İndir - Diyarbakır Kitapları

Transkript

İndir - Diyarbakır Kitapları
BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR
1
BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR
Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat
BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR
BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR
2
Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat
BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR
BEDİÜZZAMAN VE DİYARBAKIR
3
Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat
BEDİÜZZAMAN
VE
DİYARBAKIR
Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat**
Bu Kitap Dicle Üniversitesince Desteklenmiştir*
Katkılarından Dolayı
Müh. Murat TOMARA Teşekkür Ederiz
*Dicle Üniversitesi Rektörlügü
Sur / DİYARBAKIR
**Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat
Dicle Üniversitesi Tıp Fakültesi Çocuk Hastanesi
Sur / DİYARBAKIR
1
.
BEDİÜZZAMAN
VE
DİYARBAKIR
Prof. Dr. Yusuf Kenan Haspolat*
ISBN: 978-605-63588-4-5
EYLÜL 2013
1. BASKI
Grafik & Tasarım
Eda Esra ÇELİK
Seda ÇELİK
Kapak Tasarım
Edip ÇELİK
Baskı
UZMAN MATBAACILIK VE CİLTLEME
Davutpaşa Cad. Güven Sanayi sitesi
B / Blok No: 315 Topkapı - İSTANBUL
Tel: (O212) 565 23 00
Gsm: 0555 616 17 21
Bu eserin bütün yayın hakları
Prof. Dr. Yusuf Kenan HASPOLAT’a aittir.
Yayıncının izni olmaksızın kısmen ya da
tamamen yayınlanamaz.
2
DİYARBAKIR'DA İKAMETİ
Bediüzzaman hazretlerinin Diyarbakır ilişkilerini şöyle özetleyebiliriz.
a) Bu yüzyılın başlarında Diyarbakır'da Cemilpaşaların konağında 7 gün, Hz.
Ömer camii imam odasında 40 gün, Zinciriye mederesesinde 15 gün kalmıştır.
b) Diyarbakır'da kalıcı olarak kalmak istemesine rağmen sürgün hayatı
nedeniyle Diyarbakır'da kalamamış, ancak Diyarbakır'da hizmet etmenin öneminin
altını çizmiş, onun yerine talebeleri bu hizmeti yerine getirmiştir.
c) Bir üniversite özelliğini taşıyan Medrestüzzehra'nın kurulma yerleri olarak
üç il seçilmiştir. Bunlar Diyarbakır, Bitlis ve Van'dır. Bu medresede Türkçe, Arapça ve
Kürtçe dillerinin kullanılmasını tavsiye edişiyle Güneydoğu sorununun çözümüne
ışık tutmuştur.
d) Bu yüzyıl başlarında bölge gezilerinde Diyarbakır ilk planda yer almıştır.
e) Diyarbakır'da 541 (ilçelerle birlikte 884) sahabe, 9 peygamber mezarı ve 3
peygamber makamının varlığı şehre manevi bir özellik verirken, Bediüzzaman
hazretlerinin bu konulara da verdiği önemi kitap içinde gözliyeceğiz.
f) Bediüzzaman hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Nursi'nin Diyarbakır ve
ilçesi Ergani'de ikamet etmesi
g) Muhakemat ve Münazarat isimli eserlerin taslağının bu bölgede hazırlanması, İşaratül İcaz isimli eserin Diyarbakır'da Cevdet beyin evinde tebyiz edilmiş
olması Ayrıca harpte işaratül icazın yazılışına bir Diyarbakırlının hizimet edişi de çok
önemlidir.
h) İlk Türkçe risalenin (Ramazan, İktisat,Şükür) Diyarbakır'da hazırlanmış
olması.
i) İlk cehri hizmetin 1950'da Diyarbakır'da başlaması.
j) Diyarbakır'da Bediüzzaman'a hizmet etmiş veya onlarla görüşmüş çok sayıda
talebenin Diyarbakır’lı oluşu.
k) 1960 yıllarında Urfa üzerinden Diyarbakır'a gelip yerleşmek istemesi, belki
de Güneydoğu sorununun oluşmaması veya çözülmesi için bu şehirde ikamet etmek
istemesi, ancak ömrünün yetmemesi.
l) Değişik kişilere verdiği mülakatta Diyarbakır'ın ne kadar stratejik bir şehir
olduğunun vurgulanması.
m) Güncel Güneydoğu sorununa Bediüzzaman hazretlerinin verdiği reçeteler
ve değerli yazarların bu konuda yaptığı şerhler eserde ele alınacaktır.
Bediüzzaman hazretlerinin Diyarbakır'daki ilk duraklarından birisi Diyarbakır
Ulucamidir. Bu camii alelade bir cami olmayıp beşinci harem-i şerifir. Kısaca bu
caminin önemini vurgulayalım.
Diyarbakır Ulu camii 4 dine ibadetgahlık yapmış Mukaddes Mabed (5. Haremi Şerif)dir.
Diyarbakır ulu camiinin önemli manevi bir özelliği vardır:
Anadolunun ilk camii olup, Diyarbakır'ın fethinden bugüne hiç bir zaman
düşman işgaline uğramamıştır. Ulu camii 5 Harem-i şerif'den birisidir. Bunlar:
1. Mescid-i Haram 2. Mescid-i Nebi 3. Mescid-i Aksa
4. Şam Emevi
camii 5. Ulu camii (Diyarbakır)
3
Ulu camii
Evliya Çelebi, seyahatnamesinde; Diyarbakır Ulu Camisinin Hz. Musa
zamanında yapıldığından bahseder. İfade şu şekildedir. ''Hz. Musa zamanında
yapılmştır. Bahçe sütünlarının sağ tarafında bir sütun üzerinde ibranice tarihi vardır.
Ve Diyarbakır Ulu Camii ile ilgili olarak şöyle devam eder; " Kale her kimin eline
geçmiş ise, yine bu mabed, mabed olarak kalmıştır, içinde öyle bir ruhaniyet vardır ki;
bir kimse iki rekat namaz kılsa kabul olunduğuna kalbi şahitlik eder.
4
Güya Halep'in Ulu Camii, Şam'ınEmevî Camii, yahut Kudüs'ün Mescid-i
Aksa'sı, Mısır'ın Ezher Camii, istanbul'un Ayasofyasıdır.1
Evliya Çelebi Ulu caminin Hz. Musa zamanında yapıldığını İbranice bir
kitabeye dayandırmaktadır.
Evliya Çelebi mabedin Hz. Musa yapıldığı hususunda Rum alimlerinin
tümünün hemfikir olduğunu ifade etmektedir.
Caminin orta kısmının Hz. Musa zamanından kaldığına yabancı yazarlar da
işaret eder.
Lord Kınross isimli seyyah'ın 1954 yılı Londra basılı Toros’lardan Asyalı
Türkiye’de bir Yolculuk isimli eserinde Ulu cami ile ilgili şu yorumda bulunur 'Ayrıca
evliyaların Ulu caminin Mosların ( Hz. Musa) zamanında yapılmış olduğuna dair
önerileri de göz ardı edilmiş olabilir'.2
Kanuni birinci İran seferinden dönerken 5 Ekim 1535'de Diyarbakır ulu
caminde Cuma namazını kıldı.3
Ulu Cami
Bediüzzaman ve Diyarbakır Ulucami 4
Ulu camiyle Bediüzzaman hazretlerinin ilişkilerine üç açıdan yaklaşacağız.
a) Bizzat kendinin burada yaptığı vaazlar.
b) Bu camide yapılan Risale-i nur hizmetleri.
c) Bu camii emekli imamının Bediüzzaman’la ilgili hatıraları.
Bediüzzaman'ın 1910'lu Yıllarda Cevdet beylerde ve Cemil paşalarda kaldığını
biliyoruz.5 Hoca Ömer Duran: Bediüzzaman'ın Diyarbakır Ulu Cami'de çok namaz
kıldığını yaşlılar ifade ediyor demiştir. Ulu Cami'nin yanındaki Zinciriye medresesin1. Beysanoğlu, Şevket, Anıtları ve Kitabeleri ile Diyarbakır Tarihi, l. Cilt , Sf.271 (Evliya Çelebi Seyahatnamesi ,
c.6, sf.122. Zuhuri Danışman yayını
2. Şefik Korkusuz.Seyahatnamelerde Diyarbekir.Kent yay.İst.2003.s.255
3. Hayri Yoldaş.Celal Güzelses.Diyarbakır.2005.s.6
4. http://www.bediuzzamanvediyarbekir.com/index.html
5. Necmeddin Şahiner 'Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi'yi anlatıyor. Nesil yay.2004, c. 4, s. 321;İşaratül
İcaz, S.108.
5
de15 gün kalışı da, Bediüzzaman'ın Ulu Camide namaz kıldığını gösteren
emarelerdir.
Bediüzzaman Diyarbakır'da ikamet etmek istemiştir. Ölümünde de buraya
gelmek istemiştir. Ancak Kader-i İlahi olarak vefat ettiği gün Diyarbakır müftüsü Ulu
Camiinde namazını kıldırmıştır.6
Bediüzzaman'ın çok arzu ettiği halde kalamadığı, kendi yerine görevlendirdiği
Mehmet Kayalar en hassas dönemde Diyarbakır Ulu Cami'de ders yapıyordu.' Risalei Nurun Diyarbakır'ın camilerinde okunmasına başlandığında Ulu Camii'nde azim bir
cemaate Risale-i Nur okurdu.7 1959 yılında, Diyarbakır başta olmak üzere, Nurların
camilerde okunmasına başlanmıştır. 8
Canip Yıldırım anlatıyor:
Eski belediyenin yanında bir kahve vardır. Ulucami'nin kahvesi. Orada
kürsülerde oturulur, şehrin ileri gelen âlimleri, bilginleri orada Sohbet ederler.
Bediüzzaman da Diyarbakır'a geldiği vakitler Ziya Gökalp ile orada tartışırlar.
Canip Yıldırım 27 Mayıs'ta tutuklu olduğum zaman Afyon, İsparta, Eskişehir
halkından Bediüzzaman'ın talebelerinden de tutuklulular vardı. Abi dediler:
- Sen neden tutuklandın? Dedim ki Kürtçülük. Ne demek Kürtçülük dediler,
bizim üstadımız da bir Kürttür, onun bir sözü vardır' Nedir, dedim.
Kürt ve Türk bir insandır, bir insanı ortadan böldüğün zaman kılıçla nasıl
ölürse, Kürt'ün Türkten ayrılması da öyle dir… Yani bu yabana atılacak bir söz
değil-
Ulu Camii
6. Abdülkadir Badıllı, Tarihçe-i Hayatı, c.3, 1998, s.2129,2174.
7. www.mehmetkayalar.com
8. N.Şahiner, Son Şahitler, Nesil yayınları,17.baskı, c. 3, s.287.
6
dir. İki halk arasında bir ihtilaf yoktur. Esas ihtilaf yönetim tavrıyladır. Vergi almış,
asker almış, Kore'ye göndermiş, Kıbrıs'a göndermiş.9
Bediüzzaman Ulucaminin bitişiğindeki Zinciriye medresesinde 15 gün kalmış,
şark ulemasının sorularını cevaplandırmıştır. Hâliyle namazı da bitişiğindeki
ulucamide kılmıştır.
Bediüzzaman'ın ulucami ile ilişkisi ileride başka şekilde tecelli edecektir.
Diyarbakır Ulucami Emekli İmamı
HAFIZ ALİ MÜLAYİM
Aslı Bilâl-i Habeşî'nin (r.a.) torunlarından olan Hafız Ali Ağabey:
Son olarak Diyarbakır Ulu Camii'nde İmam-Hatip olarak görev yapan Hafız
Ali Mülayim Ağabey, 2003'de bu tarihî camiden emekli olmuştur. Halen
Diyarbakır'da ikamet etmektedir. Emekli olduktan sonra da iman ve Kur'an hizmetine
devam etmektedir.
1958'de mana âleminde gördüğü Said Nursî Hazretleriyle dünyası değişir. Aynı
yıl vatani görevini ifa etmek için İsparta'ya gider. 3. Eğitim Tugayında takım çavuşu
olur. Burada, bilmeyerek, bugünkü tabirle traji-komik bir hadise yaşar: Arazide tatbikat halindeki askerî bir Alay'a, "Dikkat!" komutu vererek, oradan otomobiliyle
geçmekte olan Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerine selam durdurur. Koskoca bir
askeri alay Bediüzzaman'a selam durmuştur. Hadise bu kadarla da kalmaz. Komik
fakat ibretli bir hadise daha yaşar.
Hatıralarını kendisinden çok defa dinlediğimiz halde, kayıt etme işi 21.01.2007
tarihinde Medine'deki dersanede nasip oldu.
Hafız Ali Ağabey bu hâdiseleri 2007 itibariyle yaklaşık kırk dokuz sene önce
yaşamış. Şimdi bunları tatlı şivesiyle, gülerek ve güldürüp düşündürerek anlatıyor.
Allah kendisine uzun ömürler versin. Âmin.
Hatıralarının neşrine, "ben öldükten sonra..." diyerek izin vermek istemedi.
Biraz da ısrarlı davranarak, kendisinin hayatta iken, daha teyitli ve sağlam olacağını
izah ettim. "O zaman kardeşlerle meşveret et. Onlar ne derse onu yap" diyerek istişare
sonucu muvafakat edeceğini gösterdi.
Hafız Ali Mülayim
9. Orhan Miroğlu: Canip Yıldırım'la Hevsel Bahçesinde Bir Dut Ağacı. İletişim yay.İstanbul 2005.s.
7
SAİD NURSÎ MANA ÂLEMİNDE DÖRT KERE BANA İHTAR İÇİN GELDİ
Hâfiz Ali Mülayim Anlatıyor:
1954'den 58'e kadar Van'dan Urfa'ya kadar bütün telefon direkleri benim
elimden geçti. NATO'ya bağlı şirkette çalışıyordum. Bu dört sene zarfında Van, Bitlis,
Siirt, Muş, Diyarbakır'a kadar bütün elektrik direkleri elimden geçmiştir. Tabi çok ağır
bir işti. İşi Almanlar vermişti. Bir zaman sonra iş bitti. Biz işin ciddiyetine vakıf
olunca; Almanlar; "gel seni Almanya'ya götürelim" dediler. Ben de "gelirim" dedim.
İstanbul'a gittik. Sene 1958. Sirkeci'de bir otele yerleştik. İstanbul üzerinden
Almanya'ya gidecektik. Oteldeki ilk gecemdi. Mana âleminde bir zat geldi: "Sen
hâfız-ı Kur'ansın bu işleri bırak" dedi. İkinci gece yine aynı zat:
"Ben sana söylemedim mi? Sen hâfiz-ı Kur'ansın bu işlerden vazgeç. Git kendi
işini yap" dedi.
Kendi kendime Allah! Allah! Nedir bu hâl ya Rabbî!" diyordum. Üçüncü gece
yine aynı zat yine aynı hâl.
Üçüncü gün pasaportum işlerim tamamlanmış, dördüncü gün de artık
Almanya'ya gidecektim. Bütün hazırlıklar tamamdı. Otelime geldim, pijamamı
giydim, yatağıma girdim ve ışığı söndürdüm. Beş dakika geçmedi pencere açıldı, bir
zat girdi, bir ses geldi. Âmirane bağırarak dedi:
"Hafız Ali kalk bakayım! Üç defadır beni buraya getiriyorsun. Ben sana
demedim mi, bu işlerden vazgeç. Sen hem hafız-ı Kur'ânsın, hem de bu işlerde çalışıyorsun. Sen Almanya'ya gitmeyeceksin. Kalkıp gideceksin Bitlis'e. Benim ismim
Said Nursî." Böyle deyince: "Allah! Allah! Kimdir bu zat?" dedim. Ellerimi kucaklar
gibi uzattım, ellerim boşta kaldı. Kalktım ışığı yaktım. Baktım odada kimse yok. Pencereye baktım, kapalı. "Allah! Allah! Bu kimse, mutlaka büyük bir zat olmalı" dedim.
Ne yapayım diye düşünmeye başladım. Yarın da Almanya'ya gideceğim. Kendi
kendime dedim: "Para da, pul da, makam da orada, ama ben bu işlerden vazgeçeceğım.
Sabah oldu, kalktım, doğru Beyoğlu'na gittim. Şirketim oradaydı. 4. Bölge
Başmüdürlüğü. Kapıyı çaldım girdim içeriye, "buyur" dediler. "Efendim
pasaportumu alın, size mübarek olsun, ben gelmeyeceğim" dedim. "Yahu ne oldu?"
dediler. "Ben gelmeyeceğim buyurun pasaportu" dedim, bıraktım çıktım.
Sonra bir arabaya bindim doğruca Bitlis'e geldim. Allah rahmet etsin benim bir
hacı ağabeyim vardı. Hem âlim, hem de hâ-fız-ı Kur'an'dı, Gökmeydan Camii'nde
imamdı. Beni görünce: "Hafız Efendi hoş gelmişsin" dedi. Anlattım kendisine: "Böyle
böyle, Said Nursî diye bir zat gördüm, kimdir bu zat?" diye sordum. Oturmuş bir
taraftan çay içiyoruz. Dedi:
-Bediüzzaman Said Nursî çok büyük bir zattır, âlimdir. İsparta'da kalıyor." diye
konuşurken, birden kapıdan iki kişi girdi. Birisi sağ kolumu, diğeri sol kolumu tuttu.
"Kalk bakayım!" dediler. "Siz kimsiniz?" dedim. "Fazla konuşma karakolda belli
olur" dediler. Beni götürdüler karakola. Meğer askerliğim elli beş gün geçmiş. Asker
kaçağı, devre kaybı, askerî firari diye tuttular beni. Oradan hemen telefon ettiler asker8
lik şubesine. İki tane askerî inzibat geldi, ellerimi bağladılar, beni götürdüler askerlik
şubesine. Baktılar elli beş gün geçiyormuş. Dediler: "Askerlikten mi kaçıyorsun?"
Dedim, "askerlikten kaçmam" Sonra, "bunu hemen askere gönderelim" albaya
sordular: "Bunu nereye gönderelim?" O da: "Bunu cezalı olarak, İsparta 3. Eğitim
Tugay'ına, oraya gönderelim." dedi.
ÜSTADI EVİNDE GÖREMEDİM, FAKAT...
Neyse hazırlıklar yapılarak, askere sevk evrakları tamamlandı. Beni Bitlis'ten
Diyarbakır'a kadar götürdüler. Sonra bizi bindirdiler kömürlü bir kara trene. Hayvan
bile barınmayan bir vagona koydular. Yolda Konya'da, Afyon'da inenler oldu. En sonunda İsparta'ya ulaştık. Ama kömürden yüzümüz simsiyah olmuştu. Mimar Sinan
Camii'nin karşısında, Güvenç Oteli vardı. Kapıyı çaldık, girdik içeriye. Otelci beni
görünce: "Ulan sen hangi mağaradan gelmişsin?" dedi. Ben dedim: "Mağaradan falan
gelmedim. O kömürlü trenden oldu." Neyse bir oda verdi, temizlendik.
Sabah kalktım, doğru Üstad'ın evine gittim. Uzaktan baktım. Kapının önünde
bir polis duruyor. Biraz bekledim. Polis bir o başa, bir bu başa gidiyor, fakat gelip yine
kapının önünde duruyor. Dedim:
"Allah! Allah! Herhâlde burası karakoldur?" Biraz daha bekledim, fakat
karakola girip çıkan yoktu. Dedim:
"Burası karakol değil, herhâlde Ustad'ın evidir, makamıdır."
Ben de, bir o başa, bir bu başa gidip geldim. Baktım birisi geldi yanıma. Dedi:
"Sen kimsin?" dedim,
"insanım." Dedi,
"öyle demek istemedim, nerden geliyorsun?" Dedim,
"Bitlis'ten geliyorum, burada Bediüzzaman varmış, elini öpeceğim,
gideceğim." Dedi:
"Burada değil, Barla'dadır."
Ben ilk defa duyuyordum Barla ismini. Dedim,
"Barla nedir?" Adam,
"Sen benimle alay mı ediyorsun?"
"Valla Barla nedir bilmiyorum" dedim. Sonra adam cevap verdi:
"Bir köydür, Üstad oraya gitti."
Artık, yalan doğru bilmiyordum tabi. Sonra döndüm geriye, baktım üç kişi beni
takip ediyor. Sokağı değiştirdim, fakat yine takip ediyorlardı. Hemen Ulu Camiye
gittim. Orada öğle namazımı kıldım. Baktım yine beni takip ediliyorum. Otele geldim,
otelciye olanları anlattım. Dedi:
"Seni yakalamadılar mı?" Hayır, dedim.
"Valla iyi, gelenleri karakola götürüyorlar, dövüyorlar." dedi. Dedim:
"Bu zattan niye korkuyorlar? Bu zatın askeri, ordusu, topu, tüfeği var mıdır?"
Dedi:
“Valla bu zatın, topu tüfeği yoktur. Fakat imanı o kadar kuvvetlidir ki, bütün
hükümet erkânı ondan korkuyorlar."
9
Neticede birinci gün Üstad'ı görmek nasip olmamıştı.
İkinci gün abdestimi aldım, tekrar Ustad'ın evine gittim. Baktım polisler
uzakta. Bende "Bismillahirrahmanirrahim" dedim, kapıyı çaldım. İkinci sefer kapıyı
çalmadan kapı açıldı. Açan şöyle yüzüme baktı, dedi:
"Hafız Ali sen misin?" Dedim,
"Benim kurban. Hele ver şu mübarek elini öpeyim" dedim ve eğildim eline
doğru. Elini çekti, dedi:
"Benim adım Ceylan."
"Eyvah, Allah müstehakımı versin" dedim. (Hafız Ali Ağabey baştan beri
mizahi bir üslupla hatıraları anlattığı için kendisi de gülüyor, bizi de güldürüyordu.) O
da gençti tabi o zaman. Ben ağlamaya başladım. "Ağlama" dedi. Kalktı boynuma
sarıldı, başımdan öptü. Allah rahmet etsin.
"Ağlama, Üstad bana dedi ki: "Sen kapıda dur. Hafız Ali gelecek. Benim
selamımı söyle kendisine, onu talebeliğe kabul etmişim. Doğru gitsin kıtasına teslim
olsun, durmasın. Buraya da bir daha uğramasın" dedi Üstad. Muzaffer Arslan ve
Nazım Gökçek iki kadim dost. Ayakucu başucu şeklinde defnedildiler.
"HERKES ESAS DURUŞA GEÇTİ"
Üstad'ı daha hiç görememiştim. Ama Üstad böyle deyince ben gittim teslim
oldum kıtama. Bölükte onbaşı, sonra çavuş olduk. Bir gün İsparta merkeze bağlı
Eğirdir yolu üzerinde bulunan Ali Köyü tarafındaki atış talimine gittik. Atış yapıldı,
öğle vaktiydi ve herkes istirahat ediyordu. Bazıları yemeğini yiyor, kimisi oturuyor,
kimisi uzanıyor bütün alay serbest vaziyette idi. Benim de yanımda tabancamla bir
ibrik vardı. O zaman böyle asfalt yollar yoktu, yollar topraktı. Bir baktım ki: Eğirdir
Gölü tarafından yolda tozları kaldırarak bir taksi geliyordu. Tekrar baktım, içimden,
"herhalde bu gelen Tugay Komutanımın taksisidir" dedim. Şimdi buradan geçecek,
bakacak subaylar yatıyor, herkes dağınık bir vaziyette ve ceza alacağız diye
düşündüm. Komutanım yanımda yatıyordu. Eline vurdum uyandırdım.
"Ne var Mülayim Çavuş?" dedi. Dedim:
"Komutanım bak, gelen taksi Tugay
Komutanımın taksisi değil mi?"
"Baktı... baktı... valla odur" dedi.
Hemen düdük çaldı. Herkes kuşandı.
Subaylar, astsubaylar, takımlar, mangalar
herkes bütün alay hazırlandı. Taksi Alay'a
yaklaşınca, ben:
"Esas duruş! Hizaya geel! Selam duuur!"
diye bağırdım.
Herkes esas duruşa geçti ve selam durdu.
Taksi geldi... geldi... birinci takım çavuşu
olarak ben de böyle selam durmuşum.
Hafifçe eğildim, baktım taksinin içine. Allah!
10
Hafız Ali Mülayim (Önde)
Allah! Cüppeli, sarıklı birisi ellerini iki yana sallayarak selam veriyordu bize. "Allah!
Allah! Nasıl olur bu? Osmanlı devletinden hâlâ böyle bir paşa kalsın? Allah! Allah!
Askerlikte böyle bir şey de söylemediler ki bize" dedim içimden. Taksi şöyle biraz
gitti gitmedi. Komutan bağırdı:
"Ulan bu işi kim ayarladı?" dediler, "Mülayim Çavuş!"
Ben sandım benimle kafa buluyorlar. Bir de baktım ki bir tokat, bir daha, bir
daha... Ama öyle bir dayak yemişim ki, anamdan babamdan böyle bir dayak
yememişim. Öyle ki, ağrıdan sabaha kadar uyuyamadım. İyi hatırlıyorum sabah
namazını bile kılamadım. 1958'de İsparta'da birbirinin aynı olan iki adet Chevrolet taksi vardı. İkisi de aynı renkti. Birisi Ustad'ın, diğeri ise Tugay Komutanı Paşa'ya aitti.
BİNBAŞI BENİ VURACAK SANDIM. HÂLBUKİ...
Vücudumdaki dayak ağrılardan sabaha kadar uyuyamamıştım. Sabah oldu.
Subaylar, astsubaylar herkes içtimaya gitmiş. Ben kalkayım dedim, kalkamadım
ağrıdan. Birden iki tane çavuş girdi içeriye, üstümdeki battaniyeyi hızla çekip
savurdular. "Kalk bakalım. Herkes içtimada sen ise burada yatıyorsun" diye
bağırdılar. "Valla her tarafım ağrıyor..." dedim. "Fazla konuşma, çabuk gel bir binbaşı
seni çağırıyor" dediler. "Eyvah! Herhalde dayak az geldi, ikinci bir dayak daha
yiyeceğim" dedim. Kalktım. O zamanlar tenekeden uzun barakalar vardı. Bana:
"Barakada bir binbaşı seni bekliyor" dediler. Kapıyı çaldım. "Gir içeriye" dedi.
Girdim. Baktım binbaşı barakanın en sonunda. Elinde bıçak var, bir ağacı yontuyor.
Ağaç bir elinde, bıçak diğer elinde. "Bu bıçak ne? Bu sopa ne?" dedim içimden.
"Mülayim Çavuş gel buraya!" dedi.
"Geleyim komutanım" dedim.
Bediüzzaman Hazretlerinin 1953 model Chevrolet marka otomobili. 1958'de
İsparta'da bu otomobilden aynı model ve aynı renkte iki tanevardı. Birisi Said
Nursi'nin, diğeri Tugay Komutanının. Biraz gittim, uzakta durdum, bakalım ne
olacaktı?
"Oğlum gelsene" dedi. "Niye gideyim?" diye düşündüm, gitmedim.
"Oğlum gelsene buraya" dedi. Ayağa kalktı, bana doğru gelmeye başladı.
"Korktun mu?" dedi.
Hemen esas duruşa geçip, selam durdum. Bana doğru geliyor, sonra bana doğru
koştu. Baktım bana sarılacak, ama bıçak ta elinde, kucaklamak üzere. Fakat ben
aniden geri çekilince kapaklandı, yere düştü. Ben kaçmaya başladım.
"Mülayim Çavuş gel buraya!" diye arkamdan bağırmaya başladı.
Mülayim Çavuş kalır mı artık hiç. Sanki kulaklarım yoktu, yok olmuştu. Hiç
duymadım., taa nizamiyenin kapısına kadar koştum. Çavuş dedi:
Ne oldu Mülayim Çavuş, nedir bu halin?" Dedim:
"Valla beni vuracak, bir yer göster."
“Hemen bodruma aşağıya in" dedi.
Bodruma indim. Su gibi ter akıyordu üstümden. Elbiselerim vücuduma
yapışmıştı terden. "Lâ havle ve lâ kuvvete, nedir bu hal?" dedim. Korkudan öğleye
kadar orada kaldım. Öğlen oldu, herkes yemeğe gitmiş. Çavuş:
11
“Gel kimse yok" dedi.
Karavanadan yemek geldi. Yemek yiyeceğim tam, bir kaşık aldım.. Hüseyin
isminde bir çavuş vardı, dedi:
"Mülayim Çavuş binbaşı senin arkanda.."
Ben şaka yapıyor diye düşündüm. Bir kaşık daha aldım. Yine:
"Mülayim Çavuş binbaşı senin arkanda duruyor" dedi. Arkama baktım;
hakikaten arkamda duruyor.
"Mülayim Çavuş yemeğini ye!" dedi. Dedim:
"Tok olmuşum."
"Tok olmuşsan kalk o zaman" dedi.
Kalktık beraber bir odaya girdik. Kapıyı içerden sürgüledi. Kapıyı
sürgüleyince:
"Eşhedü en la İlahe illallah ve eşhedü enne Muhammeden Resûlullah" dedim.
Binbaşı yüzüme baktı... baktı..., gözlerinden yaşlar geliyordu. Eliyle yüzüne
süzülen gözyaşlarını sildi. Ben kendi kendime:
"Valla bu dayak işine benzemiyor" dedim. Sonra,
"Mülayim Çavuş ben senin ayaklarını öpeceğim" dedi. Ben:
"Artık bu iyice kafayı buluyor. O kim, ben kim, ayak öpmek de ne?" dedim.
"Yok ayak öpmek günahtır" dedim. Dedi:
"Yok, valla senin ayaklarını öpeceğim ben" dedi.
"Vallahi ayak öpmek günahtır" dedim.
"Yok öpeceğim" dedi. Ben de:
"Elimi uzattım, elimi öp madem, hafız olduğum için günah olmaz inşaallah"
dedim.
Hakikaten elimi öptü. Ben de onun elini öptüm. Boynuma sarıldı. Ama nasıl
şefkatle beni okşuyordu. Yüzüme baktı:
"Mülayim Çavuş! Dün o taksinin içinden geçen komutanı tanıdın mı sen?"
dedi. Dedim:
"Komutanım o dayakları ben yedim. Onun için sana bir şey söylemeyeceğim."
O zaman aynen şöyle söyledi:
"O Komutan! Büyük komutan Bediüzzaman Said Nursî'dir." O binbaşı bizim
bölükte değildi. O duymuş bu hadiseyi. Beni tebrik için gelmiş. Daha sonra tayin
oldu. O zaman ben Nurcu olmadığım için tabi tam bilmiyordum.Ben bu olayı bilerek
yapmadım, yaptırıldı. Fakat hayatta bir daha yapılmaz Helal olsun. Daha sonraları
Üstad'ı taksiyle geçerken görüyorduk. Bir keresinde koştum elini öptüm. Başımı
şöyle okşadı, sonra; "git" diye eliyle işaret etti. 10
Bediüzzaman Ve Diyarbakır'da Üniversite
Barla ve Emirdağ Lahikası'nın, Tarihçe-i Hayat'ın son kısmında indeks olarak
verilen bölümde Diyarbakır'la ilgili şu cümleler var:
10. Ömer Özcan; Ağabeyler Anlatıyor-2.Nesil yay., s.122.
12
Bu il, Üstad Bediüzzaman'ın Şark Üniversitesini tesis etmek istediği
şehirlerden birisidir. Üstad II. Meşrutiyetin üçüncü senesinde Diyarbakır'da halka
Şark Üniversitesiyle ilgili konuşma yapmıştır. Halkın, bu üniversiteyi istediği ve bu
konuda onların tercümanı olduğunu söyler…11
Bediüzzaman'a göre 'iyi insan' yetiştirebilmenin yolu, din ilimleri ile fen
ilimlerinin birlikte okutulduğu medreselerden geçer. Onun için Bediüzzaman,
Medresetü'z-Zehra'da fen ilimleri ile din ilimlerinin beraber okutulacağı bir
programın uygulanacağını söyler. Medresetüzzehra sıradan bir medrese değil,
modern bir üniversite ve diğer üniversitelerle de aynı statüde olacaktır. Öğrenciler
diğer resmi okullarda olduğu gibi imtihanla alınacak ve yüksek okul diploması
verilecektir.12
Diyarbakır surları - Bediüzzaman ve öğrenciler
Bu noktada tarihi vesikalara göz atalım: Bediüzzaman 'İstanbul'da; Van,
Bitlis, Diyarbekir'de bir medresenin küşadı için her ne kadar çalıştı ise de maattesüf
tevkifhane ile tımarhaneden başka bir neticeye destres olamadı.13
... Eşref Edib'in
eserine bakalım: 'İstanbul'da iken, Van, Bitlis ve Diyarbekir'de ilm-ü irfan
ocaklarının açılmasına çalışmış, fakat maalesef tevkifhanelere sürüklenmişti'.14
Bediüzzaman hazretleri 'Münazarat' isimli eserde 'Ey Tabakat-ı Havas, Biz
avam ve ehl-i medrese, sizden hakkımızı isteriz…
Sual: Maksadını müphem bırakma, ne istersin?
Cevap: Cami-ül Ezher'in kızkardeşi olan, Medreset-üz Zehra namıyla darul
fünunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis'te ve iki refikasıyla Bitlisin iki
cenahı olan Van ve Diyarbekir'de tesisini isteriz’.15
Bediüzzaman'ın bu arzusu Diyarbakır, Van ve Bitlis halkınca da olumlu karşı11. Said Nursi, Barla Lahikası,2006.s.590; Tarihçe-i Hayatı, İstanbul, s.976; Emirdağ Lahikası, Söz Basın yay,
İstanbul 2006, s.738.
12. Ölmez, A,Yaşar S, Harman K,Üner M.E, İnceyol Y; Bediüzzaman ve Şark Düşünceleri, Yeni Asya neşriyatı,
.İstanbul.1998, s.156,157.
13. Mustafa Süzen, Bediüzzaman'ın üç t.hayatı. Ankara.2000 s.44; Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman. Asar-ı
Bediyye Elmas yay. İstanbul, 2004,s.658.
14. Eşref Edip, Said Nursi, Sözler yay. İstanbul 2006, s.35.
15. Necmeddin Şahiner; Medresetü'z Zehra. Timaş yay.İst.1998. s:81.
13
lanmıştır. Kaynaklara göz atalım: 'Şu medreset-uz Zehra'ya dair mebahis (hürriyetin
üçüncü senesinde) nutuk suretiyle Bitlis'te, Van'da, Diyarbekir'de, daha birçok
yerlerde ahaliye ders verdim. Umumen dediler: 'Hakikattır, hem mümkündür'' demek
diyebilirim ki, ben onların tercümanıyım bu meselede''16 Bediüzzaman Fen bilimleri
adına Batı'dan gelecek dalâletlere karşı koymak üzere ideal edindiği üniversiteyi Van
veya Diyarbakır'da açmak düşüncesiyle 1896'da İstanbul'a gider. Netice alamayınca
aynı maksatla 1907 yılında İstanbul'a ikinci defa gitti. İstanbul Fatih semtindeki
Şekerci Han'a yerleşir.17
Said-i Nursi, Van'da geçirdiği bu süre zarfında halkın en büyük düşmanlarından
biri olan cahilliğin iyice farkına varır ve bunun eğitim ile çözülebileceğini, özellikle
bölge halkının buna çok ihtiyacı olduğunu tespit eder. Buna binaen dönemin en ünlü
eğitim merkezi olan el-Ezher Üniversitesi'ne mukabil Diyarbakır, Van ve Bitlis'te
kurulacak "Medresetüz-Zehra" diye adlandırdığı bir üniversite projesini kafasında
oluşturur. Ve 1907'de İstanbul'a gider.18 Bediüzzaman, Şarkî Anadolu'da "Medresetü'z-Zehra" namında bir darülfünûn açmak, ya Van'da veyahut ta Diyarbekir'de
darülfünûn derecesinde bir medrese tesisine çalışmak için İstanbul'a geldi. İstanbul'a
gelişini bir muharrir şöyle tasvir etmişti: "Şarkın yalçın kayalıklarından, bir ateşpare-i
zekâ, İstanbul afakında tulû etti."19
Manevî Medresetüzzehra ve Bediüzzaman Said Nursi'nin Vasiyeti
Bütün çabalarına rağmen, Medresetüz-zehra'sını gerçekleştiremeyen
Bediüzzaman, Medresetüzzehra'nın "manevî hüviyeti Isparta vilayetinde tesis
edildiğini, tecessüm ettiğini kabul ediyordu. Risale-i Nur ve yayıldığı merkezleri
"Medresetüzzehra" diye adlandıran Bediüzzaman, Risale-i Nuru manevî bir
Medresetüzzehra olarak vasıflandırarak, "maddi suretini" de tesis etmelerini
talebelerinden istemişti.
Medresetüzzehra'nın Açılacağı Yer
İslam Darülfünunun, Afrika'nın Ezher'ine karşılık Asya'da açılmasını teklif
eden (1997, 349) Bediüzzaman, 1911 tarihinde Medresetüzzehra'nın Bitlis merkezli
olarak açılmasını iki "refikası"nın da doğu ve batı cenahındaki Van ve Diyarbakır'da
açılmasını istemektedir. (1996a, 125) Cumhuriyet döneminde talebeleri tarafından
yazılan ve Bediüzzaman tarafından gözden geçirilen Tarihçe-i Hayat'ta
Medresetüzzehra'nın yeri hususunda farklı ifadeler kullanmaktadır. Bir yerde Bitlis ve
Van (1996b, 41) diğer bir yerde "ya Van yahut Diyarbakır (1996b, 44) başka bir yerde
de sadece "şarki Anadolu'da" (1996b, 89) ifadelerine yer verilmektedir.
16. Abdülkadir Badıllı; Bediüzzaman, Asar-ı Bediîyye, Elmas yayınları, İstanbul 2004, s.352;
Abdullah Aymaz; Bediüzzaman, Münazarat, Şahdamar yayınları, 2006, s.126.
17. http://www.haberdiyarbakir.com/biography;http://www.radyovakit.com/haberler.
18. Leyla Efe; Mızgin, sayı:31, Bediüzzaman Yaşamı Ve Mücadelesi.
19. Tarihçe-i Hayat, 44, Bediüzzaman Said Nursi. Köprü 68.sayı. Güz:99. Risale-i Nur'da "Eğitim"
14
Medresetüzzehra Fikrinin Ortaya Çıkışı
19.Yüzyılın sonlarında İslam dünyasının büyük kısmının doğrudan, kalan
bölümünün de dolaylı olarak sömürge haline düştüğü bir sırada, emperyalist batı
devletleri konumlarını güçlendirmek, ileriye yönelik tedbirler almak için çareler
aramaktaydılar. Bir gazetenin haberine göre, o dönemde en büyük sömürgeci devlet
olan İngiltere'nin Müstemleket Bakanı İslamlara hakiki hâkim olmak ve tahakkümleri
altında tutabilmek için iki yol teklif etmişti. "Ya Kur'an sukut ettirilmeli veyahut ta
Müslümanlar Kur'ân'dan soğutulmalıdır. “Müslümanların dinî kaynağıyla irtibatını
ortadan kaldırmak isteyen bu cereyana karşı, Bediüzzaman hemen harekete geçmiş ve
bir "İslam Darülfünûnu" tesisini tasavvur ile fedakâr ve masum milletin "ahiretini ve
onun bir faydası olarak dünya hayatını" kurtarmak için çalışmaya başlamıştır.20
Medresetüzzehra'ya Medrese Adının Veriliş Sebebi
Projeye "mederese" adını koyan Bediüzzaman, bunun gerekçelerini medrese
ismine ünsiyet edildiği, alışık bulunulduğu, cazibeder olduğu, şevketengiz itibarının
olduğu şeklinde açıklar. Ayrıca, Bediüzzaman medrese isminin "büyük bir hakikati
tazammun ettiği" ve " mübarek medrese" isminin büyük rağbet uyandırdığını
belirtmektedir. (1996a, 125) Bediüzzaman, medrese adını kullanarak toplumların
rağbetini celbetmeye, medresenin şöhretinden mirasından "hakikatinden"
faydalanmak istemektedir. Osmanlı dışındaki toplumlara da hitap ettiğinden ortak bir
isimle buluşmak istemekte olduğu söylenebilir. Ayrıca mektep adına karşı olası
tepkinin ortadan kaldırılması için de halka sıcak gelen medrese adının kullanıldığını
düşünmek yerinde olmalıdır. Zira esas hedef geniş Müslüman kitlesidir.
Medresetüzzehra'nın Seviyesi Ne Olacaktı?
Medresetüzzehra'nın öğretim seviyesi üniversite düzeyinde olduğu
Bediüzzaman tarafından müteaddid defalar ifade edilmekle birlikte, sadece bu
fonksiyonuyle düşünülmediği de anlaşılmaktadır. Zira, Bediüzzaman, "Darülfünun-u
mutazammın" Medresetüzzehra namıyla "pek âli bir medresenin" açılmasından
bahsetmektedir. (1996a, 125) Tabiidir ki bu ifadeden Medresetüzzehra kavramı
içerisine yani üniversitelerden başka eğitim mües-seselerinin de girdiği
anlaşılmaktadır. 21
Medresetü'z-Zehra'yı zihnimizde inşa etmek
Bediüzzaman Said Nursî'nin hayatına ve eserlerine vâkıf olan herkes, onun
Medresetü'z-Zehra projesi için harcadığı harikulâde gayreti de bilir. Gördüğü üç
büyük meseleyi beraberce çözecek bir büyük proje olarak düşünmüştür Bediüzzaman
Medresetü'z-Zehra'yı. Onu merkez-i hilâfet olarak İstanbul yollarına düşüren de bu
projedir. Yaşanan onca mânia onu Eski Said boyunca bu idealini takip etmekten
vazgeçirmemiş; 1923'te “Eski Said'i Yeni Said'e götüren” tren biletini alıncaya kadar
her fırsatta bu projeye yeniden hayatiyet kazandırmak için gayret etmiştir.
Bediüzzaman, Medresetü'z-Zehra'yı, İslâm ümmetinin o dönemde yüzyüze
geldiği üç büyük meselenin halli için bir model olarak düşünür. Bu meselelerin ilki,
20. Nursi, 1997, 439.
21. http://medresetuzzehra.com
15
cehaletle birlikte gelen fakr u zaruret; ikincisi, madde ile mânâ, kâinat ile Kur'ân, akıl
ile vahiy, modern bilimler ile dinî ilimler arasında yaşanan büyük bölünme; üçüncüsü
ise, özelde Türkler ve Kürtler arasında, iman kardeşliğine gölge düşüren ve 'asabiyet-i
cahiliye'yi çağrıştıran milliyetçi gerilimdir.
Bediüzzaman'ın ilk elde merkezi Bitlis, şubeleri ise Van ve Diyarbakır'da
olacak şekilde tasarladığı Medresetü'z-Zehra projesi temelinde ısrarla vurguladığı üç
husus ise;
(1) modern bilimler ile dinî ilimlerin, vahyin yol göstericiliğinde
mezcedilmesi;
(2) birbirine rakip üç ayrı kolda ilerleyen mektep-medrese-tekkeyi böylece
barıştırıp buluşturmak;
(3) Arapça-Türkçe-Kürtçe'yi beraberce öğreterek İslâm ümmetinin bu
topraklarda yaşayan fertleri için hem İslâmî mirasla, hem kendi aralarında sağlıklı ve
kalıcı bir 'iletişim' imkânı sağlayarak 'milliyetçi gerilim'i aşarak 'İslâm kardeşliği'nde
buluşmalarını sağlamaktır.
Yüz yıl sonra dönüp bir kez daha bakıldığında, bu büyük projenin ne derece
hayatî bir önemi haiz olduğu bir kez daha anlaşılıyor. Hem onun o gün tesbit ettiği
problemlerin bugün de büyük ölçüde sürüyor olması açısından, hem de yüz yıl içinde
yaşanan büyük sınanmalar ve kayıplar açısından. Ama öte yandan, Bediüzzaman'ın
bu projesinin, defaatle edilmiş, hatta tahsisat da ayrılmış olduğu halde
gerçekleşememesi gibi bir vâkıa var. Ve Yeni Said döneminde, onun bu bir türlü
gerçekleşememe meselesine dair 'kaderî' okumaları...
Emirdağ Lâhikası'nda yer alan bazı mektuplar gösterir ki, Bediüzzaman
görünen ve sabit bir Medresetü'z-Zehra'yı nasip etmeyen Cenab-ı Hakkın,
Medresetü'z-Zehra mânâsını Risale-i Nur'lar ve Nur Talebeleri suretinde ona nasip
ettiği kanaatindedir. Bu mektupların satır aralarında gizli “Nur Risalelerinin
Medresetü'z-Zehra”sı gibi ifadeler, keza Nur talebelerinden “Medresetü'z-Zehra'nın
erkânı” gibi ifadeler bunun apaçık bir delilidir. Bu meyanda, onun, üniversiteli Nur
talebeleri için “genç Said'ler” tabirini kullanması da bilhassa anlamlıdır. Emirdağ
Lâhikası'nın tamamına yayılan bu 'Medresetü'z-Zehra' sembolizminden anlarız ki,
Bediüzzaman Medresetü'z-Zehra ile yapmak istediği şeyin özü itibarıyla Risale-i
Nur'da tahakkuk ettiği kanaatindedir. Ve Risale-i Nur'u 'anlayarak, kabul ederek'
okuyan her Nur Talebesi, binası bir türlü dikilememiş Medresetü'z-Zehra'yı zihninde
ve kalbinde inşa etmiş demektir. Özetle, Bediüzzaman'ı tahakkuku için yollara
düşüren “Medresetü'z-Zehra” projesi, esasen, bir 'bina inşa'sı değil; bir 'zihniyet
inşası'dır. Bu inşayı bir mü'minin kendi hayatında ve kendi şahsında başarıp
başarmadığının iki göstergesi ise,
(1) tam da Medresetü'z-Zehra için vurguladığı 'mektep-medrese-tekke,' 'akılkalb,' 'akıl-vahiy,' 'fünûn-u medeniye-ulûm-u diniye' imtizacını zihninde kurabilmesi;
yani 'nur-u kalb ve nur-u fikri cem' edebilmesi;
(2) milliyete, etnisiteye dayalı bir tasavvur ve zihniyetin üstüne çıkabilmesidir.
Medresetü'z-Zehra için “vâcib” dediği “Arapça'ya (dolayısıyla Araplara), “lâzım”
dediği “Türkçe'ye (Dolayısıyla Türklere), “câiz” dediği “Kürtçe'ye (dolayısıyla
16
ren “Medresetü'z-Zehra” projesi, esasen, bir 'bina inşa'sı değil; bir 'zihniyet inşası'dır.
Bu inşayı bir mü'minin kendi hayatında ve kendi şahsında başarıp başarmadığının iki
göstergesi ise,
(1) tam da Medresetü'z-Zehra için vurguladığı 'mektep-medrese-tekke,' 'akılkalb,' 'akıl-vahiy,' 'fünûn-u medeniye-ulûm-u diniye' imtizacını zihninde kurabilmesi;
yani 'nur-u kalb ve nur-u fikri cem' edebilmesi;
(2) milliyete, etnisiteye dayalı bir tasavvur ve zihniyetin üstüne çıkabilmesidir.
Medresetü'z-Zehra için “vâcib” dediği “Arapça'ya (dolayısıyla Araplara), “lâzım”
dediği “Türkçe'ye (dolayısıyla Türklere), “câiz” dediği “Kürtçe'ye (dolayısıyla
Kürtlere) bakış ise, milliyet-temelli bir zihniyeti aşıp 'İslâm kardeşliği'ni merkeze alan
bir tasavvura erişmiş olup olmamanın göstergesidir.
Türk kökenli bir Risale-i Nur müntesibinin zihninde Medresetü'z-Zehra'yı
gerçekten inşa edip etmediğinin bir göstergesi, buna göre, Araplara ve Kürtlere
bakışıdır.
Kürt kökenli bir Risale-i Nur müntesibinin zihninde Medresetü'z-Zehra'yı
gerçekten inşa edip etmediğinin bir göstergesi ise, Araplara ve Kürtlere bakışı...
Kur'ân'ın nâzil olduğu ve bütün İslâmî ilimlerin üzerine bina olunduğu dildir
Arapça. Arapça'ya açıklık, İslâm'a açıklığın ifadesidir.
Türkçe ise, İslâm medeniyetinin son büyük mümessili olan Osmanlının dili
olmak hasebiyle 'İslâm medeniyeti'nin dilidir. Türkçe'ye açıklık, İslâm medeniyetine
açıklıktır.
Kürtçe ise, içinden Selâhaddin Eyyubî gibi isimler çıkaran ve her daim hayat ve
saadetleri Türklerin hayat ve saadetiyle memzuç bir unsurun dilidir. Kürtçe'ye açıklık,
'İslâmî kardeşlik' temelinde kültürel farklılığın ve çoğulcu bir anlayışın zihinlerde
yerleşip yerleşmediğinin göstergesidir.
Dönüp geriye baktığımda, Bediüzzaman'ın Medresetü'z-Zehra'dan beklediği
'fünûn-u cedideyi ulûm-u diniye ile mezc' gayesinin Risale-i Nur talebelerinin
zihninde büyük ölçüde inşa olunduğunu görebiliyorum. Pozitivizmin en katı haliyle
uygulandığı bir zeminden, seküler bir eğitim almış olmasına karşılık mü'min fertlerin;
kâinatı ve öğrendiği bilimleri inkârın değil, imanın vesilesi kılabilen mü'min fertlerin
doğabilmesi —bu ideal kıvamda tahakkuk etmemiş olsa dahi— Medresetü'zZehra'nın birinci hedefinin büyük ölçüde gerçekleştiğini gösteriyor. Ama ikinci
veçheye gelince, sanırım, burada durmamız ve bir vicdan muhasebesi yapmamız
gerekiyor. Bediüzzaman'ın Medresetü'z-Zehra için düşündüğü “lisan-ı Arabî vacib,
Kürdî caiz, Türkî lâzım” formülasyonun da gösterdiği üzere, kendisini etnisiteye,
milliyete göre tanımlama za'fiyetinden yakasını sıyırabilen kişidir ki, Medresetü'zZehra'yı zihninde inşa etmiş demektir. 22
Medresetüzzehra'da öğrenci sayısı
Bu üniversitede 2000 yatılı öğrenci okuyacaktı.23
22. 2007 karakalem.net, Metin Karabaşoğlu
23. Mustafa Süzen. Eski Saidden Yeni Said'e. İst. 2007. s.25
17
Bediüzzaman'ın Kürt Sorunu Reçetesi
Zaman Gazetesi'ne konuşan birkaç akademisyen ve yazar, Bediüzzaman Said
Nursi'nin Van'da kurulmasını planladığı ve temelinin atıldığı Medresetüzzehra
projesinin günümüz kürt sorununa da çözüm olacak nitelikte olan bir proje olduğuna
dair fikir bildirdiler.
Bediüzzaman'ın Doğu Anadolu'da bir 'Darülfünun-u İslamiye' kurma
tasavvuru, Van'da Tahir Paşa Konağı'nda kaldığı sırada ortaya çıkar. Üstad'a göre
bizim düşmanımız cehalet, zaruret ve ihtilaftır. “Bu üç düşmana karşı marifet, san'at
ve ittihad silahıyla mücadele edeceğiz.” diyerek, sorunların nasıl çözülmesi
gerektiğine dair prensipler sunar.
Bu proje, eğitim sistemi olarak ele alınırsa ülkenin sorunlarını çözebilir
Yrd. Doç. Dr. Ramazan Balcı (İstanbul Üniversitesi Öğretim Üyesi): Bu
projeyi toplumun ihtiyaçlarından ayrı düşünmek mümkün değil. Üstad, içinde
yetiştiği toplumun ihtiyaçlarını görüyor. Medresetü'z-Zehra projesi toplumsal
sorunların tamamına çözüm getirme ideali taşıyor. Medresetü'z-Zehra ile bilim-din
ayrılığı ortadan kalkacak, iman kardeşliği inkişaf edecek, aşiret kavgaları sona erecek,
ırkçılığın bölgeyi tehdit etmesi önlenecek. Medresetü'z- Zehra bir bilim felsefesinin
adıdır. Risale-i Nur ile ortaya konan bilim felsefesi eğitim sistemimizin tamamını
içine alacak şekilde ele alınmalı. Toplumsal barış için 'uhuvvet-i imaniye'nin inkişafı
meselesi aynı şekilde toplumun bütün kesimlerini içine alacak şekilde gündeme
getirilmeli ve tedbirler alınmalıdır.
Ayrıca ırkçılık sadece Kürtlerin sorunu değildir. Bu menhus mikrobun aşısı
Üstad'ın eserlerinde mevcuttur. Kürtlerin sorunlarına gelince bunu sadece bir medrese
olarak değil, bir eğitim sistemi olarak ele aldığınızda ülkenin bütün sorunlarının
çözüleceğini ileri sürmek abartılı sayılmaz. Şu an bölgede sivil ve gönüllü kuruluşlar
Bediüzzaman'ın bölgeye bakışını ve adı konulan meselelere yaklaşımını
dillendirmeye çalışıyor. Bediüzzaman, modern asırda Müslüman ferdin ve toplumun
bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek külliyat ve dava sahibi bir imam. Onun
öğretisinde önce bütün alem-i İslam'ı içine alacak büyük şemsiyenin güçlü bir şekilde
ayakta tutulması, sonra küçük taifelerin her türlü haklarının güvence altına alınması
esastır.
Meseleleri çözmek için, siyasetin ötesinde referanslara ihtiyaç var
İsmail Çolak (Tarihçi-yazar): Said Nursi Hazretleri'nin Medresetü'z-Zehra
projesinin çıkış noktası, Doğu'daki cehalet hastalığını yenmek, anarşi, terör ve menfi
milliyetçiliğe zemin hazırlayan rahatsızlıkları tedavi edebilmek. Doğu meselesiyle
ilgili ona göre özellikle üç temel mesele vardır: Cehalet, fakirlik ve ayrılık. Bu
sıkıntıları ortadan kaldırmak için bugün de geçerliliğini koruyan şu meşhur reçeteyi
sunmuştur: “Bizim düşmanımız cehalet, zaruret, ihtilaftır. Bu üç düşmana karşı sanat,
marifet, ittifak silahıyla cihad edeceğiz.” Van, Bitlis, Siirt ve Diyarbakır'da kurulacak,
ama tüm Doğu'yu manen ve ilmen ayağa kaldıracak olan büyük bir İslami darü'lfünunun kurulması noktasında büyük çabalar göstermiştir.
Böyle bir üniversitede Arapça, Türkçe, Kürtçe eğitim verilecek, modern ve dini
18
ilimler okutulacak, akıl ve kalp ikilisi beraber hareket edecek, kafa ile birlikte
vicdanlar da eğitilecek. Ülkemizi terör zulmetinden geleceğin selametine çıkaracak
olan ideal zeminlerin başında Medresetü'z-Zehra ve benzeri okullar gelmeli. Yakın
zamanda Üstad'ın Van'daki Horhor Medresesi'nin de aslına uygun şekilde açıldığını
biliyoruz. Zaman eskise de Risaleler ve Nur Reçeteleri nasıl gençleşiyorsa Üstad'ın
eğitim alanındaki görüşleri, teklifleri ve dolayısıyla Medresetü'z-Zehra projesi de
gençleşiyor, güncelliğini koruyor.Siyasi meseleleri çözmek için, siyasetin ötesinde
referanslara ihtiyacımız var. Çıkar değil, değer merkezli bir bölge siyaseti,
meselelerin uzun vadede çözümü için elzem.
Proje uygulansaydı Kürtçe bugün çok daha yetkin bir dil olurdu
Doç. Dr. Ahmet Yıldız (Siyaset bilimci): Kürtler arasında aşiretçiliğin yol
açtığı çatışma halinin ortadan kaldırılması, Kürtler özelinde insani güvenliğin inşası
Bediüzzaman'ın örgün eğitim modeli olarak Medresetü'z-Zehra'ya atfettiği
hedeflerdir. Böyle bir üniversite için ilk etapta öğretim üyesi kaynağının Kürtçeyi
bilenlerden devşirilmesi, Kürtçenin öğretim dilleri arasında zikredilmesi, öğretmen
yetiştirilmesi özel önem verdiği konular arasında. Ne yazık ki, Kürt milliyetçiliğinin
PKK özelindeki görünümü, Kürtlerin ufkunu sadece Kürdi olana hapsetmiştir. Risalei Nur eğitimine Kürtler arasında var olan yoğun talep ve bunun cemaati
görünümlerinin ötesine geçerek Kürt halk kültürünün asli unsurlarından biri haline
geldi.
Özel ve resmi eğitim kurumlarında özellikle fedakar öğretmenlerin çalışmaları
Medresetü'z-Zehra manasını kamil olmasa da yaşatıyor. Bu proje Kürtçenin anadil
olarak öğrenimi ve eğitim dili olarak kullanılmasına dönük modern dönemde ortaya
çıkan en kurumsal yaklaşım. Uygulanma imkanı bulabilseydi, Kürtçe bugün çok daha
yetkin ve kitlesel kullanıma sahip bir dil olur, milliyetçi politizasyonun araçsal
malzemesi de olmazdı. Türk-Kürt-Arap kardeşliğinin Camia-i İslamiye esprisi içinde
tesisi ve Alevi-Şii-Sünni kardeşliğinin Ehl-i Beyt muhabbeti ekseninde inşasında
Risale metinleri önemli bir referans. Risale-i Nur dini, toplumsal ve siyasi fay
hatlarının tamirinde önümüze uygulanabilir bir medeniyet ufku koyuyor.
Medresetü'z-Zehra da bu ufkun en önemli tezahürlerinden biri.
105 yıl önce teklif edilen bu model bugün için de geçerli
Abdülkadir Menek (Yazar): Maarif probleminin halledilip eksikliğinin
giderilmesi için ciddi, gerçekçi, bölge insanlarının ihtiyaçlarına cevap verecek ve
bölgenin sosyal yapısı ile uyum sağlayabilecek bir proje geliştirilmeliydi. İşte
'Medresetü'z-Zehra' projesi böyle bir arayış ve ihtiyaçtan doğdu. Said Nursi, Sultan
Abdülhamid'e verdiği dilekçede, Medresetü'z-Zehra fikrini anlatmıştı. Üstad'ın
bölgenin huzur ve saadeti için zaruri olarak telakki ettiği bu düşünceye, büyük
badirelerle karşı karşıya olan ve sıkıntılarla boğuşan o zamanın yönetimi tarafından ne
yazık ki, pek alaka gösterilmedi. Eğitim dili olarak Said Nursi, “Arabi vacip, Kürdi
caiz, Türki lazım” diyerek Medresetü'z-Zehra'nın üç dilde eğitim yapacağını belirtir.
Kürtçeyi mahalli dil, Arapçayı ilim ve iletişim dili, Türkçeyi de resmi ve siyasi
dil olarak kabul eder.
19
Osmanlı'dan bize intikal eden bu coğrafyada, huzurun, beraberliğin ve
kardeşliğin sırrı İslam'ın ruhuna uygun olarak tesis edilecek bir eğitim anlayışında
saklıdır. Kürtler ve Türklerin birlik ve beraberliğinin temeli İslam'dır ve bunun
kuvvetlendirilerek devam etmesi önemlidir. 105 yıl önce teklif edilen bu üniversite
modelinin, mantık ve çerçevesi bugün için de geçerli. Bölge böyle bir üniversiteye
entegre olmaya hazır. Bugün için ülkede hem Kürtler ve hem de Türkler açısından bir
araya gelinebilecek en önemli referans Said Nursi'dir. Bundan sonra daha fazla kan ve
zaman kaybetmeye kimsenin hakkı yok. Türkiye'de köklü ve temeli sağlam bir
barışın ipuçları ve yörüngesi, Üstad Said Nursi'nin eserlerinde fazlasıyla var ve
bunlara her zamankinden daha fazla önem vermeliyiz. 24
DİYARBAKIR'DA YADİGÂRLAR
Bu kategoride ele alınacak hususlar şu şekildedir:
a) Bediüzzaman hazretlerinin öğrencilerinin ve yakınlarının Diyarbakır'da
ikameti veya merhumların mezarlarının Diyarbakır'da mevcudiyeti
b) Bediüzzaman'a ithafen yapılan çeşme,camii ve cadde isimleri
c) Diyarbakır'da telif olunan eserler
Üstad Bediüzzaman hazretleri, "Üçüncü Mektub"un dördüncü kısmında,
Diyarbakır'ın kazası Ergani'deki Vanlı Şehabeddin Efendiden bahsetmektedir.
Şehabeddin Efendi, Abdülmecid Ünlükul'un eşi Rabia Hanımın kardeşidir.
Şehabeddin Özer l893'de Van'ın Sabaniye Mahallesinde doğmuştu. Babası
H.Mustafa, annesi ise Fidan'dı. Şeyh Gazail Baba diye bilinen babası, Gazail
Camiinde medfundur ve türbesi ziyaretgâhtır. "Üçüncü Mektup"ta bahsi geçen
Şehabeddin Efendi Diyarbakır Mardinkapı mezarlığında yatıyor. Nureddin,
Şemseddin, Necmeddin ve Rabia isimli kardeşleri vardır. Fidan ve İhsan isminde iki
çocuğu vardır. Kardeşi Rabia Hanım Abdülmecid Nursî ile evlendiği zaman,
Bediüzzaman'la tanışmaları ve irtibatları olmuştu. Şehabeddin Özer şirpençe
hastalığından rahatsızlanınca, Ergani'den Diyarbakır'a getirilişinin ikinci günü 3
Ağustos l943'te vefat etti. Diyarbakır Mardinkapı kabristanına defnedildi. Mezar
Şeyh Muhammet türbesinden 5 m. soldadır.25
Şehabeddin efendinin Kabri
24. 25.08.2013.Risale ajans
25. Baş ve ayak kısmı bazalt taşından yapılmıştırhttp://www.saidnursi.de/tr/yaz.php?index_id=58
20
Diyarbakır'da Vefa Eserleri:
Kulp-Argun köyü Bediüzzaman camii
Diyarbakır Bediüzzaman camii
Diyarbakırlılar Bediüzzaman'a vefalarını onun hatırasına yaptıkları hayrat ile
de göstermektedir.
21
Mehmet Kayalar okuma salonu
Diyarbakırlılar sadece Bediüzzaman'a değil, talebesine de vefa örneği vermektedir.
DİYARBAKIR'LI TALEBELERİ
Şerif Nazlıcan
Şerif Nazlıcan Bingöllüdür, Suudi Arabistana yerleşmek istemektedir.
Bediüzzaman hazretlerini ziyaret eder, fikrini alır. Bediüzzaman hazretleri, Şerif
Nazlıcan'a, seni bir şartla kardeşliğe kabul ederim. Diyarbakır'a gideceksin, Mehmet
Kayalar'a talebe olacaksın, o şartla seni kardeşliğe kabul ederim.
Şerif Nazlıcanın Kabri, mardinkapının sonunda Namazgâhın
arka tarafında, yolun sağındadır.
22
Hafız Teyze
Diyarbakır Saraykapı'da ikamet eden hafız teyze ama'dır.Çok yoksul ve yalnız
olan teyze desteklerle hayatını sürdürmekteydi. Bu teyzenin ismini bir çok kimse
bilmemekte ve sadece Hafız teyze demektedir.. (Mevlüde Akbudak) Bediüzzaman
hazretlerini ziyaret eden bir gruba katılan (Dişçi Kadri Mermutlu grubu) hafız teyzeye
Bediüzzaman hazretleri kerametle daha önce kimse ismini bildirmediği halde ismiyle
hitap etmiştir. Hafız teyze Bediüzzaman hazretlerinin vefatı esnasında Şanlı Urfa'da
bulunmuş, cenazeye katılmıştır. Kabri Yeniköy mezarlığında, caminin arka tarafındadır. Mezarını ziyaret edecek vefalı aranıyor.
Diyarbakırda yadigârlardan olarak; Bediüzzaman hazretlerinin bu bölgede
telif ettiği eserler gelmektedir. Münazarat ve Muhakemat'ın ilk hâli bu bölgede
yazıldı. İşaratül-İcaz Diyarbakır'da Cevdet Bey'in evinde tebyiz edildi. Türkiye'de
Osmanlıca'dan Latince harflere geçiş Diyarbakır'da Bediüzzaman'ın izniyle yapıldı.
“Ramazan, İktisat ve Şükür” risaleleri burada latinceye çevrildi.
İşaratül icazın temize çekilmesi Diyarbakır'da oldu.
Münazarat ve Muhakemet'ın ilk hali Diyarbakır'da yazıldı.
Ramazan İktisat Şükür (İlk Latince yazılmış risale) Diyarbakır'da oldu.
23
Nûr'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar
İrfan Haspolatlı
1950'de Mehmet Kayalar Ağabey Diyarbakır'a geldikten sonra Üstad
Hazretleri Ağabey'e, hanımına ve üç çocuğuna ayrı ayrı maaş bağlayıp her ay bir
talebesi ile Diyarbakır'a yolluyordu.
Resim-1) Üstad'ın Mehmet Kayalara gönderdiği 1 gümüş lira iaşe parası
Resim-2) Mehmet Kayalar'a üstadın iaşe için verdiği 1 gümüş lira ve
nikel bir Türk lirası
Diyarbakır'da üstadın yadigârlarından biri olarak vefatına yakın yerleşmek
üzere geldiği, ancak Urfa'da hastalığının şiddetlenmesi ve orada vefat etmesi üzerine
ikametin nasip olmadığı ama onun için hazırlanmış olan bir evin ikinci katında üstada
bir oda ayrıldığını anlatmıştı. Mehmet Kayalar'ın hizmet verdiği bir ev vardır.
Üstad için Hazırlanmış ve M. Kayalar'ın hizmet verdiği ev.
24
Bediüzzamanı Ziyaret eden Diyarbakırlılar
HALİL SIDKI ÖZTURAN
Fatih'teki Reşadiye Otelini bularak üst kata çıktım. Ben, 'Üstad Hazretlerine
bir söyleyin' dedim. 'Bir Diyarbakırlı müştakınız var, sizinle görüşmek istiyor' deyin.
Gitti, Üstada haber verdi. Üstadın beni beklediğini söyledi."Bunun üzerine hemen
içeri girdim. Az sonra nur yüzlü, nurdan yapılmış bir zatla karşı karşıya gelmiştim.
Somyasının üzerinde yatağında oturmuş, zayıf mahif bir nur âbidesi. Hemen ellerine
sarıldım. Doya doya öptüm. Beni yanına oturttu. Nereli olduğumu sordu.
'Diyarbakırlıyım' dedim.
"Hazret-i Üstad, 'Ben Diyarbakırlıları çok severim, Cemil Paşalarda çok
kalmıştım. Evladım ben şimdi çok rahatsızım. Beni ziyaret etmek isteyenler Risale-i
Nur'ları okusunlar. Risale-i Nur'ların her satırı, bir Said'dir' dedi. Bu esnada elindeki
bir bardakla süt içiyordu. Bardakta biraz süt vardı, kalan sütü bana verdi, benim
içmemi söyledi. Ben de verdiği sütü içtim. Fazla rahatsız etmek istemediğimi
söyleyerek hemen müsaade istedim. Tekrar mübarek ellerini öperek ayrıldım.
"Dışarda Nur talebeleri bana yedi-sekiz tane Nur Risalelerinden verdiler. Ben
artık Nur Üstaddan Nur Risalelerini alarak vatanıma, Diyarbakır'a bir kuş hafifliğinde
uçarcasına döndüm." 26
Diyarbakır'lı Hattat HÂMİT AYTAÇ
"Tevafuklu Kur'ân Şaheserdir"
Diyarbakır, yakın tarihimizde ilim, fikir ve sanat sahasında çeşitli
kıymetler yetiştirmiş olan bir vatan burcudur. Bu kıymetlere Süleyman
Nazif'ten sonra hat üstadı Hâmit Aytaç da katıldı. Hâmid Aytaç diğerlerinden
farklı olarak İslâm âlemi, hattâ dünya çapında bir şöhrete sahip oldu.
Memleketimizde ve İslâm dünyasının çeşitli beldelerinde Hattat Hâmid Aytaç
Hocanın talebeleri bulunmaktadır. Nice evlerde, ellerde, arşivlerde ve kolleksiyonlarda Hâmid Aytaç'ın yüzlerce şâheseri vardır.
Bediüzzaman'ın Barla'da iken talebelerine yazdırdığı tevafuklu Kur'ân-ı
Kerîm'i Hâmid Hoca, o güzel kalemiyle eşsiz bir şâheser olarak asrımıza hediye
etmiştir.
Hâmid Hoca l9ll yıllarında İstanbul'da bulunan Bediüzzaman'la görüştü ve
tanıştı. Bediüzzaman'la Beyazıt Camiindeki bir vaazını müteakip tanışan Hâmid
Hocaya Bediüzzaman yakın alâka göstermiş. Daha sonra Çemberlitaş'ta yapılan bir
toplantıda yine görüşürler. Bu toplantıda Hâmid Hoca Bediüzzaman'ın hazırlamış
olduğu bir hitabeyi okur. Bu görüşmelerin güzel âhenk ve tevafuku, yıllar sonra başka
bir şekilde tezahür etti. Bediüzzaman'ın tesbit edip keşfettiği tevafuklu Kur'ân-ı
Kerîmi şâheser bir şekilde yazmak, Hâmid-i Âmidî'ye, Diyarbakır'ın bu usta
sanatkârına nasip olmuştur.27
26. http://www.menba.org
27. http://www.menba.org
25
İSMAİL YILDIZ
Diyarbakır'ın Hani kazasına bağlı Ceviz köyünde doğdu. Eski eğitmenlerdendir
“İlk ziyaretim"
"1952 senesinin sonunda Üstad'ın İstanbul'da olduğunu öğrendim.
Mektubat'taki ziyaretçiler kısmını okuyarak, Üstad'ı Kur'ân'ın bu asırda bir tercümanı
olarak yalnız Allah rızası için ziyaretine gittim. Aldığım tarif üzere Üstad'ı kolaylıkla
buldum. Zübeyir Gündüzalp, İstanbul Çarşamba'da beni Üstad'a takdim etti. Üstad
Diyarbakır'daki hizmetleri sordu. Yarım saat kadar yanında kaldım. Başında bir sarık,
boynunda bir atkı vardı. Üstad'a bir müddet yanında kalmayı arzuladığımı söyledim.
Üstad yarım saatlik bir görüşmeden sonra mükerreren yanlarında kalmayı arzu
ettiğimi ifade etmeme rağmen 'Memleketinize gidin orada hizmet edersiniz. Bu
görüşmemizi 4 senelik hizmete mukabil kabul ettim' buyurdular. Üstad'ı bir pederin
oğluna şefkatinden daha şefkatli olarak gördüm. Ona kavuşmak lezzeti dünyevî hiçbir
lezzetle mukayese edilmez.
“İkinci ziyaretim"
"İkinci ziyaretim; bir kaç ay sonra, Üstad Emirdağ'da iken oldu. İki katlı bir
binada kalıyordu. Üstad merdivenlerin yarısına kadar indi. 'Sizinle daha evvel
görüşmüştük' dedi. Görüşmemiz 10-15 dakika kadar sürdü. Derslerden ve
hizmetlerden sordu, anlattım. Risale-i Nur elhamdülillah ehl-i insafa kendini kabul
ettirdi. Hatta bizim kazada bir tek muhalif kalmadı.28
ABDURRAHMAN YARGIN
"Ben Said Nursî'yim"
"Antalya'nın Gözene nahiyesinde askerdim. Askerliğimi Jandarma olarak
yapıyorum.
"Burdurlu Mehmet Onbaşı birgün bana, 'Burada senin hemşehrin derin
bir hoca var, sen onu tanıyor musun?' diye sordu. Ben de tanımadığımı söyledim. Daha
evvel köydeyken, Said-i Kürdî diye duymuştum.
“Birgün Karacaören köyüne vazifeli olarak gitmiştik. Yağmurlu havada ıslanıp
hasta oldum, yatsı namazını zorla kıldım. 'Ya Şeyh Abdülkadir-i Geylanî diye medet
isteyip, çok yalvardım. O gece rüyamda birisi arkadan gözlerimi tuttu. Sanki
vücudum elektirik tedavisi oluyordu.
"O arkadan gözlerimi tutan zat, 'Sen kimi çağırıyorsun?' diye sordu. Ben de,
Şeyh Abdülkadir Geylanî Hazretlerini çağırdığımı söyledim. O zaman o zat, 'Ben
buradayım' deyince 'Siz kimsiniz?' diye sordum. Kendisini tanımadığımı ifade ettim.
O zat ise heybetle 'Ben Said Nursi'yim' dedi. Bu esnada aniden uyandım. Hiç mi hiç
hastalığım kalmamıştı. Sanki tedavi olmuştum. Bu rüyadan sonra Said Nursî kalbimi,
gönlümü fethetmişti.
“Üstadı ziyaretim”
"Yine Burdurlu Mehmet Onbaşıdan, Üstad Bediüzzaman'ın Isparta'da
olduğunu da öğrenmiştim.
28. www.menba.org
26
“İlk fırsatta Üstadın ziyaretine varmak istiyordum.
"Üç jandarma arkadaş ve bir minübüs sivil insan vardı. Bir an evvel Üstadı
ziyaret edebilmek için 'Masraflar bana ait' demiştim. Şoför mevzuyu duyunca, 'Siz
mademki Üstada gidiyorsunuz, o halde ben sizden ücret almam, masraflar bana ait'
dedi. 'Sizi trene yetiştireceğim' dedi ve çabucak yetiştirdi.
"Üstadın evine iki yol gidiyordu. Burada duran iki polis 'Yasak' diye
bırakmıyordu. Bu polislere çok yalvardım, 'Ben
jandarmayım, sizin bir
yardımcınızım' dedim. 'Burada hemşehrim bir hoca var, onu ziyaret edip dualarını
alacağım' deyince polislerden biri gideceğim yolu bana gösterdi.
"Az sonra Üstadın avlusundaydım. Orada Zübeyir Gündüzalp Ağabey vardı.
'Niçin geldiniz?' diye sordu. Ben de, 'Biz askeriz, Seyda hemşehrimizdir, onu ziyarete
geldim' dedim. Az sonra müsaade ettiler. Üstadla uzun uzun konuşacağımı
zannediyordum. Ellerini öperek diz çöküp oturdum. Çok ter içinde kalmıştım. Çok
hoş bir feyzin içine girmiştim. O feyizli ânı tarif etmem mümkün değildir.
Heyecandan Üstada bakamıyordum. Sanki manevi bir dünyaya girmiştim. Ne
bakabiliyor, ne de konuşabiliyordum.
"Üstad bana memleketimi sordu. Diyarbakırlı olduğumu söyledim. Bana
dualar etti. Derin bir haz, coşkun bir feyiz içine dalmıştım. Büyük bir kutbun
huzurundaydım. Bu ulvî huzurda ne kadar kaldım, bilemiyorum. Sonra Üstad, 'Trene
yetişin' dedi. Bu yüksek huzurdan huzur içinde, selâmlar vererek, ulvî bir şekilde
ayrıldım. Üstad, Zübeyir Gündüzalp Ağabeye söylemiş. O da bize bir risale verdi.
NİYAZİ TEKİN
"Üstadımız Bediüzzaman Hazretlerini ziyaret ettiğim tarihi pek
hatırlamıyorum. Zannederim 1956'larda olsa gerek. Sonbahar aylarında
Diyarbakır'dan Isparta'ya geldim. Boyacı Rüştü Çakın Efendiyi buldum. O da beni
başka bir zata gönderdi. Onu da buldum, ona kendimi tanıttım. Üstadımızı ziyaret için
geldiğimi söyledim. Beni güler yüzle karşıladı ve içeri aldı, bu arada bana çay ikram
ettii. Çaylar tazelendi, o esnada sohbete daldık.
“Tahminen bir saat oldu olmadı bilemem, bu esnada birisi geldi, 'Kardaşım
Üstad seni istiyor' dedi ve gitti. On beş dakika sonra geldi. O zaman pek ziyaretçi
kabul etmiyormuş, ama yine bana tebessümle 'Ziyaretin kabul oldu' dedi. Nasıl ziyaret
edebileceğimi bana tarif etti.
"Beraberce gittik, ahşap bir eve girdik. Zübeyir Gündüzalp Ağabey bizi buyur
etti. Hazret-i Üstadın yüce huzuruna girdik. Üstad bir divan üzerinde oturuyordu,
evrad okuyordu. Oturmamızı işaret buyurdular. Diz çökerek oturduk. Az sonra evradı
bitirerek, kitabı kapattı ve bana dönerek:
'Hoş geldiniz' dedi. O anda eline kapanarak öptüm, beni iki tarafımdan öptü.
Nereden geldiğimi sordu.
'Diyarbakır'dan' dedim. Sevinerek Diyarbakır'a ait bazı şeyler sordu. Tekrar ne
zaman döneceğimi sordu.
'Birkaç gün buralarda kalacağım' dedim.
29. http://menba.org
27
Bana erken dönmemi tavsiye etti. O zaman Sözler yeni harflerle ilk defa
basılıyordu. Eskişehir'e ve Ankara'ya uğramamı, Atıf Ural'ı görmemi söyledi.
Sözler'le Lem'alar'ın basım işinin geciktiğini, merak ettiğini söyledi. Hazır kitap varsa
alıp Diyarbakır'a götürmemi söyledi.
"Bana Antalya'nın Demokrat İleri gazetesini gösterdi. Bunda neşredilmiş
Risale-i Nurlar vardı. Bana bir İleri gazetesi verdi;
“Diyarbakır'a götür, Mehmet Kayalar'a ver, bunu okusunlar, bu İleri gazetesine
abone olsunlar' dedi.
"Hazret-i Üstadın huzurundan, büyük bir mânevî sevinç ve huzur içinde
ayrıldım. Bir gece Isparta'da otelde kaldım.
"Sözler ve Lem'alar'ı getirdim. Diyarbakır'da Mehmet Kayalar'a aynen
Üstadımızın tavsiyelerini söyledim. Kitapları ve İleri gazetesini verdim, o da beni
cemaate göstererek Üstadımızı ziyaretten geldiğimi anlattı."30
YAŞAR GÖKÇEK
1921'de Diyarbakır'ın Ergani kazasında doğan Gökçek, Edebiyat Fakültesi
Tarih Bölümü mezunudur. Merhum Abdülmecid Nursî'nin (Ünlükul) çok yakın ve
candan bir aile dostudur. Kendileri Cizreli Seyda Hazretlerinin bir talebesidir.
"Isparta'da bulunan Üstadı ziyarete karar verdim.
"Ertesi gün, Isparta'dan geçen bir İzmir otobüsü ile yola çıktım. Isparta'da
Üstad Hazretlerinin kaldığı evi buldum. Büyük bir heyecan içersinde kapıyı çaldım.
Allah'tan beni Üstadla görüşmeye muvaffak kılmasını yalvararak bekledim. Güzel ve
şahsiyetli bir yüze sahip bir kişi kapıyı açtı ve beni içeri aldı. Üstad Hazretlerinin
odasına girdik. Kendileri Şark usulü ber sedirde o mükemmel kıyafetiyle
oturuyorlardı. Etrafında iki veya üç kişi vardı. Ellerini öpmek istedim öptürmediler,
yüzümü gözümü ellerine, cübbesine ve dizlerine sürdüm. O anın yüksek heyecan ve
sevincinden ağlamamak için kendimi zor tutuyor ve o ana kadar duymadığım büyük
bir huzurla, mübarek yüzünü seyrediyordum. Nereli olduğumu, kimliğimi, ne iş
yaptığımı, şimdi nereden geldiğimi sordular. Konya'dan geldiğimi öğrenince de;
“Abdülmecid'i gördün mü? Nasıllar?' diye sordular. Kendileriyle bir gün evvel
görüştüğümü ve mesajını arzettim. Herkese ve hassaten Saadet'e duâ buyurdular.
Ergani ve Diyarbakır'dan tanıdığı bazı kişileri sordular. Tanıdıklarım hakkında
kendilerine bilgiler arzettim.
MEHMED EMİN ER
1335'te Diyarbakır- Çermik ilçesinin Kilo köyünde dünyaya geldi.
1954 tarihinde üstadı ziyaret için İsparta'ya gittim.. Bana nerelisin diye sordu.
Diyarbakırlıyım dedim. Birçok kişiyi ve Mehmet Kayaları sordu. Sonra Zübeyir'e
hitaben 'bir minder getir' dedi. Minderi getirdi hemen yanına sermesini işaret etti ve
bana, “otur” dedi… Seni on beş gün kadar misafir etmek isterdim, fakat üzerimizde
tarassudatlar vardır. Ben seni talebelerimden kabu ettim. Hemen memlekete avdet et.
Paran yoksa sana vereyim. Benim param vardır dedim. Mübarek elini öptüm. O da
faziletinden fakirin elini öptü. Gözyaşlarımı dökerek ayrıldım. Saatime baktım.
Gördüm ki, Üstadla mülakatımız tam 45 dakika olmuş.30
30. http://menba.org
31. N.Şahiner; Son Şahitler, Nesil yay.17.baskı., 4/4185.
28
ABDÜLKADİR EKİNCİ
1948-1949 yıllarında pederim Çermik'te Kur'an kursu hocasıydı. Babam, arada
sırada bize, “Üzülmeyin, merak etmeyin şafak atmış, güneş doğacak.” diye karanlık
günlerin gerilerde kaldığını ve İslami hizmetlerin inkişafını müjdeliyordu… Risale-i
Nurları okumazdan önce kendimi çok bigi sahibi bir hoca zannediyordum. Ama Nur
risalelerini okuyunca, o eski bilgilerim çok sönük kaldı…
‘Nihayet bu arzu ve iştiyak içinde İsparta'ya geldim. Üstadın elini öptüm.
Bana niçin geldiğini sordu. Ben cevaben:'Niçin geldiğimi bilmiyorum. Kendimi
size teslime geldim. Bir sapan taşı gibiyim, nereye atarsan oraya gideceğim.'Bana
'Yemen'de Risale-i Nur'a hizmet edeceksin, haydi git” deseniz, derhal Yemen'e
giderim, dedim. Bu cevabım Üstadımızın hoşuna gitmişti. Çok memnun oldu.
Yanımda bulunan ağabeylere;
“Bakın şarkta böyle fedakârlar var” dedi. Bulunduğum yerde hizmet etmemi
istedi.32
ASAF GÖRDÜK
1934'te Diyarbakır'ın Eğil beldesinde doğdu. Öğretmen arkadaşım İrfan
Haspolatlı ile birlikte Diyarbakırdan trenle ayrıldık. O sıralarda İsparta ilinde
olduğunu öğrendiğimiz Bediüzzaman hazretlerini ziyaret etmeyi amaçlıyorduk…
Üstad Diyarbakırdaki Mehmet Kayaları sordu. Aslolan beni ziyaret etmek değildir.
Kur'an tefsiri açıklaması mahiyetinde olan Nur risalelerini okuyunuz' dedi.
Askerlik kuramda Emirdağ çıkmıştı İstediğim yer çıkmıştı. Arkadaşım
Emirdağ'ın Bediüzzaman Said Nursi'yi misafir ettiğini söyledi. Üstadı ziyarete
gittiğimde 'Gel,gel kardeşim ,seni beklyordum dedi. Ellerini defalaraca
öptüm,öptüm..O esnada hıçkırıklarla ağladığımı unutamamam.Daha önce
söylemediğim halde Bak kardeşim sen istedin,sen geldin demesi kerametidir..Bizim
soyumuz Diyarbakır'ın Eğil ilçesi beylerinden gelir.Onlarda Paygamber Efendimiz
(s.a.s) amcası Hz. Abbasın soyundan gelmektedir. Bediüzzaman Peygamber
soyundanddır.'Asaf kardeşim Abbası aşairindendir ve benim amcazademdir demesi
ancak ve ancak bu asrın müceddididinin bir kerametidir. 33
SELAHATTİN KAPLAN
1926 senesinde Diyarbakır'ın Bismil ilçesinde doğan Selahattin Kaplan Nizip,
Kırıkhan, Düzce, Ergani, Çermikte müftülük yaptı. Diyarbakır'a yerleşti.
'Fatır-ı Zülcelal'e asrımızın müceddit ve mutasarrfını göstermesini niyaz ettim. Âlemi mânada gördüm ki, Diyarbakır'ın Urfa kapısına yakın Melik Ahmed camii'nin
civarında Üstad Bediüzzaman.. Miftahü'l-İman'ı bana verdi. Hemen uyandım
Namazdan sonra Diyarbakır'dan bir arkadaş çıkageldi ve rüyada bana verilen kitabın
aynısını verdi. Ve o gün emekli Yüzbaşı Mehmet Kayalar, Üstadın eserlerini ders
vermekle neşrettiğini ifade etti. Burada, Üstad'ın manevi tasarrufuyla intişar edip beni
de halka-i tedrisine almayı buyurduğuna kanaat getirdim, Allah'a şükrettim.
Bediüzzaman'ı ziyaret aşkıyla yola çıktım…Üstad; “Hoş geldin kardeşim..
Seni talebelerim içine kabul ettim, dua ve kazançlarıma dâhil ettim” dedi. 34
32. N.Şahiner; Son Şahitler, Nesil yay.17.baskı., 4/191.
33. N.Şahiner; Son Şahitler, Nesil yay.,17.baskı.,6/127.
34. N. Şahiner; Son Şahitler, Nesil yay.,17.baskı., 5/287.
29
İRFAN HASPOLATLI
1932 yılında dünyaya geldim.
