edebiyatı yeniden şekillendirmek: ahmed şuayb`ın edebiyat eleştirisi
Transkript
edebiyatı yeniden şekillendirmek: ahmed şuayb`ın edebiyat eleştirisi
EDEBİYATI YENİDEN ŞEKİLLENDİRMEK: AHMED ŞUAYB’IN EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ ÇİĞDEM KURT BOĞAZİÇİ UNIVERSITY 2008 RESHAPING LITERATURE: THE LITERARY CRITICISM OF AHMED ŞUAYB Thesis submitted to the Institute for Graduate Studies in the Social Sciences in partial fulfillment of the requirements for the degree of Master of Arts in Turkish Language and Literature by Çiğdem Kurt Boğaziçi University 2008 ii Reshaping Literature: The Literary Criticism of Ahmed Şuayb The thesis of Çiğdem Kurt has been approved by Yard. Doç. Dr. Halim Kara (Advisor) __________________________ Doç. Dr. Nur Gürani Arslan __________________________________ Yard. Doç. Dr. Zeynep Uysal _________________________________ June 2008 iii Thesis Abstract Çiğdem Kurt, “Reshaping Literature: The Literary Criticism of Ahmed Şuayb” This thesis is a study of Ahmed Şuayb’s literary criticism from 1899 to 1901 during the Servet-i Fünûn period. It argues that literary criticism was one of the primary tools used to reshape modern Turkish literature during its belated modernization process. It examines the critical works of various subjects who were part of this process of reshaping the literature from the Tanzimat period through the Servet-i Fünûn period. This study focuses on Ahmed Şuayb’s literary criticism and the specific ways in which he used his criticism to change the face of OttomanTurkish literature. It argues that Ahmed Şuayb began to establish a new form of literary criticism based on the French positivist model and used it to reshape Edebiyât-ı Cedîde. It shows that in his critical works Ahmed Şuayb tried to establish a realist/naturalist literary model and looked for ways to reshape Edebiyât-ı Cedîde into this new literary model. iv Tez Özeti Çiğdem Kurt, “Edebiyatı Yeniden Şekillendirmek: Ahmed Şuayb’ın Edebiyat Eleştirisi” Bu tez, Ahmed Şuayb’ın Servet-i Fünûn döneminde 1899-1901 yılları arasında sergilediği eleştiri etkinliği üzerine bir çalışmadır. Modern Türk edebiyatını gecikmiş modernleşme süreci içinde yeniden şekillendirmekte kullanılan başlıca araçlardan birinin edebiyat eleştirisi olduğunu savunur. Tanzimat’tan Servet-i Fünûn’a kadar olan sürede edebiyatı yeniden şekillendirme sürecinin parçası olan çeşitli öznelerin eleştiri çalışmalarını inceler. Bu çalışma Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisine ve onun Osmanlı-Türk edebiyatını değiştirmek için eleştiriyi nasıl kullandığına odaklanır. Ahmed Şuayb’ın Fransa’da gelişen olgusal eleştiri modelinden hareketle yeni bir eleştiri anlayışı kurmayı amaçladığını ve bunu Edebiyât-ı Cedîde’yi yeniden şekillendirmek için kullandığını ileri sürer. Ahmed Şuayb’ın eleştiri yazıları aracılığıyla gerçekçi/doğalcı bir edebiyat modeli kurmaya çalıştığını, yerleşik edebiyat dizgesini bu model doğrultusunda yeniden biçimlendirmenin yollarını aradığını gösterir. v İÇİNDEKİLER ÖNSÖZ ……………………………………………………………………………. vii BİRİNCİ BÖLÜM: GİRİŞ ……………………………….. ………………………. 1 Osmanlı-Türk Modernleşmesi ve Edebiyat Eleştirisi………………….......... 1 Edebiyat Araştırmalarının Kıyısında Kalan Eleştirmen: Ahmed Şuayb…..... 8 İKİNCİ BÖLÜM: AHMED ŞUAYB’IN EDEBİYAT ELEŞTİRİSİNİN KOŞULLARI…………………………………………………………………….. Tanzimat Edebiyatında Eleştiri …………………………………………... Tanzimat’tan Servet-i Fünûn’a Devreden Miras ………………………… Yeni Bir Edebiyat Odağı: Servet-i Fünûn ……………………………….. Servet-i Fünûn’un Batılı Eleştiri Kaynakları: Olgusal Eleştiri…………… Edebiyât-ı Cedîde Tartışmaları…………………………………………… 14 15 18 31 35 42 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM: AHMED ŞUAYB’IN EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ ….…….. 52 Eleştiri Alanının Tarifi, Eleştirmenin Yol Haritası ……………………..... 53 Model Aktarımı: “Hayât ve Kitâblar”……………………………….......... 60 Modelin Uygulanması: Ahmed Şuayb’ın Edebiyât-ı Cedîde Okuması .… 109 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM: SONUÇ ………………………………………………. 135 KAYNAKÇA ……………………………………………………………………. 139 vi ÖNSÖZ Edebiyat eleştirisi, modern Türk edebiyatı bağlamında düşünüldüğünde, gecikmiş modernleşme deneyimi içinde şekil bulan bir edebiyat dizgesinin ayrılmaz parçasıdır. Bir etkinlik alanı olarak eleştiri, günümüzde “modern” ya da “yeni” tanımlarını alan ve on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında ilk somut metinlerini oluşturan OsmanlıTürk edebiyatıyla bir arada ortaya çıkar. Modernleşme çabaları Batı’yı her alanda bir modele dönüştürür ve Osmanlı-Türk edebiyatı için bir yeniden şekillenme gereksinimini beraberinde getirirken, edebiyat eleştirisi de Batılı model doğrultusunda kurulacak edebiyatı tartışmanın zemini haline gelir. Dolayısıyla eleştiri, ortaya çıktığı ilk andan itibaren modern Türk edebiyatını şekillendirme işlevini üstlenir. Bu bağlamda eleştiri, uzmanlaşmanın sınırlamadığı bir çerçeve içinde gelişir. Edebiyatı yeniden şekillendirme istek ve işlevinin eleştirinin ön koşulu olduğu kabul edildiğinde, modern Türk edebiyatındaki tartışma metinleri, edebiyat eserlerinin önsözleri ve kimi zaman da kendileri eleştiri başlığının altında değerlendirilebilir. Bu metinlerin ortak özelliği, geç modernleşen ve modernleşme sürecinde model değişikliğine uğrayan bir edebiyat dizgesine geleneksel ile modern, eski ile yeni, Osmanlı ile Avrupalı, Doğu ile Batı gibi bir dizi karşıtlık içinde yön vermeye çalışmaları, başka bir ifadeyle edebiyata bir model önerisinde bulunmalarıdır. Bu tez, edebiyat tarihi kitaplarında “Servet-i Fünûn’un eleştirmeni” gibi üzerinde neredeyse uzlaşılmış “büyük” sıfatlarla yer alan ancak üzerinde neredeyse hiç çalışılmamış olan Ahmed Şuayb’ı ve onun Servet-i Fünûn döneminde sergilediği eleştiri etkinliğini merkeze alır. Ahmed Şuayb’ın eleştirel yönelimlerini, ilkelerini, vii yöntemini, araçlarını, beklentilerini, kısacası eleştiri tasarımını açıklamaya çalışır; Servet-i Fünûn döneminin özgül koşulları içinde eleştirmenin ortaya koyduğu eleştiri pratiğini anlamlandırmayı amaçlar. Tez, Ahmed Şuayb’ın Fransa’da gelişen olgusal eleştiri modelinden hareketle yeni bir eleştiri anlayışı kurduğunu, bu eleştirinin edebiyatı şekillendirme işlevi üstlendiğini ileri sürer. Tez bu bağlamda, Ahmed Şuayb’ın 1899-1901 yılları arasında Servet-i Fünûn dergisinde yayınlanan yazılarına bakar. Bunlar arasından “Hayât ve Kitâblar” yazı dizisinde yer alan “Emile Zola ve Âsârı”, “Gustave Flaubert” ve “Taine ve Âsârı” başlıklı üç inceleme ile yine eleştirmenin aynı dergide kaleme aldığı “Musâhabe-i Edebiyye” üst başlıklı iki makalesine odaklanır. Bu metinlerin seçilme nedeni ise, çalışmanın içinde de gerekçelendirileceği gibi, bunların Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisi anlayışının nasıl kurulduğunu göstermek bakımından ön açıcı veriler sunmalarıdır. Dolayısıyla bu tez, adı geçen metinlerde Ahmed Şuayb’ın eleştiri pratiğini oluşturan unsurların izini sürer. Tezin “Giriş” başlıklı ilk bölümü, iki alt bölümden oluşur. Birincisinde edebiyat eleştirisini hem olanaklı hem de zorunlu kılan Osmanlı-Türk modernleşmesine ve bu modernleşme deneyiminin hangi yönleriyle eleştiri pratiğine zemin hazırladığına bakacak, bu zeminde eleştirinin yüklendiği işlevlere değineceğim. İkincisinde ise, modern Türk edebiyatında eleştirinin gelişimine anlamlı katkılar yapmasına rağmen bugün unutulan Ahmed Şuayb’ın yazarlık serüvenine, eserlerine ve eleştirmen üzerine yapılan nicelik açısından sınırlı nitelik açısındansa yetersiz olan akademik çalışmalara bakacağım. Bu çalışmaların nitelik yönünden yetersiz kaldıkları noktasından hareketle, kendi çalışmamın Ahmed Şuayb’ın eleştiri pratiğini anlamlandırma ihtiyacını karşılamak üzere kaleme alındığını öne sürecek ve bunun gerekçelerini sıralayacağım. viii Tezin “Ahmed Şuayb’ın Edebiyat Eleştirisinin Koşulları” başlıklı ikinci bölümü ise, eleştirinin Tanzimat’tan Servet-i Fünûn dönemine kadar olan süredeki seyrini izler. Bu bölümde, Tanzimat ve Servet-i Fünûn dönemlerinde eleştiri sürecine dâhil olan farklı özneler tarafından yapılan edebiyat modeli önerilerini ve bu öznelerin eleştiri ile nasıl bir ilişki kurduklarını açıklayacağım. Bu zeminde modern Türk edebiyatının paradigmatik karşıtlıklarına dönüşen eski-yeni, romantik-realist, sanat-ahlak, taşralı-züppe ve orijinal-taklit ayrımlarını izleyerek eleştiri pratiği içinde bulunan öznelerin birbirlerinden hangi noktalarda ayrıldıklarını belirginleştireceğim. Tezin “Ahmed Şuayb’ın Edebiyat Eleştirisi” başlıklı üçüncü bölümü ise, Ahmed Şuayb’ın eleştiri tasarımını açıklama girişimidir. Bu bölümde öncelikle Ahmed Şuayb’ın Servet-i Fünûn çevresini hedefe dönüştüren tartışmalarla yüklü eleştiri ortamına ne tür bir tepki verdiğine bakacağım. Sonrasında ise “Hayât ve Kitâblar” ve “Musâhabe-i Edebiyye” üst başlıklı yazılara geçecek, eleştirmenin eleştiri kurgusunun bu metinlerde hangi yönleriyle somutluk kazandığını açığa çıkartacağım. Tezin “Sonuç” bölümünde ise, çalışmada yapılan değerlendirmelerin ışında Ahmed Şuayb’ın eleştiri pratiğinin nasıl anlamlandırılabileceğini, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında modern Türk edebiyatını şekillendiren eleştiri pratikleri içinde nereye oturduğunu göstereceğim. Bu çalışmanın, modern Türk edebiyatının henüz ulaşılmamış, asık suratlı kütüphanelerin tozlu ve rutubetli raflarından inememiş, depolarda çürümeye bırakılmış, bir yerlerde unutulup kalmış bir literatüre sahip olduğu ve bu literatür geri kazanılmadıkça hep eksik bilgilerle, hep aynı metinler üzerinden konuşulacağı gerçeğini kabullendiğini ve mevcut durumu değiştirme yolunda modern Türk edebiyatı için “küçük” ancak kendisi için “büyük” bir adım atabilirse anlamlı olacağını söylemeliyim. Bu bağlamda, kendi çalışmamı sevmemde ve bu sevgiyi bir ix yaratma isteğine dönüştürmemde bana destek olan herkese, başta tez danışmanım Yard. Doç. Dr. Halim Kara’ya, sonrasında ise Aylin’e, Deniz’e, Gülbin’e, Gülşah’a, Nilgün’e, Paul’e, Seher’e, Serdar’a ve aileme teşekkürü bir borç bilirim. x BİRİNCİ BÖLÜM GİRİŞ Osmanlı-Türk Modernleşmesi ve Edebiyat Eleştirisi Edebiyat eleştirisi, Osmanlı ölçeğinde, modernleşme deneyimi ile eş zamanlı olarak ortaya çıkan ve gelişen bir pratiktir. Eleştiri, Osmanlı toplumunun modernleşme sürecinde geçirdiği yapısal dönüşümün bir parçası olarak kurulur. Bu bakımdan “eleştiri” başlığı altında yapılacak her türlü değerlendirme, modernleşme sürecine ve bu sürecin edebiyat eleştirisini nasıl hazırladığına bakma gereksinimini doğurur. Dolayısıyla Osmanlı-Türk modernleşmesi ile edebiyat eleştirisini karşılıklı ilişkileri düzleminde incelemek, sonradan yapılacak değerlendirmeleri temellendirmek açısından gerekli görünmektedir. Osmanlı’nın imparatorluktan ulus-devlete uzanan süreçte geçirdiği dönüşüm, modernite projesi tarafından belirlenir. İlhan Tekeli’ye göre modernite, ekonomik boyutta kapitalistleşme sürecine denk düşen, kendini “evrensellik” zemininde meşrulaştıran, “geleneksel toplum yapılarından kurtulmuş, kendi aklıyla kendini yönlendiren” bireyin doğumunu hazırlayan, siyasal düzeyde “ulus-devlet olma ve demokratik süreçlere dayanma” gibi özelliklerle tarif edilebilecek bir projedir. Tarihsel hareketine bakıldığında bu projenin, dünyanın bir noktasında (Avrupa’nın kuzey Atlantik kıyıları) bir kez ortaya çıktıktan sonra, geri kalan noktaları aynı 1 çerçevede dönüştürecek bir süreci başlattığı görülür. Bu süreçte Batı modernitesi kendi dışına yayılır ve dışarıyı dönüştürür. 1 Modernite projesinin kendi dışına yaptığı etki, karşılığını “modernizasyon” (“modernleşme”) biçiminde adlandırılan süreçte bulur. Bu bağlamda “modernite bir projeye, refleksiyona, modernizasyon ise bu projeyi, refleksiyonu mümkün kılan kurumsal-yapısal evrime işaret eder.” 2 Biri merkezin, diğeri merkezle ilişki kuran çevrenin deneyimini yansıtır. Bu bakımdan, “tamamlanmış” bir proje olarak modernite ile bu projeye eklemlenme biçimi olarak modernleşme birbirini olanaklı kılan kavramlardır: Birincisi ikincisini hazırlarken, ikincisi de birincisinin yaygınlaşmasına ve yerleşmesine olanak verir. Bununla birlikte, modernitenin Batı Avrupa’da ortaya çıkışı, modernizasyonun Batı dışı toplumlarda “batılılaşma” olarak da kavramsallaştırılabilmesine yol açmıştır. Dolayısıyla, bu iki kavram aynı süreci tarif etmek üzere birbirinin yerine kullanılabilmektedir. Bu bağlamda, modernite ve sanayileşme öncesi bir imparatorluk olan Osmanlı’nın on dokuzuncu yüzyılda geçirdiği yapısal dönüşümü açıklayan kavram modernleşmedir. III. Selim ve II. Mahmut dönemlerindeki reformlarla belirginlik kazanmaya başlayan; Abdülmecit, Abdülaziz ve II. Abdülhamit dönemlerini de içine alan bu süreç, “Batılılaşmayı kendi geleceği için zorunlu gören bir siyasî irade” tarafından başlatılır ve “bu iradeyi mümkün kılan toplumsal bir örgütlenmenin varlığı[nı]” öngörür. 3 Dolayısıyla, Osmanlı imparatorluğunda eski kurumsal 1 İlhan Tekeli, “Türkiye’de Siyasal Düşüncenin Gelişimi Konusunda Bir Üst Anlatı,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık, c.3, der. Tanıl Bora, Murat Gültekingil (İstanbul: İletişim, 2004), ss.19-21. 2 Ahmet Çiğdem, “Batılılaşma, Modernite ve Modernizasyon: “Türk Batılılaşması”nı Açıklayıcı Bir Kavram: Türk Başkalığı,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık, c.3, der. Tanıl Bora, Murat Gültekingil (İstanbul: İletişim, 2004), s.68. 3 a.g.m, s.69. 2 yapıların yenileriyle yer değiştirmesini ifade eden dönüşüm, “Batı Avrupa’nın toplumsal ve fikirsel bileşimini erişilmesi gereken bir hedef” 4 konumuna getiren modernleşme sürecinin bir ürünü olarak ortaya çıkar. Bununla bağlantılı olarak Osmanlı-Türk modernleşmesi, modernite ile kurulan ilişki düzeyinde “gecikmişlik” kavramı üzerinden tanımlanabilir. Gecikmişlik, modernite projesinin dünyanın belli bir noktasını merkeze, diğer noktalarını ise çevreye dönüştürmesi sonucunda, çevrenin merkeze eklemlenme çabalarını tarif etmekte işlevsel olan bir kavramdır: “Batılılaşma, bu halde zaten, bir “telafi edici” ideoloji ve “tarihsel gecikmişliğin” giderilmesinin bir aracısı olarak kendini kurmuştur.” 5 Dolayısıyla modernleşme sürecinin temelinde, Batı karşısında tarihsel bir gecikme tespiti ve tarihsel gecikmenin açığa çıkardığı “eksiklik” ile bunu telafi etme girişimleri bulunur. Bu noktada Gregory Jusdanis’in Yunan toplumunun modernleşme deneyimi üzerine söyledikleri Osmanlı örneği açısından da açıklayıcıdır. Jusdanis için moderniteye gecikmiş çevre ülkeler, “Batılı asılları ile yerel gerçeklikler arasındaki uyuşmazlığı yapısal bir yetersizlik olarak içselleştirirler. Modernliğin yokluğu bir kusur olarak görülür. Sonuçta, Batı’yı yakalama yönünde harcanan “eksik” çabaların akabinde yeni modernleşme aşamasına geçme çağrıları yapılır.” 6 Buna göre, Yunan toplumu açısından olduğu kadar, benzer bir tarihsel deneyimden geçen Osmanlı toplumu için de yakalanması gereken bir Batı vardır. Modernite ile temsil edilen Batı’nın kendi dışına yaydığı geç kalmışlık duygusu, bu toplumları bir an önce harekete geçme telaşına düşürür. 4 Şerif Mardin, “Batıcılık,” Türk Modernleşmesi: Makaleler 4 (İstanbul: İletişim, 1991), s.11. 5 Çiğdem, s.68. 6 Gregory Jusdanis, Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür: Milli Edebiyatın İcat Edilişi, çev. Tuncay Birkan (İstanbul: Metis Yayınları, 1998), ss.11-12. 3 Jusdanis için burada bir sorun alanı ortaya çıkar: “Geleneksel yapılar modernleşmeye kolayca teslim olmaz, yeni kurumlarla bir arada yaşarlar”, bu yüzden de gecikmiş toplumlar “geleneksel ve modern yapılar arasında bir huzursuzluk nöbeti yaşarlar.” 7 Modern olanın yayılma istenci ile geleneksel olanın direnişi arasında doğan gerilim, ya da Jusdanis’in deyimiyle “huzursuzluk”, Osmanlı modernleşmesinin ayırt edici özelliklerindendir. Bu gerilim, Osmanlı ölçeğinde batılılaşmanın “sorunlu ve çatışmalı” 8 gerçekleşmesine yol açarken modernleşme sürecinde oluşan toplumsal kurumların da ikilikler, gelgitler ve karşıtlıklarla yüklü olmasına neden olur. Jusdanis tarafından “huzursuzluk” biçiminde kavramsallaştırılan bu çatışma hali, edebiyat eleştirisi zemininde belirginleşir ve bu zemini yeni bir imkâna dönüştürür. Jusdanis’e göre Yunan toplumu modernlikle ilk karşılaştığında “DoğuBatı, geleneksel-modern, arı dilci-halkçı, klasik-çağdaş, etniklik-devlet” gibi bir dizi ideolojik karşıtlığın yarattığı akıntıya kapılmış ve bu akıntıdan “sadece hayali bir biçimde de olsa” çıkabilmek için “bir başka modern yapı olan özerk estetik ithal edilmiştir.” 9 Dolayısıyla modernite projesi tarafından dönüştürülmeye başlayan Yunan toplumunda yeni bir estetik yapı oluşturulur ve bu yapıda ideolojik karşıtlıkları çözümlemenin, modernliğin yol açtığı huzursuzluğu dindirmenin yolları aranır. Jusdanis için Yunanistan’da milli edebiyatın yaratılmasıyla sonuçlanan bu süreçte edebiyat eleştirisi önemli bir konuma gelir. Eleştiri etkinliğine katılan özneler ürettikleri metinlerle ideolojik karşıtlık alanına girerken, eleştiri de yeni bir estetiğin 7 a.g.e, s.14. 8 Çiğdem, s.69. 9 Jusdanis, s.12. 4 kuruluşunu hazırlayan modernite ile “siyasal ve kültürel bütünleşme projesinin bir uzantısı” olur. 10 Bu bakımdan edebiyat eleştirisi, Yunan modernleşmesi örneğinde, edebiyatı yeniden düzenleyen bir imkân alanıdır: Edebiyatın, kendisini çevreleyen ideolojik karşıtlık alanında nasıl şekilleneceği sorusu eleştiri zemininde tartışılır ve yanıtlanmaya çalışılır. Edebiyat eleştirisi, Yunan toplumuyla gecikmiş modernleşme deneyimini paylaşan Osmanlı toplumu için de benzer bir sürecin ürünüdür. “Eleştiri” teriminin İngilizcedeki “criticism” sözcüğüne karşılık geldiğini belirten ve bu sözcüğün kökeninde “bunalım veya buhran anlamına gelen crisis sözcüğü”, yan anlamları arasında ise “tehlike ânı ve dönüm noktası gibi düşünceler” olduğunu savunan Orhan Koçak, eleştiri ile kriz kavramları arasında etimolojik bir bağ kurar. 11 Edebiyat eleştirisinin bunalım ya da buhran dönemlerinde belirginlik kazanan bir pratik olduğu, edebiyat başta olmak üzere toplumsal yapıların “kritik” dönemeçlerden geçtiği anlarda etki gücünü arttırdığı görüşünden hareketle, eleştirinin Osmanlı toplumunda ortaya çıkışını şöyle açıklar: Bugün eleştiri dediğimiz şey bizde Tanzimat’tan sonra başladı, benim model kayması adını verdiğim bir zorunlu sürüklenişin parçası olarak… Başka türlü olma, başka türlü konuşma ve yazma, başkaları gibi olma isteğinin araçlarından biriydi eleştiri. Bu anlamda, Namık Kemal’in roman ve oyunlarını, Şinasi’nin şiirlerini, hatta Ahmet Mithat ve karşı uçta Halit Ziya’nın romanlarını da eleştiri kavramı içinde düşünmek mümkün. 12 Buna göre Koçak’ın model kayması olarak tanımladığı Batılılaşma, başka bir ifadeyle çatışmalı, inişli çıkışlı ve gelgitli bir yapıya sahip olan modernleşme süreci Osmanlı’da eleştiriyi ortaya çıkaran, şekillendiren, saiklerini belirleyen, hedefine 10 a.g.e, s.197. 11 Orhan Koçak ve Semih Sökmen, “Söyleşi: Türkçe’de Eleştiri: Bir Tarihselleştirme Denemesi,” Defter, sayı 31 (Sonbahar 1997), s.88. 12 a.g. 5 yönelten ve harekete geçiren temel etkendir. “Başkaları gibi olma” şeklinde tanımlanan bu süreçte Osmanlı yazarı, Batılı edebiyat modeliyle karşılaşır. Bu karşılaşma sonucunda yeni bir edebiyat dizgesi oluşturma (“başka türlü konuşma ve yazma”) girişiminde bulunur. Bu bağlamda eleştiri, edebiyat üzerine düşünmenin zeminidir: Yeni bir ifade imkânı olarak edebiyat, eleştiri etkinliği üzerinden tartışılır. Batılı modele nasıl ulaşılacağı sorusu eleştirinin sağladığı olanaklarla yanıtlanmaya çalışılır. Böylece eleştiri, yeni edebiyatın kuruluşunda rol oynayan araçların başında gelir. Bu noktaya vurgu yapan Fatih Altuğ, “bir söylem olarak modern edebiyatın Osmanlı edebiyat kamusunda yenilik izleği etrafında kurulduğu[nu]” belirtir ve burada edebiyat eleştirisinin nasıl bir işlev üstlendiğini şöyle açıklar: Bir söylemin kurulmasından söz ettiğimizde, burada doğal bir geçişin olmadığını söylemsel oluşumun tarihsel, kültürel, toplumsal, edebî, iktisadî vecheleri de olan bir mücadelenin sonucunda zuhur ettiğini de ima etmiş oluruz. Yeni bir söylem boş bir alana gelmez, başka bir söylemin alanına girer ve çeşitli taktiklerle bu alanı dönüştürmeye çalışır. Edebiyat eleştirisi bu taktiklerin önde gelenlerindendir. 13 Buna göre, modernleşmenin ürünü olan “yeni” edebiyat söylemi “eski”sinin alanına dâhil olur ve onu çeşitli araçlarla dönüştürmeye çabalar. Yeni edebiyat söyleminin yerleşik söylem içinde kendine bir varlık alanı kurmaya çalıştığı sırada eleştiri, bir “taktik” olarak ortaya çıkar. Eleştiri burada bir “mücadele” ekseninde iş görür: Yeni edebiyatın kuruluş sürecinde farklı ve birbirine karşıt konumlar alan öznelerin tartışmalarını aktaran, eski ile yeni, geleneksel ile modern, Osmanlı ile Avrupa, Doğu ile Batı, orijinal ile taklit arasındaki mesafeyi ölçen bir değerlendirme pratiği olur. Altuğ’un da belirttiği gibi bu durum, eleştirinin gazete ve dergilerin polemik 13 Fatih Altuğ, “Modern Türk Edebiyatı ve Eleştirisinin Oluşumunda Edebiyat Tartışmalarının İşlevi,” Teori ve Eleştiri, der. Hüseyin Su (Ankara: Hece Yayınları, 2004), s.179. 6 sayfalarında kurumsallaşmasına ve meşrulaşmasına zemin hazırlar. 14 Bu bakımdan eleştiri, gecikmiş modernleşmenin açığa çıkardığı karşıtlıkların bir edebiyat mücadelesine döküldüğü, mücadelenin ise dergi ve gazetelerdeki tartışmalar üzerinden yürütüldüğü sürece yön vermenin bir aracıdır. Yeni edebiyatın oluşum koşulları tam da burada, eleştiri zemininde aranır. Eleştirinin edebiyatı şekillendirme işlevi, Yunan ve Osmanlı gibi gecikmiş toplumların dışında, İngiltere gibi merkez ülkelerde de görülür. “İngiliz edebiyatı” söyleminin kuruluş koşullarını inceleyen Terry Eagleton, on dokuzuncu yüzyıl İngilteresindeki toplumsal kriz ortamını bu söylemin bir öncülü sayar. Eagleton’a göre İngiliz toplumunun bütünlüğü, bütünleştirici bir “harç” işlevi gören dinin bu dönemde etki ve ikna gücünü kaybetmesiyle zedelenir. Bu durum ideolojik bir sarsıntıya yol açar: Toplumsal farklılıkları silikleştiren, toplumun homojen bir bütün olduğu yanılsamasını yaratan ideolojik unsur, yani din, artık görevini yerine getirmez. Dolayısıyla yeni bir ideolojik unsurun devreye girmesi beklenir. Dinin geride bıraktığı ideolojik yükü üstlenen ise edebiyat olur. “İngiliz edebiyatı” söylemi, kendini başta akademi olmak üzere çeşitli alanlarda kurumsallaştırarak yeni bir bütünleştirici ideolojiye dönüşür. 15 İngiliz edebiyatının ondokuzuncu yüzyıldaki kurumsallaşma sürecini inceleyen diğer bir araştırmacı olan Peter Widdowson ise, bu sürecin eleştiri pratiğinden ayrı düşünülemeyeceğini savunur. Widdowson’a göre bu kurumsallaşan, “eşsizlik” (“söylenmiş en güzel şey”) ve “kalıcılık” (“tek bir döneme değil tüm zamanlara ait”) gibi niteliklerle estetize edilen metinler büyük harfle “Edebiyat” 14 a.g. 15 Terry Eagleton, Edebiyat Kuramı: Giriş, çev. Tuncay Birkan (İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004), ss.40-42. 7 başlığı altında toplanır. 16 “Edebiyat” ise kendini ancak eleştiri aracılığıyla var etmiştir: Eleştiri “Edebiyat” alanına girecek metinleri gözden geçirir, seçer, değerlendirir ve onlara nitelik verir. Böylece edebiyatı kendi suretinde yeniden yaratır. Bu dönemde “İngiliz edebiyatı” başlığı altında dolaşımda olan metinler, eleştiri sürecinin birer ürünü olmuş, eleştiri tarafından belirlenip tescillenerek bu başlığın altında yerlerini almıştır. 17 Dolayısıyla, eleştirinin edebiyat alanını biçimlendirme iradesi, on dokuzuncu yüzyılda İngiliz edebiyatını yeni bir ideolojik kurum olarak ortaya çıkartmıştır. Buraya kadar ele alınan Yunan, Osmanlı-Türk ve İngiliz örnekleri, eleştirinin edebiyatın kritik dönemeçlerden geçtiği dönemlerde ona şekil verme işlevini üstlendiğini gösterir. Eleştiri, edebiyatı tartışmanın, hatlarını ve izleyeceği yolu yeniden çizmenin zemini olur. Eleştiri, edebiyatın geçmişini ve geleceğini, öncesini ve sonrasını tartışır. Modern Türk edebiyatı özelinde belirgin bir biçimde görüldüğü gibi, geç kalmış modernleşmenin açığa çıkardığı geleneksel-modern ve eski-yeni gibi karşıtlıkların edebiyatta buldukları karşılıkları çözümlemeye çalışır. Bu bağlamda eleştiri ortaya çıkış anından itibaren kendine, modern Türk edebiyatının kurucu öğesi olarak varlık alanı bulur. Edebiyat Araştırmalarının Kıyısında Kalan Eleştirmen: Ahmed Şuayb Modern Türk edebiyatı, karşıtlıklarla yüklü bir edebiyat ortamına yön vermeye çalışan farklı eleştirel tavırlar tarafından şekillendirilir. Eleştiri alanına dâhil olan özneler, ortaya koydukları pratikle “yeni” edebiyat çerçevesini tartışırken, onun 16 Peter Widdowson, Literature (Newyork: Routledge, 1999), s.4. 17 a.g.e, s.37. 8 kuruluş sürecine de katkı sağlarlar. “Modern Türk edebiyatı” söylemi, bu katkılardan bazılarını öne çıkartırken bazılarını da geriye itmiş, kimilerinin altını kalın çizgilerle çizerken kimilerini de silikleştirmiştir. Bu bağlamda, bir eleştirmenin “unutulmuş” olduğu söylendiğinde, onun geriye itilenlerden ya da silikleştirilenlerden olduğu, edebiyat araştırmalarının “kıyı”sında kaldığı düşünülür. Bu çalışmaya konu olan Ahmed Şuayb da “kıyıda kalanlar” kategorisini oluşturan isimlerden biridir. Dolayısıyla, Ahmed Şuayb’ın “eksik” anlatılan yazı hayatına, “eksik” listelenen eserlerine, hakkında kaleme alınan “eksik” çalışmalara göz atmak, eleştirmen üzerine ilerleyen bölümlerde yapılacak değerlendirmeler için gerekli görünmektedir. Ahmed Şuayb’ın Yazı Hayatı ve Eserleri Ahmed Şuayb (1876-1910) yazı hayatına, başka bir ifadeyle yazarlık etkinliğine Mektep dergisiyle başlar. Dergi önceleri Babıâli’nin ünlü yayıncısı Karabet tarafından çıkartılırken sonrasında, aralarında Ahmed Şuayb’ın da olduğu bir grup genç tarafından devralınır. El değiştirdikten sonra genç yazarlar için bir çekim merkezi halini alan dergi, daha sonra Servet-i Fünûn’da bir arada çalışacak kadronun bir bölümünü bünyesinde bir araya getirir. 18 Ahmed Şuayb Mektep deneyiminin ardından 1899 yılında Servet-i Fünûn çevresine katılır. 19 Dergide edebiyat eleştirisinin yanı sıra hukuk, tarih, iktisat, sosyoloji ve felsefe gibi konularda da yazılar yazar. Ahmed Şuayb tarafından 18991901 yılları arasında Servet-i Fünûn dergisinde kaleme alınan bu yazılar, derginin 18 Hüseyin Cahit Yalçın, Edebiyat Anıları, haz. Rauf Mutluay (İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2002), ss.69-75. 19 Ahmed İhsan Tokgöz, “Ek,” Matbuat Hatıralarım, haz. Alpay Kabacalı (İstanbul: İletişim Yayınları, 1993), s.255. 9 “Hayât ve Kitâblar”, “Esmâr-ı Matbuât”, “Ulûm-ı Siyâsiyye ve İçtimâiyye”, “Musâhabe-i Edebiyye” olmak üzere dört ayrı sütununda yayınlanır. Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisi etkinliğini okumak bakımından önemli bir malzeme sunan bu yazılar arasından özellikle, “Hayât ve Kitâblar” ve “Musâhabe-i Edebiyye” başlığı altında yayınlananlar öne çıkar. “Hayât ve Kitâblar”, yirmi incelemeyi kapsayan bir yazı dizisi olarak kurgulanır. Ahmed Şuayb burada Batılı edebiyatçı, eleştirmen ve tarihçileri ayrı başlıklar halinde ele alır ve inceler. Dolayısıyla bir “corpus” (metinler toplamı) olarak “Hayât ve Kitâblar”, Ahmed Şuayb’ın Batı’yı nasıl okuduğunu gösterir. “Musâhabe-i Edebiyye” başlığıyla yayınlanan iki makale ise, Edebiyât-ı Cedîde’ye odaklanır ve eleştirmenin içinde bulunduğu edebiyat ortamına nasıl baktığını gösterir. Bunların yanı sıra “Esmâr-ı Matbuât” üst başlıklı yazılar da Ahmed Şuayb’ın eleştiri anlayışı hakkında fikir verir. Ahmed Şuayb Servet-i Fünûn ile aynı dönemde, “başlamadan biten” bir dergi projesine daha katılır. Servet-i Fünûn çevresinde bir araya gelen Ahmed Şuayb, Hüseyin Cahid, Mehmed Rauf ve Mehmed Cavid tarafından “Avrupa dergileri ayarında hem edebiyatla ilgili hem bilimsel, ağırbaşlı bir dergi” 20 olarak tasarlanan Yeni Mecmua, verilen bir jurnal üzerine sansüre uğrar ve daha ilk sayısı bile çıkmadan kapatılır. Yarıda kalan bu girişim, Ahmed Şuayb’ın edebiyat kadar sosyal bilimlere de ağırlık veren bir yayın projesi içinde bulunma isteğini tercüme eder. Ahmed Şuayb II. Meşrutiyet’i izleyen yıllarda, büyük oranda sosyal bilimlere yoğunlaşan bir yayınla adını duyurur. Ahmed Şuayb, Mehmed Cavid ve Rıza Tevfik ile beraber çıkardıkları Ulûm-u İktisâdiyye ve İçtimâiyye dergisinde kaleme aldığı yazılarda sosyoloji, tarih ve iktisat gibi alanlara ağırlık verir. 21 20 Yalçın, s.88. 21 Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Yıldız Davud Akpolat, “Ulum-u İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuasında Ahmed Şuayıb’ın Sosyoloji Görüşü” (Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1994). 10 Ahmed Şuayb’ın kitap olarak basılan ilk eseri Hayât ve Kitâblar’dır. Kitaba, Servet-i Fünûn dergisinde aynı adla yayınlanan dizi kaynaklık etmiştir. Ancak, yazı dizisi yirmi incelemeyi kapsarken kitap bunlardan yedi tanesine yer verir. Bunlar, “Taine ve Âsârı”, “Gabriel Monod”, “Ernest Lavisse ve Büyük Frederic”, “Gustave Flaubert”, “Niebuhr”, “Ranke” ve “Mommsen” başlıklı incelemelerdir. Hayât ve Kitâblar ilk olarak 1901’de (1317) Edebiyât-ı Cedîde Kütüphanesi dizisinden çıkar. İkinci baskı ise yazarın ölümünün ardından 1913’de (1329) yapılır. Ahmed Şuayb’ın ayrıca iki hukuk kitabı vardır: Hukuk-u İdare (1911/1327) ve Hukuk-u Umumiye-i Düvel (1912/1328). Eleştirmen Ahmed Şuayb’ı Ele Alan Akademik Çalışmalar Modern Türk edebiyat ve düşünce tarihi açısından Mektep, Servet-i Fünûn, Ulûm-u İktisâdiyye ve İçtimâiyye dergilerinde kaleme aldığı yazılarla önem kazanan Ahmed Şuayb, edebiyat eleştirisi bağlamında 1990 sonrasında iki farklı akademik çalışmanın inceleme konusu olmuştur. Bu çalışmaların yaptıklarına ve yapamadıklarına bakmak, kendi çalışmamın ne tür bir ihtiyaca karşılık vermeye çalıştığını göstermek bakımından gereklidir. Sözü edilen çalışmalardan ilki, Sennur Karanlık tarafından yapılan “Hayat ve Kitaplar: Ahmed Şuayb” başlıklı yüksek lisans tezidir. 22 Bu çalışmada, Hayât ve Kitâblar’ın eski yazıdan yeni yazıya aktarılması öngörülür, bu bakımdan çalışmanın gövde kısmı Hayât ve Kitâblar’ın yeni yazıya çevrilmiş halinden oluşur. Sennur Karanlık, Ahmed Şuayb’ın ölümünün ardından ona ithafen çıkartılan 9 Kânûn-ı 22 Sennur Karanlık, “Hayat ve Kitaplar: Ahmed Şuayb” (Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1992). 11 Evvel 1326 (22 Aralık 1910) tarihli Servet-i Fünûn özel sayısında yer alan kimi yazıları da yeni yazıya aktarır ve bunlara çalışmasının girişinde yer verir. Ancak tüm bu malzeme üzerine ek bir yorum ya da değerlendirmeye gitmez. Dolayısıyla bu çalışma, Hayât ve Kitâblar ile Ahmed Şuayb üzerine yazılanları yeni yazıya kazandırmak açısından anlamlı, fakat bu malzemeyi değerlendirmeden bıraktığı için eksiktir. Ahmed Şuayb’ın kitabına ulaşmanın önünü kesen dil engelini ortadan kaldırsa da, okuru bu eser karşısında kılavuzsuz, eseri ise okurun gözünde bağlamsız bırakır. Ahmed Şuayb’ı eleştiri bağlamında ele alan ikinci çalışma ise, Ruhi İnan tarafından yapılan Ahmed Şuayb’ın Tenkidçiliği başlıklı yüksek lisans tezidir. 23 İnan, Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisi anlayışını açıklamayı amaçlar, bunun için eleştirmenin Servet-i Fünûn dergisinde kaleme aldığı yazılardan yola çıkar. İnan’ın burada kullandığı yöntem, belli başlıklar ve isimler üzerinden giderek Ahmed Şuayb’ın o konuda neler söylediğini aktarmaktır. İnan Ahmed Şuayb’ın yazıları arasında ilgili yeri bulur ve günümüz Türkçesine çevirerek aktarır. Dolayısıyla ortaya çıkan metin, Ahmed Şuayb’ın metinlerinin sadeleştirilmiş ve özetlenmiş hali gibi durmaktadır. Ahmed Şuayb’ın neyi hangi koşulda ve niçin söylemiş olduğu çoğu zaman belirsizdir. Bu sorun, Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisini anlamayı zorunlu kılan “genel” ya da “büyük” edebiyat çerçevesinin verilmeyişinden, bu çerçeveye gönderme yapılmayışından, Ahmed Şuayb’ın eleştirel tutumunun “kendi” bağlamına oturtulmayışından ileri gelir. İnan’ın çalışması, kendine konu edindiği eleştirmen Ahmed Şuayb’ı modern Türk edebiyatının şekillenmesinde kuruculuk işlevi gören eleştiri etkinliğinden ve bu etkinliğin öznelerinden ayırdığı, Servet-i Fünûn 23 Ruhi İnan, “Ahmed Şuayb’ın Tenkidçiliği” (Yüksek Lisans Tezi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, 1998). 12 döneminde edebiyat eleştirisini olanaklı ya da zorunlu kılan koşullardan kopardığı için eksik kalır. Bu bölümde ele alınan iki çalışma, Ahmed Şuayb’ın eleştiri etkinliğini tartışan çalışmaların henüz yeterli doygunluğa ulaşmadığını, bu konuda söylenebilecek daha çok şey olduğunu, eleştirmeni değerlendirmek için daha farklı bir çerçeveye ihtiyaç duyulduğunu gösterir. Burada “farklı bir çerçeve” tanımıyla ifade edilen, her iki çalışmada da eksik bırakılan genel, kapsayıcı, içerici, sarmalayıcı ve açıklayıcı bağlamdır. Diğer bir deyişle Ahmed Şuayb’ın eleştiri etkinliğini, eleştirinin modern Türk edebiyatı bağlamındaki hareketinden ayrı düşünmek, Serveti Fünûn dönemini hazırlayan ve biçimlendiren koşullardan ayrı ele almak eksilticidir. Eleştirmenin tepki, beklenti, talep, tasarı ve kurgularını görmeyi engeller. Bu noktadan hareketle çalışmamda Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisini kendi koşulları içinde değerlendirecek, eleştiri anlayışının hangi zeminde nasıl şekillendiğini gösterecek, ne tür yöntemsel araçlara ve edebiyat tasarılarına sahip olduğunu açıklayacağım. Dolayısıyla Ahmed Şuayb’ın eleştiri anlayışını açıklamadan önce onu içine alan bağlamdan söz etmem gerekir. 