki kişi çalıştık. Sağı solu zeytin ağaçlarıyla çevrili, Antakya merkeze bir saat uzaklıkta olan iki
katlı, küçük bir köy okulunda proje yaptık. CIP’te yaptığım en verimli projeydi diyebilirim. Dönem arası olması
dolayısıyla yalnızca sekiz gün çalışabildik fakat çok açık
görüşlü olan halkın, öğrenci ailelerin yardımları ve birinci sınıftan sekizinci sınıfa kadar olan çocukların projeye
dahil olmasıyla çok yüksek oranda katılımın sağlandığı
bir proje gerçekleştirdik.
Buraya kadar aslında çok da farklı gözlemlerim olmadı,
bir Kendini Keşfet için her şey çok çok iyi gitti. Okulun
müdürü köyün, hatta neredeyse bütün ilçenin olanaklarını bizim için seferber etmişti. Projeye başlamadan
önce, okulu ve köyü görmeye gittik. Köyde çok içten
ve sıcak karşılanmıştık. Okulun müdürü bizi orada yaşayan insanlarla tanıştırdı. Aslında bu yemyeşil, Doğu
Akdeniz’deki güzel köye çok çabuk alıştık. ‹nsanları o
kadar misafirperver ve sıcakkanlılardı ki, gün içinde ziyarete gittiğimiz her evde neredeyse bizim için tam tekmil sofralar kuruluyordu. Asıl işin ilginç kısmı, bu kadar
hazırlığın ve azığın hazırlanıp kısa sürede kral sofraları
gibi bereketle önümüze serilmesiydi. Sonuçta biz de
sayı olarak hiç de azımsanacak bir grup insan değildik
ve ortaya koydukları, bizim için hazırladıkları yiyecekler
ev halkının en az iki haftalık kış erzağıydı. Aynı şekilde projelerin son günü okul müdürü bizi kendi evinde
akşam yemeğine davet etti. Bizler daha önceki ziyaretlerimizden aslında bize nasıl mükemmel sofralar kurup,
bizi ne denli güzel ağırlayacaklarını biliyorduk fakat ben
kendi adıma içten içe çekince duyuyordum hem de inanılmaz keyif alıyordum çünkü başta da söylediğim gibi
sayıca çok fazla bir ekiptik. Çok güzel bir akşam geçirdik. Öyle ki aile olarak yalnızca bizi doyurmayı değil aynı
zamanda eğlendirmeyi de amaç edinmişlerdi sanki. Bir
salonda güzel sohbetler edilirken, diğer bir salonda evin
kadınları projedeki kızlar için şarkılar çalıp, bizlerle birlikte türküler söylüyordı. Ev tam bir şenlik havasındaydı.
Her şey tam anlamıyla mükemmeldi. Dönüp baktığımda,
projenin sonunda grup arkadaşlarım neler öğrendiler
bilmiyorum ama ben hiç unutamayacağım on gün geçirdim.
22
23
Sıla Çallı / Ekonomi 2005 Mezunu
Ben ekonomi bölümünde okuyordum o zamanlar ama
CIP ve projelerin bir hayli içindeydim zira süpervizörlük
yapıyordum. Her CIP arısı gibi projelerim, hiç kaçırmadığım toplantılarım ve CIP aktivitelerim vardı. Bir kere her
şeyden önce çok eğlenceli bir CIP ailesiydik ve birlikte
güzel işler yapıyorduk. Bu güzel işler neden daha fazla sürmesin, mutluluğum katlanarak artmasın diyerek
Kendini Keşfet Diyarbakır projesine koştum okuldaki
yılımın ikinci yazında.
‹stanbul Haydarpaşa Garı’ndan bir grup kanı deli deli
akan arkadaşla birlikte Diyarbakır’a gitmek üzere yola
çıktık. Trenin zaten aheste gidiyor olmasıyla beraber
o dönem nedenini şimdi hatırlayamadığım grev sebebiyle Ankara’ya bile ancak sekiz saatte varabilmiştik.
Ankara’dan ekibe taze kan katarak devam ettiğimiz Diyarbakır yolculuğumuz tam otuz iki saat sürmüş, hepimiz hareketsizlikten ve yorgunluktan bitap düşmüştük.
Dediğim gibi yolculuk çok uzun sürmüştü ama ben üç
yıldır evli olduğum Yiğit Çallı’yı ve yakın dostum dediğim
Zeynep Bahar’ı daha Kendini Keşfet yolculuğumun en
başında keşfetmiştim.
Yiğit'le aynı programda okumamıza rağmen yalnızca
CIP toplantılarında karşılaşmamız, Kendini Keşfet projesinin tren yolcuğuluğunun mavi koltuklarında tanışmış
olsak da bizi birbirimize biraz daha yaklaştıran olay, ka-
fama Diyarbakır Atatürk Köşkü’nde yaslandığım camın
şangırdayarak geçmesi durumudur. Yorgunluktan bitik
halde olduğum ve şehri tanıyalım gezimiz sırasında iki
dakika dinlenmek üzere yere oturdum. Sırtımı da arkamda duran cama dayamak istedim. Cama dokunmamdan
iki üç saniye sonra cam olağanca heybeytiyle şangırdayarak tuzla buz oldu. Herkes hayretler içinde koca çiftcamın nasıl parçalandığına bakarken, bir yandan şans
eseri, bana hiçbir şey olmamıştı. Fakat böyle düşünürken, akşama doğru bir gözüm şişmeye başladı ve gece
tamamiyle kapandı. Gece kimseyi uyandırmadan Diyarbakır sokaklarında bir hastahane buldum. Gözüm biraz
kötü olduğu için ertesi gün öğlenden sonraki derslerime
gidecektim. Benim akşam hastahaneye gittiğimi duyan
Yiğit yanıma gelip benimle bir hayli ilgilenmişti. Kısacası
biz projenin sonunda çok iyi iki arkadaş oluvermiştik. O
zamanlar ne yollarımız ne hayallerimiz birdi, sadece iyi
birer arkadaştık birbirimiz için.
Aslında güzel olan şu ki, ilişkimizin temelini güzel bir arkadaşlığın üzerine atarak başladık. Beraber güzel vakit
geçiriyorduk. Hepsi buydu. Projeden döndükten aşağı
yukarı altı ay sonra CIPci arkadaşlar olarak katıldığımız
geleneksel fasıllardan birinde Yiğit’in bana ‘‘Her şey bir
tren yolculuğunda/ Birbirine bakan o mavi koltuklarda
başladı.’’dizeleriyle başlayan şiiri okumasıyla başladı.
Aslında başta da dediğim gibi bu kendini keşfet bana
hayatımın en özel insanını keşfettirdi.
“Geriye Baktıklarında Neler Görüyorlar”
Sabancı Üniversitesi ‹nsan Kaynakları
Leyla Özcivelek Durlu, Sabancı Üniversitesi Sanat ve Sosyal Bilimler Fakültesi'nde,
11 yıl boyunca Görsel ‹letişim Tasarımı dersleri verdi. SU'da bulunduğu bu süre
içerisinde, aynı zamanda GrafikaSU tasarım atölyesinin kurulmasına katkıda
bulundu ve Üniversitemizin iletişiminde kullanılanılmak üzere üretilen çalışmaları
hem tasarladı hem koordine etti. SUdergi ekibi ve okuyucusu için Leyla Durlu'yu bu
kadar özel yapan ise, SUdergi'nin ilk 8 sayısının tasarımının kendisinin elindenden
çıkmış olmasıdır. Şimdi neler mi yapıyor?
SÜ’nün ilk yıllarından beri buradaydınız. SÜ’de çalışmaya başlamanız nasıl oldu? Bize biraz ilk günlerden
bahsedebilir misiniz?
Yıl 1998, Temmuz ayı ve 7 aylık hamileyim, ‹stanbul’a
yeni taşınmışım. Sevgili Erdağ Aksel’le Karaköy Liman
Lokantası’nda öğle yemeği için buluştuk. O zamanlar
kampüs yapılanmakta, dolayısıyla Karaköy’deki iletişim merkezi buluşma noktası. Sabancı Üniversitesi’nin
yeni yapılanmakta olan Görsel ‹letişim Tasarımı
Programı’ndan konuştuk. Daha önce Erdağ ile 10 yıllık
bir çalışma birikimimiz olmuştu, Bilkent’te, onun bölüm
başkanlığında Grafik Tasarım Bölümü’nde birlikte bölüm için çalışmış, dersler vermiştik. Orada yakaladığımız
karşılıklı güven beni koşa koşa Sabancı’ya getirdi. ‹yi de
yapmışım.
Daha önceki çalışma hayatınızla SÜ’yü karşılaştırdığınızda gördüğünüz farklar nelerdi, bahsedebilir misiniz?
Daha önce de bir bölümün sıfırdan kurulma aşamasında
bulunmuştum, bu anlamda SÜ’deki ilk yıllarım benzerlik
gösteriyordu; ancak mekanizma farklıydı, bu açıdan zorlandım diyebilirim. SÜ’de bölüm başkanlığı olmamasını
önceleri garipsedim, zaman zaman eksikliğini çok hissettim. Ancak sonradan farkettim ki, SÜ’de çok önemsediğimiz disiplinlerarasılık aslında buradan, bu yapıyla
başlamış.
Burada birçok kişiyle çok anınız olduğunu tahmin ediyoruz. Bize sizi etkileyen birkaçından bahsedebilir misiniz?
SUdergi’nin ilk sayılarından birini hazırlıyoruz. Kapağa
sevgili köpeğimiz Defne’nin fotoğrafını koymamız gerekiyor. GrafikaSU’daki çalışma arkadaşım Hande Akyü-
25
rek ile birlikte elimize fotoğraf makinamızı alıp mühendislik binasının yolunu tuttuk çünkü biliyoruz ki Defne o
binanın önünde, yemekhane çıkışı yemek verecekleri
bekliyor. Defne, sevecen görünse de, aslında bu özellik
siz yemeği verene kadar, verdikten sonra artık yabancısınız. Biz Hande ile Defne’nin yanına gittik ama o bizim
gelişimizden hoşlanmadı (elimizde yiyecek yerine bir de
makina var) ve açık olan kapıdan hızla girip mühendisliğin koridorlarında ilerleyerek ortadan kayboldu. Bina
içinde başladı bir hırsız-polis takibi ve sonunda onu bir
koridorda, kuytu bir duvarın önünde yatarken bulduk.
Bizi görür görmez tekrar fırladı, aşağıya bu sefer tekrar
dışarıya çıktı. Peşinden geldiğimizi görüp bu sefer mühendisliğin diğer kapısından tekrar içeri daldı. Biz artık
nefes nefese kaldığımız için pes ettik ve nasılsa bizi yine
atlatacak deyip ofisimize geri döndük. O sayıda yanlış
hatırlamıyorsam sevgili Özgür’ün çektiği bir Defne fotoğrafı kullandık.
Bugünlerde düşündüğünüzde, Üniversite’deyken yaptığınız işler arasında sizi en mutlu eden nedir?
Tabii ki ders vermek. Öğrencilerimle girdiğim her sene
başındaki o ilk dersin heyecanı, her proje tesliminde
‘acaba ne işler çıktı?’ diyerek, belki benim onlardan
daha fazla heyecanlanmam, mezuniyet sonrası aldığım
güzel kariyer haberleri... Hala öğrencilerimle haberleşiyor, onların kariyerlerini takip ediyorum. Çok seneler
öncesinden, en eski öğrencilerden, öyle mesajlar alıyorum ki sanırım mesleki başka hiçbir şey insana bu kadar
keyif vermez.
Emeklilik sonrası da çalışmaya devam ediyorsunuz.
Yeni hayatınız nasıl geçiyor? Geleceğe yönelik planlarınız nelerdir?
Emeklilik sonrası hiç bir planım yokken şimdi ortağı olduğum cafe fikri spontan bir şekilde ortaya çıktı. ‹stan-
bul’daki yaşamımda hep denizden uzakta yaşadım tesadüfen. Şimdi ise Kandilli’deyim ve bana göre çok hoş bir
ortam yarattık. Eskiden çocuk kitabı resimlerdim, şimdi
pastaları tasarlıyor ve resimliyorum, çok büyük keyif alıyorum. Tasarım süreci devam ediyor.
Kampüste yaşarken bir çok kişiyle çalışmanız gerekiyordu. Şimdi de, yine insanlarla çok vakit geçirdiğiniz
bir iş yapıyorsunuz. Kafe işletmek ve Üniversite’deki
işinizin benzer yönleri var. Ancak Üniversite’de olmayı özlediğiniz zamanlar oluyor mu? Bunlar hangi anlar
oluyor?
