Malatya Öyküleri - Sadık Yalsızuçanlar

Transkript

Malatya Öyküleri - Sadık Yalsızuçanlar
Malatya Öyküleri
Sadık Yalsızuçanlar
Malatya Öyküleri
Sadık Yalsızuçanlar, l962 yılında Malatya’da doğdu. İlk ve ortaokulu, Melekbaba ve
Kubilay’da okudu. Orta öğrenimini Dörtyol’da tamamladı. Hacettepe Üniversitesi Türk Dili
ve Edebiyatı bölümünü bitirdi.(l983) Bir süre yayıncılık ve öğretmenlik yaptı. Daha sonra
TRT’ye yapımcı olarak geçti. Çeşitli belgesel fimler hazırladı. Emekli oldu. Deneme,
araştırma, roman, senaryo gibi türlerde de dolaşmasına karşın hep öykü yazmakta ısrar etti.
Rüya Sineması adlı teorik çalışmasıyla sinema düşüncesine katkıda bulundu. İletişim
sorunlarına ilişkin yazdı. Kitaplarından bazıları çeşitli dünya dillerine çevrildi.
Kitaplarından bazıları, Şehirleri Süsleyen Yolcu, Gerçeği İnciten Papağan, Güzeran, Kuş
Uykusu, Halvet Der Encümen, Geçen Gün Ömürdendir, Yakaza, Düşkırığı, Sırlı Tuğlalar,
Öyküler Kitabı, Bir Yolcunun Halleri, Dem, Anka, Gezgin, Cam ve Elmas, Vefa Apartmanı.
İçindekiler
Malatya deyince…
‘Sensiz Sönmez Şu Kalbimin Ateşi’ Ya da Pınar Sineması
Esrar’lı Bir Öykü
Hayat’lı Evimiz
Ört ki Ölem
Değirmende Döner Taşım
Neco
Gara Tiren
Alkarısı’yla İlk Tanışma
Alkarısı’yla Karşılaşma
Öykü Satan Adam
Acı Kahve’nin Kırk Yıllık Acısı
Ahmet Duran
Dayımın İki Yakası
Sadıklar Durur Sözünde
Riyad
Aspuzu
‘Di Mele Gıdik!’
İkindiye Doğru
İlkaşk
İlk Günah
Kalaycı
Çerağ
Yusufçuk
İbrişim
Çıt
Hafif sesler
Söz sokağa düşünce
“Düşler… Düşler…” Ya da Son Yerine
Malatya deyince…
Bindokuzyüzyetmişbeş yılında, babamın uğraş alanlarına son verip, dükkanını kapatıp,
teyzemi gelin verdikleri bir başka coğrafyaya, Hatay’ın Dörtyol ilçesine göçene değin
Malatya’da yaşadım.
İnsan, büyük oranda çocukluğudur. Bu yüzden, kişiliğime, onu inşa eden bütün malzemeye
baktığımda hep Malatya damgası görüyorum.
Malatya’ya, ortaokul üçüncü sınıfta okurken veda etmiştim. Üniversiteyi kazandığım yıl
tekrar geldim. Merhum babaannem ile amcamın oturduğu Çarmuzu mahallesindeki toprak
damlı, tek göz, önünde yaşlı bir dut ağacı bulunan eve gittim. Güneşin ilk ışıkları, bugün hala
özgünlüğünü ve ruhunu koruyan sokakları, eski evleri yıkıyordu.
Kapıyı usulca açtım, toprak kokan eve girdim. Babaannem hayli yaşlanmıştı ama o her
zamanki ruh tazeliğiyle beni karşıladı.
Sac sobadan çıkardığı közü mangala koydu, çinko çaydanlıkta çay demledi, birkaç tane
karanfil attı, tandır ekmeği ve salamura peynir çıkardı. Yemeye başlayınca, o tadın,
çocukluğumun bütün kuytularını açan bir anahtar gibi, beni, inanılması güç bir hatıralar
berzahına götürdüğünü fark ettim.
Malatya, ‘güneşin doğduğu yer’ anlamına gelen Anadolu’nun bütün ortak özelliklerini
taşıyan, samimi, sıcak ve fedakar insanıyla; tarihten miras kalmış eserleriyle, iktisadi
hayatıyla, şive özellikleriyle, Niyazi Mısri, Sadreddin Konevi, Muhyiddin İbnü’l-Arabi gibi
kendisini onurlandırmış bilgeleriyle, kayısısı, dut pestili, üzümü, pekmezi, içli köftesi,
analıkızlısı, ekşili köftesi, Çarmuzu lahanası, Kernek’i, Fahri Kayahan’ıyla, türküleriyle,
güzel insanlarının cömertliği, merhameti, komşuluk ilişkileri, dostlukları ve vefasıyla
Selçuklu medeniyetinin izlerini hala saklayan, capcanlı bir şehirdi.
Bugün hala böyle ve modernleşmenin her türden saldırısı karşısında dahi kendisini kadim
olanla birlikte inşa etmeyi başarabiliyor.
Çocukluğumun bütün sırlarının, anılarının, yalnızlıklarının, tatlarının ve acılarının yazdıkça
kağıda sökün ettiği bitmek bilmeyen bir hikaye bu.
Şair, günlüğüne, ‘ne çok acı var’ diye başlar. Ben, ‘ne çok acı ve neşe var’ diyorum. Hayat,
celal ve cemalden ibarettir.
Malatya toprağının gönül çocuğu Niyazi Mısri, ‘iki göz bir görür’ der.
Böylesi bir gözle bakmaya çalışarak anlattığım bu hikayeler, hafızamı oluşturan milyonlarca
olay, durum, kişi ve nesnenin, geniş ve dar zamanın bir özeti sadece.
Malatya öyküleri, farklı zamanlarda kaleme alınmış hicranlı ve neşeli hikayelerden bir demet.
Malatya’nın düşünceye ve sanata düşkün valisi Sayın Ulvi Saran’ın bu belleği belirleme
çabalarını yürekten alkışlıyorum.
Sizi, Melekbaba yazlık sinemasının, Çarmuzu mahallesinin, Taştepe ve Boztepe’nin,
Kernek’in, Şükran’ın, Neco’nun, Çakal Hanifi’nin, Radyocu İrfan Usta’nın, babaannemin,
dedem Sadık Baba’nın, merhum amcalarım Ali ve Muhammed’in, aziz bilge Niyazi
Mısri’nin, daha nice nice güzel insanın hatırasıyla baş başa bırakıyorum.
Sadık Yalsızuçanlar
“Ey Niyâzi ger dokumayaydı hiç bad-ı fenâ
Kim demezdi ana firdevs-i cinandır Aspuzu”
Niyazi Mısri
“
(…)gök ekim
taptaze apak
kalabalık uykusunda hâlâ
otobüsler minareler çalar saatler kahvaltılar uykusunda
uzak tirenler çok uzak
uzun gemiler yalnız içimde artık
şunlar
bunlar
güneşin düştüğü suya baktım
kaçırmadım da gözlerimi
dinledim
dinledi beni
yaaa hayat dedim
yaaa hayat
ölümden bile güzelsin
(…)”
Bedirhan Toprak
‘Sensiz Sönmez Şu Kalbimin Ateşi’ Ya da Pınar Sineması
Babam, kederli anlarında Malatyalı Fahri’den, ‘sensiz sönmez şu kalbimin ateşi/melül
mahzun bakışanım nerdesin’ türküsünü dinlemeyi, keyifli anlarındaysa, ‘gökyüzünde tüten
olsam/yeryüzünde biten olsam/bir atlastan keten olsam/yar boynuna sarsa beni’ dizelerini
söylemekten kendini alamazdı. Dedemin yanında cesaretlenip söylerse bunu, o; ilkin derin
derin soluklanır, ardından, ‘dünyaya ölmek için değil olmak için geldiniz’ sözcükleri
dökülürdü ağzından.
Koyu bir sükut olur, idare lambasının alevi titrerdi.
Dışarda poyraz ne varsa savurur, pencerelerde insanı meyusiyetin derinliklerine iten bir
uğultuyla eserdi. Lodosun gözü yaşlı olurmuş. Poyrazın nefesi acı soğuk idi.
Babaannem, zemheri için kullanırdı bunu, acı soğuk...
Acı soğuğun ilk belirtileri görüldüğünde yazlık Pınar sinemasının ışıkları gelecek yaza kadar
sönerdi.
Babam, afyonu başına vuranlardandı.
Dedemin dördüncü oğlu. Anneme göre en çok onu severmiş. İzmir ve Sarıkamış’ta dört yıl
askerlik yapmış. Askere gidene kadar Varto’da taş ustalığıyla uğraşmış. Varto Devlet
Hastanesi, Ulu Caminin minaresi, onlarca ev...
En çok cami minareleriyle övünürdü. Sarı taşla arası çok iyiydi. Kolay yontulabilen bu taşla
uğraşırken kendinden geçerdi.
Amcası Hasan ustadan öğrenmiş taş işlemeyi.
Taşı yontmak, ona biçim vermek, yerine yerleştirmekten tarifsiz bir keyif aldığı kesindi.
Kesin olan bir başka şey, çalışırken kendisini daha çok gösteren asabiliği idi.
Köyde bazen bir ses yankırdı : ‘Dere kenarında taş ben olaydım/Ela göz üstünde kaş ben
olaydım/Senin gibi güzele eş ben olaydım/Şu mezar üstünde bir taş olaydım/gelene geçene
yoldaş olaydım’.
Babamın taş olmak istediğinden emin değilim. Ne var ki, gelene geçene yoldaş olmak veya
ela göz üstünde kaş olmak için istekli olduğunu söyleyebilirim. Hele ela göz üstündeki kaşa
dayanamadığı, bu yüzden annemle evlenmeden önceki sevdaları uğruna yaşadıkları anlatıla
anlatıla bitirilemezdi.
Söylentiye göre, köyden ayrılmasına evli bir kadına duyduğu aşkı neden olmuş. Ya bu
diyardan gitmeli ya bu diyardan gitmeliye çıkmış yolu ve onu zorla evlendiren babasına
kızgınlığını otluğundan çıkarmış. Sadece adamın otu yanmakla kalmayıp civardakiler de kül
olmuş.
O günden sonra babam köye bir daha gitmemiş. Büyük amcası Hasan ustanın yanında, taşa
hayat vermenin inceliklerine dalmış.
Hasan amcanın saçı sakalı bembeyazdı, gençliğinde çok canlar yakmıştı.
Çehresi gibi huyu da güzeldi. Nakşibendi kolunun müntesiplerinden olduğu söylenirdi.
‘Tarikatlı’ derlerdi. Şeyh Alirıza efendiye intisaplıydı.
Babam, onun taşla insanmış gibi konuştuğunu söylerdi.
‘Oğlum alemde cansız diye bir şey yoktur, bu kaskatı maddenin zerreleri de bizim gibi
meczuptur, O’nun aşkıyla müstağraktır, onlar da seyran ederler alemi. Deli olur dönerler
aşkından. Bağırır, feryat ederler. Taş O’nu zikrederken, bazılarımızın kalpleri daha mı katıdır
ki gafil dolaşırız. Bak, taş deyip geçme, ne kadar severek vurursan çekici, o kadar açar sana
sırlarını, sen onu incitmez, ondaki güzelliği çıkarmak için uğraşırsan, o, kimseye göstermediği
güzeliklerini sana gösterir.’
Babam hem taşçı hem yontucu hem de yapıcı idi.
Yapıcı olmak öyle kolay değilmiş.
Hasan amca doksanı aşmıştı. Taşla uğraşmaya onüç ondört yaşlarındayken başlamış.
Minareler, sütunlar, kemerler, kubbeler yaparken kendinden geçip sarhoş olduğunu görünce
babam, bu iş bir sır, buna bir ömür vermeden olmaz diyerek yolun yarısında dönmüştü.
Dönmüştü ya, ayrıldığında iyi bir usta idi.
Köyün yukarısındaki Haydarlı mağarasının eskiden taş ocağı olduğu söylenirdi. Oradan kalıp
kalıp dev kayalar çıkarılır, eşiğindeki düzlükte, yontucu kalfalar günlerce çalışır, küçültür ve
düzeltirlerdi.
Eskiden katırla taşırlarmış mağaradan. Sonradan Kara Mısto’nun traktörüyle indirirlerdi.
Yontulan taşların büyüklüğüne, damarlarına ve biçimine göre, köşetaşı mı ara taş mı olacağı,
duvara yerleştirilmeden önce işlenmesi, derken tam bir sabır imtihanı başlardı. Babam, Hasan
amcanın her yapısının farklı olduğunu söylerdi.
Evlerin kışlık ve yazlık eyvanlı olarak çatılmasına, hayatlı, havuzlu, açık veya kapalı
odalardan, kemerlerden oluşmasına rağmen nasıl olup da her seferinde farklı inşa edildiğini
anlamak için Hasan amcanın yanında epeyi kalmanın şart olduğunu düşünürdü.
Süsleme daha çok ibadet yapıları, çeşmeler, türbeler ve eşraf konaklarında yapılırdı. Bitkisel
veya geometrik şekiller bazen de tasvirler kazırdı Hasan amca. Kakma, kabartma, şebekeli
oyma veya çizikleme çalışırdı. Şemseler, güller, papatyalar, karanfiller, sağır çiçekleri, horoz
çiçekleri, tanıdığı, kokladığı bütün çiçekleri kazırdı. Taştaki resmin ayrıntılarını ortaya
çıkarana dek çalışırdı. Bazen bir portalin altı ay sürdüğü olurdu. Sadece bir cephe için eskiden
bir sene çalıştığını anlatmıştı babam.
Tasvirlerden en çok kartalı sevdiği anlaşılıyordu. İki-üç başlı, cepheden ve yandan daima çift
gözlü, başı gövdesi kadar büyük, kanatları meleksi kartallar...
Besmele ve ayetelkürsiyi harekesiz yapardı.
Eliflere bayıldığını, onları daha iri, daha özenli yaptığından anlamak mümkündü.
Çalışırken varlıktan kopar, rüyaya dalardı.
Bir harf veya çiçeğin taç yaprağını bitirdiğinde düşten uyanır, gözleri onda, başındaki ucu
fitilli koyu yeşil papağını geriye iter, alnındaki teri siler, yeleğinin sağ cebindeki tütün
tabakasını çıkarır, kağıda Muş tütününden bir parça koyar, sarar, diliyle ıslatır, dişleriyle
kağıdın ucunu koparır, ağzından kağıdı yuvarlar, elini ağzına kalkan ederek yere tükürür, zarif
bir hareketle sardığı cigarayı tamamlar, sol cebindeki gazlı çakmağı çıkarır, çakar,
yanmayınca birkaç kez sallar, cigarayı iki üç kez derince emer, duman bıyıklarında dağılır,
gözlerini hafifçe kısarak yaptığına uzun uzun bakardı.
Babamdaki öfkeyi hiç kimsede görmedim. Athena mızrağını saplayınca Ares’in, öfkesinden
kırk bin kişilik bir ordu gibi bağırdığı söylenir. Babam tıpkı böyleydi, sudan bir sebep
çıldırmasına, öfkeden kudurmasına yeterdi. Öfkesi başına vurduğunda, gök gibi gürler,
tepesinden alevler çıkardı. Annemi dövdüğünde, savaş oluyor sanırdınız. Mutlaka bir kırık,
çok sayıda ezik, çatlak bırakırdı bedeninde. Annem gözünde patlayan bir yumrukla duvara
çarpar, bayılırdı.
Babaannem böylesi durumlarda, annemi teselli eder, babama kargışlar yağdırırdı. En çok
ettiği beddua, ‘uyuz olasın da kaşınmaya tırnak bulamayasın’dı. Çok kızdığında, ‘hırtlegine
şiş aka’ derdi, k’yı hırıltılı h biçiminde telaffuz ederek.
Babaannem nadiren sinirlenir ve ilenirdi.
Babamın yaptıklarını dedeme duyurmazlardı.
Bir keresinde kaynar yemeği üzerine fırlatmış, zavallı kadın haşlanmıştı.
‘Çok gazın olduğundan mı yoksa bahçemizde cinler cirit attığından mı, sürekli ağlardın’ dedi
annem, ‘anason içirirdim kar etmezdi. Annem bir defasında haşhaş yutturdu sana. Baban gece
yarısı sinemadan döndüğünde, yorgun ve heyheyleri tepesinde olurdu. O geldiğinde ne yapıp
yapıp seni uyutmuş olurdum. Uyanınca emzirir teskin ederdim. Bir gece yine sinirleri gergin
ve yorgun gelmişti. Cinlenmiştin sanki. Durmaksızın ağlıyordun. Kundağın düğümünden
tuttuğu gibi yatağa attı seni. Bağırınca bu kez bana saldırarak Allah ne verdiyse...Deden
gürültüye uyanıp da neler olduğunu öğrenince bastonuna davranarak üzerine yürüdü. O
kaçıyor deden kovalıyor, karanlıkta görülmeye değerdi.’ Babaannem sinirinden gülüyormuş.
Bir yandan beni bağrına basıyor, bir yandan, ‘gidişin ola da gelişin olmaya, boyun posun
devrile, çocuk yüzüne hasret kalasın’ diye ileniyormuş.
Babaannem, hiddeti dindiğinde, oğluna olan sevgisini, ‘dağ başından duman eksik olmaz’
diyerek dile getirir, annemin gücendiğini düşünerek de, ‘ne yapacan anam, kör atın kör alıcısı
olurmuş. Senin de kaderin böyleymiş.’
Anneannem, ‘anam bu ne kara kadermiş böyle!’ diye itiraz eder, ‘deliyi everme deli çoğalır
demişler’ diyerek kızını alır evine götürür, babam gelesiye bekletirmiş.
Babam afyonu başına vuranlardan olduğu kadar, merhametliydi de. Şark sinemasından
itibaren işlettiği bütün sinemalarda, yetim, evsiz-barksız, yersiz-yurtsuz pek çok kişiye
babalık ederdi. Kendini yitirmedikçe kimseyi incitmez, elindeki avcundakini paylaşır,
hastaya, cenazeye, düğüne derneğe koşar, çocukla çocuk deliyle deli olurdu.
Yaz günleri bisiklet veya faytona binmediği zamanlar evden çıktığında, kapı önlerinde, açık
oturan kadınlar o geçtiğinde ayağa kalkar, kareli çarşaflarını, yazmalarını düzeltir, uzaklaşana
değin öylece beklerlerdi.
Babamın beslediği, koruyup kolladığı çok sayıda meczup, yaşlı ve çocuk vardı. Evimizin en
sadık müdavimi Şorrikli Yaşar idi.
Başında ortaokula başladığımda taktığıma benzer bir şapkayla dolaşan ve sürekli uyuklayan
Mamılo, Kasketine, kulaklarını örtecek şekilde yazma bağlayan Gız Mahmut, Adliye’den
emekli olduktan sonra evi yanıp, kızı alevi bir gence kaçınca çıldıran Adliye Bekir,
Almanya’dan emekli Mersedes Kadir, akşama dek Şire pazarıyla Söğütlü camii arasında
mekik dokuyan, Cuma namazlarında safların arasında gezerek hutbe okuyan hocayı papağan
gibi tekrar eden Mısto, Ziyaret’e yakın babadan kalma iki katlı bir evde yaşayan Çakmakçı
Cüce Hacı, Davulcu Hasan, Kalaycı İzzettin amca, eşi Mukaddes teyze, Uyuz Ümmühanbelediye hamamında tellak idi-, Makinist Yusuf amca-Pınar sinemasının makinisti idi-, Lallik
Selo-Pınar sinemasında teşrifatçı idi, babam Teş derdi çoğunlukla-, sonradan belediye başkanı
olan Hamido, Halk Partisi’nden üç dönem reis olan Nuri Nebioğlu-Halk Partisi’nin ateşli bir
taraftarı, delegesi, üyesi idi babam. Ta ki Nuri Nebioğlu belediye hamamında oğlanlarla
yakalanıp düşene değin- ve daha pek çok sürekli ziyaretçisi vardı evimizin.
Bunlar arasında en çok Çakmakçı Cüce Hacı amcanın gelişine sevinirdim. Boyu bir metre var
yoktu, Kışlalar caddesinden Akpınar’a giderken meydanda çakmak doldurur, tamirat yapardı.
Elleri iri, toparlak, sesi ile boyu mütenakız, sevecen bir adamdı.
Eşi Cemile teyze Yukarı Banazı’dan akrabalarıymış, annesinin itirazlarına rağmen babası,
‘cüce müce ama melek gibi adam’ diyerek vermiş.
O eşinden eşi ondan çok memnundu. Üç çocukları vardı. Annemler kendi aralarında fiskos
konuşurken gülerlerdi.
Çakmakçı Hacı, sabah ezandan sonra yola düşerdi. Paytak paytak yürür, evin önünden
geçerken babamın ağlarına mutlaka takılır, bir kahve, birkaç cigara içmeden yoluna devam
edemezdi. ‘Hacı yine çimmişsin, bu gidişle zatürre olacaksın’ diye takılırdı. Hacı, ‘Lan
Abdo’ derdi babama, ‘gine işe geç kaldım, nedir bu senin elinden çektiğim’
Babamın adı Abdurrahman idi.
Hüseyin Peyda’nın efsaneleştiği Mezarımı Taştan Oyun/Abdo filmini Pınar sinemasında
oynattığı sıralar, Abdo olarak değişti adı. Cüce Hacı’yı, Faytoncu Doğan amca gelene dek
bekletir, kollarından tuttuğu gibi faytona atar, giderlerdi.
Şorrikli Yaşar, üç beş mahalle dolaşırdı her gün. Çarmuzu mahallesindeki yeni evimize,
annem ve teyzemlerin bahçede büyük, bakır leğenlerde çamaşır yıkadığı vakitte gelirdi.
İşten bunalan küçük teyzemin en büyük eğlencesi, Şorrikli Yaşar’a yemek hazırlayıp karşısına
geçerek seyretmekti. Dişlek oluşu, kaslarını tam denetleyememesi, anlaması güç sözcükleri
eğip bükerek konuşması, belki en önemlisi, bi parça ekmek, bi bardak suyun hatırını
gözetmesi, acıklı bir olay karşısında gözyaşlarını tutamayarak yaralı bir hayvan gibi inlemesi,
sadece teyzeme değil hepimize herşeyi unuttururdu.
Saçlarını çoğu zaman büyük halamın kocası Berber Ahmet ağbi, alabulus keserdi. Kepçe
kulaklı, kaşları gür ve gözleri şehla idi. Köpek dişlerinden biri yoktu.
Yüzü, keyfini kaçıran bir şey yoksa her zaman güleçti. Yakasız mintanı, sünnet giysisi gibi
dizlerine inerdi, altında kirden rengi dönmüş, lastikli bol bir pantolon olurdu. Yaz sıcağında
dayanılmaz bir ter ve sidik kokusuyla dolaşırdı.
Şorrikli Yaşar, kediler gibi sevildiğini hissettiğinde yanından ayrılmazdı insanın.
‘Kollarında burma olsam/yedikleri hurma olsam/alçın alçın sürme olsam/yar gözüne sürse
beni’
Pınar sineması, babamın kaderinde vazgeçilmez bir değere sahipti.
Askere duhul tarihi yirmi ekim bindokuzyüz elliikiden beş yıl sonra, nisanın yirmisinde
açılmıştı. Bindokuzyüz otuzda Hınıs’ın Mergemıst köyünde başlayan yaşamının ikinci önemli
durağı, Pınar sineması olmuştu.
Büyük dayım Necdet-Neco derlerdi, Malatya’nın namlı kabadayısı Çakal Hanifi’nin
yetiştirmesiydi-ilkokul üçteyken okulu terketmiş ve anneannemin meslek edindirme
çabalarını da boşa çıkararak, soluğu Pınar sinemasında almıştı.
Babam, sinemaya makinist olarak radyo tamircisi İrfan ustanın kalfalığını yapmış olan Yusuf
amcayı çağırmış, sinema tutkunu adam koşa koşa gelmişti.
Yusuf amca, bazen, Taştepe mahallesindeki geniş, kerpiç evimizin çatı aralığında, bazen de
sinemada yatıp kalkardı. Kimi kimsesi yoktu. Şark sinemasında makinist yardımcısı olarak
çalışırken, mahallenin güzel dulu Naylon Emine’ye aşık olmuş, Yıldızların Altında filmini
hemen her akşam seyreden ve aynı sahnelerde aynı gözyaşını döken kadına hissiyatını
sonunda açabilmişti.
Naylon Emine, balık etinde, simsiyah saçlı, simsiyah gözlü, eşini yıllar önce yitirmiş, çoluğu
çocuğu olmayan, süse, giyim-kuşama, sürmeye-allığa düşkün bir kadındı.
Yusuf amca, traş olup saçlarını biriyantinlediğinde ve gri şeritli beyaz fötrünü takıp,
topuklarına bastığı rugan iskarpinlerini takındığında tıpatıp Eşref Kolçak olurdu. En çok Zeki
Müren’in okuduğu Seninle Bir Sonbahar Mevsimiydi Tanıştık şarkısını çalardı on dakika
arada.
Pınar sinemasının devasa levhası, vilayet meydanından yukarı çıkarken görünürdü.
Bitişiğinde belediye reisi Nuri Nebioğlu’nun, Nebioğlu Ve Mahdumları Limitet tabelasının
asılı olduğu toptancı dükkanı, yanında Cumhuriyet Halk Partisi’nin İl Başkanlığı binası yer
alırdı. Şehir, Beydağının kuzey eteğine doğru yayılmıştı. Hangi yapının aralığından baksanız,
yaz-kış başında kar eksik olmayan dağları görürdünüz.
Kentin güneybatısındaki tatlı su pınarı, Derme çağıldar, buradan başlayarak kuzeydoğuya,
eski şehrin kurulmuş olduğu Eski Malatya’ya kadar aralıksız kayısı bahçeleri, tek ü tenha bağ
evleri, sınırları çevreleyen kavak ağaçları, yığma tepeler, erik, üzüm ve elma bağları uzardı.
Şehrin yüreği, Eski Malatya’nın yazlığı olan Aspuzu idi. Fevzipaşa’dan otuzlarda tiren
geldikten sonra tütün, mensucat, lastik, şeker fabrikaları birbirini kovaladı ve bağlar birer
birer yok edildi.
Eski Malatya surları dışında kalan minarenin adını annem kızdığı yaşlılar için kullanırdı :
Hötümbaba.
Dedemin yıllarca yaya gidip geldiği Ulucamiye bazen teravihe giderdik. Sekizgen tuğla kaide
üzerinde silindirik biçimde yükselen minaresinden Hafız Ahmed’in ortalığı çınlatan ezanı
yükseldiğinde herkes hareketlenir, çeşmelere yürürdü.
Firuze renkli çini frizleriyle, şerefe altındaki kitabesiyle insana evinden daha sıcak görünen bu
yapının geniş zemin taşlarını hangi ayaklar çiğnemişti?
Babam ateşli bir Halkçı idi. Nebioğlu’nun başkanlık seçimlerinde ilk durağı Çarmuzu
mahallesindeki evimizdi.
Dedemin Demokratlara olan sevgisi ve ezanı yeniden arapça okuttuğu için Menderes’e olan
hayranlığına tahammül edemez lakin yanında ağzını açamazdı.
Elliyedi seçimleri henüz olmuş, Demokratların oy nisbeti yüzde ellinin altına düşmekle
beraber hükumet kurmuşlardı. Cumhuriyet gazetesinin manşet haberlerini heceleye heceleye
okuyan babama göre seçimlerde hile yapılmıştı. Atatürk’ün partisine karşı yapılan bu
sahtekarlığı Demokratlar bir gün mutlaka ödeyeceklerdi. Anneannemin her fırsatta anlattığı
seferberlik günlerindeki kıtlığa benzemese de, pek çok mal çarşıdan çekilmiş, fiyatlar artmıştı.
Babama göre, Demokratlar gelmese de ezan arapçaya çevrilecekti zaten. İsmet Paşa söz
vermişti. Kore’ye katılmamızın tarihi bir yanılgı olduğunu her fırsatta tekrarlardı Nebioğlu.
Ülkenin Nato’ya teslim edildiğinden dem vurur, partinin yanlış icraatlarına Fuat Köprülü gibi
bir ilim ve devlet adamının dahi tepki gösterdiğini, bu yüzden istifa ettiğini, sadece halkçılara
karşı kıyım yapılmadığını, Millet partisine verdikleri destek yüzünden Kırşehir’in il iken ilçe
yapıldığını, memlekete bunca sene hizmet etmiş İsmet Paşa gibi vatanpervere, iktidar
tutkusuna sahip hasta ruhlu biri dendiğini, bütçe açığının büyüdüğünü söyler dururdu.
Nebioğlu, biraz, Ayasofya’da dilenip Sultanahmet’te sadaka verenlerdendi.
Babamın seçimlerde, evimizin parti ofisi gibi kullanılmasına izin verişine en çok annem içten
içe kızar, belli etmemeye çalışır, ‘hıh!’ diye söylenirdi, ‘ben sana hayran sen cama tırman.
Ayaklar baş, başlar ayak olsun istiyor bunlar. Bizim herifte akıl yok ki.’ Nebioğlu, iki günde
bir evde toplantı yapar, inkılaplardan vazgeçildiğini, Demokratların oy uğruna, memleketi
ağır borç taahhütleri altına soktuğunu uzun uzun anlatır, arada bir babama onaylatır, babam
ise daha çok, Muazzez Türing’in söylediği propaganda şarkılarının pikaba yerleştirilmesiyle,
afiş ve posterlerle ilgilenirdi. Nebioğlu, bu kez toplantıda Demokratlara savaş açmıştı. Sesi
gittikçe sertleşiyor, zaman zaman dinleyiciler arasında Demokratların da olabileceğini
düşünerek kendine tarafsızlık süsü takıyor, sesindeki şiddetten çehreleri donmuş bir halde
bakanların, anlattıklarını onayladığını düşünerek heyecanlanıyordu. ‘Halkevlerini, sevgili
hemşerilerim, Moskova’dan emir alıyor, iftirasıyla kapattılar. Bu kültür ocaklarını
darmaduman ettiler. Atatürk’ün fırkasının beyanatlarının radyodan neşrini yasakladılar. Bizim
dedelerimiz cihan harbinde savaştı, babamız Çanakkale’de savaştı, biz, bu memleketin ticari
ve sınai hayatına ihlasla hizmet ettik. Şimdi kalkıp fırka taraftarlığından başka bir meziyeti
olmayanları yüce meclise taşıyor, krediler veriyor, zengin ediyorlar. Bizlere getirilen ticari
müeyyideleri, buradaki pek çok kıymettar arkadaşım da bizzat yaşıyor. Arzu ederseniz onlar
anlatsın neler çektiğimizi. İsmet Paşa’nın devr-i saadetinde bütçe hiç açık vermemiş, paramız,
batılı memleketlerin paralarıyla ya müsavi veya daha kıymetli halde kalabilmiştir. Şimdi
böyle mi, daha, geçen ay bir devalüasyon mudur nedir yaşadık, bakınız paramız itibar
kaybediyor. Bu ne cüret, bu ne küstahlıktır ki, bir başvekil, cumhuriyetimizin temellerini
tarumar edercesine, ‘siz diyor, isterseniz hilafeti bile geri getirebilirsiniz’. Bu nasıl bir haldir?
Bu gidişe dur demenin zamanı gelmemiş midir?’. Nebioğlu’nun gittikçe kabaran bir
heyecanla bağladığı sözlerine kuvvetli bir alkış düştü. Biraz soluklandı. Bir yudum su içti.
Babama, ‘yahu Abdo çay nerde kaldı?’ deyince babam hareketlendi, ‘geliyor’ diye bağırarak,
mutfağa koştu. Az sonra buharı üzerinde kaçak çaylar gelince, konuklar kendi aralarında
konuşmaya başladılar. Esnaftan birkaç kişi, Dırijan ve Parçikanlı komşularımızdan türkçeyi
çok az bilen köylülerden bazıları, itiraz etmeye, karşı eleştiriler mırıldanmaya başladılar.
Çarmuzu mahallesinin eski muhtarlarından Salih amca, cesaretlenerek, ‘reis beyefendi’ dedi,
‘durumun beyan buyurduğunuz gibi vahim olmadığı kanaatindeyim. Vakt-i zamanında
Mıssouri zırhlısını karşılayacağız diye umumhanelerin duvarını badanalayanlarla
hürriyetçileri bir tutmayın’ ‘Zincirli hürriyet’ diye kesti sözünü Nebioğlu. Salih amca, ‘zincirli
zincirsiz, hürriyet sözünü bu devirde duyar olduk biz’ dedi, ‘bakın beyefendi, kırkaltı
seçimlerinden sonra bazı vekiller mahallemize geldiler. Bize, sıkıntılarımızı sordular. Burada
şehadet edecek olanlar vardır, yanlış isem lütfen beni tashih etsinler. Ne hazindir ki,
vekillerimiz jandarma nezaretinde bizimle görüşebiliyordu. Kimse ağzını açıp tek laf dahi
edemedi. Jandarma komutanı, yahu meselelerinizi anlatın, çekinmeyin, bunun için gelmiş
beyler, deyince, maliyeden emekli Kadir bey vardı, rahmetlik dayanamadı, ‘şimdi
konuşmakta bir beis yok komutan oğlum, dedi, lakin, beyefendiler gittikten sonra boynumuza
dipçik yemek istemeyiz. Biz bu dönemlerden geçtik geldik. İsmet Paşa’nın devr-i saadetinde
bütçe açığı yok diyorsunuz. Tabi olmaz, çünki ciddi bir yatırım yok. Ticareti, ziraatı teşvik
yok...’ demeye kalmadı, Nebioğlu gürledi, ‘o kadar da değil beyim!’ İçerde çok sayıda Halkçı
vardı, itiraz sesleri yükseldi, hava gerilmeye başladı, ‘Amerikan yardımının nelere
malolacağını, dağa taşa yol diye yatırılan onca servetin ileride başımıza hangi işler açacağını
görmek için basiretli olmak gerek.’ ‘Aman Adanalı canım Adanalı/Ben verem oldum sana
dadanalı’ şarkısı duyuldu. Küçük dayım, pikaba yanlış pilak koymuştu. Babamın
davranmasıyla sorun çözüldü. Sami Kasap’ın gür sesinden Kevengin Yollarında dinlenmeye
başlandı. Nebioğlu, ‘bizim hemşehrisi olarak İsmet Paşa’ya bir vefa borcumuz var. Burada
fırkacılığın değil, Malatya’mızın müşterek menfaat ve mesuliyetlerini müdrik olarak siyasi bir
tercih yapmanın lüzumu aşikar. Mazideki hataları sayıp dökmenin faidesi olmamakla beraber
bakınız İstiklal harbinin iki büyük komutanından birine yapılan şu
hürmetsizliğe...Gelibolu’nda, iskele meydanına, halkın müşterek gayretiyle güzel bir İsmet
Paşa heykeli dikilmiş idi. Hükumet olduklarında sanki başka mesele yokmuş gibi ilk icraattan
olarak ezan meselesini ele alanların partisinden bir belediye, sözde bir encümen kararı ile bu
vefa heykelini yıkmış, yetmezmiş gibi oracıkta balyozlarla kırarak kin ve nefretini kusmuştur.
Bunun vatanperverlikle, hürriyetle ne alakası var Allahaşkına!’ Babamın yüzünde bir
şaşkınlık vardı. Çayla birlikte gelen küncülü bilik, kayısı çekirdekli un kurabiyesi ve cevizli
kayısı lokumundan şapırtada şapırdata yiyen ve şimdiye dek susan belediye encümen azası
Alirıza bey, ‘şimdi Demokrat olmak moda’ diye başladı, ‘bu memleketin dağını taşını, kamu
arazilerini, babasının malıymış gibi taraftarlarına peşkeş çekenler vatanperver addediliyor.
Siyaset sahasında bir tefessüh var. Parayı veren düdüğü çalıyor. Çantasından eski bir gazete
küpürü çıkararak gösterdi, ‘bakınız’ dedi, ‘neler söylüyor İstanbul il başkanı, Köprülü,
yanımda çalışmak üzere Merkez’ce üç kişinin münasip görüldüğünü bildirdi. Bunların kim
olduğunu sordum, izahata başlayarak, İbrahim Çehreli’nin son harp zamanında, servetini
milyonlara ulaştırmış bir adam olduğunu, Demokrat Parti henüz ortaya çıkmadan ve tasavvur
devrinde iken kendiliğinden Ankara’ya gelerek partiye on bin lira vermek suretiyle hamiyet
ve taraftarlığını göstermiş olduğu gibi ileride hiç de yardımdan geri kalmamak vaadinde
bulunduğunu, tahsilli olmamakla beraber para hususunda kendisinin ve muhitinden istifade
edileceğini bildirdi. Hüseyin Avni Sarıoğlu’nu anlatmaya başlayarak bunun da diğeri kadar
servet sahibi olmamakla beraber ticaretle meşgul olmak itibariyle faaliyetinden az çok nakdi
yardım beklemek kabil olduğu gibi, Mülkiye’den mezun olmak itibariyle de fikirlerinden
istifade edileceğini ve Serbest Fırka zamanında Trabzon’daki şubenin başkanlığını yaptığı
için tecrübesinin de faydalı olacağını anlattı.’ Alirıza bey, yenilenen çayını karıştırarak bir
yudum aldı ve devam etti ; ‘İzmirli tüccarların Demokrat Parti’ye yüz bin lira bağışta
bulunduğu rivayet olunmaktadır.’ Bir yudum daha aldı çayından Alirıza bey, ‘durun’ dedi,
‘daha bitmedi’. Bu sıra Zahireci Turan bey haykırarak esnedi. Yanında yayılarak oturan Saka
Şükrü, çenesinin altını tatlı tatlı kaşıdı. Sürekli çay taşınıyor, boşalan tabaklara yemiş,
kurabiye ve pestil konuyordu. ‘Ellibirden sonra, mütemadiyen artan bir şekilde, bilhassa
türedi tüccarlar, hükumet üzerindeki nüfuzlarına dayanarak, kolay kredi temini, ecnebi
sermaye ile işbirliği yapılması gibi taleplerini, hükumetin tertiplediği bir kongrede daha açık
bir tarzda formüle ettiler. İşadamları, ayrıca süratle sermaye terakümü yapabilmek için sosyal
mevzuatın da değiştirilerek...’ Esneyenler, hatta uyuklayanlar çoğalmıştı. Pikapta, Şükran
Ay’ın söylediği, ‘bir fincan kahve olsam/kırk yıl hatırım vardır’ çalıyordu. Babamın da
onaylamasıyla, Nebioğlu sözü Alirıza beyden alarak, ‘muhterem hemşerilerim’ dedi,
uyuklayanlar toparlandı, esneyenler doğruldu, ‘Demokratlar halkımıza verdikleri sözleri
yerine getirmediler. Köy Enstitüleri kadükleştirildi. Üniversite muhtariyeti unutuldu. İkinci
meclis teşekkülü battal kaldı. Tarım kredilerindeki tarafgirane tatbikattan çiftçimiz rahatsız.
Bunu sadece biz söylemiyoruz. İçlerinden bazıları daha ağır tenkitlerde bulunuyor. Şimdiden
‘asi’ yaftasını vurdular onlara. Partinin kurucu azasından Fuad Köprülü, Devlet Vekili olduğu
esnada gayri meşru servet edinmekle itham edilen Mükerrem Sarol hakkında tahkikat
açılmasını reddeden parti meclis grubunu protesto sadedinde istifa etti. Seçimin eli kulağında.
Bu karşımıza çıkan mühim bir şans. Hadi kolay gelsin’ Bir alkış daha koptu. Nebioğlu
ayaklanınca herkes kalktı. Evde bir anda uğultu oldu. İkişer üçer gruplar halinde çıktılar.
Nebioğlu’nun şavrolesi dışında iki anadol fayton bekliyordu dışarda.
Pınar Sineması, reis Nebioğlu’nun da desteğiyle açılmıştı.
Çevresinde dört beş katlı apartmanlar yükseldiği için, balkonlardan seyiri engelleme işi,
sinemanın kapıcısı Hacı amcaya düştü.
Yüksek bir girişi vardı sinemanın. Balkon gibi çevreye nazır olan bu yere, gündüz tahta
sandalyeler çekilir, çay demlenir, Yusuf amca adeti üzre iç cebinden kanyağını çıkarıp
yudumlar, leblebi fıstık, beyaz peynir, ciğer kavurması getirilir, bir büyük rakı açılırdı. Yusuf
amca biraz demlenince, makinist odasındaki formika kaplı pikabı indirir, seçtiği pilakları
sırayla dinletirdi. Bilal Bozdağ’ın okuduğu, Arguvan ağzı Örenli Gelin türküsü babam için
mutlaka çalınırdı. Gramofon Limitet Şirketi Mamulatı’ndan olan plağın göbeğinde solda
alamet-i farika, Made in Turkey, TÜRKMALI, ortada ise, ‘Pilağa Alınmış Esere Ait Bilumum
İmalatçı ve Mülkiyetçi Hakkını Mahfuzdur yazıyordu. Nurettin Dadaloğlu’nun Edifon’dan
çıkan Kirpiklerini Ok Eyle ile Malatya’nın Kavakları/Dökülüyü Yapakları, Nezahat
Bayram’ın Grafson’dan Felek Vurdu Taş İle’si, Şen Bahriyeliler’in Bekçi Mırtazo İle
Hırtazo’su, Ali Uğurlu’nun, Kızım Seni Aliye Vereyim mi’siyle Yaktın Beni Ey Zalim
Kadın’ı, Beyaz Kelebekler’in Bütün Aşklar Tatlı Başlar’ı ile Artık Sevmeyeceğim’i, Zeki
Müren’in okuduğu, sözleri Orhan Seyfi Orhon’a, müziği Yusuf Nalkesen’e ait Veda, söz ve
müziği kendisinin olan Hasretin Acısı adlı uşşak şarkı, hele Şükran Ay’ın seslendirdiği,
Kadere Bak ile Kader Diyemezsin’i, Sahibinin Sesi’nden Hasan Özçivi’nin Hasta Düştüm
Gurbet Elde adlı maya her gün aynı heyecanla dinlenirdi. Babam, akşam herkesi görevinin
başında istediğinden, ölçülü içilirdi. Sarhoşluk, küçük dayım Mete ile ortanca amcam
Tekfener’e özgüydü.
Tekfener amcamın asıl adı Muhammed idi, bir gözü kör olduğundan bu adı takmıştı babam.
İyice keyiflenince, en çok sevdiği türkü için eli kulağa atardı : Pencereden kar geliyor/gurbet
bana zor geliyor/sevdiğimi eller almış/bu da bana ar geliyor’ Sesi ağlardı söylerken. Tize
çıktığında sesi patlar ve dalgalanır, ‘yüksek dağlar serin olur’a geldiğindeyse, eski ortağı
Ömer ağa, Hacı ağbi ve Yusuf amca, ‘Allahına gurban Abdo!’, ‘varol!’, ‘he gardaş he!’ diye
ünlerlerdi. ‘Engin sular derin olur/o benim sevdiğim güzel/gurbet elde gelin m’olur’ Teşrifatçı
Selahattin amcanın yarasına dokunduğu için, kadehi dibo yapar, masaya sertçe indirir, hüngür
hüngür ağlamaya başlardı. ‘Pencereden kar geliyor/ben zannettim yar geliyor’ Babamın yanık
sesi, tenhalaşan sokakta çınlarken, yavaş yavaş hazırlıklar başlar, akşamki gösterim için
herkes davranırdı.
Esnaf Sıhhat Cüzdanı’ndaki, Bu hüviyet cüzdanını taşıyan Abdurrahman Güzeller, Malatya
Tababetinde mukayyettir kaydını annem okurken gururlanır, gerisini bana okutarak
sinemacılık yaptığı için üzülen oğlunun işinin ehemmiyetini anlatmada kullanırdı : Adı-Sanı :
Abdurrahman Güzeller. Baba Adı : Kamil. Doğum Tarihi : l.6.930. Şimdi Oturduğu Yer :
İskender Mahallesi. Çalıştığı Yer : Pınar Sineması. İmza-Mühür. Arkada kayıt numarası,
Birinci Muayene. Tabib. Mühür. İmza. İkinci Muayene. Üçüncü Muayene. Talimat. I.
