Gel Ya Rab - katolik kilisesi
Transkript
Gel Ya Rab - katolik kilisesi
ARALIK 2 0 11 NO: 4 9 1 TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56 T Ü R K İY E K AT O LİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ Gel Ya Rab TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56 3 EDİTORYAL 4 SURYANİ KATOLİK KİLİSESİ 5-6 ERMENİ KATOLİK KİLİSESİ 7 GENÇLİK KOMİSYONU 8-9 HARDAL TANESİ 10-11 YAŞAMLARI DEĞİŞENLER 12-13 HIRİSTİYAN DÜNYASI 14-18 TEOLOJİ VE YAŞAM 19 BİR ÖYKÜMÜZ VAR 20-21 KUTSAL KİTAPTAKİ KADINLAR 22 AZİZLERİMİZ 23 ÇOCUK SAYFASI Basıldığı Tarih: 06.09.2013 2 Maranatha Eylül 2013 Değerli Okuyucular, TE ÜR KİY KA T O L İ K CKÜLTÜR E M A A T VE İ KÜ L T Ü R DERGİSİ V E H A B EARALIK R D E R G2İ0S11İ T Ü R K İY K AT OE LİK CEMAATİ HABER Haziran sayımızdan bu yana geçen üç ay içinde önemli iki gelişme oldu; birincisi Papa 1. Fransua Hazretleri’nin Dünya Gençlik Günleri için gittiği Rio’da 3 milyon Hristiyan gence hitap etmesi, ikincisi ise özellikle İzmir Cemaati’ni derinden üzen Rahip Paolo Ronco’nun vefatı idi. Her yıl yerel kiliselerde, iki ya da üç yılda bir ise uluslar arası düzeyde kutlanan Dünya Gençlik Günleri (DGG), Katolik Kilisesi tarafından periodik olarak organize edilen en büyük toplantılardan biridir. Organizasyon bir kez okyanus ötesi ülkelerde, bir kez de Avrupa’da yapılıyor ve milyonlarca genç hacı bu ve sileyle bir araya geliyor. Şehirdeki bütün oteller, yatılı okullar, spor salonları ve ibadethaner uyku tulumları ile gelmiş olan gençlere açılıyor. DGG Nasıl doğdu? 1983 yılı İsa Mesih’in dirilişinin 1950. yılı onuruna Papa 2. Jean Paul tarafından “Diriliş Yılı” ilan edildi ve belirlenen haftada Roma’ya gelip Papa ile özel bir ayine katılan gençlere tahtadan birer haç hediye edildi. Dünya Gençlik Günü’nün kutlandığı her yıl artan katılımcı sayısı ile büyüyen bir öneme sahip olan organizasyonun 2011’de Madrid’te yapılan son etabına 193 ülkeden 2 milyon Hristiyan genç katıldı (Kaynak: Madrid Cuatro Vientos Havalimanı kayıtları). 2011’de Madrid’te yapılan organizasyona Türkiye’den 63 Hristiyandan oluşan bir heyet katılmıştı. Brezilya yolculuğunun pahalı olması nedeni ile Rio’da Papa ile buluşan Tükiyeli gençlerin sayısının 10-15 kişi arası olduğu tahmin ediliyor. Papalık tarafından “İman yılı” olarak adlandırılan içinde bulunduğumuz liturjik yıl nedeni ile bu DGG teması olarak İsa Mesih’in “Gidin, bütün ulusları benim öğrencilerim yapın” (Matta 28,19) sözü seçildi. Brezilya Devlet Başkanı Dilma Rousseff, Papa’yı elinde beyaz güllerle Galeao havaalanında karşıladı. 2 bini yabancı toplam 5500 gazetecinin takip ettiği Papa Hazretleri, Brezilya gezisi sırasında 7 gün içerisinde 15 konuşma yaptı. Papa verdiği mesajlarda laiklikten Dünya Kupası’na birçok farklı konuya değindi. Papa Fransua, ülkedeki büyük kiliselerin yanı sıra gecekondu mahallelerini de ziyaret etti, evlere girdi ve insanlarla temas etti. Tüm konuşmalarında esprili ve sempatik bir dil kullanan Papa, kendine has bir imajla ülkenin ve Hristiyan dünyasının gündemine oturdu. E Y LNO: Ü L 24091 3 N O : 5 6 Ülke ve dünya medyasında geniş yer bulan ziyarettin en çok konuşulan öğelerinden biri de Papa’nın arabası oldu. Basit ve korunaksız bir araçla gezen Papa Fransua, protokolleri kırması ve mütevazı tavırlarıyla dikkat çekti. Papa, ismini taşıdığı Assizili Fransua’yı örnek alarak sadelik ve sevgi ile tüm Kiliseyi kucakladığını gösterdi. Papa Fransua, Rio’daki organizyonun kapanış ayini olan 28 Temmuz 2013’te plajda toplanan 3 milyon gence seslendi. Geçtiğimiz üç aylık süre içinde İzmir’de Rahip Paolo Ronco’yu kaybettik. 1975 yılından beri Alsancak SS. Rosario Kilisesi’nde Rabbe hizmet eden Fra Paolo’muz geride yeri doldurulmayacak bir boşluk bırakarak, 28 Haziran 2013’te geçirdiği bir beyin kanaması sonucunda aramızdan ayrıldı. Kilisenin kapısını seve seve açan, özellikle gençleri mutlulukla kabul eden Fra Paolo’muzu hiç unutmayacağız. İzmir Kilisesi’nin evlatları, Matmazel Donata, Padre Giulio ve Fra Paolo’nun cennetten kendileri için dua ettiklerini biliyor ve onlar için mutlular. Ne mutlu bizlere ki onlar gibi öğretmenlerimiz ve yoldaşlarımız oldu. Editör Buğra POYRAZ Maranatha Eylül 2013 33 SÜRYANİ KATOLİK KİLİSESİ TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56 ANNEMİZ MERYEM ANA Günümüzün kilisesi ve insanı, geçmişte olduğu gibi bugün de Meryem Ana’ya muhtaçtır ve O’nun lütuf ve şefaatine ihtiyacı vardır. O Annemizdir. O hepimizin Annesidir. Meryem Ana’nın, her daim Allah’ın emri ve yönlendirmelerinin rehberliği altında ifa ettiği annelik şefaatı vazifesi, İsa Mesih’in tek ve yegane arabulucu olma sıfatının önemini azaltmaz, karartmaz. Meryem, her şeyini Allah’a borçludur. Allah onda “BÜYÜK İŞLER YAPTI” ( Luka 1,49 ). Meryem Ana’nın imanını göz önüne alalım. Bütün yaratılanlar arasında, Allah’a en yakın olandır. İman onda en yüksek mertebesine erişmiştir. Allah’ın niyeti, kendisi tarafından yaratılan bütün insanların büyük bir aile teşkil etmelerini görmek ve aralarındaki münasebetlerin kardeşvari ilişkiler şeklinde geliştiğine tanıklık etmekti. Rab, bu büyük aileye bir anne vermek istedi. Anne olarak Oğluna seçtiği kadını, yeni ulusuna anne tayin etti. İsa Mesih beden alıp, hiç bir şeyi olmayan yoksul bir insan olarak dünyaya geldiğinde, yeryüzünde en fakir insanın dahi sahip olduğu bir şeye, yani bir anneye sahip olmak istedi. Çok sevdiği annesini duyduğu sonsuz sevgisinin işareti olarak “İŞTE ANNEN!” diyerek bize emanet etti. Böylece, Meryem Kilise’nin ve insanların annesi olarak, Allah’tan bu çok mühim vazifeyi almıştır. Ona evlat bağlılığıyla dua etmeye devam edelim. Bilhassa, zamanımızın zorluklarına rağmen, O’nun aracılığı ile Allah’tan imanımızı korumasını ve güçlendirmesini diliyelim. İSA MESİH ACI ÇEKEREK YAŞAMINI sup olursa olsun, hangi devirde, hangi ülkede yaşamış olursa olsun Adem babanın soyundan BİZLER İÇİN VERİYOR İncil’in hemen hemen tüm sayfalarında İsa Mesih’in hastalara, körlere, sağır dilsizlere, yetim ve dullara, yoksul ve günahkarlara acıma hissi ile dolu olarak yaklaştığını görüyoruz. İsa Mesih acıma duymakla yetinmeyip onları aynı zamanda iyi ediyor hatta ölüleri de diriltiyor. Aynı sayfalarda İsa Mesih kendi isteği ile acı çekmeye ve ölüme gidiyor. İsa Mesih’i bir yandan insanı acılardan kurtaran, öte yandan acının üstüne giden bir kişi olarak görmekteyiz. İsa Mesih’in bu iki tutumu gerçekten gizemlidir. İncil yazarları iyi ki bizlere bu giz perdesini aralayan birkaç açıklamada bulunmuş. İsa Mesih insanları sevdiğini, onların günahlarını bağışlayarak, iyileştirerek gösteriyor. Ayrıca acı çekerek onlara fiziki ve ahlaki hastalıklarından kurtarmanın ne büyük ve ne değerli bir sevme biçimi olduğunu ispatlıyor. Bu acı çekme doruk noktasına zamanın en utanç verici ölüm cezası olan haç üzerindeki ölümle ulaşıyor. Haç’a baktığımızda, gizemleri aldığımızda, yüreğimizin derinliklerinde inanıyoruz: İsa Mesih bizler için ve bizim esenliğimiz için acı çekti, çünkü Babası bizleri nasıl seviyorsa O da bizleri öyle seviyor. O, hangi dine men- gelen ve yeryüzünü dolduran bütün insanlar için öldü. O, hepimiz ve her birimiz için öldü. O, beni sevdiği, seni sevdiği için öldü. İşte İncil’in ve Hristiyanlığın öğrettiği temel gerçek budur. Fiziksel, ahlaki ya da ruhsal acılar içinde olabiliriz. Tıbbi tedavinin bize soluk aldırdığı anlarda kendimizi acı çeken Mesih’le birlikte insanlığın esenliği için sunalım. Nasıl İsa Mesih kendini Babasına hoş bir kurban olarak sunmuşsa bizler de O’nunla birlikte yaşamımızı, kişiliğimizi diri, kutsal ve hoş kurbanlar olarak Allah’a sunmaya çağrıldık. Gerçek dindarlık budur. İsa Mesih, Allah’a kendini kurban olarak veriyor. Çektiğimiz acıların anlamı budur. Acılarımız İsa Mesih’inkilerle birlikte bir anlam kazanabilirler. Allah’ın hiçbir şeye ihtiyacı olmadığı gibi acılarımıza da ihtiyacı yoktur. Allah acımasız bir Allah değildir. Allah seven bir Allah’tır. Sevgi Allah’ına ancak sevgiyle karşılık verilebilir. Bu da bu dünyada ancak acıyla mümkündür. Geçtiği her yerde her acıyı dindiren, her hastalığı iyi eden, söylediklerini haçıyla gerçekleştiren İsa Mesih bize şöyle diyor : SEVDİĞİ KİMSE UĞRUNA YAŞAMINI VERMEKTEN DAHA BÜYÜK SEVGİ YOKTUR.” P.Y. Yayına Hazırlayan Şemmas Orhan Maranatha Eylül 2013 ERMENİ KATOLİK KİLİSESİ BENİMLE ZAMANIN SONUNA KADAR DANS ET Dansların biçiminin, insanın sosyal evrimi ile doğrudan ilişkili olduğu tartışmasızdır. Arjantin tangosunun gelişimine bakıldığı zaman kökeninin Afrika danslarına dek uzandığı görülse de 1800’lü yıllarda Arjantin’de bir liman kentinde başladığı söylenmektedir. Özünde bir sokak dansı olarak erkekler tarafından yapılan tango, erkekler arasındaki üstünlüğün ve güç dengesinin bir anlatımıdır. Dolayısıyla dansın temasında ölüm, acı, hüzün ve hırs vardır. Tango bir sokak dansı olması nedeniyle, daha sonraları sokak kadınları ile yapılmaya başlanmış böylece erotik bir popülarite de kazanmıştır. Bu nedenle de, farklı dönemlerde değişik yönetimler tarafından defalarca yasaklanmış ve uygulama alanı kısıtlanmıştır. İnsanlığı güzünüzde büyük bir palet olarak canlandırırsaydınız, üzerine sıkılan bin bir rengin, her renkte bin bir tonun, her biri farklı bir dans türü olsa, Tanrı sizi resmederken ne kadar farklı renge boyanmış olurdunuz? E Y LNO: Ü L 2409 1 3 N O : 5 6 Maranatha Eylül 2013 TEÜ R KİY T O L İ K CKÜLTÜR E M A A T VE İ KÜ L T Ü R DERGİSİ V E H A B EARALIK R D E R G2İ0S11İ T Ü R K İY K AT OE LİKK A CEMAATİ HABER İnsanın, içinde bulunduğu ya da yansıtmak istediği fiziksel veya ruhsal durumunu ritim eşliğinde bedeniyle ifade etmesidir dans. Dans bir gelenek, sanat, bir tedavi şekli veya sadece bir ifade şekli olarak da tanımlanabilir. Kendini bildi bileli coşkuyu, korkuyu, açlığı, kavgayı, sevinci, zaferi anlatmak; neslin devamını sağlamak için eşleşmek; kötü ruhları kovmak, yağmur yağdırmak, fırtınaları dindirmek, hastaları iyileştirmek, doğumu kutlamak, ölünün ardından yas