Ben erken denebilecek yaşta emekliliği seçtim; çünkü
yola erken başladım ve hiç ara vermedim. Sanırım bir
yerde bir değişiklik istiyor insan, ben de o safhaya gelmiştim. Seçimimi çok düşünerek ve çok isteyerek yaptım, dolayısıyla üniversitede olmayı özlemiyorum ama
dostlarımı ve öğrencilerimi özlüyorum.
Çalışırken nelere daha çok vakit ayırabilmeyi istiyordunuz. Şimdi hangilerini gerçekleştirebiliyorsunuz?
Çocuğunuz varsa, onunla yeterince ilgilenseniz bile, içinizde hep bir kuşku, hep bir acaba kalır. Üniversite’den
ayrıldığım zaman kızım Ayşe buna çok sevindi çünkü
her gün okul dönüşü, her zaman istediği gibi, onu kapıda karşılayabiliyordum. Birkaç ay sürdü bu mutluluk,
şimdi eskisinden daha geç geliyorum ama o da büyüdü
ve yaptığım işi ne kadar severek yaptığımı gördüğü için
halinden memnun.
Lale Durlu'yu görmek isterseniz:
Cafe Kandilli
‹skele Cad., No.3 Kandilli-Üsküdar/‹stanbul
(Kandilli vapur iskelesi karısında, sahilyolu üzerinde)
Tel: 0216 308 3333 / http://kandillicafe.tumblr.com
Bir ERG Klasiği:
Eğitimde İyi Örnekler Konferansı
Nesrin Balkan / Pazarlama ve Kurumsal ‹letişim
‹ÖK açılıında yeni koordinatör Batuhan Aydagül, MEB Eski Bakanı Nimet Çubukçu,
ERG eski koordinatörü Neyyir Berktay, ERG direktörü Üstün Ergüder
Çalışmalarını “Herkes ‹çin Kaliteli Eğitim” amacıyla
2003 yılından bu yana sürdüren Eğitim Reformu Girişimi (ERG), faaliyete başladıktan kısa bir süre sonra 2004
yılından itibaren “Eğitimde ‹yi Örnekler Konferans”larını
(‹ÖK) yapmaya başladı. ERG Direktörü Prof. Dr. Üstün
Ergüder’in pozitif kişiliğinden izler taşıyan bu konferanslar, memleketin dört bir yanından öğretmenlerin, eğitimcilerin öğrencilerine daha iyi eğitim verebilmek için
gerçekleştirdikleri özgün eğitim projelerinin sergilendiği
adeta bir eğitim panayırı şeklinde gerçekleştiriliyor.
2011’de rekor başvuru
Nisan ayında sekizincisi gerçekleştirilen konferans bu
yıl tarihinin en yüksek başvuru sayısına ulaştı. 2004 yılında 240 proje başvurusuyla başlayan ‹ÖK’na, 2011’de 59
ilden, çeşitli okul, üniversite, kamu kuruluşu, sivil toplum kuruluşu ve özel kuruluşlardan toplam 1097 başvuru
yapıldı. Bu şimdiye kadar gerçekleştirilen tüm ‹ÖK’ler
arasında en yüksek başvuru sayısı oldu. Bu başvurular
arasından 69’u sözlü, 40’ı poster olarak sunulmak üzere
toplam 109 iyi örnek jüri tarafından seçildi.
Başından beri Sabancı Üniversitesi Yerleşkesi’nde gerçekleştirilen ‹ÖK’larına katılanların sayısı yıllar geçtikçe
artarak bu yıl bir günde katılımcı sayısı 1200’e ulaştı. Bu
kadar kalabalıkların katıldığı bu organizasyonun ardında
ERG’nin iki elin parmaklarını geçmeyecek sayıdaki genç
ve dinamik kadrosunun yoğun emeği var. Konferans
tarihi yaklaştıkça ve konferans sırasında bu kadroya
Sabancı Üniversitesi öğrencilerinden oluşan gönüllüler
ekleniyor. Ortalık cıvıl cıvıl şen şakrak koşuşturan gençlerle rengarenk şenleniyor. ‹zlenmeye değer çok güzel
görüntüler ortaya çıkıyor.
Rekor başvurunun olduğu 2011 ‹ÖK’nda bir başka ilk
daha yaşandı. Konferansın açılışına o tarihteki Milli Eğitim Bakanı Nimet Çubukçu da katıldı.
Eğitimde ‹ÖK’na katılanlar arasına karışıp harıl harıl çalışanlara mikrofonumuzu uzatıp izlenimlerini, duygu ve
düşüncelerini almaya çalıştık.
Isparta Gülkent Anadolu Lisesi’nden
“Etkileşimli Öğrenci Dergisi - Laf Ebesi”
Isparta Gülkent Anadolu Lisesi Etkileimli Ö¤renci Dergisi, yani Laf Ebesi ile ilgili ö¤retmen Boray Biçer’den
proje ile ilgili bilgi alıyoruz.
BORAY B‹ÇER-Isparta Gülkent Anadolu Lisesi edebiyat
öğretmeniyim. Laf Ebesi, bizim bir etkileşimli yazıyı yayımlama ortamı olarak sunduğumuz bir proje. Bu projeyle amacımız orta öğretim düzeyindeki öğrencilerimizin
yazı etkinliklerini kalıcı hale getirmek, bunu çok geniş
planda ayrıntılı bir kitleyle buluşturmak. Daha sonra
yeni bildirimler alarak bu yazıların anlamını çoğaltma
gibi amaçlarla yola çıktık. Bir internet sitesi yaptık. Çalışmamız olgunlaşmaya başladı, bir deneme sürümüydü, ama şu anda rahatlıkla söyleyebilirim ki alanında bir
ilki yaptık. Benzer dergi çalışmaları var ama, basılı yayın
olarak var.
Lafebesi bir lisenin internette çıkardığı ilk dergi mi
oluyor?
BORAY B‹ÇER-‹lk olmasa da düzenli yayımlanan, düzenli geri bildirimler alan ilk dergi olduğunu söyleyebilirim.
‹ÖK’na ilk kez katılıyorsunuz, izlenimlerinizi paylaşır
mısınız?
BORAY B‹ÇER-Biz burada inanılmaz derecede güzel
arkadaşlıklar kurulabileceğini gördük. Aynı zamanda
projelerin paylaşılarak her bir projenin çoğaltılabileceğini de gördük. Güzel geri bildirimler aldık projemizle
ilgili, güzel iletişimler kurduk. Sanırım kendi projemize
de, başka projelere de katkıda bulunarak ya da katkı
isteyerek bunları ileri götürmekte Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansı’nın payı olağanüstü. Bence her yıl tekrarlanmalı. Biz de bundan sonraki yıllarda gerek Laf
Ebesi’nin geliştirilmiş biçimiyle, gerekse yeni projelerle
başvurmaya devam edeceğiz.
Çok güzel. Okulunuzda, iliniz Isparta’da ‹ÖK benzeri
çalışmalar düşünüyor musunuz?
BORAY B‹ÇER-Bir isteğimiz de, Isparta’da yerel çalıştay
yapılmamış bugüne kadar, yerel çalıştay yapma niyetimiz var. Hatta Balıkesir örneğinde olduğu gibi, bugün de
Üstün Ergüder Hocamın söylediği gibi, gittikçe ERG’den
bağımsız kendi ‹ÖK’nı ya da en azından sempozyumunu
üreten bir il olma yolunda gitmek istiyoruz. Hedefimiz
büyük. Biz sadece bu çalışmayı üretecek ortak arıyoruz
kendimize. Eğitimciler bize destek oldukları sürece biz
de onlara destek olmaya devam edeceğiz. Bütün yapmak istediğimiz öğrencilerimizin daha iyi kendilerini ifade etmelerini sağlamaya çalışmak.
27
Peki, şimdi Isparta Gülkent Anadolu Lisesi Etkileşimli Öğrenci Dergisi muhabirlerinden, ‘laf ebelerinden’
Gözde Simge Salman.
GÖZDE S‹MGE SALMAN-11. sınıftayım. Sonuçta çok
değişik bir proje oldu bizim için de, hani ilk defa böyle bir
şey yaşıyoruz, çok güzel bir ortam. Yazıyoruz, okuyoruz,
bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Destek de bekliyoruz.
Böyle bir yerde olduğumuz için de çok gurur duyuyoruz.
Böyle bir konferansta olabilmek bizim için gerçekten
çok gurur verici bir şey. Devamı gelir diye umuyoruz.
Peki, diğer laf ebesi ‹mge Kılınç. ‹mge, kaçıncı sınıf
öğrencisisin?
‹MGE KILINÇ-Ben de 11. sınıf öğrencisiyim.
Laf Ebesi adını kim buldu?
‹MGE KILINÇ-Laf Ebesi adını, Boray Hocamız buldu.
Birden aklına geldi, Laf Ebesi olsun dedi ve oldu. Çok
da güzel oldu bence, çok da yakıştı. Ben de Gözde gibi
çok mutluyum, bu çalışmanın bize kazandırdığı çok şey
var. Öncelikle özgüven kazanıyoruz. Bir çok insan bizim
yazılarımızı okuyor, beğeniyor, yorum yapıyor. Bu bizim
için çok büyük bir şey çünkü, ilk defa yazılarımızı birçok
insan görüyor, değerlendirebiliyorlar, bu gerçekten çok
güzel bir şey. Hele böyle Türkiye çapında bir konferansta yer almak çok çok daha gurur verici bir şey.
Evet Laf Ebesi’ni Türkiye’nin dört bir yanındaki eğitimciler gördü, dolayısıyla Türkiye’nin dört bir yanındaki
öğrenciler de haberdar olacaklar bu vesileyle. Başka
ekleyeceğiniz bir şey var mı?
‹MGE KILINÇ-Boray Hocamıza teşekkür ediyoruz. Konferansı düzenleyen sizlere, Eğitim Reformu Girişimi’ne
her şey için teşekkür ediyoruz.
Isparta Gülkent Anadolu Lisesi, laf ebeleri ve ö¤retmenleri
Boray Biçer, ‹ÖK’na Isparta’nın mehur gül lokumlarından getirip herkese ikram ettiler, çok lezzetliydi.
İzmit İnkılap İlköğretim Okulu’ndan
sınıf öğretmeni Elif Vatansever
Elif Vatansever’le görüüyoruz. Elif Hanım’ı atölye
çalımasında yaptı¤ı çok güzel rengarenk kuklasıyla
çektik. imdi ondan ‹yi Örnekler Konferansına ilikin
görülerini alaca¤ız. Bir de, sabah katıldı¤ı kukla atölyesiyle ilgili izlenimlerini alaca¤ız.
Buyurun Elif Hanım.
EL‹F VATANSEVER-Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansı’nın
sekizincisine yetişebildiğim için üzgünüm. Üzgün olduğum kadar da çok mutluyum. ‹yi ki gelmişim, iyi ki bu
paylaşımlarda bulunmuşum. Çok farklı insanlarla, farklı
hayatlarla aynı sınıfın içerisinde hayatlarımızı özellikle
kuklalara yansıttığımızda çok güzel ürünler ortaya çıktı.
Öncelikle Sabancı Üniversitesi’ne bu paylaşımlarından
dolayı, bu olanaklarından dolayı çok teşekkür ediyorum.
Böyle paylaşımlara çok daha ihtiyacımız var. Ben ‹zmit
‹nkılap ‹lköğretim Okulu’nda çalışıyorum, devlet okulu,
‹zmit merkezde bir okul. Merkezde olmasının yanı sıra,
tabii ki dezavantajlı öğrencilerimizin yoğunlukta olduğu
bir okuldayız. Bugün katıldığım atölye çalışmasında da
bu konuda bir eğitime katıldım. Her geçen gün büyüyorum, her geçen gün yeni eğitimlerle çoğalıyorum, çok
teşekkür ediyorum sizlere.
Branşınız?
EL‹F VATANSEVER-Sınıf öğretmeniyim ve kariyer danışmanıyım ayrıca. Bahçeşehir Üniversitesi’nde kariyer
danışmanlığı eğitimi aldım, onunla ilgili çalışmalar da
yapıyorum. Öğretmen Akademisi Vakfındayım, bu vakıfla çalışmalarımız var.
Ne güzel. Peki, çok teekkürler, sa¤olun.
DARÜŞŞAFAKA Eğitim Kurumları
Bize kendinizi tanıtır mısınız?
Ben, Nafiz Can Önder, Darüşşafaka Eğitim Kurumları’nda
bu yıl 10. sınıf öğrencisiyim. ERG ile tanışmam, 5. sınıftaki Türkçe öğretmenim ve Meltem Hocam aracılığıyla
olmuştu, o zaman bir sunum eşliğinde gelmiştik buraya.
