Makalelerle Muş - Muş Alparslan Üniversitesi

Transkript

Makalelerle Muş - Muş Alparslan Üniversitesi
MAKALELERLE MUŞ
Editör
Ercan ÇAĞLAYAN
Muş Alparslan Üniversitesi Yayınları
Muş Alparslan Üniversitesi Yayınları-1
Kitap Adı
Makalelerle Muş
Editör
Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN
Yayın Kurulu
Yrd. Doç. Dr. Yusuf BATAR [Müdür]
Yrd. Doç. Dr. Reşat AÇIKGÖZ
Yrd. Doç. Dr. M. Kamil COŞKUN
Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN
Yrd. Doç. Dr. Kasım MOMİNOV
Yrd. Doç. Dr. Veli SIRIM
Yrd. Doç. Dr. Nurullah ULUTAŞ
Ar. Gör. Âdem PALABIYIK
Hakem Kurulu
Prof. Dr. Hasan ÇİFTÇİ Muş Alparslan Üniversitesi
Doç. Dr. Abdullah KIRAN Muş Alparslan Üniversitesi
Doç. Dr. Abdulcelil BİLGİN Muş Alparslan Üniversitesi
Doç. Dr. Metin YİĞİT Dicle Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN Muş Alparslan Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Fariz FARZALİ Muş Alparslan Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Halil GÜNEK Fırat Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Kadir ÜÇAY Muş Alparslan Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Macit BALIK Bitlis Eren Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Naim ÜRKMEZ Erzurum Teknik Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Nurdan KESER Kütahya Dumlupınar Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Reşat AÇIKGÖZ Muş Alparslan Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Veli SIRIM Muş Alparslan Üniversitesi
Yrd. Doç. Dr. Zülfiye KOÇAK Bitlis Eren Üniversitesi
1. Baskı
Mayıs 2014
Bu eserin bütün hakları Muş Alparslan Üniversitesi'ne aittir. Kurumun izni
olmaksızın, kitabın tümünün ya da bir kısmının elektronik, mekanik veya fotokopi
yoluyla basımı, yayımı, çoğaltımı ve dağıtımı yapılamaz.
İÇİNDEKİLER
TAKDİM
Prof. Dr. Nihat İNANÇ
EDİTÖRDEN
Ercan ÇAĞLAYAN
MUŞ OVASI'NIN TARIMSAL POTANSİYELİ VE ARAZİ KULLANIMI
ARASINDAKİ İLİŞKİLER
Mehmet Emin SÖNMEZ
ÖZGÜN BİR KENTSEL MEKÂN OKUMASI: MUŞ ÖRNEĞİ
Âdem PALABIYIK
MUŞ ALPARSLAN ÜNİVERSİTESİ`NİN İLİN SOSYO- EKONOMİK
GELİŞMESİNDEKİ ETKİLERİ ÜZERİNE TEORİK BİR İNCELEME
Veli SIRIM&Mücahit ÇAYIN
MUŞ ESNAFININ SOSYO-EKONOMİK DURUMU ÜZERİNE SOSYOLOJİK
BİR ÇALIŞMA
Reşat AÇIKGÖZ
İSMET ÖZEL'İN 'MUŞ'TA BİR GÜZ İÇİN PRELÜDLER' ADLI ŞİİRİNDE
DEVRİMCİ BİR ÖZNENİN MUHASEBE MEKÂNI OLARAK MUŞ
Ferhat ÇİFTÇİ
TBMM'DE MUŞ MİLLETVEKİLLERİ [1923-1943]: BİYOGRAFİK BİR
DENEME
Ercan ÇAĞLAYAN
MUŞ'TAN TARİHİ BİR PORTRE: İLYAS SAMİ [MUŞ] BEY
İrşad Sami YUCA
MOLLA ZAHİR TENDÜREKÎ VE ARAPÇA DİVÂNI (186-204)
Sadrettin BUĞDA
ŞEYH ABDULMELİK VAKFI, MEDRESESİ, CAMİSİ VE ZAVİYESİ
Bilal YILMAZ
MUŞ DEPREMLERİ (EYLÜL 2013) ve MUŞ İLİNİN DEPREMSELLİĞİ
İskender DÖLEK
TAKDİM
“Varlık” ve “Vizyon” !
Bir durumu ifade ederken, kimi zaman orantısız kullanılan iki önemli
kavram. Bazen “var” olursunuz ancak sizden başkası varlığınızın farkında olmaz.
Bazen de aslında yok gibisiniz ancak herkes sizin büyük varlığınızdan bahseder.
Anadolu'ya açılan kapının şehri: Medreseler Şehri Muş!
Varlığıyla vizyonu ters orantılı bir şehir. Birçok önemli değer ve
avantajına rağmen hak ettiği yeri alamayan, çoğu zaman satır aralarına sıkıştırılan
bir şehir: Muş.
Şimdi bu durumu tersine çevirme zamanı. Herkes ama sorumluluk sahibi
herkes, Muş'u hak ettiği yere taşımak için yüreğini ortaya koyarak çalışmalıdır.
Öyle çalışıyor gibi görünerek, fotoğraf karelerinde yer alarak, kameralara
gülümseyerek değil! Medeniyetin köklerinin olduğu bu şehrin, şehrin sancısıyla
kıvranan sahiplerine ihtiyacı vardır.
Öncelikle Muş'un resmini çekip sonrasında da politikalar geliştirmeyi
hedefleyen Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal Politikalar Uygulama ve Araştırma
Merkezi (SOSPOL) Müdürünü ve ekibini tebrik ediyorum. Umuyorum ki
çektikleri bu resim; yeni politikalar geliştirip, uygulamalarına zemin hazırlar.
Diğer paydaşlarımızın da ilgi ve hassasiyetlerinin artmasına vesile olur.
Unutmayalım ki önemli olan husus “kendi çalıp, kendi oynamak” değil.
Eğer “siz çalarken, başkaları oynuyorsa” asıl başarı budur!
“Makalelerle Muş” adlı bu güzel çalışmanın; Muş'un derdiyle
dertlenenlerin sayısını artırması temennisiyle…
Saygılarımla…
Prof. Dr. Nihat İNANÇ
Muş Alparslan Üniversitesi Rektörü
1
EDİTÖRDEN
Doğu Anadolu Bölgesi'nin Yukarı Murat-Van Bölümü'nde yer alan Muş,
coğrafi konumu ve tarihi bakımdan önemli bir yerleşim birimidir. İlkçağlardan
itibaren önemli bir güzergâh üzerinde olan Muş, tarih boyunca çok sayıda kavim
ve medeniyetin egemenliğinde kalmıştır. İslam öncesinde Urartu, Pers ve Roma
gibi devletlerin egemenliğinde kalan Muş ve çevresi Hz. Ömer döneminde İslam'la
tanışmıştır. Bir süre Müslüman Araplar ile Bizans arasında el değiştiren Muş, 1071
Malazgirt Savaşı'ndan sonra Selçukluların eline geçmiş; daha sonraki dönemlerde
Beylikler ve Osmanlı egemenliğinde kalmıştır.
Coğrafi olarak Türkiye-İran transit yol güzergâhı üzerinde olması; tarihi
çok eski zamanlara dayanan Diyarbakır, Elazığ, Erzurum ve Van gibi kadim
şehirlerin ortasında yer alması Muş'un coğrafi önemine dair en belirgin
özelliklerindendir. Diğer taraftan Muş'un sahip olduğu zengin su kaynakları, otlak,
mera ve dağ çayırları ile geniş ve verimli arazisi, yörede tarım ve hayvancılığın
önemli bir geçim kaynağı olmasını sağlamıştır. Tüm bunların yanı sıra günümüzde
yarım milyona yakın bir nüfusa sahip olan Muş'ta etnik olarak Kürtler, Türkler,
Araplar, Çerkezler yaşamakta; buna bağlı olarak şehirde Türkçe, Kürtçe
[Kurmanci-Zazaki] ve Arapça konuşulmaktadır. Bunların yanı sıra, vilayette
Hanefi ve Şafii nüfusun dışında Varto'da önemli oranda Alevi nüfus da
bulunmaktadır. Kuşkusuz bu durum Muş'un etno-dinsel yapısını ortaya koyması
açısından önem taşımaktadır.
Yukarıda zikredilen coğrafi, tarihî, iktisadî, toplumsal, demografik ve
kültürel tüm bu zenginliklere rağmen Muş, günümüzde bilimsel anlamda yeterince
tetkik edilmemiş ve bunun bir neticesi olarak Muş'un söz konusu zenginliği ortaya
konulmamıştır. Bu gerçekten hareketle Muş Alparslan Üniversitesi Sosyal
Politikalar Uygulama ve Araştırma Merkezi olarak Muş'un coğrafî, tarihî, siyasî,
sosyal, dinî, kültürel ve iktisadî yapısı gibi farklı yönlerini Makalelerle Muş
kitabında bir araya getirdik. Bu çalışmanın, bir yandan Muş'un entelektüel
müktesebatına dair mütevazı bir fotoğraf sunacağı, öte yandan Muş ile ilgili
bilimsel ve akademik çalışmalar yapacaklara yeni bir perspektif kazandıracağı
kanaatindeyiz.
Son bir not olarak, yaklaşık bir yıl süren bu çalışmanın ortaya çıkmasında
birçok kişinin emeğinin ve katkısının olduğunu hatırlatalım. Bundan ötürü başta
üniversitemiz rektörü Prof. Dr. Nihat İnanç olmak üzere, çalışmaya katkı ve destek
sunan araştırma merkezi müdürü ve üyeleri ile kitabın yazar ve hakemlerine çok
teşekkür ederiz.
Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN
Editör
3
MUŞ OVASI'NIN TARIMSAL POTANSİYELİ VE ARAZİ
KULLANIMI ARASINDAKİ İLİŞKİLER
Doç. Dr. Mehmet Emin SÖNMEZ
Kilis 7 Aralık Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Coğrafya Bölümü
Özet
Muş Ovası sahip olduğu verimli tarım arazileri, zengin su kaynakları ve
çevresine göre kışları nispeten ılık olması nedeniyle Doğu Anadolu Bölgesi'nin
önemli yerleşme alanlarının başında gelmekte ve bu avantajlardan dolayı yerleşme
tarihi oldukça gerilere gitmektedir. Bu çalışmaya göre çalışma sahasının fiziki ve
beşeri koşullarının yüksek potansiyeline rağmen Muş Ovası ve çevresindeki
sahalarda tarımsal açıdan gerekli gelişmenin kaydedilemediği görülmektedir.
Özellikle su kaynaklarının çok kısıtlı kullanıldığı ve sulamaya yönelik projelerin
hayata geçirilmede geciktiği, hatalı arazi kullanımının yaygın olduğu, ürün
çeşidinin yetersiz olduğu ve tarımsal faaliyetlerde gerekli atılımların yapılamadığı
tespit edilmiştir. Çalışma sahasının toprak, arazi kullanım kabiliyeti ve fiziki
coğrafya haritalarının çiziminde Coğrafi Bilgi Sistemleri kullanılmıştır. Muş
Ovası'nın güncel arazi kullanımı ile 1989 ile 2011 yılları arasındaki dönemde arazi
kullanımında meydana gelen değişimleri belirlemek için uzaktan algılama
tekniğinden faydalanılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Muş Ovası, tarımsal arazi potansiyeli, arazi
kullanımı, uzaktan algılama.
5
1. Giriş
Özellikle hızlı nüfuslanma ve şehirleşme ile beraber tarım alanlarının
sürekli daraldığı günümüzde tarımsal potansiyeli yüksek sahaların doğru şekilde
değerlendirilmesi zorunluluk haline gelmiştir. Bir alandaki tarımsal potansiyelin
harekete geçirilmesi için tarım arazilerin ıslah edilmesi, sulama şebekesi ve uygun
sulama sistemlerinin geliştirilmesi, uygun tarımsal ürünlerin tercih edilmesi ve
çeşitlendirilmesi, gübre, ilaç kullanımı, toprak bakımı ile arazinin doğru
planlanması (Bulut, 2006; Doğanay, 2007) gibi beşeri ve fiziki unsurların aynı
anda hayata geçirilmesi gerekmektedir.
Dünya genelinde olduğu gibi Türkiye'de de ovalık alanlar tarımsal
potansiyeli yüksek sahaları oluşturmaktadır. Ovaların Türkiye'de kapladığı alan
ise çok az olup, ülke arazisinin ancak % 8'i kadardır (Tunçdilek, 1985). Bu nedenle
bu alanlardaki arazi kullanımının doğru olması ve tarımsal üretime uygun şekilde
değerlendirilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde tarımsal üretime uygun olmayan
arazilerde üretim yapmak zorunlu hale gelmektedir. Bu durum ise tarımsal
üretimdeki maliyetin artmasını kaçınılmaz kılmaktadır.
