Gel Ya Rab - katolik kilisesi

Transkript

Gel Ya Rab - katolik kilisesi
ARALIK 2 0 11
NO: 4 9
1
TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56
T Ü R K İY E K AT O LİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ
Gel Ya Rab
TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56
3
EDİTORYAL
4
SURYANİ KATOLİK KİLİSESİ
5-6
ERMENİ KATOLİK KİLİSESİ
7
GENÇLİK KOMİSYONU
8-9
HARDAL TANESİ
10-11 YAŞAMLARI DEĞİŞENLER
12-13 HIRİSTİYAN DÜNYASI
14-18 TEOLOJİ VE YAŞAM
19
BİR ÖYKÜMÜZ VAR
20-21 KUTSAL KİTAPTAKİ KADINLAR
22
AZİZLERİMİZ
23
ÇOCUK SAYFASI
Basıldığı Tarih: 06.09.2013
2
Maranatha Eylül 2013
Değerli Okuyucular,
TE
ÜR
KİY
KA
T O L İ K CKÜLTÜR
E M A A T VE
İ KÜ
L T Ü R DERGİSİ
V E H A B EARALIK
R D E R G2İ0S11İ
T Ü R K İY
K AT
OE
LİK
CEMAATİ
HABER
Haziran sayımızdan bu yana geçen üç ay içinde
önemli iki gelişme oldu; birincisi Papa 1. Fransua
Hazretleri’nin Dünya Gençlik Günleri için gittiği Rio’da
3 milyon Hristiyan gence hitap etmesi, ikincisi ise
özellikle İzmir Cemaati’ni derinden üzen Rahip Paolo
Ronco’nun vefatı idi.
Her yıl yerel kiliselerde, iki ya da üç yılda bir ise
uluslar arası düzeyde kutlanan Dünya Gençlik Günleri (DGG), Katolik Kilisesi tarafından periodik olarak
organize edilen en büyük toplantılardan biridir. Organizasyon bir kez okyanus ötesi ülkelerde, bir kez de
Avrupa’da yapılıyor ve milyonlarca genç hacı bu ve
sileyle bir araya geliyor. Şehirdeki bütün oteller, yatılı
okullar, spor salonları ve ibadethaner uyku tulumları ile gelmiş olan gençlere açılıyor.
DGG Nasıl doğdu?
1983 yılı İsa Mesih’in dirilişinin 1950. yılı onuruna
Papa 2. Jean Paul tarafından “Diriliş Yılı” ilan edildi
ve belirlenen haftada Roma’ya gelip Papa ile özel bir
ayine katılan gençlere tahtadan birer haç hediye edildi. Dünya Gençlik Günü’nün kutlandığı her yıl artan
katılımcı sayısı ile büyüyen bir öneme sahip olan organizasyonun 2011’de Madrid’te yapılan son etabına
193 ülkeden 2 milyon Hristiyan genç katıldı (Kaynak:
Madrid Cuatro Vientos Havalimanı kayıtları).
2011’de Madrid’te yapılan organizasyona Türkiye’den
63 Hristiyandan oluşan bir heyet katılmıştı. Brezilya
yolculuğunun pahalı olması nedeni ile Rio’da Papa ile
buluşan Tükiyeli gençlerin sayısının 10-15 kişi arası
olduğu tahmin ediliyor.
Papalık tarafından “İman yılı” olarak adlandırılan içinde bulunduğumuz liturjik yıl nedeni ile bu DGG teması
olarak İsa Mesih’in “Gidin, bütün ulusları benim öğrencilerim yapın” (Matta 28,19) sözü seçildi.
Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff, Papa’yı elinde beyaz güllerle
Galeao havaalanında karşıladı.
2 bini yabancı toplam 5500 gazetecinin takip ettiği Papa Hazretleri, Brezilya gezisi sırasında 7 gün içerisinde 15 konuşma yaptı. Papa verdiği mesajlarda laiklikten Dünya Kupası’na birçok farklı konuya değindi.
Papa Fransua, ülkedeki büyük kiliselerin yanı sıra gecekondu mahallelerini de ziyaret etti, evlere girdi ve
insanlarla temas etti. Tüm konuşmalarında esprili ve sempatik bir dil kullanan Papa, kendine has bir imajla
ülkenin ve Hristiyan dünyasının gündemine oturdu.
E Y LNO:
Ü L 24091 3 N O : 5 6
Ülke ve dünya medyasında geniş yer bulan ziyarettin en çok konuşulan öğelerinden biri de Papa’nın
arabası oldu. Basit ve korunaksız bir araçla gezen Papa Fransua, protokolleri
kırması ve mütevazı tavırlarıyla dikkat çekti.
Papa, ismini taşıdığı Assizili Fransua’yı örnek alarak sadelik ve sevgi ile tüm
Kiliseyi kucakladığını gösterdi. Papa Fransua, Rio’daki organizyonun kapanış
ayini olan 28 Temmuz 2013’te plajda toplanan 3 milyon gence seslendi.
Geçtiğimiz üç aylık süre içinde İzmir’de Rahip Paolo Ronco’yu kaybettik. 1975 yılından beri Alsancak SS. Rosario Kilisesi’nde Rabbe hizmet
eden Fra Paolo’muz geride yeri doldurulmayacak bir boşluk bırakarak, 28
Haziran 2013’te geçirdiği bir beyin kanaması sonucunda aramızdan ayrıldı.
Kilisenin kapısını seve seve açan, özellikle gençleri mutlulukla kabul eden
Fra Paolo’muzu hiç unutmayacağız. İzmir Kilisesi’nin evlatları, Matmazel
Donata, Padre Giulio ve Fra Paolo’nun cennetten kendileri için dua ettiklerini
biliyor ve onlar için mutlular. Ne mutlu bizlere ki onlar gibi öğretmenlerimiz ve
yoldaşlarımız oldu.
Editör
Buğra POYRAZ
Maranatha Eylül 2013
33
SÜRYANİ KATOLİK KİLİSESİ
TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56
ANNEMİZ MERYEM ANA
Günümüzün kilisesi ve insanı, geçmişte olduğu gibi bugün de
Meryem Ana’ya muhtaçtır ve O’nun lütuf ve şefaatine ihtiyacı
vardır.
O Annemizdir.
O hepimizin Annesidir.
Meryem Ana’nın, her daim Allah’ın emri ve yönlendirmelerinin rehberliği altında ifa ettiği annelik şefaatı vazifesi,
İsa Mesih’in tek ve yegane arabulucu olma sıfatının önemini
azaltmaz, karartmaz. Meryem, her şeyini Allah’a borçludur.
Allah onda “BÜYÜK İŞLER YAPTI” ( Luka 1,49 ).
Meryem Ana’nın imanını göz önüne alalım. Bütün yaratılanlar
arasında, Allah’a en yakın olandır. İman onda en yüksek
mertebesine erişmiştir.
Allah’ın niyeti, kendisi tarafından yaratılan bütün insanların
büyük bir aile teşkil etmelerini görmek ve aralarındaki münasebetlerin kardeşvari ilişkiler şeklinde geliştiğine tanıklık
etmekti. Rab, bu büyük aileye bir anne vermek istedi. Anne
olarak Oğluna seçtiği kadını, yeni ulusuna anne tayin etti.
İsa Mesih beden alıp, hiç bir şeyi olmayan yoksul bir insan
olarak dünyaya geldiğinde, yeryüzünde en fakir insanın dahi
sahip olduğu bir şeye, yani bir anneye sahip olmak istedi. Çok
sevdiği annesini duyduğu sonsuz sevgisinin işareti olarak
“İŞTE ANNEN!” diyerek bize emanet etti.
Böylece, Meryem Kilise’nin ve insanların annesi olarak, Allah’tan bu çok mühim vazifeyi
almıştır. Ona evlat bağlılığıyla dua etmeye devam edelim. Bilhassa, zamanımızın zorluklarına
rağmen, O’nun aracılığı ile Allah’tan imanımızı korumasını ve güçlendirmesini diliyelim.
İSA MESİH ACI ÇEKEREK YAŞAMINI sup olursa olsun, hangi devirde, hangi ülkede
yaşamış olursa olsun Adem babanın soyundan
BİZLER İÇİN VERİYOR
İncil’in hemen hemen tüm sayfalarında İsa
Mesih’in hastalara, körlere, sağır dilsizlere,
yetim ve dullara, yoksul ve günahkarlara acıma
hissi ile dolu olarak yaklaştığını görüyoruz. İsa
Mesih acıma duymakla yetinmeyip onları aynı
zamanda iyi ediyor hatta ölüleri de diriltiyor.
Aynı sayfalarda İsa Mesih kendi isteği ile
acı çekmeye ve ölüme gidiyor. İsa Mesih’i bir
yandan insanı acılardan kurtaran, öte yandan
acının üstüne giden bir kişi olarak görmekteyiz. İsa Mesih’in bu iki tutumu gerçekten gizemlidir. İncil yazarları iyi ki bizlere bu giz perdesini aralayan birkaç açıklamada bulunmuş. İsa
Mesih insanları sevdiğini, onların günahlarını
bağışlayarak, iyileştirerek gösteriyor. Ayrıca acı
çekerek onlara fiziki ve ahlaki hastalıklarından
kurtarmanın ne büyük ve ne değerli bir sevme
biçimi olduğunu ispatlıyor.
Bu acı çekme doruk noktasına zamanın en
utanç verici ölüm cezası olan haç üzerindeki
ölümle ulaşıyor.
Haç’a baktığımızda, gizemleri aldığımızda,
yüreğimizin derinliklerinde inanıyoruz: İsa
Mesih bizler için ve bizim esenliğimiz için acı
çekti, çünkü Babası bizleri nasıl seviyorsa O
da bizleri öyle seviyor. O, hangi dine men-
gelen ve yeryüzünü dolduran bütün insanlar
için öldü. O, hepimiz ve her birimiz için öldü. O,
beni sevdiği, seni sevdiği için öldü. İşte İncil’in
ve Hristiyanlığın öğrettiği temel gerçek budur.
Fiziksel, ahlaki ya da ruhsal acılar içinde
olabiliriz. Tıbbi tedavinin bize soluk aldırdığı
anlarda kendimizi acı çeken Mesih’le birlikte insanlığın esenliği için sunalım. Nasıl
İsa Mesih kendini Babasına hoş bir kurban
olarak sunmuşsa bizler de O’nunla birlikte
yaşamımızı, kişiliğimizi diri, kutsal ve hoş kurbanlar olarak Allah’a sunmaya çağrıldık. Gerçek
dindarlık budur. İsa Mesih, Allah’a kendini kurban olarak veriyor. Çektiğimiz acıların anlamı
budur. Acılarımız İsa Mesih’inkilerle birlikte
bir anlam kazanabilirler. Allah’ın hiçbir şeye
ihtiyacı olmadığı gibi acılarımıza da ihtiyacı
yoktur. Allah acımasız bir Allah değildir. Allah seven bir Allah’tır. Sevgi Allah’ına ancak
sevgiyle karşılık verilebilir. Bu da bu dünyada
ancak acıyla mümkündür.
Geçtiği her yerde her acıyı dindiren, her
hastalığı iyi eden, söylediklerini haçıyla
gerçekleştiren İsa Mesih bize şöyle diyor :
SEVDİĞİ KİMSE UĞRUNA YAŞAMINI VERMEKTEN DAHA BÜYÜK SEVGİ YOKTUR.”
P.Y.
Yayına Hazırlayan
Şemmas Orhan
Maranatha Eylül 2013
ERMENİ KATOLİK KİLİSESİ
BENİMLE ZAMANIN SONUNA
KADAR DANS ET
Dansların biçiminin, insanın sosyal evrimi ile
doğrudan ilişkili olduğu tartışmasızdır. Arjantin
tangosunun gelişimine bakıldığı zaman
kökeninin Afrika danslarına dek uzandığı
görülse de 1800’lü yıllarda Arjantin’de bir liman
kentinde başladığı söylenmektedir. Özünde bir
sokak dansı olarak erkekler tarafından yapılan
tango, erkekler arasındaki üstünlüğün ve güç
dengesinin bir anlatımıdır. Dolayısıyla dansın
temasında ölüm, acı, hüzün ve hırs vardır.
Tango bir sokak dansı olması nedeniyle,
daha sonraları sokak kadınları ile yapılmaya
başlanmış böylece erotik bir popülarite de
kazanmıştır. Bu nedenle de, farklı dönemlerde değişik yönetimler tarafından defalarca
yasaklanmış ve uygulama alanı kısıtlanmıştır.
İnsanlığı güzünüzde büyük bir palet olarak
canlandırırsaydınız, üzerine sıkılan bin bir
rengin, her renkte bin bir tonun, her biri farklı
bir dans türü olsa, Tanrı sizi resmederken ne
kadar farklı renge boyanmış olurdunuz?
E Y LNO:
Ü L 2409 1 3 N O : 5 6
Maranatha Eylül 2013
TEÜ R
KİY
T O L İ K CKÜLTÜR
E M A A T VE
İ KÜ
L T Ü R DERGİSİ
V E H A B EARALIK
R D E R G2İ0S11İ
T Ü R K İY
K AT
OE
LİKK A
CEMAATİ
HABER
İnsanın, içinde bulunduğu ya da yansıtmak
istediği fiziksel veya ruhsal durumunu ritim
eşliğinde bedeniyle ifade etmesidir dans. Dans
bir gelenek, sanat, bir tedavi şekli veya sadece
bir ifade şekli olarak da tanımlanabilir.