Ondan sonraki yıllarda burada okulda şiddet konulu bir
panel düzenlenmiş, ona da okulu temsilen katılmıştım.
‹ÖK’na yedi yıldır aralıksız bir şekilde katılıyorum. Her
yıl düzenlendiğinde bundan büyük bir keyif duyuyorum,
çünkü iyi örnekleri görmek, paylaşmak ve burada paylaştıklarımı daha sonra anlatabilme imkanı buluyorum.
Bu benim için büyük bir şans. Burada olduğum için mutluyum.
Evet Darüşşafakalı çocuklarımızla birlikteyiz: Fatma
Bozgüneş, Evren Başer, Rana Hilaldoğan, Ömer Acımaz, Ercan Tanrıkulu. 5 öğrenci Darüşşafaka’nın hazırlık sınıfı öğrencileri, okullarını tanıtmak için ‹ÖK’e
gelmişler. ‹lk defa mı geliyorsunuz?
Hayır, geçen yıllarda da geldik.
Peki söylemek istediğiniz bir şey var mı ‹ÖK ile ilgili,
okulunuzla ilgili?
Okulumuza ilkokul 3. sınıfı bitirip de 4. sınıfa geçen öğrencilerimizi bekliyoruz. Bildiğiniz gibi bazı kriterlerimiz
var, öğrencilerin eğitimli olması ve ailesinin öğrenciyi
okutamayacak kadar maddi durumunun yetersiz olması
lazım. Başarılı ama ailesinin maddi durumu iyi olmayan
bütün arkadaşlarımızı okulumuza bekliyoruz. Bu sizler
tarafından da duyurulursa çok memnun oluruz. Çünkü
maddi durumu yetersiz olan, babası hayatta olmayan ve
daha Darüşşafaka’yı tanımayan birçok öğrenci var, biz
onların Darüşşafaka’yı tanıyıp bu fırsattan yararlanmalarını istiyoruz.
ENKA Endüstri ve Meslek Lisesi
29
ENKA Endüstri ve Meslek Lisesi standındayız. Bize
okulunuzu tanıtır mısınız?
MET‹N BALKAN- Metin Balkan, Özel Enka Endüstri ve
Meslek Lisesi’nde makine öğretmeniyim. SBS puanı
veya not ortalaması yüksek olan öğrencilerimizi alıyoruz
ve yüzde 100 burslu olarak özel okul eğitimi veriyoruz.
Eğitim öğretim ücretsiz, servisi, yemeği ücretsiz. Aynı
zamanda yurt dışında staj eğitimi yapma imkanları da
var. Mesela ‹ngiltere’de yabancı dil eğitimi almak için
gönderiyoruz, bunlar ücretsiz. Okulumuzda makine bölümü, endüstri otomasyon bölümü var, bir de geçen yıl
açılan kimya bölümü var.
‹yi Örnek olarak seçilen projenizi anlatır mısınız?
MET‹N BALKAN-Değişik renklerden oluşan zeka küpünü bilirsiniz. Küpün her bir yüzünü elle çevirerek tek
renk yapmaya çalışırız. Projemizde öğrencilerimizin
geliştirdikleri yazılımla bir robotun bu renkleri bir araya
getirmesi sağlanabiliyor. Bu çalışmayı öğrencilerimiz
danışman öğretmenleri desteğiyle yaptı. ‹ÖK’de makine bölümü olarak öğrencilerimiz tarafından geliştirilen
projeleri sergiliyoruz. Standımızda tanıtılan projelerin
tamamı öğrencilerimize ait. Zeka küpü çalışmasının
yanı sıra çizgi izleyen robotlarımız var. Sumolarımız var.
Uzakdoğuda dev cüsseli güreşçiler tarafından yapılan
sumo güreşini makinelere yaptırtan bir çalışma da var.
“Meslek Lisesi, Memleket Meselesi’ Projesini gerçekleştiren Türkiye’deki ilk teknik okuluz. Öğrencilerimiz
arasında ailesinin maddi durumu kötü olan çocuklarımız
var. Bu çocuklarımızın iyi eğitim alıp kendilerini geliştirme imkanı veriyoruz. Ülkemize eğitimli, güzel insanlar
yetiştirilmesine katkımız oluyor. Ben de bundan ötürü
mesleğimi yaparken tabii ki çok mutlu oluyorum.
En şenlikli “İyi Örnek” Türkiye Vodafone Vakfı’ndan: “Social Inclusion Band” rock konseri
‹ÖK’nın sekizincisinin kapanışında müthiş bir rock konseri izledik. “Social Inclusion Band” adını taşıyan orkestra aralarında Pink Floyd’dan ‘The Wall’, Santana’dan
Black Magic Woman’ın da olduğu harika bir müzik ziyafeti çekti. Kapanış töreninin yapıldığı Sabancı Üniversitesi Gösteri Merkezi bu müzik eşliğinde eğitimcilerin,
öğrencilerin coşkulu danslarına şahit oldu.
Social Inclusion Band müzik grubu Türkiye Vodafone
Vakfı’nın UNDP ve Alternatif Yaşam Derneği işbirliğiyle 2008 yılında başlattığı Düşler Akademisi Projesi kapsamında oluşturulmuş. Düşler Akademisi müzik
atölyesinde eğitim alan engelli gençler ve profesyonel
müzisyenler grubun üyelerini oluşturuyor. Bu proje ile
engelli bireylerin sosyal dışlanmayı kırmalarına, aktif
ve üretken olmalarına destek olunması hedefleniyor.
Düşler Akademisi’nin öncelikli amacı, dezavantajlı vatandaşların sosyal yaşamda engelleri aşabilmeleri ve
yaşam kalitelerini ciddi ve kalıcı çözümlerle arttırılması.
Şimdiye kadar bu proje ile 620 gence ulaşılmış.
Eğitimde ‹yi Örnekler Konferansı Sabancı Üniversitesi’nin
katkılarıyla gerçekleştiriliyor. ERG, çalışmalarını Anne
Çocuk Eğitim Vakfı (AÇEV), Aydın Doğan Vakfı, Bahçeşehir Üniversitesi, Borusan Kocabıyık Vakfı, Enerji-Su,
ENKA Vakfı, Hedef Alliance, ‹stanbul Bilgi Üniversitesi,
Kadir Has Vakfı, Mehmet Zorlu Vakfı, MV Holding, Nafi
Güral Eğitim Vakfı, Sabancı Üniversitesi, The Marmara
Hotels&Residences, Tüm Özel Eğitim Kurumları Derneği, Türkiye Vodafone Vakfı, Vehbi Koç Vakfı ve Yapı
Merkezi desteği ile sürdürüyor.
Gözde Ünal ile
projeler ve ödüller üzerine…
Övünç Uzun / Sabancı Üniversitesi Elektronik Mühendisliği 2011 Mezunu
Sabancı Üniversitesi Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi öğretim üyelesi Gözde Ünal 2010 yılında TÜBA-Üstün Başarılı Genç Bilim ‹nsanı (GEBIP) ve
L’Oreal Yılın Genç Bilim Kadını ödülünü kazandı. Gözde Ünal’ın başarıları ve
geliştirdiği projeleri hakkında kendisi ile keyifli bir söyleşi yaptık.
Öncelikle üzerinde çalıştığınız araştırma projelerinden bahsedebilir misiniz?
Araştırmalarımızı genel olarak biyomedikal ve bilgisayarla görme alanında gerçekleştiriyoruz. Spesifik olarak
tıbbi görüntülerin hesaplanması ve matematiksel yöntemlerle analizi ve modellenmesi üzerinde çalışıyoruz.
Devam eden araştırma projelerimizden iki tanesinden kısaca bahsetmek gerekirse; beyin tümörlü hastaların
radyoterapiye girmeden önce ve tedavi sonrasında Manyetik Rezonans Görüntüleri (MRG) alınıyor. Bunlar üzerinde radyolog ve radyo-onkolog doktorlar teşhis, tedavi, planlama ve takip çalışmaları ve değerlendirmeleri
yapılıyor. Buradaki amaç, tasarladığımız ve geliştirdiğimiz bilgisayar algoritmalarıyla beyin tümörlerinin üç boyutlu (3-B) yapısını ve tümörün bileşenlerini MRG hacimlerinden bölütleyerek 3-B hesaplamaları ve görselleştirmeyi yapmak ve bu sayede tıpta teşhis, takip ve tedavi planlama süreçlerinin iyileştirilmesi öngörülüyor.
Ayrıca tümörün değişiminin matematiksel olarak modellenmesi üzerine çalışıyoruz. Bu projeyi Anadolu Sağlık
Merkezi'nden tıp doktorları ve fizikçiler ile birlikte yürütüyoruz. ‹kinci bir projemizde Münih Teknik Üniversitesi
ile birlikte yapılan, kalp görüntülerinden kalbi çevreleyen koroner damarların modellenmesi ve değişik tıbbi
görüntülerin füzyonu ile damar özelliklerinin yüksek çözünürlükte incelenebilmesi, aynı zamanda daralmalara
30
31
meye hazırlıklı olmalılardır. Aslında doktorayı nerede
yapacak olursanız olun aynı kurallar geçerlidir. ‹lk zamanlarda kültürel farklılıklarla karşılaşılsada bir süre
sonra üstesinden geliyorsunuz. Bence ABD’deki bilimsel çalışmalarda elde edilecek en önemli şeylerden birisi ciddi bir iş disiplini kazanmaktır.
ABD’deki ve Türkiye’deki üniversiteleri karşılaştıracak olursak, neleri daha iyi yapmamız gerekli?
yol açan plakların takibi konusundaki araştırmalarımızdır. Bu projedeki tıp partnerlerimiz Yeditepe Üniversite
Hastanesi’nden Kardiyoloji profesörü ve Münih’ten
Ludwig Maximillian Univ kardiyoloji doktorlarıdır. Her
iki proje de TÜBITAK desteklidir. ‹kinci projemiz ise TÜBITAK-Almanya BMBF ikili işbirliği kapsamında devam
ediyor.
TÜBA-Üstün Başarılı Genç Bilim ‹nsanı (GEBIP) 2010
ve L’Oreal Yılın Genç Bilim Kadını 2010 ödüllerini kazandınız… Bu ödülleri kazanmanızda neler etkili oldu?
‹novatif ve ilginç işler yapmak ve yaptığın işi sevmek,
uluslararası bilim camiasında aktif olmak, aynı zamanda okulda ve araştırma grubunda iyi bir diyalog içinde
güzel bir araştırma ortamı oluşmuş olması benim için
önemli etkenlerdi. Sabancı Üniversitesi’nde genç hocalara böyle bir ortam sağlanıyor.
Bilkent Üniversitesi’nde MS yaptıktan sonra Ph.D (doktora) yapmak için North Carolina State Üniversitesi’ne
gitmişsiniz? ABD’de Ph.D yapmak nasıl bir deneyimdi?
North Carolina State University (NCSU) Elektrik-Bilgisayar Mühendisliğinde doktoraya başladım. Gerçekten
bana çok katkıda bulunan bir deneyim oldu. Diğer arkadaşlarımız gibi yüksek lisansta araştırma yapmanın tadını almaya başlamış olarak ve bunun cazibesine kapılarak buna devam ettim. ABD’de dünyanın her yerinden
gelen hevesli, üretken hocaların ve öğrencilerin olduğu
bir araştırma ortamında doktora yapmak; benim için düşünmeye ve daha iyiyi yapmaya iten bir güç oluşturdu.
ABD’de Ph.D(doktora) yapacak öğrenciler nelere hazırlıklı olmalılar?
Bilimsel çıktılar açısından beklentiler yüksek olduğundan, üretken olmalı ve ciddi bir çalışma disiplinine gir-
Amerikalı insanlar, sevdikleri işi yapıyorlar ve bilimi seçenler ise gerçekten severek yapıyorlar. ABD’deki üniversitelerde çıktıya, üretkenliğe bağlı değerlendirme ve
yüksek rekabet vardır. Doktora/yüksek lisans öğrencileri arasında bunu gözlemleyebilirsiniz. Bu sebeple laboratuvarlarda sabahlara kadar çalışanlar vardır. Türkiye’deki üniversitelerde de böyle bir ortam olmalıdır. Her
alanda bilim insanları ile etkileşim arttırılmalıdır. Gençler bilime yönlendirilmeli, özellikle akademinin yanısıra
endüstride de bilim önemli bir yer tutmalı ve bu sayede
doktoralı bilim insanlarına istihdam sağlanmalıdır.
ABD’de Siemens’te araştırma görevlisi olarak çalışmışsınız. Bu nasıl bir deneyimdi?