Yenecek içilecek şeyleri satanlarla, Hamam, Otel, Salhane, Berber, Terzi, Sinema, Kasap,
Kunduracı ve Garson gibi müstahdimin her üç ayda bir muayene olacaklardır. Babaannem,
‘niye muayene ediyorlar?’ diye sordu. Annem, ‘hükumet şart koşuyor’ dedi. Ben devam
ettim. II. Emraz-ı cildiye ve sariyeye müptela olanlar, kendilerini tedavi etdireceklerdir. Eyi
olana kadar sanattan menedilirler. Bu kez ben itiraz ettim. ‘Babam sinemada çalışıyor, cilt
hastalığıyla ne ilgisi var?’ III. Tedaviden sonra sıhhat cüzdanını Tababetten aramağa
mecburdur. IV. Muayene müddetini geçiren veya cüzdan almayanlar cezalanırlar. V.
Şarbaylık memurları ve ahali alışveriş esnasında şüphelendikleri taktirde cüzdanı sorup
yoklamaya salahiyettardırlar. ‘Şarbaylık nedir anne?’ diye sordum. Annem, ‘ne bilim’ dedi.
Babamın saçları gür, koyu kestane ve daima briyantinliydi.
Mavi ve kahverengi, yelekli takım elbise giyerdi. Biraz Ayhan Işık, biraz Yılmaz Güney,
biraz Önder Somer...Üçünün karışımı bir çehre, vücut ve eda. Evdeyken-ki çok az olurduveya mısır, dondurma işlerine koşuştururken, siyah sahtiyan üzerine deri kesilerek ve sırma
işlenerek yapılan, burnu köşeli ve az yukarı kıvrık yemeni giyerdi. Sonraları gıslaved lastiğe
dönüştü bu.
Sinemadayken kalos fotin denilen, yüzü rugan, arkası siyah köseleli, gılase yüzlü potini tercih
ederdi.
Bıyıklarını üstten ve alttan az inceltirdi.
Pınar sinemasındayken babamın başında kasketten çok fötr olurdu.
Makinist Yusuf amcayla birlikte demirciler çarşısına paralel uzunca bir sokakta sıralanmış
olan giysi dükkanlarından Kirkor amcaya giderlerdi. Kirkor amca, hem yeni hem de
kullanılmış giysiler, ayakkabılar, şapkalar ve radyo, gramofon gibi aletler satardı. Zetina ve
singerin yetkili bayisiydi. Babam sıkı pazarlıkçı olduğundan alışveriş uzun sürerdi.
Bize bayram için giysiler almaya gittiğimizde, dükkanın önünde duran telisteki kenger
sakızından birkaç tane mutlaka verirdi. Çiğnerken çenemizi yoran bu sakızın kökünü,
Taştepe’ye toplamaya giderken çok eğlenirdik. Keyfi yerindeyse babam da gelirdi. Kengeri
çıkarırken müthiş heyecanlanır, terler, sol elinin işaret parmağıyla terini yere akıtırken, derin
derin soluklanır, kendi kendine, ‘işte hayat bu!’ derdi. Hele dönerken horoz şekercisine
rastlarsak alır, ‘kırtı kırtı kırtı var, kırk pırtikten kürkü var, abdestsiz ezan verir, nikahsız
karısı var’ diyerek horoz çiçeğinin taç yapraklarını burnumuzun ucuna, alnımıza ve
yanaklarımıza yapıştırır, ellerimizi yana çırparak horoz taklidi yapar, öterdik.
Babama en çok Taştepe’de bir de ramazanda sinema çıkışında gittiğimiz belediye
hamamından sonra Davulcu Hasan amcanın sahuru beklediği Selçuk hanındaki çay ocağında
yakın olurduk.
Annemin, gendime pilavı ile kuymak yaptığını, evin cümle kapısından girdiğimizde
burnumuza çarpan kavrulmuş un ve nohut kokusundan anlardık. Gendime ile nohuttan
yapılan, kızgın tereyağı gezdirilen pilavın yanına annem mutlaka samut turşusu çıkarırdı.
Cuma günleri, dedem Eski Malatya’daki Ulu camiye, babam Söğütlüye, annemler de belediye
hamamına gitmek üzere hazırlanır, evde görülmeye değer bir telaş sürüp giderdi.
Selçuk yapısı olan belediye hamamı, eski çarşının merkezinde idi. Önünde bir fayton durağı,
karşısında yeni cami, bitişiğinde, sıra sıra eski dükkanlarıyla iş hanı bulunurdu.
Hamam gününün sabahı dışardaki yer ocağında patates haşlanır, soğan halkalanır ve samut
turşusu doğranır, büyükçe bir leğen dolusu salata yapılır, tandır ekmeği ve salamura peynir
çıkarılır, ayran yapılır, temiz giysiler, lifler, keseler, ayak taşları hazırlanır, temiz takunyalar,
derken herşey bohçalanır fayton beklenirdi.
Bu sıra dedem ve babam evden çıkmış olurdu.
İlkokul son sınıfa değin annemlerle kadınlar hamamına gittik. Bir gün şişman, heybetli bir
yaşlı kadın, elimden tutup kurulamak üzere beni çıkarırken gördüğünde, ‘babasını da
getirseydin bari hanım!’ deyince, artık babamla erkekler hamamına gitmeye başladım.
Akşam ezanında çıkardık hamamdan.
Kadınlar terler, keselenir, birkaç tas ılık su dökündükten sonra göbek taşında toplanır, evden
getirdiği yiyecekleri hazırlardı.
Göbek taşında zengin bir sofra açılırdı. Bir yandan salatalar, içli köfteler, sıkma köfteler,
turşular, mercimekli pilavlar, eşkili köfteler yenirken bir taraftan latifeler, dedikodular yapılır,
türküler söylenir, göbek faslı başlardı.
Gelin bakmaya, gelin adaylarının bedenlerini görmeye gelen yaşlı kadınlar, ağırbaşlı bir
edayla kenarda oturur, haşarı ve şakacı kadınlar olmadık işler yapardı.
Hamamda mermer zemine çarpan bakır tasın gürültüsü, kadınların bağırtıları, kaynar sudan
canı yananların çığlıkları yankır, tuhaf bir ses, beynimizin tavanında çınlar dururdu.
Sıcaktan bayılan kadınlar telaşla çıkarılır, eğlence bitip, asıl işe sıra geldiğinde, herkes
odasına, kurnasına çekilir, harıl harıl bir faaliyet başlardı.
Annem, annesini, bizleri, halamı ve kızkardeşlerini yıkadıktan sonra kendisi de yıkanarak
kurulanma odasına gelirdi. Burada ayrı bir muhabbet başlardı. Limonata ve çaylar içilir, saçlar
taranır, örülür, ‘eyvah! geç kaldık, evde iş güç’ telaşıyla apar topar çıkılır, kapıdaki faytona
binilerek evin yolu tutulurdu.
Muhallebi kıvamında bir un tatlısı olan kuymağı babam acaip bir iştahla yerdi.
Teyzemin öğrettiği tekerlemeyi, tabaklara dağıtılmış kuymağa burnumuzu batırır gibi
koklarken söylerdik: Yenge kızın bir tane/saçları tane tane/yenge kızın ikidir/küçüğü
benimkidir/yenge kızın üç oldu/biri bana güç oldu/yenge kızın dört oldu/biri bana dert
oldu/yenge kızın beş oldu/biri bana eş oldu/yenge kızın altıdır/yanakları tatlıdır/yenge kızın
yedidir/bir tanesi dertlidir/yenge kızın sekizdir/bir tanesi semizdir/yenge kızın dokuzdur/en
büyüğü domuzdur/yenge kızın on tamam/bayıldım aman aman. Annem, ‘nerdee’ diye sızlanır,
‘Allah’ın gücüne gitmesin ama, kız olsaydınız daha iyiydi’ derdi.
Bir gün cesaretlenip babama, ‘çocukken tekerleme söyler miydiniz?’ diye sordum.
‘Dur’ dedi, ‘bi tane vardı babam öğretmişti’
Ben hoşgörüsünden cesaretlenerek ısrar edince başladı : Hacle hacle pıhlava/atlandım gittim
ava/ avda bulamaç yedim/mollamdan ağaç yedim/mollam yoğurt getirdi/pisik burnunu
batırdı/pisik burnun kesilsin/kanaraya asılsın/kanaranın kiligi/odur kekka belinde/kekka hılle
yolunda/hılle yolu serbeser/kargaların balası/beni gördü gıkladı/ocağa zırıkladı/ocaktan çıktı
yumak/yumağı verdim şata/şat bana bir kuş verdi/kanatlandım uçmağa/ haç kapısını
açmağa/haç kapısında bir oğlan/adı nedir Muhammed/Muhammed’e salavat’
Çok mal haramsız, çok laf yalansız olmazmış.
Babaannemin sık sık tekrarladığı bu söze babam fena halde inanırdı ki, ‘bu kadar yeter’
diyerek çarşıya giderdi.
Çarşıda bir zamanlar debbağ, sarraç, mutafyan-ki keçi kılından harika torbalar yaptığını
söylerdi dedem- semerci, çulhacı, kürkçü, tellal, attar, çömlekçi, kazancı, keşefgiran gibi çok
meslek erbabı bulunurdu.
Zamanla dükkanların yerleri, işleri ve sahipleri değişti.
Bilhassa ramazanda fırıncılar ve sadece küncülü pide yapan pidecilerin önünde uzun
kuyruklar, içerde sevecen bir telaş, çevresinde enfes kokular olurdu.
Teravihten sonra film başlardı Pınar sinemasında. Hazret-i Ömer’in Adaleti, Hazret-i Yusuf,
Seyyit Battal Gazi, Battal Gazi’nin İntikamı, Fatih’in Fedaisi Kara Murat, Yemen Çöllerinde
Veysel Karani gibi filmler oynatılırdı.
İftardan sonra abdestlerimizi alır, faytona biner, içimiz içimize sığmaz bir halde Yeni
Caminin yolunu tutardık. Teravih çıkışında babam acele eder, gittiğimizde film başlamış
olurdu.
Kapıda Hacı ağbiyi bulurduk.
Bazen sinema çıkışı, babam Yusuf amcaya filtresiz yassı cigarasından, Yenice’den ikram
edip, kendisi de bir tane yakarak dumanını savurduktan sonra, ‘yarasalar gibi gece yaşıyoruz’
derdi.
Büfeye yakın oturturdu bizi. Çekirdek, leblebi, fıstık verir, Ankara gazozu açardı. Tadı öteki
içeceklerde olmayan, bayılarak içtiğim bir şeydi bu.
Perde gölgeler oynaşır, gözlerimiz salonun karanlığına alışına değin gazozlarımızı
yudumlardık.
Bir düş makinası olan sinema, yirmisine kadar Varto’dan çıkmayan babamın hayatında nasıl
olup da tutkuya dönüşebilmişti?
Bunun cevabını hiçbir zaman bulamayacaktım.
Işıklar sönüp, perdede bir düşün resimleri titreşmeye başladığında, sanki uykunun rem
düzeyine dalar ve rüya görmeye başlardık.
Efil efil bir rüzgar saçlarımızı okşar, Yıldızların Altında filmini, gökteki yıldızların altında,
perdedeki yıldızların karşısında izlerken büyülü bir dünyaya girerdik.
Perdenin birkaç yerinde leke vardı.
Lekeler bazen Göksel Arsoy’un alnına, bazen Vahi Öz’ün burnuna, bazen Belgin Doruk’un
kulağına binerdi.
Perdede hareketlenen resimlere dalıp giderdim bazen.
Bazen de gölgelerden sıyrılır bakışlarımı göğe çevirir, sabit, hareketli, yanıp sönen, kayan
yıldızları seyreder, gökteki yıldızlarla perdedekiler arasında ilişkiler kurardım.
Atıf Kaptan, Kenan Pars, Hüseyin Peyda, Ayhan Işık, Ekrem Bora, Sadri Alışık, Pervin Par,
Neriman Köksal, Belgin Doruk, Türkan Şoray ve diğerleri tanıdıkmış gibi, sanki hayatımızın
bir yerinde, teyzem, dayım, ağbim, babam halammış gibiydiler.
Onlar güldüğünde güler, üzüldüğünde üzülürdüm.
Kimbilir kaç kez, Sadri Alışık’la birlikte ağladım. Göksel Arsoy’la aynı hastalığa yakalandım,
Feridun Karakaya ile şaklabanlıklar yaptım, Hulusi Kentmen gibi bağışladım,
bağışladıklarından biri oldum.
Perdede gördüklerime ve dinlediklerime, gerçek hayattakilerden daha çok inandım.
Gerçeğin orada anlatılan biçimine daha çok kandım.
En aptal sözler bana hep gizemli göründü, en salakça davranışlar büyülü geldi.
Kenan Pars’a kızıyordum. Atıf Kaptan’ın asaletine hayrandım. Önder Somer’den nefret
ediyordum. Belgin Doruk’a daima aşıktım.
Erkek Fatma, Kanlarıyla Ödediler, Kendi Düşen Ağlamaz, Bir Demet Yasemen, Benzincinin
Aşkı, Ayşecik Yavru Melek, Ayşecik Şeytan Çekici, Yaşayan Ölüler, Sazlı Damın Kahpesi,
Kuyu, Günah Köprüsü,, Yedi Köyün Zeynebi, Yanık Kezban, Vicdan Azabı, Cilalı İbo
Casuslar Arasında, Yol Palas Cinayeti, Şehir Yıldızları, Yollarımız Ayrılıyor, Aşk Bestesi,
İftira, İzmir Ateşler İçinde, Yanık Efe, Pusu, Son Şarkı, Kadifeden Kesesi, Tütüncü Kızı
Emine ve daha yüzlerce öyküyü o kirli perdede tanıdım.
Bu tanıdık öykülerde kadın-erkek herkesi, yaşlı-çocuk hepimizi çeken bir şey vardı.
Makinist Yusuf amcanın zaman zaman eliyle gölgelediği Mandrake Killing’e Karşı
filmindeki sevişme resimlerine özellikle ilgi duydum. Ben de ıslıkladım.
Korktum, bağıra bağıra ağlamaya başladım. Babam koşarak gelip çıkardı salondan.
Aklım ermeye başladığında külahlanmış çekirdek, gazoz sattım. ‘Eğlence, eğlence isteyen!’
diye bağırdım, sıcaktan bunalanlara, ‘buz gibi gazoz, var mı gazoz isteyen’ diye ünledim. Para
kazanmaya başladım. Film başlayınca kenara tezgahımı bırakarak aynı öyküyü bir kez bir kez
daha izledim.
Hüseyin Peyda’nın Söyleyin Anneme Ağlamasın filminde hüngür hüngür ağlayan kadınlar
kadar içim acıdı, belki onlardan çok ağladım.
Mezarımı Taştan Oyun Filmindeki unutulmaz Abdo rolünü seyirciler gibi ben de en çok
babama yakıştırdım.
Yılmaz Güney’in At Avrat Silah’ını en az kendisi kadar yücelttim, onun gibi bana da kurşun
izlemez’di, Piyade Osman’dım ben de, Kuyu filminde Hayati Hamzaoğlu’nun ölmesini en az
o kadın kadar ben de istedim, yılanların öcünde bilendim, susuz yazda susadım, Danyal
Topatan, Kozanoğlu filminde, Yılmaz Güney’in getirdiği yağ ile bala parmak çalıp, ağzını
şapırdatarak yerken yutkunuyordum. Kartal Tibet’e arkadan kılıcını çekmiş yaklaşan hain
için, ‘arkanda arkanda!’ iye bağırdım. Altan Günbay’ın dazlak kafası, ucu kıvrık bıyıkları,
kötülük ve şehvet dolu bakışlarıyla kadın kurbanına yaklaşırken ıslık çaldım, 'yuuuuuh! dikkat
eeet!’diye çığlık attım. Kara Murat, maskesini takıp bizanslı askerlere saldırdığında ellerim
kırılırcasına alkışladım. Sezercik’in ağlaması içimi kavurdu, üvey baba adayı Kuzey Vargın’a
gıcık kaptım. Musevi sarraf Feridun Çölgeçen’in, Hülya Koçyiğit’in kıymetli mücevherlerine
düşük fiyat verişi en çok beni kızdırdı.
Perdede oynaşan gölgelerin nasıl olup da bu denli büyüleyici olacağını bir türlü anlayamadım.
Her gece mutad Pınar sinemasında idik.
Babam, annemle halamı nadiren getirirdi. Hem onları kıskandığından hem de bilhassa Belgin
Doruk’lu filmlere sevgilisinin gelmesinden olacak halam çok istemesine rağmen izin
vermezdi. Mezarımı Taştan Oyun filmi haftalarca tıklım tıklım dolu bir sinemaya oynamıştı.
Daha önce Mezarımı Yol Üstüne Kazsınlar filminde de mahallemizin kadınları tonlarca
mendil ıslatmış, sinemadan gözleri kızarmış halde çıkmışlardı. Filmin türküsü söylenirken
hıçkırık seslerinden duyulmazdı. ‘Mezarımı yol üstüne kazsınlar/telkinimi başucuma
yazsınlar/gelip giden yolcular/burda bir garip ölmüş desinler’ İkinci dörtlükte fenalaşanlar,
bayılanlar olurdu : ‘Mezarımı derin edin/su serpin de serin edin/bu dünyadan murat
almadım/ahretimi mamur edin’
Biz uyuyunca rüyalar uyanırmış.
Işıklar sönünce perdede bir düş uyanırdı.
Film seyretmek rüya görmek gibi idi.
Düşlerdeki gibi birkaç saat içinde bir ömre sığan hikayeler seyrederdik.
Geçmişe uzanır, geleceğe bakar, üç zamanı aynı anda yaşardık.
Hem içerde hem dışarda olur, bilinçli şekilde sanrıya kapılır, öykülerimizi birbirimizle
değiştirirdik.
Kendi benliğinden vazgeçmek isteyenler akın akın koşardı sinemaya.
Film başladıktan sonra Hacı ağbi on onbeş dakika beklerdi kapıda. Geç kalanlardan başka
parası yetmeyen veya olmayan çocukların yalvarışlarına dayanamaz, onları da alırdı içeri.
Pınar sinemasının tabelasını Kışlalar caddesinde dükkanı olan Palulu Şakir ağbi yapmıştı.
Sanat enstitüsü mezunu idi. Yaptığı tabelaya, Ş’nin kuyruğunu abartarak afilli bir imza da
atardı.
Titiz olduğundan siparişleri zamanında yetiştiremezdi. Hacı ağbi tabelayı almaya giderken
beni de götürmüştü. Babam, Pınarbaşı’nı simgeleyen bir şey de istediğinden, Şakir ağbi
yetiştirememişti. ‘Bi gün daha işi var’ deyince Hacı ağbi, ‘yav Abdo’yu bilmez misin, bugün
dediyse bugün asacak, hadi davran...’ deyince, o mızırdandı, olmaz da olmaz diye. Hacı ağbi
sertleşti, ‘taşkala yapma’ dedi, ‘bi saat sonra gelip alacam, ona göre’
Tabela babamın istediği gibi olmamıştı ama, Pınarbaşı’yla ilgili resim yapılmıştı. Sol altta,
kuruluşu : l957 sağ altta kocaman ŞAKİR yazıyordu. ‘Kendini ressam sanıyor ya’ dedi Hacı
ağbi. Pınar sineması, şehrin en güzel yazlık sineması oldu.
‘Acılarımızdan bir yaz kurmuştuk, onarıyorduk’
Sinemanın bir rüya sanatı olduğunu düşündüğüm yıllarda, burada seyrettiğim yüzlerce
öykünün içimde ‘kahverengi bir dağ ölüsü’ bıraktığını nereden bilebilirdim?
Bazen film kopar birkaç saniye içinde ışıkların yarısı yanar, tamirat uzarsa, Yusuf amca pilak
dinletir, arada sesini kısarak, ‘teknik bir arızamız var, özür dileriz’ derdi.
Naylon Emine’nin sinemaya dadanmasından önce, babamdan güçbela izin alarak makinist
odasına çıkar, filmi gözetleme takasından seyrederdim. Yusuf amcaya aynı filmi defalarca
izlemekten sıkılıp sıkılmadığını sorardım. ‘Sıkılmıyorum’ derdi.
Nihayet on dakika ara yazısı okunur ve ışıklar yanardı.
Düşten uyanmış gibi gözlerimi oğuştururdum. Uğultu başlardı. Çok geçmez, şayet Naylon
Emine salondaysa, makinist Yusuf amca mutlaka, Ali Uğurlu’nun, ‘Yaktın beni ey nazlı
kadın’ türküsünü çalardı, ikinci şarkı, kesinkes Zeki Müren’in, ‘Seninle Bir Sonbahar’ olurdu.
Dedikodu kulağıma çarptıktan sonra, Naylon Emine ile Yusuf amcanın sinemadaki hallerini
dikizlerdim. Yusuf amca, makinist odasının ışıklarını açardı önce. Pilakları çoktan hazırlamış
olurdu. Pilak dönmeye başladığında, Naylon Emine’ye çevirirdi bakışlarını. On dakika arada,
ortalık aydınlıkken Emine teyzenin bir kez bile ona baktığını görmedim. Işıklar sönüp film
başladığında, çaktırmadan, ağır ağır başını çevirir, kuvvetli bir huzmenin sızdığı odaya
bakardı. Ben de onunla birlikte bakar, birşey göremezdim. O, ışığın geldiği camlı takanın az
yanındaki gözetleme yerinden bakarmış meğer. Sonradan uyandım. Filmin büyüsünden
koptukça izledim onları.
Söylentiye göre Orduzu’daki korulukta buluşurlarmış. Muhabbetleri bayağı ilerlemiş. Bazı
haftasonları civar kentlere günübirlik kaçamak yapıyorlarmış. Bir gece filmden sonra, Yusuf
amcanın İnci pavyonu onun için kapattığı bile söyleniyordu.
Lafın gümrüğü mü var, kadınlar, Naylon Emine’nin kollarındaki kremsiyelerin çoğaldığından,
süsünün takısının arttığından, Yusuf amcanın ortalıkta görünmediği zamanlar onun da
kaybolduğundan söz ediyor, kaynatıyorlardı dedikodu kazanını.
Yusuf amca paltosunu da çıkarıyordu artık. Buluşacağı zamanlar iki dirhem bir çekirdek
oluyordu.
Yetim hırsızlığa çıkmış, ay akşamdan doğmuş.
Yusuf amca başında kavak yelleri esmeye başladığından itibaren herkesin diline düşmüştü.
Film başlamadan ve on dakika arada çaldığı şarkıların sözlerinden bir anlam çıkarılıyordu,
filmlerdeki aşk sahnelerinde sarfedilen sözlerden başka bir mana.
Herkes hafiye gibi onları izliyordu. Belediye parkında görülmüşlerdi en son. Semaver çayı
içip Kernek boyunda gezmişler, faytona binip eve gitmişlerdi.
Babam, Yusuf amcayla bu konuda hemen hiç konuşmadı.
Birlikteyken bahsi geçtiğinde duymamış gibi yapardı. Annemden kadınların dilinde gezen
dedikoduları kulak ucuyla birkaç kez dinlemişti.
Kış kış olursa yaz da yaz olur derdi babaannem. Cemrenin üçü de düşmesine rağmen sobanın
kalkmadığı kıştan sonraki yaz kasıp kavurdu ortalığı.
Pınar sinemasının zemini ve girişi sulanırdı öğleden sonra. Kurur, tekrar sulanır, bayıltıcı bir
toprak kokusuna, atarabalarından ve faytonlardan geriye kalan at pisliğinin kokusu karışırdı.
Babamın çıkarttığı dondurmacılar zaman zaman sinemaya da uğrar, kazanın dibinde kalanı
çalışanlar kapışırdı.
Hacı ağbinin önerisi üzerine limonata işine de girildi sinema önünde.
Sıcaktan bunalanlar, buzhaneden getirilen kalıp kalıp buzların kırılarak katıldığı limonatadan
doya doya içtiler.
Saadet Güneşi filminin gösterimde olduğu akşam Yusuf amca yoktu. Babam, soranlara,
‘hastalanmış’ diyor, ‘neyi var hayırdır?’ sorularını, ‘önemli bi şey değil’ diye geçiştiriyordu.
Murat Soydan ile Hülya Koçyiğit’in birbirine sarıldıkları son sahneye kadar gözlerim Naylon
Emine’yi aradı. O da gelmemişti. Bir bit yeniği olduğunu hissetmiş ama sonunu
getirememiştim. Seyirci boşaldı. Sandalyeler düzeltildi. Cihazlar kapatıldı. Hacı ağbiyle
büyük dayım hesabı getirdiler. Babam idare odasında saydı, gündeliğini verdi, parayı beze
sardı, kahveye uğramadan eve döndük.
Babam düşünceliydi. Yusuf amca gün boyu ortalıkta görünmemiş, vakit geçmesine rağmen
eve de gelmemişti. Elektrik kesikti. Gaz lambasıyla cılız beyaz mumlar yakmıştı annem.
Külah dolması ile kayısı hoşafı vardı yemekte. Babam çok sevmesine rağmen azıcık yeyip
yattı. Uykum yoktu. Yatakta sağa sola dönüp durdum.
Nihayet gözkapaklarım kapanırken, babamın, yatak odasının eşiğinde anneme söylediği
çınladı kulağımda, ‘yıkılan ağaca balta vuran çok olur’
Yusuf amca haftasonu çıkageldi. Babamla içerde epeyi konuştular. Çıktıklarında ikisi de
neşesizdi. Babam en meyus anlarında yaptığı gibi, ‘çek şu ahmedini’ dedi teşrifatçıya,
sandalyesini sinemanın açığında bir yere koydu. ‘Masayı getirin’ demeye kalmadan çekirdek,
gazoz satıcıları uçurdular. Örtüsünü silkerek serdiler. Bi sandalye çekti, Yusuf amcayı buyur
etti. ‘Keto gel lan buraya’ diye bağırdı, Keto yetişti. Babam para verip, kulağına birşeyler
söyledi.
Ortalığı neşelendirmek için Şark sineması günlerinden, radyocu İrfan ustadan, İpekçi’den,
Arpacı İsmet’ten anlattı, sağa sola sataştı.
Çilingir sofrası erken kurulmuştu. Kırmızı şarap, votka ve kanyak.
Kanyak Yusuf amca için sipariş edilmişti. Yüzündeki zoraki gülümsemeye karşın içi kan
ağlıyordu. Ertesi günkü gösterimden sonra, Naylon Emine’nin Adana’daki çırçır işletmecisi
ağbisi gelerek kadını zorla götürmüş, bir daha dönmeyecekmiş.
Yusuf amcanın ağzını bıçak açmışordu, zaten suskun, içine kapanmış olan adam iyiden iyiye
sessizleşmişti.
Günler bu minval üzre geçip giderken ve kuşlar gibi uçarken Yusuf amcanın doluya koyduğu
olmadığı boşa koyduğu olmadığı görülüyordu.
Sakin mizaçlı adam zaman zaman olmadık şeylere kızıp, ‘alisi deli velisi deli, geçmişine
tükürdüğümün hepsi deli’diyerek ortadan kayboluyordu.
Artık on dakika arada sadece, Şükran Ay’ın okuduğu, ‘Kader diyemezsin/sen kendin ettin/
aşkıma sevgime ihanet ettin/yalvarışın çok geç beni kaybettin/gelme artık geri ben de
terkettim/hani mutluluktu bu aşkın sonu/hani sevecektin bir ömür boyu/nasıl yaptın zalim sen
bana bunu/kader diyemezsin sen kendin ettin/’ çalıyordu.
Bu şarkıyı yüzlerce kez dinledik Pınar sinemasında.
Şikayetler gelince babam, ‘bırakın çalsın, ilişmeyin’ derdi.
Yusuf amca yeniden paltosunu giydi. Saçlarını biriyantinlemekten, iskarpinlerini
parlatmaktan, iri yakalı, beyaz polyester gömleğinin yaka düğmesini ilikleyerek çizgili siyah
ince gravatını takmaktan vazgeçti.
Gece gündüz kanyak ve cigara içiyor, kimseyle konuşmuyor, sinemaya geç geliyor, makinist
odasına kapanıyordu.
Pınar sinemasının perdesinde onlarca aşk öyküsü yanıp yanıp söndü.
Kavaklar pamuklanmaya başlamıştı. Sezonun son filmi Hıçkırık’ın yedinci gösterimiydi.
Soğuk soluğunu duyurmaya başlamıştı. Gazoz müşterisi azalmasına rağmen, teneke sitile
istiflediğim gazozları satmak üzere dolaşıyordum.
Yine Kader Diyemezsin dönüyordu pikapta.
Film başladı, babamın arkasında bir sandalyeye tünedim.
Beş-on dakika geçti geçmemişti ki yanık naylon kokusu duyduk. Babam sağa sola dönerek
koku almaya çalıştı. Kapıda heyula gibi dikilen Keto’yu çağırdı, ‘nedir bu?’ diye sordu.
Adam, ‘bi şey mi var ağbi?’ deyinice çıkıştı, ‘koku oğlum koku, ne bu?’
Yukarda bir şangırtı oldu, ardından koku ve duman, Yusuf amcanın bağırtısı koptu. Babam
fırladı yerinden, ‘ışıkları, ışıkları yakın!’ diye bağırdı Hacı ağbi. Alevler büyüyor, bir kıyamet
gibi herkes bağırarak koşuşuyor.
Yusuf amcanın bağırtısı düştü ortalığa.
Babam, makinist odasına koşarken, ‘su!’ dedi, ‘su getirin, koşun, itfaiyeye haber verin!’
Bir saat sonra koca sinema kül olmuştu. İtfaiyeciler hala uğraşıyordu. Yusuf amcanın
genzimizi yakan, kömürden bedenini arnavut kaldırımına sermişler, üzerine battaniye
örtmüşlerdi. Keto, Teş, Sosyete Recep, Suset ve diğerleri başında ağlıyorlardı.
Ortalık ana baba günü idi.
Bizi apar topar faytonla eve getiren Hacı ağbi, annem, ‘yenge merak etmeyin Abdo abi iyi,
doktor Ökkeş’in muayenehanesinde’ demeye kalmadı annem çığlığı bastı.
Ertesi yaz annem çatı aralığında çizgili bir defter buldu. Sabit kalemle her sayfasına kargacık
burgacık yazıyla bir dörtlük yazılmıştı. Son sayfasındada şöyle diyordu :
Kırmızı gül sararıp da solunca
Bu ayrılık ciğerime dolunca
Ben de dertli dertli ararım seni
Gün kararıp vakit akşam olunca
Esrar’lı Bir Öykü
Hava kuru ve sıcak. İnsanların ve ağaçların gölgeleri uzuyor. Eşikler süprülüyor, kapı önleri
sulanıyor. Anneler, sokakta birdirbir, sek sek, çember ve misket oynayan çocukları uyarıyor.
‘Kanala yanaşmayın, bu tarafta oynayın’
Kanal suyu Çarmuzu deresinden geliyor. Her sene birkaç çocuk boğuluyor. Açık bir yerinden
düşüp de doğrulamayınca kapalı kısmına sürüklenerek kayboluyor. Demir süzgeçlere
takılırsa, ceset iki üç günde ancak çıkarılabiliyor. Çarmuzu lahanası deyip geçmemeli. Boklu
moklu ama bu suyla sulanınca hem gürbüzleşiyor hem tadlanıyor.
Baş bulgur, soğan ve kıymayla yapılan lahana köftesinin kokusu sokağa taşıyor. Çocuk
bağırtıları, serçe, sığırcık ve karga ötüşleri, nadiren geçen at arabaları...Dedeler, çocukları
ikaz eden gelinlere, ‘bırak oynasın kızım, ilişme çocuğa’ diyor.
Suset’in hasta eşi Muhlise ile Davulcu Hasan’ın meczup karısı Hısım, kara üzümden
topladıkları tevek yaprağının çöplerini koparıp, dizlerinde istifliyorlar. Dizlerinde pazen,
çiçek desenli bervanik sarkıyor. Sultan Karı iki büklüm, kızına verdiği kuşkanayı ciğer
kavurmak için geri almış dönüyor. Hısım, ‘Sultan ana, Hanım nerde?’ diye soruyor. ‘Kilerde
soğan kıyıyor’ diyor. Hısım, Davulcu Hasan’la evlendiğinde aklı başında. Anası tandırda
yandıktan sonra cinlendi, diyorlar. Kısa, kesik cümlelerle konuşuyor. Kelimelerle başı dertte.
Durup durup başına sinekler üşüşüyormuş gibi depreniyor. Hısım asıl adı değil, kocası,
‘kafadan terelelli’ anlamında takmış ismi. Ciğercanlı bir kadın. Heyheyleri geldi mi kırıp
döküyor ortalığı. Gittikçe sıklaşıyor ve şiddetleniyor nöbetleri. Kocası bazen bağlıyor çarşıya
giderken. Muhlise, görümceden yana dertli. Bu yüzden kaynatalarından ayrılmışlar. Eşi Suset
işsiz. Pınar sinemasından itibaren babamla birlikteler. Mızmız bir adam. Kimseye zararı yok.
Muhlise’nin durumunu büyük halam, ‘kuma gemisi yürümüş, görümce gemisi
yürümemiştir’le anlatıyor. ‘Ah davulcu sırtın teneşire gele, bi tek biz kaldık değirmene
kalkmayan’ ‘Kız ne yapacan değirmeni sen, kocan her gün getiriyor’ diyen Muhlise’nin
yüzüne bakmaksızın, son yaprakları istifleyerek, ‘öyle deme anam’ diyor, ‘var evi kerem evi,
yok evi viran evi’
Davulcu Hasan, koca göbekli, pala bıyıklı, seyrek saçlarını yağlayarak geriye tarayan,
hoşsohbet bir adam. Davul çalmak hayatta ciddiye aldığı tek iş. Davulla yatıp davulla
kalkıyor. Malatyalı Fahri’yle sık sık Ankara Radyosu’na gidiyorlar. Hısım’a, ‘kocan nerde?’
diye sorulduğunda, bazen, ‘ne bileyim, radyoevine götüreceklerdi’ diyor. Sahurda Çarmuzu,
Hidayet ve Melekbaba mahalleleri onunla uyanıyor. Düğün-derneğe Davulcu Hasan’ın
çağrılması ayrı bir iş. Kız istemelerde bazen şart koşuyorlar o çalacak diye. Çocukları yok.
Hısım, annesinin tandırda yanmasından sonra iflah olmamış.
Akşam iftarı bekliyoruz. Davulcu, ezan okunurken çalarak eve dönüyor. Hısım kapının
eşiğinde oturmuş bekliyor. ‘Kız ezan okunalı çok oldu, ne bekliyorsun?’ diye soruyor. Hısım,
‘Celal hoca okumadı daha’ diyor, ‘onu bekliyorum’. Celal hoca İskender camiinin imamı idi.
Emekli olmuştu. ‘Kız gel, Celal hoca yok artık, bak hava kararıyor, gel de iftarını yap’
Dinlemiyor Hısım, ‘Celal hoca okumadan orucumu açmam’ Davulcunun ağzı biraz bozuk,
‘kız gel Celal hoca seni.....’ Anlatır anlatır gülerlerdi bunu. Davulcu, bayramda dedemlerde
toplandığımızda, Hısım’ın çocukların bıcır bıcır oynadığını görüp de ağlayınca, ‘kızım sende
katır soyu var’ demişti. Ağlamaklı bir sesle, ‘nasıl yani?’ diye sorunca, ‘katır dediğin
beddualıdır bu sebeple yavrulayamaz.’ ‘Niye beddualı ki?’ ‘Hazret-i İbrahim ateşe atıldığında
odun taşımış’
Muhlise’nin karnı burnundaydı. Bulgurlu tevek sarması çekmişti canı.
‘Hadi kız’ dedi Hısım’a, sen içini yoğurmaya başla, ben de şunları kaynatayım’
Muhlise doğumda öldü.
Biri üç yaşında, biri henüz doğmuş iki yavru bıraktı geride.
Büyüğünü halası götürdü. Küçüğünü anneannem evlat edindi.
Yirmiiki yaşına kadar bizde kaldı.
Adı Emine’ydi, Bico derdik.
Bico su getir, Bico babam kül tablası istiyor, Bico çocuğu tuvalete götür, Bico çatıdan külah
indir, Bico çamaşırlar kurudu mu, Bico soba.. .
Ankara’lı elektrik ustası biriyle evlendi de kurtuldu. Ona sorsanız evlenmek istemiyordu.
Babamı babası , anneannemi annesi biliyordu.
Hısım içini Muhlise dışını hazırlayınca bi gayretle sarmaya başladılar.
Dedemlerin evinin penceresinde ortanca amcam Muhammed, yeni aldığı Vega radyonun
ibresini dolaştırıyordu.
Babaannem, dedemin ölümünden sonra radyonun eve getirilmesinden hoşnut değildi, ne var
ki amcama söz geçiremiyordu.
‘Şimdi yurttan sesler korosunu dinleyeceksiniz. İlk türkü Şarkışla yöresinden...’
‘Hey gidi yüce Allahım’ diye iç geçirdi amcam, ‘bir ağacı oymuşlar içine dünyayı koymuşlar’
Çocukken geçirdiği hastalık amcamın bir gözünü almıştı.
Bu yüzden Tekfener diyorlardı.
İlkokulu bitirememiş, Atpazarındaki çayocağında çalışmaya başlamıştı.
Ölene dek orada çalıştı, askerden sonra devraldı.
Henüz çocuk yaşlarda cigara ve esrara alıştı.
Dedem dovdü olmadı sövdü olmadı, gizlice bahçeye esrar ekmesine, kazandığı paranın
çoğunu tütüne katmasına engel olamadı.
Babaannem, ‘anam böyle bir babadan böyle bir çocuk...Allah insanını çoluk çocuğuyla
imtihan etmesin’ diyerek, ‘peki vazgeçirmenin bi yolunu bulamadınız mı?’ diye soranlara,
‘ben diyorum hadımım, sen diyorsun oğul uşaktan ne haber? Alışmış bi kere. Bizden vazgeçer
ondan vazgeçmez. Baksana canından geçiyor’ derdi.
Beş kardeş. Beşi de beyaz giyinmiş.
Baklava dilimli, kenarları üçgenlerle çevreli, kırmızı, sarı, mavi, uzunlamasına asılmış kilimin
önündeler.
Babamla amcam önde, büyük amcamla halalarım arkada.
Büyük halamın yüzü sağ kulağından çenesine doğru kesilmiş. Amcalarımın göğüslerinden
yukarısı ve ayakları kopmuş.
Kesilen ayaklarında gıslaved lastik papuçlar.
Kollar yana sarkmış.
Saçlar kısa, kesik.
Muhammed amcam daha kumral ve boynu bükük.
Babamın yanakları kızarmış. Büyük amcamın sol elinde küçük bir leke.
Tahta sandalyede kadife örtü.
Amcam bir yaşında. Gözleri parlıyor.
Başında beyaz, dantelden takke. Saçları dalgalı. Sağ elini gizlemiş.
Atpazarındaki havuzun duvarına bağdaş kurmuş. Kalın, kemik çerçeveli güneş gözlüğü.
Bir gözünden kurtulmak ister gibi yan bakıyor.
Elleri dizinden sarkmış. Tabii sol elinin işaret ve orta parmağı arasında kalınca sarma bir
cigara tütüyor.
Kareli, gri bir ceket, koyu gri bir şalvar. Saçlar, koyu kestane. Hafifçe alna dağılarak geriye
taralı ve briyantinli.
Beyaz, kolalı bir gömlek. Geride hasır iskemleler, tabureler. Öksüz doyuran çay bardakları.
Solda dikilerek objektife bakan genç bir adam. Üç köylü oturmuş çay, sigara içiyorlar, koyu
bir sohbetteler.
Amcam tadına doyulmaz lezzette çay demlerdi.
Kaçak çayla birkaç çayı harmanlar, ocaktan ayrı semaver yapar, çay tiryakilerine ondan
verirdi. İlkin yıkar, buharda biraz bekletir, Derme’nin tatlı, arı suyunu kaynatır da kaynatır,
belli belirsiz bir karanfil tadı katar, nihayet ağır ağır suyu boşaltır ve demliği kararında açardı.
Omzunda zaman zaman elini sildiği, lacivert havlu olurdu.
Esrar tabakalarını, kilerin duvarına tek sıra halinde istiflenen iri meşe odunlarına gizlerdi
bazen, bazen oturduğu minderin altındaki hasıra. Şapkasının içine yerleştirdiği de olurdu, çay
ocağının kimsenin akıl edemeyeceği bir yerine de.
Karda yürüyüp izini belli etmezdi, esrarlı bir adı vardı artık.
Tekfener aşağı Tekfener yukarı.
Babaannem bundan dolayı babamı bir türlü bağışlamadı. ‘Bu Allahın takdiri, senin yaptığın
çok ayıp’ diyerek kınardı.
Amcamın esrarcı arkadaşları çoktu. O zamanlar ki, ellidört seçimleri yeni olmuş, Demokratlar
kazanmış, şehirde bayram sevinci esmişti. Şahnahan’da çiftçiler traktörleriyle İl Başkanlığı’na
gelerek, başvekile iletilmek üzere, kayısı çiçeklerinden yapılmış bir şükran demeti
sunmuşlardı. Harıl harıl çalışıyordu yollarda şantiyeler. Parti kongresi bu şevk ortamında
başlamış, Menderes yeniden seçilmiş, radyoda yayınlanan konuşmasında Halk Partisi’ne
çatarak, partiyi tesanüde davet etmişti. Koreye asker verişimiz hala tartışılıyordu. Elli
seçimlerinde Demokratların otuzaltı vilayette tam liste kazandıklarında Halkçı-Demokrat
demeksizin herkese o gün bedava çay ile peksimet vermişti amcam. Koreye dörtbinbeşyüz
mevcutlu Türk Savaş birliğinin gönderilmesine itiraz edenlere kızıyor, gazetede çıkan
Atlantik Paktı’na alınma ihtimalini örnek göstererek medeni aleme dahil olmanın başka bir
yolu mu var? Sizin inkılapçılar yoksa medeniyetten vaz mı geçtiler diyordu.
Amcam, babamın aksine ateşin bir Demokrat taraftarı idi.
Parti delegesi olmasa da, seçimlerde delege gibi çalışır, ev ve kahve toplantılarında ocağa
nezaret ederdi.
Radyodan haberi dinleyince, ‘yüz verdik deliye, çemrendi sıçtı halıya’ dedi Karaosmanoğlu
için.
Esrarkeş arkadaşları yavaş yavaş toplanıyordu çay ocağında.
Lallik Halo, ‘se se se se’ dedi, amcam karşısındaki boş tabureye oturdu, esrarın verdiği keyifli
bir sarhoşlukla gülerek, ‘he gardaş söyle söyle, içinde kalmasın’. ‘Se se se nin ne me me me
menfa fa fa tın var bu bu iş iş te?’ ‘Hiç bi menfaatım yok’ dedi amcam. ‘Pe pe pe’ diye
sürdürdü Halo, ‘ki ni ni ye a a a la...’, ‘lakadar oluyorum diyorsun’ diye tamamladı amcam,
‘sana ne!’ dedi, ‘sen çayını iç, çağla olmadan çatlama’ ‘Me me men de deres’ dedi Halo, ‘yı
yı yır tı tı cı ku ku kuş gi gi bi, ö ö ö ömrü a a a az o o o o o lur’. ‘Yav Muhammed
konuşturma adamı, o konuşunca biz yoruluyoruz’ diye söylendi Topal Bekir.
Amcam hapisaneyle onyedi yaşında tanıştı. Bundan önce birkaç kez nezarete düşmüş, dedeme
duyurmadan babamla büyük amcam çıkartmışlardı. Karakol komiserinin hoşgörüsünü aşan ilk
esrar vakası altı ay hapsine sebep oldu.
Kuşkucu idi. Bu yüzden her yakalandığında mutlaka ihbar edildiğini söyler, birilerini suçlar,
hikayeler uydururdu.
Babam sinirlendiğinde, ‘içme şu boku, kendi elinle yapıyorsun’ deyince bu kez üzülür,
ağlayarak, ‘ben istemez miyim bırakmayı, ne yapayım elimde değil, size layık bi ağbi,
babama layık bi evlat olamadım, ben adam mıyım’ muhabbetine başlardı.
Lakin içerde de bulup buluşturur, içerdi.
En çok babaannem yanardı ona.
Hem günah kazanıyor hem insanlıktan çıkıyordu.
Küçük kardeşi evlenmiş, kendisi hala bir yuva kuramamaştı.
Yatıp kalkıp dua ediyor, alıştıranlara ileniyordu.