Çalışmaya konu olan Muş Ovası sahip olduğu geniş, düşük eğimli araziler
ile su kaynakları sayesinde kuşkusuz Türkiye'nin tarımsal potansiyeli yüksek
ovalarından biridir. Gerçekten de Erinç (1953) Muş Ovası'nı, sahip olduğu verimli
toprakları nedeniyle Yukarı Murat Bölümü'nün1 en önemli tarım sahası olarak
tanımlamaktadır (Erinç, Doğu Anadolu Coğrafyası, 1953). Fakat yaptığımız
değerlendirmelerde Muş Ovası'nda belirlenen tarımsal potansiyelinin çok altında
tarımsal üretim yapıldığı belirlenmiştir. Hâlbuki özellikle su kaynakları
bakımından daha kısıtlı veya benzer şartlara sahip birçok alanda tarımsal ürün
çeşidi ve üretiminde çok ciddi artışların yaşandığı tespit edilmiştir. Örneğin
sulama imkânlarının artmasıyla Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nin genelinde
(Karadoğan, 2006), Kızıltepe (Sönmez, 2012) ve Kadirli (Karagel, 2009) gibi daha
dar alanlarda da hem sulama yapılan tarım alanlarında hem de tarımsal üretimde
çok yüksek oranlarda artış meydana geldiği tespit edilmiştir. Bu çalışmaya göre ise
Muş Ovası'nda sulamalı tarımda bir durağanlığın ve nispeten bir gerilemenin
yaşandığı belirlenmiştir. Ovada tarımsal üretimdeki bu durağanlığın ovanın fiziki
çevre şartlarından ziyade sulama şebekesine yönelik altyapı hizmetlerinin
yapılamamış olması, çiftçinin bilinçlendirilmesindeki eksiklikler ve yürütülen
tarımsal politikalarla yakından ilgili olduğu kanısındayız. Bu nedenle, bu çalışma
Muş Ovası'nda tarımsal faaliyetlerdeki durağanlığın, ovanın fiziki çevre
koşullarıyla ilgili olup olmadığı üzerine odaklanmıştır. Bunun için ovanın tarımsal
potansiyelini belirleyen toprak, toprak derinliği, drenaj, eğim, erozyon, su
imkânları, toprak sorunları ve toprağın tarımsal açıdan uygunluğunu belirleyen
toprağın arazi kullanım kabiliyeti gibi fiziki çevre şartları detaylıca ele alınmıştır.
Ayrıca Muş Ovası'ndaki tarımsal üretim değerleri ile ovanın 1989-2011 yılları
arasındaki dönemde arazi kullanımındaki değişimleri değerlendirilmiştir.
1Erinç (1953), bu çalışmasında günümüzde Yukarı Murat Van Bölümü olarak bilinen alanı Yukarı
Murat ve Van bölümleri olmak üzere iki farklı bölüm olarak ele almıştır.
6
2. Amaç ve Yöntem
Çalışma Türkiye'nin önemli ovalarından biri olan Muş Ovası'nın tarımsal
potansiyeli ile arazi kullanımı arasındaki ilişkiler üzerinde odaklanmıştır. Bunun
yanında 1989 ile 2011 yılları arasında arazi kullanımında meydana gelen
değişimler belirlenmiş ve bu değişimlerden hareketle Muş Ovası'nda ekonomik
(özellikle tarımsal kökenli) ve sosyal anlamda meydana gelen değişim ve
dönüşümler ele alınmıştır.
Muş Ovası'nın arazi potansiyelini ortaya koymak amacıyla Coğrafi Bilgi
Sistemleri kullanılmış ve Muş ili arazi varlığından faydalanılmıştır. Ovanın arazi
kullanımında meydana gelen değişimleri belirlemek için ovanın 1989 ve 2011
yıllarına ait Landsat TM uydu görüntüleri kullanılmıştır. Elde edilen uydu
görüntüleri uzaktan algılama tekniği ile kontrollü sınıflandırmaya tabi tutularak
işlenmiştir. Bunun yanında ova alanı belirlenirken 1300 m izohipsi ovanın en
yüksek sınırı olarak kabul edilmiştir. Nitekim Ardos (1995) ovanın ortalama
yükseltisini 1250-1300 m olarak belirtmektedir (Ardos, 1995).
3. Çalışma Alanı, Jeomorfolojisi ve İklim Özellikleri
Doğu Anadolu Bölgesi'nin Yukarı Murat Van Bölümü sınırları içinde
bulunan Muş Ovası aynı zamanda Türkiye'nin Doğu Anadolu Fayı ve Kuzey
Anadolu Fayı gibi iki önemli aktif ana fayının kesişme alanın güneyinde yer
almaktadır. Ovanın kuzeyinde Şerafettin ve Otluk dağları güneyinde Bitlis Masifi
(Muş Güneyi Dağları) doğusunda ise Nemrut Volkanik dağı yer alır. Ova her
taraftan dağlık alanlarla çevrelenmiştir. Ovanın ortalama yükseltisi 1280 m
civarındadır. Ortalama eğim değeri ‰6 civarındadır. Ovanın belirlenen sınırlar
dâhilindeki alanı ise yaklaşık 950 km² dir. Yükselti değerleri ise ovanın
merkezinden çevresine doğru yükselmekte; doğuda 2900, güneyde 2700 ve
kuzeybatıda 2500 m nin üzerine çıkmaktadır (Şekil 1). Muş ve Hasköy ova
yüzeyindeki önemli şehir;2 Yaygın, Kızılağaç, Sungu ve Korkut ovadaki önemli
kasaba yerleşmeleridir. Ovanın doğu sınırının bitiminde ise Göroymak (Bitlis)
şehri yer almaktadır.
2 Çalışmada on bin nüfus ve üzeri şehri olarak kabul edilmiştir. 2000-10000 arsında nüfusa
sahip yerleşmeler ise kasaba olarak kabul edilmiştir.
7
Şekil 1. Muş Ovası ve yakın çevresinin fiziki haritası.
Muş Ovası'nın jeomorfolojik gelişimi ile ilgili en detaylı çalışma Atalay
(1983) tarafından yapılmıştır. Adı geçen yazara göre; ova Pliosen sonlarına kadar
kapalı bir havza durumundadır. Fakat Kuaterner başlarında Murat Nehri'nin
yatağını geriye doğru aşındırmasıyla havza batıdan kapılmış ve böylece dış
drenaja bağlanmıştır. (ATALAY, 1983). Aynı yazara göre Muş Ovası'ndaki bu
boşalma dört safhalı3 olmuş ve ovanın bugünkü görünümü ortaya çıkmıştır.
Nitekim yazarın Muş Ovası'nda yaptığı araştırmada yaklaşık olarak 300 m
kalınlığında Neojen dolgusuna rastlanmıştır. Bu durum ovanın Miosen
sonlarından beri göllerle işgal edildiğine kanıt olarak gösterilebilir. Nitekim ovada
Neojene ait genellikle kireçli, killi, kumlu, marnlı depolarla beraber Murat ve
Karasu Vadileri boyunca alüvyonlar bulunmaktadır.
Gerçekten de ovanın deniz seviyesinden yüksekliği her yerinde aynı
değildir. Ova kademelidir, yer yer yüksekliği değişir. Ana çizgileriyle Muş
Ovası'nda iki büyük düz saha görülür. Birincisi Murat Nehri ve kolları boyundaki
geniş düzlüklerdir ki; yüksekliği 1250- 1300 m arasındadır. Bu arazinin bazı
3 “Muş Havzası dış drenaja bağlanmadan evvel, muhtemelen 1350 m yükseklikte olup yer
yer göllerle kaplı bulunuyordu. Bu seviye ilk safhada 1350 m den 1300 m ye; ikinci safhada
1300 m den 1270–75 m ye; üçüncü safhada 1270–75 m den 1240 m ye ve dördüncü safhada
ise 1220 m ye kadar inmiştir. Böylece ova yüzeyi sırasıyla 40–50 m, 25–30 m, 20–25 m ve
15–20 m boşalmıştır. Özellikle Murat Nehri'nin ova yüzeyinde açmış olduğu yatak
boyunca boşalma miktarı ise 100 m den fazladır” (Atalay, 1983).
8
bölümleri zaman zaman sular altında kalır (Sönmez, 2005). İkinci kademe ise
yaklaşık 1350–1400 m yüksekliğe sahiptir. İzbırak (1951)'e göre bu kademelenme
ova olma niteliğini değiştirmez (İzbırak, 1951, s. 8). Fakat bu çalışmada özellikle
ova yüzeyine göre oldukça yüksek eğimli, taşlık, sel ve birikinti koni ve
yelpazelerinin yer aldığı 1300-1400 m aralığındaki bu alanlar ova sınırları dışında
tutulmuştur.
Muş Ovası Doğu Anadolu Bölgesi'nin çöküntü ovalarından biri olmakla
(Ardos, 1995) beraber genel olarak Muş Ovası'nın batısında epirojenik
karakterlerli bir yükselme, doğuda ise bir çökme olayı görülmektedir (Atalay,
1983). Gerçekten de ovanın doğusundaki sazlık bataklık alanlar ovanın doğudan
çökmesi ve bu alanlarının sularını drene edememesi ile yakından ilgili
görünmektedir. Dağlık sahaların Kuaterner'de yükselmesi, fluviyal aşındırmayı
hızlandırmış ve bu sebepten dağlık alanlardan taşınan materyaller dağ eteklerinde
birikerek birikinti yelpazelerini oluşturmuşlardır (Atalay 1983). Çalışma
sahasında, Bitlis Dağları'nın kuzey kesimlerinde, Muş şehrinin batısı ile Genç
Boğazı arasında birikinti yelpazesi şekillerine rastlanmaktadır.
Sonuç olarak Üst Miyosen'deki Tektonik hareketlerle ovanın kuzeyindeki
dağlık alanlar yükselirken, ova kesiminde çökme gerçekleşmiştir. Pliıosen'deki
dikey hareketlerle ova kenarındaki faylar yeniden oynamış ve ova yeniden
çökmüştür. Neojende göl haline gelen Muş Ovası meydana gelen tektonik
gençleşmelerle sürekli sedimantlerle dolmuş ve yaklaşık 300 m lik bir Neojen
dolgusu oluşmuştur. Kuaterner'de Murat Nehri'nin ovayı dış drenaja bağlamasıyla
önce göl suları boşalmış daha sonrasında ise ova akarsular tarafından yarılmıştır
(Atalay, 1983, Ardos, 1995).
Muş Ovası'nda ortalama sıcaklık değerlerinin en düşük olduğu ay -7,4 °C
ile Ocak ayıdır. Ovada kış aylarında (Aralık, Ocak ve Şubat) sıcaklık değerleri 0
°C'nin altındadır. Mart ayından itibaren aylık ortalama sıcaklık değerleri
yükselmekte ve yaz mevsiminde 20 °C'nin üzerine çıkmaktadır. En sıcak ay
Temmuz olup ortalama aylık sıcaklık değeri 25,2 °C dir. Ovanın yıllık ortalama
sıcak değeri ise 9,6 °C dir (Tablo 1).
Tablo 1. Muş Ovası'nda sıcaklığın ve yağışın aylara göre dağılımı.
9
Çalışma alanının jeomorfolojik özellikleri, özellikle dağların uzanışı, bakı
ve yükseltinin yağışın şiddeti, dağılışı ve süresi üzerinde önemli etkileri
görülmektedir. Ovanın çevresindeki dağlık sahalar ovaya nazaran daha fazla yağış
almaktadır. Bunun sebebi ise özellikle kuzey ve güneyden gelen hava kütlelerinin
yağışlara yol açan cephelerin ilerlemesine engel teşkil etmeleri ve orografik
yağışlar olması ile ilgilidir. Buna rağmen ova Doğu Anadolu Bölgesi'ndeki birçok
alana göre daha fazla yağış almaktadır. Ovanın yıllık toplam yağış miktarı 764,5
mm dir (Tablo 1). Yağışın mevsimlere göre dağılışına bakıldığında yazların
genelde kurak geçtiği kış ve bahar aylarının yağışlı geçtiği görülmektedir. Ovada
yağışlar kurak geçen yaz aylarından sonra Ekim ayından itibaren (64,3 mm) artar.
Bundan sonraki aylarda da yağış değerleri artmaya devam ederek Nisan ayında
(108,1 mm) en yüksek seviyeye ulaşır. Muş ovasının en yağışlı devresi (370,7 mm)
ilkbahardır. Bu mevsimi kış (275,4) ve sonbahar (171 mm) takip eder. Yaz mevsimi
(37,4 mm) en kurak geçen devre olup yıl içindeki toplam yağışın ancak % 4'ünü
oluşturmaktadır (Tablo 1). Yıllık ortalama nispi nemin % 64 olduğu Muş
Ovası'nda, bulutluluk oranının 7'inin üzerinde olduğu gün sayısı 87,4, karla örtülü
gün sayısı 100,6 ve donlu gün sayısı 145'tir (Sönmez, 2005) .
Yukarıdaki verilerden hareketle Muş Ovası'nı; Türkiye'nin makroklima
tiplerinden, şiddetli kontinental, donlu, soğuk ve uzun kışlar ile karakterize edilen
“Doğu Anadolu” iklim tipine (Erinç, 1996) dâhil etmek mümkündür.