Doktora ve post-doktoradan sonra Siemens Corporate
Research, Princeton, NJ’de dört sene araştırmacı bilim
insanı olarak çalıştım. Akademiden sonra bir araştırma
laboratuvarında endüstriyel/pratik bakış açısını yine bilimsel bir açıdan görebilmek çok farklı bir deneyim sağladı. Ama bana asıl katkıyı şu noktada yaptı: doktorada
bilgisayarla görme ve imge işleme konularında genel
problemler üzerinde çalışırken Siemens’deki tecrübem
sayesinde matematiksel birikimimi biyomedikal alanındaki problemlerin çözümlenmesinde kullanmayı benimsedim. Çoklu disiplinli çalışmalar bilimde çok önemli bir
yer tutmakta, ben de Siemens yıllarım ve sonrasında, tıp
doktoru, bilgisayar/elektronik mühendisi, matematikçi,
fizikçi vs. hepsiyle ortak bir “dilde” konuşabilmeyi, ve
ortak çalışmalar yapmayı sürdürdüm.
Birileri bizi gerçekten
izliyor, gözetliyor;
kim Mi?
MODAP Ekibi
Belki birçoğumuzun gözbebeği iphone telefonlarını
yapan Apple şirketi, belki sosyal paylaşım siteleri, belki de cep telefonu operatörleri.
Aslında bizi kimlerin izlediğinden
çok, buralara nasıl geldiğimiz,
mahremiyetimizin tümüyle kaybolması tehlikesinin nasıl oluştuğu, buna neyin sebebiyet verdiği
ve şu andaki durum gerçekten
çok mu kötü, yoksa daha da mı
kötü olacak soruları daha önemli. Bunun klasik sorumlusu olarak teknolojik gelişmeler, özellikle bilgisayar ve mobil iletişim
teknolojileri gösterilir. Bu büyük
oranda da doğrudur. Ancak teknolojik gelişmelerin önüne geçmek mümkün olmayacağından
bu tespiti yapmak pek de bir yaKees Stuurman
rar sağlamıyor.
Online toplanan veriler artıyor, beraberinde getirdiği
fayda ve risklerle birlikte. Kişisel hayatın mahremiyetinin kaybolması mı söz konusu?
Sahi Apple şirketi bunu niye yapıyor, yapıyorsa neden
gizliyor? Peki, neden bu kadar sonra ortaya çıkıyor?
Bundan birkaç hafta önce ortaya çıkan bir gerçek,
çoğumuzun sahip olmak için kuyruklarda beklediği iphone telefonlarının gizli bir şekilde, konumumuz
yani günün hangi saatinde neredeyiz konusunda bilgi
topladığı (teknolojik imkanlar müsait; o zaman bunları
toplayalım mantığından hareketle), bunları kayıt ettiği
ve senkronize edildiğinde bu bilgilerin bilgisayara aktarıldığı ortaya çıktı. Aslında bu bir tür skandal; hem de
hiç de öyle küçümsenecek ya da geçiştirilecek türden
değil. Sanki bu bir tür komplo teorisinin parçası!
Durum gerçekten çok vahim! Bunu kısmen kötü niyetle açıklayabiliriz. Ancak başka nedenler de var ve bu
başka nedenleri araştırmak çok daha yararlı sonuçlar
doğuracaktır. Mahremiyet yeterince ciddiye alınmıyor,
önemsenmiyor, geçiştiriliyor; aslında mahremiyetin tanımını yapmak bile zor. Apple şirketini bu sorumsuzca
davranışı için suçlamak mümkün; ancak bu kolaya kaçmak olur. Bu teknolojileri bizlere sunan ve bizler hakkında bilgi toplayan şirketlerin önünde mahremiyet konusunda izleyebilecekleri kurallar, süreçler, yönetmelikler
var mı? Ya da bunların ortaya çıkmasını mümkün kılacak
farkındalık mevcut mu, toplumsal baskı yeterince hisse-
32
dilebiliyor mu? Bu soruların hiçbirine olumlu yanıt vermek ne yazık ki mümkün değil. Şimdilik!
MODAP: Mobility, Data Mining and Privacy
Sosyal ağlar paylaşımı kolaylaştırıyor, teşvik ediyor.
Bu mahremiyetimiz açısından iyi mi? Tanımadığınız
kişiler bunlara kolayca erişebilir. Kötü amaçlı kullanırlarsa ne olacak, hiç düşündünüz mü?
“Please Rob Me (Lütfen Evimi Soy)” sitesini birçoğumuz
duymuştur. Hırsızlara kolaylık olsun (!) diye, kimin evinden uzakta olduğunu listeleyen bir site. Bu bilgileri nereden topluyorlar? Tabi ki sosyal paylaşım sitelerinden!
Peki, bu bilgileri kim sosyal paylaşım sitelerine koyuyor?
Cevap çok basit ve sarsıcı: kendimiz ve isteyerek, bilerek! Gerçekte bu site mahremiyet konusunda bir farkındalık yaratmak için ortaya çıkmış. Buradan alınacak
ders, çok fazla paylaşmanın o kadar da iyi bir şey olmadığı! Özellikle tanımadığımız, güvenmediğimiz kişilerle.
Hayatın do¤al akıına aykırı tedbirler, yasaklar bir ie
yaramıyor; hatta yanlı bir güven algısı yaratarak durumu daha da içinden çıkılmaz hale getiriyor.
Bilgi ve mobil teknolojilerinin gelişmesini ve yaygınlaşmasını önlemeye çalışmak, kısıtlamalar koymak, yasaklamak, birçok örnekte de görülmüştür ki, boşuna bir çabadır. Durumu daha da kötüleştirmekten başka bir işe
yaramayan yasaklayıcı bir yaklaşımla alınmış tedbirler
insanlarda yanlış bir güven algısı da oluşturabilir. Yapılması gereken anayasal bir hak olarak tanınmış kişisel
yaşantının mahremiyetinin, gelişen ve değişen koşullara karşı korumanın teknik, hukuki ve sosyal boyutlarını araştırmak. “Ne mahremdir, ne değildir?”, “kişisel
yaşamın sınırların nasıl çizilmeli?”, “ne tür önlemler
alınmalı?”, “mahremiyetin ihlal edildiği durumlar hukuki açıdan nasıl ele alınacak?” türünden sorular ilk akla
gelenler arasında.
Baş döndürücü hızla meydana
gelen teknolojik gelişmeler günümüzün ve görülebilen geleceğin
değişmez bir gerçeği, ekonominin
motor gücü ve sonucunda ortaya
çıkanlara ihtiyacımız var ve bu
ihtiyaç artarak devam edecek.
Dolayısıyla, bizler hakkında toplanan veriler, hem çeşitlilik açısından hem de hacim açısından son
derece artmış durumda; daha da
artacak. Örneğin, bir cep telefonu
operatörünün bir günde abonelerinin konumları hakkında topladığı
bilgiler hali hazırda baş edilemeyecek boyutlara ulaşmış durumda.
33
Bradley Malin
Bu toplanan bilgilerin hızla artması çoğunun mobil veri
olmasından kaynaklanıyor. Mobil veri ise tamamen insanların hareketleri ile ilgili, ne zaman nereye gidiyorlar,
ne sıklıkta ne yapıyorlar, kiminle birlikteler gibi. Burada
temel soru şu: bu bilgiler madem mahrem, gizli, neden
bunları yok etmiyor da topluyoruz? Öyle ya bu sorunu kökünden çözerdi. Ancak durum o kadar basit değil.
Toplanan verileri faydalı bir şekilde, kişisel hayatın
mahremiyetini ihlal etmeden kullanmak teknik olarak
mümkün: mahremiyeti dikkate alan veri madenciliği.
Toplanan bu veriler, çok önemli bilgiler içeriyor olabilir.
Verilere kişi mahremiyetini ihlal etmeden, insan toplulukları bazında bakmayı ve yorumlamayı becerebilirsek,
insanlığın yararına sunulabilecek çok yararlı bilgiler
edinmek mümkün olacak ve insanlığın önünde çok değerli fırsatlar oluşacaktır. Bu verilerin ticari değeri olduğu gibi, toplumsal ve bilimsel gelişmelere yardımcı olma
potansiyeli de mevcuttur. Müşteri davranışlarının öngörülmesinden, güvenlik konularına; şehir planlamasından,
trafik düzenlenmesine; salgın hastalıkların yayılma eğilimlerinin incelenmesi ve yayılmasının önlenmesinden,
yine hastalıklarla insan davranışları arasındaki ilintilerin
keşfedilmesine kadar sayısız faydadan bahsedilebilir. Bu
konudaki iyi haber bütün bunları veri madenciliği kullanarak yapabiliriz; hem de bireysel mahremiyeti koruyarak.
Ancak konunun diğer boyutları da var; hukuki ve sosyal.
Belki de bunlar daha da önemli. Özellikle mahremiyet
konusunda izleyebilecekleri kurallar, süreçler, yönetmeliklere gereksinim var.
Ancak buradaki ikilemi çözebilmek için yapılması gerekenlerin teknik olmaktan daha çok, sosyal ve idari bo-
yutları var. Öncelikle bireylerin mahremiyet konusunda
farkındalıklarının artırılması gerekiyor. Mahremiyetin
tanımının yapılması, hangi verilerin yayınlanmasının
mahremiyeti ihlal edeceğinin belirlenmesi için yönetmelikler gerekiyor. Her şeyden önce bu bilgilerin toplanmasında katkısı olan kurumlar, kuruluşlar, firmalar
önlerinde izleyebilecekleri kuralların ve süreçlerin olmasını istiyorlar. Bu noktaya gelebilmek için bir hayli
çalışılması, bilgilendirme toplantılarının yapılması ve
her kesimin görüşünü seslendirebileceği ve diğer tarafların bakış açısını öğrenebileceği etkileşimli platformların oluşturulması gerekiyor.
Çözüm farklı disiplinlerden uzmanları ve temsilciler
bir araya getirmek. Sabancı Üniversitesi koordinatörü
olduğu MODAP projesi çerçevesinde düzenlediği konferansla ilk adımı attı.
MODAP (Mobility, Data Mining and Privacy), Sabancı
Üniversitesi’nin proje koordinatörü olduğu, 7 Avrupa
Ülkesi’nden 11 kuruluş tarafından desteklenen bir Avrupa Birliği projesi. MODAP’ın amacı, yukarıda belirtilen
ikileme çözüm bulacak disiplinler arası bir tartışma ve
araştırma-geliştirme platformu
yaratmak. Bu kapsamda Sabancı Üniversitesi bu yıl, “Privacy:
Beginning or the End” temalı
uluslararası bir toplantıya ev sahipliği yaptı. Toplantı 20-21 Haziran 2011 tarihlerinde Sabancı
Müzesi’nde gerçekleştirildi ve
hem ulusal hem de uluslararası katılımcıların yoğun ilgisiyle
karşılaştı. Ulusal basında geniş
bir şekilde yer bulan konferansta
konunun teknolojik, hukuki, siyasi ve sosyal boyutları etraflıca
tartışıldı. Bu toplantı ülkemizde
bir ilk olma özelliği taşımasının
yanı sıra, dünyanın çeşitli ülkeSondan Durukano¤lu Feyiz
lerinden konunun ileri gelenlerinin birbirlerinin bakış açılarını anlamasını sağlayacak
bir platform yaratılmasına yardımcı oldu. Detaylı bilgi
için, aşağıdaki siteleri ziyaret edebilirsiniz:
http://modap2011.modap.org/
http://www.modap.org/
Ayrıca, mahremiyet konusundaki gelişmeleri takip edebilmek için kurmuş olduğumuz sosyal paylaşım sitesine
üye olabilirsiniz. Üyelik için [email protected]
adresine bir e-posta mesajı göndermeniz yeterli.
MODAP Ekibi
Söylei
Dino Pedreschi
ÜRETİCİ GARANT‹S‹
UZATILMIŞ
TEKNOGARANT‹
TeknoGaranti ile Teknosa’dan ald›ğın›z ürünün kendi garantisine ek olarak 3 y›la kadar ek garanti
sahibi olursunuz. Böylece, geniş teknik servis ağ› sayesinde h›zl› ve sorunsuz hizmet al›r; s›n›rs›z
say›da tamiri ücretsiz olarak yapt›rabilirsiniz. 250 TL altındaki ürünlerinizi ise mağazalarımızda
anında değiştirebilirsiniz. TeknoGaranti ile keyfiniz bozulmaz, tad›n›z hiç kaçmaz.