13 İKİNCİ BÖLÜM AHMED ŞUAYB’IN EDEBİYAT ELEŞTİRİSİNİN KOŞULLARI Ahmed Şuayb’ın Servet-i Fünûn dergisinde kaleme aldığı yazılarda cisimleşen edebiyat eleştirisi anlayışı el değmemiş bir alanda biçimlenmez, kendinden önceki eleştiri pratikleri tarafından döşenmiş alana dâhil olur ve onunla etkileşim halinde kurulur. Dolayısıyla Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisi, “on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında modern Türk edebiyatında eleştiri” büyük başlığı altında, bu başlığı kuran ve onun altını dolduran diğer eleştiri pratikleriyle bir arada düşünülmelidir. Bu bir arada olma durumu kendi özgül koşullarına sahiptir. Osmanlı-Türk edebiyatı modernleşme sürecinde çeşitli uğraklardan geçerken, on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında “Tanzimat” ve “Servet-i Fünûn” biçiminde adlandırılan iki ana edebiyat odağı bir biri sıra ortaya çıkar. Bu iki odak arasında bir kopuşdevamlılık ilişkisinden ve bu ilişkinin doğurduğu gerilimden söz edilebilir: İki farklı kuşaktan olan Tanzimat ve Servet-i Fünûn yazarları, modernleşme sürecinde yeni edebiyata nasıl şekil verileceği noktasında birbirinden farklılaşan tasarılara sahiptirler. Bu görüş ayrılığı en açık ifadesini edebiyat eleştirisi zemininde bulur. Dolayısıyla, eleştirinin Tanzimat’tan Servet-i Fünûn’a kadarki seyrine bakmak, bu iki odağın ve yazar kuşağının kopuş-süreklilik ilişkisini görünür kılacak, Ahmed Şuayb’ın eleştiri pratiğinin nasıl bir alanda kurulduğunu görmeyi sağlayacaktır. 14 Tanzimat Edebiyatında Eleştiri Gecikmişliğiyle tanımlanan Osmanlı modernleşmesi, toplumsal yapıda yeni bir düzenlemeye giderken kendi kurum ve kadrolarını oluşturur. 1826-1856 arasında yapılan reformlar sonucunda idari yönetim mekanizması yapısal bir dönüşüm geçirir. Bu dönemde “sivil bürokrasi, devletin temel kurumu haline gelmiş ve bürokrasi safları içinde yeni entelijensiyanın mensupları boy göstermişti[r].” 24 Yeni entelijensiya, modernleşme fikrinin taşıyıcısı konumuna gelirken, yeni kurumların oluşumunda da etkin rol oynar. Bugün “yeni” ya da “modern” biçiminde tanımlanan Osmanlı-Türk edebiyatını kuran da bu entelijensiyadır. Zeynep Uysal’ın da ileri sürdüğü gibi,“[e]ski şairlerin yerine, artık siyasetçiler, yeni okullarda yetişen, yönetici sınıfı oluşturan Avrupa’ya aşina bürokratlar, kalemiye mensupları edebiyatçı kimliğine bürünürler.” 25 Bu bakımdan modern Türk edebiyatı, gelenek ile modernin gerilimli bir biçimde karşılaştığı bir dönemde yetişen modernleşmeci kadrolar tarafından biçimlendirilir. Modernleşme sürecinde yerleşik edebî yapı, diğer toplumsal kurumlar gibi bir model değişimine uğrar. Arap-Fars modeli, Batılı model ile yer değiştirir. Bu model değişimi, karar süreçlerini de beraberinde getirir: Edebiyatın ne ve nasıl olacağının kararı verilmelidir. “Devr-i cedid-i edebî”, “Edebiyat-ı cedide”, “Şinasi mekteb-i edebî”, “Avrupa mekteb-i edeb-i Osmanisi”, “Teceddüt devri” 26 gibi isimlerle tanımlanan bu dönemin günümüzde “Tanzimat edebiyatı” biçiminde adlandırılması 24 Ahmet Ö. Evin, Türk Romanının Kökenleri ve Gelişimi, çev. Osman Akınhay (İstanbul: Agora Kitaplığı, 2004), ss.2-3. 25 Zeynep Uysal-Elkatip, ““Modernleşen” Türk Edebiyatına Bir Bakış,” Toplum ve Bilim, sayı 81 (Yaz 1999), s.131. 26 M. Orhan Okay, “Tanzimatçılar: Yenileşmenin Öncüleri (1860-1896),” Türk Edebiyatı Tarihi, c.3, der. Talât Sait Halman (İstanbul: T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2006), s.55. 15 bu açıdan dikkat çekicidir: Bu ad yalnızca Tanzimat fermanına gönderme yapmaz. Fatih Altuğ’un öne sürdüğü gibi iç düzenin, ansızın gelen bir darbeyle kaybedildiği bir “duruma tekrar düzen vermeyi, karmaşayı tanzim etmeyi amaçladığı için de bu edebiyat, tanzimat edebiyatıdır.” 27 Dolayısıyla modern Türk edebiyatının ilk kuşağı, model değişikliği sonucu yerinden olan edebî yapıya yeni model doğrultusunda tekrar düzen vermekle, bunalımı gidermekle yüz yüze kalmışlardır. Bu bakımdan Tanzimat edebiyatı her şeyden önce, “yeniden düzenlenmiş” bir edebiyattır. Bu düzenlemenin zemini ise eleştiri etkinliğidir. Tanzimat edebiyatçıları “kendilerine “yeni” ya da “modern” nitelemesini yakıştıracak eleştirel bir söylem geliştirirler.” 28 Bu eleştirel söylem, aynı zamanda Yeni Osmanlılar 29 topluluğunun üyesi ya da destekçisi olan ilk kuşak yazarlardan Şinasi, Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın edebiyata bakışlarını biçimlendirir. Şinasi, Batılı modelin yerleşik edebiyat dizgesine aktarımında ilk örnekleri verir; Ziya Paşa, “Şiir ve İnşa” başlıklı makalesinde geleneksel edebiyat modelini tartışmaya açar; Namık Kemal, roman, şiir ve tiyatro gibi yazınsal metinlerinde, yeni edebiyat modelinin gelenek ile modern arasında hangi noktada kurulacağını örneklerken makalelerinde de eski ve yeni modeli tartışır. Üç yazar da, geleneksel ile modern arasında “yeni” bir edebiyat kurmak ister. Yeninin tanımı yazardan yazara göre değişse de, Namık Kemal için yapılan değerlendirme, ilk kuşağın diğer yazarları için de geçerli olabilir: İlk kuşak açısından, “eksikliklerle dolu bir edebiyatın içinden 27 Fatih Altuğ, “Namık Kemal’in Edebiyat Eleştirisinde Modernlik ve Öznellik” (Doktora Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2007), s.72. 28 Uysal-Elkatip, s.131. 29 Yeni Osmanlıların amacı, Tanzimat’ın siyasi kadrolarına ve devlet yönetime yönelttikleri eleştirilerle modernleşme sürecini yönlendirmektir. Bu konuda daha ayrıntılı bilgi için bkz. Şerif Mardin, “Yeni Osmanlı Düşüncesi,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, c.1, der. Tanıl Bora, Murat Gültekingil (İstanbul: İletişim, 2004). 16 başka bir edebiyatın/Batı edebiyatının yol gösterici ışığında bize özgü bir edebiyat kurmak, eleştirinin çetin sorumluluğu olarak belirlenmiştir.” 30 Buna göre Tanzimat döneminde eleştiri pratiğinin en temel işlevi, Batılı model karşısında eksikliğiyle tanımlanan yerleşik edebiyat dizgesini, geçerliliğini yitiren unsurlardan arındırmak ve yenileriyle takviye etmektir. Modern Türk edebiyatının bu ilk kuşağı, geleneğin direnişi ile modernitenin iradesi arasında doğan gerilimlerden etkilenmiştir. Batı karşısında “sempatik bir merak ile savunmacı bir uyanıklık karışımı duygularla hareket ed[er].” 31 Bir çekim merkezi haline gelen Batı, aynı zamanda mesafe almayı gerektirir, çünkü birçok yönden yabancı ve tekinsizdir. Bu bakımdan Batı’ya yönelişin belli sınırları vardır. Jale Parla’ya göre burada, “egemen bir İslâm kültürünün şemsiyesi altında sınırları son derece kesin ve kısıtlı bir Batı’ya yönelişin mantığı[ndan]” 32 söz edilebilir. Yerleşik İslâm kültürü yönelişin sınırlarını belirlerken, modernleşme süreci de gelenek tarafından denetlenir. Bu bağlamda ilk kuşak yazarlar, modernite öncesinin sağladığı referansları tamamen bir kenara bırakmamıştır. Namık Kemal’in, günümüzde kullanıldığı biçimiyle dolaşıma soktuğu “edebiyat” kelimesi üzerine söyledikleri dikkat çekicidir: “Nasıl ki ‘edebiyat’, kelime anlamıyla ‘adap’tan [görgü, ahlâk] türetildiyse, benzer bir şekilde, adabın yayıldığı manevi [estetik] kaynağın da edebiyat olduğu söylenebilir.” 33 Edebiyat ile ahlak arasında kurulan etimolojik bağ, bu kuşağın algısını yansıtır: Yeni metinler toplamı olarak edebiyat, modernleşmenin yerinden ettiği toplumsal yapıyı düzenleyici, toplumu terbiye edici bir işlev yüklenir. 30 Fatih Altuğ, “İktidar ve Acz Olarak Namık Kemal Eleştirisi,” Varlık, sayı 1183 (Mart 2006), s.70. 31 Evin, s.4. 32 Jale Parla, Babalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri (İstanbul: İletişim Yayınları, 2002), ss.12-13. 33 Evin, s.5. 17 Bu bakımdan ilk kuşak Tanzimat yazarları açısından edebiyat, “yeniden düzenleme”yi öngören bir yapıdır. Tanzimat’ın ilk kuşak yazarlarının elinde modernleşme sürecine yön verecek bir edebiyat yaratmanın aracı olan eleştiri zamanla yeni yönelimler kazanır. Buna bağlı olarak Tanzimat’tan Servet-i Fünûn’a geçiş süreci, eleştiri etkinliği üzerinden iki noktaya odaklanarak açıklanabilir: Şiirde eski-yeni tartışmaları ile edebiyatta romantizm-realizm tartışmaları. Tanzimat’tan Servet-i Fünûn’a Devreden Miras Recaizâde Ekrem ve Şiir Tartışmaları Tanzimat’ın ikinci kuşak yazarlarından kabul edilen 34 Recaizâde Ekrem’in, eski edebiyat modelinin sorunsallaştırıldığı, yeni model arayışlarının yapıldığı bir dönemde kaleme aldığı Ta’lîm-i Edebiyat, yeni model önerisinin ilkelerini belirlemeyi amaçlar. Eser, Recaizâde Ekrem’in Mekteb-i Mülkiye’de verdiği derslerin bir araya getirilip kitap olarak basılmasıyla oluşturulur. Yazar önsözde, “edebiyatın tarifinin Arap edebiyatını temel alarak yapılmasını eleştirerek edebiyatımızın batıya yöneldiğini, dolayısıyla tariflerin de buna göre olması gerektiğini söyler.” 35 Yerleşik edebiyat dizgesinin ilke ve ölçütlerini belirleyen Arap belagat teorisi ile Batı retoriğini buluşturarak kuramsal açıdan yeni bir düzenlemeye gitmek ister, çünkü “[y]eni edebiyatı değerlendirmek için eski belagat teorisi işe 34 Okay, “Tanzimatçılar,” s.58. 35 Olcay Akyıldız, “Kuramdan Romana Recaizade Mahmut Ekrem: Doğu-Batı ve RomantizmRealizm Eksenlerinde Talim-i Edebiyat ve Araba Sevdası” (Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 1996), s.34. 18 yaramamaktadır.” 36 Böylece edebiyatın ilkeleri ve eleştirel araçları Batılı modelden hareketle yeniden belirlenmeye çalışılır. Ta’lîm-i Edebiyat edebiyatın yerleşik ilke ve ölçütlerinin yerine yenilerini önerir. Bu bağlamda anlam ile söz arasındaki farkı merkeze alır: “Güzel yazmak iyi düşünmek, iyi hissetmek, iyi ifade etmekten ibarettir” fikri etrafında şekillenen bir edebiyat anlayışının savunusunu yapar, buna “hakikate ve tabiata uygunluk ilkesi eşlik eder.” 37 Burada anlamın (mana, fikir, his) sözün (lafız, şekil) önüne geçtiği görülür. Recaizâde manayı lafza yeğ tutarken Tanzimat’ın ilk dönem yazarlarının ana eğilimini sürdürür. Bu eğilimin bir ölçüt olarak bir ders kitabında yer alması ise yenidir. Yeni ilke ve ölçütler Ta’lîm-i Edebiyat aracılığıyla edebiyat eğitiminin bir parçası haline dönüştürülmeye çalışılır. 38 Ta’lîm-i Edebiyat, “Tanzimat edebiyatında eski-yeni çatışmalarının başlangıcı” 39 gibi görülebilecek tartışmaları beraberinde getirir. Tartışmada ana gerilim, Elhâc İbrahim Efendi gibi eski edebiyat taraftarlarının modeli koruma, Recaizâde Ekrem gibi yeni edebiyat taraftarlarının ise modeli değiştirme isteklerinden doğar. Arap-Fars dil ve edebiyat modelinin korunup korunamayacağı esas tartışma başlığıdır. Yeni edebiyat modelinin bir ders kitabında yer alması ve yeni kuşaklara sunulması ise gerilimi arttıran önemli bir nedendir. 40 Batılı model doğrultusunda yeni edebiyatın kuruluş zeminini arayan, ilke ve ölçütlerini saptamayı deneyen, eskiyi de yine bu doğrultuda yorumlayan Recaizâde Ekrem direnç ve 36 Altuğ, “Modern,” s.185. 37 Akyıldız, s.44. 38 a.g. 39 Olcay Önertoy, Edebiyatımızda Eleştiri: Tanzimat ve Servet-i Fünun Dönemleri (Ankara: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Basımevi, 1980), s.31. 40 a.g.e, ss.31-37. 19 destekle karşılanır. Bu farklı tepkiler, modern Türk edebiyatının kuruluşunda paradigmatik olan kopuş-süreklilik (gelenekten kopuş-geleneğe bağlılık) ilişkisinin birer yansımasıdır. Geç kalmış modernleşme edebiyattaki değişimi zorunlu kılarken, geleneğe bağlılığı vurgulayarak bu değişimi olabildiğince ağırdan almaya çalışanlarla değişime ikna olmuş ve belli bir kararlılığa varmış olanların karşı karşıya gelir, edebiyat da bu karşıtlık zemininde yönünü bulmayı dener. Recaizâde Ekrem ile Muallim Naci arasında yaşanan tartışmalar, eski-yeni geriliminin yayılmasına yol açar. Tartışma, Muallim Naci’nin Tercümân-ı Hakikât’in edebiyat sayfalarını yönettiği yıllarda başlar. Fevziye Abdullah’ın belirttiğinin aksine bu tartışma “ciddi bir fikir ayrılığına dayanmayan, şahsî sebeplerden ileri gelen” 41 bir çatışma görüntüsü verse de, eski ve yeni şiir modellerini tartışma zeminine taşır. Anlamı ise başka bir boyutta açığa çıkar: Tartışmanın genişleyerek “her iki tarafın tilmizlerine intikali, Naci’nin ölümünden sonra da devamla, Servet-i fünun devrinde, hattâ 1908’den sonra bu mesele ile yakından alâkalı birçok edebî meselelerin münakaşasına yol açtığı görülür.” 42 Bu bakımdan Recaizâde Ekrem ile Muallim Naci’yi karşı karşıya getiren gerilim, modern Türk edebiyatında bir kırılmanın işaretidir. Burada sözü edilen kırılma, iki ayrı kurumsal yapının oluşumu biçiminde açığa çıkar. Naci’nin etrafındaki yazarlar “ukkâz-i osmanî” adıyla Saadet gazetesinde, Recaizâde’nin tarafında olanlar ise “ukkâz-ı şübban” adıyla İzmir’de Hizmet gazetesinde yazmaya başlarlar. 43 Karşıtlık kendini eleştiri düzleminde de 41 Fevziye Abdullah, “Muallim Naci ve Recaizâde Ekrem Arasındaki Münakaşalar ve Bu Münakaşaların Sebep Olduğu Edebî Hâdîseler,” Türkiyat Mecmuası 10 (1953), s.159. 42 a.g. 43 a.g.e, s.174. 20 gösterir: Ayrışma bir “mâna lâfız münakaşası” halini alır. 44 Recaizâde’nin yanında yer alan ve yeni edebiyatı savunanlar Ta’lîm-i Edebiyat’da da yapıldığı gibi manayı, Muallim Naci’nin yanında yer alıp eskinin sürdürülmesinden yana çıkanlar ise lafzı öne çıkarır ve birer eleştirel araç olarak kullanırlar. Eski-yeni tartışmaları edebiyatçıları ikiye ayırırken, bu iki kesimin edebiyatı değerlendirmekte kullandıkları araçları da (lafız-mana karşıtlığı) farklılaştırır. Eski model ile yeni model arasındaki çatışma, 1890’ların ortalarında farklı bir tartışmaya yol açar. Tartışma, Hasan Âsaf’ın farklı harflerle biten “abes” (peltek se) ve “muktebes” (sin) kelimeleriyle kafiyelenmiş “Burhan-ı Kudret” başlıklı şiirinin Malûmât’ta yayınlanmasıyla başlar. Malûmât’ın başyazarı Mehmet Tahir’in, yazılışları farklı okunuşları aynı olan harflerle biten kelimelerle kafiye kurulamayacağını öne sürmesi üzerine eserin sahibi, Recaizâde’nin kafiyenin göz için değil, kulak için yapılması gerektiği yönündeki görüşlerini hatırlatarak kendini savunur. Mehmet Tahir’e göre bu görüşün yerleşik kafiye kuralları içinde yeri yoktur. Recaizâde ise buna, Arap şiiri kurallarına göre yapılan kafiyenin artık bırakılma zamanının geldiğini öne sürerek karşılık verir. Recaizâde’yi destekleyen Menemenlizade Tahir de, Arap alfabesi ile Türkçenin fonetik yapısı arasındaki uyuşmazlığa dayanarak kafiyenin kulak için olması gerektiğini söyler. 45 Recaizâde Ekrem’in ilkelerini belirlemeye çalıştığı şiir anlayışının somut bir edebiyat ürününe dönüşmesiyle başlayan bu tartışmada yeni şiiri savunanlar, Arap modelinin etkisinde oluşturulmuş yerleşik kuralları değiştirmeye çalışırken, eskiye bağlılıklarını az ya da çok sürdürenler ise bunların mutlaklığına vurgu yaparlar. Batılı model doğrultusunda 44 a.g.e, s.176. 45 Önertoy, ss.60-62. 21 değişim isteği ve karşısında gösterilen direnç kendini bu tartışmada bir kez daha gösterir. Hayaliyûn-Hakikiyûn Tartışmaları Şiirde eski-yeni tartışmalarının devam ettiği yıllarda, edebiyatta romantizm-realizm karşıtlığı da diğer bir tartışma alanına dönüşür. 46 Tanzimat’ın ilk kuşak yazarları, özellikle de Namık Kemal için Fransız romantizmi bir modeldir ve yeni edebiyatın ilkesel çerçevesini çizmekte işlevseldir. Beşir Fuad’ın 1885 yılında kaleme aldığı Victor Hugo ise, modern Türk edebiyatına “yeni” bir Batılı model önerir. Beşir Fuad bu çalışmasında, model olarak alınmasına rağmen Hugo’nun tanınmadığı ve tanıtılmadığı tespitinden hareketle onu okura tanıtır. Romantizmin ana hatlarını ortaya koyan çalışma, romantizme olan karşıtlığıyla tanımlanan realizmi de ele alır. Bu iki edebiyat anlayışının temsilcilerinin hangi zeminde, hangi ilke ve kavramlar etrafında karşı karşıya geldiklerini açıklar. Hakikatin hayale üstün olduğu görüşünden hareketle romantikler karşısında realistlerin, Hugo karşısında ise Zola’nın tarafını tutar: “Hakikatte bulunan zevk, letâfet, ulviyet hiçbir yerde bulunamaz.” 47 Ancak bu görüşün Hugo’nun değerini azaltmadığını da ekler: “Romantiklerin klasiklere tefevvuk etmeleriyle Racine’lerin Corneille’lerin şöhreti izâle olunamadığı gibi realistlerin vaz’ ettikleri meslek romantiklerinkine müreccah olmakla Hugo’nun şanı tenâkus etmez.” 48 Böylece, romantiklere sahip oldukları 46 Tartışmalar içinde gündeme gelen “realizm” ve “meslek-i hakikiyûn” tanımları tartışmalara katılan yazarlar tarafından gerçekçilik ve doğalcılığı bir arada nitelemek için kullanılmıştır. 47 Beşir Fuad, Şiir ve Hakikat, haz. Handan İnci (İstanbul: YKY, 1999), s.145. 48 a.g.e, s.146. 22 itibarı iade ederken, edebiyatın ana ilke olarak doğalcı tasarımın kurucu kavramlarından pozitivist “hakikat”i benimsemesi ve realizmi izlemesini telkin eder. Victor Hugo, hayal ve hakikat, romantizm ve realizm kavramlarının modern Türk edebiyatında tartışılmasını sağlar. Bu kapsamda, şiirin gerçekliğe ne derecede bağlı kalabileceği, gerçekliğin hangi yollardan anlatılabileceği, realizm ile romantizmden hangisinin toplum için daha yararlı olabileceği gibi başlıklar tartışmaya açılır. Beşir Fuad ile Menemenlizâde Mehmed Tahir arasında başlayan ve farklı öznelerin katılımıyla uzun yıllar devam eden tartışmalar, Türk edebiyat tarihine “hayaliyûn-hakikiyûn” kutuplaşması olarak geçer. 49 Beşir Fuad’ın romantizmin karşısına realizmi çıkartması, “bütün birinci nesil Tanzimat yazarlarını karşısına alması demekti[r].” 50 Burada yalnızca bir model değişimi söz konusu değildir. Tanzimat’ın ilk kuşak yazarları, yukarıda da belirtildiği gibi, geleneğin getirdiği referanslara bağlılıklarını büyük oranda sürdürmüşlerdir. Jale Parla’ya göre, İslami referansları olan ve cemaatçi bir kültürü işaret eden apriorist/idealist bilgi kuramına bağlı kalmışlar ve roman türünü de epistemolojik sınırlarla belirlemişlerdir. 51 Buna karşın Beşir Fuad, “Batı’nın bilgi kuramını benimsemeden Batılılaşma olmayacağını görmüştü[r].” 52 Dolayısıyla Beşir Fuad’ın ilk kuşaktan ayrılması “epistemolojik bir kopuş” gibi okunabilir: Yazarın doğalcılığı savunması ya da Aydınlanmacı ateist düşünür Voltaire’in biyografisini kaleme alması, benimsediği ampirik-pozitivist bilgi kuramıyla ilintilidir. 53 49 Handan İnci, “Şiir ve Hakikat Üzerine,” Şiir ve Hakikat, haz. Handan İnci (İstanbul: YKY, 1999), s.16. 50 Parla, s.125. 51 a.g.e, ss.9-20. 52 a.g.e, s.117. 53 Beşir Fuad hakkında kapsamlı bilgi için bkz. M. Orhan Okay, Beşir Fuad: İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti (İstanbul: Hareket Yayınları, 1969). 23 Ahmed Midhat’ın Beşir Fuad’ın intiharının ardından 1887 tarihinde yazdığı Beşir Fuad biyografisi ise, “modernleşme olgusunu, alınmasında sakınca olan ve olmayan kısımlar olarak” ikiye ayıran ve modernleşme karşısında “savunmacı” bir tutum alan bu yazarın 54 tepkisini içerir. Ahmed Midhat, biyografinin “Bu Fâciadan Alınacak İbret” başlıklı bölümünde Beşir Fuad’ı intihara sürükleyen esas sebebin materyalizm olduğunu öne sürer. “[M]ateryalizm denilen hikmet-i maddiyeye, yine maddi bir buhran-ı ibtal olmak üzere, bu su-i âkibetten başka bir şey aramak lazım gelir mi?” 55 sorusu yazarın bu görüşünü yansıtır. Biyografi, “Beşir Fuad’ın sonunu hazırlayan tehlikeden, yani aşırı Batılılaşmanın getirdiği materyalist dünya görüşünden gelecek tehlikeden alınacak ders[i]” 56 okura gösterirken, Batı ile ilişkinin belli düşünsel sınırları olması gerektiğini savunur. Halid Ziya’nın Hikâye başlıklı çalışması ise, modern Türk edebiyatına Beşir Fuad tarafından sunulan modeli geliştirir. Hikâye, Halid Ziya’nın 1887-1888 yılları arasında Hizmet gazetesinde yazdığı makaleler dizisinin 1891/92’de kitap olarak basılmasıyla oluşmuştur. Halid Ziya’nın temel tespiti, hikâyenin (düzyazı anlatı, roman) modern Türk edebiyatında yetkinleşememiş bir tür olduğudur: “Garblıların son derecede ila ettikleri bu tarz-ı edeb bizde hal-i sabavetinde bulunuyor.” 57 Başka bir ifadeyle bu tür, Batı’da el üstünde tutulurken Osmanlı’da çocukluktan çıkamamıştır. Halid Ziya bu durumu çevirmen ve edebiyatçıların eksikliğiyle açıklar: Bir mütercim-i gayur çıkıp da bize eazım-ı hikâyenüvisanın veya daha doğrusu müdekkikin-i hissiyat-ı beşeriyenin eserlerini tercüme 54 Aykut Kansu, “20. Yüzyıl Başı Türk Düşünce Hayatında Liberalizm,” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, c.1, der. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, (İstanbul: İletişim Yayınları, 2004), s.280. 55 Ahmet Midhat Efendi, Beşir Fuad, çevrimyazı: N.Ahmet Özalp (İstanbul: Oğlak Yayınları, 1996), s.76. 56 Parla, s.121. 57 Halit Ziya Uşaklıgil, Hikâye, haz. Nur Gürani Arslan (İstanbul: YKY, 1998), s.20. 24 etmiyor. Bir muharrir-i muktedir yetişip de Osmanlılarda, milel-i mütemeddine-i sairenin bundan bir asır evvel mazhar-ı rağbetleri olan tarz-ı hikâyeyi tebdile çalışmıyor. 58 Halid Ziya burada, Batılı modelin aktarılması sürecine yön veren öznelerin yetersiz kaldığını öne sürer. Bu bağlamda Hikâye, edebiyatı yeni model doğrultusunda yetkinleştirmek üzere kurgulanmıştır. Halid Ziya’nın edebiyatı yetkinleştirme girişiminde ilk adım, edebiyatı eski modelin “köhne” unsurlarından arındırmaktır. Elemek istediği unsurların başında, “masal” başlığında bir araya getirdiği romanslar, popüler romanlar, macera romanları gelir: “Asıl maksadımız masalcıları itibardan ıskat etmek[tir].” Alanı temizledikten sonra ise, realizmin romantizm karşısında üstün olma nedenlerini sıralayarak realizmi model tayin etmek ister: “[E]sbab-ı rüchaniyetini göstererek, hayaliyundan ziyade hakikiyuna ehemmiyet vermek iktiza edeceğini anlatmak[tır]. 59 Buna göre Hikâye, yerleşik dizgeyi “eksik” ya da “yetersiz” bulan ve Batılı model ile takviye etmek isteyen bir yazarın ürünüdür. Hikâye aynı zamanda romantizm-realizm tartışmalarına taraf olan bir metindir. Doğalcıların hakikati olduğu gibi kaleme alma girişimleri sırasında “çirkin”, “pis” ya da “ahlakdışı” konuları edebiyata sokmakla suçlanmalarına gönderme yaparak, hakikatin her durumda hayalden üstün olduğunu savunur: “En çirkin bir hakikat, en süslü bir hayale müreccahtır.” 60 Gerçekliği yansıtma fikrinin altını çizerek bu edebiyat anlayışını meşrulaştırmaya çalışır. Bu bağlamda en çok eleştirilere uğrayan Zola ile ilgili yaptığı yorum anlamlıdır: Halid Ziya için Zola’ya yöneltilen “levsiyatı karıştırmaktan mahzuz olur” şeklindeki suçlama yersizdir, 58 a.g.e, s.22. 59 a.g.e, s.142. 60 a.g.e, s.140. 25 çünkü yazar pis şeyleri (“levsiyat”) değil hakikati anlatmayı seçmiştir. Hakikatin levsiyat ile yüklü olması onun kusuru değildir. Ayrıca doğalcılık Zola’nın eserlerinden de ibaret değildir. Zola’da kusur bulanlar tüm doğalcıların kusurlu olduğunu iddia edemezler: Goncourt Kardeşler de “hakikidir, maahaza eserleri pis değildir.” 61 Bu bakımdan, ilerleyen sayfalarda değinileceği gibi, doğalcılığa “ahlaki” sınırlar koymayı deneyen Ahmed Midhat’ın tersine bu anlayışı savunur. Hikâye, gerçekçi-doğalcı roman modelinin aktarılmasına anlamlı bir katkı sağlar. Bu bağlamda Hikâye, Victor Hugo ile oluşmaya başlayan kuramsal realizm çalışmaları külliyatında kendi yerini alır. Jennifer Noyon’ın bu noktadaki yorumu anlamlıdır: “Türk örneğinde realist roman kuramı, bu türün önemli örneklerinin görülmesinden önce gelir. Bu örnekte kuram, meydana gelmiş olanı betimlemekten çok, henüz yazılmamış romanların özelliğini belirleyecek program ve yöntemi ilan eder. 62 Kuramın pratiği öncelemesi, gerçekçilik ve doğalcılığın modern Türk edebiyatına içerilmesi bağlamında paradigmatiktir. Önce Batılı modelin taslağı çıkartılır, ardından yerli örneklerle içi doldurulur. Bu bağlamda Hikâye bir “dolgu malzemesi” işlevi görür: Yerleşik yapıdaki boşlukları kapatmak, kendine yol çizmeye çalışan edebiyata Batılı model doğrultusunda yön tayin etmek esere yüklenen öncelikli amaçlardır. Nabizade Nazım’ın 1890’de yayınlanan Karabibik adlı eseri de, doğalcı model aktarımının modern Türk edebiyatındaki tarihçesini çıkarmak bakımından önemlidir. Eserin önsözü, doğalcılığın tartışmaya açıldığı sırada kaleme alınmış bir 61 a.g.e, ss.82-84. 62 Jennifer Noyon, “Halit Ziya Uşaklıgil’s Hikâye (the Novel) and Westernization in the Late Ottoman Empire,” Intersections in Turkish Literature: Essays in Honor of James Stewart-Robinson, der. Walter Andrews (Ann Arbor: University of Michigan Press, 2001), s.155. 26 “gerçekçilik manifestosu” 63 gibi görülebilir. Yazar burada, henüz doğalcı romanla karşılaşmamış okura bu türün bir örneğini vermek istediği dile getirir ve ekler: “Emile Zola gibi, Alfons Daudet gibi realistlerin yâni hakîkiyyûnun romanları, hep fuhşiyyât ile mâlîdir, zanında bulunanlar, şu –Karabibik’i- okudukları zaman zanlarını tashîh edecekler sanırım.” 64 Burada vurgu noktası, doğalcılık hakkındaki yanlış kanıyı düzeltmek, doğalcılığın “ahlakdışı” öğelerden (“fuhşiyyât”) ibaret olduğu yönündeki önyargıyı kırmaktır. Dolayısıyla Nabizade Nazım’ın Karabibik ile doğalcılığı özünde ahlakdışı olmakla yargılayanlara yanıt verdiği; doğalcılığın modern Türk edebiyatındaki ifade ve anlatım zeminini aradığı; doğalcı romanı örneklemeye, yerleştirmeye ve yetkinleştirmeye çalıştığı söylenebilir. Nabizade Nazım’ın 1896 yılında Servet-i Fünûn dergisinde tefrika edilen Zehra adlı romanı da yine bu tür bir çabanın ürünüdür. Doğalcı modele savunmacı bir şüpheyle bakan Ahmed Midhat, Nabizade Nazım’ın doğalcılık savunusu karşısında bu tepkisini farklı bir boyuta taşır. 65 Ahmed Midhat’ın 1890 tarihli Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar başlıklı çalışması, doğalcılığa epistemolojik sınırlar koymayan ve bunu yeni romanın modeli gibi düşünen kuşağa/anlayışa verilen tepkinin ürünüdür. Roman türüne bu kuşağın getirdiğinden farklı bir tanım getirme, roman için farklı kaynaklar sunma ve farklı bir tarihçe çıkarma niyeti çalışmayı belirler. Ahmed Midhat’ın bu bağlamda sorunsallaştırdığı ilk kavramlar, hayal ve hakikat, buna bağlı olarak da roman ve tarihtir. Yazar bunlar arasındaki ayrımı Daniel Huet’ye referansla ortaya koyar: “[H]ikâye” mevcut olanı 63 Evin, s.248. 64 Nâbizâde Nâzım, Hikâyeler, haz. Aziz Behiç Serengil (Ankara: Dün-Bugün Yayınevi, 1961), s.63. 65 Ravi takma adını kullanan Nabizade Nazım’ın bir yazısında, Emile Zola’dan başka romancı tanımadığını ve ancak realist romanlara roman denebileceğini söylemesi, Ahmed Midhat’ın tepkisini farklı biçimde ortaya koymasına neden olur. Bkz. Nüket Esen, “Giriş,” Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar, haz. Nüket Esen (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s.7. 27 tarif etmek veya hayal edileni tasvir etmektir, buna göre “şey-i mevcudu tarife “tarih” ve şey-i muhayyeli tasvire de “masal” deni[r].” 66 Dolayısıyla hikâye (anlatı), hayal olanı anlatırsa edebiyat, hakikati anlatırsa tarih sınıflandırmasına girer. Ahmed Midhat bu tanımla doğalcıların dayandığı zemini hedef alır, bunun ne kadar sorunlu olduğunu göstermek ister: “Edebiyat hakikati anlatmaktır” şeklindeki doğalcı önermeye karşı burada, hakikati anlatmaya yönelen bir metnin ancak tarih olabileceği savunulur. Ahmed Midhat tanımı ortaya koyduktan sonra, roman için yeni kaynaklar ve yeni bir tarihçe önerir. Yazar, “realist romanı yüceltenlere karşı roman denen şeyin harika hikâyeler yazmaktan ibaret olduğunu ispat etmeye çalışır. Bunun için de romanın Batı’daki tarihini yazmaya girişir.” 67 Çalışmasında romana kaynak olarak gösterdiği eserler ve yaptığı bölümlemeler, realist romanın türün tek temsilcisi olduğu görüşünü çürütme çabasının bir parçasıdır: Zola’dan başka romancı tanımayanların Elf Leyle (Binbir Gece) gibi Doğu’nun eski eserlerini romandan saymamalarını büyük bir yanılgı olarak niteler. 68 Önceki kuşağın benimsediği hayali roman-hakiki roman ayrımını da reddeder: İsmi roman mıdır? Mutlaka hayali olacak! Artık bunu tekrar “hayali” diye tavsif lazım gelir mi? İsmi “şeker” midir? Mutlaka tatlı olacak! Onu tekrar “tatlı” diye tavsife ihtiyaç kalır mı? Hakikiye gelince iş daha ziyade garabet peyda eder. Zira “hakiki” midir? O halde roman olmayıp “tarih” olması lazım gelecek. 69 Ahmed Midhat’ın çizdiği kavramsal çerçeve, görüldüğü gibi, Beşir Fuad ve Halid Ziya’nınkinden tamamıyla ayrılır. Burada hayali (“romantique”) ve hakiki 66 Ahmed Midhat, Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar, haz. Nüket Esen (İstanbul: İletişim Yayınları, 2003), s.28. 67 68 69 Esen, “Giriş,” s.9. Ahmed Midhat, “Ahbar-ı,” s.31. a.g.e, ss.72-73. 28 (“réaliste”) terimleri, kaynaklandıkları düşünsel zeminden kopmuş; tarihsel, toplumsal ve epistemolojik bağlamlarını yitirmiştir. Nüket Esen’e göre bu durum, Ahmed Midhat’ın dönemin diğer Osmanlı entelektüelleri gibi “Batı’nın yaşadığı, diğer anlatı biçimlerinden yüzyıllar sonra doğan romanın ortaya çıkışını da hazırlayan sosyoekonomik ve epistemolojik kırılmanın ayırdında” 70 olmamasıyla açıklanır. Ahmed Midhat, yeni kuşağın aksine, romanın ne tür bir gelişim çizgisi izlediğini, romantik ve realist romanların nasıl farklılaştığını kavramaktan uzaktır, çünkü Batı’yı kavrama çabası, bağlı bulunduğu gelenek tarafından belirlenmiştir. Dolayısıyla sınırlı, parçalı, boşluklu ve tepkili bir çabadır. Ahmed Midhat’ın Batı’yı benimsenmesi ve karşı çıkılması gereken değerler toplamına dönüştüren savunmacı modernleşmeci tavrı, doğalcı bir roman denemesi olan Müşahedât’ı da belirler. 1891 tarihinde Tercümân-ı Hakikât gazetesinde tefrika edilen romanda, Zola doğalcılığına verdiği tepkiyi yazınsal bir ürüne dönüştürür. Romanın önsözü doğalcılık tartışmaları açısından oldukça anlamlı bir metindir. Burada Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar’a gönderme yapar ve doğalcılık karşısında aynı noktada durduğunu yineler. Tepkisi bu kez, Zola ve diğerlerinin eserlerinde yalnızca “pis” olanı göstermelerinedir: “Bu zamanın tabiî romancılarına bakılacak olursa dünyada ve bahusus dünyanın Fransa denilen kısmında ve hele Fransa’nın da Paris denilen yerin fezâil-i beşeriyyeden hiçbir eser kalmamış olmak lâzım gelir.” 71 Bu eleştirinin ardından doğalcıları, kişi ve olayların “hüsniyyât tarafını” önemsemeye ve kâğıda dökmeye çağırır. 72 Böylece doğalcılıktaki “hakikat” 70 Nüket Esen, “Bir Osmanlı’nın Batı Romanına Bakışı: Ahmed Midhat’ın Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar’ı,” Modern Türk Edebiyatı Üzerine Okumalar (İstanbul: İletişim, 2006), s.53. 71 Ahmet Midhat, Müşahedât, haz. Necati Birinci (Ankara: Türk Dil Kurumu, 2000), s.4. 72 a.g.e, s.5. 29 arayışına yeni bir zemin önerir: Fazilet yitimini yerine güzellikleri yazmak. Bu yeni zemin, Ahmed Midhat doğalcılığının sınırlarını çizerken Müşahedât’ın da doğalcılığı “ehlileştirme” çabasının bir ürünü olduğunu düşündürür. Sonuç olarak, edebiyat eleştirisi bu tartışmalar içinde farklı özneler tarafından farklı biçimlerde kurgulanan bir pratik olur. Beşir Fuad, Halid Ziya ve Nabizâde Nazım romantizm karşısında realizmi savunurken kendi edebiyat dizgelerini de eleştirme olanağı bulurlar. Bu üç isimde ortak olan tutum, mevcut edebiyat dizgesini öngörülen model (doğalcılık) doğrultusunda eleştirel okumaya tabi tutmak ve yeni bir model önerisinde bulunmaktır. Ahmed Midhat’da ise eleştiri bir savunma aracına dönüşür. Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar’da eleştirmen olmaya soyunanların edebiyatı iyi bilmeleri gerektiği fikrinde ısrar ederken 73 gerçekte yeni kuşağın birikim eksikliğine işaret eder: “Biçare Ravi, (…) çıraklık etmeksizin usta olmaya kadar davranmıştır. Bizde hiçbir ama hiçbir romancı yetişmemiş ve roman yazılmamış olduğunu katiyen iddia eylediği halde, bizde müntekid yetişmiş olduğunu kendi intikadıyla isbata çıkışmıştır.” 74 Ahmed Midhat böylece Nabizade Nazım’ın “toy” olduğunu öne sürerek onu eleştiride “yetkisiz” kılar ve değerlendirmelerinin “hükümsüz” olduğunu öne sürer. Eleştiriyi yeni kuşağın elinden çekip alarak, yapılan doğalcı model önerilerini boşa düşürmeye çalışır. Ancak 1890’ların ortalarında şekil bulan Servet-i Fünûn çevresi bu öneriyi sahiplenip geliştirerek yeni bir eksene taşır. Osmanlı-Türk edebiyatının modernleşme sürecindeki ana uğraklardan biri olan Servet-i Fünûn’a bakmak, bu tartışmaların nasıl devam ettiğini görmemizi sağlar. 73 Ahmed Midhat’ın, Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar’ın “İntikad” ve “İntikadın Yolu Erkanı” bölümlerinde tek bir fikre sabitlenmiş olduğu açıkça görülür. Burada “sabitlenmek”, bu iki bölümü tek bir önerme üzerine kurmak anlamında kullanılmaktadır. Eleştirmenin edebiyatı “iyi” bilmesi gerektiği görüşü, eleştirinin ne olduğu ve nasıl yapılacağı sorularına verilmiş tek yanıt gibi durmaktadır. Bkz. Ahmed Midhat,” Ahbar-ı,” ss.76-87. 74 Ahmed Midhat, Ahbar-ı, s.81. 30 Yeni Bir Edebiyat Odağı: Servet-i Fünûn Eski şiir-yeni şiir ve hayaliyûn-hakikiyûn karşıtlıkları üzerinden iki koldan ilerleyen bu model tartışmaları, 1890’ların ortalarında yeni bir edebiyat odağının kurulmasıyla farklı bir boyuta taşınır. “Türk edebiyatı tarihinde eski-yeni, yerli-Avrupaî edebiyat çatışmalarının doğurduğu önemli merhalelerden biri[ne]” 75 işaret eden bu yeni edebiyat odağı, kurumsal bir kimlik altında oluşur: Servet-i Fünûn. Popüler bir bilim dergisi olarak yayın yapan Servet-i Fünûn dergisi, Recaizâde Ekrem’in teşviki sonucu Tevfik Fikret’in yazı işleri müdürlüğüne getirildiği 1896’dan sonra “Mektep, Maarif, Hazine-i Fünun, Mirsat ve Malûmât dergilerinde yazan ve yeni edebiyata ilgi duyan gençler[i]” 76 bir araya toplamaya başlar. Derginin bu bağlamdaki işlevi, farklı yayın organlarında bir ölçüde dağınık bir yayın etkinliği içinde bulunan genç yazarları bir araya getirmesidir. Böylelikle, çeşitli dergi ve gazetede savunulan, örneklenen, aktarılmaya ve yerleştirilmeye çalışılan Batılı edebiyat modeli kendine yeni bir yayın organı, başka bir ifadeyle yeni bir kurumsal odak bulur. Servet-i Fünûn dergisi, Tanzimat yazarlarının ardından modern Türk edebiyatına şekil verecek ikinci kuşağı bünyesinde toplar. “Bu grubun üyeleri, genellikle resmî kişilerin veya Tanzimat sırasında ortaya çıkan yeni gruplardan kişilerin oğullarıdır.” 77 Modernleşmenin yetiştirdiği ilk kuşağın yerini ikinci kuşak, başka bir ifadeyle babaların yerini oğullar almıştır. Yeni entelijensiyayı oluşturan 75 M. Orhan Okay, “Edebiyât-ı Cedîde,” Türk Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.10 (İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1994), s.398. 76 Bilge Ercilasun, “Servet-i Fünûn Edebiyatı,” Büyük Türk Klasikleri, c.9 (İstanbul: Ötüken Söğüt, 1990), s.269. 77 Şerif Mardin, “Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma,” Türk Modernleşmesi: Makaleler 4 (İstanbul: İletişim, 1991), s.74. 31 oğullar, babalarının aksine, modernleşmeci fikirlerini devlet kurumlarından değil, eğitim kurumlarından almıştır. Eğitimli kesim artık bürokrasinin doğal bir uzantısı olmadığı bu dönemde, devletin idari birimlerinde yer almayan, siyasal kariyer yapmayan yeni entelijensiyanın üyeleri Servet-i Fünûn’da bir araya gelir. Bunlar arasında, hekimler, öğretmenler, yöneticiler ve subaylar vardır. 