4. Muş Ovası'nın Tarımsal Arazi Potansiyeli
Tarımsal faaliyetlerin temelini oluşturan toprak (Doğanay, 2007) bitkilerin
başlıca yaşam kaynağı olup, tarımsal üretimi etkileyen fiziki koşulların başında
gelmektedir (Tümertekin ve Özgüç, 2009). Öyle ki toprak tarımın temel sermayesi
ve yanı zamanda tarımsal üretimin yapılabilmesi için mutlak gereklidir (Bulut,
2006). Bunun yanında arazinin tarımsal yönden değerlendirilmesi ve kullanma
kabiliyet sınıflarının tespiti için yapılması gerekli en önemli araştırmalardan biri
de toprak etütleridir. Arazinin tarımsal açıdan değerlendirilmesi ve araziyi
kullanım kabiliyetine göre ayırmak ise ancak detaylı bir toprak araştırmasıyla
mümkündür (Mater, 1982). Dolayısıyla bu çalışmada Muş Ovası'nın tarımsal
potansiyelini belirlemek için ovanın toprak özellikleri detaylıca ele alınmıştır.
4. 1. Büyük Toprak Grupları
Bizim çizdiğimiz sınırlar dâhilinde yaklaşık 950 km² alan kaplayan Muş
Ovası'nda farklı özelliklerde toprak tiplerine rastlanmaktadır. Çalışma sahasında
% 51 ile en geniş yer kaplayan toprak çeşidi Vertisollerdir (Tablo 2, Şekil 3). Bu
topraklar yarı kurak, tropikal ve subtropikal bölgelerin siyah ve koyu gri, killi
topraklarıdır. Kurak dönemlerde su kaybeden toprakta, kil tanecikleri kurur ve
böylece toprakta derin çatlakların oluşmasına neden olur. Nemli dönemlerde
şişerek geçirimsiz ve kaygan zeminler meydana getirirler. Aynı özelliklerinden
dolayı “gilgai” denilen mikrotopografya yüzeyleri oluştururlar (Mater, 1998).
Kurak mevsimi bulunan, yıllık ortalama 500- 750 mm yağışa sahip iklimlerde
görülen Vertisollerin üzerinde daha çok ot formasyonu görülür. Vertisoller ovanın
özellikle kuzey kesimlerine doğru geniş yer kaplar (Şekil 2).
10
Çalışma alanındaki akarsu boyları ve taşkın yatakları ile yakın
çevrelerinde alüvyal topraklar yoğunluk kazanırken, Bitlis dağlarının kuzey
yamaçlarının ovaya açılan kesimlerinde kolüvyal topraklar ön plana çıkmaktadır.
Muş Ovası'nın yaklaşık % 30'unu kaplayan alüvyal topraklar, ovanın doğusundaki
bataklık alanın kenarlarında, ovanın kuzey ve güneyinde devamlı taşkın ve
siltasyona uğrayan sahalarda ve ince bir şerit şeklinde Murat ile Karasu nehirleri
boyunca gelişmişlerdir (Tablo 2, Şekil 2-3). Killi topraklar genellikle Murat ve
Karasu'nun taşkın alanlarında yer alır. Atalay ovada bulunan alüvyal toprakları,
farklı alanlarda farklı özellikler göstermelerinden dolayı 4 gruba ayırmıştır.
Bunlar; ovadaki alüvyal topraklar, taşkın ve milllenmeye uğrayan topraklar ile
taban suyu seviyesini yüksek olduğu bozuk drenajlı topraklar ve iyi drenajlı
topraklardır (Atalay, 1983).
Fakat çalışma alanında daha önce geniş bir toprak araştırması yapmış olan
Acarla'ya göre buradaki alüvyal topraklar yaşlı ve genç alüvyal topraklar olmak
üzere ikiye ayrılır. “Sırtlardaki gevşek materyal kolüvyal tesirlerle daimi suretle
ovaya nakledilmektedir. Bu suretle ova tabanı üzerinde kalın bir kolüvyal paketi
meydana gelmiştir. Bu kolüvyon paketi müteaddit erozyon yamaçları, dereler,
Karasu ve Murat nehri ile kesilmekte ve bunların etrafında genç alüvyonlara
tesadüf edilmektedir. Genç alüvyonların profilinde yalnız sedimantasyon seyrini
içeren horizonlar mevcut olduğu halde, yaşlı alüvyonlarda toprak tekamülünden
mütevellit horizonlar mevcuttur.” (Acarla, 1955)
Çalışma sahasındaki diğer bir toprak çeşidi de Hidromorfik topraklardır.
Ovanın yaklaşık % 5'ini kaplayan bu topraklar A ile C horizonları bulunan genç
topraklardır (Tablo 2, Şekil 3). Bünye itibari ile genellikle ağır olan bu topraklar,
kil, killi balçık ve nadiren de balçıktır. Fakat ovanın doğusunda bulunan
hidromorfik alüvyal toprakların hâkim tekstürü kildir (Şekil 2). Özellikle
kuzeydeki dağlık alanlardan sellerle gelen killi, kireçli materyallerin
birikmesinden dolayı toprak ağırlaşmıştır (Atalay, 1983).
11
Şekil 2. Muş Ovası'ndaki toprak grupları ve dağılışları (Topraksu 2002'den üretilmiştir).
Ovanın % 5,3'ünü kaplayan (Tablo 2, Şekil 3) Kolüvyal topraklar A ve C
horizonlu olup, sahanın nisbeten fazla yağışlı olması nedeniyle yıkanmışlar ve
böylece toprakta serbest durumda bulunan kireç ortamdan uzaklaşmıştır (Atalay,
1983). Ovanın doğusunda, ova ile dağlık alanlar arasındaki eteklerde ince bir şerit
halinde uzanan kolüvyal topraklar, dereler tarafından yarılan eski birikinti
yelpazelerinin üzerinde bulunur ve ova yüzeyine doğru da yer yer çıkıntı yapar
(Şekil 2).
Ovanın yaklaşık % 5'ini kaplayan kireçsiz kahverengi orman toprakları
esas olarak yaprağını döken orman ağaçlarının altında gelişmiştir (Tablo 2, Şekil 3)
(Topraksu, 2002). Bu toprak çeşidi ovanın güneyinde, Muş ile Kızılağaç
arasındaki alanda ve ovanın doğusundaki sazlık bataklık alanın çevresinde geniş
yer kaplamaktadır (Şekil 2).
Muş Ovası'ndaki yaşlı alüvyonların, zaman ve iklim tesiri altında bir
oluşum devresi geçirmesiyle kestane renkli topraklar oluşmuştur. Bu topraklar
step ikliminde yağışın nispeten fazla olduğu sahalarında meydana gelir (Acarla,
1955). Çalışma sahsındaki kestane renkli topraklar ovanın en kuzey sınırında çok
dar bir alan (‰ 4) kaplamaktadır.
12
Tablo 2. Muş Ovası'ndaki toprak çeşitleri kapladıkları alan ve ova genelindeki
yüzdelik dağılımları.
Şekil 3. Muş Ovası'ndaki toprak çeşitlerinin ova genelindeki yüzdelik dağılımları.
Muş Ovası'nda Kızılağaç kasabası ile Murat Nehri arasında kireçsiz
kahverengi topraklar geniş yer tutar (Şekil 2). Ovanın yaklaşık % 2,2'sini kaplayan
(Tablo 2, Şekil 3) bu topraklar asıl olarak meşe örtüsü altındaki aşınmadan
korunmuş sahalarda bulunur (Atalay, 1983). Çalışma sahasında bu toprak türleri
yanında yaklaşık ‰ 6'lık yer kaplayan Regosoller ile ‰ 8'lik yer kaplayan Bazaltik
topraklar bulunur (Tablo 2, Şekil 2-3).
4. 2. Toprak Derinliği
Toprak derinliği, sulu tarım yerine kuru tarım yapılması gibi tarımsal
üretimde bazı kısıtlamalara neden olmaktadır. Bunların başında ise toprağın taşlık
olması gelmektedir. Bu durum ise işlemeli tarımın yapılmasını engellemektedir.
Diğer faktörler uygun olduğunda toprak derinliğinin derin ve orta derin olduğu
alanlar işlemeli tarıma uygun olup tarımsal potansiyelleri yüksektir (Karaca,
2008). Muş Ovası'na baktığımızda topraklarının büyük bir kısmının derin ve orta
derin olduğu göze çarpmaktadır (Şekil 4).
13
Şekil 4. Muş Ovası'ndaki toprakların derinlik haritası (Topraksu 2002'den üretilmiştir).
Çalışma sahsındaki toprakların % 80,7'si gibi büyük bir kısmı derin iken,
% 11,5 ise orta derinliktedir. Buna karşılık ovada toprakların % 3,2'si sığ ve %
1,2'si çok sığdır. Bunların dışında ovadaki arazilerin % 3,4'ü yerleşim ve akarsu
yatağı olup tarımsal kullanımın dışında kalmaktadır (Tablo 3, Şekil 5).
Tablo 3. Muş Ovası'ndaki toprakların derinliklerine göre kapladıkları alan ve ova
genelindeki yüzdelik dağılımları.
Şekil 5. Muş Ovası'ndaki
toprakların derinliklerine
göre ova genelindeki
yüzdelik dağılımları.
14
4. 3. Eğim Durumu
Eğimin tarımsal üretim ve verimlilik üzerinde önemli bir etkisi vardır.
Hem çok düşük hem de yüksek veya çok yüksek eğim değerleri tarımsal üretimi
önemli ölçüde olumsuz etkilemektedir. Yüksek eğimli sahalar erozyon ile toprağın
taşınmasını arttırırken, nemin toprakta kalmasını kısıtlamaktadır. Buna karşılık
eğimi az, düz ve düze yakın alanlarda özellikle Muş Ovası gibi toprak tekstürünün
killi olduğu alanlarda toprağın geçirgenliği düşmekte ve böylece drenaj sorunu
ortaya çıkabilmektedir. Doğanay (2007) % 2 ile 5 arasındaki eğimli alanların
tarımsal üretim için ideal olduğunu belirtirken (Doğanay, 2007), Topraksu (2002)
tarım arazilerini sınıflandırırken % 2'den düşük tarım arazilerini I. sınıf tarım
arazileri grubuna dâhil etmektedir. Tunçdilek (1985) ise % 0-5 arasındaki eğimli
alanların diğer şartlarda uygunsa tarımsal açıdan sorunsuz olduğunu, % 5-10
arasındaki eğimli alanlarda çeşitli tedbirler alınarak rahatlıkla tarım
yapılabileceğini belirtmektedir. Aynı yazara göre % 10-15 eğime sahip alanlarda
ancak kuru tarım yapılabileceği, % 15'in üzerinde eğim değerlerine sahip
sahalarda ise erozyonun toprak oluşumunun önüne geçmesinden dolayı tarıma
uygun olmadığını belirtmektedir. Bu çalışmada farklı eğim değerlerini bir arada
değerlendirdiği için Tunçdilek (1985)'in kullandığı eğim kriterleri kullanılmıştır.
Şekil 6. Muş Ovası ve yakın çevresinin eğim haritası.
15
Muş Ovası'nda bulunan toprakların (287,8 km²) % 30,3'ü, % 0-5 eğim
değerlerine sahip ve düz denecek kadar pürüzsüzdür. Bu alanlar çökme eğiliminde
olan ovanın doğu kesimleri ile Murat ve Karasu nehirlerinin yatak kesimlerine
yakın taşkın alanlarında yoğunluk kazanmaktadır (Tablo 4, Şekil 6-7). Tunçdilek
(1985)'e göre tarımsal potansiyeli yüksek olan bu alanlar dolgu sahaları ile yeni ve
eski taşınmış malzemelerin biriktiği ovalık alanlara denk gelmektedir (Tunçdilek,
1985). Muş Ovası'nda eğim değerleri % 5-10 arasında olan alan miktarı ise 366,6
km² olup, ova yüzeyinin % 38,5'ini kaplamaktadır (Tablo 4, Şekil 7). Toprak
derinliğinin tarıma uygun olduğu bu sahalar ovanın doğu ve batısından ziyade
merkezinde yoğunluk kazanmaktadır (Şekil 6).
Tablo 4. Muş Ovası'ndaki alanların eğim değerleri, kapladıkları alan ve ova
genelindeki yüzdelik dağılımları.
Şekil 7. Muş Ovası'ndaki alanların eğim değerleri ve ova genelindeki
yüzdelik dağılımları.
16
Ovada % 10-15 eğim değerlerine sahip alanlar genelde ovanın kenar
kısımlarında yoğunluk kazanmaktadır (Şekil 6). Ova alanının 181,3 km²'si (%19)
bu eğim değerlerine sahiptir (Tablo 4, Şekil 7). Nispeten yüksek eğim yüzünden
erozyonun da şiddetlendiği bu sahalarda toprak derinliği de azdır. Ayrıca bu
arazilerin su tutma kapasitesi de düşüktür. Dolayısıyla yaz kuraklığı yüksektir. Bu
nedenle bu tür araziler ancak kuru tarım için uygundur.
Muş Ovası'nda eğim değerlerinin % 15-40 arasında olduğu sahaların oranı
(114,7 km²) % 12'dir. Bu eğim değerlerine sahip sahalar Korkut kasabası ve
çevresinde yoğunluktadır. Bu alanlarda genelde yüksek eğim değerleri yüzünden
şiddetli erozyon görülür. Dolayısıyla bu sahalarda erozyon toprak oluşumunun
önüne geçmiştir. Bu nedenle bu araziler tarımsal üretime uygun değildir.