Kendini bildi bileli coşkuyu, korkuyu, açlığı,
kavgayı, sevinci, zaferi anlatmak; neslin devamını sağlamak için eşleşmek; kötü
ruhları kovmak, yağmur yağdırmak, fırtınaları
dindirmek, hastaları iyileştirmek, doğumu kutlamak, ölünün ardından yas tutmak; iyi hasat
almak için; verimli ava ya da def edilmek istenen bir salgın
hastalığa dans etti
insan.
Sözün yazıya
dökülmesinden
çok
ama
çok
önce,
insanları
bir arada tutan,
ortak bilinç yaratan ve gelenekleri
yaşatan en önemli
araç danstı. İlk insandan bugüne,
bedenin
dili
olan dansın kültürlerdeki
yerini
incelemeye
sayfalarımızın
yetmeyeceği muhakkak. Başlangıç olarak,
gözümüzü sadece rüzgârı Anadolu’yu yalayan kültürlerin, tarihin dansa dair hafızasına
kazıdıklarında gezdirebiliriz. Eski Mısır, Eski
Yunan ve Roma uygarlıkları çerçevesinde
konuya yaklaşırsak;
Eski Mısır’da dans öncelikle avcıların avlarını
bulmak üzere gerçekleştirdikleri basit ayinlerden oluşuyormuş. Zamanla başlı başına bir
etkinlik haline gelmiş hatta bir tapınma unsuruna dönüşmüş. Tanrılara atfedilen törenlerde
dans icra etmek vazgeçilmez olmuş ve
meslekleri dans etmek olan insanlar türemiş.
Eski Yunan’da ise dans, kişinin bedensel
sağlığını ve eğitimini olumlu yönde etkileyen bir
etkinlik olarak kabul edilir, Platon ve Sokrates
gibi filozoflar tarafından da desteklenirmiş.
Öyle ki, Platon dans etmenin insanları
soylulaştıracağı fikrini savunuyormuş. Dans,
tiyatro eğitiminin önemli bir parçası olmanın
yanı sıra bağımsız bir sanat dalı olarak da kabul edilirmiş. Savaş, cenaze, düğün danslarıyla
beraber Yunan atletlerinin dansları ve komedi
öğeleri içeren danslar ile beraber tahminen iki
yüz adedi aşkın dans formu bulunuyormuş.
Rivayet olunur ki, Yunanlı dansçıların, veba
salgınıyla savaşan halkı neşelendirmek
amacıyla Roma İmparatorluğu’na davet
edilmesi üzerine Roma dansla tanışır. Roma,
dansın içeriğinde var olan bir başka öğeyi,
pantomimi ön plana çıkararak yeni bir form
meydana getirir.
Bakışlarımızı dünden bugüne yavaşça
çevirdiğimizde,
göreceli
olarak
küçük
dünyamızda, insan olan her coğrafyada çeşit
çeşit dans türlerine uzanır aklımız. Çingene
dansları, Amerikan yerlilerinin dansları, Afrika
dansları...
Şaşırtıcıdır ki tüm
bu danslar temelde aynı unsurları
barındırmakta
ancak biçimde ve uygulamada birbirlerinden
oldukça farklıydılar.
Örneğin
Amerikan
yerlilerinin
danslarında ayaklar
başroldeyken
Hint
ve diğer birçok doğu
dansında
ayaklar
sadece ritim tutar,
asıl anlatımı kollar
ve eller verir. Latin
dansları çeşitli türleri
ve coşkulu, tutkulu
ritimleriyle ne büyük
aşkları dans sayesinde vücuda getirmiştir…
5
TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56
ERMENİ KATOLİK KİLİSESİ
Kendime ve size sorum “Hangi dansları icra edebiliyorsunuz? Kaç renklisiniz?” … Düğünlerinizde
hangi dilde müzikler çalıyor, hangi dansları
yapıyorsunuz? Daha da fenası, hangi dansları yapabilirsiniz? Yani burada soruda sözü geçen “tercih
etmek” değil “muktedir olmak” …
Leonard Kohen o ünlü şarkısında der ki “güzelliğin
şerefine alevli bir keman eşliğinde dans et benimle…”
Ermeniler olarak Tamzara oynayabilir misiniz?
Tamzara, Türkiye’nin Giresun İli Şebinkarahisar ilçesine bağlı ilçeye iki kilometre uzaklıkta olan bir
mahalle diye düşünmüştür bilen okuyucularımız.
Doğrudur,Ermenilerin bölgede yaşadığı dönemde
köy olan fakat Türkleşmeden sonra ilçe merkezinde
bağlanan bir mahalledir. Köy mü adını danstan,
dans mı adını köyden
almıştır bilemem; ancak 1
veya 2 kadın ve 1 erkekle
oynanan bir Ermeni halk
dansıdır “Tamzara”. Oyunun kendi içindeki ahengi
ve seyir zevki Yunanlılar
ve Türkler gibi bölge ve
çevre halklarını da etkisi altına almış, özellikle Erzincan, Erzurum,
Kiğı, Arapkir, Elazığ ve
Malatya’da
geçmişten
bu güne oynanmıştır,
oynanmaktadır.
Anadolu’da
halk
danslarının
kökeninin,
eski
medeniyetlerin
oyunlarına ve geleneklerine dayandığı tartışılmaz
bir gerçektir. Tarih sahnesinde önce yer alan medeniyet, sonradan gelene devretmiştir dansını.
Anadolu’nun çeşitli bölge ve köylerinde ufak adım ve
müzik farklılıklarıyla oynanan Tamzara, her haliyle
benzersiz 9/8 lik bir ritme sahiptir. Her bir ölçünün
sonunda vurgulu iki vuruş vardır. Ayrıca, her ne kadar bazı istisnalar olsa da, çoğu Tamzara melodisi
çok tanıdıktır. Çoğu Anadolu halk oyunu gibi, küçük
cimparmakların birbirine geçirilmesiyle “sıra oyunu”
veya “yuvarlak halka oyunu” şeklinde oynanır. Ama
Tamzara’nın bir başka oynanış şeklinde ise, elleri
beline dolanmış halde aynı yöne bakarak omuz
omuza duran bir veya iki kadının yanında bir erkek
vardır. Halk arasında anlatılan efsaneye göre bu
halk oyunu, Anadolu’ya Eski Asurlular tarafından
getirilmiş. Eski Asurlular bu oyunu, Yiyecek ve Bitki
Örtüsü Tanrıçası anısına Asur İmparatorluğu’ndaki
bölgenin fethi sırasında getirmiş. Kaliforniya
Fresno’da keşfedilen Tamzara’nın Ermeni-Amerikan yorumunda ise, birbirinin yüzüne bakarak oynayan iki sıra vardır ve bu iki sırada, oyuncuların
karşısına düşen kişi, eşi sayılır. Tamzara, ErmeniAmerikan topluluğu tarafından Amerika Birleşik
Devletleri’nde bugünlere aktarılabilmiş en popüler
Ermeni halk oyunlarından biridir. Tamzara halk
oyunu Çarşıboğan, Çomakturan ve Şarur bölgesindeki diğer köylerde oldukça meşhurdur. Bu oyunun tam kelime anlamı ise “Gizili Tanbatan” yani
yarı altın sırma, yaldızdır. Bugün Tamzara oyunu
halk oyunları ekiplerinin repertuvarlarına da dahil
edilmekte. Kadın oyuncular eskiden her türlü altın
eşyalarını takar, gösterişli giyinirmiş –yüzükler,
küpeler, bilezikler ve gerdanlıklar takılarak, kadınlar
daha güzelleşir ve gösterişli olurmuş. Tamzara
Azarbeycanlıların
eski
oyunlarından biri olup, Ermenilerin Tamzarası da
bununla bağlantılıdır. Bu
oyun, Vaykhir Köyü’nün
halk oyunları ekibince,
küçük cim parmakları
ile oyuna dahil olunarak
oynanıyor. Önce öne üç
adım atılıyor, daha sonra
sol ayak yere vuruluyor.
Daha sonra sol ayak öne
atılıyor ve bir süre sol
ayağın üstünde bekleniyor. Daha sonra geriye
üç küçük adım atılıyor ve
ikinci kısımda hareketler
biraz daha hızlandırılıyor.
“Tamzara iki yoldur
Bir sağ, biri soldur
İki göğüs arası
Cennete giden yoldur”
İspanya, Barselona’da bir Milonga’da sohbet
ettiğim birKolombiyalı arkadaşım “biz Merenge’nin
içine doğduğumuz için…” diye başladı bir cümleye. İspanyollar da Flamenko’nun içine doğuyorlar
ve biz de bir aşurenin içine doğuyoruz belki, ancak “olduğu yerde donup kalmış koşulları, kendi
şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız”
der Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi
adlı eserin giriş bölümünde. (Birinci Baskı. Sol
yayınları,1997.s.3)
Donup kalmış koşulları dans ettir…
‘‘Tamzara’’ oyna ve benimle zamanın sonuna kaİrem KISAKÜREK
dar dans et...
Maranatha Eylül 2013
GENÇLİK KOMİSYONU
HOŞÇAKAL RIO de MERHABA
POLONYA 2016
Maranatha Eylül 2013
tanımıyorum ama Arjantin’in bazı yerlerinde
bu böyle oluyordu. Sonuçta ise insanlar kiliseden uzaklaşıyorlar”.
Bana kalırsa her yerde buna rastlayabiliyoruz.
Ayinin sonuna yaklaşıldıkça, bir sonraki
Dünya Gençlik Günü’nün nerede olacağının
açıklanacağı anda heyecanımız iyice artmıştı.
Sonuç tahmin ettiğim gibi Polonya çıktı. Buna
çok sevindik ve inanıyoruz ki 2016’da büyük
bir grupla DGG’ye katılacağız ve bunu için
şimdiden hazırlıklara başlayacağız.
E Y LNO:
Ü L 24091 3 N O : 5 6
Aynı gün saat 14:00’te Surp Agop Ermeni
Lokali’ne gittik. Bizi çok güzel ağırladılar.
Gençlik komisyonu olarak teşekkürlerlerimizi
sunarız. Oraya vardığımızda bizi Mgr. Georges Khazzoumian karşıladı. Birlikte Papa
Fransua’nın Rio’da ki son ayinini izlemeye
başladık. İzlerken dikkatimizi çeken olaylar ve
konuşmalar oldu. Papa gençlerin arasından
geçerken kendisine getirilen bebekleri kutsadı,
sakatları dinledi. Papa’nın atılan t-shirtleri
havada yakalaması, ona getirilen içecekleri
içmesi ve arabasından inmesi çok samimi
geldi. Mahalle aralarında korkusuzca yaptığı
ziyaretlerle Mesih İsa’nın izinden gittiğini
görmek çok etkileyici idi.
Papa’nın vaazını coşkuyla dinlemek için Rio
de Janeiro’nun 4 kilometre uzunluğundaki
Copacabana plajında 3 milyon kişi toplandı.
Biz ve bizim gibi gidemeyen insanlar da ayini
ekran başında heyecanla izledik.
Gelecek Dünya Futbol Şampiyonası’nın
düzenleneceği ülke olan Brezilya’da Papa’nın
gelişinden önce gelir adaletsizliği gibi nedenlerle protesto gösterileri yapan gençliğe hitap
eden Papa, “İsa’nın bize verdiği şey, Dünya
Kupası’ndan çok daha büyük” dedi. Papa
TE
ÜR
İY
KA
T O L İ K CKÜLTÜR
E M A A T VE
İ KÜ
L T Ü R DERGİSİ
V E H A B EARALIK
R D E R G2İ0S11İ
T Ü R K İY
KK
AT
OE
LİK
CEMAATİ
HABER
Bu sene ne kadar istesek, heyecanlansak da
maalesef Rio de Janeiro’da yapılan Dünya
Gençlik Günü’ne gitmedik. Çünkü bu uzak
olmasının yanında çok pahalı bir yolculuk
olacaktı. Oradaki sevinci televizyondan, internetten olsun ve başka ülkelerden giden
arkadaşlarımızdan öğrendik. 150 kadar ülkeden 2 milyona yakın kişinin katıldığı organizasyonu elimizden geldiğince İstanbul’dan takip etmeye çalıştık. Gençler olarak 28 Temmuz
Pazar günü Peder Jacky ile saat 11:15’de Bomonti Lourdes Kilisesi’nde ayine katıldık. Peder Jacky’nin “KİLİSE İÇİN GENÇLER NEDEN ÖNEMLİ?” sorusu beni çok düşündürdü.
Gençliğimzde çok şey yapabiliriz. Ancak
yaşlılığımızda istesek de yapamayacağımız
şeyler olacak. Pişmanlıklara yer bırakmamak
ve harekete geçmek en iyisi. İçimizdeki Ruh’u
farkına varıp canlandıralım.
hepimize sesleniyor, tıpkı Mesih İsa gibi.
Gençlere, yaşlılara, ailelere, eşcinsellere, din
adamlarına… Geçtiğimiz günlerde bir din
adamının “böyle bir Papa tam zamanında geldi” demesi beni çok etkiledi.
Papa ya sorulan “Latin Amerika’da Katolik Kilisesi’nin diğer dinlere ve özellikle
Evanjelistlere yenik düştüğü söyleniyor. Ne
düşünüyorsunuz?” sorusuna verdiği cevap
ilginçti: “Benim için yakınlaşma esastır. Kilise
anne gibidir ve çocuğuna yakın olmalıdır. Bir
anne çocuğuna sarılıp onu öpmeli, bağrına
basmalıdır. Çocuğuyla mektuplar üzerinden konuşması gibi kilise bugünlerde insanlarla uzaktan konuşuyor. Brezilyayı çok iyi
Cefiye DİRİL
7
HARDAL TANESİ
TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56
ŞARAP
Peki ya şarap ? Hardal Tanesi, bir önceki
sayıda komünyonun iki önemli parçasından
ekmeğe yer verdi. Şimdi ise şaraba bakıyoruz.