78 Dolayısıyla entelijensiya sosyolojik bir değişime uğramış, devletle olan ilişkisi farklılaşmıştır. Artık devlet otoritesine karşı sorumlu, siyasal alana müdahale isteği taşıyan ve bunun olanaklarına sahip engaje aydınların yerini, yarı-bağımsız bir aydınlar topluluğu almıştır. Bu kuşak, modernleşme karşısında alınan tavır açısından öncekinden ayrılır. İlk kuşağın tepkilerini belirleyen savunmacı tavır, yerini Batı karşısında daha bütünleşmeci bir tavra bırakmıştır. Aykut Kansu bunu, “Aydınlanma felsefesi üzerine kurulmuş bir liberal bakış” 79 olarak değerlendirir. “[K]apitalizmin oluşumuyla bağlantılı bir düşünce sistemi” olan liberalizm, “[s]iyasal alanda mutlakıyetçi ya da kamu tarafından denetlenemez bir yönetim tarzına, sosyal alanda da dine” karşı çıkmayı temel alır. Liberalizm, “ilerlemeci bir ideolojinin iyimserliğiyle desteklenir.” Burada ekonomik, toplumsal ve siyasal yapıların ilerlemesi söz konusudur. 80 Bu bağlamda Servet-i Fünûn çevresi, II. Abdülhamit’in baskıcı yönetiminden ve dinin baskılayıcı etkisinden kendini soyutlayabilecek bir alan arar. Siyasal ve toplumsal düzenin bireyi sınırlayan, ufaltan ve silikleştiren kodlarıyla çatışma halindedir. “[G]eleneksel yapının “baba” otoritesine bağlı kalma 78 Evin, ss.244-245. 79 Kansu, s.287. 80 a.g.m, ss.278-279. 32 arzusu ya da alışkanlığı ile modernleşmenin dayattığı birey olmak” 81 arasındaki huzursuzluk, ilk kuşak ile ikincisinin arasına giren mesafeyi de belirler. İkinci kuşağın düşünsel referansları, geleneksel ile modern arasında ilk kuşak gibi gelgit yaşamasına izin vermez, çünkü artık daha homojendir. Bu anlamda Batı, ilerleme fikrinin teknik ve düşünsel eksiklerini gidermenin birincil kaynağına dönüşür. Modern Türk edebiyatına şekil verecek bu kuşak (Servet-i Fünûn çevresi) tartışmalara konu olan Batılı modelin “tartışmasız” olarak kabul edilmesi fikriyle bir araya gelmiştir. Batılı model, bu fikre bağlı olarak, edebiyatın çeşitli türlerinde kendine uygulama alanı bulur. Servet-i Fünûn edebiyatı, diğer bir adıyla Edebiyât-ı Cedîde, geleneksel şiir modelinin uzlaşımlarının dışında yeni bir şiir anlayışı ortaya koyar. Bu süreçte vezin, kafiye, nazım şekilleri, sanatlar ve dil gibi çeşitli başlıklar tartışmaya açılır. Fransız modelinin nazım şekilleri denenir, vezin ve kafiyenin şiirin ancak tamamlayıcı öğeleri olduğu görüşü benimsenirken kurallar esnetilmeye çalışılır, yeni kelime ve tamlamalarla yeni bir şiir dili kurulur. 82 Servet-i Fünûn öncesi eski-yeni şiir tartışmalarında eski şiir modeli karşısında yeni modelden yana tavır alma noktasında ortaklaşmış olan 83 Tevfik Fikret ve Cenab Şehabettin gibi şairler Edebiyât-ı Cedîde’nin yeni şiir anlayışını çalışmalarıyla örnekler. Edebiyât-ı Cedîde’nin belirleyici özelliklerinden biri de, kurmaca türünde gerçekçilik-doğalcılık çizgisini benimsemesidir. Başta Halid Ziya, Mehmed Rauf ve Hüseyin Cahid olmak üzere birçok yazar, bu anlayışın kendi edebiyat dizgelerindeki anlatım olanaklarını örnekleyecek ürünler vermiştir. Servet-i Fünûn çevresi, hayaliyûn-hakikiyûn tartışmaları içinde sorunsallaştırılan pozitivist “hakikat” 81 Uysal-Elkatip, s.133. 82 Okay, “Edebiyât-ı,” ss. 398-399. 83 Abdullah, s.195. 33 kavramının, yeni bir anlatı yöntemi kurmakta ilkesel değer taşıyabileceğini böylelikle ortaya koymuş, romantizm-realizm tartışmalarının realizm lehine sonuçlandığını işaret edecek bir üretimde bulunmuştur. Edebiyat eleştirisi ise, Servet-i Fünûn döneminde yeni bir boyuta taşınır. Bilge Ercilasun’a göre “Servet-i Fünuncuların esas mevkii, tenkide bir edebî tür haysiyeti kazandırmalarıdır.” 84 Bu noktadan hareketle, modernleşme sürecinin bir parçası olarak ortaya çıkan, modernleşen edebiyatın krizini düzenlemeyi amaçlayan eleştiri pratiğinin, Edebiyât-ı Cedîde’de artık bir “tür” biçiminde düşünüldüğü söylenebilir. Bu, eleştirinin kendi iç düzenine, araçlarına ve ilkelerine sahip ayrı bir etkinlik alanı olduğunu kabul etmek anlamına gelir. Eleştiri üzerine düşünme fikri Servet-i Fünûn yazarlarını Batılı modelle, bu modelin Fransa’daki uygulama pratikleriyle buluşturur. Bu dönemde, Batılı eleştiri modelinin tarihi ve gelişimi üzerine yapılan çalışmalar, eleştiri pratiğini bu model doğrultusunda bir tür olarak inşa etmenin koşullarının arandığını gösterir. Mehmed Rauf’un “Tekâmül-i Tenkîd”, Hüseyin Cahid’in “Hikmet-i Bedâyi’e Dâir” ve Ahmed Şuayb’ın “Hayât ve Kitâblar” başlıklı yazı dizileri Servet-i Fünûn çevresinin bu yönelimini somutlaştıran metinlerin başında gelir. Dolayısıyla çalışmanın bu bölümünde başta Ahmed Şuayb olmak üzere Edebiyât-ı Cedîde yazarlarının kendi eleştirel dillerini kurmalarında etkili olan Fransız eleştirmenlerine, diğer bir ifadeyle Batılı eleştiri modelinin kendisine bakmak, Servet-i Fünûn döneminde eleştirinin nasıl algılandığını ve uygulandığını kavramak açısından ön açıcı olacaktır. 84 Bilge Ercilasun, “Eleştiri (1860-1923),” Türk Edebiyatı Tarihi, c.3, der. Talât Sait Halman (İstanbul: TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2006), s.304. 34 Servet-i Fünûn’un Batılı Eleştiri Kaynakları: Olgusal Eleştiri Servet-i Fünûn çevresinin ve bu çevrede yer alan Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisini bir tür olarak kurgulayıp yeni bir eleştiri alanı oluşturmalarında ve kendi eleştiri dillerini kurmalarında Fransa’da on dokuzuncu yüzyılın ortalarında farklı öznelerin pratikleriyle cisimleşen olgusal eleştirinin katkısı vardır. Olgusal eleştirinin ortaya çıkışı, her şeyden önce, eleştiride kuralcılığa karşı alınan mesafeyle tanımlanır. “Yazın yapıtını önceden belirlenmiş kurallara göre değerlendiren kuralcı eleştiri” 85 kökenleri Rönesans’a kadar uzanan bir eğilimdir. Rönesans’ta eleştiri etkinliği, Klasik edebiyatın (Antik Yunan ve Roma edebiyatının) dayandığı ilkelerin yeniden yorumlanması ve bunun sonucunda edebiyat eserinin temel alması gereken ölçütlerin saptanmasına karşılık gelir. Eleştiri pratiği içinde yer alan öznelerin öncelikli uğraşı, edebiyat eserinin önceden konan ilke ve kurallara ne derecede sadık kaldıklarını saptamak, normlar bütününe ne ölçüde uyduğuna bakarak esere değer biçmektir. Klasik edebiyatın uzlaşımlarından, retorik ve dilbilgisinden kaynaklanan kurallar bütününü uyulması gereken bir iradeye dönüştüren bu eleştiri anlayışı, ana yönelim olarak geçerliliğini ve yaptırım gücünü zamanla yitirse de on dokuzuncu yüzyıla kadar ulaşır. Bu dönemde kuralcı eleştiri anlayışı, Fransa’da Désiré Nisard ve Saint-Marc Girardin gibi eleştirmenlerin çalışmalarında çeşitli dönüşümlere uğramış olarak kendine varlık alanı bulur. 86 Eleştirel bir tutum olarak kuralcılık, on dokuzuncu yüzyılın başlarında, romantizmin edebiyat ve eleştiri tanımlarının belirginlik kazanmasıyla birlikte kırılmaya uğrar. Madame de Staёl’in Edebiyata Dair başlıklı çalışmasında 85 Tahsin Yücel, Eleştirinin ABC’si (İstanbul: Simavi Yayınları, 1991), s.17. 86 a.g.e, ss.15-25. 35 geliştirdiği edebiyat ve eleştiri tanımı, kuralcı eleştirinin dışında yeni bir zemin arayışı içine girildiğini gösterir. Madame de Staёl bu çalışmasında, her dönemin kendi edebiyatına, iklim, alışkanlıklar, tarihsel ihtiyaçlar tarafından belirlenen farklı bir edebiyata sahip olması gerektiğini ortaya koyar ve klasisizmin evrensellik (zamanı ve mekânı aşan evrensel ilkeler) tanımının artık geçerli olamayacağını ilan eder. 87 Burada, zamansal ve mekânsal farklılığın altı çizilirken, değişen dış koşulların farklı kültürel yapılar doğuracağı ve bu yapıların ancak kendi koşulları içinde anlamlandırılabileceği dile getirilir. Dolayısıyla romantizm, klasisizmin ve kuralcı eleştirinin yaslandığı evrensellik zeminini sorgulayarak, edebiyatın algılanma düzlemine yeni bir bakış getirerek on dokuzuncu yüzyılın ortalarına doğru cisim bulacak olgusal eleştiriye katkı sunmuş, Madame de Staёl’in çalışmasında somutlaşan toplumsal ve tarihsel görelilik anlayışı olgusal eleştiri alanının kuruluşunda etkili olmuştur. Romantizmin sunduğu bu zeminde şekillenen olgusal, başka bir ifadeyle “tarihsel ve pozitivist eleştiri, çıkış itibarıyla izafiyeci ve betimleyicidir. Eseri değişmez kurallara göre yargılayan mutlakçı ve kuralcı, klasik ya da neo-klasik geleneğe karşı çıkar.” 88 Buna göre “olgusal”, “tarihsel” ya da “pozitivist” gibi farklı şekillerde adlandırılan bu eleştiri anlayışı, zamansal ve mekânsal değişimlerin belirleyiciliğini baştan kabul eder ve betimlemeye yönelir. Kuralcılıktan kopuşun ifadesi olarak, sözbilim ve yazınbilimin katı kurallarını yadsır ya da geriye iter. Farklı koşulların farklı edebiyatlar doğurduğu tespitinden hareketle eser-dış gerçeklik, yazar-dış dünya ilişkisine vurgu yapar. İnceleme nesnesini (eser ve yazar) 87 Roger Fayolle, La Critique Littéraire (Paris: Librairie Armand Colin, 1964), s.83. 88 Antoine Compagnon, “Littéraire (Critique),” Encyclopædia Universalis, c.13(1996), s.900. 36 tarihsel ve toplumsal bağlamdan hareketle açıklama yoluna gider. 89 Dolayısıyla bu dönemde, edebiyat eleştirisi yöntem ve araçlarıyla birlikte niteliksel bir dönüşüm geçirir ve en temelde bir betimleme ve açıklama etkinliği olarak kurgulanır. Edebiyat eleştirisinin bu yöndeki dönüşümünü hazırlayan isimlerin başında Sainte-Beuve gelir. Kuralcı eleştiri geleneğini sürdüren Désiré Nisard ve Saint-Marc Girardin’in çağdaşı olan Sainte-Beuve, eleştiriyi bir betimleme etkinliği olarak kabul eder. Edebiyat eserini betimlemek ona göre yazarı, başka bir deyişle eseri yaratan bireyi betimlemektir. Yazarın hayat hikâyesi, kökenleri, eğitimi, kişiliği üzerinden onun edebi etkinliğini ve verdiği eserleri açıklamaya çalışır. Bu bakımdan inceleme ve eleştiri yazıları ağırlıklı biçimde “portre” çizimlerinden oluşur. 90 Sainte-Beuve burada, doğa bilimdeki türler gibi, edebiyat tarihinde de topluluklar olduğu fikrinden hareket eder ve kaleme aldığı portrelerin “sanatçı yaratılışlarının sınıflandırılmasında” kullanılacak bir malzeme olmasını umar. 91 Eleştirmenin bu yönelimi, on dokuzuncu yüzyılda gelişme gösteren doğa bilimin ve “bilimsellik” söyleminin edebiyat eleştirisinin dönüşümüne etki ettiğini gösterir. Sainte-Beuve bu yönüyle, eleştirinin bir betimleme etkinliği gibi kabul edilmesine katkı sunmuştur. Sainte-Beuve’ün çalışmalarında girişim boyutunda kalan düşünceyi (eleştiriye bilimsel bir zemin kurma) daha ileriye taşıyan ise Hippolyte Taine olmuştur. Ahmed Şuayb da dâhil olmak üzere olmak üzere Servet-i Fünûn yazarlarının Batılı eleştiri kaynaklarından başında gelen Taine, kendi yöntemi ile kuralcılığın getirdiği yaklaşımın farkını şöyle ortaya koyar: “Bizimki moderndir, eskisinden tarihsel olması ve dogmatik olmaması, yani kural dayatmak yerine 89 Yücel, ss.26-29. 90 a.g.e, s.29. 91 a.g.e, s.30. 37 yasaları saptamasıyla ayrılır.” 92 Buna göre Taine, sanat ve edebiyat eleştirisinde bağlayıcı kurallar koyma düşüncesine mesafe alır, yasaları saptamakla yetinmeyi öngörür. Bu noktada eleştirmen kendi yöntemsel bakışını şöyle açıklar: Benim izlemeye çalıştığım ve tüm sosyal bilimlere girmeye başlayan modern yöntem, insan yapıtlarını, özellikle de sanat eserlerini, niteliklerinin belirtilmesi ve nedenlerinin araştırılması gereken olgu ve ürünler olarak ele almaktır; o kadar. Böyle anlaşılan bir bilim ne suçlar ne de bağışlar; saptar ve açıklar. 93 Dolayısıyla Taine, sanat/edebiyat eserini insanın iç dünyasında meydana gelmiş bir olay olarak kabul eder, özelliklerini ve nedenlerini araştırmayı eleştirinin konusu haline getirir. Eleştiriye pozitivist bir zemin arar: Dış dünyanın olgular üzerinden açıklanması gibi, insanın iç dünyasının da sanat ve edebiyat eserlerinin eleştirel okumasıyla çözümlenebileceğini savunur. Bu bakımdan eleştiriyi “bilim” olarak tanımlar; eleştirinin eser hakkında saptama ve açıklama yapmakla yetinmesi, kuralcılığın ürünü olan olumlu ya da olumsuz yargıları dışarıda tutması gerektiğini savunur. Taine’in edebiyat eleştirisi yazara odaklanır. Ona göre yazar, duygu ve düşünce dünyasını belirleyen, zihinsel faaliyetlerine kaynaklık eden “ana yeti” ile açıklanır. Ana yeti insanın temel duyumsama ve düşünme biçimini karşılayan bir kavramdır ve üç etken tarafından belirlenir: “Irk”, “muhit” ve “an”. Irk, doğuştan gelme ve kalıtımsal yetilerdir. Bunlar halktan halka değişiklik gösterirler. Muhit bir ırkı kuşatan iklim, siyasi koşullar ve toplumsal şartların toplandığı üst başlıktır. An ise, tarihsel kesit olarak açıklanabilir. Irk ve muhitin etkisi her tarihsel kesitte farklı olur. Taine bu üç ölçütün yazarın ürettiği metinleri belirlediğini, dolayısıyla eserden 92 Hippolyte Taine, Philosophie De l’Art, c.1 (Paris: Librairie Hachette, 1904), ss.11-12. 93 a.g.e, s.13. 38 yola çıkarak yazarı açıklamanın mümkün olduğunu savunur. 94 Dolayısıyla, edebiyatın çeşitli koşullara bağlı olduğu, dış belirlenim sonucunda şekillendiği görüşü, Taine’in eleştiri çalışmalarında ırk, muhit ve an gibi belirgin kavramsal karşıtlıklarla ifade edilir. Taine’in eleştiri tarihinde öne çıkmasını sağlayan da, eleştiri ile bilim arasındaki ilişkiyi açık kavram ve ifadelerle ortaya koymasıdır. Taine eleştiriyi, sanat ve edebiyat eserlerinin doğuşundaki nedenselliği (neden-sonuç bağıntılarını) çözümleyecek, insanın manevi tarihini çözülmekte kullanılacak bir araç gibi görür. O güne kadar, Sainte-Beuve’ün de yaptığı gibi, muğlâk biçimlerde dile getirilen “edebiyat bilimi” çalışmaları için yöntemsel araçlar geliştirmeye, eleştiriyi kullanarak “insanın zihinsel etkinliğinin doğal tarihini” yazmayı amaçlar. 95 Bu yaklaşım biçimi Taine’in kendi döneminde “gerçek bir öncü” biçiminde karşılanmasına yol açar. 96 Taine’in etki gücü sonraki dönemlerde de devam eder. Roland Barthes’in öne sürdüğü gibi, “nesnellikle kesinliği temel ilke olarak benimsedikten sonra” her eleştirmen Sainte-Beuve ve Taine’e bağlanır. 97 Matematiksel kesinliği arayan eleştiri yöntemi uygulama aşamasında güçlükler yaratsa da, kullandığı yöntemle “doyurucu sonuçlara ulaştığını, ulaştığı zaman da bunu yöntemine borçlu olduğunu söylemek” 98 zor olsa da Taine, getirdiği kuramsal açılımla on dokuzuncu yüzyılda eleştirinin ana uğraklarından birine dönüşür. 94 Hippolyte Taine, “Introduction,” Histoire de la Littérature Anglaise, c.1 (Paris: Librairie Hachette, 1911), ss.5-44. 95 Fayolle, s.119. 96 Yücel, s.33. 97 a.g.e, ss.33-34. 98 a.g.e., s.32. 39 Taine’in eleştiride bilimsellik arayışını sürdüren Emile Hennequin ise eleştiri etkinliğinin estetik, psikolojik ve sosyolojik olmak üzere üç inceleme düzeyinden oluşması gerektiğini savunur. Bu bağlamda edebiyat eseri Hennequin tarafından estetik duygulanımlar yaratan bir işaret, yazardan geriye kalan bir iz ve belli bir çevrenin ürünü olarak kabul edilir. Hennequin eleştiri anlayışını Taine’e referansla oluşturur: Taine’in belirgin bir kavramsal çerçeveye soktuğu eleştiri anlayışının taşıdığı kesinliğini tartışmalı bulur. Edebiyat metninin o çerçevede göz ardı edildiği savından hareketle, onu tekrar merkeze alacak bir eleştiri çerçevesi çizmeye çalışır. 99 Eleştirmen Taine’e mesafe alsa da, onunla aynı kalkış noktasına ve benzer bir hareket zeminine sahiptir. Eleştirinin eseri açıklayacak nesnel dayanakları olan bir etkinlik olduğu düşüncesi bu iki eleştirmeni aynı zeminde (olgusal eleştiri) buluşturur. Servet-i Fünûn eleştirisi için önemli bir kaynak oluşturan, Taine ve Hennequin gibi eleştirmenlerle benzer bir zeminde hareket eden Paul Bourget ise edebiyatın insanın iç dünyasını ve psikolojik yaşantısını okumak için kullanılabileceği saptamasından hareketle kendi çağının psikolojik bir haritasını çıkarmak ister. 100 Eleştirmenin çağdaşları üzerine kaleme aldığı incelemeleri içeren Çağdaş Psikoloji Denemeleri başlıklı çalışma, bu bağlamda yazarların esere sinmiş psikolojik yaşantılarını açığa çıkarma girişiminin ürünüdür. Bourget eserden yazara ulaşmanın olanağını bu psikolojik yaşantıyı okumakta bulur, edebiyat eleştirisini psikolojik çözümlemeler yapma zemini gibi görür. Ferdinand Brunetière ise, olgusal eleştirinin çözümleme araçlarını yeni kavramlar üzerinden tarif eder. Brunetière eleştiride izlenimciliğe ve öznelciliğe, 99 Fayolle, ss.124-125. 100 a.g.e, s.127. 40 başka bir deyişle eleştirinin kişisel beğenilerin ifade zemini olarak düşünülmesine karşı çıkarak, nesnel temellere sahip bir “eleştiri bilimi” kurmayı hedefler. 101 Brunetière, biyografik (Sainte-Beuve) ve toplumsal (Taine) belirlenime yazınsal geleneğin getirdiği belirlenimi ekler ve bunu “yazınsal tür” ile tanımlar. 102 Eleştirinin bir eserin genel edebiyat tarihiyle, kendi türünün yaslandığı kurallarla, toplumsal çevre ve yazarla arasındaki ilişkileri gözetmesini gerektiğini savunan Brunetière’in olgusal eleştiriye yaptığı katkı, tür kavramını buraya dâhil etmektir. Brunetière’in yazınsal türler kuramında, Darwin’in tür kuramına öykünmenin izleri görülür. 103 Eleştirmen edebi türlerin kendi yasaları doğrultusunda evrim geçirdiklerini ve her eserin bu evrim sürecinde bir an ya da aşama olduğunu düşünür. Ona göre edebiyat eserini açıklamanın yolu, onu edebiyatın evrim süreci içinde konumlandırmaktan geçer. Eleştiri ancak bundan sonra eser hakkında hüküm verebilir. 104 Buraya kadar yapılan değerlendirmeler, Ahmed Şuayb’ı da içine alan Servet-i Fünûn dönemindeki eleştiri etkinliğinin ilkesel ve yöntemsel düzeyde Batılı kaynağı olan olgusal eleştiri anlayışının çerçevesini çizer. Olgusal eleştiri, neo-klasisizmin zamansal değişimi ve yerel farklılıkları dışlayan estetik anlayışının, eleştirel ölçüt olarak retorik ve dilbilgisi kurallarının sorgulandığı ve işlevsizleştiği bir dönemde gelişir. Eleştiri, kurallara bağlılığın ifadesini olmaktan çıkarak betimleme ve inceleme etkinliğine dönüşür. Bilim (doğa bilimleri) dış dünyayı incelerken, eleştiri de sanat ve edebiyatı araştırır. Eleştirmen inceleme nesnesini (eser ve yazar) dış dünya ile kurduğu ilişki içinde değerlendirir, çünkü edebiyatın kendisi dış şartların 101 J.-C. Carloni ve Jean-C.Filloux, La Critique Littéraire (Paris: Presses Universitaires de France: 1955), s.44. 102 Compagnon, s.900. 103 a.g. 104 Carloni ve Filloux, ss.44-45. 41 etkisiyle oluşmuş bir üründür, bunlar tarafından belirlenir ve bunlarla açıklanır. Dolayısıyla eleştiri dış şartları gözetir, eseri dış gerçekliğe, yazarı dış dünyaya bağlayarak aradaki ilişkiyi inceler. Olgusal eleştiri başlığı altında değerlendirilebilecek eleştirmenlerin ortak noktası, kuralcılıktan ve izlenimcilikten uzak bir eleştiri alanın dayanaklarını aramalarıdır. Fransa’da gelişen bu eleştiri anlayışı, Osmanlı Türkiyesi’nde Servet-i Fünûn döneminde kendi uygulama zeminini bulur. Edebiyât-ı Cedîde’yi içine alan tartışmalarda, bu tartışmalara yön veren eleştiri metinlerinde ise en belirgin ifadesine kavuşur. Edebiyât-ı Cedîde yazarlarını kendilerine yöneltilen suçlamalar karşısında yanıt üretmeye iten bu tartışma ortamında, olgusal eleştiri yazarlara çeşitli eleştirel ilke ve araçlar sağlar. Servet-i Fünûn çevresinin olgusal eleştiriyle kendi özgül koşulları (tartışmalı edebiyat ortamı) içinde nasıl ilişkilendiğini, eleştirel tutumlarının nasıl bir ortamda oluştuğunu, “edebiyat” ve “eleştiri” başlıklarının Servet-i Fünûn döneminde ne tür bir tartışma ortamı içinde sorunsallaştırıldığını görmek için Edebiyât-ı Cedîde’yi merkezine alan tartışmalara bakmak yerinde olacaktır. Edebiyât-ı Cedîde Tartışmaları Dekadanlık Tartışması Servet-i Fünûn çevresinde bir araya gelen yazarların kendi edebiyatlarını oluşturmaya başlamaları, bu “yeni” edebiyatın kurumsal bir kimlik altında görünürleşmesi tartışmaları da beraberinde getirir. Bu bağlamda doğalcılığı merkeze alan tartışmalarda öne çıkmış bir figür olan Ahmed Midhat’ın Sabah gazetesinde kaleme aldığı “Dekadanlar” başlıklı makalesi, yeni kuşağın ortaya koyduğu 42 edebiyatın tartışmaya açılacağı ortamı hazırlar. Söz konusu makalede Ahmed Midhat’ın temel tezi, Edebiyât-ı Cedîde’yi meydana getiren “genç” yazarların “yabancı” ve “taklit” bir edebiyat oluşturduklarıdır. Ahmed Midhat’a göre bu durum kendini gerek dil gerekse içerik bağlamında gösterir. Dil düzeyinde “anlaşılmazlık” biçiminde ortaya çıkar: “Biz lisanı sadeleştirelim derken bunlar bir kat daha berbat ettiler. Bu ne lisan? Bu ne tabir? Veysî’ye, Nergisî’ye rahmet okutuyorlar!” 105 İçerik bağlamında ise bu durum, “yoldan sapmış” konu seçimlerini beraberinde getirir: Ahmed Midhat için Edebiyât-ı Cedîde yazarları, gençlere verilecek eğitimde Taine’in mi Spencer’ın mı daha uygun olduğunu tartışırken, Zola’nın “rezail-i ahvali beşeriyeyi olanca gılzet-i lisaniye ile” anlatan eserlerini edebiyattan sayarken yoldan saparlar. 106 Dolayısıyla bu yazarlar dilde ve içerikte Batılı modelin “olumsuz” örneklerini taklit ederler. Ahmed Midhat’a göre edebiyat ile ahlak, eser ile kitle, dil ile yerleşik dil kuralları arasındaki bağı koparan her türlü anlayış olumsuz örneklere eklenir ve tek başlıkta toplanır: Dekadanlık. Ahmed Midhat’ın Servet-i Fünûn çevresini tanımlamak için kullandığı “dekadan” (“décadent”) kelimesi, Fransızcada “gerileyici” ya da “çöken” anlamlarını taşır. Kelime, 1886 yılında Paris’te Anatole Baju yönetiminde çıkan, burjuvaziyi “skandalize” etmek için kurduğu saldırgan dille dikkatleri üzerine çeken, Le Décadent dergisine ve dergi çevresinde bir araya gelen edebiyat topluluğuna gönderme yapar. 107 Ahmed Midhat’a göre Edebiyât-ı Cedîde, Fransız dekadanlarının etkisine girmiş ve bir taklide dönüşmüştür: “İşte Paris’in bu dekadanları İstanbul’da 105 Fazıl Gökçek, Bir Tartışmanın Hikâyesi: Dekadanlar (İstanbul: Dergâh Yayınları, 2007), s.29. 106 a.g. 107 Orhan Koçak, “Kaptırılmış İdeal: Mai ve Siyah Üzerine Psikanalitik Bir Deneme,” Toplum ve Bilim, sayı 70 (Güz 1996), s.103. 43 dahi üdebâ-yı cedîdeyi peydâ etmeye sebeb olmuştur.” 108 Genç yazarların kılığına bürünerek ortalıkta dolaşanlar, dekadanlardan başkası değildir. Her ikisi de dili ve edebiyatı rayından çıkarmış; anlaşılır olanı anlaşılmaz, ölçülü olanı ölçüsüz, zarif olanı kaba kılmıştır. Ancak Edebiyât-ı Cedîde bunu “taklit” yoluyla edinmiştir, dolayısıyla olumsuz Batılı modelin yine olumsuz bir taklidinden ibarettir. Ahmed Midhat’ın Servet-i Fünûn çevresine yönelttiği bu eleştiri gerçekte, modernleşme sürecinin aşırılıklarına verilen tepkilerin bir uzantısıdır. Modernleşmeyi geleneğin getirdiği sınırlarla düşünen Ahmed Midhat, Edebiyât-ı Cedîde’nin Batılı modele “aşırı” biçimde öykünmesine itiraz etmektedir, çünkü aşırı öykünme, edebiyatın taklide dönüşme tehlikesini beraberinde getirir. Recaizâde Ekrem’in Araba Sevdası’nın başkarakteri Bihruz Bey’i “batılılaşmış züppe[ye]” 109 dönüştüren taklit, Edebiyât-ı Cedîde’yi de “köksüzleşmiş dekadanlar” topluluğuna çevirir. Gecikmiş Osmanlı toplumunda batılılaşmanın zemini kaygan ve kırılgandır, “her türlü atılımı ve planlı çabayı daha en başından bir sürüklenişe, bir kapılmaya” 110 dönüştürebilir. Kapılmaya uğrayanlar, “yerli” zemini kaybeder, temellerini yitirir ve köksüzleşir. Kısacası, Servet-i Fünûn yazarları “kapılma” ile maluldür. Ahmed Midhat’ın “taklit” suçlaması, Edebiyât-ı Cedîde’ye karşı duyulan rahatsızlığın açığa çıkmasına yol açar. Bu bağlamda sorunsallaştırılan dört ana başlık, “[e]lfâz-ı cedîde”, “[k]âfiyelerce kayıdsızlık”, “[t]erkîblerdeki yenilik” ve “[f]ikirlerin âsâr-ı garbiyyeden muktebes olması”dır. 111 Batılı model doğrultusunda yeniden şekillenen edebiyat dili, kelime haznesi, kafiye düzeni, tamlama kuruluşu ve 108 Bedri Aydoğan, “Servet-i Fünûn Döneminde Edebiyat Üzerine Oluşan Polemikler” (Doktora Tezi, Çukurova Üniversitesi, 1996), s.220. 109 Mardin, “Tanzimat’tan,” s.37. 110 Koçak, “Kaptırılmış,” s.99. 111 Aydoğan, s.221. 44 konu seçimi Dekadanlık tartışmasına konu olur. Başlıkların çeşitlenmesiyle birlikte “taklit” eleştirisinin dozu da yükselir. Mehmed Celal’in “âsâr-ı cedîde diye yazılan manzûmeler hep böyle terceme, taklîd, intihâl ile vücûda geliyor” 112 şeklindeki yorumu, tam da bu noktada yeni bir düzeye geçildiğine vurgu yapar. “Birinin yazısını veyâ şiirini kendinin gibi gösterme” 113 anlamındaki intihal kavramı burada, taklitten öte “çalıntı” bir edebiyat oluşturulduğuna işaret eder. Suçlamayı yöneltenler açısından, Edebiyât-ı Cedîde’de Batılı modele öykünmenin derecesi o kadar yüksektir ki, modelin çalındığını düşündürür. Böylece aşırılık, bir suç unsuruna (“hırsızlık”) dönüştürülerek yargılanır. Edebiyât-ı Cedîde ile diğer yazarları karşı karşıya getiren bu çatışma, Nurdan Gürbilek’in ifadesiyle toplumun “yarısının züppe, yarısınınsa taşralı” görünmesine yol açan gecikmiş modernleşmenin bir açmazıdır: Modernleşme sürecinde yerellik ile ideal, başka bir ifadeyle, geleneksel ile model karşı kaşıya gelir. İdeal yerellik yüzünden “eğreti, yarımyamalak ve züppece” görünürken, yerellik de ideal tarafından “hamlesiz, hantal ve köhne bir taşraya” dönüştürülür. 114 Ahmed Midhat, yeni edebiyatı “züppe” olmakla suçlarken, yenilik taraftarı yazarların yanıtları da onu “taşralı” gördüklerini düşündürecek vurgu noktalarına sahiptir. Tevfik Fikret Timsali Cehalet şiirinde isim vermeden Ahmed Midhat’i cahillikle suçlar 115 , Hüseyin Cahid ise onun Batı’nın gerçekte ne olduğunu öğrenme zahmetinde bulunmadığını ve edindiği bilgi kırıntılarıyla her konuda atıp tuttuğunu öne sürer. 116 Dolayısıyla Edebiyât-ı Cedîde yazarları Ahmed Midhat’ın bilgi düzeyini sorgularken gerçekte 112 a.g.e, s.226. 113 Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügât (Ankara: Aydın Kitabevi,1986), s.529. 114 Nurdan Gürbilek, “Orijinal Türk Ruhu,” Kötü Çocuk Türk (İstanbul: Metis Yayınları, 2001), s.98. 115 Gökçek, ss.45-48. 116 a.g.e, ss.62-90. 45 Batı ile kurduğu ilişkiyi masaya yatırırlar. Onlara göre yazar, Batı’yı anlayacak donanımdan yoksun olduğu halde, anladığını savunur. Buradaki “yoksunluk” durumu, bilgi birikiminin yanı sıra niyetle de ilgilidir: Üstün körü anlamayı yeterli bulan ve daha fazlasını öğrenmeye niyet etmeyen yazarın Batı’ya karşı aldığı mesafe, bu dünyayı arzulayan ama arzulamaktan korkan bir taşralı gibi görünmesine yol açmıştır. Dekadanlık tartışması, eleştiri etkinliğinin kendisinin de tartışıldığı bir süreç olur. Edebiyât-ı Cedîde’nin biçimde ve içerikte taklit ya da çalıntı bir edebiyat olmakla itham edilmesi, dil ve edebiyatın düzenini bozmakla suçlanması, Servet-i Fünûn yazarlarından Hüseyin Cahid için eleştirinin sorunlu bir pratik halini almasının işaretidir. Hüseyin Cahid eleştirinin belli ilke ve ölçütlere bağlanmadan yapılmasına, “kolaycı” bir suçlama aracına dönüştürülmesine karşı çıkar. 117 Edebiyât-ı Cedîde’ye yöneltilen suçlamaların, yerleşik dil kurallarını esas alan bir çevre tarafından yapılması ise, Hüseyin Cahid’in karşı çıkışını anlamına kavuşturur. Burada Edebiyât-ı Cedîde’nin somutlaştırdığı yeni edebiyat modeli, eski eleştiri modeline bağlı kalanlarca eleştirilir: Şiir tartışmaları sırasında yeni şiir modelinin yerleşik kurallar, mana yerine lafız üzerinden eleştirilmesi gibi Servet-i Fünûn çevresi de dil kuralları üzerinden eleştirilir. Hüseyin Cahid ise bu eleştirel yaklaşımın geçerli olamayacağını, eleştirinin “lisan hataları” üzerinden yapılamayacağını savunur. 118 Bu tutum, olgusal eleştiri modeli doğrultusunda eleştiride yeni yöntemsel araçların arandığını gösterir. Yerleşik dil kurallarını eleştiri gündeminden kaldırmak ve yeni ölçütler bulmak, Servet-i Fünûn çevresinin kendi edebiyat metinlerini savunabilmesi açısından gerekli görünür. 117 a.g.e, s.63. 118 a.g. 46 Eleştiri pratiği açısından Dekadanlık tartışması, Edebiyât-ı Cedîde’yi sorunsallaştıran ve eski eleştiri modeline bağlı kalanlarla yeni model arayışında olanları karşı karşıya getiren bir ortamdır. Tartışma, Hüseyin Cahid örneğinde de görüldüğü gibi, Edebiyât-ı Cedîde yazarlarının edebiyat eleştirisini olgusal eleştiri çerçevesinden hareketle yeni bir zeminde uygulamaya koymalarını hazırlar. Dekadanlık tartışmasıyla, zamansal açıdan ve bağlam yönünden iç içe geçen, benzer dinamikleri açığa çıkaran diğer bir tartışma ise “Klasikler” tartışmasıdır. Klasikler Tartışması Klasikler tartışması, Ahmed Midhat, Tercümân-ı Hakikât’teki “Müsâbaka-i Kalemiyye İkrâm-ı Aklâm” başlıklı makalesiyle başlar. 119 Avrupa klasiklerinin (Shakespeare, Goethe, Racine, Molière vb.) Osmanlıcaya çevrilmesi önerisi üzerine kurulu olan makalede Ahmed Midhat, çeviri konusunda geç kalındığını ve bir fırsatın kaçırıldığını öne sürer. 120 Ona göre klasikler zamanında çevrilmiş olsaydı, Batı edebiyatının “Emile Zola’nın rezâlet-nâmeleriyle Pol Burje’nin âsâr-ı kudemayı bozarak ettiği istirâklardan” ibaret olmadığı ve “Avrupa’da te’dîb-i tabâyi-i beşere cidden hizmet edebilecek âsâr-ı hakîkiyye-i edebiyye” bulunduğu” görülürdü.” 121 Başka bir ifadeyle, Batılı modelle ilişkilenirken yanlış yöne sapılmaz, insan doğasını terbiye eden klasiklerin yerini bozucu etkiler taşıyan Fransız doğalcılarının (Zola ve 119 Klasikler tartışmasının özneleri, metinleri ve konu başlıklarını görmek için bkz. Ramazan Kaplan, Klâsikler Tartışması: Başlangıç Dönemi (Ankara: Atatürk Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, 1998). 120 Klasikler tartışmasının çeviri odaklı bir incelemesi için bkz. Saliha Paker, “Ottoman Conceptions of Translation and its Practice: The 1897 ‘Classics Debate’ as a Focus for Examining Change,” Translating Others, c. 2, haz. Theo Hermans (Manchester: St. Jerome, 2006). 121 Altuğ, “Modern,” s.193. 47 Bourget) eserleri almazdı. Dolayısıyla bir eksiklik tespitine dayanan ve eksikliği gidermek adına öneride bulunan bu makale, Ahmed Midhat’ın Servet-i Fünûn çevresinin benimsediği modele karşı tepkisini yansıtır. Ahmed Midhat, bu çevrenin “yanlış” yönelimini, önlerine “doğru” hattı koyarak sonlandırmak ister. Doğru hattın oluşması ise klasiklerin çevrilmesine bağlıdır. Ahmed Midhat’ın yaptığı “klasik” tanımı da amacını yansıtır: Klâsik bir eserin öncelikle hayal ve hakikatin dengeli bir karışımı olması gerekir. Bu özelliğe sahip olduktan sonra klâsik eser, konusunda doğruyu ortaya koymalı, üslûbu güzel ve açık olmalı, kolay anlaşılmalı, dinî, tarihî ve ahlakî değerlere aykırı olmamalı ve gelecek nesillerin de beğenisini kazanabilmelidir. 122 Bu tanım, Ahmed Midhat’ın klasik eserleri “dekadan” eserlerin antitezi olarak düşündüğünü ortaya koyar. Dekadan, adına “hakikat” denilen ahlak dışı konulara saplanırken, klasik hayal ile hakikat arasında ölçüyü yakalar. Dili açıktır ve kolay anlaşılır, dekadan gibi dili bozmaz, iletişimi koparmaz. Yerleşik değerlere aykırı değildir, onları muhafaza eder. Bunlara ek olarak, “tek bir kişinin ya da çoğunluğun zevkine göre değil âdeta tüm milletin ortak zevkine göre belirlenir.” 123 Ortak beğeninin, toplumsal uzlaşının ve uyumun ürünüdür. Tersten söylemek gerekirse, kendini topluma, millete ya da ortak iradeye bir şekilde kabul ettirmeli ve ondan onay almalıdır. Gelecek kuşaklara kalması, yani klasikleşmesi de bu şartları yerine getirmesine bağlıdır. Servet-i Fünûn yazarlarından Cenab Şehabettin, Ahmed Midhat’ın klasikleri çevirme önerisine yanıt verirken olgusal eleştiri zeminini kullanır. Cenab Şehabettin’e göre ortak zevk ve mutlak güzellik sanat açısından sorunlu ölçütlerdir, çünkü zevk de güzellik de görelidir: Zamana ve mekâna göre değiştikleri gibi 122 a.g.m, s.196. 123 a.g.m, ss.196-197. 48 toplumdan topluma da farklılık gösterirler. Bu bakımdan klasik ancak, “bir veya birden fazla kavmin çoğunluğu tarafından değerli bulunan ve o kavimlerce bir süre için örnek kabul edilen sanat eserleri[dir].” 124 Cenab Şehabettin zevk ve güzelliği “mutlak” ve “değişmez” olmaktan çıkarır, bunların bir dizi dış belirleyenin etkisiyle değiştiklerini vurgular. Bu zeminden hareketle, her edebiyatın kendi döneminin güzellik anlayışının etkisi altında olduğunu belirtir. Ona göre zamansal ve mekânsal uzaklıkları yüzünden klasiklerden zevk almak olanaklı olmadığı gibi, bunları yerleşik edebiyat dizgesine aktararak edebiyatın ilerlemesine katkıda bulunmak da olanaklı değildir. 125 Cenab Şehabettin burada Ahmed Midhat’ın çeviri önerisine karşı çıkarken, olgusal eleştirinin getirdiği görecelik anlayışıyla klasiğin tanımını ve değerini sorgular. Klasiklerin bir yerde (ör. Fransa, on yedinci yüzyıl) sabitlenmiş “değerli” eserler bütünü değil, her tarihsel ve toplumsal bağlamda yeniden belirlenen eserler olduğunu savunur. Klasikler tartışması Dekadanlık tartışmasıyla birlikte düşünüldüğünde daha anlamlıdır. Her iki tartışmayı da başlatan Ahmed Midhat, Dekadanlık tartışmasında Edebiyât-ı Cedîde kuşağının yönelimini eleştirir, Klasikler tartışmasında ise onların dayandığı Batılı modeli bir başkasıyla değiştirmeye çalışır. Çeviri ise bu girişimin zemin ve araçlarını sağlar. Dolayısıyla Ahmed Midhat klasik eserleri çevirmeyi önerirken, bunları dekadan olanlarla ikame etmeyi önermektedir. Batılı modelin bozucu metinleri (doğalcı metinler) yerine düzenleyici metinlerini (klasikler) aktarma isteği Servet-i Fünûn çevresinde kurulan modeli hedef alan bir değişiklik önerisidir. 124 a.g.m, s.197. 125 a.g.m, s.199. 49 Ahmed Midhat’ın bu önerisi bir geçmişe sahiptir. Yazar 1890-1891 yıllarında Fransız klasisizminin temsilcilerinden Corneille’in Le Cid adlı eserini Cid’in Hulâsası başlığıyla Osmanlıcaya çevirir. Çeviri “hulâsa” yani “özet” başlığını taşısa da orijinalinden daha geniştir, çünkü Ahmed Midhat çevirinin “öyle muvazzah yazılmayacak olsa hiçbir şey anlaşılmayacağından” 126 korkar. Dolayısıyla eserin Fransızca bilmeyen okur tarafından “iyice” anlaşılabilmesi için “geniş” bir çeviri yapar ve Corneille’i okura “etraflıca” anlatır. Cid’in Hulâsası’nın Halid Ziya’nın Hikâye’siyle aynı yıllara rastladığı düşünülürse, Klasikler tartışmasına dönüşecek ayrımın o yıllarda belirginleştiği, tarafların savundukları edebiyat modelini çeviri etkinliği üzerinden görünür kılmaya çalıştıkları söylenebilir. Buna göre bir tarafta doğalcılardan çeviri yapan Halid Ziya, diğer tarafta ise klasikleri çeviren Ahmed Midhat yer alır. Ahmed Midhat’ın klasikleri aktararak yeni kuşağın o yıllarda görülmeye başlanan “dekadansı” eğilimlerinin önüne geçme ve edebiyatı arındırma çabasına Muallim Naci’yi de katmaya çalıştığı görülür. Naci’yi “bir Racine, bir Corneille, bir Boileau yapmak için” çalışmış, ortaya koyduğu emek, bu yazarın Osmanlıca trajedi yazma denemelerine başlamasıyla sonuçlanmıştır. 