Boyca kendisinden kısa, başının tepesine kuş gibi konmuş siyah fötrlü, deri yelekli, bağrı
açık, sağ elinde tesbih, ayakkabısının üzerine basmış arkadaşının sol eli kendisinin sol
omzunda, amcamın sağ eli onun sağ omzunda, avluda, duvarın önündeler.
Arapgirli Kara Musa ile. Dokuzyüz ellibir, mayısın onüçü.
Bu kez içerde yine duvarın dibindeler. Kendisinde siyah bir ceket, içte beyaz gömlek, altta
şalvar, elleri arkada. Arkadaşının yine sağ elinde tesbih, sol eli hafifçe içe kıvrılmış, omuzlar
geniş, saçlar dik.
Aksaraylı Necmi ile. Dokuzyüzellibir, haziranın beşi.
Babaannem bayramda gitti açıkgörüşe, babamlara söyleyemediği için ondan para isterdi.
Parasının tümünün esrara gittiği kesindi.
Çay ocağına ortak olduğunu söylüyordu içerde ama yalandı.
Arkadaşlarıyla avluda. Geride volta atanlar. Herkesin elinde tesbih ve sigara. Soldan sağa,
Akçadağlı Recep, karısıyla dostunu vurmuş. Onyedi senesi var. Gürünlü Salih. Polisi
yaralamış. Üç senesi var. Aşağışehirli Sarı Selim. Kan davası, taammüden adam öldürme.
Oniki senesi var.
Nevşehirli Çakal İsmet. Namus cinayeti. Mahkemesi devam ediyor. Sonda Elbistanlı Aziz.
Sağ elinde çay bardağı, sol elinde kehribar ağızlık. Duvarı nem yiğidi gam öldürür cinsinden.
Önce tahta bir sehpa. Üzerinde kareli desenli muşamba. Üzerinde çinko çaydanlık, çay
bardakları. Sağda iskemlede Ağınlı Ali saz çalıyor. Geceler yarim oldu/ağlamak karım
oldum/her dertten yıkılmazdım/sebebim zalim oldu
Amcam otuzaltı yaşında evlendi. Dedem göremedi.
Kız yirmibeşindeydi. Doğanşehir’den, öksüz.
Kaşları incecikti, gözlerinde kin mi, boğulmuş kalmış bir şey mi, anlaşılması imkansız bir
ifade. Eşarbını çıkarınca, gür, hafif kıvırcık saçları, önden ikiye ayrılmış, siyah. Ağzı mühür
gibi küçücüktü. Dik, uzuncaydı çenesi. Çok suskundu. Onun da kelimelerle başı dertteydi.
Büyük halam lafını esirgemediği için, ‘Allah bi yastıkta gocaltsın lakin dere yanında tarla
alma sel için, kırkından sonra kız alma el için demişler’ deyince, küçük halam, ‘senin gibi ev
danasından inek oluyor da...’ Sözünü ağzına tıkadı babaannem. ‘Bunlar nasıl sözler böyle!’
Babam üstlendi düğün masraflarını. Sahte gümüşten bir taç vardı gelinin başında, tülle
örtülmüştü, elinde naylon kasımpatı ve güllerden bir demet. Zöhre bacı her zamanki gibi
baştaydı. Elinde kocaman bir siyah çanta, teyzelerim saçlarını yaptırmışlar, komşumuz
Medine abla ile kocası Hacı bayramlıklarını giyinmişler, babam fötrünü takmıştı, annemin
kucağında küçük kardeşim.
Belediye nikah salonu hıncahınç doluydu. Tül içine badem şekeri. En çok bize yaradı.
‘Evet’lerden sonra bi alkış koptu. Çıkışta, yan binanın balkonundan dayım avuç dolusu bozuk
para ve şeker fırlattı kalabalığın üzerine. Nebioğlu’nun şavrolesiyle yola çıktılar.
Gelin sağda. Ellerinde dantelli eldiven. Çiçek tutuyor. Amcam solda, kollarıyla belini ve
omzunu kavramış. O kaçıyor, öteki bırakmak istemiyor gibi.
Eve girince amcamın kucağına erkek bebek verdiler. ‘Bismillah’ diyerek aldı, öptü, saçlarını
okşadı, dua etti.
Annem, babaannemin kulağına eğilerek, ‘mezarlığa gittiler mi?’ diye sordu. Evet anlamında
başını salladı.
Gerdekten önce Eski Malatya’daki kabristana gidilir Ali Baba ile Kara Baba makamları ve
mezarlar ziyaret edilirdi.
Gelinin gireceği eşiğe koyun postu serdiler, huyu yumuşak olsun diye. Ağızına bal sürdüler,
dili tatlı olsun diye, başından buğday saçtılar, bereketli olsun diye.
Damat, ailenin bekarlarının başına bir avuç darı saçtı, ‘darısı başına’ diye bağırdılar.
Dört yıl sürdü evlilikleri.
Amcamın esrar tutkusu ve şüpheci tabiatı saadetlerine engel olmuştu.
Babaanneme göre ‘gelin haklı’ydı, ne var ki, ‘sabrı elden bırakmayacaktı’
Küçük halam durmaksızın, ‘hocaya gidip birbirini sevdirme muskası yaptırmaktan’ söz
ediyordu. Ablası, ‘Allah’tan sıska ne yapsın muska anam’ diye itiraz ediyor, ‘takdirin önüne
geçilmez’ diyordu.
Amcam esrarı artırmıştı. Çektikçe tatlı hayallere dalıyor, çapraşık bir dille konuşuyor, sürekli
uyduruyor, uydurduklarına başkalarını inandırmaya çalışırken kendi de inanmaya başlıyor,
kendi kendine konuşuyor, gördüklerini rüya imiş gibi anlatıyor, aynı şeye bakmamıza rağmen
o sanki başka şeyler görüyor bizim de gördüğümüzü sanıyormuş gibi davranıyor; bazen beyni
uyuşmuş, bazen keyiften çatlayacakmış, bazen çıldıracakmış gibi oluyordu.
Kolay kırılabilen tabakaların yanısıra, demir gibi sert olanını da görüyordum elinde.
Evde yalnız olduğunda, bizi ya umursamıyor veya anlamadığımızı düşünerek sarıyor,
çekiyordu.
Bazen küçük bir tabakta taze tereyağı ile bala birşeyler karıştırarak ekmeğe sürüp yiyor,
çektiğindeki gibi keyifleniyordu.
İçtikçe yalnızlaştı, ördüğü kozaya hapsoldu. Herkesin oraya gözünü diktiğini düşünerek
sürekli savunma halinde gardını alarak yaşadı.
En çok eşinden söz edildiğinde yaptı bunu.
Tambur çalan Adafılı arkadaşı Bahri ile ne zaman bir araya gelseler, esrar çeker, Malatyalı
Fahri’nin Ayrılık Ateşten Bir Ok şarkısını söylerlerdi.
Ayrılık ateşten bir ok/nazlı yardan bir haber yok/benim derdim herkesten çok/ben nasıl
yanmıyam dağlar...
İlkinde yeğeninin nişanında sol başta. Artık kasket takıyor. Omuzları ve avurtları çökmüş.
Yüzü yorgun. Rengi uçmuş. Babaannemin ördüğü süveter, üzerinde krovöze ceket, koyu
kahve gömlek. Yanında yeğeni Nuray’ın Mensucat’ta çalışan nişanlısı. Saçlarını önden ikiye
ayırmış, lacivert takım elbiseli. Nuray koluna girmiş, bordo bir döpiyes, saçları kabarık.
Yanında annesi, yazmalı, yıpranmış bir hırka, basma entari.
İkincisinde İnci Pavyon’da, Bahri’yle birlikteler. Masada yeni rakı, mezeler, su şişeleri ve
konsomatris var,
Üçüncüsü Kışlalar caddesinde yürürken. Üzerinde sevdiği takım elbise. Yürüyüş kabadayıca.
Sol elinde sigara. Başının sağında Zetina Radyo tabelası. Dükkana girmekte olan bir delikanlı.
Solunda Tolon Çamaşır Makinaları Bayii levhası. Ceviz ağacının dalları. Altında okuldan
dönen kasketli öğrenciler. İki yana da düşüyor gölgesi.
Dördüncüsü Foto Özlem Malatya. Arkası boş. Saçları ve bıyığı bembeyaz. Sol gözü iyice
çökmüş. Kaşları kınalı. Aynı takım elbisenin cekedi. İçinde bir ziyaretimde armağan
götürdüğüm çizgili beyaz gömlek. Yakası ilikli.
Amcam, babaannem de göçünce evde yalnız yaşadı, aynı çayocağını işletti, esrar içti, eşini
çılgınlar gibi sevdiği için bir daha evlenmediğini bir kez bile ikrar etmeden öldü.
Hayat’lı Evimiz
Evimiz önceleri, bir oda ve kilerdi. Hızna denilen, kışlık erzakın, peynir, pekmek, bulgur,
simit, gendime, un, odun ve birkaç bakır kabın bulunduğu daracık kafesti.
Evimiz dardı, bir hücre, bir barınak gibiydi. Dedemler, Mergemıst’tan buraya taşınmışlardı.
Büyükçe bir odası vardı ve burada oturuluyor, yiyip içiliyor, namaz kılınıp zikir yapılıyor ve
yatılıyordu. İki duvarı boydan boya sedirle kaplanmıştı. Minik aynalı bir baş demiri de olan
karyola öteki köşedeydi. Karyolanın ayak ucundan hıznaya girilirdi. Babamla annemin gerdek
odası. Boyunca bir yatağın güçbela sığdığı küçücük bir oda. Erkazın bir kısmı hole taşındı.
Kışın küplerin bazısı eyvana çıkarılırdı.
Temel duvarı taş idi. Yerden bir metre yüksekti. Sonra kerpiç başlardı. Kerpicin üzeri sarı
çamurla sıvanır, badanalanırdı.
Damı alttan tomruklarla çatılmış, dört ahşap sütuna binerdi.
Üzeri, samanlı toprak.
Oda zeminleri toprak, giriş ve eyvan taştandı.
Toprağa basar, toprağa bakardık.
Zemini yılda birkaç kez kaygan, kuruduğunda sertleşen çamurla sıvanıyor, pardaklanıyordu.
İç duvarlar aynı toprak daha sık bir elekle inceltilerek sıvanırdı.
Evimiz toprak, soğan, bulgur ve çay kokardı.
Babaannemin kadir gecesinde kurban ve ramazan bayramlarında kullandığı, bizim de
başımıza, gıdığımıza sürdüğü özel bir kokusu vardı.
Henüz pardaklandığında odaya birkaç saat alınmazdık. İçeri girdiğimizde kendi tabiatımızın
derinliklerindeki koku sızardı burnumuza.
Pardak kokusunu dedemlerin evinden ayrıldıktan sonra hiç duymadım.
Duvarlar hayli kalındı, bunu pencere ve takaların eşiklerinden anlardık.
Takalar ışığa kördü, gündelik eşyanın bir kısmı saklanırdı içinde.
Pencereler Ermeni ustanın elinden çıkmış bitki desenli pik demirdendi.
Yazın serin, kışın sıcaktı evimiz.
Temmuzda dışardaki bunaltıcı öğle sıcağından içeri kaçınca serinlerdik.
Evimiz sessizdi.
Yatsı namazından sonra dedem, teheccüde kalkmak üzere uyur, annemle babaannem işlerini
bitirdikten sonra, pencereden sızan ayışığında kayısı pestiline çekirdek dürümleyip çayla
yerlerdi.
Dedem uyuyunca biz de uyurduk.
Hıznadayken üç kardeştik. Annemlerin ayakdibine daha kısa bir yün yatak serilir, üç kardeş
oracıkta kıvrılırdık.
Hıznanın tavana yakın küçük bir penceresi vardı.
Yazın kırçonilerin kışın poyrazın sesini dinlerdik.
Evimizde sabah ezanıyla telaş başlar, namazdan sonra dedemin birkaç saat süren tesbihat ve
rabıtasını dinler, annemle babaannemin sobayı yakışını, mangala kül çekişini, kahvaltı
hazırlayışını izlerdik. Dedem bazen tesbihat yaparken bizi de çevresine alır. ‘Ya Rahman Ya
Rahim Ya Hakim Ya Kerim Ya Hannan Ya Mennan Ya Deyyan Ya Sübhan Ya Eman ’
derken tekrarlattırır, mutlanır, sakalını sıvazlar, bizimle birlikte sallanırdı.
Nihayet yemek hazırlanır, mangalın yanında, kasnağa oturmuş bakır sini üzerinde tandır
ekmeğiyle beyaz peynir ve pekmez yerdik.
Evimizin eyvanında henüz erişen bir piç dut, iki erik, çiçekler ve kuyu vardı. Sonradan
babamın tulumba yaptırdığı kuyudan korkardık.
Annem kuyuya düşen çocukların öykülerini anlatırdı.
Kuyu derin, içinde periler yaşıyor. Anne peri yüz yaşında. Elinde sürahi ve bardak,
çocuklarına süt taşıyor. Entarisinde ayı, kurt, aslan, kartal ve tavşan resimleri var. Yüzü zayıf,
gözleri çekik. Gözbebekleri iri ve yeşil. Başlığında sorguç, belinde sivri uçlu bir yaprak
hançer. Hançeri zehirli. Dokununca öldürüyor. Küçük kurdelalar iliştirilmiş siyah saçları
beline kadar iniyor. Dar uzun kollu entarisi, etekleri volanlı, önden düğmeli kısa bir kaftan
üzerinde. Giysisinde gözle görülemeyecek kadar küçük, yılan işlemeleri. Düğümlü Çin
bulutları ve kuşlar. Kuşların da gözleri çekik, bebekleri iri ve yeşil. Kemerinde avcılardan
kaçan geyiklerin korkmuş yüzleri. Burun delikleri büyümüş. Göbeğinde kendisi kadar yaşlı
kaplumbağa, üzerine tünemiş bir akbaba. Çocuklarının belden üstü çıplak. Kanatlı. Uçuyorlar.
Havada süzülen birinin sağ elinde ceylan derisinden eldiven. Diğerinde bir bebeğin
kafaderisinden bileklik. Sağ elinde şahin, sol elinde çırpınan bir sığırcık.
Anlaşılan sığırcığı şahine sunuyor. Çocukların köpekdişleri görünüyor. Gözlerinin çevresinde
siyah halkalar. Kuyuya düşen çocukların elleri ayakları, kafatasları.
Annem, ‘sakın yaklaşmayın kuyuya’ derdi.
Yazın su azalınca, dedem kuyuya inerdi. Onu izlememize izin vermezlerdi.
Pencereden bakardık.
Dedem kuyunun çeperlerindeki oyuklara, dikkatle, ayağını sağlamlaştırarak basar, beline
bağlanmış urgan her inişinde gevşetilir, babaannemde bir tedirginlik olurdu.
Bazen kova düşerdi, ya çengelli bir sopa sallandırılır veya dedem inerdi.
Aralıklarla üç kedi yaşadı evimizde. Dedemin aksine babaannem sevmezdi. Üçü de sokaktan
geldi. Dedem dayanamayıp almıştı.
Bazı geceler, canhıraş bir çığlık. Babaannem, ‘bismillah bismillah’ diyerek kenara sıçrar.
‘Yahu vurmayın hayvana!’ diye çıkışırdı Dedem.
Hanım halama göre gece kediye vurulur veya üzerine basılır da canı yakılırsa, cinlerin şerri
beklenmeli.
İçinde pelit yanan sac sobanın yanına kıvrılıp mırıl mırıl uyurdu. Yüzünü yaladığında halam,
‘misafir gelecek’ derdi.
Dedem gülerdi.
Evimizden sır çıkmazdı. Babaannem, ‘boğaz dokuz boğumdur’ lafını sık sık tekrarlardı.
Bundan yıllarca, boğazımızın akrebe benzediği sonucunu çıkardım. Sonra, insanın doymak
bilmez emelleri ve arzuları oluşuna yordum.
Bilhassa babamın yumruklarından biryerleri ezilen ve moraran annem bilirdi boğazın dokuz
boğum olduğunu.
Dedikodu başladığında Dedem, elli yaşına kadar yaşadığı dağ maceralarını anlatmaya
başlardı.
Evimiz üç ölü gördü.
Pınar sineması yandıktan sonra ertesi yaz babam, Cirikpınar mahallesindeki iki katlı kerpiç
evimizi yapmış, Melek sinemasının yazlığını devralmıştı.
Üç sezon sonraydı. Güz yağmurları başlamıştı.
Dedem damı loğluyordu.
Babamla amcamın yerinden kaldıramadığı taş silindirin tahta mandalı hayli eskimişti. Dedem
dev taşı damda yuvarlarken zelzele oluyor gibi ev sallanıyor, tavandan gürültü geliyordu. Loğ
yuvarlanırken hızlandı hızlandı ve gürültüyle birlikte dedemin çığlığı düştü eyvana. Ardından,
merdivenin ayaklarına dayanmış olan babaannemin bağırtısı.
Üzerine düşen loğ taşının bedeninde yaptığı tahribata üç ay dayanabildi.
Acıdan inlediğini hiç duymadım. Yarı baygın, şuuru yerinde, yüzonyedi yıllık bedeni halsizdi.
Acıları arttığında, ‘Ya Şafi Ya Şafi Ya Şafi’ diyerek inliyordu.
Öldüğünü, geceyarısı Babaannemin çığlığından anladık.
Ondan yedi yıl sonra Babaannemi yitirdik.
Onu en son, liseyi bitirip üniversiteye başladığım yılın sonunda, büyük tatilde gördüm.
Sabah ezanda otobüsten inmiştim. Serin, temiz bir hava çarpmıştı indiğimde.
Söğütlü camiinden sonra Çarmuzu mahallesindeki eve gittim.
Kapı mandalını çevirdim, açıktı. Gıcırtısına amcam ayaklandı. Yatakta bağdaş kurmuş, fısıl
fısıl okuyordu. Babaannem yatakta sırtını yastığa dayamış, anlayamadığım bir şeyler
fısıldıyordu.
‘Kim o Muhammed?’ diye sordu. Amcam, ‘Cemal gelmiş’ deyince, ‘gel çağam otur şöyle,
ben de yakında gideceğim, Sadık baba çağırıyor, söz verdim ona’
Bir hafta sonra öldü.
Evimizin gördüğü son ölü amcamdı.
İkinci evimiz Cirikpınar mahallesindeydi.
Pınar sinemasından babamın sepetle bozuk para getirdiği, birkaç ineğin beslendiği,
sütlerinden dondurma yapıldığı, dev kazanlarda mısır haşlandığı evimiz.
Beyt gibiydi.
İki dizeli.
Geniş eyvanlıydı. Altta üç üstte iki odası vardı.
Babam bir odayı tuvalet ve hamamıyla ayırarak Kenküllü’ye verdi.
Cirikpınar mahallesi çarşıya yakındı. Yerli sakinleri dışında, Ermeniler, Kafkas ve Bulgar
göçmenleri ve birkaç hane çingene yaşıyordu.
Ahşap karkaslı, dolgu ve ahşap kaplama.
Temeli kazıldığın annem iki üç kap yemek yaptı, babamla birlikte gittik.
Kerpiçlerin döküldüğü gün oradaydık.
Anaç ve kuzu kalıpları ıslatılıyor, sarı toprakla saman karılarak kıvamını buluncaya değil
karıştırılıyor, sakız gibi olduğunda, güneşe açık bir düzlüğe dökülüyordu.
İlkin kalıp yere konuyor, el arabasındaki çamur geniş bir malayla dolduruluyor, üzeri
düzleniyor ve kalıp hızla çekilince bir anaç iki kuzu çıkıyordu.
Günlerce sürdü bu. Haftasına toplanarak üstüste istiflendi.
Dedemlerin hücresinden bir kafese geçmiş gibiydik.
Dayılarım, teyzelerim ve anneannemle birlikteydik.
İkinci evimiz gürültülüydü.
Babamın yenice cigarasından ağbimle birlikte çaldık, ahırda içerken anneme yakalandık.
Demiryolundan demir kırıkları toplayıp Hurdacı Necmi ağbiye sattığımız gün eve geç
döndüğümüz için dayak yedik.
Büyük teyzem Necmiye, askerliğini yapan, annesi tarafından akrabası Mustafa ağbiyle burada
nişanlandı. Küçük dayım Mete burada evlendi. Büyük dayım Neco, oniki seneye mahkum
edildiği ilk cinayetini bu evdeyken işledi.
Bu evdeyken Yusuf amca sinemada yandı.
Üçüncü evimiz Taştepe mahallesindeydi.
Cirikpınardaki evimiz yola gidip yıkılınca, babam, her çıktığında nefes nefese kaldığı
Melekbaba yokuşunun biterek Taştepe mahallesinin başladığı tepeden büyük bir arsa almıştı.
Buraya hayatlı, bahçeli, iki katlı kocaman bir ev yaptı.
Evimizin bahçesine akşam sefaları, sarmaşık gülleri, fesleğenler, kayısı ve ceviz ağaçları,
asma üzümü dikildi, çardak yapıldı.
Cümle kapısı at arabasının girebileceği genişlikteydi.
Hayata açılıyordu.
Hayatın zemini dev taşlarla döşendi.
Kenara bir çeşme, altına havuz konduruldu.
Cümle kapısında, demirci Hasan ustanın yaptığı ele benzeyen iki tokmak vardı, üstteki
erkeklere altta kadınlara aitti.
Üstekinin sesi tok, alttakinin tiz idi.
Babam ahırdan vazgeçti bu kez, ineklerimiz yola giden evimizden hayvan pazarına
götürülmüştü.
Üçüncü evimiz taştandı. Babam kamyon kamyon sarı taş getirtti. Ustaların başında günlerce
yonttular, biçim verdiler.
Boyu büyüklüğünde olanları köşelere oturttular. Üst yanı dairevi, vitraylı pencereler yaptılar.
Genişçe bir sofa yaptılar. Annem kışlık erzakı burada hazırlıyordu.
Odalarımızın en genişi oturma odasıydı, köşesinde ocağı yanardı.
Yine sedirler dolanıyordu duvarları. Annem üzerine minderler, dantelalı beyaz örtüler yaptı.
Isparta halıları serildi rabıtalı zemine.
Beyaz üzerine boydan boya eflatun çizgili yatak, yorgan çarşaflarıyla, kırmızı yüzlü
yorganlar, yastıklar istiflendi yüklüğe.
Üçüncü evimiz, kahve ve anoson kokuyordu.
Annem her fırsatta eldeğirmeninde öğüttüğü kahveden yapar, duvardaki kahveci güzeli
halısının altındaki sedirde, doğu sigarası yakarak içerdi.
Komşumuz Kalaycı İzzettin amca ile karısı Mukaddes teyze gün aşırı bizdeydiler.
İzzettin amcanın dükkanı evin bitişiğindeydi. Üç çocukları vardı. Büyüğünün adı Nurettin’di,
ona Cindirayis derdik. Sivri kulaklı, sümüklü, çarpık bacaklıydı. Dükkanına gider, saatlerce
seyrederdim İzzettin amcayı. Benimle akranıymışım gibi konuşur, ‘ahan bele gardaş’ derdi
her cümlesinin sonunda. Ayaklı körüğüyle alevlendirirdi kömürü. Zayıf, geniş alınlı, ince
burunlu, daima kasketli, hoşsohbet bir adamdı. Eğinliydi. Sigara ağzından düşmezdi. Birkaç
kabı kalayladıktan sonra mola verir, kömürde demlediği çaydan bana da doldurarak sigara
yakar, çayını yudumlarken Eğin manileri okur, onlara öyküler uydururdu.
Kapının önüne bir asma diktim/Asmanın boynunu kıbleye büktüm/Elagözlerini sevdiğim
ağam/Gözyaşım asmanın dibine döktüm
Karşı bağın yoncaları tez biter/Özledim ağamı gözümde tüter/Elagözlerini sevdiğim
ağa/Ayrılık çekmesi ölümden beter
Evimiz yüksekte yele karşıdır/Gözümden akan yaş sele karşıdır/Kömür gözlerini sevdiğim
ağam/Gülüp oynadığım ele karşıdır
İzzettin amca öksürürken boğulacak gibi olurdu.
Yıllarca veremle savaştı, sonunda yenildi.
Ört ki Ölem
Annem üç yaşındaymış Parga’dan geldiklerinde. Altı gün vapur battı batacak diye ödleri
kopmuş.
İskenderun limanına inmişler, cemselerle Dörtyol’a geçmişler.
Çeyizini orda bırakmış.
Sardunyalarını, çilli begonyalarını, küpelileri, yaprağı güzellerini.
O zamanlar ondört yaşında gelin ediyorlardı.
Fırıncıydı babam.
Annemle arasında yirmi yaş var.
Daha önce evlenmiş Malazgirt’ten biriyle. Çocukları olmayınca ayrılmışlar.
Babam harika peksimet yapardı.
Çıtır çıtır. Küncülü pide yapardı, büyük somun ekmeği yapardı.
Dayımın kahvesi varmış belediyenin karşısında. Babam işten sonra uğrarmış. Öyle öyle
tanışmışlar. Eve gelmiş annemi görünce istetmiş.
İşlemeli kırmızı kadifeden bi elbisesi vardı annemin.
Onun da başından bi evlilik geçmiş daha önce. Dokuz ay yaşamışlar birlikte. Kocası verem
olduğunda dört aylık hamileymiş. Babasının evine gidiyor tabi. Beş ay sonra kızı oluyor.
Dedem kaynına istemiş annemi. Kaynı sakaydı, bahçe sulardı.
Dedem olmaz deyince çocuğu istemişler.
Adı Yıldız’mış. Birbuçuk yaşına gelince almaya gelmişler.
Annem yıkamış, giydirmiş, emzirmiş, saçlarını taramış.
Ağlardı anlatırken, ‘kucağımdan aldı götürdüler’ derdi.
Kendileri de bakmamış üstelik, Bayram efendi adında arzuhalçi, samimi bir ahbaplarına
evlatlık vermişler.
Babam tanıyormuş meğer. Bazen gelirlermiş. Annem evladını biliyor ama kız bilmiyor, ‘abla
abla’ diye çağırırmış. Annem saçlarını tararmış geldiğinde.
Yıldız’ı İzmir’den bi astsubayla evlendirmişler.
Sonra ben doğmuşum işte, benden sonra iki kız iki oğlan geldi.
Babam, ben yedi yaşındayken Dörtyol’dan ayrılıp Adana’ya geldi, çalışmaya.
Üç sene burada kaldık, mide hastalığı azdı. Doktor, ‘buraların havası yaramıyor sana’ demiş.
‘Ne yapacağız?’ deyince, ‘nerelisin? Demiş. O da ‘Malatyalıyım’ deyince, ‘tamam’ demiş
doktor, ‘oraya git, orası iyi gelir.’
Malatya’da gittiğimizde ilkokul üçe gidiyordum. Çarşıda, çocuk sokağı derlerdi, dar bi evde
oturuyorduk. Babam yüzaltmış lira yevmiye alıyordu. Hastaydı.
Mide ağrılarından geceleri uyuyamıyordu.
Kardeşlerim okumadı. Ben okula gitmek için iple çekerdim sabahı. O zaman enstitüyü bitiren
öğretmen olabiliyordu. Bütün hayalim buydu, öğretmen olmak. Ne olursa olsun okuyacak,
köy öğretmeni olacaktım.
Babam İnönü’yü çok severdi. Seferberlik ve harp hatıralarını anlatır, İsmet paşanın
memlekete hizmetleri sayıp dökerdi. Bi defteri vardı, eskimez yazıyla manzumeler yazardı
oraya, günlük yazardı. Harb okulu son sınıftan atılma. Arkadaşlarıyla birlik olup
öğretmenlerini dövmüşler. Babam kültürlüydü ama annem tabi okumamıştı. Sadece babamın
yevmiyesiyle olunca haliyle evde geçim zorluğundan huzursuzluk olurdu.
Annem iyimserdi, en gerilimli anlarda bile ortalığı neşelendirecek bir şey bulur, sonunda da,
ört ki ölem, derdi.
Sabahları erken uyanırdık.
Dokuz on yaşımdan itibaren ev işlerine meraklıydım ama okulumu da ihmal etmezdim.
Babam dokunduğu şeyi güzelleştirirdi. Bazen yemek yapardı tadına doyamazdık
En çok, kıymalı pirinçli kabak çiçeği dolmasını severdi.
İlkokulda Hanife hoca okuttu bizi. Evlenmemiş, ellinin üzerinde idealist bir kadın. Kızların
okumasına takmıştı. İlla maarif, derdi. Maarif olmadan hiçbişey olmaz.
Bana kitaplar getirir. Kalem defter alırdı. Okumamı benden çok istiyordu.
Kardeşim Necdet, Abdurrahman’ın Pınar sinemasına takılıyordu.
Çocuk sinema delisi. Nerde afiş var Necdet orda. Nerde şarkı türkü var Necdet orda.
Daha o zaman tanışmıyoruz. Necdet sinemada kavga etmiş, büfenin camını kırmışlar, eğlence
dağılmış, çekirdekler filan. Bu da kızmış tabi. Çok hiddetli bi adamdı.
Tutmuş çocuğu güzel bi dövmüş. Küçüğü ağlayarak eve geldi, ‘anne ağbimi dövüyorlar’ diye.
Annem, çamaşır yıkıyordu. Ellerini çemirleyerek ev kıyafetiyle bi hışımla çıktı ki görülmeye
değer. Alta şalvar, başı yarım bağlı. Doğruca Çarmuzu karakoluna gitmiş. Bekçiyi de alarak
sinemaya baskın yapmış.
Karakola çektirmiş Abdurrahman’ı. Tabi komiseri filan tanıyo, barıştırmışlar.
Öğleden sonra bir fayton durdu kapıda. Annem seyirtti ki bu. İki file dolusu meyve, peksimet,
çay, şeker, gripin, kolonyağı filan göndermiş.
Çok geçmedi kendi geldi. Annem biraz çıkıştı, ‘çocuğu ne hale getirdin, şöyle oldu böyle
oldu’ diye.
Makinist Yusuf vardı yanında. Ben dayanamadım içeri girdim, anneme, ‘senin oğlun iyi bi
çocuk ise ne işi var o çakalların yanında? Sinema köşelerinde ne arıyor?’
Sanki dayak yiyen benim, Necdet başladı Abdurrahman ağbi şöyle Abdurrahman ağbi böyle,
yok ben sinemada çalışmak istiyorum, beni yanına al’
Herifin dili tatlı, çay kahve derken muhabbet koyulaştı, annem de, kalsaydınız yavrum, niye
kalktınız, yine bekleriz...Onlar gidince, ‘sen ne yapıyorsun?’ dedim. ‘Çok konuşma sen kız’
diye tersledi beni.
İlkokul biteli iki sene olmuştu. Kız enstitüsüne yazıldım.
Başöğretmenim Fahriye hanım demişti, ‘mutlaka oraya git’ diye.
Necdet Pınar sinemasında eğlence satmaya başlamıştı.
Bir gün çıkıp geldiler, babası rahmetli Sadık baba, eniştesi Berber Ahmet, ağbisi Ali.
Bi kutu lokum yaptırmışlar.
Annem, ‘hayırlısı’ dedi. Bu, ‘evet’ demekti.
Derler ya kız evi naz evi diye. Eh biraz da düşünelim.
Ben isyan ettim, ‘dünyada olmaz’ dedim, ‘öğretmen olacağım, daha birinci senem’
Annem, direncimi görünce, haber gönderdi, ‘kız okumak istiyor’ diye.
‘Olur’ demişler, ‘bi nişan takalım, okulu bitince düğün yaparız.’
Verme dedim anneme ben, okutmazlar beni bunlar.
Sonunda nişan oldu. Çarmuzu’da bi terzi vardı, pembe tafttan bid elbise diktirdiler. Kendisi
mavi bi takım giymiş, beyaz gömlek, gravat, saçlarına biriyantin sürmüştü.
Kayınbabam kremsiye taktı, abisi ince bilezik, Ahmet ağbi beşibiyerde almıştı.
Tarçınlı şerbet yaptılar, lokumli bisküvi verildi, mevlüt okutuldu.
Biz olduk nişanlı.
Parmağımdaki yüzüğe bakıp bakıp duruyorum. İnanamıyorum.
Annem, ‘kızım erkeğin erkek olsun da yuvan çalı dibi olsun mühim değil’ diyordu.
Tabi o zamanlar öyle konuşup görüşmek, gezip tozmak yoktu.
Ama her gün geliyordu bize. Bisikleti vardı. Yaklaşınca zilini çalardı.
Ben biraz oturup çıkıyordum yanından. Annemle saatlerce sohbet ederlerdi.
Tabi kıskançlık başladı. Yok okula niye erken gidiyorsun, yok neden geç kaldın; yok şu sana
niye bakıyor, yok pembe çorap niye giydin?
Okulun karşısındaki akasya ağacının dibinde beklerdi. Pencereden bakardım o geleceği
zaman.
Bi akşam çıktım okuldan, hiç unutmuyorum bi ayaz bi ayaz, buz kesiyor. Bordo bir papağım
vardı, başıma geçirdim, onu farketmemişim, ağacın arkasına tünemiş. Gidiyorum, arkamdan
biri geliyor. Şüpheledim ama geri de bakamıyorum. Eve kadar nasıl gittim ben bilirim. Ben
girdim arkamdan o. Bağırdı çağırdı. Bitecek bu okul faslı dedi. Ya bu iş biter ya okul.
İçeri geçtim ağladım.
Üç gün gelmedi. Çok kırılmıştım.
Cumaydı. Namazdan sonra baktım bisikletin zili.
Elinde bi paket, ‘işte kusura bakmasın, kendimi kaybettim, gayem onu üzmek değildi’
Dallı çiçekli emprime bi kumaş getirmiş.
Sonunda okulu bıraktım. Bi yanda annem bi yanda o, uğraştılar didindiler, muratlarına erdiler.
Çeyiz dediğin neydi ki. Üç beş köşe yastığı, minder, yatak yorgan, kırlent, masa örtüsü,
kanaviçe, üç beş bakır kap.
Düğünden on gün önce annemle büyük görümcem, kocası Ahmet ağbi bir araya gelerek
çağrılacakların listesini yaptılar.Küçük görümcemle eltim çağrıcı oldu. Ev ev gezerek haber
verdiler. Cuma günü başlayacaktı düğün.
O gün onların tarafından bi grup kadın gelerek kına ezip elime sürdüler. Avcuma kınayla
birlikte bi yarım altın koydular. Kınadan sonra herkes sırasıyla altını almak için avcumu
açmaya çalıştı. Uyuz Ümmühan’a nasip oldu. Tellaklık yaptığından bileği pek idi. Kadınlar
mahser çalarak türküler söyleyip oyunlar oynadılar. Öğleden sonra erkekler geldi. Öbür odayı
hazırlamıştı annem. Babamla oraya geçtiler. Çayla peksimet ikram edildi. Kayınbabam bi keçi
getirmişti, kestiler. Annem etli nohutla pirinç pilavı pişirdi iki kazan. Un helvası yaptı.
Ertesi gün ana baba günüydü. Akşam kına gecesi olacaktı. Davulcu Hasan’la bi klarnetçi
gelmişti. Kızlar çay dağıttılar önce. Çalgıcılar erkek odasında çalıyorlar, kadınlar, mahallenin
kızları kadın odasında oynuyorlardı. Gençler bi gayretle yaşlılara hizmet ediyor, elleri
önlerine bağlı, başları önlerinde, kapı eşiğinde hazır bekliyorlardı. Akşam çalgıcılarla erkekler
dama çıktılar. Birkaç saat eğlence sürdü. Sinanlı komşuların geldiğini oyun havalarından
anladım. Gençler nara atıyor, dam sallanıyordu oyundan.
Ertesi gün gidecektim.
Güveyi traşı yapıldı. Büyüklerin ellerini öptü. Fayton hazırlandı. Davulcu Hasan coşkuyla
vuruyordu davula. Klarnetçi zaman zaman klarnetini havaya doğru kaldırıyor, avurtları
şişiyor, görümcemin kocası Berber Ahmet’in ucuna para sıkıştırdığını görünce daha da
coşarak gelin götürme havasını üflüyordu.
Nihayet el öpme zamanı geldi.
O zaman Malatya’da birkaç otomobil vardı.
Bizim düğünde bi otomobil önde, arkada faytonlar dizilmiş.
Önce annemin elini öptüm. Sarıldı bana hüngür hüngür ağlıyor, ben de ağlamaya başladım.
Annem bırakmıyor. Bir zaman öyle kaldık. Sonra teker teker yaşlıların elini öptüm,
akranlarımla sarıldık, ağlaştık.
Çalgıcılar arabanın önünde, konvoyun başında, gelin götürmeye devam ederek yola koyulduk.
Araba ağır ağır ilerlerken bağırtılar, naralar, silah sesleri duyuluyordu.
Çocuklar ikidebir yol kesiyor, Ahmet ağbi para verince sevinçle bağırarak alkış tutuyorlar,
‘Allah mesut etsin’, ‘Allah bi yastıkta gocaltsın’ diyorlardı.
Eve varınca, Davulcu Hasan bu defa gelin indirme havasına geçti.
Damdan üzerimize parayla şeker saçtılar.
İçeri girdik. Beni yatağa oturttular. Abdurrahman’ı Çarmuzu camisine yatsıya götürdüler.
Yere bi hıla serildi. Görmeye gelenlerin hediyeleri toplandı.
Ağır ev, bir oda bir kilerdi.
O evde hayatımın en meşakkatli ama en saadetli günlerini geçirdim.
Rahmetli kayınbabam sofuydu. Çok merhametli, ahiretlik bi adam.
Gece gündüz namaz kılar, zikir yapardı. Kaynanam da öyle.
Elli yaşındaymış evlendiğinde. O yaşa kadar dağlarda kalmış.
O, kaynanam bi de görümcem.
Ev küçüktü ama gönlümüz gibi genişti. Kerpiçtendi. Önünde iki dut ağacı. Bütün
pekmezimiz, pestilimiz ondan çıkardı.
Bir odanın içindeydik. Orada yiyor içiyor, oturuyor, ısınıyor, gülüyor ağlıyorduk.
Kayananam elisıkı, işten yorulmaz, anlayışlı, hoş bi kadındı.
Her sene değirmene giderdik.
Hele komşularımız. Refika bacı, Galonun Remziye, İreyikoğulları, İfakat abla, Suset,
Muhlise, Davulcu Hasan, Hısım, Haticeablagil, Fadime bacı, Fırızlalı Sultan.
Fadime bacı bi tandır ekmeği yapardı, tadına doyamazdık. İki sene kalsa küflenmezdi. Kocası
seferberlikte ölmüştü. Remziye bacının kocası demiryolcuydu. Zeynep bacının babası
demirciydi
Elektrik yok, suyu kuyudan çıkarırdık, idare lambasıyla bakardık herşeye.
Öllükle beliyorduk çocuklarımız, evi pardaklıyorduk, mis gibi kokardı.
İlk çocuğumuz Yusuf. Altı aylıkken Mevla aldı elimizden. Kayınbabam o zaman kocadı.
Kaynanamın bi sözü vardı, ‘karımadan kocadık’ diye. Adam çocuk beşikte boğulduktan sonra
böyle oldu. Gecesi gündüzü hep oydu. Her gün mezarına gidermiş.
O gün altını değiştirdim, emzirdim, beşiğine koydum. Görümcemle çamaşır yıkıyorduk
eyvanda. Dalmışız. ‘Kız’ dedi görümcem, ‘bu çocuğun sesi sedası çıkmıyor, bi bak hele
noldu?’
Gittim ki ne gidim. Ters dönmüş çocuk. Çevirdim hemen. Mosmor olmuş yüzü. Ağzının
kenarından süt sızdı. Bağını çözdüm. Hareket yok. Bi bağırtıyla düştüm. Gerisini
hatırlamıyorum.
Yavrum kuş gibi uçup gitti.
Kayınbabamın ölümünden sonra karşıya taşındık.
Pınar sineması yandıktan sonra Abdurrahman Melek sinemasını açtı.
Derken Cirikpınar, Taştepe bu günlere geldik.
Abdurrahman epeyi bi zaman sinemacılık yaptı. Sonra açık filimler başlayınca Renkli sinema
iş yapmıyodu. O da ben bu filimleri göstermem diyordu.
Artık bu iş öldü diyerek bıraktı.
Değirmende Döner Taşım
Evde hummalı bir çalışma.
Değirmene kalkacağız.
Çarmuzu mahallesindeki evimizin avlusunda kazanlar kurulmuş, bulgurluk buğday
kaynatılıyor.
Annemler bi yandan da unluk buğdayı yıkıyorlar leğende.
Haşlanan buğdayın kokusu.
Güz sıcağıyla ateş bunaltıyor herkesi.
Annem şalvarını giymiş, kolları sıvamış, başı leçekli, tahta tabureye oturmuş, önündeki
leğende buğdayı karıştırıyor. Suyun üzerinde köpükler oluyor. Parmağımızı sokunca
çıkışıyor.
Hortum buğdayın dibinde, sürekli akıyor su. Sanki gözeden çıkıyor.
Aktıkça köpük çoğalıyor. Annem karıştırırken gözüne ilişen çeri çöpü ayıklıyor.
Teyzem gazocağında kaynayan suyla çayı demliyor.
Anneannem kaynayan buğdayı karıştırıyor.
Cumartesi için gün alınmış değirmenden. İki gün orada kalacağız.
Dama hılalar serilmiş. Buğday kaynadıkça yayılıyor üzerine.
Annem temizlendiğinden emin olunca hortumu çıkarıyor, leğenin kaldırarak süzüyor.
Babamın gönderdiği haralları getiriyor çırak.
Kırk teneke bulgurluk, on teneke unluk buğday ölçtü annem.
Keçi kılından yapılmış, kalın, kırçıl bir çuvala doldurulmuştu.
Haşlanan buğday bekletilmeden seriliyor hılalara. Bu sıra anneannemde bir telaş ve gerginlik.
Bağırıp çağırıyor, alnında boncuklanan ter gözlerine girince huylanarak paylıyor bizi. Yeni
buğday konuyor kazanlara teştlere.
Yemek için eşiğe geçiliyor. Nisbeten serin burası. Güneş ensemizde boza pişirmiş.
Kazanların altında yanan dut ve meşe dallarının sıcağından yanaklarımız kızarmış.
Ciğer kavurması ile salçalı bulgur pilavı. Yanında ayran.
Herkes sofrada. Komşumuz Remziye teyze dünden kalma külah dolmasını getirmiş. Muhlise,
Hısım, Refika teyze...Müthiş bi curcuna. Değirmene gideceğiz dört gün sonra.İçim içime
sığmıyor.
At arabasıyla öğleyin geleceğini söyleyip evden çıkıyor babam.
Gün boyu buğday ayıkladı annemler. Komşu kızlar, kadınlar geldi, örtüler serildi, kimi sinide
kimi ahşap sofra kabında saatlerce iki büklüm uğraştılar.
Arada çaylar içildi, çir ve pestil yendi, dedikodular yapıldı.
Annem tedirgindi. Bir aksilik olup babamın parlamasından korkuyordu.
Nihayet bitince tenekeyle ölçülerek dolduruldu harallara, ağızları dikildi, eyvana istiflendi.
Ardından iki gün boyu değirmende yenmek üzere tandır ekmeği, turşu, çay, şeker, çay
bardakları, demlikler, kaplar hazırlandı.
Yorgan, battaniye, minder ve çamaşırlar paketlendi.
Mangal ile kömürü torbaya kondu.
Maşrapalar, su kapları...Annemin telaşı artmıştı, teyzeme, ‘kız tuzu koydunuz mu? Kız şeker
yeter mi? Kız tenekeyi unutmayın’ diye bağırıyor, anneanneme, ‘telisler iyi dikildi mi? Soğan
yeter mi?’ diye soruyor, ayakaltında dolaştığımız için bize çıkışıyor, arada bir yola bakıyor,
‘gördün mü gecikti, sonra bizden çıkaracak hırsını’ diye söyleniyordu.
Babam ezandan sonra atarabasıyla geldiğinde başı hafif dumanlıydı ama yine de keyfinin
yerinde olduğu, ‘değirmen iki taştan/muhabbet iki baştan’ türküsünü mırıldanmasından,
atarabacısıyla şakalaşmasından belliydi.
Arabanın durmasını beklemeden atladı, hızını kesmeye çalışarak geldi, hoooop kollarımdan
tuttuğu gibi havalandırdı beni, öpüp bıraktı.