Şarap, fermante edilmiş üzüm suyundan
yapılan alkollü bir içkidir. Diğer birçok meyveden de alkollü içecekler yapmak mümkündür;
ancak şarabın yeri, tadı, anlamı ve tarihi
farklıdır. Öyle ki şarap denildiğinde akla hep
üzüm suyu ile yapılan bu alkollü içecek gelir.
Şarap yapılan üzümler çeşitlidir ve bölgeden
bölgeye değişik tatlar sağlarlar. Üzümlerin
yetiştiği coğrafya da önemlidir: özellikle toprak, iklim ve hatta sulak alanlara, dağlara,
ormanlara olan yakınlık şarabın karakterinde
belirleyici rol oynar. Uzun bir süre özenle
bakılan üzümlerin toplanma süreci bile tadını
etkilemektedir. Bu nedenle şarabın aslında
üzüm bağında yapıldığı düşüncesi, adeta geleneksel bir inanç halini almıştır. Tüm bunları,
şarabın fermantasyonu ve bekletilmesi takip
eder. Buradan şişelenmeye kadar uzun ve
anlamlı bir yol alır. Bu aşamada küçük bir
ayrıntı olan şarap şişesini kapatan mantar tıpa
şarabın hava almasını ve bozulmasını önler.
Bir başka deyişle, şarabın sırrını saklar.
Şarabın güzelliğini yanındaki yemek de belirler. Hangi yemekle hangi şarabın içileceği
eşleşmesi, şarabın sofralarımızdaki kadim
dostluğunun da aracısıdır. Şarap, yanında bir
şeyler olmaksızın, sanki sessiz bir arkadaş
gibidir. Fakat her şeyden önce, insanoğlunun
sofrasına misafir olan eski bir dosttur. Şarabın,
ilk olarak M.Ö. 5000 tarihlerinde Ortadoğu’da
üretildiğine dair izlere rastlanmıştır. Kazılar,
en erken şarabın bugünkü İran sınrılarında
bulunan Zağros Dağlarında üretildiğini
göstermiştir. M.Ö. 3500-3000 tarihleri arasında
Kafkaslar, Gürcistan, Ermenistan, Türkiye ve
İran coğrafyasının çeşitli bölgelerinde şarap
üretildiği tespit edilmiştir. İlginçtir, birçok
araştırmacı, şarabın kazara ortaya çıktığını savunurlar. Bir hikayeye göre, Pers Kralı Cemşit,
üzüme düşkündür ve onları büyük toprak kaplara depolatmıştır. Burada uzun süre kalan
üzümler, farklı bir koku ve tada sahip olmuş ve
zehirli kabul edilmiştir. Kralın hareminden bir
kadın, çektiği sonu gelmez başağrılarına son
vermek için bu “zehir”den içer ve uykuya dalar.
Uyandığında başağrısı geçmiştir.
Geçmişte, Fırat ve Dicle nehirleri arasında
üretilen şaraplar, kuzey Mezopotamya’dan
güneydeki şehirlere götürülür ve satılırdı.
Çünkü şarap, gündelik bir içecek olmanın
yanı sıra ritüellerin ve törenlerin birayla beraber bir numaralı içeceği haline gelmiştir.
Antik Mısırlılar da bu içeceği Nil deltasında
yetiştirmeye başlarlar. Mısır’daki şarap üretimi
M.Ö. 1000’e kadar tarihlenir. Duvar yazıları,
şarap üretimine ilişkin bilgilerle süslenir; ancak
farklı otlar ve baharatlarla zenginleştirilen bu
şarap çeşidinin nasıl yapıldığı tam olarak bilinmemektedir.
M.Ö. 3.yüzyıla gelindiğinde Antik Yunan
şarapları, Akdeniz coğrafyasının önemli ticari
ürünlerinden birisi haline gelir ve üretim biçimi
Fransa ve Güney İtalya’ya aktarılır. Öte yandan, şarap, yaşamın önemli bir parçası olur.
Ortadoğu düğünlerinin baş içeceği olduğu
gibi, Yunan erkeklerinin Sempozyum (“beraber içmek”) adı verilen toplantılarının öncelikli davetlisidir. Antik Yunan’da sempozyumlarda şaraptan uzak tutulan kadınlar, Antik
Roma’da şaraptan men edilmiştir. Ancak yine
de şarap Roma İmparatorluğunun neredeyse
her köşesinde içilen bir içecek olmuştur. Roma
İmparatorluğu içinde yaşayan Yahudiler için
de şarap özel bir içecektir. Üzümler ve şarap,
Tanrı’nın Yahudilerle olan bağının simgelerinden birisidir. Bu bağ, İsa Mesih ile ayrı bir anlam
kazanır. O güne kadar sofraların bir parçası
olan şarap, sadece İsa Mesih’in ilk mucizesinde yer almakla kalmaz, son yemeğinde ve
sonrasında kendi kanını sembolize eden özel
bir anlam kazanır. Hıristiyan komünyonunun,
ekmekle beraber ikinci önemli parçası haline
gelir. Manastırlarda rahipler, teoloji ve hizmetin yanı sıra şarap yapmayı da öğrenmek zorunda kalırlar.
Şarap, kutlamalarımızın, bayramlarımızın,
özel yemeklerimizin parçası, sevinçlerimizin, üzüntülerimizin ortağı, kadim ve eski
dostumuz, oldukça yaşlı ve bir o kadar da
yaşlandıkça güzelleşen, her rengi her çeşidi
bir başka anlam taşıyan, fazlası zarar, azı
karar içeceğimiz. Bize bizi gösteren bir ispat
Maranatha Eylül 2013
HARDAL TANESİ
Maranatha Eylül 2013
Cecilia DEMİRCİ
NO:56
Şarabın güzelliğini yanındaki yemek de belirler. Hangi yemekle hangi şarabın içileceği
eşleşmesi, şarabın sofralarımızdaki kadim
dostluğunun da aracısıdır. Şarap, yanında bir
şeyler olmaksızın, sanki sessiz bir arkadaş
gibidir. Fakat her şeyden önce, insanoğlunun
sofrasına misafir olan eski bir dosttur. Şarabın,
ilk olarak M.Ö. 5000 tarihlerinde Ortadoğu’da
üretildiğine dair izlere rastlanmıştır. Kazılar,
en erken şarabın bugünkü İran sınrılarında
bulunan Zağros Dağlarında üretildiğini
göstermiştir. M.Ö. 3500-3000 tarihleri arasında
Kafkaslar, Gürcistan, Ermenistan, Türkiye ve
İran coğrafyasının çeşitli bölgelerinde şarap
üretildiği tespit edilmiştir. İlginçtir, birçok
araştırmacı, şarabın kazara ortaya çıktığını savunurlar. Bir hikayeye göre, Pers Kralı Cemşit,
üzüme düşkündür ve onları büyük toprak kaplara depolatmıştır. Burada uzun süre kalan
üzümler, farklı bir koku ve tada sahip olmuş ve
zehirli kabul edilmiştir. Kralın hareminden bir
kadın, çektiği sonu gelmez başağrılarına son
vermek için bu “zehir”den içer ve uykuya dalar.
Uyandığında başağrısı geçmiştir.
Geçmişte, Fırat ve Dicle nehirleri arasında
üretilen şaraplar, kuzey Mezopotamya’dan
güneydeki şehirlere götürülür ve satılırdı.
Çünkü şarap, gündelik bir içecek olmanın
yanı sıra ritüellerin ve törenlerin birayla beraber bir numaralı içeceği haline gelmiştir.
Antik Mısırlılar da bu içeceği Nil deltasında
yetiştirmeye başlarlar. Mısır’daki şarap üretimi
M.Ö. 1000’e kadar tarihlenir. Duvar yazıları,
şarap üretimine ilişkin bilgilerle süslenir; ancak
farklı otlar ve baharatlarla zenginleştirilen bu
şarap çeşidinin nasıl yapıldığı tam olarak bilinmemektedir.
M.Ö. 3.yüzyıla gelindiğinde Antik Yunan
şarapları, Akdeniz coğrafyasının önemli ticari
ürünlerinden birisi haline gelir ve üretim biçimi
Fransa ve Güney İtalya’ya aktarılır. Öte yandan, şarap, yaşamın önemli bir parçası olur.
Ortadoğu düğünlerinin baş içeceği olduğu
gibi, Yunan erkeklerinin Sempozyum (“beraber içmek”) adı verilen toplantılarının öncelikli davetlisidir. Antik Yunan’da sempozyumlarda şaraptan uzak tutulan kadınlar, Antik
Roma’da şaraptan men edilmiştir. Ancak yine
de şarap Roma İmparatorluğunun neredeyse
her köşesinde içilen bir içecek olmuştur. Roma
İmparatorluğu içinde yaşayan Yahudiler için
de şarap özel bir içecektir. Üzümler ve şarap,
Tanrı’nın Yahudilerle olan bağının simgelerinden birisidir. Bu bağ, İsa Mesih ile ayrı bir anlam
kazanır. O güne kadar sofraların bir parçası
olan şarap, sadece İsa Mesih’in ilk mucizesinde yer almakla kalmaz, son yemeğinde ve
sonrasında kendi kanını sembolize eden özel
bir anlam kazanır. Hıristiyan komünyonunun,
ekmekle beraber ikinci önemli parçası haline
gelir. Manastırlarda rahipler, teoloji ve hizmetin yanı sıra şarap yapmayı da öğrenmek zorunda kalırlar.
Şarap, kutlamalarımızın, bayramlarımızın,
özel yemeklerimizin parçası, sevinçlerimizin, üzüntülerimizin ortağı, kadim ve eski
dostumuz, oldukça yaşlı ve bir o kadar da
yaşlandıkça güzelleşen, her rengi her çeşidi
bir başka anlam taşıyan, fazlası zarar, azı
karar içeceğimiz. Bize bizi gösteren bir ispat
aslında. Farklı topraklarda, farklı iklimlerde,
farklı türlerde, farklı renklerde, farklı karakterler bulan şarap, biz insanlar gibi. Hatta belki
de hepimiz, Rabbi hayatımıza kabul ederek,
suyken şaraba dönüştük ve elbette yeni bir
yaşamla: “Yeni şarabı yeni tulumlara doldurmak gerek.” (Luka 5,38)
T Ü R K İY
E RKK
AT
0 11
NO:
TÜ
İ YOELİK
K ACEMAATİ
T O L İ K CKÜLTÜR
E M A A T İVE
K ÜHABER
L T Ü R DERGİSİ
V E H A B E ARALIK
R D E R G2İ S
İ EYLÜ
L 24091 3
aslında. Farklı topraklarda, farklı iklimlerde,
farklı türlerde, farklı renklerde, farklı karakterler bulan şarap, biz insanlar gibi. Hatta belki
de hepimiz, Rabbi hayatımıza kabul ederek,
suyken şaraba dönüştük ve elbette yeni bir
yaşamla: “Yeni şarabı yeni tulumlara doldurmak gerek.” (Luka 5,38)
Cecilia DEMİRCİ
9
YAŞAMLARI DEĞİŞENLER
TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56
DOLORES HART
Hollywoood’un
ışıltılı dünyasından
rahibeliğin itaatkar sessizliğine
uzanan yol...
Dünya film
endüstrisinin
kalbinin attığı,
sinemanın
büyüsüyle
insanları saran,
göz kamaştırıcı
hayat
öykülerinin
hayalleri
süslediği renkli ve görkemli
Hollywood’da
var olabilmek,
her zaman büyük rekabetlerin yaşandığı bu
sektörde adını duyurabilmek hiç de kolay bir
iş değil. Hem kişisel hem de ekip olarak, zorlu
rakiplerin arasından sıyrılıp ödüllere aday olmak , hatta ödüller kazanmak; olağanüstü bir
çabayı, doğru zamanlamayı, tüm olasılıkların
doğru hesaplanıp incelikle uygulanmasını gerektiriyor. Durum böyle olunca, ekip başarısıyla
kişisel başarının birleşmesinin ardından gelen,
mutluluk tabloları da sıklıkla yaşanmıyor. Ünlü
modacıların özel tasarımları içinde kırmızı
halıda süzülerek dünya basınına poz vermek
kısmı ise, sayısız insanın amaçladığı ancak çok az sayıda insanın kavuşabildiği bir
ayrıcalık. İşte bu ayrıcalığa genç yaşında sahip olan ama bir anda herşeyi elinin tersiyle itip
bambaşka bir hayatı seçen bir ismin; Dolores
Hart’ın öyküsü de filmlere konu olacak cinsten.
Zaten olmuş da...
Dolores Hart 1938 yılında Chicago Illinois’da
doğduğu zaman adı Dolores Hicks’ti. Çok
genç yaşta evlenen, her ikisi de oyunculuk
yapan anne ve babası, oldukça mütevazı
bir hayat sürdürmekteydiler .Genç çift, evliliklerinde de büyük sorunlar yaşıyorlardı.
Dolores doğduktan kısa bir süre sonra aile,
Chicago’dan Hollywoood’a taşındı. Dolores
henüz 3 yaşındayken anne ve babasının evlilikleri boşanma ile sonuçlanınca, ailenin
sorunlarında genç çifte her zaman destek
olan ve sinemalarda makinistlik yaparak
geçimini sağlayan dedesi, küçük torununun
sorumluluğunu almak zorunda kaldı.. Katolik mezhebine bağlı bir aile olmamalarına
rağmen, dedesi küçük Dolores’i katolik okuluna göndermeye karar verdi. Bunun tek nedeni
ise, küçük Dolores’in yakınlardaki bir okula gitmek için, her gün yoğun trafiği olan büyük bir
caddeden geçmek zorunda olmasıydı. Dedesi
bunun çok tehlikeli olduğunu düşünüyordu.