Ova yüzeyinde % 40'ın üzerinde eğim değerlerine sahip alanların miktarı
(1,9 km²) çok düşük olup, ovanın ancak ‰ 2'sine denk gelmektedir (Tablo 4, Şekil
7). Yüksek eğim nedeniyle toprak oluşumunun gerçekleşmediği bu alanlarda
tarımsal üretim gerçekleştirmek olanaksızdır.
4. 4. Erozyon Durumu
Arazinin erozyon durumu tarımsal faaliyetlerin yoğunluğu ve verim
durumu üzerinde etkili olan parametrelerin başında gelir. Yüksek erozyon riski
taşıyan sahalar zamanla verimsizleşir ve üretim değerleri iyice düşer. Kaldı ki bu
gibi alanlarda tarımsal faaliyetler toprak kaybını da hızlandırmaktadır. Dolayısıyla
yüksek erozyon tehlikesi altında olan sahaların tarımsal potansiyelleri de son
derece düşüktür.
Şekil 8. Muş Ovası'nın erozyon durumu (Topraksu 2002'den üretilmiştir).
Muş Ovası'ndaki arazilerin çok büyük kısmında erozyon çok düşüktür.
Toplam arazinin % 89,5'inde (845,4 km²) erozyon çok düşüktür. Düşük erozyon
tehlikesi altında olan arazi miktarı ise 56,1 km² (% 5,5) dir. Ovada orta ve yüksek
derecede erozyona maruz kalan alan miktarı ise ova yüzeyinin sadece % 1,6'sını
(15,3 km²) oluşturmaktadır. Geriye kalan arazinin % 3,4'ü ise yerleşim alanı ve
akarsu yatağından meydana gelmektedir (Tablo 5, Şekil 9). Ovanın düşük, orta ve
yüksek eğimli sahaları ovanın kuzey ve güney etekleri ile Murat Nehri'nin yatağına
yakın kesimlerinde yoğunlaşmaktadır. Ovanın geri kalan kısımlarında ise erozyon
derecesi çok düşüktür (Şekil 8).
Bu çalışmaya göre Muş Ovası'nda erozyon tehlikesi yüksek alanların
oranı oldukça düşüktür. Bu durum, diğer koşullar da uygun olduğunda ovanın
tarımsal potansiyelinin yüksek olduğunu göstermektedir.
17
Tablo 5. Muş Ovası'ndaki alanların erozyon durumu, kapladıkları alan ve ova
genelindeki yüzdelik dağılımları.
Şekil 9. Muş Ovası'ndaki alanların erozyon durumları ve ova genelindeki
yüzdelik dağılımları.
4. 5. Toprak Sorunları
Çalışmanın bu kısmında Muş Ovası'ndaki arazinin önlem alınmadığında,
tarımsal verimi kısıtlayacak çeşitli fiziki sorunları ele alınmıştır. Bunlar toprak
yetersizliği, drenaj sorunu, su erozyonudur. Bu üç sorun bir harita üzerinde
gösterilmiştir. Buna göre çalışma sahsında hiçbir tehlikesi olmayan ve hiçbir
4
önlem alınmadan tarımsal üretim yapılabilinecek
alan miktarı da ortaya çıkmıştır.
Buna göre ova yüzeyinin % 18,3'ünde (173,9 km²) hiçbir bakım ve önleme gerek
duyulmadan tarımsal amaçlı üretim yapılabileceği ortaya çıkmaktadır (Tablo 6,
Şekil 11). Bu değerli tarım arzileri Sungu kasabası ve yakın çevresi, Hasköy şehri
ve çevresi ile Murat Nehrinin yatağı boyunca yoğunluk kazanmaktadır (Şekil 10).
4Bu
araziler içinde % 3,4 oranında yerleşme ve su yüzeyi bulunmaktadır.
18
Şekil 10. Muş Ovası'nda tarım arazileri ile ilgili çeşitli sorunları gösteren harita
(Topraksu 2002'den üretilmiştir).
Muş ovasında arazinin büyük kısmında eğim değerlerinin düşük olması ve
toprak içindeki kil ve mil oranının yüksekliği, toprağın nem kapasitesini
yükseltmekte ve arazide drenaj sorununa neden olmaktadır. Karasu ile Murat
nehirlerinin yatağı boyunca ve ovanın doğusundaki bataklık alanın çevresinde
drenaj sorunu ile karşılaşılmaktadır. Şekil 10'a göre Muş Ovası'ndaki arazilerin
%16,3'ünde (154,6 km²) drenaj sorunu bulunmaktadır.
Muş ovasında karşılaşılması muhtemel bir diğer sorun da su erozyonudur.
Özellikle ovanının etek kesimlerinde yer alan irili ufaklı derelerin yoğun ve
sağanak yağışlı dönemlerde sürekli taşmaları ve bu alanlarda yüzeysel akışın da
yüksek olması bu sahaların su erozyonuna maruz kalmasına sebep olmaktadır
(Şekil 10). Çalışma sahsında su erozyonuna maruz kalabilecek alan miktarı
oldukça düşük olup toplam alanının ancak % 7,3'ünü kaplamaktadır (Tablo 6, Şekil
11).
Tablo 6. Muş Ovası'ndaki tarım arazilerinin başlıca sorunları, kapladıkları
alan ve ova genelindeki yüzdelik dağılımları.
19
Şekil 11. Muş Ovası'ndaki tarım arazilerinin başlıca toprak sorunları ve ova
genelindeki yüzdelik dağılımları.
Ovada tarımsal açıdan karşılaşılabilinecek en önemli sorun toprak
yetersizliğidir. Şuanda ovada önemli bir sorun olmamakla beraber önlem
alınmadığı takdirde ve özellikle mera alanlarının sürekli otlatılması halinde ileride
sorun olarak karşımıza çıkabilecektir. Çünkü toprak yetersizliği ile karşılaşma
ihtimali olan alanların büyük kısmı günümüzde mera veya kuru tarım amaçlı
kullanılmaktadır (Şekil 18). Ovadaki arazilerin yarıdan fazlası (% 52,8) gerekli
önlemller alınmadığı takdirde ileride topraksızlaşma ile karşı karşıya kalma
tehlikesi taşımaktadır (Tablo 6, Şekil 11). Bu alanlar ovanın orta ve kuzey
kesimlerinde geniş yer kaplamaktadır (Şekil 10).
Muş Ovası'nın doğu kesiminde ise hem drenaj sorunu hem de toprak
yetersizliği bulunmaktadır (Şekil 10). Bu nedenle bu alanın tarımsal potansiyeli
yok denecek kadar azdır. Nitekim bu alanın büyük bir kısmı bataklık olup tarım
dışı arazileri oluşturmaktadır. Muş Ovası'nda işlemeli tarıma uygun olmayan bu
tür araziler toplam arazinin ancak % 5,3'ünü (50,5 km²) oluşturmaktadır (Tablo 6,
Şekil 11).
4. 6. Su Potansiyeli
Çalışma sahası bir dağ içi ovası olup dört bir yanından gelen küçük
derelere sahip olmanın yanında Fırat'ın en büyük kollarından biri olan Murat
tarafından drene edilmektedir. Yaklaşık 600 km uzunlukta olan Murat Nehri Muş
Ovası'na kuzeydoğudan girer. Çatbaşı Köyü Kurt İstasyonu yakınlarında Karasu
ile birleşerek yeniden batıya yönelir ve dar ve derin Genç boğazına girer. Genişliği
50- 80 m yi bulur. Derinliği 2- 3 m dir (İzbırak, 2001).
Yıl içindeki günlük ortalama debisi 200- 300 m3 civarında olan ırmağın,
kabardığı zamanlarda ise debisi 700 m3'ü bulmaktadır. Nisan-Mayıs aylarında
günlük ortalama debisi 550,2 m3 olan ırmağın, suyun azaldığı yaz aylarında ise
ortalama 50- 70 m³'e kadar düşmektedir (Şekil 12) (E.İ.E, 1994).
20
Şekil 12. Murat Nehri'nin günlük akım değerlerinin değişimi
(Sönmez, 2005'ten alınmıştır).
Çalışma sahsının diğer önemli akarsuyu Karasu'dur. Muş ovasına
doğudan girer. Uzunluğu 68 km kadar olan ırmak, kuzeybatı-güneydoğu
doğrultusunda akarak Murat Nehri'ne katılır. Yıl içerisindeki günlük ortalama
debisi 15-20 m3 olan ırmağın, Nisan-Mayıs aylarında günlük ortalama debisi 52,5
m3 civarında, suyun azaldığı yaz aylarında ise 2-3m³'e kadar düşmektedir (Şekil
13) (E.İ.E, 1994).
21
Şekil 13. Karasu ırmağının günlük akım değerlerinin değişimi
(Sönmez, 2005'ten alınmıştır).
Yukarıda görüldüğü gibi Türkiye'nin en büyük akarsularından bir olan
Murat ve onun kolu olan Karasu önemli bir su potansiyeline sahiptir. Bunun
yanında Muş Ovası'nın genelinde ova yüzeyinde su seviyesi de yüzeye çok
yakındır. Ova kesiminde görüşmelerde bulunduğumuz kişiler “5-10 m derinlikten
suyun çekilebildiğini” belirtmişlerdir. Fakat ovada yer altı suyundan faydalanma
yok denecek kadar azdır. Nitekim yaptığımız arazi çalışmasında böyle bir
uygulamaya da rastlanmamıştır.
4. 7. Arazinin Kullanım Kabiliyeti
Bir alanın tarımsal potansiyelini belirleyen temel fiziki faktörlerin bir
araya getirilip değerlendirilmesiyle o yörenin arazi kullanım kabiliyeti haritası
oluşturulmaktadır. Bu nedenle bir yerin arazi kullanım kabiliyeti haritası bizlere o
yörenin tarımsal potansiyelinin ne derecede olduğu hakkında önemli fikirler
vermektedir.
Çalışmaya konu olan Muş Ovası'nın arazi kullanım kabiliyeti haritası
incelendiğinde arazinin büyük kısmının işlemeli tarıma uygun olduğu
görülmektedir. Nitekim düz ve erozyon zararı yok denecek kadar az olan,
drenajları iyi, tuzluluk ve taşlılık sorunu bulunmayan ve aynı zamanda
verimlilikleri yüksek olan I. sınıf tarım arazilerin oranı % 14,8 (140,5 km²)
kadardır (Tablo 7, Şekil 15). Hiçbir sorunu bulunmayan bu araziler şekil 11'de de
gösterilen tarımsal açıdan problemsiz olan sahalara karşılık gelmektedir (Şekil 11,
14).
22
Şekil 14. Muş Ovası'ndaki arazilerin kullanım kabiliyet sınıfları
(Topraksu 2002'den üretilmiştir).
Kültür bitkileri, çayır, mera ve orman için kullanılabilir olan II. sınıf
arazilerdir Muş Ovası'nda en fazla alan kaplayan arazi sınıfıdır. Hafif eğimli, orta
derecede su ve rüzgâr erozyonuna maruz kalan, idealden daha az toprak
derinliğine sahip, kolayca düzeltilebilen fakat yine de görülebilir tuzluluk veya
sodiklik ve çok az da drenaj sorunu olan bu topraklar toplam alanının % 64,1'ini
(609,4 km²) oluşturmaktadır (Tablo 7, Şekil 14-15) (Topraksu, 2002: 18).
Çalışma sahasında işlemeli tarıma uygun olan ve ovanın % 7,2'sini (68,5
km²) kaplayan III. sınıf topraklar, II. sınıf arazilerden daha fazla yayılıma sahiptir.
Bu araziler; orta derecede eğime sahip olup, daha fazla erozyona maruz kalıp,
erozyonun şiddetinin daha fazla hissedildiği topraklardır. Ayrıca bu arazilerde sık
taşkınlar yüzünden tarımsal ürünler daha fazla zarar görmektedir. Bunların
yanında III. sınıf arazilerde nem tutma kapasitesi düşük olduğundan alt toprakta
geçirgenlik azalmakta ve drenajdan sonra yaşlık ve göllenmeler meydana
gelmektedir. Orta derecede tuzluluk veya sodiklik ile kolayca düzelmeyen düşük
verimlilik gibi olumsuzluklardan dolayı tarımda verimlilikleri çok yüksek
değildir. Bu arazi sınıfı kültür bitkileri tarımına alınabileceği gibi mera ve orman
arazisi olarak da kullanılabilirler (Topraksu, 2002).