Üstadı ilk ziyaretim: Emirdağı'na vardım. Öğlen namazını kıldım. Üçüncü
günboy abdesti alıp Üstadla görüşmek isteyecektim. Başka başka sürprizlerle
karşılaştım. O büyük üstad keşfi kerametiyle camide namaz kılarken Ceylan isimli
talebesini göndererek beni çağrıyor) Evet namazı bitirip cami avlusuna geldiğimde bir
genç karşımda bana Diyarbakır'dan gelen öğretmen senmisin diye sordu. Çok
şaşırdım ve heyecanlandım. Ben evet benim dedim. O da “seni Hz.Üstad istiyor”
dedi. Bu saatte üstad ziyaratçi kabul temez. Ben üstadla bir akrabalığım olup
olmadığını sordu. (Not: Akrabasıdır). Üstad hazretleri yatağına yaslanmış cevşen-i
kebir okuyorlardı. Beni görünce yatağından doğruldu. Cevşeni kapatıp masanın,
üzerine koydu. Bana tebessüm buyurdular. Ben de hemen ellerine sarılıp birkaç kez
öptüm. O'da başımı okşadı. Evvela Mehmet Kayalar hazretlerinin hal ve hatırlarını
sordu. Ben de hizmetle ilgili bilgiler sundum. Bana buyurdular, kardeşim, ben
Diyarbakır'a gelip hizmet yapacaktım, Rabbime hadsiz şükürler olsun Mehmet
Kayalar kardeşim ihtiyaç bırakmadı. O şarkta yüz evliyanın işini gördü.
Üstadı ikinci ziyaretim Ölümünden 2.5 ay önce Ankara Beyrut palasta 13
talebesiyle beraberdim. “Nurun kuvveti şarktadır, Nurun kuvveti Diyarbakırdadır.” demiştir. (Mülakat)
DİYARBAKIRLI MİSAFİR
Bir gün Bediüzzaman, Ceylan Çalışkan ve ve Zübeyir Gündüzalp isimli
talebelerini çağırarak:
“Ceylan. Zübeyir. Benim trenle gelecek bir misafirim var. Gidin onu karşılayın
ve buraya getrin!” der.
Bunun üzerine talebeleri gelecek kişinin kim olduğunu, nasıl biri olduğunu
sormadan hemen tren garına giderler. Ceylan Çalışkan isimli talebesi, gelen
yolculardan birinin bavuluna sarılır. Gelen Diyarbakırlı biridir. Çocuklarını
evlendirmiş, ev bark sahibi yapmıştır. Daha sonra hanımı da vefat edince, çocuklarına:
evlatlarım, sizin bana ihtiyacınız kalmadı. Ben ömrümün son günlerini Beytullah'ta
geçirmek istiyorum, diyerek Mekke'ye gider.
Bir gün bir veli zat, adama;
“Kardeşim buradaki beyt (ev) konuşmayan beyttir. Sen Türkiye'ye dön,
İsparta'ya git. Orada Bediüzzaman Said Nursi isminde biri var. Konuşan beyt orada.
Git, o zatı bul!” der.
Bediüzzaman'ın talebelerinin karşıladığı Diyarbakırlı zat işte bu kişidir.
Misafirini sokak kapısında karşılayan Bediüzzaman:
“-Kardeşim. Hoş geldin. Sen buraya çok zahmet çekerek geldin. Konuşan beyt,
Risale-i Nurdur. Bu eserleri oku, imanını kurtar!” der… Ve ardından:
“-Senin çoluk çocuğun yok mu diye sorar. Adam:
“-Var, efendim”, diye cevap verince Bediüzzaman:
“-O zaman git, onlara da bu eserleri okut. Onlar da imanlarını kurtarsınlar. Sen
oralarda ölseydin sadece kendi imanını kurtaracaktın. Ama bir kişinin imanını
kurtarmak senin çöller dolusu koyunu sadaka vermenden daha hayırlıdır,” hadisini
okur. Ve:
30
-Bu kitapları al, memleketine dön, çocuklarınla beraber oku!” diyerek
misafirine iki sandık dolusu Risale-i Nur hediye ederek onu yolcu eder.35
BEDİÜZZAMANIN İSİMSİZDİYARBAKIRLI ZİYARETÇİLERİ
Yukarda hatıralarına yer verdiğimiz Diyarbakırlı talebelerinin dışında isimleri
bilinmeyen daha birçok Diyarbakırlı ziyaretçileri vardır. Bunun böyle olduğunu Ali
Tayyar bey'in bir ziyaretinden anlıyoruz. O şöyle diyordu: … Üstadın Cuma namazına
çıkmasını bekledik. Bizim gibi birçok ziyaretçi vardı. Van'dan Diyarbakır'dan,
Erzurum'dan gelmişlerdi.”36
Konyalılar tarafından Hüsmen Hoca olarak tanınan Hüsmen Hüseyin Duran
Bey şunları anlatmıştı:
“Üstad Ankara'ya geldiğinde biz de ordaydık. Diyarbakırlı bir yüzbaşı
karşıladı Üstadı. Üstad da ona müspet hareket etmek, menfi hareket etmemek
hakkında ders verdi.” 37
Hasan Okur beyi dinleyelim:
Biz Ekim l959 başlarında ziyaret etmiştik ki, bundan üç ay sonra Aralık
sonunda Üstad Ankara'ya teşrif ettiler. Denizciler Caddesindeki Beyrut Palas'ta
kendilerine tahsis edilen üçüncü kattaki güneybatıya nâzır odaya yerleştiler.
Yanıbaşındaki odada hizmetindeki ağabeyler kalıyordu. Türkiye'nin Diyarbakır,
İzmir gibi uzak yerlerinde Risale-i Nur'a hizmeti sebkat eden pekçok Nur talebesi ve
Ankara'da haber alanlar, ziyaretine koşuyorlardı.38
ŞEYH AHMED HİLMİ(ÇİT) EFENDİ
1915 Diyarbakır Hani doğumludur. Tahsilini Silvan'da yaptı. Rufai
tarikatında tövbe veriyordu.1979 yılında vefat etti. En çok okuduğu eser Risale-i nur
imiş. Üstadla iki defa görüşmüş. 39
MOLLA İBRAHİM TERKANLI
Ali Pınar imamı İbrahim bin Delo H.1290 yılında doğdu. Seyda Diyarbakır'a
bağlı Terkan'da ikamet ederdi. Sonraları Heftselm köyüne ve bilahere Alipınar köyüne
gelir. Büyük âlim ve zühd sahinbiydi 1952 yılında vefat etti. 40
Üstad Bediüzzamanla devamlı mektuplaşırdı, özel bir ilişkileri vardı.41
SEYDAYE MOLLA HASAN-I KARANASİ
1910 yılında Diyarbakır merkez Karanas köyünde doğdu. Norşinli Şeyh
Ma'şuk efendinin halifesidir. Alicani aşiretindendir.1989'da vefat eder.
1938'de Kastamonu'da askerlik yaparken orada sürgünde bulunan Üstad
Bediüzzamanla tanışır, artık askerlik müddetince Üstad'ın ziyaretlerindedir.
Seydanın üstadla ilk karşılaşmasını şöyle anlatır: “Üstad'ın Kastamonu'da
olduğunu duyunca ne pahasına olursa olsun mutlaka onu ziyaret edeceğim dedim ve
bir hafta sonu tatilinde kaldığı yere gittim.
35. Emre Eren; Bediüzzaman'ın Hayatı, Muştu yay., 2007, s.109.
36. http://menba.org.
37. http://www.menba.org
38. http://menba.org
39. M.Şefik Korkusuz. Tezkire-i Meşayih-i Amid.İst.2004.s.70.
40. Z. Abidin Çiçek. Diyarbakır'ın Fethi, Tarihi ve Kültürü. Diyarbakır.1977.s.131.
41. M.Şefik Korkusuz. Tezkire-i Meşayih-i Amid.İst.2004.s.125.
31
Beni kapıda karşılayanlar Üstad'ın ziyaretçi kabul etmediğini söyleyince;
Diyarbekirli olduğumu, orada askerlik yaptığımı, mümkünse kendisini ziyaret etmek
istediğimi kendisine bildirmelerini kendisine bildirmelerini söyledim, içeri girdiler ve
kısa bir müddet sonra dışarı çıkıp beni içeri aldılar.
İçeri girdim, karşımda bir ranzada oturmuş halde olan üstad eli ile işaret edip
beni çağırarak Kürtçe 'Fakih Hasan, sen Fakih hasan değilmisin? Gel gel'dedi.
Hâlbuki ben kesinlikle ismimi hizmet edenlere söylememiştim, ilk hayretim burada
başladı. Ben hemen cevaben Kürtçe Evet efendim Fakih Hasan'ım deyip gidip elini
ziyaret ettim, o da; iki eli yüzümü tutarak, iki gözümü, iki yanağımı ve çenemi öperek
dediki; İnşallah Hazret, Risale-i Nur dairesindedir, Masum Risale-i Nur dairesindedir,
Maşuk Risale-i Nur dairesindedir, sen de Risale-i Nur dairesindesin.'bu sözleri
duyunca, kendimi anladım da, o zamana kadar Diyarbekir'in dışına çıkmayan,
dolayısıyla hiç kimseyi tanımayan ben, hazret, Masum ve Maşuk'un kimler olduğunu
tanıyamamıştım.
O günden sonra artık devamlı üstadın müdavimi olmuştum, o da beni
sevdiğinden hiçbir gün kabul etmemezlik etmemişti. Askerliğim bitince bana biraz
Risale-i Nur parçaları verdi ve “Bunları al götür Diyarbekir'de dağıt!” dedi. Ben de
aldım ve getirdim, dolayısıyla Diyarbekir'e Risale-i Nurları ilk getirenlerden biriyim,
belki de ikiyim.
Askerlikten 5,6 yıl geçtikten sonra yine bir gün üstad, Afyon Emirdağ'ındadır.
Seyda hemen kalkıp Emirdağ'ına gider ve uzun uzadiye görüşürler. Seyda diyor ki 'Bir
ara üstad'a şöyle dedim; Size mürid olmak istiyorum. Üstad cevaben; Ben branş olarak
tarikat hareketi yürütmüyorum, bütün mesaimi Kur'ani hizmete verdim, ancak sen,
Norşin köyüne git, orada fukara kıyafetinde melekleri göreceksin. Oradaki zata
intisab et. Ayrıca orada Şeyh Ma'sum'a da selamımı ilet ve de ki: “O'nu sabaha karşı
dualarımızda manevî mecliste hatırlıyoruz.
Seyda bu ifadeden sonra tam ayrılacakken, Üstad kendisine 'Seni ahiret
kardeşim olarak kabul ettim.' Ve ardından 'Kardeşin olarak senden de bana dua etmeni
istiyorum'deyince, bende kendi klendime, nasıl dua edebilirim ki? diye düşünmeye
başladım ki Üstad' Ya Rabbi sen, benim kardeşim Said'e Rahmet eyle 'dersin' dedi.
Ben de hayretler içinde kaldım ve sonra çıktım.
Diyarbekir'e geldikten sonra Norşin'i sordum ve aldığım adresle hemen yola
çıktım, o zaman Norşinde Şeyh Ma'şuk efendi irşad postunda idi. Ancak ben onu ilk
defa görecektim. İçeri girdiğimde enteresan bir olay oldu. Divanda bir sürü âlim ve
meşayih oturuyor, karşıda Şeyh Ma'şuk efendi beni görür görmez, yemin ederim ki
aynen Üstad'ın beni ilk çağırışı gibi, Kürtçe Fakih Hasan, değilmisin? Gel! Gel!' dedi
ve gittim.
Elini ziyaret ettim, o da Üstad'ın yaptığı gibi iki eli ile yüzümü tutarak, iki
gözümü, iki yanağımı ve çenemi öperek bana;'İnşalllah Hazret Risla-i Nur
dairesindedir, Ma'sum Risale-i Nur dairesindedir, Ma'şuk Risale-i Nur
dairesindedir'deyince şaşkınlıktan küçük dilimi yutacaktım, hemen tövbe edip
yanlarında hizmete başladım' 42
42. M.Şefik Korkusuz, Tezkire-i Meşayih-i Amid, İstanbul 2004,s.109.
32
HACI EMİN ONUR
Diyarbakır'ın büyük zenginlerinden(Onur'lar Türkiye'nin önemli
zenginlerindendir) Bediüzzaman'ı ziyaret etmek ister.Yanına bir deste para
alır.Bediüzzaman'ı ziyaret eder.Çıkarken deste parayı Bediüzzaman'ın yastığı altına
koyar.Geriye dönüp 2 adım atınca Bediüzzzaman kükrer'Benim Allah'tan başka
kimseye ihtiyacım yok'der.Bunun üzerine Hacı Emin Onur titrer ve' beni affet'der
(Anlatan Berber Sait Çil)
MUHAMMED CAN
Bediüzzamanı ziyaret eden Diyarbakırlılardan birisi de 1923 doğumlu
Muhammed Can'dır. 50 yıldır Diyarbakır Ulu caminin müdavimidir. 1946 yılında
İstanbul'da gözetim altında olan Bediüzzaman'ın elini öper. Bediüzzaman,
istikametinin devam etmesi üzerine dua eder.
Muhammed Can 1946 onu gördüğümde
yanında iki görevli vardı. Aynı fotoğraflardaki
cübbe ve sarıklı hâldeydi. Şahin ağa otelinde
kalıyordu. İkindiden sonra bizi kabul edeceğini
söyledi, ama gidemedik. Askerdik o zaman.
Çok şükür Allah yine karşımıza çıkardı.
Elini öptüm. Bana şöyle dua etti. 'Allah seni
istikamet üzere muhafaza etsin' İnsan yüzüne
bakamıyordu. Öyle gözleri vardı ki bakılamıyordu. Baktım fakat hayâ ediyordum.
Muhammed Can
Baktığımda gözlerim kendiliğinden aşağıya iniyordu.
Bu Allahtandır. O asrın bedii'di. Kardeşim Ahmet Aytimur ile beraber ile
beraber askerdik, aramızda 'Onun hizmetinde kalacağız 'diye anlaştık. O sözünde
durdu. Ama bana nasip olmadı. Babam vefat etti. Evin tüm yükü, kardeşler boynuma
kaldı. Diyarbekir'e gelmek zorunda kaldım.
Bediüzzaman vefat ettiği gece bir rüya gördüm. Sabah namazına yakın rüyada
tüm Asuman siyah levhalarla kaplanmış, ortasında sarı renkle 'SAİD, SAİD, SAİD
'yazılıydı. Birden bağırarak uyandım. Kaynanam ne oldu dediyse de, anlatmadım.
Sabah daireye gittim. Belediyede muhasebe memuruydum. Sabahtan beri
sıkıntılıydım. Bir şey olmuştu, ama ben de bilmiyordum. Saat 9-10'da Vanlı biri geldi.
Bediuzzaman bu sabaha karşı vefat etmiş dedi. “İnna lillahi ve inna ileyhi raciun….”
HİKMET YILMAZ
Hikmet Yılmaz:1956'da İsparta'da askerdim. Bunalım içindeydim, intiharı
düşünüyordum. Arkadaşlar Bediüzzaman'ı ziyaret edelim dediler. Bediüzzaman'ı
evinin önünde ziyaret ettim. Elini öptüm. Nereli olduğumu sordu., Diyarbakırlıyım
dedim. Başımı ve sırtımı okşadı. Ondan sonra ruhi bunalımım tamamen geçti
33
Bediüzzaman'ı ziyaret eden Hikmet Yılmaz,
arkada ise Bediüzzaman'ı ziyaret eden Muhammed Can
TARIK AKTEKİN'İN ÜSTADIMIZ BEDİÜZZAMAN'I ZİYARETLERİ HAKKINDA
Malatya 5. işletme Md. kısım şefi olarak çalıştığım zaman, idareden izin
almıştım. Bu iznimi değerlendirmek için Diyarbakır'da bulunan muhterem Mehmet
Kayalar ağabeyimizi ziyarete gittim. Orada Üstad'ımızı da ziyaret kasti ile müsaade
istemiştik.
Isparta'ya giderken Mehmet Kayalar Hz. bana Üstad'a ait kitap parası olan yedi
yüz lirayı vermişti. O zaman duyduğuma göre Üstad'ımız Bediüzzaman Hazretleri,
Risâle-i Nûr'lardan her basılan eserden yüz âdet kendine ayırtır. Yalnız bunların
parasını, kendisi ve talebelerine tayinat yapardı. Diğer basılan kitapları talebelere ve
hizmete karışmazdı. O yüz adet Risâle-i Nûr eserlerini de Diyarbakır'a Muhterem
Mehmet Kayalar ağabeyimize gönderirdi. Ağabeyimiz hemen çabucak Üstad'a ait o
eserleri tevzii yani satılmadan parasını Üstad'ımıza elden bir talebe ile gönderirdi…
İşte bana da o para verilmişti. Kendim demir yollarında çalıştığım için
Isparta'ya trenle gitmek üzere Diyarbakır'dan yola çıktım, yolda. Ankara'ya uğradım,
Üstad'ımızın talebelerini ve kardeşlerimizi, gördüm, ziyaret ettim. O zaman, hukuk
talebesi olan Atıf Ural kardeşi ve diğer teksir işinde uğraşanları gördüm. Gece bile
teksir işlerinde yorulmadan, yıkılmadan çalışıyorlardı. Diyorlardı; Üstad'ımız Risâlei Nûr'ların biran evvel basılıp, Müslümanların ellerine geçmesini istiyorlarmış.
Ardından Eskişehir'e geçtim, tanıdık Nûr talebesi kardeşlerimle de görüşmüştüm.
Oradan trenle Isparta'ya gittim. Üstad'ı ziyaret için doğru kaldıkları hanelerine
geldim. Kapıyı çaldım, talebelerden bir kardeşimiz kapıyı açtı, Diyarbakır'dan
geldiğimi ve Üstad'ı ziyaret etmek istediğimi söyledim, o zaman Üstad'ımız rahatsız
olduğundan herkesi kabul etmiyorlarmış.
Üstad'a giden hizmetindeki talebe daha sonra yanımıza geldi, benim nereli
olduğumu ve Mehmet Kayalar Hz. ziyaret edip etmediğimi sorup tekrar Üstadın
yanına gitti, müsaadeyi almıştık. Ben de heyecanla yavaş yavaş Üstadın hizmetindeki
talebe ile Üstad'ın odasına girdim. Mübarek her zamanki sarık ile karyolada yatağının
34
üzerinde yorgan içinde oturuyordu. Tarihçe-i Hayat eserinin hakkında;
“Sizin orda bu eserin durumu nedir?” buyurdular. “Efendim, hem Malatya'da
hem Diyarbakır'da çok geniş bir safhada dağıtılıyor.” dedim. Hemen buyurdular
“Kardeşim, Tarihçe-i Hayat Anadolu, İslâm âlemi ve Avrupa'da büyük bir hizmet
görecek, büyük bir fütuhata da vesile olacak.”
Daha sonra ben, Ağabeyimizin benimle gönderdiği 700 lirayı cebimden çıkarıp
verirken, “Efendim Mehmet Kayalar ağabeyimiz bu kitap paralarını size vermemi
söyledi.” dedim.43
BEDİÜZZAMAN'IN DİYARBAKIR'LI TALEBELERE BAKIŞI
Mehmet Kayalar Hazretleri, Üstadı ziyaretinde Üstad kendisine hitaben'
Kardeşim, ben her gün sabahleyin talebelerimi ismen ve sureten görür, duama
alırım,akşamleyin yalnız ismen dua ederim. Fakat senin talebelerini sabah ve akşam
hem ismen hem sureten görür, duama alırım' demiştir,44
Bediüzzamanın bir arzusu ve Diyarbakır Uçağı
Bediüzzaman, Afyon'da bulunuyordu. Zübeyir Gündüzalp ona Türk kuşu
Cemiyeti'nin, isteyenlerin uçakla gezdirdiğini söyledi. Üstad bu habere çok sevindi.
Ancak uçağa binmenin o zamanki şartlarda 50 lira gibi büyük bir parayla olduğunu
öğrenince 'Ben de bedava olduğu zaman binerim dedi. 1960'da cenazesi Diyarbakır
uçağıyla Afyon semalarında uçmuştu. Böylece isteği 10 yıl sonra bedava olarak
gerçekleşmişti.45
Bediüzzaman'ın Na'şını Gizlice Taşıyan Askerler Yıllar sonra konuştu
12 Temmuz gecesi türbeyi 100 civarında asker kuşatır… Halilürrahman
Dergâhı'nda (Hz. İbrahim Makamı) bir saat içinde yaşanır tüm bunlar. Tabut bir
arabaya yerleştirilip Şanlıurfa Alay Komutanlığı'na nakledilir. Askerî konvoy
nizamiye kapısında durdurulurken sadece Bediüzzaman'ın naaşının olduğu arabanın
girmesine izin verilir. Küçük havaalanında Diyarbakır'dan gelen C-47 nakliye uçağı
beklemektedir. Uçaktaki dört kişiden pilot Ahmet Kırlay, muhabereci Kadri Özkartal
ve diğer ekip gece yarısı apar topar kaldırılıp Urfa'ya yönlendirilir. Kadri Bey'in eşi
Hikmet Özkartal taşınan kişinin Bediüzzaman olduğunu daha sonra öğrendiklerini
söylüyor:
“Biz şehit var sanmıştık. Ama Bediüzzaman Hazretleri olduğunu öğrenince
tüylerimiz diken diken oldu.”
43. İrfan Haspolatlı; Nûr'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar.2003, ve Mülakat.
44. Nurun muallimi Mehmed Kayalar ve Hatıralar.Sembol Basım.İst.2010.s.22
45. Halit Ertuğrul; Said-i Nursi'nin Destanlaşan Hizmeti,Nesil yay., s.212.
35
Gece yarısı Afyon Havaalanı'na inen uçağı vali ve yaklaşık 15 asker karşılar
Bir ambulansa yerleştirilir Bediüzzaman'ın naaşı. Peşine de 3-4 tane askerî araç
takılır. Araçlar dağların arasından süzülüp sessizce yol alır. “Nereden gittiğimizi
bilmiyoruz. Dağların tepesiydi. Araba önümüzde gitti, arkadan askerî arabayla gittik.
Anayollardan gitmedik, dağ yollarıydı. Karanlıktı.”
3-4 saatlik yolun sonunda gece yarısını geçerken Isparta'da meçhul bir yere
gelinir. 46
DİYARBAKIR'DAKİ GÜNLERİ
Bediüzzaman hayatının ilk yıllarında bölgede irşadda bulunmuştur.
'Bediuzzaman 1910 yılında ülkesine geri dönüp; Bitlis, Muş, Diyarbakır ve Urfa
yörelerini dolaşarak, vaaz ve nasihatlerde bulunur. 1911'de Şam'a giderek Emevi
Camii'nden ünlü 'Hutbe-i Şamiye'yi irad ederek İslam ümmetinin; sosyal, siyasal ve
ekonomik sorunları ve çözümleri üzerine tahliller yapar.47
Bediüzzaman 'Diyarbakır ve Urfa şehir merkezleriyle etraflarındaki bazı köy
ve aşiretleri dolaşarak meşrutiyet hakkında bilgi verdi, konferanslar verdi.48
Bediüüzzaman ve Cemiloğlu konağı:
Bediüzzaman hazretlerinin Diyarbakırda ikametiyle ilgili olarak son şahitlere
kulak verelim: Son şahitlerden Halil Sıdkı Özturan: Üstad beni yanına oturttu. Nereli
olduğumu sordu, Diyarbakırlıyım'dedim. Hazret-i Üstad, “Ben Diyarbakırlıları çok
severim. Cemil paşalarda çok kalmıştım” 49 der
1959 yılında Diyarbakır'da yapılan medresenin yol, su ve elektriği yoktur.
Bunu öğrenen Bediüzzaman hazretleri 1910'larda misafir kaldığı Cemiloğullarından
o zaman daha çocuk olan Felat Cemiloğlu'na haber gönderir. Felat Cemiloğlu
Diyarbakır Belediye başkan yardımcıdır. Felat bey Bediüzzaman'ın bu emrini alınca
'Emrin başım üstüne der, medresenin yolu, su ve elektriğini verir' 50
Bediüzzaman'ın Diyarbakır'da kaldığı Cemil Paşa konağı
46. http://www.nurpenceresi.com
47. Leyla Efe; Mızgin, sayı: 31, Bediüzzaman Yaşamı Ve Mücadelesi.
48. Aksu M; Bediüzzaman Said Nursi'nin Van Hayatı, Şanlıurfa 2003,s.23.
49. Necmeddin Şahiner 'Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi'yi anlatıyor. Nesil yay. 2004.c,4,s.321.
50. İhsan Atasoy.Mehmed Kayalar. Nesil yay.İst.2012.s.80 ,
36
Diyarbakır eşrafından Cemil Paşa'nın dâveti üzerine bir süre onun
konağında misafir olarak kalmış ve fikir adamlarının sohbetlerine katılıp
âlimlerle münâzarâlar yapmış.51
Bediüzzaman hazretleri Diyarbakır'da Cevdet beyin evinde kalmış ve İşarat-ül
icaz tefsirini tebyiz etmiştir. (İşarat-ül İcaz tefsiri) Seksen yaşın üzerinde rahmete
giden mühendis Es'at Cemiloğlu Bediüzzaman'ı şu şekilde anlatıyor:
Bediüzzaman bize misafir olduğunda ben sekiz yaşındaydım. Bediüzzaman
beni dizine oturttu, bir dua öğretti.
Daver Cemiloğlu da Bediüzzaman'ın evlerinde kaldığını ifade etmektedir.
1916 yılında Çanakkale kumandanı İzzet paşa ve İsmet İnönü de Cemilpaşa'larda
misafir olmuştur.52
Bediüzzaman ve Hz. Ömer camii
Bediüzzaman hazretleri 1910 yılında Şam'a gitmeden önce Diyarbakır'da
Hz.Ömer camiinin üst katındaki odada 40 gün itikâfta kalmıştır.53 Cami haziresinde
Sahabeden Sultan Suca'nın kabri vardır. Bediüzzaman hazretlerinin böyle bir camide
itikâfa girmesi de tesadüfî olamaz. Sultan Suca hazretlerinin 1801 yılı Diyarbakır
Salnamelerinde Sahabi olduğu kaydı bulunmaktadır.54
Üstadın 1910 yılında Diyarbakır'da ve
40 gün itikâfa girdiği Hz. Ömer camii
komşusu Sahabe Sultan Suca
Bediüzzaman'ın 1910 yılında Diyarbakır'da itikâfa girdiği camiinin üst katındaki oda
51. http://www.webturkiyeportal.com/webforum/191442-diyarbakirin-hikayesi.html
52. Diken Ş, Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir, Diyarbakır İletişim yay., 2003, s.99.
53. Kaynak kişiler: Hz.Ömer camiinin emekli imamı Abdullah Orhan ve Hafız Ali Mülayim
54.1801 yılı Diyarbakır Salnameleri,4/208.
37
Bediüzzaman hazretleri Diyarbakır ulu caminin yanındaki Zinciriye
medresesinde 15 gün kalmış, Diyarbakır'lı âlimlerin sorularına cevap ve fetva
vermişti.55 Bediüzzaman; Zinciriye'de kaldığı günlerde ziyaret edenlerin, soru sormak için gelenlerin ve ders almak isteyenlerin fazlalığı yüzünden medresede
tedrisâtın aksamasına fırsat vermemek için oradan ayrılmış.56
Bediüzzaman'ın 15 gün kaldığı Diyarbakır'daki Zinciriye (Sincariye) Medresesinden görüntüler
Dışta en uç oda Bediüzzaaman ve Diyarbakırda ikametinde önemli bir köşe
15 gün Zinciriye medresesinde kaldığı oda ve köşe
55. Kaynak: Ulu cami emekli imamı Hafız Ali Mülayim.
57. http://www.diyarinsesi.org/evliya-celebinin-diyarbakir-yazilari_m166.html.
38
Ulu Cami'nin batısında olan ve halk arasında Sincariye Medresesi olarak da
tanınan Zinciriye Medresesi, 12. yüzyılın sonlarına tarihlendirilmektedir. Medresenin
mimarı Melik Salih Necmeddin'dir. Bazı kaynaklarda da mimarı İsa Ebu Dirhem
olarak geçmektedir.
Açık medreseler plan tipinde, iki veya tek eyvanlı plan şemasına uygun olarak
tek katlı yapılmıştır. Kesme taştan yapılan medresenin giriş kapısı ile ön cephesinin
ayrı bir yapısı bulunmaktadır. Bezemesi olan ön cephede diğer aynı dönem
yapılarında olduğu gibi zengin süslemeler burada görülmemektedir. Plan olarak diğer
Anadolu medreselerinden biraz farklılıklar göstermektedir. Belki de iklim
koşullarından ötürü avlu biraz küçültülmüştür. İki eyvanlı olan medresenin giriş
eyvanı çapraz tonozla örtülmüştür. Avluyu çepeçevre beşik tonozlu bir revak
çevirmektedir. Medresenin en belirgin yeri olan ana eyvanın sağ ve solunda beşik
tonozlu iki oda, sol köşesinde de kubbeli bir oda yer almaktadır. Medresenin tek
kubbeli olan bu bölümüne bir dehlizle girilmektedir. Avlunun çevresindeki medrese
odaları da birbirlerine benzememektedir. Solda beşik tonozlu dört oda, en sağda L
şeklinde bir oda vardır. Bunlara karşı sağ tarafta dikdörtgen planlı beşik tonozlu bir
mekân yer almaktadır. Avlu revak kemerleri de birbirlerinden farklıdır. Bazıları dışarı
at nalı şeklinde taşkın ve üstleri dekorlu, bazıları da basık ve dekorsuzdur. Buradaki
alçak kemerler üzerinde bir yazı firizi dolaşmaktadır.58
Bu medrese alelade bir medrese olmayıp Mısır'daki Ezher üniversitesinin
kurulmasına vesile olmuştur
Diyarbakır'da Mesudiye ve Zinciriye medreseleri ülke çapında büyük şöhrete
sahipti. 59
Selahattin Eyyubi Diyarbakır'ı Nisanoğullarından aldığında Nisanoğlunun
kütüphanesini Kadı Fazıl'a hediye etti.Bu kitaplar Ulucami maksureleri ile Zinciriye
medresine giden eskiden kalma kemerlerin bulunduğu yerde nuhafaza ediliyordu. 60
Bu kütüphanede 1.040.000 kitap vardı. Fazıl bu kitapları seçerek 70 deve ile
Kahire'ye' götürdü O devirde Kahirede'ki kitap sayısı sadece 125.000 idi. O devrin en
büyük kütüphaneleri Diyarbakır (Amid),Mardin,Musul ve Bağdattaydı. Sultan
Selahaddin zamanında ilk kez Mısır'da medreseler açılmıştır.Kadı Fazıl aldığı
kitaplarla Kahire'de el-medresetül Fadiliyye medresesini açmıştır. 61
Bediüzzaman Hazretlerinin Diyarbakır'da ikametine bir başka siteden bakalım.
Bu sitenin verdiği bilgilere göre; 1910 yıllarında, bütün Şark şehirlerini içine alan
uzun bir seyahate çıkan Üstad Bediüzzaman Said Nursî hazretleri de Şam'a giderken
Diyarbakır'a uğramış ve caminin yanındaki Zinciriye Medresesinde misafireten kal58. www.kenthaber.com
59. Yrd.DoçDr.İbrahim Yılmazçelik. XIX. Yüzyılın İlk Yarısında Diyarbakır. TTK.Ankara.1995.s341
60. Diyarbakır İl Yıllığı 1967.Diyarbakır valiliği.s.185
61.Mehmet Yalar.Eyyubilerde ilim ve ulema.Uluslararası Selahaddin Eyyubi sempozyumu. Diyarbakır.
1996.s.269-270 R.Şeşen:Selahattin Devri Eyyubiler devleti .s.267
Efe Dumuş:XII.yüzyılda Diyarbakırda bir Türk beyliğiDiyarbakır valiliği I.Uluslararası Oğuzlardan
Osmanlıya Diyarbakır.2004 .s:221
Prof.Osman Turan.Doğu Anadolu Türk Devletleri Tarihi.İst.Şevket Beysanoğlu.Diyarbakır
Tasrihi.2003.1/299
39
mış. O seyahat sırasında gittiği yerlerde kürsülerden halka hitap eden, medreselerde
talebelere ders verip şehrin erkânıyla, eşrafıyla görüşerek âlimlerle münâzarâ
ettiğinden, orada da buna benzer irşad faaliyetlerinde bulunmak istemiş. Daha önce
adını çok duydukları Meşhur Molla Said'in Ulu Cami'de halka hitap edeceğini ve
Zinciriye Medresesinde isteyen talebelere ders vereceğini duyanlar âdeta oraya akın
etmişler. Biz de o insanların hissiyâtıyla camiyi ve medreseyi gezmeye başlayınca
gördük ki, o zaman kurulan sohbet Meclislerinde ve açılan ders hücrelerinde günlerce
din, ilim, fikir, hikmet ve san'atın konuşulduğu yerler yine aynen duruyor.
Cumhuriyetin ilk yıllarında medreseler kapatılınca tedrisatına ara verilen
Zinciriye Medresesi bilâhare Kur'ân kursu şeklinde tanzim edildiğinden bir bakıma
hâlâ tarihî fonksiyonunu ifa etmektedir.
Camiyi gezerken kısık sesle birbirimize anlattıklarımıza kulak misafiri olan
seksenlik bir dede yanımıza yaklaşıp selâm verdi. Kendisinin de bir Nur Talebesi
olduğunu ve bazı arkadaşları ile birlikte zaman zaman buraya gelip Risâle okuyarak
Mehmed Kayalar'ın ve diğer Nur Talebelerinin başlattığı Nur hizmetini devam
ettirdiklerini anlatınca o camiye izafe etmeye çalıştığımız Nur Menzili sıfatı daha da
kuvvet kazandı.
Bir arkadaş, Ulu Cami'nin mimarî tarzı, geniş bahçesi, Sünnî ve Şiî cemaate
mahsus mihrapları ile Şam'daki Emeviye Camii'ne benzediğini, Bediüzzaman'ın
orada meşhur 'Hutbe-i Şamiye'yi vermesi hasebiyle Emeviye'nin de Onu tedai
ettirdiğini hatırlatınca Ulu Camii'nin bir Nur Menzili olduğuna hükmettik.
Bediüzzaman; Zinciriye'de kaldığı günlerde ziyaret edenlerin, soru sormak için
gelenlerin ve ders almak isteyenlerin fazlalığı yüzünden medresede tedrisâtın
aksamasına fırsat vermemek için oradan ayrılmış. O hemen Şam'a hareket etmek
istiyormuş ama Diyarbakır eşrafından Cemil Paşa'nın dâveti üzerine bir süre onun
konağında misafir olarak kalmış ve fikir adamlarının sohbetlerine katılıp âlimlerle
münâzarâlar yapmış. Kendisinin “Ziya Gökalp şakk-ı şefe etmeyecek derecede ilzam
oldu.” sözleri ile de ifade ettiği gibi halk arasında ırkçı fikirler yaymaya çalışan Ziya
Gökalp'i, 'dudağını açıp bir kelime konuşamayacak' şekilde susturması, ondan
rahatsız olan herkesin takdirini kazanmıştı.62
Bediüzzaman'ın kardeşi Abdülmecid Nursi'nin Diyarbakır'da ikameti
Üstad Bediüzzaman Hazretlerinin kardeşi Abdülmecid Efendi çok mühim bir
âlimdi. 1917-1920'de Diyarbakır Askeri rüşdiyesinde Arapça muallimliği yapar.
1927'de Diyarbakır'ın ilçesi Ergani'ye gelir. Uzun çarşıda Ziya Gökalp caddesinde bir
dükkân kiralar ve manifaturacılığa başlar. Dürüstlüğü, kısa zamanda şuyû' bulur.
Sabah namazlarını Hz. Zülkifl (a.s) türbesinde eda eder. Halkın ısrarıyla Cuma günleri
vaaz eder. Çok sevilir. Üçüncü erkek evladı Suat,1929 tarihinde doğar. Manavlık
yapar. Kendisinden alanlara en iyilerini verir, tam olgunlaşmamış veya az çok ezilmiş
olanları geri alır, onları evine götürürdü. Kayınbiraderi Şehabeddin Efendi de
Ergani'de tuhafiyecilik yapıyordu. 63
62. http://www.webturkiyeportal.com/webforum/191442-diyarbakirin-hikayesi.html
63. Ahmed Özer; İki Ünlü Kul, Işık yay.3.baskı, İstanbul 2006, s.71,88,89.
40
Üstte görülen Abdülmecid Nursi'nin evi şu an metruktur. Risale
hizmetine uygun olarak satın alınıp restore edilmelidir. Eğer bunun
üzerinde bir apartman dikilecek olursa Bediüzzaman hazretlerinin bizi
vefasız olarak addedeceği ve bizi affetmiyeceğini düşünüyorum...
Ergani de bir Apartman
Ergani halkı, Abdülmecid Nursi'ye çok vefalı davranmışlardı. Onlar bu
vefalarını göstermek için apartmanlarına bile onun ismini koymuşlardı.
Bediüzzamanın kardeşi Abdülmecid Nursi'nin Diyarbakır'da ikamet yılları
Diyarbakır:1917-1920
Diyarbakır'ın ilçesi Ergani:1927-1936. 64
Diyarbakır'a Verdiği Önem
Bediüzzaman hazretleri özellikle Diyarbakır'a büyük önem verirdi.: “Nurun
kuvveti şarktadır. Nurun kuvveti Diyarbakırdadır” demiştir.65 İrfan Haspolatlı
Bediüzzamanla görüşmesini naklediyor:Üstad bana tebessüm buyurdular. Ben de
hemen ellerine sarılıp birkaç kez öptüm. O'da başımı okşadı. Evvela Mehmet Kayalar
hazretlerinin hal ve hatırlarını sordu. Ben de hizmetle ilgili bilgiler sundum. Bana
buyurdular, kardeşim, ben Diyarbakır'a gelip hizmet yapacaktım, Rabbime hadsiz
64. Mustafa Öztürkçü:Said Nursi.Erguvan yay.İst.2007.s.49
65. İrfan Haspolatlı: Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, ve Mülakat. (Not: Burada manevi ve
inanç kuvveti kastedilmiştir.)
41
şükürler olsun Mehmet Kayalar kardeşim ihtiyaç bırakmadı. O şarkta yüz evliyanın
işini gördü. Üstadı ikinci ziyaretim Ölümünden 2,5 ay önce Ankara Beyrut palasta 13
talebesiyle beraberdim.' Mehmet Kayalar özellikle telgrafla Diyarbakır'dan çağrıldı.
Diyarbakır'dan telgrafla son derse çağrıldı.66
Bediüzzaman hazretlerine ziyarete giden Mehmet Kayalar için Üstad;
Zübeyir, misafire iyi bak ve ikramda bulun dedi. Üstad Mehmet Kayalar Ağabey'e
'Diyarbakır'da mühim vazifeler var. Benim gitmem lazımdı. O vazifeler size verildi'
'Benim Diyarbakır'a gelip ikamet etmem lazım idi. Rabbime şükürler olsun Mehmet
Kayalar kardeşim buna ihtiyaç bırakmadı.67 Üstad, 'Mehmet Kayalar'a söyle
Diyarbakır'dan gitmesin. Diyarbakır merkezdir.” 68
Mehmet Özpolat; Bediüzzamanla görüşmesini naklediyor:
“Üstad Mehmet Kayalar ve kardeşlere selam söyle, bütün kardeşlerimi
dualarıma dâhil ettim” dedi ve yanından ayrıldım. Eğridir'e döndüm. Oradan İsparta,
Diyarbakır'a geldim. 69
Diyarbakır Surları
Bediüzzaman hazretlerini ziyarete giden Şerif Nazlıcan'a Zübeyir ağabey
kapıyı açar. Şerif Nazlıcan Bingöl'de oturduğunu, Suudi Arabistan'a yerleşmek
istediğini ifade eder ve izin ister. Bediüzzaman bunu kabul etmez. Kardeşliğe kabul
için Diyarbakır'a gitmeyi şart koşar. Üstad “Esasında Diyarbakır'daki o kudsi
hizmete ben gidecektim. O vazife O'na (Mehmet Kayalar) verildi. O yapıyor.
Diyarbakır'a gidince O'nu bul ve orada bu hizmete devam et, bu şartla seni kardeşliğe
kabul ederim” dedi. 70 (Kaynak: Bediüzzaman hazretleriyle görüşen ve onun
tavsiyesiyle Mehmet Kayalar'a yakın arkadaş olan Şerif Nazlıcan'la ilgili hatıraları
anlatanlar ve onun el yazısıyla kaleme alınmış orijinal belgeler.)
Diyarbakır'a Bediüzzaman hazretlerinin verdiği önemi anlamak için talebesi
Mustafa Sungur Ağabeyin anlattıklarına kulak verelim:
“Hz.Üstad, Ankara, İstanbul, Urfa ve Diyarbakır gibi yerlerle bizzat alakalan66. İrfan Haspolatlı; Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003.
67. İrfan Haspolatlı: Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s:6,87.
68. http://www.evimizturkiye.com/mehmeteminer/HAYAT/bediuzzeman.htm
69. Necmeddin Şahiner 'Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi'yi anlatıyor' Nesil yay.,İstanbul 2004,c.4,s.104.
70. İrfan Haspolatlı: Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s.92.
42
mış, kendisine hizmet merkezleri kabul etmiştir. Her birisi merkezi bir mana
taşıyordu. Bu itibarladır ki, bu merkezlerde çalışan, hizmet eden Nur talebelerine
Hz.Üstad ayrıca önem verirdi” 71
Dicle Nehri ve Diyarbakır Surları
Mehmet Kayalar, Üstadı bir ziyaretinde, üstad ona şöyle buyurmuştu:
“-Kardeşim ben her gün sabahleyin talebelerimi ismen ve sureten görür duama
alırım. Akşamleyin yalnız ismen dua ederim. Fakat senin talebelerini sabah ve akşam
hem ismen hem sureten görür duama alırım.”
Kendisini iki kere ziyaret eden İrfan Haspolatlı Bediüzzzaman'a ait 3 saç teli ve
bir gümüş paranın kendisinde olduğunu ifade etmektedir.
Bediüzzaman Diyarbakır'dan gelen ziyaretçiyi Adnan Menderes ve iki
bakanına tercih ediyor
İrfan Haspolatlı Emirdağ'a üstadı ziyarete gittiğimde nereli olduğumu bilen
olmadığı hâlde Üstad, Ceylan isimli talebesini göndererek beni çağırıyor. Ceylan
isimli talebesi 'Diyarbakır'dan gelen öğretmen senmisin diye sordu. Benim dedim.
Üstada misafir olduktan sonra bana:
“Seni üç gün misafir edecektim, yolda Başbakan Adnan Menderes ile iki
bakan arkadaşı benimle görüşmek istediler. Ben görüşmedim. Dönüşte buraya
uğrarlarsa ziyaretçi kabul ettiğimi görüp gücenmesinler.” (İrfan Haspolatlı ile
mülakat)
ÜÇ “BE” DEN KORK
Bir okuyucumdan çalışmamızla ilgili gelen bir e-posta'yı paylaşmak istiyorum:
“Değerli hemşerim ve kardeşim, sizin Bediüzzaman'la alakalı yazıyı
okuyunca, daha önce çok sevdiğim değerli hocam, İhsan Atasoy'un kendi imzasıyla
bana gönderdiği "Bekir Berk, Hayatını Davasına Adayan Adam" isimli kitabında
geçen bir olayı hatırladım. O olayı tamam olarak anlatmak için kitabı aradım ama evi
taşıdığımdan hangi kutuda bilemiyorum, olay şöyle geçiyordu:
71. Necmeddin Şahiner 'Son Şahitler Bediüzzaman Said Nursi'yi anlatıyor'Nesil yay., İstanbul 2004, c.4,s.49.
43
Risale i nurların yasaklı olduğu dönemde, nur eserlerinin neşrini dava edinen
gönüllüler hiçbir engel tanımazlar işlerine devam ederler, bu gönüllülerin arasında
Diyarbakır'lılarda vardır ve Diyarbakır'dan bir gurup tutuklanarak hapse atılırlar,
içlerinde birde avukat vardır. Bu haberi alan Bekir Berk başka bir duruşmadadır ve
hemen Diyarbakır cezaevindeki tutuklulara haber salarak duruşma tarihini öğrenir
ve bu duruşmanın avukatlığını kendisinin yapacağını iletir, ancak tutuklular arasında
bulunan avukat, kendi müdafasını kendinin yapacağını söyleyip kabul etmez, bunun
üzerine Bekir Berk tekrar bu müdafayı kendisinin üstleneceğini ısrarla haber verse de
bizim avukat bunu yine reddeder, fakat duruşmaya çok az bir zaman kalmıştır, Bekir
Berk bu duruma üzülmektedir. Fakat karşı taraf reddettiği için yapacak birşey yoktur.
Bizim avukat o gece rüyasında Hz. Ali (r.a), Hz. Ömer (r.a) ve Hz. Osman (r.a)'ı görür,
Hz. Ali der ki :
"Bu üç şeyden kork, Bediüzzaman'nın Be'sinden, Bekir Berk'in Be'sinden ve
Diyarbakır'ın Be'sinden…"Bizim avukat uyanınca ne büyük bir hata yaptığını anlar
ve sabah olunca emir gökten geldi deyip Bekir Berk'e davayı üstlenmesi için haber
salar ve haberi alan Bekir Berk hemen Diyarbakır'a gelir ve davayı başarılı bir
şekilde müdafa ederek, talebelerin tahliyesini sağlar. Bu kitabı okumanızı tavsiye
ederim, ben okurken çok ağladım ve şimdi Bekir Berk ismini duyunca yüreğim titrer,
ona karşı acayip bir sevgi oluştu bende, Cenab-ı Rabbim yattığı yeri nurlara gark
eylesin İnşaallah (yazarken bile gözyaşlarımı tutamıyorum).
”Ulu cami imamı Muhammed Said Yaz, babası Molla Ali'nin Barla'da
Bediüzzaman hazretlerini ziyaret ettiğindeki bir anısını naklediyor:
Molla Ali'nin oğlu Ulucami imamı Said Yaz
Molla Ali Barla'da üstada belli süre hizmet etmek ister. Bediüzzaman:
“Hayır, Diyarbakır'a gidin. Orada hizmet edin. Orası mübarek beldedir.”
541 sahabe, (İlçeler dahil edildiğinde 885 sahabe ve tabiin) 9 peygamber
mezarı,3 peygamber makamının olduğu bir şehir elbette mübarek beldedir
Bediüzzamanla mektuplaşan Molla Ali'ye 'ben seni kardeşim Abdülmecid gibi
kabul ettim demiştir.'
44
Mektup
Diyarbakır kalesi
Bediüzzaman Rusya'daki kaçması son derece zor esir kampını şu şekilde tasvir
ediyordu: 'Etrafı Diyarbakır kalesi gibi kapalı ve dört kapısı olan bir yerde
bulunuyordu. 73
Gerçektende Diyarbakır kalesi son derece muhkem bir eserdir. Çin
Seddinden sonra dünyanın en uzun, en geniş ve sağlam surlarından biri olduğu kabul
edilir. Surların uzunluğu yaklaşık 5.5 kilometredir. Surlar üzerindeki 82 burç
bedenleri birbirine bağlar. Duvarları ise yaklaşık 10-12 metre yükseklikte 3-5 metre
genişliktedir. Surların uzunluğu yaklaşık 5.5 kilometredir. Surlar üzerindeki 82 burç
bedenleri birbirine bağlar. Duvarları ise yaklaşık 10-12 metre yükseklikte 3-5 metre
genişliktedir. Kale, Karacadağ'dan Dicle'ye uzanan geniş bazalt yaylanın doğu ucuna,
zeminden yüz metre yüksekliğe kurulmuştur. Surların ilk yapılışı kesin olarak
bilinmiyor. Fis Kayası'na Kurulu iç Kalenin, milattan 2.000 yıl kadar önce Hurriler
Döneminde kurulduğu sanılıyor.74
Evliya Çelebi'ye göre İçkalenin planının Yunus Peygamber Almida isimli
bayan hükümdara vermiştir.
Dıyarbakır Kalesı
73. Halit Ertuğrul: Said-i Nursi'nin Destanlaşan Hizmeti, Nesil yay., s.107
74. Ahmet Akgündüz; Bediüzzaman'ın Tesbitleri Işığında Doğu ve Güneydoğu Hadiselerinin Gerçek Reçetesi,
Köprü, Bahar 1994, Sayı.46.
45
BEDIÜZZAMAN VE DIYARBAKıR'DA MEDFUN PEYGAMBERLER
Bediüzzaman'ın Peygamber makamlarına verdiği önem Bediüzzaman'ın
İstanbul'da tercih ettiği en önemli mekân Yuşa tepesidir. Bu hususta risalelere göz
atalım:'
“Bundan yirmi beş sene kadar
evvel İstanbul Boğazındaki Yûşa
Tepesinde, dünyanın terkine karar
verdiğim bir zamanda, bir kısım mühim
dostlarım beni dünyaya, eski
vaziyetime döndürmek için yanıma
geldiler.'” 75
Yuşa tepesinden bir görünüm
İki üç defadır ehemmiyetli bir hâlet-i ruhiye bana ârız oluyor. Aynı otuz sene
evvel İstanbul'da beni Yûşâ Dağına çıkarıp İstanbul'un, Dârü'l-Hikmetin cazibedar
hayat-ı içtimaiyesini bıraktırıp 76 Eski Said"i gömdüm. Büs bütün âhiret ehli "Yeni
Said" olarak dünyadan elimi çektim. Tam bir inziva ile bir zaman İstanbul'un Yûşâ
Tepesine çekildim.” 77
Dârü'l-Hikmeti'l-İslâmiye âzâlığı gibi câzip ve şâşaalı bir hayat içinde iken,
Yûşâ Tepesinde kimsesizliği tercih etti.78 Bediüzzaman'ın İstanbul'da çok sevdiği bu
mekân bir Diyarbakırlının eseridir.
İstanbul'da Yuşa peygamberin türbesine bir Diyarbakırlı'nın büyük katkıda
bulunduğunu mezarı başında yazılan bir şiirden anlıyoruz. Şiirin altında “Yıl: 1841.
Diyarbekirli Çerhizade es-seyyid Hafız Muhammed Nazım” yazılıdır. Türbede ayrıca
Osmanlıca olarak yazılan iki kitabe de vardır.
Bunlardan biri; hicri 1254, dğer biri de 1257'de yazılmıştır. Bunlardan birine
bakalım:
“Hazret-i Yuşa Nebi ve mürsel ibnün Nun'dur
Hem kelimüllah fetasıdır aleyhimisselam
Muciaztından birisi bu gaza eyler iken
Gün guruba gitmedi bir saat oldu sonra şam
Hürmetiy çün amadi hafız Muhammed kuluna
Cümle züvvara dahi vire hüda hüsn-ü hitam
Rıhletinden evvel tarihi hicriye kadar
İki bin üç yüz yirmi sal iken mühimdir tamam
Diyarbekirli Çerhizade El Hafız Muhammed'in nazmıdır. 1257. Hicri
75. Sözler, Sayfa 199
76. Şualar, s:453
77. Şualar, Sayfa 426
78. Emirdağ Lahikası, Sayfa 443; Hz.Yuşa camii imamı H.Ali Yalçın, Hz.Yuşa, s.16.
46
Bediüzzaman'ın Talebelerinin Peygamber Makamlarına Verdiği Önem
1970 yıllarında Bediüzzaman'ın talebesi Mehmet Kayalar ağabeyimizle birlikte
Diyarbakır Eğil ilçesinin Dicle nehri kenarındaki Teke mahallesinde medfun bulunan
Zülkifl (AS) kabirlerini ziyarete gitmiştik.(O zaman, o tarihte barajın göl havzası
yapılmamıştı. Muhterem ağabeyimiz edep ve tertiple biraz dışarıda bekledikten sonra
yavaş yavaş elleri ellerinin üzerinde o zatı Nuraniyeyi ziyaret edip Kur'andan ayetler
ve süreler okudular. Nice sonra elleri namazda Kıyamdaki gibi el bağlayıp, yüzleri
peygambere dönük olarak arka arka kapıdan çıktılar. Halen sırtlarını Makbere
dönmediler. Öylece epeyi bir geri geri yürüyüşten sonra Makberin içerisinde olduğu
binadan uzaklaştıktan sonra yüzlerini döndürüp normal yürümeye başladılar. Şimdi
ben bu biçare Tarık kardeşiniz düşünüyorum da bir peygamber kabri mübareki böyle
ziyaret edilir (Tarık Aktekin).
Hz. Zülkifl (ve Elyesa AS) türbesi
Bediüzzaman'ın kardeşi Abdülmecid Ünlükul 1927 yılında Ergani'de
ikamet eder. Her sabah namazını çok yüksekte olan makam dağına çıkarak
Zülkifl peygamberin türbesinde eda eder.79 Makam dağına çıkmanın ne kadar
zor olduğunu Diyarbakırlılar ve Erganililer çok iyi bilir. Her sabah namazında
bu dağa çıkıp burada namaz kılmak peygambere ne büyük saygıdır.
Hz. Zülkifl Kabri (Eğil)
79. Ahmet Özer, İki Ünlü Kul, 3.Baskı, İstanbul, 2006. s.88.
47
Ergani Makam Dağında Hz. Zülkifl (AS) Makamı
Risale-i Nur'da Diyarbakır'da Peygamber Kabirlerinin Çokluğu Hususu
Peygamberler beldesi Eğil ilçesi
Geçmişte Güneydoğu terminolojisi kullanılmazdı. Vilayat-ı Şark'iye denirdi.
Ali Emiri'nin de bu terminolojiyi kullanarak Diyarbakırla ilgili kitabını biliyoruz.
Eserin ismi: Osmanlı Vilayet-i Şarkiyyesi (Diyarbekir),
Bölge Osmanlı"ya bağlandıktan sonra kurulan "Diyarbekir Vilayeti"
bünyesinde 11 sancak Türk idarecilerine, 8 sancak yerli (Kürt) beylere verildi.
Osmanlı"nın idari sisteminde en büyük birim "vilayet" idi. Tek bir Diyarbekir vilayeti
tüm Güneydoğu Anadolu"yu içine alıyordu. Vilayetin altında livalar, onun da altında
sancaklar vardı.
Güneydoğu anlamında Şark kelimesinin Mustafa Kemal tarafından da
kullanıldığını şu cümleden de anlıyoruz. Diyarbakır'lı ünlü sanatçı Celal Güzelses
Mustafa Kemal'e Diyarbakır bülbülü olarak takdim edilir. Mustafa Kemal'de hayır o
80. Aksiyon, s.498.
48
Şark Bülbülüdür' şeklinde ifade kullanır. Güzelses, dönemin Bayındırlık
Bakanı Feyzi Pirinççioğlu'nun ısrarıyla 1917'de bir tesadüf sonucu Mustafa Kemal'le
tanışır. Mustafa Kemal'den “Şark Bülbülü” unvanını alır.81 Aşağıda kullanılan Şark
kelimesinin muhatabı Diyarbakırdır. Zira Şarkta peygamberlein mekânı olarak
Diyarbakır'dan başka il bilinmemektedir. Ekser enbiyanın şarkta ve Asya'da zuhurları
ve ağleb-i hükemanın garpta ve Avrupa'da gelmeleri, kader-i ezeliyenin bir işaretidir
ki, Asya'da din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir.82 Enbiyanın ekseri Şarkta ve
hükemanın ağlebi Garpta gelmesi kader-i ezelînin bir remzidir ki, Şarkı ayağa
kaldıracak din ve kalbdir, akıl ve felsefe değil..83
Ekser enbiya şarkta ve ekser hükema garpta gelmesi gösteriyor ki, Şarkın
terakkiyatı din ile kaimdir.84 Ekser enbiyânın Şarkta ve Asya'da zuhurları ve ağleb-i
hükemânın Garbda ve Avrupa'da gelmeleri kader-i Ezelînin bir işaretidir ki, Asya'da
din hâkimdir, felsefe ikinci derecededir. Bu remz-i kadere binâen, Asya'da hüküm
süren, dicıdar olmazsa da, din lehine çalışanlara ilişmemeli, belki teşvik etmelidir.85.
Eksér-i hükemanın Garbda ve Avrupa'da zuhuru ve ağleb-i enbiyanın Şarkta ve
Asya'da tulûları kader-i Ezelînin bir işaret ve remzidir ki; Asya'da hâkim, galip, din
cereyanıdır. 86 Cumhur-u enbiyanın şarkta biseti, kader-i ezelînin bir remzidir ki,
şarkın hissiyatına hâkim, dindir. 87
Yukarıda zikri geçen altı kaynak özellikle Diyarbakır'ı işaret eder. Asya ifadesi
konumuz dışıdır. Şarkta ise enbiyanın mekânı Diyarbakır'dır.
Diyarbakırda Kabri olan Peygamberler
Diyarbakır ve çevresinde pek çok peygamber kabri ve makamı vardır. Bunda
Hz. Nuh Tufanından sonra bölgenin çok önemli bir yerleşim yeri olmasının önemli bir
etkisi vardır. Geçmiş Mezopotamya medeniyetleri hep bu coğrafya ve çevresinde
kurulmuştur. Bildiğimiz kadarıyla bunlar 9 peygamber kabri ve Üç Peygamber maka81. Şerif Karataş: Diyarbekir türküleri. Evrensel; İbrahim Evirgen, YENİ YURT,6.3.2007.
82. Şualar, s. 328.
83. Mesnevi-i Nuriye, s. 86. Tarihçe-i Hayat, s.125.
84. Emirdağ Lahikası, s. 403.
85. Tarihçe-i Hayat, s. 485.
86. Tarihçe-i Hayat, s. 212.
87. Sünuhat, s. 49.
49
mıdır. Zikredecek olursak Eğil'de Zülküfl, Elyesa, Harun-u Asefi, Zennun, Melak,
Harut peygamberlerin kabirleridir.88 Bunlardan Hz. Melak dışındakilerin ismi
Kur'an'da geçmektedir. İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de hatırla. Hepsi de hayırlı
olanlardandır. 89 .Ergani otluca köyünde de Hz.Şit'in oğlu Enuş peygamber
yatmaktadır. Eğil'de Zülküfl, Elyesa, Harun-u Asefi, (Zennun), Melak, Harut peygamberlerin mezarları vardır.90 Bunlardan Hz. Melak dışındakilerin ismi Kur'an'da
geçmektedir. İsmail'i, Elyesa'ı ve Zülkifl'i de hatırla. Hepsi de hayırlı olanlardandır.91.
Ergani otluca köyünde de Hz.Şit'in oğlu Enuş peygamber yatmaktadır.
HZ. ENUŞ PEYGAMBERİN MEZAR TAŞI VE SECERESİNİ GÖSTEREN BİLGİLER
Eğil'deki Peygamber türbe kitabeleri
Hz.El-yesa (as).M.Ö.1200
“Ta'alallah ne dergâhı ref'üş-şanı âlidir. Nebiyullah merkadı El-Yesa kadriyle
galidir. Tecella-i ilahidir, beher su sat'ı nurdur. Zibayı kalbi kasidir, hayatı cismi
balidir. Fütuh-u müşkilat odur, harimindi sahibisi Birader zadesi Hürmüz, Azizi-yi
zişanidir.”
Hz.Zülkifl (as).M.Ö.1200
“Dilersin izzet-i dareyn gür kim bahrı-yab olmağe Yüz'ün sur merkad-ı pakı
nebiyi zülkilf_ü zişaneAndele hadımı duşnab ta'biri mukarrer et. Zehl devlet o cane
kim feda olmuş bu canane.”
Hz.Harun (Esfid Berhiya) (as) M.Ö.900
“Nebiyullah Harun merkadidir Asefi ta'bir Ah'i Musa değil lakin Mesihadır,
beher te'sir andede nesli paki kim rüyem ismiyle tahkik et. Vekildir enbiyanın,
sahibidir bil hayrı ve tavkir. Kabirleri 850 yıl önce bulunmuştur. Harun-i Asefi
Hz.Süleyman'ın veiziridir. Hz. Musa'nın kardeşi Harun (as) ise Uhud dağında
medfundur.” 92
88. 1801 yılı Osmanlı Diyarbakır Salnameleri, 4/208.
89. Sad Suresi,38/48.
90. 1801 yılı Osmanlı Diyarbakır Salnameleri.4/208.
91. Sad suresi, 38/48.
92. Zeynel Abidin Çiçek; Diyarbakır'ın Fethi, Tarihi ve Kültürü,2007.s.97
50
Hz. Harun Asefi (Asaf bin Behriya)Türbeleri
Eğil ilçesi - Hz Elyesa kabri
Eğilde nebi olduğu söylenen Hürmüz ve Ruveym, Ömer ibni perican; Hz
Danyal hazretleri de yatmaktadır..93
Eğil Nebi Hallak –Zünnun Aleyhiselam hazretleri
93. Yrd. Doç. Dr. M. Cengiz Yıldız, Bir inanç merkezi olarak eğil,
51
Hz. Danyal (AS)
Ergani Otluca köyü: Enuş Peygamber, Hz.Şit'in oğlu, Hz.Ademin 6. göbek
torunudur. Türbedeki taşın üzerinde “Yerd bini Mehlail, b. Kinan b. Enuş, b.Şit b.
Âdem.” yazılıdır. 94
Ergani Kızılca (Otluca) Köyün güneyindeki Gırasor ile kuzeyindeki Balahur
(Kızılyamaç) daki şehir harabesinin Enuş Peygamber tarafından kurulduğu, Hz.
İdris'in burada yazıldığı ifade edilmektedir. 95
Hz. Şit'in oğlu Enuş peygamber
Ergani Otluca köyü
Eğil'de Diğer Nebiler
Eğilli çok yaşlılar ve onların dedeleri Rüveym, Hürmüz, Düşnap isimli
nebilerden bahsetmektedir. Hasan Basri Konyar, Diyarbakır yıllığı 1936, s. 277-278'
de Hz.Harun'un yanında oğlu Ruveym'in, Elyaesa (AS) yanında yeğeni Hürmüz'ün
yattığını ifade eder.
Hürmüz
Bu hususta Hasan Basri Konyar'ın 1936 yılında yazdığı Diyarbekir yıllığı
isimli eserden alıntılar yapalım: 96
94. Diyarbakır valiliği İl Yıllığı 1967, s.332.; Basri Konyar, Diyarbekir Yıllığı 1936, s. 347; 50.Yılında Diyarbakır
1973 İl yıllığı,s.46;
Şerafettin GüneliBütün Yönleriyle Ergani.Ank.1966..!3;Nihat Aytürk;Türkiye'de Ziyaret
yerleri,s.16.
95. Yrd. Doç. Dr. Kenan Ziya Taş, Cenk Yolcu: Ergani Tarihi ve Tarihi Eserleri, D.Ü. Eğitim Fak. Mezuniyet tezi,
Diyarbakır, s.1995.s.4
96. Hasan Basri Konyar; Diyarbekir yıllığı, 1936, s.277-278.
52
“Her perşembe ziyaret edildiği rivayet edilen ve Beni İsrail peygamberlerinden İlyasa ait olduğu söylenen bu yatır Eğilin bir mahallesi olan Tekke
köyündedir.. Hariminde kardeşi oğlu Hürmüze ait olduğu söylenen bir kabir vardır....
Peygamberin kabri sol taraftadır....
Gösterilen hürmetlice bir mezar Peygamberin yeğeni Hürmüzün imiş” Bu
bilgilerle Hürmüzün çok önemli bir şahsiyet olduğunu algılıyoruz. Nebiliği ile ilgili
başka verileri araştırmak gerekir. Ancak nebi olduğunu tarihi kişilikler ifade
etmektedir. (Merhum M.Salih Öge, Tekyalıdır. Kökleri Molla Hasanlı'dır.) Nebi
Hürmüz'ün, nebi olduğunu mekânını ve peygamber yeğeni olduğunu Tekyalı
M.Salih efendi de tarihi evrakta beyan etmektedir.
Ruveym
Bu husuta Basri Konyar'ın eserinde şu cümleler var. (s.277) 'Ağaçlıkla dağ ve
tepelerden, eski ve yeni mezarlıklardan geçilerek Harun tepesine varılır...... Müstatil
biçimde olan yapının methalinde şu kitabe mevcuttur: “Haza kabr'il-merhum Harun
ibni Piri Can...” İçeride Harun ile oğlu (Ruveym)'e ait olduğu söylenen iki mezar
vardır. 'Burada Nebi Harun'unun yanında Nebi Ömer perican'ın yattığını tarihi
kişilikler ifade etmektedir. (Merhum M.Salih Öge. Tekyalıdır. Kökleri Molla
Hasanlı'dır.) M.Salih Öge'ye ait bir tarihi evrakta Tekyalı Salihefendi, Nebi Harun ve
Nebi Ömer'in isimlerini bir tamir sırasında mezar taşlarında okuduğunu beyan
etmektedir.
Bennan
Basri Konyar 279. sayfada eski Zülküfül yatırını anlatırken 'Koridorun sonuna
doğru küçük bir kapı görünür. Bunun tam üst dilini teşkil etmek üzere konulan kırmızı
taş üzerine: “Haza Merkad Nebi Zülküfül aleyhisselam” ibaresi yazılmıştır. Burada
yine duvar üzerine konulan küçük bir taşta Bennanın adı vardır. (Ebü İmad) '
Pir Musa ve Muştak
Zülküfl peygamberin mezarı nakledilirken yardımcısı olanbu iki kişinin mezarı
nakledilmemiş, su altında kalmıştır. Baraj suyu azaldığında türbe bir ölçüde
gözükmektedir. Bu iki kişinin manev derecesini bilmiyoruz.
Diyarbakırla ilgisi olanlar
Ergani Otluca köyünde yaşayıp dedesi Enuş peygamberin cenaze namazını
kılan ve Otluca köyünde ilk defa demirciliği başlatan İdris (A.S)'dır ve ilk yazı da
İdris (A.S) ile yazılmıştır. Bu bölgenin İdris peygamberce kurulduğu tarihi
kayıtlardadır. Hz. İdris'in 100 şehir kurduğu, bunlardan birin Diyarbakır
yakınlarındaki Reha şehri olduğu yayınlarda belirtilmektedir.97 Tarihte ilk dikiş bu
bölgede Hilar mağaralarında yapıldığı arkeolojik kayıtlardadır. Derinin işlenme
aşamaları, aynı zamanda ev olarak kullanılan yapıda gerçekleşirken, olasılıkla giysi
haline dönüştürülüp bezenmesi de bu atölyelerde gerçekleşmiş. Derisini çakmaktaşı
ve doğalcamdan kazıyıcılar ile yüzer, tabaklayıp kemik spatularla işlerdi. Deriyi yine
doğal camdan bıçaklar ile kesip biçer, kemikten bızlarla delikler açıp deri sırımları ya
da bitkisel liflerden yaptığı ipliklerle kemik iğnelerle dikerlerdi.98
97. Peygamberler Tarihi.İhlas yay., İstanbul 2004, s.64.
98. Müslüm Üzülmez; Çayönünden Erganiye, 2005, s.33,34,36,38,39; M.Asım Köksal Peygamberler Tarihi, Diyanet
vakfı yay. 2004,1/67-70; Peygamberler Tarihi, İhlas Yayınları, Yeni Rehber Ans., c.9, s. 349; Hz.Musa zamanında
yapılan Diyarbakır Ulu cami (Evliya Çelebi seyahatnamesi) Cerciş peygamberce yaptırılan Silvan ilçesi (Evliya
Çelebi seyahatnamesi)
53
Diyarbakırda Makamı Olan Peygamberler
Evliya Çelebi seyahatnamesinde Hz. Yunus'tan bahsetmiş ve Fis Kayasında bir
mağarada yedi yıl ikamet etmiş yerli halkın ilgi ve alakasından dolayı onlara dua
etmiştir.99 Bundan başka Zülküfl ve İlyas peygamberlerden de bahsedilmektedir.100
Hz. Zülkifl (AS) Makamı. Ergani Makam Dağı
Hz.Yunus (AS) Makamı. Diyarbakır Fiskaya
Hz.İlyas'a peygamberlik gelen makam(Şeyh Arap camii arkası)
99. Yrd. Doç. Dr. Muharrem Yıldız, Diyarbakırda Yaşayan Hıristiyan Rumlar, Tebliğ, ….
100. Rifat N.Bali; Diyarbakır Yahudileri Diyarbakır Müze Şehir, s.368.
54
Salname Osmanlı Devleti'nde bir yıllık olayları göstermek amacıyla
hazırlanan eser demektir. Biz burada 19. yüzyılda Diyarbakır'a ait salnamelerden Eğil
ilçesine ait peygamberlerle ilgili bilgileri derledik.
Esami Şerifeleri
Türbe ve merakıdı şerifeleri
Malumat-ı saire ve
mevkii
mülahazat
Zülküfl en-Nebi
Ergani kasabasındaki
Nebi-i müşarun-ileyhin diğer
Aleyhisselam efendimiz
makam-ı saadetlerinde
vilayetde makm-ı saadetleri
hazretleri
medfundur
varsada ala-rivayetin asıl
Eğil medfun peygamberler
merkadd-ı şerifeleri
Erganidedir.
Elyesa Aleyhisselam
Eğil kasabasında
efendimiz hazretleri
Nebi-i müşarun-ileyhin kabri saadetleri on beş metre
tülünde idüğü ve bir güne
vakfı olmadığı
Nebi Harun-Asafi
Bu dahi
Aleyhisselam hazretleri
Nebi Hallak Aleyhiselam
güne evkaf-ı şerifesi yoktur
Bu dahi
hazretleri
Nebi Harut Aleyhisselam
Nebi-i müşarun-ileyhin bir
Nebi-i müşarun –ileyhin bir
güne evkaf-ı şerifesi yoktur
Eğil kasabasında Haciyan
Nebi-i müşarun-ileyhin bir
mahallesinde nehir kenarında
güne evkaf-ı şerifesi yoktur
medfundur
Eizze-i kiramdan Zünnun
hazretleri
Eğil kasabasında medfundur
(89)
Diyarbakır bir Asur şehridir. Üç dönem Asur hâkimiyeti yaşadı. Peygamberlerin bu toplulukla ilişkisi olmakla beraber, Diyarbakır Sümer ve Sami (Filistin),
Babil idaresinde de bulunmuştur. Bu peygamberlerin bu topluluklarla da ilişkisi
olabilir.
Resmi devlet belgesi olan tarihi Diyarbakır salnamelerinde'şehrin Asur ve
babil hâkimiyetlerinde olduğu ifade edilir.101 Sümerler, Mezopotamya'ya geldikleri
vakit, ırmakların taşmalarından korunmak için, şehirlerini taş olmadığından tuğladan
ve kerpiçten yaptıkları evler, saraylar, mabetleri suni, tepeler üzerine kurmuşlardır.”
diyen Seyfi Alpan, Sümerlerin yerleşik hayata ilk geçen kavimlerden biri olduğunu
belirtir.
Sümerlerin Sami boylarının Akad ülkesine sokularak Elamlılarla kaynaşıp
“Kalde” adını aldığını belirten Konyar'dan önce Bedri Günkut, Sümerlerin
egemenliğinin Sargon'la el değiştirdiğini ifade eder.
101. Diyarbakır Salnameleri, Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi, İstanbul Acar matb.,1999, C. 5,
s.195.,c.4/208,2/210,5/93
55
Sargon'dan sonra gelen hükümdarların Mısır Firavunları gibi ilahlık taslayarak
israfı sefalete düşmeleri sonucu Kalde'yi Sargonlardan alan Sümerlerin Diyarbekir'e
de bu yolla tekrar sahip çıktıklarını belirten Konyar'a karşılık, Günkut, “Elamlıların
müdafaa halindeyken Sümerlere karşı koyup bütün Mezopotamya'yı aldıklarını,
zaman içinde Kalde Hükümdarlığının Fırat kıyısında Palastinli (Filistinli) hanedanın
eline geçtiğine değinerek Diyarbekir ülkesinin de Sami Egemenliğine dâhil edildiğini
söyler. 102
Mezopotamya'nın aşağı ve yukarı bölümlerinde olduğu, daha sonra Diyarbekir
çevresinde yerleşerek Sami boylarıyla karışıp kaynaşmalarıyla egemenliklerinin
ortadan kalktığı kaynaklarda yer alır.103 Diyarbakır'daki peygamberlerin Asurlular
dönemiyle ilişkili olduğu anlaşılmaktadır. Asurlular Yönetiminde Amed (Diyarbakır)
Amed ve çevresi Asur hükümdarı 1.Salmanasar zamanında ve M.Ö.1260 yıllarında
tamamıyla Asur hâkimiyetine girdi. Bu ilk Asur egemenliği yetmiş yıl kadar sürdü.
MÖ.1200'lerde Sami soyundan Aramiler'in Bit - Zaman kabilesi Diyarbakır içlerine
dek sokulmuştur.104
Amed'de Bit -Zamanı Krallığı (900-825):
Asurların zayıflamasıyla Bölgeye Arami göçü olmuş, Aramilerden Bit-Zamani
kabilesi
Diyarbakır'a yerleşmiştir. M.Ö.9.yüzyılda Diyarbakır Aramilerden BitZamani kabilesinin başkentidir.105 Amidi'yi kendilerine merkez edinen Bit-Zamanı
Krallığı şehrin Hurrilerden kalma tahkimatını kuvvetlendirdiler. Bu kuvvetli tahkimat
sayesinde Asur saldırılarına uzun bir süre karşı koyabildiler. 76 yıl süren Bit Zamanı
Krallığı döneminde Diyarbakır çok gelişmiş, bayındır, zengin bir belde durumuna
gelmiştir.106
Asur kralı 3. Salmanesar, Bit-Zamani Krallığına son verdikten sonra Amed
tekrar Asur egemenliğine girdi. Urartu Yönetiminde Amed (M.Ö.775-736)
3.Salmanasar 'ın ölümüyle Asur devletinin zayıflamasından faydalanan Urartu Kralı
İspuinis (MÖ.825-810) memleketinin sınırlarını batıya ve güneye doğru genişletti.
Birçok yeri kendi topraklarına dâhil eden Urartular birçok krallığı da kendilerine
bağladılar. Bunlar arasında Diyarbakır da vardı. MÖ..775'de üçüncü defa Asur
hakimiyeti sona erdi ve Diyarbakır Urartu'ya bağlanmış oldu.
Amed'de Son Asur Hakimiyeti Urartuların bu parlak dönemi fazla uzun
sürmedi, MÖ..743 tarihinde Asurlular tarafından büyük bir hezimete uğradılar. Bu
savaştan sonra Urartular, Suriye ve Fırat bölgelerinden çekildiler böylece Amed tekrar
Asur egemenliğine girmiş oldu. Asur egemenliğinde kalışı MÖ.653 yılına kadar
sürmüştür.107 Bölge bir müddet Babil egemenliğine de girmiştir.108 Diyarbakır'da
102. Günkut, Bedri Diyarbakır Tarihi s.28-29.
103. http://www.diyarbekirim.com/ Konyar, Basri “ Diyarbakır Tarihi” /Öztuna Yılmaz Devletler ve Hanedanlar cilt
3 s.32 vd.
104. Balta M; Kültürler kavşağında Şırnak, İstanbul 2003, s.132.
105. Yrd. Doç.Dr. Canan Parla; Osmanlı öncesinde Diyarbakır. I.Uluslararası Oğuzlardan Osmanlıya
Diyarbakır.2004.s.248
106. Müslüm Üzülmez; Çayönünden Erganiye, 2005 s.52.
107. Zehra korkmaz, Tarihi şehir amed.
108. Özgültekin Ramazan, Akman Ekrem, Demirbağ Hüseyin, Dünden Bugüne Siverek, Konya 1997, s. 54
56
hüküm süren ve M.Ö.1800-1500 yıllarında en önemli devlet olan Hurriler'in sınırları
peygamberlerin yaşadığı interlandda yani doğuda Zağros dağları, güneyde Kerkük
mıntıkası ve güneybatıda Kenan iline kadar genişlemişti.109
Talmud'da yazılanlara göre Asur Kralı Salmeneser tarafından sürülen
Yahudiler, ilk olarak bugünkü Kuzey Irak'ın bulunduğu bölgeye göç ettiler. Bugünkü
Erbil şehri, M.Ö.1 yüzyılda Yahudiler tarafından başkent yapıldı, Yahudi devleti
kuruldu, dil aramice idi. Mezopotamya olarak bilinen Fırat ve Dicle nehirlerinin
buluştuğu bereketli topraklarda birçok peygamber mezarı bulunduğu bilinmektedir.
Bu peygamberlerin birçoğu Yahudi kavimlerine gönderilmiştir. Türkiye'de bu kavime
ait çok iz vardır. Hakkâri-Van arasındaki bölgede Başkale kasabasında 30 yıl öncesine
kadar aramice konuşulurdu.110 MS.639'da İyaz bin ganem komutasındaki Sahabe
ordusu Diyarbakır'ı fethedince, şehri temsilen karşısına Davut oğlu Süleyman
neslinde Huneyn b.Maiş isimli bir kimsenin çıkması da olaya başka boyut
kazandırmaktadır. Amid Yahudilerinin önde gelenlerinden biri olduğunu ve Hz.
Davud peygamber'in (S)soyundan geldiğini ifade eden Huneyna oğlu Mişa adında bir
Yahudi bir din adamı, İyaz'ın huzuruna çıkarah Hz.Davud (s), Hz İbrahim (s) ve
Hz.Musa (S) peygamberler gönderilen bazı ayetleri okudu. Şehir sakinlerini
bağışlamayı önceden düşünmüş olan İyaz, yahudi din adamını dinledikten sonra ona
cevap olarak 'Allah affedicidir, bağışlamayı sever. Biz de şehirdeki herkesi affettik
'der. Bunun üzerine şehir halkı da:'Mademki bizi affettin biz de senin dinine
giriyoruz'diyerek, çoğu İslam dinini kabul etti.111
Osmanlı dönemindeki Kuzey Irak'ı sosyal, tarihi, ekonomik yönleriyle
inceleyen Dr. Sinan Marufoğlu, bölgedeki Yahudilerin M.Ö. 7. yüzyılın sonlarında
Babil kralı Nabukadnezar tarafından Filistin topraklarında bulunan İsrail halkının esir
alınması ve Irak topraklarına sürülmesiyle buraya geldiklerini belirtiyor. Musul,
Kerkük, Erbil ve Süleymaniye gibi şehir merkezlerinde yaşayan Yahudiler ticaret ve
tefecilik gibi işlerle uğraşırken, kırsal kesimdekiler tarımla uğraşmaktadırlar.
1881'deki nüfus sayımına göre, şimdi Kuzey Irak denilen o zamanki Musul ve
Şehrizor vilayetlerinde toplam 4286 nüfuslu Yahudi cemaati yaşadığı
bildirilmektedir.
1827'de bölgeyi gezen Haham David, 15 sinagoga sahip olan cemaatin 1875
aileden oluştuğunu not ederken, 1924'te Türkiye ile Irak arasında çıkan Musul
sorununu halletmek için kurulan Milletler Cemiyeti heyeti raporunda Süleymaniye'de
1550, Erbil'de 2750, Musul'da 7550 Yahudi bulunduğu belirtiliyor.112
16. yüzyılın başından 20. yüzyıl başına kadar geçen dört yüz yıllık süre içinde
Diyarbakır şehrinin nüfus yapısı genel hatları ile şöyledir: Diyarbakır, üç semavî dine
mensup insanların bulunduğu bir yerdir. Şehirde hem Müslüman hem Hıristiyan hem
de Yahudiler bir arada yaşar. Ancak bunların şehirde yaşadıkları mekânlar yani
mahalleler, genellikle birbirinden ayrıdır. Mahalle-i Gebran, Mahalle-i Eramine,
Mahalle-i Şemsiyân, Mahalle-i Yahudiyân gibi adlarla anılan mahalleler bu109. Diyarbakır İl Yıllığı 1967.Diyarbakır valiliği, s.149.
110. Eşref Günaydın; Yahudi Kürtler, Karakutu yay.16.Baskı, İstanbul 2007, s.17,18.
111. El-Vakidi; Fütuhu'l Cezire,186-187; Abdurrahman Acar; Amid (Diyarbakır) Şehrinin Fethi, D.Ü. İlahiyat Fak
Dergisi 1999. c.1 s.202.
112. http://ulkumuz.wordpress.com/
57
lunmaktadır. 2 Nolu Salnamedeki (1282 / 1870-1871) kayıtlar açıkça göstermektedir:.. 113
Diyarbakır'da Hz Yunus ve Cercis peygamberlerin kabri olduğuna dair belgeler
1936 baskılı Hasan Basri Konyar'a ait 'Diyarbakır Tarihi' s.203 'e bakalım
Amid Timur ordusuna 5 gün dayanabildi.
Şehre giren Timur Yunus ve Cercis
Peygamberlerin kabirlerini ziyaret etti.
Üzerlerine birer kubbe yapılması için bir çok para verdi
.Diyarbekir fakirlerine ihsanını esirgemedi
18. yüzyıl büyük Osmanlı tarihçisi Avusturyalı Baron Joseph von Hammer
Purgstall Timur tarihini anlatırken:
Diyarbekir'in idare merkezi Amid hücum ile zapt ve yağma edildi;Timur,Yunus
ve Circis peygamberlerin kabirlerini ziyaret ile üzerlerine birer kubbe inşa olunmak
üzere yirmi bin kepik(lira) ita ve her geçtiği yerde fukaraya çok sadakalar
dağıttı der. Bu durum Cercis Nebinin kabrinin Diyarbakır'da olduğunu
gösterir.
Çile yumağı bir nebî: Cercis Aleyhisselâm
İçkalede Saint George (Cercis) Kilisesi ve Muhtemel makamı
Cercis Aleyhisselâm, İsa Aleyhisselâmın dîni üzere gelmiş ve Îsâ
Aleyhisselâmın dînini tebliğ etmiş nebîlerdendir. Filistin'in Remle kasabasında
doğdu, Filistin ve Şam civarında yaşadı. Şehirleri gezer, ticaret yapardı.
Hıristiyanların St. Georges adıyla tanıdığı Cercis Aleyhisselam gezip gördüğü
şehirlerde Hazret-i İsa'nın dînini yaymaya çalışırdı. Vazifesi esnasında birçok kişi
ona tâbî olarak Hak Dine girdi.
113. Kenan Ziya TAŞ. Osmanlı Devleti Zamanında Diyarbakır'daki Ermeni Nüfusu Üzerine Bazı Bilgiler.
58
Cercis Aleyhisselâm fakir, fukara ve yoksul için ticaret yaptığını söyler, yıl
sonu geldiğinde kazancını hesaplar, sermayesini yanında alı koyar, kazancının
tamamını fakir fukaraya dağıtırdı. Derdi ki:
“Benim çalışmam fakir fukara içindir. Ben çalışayım ki, onlar rahat etsinler.
Eğer bu maksudum olmasa, bütün malımı fukaraya baştan yağma ettirirdim. Kendim
de bir köşede oturur, Allah'a ibadet ederdim.”
Cercis Aleyhisselâm ile ona tâbî olanlar, başlangıçta çok gizli hareket ettiler,
kâfirlerin şiddetlerini üzerlerine çekmemeye çalıştılar. Çünkü o devirde puta tapıcılık
ve kâfirlik çok şiddetli idi.
Günlerden bir gün Musul şehri Kralı Dâdiyan som altından bir put yaptırmış,
halkı puta tapmaya çağırmıştı. Halk da bölük bölük gelmiş, Eflun denilen bu puta
tapmıştı. O sıralarda Musul'da bulunan Hazret-i Cercis (as) bir gün Dâdiyan'ın
huzuruna çıkmaya karar verdi. Arkadaşlarına:
“Bu gizlilik içinde ne zamana kadar kalacağız? Kişi dîni yolunda gerekirse
ölmelidir! Kâfirler yanında zelil yaşamaktan iyidir. Ne kadar malım varsa size
veriyorum. Fukarayı gözetin. İhsanınızı eksik etmeyin. Ben bu gün Kralın huzuruna
çıkıp hakkı tebliğ edeceğim. Eflun'a tapmanın yanlış olduğunu bildireyim. Gittiği
yolun batıl olduğunu haber vereyim. Hak Dine girmesini teklif edeyim. Ola ki, Hak
Teâlâ ona insaf vere de hidayete ere! Cümleniz de onun belâsından emin olasınız!
Yahut da gazapla bana işkence ede ve öldüre!” dedi.
Allah'a sığındı ve Kral Dâdiyan'ın huzuruna çıktı. O sırada Kral, Eflun'a
tapmayanların da bulunduğunu haber almış, kızgınlığından küplere binmiş
vaziyetteydi. Cercis Aleyhisselâm dedi ki:
“Ey Kral! Allah'ın kullarına kızarsın! Oysa sen de Allah'ın bir kulusun! Onlar
da Allah'ın kullarıdırlar ki Allah onları senin elinde kıldı. Ve sana muhtaç eyledi. Bu
halkı secde etmeye çağırdığın put mel'undur! Senin Allah'ın vardır ki, seni ve bütün
varlıkları O yaratmıştır. Bütün mahlûkat O'nun kullarıdırlar. Bütün mahlûkata O rızık
verir. Bütün mahlûkata hayat veren, diri eden, yaşatan ve öldüren O'dur. Seni yaratan
Allah'ı bırakıp senin gibi bir mahlûku altından ve gümüşten düzdürüp, ilahımdır
dersin! O nedir ki, ona ilah dersin? Ne faydası vardır, ne zararı? Sen gel de Allah'a
iman et ve teslim ol. Bak ne büyük fayda göreceksin! Küfrü terk et. Eflun'dan vazgeç.”