tutmak; iyi hasat almak için; verimli ava ya da def edilmek istenen bir salgın hastalığa dans etti insan. Sözün yazıya dökülmesinden çok ama çok önce, insanları bir arada tutan, ortak bilinç yaratan ve gelenekleri yaşatan en önemli araç danstı. İlk insandan bugüne, bedenin dili olan dansın kültürlerdeki yerini incelemeye sayfalarımızın yetmeyeceği muhakkak. Başlangıç olarak, gözümüzü sadece rüzgârı Anadolu’yu yalayan kültürlerin, tarihin dansa dair hafızasına kazıdıklarında gezdirebiliriz. Eski Mısır, Eski Yunan ve Roma uygarlıkları çerçevesinde konuya yaklaşırsak; Eski Mısır’da dans öncelikle avcıların avlarını bulmak üzere gerçekleştirdikleri basit ayinlerden oluşuyormuş. Zamanla başlı başına bir etkinlik haline gelmiş hatta bir tapınma unsuruna dönüşmüş. Tanrılara atfedilen törenlerde dans icra etmek vazgeçilmez olmuş ve meslekleri dans etmek olan insanlar türemiş. Eski Yunan’da ise dans, kişinin bedensel sağlığını ve eğitimini olumlu yönde etkileyen bir etkinlik olarak kabul edilir, Platon ve Sokrates gibi filozoflar tarafından da desteklenirmiş. Öyle ki, Platon dans etmenin insanları soylulaştıracağı fikrini savunuyormuş. Dans, tiyatro eğitiminin önemli bir parçası olmanın yanı sıra bağımsız bir sanat dalı olarak da kabul edilirmiş. Savaş, cenaze, düğün danslarıyla beraber Yunan atletlerinin dansları ve komedi öğeleri içeren danslar ile beraber tahminen iki yüz adedi aşkın dans formu bulunuyormuş. Rivayet olunur ki, Yunanlı dansçıların, veba salgınıyla savaşan halkı neşelendirmek amacıyla Roma İmparatorluğu’na davet edilmesi üzerine Roma dansla tanışır. Roma, dansın içeriğinde var olan bir başka öğeyi, pantomimi ön plana çıkararak yeni bir form meydana getirir. Bakışlarımızı dünden bugüne yavaşça çevirdiğimizde, göreceli olarak küçük dünyamızda, insan olan her coğrafyada çeşit çeşit dans türlerine uzanır aklımız. Çingene dansları, Amerikan yerlilerinin dansları, Afrika dansları... Şaşırtıcıdır ki tüm bu danslar temelde aynı unsurları barındırmakta ancak biçimde ve uygulamada birbirlerinden oldukça farklıydılar. Örneğin Amerikan yerlilerinin danslarında ayaklar başroldeyken Hint ve diğer birçok doğu dansında ayaklar sadece ritim tutar, asıl anlatımı kollar ve eller verir. Latin dansları çeşitli türleri ve coşkulu, tutkulu ritimleriyle ne büyük aşkları dans sayesinde vücuda getirmiştir… 5 TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56 ERMENİ KATOLİK KİLİSESİ Kendime ve size sorum “Hangi dansları icra edebiliyorsunuz? Kaç renklisiniz?” … Düğünlerinizde hangi dilde müzikler çalıyor, hangi dansları yapıyorsunuz? Daha da fenası, hangi dansları yapabilirsiniz? Yani burada soruda sözü geçen “tercih etmek” değil “muktedir olmak” … Leonard Kohen o ünlü şarkısında der ki “güzelliğin şerefine alevli bir keman eşliğinde dans et benimle…” Ermeniler olarak Tamzara oynayabilir misiniz? Tamzara, Türkiye’nin Giresun İli Şebinkarahisar ilçesine bağlı ilçeye iki kilometre uzaklıkta olan bir mahalle diye düşünmüştür bilen okuyucularımız. Doğrudur,Ermenilerin bölgede yaşadığı dönemde köy olan fakat Türkleşmeden sonra ilçe merkezinde bağlanan bir mahalledir. Köy mü adını danstan, dans mı adını köyden almıştır bilemem; ancak 1 veya 2 kadın ve 1 erkekle oynanan bir Ermeni halk dansıdır “Tamzara”. Oyunun kendi içindeki ahengi ve seyir zevki Yunanlılar ve Türkler gibi bölge ve çevre halklarını da etkisi altına almış, özellikle Erzincan, Erzurum, Kiğı, Arapkir, Elazığ ve Malatya’da geçmişten bu güne oynanmıştır, oynanmaktadır. Anadolu’da halk danslarının kökeninin, eski medeniyetlerin oyunlarına ve geleneklerine dayandığı tartışılmaz bir gerçektir. Tarih sahnesinde önce yer alan medeniyet, sonradan gelene devretmiştir dansını. Anadolu’nun çeşitli bölge ve köylerinde ufak adım ve müzik farklılıklarıyla oynanan Tamzara, her haliyle benzersiz 9/8 lik bir ritme sahiptir. Her bir ölçünün sonunda vurgulu iki vuruş vardır. Ayrıca, her ne kadar bazı istisnalar olsa da, çoğu Tamzara melodisi çok tanıdıktır. Çoğu Anadolu halk oyunu gibi, küçük cimparmakların birbirine geçirilmesiyle “sıra oyunu” veya “yuvarlak halka oyunu” şeklinde oynanır. Ama Tamzara’nın bir başka oynanış şeklinde ise, elleri beline dolanmış halde aynı yöne bakarak omuz omuza duran bir veya iki kadının yanında bir erkek vardır. Halk arasında anlatılan efsaneye göre bu halk oyunu, Anadolu’ya Eski Asurlular tarafından getirilmiş. Eski Asurlular bu oyunu, Yiyecek ve Bitki Örtüsü Tanrıçası anısına Asur İmparatorluğu’ndaki bölgenin fethi sırasında getirmiş. Kaliforniya Fresno’da keşfedilen Tamzara’nın Ermeni-Amerikan yorumunda ise, birbirinin yüzüne bakarak oynayan iki sıra vardır ve bu iki sırada, oyuncuların karşısına düşen kişi, eşi sayılır. Tamzara, ErmeniAmerikan topluluğu tarafından Amerika Birleşik Devletleri’nde bugünlere aktarılabilmiş en popüler Ermeni halk oyunlarından biridir. Tamzara halk oyunu Çarşıboğan, Çomakturan ve Şarur bölgesindeki diğer köylerde oldukça meşhurdur. Bu oyunun tam kelime anlamı ise “Gizili Tanbatan” yani yarı altın sırma, yaldızdır. Bugün Tamzara oyunu halk oyunları ekiplerinin repertuvarlarına da dahil edilmekte. Kadın oyuncular eskiden her türlü altın eşyalarını takar, gösterişli giyinirmiş –yüzükler, küpeler, bilezikler ve gerdanlıklar takılarak, kadınlar daha güzelleşir ve gösterişli olurmuş. Tamzara Azarbeycanlıların eski oyunlarından biri olup, Ermenilerin Tamzarası da bununla bağlantılıdır. Bu oyun, Vaykhir Köyü’nün halk oyunları ekibince, küçük cim parmakları ile oyuna dahil olunarak oynanıyor. Önce öne üç adım atılıyor, daha sonra sol ayak yere vuruluyor. Daha sonra sol ayak öne atılıyor ve bir süre sol ayağın üstünde bekleniyor. Daha sonra geriye üç küçük adım atılıyor ve ikinci kısımda hareketler biraz daha hızlandırılıyor. “Tamzara iki yoldur Bir sağ, biri soldur İki göğüs arası Cennete giden yoldur” İspanya, Barselona’da bir Milonga’da sohbet ettiğim birKolombiyalı arkadaşım “biz Merenge’nin içine doğduğumuz için…” diye başladı bir cümleye. İspanyollar da Flamenko’nun içine doğuyorlar ve biz de bir aşurenin içine doğuyoruz belki, ancak “olduğu yerde donup kalmış koşulları, kendi şarkıları eşliğinde dans etmeye zorlamalıyız” der Marx, Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi adlı eserin giriş bölümünde. (Birinci Baskı. Sol yayınları,1997.s.3) Donup kalmış koşulları dans ettir… ‘‘Tamzara’’ oyna ve benimle zamanın sonuna kaİrem KISAKÜREK dar dans et... Maranatha Eylül 2013 GENÇLİK KOMİSYONU HOŞÇAKAL RIO de MERHABA POLONYA 2016 Maranatha Eylül 2013 tanımıyorum ama Arjantin’in bazı yerlerinde bu böyle oluyordu. Sonuçta ise insanlar kiliseden uzaklaşıyorlar”. Bana kalırsa her yerde buna rastlayabiliyoruz. Ayinin sonuna yaklaşıldıkça, bir sonraki Dünya Gençlik Günü’nün nerede olacağının açıklanacağı anda heyecanımız iyice artmıştı. Sonuç tahmin ettiğim gibi Polonya çıktı. Buna çok sevindik ve inanıyoruz ki 2016’da büyük bir grupla DGG’ye katılacağız ve bunu için şimdiden hazırlıklara başlayacağız. E Y LNO: Ü L 24091 3 N O : 5 6 Aynı gün saat 14:00’te Surp Agop Ermeni Lokali’ne gittik. Bizi çok güzel ağırladılar. Gençlik komisyonu olarak teşekkürlerlerimizi sunarız. Oraya vardığımızda bizi Mgr. Georges Khazzoumian karşıladı. Birlikte Papa Fransua’nın Rio’da ki son ayinini izlemeye başladık. İzlerken dikkatimizi çeken olaylar ve konuşmalar oldu. Papa gençlerin arasından geçerken kendisine getirilen bebekleri kutsadı, sakatları dinledi. Papa’nın atılan t-shirtleri havada yakalaması, ona getirilen içecekleri içmesi ve arabasından inmesi çok samimi geldi. Mahalle aralarında korkusuzca yaptığı ziyaretlerle Mesih İsa’nın izinden gittiğini görmek çok etkileyici idi. Papa’nın vaazını coşkuyla dinlemek için Rio de Janeiro’nun 4 kilometre uzunluğundaki Copacabana plajında 3 milyon kişi toplandı. Biz ve bizim gibi gidemeyen insanlar da ayini ekran başında heyecanla izledik. Gelecek Dünya Futbol Şampiyonası’nın düzenleneceği ülke olan Brezilya’da Papa’nın gelişinden önce gelir adaletsizliği gibi nedenlerle protesto gösterileri yapan gençliğe hitap eden Papa, “İsa’nın bize verdiği şey, Dünya Kupası’ndan çok daha büyük” dedi. Papa TE ÜR İY KA T O L İ K CKÜLTÜR E M A A T VE İ KÜ L T Ü R DERGİSİ V E H A B EARALIK R D E R G2İ0S11İ T Ü R K İY KK AT OE LİK CEMAATİ HABER Bu sene ne kadar istesek, heyecanlansak da maalesef Rio de Janeiro’da yapılan Dünya Gençlik Günü’ne gitmedik. Çünkü bu uzak olmasının yanında çok pahalı bir yolculuk olacaktı. Oradaki sevinci televizyondan, internetten olsun ve başka ülkelerden giden arkadaşlarımızdan öğrendik. 150 kadar ülkeden 2 milyona yakın kişinin katıldığı organizasyonu elimizden geldiğince İstanbul’dan takip etmeye çalıştık. Gençler olarak 28 Temmuz Pazar günü Peder Jacky ile saat 11:15’de Bomonti Lourdes Kilisesi’nde ayine katıldık. Peder Jacky’nin “KİLİSE İÇİN GENÇLER NEDEN ÖNEMLİ?” sorusu beni çok düşündürdü. Gençliğimzde çok şey yapabiliriz. Ancak yaşlılığımızda istesek de yapamayacağımız şeyler olacak. Pişmanlıklara yer bırakmamak ve harekete geçmek en iyisi. İçimizdeki Ruh’u farkına varıp canlandıralım. hepimize sesleniyor, tıpkı Mesih İsa gibi. Gençlere, yaşlılara, ailelere, eşcinsellere, din adamlarına… Geçtiğimiz günlerde bir din adamının “böyle bir Papa tam zamanında geldi” demesi beni çok etkiledi. Papa ya sorulan “Latin Amerika’da Katolik Kilisesi’nin diğer dinlere ve özellikle Evanjelistlere yenik düştüğü söyleniyor. Ne düşünüyorsunuz?” sorusuna verdiği cevap ilginçti: “Benim için yakınlaşma esastır. Kilise anne gibidir ve çocuğuna yakın olmalıdır. Bir anne çocuğuna sarılıp onu öpmeli, bağrına basmalıdır. Çocuğuyla mektuplar üzerinden konuşması gibi kilise bugünlerde insanlarla uzaktan konuşuyor. Brezilyayı çok iyi Cefiye DİRİL 7 HARDAL TANESİ TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56 ŞARAP Peki ya şarap ? Hardal Tanesi, bir önceki sayıda komünyonun iki önemli parçasından ekmeğe yer verdi. Şimdi ise şaraba bakıyoruz. Şarap, fermante edilmiş üzüm suyundan yapılan alkollü bir içkidir. Diğer birçok meyveden de alkollü içecekler yapmak mümkündür; ancak şarabın yeri, tadı, anlamı ve tarihi farklıdır. Öyle ki şarap denildiğinde akla hep üzüm suyu ile yapılan bu alkollü içecek gelir. Şarap yapılan üzümler çeşitlidir ve bölgeden bölgeye değişik tatlar sağlarlar. Üzümlerin yetiştiği coğrafya da önemlidir: özellikle toprak, iklim ve hatta sulak alanlara, dağlara, ormanlara olan yakınlık şarabın karakterinde belirleyici rol oynar. Uzun bir süre özenle bakılan üzümlerin toplanma süreci bile tadını etkilemektedir. Bu nedenle şarabın aslında üzüm bağında yapıldığı düşüncesi, adeta geleneksel bir inanç halini almıştır. Tüm bunları, şarabın fermantasyonu ve bekletilmesi takip eder. Buradan şişelenmeye kadar uzun ve anlamlı bir yol alır. Bu aşamada küçük bir ayrıntı olan şarap şişesini kapatan mantar tıpa şarabın hava almasını ve bozulmasını önler. Bir başka deyişle, şarabın sırrını saklar. Şarabın güzelliğini yanındaki yemek de belirler. Hangi yemekle hangi şarabın içileceği eşleşmesi, şarabın sofralarımızdaki kadim dostluğunun da aracısıdır. Şarap, yanında bir şeyler olmaksızın, sanki sessiz bir arkadaş gibidir. Fakat her şeyden önce, insanoğlunun sofrasına misafir olan eski bir dosttur. Şarabın, ilk olarak M.