Ayrıntılı bilgi için: Teknosa mağazaları, teknosa.com ve 444 55 99
Bilinmeyen Yönleriyle
SU Çalışanları
Pınar Bozkurt / Üretimi Sistemleri Mühendisliği 2. Sınıf Öğrencisi
Bir okul düşünün, tüm öğrencilerine evrensel bir düşünce biçimi kazandırabilecek kadar spektrumu geniş dersler içersin. Bir okul düşünün, öğrencileri
olduğu kadar, çalışanları da çok yönlü insanlardan oluşsun. Karşılıklı paylaşım içerisinde olsunlar, öğrenirken öğretsinler; en önemlisi: üretsinler. ‹şte
orası Sabancı Üniversitesi. Bilinmeyen Yönleriyle SU Çalışanları yazı dizimizi takip ettikçe neden bahsettiğimizi çok daha iyi anlayabileceksiniz.
yakın bir mahalle arkadaşımdı. Anima grubunda gitar ve
mızıka çalan Tuncay Korkmaz’dan mızıka eğitimi aldım.
Sonrasında “mizika.net” isimli web sitesini ben kurdum.
‹şinizle müziği birleştirdiniz yani... Peki değiştirme
şansınız olsa, mesleğinizin ne olmasını tercih ederdiniz?
Müzikle ilişkim çalışma hayatından öncesine dayanıyor.
Akşam evde 15-20 dakika ayırırdım enstrümanlarıma.
Ama yine de yazılım uzmanı olurdum. Değişen bir şey
olmazdı. Eğer yazılım uzmanlığı haricinde bir iş yapmam
gerekse, o zaman müzisyenliği tercih ederdim.
Fatih Günaydın bir buçuk yıldır Sabancı
Üniversitesi’nde Bilgi Teknolojisi biriminde
yazılım ekibinde çalışıyor. ‹şinden arta
kalan zamanlarında müzik ve edebiyatla
dolu dolu zaman geçiriyor. Nasıl olduğunu
kendisinden dinleyelim:
Müziğe nasıl başladınız? Ailesel bir faktör mü yoksa
size özgü bir ilgi alanı mıydı?
Ortaokulda org çalarak kendim başladım. Lise 1’den
itibaren gitar çalmaya başladım. Genel olarak enstrümanları seviyorum. Kardeşim de şimdi yönlendi müziğe.
Öncesinde pek bir şey yok. Gitardan sonra bağlama çaldım. Sonra mızıka. Orgu bırakıp gitara başlama sebebim
Birden fazla enstrüman öğrendiniz. Neden tek bir tanesine odaklanmayı tercih etmediniz?
Tek enstrüman tercih etmiyorum çünkü eğer tek enstrüman olsaydı bağlamanın nasıl tat verdiğini bilemezdim.
Sadece orgda takılı kalabilirdim. Enstrüman sahiplenildikçe anlam kazanıyor benim için.
Müzikle ilgilenirken yalnız olmayı tercih edenlerden
misiniz?
Bir konser anısı anlatayım size. Lise son sınıftaydım. Bir
kültür merkezinde Haluk Levent’in “Düşündürdü beni
yine gözlerin” isimli parçasını çalıyorduk. Grup elemanlarından birisi tonları karıştırınca, sahnede çok büyük
utanç duymuştum. Bundan da yola çıkarak diyebilirim
ki, sahnede olmak güzel ama yalnızken de mutlusunuz.
37
Şu an hala devam ettirmekte olduğunuz bir projeniz
var mı?
Devam eden bir proje bazında konuşmak gerekirse diyebilirim ki, arkadaş ortamı destekliyor böyle şeyleri ve
şu sıra, arada bir stüdyoya gidiyor olmamız haricinde
başka bir projem olduğunu söyleyemeyeceğim.
Müzik haricinde edebiyatla da ilgilendiğinizi biliyorum. Bu hobinizden de biraz bahsetmek ister misiniz?
Okulda düzenlenen öykü yarışmasında mansiyon ödülü
aldım. Adı Toprak Yol. ‹lkokula yeni başlamış bir çoçuğu
anlatıyor. En az müzik kadar çok seviyorum yazmayı da.
Konuşmaktan çok daha fazla sevdiğim kesin. Şiire ilgim
edebiyatın diğer türlerine oranla çok daha az. Yazı yazarken de üretim aşamasında yüzde yüz yalnız olmayı
tercih ediyorum. Şu an yürütmekte olduğum 3 adet kitap projem var. ‹kisi roman türünde, biri ise öykü kitabı
olacak. Roman yazmak sahiden çetrefilli bir iş. Romanlarımdan birisi absurd özellik taşıyan bir roman: masa
başı işlerde çalışan ve hayatından memnun olmayan bir
ana karakteri var. Bir gün bir ilan görüyor ve hayatı de-
Edebiyat çevresinden beğeninizi toplayan isimler var
mı?
Öykü bakımından Türk yazarlardan tarzıma yakın diyebileceğim ve ilk aşamada önerebileceğim birini çok
hatırlayamıyorum ancak Sait Faik Abasıyanık’ın öyküleri mutlaka okunması gerekenlerdendir. Bunun haricinde tarzıma yakın bulduğum Borges, favorilerimden.
Roman bakımından ise, rahatlıkla söyleyebilirim ki
yeni dönem Türk edebiyatını Avrupa’nınkinden daha
fazla beğeniyorum. Örneğin ‹hsan Oktay Anar’ın Puslu Kıtalar Atlası…En başta içine girmekte zorlanıyorsunuz, ancak 40 sayfa okuduktan sonra akmaya başlıyor roman Alper Canıgüz, tarzımızın çok benzediği bir
başka Türk yazar. Okunmasını tavsiye ederim. Murat
Menteş de var. O da tarz olarak abartılı bir yazım stiline sahiptir. “Dublörün Dilemması” isimli polisiye aşk
romanı, yazarın beğendiğim eserlerinden. Postmodern romanları da çok seviyorum çünkü içerilerinde
absürdlük oluyor. Ben siyasi düşünceleri fazlaca ön
plana çıkmış yazarları okumayı sevmiyorum pek. Para
kazanmayı odak noktası haline getirmiş yazarları da
sevemiyorum.
ğişiyor. ‹landa Mars’tan getirilen özel bir topraktan bahsediliyor. Romanın baş kahramanı da bu topraktan alarak sitenin bahçesinin bir köşesinden ürün yetiştirmeye
başlıyor. Fakat burada yetişen ürünlerin yan etkileri var.
Halüsinasyonlar görülmesine sebep oluyorlar. Kahramanımız içerisinde bulunduğu durumların gerçek olup
olmadığını ayırt edemez hale geliyor. Romanda çok fazla yan karakter var. Komşular, postacı... Örneğin postacının adı Gündüz Gece. Bu tür eğlenceli şeyler yazmayı
seviyorum. Zaten en çok hoşuma giden tür de bu.
Romanlarınızdan konuştuk. Peki öyküleriniz?
Uzun yolculuk yapmayı çok seviyorum çünkü bana öykü
yazmam konusunda imkan sağlıyor. Yolculuklarda kaleme alınan öykülerim var. Yine de öykülerimin tarzları
kendi içinde değişiklik gösteriyor. Kara mizah, dram,
absurd komedi...Mansiyon ödülü aldığım öykü: “sidik
yarıştırmak”. Bana verilen 10-15 birbirinden alakasız
kelimeyi istenilen sırada yazı içinde kullanarak yazdığım değişik bir öykü çalışmasıydı bu. Aslında bu durum
yazmayı çok fazla tetikleyen bir şey. Sonuçta ben de
uydurmayı seven bir insanım.
Günlük hayatınızın koşuşturmacayla geçtiğini tahmin
edebiliyorum. Nasıl oluyor da hobinize vakit ayrırabiliyorsunuz? Aksamalara uğraması caydırıcı olmuyor
mu?
Aslında bu çok güzel bir nokta. Malum öğrencisinin
de öğretim üyesinin de zamanı sınırlı. Benim hobim,
“‹stanbul’u Keşfetmek ve Tanımak”. tanımak. Ben nasıl zaman buluyorum? Zaten ‹stanbul’a gideceksem, 3-4
saat önce gidiyorum ve geziyorum. Böylelikle gidiş geliş
zamanından tasarruf etmiş oluyorum. Ya da zaten bir
yere gideceğimde alakasız bir yoldan gidiyorum ve yeni
yerler keşfetmeye çalışıyorum. Detaylardan zaten bahsedeceğiz ama bence hobiyi hayata ne kadar entegre
edebilirseniz o kadar verim elde ediyorsunuz. .
Murat Kaya, 5 yıldır Sabancı Üniversitesi
Üretim Sistemleri Mühendisli¤i programında
ö¤retim üyeli¤i yapmakta. Buraya gelmeden
önce, Stanford Üniversitesi’nde doktorasını
tamamlamı ve 2007’den bu yana üniversitemizdeki çalışmalarını genellikle üretim planlaması ve tedarik zinciri üzerine dersler vererek sürdürüyor. Kendisine burada yer verecek
olma sebebimiz ise, “‹stanbul’u Kefetmek”
olarak tanımladı¤ı hobisi. Kaya’nın kula¤a da
çok ilginç gelen hobisiyle ilgili detaylar, kendisiyle yaptı¤ımız son derece keyifli sohbetin
içerisinde gizli.
Fotoğraf: Murat Kaya
“Şehrin MR’ını çekiyorum.”
Bu da herhalde yeni bir nefes gibi oluyor, insanın günlük hayatında kendi özgür alanını yaratması gibi... Fotografçılığa da ilginiz var mı?
Başlangıçta vardı, sırf bu sebepten gidip Nikon D80 makine de aldım, fotografçılığı da öğrendim, fotograf çekmek üzere seferlere de çıkmaya başladım. Ama şunu
farkettim ki bunu yaptığınızda öteki olmuyor. Strese
giriyorsunuz, en iyi fotografı çekicem, en iyi açıyı bulucam diye. O makine de malum çok hafif bir makine değil,
mobiliteniz düşmeye başlıyor. Ben biraz daha fakrlı yönlerden bakıyorum. Şehir içinde belli kesitler alıyorum
kendime. Bir yerden yürümeye başlıyorum. ‹nsanların
nasıl yaşadığına bakıyorum, yollara bakıyorum. ‹nsanla-
rı gezdirmeye çalışmaktan ziyade, şehri tanımaya çalışıyorum. Bir anlamda şehrin MRını çekiyorum. ‹stanbul
bu anlamda çok zengin bir yer zaten, Cihangir, Gümüşsuyu, Maçka, Beşiktaş...
39
Fotografı da siz zaten zihninizle çekmiş oluyorsunuz
bir bakıma. Gittiğiniz yerde bir kareyi kaydediyor zihniniz. Çekebileceğiniz daha fazla görüntüye zihninizde
sahip oluyorsunuz.
Aynen öyle. Aslında fotografçılık sadece bir görüntüyü
çekeyim de insanlar görsün demenin ötesinde bir şey.
Buna biraz bile bulaşan insanlar bilirlerki bir yere farklı
ışık altında, farklı açıdan baktığınızda çok daha değişik
şeyler görüyorsunuz. Makinam yanımda olmasa bile,
örneğin dar bir sokaktan giderken, geri geri çeklip farklı
bir açıdan baktığımda yeni şeyler görmeye başladığımı
farkettim. ‹stersem hiç fotograf çekmeyeyim, değişik
açılardan bakıp hayalimde bir sürü şey canlandırabileceğimi gördüm. Bu da güzel bir şey aslında, elinizde
makina olmadan da fotografçı gibi gezebiliyorsunuz.
Aslında hobinizin daha da güzel bir yanı var ki, maddi
açıdan da yük bindiren bir şey değil.
Evet aslında bu yönden hiç düşünmemiştim. Böyle anlatınca daha da hoşuma gitti kendi hobim aslında. Başka
bir avantajı da, spor yapmanıza vesile oluyor olması.
Normalde spor salonuna gidip 40 dakika bantta yürüseniz sıkılıyorsunuz göle bakmaktan. Gerçekten bunun
sportif açıdan çok keskin bir yönü de var.
Peki keşfettiğiniz yerler arasında özel birileriyle, spesifik olarak bir ruh halinizle ilişkilendirdiğiniz mekanlar oluyor mu?
Çok var aslında. Birileriyle gezdiğiniz zaman zaten o yer
ile o kişiyi birbiriyle ilişkilendiriyorsunuz. Örneğin kimle ilişkilendirdiğim mühim değil ama Gülhane Parkı’nın
ucunda bir çay bahçesi vardır, semaverle çay getirirler,
orada oturup bir taraftan boğaza bakarsınız. Orası benim için önemli bir nokta ve ben şunu farkettim, genelde
yüksekte oturup da aşağıya bakabileceğim yerleri seviyorum. Panorama görebileceğim yerleri seviyorum.