Muş Ovası'nda tarımsal amaçlı kullanılabilecek bir diğer arazi grubu ise
IV. sınıf olanıdır. Bu arazi sınıfında; dik eğim, şiddetli su veya rüzgâr erozyonuna
maruzluk, geçmişteki erozyonun şiddetli olumsuz etkileri, sığ toprak, düşük nem
tutma kapasitesi, ürüne zarar veren sık taşkınlar, uzun süren göllenme veya yaşlık,
şiddetli tuzluluk ve sodiklik gibi sorunlar nedeniyle kültür bitkileri için
kullanımları sınırlıdır. Mera ve orman arazisi olarak kullanılabilecekleri gibi,
gerekli önlemlerin alınması halinde iklime adapte olmuş tarla veya bahçe
bitkilerinden bazıları için de kullanılabilirler (Topraksu, 2002). Bu araziler ovada
23
Muş ile Hasköy şehirleri arasındaki nispeten eğimli ve yüksek olan kesimler ile
ovanın etek kesimlerde yoğunlaşmaktadır (Şekil 14). IV. sınıf olan bu araziler
ovada % 3 (29,1 km²) gibi bir alan kaplamaktadır (Tablo 7, Şekil 15).
Tablo 7. Muş Ovası'ndaki arazilerin kullanım kabiliyetleri, kapladıkları alan ve
ova genelindeki yüzdelik dağılımları.
Şekil 15. Muş Ovası'ndaki tarım arazilerinin kullanım kabiliyetleri ve ova
genelindeki yüzdelik dağılımları.
24
Çalışma sahasının ancak ‰0 6'sı (0,6 km²) gibi çok dar bir alanında bulunan V.
Sınıf araziler yetişecek bitki cinsini sınırlayan ve kültür bitkilerinin normal gelişimlerini
engelleyen sınırlandırmalara sahiptir (Tablo 7, Şekil 15). Özellikle taşlık, kayalık olan ve
drenaj sorunları nedeniyle göllenmenin yaşandığı alanlardır.
Çalışma sahsında oldukça dar alan kaplayan bir diğer arazi grubu ise VI. sınıftır.
Bu sınıftaki toprakların; dik eğim, ciddi erozyon zararı, geçmişteki erozyonun olumsuz
etkileri, taşlılık, sığ kök bölgesi, aşırı yaşlık veya taşkın, düşük nem kapasitesi, tuzluluk
veya sodiklik gibi düzeltilmeyecek sürekli sınırlandırmaları vardır. Bu sınırlandırmalardan
bir veya birden fazlasının bulunduğu topraklarda kültür bitkilerinin yetişmesi uygun
değildir. Ancak çayır-mera ve orman için kullanılabilirler (Topraksu, 2002). Çalışma
sahasında tarımsal kullanıma uygun olmayan bu araziler ova alanının ‰8'i (7,5 km²) gibi
küçük bir kısmında yer almaktadır (Tablo 7, Şekil 15). Bu araziler, ovanın doğusundaki
bataklık alan çevresinde ve Murat Nehri'nin ovayı terk ettiği genç boğazı civarında yer
almaktadır (Şekil 14).
Muş Ovası'nda önemli yer kaplayan arazi sınıflarından biri ise VII. sınıf olanıdır.
Bu sınıfa giren topraklar; çok dik eğim, erozyon, toprak sıklığı, taşlılık, yaşlık, tuzluluk ve
sodiklik gibi, kültür bitkilerinin yetiştirilmesini engelleyen çok şiddetli sınırlandırmalara
sahiptir. Mera ıslahı için kullanılma olanakları oldukça sınırlıdır. Toprak muhafaza
önlemleri almak veya alttaki arazileri korumak için ağaç dikimi veya ot tohumu aşılaması
yapıldığı ve hatta istisnai bazı durumlarda kültür bitkileri yetiştirildiği olursa da, bu
durumlar VII. sınıf araziler için genel bir özellik sayılmaz (Topraksu, 2002). Ovanın %
6,4'ünü (61,2 km²) kaplayan bu araziler genelde doğudaki bataklık alan ve çevresi ile Murta
Nehri'nin vadisi boyunca yer yer yoğunlaşmaktadır (Tablo 7, Şekil 14-15).
Çok aşınmış araziler, kumsallar, kayalıklar, ırmak yatakları, maden işletmesi
yapılan eski ocak ve artık alanları VIII. sınıf arazilere girerler. Ayrıca diğer arazi tiplerinden
olan sazlık bataklık, ırmak yatakları, çıplak kayalık alanlar bu sınıf içerisinde yer almıştır
(Topraksu, 2002). Muş Ovası'nın yaklaşık % 2,3'ü bu sınıfa giren arazilerden oluşmaktadır
(Tablo 7, Şekil 15). Murat nehrinin geniş yatağındaki kumlu çakıllı alanlar ile sazlık
bataklıklar ve Muş şehrinin kuzeyinde Karasu boyunca bu araziler geniş yer kaplamaktadır
(Şekil 14).
5. Muş Ovası'nın Arazi Kullanımında Meydana Gelen Değişimler ve Güncel
Arazi Kullanım Şekli
Çalışma sahasının arazi potansiyeli değerlendirildikten sonra arazinin
potansiyeline uygun kullanılıp kullanılmadığını belirlemek amacıyla 1989 (geçmiş) ve
2011 (güncel) yıllarına ait arazi kullanım haritaları oluşturulmuştur. Muş Ovası gibi
tarımsal potansiyeli yüksek alanlarda güncel arazi kullanımın tespiti ve arazi
kullanımındaki zamansal değişimin belirlenmesi, bu gibi sahaların ekonomik ve sosyal
gelişmesinde rol oynayan ve/veya oynayabilecek faktörleri ve problemleri tespit etmek ve
ileriye yönelik çözüm üretebilmek açısından son derece önemlidir.
Bu haritaların oluşturulması için öncelikle Landsat TM uydu görüntüleri temin
edilmiş ve bu görüntülere kontrollü sınıflandırma uygulanmıştır. Böylece çalışma
25
sahasının arazi kullanımındaki değişimler de kolayca izlenmiştir. Her iki haritanın hatasız
denebilecek kadar doğru sonuçlar vermesi değerlendirmenin doğru yapılmasına katkı
sağlamıştır. Murat ve Karasu nehirlerinin bu kadar net ortaya çıkması, elde edilen
görüntünün ne kadar doğru işlendiğini de ortaya koymaktadır.
Muş Ovası'nın 1989 yılının Ağustos ayına ait uydu görüntüleri kullanılarak elde
edilen haritaya göre çalışma sahasında yoğun bitki örtülü alanların % 16,2 (157, 1) gibi
oldukça geniş yer kapladığı göze çarpmaktadır (Tablo 8, Şekil 17). Özellikle ovanın
doğusundaki bataklık sazlık alanlar ile yakın çevresinin tamamen bitkiyle kaplı olduğu
görülmektedir. Bunun yanında ovanın batısında Yaygın kasabasının batısı ve kuzeyindeki
alanların da yoğun bitki örtülü olduğu göze çarpmaktadır (Şekil 16).
Şekil 16. Muş Ovası'nda arazi kullanım durumu (1989).
1989 yılında Muş Ovası'nda sulu tarım yapılan alan miktarı % 16,2 (154,5
km²) gibi yüksek bir değerdedir (Tablo 8, Şekil 17). Ovada sulu tarım yapılan
araziler genel olarak Murat ve Karasu nehirlerinin vadi tabanlarına yakın kesimler
ile ovanın güneyindeki Muş ile Hasköy yerleşmeleri arasındaki alanlarda
yoğunluk kazanmıştır (Şekil 16).
Ovada, 1989 yılında en fazla alanı mera-çıplak yüzey ve yerleşme alanları
kaplamaktadır. Ovanın % 34,6'sını (328,5 km²) kaplayan bu alanlar, yoğun olarak
Hasköy ile Korkut yerleşmeleri arasındaki alanda göze çarpmakta, fakat bu alanlar
ovanın doğusundaki çöküntü alan ile akarsu vadilerine yakın kesimlere pek
sokulamamaktadır (Tablo 8, Şekil 16-17).
26
Tablo 8. Muş Ovası'nda arazi kullanım şekli, kapladıkları alan ve ova genelindeki
yüzdelik dağılımları (1989).
Şekil 17. Muş Ovası'nda arazi kullanım şekli ve ova genelindeki yüzdelik
dağılımları (1989).
Çalışma sahasında yoğun olarak göze çarpan bir diğer arazi kullanım şekli
ise kuru ve nadaslı tarım alanlarıdır. Muş Ovası'nda özellikle yüzeysel suların
bulunmadığı veya mevsimlik akarsuların olduğu alanlarda farklı bir sulama
yöntemi geliştirilmediğinden kuru tarım yapılmaktadır (Şekil 16). Bu sahaların
büyük bir kısmı 2 ya da 3 yılda bir ekilip biçilmektedir. Çalışma sahsında, 1989
yılında kuru tarım yapılan arazi miktarı ova yüzeyinin % 27,1'i (257,8 km²) gibi
yüksek bir kesimini oluşturmaktadır (Tablo 8, Şekil 17).
1989 yılının ağustos ayında, Muş Ovası'nın % 5,9'u (52,7 km²) gibi önemli
bir kısmı ise su yüzeyinden meydan gelmektedir (Tablo 8, Şekil 17). Murat ve
Karasu nehirleri ile ovanın doğusundaki bataklık alan su yüzeyi ile kaplı alanları
oluşturmaktadır (Şekil 16).
Muş Ovası'nın 2011 yılındaki arazi kullanım değerlerine baktığımızda,
özellikle yoğun bitki ile kaplı alanların miktarında önemli bir azalma meydana
geldiği göze çarpmaktadır. 2011 yılı verilerine göre Muş Ovası'nın % 5,2'si (48,9
km²) yoğun bitki ile kaplıdır (Tablo 9, Şekil 19). Bu alanlar ise büyük oranda
ovanın doğusundaki bataklık ve sazlık alanın olduğu kesimlerde bulunmaktadır
(Şekil 18).
27
2011 yılı verilerine göre en geniş alanı mera-çıplak yüzey ve yerleşim
alanları kaplamaktadır. Nitekim ovanın 2011 yılındaki arazilerinin yarıdan fazlası
(% 51) bu alanlardan meydana gelmektedir (Tablo 9, Şekil 19). 485,3 km² alan
kaplayan bu işlemeli tarım dışı sahaları ovanın her kesiminde görmek mümkündür
(Şekil 18). Yoğun otlatma baskısı altında bulunan bu alanların bir kısmı erozyona
maruz kalma ve toprak tabakasında incelme riskiyle karşı karşıyadır.
Şekil 18. Şekil 16. Muş Ovası'nda arazi kullanım durumu (2011).
Muş Ovası'nda 1989 yılına göre alanı önemli ölçüde daralan arazilerin
başında sulu tarım alanları gelmektedir. 2011 yılı verilerine göre Muş Ovası'nın
ancak % 8,1'inde (77,5 km²) sulu tarım yapılmaktadır. Sulu tarım yapılan alanlar
yüzeysel akışa sahip büyük nehirlerin olduğu vadi tabanlarına yakın yerlerde
yoğunlaşmıştır (Şekil 18). Bu değerlere göre ovadaki sulu tarım alanlarının
yaklaşık 20 yıllık sürede yarı yarıya azaldığı görülmektedir.
Çalışma sahasında kuru tarım yapılan sahalar 1989 yılında olduğu gibi
2011 yılında da geniş yer kaplamaktadır. Toplam arazinin % 29,5'ini (280,2 km²)
kaplayan bu alanlar 1989 yılındaki dağılışlarının yanında 2011 yılında 1989
yılındaki sulu tarım alanlarına doğru da sokulmuştur (Tablo 9, Şekil 18-19). Bunun
yanında bu alanların yer yer 1989 yılında mera olan arazilere doğru kaydığı da
görülmektedir (Şekil 16-18).
28
Tablo 9. Muş Ovası'nda arazi kullanım şekli, kapladıkları alan ve ova
genelindeki yüzdelik dağılımları (2011).
Tablo 19. Muş Ovası'nda arazi kullanım şekli ve ova genelindeki
yüzdelik dağılımları (2011).
Çalışma sahasının 1989 ve 2011 yılları arasındaki dönemde kullanımında
önemli bir değişiklik yaşanmayan alanları su yüzeyleri oluşturmaktadır. 1989
yılında toplam ova alanının % 5,9'unu kaplayan su yüzeyleri, 2011 yılında çok az
artarak % 6,2 (58,6 km²) olmuştur (Tablo 9, Şekil 19). Ovanın 2011 yılında su ile
kaplı yüzeyleri, 1989 yılında olduğu gibi akarsu yatakları ve ovanın doğusundaki
bataklık alan ve çevresinde bulunmaktadır. Fakat 2011 yılında ovanın doğu
kesimlerindeki bataklık alanın çevresinde su ile kaplı alanının 1989 yılına göre
daha geniş yer kapladığı görülmektedir (Şekil 16-18).