Kral Dâdiyan kızgınlığından ağzı köpürmüş vaziyette Cercis Aleyhisselâm'a baktı ve
bağırdı:
“Sen kimsin behey adam? Sen nice kişisin? Nereden geldin ki bana anlaşılmaz
sözler söylersin?”
Cercis Aleyhisselâm gayet sakin cevap verdi:
“Ben Cenâb-ı Allah'ın zayıf ve hakir bir kuluyum! Geldim ki seni Allah'a davet
edeyim! Sana hakkı tebliğ edeyim ki, puta tapmaktan ve halkı puta taptırmaktan
vazgeçesin de, artık Allah'a dönesin. Allah'a ibadet edesin!”
Dâdiyan daha da sinirlendi. Fakat Cercis Aleyhisselâmın fikirlerini aklınca
çürütmeden onu cezalandırmayı makamına uygun bulmadı. Dedi ki:
“Senin övdüğün ilah eğer gerçekten de dediğin gibi olsaydı, seni böyle aç ve
sefil bırakır mıydı? Görmez misin benim ilahım bana nice mertebeler verdi! Bu
gördüğün halkın içinde nice zenginler vardır. Cümlesi de bu Eflun'un uğurlu inancıyla
zengin oldular...”
59
Cercis Aleyhisselâm:
“Allah isterse bu dünyada verir, isterse âhirette verir. O verdiği zaman ebedî
olarak verir. Bu dünya geçicidir. Kaç günlük krallığın var? Hiç düşündün mü? Devlet
dediğin ebedî olmalı! Nimet dediğin sonsuz olmalı! Lezzet ve keyif dediğin hesapsız
olmalı! Senin sahip olduğun bütün varlıklar ise yok olmaya mahkûmdur!”
Cercis Aleyhisselâm Kral Dadiyan'a tebliğini yaptı, fakat bedelini canıyla ödedi. Kral
ona dayanılmaz işkenceler yaptırdı. Ağaçlara bağlattı. Mübarek vücudunu demir
taraklarla tarattı. Ateşten ve kaynar sulardan geçirdi. Cercis Aleyhisselâm her türlü
işkenceden mucize eseri sağ olarak kurtuldu. Mücadelesinden yılmadı. Fakat nihayet
bir gün bu işkencelerle şehit oldu.1
Risâle-i Nur'da Bediüzzaman Hazretleri, Hz. Cercis'in (as) sıkıntı ve
musibetler karşısındaki sabır ve rızasını, talebelerine örnek olarak göstermiştir
Üstad Bediüzzaman, dışarıdan gelen her türlü zorluklara karşı müsbet hareket
etmenin önemini anlatırken Tarihçe-i Hayat'ta Hz. Cercis'in yaşadıklarını örnek verir:
“Biz, en acı vaziyet ve sıkıntılara karşı, kemâl-i sabır içinde şükür etmekle
mükellefiz. Ve cildleri ve derileri soyulan Cercis aleyhisselâm gibi, binler,
milyonlar hakîkat mücâhidlerinin hakaik-ı îmâniyenin kudsî hizmetinin bir
nümûnesine mazhar olan Nur şâkirtlerinin çektikleri zahmetler, o eski zâtların
zahmetlerine nisbeten binde bir olmaz. Ve ücret ve kazanç cihetinde, inşaallah
birdirler ve beraberdirler.”
Üstad Bediüzzaman, müsbet hareket noktasında kendi hayatından örnekler
verirken yine Hz. Cercis'e şöyle atıfta bulunur:
“Otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i
İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla,
rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud
muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.”114
Fiskayada Yunus (AS) Makamı (Evliya Çelebi seyahatnamesi)
Eğil'de Zennun hazretlerinin mezarı ya Hz.Yunus'un makamıdır veya
Zennun isimli bir evliyanın mezarıdır. Zira Hz.Yunus'un mezarı Diyarbakır
Suriçindedir
114. http://www.sorularlarisale.com/index.php?s=article&aid=2044
60
Diyarbakır'da inanç esasları ile Ortadoğu, Mısır birbirinden kopuk değildir, iç
içedir. Yani Peygamber diyince akla sadece Ortadoğu'nun gelmesi yanlıştır.
Çayönündeki en eski papaz şamanlar gerçekten Mısır'ın büyük tanrılarının torunları
idi.(?) Neolitik kavimlere ait insan kurban etme uygulamasında da Çayönü ve Mısır
arasında bir paralellik var. Tarihte Mısır'ın bir toprağı olarak Urfa'nın doğusunu yani
Diyarbakır'ı da görmekteyiz. 115
Çayönünde insan kurban etme olgusunu da gözlüyoruz.116
Bir diğer ifadeyle bölgeleri izole olarak ele almak doğru değildir. Çevrevi
etkileşim vardır. Örneğin Urartu'ların merkezlerinden Van'da Çavuştepe'de
Karacadağ bazaltlerini görüyoruz. Diyarbakır'ın tarihin derinliklerinde Mısır'la
ilişkide olduğunu anlıyoruz. Diyarbakır Mezopotamya, Ortadoğu ve Mısırla iç içe
olmuş ve inanç sistemleri de karşılıklı etkileşimde olmuştur. İ.Ö.2400'lerde Sami
asıllı I.Sargon, Sumer kralı Urzababa'ya başkaldırıp kendisini kral yapıyor. Sumer'in
şehir beyliklerini birer birer idaresi altın alıyor. Sargon yönetim sınırlarını Kuzey
mezopotamyaya kadar uzatıyor ve Kendisine Sumer ve Akkad'ın kralı unvanını
veriyor. Sargon'dan sonra kral olan Naramsin Diyarbakır'a kadar geliyor. 117
Diyarbakır'da ön planda Asurlular'ı görüyoruz. Burada İsrail oğulları
peygamberlerini görüyoruz. Buradaki peygamberlerin Asurluları etkilediği
gözlenmektedir. 'Peygamberlik olayı, Yahudilerden Asurlulara geçmiş. Çivi yazılı
metinlere göre Asur'da Tanrıdan bir peygamber yoluyla alınan haberler tabletlere
yazılmıştır. 118
İlk Müslüman Cinler Bölge Cinleri
Nusaybin cinleri tarihçe biliniyor. Birçok kitaba da konu olan efsanevi
hikâyeleriyle bilinen Nusaybin cinleri, Peygamber Efendimize ilk iman eden cin
taifesini oluşturmaktadır. Bediüzzaman Said Nursi'nin bir eserinde cinlerin
müslüman olduğunu şöyle kaydediyor:
“Muhaddisler, nakl-i sahihle İbni Mesud'dan beyan ediyorlar ki: İbni Mes'ud
dedi: “Batn-ı Nahl denilen nam mevkide, Nusaybin ecinnîleri ihtidâ için Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâma geldikleri vakit, bir ağaç o ecinnîlerin geldiklerini
haber verdi. Hem İmam-ı Mücahid, o hadiste İbni Mes'ud'dan nakleder ki: O cinnîler
bir delil istediler. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm bir ağaca emretti; yerinden
çıkıp geldi, sonra yine yerine gitti.” 119
Elmalı tefsirinde Ahkaf-29 tefsirinde 'bir kaç rivayette geldiğine göre bunlar
Diyarbekir tarafından Nusaybin cinlerinden imiş' denmektedir. İbnü Abbas'a göre
Diyarbakır/Nusaybin yöresindeki, cinlerin ileri gelenleri idi. İblis onları Tihame
bölgesine göndermişti. Onlarsa Nahle vadisine gelmişlerdi. Kalabalık bir cin
topluluğu olan bu grubun liderlerini ve iman eden bu cinlerin isimlerini Alûsi,
tefsirinde şöyle sıralamaktadır: “Hasâ, Mesâ, Şasır, Masır, Elerdevanyan, Serme ve
Ahkâb.” 120
115Ç. Austen Henry Layard; Ninova ve Kalıntıları, Avesta yay. İstanbul 2000, s.2.
116. Enver Yorulmaz: Güneydoğu.Ank.1997.s.194,184
117. Muazzez İlmiye Çığ; İbrahim Peygamber, Kaynak yay.6.basım, İstanbul 2006, S.77.
118. Muazzez İlmiye Çığ; Kur'an, İncil ve Tevrat'ın Sumerdeki kökeni, Kaynak yay. İstanbul 2007, s.15.
119. Mektubat, s. 128.
120. A.Hamid özyayla http://www.ilkadimdergisi.com/
61
Bediüzzaman ve Sahabeye Saygısı
Diyarbakır'da 541 Sahabe (ilçeler dahil edildiğinde 885) Yatmaktadır.
Bediüzzaman sahabe mekânlarına çok önem ve sevgi gösterirdi. Eyüp Sultan
mekânına büyük ilgisi vardı' birgün İstanbul'un Eyüp Sultan kabristanının dereye
bakan yüksek bir yerinde oturuyordum. İstanbul etrafındaki âfâka baktım. Birden,
bakıyorum, benim hususî dünyam vefat ediyor, bazı cihette ruh çekiliyor gibi bir
hâlet-i hayaliye bana geldi. Dedim "Acaba bu kabristan'ın mezar taşlarındaki yazıları
mıdır ki, bana böyle hayal veriyor?" diye nazarımı çektim. Ben kabristandan çıkıp, bu
dehşetli hayal ile Sultan Eyüp Camiinin mahfelindeki küçük bir odaya, çok defa
girdiğim gibi, bu defa da girdim. Düşündüm ki, ben üç cihette misafirim. Bu
menzilcikte misafir olduğum gibi, İstanbul'da da misafirim, dünyada da misafirim.
Misafir, yolunu düşünmeli. Nasıl ki bu odadan çıkacağım, birgün de İstanbul'dan da
çıkacağım, diğer birgün de dünyadan çıkacağım.'121
Sahabeler Hakkındadır
Sahâbelerin nev-i beşer içinde enbiyâdan sonra en mümtaz şahsiyetler
olduklarını ve onlara yetişilmediğini katî bir sûrette ispat eder.122 Enbiyâdan sonra,
nev-i beşerin en efdali Sahabe olduğu Ehl-i Sünnet ve Cemaatin icmâı, bir hüccet-i
kàtıadır ki; o rivâyetlerin sahih kısmı fazîlet-i cüz'iye hakkındadır. Çünkü cüzî
fazîlette ve hususi bir kemâlde, mercuh, râcihe tereccüh edebilir. Yoksa Sûre-i Fethin
âhirinde, sitâyişkârâne tavsifât-ı Rabbâniyeye mazhar ve Tevrat ve İncil ve Kur'ân'ın
medih ve senâsına mazhar olan Sahabelere fazîlet-i külliye nokta-i nazarında
yetişilemez. Şu hakikatin pek çok esbâb ve hikmetlerinden, şimdilik üç sebebi
tazammun eden üç hikmeti beyân edeceğiz.123 Mevlâna Câmi'nin dediği gibi derim:
Yâ Resûlallah! Ne olaydı, Ashâb-ı Kehf'in köpeği gibi, senin Ashâbının
arasında Cennete girseydim. Onun Cennete, benim Cehenneme gitmem nasıl revâ
olur? O, Ashâb-ı Kehf'in köpeği; ben ise senin Ashâbının(sahabenin) köpeği (Yirmi
Yedinci Sözün Zeyli)
Mevlana Caminin dediği gibi bizler Ashabın (sahabenin) köpeği olsaydık
çok iyi olurdu. Ancak Bizler bugün Diyarbakırda 541 sahabe ve tabiine
(aileleriyle 2500 kişi) saygı göstermiyor, mezar çevrelerini ihya etmiyor, onları
dünyaya tanıtmıyoruz.
Bediüzzaman sahabileri bir yana bırakalım. Velilere karşı sonsuz saygı
içindedir.'Tek bir veliyi inkâr veya istihfaf etmek, meş'umdur'demektedir.124
Bediüzzaman Mevlanayı ziyaret gittiğinde hürmeten ayakkabılarını
çıkararak yalın ayakla ziyaretini yaptı.125 Mevlana'ya karşı saygısını eserlerinin birçok yerinde görüyoruz.126
Hadis-i Şerife göre 1 sahabe 200.000 evliyaya eşittir. Bu açıdan
Diyarbakır'daki sahabelere karşı görevlerimiz yerine getirmeli, kabirlerinin etrafını
121. Bediüzzaman; Lem'alar, s. 237.
122. Bediüzzaman; Sözler, s.698.
123. Bediüzzaman; Sözler, s. 451.
124. Mary F.Weld. Bediüzzaman Said Nursi. Etkileşim yay.2006. s.200.
125. N.Şahiner; Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi,52.Baskı, s.433.
126. Bediüzzaman; Sözler, s. 206; Mesnevi-i Nuriye, s.10; Emirdağ Lahikası, s.436.
62
düzenlemeli, şenlendirmeli ve onları âleme tanıtmalıyız. En azından eski
Diyarbakır'lılar kadar olmalıyız.
Mevlana Halid hazretleri, Bediüzzaman'ın yeleğini taşıdığı en çok saygı
duyduğu kişidir. Bu hususta daha geniş bilgi için bakacağımız kaynaklar aşağıya not
olarak verilmiştir. 127 Mevlana Halid Diyarbakırda sahabe türbesini ziyaret için
camiye girmiştir.
Sahabeler bodrum katta yatmaktadır. Ancak camiye girer girmez Mevlana
Halid hemen camiden çıkmıştır. Mevlana Halid-i Bağdadi eserinde ise ayakların
basamayacağı kadar şehid sahabeden yani yüzlerce şehid sahabeden bahseder.
Mevlana Halid hazretleri; “şühedadan ayak basacak yer bulamadım.” demektedir.
Niçin dışarıda namaz kıldığını soranlara 'Orada o kadar çok şehid bir arada idi ki,
onları incitmektense dışarıda kılmayı tercih ettim demiştir. 128
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin Mehmet Kayalar hakkında bir talebesine
söyledikleri:
“Ben Diyarbakır'a üç kere gittim. Her seferinde Mehmet Kayalar'ın sohbetinde
bulundum. Diyarbakır'ın Mihmandarı Halid bin Velid'in oğlu Hz.Süleyman'dır.
Hz.Süleyman'dan sonra Mehmet Kayalar gelir. Mehmet Bey'in Dicle kıyısındaki evi
duruyor mu? Eğer satılıksa o evi gidin alın Mehmet beyin hatırasını yaşatın Mehmet
bey ağaca çok meraklıydı. Çok ağaç dikerdi. Orası öyle yeşillik mi?” 129
Mehmet Beyin Dicle kenarındaki evi
Bediüzzaman hazretleri ölmeden önce Diyarbakır'a yerleşmek istemiştir.
Belki de bu istek günümüz sorunlarını önlemeye yönelik bir çabaydı. Ölmeden 15
gün önce Mehmet Kayalara'a geleceğini telgrafla bildirmiş, eşyalarını Mehmet İsimli
bir gençle göndermiştir.
127. Barla Lahikası: Sayfa: 117; Şualar, s. 604, 619, 619, Tarihçe-i Hayat; s. 287.
128. H.Ali Öztürk: Diyarbakır'ın Şehid Sahabileri, s:39.
129. İrfan Haspolatlı; Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar, 2003, s.78
63
Bediüzzamana Diyarbakır'da Mehmet Kayalar'ın evinde ayrılan oda
ve Bediüzzamanın ölümünden 3 ay önce Diyarbakır'a gönderdiği
eşyalarından sepeti
Bediüzzaman bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü'nü kayıkla geçerek
Barla'ya geldi. Bütün bu seyahatleri boyunca yanından ayırmadığı küçük
sepetinde çay demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur'an-ı Kerim
130
vardı. Dünyadaki malvarlığı sadece bunlardan ibaretti.
Bediüzzaman'ın bu sepeti son deminde yerleşmek istediği talebesi
Mehmet Kayalar'ın medresesindedir.
DİYARBAKIR'DA 541 (ilçeler dahil edildiğinde 885) SAHABE MEDFUNDUR
27 şehit sahabenin yattığı Hz. Süleyman camii
130. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul 1994, s. 279; Çağlar Avcı
Sayı: 614, 11.09.2006 Aksiyon
64
Hz. Süleyman camii ve türbe
Sahabe Abdurrahman
Sultan Suca
Sultan Sa'sa
65
Sahabe Mir Seyyaf
Sahabe Malik Eşter(Malik Azur)
DİYARBAKIR'IN FEDAKAR HİZMETKARLARI
MEHMET ÖZYURT HOCA VE DİYARBAKIR
ÖZYURDUNDA HEP “GARİP” YAŞADI
TRAFIK KAZASINDA HAYATINI KAYBEDEN
M E H M E T Ö Z Y U R T, U Z U N Y I L L A R
GEÇMESİNE RAĞMEN İLİM, FEDAKÂRLIK,
HİZMET AŞKI VE DİĞERGÂMLIĞI İLE
HATIRLANIYOR.
1973 yılında gelmişti İzmir'e. Amacı Yüksek İslam Enstitüsü sınavlarına
girmekti. Sesine kasetlerden aşina olduğu hocası ile sabaha kadar süren bir sohbet
yaptı o gece..
Hocası, "30 yıldır aradım, ancak buldum." diyerek teveccüh etti ona. Yıllar
sonra ondan bahsederken de "Gelecek nesillerin Mehmet Özyurt Hoca gibi hasbî
ruhları tanıması ve onların izinden yürümesi gerektiğine inanıyorum. Çünkü onlar,
ömürlerinin her anına bir örnek hal, tavır ve davranış sığdırmış insanlardır. Onların
sergüzeşt-i hayatları yarının hasbîlerine yol gösterecek işaret taşlarıyla doludur.
Dolayısıyla, hem onları birer yâd-ı cemîl olarak anmak hem haklarında duaya vesile
olmak ve hem de geleceğin fedakâr ruhlarına hüsn-ü misaller göstermek için Mehmet
Hoca gibi kahramanların hayat hi-kâyelerinin yazılması lazımdır." ifadelerini
kullandı. Bu teveccühlere mazhar olan kişinin ismi Mehmet Özyurt. Bundan tam 18
yıl önce, 18 Eylül 1988'de geçirdiği bir trafik kazasında kaybetti hayatını. İlminin
genişliğini tevazusuyla örtmüş, imanın giremediği sinelere bir nebze de olsun ışık
yansıtabilmek için gecesini gündüzüne katmış Özyurt'un şehadet parmağı dışında her
yeri yanmıştı o meşum kazada. Aradan yıllar geçti. O ise hâlâ hizmetleri ile yaşıyor
şimdi.
İLME VE İRFANA AŞIK BİR HİZMET ERİ
Mehmet Özyurt, 1945'te Antakya'da dünyaya gelir. Altı yaşındayken hafızlık
yapmaya başlar. Bir senede hıfzını tamamlar. O dönemde ailesi, tek odalı evlerinde
kömür satarak geçimlerini sağıyordur. Daha küçük yaşlardayken, ilme ve irfana âşık
66
biridir. Hatta çıraklık için verildiği akrabalarının tuğla ocağından sık sık kaçar ve
çoğu kez köy camiinde talebelerin arasında bulur kendini. Kitaplara düşkündür.
Annesi, onu yerdeki pöstekide, okuduğu kitabın yanı başında uyurken bulur çoğu
zaman.
10-11 yaşlarındayken Hasan Okuyucu Hocaefendi'nin yanında eğitime başlar.
Burada Arapça öğrenip, dinî ilimlerde tahsil yapar. Ardından İskenderun Çay
Mahallesi Camii'nde müezzinlik görevine başlar. 16 yaşındayken caminin imamı olur.
Sesine soluğuna hayran olduğu Fethullah Gülen Hocaefendi'nin kasetleriyle tanıştığı
yıllardır bu dönem. En büyük isteği ise hocasını görmektir. Askere gidene kadar
herhangi bir tahsili bulunmayan Mehmet Özyurt, çevresindekilerin teşvikiyle ilk, orta
ve liseyi kısa sürede bitirir. Askerliğini Konya'da yapar. İzinlerinde, tanıştığı bir
imamın camiinde sohbetler yapar, insanlara hak ve hakikati anlatır. Burada halk
tarafından çok sevilir. Yıllar sonra bile Konya'ya gittiğinde eski dostları onu büyük bir
sevgiyle karşılar.
Askerlik dönüşü İskenderun'da Şükriye Hanım'la (1967) evlenir. Bu
evliliğinden üçü erkek, ikisi kız toplam 5 evladı olur. İskenderun'da imamlık yaptığı
bu yıllarda Mehmet Hoca, anne babası ile beraber kalıyordur. Evlerinin misafirsiz
kaldığı gün sayısı çok azdır. Hayatının dönüm noktası ise Yüksek İslam Enstitüsü'ne
gitmesidir. Sınavlar için tercihini İzmir'den yana kullanır. Amacı sesine aşina olduğu
hocasını da görmektir. 1973 yılında girdiği sınavda birinci olur. Sınav için geldiği
günün gecesinde, Fethullah Gülen Hocaefendi ile görüşür.
HAPİSTEN SONRA AYAKLARINI GÖSTERMİYORDU
Mehmet Özyurt Hoca, İzmir hayatına bir yıl Gütepe Camii'nde görev yaparak
başlar. Sonra Bornova Büyük Camii'ne imam olarak tayin edilir. Aynı camiye 1976
yılında Fethullah Gülen Hocaefendi vaiz olarak gelir. Caminin yakınlarında ev tutan
Mehmet Özyurt, her cuma hanesinde Hocaefendi'nin vaazlarına gelen insanlara
yemek verir. Eşi Şükriye Hanım o günleri şöyle anlatıyor:
"Cami, evimize çok yakındı. Eve hoparlör çekildi. Kadınlar bizde toplanır,
vaaz dinlerdi. Daha sonra şehir dışından gelen misafirlere evde yemek verirdik. Her
cuma 40-50 kişinin yemek yediği olurdu. Tek bir maaşımız olmasına rağmen bize
yeterdi."
Bu süreç 1980 ihtilaline kadar devam eder. 1980-1983 yıllarında Bornova'da
görev yapar. Şubat 1983'te asılsız bir iddia üzerine 28 gün arkadaşlarıyla birlikte
cezaevinde kalır. Eşi, "Çıktığında ayaklarını kimseye göstermiyordu." derken,
hapishane arkadaşı Sami Çizginer, o günleri şöyle anlatıyor: "Medrese-i Yusufiye'de
beraberdik. Orada bizden daha çok sıkıntı çekti. Ayrı ayrı hücrelerde kaldık. Bir
seferinde koridorda karşılaşınca, ona 'Burada bulunmamızı nasıl
değerlendiriyorsunuz?' diye sordum. Bana, 'Burada çekilen ıstıraplar, ebedi âlemde
gül bahçesine dönecek. Burada ne kadar sıkıntı çekersek, çekelim. Biz ebedi âlemde
gül bahçelerine talibiz. Hiç merak etme.' dedi."
Serbest bırakıldıktan sonra memuriyetine son verilir. O, ''Bunda da bir hayır
var'' diyerek, gönüllere iman aşılamak için ailesiyle Diyarbakır'a gider. Orada soğuk
karşılanmalarına rağmen, selam vermediği kişi kalmaz. Ailesiyle birlikte damdan
67
dönüştürme bir eve yerleşir. Eşyaları azdır. Şükriye Hanım'ın bileziklerini satarak
geldikleri Diyarbakır'da, kıt kanaat geçinir. Teklif edilen yardımları da birisi hariç
kabul etmez. Eşi bu durumu şöyle açıklıyor: "Diyarbakır'a gittikten sonra evimize bir
yıl meyve girmedi. Bir tanıdık evimize meyve getirince Mehmet Hoca ona, 'Neden
getirdin. Bir yıldır eve meyve almıyorduk. Alışmışlardı. Şimdi tekrar isteyecekler.'
dedi.
Bu durum Hocaefendi'ye anlatılır. O da bir nebze olsun yardım edilmesini ister.
Mehmet Hoca bunu öğrendiğinde çok üzüldü. Bir şey anlatmıyordu. Israr edince 'Ben
Hz. Ebu Bekir gibi hizmet etmek istiyorum. Ücret almadan hizmet etmek istiyorum.
Para aldıktan sonra bana ne faydası olur. Siz aç değilsiniz. Bir de Hz. Aişe validemizi
görseydiniz. Sahabe annelerimizi görseydiniz ne yapardınız. Sadece lüksümüz yok.'
dedi. Ama ısrar edilince kabul etti. Ama o parayla ne aldıysa evde misafirle yedi. 'Bu
hizmetin parası. Tek başımıza yiyemeyiz.' diyordu.
"Diyarbakır'da o zaman öğrenciye ev veren yoktur. Bir gece oturduğu evin
eşyalarının bir kısmını alıp, olduğu gibi öğrencilere verir. Taşındığı birkaç evde de
böyle yapar. Diyarbakır'da günlerinin büyük bir kısmını hizmet için evinden uzak
geçiren Mehmet Özyurt'un eve geldiği gün sayısı bir elin parmaklarını geçmiyordur.
Evde kaldığı günlerde ise misafirin olmadığı gün yoktur. Evlilikleri boyunca baş başa
çay içemediklerini söyleyen eşi, bir hatırasını şöyle anlatıyor: "İstanbul'dan
dönmüştü. Erken geldi. 'Seni kimse gördü mü?' dedim. 'Ben kimseyi görmedim' dedi.
Ben de, 'Bugün bizimle olacaksın. Gelen olursa daha dönmedi deriz.' dedim. Daha ben
yemeği hazırlarken kapı çaldı. Çok sevdiğimiz Sakıp amcamız geldi. Onu sordu. Yok
diyemedim. Ben sadece o var sandım. Ama gelen sadece o değildi. 10 kişiye yakın
misafir vardı. Onları içeri buyur etti. Yemek yediler, gecenin geç saatlerine kadar
sohbet oldu. Bir daha da baş başa çay içme fırsatı bulamadık."
Mehmet Özyurt, Medrese-i Yusufiye'ye Diyarbakır'da da girer. Burada
mahkûmlardan gardiyanlara kadar herkese hak ve hakikati anlatır. Suçsuz olduğu
anlaşılınca serbest bırakılır. Bulunduğu bölgede hizmetin hüsnükabul görmesi için
neredeyse mesaisinin tamamını harcar. Eşi bir gün, "Beş çocuğun var, biraz onlarla
ilgilen." dediğinde, "Onlarla da ilgilenen çıkar. Ama öte yandan ilgilenme bekleyen
binlerce çocuk var." cevabını verir. Yılları hizmet aşkıyla geçen bu insanın vefatına bir
ay kala farklı şeyler yaşanır. Hanımı da bu durumu sezer. Bu dönemde gördüğü bir
rüyayı eşine bile anlatmaz. Sadece "Hocama anlatırım." diye konuşur. Eşi bir anlam
çıkaramaz. Vefatı yaklaştıkça ondaki düşünce daha da artar. Son hafta herkesle ayrı
ayrı ilgilenir, eş dost, akraba ziyaretleri yapar. Tekrar Diyarbakır'a dönen Mehmet
Hoca, dinlenmeden bu kez Van'a gider. Döndüğünde yorgun ve halsizdir. Eve
geldiğinde eşi, "Ne zaman beraber olacağız?" deyince, "Dua et Allah ahirette nasip
etsin." cevabını verir.
ANCAK YANAR KÜL OLURSAK CENNETE GİRERİZ
Sonra Urfa'ya gitmek için hazırlanmaya başlar. Evden çıkarken eşine şunları
söyler: "Öleceğime hiç üzülmüyorum. Sana üzülüyorum. Arkanda bakanınız yok.
Beş çocukla, ne yap arsın?" Eşi, bu konuşmalara bir anlam veremez o sırada. Sonra
çocuklarını öper:
68
"Ayakkabısını giydi. İçeriye bakıyordu. 'Ne oldu' dedim, 'Bir şey yok' dedi. Bir
basamak indi. Döndü, baktı. 'Ne oldu, bir şey mi unuttun' dedim. 'Hayır' dedi. Gözleri
ıslaktı. İnerken ben kapıyı kapattım, içimde büyük bir sıkıntı vardı. Geri açtım kapıyı,
gitmemiş. Orada duruyordu. 'Bir şey mi var' dedim. 'Yok' dedi. Yüzüme dikkatlice
baktı. 'Allah'a ısmarladık' dedi, koşar adımlarla indi. Kapıyı kapattım, hemen balkona
koştum. Balkonumuz müsaitti. Aşağıya baktım gitmiş, göremedim. Onu son
görüşümdü."
Mehmet Hoca, Urfa'dan Gaziantep'e gideceği günün gecesini Bayram Acar,
Hasbi Hoca ve Memduh Hoca'yla birlikte geçirir. Sohbette, günümüzde, günahların
insanı her taraftan sardığından, ihlâs ve takva üzere bir yaşayışın olmadığından dert
yanılır. Bayram Acar, "Bana kalırsa şehit olmaktan başka bir şey temizlemez bizi."
der. "Savaş yok, bir şey yok. Nasıl şehit olacağız ki!" denilince, Mehmet Hoca'nın
verdiği cevap şu olur: Ancak yanar kül olursak cennete gireriz.
Sabah üç arabayla yola çıkılır. Urfa'yı 14 km geçildikten sonra Mehmet Hoca
önde giden arabasını durdurur. Yorgun olduğunu söyler. Ortadaki araca geçer. Kısa bir
süre sonra içinde Mehmet Özyurt Hoca'nın da olduğu araba bir tankerle çarpışır.
Yanan araçta Mehmet Hoca ile birlikte Bayram Acar, Hasbi Hoca ve Memduh Hoca da
hayatını kaybeder. Şehadet parmağı dışında her yeri yanar. Daha sonra bu gönül insanı
doğduğu yere gömülür.
EŞİ ŞÜKRİYE HANIM: SECDEYE GİDERKEN SAPSARI KESİLİRDİ
Diyarbakır'da evimize ekmeğin zor girdiği günlerdi. Öğrencilere yardım
Diyarbakır'da azdı. İstanbul'dan 3 top kumaş gelmişti. Öğrencilerin kaldığı eve perde
dikilecekti. Benim de bir namazlık eteğim yoktu. Kumaştan bir parça aldım. Komşuya
diktirmesi için rica ettim. Mehmet Hoca öğrenince bana, "Allah'tan korkmadım mı, o
hizmetin değil mi?" dedi. Ben de, 'Biz de hizmetin değil miyiz?' dedim. 'Kesinlikle
olmaz. Sen arkadaşına telefon aç, onu sofra bezi yapsın. Dershaneye vereceğim.' dedi.
Bu kadar hassastı. Hatta bir defasında eve pakette baklava geldi. Bir hafta açmadım.
Bozuldu. O da 'niye açmadın' dediğinde 'Sen kızıyorsun' dedim.' Namaza durduğu
vakit ben ona bakamazdım. Sanki ağlıyor gibiydi. Secdeye giderken sapsarı kesilirdi.
Her namazı böyleydi. Geceleri çok az uyurdu. Teheccüdü hiç kaçırmazdı. 'Ben eşimle
baş başa hiç çay içmedim. İstanbul'da aldığı porselen demlik ile iki tane çay bardağı
vardı. Çay içmek nasip olmadı. Hâlâ duruyor. Son gün evden çıkarken bana 'Ben de o
çayı içmeyi çok istedim. Allah belki burada içirseydi orada içirmeyecekti. Belki orada
içeceğiz.' demişti.
Diyarbakır'lılar Hocaefendinin öğrencisi ve yakın arkadaşı Mehmet Özyurt'u
unutmamış vefalarını bir öğrenci yurduna ismini koyarak göstermişlerdir
69
MEHMET ÖZYURT VE DİYARBAKIR HATIRALARI
Abdurrahim Yıldız'm anlattığı bir hatırada Mehmet Hoca'nın kimler için çile
çektiğini daha iyi anlıyoruz:
Diyarbakır eşrafından Hani ilçesi eski Belediye Başkanı Sıddık Berk Bey ile
beraber köylerini, daha sonra da ilçesi olan Hani'yi ziyaret ettik. Bu zât Mehmet
Hoca'nın hayranı mübarek bir insandı, ilçede herkes tarafından tanınır ve sevilirdi.
Ehl-i kalp ve takva sahibiydi. Mehmet Hocama çok iltifat eder ve çokça destek olurdu.
Onu ilçe halkına takdim eder ve eğitim-öğretim hizmetlerinden dolayı sitayişle
bahsederdi. İlçeyi bir baştan bir başa gezdik, herkes kıyam ederek saygı gösteriyordu.
Mehmet Hoca'nın simasından iyi bir insan olduğunu seziyorlardı. Buralarda terör
belasının izleri çok açık bir şekilde görülmekte idi. Yakılan evler, virane hanlar, açıkta
ve perişan insanlar Mehmet Hocamı çok duygulandırdı: "Buralara sahip çıkmak
lazım, ömür vefa ederse, değişik vesilelerle ellerinden tutmak lazım. Yoksa terörü
nasıl önleyebiliriz, kardeşliği nasıl tesis edebiliriz ki? Allah buralara zekâ nimetini his
s edilebilir bir derecede ihsan etmiş. Bu zeki çocuklara sahip olmazsak, başkaları
onlara bâtılı hak olarak takdim edecek ve kabul ettirecek, nifak tohumları yeşertecek.
Böylece içinden çıkılmaz kardeş kavgaları meydana gelecektir." demişti."
Herkesle H e m d e m idi. Mehmet Hocamla 1979 yılında İzmir Bornova'da
tanışmıştım. Ondan sonra belli aralıklarla görüştüm. Kendisinin Diyarbakır'da
bulunduğu dönemde ben de Konya'da üniversite okuyordum. Diyarbakır'daki gayretli
çalışmalarını hep duyuyorduk. 1992 yılında ben de Diyarbakır'a gelrniştim. işim icabı
çevredeki birçok ile gidip geliyordum. Mehmet Özyurt Hocamın bizim buralara
geldiğirniz dönemlerden çok önce, sanki buralarda Hızır misali dolaştığını müşahade
ettim. Mardin-Midyat'a gittim. "Oralarda bir tanıdık dostumuz var mı?" diye
sorduğumda bir eczacının ismini verdiler. Aradım ve o eczaneyi buldum. Sahibiyle
tanıştıktan sonra bana: "Sana birini soracağım, acaba tanıyor musun?" dedi. Ben de
"Buyurun kimmiş o?" diye cevap verdim. "Bir zaman buralara Mehmet Hoca diye biri
gelirdi. O şimdi gelmez oldu. Şimdi nerede acaba?" diye sordu. Ben de "Mehmet
Hocamı mı soruyorsunuz? O şimdi sevdikleriyle birlikte." diye cevap verdim. Şehit
olduğu haberi, onlara henüz ulaşmamıştı. Yıllar geçmesine rağmen insanlar hâlâ onun
gelmesini bekliyorlar. Mehmet Hocam Güneydoğu'da hemen her yere birçok kez
gitmiş, derdini, gayesini anlatmış, ayak basmadık bir yer bırakmamış.
Siz Şimdiye Kadar Allah'a Ne Verdiniz?
Onu andıkça gözleri parlıyor Abdurrahim Yıldız'in: Bir gün, Mardin'de ağa ve
aşiretleri ziyaret ediyorduk. Bahardı ve yağmurlar çok az yağmış, ekinler tehlikeye
girmişti. O civarın bilinen ağalarından Şakir Duyan'ın evine gittik. Orada, Mehmet
Özyurt Hocamı onlara tanıttım. Çok mübarek bir insan olduğunu, duasının makbul
olduğunu beyan ettim. Şakir Ağa fırsattan istifade "Hocam ekinlerimiz kurumak
üzere, Allah'a dua et bize yağmur göndersin, yoksa hâlimiz berbattır." dedi. Mehmet
Hocam Şakir Ağa'ya hiç beklemediği şu cevabı verdi:
"Siz şimdiye kadar Allah'a
ne verdiniz veya O'nun için ne yaptınız?
Bir Hızır Gibi Gezmiş
Uğramadığı yer kalmamış. Şahideri o kadar çok ki... İşte Âdem Bey'in
anlattıkları: 1992'den sonra Diyarbakır'da beraber olmak nasip oldu. Diyarbakır ve
70
havalisinin sokaklarını ve köylerini gezerken gittiğimiz yerler arasında; "Mehmet
Hoca buralara uğramıştı.' sözünü duymadığımız yer yok gibiydi. Gezdiği bu yerlerde
bir Hızır gibi gezmiş, güleryüz ve tatlı diliyle çok gönüller fethetmiş, onların Cenab-ı
Hak'la ve Efendimiz'le (sallallahu aleyhi ve sellem) tanışmalarına vesile olmuş.
Hizmet-i imaniye ve Kur'âniye'nin lâtif ve gülen veçhesini güzel temsil etmişti.131
Diyarbakır'da hizmetin ilk vefakarlarına örnekler
SakıpAyhan
Mevlüthan Mustafa
Sakıp Ayhan ağabeyimiz Diyarbakır'da tarihe temel olmuş, hizmetlerde
öncülük yapmış bir kişidir. Diyarbakırda hizmette ilk mütevelli olarak rahmetli
Mehmet Özyurt, rahmetli Sıddık Berk ve Allah uzun ömürler versin Sakıp Ayhan ve
Mevlüthan Mustafa vardı.
Bediüzzaman Hazretleri'nin Vefatı ve Bediüzzaman'ın cenaze töreni
Kaynak: Aksiyon.15 Haziran 1960'da - Hür adam gazetesinde yayınlanmıştır.
131. Ahmed Özer, Mechul bir kahraman, Mehmet Özyurt, 2.Baskı, 2008.
71
Bediüzzaman Hazretlerinin Vefatı
Üstad Bediüzzaman vefat etmeden önce 1960'da Isparta'da iken iki şehre
gitmek istediğini talebelerine söylemişti. Bu şehirlerden biri Diyarbakır, diğeri Urfa
idi. Üstad Bediüzzaman yalnızca Urfa'ya gidebildi ve orada vefat etti. 132
Bediüzzaman hazretleri ölmeden 3 ay öncesinde Diyarbakır'a yerleşmeye
karar verir. Eşyalarını (27. mektubun olduğu bavul ve hasır sepet) gönderir.
Fiskayasındaki medresenin üçüncü katı Bediüzzaman için hazırlanır. Bavul şu an
Mehmet Kayalar'ın akrabasındadır. Hasır sepet ise belirtilen medresenin üçüncü
katındadır. Ölümünden 15 gün önce Mehmet Kayalar'a 'Mehmet bey sine-i pakinize
avdet ediyorum' şeklinde telgraf çeker. Bu bilgileri teyid için şu satırlara bakalım:
“Üstad hazretleri vefatından üç ay evvel bu otuz üç Hadis-i Nebevi'yi Arapça metin
olarak ve şahsına ait özel kitapları, yazı eşyaları ve hiç neşredilmemiş olan 27.
Mektub'u bir bavul içinde Diyarbakır'a göndererek…” 133
Mehmet Kayalar'ın şu an 80 yaşın üzerinde olan Diyarbakır'daki iki talebesi
Hüseyin Bozkurt ve Mehmet Kuşaslan bu bavulu Mehmet isimli bir gencin
getirdiğini, Bediüzzamanın bu genci Mehmet Kayalar'a hizmet etmek için de
gönderdiğini ifade etmiştir. Bediüzzaman vefat edince bu genç de ayrılmıştır.
Bediüzzaman'ın ölümünden 3 ay önce
Diyarbakır'a gönderdiği eşyalarından sepeti
Takvim 19 Mart 1960 cumartesi gününü gösteriyordu. Bayram Yüksel ağabey
diyor “
... Evet gideceğiz. Üstadım. Nereye gideceğiz, dedim. Urfa - Diyarbekir dedi.134
132. Barla Lahikası,2006.s.590; Said Nursi, Tarihçe-i Hayatı, Söz Basın yay. İstanbul, s.976; Emirdağ Lahikası, Söz
Basın yay.İst.2006, s.738
133. İrfan Haspolatlı; Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar isimli 2003 senesinde basılan kitap s.12.
134. Abdülkadir Badıllı, Tarihçe-i Hayatı, 1998, 3/2129,2174; Şükran Vahide, Bediüzzaman Said Nursi, Etkleşim
yayınları, 2006, s.418; Mary F.Welt, Bediüzzaman Said Nursi, Etkileşim yayınları, 2006.s.418.
72
Urfa yoluyla Diyarbakır'a yolculuk: “Zübeyir ağabey diyor ki: İkinci gün
Üstad arabayı hazırlayın gidiyoruz dedi. Bizler telaşlandık. Çünkü 15 gün mecburi
ikametgâhı vardı. Takip ederler dedim. Araba arızalı dedim. Üstad yine heyecanla ve
ısrarla 'acele tamir edin veya başka bir araba bulun yarın Diyarbakır'a hareket etmek
lazım'. Bizler baktık Üstad çok heyecanlı ve azim içinde mecburen arabayı hazırladık.
Sabah erken Üstad, 'Mehmet beye telgraf çekin, Mehmet bey sine-i pakinize avdet
ediyorum beni karşılayın' dedi. Bunun üzerine Diyarbakır'da medreseye kadar yol
açıldı. Mehmet Kayalar'ın özel odası Bediüzzaman hazretlerine ayrıldı Arabayı
hazırladık. Üstad binince Ceylan'a 'Diyarbakır'a kadar istasyonlarda ihtiyaç
haricinde durma ve polisin işaret ve müdahalelerine uyma' dedi. Zübeyir ağabey diyor
ki; Yola çıktık hiçbir engel yok. Fakat Üstad hastalandı. Adana'ya geldiğimizde Üstad
ağırlaştı. Adana'yı geçtik. Üstad çok ağır hasta Urfa'ya otele zor indik. Ankara,
Üstadın Urfa'ya geldiğini duyunca Urfa valisine telgrafla derhal yola çıkarın
talimatını verdi. Urfa valisi, efendim ağır hasta, komada demesine rağmen Namık
Gedik, hiç dinlemeden 'hasta veya ölüsünü yola çıkarın ve bana bildirin ' dedi.
Arkasından Üstad vefat etti”135
Necmeddin Şahiner'in Son Şahitler isimli kitabında çok detaylı anlattığı
Merhum Diyarbakır'daki Asaf Gördük ağabeyi dinleyelim.
'Üstadımızın Şanlıurfa'dan da Diyarbakır'a geleceği söyleniyordu. Bu nedenle
onu karşılamak üzere Diyarbakır'dan bir otöbüs dolusu Nur talebesi ile Şanlıurfa'ya
doğru yola çıktık.. Şanlıurfa'ya ulaştık.
Cennetmekân Üstad'ın yeşil örtülü cenazesi
camide, etrafında Kur'an okuyan yüzlerce hafızın
ortasında bulunuyordu. Diyarbakır'a teşrifi
kısmet olamamış, rahmet-i Rahman'a
kavuşmuştu… Kırk üç yıl sonra (Bu yıl 2007) dahi
bu hatıraları tarihe mal etmekle mütevazı bir
hizmeti yerine getirmiş buluyorum.136
Vefatından Sonra
Diyarbekir Müftüsü de, Diyarbekir Ulu Camii'nde büyük bir cemaatle
Üstad'ın gıyabi cenaze namaza kıldırmış.137 Müftü Halil efendi risale hayranıydı.
O zamanın müftüsü Halil Efendi 'ben risale-i nur'dan bir satır okuduğumda iki
saat tefekkür ediyorum. Bu gençler çok hızlı okuyorlar. Bunların büyükleri gelse de
bize bunları anlatsa' (kaynak: Mevlüt Mergen)
135. İrfan Haspolatlı: Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar isimli 2003 senesinde basılan kitap s.116 ve
mülakat (Not. Yukarıdakiler Şerif Nazlıcan'a Zübeyir ve Ceylan ağabeylerin anlatımıdır)
136. N. Şahiner. Son Şahitler, Nesil yay.17.baskı..6/127.
137. Abdülkadir Badıllı Tarihçe-i Hayatı, 1998, 3/2129, 2174.
73
Şeyh Muhammed şerif el-Arabkendî (tanrıkulu) Şeyh Muhammed, 1911
yılında Diyarbakır'ın Bismil ilçesine bağlı Arabkent (Bayındır) köyünde dünyaya
geldi. Seyyid olduğu halk arasında yaygın olarak bilinmektedir.138
Bediüzzaman'ın vefatı sıralarıydı. Arabkendi caminin balkonundan havaya
bakıyordu. Ufuklar karardı, her taraf dumanlı ve gökyüzü simsiyah bulutlarla
kaplıydı. Arabkendi'Allah muhafaza buyursun. Böyle bir hava Hz. Hüseyin (r.a.)
şehid edildiği günde görülmüştür. Bu hava büyük bir musibetin habercisi olabilir.
İkinci gün öğleden sonra üstad Said-i Nursi'nin vafatı haberi kendilerine ulaşınca çok
üzüldü. Mübarek ruhuna fatiha okuyup dua ettikten sonra şöyle konuştu'Büyük bir zat
olduğunu biliyordum, ancak bu derece yüksek bir seviyede olduğunu
düşünememiştim. Baştan beri bu kadar büyük bir insan olduğunu bilseydim, mutlaka
onu ziyaret ederdim' 'Bediüzzaman (ks) hakkında söylediği başka bir sözü de şöyledir.
Arabkendi, Bitlis'in Nurşin köyünden Seydaların ziyaretinden dönüyordu. Batmana
varınca merhum Molla Fahrettin'i ziyaret etti. Sohbet esnasında Üstad(ks)'tan söz
edildi. Molla Fahrettin:'Yollar aynıdır' dedi. Yani yaptığımız hizmetlerle onun
hizmetleri arasında önemli bir fark yok demek istedi'.Arabkendi'Hayır buna
katılmıyorum. Onun yolu bizimkinden farklıdır. O,iman için mücadele veriyor.
Çünkü onun kaldığı çevrede yaşayan insanların çoğu İslam ilkelerini ya önemsemiyor
veya inkâr ediyor. Üstad hazretleri de, bu tür insanlara imanı sevdirme mücadelesi
veriyor. Bizim ise, çevremizde yaşayanların tümü inana kişilerdir. Ancak ahlaki
yönde eksiklikleri vardır. Bizimle onun hizmetleri arasındaki fark budur.139
Üstad Bediüzzaman vefat etmeden önce 1960'da Isparta'da iken, iki şehre
gitmek istediğini talebelerine söylemişti. Bu şehirlerden biri Diyarbakır, diğeri Urfa
idi. Üstad Bediüzzaman yalnızca Urfa'ya gidebildi ve orada vefat etti.140
Bediüzzamanı ziyaret eden Diyarbakırlılardan birisi de 1923 doğumlu
Muhammed Can'dır. 50 yıldır Diyarbakır Ulu caminin müdavimidir.1946 yılında
İstanbul'da gözetim altında olan Bediüzzaman'ın elini öper. Bediüzzaman,
istikametinin devam etmesi üzerine dua eder. Bediüzzaman vefat ettiği gece bir rüya
gördüm. Sabah namazına yakın rüyada tüm Asuman siyah levhalarla kaplanmış,
ortasında sarı renkle 'SAİD,SAİD,SAİD 'yazılıydı. Birden bağırarak uyandım.
Kaynanam ne oldu dediyse de anlatmadım. Sabah daireye gittim belediyede
muhasebe memuruydum. Sabahtan beri sıkıntılıydım. Bir şey olmuştu, ama ben de
bilmiyordum. Saat 9-10'da Vanlı biri geldi. Bediuzzaman bu sabaha karşı vefat etmiş
dedi. 'İnna lillahi ve inna ileyhi raciun….’
Şerif Nazlıcan anlatıyor
Zübeyir ağabey diyor ki “İkinci gün sabah Üstad arabayı hazırlayın
gidiyoruz' dedi. Bizler telaşlandık. Çünkü daha 15 gün mecburi ikametgâhı vardı.
Takip ederler dedim. Araba arızalı dedim. Üstad yine heyecanla ve ısrarla 'acele tamir
edin veya başka bir araba bulun yarın Diyarbakır'a hareket etmek lazım.' Bizler
baktık Üstad çok heyecanlı ve azim içinde mecburen arabayı hazırladık. Sabah erken
Üstad, 'Mehmet Beye telgraf çekin, Mehmet bey sinenize avdet ediyorum beni karşıla138. www.salihekinci.com; Eroğlu MŞ, Arabkendi, Kent yay.İstanbul 2004, s.30.
139. Eroğlu MŞ: Arabkendi, Kent yay. İstanbul, 2004 s.85.
139. http://www.sorularlarisaleinur.com/subpage.php?s=article&aid=2107.
74
yın' dedi. Arabayı hazırladık Üstad binince Ceylan'a 'Diyarbakır'a kadar
istasyonlarda ihtiyaç haricinde durma ve polisin işaret ve müdahalelerine uyma' dedi.
Zübeyir ağabey diyor ki; “Yola çıktık hiçbir engel yok. Fakat Üstad hastalandı.
Adana'ya geldiğimizde Üstad ağırlaştı. Adana'yı geçtik Üstad çok ağır hasta Urfa'ya
otele zor indik. Ankara, Üstadın Urfa'ya geldiğini duyunca Urfa valisine telgrafla
derhal yola çıkarın tâlimatını verdi. Urfa valisi, 'efendim ağır hasta, komada' demesine
rağmen Namık Gedik hiç dinlemeden 'hasta veya ölüsünü yola çıkarın ve bana
bildirin' dedi. Arkasından Üstad vefat etti.” Mehmet Kayalar Ağabey de vefat haberini
alınca Urfa'ya gitti.
Nûr'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar
Bediüzzamanın Diyarbakır'a yerleşmek üzere geleceğini ifade eden ve daha
önce bavul ve sepetini gönderdiğini ifade eden Hüseyin Bozkurt ve yanında
Bediüzzaman'ın sepeti:
Bediüzzaman'a Diyarbakır'da ikameti için ayrılan oda, içinde talebesi
İrfan Haspolatlı ve Bediüzzaman'ın sepeti
Bediüzzaman'ın Diyarbakır'a gönderdiği bavulda şahsi kitapları vardır. Ancak
neşir için gönderdiği mektup ve risaleler de el yazılı olarak vardır. Bavul'dan
Bedizüzzamanın talebeleri Mehmet Kayalara ve yine Bediüzzaman'ın talebesi Şerif
Nazlıcan'a ondan da emekli imam Halit Akboz'a intikal eden Bediüzzaman'a ait
mektup ve kitapların ilk sayfaları. Aşağıdadır. Bu belgeler aynı zamanda
Bediüzzaman'ın ömrünün son durağı olarak Diyarbakır'ı seçtiği, ancak ulaşmaya
yetemediği durumu gösteren belgelerdir.
Önce mektubun Türkçeye çevrilmiş halini verelim:
Bismihi subhanehu Aziz sıdık kardaşlarımız Size Arabî risalelerden katreyi
gönderiyoruz. Bu teyyareci Muhammed kardeşimizin Diyarbekire götürmek üzre
götürdüğü Arabî risalelerin arasına girecek İnşaalah ciltlenmemiştir. Yeri “Hatemetü
hazel mebhas”' başlıklı risalelerden evveldir. Hepinize binler selam ve hürmetler eder
hizmetleriniz tebrik ediyoruz. Elbaki hüvelbaki Kardeşiniz (Bediüzzaman) Zübeyr,
Ceylan, Sungur, Bayram.
75
Bediüzzaman'a Ait Mektuplar
Bediüzzamanın Bir Talebesi Olan Asaf Gördük
76
Bediüzzamanın talebesi Hz.Abbas soyundan bir büyüğümüzle (Asaf Gördük)
röportaj yaptık.. Bediüzzaman seyyiddir Bediüzzaman kerametle ziyarete gelen Asaf
Gördük emmizademdir, Abbasidir demiş, evin anahtarını verin istediği zaman gelsin
demiştir 3 defa Bediüzzamanı ziyaret eden Asaf bey Bediüzzamanın kesinlikle
Diyarbakır'a geleceğini, kendilerinin de onu karşılamak üzere Urfaya gittiklerini ifade
etti. Cenazeyi taşırken ki resmini de aldık.
Bediüzzamanın vefatı ve Diyarbakır
Diyarbakır'ın meşhur tarihçisi ve o zamanın gazetecisi Abdüssettar Hayati
Avşar o günü 'Ümmid' gazetesinde anlatıyor. 23 Mart 1960 günü Urfa'dan gelen acı,
Diyarbakır hareketlenir. Caddelerde, sokaklarda, evlerde hüzünlü bir telaş vardır.
Diyarbekir-Urfa yolu araçlardan oluşan yoğun bir trafiğe sahiptir. Urfa'da vefat ettiği
haberi şehrimizde büyük bir hüzün havası yaratmıştır. Elim haber bir yıldırım
süratiyle yayılmış dindaşlarımızın çoğu evlerine dahi haber vermeden cenaze
namazında bulunmak üzere taksi ve otobüslerle Urfa'ya hareket etmişlerdir.141
24 Mart 1960 Tarihli Diyarbakır'da yayınlanan Ümmid Gazetesi
141. Z.Kırmızı, Amid-i Nur, Büyükşehir belediye yayınları, .2009 s.124.
77
Hani'li Seyyid şeyh Mustafa Çit anlatıyor.' Bediüzzaman'ın manevi derecesi
bana rüyada gösterildi, ona muhabbetim çok arttı. Ölüm haberini alır
almaz,Diyarbakırlı bir grup Doğan Körfez seyahatten bir otobüs kiraladık, Urfa'ya
cenazesinin yıkanmasına yetiştik. Ben milleti yararak cenazesine vardım. Ayak
topuklarını öptüm. O sırada orada olan Elazığ müftüsü molla Halil, sofular ayak
öpülmez dedi. Ben de bu ayak öpülür dedim. Millet ses etmedi.
Cenazesini gömmeye gittik. Cenazenin önünde yeşil renkte cübbe ve sarığı
olan, boynunda tesbihi bulunan siyah sakallı ,uzun boylu 12 kişi vardı. Bu garip
kıyafetli insanlar tuhafıma gitmişti.Bu 12 kişiyi benim dışımda beş kişi daha
görmüştü. Cenazeyi defnettikten sonra cemaate bu 12 kişi ne oldu ,dedim. Cemaat biz
böyle kimseleri görmedik dedi.Ben de içimden acaba bu 12 kişi ,12 imam mı dedim'
(Kaynak:Torunu seyyid Sait Çil)
ESAT CEMİLOĞLU VE BEDİÜZZZAMAN HATIRASI
(Esat Cemiloğlu 7 yaşındayken Bediüzzaman Diyarbakır'da evlerinde misafir
olmuştur. Daha sonra Esat beyin başka bir hatırası ha dolmuştır)
Esat cemiloğluyla YeniAsya gezetesinin yaptığı röportaj
Yeni Asya Gazetesinde Röportajı
78
YeniAsya gazetesinde röportajı
Esat Cemiloğlu yukarıdaki röportajında Bediüzzaman hazretlerinin Ulu
camide vaaz verdiğini ve Mesudiye medresesine gittiğini ifade etmektedir.
Bediüzzamanın Diyarbakırda gittiği Mesudiye medresesi
Mesudiye medresesi:
Ulu Camii'nin kuzeyinde ve camiye bitişik olan Mesudiye Medresesi.
Diyarbakır'da yapılan ilk büyük medresedir. Bu medresede astronomi, tıp, fizik,
matematik, biyoloji, kimya, ilahiyat, edebiyat ve felsefe gibi dersler öğretilmiştir.
Ayrıca bilim adamları burada çeşitli konularda birbirleri ile tartışmışlardır.142
142. Dr. Hüseyin Yalçınkaya, Mesudiye medresesi. DÜTF. Dergisi 13(1-4).153-156,1986.
79
Bediüzzaman'ın vaaz u nasihat ettiği Ulu Camii- (Kaynak E.Cemiloğlu)
Esad Cemiloğlu Diyarbakır'da Cemiloğlu ailesindendir.1910 yılında
Bediüzzaman hazretleri Cemiloğlu konağında 1 hafta misafir kaldı. O zamanlar 10
yaşında olan Esad beyin anlattığına göre''Bizim evde iken bir gün beni kucağına aldı
ve bana bir dua ezberletti. O günden sonra her evden çıktığımda o dua'yı üç defa
okurum.90 yaşındayım hala okumaktayım. Hayatım boyunca başıma birçok olay
geldi. Kanaatim odur ki başıma gelen bunca hadiseden sonra yaşıyorsam ve hayatta
kaldıysam; üstadın bana öğrettiği o dua bereketiyle yaşıyorum ve hayattayım'demişti.
İki profesör öğretim üyesine E. Cemiloğlunun verdiği ve
Bediüzzaman'ın öğrettiği dua:143
“ALLAHÜMME LA TÜŞMİT. ADAİ VE BİDAİ VEC'ALİL KURANİL AZİM.
ŞİFAİ VE DEVAİ VE ENEL ALİLU VE ENTEL MÜDAVİ.”
Kadri Cemilpaşa ve Beziüzzaman
16-17 yaşında İstanbul'a okumağa
gittiğimde.. tatil günleri mektepten çıkıp
Diyarbekir'li hemşehrilerin toplandığı Erganili
Abdullah Çavuş'un kahvesinde hemşehriler
arasında vakit geçirmek alışkanlığında idik.
Bahusus Nur talebeleri üstadı Molla said'in
babayiğit tavrı ile Kürtlere mahsus giydiği şal u
şepik elbisesi ve koloz desmalı ile başı
yükseklerde dolaşmasını temaşadan pek çok
zevklenirdim.
Kadri Cemilpaşa
(1.Dünya savaşı sırasında)
(144)
143. N.Şahiner, Bediüzzaman Hizmetinde Diyarbakırlılar, Son Şahitler, 1/ 257.
144. Malmisanj.Diyarbakir'li Cemilpaşazadeler ve Kürt Milliyetçiliği.Avesta yay.İst.2004.s.94-95
80
Diyarbakırlı Şeyh Cemil Efendi
Barla Lâhikası'nda mektubu ve şiiri bulunan Nazuhizade Şeyh Mehmet
Balkır'Burada Diyarbakırlı Şeyh Cemil Efendi isimli bir zat devamlı hizmetini
görürdü.' Demektedir.
BÖLGEDE BEDİÜZZAMAN
Tarihte Güneydoğu Terminolojisinin Karşılığı
Bölge Osmanlı'ya bağlandıktan sonra kurulan Diyarbekir Vilayeti bünyesinde
11 sancak Türk idarecilerine, 8 sancak yerli beylere verildi. Osmanlı'nın idaresinde en
büyük birim vilayet idi. Tek bir Diyarbekir vilayeti tüm Güneydoğu Anadoluyu içine
alıyordu.145
Bediüzzaman 'Bütün Şarkın kendisinin manen talebesi olduğunu ifade etmiştir.146
Güneydoğu ve Eğitim
Hem başbakanlık hem de cumhurbaşkanlığı yapmış bir zatın görüşleri 1990'lı
yıllarda, hem başbakanlık hem de cumhurbaşkanlığı yapmış bir zatın ziyaretine
gitmiştik. Güneydoğu'nun dertlerini ele alarak Bediüzzaman Hazretleri'nin ileri
sürdüğü çarelerden bilhassa eğitim konusu ile ilgili ileri sürdüğü tekliflerden
bahsettik... O da bize “Gerçekten çağları delen fikirler!..” dedi.147
Bediüzamanın teklif ettiği müspet ilimler din eksenlidir. "Aklın ziyası Fünûn-u
medeniyedir, kalbin ziyası ulûm-u diniyedir. İkisinin imtizacıyla hakikat tecelli eder
ve talebenin himmeti de pervaz eder" der. Ben vilayat-ı şarkiyede aşîretlerin hal-i
perişaniyetini görüyordum. Anladım ki, dünyevi bir saadetimiz, bir cihetle fünün-u
cedîde-i medeniye ile olacak Tarihçe-i Hayat, Sayfa 62 Bediüzzamanın
2.Abdulhamit'e isteklerini içeren dilekçe El-Ezher Üniversitesine mukabil
Diyarbakır, Van ve Bitlis'te kurulacak Medresetül Zehra diye adlandırdığı bir
üniversite projesini kafasında oluşturur. Ve 1907'de İstanbul'a gider. Burada
2.Abdulhamit'e isteklerini içeren bir dilekçe sunar. 2.Abdülhamit'e yazdığı dilekçenin
metni dönemin Şark ve Kürdistan adlı gazetesinin birinci sayısında şöyle yayınlanır:
145. M.Akyol, Köprü, sayı: 98 s. 34, 2007.
146. N.Şahiner.Son Şahitler.Nesil yay.17.bask,.3/305.
147. Abdullah Aymaz. Ailem. S. 196.
81
“Şu medeniyet dünyasında ve bu ilerleme ve yarış çağında diğer arkadaşları gibi
Kürtlerin de ilerlemeye ayak uydurabilmesi için hükümetin yardımı ile Kürdistan'ın
kasaba ve köylerindeki mekteplerin kurulmuş olması memnuniyetle görülmekte ise
de bu mekteplerden Türkçe'yi az da olsa öğrenmiş olan çocuklar ancak
yararlanabilmektedir. Türkçe'yi bilmeyen Kürt çocukları ise, medreselerde okutulan
ilimleri terakki etmenin biricik kaynağı olarak bilmektedirler. Yeni açılan bu
mekteplerdeki öğretmenlerin mahalli dili (Kürtçe) bilmemeleri dolayısıyla bu
çocukları eğitim ve öğretimden mahrum bırakmaktadır. Bu ise vahşete, karışıklığa,
dolayısıyla batının gürültü ve patırtı çıkarmasına sebep oluyor. Aynı zamanda halkın
devamlı olarak vahşet ve taklitte yerinde sayması, sürekli olarak vehim ve şüphelerin
etkisi altında kalmalarına sebep oluyor. Eskiden her yönden Kürtlerden geri olanlar
bugün onların hala yerinde saymalarından dolayı çeşitli şekillerde istifade
etmektedirler. Bu ise, biraz olsun hamiyet duygusu taşıyanları düşündürür. Bu üç
nokta, Kürtler için gelecekte korkunç bir darbe hazırlıyor gibi ileri görüşlü olan
kimseleri yaralamıştır. Bunun çaresi, örnek olacak şekilde bu konuda teşvik ve
rağbete öncülük yapması için Kürdistan'ın farklı yerlerinde yeni medreselerin
açılması ve bir kısım medreselerin de canlandırılması, Kürdistan'ın maddi ve manevi
olarak geleceğinin garanti edilmesi açısından önemlidir. Bunun ile eğitimin temelleri
atılmış olur. İşte o zaman herkesten çok adalete muhtaç ve medeni olmaya müsait olan
Kürtler fıtri cevherlerini göstereceklerdir.” ( Mizgin dergisinden alıntı)
Bediüzzaman'ın bu isteği yerine gelmese de Abdülhamit için iyi
düşünmektedir.'Her ne kadar onun, Yıldız'daki sarayını bir üniversite haline
getirmesini istemişsem de, oranın bir ilim meclisi yapılmasını arzu etmişsem de, bu
şefkatli sultana karşı her ne kadar ben biraz şiddetli lafızlarla hitap etmişsem de, o
mübarek ve veli bir padişahtır' demiştir.148
1908 yılında İstanbul'da direnişe geçen 40.000 güneydoğulu hamala Padişah
nasihat etmesi için padişah Bediüzzaman'dan ricada bulunur. Tercüme olarak bu
nasihatı veriyorum: Bediüzzaman Said-i Kürdi hocanın nasihatları: Ey kürt halkı
ittifakta kuvvet, ittaihatta hayat, kardeşlikte saadet, hükümette selamet vardır. İttihat
ipine kuvvetli muhabetle tutunun ki sizi belalardan kurtarsın. Kulaklarınızı iyice
verin. Ben size bir şey söyleyeceğim: Siz bilin ki bizim üç cevherimiz vardır. Bizden
korunmalarını istiyorlar. Biri İslamiyettir. Bunun için binlerce şehit kanını pahalıya
vermişler. İkincisi insaniyettir ki halkın hizmet ehli civanmert ve insanlığını dünyaya
göstersin Üçüncüsü milliyetimiz bize meziyeti vermiştir. Önce siz kendinizi iyi yapın.
Biz kendi çalışmamızla kendi milliyetimizi koruyarak geçmişlerimizin ruhlarını
kabirlerinde şadedin. Bundan sonra bizi yıkan üç düşmanımız var: Biri fakirliktir,
40.000 İstanbul hamalı buna delildir. İkincisi cehalet ve okumamazlıktır. Bizden
binde biri gazete okuyamaması buna delildir. Üçüncüsü düşmanlık ve ihtilaftır.
Düşmanlık kuvvetimizi dağıtıyor. İnsafsız zulmeden hükümetin terbiyesine bizi
müstak ediyor. Eğer siz bunu işittinizse çaremiz budur ki üç elmas kılıcı elinizde
tutunTa ki biz bu üç cevherimizi elimizden düşürmeyelim. 3 düşmanımızı
üzerimizden uzak tutalım. Birincisi kılıçtır. Bu bilim ve okumadır. İkincisi ittifak ve
148. N.Şahiner, Son Şahitler,Nesil yay.17.baskı..6/16.
82
muhabbettir. Üçüncüsü o insan ki kendi mücadelesini nefsiyle yapsın ve sefiller gibi
başkasının gücünden yardım istemesini, sırtını onlara dayamasın. En son vasiyet
okuma, okuma, okuma, birleşme, birleşme, birleşme.149
Bediüzzamanın öğretmenlere bakışı
Bediüzzaman 'Öğretmenler ziyarete geldiğinde çok fazla alakadar olurdu. Şu
zamanın dindar bir öğretmenine, eski zamanın velileri nazarıyla bakıyorum, derdi'150.
Güneydoğu ve Kan davaları ve aşiret kavgaları Bölgede maalesef dinimizin
yasaklamasına rağmen kan davaları devam etmektedir. Bu sorunu bölgede
ombudsmanlar çözmektedir. Ombudsmanların piri olarak Bediüzzaman
görülmektedir. Bediüzzaman Said Nursi, (Ertoşi) Aşireti'nin geçmişinde önemli bir
yere sahip. İskender Ertuş'un dedesinin kan davasını Üstad Bediüzzaman çözüyor.
Siverekte barışa kendi aşireti içindeki husumetleri gidermekle başlayan İskender
Ertuş, çağdışı ve insanlığın asla kabul etmeyeceği kan davalarının sona erdirilmesi
için kendine, doğunun en büyük âlimi olarak nitelendirdiği Bediüzzaman Said
Nursi'yi rehber edindiğini söylüyor. Ertuş'a göre, Said Nursi bölgedeki barışa büyük
katkı sağladı. Kan davalarını çözdü.151 Bediüzzaman kavgalı aşiretleri barıştırmada
arabuculuk etmiştir. Hatta hükümetin barıştıramadığı Keravi aşiret reisi Şükrü ağa ile
Miran reisi Mustafa paşayı barıştırmıştır.152
Güneydoğu'da Ağalık Sistemi
Said-i Nursi, bölge genelinde yaptığı seyahatler sırasında, Diyarbakır'dan
Urfa'ya gitmiş; hemen ardından Urfa'nın çevresindeki bazı bölgeleri ziyaret ettikten
sonra tekrar Urfa'ya dönmüştü. Bu esnada bir gün Yusuf Paşa camiinin bahçesinde
toplanan büyük bir topluluğa hitap etti. Konuşmasında yaptığı ziyaretler sırasında bir
149. Çavkani:Kürt Tevün ve Terakki gazetesi.İstanbul,no:1.Teşrinisani 1324/11Zilka'de 326(1908),
r:7.www.haberdiyarbakir.com)
150. Halit Ertuğrul: Said Nursi'nin Destanlaşan Hizmeti. Nesil yay.2006.s.214
151. Aksiyon, s.570.
152. Mustafa Süzen, Bediüzzaman'ın üç, Tarihçe-i Hayat, Ankara 2000, s.41.
83
çiftçiyle aralarında geçen diyaloğu aktardı. Said-i Nursi, çiftçiye o beldedeki ziraatin
durumunu sormuştu. Çiftçi kendisine ' Ağamız (veya aşiret reisi) bilir, cevabını verdi.
Ardından çiftçiye hangi soruyu yöneltmişse, hep aynı cevabı verdi. Bunun üzerine
Said-i Nursi ona 'Ben de senin ağanın cebinde olan aklınla konuşurum.' dedi.
Ardından ona, her şeyi ağaya havale etmemesini, müteşebbis olmasını, köyün
meselelerinden haberdar olması gerektiğini anlattı. Bu örnekten sonra Bediüzzaman
kendisini dinleyen kalabalığa, aynı doğrultuda vaaz ve nasihatlerde bulundu.'
Bediüzzaman ağa ve beylerin yeni düzende milletin ve insanların hizmetçisi
olması gerektiğini ifade eder.'Ey Kürtler. Sizin bey ve ağa, hatta şeyhleriniz dahi eğer
kuvvete istinat ile kılınçları keskin ise bizzarure düşecektirler. Hem de müstahaktırlar.
Eğer akla istinat ile cebir yerine, muhabbeti isti'mal ve hissiyatı efkâra tabi 'ise, o
düşmeyecek belki yükselecektir.'153
Güneydoğu ve Demokrasi
Geçen sene bidayet-i hürriyette elli-altmış telgraf umum şark aşîretlerine
sadaret vasıtasıyla çektim. Meali şu idi: "Meşrûtiyet ve kanun-u esasî işittiğiniz
mesele ise; hakîki adalet ve meşveret-i şer'iyeden ibarettir. Hüsn-ü telakkî ediniz,
muhafazasına çalışınız. Zîra dünyevî saadetimiz meşrûtiyettedir. Ve istibdattan
herkesten ziyade biz zarardîdeyiz. " Her yerden bu telgrafların cevabı müsbet ve
güzel olarak geldi.154 Bediüüzzaman 'İstibdat tahakkümdür. Muamele-i keyfiyedir.
Kuvvete istinat ile cebirdir'.'Hürriyet imanın hassasısıdır' 'Hürriyet budur ki: Kanun-u
adalet ve tedipten başka, hiç kimse kimseye tahakküm etmesin.'155
Bediüzzaman cumhuriyetçilere hürmetli idi. Eskişehir mahkemesinde benden
sordular ki: 'Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?' Ben de dedim: 'Yaşlı mahkeme
reisinden başka daha siz dünyaya gelmeden ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu
elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat eder. Hülâsası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, hâli
bir türbe kubbesinde inzivada idim. Bana çorba geliyordu. Ben de tanelerini
karıncalara veriyordum. Ekmeğimi onun suyu ile yerdim. Benden sordular, ben
dedim: Bu karınca ve arı milletleri cumhuriyetçidirler. Cumhuriyetperverliklerine
hürmeten, taneleri karıncalara veriyorum.'156
Bediüzzaman 'Hürriyetin en geniş şekli Cumhuriyettir'demektedir.157 Evvel
şarkta fenalığın sebebi, şarkın uzvu hastalanmış zannediyordum. Vaktâ ki, hasta olan
İstanbul'u gördüm, nabzını tuttum, teşrih ettim.158 Bediüzzaman bölgenin demokratik
hale gelmesine fiilen de katılmıştır. Said-i Nursi 1893 yılında, Miran aşiret reisi
Mustafa Paşa'yı, yöre halkına yaptığı baskı ve zorbalıktan vazgeçirmek için Cizre'ye
giden ve burada bir müddet kalmıştır. Mustafa paşa Bediüzzman'ın cesurca
nasihatlerine uymuş, namaza başlamıştır.159
Bediüzzaman resiscumhur seçilirken, resicumhura bir şey söylemek ister, çev153. Mary F.Weld. Bediüzzaman Said Nursi. Etkileşim yay.2006. s.1201-121.
154. Tarihçe-i Hayat, Sayfa 56.
155. Mary F.Weld. Bediüzzaman Said Nursi. Etkileşim yay.2006. s.118-119.
156. http://arastiralim.com.
157. Tarihçe-i Hayat. İstanbul 1998, s. 204.
158. Divan-ı Harb-i Örfi, Sayfa 87.
159. Abdurrahman Nursi, Bediüzzaman'ın Hayatı, İstanbul 1993, s. 28; Mahmut Açıl: Üstad'la Hasbihal,
Şahdamar yay. 2006, s.53
84
redekiler engellemek ister. Reiscumhura, 'Paşa' Buyurun bir emriniz mi var' dedi.
'Halim ol, selim ol, refik ol, şefik ol' işte söyleyeceğim budur. Paşa teşekkür etti ve
kapıya kadar uğurladı.160
Eski Bir Diyarbekir Evinde Bayrak
Türk'e Kılıç Çektirmem
Şeyh Said destek istediğinde, Said Nursi şöyle demişti: "Türk milleti asırlarca
İslam'ın bayraktarlığını yapmıştır. Onlara karşı kılıç çekilmesine izin vermem..
İsyan hazırlıkları vardı. Günün birinde Kürt aşiret ağalarından, zamanında
İkinci Abdülhamid'in kurduğu Hamidiye Alayları'nda görev yapmış olan Kör
Hüseyin Paşa kapısını çaldı. "TÜRK İLE KÜRT KARDEŞTİR." Said Nursi'ye
para getirmişti. "Adamlar ve silahlar hazır; emrini bekliyoruz" diyordu. Niçin?
"Mustafa Kemal ile savaşmak için!" Bediüzzaman köpürmüştü: "Asker vatanın
evladıdır. Senin benim akrabamdır. Müslüman Müslüman'a silah çeker mi?" Kör
Hüseyin Paşa fena halde bozulmuştu. "İtibarımı beş para ettin" diye söyleniyordu.
Said Nursi geri adım atmıyordu: "Kullar arasında beş para ol. Allah katında makbul
ol." Ayaklanmaya hazırlanan Kürt gruplar Said Nursi'nin manevi gücünü arkalarına
almak istiyordu. Derken Şeyh Said'den bir mektup geldi. Özetle "İsyanımızda bize
yardım edin" diyordu. Said Nursi yine bir mektupla ona cevap verdi: "Türk milleti
asırlardan beri İslam'ın bayraktarlığını yapmıştır. Bu yolda çok şehit vermiştir. Böyle
bir milletin torununa kılıç çekilmez. Biz Müslümanız. Türk-Kürt birdir, kardeştir.
Bizim asıl büyük düşmanımız cehalettir. Teşebbüsünüz bir işe yaramaz. Olan masum
insanlara olur."161
Said-i Nursi Şarklı hemşerilerine Yaptığı bir konuşmada 'Türkler bizim aklımız,
biz de onların kuvveti, Mecmumuz iyi insan oluruz. Kendi başına yapamayacağımız
160. Mahmut Açtı: Üstad'la Hasbıhal.Şahdamar yay.2.baskı.s:137; “Türk, Kürt Birdir, Kardeştir.” Beyanat ve
Tenvirler, Sayfa 137.
161. Emre AKÖZ- Nevzat ATAL, Sabah gazetesi., ……
85
bu azmimizle başka unsurlara ders-i ibret vereceğiz.162
Bakandan Bediüzzaman yorumu
“Eğer Cumhuriyetin başında Bediüzzaman dinlenseydi, bugün ülkenin
durumu hiç de bu durumda olmazdı. Maneviyattan yoksun olarak yetiştirilen
163
Doğuluların Kürtçü, Batılıların da Türkçü olmamalarını beklemek iyimserlik olur.”
İslamiyet’i i’la eden Türk milleti 164 “Van'da iki jandarma erinin gelip, Üstad
Said Nursi'yi belli olmayan bir istikamete götürmek için tevkif ederken, ahaliden iki
bin atlı gelerek, 'Hocam müsaade et, sizi bu müstebitlere teslim etmeyelim.' dedikleri
zaman Üstad, 'Kuran'da ben bir kavim getireceğim, onunla İslamiyet'i ila edeceğim,
dediği kavim, bu Türk milletidir. Ben milletin sinesine gidiyorum, fakat siz bu
itaatsizliğinizle isyan ediyorsunuz.' diyerek ellerini kelepçelere doğru uzatmıştır.”
Güneydoğu Asayişinde Risale-i Nur
Asayişi bütün kuvvetiyle muhafazaya çalışıyor.165 Hem Anadolu, hem
vilâyet-i şarkiyede Risale-i Nur'la neşredildiği sebebiyle, âsayişe tam kuvvetli bir
tarzda hizmet edilmiş.166 Hem Risale-i Nur, Kur'ân'ın kanun-u esasiyesiyle bütün
Anadolu ve vilâyât-ı şarkiyede âsâyişi temin eden,167 Hem vilâyet-i şarkiyede Risâlei Nur'la neşredildiği sebebiyle, âsâyişe tam kuvvetli bir tarzda hizmet edilmiş. Demek
bir mânevî zabıta hükmünde herkesin kalbinde bir yasakçı bırakıyor.168
Doğu Anadolu'nun teslimiyet ve itâati ne kadar devam etmiştir? İdris-i Bitlisî
ile başlayan şarktaki beyler ve Müslüman halkın hilâfet ve saltanata sadakatle
bağlılıkları, en azından 1850 yılına kadar, yani yaklaşık 330 sene devam etmiştir.
Osmanlı devleti, bu yerli ahaliyi Müslüman kardeşleri ve bu bölgeleri de darü'l-İslâm
olan ülkesinin aslî parçası olarak görmüş; buna karşılık yerli Müslüman ahali ve
beyler de, Osmanlı Devletini İslâm'ın bayraktarı bir İslâm devleti olarak telâkki edip
ona itaati kendileri için ibadet saymışlardır. Hatta bu bölgedeki beyler, Batı Anadolu
ve Rumeli'deki hem Türk hem de Müslüman olan Ayanlar kadar, Osmanlı devletinin
başına gaile çıkarmamışlardır. Meselâ hem Türk hem de Müslüman olan Karaman
eyaletinde Osmanlıya karşı elli çeşit isyan görmek mümkün olduğu halde, 330 sene
içinde Doğu bölgelerinde ciddi bir isyandan bahsetmek mümkün değildir.
Ne zaman ki İslâm kardeşliği mânâsı bozulmuş ve Avrupa zındık kâfirleri tarafından
bir Frenk illeti olan ırkçılık Osmanlı devletinin içine atılmış, o zaman Doğuda da
ayrılık ve fitne rüzgârları esmeye başlamıştır. Çare, tarihten ibret dersi almaktır ve bu
bölgeleri 300 küsur sene Osmanlı devletine sımsıkı bağlayan sırrı anlamaktır.
Bediüzzaman (1910'larda Osmanlı devletine karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret
reislerine hitaben diyor:) "Altıyüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı
yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize,
kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade
162. Âdem Ölmez ve ark: Bediüzzaman ve Şark Düşünceleri. Yeni asya yay. İst.1998, s.165.
163. (2006, Bakan Hüseyin Çelik) http://www.arastiralim.com.
164. Hamdi Sağlamer, http://www.arastiralim.com.
165. Emirdağ Lahikası, Sayfa 430.
166. Emirdağ Lahikası s. 451.
167. Emirdağ Lahikası, s. 449.
168. Tarihçe-i Hayat, s. 609.
86
edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların
kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık ve kendi başına hareket
yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle
olur... İttifakta kuvvet var, ittihadda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaat te
selâmet var. İttihadın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir." 169
Bediüzzaman devlete karşı isyanlara sed çekmiştir. 'On kadar aşiret reisi
Bediüzzaman'a gelip Şeyh Said'in yanında olduklarını ve ona iştirak etmek
istediklerini söylediklerinde, Bediüzzaman onlara şiddetle karşı çıkmıştır. Dinimizde
Müslümanların birlik ve beraberliklerini zedeleyecek ve harici düşmanlara karşı
kuvvetlerini kıracak hiçbir dâhili isyana yer olmadığını izah etmiştir. Menfi
milliyetçiliğin varlığımıza kastederek bu milleti parçalayacağını, bu gibi menfi
hareketlere girişenlerin arkalarında ecnebi parmağı olmasından korktuğunu dile
getirmiştir. Aşiret reisleri de Bediüzzaman'ın bu ikazları karşısında memnuniyetlerini
dile getirerek, isyana iştirak etmemişlerdir.' 170
Bediüzzaman İslama bayraktarlık eden
Türk kavmine büyük sevgi duymaktadır.
Bediüzzaman Türklere olan dostluğunu ise şu satırlarla ifade ediyor: “Dini-i
İslâmiyet milletiyle ebedi ve hakiki bir uhuvvet ile Türk denilen bu vatan ehl-i imanı
ile şiddetli ve pek hakiki alakadarım. Ve bin seneye yakın Kur'an'ın bayrağını cihanın
cihad-ı sittesinin etrafında galibane gezdiren bu vatan evlatlarına, İslamiyet hesabına,
müftehirane ve tarafdarane muhabbettarım.171 “Ey efendiler! Ben, her şeyden evvel
Müslüman'ım. Yüzde doksan dokuz menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok
hayatım Türkler içinde geçmiş ve en sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış
ve İslamiyet ordularının en kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur'aniyem
cihetiyle, her milletten ziyade Türkleri sevmek ve taraftar olmak, kudsi hizmetimin
muktezası olduğundan; bana Kürt diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların
bini kadar Türk milletine hizmet ettiğimi, hakiki ve civanmert bin Türk gençlerini
işhad edebilirim.172
Bediüzzaman'ın askere bakışı
‘Asırlar boyunca Kur'an'a hizmet eden ve zemin yüzünde tevhid-i ilahi
bayrağını galibane gezdiren ve hak, hakikat nurunu neşreden kahraman ordunun
imanlı zabitlerinin her saati, çok saatler ibadet hükmünde geçtiğini ve imanlı bir
subayın hizmeti bin hükmünde olduğunu olduğununu ifade ediyorlardı.' 173
169. Prof. Dr. Ahmet Akgündüz,“Bediüzzaman'ın Tesbitleri Işığında Doğu ve Güneydoğu Hadiselerinin Gerçek
Reçetesi.” Köprü, s.46.
170. Hüseyin Özdemir, “Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman,” Köprü s.70.
171. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 393.
172. Tarihçe-i Hayat, s. 215.
173. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, Nesil yay.17.baskı,4/47.
87
Dağkapı ve nöbet tutan askerler
Mehmet Kayalar anlatıyor. “Diyarbakır'da evimin etrafını askeri birlikler,
tanklar muhasara altına almıştı. Bunu Üstada haber verdim. Üstad, “Kardeşim onlar
senin muhafızlarındır.” diye haber gönderdi. Üstad son dersinde menfi harekete
katiyen izin vermemişti, katiyen kılıç çekilemiyeceğini ve onların aleyhinde
bulunulamıyacağını ifade etmişti.174 Ali Demirel ifade ediyor; “Üstad ben tayyarecilere dua ediyorum. Ve biz havacılara dönerek. Kardaşlarım ölümle karşı karşıya
olan kahramandır.175 Siz kahramansınız.” Pilotlara hitaben' Bu uçaklar bir gün gelecek İslam'a büyük hizmetler edecektir. Eğer namazlarınızı kılarsanız, asker
olduğunuz için sizin bir saatiniz on saat ibadet yerine geçer.'176
Hulusi Yahyagil anlatıyor. Üstad şöyle hitap ediyordu. “Ben Türk ordusunun
aleyhinde bulunmam. Çünkü bu Türk ordusu Birinci Cihan harbinde, Allah ve vatan
yolunda bir milyon şehid vermiştir.177 Türkler, bu İslam milletinin kahraman bir
ordusudur' denmektedir. Bediüzzaman'ın asker olan talabeleri de vardı. Albay Hulusi
Yahyagil ve ön Yüzbaşı Mehmet Kayalar Bunlara örnek olarak verilebilir. Üstad
hazretlerinin talebesi Emekli Albay merhum Hulusi yahyagil 1895 Elazığ Harput'ta
doğmuştur. Birinci Dünya Savaşında, Kafkas ve Çanakkale savaşlarında
bulunmuştur.1950 yılında Albay rütbesiyle emekliye ayrıldı.178 Mehmet Kayalar
Önyüzbaşı rütbesinde iken 1952 yılında emekli olur. 179
174. Şahiner; a.g.e, 3/236.
275. Şahiner; a.g.e, 3/259.
176. Halit Ertuğrul; Said Nursi'nin Destanlaşan Hizmeti, Nesil yay.2006.s.215.
177. Şahiner; a.g.e, 1/323; Emirdağ lahikası, s.224.
178. http://www.risale-inur.org/1.htm.
179. http://www.mehmetkayalar.com/hayati.html.
88
Albay Hulusi Yahyagil
.
Ön Yüzbaşı Mehmet Kayalar'ın 1950 yılına ait
askeri elbisesi
Bediüzzaman'ın bizzat kendisi milis albaylığı yapmıştır.
Bediüzzaman Said Nursi ve Rus savaşları
Said Nursi Birinci Dünya Savaşı başladığı vakit Ağustos 1915'de Enver
Paşanın emriyle Süphan dağında Milis Alayları kurmuş, kendisi de Milis Albayı
olarak atanmıştır. 4000 – 5000 kişiden oluşan bu birlik, keçeden yapılmış külah
giydiklerinden kendilerine Keçe Külahlılar ismi verilmiştir.
Bediüzzaman, Milis Alayını kurmadan evvel medresede talebelerine ders
verirken; bir yandan ilimle ilgilenmiş, diğer taraftan Ermeni Taşnak Komitesiyle
uğraşmak zorunda kalmıştır. Bu nedenle talebelerine ilim kitaplarının yanında bir tane
de silah vermiştir. Öğrenciler de silahlarını eğitimleri boyunca hiç yanlarından
ayırmamışlardır.
Said Nursi, Bitlis savunmasına katılmadan evvel Bitlis'in Hizan kazasının
savunmasını yapmıştır. Said Nursi Hizan savunmasından sonra Bitlis savunmasına
katılmıştır. Rusların Van ve Muş işgalinden sonra Bitlis'e yönelmeleri üzerine Bitlis
Valisi Memduh Bey ile Piyade Yarbay Ali Bey (Ali Çetinkaya), Said Nursi'ye:
— Elimizde bir Tabur asker ve 2.000'e yakın gönüllümüz var. Biz geri
çekilmeye mecburuz, dediler.