Ö. 5000 tarihlerinde Ortadoğu’da üretildiğine dair izlere rastlanmıştır. Kazılar, en erken şarabın bugünkü İran sınrılarında bulunan Zağros Dağlarında üretildiğini göstermiştir. M.Ö. 3500-3000 tarihleri arasında Kafkaslar, Gürcistan, Ermenistan, Türkiye ve İran coğrafyasının çeşitli bölgelerinde şarap üretildiği tespit edilmiştir. İlginçtir, birçok araştırmacı, şarabın kazara ortaya çıktığını savunurlar. Bir hikayeye göre, Pers Kralı Cemşit, üzüme düşkündür ve onları büyük toprak kaplara depolatmıştır. Burada uzun süre kalan üzümler, farklı bir koku ve tada sahip olmuş ve zehirli kabul edilmiştir. Kralın hareminden bir kadın, çektiği sonu gelmez başağrılarına son vermek için bu “zehir”den içer ve uykuya dalar. Uyandığında başağrısı geçmiştir. Geçmişte, Fırat ve Dicle nehirleri arasında üretilen şaraplar, kuzey Mezopotamya’dan güneydeki şehirlere götürülür ve satılırdı. Çünkü şarap, gündelik bir içecek olmanın yanı sıra ritüellerin ve törenlerin birayla beraber bir numaralı içeceği haline gelmiştir. Antik Mısırlılar da bu içeceği Nil deltasında yetiştirmeye başlarlar. Mısır’daki şarap üretimi M.Ö. 1000’e kadar tarihlenir. Duvar yazıları, şarap üretimine ilişkin bilgilerle süslenir; ancak farklı otlar ve baharatlarla zenginleştirilen bu şarap çeşidinin nasıl yapıldığı tam olarak bilinmemektedir. M.Ö. 3.yüzyıla gelindiğinde Antik Yunan şarapları, Akdeniz coğrafyasının önemli ticari ürünlerinden birisi haline gelir ve üretim biçimi Fransa ve Güney İtalya’ya aktarılır. Öte yandan, şarap, yaşamın önemli bir parçası olur. Ortadoğu düğünlerinin baş içeceği olduğu gibi, Yunan erkeklerinin Sempozyum (“beraber içmek”) adı verilen toplantılarının öncelikli davetlisidir. Antik Yunan’da sempozyumlarda şaraptan uzak tutulan kadınlar, Antik Roma’da şaraptan men edilmiştir. Ancak yine de şarap Roma İmparatorluğunun neredeyse her köşesinde içilen bir içecek olmuştur. Roma İmparatorluğu içinde yaşayan Yahudiler için de şarap özel bir içecektir. Üzümler ve şarap, Tanrı’nın Yahudilerle olan bağının simgelerinden birisidir. Bu bağ, İsa Mesih ile ayrı bir anlam kazanır. O güne kadar sofraların bir parçası olan şarap, sadece İsa Mesih’in ilk mucizesinde yer almakla kalmaz, son yemeğinde ve sonrasında kendi kanını sembolize eden özel bir anlam kazanır. Hıristiyan komünyonunun, ekmekle beraber ikinci önemli parçası haline gelir. Manastırlarda rahipler, teoloji ve hizmetin yanı sıra şarap yapmayı da öğrenmek zorunda kalırlar. Şarap, kutlamalarımızın, bayramlarımızın, özel yemeklerimizin parçası, sevinçlerimizin, üzüntülerimizin ortağı, kadim ve eski dostumuz, oldukça yaşlı ve bir o kadar da yaşlandıkça güzelleşen, her rengi her çeşidi bir başka anlam taşıyan, fazlası zarar, azı karar içeceğimiz. Bize bizi gösteren bir ispat Maranatha Eylül 2013 HARDAL TANESİ Maranatha Eylül 2013 Cecilia DEMİRCİ NO:56 Şarabın güzelliğini yanındaki yemek de belirler. Hangi yemekle hangi şarabın içileceği eşleşmesi, şarabın sofralarımızdaki kadim dostluğunun da aracısıdır. Şarap, yanında bir şeyler olmaksızın, sanki sessiz bir arkadaş gibidir. Fakat her şeyden önce, insanoğlunun sofrasına misafir olan eski bir dosttur. Şarabın, ilk olarak M.Ö. 5000 tarihlerinde Ortadoğu’da üretildiğine dair izlere rastlanmıştır. Kazılar, en erken şarabın bugünkü İran sınrılarında bulunan Zağros Dağlarında üretildiğini göstermiştir. M.Ö. 3500-3000 tarihleri arasında Kafkaslar, Gürcistan, Ermenistan, Türkiye ve İran coğrafyasının çeşitli bölgelerinde şarap üretildiği tespit edilmiştir. İlginçtir, birçok araştırmacı, şarabın kazara ortaya çıktığını savunurlar. Bir hikayeye göre, Pers Kralı Cemşit, üzüme düşkündür ve onları büyük toprak kaplara depolatmıştır. Burada uzun süre kalan üzümler, farklı bir koku ve tada sahip olmuş ve zehirli kabul edilmiştir. Kralın hareminden bir kadın, çektiği sonu gelmez başağrılarına son vermek için bu “zehir”den içer ve uykuya dalar. Uyandığında başağrısı geçmiştir. Geçmişte, Fırat ve Dicle nehirleri arasında üretilen şaraplar, kuzey Mezopotamya’dan güneydeki şehirlere götürülür ve satılırdı. Çünkü şarap, gündelik bir içecek olmanın yanı sıra ritüellerin ve törenlerin birayla beraber bir numaralı içeceği haline gelmiştir. Antik Mısırlılar da bu içeceği Nil deltasında yetiştirmeye başlarlar. Mısır’daki şarap üretimi M.Ö. 1000’e kadar tarihlenir. Duvar yazıları, şarap üretimine ilişkin bilgilerle süslenir; ancak farklı otlar ve baharatlarla zenginleştirilen bu şarap çeşidinin nasıl yapıldığı tam olarak bilinmemektedir. M.Ö. 3.yüzyıla gelindiğinde Antik Yunan şarapları, Akdeniz coğrafyasının önemli ticari ürünlerinden birisi haline gelir ve üretim biçimi Fransa ve Güney İtalya’ya aktarılır. Öte yandan, şarap, yaşamın önemli bir parçası olur. Ortadoğu düğünlerinin baş içeceği olduğu gibi, Yunan erkeklerinin Sempozyum (“beraber içmek”) adı verilen toplantılarının öncelikli davetlisidir. Antik Yunan’da sempozyumlarda şaraptan uzak tutulan kadınlar, Antik Roma’da şaraptan men edilmiştir. Ancak yine de şarap Roma İmparatorluğunun neredeyse her köşesinde içilen bir içecek olmuştur. Roma İmparatorluğu içinde yaşayan Yahudiler için de şarap özel bir içecektir. Üzümler ve şarap, Tanrı’nın Yahudilerle olan bağının simgelerinden birisidir. Bu bağ, İsa Mesih ile ayrı bir anlam kazanır. O güne kadar sofraların bir parçası olan şarap, sadece İsa Mesih’in ilk mucizesinde yer almakla kalmaz, son yemeğinde ve sonrasında kendi kanını sembolize eden özel bir anlam kazanır. Hıristiyan komünyonunun, ekmekle beraber ikinci önemli parçası haline gelir. Manastırlarda rahipler, teoloji ve hizmetin yanı sıra şarap yapmayı da öğrenmek zorunda kalırlar. Şarap, kutlamalarımızın, bayramlarımızın, özel yemeklerimizin parçası, sevinçlerimizin, üzüntülerimizin ortağı, kadim ve eski dostumuz, oldukça yaşlı ve bir o kadar da yaşlandıkça güzelleşen, her rengi her çeşidi bir başka anlam taşıyan, fazlası zarar, azı karar içeceğimiz. Bize bizi gösteren bir ispat aslında. Farklı topraklarda, farklı iklimlerde, farklı türlerde, farklı renklerde, farklı karakterler bulan şarap, biz insanlar gibi. Hatta belki de hepimiz, Rabbi hayatımıza kabul ederek, suyken şaraba dönüştük ve elbette yeni bir yaşamla: “Yeni şarabı yeni tulumlara doldurmak gerek.” (Luka 5,38) T Ü R K İY E RKK AT 0 11 NO: TÜ İ YOELİK K ACEMAATİ T O L İ K CKÜLTÜR E M A A T İVE K ÜHABER L T Ü R DERGİSİ V E H A B E ARALIK R D E R G2İ S İ EYLÜ L 24091 3 aslında. Farklı topraklarda, farklı iklimlerde, farklı türlerde, farklı renklerde, farklı karakterler bulan şarap, biz insanlar gibi. Hatta belki de hepimiz, Rabbi hayatımıza kabul ederek, suyken şaraba dönüştük ve elbette yeni bir yaşamla: “Yeni şarabı yeni tulumlara doldurmak gerek.” (Luka 5,38) Cecilia DEMİRCİ 9 YAŞAMLARI DEĞİŞENLER TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56 DOLORES HART Hollywoood’un ışıltılı dünyasından rahibeliğin itaatkar sessizliğine uzanan yol... Dünya film endüstrisinin kalbinin attığı, sinemanın büyüsüyle insanları saran, göz kamaştırıcı hayat öykülerinin hayalleri süslediği renkli ve görkemli Hollywood’da var olabilmek, her zaman büyük rekabetlerin yaşandığı bu sektörde adını duyurabilmek hiç de kolay bir iş değil. Hem kişisel hem de ekip olarak, zorlu rakiplerin arasından sıyrılıp ödüllere aday olmak , hatta ödüller kazanmak; olağanüstü bir çabayı, doğru zamanlamayı, tüm olasılıkların doğru hesaplanıp incelikle uygulanmasını gerektiriyor. Durum böyle olunca, ekip başarısıyla kişisel başarının birleşmesinin ardından gelen, mutluluk tabloları da sıklıkla yaşanmıyor. Ünlü modacıların özel tasarımları içinde kırmızı halıda süzülerek dünya basınına poz vermek kısmı ise, sayısız insanın amaçladığı ancak çok az sayıda insanın kavuşabildiği bir ayrıcalık. İşte bu ayrıcalığa genç yaşında sahip olan ama bir anda herşeyi elinin tersiyle itip bambaşka bir hayatı seçen bir ismin; Dolores Hart’ın öyküsü de filmlere konu olacak cinsten. Zaten olmuş da... Dolores Hart 1938 yılında Chicago Illinois’da doğduğu zaman adı Dolores Hicks’ti. Çok genç yaşta evlenen, her ikisi de oyunculuk yapan anne ve babası, oldukça mütevazı bir hayat sürdürmekteydiler .Genç çift, evliliklerinde de büyük sorunlar yaşıyorlardı. Dolores doğduktan kısa bir süre sonra aile, Chicago’dan Hollywoood’a taşındı. Dolores henüz 3 yaşındayken anne ve babasının evlilikleri boşanma ile sonuçlanınca, ailenin sorunlarında genç çifte her zaman destek olan ve sinemalarda makinistlik yaparak geçimini sağlayan dedesi, küçük torununun sorumluluğunu almak zorunda kaldı.. Katolik mezhebine bağlı bir aile olmamalarına rağmen, dedesi küçük Dolores’i katolik okuluna göndermeye karar verdi. Bunun