‘Hadi yallah’ diye hareketlendirdi herkesi.
Arabacı, üzerinde oturduğu kırçıl yem torbasını öne çekti, süpürge istedi teyzemden, arabayı
bi güzel süpürdü.
Annemle büyük teyzem ağır telisleri iki ucundan tutarak, ‘haydi, bir iki üç, bismillah’ diyerek
arabaya atıyorlar, babamla arabacı öne sürükleyerek yerleştiriyorlardı.
Anneannem, ‘et aldın mı?’ diye sordu babama, ‘aldım aldım herşey tamam’ dedi.
Değirmende iki gün boyunca mangal yakılır, ciğer, böbrek, dalak ve et kızartılır, biber
domates patlıcan közlenir, yanına mutlaka bulgur pilavı yapılır, kömürde demlenen çayla
ziyafet çekilirdi.
Torbalar atıldı, minderler, yatak ve yorganlar yüklendi, babam arabacıyla öne, annemler
arkaya biz annemle teyzemin kucağına yerleştik, kapı kilitlendi, komşulara eyvallah dendi,
arabacı, ‘hadi oğlum’ dedi atın üzengisini hafifçe salladı, ‘hadi!’ Dilini üst damağında
şaklatarak tuhaf bi ses çıkarıyordu atı hareketlendirmek için.
Parke taşlı yolda ağır ağır gidiyor, geçenlerle selamlaşıyor, laflar atıyor, şakalar yapıyordu.
İki taşlı değirmene yaklaştık, yanımızda azığımız, sermayemizi öğütmek üzere.
Burası, kendimi bildiğimden beridir gittiğimiz Haydar’ın değirmeniydi.
Haydar amca saçını değirmende gerçekten ağartmış, işini severek ve ciddiye alarak yapan,
kırmızı suratlı, elleri, iri parmakları nasır bağlamış, çatlak çatlak, dişleri sigaradan kararmış,
boğuk sesli, başından papak eksik olmayan bi adam.
Babamı çok seviyor. Değirmende daha çok kalmamız için can atıyor sanki.
Çarmuzu deresi bozulana ve kuruyana değin su değirmeniymiş burası.
Haydar amcanın anlattığına göre kanatlı çarklar gece gündüz döner dururmuş.
‘Böyle elektrik filan yoktu o zaman’ diyor, ‘Allahın suyu ile çevirirdik işleri, bedava
anlayacağın.’
Dereden eğimli kanallar yapılmış, suyun taşkınlaşması halinde zarar ziyan olmasın diye
birkaç vana koyulmuş.
Haydar amca sık sık vanaları kontrol edermiş.
Su akar, kanatlı çark döner, ayine-yi devran sürüp gider, taşı çevirir, taş buğdayı ezer, kırar,
ufalar, unufak edermiş.
‘Dünya dediğin bi değirmen’ derdi Haydar amca durup durup. Cigara yakar, dalıp gider, taşta
kaybolurdu.
Haydar amca titiz adam. Herşey yerli yerinde olacak. Unluk buğday ayrı bir taşın yanına,
bulgurluk ayrı bir yere, fazla torbalar kaldırılacak, çocuklar ayakaltında dolaşmayacak.
‘İyi seçtinizmi gelin?’ diye sordu.
Annem, ‘he’ dedi.
Babamın keyfi artıyordu. Haralları arabacının yardımıyla omuzluyor, taşıdıkça öne eğiliyor,
iki büklüm indiriyordu.
Annemler de öteberiyi indirdiler.
Haydar amca kapının sağ yanındaki boşluğu göstererek, ‘şuraya yerleştir çocukları’ dedi
anneme.
Örtüler, minderler serildi, halkalandık, yemiş tabağı ortada, bağdaş kurarak oturduk.
İçerisi loş idi. Pencereden inen huzmede tozlar uçuşuyordu.
Babam arabacıyı uğurlayıp döndü, terlemiş, nefes nefese kalmıştı.
Oturdu, sigaraya davrandı.
Haydar amca, ‘dur’ dedi, ‘tütün sarayım’.
‘Yok yok’ dedi babam, ‘hazır yak, sonra sararsın’
‘Çayı koyun kız’ diye ünleyince Haydar amca, ‘yav Abdo’ dedi hele bi soluklansınlar, ne
kadar yoruyorsun insanı’
‘Sabahtan beri çay içmedim’ dedi babam.
‘İçersin hele biraz sabırlı ol, vaktimiz çok’
Anneannem eti, sebzeyi hazırlamak üzere kalktı.
Haydar amca çakıldağı, kayışları denetledi; tekneyi, taşı temizledi.
Babam çuvalın ağzını çözdü.
Ben yavaşça kalkarak Haydar amcanın yanına gittim.
‘Gel’ dedi, kendi minderini çekerek, ‘şurda otur, sakın kalkma’
‘Tamam’ dedim.
Ortası delikli, iri taş pürtük pürtüktü. Her dönüşünde bi parça da kendisinden kopmuştu.
Haydar amca babamın çözdüğü telise avcunu daldırdı, baktı, ‘iyi elemişler’ dedi.
Taşın üzerinde buğdayın azar azar döküldüğü oluk, yanında tekne, kayışlar, sarkan kendir
ipler...Babama, ‘hadi’ dedi, ‘başlayalım’
Babam birkaç teneke boşalttı tekneye.
Kalanını birlikte kaldırarak döktüler.
Haralı özenle katlayıp kenara koydu.
Taşın kayışına baktı, incecik borusu olan makine yağıyla çarkı yağladı. Kavradığı kısmı iyice
aşınmış olan tahtayla buğdayı kardı.
‘Bismillah’ diyerek düğmeye bastı.
Düğmeye basmasıyla çark dönmeye, kayışın kanırtmasıyla kocaman taş gürültüyle
çevrinmeye, az sonra teknenin ucundaki kapağı kaldırınca buğday dökülmeye başladı.
Eğildi, teknenin oluğunun dibindeki kapağı daralttı.
Un aşağıdaki büyük tekneye serpiliyordu.
Doğruldu, soluklanarak, ‘hadi bereketli olsun’ dedi.
Babam, ‘kolay gelsin’ dedi ve ekledi, ‘çıkar bakalım tabakayı’
Oturdular. Haydar amca babamın sigarasından sonra kendininkini de yaktı.
Teyzem ilk çayı getirdi tepside buğusu üstünde.
‘Değirmende döner taşım/Sevda değil bu bir hışım’ diye başladı babam.
Haydar amca duygularını ele vermek istemeyenlerden.
Duyularımıza kapalı olan bir çok şey kendisine açık gibi
Sabırlı, temkinli ve sakin.
Babam neşelendikçe o da seviniyor, belli etmiyor.
Gözü buğdayda, unda.
Gözlerim de taşla birlikte dönüyor.
Gürültüye alışıyoruz farkında olmadan.
Tekne doluyor, un kokusu yayılıyor, pencereden süzülen ışık sararıyor iyice, değirmenin un
tozuyla kapanmış taş duvarlarına, iplere, kablolara, direklerle çatılmış tavana, yüzlerimize,
ellerimize, saçımıza, seslerimize düşüyor.
Oluktan inen buğday taşın ortasındaki delikte kayboluyor. Yutuyor taneleri, durmaksızın
dönerek öğütüyor. Dönüyor dönüyor dönüyor biteviye aynı sesleri çıkararak, aynı hızla, bıkıp
usanmadan dönüyor, içine aldığını kırıyor, bölüp parçalıyor, toz haline getiriyor.
Çayını içtikten sonra, duvara hızna çivileriyle tutturulmuş raftaki tozlanmış saate bakarak
ayaklanıyor Haydar amca.
‘Hadi Abdo’ diyor babama, ‘bulguru da açalım’
Öteki taşın teknesine bu kez haşlanmış buğday dökülüyor.
Işık tümden gidince, lambaların hepsini yakıyor Haydar amca.
Dışarı çıkıyorum.
Akşam, karanlığıyla örtüyor herşeyi.
Hava ılık, ortalık sessiz.
İçerden değirmenin uğultusu taşıyor.
Yıldızlar uyanıyor birer ikişer.
Haydar amca, teknedeki unu geniş ağızlı bir el küreğiyle çuvala dolduruyor. Elleri,
parmakları, yüzü, kaşları, saçları, kirpikleri unlanmış.
Taş döndükçe beyazlaşıyor çehresi.
Babam mangalı ortaya getiriyor, kömürü döküyor, birkaç çırpı, kağıt, yakıyor.
Ateş büyüyor.
Anneannem şişe geçirdiği etleri, közlenecek sebzeleri tepsiyle getiriyor.
Bohçada ıslatılmış tandır ekmeği.
Ateşe toplanıyoruz.
Alevin ışıltısı yüzümüze vuruyor. Birbirimizin yüzündeki ışıklara ve gölgelere bakıyoruz.
Babam bi gayretle ateşi harlıyor, közü dağıtıyor, karton yelpazeyi sallıyor. Ellerimdeki ışıltıya
bakıyorum. Yanıp yanıp sönüyor. Kardeşlerimin çenesinde, alnında, annemin ensesinde,
anneannemin yazmasında ışıklar...
Vakit ilerliyor, taş dönüyor, buğday akıyor, un akıyor.
Haydar amca bulgur taşının başında, saçılan buğdayı süpürüyor, teknede birikeni karıştırıyor.
Babam şişleri özenle diziyor, patlıcanları yatırıyor; annemle teyzem siniye reyhan, kekik,
soğan yayıyor, tandır ekmeği koyuyor, tabakları diziyor, cacık yapıyorlar.
Haydar amca un taşını izliyor, buğday azaldıkça yeni çuvaldan azar azar dolduruyor, ilk çıkan
undan değirmen hakkı ayrılıyor. Taş, saatin akrebi gibi sürekli dönüyor, döndükçe içindekileri
öğütüyor. Haydar amcanın saçları, yüzü undan görünmez halde.
Kızaran etle domates-biber kokusu yayılıyor ortalığa, burnumuzu dolduruyor.
Babam şişleri çeviriyor, maşayla közü karıştıyor, pişen parçaları ekmekle sararak tabaklara
koyuyor.
‘Haydar ağa, biraz soluklan, hadi’ diye sesleniyor.
Gürültüden ses duyulmuyor, tekrar bağırıyor babam.
Değirmenci teknelere son bi kez bakıyor, üstünü başını silkeliyor, sofraya bağdaş kurup
oturuyor, ‘gelin çocuklar’ diyor. Kadınlar ayrı bir tepside kendileri için hazırlık yapıyorlar.
Taş dönüyor, vakit hayli geç olmalı.
Çocuklar için yatak açılıyor, aynı yatağa sıralanıyoruz. Dışarda bulaşıklar yıkanıyor, çay
demleniyor yeniden. Tabi uyuyamıyoruz, yatakta oturmamıza izin veriliyor.
Babamla Haydar amca bir taraftan buğday dolduruyor öbür taraftan un alıyorlar.
Koyu bir muhabbete dalmışlar, arada kahkahalar, el şakaları.
Sigaranın biri sönüyor biri yanıyor.
Duyulmadığı için bağırarak konuşuyorlar.
Gecenin sessizliğinde taşın gürültüsü iyice artıyor. Kulağımızda değirmen dönüyor, başımızda
değirmen.
Haydar amca gibi babamın da saçları beyazlaşmış, yüzü gözü tozlanmış.
Haydar amca yalnız yaşıyor, evi değirmene bitişik. Eşi ölmüş, çocukları olmamış.
Çocukları çok seviyor.
Evinin bahçesinde kayısı ve ıhlamur ağaçları yükseliyor.
Değirmencilik babadan.
Su değirmenleri varmış eskiden. Dere bozulunca elektriğe çevirmişler.
Eski araçlarını atmamış.
Değirmende babasının silik, büyütülmüş bir fotoğrafı var, duvara asmış, tozdan görünmüyor.
Kardeşlerim uyuyor.
‘Oğlum cinlendin mi’ diyor annem, ‘neden uyumuyorsun?’
‘Lütfen anne’ diyorum, ‘biraz daha oturayım’
‘Baban kızacak’ diyor.
Babam geliyor, ‘noldu?’ diye soruyor.
Annem, ‘uyumak istemiyor’ diyor.
Kaşlarını yalancıktan çatarak bakıyor babam.
Ben yalvarır gibi bakıyorum.
‘Gel’ deyince sevinçle fırlıyorum yataktan, un taşının yanındaki mindere kuruluyorum.
Taş yalpalayarak dönüyor, aynı gürültü, kulağımızda sadece taşın sesi.
Annemler dolan çuvalları kenara istifleyerek ağzını dikiyorlar.
Çaydanlık, mangaldaki korun üzerinde.
Haydar amca işine dalmış.
Babam yeni bir çuvalı sürüyerek getiriyor.
Haydar amca unun tadına bakıyor.
Annem ‘gel’ diye işaret ediyor, gidiyorum yanına, tabakta kavrulmuş kayısı çekirdeği ile
besni üzümü. ‘Çay da isterim’ diyorum. Paşa çayım geliyor.
Taşa bakarken gözlerim dalıp gidiyor.
Ne zaman gözkapaklarım kapandı, ne zaman yatağa götürüldüm hatırlamıyorum.
Uyandığımda babamla Haydar amcanın yüzleri görünmüyor, gözleri uykusuzluktan
kanlanmış, kahvaltı hazırlanmış.
Taş hala dönüyor, hala öğütüyor.
Dışarı çıkıyoruz kardeşlerimle. Ağaçta kalmış son kaysıları düşürüp yiyor, çember oynuyoruz.
Taşın gürültüsü düşüyor bahçeye.
Gün boyu değirmenle bahçe arasında mekik dokuyor, öğleyin babamın mangalda
pişirdiklerini yedikten sonra uyuyoruz.
Akşam artık aşinası olduğum gürültüye uyanıyorum.
Taş dönüyor hala, öğütmeyi südürüyor.
Gece yine buradayız.
Annem, ‘ezanda biter’ diyor.
Bizden sonra başkaları gelecek değirmene, yine taş dönecek, öğütecek içine atılanları.
Haydar amca bitkin, babam birkaç saat kestirmiş anlaşılan.
Değirmen taşı dönüyor.
Çuvallar doluyor çuvallar boşalıyor doluyor boşalıyor doluyor boşalıyor doluyor boşalıyor...
Neco
I.
‘Dün akşam yolda gördüm/ Seni yıllardan sonra’ çalıyordu radyoda. Dükkandan dışarı taşan
sese zaman zaman şişko kebapçının çırağı eşlik ediyordu alüminyum tepside üzeri tabakla
kapalı kebap servisini taşırken. Şükran Ay söylüyordu şarkıyı. Bayram yine içiyordu. Tekel
bayiiydi. Kışlalar caddesinde büyükçe bir dükkanı vardı. Üstten kesilmiş inci bıyığı, siyah
geriye taralı, briyantinli saçı, yumurta topuklu rugan iskarpinleri, çizgili lacivert takım elbisesi
ve yüzünden eksik olmayan gülümseyişiyle; rakı, votka, şarap ve bira şişelerinin, fındık,
ayçiçeği, leblebi, fıstık ve rengarenk fasulye şekerlerinin dolu olduğu tezgahın gerisinde
ellerini ovuşturur, ‘peşin satan, veresiye satan’ levhasının yanındaki Dörtyol’un kurtuluşunun
otuzdördüncü yıldönüm törenlerine katılan İsmet İnönü’nün elini öperken çekilmiş
fotoğrafına bakar, tezgahın altına gizlediği kadehten bir yudum alır, dudaklarından
düşürmediği Yenice sigarasından derin derin emerdi. İşler yolundaydı. Biriket imalathanesi
tıkır tıkır çalışıyordu. Mardinli işçilerin başına getirdiği kardeşi Balıkçı Recep’e bakılırsa yeni
bir yer kiralanmalı, inşaat mevsimi başlamadan stok yapılmalıydı. Göbekli’nin Özerli’de kırk
dönüm mandalin bahçesinin tapu devir işlemi bitmişti; elinde kapı gibi tapusu vardı. Çevresini
telledikten sonra kalın kavakları kestirip köşeye bir işçi barakası yaptıracak, turunçlara limon
aşılayacaktı. Limon mandalinden çok para ediyordu. Para parayı çekerdi. Bir tarla daha alır,
mandalin fideleri getirir, Ziraat’ten emekli olan Rıza dayıyı kahya yapardı. İki ay sonra fideler
çiçeklenir, Payas’tan efil efil esen Karakaya rüzgarı, bayıltıcı kokuyu çardağa taşır,
akşamüzerleri barakada rakı içer, keyfini çıkarırdı. Çok geçmeden mağaza kiracıları sökün
eder, henüz çiçekken ağaç başına ikiyüz kuruştan satın alırlardı. Hükümet meydanında,
Şalgamcı Salih’in durduğu köşede beş katlı bina yükseliyordu. Gözü kottaki dükkanlardaydı.
Ardından istasyona çalışan dolmuş sayısını beşe çıkarmaya gelecekti sıra. Telefon böldü
düşüncelerini. Eşiydi, ‘çıktı mı Orhan’? diye sordu, bir süre dinledi, ‘tamam tamam’ dedi,
buyruklar verdi, kapadı. Torunu gelince sıkı sıkıya tembihledi, tezgahın altındaki gazeteye
sarılı rakı şişesini aldı, çıktı. Yılancı Hacı’ya gidecekti. Adana-Ceyhan arasındaki
Yılankale’de Şahmeran’ı öldürürken boğulan dedesinden el almış olan Yılancı, yılan, akrep,
melimanga ve örümcek sokmalarını okur, üfler, anında zehri çıkarır, acıyı dindirirdi. Şöhreti
Ankara’ya kadar ulaşmış, geçenlerde askeri bir helikopterle Kayseri’den hasta getirilmişti.
Her akşam, İstasyon’daki konağının balkonunda içer, neşelenir, eski çapkınlıklarını anlatır,
şarkılar söylerdi. Çıkınca kebapçıya uğradı, iki acılı adana yaptırdı, impalaya bindi, topukladı.
Gece dönerken şen şakrak şarkılar söylüyordu. Arabayı kullanan Yılancı’nın oğluna takılıyor,
müstehcen fıkralar anlatıyor, arada bir ‘aslan yeğenim’ diye sırtını sıvazlıyordu.
Eve geldiğinde eşi karşıladı ahşap merdivenin başında, ‘köroğlu yatmamış daha’ diyerek, elini
omzuna attı kadının, merdiveni çıkarken, ansızın, ‘Fadik bana birşeyler oluyor, göğsüm,
göğss...’ diyerek yığıldı. Kadın, ellerinden kayıp merdivene serilen ve boğuk, boğuk birşeyler
söyleyen adama dehşetle baktı, bağırıp çağırmaya, dövünmeye başladı. Çocuklar gürültüye
uyandılar. Arabaya indirdiklerinde gözlerinin feri kesilmiş, sulanmıştı. Hastaneye giderken
güçlükle araladığı gözlerini tavana dikiyor, eliyle garip işaretler yapıyor, uzaktaki akrabalarını
yanına istiyor, ellerini göğsüne bastırarak, ‘nefes, nefesim kesil...’ diyordu. Devlet
hastanesinde kalp spazmı tanısıyla üç gün yatırıldı. Adana’ya Tıp Fakültesi’ne sevkedildi.
Kalp damar cerrahisinde yattığı ameliyat masasından kalkamadı. Bir gün morgda kaldı, ertesi
gün öğle namazına yakın tabutu eve getirildi. Sabah, ablası ‘noldu gül yüzünü seyrettiğimiz,
nerelere gittiii...’ diye ağlayarak çıkageldi. Teyzesinin kızı, ‘kara bir düş görmüştüm dün, kara
ip, kara yumak, kara yünden...’ diyerek ağlıyordu. Çocuklar kendilerini paraladılar cenazede.
Kızkardeşleri saçlarını başlarını yoldular, ‘bizi bırakıp da nerelere gittin gardaaaş, gardaş...’
Günlerce ağlayıp sızladılar. Ölüm bu, öyle kara bir deveydi ki, herkesin kapısına çökerdi.
Ölenle ölünmüyordu, zaman geçtikçe acıları azaldı, kendi hayatlarına döndüler. Kırkında
kırklığı dağıtıldı, mevlid okutuldu, yemek verildi. Çok geçmeden miras davası başladı. Üç
oğlu üç kızı vardı Bayram’ın.
Büyük kız, İzmir’de piyango satıcısı, kendisinden yaşlı, gut hastalığına yakalanmış biriyle
evliydi. Ortanca kız kekemeydi, kocası terziydi, karınca derdince geçinip gidiyorlardı. Küçük
kızı, İstanbul’daydı, ölümünü duyunca gelmiş, bir hafta sonra dönmek zorunda kalmıştı.
Küçük oğluyla ortanca oğul, büyükleri Necdet’ten korkarlardı. Diğerlerinin öfke topuğuna
çıkmasına rağmen mirasın yarısına o kondu.
II.
Neco’nun hikayesi uzun.
İlkokulu bitiremedi. Kuran kursundaki gibi, okula diyerek evden çıkar, aşağı mahalleye top
oynamaya giderdi. Artan vakitlerde, salyangoz toplayan çocukların ellerindekini zorla alır,
kendisi satardı. Bir keresinde kardeşlerini Samanpazarı’na, demiryoluna götürmüş, demir
artıkları toplatmış, şekerli leblebi alacağım diyerek kandırmış, sattıklarından iki şişe bira alıp
içmiş, eve duyurmasınlar diye tehdit etmişti. Başöğretmen, veli toplantısı olmamasına rağmen
çağırdığında bir terslik olduğunu anlamıştı Bayram. ‘Bu sene de kalacak.’ dedi öğretmen.
Üçüncü sınıfta ikinci yılıydı. Dersleri zayıftı. ‘Devamsız’ dedi öğretmen. ‘Her gün mutad
okula geliyor’ diyecek oldu annesi, üzerine yürüyen Bayram’dan çekindi, sustu. Çırak
verdikleri kasap, çok geçmeden, ‘al bu çocuğu, başıma bela olacak.’ Elimi keseceğim diye, et
doğrayan kütüğe sol elini koyup satırı kaldırıyor, adamın yüreğini ağzına getiriyordu. Radyo
tamircisi Sami ustanın dükkanına götürdü babası. ‘Eti senin kemiği benim. Aman göz kulak
ol, bir sanatı olsun bari’ dedi. Kalfanın sırtına büyük bir vega radyo düşürünce kovuldu. Terzi
Salim, oto tamircisi Celil usta, Faytoncu Bekir derken denenmedik iş kalmadı. Kebapçının
çırağı, ‘Seni karakoldan çağırıyorlar Bayram ağbi!’ diye koşturduğunda Neco ondört
yaşındaydı. Sami Kasap ve Beyaz Kelebekler’in Belediye gazinosundaki konserinde Zaza
Cemil’in adamlarından birinin kafasında sandalye kırmış, Cemil, ‘kimmiş bu, bulun getirin
bakıyim’ deyince Çakal Hanifi’nin sağ kolu olan adamın huzuruna çıkarılmıştı. Gözleri ateş
gibi parlayan bu gözüpek delikanlıyı Zaza, Ceyhun Kulüp’ün sorumlusu yaptı. Çok geçmedi.
Yazlık Pınar sinemasında, Sevda Yüklü Kervanlar filminin kadınlar matinesinden ağlayarak
çıkan yavuklusu Nigar’a laf atan delikanlıyı beş yerinden bıçakladı. Komiser, ‘yahu Bayram
bu ne iş, bu çocuk sana hiç çekmemiş’ diye söylenirken Neco yaptığından zerre kadar
pişmanlık duymuyordu. On bir ay hüküm giydi. Cezası paraya çevrildi. Mahkeme süresince
yattığıyla kaldı. İçerde Çakal Hanifi’nin adamlarından biriyle kan kardeşi olmuştu. Çıkınca
ona gitti. Duvarda, çapraz haldeki iki dev tavuskuşu tüyü arasında Çakal Hanifi’nin ustası
Ağınlı Şevket’in büyütülmüş fotoğrafı, yanında kırmızı çintemanilerin lacivert ve sarı
zemendi karşılıklı yaprak motifleriyle bir arada bulunduğu bir av tüfeği asılıydı. Geniş sedirde
halı ve üzerindeki kalın minderde bağdaş kurmuş olan adamın elindeki kehribar tesbihten
çıkan seslere, kalın, boyalı bıyığına, çatık kaşlarına baktı, sert sözlerine kulak kesildi; ‘erken
başlamışsın yeğen..’ Cevap vermedi. Başını yere eğdi. ‘Zaza’yı öz kardeşimden çok severim,
o da gençliğinde senin gibiydi. Kısa keseceğim, bu yolda kadın ve kuruya düşmeyeceksin,
kumar çürütür, bizim defterde bu işler yazmaz. Gözünü bir an kapamayacaksın, sırtından
hançerlerler adamı. Çektiğin silahı kullanmadan yerine koymayacaksın, kolay kolay da silah
çekmeyeceksin...’ Daha neler söylendi, bakır mangalda pişen acı kahvenin tamamını içti mi,
kehribar tesbihini isterken neler söyledi, tam olarak hatırlayamıyordu. ‘Hayat bir gemi/
Yoktur yelkeni/ Resme baktıkça/Hatırla beni’ askerde takım komutanı, ‘ben sizin ananızı
avradınızı..’ diye küfredince, ‘ben buraya anama küfredilsin diye gelmedim’ diyerek önce
başçavuşu dövüp ardından firar etmiş lakin babasının ısrarıyla teslim olmuş, altı ay hapis
yatmıştı. Burada çektirdiğin fotoğrafın arkasına yazıp göndermişti bu cümleleri. Yeğenleri
arasında en çok sevdiği Murat’a ayrı bir fotoğraf iliştirmiş, ona da, ‘bir dağ ne kadar yüce
olursa olsun bir kenarı yol olur/ Neco ne kadar yiğit olursa olsun/ yeğenlerine kul olur’
yazmıştı. Gri bir şalvar vardı üzerinde. Ayağında arkası basılı yumurta topuk ayakkabı, saçı
tıraşlı, fotoğraf biraz flu olduğundan tam seçilemiyordu yüzü. Annesi, ‘gözlüğümü getir kız!’
diye seslenirdi her eline aldığında. İkinci firarında da rahat durmadı, Çakal Hanifi’nin yeni
açtığı klübe gitti bir akşam. Payas’a mahkum getiren bir başçavuş da sivillerini giyip gelmişti
ve sarhoştu. Ütülünce hır çıkardı. Arkadaşına saldırdı. Belindeki paslı kamayla delik deşik etti
adamı. On bir yıl hüküm giydi. Antakya Cezaevi’nde yatarken fellah gardiyanla kapıştı, iki
yerinden şişledi, dişlerini kırdı. Sonra delikanlı olduğu anlaşılınca barıştı, kan kardeşi oldular,
dişlerini altın kaplama yaptırdı. İki yıl sonra Reyhanlı’ya, oradan Ceyhan’a sevkedildi.
Ceyhan’ın azılı kabadayılarından Remzi Efe’yle, koğuş ağalığı kavgası yaptı. Kötü halinden
dolayı Aksaray’ın rutubetiyle meşhur hapisanesine gönderildi. İki kez hücreye kapatıldı.
Çiğerleri su toplamaya başlayınca bir zaman hastanede yattı. Tedavisi sürerken günü
dolmuştu. Üç ay sürdü hastane macerası. Bir hemşireyle basılınca çıkardılar. Zaten
iyileşmişti. Bir zaman dinlendi, babasının açtığı hırdavat dükkanını işletti. Her işi gibi bu da
uzun sürmedi. Sık sık kasayı boşaltarak Soğukoluk’a pavyon kapamaya gidiyor, toplu
sünnetler yaptırıyor, garibanları Lokantacı Ahmet’te doyuruyordu. İşler kötüye gidince babası
dükkanı kapattı, ‘nalet olsun ne halin varsa gör!’ dedi. Belediyenin üç dönemdir başkanlığını
yürüten Nebioğlu Niyazi, hamamda oğlanlarla alem yaparken yakalanıp istifa etmek zorunda
kalınca, Muazzez Turing’in ‘Karaoğlan’ şarkısı evde çalınmaz oldu. Kapı kapı dolaşıp oy
toplardı babası. Şimdi parti merkezinin Niyazi beye komplo yaptığını düşünüyor, bu
haksızlığı içine sindiremiyor, evdeki altı ok ve güvercinli afişleri, Ecevit mavisi gömlekleri ve
propaganda plaklarını atıyordu. Neco bununla da yetinmemiş, bazıları klübe takılan dev
gençli arkadaşlarının derneğine dadanmıştı. Aksaray’da yatarken koğuş arkadaşından Yılmaz
Güney’in ‘Boynu Bükük Öldüler’ romanını alıp okumuş, annesiyle çekilmiş fotoğrafının
yanına başucuna iliştirmişti. Soğukoluk’taki pavyonların çoğu, Sütçü’nündü. Bir konsomatrisi
masadan sakınınca olay çıkarmış, tabancısını çekerek sağa sola ateş etmiş, ‘ulan benim adım
Neco bana bunu yapanın...’ diye bağırarak dehşet saçmış, Sütçü’nün adamlarının araya
girmesiyle iş tatlıya bağlanmıştı. Annesi bir gün, İstanbul Küçükköy’de oturan kızkardeşinden
mektup geldiğini, birlikte gidip gidemeyeceklerini sordu. ‘Ben de sıkılmıştım zati, bakalım
Maviş ne durumda...’ diyerek yola düştüler. Bir hafta geçmedi, sıkıntıdan patlamaya başladı.
Karşı dairede oturan Rizeli Şükran da okumuştu Yılmaz Güney’in romanını lakin lastik
fabrikasında çalışıyor olması hoşuna gitmemişti Neco’nun. Eniştesinin sazıyla pencerede hem
rakısını içiyor hem de ‘sevda olmasaydı/ gönüle dolmasaydı’yı söylüyordu, türkünün
nakaratında bir değişiklik yaparak, ‘bu dünyada sevmeyene ahrette keriz derler’ diyor,
Şükran’ın kendisini dikizlediğini bilerek keyifleniyordu. ‘Kız abla ilk gördüğümde içim çızz
etti, ama konuşmaya çekiniyorum, ne kadar sinirli görünüyor’ deyince, Maviş, ‘kız bakma
onun sert göründüğünde, çocuk gibi yüreği vardır, hem seni sordu geçen...’ cevabını vermiş,
Şükran’ın kalbi duracak gibi olmuştu. ‘nee, beni mi sordu, ne dedi ne dedi?’ ‘Bekar mı? diye
sordu’. Ertesi gün Maviş, kızının doğum günü için Şükran’ı da çağırdı. Yenildi, içildi,
Neco’dan şarkı istediler, ‘dün akşam yolda gördüm / seni yıllardan sonra’yı söylerken
Şükran’ın içi eriyordu. El ayak çekilince yalnız yakaladı, yanına sokuldu, avucuna bir kağıt
bıraktı, hafta sonu Şükran işten eve dönmedi. Birkaç gün sonra Neco’nun telefonu geldi,
Dörtyol’a kaçmışlar, yıldırım nikahla evlenmişlerdi. Kızın babasıyla annesi tehditler savurdu,
Maviş’in evine polis getirdiler, fayda etmedi, Neco’yu tanıyınca korkudan kabul ettiler. Bir
yıl geçmeden oğlu oldu Neco’nun, adını Feyzi koydular. İlkokul üçüncü sınıfta büyük
yeğeninin elinden düşürmediği Karanlık Gecelerin Nurlu Sabahı’nı görünce alıp göz attı,
‘bizim rahmetli dede de severdi böyle kitapları, sende mi sofu olacaksın lan’ diyerek ensesine
bir tokat indirdi. Nereden bilebilirdi oğlunun okumayı sökünce Minyeli Abdullah’ı kanlanmış
gözlerle masa lambasının ışığında okuyacağını. Neco’nun evine bağlılığı ikinci çocuğu
Ayşe’nin doğumuna rağmen dört yıl sürdü. Dükkanına arada bir uğruyor, kulübe ve yeni
açtıkları Atom Kıraathanesi’ne poker oynamaya gidiyor, soluğu Soğukoluk’ta alıyordu.
Şükran’ın özenle yetiştirdiği karanfil, begonya, küpeli, menekşe ve akşam sefaları, nikahta
başını yaslayarak çektirdiği fotoğraf, beyaz badanayla tertemiz görünen Rum yapısı taş evi
çevreleyen bahçeye ektiği soğan, tere otu ve maydanozlar fayda etmedi. Şafağa doğru ter, rakı
ve sidik kokusuyla, kapıyı tekmeleyerek geliyor, sızıyor, öğleyin uyanıyordu. Çok geçmeden
Kasap Salih’in çırağı beliriyor kapıda, ‘usta güveç yaptırıyorum, gelsin dedi’ diyor, ‘tamam
yeğenim tıraş olup geliyormuş dersin’ cevabı veriliyordu. Çıkarken, kapıdan, ‘komidine para
bıraktım, akşam beklemeyin’ diye sesleniyordu. Kaç kez konuşmak isteyen kadını terslemişti.
Bir defasında ısrar edince yüzünde şaklayan tokatla susmuş, gözündeki morluğu soranlara,
‘mutfağın kapısına çarptım.’ demişti. Babası, bu tatsız günlerde öldü. Yarısına konduğu
mirası, Soğukoluk’ta eritmeye başladı. Bir gün serviste kelek yapılınca kavga çıktı. Sütçü’nün
güvendiği adamlardan birine, işaret parmağını sallayarak, ‘ulan cin olmadan şeytan çarpmaya
mı kalkıyorsun, kendine ölümlerden ölüm beğen!’ diye bağırdı. Ertesi akşam Salih ve
Ayhan’la birlikte Koçero’nun cins horozlarından birini götürdüler, İzmir’den yeni gelen
Şantöz Şebnem Güneş’in ‘Veremli Gelin’i okuduğu sahneye atıp kurşunladılar. Kan revan
içinde çırpınarak can veren horoza korkuyla bakan Şebnem’i ilk kez orada gördü. Sütçü’nün
adamlarını püskürtmek için havaya ateş edip kaçtılar. Haftasına Salih’in küçük oğlunun
sünnetine getirdiler Şebnem’i. ‘Gönlümde gizli bir sevgili arar/Gözlerime bakıp dalan
gözlerin’ şarkısını istedi, söylerken bir tabak gül yaprağını döktürdü, paralar saçtı, miskete
kaldırdı arkadaşlarını, kadınla birlikte şarkı söylediler. Buluttan çıkmış yeni ay gibiydi
Şebnem. İri, siyah gözleri, abartılı allık sürülmüş yanağına dağılan bukleleri, gamzeleri, ruju
dağılmış etli dudakları, endamı, buğulu sesiyle yüreğinde bir yeri fena halde yakaladı. Nasıl
olduğunu anlamadan kalbinden bir kudret oku çıkmasıyla giderek Şebnem’in sinesine
saplandı, kalbini kuşattı, ikisi de üçyüzaltmışaltı damar sevdaya düştü. Şebnem’e,
İskenderun’da sahil yolunda bir daire kiraladı, dayadı, döşedi. Evindeki plak ve içki
koleksiyonunu buraya taşıdı. Çiçeklerle, duvar süsleriyle, kristal avizelerle süsledi. Arada bir
evine gidiyor, çocukların seviyor, eşinin serzenişlerine kızıyor, klübu uğrayıp akşam pavyona
geçiyor, programdan sonra Şebnem’le aşk yuvalarına geliyorlardı. Babasından kalma
cumhuriyet altınları tükendi. Şebnem doymadı. Hafta sonları Gölcük’e kardeşine götürmesini
istedi, arabasını yeniletti, tayyareyle İstanbul’a gidip Adalar’a vapur gezisi yaptı, Ankara’da
Gençlik Parkı’nda Ümit Yaşar’dan güç bela ezberlediği şiirleri okudular. Program sonrası
birlikte çıkmak isteyen Tarsuslu bir tüccarı öldüresiye dövdü. Kaçak gezdi. Evi değiştirdiler.
Bir gün, ‘beni çok kısıtlıyorsun bıktım artık.’ diye söylenince olan oldu. Küfürler yağdırarak
tekme tokat dövmeye başladı kadını. Bağırtılara yetişenler içeri girdiklerinde, elinde bir tutam
saç, gözü dönmüş ağzından köpükler saçarken gördüler Neco’yu. Kadınsa endam aynasının
dibinde cansız bir külçe gibi yatıyordu. Yirmi gün yattı Şebnem. Kaburga kemiğindeki çatlak
geçinceye, yüzündeki çürükler iyileşinceye kadar evden çıkmadı. Hergün bir hemşire geliyor,
akşama kadar bakımını ve hizmetini görüp gidiyordu. Neco’yu çoktan affetmişti fakat araya
buz dağları girmişti. Artık içeri girince boynuna sarılan, ‘yaktın lan beni’ diyerek sevinçten
gözleri ateş gibi yanan, başını göğsüne yasladığında çocuk gibi saçını okşayarak ona eski
zaman hikayeleri anlatan ve ‘çocuk istiyorum’ diye tutturan kadın gitmiş yerine duygusuz biri
gelmişti. Neco kahroluyordu. Yaptıklarına yanıyor, eskisinden daha çok sevdiği kadının
hergün bir adım uzaklaştığını düşünerek kendini yiyordu. Aşığı sevdadan vazgeçirmeye say
deryayı kurutmaya say gibiymiş.
Neco’nun annesiyle, eşinin Kırıkhanlı hocaya yaptırdığı muskalar fayda etmedi, Hamiyet
halanın fincan falından okudukları çıkmadı, Şükran’ın arada bir kıldığı namazlardan sonra
yaptığı dualar kabul olmadı, oğlu Feyzi’nin aklının ermeye başlamasıyla onunla dertleşti.
Babasının bir aşüftenin yolunda yitip gittiğini kendilerine bu zulmü reva gördüğünü anlattı.
Şebnem işe başladığında Üçyol’daki dükkanları satmaya başlamıştı Neco. Kala kala istasyona
çalışan taksilerle Çağlalık’taki tarla kalmıştı. Aralarındaki arzunun canlanması için Şebnem’e
sevdiği kalın kremsiyelerden, gerdanlıklardan, yüzüklerden aldı. İpek blüzler, yılan derisi
ayakkabılar, kürklü mantolar getirdi. Hazıra dağlar dayanır mı? Elde avuçta bir şey kalmadı.
Kadının kırk çerağı varmış biri sönse biri yanarmış, demişti Salih Menekşe Gazinosu’ndaki
falcı. O da yalan çıktı. Hergün yeni bir kabusun başlangıcı oldu Neco için. Artık evine
uğramıyor, pavyondan erken çıkıyor, Salih’in dükkanında birayla votkayı karıştırıyor, oracığa
sızıyordu. Şebnem bazı geceler evde kalmasına da laf eder olmuştu. Görmezden geliyordu
Neco. Fakat aralarına sığmayan tüy gözüne diken olunca içinde bir yerlerde derin bir sızı
duydu. Bir öpücük istese yüzlerce hakarete uğrayacağını anladığında karnında, hapisteki gibi
şişlik oldu. Salih’in ısrarıyla hastaneye gittiler, doktor hemen yatış yaptı. Siroz olduğu ve geç
kalındığı anlaşıldıktan bir ay sonra bir hayli erimiş, hergün hastaneye taşınan karısına, ‘beni
eve götürün dayanamıyorum’ demiş, doktora yapılan ricalardan sonra eve getirilmişti. Hergün
akraba ve komşularla dolup taşıyordu ev. Kimsenin görmesine izin vermiyordu Neco. Bir deri
bir kemik kalmıştı. Nefes alıp verişi güçleşmişti. Arada bir Şebnem’i sayıklıyordu. Eşi
başında ağlıyor, alnına biriken teri siliyor, beddualarını hatırlayarak üzülüyordu. Gözlerini
araladı güçlükle, Şebnem’i sordu. Kardeşi, Kasap Salih’e gidip anlattı durumu. ‘Tamam’
dedi,’ben akşama gider görüşürüm.’
Ölü gibi hareketsizdi yatakta. Kadın içeri girdiğinde Şükran çıktı, ardından oğlu terketti odayı.
Elini tuttu Şebnem, buz gibiydi. Kadını farketti. Gözlerini aralamaya, birşeyler söylemeye
çalıştı, hırıltı çıktı boğazından. Eğildi, ‘benim’ diye fısıldadı. ‘Senden...’ dedi Neco,
heceleyerek, ‘bir isteğim var.’ ‘Ne istiyorsun, söyle.’ Soluklanmaya çalışarak, ‘üzerini çıkar.’
dedi. Kadın şaşırdı. Herkes başını eğmişti önüne, birer birer terk ettiler odayı. Yalnız
kalmışlardı.
Soyunmaya başladı. Göz kapaklarını aralamaya çalışarak seyrediyordu bedenini. İç
çamaşırıyla kaldı kadın. ‘Onu da...’ dedi. İtiraz etti kadın. ‘Lütfen’ Çıkardı. Baktı baktı yüz
hatları gerildi, gözünden birkaç damla yaş süzüldü. ‘N’oldu. Neden ağlıyorsun?’ Başını
çevirdi, ağlamaklı bir sesle, ‘yitirdiğim hiçbirşeyi göremiyorum orada’ diye fısıldadı.
III.
Neco’nun öldüğünü Feyzi anlamıştı ilkin. ‘Ana kalbi çarpmıyor...’diye bağırınca kadın
feryadı bastı. Üzerini örten çarşafı başından aşıran annesi saçını başını yoluyordu. Feyzi,
babasının cansız bedenine bir heyula gibi korkulu gözlerle bakarken, çocukken oynamayı çok
sevdiği bir oyunu hatırlıyordu. Söğüt çubuğunun ucunu yakar, akşam karanlıkta hızla çevirir,
ateşten çember yaparlardı.
Gara Tiren
Bahçe istasyonunda durunca, elindeki tepside içliköfte, vagonlara üşüşen satıcıların
bağırtılarını ve genzime çarpan soğan ile yanmış yağ kokusunu hatırlıyorum. Midem bulanırdı
zaten ne zaman tirene binsem. ‘Araba çarptığı’, o uzun, yorucu yolculuğu zaman zaman
çileye çeviren bulantıyı kışkırttığı için Bahçe istasyonuna gelmesin isterdim.
Bu bir yana, hayatımın en güzel anlarını, Malatya’dan Adana’ya, oradan aktarmayla
Dörtyol’a ulaştığımız o tiren yolculuklarında geçirdim.
Onların o tuhaf seslerini, gözüme uyku girmediği o uzayan anlarda içimden izler, tekrarlar
dururdum.
Dururken çıkardığı o garip tıslamalar, mihaniki sesler, firen yaparken çıkan o garip gürültü, o
is, yağ, kömür mü artık o tuhaf koku, o insan sıcağı, o içinde taşıdığı insanların yüzlerce
hikayesinin de taşındığı hantal, ağır, sanki insanın çilelerini yüklendiği için özellikle
yokuşlarda zorlanan vagonlarıyla kara tirenler, lokomotif ve vagonları, birer demir yığını
değil, birer canlı, birer tarih öncesi yaratığı idiler…
Hele tüneller…Akkiraz’ın söylediği yanık Arguvan, ‘ölem ölem kör kader’ havasının hüznü
en çok, uçakların hava boşluğuna düşüşü gibi, muazzam bir karanlık ve belirsizliğe girip
kaybolduktan sonra, göz alabildiğine uzayan ağaçsız, kıraç dağ yamaçlarının arasında
zorlanarak ilerlediği zamanlarda bize ayrılığın acısını tattırır ve kulaklarımızda tınısı belirirdi.
İlkin ciğer delen bir mey sesi belirirdi.
Arguvanlıların bu derdini kimsede görmedim.
Sonra o üç telli curanın tınıları duyulur, aşığın mızrabı veya parmakları insanın en mahrem
acılarına dokunurdu :
‘Gara tiren de yol alıyı Cürek’ten
Oturdum da bir of çektim yürekten…’
Acının, sevgiliden ayrılık olduğu aşikardı :
‘O da benim gibi yansın yürekten…’
Bahçe istasyonu, şimdi, onyıllarca öncesine, çocukluğumun kuytularına doğru yolculuk
yaptığım bu günlerde anlıyorum ki, en canlı, en gizemli imgelerimden biri haline gelmiş.