Böylece Dolores, eğitim hayatına evlerine
çok daha yakında olan Saint Gregory Katolik
Okulu’nda başladı. Katolik inancı bu okulda
şekillenecek ve yıllar sonra çocukluk yıllarını
anlatırken “Katolik olmayı ilk kez 10 yaşında
düşündüm.” diyecekti.
Sinemaya ilk adımını 9 yaşındayken çocuk
oyuncu olarak babası ile birlikte rol aldığı 1947
yapımı “Forever Amber” filmi ile attı. Anne
ve babasının yaşadığı Hollywood ve dedesinin yaşadığı Windy City arasında gidip gelerek geçirdiği çocukluk yıllarının ardından,
bir restorant sahibiyle evlenen annesi ve
üvey babasıyla yaşamaya başladı. Dolores,
Marymount College’deki eğitimine devam
ederken burs alabilmek için okul tiyatrosunda
“Jeanne d’Arc” ı canlandırdı. Okuldan sadece
20 dakika uzaklıkta olan MGM ve Paramount
film stüdyolarından bir yapımcının dikkatini
çekti ve başrollerini Elvis Presley ile Lizabeth Scott’in üstlendiği “Loving You” filminde
yardımcı oyuncu olarak görev aldı. Dolores bu
filmde büyük başarı gösterince arka arkaya
pek çok film teklifi aldı. Los Angeles’lı bir mimar olan Don Robinson ile nişanlanan Dolores
artık hayatına bir yön verdiğini düşünürken,
gelecekte hayatının nasıl değişeceği hakkında
henüz hiç bir fikre sahip değildi.
Sinema ve televizyon kariyerinde hızla
yükseliyordu. Anthony Quinn, Montgomery
Clift gibi dünya starlarıyla birlikte rol aldığı
filmlerin ardından, 1958 yılında Türkiye’de
“Gangsterlerin Pençesinde” adıyla gösterime
giren “King Creole” isimli filmde bir kez daha
Elvis Presley ile birlikte rol aldı. Bu filmden
sonra Broadway’de sahne aldı, 1959 yılında
“Theatre World Award” ödülüne layık görüldü. Aynı yıl canlandırdığı “Jessica Poole”
karakteriyle “En İyi Yükselen Kadın Yıldız”
kategorisinde “Tony Award” a aday gösterildi.
1960 yılında başrollerini George Hamilton ile
paylaştığı “Where the Boys Are” ile “Teenage
Comedy”nin sevilen yıldızı olmayı başardı.
Rahibe Clare karakterini canlandırdığı “Francis of Assisi” nin çekimleri sırasında Roma‘da,
Papa John Paul XXIII’ le tanışma fırsatı buldu.
Maranatha Eylül 2013
YAŞAMLARI DEĞİŞENLER
Aradan geçen yıllar boyunca eski nişanlısı
Don, düzenli olarak her Paskalya ve Noel’de
manastıra kendisini ziyarete geldi ve her zaman Dolores’in kararına saygı duyduğunu
ifade etti. Dolores’ten bahsederken; “- O,
benim bir zamanlar aşık olduğum genç kız
değil, kendini Tanrı’ya adamış başka bir
şahsiyet. Bunu netlikte görebiliyorum.” diyordu. Rahibe Dolores’e yaptığı ziyaretler, 2011
yılında Don Robinson’un ölümüne dek kesintisiz sürdü. Rahibe Anne Dolores her zaman
çeşitli sağlık çalışmalarında aktif görev yaptı.
2012 yılında hayat öyküsünü konu alan “God
Is the Bigger Elvis” adlı belgesel bir filmle “Academy Award for Best Documentary” ödülüne
aday oldu. 2012 yılında bir kez daha Oscar
ödül töreninde kırmızı halıdaki yerini aldı.
Fakat bu defa üzerinde ne ünlü modacıların
eşsiz tasarımları ne de paha biçilmez mücevherler vardı. Kırmızı halı tarihinde bir ilk
gerçekleşiyordu, Dolores Hart törene sade
rahibe giysileri ile gelmişti. “God Is the Bigger
Elvis” adlı belgeselde biraz da esprili bir dille,
tüm dünyadaki genç kızların hayallerini süsleyen Elvis Presley’in mi, yoksa Mesih İsa’nın mı
daha çekici olduğu sorulduğunda Dolores hiç
tereddütsüz; Tanrı’nın kutsal ışığının yanında
herşeyin sönük kaldığını ifade etti..
Ayrıca otobiyografisini anlattığı “The Ear of the
Heart / Kalbin Kulağı” adlı bir kitabı da bulunan
Dolores Hart, halen aynı manastırın baş rahibesi olarak yaşamını sürdürmektedir.
Elena Asiye Tanyer
TEÜ K
RAT
K İO
Y LİK
E K CEMAATİ
A T O L İ K CKÜLTÜR
E M A A TVE
İ K HABER
Ü L T Ü R DERGİSİ
V E H A B EARALIK
R D E R G2İ0S11İ
T Ü R K İY
Bu karşılaşma sırasında Papa’ya; “ - Ben
Clare’i canlandırıyorum.” dedi. Yüzüne sıcak
bir gülümsemeyle bakan Papa ona; “-Hayır,
sen Clare’sin.” diye cevap verdi. Bu cevap onu
oldukça şaşırtsa da bu sözler, gelecek yıllarda
kendisinde duyacağı kutsal çağrının (vocation)
bir işareti olarak kabul edilecekti. Ardından toplama kampından kurtulan bir kızı canlandırdığı
“The Inspector” deki Lisa rolü kendisine 1962
yılı “Laurel Awards” ödüllerinde “Golden Laurel” ı kazandırdı. 1963 yılındaki 17.ve son filmi
“Come Fly with Me” nin promosyon çalışmaları
sürerken, film endüstrisini bırakmaya karar verdi. İçinde hissettiği çağrıya daha fazla
karşı koyamayacığını anladı ve nişanlısı Don
Robinson’dan ayrıldı. Bir limuzine atlayarak
Connecticut’daki, “Benedictine Abbey of Regina Laudis in Bethlehem” adlı Benedikten rahibelerinin manastırına görüşmeye gittiğinde
ne yapmak istediğinin biliyordu. 24 yaşında
sinema kariyerinde önemli bir noktaya gelmiş,
çeşitli ödüller kazanmış, Metro Goldwyn Mayer ile milyon dolarlık sözleşme yapmışken,
herkesin rüyalarını süsleyebilecek ışıltılı bir
hayatı terkedip,
kendisini tüm benliğiyle
Tanrı’ya adamaya karar vermişti. Hayatındaki
herşeyi geride bırakıp, bir daha dönmemek
üzere Connecticut’a gitti. Manastıra bu kez
bir limuzinle değil, sıradan bir araçla girerken
artık yıldız Dolores Hart değil, rahibe Anne
Dolores’ti.
E Y LNO:
ÜL 2
40
913 NO:56
Maranatha Eylül 2013
11
HIRİSTİYAN DÜNYASI
TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56
GUADALIPE’DEKİ BAKİRE’NİN ÖYKÜSÜ
Aşağıdaki satırlarda, 1531 senesinin aralık ayının
9’undan 12’sine dek Meksika’nın yerli ahalisinden Juan Diego adındaki mütevazi bir adama
Kutsal Bakire Meryem’in zuhur edişinin inanılmaz
öyküsünü okuyacaksınız. Guadalupeli Bakire
Meryem’in olağanüstü güzellikteki bu hikayesini
beğeniyle ve istekle okuyacağınızı ümit ediyorum.
Meksika’nın her kesiminden inançlı insanlar bu
tarihlerde Bakire Meryem’in Meksika halkına
göründüğü yeri ziyaret etmek için Meksiko şehrinin
yaşayan yerli kabileleri Katolik inancına döndürmeyi
akıllarına koymuşlardı. Fakat İspanyollar bu hedeflerini gerçekleştirme konusunda birçok zorlukla karşılaştılar, çünkü Meksika halkının çok
sayıdaki tanrılarına yönelik güçlü inançları vardı.
Guadalupe’deki Hanımefendimiz’in, Aztekli yerli ahaliden Juan Diego’ya 1531 yılında zuhur etmesi, Meksika’nın ve Latin Amerika kıtasının Katolik inancına dönüşünü sağlamış oldu. Bugün
dahi Orta ve Güney Amerika kıtasında kutlanan
en önemli üç dini bayram, Noel, Paskalya ve
Guadalupe’deki Hanımefendimiz’in bayram günü
olan 12 Aralık tarihidir. Mucizenin Amerika kıtasının
merkezinde zuhur etmiş olması, Guadalupe’deki
Hanımefendimiz’e “Amerika’nın Annesi” ünvanının
verilmiş olmasına katkıda bulunmuştur. Üç gün
içinde gerçekleşen dört zuhur hadisesinin hikayesi,
Guadalupe’deki Hanımefendimiz hakkında, peder
Antonio Valeriano tarafından 1540 yılında Nahuatl
dilinde yazılmış , Nican Mopohua diye bilinen en
eski mucize kayıtlarına dayanmaktadır.
Tepeyac Mucizesi
Guadalupe’deki Hanımefendimizin Birinci zuhru
kuzeyinde, Villa De Guadalupe mahallesinde bulunan Guadalupe’deki Bakire Bazilikası’na akın ediyorlar. Bu özel gün Meksikalılarca “Nuestra Senora
de Guadalupe” (Guadalupe’deki Hanımefendimiz)
Bayramı olarak kutlanıyor. İmanlılar Bakire
Meryem’e hediyeler ve genellikle rengarenk
çiçeklerden oluşan demetler getiriyorlar. Bazı ziyaretçiler burada Meryem Ana için ilahiler söyleyerek dans ediyorlar. Bazı hacılar da mucizeler
dilemek ya da kabul görmüş talepleri için Bakire
Meryem’e teşekkür etmek için Bazilika’ya giden
taşlı yolu dizlerinin üzerinde dua ederek yürüyorlar.
Bu kutlamaların arkasındaki hikaye, Katolik inancının Meksika halkının yüreğinde nasıl
önemli bir yer kazandığını gösteriyor. İspanyollar
Meksika’yı fethettikten sonra, o topraklarda
Juan Diego, Bakire Meryem’I gördüğünde 55
yaşında dul kalmış ve Katolik vaftizini yakın zamanda alarak Hristiyan yaşamına başlayan
mütevazi bir adamdı. Tlatelco’daki kilisede kutsal Ayine ve din derslerine katılmayı gelenek
haline getirmişti. 9 Aralık 1531 günü şafak vaktinde kiliseye doğru yola çıktı. Tepeyac Tepesi’ne
doğru yürürken kuş cıvıltıları duydu. Tepeye
yaklaştığında ise kuş sesleri aniden kesiliverdi.
Tam o anda bir kadın sesi duydu. Bronz tenli ve
giysileri güneş gibi parıldıyan bu genç kadın, ana
dili Nahuatl ile kendisine ismiyle seslendi ve şöyle
dedi: “Ben Bakire Meryem’im, hayat veren, tek
gerçek Tanrı’nın Annesiyim. Onu açıkça herkese
göstermek, Onu herkesçe bilinir kılmak için bu
yerde bir mabet inşa edilmesini istiyoruım. Sevgim,
şefkatim, yardımım ve korumam vasıtasıyla
Onu bütün insanlara ulaştırmak istiyorum.
Episkoposa koş ve gördüğün ve duyduğun her
şeyi ona anlat”.
Juan Diego, Guadalupe’deki episkopasluğa gider
ve Fransisken rahip olan Juan de Zumarraga’ya
gördüklerini ve Meryem Ana’ nın kendisine söylediklerini anlatır. Juan de Zumarraga ve diğer
Fransisken rahipler kendisine inanmazlar. .Juan
üzgün olarak evine döner.
Guadalupe’deki Hanımefendimizin İkinci
Zuhru
Umutsuzluğa düşen Juan, tepeye geri döner ve
Meryem’i kendisini bekler durumda bulur. Juan,
Meryem Ana’dan önemsiz biri olduğum için sözlerine inanmadıklarını, bu nedenle mesaj vermesi için
daha uygun birisini göndermesini ister.
Bunun üzerine Meryem Ana şöyle der: “Dinle
oğlum, yollayabileceğim çok kişi var. Fakat sen bu
Maranatha Eylül 2013
HIRİSTİYAN DÜNYASI
Guadalupe’deki Hanımefendimizin Üçüncü
Zuhru
kurdu.
Juan Diego’ nun örtüsündeki mucizevi tasvir
Juan Diego’nun örtüsü, Meksika sabır otundan
elde edilen kaktüs lifleriyle dokunmuş kaba bir
kumaştan imal edilen bir pelerindi. Resmin
renkleri canlıydı ve bu güne kadar hiç solmadı.
Bugüne dek yapılan bütün kimyasal incelemelere ve testlere rağmen pelerin örtüsünün ne ile
boyandığı hala saptanamadı. Bu mucizevi resim
hala sergilenmektedir. Pelerin kaktüs elyafından
Juan Diego söylenilenleri Bakire Meryem’e bildirir.
Meryem Ana bu işaret için Juan’ın ertesi sabah
oraya tekrar gelmesini söyler. Ancak Juan Diego
eve geri döndüğünde amcası Juan Bernardino’nun
ağır şekilde hasta olduğunu görür. Pazartesi günü
Tepeyac tepesine geri gitmek yerine ölmekte olan
amcasının yanında, evde kalmayı tercih eder. Salı
sabahı Juan Diego erken uyanır ve ölmekte olan
amcasının son kutsamaları alabilmesi için kiliseden peder çağırmaya gider. Pederi çağırabilmesi
için Tepeyac tepesinden geçmesi gerekmektedir.