tek nedeni ise, küçük Dolores’in yakınlardaki bir okula gitmek için, her gün yoğun trafiği olan büyük bir caddeden geçmek zorunda olmasıydı. Dedesi bunun çok tehlikeli olduğunu düşünüyordu. Böylece Dolores, eğitim hayatına evlerine çok daha yakında olan Saint Gregory Katolik Okulu’nda başladı. Katolik inancı bu okulda şekillenecek ve yıllar sonra çocukluk yıllarını anlatırken “Katolik olmayı ilk kez 10 yaşında düşündüm.” diyecekti. Sinemaya ilk adımını 9 yaşındayken çocuk oyuncu olarak babası ile birlikte rol aldığı 1947 yapımı “Forever Amber” filmi ile attı. Anne ve babasının yaşadığı Hollywood ve dedesinin yaşadığı Windy City arasında gidip gelerek geçirdiği çocukluk yıllarının ardından, bir restorant sahibiyle evlenen annesi ve üvey babasıyla yaşamaya başladı. Dolores, Marymount College’deki eğitimine devam ederken burs alabilmek için okul tiyatrosunda “Jeanne d’Arc” ı canlandırdı. Okuldan sadece 20 dakika uzaklıkta olan MGM ve Paramount film stüdyolarından bir yapımcının dikkatini çekti ve başrollerini Elvis Presley ile Lizabeth Scott’in üstlendiği “Loving You” filminde yardımcı oyuncu olarak görev aldı. Dolores bu filmde büyük başarı gösterince arka arkaya pek çok film teklifi aldı. Los Angeles’lı bir mimar olan Don Robinson ile nişanlanan Dolores artık hayatına bir yön verdiğini düşünürken, gelecekte hayatının nasıl değişeceği hakkında henüz hiç bir fikre sahip değildi. Sinema ve televizyon kariyerinde hızla yükseliyordu. Anthony Quinn, Montgomery Clift gibi dünya starlarıyla birlikte rol aldığı filmlerin ardından, 1958 yılında Türkiye’de “Gangsterlerin Pençesinde” adıyla gösterime giren “King Creole” isimli filmde bir kez daha Elvis Presley ile birlikte rol aldı. Bu filmden sonra Broadway’de sahne aldı, 1959 yılında “Theatre World Award” ödülüne layık görüldü. Aynı yıl canlandırdığı “Jessica Poole” karakteriyle “En İyi Yükselen Kadın Yıldız” kategorisinde “Tony Award” a aday gösterildi. 1960 yılında başrollerini George Hamilton ile paylaştığı “Where the Boys Are” ile “Teenage Comedy”nin sevilen yıldızı olmayı başardı. Rahibe Clare karakterini canlandırdığı “Francis of Assisi” nin çekimleri sırasında Roma‘da, Papa John Paul XXIII’ le tanışma fırsatı buldu. Maranatha Eylül 2013 YAŞAMLARI DEĞİŞENLER Aradan geçen yıllar boyunca eski nişanlısı Don, düzenli olarak her Paskalya ve Noel’de manastıra kendisini ziyarete geldi ve her zaman Dolores’in kararına saygı duyduğunu ifade etti. Dolores’ten bahsederken; “- O, benim bir zamanlar aşık olduğum genç kız değil, kendini Tanrı’ya adamış başka bir şahsiyet. Bunu netlikte görebiliyorum.” diyordu. Rahibe Dolores’e yaptığı ziyaretler, 2011 yılında Don Robinson’un ölümüne dek kesintisiz sürdü. Rahibe Anne Dolores her zaman çeşitli sağlık çalışmalarında aktif görev yaptı. 2012 yılında hayat öyküsünü konu alan “God Is the Bigger Elvis” adlı belgesel bir filmle “Academy Award for Best Documentary” ödülüne aday oldu. 2012 yılında bir kez daha Oscar ödül töreninde kırmızı halıdaki yerini aldı. Fakat bu defa üzerinde ne ünlü modacıların eşsiz tasarımları ne de paha biçilmez mücevherler vardı. Kırmızı halı tarihinde bir ilk gerçekleşiyordu, Dolores Hart törene sade rahibe giysileri ile gelmişti. “God Is the Bigger Elvis” adlı belgeselde biraz da esprili bir dille, tüm dünyadaki genç kızların hayallerini süsleyen Elvis Presley’in mi, yoksa Mesih İsa’nın mı daha çekici olduğu sorulduğunda Dolores hiç tereddütsüz; Tanrı’nın kutsal ışığının yanında herşeyin sönük kaldığını ifade etti.. Ayrıca otobiyografisini anlattığı “The Ear of the Heart / Kalbin Kulağı” adlı bir kitabı da bulunan Dolores Hart, halen aynı manastırın baş rahibesi olarak yaşamını sürdürmektedir. Elena Asiye Tanyer TEÜ K RAT K İO Y LİK E K CEMAATİ A T O L İ K CKÜLTÜR E M A A TVE İ K HABER Ü L T Ü R DERGİSİ V E H A B EARALIK R D E R G2İ0S11İ T Ü R K İY Bu karşılaşma sırasında Papa’ya; “ - Ben Clare’i canlandırıyorum.” dedi. Yüzüne sıcak bir gülümsemeyle bakan Papa ona; “-Hayır, sen Clare’sin.” diye cevap verdi. Bu cevap onu oldukça şaşırtsa da bu sözler, gelecek yıllarda kendisinde duyacağı kutsal çağrının (vocation) bir işareti olarak kabul edilecekti. Ardından toplama kampından kurtulan bir kızı canlandırdığı “The Inspector” deki Lisa rolü kendisine 1962 yılı “Laurel Awards” ödüllerinde “Golden Laurel” ı kazandırdı. 1963 yılındaki 17.ve son filmi “Come Fly with Me” nin promosyon çalışmaları sürerken, film endüstrisini bırakmaya karar verdi. İçinde hissettiği çağrıya daha fazla karşı koyamayacığını anladı ve nişanlısı Don Robinson’dan ayrıldı. Bir limuzine atlayarak Connecticut’daki, “Benedictine Abbey of Regina Laudis in Bethlehem” adlı Benedikten rahibelerinin manastırına görüşmeye gittiğinde ne yapmak istediğinin biliyordu. 24 yaşında sinema kariyerinde önemli bir noktaya gelmiş, çeşitli ödüller kazanmış, Metro Goldwyn Mayer ile milyon dolarlık sözleşme yapmışken, herkesin rüyalarını süsleyebilecek ışıltılı bir hayatı terkedip, kendisini tüm benliğiyle Tanrı’ya adamaya karar vermişti. Hayatındaki herşeyi geride bırakıp, bir daha dönmemek üzere Connecticut’a gitti. Manastıra bu kez bir limuzinle değil, sıradan bir araçla girerken artık yıldız Dolores Hart değil, rahibe Anne Dolores’ti. E Y LNO: ÜL 2 40 913 NO:56 Maranatha Eylül 2013 11 HIRİSTİYAN DÜNYASI TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56 GUADALIPE’DEKİ BAKİRE’NİN ÖYKÜSÜ Aşağıdaki satırlarda, 1531 senesinin aralık ayının 9’undan 12’sine dek Meksika’nın yerli ahalisinden Juan Diego adındaki mütevazi bir adama Kutsal Bakire Meryem’in zuhur edişinin inanılmaz öyküsünü okuyacaksınız. Guadalupeli Bakire Meryem’in olağanüstü güzellikteki bu hikayesini beğeniyle ve istekle okuyacağınızı ümit ediyorum. Meksika’nın her kesiminden inançlı insanlar bu tarihlerde Bakire Meryem’in Meksika halkına göründüğü yeri ziyaret etmek için Meksiko şehrinin yaşayan yerli kabileleri Katolik inancına döndürmeyi akıllarına koymuşlardı. Fakat İspanyollar bu hedeflerini gerçekleştirme konusunda birçok zorlukla karşılaştılar, çünkü Meksika halkının çok sayıdaki tanrılarına yönelik güçlü inançları vardı. Guadalupe’deki Hanımefendimiz’in, Aztekli yerli ahaliden Juan Diego’ya 1531 yılında zuhur etmesi, Meksika’nın ve Latin Amerika kıtasının Katolik inancına dönüşünü sağlamış oldu. Bugün dahi Orta ve Güney Amerika kıtasında kutlanan en önemli üç dini bayram, Noel, Paskalya ve Guadalupe’deki Hanımefendimiz’in bayram günü olan 12 Aralık tarihidir. Mucizenin Amerika kıtasının merkezinde zuhur etmiş olması, Guadalupe’deki Hanımefendimiz’e “Amerika’nın Annesi” ünvanının verilmiş olmasına katkıda bulunmuştur. Üç gün içinde gerçekleşen dört zuhur hadisesinin hikayesi, Guadalupe’deki Hanımefendimiz hakkında, peder Antonio Valeriano tarafından 1540 yılında Nahuatl dilinde yazılmış , Nican Mopohua diye bilinen en eski mucize kayıtlarına dayanmaktadır. Tepeyac Mucizesi Guadalupe’deki Hanımefendimizin Birinci zuhru kuzeyinde, Villa De Guadalupe mahallesinde bulunan Guadalupe’deki Bakire Bazilikası’na akın ediyorlar. Bu özel gün Meksikalılarca “Nuestra Senora de Guadalupe” (Guadalupe’deki Hanımefendimiz) Bayramı olarak kutlanıyor. İmanlılar Bakire Meryem’e hediyeler ve genellikle rengarenk çiçeklerden oluşan demetler getiriyorlar. Bazı ziyaretçiler burada Meryem Ana için ilahiler söyleyerek dans ediyorlar. Bazı hacılar da mucizeler dilemek ya da kabul görmüş talepleri için Bakire Meryem’e teşekkür etmek için Bazilika’ya giden taşlı yolu dizlerinin üzerinde dua ederek yürüyorlar. Bu kutlamaların arkasındaki hikaye, Katolik inancının Meksika halkının yüreğinde nasıl önemli bir yer kazandığını gösteriyor. İspanyollar Meksika’yı fethettikten sonra, o topraklarda Juan Diego, Bakire Meryem’I gördüğünde 55 yaşında dul kalmış ve Katolik vaftizini yakın zamanda alarak Hristiyan yaşamına başlayan mütevazi bir adamdı. Tlatelco’daki kilisede kutsal Ayine ve din derslerine katılmayı gelenek haline getirmişti. 9 Aralık 1531 günü şafak vaktinde kiliseye doğru yola çıktı. Tepeyac Tepesi’ne doğru yürürken kuş cıvıltıları duydu. Tepeye yaklaştığında ise kuş sesleri aniden kesiliverdi. Tam o anda bir kadın sesi duydu. Bronz tenli ve giysileri güneş gibi parıldıyan bu genç kadın, ana dili Nahuatl ile kendisine ismiyle seslendi ve şöyle dedi: “Ben Bakire Meryem’im, hayat veren, tek gerçek Tanrı’nın Annesiyim. Onu açıkça herkese göstermek, Onu herkesçe bilinir kılmak için bu yerde bir mabet inşa edilmesini istiyoruım. Sevgim, şefkatim, yardımım ve korumam vasıtasıyla Onu bütün insanlara ulaştırmak istiyorum. Episkoposa koş ve gördüğün ve duyduğun her şeyi ona anlat”. Juan Diego, Guadalupe’deki episkopasluğa gider ve Fransisken rahip olan Juan de Zumarraga’ya gördüklerini ve Meryem Ana’ nın kendisine söylediklerini anlatır. Juan de Zumarraga ve diğer Fransisken rahipler kendisine inanmazlar. .Juan üzgün olarak evine döner. Guadalupe’deki Hanımefendimizin İkinci Zuhru Umutsuzluğa düşen Juan, tepeye geri döner ve Meryem’i kendisini bekler durumda bulur. Juan, Meryem Ana’dan önemsiz biri olduğum için sözlerine inanmadıklarını, bu nedenle mesaj vermesi için daha uygun birisini göndermesini ister. Bunun üzerine Meryem Ana şöyle der: “Dinle oğlum, yollayabileceğim çok kişi var. Fakat sen bu Maranatha Eylül 2013 HIRİSTİYAN DÜNYASI Guadalupe’deki Hanımefendimizin Üçüncü Zuhru kurdu. Juan Diego’ nun örtüsündeki mucizevi tasvir Juan Diego’nun örtüsü, Meksika sabır otundan elde edilen kaktüs lifleriyle dokunmuş kaba bir kumaştan imal edilen bir pelerindi. Resmin renkleri canlıydı ve bu güne kadar hiç solmadı. Bugüne dek yapılan bütün kimyasal incelemelere ve testlere rağmen pelerin örtüsünün ne ile boyandığı hala saptanamadı. Bu mucizevi resim hala sergilenmektedir. Pelerin kaktüs elyafından Juan Diego söylenilenleri Bakire Meryem’e bildirir. Meryem Ana bu işaret için Juan’ın ertesi sabah oraya tekrar gelmesini söyler. Ancak Juan Diego eve geri döndüğünde amcası Juan Bernardino’nun