Said Nursi onlara:
— Etraftan kaçıp gelen ahalinin ve Bitlis halkının malları, çoluk çocuk ve
çocukları düşman eline geçecek, biz mahvoluncaya kadar 4–5 gün mukavemete
mecburuz. Demesi üzerine:
— Muş'un sükût etmesi dolayısıyla 14 topumuzu askerler bu tarafa kaçırmağa
çalışıyorlar. Eğer sen o 14 topu gönüllülerinle ele geçirebilir-sen, bir kaç gün o
toplarla mukabele ederiz ve ahalide kurtulur. Dediler.
Said Nursi:
— Öyle ise ben ya ölürüm veya o topları getiririm diyerek üç yüz gönüllünün
başına geçmiştir. Geceleyin Güroymak (Norşin) tarafına, topların getirildiği tarafa gitti
89
Topları takip eden bir Alay Rus Kazağına kendi muhabirleri; "Bitlis'i müdafaa eden
gönüllü komutanı 3.000 adamla ve dağdaki meşhur Musa Bey'de 1.000 kişi ile topları
kurtarmaya geliyorlar" diyerek pek ziyade mübalağa ile ihbar etmeleri üzerine, Kazak
komutanı korkarak ilerleyememişti. Said Nursi'de, beraberindeki 300 gönüllüyü rast
geldikleri toplara birer ikişer taksim edip Bitlis'e gönderir. Kendisi ise ilerleyerek
topları birer birer kurtarıp, en son topu da üç arkadaşıyla birlikte ele geçirir. O şekilde
14 topun Bitlis'e gelmesini temin eder. O toplarla 3-4 gün asker ve gönüllüler düşmana
karşı koyup, ahalinin büyük bir kısmının kurtarılmasına sebep olmuştur.
Bediüzzaman o harpte gönüllülere cesaret vermek için sipere girmeyerek avcı
hattında dolaşırdı. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken, birden hatırına
gelir ve ruhuna ilişirdi. "Şu anda şehit olsam, bu vaziyetim, yani en ileride göze çarpan
şu halim, sakın mertebe-i şahadetin bir esası olan ihlâsıma zarar vermesin" diyerek
birden atını döndürür ve arkadaşlarının yanına gelir. Avcı hattında dolaşırken,
vücuduna üç mermi isabet etmiş, fakat geri çekilmemiş, gönüllülerin cesaretinin
kırılmaması için sipere dahi girmemiştir. Hatta bunu işiten Vali Memduh Bey ile
Komutan Ali Çetinkaya, "Aman geri çekilsin" diye haber verdikleri zaman:
— Bu kâfirlerin mermileri beni öldürmeyecek, diye karşılık vermiştir.
Bu olayları Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası isimli eserin 2. cildinde kendi
ifadesiyle şöyle anlatıyor:
“.... Hem Bitlis savunmasında ve avcı hattında Rusların üç mermisi öldürecek
yerime isabet etti. Biri şalvarımı delip iki ayağım arasından geçip o tehlikeli vaziyette
dahi sipere oturmadım. Biri hançerime, diğeri tütün tabakasını delip geçtiği halde yine
bana bir şey olmamıştı.”
Ahali çekildikten sonra Bediüzzaman, bir kısım fedakâr öğrencileriyle
Bitlis'ten göç edemeyen zavallılar için kendilerini feda etmek fikriyle kaçmamışlardır.
Sabahleyin düşmanın bir Taburu ile savaş ederken, arkadaşlarının çoğu şehit olur.
Hatta bu şehitler arasında yeğeni de bulunmaktadır. Fedakâr öğrencisi Ubeyd, kendi
bedeline şehit düştükten sonra, düşmanın üç sıra askerini yararak geçer. Hayatta kalan
üç talebesiyle su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem de ayağı kırık bir
hal-de 33 saat su ve çamur içinde kalır. Elinde tüfek, o müthiş vaziyet içinde, üst
kattaki oda da düşman asker ve subayları bulunduğu halde ahalinin kurtulmasının
sevinci içinde, beraberindeki arkadaşlarına teselli vererek:
— Karşınıza ne vakit çoklukla düşman askeri gelirse, o zaman silahları
kullanacağız. Kendimizi ucuza satmayacağız, bir iki düşmana kurşun atmayacağız...
Daha sonra Said Nursi talebelerine hitaben:
— Arkadaşlar! Durmayınız. Sizlere hakkımı helal ettim. Beni bırakınız, siz
kendinizi kurtarmaya çalışınız. demesi üzerine fedakâr ve kahraman talebeler:
— Sizi bu halde bırakıp gidemeyiz. Şehit olursak yine hizmetinizde olsun
diyerek kalırlar.
Aşırı kan kaybından ve şiddetli soğuktan hayatı tehlikeye girince, onu
kurtarmak gayesiyle talebelerinden birisi Rus askerlerine yerini göstermiş ve gece
vakti Ruslar esir almıştır.
90
Said Nursi'yi üç talebesiyle beraber esir alan Ruslar Said ismindeki talebesini
serbest bırakmış, Said Nursi'yi diğer esirlerle birlikte önce Van'a, sonra Culfa, Tiflis,
Kloğrif ve oradan da Kosturma'ya (Sibirya) götürmüşlerdir.
1918 yılında Rusya'dan firar eden Said Nursi önce Leningrad'a (St. Petersburg)
oradan Almanya'ya ve daha sonra İstanbul'a gelmişti.
Rahmetli Sinan Omur anlatıyor: Said Nursî'nin askeri cephesi Hatıralarını
şöyle anlattı: Üstad'ı ilk olarak l332'de Sübhan Dağı'nda görmüştüm. O zaman ben
muallim mektebi talebesiydim. l332'nin 24 Temmuz'unda idi. Ben l8 yaşındaydım,
beni askere almışlardı. O zaman Şarkta Üstadı görmüştüm. O zaman üstad milis
teşkilatı başkumandanıydı. Başında yeşil bir sarık, omuzunda apoletleri vardı.
Devamlı at üzerinde dolaşır, orduya cesaret verirdi. Milis teşkilatının kurulmasını
Enver Paşa, Vehib Paşa'ya söylemiştir. Vehib Paşa da bunu Bediüzzaman'a (O zaman
ismi Bediüzzaman Said Kürdî idi) teklif etmişti. Ve böylece Bediüzzaman milis
teşkilatını kurmuştu. Enver Paşa, milis kuvvetlerinin hazırlanmasını söylediği zaman,
Bediüzzaman da, "milis kuvveti bizden, erzak da sizden" diye cevap vermişti. Milis
teşkilatı dört-beş bin kişiydi. Said Nursî miralaydı, yani rütbesi, albaylıktan bir derece
daha yüksek kaymakamlığa tetabuk ediyordu. Kuvvetlerin başkumandanlığını
yapıyordu. Bediüzzaman'ın milis kuvvetlerine "Keçe Külahlılar" derlerdi. Ruslar,
'Keçe Külahlılar geliyor!" diye duydukları zamanlar nereye kaçacaklarını şaşırır ve
bilemezlerdi. Düşmanlar, keçe külahlılarla karşılaştıklarında neye uğradıklarını
anlamazlardı.
Efendim o zaman bizim elimizdeki kılıçlar adetâ dürtmek içindi. Hâlbuki onlar
at üzerinde silâh kullanırlardı. Attıklarını mutlaka vururlardı. Üzerlerinde beyaz bir
pelerin bulunurdu. Bunun ile fedâiler araziye uyarlar, hele kış günlerindeki karda hiç
fark edilmezlerdi. Keçe külahlı bir fedâi atının dizginlerini bir koluna bağlar veya
kolunu atar, ayaklarını atın karnına sıkı sıkı sarar, tamamen serbest ve rahat bir
şekilde, sür'atle yol alırken, seri olarak ateş ederlerdi. Çok keskin nişancıydılar, boş
ateş etmezlerdi. Aslında benim bu sizlere anlattığım, devletin arşivlerinde de vardır.
Bunları yakın tarihçilerimizden Feridun Kandemir de iyi bilmektedir. Yine bana Fahri
Kırkalı anlatmıştı. Bediüzzaman Bitlis'te esir düştüğünde Sibirya'daki esir
kamplarından birisine sürülmüştü. Esarette kampta iken şöyle bir hadise cereyan
ediyor: Başkumandan birgün esirleri teftiş için kampa geldiği zaman bütün esirler
ayağa kalktığı halde Bediüzzaman oturmuş vaziyette, ayaklarını da ileriye atmış,
elindeki bir çomağı çakısıyla sivriltmektedir. Rus orduları Başkomutanı Nikola, Said
Nursî'nin önünden geçtiği halde, o hiç tavrını bozmuyor ve elindeki çomağı
sivriltmeye devam ediyordu. Tekrar önünden geçtiği hâlde kendisiyle hiç
ilgilenmiyor. Tafsilatını bildiğimiz hadiseyi bana anlatan Fahri Kırkalı, "biz böyle bir
kahraman görmemiştik" diye çok hayran bir şekilde bu hadiseyi çok uzun olarak bana
anlatmıştı.180
Bediüzzaman esaratten kaçıp Avrupaya gitmiş, Viyana ve Sofya üzerinde
İstanbul'a dönmüştü. 17 Haziran 1918 tarihli pasaportunda şu bilgiler vardı:
İsmi: Said Mirza Efendi (Fahri Kaymakam).
Kıtası: Gönüllü Kürt Süvari Alayı
180. http://www.risale-inur.org/
91
Tabiiyeti: Osmanlı
Gideceği mahal: İstanbul …idi.181
Birinci Dünya Savaşının patlak verdiği günlerde Van'da bulunan Bediüzzaman,
talebeleriyle birlikte gönüllü milis alayları teşkil ederek cepheye koşmuştur. Vatan
müdäfaasında çok büyük hizmeti geçmiş; savaşta birçok talebesi şehit olmuş; kendisi
de Bitlis müdafaası sırasında yaralanarak esir düşmüştür.182
Bediüzzaman, Kafkas Cephesinde Enver Paşa ve fırka kumandanının
hayranlıkla takdir ettikleri hizmet-i cihadiyeyi yaptıktan sonra, Rus kuvvetlerinin
ilerlemesinden dolayı Van'a çekildi. Van'ın tahliyesi ve Rusların hücumu sırasında, bir
kısım talebeleriyle Van Kal'asında şehit oluncaya kadar müdafaaya katî karar
verdikleri halde, geri çekilen Van Valisi Cevdet Beyin ısrarıyla, Vastan kasabasına
çekildi.183 Bediüzzaman, o harbde, gönüllülere cesaret vermek için, sipere girmeyerek, avcı hattında dolaşırdı. Avcı hattında en ileride atını sağa sola koştururken,
birden hatırına gelir ve rûhuna ilişir ki, "Şu anda şehit olsam; bu vaziyetim, yani en
ilerde göze çarpan şu halim, sakın, mertebe-i şehadetin bir esası olan ihlâsıma zarar
vermesin, bir hodfüruşluk manası olmasın" diyerek, birden atını döndürür ve
arkadaşlarının yanına gelir. Avcı hattında dolaşırken, vücuduna dört gülle isabet
etmiş, fakat geri çekilmemiş ve gönüllülerin cesareti kırılmaması için, sipere dahi
girmemiştir. Hatta bunu işiten Vali Memduh Bey ve Kumandan Kel Ali, "Aman geri
çekilsin!" diye haber gönderdikleri zaman, demiş: "Bu kâfirlerin güllesi beni
öldürmeyecek..." Hakîkaten, üç gülle ölecek yerine isabet ettiği hâlde, biri hançerini,
diğeri tütün tabakasını delip geçmiş ve kendisine bir zarar vermemiştir.184
Hatta yeğeni ve fedakar bir talebesi olan Ubeyd dahi kendi bedeline şehit
düştükten sonra, düşmanın üç sıra askerini yararak geçip, hayatta kalan üç talebesiyle
pek acîb bir sûrette su üzerinde bulunan bir sütreye girer. Hem yaralı, hem ayağı kırık
bir halde otuz üç saat su ve çamur içinde kalır.185
Bediüzzaman'ın Polise bakışı
Mevlana'yı ziyaret ederken Bediüzzaman polislere hitaben'' Siz, maddi asayişi
temine çalışıyorsunuz. Biz ise manevi asayişe çalışıyoruz. Biz sizi vazife arkadaşı
olarak biliyoruz. Siz de bizi vazife arkadaşı olarak biliniz'der.186
Diyarbakır'daki sükûn Avrupa'yı ve Ortadoğu'yu etkilemektedir. Bu açıdan
Diyarbakır'ın huzura kavuşması çok geniş bir alanı etkiler. Nitekim'Üstad 'Mehmet
beyin hizmeti Diyarbakır'a, şarka ve Anadolu'ya değil Avrupaya ve âlem-i
İslama bakıyor'demektedir.187
181. Mary F.Weld. Bediüzzaman Said Nursi. Etkileşim yay.2006. s.176.
182. Beyanat ve Tenvirler, s.18.
183. Tarihçe-i Hayat, s.94.
184. Tarihçe-i Hayat, s.100.
185. Tarihçe-i Hayat, s. 100.
186. Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi.52.Baskı, s.433.
187. İrfan Haspolatlı, Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s.98.
92
Milis Albay Said Nursi
Bediüzzaman ve Ekonomik kalkınma
Bediüzzaman 'Ülkenin bir üretim seferberliği içinde olması gerekir. İşçilere
“Siz farz namazlarınız kılarsanız, o zaman fabrikadaki bütün çalışmanız ibadet yerine
geçer. Çünkü siz milletin zaruri ihtiyaçlarını sağlayan mübarek bir işte
çalışıyorsunuz”188 Üretim için de çağın gereklerini yerine getirmek gerekir.
Bediüzzaman “Cehalet ve fakra hücum için fen ve sanat silahı başına arş emrini
verelim' ..'Kılıncınız fen ve sanat cevherinden yapılmalı” der.189
Yıl Temmuz 1908 Selanik. Bediüzzaman “'Hürriyete hitap” konuşmasını
yapıyor. Yüzlerce sene geri kaldığımız medeniyet dünyasından, imanımızın kuvvet
kaynağı Peygamberimizin gayesi yolundaki mucizelerinden ilham alarak demokrasi
yolumuzda şimendifer süratiyle ilerliyeceğiz. Medeni milletlerle omuz omuza
geleceğiz. Onlar, bugünkü sonuçlara, öküz arabasına binmekle başlayarak omuz
omuza geleceğiz. Onlar, bugünkü sonuçlara, öküz arabasına binmekle başlayarak
erişmişler. Amma biz balonla, şimendiferle zamanı yutacağız, onlara erişeceğiz'diye
devam ediyordu.190
Bediüzzaman Diyarbakır Ulu caminin kardeşi Emeviye camisinde verdiği
Hutbe-i Şamiye'de Evet Kur'anın üstadiyetinden ve dersinin işaratından
fehmediyoruz ki: Kur'an'da mu'cizat-ı enbiyayı zikretmesiyle; beşerin istikbalde
terakki edeceğini ve o mu'cizatın nazîreleri istikbalde vücuda geleceğini beşere ders
verip teşvik ediyor:
Haydi çalış, bu mu'cizatın nümunelerini göster. Süleyman Aleyhisselâm gibi iki
aylık yolu bir günde git! İsa Aleyhisselâm gibi en dehşetli hastalığın tedavisine çalış!
188. Halit Ertuğrul, Said Nursi'nin Destanlaşan Hizmeti, Nesil yay., 2006 s.214.
189. Necmettin Şahiner, Medresetü'z Zehra, 2. baskı s.37.
190. Mahmut Açıl, Üstad'la Hasbıhal, Şahdamar yay., 2.baskı, s.85.
93
Hazret-i Musa'nın asâsı gibi taştan âb-ı hayatı çıkar, beşeri susuzluktan kurtar!
İbrahim Aleyhisselâm gibi ateş seni yakmayacak maddeleri bul, giy! Bazı enbiyalar
gibi şark ve garbda en uzak sesleri işit, suretleri gör! Davud Aleyhisselâm gibi demiri
hamur gibi yumuşat, beşerin bütün san'atına medar olmak için demiri balmumu gibi
yap! Yusuf Aleyhisselâm ve Nuh Aleyhisselâm'ın birer mu'cizesi olan saat ve gemiden
nasıl çok istifade ediyorsunuz. Öyle de, sair enbiyanın size ders verdiği mu'cizelerden
dahi o saat ve sefine gibi istifade ediniz, taklidlerini yapınız."… Evet, nasılki eski
zamanda İslâmiyet'in terakkisi, düşmanın taassubunu parçalamak ve inadını kırmak
ve tecavüzatını def'etmek, silâh ile kılınç ile olmuş. İstikbalde silâh, kılınç yerine
hakikî medeniyet ve maddî terakki ve hak ve hakkaniyetin manevî kılınçları
düşmanları mağlub edip dağıtacak. Biliniz ki: Bizim muradımız medeniyetin mehasini
ve beşere menfaati bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları
değil ki; ahmaklar o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklid edip malımızı
harab ettiler. Ve dini rüşvet verip, dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları
iyiliklerine galebe edip seyyiatı hesanatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile
iki dehşetli tokat yiyip, o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki,
yeryüzünü kanla bulaştırdı. İnşâallah istikbaldeki İslâmiyet'in kuvvetiyle medeniyetin
mehasini galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de
temin edecek.
İstiklal savaşı
13 Kasım 1918'de İstanbul, Müttefik Kuvvetler tarafından işgal edilmeye
başlanmıştı. İstanbul'a asker çıkaran İngilizler önce Şehzadebaşı Karakolu'nu
basmışlar, sonra hızla başkenti ele geçirmişlerdi. Müttefik Devletlerden İngiltere
sadece İstanbul'u işgal etmekle kalmıyor aynı zamanda Türkiye'de kendi politikalarını
destekleyecek bir kamuoyu oluşturmaya çalışıyordu. Anadolu'da başlayan İstiklal
Savaşı'nın ve Kuva-yı Milliye'nin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin
de baskısıyla çıkarılan Şeyhülislam fetvasına karşı bir de fetva yayınladı.
Bediüzzaman, yazı ve makalelerinde de İstiklal Savaşını 'cihad', Kuva-yı Milliyecileri
de 'mücahid' ilan ederek Anadolu'daki İstiklal mücadelesini destekledi.191
Said Nursi'nin Dar-ül Hikmet-il İslamiye'ye tayin edildiği günlerde Osmanlı
Devleti, Mondros Mütarekesini imzalamıştı. Mütarekenin sonucu olarak da 13 Kasım
1918'de İstanbul, Müttefik Kuvvetler tarafından işgal edilmeye başlanmıştı. İstanbul'a
asker çıkaran İngilizler önce Şehzadebaşı Karakolu'nu basmışlar, sonra hızla başkenti
ele geçirmişlerdi. Müttefik Devletlerden İngiltere sadece İstanbul'u işgal etmekle
kalmıyor aynı zamanda Türkiye'de kendi politikalarını destekleyecek bir kamuoyu
oluşturmaya çalışıyordu. İttihatçılara muhalif yazarlar, bilim adamları, öğretim
üyeleri ve politikacılardan çok sayıda İngiliz yanlısı vardı. Hatta bu grup 'İngiliz
Muhipler Cemiyeti' adı altında bir de resmi cemiyet kurmuş, fahri başkan olarak da
Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi'yi seçmişlerdi.
İngiliz yanlısı kamuoyu ciddi kuvvet kazanmıştı. Bunun üzerine Bediüzzaman,
ulema çevresinden de İngiliz propagandalarına destek verenlerin etkisini kırmak ve
halkı uyarmak için “Hutuvat-ı Sitte” adlı eserini yayınladı. Bu hareketi, İngiliz işgal
191. Köprü.2000.
94
kuvvetleri komutanı General Harrington'ın emriyle ölü veya diri ele geçirilmek üzere
aranmasına sebep oldu.
Yakalanma tehlikesine karşı sürekli yer değiştiren Bediüzzaman, Hutuvat-ı
Sitte'yi gizli olarak matbaalarda çoğaltıyor ve İstanbul'un önemli yerlerinde
dağıttırıyordu. Böylece İstanbul kamuoyunda İngiliz aleyhtarlığı uyanıyor ve
İngiltere lehindeki propaganda etkisini kaybediyordu. Anadolu'da başlayan İstiklal
Savaşı'nın ve Kuva-yı Milliye'nin aleyhine, İngilizlerin etkisinde kalan bazı çevrelerin
de baskısıyla çıkarılan Şeyhülislam fetvasına karşı bir de fetva yayınladı.
Bediüzzaman, yazı ve makalelerinde de İstiklal Savaşını 'cihad', Kuva-yı Milliyecileri
de 'mücahid' ilan ederek Anadolu'daki İstiklal mücadelesini destekledi. İstanbul'da
bütün bunlar olurken, Ankara'da kurulan Büyük Millet Meclisi Hükümeti,
Bediüzzaman'ın çalışmalarını ve mücadelesini çok yakından takip ediyor ve takdirle
karşılıyordu. Mustafa Kemal ve arkadaşları, müteaddit defalar çektikleri telgraflarla
Bediüzzaman'ı ısrarla Ankara'ya davet ediyorlardı. Eski Van valisi Tahsin Bey gibi
dostlarının da ısrarlı davetleri sonucu, 1922 yılının Kasım ayı ortalarında Ankara'ya
gitti.192
Bediüzzaman'dan Kürtler'e çağrı!. Tarih araştırmacısı Yaşar Celep,
Güneydoğu'nun ibretlik tarihini yazdı. Celep, Çaldıran Savaşı ile Osmanlı ilgisinin
başladığı Güneydoğu'daki isyanlara karşı 16. yüzyılda İdris-i Bitlisi'nin, 19. yüzyılda
da Said-i Nursi'nin birlik ve beraberlik mesajları içeren akıl dolu çağrılarını,
'Bediüzzaman'dan Kürtler'e Çağrı' başlıklı yazısında bakın nasıl kaleme aldı:
Güneydoğu Anadolu Bölgemiz"in tarihi süreci içinde İdris-i Bitlisi ve
Bediüzzaman"ın Kürt vatandaşlarımıza yaptıkları öncülüğü belgelerle sunuyoruz.
Özellikle Bediüzzaman"ın Osmanlıca olup Latin harfleriye basılmayan Nutuk isimli
eseri Güneydoğu"da yaşanan olaylara ışık tutmaktadır. Güneydoğu bölgemizde,
Türkler"e geçmişten gelen hınçlarından dolayı düşman olan dış güçler tarafından
desteklenen kukla örgüt tarafından tertiplenen üzücü olaylar milletçe hepimizi
üzmektedir. Devletimizin bu bölgedeki problemleri çözmeye yönelik her türlü
çalışması kasıtlı olarak yanlış aksettirilmektedir. Çünkü hain emelleri olan güçler,
olayların can damarını yakalayarak kanayan yarayı daha da kanatmaktadırlar. Hain
örgüt 1300 senedir Müslüman toprağı ve 1000 yıldır da hem Müslüman ve hem de
Türk yurdu olan bu toprakları işgal edilmiş gibi göstermektedir. Bu bölgedeki
vatandaşlarımız azınlık olarak takdim edilip, yeni hak ve özgürlükler talep
etmektedirler. Oysaki Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkes eşit
haklara sahiptir. Üstelik bu devletin kurucularıdırlar. Birçok bölge savaşla Osman
Devleti"ne bağlandığı halde, 350 sene Osmanlı Devleti idaresi altında kalan bu bölge
halkı gönüllü olarak Osmanlı Devleti"ne tabi olmuşlardır. Bu bölgenin tarihi
gelişimine bir göz atalım; Osmanlı Devleti"nin Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile ilgisi,
1514"de Şah İsmail"e karşı kazanılan Çaldıran Zaferi ile başlamaktadır.
Şah İsmail"in bölgeye uyguladığı baskılar ve en sonunda Diyarbakır"ı
muhasara altına alması, bardağı taşıran son damla oldu. 25-30 Kürt beyi muhasara
esnasında İdris-i Bitlisi aracılığı ile Yavuz Sultan Selim"e bir ariza gönderdiler. Bu
ariza özet olarak şöyledir:
192. http://www.risaleinurenstitusu.org/
95
“Can ü gönülden İslam Sultanı"na biat eyledik. Şah İsmail"in mezhebinden
uzaklaşarak ehl-i sünnet ve Şafii Mezhebi"ni icra eyledik. İslam Sultanı"nın namı ile
şeref bularak hutbelerde dört halifenin ismini zikretmeye başladık.(...) İdris-i
Bitlisi"yi makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu şudur; Bu ihlâslı ve size itaat
eden kullara yardım edesiniz. (...) sizin yardımınız olmazsa bizim Şah İsmail"e karşı
koyacak gücümüz yoktur. Zira Kürtler, ayrı ayrı kabile ve aşiret tarzında
yaşamaktadır. Sadece Allah"ı bir bilip Muhammed ümmeti olduğumuzda ittifak
halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün değildir. Sünnetullah
böyle uygulana gelmiştir. (...) Baki ferman yüce dergâhındır.” Bu mektup üzerine
Hüsrev Paşa Kumandası"nda ve İdris-i Bitlisi"nin yardımlarıyla toplanan gönüllü
ordu Şah İsmail"in ordusunu mağlup etti. İslami kesim ve Kürtler arasında birçok
seveni olan Bediüzzaman, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde Devlet"e isyana kalkışan
Kürtlerin Devlet"e bağlı kalmalarını önermiştir. Bu hususla ilgili Osmanlıca Nutuk
isimli risalesinde Kürtlere"e şöyle hitap etmektedir: “Altıyüz seneden beri birlik
bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî âdetlerini terk ederek seçkinleşen bizim
şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların
akıl ve marifetinden istifade edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler
bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep beraber iyi bir insan oluruz. Dik başlılık ve
kendi başına hareket yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi
vereceğiz. İyi evlat böyle olur. (...) İttifakta kuvvet var, birlikte hayat var, kardeşlikte
saadet var, hükümete itaatte selamet var. Birliğin sağlam ipine ve muhabbet şeridine
sarılmak zaruridir.” 16. yüzyılda Kürtlere rehberlik yapan İdris-i Bitlisi"nin yaptığı
görevi 20. yüzyılda Bediüzzaman yapmıştır. Bilgi çağı olan 21. yüzyılda illa yeni bir
bilgeye ihtiyaç mı var? Tarih tekerrürden ibarettir başka söze ne gerek.193
Güneydoğu'ya Avrupa'nın bakışı iyi niyetli değildir.
Bediüzzaman'ın Avrupa'nın bakışına yorumu
Azîz kardeşlerim, Ecnebî parmağıyla idâre edilen zındıka komiteleri,
İslâmiyeti imhâ için, İslâm memleketlerinde, bilhassa Türkiye'de öyle desîselerle
entrikalar çevirmişler, hâince dolaplar döndürmüşler, hunharâne ve vahşiyâne
zulümler irtikâb ve şeytânî ve menfur plânlar tatbik etmişler ve iğfalâtta bulunmuşlar;
iblisâne, sinsi metodlar tâkip etmişler ve kardeşi kardeşle çarpıştırmışlar ve öyle
aldatıcı yalan ve propagandalar ve yaygaralar yapmışlar, fitne ve fesad ve tefrika
tohumları saçmışlardır ki; bunlar İslâmın bünyesinde derin rahneler açmış ve büyük
tahribâtlar yapmıştır.194 Evet, menfi milliyetin tarihçe pek çok zararları görülmüş.
Ezcümle, Emevîler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem
âlem-i İslâmı küstürdüler, hem kendileri de çok felâketler çektiler. Hem Avrupa
milletleri şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için, Fransız ve Almanın çok
şeâmetli ebedî adâvetlerinden başka, Harb-i Umumîdeki hâdisât-ı müthişe dahi,
menfi milliyetin nev-i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi. Hem bizde, iptida-yı
Hürriyette, Babil Kalesinin harabiyeti zamanında "tebelbül-ü akvam" tabir edilen
193. Koca Müverrih, Bedayi, c.II, vrk. 452/a-b.; Ayrıca geniş bilgi için bakınız: Doç Dr. Ahmet Akgündüz, Osmanlı
Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, İstanbul 1991, 3/199-215; Bediuzzaman, Nutuk, Dersaadet 1326, s.20.
194. Sözler, s. 722.
96
teşâub-u akvam ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi, menfi milliyet fikriyle, başta
Rum ve Ermeni olarak pek çok kulüpler namında sebeb-i tefrika-i kulûb, muhtelif
mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve onlardan şimdiye kadar ecnebîlerin boğazına
gidenlerin ve perişan olanların halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.
Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden
fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i
milliyetle birbirine yabanî bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir
felâkettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka
çevirip sineğin ısırmasına karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar
hükmünde olan Avrupa'nın doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir
zamanda onlara ehemmiyet vermeyip, belki mânen onlara yardım edip, menfi
unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara veya cenup tarafındaki dindaşlara
adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok zararları ve mehâlikiyle beraber, o
cenup efradları içinde düşman olarak yoktur ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan
gelen Kur'ân nuru var; İslâmiyet ziyası gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur.
İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve
Kur'ân'a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı
uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı içtimaiyeye hizmet edeyim
diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet değil, hamâkattir!195 Bilmeyerek
ecnebî parmağına âlet olmaktır.196
Bu yakında İngiliz ve İtalya gibi ecnebîlerin bu hükümete ilişmesiyle, eskiden
beri bu vatandaki hükümetin hakikî nokta-i istinadı ve kuvve-i mâneviyesinin
membaı olan hamiyet-i İslâmiyeyi tehyiç etmekle şeâir-i İslâmiyenin bir derece
ihyâsına ve bid'aların bir derece def'ine medar olacağı halde, neden şiddetle harp
aleyhinde çıktın ve bu meselenin âsâyişle halledilmesini dua ettin ve şiddetli bir
surette mübtedi'lerin hükümetleri lehinde taraftar çıktın? Bu ise, dolayısıyla bid'alara
tarafgirliktir.
Elcevap: Biz ferec ve ferah ve sürur ve fütuhat isteriz- fakat kâfirlerin kılıcıyla
değil! Kâfirlerin kılıçları başlarını yesin; kılıçlarından gelen fayda bize lâzım değil.
Zaten o mütemerrid ecnebîlerdir ki, münafıkları ehl-i imana musallat ettiler ve
zındıkları yetiştirdiler. Hem harp belâsı ise, hizmet-i Kur'âniyemize mühim bir
zarardır.197
Avrupa'nın size ettikleri hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların
sefahet ve bâtıl efkârlarına ittibâ edip emniyet ediyorsunuz?198 Eski zamandan beri
menfi milliyet ve unsuriyetperverliğe, Avrupa'nın bir nevi firenk illeti olduğundan, bir
zehr-i katil nazarıyla bakmışım. Ve Avrupa, o firenk illetini İslâm içine atmış, tâ tefrika
versin, parçalasın, yutmasına hazır olsun diye düşünür. O firenk illetine karşı eskiden
beri tedaviye çalıştığımı, talebelerim ve bana temas edenler biliyorlar.199 Acaba
görmüyor musun ki, Çin ve Hintteki Mecusî ve Berâhime ve Afrika'daki zenciler gibi,
Avrupa'nın tasallutu altına giren milletler bizden daha fakirdirler? Hem görmüyor
195. Mektubat, s.311.
196. Mektubat, s. 64.
197. Lem'alar, s.107.
198. Lem'alar, s. 124.
199. Şualar, s.399.
97
musun ki, zarurî kuttan ziyade Müslümanların elinde bırakılmıyor? Ya Avrupa kâfir
zalimleri veya Asya münafıkları, desiseleriyle ya çalar veya gasp ediyor.200 Frenk
illeti tâbir ettiğimiz ırkçılık, unsurculuk fikriyle Avrupa, âlem-i İslâmı parçalamak için
içimize bu frenk illetini aşılamış.201 Türk, Kürt Birdir, Kardeştir. Şark isyanında Şeyh
Said ve askerleri Üstadımız Bediüzzaman'ı Şarktaki büyük nüfuzundan istifade için
mücadeleye iştirake davet ettiği zaman cevaben demiş: Yaptığınız mücadele kardeşi
kardeşe öldürtmektir ve neticesizdir. Türk milleti İslâmiyete bayraktarlık etmiş, dini
uğrunda yüz binlerle, milyonlarla şehid vermiş ve milyonlar veli yetiştirmiştir.
Binaenaleyh kahraman ve fedakâr İslam müdafiilerinin torunlarına, yani Türk
milletine kılınç çekilmez ve ben de çekmem, diye hem cevab-ı red vermiş hem
mücadelesinden vazgeçmesini söylemiştir.202 Risale-i Nur'a karşı gizli
düşmanlarımızdan bazı zındıkların şeytanetiyle çevrilen plânlar ve hücumlar
inşaallah bozulacaklar. Onun şakirtleri başkalara kıyas edilmez, dağıttırılmaz,
vazgeçirilmez, Cenâb-ı Hakkın inayetiyle mağlûp edilmezler. Eğer maddî
müdafaadan Kur'ân men etmeseydi, bu milletin can damarı hükmünde umumun
teveccühünü kazanan ve her tarafta bulunan o şakirtler Şeyh Said ve Menemen
hâdiseleri gibi, cüz'î ve neticesiz hâdiselerle buluşmazlar.203
Bediüzzaman Said Nursi, Milliyetçilik, İttihad-ı İslâm ve her türlü bölücülük
üzerine en kapsamlı görüşlerini Mektubat isimli eserinde vermiştir. 26. Mektubun
üçüncü Mebhası olan bir meseleyi “İslâmın hayat-ı içtimaiyesiyle münasebettar olan
eski Said lisanıyla” yazdığını belirtir. Kur'ân-ı Kerim'in, Hucûrat suresinin “Ey
İnsanlar! Biz sizi bir erkekle bir dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyıp
kaynaşanız ve aranızdaki münasebetleri bilesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere
ayırdık” mealindeki 13. ayetini tefsir eden müellif, İslâm âleminin kavimlere
kabilelere ayrılmış olmalarını bir ordunun kendi içinde sınıflara ayrılmasına benzetir.
Ordunun kendi içinde sınıflara ayrılmasının amacı ortak gayeye daha iyi hizmet etmek
olduğuna göre, kendi ifadesiyle “demek kabail (kabileler) ve tevâife (ırklara) inkisam
(bölünmek) şu ayetin ilan ettiği gibi, tearüf (birbirini tanımak) içindir, teavün
(yardımlaşma) içindir; tenakür (birbirini inkâr) için değil, tehasüm (birbirine
düşmanlık etme) için değildir.” Milliyetçiliğin ırkçılığa varan boyutunu ise
Bediüzzaman şöyle tesbit ediyor. “Fikr-i Milliyet şu asırda çok ileri gitmiş, hususan
dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi bir surette uyandırıyorlar, tâ ki
parçalayıp, onları yutsunlar.” Bediüzzaman, özellikle Türklere seslenerek ırkçılığa
kapılmama noktasında çok ciddi uyarıda bulunur: “Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen
dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik
etsen mahvsın! Bütün senin müzideki mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu
mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle silinmediği halde sen, şeytanların
vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden silme Emeviler'in İslâm devletini
Arap milliyetine dayandırmalarını, milliyet bağının, İslâmî bağın önüne geçirilmesi
olarak değerlendiren Bediüzzaman, bunun İslâm dünyasında ciddizararlara yol açtığı200. Mesnevi-i Nuriye, s. 135.
201. Emirdağ Lahikası, s.386.
202. Osmanlıca teksir Asa-yı Mûsa, s. 250. Isparta. Beyanat ve Tenvirler, s. 137.
203. Şualar, s.317.
98
nı “millet-i saireyi (diğer milletleri) rencide ederek tevhiş ettiler” (ürküttüler)
cümlesiyle ifade eder. Bu vesileyle de ırkçı bir yönetimin adil olamayacağını mutlaka
zulmedeceğini söyleyen müellif, kavmiyetçi bir hâkimin kendi ırkdaşını tercih
edeceğini ve adalet edemeyeceğini, onun için din bağı yerine milliyet bağının ikame
edilmemesi gerektiği hususunu hadis-i şeriflerden deliller getirerek izah eder.
Bediüzzaman, Kur'ân-ı Kerim ve Hadis-i Şeriflerden aldığı dersle, insanlık tarihinden
çıkardığı ibret tablolarıyla ırkçılığın ne derece zararlı olduğunu eserlerinde her fırsatta
ortaya koymuştur. O, şüphesiz ki, insanların kendi anne ve babalarını tayin etme
hakkına sahip olamadıkları gibi kendi ırklarını da belirleme yetkisine sahip
olamadıkları hakikatinden hareketle birilerinin mensup olduğu ırktan dolayı övünmesini veya yerinmesini abes karşılıyordu.204
Said Nursi, Özerk bir Kürt devletine karşı çıkmıştır. Sözü edilen maksada
yönelik olarak kendisini ziyaret eden Kürt Teali cemiyeti başkanı Seyyid Abdülkadir'e şu cevabı verdi: “Allahü Zülcelal Hazretleri, Kur'an-ı Kerimde, (mealen) 'Öyle
bir kavim getireceğim ki, onlar Allah'ı severler, Allah da onları sever.'205 diye
buyurmuştur. Ben de bu beyan-ı İlahi karşısında düşündüm, bu kavmin bin yıldan beri
alem-i İslam'ın bayraktarlığını yapan Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman
millete hizmet yerine, dörtr yüz elli milyon hakiki Müslüman kardeş bedeline, birkaç
akılsız kavmiyetçi peşinden gitmem.' 206 Güneydoğu dindardır. Risale-i Nur'un
Anadolu ve şark vilayetlerinde ve hatta alem-i İslamda fevkalade bir hüsn-ü kabul
görmesi.207 Bediüzzaman hazretleri çözüm açısınden bu dindarlık üzerinde
durmaktadır. Bediüzzaman 'Mademki, meşrutiyette hâkimiyet millettedir. Milletimiz
de yalnız İslamiyettir. Zira Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve lazların en kuvvetli
ve hakikatlı revabıt (bağ) ve milliyetleri İslamiyetten başka bir şey değildir.'
demektedir.208
Türk ve Kürt'ün ayrılmasında İslamdan soğutma bir İngiliz taktiği olmuştur.
İngiliz müstemleke bakanlarından Gladistone 'Bu Kur'an Müslümanların elinde
bulundukça biz onlara hâkim olamayız. Ne yapıp yapmalıyız, ya Kur'anı ortadan
kaldırmalıyız veya Müslümanları ondan soğutmalıyız.209 Âlem-İ İslâmı İlgilendiren
Müessif Hadiseler ve Çözüm İçin Teklif Edilen Beyhûde Görüşler Doğu ve
Güneydoğu bölgelerimizde vuku' bulan ve hem İslâma ve hem de Müslüman Türklere
ezelden düşman olan dış güçler tarafından desteklenen kukla hâin örgütler tarafından
tertiplenen hadiseler, milletçe hepimizi üzmektedir. Kuru üzüntü fayda
vermediğinden, sadece Türk devletini değil, bütün âlem-i İslâmı ve İslâm milletini de
yakından ilgilendiren bu müessif olayların sebeplerini ve çözüm yollarını, aklı
başında olan her Müslüman elbette ki kendisine dert edinmekte ve üzerinde
düşünmektedir. Bir kısım insanlarımıza göre, bu bölgede yaşayan insanlar, her ne ka204. Doç. Dr. Hüseyin Çelik, Bediüzzaman Said Nursi ve İttihad-ı İslam, Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu, 24
Eylül 1995-İstanbul.
205. Maide suresi, 5/54.
206. Mary F.Weld. Bediüzzaman Said Nursi. Etkileşim yay.2006. s.193-194; N.Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla
Bediüzzaman Said-i Nursi.52. Baskı. s. 233.
207. Beyanat ve Tenvirler, s.249.
208. M.Karabaşoğlu, Köprü, 2007, sayı: 98, s.27.
209. N.Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said-i Nursi, 52. Baskı, s. 80; Prof. Dr. Ahmet AKGÜNDÜZ,
Bediüzzaman'ın Tesbitleri Işığında Doğu ve Güneydoğu Hadiselerinin Gerçek Reçetesi Köprü. Sayı 46, Bahar 94.
99
dar Kürt denilse de aslında Türktürler. O halde, bunlara Türklüklerini hatırlatmakla
çözüme kavuşmak mümkündür. Yani hadiseyi sadece bir millet ve kavim hadisesi
olarak görmektedirler. Hatta bir kısım iyi niyetli insanlarımızın da, İran ve Irak'taki
Kürtlere dahi Türk dersek, bu meselenin halledilebileceğini söylemeleri, bizi
şaşırtmaktan da öte, ayrıca acı acı düşündürmektedir. Zira bu tür iddialar, Türkiye
Cumhuriyetini bölmeyi hedefleyen hâinlerin ekmeklerine yağ sürmektedir. Böyle bir
yaklaşımın faydalı olmadığı ve hâdiseleri daha çok alevlendirdiği, yaşanan olaylardan
anlaşılmaktadır. Bir kısım insanlarımız ise, bu bölgelerin iktisadî açıdan geri kaldığı,
fakr u zaruret içinde kalan ve devletin şefkatli elini arkalarında hissetmeyen halkın
devlete itaat hissinin de zayıfladığı kanaatindedirler. Bunlara göre, eğer bu bölgeler,
iktisadî açıdan kalkındırılırsa, problemler de hal yoluna girecektir. Böyle bir görüşün
tek başına çözüm olmadığını da devlet ve millet olarak yaşıyoruz. Memleketin
iktisadî açıdan terakkisinin milletin huzur ve saadetinde rolü olduğu elbette inkâr
edilemez. Bu husus, bütün siyâset nâmelerde ısrarla belirtilmiştir. Ancak birinci ve tek
sebep asla değildir. Bu ve benzeri fikirler çerçevesinde, doğu bölgelerindeki
problemlerin çözüm yolları aranırken, dış düşmanlar da boş durmamakta ve ne acıdır
ki, onların tahrik ve tahrip kurşunları tam hedefine ulaşırken, bizim tedbir
kalkanlarımız bir türlü yerine oturtulamamaktadır. Yani doğu hâdiselerinin can
damarını düşmanlarımız yakalamıştır ve kanayan yarayı kanatmaya ve hatta kangren
haline getirmeye gayret göstermektedir. Yukarıdaki görüşlerin istikametinde alınan
tedbirler ise, düşmanların işine yaramaktadır. Düşmanlar, 1300 senedir Müslüman
yurdu ve 1000 senedir de hem Müslüman ve hem de Türk yurdu olan bu bölgedeki
insanları, Türkiye Cumhuriyetinin içinde bir azınlık olarak takdim etmekte ve
dünyada azınlıklara tanınan haklardan bunların da yararlanmasını değişik mahfillerde
savunmaktadır. Hâlbuki bu vatandaşlar, Türkiye Cumhuriyetinin vatandaşı olarak her
haktan istifade edebilmekte ve Batılı düşmanlarımız bunu bildikleri halde, sözkonusu
tahriklerine devam etmektedir. Çareyi başka şeylerde aramak icab eder ve bu hususta
tarihten ders alınması gerekir. Zira Osmanlı devleti, 350 seneye yakın hâkimiyeti
altında kalan ve son zamanlardaki bazı cüz'î isyanlar dışında fevkalade sükûnetle
kendisine itaat eden; seferde ve hazarda ilây-ı kelimetullah için cihad eden Osmanlı
ordusunun gönüllü bölükleri olan bu bölge insanlarına ne yapmıştır da bu durumunu
asırlarca muhafaza edebilmiştir? Neden Osmanlı devletine savaşsız, yani istimâlet ile
tabi olmuşlar? Neden hem Türk, hem Müslüman olan Karaman Eyaletinde elli çeşit
isyan çıktığı halde, 350 seneye yakın hiç isyan etmeden bu bölge insanları Osmanlıya
itaat etmişlerdir? Kanaatimize göre, Doğu ve Güneydoğu meselelerinin çözümünde,
bu ve benzeri suallerin cevapları yatmaktadır.
Çözümü Kolaylaştıracak Ulvi Hakikatler: Doğu ve Güneydoğu hadiselerini
kolaylaştıracak bazı hakikatleri evvelâ özetle ifade edecek ve sonra da hep birlikte
tarihte yaşanan ibretli hadiselere atf-ı nazar eyleyeceğiz.
Birinci Hakikat: Biz, yani doğusuyla batısıyla Anadolu'nun bütün bölgelerinde
asırlardır beraber yaşayan insanlar, %99 nispetinde Müslümanlarız. Devletimiz laik
olsa da, fert olarak bizler Müslüman'ız. Devletimizin bir zamanlar beynini teşkil eden
kimseler, altmış yetmiş senedir aksini iddia etseler de, bizim hissiyatımızı, bizim
duygularımızı, bizim arzularımızı, bizim fikirlerimizi, hülâsa kalbimizi, aklımızı ve
100
nefsimizi tesiri altında tutan bir unsur vardır ki, o da dindir. İşte biz, her şeyimize
hâkim olan dinimize göre, kimin bize kardeş, kimin bize yabancı, kimin bu ülkede asıl
vatandaş ve kimin azınlık olduğuna karar veririz. Batılıların ve. İslâm düşmanlarının
Doğu ve Güneydoğu'daki olayları tahrik için kullandıkları en önemli silâh olan azınlık
fikrine en öldürücü darbe, ancak ve ancak din ve İslâmiyet'le verilebilir. Zira İslâma
göre, dünyada gerçek anlamda iki ayrı vatan vardır; birincisi, darü'l-İslâm, yani
Müslümanların yaşadığı ve hâkim olduğu ülke ki, bu topraklarda birden fazla hâkim
Müslüman devletin bulunması asla zarar vermez. İkincisi, gayr-i müslimlerin hâkim
olduğu darü'lküfr. Bin senedir darü'l-İslâm olan ve kıyamete kadar da inşaallah öyle
kalacak olan Anadolu insanının inancına, yani İslâma göre, kardeşi ve hatta babası da
olsa Türk de olsa, Acem de olsa, eğer gayr-i müslim ise, o bu ülkede azınlıktır. Eski
tabirle zimmîdir ve İslâm ülkesinin asla asıl vatandaşı ve hâkimi olamaz. Ancak
Müslüman olan herkes, ister Türk, ister Acem ve ister Arap olsun bu ülkenin asıl
vatandaşıdır. Kavmiyet farklılığı, asla azınlık mânâsını gündeme getirmez. İşte bu
ruhu ve fikri, devlet siyâsetinde ve ahalisinin vicdan-ı âmmesinde hakim kılan
Osmanlı devletinde Müslüman olan herkes, kendisini bu devletin aslî vatandaşı kabul
etmekte ve bunun için Türk, Kürt, Arap veya Acem olmak bir mânâ ifade
etmemektedir. Geçenlerde Yugoslavya'nın Banyaluka Üniversitesi'nden gelen dört
Müslüman ilim adamı ile İstanbul'u dolaşırken, milliyetler mevzuuna sıra gelmiş ve
Türklükten-Hırvatlıktan mesele açılmıştı. Bin sene âlem-i İslâmın bayraktarlığını ifa
eden Türk milletine olan takdirlerini ifade etmekle beraber, müşterek olduğumuz çok
önemli bir değerden bahsettiler. Ben neyi kastettiklerini anladıysam da, kendilerinden
duymak istedim ve cevap manidardı: "Siz İslâmın bahadır kahramanı Türklersiniz.
Biz de Hırvat veya Arnavuduz. Ancak hepimiz de Müslüman ve Osmanlıyız.
Osmanlıya ait şerefler, sadece size değil, bütün âlem-i İslâma aittir." Bu hakikati teyid
eden Muhammed Abdüh'ün şu sözleri de çok manidardır: "(Osmanlı eğitim sistemi
üzerinde dururken diyor:) Bu kitaplar, bütün Osmanlılara dağıtılacaktır. Yani Osmanlı
Araplara Arapça, Osmanlı Türklere Türkçe ve diğer milletten Osmanlılara da kendi
lisanlarından takdim edilecektir." Yetişen yeni neslin "akîdede Müslüman ve
şahsiyette Osmanlı" olarak kalmasını müdafaa eden Abdüh, Osmanlı devleti
hakkındaki kanaatlerini de şöyle özetlemektedir: "Müslümanlardan her kalp sahibi
bilir ki; Osmanlı devletinin muhafazasına çalışmak, Allah'a ve Peygamberine
imandan sonra imanın üçüncü rüknüdür. Zira Osmanlı devleti, dini tam mânâsıyla ve
bütün gücüyle omzuna yüklemiş bulunan İslâm'ın tek güçlü devletidir. Ondan başka
dini koruyacak devlet mevcut değildir. Ben, Allah'a hamd olsun, bu akîde
üzerindeyim ve inşaallah böyle yaşar ve ölürüm.”
Bu fikrin Türklüğü unutturduğu ve Osmanlı devletinin çekmesine sebep olduğu
şeklindeki itiraz, kesinlikle yerinde değildir. Bu ruhtur ki, milyonlarca kilometrekarelik Osmanlı ülkesinde yaşayan insanları, huzur içinde asırlarca beraber ve
gönül huzuru içinde yaşatmıştır. Bu ruhun eksikliğidir ki, Doğu ve Güneydoğuda'ki
bir avuç insan, altmış yıldır şer kuvvetlere alet olmaktan kurtarılamamıştır. Ayrıca
mevcut olan birlik ve beraberliğin temelinde de, yine eskiden kalma iman ve İslâm
bağı bulunmaktadır. Bu ruhun tesiriyle Osmanlıya bağlanan Müslümanlar ve bu arada
şarkın imanlı ahalisi, asırlarca İslâma bayraktarlık yapan Türk milletine, İslâm'ın
kahramanı ve Müslümanların ağabeyisi olarak bakmışlardır. Bunun bazı müşahhas
101
misallerini biraz sonra tarihî belgeleriyle ortaya koyacağız. Bu hakikati, Doğu
Anadolu'nun bağrından çıkan ve büyük bir İslâm âlimi olan Bedîüzzaman şöyle dile
getirmektedir:
"Allahu Zülcelâl Hazretleri Kur'ân-ı Kerimde 'Öyle bir kavim getireceğim ki,
onlar Allah'ı severler. Allah da onları sever' buyurmuştur. Ben de bu beyân-ı İlâhî
karşısında düşündüm. Bu kavmin bin yıldan beri âlem-i İslâmın bayraktarlığını yapan
Türk milleti olduğunu anladım. Bu kahraman millete hizmet yerine ve dört yüzelli
milyon (o zamanki âlem-i İslâmın nüfusu) kardeş bedeline, bir kaç akılsız kavmiyetçi
(bir kısım Kürtçüleri kastediyor) kimsenin peşinden gitmem. (206)
Gerçek Türklük ve Türkçülüğün, İslâmın içinde eriyen Türklük olduğunu
ifade eden büyük âlim, bu mânâda diğer milletlerin Türklere bakış tarzını da şöyle dile
getiriyor: "İslâmiyet milliyetinden çıkmak isteyen adamları, Türk bilmiyoruz, Türk
perdesi altına girmiş Frenk telâkkî ediyoruz. Çünkü yüz bin defa Türkçüyüz deyip
dâvâ etseler, ehl-i hakikati kandıramazlar. Zira fiilleri ve hareketleri, onların
dâvâlarını tekzip ediyor ve yalanlıyor. O halde Müslüman bir ülkede yaşayan insanla
arasında azınlık-çoğunluk ayırımı asla yapılamaz. Bu ayırım Müslümanlar için, ancak
gayr-ı müslimler, mesela Ermeniler açısından mümkün ve geçerlidir. Asırlarca ilây-ı
kelimetullah uğruna cihadda beraber olmuş Müslüman Anadolu halkı için geçerli
değildir.
İkinci Hakikat: Doğu Anadolu halkı ile Anadolu'nun diğer belgelerindeki
insanları birbirine bağlayan bağ, kuru bir ırkçılık değildir. Zira kuru bir ırkçılık fikri,
Avrupa tarafından İslâm âlemini ve özellikle Osmanlı devletini parçalamak için
içimize bir Frenk illeti olarak atılmıştır. Bu hastalık ve parçalayıcı fikir, gayet zevkli
ve cezbedici olduğundan bütün tehlikeleri ve zararları ile beraber, her millet az çok bu
fikre kapılmışlardır. Emeviler devrinde İslam âlemine büyük zarar veren; II.
Meşrutiyetin başında kulüpler şeklinde Osmanlıyı bölen ve I. Dünya Harbinde
Osmanlıya karşı düşmandan daha tehlikeli bir silâh olarak kullanılan ırkçılık fikri,
şimdi de, Doğuda İslâm kardeşliğine karşı kullanılmak istenmektedir. I. Dünya
Harbinde ırkçılık illetine tutulup Osmanlıyı yarı yolda bırakanlar, huzur bulamadıkları gibi, bugün de İslâmın en kuvvetli kalesi olan Türk devletini yıkıp yerine kukla
devlet kurmak isteyenler de, aynı âkıbete çarpılacaklarından habersiz görünmektedirler. Evet, Anadolu'nun saf Müslümanları ayrı ayrı milletlerden ve kabilelerden
olabilirler. Ancak aralarında bin birler adedince birlik bağları vardır. Yaratanları bir,
Rezzâkları bir, peygamberleri bir, kıbleleri bir, kitapları bir, vatanları bir... Bu kadar
bir birler, kardeşliği, muhabbeti ve birliği iktiza etmektedir. Zaten Kur'ân da aynı
hakikati haykırmaktadır: 'Sizi, tâife tâife, millet millet, kabile kabile yarattık. Tâ
birbirinizi tanıyasınız. Ve birbirinizdeki sosyal hayata ait münasebetlerinizi bilesiniz
ve birbirinize yardım edesiniz. Yoksa sizi, kabile kabile yaptım ki, yekdiğerinize karşı
inkâr ile yabanî bakasınız, husumet edesiniz diye değildir."
Üçüncü Hakikat: Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızda din ve milliyet,
bizzat müttehiddir; bunları birbirinden ayırmak mümkün değildir. Aralarında itibarî
ve ârızî bir aynlık var. Belki din, milliyetin hayatı ve ruhudur. Biz şarklılar, garplılar
gibi değiliz. İçimizde ve kalbimizde hâkim olan din duygusudur. Kaderin çoğu
102
peygamberleri şarkta göndermesi işaret ediyor ki, şarkı uyandıracak ve terakki
ettirecek sadece ve sadece din duygusudur. Asr-ı saadet ve Osmanlı dönemi bunun en
bâriz misalidir. .(206)
Bu üç hakikati nazara attığımızda, görülecektir ki, günümüzdeki Doğu ve
Güneydoğu yaralarının merhemi, 400 seneye yakın Osmanlı devleti tarafından gayet
mahirce kullanılan mezkur üç hakikattir. Bu hakikati bir asır önce gören büyük âlim
Bediüzzaman, meseleyi çok açık bir şekilde takdim etmektedir: "Sultan Selim'e biat
etmişim, onun ittihad-ı İslâm'daki fikrini kabul ettim. Zira o, şark vilâyetlerini ikaz
etti, onlar da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar, o zamandaki şarklılardır" Aynı ikazını
Büyük Millet Meclisinin ilk günlerinde davet edildiği meclis kürsüsünde de aynen
tekrar edegelmiştir. Milletvekillerine yaptığı ikazlardan üçü, özetle şöyledir ki
günümüzdeki hadiseleri görerek kaleme alınmıştır:
“Râbian: Bu Müslüman milletin cemaatleri, kendisi namazsız da kalsa fâsık
da olsa, başlarındakini dindar görmek ister. Hatta umum şarkta, bütün memurlara dair
en evvel sordukları sual bu imiş:'Acaba namaz kılıyor mu?' derler. Namaz kılarsa
mutlak emniyet ederler; kılmazsa, ne kadar muktedir olsa nazarlarında müttehemdir.
Bir zaman, Beytüşşebab aşiretlerinde isyan vardı. Ben gittim, sordum:'Sebep nedir?'
Dediler ki, 'Kaymakamımız namaz kılmıyordu, rakı içiyordu. Öyle dinsizlere nasıl
itaat edeceğiz?' Hâlbuki bu söyleyenler de namazsız, hem de eşkiya idiler.
Hâmisen; ... Şarkı ayağa kaldıracak din ve kalptir, akıl ve felsefe değil. Şarkı
intibaha getirdiniz, fıtratına uygun bir cereyan veriniz. Yoksa gayretiniz ya boşa gider
veya muvakkat, sathî kalır.
Sâdisen; hasmınız ve İslâmiyet düşmanı olan Avrupalılar, dindeki
lakaytlığınızdan pek fazla istifa ettiler ve ediyorlar. Hatta diyebilirim ki, düşmanları
kadar İslâma zarar veren, dinde ihmalinizden yaralanan insanlardır. İslâmın maslahatı
ve milletin selâmeti namına, bu ihmalinizden vazgeçmelisiniz. İttihatçılar, bütün
gayretlerine rağmen, dinde ihmallerinden dolayı, millet ten nefret ve tahkir
görmüşlerdir." .(206)
Bu hakikatlere, aynı ehemmiyette şimdiki idare ve hususan olağanüstü
bölgede vazife yapan devlet yetkililerinin de muhatap olduğu ve ne kadar yaşanan
olayları doğru olarak yansıttığı, ehl-i vicdan için inkâr edilemez bir hakikat ve
vâkıadır. Bu ulvî hakikatleri kısaca zikrettikten sonra, şark meselesinin gerçek
çözümü için bir ışıldak vazifesi ifa edecek olan tarihî olaylardan bazılarını birlikte
mütalâa edelim.
Şark Meselesinin Tarihi Esası
Prof. Dr. Ahmet Akgündüz 210
Tarih, hataların düzeltilmesi ve düzeltilmediği takdirde tarihte yaşanan
benzeri olayların tekerrür edeceğinin bilinmesi açısından seyredilip ibret alınması
gereken mühim bir ayinedir. Biz de bu ayinede, Doğuda yaşanan olayları seyredelim
210. Ahmet Akgündüz. Bediüzzaman'ın Tesbitleri Işığında Doğu ve Güneydoğu Hadiselerinin Gerçek
Reçetesi.Köprü derg. Bahar 94 [ 46. Sayı ]
103
ve zamanın şeridine takılan bir kısım hâdiseleri tarih sahnesinden aktararak beraber
izleyelim. Acaba Doğu ve Güneydoğu, nasıl 0smanlı devletinin hâkimiyeti altına
girmiştir? Bu hal, ne kadar zaman almıştır? Osmanlı hâkimiyeti altında kaldığı 350
yıllık devrede, herhangi bir huzursuzluk ve anarşi olmuş mudur? Olmuşsa sebebi
nedir? Olmamışsa, asırlarca bu bölgeleri Osmanlı devletine sadakatle bağlayan bağlar
ve yapıştırıcılar nelerdir? Yavuz Sultan Selim, kendi devrindeki şarklıları nasıl ikaz
etmiştir ki, o ikazın sonucunda 350 sene itirazsız Osmanlı devletine tâbi olmuşlardır?
Bu soruların cevabını arşiv vesikalarından beraber okuyacağız.
l. Çaldıran Zaferi ve getirdikleri
Osmanlı devletinin Doğu Anadolu ile alâkası, XV. yüzyıla kadar uzanır. Ancak
bölgenin Osmanlı devletine ilhakı veya daha doğru bir tabirle iltihakı,1514'de
kazanılan Çaldıran Zaferinden sonradır. Bilindiği gibi, Şah İsmail, İran'da kısa bir
zamanda Safevî devletini kurmuş ve Doğuda hem Osmanlı devleti için ve hem de
âlem-i İslâm'ın birlik ve beraberliği için, hem siyasî ve hem de dinî açıdan tehlike arz
eder hale gelmiştir. Şehzâde Selim, bu iki yönlü tehlikeyi henüz Trabzon Sancakbeyi
iken fark etmiş ve babasını İstanbul'da ikaz dahi eylemişti. Fakat II. Bâyezid, tedbir
anlamamanın yanında, Şiîlerin tahrikiyle çıkarılan Şahkulı İsyanını da önleyememişti. Anadolu'yu Şiîleştirme hedefini güden ve her gün geçtikçe bu hedefine doğru
ilerleyen Şah İsmail, bir türlü durdurulamıyordu. Nihâyet Yavuz Sultan Selim padişah
olunca, şuurlu âlim İbn-i Kemal'in de yerinde ikazlarıyla, hem İslâm birliğini bozan ve
hem de Doğudaki Sünnî Kürt ve Türkmen aşiretlerini rahatsız eden Safevî tehlikesini
bertaraf etmeye azmetti. Allah'ın yardımıyla 1514 tarihinde kazanılan Çaldıran Zaferi
ile, Şah İsmail'in Anadolu üzerindeki siyasî ve dinî emellerine son verildi. Bu mühim
zaferin kazanılmasında tamamen Sünnî olan ve gazada Yavuz Selim'in yanında yer
alan Sünnî Kürt ve Türkmen aşiret beylerinin de büyük rolü vardı.
Anadolu'nun doğu cephesinin emniyete alınması ve buradaki Müslümanların
huzura kavuşturulması için, başta şarkın kapısı demek olan Diyarbekir olmak üzere,
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'nun ve hatta Musul ve Kerkük civarının da Osmanlı
devletine katılması gerekiyordu. Bu iş nasıl yapılmalıydı? Kılıçla ve savaş yoluyla bu
mümkün değildi. Zira bunlar da hem Müslüman ve hem de ehl-i sünnet v'el-cemaat
idiler. Bununla beraber, bu bölgenin kendi başına kalması, hem mahallî halkın
güvenliği açısından tehlikeli ve hem de Osmanlı devletinin de Müslüman bir ülke
olması; İslâmın kahramanca müdafaasını yapan böyle bir devlete itaat etmenin siyasî
ve hukukî açıdan bir farklılık meydana getirmeyeceği ve hem de İslâm birliğinin
teşekkülü gibi gayelerle münferiden hareket etmek lüzumsuzdu.
İşte bu hakikati idrâk eden Kürt ve Türkmen beyleri, istimâlet ile yani kendi
meyil ve arzuları ile, Osmanlı devletine itaat etmenin zaruretini anlamışlardır. Büyük
âlim İdris-i Bitlisî tarafından Padişaha yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve
Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı devletine iltihâk etmişti.
Osmanlı devletinin değişmeyen siyasetinin kaynağı ve dayandığı hukukî temeli,
İslâmiyetin getirdiği şer'î hükümlerdi. Osmanlı devleti, Kur'ân, sünnet, icma ve kıyas
yoluyla vaaz edilen şerî hükümler yanında, İslâm hukukunun müsaade ettiği ölçüde
her mahallin örf ve âdetlerine de hürmet gösteriyordu. Bu sebeple, Osmanlı devletine
104
tâbi olan bir Müslüman beylik, dâhilde ve hâriçte, farklı bir sistemle karşılaşmıyordu.
Meselâ, Doğudaki Kürt ve Türkmen aşiretleri, Osmanlı devletine iltihak etmekle bir
şey kaybetmemişlerdi; belki kazanmışlardı. İşte Osmanlı’ya bağlılığın sırrı burada
yatıyordu. Daha önce de izah ettiğimiz gibi, Osmanlı devleti sahip olduğu topraklar
üzerinde, ırka ve maddî sömürüye dayanan bir ayırıma gitmiyordu. Zira topraklarının
dâhilinde bulunan her yer darü'l-İslâm sayılıyor ve bütün Müslüman ahali de bu
ülkenin aslî vatandaşı kabul ediliyordu. Zaten Osmanlı’yı Avrupa'dan ayıran en
"nemli hususiyet de buydu. Osmanlı topraklarında yaşayan insanların arasında
düşünüle-bilecek en önemli farklılıklar, bazı örf âdetlere münhasırdı.
Rengi ve şekli farklı olsa da, bütün Müslüman Osmanlı ahalisi, yemede, içmede
ve hatta giymede dahi aynı dinin esaslarına tâbi oldukları için, aralarında ihtilâfa
vesile olacak ciddî bir şey mevcut değildi. Mesela, Müslüman Türklerle Kürtler
arasında mevcut olan bazı ufak ve "nemsiz farklılıklar dışında, aralarında dinî, ahlâkî,
kültürel ve coğrafî çok büyük âzamî müşterekler vardı. Bu sebeple de, Doğu
Anadolu'nun siyasî dinî, kültürel ve idarî bütünlüğünü bozmak ve parçalamak
maksadıyla içerde ve dışarıda yapılan faaliyetlerin, bölge halkı arasında müessir
olması çok zordu. . (206)
2. Kürt ve Türkmen beyleri teker teker Osmanlıya itaat ediyor
İşte bu müşterek bağları çok iyi idrâk eden mahallî aşiretler, çareyi Osmanlı
devletine iltihak etmekte bulmuştu. Bunda Yavuz gibi; "İhtilâf u tefrika endişesi, Kûşei kabrimde dahi bîkarar eyler beni; İttihadken savlet-i a'dâyı defa çaremiz, İttihad
etmezse millet, dağıdar eyler beni..."diye haykıran şuurlu Osmanlı padişahının da payı
büyüktü. İsterseniz geliniz, şarkın kısa zamanda Osmanlı devletine iltihaklarının
belgelerini beraber okuyalım.
Çaldıran Zaferini takip eden 1516 yılında, Yavuz Sultan Selim, kendisine Doğu
Anadolu'nun fethedilmesini tavsiye eden meşhur âlim ve tarihçi İdris-i Bitlisî'ye,
Doğu ve Güneydoğu bölgelerinin Osmanlı devletine ilhakı için vazife veriyordu.
Böylesine ehemmiyetli bir zamanda İslâm birliğinin zaruretine inanan başta Bitlis
Hâkimi Şerefüddin Bey, Hizan Meliki Emir Davud, Hısn-ı Keyfâ Emiri Eyyubîlerden
II. Halil, İmâdiye Hâkimi Sultan Hüseyin olmak üzere 25-30 tane Kürt beyi (ümerây-ı
ekrâd), Osmanlı devletine itaat arzularını padişaha iletmişlerdi. Şah İsmail'in
Diyarbakır muhasarası için gönderdiği orduyu on bin kişilik İdris-i Bitlisî kumandasındaki gönüllü birliklerle hezimete uğratan aynı beyler, bu hâdiseden önce Şiîlerin
Diyarbekir'i muhasara altına almaları üzerine, Yavuz Sultan Selim'e şu tarihî arızayı,
yardım talep etmek ve Osmanlı devletine itaat etmeden huzur bulamaya-caklarını
ifade etmek gayesiyle göndermişlerdi:
a) Kürt beylerinin Yavuz'a gönderdikleri ariza:
Molla İdris vasıtasıyla gönderilen bu arîzanın sûretini, Koca Müverrih'in
Bedâyi adlı eserindeki şekliyle aynen naklediyoruz:
a) Önce sadeleştirilmiş özet metni verelim:
"Can ü gönülden İslâm Sultanına biat eyledik, ilhâdları zâhir olan Kızılbaşlardan teberri eyledik. Kızılbaşların neşrettiği dalâlet ve bid'atleri kaldırdık ve ehl-i
sünnet mezhebi ve Şafiî mezhebini icra eyledik. İslâm Sultanının namı ile Şeref bul105
duk ve hutbelerde dört halifenin ismini yâda başladık. Cihada gayret gösterdik ve
İslâm Padişahının yollarını bekledik. Duyduk ki, Padişah, Zülkadriye eyaletine
gitmiş; bunun üzerine biz de Mevlâna İdris-i Bitlisî'yi makamınıza gönderdik.
Hepimizin arzusu şudur ki; Bu muhlis ve size itaat eden bendelere yardım edesiniz.
Bizim beldelerimiz Kızılbaş diyarına yakındır, komşudur ve hatta karışıktır. Nice
yıllar bu mülhidler, bizim evlerimizi yıkmışlar ve bizimle savaşmışlardır. Sadece
İslâm Sultanına muhabbet üzere olduğumuz için, bu inancı saf insanları o zâlimlerin
zulümlerinden kurtarmayı merhametinizden bekliyoruz. Sizin inâyetleriniz olmazsa,
biz kendi başımıza müstakil olarak bunlara karşı çıkamayız. Zira Kürtler, ayrı ayrı
kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadırlar. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti
olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün
değildir. Sünnetullah böyle cârî olmuştur. Ancak ümitvarız ki, Padişahtan yardım
olursa, Arap ve Acem Irak'ı ile Azerbaycan'dan n zâlimlerin elleri kesilir. Özellikle
Diyarbekir ki, İran memleketlerinin fethinin kilidi ve Bayındırhân sultanlarının
payitahtıdır, bir yıldır, Kızılbaş askerlerinin işgali altındadır ve 50.000'den fazla insan
öldürmüşlerdir. Eşer padişahın yardımı bu Müslümanlara yetişine, hem uhrevî sevap
ve hem de dünyevî faydalar elde edileceği muhakkaktır ve bütün Müslümanlar da
bundan yararlanacaktır. Bâki ferman yüce dergâhındır." .(206)
Şimdi de asıl metni zikredelim:
"Can ü gönülden Sultân-ı İslâma bîat eyledik ve Kızılbaş-ı zâhirül-ilhaddan
teberrÎ eyledik. Memâlik-i Kürdistan ki, bir aylık yola karîb memleketlerdir, bid'at ve
dalâlet-i Kızılbaşı kaldırıp gerü âyîn-i sünnet-i cemâat ve mezheb-i Şafiîyi icra
eyledik. ..... Sultan-ı İslâm ile müşerref edüb hutbede çihar-ı yâr-ı izâmı yâd edüb
kudûm-ı mevkib-i hümây-na intizâr üzere idük ki, ... ü leşker zafer-Şiâr olub meyân-ı
meydan-ı cihâdda say ü içtihad göstere idik. Çünki Sultân-ı İslâm'ın Alâüddevle
memleketine avdetleri mesuımız oldu; müttefikül-kelam olub dâî-i devletleri olan
Mevlânâ İdrisi rikâb-ı kâmyâblarına gönderdük. Cümlemizin matlûbı budur ki, bu
muhlis bendelere takviyet ve imdad buyuralar. Zira ki, bizim mesâkin ve bilâdımızın
bilâd-ı Kızılbaşa kurb-i civan vardır; belki muhtelittir. Nice yıllardır ki, bu mülhidler,
şimşir-i sitem ile bünyâdımız kazmıştır. On dört sene bizimle azîm cenk ü cidal
ederler. Mücerred Sultân-ı İslâm'a muhabbet üzere olduğumuz içün eğer bu tâife-i
pâk-itikadı ol zâlimlerin cevr ü sitemlerinden halâs-ı inâyetleri olmazsa, kendümüz
istiklâl üzere ol kavme mukavemete tâkat edemeyüz. Zira ki, Ekrâd-ı mül-k tavâif ve
akvâm ve aşâir-i muhtelifâtdır. Allah Teâlâ'yı bir bilüp Muhammed ümmeti
olduğumuzda müttefikleriz. Sâir hususta birbirlerimize mütâbaat mümkün değildir.
Sünnetullâh böyle cârî olmuştur. Lakin ümitvarız ki, Hüdâvendi-gâr'dan imdâd
olursa, Bilâd-ı Irak-ı Arap ve Acem ve Azerbeycan'dan ol sitemkârların elleri kesilüb
intizâ oluna. Hususan Âmidi Mahr-se ki, kilid-i fütûh-ı Memâlik-i İran ve pay-ı taht-ı
Selâtîn-i Bayındırhânîdir, şimdi bir yıldır ki, cıl şehrin ahalisi Sultân-ı İslâmın
merhameti ümidiyle mahsûr-ı leşker-i Kızılbaştır ve elli binden mütecâviz nüf-s anda
helâk olmuştur. Eğer bu sene de Sultânin nazarı bizim hâlimize olub bu bilâd-ı
Müslümanîye iâne ve iğâseleri erişürse, ümiddir ki, mes-bât-ı uhrevî ile envâ-ı fütûhât
ve fevâid-i dünyeviyyeye müsta'kib ve mestetbi' olacaklardır ve cemâhîr-i müminân
andan müstefîd ve müntefi olacaklardır. Bâkî ferman Dergâh-ı muallânındır."
106
Bu mektûb üzerine Konya Beylerbeyi Hüsrev Paşa kumandasında ve İdris-i
Bitlisî'nin manevî yardımlarıyla toplanan on bin kişilik gönüllüler ordusu, şah
İsmail'in Diyarbekir'i muhasara altına alan ordularını tarumâr eylemiştir. Bu
mektupta, bizzat Kürt Beyleri, Kürt aşiretlerinin sosyal yapısına çok dikkat çekici bir
üslûpla işaret etmişlerdir. "Ekrâd, muhtelif aşiret ve kabileler halinde yaşarlar. Sadece
Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti olduklarında ittifak ederler. Diğer hususlarda
birbirlerine uymazlar. Allah'ın kanunu böyle cari olmuştur" şeklindeki ifade, asırlar
sonra XX. asrın İdris-i Bitlisî'si olan Bediüzzaman tarafından özetle şöyle tekrar
edilmektedir: (1910'larda Osmanlı devletine karşı isyan etmek isteyen Kürt aşiret
reislerine hitaben diyor:) "Altıyüz seneden beri tevhid bayrağını umum âleme karşı
yücelten ve millî âdetlerini terk ederek ihtiyarlanan bizim şanlı Türk pederlerimize,
kuvvet ve cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade
edeceğiz ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların
kuvveti; hep beraber bir iyi insan oluruz. Dik başlılık ve kendi başına hareket
yapmayacağız. Bu azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle
olur... İttifakta kuvvet var, ittihadda hayat var, uhuvvette saadet var, hükümete itaat te
selâmet var. İttihadın sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir." .
B) İdris-i Bitlisî'nin Yavuz'a gönderdiği mektup
Diyarbekir'in şiîlerin elinden alınmasından sonra Kürt beyleri arasındaki
gayretlerini sürdüren büyük âlim İdris-i Bitlisî, bu faaliyetlerinin neticesinde kısa
zamanda Doğu ve Güneydoğu'daki Kürt ve Türkmen beylerinin Osmanlı devletine
itaatlerini temin eylemişdir. Şimdi İdris-i Bitlisî tarafından Farsça olarak kaleme
alınan bu istimâletnâme, yani kendi arzu ve istekleriyle Osmanlıya tâbi olma
belgesinin Türkçe özetini beraber dinleyelim: "Mülk ve dinin maslahatlarının nizama
girmesi, metin Sultanların tedbir ve tedvirine bağlıdır. Şark ve garbda adaletin tesisi,
Acem ve Arapların mazlumlarının matlub ve meramlarının temini, İslâm Padişahının
adaletine vâbestedir. Diyarbekir mukimlerinden bu muhlis bendeleri arz eder ki;
Bilâd-ı Ekrâd denilen Diyarbekir ve civardaki mazlum Müslümanlar, Devlet-i
aliyyenizin hizmetine tâliptirler ve devlet ile din düşmanlarının şerlerinden sizin
yardım ve merhametlerinizle masûn olmak ümidindedirler. Sizin Dârül-Hilâfe yani
İstanbul'a azimet haberiniz duyulduktan sonra buradaki bir kısım muhlis bendeler,
Beylerbeyiniz Bıyıklı Mehmed Paşaya arz-ı itaat etmişlerdir. Hem mezkûr Beylerbeyi
ve hem de bu hakir vasıtasıyla size bazı maruzâtlarını arz etmek istemektedirler. Bazı
insî şeytanların müdahalesiyle Kürt ve Türkmen kabile ve aşiretleri, başlangıçta bir
kısım ihtilâf ve ihtilâllere marûz kalmışlardır. Ancak Allah'ın lûtf u inayetiyle bu
menfilikler bertaraf edilmiştir. Ancak düşman durmamakta ve Kürt beylerini isyana
teşvik etmektedir. Bilâd-ı Ekrâdın Osmanlı devletine iltihakı, İstanbul'un fethi
zaferini tamamlayacak derecede ehemmiyetlidir. Zira bu bölgenin ilhakıyla, bir
taraftan Irak, yani Bağdat ve Basra'nın yolları, diğer taraftan Azerbaycan yolları ve bir
diğer taraftan da Haleb ve Şam yolları açılmış olacaktır. Allah'ın yardımı pek yakındır.
Bende-i Ahkar ve Çaker-i Efkâr İdris".
107
C) Hizmetleri Karşılığında Yavuz'un İdris-i Bitlisî'ye Verdiği Cevap Ve Taltif
İdris-i Bitlisî vasıtasıyla Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinin kısa bir
zaman içinde ve hem de yerli beylerin istek ve arzularıyla Osmanlı devletine ilhak
edildiğinin haberini alan Yavuz Sultan Selim, bu büyük âlimi taltif etmek üzere
kendisine bir ferman gönderir. Mektubunun başında Diyarbekir vilâyetinin sulh ile ve
istimâlet yolu ile fethine vesile olduğu için İdris-i Bitlisî'ye teşekkür eder. Sonra da
manevî takdirleri yanında ona gönderdiği bazı maddî hediyeleri zikreder. Osmanlı
devletine kendi arzularıyla tâbi olan beylerin ve bunlara bağlı olan sancakların
miktarlarını ve tahrîrî bilgileri hazırlamasını emreder. Diyarbekir Beylerbeyi Bıyıklı
Mehmed Paşaya beyaz hükm-i şerifler gönderdiğini ve Osmanlı devletine bundan
sonra da tâbi olacak olan bey olursa, gönderilen tuğralı beyaz kâğıtlar kullanılarak
onlara beratlarının yazılmasını emreder. Yani bugünün vilâyetleri ve hatta devletleri,
kendi arzu ve istekleriyle ve hem de birer mektup ile Osmanlı devletine
bağlanmaktadır. Devlete bağlanan beyler arasında ihtilâf ve ihtilâl vuku bulmaması
için gereken tedbirlerin alınmasını ve in'âm ve ihsanların da ona göre yapılmasını
ister. Mektubun sonuna doğru, Anadolu'yu Şiileştirmek isteyen şah İsmail'in
kendisine elçiler gönderdiğini, bin bir türlü yağcılıklar yapıp sulh istediğini, ancak
onun sözlerine ve ıslah olduğuna inanılmaması icabettiğini belirterek gerekli
tedbirlerin ihmal edilmemesini emretmektedir. Şimdi bu mektubun aslını beraber
dinleyelim:
"Sûret-i Menşûr-i şah bâ Kerem Umdetül-efâdıl kudvetü erbâbil-fedâil sâlikü
mesâlik-i tarikat hâdi-i menâhic-i şerîat keşşâfulmüşkilâtid-dîniyye hallâlülmudılâtil-yakîniyye hulâsatül-mâi vet-tîn mukarrebül-mül-ki ves-selâtîn bürhânu
ehlit-tevhîd vet-takdîs Mevlâna Hakîmüddin İdris -Edâmellâhu fedâillehû-. Tevkîi
refî-i humâyûn vâsıl olacak malum ola ki, şimdiki halde südde-i saâdetime mektubun
vâsıl olub senden umulan hüsn-i diyânet ve emânet ve fart-ı sadâkat ve istikametin
muktezâsınca, Diyarbekir Vilâyetinin feth-i küllîsine bâis olduğun ilâm olunmuş.
Yüzün ağ olsun. İnşâallahul-Eazz sâir vilâ-yetlerin fethine dahi sebeb-i küllî olasın.
Benim envâ-i inâyet-i âliyye-i hüsrevânem senin hakkında mebzûl ve münatıftır.
Elhâletü hâzihî âhir-i şevvâl-i mübâreke dek vâki olan ulûfeniz ile 2.000 sikke-i
Efrenciye filori ve bir sammur ve bir vaşak ve iki mürabba sof ve iki çuka ve bunlardan
bir sammur ve bir vaşak kürk kaplu soflar dahi ve bir Frengî kemhâ gılâflu müzehheb
kılıç in'âm ve irsâl olundu. İnşâallahul-Kerim vusûl buldukda sıhhat ve selâmetle alıb
masârifine sarf eyleyesin. Mukâbele-i hidemât ve mücâzât-ı istikametinde ve
ihlâsında envâ-ı avâtıf-ı celile-i hüsrevâneme sezâvâr olub behre-mend olasın. Ve
Diyarbekir cânibinde size ittiba edüb gelen beğlerin mukabele-i sadâkat ve ihlâs ve
muhâzât-ı hidemât ve ihtisaslarına göre ol vilâyetde tevcîh olunan sancakların ve
beğlerin ahvâli ve elkâbı ve mekâdîri senin malûmun olduğu ecilden iftihârülümerâil-izâm zahîrülküberâil-fihâm zülkadri vel-ihtiram sâhibül-mecdi velihtişâm elmüeyyed bi envâ-i teyîdiflahil-Melikis-Samed Diyarbekir Beylerbeğisi Muhammed
Dâme ikbâlühû'ya nişan-ı şerifimle muanven beyaz ahkâm-ı şerife irsâl olundu.
Gerekdir ki, ol cânibde her beğe tevcîh olunan vilâyetin ahvali ne vechile tevcîh
olunub ve ol beğlerin elkâbı ve mekâdîri ne üslub ile olmak münasib ise berâtları inşâ
olunub yazıveresiz. Mufassalan ol yazılan berevâtın sûretleri ve tımarının miktarları108
rını dahi bir sûret defter edüb südde-i saâdetüme dahi inâl edesiz ki, bunda dahi hıfz
olunub her husus ve merkûm ve malûm ola. Her beğe ne sancak verüldüği ye ne
vechile tefvîz olunduğı ve elkâbları nice yazulduğı ve riâyetleri ve in'âmları ne vechile
olduğı ber sebîl-i tatsîl İlâm olunub amma birvechile tertîb ve tayîn oluna ki, birbiri
arasında olan esas irtibât tezelzül ve tehallül bulmak ihtimali olmaya. Ve ol
berâtlardan gayrı istimâletnâmeler günderilmek lâzım olan beğler içün dahi nişanlu
beyaz kâğıdlar irsâl olundu. Anlar dahi her beğe ne vechile istimâletnâme
gönderilmek münasib ise inşâ olunub inâmlar ile bile irsâl oluna. Ve anlarun
mufassalan suretlerinin ve inâmda ne vechile riâyet olundukların ol berevât sûretleri
ile bile defter edüb dergâh-i cihânpenâhima irsâl edesiz ki, her husus bunda dahi
mufassal ve meşrûh mâlûm ola. Ve bu cânibde olan mühimmât-i Sultanî murâd-i
şerifim üzere encâma yetişmiştir. İnşâallahul-Eazz benim dahi azimetim vaktinde ol
cânibe munatif ve munsarıfdir. Ve ol beğlerin hakkinda dahi avâtif-i âliyye-i hüsrevânem mülâhaza ettüklerinden ziyâdedir. Ve şimdiki halde Erdebil oğlu İsmail-i pürtadlîl südde-i saâdetime Hüseyin Beğ ve Behram Ağa nâm adamlarin risâlet hizmetine
gönderüb takrîren ve tahrîren envâ-i ubûdiyyet ve tazarrullar arz edüb mâbeynde sulh
ve isleh müyesser olur ise, ol cevabindan ne murâd olunursa rizây-i şerifim üzere
kabul suretin gösterüb envâ-i temelluklar eylemiş. Amma anun kelimâtina ve salâhına
kat'â itimad câiz olmaduğı ecilden mezkûrân elçileri Dimetoka Hisarında ve sâir
adamlarını Kilidülbahr kalesinde habs ettirdim. Sen dahi gerekdir ki, makh-r-i
mezbûrun umûrunda ahsen-i tedbir ne ise anin tedbirinde olub Devlet-i edeb...
Mehâmm ve masâlihinde mücidd ve sâî olasin. Min ba'd esnâf-i asâr-i cemîlenüz sâih
ve lâih ola. Şöyle bilesin, alâmet-i şerife itimad kılasin. Tahriren fî evâsit-i şehr-i
Şevvâlil-mükerrem senete ihdâ ve işrîne ve tis'a-miete el-hicriyye Bi Makam-i DârilHilâfe Edirne El-Mahrûse."
3. Bu gayretlerin neticesi ne oldu? Bu gayretlerin neticesinde, yıllar sürecek
harplerle de edilemeyecek zaferlere ulaşıldı. Şark diye adlandırabileceğimi ve bugün
Doğu Anadolu, Güneydoğu Anadolu, Musul ve Kerkük'ten itibâren Kuzey Irak ve
Haleb'i de içine alan Kuzey Suriye bölgelerinde yaşayan çok sayıda Arap, Türkmen ve
Kürt aşiretleri Osmanlı devletine iltihâk eylemiştir. Bu iltihâklardan bazısını beraber
görelim:
A) Kürt ve Türkmen beylerinden istimâlet ile kendi meyil ve arzular ile itaat
eden 25'den fazla aşiretten ve reislerinden bazıları şunlardır: Bitlis Hâkimi Emir
şerefüddin; Hizan Meliki Emir Davud; Hisn-i Keyfâ Emîri Melik Halik lmadiye
Hâkimi Sultan Hüseyin; Cezire Hâkimi şah Ali Bey; Çemişgezek Hâkinii Melik
Halil; Pertek Hâkimi Kasım Bey; Ayrıca Suran, Urmiye, Atak, Cizre, Eğil, Carzar
Palu, Sürt, Meyyafarakin, Sasrin, Sincar, Çermik, Malal ya, Urfa, Besni, Harput,
Mardin ve benzeri yerlerdek aşiretler de arka arkaya Osmanlı devletine iltihâk
etmişlerdir.