Guadalupe’deki Hanımefendimizin dördüncü
Zuhru
Maranatha Eylül 2013
yapılmıştı ve bu nedenle normal koşullar alrtında
yaklaşık olarak yirmi yıl gibi bir süre zarfında toza
dönüşmüş olmalıydı. Oysa yüzyıllar boyunca
mum dumanına maruz kalmasına, bombalama
hadisesine ve kaza ile üzerine asit dökülmesine
rağmen hayatta kalmayı başardı ve 480 yılı aşkın
bir zamandan beri sergileniyor.
Ona atfedilen birçok şifa mucizesinden oluşam
bir liste mevcuttur. Yılda ortalama 18-20 milyon
civarında hacı bu bazilikayı ziyaret etmektedir.
Özcan ÇANLI
13
NO:56
Meryem Ana yolda Juan’ın karşısına çıkar ve ona:
“Oğlum, mesele nedir ?” diye sorar. Juan utanç
duyar. “Efendim, beni bağışlayınız. Amcam ölüm
döşeğinde ve kutsal sırlar için peder istiyor. Yoksa
size verdiğim sözü tutacaktım” der.
Meryem şöyle yanıtlar: “Oğlum, sıkılma ve korkma.
Amcan henüz ölmeyecek. Şu an için sağlığı düzeldi ve endişelenecek bir durum kalmadı. Sana
söyleyeceklerimi yap. Tepenin zirvesine çık, orada
büyüyen çiçekleri topla ve bana getir.”
Aralık ayında çiçekler? Juan Diego bunun imkansız
olduğunu düşündü. O zamanda kayalık tepede
herhangi bir çiçeğin açmış olamayacağını gayet iyi
biliyordu. Ama itaat etti ve tepede harikulade güzellikte çiçekler buldu. Onları dallarından kopardı ve
soğuğa karşı onları korumanın en iyi yolunun pelerinin altına saklamak olduğunu düşündü. Meryem’e
geri gitti ve Meryem çiçekleri bağladı. Guadalupeli
Hanımefendimiz kutsal tasvirini Juan Diego’nun
örtüsünün üzerine bıraktı ve ona: “Oğlum, episkoposa gönderdiğim işaret budur. Ona bu işaretle
arzu ettiğim bu yere bir mabet yapması gerektiğini
söyle. Taşıdığın şeyi ondan başkasının görmesine müsaade etme. Güvendiğim elçim olduğunu
unutma. Bu defa episkopos ona söyleyeceğin her
şeye inanacaktır” dedi. Bu dördüncü zuhur, Juan
Diego’nun Meryem’i son görüşü olacaktır.
Juan Diego, episkoposun önünde diz çökerek
çiçeklerle dolu örtüsünü açtı ve episkopos örtünün
üzerinde Meryem Ana’ nın Juan Diego’ ya kendisini gösterdiği şekilde kalıcı bir tasvirin göründüğünü
farketti. Mevsime özgü olmayan çiçekleri ve
Bakire Meryem’in resmini gören episkopos, Juan
Diego’nun kendisine gerçeği anlatığının farkına
vardı ve Meryem Ana’nın istediği yerde bir kilise
TÜ
İ YOELİK
K ACEMAATİ
T O L İ K CKÜLTÜR
E M A A T İVE
KÜ
L T Ü R DERGİSİ
V E H A B EARALIK
R D E R G2İ 0S11
İ E Y LNO:
Ü L 24091 3
T Ü R K İY
ER
KK
AT
HABER
vazife için seçtiğim kişisin. Bu yüzden yarın sabah
episkoposa tekrar git. Tanrı’nın Annesi Kutsal Bakire Meryem’in seni gönderdiğini ona söyle ve bu
yerde bir kilise yaptırılması yönündeki büyük arzumu ona tekrar hatırlat.”
Pazar 10 Aralık günü Juan Diego ikinci defa
episkoposa gider ve binbir zorlukla görüşmeyi
gerçekleştirir. Kendisini tekrar görmek episkopos
için süpriz olur ve Juan’ın Meryem Ana’ya bir işaret
göstermesini söylemesini ister.
YABANCIYDIM BENİ İÇERİ ALDINIZ
TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56
“Duamı işit, ya RAB, kulak ver yakarışıma,
gözyaşlarıma kayıtsız kalma! Çünkü ben bir
garibim senin yanında, bir yabancı, atalarım
gibi ”.
“RAB garipleri korur, öksüze, dul kadına
yardım eder, kötülerin yolunuysa saptırır. ”
zen imanlı bir yabancı olur bazen de ev sahibidir. Bu bağlamda yabancı olmak temasını
ele alacak olursak görüyoruz ki “yabancı”
sözcüğü tekil ya da çoğul, eril ya da dişil
farklı kullanımlarla ikiyüzü aşkın bir sayıda
tekrarlanmaktadır . Bu yazıda, sözcüğün etimolojik anlamından çok, Kutsal Kitap‘taki anlamsal derinliği üzerinde durulacaktır.
KİMDİR YABANCI?
Kutsal Kitap “yabancı” için İbranice “zar”
sözcüğünü “uzak yabancı” anlamında, “nokri”
sözüğünü “gelipgeçen yabancı”, “gher” ve
“toshav” sözcüklerini ise “yerleşmiş ve uyum
sağlamış yabancı” anlamlarında kullanılır
. Dışarıdan gelen, uğrayan ya da yerleşen
her bir yabancılık durumu için farklı kelimeler seçilmiştir. Çünkü Tanrı’nın halkı İsrail
anlatımların merkezinde olup, bu halkla ya
da bireyleriyle “uzaklık-yakınlık” konseptleri
içinde ilişki kuranların durumları anlam farklılığı
içeren farklı sözcüklerle vurgulanmaktadır. Öte
yandan “bağlantıların mesafesi” açısından da
önemli ayrımlara işaret etmek için bu yöntemin
tercih edilmiş olduğu söylenebilir.
‘‘ DIŞARIDAN GELEN’’ VE ‘‘ORALI OLMAYAN’’ YADA ENTEGRE OLAN’’ YABANCI
Kutsal Kitap anlatılarında kutsallık ile
kutsalsızlık örnekleri bir arada süregider,
“olması gereken” ile “olan” yani “meydana
gelen” eş zamanlı olarak ortaya konur.
İtaat edenlerle reddedenler aynı ortamda
buluşurlar. Tanrı’nın insana olan sevgisinin
sonsuz örnekleriyle karşılaşılırken insanın
sadakatsizliği ve düşüşleri de gözler önüne
serilir. Günah ve erdem, mahvoluşa kendini
sürükleyen insana kurtuluşu vermek isteyen ve
gerçekten merhamet dolu Tanrı’nın bütün arzusu satırlarda ve satır aralarında anlaşılabilir.
Gerçek iman edenlerle bunun karşısında olanlar sürekli bir mücadelenin parçası olurlar. Ba-
Yabancı olmak temasına genel bir yaklaşımla
başlarsak, örneğin Çıkış Kitabı’nda “yabancı
toprakta bir göçmen” olduğu gözümüze çarpar. Yine “Rabbin ilahilerini bir yabancı toprakta nasıl söyleyebilecekleri” üzerine Memurcu
kaygısını dile getirir . Levililer’de Tanrı, yabancı
olanla İsrailoğullarından olan arasındaki bütün
ilişkileri ve merhamet örgüsünü tek tek sıralar.
Yabancıyı karşılamak ve ona yardım etmek
O’nun halkının görevi olacaktır. Zalim olmamak onu doyurmak, küçümsememek bu emirlerin en önemlileridir . Habercilerin İşleri’nde de
“yabancı toprakta hacı olunacağı” vurgulanır .
Yabancı toprak tanımı aslında İsrailoğulları’nın
Tanrı ile yaşadıkları tecrübede önem
taşımaktadır. Mısır’dan çıkış, vaat edilen
topraklara yerleşme, ardından Babil sürgünü
2
Matta 25,35
Mezmur 39,16
4 Mezmur 146,9
5 “Yabancı” sözcüğüne İtalyanca olarak bakıldığında tekil ya da çoğul 237 kez “straniero/i/e/a”
sözcüğüyle, tekil ya da çoğul 87 kez “forestiero/i/e/a” olarak tekrarlanır.
CARDINAL MARTINI, “La figura dello straniero nella scrittura”: Intervento al convegno
“Integrazione e integralismi. La via del dialogo è possibile?”, Cesano Maderno, 19.01.2001
6
Maranatha Eylül 2013
niyetle davranmasını gerektirir.
YABANCI OLMAK demek, en yalın ve sade
anlamıyla bir muhtaçlık durumunu anlatır,
başka deyişle söyleyecek olursak aslında
MUHTAÇ
OLMAK
demektir.
“Mısır’da
yabancıydınız” derken Tanrı, muhtaç durumda olanla elinde fazla olanın nasıl bir ilişki
kuracaklarını öğretir. Fazla olanın olmayanla “vermek” üzerine geliştireceği bir ilişkidir
7
10
13
8
11
14
Çıkış 2,22
Mezmur 137,4
9 Levililer 17,8-12; Sayılar 9,14; 15,14-30;
Deuteronomio(Yasanın Tekrarı)
14,21; 15,3; 17,15; 24,17
Maranatha Eylül 2013
Habercilerin İşleri 7,6
“Yabancı”, XAVIER LÉON-DUFOUR,
Kutsal Kitap’taki
Teoloji Sözlüğü, İstanbul 13 Ohan Matbaası,
s.936-937.
12 Yaratılış 23,3-5
Yaratılış 28,3-4
Çıkış 23,9
15 Çıkış 10,18
16 Çıkış 10,19
17 Çıkış 22,20;23,9
15
E Y LNO:
Ü L 4290 1 3 N O : 5 6
bu. Çünkü muhtaç olmak demek, aslında
alçakgönüllülüğe inmiş olmak demektir.
Onunla ilgilenen de böylece alçakgönüllülüğü
paylaşmış olacaktır. Bu emirler Tanrı’nın insana ve insan onuruna verdiği önemi göstermektedir. İnsan dünyasal durumu ne olursa
olsun Tanrı’nın gözünde kıymet bulmuştur.
İlgisini eksik etmez. Değer verir. Sorgular. Her
zaman korur. Çünkü insan kıymetlidir.
RAT
K İO
YLİK
E KCEMAATİ
ATOLİK C
E M A A TVE
İ KHABER
Ü L T Ü RDERGİSİ
V E H A B EARALIK
R DERG
İ S11İ
T Ü R K İYTEÜK
KÜLTÜR
20
ve Babil’den dönüş yüzlerce yıllık bir süreci
ve tecrübeyi kapsamaktadır ki yabancılık bu
halkın hiç de uzak olmadığı bir durumu özetler.
Dönem dönem bu halk “yabancı olmak durumunda” kalmıştır. Çevresinde yabancılar
vardır ancak aslında Tanrı’nın halkı da gitmek
durumunda kaldıkları yerlerde yabancı olmuş,
yabancı kalmış ve yabancı olarak yaşamıştır.
Bu bağlamda Kutsal Kitap’ın İsrailoğulları
için “kendisi” ve “kendisi gibi olmayan
halklar” arasındaki çizgiyi tanımlamaktan
kaçınmadığını söyleyebiliriz. Öte yandan, bireylerin yabancılık durumları da sık sık net bir
biçimde ortaya konmuştur. Örneğin, İbrahim,
dünyadaki hayatı sona eren eşi Sara’yı
gömmek için Hititliler’le diyaloga girdiğinde
şöyle der: “İbrahim yas tutmak, ağlamak için
Sara’nın ölüsünün başına gitti. Sonra karısının
ölüsünün başından kalkıp Hititler’e, ‘Ben
aranızda konuk ve yabancıyım’ dedi, ‘Bana
mezar yapabileceğim bir toprak satın. Ölümü
kaldırıp gömeyim’ .
Bir diğer örnekte ise İshak Yakup’u şöyle
kutsar: “Her Şeye Gücü Yeten Tanrı seni
kutsasın, verimli kılsın, soyunu çoğaltsın; soyundan halklar türesin. İbrahim’i kutsadığı gibi
seni ve soyunu da kutsasın. Öyle ki, Tanrı’nın
İbrahim’e verdiği topraklara -üzerinde yabancı
olarak yaşadığın bu topraklara- sahip olasın.
Bu bilinç yani yabancı olduğunu bilme bilinci,
ilk satırlardan itibaren önemle üzerinde durulan ve sürekli anımsanması istenen derin bir
tema olarak hissedilir.
“Tanrı’nın seçilmiş halkı olan İsrailoğulları”nı
Mısır’daki kölelikten yani yabancılıktan
kurtarması, Musa ve Harun öncülüğünde
kendilerine vaat edilen topraklara götürülmeleri, bu sırada. çölde “yabancı” olarak kırk yıl
yaşamaları onlara sürekli anımsanması gereken referanslar olarak sunulur: “Yabancıya
kötü davranmayın, sizler de Mısır’da
yabancıydınız ” der Rab ve ardından kendisinin yabancıyı sevdiği belirterek
kendi
halkından da yabancı’yı sevmesini özellikle
ister. Tanrı’nın yabancıları özellikle gözetmesi
kendi halkının yabancı olmasıyla bütünleştirilir.
Halkın yabancı olması onun da yabancılara iyi
KİMDİR GELEN VE KİMDİR İÇERİ ALAN
TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56
Öte yandan, ve mutlaka “değeri nedeniyle”
yabancı olanlara karşı gösterilecek diğer bir
tutum da sık sık öne çıkarılır: Konukseverlik!