ağır şekilde hasta olduğunu görür. Pazartesi günü Tepeyac tepesine geri gitmek yerine ölmekte olan amcasının yanında, evde kalmayı tercih eder. Salı sabahı Juan Diego erken uyanır ve ölmekte olan amcasının son kutsamaları alabilmesi için kiliseden peder çağırmaya gider. Pederi çağırabilmesi için Tepeyac tepesinden geçmesi gerekmektedir. Guadalupe’deki Hanımefendimizin dördüncü Zuhru Maranatha Eylül 2013 yapılmıştı ve bu nedenle normal koşullar alrtında yaklaşık olarak yirmi yıl gibi bir süre zarfında toza dönüşmüş olmalıydı. Oysa yüzyıllar boyunca mum dumanına maruz kalmasına, bombalama hadisesine ve kaza ile üzerine asit dökülmesine rağmen hayatta kalmayı başardı ve 480 yılı aşkın bir zamandan beri sergileniyor. Ona atfedilen birçok şifa mucizesinden oluşam bir liste mevcuttur. Yılda ortalama 18-20 milyon civarında hacı bu bazilikayı ziyaret etmektedir. Özcan ÇANLI 13 NO:56 Meryem Ana yolda Juan’ın karşısına çıkar ve ona: “Oğlum, mesele nedir ?” diye sorar. Juan utanç duyar. “Efendim, beni bağışlayınız. Amcam ölüm döşeğinde ve kutsal sırlar için peder istiyor. Yoksa size verdiğim sözü tutacaktım” der. Meryem şöyle yanıtlar: “Oğlum, sıkılma ve korkma. Amcan henüz ölmeyecek. Şu an için sağlığı düzeldi ve endişelenecek bir durum kalmadı. Sana söyleyeceklerimi yap. Tepenin zirvesine çık, orada büyüyen çiçekleri topla ve bana getir.” Aralık ayında çiçekler? Juan Diego bunun imkansız olduğunu düşündü. O zamanda kayalık tepede herhangi bir çiçeğin açmış olamayacağını gayet iyi biliyordu. Ama itaat etti ve tepede harikulade güzellikte çiçekler buldu. Onları dallarından kopardı ve soğuğa karşı onları korumanın en iyi yolunun pelerinin altına saklamak olduğunu düşündü. Meryem’e geri gitti ve Meryem çiçekleri bağladı. Guadalupeli Hanımefendimiz kutsal tasvirini Juan Diego’nun örtüsünün üzerine bıraktı ve ona: “Oğlum, episkoposa gönderdiğim işaret budur. Ona bu işaretle arzu ettiğim bu yere bir mabet yapması gerektiğini söyle. Taşıdığın şeyi ondan başkasının görmesine müsaade etme. Güvendiğim elçim olduğunu unutma. Bu defa episkopos ona söyleyeceğin her şeye inanacaktır” dedi. Bu dördüncü zuhur, Juan Diego’nun Meryem’i son görüşü olacaktır. Juan Diego, episkoposun önünde diz çökerek çiçeklerle dolu örtüsünü açtı ve episkopos örtünün üzerinde Meryem Ana’ nın Juan Diego’ ya kendisini gösterdiği şekilde kalıcı bir tasvirin göründüğünü farketti. Mevsime özgü olmayan çiçekleri ve Bakire Meryem’in resmini gören episkopos, Juan Diego’nun kendisine gerçeği anlatığının farkına vardı ve Meryem Ana’nın istediği yerde bir kilise TÜ İ YOELİK K ACEMAATİ T O L İ K CKÜLTÜR E M A A T İVE KÜ L T Ü R DERGİSİ V E H A B EARALIK R D E R G2İ 0S11 İ E Y LNO: Ü L 24091 3 T Ü R K İY ER KK AT HABER vazife için seçtiğim kişisin. Bu yüzden yarın sabah episkoposa tekrar git. Tanrı’nın Annesi Kutsal Bakire Meryem’in seni gönderdiğini ona söyle ve bu yerde bir kilise yaptırılması yönündeki büyük arzumu ona tekrar hatırlat.” Pazar 10 Aralık günü Juan Diego ikinci defa episkoposa gider ve binbir zorlukla görüşmeyi gerçekleştirir. Kendisini tekrar görmek episkopos için süpriz olur ve Juan’ın Meryem Ana’ya bir işaret göstermesini söylemesini ister. YABANCIYDIM BENİ İÇERİ ALDINIZ TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56 “Duamı işit, ya RAB, kulak ver yakarışıma, gözyaşlarıma kayıtsız kalma! Çünkü ben bir garibim senin yanında, bir yabancı, atalarım gibi ”. “RAB garipleri korur, öksüze, dul kadına yardım eder, kötülerin yolunuysa saptırır. ” zen imanlı bir yabancı olur bazen de ev sahibidir. Bu bağlamda yabancı olmak temasını ele alacak olursak görüyoruz ki “yabancı” sözcüğü tekil ya da çoğul, eril ya da dişil farklı kullanımlarla ikiyüzü aşkın bir sayıda tekrarlanmaktadır . Bu yazıda, sözcüğün etimolojik anlamından çok, Kutsal Kitap‘taki anlamsal derinliği üzerinde durulacaktır. KİMDİR YABANCI? Kutsal Kitap “yabancı” için İbranice “zar” sözcüğünü “uzak yabancı” anlamında, “nokri” sözüğünü “gelipgeçen yabancı”, “gher” ve “toshav” sözcüklerini ise “yerleşmiş ve uyum sağlamış yabancı” anlamlarında kullanılır . Dışarıdan gelen, uğrayan ya da yerleşen her bir yabancılık durumu için farklı kelimeler seçilmiştir. Çünkü Tanrı’nın halkı İsrail anlatımların merkezinde olup, bu halkla ya da bireyleriyle “uzaklık-yakınlık” konseptleri içinde ilişki kuranların durumları anlam farklılığı içeren farklı sözcüklerle vurgulanmaktadır. Öte yandan “bağlantıların mesafesi” açısından da önemli ayrımlara işaret etmek için bu yöntemin tercih edilmiş olduğu söylenebilir. ‘‘ DIŞARIDAN GELEN’’ VE ‘‘ORALI OLMAYAN’’ YADA ENTEGRE OLAN’’ YABANCI Kutsal Kitap anlatılarında kutsallık ile kutsalsızlık örnekleri bir arada süregider, “olması gereken” ile “olan” yani “meydana gelen” eş zamanlı olarak ortaya konur. İtaat edenlerle reddedenler aynı ortamda buluşurlar. Tanrı’nın insana olan sevgisinin sonsuz örnekleriyle karşılaşılırken insanın sadakatsizliği ve düşüşleri de gözler önüne serilir. Günah ve erdem, mahvoluşa kendini sürükleyen insana kurtuluşu vermek isteyen ve gerçekten merhamet dolu Tanrı’nın bütün arzusu satırlarda ve satır aralarında anlaşılabilir. Gerçek iman edenlerle bunun karşısında olanlar sürekli bir mücadelenin parçası olurlar. Ba- Yabancı olmak temasına genel bir yaklaşımla başlarsak, örneğin Çıkış Kitabı’nda “yabancı toprakta bir göçmen” olduğu gözümüze çarpar. Yine “Rabbin ilahilerini bir yabancı toprakta nasıl söyleyebilecekleri” üzerine Memurcu kaygısını dile getirir . Levililer’de Tanrı, yabancı olanla İsrailoğullarından olan arasındaki bütün ilişkileri ve merhamet örgüsünü tek tek sıralar. Yabancıyı karşılamak ve ona yardım etmek O’nun halkının görevi olacaktır. Zalim olmamak onu doyurmak, küçümsememek bu emirlerin en önemlileridir . Habercilerin İşleri’nde de “yabancı toprakta hacı olunacağı” vurgulanır . Yabancı toprak tanımı aslında İsrailoğulları’nın Tanrı ile yaşadıkları tecrübede önem taşımaktadır. Mısır’dan çıkış, vaat edilen topraklara yerleşme, ardından Babil sürgünü 2 Matta 25,35 Mezmur 39,16 4 Mezmur 146,9 5 “Yabancı” sözcüğüne İtalyanca olarak bakıldığında tekil ya da çoğul 237 kez “straniero/i/e/a” sözcüğüyle, tekil ya da çoğul 87 kez “forestiero/i/e/a” olarak tekrarlanır. CARDINAL MARTINI, “La figura dello straniero nella scrittura”: Intervento al convegno “Integrazione e integralismi. La via del dialogo è possibile?”, Cesano Maderno, 19.01.2001 6 Maranatha Eylül 2013 niyetle davranmasını gerektirir. YABANCI OLMAK demek, en yalın ve sade anlamıyla bir muhtaçlık durumunu anlatır, başka deyişle söyleyecek olursak aslında MUHTAÇ OLMAK demektir. “Mısır’da yabancıydınız” derken Tanrı, muhtaç durumda olanla elinde fazla olanın nasıl bir ilişki kuracaklarını öğretir. Fazla olanın olmayanla “vermek” üzerine geliştireceği bir ilişkidir 7 10 13 8 11 14 Çıkış 2,22 Mezmur 137,4 9 Levililer 17,8-12; Sayılar 9,14; 15,14-30; Deuteronomio(Yasanın Tekrarı) 14,21; 15,3; 17,15; 24,17 Maranatha Eylül 2013 Habercilerin İşleri 7,6 “Yabancı”, XAVIER LÉON-DUFOUR, Kutsal Kitap’taki Teoloji Sözlüğü, İstanbul 13 Ohan Matbaası, s.936-937. 12 Yaratılış 23,3-5 Yaratılış 28,3-4 Çıkış 23,9 15 Çıkış 10,18 16 Çıkış 10,19 17 Çıkış 22,20;23,9 15 E Y LNO: Ü L 4290 1 3 N O : 5 6 bu. Çünkü muhtaç olmak demek, aslında alçakgönüllülüğe inmiş olmak demektir. Onunla ilgilenen de böylece alçakgönüllülüğü paylaşmış olacaktır. Bu emirler Tanrı’nın insana ve insan onuruna verdiği önemi göstermektedir. İnsan dünyasal durumu ne olursa olsun Tanrı’nın gözünde kıymet bulmuştur. İlgisini eksik etmez. Değer verir. Sorgular. Her zaman korur. Çünkü insan kıymetlidir. RAT K İO YLİK E KCEMAATİ ATOLİK C E M A A TVE İ KHABER Ü L T Ü RDERGİSİ V E H A B EARALIK R DERG İ S11İ T Ü R K İYTEÜK KÜLTÜR 20 ve Babil’den dönüş yüzlerce yıllık bir süreci ve tecrübeyi kapsamaktadır ki yabancılık bu halkın hiç de uzak olmadığı bir durumu özetler. Dönem dönem bu halk “yabancı olmak durumunda” kalmıştır. Çevresinde yabancılar vardır ancak aslında Tanrı’nın halkı da gitmek durumunda kaldıkları yerlerde yabancı olmuş, yabancı kalmış ve yabancı olarak yaşamıştır. Bu bağlamda Kutsal Kitap’ın İsrailoğulları için “kendisi” ve “kendisi gibi olmayan halklar” arasındaki çizgiyi tanımlamaktan kaçınmadığını söyleyebiliriz. Öte yandan, bireylerin yabancılık durumları da sık sık net bir biçimde ortaya konmuştur. Örneğin, İbrahim, dünyadaki hayatı sona eren eşi Sara’yı gömmek için Hititliler’le diyaloga girdiğinde şöyle der: “İbrahim yas tutmak, ağlamak için Sara’nın ölüsünün başına gitti. Sonra karısının ölüsünün başından kalkıp Hititler’e, ‘Ben aranızda konuk ve yabancıyım’ dedi, ‘Bana mezar yapabileceğim bir toprak satın. Ölümü kaldırıp gömeyim’ . Bir diğer örnekte ise İshak Yakup’u şöyle kutsar: “Her Şeye Gücü Yeten Tanrı seni kutsasın, verimli kılsın, soyunu çoğaltsın; soyundan halklar türesin. İbrahim’i kutsadığı gibi seni ve soyunu da kutsasın. Öyle ki, Tanrı’nın İbrahim’e verdiği topraklara -üzerinde yabancı olarak yaşadığın bu topraklara- sahip olasın. Bu bilinç yani yabancı olduğunu bilme bilinci, ilk satırlardan itibaren önemle üzerinde durulan ve sürekli anımsanması istenen derin bir tema olarak hissedilir. “Tanrı’nın seçilmiş halkı olan İsrailoğulları”nı Mısır’daki kölelikten yani yabancılıktan kurtarması, Musa ve Harun öncülüğünde kendilerine vaat edilen topraklara götürülmeleri, bu sırada. çölde “yabancı” olarak kırk yıl yaşamaları onlara sürekli anımsanması gereken referanslar olarak sunulur: “Yabancıya kötü davranmayın, sizler de Mısır’da yabancıydınız ” der Rab ve ardından kendisinin yabancıyı sevdiği belirterek kendi halkından da yabancı’yı sevmesini özellikle ister. Tanrı’nın yabancıları özellikle gözetmesi kendi halkının yabancı olmasıyla bütünleştirilir. Halkın yabancı olması onun da yabancılara iyi KİMDİR GELEN VE KİMDİR İÇERİ ALAN TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56 Öte yandan, ve mutlaka “değeri nedeniyle” yabancı olanlara karşı gösterilecek