B) Kürt ve Türkmen aşiretleri gibi, güneyde yer alan Arap aşiretleri de yine
kendi irâdeleriyle Osmanlı devletine iltihâk etmişlerdir. Aralarında İbn-i Harkuş, ˜bni Said, Benî lbrahim, Benî Sâyim, Benî Atâ aşiretleri, Safed ve Gazze şeyhleri ile
Haleb ileri gelenlerinin buIunduğu se‡kin bir tenisilciler heyetinin Yavuz'a takdim
ettikleri ve asli Topkapi Sarayında bulunan şu itâ'at mektubu çok manidardir: "Bizler,
109
canlarımız, mallarımız iyâlimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz.
lslâmi tatbik ve adâleti tesis için sizin hakiniiyetinizi zaruri görüyoruz."
4. Osmanlı devleti Doğuda nasıl bir idari nizam tesis etmişti? Osmanlı
Devletinin idarî yapısının temelini kaza, sancak ve eyâletler teşkil ediyordu. Ancak
Osmanlı Devleti, mutlak bir merkeziyetilikten tamamıyla uzak bir anlayışa sahipti ve
idaresi altına aldığı bölge ve cemiyetleri, çeşitli özelliklerine göre farklı idare
tarzlarına tâbi tutuyordu. Yani eyalet ve sancakların İstanbul'a olan bağlarında ayrı
ayrı statüler söz konusuydu. İşte Osmanlı devleti, Çaldıran Zaferinden sonra Doğu
Anadolu da Diyarbekir merkez kabul edilerek Musul, Bitlis, Mardin ve Harput da
dahil olmak üzere bütün Doğu Anadolu'da gayet geniş bir eyâlet meydana getirmişti.
Kanunî Süleyman devrinde yeni bir düzenleme yapılarak Van'da ayn bir eyâlet daha
teşkil olundu.
Doğu Anadolu'daki sancakları, idare tarzı açısından, her iki eyâlette de, üç ana
gruba ayırmak mümkündü. Bunları kısaca özetlemekte yarar görüyoruz. Birinci grup,
klasik Osmanlı Sancakları şeklindeydi. Yani Osmanlı devletinin diğer bölgelerinde
tatbik edilen idare usulu burada da cari idi. Sancakbeyleri doğrudan merkezden tayin
olunurlardı ve herhangi bir imtiyaza sahip değillerdi. Bu sancaklar tımar sistemine
dâhildi. Diyarbekir ve Van eyaletlerindeki bu tür sancaklar, umumiyetle aşiret yapısı
kuvvetli olmayan yerlerde teşkil edilmiştir. Diyarbekir eyâletinde merkez Amid,
Harput, Hasankeyf, Akçakale, Sincar, Zaho, Ergani ve Çemişkezek sancakları ile Van
eyaletindeki Erciş ve Adilcevaz sancakları, bu tür sancakların başlıca örneklerini
teşkil ederler. İkinci grup, Yurtluk ve Ocaklık tarzındaki sancaklardır. Fetih esnasında
bazı beylere hizmet ve itaatleri karşılığında, devamlı olarak sancak ve has şeklinde
tevcih edilmiştir. Bunlara Ekrâd Sancakları da denir. Bunlar klasik Osmanlı
sancaklarında farklıdırlar. Zira sancakların idaresi genellikle bölgeye eskiden beri
hâkim olagelen nüfuzlu, eski mahallî beyler ve hânedanlara terkedilmiştir. Hayat
boyu sancakbeyi olan bu idareciler vefat ettiğinde, yerlerine oğulları veya diğer
yakınlardan biri geçmektedir. Devlete ihânet ettikleri takdirde değiştirilebilmektedirler. Seferde beylerbeyinin hizmetine girmekle mükelleftirler ve bu memleketlere
merkezden kadı tayin edilir. Arazileri tımar nizamına tabidir. İmtiyazlı sancaklar da
diyebileceğimiz bu sancaklardan Diyarbekir Eyaletine bağlı 13 ve Van Eyaletine bağlı
olarak da 9 adet mevcut idi. çermik, Pertek, Kulp, Mihrani, Sürt ve Atak Diyarbekir'e
bağlı bu tür sancaklardandırlar. Müküs ve Bargiri de Van'a bağlı bu tür
sancaklardandırlar. Üçüncü grup ise, Hükümet adı verilen sancaklardır. Bunların
idâresi, fetih esnâsında gösterdikleri hizmetlerden dolayı tamamen yerli beylere
terkedilmiştir. Sancakbeylerinin tayinine merkezî idare asla karışmaz ve ellerine
verilen ahidnâmeler gereğince, bunlar azl ve nasb edilemezler. Arazisinde tımar
nizamı cari değildir. Dâhilde tamamen müstakil olan bu bölgeler, hariçte yani askerî
ve siyasî alanda bölgedeki Osmanlı beylerbeyine tabidirler. Diyarbekir eyaletinde
Hazzo, Cizre, Eğil, Tercil, Palu ve Genç sancakları; Van Eyaletinde ise, Bitlis, Hizan,
Hakkari ve Mahmudi sancakları bu mahiyette Osmanlı Sancaklarıdırlar.
Kısaca özetlediğimiz bu sistem, daha ziyade Doğu Anadolu'da uygulana
gelmiştir. Sebebi bu bölgede daha önce müstakil veya İran’a bağlı beylerin fetih
esnasında Osmanlı devletine sadakat göstermeleri ve en önemlisi de, hem itik adî açı110
dan ve hem de amelî açıdan, Osmanlı devleti ile aralarında herhangi bir farkın
bulunmamısıdır. Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen bu sancakların
durumu, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve Tanzimat dönemine yani
1840'-lara kadar bu hal aynen devam etmiştir. Doğu Anadolu'nun teslimiyet ve itâati
ne kadar devam etmiştir? İdris-i Bitlisî ile başlayan şarktaki beyler ve Müslüman
halkın hilâfet ve saltanata sadakatle bağlılıkları, en azından 1850 yılına kadar, yani
yaklaşık 330 sene devam etmiştir. Osmanlı devleti, bu yerli ahaliyi Müslüman
kardeşleri ve bu bölgeleri de darü'l-İslâm olan ülkesinin aslî parçası olarak görmüş;
buna karşılık yerli Müslüman ahali ve beyler de, Osmanlı Devletini İslâm'ın
bayraktarı bir İslâm devleti olarak telâkki edip ona itaati kendileri için ibadet
saymışlardır. Hatta bu bölgedeki beyler, Batı Anadolu ve Rumeli'deki hem Türk hem
de Müslüman olan Ayanlar kadar, Osmanlı devletinin başına gaile çıkarmamışlardır.
Meselâ hem Türk hem de Müslüman olan Karaman eyaletinde Osmanlıya karşı elli
çeşit isyan görmek mümkün olduğu halde, 330 sene içinde Doğu bölgelerinde ciddi
bir isyandan bahsetmek mümkün değildir. Bu dediğimizin müşahhas bir delili,
1630'larda, yani şarkın Osmanlı devletine itaatinden 13 sene sonra kaleme alınan şu
fermanlardaki ifadelerdir: "Hükm-i Hümâyun... Ümerâ-i Ekrâd, Devlet-i Aliyye'nin
sadakat ve istikamet ile hayırhahı olup ecdâd-ı izamım zaman-ı şeriflerinden ilâ hâzelân uşur-ı hümayunda enva'-ı hidemât-ı mebrure ve mesa'-i meşk-re-i gayr-ı adîdeleri
vücuda gelmiş ve zimmet-i himmet-i mülûkaneme ri'ayetleri lâzım olmağla badelyevm himâyet ve sıyânet olunmaları aksây-ı murâd-ı hümây-numdur..."
"... Siz eben an ced sünniyy'ül-mezheb ve pâk meşreb olub âbâ ve ecdâd-ı âliniz
zamanlarında vâki olan Kızılbaş seferlerinde nice bin müsellah yarar ve nâmdâr
ekrâd-ı zaferkirdâr ile asâkir-i mansûremin "nüne düşüp ve icray-ı gayret-i çihar-r yârgüzîn içün uğur-ı din-i mübinde can ve başla döğüşüp nice fütûhât-ı cemileye bâis
olmuşsunuz." Ne zaman ki İslâm kardeşliği mânâsı bozulmuş ve Avrupa zındık
kâfirleri tarafından bir Frenk illeti olan ırkçılık Osmanlı devletinin içine atılmış, o
zaman Doğuda da ayrılık ve fitne rüzgârları esmeye başlamıştır. Çare, tarihten ibret
dersi almaktır ve bu bölgeleri 300 küsur sene Osmanlı devletine sımsıkı bağlayan sırrı
anlamaktır. .
IV - Cemal Kutay'ın Manidar Tesbitleri Ve Asrımızdaki Problemler
Değerli tarihçi Cemal Kutay'ın konuyla alâkalı bir makalesini buraya aynen
derç etmek istiyoruz: "Lisanımızda öyle tâbirler, terkibler var ki, ifade ettikleri
hakikatlerin hayat içinde tezahürlerini tespite ömürler vakfetmeye değer... Bunlar
arasında hayrü'l-halef tavsif terk¡binin muhtevası üzerinde açıklamayı eniştem
rahmetli İbrahim Alâeddin Gövsa'dan dinlemişimdir. Edebiyatımızdaki müstesna
yerinin hayranlığını sıhriyyetimiz tamamlayan üstad Süleyman Nazif için eserini
hazırlıyordu. Mukaddime üstadın babası Diyarbekir'li Said Paşamn şahsiyeti ile
başlıyordu. Ber ceste mısraları arasında: Müstakim ol, Hazret-i Allah utandırmaz
seni... İlâhî tebşiri ciltlere bedel bu büyük Osmanlı vezirinin bıraktığı en büyük miras
için İbrahim Alâeddin, şu hükme varmıştı: "İki hayrü'l-halef oğlu Süleyman Nazif ve
Faik Ali.." Belki Mevlâna Celâleddin'in beşer için temennisi buydu:
“Bir beste ol, arkandan hasretle söylesinler..." diyordu müstesnâ mutasavvıf...
111
Söylenmeye değer ardda kalanlar arasında, babaların açtıkları hayır yolunda
himmet sahibi olabilmiş evlâtlar kadar mesud ve mebr-k miras olabilir miydi? İki
himmet sahibi hemşehriŞüphesiz ki bu hayrü'l-haleflik için kan sıhriyyeti şart değildi,
asıl olan mefkûre idi: Vatan ve insanlık için hayrın ve doğrunun yolunda gidebilme...
Eğer bu intibak, akrabalık, hemşehrilik gibi cetlerimizin "intibâk-ı müstahsene=güzel
uyumlar" olarak vasıflandırdıkları kucaklaşmalar ile tamamlanırsa, elbette ki,
hâfızalarda daha derin ve unutulmaz yerleri olurdu. Birbirinden tam 440 sene sonra
hayata gözlerini kapayan ve ikincisi birincisine heyr'ul-halef iki hemşehriden
Osmanlı Devri'nin son vak'a-Nüvisi Abdurrahman Şeref Bey Hoca'mızın tespitiyle
"İlmini vatanın selamet ve kudreti için addedilecek kifâyet içinde izah ve ispat
eden"ma'ruf müverrih Bitlis'li İdris ile, o'nun mirasının devamı uğruna ömrünü
vakfeden hemşehrisi Bediüzzaman Said Nursi'den... İkisi de Bitlis'in Hizan İlçesi'nde
doğmuşlar... İdris'in babası beldesinin zahiri ve batıni ilimlerde ma'rûf
şahsiyetlerinden Hüsâmeddin Ali El Bitlisî Nur Bahşi Tarikatinin kurucusu
Muhammed Nurbahşi'nin halifesi... Bu Nurbahşi Tarikatı'nın, mefhum olarak ifadesi,
ışık bahşeden ve dağıtan mâ'nâsı ile Nun hareketinin zaman ve mekân içindeki manevi
irtibatını, mevzu üzerindeki salâhiyetler araştırabilirler.
Bitlis'li İdris'in elimizdeki on iki eseri, kendisinin tarih, tasavvuf, edebiyat ve
siyaset sahasındaki kıymetinin âbideleri... Bunlar arasında, Osman Gazi'den
başlayarak, sekizinci Osmanlı Hâkaânı II. Bâyezid Hân Devri'ni anlatan Fârisî "HeştBihişt=Sekiz Cennet" tarihi, I. Sultan Mahmud'un emriyle Van'lı Abdülbaki Sa'di
Efendi tarafından lisanımıza çevrilmiş. Hâlen Hamidiye Kütüphanesi'nde muhafaza
ediliyor. En büyük himmeti Bitlisli İdris'in Büyük himmet'i Osmanlı Hakanı Yavuz
Selim'le beraber Anadolu'nun Osmanlı Birliğine katılmasında gösterdiği faaliyet ve
eriştiği merhaledir. Öyle ki, Yavuz Selim, fethettiği Kudüs'e Onu muvakkat Vali
olarak bırakmıştır. Osmanlı hizmetinden evvel Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan'ın
yanında bulunan Bitlis'li İdris, kendisi Şiî hareketine karşı Osmanlı Sünnilerinin
safına sokamayınca, İstanbul'a gelmiş ve İkinci Beyazıd'a vaziyeti anlatmış, tedbir
istemiştir. Doğu Anadolu'da Osmanlı idaresini tesis, oğlu Yavuz'un zaferleri neticesi
olunca, fikrin sahibi İdris, yeni hakanın güvenine sahip olmuş ve onun yakından
bildiği mıntıkanın Osmanlı'nın bölünmez parçası olması için düşünce ve
tavsiyelerinden sonuna kadar istifade etmiştir. Sadrazamların huzurunda titrediği
celalli Osmanlı Hakan'ı Yavuz Selim'in kendisine "Fikr-i vahdetin rehberi=birlik
düşüncesinin öncüsü" dediğini oğlu Ebu Fazl Mehmed Efendi Heşt-Bihişt'in zeylinde
yazıyor. 1520'de İstanbul'da ölen Bitlisli İdris, Eyyub Sultan'da bugün kendi adına
anılan İdris Köşkü ve çeşmesi denilen yerde, karısı Zeyneb Hatun'un yaptırdığı
mescidin mezarlığındadır. Osmanlı milliyetçiliği fikri ve ikinci hemşehri 622 sene
sürmüş Osmanlı Hakanlığı devrinin, tek hanedan idaresinde bu kadar uzun zaman
nasıl devam edebilmiş olması, dünya tarihçilerinin üzerinde ısrarla durduğu mevzu
olmuştu. Çünkü Osmanlı idaresindeki haşmet devrinde yirmi milyon sekiz yüz kırk
bin kilometrekareyi, yani iki Avrupa büyüklüğünü aşmış Babil Kulesi'ni hatırlatacak
kadar çeşitli din-dil ırkların bir arada huzur içinde nasıl yaşayabilmiş olması yolunda
bir başka misal yoktu. Zannederim ki en doğru teşhisi, Leon Kahun koymuştur: İslâm
dininin bütün insanları kardeş sayan ve bir anadan babadan doğmuşçasına birbirinizi
112
seviniz, diyen beşerî tavsiyesini en iyi kavrayan Türk milleti olmuştur. Osmanlı
devleti, daha çok Hıristiyan ve Musevîlerin yaşadıkları yerlerdeki fetihlerinden sonra
buraların halkına dinlerinde ibâdet hak ve hürriyeti temin edince huzur kolaylıkla
temin edilmiştir. Fakat meselâ, İran Şiilerınin nüfuz mıntıkası saydıkları Şarkî
Anadolu'da vahdeti ve huzuru temin edebilmek daha zor olmuştur. Bunun için
birleştirici fikirlerle bir Osmanlı milliyetçiliği terkibi meydana gelmişti. Bu fikir
tatbikatta o kadar müsamahakâr ve âdil olmuştur ki, sadece dini Müslüman olanlar
değil, Hıristiyan ve Musevîler arasında da bu hak ve hürriyete dayalı siyaseti kabul
edenler de çok olmuş ve mesud asırlar yaşanmıştır". Yavuz Selim'den sonra Doğu
Anadolu'da milli birlik ve beraberliği bozucu teşebbüsler olmuş, bunlar günümüze
kadar süregelmiştir. Bugün, sıkıyönetim mahkemelerinin önüne çıkarılmış ve
adaletin kararını bekleyen üzücü hâdiseler arasında böylesine olanlar, hiç de az
değildir. Ve bu sahada bir tarih muhasebesi, Bitlisli İdris'in açtığı birlik ve beraberlik
yolunda, kendisinden tam dört yüz yıl sonra hayata gözlerini kapayan bir
hemşehrisini, Bediüzzaman Said Nursi'yi hatırlatıyor: 0 da, yaşadığı devirde, devlete
saygılı, mânevî rabıtayı kâfi bulan huzur ve sükûn hayatının müdafii olmuştu.
Fikirlerin buhran ve teşettüte en çok mütemayil olduğu ve böylesinin revaçta
bulunduğu nazik anlarda da millî birliği muhafazayı temel akide sayan felsefesinden
ayrılmamıştır. Manevî uhuvvetin, millî birliği temin yolunda en sağlam mesned
olduğu artık inkâr edilemiyor...
Yahya Kemal'in berceste mısraları arasında, kalben hasretini çektiğim
tetabukları tahayyül ettikçe hatırladığım güzelim teşhisi şudur: İnsan âlemde hayal
ettiği müddetçe yaşar. Gerçekten de öyle... Şöyle bir güzel himmet hayâle değmez mi
idi? Bediüzzaman vakit bulsa idi de, büyük hemşehrisi İdris'in Heşt-Bihişt-Sekiz
Cennetini o salâhiyetli Farsçası kadar, mükemmel tarih kültürü ile ve bilhassa
Osmanlı milliyetçiliği heyecanı ile dilimize çevirebilseydi... Neylesin ki, çileli
ömründe elli mumluk bir elektrik ampulünün ışıklandırdığı 2x2=4 metrekarelik bir
odada, san defter kâğıdı ile, yirmi dört saatte bir kâse süt veya yoğurt ufalanmış iki
dilim ekmek tevazuu içinde beşon sene sürebilmiş huzur kifayetini bile bulamadı.
Halbuki nasıl adetâ vecd içinde dilimize ve kafamıza kazandırırdı büyük
hemşehrisinin kütüphanemizde yeri boş eserlerini.. Onu seven ve yolunda
gidenlerden bir himmet sahibini ümid ederek..."
V - Asrın İdris-İ Bitlisi'si Bediüzzaman, 1955'lerde Tehlikeye Dikkat Çekiyor
Ve Tedbirlerini Teklif Ediyor Avrupalı tarafından nifak tohumları ekildiğini hisseden
Doğu Anadolu bölgesinden çıkmış İslâm âlimleri, tehlikeye zamanında dikkat
çekmişler ve çaresini de bizzat göstermişlerdir. Şarktaki cehalet sebebiyle, eğer bu
insanlardaki dinî duygular zayıflarsa, ancak anarşist olabileceklerini ve böylesi
insanların devletin varlığı için büyük tehlike teşkil edeceklerini gören asrın İdris-i
Bitlisi si Bediüzzaman, II. Abdülhamid zamanından beri, bölge halkının dinî ilimlerle
mücehhez kılınmasını ve bunun temini için de bu bölgede bir üniversite açılmasını
ısrarla teklif etmiştir. Bu teklifini Sultan Reşad'a kabul ettiren Bediüzzaman, aynı
teklifi birinci BMM'ne yapmış ve Mustafa Kemal'in de içinde bulunduğu l63 mebusun
imzasıyla şarkta Medresetüz-Zehrâ adıyla bir üniversite açılması kararını
çıkarttırmıştır. Bütün bu gayretlerinin asıl sebebi, şarkı asırlarca Osmanlı orduların da
113
gönüllü bölükler haline getiren ruhu tekrar ihya etmektir. 28.4.1955 tarihli bir
dilekçesiyle de, sanki bugün Doğuda ve de Körfezde meydana gelen hâdiseleri
görürcesine, tedbir alınmazsa ileride devleti çok yük tehlikelerin beklediğini ve bu
tehlikeleri önlemenin tek çaresinin İslâm kardeşliğine sarılmak olduğunu cesaretle
ifade etmiştir. Hem o zamanki hükümetin Pakistan-Irak Türkiye üçlüsü şeklinde
gerçekleştirmek istediği Birleşik İslâm Cumhuriyetleri projesini tebrik ve hem de
emareleri görülen Kürtçülük hareketlerine karşı alınması gereken tedbirleri ihtar
mahiyetinde, zamanın Reis-i Cumhuru ve Başvekiline çok manidar bir mektup
göndermiştir. Yavuz'a İdris-i Bitlisi tarafından gönderilen mektuba, hem gaye ve hem
de muhteva itibariyle çok benzeyen bu mektubu arşivlerimizdeki haliyle aynen ve
aslından neşrediyor ve bu mektupta denilenlerden sonra bizim diyeceğimiz bir Şey
olmadığını belirtmek istiyoruz: "Dâhiliye Vekâletine Maarif Vekâletine, PakistanIrak ittifakı ve Şark üniversitesi mevzuunda, Isparta-Beycamii mahallesi, 61 a
numarada Said Nursî tarafından Yüksek Cumhur reisliğine sunulup Başvekâlete tevdi
olunan mektup suretinin bağlı olarak sunulduğunu saygılarımla arz ederim. Dâhiliye
ve Maarif Vekâletlerine yazılmıştır. Başvekil Namına Müsteşar Ahmet Salih Korur"
"REİS-İ CUMHURA VE BAŞVEKİLE: Kabir kapısında ve seksen küsur
yaşında, bir kaç hastalıkla hasta bulunan ve ölüme kendini yakın gören bir biçare,
garip, ihtiyar der ki: Size iki hakikati beyan ediyorum:
Evvelâ: Sizlerin Pakistan ve Irak'la gayet muvaffakiyetkârane ittifakını bu
millete kemâl-i samimiyetle, sürur ve ferah ile kazanmanızı bütün ruh u canımızla
tebrik ediyoruz. Bu ittifakınızı, inşaallah dört yüz milyon İslâm'ın sulh-ı umumisine
ve selâmet-i âmmenin teminine kat'i bir mukaddeme olarak ruhumda hissettim. Ve
namaz tesbihatındaki kuvvetli bir ihtar ile bunu size yazmaya mecbur kaldım.
Sâniyen: Irkçılık fikri, Emeviler zamanında büyük bir tehlike verdiği ve
hürriyetin başında kulüpler suretinde büyük zararı görülmesi ve birinci harb-i
umumide yine ırkçılığın istimaliyle mübarek kardeş Arapların mücahid Türklere karşı
zararı görüldüğü gibi, şimdi de uhuvvet-i İslâmiyeye karşı istimal edilebilir ve
istirahat-ı umumiye düşmanları gizli dinsizler yine o ırkçılıkla büyük zarar vermeye
çalıştıklarına emareler görünüyor. Hâlbuki menfi hareketle başkasının zararıyla
beslenmek, ırkçılığın seciye-i fıtriyesi olduğu halde, evvela başta Türk Milleti
dünyanın her tarafında Müslüman olduğundan onların ırkçılıkları İslâmiyetle mezc
olmuş; kabil-i tefrik değil. Türk, Müslüman demektir. Hatta Müslüman olmayan
kısmı Türklükten de çıkmışlar. Türk gibi Araplarda da Arapçılık ve Arap milliyeti
İslâmiyetle mecz olmuş ve olmak lâzımdır. Irkçılık bütün bütün bir tehlike-i azimedir.
Sizin bu defaki Irak ve Pakistan'la pek kıymettar ittifakınız inşaallah bu tehlikeli
ırkçılığın zararını def edecek. Ve dört beş milyon ırkçıların yerine dört yüz milyon
kardeş Müslümanları ve sekiz yüz milyon sulh ve müsalemet-i umumiyeye şiddetle
muhtaç Hıristiyan ve sair dinler sahiplerinin dostluklarını bu vatan milletine
kazandırmaya tam bir vesile olacağına ruhuma kanaat geldiğinden size beyan
ediyorum.
Sâlisen: Altmış beş sene evvel bir vali bana bir gazete okudu. Bir dinsiz
müstemlekât nazırı, Kur'ân'ı elinde tutup konferans vermiş. Demiş ki: "Bu, İslâmların
elinde kaldıkça biz onlara hakiki hâkim olamayız. Tahakkümümüz altında tutamayız.
Ya Kur'ân'ı sukut ettirmeliyiz veyahut Müslümanları ondan soğutmalıyız." İşte bu iki
114
fikirle iki dehşetli ifsat komitesi bu biçare, fedakâr, masum, hamiyetkâr millete zarar
vermeğe çalışmışlar. Ben de altmış beş sene evvel bu cereyana karşı Kur'an'ı
Hâkimden istimdat eyledim. Hakikate karşı kısa bir yol, bir de pek büyük bir Darü'lfünun-ı İslâmiyye tasavvuru ile altmış beş senedir âhiretimizi kurtarmak ve onun bir
faydası olarak hayat-ı dünyeviyyemizi de istibdâd-ı mutlaktan ve dalâletin
felâketinden kurtarmaya ve akvam-ı İslâmiyenin mabeynindeki uhuvvetini inkişaf
ettirmeğe iki vesileyi bulduk.
İKİNCİ VESİLESİ: Altmış beş sene evvel Câmi'ül Ezhere gitmek istiyordum.
Âlem-i İslâmın medresesidir diye ben de o mübarek medresede bir ders alayım niyet
ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmet ile bir fikir ruhuma verdi ki: Câmi'ülEzher Afrika'da bir medrese-i umumiye olduğu gibi, Asya Afrika'dan ne kadar
büyükse daha büyük bir Dar'ül-fünun, bir İslâm üniversitesi Asya'da lâzımdır. TA Kİ:
İslâm kavimlerini, meselâ: Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas, Türkistan,
Kürdistan'daki ayrı ayrı milletleri menfi ırkçılık ifsad etmesin... Hakikî müsbet ve
kudsî ve umumî milliyet-i hakikiye olan İslâmiyet milliyeti ile "İnnemel mü'minûne
İhvetün"21 Kurân'ın bir kanun-ı esasisinin tam inkişafına mazhar olsun. Ve felsefe
fünunu ile ulûm-ı diniye birbirleriyle barışsın. Ve Avrupa medeniyeti İslâmiyet
hakaikî ile tam müsalâha etsin ve Anadolu'daki ehl-i mekteb ve ehl-i medrese tam
birbirine yardımcı olarak ittifak etsin diye vilâyet-i şarkiyenin merkezinde, hem
Hindistan, hem Arabistan, hem İran, hem Kafkas, hem Türkistan'ın ortasında,
Medreset'üz-Zehra mânâsında Cami'ül-Ezher uslûbunda bir dar'ül-fünun, hem
mekteb hem medrese olarak bir üniversite için tam elli beş senedir çalışmışım. En
evvel bunun kıymetini (Allah rahmet etsin) Sultan Reşat takdir edip yalnız binasını
yapmak için 20.000 altun lira verdiği gibi; sonra ben eski Harb-i Umumi'deki
esaretimden döndüğüm vakit Ankara'da, mevcut iki yüz meb'usdan yüz altmış üç
meb'usun imzası ile 150.000 lira o zaman paranın kıymetli vaktinde aynı o üniversite
için vermeyi kabul ve imza ettiler. Mustafa Kemâl de içinde idi. Demek şimdiki para
ile beş milyon liraya yakın bir tahsisat vermekle ta o zamanda böyle kıymettar bir
üniversitenin te'sisine her şeyden ziyade ehemmiyet verdiler. Hattâ dinde çok lâkayt
ve garplılaşmak ve an'anâttan tecerrüd etmek taraftarı bulunan bir kısım meb'uslar
dahi onu imza ettiler. Yalnız onlardan bir ikisi dediler ki: Biz şimdi ulam-u an'ane ve
ulûm-ı diniyyeden ziyade garplılaşmağa ve medeniyete muhtacız. Ben de cevaben
dedim: Siz farz-ı muhal olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da, ekser Enbiya'nın
Asya'da, şarkta zuhuru ve ekser hükemanın, feylesofların garpta gelmelerinin delâleti
ile Asya'yı hakiki terakki ettirecek fen ve felsefenin tesiratından ziyade, hiss-i dinî
olduğu halde, bu fıtrî kanunu nazara almayarak garplılaşmak namı ile an'ane-i
İslâmiye'yi bıraksanız ve lâdini bir esas yapsanız dahi, dört be büyük milletlerin
merkezinde olan vilâyât-ı şarkiyede millet, vatan selâmeti için dine, İslâmiyet'in
hakaikine katiyyen taraftar olmak size lâzım ve elzemdir. Binler misâllerinden bir
küçük misâl size söyliyeceğim:
Ben Van'da iken hamiyetli Kürt bir talebeme dedim ki: "Türkler İslâmiyete çok
hizmet etmişler, sen onlara ne nazarla bakıyorsun?" Dedi: "Ben Müslüman bir Türkü
fasık bir kardaşıma tercih ediyorum. Belki, babamdan ziyade ona alâkadarım. Çünkü
tam imana hizmet ediyorlar." Bir zaman geçti, (Allah rahmet etsin) o talebem ben
esarette iken İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı ırkçı
115
muallimlerden aldığı aksül-amel ile o da Kürtçülük damarı ile başka bir mesleğe
girmiş. Bana dedi: "Ben şimdi gayet fasık, hattâ dinsiz de olsa bir Kürdü, salih bir
Türk'e tercih ediyorum." Sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam kanaati geldi
ki, Türkler bu millet-i İslâmiyenin kahraman bir ordusudur. Ey suâl soran meb'uslar:
Şarkta beş milyona yakın Kürt var. Yüz milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş
milyon Arap var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardaş ve birbirine
muhtaç olan bu kardaşlara bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dîni mi
daha lâzım? Veyahut o milletleri kaçıracak ve ırkdaşlarından başka düşünmeyen ve
uhuvvet-i İslâmiyeyi tanımayan, sırf ulûm-i felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri
nazara almamak olan o merhum talebenin ikinci hâli mi daha iyidir? Sizden
soruyorum.İşte bu cevabımdan sonra an'ane aleyhinde ve her cihetle garplılaşmak
fikrini taşıyanlar kalktılar, imza attılar. İsimlerini söylemeyeceğim. Allah kusurlarını
af etsin. Şimdi vefat etmişler. .
Râbian: Madem Reis-i Cumhur, gayet mühim mesail-i siyasiyye içinde Şark
üniversitesini en ehemmiyetli bir mes'ele yapıp, hattâ harika bir tarzda altmış milyon
liranın o üniversiteye sarfı için bir kanun çıkarmak derecesinde fevkalâde bir hizmet
ile medresenin medar-ı iftiharı ve kendisine büyük bir şeref verdiren bu medrese-i
İslâmiyeye eski hocalık hissiyatı ile başlaması, bütün şark hocalarını minnettar etmiş.
Ve şimdi orta şarkta sulh-ı umumînin temel taşı ve birinci kal'a olan bu üniversiteyi
yine mesâil-i azime-i siyasiye içinde‚ yeniden nazara alması, elbette bu vatana, bu
devlete, bu millete, bu azim faydalı hizmeti netice verecek. Ulûm-i diniyye o
üniversitede esas olacak. Çünkü: Hariçteki kuvvet, tahribat-ı manevîdir:
İmansızlıktır. 0 manevî tahribata karşı atom bombası ancak manevî cihetinde
maneviyattan kuvvet alıp o tahribatı durdurabilir. Madem elli beş sene bu mes'eleye
bütün hayatını sarf etmiş ve bütün dekaikiyle ve neticeleri ile tetkik etmiş bir adamın
bu mes'elede re'yini almak ve fikrini sormak lâzım gelirken Amerika'da, Avrupa'da ve
bu mes'eleye dair istişareye kendinizi mecbur bildiğinizden, elbette benim de bu
mes'elede söz söylemeğe hakkım var. Hamiyetkâr olan bütün bu millet namına sizden
belkiyoruz. Hasta halimde konuştuğum sözlerimdeki tâbirattan kusura bakmayınız.”
Said Nursi
İşte tarih ve yakın mazi... Ders alınırsa, tarih tekerrür etmeyecektir.
Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman
Hüseyin Özdemir 211
Bediüzzaman Said Nursi hakkında yazılan kitapların bir kısmında, ısrarla onun
Kürt kökenli oluşu vurgulanmakta ve bu noktadan hareket edilerek bazı kişilerce, bu
konuda kendi perspektifleri ve istekleri doğrultusunda yorumlar yapılmaktadır. Onun
için bu makalede büyük âlim Bediüzzaman Said Nursi'nin Şarkta günümüze kadar
farklı isim ve özelliklerde tezahür eden isyan hareketleri karşısındaki duruşunu,
millet, devlet vb. kavramlara bakışını ortaya koyarak, aynı zamanda ırkçılık gibi bir
içtima i hastalığın teşhis ve tedavisi konusunda bir yaklaşımda bulunacağız.
Milliyetçiliğin Doğuşu ve Yayılışı
İslam tarihinde, bilindiği gibi ilk ırkçılık hareketi, Emeviler döneminde
başlamıştır. Emevi ailesi, hilafetin, akrabaları Hz. Osman'dan tevarüs ettiğini
211. Hüseyin Özdemir. .Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman.Köprü.2000,sayı.70
116
ettiğini iddia etmişlerdir. Hz. Ali, Hz Osman'ın katillerini cezalandırmayı
reddedince, onun kan davasının sorumluluğunu Muaviye'nin kabule hazır oluşu, onun
işbaşına gelişi için de bir haklılık kazandırdı; çünkü eski Arap fikriyatına göre varis
ideal olarak kanın öcünü alacak kimse idi.212 Emeviler kendi idarelerini haklı
göstermek, siyasal iktidarlarını pekiştirmek için dini alet etmişler, itikadi deliller
getirmeye çalışmışlardır. Hatta yaptıkları zulümlerin Allah tarafından takdir
olunduğunu söylemeye kalkışmaları, başta Hasan el-Basri olmak üzere, karşılarında
geniş bir muhalefet hareketi doğurmuştur. Hem İslam âlemini küstürmüşler, hem de
birçok felaketlere sebep olmuşlardır. Asıl bizim konumuzu ilgilendiren milliyetçilik
hareketlerinin doğuşu ise 1789 Fransız İhtilali ile başlamıştır. Bu ihtilal Avrupa'da
“milliyetçi” bir dalga doğurdu. Unsuriyet fikri Avrupa'da çok ileri gitti ve dalga dalga
yayıldı. Avrupa devletleri menfi milliyetçilik neticesinde birbirleriyle uzun süren
savaşlar yaptıkları gibi I. Dünya Savaşı gibi umumi bir felaketi yaşadılar ve Dünyaya
yaşattılar. Avrupa, menfi milliyetçilikten öyle bir ders almış olmalı ki, bu yıl içerisinde
Avusturya'da, küçük bir ırkçı partinin iktidar ortağı olması, büyük bir felaketin
başlangıcı olarak sayıldı ve büyük tepki gördü. Aslında asıl korkulan Almanya gibi
büyük devletlerde geçmişte izleri kalan ırkçılığın yeniden yeşerebileceği endişesi idi.
Hoşgörü ve adaletin hâkim olduğu Osmanlı Devleti'nde de yenileşme hareketleri ile
birlikte farklı unsurlar arasında milliyetçilik hareketleri yayılmaya başlamıştır. Türk
unsur-ı asliyesi ile birlikte otuz civarında milleti altı asır bünyesinde barındırmış ve
idare etmiş, Hıristiyan, Yahudi vb. her türlü din mensuplarına hoşgörü ile davranmış,
kiliselerini, havralarını yapmalarına, eğitim ve hukuki alanda kendi talepleri
doğrultusunda hareket etmelerine imkân sağlamış olan Osmanlı Devleti de bu 19.
asrın içtimaî ve siyasi gelişmelerinden etkilenmiştir. Bir yandan devletin her
bakımdan gerilemesi, diğer yandan da Fransız İhtilali ile başlayan ulusalcı
hareketlerin Osmanlı Devleti'ne de sirayet etmesi; dışarıdan bir türlü yıkamadıkları
Osmanlı Devleti'ni, içeriden parçalamak ve yok etmek için Hıristiyan dünyası için iyi
bir zemin oluşturmuştur.
Avrupa devletleri önce Hıristiyan tebaayı isyan ettirmeye başlamış, böylece
Osmanlı Devletini istila etmeyi planlamışlardır. Mozaik bir yapısı olan Osmanlı
Devleti'nde başlayan milliyetçilik hareketleri Avrupa lehine çok önemli fırsatlar
sağlamıştır. Büyük devletler Türk olmayan unsurları ayartmışlar ve verdikleri
desteklerle bağımsız birer küçük devlet olarak Osmanlıdan ayrılmalarını
sağlamışlardır. Kürtçü hareketler de bu tarihi sürecin bir sonucudur. Fakat güçlü İslâm
bağları bazı olaylara rağmen bölünmeyi önlemiştir.
Şarktaki İsyanlar ve Sebepleri
15. yy.'a kadar Doğu ve Güneydoğu Anadolu'da yaşayan Kürtler, Şia tasallutu
altında yaşıyordu. Şah İsmail'in kurduğu Safevi Devleti bölgeyi Şiileştirme hedefi
güdüyordu. 1514 Çaldıran zaferinden sonra bu bölge Osmanlı Devleti'ne iltihak
etmiştir. Büyük âlim İdris-i Bitlisi'nin önderliğinde yirmi beşten fazla Kürt beyleri,
kendi arzuları ile Yavuz Sultan Selim'e itaat etmişler ve şöyle demişlerdir: “Bizler
canlarımız, mallarımız, iyalimiz ve dinimizin emniyeti için size itaati arzuluyoruz
212. W. Montgomery Watt, İslam Düşüncesinin Teşekkül Devri, s. 100-101.
117
İslam'ı tatbik ve adaleti tesis için sizin hâkimiyetinizi zaruri görüyoruz” 213
Osmanlı yönetimi, bugün Amerika'da olduğu gibi, idare ettiği milletlerin farklı
özelliklerine göre, farklı idare tarzları oluşturmuştu. Çaldıran zaferinden sonra Doğu
Anadolu bölgesini Diyarbakır'ı merkez yaparak buraya bağlamış ve eyalet sistemine
göre idare etmiştir. Başlangıçta hizmet ve sadakat karşılığı verilen bu vilayetlere bağlı
sancaklar, daha sonra ailelerin tasarrufuna bırakılmış ve 1840 yılına kadar bu hal
devam etmiştir.214
1514'den itibaren İdris-i Bitlisi'nin idari çatıyı oluşturduğu bu bölgeler, üç
eyalet ve yirmi sancağa bölünmüştür. Eyaletler Diyarbakır, Rakka ve Musul'dur.
Sadece Beylerbeyi Kürt değildi. Diğer idarecilerini kendileri seçerlerdi. Sultan II.
Mahmud ile birlikte bu idari sistem değişmeye başlamış, bu duruma paralel olarak
Kürtçülük hareketleri de doğmaya başlamıştır. Gerçi Osmanlı Devleti'nin klasik
dönemlerinde zaman zaman Kürt-Celali isyanları tarzında Doğu bölgesinde
problemler olmuştur. Fakat bugüne kadar uzanan Kürt ulusalcı hareketlerin ilk çıkış
kaynakları, II. Mahmud zamanına kadar uzanır. Kürt ulusal hareketlerinin ortaya
çıkmasında kanaatimce üç önemli faktör rol oynamıştır.
1- II. Mahmud ile başlayan merkezileşme politikası çerçevesinde Kürt
beylerinin statülerinin bozulması, buna bağlı idari, siyasi ve iktisadi problemler.
2- Kürt beylerinin statülerinin azalmasına karşılık, şeyhlerin siyasi olarak da
önemlerinin artması. Ancak devletin Batılılaşma hareketleri ile bu durumun
çatışması.
3- 19. asırda Avrupa'da gelişen milliyetçik dalgasının, Osmanlı Devleti'nde de
gelişme göstermesi. 1 ve 2'nci maddedeki sebepler çerçevesindeki örgütlenmelerin
her iki çeşidi içerisinde Kürt milliyetçiliği fikri gelişme göstermiştir.
1- Merkeziyetçi Devlet Politikası ve Kürt Beylerinin Statülerinin Bozulması
Osmanlı Devleti'nde bir takım yenileşme hareketleri yapılacaktı. Bunların
yapılabilmesi için de devletin modern devlet yapısı gereği merkezileştirilmesi ve
idarenin bürokrasi tarafından yerine getirilmesi gerekiyordu. Artık Doğu'da yerel
yöneticiler yerine merkezden valiler tayin edilecekti. Yapılan idari reformlar
çerçevesinde merkezden valiler tayin edilmesi, yerel beyleri rahatsız etmişti. Beyleri
rahatsız eden bir başka husus da Doğudaki Ermenilerin konumundaki değişiklikti.
“19. asrın başlarında Sultan II. Mahmud Han Ermeniler hesabına, Şarkta Kürdistan
derebeylerine şiddetli darbeler vurmuş ve Ermenileri memnun etmek istemişti”.215.
Sultan II. Mahmud tahta çıktığında Anadolu'daki yerel nüfuzlu aileler gibi Kürt
mirleri de yarı bağımsız bir konumda idiler. II. Mahmud, 1812 Osmanlı-Rus
savaşından sonra hızlı bir merkezileştirme politikasına başladı. Yüzyılın ortalarına
doğru Kürdistan'da emirlik kalmamıştı. Ancak pratikte Osmanlı yönetimi çok
etkisizdi. Şehirlere yakın yerlerde valilerin biraz etkisi vardı, ama başka hiç bir yerde
otoriteleri yoktu. İki Kürt miri merkezi otoriteye isyan ederek, geniş bir alanı işgal
etmişlerdi. Bunlardan biri Revandizli Mir Mehmet (Kör Mehmet), diğeri Botan Emir213. Ahmed Akgündüz-Said Öztürk, Bilinmeyen Osmanlı, s.140.
214. A.g.e., s.141.. Hüseyin Özdemir. .Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman.Köprü.2000,sayı.70
215. Nuri Dersimi, Hatıratım, s. 44.
118
liğinin lideri Bedirhan Bey'dir. 20 yıl sonra ancak Revandiz Türk yönetimine girmişti.
.216 Kürtlerin çoğunun modern milliyetçiliğin ilk örneği olarak değerlendirdiği Botan
Emirliğinin önderi Bedirhan Bey, 1821'lerde düzensiz kümeleşmelerin miri oldu.
Otoritesini tanımayan aşiretlere de savaş açtı. 1828-1829 Osmanlı Rus savaşında
aşiret adamlarından savaşçıları Osmanlı ordusuna göndermeyi reddetti. 1839 da
Osmanlı ordusunun Mısırlı İbrahim Paşa birliklerine yenilmesi üzerine mir, bağımsız
bir Kürdistan kurmayı planlamaya başlamıştı. 1843'de Nasturilere yaptıkları katliam
üzerine, Bedirhan üzerine güçlü bir ordu gönderildi. Bedirhan akrabalarıyla birlikte
İstanbul'a gönderildi. Kimsenin onun yerini almasına da izin verilmedi. Mirden sonra
emirlik düşman aşiretlere bölündü. Sultan Abdülhamid tarafından, Miran aşiret reisi
Mustafa Ağa, Hamidiye Paşası yapıldı. Ve bölgenin en güçlü adamı olmayı başardı.
1877-78 Osmanlı-Rus savaşından sonra Bedirhanlardan Osman ve Hüseyin, 'Paşa'
unvanı aldılar ve Botan'a geri döndüler. Yaşlı olan Osman Paşa mirliğini ilan etti ve
aşiretlerin çoğu gönüllü olarak yönetimine girdi.217
1878 yılı sonlarına doğru Hüseyin ve Osman Beyler Cizre taraflarında bir isyan
başlatmışlardır. Hüseyin Bey Siirt yakınlarında gayet ağaçlık, taşlık ve yüksek olan
Nebazat Dağında 2500 kadar kişi toplamış, Osman Bey'in de Cizre taraflarında
isyancı toplamakta olduğu bildirilmişti. Her iki grup isyancının birleşerek büyük bir
tehlike arz ettikleri anlaşıldığında, üzerlerine gereği kadar asker sevk edilmiştir. Bu
savaşta eşkıyanın yüz elliden fazla telefat verdiği ve büyük bir muvaffakiyet
kazanıldığı Diyarbakır'dan Sadarete gelen 19 Teşrin-i Sani 1294/13 Kasım 1878
tarihli telgrafla bildirilmiştir.218 Padişah tarafından Hüseyin ve Osman beylerin bu
hareketten vazgeçmeleri hususunda Mardin Mutasarrıflığına bir telgraf gönderilmiş,
Mardin mutasarrıfı da hususi bir memur göndererek kendilerine padişahın
nasihatlerini ve bu hareketten kan dökülmeden vazgeçmelerini bildirmiştir. Bu
belgede özetle şöyle denilmektedir: Padişahın emri üzerine Mardin Mutasarrıfının
Osman Beye yazdığı mektupta, tutmuş oldukları yolun na-meşru, eser-i igfalat-ı
ecnebiye ve azim cinayet olarak çıkar yol olmadığı belirtilerek, iki taraftan dahi kan
dökülmeyerek hükümete veya askeriyeye dehalet edildiği takdirde affolunup,
mükâfat görecekleri vaad edilmiştir. Ayrıca, eski Mardin müftüsü o tarafa
gönderilerek, “Allah'a, Resulüne ve sizden olan ululemre itaat edin” emri ile ilgili
İslamî sorumlulukları hatırlatılmıştır. Mektup “bu ihtarat-ı biraderanemi inşallah
kabul buyurursunuz.” temennisiyle bitmiştir. 7.Z.1295/2 Aralık 1878. 219
Bu isyanların, beylerin siyasi ve ekonomik statülerinin bozulmasıyla bağımsız
devlet kurma niyetine kadar vardırılmasının bir sebebi de, valilerin bölgelerinde
otorite kuramamaları idi. Kürt halkının can ve mal güvenliğini de ortadan kalkmıştı.
Oysa mirin otoritesinde eşkıya olayları olmamaktaydı, can güvenliği sağlanmıştı. Bir
belgede bu durum şöyle belirtilmektedir:
Kaza müftüsü, meclis azaları ve yaklaşık 40 kişinin imzası ile Padişaha 13
Teşrin-i Sani 1294/7 Aralık 1878 tarihli gönderilen mektupta, Bedirhan Paşa merhu216. Martin van Bruinessen, Ağa, Şeyh ve Devlet, s. 217-218.
217. A.g.e., s. 220-223.
218. Yıl. Hus., 159-79.
219. Yıl. Hus.159/79.
119
mun Bühtan'dan (Botan) hareket ettiğinden bu güne kadar kazalarımızda bulunan miri
mallarla vs. ilgili vergilerin toplanamadığı gibi her gün adam öldürme, eşkıyalık gibi
hadiselerin gitgide arttığı, bir köyden bir köye gitmenin mümkün olmadığı ve
memurların irtikâplarından dolayı bunların önü alınamadığından şikâyet etmişlerdir.
Bu şikâyetlerin çözümünü de adaleti herkesçe malum olan Bedirhan Paşa'nın
mahdumu Osman Nurettin Beyin Buhtan'a bir memuriyete tayin edilmesinde
görmektedirler. Zira cümle aşiret ve kabileler onun eli altındadır.220 Osmanlı
Devleti'nin reform döneminde Kürt beyleri yeterince onore edilmemiş, istişare ve
uzlaşı olmamış ve bu yüzden merkezi otorite tarafından adeta devre dışı bırakılmıştı.
Zamanla bunun olumsuz sonuçları görüldüğünden Bedirhan Paşazadelerin önde
gelenlerine devlet birçok taltifatlarda bulunmuş, önemli devlet hizmetlerine tayinleri
yapılmıştır. Hatta Bedirhanlar’dan Şam'da ikamet eden ve orada bir ara mahpus olan
Ahmet Bedri Bey daha sonra Şuray-ı Devlet reisliğine kadar gelebilmiştir.
2- Doğuda Şeyhlerin Öneminin Artmasına Karşılık Devletin Batılılaşma
Politikası II. Mahmud ile başlayan merkezileşme politikası neticesinde devletle halk
arasındaki köprü görevini Kürt beyleri yerine şeyhler yapmaya başlamıştı. Özellikle
Tanzimat'tan itibaren şeyhlerin sayısı ve halk nezdinde önemleri artmıştı. Zaten
Kürtlerin arasında önceki asrın müceddidi kabul edilen Mevlana Halid-i Bağdadi'nin
etkisi ile dindar ve Nakşî tarikatine bağlı idiler.
1776 yılında Süleymaniye'ye bağlı Karadağ'da dünyaya gelen Mevlana Halid,
Mikaili aşiretindendi. Zühdü ve takvasıyla bilinen Mevlana Halid, aklî ve naklî
ilimlerle de meşgul olmuştu. 1822'de Mevlana Halid'in manevi hizmet ve hâkimiyeti
siyasilerin dikkatini çekiyordu. Bağdat Valisi Davud Paşa İstanbul'a şöyle bir rapor
gönderdi: “Mevlana Halid'in gayesi Sünnet-i Seniyye'yi ihya ve talebelerini irşad
etmektir. Onun tavır ve hareketlerinden anlaşıldığına göre, dünyaya katiyyen
temayülü yoktur. Mevlana siyasetten itina ile kaçınmaktadır. Hatta Mevlana Halid'in
hiçbir zaman devlet işlerine karışmayacağını da taahhüt ederim”.221
Tanzimat, İttihat ve Terakki ile Cumhuriyet sonrası dönemlerde dinin sosyal
hayattan tedricen çıkarılması, Büyük ölçüde dindar ve Nakşî olan Kürtleri rahatsız
etmiştir. “Şey Ubeydullah, Şeyh Said, Molla Mustafa Barzani gibi önemli ulusal
hareket liderleri, Mevlana Halid'den Nakşibendî tarikatını devralan şeyhlerin
torunlarıdır”.222 Tanzimat reformlarıyla ilgili Şerif Mardin şöyle demektedir: “Âli
Paşa ve Fuat Paşa gibi Tanzimat'ın önde gelen devlet adamları tarafından
izlenen politikalarda, ulemanın gözden çıkarılması eğilimi vardır. İslâmiyet'in
tedrici geri çekilerek iyi bir devlet yönetimi, eğitim ve ticaretle bu boşluk
doldurulacaktı. Dinin işlevini dikkate almayan rasyonalizm, benzer biçimde
gelecekteki Türk reformcuları tarafından da paylaşılacaktır.”223 Oysa Doğuda o
zamana kadar yargı işlerini yürütmüş ve çatışmalara çözümler dayatabilmiş, yarı
bağımsız Kürt yöneticilerin ortadan kalkmasıyla şeyhlerin önemi daha da artmıştı.
1820 ile 1860 arasında şeyhlerin sayısında bir artış olmuş ve politik önemleri de art220. Yıl. Hus.,159/79.
221. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler, s.15-16.
222. Bruinessen, a.g.e., s. 268.
223. Şerif Mardin, Bediüzzaman Said Nursi Olayı, s.181.
120
mıştı. Çünkü yarı bağımsız yöneticilerin yokluklarında halkla aracılık yapabilecek
güvenilir insanlara ihtiyaç doğmuştu. 224 Her ne kadar Tanzimat reformları tedrici
olarak uygulanmakta ve Doğu bölgesine henüz ulaşmamış olsa da Batılılaşma
politikalarının dini bağları ve ortak amaçları zayıflattığı düşünülebilir. Hele II.
Meşrutiyet ve Cumhuriyet devri politikalarındaki Batıcı ve milliyetçi anlayışın
hâkimiyetinin, ortak paydaları daha da zayıflattığı görülmektedir. Aşağıdaki
isyanların oluşmasında ekonomik, politik ve ulusalcı dalganın etkisi olduğu kadar,
devlet ile aradaki dini bağların zayıfladığını da söylemek mümkündür. Şeyh
Ubeydullah, 1880 yılında Osmanlıdaki ve İran'daki 220 aşiret reisini toplayarak ve
İngilizlerden de silah yardımı alarak, merkezi Şemdinli olmak üzere büyük bir
ayaklanma başlatmıştır. 225 Osmanlı-Rus savaşı sonrası Osmanlı Devleti'nin zayıf
olmasıyla birlikte, İran devletinin daha zayıf bir durumda olmasından isyan önce İran
üzerinde başlamıştır. İran bu ayaklanmadan çok zor durumda kalmış, belgelerden
anlaşıldığına göre Osmanlıdan yardım istemiştir. Türk-İran ilişkileri açısından da
önemli olan bu belgede özetle şunlar rapor edilmiştir. 2 Mart 1881 tarihinde Tahran
Sefaretinden Hariciye Nezaretine gelen bir telgrafnamede Tahran Umur-ı Hariciye
Vezirinin Tahran Sefirine söyledikleri rapor halinde bildirilmektedir. Vezir, Şeyh'in
ilkbaharda büyük bir Kürt ayaklanması başlatacağından korkan Şah'ın, Osmanlı
Devleti vaadlerini yerine getirmeyip, oyalamaya devam ederse, Rusya ile bir
muahede akdedebileceklerini belirtmektedir. Bunun sonucunda da Azarbeycan'ın
yarısı veya tamamı mükâfat olarak Rusya'ya verilecektir.
Vezir, “… Şah hazretleri bendenizi davet ederek Saltanat-ı Seniyye ile kat-ı
muhaberat edeceğini ifade eylemesi memul bulunduğunu kemal-i hüzün ile
hikâye edip, bu maddenin devleteyn aleyhine ve İslâm beynine bir nifak ile iki
millet arasında ıslahına kabil bir adavet husule getirerek, kuvve-i İslamiyenin
inkırazına ve İran'ı dahi Rusya'ya teslime kadar sebebiyet vermesi badi-i elem
ve teessüf idüğünü ağlayarak söyledi” demektedir. Sefir devamında, Şeyh ve
oğullarının, İran'ın isteği doğrultusunda huduttan uzaklaştırılarak Rusya ile
ittifakın önlenmesi gerektiğini belirtmiştir.226
Osmanlı birlikleri, Şeyhin batıya doğru ilerlediği sırada harekete geçer ve İran
ile bağlantısını keserek çevresini kuşatır. Yenileceğini anlayan Şeyh teslim olur ve
İstanbul'a gönderilir. Bir müddet sonra Medine'ye yerleşen şeyh, ölünceye kadar
orada kalır. Şeyhin büyük oğlu Seyyit Abdülkadir ve Seyyit Abdullah da daha sonra
bir takım Kürtçülük hareketlerine karışmışlardır.227
Bir başka Kürt devleti kurma teşebbüsünün öncüsü Şeyh Mahmud'dur. Arşiv
belgelerinden anlaşıldığına göre Şeyhin niyetinin iyi olmadığını bilen Osmanlı ve İran
hükümetleri, kendisini etkisiz kılmaya çalışmışlardır. Bir belgede, Caflı Mahmud'un
İran hükümetince girişine izin verilmemesinden, hududa geldiğinde yakalanmasına
çalışılması Bağdat ve Musul vilayetlerine bildirildiği, İran'a girmemesi için bazı
mevkilere asker ikame edildiği, İran Veziriazamından Sefarete bildirildiği, Sadrazam
tarafından padişaha arz olunmuştur. 2 Ramazan 1308/1891.228
224. Bruinessen, a.g.e., s. 91.
225. Zekeriya Yıldız, Kürt Gerçeği, s. 68.
226. Yıl. Hus., 166/112.
227. Yıldız, a.g.e., s. 68.
228. Yıl. Hus., 258/5.
121
Başka bir belgede ise Caf reisi olup yakalanması irade-i seniyyeden olan firari
Mahmud Paşa'nın Batum yolu ile İran'dan Reşet şehrine geldiği ve yanına bir miktar
süvari aldığı ve firarını Dersaadet'ten biraderlerine haber verdiği ve Kürdistan hâkimi
ile bu aralık sık sık muhaberede bulunduğu Tahran Sefaretinden bildirilmiştir. Adı
geçen kişinin yakalanması ve Osmanlı memurlarına teslimi Sefarete tavsiye
olunmuştur. Ayrıca Mahmud Paşa'ya aşireti arasından meyl olmaması için Kürt
reislerinden bazılarının taltifi için ferman buyurulmasına dair Sadrazamın Padişaha
229
arzı yer almaktadır. 22. S. 1309/1891.229
Birinci Dünya Savaşında Irak'ı işgal eden İngilizler, 1918 anlaşmasından
sonra bir takım yarı bağımsız Kürt devletleri kurmayı planlıyordu. Şeyh Mahmud bu
dolaylı yönetimin kilit adamı seçildi. Şeyh, İngilizlerin yardımıyla Kürdistan'ın geniş
bir bölümünde yöneticiliğe atandı. Sonra yerel aşiretlerin çoğunun katledildiği bir
anti-İngiliz isyanı oldu. Şeyh kendini bağımsız bir lider olarak ilan etti. İsyan bastırıldı
ve Şeyh sürgün edildiyse de tekrar geri döndü. Hırslı bir lider olan Şeyh Mahmud'u
(Berzenci) bağımsız bir Kürdistan'ın kurulmasını engellemek için İngilizler
kullanmak isterken, o bağımsız bir Kürdistan hayaliyle İngilizleri kullandı ve bu
nedenle İngilizler onu hiç affetmediler.230
230 Gerçekten Şeyh Mahmud, ünlü ajan Noel'i
kendisine danışman yapmasına ve İngilizler kendisine bağımsızlık sözü vermelerine
rağmen, İngilizlerin amacına aykırı olarak kendi liderliğinde bağımsız bir Kürdistan
kurma çabalarına devam etti. İngilizlerde ona güvenememişlerdir.231
231Bir başka
büyük isyan da Şeyh Said isyanıdır. Bu isyanı tamamen bir Kürtçü hareketi olarak
görmemek lazımdır. Bu hareketin asıl sebebi, dini değerlerin tahrip edilmesine karşın,
insanların gayret duygularının isyan noktasına gelmesidir. Şeyh Said, Dicle'de
verdiği bir vaazda şöyle diyordu: “Medreseler kapandı. Din ve Vakıflar Bakanlığı
kaldırıldı. Din okulları Milli Eğitime bağlandı. Gazetelerde bir takım dinsiz yazarlar
dine hakaret etmeye, Peygamberimize dil uzatmaya cüret ediyorlar. Ben bugün
232 Şeyh
elimden gelse bizzat dövüşmeye başlar, dinin yükselmesine gayret ederim.”232
Said'in yanına sığınan altı asker kaçağının yakalanması için görevlendirilen jandarma
birliğine ateş açılmasıyla, yani basit gibi görünen bir olayla isyan başlamıştır. Şeyh
Said, yanındakilere şöyle seslenmişti: “Artık bu işi durdurmak elimde değildir. Ne
netice verirse versin harekâta devam edeceğiz. Kürtlerin bulundukları yerleri
Türklerin elinden alacağız. Topraklarımız verimlidir. Madenlerimiz çoktur,
bunlardan yararlanacağız. Bugünkü Türk Hükümeti İslâmiyet'ten ayrılıyor.
İstanbul'da Beyoğlu'nda bazı İslam kızları şapka ile geziyorlar. Abdullah Cevdet,
İçtihad Dergisi'nde yazdığı bir yazıda kuşağın düzelmesi için Macaristan'dan
233
damızlık getirilmesini istiyor”233
İsyan bastırılıyor. İsyancılara Diyarbakır'da uzun bir sorgulama yapılıyor.
Sorgulamada savcı iddianamesini okuduktan sonra şöyle diyor:
“Ayaklanma olayı iddianamede anlatıldığı gibi sanki Peygamber dininin
yükselmesi perdesi altında meydana getirilmiştir. Oysa asıl amaç Türk vatanının be229. Yıl. Hus., 251/153.
230. 19. Bruinessen, a.g.e., s. 101, 264.
231. 20. A.g.e., s. 264.
232. 21. Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması, s. 68.
233. 22. A.g.e., s. 72.
122
234
lirli bir kısmını ana yurttan ayırmak, vatanın birlik ve beraberliğini bozmaktır.”234
Gerek milliyetçilik noktasından, gerekse dini noktadan hareket eden isyancılar,
devletle ekonomik, sosyal, kültürel ve dini bakımdan tam bir bağ kuramamışlardır.
Bunun sonucu olarak kendi devletine karşı yabancılaştıkları ve özgürlük, bağımsızlık
ve ekonomik olarak yardım vaat eden emperyalist devletlere yaklaştıkları
görülmüştür. Fakat Kürtlerin çoğunluğu bu isyanları tasvip etmemiştir. Çünkü
içerideki bazı olumsuzluklara karşılık, bütün isyanların, ayrılıkçı hareketlerin
arkasında büyük devletlerin emperyalist emelleri vardı.
Büyük Devletlerin Şarkta Çıkan İsyanlardaki Rolü
Şarktaki isyanlarda iç sebepler kadar, dış sebepler de, daha doğrusu bazı
devletlerin katkıları da önemli rol oynamıştır. 21 Teşrin-i Evvel 1294/2 Kasım 1878
tarihinde, Devlet-i Aliyye Erkan-ı Harp Livası Komiserinin yazdığı bir raporda şöyle
bir olay anlatılmaktadır: Kars cihetlerinde esir olmuş, o tarihten itibaren kendisini
paşa ismiyle kaydettirmiş ve paşalara mahsus yevmiyeyi de almakta bulunan Kürt
Paşazade Süleyman Bey, on beş gün önce esirler ile Sivastopol'a gelip kendi
arkadaşları Dersaadet'e sevkolunduğu sırada namizaç olduğundan bahisle bir kaç gün
tedavi ettirmek üzere burada kalacağını beyan etmiş ve kalmış idi. Bu sırada
bendenize gelip görüşme sırasında “Rusya Devleti bana senevî altmış bin ruble
vererek teklif ediyorlar ki, Rusya'da kalayım. Alel husus Rusya'nın Kars ciheti
kumandanı Loris Melkof pek çok üzerime düşüyor. Ben de ne için bana altmış bin
ruble vereceksiniz dediğimde, işte malum ya sen Kürdistan hanedanından beş hudut
aşiretini ve alel husus bütün Kürdistan'ı iğfal edersin diyorlar.” Konuşmanın
devamında eğer devlet Kars cihetinde ve hudut üzerinde bulunan Kürt beylerini taltif
etmez ise yakında cümlesi Rusya'ya tabi olur diye Bedirhan Paşazade Süleyman,
235
Osmanlı Devleti'nin Sivastopol'da bulunan Komiserine beyanda bulunmuştur.235
Gerçekten yaklaşık bir ay kadar sonra Bedirhan Paşazadelerden Osman ve
Hüseyin Beyler Cizre ve Botan cihetlerinde büyük bir isyan başlatmıştır. Bitlis
vilayetinden 11 Mayıs 1332/24 Mayıs 1916 tarihinde, Dahiliye Nezareti Emniyet-i
Umumiye Nezaretine gelen bir başka belgede de Birinci Dünya Savaşı sırasında
236
“Bitlis'de Kürtleri Ruslara ısındırmak denaetinde kullanılan Bedirhanî Kamil'in”236
olumsuz hareketlerinden bahsedilmektedir. 1829, 1877 yıllarında Osmanlı-Rus
savaşı sırasında veya hemen sonrasında bir kısım Kürtlerin isyan ettikleri dikkate
alındığında, Kürt isyanlarında Rusların önemli bir rol oynadığı anlaşılmaktadır.
İsyanların arkasında Avrupa devletleri de vardır. 18 Aralık 1918 günü 6. Kolordu
Kumandanlığından 4302 sayılı yazıya, Harbiye Nezaretinin gönderdiği cevapta
asayişin bozulmasının, dış güçlerin emellerine hizmet edeceği belirtiliyor: “…
Ayrımcılığın kabul edilemeyeceğini, ancak Kürtlere karşı yürütülecek tedip
238 ifade
hareketinin asayişi bozuk göstererek İngilizlere işgal vesilesi verilebileceği237
edilmektedir. 26 Şubat 1920'de İngiltere'de Başbakanlık konutunda toplanan
konferansta Kürdistan konusu tartışılıyordu. Fransız delegasyonu, “Kürdistan bağım234. 23. A.g.e., s. 130.
235. 24. Yıl. Hus., 159-79. Hüseyin Özdemir. .Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman.Köprü.2000,sayı.70
236. 25. Arşiv Belgelerine Göre Kafkaslarda ve Anadolu'da Ermeni Mezalimi, s. 55. Hüseyin Özdemir. .Şarkta
İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman.Köprü.2000,sayı.70
237. 26. Mumcu, a.g.e., s. 188.
123
sız olmayacak mıydı?” diyordu. İngiliz Dışişleri Bakanı Lord Curzon'da Kürdistan
konusunun çözülmediğini söyledi. Başbakan Lloyd George, Avam Kamarasında
yapacağı konuşmayı hazırlıyordu. Başbakan, Avam Kamarasında Türk İmparatorluğundan, Türk olmayan soyların yaşadığı bütün bölgelerin ayrılması görüşünü
savunacaktı. Bu soylar kimlerden oluşmaktaydı? Araplardı, Ermenilerdi, Suriyeliler
ve Kürtlerdi.238
238 1925 yılında İngiltere'nin İstanbul Büyükelçisi Lindsay, Dışişleri
Bakanı Charberlain'e şu raporu göndermiş: “Böylece başlattığımız noktaya Son bir
kaç ay içinde ortaya çıkan kışkırtmalardan sonra Majestelerinin hükümeti bütün
kozları ele geçirmiş ve dilediği kartı oynayabilecek duruma gelmiştir. Ancak sorunun
yalnızca sınır düzeltilmesi ile sınırlı tutulmaması gerekiyor. Majestelerinin hükümeti,
Güney Kürdistan'da milliyetçiliği geliştirmek yolundan geri dönmeyeceği biçimde
bağlantılar kurmuş olabilir. Eğer böyle bağlantılar kurmamışsa, Cemiyet-i Akvamın
mandater devlete bu yönde baskı yapmayacağını düşünmek için elde yeterli neden
239 Görüldüğü gibi emperyalist güçler Osmanlı Devletini bölüp, parçalayıp, yok
var.”239
etmeyi planlamaktadır. Devletin yaptığı birtakım yanlışlıkları, bazı sıkıntıları bahane
edip, özellikle savaş anında yani devletin zayıf durumlarındaki silahlı mücadeleler
ülkenin parçalanmasına ve dış güçlerin emellerine alet olunmasına hizmet etmiştir.
Başta Araplar olmak üzere Osmanlı Devletinden ayrılan unsurlar istikrar
bulamamışlar, Amerika, İngiliz ve Rusların arka bahçesi olmuşlardır. Öyleyse bu
dâhili ve harici olumsuzlukların çaresi nedir?
Katılımcı Demokrasi ve Milli Birlik
Kürt meselesinin çözümü için siyasi, iktisadi ve dini yönden alınması gereken
tedbirler vardır. Osmanlı yönetim biçiminde devlete bağlı ve hizmet eden bütün aşiret
vb. unsurlar siyasi ve iktisadi olarak devlet imkânlarından yararlandırılmıştır. Kürt
beyleri de yarı bağımsız bir idari sistemle II. Mahmud dönemine kadar idare edile
gelmiştir. Yukarıda bahsettiğimiz gibi merkezi devlet sistemi gereği bozulan bu
sistemin doğuracağı sonuçlarla ilgili hiçbir ciddi tedbir alınmamıştır. Ancak yukarıda
bahsedilen iki büyük isyan ve 1878 Berlin Antlaşması sonucu Sultan II. Abdülhamid
döneminde yeni bir Doğu Anadolu politikası izlenmeye başlanmıştır.
1877-78 Osmanlı-Rus Harbi sonrası Ayastefanos antlaşmasıyla Kars, Ardahan
ve Batum'un Rusya'ya verilmesi kararlaştırılmış, 1878 Berlin Antlaşması ile de
Osmanlı Devletinin paylaşılması pazarlığı yapılmıştır.240
240 Böyle bir ortamda Sultan
II. Abdülhamid, aşiretleri devlete kazanmak ve yabancı güçlerin nüfuzunu
engellemek için “Aşiret Mektepleri” açmış ve “Hamidiye Alayları” kurmuştur. Sultan
Abdülhamid bu konuda şunları söylüyor: “Kürt ağalarının çocuklarını İstanbul'a
getirip memuriyete yerleştirdiğim için tenkit edildiğimi biliyorum. Senelerdir
Hıristiyan Ermeniler nazır mevkiini işgal etmişlerdir. Bundan sonra da kendi
241 1890
dinimizden olan Kürtleri kendimize yaklaştırmakta ne gibi zarar olabilir.”241
yılında Hamidiye Alaylarının kurulmasının amacı da, sarsılan merkezi otoriteyi
sağlamak, sosyo-politik dengeleri kurarak Ermenilerin yıkıcı faaliyetlerine engel
olmaktı. Ayrıca İslam birliği Müslüman halka hissettirilerek Rusya ve İngiltere'nin
238. 27. A.g.e., s. 26.
239. 28. A.g.e., s.164.
240. 29. Dr. Rifat Uçarol, Siyasi Tarih, s. 289-290.
241. 30. Yıldız, a.g.e., s. 95.
124
antlaşmalarla saklı müdahale haklarını kullanmalarına meydan verecek gelişmeleri
önlemekti.242
242 Kürt meselesinin çözümü yönünde siyasi açıdan önemli bir gelişme
1950'den sonra çok partili hayata geçişle sağlanmıştır. Doğuda sevilen ve nüfuz sahibi
birçok Nakşibendî şeyhlerinin çocukları milletvekili yapılmıştır. Daha sonraki
dönemlerde de devam eden bu siyasi ve demokratik tercihle, devlete adeta
yabancılaşmış ve küsmüş olan Kürt vatandaşları bir ölçüde de olsa barışmıştır. Bazı
yazarlar az da olsa olumlu yönde devletle barışmayı ve bütünleşmeyi rejime payanda
olmak olarak görmüştür. Şöyle ki: “Bunların hepsi, rejimin asıl sahibi CHP'ni
diskalifiye edelim derken, başka bir canavarın kucağına düştüler ve sağcı partiler
aracılığıyla rejimin payandası, direği haline geldiler.
Din Birliğinin Önemi ve Bediüzzaman'ın Yaklaşımı
Kürtçülük hareketleri, devletin yapılanması ve politikaları karşısında, olayları
yakinen bilen ve yaşayan asrın büyük âlimi Bediüzzaman'ın tavrı, birçok Ehli Sünnet
âlimlerinin siyasi tavırlarının günümüzdeki en bariz bir örneğidir. Temel ilke İslam
toplumunun birliği, beraberliği ve refahıdır. Bu kralların dininden olmak veya dinden
taviz vermek anlamında değildir. Bilakis dinin en küçük bir esasından taviz
vermemişler, fakat müspet hareket tarzıyla mücadele etmişlerdir. İslam tarihindeki ilk
isyan hareketleri olarak ortaya çıkan Haricilik ve Şiilik hareketlerine muhalifler
olarak ortaya çıkan Mürciiler bir orta yol olarak ortaya çıkmıştır. Mürciilerin siyasi
tavrı çok açık olmamakla birlikte, şirk suçu bulunmayan herhangi bir halifeyi
tanımalarına ve kan dökmeme prensibine dayanır. “Müslümanım” diyen herkes
hakikaten müslümandır. Şüpheli meseleler (anlaşma sağlanamayan ihtilaflı konular
ve kararlar) tehir edilir. Umumiyetle onların başlıca derdi İslam ümmetinin birliğini
243
korumaktır.243
Çok büyük bir alim olan Hasan el-Basri'nin halifelere ve valilere karşı olan tavrı
da daha çok nasihat tarzında olmuştur. Hatta ona göre idareciler kötü oldukları zaman
bile onlara itaat edilmelidir. Bazıları ona, İbnul-Eş'aş ayaklandığı zaman el-Haccac'ın
muhtelif kötü fiillerinden söz etmişler ve valiye karşı silaha sarılmak konusundaki
görüşünü sormuşlar. Cevabı şu olmuş: “Eğer söz konusu meseleler Allah'ın cezasını
gerektiriyorsa, insanlar kılıçlarıyla Allah'ın cezasını döndüremezler ve eğer bir gaile
ise Allah'ın hükmünü sabırla beklemelidirler. Böylece onlar hiçbir durumda
savaşmamalıdırlar. Onun tanıdığı tek müsaade şudur: Eğer iktidardakiler insanlara
Allah'ın emrine zıt bir şey yapmayı emrederlerse onlara itaat mecburiyeti yoktur.”
İnsanların hep “müstakim” davranış içinde olmaları hususunda ısrar etmiştir. İbnu'l
Eş-aş'ın isyanında Irak Valisi el-Haccac'a sadık bir vaziyette kalmış, aynı zamanda
arkadaşlarına bu isyana katılmamaları konusunda ısrar etmiştir. Fakat gerektiği yerde
de tenkidini yapmış hatta aralarındaki münasebetler kesildiği gibi Haccac'ın ölümüne
kadar gizlenmiştir.244
244
Büyük âlimin bu tavır ve fikirlerini Müslümanların birliği ve kardeşliğine olan
derin hissi ile düşünmek gerekir. Merkezi ve mutedil zümrenin en müspet
hususiyetinin ümmete ve devlete bağlı bir tavır olduğu söylenebilir. Onların müşterek
242. 31. Yıldız, a.g.e., s. 97. Hüseyin Özdemir. .Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman.Köprü.2000,sayı.70
243. 32. Watt, a.g.e., s 154-158.
244. 33. A.g.e., s. 94-96. Hüseyin Özdemir. .Şarkta İsyan Hareketleri ve Bediüzzaman.Köprü.2000,sayı.70
125
tutumları devlete ve temel İslamî esaslara bağlılık idi. Bediüzzaman da müsbet bir
tavır sergilemiş, yanlış olarak gördüğü hususlarda idarecileri ikaz etmiştir. Dâhilde
silahlı mücadele olmaz demiş ve anarşizme sebebiyet verecek yolları kapatarak,
bilakis asayişi muhafazaya önem vermiştir. On kadar aşiret reisi Bediüzzaman'a gelip
Şeyh Said'in yanında olduklarını ve ona iştirak etmek istediklerini söylediklerinde,
Bediüzzaman onlara şiddetle karşı çıkmıştır. Dinimizde Müslümanların birlik ve
beraberliklerini zedeleyecek ve harici düşmanlara karşı kuvvetlerini kıracak hiçbir
dâhili isyana yer olmadığını izah etmiştir. Menfi milliyetçiliğin varlığımıza
kastederek bu milleti parçalayacağını, bu gibi menfi hareketlere girişenlerin
arkalarında ecnebi parmağı olmasından korktuğunu dile getirmiştir. Aşiret reisleri de
Bediüzzaman'ın bu ikazları karşısında memnuniyetlerini dile getirerek, isyana iştirak
etmemişlerdir.245
245 Bediüzzaman aynı ikazını Şeyh Said'e de yapmıştır. Yazdığı cevabi
mektubunda onu bu teşebbüsünden vazgeçirmeye çalışmıştır. Mektubunda şöyle
diyordu: “Türk milleti asırlardan beri İslâmiyet'in bayraktarlığını yapmıştır. Çok
veliler yetiştirmiş ve çok şehitler vermiştir. Böyle bir milletin torunlarına kılıç
çekilmez. Biz Müslümanız. Onlarla kardeşiz, kardeşi kardeşe çarpıştıramayız. Bu
şeran caiz değildir. Kılıç harici düşmana karşı çekilir. Dâhilde kılıç kullanılmaz. Bu
zamanda yegane kurtuluş çaremiz., Kuran ve iman hakikatleriyle tenvir ve irşad
etmektir.
En büyük düşmanımız olan cehli izale etmektir. Teşebbüsünüzden vazgeçiniz
zira akim kalır. Bir kaç cani yüzünden binlerce masum kadın ve erkekler telef
olabilir.246
246 Asıl mesele bu zamanda manevi tahribata sed çekmek ve bununla dâhili
asayişe bütün kuvvetimizle yardım etmektir diyen Bediüzzaman, cihad adı altında
anarşiye sebep olanları kınamıştır. Şerif Mardin'in tespitleri ile Bediüzzaman, yazdığı
risalelere “gazidirler” diyerek, inançsızlığa karşı kitaplarla savaş verileceği
şeklindeki müspet hareket metoduna dikkat çekmiştir.247
247
Bediüzzaman, Meşrutiyetin ilanıyla Kürt aşiretleri arasında meydana gelen
rahatsızlığı gidermek için 1910-1911 yıllarında aşiretleri dolaşarak “gelecek adına iyi
bir zemin oluştu” demiştir ve aşiretlerin devlete bağlılıklarını temine çalışmıştır.
Irkçılık hareketlerine karşı çıkarak, İslam toplumunun birliği ve beraberliğine, sulh-u
umumiye dikkat çekerek, siyasi ve içtimai tavrını ortaya koymuştur. Asıl mesele
olarak bütün insanlığın imanını kurtarma davasına soyunmuştur. Kaçınılmaz olan
yeni halle birlikte, “Batının maddeciliği olarak gördüğü şeyin İslam kültürüne de
sızmasını önlemek, maddecilikle savaşmak için, önce Osmanlıların sonra da
Türklerin İslamî mirasını yeniden canlandırmaya yönelik misyoner faaliyetlerinde
bulunmuştur”.248
248 Bediüzzaman, bazı devletlerin Müslümanları bölüp, parçalama ve
yok etme niyetlerini çok iyi bildiği için, bunlara alet olunmaması için çalışmış ve
Müslümanların birlik ve beraberliğini savunmuştur. Avrupa'nın “Şark Meselesini”
adım adım uygulamakta olduğunu çok iyi bilmektedir. Paris'de Şerif Paşa'nın ErmeniKürt antlaşması ile bir Kürdistan kurulması girişimlerine büyük tepki göstererek, 24
Şubat 1920 tarihinde, Vakit gazetesinde de yayınlanan yazısında şöyle demiştir:
245. 34. Yıldız, a.g.e., s. 238.
246. 35. a.g.y.
247. 36. Şerif Mardin, a.g.e., s. 14.
248. 37. A.g.e., s. 20.
126
“Dört buçuk asırdan beri İslam'ın fedakâr ve cesur taraftarı olarak yaşamış ve dini
geleneklere bağlılığı gaye edinmiş olan Kürtler, henüz beş yüz bin şehidin kanları
kurumadan, şişlere geçirilen yetimlerin, gözleri oyulan ihtiyarların hatırlarını
teessürle anarken, İslâmiyet'in zararına olarak tarihi ve hayati düşmanımız ile barış
antlaşmaları imzalamak suretiyle dinlerine aykırı hareket edemezler. Bu nedenle,
Kürt ulusal vicdanı bu gibi antlaşmaları tanımadığını ve emellerinin milliyetlerini
birleştirmek olduğunu bildirilmesine araç olunmasın”.249
249 Bu gibi tepkiler sayesinde
İngiltere'nin Güneydoğu Anadolu'da uygulamaya çalıştığı “Böl ve Yönet” politikası
tutmamış, bu politikanın aktörlerinden İngiliz ajanı Binbaşı Noel ve Şerif Paşa'nın
misyonu başarısızlıkla sonuçlanmıştır. “Şerif Paşa'nın Güneydoğu Anadolu'yu temsil
edemediği, edemeyeceği de görülecektir. Kaldı ki yukarıda da kaydedildiği gibi
İngiliz Dışişleri Bakanı Gurzon, onca tartışma ve bölgedeki çalkantılardan sonra
“Büyük Kürdistan” projesinden vazgeçmiştir. Zamanla yöredeki şartların kendi
250
sonuçlarını yaratacağına inanıyor, kısacası “bekle gör” siyaseti uyguluyordu”.250
Gerçekten, Doğu'da Ermenilerin ve Rusların yaptıkları mezalim, akıttıkları kan
daha çok yeni iken İslam toplumundan koparak, İslam'ı yok etmek isteyenlerle
beraber olmak İslamla da bağdaşamazdı. Bediüzzaman bırakın Ruslarla, Ermenilerle,
İngilizlerle anlaşmayı, devletinin yanında olarak en büyük mücadeleyi onlara karşı
vermiştir. Arşiv belgelerinde de harici düşmanlara karşı Bediüzzaman'ın mücadelesine dair belgeler vardır. Bediüzzaman'ın Ermeni ve Ruslara karşı mücadelesini
anlatan görgü şahitlerinin beyanı ile ilgili Bitlis Vilayetinden Emniyet-i Umumiye
Müdüriyetine gönderilen bir belgede özetle şunlar anlatılmaktadır:
Aralarında Rus olup olmadığı belirlenemeyen 600 kadar Ermeni, Hizan
kazasının ve köylerinin teslim edilmesini ve tahliye edilmesini istemişler, bu
tekliflerinden 9 saat sonra da saldırmışlardır. Erkek ve çocukları toplayıp kılıçtan
geçirmişler ve kadınların ırzlarına geçmişlerdir. Bu olayları firar ederek rapor eden
Mehmet oğlu Yusuf, olayı şöyle anlatmaya devam ediyor: “Beni geri çevirdiler ve
dediler ki: 'Sana çok para vereceğiz. Git, Molla Said vesair rüesaya söyle! Orada kalan
Ermenileri bize teslim etsinler ve şurasını da anlat ki, artık beyhude yere telef
olmaktan faide yoktur. Zaten her taraf alındı. Ruslar ta Haleb'e kadar gittiler.
Ermenistan tasdik olundu. Gelsin bize teslim olsunlar. Bir de orada kuvvet ve asker
olup olmadığını gel bize haber ver' dediler. Bu sözler Dilo tarafından söyleniyordu ve
kumanda onun tarafından yapılıyordu. Avdet ettim, Çaçvan'a geldim. Baktım ki bizim
jandarma ve Kürt kuvveti müdürimiz ve Molla Said Efendi ile oraya gelmişler, 4-5
saat müsademeden sonra kadınlar kafilesini ellerinden almışlardı. Lakin ne şekilde
görmeli.”251
251 diyerek savaşın ve vahşetin dehşetini anlatıyordu. Özellikle dinden
uzak ve sol görüşlü bazı milliyetçi Kürt yazarlar, onun Kürt kimliğini öne çıkarmaya
çalışmışlardır. Kürtçülük hakkında araştırma yapan Batılılar ise bazı eksik bilgi,
duygu ve düşüncelerine rağmen Bediüzzaman hakkında daha objektif yaklaşmışlardır. Sözgelimi “Unutulmuşluğun Bir Öyküsü, Said Kürdi” adlı kitabında Rohat,
Kürt asıllı Malmisanij'in Bediüzzaman'la ilgili değerlendirmeleri için kendisinin
kişisel değerlerini yansıttığını belirtmiş ve Bediüzzaman'a bakışını “Kürt perspekti249. 38. İsmail Göldaş, Kürdistan Teali Cemiyeti, s. 33.
250. 39. M. Kemal Öke, İngiliz Ajanı Binbaşı E.W.C. Noel'in “Kürdistan” Misyonu (1919), s. 119.
251. Arşiv Belgelerine Göre Kafkaslarda ve Anadolu'da Ermeni Mezalimi, s. 191.
127
252
fiyle” ve “ sol yaklaşım” ile yaptığını açıklamıştır.252
Bediüzzaman ırkçılığı cahiliye çağı anlayışı olarak görmekte ve Müslümanların birliğine beraberliğine önem vermektedir. “Sana Said-i Kürdi derler. Belki sende
unsuriyet (ırkçılık) fikri var, o işimize gelmiyor. Hey efendiler! Eski Said'in ve yeni
Said'in yazdıkları meydanda. Ben onları şahit göstererek diyorum ki, eskiden beri
ırkçılığı katetmiştir. Kesmiş atmıştır. Irkçılık riya, zulmet, sefalet, gaflet ve dalaletten
mürekkep bir macundur. Onun için milliyetçiler milliyeti mabud ittihaz ediyorlar.
Unsur lazım ise bize İslâmiyet kâfidir”.253
253 Bediüzzaman, Kürt gibi “küçük taifelerin
menfaati ve saadet-i dünyevileri, sizin gibi büyük ve muazzam olan Arap ve Türk gibi
hâkim üstadlara bağlıdır” diyerek, küçük unsurların muhtariyetine taraftar olmadığını
belirtir.254
254 Hatta, Prens Sabahaddin tarafından ileri sürülen “adem-i Merkeziyet ve
Tevsi-i Mezuniyet Fikrini” zamansız bulur ve reddeder. Ona göre “efrad mabeyninde
muhabbet-i milli sağlanmadan adem-i merkeziyete gidilmesi, farklı unsurların
merkezden kopmasına sebep olacak, On üç asır evvel ölmüş olan unsuriyet-i
cahiliyeyi (ırkçılığı) ihya ile fitneyi ikaz edecektir (uyandıracaktır).” Bediüzzaman'a
göre böyle bir tatbikat siyasi muhtariyet getirecek, siyasi muhtariyeti istiklaliyet takip
edecek, iş bu noktada da kalmayacak tevaif-i müluk şeklînde küçük devletler
doğacak, 'fikr-i istila' yardımıyla bir mücadele-i keşmekeş intaç edecek.255
255 Said
Nursi, Kürt tabirini Osmanlı camiasının içindeki bir dal anlamında kullanmıştır.