Örneğin, İbrahim kendisine gelen Tanrı’nın
meleklerini büyük bir konukseverlikle karşılar:
“Yere kapanarak birine, ‘Ey efendim, eğer
gözünde lütuf bulduysam, lütfen kulunun
yanından ayrılma’ dedi, ‘Biraz su getirteyim,
ayaklarınızı yıkayın. Şu ağacın altında dinlenin. Madem kulunuza konuk geldiniz, bırakın
size yiyecek bir şeyler getireyim. Biraz dinlendikten sonra yolunuza devam edersiniz’. Bu
azizce karşılama, örnek bir iman işareti olarak
betimlenir. İbrahim Tanrı’nın hoşnut olduğu bir
insandır. Nasıl davranacağını bilir.
Tanrı’nın kendi halkıyla yaptığı anlaşmanın
içeriği Deuteronomio’da açık bir biçimde tekrarlanırken maddelerden birisini de
yabancılarla olan ilişki oluşturur: “Tanrı…
öksüzlerin, dul kadınların hakkını gözetir.
Yabancıları sever, onlara yiyecek, giyecek
sağlar ”. Yabancılar ayrıca özellikle gözetilmeye
çağrılır: “Ülkenizdeki ekinleri biçerken tarlanızı
sınırlarına kadar biçmeyeceksiniz. Artakalan
başakları toplamayacaksınız. Bağbozumunda
bağınızı tümüyle devşirmeyecek, yere düşen
üzümleri toplamayacaksınız. Onları yoksullara
ve yabancılara bırakacaksınız. Tanrınız RAB
benim. ”
Dufour, bu anlatıların gerisinde aslında İsrail’in
ataları gibi dünyada gelip geçici olduğunu
bilmesi ve bir yolcu konumunda bulunduğunu
anlaması için verilmiş örnekler olduğunu belirtir . Dünyadaki yaşamın niteliği böylece
ortaya konmaktadır. Kısa olan bu dünyasal
yaşamda hiç kimse kalıcı değildir. O halde
herkes misafir gibi davranmalı ve yaşamalıdır.
Çünkü halkların ve bireylerin hayat akışlarında
muhtaçlık da herkesin yaşayabileceği bir
tecrübedir .
Konukseverliğin içinde Söz’e itaat ve cömertlik bulunur. Konuk etmek, evini ve yüreğini
açmaktır. Kapıdan zincir takıp bakmak
değildir. Yaşam alanına O’nu yani başkasını
kabul etmektir. Ziyaret etmek, ilgi göstermek,
ötekinin durumunu paylaşmak, karşındakini
sevmek, yabancıyken yani muhtaçken O’nu
almaktır. Çünkü aslında yabancıya kapısını
açan da “yabancı”dır. Konukseverlik Lut’un
davranışında doruğa çıkar: Üç kişiyi misafir eder ama aslında üç melektir. İbranilere
Mektup’ta bu olay vurgulanır: “Kardeşlik sevgisi kalıcı olsun. Yabancılara konukseverlik
göstermeyi unutmayın. Bazıları bunu yapmakla, bilmeden melekleri ağırladılar ”.
Petrus şöyle diyor: “Bu nedenle, tutkuları
yenerek dua etmek için ayık olun. Özellikle
birbirinizi içtenlikle sevin. Çünkü sevgi sayısız
günahı örter. Söylenmeksizin birbirinize konukseverlik gösterin. ” Aynı konukseverliği
Pavlus da Romalılar’a önerir: “Taşıdığınız
umut sizlere sevinç versin. Çektiğiniz acılara
katlanın, sürekli dua edin. Gereksinmesi olan
18Yaratılış 18,1-4
19 Deuteronomio(Yasanın Tekrarı) 10,18-19
20 Levililer 23,22
21 XAVIER LÉON-DUFOUR, ibid.
22 Ezekiel 22,3-7; 22,29; Yeremya 14,8
23 İbraniler 13,2
24 Petrus 4,9
25 Romalılar 12,13
26 Matta 25,35
Maranatha Eylül 2013
kutsallara yardım elini uzatın, konukseverlik
gösterin”.
“KARŞINDAKİNİ KENDİN GİBİ
SEVECEKSİN”
rin aslında bir deve dönüştüğünü belirtir:
Buğdaylar tane tanedir ama devasa bir
dağ, damlalar küçük küçüktür ama ırmağı,
okyanusları oluştururlar .
İNSAN YERYÜZÜNDE YABANCIDIR AMA
İSA O’NU EVİNE ALIR
Yabancı sözcüğü, “garip ya da yeni olan”
anlamında kullanıldığı gibi aynı zamanda
“misafir olan” anlamına kadar genişletilebilir.
Bunun içine kimler girer: Herkes. Kimse “yerli”
değildir, istisna yoktur.
Bütün insanlık ailesiyle buluşmak ve kurtarmak isteyen İsa bizi sever ve kendine alır.
Aslında yeryüzündeki yabancılığımızı teselli
eder. Vaftiz bunun en açık örneğidir. İsa Mesih
tarafından çaldığımız kapının açılmasıdır. YABANCIYKEN birden TANRI’NIN EVLATLARINDAN BİRİ olma hakkını kazanırız. İlk günah
silinir, Dirilişe ve Kurtuluşa aday oluruz.
Aslında insan yeryüzünde konut kuramamakta, geçip gitmektedir. Tam anlamıyla Hacı’dır.
TÜ
İ YOELİK
K ACEMAATİ
T O L İ K CKÜLTÜR
E M A A T İVE
K ÜHABER
L T Ü R DERGİSİ
V E H A B EARALIK
R D E R G2İ 0
S11
İ E Y L NO:
Ü L 24091 3
T Ü R K İY
ER
KK
AT
Süreklilik içinde akan Kutsal Anlatılar, bir
bütünlük ve tamamlanma içindedir. Bütün
insanlık On Emir’deki “Seveceksin kendi Rabbini, karşındakini de kendin gibi seveceksin”
sözünü gerçekleştirmeye -ki en büyük ve kusursuz örneği İsa Mesih’tir, çağrılmaktadır.
Söz’ün evrensel niteliği İsa Mesih’te
somutlaşır, yani O’nda tamamlanır. O, Söz’ün
tamamlanmasının başlangıcıdır. Böylece
“artık” O referans olmaktadır. Bu nedenle sadece Antik Antlaşma kitaplarında değil bizzat İsa Mesih’in ağzından hepimiz uyarılırız.
Matta’da İsa şöyle der: “‘Gelin, Babam’ın
kutsadıkları’… ‘Dünyanın kuruluşundan bu
yana sizler için hazırlanan hükümranlığı miras
alın. Çünkü açken bana yiyecek verdiniz, susuzken susuzluğumu giderdiniz, yabancıyken
beni içeri aldınız, çıplakken giydirdiniz,
hastayken ilgilendiniz, cezaevindeyken görmeye geldiniz ”. Zor ve muhtaç durumdaki insanda İsa kendisini işaret etmektedir. Buradan
bakınca, sevmek eylemi, kabul etmek, olduğu
gibi saygı duymak ve karşındakinin iyiliğini
istemek olarak okunabilir. Çünkü onda İsa
mevcuttur. Sevmek eylem gerektirir. Sadece
duygu değildir.
İyilik doğuran davranış gerçek sevgiden
kaynaklanmaktadır. Karşılamak, sadece basit
bir iyilik eylemi değildir, aynı zamanda Tanrı
tarafından gözetilecek ve kişinin İsa ile bireysel bağını kuvvetlendirecek bir işarettir.
Matta, İsa’nın iyilik yapıldıktan sonra yapanın
gururlanmaması ve “aslında bir şey yapmadım”
diye alçakgönüllülük içinde olması gerektiğini
belirttiğini söyler . Aslında bu da Tanrı’nın
Krallığına girecek olanların bir özelliğidir.
Aziz
Girolamo,
Tanrı’nın
isteğini
“maksimum”da yerine getirmeye gayret ve
çaba göstermenin yeterli olduğunu söyler. Bunun kökenini de Matta’nın belirttiği “İnsanların
size nasıl davranmalarını istiyorsanız, siz de
onlara öyle davranın” sözüne dayandırır .
Altın öğüt ya da hıristiyanı Hıristiyan yapan
da budur: Gizli vicdanda ve tamamen “gizlide
iyilik yapmak”, yaptıktan sonra da anlatmayıp,
göstermeyip bir sır olarak Tanrı’ya bırakmak.
Aslında Girolamo bunu adalet duygusuyla da
bağdaştırmaktadır. Edilen yardım ile bir denge
sağlanacak ve yeryüzündeki paylaşmayla bozulan düzen telafi edilebilecektir.
Agostino, başkalarının yükünü taşımaktan
sözederken küçük küçük yapılan iyilikle-
NO:56
27Matta
25,38
7,12
29Girolamo, Le Lettere, IV, 148,14-15 (a Celanzia)
30Agostino, Esposizioni sui Salmi, 129,4-5
31Matta 8,20
28Matta
17
TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56
Dolaşır. Kilise gibi. Kilisenin gittiği yer kutsal
mekan olur, kabul eden de kutsanır. “Carita”,
yardımseverlik, ruhsal sevgi, iyilik ve merhamet işaretleriyle ortaya çıkar. Muhtaçlık
durumundaki bir kişiye karşı yapılan her eylem bu anlamda önem taşır. Çünkü HERKES
HAREKET HALİNDE’dir, aslında duran bir şey
yoktur. İnsan hem kendi hayatı içinde yatay
olarak gezinmektedir hem de yeryüzünde. En
zor olanı da “zorunlu” olarak bunu yaşamak
durumunda kalan insanlardır: Göçmenler,
savaştan kaçanlar, iş-eş-aş için başka yerlere
gidenler. Onlarla ilgilenildiğinde Tanrı’nın bize
gösterdiği merhametin aynısı yerine gelmiş
olur. YARDIM, aileselliğin önünü açar. Aile
demek PAYLAŞMA, ANLAYIŞ ve OLDUĞU
GİBİ KABUL ETMEK demektir.
Yeni Antlaşma’daki en önemli ve ilk “yabancı
olma durumunda kalma” örneği, MERYEM,
YUSUF ve İSA tarafından yaşanır. Nüfus
sayımı için kendi şehri olan Beytlehem’e
giderken hiçbir handa yer bulamazlar. Dar
zamanlardır. Kapılar çalınır ancak her yer
doludur. En sonunda İSA bir SAMANLIKTA
tamamen YABANCI olarak doğar. Sonrasında
da İsa her zaman “kabul edilmeye hazır bir
YABANCI” olarak yer alır: “Tilkilerin inleri,
32 Madre
gökyüzünde uçan kuşların da yuvaları var.
Ama İnsanoğlu’nun başını yaslayacak bir yeri
yok ”.
Bu dramatik ya da trajik bir duruma işaret
etmez. Tam tersine yaşam alanı olarak yeryüzünde insanın yerleşmemesi, köklenmemesi, rahatlığını anıtlaştırmaması için verilmiş
örneklerdir. Hiç kimse çünkü kalıcı değildir.
Yaşarken yaptığımız eylemler ve kuşkusuz
gökte biriktirdiğimiz hazineler daha önemlidir.
Çünkü yeryüzü güve ve pas üretir. Ancak Göksel İsa bizi yani dünyada yabancı olan “insan
soyunu” asıl evine kabul etmek için bir ömür
vermektedir her bir insana ve tek bir kez. Ancak insanın sürekliliği Hıristiyan eskatolojisine
göre “ebedi hayat” ile devam edecektir.
Kalkütalı Madre Teresa, birgün günlüğüne
şöyle bir tecrübe yazar: “10 Mayıs: Yoksul insanlar nasıl olağanüstü olunacağını iyi biliyorlar. Bir akşam dışarıdan dört kişiyi ağırladık.
Onlardan biri, ümitsiz bir durumdaydı.
Kızkardeşlere şöyle dedim: ‘Siz diğer üç
kişiye bakın; ben en kötü olanla ilgileneceğim.’
Böylece onun için benim sevgimin yapabileceği
şeyi yaptım. Onu bir yatağa yerleştirince yüzü
çok güzel bir gülümsemeyle aydınlandı.
Elimi tuttu ve bir söz söyledi sadece:
“Teşekkürler” ve öldü ” Bu tecrübe “yabancı
olmak” ile “onu karşılamak” durumlarını
açıklayan mükemmel bir örnektir. Belki en son
dakikalarında “karşılanan” insansal bir değerle
memnun olabilecektir.
Bu bağlamda sorabilir miyiz: Onları kim konuk
etti? Kimdi konuk olan?
Yanıtı insan soyuna uygulayacak olursak, bunun gibi, bizler de yeryüzünde KONUĞUZ.
Tanrı bizi burada ağırlıyor. Asıl EBEDİ
YAŞAMA geçmeden önce burada misafir ediliyoruz.
Peder Mikail UÇAR
Teresa di Calcutta, La Gioia di Amare, a cura di Jaya Chaliha e Edward Le Joly, Oscar Mondadori, Milano 1997, p.144.
Maranatha Eylül 2013
Bir Öykümüz Var
Rita Amelia
Yaşlı Adam
T Ü R K İY E K AT O LİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ
ARALIK 2 0 11
NO: 4 9
Güzel bir Pazar sabahıydı. Kilise, insanlarla dolup
taşmıştı! Kiliseye giren herkese, ayin sırasında
okunacak ilahilerin de bulunduğu, içi dualarla dolu
bir bülten dağıtıldı. Bültende, bugünkü vaazın konusu
ve kimler için dua edileceği de belirtilmişti.