Bahçe, adı üstünde…Çocukluk bahçesi…Ayrılık çeşmesi. Yüzlerce yorgun, kederli insan
yüzü. İs, duman, içliköfte, simit, börek, ayran, vagonlar, pencereler, yıpranmış, yorulmuş
raylar, istasyon binasının eprimiş, solgun, kirli sarı duvarları, çeşmesi, tirene, elindeki o garip,
daima ilgimi çekmiş olan şeyle yol gösteren hareket şefi, istasyon binasından sonra yolun iki
yakası boyunca uzayan selvi kavaklar, salkımsögütler, onların diplerinde sakladığı
sessizlikler, ayrılırken ruhları yaralanan nice garibin bakış izleri…aman Allahım girdiğim bu
dehlizden çıkabilmem mümkün değil…
Bütün bunları bu yakıcı Arguvan türküsü hareketlendiriyor.
Sanki tiren, bazen karşıdan gelecek olanı uzun bir süre bekledikten sonra ağır ağır
hareketlenirken bu türküyü söylerdi :
‘Dediler ki bu yaz yarin gelmiyi…
O da benim gibi yansın yürekten…’
Bu acıyı en çok Eğin manilerinde tatmıştım. Bizi ikinci dizede birden içine alıp yutan bir kara
delik gibi.
Kömür gözlü ağası İstanbul’a gidip de gelmeyince, yüreğine damla damla biriken,
katmerleşen acıyı en saf, en dokunulmamış kelimelerle dağıtır, birden dilinden döker :
‘Evimin önüne bir asma diktim
Asmanın boynunu kıbleye büktüm
Kömür gözlerini sevdiğim ağam
Gözyaşım asmanın dibine döktüm…’
Bu manileri ve onların taşıdığı acıları, hikayeleri taşıdığı için zorlanırdı demek ki lokomotifler
ve ardından gelmek istemez gibi sürüklenen vagonlar…
Bahçe istasyonu, biraz daha ferah ve düzlüktü. Tiren uzun uzun tıslayarak durur, bi dolu garip
ses çıkarır, durunca uzun uzun soluklanır, birden içindeki dertleri döker gibi insanlar boşanır,
satıcılar, yeni yolcular biner, bir telaş, bir koşuşturma olurdu.
Babam gerneşerek kalkar, önce içliköfte ve ayran alır, sonra iner, varsa elma şekeri de almak
üzere gözden yiterdi. Annemde bir telaş, ‘aman bizimki tireni kaçıracak…’ Babam ne kadar
sakin ve ağır ise, annem bir o kadar helecanlı, telaşlı.
Tiren hareketlenir, babam hala ortalıkta yok. Annemin haddine mi, kalkıp baksın, sorsun.
Birkaç dakika sonra, tiren o eski hızına ve sesine kavuşunca babam belirir, sessizce gelip
karşımıza otururdu.
İkisi içliköfteleri iştahla yerken kardeşim ve ben, kabaran mide bulantımızla uzun bir süre
mücadele eder, yarı baygın bir halde, ter içinde kalarak işkence çekerdik.
Ortalık durulup, her şey eski haline döndüğünde, sanki zerrelerin o doğal hareketlerine
dönmüşüz de kozmik çarkın merkezine yerleşmişiz gibi, o yolculuk rüyasının içinde yüzmeye
başlardık.
Sağa sola devinerek, bir yerlerden kopardığını, bir an önce, başka bir yere, belki de aslına
ulaştırmak ister gibi çırpınırdı kara tiren.
O yakıcı türkü tekrar belirirdi :
‘Baykuş gibi de daş başına oturdum
Ben derdimi cümle aleme yetirdim
Gel vefasız biraz merhamet eyle
Senin için ben aklımı yitirdim bu sene…
Bu sonugelmez çaresizlik insana ne çok yakışıyordu.
Artık herkesin yüzünde bir dinginlik, sessizlik, mahmurluk.
Saatlerce tek laf etmezlerdi.
Bir sonraki istasyonda durmaz, yavaşlar, düdüğünü öttürerek geçerdi.
Bir istasyon, bir küçük durak daha…derken yine uzun uzun tıslayarak dururdu. Babam bu sıra
belki sessizce sorardı. Ne sorduğundan çok, bir şey söylemesi önemliydi.
Yas havası gibi bir hal.
Bu sessizliğin beni içine çekip aldığı o anların her birini ayrı ayrı hatırlıyorum.
Yenice paketini iç cebinden çıkarırdı babam, gazlı çakmağıyla yakar, dumanını Arguvan
türküsünün yakıcı kelimelerinin içine doğru savururdu :
‘Akşam olur tren kalkar garından
Yandım Allah ayrılığın zarından
Kimi yavrusundan kimi yarından
Yine bugün ayrılığın günüdür’
Şimdi, yıllar öncesinde beni kara tirenin içine çekip aldığı o muazzam acıyı, bugün insanın en
yalın hali olarak görmekle birlikte, o yorgun ve acıyla yıkanmış vagonların birer hikaye
ırmağı, birer can şenliği, birer neşve denizi olduğunu görebiliyorum.
Onlar sadece çocukluk imgem değildi, ‘muasır medeniyet seviyesi’nin ötesiydi…Toplumsal
ve ahlaki ideallerini yenilemiş bir kuşağın umutlarıydı…
Her bayramda, üçyüze yakın insan otoyollarda parçalanmış, ezilmiş bedenlerini bırakıyor.
Bu kara tirenlerin yolunu kesen, onların yerine doğayı acımasızca bölen ve parçalayan
asfaltları dökenler bu sonucu hesap ettiler mi bilmiyorum.
Ama bilerek veya bilmeyerek bir fenalığa yol açtıkları kesin.
Bunu, Hicaz demiryolu belgeselini seyrederken de hissetmiştim.
Nihayet Adana istasyonu belirirdi.
Pencereden göremezdik ama tirenin gara girişi ve durması uzun sürerdi.
Bu seremoni büyüyü bozardı, rüyadan uyanırdık.
Herkes ayaklanır, telaşlanırdı.
O kadar çok çantamız, bohçamız, valizimiz olurdu ki…
İstasyonda saatlerce aktarma için beklediğimiz anlarda, Adana’da oturan rahmetli halam ile,
saraçlık yapan, gümüş renginde, sürekli taranmış, briyantinli saçları, mavi gözleriyle kocası
bizi karşılardı.
Midemin bulantısı dindiği için bu kez halamın yaptığı içliköfteleri iştahla yerdim.
Bir salkımsöğüdün dibindeki bankta saatlerce oturur, büyüklerin muhabbetini dinlerdik.
Sonra yeni lokomotifler, onlara bağlanmış yeni vagonlar, yeni pencereler, yeni ovalar, dağlar,
tüneller…başlardı.
Alkarısı’yla İlk Tanışma
Ananemin alkarısını, nazar için okurken çenesi yarılırcasına esneyişini, kurşun döküşünü,
kerpiç duvara soğanı çuvaldızla çakışını, düşüp bir yerimizi ezdiğimizde çiğ et sarışını, ekmek
çiğneyip yapıştırışını, kahve fincanındaki o tuhaf şekillere bakıp dakikalarca anlatışını,
zeytinyağlı kabak çiçeği dolmasını, aşura günü kaynattığı kazanı, peynir mayalayışını, tandır
ekmeğini tandırdan çıkarırken oyalı beyaz yazmasına terini silişini, büyük teyzemin kanaviçe
kasnaklarına kumaşı gerişini, Keloğlan, Hırılı İle Derdi Tırılı, Kuyudaki Kız masallarını
anlatırkenki oyunculuk ve inandırıcılığını, küçük teyzemin düğününde mevlit okunurken gül
şerbeti, bisküvi arasında lokum dağıtışını, bizi, bahçede leğende yıkarken söylediği manileri,
mesini, lastik ayakkabılarını, Yeni Camiinin karşısındaki aktardan zencefil, tarçın, kimyon,
çörek otu, safran, dolmalık çam fıstığı ve biberiye alırkenki heyecanını, düğünlerde Loukas
Daralas ve Mikhalis Genitsaris’in seslendirdiği Rumca şarkılar eşliğinde yaşlı kadınlarla oyun
tutuşunu, bizi, canımız yandığında göğsünde bir menekşe gibi yatırışını bugünmüş gibi
hatırlıyorum.
Hayat dolu, cıvıl cıvıl, kırıktan çıkıktan anlayan, her şeyi bilen, daima iyimser ve umutlu bir
kadındı. Kocası yaşlı ve hasta idi. Son anına değin ona baktı.
Dedem öldüğünde dört yaşında idim. Hayal meyal hatırlıyorum. Hacı Muharrem amca
gelmişti, başında Yasin okuyordu. Dedem bir süre dinledi, eliyle zaman zaman işaret etti,
yüzünü buruşturdu. Meğer bazı kelimeleri yanlış telaffuz ediyormuş. Son bir kez doğrulmaya
çalıştı, gücünü topladı ve Yasin’in son sayfasını birlikte okudular. Sigara istedi. Ananem
yakıp verdi.
Birkaç nefes çekti.
‘Yatırın beni’ diye fısıldadı. Ellerini göğsünde birleştirdi. Kelime-i şehadet getirdi. Gözleri
gülümsedi, belli belirsiz bir sesle, ‘Al-lah!’ dedi, bakışları dondu.
Ölüm, ifadenin donmasıdır diyordun.
Onu gördüm. Dedemin yüzündeki ifade donmuştu.
Dil de dondu. Kelimeler bitti. Ses kesildi.
Can’ın nasıl bir şey olduğunu kim bilebilir!
Ananem, annem ve teyzelerim bağrışarak ağlamaya başladılar.
Ben, kenarda dehşet içinde, kanım donmuş bir halde ifadesi donmuş olan yüzüne bakıyordum.
Yıllar sonra, kurgu yaparken, görüntüyü dondurduğumuzda hep bu kareyi hatırlardım. Bu son
resmi. Sonun görüntüsünü.
Ananem, dün, gün boyu uluyan köpekten ve öten baykuştan ölümün gelmekte olduğunu
hissetmiş, havlayan köpeğe ilenerek, ‘kızılkurt! Başına çıksın!’ diye söylenip durmuştu.
Ölüm denilen kara deve, bir gün her evin önüne mutlaka ıhardı.
Ananem çok rüya görürdü. Her sabah sekide yapılan kahvaltıda, düşünü anlatırdı.
Bu gece rüyamda bir denizin kenarında ama yemyeşil bir sahil şeridinde ilerliyorum.
Bayağı kalabalığız aslında ama benim hatırladığım önlerde bir yerlerde babam
ara sıra dönüp arkaya bakıyor geliyor muyum diye.
Bir ara yürüdüğümüz yeşil ama yüksek kayalıklı yol iyice alçalıp denizle kıyı oluşturuyor
Su o kadar güzel bir mavilikteki elimi sokmak istiyorum ama çok yosun var kaygandır
diyorum.
Bir de önümdeki gruba yetişme telaşı denize düşme, derinlik korkusuyla arkama baka baka
uzaklaşıyorum.
Denizi yol boyu uzaktan seyrediyorum grubuma yetişiyorum.
Güzel bir yere geliyoruz, yerleşiyoruz, deniz yine orada ama bu sefer çok da yükseklik var
Buradan denize ulaşmak istesem kayalıklardan aşağı yuvarlanırım en iyisi diyorum uzaktan
seyredeyim.
Rahmetli babam yerleştiğimiz yerde koşuşturup duruyor.
Hayattaymış, kardeşleri gelecekmiş, bayrammış, gerisi karanlık…
Allah hayra tebdil etsin, dedi annem.
Dedemin gözleri kaymış ve soğumuştu, burnu çökmüş, soluk alıp verirken zorlanmaya
başlamıştı, çocukları başına istemiş, ‘su…su…’ diye inlemişti.
Çenesi çekildi, bağlandı. Gözleri kapatıldı. Elleri yana getirildi. Ayak başparmakları iple
bağlandı. Başka bir yatağa alındı, ‘rahat döşeği’nde kabre indirilinceye kadar uyuyabilirdi
artık. Karnının üzerine makas kondu. Çevresinde halkalananlar ağlıyor, okuyor ve dua
ediyorlardı.
Gün dönüyordu, ikindiden sonra defnine karar verildi, zaman mühürlenmeden gömülecekti.
Teneşir’i o zaman gördüm. Babam, tedbirli davranıp marangoz Recep ustaya yaptırmıştı.
Annem bazen bize öfkelendiğinde, ‘teneşire gelesin’ derdi. Teneşir şimdi bahçeye geliyordu.
Tahta kerevet hazırdı, o ermişti muradına, biz çıkacaktık kerevetine…
Kefeni hazırdı. Kazan yakıldı, su ısıtıldı. Canı uçunca kapılar pencereler açılarak ev
havalandırıldı.
Komşular, tanıdıklar, duyan yakınlarımız sökün etmişti…
Dedemin TOMİS, Toprak Mahsülleri Sanayi İşçileri Sendikası üyesi olduğunu o
fotoğrafından öğrendim.
Kongre olmalı…İp gibi ince gravatlar…Bir buğday başağı hilal şeklinde, ay yıldız içinde,
onun içinde sendikanın adının ilk harfleri…Duvarda bir bez bayrak…Benim okulda taktığım
zabıta şapkasına benzer şapkalı birkaç kişi, kasketliler ve saçı briyantinliler…Kadife örtülü
masa, üzerinde cam sürahi ve bardak, konuşmacı hararetli bir konuşma yapıyor. Sandık
yandan daha küçük bir masada. Oylama yapılacak anlaşılan.
Dedem tahta sandalyeye oturmuş, masaya yakın bir yerde, gri bir ceket giymiş, gravatsız,
gömleğin son düğmesi de ilikli. Dikkatle izliyor. Fırıncılar, aşçılar, işçiler…
Şimdi bedeni yatakta hareketsiz, durgun bir nokta gibi yatıyor.
Can uçunca geriye bir şey kalmıyor.
Diyordun ya ceset ruhun cildidir, örtüsüdür.
Can o kafese sıkışmıştır, dünya bir duraktır, bir istasyondur, insan bir yolcudur…ruhlar
aleminden, anne karnından, dünyadan, kabirden, berzahtan geçer…sonsuz alemlere doğru
gider…
Dedemin cansız bedenine bakıyorum. Ne kadar soğuk. Ürkütücü. Kara delik gibi. Uzun süre
bakınca insanı içine çekip, soğuk, karanlık, derin bir kuyunun içinde yok ediyor.
Oysa senin elinde bir tılsım var.
Onunla ölüme dokunuyorsun, onu, dünya zindanından, cennet bahçesine kavuşturan bir geçit
haline getiriyorsun. Kapının eşiği gibi. Bak şimdi, salonda, bilgisayarın başında, ekranda bu
harflerin, kelimelerin ve cümlelerin belirişini izlerken, başımı senin berzahtan uzanan elin
çeviriyor, kapıya, eşiğine bakıyorum.
Burası eşik. Ölümün iki yakasını bir şerit ayırıyor.
Ölüm, diyorsun, bir arslana benzer. Pençesini vurur ve alır. Ahiret yurdunda arslan suretinde
getirilir ve boğazlanır. Bir nidacı, ‘ölüm öldürüldü! Ölüm öldürüldü!’ diye bağırarak insanlar
arasında dolaşır. Senin hayalin gibi, kalplerimizde ışıl ışıl bir şekilde dolaşıyorsun. Ölüm
dediğin nedir ki! Ölüm sana ne yapabilir ki!
Senin ifaden donmuyor. Dilin susmuyor.
Kelimelerin canlı. Dipdiri. Onları telaffuz ettikçe ruhum yıkanıyor. İçim ışıyor. İçimdeki
bulutlar dağılıyor. Elindeki tılsımla ölüme dokunuyor ve yıllar önce dedemin donmuş
yüzünde bıraktığım hatırayı canlandırıyorsun, onu bir buraka dönüştürüyorsun, binek oluyor,
ona binerek yetkin insanların menzillerine ulaştırıyorsun. Ölümün hakikatini gören kamil
insanlar, ölümü sevmişler, daha ölüm gelmeden ölmek istemişler, diyorsun. Heidegger gibi
varlığı unutmuyorsun, düşmüş halde birlikte yaşayanların dünyası değil senin kelimelerinin
ördüğü şey.
Ananemin kırmızı yünden süveteri örerkenki halini hatırlıyorum. Sabırla bir şeyi örüyor.
Sen böylesin. Sözcüklerin, hayatı insana yakışır bir hal içinde tamamlamanın güçlüğünden
söz ederken de alabildiğine müşfik. Ananemin ilmeği atarken parmaklarının çizdiği resmi
hatırlatıyor. Kelimelerinse yağmura benziyor. Gökten bir su indiriyor ve ölümünden sonra
yeryüzünü onunla diriltiyor.
Dedemin can aşını, kırk yemeği izledi. Her hafta mezarlığa taşındık.
Yengem, dayım kaybolunca ve öfkesi dinince sık sık uğramaya başladı.
Teyzem hamileydi. Kömürhan boğazına uzayan ovadaki bahçelerinden gelen elmalardan
getiriyordu. Sulu, tatlı, kütür kütür elmalar…Teyzeme ısrarla, ‘kız ye, elma yersen kızın olur,
tatlı dilli olur’ diyordu. Ananem, rüyasında kızının boynuna altın takıldığını görünce durum
kesinleşti. Kızı olacaktı. ‘Kız sakın yılana, baykuşa, çirkin şeylere bakma, kızın çirkin olur
sonra…’ diye uyarıyordu. Bir gün Aygörmezin eteklerinde bir mısır tarlası kiralamıştı babam,
tarlayı bozmaya iki traktöre bağlanmış römorklara istiflenerek gitmiştik. Mısır bozulmaya
yakın, tepeye çıkarak çiğdem topladılar. Deste haline getirip yüksekten attılar. Top halinde
düşerse oğlan, dağılırsa kız olurmuş…Dağılmaz mı…Ananem, ‘kızım’ dedi, ‘annemin adını
koyalım, Hatice olsun…’ Gerçekten de iki ay sonra kızı oldu teyzemin ve adını Hatice
koydular. Ananem, babamın ellerine verdi kundaklanmış, mis gibi kokan bebeği, kulağına
ezan okundu ve üç kez Hatice diye fısıldandı.
Bebeğin doğumdan sonra tuzlanmasını, öllükle belenmesini ve kuymak yapımını da ananem
gerçekleştirdi. Yağda kavurulan una pekmez katarak yaptığı kuymağı sıcakken yerdik.
Alkarısı ile bugünlerde tanıştım.
* *
Nurettin Dadaloğlu’nun Odeon Pilak’tan, ‘Aşan bilir karlı dağın ardını’ türküsü gün boyu
dönüp durdu pikapta. Arka yüzünde Gitme turnam. Bir ara Yıldız Tezcan’la değiştirildi. Bu
dünyanın gam yükünü. Uzelli’den. Karlı dağın ardını aşmak, dünyanın gam yükünü
yüklenmek, turnalar…Ananem turna, Hüseyin efendimiz’dir, derdi. İmam Hüseyin’i turnaya
benzetirler.
Teyzemin odasının ışığı kırk gün boyunca söndürülmedi. Başucuna Mushaf kondu. İrice bir
soğanı, duvara çuvaldızla çaktılar. Değirmenden bulgur geldiğinde teyzem ile bebeği kapı
eşiğinden bir adım dışarı çıkarıldı. Kırkıncı güne değin alkarısı kabusuyla yaşadık. Ananem
öylesine abartıyordu ki, şu saçı başı dağınık, dişleri kazma, gözleri mavi, yüzü kızıl,
parmakları uzun, yırtıcı ve çirkin olan bu yaratığı, geceleri yatağa girdiğimde, ışıklar sönünce
her an görecekmişim gibi korkuyordum. Yorganın altına gömülünce de ya gecenin
sessizliğine düşen köpek ulumalarına, ağustos böceklerine ve arada bir gelen fayton sesine
sağırlaşıyor, tuhaf sesler duymaya başlıyordum. Ayak sesleri…Soluk alıp veren ve yerin
altından geliyormuş gibi çıkan sesler…Sonra gözlerimi kapatınca, zifiri karanlıkta, garip
şekiller uçuşmaya başlıyordu. Ayak yoluna biri çıkmışsa ve ben derin uykuya dalmak
üzereysem korkuyla uyanıyor ve bağırıyordum. Ananem, ‘yat yavrum yat…noldu…’ diyerek
gelip terimi siliyor, yorganı başımdan indiriyor, bir şeyler okuyup üflüyordu. Loğusalık
günlerinde iltihaplanmaların yol açtığı ateşin etkisiyle görülen bu kırmızı suratlı kadının
teyzemin ciğerini söküp götüreceğine, bebeği kaçıracağına, yaşadığı bataklığa gömülerek
orada yiyeceğine iyiden iyiye inanmaya başlamıştım. Avludaki görkemli dut ağacının
dallarında rüzgarın çıkardığı ıslık, çatı aralıklarındaki kuşların, gecenin sessizliğinde
yankılanan börtü böceğin sesleri, gündüz gizlenen gece ayaklanan türlü canlıların uğultusu,
alkarısının gövdesine sıkışıyor, oradan kulaklarımıza ve gözlerimize akıyordu. Geceyi
dinlenme ve örtü kılana sığınan ananem, gündüz onca koşuşturmasına, yorulmasına rağmen
birkaç saat uyuduktan sonra kalkıyor, odaları dolaşarak üzerinden yorganı atanları örtüyor,
felak ve nas surelerini okuyarak sağına soluna üflüyor, alkarısının girmesi muhtemel gedikleri
kapatıyordu. Bebeğin sessizliği yırtan ağlayışına annesi bazen ananem de sonra uyanıyordu.
Altı değiştiriliyor, ısıtılmış öllüğe sarılıyor, emziriliyor, uyku meleklerinin kollarına
bırakılıyordu. Ortalığa sinmiş tütün kokusunu gidermek için ananem aktardan aldığı tütsüleri
yakardı. Cinlerin tütsüye üşüştüklerini bilmiyordu anlaşılan. Bin yıl yaşındaki alkarısı da,
onların arasından içeri sızabilirdi.
Nitekim birkaç kez sızdı.
Bir gece, kardeşlerimle yer yatağında yanyana uyurken bir kabus gördüm. Uykum gelene
değin sağıma soluma dönüp durmuştum. Ter basmıştı. Tohma çayı her zamanki gibi deli
akıyordu. Ayaklarıma kocaman, ağır taşları urganla bağlayan alkarısı beni suya attı ve ağır
ağır gömülerek suda deprenişimi seyretti, sanki göğsüme tonlarca ağırlık oturmuştu, soluk
alamıyordum, suyun derinliklerinde yitip gittim. Soğuk ve karanlıktı. Ayaklarımdaki bağı
sökmek için uğraştım, sonunda başardım, suyun yüzeyine doğru çıktım, soluk alınca
bağırarak uyandım. Yastık ve yorgan terimle ıslanmıştı. Tahtalı dağlarından doğan bu deli
çayın içinde kaybolup gidecektim. Yengemin Sürgü barajı kıyısındaki köyüne birkaç kez
gitmiştik. Orada gelinlerin mektup yazıp zarfa koyarak suya attıkları, İstanbul’da,
Almanya’da çalışan kocalarına gönderdiklerini görmüştüm. Beni asıl ürküten çocukların ve
gelinlerin suda boğulmalarına ilişkin söylentilerdi. Irmak, dürülerek, kimi yerlerde
taşkınlaşarak öylesine akıyordu ki, zamanı geleni içine çağırıyor ve oradan ebedi bir
belirsizliğe uçuruyordu.
Ananem koşup geldi tabi. Uzun süre korkum dinmedi. Titriyordum. Beni bağrına bastı.
Yatıştırmaya çalıştı. Su getirdi, içtim. Yastık örtümü, yorganımı değiştirdi. Okudu okudu
okudu…Bayıldım…
O gecelerde en güzel ve korkunç düşlerimi gördüm.
Alkarısı’yla Karşılaşma
Onu kardeşimin diş hediği yapılırken duydum.
Evin önünde, dut ağacının yanında iri, bakır kazanda buğday kaynatıyordu babaannem.
Kardeşimin ilk dişi patlamıştı. Kazanın çevresi çamurla sıvanmıştı. Babaannem henüz
bükülmeye başlamış beliyle, boyu yüksekliğindeki kazanın çevresinde telaşla dönüyor,
hediğin kıvamında pişmesi için kendini telef ediyordu. Arada bir anneme, halama bağırıyor,
hediği kardığı büyük tahta kaşığı tutmaları için veriyor, terini bervaniğine siliyordu. Kendi
kendine konuşmaları sıklaşmıştı. Bazen fısıl fısıl birşeyler okurdu. Bunların ne olduğunu bir
türlü öğrenemedim. Fakat üşütüp ateşlendiğimizde başımızda sürekli okuduğu şeyin
ayetelkürsi olduğu kesindi.
Hedik kaynatmanın en zahmetli yanı galiba saman gibi hemencecik yanıp geçen çalı
dallarının sürekli ateşe sürünmesiydi. Babaannemin eli bu işlerden sonra kan içinde kalırdı.
Ceget denilen iki yanı çalı duvarla çevreli sokakta budama yapıldıktan sonra kalanlar toplanır,
çamaşır, buğday, pekmez ve süt kaynatılırken kullanılırdı.
Babaannem yorulmuş olmalı ki, bir ara kendi kendine söylendi. Haşlanan buğdayın kokusu
yayılıyordu. Annem, mızırdandığımızı görünce iki küçük bakır tas getirerek elindeki çömçeyi
aldı, hediği kaplara koyarken, ‘bi şey mi dedin anne?’ diye sordu. ‘Deveye’ dedi babaannem,
yere çömelip sırtını dut ağacına yaslayarak, ‘inişi mi seversin yokuşu mu diye sormuşlar; düze
kıran mı girdi demiş’. Annem kıs kıs güldü. Pencereden sakalını sıvazlayarak babaannemi
seyreden dedem camı tıkırdattı. ‘Bi sen eksiktin’ diye söylendi babaannem. Dedem tekrar
vurdu cama, birşeyler söyledi, annem içeri seyirtti.
Hediğin altındaki közü mangala çekti babaannem. Hediği yerken yere döktüğümüzü görünce
çıkıştı bize. Annem elinde hılalarla geldi. ‘Ne istiyormuş?’ diye sordu babaannem. Annem,
‘bişey istemiyor’ dedi, ‘Refika bacıyı albasmış düşünde’ Babaannem, ‘gelin bumbarı getir de
şurda temizleyeyim’ dedi. Dedemin en çok sevdiği yemek pişirilecekti.
‘Al nedir anne?’ diye sordu kardeşim .
‘Ben temizlerim anne sen yorulma’ dedi annem. Babaannem hem karnı burnunda olan
gelinini yormamak hem de kendisi daha mahir olduğu için, ‘yok yok yorulmam’ dedi, ‘teşte
koy da getir bağırsağı’. İnce ve kalın bağırsaktan yapılırdı bumbar. Babaannem önce içini
dışına çevirirdi bağırsağın. Kuyudan sitille defalarca su çekilir yıkanırdı. Tuz ve soğanla ovar,
yetinmez kille yıkardı. Temizlendiğinden emin olunca, yağlı kısmı içe gelecek şekilde çevirir,
bulgur, soğan, kıyma, salça ve kırmızı toz biberle kardığı içi doldurur, tandır ocağına koyardı.
Burnumdan hiç çıkmayan kokulardandı bumbar kokusu.
Kardeşim tekrarladı sorusunu, ‘albası kimdir anne?’
Annem az sonra elinde bakır teştle gelirken, ‘bişey değil kızım’ dedi. Sorusu savuşturulan
kızkardeşim, gazoz kapaklarını alarak Hayriye halamların iki katlı evlerinin yükseldiği
meydana gitti.
Alkarısını annem kızkardeşimi doğurduğunda tanıyacaktım.
Doğum günü, Kenküllü’yü babam faytonla eve getirmişti. Düğününde kakülleri güzel
yapıldığı için Kenküllü kalmıştı adı kadının. Ebelik yapardı. Yüzü iri çillerle, benlerle
doluydu. Saçlarını kınalardı. Elma çiçeği, tepeli tavuk, mozalak, hanım penceresi, kaynana
yüreği, çıtlak kahve gönül kurdu, salkımlı, yapraklı, boncuklu yazmalar takardı. Karga
burunlu, mavi gözlü, sesi kepekli, sevecen bir kadındı. Eşi Devlet Demir Yollarında
kondüktörmüş. Yirmisekiz yaşındayken, Bahçe istasyonuna yakın bir tünel kazasında ölmüş.
Adı Zühre idi, Zöhre bacı derlerdi. Annemler kendi aralarında Kenküllü diye söz ederlerdi.
Yanında ağzımızdan kaçırdığımızda gülümserdi. Çocuğu olmamıştı. Doğumunu yaptırdığı
çocukları kendininmiş gibi severdi. Hepimize bir ad takmıştı. Ayper’in doğumu, yeryüzünün
kavrulduğu bir temmuz öğlesi oldu. Babam çilekli ve kuşburnulu dondurma yapmıştı. O
sıralar babam sinema işletmeciliği dışında mısır-ki darı veya gilgil de denirdi- ve dondurma
işi de yapıyordu. O gün annem her zamanki gibi erken uyanmış, inekleri doyurmuş, ahpunu
dışarı sermiş, tandır ekmeğini ıslatarak beze sarmış, kışlık peyniri suya koymuş, sobayı
yakmış ve bizi uyandırmıştı. Anneannem, annemin karnı büyümeğe başladığında, ‘Allah bilir
ya, kız olacak’ demişti, ‘karnın sivri’. Aşererken istediği yiyecekler de cinsiyet tayininde
belirleyici olabiliyordu. Annemin her gün ekşili köfte istemesi, çocuğun kız olacağının önemli
bir belirtisiydi. Ne var ki annemin hareketleri ağırlaşmıştı. Babaannem çıkışıyor, ‘git uzan’
diyordu. Annem doğumdan bir saat öncesine değin iş gördü. Sancılar başlayınca babaannem
dedemi ayaklandırdı, çok geçmeden babam, yanında Kenküllü olduğu halde faytonla yetişti.
Evde bir telaş bir telaş...Teyzelerim, komşumuz Remziye teyze, Suset’in eşi Munise,
halalarım, dayılarım...kimse yerinde duramıyordu. Annemin bağırtısına bebeğin ağlaması
düştü. Kenküllü odadan çıkarak beyaz beze sarmaladığı bebeği babama getirdiğinde küçük
teyzem Dudu çoktan müjdesini almıştı. Kenküllü ona çıkışmayı da ihmal etmedi. Babam, kız
çocuklarına düşkündü. Üç erkek çocuktan sonra gelmişti, ilk kızıydı. Çehresine baktı ve,
‘Ayper olsun’ dedi. Ezanı, komşumuz Hacı amca okudu kulağına.
Mahcubiyetle sevinç kırması bir duyguyla loğusa kokusu sinmiş odaya girdiğimde annemin
benzini sararmış, bir anda gördüm. Babaannem ve anneannem yanındaydı. Babaannem sürekli
okuyordu. Anneannem alkarısıyla meşguldü. ‘Kız çabuk olun!’ diye bağırıyordu. Necmiye
teyzem irice bir soğan ve çuvaldızla çıkageldi. Annenannem üç ihlas bir fatiha okuyarak,
çuvaldızı soğandan geçirdi, annemin başının üzerine, duvara çaktı. ‘Hah’ dedi rahatlamış bir
sesle, ‘artık gelemez’ Kenküllü teyzeye, ‘kim’ der gibi baktım. ‘Alkarısı yavrum’ dedi. Bebek
annemin yanıbaşındaydı. ‘Bu kez sütün gecikti’ dedi babaannem. ‘Gelir inşallah’ dedi annem
belli belirsiz bir sesle. ‘Neden gelemez?’ diye sordum Kenküllü teyzeye. ‘Kim?’ dedi.
‘Alkarısı’ dedim. ‘Gelemez işte’ dedi. Israrlı sorularım üzerine anlatmaya başladı; ‘yeşil
gözlü, siyah suratlı, mavi saçlı, dişleri dökük, memeleri sarkık bir karı, ziyaretteki çamurlukta
yaşıyor’ Ziyaret, Cirikpınar mahallesini İskender mahallesine bağlayan yolda, lastik
fabrikasına-ki sonradan tütün deposu oldu-sol yanda akan kirli derenin kıyısındaydı. İçi oyuk,
gövdesi kabarmış, yeni dallar bitmiş söğüt ağacının dibinde. Kime ait olduğu bilinmeyen bir
türbe vardı burada. Dere bataklık hale gelmişti, pis kokuyordu. Akşamları halamlara giderken
Ziyaret’te tuhaf yaratıkların kaynaştığını düşünüp korkardım. Saçları beline kadar inen, çirkin
yüzlü, yaşlı bir kadın...Yanakları yeşil, gözleri beyaz, saçları mavi...Dedemlerden sonra
taşındığımız evde, annem, salona kalın, yün yataklar sererdi, kardeşlerimle birlikte
sıralanırdık. Gece ışıklar söner, ses seda kesilir, köpek havlamalarından başka bir şey
duyulmazdı. Bir zaman uykumuz gelmezdi. Annemin loğusalık günlerinde bazen bir kapı
tıkırtısı, bazen üzerimden sessizce geçen bir gölge, bazen adımı fısıldayan ürpertili bir sesle
uyanırdım. Anneannemin çuvaldızlı soğan çözümüne inanmakla birlikte alkarısının
acıktığında ve ciğersiz kaldığında mutlaka geleceğini düşünür, beklerdim. Ses duyduğumda,
bir gölgenin salona süzüldüğünü gördüğümde korkuyla yorganın altına kayar, soluksuz
kalırdım. Kenküllü, alkarısının bataklığın içinde yaşadığını anlatmıştı. Loğusa ciğerinden
başka bir şey yemezdi. Gece çamurdan çıkar, ‘Ekmeğim var etim yok! Ekmeğim var etim
yok!’ diye bağırırdı. Sesi, ahşap ve kerpiç evlerin saçaklarına, arnavut kaldırımlı parke taşlı
sokaklara, terkedilmiş demiryolu boyuna, konakların hayatlarına, şire, saman ve buğday
pazarına, Belediye hamamıyla Yeni Caminin çevrelediği Beşkonaklara, ıssız sokaklara,
çıkmazlara, kayısı, kızılcık, erik, armut ve kavak ağaçlarının dallarına sızardı. Gece boyu
bağırırdı alkarısı. ‘Ekmeğim var, etim yok! Ekmeğim var, etim yok!’ Ta ki bir loğusanın
ciğerini söküp yaşadığı bataklığa dönerek ayışığında ağır ağır gözden kaybolana kadar...
Alkarısı, sonunda ziyarete geldi.
Babaannemin hamam günüydü, evde hanım halamı bırakmış, o da Munise’yle sohbete dalmış,
gecikmişti. Bağırtı koptuğunda, biz, Gavur Hakkı’nın babadan kalma kagir evinin geniş,
bakımlı bahçesinden erik çalmakla meşguldük. Kahyadan ödümüz kopmasına rağmen can
eriğiyle mayhoş kara eriğin tadından, hırsızlığın büyüsünden kendimizi alamaz, her fırsatta
yüksek çalı duvarda açtığımız köstebek çukurundan girerek bahçeye dalardık.
Bu kez annemin bağırtısı ele verdi bizi. Kimimiz iki boy yüksekteki daldan atladık, kimimizi
kendi elleriyle indirdi. Her zaman yaptığı gibi bağırıp çağırdıktan sonra, ‘bi daha görürsem
bacaklarınızı kırarım’ tehdidini savurarak salıverdi. Eve koştum. Halam korku içinde olup
bitenleri dinliyordu annemden, ‘vah vah vah ne yaptım, nasıl bıraktım seni yalnız, ne yaptım
ben!’ diye dövünüyordu. Annemin yüzü kireç gibiydi. Dudakları kurumuş, sesi titriyordu.
Bebeği emziriyor, ağlayarak, ‘yavrum, canım, kınalı kızım benim’ diye seviyordu. Annemin
anlattığı resim, Ziyaret’te ve geceleri yatağımda gördüklerimle tamamlanıyordu.
Alkarısı, doğumdan sonra loğusaya yedi gün içerisinde bir gün mutlaka gelirdi. Galonun
Remziye teyze, anneme al renkli giysiler giymesini önermişti. Halam, ‘kadını dinleselerdi
böyle olmazdı’ diyordu. Alkarısı soğan kokusundan, kırmızıdan ve tütsüden nefret ediyordu.
Çuvaldızdan korkuyordu.
Annemin başı dönmüş, gözleri dumanlanmış. Ortalığın ışığı çekilmiş. Gözlerde kıvılcımlar
uçuşuyormuş. Gözleri dumanlanmış, çift görmeye başlamış. Kulağında uğultu olmuş,
büyümüş büyümüş, sağır olayazmış. Sinekler uçuşuyormuş. Derken karnına ağrı saplanmış,
titremeye başlamış. Pencereden bir karaltı süzülmüş içeri, pelte bir şey. Ne insana ne hayvana
benziyormuş . Elinde süpürge, sırtında erkek cekedi varmış. Annem en çok gözlerinden
korkmuş. ‘Gözleri’ diyordu, ‘karanlıkta kedi gözü gibi çakmak çakmak yanıyor.’
Bazen bohçacı gelirdi mahalleye. Çizgili yatak çarşafına sardığı deste deste kumaşlar,
pazenler, basmalar, ipekler getirirdi. Avluda, pardaklı toprak zemine oturur, bohçasını yayar,
ballandıra ballandıra anlatır, herkese mutlaka birşey satardı. Sırtında onunki gibi bohçası
varmış alkarısının. Annem ısrarla, ‘çok zayıftı çok zayıftı’ diyor. Halam sanki kendi görmüş
gibi bir zaman anlattı durdu onu. Gözlerini annemin gözlerinden ayırmaksızın ağır ağır
yaklaşarak, ‘noldu yavrum sana, neden sarardın soldun? Yoksa kocan mı öldü? Anneni mi
kaybettin? Kimin kimsen yok mu senin? Aman ne güzel şey bu? Bu bebeği bana verir misin?’
demeye kalmadan, annem, ‘hayır!’ diye bağırmış. Erik hırsızlarken duyduğumuz bağırtı bu
olmalıydı. Annem evi başına yıkılmış gibi çığlığı basmıştı. ‘Öyleyse bana ciğerini vereceksin’
demiş. Annem, bebeği göğsüne bastırarak, ‘onu alma da neyimi alırsan al’ demiş. Uzun
tırnaklı parmaklarını uzatınca annem bayılmış. Halam yetiştiğinde terden sırılsıklam imiş.
Ağlıyor, ‘hayır! nolursun onu alma!canımı al onu alma’ diyormuş. Halam, ‘beni görünce’
dedi sanki azraili görmüş gibi, ‘defol pis cadı, defol git! Yavrumu alamayacaksın!’ diye
bağırıyordu’.
Annem, yeni şeyler ekleyerek ve değiştirerek sürekli anlattı bunu.
Alkarısı loğusalık süresince annemin biricik mevzusu oldu.
Ne zaman bebeği görmeye gelseler veya ‘süt yapar’ diyerek, elinde küçük, bakır sahanla bir
komşumuz gelse; ekşili köfte, analı kızlı, sıkma köfte getirse annem başlardı anlatmaya.
Kimisi, ‘yumurta akına kaya tuzu ekerek üç gün iç’, kimisi, ‘bi kağıt üzerine günlük koyarak
ispirto döküp yak, üzerini kapat, sıcakken beline sar’, kimisi, ‘bebeğin bezini gece sakın
dışarda bırakma, yıldızlar görürse iyi olmaz, hele üzerine kedi işerse alkarısına davetiye
çıkarmaktır bu, hiçbişey olmazsa bebek dabaz kaldırır’, kimisi, ‘kızım sen çocuğa muska
yazdırdın mı?’ derdi. Annem her söylenene inanır, bilhassa anneannemin onayını da alırsa
mutlaka yapardı.
En cazip öneri Refika teyzeden gelmişti, ‘söyle kocana loğusalığın çıkana dek burada yatsın,
alkarısı erkek olan yere girmez’ Ne var ki babama bu önerinin taşınması bile söz konusu
olamazdı. Bu hal bu melalde annem kırkını tamamladı. Bebek, kemisten geçirilen kuyu suyu
ile kırklandı. Çok ağlayınca, anneannem, ‘bu hepsinden akıllı olacak’ dedi. Kız evlat gibisi
yoktu ona göre. Yabana da gitse, son nefesinde bir bardak suyu kız çocuğu verirdi. Mevlit
okutuldu. Bisküvi, lokum ve kızılcık şerbeti ikramından en çok biz nasiplendik. Babaannem
bebeği tezekle tarttı ve onu mahallenin en fakirine-kendileri kadar olmasa da adetten
olduğundan-verdi. Kandil gecesi yakılmasını tembihledi. Leğende özen ve telaşla yıkadılar
Ayper’i. Başından okunmuş tuzlu su döküldü. Kurulandı. Gözüne birkaç damla limon
sürülünce çığlığı bastı. Annem emzirince sustu. Anneannem üzerlik döndürdü başının
üzerinde, tandıra attı. Söğütlü camiine doğru yola çıktı fayton. Anneannemlere gitmeden önce
cami avlusundaki ulu çınarın altından geçirildi, başı duvara üç kez dokunduruldu, faytonda
bekleyen babamın sabrını taşırmamak için acele edildi. Anneannem ikinci çeyrekliğini
fiyonklu filketeyle kundağa iliştirmesi için dayıma verdi. Bebek için ördüğü patikleri,
kazakları, süveterleri, küçük yatağı ve yorganı gösterdi birer birer.
Öykü Satan Adam
Ona destancı derlerdi. İlkokula yeni başlamıştım. Melekbaba ilkokulunun çinko saclardan
yapılmış barakasında okuyorduk. Okulun kapısında horoz ve pamuk şekeri, şekerli leblebi,
haşlanmış nohut, mısır ve öykü satıcıları beklerdi. O zaman paramız delikliydi. Değerini
hatırlayamıyorum. Onunla bir sayfalık öykü alabiliyordum. Horoz şekerinden
vazgeçebildiğime göre destancının omzuna asılı phılıps marka teyple dinlettiği ve arada
kendisinin de anlattığı öykülerde beni etkileyen bir şey vardı. Beyaz kağıt üzerine tek veya iki
renkle yer alırdı öykü. Basit desenlerle tezyin edilmiş bir çerçeveye otururdu bazen: ‘Bebeğini
Mezarda Doğuran Talihsiz Gelin Gül Ayşenin Destanıdır.’ Destancı, teybin düğmesine
basmadan önce ağlamaklı bir sesle bağırırdı : ‘Zavallı Gül Ayşe’nin hazin hikayesi...Bebeğini
kabrinde doğuran talihsiz gelin...Gül Ayşe’nin hikayesini okurken tüyleriniz diken diken
olacak!’Teneffüsün bitiş zili çaldığında kaçıncı kezdir okuyordum? Ayşe’nin yanakları gül
gibi. Bu yüzden Gül Ayşe diyorlar. Kernek mahallesinde oturuyor. Babası öldüğünde üç
yaşında. Onu hatırlayamıyor. Annesi, tütün fabrikasında çalışıyor. İki erkek kardeşi var.
Komşusu Kalaycı Ali’nin oğlu Hüseyin’le aynı okulda okurlar. Nevruzda aynı tepeden
çiğdem toplar, yağmurda yürür, bahçede kardanadam yaparlar. Ortaokuldan sonra Hüseyin
okumaz, askerliği bekler. Gül Ayşe de onu bekler. Gül Ayşe’lerin karşısında halde dükkanı
olan Sami Efendilerin konağı vardır. Sami efendi iki çocuklu bir duldur. Onun da gönlü Gül
Ayşe’dedir. Tüm karşı çıkmalarına, ‘kendimi öldürürüm’ tehditlerine rağmen annesini ikna
ederek evlenir onunla. Kızoğlan kız çıkmaz. Fakat Sami efendi kabullenir onu. Gerdek
gecesinin sabahı, Hüseyin’e kaçar. Sami efendi peşlerine düşer. Beylerderesinde yakalar
ikisini de vurur. Gül Ayşe’yi Alibaba yatırının bulunduğu mezarlığa gömerler. Altı ay sonra
annesinin düşüne girer. ‘Anneciğim’ der, ‘ben öldüğümde hamileydim, bebeğimi mezarımda
doğurdum, kırk gündür onu emziriyorum. Yarın öleceğim’ Kadın korkuyla uyanır. Düşünü
çocuklarına, komşularına anlatır. Gidip kabri kazarlar ki ne görsünler! Düşünde söylediği
gibi, bebeğini emzirmektedir. Bebeği alırlar. Gül Ayşe ruhunu teslim ederken, ‘Ona der
benim adımı verin, yüzü benzedi inşallah bahtı benzemez.’ Gül Ayşe’nin öyküsünü ders
boyunca okudum. Eve geldim. Anneme de okudum. Annem öykü dinlemeyi çok severdi.