Muş Ovası'nın güncel arazi kullanımı ve arazi kullanımındaki
değişimlerin çok net olarak gösterildiği haritaların yanında TUİK'e ait bitkisel
üretim verileri de bu çalışmada kullanılmıştır. Her ne kadar ova yüzeyinde yapılan
üretimi kesin olarak belirlemek mümkün olmasa da bu çalışmada çok büyük kısmı
ova yüzeyinde bulunan Muş (Merkez ilçe), Hasköy ve Korkut ilçelerinin
verilerinden faydalanılmıştır. Çalışmada kullanılan bu veriler hem uzaktan
algılama yöntemiyle çizilmiş olan haritaların güvenirliklerini test etmekte hem de
tarımsal ürünlerin ekim alanları ve üretimine ışık tutmaktadır. Gerçekten de Tablo
10'daki veriler dikkate alındığında; Muş Ovası gibi verimli bir ovada sulu tarım
alanlarının hızlı bir şekilde daraldığı görülmektedir. Ovada sulama ile üretimi
yapılan ürünlerin başında şekerpancarı, tütün ve mısır gelmektedir. Bu ürünlerin
yıllara göre üretim alanlarına baktığımızda 1991 yılından günümüze doğru genel
29
MUŞ ALPARSLAN ÜNİVERSİTESİ
bir gerilemenin yaşandığı görülmektedir. 1991 yılında 37.940 dekar alanda üretimi
yapılan tütün, 2000 yılında 17.450 dekara ve 2012 yılında 2.118 dekara
gerilemiştir. Benzer bir düşüşü mısır üretiminde de görmek mümkündür. Ovada,
1991 yılında 6.160 dekarlık alanda mısır üretimi yapılmıştır. Bu değer 2000 yılında
1.350 dekara gerilemiş ve 2012 yılında ancak 1.100 dekarlık alanda mısır üretimi
yapılmıştır. Sulama ile üretimi yapılan bir diğer ürün olan şekerpancarı üretim
alanında ise 1991 yılına göre bir durağanlık fakat 2000 yılına göre bir gerileme
yaşanmıştır. 1991 yılında 26.980 dekarlık alanda şekerpancarı üretimi yapılırken,
bu alan 2000 yılında önemli ölçüde artarak 35.820 dekara çıkmıştır. Fakat daha
sonra şekerpancarı üretim alanında da gerileme yaşanmış ve 2012 yılında 29.340
dekara düşmüştür (Tablo 10).
Tablo 10. Muş Merkez ilçe'de üretilen bazı ürünlerin yıllara göre ekim
alanları ve üretim miktarları.
Muş Ovası'nda sulu tarım alanında yaşanan gerileme kuru tarım alanında
da yaşanmıştır. Çalışmada kuru tarım arazilerinin hala yüksek oranda olması ise
her yıl nadasa bırakılan araziler ile beraber gösterilmesinden kaynaklanmaktadır.
Ovada kuru tarımı yapılan ürünlerin başında gelen buğday ve arpa 1991 yılında,
490.910 dekarda üretilmiştir. Bu ürünlerin 2000 yılındaki üretim alanları önemli
oranda artarak 688.590 dekara yükselmiştir. Fakat 2012 yılına gelindiğinde bu
ürünlerin de üretim alanlarının önemli ölçüde daraldığı ve 291.192 dekara
gerilediği görülmektedir (Tablo 10).
6. Sonuç
Çalışmada Muş Ovası'nın arazi potansiyeli ve arazi kullanımı detaylı
şekilde ele alınmıştır. Buna göre ovanın tarımsal potansiyeli oldukça yüksektir.
Nitekim sadece ovadaki I. sınıf arazi miktarı ova alanının % 15'i civarındadır. Su
kaynaklarına da çok yakın bulunan bu sahalarda arazinin potansiyeline uygun
kullanılmadığı görülmektedir. Gerçekten de Muş Ovası'nda sulamalı tarım yapılan
alan miktarı % 8 civarındadır. Bu durum I. sınıf tarım arazilerinin büyük kısmının
işlenmediği veya nadasa bırakıldığını göstermektedir.
30
Muş Ovası'nda kabaca işlemeli tarıma uygun alan miktarı ise oldukça
yüksektir. Toplam arazinin yaklaşık % 90'ı işlemeli tarıma uygundur. Hâlbuki
nadasa bırakılan alanlarla beraber 2011 yılında, ova alanının yaklaşık % 35'inde
işlemeli tarım yapılmıştır. Kaldı ki nadasa bırakılan alanlar da çıkarıldığında bu
oranın % 20 civarında olması muhtemeldir. Bu durum tarımsal açıdan verimli
arazilerden yeterli derecede faydalanılmadığını ortaya koymaktadır.
Bunun yanında sulu tarım yapılan alanların 1991 yılına göre yarı yarıya
gerilediği de göze çarpmaktadır. Hâlbuki 2000'li yıllardan itibaren Türkiye
genelinde sulamalı tarımda büyük gelişmeler kaydedilmiştir. Bu nedenle ovadaki
sulamalı tarımda yaşanan düşüşün detaylı araştırılması ve sulamalı tarımın
geliştirilmesi için gerekli çalışmaların acil olarak yapılması gerekmektedir.
Muş Ovası'nda, 20 yıllık süre zarfında arazi kullanımı ve arazi örtüsü
miktarında önemli değişimler yaşanmıştır. Bu çalışmada elde edilen bulgulara
göre ovada mera-çıplak alan ve yerleşme alanlarında 1989 yılına göre önemli
artışlar meydana gelmiştir. Özellikle kuru tarım yapılan sahaların mera olarak
kullanılmaya başlandığı gözlemlenmiştir. Bu durum tarımsal ürünlerin düşük gelir
getirmesiyle yakından ilgilidir.
Muş Ovası sahip olduğu iki önemli akarsu ve bunların yan kolları
sayesinde önemli bir su potansiyeline sahiptir. Fakat bu suyun kullanımı akarsu
vadisi ve yakın çevresiyle sınırlıdır. Hâlbuki Murat Nehri'nin kuzeyden ovaya
girdiği Elçiler ve Şerafettin dağları arasındaki noktada tarımsal amaçlı gölet ve ya
baraj inşa etmek mümkün görünmektedir. Yörede tamamlanmış olan Alparslan I
barajı Bulanık Ovası'na büyük faydalar sağlayacaktır. Varto yakınlarında inşa
aşamasında olan Alparslan II'nin ovaya katkısı olup olmayacağı bilinmemektedir.
Dolayısıyla Muş Ovası'ndaki verimli toprakların sulanabilmesi için sulama ile
ilgili baraj, gölet ve su kanalları gibi projeler geliştirmek şarttır. Bunun yanında
ova yüzeyinde taban suyu seviyesi bazı yerlerde yüzeye çok yakın (2-3 metre) ve
ova genelinde 5-10 m civarındadır. Bu durum sulama için önemli bir potansiyel
oluşturmaktadır. Fakat ovada sondaj ile su çekme kültürü bulunmamaktadır.
Bunun teşvik edilmesi ovanın tarımsal üretiminde sıçrama yapmasını
sağlayacaktır.
Muş Ovası'nda var olan tarımsal potansiyelin değerlendirilemediği ve
tarımsal üretimde bir gerilemenin meydana geldiği görülmektedir. Bu durum
ovadaki tarımsal üretimin çok ciddi sıkıntılar içinde olduğunu da göstermektedir.
Bunun önündeki engellerden biri de yürütülen tarımsal politikalar olduğu
kanaatindeyiz. Örneğin 1990'lı yıllarda devlet desteği ile ekim alanı hızlı bir
şekilde genişlemiş olan tütün, günümüzde Tekel kurumunun özelleştirilmesiyle
ovadaki tarımsal önemini kaybetmiştir. Dolayısıyla tütün üretimi yapılan alanların
büyük bir kısmı günümüzde tarımsal üretimin dışında kalmıştır.
31
Bütün bunların yanında arazi çalışmalarında yaptığımız gözlemlere göre
yöredeki çiftçilerin tarımsal faaliyet yapmak için devletten düşük oranda da olsa
bir destek aldığı fakat birçoğunun tarımsal üretimde bulunmadığı gözlenmiştir.
Dolayısıyla devlet desteğinin üretim yapmak şartıyla çiftçiye verilmesi ve bunun
yerinde kontrol edilmesi gerekmektedir. Aksi takdirde bu uygulamanın başarılı
olması mümkün görünmemektedir.
Ovada tarımsal üretimi kısıtlayıcı tek faktör olarak iklimden bahsetmek
mümkündür. Ovada kış sıcaklıklarının düşük olması kış mevsiminin tamamında
ve bahar mevsimlerinin belli aylarında topraktan faydalanmayı dolayısıyla ekipbiçme faaliyetlerini durdurmaktadır. Fakat Tablo 1'deki sıcaklık verileri de dikkate
alındığında, ovada Nisan-Ekim ayları arasındaki 6 aylık dönemde rahatlıkla
topraktan faydalanılabileceği görülmektedir. Bunun yanında ovada sonbahar ve
ilkbahar aylarındaki sıcaklık değerlerinin çok düşük olmaması seracılık
faaliyetlerinin de yapılabilineceği izlenimi vermektedir. Dolayısıyla ovada
seracılıkla ilgili uygulamalar yapılmalıdır.
Sonuç olarak bu çalışmada Muş Ovası'nın tarımsal potansiyelinin oldukça
yüksek olduğu tespit edilmiştir. Fakat bu potansiyel yeterince
değerlendirilememiş ve hatta tarımsal üretimde bir gerileme yaşanmıştır.
32
Acarla, A. (1955). Gelemen ve Alpaslan Devlet Üretme Çiftliklerinin Toprakları ve
Bunların Islahı. Ankara: Ankara Güzel Sanatlar.
Ardos, M. (1995). Türkiye Ovaları'nın Jeomorfolojisi. İstanbul: Çantay Kitabevi.
Atalay, İ. (1983). Muş Ovası ve Çevresinin Jeomorfolojisi ve Toprak Coğrafyası. İzmir:
Ege Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayını.
Bulut, İ. (2006). Genel Tarım Bilgileri ve Tarımın Coğrafi Esasları (Ziraat Coğrafyası).
Ankara : Gündüz Eğitim ve Yayıncılık.
Doğanay, H. (2007). Ekonomik coğrafya 3: Ziraat Coğrafyası. Erzurum: Aktif Yayınevi.
Erinç, S. (1953). Doğu Anadolu Coğrafyası. İstanbul: İstanbul Üniversitesi Coğrafya
Enstitüsü.
Erinç, S. (1996). Klimatoloji ve Metodları. İstanbul: Alfa Basım Yayım Dağıtım.
İzbırak, R. (1951). Muş Ovasında Morfolojik Müşahedeler. Türk Coğrafya Kurumu , 115.
Karaca, S. (2008). Amasya-doğantepe Beldesi ve Yakın Çevresinin Kırsal Arazi
Değerlendirmesi . Ankara: Ankara Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü Toprak Anabilim
Dalı Basılmamış Doktora Tezi.
Karadoğan, S. (2006). Güneydoğu Anadolu Bölgesi'nde Tarımsal Üretimin Niteliği,
Değişimi ve Dağılışının CBS Ortamında Analizi. 4. Coğrafi Bilgi Sistemleri Bilişim
Günleri, 13 - 16 Eylül 2006 . İstanbul: Fatih Üniversitesi .
Mater, B. (1982). Urla Yarımadasında Arazinin Sınıflandırılması ile Kullanılışı
Arasındaki İlişkiler. İstanbul: Edebiyat Fakültesi Matbaası.
Sönmez, M. E. (2005). Muş Ovası ve Çevresinin Arazi Kullanımı. İstanbul Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü Basılmamış Yüksek Lisans Tezi.
Sönmez, M. E. (2012). Kızıltepe İlçesinde Bitkisel Ürün Deseninde Meydana Gelen
Değişimler ve Olası Olumsuz Sonuçları. Coğrafi Bilimler Dergisi , 10 (1), 39-62.
Topraksu. (2002). Muş İli Arazi Varlığı. Anakara: T. C. Sanayi ve Ticaret Bakanlığı.
Tunçdilek, N. (1985). Türkiye'de Relief Şekilleri ve Arazi Kullanımı . İstanbul: İ. Ü.
Deniz Bilimleri ve Coğrafya Enstitüsü Yayınları.
Tuik, 2013. http://tuikapp.tuik.gov.tr,
http://rapor.tuik.gov.tr/reports/rwservlet?bitkisel_uretimdb2=&report=BARAPOR50.R
DF&p_yil1=2012&p_kod=1&p_il1=49&p_ilce1=0&p_mad1=111130000&p_dil=1&p_
sec=1&desformat=html&ENVID=bitkisel_uretimdb2Env
Tümertekin, E. ve Özgüç, N. (2009). Ekonomik Coğrafya Küreselleşeme ve Kalkınma.
İstanbul: Çantay Kitabevi.
Üçeçam Karagel, D. ve Karagel, H. (2009). Kadirli İlçesi'nde Tarımsal Arazi Kullanımı
ve Üretimi. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi , 19 (2), 1-24.