Belki de bakış açınızın genişlediği hissiyatı hoşunuza
gidiyordur...
Doğru tabii. ‹stanbul insanı boğan bir şehir. Kalabalığın
içinden çıkıp da açılan bir yere denk geldiğiniz zaman
rahatlık hissine kapılıyorsun. Keza Cihangir’de bir çay
bahçesi vardır, turistik gemilerin yanaştığı limanı tepe-
den gören balkon gibi bir yerdir. Orası da aynı rahatlık
hissini yaratıyor insanda.
Peki bu saydığınız yerler dışında başka önerebileceğiniz yerler var mı? Bir sokak da olabilir. Buralarda
keşfe çıkın diyeceğiniz...
Kesinlikle var. ‹stanbul’da Anadolu Hisarı’na gidin mesela, Sabancı Öğretmen Evi var orada. Çay 75 kuruş ve
direk boğaz manzarası. Otur istersen bütün gün laptop’unda işlerini hallet. Bir proje yapacaksanız bile toplaşın arkadaşlarınızla oraya gidin, manzara ve çay eşliğinde projenizi yapın. Oradan çıkıp Anadolu Hisarı’nda
biraz yürüyün. Anadolu Hisarı’nın iki küçük deresi var.
”Fatmagülün Suçu Ne” dizisinin de çekildiği yer hatta.
Orada da küçük kahvaltı mekanları falan var. Daha içeri
yürürseniz hisarın kendisi var, küçük, sevimli bir yapı.
Yan tarafta su kasrı var. Hem çalışmalarınızı gerçekleştirip, hem de gezmiş olursunuz. Aslında Boğaz kenarındaki her yeri tavsiye ederim. Mesela Poyraz köy.
Boğaz’ın Karadeniz girişi neredeyse... Hatta elinizi biraz
çabuk tutun orayı görmek için çünkü üzerine üçüncü
köprü yapılacak. Balıkçıların çok yoğunlukta olduğu
bir köy orası. Seninle konuşuyor, tuttukları balıklardan
bahsediyorlar ve ne yazık ki üzerinden köprü geçtikten
sonra, orası da Beykoz gibi bir hal alacak, kendi doğasından uzaklaşacak. Her tarafı siteler kaplamadan gidip görün derim. Bir de son bir öneri yapmak istiyorum
insanlara. Varyans önemli bir şey. ‹leride çok paranız
da olabilir. Kalkıp bir akşam Sunset’te, Reina’da yemek
yiyor da olabilirsiniz ama aynı günün sabahı çok daha
farklı bir atmosferde kahvaltı etmek, ya da öğlen köşe
mahallelerden birinde pide yemek de gerçekten hayatı
zenginleştiren bir şey.
2011 Öyk
ü Yarışm
ası
SÜ Yazm
aB
2011 Öyk ecerileri Merkezi, Y
ü Yarışm
ası’nın bu aratıcı Yazma Pro
gr
yılki konu
su, geçmiş amı tarafından dü
Yarışmac
zen
yıllardan
ıla
biraz fark lenen
telik, aşa r, aşağıdaki 15 keli
lı
ydı…
ğıki sırala
menin için
mayı boz
de geçtiği
madan!
bir öykü y
azacakla
Bu 15 keli
rdı – üsm
1. misket e,
2. aşk 3. s
idik 4. ay
9. vidanjö
akk
r 10. amo
rtisman 1 abı 5. sansür 6. ö
15. kraliç
c
1. kösele
e
12. hiday ü 7. sırnaşık 8. inti
et 13. apta
h
l 14. kayg ar
Jüri,
ılanmak
Ayşe Sarıs
ay
heyecanlı ın, Engin Kılıç, G
ülayşe Ko
bekleyiş b
çak, Hak
aşladı... an Erdem
’den oluşu
Sonuç ola
yordu – v
rak 18 öy
e
kü yarıştı
…
ve jüri, d
oğr
gönderile usu, zaman zama
nlerin bü
n karar v
yük kısm
e
Miray Ku
ı, çok ilgin rmekte çok zorlan
tlu, “Beni
dı, çünkü
ç
öykülerdi.
Tanıdınız
Manolya
mı?” adlı
Ün, “Kâğ
ıttan Gem
ö
Ali Fuat K
iler” adlı yküsüyle Birincilik
ıs
öyküsüyle
ö
kazandı. akürek, “Yansıma
İkincilik ö dülünü,
larım” ad
dülünü,
lı öyküsü
Fatih Gü
yle Üçünc
nay
ülük ödü
Cem Berk dın, “Toprak Yol”
lünü
adlı öykü
sun “Ma
hallemde
süyle, ve
Huzur” a
dlı öyküs
Bu sayım
üyle Man
ızd
siyon ald 1
Yukarıda a, birinciliği kaza
ı.
nan öykü
sıralanmış
yü sizlerle
ve bold o
1
5
k
e
li
me
p
ldukların
ı göreceks nin, seçme kolaylı aylaşmak istiyoru
z.
iniz.
ğı sağlam
ak için, a
Gelecek s
ltları çizik
ayılarımız
da, derec
eye giren
diğer öyk
1
Bu yıl ve geçm
ülere de y
iş yıllarda
er vereceğ
adresinden
dereceye
iz…
ulaşabilir
giren öyk
siniz
ü
.
lere, http:/
/myweb.s
abanciun
iv.edu/ya
raticiyazm
a/
41
BEN‹ TAN
IDINIZ M
‘ Bir akıl h
I?
Miray Ku
tlu
astası de
¤il yalnızc
Öyle çok
a sadık b
kitap oku
ir okurun
mazdım b
kitap oku
um.'
e
n
aslında. A
dum, hay
Orhan Pa
atım değ
m
a
‘B
roman ka
ir
m
kitap oku
uk
işti. Yeni
hramanın
dum haya
Hayat Ka
ı düşündü
r
tı
kahrama
e
m
m
d
e
e
la
ğişti.’ diy
kçe, bir r
larının ar
nı düşlerim
e başlaya
üyanın ar
dından o
i bölüyor.
düzleri, g
r
n bir
d
a
ın
d
d
a
a
n
H
n
ayal oldu
o
eceleri rü
s
r
a
ü
y
r
ü
a
k
sürüklene
lenen bir
ğu zor an
yamda R
tanımadım
n
b
a
la
bir
şka, belk
üya’yı gö
şılan hay
. Ama ke
i de aynı
rüyorum.
aller bir b
ndimi Ga
ğini çok
r
oman
aşkası gib
Ben Rüya
lip’in yerin
hayal ett
i hissettir
değilim, b
e koyara
im. Bunu
iy
u
o
uyuyama
n
r
a
günk
, eğer va
yanıyorum
n içinse
dığım için
rolsaydı b
öncelikle
.
G
a
li
p
y
a
‘i
k
e
kendimi R
ise hiç
ben ne k
tığım gec
nim hakk
aranlıkta
üya’nın y
e lambas
ımda ne
ne de ışık
erine koy
düşünece
ının sarı
nadığımız
değil bey
mam ger
ta uyuyab
ı düşledim
az ışığı u
ekir. Kara
ilirken, G
. Galip’i h
y
birden, b
u
n
a
m
lı
li
k
p
a
ta
’le çocuk
ma izin v
iç bulama
eyaz ışığ
luğumun
ermezken
dığımı. Ar
ın artık y
diye bağır
b
,
a
y
a
h
a
o
d
ç
n
r
ığ
e
g
i
le
ımı, aradığ
unluktan
rinde sak
mak ister
kapanan
ımı... Ama
lambaç o
ken, bir g
den uyan
g
özlerime
yhiç bulam
üç tarafın
ınca, aslı
girmediğ
dan hep s
adığımı. S
nda Rüya
ini ve ben
usturuldu
o
n
r
a
olmadığım
im rüyam
ğumu: Ka
ı anlayıp,
d
a
r
a
‘G
b
Kendimi
a
a
hüzünlen
san. (Gali
lip!’
Rüya san
diğimi.
p, nerdes
mam, ha
in
koyup, so
?
)
A
niyır kendim
nra beni
i Rüya sa
durmada
diyorduk,
nmıyorum
n, durma
kendimi R
, sadece
dan aray
üya gibi h
kendimi ö
a
eski para
n
G
a
li
is
p
’i
s
nce Rüya
n
etmem, ç
kolleksiyo
ne hissett
’nın yerin
o
n
c
u
iğ
u
nun içind
yunca hiç
k
in
lu
i
ğ
a
u
n
e
m
lamaya ç
a ait mis
e bulmam
bir şey b
a
k
lı
e
ş
la başlad
tlerden b
ıyorum, n
iriktirmed
Misketler
ı. Babam
ir kaç tan
e
im, çocuk
i görünce
eski para
esini, bab
luğumdan
sevindim
Gördüğün
la
a
r
m
ı
b
b
ir
ın
iriktirir, b
. Neden b
şey kaldıy
de’. Bu a
en hayatı
ilmiyorum
sa, onu k
şk büyük
takmakta
m
,
im
b
o
o
o
s
a
aklamıştı
lacaksa,
n aklıma
n, dörtbu
r bilmiyor
çok eskil
ilk şu baş
çuk num
salyalarım
e
u
lık geldi:
rden baş
m.
ara hiper
ızın akma
lamalıdır.
‘Galip Rü
metrop g
sından u
y
Ş
a
Biliyorum
ö
ö
’y
z
y
lü
ı
le
‹l
k
k
s
le
tanmadığ
açımıza k
rimizden,
romantik
ımız bir z
ırmızı kur
b
u
değil, am
r
n
u
yazılarını
m
amandan
uzdaki sü
dela
a Galip, b
çok okud
: Sidikli
mükten,
unları rom
uğundan
ç
a
o
ğ
c
şöyle der
la
u
r
k
a
ken
lu
n
, Galip ko
tik bir şek
k yıllarım
di, biliyor
nuşmayı
ızdan diy
ilde anlatm
um: ‘Seve
den daha
d
orum.
a yazmay
ayı bilirdi.
rdim sen
uzun olm
ı da iyi bil
Belki de C
i. Sarı sa
asını kafa
ir
.
ağırlık ya
ç
e
(G
la
lal’in
a
rına dola
lip nerde
na takıp
pınca, se
dığın kırm
sin?) Gali
a
ğ
la
n
r
o
k
e
n
ız
p olsa,
kızıp, içli
n, severd
ları çıkar
ı kurdela
içli ağlark
ıp bir ma
ların birin
im seni. K
saya sab
en sen, k
in
o
s
d
k
iğ
lenip dah
o
c
erinaman gö
ırla bırak
ızaran bu
a da çok
zlüklerin
ır
r
n
k
u
e
n
n
a
u
s
ğ
ç
e
burnuna
larken, se
ekmeni, g
ni izleme
şekliyle g
yi severd
ssizce izle
özlüklerin
örmeyi bil
im. Bir şe
e değen g
meyi sev
iyordu. (Y
(Galip, yo
ye
erdim se
özyaşı da
anlış bir z
ksun.) Bu
ni. ‘O en
mlalarına
aman kip
bir arayış
ç
Bulmaya
ir
i.
s
k
)
in
in
Bu yüzde
irhallerimi,
öyküsü d
cağını bil
n işte, sır
Galip en
eğil, yanlı
e bile ara
f
lip, seni
b
g
u
ü
y
z
ş
ü
m
e
z
anlaşılma
l
ayı anlatm
den, onu
aramaya
sın. Bu b
çok arıyo
ak, en ço
devam e
aradığım
e
r
u
k
n
m
d
im
k
e
o
.
c
r
ö
k
e
ı onlara a
yküm. Ga
tuğum şe
ğim, inan
nlatamam
lip’in değ
yi yaşatır
bana ara
il.
bana: Zav
. Sen de b
yacağım
allı olmak
eni anla.
seni, ama
. Gaseni nasıl
ve ne şa
rtlarda
Hayatım boyunca üzerimdeki bu ‘zavallılık’tan kurtulmaya çalıştım ben. Bunun adı zavallılık değil de nedir? Ben,
‘beni’ sevmiyorum. Başka biri olmak istiyorum. ‘Kendim olmalıyım. Kendim olmalıyım.’ Bunu insanlara anlatmak
durumların en fecisi, öykülerin en acısı değil midir? Utanmıyorum. Gerçekten utanmıyorum, ben kendime acımayı
seviyorum, ama sizin bana acımanıza katlanamam.
Nerede kalmıştık? Galip’in bana duyduğu büyük aşkta, öyle ya. Galip beni her halimle sevmiştir, Galip beni ilk
gördüğünde, neler hissettiğini anlatsa siz de inanırsınız bunun büyük bir aşk hikayesi olduğuna. Ama Galip yok.