127 Bağlamak gerekirse Ahmed Midhat tarafından Klasikler tartışması ile gündeme getirilen değişiklik önerisi, modern Türk edebiyatında önceki yıllarda yaşanan model tartışmalarının bir parçasıdır. Geç modernleşen bu edebiyatın içine düştüğü ve içinde şekillendiği tartışmalı ortam, bu bölümde ele alındığı gibi, en açık ifadelerini eski şiir-yeni şiir, romantik edebiyat-realist edebiyat, hayal-hakikat, yerliyabancı, orijinal-taklit ve dekadan-klasik karşıtlıklarında bulur. 1890’ların ortalarında Batılı edebiyat modelini geleneksel bağlarla sınırlamadan uygulamaya 126 Türker Acaroğlu, “Ahmet Midhat ve Avrupa Klâsikleri,” Tercüme 52 (1951), s.278. 127 Abdullah, s.197. 50 koymaya çalışan Servet-i Fünûn çevresinin kendi edebiyatını oluşturmaya başlamasından, Servet-i Fünûn dergisinin yeni bir odak halini almasından sonra tartışmalar yeni bir boyuta taşınır ve bu çevreyi eleştirilerin merkezine koyar. Sözü edilen tartışmalı edebiyat ortamı eleştiri etkinliğini bir imkâna dönüştürür: Edebiyât-ı Cedîde yazarları eleştiri üzerinden kendilerini ifade eder, benimsedikleri modeli ve yarattıkları edebiyatı savunurlar. Bu ortam aynı zamanda edebiyat eleştirisine içinde gelişebileceği bir imkân alanı sağlar: Eleştirinin bir tür ve etkinlik olarak nasıl, hangi ilke ve araçlar doğrultusunda kurgulanacağı tartışılır. Dolayısıyla edebiyat eleştirisinin kendisini tartışan bir süreç yaşanır. Bu süreçte Servet-i Fünûn çevresinde öne çıkan eleştirmenlerin başında Ahmed Şuayb gelir. Ahmed Şuayb’ın eleştiri etkinliğine bakmak, buraya kadar çizilen büyük çerçevenin kendini özgül bir örnekte nasıl açığa vurduğunu görmemizi sağlar. O halde çalışmanın sonraki bölümünde Ahmed Şuayb’ın eleştiri anlayışına geçebiliriz. 51 ÜÇÜNCÜ BÖLÜM AHMED ŞUAYB’IN EDEBİYAT ELEŞTİRİSİ Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisi, Edebiyât-ı Cedîde’nin ve Batılı edebiyat modelinin tartışmaların merkezine taşındığı, eleştiri etkinliğinin karşıt görüşteki yazarların kendi model önerilerini ifade etmeleri için elverişli bir zemine dönüştüğü süreçte, 1899-1901 yılları arasında Servet-i Fünûn dergisinde kaleme aldığı yazılarla şekillenir. Dolayısıyla Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisini değerlendirmek için, eleştirmenin yazı hayatının ele alındığı bölümde de kısaca değinilen bu yazılar temel alınacaktır. Bunlar arasından, başlı başına bir eleştiri projesi olan “Hayât ve Kitâblar” ile eleştirmenin Edebiyât-ı Cedîde üzerine ayrıntılı bir eleştirel okuma yaptığı “Musâhabe-i Edebiyye” başlıklı yazılar onun Batılı ve yerli modellere nasıl baktığını, bunlar arasında ne tür bir ilişki kurduğunu görmek açısından en elverişli olanlardır. Dolayısıyla çalışmamın bu bölümünde ilk olarak “Hayât ve Kitâblar”, ikinci olarak da “Musâhabe-i Edebiyye” başlıklı yazılara odaklanacak ve Ahmed Şuayb’ın eleştiri anlayışının bu metinlerde nasıl kurulduğunu açıklamaya çalışacağım. Ancak buna geçmeden önce, eleştirmenin Servet-i Fünûn çevresini tartışmaların merkezine oturtan eleştiri ortamını nasıl tanımladığına, bu ortam karşısında ne tür bir eleştiri alanı tarif ettiğine bakmak gerekir, çünkü Ahmed Şuayb’ın eleştiri etkinliğinin ve bunun ürünü olan metinlerin şekil bulacağı zemin ancak bu şekilde görünür bir hal alır. 52 Eleştiri Alanının Tarifi, Eleştirmenin Yol Haritası Ahmed Şuayb, Servet-i Fünûn çevresini Dekadanlık ve Klasikler tartışmalarıyla eleştiri ve suçlamaların hedefi durumuna getiren, Servet-i Fünûn dergisi etrafında oluşturulmaya çalışılan edebiyatı sorunsallaştıran ortamın edebiyat eleştirisi bakımından “niteliksiz” olduğunu savunur. Bu ortama şekil veren eleştiri pratiklerini o dönem Fransa’daki eleştiri etkinliğiyle karşılaştırır ve Batılı model karşısında bu pratiklerin “zavallı” göründüğünü belirtir. 128 Ahmed Şuayb’a göre edebiyat eleştirisi yani “tenkid” o dönemde revaçtadır, fakat verilen eleştiri örnekleri “güzel yâhûd çirkin bir makâle okundu; işte bir cihetini naklediyoruz…” demekten öteye geçmeyen, nitelik olarak eleştirinin gerekliliklerini karşılamayan, eleştiri sınıflamasına girip giremeyeceği tartışmalı olan metinlerdir. 129 Dolayısıyla eleştiri, “yetkin” olmayan ellerde güçsüz düşmüş, “yıpranmış” ve acınacak hale (“zavallı”) gelmiştir. Yetkin olmayanların, başka bir deyişle türün gereksinimlerini ve uygulama biçimini yeterince bilmeyenlerin “tenkid” adı altında türle bağdaşmayan uygulamalara girişmeleri, eleştiri alanının nicelik açısından dolu, nitelik açısından ise boş olmasına neden olur. Eleştiri alanı deyim yerindeyse bir “kuru kalabalık” tarafından teslim alınmış; eleştirinin nitelik yitimi, eleştiri alanında bir boşluğun doğmasına yol açmıştır. Ahmed Şuayb’ın Servet-i Fünûn çevresini hedef alan eleştiri pratiklerinin ağırlıkta olduğu eleştiri ortamını Batılı modele bakarak değerlendirmesi, onunla karşılaştırması ve sonuçta boşluk, niteliksizlik ya da yetersizlikle kodlaması, eleştirel 128 Ahmed Şuayb, “Esmâr-ı Matbûât,” Servet-i Fünûn 18, sayı 460 (23 Kânûn-ı Evvel 1315/4 Ocak 1900), s.279. 129 a.g. 53 bir tavır olarak dikkat çekicidir. Bu tavrın genel anlamını açıklayan Nurdan Gürbilek, Türkiye’de edebiyat, kültür ya da toplum eleştirisinin “bir yokluk tespitiyle” başladığını, “biz” ve “onlar” arasında karşılaştırmacı bir tutum aldığını ve yerleşik olanı (“biz”) yabancı olan (“onlar”) karşısında hep eksik bulduğunu belirtir ve bunu bir model değişimi anlamına gelen Batılılaşmaya bağlar. 130 Görüldüğü kadarıyla Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisi Gürbilek’in ileri sürdüğü bu kavramsallaştırma ile örtüşen bir yan barındırır. Eleştirmenin yukarıda ifade edilen görüşleri, “tenkid” başlığı altında yapılan niteliksiz uygulamaların, Servet-i Fünûn çevresinin oluşturmaya çalıştığı “Batılı modele uygun” eleştiri alanını nitelik açısından eksilttiğini düşündüğünü gösterir. Dolayısıyla, Batı’yı yakalama yönünde gösterilen çabalara rağmen eleştiride halen bir boşluk vardır. İşte tam da bu sebeple Ahmed Şuayb eleştirideki boşluğu tespit ettikten sonra bunu gidermeye yönelir. Eleştiriyi gücüne kavuşturmak ve ona nitelik kazandırmak için bir dizi öneride bulunur. Sunduğu öneriler, eleştiriye dair temel bir çerçeve, eleştirmen olmak isteyenler içinse bir yol haritasıdır. “Dışarı”ya (diğer eleştirmenlere) olduğu kadar “içeri”ye (kendisine) de seslenen bu öneriler altı maddede toplanmıştır: Fikr-i hakirime göre vazîfe-i tenkidi meslek ittihâz edeceklerimiz evvelâ kendilerini yoklayarak bu cihete isti’dâd ve temâyülleri olup olmadığını anlamalıdır; sâniyen tenkidin envâ’ına, târihine, tekâmülüne dâir “tenkid”in müvellide vatanı olan yerlerde erbâb-ı iktidâr tarafından muharrer âsârı kemâl-i dikkatle okumalıdır; sâlisen bu muktedir münekkidlerden el-yevm ber-hayât olanların her hafta tiyatrolara, romanlara, âsâr-ı sâire-i edebiyye ve felsefiyyeye âid tenkidâtını ta’kîb etmelidir; râbian memleketimizde intişâr eden âsâr-ı mütenevviaya bî-gâne kalmamalıdır; hâmisen münekkidlik için elzem olan ulûmu tamâmen hâiz olmalıdır; sâdisen samimiyeti asla terk etmemelidir. 131 130 Gürbilek, “Orijinal,” s.94. 131 Ahmed Şuayb, “Esmâr,” s.279. 54 Ahmed Şuayb burada sunduğu önerilerle, eleştiride izlenecek yol haritasının ana uğraklarını verir. Buna göre eleştiri yapmaya soyunanlar, yeni bir tür ve etkinliğin içine girdiklerini görmeli, öncelikle kendilerini yoklamalı ve eleştiriye yatkın olup olmadıklarını ölçmelidirler. Adım attıkları eleştiri alanına dair bilgi edinmeleri ise elzemdir. Bunun için eleştirinin türlerini, tarihini ve gelişimini yine eleştirinin doğduğu kaynaklardan okumalı; eleştirinin yetkin isimlerinin tiyatro, roman, edebiyat ve felsefeye dair günlük yazılarını takip etmelidirler. Böylelikle eleştirinin gerektirdiği birikimi oluşturma yolunda mesafe kaydedebilirler. Ancak Batılı kaynaklara yönelirken içinde bulundukları zemini de kaybetmemeleri gerekir: Eleştirmenler Osmanlı’da yayınlanan eserlere yabancı kalmamalı, inceleyecekleri malzemeyi yakından tanımalıdır. Bu çerçeveyi tamamlayan son öğe ise samimiyettir. Bu altı maddelik yol haritası Ahmed Şuayb’ın eleştirel yönelimlerini somutluk katar. Eleştirmen her şeyden önce eleştirinin herkes tarafından kullanılamayacak bir araç olduğunu ve bir tür uzmanlaşma gerektirdiğini öne sürer. Yukarıda da söylendiği gibi, eleştiri yetkin olmayan ellere bırakıldığında nitelik yitimine uğrar. Eleştiride uzmanlaşmanın temel ölçütleri vardır. Bir kere eleştiriyi yapabilmek için onun gerektirdiği bilgi birikimine (“ulûm”) sahip olmak gerekir. Uzmanlaşma ayrıca Batılı eleştiri modeliyle (“tenkid”in müvellide vatanı olan yerler”) ilişki kurmayı, onun sunduğu olanaklardan yararlanmayı gerektirir. Batılı model Ahmed Şuayb açısından eleştiriye olanaklarını sunan birincil kaynaktır. Yerli edebiyat modeli ise eleştirmenin uzmanlık alanına yakından takip edilmesi gereken bir unsur olarak eklenir. Uzmanlaşma eleştiride samimiyet kavramını beraberinde getirir. Bu bağlamda samimiyet, tartışmalara yol açacak yargılayıcı bir eleştiri dili yerine, samimi ve tarafsız bir dile işaret eder. Dolayısıyla Ahmed Şuayb eleştiri etkinliğini ayrı bir uzmanlaşma alanı olarak kabul eder, eleştirinin özgül 55 gereksinimleri olduğunu ve bunları yerine getirmeyen bir kişinin eleştirmen olamayacağını savunur. Ahmed Şuayb tüm bu ölçütlere uyulması durumunda edebiyat eleştirisinin niteliksel bir sıçrama yaşayacağını öne sürer. Eleştirinin niteliksel dönüşümü ise, eleştiriyi güçten düşüren unsurların elenmesiyle gerçekleşir: “İşte ne vakit bu sûretle terbiye-i dimâgiyyesine hizmet etmiş münekkidlerimiz yetişirse o zamân cerîdelerimizin sütûnlarında tenkid nâmına terkib hatîaları, kavâid dedikoduları, fasâhat oyuncakları, şahsiyet gürültüleri görülmez.” 132 Buna göre, Ahmed Şuayb’ın önerileri doğrultusunda kendini yetiştiren eleştirmenlerin etkinleştiği bir ortamda eleştiri de kabuk değiştirecektir: Tamlama yanlışları, aruz kullanımına bağlı hatalar, sarf ve nahiv kurallarına uymamaktan ileri gelen kusurlar, öznel ve dayanaksız yorumlar birer eleştirel ölçüt olmaktan çıkacaktır. Eleştiri alanı böylelikle “desteksiz” (“dedikodu”), “çocukça” (“oyuncak”), “anlaşılmaz” ve “altı boş” (“gürültü”) unsurlardan temizlenmiş olacak; niteliksel açıdan olumsuz olan unsurları dışarıya atmakla kendi dönüşüm zeminine kavuşacaktır. Eleştiri alanının dışına çıkarılması düşünülen bu unsurlar, Ahmed Şuayb’ın Batılı olgusal eleştiri modeline baktığını gösterir. Ona göre, eleştirinin “terkib hatiyyâtını bulmak, fasâhat yanlışlarını çıkarmak, kavâid-i arûza gözü kapalı serfürû etmekten” ibaret olduğunu savunan anlayış artık geçerliliğini yitirmiştir. 133 Edebiyat eserine verili dil, tamlama ve aruz kurallarına göre değer biçmek, eleştiri alanına girmeyen bir değerlendirme pratiğidir. Ahmed Şuayb bu noktada dönemin Fransız eleştirmenlerini dayanak gösterir: “Bugün san’at-ı tenkidin bu kadar ilerlemiş olduğu Fransa’da hiçbir marûf münekkid âsâr-ı san’atı sarf ve nahv nokta-ı nazarından 132 a.g.m, ss.279-280. 133 Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar,” Servet-i Fünûn 18, sayı 482 (25 Mayıs 1316/7 Haziran 1900), s.211. 56 muâheze etmez: Çünkü edebiyât başka sarf ve nahv yine başkadır.” 134 Buna göre eleştirinin gelişkin bir tür haline geldiği Fransa’da, dilbilgisi ve söz dizim (“sarf ve nahv”) eleştirel okumanın araçları olmaktan çıkmış, edebiyat ile sarf ve nahiv arasındaki ayrım belirginleşmiş, bunların birbirinden ayrı alanlar olduğu kabul edilmiştir. Ahmed Şuayb burada Fransa’da kuralcı eleştirinin yerini olgusal eleştiriye bıraktığı geçiş sürecini anımsatan bir çerçeve kurar. Eleştirmenlerin dil, tamlama ve aruz kurallarına bağlı kalmasının geçerli bir yaklaşım yöntemi olmadığını, sarf ve nahvin eleştirinin dışında tutulmasını savunurken olgusal eleştiri zeminiyle buluşur. Ahmed Şuayb’ın sarf ve nahvi eleştiri alanının dışında bırakması, Edebiyât-ı Cedîde’nin içinden geçtiği tartışma ortamında anlam kazanır. Daha önce de açıklandığı gibi, Servet-i Fünûn yazarlarının geliştirdikleri yeni anlatım diline karşı aruz kuralları, sarf ve nahiv birer “direnç’”unsuru olmuş; yazarlar bu ölçütler üzerinden tartışılmıştır. Bu bakımdan, değerlendirmelerini dil ve aruz yanlışları üzerinden yapan yaklaşımın dışarıda tutulması, Edebiyât-ı Cedîde’ye karşı kullanılan eleştirel araçların bir anlamda geçersiz kılınması demektir. Ahmed Şuayb yukarıda yer verilen görüşleriyle, yapılan bu eleştiri, itiraz ve suçlamaların yöntemsel açıdan geçersiz bir zemine dayandığını, dolayısıyla da geçersiz olduklarını öne sürer. Sarf ve nahvin yanı sıra eleştiri alanının dışında kalması gereken diğer bir unsur da Ahmed Şuayb’a göre eleştiride öznel ve kişisel yorumlardır. Ona göre eleştiri, eleştirmenin kendi izlenimleri doğrultusunda hareket etmesini ve eleştiriyi kişisel değerlendirmeler üzerine kurmasını ifade eden “şahsiyet” (subjectivité, öznellik) ilkesine dayanmamalıdır. Eleştiri, eleştirmenin kendi beğenisinin eleştiri yapmak için elverişli bir ölçüt olmadığını kabul etmesi, nesnel ve ölçülebilir bir eleştirel dil kurmaya yönelmesini işaret eden “gayr-i şahsiyet” (objectivité, nesnellik) 134 a.g.m, s.216. 57 ilkesi üzerine kurulmalıdır. “[E]l-yevm terakkiyât-ı fenniyye gayr-i şahsiyet mesleğinin daha müstahsen ve müfîd olduğunu teslîm” eder, “san’at-ı tahrîr ve tenkidin “gayr-i şahsiyet” esâsı üzerine te’sîsi[ni]” gerekli kılar. 135 Dolayısıyla eleştirmen bilimsel ilerleme düşüncesine yaslanarak eleştiride gayr-i şahsiyet anlayışını şahsiyete üstün tutar. Eleştirinin kişisel beğeniye yaslanan öznel değerlendirmeler yerine “ölçülebilir” saptamalar üzerine bina edilmesini öngörür. Eleştiriyi nesnellik zemini üzerine kurma, öznellikten uzak bir eleştirel dil ve duruş oluşturma yönündeki adım, Ahmed Şuayb’ın olgusal eleştiri modelini gözettiğini belirten diğer bir noktadır. Daha önce açıklandığı gibi olgusal eleştiri, bilimsel dayanaklara sahip nesnel bir zemin arayışını ifade eder, bu arayış eleştirmenin tutumu ve eleştirinin yöntemsel araçlarını belirler. Ahmed Şuayb, eleştirinin gayr-i şahsiyete dayanmasını savunurken benzer bir arayışı dile getirir. Tarafsızlık ve nesnellik arayışı, daha önce de belirtildiği gibi, Ahmed Şuayb tarafından “samimiyet” biçiminde kavramsallaştırılmış ve eleştirmenin yol haritasına eklenmiştir. Ahmed Şuayb’ın eleştiri etkinliğinin somut ürünlerinden biri olan Hayât ve Kitâblar’a “Tetebbuât-ı Edebiyye ve Târihiyye” alt başlığını vermesi de yine aynı arayışın göstergelerinden biridir. Buna göre, “bir şeyi etraflıca tetkik etme, mâhiyetini anlamıya çalışma, etraflıca inceleme, bir şey hakkında geniş bilgi edinme” 136 olarak açıklanabilen “tetebbu’ etme”, Hayât ve Kitâblar’ı oluşturan metinlerin kaleme alındığı, başka bir deyişle Ahmed Şuayb’ın eleştiri etkinliğinin kurulduğu zemindir. Ahmed Şuayb’ın nesnellik arayışı tarafından belirlenen eleştirel tutumunu, içinde bulunduğu eleştiri ortamıyla bir arada düşünmek gerekir. Yukarıda da 135 Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye,” Servet-i Fünûn 18, sayı 455 (18 Teşrîn-i Sânî 1315/30 Kasım 1899), s.195. 136 Devellioğlu, s.1320. 58 açıklandığı üzere Ahmed Şuayb, Edebiyât-ı Cedîde’nin niteliksel açıdan zayıf düşmüş bir eleştiri anlayışının hedefi olduğunu, bu anlayışın eleştiri ortamında egemen konuma geldiğini savunur. Eleştiriyi olduğu kadar edebiyatı da zedeleyen bu anlayışın ürünlerini daha önce belirtildiği gibi “gürültü” olarak tanımlar, dolayısıyla bunların dayanaktan yoksun, kişisel tercihlerle belirlenmiş yorumlar olduğunu öne sürer. Bu noktada nesnellik ilkesinin akıntıya karşı durmayı sağlayacak bir tutamak haline geldiği söylenebilir: Ahmed Şuayb, eleştirinin samimi, nesnel ve tarafsız olması gerektiğini öne sürerken, Edebiyât-ı Cedîde’ye yöneltilen öznel ve “dayanaksız” suçlamaları boşa çıkarmayı amaçlamaktadır. Sonuç olarak Ahmed Şuayb, Edebiyât-ı Cedîde yazarlarının ve oluşturdukları edebiyatın tartışıldığı ortamın niteliksiz ve geçersiz eleştirel araçlarla oluşturulduğu, eleştirinin bu ortamda güçsüz düştüğü, eleştiri alanında bir boşluk olduğu görüşünden hareket eder. Bu bağlamda yeni bir eleştiri alanı ve yol haritası çizer. Ahmed Şuayb’ın çizdiği çerçeve iki ana eleştirel yaklaşımı dışlar: Sarf ve nahvin temel alındığı eleştiri geleneği ile öznel/kişisel eleştirel bakış. Eleştirmen bu iki yaklaşımı dışlarken içinde bulunduğu eleştiri ortamına olgusal eleştiri zemininden hareketle tepki ve yanıt verir. Bu ortamı yeniden düzenlemeyi ve boşluğu doldurmayı öngörür. Ahmed Şuayb’ın eleştiri alanındaki boşluğu doldurma çabası en somut ürünü “Hayât ve Kitâblar” dizisidir. Bu bakımdan “Hayât ve Kitâblar” dizisine bakmak eleştirmenin tarif ettiği eleştiri alanını nasıl doldurduğunu ve kurduğunu görmeyi sağlar. 59 Model Aktarımı: “Hayât ve Kitâblar” Servet-i Fünûn dergisinde yayınlanan “Hayât ve Kitâblar” dizisi, Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisinin somut bir görünüme kavuştuğu çalışmaların başında gelir. Ancak yirmi inceleme metnini bir araya getiren dizi edebiyat eleştirisiyle sınırlı değildir. Tarih, felsefe, hukuk ve iktisat gibi konularda yapılan incelemeleri de içerir. Edebiyat ve eleştiriye odaklanan sınırlı sayıdaki incelemeler arasında Emile Zola, Gustave Flaubert ve Hippolyte Taine’i ele alanlar birkaç sebeple öne çıkar. Her şeyden önce bu isimler modern Türk edebiyatının Batılı modelle ilişkilenirken öne çıkardığı yazarlar arasındadır. Ona etki eder, yeniden şekillenmesinde ve dönüşmesinde işlevsel olurlar. Önceki bölümlerde ele alınan model tartışmaları göz önünde bulundurulursa, bu etkinin birçok engelle karşılaşarak, birçok tartışmanın içinden geçerek yerleşik dizgeye taşındığı söylenebilir. Bu isimler aynı şekilde Servet-i Fünûn döneminde de tartışmalı bir edebiyat ortamının gündemindedirler. Bu bakımdan Ahmed Şuayb’ın onlar üzerine yaptığı eleştirel okuma bu gündeme nasıl eklemlendiğini gösterir. İkinci olarak yukarıda sözü edilen incelemeler arasında bir devamlılık ilişkisi vardır, bu bakımdan bir arada değerlendirilmeleri taşıdıkları anlamı öne çıkarır. Ayrıca bu incelemeler, Ahmed Şuayb’ın kendi eleştirel araçlarını geliştirmeye çalıştığı inceleme metinleri olmaları dolayısıyla da öne çıkarlar. Bu noktalardan hareketle, “Hayât ve Kitâblar” dizisini bu üç metin üzerinden tartışacağım. Ancak tartışmaya geçmeden önce, Ahmed Şuayb’ın diziye yazdığı giriş yazısına bakacağım. Ahmed Şuayb’ın eleştiri tasarımının ana hatlarını ortaya koyan bir “program” niteliğindeki bu yazıyı ele almanın incelenecek metinler açısından ön açıcı olacağını düşünüyorum. 60 Ahmed Şuayb “Hayât ve Kitâblar” dizisine yazdığı giriş yazısında, bu dizi için iki temel işlev belirler. Eleştirmen bu diziyle öncelikle içinde bulunduğu eleştiri ortamına müdahale etmek, eleştirinin nasıl yapılacağını ortaya koymak ister. Bu bağlamda “Hayât ve Kitâblar”a yüklediği işlevi “bir eserin ne cihetlerden takdîr veya muâhaze edildiğini gösterir bir nümûne-i tenkid arzetmek” şeklinde açıklar. 137 Buna göre diziyi oluşturan metinler, bir eserinin olumlu ya da olumsuz anlamda nasıl eleştirilebileceğini gösteren birer eleştiri örneği olarak tasarlanmıştır. Bu, eleştirinin ölçüt ve araçlarının, yöntem ve uygulama biçiminin örnek metinler üzerinden açıklanması anlamına gelir. Ahmed Şuayb, nicelik açısından dolu fakat nitelik açısından boş bulduğu eleştiri alanını verdiği örnek metinlerle doldurmak, dolayısıyla eleştiri türünü ve etkinliğini “Hayât ve Kitâblar” dizisinde örneklemek ister. Ahmed Şuayb’ın “Hayât ve Kitâblar”ın program niteliğindeki giriş yazısında diziye yüklediği ikinci işlev ise okur tarafından yeterince tanınmayan yazarları tanıtmaktır. Eleştirmen bunu, “târih, felsefe, hukuk hakkında tezyîd-i ma’lûmât ârzûsunda olan tâlibîn-i ilm ve irfâna eserlerinden semerât-ı nâfia istihsâl edecekleri muharrirleri tanıttırmak” 138 olarak açıklar. Buna göre “Hayât ve Kitâblar” okurun tarih, felsefe ve hukuk başta olmak üzere çeşitli alanlarda bilgisini arttıracak, ön açıcı ve alanında söz sahibi isimleri tanıtan metinler toplamıdır. Eleştirmen böylece dizi kapsamında incelediği isimleri, okuru düşünsel yönden besleyecek olanlar arasından seçtiğini vurgular. Bu isimler aracılığıyla okuru “Garb’ın âsârından haberdâr etmek”, ona “imkân dâiresinde bir ufk-ı vesî-i tefekkürât küşâd eylemek” ister. 139 Dolayısıyla 137 Ahmed Şuayb, “Hayât ve Kitâblar: Müverrih-i Fâzıl Monsieur Gabriel Monod,” Servet-i Fünûn 18, sayı 448 (30 Eylül 1315/12 Ekim 1899), s.84. 138 a.g. 139 a.g. 61 gecikmiş modernleşmenin bir hedefe dönüştürdüğü Batı’yı Osmanlı toplumuna tanıtmayı amaçlar. Ahmed Şuayb’ın “Hayât ve Kitâblar” dizisine yüklediği bu iki işlev birbirinden ayrı düşünülmemelidir. Eleştiriyi örnekleme ve görüşlerinden fayda sağlanacak isimleri tanıtma işlevleri birleştirildiğinde Ahmed Şuayb’ın söz konusu isimleri bir eleştiri zemininde tanıtmaya çalıştığı söylenebilir. Bu bağlamda “Hayât ve Kitâblar”ı oluşturan incelemeler, edebiyat eleştirisinin “bazı öğeleri içeri alıp ötekileri dışarıda bırakma anlamında eleme eylemiyle” 140 buluştuğu noktayı gösterir. Ahmed Şuayb, Batılı isimleri bir eleme işleminden geçirir: Osmanlı toplumunun düşünsel yenilenmesine katkı sunacak olanları tanıtmayı seçer, diğerlerini ise dışarıda bırakır. Onların “en çok fâ’ide-bahş” kaynaklardan toplanmış ve “kâbil-i tefhîm bir sûrette rabt ve telfîk” edilmiş, anlaşılır biçimde bir araya getirilmiş görüşleri okura aktarılır. 141 Dolayısıyla Ahmed Şuayb’ın “Hayât ve Kitâblar” ile ortaya koyduğu eleştiri pratiği, olumlu öğeleri içeri almayı ve yerleşik dizgeye dâhil etmeyi, başka bir ifadeyle bir model aktarımında bulunmayı amaç edinir. Toparlamak gerekirse eleştirmen, edebiyat eleştirisini bir tür ve etkinlik olarak örnekleyecek ve yetkinleştirecek örnekler verirken Edebiyât-ı Cedîde’nin içinde bulunduğu tartışmalı edebiyat ortamını da eleştiri düzleminde yeniden şekillendirmeye çalışır. Eleştiri, Ahmed Şuayb’ın çizdiği çerçevede bir kez daha bunalım dönemlerinde etki gücünü arttıran, bunalım ortamını karşıtlıkları gidererek düzenlemeyi amaçlayan model koyucu bir pratiğe dönüşür. Bu bağlamda, dizide öne çıkan “Emile Zola ve Âsârı”, Gustave Flaubert” ve “Taine ve Âsârı” incelemelerine yakından bakmak, eleştirmenin ne tür bir etkinlik sergilediğini gösterecektir. 140 Koçak ve Sökmen, ss.88-89. 141 Ahmed Şuayb, Hayat ve Kitaplar, haz. Dr.Erdoğan Erbay (Ankara: Salkımsöğüt Yayınları, 2005), s.191. 62 Emile Zola’yı Savunma Çabası: “Emile Zola ve Âsârı” Ahmed Şuayb’ın “Hayât ve Kitâblar” dizisinde öne çıkan metinlerden biri olan “Emile Zola ve Âsârı” başlıklı inceleme bir savunu metni görünümündedir. Ahmed Şuayb incelemesinde, modern Türk edebiyatında Fransız doğalcılığının alımlanmasında önemli bir yer tutan Emile Zola’nın geliştirdiği gerçekçi/doğalcı edebiyat anlayışının “doğru” bir okumasını yaparak yazara ve yazar üzerinden Edebiyât-ı Cedîde’ye yöneltilen eleştirilere yanıt verir. Zola’nın izlenmesi gereken bir edebiyatçı, doğalcılığın ise izlenmesi gereken çizgi olduğunu iddia eder. Buna bağlı olarak bir yandan yazara yöneltilen eleştirilere doğrudan yanıt verir, diğer yandan da yazarın edebiyat anlayışını açıklayarak ne yapmak istediğini göstermeye çalışır. Bu bölümde ilk olarak inceleme metninin eleştirilere nasıl karşılık verdiğini, ikinci olarak da yazarın edebiyat anlayışına ilişkin nasıl bir okuma yapıldığını ele alarak Ahmed Şuayb’ın eleştiri anlayışının bu metinde nasıl kurgulandığını açıklamaya çalışacağım. Eleştiriler Karşısında “Emile Zola ve Âsârı” Ahmed Şuayb’ın “Emile Zola ve Âsârı” incelemesinde ele aldığı Zola edebiyat tarihinde “doğalcılığın kurucusu” olarak yerini almıştır. Günümüzde Zola’nın bu sıfatı taşımasını sağlayan, yazarın gerek kurmaca, gerekse kuramsal yazıları ve tartışma metinleriyle bu edebiyat hareketinin çerçevesini çizmiş olmasıdır. Doğalcılık, dış gerçekliğin yansıtılması ilkesine “gözü kapalı” bir bağlılık taşır, pozitivist felsefeyi edebiyata tercüme etmeyi ve doğa bilimlerinin kullandığı 63 yöntemleri romana uyarlamayı temel alır. Zola roman kuramını, Prosper Lucas’dan aldığı kalıtım fikri ve Claude Bernard’dan aldığı deneysel tıp yöntemi üzerine kurar. 142 Deneysel Roman başlıklı çalışma, yazarın gözlem ve deney gibi yöntemsel araçları kullanmayı esas alan yaklaşımını ana hatlarıyla ortaya koyar. 143 Yazar, bilimin konusu olan insanı sanatın konusu yapmaya yönelir. Kalıtım, fizyolojik özellikler, çevre gibi etkenlerin onun mizacını nasıl belirlediğini ve hayatına nasıl yön verdiğini araştırır. Böylece, romanlarında, ele aldığı insan türünün doğal tarihini yazmaya çalışır. Doğalcılığın kurucusu kabul edilen Zola, modern Türk edebiyatı açısından önemli bir yere sahiptir. Osmanlıcada Zola’dan bahseden ilk metin Şubat 1885’te Mecmua-i Ebüzziya’da neşredilmiştir. 144 Yazarın adı daha önce de açıklandığı gibi, 1880’lerin ortalarından itibaren başta Beşir Fuad, Halid Ziya, Nabizade Nazım ve Ahmed Midhat olmak üzere birçok yazarın katılımıyla süren ve hayaliyûn-hakikiyûn tartışması adıyla bilinen model tartışmaları sırasında gündeme taşınır. Bu tartışmalar 1890’ların ikinci yarısında Dekadanlık ve Klasikler tartışmalarına dönüşür ve Zola burada yine öne çıkan ya da çıkartılan bir figür olur. Dolayısıyla Ahmed Şuayb’ın Zola’yı ele aldığı sırada bu yazar, Edebiyât-ı Cedîde’yi ve onun benimsediği Batılı modeli merkeze alan tartışmaların odağındadır ve bu çevrenin suçlanmasında bir araç görevi görmektedir. Ahmed Şuayb’ın “Emile Zola ve Âsârı” başlıklı incelemesi bu tartışmalarda taraf olmayı amaçlayan bir metindir. İnceleme dipnot biçiminde verilmiş bir sunuş yazısıyla açılır. Sunuşta ilkin şöyle denir: “Edîb-i hakîm Emile Zola hakkında 142 Patrick Feyler, “Naturalisme,” Encyclopædia Universalis, c.16 (1996), s.33. 143 Bkz. Emile Zola, Le Roman Expérimental (Paris: G.Charpentier, 1881). 144 İnci Enginün ve Zeynep Kerman, Türkçede Emile Zola Tercümeleri ve Emile Zola Hakkında Yazılar Bibliyografyası (1885-1973) (İstanbul: Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1977), s.243. 64 şimdiye kadar bizde verilen ma’lûmât nâkıs ve mütenâkıs bir takım hükümlerden ibâret olduğu için Servet-i Fünûn bu bâbda kârilerine bir fikr-i mücmel ve müfîd i’tâ’sını öteden beri ârzû ederdi.” 145 Ahmed Şuayb bu yazıda, modern Türk edebiyatında Zola’ya dair söylenenlerin “eksik” ya da “noksan” bilgilere dayanan yargılardan meydana geldiğini, Servet-i Fünûn dergisinin okurları Zola hakkında bilgilendirmek ve bu eksikliği gidermek istediğini ifade eder. Burada eksiklikle kast edilen, Zola’yı ve Servet-i Fünûn yazarlarını hedef alan yazarların bilgi eksikliği ve yetersizliğidir. Sunuş yazısı bu yazarların Zola’yı tanımadıklarını, gerçekçilik ve doğalcılığı bilmediklerini, bu başlıkları “yetersiz” bilgileriyle yorumladıkları için yanlış sonuçlara vardıklarını imlemektedir. Böyle bir ortamda Beşir Fuad’ın ve Halid Ziya’nın çalışmalarının, önemlerini korumakla birlikte, Servet-i Fünûn yazarlarının beklenti ve ihtiyaçlarının karşısında artık yetersiz kaldığı kabul edilebilir. Nitelik ve nicelik yönünden bunların üstüne çıkacak bir üretime ihtiyaç duyulur. İhtiyaca yanıt veren ise Ahmed Şuayb olur. Ahmed Şuayb’ın incelemesi, sunuş yazısında verildiği haliyle bu ihtiyacı karşılayacak, derginin okura sunmak istediği bilgileri sağlayacak bir metindir: “Zola’nın hayât ve nazariyât-ı edebiyyesine dâir verdiği hükümler şimdiye kadar verilenler gibi esâssız şeyler değildir. En mevsûk menâbi’-i tenkid ve tetebbu’dan alınmış, müellifin bütün âsârı kemâl-ı dikkatle okunarak toplanmış mülâhazalardır.” 146 Sunuş, Ahmed Şuayb’ın metninin eleştirinin gerekliliklerini (güvenilir kaynaklara başvurmak, ele alınacak yazarın eserlerini okumuş olmak) yerine getirdiğinin altını çizerken metni bir ölçüde meşrulaştırmış olur: Ahmed Şuayb’ın metni modern Türk edebiyatının eleştiri külliyatında eksik olan “nitelikli” 145 Ahmed Şuayb, “Hayât ve Kitâblar: Emile Zola ve Âsârı (I),” Servet-i Fünûn 18, sayı 457 (2 Kânûn-ı Evvel 1315/14 Aralık 1899), s.228. 146 a.g. 65 eleştiri metinlerinden biridir. O güne kadar Zola hakkında söylenenlerin ötesine geçer, bunları düzeltir, Zola’nın ne yapmak istediğini ve yaptığını gösterir. Kısacası metne “zemin temizleme” işlevi yüklenmiştir. Metin “doğrular”ı dile getirerek Zola’nın kendisine ve Zola üzerinden Edebiyât-ı Cedîde’ye yöneltilen itirazları boşa çıkarmayı amaç edinir. Ahmed Şuayb, bu amaca varmak için Zola’nın karşı karşıya kaldığı eleştiri ve suçlamaları gündeme getirir, bunları çürütmeyi dener. Zola’nın psikoloji ile fizyolojiyi, “insansı” olanla “hayvansı” olanı birbirine yaklaştırması, bunlar arasında bir koşutluk ve geçişkenlik olduğu yönündeki görüşleri eleştiri ve suçlamalarla karşılaşmasına yol açan ana nedendir. Ahmed Şuayb Zola’nın insanın fizyolojik belirlenimini öne çıkartan romanlarında “yemek ve içmekten başka bir şey” olmadığını öne süren görüşün “bâtıl ve yalan” olduğunu, itiraz sahiplerinin Zola’nın bir ailenin doğal ve toplumsal tarihini yazmaktaki maksadını bilmediklerini ya da unuttuklarını söyler. 147 Ona göre beslenme ve üreme gibi yaşamsal ihtiyaçlar, insanın doğal ve toplumsal tarihini kaleme alma işine soyunan bir yazarın göz ardı edemeyeceği kuvvetlerdir. Fizyolojik insanın öne çıkarılmasını “ahlaksızlık” olarak karşılamak şaşkınlık verici ve yersizdir: “İnsanlığın bizi tagaddîye, tenâsüle, yaşamaya sevk ve icbâr eden bu dehşetli tabîatını tasvîr etmek ne için taaccübe şâyân görünüyor? (…) Ahlâkı ifsâd edeceğinden mi? Heyhât!..” 148 Ahmed Şuayb bu konudaki görüşlerini bir ünlem cümlesine (“Heyhât!..”) sıkıştırsa da, Zola doğalcılığını “ahlakdışı” bulanlara karşı çıktığı görülmektedir. Ahmed Şuayb’ın bu tutumu, modern Türk edebiyatı bağlamında düşünüldüğünde, Zola doğalcılığını ahlakdışı bulan, bu noktadan hareketle 147 Ahmed Şuayb, “Hayât ve Kitâblar: Emile Zola ve Âsârı (II),” Servet-i Fünûn 18, sayı 458 (7 Kânûn-ı Evvel 1315/19 Aralık 1899), s.246. 148 a.g. 66 Dekadanlık ve Klasikler tartışmaları sırasında doğalcılığı model alan Edebiyât-ı Cedîde’yi suçlayan Ahmed Midhat’a bir yanıt oluşturur. Batılı modeli, yerleşik edebiyat dizgesini “bozacak” ve “bozmayacak” unsurlardan oluşan bir toplam gibi gören Ahmed Midhat’a karşı Ahmed Şuayb, doğalcılığa ahlaki sınırlar koymaz, modelin bir bütünlük gösterdiğini ve burada “bozucu” etkiler taşıyan unsurların da bir anlamı ya da yeri olduğunu savunur. Ahmed Şuayb ikinci olarak Zola’ya yöneltilen “intihal” suçlamasını ele alır. Dönemin Fransız eleştirmenlerinden Gaston Deschamps Zola’yı intihal yapmakla suçlamış, yazarın buna cevabı ise şöyle olmuştur: “Ben bir âlim değilim romancıyım; vazîfem bulduğum yerden almış, toplamış olduğum anâsır ile tevlîd ve irâe-i hayât etmektir; hayâtı tevlîd eden şey ise ancak hakîkattir.” 149 Buna göre Zola, eserde gerçekliği yansıtmak için farklı kaynaklardan bilgi toplamak gerektiğini savunur. Kendisi de çeşitli bilgi kaynaklarına, alanlara, isim ve eserlere yönelir, konunun uzmanlarına gider, bilgi edinir, konuyla ilgili kitap, gazete ve dergileri elden geçirir, arşiv kayıtları, doğum ve ölüm sicilleri, mahkeme tutanakları, meclis kayıtları gibi farklı belgelere başvurur. 150 Ancak gerçekliğe bağlı kalma, edebiyat eserinde gerçekliği olduğu gibi verme uğraşının intihal biçiminde algılanmasının önüne geçememiştir. Ahmed Şuayb, Zola’nın yüz yüze kaldığı bu eleştiri ve suçlamaların kaynağının yazarın kendisi değil, eleştirmenler ve okur olduğunu düşünür. Ahmed Şuayb’a göre, aralarında kimi kez “büyük” isimlerin de yer aldığı eleştirmenlerin yeniliklere açık olmamaları, Zola örneğinde de görüldüğü gibi, gelecekte büyük yazarlar arasına katılabilecek isimlerin ilkin anlaşılmamalarına yol açar. Bu 149 a.g.m, s.247. 150 a.g.m, s.246. 67 eleştirmenlerin “[t]abîatları körlenmiş, paslanmış, yosunlanmıştır; artık onların vazîfesi efkârı taharrük ve teceddüdden men’e çalışmaktır.” 151 Dolayısıyla Ahmed Şuayb, bu eleştirmenlerin kendilerini yeniliklere kapatarak düşünsel ilerlemeyi ve yenilenmeyi engellemekten başka bir şey yapamayacaklarını ifade eder. Ancak bu durum ona göre pek yeni değildir: Ahmed Şuayb “târih-i edebiyât bu bâbda bir vesîka-ı katiyye değil midir?..” 152 şeklindeki sorusuyla eleştirmenlerin her dönemde bu tür yaklaşımlar gösterdiğini savunur. Eleştirmenlerin kendilerine yapılan bu eleştiri, modern Türk edebiyatında karşılığını bulur. Daha önce de ifade edildiği gibi Ahmed Şuayb, Edebiyât-ı Cedîde’yi karşısına alan eleştirilerin “niteliksiz” olduğunu savunur ve buna tepki olarak “nitelikli” bir eleştiri kurmaya çalışır. Ahmed Şuayb’ın karşısındaki eleştirmenlerin de yukarıda sözü edilen çağın gerisinde kalmış, yenilikleri anlamayan ya da anlamaya çalışmayan, edebiyatın önünü tıkayan eleştirmenlerden oldukları, daha doğru bir ifadeyle Ahmed Şuayb’ın onları bu sınıflandırmaya soktuğu söylenebilir. Ahmed Şuayb, eleştirmenin edebiyata yaptığı müdahalenin kimi zaman ilerletici değil, geriletici olduğu bilincini böylelikle kendi incelemesine taşır. Eleştirinin yeni olanı anlama yollarını kapattığında geriletici olabileceğini dile getirirken, Edebiyât-ı Cedîde’nin çarptığı eleştiri duvarına işaret eder. Ahmet Şuayb, eleştirmenlerin yanı sıra okurların da nitelik açısından “yetersiz” olduklarını ve bunun Zola’nın anlaşılmamasına yol açtığını savunur. Ahmed Şuayb’a göre okurlar, Zola için henüz hazır değildirler. Zola’nın edebiyat ve felsefe kuramını romanlarını anlayacak kadar iyi bilmezler, bilmedikleri için de romanları anlamazlar: 151 Ahmed Şuayb, “Hayât ve Kitâblar: Emile Zola ve Âsârı (III),” Servet-i Fünûn 18, sayı 459 (16 Kânûn-ı Evvel 1315/28 Aralık 1899), s. 262. 152 a.g. 68 Zola’yı anlamak husûsunda başlıca esbâb-ı mâniadan biri de fen ve felsefenin terakkiyât-ı hâzıresi ta’kîb edilmemektedir; Almanya’da, İngiltere’de, Fransa’da ulûm-ı ictimâiyyenin iktisâb ettiği şekl-i hayâtı, tekâmül ve ıstıfâ’-ı tabîî nazariyelerini bilmeyen, bilmek istemeyen beyinler için Zola’yı anlamamak en tabîî şeylerdendir. 