Öyküleri hayattan daha gerçekçi ve gizemli bulurdu. Gül Ayşe, öykü satan adamdan aldığım
en tuhaf öykü idi. Birkaç kez düşlerime sokuldu. Annem kadar olmasa da Gül Ayşe’nin
öyküsüne benzer öyküleri ben de hayattakilerden daha gerçek bulduğumu söyleyebilirim.
Acı Kahve’nin Kırk Yıllık Acısı
Ağbimle gün aşırı Dev-Genç’e gidiyoruz. İşçi sınıfı partisinden yoksunluğun gençliğe
yüklediği sorumluluktan söz ediyorlar. Kirvemiz Ömer ağanın köylüsü bir öğretmen elime
Hikmet Kıvılcımlı’nın risalesini tutuşturuyor. Ağbim, ondan önce, Boynu Bükük Öldüler’i
okutmuştu. Salpa ile Bizim Köy’ü okumuştum. Carolina Maria de Jesus’un Çöplük’ünün
etkisindeydim oysa. Türkçe öğretmenimin verdiği ödev konusu bu idi.
Sao Paola’nın Favele semtini karış karış biliyorum. Kadın nasıl bir içtenlikle anlatmış. Nasıl
bir tutunma çabası, nasıl bir çile? Dev-Genç’teki seminerlerden aklımda kalan birkaç kelime.
Kesin olan bir şey var, emperyalizm berbat bir şey, ülkemizi ve dünyayı işçiler kurtaracak.
Ağbim kitaplarla, fikirlerle oyalanacak halde değil. Paslı bir kama iç cebinde. Şişleyecek
faşist arıyor. İşin biraz da havasında. Büyük dayıma özeniyor. Dayım, Çubuk cezaevinde.
Oradan Kayseri’ye naklediliyor sonra. Yılmaz Güney’le İstanbul’dan tanışıyorlar. Kernek çay
bahçesini işletmeye başladıktan sonra Sami Kasap, Neşet Ertaş, Beyaz Kelebekler, Bedia
Akartürk, Nurettin Dadaloğlu, Dilber Ay’la birlikte bazen geceyarısı evimize
geliyorlar…Bahçeye çilingir sofrası kuruluyor. Babamın delegesi olduğu CHP’nin il başkanı
ve belediye reisi de eşlik ediyor bazen. Babam ve küçük dayım Tekel şarabı içerlerdi, reis bey
gelmişse, rakı mutlaka olurdu, bazen ses sanatçıları için dayım, kaçak viskiden ikram ederdi.
Annem, saat onikiyi geçtiğinde kenarda süzülerek bekler, biten mezeleri yenilerdi. ‘Bu akşam
bütün meyhanelerini dolaştım İstanbul’un’la meşk başlar, ‘sakın geç kalma erken gel’le
meclis havalanır, bazen pikaba çiftetelli konur, oynanırdı. ‘En kötü günümüz böyle olsun…’
lafını ikide bir tekrarlayarak, ‘sıhhatinize’ deyip kadeh kaldıran Radyocu Kerim Usta, anneme
de enfes mezeler için teşekkür ederdi.
Acı kahve ile meclis noktalanır, gecenin sessizliğinde sesler erir, herkes dağılırdı.
Ebemizin, babamın dostu olduğunu bu gecelerin birinde öğrendim.
Ağbimin ve benim doğumlarımızda ebelik yapan Kadriye hanımla babam arasında bir şeyler
olduğu artık evi taşmış, mahallede de konuşulur olmuştu. Annem, babamın öfkesi yüzünden
sessiz ve boyun eğmiş gibi görünüyordu. Ama aralarındaki gerilim de gizlenilir bir halde
değildi. Büyük dayımın tahliye olacağı günün sabahı dehşet verici bir kavga koptu. Babam
kendini yitirmiş bir halde anneme saldırdı, zaten eli ağırdı, tekme tokat, yumruk, eline
geçirdiği ne varsa vurarak, saçını elime dolayıp sürüyerek bir külçe haline getirdi ve salonun
köşesinde yere bıraktı. Küfürler saçarak çekip gitti. Küçük teyzemlerin ayrı ev tutarak kocası
ile birlikte ayrılmaları bu olayın ertesinde oldu. Büyük dayım akşama doğru babamla eve
geldiğinde annem içerde, ananemin yaptığı ilaç ve sargılarla yarı baygın uyuyordu.
* *
Radyocu Kerim usta, babamın sinemalarındaki makineleri de onarırdı. Makinist olarak
önerdiği iki kişi, artık babamın has dostları olmuşlardı.
Ebe Kadriye’ye babamın aşağı mahallede bir ev tuttuğu, zaman zaman oraya gittiği, birlikte
oldukları ifşa oldu. Kerim usta, babama, ‘bu çocuğu tatilde bana ver, sinemada gazoz
satacağına hem okusun hem elinde zenaatı olsun’ dedi.
Tatil başladığında, Kerim ustanın Kışla caddesindeki dükkanına gidip gelmeye başladım.
Saçları aktı, geriye tarardı. Siyah çerçeveli, kalın camlı bir gözlük takardı. Nazik, çelebi bir
adamdı. Karısı da kendisine benziyordu. Çocukları olmuyordu.
Haftasonları evlerinde kalıyordum. İki gece bir gün kafamı dinliyordum. Hır gürden,
kavgadan gürültüden uzak, Tarkan ciltlerinin arasında Kıvılcımlı okuyor, karısı Şükran
teyzenin elceğiziyle sardığı yaprak dolmasını, analı kızlıyı, ekşili köfteyi yiyor, pencereden
dereye bakan ceviz ağacının yapraklarının yere düşürdüğü gölgelerin içindeki hayatı
seyrediyordum.
Dev-Genç’e gitmez olmuştum. Ağbim birkaç kez gözaltına alınınca, babamın öfkesi imdadına
yetişti, o da artık ayağını kesti. Zaten nişanlanmıştı, her gün evlerindeydi İki yıl üst üste
kalınca beklemeye geçti. Aramızda bir sınıf kaldı. Radyocu Kerim usta böbrek
yetmezliğinden öldü. Büyük dayım ikinci cinayetinden bu kez Aksaray yarı açık tutukevine
girmişti. Büyük teyzemler Dörtyol’a göçtü. Babam kalp spazmı geçirmiş, bir süre hastanede
kaldıktan sonra eve gelmiş, işlettiği sinemalara gitmez olmuş, Kadriye’den ayrılmış, doktorun
yasakladığı başta sigara olmak üzere bütün zararlılara devam etmekle beraber yorgunluğu
çehresinde fazlasıyla görülür olmuştu.
Bense o yıl Nigar’ı tanımıştım.
Önümdeki sırada, şire pazarında dükkanı olan Cumali amcanın kızı Yasemin’le oturuyorlardı.
Siyah, örgülü saçları beline kadar iniyordu. Gümüş tenli, iri, badem gözlü, gülünce sağ
yanağında beliren gamzesiyle, utanınca ve sıcak olunca kızaran al yanağıyla yakıyordu beni.
Okulun ilk günü sınıflarımız belli olduğunda birbirimizi itip kakarak, eşek şakası yaparak
girdiğimiz derslikte görmüştüm.
Görünce, kalbindeki bir bağı çözüp bana attı, kendine bağladı. Aşkın rahmetiymiş bu, bunu
yıllar sonra anladım. O an neler olduğunu hatırlamıyorum. Sadece iri, badem gözlerini
hatırlıyorum. Bir de gamzesini. Gülümseyince belirmişti.
İçime düşen şeyin ne olduğunu bilmiyordum. Ama bir şeylerin giderek artmaya başladığını,
her şeyin çok fazla olduğunu hissediyordum.
Nigar…Adına benziyordu.
O gün, okuldan çıkınca tilki yağmuru yağdı.
Onu bir süre izledim. Pazar yerine gelince dönüp baktı. Bakışlarımı kaçırdım,
ilgilenmiyormuşum gibi yaptım. Ama eminim gülümsedi, sokağa girip kayboldu.
Ertesi günü iple çektim.
Gün boyu hiç konuşmadık. Ama öğretmenleri duymuyordum.
Gözlerinde ne vardı bilmiyordum.
Ne oluyordu, neden bu kadar utanıyordum, içim niçin yanıyordu, sınıfa, okula, şehre
sığamıyordum, bunu bana neden yapıyordu, Allahım nasıl bu kadar narin olabiliyordu…
Üçüncü gün konuşmuş olmak için biyoloji hocasının verdiği ödevi sordum, hin bir
gülümseyişle iki kelime sadece…
Sayısız pencerem vardı, hepsi kapanmıştı.
Annem süslenip püslenmemden, giysi seçiciliğimden, köse olmama rağmen babamın
jiletleriyle yanağımı kazımamdan, saçımı geriye taramamdan anlamıştı.
Okula erkenden gidiyor, basket sahasının gerisindeki bankta gelişini gözlüyordum. Gelince
kalbim duracakmış gibi küt küt atıyordu, bir türlü bakamıyordum.
İlk kez korunaksız bir kışa girecektik.
Varsa yoksa Nigar. Bir gülse, konuşsa, baksa, ahh şu yağmurda bir ıslansak, birlikte yürüsek,
ona deliler gibi sevdiğimi söylesem, onsuz öleceğimi…Aşktan ölünür mü diyorsun ya, çünkü
aşk ölüm gibi güçlüdür…Ölümden de güçlü bir hale düçar olmak nedir, o zaman anladım.
Akşamları, evlerinin karşısındaki kızılcık ağacının altındaydım. Pencereyi gözlüyordum
saatlerce. Orada olduğumu biliyordu, öyle sanıyordum.
Perde bir aralansa bir saniye görebilsem.
İçimdeki şu kıpırtı bir dinse.
Yerimde duramıyordum.
Bilse, beni sevse de böyleydi, içim acıyordu.
Mektuplar yazmaya başladım. Hiç birini veremedim.
Ama sınıfta herkes farkına varmıştı. Yavaş yavaş konuşmaya başlamıştık.
Neler söylediğimi hatırlamıyorum, zaten ne önemi vardı.
Kalbim kendi kendini kanatıyordu usulca.
Sadece onu seviyordum.
Hem sade hem yalnız.
Nasıl bir içim olduğunu hissetmeye başlamıştım.
Nasıl bir sessizlik, yalnızlık olduğunu.
Yalnızlığın ne olduğunu.
Görüyorsun ya mektuplar vardı, yağmur vardı, tenha idi ortalık, budala bir kelimeyi
ortasından kesiyordum.
Ahmedi Duran
Bir yaz, iznimi geçirdiğim Eski Malatya’da Haso’nun Yusuf amca, Menzil çay evinin
önündeki iskemlede oturup kaçak çayı kaçak tütün eşliğinde yudumlarken Battal Gazi’nin
cenk arkadaşı Ahmet Turan’dan söz etmiş, lahdinin çok uzun olduğunu söyleyince de, ‘eskiler
uzun olurmuş, ama dört metre de fazla’ demişti. Gün boyu, elektrik direğinin kesilen
kısmından geri kalan bu beton yükseltide, Toprak Su’dan emekli arkadaşı Mehmet’le birlikte
oturur, dünyayı seyreder gibi gelip geçene bakar, çarşıda olup biteni izler, sessiz sakin
dururlardı. Bir gün Mehmet’e, ‘en iyisi, dünyaya gelmemek, gelirsen de en iyisi, bir an evvel
geldiğin yere geri dönmek’ demişti. Bu kadim söz kendine mi aitti –ilkokul dahi okumamış,
eline bir kitap almamıştı- yoksa bir yerden mi duymuştu, bilmiyorum. Ama Ahmet Turan’ın
türbesi yenilenirken cesedi çıkarıldığında onüç yaşında imiş ve oradaymış. ‘Çarıkları
ayağında idi, bedeni hiç bozulmamıştı, canlı gibiydi’ dedi. ‘Nasıl olur?’ diye sordum.
‘Toprak, şehitleri ve evliyayı yemez, haramdır’ dedi. Battal Gazi’nin cenk yoldaşı Ahmet
Turan’ın adını taşıyan bir arkadaşıma bunu anlattığımda, ‘babam da aynını söylerdi’ demişti.
Sen Elmalı’ya ulaşıp Sinan Ümmi denizine kavuştuğunda Dördüncü Murad ölmüştü. Toprak
onun bedenini yedi mi yemedi bilinmez, ama taht boş kalmamış, Mahpeyker Sultan’ın
dünyaya getirdiği İbrahim, yirmibeş yaşında, boş kalan tahtı doldurmuştu. Yıllardan
binaltıyüzkırk, aylardan şubat, günlerden perşembe idi. İbrahim, yıllarca korku biriktirdiği
Harem dairesinden tahta geçtiğinde, dört kardeşinin öldürülmesinin ruhunda açtığı derin
kuşku kuyusunda idi. Kaygı ve korku dolu günler, geceler sinirlerini hayli germiş, kuşkucu
mizacını derinleştirmiş, zihni yorulmuş, aklı karışmıştı. Dördüncü Murat’ın, ölümünden az
önce, kendisi hakkında ölüm fermanı çıkarmış olması, yeni sultanın korkularına doruğa
taşımış, padişahın ölüm haberini aldığında uzun süre inanamamış, can korkusuyla kıvranıp
durmuştu. Sonunda Kapı Ağası’yla annesi koluna girerek zorla götürmüş ve Sultan Murat’ın
cesedini göstermişlerdi. İbrahim’e deli diyenler, korkunun ecele faydası olmadığını
sananlardı. O ne deliydi ne veli. Kardeşlerine gözleri önünde kıyılmış olmasının ruh
çöküntüsü altında ezilen, korku ve kaygı kuyusuna düşmüş bir çaresizdi. İki yıldır
sadrazamlıkta bulunan Kemankeş Kara Mustafa Paşa azledilmedi, yerini korudu. Sultan
İbrahim’in zaaflarının yol açtığı iktidar boşluğunu kusursuz bir biçimde doldurdu, kendisine
rakip gördüğü Silahtar Mustafa Paşa’yı önce Budin, sonra Temeşvar beylerbeyliğine atadı,
ardından öldürttü. Bir başka rakibi Kaptan Hüseyin Paşa’yı Özi beylerbeyliğine tayin ettirip
İstanbul’dan uzaklaştırdı. Anadolu’da beliren kimi zorbaları safdışı bıraktı. Venediklilere
birikmiş olan tazminat borçlarının tümünü ödedi, bazı ticari imtiyazları gözden geçirdi,
Devlet-i Âliyye’nin lehine yeniledi. Fransa ve İngiltere’yle eskiden yapılmış olan anlaşmaları
yeniden akdetti. İran elçisiyle, Kasr-ı Şirin’in şartlarını gözden geçirdi, güçlendirdi.
Yedikule’deki İranlı tutsakları verdi.
Binaltıyüzkırk ağustos’unda bir öğle vakti ansızın çıkan ve günlerce süren şiddetli kasırga,
evlerin çatılarını uçurdu, Macuncu Hamamı’nın ve Molla Gürani Camii’nin kurşunlarını
kopardı. Birkaç gün sonra Balak kapısının dışındaki mumhanelerde çıkan yangını, şiddetli
rüzgâr iyice büyüttü, yaydı, çevredeki evlere ulaştırdı. Sur dışındaki görkemli ceviz ağacı kül
oldu. Yangın Draman’a, Sultan Selim’e uğrayarak Çukurbostan’a kadar yayıldı. Bir buçuk
gün sürdü. Langa ve Yenikapı’yı da içine alarak Kumkapı’dan geriye simsiyah bir enkaz
bıraktı. Güzelim evler, içinde birikmiş anılar, çeyizler, sandukalar, sabit mobilyalar, şenşakrak
sohbetler, zikirler, sözler, hatırlar gönüller yok oldu. Bu musibetler olduğunda sen Elmalı’da,
ileride başına geleceklerden habersiz, Ümmi kılavuzun ne derse yapıyor bir halde, bir melalde
idin. Dergâhla değirmen arasında mekik dokuyor, kırk gün hücrene kapanıyor, arada mescitte
vaaz ediyor, kimileyin orman ve dağa gidiyor, birkaç gün kayboluyordun.
Dayımın İki Yakası
Dayım ondokuz yaşındaydı evlendiğinde. Yengem bir yaş küçüktü.
Evimizin arkasındaki birkaç dönümlük bahçeyi babam yazlık sinema haline getirmişti.
İstanbul Sineması…
Dayım yengemi, Belgin Doruk’un Hep O Şarkı filmini seyrederken görmüş. Şairin,
‘yıkıntılara karışan eski bir bahar’ dediği günde. Ayların en zaliminde. Gerdek gecesi
başlayan kavgaları ayrılana değin sürdü. Beş yıl boyunca onlarca kez ayrıldılar. Dayımın
Ares’i anımsatan öfkesi bir türlü dinmedi. Aralarında ne vardı, bir türlü anlayamadık. Hele o
günlerde, çocuk aklıma bir türlü sığmıyordu.
Dayım, köpek öldürenci idi. Marmara yazılı şişeleri annem fileye doldurup çöpe atmam için
bana verdiğinde, ‘uyuz olasın da kaşınmaya tırnak bulamayasın’ diye ilenirdi. Şişede durduğu
gibi durmuyordu gerçekten. Bırakınız içmeyi biraz koklasa kırıp dökmeye başlardı. Bir
kezinde ‘pencereden kar geliyor’ pilağını dönüp dönüp dinleyerek şişeyi kısa sürede dibo
yapınca çıldırdı. Babamın bit pazarından aldığı masif, fildişi işlemeli vitrinin alt camına sorti
yaptı. Ortalık kan revan. Karısı, büyük oğlu, annem, teyzelerim bağrışıyor, kızılca
kıyamet…Babama haber salındı. Faytonla yetişti. Babasın da cini tepesinde idi. Hastaneye
yetiştirdiler. Dayım iyileşince, Taştepe yokuşunun başında, Sinanlıların önüne bazen deve
ıhdıkları bahçeli bir ev tutuldu, oraya taşındılar. Tabi yengem her gün bizde.
‘Kekliğimi doyurdular/Kanadını ayırdılar/Bu nasıl zalim yaraymış/Beni senden ayırdılar…’
Kimbilir kaç kez dinledim. İlk kadehten sonra ağlamaya başlardı. Kendi kendine konuşur,
naralar atar, masayı yumruklardı.
Bu akıbete düçar olacağını biliyordu dayım. Yoksa böyle yaşar mıydı?
Bir gün, Renkli sinemada Sevemedim Karagözlüm’ü seyretmiştik. Çıkınca, Çakı kebap
salonuna gittik. Acılı Adana yedik. Şalgam içtik. Dayımın içi içine sığmıyordu. Çizgili gri bir
takım elbise giymişti. Saçını yandan ikiye bölmüş, sağ yanını geriye doğru taramıştı.
Sinekkaydı traş olmuştu. Kolalı beyaz gömleğine gülkurusu kareli gravatı pek uymuştu.
Adamın biri yanından geçerken çatalını düşürdü. Eğilip alırken kafaları tokuştu. Adama
çıkışınca küfür yedi. Çileden çıktı tabi. Bam güm girişti. Ağzı burnu kan içinde, yerde
kıvranıyordu adam, hırsını alamadı, ekmek bıçağını kaptığı gibi delik deşik etti. Çok
korkmuştum. Kimse korkusundan karışamıyordu. Çıktık. Eve geldik, beni bıraktı gitti. Gidiş o
gidiş…İzmir’den geldi haberi. Karşıyaka’da, mülkiyeti Çolpan İlhan’lara ait bir kıraathaneye
takılıyormuş. Bir simit fırınında Karşıyaka gevreği pişiriyormuş. Meslek babadan kalma.
Dedem, Harp Okulu’ndan atılınca fırın ustası olmuş.
Tabi orada da tutunamadı. Sonra yakalandı. Genel affa kadar iki yıl yattı. Tahliye olunca
dönüp geldi. Yine kavga gürültü. Yengem, üçüncü çocuğa hamile. İki canlı iken dayak
yeyince olan oldu. Katır inadı vardı yengemde. Annesi Kör Cemo’nun evine döndü. Bir daha
ikisi bir araya gelemedi.
Zaten dayımın da iki yakasının bir araya geldiğini hiç görmedim.
Sadıklar Durur Sözünde
‘Dervişlerin en alçağı buğday içinde burçağı,
Bu Mısrî gibi balçığı her bir ayak basmak gerek’
Niyazi Mısri
Dedem,Yusuf suresini sayıkladı son günlerinde.
Yüziki yaşına girmişti, hatırlayabildiği en şiddetli kış yaşanıyordu.
Damı loğlarken ayağı kaymış, düşmüş, bacaklarını kırmıştı.
Üç ay yattığı döşekten kalkamadı.
Döşeğinin yüzündeki yamalardan şalvarında, bugün hala sakladığım altın sarısı sarığında,
mintanında onlarca vardı. Babaannemin kullandığı her şey, kokusunu unutamadığım yeşil
sabunla eriyinceye kadar yıkanır fakat atılmazdı.
Yusuf ilk torunuydu. Yedi aylıkken zatürreden ölmüştü ne var ki babaannem, dokunduğu
ağacı kurutan boz yılanın soktuğuna inanır,Yusuf’un adı her anıldığında muhayyilesinde
uydurduğu bu ölüm öyküsünü yeniden anlatırdı. Annemle Hanım halam, Çarmuzu
mahallesindeki evin kayrak taşı döşeli avlusunda kille çamaşır yıkarken, dut ağacının dalına
bağlı urganlarla çatılmış asma beşikte uyurken çekilmiş fotoğrafına bakıp bakıp ağlardı.
Saçları ve iri badem gözleri sürmeliymiş gibi simsiyahtı. Başı biraz büyükçe, daha çok
dedeminkini andıran hafif iri, kancalı burnunun altında kalın, etli dudakları ve şişkin
avurtlarının zarif bir biçimde birleştiği çenesinde, yanağındakine benzer bir gamze
okunuyordu. Yusuf, gökten inmiş bir melek gibi girmişti hayatlarına,yine aralarında yeşil bir
cennet kuşu gibi yaşayıp bir meleğin omzuna dokunup dünya uykusundan uyandırmasıyla
birlikte, sessizce uçup gitmişti aralarından.
Definden sonra mezarında geçirdi zamanının çoğunu.
Bir gece korku içinde eve döndü ve bir daha ayak basmadı.
Sonradan annemin anlattığına göre, çocuğu son bir kez görebilmek için mezarı kazmış,
toprağa bulanmış yüzünü görmüş bir uyarı almıştı.
Zemini pardaklı, duvarları kerpiç, güney penceresinin dut ağaçlarına baktığı, iki oda bir sofalı
evde birlikte oturuyorduk.
Dedem, cemre suyuna düşünce damda yatmaya başlar, birinci yaprak dökümünde eve inerdi.
Yatsı namazından sonra şalvarındaki son fasulye şekerini bakır sahana döker, yanına
kavrulmuş kayısı çekirdeği ile pestil koyar, bizi de dama çıkarırdı.
Yıldızları biraz yükselince ulaşacakmış gibi hissederdik.
Gökle yerin birleşik olduğunu duyana kadar bakardık yıldızlara.
Yanıp yanıp sönmeleri ömrümüze karşılık geliyordu, dedem böyle söylerdi.
Yıldız kayınca, ‘sübhanallah! sübhanallah!’diye bağırırdı.
Merakımızı bildiğinden, ‘Büyük melekler şeytanları taşlıyor’ derdi.
Tekrar çevirirdik bakışlarımızı, kayan yıldızın nasıl bir elden çıktığını görmeye çalışırdık.
Bu oyun bir vakit sürer, yorulur, kalayı silinmiş bakır tabaktaki kırmızı, sarı, kahverengi
fasulye şekerlerini seçmeye çalışırken, o; anne karnındaymış gibi kıvrılır, eliyle destek yaptığı
başını göğe çevirir, dünyaya bakmaktan yorulmuş gözlerini yıldızlara salardı.
Sonra sana tuzak kurarlar, çünkü şeytan besbelli ki insana düşmandır
Şeytan düşmandır
diye fısıldardı.
Şekerden çekirdekten hevesimizi aldıktan sonra annesinin yanına sokulan kedi yavruları gibi
dedemin çevresine tüner, onun gökle kurduğu temasın farkında olmaksızın, ayın ve yıldızların
öykülerini yeniden dinlerdik.
İşte derdi, Yusuf’a secde eden yıldızlar bunlar, bakın, yek, dudu, sise, biraz bu tarafa gelin
gelin çar, altındaki penç, yanındaki şeş, heft, hah o yanıp yanıp sönen neh,üstündeki
dehe,onun üstündeki devyek, bunlar kardeştir.
Yusuf’la Bünyamin aynı batından gelme, diğerleri bu yüzden şeytana uydular
Yakub aleyhisselam, onu kıra götürmeyin, dedi, baba yüreği anladı
Gözleri nemlenir, iç geçirir, Rabbim ona bildirdi, derdi
Babaannem, onu görmeye başladığımdan itibaren, beli bükülmüş, cimrilik ölçüsünde
muktesit, cinlerle ve meleklerle konuşan bir insandı.
Ya dışarda bakır sahanları külle yıkar, pestil ve pekmez için dut kaynatır, soba yakar,yemek
pişirir veya namaz kılardı.
Babam, Melek sinemasından sonra Renkli sinemaya ortak olmuş, bu yüzden evlatlıktan
atılmıştı.
Babamın sinema işine ne zaman nasıl ilgi duyduğunu bilemiyorum. Malatya’da o zamanlar-ki
Demokratların Yassıada’daki fotoğrafları yayınlanıyordu gazetelerde. Dedem gazete
okumazdı. Babamın sinema büfesinde kullanmak için kesekağıdı yapılmak üzere eve getirdiği
gazetelere bakardı ara sıra. Menderes ve arkadaşlarının fotoğraflarına her baktığında
tansiyonu yükselir, fenalaşırdı.- üç sinema vardı. Biri yazlık Şark sineması, biri sonradan
yazlığı da açılan Yeni Melek, biri Pınar. Babam, ilkin Şark sinemasında büfecilik yaptı. Sonra
Ankara sinemasına ortak oldu. Pınar sineması tümüyle kendine ait ilk yazlık sinema idi.
Yusuf amca, burada makinistlik yapıyordu. Yaz kış üzerinden çıkarmadığı paltosunun sol iç
cebinde kanyak taşır, zaman zaman çıkarır, gizlemeye çalışarak içerdi.
Babam Pınar sineması açıldıktan sonra eve nadiren ve çoğu zaman geç vakitlerde gelir,
dedeme görünmemeye gayret ederdi .
Babaannem saç sobada yaktığı meşe odununun közünü mangala çekip üzerinde soğanlı bulgur
aşı pişirir, suyla yumuşattığı tandır ekmeğinin yanına biber turşusunu çıkarır, çinko
çaydanlıkta çay demlerdi. Bu, genellikle kuru ekmeği şekerle tatlandırılmış suya batırıp yiyen
dedem için ziyafet sayılırdı.
Şiir insanı yoksullaştırmaz, yoksullar ise hayatı şiir gibi yaşayabilir, bu yüzden iyi şiir
yazarlarmış.
Namazdan sonra ism-i azam okur, uzun uzun ve ağlayarak dua eder, yemeğini yiyip çayını
yudumlarken, mahşer eşliğinde Yunus ilahisine başlardı.
Aşkın odu ciğerimi/yaka geldi yaka gider/garip başım bu sevdayı/çeke geldi çeke gider
İkinci dörtlükte babaannem de eşlik ederdi.
Mangalın çevresinde, bağdaş kurmaktan ayaklarımız uyuşmuş, göz kapaklarımıza uykunun
ağırlığı oturmuş bir halde bu iki yaşlı insanın zikir coşkusunu seyrederdik.
Annemin, şemseli iğne oyasıyla kenarlanmış yazmasından sadece gözleri görünürdü.
Dedemin yanında gelinlik yapar, konuşmaz, sorularına evet veya hayır anlamında başını
sallayarak cevap verirdi.
kar etti firak canıma/aşık oldum sultanıma/aşk zinciri dost boynuma/taka geldi taka gider
İlahinin bu dizelerinde babaannem ‘Hay!Hay!’ diyerek, artan bir ahenkle sağa sola sallanır,
kendini kaybeder, başını duvara çarpar, alnından kan sızar lakin fark etmezdi. Boncuk oyalı
yazması başından sızan kanla kızıla boyanırdı.
Önü yukarıdan eteğe kadar açık, göğsü korsalı, yanları ve kol ağızları yırtmaçlı, kenarları şerit
takviyeli entarisinin üstüne giydiği yamalı bervaniğinin ucuyla terini silip soluklanırken,
dişsiz ağzında ezilen sözcüklerle bize elifin, hakikatlerden bir koku koklayanların nezdinde
sıradan bir harf olmadığını, cem makamına sahip, adının Allah, niteliğininse Hayy olduğunu
anlatırdı.
Dedemin onu ancak böylesi anlarda ciddiye alarak dinlediğini hatırlıyorum.
Kirli sarı sarığını geriye iter, başını pencerenin takasına yaslar, gözleri onda fakat bakışları
bir başka yerdeymiş gibi sessizce dururdu.
Sokağa inen tenhalığa öylesine bakıyordu ki, bir zaman sonra kimsesizlik ruhuna sızıyordu.
Dut ağacına, Çarmuzu deresinden ayrılan kanal suyuna, Galonun Remziye’nin sopasına
dayanarak çarpık ve halsiz adımlarla yürürken yerde bıraktığı resme, davin çekirdeğini göğe
fırlatan çocukların sevincine, sülükçünün usanmaksızın tekrarladığı,’yaraya bereye mayasıla
her derde sülükçü geldi sülüüük sülük!’ sözlerine, Zetina radyo dükkanını sahibi Ayhan
efendinin briyantinli saçlarına, Suset’in iki göz toprak damlı eviyle davulcu Hasan’ın babadan
kalma iki katlı konağının arasında başı yükselen Beydağı’nın uçurumlarına, neye baksa bir
süre sonra baktığı şeyi içinde bulurdu.
sadıklar durur sözünde/gayri görünmez gözüne/bu gözlerim dost yüzüne/baka geldi baka
gider
Mahsere, bir harfi bir harfe çarpar gibi vururdu.
Bazen aşık, bazense miskin dediği Yunus’un adını tapşırdığı dörtlüğe geldiğinde babaannem
bizi korkutacak denli taşkınlaşınca, dedemin mahseri döven parmaklarıyla, esrimiş gözleri ve
kalbinin vuruşları aynı ölçüde buluşurdu.
İlahi bitip dedem sakinleşince, kendi kendine konuşuyormuş gibi, ‘işte böyle dert ağlatır, aşk
söyletirmiş’ derdi.
Riyad
Kamil Baba’nın ilk hatırlayabildiğim, gözleri. Sözlerine şahitlik eden gözleri. Köylere çıkışını
Abdurrahman’dan dinlemiştim. Kış senenin yarısını alırdı o zamanlar. Sert, çetin, dağdağalı
bir kış. Malatya’ya yakın dağ köyünde, fırtınalı bir günde, kurtların nasıl yol verdiklerini
anlatmıştı. Kamil Baba’nın kurtlarla olan sessiz anlaşmasından söz etmişti. Riyad’ın
kardeşlerine masal gibi görünecekti bu. Kamil Baba’nın gözleri geleceğe uzanan bir müjde
taşırdı. Çoğu geceler gaz lambasının yanmasını istemezdi. ‘Benim misafirlerim var, siz yatın’
derdi. Konukları geldiğinde kendilimizden sessizce uyanırdık. Uzun saçlı, heybetli, sessiz
görünümlerinin altında dünyanın en aranılan zenginliğini taşırlardı. Yoksul ve aranılan. Ve
şafak sökümüne kadar zikrederlerdi. Ne zaman gittiklerini bilmezdik. Çoğunun binekleri
vardı. Uzun saçlı, sakallıydılar, kartal heybeti taşırlardı. Bahçe yeşillenip, ahşap eskiliğini
kaybettiğinde, aydınlık ve soylu bir bahar her sabah arardı bizi. Her mevsim. Bereketten söz
ederdi. Sonraları, iktisat dedi buna. Çocuklarının sitemlerine uğradığında berekete sığınırdı.
Kendinden sözedildiğinde kayboluyordu. Göremezdik. Sonra insanın yönelimlerinden söz
ederdi. Kalbin yönelimlerinden. Oğlu, yüreğine ısrarlı ve yakıcı bir karanlığı yerleştirmeye
başladığında kalbin yönelimini anlattı durdu. Gelinlik yapıyordum. Ölümüne kadar
sürdürdüm. Konuşmuyor, sorularına sadece işaretle cevap veriyordum. Çocuklarım bunu
yadırgayacaklardı. Oğulları içinde sevgisinin büyük bir bölümü kocama aitti. Fakat bir kan
bağından ileri değildi bu. Anlıyordum. Kızının düğününde elbiselerini değiştirdiğini
göremedi. Gözlerini yitirdiğinde ölümüne iki ay vardı. Bahçedeki çiçeklere götürürdüm. Her
sabah çiçekleri eliyle yoklar, sevinirdi. Oğulları iktisattan söz ettiğinde ‘bahçeye götür beni’
derdi. Bir gün, ‘artık gelinliğe paydos, konuşmalısın’ dedi, ‘duama en çok seni dahil
ediyorum’ Savaş anılarından söz etmemesi, beni çok şaşırtıyordu. Gençliğinin önemli bir
bölümü doğu cephesinde, amansız savaşlarda geçmişti. Savaş sonrası evlenmeden önce bir
süre, dağlarda münzevi yaşadı. Evlendiğinde, ülkeyi kasıp kavuran kıtlık karşısında sessiz bir
değişim geçirmişti. Suudi bir dostu gelmiş, bir emanet bırakmıştı. Kocama, ‘bunu sizlere
bırakıyorum, öldüğümde açılacak’ demişti. Abdurrahman ‘kim?’ diye sorduğunda, ‘onun
sahibi gelir’ diye cevaplamıştı.Yeni vali, Eski Malatya’ya Ulucami’ye giderken kıyafetine
saldırdı. Dışarıya küstü. Vali, ağır bir felç geçirdiğinde onu ziyaret etti. Evimizin güneye
bakan tarafı ulu bir dut ağacıyla kapalı idi. Onu. Devamlı andığım bir ikindi vakti, ‘Necla!
Necla!’ diye bağırdığını duydum. Hemen dışarı fırladım. Topladığı yemişleri koyacak bir kap
istiyordu. Döndüğümde yerde tortop halde buldum. Kıvranıyordu. Sonra, her şeyin sebep
olduğunu anlattı. Ve bir gün Kamil Baba’nın da bir sebebe takılacağını söz etti durdu.
‘Çocuklarım korkarım sebeplerin en acısı en onulmazı olacaklar. Kızım, çocuğunahamileydim o sıra- erkek olursa dedemin ismini verin, Riyad’ dedi ve bir saat sonra gözlerini
gülümseyerek kapadı. Kalbin gözlerini kapadı. Kimseyi başında istemiyordu. Abdurrahman,
Ahmed hocayı çağırdı. Dedesi müderrismiş. Üç kardeşlermiş, birinin küçük bir sürüsü varmış.
Diğeri meczupmuş. Kamil Baba’nın ölümünden iki sene sonra, kayınvalidemi küçük oğluyla
bırakarak evden ayrıldık. Küçük oğlu çay ocağı işletirdi. Mahallemizin tepeye kavuşan sapa
bir yerinde Hüseyinlerin konağı vardı. Önündeki büyük bahçeye esrar ekilirdi gizlice.
Sonradan bir gözünü kaybeden oğlu kayınvalidemin ölümüne kadar yanında oturdu ve sürekli
esrar içti. Kamil Baba oğlunun durumuna yanardı. ‘Kesilmez bu, akıp gitmesi lazım’ derdi.
Diğer oğlu kasaplık yapardı. Düğünlerde, şenliklerde, def, davul çalar, şaraba düşkün;
Yukarıbanazı’dan geçimsiz ve çelimsiz bir kadınla evlenmiş, zevzek biriydi. Babasını arada
bir ziyaret ettiğinde türlü gevezeliklerle üzerdi. ‘Kesilmemeli, devam etmeli bu.’ Çiçeklere
sadakatimizi kaybettiğimiz an kesilecek. Çiçekte işleyen insan da işlemekte. Küçük kızını
Adanalı yaşlı bir saraçla evlendirmişlerdi. Büyük kızı genç yaşta kocasını kaybetti ve dul
yaşadı. Riyad’ın doğduğu yıl, Malatya’ya üç fabrika kurulmuştu. Babası bebeği sevmedi.
Yıllar sonra Riyad bunu bir önseziyle yorumlamıştı. Varto depreminden arta kalan insanların
bir bölüğü Malatya’ya geldi ve büyük bir kısmı fabrikalara işçi olarak girdi. Küçük esnafın bir
bölümü büyümüş, kimisi şirkete dönmüş, güçlü ortaklıklar haline gelmişti. Hekimhan ve
Pötürgelilerin İstanbul’da beyaz ve kaçakçılık işine girdiği söyleniyordu. Kamil Baba’nın
kalbin yönelimlerinden söz etmesi, anlam kazanıyordu gözümde. Millet kalbinin de
yönelimleri vardı. Çocukları ekonomiden söz etmeye başladıklarında, bahçedeki çiçeklere
giderdi. Yerlilerin çoğu, topraklarını işlediler. Bazıları büyük krediler aldılar. Çocukları
büyük şehirlere, yüksek okullara taştılar. Abdurrahman sinema çalıştırıyor, yazın birkaç araba
dondurma çıkarıyor, toptan mısır alıp satıcılara veriyordu. İki kardeşim, Abdurrahman’la
birlikte sinemadaydılar. İkisi de ilkokuldan sonra okumadı. Büyüğü Necdet’in, şehrin
kabadayısı- ana caddenin ortasında kurşunladılar sonra- Çakal Hanifi’nin sağ kolu olduğu
söyleniyordu. Her ay vukuatı olurdu. Küçüğü Mete sürekli şarap içer, türlü gariplikler
yapardı. Kamil Baba bir gün onların geleceğini haber verdi. Kocam, benim baskım yüzünden
onları kolluyor, özendiriyordu. Bir gün Necdet’in cinayet haberi geldi. Kayseri’ye
gönderdiler. Sekiz sene hüküm giymişti. Mete, bir yıl sonra İstanbul’a kaçtı. Riyad’dan sonra
üç çocuğumuz dünyaya geldi. İkisi kız. dayımın oğlu Yaşar’ın Almanya’dan getirdiği
videonun başından ayrılmadılar. Riyad’ın okuldan getirdiği sorulara ne ben ne de babası
cevap verebiliyorduk. Beklemediğimiz bir anda üniversite sonuçlarını getirdi ve birkaç hafta
sonra gitti. İlk yazdığı mektupta babasına ‘tembel peder’ diye sesleniyordu. Abdurrahman’a
Kamil Baba ‘yaramaz çocuk’ derdi ve eklerdi, ‘mirasyedi.’ Bu ikili protesto, Abdurrahman’ın
rüyasını Riyad’ın görmesiydi. Şimdi Riyad’ı bilemiyorum. Serzenişlerini duydum bir süre.
Kardeşi Beylerbeyi’nde boşluğa bıraktı kendini. Evimizin önündeki dut ağacını hatırlıyorum.
Riyad, babasını dedesi gibi protesto ederken, ağabeyisi boşluğa bıraktı kendini. Her gün
doktorlar geliyor evimize. Ne olup bittiğini anlayamıyorum. Çocuklar videonun başından
kalkmıyorlar. Yeni mahallemizin çocukları şekerleme istemiyorlar. Birbirlerine video şakaları
yapıyorlar. Kamil Baba’nın çiçeklerinden kopardığım yaprakları toprağa bıraktım.
Büyümediler. Çürümediler. Yitik çiçekler diyarına götüreceğim onları. Ve bir gün küçük
kızım, Riyad’a inandığını söyledi. Babasının vücudu sızılarla dolu. Bugün Cuma. Riyad, son
mektubunda dehşetli ve korkulu bir yangını haber veriyor. Ne olup bittiğini anlayamıyorum.
Çekirge sürüsünden söz ediliyor mahallede. Postacı metal bir mektup bırakıyor ellerime.
Açıyorum. Riyad’ın aşkından eser yok. Yalnızca, ‘sizler’ diyor, ‘çiçeklere sadakatinizi
kaybetmeyiniz.’ Çekirge sürüsünden sonra, zakkumları haber veriyorlar. Postacı, antik bir
kıyafetle geliyor, çelik bir mektup bırakıyor avucuma. Açıyorum mektubu. Planlama
teşkilatlarından söz ediyor. Savaş sonrası yıkıma giden memleketi kalkındırmak için kurulan.
Kalkınıyoruz, kalkınıyoruz, arpa üretiyoruz. Çelik mektuplarla bildiriler hazırlıyoruz. Riyad;
‘Herkese bir görevli bağlandı’ diyor Görevliler asitle besleniyor. Zakkumları koynunda
saklıyorlar. Hayatın hayatını emiyorlar. Hayatsız kaldık, diyorlar. ‘Hayatsız kaldık! Hayatsız
kaldık. Öyleyse akrebe dönüşelim. Yılana dönüşelim’ Dönüşüm başlıyor. Dönüşümün bir ucu
eroin kaçakçılara, bir ucu silah tüccarlarına, bir ucu siyasi cinayetleri tezgahlayan çokuluslu
şirketlere, bir ucu sosyologların felsefi inançlarına, bir ucu savaş sonrası aydınların batılı
yangınlarına uzanıyor. Birikiyor birikiyor azgın bir sel oluyor. Sel kıvrılıyor kıvrılıyor riyakar
bir sese gelen yılan oluyor. Yılan boğuluyor, boğuluyor, zehrini ucunda toplayan bir akrep
kuyruğu oluyor. Riyad üç hayatlı. Sergüzeştine geçiyor sonra. İlkin bir inşaat firmasında
başladım. Firmanın işi, kaçakçılıktı. Görevli? Görevliler sigara paketlerine gizlenmişlerdi.
Çiçekleri yediler. Planlama teşkilatlarında sigara paketlerine gizlenen akrepleri besleyecek
planlar yaptılar. Tren? Konağın bahçesine gizlice ekilen esrar tohumlarını çiçek diye sigara
paketlerine yüklediler. Demiryolları inşa ettiler. Treni allayıp-pulladılar, tünele saldılar.
Zaman öncesi garip yaratıklara benziyordu tren, hiç bitmeyen bir tünelde, siyasi cinayetleri
planlayan şirketlerinin mallarını taşıyordu. Mazlumlar tünelin ne zaman biteceğini sordular.
Yetkililer tecessüslerine hayran kaldılar ve birer birer öldürdüler onları. Cesetleri çiçekleri
yedikleri gibi tükettiler. Küçük çocukları hastaneler gönderdiler. Tüneli aydınlatmağa
uğraşanlar her yerde saygındılar. Şık ve zarif giyinmişler, çevreye sürekli küfür
savuruyorlardı. Küfürlerine trenden onay belirtileri geliyordu. Trenin bakımıyla görevli
kişileri, özel eğitim görmüş süs yılanları koruyordu. Yılanlar yedi başlı ve ağuluydular.
Görevliler dışında herkesi öldürüyorlardı. Kadınlar hızlı çoğalıyordu. Ve çoğalan kadınlarıpoligami ahlaksızlıktı- belli süreler içinde öldürüyorlardı. Ölüm vakti gelen kadın, akşam
yemeğini yapıp görevliye getiriyor ve öldürülüyordu. Müzik. Mazlumlar bulut sesleri
duyuyor. Şıpıltı. Bulut sesi duyduğunu açığa vuranlar tünelin en alımlı yerinde pencereye
getiriliyor. Duvarlarda cazibeli, tatlı meyveler var. Zehirli meyveler. Dikenlerini gizlemişler.
Zehirlerini gizlemişler. Her mazluma bir kişi nezaret ediyor. Meyvenin cazibesine kapılanlar
ölüyor. Tünel derinleştikçe derinleşiyor. Uçsuz-bucaksız bir karanlığa gömülüyor. Müzik.