Kilise kapısının önünde, ayine katılmak isteyenler
sıraya girmişlerdi. Sıranın sonunda yaşlı bir adam
duruyordu. Bu adamın giysileri çok eski, yırtık pırtık
ve çok kirliydi. Açıkça belliydi ki yaşlı adamın kendisi
gibi giysileri de günlerdir yıkanmamıştı. Yaşlı adam
çok uzun bir süredir traş olmadığı için yüzü, sakal ve
bıyıkla kaplıydı. Kirli pantolonunun yırtıkları arasından yaşlı adamın yaralarla kaplı bacakları ve yine çok
kirli olan siyah çorapları görülüyordu.
Tam bu sırada kilisenin kapısında durmuş içeri
gelenleri karşılayan Kilise görevlisi yaşlı adamın
yanına yaklaştı. Adam başındaki şapkayı çıkararak kilise görevlesini selamlarken, saçlarının uzamış, kirli
ve yapış yapış olduğu görüldü. Görevli:
– Üzgünüm bayım. Çok özür dilerim sizden. Ancak sizi bu
kılığınızla içeri alamam. Cemaatin dikkatini dağıtırsınız ve
böyle olmasını sanırım siz de istemezsiniz.
Yaşlı adam üzgün üzgün görevliye bakıyordu. Görevli anlatısını sürdürdü:
– Gerçekten üzgünüm efendim. Lütfen bağışlayınız ama
bunları söylemek benim görevimdir.
Yaşlı adam üzgün ve şaşkın bir bakışla, eski şapkasını
yeniden başının üzerine koyarak sıradan çıktı.
Bu sırada korodaki çocuklar söyledikleri ilahilerle Rabbi
yüceltiyorlardı. Yaşlı adam da onların ilahilerini dinleyebilmek, bulunduğu yerden sessizce mırıldanarak ilahilere
eşlik etmek ve Rabbi övebilmek için büyük bir istek duyuyordu. Buna karşın Kutsal Kilisede bir tatsızlık, bir gerginlik çıkmasını hiç istemezdi. Üzgün bakışlarla Kilise
görevlisine itaat etti ve giriş kapısındaki sıradan uzaklaştı. Kiliseyi çevreleyen tuğla duvara oturdu.
Buradan korodaki çocukları işitebiliyordu. Onların Rabbi
övmekte oldukları ilahilere mırıldanarak eşlik etmeye
çalışıyordu. Rabbi buradan da olsa yüceltebilme fırsatı
bulduğu için sevinçliydi.
Yaşlı adam cebinden yıpranmış, küçük, eski bir İncil
çıkardı. Kilisede bugünkü vaazın konusuyla ilgili bir pasaj
aramaya başladı. Bu sırada kilisenin kapıları ve pencereleri kapanmıştı. Yaşlı adam ilahileri ve duaları işitebilmek
için çok çaba harcıyordu. Tam bu sırada Kilise’nin içinde
olabilmeyi Rab İsa’nın adını söyleyerek diledi.
Birkaç dakika sonra genç bir adam, yaşlı adamın yanına çıkageldi. Yaşlı adam onu tanımamış olsa da gelen
İsa’ydı. Yaşlı adama, burada ne yaptığını sordu. Yaşlı adam:
– Buraya Kilise’deki ayine katılabilmek için gelmiştim, diye cevap verdi. Ancak giysilerim kirli, eski ve
yıpranmış olduğu için kiliseye giremedim. Cemaat kardeşlerimin hizmetlerine engel olmak istemem.
Bunun için itaat ettim. Ayine buradan eşlik etmeye çalışıyorum.
İsa, yaşlı adamı dinledikten sonra uzandı ve ona dokundu. Geldiği gibi sessizce gitmeden önce, yaşlı
adama:
- Git ve ayine katıl, dedi.
Yaşlı adam şimdi kiliseye doğru sevinçle yürüyordu. Üzerindeki eski giysilerin yerini, kralların giydiği türden mor kanatlarla vücuduna bağlı, bol dökümlü bir bez parçası almıştı. Tozlu,
yıpranmış ayakkabılarının yerinde, bir sandalet vardı.
Kapıdaki görevli kilisenin kapılarını açarak yaşlı adamı selamladı. Pazar ayinine katılabiliyor
olmanın sevincinden başka hiçbir şeyin farkında olmayan yaşlı adam Rabbe övgüler ve yüce19
likler sunarak ayine katıldı.
KUTSAL KİTAPTAKİ KADINLAR
ANNENİN DUASI
TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56
İsa Kudüs’e giderken, yolda on iki öğrencisini
bir yana çekip onlara özel olarak şunu söyledi: «Şimdi Kudüs’e gidiyoruz. İnsanoğlu,
başkâhinlerin ve din bilginlerinin eline teslim edilecek, onlar da O’nu ölüm cezasına
çarptıracaklar.
O’nunla
alay
etmeleri,
kamçılayıp çarmıha germeleri için O’nu diğer
uluslara teslim edecekler. Ne var ki O, üçüncü
gün dirilecek.» O sırada Zebedi oğullarının
annesi oğullarıyla birlikte İsa’ya yaklaştı.
Önünde yere kapanarak kendisinden bir
dileği olduğunu söyledi. İsa kadına, «Ne istiyorsun?» diye sordu. Kadın O’na, «Buyruk
ver de senin egemenliğinde bu iki oğlumdan
biri senin sağında, biri de solunda otursun»
dedi. «Siz ne dilediğinizi bilmiyorsunuz» diye
karşılık verdi İsa. «Benim içeceğim kâseden
siz içebilir misiniz?»
«Evet, içebiliriz» dediler. İsa onlara, «Elbette
benim kâsemden içeceksiniz» dedi, «ama
sağımda ya da solumda oturmanıza izin vermek benim elimde değil. Babam bu yerleri
belirli kişiler için hazırlamıştır.» Bunu işiten
diğer on öğrenci iki kardeşe kızdılar. Ama İsa
onları yanına çağırıp şöyle dedi: «Bilirsiniz ki,
ulusların önderleri onları egemenlik hırsıyla
yönetirler, ileri gelenleri de onlara ağırlıklarını
hissettirirler. Sizin aranızda böyle olmayacak.
Aranızda büyük olmak isteyen, diğerlerinin
hizmetkârı olsun. Aranızda birinci olmak isteyen, diğerlerinin kulu olsun. Nitekim İnsanoğlu,
hizmet edilmeye değil, hizmet etmeye ve
canını birçokları uğruna fidye olarak vermeye
geldi.» (Mt 20, 17-28)
İsa Kudüs’e doğru yürümekteydi ve Kutsal
Şehre varması için yalnızca bir gün kalmıştı.
Artık zamanının geldiğini ve ölümünün yakın
olduğunu biliyor. Bu yüzden dostlarına üçüncü
kez başına gelecekler konusunda bilgi veriyor, çekeceği acılar ve dirilişi konusunda
onları uyarıyor. Havariler İsa’nın bu acıları
bizim kurtuluşumuz için çekmesi gerektiğini
az anlamış gibi görünüyorlar. Bu yüzden iki
havarinin annesi İsa’nın yanına yaklaşıyor ve
ölümünden sonra iki oğluna cennette öncelik
vermesini rica ediyor.
Bu kadın hiç şüphesiz İncil’de önemli bir yere
sahip, aynı oğulları gibi. Kefarnahumlu olan
bu kadın, Yakup ve Yuhanna’nın annesidir.
İsa’nın ailesine çok yakındır ve İsa’nın annesi
Meryem’i de iyi tanımaktadır. Aziz Matta, bu
kadının İsa’nın çarmıhının ayakları dibinde
olduğunu da yazar. İsa’ya bağlı olan bu kadın,
O’nu seyahatlerinde izliyor, vaazlarını dinliyor
ve müjdeyi işitiyor.
20
Bu kadın, İsa’ya bağlı olan kadınlardan biridir
ve hocasından oldukça ciddi bir talepte bulunuyor: “Buyruk ver de senin egemenliğinde bu
iki oğlumdan biri senin sağında, diğeri ise solunda otursun”.
İsa kurbandan, hizmetten ve adanmadan bahsediyor. Kadın ise Mesih’in gelecek yaşamında
oğulları için onurlu bir mevki talep ediyor.
Kadın bu planı ile ne kadar hırslı olduğunu
gösteriyor. Mesih’in şanına ortak olmak istiyor, bir nevi yeni kurulacak olan bir krallıkta
oğulları için bakanlık istiyor. İsa’nın krallığının
bu dünyanın krallıklarına benzemediğini
anlamamış görünüyor.
Kadının aklına böyle bir talepte bulunmak
nereden gelmiş olabilir? Kim bilir bunu söylemeyi ne kadar önceden planlamıştı!
Kadının büyük beklentiler içerisinde olduğunu
görüyoruz. Evlatları hakkında birçok hayal
kurmuştu ama bu hayaller gerçekleşmemişti.
Bu yüzden şöyle düşünmüş olabilir: “yeni bir
düzen kuruluyor ve evlatlarım bu düzende
kendilerine bir yer bulamayarak dışlanacaklar”.
Kadın bu yüzden oğullarının iyi duruma gelmesini istiyor. Bazen biz de bu kadın gibi hissediyoruz. Arkadaşlarımız bize “nasıl olur da
başkaları kariyer yaparken sen oturursun?
Neden ilerlemiyorsun?” diyerek bu kadın gibi
endişelenmemize neden olurlar. Bu sözler
bize bazen arkadaşlarımız haklıymış gibi
düşünmemize neden olurlar.
Bu imanlı bir kadındır, Allah’a bağlıdır ve
dindardır. İşte bu yüzden Allah’tan istediği bu
şeyi dile getirmeye cesaret etmektedir. Oysa
kimi zaman dualarımızın içinde kutsal olmayan arzular da bulunmaktadır. Kendi bencilce
arzularımız için Allah’ı deneriz. Bu yanlıştır.
İncil metnindeki iki erkek kardeş oldukça
cömerttirler, her zaman fedakarlık yapmaya
hazırdırlar. Anneleri ile aynı fikirde olduklarını
düşünebiliriz, çünkü onun bu soruyu sormasına
engel olmadılar. Annelerinin bu isteğini içten
içe paylaşıyor olsalar da, bunun imkansızlığını
anlıyorlardı. Yine de “bu onurlandırma tabii
ki bizim için değil, ancak bizim için birçok fedakarlık yapan babamız için iyi olur.
Bu şekilde dostlarımıza ve akrabalarımıza
babamızın çektiği sıkıntıların karşılığının
olduğunu göstermiş olacağız. Ayrıca iyi bir
konuma yüksekmenin ne zararı olur?” diye
düşünmüş olabilirler.
Bütün bunlar içimizden geçen dünyasal
hırslardır.
İncil’de okuduğumuz ve tamamen farklı hareket
etmiş olan başka bir kadın var: Meryem. O,
meleğin kendisine müjde verdiği ve İsa’nın
doğduğunda duyduğu o görkemli sözlerden
sonra yıllar boyunca, hatta on yıllar boyunca
Maranatha Eylül 2013
KUTSAL KİTAPTAKİ KADINLAR
İsa kendisine gelen bu talep konusunda anneyi de, oğulları da azarlamadı. Onları anladı
ve biraz dalga geçti: “Siz ne istediğinizi bilmiyorsunuz” dedi.
Bu İncil okumasında İsa’nın ne kadar sabırlı
olduğuna tanık oluyoruz: havarilerini kendisine çağırıyor ve onlara örnek oluyor. İsa,
hizmet etmek için ve canını vermeye gelmiştir.
Havarilerinin de kendi kalbinin bu niyetini
yaşamalarını istedi.
İsa şöyle dedi: “Bu dünyanın başları ve
büyükleri zalimlik edecekler, kendi güçlerini
kullanacaklar. Ama siz kendi içinizde böyle
olmamalısınız”. Hükmetmek için birinci olmak değil, hizmet etmek için birinci olmak gerekir. Gerçek güç, insanın değişme ve Allah’a
benzeme gücüdür. Gerçek güç sevgidir,
herkese hizmet eder ve kimseyi ezmez. Gerçek büyüklük Allah’ındır, şanının büyüklüğü
hizmetten gelir. Gerçek şan, birileri tarafından
hizmet edilmek değil, hizmet etmektir; sahip olmak değil, sevgi ile Allah’a ait olmaktır,
aynen bizi yaşatmak için canını veren İsa’nın
yaptığı gibi.
Bu noktada biz, anneler, babalar, kardeşler,
dedeler, halalar olarak kendi çocuklarımız ve
torunlarımız için ne isteyebiliriz? Peder Allah’a
onlar için nasıl dua edebiliriz?
Maranatha Eylül 2013
Sana şükrederim, ey Tanrım,
bana hediye ve emanet ettiğin evlatlar için.
Sen onları tanırsın ve seversin.
Bana onlara doğru yolu göstermek için hikmet
ve istediğin gibi onların yanında durmam için
sabır ver.
Onların yolunu Sana doğru heyecanla açabilmem için,
Seni daha çok sevebilmem ve onların da Seni
sevmelerini
sağlamam için bana güç ver.
Hareketlerimi sen yönet, sözlerimi sen esinle,
öyle ki bendeki hiçbir şey Senin onları
çağırdın yolda engel olmasınlar.
Onların ihtiyaçlarına yanıt verebileyim,
onların duygularına saygı duyayım,
onların şüphe ettikleri, denendikleri zamanlarda
onlara destek olayım.
Bana çıkar beklemeyen sevginin teşviğini ver.
Rab, Sen tükenmeyen sevgisin,
bana Senin gibi sevmeyi öğret
ve onlara cömert olmayı, saygıyı ve
affetmeyi öğretmeyi bağışla.
Rab, onları Sana emanet ediyorum, onları
koru.