Olsaydı şöyle derdi: ‘Henüz, Aleaddin’ in dükkanına tek başına gidemeyecek kadar küçükken tanıdım ben Rüya’yı.
O zamanlar daha Boğaz’ ın suları çekildiğinde bulacağınız yeşil tükenmez kalem, suya düşmemiştir, Celal’in sol cebindedir ve Celal’in ‘Aleaddin’ in Dükkanı’ adlı köşe yazısının yazılmasını beklemektedir. Rüya’ya o dükkandan neler
alabileceğimin ve Rüya’nın çok sevinip, çıplak ayak parmakları üzerinde yükselerek, bana sarılacağının hayallerini
kurardım, Rüya o kadar küçüktü. Ona aldığım bez bebeklere önce sevinip, benim talihsizliğimden eve benden birbuçuk dakika sonra giren babasının, Melih Amca’nın, ona getirdiği kırmızı ayakkabıların coşkusuyla, bana sarılmayı
unutacak kadar, ben Rüya’yı ilk gördüğümde, Rüya çok küçüktü.’
Sonra Rüya’nın, yani benim, yavaş yavaş büyümem, güzel, çok güzel, annemden de güzel bir kadın olmam gelir.
Ama Galip bana çok güzel olduğum için aşık değildir. Öyle olsa, ona yazdığım ondokuz kelimelik terk mektubumu
okuduktan sonra tereddüt edip etmediğimi anlamak için, çöp kutularına bir müsvedde bulmak umuduyla bakmazdı.
Galip’i neden mi terk ettim? (Galip yok, nerdesin Galip?) Eğer bana sırf güzelliğimden dolayı aşık olsa, sansürden
zar zor geçmiş, ortasından, önünden arkasından bir sürü yer çıkarılmış, kahramanların birbiriyle bağlantısı sırf bu
sebeple değil, kurgunun kalitesinden de anlaşılmayan ikinci kalite Türk filmlerini, yalnızca akşamını bana evdekinden daha yakın geçirmek için (evde olsak karşımdaki koltukta oturur, fakat sinemada arada bir elini bacağıma
değdirecek kadar yakındır bana) benimle Konak Sineması’na gelmezdi.
Kim istemez ki Rüya’nın yerinde olmayı? Yok, Rüya da yok, biliyorum, Galip’in yana yakıla aradığı Rüya’yı bulamayacağını biliyorum. Yavaş yavaş aklını kaçırmaya başladığını da hissediyorum. Şehrikalp Apartmanı’nın önüne gelip,
kendimi Rüya olarak tanıtmamın vakti gelmiştir artık, bana inanacağını biliyorum ve o zaman Galip bana kollarını
açacak ve şöyle diyecektir : ‘Gel bana, nerede olursan ol gel. Vakit tamam, gel bana. Yaklaşan korkunç felaketleri
unutmak için perdeleri çekili yarı karanlık bir odanın sessizliğinde bütün gücümüzle birbirimize sarılarak ölümü
beklemenin zamanı geldi artık.’
Ölümden korkuyorum. Gelişi bir öcü kılığında olur, üzerinde beyaz çarşaf, gözleri delik. Yine de gideceğim. Galip
Şehrikalp Apartmanı’nın en üst katında, biliyorum, giriş katında oturan kapıcı karısı meraklı gözlerle beni inceleyecek, Rüya olmadığımı anlayıp kuşkulanacak, ama ben hiç tereddüt etmeden merdivenleri çıkıp, kapıyı çalacağım,
Galip kapıyı açacak, ‘Vakit tamam,’ diyeceğim. ‘Varolmak sana sarılmaktır. Öyleyse ben de sana sarılarak ölümü
bekleyeceğim.’
Şehrikalp Apartmanı’nın önünde bir kış akşamı, endişeyle Galip’i beklerken kiminle karşılaşacağımı biliyorum.
Füsun’un Çukurcuma’daki evine giden Kemal, şoför Çetin’in kullandığı Chevrolet’siyle geçecek önümden. Hangimizin daha iyi durumda olduğunu bilemeyeceğim o an, bir an onun yerinde olup her ne olursa olsun, onun Füsun’un
yanına, Füsun’un kocasına rağmen, her gün, her akşam, Füsun’un bir sırnaşık gülüşü için o eve gitmesi gibi, ben
de Galip’e gitmek isteyeceğim. Bana Galip’i tanımıyorsun demeyin. Duyuyorum içinizden kıs kıs gülüşlerinizi. Tanışana kadar kimseyi tanımazsınız. Kemal, Sibel için çanta almaya Şanzelize Butik’e gitmeden önce tanıyor muydu
Füsun’u? Ben de Şehrikalp Apartmanı’na gidip, Galip’in kapısını çalacağım ve o da bana ‘Gel!’ diyecek. Ben de
ölüme gider gibi Galip’e gideceğim. Bu yazdıklarımın, bileklerini kesmeden önce yazılan bir intihar mektubundan
ne farkı kaldı şimdi?
Aranızdan birinin bir vidanjör kullanıcısı olduğunundan şüphelenmeye başladım, Şehrikalp apartmanına gidişim
ve aramızdan geçen vidanjör yüzünden, sesimi duymayan Galip’in birden bire gözden kaybolmasıyla, ölümden
kurtuldum. Perdeleri çekili odaya çağıramadı Galip beni ve bunu sizden birinin kasıtlı yaptığına inanıyorum. Beni
43
vazgeçiremezsiniz ama, Galip’i bulacağım ve ben de Galip’in Rüya’sı olacağım. (Peki Galip Rüya’yı bulursa, Rüya
yine onun rüyası olarak kalır mı ?)
Galip’le yarı karanlık odada sımsıkı sarılmadan önce, alnımı tıpkı Rüya’nın yaptığı gibi yastığa gömeceğim ve Galip’in
alnıma bakarak hafızamın bahçelerinde gezinmek istemesini ve beni kıskanmasını bekleyeceğim. Ben Rüya değilim, Galip beni kıskanır mı? Sonra birden bire ölümden korkup, bir bahane uyduracağım, salona gidip tıpkı Rüya’nın
da yaptığı gibi sigara içip polisiye roman okumak isteyeceğim. O zaman Galip beni daha da çok sevecek. Sanki
düşüncelerini okumuş gibi ona ‘Eğer bir gün, yazarın da katilin kim olduğunu bilmediği bir polisiye roman yazılırsa, o
okunur.’ diyeceğim. O da zamanında bunu Rüya’ya söylemiş olduğundan Rüya’nın bunu hatırladığını düşünerek sevinecek. Galip ertesi gün, Rüya’nın yani benim bu defa yirmiüç kelimelik bir mektup yazarak, müsveddeler bırakarak
da olsa onu terk etmemden korktuğundan bürosuna gitmeyecek. O uyurken ben de telefon rehberinden Füsunların
Çukurcuma’daki evinin numarasını bulacağım, telefonu Kemal açacak, şaşırmayacağım, Füsun’un akşam gidecekleri yemek için hazırlandığını, kocasının dışarda olduğunu fakat Nesibe Hala’nın evde olduğunu söyleyecek. Bana
bunları neden anlattığını kendi de bilmeyecek, ‘Ben Rüya.’ diyeceğim, ‘Bir polisiye romanda okumuştum, o Rüya
mı?’ diyecek. ‘Evet.’ diyeceğim, ‘Katilin kim olduğunu yazarın da bilmediği o romandan, Rüya ben.’ ‘Füsun da terk
eder mi beni ?’ diyecek alçak sesle, sonra söylediği şeyleri onun sesini bastıran Nesibe Hala’dan dolayı duyamayacağım, bulmaca çözen Nesibe Hala, Kemal’in hayatının en önemli sorusunu bölecek, ‘Yıpranma payı... Neydi..?’
diyecek önce sonra bilgiçlikle ekleyecek: ‘Amortisman!’ Kemal’in sorusuna, sadece Galip uyandığı için değil, cevap vermek istemediğimden de telefonu bir şey söylemeden kapatacağım. Galip beni görünce rahatlayacak, gönül
rahatlığıyla gitmek isteyecek, Rüya gibi davranmaya çalışacağım, umursamaz, aceleci ve biraz sinirli. Yerini bildiğim fakat kaybetmiş gibi yaptığım bir çorabı arayacağım, bulamayıp sinirleneceğim ve koltuğa uzanıp bacaklarımı
kaldırarak sigara içeceğim. Galip bir şeyler söyleyecek, söylediklerini sanki duymuyormuş gibi yapıp ilgisiz alakasız
cevaplar vereceğim. Rüya olacağım ve bu rol üzerime öylesine yapışacak ki bir süre sonra Galip’i gerçekten duymayacağım. Galip o zaman evden çıkacak ve Celal’in öngördüğü o kösele ayakkabılı haydut gibi Chevrolet’sine binip, Boğaz’ın sularına gömülecek, Rüya’yı bulmuş olmanın hissi onu öldürecek. Boğazın suları çekildiğinde siz hala
yaşıyor olursanız, Galip’in yüzündeki harfleri okumaya çalışacaksınız ama balıklar sizden önce davranıp onun yüzünü parçalamış olacak. Ben Galip’in ne yapacağını önceden bilmediğimden onu terk etmek isteyeceğim, gerçekten
Rüya olabilmek için. Ona tamı tamına ondokuz kelimelik bir terk mektubu yazmayı deneyeceğim, fakat olmayacak,
Galip’in bütün çekmecelerini karıştırıp, Rüya’nın daha önce yazmış olduğu mektubu arayacağım aynısını yazmak
için, hiç bir yerde bulamayacağım. O da Galip’le birlikte Boğaz’ın sularına gömülmüş olacak. Ben de aslında yirmibir kelimeden oluşacak terk mektubumun son iki kelimesini aceleden tamamlayamamış, o kadar acımasız olabilmiş
gibi, Rüya’dan da acımasız, ondokuz kelimede bırakacağım mektubu. Döneceğimi söylemediğim gibi dönmeyeceğimi de söylemeyeceğim. Sonuna ‘Hepimiz O’nu bekliyoruz’ yazacağım. Celal’in tüm yazılarını okuduğundan Galip,
burda O’ndan kastın ne olduğunu bilecek. O bize ‘Hidayet’ getirecek, diye düşünecek, iç huzur bulmayı umarak.
Terk mektubumu okusa, sadece Rüya tekrar onu terk ettiği için değil, O’nu beklediği için ve hidayet umduğu için
de asla intihar etmeyeceğini sonraları üzülerek düşüneceğim. Rüya Allah’a inanır mıydı acaba, komünist ilk kocam
aklıma gelecek. Rüya’nın komünist ilk kocası. Galip’ten önceki. Galip’in neden onunla evlendiğimi hiç anlamadığı
ve beni ondan hastalıkla kıskandığı ilk kocam. Şehrikalp Apartmanı’nda genç kızlığını geçirip, sonra o adamla evlenmek ve varoşta o gün görmemiş adamla yaşamak ‘Attan inip eşeğe binmek’ diye düşünecek Galip hep, dedenin
de bir zamanlar Şehrikalp Apartmanı’ndan taşınırken dediği gibi. Galip bunun bir aptallık olduğunu düşünecek.
İnsanın ne zaman aptallık yapacağını düşündükçe Rüya’yı daha da hastalıkla kıskanacak.
Sonra evi terk edeceğim. Galip’in kaygısını, kıskançlığını, beni hastalıkla her yerde aramasını zevkle hayal ederek.
Galip’in intihar ettiğini ben de bilmediğimden, onun beni arayışının, beklemesinin, bir akşam neon lambaları arasında beni kanlar içinde görene kadar sürdüğünü düşündüğümden, o soğuk ölüm anına kadar kendimi bir kraliçe gibi
hissedeceğim. Katilimin kim olduğunu kimse bilmeyecek. Ben size söyleyeyim, katilim, terk mektubumu okumayıp
intihar eden Galip’tir. ‘Çünkü hiçbir şey hayat kadar şaşırtıcı olamaz. Yazı hariç. Yazı hariç.’
Sabancı Üniversitesi’nde
Mezunlar Buluşması ve
Reunion
Sezen Gülşen Kama / Mezunlar Ofisi
Dünya çapında bir “Mezunlar Buluşması ve Reunion Eğitimi” yapılması ilk anda “Nasıl yani?” dedirtiyor. Bu işin, isim yapmış onlarca
üniversitenin katıldığı bir eğitiminin
düzenlenecek kadar kapsamlı olması sizi de şaşırttı mı? Toplantı’da
“Boston College”tan bir çalışanın
söylediğine buyurun: “Mezunlarla
çalışmak bir hayat biçimidir.”
Peki, neden bu kadar önemlidir bu
buluşmalar?