Teleks bağlantıları. Çokuluslu şirketler, sinema endüstrisinin güçlü liderleri, aydınlar sürekli
arıyorlar. Mazlumların yok edilmelerini, yoksa harekete geçeceklerini söylüyorlar. Görevliler
siyaset adamlarını kabul ediyorlar. Böylece tünel trendeki mazlumları seçip ayıklayacak bir
çekirge sürüsünün olduğu bölgeye geliyor. Çekirgeler sevinçlerini bir yerine iki mazlumu yok
ederek belirtiyorlar. Miting. Riyad, geniş, engin bir meydanda. Bozkır olmayan kan olmayan,
büyük bir meydanda. Önce dedelerini çağırıyor. Müzik. Kan yok. Meydan garip açılmayla
büyüyor. Genişliyor. Suret değişimi. Herkes yerinde. Gürültü, ses duvarını aşıyor. Müzik.
Riyad, babasını çağırıyor. Dedeleriyle kendinin arasında babası, yerini alıyor. Önce dedeler
konuşuyor. Riyad’ın babasına söyleyeceklerinin simetriğini haykırıyorlar. Mirasyedi yaramaz
çocuk. Mirasyedi yaramaz çocuk. Meydanda açılım. Meydan genişledikçe gürültü azalıyor.
Müzik. Kan yok. Tembel pederler. Tembel pederler. Abdurrahman sesleri duyuyor. Treni
arıyor. Tüneli işaretliyor. Belli belirsiz konuşuyor. Meydanın daralan bir yerinden kan
fışkırıyor. Müzik. Baba ümidini Riyad’a bağlıyor. Riyad engin bir şefkatle kucaklıyor onu.
Baba bir avuç kemik. Kanatlanıyor. Kan ve yeşil arasında ışıklı bir yaz südüne doğru
havalanıyor. Tren izleniyor. Riyad’ın saçları çoğalıyor. İhtiyarlık şafağı kulaklarında
doğduğunda karanlığın ve hızın sonunda. Yemişler büyüyor. Meyveler kabuklarını büzüyor,
küçülüyor. Mazlumların cesetlerinden çıkan koku ve ses her tarafa yayılıyor. Görevliler teleks
bağlantıların kesildiğini söylüyor. Sabahsız. Bir görevlinin akrep olduğu haberi geliyor. Akrep
zehirli meyvelerden yiyip kendini öldürüyor. Ağıtlar başlıyor. ‘Bağlanmayın
bağlanmayın/acıya ve sevince/kan ve yeşil arası/şehvete açılan
meyvelerin/dikenleri/bağlanmayın.’ Böylece geleceklerini güven altına alıyorlar. Görevliler
ateş yakıp dansa başlıyor. Mazlumlar ateşe karşı nefes alıyor. Hala zehirli meyvelerden yiyen
görülüyor. Görevliler çılgınca dans ediyor ateşin etrafında. Politikacılar dansı şiddete
dönüştürmek için izliyor. Alkış. Görevliler için dans vazgeçilmez bir ayin oluyor. Günlerce
dans ediyorlar. Çılgınlıklarına dönük en küçük bir alkış şiddet görüyor. Politikacılar şiddetin
çiçekten meyveye dönüşümünü sağlamak için görevlilerden bahçıvanlık istiyor. Görevliler
onları bir kenara itip danslarına devam ediyor. Ateş gittikçe büyüyordu, farkında değillerdi.
Ateş bir zevk aracı oluyordu. Meydan unutuldu. Kan sızımı başladı. Kan çiçekleri ateşe
uzandı. Görevliler alevlerin büyüdüğünü anlayamadılar. Tünel ateşle doldu. Mazlumlar
ürktüler. Riyad, mazlumlara ürpermelerini söyledi. Bürokratlar, Riyad’ı ve mazlumları çağdışı
ilan ettiler. Kan ateşe yürüdü. Alevler tüneli kızgın bir kan gölü haline getirdi. Görevlilerden
biri küçüldüğünü hissetti. Yanındakine söyledi. O da baktı küçülüyordu. ‘Ateş büyüyor’
Riyad’ın mektubu. Yangının alevleri yükselecek gök bulamıyor. Tünel büyüyor. Görevliler
küçülürken biçim değiştiriyordu. İçlerinden biri bağırdı. Kimse duymadı. Akrep olan
görevlinin sonunun belirtiyordu bu bağırtı. Ateş büyüdükçe tünel de büyüdü. Eridi eridi,
görevlileri birer birer akrebe dönüştürdü. Ve birbirini zehirlediler. Politikacıları ateş boyutsuz
bir yere itti. Bürokratlar yandı fakat ölmediler. Tünelin sonu görünüyordu. Engin bir kan gölü
üstünde şeffaf, saydam, hayatlı bir damla gibi sonu göründü. Riyad’ın aşkı başlamıştı.
Riyad’ın tutkusu. Kamil Baba şehrimizi şimdi tanıyamaz.
Fabrikalardan eser yok artık. Güneş ısıtıyor bizi. Çiçekler renklerini, kokularını ve türlerini
artırdı. Çiçek aşısı iptidaileşti. Kaçakçılar, sinemalara doluştular. İçecek esrar bulamadığı için
ölenler, sinemaların sonunun haber veriyor. Torunlarım, uzay aygıtlarıyla nüfus planlaması
dersi almıyorlar. Botanikçiler çiçeklerin gelişimi için birer serüvenci gibi şaşkın.
Kardeşlerimden haber alamıyorum. Riyad’ın mektubu. Aşkını açıklıyor. Çiçeklere dönük
meyveyi müjdeliyor. Babası ne zaman öldü bilmiyorum. Yangın haberini izleri silinmeye
başladığında anlamıştım. Müzik.
Bugün Cuma. Bahçeye çıkacağım. Eve döndüğümde, Riyad gelmiş olacak.
Kamil Baba’yla dizdize çay içecekler. Şaşkınlıktan ve sevinçten öleceğim.
Aspuzu
Karılar Koğuşu’ndaki Mazmanoğlu’nun fırınında çalışmış bir zaman dedem. Harp Okulu son
sınıftayken, bir hocasıyla tartışmış, hakarete uğrayınca kendisini kaybedip hocayı dövmeye
başlamış. Öğrenciler gözü dönmüş bu delikanlının elinden zor kurtarmışlar adamı. Onda da
Celal baskın. Anneannem dönüp dönüp anlatırdı. İnsan yaşlanınca, çocukluğunun kuytularına
doğru sızıyor. Tuhaf bir biçimde, yaşamının dibinde ne varsa ayrıntılarıyla anımsamaya
başlıyor. Kimisi Celal’e bağlanır, kimisi Cemal’e. Sen Celal’desin. Suyunu içtiğin Aspuzu’da,
Rahmaniyet makamına eriştirildiğinde de Celal kutbu baskın sende.
Mazmanoğlu’nun fırınında, en çok sokağı susam kokusuna boğan lavaşları güzel pişirirmiş.
Küncü derdi anneannem susama. Dedem, iftardan hayli sonra gelirdi, Cumhuriyet gazetesine
sarılı pideleri uzatırdı ayakkabısını çıkarırken.
Niyazi mahallesinde oturduk bir zaman. Senin taşbaskı bir Divan’ın vardı, kimi akşamlar alır,
kalın çerçeveli yakın gözlüğünü takar, uzun uzun okurdu. Kimileyin heyecanlanır, yüksek
sesle okurdu.
Tende canım canda cananımdır Allah Hu diyen/Dide sırrım serde sübhanımdır Allah Hu
diyen
Yere göğe sığmayan bir müminin kalbindedir/Katremin içinde ummanımdır Allah Hu diyen
Kisve-i tenden muarra seyreder bu gökleri/Çark uran abdalı üryanımdır Allah Hu diyen”
Anneannem, ‘geceler ta sabah olunca inletir bu dert beni’ dizesine gelince ‘Hayyy!’ diye
yığılırdı. Başını duvara çarpar, oyalı yazmasından kanı sızardı.
Viyanalı Ermiş haklı, insan yeniyi söylemeli ve yine de hep eskiyi. Yenide eskimeyen bir şey
varsa, yenilenemeyen eskinin yeniliğindendir.
Anneannem, meğer senden bir cümleyi, dedemin okuduğu Divan’dan almış, onu kendi
yaşamı içinde bir yer bulmuş büyütmüştü.
Durup durup, ‘Onu gördüğümden beri Ondan başka hiçbir şey görmedim’ derdi.
Gördüğü neydi, o çocuksu aklım ermezdi, şimdi büyüdüm, elliiki yaşına erdim, ama hâlâ
aklıma sığmaz.
Sabahları kulluktan sonra ağlayarak yakarırdı. Fısıltısına uyanırdım. Bir gün yanına gidip,
derin bir üzüntü ve kaygıyla uzun uzun dua edişini seyrettim. Fısıldadığı kelimeleri
anlamıyordum. ‘Anneanne’ dedim, ‘neden ağlıyorsun?’ Gülümsedi. ‘Dileğimi henüz vermedi
yavrum’ dedi. ‘Ne istiyorsun ki…’ Bu kez sarıldı, bağrına bastı, bayıltıcı bir koku duydum.
‘Beni’ dedi, ‘aşk arzusuyla rızıklandırmasını istiyorum…’ Bunun ne anlama geldiğini, bugün
hâlâ anlayabilmiş değilim. Besleyen, büyüten bir şey olarak aşk nedir? Hâlâ bir fikrim yok.
Anneannemin annesinin Ermeni olduğunu söylerlerdi. Adı Sultan’dı ama bir gün nüfus
cüzdanını gördüğümde, adı hanesinde Bessey ismini okudum. Dedem nedense ona hep Sultan
derdi. Göbek adı mıydı, yoksa dedemin gönlünün sultanı mıydı bilmiyorum. Anneannem ve
dedemle ilgili sırları daha çok annemden öğrendim.
Bir kezinde zikr arasında Harabi’nin ‘zühd ü riya ile olan ibadet/hatadır Hazret-i Settar’a
karşı’ nefesini ağlayarak okuduğunu hatırlıyorum. ‘Böyle namaz ile olamaz ümmet/hiç kimse
Ahmed-i Muhtar’a karşı’ derken sarsılarak ağladığını, kendinden geçtiğini görmüştüm. Böyle
anlarda, ‘nasılsın?’ diye sorulduğunda, ‘keyfimi kamyonlar taşıyamıyor’ derdi.
***
Aspuzu’nun yazılı elmaları ünlüdür. ‘Elması üzre nakş olur…’ deyişin bundan sanılır. Oysa
durum farklıdır. ‘Gökte nasılsa yerde de öyledir’ sözündeki gibi, öyle olmalıdır, demektir.
Sana Niyazi dediler, ama adın Mehmet’ti.
Mehmet, Muhammet’ten kinayedir, dilin kıvrımları içinde yazılı elma gibi değişmiştir.
Aspuzu’nun elmaları kızaracağı zaman üstüne oyma yazılarla yazılmış kâğıt yapıştırırdı bağ
sahipleri. Güneş gören yazılı yerler kızarır, diğer taraflar sarı kalırdı.
Kırmızı Celal’in rengidir, sarıyı bilmiyorum.
Senin elma yazılarıyla nasıl bir ilgin olduğunu da bilmiyorum.
Senin sözlerin öyle sırlar saklıyor ki, onların yüzeyine bakıyor, ondan bir anlam çıkarmaya
çalışıyorum.
Üniversite yıllarımda burs aldığım vakfın yönetiminde bulunan bir hekimin sana hayranlığını
hatırlıyorum.
Bir gün bana güncesini vermiş, ‘oku, ama kimseye söz etme, öldükten sonra da sakla, bir
yayıncıya filan verme’ demişti.
12 Haziran 1957
İstanbul
Suadiye
Senin bir beytin sağ üst yanda:
“Bahr içinde katreyim bahr oldu hayran bana
Ferş içinde zerreyim arş oldu seyran bana”
Günlüğü verdikten bir hafta sonra ölmüştü.
İlk öykümü, ‘Bir Gün’ adıyla yazdım, ona adadım. Sözümde durmadım, sırrından bir damlayı
denize saçtım.
‘Di Mele Gıdik!’
Şorrikli Yaşar bir Deli Gaffar iki.
Gaffar, cumartesi günleri ikindi vakti geçerdi sokağımızdan.
Hrant Dink, onu ilk gördüğümden otuzsekiz yıl sonra anlatmıştı.
“Nasıl bilirdiniz Gaffar’ı” diye sorduğunuzda, eminim herkes, aynı sevecen hasretle anımsar
onu. En başta da Gaffar’ın o “herbirşeyi ortada” halini tabi. “Esnafın eğlencesiydi” demiştim
ya, boşa etmedim o lafı. Bakın o zamanın çarşı esnafı, sanki marifetmiş gibi, nasıl ballandıra
ballandıra anlatır Gaffar’ı. “Garibanı alır önce bir güzel giydirirdik. Giyinince kendine süzüle
süzüle bir bakardı ki, deme gitsin. Boşuna giydirmezdik ama... Asıl derdimiz ona giysilerini
yırttırmaktı. “Ulan Gaffar o geydiğin ölü malı” dememizle başlardı üstünü başını yırtmaya...
Ortada anadan doğma kalırdı öyle... Biz giydirir salardık komşuya, onlar yırttırırdı, komşu
giydirir salardı üstümüze, biz yırttırırdık. Böyle, eğleşirdik işte. Ama Deli Gaffar bu... Laf
anlar mı, adı üstünde... Deli işte... Çırılçıplak kaldı mı, kalmazdı öyle yerinde... Bu kez gider
mahallede kıza, kadına gözükürdü. Kadınlar da taşlar, kovalarlardı, “de kına denksiz” diye.
Gaffar’ın dilinden düşürmediği dünya balı idi.
Tûba dalından uçanlar
Cennet kapısın açanlar
Şarabın tahir içenler
Banmaz dünya ballarına
Üzüm suyu değil belli ki bu şarap.
Bunun sarhoşluğunun sonu yok.
Kurban Bayramı arifesi. Deli Gaffar’ın komşusu, kurbanlık olarak bir keçi almış ve bahçeye
bağlamış. Hayvan sürekli meliyor. Gaffar çok rahatsız. ‘Su be hayvan’, ‘ula sus..’ diyerek
hayvana bağırıyor. Nafile. Bayram günü olmuş. Sabahın erken saatlerinde keçinin sesi
kesilmiş. Gaffar, yan bahçeye seyirtmiş.. Bakmış ki, keçi kesilmiş, gövdesi bir yanda, kafası
bir yanda. Kafanın yanına yaklaşmış, eğilmiş ve tüm gecenin ‘hayfini’ o sözlerle almış. ‘Di
Mele Gıdik!’
Hadi şimdi de bağır bakalım…
İkindiye Doğru
Keşke şu şöyle olsa, bu böyle olsaydı dediğin sürece bir kılavuza muhtaçsın, derdi ananem.
Dayım gözdesiydi. Karşıyaka’dan mektubu gelene değin ağlayıp durdu.
Babam, Eski Malatya’ya Sıdı Zeynep türbesine götürdü. Siyah bir örtü vardı başında. Baklava
dilimli kalın mantosunu giymişti. Faytondan inerken dedem, içerde söyleniyordu. O gün
Ahmet’in babası gitar almıştı. Ahmet, komşumuz Terzi Sıdıka’nın oğluydu. Babası kuyucu
idi. İlkokula başladığı gün ölmüştü. Bahçemizdeki kuyu o günden sonra demir bir kapakla
örtüldü, çevresi yüksek bir çitle kapatıldı. Ahmet’le evden çıkarken ananem, cebinden
çıkardığı bir avuç fasulyeli şekeri avcumuza sıkıştırdı. Gözümüzden öptü. Sımsıkı sarılır,
‘kuzuum, yavrum benim!’ diyerek koklar, öperdi. Sabahları ezandan önce uyanır, inekleri
sağar, yemler, sobayı yakar, çayı demler, abdest alıp namazını kılar, bizi uyandırırdı. Babam,
dayımdan iyice bezmiş olmalı ki yine öfkeliydi, kendi kendine konuşuyor, söyleniyordu.
Ananem her zamanki gibi onu yatıştırıyor, yaralı bir balinanınkini andıran gözlerinden şefkat
akıtmaya çalışıyordu.
Issız hanelere giremiyorum/Derdimi ellere diyemiyorum/Bende nazlı yardan ayrı
düşeli/Karışıp ellere gülemiyorum
Yengem ne zaman bize gelse, ananem konuşurken araya bir Eğin manisi sokuştururdu.
Bundan etkileniyor muydu bilmiyorum ama, dayıma duyduğu aşkın giderek nefrete
dönüştüğü kesindi. Bayram çöreği yapıldığı gün sık sık böylesi maniler söylemişlerdi :
Malatya'nın eline serin dediler
Kerneğin gölüne derin dediler
Gelenden geçenden ben yari sordum
İkindiye doğru gelir dediler
İlkaşk
Aynı tahta sırada oturuyorduk. Aynı sınıftandık. Onun da babası üretime katkısı olmayan bir
emekçiydi. Teneffüs zili çaldığında pamuk şekerciye koşardık. Saçları kıvırcıktı. Gıvrışıh
derdi çocuklar. Gıvrışıh Sevim. Annesi onu dünyaya getirdiğinde ölmüş, babası evlenmişti.
Analığı sevmezdi onu. Onu ben seviyordum. Onun beni sevip sevmediğini öğrenemedim.
Babası gevendeydi. Çingenelik derler bir semt vardı, orada oturuyorlardı. Okula geç kalırdı
hep. Evleri uzaktı. Gözleri yeşildi. Utangaç bakardı. Bakışlarında kesinlik yoktu. Benden az
uzundu boyu. Yüzü temiz, aydınlıktı. Yanakları allık sürünmüş gibi pembeleşirdi üşüdüğünde
veya utandığında. Bir gün hayat bilgisi dersinde fenalaşarak yere yığıldı. Sağlık ocağına
götürdüler. Ben de gittim. Sarası olduğunu sonradan öğrendim. O günden sonra herkes ona
karşı daha müşfik davrandı. Bir gece rüyama girdi. Top oynuyorduk Taştepe yokuşundaki
evimizin arkasında bulunan sahada. Evleri sahaya bitişikti. Tahta çitle çevreliydi bahçeleri.
Ben kaleciydim. Kaleyi beklerdim. Düşmandan korurdum takımı. Takım kaleye akınları
önlemek için çırpınırdı. Top bahçelerine gitti. Çitin kırık bir yerindeki dar aralıktan geçerek
bahçeye girdim. Analığı bakır leğende çamaşır yıkıyordu, kendisi kızılcık ağacının dibinde
sek sek oynuyordu. Top onun bulunduğu yere doğru yuvarlanmıştı. Benim geldiğimi görünce
yerden topu aldı ve her zamanki mahcup bakışıyla karşımda durarak uzattı.
Heyecandan kalbim duracak gibiydi. Yaklaştım. Analığı çamaşırı bırakmış, ellerini
bervaniğine silerek doğrulmuştu. Topa uzanırken, dilimden ‘seviyorum seni’ döküldü. ‘Ben
de’ dedi. Uyandım. Annem, ‘hadi yavrum kalk artık’ diye söyleniyordu başımda. Fırınlı
sobada pişirilen katmerle üzerinde kaynayan sütü bırakıp, içim içime sığmaz bir halde okula
koştum. Sevim yoktu. Yanım boştu. Teneffüste arkasından koşarak öğretmeni durdurdum,
‘Sevim neden gelmedi?’ diye sordum. ‘Hastaymış’ dedi. O günden sonra okula hiç gelmedi.
Onu bir daha görmedim. Zaman zaman düşlerime sokuldu. Ne zaman Melekbaba ilkokulunun
yanından geçsem ‘ben de’ diye fısıldayan bir çehre görürdüm sadece. Gözüme başka bir şey
görünmezdi.
İlk Günah
Gerçek âşık bu meydanda/gayrullah'tan üryan gerek… Adafı’da oturan bir destancıdan söz
ederdi annem. Dilinde bu dizeler. Dün gece İrfan Sofraları’nı açınca karşıma çıktı. Birden
yıllar öncesine, çocukluğuma gittim ve ilk günahımı hatırladım. O’ndan gayrı ne varsa
arınmalısın, gerçek âşık isen gönlü O’ndan başkasından temizlemeli, soyunmalısın… Üryan
kaymalısın… Dün gece bir düşten senin telefonuna uyandım. Gidip elimi yüzümü yıkadım.
Kahve yaptım, sigara yaktım, pencereyi açtım. Bas bas bağıran berbat bir müzik. ‘Tren gelir
büktürür/düdüğünü öttürür/şu Etlik’in kızları/bir sakıza öptürür…’ Elektro bağlama… Bu
Ankara kırık havalarını böylesi tuhaf sözlerle ne hale getirdiler. Kına gecesi olmalı. Yaz
gelince haftanın iki günü, geç vakte değin, bu berbat müzik bangır bangır bağırır.
‘Bu iş fazla uzadı ama, lütfen dön artık…’
‘Bilmiyorum Mehmet, ben artık yürümeyeceğini düşünüyorum…’
‘Ne demek istiyorsun?’
‘Yeterince açık değil mi?’
‘Ne düşünüyorsun, n’olacak peki?’
‘Bilmiyorum…’
‘Hadi ama, birbirimizi yeterince üzdük…’
‘Ben de bunu diyorum, dün Selim’le konuştuk.’
‘Selim?’
‘Avukat Selim yok mu canım?’
‘Ya bana sormadan neden yapıyorsun bunu?’
‘Sorun da bu ya Mehmet, hep sana sordum, her şeyi sana sordum…’
‘Sen kararını vermişsin…’
‘Tam değil, ama artık o eve dönmek istemiyorum…’
Uyuyakalınca Çarmuzu mahallesindeki çıkmaz sokağın başında bulunan evlerindeyiz
dedemlerin. Babaannem her zamanki gibi sadece gözlerini gösteren beyaz yazmasını dolamış,
sedirin sol yanında iki büklüm oturmuş, mırıl mırıl bir şeyler okuyor.
Dedem karşısında, sedirin sağ ucunda, o da iki büklüm, uyukluyor, çoğu zaman olduğu gibi
gözyaşı yanağından inerek sakalını ıslatıyor.
Başımı bir el pencereye çeviriyor sanki. Dolunay ışığı… Gün ağarıyor gibi. Oysa geceyarısı
olmalı. Dedemle babaannem gece namazına uyanmışlar. Sobada meşe odunu çıtırdıyor.
Ağustos böcekleri. Uzaktan köpek havlamaları.
Pencerede bir hayal beliriyor… Gavur Hakkı. Evet evet, buydu sanırım. Adı Hakkı idi ama
herkes Gavur öntakısını kullanırdı. Onun ilkin fötrünü hatırlıyorum. Uzun boylu idi. Takım
elbise giyerdi. Genellikle laci. Arada siyah. Çizgili bazen. Parlak ve koyu renkleri severdi
anlaşılan. İçine beyaz gömlek ve ince yine koyu renk kravatlar. Yüzü sinekkaydı daima. Hiç
tıraşsız görmedim. Fötrsüz olduğu zamanlarda saçları briyantinli. Ayakkabıları rugan.
Yeleğini unutmamalı.
Kışın içi astarlı sanırım, içi kalın yün astarlı pardösüler. Yine siyah, bazen koyu gri.
Puslu bir hali vardı. Yüzünü hatırlayamamam belki de bu yüzden. Onu hep ince bir sisin
içinden geçiyormuş gibi hatırlıyorum. Şimdi yüzünü, gözlerini, yürüyüşünü, sesini
düşünürken gözlerime duman iniyor sanki.
Sesini, örneğin şimdi zorluyorum kendimi, ama hatırlayamıyorum. Kulağıma hiçbir tını
gelmiyor. Nasıl konuşurdu, hangi kelimeleri seçerdi, nasıl tonlardı, bağırır mıydı,
sinirlendiğinde n’olurdu, hatırlayamıyorum. Ama Gavur Hakkı dendiğinde, böyle, gizemli,
soğuk, uzak ve korkutucu bir hayal geçiyor gözlerimden.
Şavrolesi vardı, ellialtı, belki buik elli yedi ama pek kullanmazdı. Nadiren. Düğünlerde, başka
bir kente, iş ya da akraba ziyaretine giderken. Babam gibi yenice içerdi. Hani şu yassı,
filtresiz, afilli kutulardan. Şurdan biliyorum, birkaç kez, babamla evin önündeki küçük
meydanda akşamüstü çay içip söyleşirken ikram etmişlerdi. Bir o, bir babam.
Duygularını belli etmezdi. Sakin, sadece aklıyla davranıyor gibi, soğuk, donuk, ifadesiz.
Sinirleri alınmış gibi.
Ama korkutucu her zaman.
Konak görünmezdi dışardan. İki adam boyu, sık ve yüksek, dikenli bir duvarla
çevreleniyordu. Bahçe büyüktü. En çok erik ağacı vardı. Can eriği. Kara erik sonra. Onlar
soğuklar başlayınca olurdu. Sonra kayısı. Çoğu iri, şekerli, az sulu. Küçük fakat daha şekerli
olanları da vardı, ama azdı. Diken çite yakın bir sıra kızıl elma. Kış armudu. Çok ayva
hatırlıyorum sonra. Onlar en son çiçeklenirdi. Olgunlaşmaya başladıklarında kokuları tüter,
rüzgârla dağılırdı sokağa. Sokak diyorum ya, bizim evden santral denilen ve Taştepe
mahallesine doğru yeni ve büyük bir caddeye kavuşan geniş bir patika idi burası aslında. İki
dikenli çit arasında daracıktı. Bir tarafındaki küçük, dar yataklı dere kurumuştu. Derenin
alüvyonu susuz toprak gibi çatlamış, betonlaşmıştı. Orda yürürken, onlara her baktığımda
içim kururdu.
Sokak her zaman ıssızdı. Çitlerin ardında ceviz, dut ve kavaklar yükselirdi. Yaşlı cevizler
hayat ağacı gibi göğü kaplardı. Selvikavaklar ve suyu gördükçe şişen görkemli dutlar da öyle.
Gündüzleri bile bu yüzden ışık düşmezdi. Loş, alacakaranlık. Akşama doğru ıssızlık
derinleşir, kararır, dört bucağa korku sinerdi. Ne zaman buradan geçmek zorunda kalsam,
içimdeki hayaletler, alkarıları, kısa boylu, dört parmaklı, kara kazanlarda çocuk pişiren, düğün
dernek kuran cinler, hortlaklar, yarı insan yarı hayvan o tuhaf yaratıklar, vampirler, deliler,
yamyamlar, canavarlar, ejderhalar; dinlediğim masallardaki bütün korkunç yaratıklar,
hayalimin bütün dehşetli sakinleri sindikleri yerden birer birer çıkar, yanımda yöremde
dolaşır, arkadan beni izler, çevremdeki oksijeni azaltır, ciğerlerimi baskılar, adımlarımdaki
takati yok ederdi. Ensemde soluklarını hissederdim. Seslerini duyardım. Gözlerimde garip
şekiller uçuşurdu.
Bu, Gavur Hakkı’nın karanlığından gelirdi.
Ama sınıf arkadaşım İsmail, komşumuzun küçük oğlu Selim, Dinçer, Necati ve diğerleri
bilirdik ki, en kokulu ve lezzetli kara erikler, can erikleri onun bahçesinde yetişir. Mişmişin en
lezizini onun ağaçları sunar. Dutu, cevizi, elması, kızılcığı tadından yenmez.
Bir de bağ bekçisi vardı ki Gavur Hakkı’nın, ondan daha cinli, daha esrarlı ve yalnızdı.
Sessizdi. Dilsiz sanırdık. Adını bilmiyorduk, ona sesini hiç duymadığımız için lallik diyorduk.
Bu iki hayalet, yüksek çitlerin gerisinde hangi kara kazanların kaynağını, hangi cinlerin cirit
attığını, hangi devlerin perilerin uyuduğunu düşlememize yardım mı ediyor, yoksa engel mi
oluyordu, bugün hâlâ cevabını bulamadığım bir soru asmıştı beynimin çengeline.
Bir de Sevim vardı.
Hakkı’nın tek çocuğu.
Omuzlarına dökülen örgülü saçları vardı. İri, kudretten sürmeli, badem gözleri. Etli dudakları,
pembe yanakları.
Ürkekti.
Gözlerine bakınca acı bir hatıra canlanırdı.
Ben ortaokul birinci sınıftaydım. 1-b’deydim. O, üst sınıftaydı. 2-a’daydı.
Sınıflarımız karşı karşıyaydı.
Babası otomobiliyle bırakırdı, alırdı okuldan.
Teneffüslerde görürdüm.
İlk günahımı onunla işledim.
Önce can eriği çaldım.
İsmail’le o gün okuldan gelip kitap ve defterlerimizi salondaki sedire attık, annemin
sızlanmalarına, ‘yemeği ısıtıyorum, kaybolma’ uyarısına aldırış etmeden çıktık.
Soluğu ıssız ceket’te, korku yolunda aldık.
Kararlıydık. Can eriğinden başka bir şey görmüyordu gözümüz.
Bahçeye girmenin tek yolu vardı, çalı çitin bir yerinden, toprağın yumuşak olduğu yerden bir
gedik açacaktık. Birer kızılcık dalı kopardık. Eşelemeye başladık.
Arada bir at arabası geçti, kareli çarşaflı iki kadın belediye hamamından döndü, kollarında
bohçalarıyla. Onlar geçerken durduk, sırtımızı dönüp oturduk, orada, konuşuyormuş,
eğleşiyormuş gibi.
Kazdık, oyduk, nihayet geçebileceğimiz kadarını açtık.
Önce İsmail geçti. Benden zayıftı, kolayca daldı çukurdan içeri. İkirciklenince, ‘ne
bekliyorsun oğlum, gelsene hadi’ diyerek çağırdı beni. Biraz zor oldu ama ben de geçtim o
geçitten.
İçeri girince olan oldu, hayalimdeki bahçe tuz buz oldu. Buharlaştı. Yerine irem bağlarından
bir cennet köşesi geldi. Neler yoktu ki o cennette?
Sokağın aksine, güneş burada iliklere işliyordu.
Cehennem sıcağı.
Korkumuz büyüye büyüye yürümeye başladık. Fısıltıyla konuşuyorduk.
Bir meyve cennetiydi burası.
Eriğin dört beş türü, kayısı, elma, armut, ayva, dut… Aman Allahım yeryüzünde ne kadar
güzellik ve lezzet varsa, burada, toprağa kadar eğilmiş, başımızın, omzumuzun, göğsümüzün
hizasına kadar inmişti.
Yaşlı, büyük bir eriği gözümüze kestirdik. Gövdesindeki ballar sıcaktan pelteleşmişti.
İsmail’e uyarak birkaçını kopardım. Reçinenin yapışkan ve keskin esansı damağımı, dişlerimi,
dilimi sardı.
Üstte fanila, altta lastikli pantolon.
İsmail tarttı, ‘alır alır’. Bel iyice sıkı.
Yavaşça tırmanmaya başladık. Arada düşenler tok bir sesle yankıyordu. Karnımız, göğsümüz
kabarmaya, dolmaya başladı. Ağırlaştık, arada zayıf bir dal çatırdadı, derken açılıp saçıldık,
lezzete boğulduk. Arada yiyorduk ya, ne gözümüz doyuyordu, ne hafif mayhoş tadın
damağımıza, tükrük bezlerimize ve midemize yaydığı koku, tat ve hışırtıdan bekçinin
yaklaşan adımlarını duyuyorduk. Sadece erikleri görüyorduk.
Bekçi sessiz, sinsi bir gelişle geldi, bizi ağacın tepesinde sıkıştırdı.
İsmail daha deneyimli ve soğukkanlı.
Ben titredim, tutunduğum dalı koyverdim ve ermiş bir pamuk elması gibi bıraktım kendimi.
Sol ayak bileğim fena halde burkuldu, düşerken kollarımı ve sağ yanağımı çiziktiren dalların
bir kısmını kırdım, incittim.
Bekçi’nin yüzünü hayal meyal hatırlıyorum. Zebellah gibi bir adamdı. Cellatlara benziyordu.
Kolları uzun, omuzları geniş, parmakları iri. Yüzü, nasırlaşmış gibi, çatlak çatlak, kalın, sert
derili, derinleşmiş çizgili. Geniş alnının altında, gözleri küçük ve gömülmüş gibi. İsmail sanki
ağaçta kalarak, uzansa yetişecekmiş gibi duran adamın şerrinden emin. Ama donmuş, kaskatı
kesilmiş bir halde. Orda, dalların arasında, göğsüne doldurduğu eriklerle bir maymunu
andırıyordu. Canım kötü yanıyordu, korkudan az hissediyordum ama biliyordum, bir yerlerim
kırılmış veya ezilmişti. Ne kadar geçti hatırlamıyorum. Ama bana uzun, işkenceli göründü.
Avına ilk ezici pençesini atmış bir kaplan gibi bakıyordu bekçi. Bir bana, bir İsmail’e. Baktı,
baktı ve bedenine yakışmayan, dingin, duru, sakin bir sesle, İsmail’e ‘in bakalım’ dedi. İşte,
dedim içimden, avını kapmış olmanın rahatlığı içinde, artık bizi pişirip de mi yiyecek, yoksa
inine götürüp orda parçalara ayırıp öğün öğün mü, anlayamadım. İsmail istemeden indi,
adamın güçlü, uzun kollarına bıraktı kendini. Bekçi, bir serçe gibi tutup indirdi. Biraz
toparlanmıştım. Kalbim küt küt atmıyordu, daha sakindim. İkimizin de önünde biracı göbeği
gibi birer erik çıkıntısı vardı. Baktı ve belli belirsiz gülümseyerek, ‘alan bir kıldan alır’ dedi.
Yüzümüzdeki ifadenin değişmesine izin vermiyorduk korkudan. Bu söz üzerine, çehremize,
acınası bir ifadeyi usulca çağırdık, yerleştirdik. Daha belirgin bir tebessümle son bir kez baktı,
derince soluklandı ve ağaçların arasından bir ceylan yavrusu gibi süzülen Sevim’in gelişini
izleyerek toparlandı.
Sevim gelip de İsmail’le beni hayvanat bahçesine yeni gelmiş iki yeni hayvanı seyreder gibi
izlemeye başlayınca bağlar gevşedi, korku ve sızı yerini tarifi güç bir utanca terk etti.
Açtığımız çitten çıkıp erikleri saçarak can havliyle eve koşarken dudağımın uçukladığını
hissettim.
O gün artık İsmail’le birlikte olmak istemiyordum.
Eve girdim, doğruca, üst kattaki misafir odasına kapandım. Erikleri mindere döktüm.
Sedire yığıldım.
Dışarıdaki bayıltıcı sıcak yerini toprağın serinliğine bırakmıştı.
Korku uçmuş, eriğin lezzeti, kokusu ve rengi silinmiş, sadece Sevim’in gözleri kalmıştı.
Utanç ve heyecandan küçülmeye başladım. Küçüldüm, küçüldüm, küçüldüm, annemin
karnına tekrar döner gibi kıvrıldım, sağ yanıma devrildim.
Gözlerimi dünyaya kapadım.
Rüyamda, Gavur Hakkı’nın bahçesinin karşısındaki boş alanda lastik bir topun peşinde
koşuşan arkadaşlarımın kalesinde gördüm kendimi.
Gerçekte de böyleydi, iyi bir kaleciydim.
Rakip takımdan birini kasıtlı düşürdük ve penaltı yedik.
Çocuk topu yerleştirdi, çok geriye çekildi. Bir ona, bir topa bakıyordum.
Geldi, geldi ve tüm gücüyle vurdu. Top havalandı, yüksek çalı çiti aşarak bahçeye düştü. O
gün İsmail’le açtığımız gedikten bir sincap çevikliğiyle geçip bahçeye girdim.
Kazanlar kaynıyordu. Hedikler haşlanıyordu. Top yuvarlandıkça yavaşladı ve kırmızı
fiyonklu bir çift ayakkabının içindeki zarif ayakların parmaklarının uçlarına dokunmak istedi.
Bakışlarım toptaydı, gerisini görmüyordum. Ayakların sahibi usulca eğildi. Sevim’di bu.
Topu aldı ve birkaç adım atarak, gelip bana uzattı. Bu kez sadece masum değildi, kanımda
henüz uyumakta olan erkekliğimin sinir uçlarının tümünü hareketlendiren, kışkırtıcı bir
bakıştı. Topu aldım. Döndüm. Gelip o yüksek çitten atlayarak geçtim. Kaleme döndüm.
Takım arkadaşlarımdan birine şutladım.
Uyandığımı sanıyordum, ama yanılmışım.
Bu kez aynı sedirde, saçlarının örgüsünü çözmüş, çıplak göğüslerine ve boynuna saçmış, etli
dudakları ihtirasla kıvranan, gözlerinde beni ilk günahıma çağıran Sevim’leydim. Ben de
çıplaktım ve ondan hiç utanmıyordum.
Ellerini uzattı, başımı iki yandan hafifçe kavrayarak kendine doğru çekti, ateşli ateşli öpmeye
başladı. Bedenim alev alev yanıyordu. Sarıldım. ‘Seni hazinelerimi keşfe çağırıyorum’ dedi.
Uyandığımda sanki üç saat değil, üç yıl geçmişti ve köprünün altından çok sular akmıştı. Bu
kez daha çok korktum. Pantolonum ıslanmıştı.
Kalaycı
Bursa’da rüyanda kalaycı gördüğüne ilişkin anını okuduğum gece, halamın oğlu aramış,
Melekbaba mahallesindeki komşumuz İzzettin amcanın ölüm haberini vermişti. Babamın,
arkasındaki iki dönümlük bahçesine yazlık sinema yaptırdığı evimizin sol yanında,
bahçesinde kayısı, dut, kavak ve ceviz ağaçları bulunan, tek katlı, kerpiç duvarlı, toprak damlı
evinin öne doğru çıkan ek bir odasını dükkân haline getirmişti. Dudak tiryakisiydi İzzettin
amca. Beş köşeli kasketini terlediği zaman çıkarır, dizine koyardı. Zayıf, çelimsiz bedeninden
umulmadık bir güçle çalışırdı. Bazen beni çağırır, körüğün başına geçirirdi. Küçük kazanları,
kuşkanaları, bakır servis tabaklarını alevin üzerinde bir süre tutup içine nişadır atışını, çıkan
dumanı ve çevreye saldığı ağır kokuyu, top haline getirdiği bezle kalaylayışını unutamıyorum.
Çok hoş sohbet bir adamdı. Her şeyi öyküleştirerek, en ince ayrıntısına inerek anlatır, en
sıradan şeye bile bir merak ögesi katar, arada dudağına yapışan sarma sigarasını yenisiyle
değiştirir, közde, çinko çaydanlıkta demlediği çaydan ikram eder, çocuklara da, ‘gardaşıma
diyim’ diye seslenir, karısı Mukaddes teyzeyi ilk tanıdığındaki gibi bir aşkla severdi. Dört
çocuğu vardı. Büyüğünün adı Turan’dı, ama biz ona Cindirayis derdik. Uzun boylu, babası
gibi zayıf, başı bedenine oranla küçük, saf, candan bir çocuktu. Diğerleri kızdı ve ortancaları
daima sümüklüydü. Ona da hırnikli derdik. Halamın oğlu Şeref, ‘dayoğlu, Kalaycı İzzettin
öldü biliyor musun’ dediğinde birden içim ezildi.
Az önce, senin Bursa’dayken gördüğün rüyayı okumuştum. Masadaki kitaba uzandım.
Düşünde bir kalaycıya gidiyorsun. Dükkân müşteriyle dolup taşıyor. Elindeki güğümü
kalaylaması için veriyorsun. Kalaycı, ‘dışını herkes kalaylar, marifet içini kalaylamakta’
diyerek güğümü ikiye bölüyor, içini ve dışını pırıl pırıl kalaylayarak geri veriyor.
Uyanınca, bunun bir işaret olduğunu hissediyor ve Bursa’dan ayrılıyorsun.
Nereye gittiğini düşünmeksizin, yolunun üzerindeki büyük bilgelerin mezarlarını ziyaret ede
ede Uşak’a geliyorsun. Adaşın bir kılavuzun evine, Ümmi Sinan’ın halifelerinden Şeyh
Mehmet efendinin zaviyesine konuk oluyorsun. Kokunu alıp geliyor Sinan Ümmi. Bir deniz,
ırmağa geliyor sanki. Mehmet Efendi’ye, ‘Mısri geldi mi?’ diye soruyor. Mehmet Efendi,
‘evet sultanım’ diyor, ‘size teslim için emanetçiyiz.’
Zaviyede kapandığın odadan çıkıyor, yanına geliyorsun. Seni görünce ayaklanıyor, mum gibi
ışıldıyor, pervanesin sen, ateşe koş, yak kendini, bak tevhit mumu yanmış, kararın yok oldu,
artık ateşe koşan pervanesin sen. Elini uzatıyor, sanki bulut buluta değiyor, bir rüzgâr esiyor,
yaprak hışırdıyor, suya bir taş düşüyor, halkalar yayılıyor, bugün artık Mecnun’sun sen,
Leyla’nın derdi sinene düştü, aklı ne yapacaksın, divanesin sen. İçine ateş düştü, için için
yanacaksın, gönlüne bir dert geldi, bağrının üstünde dermana geldin, yüz sür eşiğine, orası bir
insan işte…derdinden ancak o anlar…derdin sana derman imiş, bir gün sen de
anlayacaksın…bu bilgilerden bir nur gelmiyor, gördün işte…bırak o kelimeleri…terk et
kitapları…bildiklerini unut…unutmadan belleğin silinmez…temizlenmeden orası sır
verilmez…bak sinan ümmi dedikleri deniz burasıdır…dal içine…hastasın sen, derman
ondadır…ona Sinan ümmi derler, ama asıl adı lokmandır…oturuyorsunuz,
‘binaltıyüzkırkyedide…bursa’da…kalaycı…ne tuhaf değil mi?’ diyor…kalbine bir gizli el
uzatıyor, gönlünden çözdüğü bağı sana atıyor, kendine bağlıyor.
Ertesi sabah, gün ışırken yola koyuluyorsunuz. Birkaç gün sonra Elmalı’nın dağları
görünecek.
Çerağ
Çarmuzu mahallesindeki tek odalı, toprak damlı, yeri pardaklı, önünde ulu bir dut ağacı olan
evinde, gece, kendinden geçmiş bir halde yatarken son cümlesini söyler gibi su istedi. Bakır
ıbrıkla bir ırmak getirdi oğlu. İçersi yarı karanlıktı, sakalı teninden beyazdı. Gözlerini feri
sönüyordu. Hayır, dedi bunu götür. Oğlu bir anlam veremedi. Neden, diye fısıldadı belli
belirsiz bir sesle. Çerağı getir, dedi. Çerağ mı? Evet çerağ.
Boş gözlerle baktı babasına. Işığı yakayım, diyecek oldu. Babasının gözlerindeki ısrarı gördü.
Bu ırmak pis, dedi. Oğlu geri götürdü ırmağı. Yaktığı ışıktan bir insan ölüsü göründü.
Yenisini getirdi. Elini, ağzını, yüzünü , ayaklarını yıkadı. Yıkadıkça saydamlaştı. Alnını
secdeye koydu.
Kalkamadı. İçindeki ışıkla herşeyin içyüzünü görebileceğini vasiyet edecekti oğluna.
Yusufçuk
Rüzgar lodoslandı. Irganan salkım söğüt sokrasından kırıldı. Sürer vadisindeki ağacı hatırladı.
Bir parça kuru esmer ekmek. Boğazını çizerek, gözünü nemlendirerek, sözcüklerden sığınak
yaparak uyudu. Yazlık Pınar sinemasında evlendiği yıl Mezarımı Taştan Oyun filmini
getirmiş, altı ay gösterimde tutmuştu. Yusufçuk doğduğunda Dağlar Ve Kuşlar’ı gösteriyordu.