153 Buna göre Zola’nın eserlerini anlamak için önce bilimsel ve düşünsel ilerlemenin geldiği noktayı bilmek gerekir. Ahmed Şuayb burada Zola’nın anlaşılmaz bir yazar olmadığını, okurların onu anlayacak donanımdan yoksun olduklarını savunur. Donanımdan yoksun olan, Zola’yı anlamadıkları için ona eleştiri yönelten bu okur kitlesinin bilgilendirilmeye ihtiyacı vardır. Dolayısıyla Ahmed Şuayb bir sonraki aşamada Zola hakkındaki “eksik” bilgileri tedarik etmeye, “yanlış” olanları ise düzeltmeye çalışır. Romantizm-Realizm Karşıtlığında Emile Zola Ahmed Şuayb’ın Zola hakkındaki eksik bilgileri tedarik etmeyi amaçlayan “Emile Zola ve Âsârı” incelemesi, Zola’nın edebiyata yeni bir soluk getirdiğini, yeni bir dönemin açılışını ilan ettiğini savunur. Buradaki “yeni bir dönem” ile ifade edilen romantizmden realizme geçiştir. Ahmed Şuayb için Zola, “âlem-i edebiyâta dahîl olunca kendini, Victor Hugo’nun sâika-ı dehâsıyla son mertebe-i ikbâle terfî’ eden romantizm mesleği ile Balzac’ın açmaya çalıştığı realizm mesleği arasında bulmuştu[r].” 154 Ona göre Zola, içine doğduğu bu edebiyat ortamında etkinleşmiş, sergilediği etkinlik ise kendisinin “realizmin bi-hakkın vâzı’ı add edilmesine sebep olmuştur.” 155 Görüldüğü gibi Ahmed Şuayb, Zola’nın edebiyatın seyrine müdahale 153 a.g.m, s. 263. 154 Ahmed Şuayb, “Hayât ve Kitâblar: Emile Zola ve Âsârı (I),” s.230. 155 a.g. 69 ettiğini, ona yön verdiğini ve gerçekçi edebiyatın kuruluşunda söz sahibi olduğunu öne sürer. “Zola’yı realizme götüren nedir?” sorusu Ahmed Şuayb açısından cevaplandırılması gereken bir sorudur. Ona göre yazarın içine doğduğu ailenin, zihinsel, ruhsal ve bedensel gelişimini tamamladığı ortamın sanat anlayışı üzerinde etkisi olmuştur. “[Ç]ocukluğunu, gençliğini tabîatın sinesinde terbiyeye muvaffak olan” 156 Zola, bu yıllarda toplum hayatından uzak, başına buyruk bir hayat sürmüş; bu deneyim onun kişiliğinin ve sanat/edebiyat anlayışının şekillenmesinde etkili olmuştur. Ahmed Şuayb burada olgusal eleştirinin başvurduğu araçları kullanır: Zola’yı çevreleyen koşulları ele alır ve bunların onu ne oranda belirlemiş olabileceğini tartışır. Ancak Ahmed Şuayb açısından bu deneyim Zola’yı şekillendirmek için tek başına yeterli değildir. Zola’nın sanat anlayışı esas olarak felsefeye ve doğa bilimlerine ilgi duymaya başladıktan sonra son şeklini bulur. Ahmed Şuayb’a göre Zola, “fenne olan ibtilâsı” ile gerçekçiliğe yönelmiş, edebiyatın seyrini “ancak fen sayesinde” değiştirebilmiştir. 157 Ahmed Şuayb için yazar bu tarihten (bilime ilgi duymaya başladıktan) sonra, sanatı tabiatın bir parçası olarak görmeye başlar ve sanatı idare eden yasaların tabiatta hüküm sürenlerden başkası olamayacağını savunur. 158 Ahmed Şuayb açısından Zola’nın sanatla bilim arasında kurmak istediği bu ilişki, onun ayırt edici yönünü belirler. Ahmed Şuayb edebiyat-fen (sanat-bilim) ilişkisi üzerinden iki farklı edebiyat alanı tarifi yapar. Bunlardan ilki romantizmdir. Ahmed Şuayb’a göre romantizm fenni her koşulda dışlar, bilime sırtını döner, 156 a.g.m, s.228. 157 a.g.m, s.230. 158 a.g. 70 böylece hakikate değil hayale yer açar. Olay örgüsünde ve karakter çiziminde hakikatin dışına çıkar. Romantik yazar okuru etkilemek için olayları kendi dilediğince aktarır: İnsanı kendi gerçekliği içinde resmetmek yerine onu gerçekliğin dışına çıkarır, insanüstüleştirir, kahramanlaştırır. 159 Ahmed Şuayb, romantik edebiyat anlayışını şöyle tarif eder: Zola’ya gelinceye kadar hemen bütün romancılar, zannediyorlardı ki insân muhât olduğu âlem içinde münferid ve mücerred bir mahlûktur. Tabîat, mizac, ırs, nesil… gibi kuvâ-ı müessireye merbût ve tâbi’ olmayan bir mevcuttur. Bunun için tasvîr ettikleri eşhâsın menşe’-i hayâtlarını, mevcûdiyetlerinin alâim ve âsarını, meşâgil-i yevmiyyelerinin bütün safahâtını ehemmiyetten iskât ederek, kendi tasavvurlarına tâbi’ tutarlardı. Menâzır-ı tabi’iyye, muhît onların nazarında eserlerini güzel göstermeye hizmet eder süslerden ibâret idi. Binâenaleyh vak’aya mevzû’-ı cereyân olan arzın topografyasını müşâhede ve tedkîk etmek bi-lüzûm, bi-fâide, bir şey gibi telakkî ederler (…) Hülâsa ârzûları vechile gûyâ eserin tezyînine çalışırlardı. 160 Buna göre romantiklerin temel özelliği, insanı çevresinden soyutlamaktır. İnsanı belirleyen etkenleri devre dışı bırakır, onu şekil aldığı ortamdan koparıp yalnız kendi hayal güçlerine göre resmederler. Ahmed Şuayb burada, romantizmin bilimsellik fikrinin ne kadar dışında, hakikatin ne kadar uzağında olduğunu göstermek ister. Romantikler insanın dış belirlenime tabi olduğunu görmezden geldikleri, hayali hakikatin yerine koydukları için Ahmed Şuayb’a göre “çerçeve dışı” kalırlar. Çerçevenin sınırlarıysa Zola’nın ortaya koyduğu sanat/edebiyat anlayışında çizilir. Zola’nın realizm anlayışı, Ahmed Şuayb’ın incelemesinde tarif ettiği ikinci alandır. Ona göre Zola, daha önce de belirtildiği gibi, sanat ve edebiyatı bilime yaklaştırmak, fen üzerine inşa etmek istemiş ve bu girişimiyle gerçekçiliğin kurucusu sayılmıştır. Zola’nın bilime olan bağlılığı onu hakikate yöneltir, gerçekliğe bağlı kalmayı bir edebiyatı ölçütü haline getirir. Ahmed Şuayb için Zola roman 159 a.g. 160 Ahmed Şuayb, “Hayât ve Kitâblar: Emile Zola ve Âsârı (II),” s.243. 71 kurgusunda, özellikle de karakter çiziminde hakikate uygunluğu arar: Zola’nın romanlarındaki karakterler, “ne kahramân, ne canavar, ne melek, ne şeytan… Hayır, alelâde insân[dır].” 161 Ahmed Şuayb bunun Zola’nın insanı kavrayışının bir sonucu olduğunu söyler: Zola “psikoloji ile fizyoloji yekdiğerinden kâbil-i tefrîk başlı başına birer fen olmayıp belki yekdiğerini izâh ve ikmâle hizmet eden aynı şeyler olduğunu” 162 öne sürer ve bu düşüncesini romanlarıyla somutlaştırmak ister. Dolayısıyla, Ahmed Şuayb’ın ifadesiyle, “alelâde” insanı çizmek aslında doğal bir “tür”e ait olan insanı çizmektir. Görüldüğü gibi Ahmed Şuayb’ın edebiyat-bilim ilişkisini temel alarak romantizm ile realizm arasında kurmuş olduğu karşıtlık, bu iki edebiyat anlayışının insan algısına ve karakter yaratıma odaklanır. Onun çizdiği çerçevede romantizmden realizme geçiş, hayalden hakikate geçişi olduğu kadar, insanın kahramanlaştırıldığı bir düzlemden türleştirildiği bir düzleme geçişi de ifade eder. Ahmed Şuayb’a göre bu yeni düzlem, Zola’nın Les Rougon-Macquart üst başlıklı roman dizisinde somutlaşır. Zola burada, “bir âilenin, bir ufak heyet-i mecmûa-ı beşeriyyenin cem’iyyet dâhilinde hareketini, yani ne sûretle inkişâf ve inşiâb ederek ne safhalardan geçtiğini göstermek istemiştir.” 163 Bu, bir türün doğadaki hareketini izleyen doğa bilimci gibi, yazarın da bir ailenin toplum içindeki hareketini, dallanıp budaklanmasını, kollara ayrılmasını, bu farklı kollarda benzer bir yaşayış biçiminin nasıl tekrar edildiğini izlemesi ve bunu edebiyatın inceleme konusu haline getirmesi demektir. Ahmed Şuayb bu aile fertleri arasında ne tür bir benzerlik ve yakınlık olduğunun ilk bakışta anlaşılamayacağını, ancak Zola’nınki gibi “fennî bir tahlîl ve 161 a.g.m, s.245. 162 Ahmed Şuayb, “Hayât ve Kitâblar: Emile Zola ve Âsârı (I),” s.230. 163 Ahmed Şuayb, “Hayât ve Kitâblar: Emile Zola ve Âsârı (II),” s.244. 72 tedkîk[in] aralarında gâyet samimî bir merbûtiyet-i cismâniyye ve ahlâkiyye bulunduğunu” kanıtlamaya yettiğini ifade eder. 164 Bu “bilimsel” inceleme ve araştırma yöntemi “mizâc ve muhît gibi iki te’sîr-i mühîm[in]” gözetilmesi ve “verâset nazariyât-ı fenniyyesi[nin]” esas alınması üzerine kuruludur. 165 Dolayısıyla Ahmed Şuayb’a göre Zola, toplumun küçük bir parçasını örnekçe olarak alır, bunu oluşturan bireyler arasındaki benzerlik ve yakınlığı huy, çevre ve soya çekim gibi etkenler üzerinden giderek çözümler. Bu bağlamda Ahmed Şuayb’a göre Zola, Les Rougon-Macquart’ı oluşturan eserleriyle hakikati araştırma ve yansıtma konusunda çoğu yazarı geride bırakacak bir “derinleşme” zemini yakalamıştır: “Hayât-ı beşerin esâs ve menâbi’ine dâir bu gibi tedkîkât-ı amîkaya şimdiye kadar Zola’dan başka hemen hiçbir romancı cesaret edememiş[tir].” 166 Zola’nın eserlerinde “ahlakdışı” bulunan noktalar, Ahmed Şuayb tarafından insanı araştırmada yakalanan “derinlik” olarak kabul edilir. Eleştirmene göre Zola, insanı şekillendiren kaynakların, ona yön veren güçlerin neler olduğunu romanlarıyla göstermeyi başarmıştır. Burada Ahmed Şuayb, Zola’nın eleştirilmesine ve suçlanmasına yol açan noktaya temas eder ve mevcut söylemi tersine çevirir: Bu Zola’nın bir kusuru değil başarısıdır. Bunun yanı sıra Ahmed Şuayb, Zola’nın eserlerinde hakikati olduğu gibi yansıtabilmek için yeni bir üslup kurmuş olduğunu savunur. Ona göre Zola’dan önce yazarlar “her kelimeyi sâmia ve basara nokta-ı nazarından saatlerce tedkîk ederler; cümlelerin kavâid-i lisâna mütâbakat ve muvâfakatına fevkalâde itinâ ettikten başka 164 a.g. 165 a.g. 166 a.g.m, s.245. 73 onlarda bir musîki, bir renk, bir râyiha bulunmasını isterler.” 167 Üslubu, kelimelerin göze ve kulağa hoş gelmesi, cümlelerin dil kurallarına uyup uymaması ile bir tutarlar. Dolayısıyla “iyi” ya da “güzel” üslup tanımı, eserin dış görünüşüne ilişkin bir özelliği imler: Göze ve kulağa “hoş” gelen kelime, deyiş ve cümleler bir tür estetik haz verirler, ancak görüntünün ötesine geçen bir anlam, bir derinlik, bir fikir sunmazlar. Buna karşın Ahmed Şuayb’a göre Zola, üslubun “anlam” ve “fikir” ile bağını kurar, onu gerçekliği yansıtmanın aracı gibi kabul eder. Zola için “bir üslûb mükemmel sayılmak için teşekkül-i dâhilî ve ma’neviyesinin metâneti sayesinde hakîkati mükemmelen in’ikâs ettirmek lâzımdır.” 168 Ahmed Şuayb’ın bu tanımının kesin bir kopuşu gösterdiği söylenebilir: Üslup burada eserin iç düzenlenişine yani düşünsel yapısına ilişkin bir kavrama dönüşür. Daha açık bir ifadeyle, üslubun “tam” (“mükemmel”) olması, dilin ve anlatımın “hakikat” ile sıkı bir bağ kurması ve bunu eserde yansıtacak (“in’ikâs”) bir zemin oluşturmasına bağlıdır. Buna göre Zola “her şeyden evvel eşhâs-ı vakayi’nin etvârı, harekâtı, muhâverât ve mükâlemâtı bir intizâm-ı tabîî üzere müretteb olsun fikrindedir.” 169 Zola karakterlerin davranış ve konuşmalarını “doğal” bir çerçevede (“intizâm-ı tabi’i”) şekillendirmek isterken hakikate bağlılığı gözetir. Gerçeklik hissini verebilmek adına bir dizi uygulama yapar: Karakterlerin kendi toplumsal aidiyetlerini dışa vuracakları bir dil kurmalarını sağlar; ele aldığı konuyu bir mantık düzeni içinde sonuçlandırmaya çalışır; “doğal” çerçevenin dışına çıkarak okura sarsıntılar, çalkantılar üzerine kurulu bir olay örgüsü 167 Ahmed Şuayb, “Hayât ve Kitâblar: Emile Zola ve Âsârı (I),” s.232. 168 a.g.m, ss.231-232. 169 a.g.m, s.232. 74 göstermez. 170 Ahmed Şuayb böylelikle Zola’da “hakikat” ile “üslup” kavramlarının birbirine bağlandığını öne sürer. O güne kadar şekilselliğin, söz söyleme ustalığının, dilde kurallara bağlılığın göstergesi gibi kabul edilen üslup Zola’nın yazarlığında hakikatin araştırılıp yansıtılmasının olanağına dönüşür. Buraya kadar yapılan değerlendirmeler, Ahmed Şuayb’ın romantik ve realist edebiyat anlayışlarını temel aldıkları ilke ve ölçütler üzerinden açıklama çabasını yansıtır, çünkü okurlar bunları bilmez, bilmedikleri için Zola’yı anlamaz ve bu yüzden onu suçlarlar. Ahmed Şuayb’a göre okurun bu eksikliği kendini terminolojik düzeyde de açığa vurur. Romantizmin öngördüğü roman anlayışını “hayâlî”, realizminkini ise “hakikî” terimleriyle karşılayan eleştirmen şu uyarıyı yapar: “Biz elân bu “hayalî”, “hakikî” kelimelerinin mesâlik-i edebiyyece delâlet ettikleri ma’nâyı bilmiyoruz.” 171 Ardından da terimlerin nasıl algılandığı konusunu açar: Pek çoklarımız bir romanın hakîkî olabilmesi için mevzû’nun hakîkaten bu âlemde vukû’yla tasvîrine mütevakkıf olduğu fikr-i bâtılındadır. Şurası kat’iyyen bilinmelidir ki bir roman hatta herkesin malûmu olan bir hâdise-i mühimmeyi hikâye etmekle berâber sûret-i tasvîr ve tertîbine göre münekkidîn tarafından değil hayâlî hatta masal addedilmek mümkündür. 172 Dolayısıyla, ortada bir kavram karmaşası vardır. Hakiki, hayali ve masal gibi terimler arasındaki ayrım belirgin değildir. Bu kavramların romantizm-realizm tartışmalarının başlamasıyla dolaşıma girdiği düşünülürse aradan geçen süre Ahmed Şuayb’a göre bu kavramların kabul görmesi ve oturması için yeterli olmamıştır. Terminolojik düzeydeki karmaşa, düşünsel düzeydeki karmaşaya eşlik eder. Bu yüzden, yanlış bilinen ya da hiç bilinmeyen Zola doğalcılığını açıklamayı amaçlayan Ahmed Şuayb, terimleri de belirginleştirmek ile karşı karşıya kalmıştır. İnceleme bu 170 a.g. 171 a.g.m, s.243. 172 a.g. 75 açıdan hem düşünceleri, hem de düşünleri kalıba döken kavramları netleştirmeyi amaçlar. Sonuç olarak Ahmed Şuayb “Emile Zola ve Âsârı” başlıklı incelemesinde, Zola’nın edebiyat anlayışının “doğru” bir okumasını yaparak Edebiyât-ı Cedîde’nin yüzünü döndüğü Batılı modeli açıklamaya, yazara ve yazar üzerinden de Servet-i Fünûn çevresine yöneltilen eleştirilere yanıt vermeye çalışır. Onu romantizmden realizme geçişin yazarı olarak okur, edebiyat-bilim ilişkisi üzerinden Zola’nın edebiyat anlayışının farkını ortaya koymaya çalışır. İnceleme, 1880’lerin ortalarından itibaren modern Türk edebiyatında “Zola”, “realizm” ve “meslek-i hakikiyûn” kelimeleri etrafında oluşan tartışmalı havayı dağıtırken, realizmi bakılması ve izlenmesi gereken bir yön, Edebiyât-ı Cedîde’yi besleyecek bir kaynak biçiminde sunar. Bu bağlamda Ahmed Şuayb için eleştiri, Batılı modeli savunmanın ve yerleşik edebiyat dizgesine aktarmanın zemini halini alır. “Hayât ve Kitâblar” dizisinde yer alan “Gustave Flaubert” başlıklı inceleme ise Ahmed Şuayb’ın eleştirideki yönelimleri hakkında bütünlüklü bir değerlendirme yapabilmek için bakılması gereken diğer bir metindir. Gustave Flaubert’i İçerme Girişimi: “Gustave Flaubert” Ahmed Şuayb’ın “Gustave Flaubert” başlıklı incelemesi, “Emile Zola ve Âsârı” ile bir devamlılık ilişkisi halindedir. Ahmed Şuayb, “Emile Zola ve Âsârı”nda Zola’nın eserlerini çözümlemek ve felsefesini açıklamak noktasındaki çabasının tam anlamıyla başarılı olmadığını, bu incelemede söz konusu açığını kapatma niyeti taşıdığını söyler: Zola hakkında söylemek istediğimiz şeylerin kısm-ı a’zamını söyleyemedikten başka, ne eserlerini lâyıkıyla tahlîl, ne de felsefesini 76 hakkıyla irâ’e edebilmiştik (...) Şimdi istiyoruz ki, Zola makâlesinde ma’a’t-te’essüf dest-res olamadığımız muvaffakiyeti Flaubert’de istihsâl edelim. 173 Dolayısıyla Ahmed Şuayb, tartışma boyunca gösterileceği gibi, “Emile Zola ve Âsârı”ndaki yöntemsel eksiklik (“çözümleyememek”, “açıklayamamak”) ile bunun eksik kıldığı eleştirel ürünü (“çözümlenemeyen eserler”, “açıklanamayan felsefe”) “Gustave Flaubert”de tamamlamayı amaçlar. Ahmed Şuayb burada, eleştiri etkinliğinin öznesi olarak kendi yöntemsel araçlarını geliştirme işini önüne koyduğu kadar, eleştiri etkinliğinin nesnesi olan ve “Emile Zola ve Âsârı”nda tam anlamıyla tartışılamayan felsefeyi de etraflıca tartışmayı hedefler. Bu bağlamda Zola vesilesiyle tartışılmış olan realizm, Flaubert üzerinden tekrar gündeme gelir. Ancak, realizmin “gayr-i şahsiyet” ve “hakikat” gibi kurucu kavramları bu kez yeni bir nitelikle donatılmıştır: Mekânsal fark gözetmeksizin her edebiyata uygulanabilir olmak. Eleştirmen bu noktayı, “[b]u makâlede, Flaubert’in hüviyet-i edebiyyesini îzâh etmekle berâber, umûm edebiyâtlara kâbil-i tatbîk olan bazı kavâ’id-i san’attan, bi’l-münâsebe biraz da edebiyât-ı cedîdemizden bahs edeceğiz” 174 diyerek açıklar. Dolayısıyla Ahmed Şuayb’ın “Gustave Flaubert” incelemesi, yüklendiği yeni nitelikle meşruluk kazanan Batılı modeli ortaya koyar ve onu yerleştirmeye çalışır. Bu bölümde ilk olarak, Ahmed Şuayb’ın her edebiyata uygulanabilir bulduğu anlayışı, Flaubert’in edebiyat anlayışını nasıl ele aldığını, ikinci olarak Flaubert’in Madame Bovary romanı üzerine nasıl bir eleştirel okuma yaptığını açıklamaya çalışacağım. Böylelikle, eleştirmenin hem gerçekçi/doğalcı edebiyat modelini 173 Ahmed Şuayb, Hayat, s.190. 174 a.g. 77 aktarma yolunda “Emile Zola ve Âsârı”ndan sonra attığı adımı görmek, hem de eleştirel ölçüt ve araçlarını görünür kılmak mümkün olacaktır. Gayr-i Şahsiyetin Sözcüsü Flaubert Ahmed Şuayb’ın “Gustave Flaubert” incelemesinde ele aldığı Flaubert günümüzde, gerçekçiliğin önde gelen temsilcilerinden ve doğalcılığın kurucularından kabul edilir. Yazar, gerçekçiliğin yetkin ürünlerini verdiği gibi, çalışmalarıyla doğalcı edebiyatı da hazırlamıştır. 175 Flaubert’in bu bağlamda ayırt edici yanı, yazarın “nesnel” bir duruşa sahip olması gerektiğini savunmasıdır. Ona göre yazar kendini metinde “görünmez” kılmalı, gerçekliği “olduğu gibi” aktarmakla yetinmelidir: Tanrı hiç düşüncesini açıklamış mıdır?.. Önemli sanatın bilimsel olduğuna, kişisel olmadığına inanıyorum… Ne sevgi, ne nefret, ne acıma, ne de öfke istiyorum. Sanata doğruluğu getirmenin zamanı gelmedi mi? Böyle olsa, betimlemenin tarafsızlığı yasanın yüceliğine eşit olurdu. 176 Flaubert burada, edebiyatın bilimsel bir yön taşıdığını savunur. Burada bilimsellik, yazarın duygularını metne katmamasını ve tarafsızlığını korumasını ifade eder. Edebiyat, buna göre gerçekliği tarafsız biçimde anlatmanın zeminidir. Modern Türk edebiyatında Flaubert’i ve eserlerini ele alan çalışmaların başında Halid Ziya’nın önceki bölümlerde ele alınan Hikâye’si gelir. Halid Ziya bu çalışmada, Flaubert’in kısa bir biyografisine yer verir, eserleri üzerinden giderek edebiyat anlayışını açıklar. Onu Osmanlı okuruna, realizmin önde gelen bir öznesi olarak tanıtır, realizmi tartıştığı bölümde bu edebiyat anlayışını örneklemek üzere 175 Feyler, s.33. 176 Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, çev. Cevat Çapan (İstanbul: Payel Yayınları, 1995), s.75. 78 Flaubert’in eserlerinden çeviriler yapar. Flaubert, gerçekçi-doğalcı edebiyat modelini yerleşik yapıya aktarmayı amaçlayan Hikâye’nin taşıyıcı isimlerinden biri olur. 177 Ahmed Şuayb’ın “Gustave Flaubert” incelemesi ise, yazara ve eserlerine atfedilen anlam açısından Halid Ziya’nın Hikâye adlı çalışmasıyla aynı çizgidedir. Ahmed Şuayb, “Emile Zola ve Âsârı”nda olduğu gibi bu incelemede de romantizmrealizm karşıtlığına başvurur. Flaubert’in sanat ve edebiyat anlayışını, yazarın bu karşıtlık ilişkisinde aldığı konumla açıklar. Ahmed Şuayb için Flaubert “hem romantik, hem de realisttir”, bu iki anlayışı bir araya getirmek, kendi eserlerinde somutlaştırmak istemiştir. 178 Ancak bu, “uyumlu” bir birliktelik ya da “dingin” bir bütünlük yakalamış olmak anlamına gelmez. Ahmed Şuayb, “Emile Zola ve Âsârı” başlıklı incelemede Zola’yı hayal-hakikat karşıtlığıyla tanımlarken bu incelemede de Flaubert’i hayalperestlik-hakikatperestlik ayrımıyla tanımlar. 179 Flaubert kimi yer ve zamanda romantik (“hayalperest”), kimilerindeyse realisttir (“hakikatperest”): Bunlar birbirinin yerini alır, karşı karşıya gelir ve çarpışır, Ahmed Şuayb’ın ifadesiyle Flaubert’in “dimâğında hayâl ile hakîkat ceng ed[er].” 180 Dolayısıyla Flaubert’in romantizm ile realizmi bir araya getirmesi esasında iki farklı kutbu birbirine yaklaştırmak anlamına gelir. Ancak Ahmed Şuayb açısından Flaubert’in romantizm ile realizm arasındaki konumu edebiyat anlayışında “sağlam” bir takım ilkelerin oluşması için engel teşkil etmez. Ahmed Şuayb için yazarın her durumda muhafaza ve her zeminde ifade edebildiği ilke “gayr-i şahsiyet” başka bir deyişle, aşağıda tanımı yapılacak olan 177 Halid Ziya’nın Flaubert üzerine yaptığı değerlendirmeler için bkz. Halit Ziya Uşaklıgil, Hikâye, Haz. Nur Gürani Arslan (İstanbul: YKY, 1998). 178 Ahmed Şuayb, Hayat, s.208. 179 a.g.e, s.211. 180 a.g.e, s.212. 79 nesnellik anlayışıdır. 181 Metin bu konuyu ısrarla ve kapsamlı bir şekilde ele alır. Bu noktanın üzerinde ısrarla durulması iki sebebe bağlıdır: Birincisi, edebiyatta gayr-i şahsiyetin Flaubert’i tanımlamakta “anahtar” kavram olması, ikincisi ise gayr-i şahsiyetin Edebiyât-ı Cedîde için temel kavram gibi düşünülmesidir. Ahmed Şuayb kavrama atfettiği anlamı şöyle dile getirir: “Edebiyâtta gayr-i şahsiyet hikmet-i bedâyi’in en mühim, en esâslı bir bâbı ve belki rûhu olduğundan, bunu lâyıkıyla îzâh etmek edebiyâtımız için fevka’lâde hâ’iz-i ehemmiyettir.” 182 Gayr-i şahsiyet buna göre, sanatın esas ilkelerinden biridir. Flaubert ve Edebiyât-ı Cedîde başlıklarıyla birlikte düşünülen gayr-i şahsiyet, bu bakımdan inceleme metninin taşıyıcı kavramıdır. “Gayr-i şahsiyet” kavramı Ahmed Şuayb’ın metninde, Flaubert’in yazara ve yazarlığa dair görüşlerine gönderme yapılarak şöyle tanımlanır: “Mü’ellif eserinde kendisini aslâ göstermemeye, orada hissiyâtını, efkârını, kanâ’âtini aslâ ifşâ etmeme, eşhâs-ı vakâyi’i vâsıta ederek kendi hâlât-ı rûhiyyesini söylemekten içtinâb eylemeye mecbûrdur.” 183 Buna göre gayr-i şahsiyet, yazardan eserinde kendini göstermemesini; duygu, düşünce ve görüşlerini açığa vurmamasını; karakterler aracılığıyla kendi ruh halini ortaya koymamasını beklemek anlamına gelir. Bu, yazar ile eser arasına belli bir mesafe koymak demektir. Ahmed Şuayb’a göre Flaubert bu tavrını Madame Bovary üzerine yaptığı yorumlarla birçok kez ortaya koymuştur. Yazar kendini şöyle ifade eder: “Bu kitâbın mevzû’u, eşhâsı, vakâyi’i… hepsi benden hâriçtir. Âsâr-ı san’at kendimiz için değil başkaları içindir; san’atı, san’atkâr 181 a.g.e, s.213. 182 a.g. 183 a.g.e, s.219. 80 ile karıştırmamalıdır.” 184 “Sanat” ile “sanatkâr” ilişkisini yeniden tarif eden bu görüş, yazardan kendi dışına bakmasını, dış gerçekliği yansıtmasını ve müdahil olmamasını bekler. Ahmed Şuayb, edebiyatta gayr-i şahsi olma düşüncesinin Flaubert’i “sanat için sanat” anlayışına götürdüğünü öne sürer. 185 “Sanat için sanat” anlayışı Ahmed Şuayb’ın metninde, yazarın edebiyat/sanat eserinde “bir karâr, bir netîce vermekten ferâgat” etmesi biçiminde tarif edilir. 186 Yazar buna göre metinlerinde lehte ve aleyhte hüküm vermez, konuyla ya da kişilerle ilgili yargıya varmaz. Ona düşen, gözlemci sıfatına bürünmek ve gözlemlerini kâğıda dökerek bununla edebiyat yapmaktır. Ahmed Şuayb’a göre “karar verme” ya da “yargıya varma” yerine, gözlem ve araştırma yapma düşüncesini öne çıkartan bu sanat anlayışının temelinde Flaubert’in “[b]i’t-tecrübe sâbit olmayan şeyler insânların dâire-i vukûfları hâricindedir” görüşünü savunan felsefenin, yani pozitivizmin etkisi altında olması yatar. 187 Ahmed Şuayb pozitivizmin Flaubert’i etkilediğini belirtirken, onu gayr-i şahsiyete ve sanat için sanat anlayışına götüren iki neden olduğunu öne sürer. Bunlardan birincisi pozitivizmin de temel iddiası olan “hakikat arayışı”dır. Ahmed Şuayb’a göre “hakîkat ancak gayr-i şahsiyet ile elde edilebilir.” 188 Başka bir ifadeyle, eserde hakikati yansıtmak için yazarın kullanması gereken yöntem ancak gayr-i şahsiyet olabilir. Böylelikle Ahmed Şuayb’ın Flaubert’i açıklamak ve Edebiyât-ı Cedîde’yi şekillendirmekte esas aldığı gayr-i şahsiyet kavramı gerçeklik arayışına 184 a.g.. 185 a.g.e., s.221. 186 a.g. 187 a.g.e, ss.220-221. 188 a.g.e, s.223. 81 bağlanır. Başka bir deyişle gerçeklik arayışı Ahmed Şuayb tarafından, edebiyatın yöntemsel araçlarını belirleyecek temel ilke kabul edilir. Ahmed Şuayb’a göre Flaubert’i gayr-i şahsi olmaya yönelten ikinci etken ise yazarın kişilik yapısıdır. Flaubert iç dünyasını başkalarına açmak istemez, bu yüzden de kendini eserlerinden çeker. 189 Ahmed Şuayb Flaubert için, “mahçûb ve mağrûr olarak tevellüd etmiş idi. Bütün tabî’atı bu iki unsur-ı esâsîye rabt edilebilir; daha doğrusu tabî’at-ı esâsiyyesinin hiçbir şeyi yoktur ki, onda bu iki unsurun imtizâcı bulunmasın” değerlendirmesini yapar. 190 Böylelikle hayattaki duruşu, yaşayış biçimi, tercihleri, insan ilişkileri, çeşitli durum ve olaylar karşısında verdiği tepkilerde olduğu kadar, sanat ve edebiyata bakışında da bu kişilik özelliğinin etkisi olduğunu savunur. Ahmed Şuayb burada, olgusal eleştiride görüldüğü gibi, yazarı açıklamada kişilik yapısına ait unsurları da dikkate alır. Flaubert’in üzerinde pozitivizmin etkisi olduğu kadar, kişilik özelliklerinin de belirleyici etkisi olduğunu savunur. Flaubert’in edebiyat anlayışının temel birimlerinden olan nesnellik arayışını, bir tarafta gerçekliği yansıtma isteğine, diğer tarafta ise kişiliğine bağlar. Ahmed Şuayb, Flaubert’in edebiyat anlayışını açıklamanın yanı sıra, Madame Bovary üzerine yaptığı okumayla kuramın uygulama düzleminde ne tür sonuçlar verdiğini gösterir. Ahmed Şuayb’ın eleştirel beklentilerini ve araçlarını görünür kılmak için sonraki bölümde bu okumayı ele alacak, hemen öncesinde ise okumayı anlamlandırmak açısından Madame Bovary’nin ilk yayınlandığında Fransa’da ne tür tepkiler aldığına ve modern Türk edebiyatında nasıl alımlandığına kısaca değineceğim. 189 a.g. 190 a.g.e, s. 203. 82 Madame Bovary Üzerine Flaubert’in Madame Bovary başlıklı romanı, kendi döneminde tartışmalara yol açmış bir eserdir. Roman Fransa’da İkinci İmparatorluk döneminde (1852-1870) basın dünyasının devlet denetimine girdiği, sansür mekanizmasının işlediği sırada 1857 yılında yayınlanır. Örf ve adetleri zedelediği, dinsel duyguları aşağıladığı, tarihi çarpıttığı gerekçesiyle kovuşturmaya uğrayan eserler arasına girer. 191 Dolayısıyla Flaubert’in, Ahmed Şuayb tarafından da açıklanan gerçekliği tarafsızlıkla yansıtma isteği edebiyat otoriteleri düzeyinde karşılığını bulamaz. Roman toplumsal yapıya aykırı olmakla suçlanırken, romanın başkarakteri Madame Bovary de “düşmüş kadın” suçlamasına uğrar. Modern Türk edebiyatında Madame Bovary’yi ele alan çalışmaların başında Halid Ziya’nın Hikâye başlıklı çalışması gelir. Yazar bu çalışmada realizm başlığını açarken Madame Bovary’yi ele alır, gerçekçi/doğalcı edebiyat anlayışını romandan yaptığı örnek çevirilerle açıklar. Halid Ziya için bu roman yazarın adını “ahlâk-ı umumiyeyi ifsad edenlerden değil, ahval-i ruhiye-i beşeriyeyi tedkik eden hakîmlerin” arasına sokacak bir eserdir. 192 Ahlakı bozmaz, insan ruhunu araştırır. Halid Ziya romanı suçlamalara karşı savunurken, Flaubert’in bu romandaki başarısının, olayları neden ve sonuçlarıyla açıklayarak Madame Bovary’nin hayatının belli bir zorunluluk çizgisini takip ettiğini gösterebilmesidir. 193 Sonuçta, hakikiyûn mesleğinin temel aldığı gerçekliği yansıtma ilkesini izleyen Madame Bovary, bu 191 Fayolle, ss.111-112. 192 Uşaklıgil, s.66. 193 a.g.e, s.116. 83 özelliğinden dolayı modern Türk edebiyatında henüz gelişkin bir tür olmayan romana örnek oluşturacak metinlerden biri gibi sunulur. Türkçe’ye ilk kez 1939’da çevrilen 194 Madame Bovary’nin, modern Türk edebiyatındaki tarihçesi içinde diğer bir önemli uğrak da yine Halid Ziya’nın Aşk-ı Memnu adlı romanıdır. Aşk-ı Memnu ile Madame Bovary arasında yapılan karşılaştırmalı okumalar, bu iki romanın örtüşen yönler taşıdığını vurgular, olay örgüsü ve karakter çizimi noktalarında yoğunluk kazanan paralellikleri sahip olduğunu savunur. 195 Aşk-ı Memnu’nun Madame Bovary ile bir bakışım kurduğu kabul edilirse, Halid Ziya’nın Hikâye’de yaptığı öneriyi (doğalcılığı model almak) on yıl kadar sonra yine kendisinin somutlaştırdığı söylenebilir. Bu bağlamda Hikâye, Batılı modelin kuramsal çerçevesini çizen bir metinken, Aşk-ı Memnu ise kuramın uygulamasının yapıldığı bir eserdir. Ahmed Şuayb’ın “Gustave Flaubert” incelemesinin, Aşk-ı Memnu’nun Servet-i Fünûn’da tefrika edildiği sıralarda kaleme alınır. 196 Dolayısıyla bu incelemenin Flaubert’in edebiyat tasarımının Batılı modelin bir parçası olarak modern Türk edebiyatına etki etmekte olduğu döneme rastladığı görülür. Ahmed Şuayb’ın Madame Bovary okuması bize romanın kendisinden çok, eleştirmenin eleştiri anlayışı hakkında bilgi verir. Ahmed Şuayb, romanı edebiyathakikat ilişkisi düzleminde ele alır; eserin hakikatle ya da gerçeklikle bağını kuran, 194 İsmail Habib [Sevük], Avrupa Edebiyatı ve Biz: Garpten Tercümeler (İstanbul: Remzi, 1940), s.374. 195 Halid Ziya’nın Aşk-ı Memnu, Flaubert’in Madame Bovary ve Goncourt Kardeşlerin Renée Mauperin adlı romanları arasında karşılaştırmalı bir okuma yapan Esengül Mete Yuva, Aşk-ı Memnu’nun bu iki romanla bakışım halinde olduğunu, bu bakışım düzleminde belli ortaklıklara ve ayrım noktalarına sahip olduğunu öne sürer. Bkz. Banu Öztürk Bayramoğlu, “Fransa’da Türk Edebiyatı Üzerine Yapılmış Tezler ve “La Présence française dans les débuts de la modernité littéraire turque” [“Modern Türk Edebiyatı’nın Başlangıcında Fransız Varlığı”] Adlı Doktora Tezi Üzerine,” Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi 4, sayı 7 (2006), ss.705-739. 196 Aşk-ı Memnu, Servet-i Fünûn dergisinin 413-479 sayıları arasında tefrika edilmiş, “Gustave Flaubert ve Âsârı” ise derginin 473-478 sayıları arasında yayınlanmıştır. 84 hakikati yansıtmayı edebiyatın temel ölçütü haline getiren bu eleştirel tutum, Ahmed Şuayb’ın okumasına yön verir. Ahmed Şuayb’a göre Madame Bovary, “hayâtın tekmîl tafsîlât ve an’anâtını kemâl-i vuzûh ile irâ’e ederek”, hakikati tüm yönleriyle yansıtarak edebiyatta gerçekçiliğin ne anlama geldiğini göstermiştir. 197 Burada Flaubert’in ayırt edici yönü, gerçekçiliği her yönüyle kâğıda dökebilmesi, ona sadık kalmasıdır. Yazar “gerçekte” ne olmaktaysa onları ve o kadarını romanına koyar, kendinden bir şey katmaz: “Kitâb, baştan nihâyete kadar meşbû-ı hakîkattir. İçinde şahsiyetten hiçbir eser yoktur.” 198 Dolayısıyla, Ahmed Şuayb romanı olumlarken esasında onun gerçeklikle mesafesini ölçer: Eserin dış gerçekliğe bağlı kalıp kalmaması, Ahmed Şuayb’ın eleştiri ibresinin olumluya ya da olumsuza dönmesinde belirleyici olur. Gerçekliğe bağlı kalmayı eleştirel bir ölçüt olarak kullanan Ahmed Şuayb’a göre Flaubert, mekân tasvirlerinde gerçekliği yansıtacak bir yönteme sahiptir. Tasvirler, bir tanrısal anlatıcının gözünden değil, o mekânda bulunan karakterlerin gözünden yapılır. Eleştirmen bu noktayı şu örnekle açıklar: Romancı, eşhâs-ı vakâyi’inden birini görmediği bir yere, meselâ Bursa’ya berâ-yı tenezzüh götürdüğü zamân, realizm mesleğine göre, kendisi evvelâ Bursa’nın menâzır-ı tabî’iyyesini, elvâh-ı hayâtiyyesini tasvîre şitâb etmeyecektir. Bursa, o şahsın seviye-i ilmiyesine, derece-i hissine göre yavaş yavaş kâri’îne gösterilecektir. Yoksa bunun hilâfında hareket, romancının eşhâs-ı vakâyi’in hayâtıyla yaşayamadığını gösterir. 199 Buna göre realizm, okurun mekânı karakterler aracılığıyla algılamasını öngörür. Yazar kendini geriye çeker; kendi bakışına değil, karakterlerin bakışına yer açar. Bu tavır, Ahmed Şuayb’ın daha önce açıklamış olduğu gayr-i şahsiyet ilkesinin bir 197 Ahmed Şuayb, Hayat, s.246. 198 a.g.e, s.247. 199 a.g.e, s.246. 85 yansımasıdır: Karakterlerin gözü burada yazarınkiyle yer değiştirmiştir. Eleştirmen Madame Bovary’yi bu açıdan ele aldığında, romanın neredeyse hiç kusur barındırmadığını, Flaubert’in “eşhâs-ı vakâyi’in hayâtlarıyla” yaşadığını, onların gözlem ve duyguları dışında herhangi bir şey görüp duymadığını belirtir. 200 Ahmed Şuayb için Flaubert’in karakter çizimi de, yazarın gerçekliğe bağlı kalma isteğinin temel bir göstergesidir. Roman karakterlerinin hepsi gerçek, hepsi “aynı hakîkat, aynı hayâttır; hepsinin tabî’at-ı esâsiyyesi, eşkâli, hutût-ı vechiyeleri, tercüme-i hâlleri vâzıhan ma’lûmdur”. 201 Bunlar hayattan alınmış ve gerçekçi bir anlatım diliyle çizilmiş karakterlerdir. Okur onları çeşitli yönleriyle tanır. Dış dünyada kimlere karşılık geldikleri hakkında fikir yürütebilir. Okur, Madame Bovary’de “tasvîr edilen eşhâsın bir çok insânlara müşâbih olduğunu görür”, ancak “bunlar şunlardır!” yargısına varamaz. 202 Bu durum, karakterlerin çok boyutlu çizildiğini, tek bir özelliğe indirgenemeyeceklerini gösterir. Bu karakterler Ahmed Şuayb’ın eleştiri sürecinin bir parçası olarak ele alınır ve çözümlenir. Amacı bunların “tabî’at-ı esâsiyyelerini” 203 olabildiğince çözümlemek; karakterleri harekete geçiren, duygu ve düşüncelerine yön veren nedenleri araştırmaktır. Bu çerçevede Madame Bovary’nin hayatına giren iki erkek Léon ve Rodolphe, romanda öne çıkan karakterlerden Eczacı Homais, ana karakterlerden Monsieur Bovary ve son olarak da başkarakter Madame Bovary’yi sırasıyla ele alır ve çözümler. Ahmed Şuayb için bu karakterler arasında en parlak çizgilere sahip olan Monsieur Bovary’dir. Monsieur Bovary, her yönüyle bir “hiç”tir: Her türlü güce 200 a.g.e, s.247 201 a.g. 202 a.g.e, s.248. 203 a.g.e, s.249. 86 boyun eğer, başkalarının fikirleriyle düşünür, her şekle girer. “Bitkisel” bir hayat sürer: Sessiz, sedasız bir köşede yaşar. Akılda kalıcı değildir, silik bir hayatın yine silik bir figürüdür. Ahmed Şuayb, Flaubert’in bir hiç olan bu karakteri bu kadar belirgin hatlarla çizebilmiş olmasını yazarın başarısı kabul eder. 204 Ahmed Şuayb’ın Madame Bovary çözümlemesi ise tek bir kelimeye indirgenebilir: Romanesk. 205 Emma’ya atfedilen bu “romanesk” sıfatı, Flaubert’in bu karakter aracılığıyla nasıl bir kadın imgesi yaratmış olduğunu ve imgenin nasıl algılandığını görmek bakımından anlamlıdır. Nurdan Gürbilek, bu kadın imgesini sorunsallaştırdığı bir yazısında, Osmanlı-Türk romanının erken dönem ürünlerinde gözden kaçmış bir noktayı, roman okuyan ve okuduklarına “kendini kaptıran” kadın karakterlere ne kadar sık rastlandığını gündeme getirir. Bu durumu yazarın/yazarların etkilenme endişelerini (Osmanlı örneğinde Batılı modelden etkilenme) dışsal bir özneye (romanın kadın karakteri) yansıtarak bu duyguyu hafifletme çabası biçiminde okuyan Gürbilek, bu kadın karakterlerin en “ünlü” örneğinin Madame Bovary’de bulunduğunu söyler: Bernardin de Saint-Pierre’in Fransız romantizminin başyapıtlarından sayılan Paul ve Virginie’si, romanlardaki genç kızların kült kitaplarından biri oldu hep. Bu kızların en ünlüsü Flaubert’in Emma Bovary’siydi. Kişinin dış telkine açıklığını belirten “bovarizm” terimine adını verecek olan Emma çocuk yaşta okuduğu aşk romanlarının, özellikle de Paul ve Virginie’nin etkisiyle doğallığını yitiriyor, kitaptan kapma tutkulardan ibaret kalıyordu. 