33
ÖZGÜN BİR KENTSEL MEKÂN OKUMASI: MUŞ ÖRNEĞİ*
Arş. Gör. Adem PALABIYIK
Muş Alparslan Üniversitesi FEF Sosyoloji Bölümü
Özet
Küreselleşme ve postmodernizm süreçlerinin etkilerinin en yoğun
gözlemlendiği mekânlar, kentlerdir. Kentlerin özel alanları olan mekânlar ise bir
kentin ne kadar modernleşebildiğinin ya da postmodernizme ne kadar ayak
uydurabildiğinin en iyi gözlemlenebileceği yerlerdir. Dolayısıyla kent mekânları,
çoklu sosyal görüngülere sahiptirler. Bu görüngüler bir anlamda sınıf eşitsizliğinin
de göstergelerinden biriyken aynı zamanda kente, kentliliğe ve toplumsal olana
dair derin yansımalar da taşır. Parklar, kafeler, restoranlar, pastaneler, eğlence
yerleri vb. mekânlar, kentin gündelik yaşamına sahne olan, kentin nabzının attığı
yerlerdir. Kentsel mekânların oluşumu, kentteki mekânsal temsiller, toplumsalın
mekân üzerindeki dağılımı vs. gerçekte, mekân ile toplumsal/politik olan
arasındaki ilişkiyi de açığa vurur. Mekânların belli bir kimlik geçmişine sahip
olması bu toplumsal ya da politik olguları da farklılaştırabilmektedir.
Modernizmin kucağından gelen bir kent mekânı ile modernizmi reddetmiş bir
kentin mekânlarından aynı yanılsamaları beklemek ne kadar doğru değilse
bölgesel anlamda da farklılık gösteren kent ve mekânlardan da böylesine bir
gerçekliği beklemek doğru olmayacaktır. Bunu ülkemizin doğusu ile batısı
arasındaki niceliksel ve niteliksel farklılıklardan da kolayca anlayabiliriz. Çünkü
bazı mekânların “yapı” bazı mekânların ise “tasarım” ile izahatı mümkündür.
Bizim de bu çalışmada izlediğimiz yol “yapı” izahı olacaktır, çünkü yaşanan iç
göçler bir kentin “planlanmadan yapılanmasında” en önemli faktördür. Göç
sürecinde yaşanan iskân ve ikamet sorunları belli siyasi, ideolojik ve kimliksel
yapıyı da inşa etmektedir. İşte bu inşanın kendini gösterdiği yerler kentlerin farklı
yerlerine konumlanmış mekânlarda kendini analiz ettirme fırsatları sunmaktadır.
Kent, toplum ve mekân üzerine düşünmeyi gerektiren kentsel tasarım pratiklerinin
bu açığı kapatacak şekilde; demokratik, katılımcı ve bütünsel yaklaşımlar
geliştirmesi gerekmektedir. Bizim de bu çalışmada temel vurgumuz, mekân
retoriği üzerinden, Muş kentinin kamusal mekânlarının taşıdıkları toplumsallık
ardalanı, buna dayalı kimlik inşa süreçlerine açıklık getirmek, göçün yarattığı
karmaşık ilişkiler ağını izah etmek, Muş ilinin sosyo-kültürel yapısı üzerine bazı
gözlemlerimizi paylaşmak; eğitimden kadına, inançtan güncelik hayata, yaşam
biçiminden insanlar arası ilişkilere, eğitimden üniversite hayatına, sosyal
mekânlardan alışveriş-eğlence mekânlarına kadar birçok somut ve soyut gözlem
ve önerilerimizi ortaya koymaktır.
Anahtar Sözcükler: Küreselleşme, Post-modernizm, Modernizm, Mekân
ve Muş.
*Bu makale, 2012 yılında Hece Yayınlarından çıkan Kent Sosyolojisi adlı kitapta
yayınlanan metnin gözden geçirilmiş ve genişletilmiş halidir.
34
Mekân ve insan. biri olmadan diğeri anlamsız.
Büyük düşünür Farabi'ye göre ikisi de aynı.
Yanlızca görüntüleri farklı. Mekânı en geniş anlamıyla
ele alıp, kâinata götüren
Farabi "insan" diyor "küçük kâinattır, kâinatsa büyük insan." 1
"Şöyle güzel bir ev düşlüyorum diyecek düşünüz olmadı mı hiç"? 2
1. Giriş
21. yüzyılda küreselleşme; ekonomiden, siyasetten, kültürel yaşama kadar
toplumsal yapının tüm düzlemlerinde meydana gelen değişimleri ifade etmek için
kullanılan bir kavram haline gelmiştir. Küreselleşme sürecinin etkilerinin en
yoğun gözlemlendiği mekânlar, kentlerdir. Küreselleşme sürecinde kentlerde
farklı toplumsal grupların yaşam alanları, birbirlerinden kesin çizgilerle ayrılmaya
başlamıştır. Bu durumun iki temel sebebi bulunmaktadır: kentlere yönelen yoğun
insan akışına paralel olarak üst-orta gelir gruplarının kent merkezinin olumsuz
yaşam koşullarından uzak bir yaşam alanı arayışları ve kentsel mekânın tüketim
toplumunun ideolojik yapısına uygun olarak biçimlenmesidir. Küreselleşme
sürecinde kent mekânın şekillenmesini etkileyen diğer unsur, kentin tüketim
mekânı olarak algılanmasıyla birlikte kentsel makro formda tüketim mekânlarının
sayısının artmasıdır. Küreselleşme sürecinde kentlerde, sosyal ve kültürel
dönüşüme de rastlanılmaktadır. Kentlerdeki sosyal ve kültürel dönüşüm, tüketim
toplumu anlayışı çerçevesinde şekillenmiştir. Tüketim toplumu anlayışının
yansımaları; kişilerin birbirleriyle ve kentle ilişkilerinde, kent kültürünün yeniden
yapılanmasında, vb. kentsel yaşamın tüm düzlemlerinde gözlemlenebilmektedir.
Küreselleşme süreci, Muş kentinin mekânsal, sosyal ve kültürel yapısını da
etkilemiştir. Küreselleşme sürecinde, Muş'ta, meydana gelen mekânsal değişimin
izlenebileceği iki temel oluşum söz konusudur: yerleşim bölgelerinde ortaya çıkan
yeni oluşumlar ve tüketim mekânlarındaki yapılanmalar. Muş'ta kent nüfusunun
göçlere bağlı olarak hızla artması sonucunda; farklı gelir gruplarının yaşam
alanları birbirlerinden ayrılmaya başlamıştır. Böylece Muş'ta farklı toplumsal
gruplar arasında mekânsal ayrımlaşma belirginlik kazanmıştır. Tüketim toplumu
anlayışının yansımaları neticesinde kentsel mekânda sayısı hızla artan alışveriş
merkezlerine bağlı olarak, Muş'un geleneksel tüketim mekânı olan eski Muş
çarşısı cazibesini yitirmiştir. Tüketim toplumu anlayışının yansımaları, hem
Muş'un kentsel makro formunun şekillenmesini etkilemiştir hem de kentsel
yaşamda geçmiş dönemlerden farklı bir sosyal ve kültürel yapılanmayı ortaya
çıkarmıştır.
2. Kent ve Kentsel Mekânın Algılanması
Kent; sürekli toplumsal gelişme içinde bulunan ve toplumun, yerleşme,
barınma, gidiş-geliş, çalışma, dinlenme, eğlenme gibi gereksinimlerinin
1 Şenol
2 Göka,
Göka, İnsan ve Mekân, Pınar Yayınları. İstanbul, s, 7.
a.g.e., 29.
35
karşılandığı, pek az kimsenin tarımsal uğraşılarda bulunduğu, köylere bakarak
nüfus yönünden daha yoğun olan ve küçük komşuluk birimlerinden oluşan
yerleşim birimleridir. Tarih içinde çeşitli nedenlerle kentlerin taşıdıkları anlamlar
ve fonksiyonları sürekli olarak değişikliğe uğramıştır. Bulundukları dönemin
siyasal, ekonomik ve kültürel yapısı kentlerin geçirdikleri değişim sürecinde
önemli bir yere sahiptir. Bu alanlarda tanık olunan olaylar dolaylı veya dolaysız
olarak kentsel yönetim tarzını, kentsel mekânın kullanım biçimini, kentteki
kişilerin birbirleriyle olan ilişkilerini etkilemekte ve yön vermektedir (Karakurt,
2006: 1).
Kent mekânları, kentin gündelik yasam kültürünün orta yerinde yer alırlar.
Sadece işlevsel yanları ile değil, taşıdıkları simgesel, göstergesel kodlar ile de
kentin yaşanması, yeniden üretimi ve dönüşümünde merkezi rol oynarlar.
Modernite ile birlikte kent mekânlarının önemi ve temsiliyet dereceleri büsbütün
artmış, adeta, kent yaşamının ayrılmaz bir parçası, modern kentliliğin sembolik bir
göstereni haline gelmişlerdir. Kent mekânları derken, kentli yurttaşların, gündelik
yaşamlarını sürdürmelerine aracılık eden, kentin ve kentliliğin inşasında aracı rol
üstlenen minör kurumlar akla gelir. Bu kurumlar, kentin politik/iktisadi coğrafyası
dışında yer alan, daha açık bir şekilde kentin kültürel yüzeyini yansıtan
mekânlardır. Örneğin, sinemalar, tiyatrolar, restoranlar, pastaneler, müzeler,
galeriler, kütüphaneler, oteller, bar'lar, birahaneler, kafeler, kahvehaneler, parklar
vs. kentin gündelik yaşamının üzerine bina edildiği yerler olarak modern yasamın
odak kurumları arasında yer alırlar. Buralar, yeme/içme, eğlenme, vakit geçirme,
gösteri, moda, yürüme, bakma, kendini salıverme, özgürlük, boşalma, kaçış,
spontanelik vb. yaşamsal durumlara/aktivitelere karşılık gelirler (Aytaç, 2007:
200). Gerçekte, kentsel mekânlar, kentlilerin karsılaşmaları ve bu
karsılaşmalardan “birlikte üretimler” oluşturdukları, kentin ortak kamusal
benliğinin inşa olduğu yerlerdir. Kent dokusu içerisinde sadece bir sekil/dekor
değil, aynı zamanda yasayan bir organizmadırlar ve özellikle de, sosyal iletişim ve
özgürlük duygusunu teşvik ettikleri gibi, sosyal etkinlik/katılma olanaklarının
sürekliliğini de sağlarlar. Mekânı paylaşanların alışkanlıkları, kültürel özellikleri,
profilleri vs. büsbütün, mekânın yeniden inşasında belirleyici rol oynar (Ergin,
2001:233-4).
Kenti okumak, kentin bileşenlerinin birbiriyle ilişkilerini kavramayı; bir
yerin hem tarihsel hem çağdaş, hem işlevsel hem simgesel, hem resmi hem de
gündelik yaşamına dair katmanları ayrıştırarak bunların ilişkilerini anlamayı
içerir. Bir başka deyişle, bir kenti okumak; kente bakmak, kentteki ilişkileri
araştırmak, hemen fark edilemeyenleri görünür kılmak, örüntüleri okumak ve
bunlardan mekâna dair anlam çıkarma yöntemidir. Bir kenti okumak, o yerin
geleceğine dair kestirim yapabilmek, herhangi bir müdahalede bulunabilmek için
gereken ön adımdır. Kentin farklı katmanlarının birbirleriyle nasıl örtüştüğünü
anlamadan o katmanlardan herhangi birine dair bir değişiklik ya da yenilik
önerisinde bulunmak insan anatomisini bilmeden ameliyat yapmaya
benzetilebilir. Kentin katmanları çoğunlukla durağan şeylerden oluşmaz; kent,
oluşum ve dönüşüm halinde olanla, sabit olan parçaların bileşkesidir. Karmaşık
ilişkiler ağı kenti bir yandan cazip kılar ama bir yandan da onu anlamamızı
36
zorlaştırır. İlişkileri anlamak için sadeleştirdikçe indirgemecilik ve nedenselcilik
tehlikesi araştırmacıyı bekler; olduğu gibi anlatmak ise ancak sinema sanatının
alanına girer (Çil, 2006: 219).
Kent kimliği, onun belirleyicisi olan kentsel mekânların niteliğiyle
kolaylıkla ölçülebilir. Çünkü bu mekânlar yerel kültürü ve yaşanan zamanı
yansıtır, sosyal ve ekonomik durum ile ilgili bilgi verir. Sahibini ele veren evler
gibi kentsel mekânlar da onların sahibi olan kenti tanıtır. Kenti tanımlayan tüm
öğelerin örgütlenme mantığında gizli olan kent kimliği gibi, kentsel mekânın
kimliği de onu oluşturan elemanların örgütlenme biçiminde saklıdır. Ancak bu
mekânları sadece dört boyutla (en, boy, yükseklik, zaman) betimlemek yetersizdir.
Çünkü kentsel mekânlarda insanın algı ve sezgileri ile kavradığı; bilgi birikimi,
deneyimi ve kültürü ile değerlendirdiği mesajlar ve farklı algılar vardır. Kentsel
mekân, genel anlamda yerleşim yerlerindeki yapılar arasında kalan tüm mekânlar
olarak tanımlanabilir. Farklı cephelerle geometrik olarak sınırlandırılmış
alanlardır; ölçeklerine göre farklı adlandırılırlar. Kentsel mekânlar çeşitli boyut ve
özellikte bileşenlerle donatılır. Noktasal, çizgisel, düzlemsel ve/veya üç boyutlu
olarak bulunan bu bileşenler; bileşenlerin yarattığı denge, doku, tekrar, ritm,
egemen olma, süreklilik, kademelenme olgularıyla irdelendiğinde kent mekânının
okunabilirliğini sağlar. Herhangi bir dış mekân, biçimsel ve estetik niteliklerinin
okunabilirliği ölçüsünde kentsel mekân olarak algılanabilir (Besim, 2007: 9-10).