Yaşadıkları kendisini olgunlaması için yeterliymiş gibi ‘buyrun babacım’ deyince dalgınlığı
bozuldu. Nedir bu? Kızılcık şerbeti. İğneci Melahat sağlıklı bir kahkaha patlatıp ‘bak sen şuna
‘ diyerek alay edince Yusufçuk utandı. Eyvandan kalkıp içeri, üşengeç ve tembel kadının
yanına gittiler. İğsel bir sesle ilaçlarını istedi. Yusufçuk bir an için babacığım denmeye layık
olup olmadığını düşünerek gözaltlarındaki torbacıklara baktı. Oldum olası babasının dünyayı
öğrenme konusunda kendisine yardımcı olmadığını düşünürdü. Adam umursamaz, bezgin
bakışlarını Saka Şükrü’nün viranesine çevirdi. Bahçede, mahallenin haylaz çocukları
salyangoz topluyorlardı. Yağmurun kutsadığı tabiat bu yıl da kışı yaza yazı kışa döndürecek
bir ayna düzeni tutturacaktı. Karşısındakinin kinini tutan iğneci, kahve fincanından kaderini
okuyordu. İkindi ezanı anlattıklarını böldü. ‘Azizallah’ diyerek ayaklandı. Buna gönlü yoktu
işte. Birazdan gün kavuşacak, kırküçüncü kez göstereceği filmin delisine gülecek, seyirci
gönenecek, gösterimin sonuna doğru Kavaklıdere şarabıyla sızmış olacaktı. Filmde ölümü
göze alarak sevgilisini kaçıran Şirin’i düşündü. Ben de romantik bir adamım diye iç geçirdi,
geniş, güzel bir yerde mezarımı taştan oyabilirim. Sonsuz bir şey sanıyorsunuz, dedi
Yusufçuk. Aman Allah’ım diye bağırdı iğneci, bütün ins ve cin sanatlarını toplamış bu
yaratık. Kaşlarını devirerek Melahat’a baktı adam. Gözlerini Yusufçuk’tan kaçırmaya
çalışarak, gündöndü hazır mı diye sordu. Eyvana çıktı. Yalnız bir hali vardı, uzaklaşınca
anlaşılıyordu. Dağların yüzüne daha geniş bir ayna tutan Abdo bile dayanamazdı buna.
Bahçeden süzüldü, sinema salonunda kayboldu.
Yusufçuk o gece düşünde korkuyla uyandı. Yağmur kuşağında kırlangıç gibi özgür uçuyordu.
Evden ışık gibi süzüldü. Parke taşlarda bir zaman yürüdü. Toprak başına diye ilenen kara kedi
geçti önünden. Senin de eteğin bulaşık dedi sandı. Tren yolu kavşağını geçti. Yüksek binalarla
çevrili karayolunu izledi, dar bir sokağa girdi. Kurumuş kayın ağacı, yanında tahta duvar...İki
görevli kimliğini sordular. Ben de arıyorum deyince gülüştüler. Gönlüm acı çeken aşıklarınki
gibi yanıyor diye düşündü. Düşünde mi gördün dediler. Bir gözü kördü, içlek bir dünyadan
geçince görülüyor. Yüzümü örten sis dağılıyor diye fısıldayınca, görevlilerden biri kendi
kendine konuşarak, çattık dedi, bugün git yarın gel. İşte diye bağırdı Yusufçuk, duvardaki
resmi gösterdi. Eğer buysa onu ben öldüremem değilse görüntüsü zaten öldürülemez. Usançla
bakıyordu
görevliler, iyi sabahlar diyerek uzaklaştılar.
Sinema çoktan dağılmıştı. İçi kabarmayan insanlar gördü. Kabuk gibiydiler. Tapınıyorlardı.
Aşk oyunu oynuyorlar sandı. Bir kral, som altından taht yaptırıyor, iki yoksul birbirini
boğazlıyor; beyaz kadın parçalanmış ölünün yüzünden geleceğini okuyordu.
Düşündeki ses şimdi avcunda kıpır kıpırdı. Kapadı bir daha açtı. Bir daha... Körkuyu. Bir
daha açınca soru buldu. Şeytanın yüreğinde birlik var mıdır? Bu soruyla Cabir İbn Hayyan’ın
Bodlein Librarey’de bulunan arapça kimya kitabının latinceye çevrilmiş erken devir el
yazmalarında da karşılaşabilirdi.
Varlıktaki belirmeyi aramak üzere çevre yoluna çıktı. Dağlar ve Kuşlar filminin negatifini
görüyor, bozkıra kurulmuş asık çehreli bir kente geliyordu. Doğusunda yıkık taş kale
yükseliyordu. Evler kargacık burgacık sokaklar iç içe girmiş, gizlerini açığa vurmayan
insanlar selamsız sabahsızdı, onlara karıştı. Kimseyi tanımıyordu. Kadınlar saçlarına
bağladıkları erkekleri sürüyordu. Bazı soruların, neden, yalnız çözülemeyecek kadar güç
olduğunu düşünerek zamanın süzgecinden geçtiği her halinden belli olan evin kapısını çaldı.
Adam, ‘deli misin, ölümsüz ev olur mu?’ dedi. Şafak geceyi yırtmıştı. Sevgiye düşme
umuduyla bir başka kapıya yöneldi. Ölüm ırmağında yıkanmaktan kim kurtulabilir dedi çıkan
yaşlı kadın. Gece durduğu yere kanat açıyor gibiydi. İçeri girebilir miydim deyince, sende
gizli bir can var, dedi ihtiyar, gel. Sadeydi içerisi. Hasır, üzerinde keçi postu, ıbrık, sedirde
mitil, yüzsüz yorgan ve kitap.
Siz de sözcüklerden sığınak yapmışsınız deyince, oluştan kaçmanın başka yolunu biliyor
musun, cevabını aldı, oturdu. Şurada bir parça bulgur olacaktı, diyerek hareketlendi ev sahibi.
İzin verirseniz ben yapayım, dedi Yusufçuk.
Sözcük evine yerleşti. İlk gece düşünde zühre çiçeğini gördü.
Babasının sinemasında seyrettiği filmin negatif kopyasıydı, güneşten çözülmüş bir renk
alıyor, kendisine süslü bir görünüm katıyordu. İkinci gece aya aşık damla. Güneşten aldığı
ışığın gölgesini gözbebeğine yansıtıyor. Sadece ayı görüyor güneşi göremiyordu. Üçüncü
gece pırıltı oldu. Ne zühre çiçeği gibi rengi vardı, ne ayı tanıyordu. Bütün çiçekleri geçti,
onları buyruğuna geçirdi. Güneş üzerine çağınca renkler dağıldı. Paslıydı aynası. Sesi çirkin
çıkıyordu. Güneşin yüzünü göremiyordu. Sınırlı renkleri perdeliyor, araya can sıkıcı şeyler
giriyor ayrılıktan kurtulamıyordu. Toprağa bakan yüzünü güneşe çeviremiyordu. Damlanın ne
ışığı vardı ne canı. Ay diyor başka bir şey demiyordu. Gözünü tabiat gecesinde açmıştı.
Gördüğü gece ışıkları güneşin gölgesiydi. Parıltıya dönüştü. Her sabah evden çıkmaya, Kale
yolunun başındaki yaşlı saracın dükkanına gitmeye, koşu takımı yaptırmak üzere gelenlere
rüyalarını anlatmaya başladı. Yoksul ve renksiz buğu oldu. Dokunduğu her şeyi yakıyor ışığa
dönüştürüyordu. Ona yanaşıyor ona tutunuyordu. Sözün de yandığı ürpertiye ulaştı. Sözle
sormanın imkansızlığını gördü. Akşam döndüğünde komşular toplanmıştı. Kalabalıktan biri
kendini yalnızlığa iterek, İhtiyarın öldüğünü söyledi, gözleri evinden uğrayan bir başkası,
başına gelecekleri biliyor musun, diye sordu. Yok, dedi saf saf. Yanına kırk gün yetecek kadar
yiyecek su ve ışık almasını öğütledi. Kırk gün sonra ölümün ruhuna yol bulup geleceğini
öğrendi. Babası, annesi, sevdikleri geçti gözünden. Geçmişe baktı büyük bir mezar gördü.
Geleceğe baktı daha karanlık bir mezar gördü. Yaşadığı ana baktı cenazesi taşınıyordu.
Kentin dışında, çıplak bir dağ eteğindeki mağaraya atıldı. İçerde yüzlerce ölü yatıyordu. Kum
torbaları ve üzerinde gezinen tilkiler...Işıtınca gelinliğini yeni giyinmiş bir genç kızın iniltisini
duydu. Henüz ölmemişti. Seni tanıyorum, dedi. Gözlerine bakınca sinema perdesi gibi en gizli
anılarını seyredebiliyordu. Bu hüzünlü hayalden kurtar beni, diyordu.
Kente girdiğinde benzer bir ağırlık duydu Yusufçuk, cesetlerin üzerinde gezinen tilkileri
ürküten bir sözcük fırlattı. Yırtılan torbadan kum sızdı. Bir avuç aldı ölülere saçtı. İçeri sıcak
ışıklar doldu. Kimisini gözünden inci yağıyor, kimisi dağarcığındaki sözü katıyordu. Yabanıl
ve beceriksiz tilkiler mağara girişini açmışlardı. Yanan kelimelerin külünden bir heykel
yoğurdu. Kente attı. Şehir ahalisi ona tapınmaya başladı. Işıklı bir yazı buldu. Bakınca yere
düştü. Yedi parça oldu. Altısı uçtu. Birini aldı. Üzerinde oluş yazıyordu.
İbrişim
Öğledensonra Çarmuzu mahallesinde yenicamiye sapan yolun çatallaştığı yerdeki büyük dut
ağacının gölgesinde otururken eşinin bağırtısı yükseldi. Oğlu ölmüştü. Kalbi delikti. Yıllardır
doktor doktor gezdirmişti. Ölüm bir göktaşı gibi eve düşünce eşi çılgına dönmüştü. İçeri
koştuğunda yüzü kireç gibi beyaz, dili tutulmuş, bakışları donmuştu. Yakınlar geldi.
Cenaze evinde ağıtlar, bağırtılar ayyuka çıktı. Çocuğun küçük bedeni yıkandı. İbrişimden
kefene sarıldı. Toprağa verildi. Beş, sekiz, on iki derken, kırk gün geçti. Geceleri gözüne uyku
girmiyordu. Yavrusunun özlemiyle yanıyordu. Bir gece şafaktan birkaç saat önce uyandı,
mezarlığa gitti. Sanki kendisi değildi, sanki zaman donmuştu; alacakaranlık, ağaçlar, ağustos
böceklerinin sesleri duyulmuyordu. Eğildi, mezarın toprağını kazmaya başladı. Kefen
göründüğünde ürperdi. İbrişim dağılmış, çürümeye başlamıştı. Onu ipek böceğinden zorla
almıştım diye geçirdi aklından, şimdi böcekler yavrumdan zorla geri alıyorlar.
Çıt
Çitlenbik’lerin evi çitle çevreliydi. Sekiz yaşındaydı sınıflarındaki Nevruz aşıktı ona. Bir gün
rüyasında gördü onu ve yeryüzünü şenlendirecek kadar güzel bir çiğdem armağan etti.
Çitlenbik büyüyünce hep başkalarını dinleyeceğini, Nevruz ise kendisi olmaktan çıkacağını
bilmiyordu. Bir bahar öğlesi okuldan çıkınca Yarpuztepe’ye gittiler, göğün eğilerek tepeyi
öptüğü çizgide ellerini birleştirtiler. Nevruz kalbini çitlenbik’e, Çitlenbik kalbini Nevruz’a
açtı, içindeki sırrı gösterdi. Allah’ın yankısının vurduğu kalp camdı. Can oradaydı. Kırılınca
can sönüyordu.
Sönen canı çevreleyen cam kırılınca Çit yıkılıyor Çitlenbik Nevruz’a yabancılaşıyordu. Bütün
bunlarda habersiz gün boyu çiğdem topladılar. Eve dönünce dağ yıkıldı. Yüreksiz bir dünyada
birbirlerini unutarak büyüdüler, büyüdükçe içlerindeki dağın küçüldüğünü gördüler.
Gördükçe can kırıldı. C ve a yok oldu. Ne kaldı sadece
Hafif sesler
Ölümünden üç gün önceydi. Hatmi çiçeğiyle başını yıkadın. Saçını at kuyruğu yaptın. Şehir
gibiydi bedenin. Günahımdan sorumlu tutmuyor gibi davranmıştın. Gıslaved çizmemi, yün
çorabımı ayağıma geçirdim, kırmızı benekli eldivenlerimi taktım, mezarlığı geçerek kardelen
aramağa başladım. Yorgun bir yürek gibi çarpan şehrin sokaklarından sıyrıldım. Boztepe’ye
kavuşan yokuşta Çiğdem’le Taha’yı gördüm. Yaprağını döken bir hıdırellez gününde de böyle
olmuştu. Çiğdem parmakuçların kanamış dedi. Taha güldü, kına yakmış dedi. Bir demet kar
çiçeği yaptım. Ansızın karardı ortalık nasıl oldu anlayamadık. Korka korka döndüm. Sert
bakışlara çarpacağımı biliyordum. Cümle kapısından girdiğimde pencereden hışımla
bakıyordun. Kalbim küt küt atıyordu. Kaynak makinesinin çubuğundan çıkan kıvılcımlar gibi
kızgınlık saçtın. Büyükannem bayılmıştı. Kendi ölüm çevremde beni rahat bırakın, diye
bağırdı. Çiçeği elimde sımsıkı tutuyordum. Yüzümde şaklayan tokat, gözümde çakan ışık...taş
gibi katılaşmış, fırınlı sobanın yanında tortop olmuştum. Omzum sızlıyor, göğsüm hırlıyordu.
Durup durup beni toprağa sokmadan rahat etmeyeceksin kahrolası, hangi cehennemdesin bu
vakte kadar, diye bağırdın. Arka odaya gidip ezik çiçekleri topladım, getirip uzattım. Bu hazin
kışta çiçek de nereden çıktı dedin, dedin. Dudaklarım titriyordu. Uzanıp elini öptüm. Anneler
günü, dedim. Arka odaya koştum. Yüzüstü yatağa bıraktım kendimi. Sarsıla sarsıla ağladım.
Körebe
Parke taşlı sokaklar ahşap kagir cumbalı iki katlı tek katlı kendine özgü evcikler akasyalar
sokağa taşan toprak damlar saçaklar çortunlar top top bulutlar bahar bulutları gibi çocuklar
çamur oyuncakları yüzü kırış kırış tozzigey teyze her zamanki gibi beyaz eminenin
penceresine yakınan tumturaklı bir sesle bağırırken ansızın boşanan sağnak cirikpınar
mahallesinden çarmuzu mahallesine kavuşan ıssız patika salkım söğütler lahana tarlası
çarmuzu deresi kayısı bağları yeşillikte kaybolan evler selvi kavaklar dilek ağacı mum yakılan
taş nilüfer çiçeği gibi bu bahçeler badanalı papatya gibi açılmış sahanlık akşamleyin kirli sarı
ışık sızan sokağa taşan eve dönen sessiz adımlar fayton tekerlerinden at nallarından çıkan şık
sesler düğün şenlikleri bireysel bilincin düşleri gibi gözlerin az ilerde tek şerefeli ahşap
minaresinde ayyıldızlı bir alemi bulunan cami yanında cümle kapısı açık konak tarihçesi
bilinmeyen denizi sıcak bir çeşme gibi duygularına sızan pınar karşısında kalaycı izzettin
amcanın evi dükkanı kapalı kanserden ölmüş pardaklı eşiğine mukaddes teyze yolluk serip
oturmuyordu iş işleyerek örgü örerek bir sabrı tersim eder gibi külah dolması kokusunun
doldurduğu kilerde sönen kuş cıvıltısı derenin şırıltısı kavaklar söğütler akasyalar yok edilmiş
firkatli rüzgarlar esmişti gele gele o tatsız söylentiye yol açmış olan gavur hakkının konağına
geliyorum heyhat ayakseslerim neşeyle söylensin isterdim bu gergin havayı yumuşatmak için
birşeyler yapmam gerekiyor yer yer sıvası dökülmüş paslı çivilerle gazozkapaklarının
çakıldığı yine paslı tellerle örülerek sıvandığı duvar şimdi ruhu kaçıp cismi dağılan bir
yaşlının yüz çizgileri gibiydi avlusu bomboştu acı acı miyavlayarak yürüyen kedi samanlı sarı
toprak sıvayı beyaza boyayan badanalı duvarlara bakan avluya yeniden bir çağrışım ekledi
çocukluğumun içyapısının hayali gibi geziniyordum şıpıdak şıpıdak salondan kilerden odaya
avluya koşuşan telaşlı adımlarıyla annenin sözcüklerle ruh arasında iletişim kurar gibi çamaşır
tokaçlayan teyzenin suda kabarmış parmakları bukleli saçları gizli gizli buluştuğu sözlüsüne
ördüğü yün çoraplardaki nakışları unutarak istihza ettiği mendil mor eldivenleri yün papağı
dedesinin bastonla dövdüğü tahta zemin sedirde kıvrılan kedinin mırıltısı sac sobayı nar gibi
kızartan pelit parçalarının arasına sokuşturduğu kağıt parçacıkları formika pikapta dönenip
duran aynı şarkı yıldızların altında zeki müren kaküllü dedikleri yalnız yaşayan ebe kadın
işten yorgun ama bahtiyar dönen babanı idare lambasının ışıttığı loşlukta çeyizine yeni bir
dantel ören annenin uykusu etli bulgur pilavı gece ısıtılan nohut analı kızlı dedikleri tiritli
köfte kokusunu duyunca uyanarak babanın çırağının taşıdığı para dolu sepeti istemeyen
babası annenin yemek telaşına kızan kayınvalide hanım daha nice terkedilmiş acılar bu eski
sessiz sokak zamanın yıprattığı merdivenlerden odalarda endam aynalarında kırlent
örtülerindeki nakışlardı duvar halılarında sedirlerde çeyiz sandıklarında dokunmuş o tuhaf
mantık da şu temelsiz ömür de bir rüzgardı uçup yitmişti in cin top oynuyordu sessizliğin
içbayıltan cızırtısı saatin tiktakları sönmüş suretlerini zihinlerde bırakıp uçmuş diri sesler
gülüşmeler içgeçirmeler sayıklamalardan örülen yalancı boşluk koridora sürüklüyor beni uyuz
ümmühan dedikleri meczup kadının hayali içiçe geçen iki resim gibi bu evi cinlere terketmiş
kaybolmuştu baban tahta merdivenler gıcırdıyor son sahibesi oydu o zaman da gıcırdardı bu
ses sürüp giderken akıcı olmamasına karşılık suretini hatırladığım kadının çocukluk aşkı
kızını görüyorum sahi merdivenler inleyebilirdi ya da malatyalı fahrinin rüyamda gördüm
mahımı dinlenebilirdi üzüntüyle içini çekerdin çocukların sevinç çığlıkları bayram sevinci
gibi kırlentlerin arkasına iliştirdiğimiz gıslaved pabuçlarımız kadife pantolonumuz
çoraplarımız necla hanımın kilerdeki sıcacık varlığı dumansız bir ateş gibi uçuk görüntün
eşiğine taşınıyorum yıllardır el değmemiş gibi duran gizemli eşyayı ışığımla okşuyorum
ömrüm ölümden beter şekil aldığında ne denli sarardığını görerekdışındakilerin tandırın
tavanından süzülen huzmeyi tanırdın boşlukta yoğunlaşan aklaşmış saçları kederli kederli
bakarken yabani çiçekler gibi titriyordu elleri elinin yetişmediği herşeyle ilgisini koparmış
somutlaşmış gibi hüzün sesiyle karşımdaki masum çehreni dünyadan çevirir ışıklı libaslarla
donatırdım şarkı biter plak dururdu bir el uzanır kolu kaldırırdı usulca o zaman bir hilekarın
maskarası olduğunu anlardın uyku sersemliğiyle yüzünün kıvrımlarında kaybolurdun yüzün
donardı dış sesler yüzüne düşerdi çamlıcadaki mescidin avlusuna giderdik imgeler uçuşurdu
dört bir yan çiçeklenmişti serpilmişti donan resim baban mıydı kırk yıl önceki ben miydim
dikkatimi ateşli gözlerle gezdirdiğim çiçeklerde kalbim yanardı her sabah telefondu utanırdın
ilkin ankara kavaklıderede bir dış ticaret firmasında parttime çalışıyordum beytepeye
taşınıyordum her gün böyle olmuyor her gün her gün telefon aklı geveze kılıyor ellerimi
üşütüyor kar bulutları gözümde tütüyor her sabah erkenden uyanıyorum uyuyanları
uyandırmak için oysa yırtık pabuçlarla işe gitmem gerekiyor sabah sesinde konuşan akıl
görüyorum düşlerini bir solukta anlatmak için gülhane ağaçlarında kestanepazarı kemeraltı
hisarönü üşüyor lütfen ellerimi tutar mısın ellerini tutmayacağım ben de gözlerimi kaçırırım
ruhumu uçururum küçük özel dünyanı görmüyorum son günlerde sultanahmete de
inemiyorum seni seviyorum diyemiyorum kimi zaman ruh çekiliyor gibi bir halet geliyor
ansızın yükseliyorsun ayakların kesiliyor çıktığın irtifada bir yere tutunman gerekiyor başın
dönüyor başdöndürücü güzelliğin yeminini sarayburnunda bozuyor hani çamlıcaya
gittiğimizde vitraylı mescid burada eski selçuk arabeski diyerek güzelsanatlardaki aylin de
gelmişti bakın dedi gözleri parlıyordu tanıdık bir ruhtu ayrıldık ağlamağa başladın ellerim
cebimde topraklaşarak gittim yalvardın yakardın nuh dedim peygamber demedim gurbet
geceleriydi karanlıklı günlerdi istanbulun şaşaalı geceleriydi ağrıyan sesle gelmiştin
korkuyorum demiştin evlilik düşüncesine ulaşmadan adımız düzenbaza çıkmıştı bu şehirler
artık beka arzusuyla yanan kalpleri anlamıyordu delilikle suçluyordu çevreye yayılan yemek
kokuları turizme ayarlı vitrinler saatler ölmek daha mı çizmekte olduğu gibi seni ilk kez
tanıyan bakir ruhtum aşkı bilmiyordum cisme herhangi bir gönderme yapmayalım diyen
sinema delikanlısını gördüm haftasonları olurdu dağılınca hafta başı toplamak gerekirdi kimi
zaman okula kimi zaman çalıştığın fabrikaya her sabah işe gidip gelirdin bölünürdün lime
lime olurdun saçların dağılırdı bakışların donardı annen üzerdi seni anlamıyor sanırdın
kardeşin ondört aylıktı r leri y s leri ç g leri d telaffuzu nasıl hoşuna giderdi ölümü nereden
bilsinde çocuk günahtı yazdığı öykülerde babasının ölümünü şairin ölümüyle anlatan bir
uçmağa uçmuştu gerçeğe dönüyorum haznedarda evsahibiyle cedelleşme içinde kirasını
ödemekte güçlük çektiğim bodrum katındayım tabiatı hırpalayan rükünlerden uzaktayım
karşıda inşaat enkazı gürültü devingen bir dünya kuracakmış gibi çalışan kaba insan sektörleri
içerde yatıyorken uyarıcı hastalıklara düşmüş yatalak bir adam vardı ölümü istiyordu seni de
seviyordu seni istemekle sevmek arasındaki rüzgarı estirebiliyordu basık tavanlı evin küf
kokan karanlık odasında dünyadan çok meleklerle konuşmayı nasıl başarıyordu inşaat
artıkları çöplük çevreye solum bir duman nasıl dünyanın öte yüzüyle göz göze geliyordu
gözlerini kaçırmıyordu annen bu kız kimseyi görmüyor yoksa bana söylemediğin mahçup
bakışlarla istanbulda ne diyorlardı açıkhava müzesi enformasyon çağı umarım mutlusundur
hiç de yağmur olmağa benzemiyorsunuz çocuk kimbilir renkleri nasıl görüyordu çünkü yalan
söylüyordum içim içimi yiyordu doymamıştım nurullah bey tren hareket ederken birbirinize
tapıyorsunuz mu demişti otuzbeşinden önce evlenmeyin görüşmeyin yazışın gözlerinizde öfke
patlatmayın yazıktır yalan söylüyorsunuz akıl ve ruh sağlığı mıydı ruh hastalanmaz mıydı ruh
cevher demiştiniz birkaç gün başıma fırtına estiriyor kayboluyordun haftasonuydu yemeğe
çağrılıydım dil kursundan çıktım izin aldığım iyi giyimli kibar kadına gülümsedim turşu
sevdiğinizi söyledi bakalım beğenecek misiniz aman efendim ne demek ağzınıza layık
acıkmıştık bebeğe çayevine gitmiştik börek aldık az önce yağmur dinmişti çay buğusuna
dönüp acı bir sesle yolunda küçücük seçiminden vazgeçmek istiyorum demiştin güneş ışığı
niçin bu hüzün dedim hayatı bu denli bulandırmağa hakkın yok dedin sus dedim korkuyordum
ansızın büyü bozuluverecekti birbirimize esir olmaktan söz ediyordun dünyamız sanki bir
nefisti sonsuzluktan kaçmak ister gibiydi bir cilveyle herşeyi yok edeceğini sanıyordum
ölesiye kıskanıyordum soğuktu hava buz kesmişti birdenbire denizden gökyüzünün
endülüsünü arıyordum sevmek için keder tuzağındandır sanıyordum tuzlu hava çarpınca
çevreye göz gezdirmeyi akıl ettin yalan söylüyordum sözcükleri küstahça kullanma sanısı bu
yüzden deli saçması başımı ellerimin arasına alıp kadıköye geçtik erkenden kalkıp okula
sonra işe dönüp parka gidecektik akşam gözlemevine sıcaklığın sinmişti ellerin yine üşüyordu
banane dedim kış geliyor artık dışarda da olsam içerde de beni üzmene izin vermeyeceğim
yanlış yüzünü anlamam için miydi bütün bunlar öldürüp öldürüp diriltiyordun
gözlemevindeydik wisconsin üniversitesinde astronomi öğrenimi görmüş arkadaşımızın
izlediği yıldızı dolunayı yakın gezegenleri seyrettik dönüşte cipimiz devrildi vücudumuzda
acı veren ezikler vardı geldin bu kez yeşilliği bölen elektrik direğinin yanından ellerini uzattın
boşlukta kaldın suçladın sitemkardın hırsından kudurmuş gibi hayatı muğlak liflerle
dokuduğumdan herşeyi hüzün yağmurunda yıkandığımdan tabiatın buzulları gibi duygularınla
oynadığımdan aramızdaki korkunç gerçeği farketmiş olduğundan söz ettin güldüm bir kır
evini amorstan gören çiçektepesinde yalnız olsaydım gece dolunayın yıkadığı korulukta
yürüseydim bu gece gezisiyle dört varlık ilkesinden soyunurum diye düşündün zafer
çığlığıydı telefonda sesin ürkmeğe başlamıştım olup bitenlerden yaralanmış isteğine sordum
homurdanan hayvanlığı da göle inen o çirkin asfalt yolu da yitirecektim gündü ellerin
mantonun cebindeydi vücuduna yeni bir şey armağan etmeyen sadece nesnel gerçekliği tasvir
iddiasında bir asfaltı ikiye bölen şeritin üzerinde ön planda bir yüzük duruyordu ayrılığı
simgeliyordu bu zavallı tecrit de doğumgünümmüş diyerek gönderdiğin soluk çocukluk
fotoğrafın da yarasa kollu kazağın da başını yesindi bir kuğu dansı gibi parmakların gerisinde
mahzun yürüyen yaşlı bir adamdı camie gidiyordu türbeler yolun taşıtların boğduğu
yüzündeydi kaldırımlara taşardı arınmanın imkansız olduğunu sanıyordun sanrılarındı
gözlerini kararttım yüzünün yarısı aydınlıktı bu tuzaktan kurtularak herşeyi özgürleştireceğimi
sanıyordum sahafların kapalı çarşıya çıkan kapısındaki büfe de sizindi baki kasidesi gibi
kurumuş çeşmeleri bu kent soluk bir fotoğraftı kapalı çarşıda yakınlarınız vardı korktun mu
haftasonu yalova vapurunu düşünmüştüm kimsesiz miydin herkesle birlikteyken kahredici
bağımlılık gibi ömrün yitip gitmesine meydan açıyordu sesler sulanmıştı sersemlik veren
şaraptı eritip eritip yok ediyordun sessizce bir kıyamet hazırladığını biliyordum kalbine
yerleşen yalnızlık göğüydü uçuruma dönüştürmekten korktuğum çocukların kalplerine
yerleşen bilgilere direngen bir bedel gösterdiğin ikiyüzlülükten kurtulmak için kaçmayı
düşlüyordum geceydi altınsarısıydı saçların bu kez siyahtı divan şairlerinin küfrüydü uzun
beyaz pileli eteğin rüzgardı sersemlik veren bir geceydi bu beraberliğe devam vermek için
acizdi kadınlar ilgiye değmezlerdi topkapıda akşamdan sonra esrarlı birer gölge gibi
sokaklarda kaybolan ıslak caddede verdiği zehirden kaçarak senden kurtulmaktan başka
düşündüğüm bir şey yoktu merdivenle bir üst caddeye çıkan tepedeydik elinde samançöpüydü
cansıkıcı sessizlik hafta sonu beyazıt camiin şadırvanında buluşuruz umuduyla ayrıldık
kanaryada trenden indim sahilde gezindim düş gibiydim kendisini ansızın gösteren eşyanın
yitirilmesine şaşıyordum bir kelime cismi gibiydi kişiliğimin süslendirilip sergiye
gönderilmesine dayamazdım şadırvanda kirlenmesine aldırış etmediğin gelinliğinle bekledin
kendi firari melankolimdi kasabaya öğretmenliğimdi uzak bir anadolu küçük bir odaydı acıydı
üçbuçuk yıldı kader konuşunca insan susar mıydı çocukçaydı cismi dağılıyordu acılar çekerek
geldi siyah konuşmayı patlayan sesindeki duygularının rağmına kuru bir hasır üzerinde
riyazetle geçirmiştin gökleri yere indiren kitaplar okumuştun sonra yeni dünyaya gittin seni
kuşatan dünyayı boğarak nereden bilecektin oysa kalbinden kulak hırsızlığı yaparak çaldığı
bilgilerin şifresini arıyordun sevdiğini kendi çağının aklına sığmayan bir sesle söylemek
istiyordun herşeye rağmen eve gitmiş plağı pikaba yerleştirmiş bekliyordum nasıl olsa bir gün
bu berzahtan geçecektin parke taşlı sokaklar ahşap kargir cumbalı iki katlı tek katlı kendine
özgü evcikler akasyalar sokağa taşan…
Söz sokağa düşünce
Rüzgarla oluşan dalgaların garip hallerine bakarak seni sonsuz uzaklıktaki kalbime çağırıyor
ve orada hüzünlü bir sessizlik içinde bekleyen annemin gönlündeki aşkı uyandıran meleği
düşünüyorum. Kimisine ölüm erişiyor, kimisine akortsuz cezalar çarpıyor, kimisi canlı,
fosforlu, renkli jakarlardan dokunmuş kocaman çiçek desenli, puantiyeli modeller gibi
gözlerin hainliğini gizliyor sanısıyla tüyleri dikin diken ediyor. Ihlamur, ilkbahar sonu
balkona serdiği büyük dalından yayılan kokuyu aramızda esen acıyı daraltmak üzere hep başa,
kaya kuşunun tacına sürüyor. Bakışların sertleşip için kabardığında anlıyorum, göğsümüze
yerleşen bahçeye bir solukta getiriyorsun onu. Pamuk ve ipek karışımı bir bez parçası.
Kıyısında kader ayırdı bizi yazıyor. Mevsim sonun indirimli satışlarına benzer gevezeliğini
bırak, bil ki, kanını donduran, soluğunu kesen ve her gece öldürüp her sabah dirilten ismidir.
Onun ismiyle yaprağımızı döküyor, onun gururuyla okşuyoruz cansıkıntımızı. Astarı beyaz
bir çizgiyle ayrılıyor, ortasından iki ince siyah iz geçiyor, ikisi de taşralıların ilgisini çekiyor.
İpek beze sarılı, abanoz ağacından yapılmış kutuda, goncanın, kat kat gizleri gibi, umutsuz ve
çocukça gülümsüyor. Tiksinerek hatırladığımız vahşi arzular, yeryüzüne yazılan isimlerin
gölgesine sığınıyor. Derimizin karaltısı yazıya işlemiş, onu silmemiş, yazıcısının parmaklarını
utandırmamıştır. Lekesiz bir kufi örneğine benziyoruz bu halimizle, evlilik denilen tehlikeli
anlaşmayı öpüyor, kuşkularımızı giderecek kelimeler arıyoruz. Yüzünde suçlu bir insanın
gözucuyla düşürdüğü bencillik ve hayalinin sevdiği akşamcı baban var. Sahi o tılsımlı resmi
neden saklıyorsun? Gizli bir kin mi, yoksa kuzu gibi uysallaştığının utancıyla kırılgan bir
hatıraya mı karşılık geliyor? Hatırlar mısın İsmihan’la Kader yeni evlenmişlerdi, hangi şeytan
aklına getirmişti bilmiyorum, değerli taşlarla süslenmiş nefis gelinliğiyle erkeklerin soluğunu
kesen İsmihan sıcak bir yaz akşamı, Melekbaba yazlık sinemasına gitmiş, Makinist
Keramet’in kalbini heyecana getiren mavi, badem gözlerini iri iri açarak, ‘benim yüzümden
fitneye düştüğünü söylemişsin, Kader’i değil beni seviyor diye laflar etmişsin’ diyerek
çıkışmış, ‘aramıza girme, seni yaşatmam’ yollu tehditler savurmuştu. Yeşil kadife perdesini
kapalı tuttuğu pencerede, gün boyu, karaeriğe üşüşen serçeleri seyretmiş, aldırmıyormuş gibi
yapmaya çalışarak, kocasını bekleyen mutlu kadın çehresini takınmıştı.
Dar, uzun yüzü ve daima hüzünlü gülümseyişiyle bahçe kapısında belirdiğinde, merhamet ve
ürperti dolu bir sesle, ‘gidiyor musun?’ diye sormuştu. Keçeden yapılmış ince bir eyer çıkardı
sandıktan, atını eyerledi ve çıplak, ıslıklaşan bir ezgi duydu yüreğinde. Umutsuzluk içinde
seviştiler, kıpırtısız bakışlarla seyretti genç adamın gidişini, ‘güzden sonra baharın gelişi gibi
döneceksin’ diye fısıldadı, kapıyı kapadı.
Öç alır gibi soğuk mektuplar yazıyorsun. Mürekkebin ıslaklığını gidermek için topraklıyor,
yaz rüyalarında açık renkli elbiseler giyiyorum. Hayatıma son vermek istediğimi nereden
çıkarıyorsun, anlamış değilim, gerçeğin ışığını örten bir körlük perdesi yok, bu çiçekler
kalbimin yaralarını iyileştiriyor. Kanımı ısıtan hayreti sabah giyinip akşam kuşanıyorum.
Aynamda, yine, ‘ben ölmedim, buradayım’ diyorsun. Kestane saçların, temiz, pürüzsüz
çehren, gözkapaklarının tülü, kesik kesik soluğun, gotik bir çeşmeden akar gibi parmakların,
uzun pileli eteğin, sessiz sessiz ağlayışından biliyorum, melankolin dindi. Ona bakınca hiçliğe
dair kuşkum uyanıyor. Kalbimin çevresine sinekler gibi üşüşen hatıralar, yüzünde, cildinde,
ellerinde; kaderin yazdığı mektuplar içerliyor. Bir noktaya girip tüm alemi oraya götürmek
istediğimi çok görüyor ‘peki, şimdi nolacak’ diyorsun.
Toprağı küçümseyen yaratıcılar çoğalıyor, bir kadın ağacını yıkıyor, çocuklar, çirkin kadın ve
rüya motifli halının üzerinde oyuncaklarını paylaşıyor; yeniden, anneme dönüp, gecemi
zehirleyen kanlı büyüklüğünü anlatıyorum.
“Düşler… Düşler…” Ya da Son Yerine
“EDWARD:
Benim derdim gibisini görmemişsinizdir. Kendi kişiliğime inancım kalmadı benim.
REILLY:
Vah vah bu kötü. işte. Pek de sık rastlanan bir hastalıktır bu.
EDWARD:
Hatırlıyorum, çocukluğumda ben...
REILLY:
Ben işe son durumdan başlar sonra gerektiği kadar geri giderim. Neden derseniz, bugünkü düşünsel durumumuzda hayalle karışmış olabilir çocukluk anılarınız. Düşlere gelince benim işime yarasın diye olmadık düşlerle çıkabilirsiniz karşıma. Telkinle istediğim düşü gördürebilirim size. Kendinizi ilgi çekici bulmanın geçici tadıyla benliğinizi okşamağa yarar ancak bu.”
T.S. Eliot, Kokteyl Parti
Rüyada bir Hitâbe, Sünuhat adlı eserde yer alan ve girişinde gerçek rüyaya ilişkin deneyimin
ifadesi bulunan bir eserdir.
Şöyle der eserin girişinde: “1335 senesi evâilinde dehrin hadisâtının verdiği yeis ile şiddetli
mustarip idim. Bu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada
bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüyâ-yı sadıkada bir ziyâ gördüm (…).”
Rüya ile sinema arasındaki ilgileri düşünmeğe başladığımdan bu yana, çoğu zaman dikkatim
düşle ilgili sorunlarda yoğunlaştığından seyrettiğim, okuduğum ve dinlediğim her şeyde bu
ışıltılı gerçeğe bakan bir yüz
arıyorum. Rüyada bir Hitabe’nin tüm anlam ve önemi asıl metinde olduğu halde, girişindeki
okura yapılmış bu küçük açıklama daha çok ilgimi çekti. Yakaza için sözlükler ‘uyanıklık
hali’ (teyakkuz) diyorlarsa da, ıstılahî olarak sözcüğün anlamı, uykuyla uyanıklık arası
durumu karşılıyor. Ve açık gözle düş görme mânâsı da taşıyor.
Ayşe Şasa’nın çileli bir ruhsal arayıştan sonra ulaştığı güzelliklerden birisi de buydu.
Kuşkusuz sinema-düşsellik ve sinema-kutsallık bağlamları geçmişte birçok yönetmen ve
sinema estetiğiyle uğraşanın dokunduğu bir sorun; keşf sözcüğünü, bu anlamda biraz
yumuşak kullandığımı belirtmem gerekiyor. Beş-altı yaşlarımdan itibaren, çocukluğumun
uzunca bir bölümünün geçtiği Malatya’da babam sinema işletmeciliği yaptığından on yıla
yakın bir süre hemen her akşam izlediğim filmler, çocukluk düşlerimin beyazperdesiydiler.
Günün boğucu sıcaklığı diner, Melekbaba yazlık sinemasında, akşam efil efil esen tatlı bir
serinlik saçlarımızı okşardı. Çekirdekçinin bağırtısı, çocukların çığlıkları, yaşlıların gürültüsü
kesilir, babamın ifadesiyle, “kafası sürekli kıyak” olan Makinist Yusuf Amca’nın müstehcen
bulduğu sahneleri eliyle gölgeleyeceği çoğu siyah-beyaz, büyüsel bir dünyanın kapısını
aralayan gösterimi başladı. Danyal Topatan’ın Kozanoğlu filmindeki mimiklerini bugünmüş
gibi hatırlıyorum. Çocuk yüreğimin ezildikçe ezildiği, ağlamayı delikanlılığıma yediremediğim ilk
gençlik yıllarımın unutulmaz melodramlarını, kadın kurbanlarını usturayla öldüren korku filmi
kahramanı Kiling’in heyulavâri iskelet görüntüsünü, Eşref Kolçak’ın, Hüseyin Peyda’nın,
Sevda Ferdağ’ın babayani ve kabadayı rollerini, Suzan Avcı’nın erotik görünümünü. Mürüvvet
Sim’in azınlık taklitlerini, Hulusi Kentmen’in tatlı-sert tavırlarını, Yılmaz Güney’in sürekli
idealize ettiğim kavgacılığını, Sami Hazinses’in şaklabanlıklarını, Neriman Köksal’ın kurumlu
tavrını, Zeynep Değirmencioğlu’yla Yedi Cücelerini... hep çocukluk rüyalarımdaki kişilerle
takas ederdim. Çoğu zaman düşlerim filmlerde, fimler düşlerimdeymişçesine bir bilinç
kayması... Düşlerimde gördüğüm filmler de olurdu. Onlar da avamın akıl erdiremediğine deli
deyip geçmesi gibi hüzünlü kumaşlar dokurdu. Çocukluk aşkımın bir peri gibi yemyeşil tepenin
ardından bembeyaz bir giysi içinde belirip bana doğru slowmotion koşusu, kavuşacağımızı
sandığım çizgide ansızın yokoluşu, anneler gününde Melekbaba tepesinden toplayıp getirdiğim
kır çiçekleriyle konuşuşum, aramızdan ışıklı bir ruh gibi ayrılan dedemin tertemiz yüzüyle
mutlu gülümseyişi, sanki filmlerdeki düşlerde de gördüğüm ve o cennetten uyanmak
istemediğim bir saadetti. Kimdi düşlerimde bana fısıldayan o gizemli ses? Yıllar sonra, İsmet
Özel’in Ils Sont Eux şiirini görüntülemeğe çalışırken, “Dışarda soğuk/ safirden, bakırdan,
civadan bir gece uçuyor/ gece uçarken kulaklarına dokunuyor bekçinin/ bekçi mavi zehir
şiddetinde düdük çalarak/ bir soru soruyor karanlığa/ bekçi cevaplar sendedir, saklama/
diyor karanlık ona” dizelerinde, Yeni Melek sinemasından çıkışta bıçak gibi kesen soğukta
babamla Melekbaba yokuşunu tırmanışımız ve karanlığa bir soru sorar gibi düdüğünü çalan,
gecenin ürkünç karanlığında, ıssız sokaklarda dağılıp eriyen sesin tınısını anımsamıştım.
Belleğimde neredeyse kare kare kurgulanmış bir hayat öyküsü, bir toplum tasviri şimşek gibi
görünüp kaybolmuştu. Sinemanın düşsel gerçeklikle ilgisini kurgu çalışmasında daha
belirgin biçimde hissettim. Çoğu Kurban filminden alınmış görüntülerle, çektiğimiz
resimleri uzun süperpozeler ardından zincirleme, kimi zamansa süratli kesmelerle bir araya
getirdiğimizde, neredeyse şiirden bağımsız bir anlatı ortaya çıktı. Şiirin görsellikle ilgisini
anmağa gerek var mı bilmem ama, açık olan bir şey vardı ki, şiir sözcüklerle yazılıyor,
sinema resimlerle kuruluyordu. Bu anlamda hele medium beyazcam olunca şiirle görsellik bir
araya gelmiyordu.
Bir başka kesinlik ise, görselliğin düşsellikle olan yakınlığı idi. Sinemasal anlatım, gerek zaman
ve mekân gerçekliğiyle gerekse görüntü ve ses boyutuyla düşseldi. Pasolini’nin ifadesiyle,
“düşlerimiz sinematografik” idi, “edebi değil.” Ferit Edgü’nün “Üç Düşüş”ünü istisna tutmak
geliyor içimden, ya da Kafka metinlerini. Örnekler çoğaltılabilir kuşkusuz. Rüya sineması
olgusuna yakın metinler arasında Şehirleri Süsleyen Yolcu adlı öykü kitabımdan da eklemeler
yapabilirim.
Nasıl oluyor da biz uykudayken, fiziksel dünyayla bağımsız önemli oranda kesilmişken,
kendimizi ansızın akıl almaz bir semboller şenliğinde buluyoruz?

Benzer belgeler

BIr Başka kırmızı

BIr Başka kırmızı ettiği beddua, ‘uyuz olasın da kaşınmaya tırnak bulamayasın’dı. Çok kızdığında, ‘hırtlegine şiş aka’ derdi, k’yı hırıltılı h biçiminde telaffuz ederek. Babaannem nadiren sinirlenir ve ilenirdi. Bab...

Detaylı

önizleme - Notos Kitap

önizleme - Notos Kitap Bunlar arasında en çok Çakmakçı Cüce Hacı amcanın gelişine sevinirdim. Boyu bir metre var yoktu, Kışlalar caddesinden Akpınar’a giderken meydanda çakmak doldurur, tamirat yapardı. Elleri iri, topa...

Detaylı

pınar sineması - Sadık Yalsızuçanlar

pınar sineması - Sadık Yalsızuçanlar topuklarına bastığı rugan iskarpinlerini takındığında tıpatıp Eşref Kolçak olurdu. En çok Zeki

Detaylı