Nitekim askeri mahkemede Şakir Paşanın: “Hangi Kürt aşiretine mensupsun? sualine
verdiği cevapta: “Sen hangi Tatar aşiretine mensupsun? Ben Osmanlıyım. Benim
256
Kürtlüğüm, doğduğum ve büyüdüğüm yerin halkına verilen isim dolayısıyladır.”256
demiştir. Ayrıca, “ismim Said Nursi iken, her tekrarında Said Kürdî ve bu Kürt diye
beni öyle yad ediyorlar. Bununla hem ahiret kardeşlerimin hamiyet-i milliyetlerine
ilişip aleyhime bir his uyandırmak, hem mahkeme ve adaletin mahiyetine bütün bütün
zıt muhalif bir cereyan vermektedir.” 257
257 İfadeleriyle de oynanmak istenen oyunu
ortaya sermiştir. Bediüzzaman Türklere olan dostluğunu ise şu satırlarla ifade ediyor:
“Dini-i İslâmiyet milletiyle ebedi ve hakiki bir uhuvvet ile, Türk denilen bu vatan ehl-i
imanı ile şiddetli ve pek hakiki alakadarım. Ve bin seneye yakın Kur'an'ın bayrağını
cihanın cihad-ı sittesinin etrafında galibane gezdiren bu vatan evlatlarına, İslamiyet
hesabına, müftehirane ve tarafdarane muhabbettarım.258
“Ey efendiler! Ben, her şeyden evvel Müslüman'ım. Yüzde doksan dokuz
menfaatli hizmetim Türklere olmuş ve en çok hayatım Türkler içinde geçmiş ve en
sadık ve en halis kardeşlerim Türklerden çıkmış ve İslamiyet ordularının en
kahramanı Türkler olduğundan, meslek-i Kur'aniyem cihetiyle, her milletten ziyade
Türkleri sevmek ve taraftar olmak, kudsi hizmetimin muktezası olduğundan; bana
Kürt diyen ve kendini milliyetperver gösteren adamların bini kadar Türk milletine
259
hizmet ettiğimi, hakiki ve civanmert bin Türk gençlerini işhad edebilirim.259
252. Malmisanij, Said-i Nursi ve Kürt Sorunu, s. 11.
253. Göldaş, a.g.e., s. 36.
254. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 61.
255. 44. İbrahim Canan, Bediüzzaman'dan Çözümler, s. 160.
256. 45. Yıldız, a.g.e, s.186.
257. 46. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 229.
258. 47. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 393.
259. 48. Tarihçe-i Hayat, s. 215.
128
Ehl-i Sünnet âlimlerinin ilk fitne ve ırkçılık hareketlerinden itibaren İslam
toplumunun birliği adına takındıkları müspet hareket ve tamir metodunu, günümüzde
Bediüzzaman ortaya koymuştur. Böylece harici düşmanların emellerine alet
olunmamasına dikkat çektiği gibi ülke içerisinde birlik, beraberlik ve istikrara önem
vermiş ve anarşizme set olmaya çalışmıştır.
Maalesef devlet yönetimi bu niyeti ve metodu anlayamamış, Batılılaşma adına
dindarlara baskı yapmış, bir takım olayları bahane ederek, güya meşru bir sebep
olarak güvenlik meselesini araç yapmış ve despotik bir yapıya bürünmüştür. Örneğin
Şeyh Said isyanından sonra Takrir-i Sükûn dönemi başlamış, insan hak ve
özgürlüklerini kısıtlayacak baskıcı yöntemler idari sistemde yer almıştır. İnsan hakları,
demokrasi değil, rejimin güvenliği en önemli mesele olmuştur. Fakat ileri ülkelerin
güvenlikleri ve kalkınmaları bu metodla olmamış, bireysel özgürlükler, demokrasi,
hukuk devleti, adalet gibi kavramlar ne kadar ilerlemişse kabiliyetler o kadar öne
çıkmış ve her yönden gelişme olmuştur. Devletin güvenlik sorunu da ancak
260
demokrasi, insan hakları, eğitim, adalet ve ekonomik gelişmişlikle aşılacaktır.260
Bediüz zaman'dan Kürtlere Çağrı
Güneydoğu Anadolu Bölgemiz'in tarihi süreci içinde İdris-i Bitlisi ve
Bediüzzaman'ın Kürt vatandaşlarımıza yaptıkları öncülüğü belgelerle sunuyoruz.
Özellikle Bediüzzaman'ın Osmanlıca olup Latin harfleriye basılmayan Nutuk isimli
eseri Güneydoğu'da yaşanan olaylara ışık tutmaktadır. Güneydoğu bölgemizde,
Türkler'e geçmişten gelen hınçlarından dolayı düşman olan dış güçler tarafından
desteklenen kukla örgüt tarafından tertiplenen üzücü olaylar milletçe hepimizi
üzmektedir. Devletimizin bu bölgedeki problemleri çözmeye yönelik her türlü
çalışması kasıtlı olarak yanlış aksettirilmektedir. Çünkü hain emelleri olan güçler,
olayların can damarını yakalayarak kanayan yarayı daha da kanatmaktadırlar. Hain
örgüt 1300 senedir Müslüman toprağı ve 1000 yıldır da hem Müslüman ve hem de
Türk yurdu olan bu toprakları işgal edilmiş gibi göstermektedir. Bu bölgedeki
vatandaşlarımız azınlık olarak takdim edilip, yeni hak ve özgürlükler talep
etmektedirler. Oysaki Türkiye Cumhuriyeti sınırları içinde yaşayan herkes eşit
haklara sahiptir. Üstelik bu devletin kurucularıdırlar.
Birçok bölge savaşla Osman Devleti'ne bağlandığı halde, 350 sene Osmanlı
Devleti idaresi altında kalan bu bölge halkı gönüllü olarak Osmanlı Devleti'ne tabi
olmuşlardır. Bu bölgenin tarihi gelişimine bir göz atalım; Osmanlı Devleti'nin
Güneydoğu Anadolu Bölgesi ile ilgisi, 1514'de Şah İsmail'e karşı kazanılan Çaldıran
Zaferi ile başlamaktadır. Şah İsmail'in bölgeye uyguladığı baskılar ve en sonunda
Diyarbakır'ı muhasara altına alması, bardağı taşıran son damla oldu. 25-30 Kürt beyi
muhasara esnasında İdris-i Bitlisi aracılığı ile Yavuz Sultan Selim'e bir ariza
gönderdiler. Bu ariza özet olarak şöyledir: “Can ü gönülden İslam Sultanı'na biat
eyledik. Şah İsmail'in mezhebinden uzaklaşarak ehl-i sünnet ve Şafii Mezhebi'ni icra
eyledik. İslam Sultanı'nın namı ile şeref bularak hutbelerde dört halifenin ismini
zikretmeye başladık.(...) İdris-i Bitlisi'yi makamınıza gönderdik. Hepimizin arzusu
şudur; Bu ihlâslı ve size itaat eden kullara yardım edesiniz. (...) sizin yardımınız ol260. Hüseyin Özdemir www.koprudergisi.com
129
olmazsa bizim Şah İsmail'e karşı koyacak gücümüz yoktur. Zira Kürtler, ayrı ayrı
kabile ve aşiret tarzında yaşamaktadır. Sadece Allah'ı bir bilip Muhammed ümmeti
olduğumuzda ittifak halindeyiz. Diğer hususlarda birbirimize uymamız mümkün
değildir. Sünnetullah böyle uygulana gelmiştir. (...) Baki ferman yüce dergâhın261
dır.”261
Bu mektup üzerine Hüsrev Paşa Kumandası'nda ve İdris-i Bitlisi'nin
yardımlarıyla toplanan gönüllü ordu Şah İsmail'in ordusunu mağlup etti. İslami kesim
ve Kürtler arasında birçok seveni olan Bediüzzaman, 19. yüzyılın ilk çeyreğinde
Devlet'e isyana kalkışan Kürtlerin Devlet'e bağlı kalmalarını önermiştir. Bu hususla
ilgili Osmanlıca Nutuk isimli risalesinde Kürtlere'e şöyle hitap etmektedir:
“Altıyüz seneden beri birlik bayrağını umum âleme karşı yücelten ve millî
âdetlerini terk ederek seçkinleşen bizim şanlı Türk pederlerimize, kuvvet ve
cesaretimizi hediye edelim. Ona bedel, onların akıl ve marifetinden istifade edeceğiz
ve asaletimizi de göstereceğiz. Elhâsıl, Türkler bizim aklımız, biz onların kuvveti; hep
beraber iyi bir insan oluruz. Dik başlılık ve kendi başına hareket yapmayacağız. Bu
azmimizle başka milletlere ibret dersi vereceğiz. İyi evlat böyle olur. (...) İttifakta
kuvvet var, birlikte hayat var, kardeşlikte saadet var, hükümete itaatte selamet var.
262
Birliğin sağlam ipine ve muhabbet şeridine sarılmak zaruridir.”262
Terörle Mücadelede Din Faktörü
Cevher İLHAN 263
263
“TERÖR zirveleri”nde demokratikleşmeden cayılması ve özgürlüklerin
kısıtlanmasının gündeme gelmesi, Ankara'nın hâlâ bu ince ayırımda doğruyu
bulamadığının belirtisi…
Başbakan'dan Meclis Başkanına kadar, terörle mücadelede hukuk kurallarına
riâyet edileceğini deklâre etmelerine karşılık, işe hak ve hürriyetlerden başlanması,
oyunun yeni baştan sahnelendiğinin göstergesi.
Başta “gözaltı süresinin uzatılması, jandarmanın şehirlerde kolluk kuvveti
görevini yapması ve sorguda avukat bulundurulmaması gibi temel hak ve hürriyetleri
sınırlayan önerilerin görüşülmesi, mânevî terbiye ile din eğitiminden hiç
bahsedilmemesi, Türkiye'nin bunca ibret verici olaya rağmen bölücü teröre karşı hâlâ
“yol haritası”nı çizemediğini ortaya koyuyor.
Esasen, bölücü terör, etnik farklılığı bahane ederek vatandaşlar arasında fitneyi
telkin etme fırsatını buluyor. Irkçılığın tahrikiyle karşı kışkırtmada bulunarak tahrik
ediyor. Böylece Cumhuriyetin ilk yıllarında “dinden tecrid” zihniyetiyle başlayan
yeni rejimin tek parti döneminde “milliyetçilik” perdesindeki “ırkçılık” akımının
“resmî ideoloji” haline getirilmesi, farklı ırklar üzerinde Türkiye'yi parçalamanın
malzemesi haline getiriliyor.
Siyasî iktidarın, asker ve sivil bürokrasinin öncelikle bunun farkına varması la-
261. Koca Müverrih, Bedayi, c.II, vrk. 452/a-b. Ayrıca geniş bilgi için bakınız: Doç Dr. Ahmet Akgündüz,
Osmanlı Kanunnameleri ve Hukuki Tahlilleri, İstanbul 1991, c. III, s.199-215.
262. Bediuzzaman, Nutuk, Dersaadet 1326, s.20.
263. Cevher İLHAN Terörle mücadelede din faktörü.Yeni Asya.16 Ekim.2008
130
zım. Aksi halde “özgürlükleri kısıtlamak”la başlayan “terörle mücadele yöntemi”,
ecnebilerin üflemesiyle oynayan işbirlikçi ırkçı tahrikçilerin eline kozlar verir; terörü
daha da azdırır…
“FRENK İLLETİ” FİTNESİ…
1925'te dayatılan “Şark Islahat Plânı”na göre Türkiye Cumhuriyetinin resmî
kurumlarının ve okulların yanısıra işyerlerinde hatta çarşıda ve sokakta, başkalarının
duyabileceği şekilde Kürtçe konuşmaya para cezası getirmişti. “Kürtlerin Kürtçe
konuşmalarının yasaklanması” ve özellikle “kadınların Türkçe konuşmalarının
sağlanması” ütopik amacıyla tatbik edilen tepeden inme “anadili yasaklayan” bu yasa,
tahrikten başka bir işe yaramadı…
Keza 1934'te “Yurtta dil, kültür ve kan birliği temini” teziyle çıkarılan Mecburî
İskân Kanunuyla Türkiye “mıntıkalar”a taksim edilerek ülke, vatandaşların göçe
zorlanacağı, zorla iskân edileceği ve boşaltılacağı bölgelere göre bölüştürüldü.
Bilhassa bölgenin eşrafı, doğdukları ve yaşadıkları yörelerinden koparılarak
göçebe ve mülteci haline getirildi. Vatandaşların başka bir yerde yurt edinmesi İçişleri
Bakanlığının “izni”ne tabi tutuldu. En az on yıl süreyle memleketlerini ziyaret
etmeleri ve seyahat özgürlükleri bile engellendi. Hem de “isyanları” önlemek için
sözde “kanun” perdesinde…
Bunu bizzat devlet eliyle “dinin yerine “milliyetçiliği” ikame eden baskı ve
zorlamalar izledi. Türk milletinin iftihar vesilesi, İslâmdan azâde kılınarak İslâm
öncesi Türk tarihine, Etilere, Sümerlere dayatıldı. “Güneş Dil Teorosi”yle
“yeryüzündeki bütün dillerin Türkçeden çıktığı” komedisine başvuruldu. Türk Tarih
Kurumu ve Türk Dil Kurumu bu maksatla kuruldu…
Neticede bu “cebrî ve keyfî kanun”un tatbik edildiği dönemde isyanlar daha da
arttı. Ecnebiler, ajanlarını devreye sokarak bu tür baskı ve zulümleri alabildiğine
istimal ettiler.
Bediüzzaman'ın tâbiriyle, İkinci Dünya Savaşında Avrupa'yı kasıp kavuran ve
otuz milyon insanın katledilmesine, şehirlerin yerle bir olup harap olmasına ve bütün
bir kıt'anın kan ve gözyaşına boğulmasına sebebiyet veren “Frenk illeti” ırkçılık
fitnesiyle parçalanan Osmanlının bâkiyesi vatanın da parçalara ayrılarak ufak
lokmalar haline getirilmesi hedeflenmişti…
DİN YERİNE “MİLLİYETÇİLİĞİN” İKAMESİ…
Öylesine ki, “dinden tecrid” politikaların ve din derslerinden yoksun eğitimin
vâhim neticeleri, yine dinden bigâne ortaya atılan bu “dil ve tarih tezi”yle
karşılanmaya çalışıldı. Bunun içindir ki M. Kemal, “Devletimizin dışta ve içte itibarı
büyük; memleketi onarıyoruz, her şey ilerlediğimizi gösteriyor” diyerek kedisini
metheden Ruşen Eşref Ünaydın'a, “Hayır, yaptıklarımız tehlikede, Cumhuriyet dahil
ne yapmışsak!” itirafında bulunmuştu.
“Mânevî boşlukları doldurulamamış, beslenmemiş milletin hangi maddî
düzeyde olurlarsa olsun, bir gün çökeceklerini” anlatıp ispatlayan Alman düşünürü
Ludwing Büchner'in bir yazısında okuduklarını gösteren M. Kemal, itirafını şöyle
sürdürmüştü: “Yazar, bir yerinde, 'Tarihten, zaferlerden, büyük adamlardan yoksun
milletler, maddî imkânları geniş olsa da, ciddî bir sallantıya dayanamazlar, çöküp gi131
derler' diyor. Birdenbire düşündün; 'laikiz' dedik, dinle ilişiğimizi kestik.
'Cumhuriyetiz' dedik, rejimimizi tehlikeye düşürmemek için saltanat devrini
kötüledik. Kazanılmış büyük zaferleri bile birkaç kelime ile geçiştirmeğe başladık.
Lâtin harfleri aldık, yeni kuşakları binlerce yıllık geçmişinin hazinesinden mahrum
264
bıraktık…”264
Lâkin M. Kemal, kendince “Batı'nın bir parçası olmak” hesabına “bunları
yapmak zorunda olduğunu” belirtiyor; din dışı tatbikat devam ediyor, netice
değişmiyor. Din dışı eğitim ve din yerine milliyeti ikame eden zihniyet, Türkiye'yi
büyük bâdirelere sürüklüyor…
Bediüzzaman'ın tespitiyle, “sırf ulum-u felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri
nazara almayan” dini dışlayan eğitim sistemiyle, “milletleri karıştıracak ve
ırkdaşlarından başka düşünmeyen, uhuvvet-i İslâmiyeyi (İslâm kardeşliğini)
tanımayan” zihniyetle İslâmî terbiye zayıfladı. İslâm âlemini parçalayan plân,
Türkiye üzerinde de uygulamaya konuldu…
Terörle mücadele için tespit edilen “yol haritası”nda dünden bugüne bu
gerçeklere de bakmak lâzım.
Sahi terörle mücadelede din kardeşliği faktörünü neden nazara alınmaz?
MİLLETİN BİRLİĞİNİ DİN KARDEŞLİĞİ SAĞLAR…
Oysa bunun terörü önleyemediği, öteden beri dayatılan dinden bîbehre
ideolojik devlet sistemiyle çeyrek asrı aşkındır azan bölücü terörün önlenemediği
herkesin mâlumu… Türkiye, terörü tartışırken, sonucu değil, sebebi araştırmalı. Terör
ve bölücü terör neden ve nereden türüyor, hangi unsurların eseri? Öncelikle bu
soruların cevabı verilmeli.
Cumhuriyet Halk Fırkasının “milliyetçilik” ve “devletçilik” gibi ilkelerinin
devletin temel umdesi haline getirilmesiyle başlayan ve “mekteplerde tatbik edilecek
yeni öğretim usûlleriyle yetişecek gençliğin Kur'ân-ı ortadan kaldırması ve bu sûretle
milletin İslâmiyetle olan alâkası kesilmesi” maksadıyla dayatılan “dinden tecrid
eğitim”in terörü ürettiği nedense hep göz ardı ediliyor.
Görünen o ki Bediüzzaman'ın tespitiyle, “istibdad-ı mutlaka 'cumhuriyet'
nâmını veren, sefâhehet-ı mutlaka 'medeniyet' ismi veren”, din dışılığı rejim altına
alan, cebriliğe ve keyfiliğe “kanun” ismini takarak devleti şaşırtan zihniyet hâlâ
işbaşında. Din yerine “ulusçuluk” perdesinde tek partinin esaslarını devletle
birleştiren “devrimler”i demokrasiye tercih eden tepeden inmecilik hâlâ
hükümferma…
Demokrasi hak ve hürriyetlerden yoksun, din ve mânevî değerlerden azâde
“stratejik plânlamalar”ın, “dağa çıkışları önleyemediği ve dağdakileri indiremediği”,
bölücü terör bataklığını kurutamadığı; daha da içinden çıkılmaz bir çıkmaza ve
çözümsüzlüğe ittiği ortada.
Teröre karşı tedbirlerde elbette, sosyolojik, ekonomik ve siyasî tedbirler
alınacak. Elbette sivil ve askerî güvenlik güçlerinin psikolojik hârekattaki işbirlikleri
arttırılacak. Elbette ki silâhla, bomba ile saldırana anladığı dilden cevap verilecek…
Lâkin neticede ülkenin bütünlüğünü, milletin birliğini ve beraberliğini temin
264. İsmet Bozdağ, Milliyet, 16.11.1974; Aydınlar Konuşuyor, Necmeddin Şahiner, Yeni Asya Yayınları, 210-211.
132
edecek yegâne âmilin inanç birliği ve İslâm kardeşliği olduğu, Osmanlının son
döneminden günümüze uzanan süreçte, olayların tasdikiyle görüldü, görülüyor…
Bunun içindir ki daha geçen asrın başlarında, Bediüzzaman, bütünüyle bir
câhiliye dönemi âdeti olan “ milliyetçiliğin” “İslâm kardeşliği” yerine konulmasının
tehlikeli akıbetini belirtir.
“Türk milleti, anâsır-ı İslâmiye (Müslüman unsular) içinde en kesretli (en çok)
olduğu halde, dünyanın her tarafında olan Türkler ise Müslümandır. Nerede Türk
tâifesi varsa Müslümandır. Müslümanlıktan çıkan veya Müslüman olmayan Türkler,
Türklükten dahi çıkmışlardır. (Macarlar gibi)” tespitinin ardından, Ey Türk Kardeş!
Bilhassa sen dikkat et. Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç etmiş. (kaynaşmış); ondan
265
kabil-i tefrik değil (ayrılamaz). Tefrik etsen, mahvsın!” ihtarında bulunur.265
Bin sene Kur'ân'a bayraktarlık yapmış ve İslâmın kahraman bir ordusu olmuş
Türk milletinin milliyetini dinden ayırmasının tehlikesini haber verir. Bunun, “Türk
unsurunda ebedî kabil-i iltiyam olmamak suretinde (kaynaşıp iyileşmeyecek) bir
inşikaka (ayrılık ve bölünmeye) sebebiyet vereceğini kaydeder. “Hâmiyet-i İslâmiye
ile tam birleşmiş İslâmî ve dinî milliyet olan Türklerle Kürtler”in ve diğer Müslüman
unsurların ancak “İslâm kardeşliği”yle bir arada yaşamalarıyla vatanın bütünlüğü ve
milletin birliğinin sağlanacağını belirtir.
“Kürtlerin millî vicdanlarının asla İslâmdan iftiraka (ayrılmaya) müsaid
olmadığını”, başta Kürtler olmak üzere ülkenin bütün vatandaşlarının Türklere ve
diğer Osmanlı bâkiyesi unsurlara karşı İslâm kardeşliğine aykırı “kavmiyet dâvâsı”nı
gütmemeleri ikazında bulunur. “Eğer unsur (milliyetçilik) lâzım ise, unsur için bize
266
İslâmiyet kâfidir” diye açıklar.266
Arap, Türk, Kürt, Arnavut, Çerkez ve Lazları birbirine bağlayacak unsurun
İslâmiyet olduğunu daha Cumhuriyetten önce bildirir. İslâmın mukaddes
milliyetini bırakıp “zâhiren bir milliyetçilik ve hakikatte ırkçılık damarı”nın vatana,
millete ve necip Türklere büyük zarar ve tehlike olduğunu ihtar eder.
Bu tehlikeye karşı yegâna çârenin, “Uhuvvet-i İslâmiyeyi (İslâm kardeşliğini)
267
ve esas İslâmiyet milliyetini o kuvvetin temel taşı yapmak” olduğuna dikkat çeker.267
268
Esas bunun için herkes dikkatli olmalıdır…268
BEDİÜZZAMAN SAİD NURSÎ VE İTTİHAD-I İSLÂM MEFKÛRESİ
269
Doç. HÜSEYİN ÇELİK 269
Bediüzzaman Said Nursi, İstibdat, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini
idrak etmiş bir âlimdir. Bizzat kendisi, Sünûhat isimli eserinde bir rüya âleminde,
İslâm büyüklerinin toplandığı bir mecliste kendisine "Ey felaket-helaket asrının
adamı!" diye hitap edildiğini söyler. 2 Gerçekten de Bediüzzaman'ın yaşadığı dönem,
özellikle İslâm âlemi için "felaket-helaket" dönemidir. İslâm'ın Avrupa'nın bir ucunda
parlayan yıldızı Endülüs 15. asırda tamamen sönmüş, kurulduğundan beri, İslâmın
bayraktarlığını yapan Osmanlı Devleti 17. asırda üstünlüğü Hıristiyan Batıya kaptır265. Mektûbat, 312-313.
266. Asâr-ı Bediiye, 450-451, 520-521.
267. Emirdağ Lâhikası.439.
268. 17.10.2008-E-Posta: [email protected]
269. www.bediuzzamansaidnursi.org
133
mış, 19. asırda ise dağılmaya yüz tutmuştur. Batılılar, öncelikle Osmanlı vatandaşı
olan gayr-i müslimlerin milliyetçilik duygularını tahrik ederek onları devletle karşı
karşıya getirmiş, ikinci seans olarak da Müslüman halkların İslâmiyet öncesi
kültürlerini ön plana çıkartarak onları ortak payda olan İslâmdan uzaklaştırıp
birbirlerine düşürmüşlerdir. Bediüzzaman, Osmanlı fikir hayatında sesini duyurduğu
zaman, İslâm ülkelerinden bugün bağımsız olan Mısır, Pakistan, Malezya, Bangladeş,
Afganistan, Somali, Sudan, Brunei, Moldivler Cumhuriyeti, Nijerya İngilizlerin;
Cezayir, Cibuti, Çad, Fas, Gabon, Gine, Komoro Adaları, Mali, Moritanya, Nijer ve
Tunus Fransızlar'ın; Endonezya İngiliz ve Hollandalıların, Yukarı Volta İngiliz ve
Fransızların, 1912'den sonra ise Libya İtalyan işgali altındadır. Bugünkü Türk
Cumhuriyetlerinin hemen hepsi küçük hanlıklar halinde iken Ruslar tarafından işgal
ve ilhak edilmiş, uzak doğudaki Müslüman Türk hanlıklarını da Çin yutmuştur.
Çizdiğimiz panoramadan çıkan sonuç şu ki, Osmanlı hakimiyeti altında olan toprakların dışında, İran istisna edilirse, bütün İslâm âlemi küfrün esareti altındadır.
Osmanlı Devleti, bir zamanlar bütün dünya Müslümanlarının ümidi durumunda iken
artık kendisini bile koruyamaz hale gelmiştir. Yahya Kemal'in milli mücadele
yıllarında Türk ordusu için söylediği şu dörtlük son derece manidardır.
Şu kopan fırtına Türk ordusudur yâ Rabbi
Senin uğrunda ölen ordu budur yâ Rabbi
Ta ki yükselsin ezanlarla müeyyed nâmın Gâlip et
çünkü bu son ordusudur İslâm'ın."
Gerçekten Osmanlı Devleti batarken bile bütün dünya Müslümanlığının ümidi
durumundadır. İşte Bediüzzaman Said Nursi, bu dönemdeki birçok Müslüman münevver gibi bu durumun şuurundadır. O, 31 Mart Hadisesi'nden sonra verildiği Divanı Harpte, yaptığı müdafaasında İslâm birliği konusunda selefi kabul ettiği bazı
şahsiyetlerin isimlerini zikreder ve şöyle der: "Elhasıl, Sultan Selim'e biat etmişim.
Onun İttihad-ı İslâm'daki fikrini kabul ettim. Zira o vilayât-i şarkiyyeyi ikaz etti, onlar
da ona biat ettiler. Şimdiki şarklılar o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerin;
Şeyh Cemaleddin Efgani, allemelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh,
müfrit âlimlerden Ali Suavi, Hoca Tahsin ve İttihad-ı İslâmı hedef tutan Namık Kemal
ve Sultan Selim'dir ki demiş:
İhtilaf ü tefrika endişesi, Kûşe-i kabrimde hatta bî karar eyler beni, İttihadken
savlet-i adayı def'a çaremiz, İttihad etmezse millet, dağdar eyler beni..."
Yaygın olan kanaatin aksine Sultan Abdulhamid döneminde İslâmcı aydınlara
göz açtırılmamıştır. Bunun böyle olduğunu son zamanlarda yazılan birçok araştırma
ortaya koymuştur. Bediüzzaman da âlem-i İslâmın mukadderatı ile ilgili fikirlerin II.
meşrutiyetten sonra ortaya koymuştur. O, sultan Abdulhamid döneminin hiç de
makbul saymadığı Ali Suavi'yi, Namık Kemal'i hatta bazı çevrelerin materyalist kabul
ettiği Hoca Tahsin Efendi'yi bir kısım ulemânın tekfir ettiği Cemalettin Afgani ve
Muhammed Abduh'u İttihad-ı İslâm bakımından kendisine selef kabul ediyordu.
Gerçekten söz konusu insanlar, şu veya bu konudaki ifrat veya tefrit kabul edilebilecek fikirlerine rağmen İslâm birliği idealine gönül vermiş insanlardır. Cumhuriyet
döneminde "Türkçü" olarak yeni nesillere sunulan Ali Suavi, Londra'da yayınladığı
Muhbir gazetesinde "öyle bir cemiyet içinde bulunmakla iftiharımı ilan ederim ki,
134
cemiyet muradı dünyada mevcut olan bilcümle iki yüz milyon Müslümanı
birleştirmek cihetine masrûftur." Londra'da yayınlanan Saturday Review gazetesinin
Ertuğrul Gazi ile beraber Anadolu'ya geçen Kayı aşiretine mensup az sayıdaki Türk'ün
zaman içerisinde karışıp kaybolduğu dolayısıyla, Anadoluda çok az Türk bulunduğu
şeklindeki iddiasına Ali Suavi, Muhbir gazetesinde cevap verir. Bu cevap onun
İttihad-ı İslâmcılığını da en net biçimde ortaya koyar, şöyle diyor Suavi:"Türk devleti
zuhur etti ama cinslik davasına (ırkçılık davasına) itibar etmeyip bir cinsten bulduğu
ehliyetlileri istihdam eyledi. Evet Şarkta cinslik davasına bedel Tevhid davası vardır.
Yani Türklük hakim değildir, Müslümanlık hakimdir. Avrupada ise din hâkim değil
cinslik hakimdir. İşte şark ile garbın farkı budur. Nafile yere Avrupa kitapları ve
gazeteleri "Türk kalmadı" filan gibi bahislerle uğraşmasınlar. Zira şarkta "Türklük,
davası yok. Kaldı ki garbın cinslik davası mı daha ziyade bekâya medardır, yoksa
şarkın Müslümanlık davası mı? Bu meselenin muhakemesine gelince elbette şarkın
hali daha iyidir. Zira mesela Fransız fransızlık davasıyla otuz milyon kadardır. Lakin
Türkler Müslümanlık davasıyla iki yüz milyondur. Cins mahvolabilir, Müslümanlık
mahvolmaz." Namık Kemal, "İmtizac-ı Akvâm" başlıklı makalesinde meseleye
sadece bütün İslâm âlemini kucaklayan bir bakış açısıyla değil aynı zamanda bütün
Osmanlı vatandaşlarını kucaklayan bir bakış açısıyla bakmaktadır. O, kafatasçı, ırkçı,
yaklaşımların ne kadar çıkmazda olduğunu izah için şöyle diyor: "Ebnâ-yı beşer
(insanoğlu) silsile-i ensâbı (soy kütüğü) Levh-i Mahfuzdan istinsah edilmedikçe
(alınmadıkça) cins taksiminin hangi cüzünde dahil bulunduğunu dünyada sahihan
(doğru olarak), kim bilir ki." Namık Kemal, "İttihad-ı İslâm" başlıklı bir başka
makalesinde ise İslâm birliğinin sağlanmasının mutlak gereklilik olduğunu
belirttikten sonra şöyle devam eder: "Lakin maksat İttihad-ı İslâm olunca bittabi'
hudud-ı Osmanîye derûnuna (dahiline) inhisâr edemez (sınırlanamaz) ve o kadar
umumi tutulacak bir arzunun bekâ ve revaç (ilgi görmesi) ve zann-ı acizanemce ancak
siyaset ve mezhep devaisinden (davalarından) bütün bütün tecridiyle hasıl olabilir."
O, İslâm dünyasının geri kalışının temel sebeplerinden biri olarak tefrikaları görür:
"Umum ehl-i İslâmın vaktiyle haiz oldukları (sahip oldukları) mertebe-i ulâ-yı
medeniyeti (yüksek medeniyet mertebesini) bugüne kadar idame edemediklerine
(sürdüremediklerine) sebep olan ahvâlin (hallerin) en büyüklerinden biri de araya
düşen tefrikalardır." Hoca Tahsin Efendi, Paris'te bulunduğu yıllarda Ali Suavi'ye
yakınlığı ile tanınmaktadır. Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne girmediği halde bu
cemiyetin mensupları ile dirsek teması olan bir insandır. Onu yakından tanıyan
talebesi Şair Abdülhak Hamid vefatı üzerine yazdığı mensiyede, ona atfedilen
materyalistlik iddiasını şu beyitle red eder: "Olduğu içün hemişe zâkir-i Hak Cühelâ
zannederdi münkir-i Hak"İslâmcılık mefkûresinin Yeni Osmanlılar'la başladığı artık
araştırmacılar tarafından ortaya konmuş bir gerçektir. Muhammed Abduh ve
Cemalettin Afgani'nin İttihad-ı İslamcılıkları zaten açık seçik bilinmektedir. O halde
Bediüzzaman'ın İttihad-ı İslâm konusunda selefi olarak kabul ettiği bazı isimlerin
hemen hepsi ya bazı davranışları ile veya bazı fikirleri ile İslâm dünyasında tartışılmış
kimselerdir. Zaten Bediüzzaman bu şahsiyetleri bir bütün olarak değil, İttihad-ı İslâm
konusunda kendisine selef kabul etmektedir. Bu inceliğe özellikle dikkat etmemiz
lazım. Eşref Edip Bey, bir yazısında II. Meşrutiyetten sonra Bediüzzaman'ın meşhur
İslâmcılarla yakın münasebetini şu ifadelerle dile getirir: "Üstadla tanışmamız kırk
135
seneyi geçti. O zamanlar hemen hergün iderahâneye (Sırat-ı Müstakim idarehanesi)
gelir, Akifler, Naimler, Feridler, İzmirlilerle birlikte tatlı tatlı musahebelerde
bulunurduk. Üstad, kendine mahsus şivesiyle yüksek ilmi meselelerden konuşur,
onun konuşmasındaki celâdet ve şe'amet bizi heyecanlandırırdı." Burada geçen
Akifler'le Mehmet Akif, Naimler'le Babanzâde Ahmed Naim Efendi, Feridler'le Ferit
Kam, İzmirliler'le İsmail Hakkı İzmirli kastedilmektedir. Hepsi de hem devirlerinde
hem de günümüzde tanınmış İslâmcı yazarlar olan bu insanların, Eşref Edip'in
yazdıklarına bakılırsa, Bediüzzaman'dan ciddi şekilde etkilendikleri anlaşılmaktadır.
II. Meşrutiyet'ten sonra Osmanlı Devleti'nin çöküşünü, dağılışını önlemek için
bir yığın formül ortaya atılmıştır. Bunların en çok bilinenleri Osmancılık, İttihad-ı
İslâm ve Türkçülüktür. Doğuşu itibariyle en eski olan, Tanzimat döneminin resmi
ideolojisi olan Osmancılık'ın II. Meşrutiyet dönemindeki ömrü çok kısa olmuştur.
Dönemin aydınları arasında en yaygın olan mefkûreler İttihad-ı İslâm ile
Türkçülük'tür. Türkçülük aynı zamanda Batıcılık ideolojisini de bünyesinde
barındırıyordu. Yukarıda da belirttiğimiz gibi Batılılar, önce Osmanlı Devleti'nin
gayri-i müslim vatandaşlarını devlete karşı ayaklandırmış, ardından da müslim
taba'ayı ırkçılıkla birbirine düşürme yolunu seçmiştir. Arapların, Türklerin,
Arnavutların, Kürtlerin vs.'in özellikle İslâmiyet öncesi hayatlarını boyayarak,
idealize ederek onlara sunan Avrupalı oryantalistlerin esas amacı, onları ortak payda
olan İslâmiyetten soğutarak İslâm ittihadını bozmaktı. İşte bu safhada
Bediüzzaman'ın İttihad-ı İslâm çizgisindeki mücadelesi başlar. O, büyük bir kısmı
esaret altında olan İslâm âlemini kurtaracak. Osmanlı Devleti'ni de onların ümidi
olmaya devam ettirecek, dağılmaktan kurtaracak reçetenin İslâm kardeşliği olduğuna
inanmıştı. Bediüzzaman için bu inanç, siyasi gayelere hizmet edecek bir inanç
olmaktan önce, Allah'ın emri ve rızasının bir gereği idi. Bediüzzaman Said Nursi,
Milliyetçilik, İttihad-ı İslâm ve her türlü bölücülük üzerine en kapsamlı görüşlerini
Mektubat isimli eserinde vermiştir. 26. Mektubun üçüncü Mebhası olan bir meseleyi
"İslâmın hayat-ı içtimaiyesiyle münasebettar olan eski Said lisanıyla" yazdığını
belirtir. Kur'ân-ı Kerim'in, Hucûrat suresinin "Ey İnsanlar! Biz sizi bir erkekle bir
dişiden yarattık; sonra da, birbirinizi tanıyıp kaynaşanız ve aranızdaki münasebetleri
bilesiniz diye sizi milletlere ve kabilelere ayırdık" mealindeki 13. ayetini tefsir eden
müellif, İslâm âleminin kavimlere kabilelere ayrılmış olmalarını bir ordunun kendi
içinde sınıflara ayrılmasına benzetir. Ordunun kendi içinde sınıflara ayrılmasının
amacı ortak gayeye daha iyi hizmet etmek olduğuna göre, kendi ifadesiyle "demek
kabail (kabileler) ve tevâife (ırklara) inkisam (bölünmek) şu ayetin ilan ettiği gibi,
tearüf (birbirini tanımak) içindir, teavün (yardımlaşma) içindir; tenakür (birbirini
inkâr) için değil, tehasüm (birbirine düşmanlık etme) için değildir." Milliyetçiliğin
ırkçılığa varan boyutunu ise Bediüzzaman şöyle tesbit ediyor. "Fikr-i Milliyet şu
asırda çok ileri gitmiş, hususan dessas Avrupa zalimleri, bunu İslâmlar içinde menfi
bir surette uyandırıyorlar, tâ ki parçalayıp, onları yutsunlar." Bediüzzaman ile aynı
davayı paylaşan merhum Mehmet Akif'in Müslümanları birlik ve beraberliğe davet
eden şu mısraları yukarıdaki manzum şeklinden başka bir şey değildir.
"Medeniyet size çoktan beridir diş biliyor. Evvela parçalamak, sonra da yutmak
diliyor." "Millet" ve "Milliyet" kelimesini Arapça'daki orijinal manasıyla kullanan
Bediüzzaman milliyetçiliği ikiye ayırıyor. (Malum olduğu üzere "Millet" kelimesi
136
aslında bir dinin mensupları anlamındadır. Bugün bu kelimenin yerine "Ümmet"
kelimesi kullanılıyor.) İslâm milletini kucaklayan milliyetçiliğe "müsbet milliyetçilik", herhangi bir ırkı üstün görmeğe veya o ırka, dinden daha öncelikle yer vermeğe
"menfi milliyetçilik" demektedir.
"Evet acaba hangi unsur var ki, üç yüz elli milyon vardır? Ve o İslâmiyet yerine
o unsuriyet fikri, fikir sahibine o kadar kardeşleri, hem ebedi kardeşleri kazandırsın?"
14 diyen Bediüzzaman ırkçılığın tarih boyunca, hatta İslâm tarihi boyunca yaptığı
tahribatları sıraladıktan sonra esaret altında, Avrupalıların zulmü altında inleyen
Müslümanları ittihada davet eder.
Ona göre, Şark vilayetlerindeki dindaşlara (Kürtlere) veya Güney tarafındaki
dindaşlara (Araplara) adavet beslemek felaketlere sebeptir. "Cenubtan gelen Kur'ân
Nuru var, İslâmiyet ziyası gelmiş o, içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o
dindaşlara adavet ise dolayısıyla İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur" diyen Bediüzzaman
milliyetin İslâmiyete kale olması, zırh olması ancak yerine geçmemesi gerektiğini
söylemektedir. Türk milletine seslenerek "işte ey ehli-i Kur'ân olan şu vatanın
evlatları, altı yüz sene değil, belki Abbasiler zamanından beri bin senedir Kur'ân-ı
Hakimin bayraktarı olarak, bütün cihana meydan okuyup, Kur'ân'ı ilan etmişsiniz.
Milliyetinizi, Kur'ân'a ve İslâmiyet'e kal'a yaptınız. Bütün dünyayı susturdunuz,
müthiş tehacümatı def' ettiniz." diyen Bediüzzaman, Sünûhat isimli eserinde
İngilizlerin desise ve kışkırtmaları ile Osmanlı Devleti'ne baş kaldıran Arapların
durumunu" İşte Arap, yanlışlıkla kahraman kardeşini öldürüp, hayretinden ağlamayı
da bilmiyor" şeklinde tasvir ederken, müstemleke Müslümanların Osmanlıya karşı
savaşmalarını, Osmanlı vatandaşı ancak Türk olmayan Müslümanların isyanını, "İşte
âlem-i İslâm, bayraktar oğlunun, gafletle bilmeyerek, öldürülmesine yardım etti,
vâlide gibi saçlarını çekip âh-u fîzar ediyor" şeklinde değerlendirir. Gerçekten de
İslâm âleminin bağımsız devlet olarak tek ümidi olan Osmanlının çökmesi
Bediüzaman'ı fazlasıyla mükedder etmiştir. Nitekim Lemalar isimli eserinde, 1922
yılında Atatürk tarafından davet edilmesi üzerine gittiği Ankara'da çıktığı Ankara
kalesinde, kendisinin ihtiyarlamaya başlaması, mevsimin sonbahar olması kalenin
ihtiyarlığı ve henüz ölmemiş Osmanlı Devleti'nin ihtiyarlamasının Ankara'da
kendisine "en kara bir halet-i ruhiye" hissetmesine sebep olduğunu söyler.
Bediüzzaman, özellikle Türklere seslenerek ırkçılığa kapılmama noktasında çok ciddi
uyarıda bulunur:
"Ey Türk Kardeş! Bilhassa sen dikkat et! Senin milliyetin İslâmiyetle imtizaç
etmiş, ondan kabil-i tefrik değil. Tefrik etsen mahvsın! Bütün senin müzideki
mefahirin, İslâmiyet defterine geçmiş. Bu mefâhir, zemin yüzünde hiçbir kuvvetle
silinmediği halde sen, şeytanların vesveseleriyle, desiseleriyle o mefâhiri kalbinden
silme!" Emeviler'in İslâm devletini Arap milliyetine dayandırmalarını, milliyet
bağının, İslâmî bağın önüne geçirilmesi olarak değerlendiren Bediüzzaman, bunun
İslâm dünyasında ciddi zararlara yol açtığını "millet-i saireyi (diğer milletleri) rencide
ederek tevhiş ettiler" (ürküttüler) cümlesiyle ifade eder. Bu vesileyle de ırkçı bir yönetimin adil olamayacağını mutlaka zulmedeceğini söyleyen müellif, kavmiyetçi bir
hâkimin kendi ırkdaşını tercih edeceğini ve adalet edemeyeceğini, onun için din bağı
yerine milliyet bağının ikame edilmemesi gerektiği hususunu hadis-i şeriflerden delil137
ler getirerek izah eder. İslâmiyet milliyetine, ırkçılık bulaştırmak isteyenlere
Bediüzzaman'ın cevabı serttir: "Ey sarhoş hamiyet-füruşlar! Bir asır evvel milliyet
asrı olabilirdi. Şu asır, unsuriyet asrı değil, Bolşevizm, sosyalizm meseleleri istila
ediyor; unsureyit fikrini kırıyor; unsuriyet asrı geçiyor, ezeli ve daimi olan İslâmiyet
milliyeti, muvakkat, dağdağalı unsuriyetle bağlanmaz ve aşılanmaz ve aşılamak olsa
da; İslâm milletini ifsâd ettiği gibi unsuriyet milliyetini dahi ıslah edemez, ibk'
edemez. Evet muvakkat aşılamakta bir zevk ve bir muvakkat kuvvet görünüyor, fakat
pek muvakkat ve akıbeti hatarlıdır." Bediüzzaman, Kur'ân-ı Kerim ve Hadis-i
Şeriflerden aldığı dersle, insanlık tarihinden çıkardığı ibret tablolarıyla ırkçılığın ne
derece zararlı olduğunu eserlerinde her fırsatta ortaya koymuştur. O, şüphesiz ki,
insanların kendi anne ve babalarını tayin etme hakkına sahip olamadıkları gibi kendi
ırklarını da belirleme yetkisine sahip olamadıkları hakikatinden hareketle birilerinin
mensup olduğu ırktan dolayı övünmesini veya yerinmesini abes karşılıyordu. Daha
ötesi Bediüzzaman özellikle Osmanlı coğrafyasında ırkların iç içe adeta eridiklerini,
Levh-i mahfuz açılırsa gerçek anlamda kimin hangi ırktan olduğunun tesbit
edilebileceğini söylemektedir. Bu gerçeği kendi ifadelerinden okuyalım:
"Menfi milliyete ve unsuriyet fikrinde ifrat edenlere deriz ki: evvela, şu dünya
yüzü hususan şu memleketimiz eski zamandan beri çok muhaceretlere (göçlere) ve
tebeddülata (değişmelere) maruz olmakla beraber; merkez-i hükümet-i İslâmiye bu
vlatanda teşkil olduktan sonra, akvam-ı saire (diğer kavimler)den, pervane gibi
(kelebek gibi) çokları içine atılıp, tavattun etmişler (yerleşmişler) işte bu halde, Levh-i
Mahfuz açılsa ancak hakiki unsurlar (ırklar) birbirinden tefrik edilebilir. Öyle ise
hakiki unsuriyet fikrine, hareketi ve hamiyyeti bina etmek manasız ve pek zararlıdır."
Ona göre dil, din, vatan bir ise kuvvetli bir millet vardır demektir. Ancak din ve vatan
birliğine dayalı bir topluluğu da millet dairesine dahil etmektedir. Nitekim Prens
Sabahattin Bey'in "adem-i merkeziyet" fikri ile ilgili olarak yaptığı bir değerlendirmede son sözü "Eğer unsur lazım ise, unsur için bize İslâmiyet kafidir"
şeklindedir. Bediüzzaman, İttihad-ı İslâmı hem dünyevi hem de uhrevi saadet için
gerekli görür. Ona göre, Avrupalıların kalkınması için milliyet ve menfaat yeterli
tahrik unsurlarıdır. Müslümanlara gelince, büyük bir kısmı esaret altında olan, hür
kısmı da esir edilmek istenen bu alemin ittihadtan başka kurtuluş yolu olmadığını şu
sözleri ile beyan ediyordu:
"Biz ise saadet-i dünyeviye ve uhreviye ile bu ittihada eşedd-i ihtiyaçla (en şiddetli ihtiyaçla) muhtacız. Çünkü milliyetimiz İslâmiyetten başka yoktur." 24 Bediüzzaman Avrupalıların kalkınmalarındaki sırrı izah ederken Hıristiyanların
birbirlerine destek olduklarından yani birbirlerine dayanak noktası olduklarından söz
eder. "Evet herbir Hıristiyan başını kaldırıp, müteselsil (birbirini takip eden) ve mütedahil (iç içe birbiriyle ilgili) maksadların birine el atsa, arkasına bakar ki istinad
edecek, kuvve-i maneviyesine daima imdat edip hayat verecek, gayet kavi (gayet
kuvvetli) bir nokta-i istinad (dayanak noktası) görür. Hatta en ağır büyük işlere karşı
mübarezeye kendinde kuvvet bulur. İşte o nokta-i istinad, her taraftan ellerini uzatan
dindaşlarının uruk-ı hayatına (hayat damarlarına) kuvvet vermeye ve İslâmların en
can alacak damarlarını kesmeğe, her vakit amade (hazır) ve dessas (desiseci) medeni
engizisyon taassubu ile, maddiyunun dinsizliği ile yoğrulmuş ve medeniyetlerinin
galebesi ile (galip gelmesi ile) mest-i gurur olmuş (gururdan mest olmuş) bir müsellah
138
(silahlı) kitlenin kışlası veya büyük bir kilisesi olan Avrupa'nın medeniyetidir."
Bediüzzaman bazıları gibi, İslâm âleminin başına gelen musibetlerin müsebbipleri
olarak Avrupalıları gösterip Şarklıları büsbütün sorumluluktan kurtarma gayretinde
değildir. Aksine o gelen musibetlerin ceza-yı amel olduğuna inanmaktadır. Müslümanların dinde ihmalkâr davranarak, ihtilafa düşerek musibetler için kadere fetva
verdiğini ve hatanın cezası olarak da zillet ve sefalete düştüklerini söyler. Ancak
Bediüzzaman'a göre "bizi kurtaracak yine onun (İslâmiyetin) merhametidir."
Günümüz Müslümanlarının da, bizce en büyük sıkıntısı, başlarına gelen felaketlerden
dolayı sürekli birilerini sorumlu tutup kendilerini mesuliyetten kurtarma çabasında
olmalarıdır. Kanaatimizce Batı, Batılı olmanın gereğini yapıyor. İslâm alemi onlara
kendini sömürtecek, böldürecek fırsatlar vermekle sorumlu değil midir? Koyunlarını
sahipsiz bırakan birinin kurtların onları yemesinden şikâyet etmeğe hakkı var mıdır?
Allah'ın huzuruna vardığımız zaman şeytanın yoldan çıkarması ile günah işlediğimizi
söylememiz bizi bağışlatmaya yeter mi? Şeytan şeytan olmanın gereğini yapıyor,
onun cezasını Cenab-ı Hak ayrıca verecektir. Ya ona uyanlara, ona Müslamanları
yoldan çıkarma fırsatı verenler...? İşte Bediüzzaman bu inceliği çok iyi kavramış bir
âlim olarak bugün özeleştiri denen şeyi bütün İslâm âlemine teşmil ederek yapıyordu.
Nitekim Sünûhat isimli eserinde Müslümanların I. Dünya Savaşı öncesinde haccı
fırsat bilip ondaki yüksek İslâmî siyasetten yararlanmayıp kalb ve gönül birliği
yapmamış olmalarından dolayı musibete değil gazap ve cezaya uğradıklarını söyler:
"Milyonlarla ehl-i İslâm hayr-ı mahz (hayrın kendisi) olan sefer-i hacca (hac
seferine) şedd-i rahl etmek (şevkle yolculuk etme) yerine şerr-i mahz (şerrin ta
kendisi) olan düşman bayrağı altında dünyada uzun seyahatler ettirildi." Asrın başında
Bediüzzaman üçz temel düşman olarak cehalet, zaruret ve ihtilafı gösteriyor ve
bunlarla sanat, marifet ve ittifak silahlarıyla savaşılmasını istiyordu. Burada üzerinde
durulan ihtilaf Müslümanlar arasındaki ihtilaftır. O, tıpkı ferdi benlik gibi,
milliyetlerin de büyük bir havuz olan İslâmiyet suyunda erimeleri gerektiğini
söylüyor, ırkçılığın saldırgan tarafına dikkat çekiyordu:
"Unsuriyetin (ırkçılığın) şe'ni, başkasını yutmakla beslenmek olduğundan
tecavüzdür" diyen Bediüzzaman, Batı medeniyetinde insanlar arasındaki bağın ırk
birliği olduğunu bunun da insanlığın felaketine sebep olan savaşlara yol açtığını
söyler. İkinci dünya savaşanın ırkçılık sebebiyle çıktığına işaret eden müellif, Kur'ân
medeniyetinin ırkçılık bağı yerine din ve vatan birliğini esasa aldığını ve bunun
sonucu olarak da insanlar arasında samimi kardeşlik, güven ve dışarıdan gelen
saldırılara karşı savunma duygusunun geliştiğini söyler.
Bediüzzaman ve birçok hemfikir olduğu insanın ırkçılığa karşı mücadeleleri II.
Meşrutiyet döneminde hatta mütareke ve istiklal savaşı yıllarında sürdü. Ancak Osmanlı Devleti'nin hiç olmazsa Müslüman teba'asının bir arada tutulmasına muvaffak
olunamadı. İttihatçıların desteğinde yayınlarını sürdüren bazı dergiler, Arapçılık, Arnavutçuluk, Kürtçülükten sonra Türkçülüğü çok canlı biçimde gündeme getiriyordu.
Batılılar, İslamiyet öncesi Türklüğü ön plana çıkarıyor, özellikle Fransız yazar Leon
Cahun, Orta Asyadaki hayatı, son derece romantize, hatta idealize ederek Türk
gençlerine sunuyordu. Öte yandan özellikle İngilizler Arapların cahiliye devrikültürlerini onlara yeni bir keşif gibi sunuyorlardı. Müslüman kavimlerin İslamiyet
öncesi kültürlerine dönmeleri otomatikman gönül ve ideal birliğini sağlayan İslami139
yeti, kültürel bir unsur derekesine indiriyordu. Cumhuriyet kurulduktan sonra, yeni
devlete şekil verenler Türkçülüğü o günden beri söylenegelmektedir. En tehlikelisi
İslamiyet hayatın neredeyse tamamen dışına itilmiştir. Henüz Cumhuriyet
kurulmamışken ve Milli Mücadele devam ederken Bediüzzaman Atatürk'ün daveti
üzerine Ankara'ya gelir. İstanbul'da işgalci İngilizlere karşı yayınladığı "Hutûvât-ı
Sitte" isimli eseri ile başından beri Kuvâ-yı Milliye'yi destekleyen Bediüzzaman
Ankara'daki havayı teneffüs etmiş ve milletvekillerinin bir kısmının dine karşı
aldırışsız olmasını tehlikeli bulmuştur. Onun uzun yıllar öncesinden beri bir rüyası
vardır. Van'da Medresetüzzehra adını verdiği, Kahire'deki Ezher Üniversitesi gibi bir
Üniverste kurmak. Bunun için Sultan Abdulhamid'e gidip Doğunun durumunu, her
tarafı kaplayan cehaleti anlatmaya ve hayalindeki üniversiteyi kurdurmaya azmetmiş
ancak Mebeyn engeline takılmış hatta delilikle itham edilerek tımarhaneye
gönderilmiştir. Nihayet dileğini Sultan Reşad'a kabul ettirmiş ve Van'ın bugün ilçe
olan Edremit mıntıkasına üniversitenin temelini attırmıştır. Onun projesine göre vbu
üniversitede fen bilimleri ile din ilimleri bir arada görülecek ve böylelikle hem taasup
hem de fen ve felsefeden gelen şüpheler bertaraf edilecektir. Diyarbakır ve Bitlis
vilayetleri için de birer Medresetüzzehra talebinde bulunan Bediüzzaman, bu
müesseselerdeki öğrenim dili ve derslerin muhtevası için şöyle diyordu:
“Funûn-ı cedideyi, ulûm-ı medaris ile mezcve derc (birleştirme) ve lisan-ı
Arabî vacip, Kürdi caiz, Türki lazım kılmak" Medresetüzzehra'nın ırkçılık için en
büyük setlerden biri olduğuna inanan Bediüzzaman, I. Dünya Savaşı dolayısı ile
gerçekleşemeyen idealini bu sefer 1922'de T.B.M.M'ne getirir. Atatürk dâhil 200
milletvekilindene 163 milletvekilinin desteğini alır, ne var ki bu sefer de
Cumhuriytten sonra medreselerin kaldırılması bu teşebbüsü sonuçsuz bırakır. O,
Medresetüzzehra fikrinin kendisinde uyanışı Celal Bayar ve Adnan Menderes'e
gönderdiği ve ırkçılığın zararları, İslâm kardeşliğinin faydaları üzerinde durduğu bir
mektubunda şu şekilde anlatır: "Altmışbeş sene evvel Cami'ül - Ezher'e gitmek
istiyordum, Alem-i İslâmın medresesidir diye, ben de o mübarek medresede bir ders
almaya niyet ettim. Fakat kısmet olmadı. Cenab-ı Hak rahmetiyle bir fikir ruhuma
verdi ki, Camiü'l - Ezher Afrika'da bir medrese- ii umumiye olduğu gibi Asya
Afrika'dan ne kadar büyük ise daha büyük bir darulfünün, bir İslâm üniversitesi
Asyada lazımdır. Ta ki İslâm kaevimlerini, mesela Arabistan, Hindistan, İran, Kafkas,
Türkistan, Kürdistan'daki milletleri, menfi ırkçılık ifsat etmesin. Hakiki müsbet ve
kudsi ve umumi miliyet-i hakikiye (gerçek milliyet)olan İslâmiyet milliyeti ile
inneme'l mü'minune ihvetun Kur'ân'ın bir kanun-ı esasisinin tam inkişafına mazhar
olsun ve felsefe fünunu ile ulûm-i diniye birbiriyle barışsın ve Avrupa medeniyeti,
İslâmiyet hakaikıylatam müsalaha etsin." 1. Mecliste bu bu görüşlerini dile getirirken
bazı milletvekilleri Bediüzzaman'a ülkenin din ilimleri, geleneksel ilimlerden çok
Batılılaşmağa ve medeniyete muhtaç olduğunu söylemişlerdir. O bunlara verdiği
cevapta, günümüzdeki temel sıkıntıya da ışık tutacak, Cumhuriyetin kuruluşunda
mutlaka gözönünde bulundurulması gereken esaslar ortaya koymuştur.
Milletvekillerine hitaben:
"Siz farz-ı muhal olarak hiçbir cihette ihtiyaç olmasa da ekser enbiyânın
(peygamberlerin) Asya'da, Şarkta zuhuru (gelmesiyle) Asya'yı hakiki terakki edecek,
(kalkındıracak) fen ve felsefenin tesiratından ziyade hiss-i dinî olduğu halde bu fıtrî
140
kanunu (tabii kanunu) nazara almayarak garplılaşmak namıyla an'ane-i İslâmiyeyi
bıraksanız ve Lâdini (Laik) bir esas yapsanız dahi, dört beş büyük milletin merkezinde
olan vilayat-ı şarkiyede; millet, vatan selameti için dine, İslâmiyetin hakâikına
katiyyen taraftar olmak, size lazım ve elzemdir. Binler misallerinden bir küçük misal
size söyleyeceğim:
Ben Van'da iken hamiyetli bir Kürt talebeme dedim ki: "Türkler İslâmiyete çok
hizmet etmişler. Sen onlara ne niyetle bakıyorsun?" Dedi : "Ben Müslüman bir Türkü
fasık bir kardeşime tercih ediyorum. Belki (hatta) babamdan ziyade ona alakadarım.
Çünkü tam imana hizmet ediyorlar." Bir zaman geçti (Allah rahmet etsin) o talebem
ben esarette iken, İstanbul'da mektebe girmiş. Esaretten geldikten sonra gördüm. Bazı
ırkçı muallimlerden aldığı aksü'l-amel (reaksiyon) ile o da kürtçülük damarı ile başka
bir mesleğe girmiş. Bana dedi: Ben şimdi gayet fasık, hatta dinsiz de olsa bir Kürd'ü
salih bir Türk'e tercih ediyorum" sonra ben onu birkaç sohbette kurtardım. Tam
kanaati geldi ki Türkler, bu millet-i İslâmiyyenin kahraman bir ordusudur. Ey Sual
soran mebuslar! Şarkta beş milyona yakın İranlı ve Hindliler var. Yetmiş milyon Arap
var. Kırk milyon Kafkas var. Acaba birbirine komşu, kardeş ve birbirine muhtaç olan
bu kardeşlere, bu talebenin Van'daki medreseden aldığı ders-i dini mi daha lazım?
Yahut o milletleri karıştıracak ve ırkdaşlarından başkalarını düşünmeyen ve uhuvvet-i
İslâmiyeyi tanımayan sırf ulûm-ı felsefeyi okumak ve İslâmî ilimleri nazara olmamak
olan o merhum talebenin ikinci hali mi daha iyidir? sizden soruyorum!"
Bediüzzaman, Cumhuriyetin kuruluşundan sonra, milli mücadelenin birçok
manevi veya maddi mimarı gibi yeni rejimle barışık olamamıştır. O artık Van'da inzivaya çekilmiştir. Şeyh Said isyanına katılmadığı gibi, kardeş kanının akmasına yol
açan bu harekete birçok nüfuz sahibi kimsenin de katılmamasını sağlamıştır. Buna
rağmen Van'dan alınarak Burdur'a sürülmüştür. O, artık hayatının sonuna kadar
devam edecek iman ve Kur'ân mücadelesine kendisini adamıştır. Bu dönemini "Yeni
Said" olarak vasıflandıran Bediüzzaman, Risale-i Nur eserlerinin yazılması ve
yayılması konusunda en büyük desteği Batıdaki Türk asıllı talebelerinden görmüştür.
Onun mücadelesinden ürkenler, Türk talebelerini ondan soğutmak için onun Kürt
olduğunu dolayısıyla Türk birinin Kürt asıllı bir hocanın peşinden gitmesinin doğru
olmadığını her fırsatta dile getirmişlerdir. Bediüzzaman geçmişte sürekli Türk-Kürt
kardeşliğini işlediği, "Türkler bizim aklımız, biz onların kuvvetiyiz" dediği gibi,
Kürtlerle Türklerin ittifak etmesi gerektiğinde ısrar ettiği gibi, Kürtlerin sosyal
hayatının Türklerin hayat ve saadetine bağlı olduğunu söylemesi gibi, Cumhuriyet
döneminde de İslâm kardeşliğinde ısrar etmiş ve ırkçılığı lanetlemiştir. Mektubat
isimli eserinde dördüncü şeytani desise olarak değerlendirdiği meseleyi şöyle dile
getiriyor: "Şeytanın telkini ve ehl-i dalaletin ilkaatıyla (aşılamalarıyla) bana karşı
propaganda ile hücum eden ve mühim mevkileri işgal eden bazı mülhidler,
kardeşlerimi aldatmak ve asabiyet-i milliyetlerini tahrik etmek için diyorlar ki:
"Siz Türksünüz, Maşallah, Türklerde her nevi ulemâ ve ehl-i kemâl vardır;
Said bir Kürttür. Milleyetinizden olmayan birisiyle teşrik-i mesai etmek, hamiyet-i
milliyeye münafidir (aykırıdır).”
Elcevap : Ey bedbaht mülhid (dinsiz)! Ben felillahilhamd Müslüman. Her zamanda, kudsi milletimin üç yüz elli milyon efrâdı vardır. Böyle ebedi bir uhuvveti
141
tesis eden dualarıyla bana yardım eden ve içinde Kürtlerin ekseriyet-i mutlakası
(büyük çoğunluğu) bulunan üç yüz elli milyon kardeşi, unsuriyet ve menfi milliyet
fikrine fedâ etmek, o mübarek hadsiz kardeşlere bedel, Kürt namını taşıyan ve Kürd
unsurundan addedilen mahdut birkaç dinsiz veya mezhepsiz bir mesleğe girenleri
kazanmaktan yüzbin defa istiaze ediyorum (Allaha sığınıyorum) Ey Mülhid! Senin
gibi ahmaklar lazım ki, Macar kâfirleri veyahut dinsiz olmuş ve frenkleşmiş birkaç
Türkleri, muvakkaten dünyaca dahi faidesiz uhuvvetini kazanmak için, üç yüz elli
milyon hakikî, nuranî menfaattar bir cemaatin baki uhuvvetini terk etsin.
O Türkçülük perdesi altına giren ve hakikaten Türk düşmanı olan hamiyetfürûş mülhidlere derim ki: "Din-i İslâmiyet milletiyle ebedî ve hakikî bir uhuvvet ile
Türk denilen bu vatan ehl-i imanıyla şiddetli ve pek hakiki alakadarım. Ve bin seneye
yakın, Kur'ân'ın bayrağını cihanın cihat-ı sittesinin (altı yönünün) etrafında gâlibane
gezdiren ve bu vatan evlatlarına, İslâmiyet hesabına, müftehîrane ve taraftarane
muhabbettarım. Sen ise ey hamiyetfürûş sahtekâr! Türkün mefâhir-i hakikiyeye-i
milliyesini (gerçek milli övünç kaynaklarını) unutturacak bir surette mecazî ve unsurî
ve muvakkat ve garazkârane bir uhuvvetin var."
Görülüyor ki Bediüzzaman, Türk milletinin İslâmiyet hesabına geçen ve haddizatında Türk Milletini, Türk Milleti yapan iftihar kaynaklarına ve hasletlere sahip
çıkmakta kendisini ve bütün Müslümanları bunların tabii mirasçısı olarak kabul etmektedir. Cumhuriyetten sonra resmi devlet ideolojisi haline gelmiş, dinden neredeyse tamamen soyutlanmış Türkçülüğün başta Türk milletine haksızlık olduğuna
inanır. Bütün bir Osmanlı, Selçuklu ve diğer Müslüman Türk devletleri ve bunların
meydana getirdiği medeniyeti adeta elinin tersiyle kenara iten Türk Milletinin kökünü
Anadolu'daki antik medeniyetlerde veya İslâmiyet öncesindeki Türklüğünde
arayanları, cengiz ve Hülagu hayranlarını asla affetmez. Onun İslâm birliğinin
sembollerinden biri olan Ezan-ı Muhammedî'nin Türkçeleşmesine karşı çıkmasının
bir sebebi de ayrımcılığa sebep olması mülahazasıdır. Hele o, Kur'ân-ı Kerim'in
Türkçeleştirilmesinin İslâm lisanı olan Arapçaya karşı olan antipatiden kaynaklandığını ve ırkçı yaklaşımların sonucu olduğunu söyler. Aslında Bediüzzaman'ın
Kürtlüğünü gündeme getirenler onun iman ve İslâm mücadelesine muhalif olanlardır.
Farz-ı muhal Bediüzzaman Türkçülük yapmış olsaydı aynı kimseler onu
Kürtlüğünden hiç söz etmeyeceklerdi. Nitekim Türkiye'de türkçülüğün en eski ve
meşhur ileri gelenlerinin birçoğu Türk etnik kökeninden olmadığı halde, bunların
etnik kökenleri bir problem olarak ileri sürülmemiştir. İlk Türkçülerden Mahmut
Celalettin Paşa, Leh; Ahmet Vefik Paşa bir Yahudi mühtedinin torunu; Şemsettin
Sami, Arnavud; Ömer Seyfettin, Çerkes; Ziya Gökalp Kürt'tür. Bediüzzaman Barla'da
iken yazdığı bir mektupta yine kendisinin ırk gibi bir problemi bulunmadığını,
ölçüsünün Allah'a yakınlık olduğunu ısrarla vurgular. Mektuptaki ifadelerin tonundan
onun "Said Kürttür peşinden gidilmez" yolundaki basitliklerden çokça rahatsız
olduğu anlaşılmaktadır. Bulunduğu pozisyonu şöyle açıklıyor: "Evet ben başka
memlekette dünyaya gelmişim (Doğu). Fakat Cenab-ı Hak beni bu memleketin
(Batının) evlâdına hizmetkâr etmiş ki, dokuz sene mütemadiyen bu memleketteki
milletin ondan dokuzunun saadetine kendi dilleriyle hizmet ettiğim bu havalideki
insanlarla malumdur. Hem ben bu memlekette Hulusi, Sabri, Hafız Ali, Hüsrev, re’fet.
Asım, Mustafa Çavuş, Süleyman, Lütfü, Rüştü, Mustafa, Zekai, Abdullah gibi yirmi142
otuz Müslüman-Türk gençlerin adeta yirmi otuz bin milletdaşlarıma tercih ettiğimi ve
onları o otuz bin adam yerine kabul ettiğimi, bu dokuz senedeki Türkçe âsâr (eserler)
ile ve hizmet ile göstermişim. Evet, ben bin gafil ve âmi Kürd'ü, bir Türk olan
Hulusi'ye karşı tutmadığımı ve bin cahil Kürd'ü birer Türk olan Asım ve Re'fet'e
mukabil görmediğimi ve bir genç olan Hüsrev'i bin âmi Kürdle değişmediğimi ehl-i
dikkat ve benim ahvâlime muttalı olanlar (durumumu bilenler) tasdik ettikleri halde;
Frenklik namına ve ilhad (dinsizlik) hesabına, Türkçülük perdesi altında, sahtekâr bir
milliyetperverlik suretinde ve hudfürûşluk cihetinde bana tecavüz edenler ve Türk
milletini ve milliyetini zehirleyen mülhidler bilsinler ki ben millet-i İslâmiyenin en
mühim ve mücahid ve muazzam bir ordusu olan Türk milletine binler Türk kadar
hizmet ettiğime binler Türk şahittirler. İşte bana Kürd diyen ve itham eden, zahir
hamiyetperverlik gösteren sahtekarlar, bu millete ne gibi hizmet ettiklerimi
göstersinler."
Bediüzzaman'ın başlangıçta "Kürdî" lakabını kullanmasından, II. Meşrutiyet
döneminde Müslüman Kürtleri birlik ve beraberliğe davet etmek için, onların
faziletlerini ön plana çıkaran veya onların milli enaniyetlerini okşayan bazı sözler
sarfetmesinden yola çıkarak ona "Kürtçü" diyenler de olmuştur. Hatta onun II.
Meşrutiyet döneminde mensuplarının yanlış mecralara gitmesi kuvvetle muhtemel
olan bir Kürt cemiyeti ile ilgisinin olduğu da bilinen bir gerçektir. Ancak bütün bunlar
Bediüzzaman'a "Kürtçü" deme insafsızlığını göstermeyi asla gerektirmez. Osmanlı
haritasında coğrafi bir bölge adı olarak geçen Kürdistan'a izafeten Kürdî lakabını
kullanan Bediüzzaman, Cumhuriyet döneminde ırkçılığa alet edilmemesi için
doğduğu köyün adını, soyadı alarak "Kürdî" lakabını terketmiştir. Ne var ki bunu
bıraktığı halde bazılar ısrarla onu bu lakapla yâd etmeyi tercih etmektedir. Onun,
sadece Kürtlerin değil, Arapların ve Türklerin de milli enaniyetlerini okşayan sözleri
vardır. Bundan amaç ise bu milletlerde bulunan veya atalarının gösterdikleri söz
konusu kahramanlık ve fedakârlığı tekrar İslâmî bir mecraya döndermektir. "Hutbe-i
Şamiye" isimli eseri baştan sona kadar Arapların müsbet taraflarına övgülerle doludur.
Yaptığımız alıntılarda onun Türklerle ilgili söylediklerini zaten görüyoruz. Aynı
mantıkla, bunları söylediği için ona "Türkçü" veya "Arapçı" demek de mümkündür.
Ama bu onu anlamamaktır. Bir Kürt cemiyeti ile ilgisine gelince, o, bu dönemde
sadece Kürt cemiyetleri ile değil, İttihad ve Terakki ile de münasebet halindedir. Öte
yandan İttihad-ı Muhammedî cemiyetinin de kurucuları arasındadır. II. Meşrutiyet'in
ilanından sonra Selanik'te ilk nutku o vermiştir. Divan-ı Harb-i Örfi, isimli eserinde bir
yığın kararsızlık ve belirsizliğin yaşandığı II. Meşrutiyet döneminde kendisinin, önü
alınması mümkün olmayan birçok oluşumu hayra nasıl kanalize ettiğini
anlatmaktadır. Sonra onun kurucuları arasında bulunduğu cemiyet, yıllarca "Kürt
Teali Cemiyeti" olarak öğretilmiştir. Hâlbuki onun kurucuları arasında bulunduğu
cemiyet Kürdistan Neşr-i Maarif Cemiyeti'dir. Zaten yukarıda onun Doğu
vilayetlerini cehaletten kurtarmak için olan çabalarından söz etmiştik. O dönemde
böyle bir cemiyet de zaten yadırganmıyordu. Bu cemiyet Doğu'yu cehaletten
kurtarmaya yönelik faaliyet gösterecek bir cemiyettir. Bediüzzaman, Cumhuriyetten
sonra bir yandan Türkiye'deki İslâm kardeşliğini tahripçi faaliyetlere rağmen,
korumaya gayret ederken öte yandan Türkiye'nin Müslüman Arap âlemi ve diğer
İslâm ülkeleri ile en ufak yaklaşmasını sevindirici bulmuş özellikle Demokrat partisi143
partisini bu yöndeki çabalarından dolayı Merhum Menderes'in şahsında tebrik etmiş
ve desteklemiştir. Menderes'i İslâm dinine ve İslâm âlemine sempatisinden dolayı
İslâm kahramanı ilan eden Bediüzzaman Türkiye'nin Pakistan ve Irak'la işbirliği
antlaşması yapması yani Bağdat Paktı'nın oluşması dolayısıyla Celal Bayar ve Adnan
Menderes'e bir mektup yazarak bu teşebbüslerini alkışladığını bildirir.
İkinci Dünya Savaşından sonra birçok İslâm ülkesinin bağımsızlıklarına
kavuşmuş olmalarını istikbaldeki İttihad-ı İslâm'ın birer adımı olarak kabul eden
Bediüzzaman, talebelerine yazdığı bir mektupta, bu gelişmelerden dolayı olan büyük
sevincini dile getirir. Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Bediüzzaman, asrın başında
hastalığı cehalet, zaruret ve ihtilaf olarak tesbit etmiştir. Bugün de Doğu ve
Güneydoğu Anadolu'da temel mesele budur. Bölücüler, insanımızın cehaletinden,
bölgenin geri kalmışlığından yararlanıyorlar. Bu noktalardan hareketle insanların ırkî
duygularını tahrik ediyorlar. Doğu meselesinin çözümü de İslâm kardeşliğindedir. Ne
yazık ki, bu işte de geç kalınmıştır. Eğer Cumhuriyetin başında Bediüzzaman resmi
makamlarca dinlenseydi bugün ülkenin durumu şüphe yok ki böyle olmazdı. "Kavak
eken sopa biçer", "rüzgâr eken fırtına biçer" atasözleri ülkemizin durumunu çok iyi
ortaya koymaktadır. Maneviyattan yoksun olarak yetiştirilen Doğuluların Kürtçü,
Batılıların da Türkçü olmamalarını beklemek iyimserlik olur. Ülkemizin huzur ve
güvenliği için ülkede kardeşliğin tesis edilmesi için Türkiye'nin geçmişte olduğu gibi
İslâm âlemine önderlik yapabilecek maddi ve manevi konuma gelebilmesi için bugün
Bediüzzaman'a dönüp onun teşhislerini, tedavi için vazettiği tekliflerini mutlaka
270
hesaba katmamız gerektiği kanaatindeyim.270
DİYARBAKIR BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ BAŞKANI OSMAN
BAYDEMİR: BU COĞRAFYA TEK GENCİMİZİN ÖLÜMÜNE TANIK
OLMAMALI
Surp Gragos kilisesinde ayinden sonra gazetecilerin sorularını yanıtlayan
Diyarbakır Büyükşehir Belediye Başkanı Osman Baydemir, 8 bin yıldan bu yana
yaşamın hiç kesintiye uğramadığı Diyarbakır'da bir kez daha çan ve ezan sesinin
birbirine karıştığını belirterek, şunları söyledi: "Bir kez daha inançların mensupları
birbirlerine saygı duyuyor. Bugün bu kentte yaşayan her inancın mensubu, diğer
inancın mensubuna saygı ve hürmetle yaklaşıyor. Bir kez daha bir arada yaşama
kültürünün filiz verdiğini görüyoruz. Belki acıları kaşımanın zamanı değildir. Ancak
geçmişteki acılarla yüzleşmek, geçmişin vicdansızlığını vicdanımızda mahkum
etmek, yeni acıların yaşanmamasına katkı sunar. 97 yıl önce Surp Giragos Kilisesi'nde
piyano resitalleri verilirdi. Muhteşem bir kalkınmışlığın ifadesi aslında. 97 yıl sonra
bir kez daha buna kavuşmuş olduk. Üstad Bediüzzaman'ın 1904 yılında yapmış
olduğu çok geniş değerlendirmeye herkesin dikkatini çekiyorum. Belki bir kez
daha okursak ne kadar büyük acı ve travmaları aslında yaşamamız gerektiğini
göreceğiz. Bu kent ne kadar benimse, o kadar Ermeni kardeşlerimindir. Ne kadar
müslüman kardeşleriminse o kadar Alevi, Ezidi, Süryani kardeşlerimindir. Bu ülkede
yaşayan etnik kimliği, inançsal kimliği, siyasi fikri ne olursa olsun herkesin barış
için adım atması gerekir. Bugün Surp Giragos Kilisesi'nde bütün cemaat barış için
dua etti. inanıyorum ki; bugün Ulu Cami'nde barış için dua edilecek. Bugün bütün
270. Yard. Doç. Dr. HÜSEYİN ÇELİK, http://www.nursistudies.com/
144
evlerde, bütün mekanlarda, bütün insanların kalbinde barış çığlığı yankılanacak. Barış için hepimizin yapması gereken ve hepimizin yapabilecekleri var.
Barış maalesef kendiliğinden gelmiyor. Daha çok çaba sarf etmemiz gerekiyor.
Bir kez daha bu coğrafya bir tek gencimizin, bir tek insanımızın yaşamını
yitirdiğine tanık olmamalı çatışmalarda. Bir kez daha bu coğrafyada kan
dökülmemeli. Onun için cesaret, kararlılık, vicdanla hareket etmemiz, adım
atmamız, hakları iade etmemiz lazım. Kimin hakkını gasp etmişsek, kimin
kimliğini, dilini, gasp etmişsek kimin inancını yasaklamışsak haklarını iade
etmemiz lazım. Çünkü barış adaletle gelir. Adalet olmadan barış olmaz. Barış
özgürlükle korunur. Adalet, özgürlük ve barış birbirlerinin ayrılmazlarıdır. Bir
kez daha bu coğrafyaada yaşayan her etnik kimliği, inançsal kimliği barış
271
çabası etrafında bir araya gelmeye çağırıyorum."271
BÖLGEDE BEDİÜZZAMAN
BEDİÜZZAMAN SİİRTTE
Bediüzzaman Bitlis'in Nurs köyünde 1876'da doğdu.- Bir gün rüyasında
pergamberi gördü. Çok etkilendi, şevkle dinini öğrenmeye sarıldı. Bediüzzaman
Bitlisten sonra Siirt'e geldi. - Siirtli Molla Fethullah Efendi, üstün becerisi karşısında
ona Bediüzzaman (Zamanın Güzeli) demeye başladı. Onun bilgisini sorgulayanlardan birisi de Siirt'teki ünlü Molla Fethullah Efendi'ydi. Said'in üstün becerisi
karşısında hayran kalan hocası, Said'e 'Bediüzzaman' demeye başladı. Çünkü onu eski
din âlimlerinden Bediüzzaman-ı Hemadani'ye benzetmişti. 'Bedii' kelimesinin
'güzellik ölçülerine uyan', 'gözü ve gönlü okşayan', 'beğenilen' ve 'estetik' gibi
anlamları vardır. O halde Bediüzzaman; 'Zamanın güzeli', 'Dönemin harikası'
272
demektir.272
Tillo ve Zemzem'il-Hassa Hz. Bediüzzaman
Doğum tarihi 1765, Vefat tarihi ise 1852 yıllarıdır. Şeyh Mustafa Fani Hz.'nin
kızıdır. Sultan Memduh Hz.'nin eşidir. Kendisine has divanı vardır. Yaşantısı ibadet ve
zikir ile geçmiştir. Sultan Memduh Hz. Türbesi'nde metfundur. 1890 yılında Tillo'ya
gelen Bediüzzaman, Kubbe-i Hasiye denilen bu kubbede tek başına kalarak Kamus-u
Okyanus adlı lügatı babu's-sin'e kadar (1.155 sahife) ezberlemiştir. Bu arada kardeşi
Mehmet'in getirdiği yemeğin tanelerini karıncalara verip, suyuna da ekmeğini batırarak yermiş. “Neden böyle yapıyorsun?” diyenlere
Bediüzzaman: “Karıncaların içtimai hayatlarında
malikiyet, çalışkanlık, yardımlaşma ve
vazifeşinaslık var. Ben bunu gördüğüm için
bunların Cumhuriyetçi oluşlarına mükafaaten
kendilerine yardım etmek istiyorum.” diye cevap
273
verir.273
271. 10 Eylül 2013 www.diyarinsesi.org
272. Emre Aköz: “Bir rüya gördü değişti.” Sabah,12.12.2004.
273. http://www.siirt.gov.tr/ziyaretler.htm
145
Bediüzzaman Şirvan'da bulunduğu sırada Siirt civarından birisi gelerek,
"Aman efendim, Siirt'e bir çocuk gelmiş; kendisi ondört-onbeş yaşında, umum
ulemayı ilzam etti. Şunu ilzam etmek için sizi davete geldim" der. Molla Said de şu
davete icabet ederek Siirt'e gitmek için hazırlanır. Yola düşerler; iki saat gittikten
sonra, o küçük hocanın evsaf ve kıyafetini sorar. O adam:
"Efendim, ismini bilmiyorum; fakat ilk gelişte derviş kıyafetinde olup
omuzunda bir posteki vardı. Bilahare talebe kıyafetine girdi ve umum ulemayı ilzam
etti."
Bunu dinlediğinde, kendisinden bahsettiğini ve bir sene evvelki kendi
vukuatının şimdi civar köylerde şuyû bulduğunu anlayarak geriye döner, davete
icabet etmez. Bilahare Siirt'e bağlı Tillo kasabasına gitti. Meşhur bir türbeye kapandı.
Bediüzzaman Tarihçe-i Hayatının ve İhtiyarlar Lem'asının şehadetiyle, gençliğinde
emsallerinin fevkinde olarak, Siirt'in Tillo kasabasında inzivaya girmişti. Orada,
harika olarak, Kàmus-u Okyanus'u Babü's-Sin'e kadar hıfz etti. Tillo'da iken, bir gece
Şeyh Abdülkàdir-i Geylanî Hazretlerini (k.s.) rüyasında görür. Geylanî Hazretleri
(k.s.) kendisine hitaben: "Molla Said! Mîran aşîreti reisi Mustafa Paşaya gidiniz ve
kendisini tarîk-ı hidayete davet ediniz; yaptığı zulümden vazgeçerek, namaza ve emr-i
marufa müdavim olmasını tavsiye ediniz. Aksi takdirde öldürünüz."
Molla Said, bu rüyayı görür görmez, hemen tedarikini yaparak Mîran aşîretine
doğru Tillo'dan hareket eder; doğruca Mustafa Paşanın çadırına girer. Paşa orada
bulunmadığından, biraz istirahat eder. Sonra Mustafa Paşa içeri girer. Orada hazır
olanların hepsi kıyam ettikleri halde, Molla Said yerinden bile kımıldanmaz. Paşanın
nazar-ı dikkatini celb edince, aşîret binbaşılarından Fettah Beyden kim olduğunu
sorar. Fettah Bey, meşhur Molla Said olduğunu bildirir.
Hâlbuki Paşa ulemadan hiç
hoşlanmazdı. Şüphesiz, bunun üzerine
daha fazla kızmış ise de izhar etmemişti.
Molla Said'e ne için buraya geldiğini
sorunca, Molla Said cevaben, "Seni
hidayete getirmeye geldim. Ya zulmü
terk edip namazını kılacaksın veyahut
seni öldüreceğim" demesinden, Paşa
hiddetlenerek dışarı çıkar. Biraz
dolaştıktan sonra yine çadıra girer ve
Molla Said'e ne için geldiğini tekrar sorar. Molla Said, "Sana söyledim ya, onun için
geldim" der. Mustafa Paşa, çadırın direğinde asılı bulunan Said'in kılıncına işaret
ederek, "Bu pis kılınçla mı?" Bediüzzaman, "Kılınç kesmez, el keser" cevabında
bulunur. Mustafa Paşa tekrar dışarıya çıkarak, biraz gezindikten sonra içeriye girer.
Bediüzzaman'a: "Benim Cezîre'de çok âlimlerim var; eğer hepsini ilzam edebilirsen
senin dediğini yaparım, eğer ilzam edemezsen seni Fırat Nehrine atarım.”
Molla Said, "Bütün ulemayı ilzam etmek benim haddim olmadığı gibi, beni de
nehre atmak senin haddin değildir. Fakat ulemaya cevap verince sizden birşey isterim
ki; o da mavzer tüfeğidir. Şayet sözünde durmazsan, seni onunla öldüreceğim" der. Bu
146
muhavereden sonra Paşa ile birlikte atlarla Cezîre'ye giderler. Yolda, Paşa katiyen
Molla Said'le konuşmaz. Bani Hanı dedikleri mevkie gelince, yorgunluğundan, Molla
Said orada biraz yatar. Uykudan uyanır uyanmaz, etrafında bütün Cezîre âlimlerinin
kitapları ellerinde beklediklerini görür. Biraz görüştükten sonra çay ikram edilir.