diğer bir tutum da sık sık öne çıkarılır: Konukseverlik! Örneğin, İbrahim kendisine gelen Tanrı’nın meleklerini büyük bir konukseverlikle karşılar: “Yere kapanarak birine, ‘Ey efendim, eğer gözünde lütuf bulduysam, lütfen kulunun yanından ayrılma’ dedi, ‘Biraz su getirteyim, ayaklarınızı yıkayın. Şu ağacın altında dinlenin. Madem kulunuza konuk geldiniz, bırakın size yiyecek bir şeyler getireyim. Biraz dinlendikten sonra yolunuza devam edersiniz’. Bu azizce karşılama, örnek bir iman işareti olarak betimlenir. İbrahim Tanrı’nın hoşnut olduğu bir insandır. Nasıl davranacağını bilir. Tanrı’nın kendi halkıyla yaptığı anlaşmanın içeriği Deuteronomio’da açık bir biçimde tekrarlanırken maddelerden birisini de yabancılarla olan ilişki oluşturur: “Tanrı… öksüzlerin, dul kadınların hakkını gözetir. Yabancıları sever, onlara yiyecek, giyecek sağlar ”. Yabancılar ayrıca özellikle gözetilmeye çağrılır: “Ülkenizdeki ekinleri biçerken tarlanızı sınırlarına kadar biçmeyeceksiniz. Artakalan başakları toplamayacaksınız. Bağbozumunda bağınızı tümüyle devşirmeyecek, yere düşen üzümleri toplamayacaksınız. Onları yoksullara ve yabancılara bırakacaksınız. Tanrınız RAB benim. ” Dufour, bu anlatıların gerisinde aslında İsrail’in ataları gibi dünyada gelip geçici olduğunu bilmesi ve bir yolcu konumunda bulunduğunu anlaması için verilmiş örnekler olduğunu belirtir . Dünyadaki yaşamın niteliği böylece ortaya konmaktadır. Kısa olan bu dünyasal yaşamda hiç kimse kalıcı değildir. O halde herkes misafir gibi davranmalı ve yaşamalıdır. Çünkü halkların ve bireylerin hayat akışlarında muhtaçlık da herkesin yaşayabileceği bir tecrübedir . Konukseverliğin içinde Söz’e itaat ve cömertlik bulunur. Konuk etmek, evini ve yüreğini açmaktır. Kapıdan zincir takıp bakmak değildir. Yaşam alanına O’nu yani başkasını kabul etmektir. Ziyaret etmek, ilgi göstermek, ötekinin durumunu paylaşmak, karşındakini sevmek, yabancıyken yani muhtaçken O’nu almaktır. Çünkü aslında yabancıya kapısını açan da “yabancı”dır. Konukseverlik Lut’un davranışında doruğa çıkar: Üç kişiyi misafir eder ama aslında üç melektir. İbranilere Mektup’ta bu olay vurgulanır: “Kardeşlik sevgisi kalıcı olsun. Yabancılara konukseverlik göstermeyi unutmayın. Bazıları bunu yapmakla, bilmeden melekleri ağırladılar ”. Petrus şöyle diyor: “Bu nedenle, tutkuları yenerek dua etmek için ayık olun. Özellikle birbirinizi içtenlikle sevin. Çünkü sevgi sayısız günahı örter. Söylenmeksizin birbirinize konukseverlik gösterin. ” Aynı konukseverliği Pavlus da Romalılar’a önerir: “Taşıdığınız umut sizlere sevinç versin. Çektiğiniz acılara katlanın, sürekli dua edin. Gereksinmesi olan 18Yaratılış 18,1-4 19 Deuteronomio(Yasanın Tekrarı) 10,18-19 20 Levililer 23,22 21 XAVIER LÉON-DUFOUR, ibid. 22 Ezekiel 22,3-7; 22,29; Yeremya 14,8 23 İbraniler 13,2 24 Petrus 4,9 25 Romalılar 12,13 26 Matta 25,35 Maranatha Eylül 2013 kutsallara yardım elini uzatın, konukseverlik gösterin”. “KARŞINDAKİNİ KENDİN GİBİ SEVECEKSİN” rin aslında bir deve dönüştüğünü belirtir: Buğdaylar tane tanedir ama devasa bir dağ, damlalar küçük küçüktür ama ırmağı, okyanusları oluştururlar . İNSAN YERYÜZÜNDE YABANCIDIR AMA İSA O’NU EVİNE ALIR Yabancı sözcüğü, “garip ya da yeni olan” anlamında kullanıldığı gibi aynı zamanda “misafir olan” anlamına kadar genişletilebilir. Bunun içine kimler girer: Herkes. Kimse “yerli” değildir, istisna yoktur. Bütün insanlık ailesiyle buluşmak ve kurtarmak isteyen İsa bizi sever ve kendine alır. Aslında yeryüzündeki yabancılığımızı teselli eder. Vaftiz bunun en açık örneğidir. İsa Mesih tarafından çaldığımız kapının açılmasıdır. YABANCIYKEN birden TANRI’NIN EVLATLARINDAN BİRİ olma hakkını kazanırız. İlk günah silinir, Dirilişe ve Kurtuluşa aday oluruz. Aslında insan yeryüzünde konut kuramamakta, geçip gitmektedir. Tam anlamıyla Hacı’dır. TÜ İ YOELİK K ACEMAATİ T O L İ K CKÜLTÜR E M A A T İVE K ÜHABER L T Ü R DERGİSİ V E H A B EARALIK R D E R G2İ 0 S11 İ E Y L NO: Ü L 24091 3 T Ü R K İY ER KK AT Süreklilik içinde akan Kutsal Anlatılar, bir bütünlük ve tamamlanma içindedir. Bütün insanlık On Emir’deki “Seveceksin kendi Rabbini, karşındakini de kendin gibi seveceksin” sözünü gerçekleştirmeye -ki en büyük ve kusursuz örneği İsa Mesih’tir, çağrılmaktadır. Söz’ün evrensel niteliği İsa Mesih’te somutlaşır, yani O’nda tamamlanır. O, Söz’ün tamamlanmasının başlangıcıdır. Böylece “artık” O referans olmaktadır. Bu nedenle sadece Antik Antlaşma kitaplarında değil bizzat İsa Mesih’in ağzından hepimiz uyarılırız. Matta’da İsa şöyle der: “‘Gelin, Babam’ın kutsadıkları’… ‘Dünyanın kuruluşundan bu yana sizler için hazırlanan hükümranlığı miras alın. Çünkü açken bana yiyecek verdiniz, susuzken susuzluğumu giderdiniz, yabancıyken beni içeri aldınız, çıplakken giydirdiniz, hastayken ilgilendiniz, cezaevindeyken görmeye geldiniz ”. Zor ve muhtaç durumdaki insanda İsa kendisini işaret etmektedir. Buradan bakınca, sevmek eylemi, kabul etmek, olduğu gibi saygı duymak ve karşındakinin iyiliğini istemek olarak okunabilir. Çünkü onda İsa mevcuttur. Sevmek eylem gerektirir. Sadece duygu değildir. İyilik doğuran davranış gerçek sevgiden kaynaklanmaktadır. Karşılamak, sadece basit bir iyilik eylemi değildir, aynı zamanda Tanrı tarafından gözetilecek ve kişinin İsa ile bireysel bağını kuvvetlendirecek bir işarettir. Matta, İsa’nın iyilik yapıldıktan sonra yapanın gururlanmaması ve “aslında bir şey yapmadım” diye alçakgönüllülük içinde olması gerektiğini belirttiğini söyler . Aslında bu da Tanrı’nın Krallığına girecek olanların bir özelliğidir. Aziz Girolamo, Tanrı’nın isteğini “maksimum”da yerine getirmeye gayret ve çaba göstermenin yeterli olduğunu söyler. Bunun kökenini de Matta’nın belirttiği “İnsanların size nasıl davranmalarını istiyorsanız, siz de onlara öyle davranın” sözüne dayandırır . Altın öğüt ya da hıristiyanı Hıristiyan yapan da budur: Gizli vicdanda ve tamamen “gizlide iyilik yapmak”, yaptıktan sonra da anlatmayıp, göstermeyip bir sır olarak Tanrı’ya bırakmak. Aslında Girolamo bunu adalet duygusuyla da bağdaştırmaktadır. Edilen yardım ile bir denge sağlanacak ve yeryüzündeki paylaşmayla bozulan düzen telafi edilebilecektir. Agostino, başkalarının yükünü taşımaktan sözederken küçük küçük yapılan iyilikle- NO:56 27Matta 25,38 7,12 29Girolamo, Le Lettere, IV, 148,14-15 (a Celanzia) 30Agostino, Esposizioni sui Salmi, 129,4-5 31Matta 8,20 28Matta 17 TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56 Dolaşır. Kilise gibi. Kilisenin gittiği yer kutsal mekan olur, kabul eden de kutsanır. “Carita”, yardımseverlik, ruhsal sevgi, iyilik ve merhamet işaretleriyle ortaya çıkar. Muhtaçlık durumundaki bir kişiye karşı yapılan her eylem bu anlamda önem taşır. Çünkü HERKES HAREKET HALİNDE’dir, aslında duran bir şey yoktur. İnsan hem kendi hayatı içinde yatay olarak gezinmektedir hem de yeryüzünde. En zor olanı da “zorunlu” olarak bunu yaşamak durumunda kalan insanlardır: Göçmenler, savaştan kaçanlar, iş-eş-aş için başka yerlere gidenler. Onlarla ilgilenildiğinde Tanrı’nın bize gösterdiği merhametin aynısı yerine gelmiş olur. YARDIM, aileselliğin önünü açar. Aile demek PAYLAŞMA, ANLAYIŞ ve OLDUĞU GİBİ KABUL ETMEK demektir. Yeni Antlaşma’daki en önemli ve ilk “yabancı olma durumunda kalma” örneği, MERYEM, YUSUF ve İSA tarafından yaşanır. Nüfus sayımı için kendi şehri olan Beytlehem’e giderken hiçbir handa yer bulamazlar. Dar zamanlardır. Kapılar çalınır ancak her yer doludur. En sonunda İSA bir SAMANLIKTA tamamen YABANCI olarak doğar. Sonrasında da İsa her zaman “kabul edilmeye hazır bir YABANCI” olarak yer alır: “Tilkilerin inleri, 32 Madre gökyüzünde uçan kuşların da yuvaları var. Ama İnsanoğlu’nun başını yaslayacak bir yeri yok ”. Bu dramatik ya da trajik bir duruma işaret etmez. Tam tersine yaşam alanı olarak yeryüzünde insanın yerleşmemesi, köklenmemesi, rahatlığını anıtlaştırmaması için verilmiş örneklerdir. Hiç kimse çünkü kalıcı değildir. Yaşarken yaptığımız eylemler ve kuşkusuz gökte biriktirdiğimiz hazineler daha önemlidir. Çünkü yeryüzü güve ve pas üretir. Ancak Göksel İsa bizi yani dünyada yabancı olan “insan soyunu” asıl evine kabul etmek için bir ömür vermektedir her bir insana ve tek bir kez. Ancak insanın sürekliliği Hıristiyan eskatolojisine göre “ebedi hayat” ile devam edecektir. Kalkütalı Madre Teresa, birgün günlüğüne şöyle bir tecrübe yazar: “10 Mayıs: Yoksul insanlar nasıl olağanüstü olunacağını iyi biliyorlar. Bir akşam dışarıdan dört kişiyi ağırladık. Onlardan biri, ümitsiz bir durumdaydı. Kızkardeşlere şöyle dedim: ‘Siz diğer üç kişiye bakın; ben en kötü olanla ilgileneceğim.’ Böylece onun için benim sevgimin yapabileceği şeyi yaptım. Onu bir yatağa yerleştirince yüzü çok güzel bir gülümsemeyle aydınlandı. Elimi tuttu ve bir söz söyledi sadece: “Teşekkürler” ve öldü ” Bu tecrübe “yabancı olmak” ile “onu karşılamak” durumlarını açıklayan mükemmel bir örnektir. Belki en son dakikalarında “karşılanan” insansal bir değerle memnun olabilecektir. Bu bağlamda sorabilir miyiz: Onları kim konuk etti? Kimdi konuk olan? Yanıtı insan soyuna uygulayacak olursak, bunun gibi, bizler de yeryüzünde KONUĞUZ. Tanrı bizi burada ağırlıyor. Asıl EBEDİ YAŞAMA geçmeden önce burada misafir ediliyoruz. Peder Mikail UÇAR Teresa di Calcutta, La Gioia di Amare, a cura di Jaya Chaliha e Edward Le Joly, Oscar Mondadori, Milano 1997, p.144. Maranatha Eylül 2013 Bir Öykümüz Var Rita Amelia Yaşlı Adam T Ü R K İY E K AT O LİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ ARALIK 2 0 11 NO: 4 9 Güzel bir Pazar sabahıydı. Kilise, insanlarla dolup taşmıştı! Kiliseye giren herkese, ayin sırasında okunacak ilahilerin de bulunduğu, içi dualarla dolu bir bülten dağıtıldı. Bültende, bugünkü vaazın konusu ve kimler için dua edileceği de belirtilmişti. Kilise kapısının önünde, ayine katılmak isteyenler sıraya girmişlerdi. Sıranın sonunda yaşlı bir adam duruyordu. Bu adamın giysileri çok eski, yırtık pırtık ve çok kirliydi. Açıkça belliydi ki yaşlı adamın kendisi gibi giysileri de günlerdir yıkanmamıştı. Yaşlı adam çok uzun bir süredir traş olmadığı için yüzü, sakal ve bıyıkla kaplıydı. Kirli pantolonunun yırtıkları arasından yaşlı adamın yaralarla kaplı bacakları ve yine çok kirli olan siyah çorapları görülüyordu. Tam bu sırada kilisenin kapısında durmuş içeri gelenleri karşılayan Kilise görevlisi yaşlı adamın yanına yaklaştı. Adam başındaki şapkayı çıkararak kilise görevlesini selamlarken, saçlarının uzamış, kirli ve yapış yapış olduğu görüldü. Görevli: – Üzgünüm bayım. Çok özür dilerim sizden. Ancak sizi bu kılığınızla içeri alamam. Cemaatin dikkatini dağıtırsınız ve böyle olmasını sanırım siz de istemezsiniz. Yaşlı adam üzgün üzgün görevliye bakıyordu. Görevli anlatısını sürdürdü: – Gerçekten üzgünüm efendim. Lütfen bağışlayınız ama bunları söylemek benim görevimdir. Yaşlı adam üzgün ve şaşkın bir bakışla, eski şapkasını yeniden başının üzerine koyarak sıradan çıktı. Bu sırada korodaki çocuklar söyledikleri ilahilerle Rabbi yüceltiyorlardı. Yaşlı adam da onların ilahilerini dinleyebilmek, bulunduğu yerden sessizce mırıldanarak ilahilere eşlik etmek ve Rabbi övebilmek için büyük bir istek duyuyordu. Buna karşın Kutsal Kilisede bir tatsızlık, bir gerginlik çıkmasını hiç istemezdi. Üzgün bakışlarla Kilise görevlisine itaat etti ve giriş kapısındaki sıradan uzaklaştı. Kiliseyi çevreleyen tuğla duvara oturdu. Buradan korodaki çocukları işitebiliyordu. Onların Rabbi övmekte oldukları ilahilere mırıldanarak eşlik etmeye çalışıyordu. Rabbi buradan da olsa yüceltebilme fırsatı bulduğu için sevinçliydi. Yaşlı adam cebinden yıpranmış, küçük, eski bir İncil çıkardı. Kilisede bugünkü vaazın konusuyla ilgili bir pasaj aramaya başladı. Bu sırada kilisenin kapıları ve pencereleri kapanmıştı. Yaşlı adam ilahileri ve duaları işitebilmek için çok çaba harcıyordu. Tam bu sırada Kilise’nin içinde olabilmeyi Rab İsa’nın adını söyleyerek diledi. Birkaç dakika sonra genç bir adam, yaşlı adamın yanına çıkageldi. Yaşlı adam onu tanımamış olsa da gelen İsa’ydı. Yaşlı adama, burada ne yaptığını sordu. Yaşlı adam: – Buraya Kilise’deki ayine katılabilmek için gelmiştim, diye cevap verdi. Ancak giysilerim kirli, eski ve yıpranmış olduğu için kiliseye giremedim. Cemaat kardeşlerimin hizmetlerine engel olmak istemem. Bunun için itaat ettim. Ayine buradan eşlik etmeye çalışıyorum. İsa, yaşlı adamı dinledikten sonra uzandı ve ona dokundu. Geldiği gibi sessizce gitmeden önce, yaşlı adama: - Git ve ayine katıl, dedi. Yaşlı adam şimdi kiliseye doğru sevinçle yürüyordu. Üzerindeki eski giysilerin yerini, kralların giydiği türden mor kanatlarla vücuduna bağlı, bol dökümlü bir bez parçası almıştı. Tozlu, yıpranmış ayakkabılarının yerinde, bir sandalet vardı. Kapıdaki görevli kilisenin kapılarını açarak yaşlı adamı selamladı. Pazar ayinine katılabiliyor olmanın sevincinden başka hiçbir şeyin farkında olmayan yaşlı adam Rabbe övgüler ve yüce19 likler sunarak ayine katıldı. KUTSAL KİTAPTAKİ KADINLAR ANNENİN DUASI TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56 İsa Kudüs’e giderken, yolda on iki öğrencisini bir yana çekip onlara özel olarak şunu söyledi: «Şimdi Kudüs’e gidiyoruz. İnsanoğlu, başkâhinlerin ve din bilginlerinin eline teslim edilecek, onlar da O’nu ölüm cezasına çarptıracaklar. O’nunla alay etmeleri, kamçılayıp çarmıha germeleri için O’nu diğer uluslara teslim edecekler. Ne var ki O, üçüncü gün dirilecek.» O sırada Zebedi oğullarının annesi oğullarıyla birlikte İsa’ya yaklaştı. Önünde yere kapanarak kendisinden bir dileği olduğunu söyledi. İsa kadına, «Ne istiyorsun?» diye sordu. Kadın O’na, «Buyruk ver de senin egemenliğinde bu iki oğlumdan biri senin sağında, biri de solunda otursun» dedi. «Siz ne dilediğinizi bilmiyorsunuz» diye karşılık verdi İsa. «Benim içeceğim kâseden siz içebilir misiniz?» «Evet, içebiliriz» dediler. İsa onlara, «Elbette benim kâsemden içeceksiniz» dedi, «ama sağımda ya da solumda oturmanıza izin vermek benim elimde değil. Babam bu yerleri belirli kişiler için hazırlamıştır.» Bunu işiten diğer on öğrenci iki kardeşe kızdılar. Ama İsa onları yanına çağırıp şöyle dedi: «Bilirsiniz ki, ulusların önderleri onları egemenlik hırsıyla yönetirler, ileri gelenleri de onlara ağırlıklarını hissettirirler. Sizin aranızda böyle olmayacak. Aranızda büyük olmak isteyen, diğerlerinin hizmetkârı olsun. Aranızda birinci olmak isteyen, diğerlerinin kulu olsun. Nitekim İnsanoğlu, hizmet edilmeye değil, hizmet etmeye ve canını birçokları uğruna fidye olarak vermeye geldi.» (Mt 20, 17-28) İsa Kudüs’e doğru yürümekteydi ve Kutsal Şehre varması için yalnızca bir gün kalmıştı. Artık zamanının geldiğini ve ölümünün yakın olduğunu biliyor. Bu yüzden dostlarına üçüncü kez başına gelecekler konusunda bilgi veriyor, çekeceği acılar ve dirilişi konusunda onları uyarıyor. Havariler İsa’nın bu acıları bizim kurtuluşumuz için çekmesi gerektiğini az anlamış gibi görünüyorlar. Bu yüzden iki havarinin annesi İsa’nın yanına yaklaşıyor ve ölümünden sonra iki oğluna cennette öncelik vermesini rica ediyor. Bu kadın hiç şüphesiz İncil’de önemli bir yere sahip, aynı oğulları gibi. Kefarnahumlu olan bu kadın, Yakup ve Yuhanna’nın annesidir. İsa’nın ailesine çok yakındır ve İsa’nın annesi Meryem’i de iyi tanımaktadır. Aziz Matta, bu kadının İsa’nın çarmıhının ayakları dibinde olduğunu da yazar. İsa’ya bağlı olan bu kadın, O’nu seyahatlerinde izliyor, vaazlarını dinliyor ve müjdeyi işitiyor. 20 Bu kadın, İsa’ya bağlı olan kadınlardan biridir ve hocasından oldukça ciddi bir talepte bulunuyor: “Buyruk ver de senin egemenliğinde bu iki oğlumdan biri senin sağında, diğeri ise solunda otursun”. İsa kurbandan, hizmetten ve adanmadan bahsediyor. Kadın ise Mesih’in gelecek yaşamında oğulları için onurlu bir mevki talep ediyor. Kadın bu planı ile ne kadar hırslı olduğunu gösteriyor. Mesih’in şanına ortak olmak istiyor, bir nevi yeni kurulacak olan bir krallıkta oğulları için bakanlık istiyor. İsa’nın krallığının bu dünyanın krallıklarına benzemediğini anlamamış görünüyor. Kadının aklına böyle bir talepte bulunmak nereden gelmiş olabilir? Kim bilir bunu söylemeyi ne kadar önceden planlamıştı! Kadının büyük beklentiler içerisinde olduğunu görüyoruz. Evlatları hakkında birçok hayal kurmuştu ama bu hayaller gerçekleşmemişti. Bu yüzden şöyle düşünmüş olabilir: “yeni bir düzen kuruluyor ve evlatlarım bu düzende kendilerine bir yer bulamayarak dışlanacaklar”. Kadın bu yüzden oğullarının iyi duruma gelmesini istiyor. Bazen biz de bu kadın gibi hissediyoruz. Arkadaşlarımız bize “nasıl olur da başkaları kariyer yaparken sen oturursun? Neden ilerlemiyorsun?” diyerek bu kadın gibi endişelenmemize neden olurlar. Bu sözler bize bazen arkadaşlarımız haklıymış gibi düşünmemize neden olurlar. Bu imanlı bir kadındır, Allah’a bağlıdır ve dindardır. İşte bu yüzden Allah’tan istediği bu şeyi dile getirmeye cesaret etmektedir. Oysa kimi zaman dualarımızın içinde kutsal olmayan arzular da bulunmaktadır. Kendi bencilce arzularımız için Allah’ı deneriz. Bu yanlıştır. İncil metnindeki iki erkek kardeş oldukça cömerttirler, her zaman fedakarlık yapmaya hazırdırlar. Anneleri ile aynı fikirde olduklarını düşünebiliriz, çünkü onun bu soruyu sormasına engel olmadılar. Annelerinin bu isteğini içten içe paylaşıyor olsalar da, bunun imkansızlığını anlıyorlardı. Yine de “bu onurlandırma tabii ki bizim için değil, ancak bizim için birçok fedakarlık yapan babamız için iyi olur. Bu şekilde dostlarımıza ve akrabalarımıza babamızın çektiği sıkıntıların karşılığının olduğunu göstermiş olacağız. Ayrıca iyi bir konuma yüksekmenin ne zararı olur?” diye düşünmüş olabilirler. Bütün bunlar içimizden geçen dünyasal hırslardır. İncil’de okuduğumuz ve tamamen farklı hareket etmiş olan başka bir kadın var: Meryem. O, meleğin kendisine müjde verdiği ve İsa’nın doğduğunda duyduğu o görkemli sözlerden sonra yıllar boyunca, hatta on yıllar boyunca Maranatha Eylül 2013 KUTSAL KİTAPTAKİ KADINLAR İsa kendisine gelen bu talep konusunda anneyi de, oğulları da azarlamadı. Onları anladı ve biraz dalga geçti: “Siz ne istediğinizi bilmiyorsunuz” dedi. Bu İncil okumasında İsa’nın ne kadar sabırlı olduğuna tanık oluyoruz: havarilerini kendisine çağırıyor ve onlara örnek oluyor. İsa, hizmet etmek için ve canını vermeye gelmiştir. Havarilerinin de kendi kalbinin bu niyetini yaşamalarını istedi. İsa şöyle dedi: “Bu dünyanın başları ve büyükleri zalimlik edecekler, kendi güçlerini kullanacaklar. Ama siz kendi içinizde böyle olmamalısınız”. Hükmetmek için birinci olmak değil, hizmet etmek için birinci olmak gerekir. Gerçek güç, insanın değişme ve Allah’a benzeme gücüdür. Gerçek güç sevgidir, herkese hizmet eder ve kimseyi ezmez. Gerçek büyüklük Allah’ındır, şanının büyüklüğü hizmetten gelir. Gerçek şan, birileri tarafından hizmet edilmek değil, hizmet etmektir; sahip olmak değil, sevgi ile Allah’a ait olmaktır, aynen bizi yaşatmak için canını veren İsa’nın yaptığı gibi. Bu noktada biz, anneler, babalar, kardeşler, dedeler, halalar olarak kendi çocuklarımız ve torunlarımız için ne isteyebiliriz? Peder Allah’a onlar için nasıl dua edebiliriz? Maranatha Eylül 2013 Sana şükrederim, ey Tanrım, bana hediye ve emanet ettiğin evlatlar için. Sen onları tanırsın ve seversin. Bana onlara doğru yolu göstermek için hikmet ve istediğin gibi onların yanında durmam için sabır ver. Onların yolunu Sana doğru heyecanla açabilmem için, Seni daha çok sevebilmem ve onların da Seni sevmelerini sağlamam için bana güç ver. Hareketlerimi sen yönet, sözlerimi sen esinle, öyle ki bendeki hiçbir şey Senin onları çağırdın yolda engel olmasınlar. Onların ihtiyaçlarına yanıt verebileyim, onların duygularına saygı duyayım, onların şüphe ettikleri, denendikleri zamanlarda onlara destek olayım. Bana çıkar beklemeyen sevginin teşviğini ver. Rab, Sen tükenmeyen sevgisin, bana Senin gibi sevmeyi öğret ve onlara cömert olmayı, saygıyı