206 O halde Flaubert’in Madame Bovary’nin şahsında, okuduğu romantik eserlere kendini kaptıran, bunları “yaşamaya kalkan” bir kadın imgesi yarattığı; bu imgenin de Osmanlı-Türk romanında karşılığını bulduğu söylenebilir. Kitaba (kitabın 204 a.g.e, ss.250-251. 205 a.g.e, s.252. 206 Nurdan Gürbilek, “Erkek Yazar, Kadın Okur,” Kör Ayna, Kayıp Şark (İstanbul: Metis, 2004), ss.20-21. 87 gösterdiği hayat) öykünerek gerçeklikten kopan, “başka” dünyaların özlemiyle içinde yaşadığı dünyadan uzaklaşan kadın karakterlerin modelini dolayısıyla Madame Bovary’de aramak gerekir. Ahmed Şuayb da bu çerçeveye uygun biçimde, Madame Bovary’nin başta Paul ve Virginie olmak üzere okuduğu romantik eserlerin, örneğin Walter Scott ve Lamartine’in metinlerinin etkisi altında kaldığını ve karşılaştığı dış gerçekliği bu eserlerde çizilen gerçekliğe uydurmaya çalıştığını ileri sürer. 207 Madame Bovary romanesktir; “dünyada en çok nefret ettiği şey, hakîkî olmaktır” 208 ; “[u]fkun öte tarafında yaşamak, (…) esâs rûhu[dur]” 209 ; eğilimleri, arzuları, tercihleri, kararları, hayal ve hayal kırıklıkları hep kitaplardan yansıyan romantik dünyanın ışığında belirlenir. Oysa bu dünya uzaktır, erişilmezdir, gerçeklik tarafından her an parçalanmaktadır. Emma’yı dışarıda, varlığını adeta reddettiği “o” yerde, gerçeklik dünyasında bırakır. Madame Bovary romanesk olarak doğmuştur ve yine böyle ölecektir: Ahmed Şuayb onun “yokuşun en aşağı noktasına”, “âlem-i fuhşa” kayamayacak bir bünyede olduğunu ve hakikatin soğuk yüzüyle karşılaştığı anda bununla yaşamaktansa ölmeyi yeğlediğini belirtir. 210 Madame Bovary’nin yanılgısı, kitabî dünyayı hakiki dünyaya taşıyabileceğini düşünmesidir. Yaşadığı çatışmalar buradan doğar, çöküşüne de yine bu yanılgı sebep olur. Görüldüğü gibi Madame Bovary çözümlemede romanesk bir kadın imgesi biçiminde ele alınmıştır. Ahmed Şuayb, Flaubert’in okuduğu metinleri yaşamaya kalkan bir karakter yarattığını savunur. Ona göre bu romanda yazar ayrıca güçlü bir hakikat aranışını dile getirir, hayatın kabalığı ve bayağılığı karşısındaki öfkesini dışa 207 Ahmed Şuayb, Hayat, s.252. 208 a.g.e, s.253. 209 a.g.e, s.257. 210 a.g.e, s.258. 88 vurur ve romantizme bir itiraz geliştirir. 211 Dolayısıyla Ahmed Şuayb’ın metninde Madame Bovary, ahlaki önceliklerle belirlenen “düşmüş” kadın görüntüsünden uzak, belirli bir hakikatin (romantik hakikat) somut ürünü, ya da sonucu olan bir karakterdir. Okurun üzerinde bırakacağı etki değişiklik gösterebilir. Etkinin olumlu ya da olumsuz olması okura bağlıdır. 212 Böylelikle okur üzerindeki etkisi bakımından çeşitli tartışmalara konu olmuş romanın, tartışmaya uç verebilecek yönleri Ahmed Şuayb’ın incelemesinde törpülenmiş olur. Ahmed Şuayb’ın Madame Bovary okuması, tartışmalara yol açan bu romanı olumlar. Burada “olumlamak” kelimesiyle ifade edilen, okur ya da eleştirmen olarak romanı beğenmek değil, romanı kendi edebiyat dizgesine dâhil etmek ya da dâhil etmeye uygun görmektir. Eleştirel bir okuma yapmanın metne ret ve kabul çizgileri çekmek, metin karşısında onay ve itiraz noktaları geliştirmek olduğu düşünülürse, Ahmed Şuayb’ın Madame Bovary okumasında ibre kabul ve onay yönünde işler. Böylelikle eleştirmen, daha önce Halid Ziya’nın da yaptığı gibi, romanın Edebiyât-ı Cedîde’nin benimsediği gerçekçi/doğalcı modelin kurucu metinlerinden biri olduğunu açıkça ifade eder ve sahiplenir. Ancak incelemede sergilenen bu sahiplenici tutum Flaubert ve Madame Bovary ile sınırlı kalmaz. Ahmed Şuayb, gerçekçi/doğalcı modelin bir parçası olan Flaubert’in realizm anlayışını ve bu anlayışın Madame Bovary’yi nasıl biçimlendirdiğini tartışan incelemesinde modelin geri kalan öznelerine de yer verir, başka bir ifadeyle modelin geri kalanını da okura gösterir. Bu bağlamda ilk olarak, gayr-i şahsiyet kavramını Ahmed Şuayb’ın ifadesiyle “güzelce” 213 anlamak için bir ön koşula dönüşen Balzac 211 a.g.e, s.259. 212 a.g.e, s.260. 213 a.g.e, s.215. 89 ele alınır. İkinci olarak ise, Flaubert’in önünü açtığı roman anlayışını geliştiren Goncourt Kardeşler, Daudet, Zola ve Maupassant’ın oluşturduğu natüralist romancılar kuşağına yer verilir. 214 Ahmed Şuayb bu yazarları gündeme getirirken, “natüralizmin, gayr-i şahsiyetin aleyhine idâre-i lisân etmek haksızlık olur” 215 der ve yaptığı okumanın nasıl bir işlev üstlendiğini açıklar. Buna göre, doğalcılığın ve doğalcılık üzerinden Edebiyât-ı Cedîde’nin eleştirilere uğradığı bir ortamda, “doğru” bir yeniden okumayla bu isimlerin “yanlış” bağlamlarda öne çıkartılması önlenmek istenir. Burada söz konusu olan doğalcıları temize çıkartmak ve onların Edebiyât-ı Cedîde’nin önünü açacak isimler olduklarını ortaya koymaktır. Bu bağlamda “Gustave Flaubert” incelemesi, Halid Ziya’nın Hikâye başlıklı çalışmasıyla aynı çizgidedir. Maupassant dışındaki isimlere yer veren Hikâye hayaliyûn-hakikiyûn tartışmalarının yaşandığı bir dönemde, hakikiyûnun model olarak alınması gerektiği fikrini yerleştirmeye çalışmıştır. “Gustave Flaubert” ise modeli benimseyen Edebiyât-ı Cedîde’nin Dekadanlık ve Klasikler tartışmalarında dili bozmak, edebiyatı yoldan çıkarmakla suçlandığı sırada realizmi savunur. Dolayısıyla Hikâye ve “Gustave Flaubert” Batılı modeli savunmayı ve yerleştirmeyi amaç edinir, bu amaç doğrultusunda adı geçen yazarlara yer verir. Toparlamak gerekirse, Ahmed Şuayb’ın “Emile Zola ve Âsârı” ile devamlılık ilişkisi içinde olan “Gustave Flaubert” incelemesi, gayr-i şahsiyet ve hakikat gibi temel kavramlara sahip olan realizmin her edebiyata uygulanabilir bir çerçeveye sahip olduğu noktasından hareketle bu modele bir meşruiyet zemini sağlamayı amaçlar. Realizm bu bağlamda savunulur ve incelemede bir model olarak ortaya konulur. Ahmed Şuayb Flaubert ile birlikte modelin diğer öznelerine de yer verirken 214 a.g.e, s.228. 215 a.g.e, s.233. 90 modelin tamamını sunmak, Madame Bovary üzerine yaptığı okumada ise realizmin nasıl somutlaştığını göstermek ister. Bu okuma aynı zamanda Ahmed Şuayb’ın eleştirel ölçüt ve beklentilerini de ortaya koyar: Eleştirmen bir edebiyat eserinin gerçekliğe bağlı kaldığı oranda başarılı olduğunu savunur, gerçekliğe bağlılığı eleştirel bir ölçüt olarak ortaya koyar. Dolayısıyla “Gustave Flaubert” incelemesi Batılı edebiyat modelinin aktarılma, edebiyat eleştirisinin örneklenme sürecinde önemli yer tutan bir metindir. Bu sürecin önemli ürünlerinden bir diğeri ise “Taine ve Âsârı” incelemesidir. Hippolyte Taine Karşısında Konum Arayışları: “Taine ve Âsârı” Ahmed Şuayb’ın “Taine ve Âsârı” incelemesi, “Emile Zola ve Âsârı” ile “Gustave Flaubert ” incelemelerini kronolojik olarak takip eder. Ahmed Şuayb’ın bu üç ismi peş peşe ele alması incelemeye yüklenen anlamı da görünür kılar. Eleştirmen, Zola ve Flaubert’le gerçekçilik ve doğalcılığın edebiyatta nasıl algılandığını göstermiş, bu isimler üzerinde realist edebiyat modelini aktarmaya çalışmıştır. Taine’le ise bu edebiyat modelinin düşünsel zeminine geçer. Bilimi model alma düşüncesinin felsefe ve tarihte ne anlama geldiğini, bu düşüncenin eleştiriye nasıl tercüme edilebileceğini tartışır. Bu bakımdan inceleme bir konum belirleme çabasının ürünüdür: “Eleştirmen” Ahmed Şuayb, Edebiyât-ı Cedide yazarlarını görüşleriyle etkileyen felsefeci, tarihçi ve eleştirmen Taine’i “Hayât ve Kitâblar” çerçevesinde tanıtır ve aktarırken onun karşısında kendi konumunu da saptamaya çalışır. Dolayısıyla inceleme Ahmed Şuayb’ın kendi eleştiri anlayışı hakkında da önemli veriler sağlar. Bu bölümde, Ahmed Şuayb’ın Taine’in eleştiri anlayışını nasıl okuduğunu ve bu anlamda onu nasıl modelleştirdiğini açıklamaya çalışacağım. Bunun için öncelikle 91 incelemede Taine’in “fen” kavramı üzerinden nasıl ele aldığına, sonrasında ise Taine’in edebiyat eleştirisinin nasıl değerlendirdiğine bakacağım. Ancak bunlara geçmeden önce, Taine’in eleştirmen yönüyle Servet-i Fünûn döneminde nasıl yer aldığına bakmanın tartışmam açısından ön açıcı olacağını düşünüyorum. Servet-i Fünûn Döneminde Taine Taine, daha önce de belirtildiği gibi, Edebiyât-ı Cedîde yazarlarının eleştirel bir dil kurmalarında etkili olmuş, Servet-i Fünûn dönemindeki eleştiri etkinliği için temel kaynaklardan birine dönüşmüştür. Bu anlamda Taine’i ele alan çalışmaların başında Mehmed Rauf’un “Tekâmül-i Tenkîd” başlıklı yazı dizisi gelir. Mehmed Rauf bu dizide yer alan yazılarında eleştirinin Batı’da nasıl geliştiğini çeşitli dönemler halinde incelerken, on dokuzuncu yüzyılı ayrı bir başlık olarak üç bölümde ele alır: Sainte-Beuve öncesi, Sainte-Beuve ve Hippolyte Taine. Burada merkezde olan Sainte-Beuve’dür, “önce” ve “sonra” ona göre belirlenir. Eleştirmen, dönemin eğilimlerini belirleyen isim olarak Sainte-Beuve’ü öne çıkartır, Taine’i ona göre konumlandırır. Mehmed Rauf, iki eleştirmen arasındaki devamlılığın ve karşıtlığın altını çizer, benzedikleri ve ayrıştıkları noktalara değinir. Batı’da eleştirinin ulaştığı son noktayı bu iki isim ile işaret ederken eleştirinin ne/nasıl olması gerektiği sorusuna da yine onların sergilediği eleştirel tutumu göstererek yanıt arar. Bu noktada, Taine’in determinist eleştirisinden çok, Sainte-Beuve’ün zorunluluk bağıntılarını geriye iten betimleyici eleştirisini temel alır. 216 216 “Tekâmül-i Tenkîd” dizisinde yer alan metinler için bkz. Cafer Kariper “Mehmed Ra’uf’un Tenkîdî Yazıları ve Bunlar Üzerinde Edebî Tesbitler” (Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi, 1992). 92 Hüseyin Cahid ise, “Hikmet-i Bedâyi’e Dâir” adlı yazı dizisinde ve dizide yer almayan diğer inceleme/eleştiri metinlerinde, sanat ve edebiyatın çeşitli alt başlıklarını tartışırken Taine’in görüşlerini zemin alır. Hüseyin Cahid, kendi sanat ve edebiyat anlayışına dayanak oluşturan Batılı modeli, yani Taine’i yerleşik dizgeye aktarmak için çeşitli araçlar kullanır. Çeviri bunların başında gelir. Eleştirmen, Taine’in İngiliz Edebiyatı Tarihi ve Sanat Felsefesi başlıklı çalışmalarından çeviriler yapar. 217 Böylece Taine’in Edebiyât-ı Cedîde’nin eleştiri pratiği için birincil kaynaklar arasına girmesini sağlar. Taine bu dönemde, inceleme ve araştırma yazılarıyla olduğu kadar tartışma yazılarıyla da gündeme getirilen bir isim olmuştur. Ahmed Midhat, daha önce de belirtildiği gibi, Dekadanlık tartışmaları sırasında Servet-i Fünûn çevresini Batılı modelin olumsuz yanlarına öykündüğü için eleştirir ve olumsuzlar hanesine Taine’i de dâhil eder. Böylece Taine’in görüşlerini temellendirmeye çalışan bu çevreyi dekadanca davranmakla suçlar. Bunun dışında Taine’in gündeme geldiği diğer bir tartışma da, Servet-i Fünûn çevresini oluşturan yazarlar arasında yaşanır. Söz edilen tartışma, A.Nadir ve H.Nazım’ın Servet-i Fünûn’dan ayrılıp Malûmât dergisinde yazmaya başlamalarından sonra yaşanır. Tartışmada, Servet-i Fünûn yazarlarından Hüseyin Cahid ve Mehmed Rauf ile Malûmât’ın yeni yazarları A.Nadir ve H.Nazım karşı karşıya gelir. Taraflar bu süreçte, Taine’in eleştiri anlayışını temel alarak eleştirinin ne olduğunu ve nasıl yapılması gerektiğini sorgularlar. Birbirlerini Taine’i yanlış anlamakla ya da hiç anlamamakla eleştirirler. Karşı tarafın görüşlerini çürütmek için Taine’in görüşlerini açıklayan makaleler yazar, yanlış bir Taine okuması yaptıklarını kanıtlamak amacıyla ondan çeviriler 217 Bilge Ercilasun, Servet-i Fünûn’da Edebî Tenkit (Ankara: Akçağ, 2004), s.82. 93 yaparlar. 218 Eleştirinin bir bilim mi, yoksa sanat mı olduğu sorusuna odaklanan tartışmanın 219 ifade ettiği anlam ise, bu soruya verilen yanıtın ötesine geçer. Taine’in fikirleri etrafında dönen bu tartışmada esas olan, Batılı modeli (burada Taine) “doğru” olarak kavrayıp kavrayamama ve bununla yerleşik yapıya (Edebiyât-ı Cedîde) yine “doğru” bir şekil verip verememektir. Ayrışan tarafların her biri kendinin “en doğru” yani Batılı modele en çok benzeyen okumayı yaptığını öne sürer. Batılı modelle kurulan ilişki aynı zamanda bir “olgunluk” göstergesidir: Ona yaklaşan taraf olgunlaşmış, böylelikle rüştünü ispat etmiştir. O halde edebiyatı kendi ellerine alabilir ve ona uygun gördüğü şekli verebilir. Dolayısıyla tartışma, tarafların (A.Nadir, H.Nazım, Hüseyin Cahid, Mehmed Rauf gibi yazarlar ve Servet-i Fünûn, Malûmât gibi dergiler) edebiyata yön verme isteklerinin yarattığı çatışmayı tercüme eder. Modern Türk edebiyatının paradigmasını belirlemiş ve belirlemekte olan edebiyata hangi Batılı model doğrultusunda şekil verileceği, bu modeli kimin belirleyeceği gibi sorular burada eleştirinin anlam, işlev ve yöntemine odaklanan bir tartışma şeklinde ortaya çıkar. Ahmed Şuayb ise bu ortama “Taine ve Âsârı” incelemesiyle katılır. 218 Hüseyin Cahid, H.Nazım ve A.Nadir’in savlarını çürütebilmek, Taine’i yanlış okuduklarını kanıtlamak için eleştirmenin Yeni Eleştiri ve Tarih Denemeleri içinde yer alan “Balzac” incelemesini Osmanlıcaya çevirir. Çeviri “Numûne-i Tenkîd” üst başlığıyla Servet-i Fünûn’un 533-538. sayıları arasında yayınlanır. 219 Tartışmanın ayrıntıları için bkz. Bilge Ercilasun, Servet-i Fünûn’da Edebî Tenkit (Ankara: Akçağ, 2004), ss.74-77. 94 Taine’de Felsefe, Tarih ve Eleştiriyi Bilime Yaklaştırma Çabası Ahmed Şuayb’ın “Taine ve Âsârı”, Servet-i Fünûn ile Malûmât yazarları arasında yaşanan tartışmaların öncesine rastlar. 220 İnceleme, Mehmed Rauf’un “Tekâmül-i Tenkîd” ve Hüseyin Cahid’in “Hikmet-i Bedâyi’e Dâir” başlıklı yazı dizileriyle ortaklaşan ve onlardan ayrılan özellikler taşır. Her üç eleştirmen de, Taine’i Edebiyât-ı Cedîde için bir model olarak düşünürler: Görüşlerini aktarmaya ve yerleştirmeye çalışırlar. Ancak Ahmed Şuayb, Taine’i eleştirmen ve felsefeci yönlerinin yanı sıra tarihçi yönüyle de ele alır ve böylece Hüseyin Cahid ve Mehmed Rauf’tan farklılaşır. Mehmed Rauf Hayât ve Kitâblar’ın yayınlanması üzerine kaleme aldığı yazıda, bu çalışmanın getirdiği yeniliği şöyle açıklar: Şuayb’ın bu eseriyle beraber artık Türkçe’de Taine’i mükemmelen tanımak kâbildir; Taine’in tenkid ve felsefesine dâir evvelden görülen ma’lûmâtı burada tekrâr okuyup kuvvet-i peydâ etmek mümkün olduğu gibi evvelden pek az bahsedilmiş veyâhûd hemen hemen hiç bahsedilmemiş olan müverrihliğini de burada mükemmelen görmek lâzımdır. 221 Buna göre incelemeyi yeni kılan nokta, Taine’in daha önce fazlaca üzerinde durulmayan tarihçi yönünü de göstermesidir. Ahmed Şuayb, Servet-i Fünûn döneminde edebiyat eleştirisi ve sanat felsefesine dair görüşleriyle öne çıkan Taine’in tarih anlayışını da incelemesine katarken bu üç kimliğin (felsefeci, tarihçi ve eleştirmen) birbirinden ayrı düşünülemeyeceği görüşünden hareket etmektedir. Dolayısıyla, Ahmed Şuayb’ın kurduğu yapının anlamı, Taine’in felsefe, tarih ve eleştirideki etkinliğinin bir bütünlük oluşturduğu yönündeki görüşünde aranmalıdır. 220 “Taine ve Âsârı” derginin 500-513. sayıları arasında yayınlanır; A.Nadir ve H.Nazım’ın yazılarına yanıt veren ilk makale ise Servet-i Fünûn’un 530. sayısında yayınlanır. 221 Mehmet Rauf, “Tedkîkât-ı Edebiyye: Hayât ve Kitâblar: Muharriri Ahmed Şuayb,” Servet-i Fünûn 21, sayı 533 (17 Mayıs 1317/30 Mayıs 1901), s.200. 95 Ahmed Şuayb açısından “fen” (bilim), bu üç alan arasında kurulan bütünlüğün temel kavramıdır. Bilimsel ilerlemenin ifadesi, pozitivizmin ve pozitivist estetiğin kurucu kavramı olan fen, Ahmed Şuayb’a göre 1850’lerle birlikte düşünce hayatının yönünü tümden değiştirmiştir. 222 Bu tarihten itibaren yazarlar da bilim adamları gibi tecrübeyi esas alarak “vak’a taharriyâtına” yönelir; “hakîkat-i fenniye”yi, yani bilimin aydınlattığı gerçekliği kâğıda geçirmeyi birincil uğraş edinirler. 223 Buna göre bilimin düşünsel hayata yansıması, bakışların olgulara ve gerçeklere çevrilmesine yol açar. Bu, Ahmed Şuayb için aynı zamanda yeni bir devrenin açılması, yeni bir kuşağın doğması anlamına gelir. Flaubert, Zola, Maupassant, Stendhal, Balzac, Mérimée gibi edebiyatçılar; Sainte-Beuve gibi eleştirmenler; Leconte de Lisle, Sully Prudhomme gibi şairler ve pozitivizmin kurucusu kabul edilen düşünür Auguste Comte, bilimin görünür kıldığı hakikati eserlerinde yansıtmayı amaç edinen bu kuşağın temsilcilerindendir. 224 Ahmed Şuayb, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında düşünce hayatındaki değişimi hazırlayan bu isimler arasında Taine’in ayrı bir yere sahip olduğunu savunur. “Taine, o batnın bu hâlet-i fikriyye ve rûhiyyesini mükemmelen tanıyan ve bu temâyülâtı eserlerinde şiddetle gösteren zamânın en büyük filozofudur.” 225 Burada Taine, bilimi model alma düşüncesiyle pozitivizme bağlanan kuşağın “en büyük” düşünürü olma niteliğine kavuşur. Ahmed Şuayb Taine’in eserlerinin bu görüşü “şiddetle” yansıttığını belirtirken, bu kuşağın yönelimini eserlerinde somutlaştırdığını, dolayısıyla temsil edici bir yön taşıdığını savunur. 222 Ahmed Şuayb, Hayat, s.54. 223 a.g.e, s.55. 224 a.g. 225 a.g.e, s.56. 96 Ahmed Şuayb için Taine’i ayrı kılan, bilimi felsefe, tarih, edebiyat ve eleştiriye tercüme etme yolunda kaydettiği mesafedir. Ona göre Taine, pozitivist ve determinist felsefeden etkilenmiş, etkilendiği kadar bu düşünce sistemlerinin gelişmesinde de etkili olmuştur. Bilim ile felsefe arasında düşünsel boyutta bir örtüşme öngören bu sistemler, Ahmed Şuayb için, Taine’in yöntemsel araçlarını da belirlemiştir. Bu bağlamda Taine’in “[t]ârihte, edebiyâtta, tenkîdde hülasa-i mesleği şudur: Ulûm-ı tabî’iyyede mevcûd usûlü ulûm-ı ahlâkiyyeye nakl ve tatbîke çalışmak.” 226 Dolayısıyla Taine’in düşünsel pratiği, doğa bilimin kullandığı yöntemi edebiyat, tarih ve eleştiri gibi alanlara uygulamaya dayanır. 227 Taine’in bilimin düşünsel ve yöntemsel açıdan izlenmesini öngören pratiği, bu üç alanda farklı boyutlarıyla gözlemlenebilir. Ahmed Şuayb açısından Taine görüşleriyle edebiyata etki etmiş ve şekil vermiş bir isimdir. Bu noktada eleştirmen, Taine’in edebiyat ve edebiyatçılar üzerinde yarattığı etki alanını şöyle tarif eder: “Edebiyât üzerine icrâ ettiği te’sîrâtın büyüklüğünü anlatmak için, kendisinin natüralizm meslek-i edebîsinin filozofu olduğunu söylemek kâfîdir.” 228 Görüldüğü gibi burada Taine’e “doğalcılığın filozofu” payesi verilir; ortaya koyduğu fikirlerle doğalcılığı beslediği, ona düşünsel bir açılım getirdiği ifade edilir. Ahmed Şuayb bu değerlendirmeyle Taine’in, natüralist yazarların hareket ettiği düşünsel zeminin kuruluşuna katkı sağladığını savunur. 226 a.g.e, s.115. 227 Ahmed Şuayb çalışmasında Taine’in felsefesini detaylı olarak ele alır. Ahmed Şuayb’ın bu üretimini göz önünde bulunduran Murtaza Korlaelçi, Hayât ve Kitâblar’ı “pozitivizmle ilgili ilk telif kitap” olarak kabul eder. Bkz. Murtaza Korlaelçi, “Pozitivist Düşüncenin İthali,” Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, c.1, der. Tanıl Bora, Murat Gültekingil (İstanbul: İletişim, 2004), s.221. 228 Ahmed Şuayb, Hayat, s.76. 97 Ahmed Şuayb’ın bu yorumu, Taine’in bilim ile edebiyat arasında kurduğu ilişkiyi temel alır. Ona göre determinizm felsefesine bağlanan Taine, “âsâr-ı san’atı fikr-i ahlâkîden tamâmen tecrîd etmiştir”, çünkü her şeyin belli bir zorunluluk çizgisini izlediğini, burada sebep-sonuç ilişkileri içinde iyi-kötü ya da güzel-çirkin gibi ahlaki yargılara yer olmadığını savunur. 229 Bu noktada hareketle Taine’in şu ünlü cümlesini dillendirir: “ Fazîhat ve fazîlet, zâc ve şeker gibi birer mahsûl-i kimyevidir.” 230 Başka bir ifadeyle, kusur ve erdem, tıpkı kezzap ve şeker gibi birer üründür. Bu cümlenin Zola aracılığıyla üne kavuşması ise, Taine ile doğalcı yazarların hangi noktada buluştuklarını açıklığa kavuşturur. İnsana bir doğa bilimci gibi soğukkanlılık ve tarafsızlıkla yaklaşmayı hedefleyen Zola, Thérèse Raquin adlı romanının başlığında bu ibareye yer verir. 231 Bu anlamda, doğalcılık için bulduğu bir düşünsel dayanağı romanıyla metinleştirir. Roman, kusur ve erdemin kezzap ve şeker gibi birer ürün olarak kabul edecek; bir doğa bilimci nasıl kezzabın “tehlikeli” ya da şekerin “lezzetli” olmasını incelemelerinde değerlendirme dışı bırakıyorsa, yazar da kusurun “çirkin” ya da erdemin “güzel” olması şeklindeki ahlaki yargıları romanın dışında bırakacaktır. Zola bu cümleyi romanının başlığına taşırken, Taine’in felsefesini bir edebiyat metni haline getirir, romanlaştırır. Zola’nın bu yaklaşımı Ahmed Şuayb’ın değerlendirmesini destekler: Doğalcılığa dayanak ve zemin sağlayan fikirleri açık ifadelere döken Taine, doğalcılığın önde gelen kuramcılarından biridir. Ahmed Şuayb için Taine tarihte de etkilidir. Ahmed Şuayb’a göre tarih, on dokuzuncu yüzyılda bir dönüşüm sürecine girer. “Târîhin üstâdları olan mütehassısîn 229 a.g.e, s.147. 230 a.g. 231 Feyler, s.33. 98 târîhe gittikçe mütezâyid bir tabî’at-ı esâsiyye-i fenniyye iksâsına mütemâyildirler.” 232 Dolayısıyla tarihe bilimsel bir nitelik kazandırma çabaları bu dönemi belirler. Bu çabaların ürünü ise, tarihin on dokuzuncu yüzyılın ortalarında edebiyatın bir alt dalı olmaktan çıkıp bilimin sınırları içine girmesi, tarihçinin bu bağlamda edebiyatçıdan çok bilim adamı gibi karşılanması, tarihin “hakikat”e ulaşmayı amaç edinmesi ve şahsiyetten gayr-i şahsiyete, başka bir ifadeyle öznellikten nesnelliğe yönelmesi olmuştur. 233 Ahmed Şuayb Taine’in, bir tarihçi olarak bu anlayışın önde gelen temsilcilerindenbiri olduğunu düşünür. “Taine’in fikrince târîh, bir fendir.” 234 Belli zorunluluk bağıntılarını takip eder: Muhît, ırk ve an gibi üç esas etkene bağlı olarak değişir. Edebiyat ise, tarihin seyrini izlemeyi sağlayan bir malzeme bolluğu sunar: Edebiyat eserinin yaratıcısından geriye kalan bir iz olduğu fark edildikten sonra, metinlerin tarihiyle insanoğlunun tarihi iç içe geçmiştir. Bu bakımdan Taine için edebiyat ve sanat tarihi insanın doğal tarihinin, bu da genel doğa tarihinin bir parçasıdır. 235 Taine, insanoğlunun tarihini türler tarihi içine yerleştirirken, bilim ile tarih arasında bir örtüşme olduğunu varsayar. Tarih alanında bilimin düşünsel zeminine yaslanır ve yöntemsel araçlarını kullanır. Ahmed Şuayb için edebiyat eleştirisi de Taine’ın etkisiyle dönüşmüş, bilimsel bir etkinlik alanı haline gelmiştir. Ahmed Şuayb eleştirinin on dokuzuncu yüzyılda, eseri kuşatan dış gerçekliğin (yazarın yaşadığı dönem, mekân, yazarın kişiliği vb.) eleştirmenler tarafından dikkate alınmaya başlamasıyla yeni bir boyut kazandığını belirtir. Sainte-Beuve ve Taine’den önce bu yönde atılan adımlar başlangıç 232 Ahmed Şuayb, Hayat, s.84. 233 a.g.e, ss.83-109. 234 a.g.e, s.87. 235 a.g.e, ss.83-109. 99 düzeyindedir ve eleştiriye belirgin bir şekil vermekten uzaktır. Bu noktada SainteBeuve, yazarın biyografik verilerini öğrenmeyi eleştirinin ön koşulu haline getirirken Taine, “ma’lûmât-ı metîne-i fenniyesi sâyesinde bu nevi’ tedkîkâtı daha ziyâde tevsî’ ile tenkîde bir şekl-i fennî vermiştir.” 236 Buna göre Taine, bir yönelimi belirginleştirmiş, eleştiriye “bilimsel” bir şekil kazandırmıştır. Dolayısıyla eleştiriyi bilimle örtüştürme girişimi Taine’in ayırt edici yönüdür. Hareket zeminini bilimsellik düşüncesi üzerine kuran ve onun sağladığı araçlardan yararlanan Taine, Ahmed Şuayb açısından takip edilmesi ama aynı zamanda tartışılması gereken bir yol açmıştır. Ahmed Şuayb’ın bu konudaki değerlendirmelerine yakından bakmak bize Taine karşısında nasıl bir konum aldığı hakkında fikir verecektir. Taine’in Edebiyat Eleştirisine Bakış: Ne Evet, Ne Hayır Ahmed Şuayb incelemesinin “Taine Münekkid” başlıklı bölümünde, Taine’in açtığı eleştiri yolunu ana hatlarını ortaya koyar ve tartışmaya açık olan noktalarını gösterir. Taine’in edebiyatı ve eleştiriyi nasıl kavradığını ana hatlarıyla şöyle ifade eder: Taine’in fikr-i esâsiyyesi nedir? O diyor ki: Edebiyât, cem’iyetin ifâde-i ahvâl ve keyfîyyâtıdır, binâenaleyh bir cem’iyeti anlamak için en iyi vâsıta edebiyâtını tetebbu’ etmektir. Meselâ bir büyük muharriri ele aldığımız zaman görürüz ki, o binlerce esbâb-ı muhtelifenin netîcesidir. Bu esbâb-ı mütenevvi’a tahlîl ve ta’yîn edilince anlaşılır ki, o evvelâ ırkının, sonra içinde yaşadığı âlemin ve nihâyet zamanın bir mahsûlüdür. İmdi ırk, muhît, an… İşte üç şey ki tenkîd-i edebiyyede her şeyden evvel onlarla iştigâl edilmelidir. 237 Burada Ahmed Şuayb, Taine’in edebiyat ile toplum (dış dünya) arasında kurduğu ilişkinin eleştiri anlayışına kaynaklık ettiğini belirtir. Buna göre edebiyattan dış 236 a.g.e, 59. 237 a.g.e, 62. 100 dünyaya doğru gidilebildiği gibi, yazardan topluma, toplumdan da yazara ulaşılabilir. Eleştiri, bu ilişkileri açıklama işlevini ırk, muhit ve an üzerinden giderek yerine getirir. Ancak Ahmed Şuayb’a göre “[b]u usûl pek ziyâde fâide-bahş olmakla beraber, birçok cihetlerden bi-hakkın şâyân-ı i’tirâzdır.” 238 Burada Taine’in eleştiri yönteminin faydalanılması gereken bir yöntem olduğu tanınmakla birlikte, birçok yönden itiraza açık olduğu da vurgulanmış olur. Ahmed Şuayb bu noktadan hareketle Taine’in eleştiri anlayışının aksayan yönlerini tartışmaya açar. Taine’in edebiyat eleştirisine karşı yaptığı itirazı onun temel kavramları üzerinden giderek şekillendirir. Bu bağlamda ilk ele aldığı başlık edebiyat-toplum ilişkisidir. Ahmed Şuayb Taine’in “[e]debiyât, cem’iyetin ifâdesidir” hükmünü “meşkûk” yani şüpheli bulur. 239 Ona göre her devir birden fazla edebiyata ev sahipliği yapar ve bunlardan hangisinin toplumu yansıttığını kestirmek güçleşir. Ahmed Şuayb burada “edebiyât-ı âdiye” - “edebiyât-ı âliye” şeklinde bir karşıtlık kurar. İlkinin toplumu bir ölçüde yansıtabileceğini kabul ederken, ikincisinin buna pek de imkân tanımadığını, çünkü “yüksek” edebiyatın “büyük” yazarlarının eserlerinde toplumun görüşlerini değil, “kendi” görüşlerini aktardıklarını belirtir. Ahmed Şuayb’a göre bu yazarların anlaşılmamaları, toplumun geri kalanıyla aralarındaki bağın zayıflayabileceğine, dolayısıyla “edebiyat toplumun ifadesidir” şeklindeki görüşün de her an ve durumda geçerli olamayacağına işaret eder. 240 Ahmed Şuayb’ın geliştirdiği bu itiraz noktasının modern Türk edebiyatına da gönderme yaptığı söylenebilir. Daha önce de üzerinde durulduğu gibi, Dekadanlık tartışmaları sırasında Ahmed Midhat, Servet-i Fünûn yazarlarını dilde ve içerikte 238 a.g. 239 a.g. 240 a.g.e, s.63. 101 yabancılaşmak ile suçlamış, bu yazarların yabancı bir dile öykünerek halkın anlayamayacağı bir dil kurduklarını öne sürmüştür. Kendilerini, “[b]izim lisanımız avam lisanı değildir, havas lisanıdır, üdeba lisanıdır. Her kavmin lisan-ı edebi başka, lisan-ı avamı da başkadır” diyerek savunmaya çalışmalarını ise kabul etmez. 241 Onlar, Ahmed Midhat’a göre, dil düzeyinde açığa çıkan bir yabancılaşma yaşamaktadırlar: Kendilerini “avam”dan, edebiyatı kitlesinden ayırmaları bunun en açık göstergelerindendir. Bu noktada Ahmed Şuayb’ın edebiyât-ı âdiye ile edebiyât-ı âliye arasındaki karşıtlığına yaptığı vurgu anlam kazanır. Eleştirmen, bunların birbirinden farklı ama aynı zaman diliminde bir arada bulunan anlayışlar olduğunu savunurken, kendini, gündelik dilden ya da halkın dilinden ayrı bir dil kurmak bakımından edebiyât-ı âliye ile özdeşleştiren Edebiyât-ı Cedîde’ye bir meşruiyet zemini sağlar. Servet-i Fünûn yazarları, Aykut Kansu’nun ileri sürdüğü gibi “Ahmet Midhat ve benzerlerinin savunduğu ve ‘halkçılık’ adıyla anılan antientelektüel tutumu reddediyor, halktan farklılığını koruyan entelektüel bir tutumu destekliyorlardı[r].” 242 Bu bağlamda Edebiyât-ı Cedîde kendi estetik dilini kurmaya çalıştığı için herkes tarafından anlaşılmamıştır. Ahmed Şuayb, Taine’e yönelttiği itirazı desteklemek için Batı’dan örnekler bulmuş, anlaşılmayan ya da geç anlaşılan yazarlara Voltaire’i örnek göstermiştir. 243 Ancak kendi edebiyat ortamının da itirazı destekleyecek bir görünüm sergilediği açıktır. Ahmed Şuayb’ın itiraz noktaları arasında ikincisi Taine’in ırk kavramıdır. Ona göre, ırklar en uzak çağlardan beri birbirine karışmakta olduğu için, farklı unsurların bir araya gelmesiyle oluşan ve sürekli değişim halinde bulunan kavimlerin 241 Gökçek, s.30. 242 Kansu, s.283. 243 Ahmed Şuayb, Hayat, s.63. 102 yerleşik ve genel düşünsel özelliklere sahip olduğunu düşünmek hatalı olur. Bir yazarın aynı ırka mensup kişilerle arasındaki ilişki “farazîdir, mütehavveldir; çünki sâf ve hâlis ırklar yoktur, hepsi mahlût ve mürekkebdir.” 244 Ahmed Şuayb görüldüğü gibi, ırk değil birbirine karışmış “ırklar”dan söz etmek gerektiğini öne sürer. Bu kavram onun için farklı toplulukların bir aradalığını ifade eder, bu yüzden de ırk ile sanat ve edebiyat arasında doğrudan bir ilişki kurmak güçleşir. Ahmed Şuayb diğer yandan eleştirmenin kişiliğini incelerken, “Taine’deki dehâyı â’ilesinde, işte bu asîl kanda aramalıdır” 245 ya da “ırkının huşûnet ve riyâzet-i mevrûsesi [onda] tezâyüd etmiş” 246 gibi ifadeler kullanır. Ahmed Şuayb itiraz etse de, bir topluluğun kalıtımsal özelliklerini ifade etmek için “kan” ve “ırk” kavramlarına başvurur, yazara bunlarla açıklama getirmeye çalışır. Buradan yola çıkarak Ahmed Şuayb’ın, en somut ifadesini Taine’in geliştirdiği dilde bulan eleştiri anlayışının dışına çık(a)madığı, kavramsal ve yöntemsel boyutta bu anlayışla ortaklıklar kurduğu söylenebilir. Irk kavramını tartışmalı bulurken yine aynı kavram üzerinden yukarıda verilenler gibi “mutlak” çıkarımlar yapması bir tutarsızlık olarak görülebilir. Ahmed Şuayb’ın Taine’in eleştirisinde tartışmalı bulduğu diğer kavramlar ise an ve muhittir. 247 Ona göre yazarı çevreleyen dış şartların, zaman ve mekâna bağlı olarak değişen koşulların belirleyici bir etkisi olsa da, bunların dışına çıkılabilir. Aynı toplumsal ve tarihsel dönemlerde yaşayan yazarların birbirlerinden farklı sanat 244 a.g.e, s.66. 245 a.g.e, s.29. 246 a.g.e, s.56. 247 Taine, “muhit” kavramını bir ırkı kuşatan dış koşullar (iklim, siyasi koşullar ve toplumsal şartlar) için; “an” kavramını ise, tarihsel kesit için kullanır. Ancak Ahmed Şuayb’ın metninde bu ikisi birleşmiş görünmektedir. 103 anlayışlarına sahip olmaları bu etkinin değişken olduğunu gösterir. 248 Aynı şekilde, metinde “mevki” biçiminde adlandırılan coğrafi şartların ve iklimin etkisi de her zaman belirgin değildir. 249 Ahmed Şuayb Taine’in kavramlarına yönelttiği itirazı “meleke-i gâlibe” (ana yeti) ile tamamlar. Daha önce de açıklandığı gibi Taine, sanat eserlerinin kökeninde insanın zihinsel faaliyetlerine kaynaklık eden ana duyuş ve düşünüş biçimlerinin yattığını savunur. Ancak Ahmed Şuayb’a göre, Taine’in bu ölçütü de diğerleri gibi mutlak değildir; “[t]ecrübe ve tedkîk onu bazen doğru, bazen yanlış bulu[r].” 250 Görüldüğü gibi Ahmed Şuayb’ın bulduğu eleştiri noktaları ve yönelttiği itirazlar her başlık özelinde bir oranda farklılaşsa da, eleştirmen esasında bir noktaya odaklanmıştır: “Bu kuvvetlerin hepsi de şübhesiz mevcûddur; lâkin te’sîrleri ya mestûr yahut mütehavvildir.” 251 Eleştirmen bu kuvvetlerin bir yazarı ve edebiyat eserini biçimlendiren etkenler arasında yer aldığını bu cümlesiyle onaylarken, bunların her zaman Taine’in ileri sürdüğü kadar “açık” ve “değişmez” etkiler yaratmadığının da altını çizer. Bu kavramların etkileri çoğu zaman kapalı ve değişken; “tesâdüfî”, “müşevveş”, “firârî ve mütebeddildir.” 252 Dolayısıyla Taine’in elindeki inceleme ve araştırma aracı, yani eleştiri, eleştirmeni onun savunduğu kadar kesin neden ve sonuçlara götürmez. Ahmed Şuayb bu noktadan hareketle, Taine’in eleştiriye uyguladığı “fen” kelimesine “daha az kat’î bir mânâ-yı dîger” 253 verilmesi gerektiğini söyler. Böylelikle eleştirinin bilimsel bir zemini olması görüşüne 248 a.g.e, ss.67-69. 249 a.g.e, s.70. 250 a.g.e, s.73. 251 a.g.e, s.70. 252 a.g.e, ss.70-71. 253 a.g.e, s.74. 104 katılırken, bilimin getireceği “mutlaklık” fikrini dışarıda bırakmak gerektiğini savunur. Buna göre, “tenkîdde bir usûl-i yegâne” 254 olması da düşünülemez. O halde Ahmed Şuayb Taine’in ölçütlerinin bir yazar ve eseri açıklamakta her an ve durumda anahtar işlevi görmediğini söylerken aslında onun kendi kavramlarına yüklediği kesinliği tartışmaktadır. Ahmed Şuayb’ın yaptığı bu eleştirel okuma, Taine’in determinizmine şerh düşer ve sınırlarına değinirken, bir anlamda onun eleştiri anlayışında neyin uygulanabilir, neyin uygulanamaz olduğunu tartmaktadır. Ahmed Şuayb’ın karşısında tamı tamına uygulanabilir olmayan, ama faydası da inkâr edilemeyen bir yöntem vardır: “Nazariyât-ı tenkîdiyyesi kat’î olmamakla berâber, fevka’lâde hâ’iz-i te’sîr ve ehemmiyettir.” 255 Eleştirmen, sorduğu sorularla, yönelttiği itirazlarla, düştüğü şerhlerle bu yöntemi uygulanabilir ya da kullanılabilir kılmaya çalışır. Yöntemin kesinliğini reddetmek, sağladığı açılımı onaylamakla birlikte bunun her zaman işlemediğini savunmak anlamına gelir. Dolayısıyla Taine’in eleştiri yöntemi her zaman ve durumda değil, kimi zaman ve durumlarda, kimi unsur ve ilkeleriyle kullanışlıdır. Bu okuma, Ahmed Şuayb’ın yöntemsel düzeyde Taine’e bağlı olduğu ve Taine’in eleştiri yöntemini uyguladığı şeklindeki görüşü yeniden düşünmenin yolunu açar. Bu görüşü dile getiren Bilge Ercilasun, Ahmed Şuayb’ın incelemesinin “Taine’in Hayât ve Şahsiyeti” başlıklı bölümüne gönderme yaparak, eleştirmenin “Taine’le ilgili yazısında Taine’in metodunu takip” ettiğini öne sürer ve incelemede ırk, muhit, an etkenlerinin nasıl uygulandığına dair örnekler verir. 256 Oysa 254 a.g. 255 a.g.e, s.76. 256 Ercilasun, Servet-i Fünûn’da, s.82. 105 görebildiğim kadarıyla, Ahmed Şuayb bu bölümde Taine’in ölçütlerini harfi harfine uygulamak yerine, genel bir hareket zemini olarak olgusal eleştiriye başvurmaktadır: Zola ve Flaubert’i incelerken de yaptığı gibi, yazarın dışında gelişen koşullardan nasıl etkilendiğine, biyografik verilerin işlevine, kişilik özelliklerinin neden ve sonuçlarına bakar. Buradan hareketle çevre, aile, tarihsel ve toplumsal dönem gibi dış koşulların yazar üzerinde bıraktığı etkiye değinir. Kimi zaman Ercilasun’un da belirttiği gibi Taine’in kavramlarına (ör. ırk kavramına) başvurur, fakat metnin tamamı değerlendirmeye alınırsa, bu kavramların kullanımında bir süreklilik olmadığı görülür. Buna yol açan ve bir anlamda Ahmed Şuayb’la Taine’i birbirinden ayıran neden, ırk, muhit ve an gibi etkenlere karşı duydukları “güven”dir. Taine, kullanıma soktuğu bu eleştirel araç ve ölçütlerin bir yazarı açıklamak için en güvenilir yol olduğunu savunur. Bu yüzden, ırk, muhit, an ve ana yeti eleştirinin her aşamasında birer anahtar kavram olarak devrededir. Taine’in eleştirisinde bu kavramlara duyulan güven, Ahmed Şuayb’ın metninde aynı oranda mevcut değildir. Ahmed Şuayb bu kavramları çok daha “seçmeli” biçimde, başka bir ifadeyle işe yaradıklarını düşündüğünde, işe yaradıkları oranda kullanır. Bu noktadan hareketle şu sonuca ulaşılabilir: Ahmed Şuayb’ın kendi yöntemsel araçlarına sahip, öznellikten uzak bir eleştiri anlayışı arayışında olmasında ve bunu bir oranda gerçekleştirmesinde Taine’in etkisi olmuştur. Fakat Ahmed Şuayb’ın yöntemsel örtüşme ya da tutarlılık (“harfi harfine uygulamak”) bağlamında Taine’e bağlı olduğunu söylemek mümkün değildir. Ahmed Şuayb’ın Taine’i anlamaya, uygulanabilir kılmaya ve “uygun” bir biçimde aktarmaya çalışan ve bazen (ırk kavramının kullanımında olduğu gibi) kendisiyle çelişen “Taine ve Âsârı” incelemesi bu durumu örneklemektedir. 