Cezîre âlimleri, Molla Said'in şöhretini işittikleri için, mebhût ve hayran bir vaziyette,
çaylarını bile unutarak, Molla Said'in sualine intizar etmekte idiler. Molla Said ise
kendi çayını içtikten sonra dalgın dalgın karşısında bulunan bir-iki âlimin çayını da
içer; onlar fark edemezler. Mustafa Paşa, hocalara hitaben: "Ben okumuş değilim;
fakat Molla Said ile mücadelenizde mağlûp olacağınızı şimdi anlıyorum. Zîra
bakıyorum ki siz düşünmekten çaylarınızı unuttuğunuz halde, Molla Said kendi
çayını içtikten başka, iki-üç bardak da sizin çayınızı içti." Bunun üzerine, biraz latîfe
ettikten sonra, Molla Said bu âlimlere karşı, "Efendiler, bendeniz vadetmişim, hiç
kimseye sual sormam. Binaenaleyh, suallerinize muntazırım" der. Bu hocalar kırk
kadar sual sorarlar. Umûmuna cevap verdikten sonra, her nasılsa, Molla Said bir
sualin cevabını yanlış söylediği halde, karşısındakiler doğru telakki ederek tasdik
etmişlerdi. Meclis dağılınca Molla Said hatırlar, hemen arkalarından koşarak,
"Affedersiniz, bir sualin cevabını yanlış söylediğim halde, farkına varmadınız."
diyerek, cevabını tashih eder. Hocalar dediler: "İşte şimdi hakkıyla bizi tam ilzam
ettiniz."Sonra, o hocalardan bir kısmı Molla Said'den ders almaya gelirler. Bundan
sonra Mustafa Paşa, ahdettiği mavzer tüfeğini hediye eder ve namaz kılmaya
274
başlar.274
Molla Said, alarak, bir yaprağını bir defa okumakla hıfz etti ve okudu. Molla
Fethullah, "Zekâ ile hıfzın ifrat derecede bir kimsede tecemmuu nadirdir" diyerek
hayrette kaldı. Bediüzzaman, orada iken Cem'ü'l-Cevami' kitabını, günde bir-iki saat
iştigal etmek üzere bir haftada hıfz etti. Bunun üzerine Molla Fethullah şu kelamı
söyleyerek kitabın üzerine yazdı:
Bu hal Siirt'te şuyû
bulmuş ve Molla Fethullah ulemaya, "Bizim medreseye gàyet genç bir talebe geldi,
her ne sual ettimse bilatevakkuf cevap verdi. Bu yaşta zekâsına ve ilmine ve fazlına
hayran kaldım" diyerek, pekçok metheder. Bunun üzerine, ulema bir yerde
toplanarak, Bediüzzaman'ı davet ederler. Bediüzzaman, intihab ettikleri bütün
suallerine bilatereddüt cevap verirken, Molla Fethullah'ın yüzüne bakıyordu. Sanki
kitaba bakıyor gibi kendilerinden okuyarak cevap veriyordu. Bunu gören ulema,
Bediüzzaman'ın harikulade bir genç olduğuna hükmedip, fazîletini takdir ve sena
ettiler. Bu hal etrafta işitilir; ahali, kendisine veliyyullah derecesinde ihtiram eder ve o
nazarla bakarlar. Bu vaziyet, ikinci derecede bulunan birtakım âlim ve talebelerin
rekabetlerini arttırdı. Genç, tecrübesiz talebelerden bir kısmı, ilmen mağlûp
edemedikleri Bediüzzaman'ı kavgã yoluyla iskat etmek teşebbüsünde bulunmuşlarsa
da, meseleden haberdar olan Siirt ahalisi, kendisini kurtarmak için gelmişler. Ahali
nazarında büyük mevkii olduğu için, derhal muarızların ellerinden kurtarılmış ve bir
odaya bırakılmış ise de; Bediüzzaman, mesleklerine olan fevkalade muhabbetinden,
muarızları bulunan talebe ve ehl-i ilmin cahillere hedef olmamasını temin için, kendisi
odadan çıkıp, muarızları tarafından telef edilse bile ehl-i ilmin işine cahillerin
karışmamasını müdafaa eder. Bu ihtilafı kaldırmak maksadıyla herhangi bir talebeye,
274. Tarihçe-i Hayat, Sayfa 35. Emirdağ Lahikası, Sayfa 442.
147
“Beni öldürünüz; ilmin haysiyetini muhafaza ediniz!" diyerek yüzünü çevirmiş ise de
hiçbir talebe kendisine hücum etmemiş ve nihayet, ihtilaf bertaraf edilmiştir. Sürt
mutasarrıfı, kendisini muhafaza etmek üzere yanına çağırdığı ve o talebeleri
nefyedeceği haberini tebliğ etmeye gönderdiği jandarmaya karşı Bediüzzaman, "Biz
talebeyiz, birbirimizle döğüşürüz, barışırız. Binaenaleyh, mesleğimiz haricinde
bulunan birisinin bize karışması muvafık olmadığından gelemeyeceğim ve hata da
benimdir" cevabında bulunarak, jandarmaları reddetmiştir. Bu esnada on beş, on altı
yaşlarında bulunuyordu. Lakin, kuvve-i bedeniyece pek çevik ve metîndi. "Said'iMeşhur" lakabıyla yad ediliyordu Siirt'te, kendisiyle mücadele etmek isteyen bütün
arkadaşlarına karşı hazır bulunduğu ve aynı zamanda sorulacak bütün suallere cevap
vereceğini, kimseye sual sormayacağını îlan etti Cemü'l-Cevaminin tamamını bir
haftada ezberine aldı.275
275
Molla Abdullah'ın yanında bir müddet kaldıktan sonra Siirt'e gelir. Orada
bulunan Molla Fethullah Efendinin medresesine gider. Molla Fethullah, Molla Said'e,
"Geçen sene Süyûtî okuyordunuz, bu sene Molla Cami'yi mi okuyorsunuz?"
Bediüzzaman: "Evet Cami' yi bitirdim."
Molla Fethullah, hangi kitabı sordu ise, "Bitirdim" cevabını alınca tahayyürde
kaldı. Bu kadar kitabı bitirdiğini, hem de az zamanda bitirdiğini aklına sığıştıramadı;
taaccüp etti ve dedi: "Geçen sene deli idin, bu sene de mi delisin?" Bediüzzaman,
"İnsan başkasına karşı kesr-i nefs için hakîkati ketmedebilir, fakat babadan daha
muhterem olan üstadına karşı hakîkat-i mahzdan başka birşey söyleyemez.
Emrederseniz, söylediğim kitaplardan beni imtihan ediniz," der.
Molla Fethullah hangi kitaptan sordu ise, cevabını güzelce verir. Bunun
üzerine, bu muhavereyi dinleyen ve bir sene evvel Said'in hocasının hocası bulunan
Molla Ali-i Suran namındaki zat, kendilerinden ders almaya başladı. Molla Fethullah,
`Pekâlâ, zekâda harikasınız; fakat hıfzınız nasıldır Makàmat-ı Harîriye'den birkaç
276
satırını iki defa okumakla hıfz edebilir misiniz?" diyerek kitabı uzatır.276
Efsane Kent Tillo
Siirt'ten bahsedip de Tillo'dan bahsetmemek olmaz. Siirt'e 9 km. mesafedeki
Aydınlar (Tillo), hiç şüphesiz sadece Siirt'in değil, tüm Güneydoğu'nun hatta
Anadolu'nun efsane beldelerindendir. Hani Siirt'e “Evliyalar Diyarı Siirt” deniyor ya,
bu unvan daha çok Tillo münasebeti ile bu şehre verilmiş olsa gerek. Bundan yaklaşık
920 yıl önce Şam'dan ve Bağdat'tan gelerek yüksekçe bir tepeye Hz. Ömer'in torunları
Farukiler ile Hz. Abbas'ın torunları Abbasilerin Anadolu'yu İslamlaştırmak için
yerleştikleri beldedir Tillo. Asırlardır bu iki aile arasındaki tatlı rekabeti bugün bile
sahip oldukları medreseler ve postnişinlik ile gözlemleyebilirsiniz.
Marifetname müellifi İbrahim Hakkı Hazretlerini, Erzurum'dan Tillo'ya çeken
güç, bugün hâlâ pek çok genci, Tillo'daki medreselerde, eski usulde Arapça sarf ve
Nahv tedris etmeye çekmekte. Sadece 2 bin 500 kişinin yaşadığı Tillo'dan geçtiğimiz
dönemde Parlamento'da tam beş milletvekilinin bulunmuş olması bir tesadüf değildi.
Zira Tillo, tarih boyunca bir kültür ve medeniyet bölgesi olma özelliğini ve baskın
kültürünü bugün de sürdürmeye devam ediyor. Tillo, İbrahim Hakkı Hazretleri ve
275. Tarihçe-i Hayat, s. 34
276. Tarihçe-i Hayat, s. 33
148
onun müstesna hocası İsmail Fakirullah'ın yanısıra, Sultan Memduh, Şeyh Mücahid,
Şeyh Muhammed Tarmili, Zemzeme Hassa Hatun gibi pek çok tasavvuf büyüğünü
bağrında barındırır. Bu özelliği ile Siirtliler ile Tillolular arasındaki gizli çekişmeyi de
Siirt'te kolayca gözlemleyebilirsiniz. Arapların çok düşkün oldukları asaletleri,
Tilloluların Siirt yerlilerine hor bakmalarını, Siirtlilerin de Tilloluları köylülükle,
kendi tabirleri ile “Rıstaki” olarak tanımlamaları bu çekişmeyi aslında siyasi
277
boyutlara taşıyor.277
Bir mekânın önemini havasından anlamanız mümkün. Teneffüs ettiğiniz
havasında yüzlerce yılın derin etkileri var. Birdenbire sayısız hatıra ve tarihî olay
canlanır. Tillo böyle bir yer. Daha girişinden itibaren sanki zaman tünelinde
yolculuğuna çıkmış olursunuz. Modern dünyayı çok gerilerde bıraktığınızı
düşünürsünüz. Sadece bindiğiniz araba bu dünyaya ait. Sizi manevi bir atmosfer sarar.
Mezarlar, türbeler, camiler, medreseler, yıkık duvarlar. Her biri başka bir zamanın
şahitleri. Orada yaşayan insanların üzerinde tarihin manevi, huzur verici derinliği var.
Son derece saygılı yürürler. Birbirlerine karşı tutumları bugüne ait olmayan bir
medeniyetin izlerini taşıyor. Rivayetlere göre Tillo'da 12 bin veli ve İslam bilgininin
kabri bulunuyor. Tabiinden de burada gömülü olanlar var. Öyle olmakla beraber
bunlar kutsalın sis perdesi altında, ama sanki Tillo'yu ziyaret edenleri gözetliyormuş
gibi duruyorlar. Tillo deyince akla büyük bilgin ve sufi Şeyh İsmail Fakirullah gelir. Ve
tabii Erzurumlu İbrahim Hakkı hazretleri. Tillo'yu gezerken insanların birbirine
"nesep" değil "sebep" zemininde nasıl büyük ve derin bir bağlılık duyduklarını
hayranlıkla temaşa ettim. Hocası ve mürşidi Şeyh İsmail Fakirullah'a duyduğu o
büyük bağlılık, Erzurumlu İbrahim Hakkı'ya olağanüstü işler yaptırmaya sevk etmiş.
Hocasının gömülü bulunduğu mezara 2.800 kuş uçuşu, yani 3 km uzaklıktaki yüksek
bir dağdan güneş ışığı getirtmeyi düşünmüş. Mezarın üstüne bir kule inşa etmiş,
kulede öylesine ilginç, daha doğrusu ince hesaba dayalı bir pencere açmış ki, güneş o
dağdan pencereye vuruyor ve oradan da hocasının yattığı mezarın tam başucuna
iniyor. Tabii restorasyon sırasında bu ince hesaplar göz önüne alınmadığı için sistem
bozulmuş, ama bir tür maketi olduğu gibi duruyor. Üzerinde meridyen ve paralellerin
yer aldığı yerküre, mevsimleri, burçları ve önemli yıldızları gösteren gökküre,
güneşin yüksekliğini, namaz vakitlerini, kıble yönünü bulmakta kullanılan Rubu'lMüceyyeb, yıldızların yerlerini bulmada kullanılan Rubu'l-Mukantarat, gezegenlerin,
yıldızların yerlerini ve yüksekliklerini bulmada kullanılan usturlablar, bugünkü
bilgilere son derece yakın, ama kutupları eksen alarak çizilen dünya haritası bir
dehanın neler yapabileceğinin somut göstergeleri. İbrahim Hakkı'nın şu sözü ilginç:
"Gezegenler ve yıldızlar arasındaki durumu Tillo'nun sokakları kadar iyi tanırım."
Eliyle yaptığı bir kürede Tillo'nun varlık içindeki yerini noktasal olarak göstermiş.
Olağanüstü bir şey bu. Büyük bir bilgin ve sufinin astronomi, matematik, geometri,
kimya ve coğrafya alanında ortaya koyduğu harikalar geleneksel İslam bilgi ve kültür
mirasının bir devamı. Fakat ne yazık ki, bir dönem sonra bu gelenek radikal bir
kesintiye uğramış, bunun sonunda da bir tereddi ve çöküş baş göstermiş.278
278
277. Davut G. Benli - Vefanın ve umudun gizemli şehri AksiyonSayı: 432 - 17.03.2003
278. Ali Bulaç: Tillo, Zaman
149
İbrahim Hakkı Hazretleri
1703 (H.1115) senesinde Erzurum'un Hasankale kasabasında doğdu.
Anadolu'da yaşayan büyük veli ve âlimlerdendir. İbrâhim Hakkı hazretleri, 1763
(H.1177) senesinde hâtıralara bağlılığı ve vefâ duygusunun çokluğundan, hocasının
memleketi olan Tillo'ya gitti. İsmâil Fakîrullah hazretlerinin torunu Fâtıma Hâtunla
evlendi. Orada kaldı. Talebe yetiştirmeye burada da devâm eden İbrâhim Hakkı bir
sene sonra hacca gitti. Dönüşünde tekrar talebe okutmaya devâm etti. İbrâhim Hakkı
hazretleri, zaman zaman Tillo'da, "Cebel-i Ra'sil Kuvâ" ismindeki tepeye çıkardı.
Talebelerine de; "Bu tepe, yakında büyük bir nâma kavuşacaktır." derdi. Bu tepeye bir
musallâ taşı yaptırdı. Her uğradığında oraya otururdu. Ölümü, âhireti ve hesâbı
düşünürdü. Yine bir gün üç talebesi ile bu tepeye çıktı. Üçünün de ismi Mahmûd'du.
Onlara; "Sübhânallah! Hepinizin adı da Mahmûd. Herbiriniz de amcalarınızın kızı ile
evleneceksiniz. Fakat sâdece biriniz Allah'ın evliyâ kulları arasında yüksek derecelere
sâhib olup; "Memduh" lakabıyla isimlendirilecektir. Ona her taraftan akın akın talebe
ilim öğrenmeye gelecektir. O, bu tepeye bir ev yaptırıp herkesin hidâyete
kavuşmasına vesîle olacaktır." buyurdu. Talebeler de kendi kendilerine; "Mübârek
hocamızın müjde verdiği o kimse ben olsam." diye temennî ettiler. Bir müddet sonra
içlerinden ikisi ayrıldı. İbrâhim Hakkı hazretleri yanında kalan Mahmûd'a; "Biraz
önce müjde verdiğim Mahmûd sensin. Fakat bu sırrı, ben sağ olduğum müddetçe
kimseye söyleme." buyurdu.1778 (H.1192) senesinde ömrünün sonlarına yaklaşan
İbrâhim Hakkı, vasiyetnâmesini yazdı. Sık sık hastalanması sebebiyle bizzat kendisi
kitap yazmak için uğraşamıyordu. Ancak yazdırmak sûretiyle kalan ömrünü
bereketlendirmek istiyordu. Bu sebeple oğullarının kâtib olarak yardım etmelerini
istedi. Kendisi söyleyip oğulları yazdılar. Nihâyet 1781 (H.1195) târihinde bir
Perşembe günü vefât etti. Tillo'da, hocası İsmâil Fakîrullah hazretlerinin kabrine
komşu olacak şekilde defnedildi. Ölümü için de; "Hudâyı bilmeye ancak cihâne geldi
sultânım." mısraı târih olarak düşürüldü. Hayâtını ilim öğrenmek, öğretmek ve kitap
yazmakla geçiren İbrâhim Hakkı hazretlerinin vefâtında, iki oğlu ve iki kızı vardı.
Oğulları, İsmâil Fehim ve Muhammed Şâkir'dir. Babasının neslinin devâmını
Muhammed Şâkir sağladı. Kızları Şemsî Âişe ile Hanîfe Hâtun'dur. İbrâhim Hakkı
hazretleri, tefsîr, hadîs, fıkıh gibi naklî ilimlerin yanında, aklî ilimlerle de uğraşmış,
canlılar hakkında çeşitli teoriler ileri süren Fransız doktoru Lemarck, İngiliz Ch.
Darvin, Hollandalı Hugo de Vries gibi batılı ilim adamlarından çok önce, canlılar
hakkında, en basitinden en mükemmeli olan insana kadar düzgün bir tekâmül
bulunduğunu yazmıştır. Bu konuyu ele alırken, bu tekâmülde arada görülen belli
noktaları, husûsî özellikleri ve her birinin hudutlarını tesbit etmiş, hepsinin ayrı ayrı
cinsler olduğunu ayrıca belirtmiştir. O sâdece biyoloji ilmi ile değil; fizikten kimyâya,
matematikten astronomiye kadar, devrindeki bütün ilimlerle uğraşmış, bir ilim ve
mârifet hazînesi olan Mârifetnâme'sinde, bütün bunlara yer vermiştir. Mevâlîdi, yâni
canlı cansız bütün varlıkların yaradılış sırrını bilmek ve irfânı tahsîl etmek, onda pek
açık olarak görülmektedir. Hayâtında hiçbir zaman okumayı ve okutmayı elden
bırakmayan İbrâhim Hakkı hazretleri, ideal insan tipi olarak, ârif insanı göstermiştir.
Kendisi de bu ölçü içinde kalmıştır. Ona göre, ârif; gönülle ve akılla bilendir. Fakat
gönülle bilmek ârifin yegâne husûsiyetidir. Bu yüzdendir ki o, gönüle, eserlerinde
150
büyük yer vermiştir. Gönül, sevgilinin mekânıdır. Aşk sâyesinde bu sevgi vardır. Bu
yollarda hikmet (fen ve sanat) vardır. Mevâlîd (varlıkların sırrını anlama) bu yolla
olmaktadır. Kısaca söylemek gerekirse İbrâhim Hakkı; gönül sâhibi olan, fen ve
sanata yer veren büyük bir âlim, hakka rızâ gösteren bir velîdir. Eserlerinin ismine ve
mahlasına bakınca, bütün bunların hepsi görülür. Dîvânının adı İlâhînâme' dir. Bu
ismi boşuna koymamıştır. Hakîkaten hepsi ilâhîdir. Mârifetnâme ise ârifîn kitabı
demektir.279
279
Şeyh Mahmud Zokaydi ve Bediüzzaman Hazretleri
1877 tarihinde Siirt'in halenze köyünde doğar.40 a yakın eser telif eden Molla
Halil es-Siirdi'nin torunudur. Soyu Diyarbakır-Mardin arasında meşhur bir ziyaretgâh
olan Sultan Şey Musa ez-Zuli tarikiyle Hz. Ömer'e ulaşır.1992 yılında vefat eder.
Siirtte Zokaytta defnedilir. Rus savaşlarında büyük kahramanlık gösteren Zokaydi 1.
dünya savaşı sonrası kıtlıklarda büyük yardımlarda bulunur. Bediüzzaman gibi
kendisi de sürgüne gönderilmiştir. Bediüzzamanla Zokaydi arasında ahiret kardeşliği
peyda olmuş, Bediüzzaman ona iltifatlar yağdırmış, hatta bir defasında 'onun kadar
güzel Kur'an okuyan birine rastlamadığını ifade eder.
Bediüzzaman sürgünler esnasında Zokaydi'ye yazdığı mektupta 'Ben şeyh
Diyauddin hazretin vefatından dolayı gayet müteesirrim. O ay, siz halifeler
yıldızsınız. Ay yok olduğu zaman yıldızlarla ihtida olunur. Bediüzzaman'ın Şeyh
Fudayl Zokaydi'ye gönderdiği mektup Zokaydi, Bediüzzaman'a kendisini göstermek
istediğini bilirden bir mektup yazar. Bu mektubunda, Şeyh Abdulkahhar'ın torunu ve
Şeyh Mahmud Zokaydi'nin oğlu olduğunu, 5 kardeşiyle beraber Zokayd'da talebelere
ders verdiklerini yazar. Ancak şeyh Fudayl mektubunda kaç talebeleri olduğunu
belirtmemiş olmasına rağmen, Üstad'ın bunu 70 olarak doğru bilmesini, onun
kerameti olarak yorumlamış ve bu şekilde anlatmıştır. Bediüzzaman, o vakitler yaşlı
ve hastadır. Mektubu bile yazacak takatta olmadığından bu cevabi mektubu, talebesi
Abdulmuhsin Ziya'ya yazdırır. Bediüzzaman Said Nursi, şeyh Fudayl Zokaydi'nin
mektubuna karşılık yazdığı mektubu, Latin harfleriyle aynen veriyoruz:
'Bismihi Subhanehu Esselamu aleykum ve rahmetullahi ve barekatuhu ebeden
daimen Aziz, sıddik kardeşim. Evvela binler selam ve hürmetler ederiz. Saniyen;
Üstadımız hastadır, senin mektubunu okudu fakat cevabı kendi yazamıyor. Hem sana
hem de beşkardeşine ve oradaki yetmiş talebelere çok selam ve dua ediyor ve
dualarınız istiyor. Ve diyor ki: 'Şeyh Abdulkahhar (ks), benim üstadlarımdan pek
kudsi bir üstadımdır. Hem o hem mübarek, merhum, mahdum Şeyh Mahmud, her
sabah benim üstadlarım, kardeşlerim içinde okuduklarımı ruhlarına hediye ediyorum.
Ve bu günden itibaren, hem de Fudayl hem kardeşleri, hem Zokaydaki fakahları nur
talebeleri içinde dualarımı ve okuduklarımı da onların ruhlarına vermeye karar verdir.'
Hem Üstad diyor ki: 'Madem benimle görüşmek istiyorsunuz, Risale-i Nur'un hangi
kitabını okursanız benimle görüşürsünüz. Hem de Hulusi Bey gibi, Hüsrev Salim gibi
has kardeşlerimle görüşün, benimle görüşür. Hazret-i Şeyh Abdulkahhar'ın
ziyaretinde, gayet zarif ve acip bir hadise başıma gelmişti; onun için onun ziyaretine
gitmiştim diyor. Üstad küçüklüğünde bir ara cinnet geçirir. Bunun üzerine şifa
bulması için onu Şeyh Abdulkahhar'ın yanına getirirler. Şeyh Abdulkahhar, Bediüzza279. http://www.sufism.20m.com/
151
man'ın 'şeyh isen bana şeyhliğini göster (beni iyileştir); yoksa sana ne diye şeyh
derler'demesi üzerine kendisine heybetli bir nazar fırlatır ve bunun üzerine
Bediüzzaman, Allah'ın izniyle şifa bulur. Bu hadiseyi, Bediüzzaman'ın yeğeni Molla
Abdurrahman, Bediüzzaman'ın Tarihçe-i hayatını yazdığı Osmanlıca kitabında
aktarır. Üstad, yukarıda bahsettiği ziyaretini ise, Şeyh Abdulkahhar'ın vefatından
sonra onun mezarını ziyaret edip orada sabaha kadar kalmasıyla ve o feyizli, manevi
iklimi solumasıyla gerçekleştirmiştir). Diyarbakır'da Salim ve Siirtt'te Ceylan vardır.
Ceylan askerdir; Salim de memur. Onlarla muhabere edersiniz. Üstadın hizmetinde
bulunan Abdulmusin Ziya ve diğer arkadaşlarımızla birlikte cümlenize pek çok selam
280
eder, dualarınız bekler ve ellerinizden öperiz. El Baki huve'l baki'280
Mardin'de Bediüzzaman
1893 yılında, Miran aşiret reisi Mustafa Paşa'yı, yöre halkına yaptığı baskı ve
zorbalıktan vazgeçirmek için Cizre'ye giden ve burada bir müddet kalan Said Nursi,
1894'te Mardin'e geldi. Mardin'de kaldığı süre zarfında her türlü sosyal faaliyetin
içinde bulunan Bediüzzaman, burada karşılaştığı Şeyh Cemaleddin Afgani'nin bir
talebesinden Afgani'nin siyasi fikirlerini tanıma fırsatı buldu. Siyasetle ilgilenmeye de
ilk defa Mardin'de başlayan Bediüzzaman, tartışmalarda fikrini açıklamaktan geri
durmuyordu. Bulunduğu topluluklarda tartışmalara neden olan Said Nursi'yi, Mardin
281
Mutasarrıfı bir tedbir olarak il hudutları dışına çıkarmak zorunda kaldı.281
Mardinde Selanikli Mehmet Enis Efendi ve Bediüzzaman
Mardin mutasarrıflığını ikinci kez yaptığı yıllarda Mardin'e gelen
Bediüzzaman'ı, Bitlis'e sürgüne yollamıştır. Risale-i Nur'da ismi direkt olarak
zikredilmemiş olup, “Mardin Mutasarrıfı” olarak kendisinden söz edilmiştir. Enis
Efendi 25 Haziran 1900 tarihinde Halep Valiliğine tayin edildi. Buradaki görevi
sırasında, kötü idaresinin ortaya çıktığı gerekçe gösterilerek 14 Eylül 1902'de
görevinden azledildi. Selanikli Mehmet Enis Efendi'nin ismi direkt olarak Risale-i
Nur'da geçmemektedir.
Tarihçe-i Hayat'ta, “Molla Said çok genç yaşta iken siyasî hayata atılır, vatan ve
millete hizmete başlar. İlk hayat-ı siyasiyesi Mardin'de başlamıştır. Bunun üzerine bir
mutasarrıfın pençe-i kahrıyla, elleri bağlı, muhafız nezaretinde Bitlis'e nefyedildi…”
282 denilmektedir. Tarih belirtilmeyen bu bilgiler dışında, Abdülkadir Badıllı
282
tarafından; “Bediüzzaman'ın içtimai meselelerle alakadarlığı ve hürriyet mücadelesi
verenleri desteklemesi ve bu yönde halk arasındaki pervasız ikazkar faaliyetleri ile,
Mardin Mutasarrıfının nazarı dikkatini üstüne çekmeğe sebep oldu. Bundan dolayı
istibdat devrinin Mütasarrıfı, Mardin'de herhangi muhtemel bir dalgalanmayı
önlemek ve kendi başını da olması muhtemel bir dertten halas etmek için çareyi Molla
Said'i Mardin'den uzaklaştırmakta buldu. Böylece mutasarrıf Nadir(?) Bey tarafından
elleri ve ayakları kelepçelenerek, Savurlu jandarma neferi Mehmet Fatih ile İbrahim
adındaki bir arkadaşı nezaretinde Mardin'den Bitlis'e nefyedilmiştir.”283
283 ifadelerine
yer verilmektedir. Devamında, Mardin'den Bitlis'e sürgün tarihi, Hicri 1312 ve Miladi
280. Mehmet Macit Sevgili, Şeyh Mahmud Zokaydi, Uluslararası Siirt sempozyumu, İzmir 2007, s.726-733.
281. Köprü 2000
282. Tarihçe-i Hayat, 1996, s. 39.
283. Abdülkadir Badıllı, Bediüzzaman Said Nursi Mufassal Tarihçe-i Hayatı, I. C., İstanbul 1998, s. 122.
152
1895 olarak verilmektedir.284
284 İşte, bu tarihte Mutasarrıf Nadir Bey değil, ikinci kez
285
burada görev yapan Selanikli Mehmet Enis Efendidir.285
Jandarmalar eşliğinde Savur'a 2 km ötede Ahmedi (Başkavak) köyüne gelen
Bediüzzaman es-seyyid Şeyh Hamid'in torunu büyük âlim es-seyyid Şeyh Kemalle
görüşmek ister ve görüşür. Görüşmeden önce Ahmedi köyünde seyyid şeyh Hamid'in
2 oğlunun (Şeyh Muhammed, Şeyh Abdülhalim) türbesi önünde Bediüzzaman abdest
alarak namaz kılmak istemiş, kelepçesinin çözülmesini istemiş, ancak Jandarma
müsaade etmemiştir.286
286
Bunun üzerine kolundaki demir kelepçeler çözülür. Yere bırakır.
Jandarmaların şaşkın bakışları altında abdestini alır, namazını kılar. Namazdan sonra:
'Biz şimdiye kadar muhafızınız idik, bundan sonra sizin hizmetkarınız'diyen
287
jandarmalardan, kendi vazifelerini yapmalarını ister.287
Mardin'den Bitlis'e gelen Bediüzzaman'ın ilmi vukufiyeti ve farklı kişiliği,
Bitlis Valisi Ömer Paşanın dikkatini çekmiş ve Vilayet konağında kalarak
çalışmalarına devam etmesi için ona bir oda tahsis etmişti. Konağın büyük
kütüphanesi İslami ilimlere ait olan eserleri tamamen mütalaa ederek çalışmasına
müsait zemin oluşturmuştu. Bitlis'te geçirdiği iki yıllık süre Bediüzzaman'ın İslami
ilimlerde derinleşmesine vesile olmuş, ilmi üstünlüğü ulema ve nüfuzlu kimseler
arasında ona, hatırı sayılır bir şöhret kazandırmıştı. Bu arada onun ulema ve halk
arasındaki şöhret ve itibarından etkilenen Van Valisi Hasan Paşa, Van'a gelmesi için
ısrarla davet ediyordu. İki senelik Bitlis hayatından sonra Said Nursi, Vali Hasan
Paşa'nın daveti üzerine gittiği Van'da on yıl kadar kaldı.288
288
Mardin Ulu Camii:12 yy. da Artukoğulları tarafından yapılmış. Kuzeyde
dikdörtgen revaklı bir avlu güneyde mihrap duvarına paralel enine uzanmış beşik
tonozlu üç neftli bir yapı merkezde biraz doğuya kayık kısmında neftlerden ikisi
mihrap önünde bir kubbe ile kesilmektedir. Minare ve dilimli kubbesi ile hayli dikkat
çekmektedir. Taş kubbe ve minaresi sanat şaheseridir. Üç giriş kapısı vardır. Caminin
mihrabındaki ve ahşap minberindeki süslemeler çok güzeldir. Bu minarenin etrafında,
289
Bediüzzaman Said Nursi'nin dolaştığını rehberimiz bize hatırlattı.289
Bediüzzaman'ın Mardin Hayatında İz Bırakan Mekânlar
Bediüzzaman'ın Mardin hayatında ve diğer hayat safhalarında kaldığı
mekânlar, kendisi gibi bedî olan ve birçok sırrı sinelerinde barındıran mekânlardır.
Kaderin sevkiyle bu mekânlarda yaşayan Bediüzzaman'ın hayatının hiçbir safhasının,
gezdiği hiçbir mekânın tesadüfe havalesi mümkün değildir. Bunun pekçok sırrı içinde
sakladığına hiç şüphe yoktur. Mardin'e 1895 yılında henüz 17 yaşında iken gelen
Bediüzzaman'ın, hayatında iz bırakan Mardin'deki mekânlarını ve sırlarını bizimle
paylaşmaya ve mekânları tanıma fırsatını yakalamaya var mısınız? Bediüzzaman'ın
Mardin hayatında üç mekân öne çıkar. Bunlar Ulu Camiî, Şehidiye Medresesi ve
Camii ile Ensarîlerin evidir.
284. Aynı Eser, s. 123.
285. http://www.risaleinurenstitusu.org/
286. Öğretim görevlisi, Hamid Hamidi.
287. Mehmet Akar : Mesel denizi.15.Baskı.İst.2004.s:93; Ahmed Özer; İki Ünlü Kul,İstanbul,2006 s.113.
288. http://www.risaleinurenstitusu.org/
289. http://www.idealkariyer.org.tr/Yazı: Hakkı Karatekeli
153
Mardin Ulu Camii
Molla Said-i Meşhur Mardin'e genç yaşında geldiğinden, medrese hocaları ile
talebeler, önce onunla fikrî çatışma ve münazaraya girmek isterler. Başarılı
olamayınca onu kendilerine üstad olarak kabul ederler. Herhalde Üstad, bu enaniyetli
hocalara meydan okuma nev'inden olacak ki, Ulu Camiî'nin minaresinin şerefesine
çıkar ve her iki kolunu yana açarak pervane gibi minare şerefesinde dolaşmaya başlar.
Molla Said'i korkuyla izleyen halk hayretini gizleyemez. İşte bu olay için düşüncemiz,
ister tatlı bir hayâl veya mizansen deyin, acaba o anda Bediüzzaman minarenin
başında böyle haykırmış olamaz mı:
“Ey muhataplarım! Ben çok bağırıyorum. Zira asr-ı sâlis-i aşrın (yani on
üçüncü asrın) minaresinin başında durmuşum; sûreten medenî ve dinde lâkayt ve
290
fikren mazinin en derin derelerinde olanları camiye dâvet ediyorum.”290
Bu minare maddî olarak neden Mardin Ulu Camii minaresi olmasın? Dilerseniz
cami hakkında bazı bilgiler vererek, Bediüzzaman'ın hayatında iz bırakan mekânı
tanımaya çalışalım.
“Mardin'de Ulu Cami Mahallesi'nde, ana cadde üzerindeki çarşının içinde
bulunan Ulu Camiî çıplak gözle cepheden tam olarak görülemeyecek biçimde,
caddenin altında, eğimli arazi doldurularak tesviye edilmiş alan üzerinde yapılmıştır.
Caminin varlığını haber veren nişane, hemen dikkat çeken ve kuzey köşede bulunan
kare kaide üzerine yapılmış silindirik gövdeli süslü minaresidir. İki minareli yapıldığı
kayıtlardan anlaşılan caminin, doğuda yer alması gereken minaresi bugün yoktur.
Bugün mevcut olan tek minare, daha geç dönemlerde yapılmış olmakla birlikte,
kaidesindeki yazıt 1176 gibi erken bir tarihî vermektedir. Çok yeni ve eklektik bir
üslûbu yansıtan minare kapısının yapım tarihi de 1888/89'dur. Bazı Süryani yazarların
kiliseden çevrildiğini söylemesine karşın, 12. yüzyıl Artuklu dönemi mimarisinin
temel özelliklerini yansıtan bu yapıda yer alan en eski yazıt, yapının 11. yüzyıl içinde
yapıldığını göstermektedir; ancak yapının, bu yazıtın temsil ettiği dönemdeki şekli
bilinememektedir. Filvaki, bugünkü mimarî formun bir bütün halinde, Selçuklu
döneminde tasarlandığı söylenemez. Minarede bulunan bir başka yazıt 1176 tarihli
olup, Melik Kutbettin İlgazi'ye aittir. Doğu cephedeki 1186 tarihli diğer bir yazıt ise,
Yavlak Arslan dönemindendir. Bu ilk örnekte kullanılan kubbeyi dıştan yivleme
tekniği bu yapıdan itibaren Mardin'de bir gelenek halini almıştır. Kubbesi, ikisi duvara
yaslanmış altı paye üzerine oturmaktadır. Kubbenin dıştan yivlenmesi bazı geç dönem
Artuklu yapılarında karakteristik olmakla birlikte, bu tarz yivleme tekniği, bir örneği
Deyrulzafaran'da görülmek üzere, 19. yüzyılda Mardin'de yeniden moda olmuştur.
Minberi Muzaffer Kara Arslan tarafından yenilenmiş ve sonra Artuklu Sultanı Davud
(1367-1376/7) ağaç minber yaptırmıştır. Avlusunun etrafında, çapraz tonozlu revaklar
bulunur. Bugün bunlardan sadece beşi kalmıştır. Abdulgani Efendi'nin verdiği bilgiye
göre, Ulu Caminin “Sipahiler (Tellâllar) Çarşısı”na bakan güney duvarı, Uzun Hasan
tarafından 1496'da yenilenmiştir. Avlunun kuzeyinde, Şafiî mezhebine ait ayrı bir
mahfel bulunur. Yapının temel malzemesi düzgün temel taştır. Abdulgani Efendi,
Akkoyunlu hükümdarı Cihangir'in buraya birtakım rüsum ve emlak vakfettiğini
yazmaktadır. Cami planı incelendiğinde, kuzeyde yer alan dikdörtgen avlunun güne290. Münâzarât, s. 86.
154
yinde mihrap duvarına paralel, beşik tonozlu üç neften oluşan, mihrap duvarına yakın
iki nefin kubbe ile kesildiği; enine gelişmiş mihrap, önü kubbeli bir şema görülmektedir. Bu şema aynı zamanda, çevredeki birçok yapı tarafından taklit edilmiş bir
291
modeldir.”291
Mardin Şehidiye Medresesi ve Camii
Molla Said'in Mardin hayatında önemli bir yere sahip olan, Şehidiye
Medresesi ve Camisi, onun Mardin Âlimlerine karşı rüştünü ispat ettiği mekânlardan
biridir. Burada şiddetli fikir çatışmaları yaşandığına şahit oluyoruz. Mardin'de
yaşamış bulunan büyük âlimlerden Şeyh Yusuf Efendi (1873-1956) gençliğinde
Şehidiye Camii'nde Bediüzzaman'la tartışmaya giriştiği, Said Nursî'yi “Delâil-i
zâhire hakkında milleti şüpheye düşürmekle” suçladığı ve Şeyh Yusuf'un girişimiyle,
Said Nursî''nin Mardin'den sürüldüğü bazı hatıralarda iddia edilmektedir. Ancak bu
iddianın ne derece doğru olduğunu bilemeyiz. Bilinen bir şey varsa o da Molla Said'in
bu mekânda Mardin âlimlerine üstadlığını kabul ettirmiş olmasıdır. Dilerseniz bu
mekânı da tanımaya çalışalım. Ana caddenin güneyinde PTT'nin karşısında, cami ile
birlikte bir kompleks oluşturan yapı Şehidiye, Nasıriye ve seksen hücreli olmasına
izafeten, Semanin adlarıyla da anılmaktadır. Nasıreddin Artuk Arslan tarafından
yaptırılmıştır. Abdulgani Efendi'nin aktardığına göre, caminin bilinmeyen bir tarihte
yıkılmış olan doğu tarafının aslına uygun olmayan bir biçimde yapılmıştır. Büyük
mihrabın 1920'lerdeki görüntü ve o tarihte mevcut mezarlık, burasının bir dönem
kabristan olarak kullanıldığına şahitlik etmektedir.
Aynı yıllarda, medresenin batı tarafı da harabe görünümündedir. Yapının bu
kısmında ayakta kalan iki büyük oda okul olarak kullanılmış, arsa haline gelmiş
bölüm üzerinde kahvehane ve dükkânlar yapılmıştır. 1920'lerde, doğu tarafında yer
alan altlı ve üstlü sekiz oda ayaktadır ve içinde yoksullar barınmaktadır. Medrese
revaklı avlulu ve ayvanlı medrese şemasına uygundur. Kompleksin güneyinde
bulunan ve bugün müftülük merkezi olarak da hizmet veren, iki nefli Şehidiye
Camii'nin minberi cevizden yapılmış ve üzerindeki bezeme yer yer kırılmış ya da
çürümüştür. Minberin Arapça yazıtında ustasının Ali bin Sencer olduğu ve nakışlarını
Kirmanlı Tacüddin'in şakirdi Muhammed'in yaptığı yazılıdır. Minareli olarak
yapıldığı halde minaresi yıkılmış ve 1914'te Belediye Başkanı Gönüllüzade Hıdır
Çelebi ile vakıflar memuru ve askerî amirlerin girişimiyle, minare Ermeni mimar Lole
Giso'ya yeniden yaptırılmıştır. İki şerefeli olan minare, iskelesiz olarak inşa edilmiştir.
Camiye “Şehidiye” adının verilmesi, Abdulgani Efendi tarafından, caminin temeli
atıldığında ortaya çıkan birkaç şehid mezarına ve Vezir Nizameddin Bakış'ın savaşta
şehit düşen kölesi Lulu'nun cami yapılmadan önce buraya gömülmesine
bağlanmaktadır. Çok sayıda onarım geçirmiş olan yapının ilk onarımı, 1787 tarihini
veren yazıtın ilk onarıma işaret ettiği düşünülürse, bu tarih olmalıdır. 1975'te cami,
Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından onarılmıştır. Cami minaresi ile 1515-16
tarihinde yapıldığı bilinen türbenin sandukaları 1925 yılında Vali Tevfik Hadi Baysal
döneminde yıkılmıştır.292
292
291. Mardin aşiret-cemaat-devlet. Tarih Vakfı Yay.2001,431-432.
292. Mardin aşiret - cemaat - devlet. Tarih Vak
155
Şeyh Eyyub-i Ensari'nin Evi
Molla Said Mardin'e geldiği zaman, Şeyh Eyyub-i Ensari Efendi'nin evinde
kalmıştır. Ensari ailesinin atası ise, Yemen hükümdarı olan Tübba soyundan gelen,
Medine'de yerleşen, Harislerin Hazrec kolundan, Enneccar oğullarından, İslâm
peygamberinin ünlü bayraktarı Ebu Eyyüb'el Ensari'dir. Kâinatın Efendisini evinde
misafir etme şerefine nail olan büyük sahabi Ebu Eyyüb'el Ensari'nin, on üç asır sonra
aynı adı taşıyan, aynı soydan gelen bir zatın evinde Zamanın Bedii'nin misafir
edilmesi bir tesadüf olabilir mi? Bilindiği gibi Medine şehri İslâmın sosyal hayata
başlangıç beldesi olarak kabul edilmiştir. Burada iman dersleri tamamlanmış, İslâm
hayata geçirilmiştir. Mardin de Bediüzzaman'ın siyasî ve sosyal hayata atıldığı ilk
şehir olmuştur. Onun içindir ki Mardin Bediüzzaman'ın hayatında önemli bir yer
293
edinmiştir.293
Molla Said'in Mardin hayatında çok özel bir yeri olan, Ensari ailesinin önemli
ve değerli simalarından biri de şüphesiz Abdülgani Beydir. Kaderin bir cilvesi olarak
Bediüzzaman bu mübarek ailenin, değerli ferdi olan Abdülgani Beyle Ankara'da bir
araya gelir. “İstanbul'un İngilizler tarafından işgal edildiği yıllarda Bediüzzaman da
oradadır ve işgal kuvvetlerine karşı cesur mücadelelerde bulunur. Bediüzzaman'ın bu
kahraman mücadelesini yakından takip eden Ankara hükümeti, onu dâvet eder.
Önceleri 'Ben tehlikeli yerde mücahede etmek istiyorum. Siper arkasında mücahede
etmek hoşuma gitmiyor. Anadolu'dan ziyade, burayı daha tehlikeli görüyorum'
diyerek bu dâvete yanaşmasa da, ısrarlı teklifler üzerine 1922 yılı Kurban
Bayramından bir hafta kadar evvel trenle Ankara'ya gider. İstasyonda kalabalık bir
halk topluluğu ve milletvekilleri tarafından karşılanır. Zamanın Siverek Milletvekili
Yüzbaşı Abdülgani Ensari ile Bediüzzaman arasında o günlere ait şöyle bir lâtife
cereyan eder.
3 Temmuz 1922 Perşembe günü Kurban Bayramı arefesinde Bediüzzaman,
Ensari'ye: 'Ensari! Yarın Said'in başını kesecekler' der. Ensari de bu cümledeki inceliği
ve tevriyeyi anlayamaz ve 'Nasıl olur efendim?' diye telâş eder. Bediüzzaman bu
lâtifeyi ona şu şekilde izah eder: 'Said kelimesinden 'sin' harfi kaldırılsa, yani baş harfi
olan 'sin' kesilirse, geriye 'iyd' kalır ki, o da bayram demektir. Abdülgani Bey (Ensari,
1885, Mardin), Şeyh İsmail Efendi'nin oğludur. 23 Mayıs 1906'da Harbiye Mektebi
aşiret sınıfına girdi ve 1 Temmuz 1909'da süvari teğmen rütbesiyle orduya katıldı. 30
Kasım 1911'de üsteğmen oldu; Birinci Dünya Savaşı'nda Doğu cephesinde gösterdiği
başarılarıyla gümüş muharebe liyakat madalyası aldı. 1 Mart 1918'de yüzbaşı oldu.
Siverek jandarma komutanı iken Milli Mücadele'ye katıldı, Siverek milletvekili
olarak 18 Ağustos 1920'de Meclis'e girdi. Abdülgani Bey, yörede Milli Mücadele
karşıtı faaliyetlerin önlenmesinde etkili oldu. Bediüzzaman'ın Cumhuriyetin kuruluş
döneminde yaşanan havayı yansıtan görüşlerini, Abdülgani Beyin aktardığı
hatıralarından çok net bir şekilde öğrenebiliyoruz. Merhum Abdülgani Ensari, bir
başka hatırasını da şöyle anlatır: O sıralarda Şeyh Sunusi de Ankara'ya gelmişti. Ben
onunla da dostluk kurmuştum. Bir akşam evime götürdüm. Dolayısıyla o akşam
Üstad'ın sohbetinde bulunamadım. Sair zamanlarımda mutlaka Üstad'ın
sohbetlerinde bulunurdum. Sabahleyin beni gördü, 'Ensari!' dedi, 'Sizin Mardin tüc293. Mehmet Selim Mardin, Yeni Asya…
156
carları nereye ticaret yaparlar ve yüzde kaç kazanırlar? Dedim: Efendim, ekseriyâ
Bağdat'a gider gelirler ve yüzde ancak on beş kadar kâr ederler... Dedi; 'Peki, yüzde
yüz kârlı bir ticaret olan ve sana çok daha yakın dün akşamki ticareti niye yapmadın?'
Dedim: 'Seyda, dün akşam misafirim Şeyh Sunusi idi, onun için gelemedim. Dedi:
'Neden onu da mahrum bıraktın?'” (M. Selim Mardin)
Bölgedeki Manevi Kişilerle İlişkisi
Bediüzzaman ve Seyyidlik
Güneydoğu seyyidler mekânıdır. Evet, bugün tarih-i Âlemde hiçbir nesil,
şecere ile ve senetlerle ve anane ile birbirine muttasıl ve en yüksek şeref ve Âli hasep
ve asil neseple mümtaz hiçbir nesil yoktur ki, Âl-i Beytten gelen seyyidler nesli kadar
kuvvetli ve ehemmiyetli bulunsun. Eski zamandan beri bütün ehl-i hakikatin fırkaları
başında onlar ve ehl-i kemÂlin namdar reisleri yine onlardır. Şimdi de, kemiyeten
294
milyonları geçen bir nesl-i mübarektir.294
Mehdi-i Al-i Resulün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin
üç vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa,
o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden
bekliyoruz.295
295 Biz Türkler, seyyidleri kesretle içinde bulunan ve necib kavm-i Arap
olan sizlere ve sizin ecdatlarınız olan Sahâbe-i Güzîne Allah nâmına, Peygamber-i
Zîşan hesâbına sonsuz bir sevgiyi ve nihayetsiz bir hürmeti dâimâ kalbimizde,
rûhumuzda besliyoruz ve yaşatıyoruz. O âlî Peygamber-i Zîşan için ve onun âlî dîni
296
için, başta rûhumuz ve herşeyimizi fedâya hazırız.296
Ben, kendimi seyyid bilemiyorum. Bu zamanda nesiller bilinmiyor. Gerçi
manen ben Hazret-i Ali nin (r.a.) bir veled-i manevisi hükmünde ondan hakikat dersini
aldım ve Al-i Muhammed Aleyhisselam bir manada hakiki Nur şakirtlerine şamil
297
olmasından, ben de Al-i Beytten sayılabilirim.297
Birçok kimse Üstad Said Nursi'nin 'nesebinin baba yönünden İmam Hasan'a
(ra),annesi cihetinden de İmam Hüseyin'e (ra) dayandığını hususi bazı sohbetlerinde
söylediğini, ancak ihlâsı korumak ve diğer insanlar nazarında manevi makam
kazanma duygusundan kaçınmak için bu meseleyi Risalelerde açıklamadığını
nakletmektedir. Birkaç misal verelim:
1. “Kardeşim Abdurrahman, Hz.Ali (ra) efendimize mensup kişi benim. Ne
alıyorsam, o kanaldan alıyorum.”
2. “Ey Salih kardeşim, sen gerçekten seyyidsin, yani Ehl-i Beyt'tensin. Aynı
298
şekilde Nuriye de seyyyidedir. Ve Mirza da seyyiddir.”298
3. “Ben seyidim. Fakat sen bunu hiç kimseye söyleme. Annem, Hz.Hüseyin,
Babam ise Hz. Hasan neslindendir.”299
299Bediüzzaman seyyiddir. Bediüzzaman'ın
seyyid olduğuna dair bir belge de kendisini Diyarbakır'dan ziyaret eden Asaf Gördük'e
söyledikleridir. Asaf Gördük 1934'te Diyarbakır'ın Eğil beldesinde doğdu. Ziyaretini
şu şekilde anlatır: “Üstadı ziyarete gittiğimde 'Gel, gel kardeşim, seni bekliyordum.
294. Mektubat, Sayfa 426.
295. Emirdağ Lahikası, s. 231.
296. Tarihçe-i Hayat, s. 533.
297. Emirdağ Lahikası, s. 23.fı Yay. 2001, 438 – 439.
298. Necmeddin Şahiner, Son Şahitler. Nesil yay.17.baskı, 3/201.
299. Şahiner, a.g.e, 2/238; İhsan Kasım Salihi, Çağın Devasa Tanığı, Bediüzzaman Said Nursi. Şahdamar yay.
İstanbul 2007.
157
Dedi. Ellerini defalarca öptüm, öptüm.. O esnada hıçkırıklarla ağladığımı
unutamamam. Daha önce söylemediğim halde, bak kardeşim sen istedin, sen geldin
demesi kerametidir. Bizim soyumuz Diyarbakır'ın Eğil ilçesi beylerinden gelir.
Onlarda Paygamber Efendimiz (s.a.s) amcası Hz. Abbas'ın soyundan gelmektedir.
Bediüzzaman Peygamber soyundandır. 'Asaf kardeşim Abbasi aşairindendir ve
benim amcazademdir demesi' ancak ve ancak bu asrın müceddididinin bir
300
kerametidir.300
Bilindiği üzere Hz. Abbas peygamberimizin amcasıdır. Hz.Abbas soyundan
gelenler de seyid sülalelesinin (Bediüzzaman) amcazadesidir. Diyarbakır merkezde
de Hz. Abbas soyundan gelen çok tanıdık bulunmaktadır. Erimi (Sımaki) köyü
sakinleri de Hz. Abbas soyundandır. Hz. Abbas'ın Yaradan katında ne kadar önemli
olduğuna şu olayla göz atalım. Hem vefat-ı Nebevîden sonra, Hazret-i Ömer, Hazret-i
Abbas'ı vesile yapıp demiş: "Yâ Rab, bu Senin habibinin amcasıdır. Onun yüzü
301
hürmetine yağmur ver." Yağmur gelmiş.301
Hz. Abbas soyundan olana Hz. Ömer'in verdiği öneme bakalım: İbni Abbas
"Tercümanü'l-Kur'ân" ünvan-ı zîşânını ve "habrü'l-ümme," yani "allâme-i ümmet"
rütbe-i âlisini kazanmış. Hattâ çok gençken, Hazret-i Ömer onu ulema ve kudema-yı
302
Sahabe meclisine alıyordu.302
Bediüzzamanla Görüşüp Kerametiyle Karşılaşan Derişli Seyda Muhammed
(Hz. Ömer sülalesinden)
300. Şahiner, a.g.e, 6/127.
301. Mektubat, s.150.
302. Mektubat, s.150.
158
Mardin-Diyarbakır arasında bulunan acır köyü bölgesinde Hz. Ömer neslinden gelen
Beni Hilal kabilesi ikamet etmektedir. Osmanlı bu aileye sahip çıkmış,17 köyün
idaresini bu soydan gelen ve Sipahi olan Emir Muhammed'e vermiş ve ona maaş
bağlamıştır.
Şeyh Fethullahi Verkanisi (K. S.)
Babası; Abdurrahim. Kendileri Sultan Şeyhmus'un nesebinden, ondanda Hz.
Ömer'e (R. A) varırlar. Onun için aşiretlerine Ömeri derler. Daha evvel Baykanda iken
sonradan Verkanis'e gelip yerleşirler. Önceleri Şeyh Muhammedi Fersafi'nin (K.S)
Şeyhi Hazin yanında amel ederler. Sonradan da Seydaya gitmek istediklerinden
gitmeden mürşitlerine danışırlar. Mürşitleri memnuniyetle kendisini Seyda'ya
gönderir ve amelin Seydanın yanında tamamlanışı... Şeyh Fethullah ilmi sahada o
kadar güçlü idi ki, kendisini, zamanın en büyük âlimi diye tanırlardı. Hatta Üstat
Bediüzzaman Saidi Nursi bile çok az da olsa kendilerinin yanında okurlar.
Kendilerinin üçüncü yerleşme yerleri Bitlis'tir. Orada bir medresesi vardı. İşi gücü
303
talebe yetiştirmekti.303
Abdülkadir Geylani ve Bölge
Abdülkadir Geylani'ye bölgede özel bir önem verilir. Abdülkadir Geylani de
aynı teveccühte olup Diyarbakır -Mardin yolu üzerinde Sultan şehmus denen bölgeye
304
gelmiştir. Abdülkadir Geylani 40 müidiyle Sultan Şehmuzu ziyaret etmiştir.304
Abdülkadir Geylani sevgisi çocuklara da aşılanmıştır. Bölge insanı olan Bediüzzaman
hazretleri çocukken Abdülkadir Geylani'den himmet beklerdi. Ceviz kaybolsa. Ya
305
şeyh. Sana bir fatiha, benim cevizimi buldur'diye Ondan medet beklerdi.305
Osmanlı da bu soya saygı göstermiş ve jestlerde bulunmuştur1839 tarihli, 603 nou
Diyarbakır Şeriyye sicilinde Mardinde Yurdbine köyünde ikamet eden Abdülkadir
306
Geylani torunlarına tevcihat yapılması ve verilen köylerin hâsılatından bahsedilir.306
Eba Eyyub el Ensari:
Mihmandâr-ı Nebevî Ebu Eyyubi'l-Ensârî hanesine teşrif-i Nebevî
hengâmında Ebu Eyyüb der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Ebu Bekr-i
Sıddık'a kâfi gelecek iki kişilik yemek yaptım. Ona ferman etti: ..- Otuz adam geldiler,
yediler. Sonra ferman etti: .. - Altmış daha davet ettim. Geldiler, yediler. Sonra ferman
etti: .. Yetmiş daha davet ettim. Geldiler, yediler. Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün
gelenler o mucize karşısında İslâmiyete girip biat ettiler. O iki kişilik taamdan yüz
307
seksen adam yediler.307
Medine, müslümanlar için emin bir yer olduktan sonra Mekke'de Rasûlullah
(s.a.s.) ile birkaç müslüman kalmıştı. Rasûlullah da hicret yolculuğuna çıkınca bunu
haber alan Ebû Eyyûb her gün Medine'ye yakın Hire ad verilen yerde onun yolunu
gözlerdi. Nihâyet Rasûlullah görününce bütün Neccar'lıları toplayarak Rasûlullah'ı
karşıladı. Bütün müslümanlar Rasûlullah'ı kendi evlerinde misafir etmek istiyordu.
Bunun üzerine Rasûlullah devesini serbest bıraktı. Kusva adlı bu deve Ebû Eyyûb'un
303. www.ashabilyemin.com.
304. Şehmus Diken, Sırrını Surlarına Fısıldayan Şehir Diyarbakır, İletişim yay. İstanbul 2003, s.19.
305. Mustafa Süzen, Eski Said'den Yeni Said'e, İstanbul 2007, s.55.
306. Doç Dr.İbrahim Yılmazçelik, Diyarbakır şer'iyye sicilleri kataloğu, Ankara 2001, s.149.
307. Mektubat, s.114.
159
evinin önünde çöktü. Ebû Eyyûb bu olayı şöyle nakletmiştir:
"Rasûl-i Ekrem (s.a.s.) evimizin alt katına yerleşmişti. Ben de üst kattaki
odada idim. Bir gün yukarıdan yere bir miktar su dökülmüştü. Suyun tavandan sızarak
Rasûlullah'ın üzerine gelmemesi için suyu bir bez parçası ile kurutmaya çalıştık.
Bunun üzerine Rasûlullah'ın yanına inip dedim ki: 'Ya Rasûlallah, senin bulunduğun
bir yerin üstünde bulunmak bize yakışmaz, yukarıdaki odaya teşrif etmez misiniz?'
308
Rasûlullah o günden sonra üst kata çıktı"308
Ebû Eyyûb ile zevcesi Ümmi Eyyûb Rasûlullah'ın yemeğini hazırlardı.
Rasûlullah (s.a.s.) İstanbul'un fethini ashâbına anlatıp, "İstanbul elbette fetholunacaktır; onu fetheden kumandan ne güzel kumandan, onu fetheden asker ne güzel
309 diye müjdelemiştir. Hicrî 52. yılda Muaviye oğlu Yezid kumandasındaki
askerdir"309
müslümanlar İstanbul'u kuşattılar. İslâm akîdesinin dünyanın dört bir yanına
yayılması husûsunda çok canlı ve diri bir gayrete sahip olan müslümanlar İstanbul'un
fethi ve İslâm devletinin sınırlarına dâhil olmasını şiddetle arzuluyorlardı. Hz. Ebû
Eyyûb el-Ensârı bu seferin hazırlanması için çok çalışmış ve sefere karşı çıkanlara
öğütlerde bulunmuştu. Uzun bir yolculuk yapan Ebû Eyyûb yaşının çok
ilerlemesinden dolayı İstanbul'a yaklaştıkları bir sırada hastalanmış, Yezid'e, öldüğü
takdirde cenazesinin hemen gömülmeyerek ordunun varacağı en ileri noktaya kadar
götürülmesini ve o yerde gömülmesini vasiyyet etmişti. Burada defnedilen Ebû
Eyyûb müslümanların İstanbul'da bir sembolüdür. İstanbul, ashab devrinden
başlamak üzere defalarca muhâsara edilmiş, nihâyet bu şehri fethetmek 1453 yılında
Fatih'e nasip olmuştur Sait Kızılırmak Bediüzzaman'ın Mardin hayatında yer alan ve
çok değerli âlimlerden olan Şeyh Yusuf Efendi, 1873 yılında Mardin'de doğdu.
Mardin'deki Ensar ailesinin büyüklerindendir. Hz. Peygamberimizin (s.a.s)
ashabından olan ve hâlen İstanbul Eyüp semtinde Eyüp Sultan Camii adıyla anılan
yerin meşrutasında medfun olduğu rivayet edilen Ebû Eyyub El-Ensârî'nin
torunlarındandır. (Mehmet Selim Mardin) Bölgemizde Ebu Eyyübel Ensari
sülalesinin çokluğu vesilesi ile bu noktadaki bir mucizeye göz atalım:
Bediüzzaman hazretleri Ebu Eyyüb'el-Ensari'nin evindeki bir mucizeyi şu
şekilde anlatıyor' Mihmandâr-ı Nebevî Ebu Eyyubi'l-Ensârî hanesine teşrif-i Nebevî
hengâmında Ebu Eyyüb der ki: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ve Ebu Bekr-i
Sıddık'a kâfi gelecek iki kişilik yemek yaptım. Ona ferman etti:
-3- Otuz adam geldiler, yediler. Sonra ferman etti:
-4- Altmış daha davet ettim.
Geldiler, yediler. Sonra ferman etti:
-5- Yetmiş daha davet ettim. Geldiler,
yediler. Kaplarda yemek daha kaldı. Bütün gelenler o mucize karşısında İslâmiyete
girip biat ettiler. O iki kişilik taamdan yüz seksen adam yediler.310
310
308. Müslim, Sahih II, 192.
309. Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV, 335.
310. Kadı Iyâz, eş-Şifâ,1/292; el-Heysemî, el-Mecmeu'z-Zevâid, 8/303; Hafâcî, Şerhu'ş-Şifâ, 3/33; Ali el-Kari,
Şerhu'ş-Şifâ, 1/604. Mektubat, s. 114
160
Mardinde Bediüzzaman ve Şeyh Yusuf Efendi
Molla Said on altı yaşına kadar olan hayat devresinde, Doğu'da çoklukla
bulunan klasik medrese hayatı içerisinde büyümüştür. Eğitimi, ilmî tartışmaları,
medrese talebeleri arasında geçen tatlı rekabeti hep o medreselerde yaşamıştır.
Mardin hayatındaki ilklerden, bir ilk ile daha tanışacak ve klasik medrese hayatından
kurumsallaşmış bulunan Mardin medrese hayatının içerisinde kendini buluverecektir.
Burada mevcut bulunan ve çoğunluğu Artuklu dönemi eseri olan on bir medrese
asırlarca her biri İslâm âlemine ilim ve irfan adamı yetiştirmiş, ilme büyük hizmetleri
geçen kurumlar olarak tarihteki yerlerini almışlardır.
İşte Molla Said bu medreselerden biri olan Şehidiye'de, Şeyh Yusuf Efendi ile
karşılaşıp tanışacak ve hayatında ilk kez kurumsallaşan bu ilim yuvasında müderris ve
talebelerle ilmî tartışmalarda bulunacaktır.
Bediüzzaman'ın Mardin hayatında yer alan ve çok değerli âlimlerden olan Şeyh
Yusuf Efendi, 1873 yılında Mardin'de doğdu. Mardin'deki Ensar ailesinin
büyüklerindendir. Peygamber efendimizin ashabından olan ve hâlen İstanbul Eyüp
semtinde Eyüp Sultan Camii adıyla anılan yerin meşrutasında medfun olduğu rivayet
edilen Ebû Eyyub El-Ensârî'nin torunlarındandır. İbtidai, Rüşdi ve İdadi tahsilini
bitirdikten sonra Mardin Merkez Kasım Paşa Medresesine girmiştir. Orada çok
değerli hocalardan ders okumuştur. Daha sonra ayrıca o tarihlerde bugünkü
Cumhuriyet meydanında üç katlı binada bulunan Fransız Kolejine devam etmiştir
(kolej binası şimdi yıkılmıştır). Arapça, Farsça ve Fransızca'yı çok iyi derecede
biliyordu. Kur'ân-ı Kerim hafızı olup, Kırâatü's-seb'a ile Kur'ân-ı Kerim'i yedi vecih
ve tecvid üzerine okuyordu. 500 adet sahih hadisi ezbere biliyordu. Bütün bunlara
ulaşmak için gençliğinde tavana merbut ipe uyumamak için saçını bağlayarak gaz
lambası ışığında gece yarılarına kadar çalışıyordu. Bunun neticesinde Osmanlı
İmparatorluğu padişahlarından V. Sultan Mehmet Reşat döneminde ve onun bizzat
talimatı üzerine profesörlük ünvanını almıştır. Şehidiye, Kasım Paşa Medreselerinde
yirmi yedi yıl ders vermiş ve aynı zamanda bu süre zarfında İl Merkez Vaizliği
görevini ifa etmiş olup, bilahere kendi isteği ile istirahate çekilmiştir.
Bediüzzaman'ın Mardin hayatında iz bırakan mekânlar
Şeyh Eyyub-i Ensari'nin evi
Molla Said Mardin'e geldiği zaman, Şeyh Eyyub-i Ensari Efendi'nin evinde
kalmıştır.. Onun içindir ki Mardin Bediüzzaman'ın hayatında önemli bir yer
edinmiştir.311
311
Cizreli Şeyh Seyda
Karabüklü Mustafa Osman anlatıyor: Ben Cizreli şeyh Seyda 'nın
halifelerinden duydum ki Şeyh Seyda hazretleri her seher vakti, yüzünü garba doğru
çevirerek, kalben o tarafa müteveccih olurlardı. Bunun sırrını sorduğumda: 'Cernab-ı
Haktan yeryüzüne inen feyiz ve nurların bu asırda en evvel Bediüzzaman
hazretlerinin kalp ve ruhuna indiğini' sonra onun vasıtasıyla sair evliyaullaha tevzi
olunduğunu, bu yüzden kendisinin de garba doğru teveccüh etme mecburiyetinde
312
olduklarını söylemişlerdi.312
312. Abdülkadir Badıllı, Mufassal tarihçe-i hayat, s.735.
311. Mehmet Selim Mardin, Yeni asya ….
161
Selahattin-i Eyyübi ve Diyarbakır
Selahattin 29 Nisan 1183'de Diyarbakırı zaptetti..1185'te Silvanı ele geçirdi.
Eyyubilerin Diyarbakır hizmeti olarak Diyarbakır'da Melik Salih Eyyub'un
Hindibaba kapısından Dağ kapısına doğru III. Ve IV. burçlarda kitabesi vardır, surlar
onarılmıştır. Silvan kalesi de Eyyubilerce onarılmış, Ulu cami tamir edilmiştir. Ayrıca
tek minaresi kalan Eyyubi Camii de Eyyubilere aittir. Sultan Selâhaddin “Kudüs işgal
altındayken, ben nasıl gülebilirim ki?..” diyerek günlerce mahzun olarak yaşadı...
Kısa zamanda kurduğu muazzam devlete ve zaferlere rağmen aslâ gurura kapılmadı.
“Ben, Allah yolunun bir hizmetçisiyim” diyerek güzel bir ömür sürdü... Vefat
edeceğini anlayınca... Hastalığı ağırlaşıp vefat edeceğini anlayınca, adamlarına
kefenini vererek, bir mızrağın ucuna geçirmesini ve sokaklarda dolaştırarak şöyle
bağırmalarını emretti:
“Ey ahali!.. Şarkın hâkimi Sultan Selahaddin ölmek üzeredir ve ahirete ancak
şu bez parçasını götürebilecektir.” 313
313Diyarbakırlılar Selahattin'le beraber Kudüs'ü
kurtarmıştır. 1187'de Diyarbekir, El-Cezire, Musul, Şam tabileri Kudüsün fethi için
Selahattinin emrine asker gönderdi. 1187'de Selahattin Hıttin'de haçlıları yenerek
314
Kudüsü kurtardı. Mirac gecesi Kudüs aldı. Mescidi aksayı onardı.314
Bediüzzaman Selahaddin Eyyubinin adaletini anlatırken “Medar-ı fahriniz
315
olan Salahaddin-i Eyyûbî ...”315
Asr-ı Saadet olan sadr-ı evvelin hürriyet ve adalet ve müsavatı, bahusus o
zamanda delil-i kat'îdir ki, şeriat-ı garrâ müsavatı ve adaleti ve hakikî hürriyeti cemî
revabıt ve levazımatıyla câmidir. İmam-ı Ömer (r.a.), İmam-ı Ali (r.a.) ve Salâhaddin-i
Eyyubî â'sârı bu müddeâya delil-i alenîdir.316
316 Bediüzzaman Selahaddin 'in dahi
kahramanlığını anlatırken 'Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mazi derelerinde ve hal
sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve Salâhaddin-i Eyyubî ve
Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve Rüstem-i Zal gibi
ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan bir aile gibi'
317
demektedir.317
Avrupa'nın Hristiyan devletleri ile işbirliği yapmakta olan Ermenistan Kralı III.
Ruppen, Konya Selçuklu Sultanı Kılıç Aslan'ın hâkimiyetinde bulunan birkaç
kasabasına saldırark almıştı. Kılıç Aslan, Ermeni kralına savaşmak için
Selahaddin'den yardım istedi. Selahattin Ermeni kralını yendi, almış olduklarını Kılıç
Aslan'a verdi.318
318 Selahaddin öldüğünde büyük bir mali güçlük içinde idi Hazinesinde
47 dinar ve bir tane de altını vardı. Gömüldüğünde cenazeyi kaldıracak parası
olmadığından çocukları Şam müftüsünden ödünç alarak onu gömmüşlerdir.
Selahattin öldüğünde Mısır, Libya, Hicaz, Yemen, Filisetn, Şam, Malatya ve Ahlat'a
kadar doğu ve güneydoğu Anadolu, Hemedan'a kadar kuzey Irak'ta onun adına hutbe
319
okunuyordu.319
313. V.Tülek, Selahhtin-i Eyyubi…..
314. Ramazan Şeşen, Selahattin Devri, Eyyubiler devleti…
315. Tarihçe-i Hayat, Sayfa 73Beyanat ve Tenvirler, s. 89.
316. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 84.
317. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 59.
318. Ethem Kemgin,Kürdistan tarihi,Doz yay..İstanbul 2004, s.250.
319. Tori, Tarihselden Güncele Kürt Gerçeği, Sorun yay.2000,s.34.
162
Celaledin Harzemşah ve Diyarbakır
İslam dünyasında kahramanlığıyla tanınan Celaleddin Harzemşah'ın asıl adı
Mengübirti'dir. Celaleddin, kendisine verilen bir lakap olup bununla tanınmaktadır.
Harzemşahlar Devleti'nin sonuncu ve en ünlü hükümdarıdır. Doğum tarihi
bilinmemektedir. Babası Harzemşah hükümdarlarından Alaaddin Muhammed,
annesi Hint kökenli bir cariye olan Ayçiçek Hatun'dur. Harzemşahlar, 1215 tarihinde
Gazne ve Gur bölgelerini ele geçirdikten sonra merkezi Gazne olan geniş bir alanda
bir yönetim teşkil edilerek buranın emirliğine Celaleddin atanmıştır. Ancak, babası
ondan ayrı kalmak istemediğinden tayin ettiği görev yerine göndermeyerek yanında
tutmuştur. Diyarbakır'ın kazası Silvan (Meyyafarakin)'de hayatını kaybeden
Celaleddin'in cesedini, olayı haber alan Silvan hükümdarı Melik el-Muzaffer Gazi
320
Silvan'a getirtmiş ve orada defnettirmiştir.320
Bediüzzaman Hazretleri, ihlasla hareket etmeyi Kur'an'dan ders aldığını
belirtirken; Celâleddin Harzemşah gibi, "Benim vazifem hizmet-i imaniyedir;
muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir" şeklinde düşünmek
gerektiğini belirtir.321
321 Sadece neticeler üzerinde dikkatler toplandığında, kuvve-i
maneviyenin ziyadeleşmesi veya zayıflaması sözkonusu olmaktadır. İstenilen
neticenin hâsıl olmaması daha fazla harekete geçirmesi gerekirken ümitsizliğe sebep
olabilmektedir. Oysaki hangi neticesin daha iyi olduğunu Cenab-ı Hak'tan başka
kimse bilemez. Peygamber Efendimiz'e dahi görevinin sadece tebliğ olduğu netice ve
322
hidayetin Allah'a mahsus olduğu ayet-i kerimelerle vahyedilmiştir.322
Bediüzzman Celaleddin Harzemşah'ı şu şekilde anlatıyor: 'İnsan kendi
vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmamalı. Meşhurdur ki, bir zaman
İslâm kahramanlarından ve Cengiz'in ordusunu müteaddit defa mağlûp eden
Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken, vüzerâsı ve etbâı ona demişler: "Sen
muzaffer olacaksın. Cenâb-ı Hak seni galip edecek." O demiş: "Ben Allah'ın emriyle,
cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam.
Muzaffer etmek veya mağlûp etmek Onun vazifesidir." İşte o zat bu sırr-ı teslimiyeti
323
anlamasıyla, harika bir surette çok defa muzaffer olmuştur.323
'Ben de Celâleddin Harzemşah gibi, "Benim vazifem hizmet-i imaniyedir;
muvaffak etmek veya etmemek Cenab-ı Hakkın vazifesidir" deyip ihlâs ile hareket
etmeyi Kur'ân'dan ders almışım'.324
324 Hem de İslâmiyet milliyeti denilen mazi
derelerinde ve hal sahrâlarında ve istikbal dağlarında hayme-nişin olan ve salâhaddini Eyyubî ve Celâleddin-i Harzemşah ve Sultan Selim ve Barbaros Hayreddin ve
Rüstem-i Zal gibi ecdatlarınızdan emsalleri gibi dâhi kahramanlarla bir çadırda oturan
bir aile gibi, herkesi başkasının haysiyet ve şerefiyle şereflendiren ve hayat-ı ulviyenin
enmuzeci olan İslâmiyet milliyeti size emr-i kat'î ile emrediyor ki: Tâ herbiriniz umum
İslâmın mâkes-i hayatı ve hâmi-i saadeti ve umum millet-i İslâmın ferdî bir misâl-i
müşahhası olunuz.325
325 Bediüzzaman, Cizreli Âlim Molla Ahmed el-Cezeri'nin meş320. Sadıkov Hasanbala, Gence'den Amid'e Harezmşah Celaeddin'in ölüm yolu.1.Uluslararası Oğuzlardan
Osmanlıya Diyarbakır Sempozyumu.2004 Diyarbakır, s.123.
321. Emirdağ Lahikası, s.456.
322. http://www.risaleinurenstitusu.org/
323. Mesnevi-i Nuriye, s. 143; Hizmet Rehberi, s. 233.
324. Emirdağ Lahikası, s. 456.
325. Divan-ı Harb-i Örfi, s. 59.
163
326
hur Divanını yanında taşır ve talebelerine bu kitaptan bazen ders yapardı.326
Ahmed-i Hani Mem u Zin
Şair ve düşünür. Çukurca İlçesi'nin Han Köyü'nde doğdu. Yaşamının bir
bölümünü Cizre ve Şırnak yörelerinde sürdürdü. Din ve doğa güzellikleri üzerine
şiirler yazdı, söyleşiler düzenledi. Sözü ve sohbeti ile yaşadığı sürece kendisini
sevdirdi. 17. yüzyılda yaşamış olan Ahmedi Hani'nin doğum ve ölüm tarihleri tam
olarak bilinmiyor. Dini eğitim gören Hani; Kürtçe, Arapça, Farsça ve Türkçe biliyor,
eserlerini Kürtçe olarak yazıyordu. 14 yaşında yazmaya başlayan Ahmedi Hani,
eğitimini bitirdikten sonra öğretmen olarak hayatını sürdürdü. Mutasavvıf şair Hani,
Doğubeyazıt'da bir okul açarak dersler verdi. İnsanı merkez alan Ahmedi Hani,
bölgenin ileri gelenlerinden her zaman istediği eğitim desteğini alamadı.
Eserleri
Çocukların İlkbaharı, İnanç Yolu ve Mem ve Zin.327
327Bediüzzzaman 'genç Said
döneminde Şeyh Mehmet Celal Efendinin talebesiyken 'kendisİne lazım olan
bilimleri birer birer anlamak için kitaplara kapandı. Arkadaşları onu aradıklarında
Ahmed Hani hazretlerinin türbesinde buluyorlardı. Çünkü Genç Said, kitaplarını kucaklayıp türbenin sessiz ve derin
iklimine kapanıp o müthiş irade ve
enerjisiyle gece gündüz çalışıyordu.
Türbeyi bir ders mekânı olarak
seçmesinden dolayı arkadaşları ona:
med Hani Hazretlerinin feyzine mazhar
oldu. Onun için bu inanılmazları
328
başarıyor, diyorlardı.328
Ahmed-i Hani
(Halis Eker'in katkılarıyla)
Ahmed–i Hani Türbesi
326. Aksu: Bediüzzaman'ın Van Hayatı. Şanlıurfa 2003, s.16.
327. http://www.biyografi.net/) (http://www.kenthaber.com)
328. Halit Ertuğrul:Said-i Nursi'nin Destanlaşan Hizmeti,Nesil yay.s:25.
164
MEM U ZİN VE EHL-İ BEYT
Mem u Zin halk arasında dilden dile söylene gelen Meme Alan destanın-dan
kaynaklanarak 17. yüzyılda Ahmed Hani tarafından yazılı edebiyata uyarlanmıştır.
Mem u Zin 'Mem Alan'ın şiirsel bölümünü oluşturur. Yemen beyinin oğlu Mem ile
Cizredeki Han abdal'ın kızı arasındaki olayı ele alır.329
329 Bilindiği gibi Mem u Zin,
Cizre Beyliğinin hüküm sürdüğü dönemde, 854/1450-51 yılında, yaşanmış bir aşk
olayını konu edinen, Şeyh Ahmed-i Hani tarafından kaleme alınan manzum bir
eserdir. Ancak Mem u Zin'in halk ozanları tarafından söylenen ve Meme Alan adıyla
bilinen versiyonlarında Mem'in Mağrib ülkesininin reisi Ali Bey'in Kureyş reisinin
kızı ile evlenmesi sonucu doğduğundan söz ediliyor. Hâlbuki Ahmede Hani Mem u
Zin'in baş kısmında mem'in Cizre beyi'nin divan kâtibinin oğlu olduğunu yazmıştır.
Ayrıca destanın bir çok yerinde Mem'in Kureyşlilerle akrabalığına vurgu
yapılmaktadır. Örneğin Mem Zin'e karşı kendisini överken 'Bana Meme Alan derler
ki, o yakışıklıdır, Kureyş şeyhlerini yeğenidir.330
330 Destanın başka yerlerinde de
Mem'in Kureyş resilerinin (şeyh) yeğeni ve torunu olduklarından söz edilmiştir.
Mem'in Cizreli olduğu ve Zin ile olan aşkının Cizre'de geçtiği tarihen de sabit
olmasına rağmen halk ozanlarının Mem'i Kureyşle olan akrabalığını vurgulamaları
şüphesiz Kureyşiliğin, yani seyyidliğin halk üzerindeki büyük etkisini de
göstermektedir. Çünkü ozanlar söyledikleri destanlarda halkın beklentilerini göz
önünde bulundurmaya büyük önem verirler. Nitekim R.Lecot da ozanların
anlatımında Mem'in yapısının biraz değiştirildiğini ve yönetici olan Mem'in aynı
zamanda Kureyşlilerin yeğeni olarak gösterildiğini söylemekte ve 'Mem gibi en anlı
sanlı bir padişahın Kureyş soyuna ulaşmaması mümkün mü idi. Zaten şerefnameden
de anlaşıldığı gibi bir süre bölgedeki bütün büyük aileler ağalar, şeyhler ve beyler
kendilerini Cenab-ı Peygamberin ailesine ulaştırıyorlardı. Burada Kureyşiliğin
Seyyidlikle eşanlamlı olarak kullanıldığını hatırlatalım. Bölgede bugünde Kureyşilik
ve Seyyidlik aynı anlamda kullanılmaktadır. Nitekim bölgede medfun olan ve kendisi
için zew etkinlikleri düzenlenen seyyidlerden birinin adının Pir Kureyş olduğunu
daha önce görmüştük. Ayrıca Meme Alan destanında Kureyşten maksadın Seyyid
olduğunun başka delilleri de vardır. Örneğin destanın bir yerinde Kureyş resilerinin
(şeyh) hastalanmış olan Mem için evlerinin pencerelerine yeşil bayraklar astıkları ve
331
defler çaldıklarından bahsediliyor.331
Biz yeşil rengin seyyidlerin sembolü olduğunu bu renk sayesinde onların
332
halkın diğer kesimlerinden ayırd edildiğini daha önce belirtmiştik.332
ABDURRAHMAN AKTEPE VE BEDİÜZZAMAN
ŞEYH ABDURAHMAN AKTEPE – ÇINAR İLÇESİ
Çınar Aktepe köyünde Şeyh Hasan nurani'nin büyük evladı olan Şeyh
Abdurrahman Aktepi 1854-1910 yılları arasında yaşamıştır.
329. Mesut Balta:Kültürler Kavşağında Şırnak.2003,s.202.
330. Lecot,Roger, Meme Alan, 1997, s.33.
331. Lecot,Roger, Meme Alan.1997, s.45.
332. Abdurrahman Adak, Güneydoğu Anadolu bölgesinde seyyidler ve halk üzerinde etkileri, Lisans tezi, Ankara
1998, s.32-34.
165
Çınar Aktepe geçen asırda İslami bir üniversite hükmündeydi. Burada bir cami
minaresi ve medrese kalıntısı ile medrese öğrencilerinin (80 öğrenci) mezarı
bulunmaktadır. Minare 850 yılında yapılmıştır. Öğrenciler veba salgını sonucu vefat
etmişlerdir.
Eserlerinden başlıcaları “Revdül Neim” Divana Ruhi, Kitabül Ebriz, Keşfül
Zelam, Diyarbakır’a Özgü Takvim, Astronomi, (bir diğer astronomi eserinde
çevrimliğini yapmıştır.) Fıkıh, Arapça Gramer, Hastalıklar İçin Şifa Kitabı,
Eserlerinde öne çıkan Revdül Neim eserinde peygamberimizin özellikleri ile
onun miraca çıkışı konu edinmektedir. Manzum dizeler halinde kaleme alınan kitap
360 sayfadır, Hicri 1302 yılında kaleme alınmıştır. Diğer Kürtçe eseri ise Diwana
Ruhi'dir. Bu eser Şeyh Abdurrahmanın şiirlerinden oluşmaktadır. Tüm bunların
yanında Keşfül Zelam 35, Kitabül Ebris ise 81 sayfadan oluşmaktadır.
Ayrıca astronımi ile ilgili eseri hazırlarken ceviz ağacından dünya şeklinde bir
küre hazırlamış ve bu küre halen sağlam olarak durmaktadır. eserleriyle ilgili yorum
1.Divan: 471 beyittir, 70 sayfadır
2.Kitab-u Ravd'un Naiym: Konusu Hz. Muhammed'in(SAV) miracı ve hayatı
hakkındadır. 4531 beyitli olup 306 sayfadır.
3.Kitab'ul İbriz. Arapça yazılmıştır 81 sayfadır. Kur'anın Kelamullah olduğunu
anlatır.
4.Kiştab-u Keşf Zulam fi akaid-i fark-el İslam:Konusu mezhebler arasındaki
farklardır.25 sayfadır. Arapça yazılmıştır
5.Minhac-ul Usul: Konusu fıkıhtır. Arapça yazılmıştır ve 50 sayfadır.
6.Astronomi ile ilgili yazılmış eser
7.Aktepe köyü ve civarı için 1 yıllık namaz vakitlerini belirtir bir takvim.18
sayfalık mükemmel bir eserdir.
8.Sarf ve nahiv hakkında yazılmış bir eser.
9.Tıb hakkında bir eser.
10.1894 tarihli ayrı bir manzumesi ve 17. yüzyıl Osmanlı şairlarinden Nabi'nin
yazdığı bir Gazel'e üç mısra ekleyerek yazdığı Türkçe bir Muhannes'i vardır.333
333
Abdurrahman Aktepe
Aktepe Hazretlerinin Türbesi
333. M.Şefik Korkusuz:Diyarbakır Velileri.Kent yay.İst s:48
166
Şeyh hazretlerini yurtiçinden ve dışından çok kişi ziyaret ederdi. Şeyh
hazretlerini ziyarete gelenler arasında o zamanın meşhur alim ve velilerinden biri de
Bediüzzaman Said-i Nursi hazretleriydi. Üstad hazretleri şeyh hazretlerine karşı
büyük bir teveccüh beslemekteydi. Sık sık Aktepe'ye şeyhin ziyarete gelir, sohbet
meclislerinde bulunur, beraberce çeşitli konularda istişare eder, fikir mütalaasında
bulunurlardı. Üstad hazretleri günlerden bir gün,yine Aktepe'ye şeyh hazretlerini
ziyarete gelmişti. Şeyh hazretleri de üstadı aynı teveccühle seviyor, geldiği zaman son
derece mutlu oluyor, sevinci her halinden belli oluyordu. Şeyh hazretleri almış olduğu
terbiye icabınca,üstad hazretlerinin yanında müridlerine ders vermez,onlara nasihatte
bulunmaz ve sohbet makamına geçmezdi.Üstad hazretleri geldiği vakit,tüm söz
hakkını ve yetkiyi ona devrederdi,şeyh hazretleri daima Üstad'a güzel sözlerle hitap
ederdi,aynı şekilde Üstad'da ona karşılık verirdi.Şeyh hazretleri ona sizler birer
okyanussunuz, bizler ise o okyanusta birer damlayız, derdi. Üstad hazretleri de bizler
birer yıldızız, sizler ise bir güneş, sizlerin varlığı karşısında bizler yok mesabesindeyiz, diyerek karşılık verirdi. Aralarında bu dostluğa ve yakınlaşmaya herkes
imrenirdi. Üstad hazretleri şeyh hazretlerinin yanında birkaç gün kaldıktan sonra
ayrılmak için izin istedi. Köyün dışına kadar üstad hazretlerine şeyh hazretlerinin
müderrislerinden Molla Selim iştirak etti. Üstad hazretleri yolda ayrılma esnasında şu
veciz sözleri kullandı; Selim efendi, elinizdeki hazinenin kıymetini bilin, şeyh
Abdurrahman hazretleri sizlere, bizlere ve bu belde halkına Cenab-ı Mevlanın bir
lütfudur. Kendisine verilen bu büyüklük ve yüce makam;Allah'ın ipine sımsıkı
sarılma, sadakat, ihlas, takva, tevazu, Kur'an ve sünnete bağlılık, fedakarlık,
samimiyet, güzel ahlak ve Cenab-ı Hakk'a layık bir kul olma yönünde verilen azimli,
kararlı ve şerefli bir mücadelenin sonucudur. Cenab-ı Hak katında hiçbir şey boşa
değildir, her şey bir sebeple bitişikdir, şeyh hazretlerinin bu dereceye ulaşmasının
sebebi şudur:Şeyh Abdurrahman hazretleri Cenab-ı Hakka teslim olmuş,Kur'an ve
peygamber ahlakıyla ahlaklanmış, Allah dostlarının sıfatlarıyla bezenmiş,tam bir
veli,kutup ve alimdir. Allah kendisinden razı olsun. Bu sebeple onun kıymetini
bilin,ona hiçbir zaman saygıda kusur etmeyin,dediklerini son derece riayet edin
,ondan azami şekilde istifade etmeye gayret edin diyerek Molla Selim'in yanından
334
ayrılır.334
Diyarbakır Bismil İlçesine bağlı Üçtepe Köyünden Hacı Şemso naklediyor.
Ben Ispartada askerlik yaparken bediüzamanı ziyaret etmek istedim. yanına
gitmek istediğimde etrafı çok kalabalıktı orada iken içimden dedimki bu kalabalıkta
ben nasıl bediüzamana ulaşırım çok zor diye içimden geçirirken bir an yanındakilerine söyledi şuradaki askeri çağırın içeri alın diye... ve beni çağırdılar kendileri..
yanına gittiğimde bana Bismil Tepe nahiyesinden ( o zamanlar bismil köy iken tepe
beldesi nahiye idi) Hacı Arifi tanırmısın dedi bende evet dedim. Bediüzaman askerler
tarafından çınardan tepe’ye getirilir tepe’de karakol olduğu için o gün Hacı ARİF
karakola gider ve bediüzamanı 1 akşam misafir etmek ister bunun karşılığındada
karakola bediüzaman için kefil olur ertesi gün teslim etmek için. o akşam bediüzaman
geceyi haci arifin evinde geçirir ertesi gün bediüzaman karakola tekrar teslim edilir.
ertesi gün 2 asker eşliğinde bediüzaman elleri kelepçeli olarak Savura götürülür. şuan
334. Dr. Murat Özaydın.Abdurrahman Aktepe.Cihan yay.İst.2009.s.221
167
halen bediüzaman çeşmesi olarak bilinen yere geldiğinde öğlen namazı için ellerini
açmalarını ve namaz kılmak istediğini söyler askerlere. askerler kabul etmeyince üstat
BİSMİLLAH der ve kelepçeler açılır. orada abdestini alır ve namazını kılar. askerler
çok etkilenir ve artık ellerini kelepçelemek istemez. fakat üstad askerleri zor durumda
bırakmak istemez ve onlara vazifenizdir kelepçeleyin der ve öylece yollarına devam
ederler.
Bediüzzaman Çeşmesi
Namaz Kıldığı Köprübaşı Camii
168
Üstad tepeye gelmeden de çınar da iken Şeyh Abdurahmani Aktepi çınar
karakoluna gider ve karakola karşı kefil olur Üstadın bir gece kendilerinde kalması
için. velhasıl üstadı alırlar o gece Üstad Şeyhin evinde kalır toplanan cemaat üstada
çok ısrar eder ve kendilerine bir ders vermelerini ister üstad başta kabul etmez ama çok
ısrar olunca o zaman size bir soru sorayım der.