ve affetmeyi öğretmeyi bağışla. Rab, onları Sana emanet ediyorum, onları koru. Rabbim, onları bütün zorluklardan uzak tutmanı dilemiyorum, ancak onlara zorluklara dayanma gücünü Sende bulsunlar. Onları bütün tehlikelerden uzak tutmanı dilemiyorum, ancak tehlikeleri aşma cesaretini ve iyiliği Sende bulsunlar. Onları hayattaki büyün hayal kırıklarından uzak tutmanı dilemiyorum, ama ümitleri ve imanları hiç tükenmesin ve dünyayı daha güzel hale getirsinler. Hayatın önemli seçimlerini yapacakları zaman onları Ruh’unun ışığı ile aydınlat, öyle ki senin sevgi planını anlayıp yaşayabilsinler. Senin Annen Meryem bu yolculukta her gün benim dayanağım, yardımcım ve örneğim olsun. Amin (Anonim) 21 21 TTÜÜRRKKİİY YE E KKAT A TOOLİK L İ KCEMAATİ C E M A A KÜLTÜR T İ K Ü L TVE Ü RHABER V E H ADERGİSİ B E R D E RARALIK G İ S İ E Y2L0Ü11L 2 0 1NO: 3 N 4O9: 5 6 hiçbir olağan üstü şey görmedi. Meryem, bu “başlangıç”ın sözlerini kalbinde bir sır olarak sakladı. Bu yıllar boyunca hiçbir yüceltme ile karşılaşmadı. Hiç yorum yapmadı, konuşmadı; kabul etti, İsa’dan emin oldu, kendi istediği hiçbir şey gerçekleşmese de İsa’ya tamamen güvendi. Zebedi’nin oğullarının annesi Meryem gibi güvenmiyordu. İsa tarafından kendisine bir güvence verilmesini, oğulları için bir söz verilmesini istedi, çünkü oğulları Onu izlemek için birçok şey yapmış, her şeylerini terk etmişlerdi. Bu yüzden bir karşılığı hak ediyorlardı, değil mi? Annenin duası işitilecekti, ama beklediği gibi yanıtlanmayacaktı. Çok iyi bildiğimiz gibi kadının oğulları Yakup ve Yuhanna idi. Yakup, şehit edilen ilk havari olacaktı, on ikiler arasında inancı için can veren ilk o olacaktı (ölümü Havarilerin İşleri 12. bölümde anlatılmaktadır). Kadının diğer oğlu ise Müjde yazarı Yuhanna’dır. İsa bu havariyi çok severdi. Yuhanna diğer havarilere oranla daha uzun yaşamıştı ve Rabbinin tanıklığını diğer havarilere oranla daha uzun süre yapmıştı. AZİZLERİMİZ TÜRKİYE KATOLİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ EYLÜL 2013 NO:56 Aziz Lucian ve Marcian (İman Şehitleri) +251 İzmit Bitinya Bölgesi Nicomedia’da (İzmit) yaşayan iki genç delikanlıylar. Delikanlılık çağlarını dolu dolu yaşadılar; gezdiler, eğlendiler, yarışmalara katıldılar… Pagan tanrılara düzenlenen ayinlere, şölenlere katıldılar, Hristiyanlıkla alay ettiler… Ne yazıktır ki günlerini böyle geçirdiler. Oturdukları semtte çok güzel bir kıza rastladılar. Bu genç bakire kız Hristiyandı ve hayatını Mesih İsa’ya adamış, dindar, iyilik ve yardım sever bir insandı. Lucian ve Marcian bu kıza sahip olmak için uğraştılar. Genç kız onlara; kendisini Mesih İsa’ya adadığını, bakire olduğunu ve bunu böyle muhafaza edeceğini açıklayınca önce alay ettiler. Sonra bu inanılmaz karara nasıl vardığına şaştılar. Hristiyan öğretilerini okudular, alay ettikleri bu inanışın doğru yol olduğuna karar verdiler. Vaftiz oldular. Pagan arkadaşlarına da Hristiyanlığı tavsiye etmeye ve öğretmeye başladılar. Pagan inanışının bir masal olduğunu, pagan tanrılarının da birer heykel olduklarını, oysa Hristiyanlığın kainatı yaratan tek ve yaşayan Tanrı’nın yolu olduğunu paganlara öğretmeye başladılar. Lucian bir gün pagan kitaplarını “Pazar yerinde” yaktı. Bu şehirde büyük skandal yarattı. Ertesi gün pagan tanrılarının tahta heykellerini şehrin meydanında yakınca yakalanarak mahkemeye çıkarıldı. Kendisine yardım eden arkadaşı Marcian da aynı gece yakalanıp hapsedildi. Ertesi sabah şehir yöneticisi Sabinus’un başkanlık ettiği mahkemeye çıkarıldılar. Hakim delikanlılara şöyle sordu: “Sizleri iyi birer Roma vatandaşı, pagan tanrılarına saygılı kişiler olarak bilirdik. Nasıl oldu da pagan kutsallarını yakıp kırdınız? Sizleri bu hale kim getirdi?” Lucian kalktı ve şöyle cevapladı: “Bizler pagan ailenin çocuklarıyız. Bu inanışla büyüdük. Çok sonra Mesih İsa’yı ve öğretilerini duyduk, ilgilendik, “Müjde’yi” okuduk, inandık ve vaftiz olarak Hristiyan olduk. Pagan inanışının ve tanrılarının sadece birer masal olduğunu biliyoruz. Bunu arkadaşlarımıza ve halka öğretmek istedik. Bizi bu hale getiren de Saul’u Pavlus yapan Mesih İsa’dır. Ebedi hayata kavuşmak isteyenlerin mutlaka Hristiyan olmalarını ve Mesih İsa’ya ve öğretilerine bağlı olmalarını ilan ediyoruz…” Bu beyan kendilerinin ölüm fermanıydı. Ancak şehrin tanınmış ailelerinden gelmeleri nedeniyle onlara bir fırsat daha vermek üzere Hristiyanlığı inkar etmeleri ve pagan tanrılara adak sunmaları aksi halde idam edilecekleri bildirildi. Lucius ve Marcian bunu reddettiler. Pagan tanrılarına hakaret etmeleri nedeniyle ölüm cezası verilerek yakılmalarına karar verildi. Yakılmaları için odun yığınları hazırlandı, kendileri hiçbir korku göstermeden odun yığınlarının üzerine tırmandılar, ateş yakıldığında dua ve ilahiler söylemeye başladılar. Bu ateşle iman şehidi oldular ve Mesih İsa’ya kavuştular… Eski pagan alışkanlıklarına sahip vücutları da ateşte yanıp kül oldu… 22 Aziz Filimon ve Afiya (İman Şehitleri) +68 Collosae (Pamukkale) Küçük Asya İli (Anadolu) Phrygia’da (Frigya) Collosae (şimdiki Pamukkale cıvarı) şehrinin ileri gelen ve zengin ailelerinden olan Philemon; Havari Pavlus Collosae’ye geldiğinde ona evini açmış, misafir etmiş ve evini “ev kilisesi” olarak kullanmasına izin vermiştir. Küçük Asya İli’nin ilk Hristiyanlarındandır. Daha sonra Collosae Başepiskoposu olmuştur. 68 yılında Collosae’de eşi ile birlikte taşa tutularak öldürülüp iman şehidi oldular. Aziz Filimon ve eşi Afiya Havari Aziz Pavlus ile Havari Aziz Pavlus’tan Filimon’a mektup (Kutsal İncil’den alınmıştır); Pavlus bu mektubu Filimon, Afiya, Arhippus ve Filimon’un evinde toplanan imanlılara yazmakla birlikte, seslenmek istediği esas kişi büyük olasılıkla Kolose’deki kilisenin önderlerinden biri olan Filimon’dur. Pavlus ondan övgüyle söz ediyor, onu “sevgili emektaşımız” diye adlandırıyor ve hapisten çıktıktan sonra onun yanına gelmeyi umuyor… Sevgili emektaşımız Filimon, Mesih İsa uğruna tutuklu olan ben Pavlus ve kardeşimiz Timoteos’tan sana, kızkardeşimiz Afiya’ya, birlikte mücadele verdiğimiz Arphius’a ve senin evindeki inanlılar topluluğuna selam! Babamız Tanrı’dan ve Rab İsa Mesih’ten sizlere lütuf ve esenlik olsun. Rab İsa’ya olan imanını ve bütün kutsallara beslediğin sevgiyi duydukça dualarımda seni anıyor, Tanrım’a sürekli şükrediyorum. Mesih’te sahip olduğumuz her iyiliğin bilincine vararak imanını başkalarıyla paylaşmakta etkin olman için dua ediyorum. Sevgin benim için büyük sevinç ve teselli kaynağı oldu. Çünkü kutsalların yürekleri senin sayende ferahladı, kardeşim. (Pavlus’tan Filimon’a mektup 1-7) Pavlus tutukluluğu sırasında Filimon’un kaçak kölesi Onisimos’la tanışır. Onisimos’un kaçak dolaşan bir köle olarak Roma yasalarına göre ölüm cezasına çarptırılması gerekirdi. Ayrılırken Filimon’u soyduğu sanılmaktadır. Yazdığı bu mektupta da Onisimos için Filimon’dan önemli bir ricada bulunur. Onisimos, Pavlus’un aracılığıyla iman etmekle kalmamış, onun sevgisini kazanmış, “güvenilir” ve “sevgili” bir kardeş olduğunu da kanıtlamıştır. Pavlus, herşeye rağmen Filimon’dan Onisimos’u aynı imana sahip sevgili bir kardeş olarak kabul etmesini rica eder. Mesih İsa uğruna kendisiyle birlikte tutuklu bulunduğum Epafras, emektaşlarım Markos, Aristarhus, Dimas ve Luka sana selam ederler. Rab İsa Mesih’in lütfu ruhunuzla birlikte olsun. (Pavlus’tan Filimon’a mektup 23-25) Maranatha Eylül 2013 Çocuk Sayfası Rita Amelia İsa Nerede? T Ü R K İY E K AT O LİK CEMAATİ KÜLTÜR VE HABER DERGİSİ ARALIK 2 0 11 Dina o sabah erkenden kalktı. Ellerini açarak Rabbe dua etti. O’na övgüler sundu ve Rabbi yüceltti. Güne her zaman böyle başlardı. Kendisine bu mutlu yaşamı armağan eden Rabbi’ni çok seviyordu. Her zaman Rabbe şükrediyordu. Dina ve annesi, kahvaltıdan sonra alışverişe çıktılar. Dina, yolda annesine: – Anneciğim, ben Rabbi görmeyi çok istiyorum, dedi. Acaba onu nasıl görebilirim? diye sordu. Annesi güldü: – Rab her yerde bizimledir yavrum. Rab temiz kalpli olanları çok sever. Kendisini çağıranların hemen yanına gelir. O bizi hiç yalnız bırakmaz. – Şükürler olsun, dedi Dina. Ama ben yine de Rabbi görmeyi çok istiyorum. Bu sırada sokağın köşesinde bir yoksul adamla karşılaştılar. Adamcağızın yüzü açlıktan bembeyaz olmuştu. Dina düşündü. Cebinde babasının bir gece önce kendisine verdiği para vardı. Bu parayla kendisine çarşıdan bir bebek satın alacaktı. Parayı cebinden çıkardı, bir paraya bir yoksul adama baktı. Annesi: – Paranı istediğin gibi kullanabilirsin Dina, dedi. Dina gitti, parayı yoksul adama uzattı. Yoksul adam teşekkür ederek parayı alırken Dina'ya sevgi dolu gözlerle baktı. Dina onunla gözgöze geldiğinde, yüreği sevinçle çarpmaya başladı. Hiçbir bebek Dina’yı bu kadar mutlu edemezdi. Annesi, Dina'nın başını okşadı. Yollarına devam ettiler. Bir sure oyuncakçı dükkanının önüne geldiler Dina vitrindeki bebeklere bakıyordu. Bu sırada oyuncakçı Dina ve annesine: – Merhabalar. Ben de sizi bekliyordum, dedi. Dina ve annesi şaşkınlıkla birbirlerine baktılar. Oyuncakçı sözlerine devam etti: – Geçen hafta Dina'nın eski öğretmeni uğradı. Başka bir şehre taşınıyormuş. Dina için bir armağanı varmış. Ancak size uğrayacak zamanı olmadığından armağanı Dina'ya vermemi benden istedi. Bu armağan, Dina'nın iki hafta önce kazandığı öykü yarışması içinmiş. Dina, öğretmenini özlemle anımsadı. Uzanıp armağan paketini aldı. Heyecanla açtı. Birde ne görsün? Bir bebek! Üstelik parasını yoksul adama verebilmek için satın almaktan vazgeçtiği bebek! Öğretmeni bir de kısa not yazmıştı. Dina sevinçle gözlerini kapattı. Bu sırada gözünün önünde yoksul adamın sevgi dolu gözleri belirdi. Sevinçle: – Anne! Ben Rabbi gördüm. O, yoksul adamın gözleriyle bakıyordu bana! dedi. Anne ve oyncakçı birbirlerine bakarak gülümsediler. Bu mutlu günün akşamında Dina yatmadan önce ellerini açarak Rabbe şükretti. O'nu yüceltti. Rabbin hemen yanıbaşında olduğunu artık biliyordu. 23 NO: 4 9 28 TEMMUZ 2013 DÜNYA GENÇLİK GÜNÜ - PAPA İLE KAPANIŞ AYİNİ