Etkinlikler Rektörümüz Nihat Berker’in açılı konumasıyla baladı.
Mezunlar Buluşması’nı uzun süre Reunion (Türkçe anlamıyla
kavuşma, yeniden bir araya gelme) ile aynı şey sanmıştım. Şule
Hanım’ın (Yalçın) New Orleans’ta katıldığı “Mezunlar Buluşması
ve Reunion Eğitimi” sonrası öğrendik ki: Mezunlar Buluşması’nı
tüm mezunların, Reunion’ı ise sadece beş ve katları yılını doldurmuş mezunların katıldığı etkinlik olarak görmeliymişiz. “Reunion”
için geçerli bir Türkçe kelime bulunmadığı için yazının geri kalanında aynı şekilde kullanmaya devam edeceğim.
44
Çünkü mezunların dönem arkadaşlarıyla, hocalarıyla bir araya gelmeleri ve kampüs havasını solumaları
için bundan daha iyi bir fırsat yoktur.
Profesyonel ya da akademik hayatını sürdüren mezunlar için güçlü bir
etkileşim ortamı sağlayan Mezunlar
Buluşması ve Reunion etkinlikleri,
mezunların üniversitelerindeki gelişmeleri kanlı canlı görebileceği,
gurur duyabileceği atmosferi oluşturur.
Üniversitemizde gerçekleşen ilk
üç buluşmada Reunion ve Mezunlar Buluşması’nı peş peşe yapmanın uygun olacağı düşünülmüştür.
Mezun sayımız henüz 5000’e yakın
ve daha çok mezun kampüste bir
arada olabilmeli. Bu nedenle hafta
sonuna denk gelen etkinliklerimizde
bir gün Reunion’a, bir gün de Mezunlar Buluşması’na ayrılıyor.
2-3 Temmuz’daki son buluşmamızda
ilk günü tüm mezunlara, ikinci günü
de mezuniyetinin beşinci ve katları
yılını doldurmuş mezunlarımıza ayır-
45
Tosun Hocamızın verdi¤i ders mezunlarımızın özel iste¤iydi…
Perküsyon Atölyesi ve mezunlarımızdan sahne performansı
Sabancı Üniversitesi’nin Mezunlar
Buluşması Gerçekleri:
• Mezunlar Buluşması & Reunion
bir Sabancı Üniversitesi Mezunlar Ofisi ve Sabancı Üniversitesi
Mezunları Derneği (SUMED) ortak yapımıdır.
• “Mezunlar Buluşması” tüm mezunların davetli olduğu bir etkinliktir.
• “Reunion” ise mezuniyetinin beşinci ve katları yıllarını doldurmuş mezunların davetli olduğu
bir kutlamadır.
• Her iki etkinliğe de öğretim üyelerinin katılması mezunları çok
mutlu eder ve mezunlarımız anketlerde hep bunu söylerler.
• Mezunlar Buluşması gününde
şimdiye kadar yapılmış konferans, ders ve panellerde değerli
hocalarımız ve başarılı portreler
yer almıştır.
Ali Alpar
2009
Canan Atılgan
2010
Halil Berktay
2009, 2010
Joost Lagendijk
2009
Kemal ‹nan
2010
Nakiye Boyacıgiller 2009, 2011
Nihat Berker 2009, 2010, 2011
Tosun Terzioğlu
2009, 2011
Cemal Kafadar
2009
Gabriel Piterberg 2010
Serpil Timuray
2011
• Her yıl, Mezunlar Buluşması &
3 Temmuz Pazar…
Reunion 10. yılını doldurmu 2001 ve 5. yılını doldurmu 2006 mezunlarına özeldi
dık. Yani 5 ve 10 yıllık mezunlarımıza… Yeni bir üniversiteyiz. Gün gelecek 5,
10, 15, 20, 25, 30… yıllık mezunlarımız kampüse geri gelecekler.
Bazen toplantılarda bizim bu dünyadan ayrılmış olduğumuz ve Sabancı
Üniversitesi’nin 70. Mezunlar Buluşması ve Reunion etkinliklerinin yapıldığı gözümün önüne geliyor. Hayalimde, koşturan, kayıt almaya çalışan,
9988’den çağrı açtıran “Mezunlar Ofisi” çalışanlarını görüyor ve yukarılardan sinsi sinsi gülümsüyorum.
Reunion için toplanan bir komite bulunmaktadır. Komite belirli
periyotlarla toplanır ve etkinliğin tüm detayları için kafa yorar.
2011 Komite Üyeleri: Halil Berktay, Nihat Kasap, Ali Koar, Salih
Arıman, Gülin Karahüseyino¤lu,
ule Yalçın, Sezen Gülen Kama,
Merve Tokgön, Fatih Mehmet
Akdan
• Gönüllü mezunlarla yapılan toplantıların da buluşmalara katkısı
çok büyüktür. [email protected]’ya mail göndererek gönüllü olabilir fikirlerinizi Mezunlar
Ofisi ile paylaşabilirsiniz.
• Programın her yıl aynı kalması
gibi bir kural yoktur çünkü Sabancı Üniversitesi “birlikte yaratır ve geliştirir.” Program gelişmeye açıktır.
“ÇOLUK ÇOCUK” İÇİN:
PUT YOUR CELL PHONES UP IN THE AIR!
Elif Gülez / Editör
Bono, sahneden konser alanındaki milyonlarca seyirciye sesleniyor. Milyonlarca cep telefonu kamerası ve
fotoğraf makinesi, karanlıktaki ateş böcekleri gibi parlıyorlar. Eskiden konser seyircisi, müzisyenlere, yanan
mumları havaya kaldırarak eşlik ederdi. Şimdi, konser
alanlarında havaya cep telefonları yükseliyor.
Bono, sıradaki şarkının bir “Patti Smith” şarkısı olduğunu söylüyor. Sıradaki şarkı: “Because the Night”. Onun
anonsundan sonra sahnenin diğer köşesinden Bruce
Springsteen ve Patti Smith el ele tutuşarak çıkageliyor.
Kalabalık iyice coşuyor. Rock’n Roll efsanesini ve şairi
alkışlıyorlar.
Bono, Patti’yi selamlıyor, Bruce Springsteen’i kucaklıyor. Springsteen gitarını omzuna asıyor ve işte şarkı
başlıyor. Şarkının ilk dizelerini Patti Smith söylüyor:
“Take me now baby here as I am
pull me close, try and understand
desire is hunger is the fire I breathe
love is a banquet on which we feed”
Nakaratı Bono, Smith ve Springsteen birlikte tekrar ediyorlar:
“come on now try and understand…
because the night belongs to lovers
because the night belongs to lust
because the night belongs to lovers
because the night belongs to us..”
‹kinci kıtaya Springsteen başlıyor:
“…have I doubt when I’m alone
love is a ring, the telephone
love is an angel disguised as lust
here in our bed until the morning
comes…”
46
Springsteen’in gitar solosuyla şarkı bitiyor.
Rockn’ Roll ruhu yaşıyor!
70’lerde henüz dünyaya gelmemiş olanlar, “Because
the Night”ı, 1990’ların ünlü popüler müzik grubu Ace of
Base’in şarkısı olarak tanımış olabilir… “Because the
Night’ın” yaratıcısı aslında, Amerikalı görsel sanatçı,
müzisyen ve şair Patti Smith’dir.
Patti Smith, 70’lerde şiirle rock’n roll’u bir araya getirerek yeni bir form oluşturmasıyla tanındı. Tarzı, müzik
otoritelerince “devrimci” olarak nitelendi. Doğrusunu
isterseniz, ben sıradan bir rock dinleyicisiyim. Bu yüzden, yaz başında, çok satan kitap raflarında “Çoluk
Çocuk” isimli kitabı görene kadar Smith’i pek yakından
tanımıyordum. Buna rağmen adını duymuştum. ‹lk albümü Horses’ın kapağındaki fotoğrafındaki ince, androjen
görünüşü, Bob Dylan’a benzer saç kesimi, beyaz gömleği ve smokiniyle aklımda yer etmişti.
47
Patti Smith’in “Çoluk
Çocuk” isimli otobiyografik kitabı, 70’lerin New York’unda
müzisyenlerin, performans sanatçılarının,
ressamların,
şairlerin içinde yaşadığı dünyanın; bu
dünya içinde Smith’in
ve en yakın arkadaşı
fotoğrafçı
Robert
Mapplethorpe’un her
anlamda var oluş mücadelesinin hikayesi.
Kitap, birbirlerine sonsuza dek göz kulak olmaya karar
vermiş iki genç sanatçının yaratıcı yönlerini keşfetmesine, iki ayrı yolda fakat birlikte ilerleyişlerine tanıklık
etmemizi sağlıyor. Ayrıca, Janis Joplin, Jim Morisson,
Jimi Hendrix gibi efsanelerin; Andy Warhol filmlerinde rol almış Holly Woodlawn, Jackie Curtis ve Candy
Darling gibi transeksüellerin; parasız sanatçılara hamilik yapan koleksiyonerlerin; uyuşturucu bağımlılarının;
Andy Warhol’un Fabrika’sının sakinlerinin yaşamlarına
dair ipuçları veriyor. Ayrıca dönemin sanatçılarının yaşadığı Chelsea Oteli, Warhol’un popülerleştirdiği kulüp
Max’s, Coney Island ve daha pek çok New York mekanı
hakkında da ilginç hikayeler anlatıyor.
‹ki genç sanatçı sokakta yaşarken tanışıyor. Yiyecek
kıt. ‹ş yok. Barınacak yer nadiren bulunuyor. Sokaklar
tehlikeli. Şansları yaver giderse apartman girişlerinde,
gitmezse bina köşelerinde uyuyorlar. Ufak tefek işler
karşılığında karınlarını doyuruyorlar. Yine de kısıtlı paralarını kitaplara, boya kalemlerine, resim ve kolaj malzemelerine yatırıyorlar.
Robert Mapplethorpe, objeler biriktiriyor. Çöpten, sokak satıcılarından, eskicilerden topladığı objelerle takılar yapıyor. Dergilerden kestiği parçalarla kolajlar,
çizimler üretiyor. Fotoğraftan etkileniyor ancak malzemeler pahalı, üretim süreciyse zahmetli olduğu için fotoğraf çekmekten çekiniyor. Sonra bir polaroid makine
ediniyor. Polaroid’in “daha dürüst” (bkz. http://www.
mapplethorpe.org/biography/) olduğunu düşünüyor.
Patti, Robert’ın ilerleyişine tanık oluyor, onu destekli-
yor. Patti ise resimden, enstalasyondan ziyade şiire ve
müziğe yöneliyor. Ne yazık ki Mapplethorpe’un yaratıcı
serüveni, onunla aynı dönemde yaşamış pek çok sanatçıya benzer şekilde, bir anlamda bir öz-yıkım sürecini
de beraberinde getiriyor. Robert, 43 yaşında, ardında
bir çok özgün ve çarpıcı fotoğraf bırakarak AIDS’ten
ölüyor.
Smith ve Mapplethorpe tanıştığında, Robert ilk polaroid
makinesini aldığında, Janis Joplin, Jimi Hendrix ve Jim
Morrison 27 yaşında öldüklerinde, Woodstock yapıldığında ben henüz doğmamıştım. 70’lerin rock efsaneleri
içinde sadece Carlos Santana’yı sahnede izleyebildim.
Bu yüzden kendimi şanslı sayıyorum. Öte yandan, tıpkı
yukarıdaki efsaneler gibi, ancak onlardan 40 yıl kadar
sonra 27 yaşında ölen Amy Winehouse’u sahnede izleme şansını yakalayamadım. Eğer yakalayabilseydim,
milyonlarca seyirciyle birlikte cep telefonlarımızı havaya kaldırıp Amy’ye bir ateşböceği gösterisi yapabilirdik.
70’lerin yaşayan tanık ve kahramanları, dönemin yıkıcı
hastalıklarına direnemeyerek hazin bir şekilde tükenen
saf sanatçıları ve günümüzün kayıp yetenekleri için hep
birlikte seslenebilirdik: “Put your cell phones up in the
air!”
Yakın zamanda aramızdan ayrılan
Hakkı Ögelman, Hakan Orbay ve
Nilden Kireçtepe’yi her zaman hatırlayacağız.
MAN
EL
Hakkı ÖG
Nilde
n K‹R
Hakan ORBAY
EÇTE
PE
GrafikaSU 11/2011- 2500TR
Sabancı Üniversitesi
Orta Mahalle, Tuzla 34956 ‹stanbul
Telefon: (0 216) 483 90 77 - 483 91 06
Faks: (0 216) 483 90 45
e-posta: [email protected]
www.sabanciuniv.edu/sudergi

Benzer belgeler