Rabbim, onları bütün zorluklardan uzak
tutmanı dilemiyorum,
ancak onlara zorluklara dayanma gücünü
Sende bulsunlar.
Onları bütün tehlikelerden uzak tutmanı dilemiyorum,
ancak tehlikeleri aşma cesaretini ve iyiliği
Sende bulsunlar.
Onları hayattaki büyün hayal kırıklarından
uzak tutmanı dilemiyorum,
ama ümitleri ve imanları hiç tükenmesin ve
dünyayı daha güzel hale getirsinler.
Hayatın önemli seçimlerini yapacakları zaman
onları Ruh’unun ışığı ile aydınlat,
öyle ki senin sevgi planını anlayıp
yaşayabilsinler.
Senin Annen Meryem bu yolculukta her gün
benim dayanağım, yardımcım ve örneğim
olsun.
Amin
(Anonim)
21
21
TTÜÜRRKKİİY
YE
E KKAT
A TOOLİK
L İ KCEMAATİ
C E M A A KÜLTÜR
T İ K Ü L TVE
Ü RHABER
V E H ADERGİSİ
B E R D E RARALIK
G İ S İ E Y2L0Ü11L 2 0 1NO:
3 N 4O9: 5 6
hiçbir olağan üstü şey görmedi. Meryem, bu
“başlangıç”ın sözlerini kalbinde bir sır olarak
sakladı. Bu yıllar boyunca hiçbir yüceltme ile
karşılaşmadı. Hiç yorum yapmadı, konuşmadı;
kabul etti, İsa’dan emin oldu, kendi istediği
hiçbir şey gerçekleşmese de İsa’ya tamamen
güvendi.
Zebedi’nin oğullarının annesi Meryem gibi
güvenmiyordu. İsa tarafından kendisine bir
güvence verilmesini, oğulları için bir söz verilmesini istedi, çünkü oğulları Onu izlemek için
birçok şey yapmış, her şeylerini terk etmişlerdi.
Bu yüzden bir karşılığı hak ediyorlardı, değil
mi?
Annenin duası işitilecekti, ama beklediği gibi
yanıtlanmayacaktı.
Çok iyi bildiğimiz gibi kadının oğulları Yakup
ve Yuhanna idi. Yakup, şehit edilen ilk havari
olacaktı, on ikiler arasında inancı için can
veren ilk o olacaktı (ölümü Havarilerin İşleri
12. bölümde anlatılmaktadır). Kadının diğer
oğlu ise Müjde yazarı Yuhanna’dır. İsa bu
havariyi çok severdi. Yuhanna diğer havarilere
oranla daha uzun yaşamıştı ve Rabbinin
tanıklığını diğer havarilere oranla daha uzun
süre yapmıştı.
AZİZLERİMİZ
TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56
Aziz Lucian ve Marcian (İman Şehitleri) +251
İzmit
Bitinya Bölgesi Nicomedia’da (İzmit) yaşayan
iki genç delikanlıylar. Delikanlılık çağlarını dolu
dolu yaşadılar; gezdiler, eğlendiler, yarışmalara
katıldılar… Pagan tanrılara düzenlenen ayinlere,
şölenlere katıldılar, Hristiyanlıkla alay ettiler…
Ne yazıktır ki günlerini böyle geçirdiler. Oturdukları
semtte çok güzel bir kıza rastladılar. Bu genç
bakire kız Hristiyandı ve hayatını Mesih İsa’ya
adamış, dindar, iyilik ve yardım sever bir insandı.
Lucian ve Marcian bu kıza sahip olmak için
uğraştılar. Genç kız onlara; kendisini Mesih İsa’ya
adadığını, bakire olduğunu ve bunu böyle muhafaza edeceğini açıklayınca önce alay ettiler.
Sonra bu inanılmaz karara nasıl vardığına şaştılar.
Hristiyan öğretilerini okudular, alay ettikleri bu
inanışın doğru yol olduğuna karar verdiler. Vaftiz oldular. Pagan arkadaşlarına da Hristiyanlığı
tavsiye etmeye ve öğretmeye başladılar. Pagan
inanışının bir masal olduğunu, pagan tanrılarının
da birer heykel olduklarını, oysa Hristiyanlığın
kainatı yaratan tek ve yaşayan Tanrı’nın yolu
olduğunu paganlara öğretmeye başladılar. Lucian bir gün pagan kitaplarını “Pazar yerinde”
yaktı. Bu şehirde büyük skandal yarattı. Ertesi
gün pagan tanrılarının tahta heykellerini şehrin
meydanında yakınca yakalanarak mahkemeye
çıkarıldı. Kendisine yardım eden arkadaşı Marcian
da aynı gece yakalanıp hapsedildi. Ertesi sabah
şehir yöneticisi Sabinus’un başkanlık ettiği mahkemeye çıkarıldılar. Hakim delikanlılara şöyle sordu:
“Sizleri iyi birer Roma vatandaşı, pagan tanrılarına
saygılı kişiler olarak bilirdik. Nasıl oldu da pagan
kutsallarını yakıp kırdınız? Sizleri bu hale kim getirdi?” Lucian kalktı ve şöyle cevapladı: “Bizler pagan ailenin çocuklarıyız. Bu inanışla büyüdük. Çok
sonra Mesih İsa’yı ve öğretilerini duyduk, ilgilendik,
“Müjde’yi” okuduk, inandık ve vaftiz olarak Hristiyan
olduk. Pagan inanışının ve tanrılarının sadece birer
masal olduğunu biliyoruz. Bunu arkadaşlarımıza
ve halka öğretmek istedik. Bizi bu hale getiren de
Saul’u Pavlus yapan Mesih İsa’dır. Ebedi hayata
kavuşmak isteyenlerin mutlaka Hristiyan olmalarını
ve Mesih İsa’ya ve öğretilerine bağlı olmalarını ilan
ediyoruz…”
Bu beyan kendilerinin ölüm fermanıydı. Ancak
şehrin tanınmış ailelerinden gelmeleri nedeniyle
onlara bir fırsat daha vermek üzere Hristiyanlığı
inkar etmeleri ve pagan tanrılara adak sunmaları
aksi halde idam edilecekleri bildirildi. Lucius ve
Marcian bunu reddettiler. Pagan tanrılarına hakaret etmeleri nedeniyle ölüm cezası verilerek
yakılmalarına karar verildi. Yakılmaları için odun
yığınları hazırlandı, kendileri hiçbir korku göstermeden odun yığınlarının üzerine tırmandılar, ateş
yakıldığında dua ve ilahiler söylemeye başladılar.
Bu ateşle iman şehidi oldular ve Mesih İsa’ya
kavuştular… Eski pagan alışkanlıklarına sahip
vücutları da ateşte yanıp kül oldu…
22
Aziz Filimon ve Afiya (İman Şehitleri) +68 Collosae (Pamukkale)
Küçük Asya İli (Anadolu) Phrygia’da (Frigya) Collosae (şimdiki Pamukkale cıvarı) şehrinin ileri gelen
ve zengin ailelerinden olan Philemon; Havari Pavlus Collosae’ye geldiğinde ona evini açmış, misafir
etmiş ve evini “ev kilisesi” olarak kullanmasına izin
vermiştir. Küçük Asya İli’nin ilk Hristiyanlarındandır.
Daha sonra Collosae Başepiskoposu olmuştur. 68
yılında Collosae’de eşi ile birlikte taşa tutularak
öldürülüp iman şehidi oldular.
Aziz Filimon ve eşi Afiya Havari Aziz Pavlus ile
Havari Aziz Pavlus’tan Filimon’a mektup (Kutsal
İncil’den alınmıştır);
Pavlus bu mektubu Filimon, Afiya, Arhippus ve
Filimon’un evinde toplanan imanlılara yazmakla birlikte, seslenmek istediği esas kişi büyük
olasılıkla Kolose’deki kilisenin önderlerinden biri
olan Filimon’dur. Pavlus ondan övgüyle söz ediyor, onu “sevgili emektaşımız” diye adlandırıyor
ve hapisten çıktıktan sonra onun yanına gelmeyi
umuyor…
Sevgili emektaşımız Filimon, Mesih İsa uğruna tutuklu olan ben Pavlus ve kardeşimiz Timoteos’tan
sana, kızkardeşimiz Afiya’ya, birlikte mücadele
verdiğimiz Arphius’a ve senin evindeki inanlılar
topluluğuna selam! Babamız Tanrı’dan ve Rab İsa
Mesih’ten sizlere lütuf ve esenlik olsun.
Rab İsa’ya olan imanını ve bütün kutsallara
beslediğin sevgiyi duydukça dualarımda seni
anıyor, Tanrım’a sürekli şükrediyorum. Mesih’te
sahip olduğumuz her iyiliğin bilincine vararak
imanını başkalarıyla paylaşmakta etkin olman için
dua ediyorum. Sevgin benim için büyük sevinç ve
teselli kaynağı oldu. Çünkü kutsalların yürekleri
senin sayende ferahladı, kardeşim.
(Pavlus’tan Filimon’a mektup 1-7)
Pavlus tutukluluğu sırasında Filimon’un kaçak kölesi Onisimos’la tanışır. Onisimos’un kaçak dolaşan
bir köle olarak Roma yasalarına göre ölüm
cezasına çarptırılması gerekirdi. Ayrılırken
Filimon’u soyduğu sanılmaktadır. Yazdığı bu
mektupta da Onisimos için Filimon’dan önemli bir ricada bulunur. Onisimos, Pavlus’un
aracılığıyla iman etmekle kalmamış, onun
sevgisini kazanmış, “güvenilir” ve “sevgili”
bir kardeş olduğunu da kanıtlamıştır. Pavlus,
herşeye rağmen Filimon’dan Onisimos’u aynı
imana sahip sevgili bir kardeş olarak kabul etmesini rica eder.
Mesih İsa uğruna kendisiyle birlikte tutuklu bulunduğum Epafras, emektaşlarım
Markos, Aristarhus, Dimas ve Luka sana
selam ederler. Rab İsa Mesih’in lütfu ruhunuzla birlikte olsun.
(Pavlus’tan Filimon’a mektup 23-25)
Maranatha Eylül 2013
Çocuk Sayfası
Rita Amelia
İsa Nerede?
T Ü R K İY E K AT O LİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ
ARALIK 2 0 11
Dina o sabah erkenden kalktı. Ellerini
açarak Rabbe dua etti. O’na övgüler sundu ve Rabbi yüceltti. Güne her zaman
böyle başlardı. Kendisine bu mutlu yaşamı armağan eden Rabbi’ni çok seviyordu.
Her zaman Rabbe şükrediyordu.
Dina ve annesi, kahvaltıdan sonra alışverişe çıktılar. Dina, yolda annesine:
– Anneciğim, ben Rabbi görmeyi çok
istiyorum, dedi. Acaba onu nasıl görebilirim? diye sordu.
Annesi güldü:
– Rab her yerde bizimledir yavrum. Rab
temiz kalpli olanları çok sever. Kendisini
çağıranların hemen yanına gelir. O bizi hiç
yalnız bırakmaz.
– Şükürler olsun, dedi Dina. Ama ben yine
de Rabbi görmeyi çok istiyorum.
Bu sırada sokağın köşesinde bir yoksul
adamla karşılaştılar. Adamcağızın yüzü
açlıktan bembeyaz olmuştu. Dina düşündü. Cebinde babasının bir gece önce kendisine verdiği para vardı. Bu parayla kendisine çarşıdan bir bebek satın alacaktı.
Parayı cebinden çıkardı, bir paraya bir
yoksul adama baktı. Annesi:
– Paranı istediğin gibi kullanabilirsin Dina,
dedi.
Dina gitti, parayı yoksul adama uzattı. Yoksul adam teşekkür ederek parayı alırken Dina'ya sevgi dolu
gözlerle baktı. Dina onunla gözgöze geldiğinde, yüreği sevinçle çarpmaya başladı. Hiçbir bebek
Dina’yı bu kadar mutlu edemezdi.
Annesi, Dina'nın başını okşadı. Yollarına devam ettiler. Bir sure oyuncakçı dükkanının önüne geldiler
Dina vitrindeki bebeklere bakıyordu. Bu sırada oyuncakçı Dina ve annesine:
– Merhabalar. Ben de sizi bekliyordum, dedi.
Dina ve annesi şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Oyuncakçı sözlerine devam etti:
– Geçen hafta Dina'nın eski öğretmeni uğradı. Başka bir şehre taşınıyormuş. Dina için bir armağanı
varmış. Ancak size uğrayacak zamanı olmadığından armağanı Dina'ya vermemi benden istedi. Bu
armağan, Dina'nın iki hafta önce kazandığı öykü yarışması içinmiş.
Dina, öğretmenini özlemle anımsadı. Uzanıp armağan paketini aldı. Heyecanla açtı. Birde ne görsün?
Bir bebek! Üstelik parasını yoksul adama verebilmek için satın almaktan vazgeçtiği bebek! Öğretmeni bir de kısa not yazmıştı. Dina sevinçle gözlerini kapattı. Bu sırada gözünün önünde yoksul adamın
sevgi dolu gözleri belirdi. Sevinçle:
– Anne! Ben Rabbi gördüm. O, yoksul adamın gözleriyle bakıyordu bana! dedi.
Anne ve oyncakçı birbirlerine bakarak gülümsediler. Bu mutlu günün akşamında Dina yatmadan önce
ellerini açarak Rabbe şükretti. O'nu yüceltti. Rabbin hemen yanıbaşında olduğunu artık biliyordu.
23
NO: 4 9
28 TEMMUZ 2013 DÜNYA GENÇLİK GÜNÜ - PAPA İLE KAPANIŞ AYİNİ