İMAN NERDEDİR? diye sorar şeyh abdurahman sabaha kadar müsade ister
sabah üstada sorduğu sorunun cevabını vermek istediğini söyler üstad ta buyur der
şeyh derki iman secdedir. üstad ders mahiyetindeki soru için cevabınız doğru der.
NOT:
Üçtepe li HACI ŞEMSO sadece üstadın çınardan tepe’ye geldiğini ve Tepe'li
Haci arifte kaldığını nakleder diğer bilgiler yerel alim ve büyüklerden alıntıdır..
Tepe beldesinde misafirliği
Üçtepe köyünden Hacı Şemseddin İspartada askerli yaparken Bediüzzaman'ı
ziyaret eder. Bediüzzaman Tepe beldesinde Mele Muhammed Emin Avşar'la Arif
Özaydın'ı tanıyıp tanımadığını sorar.Tanıyorum diyince Tepe beldesinde Arif
Özaydın'ın evinde 1 gece misafir kaldığını söyler.
Bediüzzaman Ve Bölge Kadını
Bediüzzaman'ın kadın ve çocukları Ermeni mezaliminden kurtarması O
muharebeler esnasında, Ermeni fedaileri bazı yerlerde çoluk çocuğu kesiyorlardı.
Buna karşı Ermenilerin çocukları da bazan öldürülüyordu. Bediüzzaman'ın
bulunduğu nahiyeye binlerle Ermeni çocuğu toplanmıştı. Molla Said
askerlere,"Bunlara ilişmeyiniz!" diye emretti. Daha sonra bu Ermeni çoluk çocuğunu
serbest bıraktı; onlar da, Rusların içerisindeki ailelerinin yanına döndüler. Bu hareket
Ermeniler için büyük bir ibret dersi olup, Müslümanların ahlakına hayran kalınışlardı.
Bu hadise üzerine, Ruslar bizi istila ettiklerinde, fedai komitelerin reisleri Müslüman
çoluk çocuğunu kesmek âdetini bırakıp, "Madem Molla Said bizim çoluk
çocuklarımızı kesmedi, bize teslim etti; biz de bundan sonra Müslümanların
çocuklarını kesmeyeceğiz" diye ahdettiler. Molla Said, bu sûretle o havalideki
335
binlerle masumların felaketten kurtulmasını temin etmiş oldu.335
Bediüzzaman'ın Diyarbakır'lı Hanım talebeleri
Hafız Teyze
Diyarbakır Saraykapı'da ikamet eden hafız teyze ama'dır. Çok yoksul ve yalnız
olan teyze desteklerle hayatını sürdürmektedir. Bu teyzenin ismini birçok kimse
bilmemekte ve sadece Hafız teyze demektedir. Bediüzzaman hazretlerini ziyaret eden
bir gruba katılan hafız teyzeye Bediüzzaman hazretleri kerametle daha önce kimse
ismini bildirmediği halde ismiyle hitap etmiştir. Hafız teyze Bediüzzaman
hazretlerinin vefatı esnasında Ş. Urfa'da bulunmuş, cenazeye katılmıştır.
Üstadın Hani'li 2 Hanım Talebesi
Halil bahadır anlatıyor:
1971 Askeri muhtıra sonrası Türkiye'de başlayan tarassudat ve taharrilerin bir
335. Tarihçe-i Hayat, s.99.
169
dramı da Diyarbekir'de yaşanıyordu. Molla Abdülkerim BULUT'un mahkeme günü
idi. Duruşma da müdafaa yapmak üzere avukat Bekir BERK ve Gültekin SARIGÜL
iştirak etmişlerdi. SUNGUR ağabey ile birlikte Sıkıyönetim mahkemesinde kalabalık
bir topluluk vardı. Ben de bu gaye ile Kızıltepe'den Diyarbekir'e gelmiştim. Mahkeme
sonrası öğleyi müteakip H. Yusuf KARAYEL'in daveti ile bir otobüs, bir minibüs ve
bir Jeep ile Hani'ye hareket ettik. Akşama doğru Hani'ye vardık. Akşam yemeği
yemek üzere Yusuf KARAYEL'in evinde toplandık. Bu esnada Yusuf KARAYEL'in
annesi: “kapı ağzından”
—Hoş geldiniz, hepinizin başına kurban olayım dedi. Bu samimâne ifade bizi
hem duygulandırmış hem de heyecanlandırmıştı. Yaşlı teyzenin bu ifadesi hafızamda
tazeliğini hala muhafaza ediyor. Geceyi Hani'de geçirdik. Sabah Yusuf KARAYEL'in
sürdüğü ve içinde Sungur ağabey, Molla Sıddık ve Molla Yusuf ŞİMŞEK'in
(Ceylanpınar da kitapçı) olduğu Jeep'le Diyarbekir'e gitmek üzere yola çıktık.
Hani'den 10-12 km kadar çıkışta yaşlı bir zat el hareketleri yaparak bizi durdurmaya
çalışıyordu. Sungur ağabey Yusuf KARAYEL'e herhalde bu bize işaret ediyor diye
durmasını istedi. Yanında durduğumuz zat vasıta kapısına yaklaşarak:
—Sungur ağabey sizinle beraber mi? dedi. Sungur ağabey de:
—Evet dedi.
—Abi hatırladınız mı? Ben Isparta'da Üstadın ziyaretine gelmiştim. Ablam
Zehra ve teyzem Fatma Üstada iletilmek üzere “Kur'ân-ı Kerim, Osmanlıca Risale
ve Cevşen-i kebir'i okuduklarını ve talebeliğe kabul edilmelerini” istemişlerdi. Bu
esnada, Üstad; Sungur ağabeye dönerek, Sungur!, “bu sabah iki hanım misafirim
gelecek” dememiş miydim? Yaşlı zat bu hadiseyi anlatınca Sungur ağabey birden
heyecanlandı.
—Evet, ben buna şahidim. Üstadımız bu iki hanım kardeşlerimizi talebeliğe
kabul etmişti. Sungur ağabey, yaşlı zata:
—Araba köye çıkabilir mi? iki hanım nur talebelerini ziyaret etmek istiyorum,
dedi. Yaşlı zat:
—Hayır, yolumuz patikadır araç çıkamaz, dedi. Göçebe hayvancılıkla
uğraştıklarını, bu sebeple ulaşamayacaklarını ifade etti. Bunun üzerine Sungur
ağabey hemen kâğıt kalem çıkararak bazı notlar yazdı ve selamlarını iletti. Oradan
hareket ederek öğle vakti Tılalo'ya (Karaçalı) ulaştık Molla Sıddık evinde öğle
336
yemeğini yedikten sonra Diyarbekir'e ulaştık.336
Nursel Coşkunsel
Dr. Nursel Coşkunsel, iman hakikatlerini anlatmayı ekmek, su gibi hayatî bir
ihtiyaç olarak gören, kendi varlığından geçmiş bir hakikat eri. 0 bunu hem bîr vazife
gibi yapıyor, hem de Allah'a iman etmeden bu dünyadan göçen bir kişinin Rabb'in
sonsuz rahmetini kaybetme riski onu bu yola sevk ediyor.
Keşke daha çok insan gecesini gündüzüne katarak Allah'ı anlatsa Yaratanına
kul olma gayesi ile bu dünyaya gönderilen insanoğlunun en önemli meselesi son
nefesini iman üzere verebilmek olmalıdır. Çünkü âlemleri var eden sonsuz kudrete
336. Halil bahadır Ağustos 2006 İstanbul
170
imanın ışığı olmadıktan sonra bura da yapılan hiçbir iyiliğin, güzelliğin ebedi âlemde
yansıması olmayacaktır. Mü'min, kendi aklında ve kalbinde Cenab-ı Allah'ın öğrettiği
iman hakikatlerini yerleştirdikten sonra çevresinden ve gittikçe genişleyerek bütün
insanlıktan sorumludur. İşte bu sorumluluk duygusu, kişiye iman etmeden öldüğünü
duyduğu herkes için kendini hesaba çektirir. O kişi firavun tabiatlı olsa bile...
Dr. Nursel Coşkunsel, bu tip normalin çok ötesinde yaşayan, iman hakikatlerini
anlatmayı ekmek, su gibi hayati bir ihtiyaç olarak gören, kendi varlığından geçmiş bir
hakikat eri. O bunu hem bir vazife gibi yapıyor, hem de Allah'a iman etmeden bu
dünyadan göçen bir kişinin Rabb'in sonsuz rahmetini kaybetme riski onu bu yola sevk
ediyor. Allah'tan en çok korkanlar âlimlerdir' sırrınca, 'bilmediği her şeyi öğrenip
bilmeyen herkese anlatma' uğruna gecesini gündüzüne katıyor. Her zamanki gibi bir
yerden bir yere koşma telaşıyla dolu bir günde iki sohbet toplantısı arasında
konuşabildik Dr. Coşkunsel ile. Dizinde ortaya çıkan ağrı hayatını biraz yavaşlatmış
olsa da durduramamış onu. Ev hanımlarından öğrencilere, genç kızlara, çocuklara
varıncaya kadar Diyarbakır'ın her yerinde iman sohbetleri yapan Coşkunsel, "Hizmet,
huzurullafvta yaşamaktır. Bir insan Allah'ın huzurundaysa muhakkak hizmet eder.
Allah'a imanı olan ister ki, herkes Allah desin. Sen Allah diyorsan başka birisinin
Allah dememesi çok ağır gelir. Ölürcesine bir tesir uyandırır. Başkaları için yaşama
gayeniz olur. En az kendi imanınızı kurtarmak kadar başkalarının imanını kurtarmak
da sizin için önemli olur. Firavun'un secdede ölmesi hadisesini binlerce kez o anı
yaşarcasma hissetmişimdir. Biraz daha önce iman etseydi belki çok daha farklı
olacaktı. İman etmeden öldüğünü duyduğum birçok kişi için kendimi sigaya
çekmişimdir." diyor. Bingöl'den Diyarbakır'a göçmüş 7 çocuklu bir ailenin okumaya
en meraklı, bu konuda sonuna kadar diretip isteğini yaptırmayı bilen, inatçı, akıllı kızı
olan Nursel Hanım, ilkokuldan sonra kendisini okula göndermeme kararı alan
babasına bu uğurda evden kaçmayı göze aldığını söyleyecek kadar gözü kara bir
kişiliktir. Ailede ilkokuldan sonra okula devam eden tek çocuktur. Üniversiteyi de
ailesinin başka şehre göndermemesi yüzünden Diyarbakır'da bitirir. 1976'da mezun
olduğu Dicle Üniversitesi'nde göğüs hastalıkları alanında uzmanlığını da yapar.
Nursel Hanım'ın üniversite yıllan hayatında önemli kararlar aldığı ve kendi yolunu
çizdiği bir dönemdir. Örneğin, 1. sınıfın son döneminde başını örtmeye karar vermesi
bir dönüm noktasıdır. Ailesinden yeterli bir dinî eğitim almadığı halde daha çok
tefekkür ederek vardığı bir karardır bu. Tamamen Allah'ın ihsanı, ikramıdır ona göre.
Dicle Tıp Fakültesinin İlk Başörtülü Öğrencisi İdi
İlkokuldan beri namaz kıldığını ve sürekli okuduğunu belirten Nursel Hanım,
hayatının bu yönünü şöyle anlatıyor: "Ailemde çok dinî bir hayat yaşanmazdı.
Geleneksel bir İslamiyet vardı. Dinî kitap okuma şansım çok yoktu. Namaz kılıp
kılmadığımızı fark etmezlerdi. Mesela, çocukken sabah namazına kalktığımda 'sen
daha küçüksün. Dr. Nursel Hanım, başını örtmeye karar verdiği ilk gün annesinin
fularını örterek fakülteye gider. Büyükler kalkmazken sen neden kalkıyorsun' deyip
içimdeki heyecanı söndürmeye çalışırlardı. Allah'ın ikramı, içimden gelen coşkuyla
namazımı kılmaya çalıştım. Mahalle hocasından Kur'an öğrenmeye bile kendi
ısrarımla ağlayarak gittim. Namazı da babamı sorularımla zorlayarak öğrendim. Son171
radan, kıldığım namazlar sahih miydi diye düşünüp kaza namazları kıldım. Bu
manada hayatımda hep bir müca-hede vardı. Rabb'im bıraktırtmadı bu gayreti. Hiçbir
zaman da ümitsiz olmadım. Allah'ın ihsan ettiği içimden gelen o manevî enerji asıldır
zaten. Kişinin iç dünyasında o mücahedeyi asla bırakmaması, değişen hayat şartlan
içinde dışarıdan gelen şiddetli kasırgalara rağmen asla inancını yitirmemesidir. Bir
gün namazdan sonra 'Ben çok büyük bir yalancıyım, Allah'ım, Senin huzurunda
örtünüyorum; ama sonra açıyorum. Aslında her zaman Senin huzurundayım. Sen her
zaman varsın, beni her yerde görüyorsun; ama ben başımı açarken yalan söylüyorum.'
diye düşündüm ve çok utandım kendimden. Örtünün nasıl olması gerektiğini
bilmiyordum. O dönemde zaten başörtüsü de yoktu. Annemin tek siyah eşarbı ve
boynuna bağladığı fuları vardı. O fulan alıp başımı örttüm. Bir ceket ve çorap da giyip
fakülteye gittim."
Nursel Hanım, Risale-i Nurları tanıdıktan sonra önüne çok farklı, büyük bir
dünya açıldığını söylüyor. Nursel Hanım, sadece üniversitede değil koca şehirde bile
yalnız gibidir; çünkü başını tam olarak örten, uzun etek giyen kadın sayısı çok azdır o
devirde. Okula gittiği ilk günden okuldaki karşıt görüşlü öğrencilerden tehditler
gelmeye başlar. Başını örtmeye karar verdiğinde bunları hiç düşünmemiştir oysa.
Okula alınmasa bile tahsilini bir şekilde yürütme kararlılığı içindedir. Okumaktan da
örtünmekten de taviz vermeyecektir. Tehditlerden zerre kadar korku girmez kalbine.
Okula alınmama gibi bir zorlama ile karşılaşmayan Nursel Hanım, ça lışkan bir
öğrenci olduğu için çok sevilmektedir. Karşı çıkan hocalarını da bir şekilde diyalog
kurarak ikna eder. Üniversiteyi başörtülü tek öğrenci olarak bitirir. Amacı
üniversitede kalıp akademik kariyer yapmaktır. Bunun için göğüs hastalıkları
ihtisasından sonra patoloji eğitimi de alır. Lisan imtihanını kazanır. Doçentlik için
başvurusunu yapar. Bu arada 80 ihtilali olmuş, Yükseköğretim Kurumu (YÖK)
kurulmuştur. Dosyası YÖK'ten döner. Bütün hocalarının desteklerine, iki olumlu jüri
raporuna rağmen yardımcı doçent olarak ataması yapılmaz. Devlet hastanesinde
mesleğine devam eder. Tıp eğitimi alırken, dinî ilimleri de öğrenmeye çalışan Nursel
Hanım, etrafında yol gösterecek kimse olmadığı için kendi başına gayret etmektedir.
"Kendimi İslam sosyalisti olarak idrak ediyordum. Sosyal adalet ve eşitlikten
yanayım, derdim, hatta feministçe fikirlerim de vardı. Her şeyi aklen yorumlardım.
Ama yine de yaşadığım ortamın havasından kurulamazdım." diyen Nursel Hanım,
Risale-i Nur eserlerini tanıdıktan sonra önüne çok farklı, büyük bir dünya açıldığını
söylüyor. Dindar insanlara hitap eden güncel bir yayın arayışında iken Yeni Aysa
gazetesi ile tanışan Nursel Hanım, yazıların arasında geçen Risale-i Nurlardan alınma
bölümlerden çok etkilenir ve tanıdığı herkese bu kitaplan nerede bulabileceğini
sormaya başlar. Risaleleri yazarak çoğaltan bir aile ona Gençlik Rehberi'ni hediye
eder. Daha sonra da arkadaşları vasıtası ile diğer eserleri temin eder. O yıllarda, bu
eserleri okuyanlara karşı aşın bir korku yayıldığı için 2 yıl boyunca ailesinden gizli
okur Risaleleri.
‘Keşke büyüklerimiz iman hakikatlerini gençlere de anlatsaydı'
Babasının bu eserlerden haberdar olduğunu yıllar sonra öğrenen Nursel Hanım
şöyle konuşuyor: "Biz çocukken babam Üstad Bediüz-zaman'ın talebelerinin sohbet172
lerine katılmış; ama bize hiç anlatmadı. O zaman Risaleler kitaplaşmamış. Duvarda
asılı duran bir Kur'an kabının içinde 15. Söz'ü buldum. Daha önce bulmadığım için
kahroldum. Çünkü görsem muhakkak peşine düşer, üniversiteden daha önceki
yıllarda tanırdım. Demek ki kader plânında böyleydi. Babam elindeki bütün kitapları
korkudan yakmış, onu unutmuştu. Diyarbakır'da 1960 öncesinde ciddi iman
hizmetleri olmuş; ama biz o dönemden habersiz büyüdük. Çünkü gizli okumuşlar ve
gençlere anlatmamışlar. Bence hata yapmışlar. Korkmuşlar. Bu bana büyük ders oldu.
Hayatımda korku kelimesini hiçbir zaman gündemime almadım. Onlar korkmasalar
birçok genç yetişecekti o devirde."
Risale-i Nur okuyan kadın gruplan ile de tanışan Nursel Hanım, zaman içinde
okuduklarını anlatmaya başlar. Zorlu tıp tahsilinin yanında ailesinin karşı duruşu da
vardır; ancak bütün şartlarını zorlayarak geceleri okumaya gündüzleri koşturmaya
başlar. Öyle ki, 'göz kapaklarımı açık tutacak bir yöntem bulsam da hiç uyumasam'
dediği zamanlar olur. Bilmediği her şeyi öğrenme çabası içindedir. Kur'an'ı ve diğer temel kaynaklan aslından okuyup doğru bilgilenmek için Arapça öğrenip tıptan sonra
ilahiyat fakültesinde de okumayı ister. Hâlâ bu isteğinin devam ettiğini ifade eden
Nursel Hanım " O zamanlar 'bana hakiki İslamiyeti öğrenmeyi nasip et Allah'ım' diye
dua ediyordum. Risaleler bu ihtiyacımı tam karşıladı. İlahiyat olmasa bile Arapça
okuma iştiyakı duyuyorum. Yıllar içinde eksiğimi tamamlamaya çalıştım ama içimde
hâlâ bir tatminsizlik var. Risale~i Nur külliyatı karşıma deryalar gibi açıldı. Okumaya,
anlamaya ömürler yetmez. Ben okuyamadım, anlayamadım, böyle ölüp gideceğim
diye düşünüyorum." diye konuşuyor.
Rüyalarında Bile Allah'a İmanı Anlatmış
Hayatını iman ve Kur'an hakikatlerini öğrenmeye ve anlatmaya vakfetmişken
okul biter bitmez meslektaşı olan eşi Mehmet Coşkun-sel ile evlenirler. Bu kararda da
hizmet düşüncesi vardır; çünkü ailesi sürekli dışarıda olmasına karşı çıkmaktadır. Eşi
de aynı ideallere sahip olduğu için, birbirlerine destek olurlar. Evliliklerinin ilk yılında
Said Nuri dünyaya gelir. Hizmet düşüncesi her şeyin önünde olduğu için başka çocuk
düşünemediklerini ifade eden Nursel Hanım "Hizmeti hedeflemiş bir insanın aile
hayatıyla çok fazla uğraşması mümkün değil. Tek çocukla bile eksikler oluyor. En
basitinden çocuğun gideceği okul sorun oluyor ve hayatını ona göre düzenlemen
gerekiyor. Çocuk Allah'ın emaneti ve üzerimizde hakkı var. Meslekî çalışmalar,
hizmet ve çocuk derken hepsini ideal manada götürmek için şartlar zorlanıyor. Bir
tanesini en iyi şekilde yetiştirelim istedik." diyor. Sürekli çevresindekilere iman
hakikatlerini nasıl anlatacağını düşünen Nursel Hanım, insanlarla rüyalarında
konuşur bir dönem. Öğrenciliği ve mesleğini her zaman insana ulaşmak için bir araç
olarak görür. Hastanedeki küçük odasında bile fırsat buldukça arkadaş grup- İman
hizmetini hayatının değişmez hakikati kabul eden Nursel Hanım, satanistler için de
ağlamış. Çoğu akşamları üniversite öğrencilerinin birlikte kaldığı evlerde sohbet ile
geçer. Doktorluk yaptığı dönemde 'Allah'ım ne olur zamanım genişlesin. Sabah
uyandığımda evi pırıl pırıl bulayım da ev işleriyle uğraşmayayım.' diye dua eden
Nursel Hanım'a emekli olduktan sonra da zaman yetmiyor. Eskiden yürürken bile
kitap okuyormuş; ama bugün dizlerinden rahatsız olduğu için bu yöntemi bırakmış.
"Keşke daha çok insan gecesini gündüzüne katarak iman hizmeti yapsa. Bu benini
173
sürekli duam. Mevcut kardeşler biraz daha feda etseler kendilerini, biraz daha hizmet
etseler. Zaten klasik bir hayat yaşanıyor. Öyle de gidiyor ömür böyle de." Satanistler
için ağladım ve onlara dua ettim.
" Asr-ı Saadet'te İslam'ı kabullenen biri her şeyini İslam için veriyor, kendisi
minimal ölçülerle hayatına devam ediyordu. Günümüzde ise biz her şeyimizi
tamamladıktan sonra artanını hizmete verme tavrı içindeyiz. Dünya hayatımız tam
olsun, artan vaktimiz, paramız olursa bunu da hizmete veririz diye düşünüyoruz. Bu
temel yanlış devam ettikçe her kesime ulaşmada yetersiz kalıyoruz. Hayatım hep
anlatma çabasıyla geçti. Otobüs yolculuğunda yanımdaki hanım ile muhakkak diyalog kurmuş, anlatmışımdır. Kitap vermişimdir. Bu benim hayatımın değişmez
hakikati. Her insan ile tanışıp sözü Allah'a imana getirmeye çalışıyorum. Dünyadaki
tüm insanların tevhid inancına ihtiyacı var. Risale-i Nur, dar bir hizip, grup, düşünce
değildir. Bediüzzaman 'İnsanlar Kur'an'a ihtiyaç duysaydı, Kur'an duvarlara asılmak
durumunda olan, ara sıra okunan bir mübarek durumunda olmazdı.' diyor. İnsanın
önce ihtiyacı olduğunu fark etmesi lazım. Şeytana tapanlara hiç kızmadım ben sadece
onların varlığını duyunca çok ağladım. Allah'ım ulaşa-bilsem de anlatsam belki
hemen dönecek, diye dua ettim."
Doğu ve Güney doğu' daki Sorunların İlacı İlim
"Bölgemizde yaşayan insanların en büyük ortak noktası inançlarıdır. Biz
bunlan bizzat yaşadık. Birbirine düşmanlık eden insanlara kardeş olduğumuzu
hatırlatıyor, iman hakikatlerini anlatıyoruz. Dinimiz, aynm yapmaksızın bütün
insanları kucaklamayı emrediyor. Bunu duyan insan değişiyor. İlim ve eğitim bu
bölgenin ilacı diyebiliriz. Vurarak, kırarak, dışlayarak, tasnif ederek bir şey
yapılamaz. Maddî tedbirler başarılı olsa bile onun alt yapısı manevîdir. Dışarıdan
337
sanıldığı gibi güvenlik problemi yok burada."337
Saime Abla
Mehmet kayalar Ağabeyimizin hanımı Saime Hatun da Nûr hizmetinde eşine
ender rastlanır hizmetler ifa etmiştir. Aslen Kozana' lıdır (Arnavutluk). 1335 (Rumi)
doğumlu olup babası Haydar Efendi, annesi Şadiye Hanım'dır. Mehmet Kayalar,
12.02.1940 tarihinde Saime Hanım' la evlilik yapmıştır. Mehmet Kayalar, İman ve
Kur'an hizmetini subay ikende yürütmüştür. Kendisinin askerlik döneminde ve
üstad'la tanışmasından sonra emekli olup Risale-i Nur neşrinin hizmetinde bulunduğu
dönemde de yaşadığı; görülmemiş çile, hapis, sürgün, zehirlemeler, sürekli mesken
ihlali (Risale-i Nur'u aramada) gibi zorluklara karşın Saime Hanımın sabır ve metanet
takdire sezadır. Üç çocuğunun yetişmesi ve biz cemaatin dağılmaması için, anne
şefkatiyle büyük çaba göstermiştir.
Saime Hanım, Mehmet Kayalar Hz. nin vefatından altı ay sonra hayatta
kalan büyük oğlu Ahmet Mafer' i evlendirir. Bir arada yaşarlar. İki torun sahibi olur.
Oğlu' da 2003 yılında vefat edince kaderin bir cilvesi olacak ki, yinede çile dolu günler
başladı…… Diyarbakır' da olan ilk medrese-i nuriyeye döner, hastalıklarla beraber
yaşlılık sonucu, 92 yaşında 05.03.2006 tarihinde ahirete göç eder. (Rahmetullah) 338
338
337. Şemsinur Özdemir, Hizmet Anneleri, Zaman yay. İstanbul 2008, s.113.
338. İrfan Haspolatlı, Nûr'un Muallimi, Mehmet Kayalar ve Hatıralar.
174
FIRAT NEHRİ ve DİCLE NEHRİ
'Bu fıkra ile, dağlardan nebeân eden Nil-i mübârek, Dicle ve Fırat gibi
ırmakları hatırlatmakla, taşların evâmir-i tekviniyeye karşı ne kadar hârikanümâ
ve mu'cizevârî bir sûrette mazhar ve musahhar olduğunu ifham eder. Ve onunla böyle
bir mânâyı müteyakkız kalblere veriyor ki: Şöyle azim ırmakların, elbette mümkün
değil, şu dağlar hakiki menbaları olsun. Çünkü farazâ o dağlar tamamen su kesilse ve
mahrûtî birer havuz olsalar, o büyük nehirlerin şöyle süratli ve kesretli cereyanlarına
muvâzeneyi kaybetmeden, birkaç ay ancak dayanabilirler. Ve o kesretli masârife
karşı, gàliben bir metre kadar toprakta nüfuz eden yağmur, kâfi vâridât olamaz.
Demek ki, şu enhârın nebeânları, âdi ve tabiî ve tesadüfî bir iş değildir. Belki pek
hârika bir sûrette, Fâtır-ı Zülcelâl onları sırf hazîne-i gaybdan akıttırıyor. İşte, bu sırra
işareten bu mânâyı ifade için hadîste rivâyet ediliyor ki: "O üç nehrin herbirine
Cennetten birer katre her vakit damlıyor ve ondan bereketlidirler." Hem bir rivâyette
339
denilmiş ki: "Şu üç nehrin menbaları, Cennettendir."339
Kalbimden yükselip gelen bir ses, "Ağla, hem çok ağla! Belki rahmet-i
İlâhiyenin nüzûlü ve âlem-i İslâmın saâdet ve selâmeti için ağlayanlarla beraber ağla"
diyor. Bu anda kalb gözüm, bu hüzne iştirak ederek, Dicle ve Fırat ve Nil-i Mübarek
gibi âlem-i gayb vâdilerinde sular akıtarak ağlıyor. Bediüzzaman üç nehrin menbaları,
340 Bediüzzaman üç nehrin menbaları, Cennettendir.341
Cennettendir."340
341 sözleriyle
bunu teyidetmiştir.
Diyarbakır'ın iki nehri Fırat ve Dicle
339. Sözler, s. 227.
340. Barla Lahikası, s.7.
341. Sözler, s.227.
175
Dicle Nehri
Fırat Nehri
Ashab-ı Kehf ve Diyarbakır
Ashab-ı Kehf Son derece yüce insanlardır. Ancak onların köpekleri Kıtmir de
mübarektir. Mevlâna Câmi'nin dediği gibi derim: Yâ Resûlallah! Ne olaydı, Ashâb-ı
Kehf'in köpeği gibi, senin Ashâbının arasında Cennete girseydim. Onun Cennete,
benim Cehenneme gitmem nasıl revâ olur? O, Ashâb-ı Kehf'in köpeği; ben ise senin
342
Ashâbının köpeği.342
Hayvanların ruhları bâkî kalacağını ve hüdhüd-ü Süleymânî (a.s.) ve Neml'i ve
Nâka-i Sâlih (a.s.) ve kelb-i Ashâb-ı Kehf gibi bâzı efrâd-ı mahsûsa, hem ruhu, hem
cesediyle bâkî âleme gideceği ve herbir nevin, ara sıra istimâl için birtek cesedi
bulunacağı, rivâyât-ı sahîhadan anlaşılmakla beraber, hikmet ve hakîkat, hem Rahmet
343
ve Rubûbiyet öyle iktizâ ederler.343
1. Mağaranın durumunun Kur'andaki ifadelere(ipuçlarına uyuyor olması:
Mağaranın durumu, Kur'an-ı Kerim'de Kehf süresi 17. ayette geçen:
(Resulüm. Orada bulunsaydın güneşi görürdün: Doğduğu zaman mağaralarının
sağına meyleder; batarken de sol taraftan onlara isabet etmeden geçerdi. (böylece)
onlar (güneş ışığından rahatsız olmaksızın) mağaranın bir köşesinde (uyurlardı)'
şeklindeki ifadelere tamamen uymaktadır.
2. Mağaranın hemen yanında bir kilise kalıntısının bulunması Yöre halkı
tarafından 'Deri Rakim' (Rakim kilisesi )olarak adlandırılan çok eski bir kilsenin
kalıntıları mağaranın hemen yakınında bulunmaktadır. Şevket Beysanoğlu Bey bu
kilise kalıntılarının fotoğraflarını da yayınlamıştır.
3. Mağaranın ağzındaki duvar kalıntısı.
Mağaranın ağzında Dakyanus'un ördürdüğü söylenen bir duvar kalıntısı vardır.
4. Birçok müfessir tarafından Dakyanus'un hem şehir hem de kral olarak
alınması Dakyanus birçok araştırmacı ve müfessirve kabul gördüğü gibi hem Eshabı
Kahf olayının yaşadığı şehrin, hem de bu Allah dostlarına zulmeden Kralın ismidir.
Licede bulunan Antik şehrin ve Kralının adı Dakyanustur. Licedeki Dakyanus Antik
kenti gibi, Kralının adının da Dakyanus olması sadece bir tesadüf olabilir mi?
5. Dakyanus Antik kentinin bulunduğu Fis ovasının adı Efsus'tan bozmadır.
Şevket Beysanoğlu Bey Fis adının aslında Efsus'tan bozma olduğunu belirtmektedir.
342. Yirmi Yedinci Söz, s. …
343. Lem'alar, s. 360.
176
6. Mağaranın bulunduğu dağın adının Eshab_ül Kehf veya Rakim adını
taşıması 1977 yılına kadar resmi kayıtlarda Eshabül Kehf Dağı olarak geçen Dağın
adı, bu tarihte Harita Genel müdürlüğünce yanındaki dağlarla birlikte değiştirilmiş ve
İnceburun Dağları adını almıştır. 1976 yılında 1.Uluslararası Türk Folklor kongresine
bildiri olarak sunulan ve daha sonra Kongreye sunulan diğer eserlerle birlikte kitap
haline getirilen 'Eshab-ı Kehf'in yeri ' konulu çalışmasını kaleme alan Şevket
Beysanoğlu Bey bu dağdan RAKİM dağı olarak bahsetmiş, parantez içinde de Eshabı Kehf dağı olduğunu belirtmiştir.
7. Mağaranın bulunduğu dağın tepesinin bazı haritalarda 'Rakim' tepesi olarak
geçmesi Yakın tarihlere kadar birçok haritada mağaranın bulunduğu dağın adının
Eshab-ül kehf tepesinin ise Rakim tepesi olarak geçtiği bilinmektedir.
8. Olayın geçtiği dönem bölgenin Doğu Roma imparatorluğu hâkimiyetinde
bulunması Olayı araştıranlarca olayın geçtiği dönem olarak Roma imparatorluğu
genel kabul görmüştür. Hristiyan kaynaklarına göre olay Hz. İsa'dan sonra 201 ile 254
yılları arasında hüküm süren Decius (Dekyanus=Dakyanus) döneminde yaşanmıştır.
Lice bölgesi, MS 226 yılına kadar Roma-Part,226 yılından sonra ise Roma-Sasani
egemenlikleri arasında iktidar savaşlarına sahne olmuştur. Dakyanus Antik kentinin
Roma döneminden kaldığı neredeyse %100'e yakın bir oranda ispatlanmıştır.
Selevkoslar dönemine ait olabileceğini iddia edenler varsa da Dakyanus kentinin
Roma mimari yapılarını barındırması bu iddiamızı güçlendirmektedir.
9. Yöremizde Eshab-ül Kehfle ilgili birçok efsanenin olması. 10. Kehf süresine
konu olan 3 olaya ait bulguların da bölgemizde varolması Kehf süresindeki başlıca üç
olayın izlerine de bölgemizde rastlanmaktadır:
a) Eshab-ı Kehf kıssası:
Eshabı kehf olayına ait birçok bulgu ve efsane bölgemizde mevcuttur.
b) Hz. Musa ve Hz.Hızır (AS) kıssası:
Diyarbakır'ın doğusunda ve Dicle nehrinin kuzeyinde Hızır İlyas köyü
vardır.1970 sayımına göre burası 40 haneli ve 212 nüfuslu bir yerleşim merkezidir.
Daha kuzeyde Kani Hızır (Hızır pınarı) vardır. Hızır (a.s.)'nın Birkleyn mağaralarında
Hz. Musa ve İskender-i Zülkarneyn ile buluştuğuna dair efsaneler halk arasında
anlatılmaktadır.
c) Zülkarneyn kıssası: Eshab-ı Kehf'in 10-20 km kadar kuzeyinde Zülkarneyn
mağaraları vardır. Bu mağaraların 9-10km kadar batısında ise Zülkarneyn kalesi
harabeleri mevcuttur. (Zeki Dilek Lice kitabı)
Diyarbakır-Derkam Köyü Eshab-ı Kehf Mağarasında Kitabe
177
Selahaddin Eyyubinin kardeşi Melik Adil 1200 yıllarında bu kitabeyi
yazmıştır. O tarihte mağaranın yarısı yıkılıp Derkam köyüne düşer. Melik Adil bunu
tamir eder, insanlar unutmasın diye bu kitabeyi koyar.
Ünlü tarihçi Abdulrezzak Semerkandi'nin 528 yıl önce bir eserinde (Matlaun
Saadeyn) çok ilginç bir cümle kullanmaktadır , "Eserinde diyor ki; (Sultan Üveys,
Lice'deki Ashab-ı Kehf'e Bingöl üzerinden sefer düzenledi ve Muş Ovası'na vardı).
Diyarbakır-Lice'de Eshab-ı Kehf
Mağarası
Lice-Efsanedeki Dakyanus
Harabesi
Dakyanus sütunları
Fis (Efsus) Ovası
Lice Yencülüs Dağı
Kıtmir, Fethullah Gülen Hocaefendi ve Diyarbakır
'Fethullah Gülen hocaefendinin yeni doğmuş bebeklere altın ya da gümüşlerin
üzerinde Kıtmir duasını hediye ettiğini gözlüyoruz.
178
Bazı hak dostları kendilerini Kıtmir yerine koyup, Allahım bu ayetler ve şu
isimleri etrafıma sur yap ve onlar hürmetine beni koru demek istemişlerdir. Allahım
Sen Ashab-ı Kehf hürmetine bir kelbi bile üç yüz sene muhafaza ettin; bu biçareyi de
Hz Muhammed (AS)'ın bir kelbi kabul et, kendimi onun yerine koyuyor, etrafımı
kuşatan şu ayetler ve isimlerinin arkasına sığındığım o makbul kullar hürmetine beni
de himayene almanı diliyorum, manası kastediliyor.344
344
Kehf süresi ve Eshab-ı kehf
22. (İnsanların kimi:) "Onlar üç kişidir, dördüncüleri de köpekleridir."
diyecekler; yine bir kısmı "beş kişidir, altıncıları köpekleridir, "diyecekler. (Bunlar),
bilinmeyen bir şey hakkında tahmin yürütmektir. (Kimileri de) "Onlar yedi kişidir,
sekizincisi köpekleridir" derler. De ki : "Onların sayılarını Rabbim daha iyi bilir.".
İsimlerine gelince, Yemliha, Mekselina, Mislina (veya Meselina), Mernuş,
Debernuş, Şâzenuş, Kefeştetayyüş ve bir de köpekleri Kıtmir'den ibarettir.
Dünyada 34 yerde eshab-ı kehf mağarasından bahsedilir. Doğrusunu Allah
bilir. O bölgede eshab-ı kehf ehlinin isimlerinş sıkça görürüz. Yalnız bölgemizde bu
sevgi o kadar doruktadır ki halk bir köpek ismi olan Kıtmir'i çocuklarına isim olarak
koymaktadır. Bu duruma başka eshab-ı kehf bölgelerinde rastlamıyoruz.
Kıtmir bir köpek ismi olduğu halde çocuğuna bu ismi koyanlar görülmektedir.
Ocak 2006 itibariyle 5000 nüfuslu Lice'de nüfus md kayıtlarına göre Yemlihan 168
Şazenus 2 köpek ismi olmasına rağmen saygı alameti olarak 11 Kıtmir ismini
görüyoruz. Bu durum Eshab-ı Kehf anlayışının bölgede ne kadar hakim olduğunu
yansıtır.
Fis (Efsus) ovasının başında bir yerleşim yeri olan 5000 nüfuslu Kocaköy'de
telefon rehberinde 2 Kıtmir ismin görüyoruz.345
345
Diyarbakır ve Risale i Nur Külliyatı
İşaret-ül'l İcaz Tefsiri Diyarbakır'da19 Şubat 1330'da Cevdet beyin evinde
346
tebyiz edilmiştir.346
Münazarat ve Muhakemat isimli eserlerin ilk Arapça hali Diyarbakır'da telif
edilmiş, sonra Türkçe olarak neşredilmiştir. Bediüzzaman Diyarbakır ve Urfa şehir
merkezleriyle etraflarındaki bazı köy ve aşiretleri dolaşarak meşrutiyet hakkında bilgi
verdi. Burada sorulan suallere cevap verdi. Şehir merkezlerinde de konferanslar
tertipledi. Bu dönemde de iki eser vücuda getirmiştir.
1. Arapça Reçetetül Avam isimli eser. Daha sonra Münazarat isminde Türkçe
olarak yayınlanmıştır.
2. Arapça Reçetetül Havas isminde eser. Bu da daha sonra Muhakemat isminde
347
neşredilmiştir.347
Reçetetü'l Avam, Reçetetü'l Ulema veya Saykalü'l İslam isimli eserlerini 1910
yılında aşiret ziyaretlerini takiben yazıldı. 1911'de Münazarat ve Muhakemat eserleri
oluştu.348
348 Bediüzzaman'ın bölgedeki aşiretleri ziyareti esnasında onların meşruti344. (Osman Şimşek.İbretlik Hatıralar.Işık yay.İst.2010 s.185,188
345. Diyarbakır 2001 yılı telefon rehberi.s:239
346. İşaratül İcaz, s.108.
347. Aksu M., Bediüzzaman Said Nursi'nin Van hayatı, Şanlıurfa 2003, s.23.
348. http://www.ilahiyatforum.com/baskasinin-gunahina-aglayan-adam.; İslamiyet-Muhakemat.Sözler yay.2006.
179
yet, hürriyet ve anayasa hakkında sordukları sorulara cevaplar vererek ikna edici
açıklamalarda bulundu. Meşrutiyet ve meşveretin İslami temellerini onlara anlatarak
meşrutiyetin nimetlerinden faydalanmaları için gayret göstermelerini istedi. Daha
sonra bu seyahatler esnasında yaptığı görüşmelerin ve açıklamaların özetini
“Münazarat” adı altında yayınladı.349
349 1959 yılında, Diyarbakır başta olmak üzere,
350
Nurların camilerde okunmasına başlanmıştır.350
İlk Latince olarak yazılmış risale Diyarbakır'da hazırlandı
Mehmet Kayalar ağabey bir mektupla Üstad'a Latin harflerle basımı teklif
etti. Üstad cevabında 'Mehmet bey çok insan bu teklifi yaptı, hep reddettim. Seni
reddetmiyorum. Yalnız bir şartla 1000 adet basılacak ve 500 adet şarka
gönderilecek'dedi. Abdullah Yeğin tekrar Diyarbakır'a gitti. Akşam dersinden sonra
Mehmet Kayalar'ın oğlu Mefhar ile Ramazan, iktisat, şükür risalesini yazıp Üstad'a
351
gitti. Kısa zamanda tab oldu.351
Molla Ali ve Hizmetleri
Molla Ali 1925 Diyarbakır Silvan doğumludur. Molla Selahattin Kaplanla
beraber bölgede Risale-i Nur'u köy köy dolaşarak yaymıştır. Bediüzzaman
hazretlerinin gönderdiği kitapları bölgede yerlerine ulaştırmıştır. Kendisi Diyarbakır
Ulu Cami imamı Muhammed Said Yaz'ın babasıdır. Babasından kendisine
Bediüzzaman'ın gönderdiği 8 orijinal risale kalmıştır. Molla Ali'nin Bediüzzamanla
mektuplaşmaları olmuştur. Bediüzzaman Molla Ali'yi kardeşliğe kabul etmiştir.
Bediüzzaman'ın gönderdiği mektuplardan birini aşağıda örnek olarak vereceğiz.
Kaynak: Muhammed Said Yaz
349. http://www.risaleinurenstitusu.org/,A.Aymaz;Münazarat.Said Nursi, Şahdamar yay.2006.s.8.
350. N.Şahiner. Son Şahitler. Nesil yay.17.baskı.3/287.
351. Not: 500 adet İstanbul'a gidiyor,500 adet Diyarbakır'a geliyor ve dağıtım yapılıyordu. İ.Haspolatlı ile
mülakat; İrfan Haspolatlı, Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s.107.
180
Risale i Nurda Diyarbakır
Celal Tetiker ve Ramazan balcının 'Yeni Tarihçe-i hayat. 2003 baskılı
eserinden Diyarbakır kısımlarına bakalım. Ertoşi aşiretlerinden başlamak suretiyle
Hakkâri, Bitlis, Muş, Ağrı, Diyarbakır ve Urfa şehir merkezleriyle etrafındaki bazı
yerleşim birimleri dolaşır. Meşrutiyet hakkında konferanslar verir.352
352 1952 yılında
yaşanan Malatya suikastından sonra Nurlar ve Nurcular aleyhine açılan davalardan
Mersin, Rize ve Diyarbakırda açılan mahkemeler beratle neticelendi.353
353 Bilhassa
Ankara, İstanbul, Diyarbakır, Urfa medrese-i Nuriyeleri yalnız bulundukları muhitte
değil, çok geniş bir sahada hizmet-i imaniyede bulundular.354
354 İsparta civarı kaza ve
köylerinde, başta Diyarbakır ve umum şarkta Nur dersleri cemaatlerle
okunmaktaydı.355
355 İmam Bediüzzaman burada talebelerine son ve umumi bir ders
vermek arzu ediyordu. O tarihte Diyarbakır'da bulunan Nur talebesi Mehmet
Kayalar'ın da bu son derste bulunmasını istiyordu. Üstadın bu arzusunun haber alan
Mehmet kayalar aynı gün uçakla Ankara'ya geldi.356
356 19 Mart 1960 gecesi saat iki
veya iki buçuktu. Üstadımız bana baktı.'Gideceğiz'dedi. Üstadım nereye gideceğiz,
357
dediğimde, 'Urfa.. Diyarbakır.. dedi’357
Zübeyir ağabey, Hüsnü kardeş, Abdullah ağabey, üstadın yanından ayrıldılar.
İsparta, Ankara, Emirdağ, İstanbul, Diyarbakır vs. yerlere Üstadın vefat haberini
telgraf çekerek bildiriyorlardı.358
358 O gece Üstad'ın cenazesi camide kaldı.
Diyarbakır, Elazığ, Maraş, Gaziantep, Adana ve Urfa civarı vilayet, kaza ve
köylerden gelen çok kalabalık bir cemaatle sabaha kadar hatimler okundu.
Risale i Nurda Diyarbakır
Üstadımız, Barla'daki dokuz senelik ikametgâhı olan ve Risale-i Nur'un birinci
dershanesi, hem altı vilâyet genişliğindeki Medresetü'z-Zehranın çekirdeği bulunan
hanesini medrese-i Nuriye olarak Risale-i Nur'a vakfetmişti. Şimdi onu müteakip hem
Isparta ve civarı kazaları ve bazı köylerinde, hem Diyarbakır ve Şarkta Nur
dershaneleri açılmaktadır. Bu suretle o dershanelerde Nurların okunması ve Nurlarla
meşguliyete devam edenlere ve ders alanlara talebe-i ulûm şerefini kazandırmaktadır.
Talebe-i ulûmun ise, âdi harekâtı, hattâ uykusu dahi ibadet hükmüne geçtiğini bazı
büyük müçtehidler beyan etmişler.
Kardeşleriniz
Tahirî, Zübeyir, Sungur Ceylân, Bayram 359
359
Aziz, sıddık kardeşlerimiz
Evvelen: Üstadımız leyle-i Beratınızı tebrik ediyor. Hem selâm ve dua ediyor.
Saniyen: Diyarbakır'dan dün aldığımız mektupta ifade edildiğine göre,
Diyarbakır havalisiyle beraber şarkta şimdi iki yüz kadar Nur dershaneleri açılmış.
Ayrıca Diyarbakır'da kadınlara mahsus dört beş dershane-i Nuriye varmış. İnşaallah
352. s.417.
353. s.422.
354. s.438.
355. s.460.
356. s.471.
357. s.477.
358. s.478,
359. Emirdağ Lahikası, s. 444-445.
181
bu büyük bir hayrın alâmetidir.360
360
Heyet-i Vekileye ve Tevfik İleri'ye arz ediyoruz ki: Şark Üniversitesi hakkında
çok kıymettar hizmetinizi Üstadımıza söyledik. O dedi. Ben hasta olmasaydım, ben
de o mesele için vilâyat-ı şarkiyeye gidecektim. Ben bütün ruh u canımla Maarif
Vekilini tebrik ediyorum. Hem 55 seneden beri, Medresetü'z-Zehra namında Şark
Üniversitesinin tesisine çalışmak ve o üniversiteyi biri Van'da, biri Diyarbakır'da, biri
de Bitlis'te olmak üzere üç tane veya hiç olmazsa bir tane Van'da tesis etmek için,
361
Hürriyetten evvel İstanbul'a geldim. Hürriyet çıktı, o mesele de geri kaldı.361
Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir parçası olan ve binler gençleri vatan, millet ve
âsayişin menfaatine terbiye eden Gençlik Rehberi'nin mahkemesi dolayısıyla
Üstadımız hasta halinde iki defa İstanbul'a mahkemeye gidip, yüz yirmi polisin
kalabalığı dağıtmaya çalıştığı o mahkemede Gençlik Rahberi'nin hem müellifine, hem
nâşirine ittifakla beraat ve ayrıca Rehberin de içinde bulunduğu umum risalelere beş
mahkeme beraat vermişken, on beş günde teslimi lâzım gelen Gençlik Rehberi'nin on
beş aydan beri teslim edilmemesiyle Denizli ve Ankara Ağır Ceza Mahkemeleri beş
ayda beraat ve iadesine karar verdikleri halde Afyon Mahkemesi beş sene teslimi tehir
etmesiyle ve Diyarbakır havalisine, vilâyât-ı şarkiyeye iman, din ve âsâyiş noktasında
yüz vâiz kadar menfaati bulunan bir zatın kendi parasıyla aldığı hususî Nur
nüshalarını-haklarında beş mahkemenin beraat kararı olmasına rağmen-müsadere
edip vatana, millete faydalı hizmetine mâni olmasıyla o sadaka-i makbule
hükmündeki vesile-i def-i belâ bu suretle gizlendiğinden, bir buçuk milyar lira zarara
vesile olan bu belâ fırsat buldu, geldi denilebilir.362
362
Nurların Neşri
Anadolu'nun birçok yerlerinde Nurlara hizmet devam etmekle beraber;
bilhassa Ankara, Istanbul, Diyarbakır, Urfa medrese-i Nuriyeleri yalnız bulundukları
363
muhitte değil, çok geniş bir sahada hizmet-i îmâniyede bulundular.363
Urfa ve Diyarbakır'da, faal Nur Talebeleri, birer medrese-i Nuriye kurdular.
Risâle-i Nur'u her sınıf halktan, billıassa talebelerden, gençlerden gelen cemaate
okumak sûretiyle, ilmî derslere başladılar; bu zamanda pek ehemmiyetli olan talebe-i
ulûmun şerefini ihyâ ettiler. Şark havâlisinde büyük hizmet-i îmâniye îfâ olundu. Bir
aralık, Diyarbakır'da, orada nurlarla îmâna ve Kur'ân'a hizmet eden faal bir Nur
Talebesi aleyhine dâvâ açıldı; berâetle neticelendi, mü'minlerin sürûr ve
364
minnettarlığına vesîle oldu.364
Şu Medresetü'z-Zehrâ'ya dair mebâhisi, Hürriyetin üçüncü senesinde nutuk
suretiyle Bitlis'te, Van'da, Diyarbakır'da, daha birçok yerlerde ahaliye ders verdim.
Umumen dediler: "Hakikattir, hem mümkündür." Demek diyebilirim ki, ben bu
meselede onların tercümanıyım.
Sual: Maksadını müphem bırakma, ne istersin?
Cevap: Câmiü'l-Ezher'in kızkardeşi olan, Medresetü'z-Zehrâ namıyla dârülfü360. Emirdağ Lahikası, s. 402.
361. Emirdağ Lahikası, s. 400.
362. Tarihçe-i Hayat, s. 587.
363. Tarihçe-i Hayat, s.586.
364. Münazarat, s. 130.
182
nunu mutazammın pek âli bir medresenin Bitlis'te ve iki refikasıyla Bitlis'in iki cenahı
olan Van ve Diyarbakır'da tesisini isteriz. Emin olunuz, biz Kürtler başkalara
benzemiyoruz. Yakînen biliyoruz ki, içtimaî hayatımız Türklerin hayat ve saadetinden
365
neş'et eder.365
Barla lahikası :Sason'lu Yusuf Toprak'ın Yazdığı Mektup
(Risale-i Nur'un ehemmiyetli bir şakirdi olan Yusuf'un bir fıkrasıdır.)
Rahîm, Rauf ve Zü'l-Minen Hazretlerinin inayet ve lütuflarından olarak, tevbe
ve istiğfar gibi kullarına ihda eylediği miftah-ı kerem ve ihsana, çok günahkâr ve
terbiyesiz olan ben sefil Yusuf Toprak, bütün fezayıh ve i'tisaflarıma rağmen tevessül
ettikçe bana fazlından verdiği mazhariyetin kıymetini takdir etmek, ona şükür
eylemek şöyle dursun, bilâkis küfran-ı nimet, defaatle nakz-ı ahd, irtikâb-ı kizb ve
hıyanet eylediğim için, derin kasavete, kesif zulmete, müthiş dalâlete hakkıyla maruz
kalan kalbimin, ruhumun aldığı müzmin ve münkis yarayı tedavi çaresini taharri
yolunda aklımı, zevkimi kaybetmiş, âdeta çılgın bir hâle girmiştim.
Başvurduğum her tabib-i manevîden aldığım ilâçlar, yaramı tedaviye, aklımı
iknaa, lehfemi iskâta kâfi gelmedi. Bizzarure.
Ayet-i celilesinin mefhumuna teves-sülen, me'luf olduğum denaetlerden
mütehassil koyu lekeleri kal' ve tathire ve tarik-ı Hakda sebata muin olacak bir rehberi
ararken, ortada hiçbir sebeb-i zâhiri olmadığı halde, memleketimden Kastamonu'ya
nefyim şüphesiz, nefsime giran gelmiş ve hattâ ye's ve teessüfe kapılmıştım.
Bilmiyordum ki bu nefyim ile
ayetlerinin sırrına mazhar edecek ve iltiyam-ı ümid imkânsız gördüğüm
manevî yaralarımın tedavisine muktedir doktorların ve yanlarındaki kuvvetli
mualecenin eserini, varlığını ve ism-i Hayy ve Hakîmin cilvesini şefkaten göstermek
suretiyle, bana minnet üstünde minnet-i uhrevî yapmak.
1- Rahman ve rahim olan Allah'ın adıyla. Yalnız Ondan yardım dileriz.
2- De ki; ey nefsleri aleyhine haddi aşan kullarım! (Zümer Suresi: 53)
3- Bazen hoşunuza gitmeyen bir şey sizin için daha hayırlı olabilir ve bazen hoşunuza
giden bir şey de sizin için şer olabilir. Allah bilir, siz bilmezsiniz. (Bakara Suresi: 216)
4- Ve bazen hoşunuza gitmeyen bir şey olur ki Allah onda pek çok hayırlar kılar. (Nisa
Suresi: 19)
365. Münazarat, s. 126.
183
Bediüzzaman'a ölmeden önce kalması için tahsis edilen medrese
(Mehmet Kayalar ve medrese)
Celcelutiye ve Risale i Nur - Diyarbakır
Celcelûtiye vahiyle Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâma nazil olmuş ve
366
Allâmü'l - Guyûbun ilmiyle ifade-i mânâ eder.366
Celcelûtiye'nin aslı vahiydir ve esrarlıdır ve gelecek zamana bakıyor; ve gaybî
umûr-u istikb Âliyeden haber veriyor; Risale-i Nur, Celcelûtiyenin içine girmiş, en
mühim yerinde yerleşmiş.367
367 Elimde bulunan Celcelûtiye nüshası en sahih ve en
368
mutemeddir. İmam-ı Gazâli (r.a.) gibi çok imamlar Celcelûtiye'yi şerh etmişler.368
Celcelutiye'de: Bütün âlemlerin kalblerini Risale-i Nur'a ısındır ve Fettah isminle ona
369
makbuliyet ihsan eyle denmektedir.369
Risale-i Nur şakirtlerinin en büyük üstadı, Peygamberden (a.s.m.) sonra
Celcelutiye nin şehadetiyle İmam-ı Ali (Radıyallahu Anh) tır.370
370 İmam-ı Ali (r.a.)
371
Celcelûtiye'sinde sarahate yakın Risale-i Nur'dan haber verir.371 “Tükadü siracün
372 Hazret-i İmam-ı
nuri sirran beyaneten Tükadü siracüs sürci sirran tenevverat”372
Ali Radıyallahu Anh ve Kerremallahu Vechehu, Kaside-i Celcelûtiyesinde
kerametkârâne Risale-i Nur'dan haber verdiği yerde, Risale-i Nur'u "Siracü'n-Nur" ve
"Siracüssürc" namlarıyla tesmiye eder.373
373 İmam-ı Ali'nin (radıyallahu anh) Risale-i
Nur'a dair üçüncü bir kerametidir. Evet, On Sekizinci ve Yirmi Sekizinci Lem'alarda
izah ve ispat edilen iki zâhir kerametini teyid ve takviye ederek Kaside-i
Celcelûtiyesinde, Sirâcü'n-Nur'dan sarahat derecesinde haber verdiği gibi, yine o
374
kasidede Sirâcü'n-Nur'un en namdar risalelerine parmak basıyor, âdetâ alkışlıyor.374
366. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.112.
367. Mektubat, Sayfa 448Şualar, s.643.
368. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 114.
369. Doç.Dr.Abdülaziz Hatip,Celcelutiye ve hayatımızdaki dualar, Gençlik yay.2002, s.48.
370. Emirdağ Lahikası, s. 70.
371. Şualar, Sayfa 370. Şualar, Sayfa 591. Şualar, s. 638.
372. İmam Gazali (Terc.Halil Günaydın):Celcelutiye.Pamuk yay.İstanbul 2001,s.64.
373. Şualar, s.41.
374. Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s.102.
184
Celcelutiye'de Diyarbakır
Hazret-i Ali Radıyallahu Anhın en meşhur Kaside-i Celcelûtiyesi, baştan
nihayete kadar bir nevi hesab-ı ebcedî ve cifir ile telif edilmiş ve öyle de matbaalarda
375
basılmış.375
Hz. Ali Celcelutiyesinde Risale-i Nur'a işaret etmektedir. Ancak ikinci bir işaret
de 1950 yılı itibariyle Diyarbakır'da nurların aşikare anlatılmasıdır. Adeta Hz.Ömer'e
kadar sessiz çalışan Müslümanların Hz. Ömer'le aşikar hizmet vermesi gibi …… Olay
şu şekildedir.
1950 yılında önyüzbaşı Mehmet Kayalar, Üstad Bediüzzaman hazretleri ile
tanışıyor, üç gün misafiri oluyor. Üstad 'Mehmet Kayalar'a şöyle hitap eder'' kardeşim,
Diyarbakır'da mühim vazifeler var, benim gitmem lazım idi. O vazifeler size verildi.
Gidiniz ve vazifenize başlayınız. Mehmet Kayalar ayrılırken Bediüzzaman iki önemli
noktaya dikkati çekiyor: Birincisi Hz. Ali'nin Celcelutiye'sindeki 'Sırren tenevvereten
ve cehren intişar eder' sözleri idi. (Yani Risale-i nurun açıktan neşri)
Üstadın bu sözü beni Diyarbakır' a gelinceye kadar meşgul etti. Bir hakikatı bil,
gör ama kapalı kalsın söyleme. Bu fıtratıma tam zıt bir şeydi. Diyarbakır'a geldi.
Celcelutiyedeki sırren tenevvereten sözünün dökümanının (ebcet hesabıyla
yaptım).Tam tamına 1950 yılını gösteriyor. Hemen üstad'a bir mektup yazdım.
Mektupta bu cümle 1950'ye işaret ediyor, biz de 1950'nin içindeyiz. Üstadım efendim
bu işin sırrı kalmadı, dedim. Üstadım cevabi mektubunda 'maşallah, barekallah siz
serbestsiniz'dedi. Bunun üzerine Mehmet Kayalar Diyarbakır'daki talebelerine tüm
camilerde risale-i nur okuması emrini verdi. Sonra buradan cehri şekil Türkiye çapına
376
yayıldı.376
Bölgemizdeki yangın için Celcelutiyede Hz. Ali'nin dediği gibi biz de deriz ki:
İmam-ı Ali Radıyallahu Anh "Yâ Rab aman ver!" diye dua etmiş. İnşaallah, o duanın
377
sırrıyla selâmete çıkarsınız.377
Risale i Nurun Anadoluya ve Şarka Diyarbakır'dan neşri
Risale-i Nur'un ilk te'lifi Albay Hulusi Bey ile (İbrahim Hulusi Yahyagil)
başlar. Neşri şarkta ve Anadolu'da yüzbaşı Mehmet Kayalar Hz. İle devam eder. 28.
mektubun 7. meselesi Albay Hulusi Bey'in mektubu hatırlansın. Risale-i Nurun
Diyarbakır'da camilerde okunmasına başlandığında Ulu camii'nde azim bir cemaate
Risale-i Nur okurdu. Şanlı ordumuzun efradından emekli önyüzbaşı olarak vazife
yapmış bir subay olan Mehmet kayalar Hz. Mehmet Kayalar 1950 yılında
Bediüzzaman Said Nursi Hz. İle tanışmasından sonra devrim niteliğinde olan Risale-i
Nurun gizlilikten çıkıp alenen intişarına ve İslam yazısı ile beraber Latin harfleriyle de
378
matbaalarda yazılmasına öncü olan bir alimdir…378
Risale-i Nur'un Latince basılmasını Mehmet Kayalar sağlamıştır. 1956 yılına
kadar Risale-i Nur külliyatı Hüsrev ağabey ve Mehmet Fevzi ağabeyler tarafından
teksir makinesi ile neşredildi. Bir gün Hüsrev ağabey arkadaşlarına 'Üstada
söyleyiniz, ihtiyaç çoğalıyor. Artık Latin harfleriyle basmamıza müsaade etsin. Hem
375. Şualar, s.613
376. İrfan Haspolatlı ile mülakat; İrfan Haspolatlı, Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s.87.
377. Şualar, s. 265.
378. http://www.mehmetkayalar.com/hayati.html
185
gençler istifade ederler'dedi. Üstada teklif edildi. Üstad reddetti. Bir gün halıcı Sabri
İsparta'ya gelince mevzuyu onunla Üstad'a söylettiler. Üstad yine reddetti. O zaman
halıcı Sabri' Bu teklif ancak Mehmet Kayalar ağabeyden gelirse Üstad
reddetmez'dedi. Hemen Abdullah Yeğin'i Diyarbakır'a yolladı. Mehmet Kayalar
ağabey bir mektupla Üstad'a Latin harflerle basımı teklif etti. Üstad cevabında
'Mehmet bey çok insan bu teklifi yaptı, hep reddettim. Seni reddetmiyorum. Yalnız bir
şartla 1000 adet basılacak ve 500 adet şarka gönderilecek.' (Not.500 adet İstanbul'a
gidiyor, 500 adet Diyarbakır'a geliyor ve dağıtım yapılıyordu. İ.Haspolatlı ile
mülakat) 379
379
Zübeyir Gündüzalp'ın hatıralarına bakalım: Üstad bizi Urfa'ya gönderdikten
sonra Diyarbakır'a Mehmet Kayalar'ı göndermişti. O, yüzbaşı emeklisiydi, orada
alenen ders yapmaya başlamıştı.380
380 O günün şartlarında Mehmet Kayalar hem
Diyarbakır'da Şeyh Said'in isyan bölgesi, azılı din düşmanlarının ve diğer ideoloji
fraksiyonlarının toplandığı beldede korkusuzca Nur derslerini vermiştir. Şeyh Said
harekâtından sonra hususen Diyarbakır'da idam sehpalarının kurulduğu bir zamanda
kimse Müslümanım 'diyemiyordu. Bir çocuğa elifba öğretmek büyük suçtu. Ezanların
Türkçe olduğu dehşetli bir zamanda Üstad, ağabeyi 1950'de Diyarbakır'da vazifeli
olarak gönderince Risale-i Nur dershanesi açıldı, küfür karıştı, iman dersleri ile tam
bir devrim oldu. Ayrıca Risale-i Nur'un Diyarbakır'da camilerde okunmasına
başlandığında Ulu Camii de azim bir cemaate Risale-i Nur derslerini okurdu. Bu
dersler Diyarbakır'da Aralıksız 23 yıl devam etti.381
381 Anadoluya risalelerin neşrinin
Diyarbakır'dan olduğunu anlamak için Barla lahikasına bakalım:' Bütün kitapları
Diyarbakır'deki Ahmed Ağaya göndereceğiz. Tâ ya Şâm-ı Şerîf tarafına, ya Van'daki
382 Bediüzzaman kendi parasıyla bastırdığı kitapların mutlaka
sıddıklara ulaştırsın."382
yarısını Diyarbakır'a gönderir, biz de hemen dağıtırdık. (İrfan Hapolatlı mülakat)
Fethullah Gülen Hocaefendi'nin
Mehmet Kayalar Hakkında Bir Talebesine Söyledikleri
'Ben Diyarbakır'a üç kere gittim. Her seferinde Mehmet Kayalar'ın sohbetinde
bulundum. Diyarbakır'ın Mihmandarı Halid bin Veldi'in oğlu Hz. Süleyman'dır.
Hz.Süleyman'dan sonra Mehmet Kayalar gelir. Mehmet Bey'in Dicle kıyısındaki evi
duruyor mu? Eğer satılıksa o evi gidin alın Mehmet beyin hatırasını yaşatın. Mehmet
383
Bey ağaca çok meraklıydı. Çok ağaç dikerdi. Orası öyle yeşillik mi?383
Mehmet Beyin Dicle kenarındaki Evi
Bediüzzaman bir jandarma eşliğinde Eğirdir Gölü'nü kayıkla geçerek Barla'ya
geldi. Bütün bu seyahatleri boyunca yanından ayırmadığı küçük sepetinde çay
demliği, birkaç bardak ve bir sahan, elinde de Kur'an-ı Kerim vardı. Dünyadaki
384
malvarlığı sadece bunlardan ibaretti.384
379. İrfan Haspolatlı, Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s.107.
380. http://www.zubeyirgunduzalp.com/
381. İrfan Haspolatlı: Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s.5,7,8,98.
382. Barla Lahikası, s. 138.
383. İrfan Haspolatlı: Nur'un Muallimi Mehmet Kayalar ve Hatıralar 2003, s78
384. Necmeddin Şahiner, Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi, İstanbul 1994, s. 279.
186
Bediüzzamanın talebesi Mehmet Kayalar ve Diyarbakır
Nurun Muallimi Mehmet Kayalar
Mehmet Kayalar Hz. 1914-1994 yılları arasında yaşamış büyük İslam
mücahidi ve mütefekkiridir. Asrın dahisi müceddid-i ekberi, allame-i cihan, hatib-i
devri zaman olan bediüzzaman Hz., Mehmet Kayalar Hz.'ni şu ifadelerle anlatıyor;
Nurun Muallimi,
Nurun Kahramanı,
Nurun Yüksek Bir talebesi,
Hayatını Nura vakfeden Mehmet Kayalar…
Şanlı ordumuzun efradından emekli önyüzbaşı olarak vazife yapmış bir subay
olan Mehmet kayalar Hz. 1950 yılında Bediüzzaman Said Nursi Hz. İle tanışmasından sonra devrim niteliğinde olan Risale-i Nurun gizlilikten çıkıp alenen intişarına
ve İslam yazısı ile beraber Latin harfleriyle de matbaalarda yazılmasına öncü olan bir
âlimdir…
1950-1960 yılları arasında Üstadla beraber Risale-i nurun hizmetinde bulunan
daha sonrada vefatına kadar Risale-i nur ile beraber tefsir, hadis, fıkıh vb. İlimlerle
talebelerini irşat eden bir hadim-i kuran'dır… 1972-1994 yılları arasında Diyarbakır,
İstanbul ve Yalova illerinde hizmet-i kuraniyede bulunan Üstad-ı sanidir… Mehmet
Kayalar 01.06.1994 tarihinde Çiftlikköy 'de vefat etmiştir. Kabr-i şerifleri Yalova ili
Çiftlikköy ilçesi kabristanlığındadır.
Mehmet Kayalar, (d.1914, Konya),
emekli subay, Nur cemaatinin bilinen
isimlerinden. Babası Mahmut Efendi, Annesi
Hüsnü Şah Hatun idi. Mehmet Kayalar 6-7
yaşlarına kadar Kayalarda kaldıktan sonra
Türk-Yunan devletlerinin göç anlaşmasına
göre ailesi ile birlikte Erzincan iline gelir. İlk
tahsilini Erzincan'da diğer öğrenimlerini
askeri okullarda tamamlar.
01.03.1937 tarihinde Askeri Harp
Okulu'nu bitirerek orduya katılır. Konya,
Susurluk, Kemalpaşa, Uşak, Bingöl ve
Diyarbakır illerinde görev yapar.Üç
çocuğundan Müçteba Mehdi ile Mahmut
Hadi Beyler babalarından evvel öldüler.
Büyük oğlu Ahmet Mefhar Bey evli ve
iki çocuk babasıydı ve Risale-i Nurun
Mehmet Kayalar
çoğaltılması ve dağıtılmasında babasının yardımcısı olmuştu. Ahmet Mefhar Bey 2003 yılında İstanbul'da vefat etti. Mehmet
Kayalar 1942 yılında Risale-i Nur esrlerile ve 1950'de Bediüzzaman ile tanışır. İkinci
görüşmesinde emekli olmaya karar verir. Önyüzbaşı rütbesinde iken 1952 yılında
emekli olur. Risale-i Nur'un ilk te'lifi Albay Hulusi Bey ve İbrahim Hulusi Yahyagil
ile başlar. Neşri şarkta ve Anadolu'da Yüzbaşı Mehmet Kayalar ile devam eder.
187
Mehmet Kayalar emekli olduktan sonra Diyarbakır'da ikamet etti ve yöre
385
insanlarına uzun yıllar Risale-i Nur ve Kur'an'dan tefsir, hadis, fıkıh dersleri verdi.385
Bilhassa Diyarbakır'a tayin olduktan sonra mutî ve münbit bir hitap zemini
bulunca okuma faaliyetleri daha da istikrarlı bir hâl aldı. Yalnız birliğinde ve
mahallinde değil, insanlarla muhabbet edebileceği her yerde Risâleleri anlattı. Bazen
üç beş kişiyle, bazen de yüzlerce insanla yaptığı müessir derslerin yanı sıra bir yandan
Risâle-i Nurları Kur'ân hattı ile yazdı, yazdırdı; Lâtin harfleriyle okudu, okuttu, diğer
yandan da ihtiyaç hissedilen yerlere Risâle-i Nur'u ulaştırmaya çalıştı. Risâleleri
okuyup hizmetlerle meşgul oldukça Üstadını görme iştiyakı artmasına rağmen
kendisi gidemedi ama hem sık sık mektup yazarak, hem de Nurları yeni tanıyan
kişilerin gitmelerini teşvik ederek irtibatını sağlamlaştırdı. Böylece Bediüzzaman'ın
'Eğer Şarkta Hulusi Bey ve Mehmed Kayalar olmasaydı, ben Şarka gitmeye mecbur
olurdum' şeklinde de ifade ettiği gibi kendisi Şarklı olmamasına rağmen Şarkın şiarı
addedilen insanlardan biri hâline geldi. Haftanın muayyen günlerinde evinde yaptığı
derslerin yanı sıra, fırsat buldukça bazı büyük camilere giderek cemaate Risâle
okumaya başladı. Ulu Cami başta olmak üzere şehrin merkezi camilerinde Risâle
okumayı önemli bir hizmet telâkki ettiği için kendisi gidemediği zamanlar oralara
oğlunu veya yetişmiş talebelerini gönderdi.
Zamanla çevresinde teşekkül eden hizmet kadrosu arasında vazife taksimi
yaparak hem şehrin kenar semtlerinde hem de çevre il ve ilçelere dersler ihdas ederek
hitap hududunu genişletti. Aslında bunlar, Nur hizmetinin mutad faaliyetleriydi ve her
Nur Talebesi kendini bunları yapmakla vazifeli bilirdi. Onun için Mehmed Kayalar'ın
bunları yapmasında ve yaptırmasında bir fevkalâdelik yoktu. Onu Nur Talebeleri
arasında farklı kılan asıl hususiyeti, şecaati ve cesaretiydi. Lâkin bu fıtrî meziyetlerini
zaman zaman farklı mecralarda kullanma temayülü içine girdiğinden olsa gerek,
Bediüzzaman altmış yılının başında Ankara'ya geldiğinde Diyarbakır'a telgraf
çektirerek onu da çağırttı. Böylece umum Nur Talebelerine hitaben, Mehmed
Kayalar'ın da aralarında bulunduğu bir grup talebesine vefatından önce verdiği son
dersine şu ifadelerle başladı: “Aziz kardeşlerim,“Bizim vazifemiz müsbet hareket
etmektir, menfî hareket değildir; rıza-i İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır.
Bizler âsâyişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde her bir sıkıntıya
karşı sabırla, şükürle mükellefiz.”
Nurun Muallimi.
Nurun Kahramanı.
Nurun Yüksek Bir talebesi.
Hayatını Nura vakfeden Mehmet Kayalar…
Bediüzzaman Said Nursî'nin, Mehmed Kayalar ismine taktığı rütbe ve nişan
mahiyetindeki sıfatlardı bunlar. O hepsini şerefle taşımakla kalmadı, mânâlarını da
hassasiyetle yaşadı. Fakat bu hususta onu asıl memnun ve mesrur eden şey,
Bediüzzaman'ı hayatı boyunca ancak birkaç sefer görmüş olmasına rağmen onun,
varisleri olarak vasıflandırdığı on iki talebesinin arasında kendi ismine de yer verme385. www.bilgidenizi.net/
188
siydi. Bu sıfat, onun için hayatî bir mazhariyetti. Ömrünün bâkî kalan kısmını
Üstadına saygısının ve Risâle-i Nur hizmetine sadakatinin semeresi saydığı bu
mazhariyete lâyık olacak samimiyet, hizmet, gayret, hâl ve hareketler içinde geçirdi. 1
Haziran 1994 tarihinde Yalova yakınlarındaki Çiftlikköy'de bu mazhariyetin hazzı
içinde ayrıldı aramızdan. Şimdi berzahta o hazzı yaşıyor. İnşallah mahşerde de,
386
cennette de yaşayacak.386
Mehmet kayalar Bediüzzaman'ın
kardeşi âlim ve fâzıl olan Abdülmecid Efendi
Hazretleri veriyor: Konya'da 1962 yılında
halıcı Sabri Beyin dükkânında Abdülmecid
Efendi bana hitaben “Kardeşim, Mehmet
Kayalar kemâlâtın son zirvesine ermiş bir
zât-ı celîl-i kadîrdir.” Şanlı ordumuzun
efradından emekli önyüzbaşı olarak vazife
yapmış bir subay olan Mehmet Kayalar'ın
1950 yılında Beddiüzzaman Said Nursi Hz. ile
tanışmasından sonra, devrim niteliğinde olan
Risale-i Nurun gizlilikten çıkıp alenen
intişarına ve İslam yazısı ile beraber Latin
harfleriyle de matbaalarda yazılmasına öncü
olan bir âlimdir.
Yüzbaşı Mehmet Kayalar
Ayrıca Risâle-i Nûr'un Diyarbakır'da camilerde okunmasına başlandığında Ulu
Camii de azim bir cemaate Risâle-i Nûr derslerini okurdu. 1946 yılında Risâle-i Nûr
eserleriyle ve 1950'de bizzat Üstad Bediüzzaman ile tanışır. İlk görüşmesinde
Mehmet Kayalar Ağabeyin ayaklarında titreme, konuşmasında kekeleme hâsıl olur.
Bediüzzaman hazretleri Ağabeyin başını koltuğunun altına alarak okşamış, öylece
nâtıka (kekeleme) hali geçmiştir. Bildiğim kadarıyla Ağabey ile Üstadın görüşmeleri
üç veya dört kez olmuştur. Risâle-i Nûr'un ilk te'lifi Albay Hulûsi Bey ile (İbrahim
Hulûsi Yahyagil) başlar. Neşri şarkta ve Anadolu'da Yüzbaşı Mehmet Kayalar Hz. ile
devam eder. 28. mektubun 7. meselesi Albay Hulûsi Bey'in mektubu hatırlansın. (
Rüyada sarıklı genç) O günün şartlarında hem de Diyarbakır'da Şeyh Said'in isyan
bölgesi, azılı din düşmanlarının ve diğer ideoloji fraksiyonlarının toplandığı beldede
korkusuzca Nûr derslerini vermiştir. Ayrıca Risâle-i Nûr'a muarız hoca ve İmamların
bulunduğu, halkının da dini bilgiden yoksun olduğu bir beldede.. Mehmet Kayalar
Hazretleri'ne mektup yazarak buyurmuşlar “Kardeşim Mehmet bu küfre ben bir
vurdum ise sen on vurdun.”Mehmet Kayalar Hazretleri, Üstadı bir ziyaretinde, Üstad
buyurmuş: “Kardeşim, ben her gün sabahleyin talebelerimi ismen ve sureten görür
duama alırım. Akşamleyin yalnız ismen dua ederim. Fakat senin talebelerini sabah ve
akşam hem ismen hem sûreten görür duama alırım.”
386. İslam Yaşar, Yeni Asya Gazetesi'nden, ……
189
Mehmet Kayalar Hz. 1950–1952 yıllarında Bingöl, Diyarbakır illerinde
önyüzbaşı rütbesiyle Türk Silahlı Kuvvetleri'nde hizmet veriyordu. 1950 yılında
Üstad Bediüzzaman Hz ile tanışıyor. Üstad Hz. onu üç gün kendi evinde misafir
ediyor. Bu üç gün içinde önemli notlar alınıyor. Üstad Hazretleri, Mehmet Kayalar' a
şöyle hitab eder; “kardeşim, Diyarbakır' da mühim vazifeler var, benim gitmem lazım
idi. O vazifeler size verildi. Gidiniz ve vazifenize başlayınız.”
İkamet ettiği ev, kalabalığa kâfi gelmediğinden Hasırlı Mahallesi'nde bir
eve taşınılıp Nûr hizmetine oradan devam edildi. Orası da kifayet etmeyince
Allah (c.c)'ın inayetiyle 1959 yılında Diyarbakır ilinin 5 km kuzeydoğusunda
Dicle Nehri kıyısında 2.5 dönümlük bir arsa alınıp iki katlı bir ev yapıldı. Üst
katında Mehmet Kayalar Hazretleri ailesiyle ikamet buyurdular. Alt katta
cemaate ayrıldı.
Mehmet Kayalar Hazretleri, Üstadı bir ziyaretinde, Üstad buyurmuş:
“Kardeşim, ben her gün sabahleyin talebelerimi ismen ve sureten görür duama
alırım. Akşamleyin yalnız ismen dua ederim. Fakat senin talebelerini sabah ve akşam
hem ismen hem sûreten görür duama alırım.”
Üstad hazretleri vefatından üç ay evvel bu otuz üç Hadîs-i Nebevî'yi Arapça
metin olarak ve şahsına ait özel kitapları, yazı eşyaları ve hiç neşredilmemiş olan 27.
MEKTUB'u bir bavul içinde Mehmet isimli kardeşle Diyarbakır'a göndererek,
Mehmet Kayalar Hazretleri'ne arz etmiştir. : Üstadın vefatından 35 gün evvel, Üstad
bir telgrafla Mehmet Kayalar Hz.'ni Ankara'da Beyrut Palas Oteli'nde beklediğini
bildiriyor. Mehmet Kayalar Ağabey de hemen bir uçakla Ankara'ya geldi. Mehmet
Kayalar Hazretleri, Hz. Ali'nin (r.a) Kaside-i Celcelûtîye adlı eserinde Risâle-i Nûr
hakkında “Takriben 1950 tarihinde sırren, tenevvürreten ve cehren intişara başlar.”
Tesbitini Üstada yazmış, Üstad ise ses çıkarmamıştır. Mehmet Kayalar Hazretleri de o
günden sonra Risâle-i Nûr külliyâtını Diyarbakır'daki talebelerinden tüm cami ve
mescitlerde okumaya başlamasını istemiştir. Daha sonra diğer vilayetlerde de
okundu. Hiç unutmam Kayalar Ağabey 1957 yılında cezaevinde bir görüşme günü
Üstad'dan gelen bir mektubu gardiyan koğuşunda okudu.
Üstad buyuruyor, “Kardeşim, senin bu hizmetin 18 İslâm ülkesine inkılâp etti.
Sen vazifeni bihakkın yaptın.” Bir görüşmede de Üstad Hazretleri, “Kuvvet şarkta,
kuvvet Diyarbakır'da, kuvvet sende” buyurmuştur.
Mehmet Kayalar Hz.
Diyarbakır'da Bir Kısım
Talebesiyle (1959)
190
Şerif Nazlıcan kardeşimiz Bingöl'de uzun yıllar çileli bir hayattan sonra bir gün
Üstada giderek izin isteyip Suudi Arabistan'a hizmet için gitmek istemiş. Üstad
Hazretleri, “Hizmet yeri burasıdır. Ben dahi Arabistan'da olsaydım buraya gelirdim.
Sen şimdi doğru Diyarbakır'a Mehmet Kayalar'ın hizmetine git” der. O da emre ittiba
ederek Ağabey'le hizmete devam etmiştir. Abdulvahab bir rüyasında Üstad
Hazretlerini görür. Henüz Ağabey ile tanışmamaktadır. O'na der ki: Ya Abdulvahab!
Mehmed Kayalar filan yerde (Diyarbakır) der, adres verir. Onunla irtibat kur ve
Risale'-i Nûr derslerine devam et. O da devam eder. Abdulvahab 1969 tarihinde vefat
eder. Vasiyeti üzerine medresemiz yanındaki kabristana getirilir. Cenazesinin
taşınmasında Mehmed Kayalar Hz de bulunur ve cenaze namazını kıldırır. Mehmed
Ağabey der ki: Bu zat bu kabristanın efendisidir. Bu zat Bediüzzaman'ın kabr-i
şeriflerinin açılmasına ilk kazmayı vuran zattır. Mehmet Kayalar Hz. 01.06.1994'te
Çiftlikköy' de vefat etmiştir. Kabr-i Şerifleri Yalova ili Çiftlikköy ilçesi kabristanlığındadır.
TAZİYE
Memleketimizin müstesna şahsiyetlerinden
Üstad Bediüzzaman'ın
önemli talebelerinden
emekli Yüzbaşı
Mehmet KAYALAR'ın
Dar-ı bekaya irtihalini teessürle öğrendim.
Merhuma Cenab-ı Hakk'tan rahmet, yakınlarına ve sevenlerine sabr-ı cemil
dilerim.
M. Fetullah GÜLEN
Zaman Gazetesi – 2 Haziran 1994
Mehmet Kayalar Dualarla Uğurlandı.
İSTANBUL - İstanbul'da önceki gün vefat eden Bediüzzaman Said Nûrsî
hazretlerinin talebelerinden Hàdim'ü-l Kur'an Mehmet Kayalar dua ve gözyaşları
ile defnedildi. 1920 yılında Selanik Kayalar'da dünyaya gelen ve 1950 yılında
yüzbaşı rütbesindeyken Said Nûrsî hazretleri ile tanışan Mehmet Kayalar
Diyarbakır'da yirmi üç yıl boyunca dinî eğitim verdi. Son yedi yılını İstanbul'da
Geçiren Kayalar'ın Yalova'nın Çiftlikköy'ündeki cenaze merasimine ailesi,
yakınları ve sevenleri katıldı. Merhuma Allah'tan rahmet, sevenlerine sabr-ı cemîl
niyaz ederiz.
Türkiye Gazetesi 03. 06. 1994
191
MUSTAFA SUNGUR AĞABEY VE DİYARBAKIR YORUMLARI
Maneviyatta çok yücelerde olan Sungur Ağabey’den Diyarbakır’la ilgili
nakilleri, Muhammed Nur Sungur ve ramazan Topdemir’in hazırladığı ‘100 soruda
Risale-i Nur ve Mustafa Sungur’ isimli kitaptan alıntılar yaparak açıklayalım:
s.34:-37 ‘Lillahilhamd sonradan başta Urfa olarak Diyarbakır, Erzurum ve Van
gibi Şarkın mühim merkezlerinde zuhur eden kahraman şakirtler,sıdık hocalar,
bahadır zatlar ve daha binler talebeler talebeler, Nur’un fedakar hadimleri Şarkta, en
mühim mevkide, Rus hududunda komünizme karşı büyük hizmetler ifa ettiler.
Sarsılmadılar, geri çekilmediler.
Şarktaki o bölücü kışkırtmalara karşı iman nuruyla mukabele edenler yine Nur
talebeleri oldular. Ve her tarafa nurani sümbüller neşrettiği Urfa, Gaziantep,
Diyarbakır, Van gibi mümtaz beldeler dahi alemde külli hizmetlere medar oldular.
Diyarbakır’da Mehmet Kayalar’ın gayretli ve oralardan çıkan muhterem alim ve
sadık talebeler, Nurların o havalede intişarına,inkişafına vesile oldular.
Bediüzzaman hazretleri askeriye için’ Sungur, askeriyede bir ruh var. O Ruh
benimle dosttur’’ Bunlarla iftihar ediyorum’ demiştir.
ZÜBEYR GÜNDÜZALP –MÜSPET HAREKET VE DİYARBAKIR
Hayatımıza yol gösterecek, sulha vesile olacak Müspet hareketle ilgili son bir
alıntı yapalım. Zübeyr ağabeyimizin cümlelerini nakledeleim:
'Asrın adamı Bediüzzaman, Ankara'da kaldığı üç gün içinde Risale-i Nur
davası ve onun bağlıları için son vsaiyetini yapıyordu. Bu derste yalnız oradakiler
değil, hayat boyu hizmet yöntemine sahip olmak için, yurdun değişik yerlerinde
hizmet gören talebeleri de bulunmaları gerekirdi. Nitekim Diyarbakır'dan Mehmet
Kayalar da çağrılmıştı bu tarihi derse. Dersin konusu 'Müspet hareketti' elbette. Hangi
şartlarda olursa olsun, Risale-i Nur bağlıları müspet hareketin dışında başka bir şey
yapamazdı ve yapmamalıydı.
Bu derse Diyarbakır'dan Mehmet Kayalar'la beraber katılan ve şu an hayatta
olan İrfan Haspolatlı ise Bu derste en son cümlenin 'Nurun kuvveti Şarktadır,
Nurun kuvveti Diyarbakır'dadır' olduğunu ifade etmektedir.
Kitaba Yahya Kemal’in Diyarbakır’la ilgili bir mısralarıyla son veriyorum.
Nur Şehri Diyarbakır.
9 Peygamber mezarı, 3 Peygamber makamı ve 885 sahabenin olduğu bir şehir,
Nurlu bir şehirdir.
‘Diyarbakır’dan söz eden eserlerin çoğunda ‘şehr-i nur,’ gibi deyimler
kullanılmıştır.
Örneğin Yahya Kemal, Ali Emiri Efendi için yazdığı bir gazelde,’Amid o şehri
nur öğünsün ilelebed der’ der.
387. Hüseyin Kara. Zübeyr.2012.s.224
388. Dr. Şevket Beysanoğlu: Türk edebiyatında Diyarbakır ve Diyarbakırlılar. 1.Bütün Yönleriyle
Diyarbakır Sempozyumu. 27 Ekim 2000.s.219
192

Benzer belgeler