106 Sonuç olarak Ahmed Şuayb, Taine’in görüşleri arasında itiraza açık noktalar bulsa da, bunların edebiyat, eleştiri, tarih ve felsefe gibi alanlara düşünsel bir açılım getirdiğini savunur. Ona göre Taine, on dokuzuncu yüzyılın ortalarında belirginlik kazanan bilimsellik arayışını bu alanlara uyguladığı, bu arayışı açık ifadelere ve somut örneklere kavuşturduğu için önemlidir. Taine’in bilimsellik arayışındaki edebiyat/sanat eleştirisi ise Ahmed Şuayb için kaynak alınması gereken bir anlayış olsa da tartışılır yanlar barındırır. Eleştirel ölçütlerinin her yazar ve esere uygulanabilir olmaması, her zaman kesin sonuçlar sağlamaması bunların başında gelir. Burada sorusallaştırılan temel öğe, Taine’in anlayışındaki “kesinlik” fikridir. Bu okuma Ahmed Şuayb’ın eleştirel önceliklerini ve yönelimini anlamak açısından ön açıcıdır: Eleştirmen, eleştiri etkinliğinin öznellikten uzaklaşması ve bilimselleşmesi düşüncesini savunurken Taine’i “sağlam” bir kaynak olarak görür, onun fikirlerini kendi eleştirisine taşımaya çalışır. Ancak onu yöntemsel açıdan birebir takip etmez, düşünsel boyutu öne çıkarır. Bu bağlamda “bilimsellik” fikrini edebiyat eleştirisine zemin hazırlayan bir ilke olarak benimser. Dolayısıyla Ahmed Şuayb’ın “Taine ve Âsârı” başlıklı incelemesi eserlerinden fayda sağlanacak bir ismi eleştirerek tanıtır ve onu Edebiyât-ı Cedîde’ye kaynaklık edecek yönleriyle bir model olarak ortaya koyar. “Hayât ve Kitâblar” başlığı altında ele alınan “Emile Zola ve Âsârı”, “Gustave Flaubert” ve “Taine ve Âsârı” başlıklı üç inceleme üzerinden yapılan değerlendirmeleri toparlamak gerekirse, Ahmed Şuayb’ın bu yazı dizisini bir model aktarımı zemini olarak tasarladığı söylenebilir. Burada “model aktarımı” tanımının birbirinden ayrı düşünülemeyecek iki göndermesi vardır. Ahmed Şuayb her şeyden önce, edebiyat eleştirisini bir tür ve etkinlik olarak modern Türk edebiyatına taşımak ister. Bu bağlamda Fransız kaynaklarına gider ve olgusal eleştiri üzerinden içinde 107 bulunduğu edebiyat dizgesinde yeni bir eleştiri alanı oluşturmaya çalışır. Dolayısıyla Ahmed Şuayb’ın eleştiri anlayışı, sarf ve nahv üzerine kurulu eleştiri geleneğini ve eleştiride öznellik görüşünü dışlar. Eleştirinin kendi araçlarına sahip nesnel bir inceleme pratiği olduğunu savunur. Yazar ile dış dünya, eser ile dış gerçeklik arasındaki bağıntıları öne çıkarır. Yöntemsel düzeyde gerçekliğe bağlılık ilkesini temel ölçüt alır ve adı geçen üç incelemede de bu ölçütü kullanır. Bu anlamda “Hayât ve Kitâblar”, modern Türk edebiyatının eleştiri külliyatındaki eksik metinleri tedarik etme girişiminin bir ürünüdür. Ahmed Şuayb diğer yandan gerçekçi/doğalcı edebiyat modelini içinde bulunduğu edebiyat dizgesine aktarmak, başka bir ifadeyle Servet-i Fünûn çevresinin sahiplendiği bu modeli yerleştirmek, sağlamlaştırmak ve yetkinleştirmek ister. Bunun için realizmin önde gelen isimlerinden Zola ve Flaubert’i ele alır. Bu iki isim üzerinden gerçekçilik ve doğalcılığı açıklarken, Taine üzerinden ise pozitivist estetiği tariflerken modern Türk edebiyatı açısından izlenmesi gereken yönü belirler. Bu bağlamda “Hayât ve Kitâblar” dizisi, Ahmed Şuayb tarafından okurun bilgi düzeyini arttırmak işleviyle sunulmuş olsa da işlevi bunun ötesine geçer: Dizi, edebiyatı yeniden şekillendirecek isimleri vermek, görüşlerini açıklamak ve yaygınlaştırmak, onları tanınır kılmak, dolayısıyla bir model aktarımında bulunmak amacıyla kaleme alınmıştır. Dolayısıyla Ahmed Şuayb’ın “Hayât ve Kitâblar” dizisinde sergilediği eleştiri pratiği edebiyatı yeniden şekillendirme işlevi görür. “Hayât ve Kitâblar”ın aynı adla kitaplaştırılmış ve Edebiyât-ı Cedîde Kütüphanesi içinde yer almış olması da bu çalışmanın edebiyatı düzenleme işleviyle yüklü olduğu fikrini güçlendirir. Edebiyât-ı Cedîde Kütüphanesi, Hüseyin Cahid tarafından ortaya atılmış bir yayın projesidir. Servet-i Fünûn dergisinde yayınlanan eserlerin çoğalıp çeşitlenmesi, yazarda Avrupa basınında örneklerine rastlanan bir 108 yayın dizisi düzenleme fikri uyandırmıştır. Yazar bu dizisiyle, Edebiyât-ı Cedîde’ye sahip olduğundan daha geniş bir varlık alanı yaratılabileceğini düşünür: “Yalnız Servetifünun sütunlarını tekeline almakla yetinen edebiyat, tam bir varlık göstermiş olamaz.” 257 Burada gerçekleştirilmek istenen, Servet-i Fünûn dergisindeki edebi üretimin dolaşım olanaklarını çeşitlendirmek olduğu kadar, Edebiyât-ı Cedîde’nin kurumsal kimliğini güçlendirmek, etkinlik alanını genişletmek kısacası kendi başına bir model önerisi olan Edebiyât-ı Cedîde’ye büyük edebiyat dizgesi içinde yer açmaktır. Bu bakımdan Hayât ve Kitâblar’ın Edebiyât-ı Cedîde Kütüphanesi kanalıyla dolaşıma sokulan ve edebiyat dizgesini dönüştürmesi beklenen eserlerden biri olduğu söylenebilir. “Hayât ve Kitâblar” dizisinin yanı sıra Servet-i Fünûn dergisinde yayınlanan ve Edebiyât-ı Cedîde’ye odaklanan “Musâhabe-i Edebiyye” üst başlıklı yazılar da Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisini somutlaştıran metinlerdir. Dolayısıyla Ahmed Şuayb’ın Batılı model ile yerleşik edebiyat dizgesi arasında ne tür bağlantılar kurduğunu ve eleştirel araçlarını Edebiyât-ı Cedîde’ye nasıl uyguladığını görmek, eleştiri pratiği üzerine bütünlüklü bir değerlendirme yapabilmek için bu yazılara bakmak gerekir. Modelin Uygulanması: Ahmed Şuayb’ın Edebiyât-ı Cedîde Okuması Ahmed Şuayb Servet-i Fünûn dergisinde “Hayât ve Kitâblar” ile eş zamanlı olarak “Musâhabe-i Edebiyye” üst başlıklı iki yazı kaleme alır. Batılı modele odaklanan “Hayât ve Kitâblar” ile Edebiyât-ı Cedîde’ye odaklanan “Musâhabe-i Edebiyye” başlıklı yazılar arasındaki kronolojik örtüşme, yazıları bir birine bağlayan düşünsel 257 Yalçın, s.139. 109 örtüşmenin bir yansımasıdır: Ahmed Şuayb, “Gustave Flaubert” incelemesinde tartıştığı konuların kendisini Edebiyât-ı Cedîde’yi kaleme almaya ittiğini belirtir. 258 Eleştirmen burada Batılı edebiyat modeli ışığında, bu modelin sunduğu çerçeve içinde bir Edebiyât-ı Cedîde okuması yaparak onun belirleyici özelliklerini saptamak ve hangi ilkeler doğrultusunda şekil bulduğunu göstermek ister. Bu o dönem için bir ihtiyaçtır, çünkü Servet-i Fünûn çevresi Dekadanlık ve Klasikler tartışmalarıyla eleştirilerin odağına taşınmıştır. Dolayısıyla eleştirmen, içinde bulunduğu edebiyat çevresinin ne yaptığını ve ne yapmak istediğini açıklama gereksinimi duyar. Ahmed Şuayb “Musâhabe-i Edebiyye” üst başlıklı yazılarda Edebiyât-ı Cedîde’yi modern Türk edebiyatı içinde konumlandırmaya, kendinden önceki dönemle yakınlığını ve uzaklığını ölçmeye, bu bağlamda ne tür özellikler gösterdiğini açıklamaya çalışır. Bu girişim aynı zamanda, eleştiri ve suçlamalar karşısında Edebiyât-ı Cedîde’yi savunmanın da zemini olur. Eleştirmen bu zeminden hareketle, Servet-i Fünûn çevresine yöneltilen eleştirileri yanıtlar. Bunların yerine kendi eleştirel ölçüt ve beklentilerini koyarak Edebiyât-ı Cedîde’nin hangi noktalarda eksik ya da zayıf olduğunu göstermeyi dener. Ahmed Şuayb’ın bu okuması, içinde bulunduğu edebiyat dizgesi hakkındaki görüşlerini verirken, kendi eleştiri pratiğini de örnekler. Başka bir deyişle bu okuma, içerik (görüşler) bağlamında olduğu kadar yöntem (eleştiri pratiği) bakımından da Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisinin önemli bir parçasını oluşturur. Bu bölümde Ahmed Şuayb’ın eleştiri pratiğinin Edebiyât-ı Cedîde özelinde ne tür bir uygulama alanı bulduğu sorusuna yanıt arayacağım. Bunun için ilk olarak Ahmed Şuayb’ın Edebiyât-ı Cedîde’yi modern Türk edebiyatı içinde nasıl konumlandırdığını, ikinci olarak Edebiyât-ı Cedîde yazarlarını ve onların eserlerini 258 Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar,” Servet-i Fünûn 18, sayı 482 (25 Mayıs 1316/7 Haziran 1900), s.211. 110 nasıl değerlendirdiğini, üçüncü olarak bunlara ne tür eleştiriler yönelttiğini, dördüncü ve son olarak da Servet-i Fünûn çevresinin karşılaştığı eleştirilere nasıl karşılık verdiğini açıklamaya çalışacağım. Edebiyatta Yeni Bir Devir: Edebiyât-ı Cedîde Ahmed Şuayb “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar” başlıklı yazısında Edebiyât-ı Cedîde’nin modernleşme sürecinde şekil bulan Osmanlı-Türk edebiyatında yeni bir devre olduğunu savunur. Ona göre, ““[e]debiyât-ı cedîde”, “edebiyât-ı hâzıra” diye tevsîm edilen bu tahavvül târih-i edebiyâtımızda yeni bir devrenin inkişâfından başka bir şey değildir.” 259 Buna göre edebiyatta meydana gelen yenilik hareketi belli bir birikim elde etmiş, yeni bir dönemin doğuşunu hazırlamıştır. Dolayısıyla bu değerlendirme, Ahmed Şuayb’ın “Edebiyât-ı Cedîde” tamlamasındaki “yenilik” fikrini eski edebiyat-yeni edebiyat karşıtlığından çok, Servet-i Fünûn çevresi ile kendinden önceki kuşak (Tanzimat’ın ilk kuşak yazarları) arasındaki karşıtlık ilişkisinde anlamlandırdığını ortaya koyar. Eleştirmen böylece, Servet-i Fünûn dergisi etrafında şekillenen Edebiyât-ı Cedîde’nin kendinden önceki dönemden (Tanzimat edebiyatı) büyük oranda ayrışan ve yeni bir devir olarak görülmesini sağlayan yönler barındırdığını öne sürer. Ahmed Şuayb bu önermesini, edebiyatın değiştiği ve bu değişim sırasında ortaya çıkan farklı edebiyat anlayışlarının farklı dış şartların etkisi altında şekillendiği görüşünden hareketle şu çerçeveye oturtur: Bizâtihâ san’at hiçbir mektebe hiçbir mesleğe mensûb değildir ve olamaz. Şu kadar ki edebiyâtta da, her şeyde olduğu gibi, bir takım edvâr-ı tekâmül vardır. Her devir üdebâ’sı kendilerinden evvelkilere merbûttur, ve bu silsile-i irtibâtın halkaları ahvâl ve adâta, ezmine-i 259 a.g. 111 târihiyyeye göre mütebeddildir. (…) “Mesâlik-i edebiyye” hakîkatte edebiyâtın bazı hâdisât-ı içtimâiyye ve iktisâdiyye ile mütessir ve mütehavvil olmasından başka bir şey değildir. Cem’iyyetin, muhîtin, terakkiyât-ı ilmiyye ve fenniyyenin sanâyi-i bedîa üzerinde nüfûz-ı fevkalâdesi inkâr edilemez. 260 Ahmed Şuayb’ın çizdiği bu çerçeve, bir üst başlık olarak sanat/edebiyat (“san’at”, “edebiyât”) ile edebiyat akımları (“mesâlik-i edebiyye”) arasında nasıl bir ilişki kurduğunu gösterir. Ona göre edebiyat bir gelişim çizgisinde ilerlemektedir. Her yeni yazar kuşağı bir öncekine bağlıdır. Bu zinciri oluşturan halkalar ise kendi toplumsal ve tarihsel bağlamlarında belirlenmektedir. Edebiyatın toplum, muhit/çevre ya da bilimsel ilerleme düzeyinin etkisine göre değişmesiyle farklı edebiyat akımları meydana gelir. Ahmed Şuayb burada görüşlerini olgusal eleştirinin uzlaşımlarının içine sokar; edebiyatı zamana ve mekâna göre değişen, dönüşen ve ilerleyen bir yapı olarak ele alır. Bu anlayışta dış belirleyenler edebiyatın zeminini şekillendirir ve hareket hattına yön verir. Bu bağlamda Ahmed Şuayb, farklı koşullarda şekillenen farklı sanat/edebiyat anlayışlarının varlığını tanır ve bunlara bir meşruiyet zemini sağlar. Ayrıca edebiyatın belli bir anlayışın tahakkümü altına sokulamayacağını savunur. Ona göre sanat ve edebiyatta farklı yaklaşımlar olması doğaldır, ancak bunlardan birinin tüm edebî yapı üzerinde mutlak söz sahibi olmaya çalışması ya da olduğunu iddia etmesi kabul edilemez. Akımlar kalıcı değildir, şartlara bağlı olarak değişmektedir: “Sanat ebedîdir, fakat mesâlik-i edebiyye ebedî, sâbit bir hayâta mâlik değildir. Ahvâl-i içtimâiyyeye, terakkiyât-ı fikriyyeye göre değişmeye mahkûmdur.” 261 Dolayısıyla her toplumsal bağlam ve düşünsel gelişim düzeyi kendi edebiyat anlayışını ortaya koyar. Burada eleştirmene düşen ise, anlayışlar arasındaki farklılaşmanın ve 260 a.g. 261 a.g. 112 değişimin ne yönde olduğunu, hangi nedenlere bağlanabileceğini açıklamak, başka bir ifadeyle, sanat ve edebiyattaki “tebeddülün hüküm ve esbâbını temyîz ve tayîn etmek” 262 yani değişimi incelemektir. Ancak eleştirmenin görevi bununla sınırlı kalmaz, daha ötesine geçer. Ahmed Şuayb eleştirmenin bu noktada yüklenmesi gereken görevi, bir edebiyat akımının nasıl kurulduğunu açıklarken dile getirir: Bir meslek-i edebî -bazılarının zannettikleri gibi- bir hey’et tarafından müzâkereler, münâkaşalarla kavâid-i umûmiyyesi tanzîm edildikten sonra te’sis etmez; kendi kendisine, bi-t-tab’ ve bi-z-zarûre vücûda gelir. Sonra bu meslek-i mensûbîninden muannid bir sebât-ı merâma, tabîî bir ihtiyâc-ı inzibât ve intizâma mâlik biri muârızînı ile çarpışarak kavâid-i esâsiyyesini ortaya koyar, bu sûretle meslek tayîn etmiş olur. 263 Görüldüğü üzere Ahmed Şuayb, bir edebiyat akımının kendi doğal koşulları içinde kendiliğinden oluştuğunu, önceden kurgulanmadığını öne sürer. Bu edebiyat akımının kendi ilkelerini ortaya koyması ancak itirazlarla karşılaşıldığı noktada, üyelerinden birinin akım adına konuşmasıyla olur. Bu üye, itirazlar karşısında akımın ana ilkelerini “kararlılık” ve “açıklık” ile dile getirir, bir anlamda sözcü konumuna geçer. Burada tarif edilen üye biraz da Ahmed Şuayb’ın kendisidir: Eleştirmen Ahmed Şuayb, Edebiyât-ı Cedîde’yi yeni bir devir olarak okur ve bu yeni devirde edebiyatın ne tür bir değişim geçirdiğini incelerken, yukarıda çizdiği çerçeveye uygun bir şekilde, akımın (Edebiyât-ı Cedîde) ayırt edici özelliklerini ortaya koymak ister. Bu bağlamda Ahmed Şuayb’ın yaptığı ilk şey “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar” başlıklı yazısında Edebiyât-ı Cedîde’nin modern Türk edebiyatındaki kaynaklarını vermektir. Ona göre yenilik birden bire oluşmamıştır: Bir tarihi, kökeni 262 a.g. 263 a.g. 113 ve öncüleri vardır. Eleştirmenin ifadesiyle tekrar etmek gerekirse, Edebiyât-ı Cedîde kendinden önceki halkaya, Servet-i Fünûn çevresindeki yazarlar da kendilerinden önceki yazarlara bağlıdır. Ahmed Şuayb’a göre bu yazarların başında Recaizâde Ekrem gelir. Eleştirmen, Recaizâde Ekrem’in edebiyatın dil ve ahlak gibi iki başka alanla birleştirildiği, edebiyatın dilsel ve ahlaki yükümlülüklere bağlandığı bir dönemin yazarı olduğunu ve bu yerleşik anlayışı değiştirmeye çalıştığını savunur. Recaizâde Ekrem, eleştiri yazılarıyla edebiyata yeni ölçütler getirmeye, edebiyat eserlerinin “umûmiyyet itibârıyle mahrûm-ı efkâr birer boş kalıb” olduğu bu dönemde Ta’lîm-i Edebiyât ile “müşâhede, hiss, tasavvur” gibi unsurları edebiyatta başat kılmaya çalışmıştır. 264 Recaizâde Ekrem, daha önce de üzerinde durulduğu gibi eski edebiyat modelinin tartışmaya açıldığı yıllarda Ta’lîm-i Edebiyât ile yeni bir retorik kurmayı dener. Eski modele bağlı kalan ve dili (lafız) temel alan değerlendirme pratiklerine karşı, yeni modeli yerleştirmeye çalışan ve anlamı (mana) öne çıkartan yeni bir eleştirel bakışın oluşmasında etkili olur. Ahmed Şuayb, Recaizâde Ekrem’in fikirden yoksun boş bir kalıbın içini müşahede, his ve tasavvur gibi yeni öğelerle doldurduğunu belirtirken, onun Batılı edebiyat modelinin yerleştirilmesine yaptığı katkıyı işaret eder. Tartışmalar içinden geçen bu modelin Servet-i Fünûn dergisinde kurumsal bir kimliğe bürünmesi ise, Recaizâde Ekrem’den Edebiyât-ı Cedîde’ye aktarılan düşünsel mirası gösterir. Ahmed Şuayb’ın “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar” başlıklı yazısında saydığı öncülerden bir başkası, aynı zamanda Servet-i Fünûn yazarı da olan Halid Ziya’dır. Eleştirmen, Halid Ziya’nın Servet-i Fünûn dönemi öncesinde kaleme aldığı 264 a.g. 114 Hikâye başlıklı çalışmasına verdiği anlamı, bu “eser-i nefîsin intişârı edebiyâtımız için bir ân-ı târihî oldu” cümlesiyle ortaya koyar. 265 Ona göre bu çalışma, okuru eğlendirmek, hatta “oyalamak” üzere kaleme alınan, olay örgüsü ve karakter çizimi bağlamında hakikatle bağdaşmayan eserlerin “roman” adı altında dolaşımda olduğu bir edebiyat ortamında, roman türünün esasında ne olduğunu okura göstermeyi başarmıştır. 266 Daha önce de belirtildiği gibi Halid Ziya, modern Türk edebiyatında romanın henüz “çocukluk” çağında bulunduğu tespitinden hareketle, roman türünü gerçekçi/doğalcı model doğrultusunda yetkinleştirme girişiminin sonucunda Hikâye’yi kaleme alır. Ahmed Şuayb’ın yaptığı değerlendirme, Halid Ziya’nın roman hakkındaki bu tespitine katıldığını, yazarın telafi çabalarını önemli bir adım olarak karşıladığını ve onun kurmaya çalıştığı modeli benimsediğini gösterir. Ahmed Şuayb adı geçen yazısında Recaizâde Ekrem ve Halid Ziya’nın yanı sıra yeniliğin öncüleri arasında Beşir Fuad’ı da sayar. Beşir Fuad, Victor Hugo başlıklı çalışmasında ve edebiyat üzerine yürütülen tartışmalara yanıt olarak yazdığı makalelerinde romanın ne olduğu hakkında bilgi vermiş, türü tanıtmıştır. 267 Ahmed Şuayb burada, Hugo romantizmine karşı Zola doğalcılığının savunusunu yapan Beşir Fuad’ın bu yönüyle Edebiyât-ı Cedîde’de açığa çıkacak yeniliğe bir anlamda zemin hazırladığını ifade eder. Beşir Fuad’la benzer bir çizgide ilerleyen Nabizade Nazım da, Ahmed Şuayb için yeniliği hazırlayan isimlerden biridir. Nabizade Nazım, Tercümân-ı Hakikât gazetesiyle yaşadığı tartışmalar sırasında kaleme aldığı yazılarla, roman türü hakkında okuru bilgilendirmiştir. 268 265 a.g. 266 a.g.m, ss.211-212. 267 a.g.m, s.212. 268 a.g. 115 Ahmed Şuayb, Ta’lîm-i Edebiyât’tan Edebiyât-ı Cedîde’ye uzanan çizgiyi tamamlamak için, dönemin tanınmış yayıncısı Arakel’in “neşrine vesâtat ettiği romanlar, daha sonra muktedir bir iki kalem tarafından yazılan millî hikâyeler[in]” de anılması gerektiğini belirtir. 269 Eleştirmen böylelikle yeniliğin kurucu unsurlarının Recaizâde Ekrem, Halid Ziya, Beşir Fuad ve Nabizade Nazım gibi yazarlar ve Ta’lîm-i Edebiyât, Hikâye ve Victor Hugo gibi çalışmalar üzerinden nasıl taşındığını gösterir, yeniliğin uğraklarını sıralar ve modern Türk edebiyatı içinde Edebiyât-ı Cedîde’ye bir soy kütüğü çıkartır. Ahmed Şuayb’ın verdiği bu listede, Batılı bir model olarak realizmin modern Türk edebiyatına aktarılma sürecini örnekleyen metinler göze çarpar. Eleştirmen, Tanzimat’tan Servet-i Fünûn’a kadar olan dönemde modern Türk edebiyatını şekillendiren yazar ve çalışmalar arasında bir eleme yapar. Bu elemenin sonucunda Edebiyât-ı Cedîde’nin soy ağacını çizmek için realizmi tartışan isimleri ve realizmin tartışıldığı çalışmaları izler. Bu model aktarım sürecinin hangi uğraklardan geçerek Servet-i Fünûn çevresine taşındığını gösterir. Böylelikle bu “yeni” edebiyatın devraldığı mirası görünür kılar. Ahmed Şuayb’ın çıkarttığı soy kütüğü, yeniliğin modern Türk edebiyatındaki kökenlerini gösterir, ancak bu yeniliğin bir de Batılı kaynakları vardır. Eleştirmen “Musâhabe-i Edebiyye” başlıklı yazısında Edebiyât-ı Cedîde’nin Batılı kaynaklarına ilişkin şu saptamayı yapar: “[B]atn-ı hâzırın dimâğları Flaubert, Daudet, Zola, Bourget gibi hakikî üstâdların mütâlaa-ı âsârıyla perverde olmuştur; batn-ı sâbık ise Chateaubriand’ların, Lamartine’lerin, Hugo’ların kemâlât-ı edebiyyesinden istifâde etmişlerdi.” 270 Buna göre Edebiyât-ı Cedîde’nin Batılı kaynakları Fransız 269 a.g. 270 a.g.m, s.214. 116 realistleriyken, Edebiyât-ı Cedîde öncesi dönemin kaynakları Fransız romantikleridir. İki dönem arasında yapılan bu kesin ayrım, 1880’lerin ortalarında başlayan romantizm-realizm, diğer bir adıyla “hayaliyûn-hakikiyûn” tartışmaları açısından anlamlıdır. Buna göre Servet-i Fünûn çevresi, bir model tartışması olan romantizmrealizm karşıtlığını, realist edebiyat modelini benimseyerek realizm lehine sonuçlandırmıştır. Modern Türk edebiyatının bu “yeni” devresi, kendini gerçekçi/doğalcı modele dayandırır, romantizmi değil realizmi devam ettirir. Ahmed Şuayb’ın yaptığı bu değerlendirme, eleştirmenin “Hayât ve Kitâblar” dizisiyle aktarmaya çalıştığı realist edebiyat modeliyle Edebiyât-ı Cedîde arasında bir örtüşme gördüğünü ortaya koyar. Eleştirmen “Hayât ve Kitâblar” dizisinde yer verdiği Zola ve Flaubert gibi isimleri burada Edebiyât-ı Cedîde’ye kaynaklık eden, onu besleyen ve şekillendiren isimler arasında sayar. Dolayısıyla “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar” başlıklı yazısında “Hayât ve Kitâblar” dizisiyle aktardığı modeli Edebiyât-ı Cedîde üzerinde yeniden inşa etmeyi dener. Bu inşa süreci isimlerin verilmesiyle sınırlı kalmaz, eleştirmen Servet-i Fünûn çevresinin oluşturduğu edebiyatın ilkelerini açıklar ve metinlerini değerlendirirken de onun modelle örtüşen yönlerini öne çıkarır, dolayısıyla inşa sürecini devam ettirir. Edebiyât-ı Cedîde Metinlerinin Değerlendirilmesi Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar” başlıklı yazısında Servet-i Fünûn çevresinin oluşturduğu edebiyatın dayandığı ilkeleri açıklarken iki noktayı öne çıkarır. Bunlardan birincisi, bu çevrenin edebiyat ile ahlakı birbirinden ayırması, edebiyatı ahlaki yükümlülüklerden arındırmasıdır. “Üdebâ’-ı hâzıra san’attan doğrudan doğruya içtimaî, ahlâkî, amelî hiçbir hizmet beklemiyorlar; bir te’lîf-i 117 bedî’in kendi kendisinden, kendi hüsn-i samîmiyyesinden başka bir gâyeye hâ’iz olmasını, san’atın bir vâsıta gibi telakkî ve istimâl edilmesini kabûl etmiyorlar[dır].” 271 Buna göre Servet-i Fünûn yazarları edebiyatta estetik beklentilerin, ahlaki beklentilerin yerini aldığını, edebiyat eserinin estetiği dışında bir amacın aracı gibi görülemeyeceğini savunurlar. Ahmed Şuayb Edebiyât-ı Cedîde yazarlarının sahip olduğu bu anlayışın “sanat için sanat” ilkesinden kaynaklandığını belirtir. 272 Eleştirmenin daha önce “Gustave Flaubert” incelemesinde de açıkladığı “sanat için sanat” ilkesi, yazarın belli bir düşüncenin sözcülüğünü yapmamasını; ahlaki, dini ya da eğitici bir öğretinin taşıyıcısı olmamasını; herhangi bir konuda yargıya varmak ya da görüş bildirmek yerine, tarafsız (gayr-i şahsi) bir dil kurmaya çalışmasını ön görür. Dolayısıyla Ahmed Şuayb, Batılı modelde (burada Flaubert) mevcut olan bu anlayışın Servet-i Fünûn çevresinde bir karşılığa sahip olduğunu savunur. Eleştirmen ayrıca, edebiyat ile ahlakı birbirinden ayırmanın Edebiyât-ı Cedîde’nin ayırtedici bir özelliği olduğunu söyleyerek 273 , Tanzimat ile Servet-i Fünûn arasındaki kopuşa vurgu yapar. Ahmed Şuayb böylelikle, gelenek ile modern arasında kalan topluma edebiyat ile düzen vermek, toplumun huzursuzluğunu edebiyat aracılığıyla dindirmek isteyen Tanzimat’ın ilk kuşak yazarlarına karşı, Servet-i Fünûn çevresinin edebiyatın araçsallaşmasını kabul etmediğini belirtmiş olur. Ahmed Şuayb’ın öne çıkardığı ikinci nokta ise, Edebiyât-ı Cedîde’nin realist edebiyat modelinin yöntemsel araç ve ilkelerini benimsemiş olmasıdır: “Edebiyât-ı Cedîde müşâhede ve tecrübeyi üssülesâs-ı hareket ittihâz ederek hayât-ı beşeri 271 a.g.m, s.212. 272 a.g.m, ss.212-213. 273 a.g.m, s.212. 118 mümkün mertebe tahlîl ve tedkîk etmek istiyor.” 274 Buna göre, eleştirmenin daha önce “Emile Zola ve Âsârı” başlıklı incelemesinde Zola’nın edebiyat yöntemini açıklarken de ele aldığı “müşâhede ve tecrübe”, “tahlîl ve tedkîk” gibi kavramlar Edebiyât-ı Cedîde yazarları tarafından benimsenmiştir. Eleştirmen bir kez daha Batılı modelle yerleşik edebiyat dizgesi arasında bir örtüşme görür ve Edebiyât-ı Cedîde’nin realist edebiyat modelini uygulamaya koymaya çalıştığını vurgular. Ahmed Şuayb bu noktadan hareketle, “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar” başlıklı yazısında Servet-i Fünûn yazarlarını ve eserlerini değerlendirir, üretilen metinlerin realist modelle bir uyumluluk içinde olduğunu göstermeye çalışır. Bu bağlamda ilk olarak Hüseyin Cahid’i ele alır ve yazarın ““Gelin” hikâyesiyle hukuk-ı nisvânı, “Muallim”i ile de en amîk bir cerîha-ı hayâtı deş[tiğini]” 275 savunur. Ancak bu değerlendirmesi destekleyecek ek açıklamalar yapmaz, Hüseyin Cahid’i ve adı geçen iki eserini örnek vermekle yetinir. Dolayısıyla Ahmed Şuayb’ın yaptığı değerlendirmeyi açıklayabilmek için Gelin ve Muallim adlı hikâyelere bakmak gerekir. Bu noktada, kendi rızası dışında evlendirilen, bir kâbusa dönüşen bu evlilikte kişiliğini yitiren bir kadını konu alan Gelin’in, Osmanlı toplumunda kadının kendi hayatı üzerinde söz hakkı olmamasını (hukuk-ı nisvân) sorunsallaştırmasıyla Ahmed Şuayb için “realist” bir metin niteliği taşıdığı söylenebilir. Muallim ise, geçimini sağlamak için çalışmak zorunda olan ve zorunlulukların getirdiği hayatta hayallerini yitiren bir gencin hikâyesi olmasıyla, Servet-i Fünûn edebiyatının öne çıkan temalarından birini yansıtır. “Hakikatin hayalleri yok etmesi” biçiminde tarif edilebilecek bu temanın Ahmed Şuayb’ın değerlendirmesinde “en amîk bir cerîha-ı 274 a.g.m, s.213. 275 a.g. 119 hayât” karşılığını bulduğu ve eleştirmen açısından eseri realist kıldığı söylenebilir. 276 “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar” başlıklı yazıda Ahmed Şuayb’ın ele aldığı ikinci isim Tevfik Fikret’tir. Eleştirmene göre Tevfik Fikret Rübâb-ı Şikeste adlı eserinde, “marûf ve mübtezel mevzûlarımızla kat’-ı münâsebet ederek içtimaî, felsefî mesâili bir iki beyit ile gösterivermek gibi hârikalar vücûda getir[ir].” 277 Başka bir ifadeyle, yerleşik şiir modelini içerik yönünden değiştirir, toplumsal ve felsefi konuları şiire sokar. Eleştirmene göre Rübâb-ı Şikeste içinde yer alan Ramazan Sadakası başlıklı şiir, şairin bu özelliğini örnekleyen metinlerden birisidir. Ahmed Şuayb bu noktada değerlendirmesini yine açıklamadan bırakır, yalnızca şiirin son bölümünü alıntılamakla yetinir. Eleştirmen tarafından yapılan ve desteksiz bırakılan bu değerlendirmeyi anlamlandırmak için şiire göz atmak gerekir. Ramazan Sadakası, Tevfik Fikret’in şiir anlayışında öne çıkan “yoksulluk”, “acıma”, “çocuğun masumluğu ve kırılganlığı” temalarını işler. Şiirde çarpıcı ifadelere kavuşan bu temaların Ahmed Şuayb açısından toplumsal (“içtimaî”) sorunları vurgulayan realist bir şiir ortaya çıkartmış olduğu söylenebilir. Ahmed Şuayb Tevfik Fikret’in İnanmak İhtiyacı başlıklı şiirini de yine Edebiyât-ı Cedîde’nin modelle ilişkisi bağlamında ele alır. Bu şiirin “terakkiyât-ı fenniyenin on dokuzuncu asrın efkârı üzerinde bâis olduğu” sarsıntıyı açıkladığını ve “kuvve-i müfekkiremizin en müellim, en muharrib, en fecî’ bir yarasını şerh” ettiğini savunur, değerlendirmesini ise şiiri alıntılayarak örneklendirmeye çalışır. 278 Buna göre şiir, bilimsel ilerleme fikrinin düşünsel düzeyde yarattığı krizi edebiyata 276 Hüseyin Cahid’in adı geçen hikâyeleri hakkında daha fazla bilgi edinmek için bkz. Ö. Faruk Huyugüzel, Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebî Eserleri Üzerinde Bir Araştırma (İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1984). 277 Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar,” s.213. 278 a.g.m, s.213-214. 120 tercüme eder ve bir düşünsel soruna vurgu yapar. Eleştirmenin bu yorumu, İnanmak İhtiyacı başlıklı şiirde Tevfik Fikret’in “boşluk” ve “karanlık” gibi kelimelerle tanımladığı buhranlı varoluş haline karşılık gelir. Ahmed Şuayb bu halin dış gerçekliğe bağlanan bir nedenden ileri geldiğini, dolayısıyla şiirin gerçekliğe temas ettiğini savunur. Ahmed Şuayb’ın Edebiyât-ı Cedîde yazarları arasından ele aldığı üçüncü isimse Halid Ziya’dır. Eleştirmene göre Halid Ziya geliştirdiği üslup ve tasvir yöntemiyle “tabîattaki en ince ve dilfirîb şi’rleri göstermey[i]” başarmış, doğadaki küçük ve belirsiz hareketleri bile verebilmiştir. 279 Bu noktada eleştirmen, Halid Ziya’nın tasvirlerinin, kelime seçimlerinin ve kurduğu imgelerin gerçekliğin ince çizgilerini belirginleştirmek ve edebiyata aktarmak açısından Fransız yazarlarıyla aynı düzeyde olduğunu savunur. 280 Dolayısıyla yazarın gerçekliği yansıtma bağlamında Batılı edebiyat modeliyle örtüşen eserler verdiğini vurgular. Ahmed Şuayb’ın bu üç isim üzerinden yaptığı değerlendirmeler bize onun eleştirel beklentileri, başka bir deyişle bir eleştirmen olarak yazardan neler beklediği konusunda önemli veriler sağlar. Özellikle eleştirmenin kullandığı “deşmek” ve “şerh etmek” gibi tabirler burada önem kazanır. “Deşmek” ve “şerh etmek”, yüzeyin altına ulaşmak adına bir bütünü parçalara ayırmak, bu parçaları ele alıp incelemek anlamları taşır. Bu tabirler bir anlamda, gerçekçi/doğalcı yazarların “laboratuar” ortamından ya da “otopsi” masasından Ahmed Şuayb’ın kaleminin ucuna gelmiştir. Eleştirmen realist modele uygun bir biçimde, yazardan yüzeyin altındaki gerçekliği çekip çıkarmasını, onu okura göstermesini bekler. Bir eleştirmen olarak edebiyat eserinde derinlerdeki gerçeği arar. Dolayısıyla, olgusal eleştirinin öngördüğü gibi 279 a.g.m, s.214. 280 a.g. 121 Ahmed Şuayb da, eserin gerçeklikle bağ kurup kurmamasına bakar, bu noktayı eleştiride temel ölçüt olarak alır. Ahmed Şuayb’ın bu eleştirel beklentileri, Edebiyât-ı Cedîde’nin toplumdan kopuk bir edebiyat olduğu görüşünü yeniden düşünmenin yolunu açar. Halid Ziya’nın Mai ve Siyah romanı üzerine kaleme aldığı yazısında bu görüşü boşa düşürecek bir açıklama geliştiren Orhan Koçak, Edebiyât-ı Cedîde bahsinde en çok karşılaşılan “klişe”lerden birini şöyle tarif eder: “Edebiyat-ı Cedide romancısı, yaşadığı toplumun temel sorunlarından etkilenmemiş, bu sorunları yapıtında içermemiştir.” 281 Ahmed Midhat’ın “dekadanlık”, Tanpınar’ın “yüzeysellik”, Berna Moran’ın ise dış dünyayla bağını neredeyse kesmiş bir “iç dünyaya bakma” biçiminde tarif ettiği bu durum, Koçak’a göre Edebiyât-ı Cedîde için bir ön kabule dönüşmüştür. 282 Oysa Ahmed Şuayb, edebiyatın gerçeklikle kurduğu ilişki üzerine düşünürken, eseri dış gerçekliğe bağlılığıyla değerlendirirken, gerçekliğin Gelin, Muallim, Ramazan Sadakası ve İnanmak İhtiyacı gibi metinlerde yansımasını bulduğunu öne sürerken bu klişenin kırılgan temeller üzerinde inşa edildiğini gösterir. Ahmed Şuayb her değerlendirmesini desteklememiş olsa da Edebiyât-ı Cedîde yazarlarını ve eserlerini değerlendirirken bir gerçeklik arayışını dile getirmiştir. Bu arayışın kendisi de Servet-i Fünûn çevresinin toplumla bağ kurmayan bir edebiyat oluşturduğu görüşünü sorgulanır kılar. Ahmed Şuayb’ın Edebiyât-ı Cedîde’ye yönelttiği eleştirilerde ise yine bu edebiyatın gerçeklikle mesafesini ölçen bir bakış vardır. Akhilleus’un Topuğu, Edebiyât-ı Cedîde’nin Yumuşak Karnı 281 Koçak, “Kaptırılmış,” s.94. 282 a.g.m, ss.94-95. 122 Ahmed Şuayb “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar” başlıklı yazısında Edebiyât-ı Cedîde’nin realist edebiyat modeliyle örtüşen yönlerine değindikten sonra, onun zayıf noktalarını tespit eder. Bu bağlamda, Edebiyât-ı Cedîde’nin en çok eleştiri görebilecek yönünün “şahsiyet” fikrine bağlı kalması olduğunu savunur. Ahmed Şuayb daha önceki bölümlerde de tartışıldığı gibi, kişisel ve öznel değerlendirmelere bağlı kalmayı öngören şahsiyet kavramını eleştiri pratiğinin dışına çıkarmaya çalışmıştır. Ancak eleştirmen “Musâhabe-i Edebiyye” başlıklı diğer yazısında, bir yazarın eserini yalnızca kendi izlenimleri doğrultusunda kaleme alması, bunu kendi duygu dünyası üzerine kurması, eserde kendi benliğini her an hissettirmesi biçiminde tarif ettiği şahsiyet anlayışının Servet-i Fünûn çevresini etkilediğini, birçok eserin bu anlayışla kaleme alındığını belirtir: Edebiyâtı cedîdemizin âsârı ahîresi hep “şahsiyet” nazariyesine tevâfuk ettiğini söylemeye, zannetmem ki, lüzûm olsun. Ferdâ-ı Garâm, Hayâl İçinde, Salon Köşelerinde, Hayât-ı Muhayyel… (…) Hepsinde muharrir şahsiyetini, tefekkürâtını, tasavvurâtını, âlâm ve fecâyi’ni eşhâs-ı vak’aya nefh etmiştir; her sahîfede cânhırâş bir bedbînlik, bir girye-i teellüm, bir hiss-i keslân, bir ihtirâs-ı nefsânî görünür. 283 Görüldüğü gibi Ahmed Şuayb, şahsiyet fikrinin Edebiyât-ı Cedîde üzerinde bıraktığı izin Mehmed Rauf’un Ferdâ-ı Garâm, Hüseyin Cahid’in Hayâl İçinde ve Hayât-ı Muhayyel, Safveti Ziya’nın Salon Köşelerinde adlı eserlerinde mevcut olduğunu, bu eserlerde yazarların kendi duygularını karakterleri aracılığıyla okura yansıtmaktan çekinmediklerini öne sürer. Bunların tümünde sarsıcı bir iç yaşantı, taşkın bir ruh hali, şiddetli arzular ve kederler hüküm sürer. “Karârsızlık, hûlyâperverlik, hissiyât perestlik, ihtirâsât-ı nefsâniyye, ziyâde neseviyyet…” hepsinde ortaktır. 284 283 Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye,” s.196. 284 Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar,” s.216. 123 Dolayısıyla Ahmed Şuayb’a göre bu eserlerde okurun karşısına çıkan dünya, dış gerçekliğin yadsındığı, yazarın git gide kendi içine kapanmasıyla şekil bulan sarsılmış, yılgın, güçten düşmüş ve umutsuz bir yaşantı alanıdır. Ahmed Şuayb durumu tespit etmekle kalmaz, Edebiyât-ı Cedîde’yi “fazlasıyla” belirleyen bu anlayışın değişmesi gerektiğini öne sürer. Ahmed Şuayb’ın şahsiyet karşısında aldığı tavır, bu anlayışı inkâr etmek değildir. Daha önce de belirtildiği gibi eleştirmen, farklı edebiyatların varlıklarını tanır, bunlardan birinin genel yapı üzerinde tahakküm kurmasına karşı çıkar. “Musâhabe-i Edebiyye” başlıklı yazısında belirttiği gibi şahsiyet ilkesine bağlı kalan edebiyat anlayışının da “kendine mahsûs meziyyâtı, mahâsini vardır.” 285 Bununla birlikte Servet-i Fünûn çevresinde esas olarak eleştirdiği, bazı yazarların şahsiyete “saplanıp kalmış” olmalarıdır: “Kelebekler gibi dönüp dolaşıp yine aynı çiçekler üzerine konmakta bir ma’nâ yoktur. Nihâyeti “senin için ölüyorum, bitiyorum…!”a müncerr olan terânelerle, sırf şahsî nağmelerle demsâz olmak şâyân-ı takdîr bir şey değildir.” 286 Dolayısıyla eleştirmen, Servet-i Fünûn çevresindeki yazarların kişisel duygularını dile getirmek için elverişli bir ortam hazırlayan aşk temasını (“senin için ölüyorum, bitiyorum”) “ifrat” noktasına taşıdıklarını öne sürer ve onlardan saplanıp kaldıkları bu kısır döngünün dışına çıkmaları, farklı konulara eğilmeleri için adım atmalarını bekler. Ahmed Şuayb, yazarların bu kısır döngüyü ancak şahsiyetin karşıt kutbuna, yani gayr-i şahsiyete yönelerek kırabileceklerini savunur. Ona göre birbirini tekrar eden bu metinlerin göz ardı ettiği başka konular, “hayât-ı ictimâ’iyyemizi musavvir yazılacak pek çok zemînler vardır.” 287 Eleştirmen, bu noktada yazarlardan dış 285 Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye” s.196. 286 Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar,” s.218. 287 a.g. 124 dünyayı, başka bir deyişle toplumsal yaşantıyı (“hayât-ı ictimâ’iyye”) zemin olarak kullanmalarını bekler. Ahmed Şuayb’ın eleştirel beklentileri, daha önce de değinildiği gibi, edebiyat ile gerçeklik arasındaki ilişkiye odaklanır. Bu beklentileri tam anlamıyla yerine getiren tek bir yazar vardır: Halid Ziya. Ona göre, “üdebâ’mız arasından yalnız Halid Ziya Bey gayr-i şahsiyete doğru temâyül etmektedir” 288 Dolayısıyla Servet-i Fünûn çevresinde, gayr-i şahsiyeti bir yöntem, realizmi de bir hareket zemini gibi düşünme noktasında öne çıkan isim Halid Ziya’dır. Ahmed Şuayb, daha önce de belirtildiği gibi, Hüseyin Cahid ve Tevfik Fikret gibi isimlerin de eserlerinde gerçeklik arayışında olduklarını savunur. Ancak, Hüseyin Cahid’de şahsi taraflar da bulur. Bu bağlamda, eleştirmenin kendisi açıkça ifade etmese de, Halid Ziya’nın öne çıkmasını sağlayan bu yazarın gerçekçi/doğalcı edebiyat modeliyle kurduğu ilişkinin daha “istikrarlı”, daha “tutarlı” görünmesi olabilir. Eleştirmen “Musâhabe-i Edebiyye” üst başlıklı iki yazısında Hüseyin Cahid’in bu modelle ilişkisini daha “gelgitli” (hem şahsi hem gayr-i şahsi) çizerken Halid Ziya’da modelden sapma görmez. Dolayısıyla onun “yalnız” olduğunu ifade eder. Ahmed Şuayb Edebiyât-ı Cedîde içinde en çok eksikliği duyulanın, “hayât-ı muhîteyi gösterir “gayr-i şahsî” âsâr” 289 olduğunu dile getirirken diğer yazarları bu yola sevk etmek, gayr-i şahsi edebiyat modelini benimsemelerini sağlamak ister. Çalkantılı Sular ve Dalgakıran: Eleştiriler Karşısında Edebiyât-ı Cedîde 288 Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye,” s.196. 289 a.g.m, s.197. 125 Ahmed Şuayb’ın “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar” başlıklı yazısında öne çıkan diğer bir önemli başlık ise, eleştirmenin Edebiyât-ı Cedîde’ye yöneltilen itirazlara verdiği cevaplardır. Daha önce açıklandığı gibi Servet-i Fünûn çevresi, Ahmed Midhat’ın başlattığı Dekadanlık tartışmalarında yabancı, taklit, hatta çalıntı bir edebiyat yaratmakla suçlanmıştır. Edebiyât-ı Cedîde yazarların yabancı modele öykünürken yerli zemini kaybettikleri iddiası, züppe yakıştırmasını da beraberinde getirmiştir. Ahmed Şuayb adı geçen yazısında bu durumu şöyle ortaya koyar: “Edebiyât-ı cedîdeyi Frenk mukallitliğiyle, ecnebîlikle lekedâr görmek istiyorlar. Hatta ötede beride cehâlet-i müzehhebe ile mütemâyiz bazı kimseler yeni romanların Daudet’den Goncourt’dan aşırıldığını söylemekten bile çekinmiyorlar.” 290 Dolayısıyla eleştirileri yöneltenlere göre Edebiyât-ı Cedîde “ecnebî”dir, “Frenk”tir, “züppe”dir. Eserlerinde Batılı modele öykünmenin derecesi, Fransız doğalcılarının romanlarını çaldıklarını düşündürecek kadar yüksektir. Ahmed Şuayb için bu suçlamalar, Servet-i Fünûn çevresinin oluşturmaya çalıştığı edebiyatın yerliliğini inkâr etmek üzerine kuruludur. Taklit suçlamasını yöneltenler edebiyattaki yenilik hareketinin köklerinin “dışarı”da değil “içeri”de olduğunu, yerliliğin bu yeni edebiyat anlayışında kendi ifadesini bulduğunu kabul etmek istemezler. Ahmed Şuayb Halid Ziya’nın bu durumu doğru bir biçimde saptadığını ve onlara uygun bir yanıtla karşılık verdiğini belirtir: Bu gibilere Halid Ziya Bey ne güzel cevâb veriyordu: “Bugün bütün edebiyât-ı cedîdenin şa‘şa‘a-ı zaferi etrâfında bir hırhır-ı mezbûhâne ile “intihâl..!” diye bağıran muztariblerin kulaklarına eğilmek ve: Evet hep çalıyorlar, bütün bu şa‘şa‘a ufk-ı osmâniyyeden doğmuş bir bedr-i edeb değil; garbden aksetmiş bir renk-i şafaktır; çalıyorlar, hep çalıyorlar, tek siz râhat ediniz, mutmain olunuz, ve artık bu tesliyetle ıztırâbınızı uyutarak sükût ediniz...! demek istiyorum.” 291 290 Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar,” s.215. 291 a.g. 126 Ahmed Şuayb’ın Halid Ziya’dan alıntıladığı bu pasajda, Servet-i Fünûn çevresinin karşı karşıya kaldığı durum bir karşıtlıkla ortaya koyulur: “Ufk-ı osmâniyeden doğmuş bir bedr-i edeb”-“garbden aksetmiş bir renk-i şafak”. Eleştiri ve suçlamalara göre Edebiyât-ı Cedîde, kaynağını Osmanlı’dan alan “parlak” bir ışık (“bedr-i edeb”) değil, Batı’dan gelen bir “yarı” aydınlıktır (“renk-i şafak”). Mekânsal olarak uzak bir kaynaktan yansır, aydınlattığı görüntü de doğal olarak “bulanık”, “alacalı bulacalı” ve “yarı” aydınlıktır. Diğer bir ifadeyle eleştirilere göre Edebiyât-ı Cedîde, “kendi” kaynaklarından, kendi sesinden ve renginden yoksun, sönmeye mahkûm bir edebiyat olarak görülmektedir. Bu eleştiriler karşısında Ahmed Şuayb’ın daha önce Edebiyât-ı Cedîde için çizdiği soy kütüğü anlam kazanır. Eleştirmen bu sayede, Edebiyât-ı Cedîde’nin modern Türk edebiyatında kendi soy ağacına, kendi tarihine ve kökenlerine sahip olduğunu savunurken, bu hareketin iddia edildiği gibi köksüz, yabancılaşmış, züppe ya da taklit olmadığını göstermek ister. Daha önceki bölümlerde de tartışıldığı gibi Ahmed Şuayb, Edebiyât-ı Cedîde’yi önceleyen, ona zemin hazırlayan bir yenileşme süreci olduğunu savunur. Dolayısıyla Edebiyât-ı Cedîde bu birikime yaslanır ve onu dönüştürerek daha ileri bir noktaya taşır. Bu anlamda hareket zemini yabancı değil, yerlidir. Ayrıca Batılı kaynaklara da sahiptir, fakat bu kaynaklarla kurduğu ilişki “taklit etmek” olarak tarif edilemez. İlişkinin niteliği bundan çok daha farklıdır. Bu ilişki Ahmed Şuayb’a göre bir tarafın diğerini taklit etmesi değil, birinin diğerinden faydalanmasıdır. Edebiyât-ı Cedîde’nin Batı edebiyatı ile kurduğu ilişki “edebiyât-ı cedîde garbı taklîd etmiyor, ondan istifâde ediyor” cümlesinde somut bir hal alır. 292 Buna göre Edebiyât-ı Cedîde’nin yaptığı öykünmek değil, yararlanmaktır. Bu ikisini belirgin bir biçimde birbirinden ayıran nokta, yararlanmanın açık, haklı ve 292 a.g. 127 meşru gerekçeleri olmasıdır. Eleştirmen, Fransız edebiyatından istifade etmenin meşru gerekçeleri olduğu görüşünü aşağıdaki açıklamayla rasyonalize etmeye çalışır: Fransa âsâr-ı san’at noktasından memâlik-i mütemeddine arasında en birinci mevkî işgâl etmektedir. Bütün milel-i müterakkiyye kendisinden müstefîd olunur. Bazı kavâid-i san’at vardır ki umûmîdir, fendir: nasıl ki bugün keşfedilen bir usûl-ı tedâvî cihânın her noktasında tatbîk edilerek netâyic-i müfîdeye mûcib oluyorsa, o kavâid-i edebiyye de her yerde öyle cârîdir. İşte edebiyât-ı cedîde bunları almak istiyor ve alıyor. 293 Ahmed Şuayb’a göre Fransa, edebiyatlarını geliştirmek isteyen birçok ülke (“bütün milel-i müterakkiye”) için bakılması gereken yönü tayin eder. Onu “ileri” kılan yön, tüm edebiyatlar için geçerli olabilecek bir sanat/edebiyat çerçevesine sahip olmasıdır. Ahmed Şuayb’ın görüşlerini desteklemek için verdiği örnek oldukça anlamlıdır. Yeni bulunmuş bir tıp yöntemi dünyanın her yerinde fayda sağlıyorsa, edebiyatta kullanılan bazı ilke ve kurallar da aynı etkiyi yaratır. Bunlar bilimsel buluşlar gibi, her yerde geçerliliklerini korurlar. Edebiyât-ı Cedîde’nin Fransız edebiyatından aldığı ilkeler de mekânsal farklılıkları dışlayan, her edebiyata uygulanabilecek yani “evrensel” olanlardandır. Burada Ahmed Şuayb, Batılı modelin evrenselliğine vurgu yapar. Onun her edebiyata uygulanabilir olduğunu vurgularken, yerli edebiyat dizgesini taklide dönüştürecek bir yabancılık görüntüsü taşımadığını savunur. Eleştirmen, Batılı model ile yerli yapı arasında bir örtüşme olduğunu görüşünü, daha önce de belirtildiği gibi, “Gustave Flaubert” incelemesinde ortaya koymuş, aktardığı modeli bu zeminde meşrulaştırmıştır. Burada ise aynı çerçeve tekrar eder: Edebiyât-ı Cedîde’nin yaptığı, yabancı bir biçimi taklit etmek değil, tüm edebiyatlara uygulanabilir bir örnek modeli uygulamaktır. 293 a.g. 128 Ahmed Şuayb’ın “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar” başlıklı yazısında Edebiyât-ı Cedîde’ye yöneltilen yabancılık ve taklit suçlamasının açığa çıktığı diğer bir alan ise dildir. Ahmed Şuayb durumu, “edebiyât-ı cedîdeye edilen itirâzât başlıca ifâde noktasında ictimâ’ ediyor” 294 cümlesiyle açıklar. Ona göre yerleşik modelin dil kurallarını temel alanlar Edebiyât-ı Cedîde’yi, “kavâid-i lisâniyyemize hiç ehemmiyet verilmiyor, eserler terkib hatiyyâtıyla, mugâyir-i müzâhat cümlelerle malamâl” diyerek suçlar, yazarların “kavâid-i lisâniyeyi, kavâid-i fasâhat ve belâgati” bilmediklerini iddia ederler. 295 Burada, yazarların dil kurallarına uymadıkları, eserlerin tamlama yanlışları ve kural dışı cümlelerle dolu olduğu, yazarların dil kurallarını bilmedikleri öne sürülür. Bu eleştiriler ise bir noktada yoğunlaşır: Anlaşılmazlık. Bu bağlamda Ahmed Şuayb’a göre Edebiyât-ı Cedîde’nin aldığı temel eleştiri “anlaşılmaz” olmasıdır: “Edebiyât-ı Cedîde’nin enâfis âsârı anlaşılmamakla ithâm ediliyor.” 296 Dekadanlık tartışmalarını ele alan bölümlerde de açıklandığı gibi, Edebiyât-ı Cedîde yazarlarının yaptığı hata ve kusurların dillerini anlaşılmaz kıldığı, bu dilin ise edebiyatı anlaşılmaz bir metinler toplamına çevirdiği öne sürülmüş; yazarlar metin ile okur arasındaki iletişimi kesmekle suçlanmıştır. Buna göre yazarlar, dili çarpıtmış, bozmuş ve kaynağından uzaklaştırmıştır. “Başka” ve “yabancı” bir dile öykünen, o yabancı dilde düşünen ve yazan bu yazarlar, züppeliklerini dile de taşımışlardır. Öykünmenin derecesi öyle yüksektir ki, bu yazarların “kendi” dillerini bilmediklerini düşündürür. Edebiyât-ı Cedîde bir kez daha yerli zemini kaybetmek ve taklide dönüşmekle suçlanır. 294 a.g.m, s.214. 295 a.g. 296 a.g.m, 215. 129 Ahmed Şuayb için Edebiyât-ı Cedîde’yi yerleşik dil kuralları üzerinden suçlayan bu görüş, modern Türk edebiyatını kuran yenilik hareketinin karşısına dikilmiş “köhne” bir değerlendirme pratiğidir. Eleştirmen bu anlayışın ne kadar alışılagelmiş olduğunu şöyle ifade eder: Terkib hatiyyâtını vesîle ittihâz ederek velveleler, yaygaralarla en nefîs eserlere taarruz etmek bizde bir âdet-i kadîmedir. Bu görenek âdeta iliklerimize işlemiştir. Ta Şinasi’den itibâren en büyük üdebâ’mız bu nev’ taarruzlara uğraya gelmişlerdir. Eski gazete koleksiyonlarına mürâcaat külfetini ihtiyâr ederseniz bu bâbda birçok nümûnelere tesâdüf edersiniz. Şimdiki fasâhat taarruzları da işte bu nümûnelerin başka şekilde birer nümûnesidir. 297 Buna göre “fasâhat taarruzları”, başka bir deyişle dili yanlış kullanmak yönündeki suçlamalar, modern Türk edebiyatının kendisiyle yaşıttır. Şinasi’den Edebiyât-ı Cedîde’ye uzanan çizgide birçok yazar bu gerekçeyle itham edilmiştir. Kendi döneminde Şinasi nasıl “kolaya kaçan”, “içi boş” (“velveleler”, “yaygaralar”) eleştirilerin hedefi olmuşsa, Servet-i Fünûn çevresi de aynı eleştirilere maruz kalmıştır. Dolayısıyla aynı çerçeve kendini tekrar eder, edebiyat ve eleştiri açısından yeni bir şey söylemez. Oysa Ahmed Şuayb için eleştiri pratikleri artık değişmiştir. Daha önce de ifade edildiği gibi eleştirmen, dil ve edebiyatın birbirinden farklı alanlar olduğunu, bu bakımdan eleştirinin sarf ve nahiv üzerinden yapılamayacağını savunur. “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar” başlıklı yazısında ise Edebiyât-ı Cedîde’yi eleştirenlerin “hâric-i edebiyât mütâlaalarla” boş yere vakit harcamak yerine, ona “yine edebiyât ile, san’at ile muamele etme[leri]” gerektiğini belirtir. 298 Burada “edebiyat dışı” olarak tarif edilen, sarf ve nahiv gibi ölçütlerdir. Ahmed Şuayb, eleştirinin sanat ve edebiyatın içinden konuşması, başka bir deyişle şekle değil 297 a.g. 298 a.g.m, s.216. 130 içeriğe bakması gerektiğini savunur: “Şimdi itinâ-ı üslûb efkâr ve tasavvurâta hayât vermek, canlandırmak cihetindedir. Bizim üslûbumuza bulunacak bir kusûr varsa onu şekilden ziyâde ma’nâca olan mükemmeliyette aramalıdır.” 299 Şekille kendini sınırlayan bir eleştiri, Ahmed Şuayb’ın görüşlerinden çıkarılabilecek sonuca göre “köhne” ve “kısır”dır. Edebiyât-ı Cedîde’nin artılarını göremediği gibi eksilerini de sağlıklı biçimde değerlendiremez. Ahmed Şuayb yerleşik eleştiri geleneğine yönelttiği bu itirazını desteklemek için Taine’e gönderme yapar. Taine, üslubun doğru olmasına “ mümkün olabildiği kadar” çalışmak gerektiği söyler, Ahmed Şuayb ise bu ibarede bir “imkânsızlık” durumuna işaret edildiğini öne sürer. 300 Buna göre, üslup hiçbir zaman mükemmel olamadığı gibi, üslubu ya da dil kullanımını temel alan bir eleştiri de boş yere çabalar. Dolayısıyla Ahmed Şuayb Batılı bir kaynağı, yani Taine’i temel alarak Edebiyât-ı Cedîde’nin çarptığı eleştiri duvarının eskimiş, kullanımdan kalkmış, geçersiz ve boş çabalardan oluştuğunu ileri sürer. Yukarıda da ifade edildiği gibi, dil kurallarının öteden beri “yeni” olana direnmek, onu karalamak için tepkisel bir araç olduğunu savunur. Ahmed Şuayb bu eleştirilerin geçerli olmadığını savunmakla birlikte, Edebiyât-ı Cedîde’nin dil kullanımında bir farklılık ortaya koyduğunu da kabul eder. Eleştirmenin “edebiyât-ı cedîdenin etvâr-ı ifâdesinde, şive-i kelâmında âsâr-ı sâbıkaya nisbeten bir başkalık olması kendisi için bir şereftir” 301 şeklindeki yorumu, dilin farklı tarihsel ve toplumsal bağlamlarda farklı yapılara büründüğü, değiştiği ya da değişmesi gerektiği saptamasından ileri gelir. Ona göre, “lisânın tahavvülât-ı 299 a.g.m, s.215. 300 a.g. 301 a.g. 131 kavmiyye netîcesi olarak dâima bünyesini, şeklini, sûret-i tertibini değiştirdiği hikmet-i lisân ile mütevagil ulemâ’ nezdinde muhakkak bir keyfiyyettir.” 302 Başka bir ifadeyle dilin, zaman ve mekânın etkisiyle yapısal açıdan değişmesinin önüne geçilemez. Ahmed Şuayb böylelikle, zamansal ve mekânsal bir birim olarak Edebiyât-ı Cedîde’nin kendi dilini yaratmasını bir meşruiyet zeminine taşır. Yerleşik dil kurallarının değişimi ve değişen dili ölçemeyeceğini savunur. Ahmed Şuayb’ın tarif ettiği bu zemin, sarf ve nahiv açısından eleştirilere uğrayan Servet-i Fünûn yazarlarını temize çıkartır. Eleştirmen bu bağlamda, dili yanlış kullanmak suçlamasıyla en çok karşılaşan yazarlardan biri olan Mehmed Rauf’un üslubunda “intizâm-ı nahviyyeye karşı bir iltifâtsızlık” görüldüğünü kabul eder, fakat bunu geçerli bir eleştiri noktası olarak almaz. 303 Ona göre yazarın yerleşik dil kuralları karşısındaki tutumu, dil kullanımı konusundaki yönelim ve tercihleri “her şeyin elvân ve harekâtını göstermek” istemesinden kaynaklanır, bunun sonucunda ortaya “kuvve-i irâe ve ifâde noktasından şâyân-ı hayret, fakat gayr-i sâbit” bir dil çıkar. 304 Bu değerlendirme yazarın artı ve eksisini bir arada gösterir: Mehmed Rauf’un dili, gerçekliği yansıtmak (“kuvve-i irâe ve ifâde”) bakımından başarılıdır, ancak yazar bunu yaparken dilin kurallarıyla oynamış ve yerleşik dili sekteye uğratan “zor tanımlanabilir” (“gayr-ı sâbit”) bir dile ulaşmıştır. Ahmed Şuayb, Mehmed Rauf’un suçlanmasına yol açan dili anlamlandırır: Bu dil, yöneldiği amaç (her renk ve hareketi vermek) tarafından belirlenmiştir. Yerleşik dile her an uyum göstermese de, kendi zaman ve mekânının beklentilerini karşılar, gerçekliği yansıtır. Dolayısıyla yazarın bu noktadan eleştirilmesi anlamlı değildir. 302 a.g. 303 a.g. 304 a.g. 132 Sonuç olarak Ahmed Şuayb’ın “Musâhabe-i Edebiyye” üst başlıklı iki yazısında Edebiyât-ı Cedîde üzerine yaptığı değerlendirmeler, eleştirmenin eleştiri pratiğine birçok yönüyle somut bir görünüm kazandırır. Ahmed Şuayb burada Edebiyât-ı Cedîde’yi modern Türk edebiyatı içinde ve Fransız edebiyatı karşısında konumlandırırken, artı ve eksilerini gösteren eleştirel bir okumasını yaparken ona karşı yöneltilen eleştirileri de yanıtlamaya çalışır. Tüm bu değerlendirmeler, nesnesi (Edebiyât-ı Cedîde) hakkında önemli noktaları açarken, öznesinin (Ahmed Şuayb) eleştirel tutumunu da örnekler. Bu bağlamda Ahmed Şuayb’ın değerlendirmelerine göre Edebiyât-ı Cedîde, tüm edebiyat akımları gibi kendi oluşum koşullarına (köken ve kaynaklar) sahip bir edebiyattır. Taklit değildir, yabancı ve anlaşılmaz bir dil kullandığı şeklindeki eleştiriler de gerçeği yansıtmaz. Edebiyât-ı Cedîde, realizmi bir model olarak benimsemek ve bu anlayışı somut edebiyat metinleri haline getirmekle yeni bir dönemi açmış, ancak şahsiyete bağlı kalan eserleri kendi içinde eleyememiştir. Bu, eleştiriye en fazla açık olduğu noktadır. Bu değerlendirmelere göre Ahmed Şuayb’ın eleştiri anlayışı ise, farklı koşulların farklı edebiyatların ortaya çıkışına etki ettiği, eleştirmenin esas görevinin bu farklılıkları incelemek olduğu fikrini temel alır, dolayısıyla olgusal eleştiriye bağlanır. Ahmed Şuayb eleştirmenin edebiyattaki değişimi araştırması, dil kurallarıyla (sarf ve nahiv) zaman kaybetmemesini savunurken yine aynı çerçevede hareket eder. Metin çözümlemesi düzeyinde, eserden dış gerçekliğe bağlı kalmasını beklerken ise yine olgusal eleştiri anlayışına dayanmaktadır. Çalışmanın bu bölümünde değerlendirilen “Hayât ve Kitâblar” ile “Musâhabe-i Edebiyye” üst başlıklı yazılar, önceki bölümlerde çizilen on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında edebiyat eleştirisi bağlamı içine yerleştirildiğinde, Ahmed 133 Şuayb’ın eleştiri anlayışı üzerine sağlıklı çıkarımlar yapılabilir. Şimdi, buraya kadar söylenenleri belli bir sonuca bağlamak açısından bu çalışmanın bize neler göstermiş olduğuna bakalım. 134 DÖRDÜNCÜ BÖLÜM SONUÇ Ahmed Şuayb’ın Servet-i Fünûn döneminde ortaya koyduğu edebiyat eleştirisi etkinliğini konu edinen bu çalışma, gecikmiş bir modernleşme deneyimi içinde şekil bulan, günümüzde “modern” ya da “yeni” tanımlarını alan ve ilk metinlerini on dokuzuncu yüzyılın ikinci yarısında oluşturan Osmanlı-Türk edebiyatının kurucu unsurlarının birinin edebiyat eleştirisi olduğunu öne sürmüştür. Buna bağlı olarak edebiyat eleştirisinin Batılı model doğrultusunda kurulacak edebiyatı tartışmanın zemini haline geldiğini ve ortaya çıktığı ilk andan itibaren eleştirinin modern Türk edebiyatını şekillendirme işlevini üstlendiğini savunmuştur. Bu noktadan hareketle, Ahmed Şuayb’ın Servet-i Fünûn dergisi çevresinde oluşan Edebiyât-ı Cedîde hareketi içinde yeni bir eleştiri ve yeni bir edebiyat modeli tarif etmeye, eleştiri üzerinden içinde bulunduğu edebiyat dizgesine şekil vermeye çalıştığını ileri sürmüştür. Bu bağlamda çalışma ilk olarak Ahmed Şuayb’ın edebiyat eleştirisinin hangi koşullarda kurulduğunu göstermek için edebiyat eleştirisinin Tanzimat’tan Servet-i Fünûn’a kadar geçen süredeki seyrine odaklanmıştır. Modern Türk edebiyatında model tartışmalarının yürtüldüğü bu süreçte eleştiri, uzmanlaşmanın sınırlamadığı bir çerçeve içinde gelişmiş; tartışma metinlerini, edebiyat eserlerinin önsözlerini ve kimi zaman da kendilerini mekân edinmiş ve çeşitli yönelimler kazanmıştır. Modern Türk edebiyatının geleneksel-modern, eski-yeni, Osmanlı-Avrupalı, Doğu-Batı, yerliyabancı, orijinal-taklit, makul-aşırı gibi paradigmatik karşıtlıkları eleştiri ile belirginleşmiştir. 135 Bu çerçevede Tanzimatın Namık Kemal, Şinasi ve Ziya Paşa gibi ilk kuşak yazarları, gelenek ile modernin gerilimli bir biçimde karşılaştığı dönemde bunalıma sürüklenen yerleşik edebiyat dizgesine eleştiri ile yeniden düzen vermeye çalışırlar. Eleştiri, Tanzimat’tan Servet-i Fünûn’a uzanan süreçte yaşanan eski şiir-yeni şiir, romantizm-realizm (hayaliyûn-hakikiyûn) tartışmaları içinde işlevselleşir. Arap ve Fars nazım modelleri ile Batılı şiir modeli arasında yeni bir şiir anlayışı kurmaya çalışan taraflar şiirde eskilik-yenilik tartışmalarını sürdürür. Bu süreçte edebiyatta romantizm-realizm tartışmaları da başka bir koldan ilerlemektedir. Beşir Fuad Victor Hugo adlı çalışmasıyla realist edebiyat modelini romantizmin etkisi altındaki bir ortamda başat kılmayı dener, bu girişim uzun yıllar sürecek hayaliyûn-hakikiyûn tartışmalarını doğurur. Realist modelin tartışılma süreci bu çalışmayla bir kez açıldıktan sonra Servet-i Fünûn’a kadar içine başta Halid Ziya, Nabizade Nazım ve Ahmed Midhat olmak üzere birçok yazarı alarak devam eder. Sözü edilen bu model tartışmaları Servet-i Fünûn döneminde daha başka bir boyuta taşınır. Batılı edebiyat modelini benimseme düşüncesiyle kurumsallaşan Servet-i Fünûn dergisini, çevresindeki yazarları ve oluşturdukları edebiyatı saldırıların odağı haline getirir. Bu noktada Dekadanlık ve Klasikler tartışmaları, Servet-i Fünûn yazarları için eleştiri etkinliğini zorunlu kılarken, edebiyat eleştirisinin kendisine de gelişebileceği bir olanaklar alanı yaratmıştır. Bu dönemde Servet-i Fünûn yazarları kendilerini saldılara karşı savunmak durumunda kalırken eleştirinin yöntemi, araçları ve ilkeleri üzerine düşünmüş; eleştirinin bir tür olarak gelişmesine olanak sağlamışlardır. Bu bağlamda Ahmed Şuayb’ın 1899-1901 yılları arasında Servet-i Fünûn dergisinde kaleme aldığı “Hayât ve Kitâblar” ve “Musâhabe-i Edebiyye” başlıklı yazılar onun bir eleştiri tasarımına sahip olduğunu açık biçimde ortaya koyar. Bu tasarım öncelikle, sarf ve nahvi ilke edinen eleştiri geleneğine ve kişisel 136 değerlendirmelere yaslanan eleştiri anlayışına karşı yeni bir eleştiri pratiği geliştirmeyi öngörür. Bu eleştiri pratiği ise Hippolyte Taine başta olmak üzere çeşitli özneler tarafından geliştirilen olgusal eleştiri modelini zemin alır: Nesnellik ve tarafsızlık ilkelerini, tarihsel ve toplumsal verilere bağlı kalınarak yapılan değerlendirmeleri, yazar ile dış dünya, eser ile dış gerçeklik arasındaki bağıntıları öne çıkarır. Bu bağlamda Ahmed Şuayb, eleştirinin dil kurallarının dışında kendi araçlarına sahip bir inceleme pratiği ve başlı başına bir tür olduğu görüşünü içinde bulunduğu eleştiri ortamında hâkim kılmaya çalışmıştır. Bunun yanı sıra, Ahmed Şuayb’ın eleştiri tasarımı yeni bir edebiyat alanı yaratmayı, başka bir ifadeyle mevcut edebiyat dizgesini yeniden şekillendirmeyi amaçlamıştır. Eleştirmen edebiyata şekil vermek için bir model aktarımında bulunur. Bu çalışmada “Emile Zola ve Âsârı”, “Gustave Flaubert” ve “Taine ve Âsârı” incelemeleri üzerinden tartışılan “Hayât ve Kitâblar” dizisi model aktarımının somut ürünüdür. Eleştirmen burada, hayaliyûn-hakikiyûn tartışmalarının içinden geçen, Dekadanlık ve Klasikler tartışmalarıyla sorunsallaştırılan gerçekçi/doğalcı edebiyat anlayışını savunmaya, aklamaya, temize çıkarmaya, pekiştirmeye, yerleştirmeye, yaygınlaştırmaya kısacası onu model alacak bir çerçeve çizmeye çalışmıştır. Ahmed Şuayb’ın yine bu çalışmada tartışılan “Musâhabe-i Edebiyye” üst başlıklı yazıları ise model aktarım sürecinin modelin uygulanmasıyla sürdüğünü göstermiştir. Eleştirmen bu metinlerde Edebiyât-ı Cedîde’yi Batılı edebiyat modeli ile ilişkilendirmiş; onu bu model üzerinden okuyarak dayandığı ilkeleri açıklamaya ve temellendirmeye, arasındaki mesafeyi ölçmeye çalışmış ve böylece bu modeli hayata geçirmeye çalışan yazarların aldıkları eleştiri ve suçlamaları çürütmeyi, onları savunmayı denemiştir. 137 Bu bağlamda Ahmed Şuayb, kuruluş anından itibaren kırılmalarla, gelgitlerle, sekmelerle, inişler ve çıkışlarla, karşıtlıklarla yüklü modern Türk edebiyatına tam da bu niteliklerinin belirginleştiği bir dönemde yeniden şekil verme yönünde somut adımlar atmış bir isimdir. Ahmed Şuayb her şeyden önce, modern Türk edebiyatında hiçbir zaman “sevimli” bulunmayan, her zaman bir parça hor görülerek bir parça da ürkülerek bakılan, pek dokunulmayan, “ne olamadınız da eleştirmen oldunuz” sorusunda genel algısını bulan edebiyat eleştirisine bir “tür” muamelesi etmeye çalıştığı için önemlidir. Oysa bu çalışmada, Ahmed Şuayb hakkında yapılan nicelik açısından sınırlı, nitelik açısındansa yetersiz akademik çalışmalar tartışılırken, eleştirinin imkânları üzerine düşünen ve bu mesaisini somut bir üretime dönüştüren eleştirmenin edebiyat araştırmalarının kıyısında kaldığı, başka bir ifadeyle unutulduğu gösterilmiştir. Bu, Servet-i Fünûn edebiyatının belli bir parlama dönemine (1896-1901) sahip nisbeten kısa süren bir hareket olması, Milli edebiyatın gür sesinin Servet-i Fünûn’un sesini bastırması, Ahmed Şuayb’ın metinlerinin eski yazıda kalması ve yeni yazıya çevrilmesi zahmetine değecek itibardan henüz yoksun olmaları gibi bir dizi sebebe bağlanabilecek bir unutuluştur. Ahmed Şuayb’ı unutulduğu yerden çıkarmak ve eleştiri metinlerini geri kazanmak adına atılmış bir adım olan bu çalışma, modern Türk edebiyat eleştirisinin “eksik” metinlerinden bir bölümünün Servet-i Fünûn dergisinde kaldığını gösterir. Dolayısıyla bu metinleri gün ışığına çıkaracak ileriki çalışmalar açısından fikir verici ve ön açıcı olabilir. 138 KAYNAKÇA Abdullah, Fevziye. “Muallim Naci ve Recaizâde Ekrem Arasındaki Münakaşalar ve Bu Münakaşaların Sebep Olduğu Edebî Hâdîseler.” Türkiyat Mecmuası, 10 (1953): 159-200. Acaroğlu, Türker. “Ahmet Midhat ve Avrupa Klâsikleri.” Tercüme, 52 (1951): 275279. Ahmed Midhat. Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar. haz. Nüket Esen. İstanbul: İletişim Yayınları, 2003. Ahmet Midhat Efendi. Beşir Fuad. çevrimyazı: N.Ahmet Özalp. İstanbul: Oğlak Yayınları, 1996. Ahmet Midhat. Müşahedât. haz. Necati Birinci. Ankara: Türk Dil Kurumu, 2000. Ahmed Şuayb. “Esmâr-ı Matbûât.” Servet-i Fünûn, 18 (460) (23 Kânûn-ı Evvel 1315/ 4 Ocak 1900): 275-284. Ahmed Şuayb. Hayat ve Kitaplar. haz. Dr. Erdoğan Erbay. Ankara: Salkımsöğüt Yayınları, 2005. Ahmed Şuayb. “Hayât ve Kitâblar: Müverrih-i Fazıl Monsieur Gabriel Monod.” Servet-i Fünûn, 18 (448) (30 Eylül 1315/12 Ekim 1899): 84-86. Ahmed Şuayb. “Hayât ve Kitâblar: Emile Zola ve Âsârı (I).” Servet-i Fünûn, 18 (457) (2 Kânûn-ı Evvel 1315/14 Aralık 1899): 228-232. Ahmed Şuayb. “Hayât ve Kitâblar: Emile Zola ve Âsârı (II).” Servet-i Fünûn, 18 (458) (7 Kânûn-ı Evvel 1315/19 Aralık 1899): 243-247. Ahmed Şuayb. “Hayât ve Kitâblar: Emile Zola ve Âsârı (III).” Servet-i Fünûn, 18 (459) (16 Kânûn-ı Evvel 1315/28 Aralık 1899): 262-266. Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye.” Servet-i Fünûn, 18 (455) (18 Teşrîn-i Sânî 1315/30 Kasım 1899): 194-197. Ahmed Şuayb, “Musâhabe-i Edebiyye: Son Yazılar.” Servet-i Fünûn, 18 (482) (25 Mayıs 1316/7 Haziran 1900): 211-218. Akyıldız, Olcay. “Kuramdan Romana Recaizade Mahmut Ekrem: Doğu-Batı ve Romantizm-Realizm Eksenlerinde Talim-i Edebiyat ve Araba Sevdası.” Yüksek Lisans Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 1996. 139 Altuğ, Fatih. “İktidar ve Acz Olarak Namık Kemal Eleştirisi.” Varlık, 1183 (Nisan 2006): 66-71. Altuğ, Fatih. “Modern Türk Edebiyatı ve Eleştirisinin Oluşumunda Edebiyat Tartışmalarının İşlevi.” Teori ve Eleştiri. der. Hüseyin Su. Ankara: Hece Yayınları, 2004. Altuğ, Fatih. “Namık Kemal’in Edebiyat Eleştirisinde Modernlik ve Öznellik.” Doktora Tezi, Boğaziçi Üniversitesi, 2007. Aydoğan, Bedri. “Servet-i Fünûn Döneminde Edebiyat Üzerine Oluşan Polemikler.” Doktora Tezi, Çukurova Üniversitesi, 1996. Beşir Fuad. Şiir ve Hakikat. haz. Handan İnci. İstanbul: YKY, 1999. Carloni, J.-C. ve Jean-C.Filloux. La Critique Littéraire. Paris: Presses Universitaires de France, 1955. Compagnon, Antoine. “Littéraire (Critique).” Encyclopædia Universalis. c.13 (1996). Çiğdem, Ahmet. “Batılılaşma, Modernite ve Modernizasyon: “Türk Batılılaşması”nı Açıklayıcı Bir Kavram: Türk Başkalığı.” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık. c.3. der. Tanıl Bora, Murat Gültekingil. İstanbul: İletişim, 2004. Davud Akpolat, Yıldız. “Ulum-u İktisadiyye ve İçtimaiyye Mecmuasında Ahmed Şuayıb’ın Sosyoloji Görüşü.” Yüksek Lisans Tezi, Atatürk Üniversitesi, 1994. Devellioğlu, Ferit. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügât. Ankara: Aydın Kitabevi,1986. Eagleton, Terry. Edebiyat Kuramı: Giriş. İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2004. Enginün, İnci ve Zeynep Kerman, Türkçede Emile Zola Tercümeleri ve Emile Zola Hakkında Yazılar Bibliyografyası (1885-1973). İstanbul: Edebiyat Fakültesi Basımevi, 1977. Ercilasun, Bilge. “Eleştiri (1860-1923).” Türk Edebiyatı Tarihi. c.3. der. Talât Sait Halman. İstanbul: TC Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2006. Ercilasun, Bilge. Servet-i Fünûn’da Edebî Tenkit. Ankara: Akçağ Yayınları, 2004. Ercilasun, Bilge. “Servet-i Fünûn Edebiyatı.” Büyük Türk Klasikleri. c.9. İstanbul: Ötüken Söğüt, 1990. Esen, Nüket. “Bir Osmanlı’nın Batı Romanına Bakışı: Ahmed Midhat’ın Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar’ı.” Modern Türk Edebiyatı Üzerine Okumalar. İstanbul: İletişim, 2006. 140 Esen, Nüket. “Giriş.” Ahbar-ı Asara Tamim-i Enzar. haz. Nüket Esen. İstanbul: İletişim Yayınları, 2003. Evin, Ahmet Ö. Türk Romanının Kökenleri ve Gelişimi. çev. Osman Akınhay, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2004. Fayolle, Roger. La Critique Littéraire. Paris: Librairie Armand Colin, 1964. Feyler, Patrick. “Naturalisme.” Encyclopædia Universalis. c.16 (1996): 32-35. Fischer, Ernst. Sanatın Gerekliliği. çev. Cevat Çapan. İstanbul: Payel Yayınları, 1995. Gökçek, Fazıl. Bir Tartışmanın Hikâyesi: Dekadanlar. İstanbul: Dergâh Yayınları, 2007. Gürbilek, Nurdan. “Erkek Yazar, Kadın Okur.” Kör Ayna, Kayıp Şark. İstanbul: Metis Yayınları, 2004. Gürbilek, Nurdan. “Orijinal Türk Ruhu.” Kötü Çocuk Türk. İstanbul: Metis Yayınları, 2001. Huyugüzel, Ö. Faruk. Hüseyin Cahit Yalçın’ın Hayatı ve Edebî Eserleri Üzerinde Bir Araştırma. İzmir: Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1984. İnan, Ruhi. “Ahmed Şuayb’ın Tenkidçiliği.” Yüksek Lisans Tezi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi, 1998. İnci, Handan. “Şiir ve Hakikat Üzerine.” Şiir ve Hakikat. haz. Handan İnci. İstanbul: YKY, 1999. Jusdanis, Gregory. Gecikmiş Modernlik ve Estetik Kültür: Milli Edebiyatın İcat Edilişi. çev. Tuncay Birkan, İstanbul: Metis Yayınları, 1998. Kansu, Aykut. “20. Yüzyıl Başı Türk Düşünce Hayatında Liberalizm.” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi. c.1. der. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, İstanbul: İletişim Yayınları, 2004. Kaplan, Ramazan. Klâsikler Tartışması: Başlangıç Dönemi. Ankara: Atatürk Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı, 1998. Karanlık, Sennur. “Hayat ve Kitaplar: Ahmed Şuayb.” Yüksek Lisans Tezi, Marmara Üniversitesi, 1992. Kariper, Cafer. “Mehmed Ra’uf’un Tenkîdî Yazıları ve Bunlar Üzerinde Edebî Tesbitler.” Yüksek Lisans Tezi, Selçuk Üniversitesi 1992. Koçak, Orhan. “Kaptırılmış İdeal: Mai ve Siyah Üzerine Psikanalitik Bir Deneme.” Toplum ve Bilim, 70 (Güz 1996): 94-150. 141 Koçak, Orhan ve Semih Sökmen. “Söyleşi: Türkçe’de Eleştiri: Bir Tarihselleştirme Denemesi.” Defter, 31 (Sonbahar, 1997). Korlaelçi, Murtaza. “Pozitivist Düşüncenin İthali.” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce. c.1. der. Tanıl Bora, Murat Gültekingil. İstanbul: İletişim Yayınları, 2001. Mardin, Şerif. “Batıcılık.” Türk Modernleşmesi: Makaleler 4. İstanbul: İletişim, 1991. Mardin, Şerif. “Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma.” Türk Modernleşmesi: Makaleler 4. İstanbul: İletişim, 1991. Mardin, Şerif. “Yeni Osmanlı Düşüncesi.” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Cumhuriyet’e Devreden Düşünce Mirası: Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi. c.1. der. Tanıl Bora, Murat Gültekingil, İstanbul: İletişim, 2004. Mehmed Rauf. “Tedkîkât-ı Edebiyye: Hayât ve Kitâblar: Muharriri Ahmed Şuayb.” Servet-i Fünûn, 21 (533) (17 Mayıs 1317/30 Mayıs 1901): 199-203. Nâbizâde Nâzım. Hikâyeler. haz. Aziz Behiç Serengil. Ankara: Dün-Bugün Yayınevi, 1961. Noyon, Jennifer. “Halit Ziya Uşaklıgil’s Hikâye (the Novel) and Westernization in the Late Ottoman Empire.” Intersections in Turkish Literature: Essays in honor of James Stewart-Robinson. der. Walter Andrews, Ann Arbor: University of Michigan Press, 2001. Okay, M. Orhan. Beşir Fuad: İlk Türk Pozitivist ve Natüralisti. İstanbul: Hareket Yayınları, 1969. Okay, M. Orhan. “Edebiyât-ı Cedîde.” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi. c.10. İstanbul: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 1994. Okay, M. Orhan. “Tanzimatçılar: Yenileşmenin Öncüleri (1860-1896).” Türk Edebiyatı Tarihi. c.3. der. Talât Sait Halman. İstanbul: T.C Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 2006. Önertoy, Olcay. Edebiyatımızda Eleştiri: Tanzimat ve Servet-i Fünun Dönemleri. Ankara: Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Basımevi, 1980. Öztürk Bayramoğlu, Banu. “Fransa’da Türk Edebiyatı Üzerine Yapılmış Tezler ve “La Présence française dans les débuts de la modernité littéraire turque” [“Modern Türk Edebiyatı’nın Başlangıcında Fransız Varlığı”] Adlı Doktora Tezi Üzerine.” Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, 4 (7) (2006): 705-739. 142 Paker, Saliha. “Ottoman Conceptions of Translation and its Practice: The 1897 ‘Classics Debate’ as a Focus for Examining Change.” Translating Others. c.2. haz. Theo Hermans. Manchester: St. Jerome, 2006. Parla, Jale. Babalar ve Oğullar: Tanzimat Romanının Epistemolojik Temelleri. İstanbul: İletişim Yayınları, 2002. [Sevük], İsmail Habib. Avrupa Edebiyatı ve Biz: Garbten Tercümeler. İstanbul: Remzi, 1940. Taine, Hippolyte. “Introduction.” Histoire de la Littérature Anglaise. c.1. Paris: Librairie Hachette, 1911. Taine, Hippolyte. Philosophie de l’Art. c.1. Paris: Librairie Hachette, 1904. Tekeli, İlhan. “Türkiye’de Siyasal Düşüncenin Gelişimi Konusunda Bir Üst Anlatı.” Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce: Modernleşme ve Batıcılık. c.3. der. Tanıl Bora, Murat Gültekingil. İstanbul: İletişim, 2004. Tokgöz, Ahmed İhsan. “Ek.” Matbuat Hatıralarım. haz. Alpay Kabacalı. İstanbul: İletişim Yayınları, 1993. Uşaklıgil, Halit Ziya. Hikâye. haz. Nur Gürani Arslan. İstanbul: YKY, 1998. Uysal-Elkatip, Zeynep. ““Modernleşen” Türk Edebiyatına Bir Bakış.” Toplum ve Bilim, 81 (Yaz 1999): 127-137. Widdowson, Peter. Literature. Newyork: Routledge, 1999. Yalçın. Hüseyin Cahit. Edebiyat Anıları. haz. Rauf Mutluay. İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 2002. Yücel, Tahsin. Eleştirinin ABC’si. İstanbul: Simavi Yayınları, 1991. Zola, Emile. Le Roman Expérimental. Paris: G.Charpentier, 1881. 143