3. Mekân Kavramı
Mekân kavramı Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlüğü'nde en genel ifade ile
''yer, bulunulan yer'', ''ev, yurt'', ''uzay, feza'' olarak tanımlanmaktadır. Mekân
kavramının, tarih boyunca çeşitli ilgi alanlarından pek çok kuramcı ve düşünür
tarafından değişik tanımları yapılmıştır. Bilimsel çalışmalarca da ele alınan mekân
kavramı özellikle felsefe alanında birçok anlam ifade etmekte, farklı biçimlerde
yorumlanmaktadır. Mekân kavramını ilk olarak tanımlayan Aristo mekân'ı,
''nesnelerin birlikteliği olarak ya da başka bir deyişle, en genelinden en
ayrıntılısına kadar birbirini kapsayan tüm olguların birlikteliğinin bir başarısı''
olarak görmektedir (von Meiss, 1990). İnsanı bu denli etkileyen mekân Franz
Kafka'nın evi olduğu gibi, Ahmet Hamdi Tampınar'ın sözünü ettiği şehirler,
Nabizade Nazım'ın keleme aldığı köyler, Yörük çadırları, deniz kenarı, dağ
doruğu, ova, yayla, dünya ve kâinat olabilir. Mekân, Arapça'dan dilimize geçen ve
“kevn” yani olmak kökünden türeyen bir kelime. Genellikle oturulan yer
anlamında kullanılmakla birlikte, bulunulan çevre, ortam, yaşanan dünya ve kâinat
anlamlarını da içeriyor. Gerçekten de kelimenin sözlük anlamı biraz zorlanıp,
ayrıntıya girildiğinde “mekân bir bakıma varolmaktır” denilebilir. Diğer
anlamlara ek olarak varolmak anlamını da yüklenen mekânın insan için taşıdığı
önemse kanımızca kendiliğinden ortaya çıkacaktır (Göka, 2001: 8). Mekân, hangi
ölçekte olursa olsun, sosyal yapının sadece temsili ya da yan ürünü değildir. Mekân
kurgusu, sosyal yapıyı ve hatta onu oluşturan farklı katmanları da etkileyen bir
boyuttur. Dolayısıyla, sosyal yapı ile mekân arasındaki ilişki karşılıklıdır.
Lefebvre, her toplumun kendi mekânını ürettiğini, her toplumsal kuruluşun aynı
zamanda mekânsal bir kuruluş da olduğunu belirtir. Lefebvre'e göre mekân,
37
toplumun hem ürünüdür hem de onu sürekli dönüştüren bir mekânizmadır.
Lefebvre'in üçlemesi, algılanan/fiziksel mekân, zihindeki soyut mekân ve yaşanan
mekân bir yerin farklı katmanlarını açıklamak için kullanılabilir (Lefebvre, 1995).
Lefebvre'in amacı mekâna yöntem olarak diyalektik bir çerçeveden yaklaşmak ve
mekânın aynı zamanda politik bir kavram/durum/olgu olduğunu ispatlamaktır.
Urry ise “Mekânları Tüketmek” kitabında, mekânın tek basına genel etkiler
taşımadığını; ancak, nesnelerin özel karakterleri, ayırt edici özellikleri ve güçleri
sayesinde mekânsal etkide bulunduğunu belirtmektedir. Salt mekân yoktur; farklı
türde mekânlar, mekânsallaşmalar ve mekânsal ilişkiler vardır. Bu mekânsal
ilişkiler, toplumsal nesneler üzerinden kurulmaktadır. Urry mekânı, ilişkide
bulunduğu toplumsal nesnelerden ayrı, mutlak bir şey olarak görmeyi
reddederken; salt toplumsal nesnelere indirgeyip, mekânsal etkiyi tümüyle gözardı
etmenin de yanlış olacağına dikkati çekmektedir (Urry, 1999).
Mekân kavramı modern dünyada, Einstein'dan bu yana ''zaman'' ile
birlikte ''maddenin, birbirinden ayrılması söz konusu olmayan, iki varoluş
biçiminden biri'' olarak kabul edilmekte; daha çok sınırsız bir Mekân olarak
''evren''i anlatmaktadır (Kahvecioglu, 1998-Hançerlioglu (1976) ''Felsefe
Ansiklopedisi: Kavramlar ve Akımlar'' adlı çalışmasında Mekân kavramını en
temel anlamda ''evren'' olarak tanımlamaktadır. ''Arapça Mekân sözcüğü varolma
anlamındaki kevn sözcüğünden türemiştir, içinde bulunulan yer demektir.
…Felsefe terimi olarak Mekân fiziksel bir anlam taşır ve uzay deyimiyle dile
getirilir.'' (Hançerlioglu, 1976) Felsefe alanında ele alınan Mekân kavramı ortaya
koyduğu düşüncelerle mimari Mekân kavramını da içermektedir. Mimari Mekân
kavramında ele alınan Mekân ''sınırlılık'' özelliği ile felsefi anlamda ele alınan
mekândan ayrılmaktadır (Kahvecioglu, 1998). Mimarlığın temel konusu olan
mekân, özellikle mimarlık disiplininden pek çok araştırmacı tarafından
yorumlanmış, çeşitli sınıflandırmaları yapılarak, farklı boyutlarıyla açıklanmıştır.
Bu çalışma kapsamında, mekânın sınıflandırılmasından çok, tanımlanması
üzerinde durulmakta ve mimari mekânın çeşitli tanımları incelenmektedir.
Mimarlığı ''bir Mekân yaratma sanatı'' olarak tanımlayan Tanyeli'ye göre
mimarlığın özünü oluşturan mekân, en yalın ifade ile ''uzayın insan eliyle
sınırlanmış parçası'' olarak açıklanmaktadır (Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi,
1997). Benzer bir yaklaşımla ''Mimarlıkta Süreç: Kavramlar İlişkiler'' adlı
çalışmasında İzgi (1999) mekân'ı en geniş anlamda ''insanın bir amaca yönelik
olarak doğal çevrede gerçekleştirdiği bir sınırlama, yapay bir değişim'' olarak ifade
etmektedir. Gür (1996) mekân'ı, ''insanın, insan ilişkilerinin ve bu ilişkilerin
gerektirdiği donatıların içinde yer aldığı, sınırları kapsadığı örgütlenmenin yapı ve
karakterine göre belirlenen bir boşun'' olarak tanımlamaktadır. Hasol (1998) ise
''Mimarlık Sözlüğü''nde Mekân kelimesini, ''insanı çevreden belirli bir ölçüde
ayıran ve içinde eylemlerini sürdürmesine elverişli olan boşluk, boşun'' olarak
açıklamaktadır. Hasol'a göre mimari bir Mekân yaratmak, geniş anlamdaki
doğadan veya peyzaj mekânından insanın kavrayabileceği bir bölümü
sınırlamaktır (Hasol, 1998). Kuban'a (1998) göre ise sadece boşluk değerleri ya da
sadece sınırlarıyla bir mekânı tanımlamak mümkün değildir: ''Mimari mekânın
tanımı, onun biçimsel olduğu kadar insan yaşamına ilişkin özelliklerini de
38
MAKALELERLE MUŞ
içermelidir. …Boşluğun mimarinin ayırıcı öğesi olması onun en gerçek yasam
değerlerinin ifadesi olmasındadır. Canlı varlık hareketlidir. Hareket ise ancak
boşlukta olabilir. Böylece Mekân içindeki potansiyel hareket olanaklarına göre
tanımlanacaktır. …Işık yapıda mekânın var olusunu belitleyen doğal bir özelliktir.
Aydınlık yasamın vazgeçilmez bir öğesi olduğu kadar sınırlanan boşluğun
niteliklerini görmeğe olanak vermesi bakımından da, yapı mekânının ayrılmaz bir
parçasıdır.'' (Kuban, 1998; Aktaran Eken, 2008: 17-18).
Ayrıca Lefebvre mekân temsilinde üç önemli aktörün bulunduğunu
söyler: Lefebvre bunların, bilgi biçimleri, planlama teknikleri ve devlet imkanları
aracılığıyla mekânı örgütlemeye çalıştıklarını söylemektedir. Birinci grup, bilim
adamları, kent plancıları, mimarlar, mühendisler, toplum mühendisleri, sanatçılar,
felsefeciler ve diğer akademik disiplinlerden oluşmaktadır. Bu grup, mevcut kent
sorunları karsısında, liberal bir hümanizmin izinde, geçmişi nostaljik bir bicimde
anarak, ideal bir kent yaratmaya ve mekân aracılığıyla toplumsal sorunlara çözüm
bulmaya çalışmaktadırlar. İkinci grup, devlet içinde ve etrafında yapılanan
planlama kurumudur. Kentin mal ve bilgi akısından oluşan rasyonel bir sistem
olduğunu öngören bu grup, kentsel yasamın insan boyutunu görmezden
gelmektedir. Üçüncü grupta ise, kentsel taşınmazların değerini arttırmaya çalışan
müteahhitler ve benzeri türden piyasa aktörleri bulunmaktadır. Piyasa içinde
kentsel büyümeyi hedefleyen bu grup, değişim değerini maksimize etmenin
yollarını aramakta ve planlama aracılığıyla tüketim toplumu yaratmaya
çalışmaktadır. Bu grubun bir bolumu, alışveriş merkezleri, ticaret ağırlıklı kültür
ve dinlenme tesisleri inşa ederken; diğer bir bolumu ise, kentsel sistemi denetleyip
yönlendirmeyi sağlayacak karar merkezleri kurmaya çalışmaktadır. Mekânın
temsillerini oluşturan bu üç farklı grup, bazen yardımlaşarak, bazen çatışarak, kent
mekânlarında kendi yaklaşımlarını uygulamaya çalışmaktadırlar (Sengul, 2007;
aktaran Çetin, 2008: 13).
3.1. Kentsel Mekânın Bileşeni: Binalar ve İnsanlar
Kişi yaşamının yaklaşık 2/3 ünü konutlarda ya da onun yakın çevresinde
geçirir. Konu ile ilgili yapılan araştırmalar, kişi sağlığını etkileyen parametrelerin
basında, konutların ve binaların niteliği ve niceliği gösterilmektedir. Çünkü
konutun değişik nitelikleri ile ilgili etmenler canlı sağlığını çeşitli sekilerde
etkilerler. Örneğin, temizlenmesi güç, hacim ve alan bakımından yetersiz, içinde
şebeke suyu ve ıslak Mekân birimleri olmayan, yemek pişirme kolaylıkları ve
saklama olanakları bulunmayan konutlarda yasayanlarda sindirim ve solunum
sistemi hastalıkları daha sık görülmektedir. Aydınlatması iyi olmayan konutlarda
yasayanlar arasında ev kazalarına uğrayanların ya da görme bozukluğu olanların
sayısı fazladır. Yeterince güneş ışığı almayan konutlardaki çocuklar arasında kısa
boyluluk ya da raşitizm hastalığına yakalananlara daha sık rastlanılır. Kalabalık
halinde yaşanan konutlarda enfeksiyon hastalıklarının bulaşma olasılığının
artması, bireylerin özel yaşamlarının sınırlanması ve gençlerle yaslılar arasında
sürtüşmelerin daha yoğun olması gibi sorunlar sık görülür. Ait oldukları toplumun
sosyal ve kültürel standartlarına uygun olmayan konutlarda yasayanlar sosyal ve
39
ruhsal yönden kendilerini iyi durumda hissetmeyebilirler. Niteliksiz konut
koşullarının hemen her zaman yoksulluk, bilgisizlik, yetersiz beslenme, tıbbi
bakım eksikliği vs. gibi sağlığı olumsuz yönde etkileyen etmenlerle birlikte oluşu
ve bu etmenlerin her birinin sağlığı etkileme derecesinin saptanamaması konut
koşulları ile sağlık arasındaki ilişkinin tam olarak belirtilmesini olanaksız kılar
(Ekinci-Ozan, 2006: 3).
Yapılar, sokaklara kimlik kazandıran en önemli bileşenlerden biridir.
Sokak ve meydanlar binalara erişebilirliği sağlarken; binalar da yükseklikleri,
cephe oranları, kütle hareketleri, çatı biçimleri, kullanılan malzeme ve detaylarıyla
birlikte onları biçimlendirir (Kılıçarsalan 1996). Bu biçimlendirmenin Muş'a
yansıması oldukça farklı. Başka bir yerde de değindiğimiz gibi, çalışmak için yurt
dışına gidilen yıllarda Muş'tan gidenler de oldukça fazla. Bu kişiler yatırımlarını
kendi memleketlerine yapmaktadırlar. Bu yatırımlar daha çok site şeklinde kendini
göstermektedir. Yapılan sitelerin, büyük şehirlerdeki yapılardan hiçbir farkı
yoktur, hatta daha da lükstür. Evlerin çift banyolu ve çift WC'li olması, mutfakların
bar tipi bir dekor izlemesi ve dış cephelerin sürekli olarak kaplama ile bitirilmesi,
bu yapılan uzaktan görünümünün bir tatil köyü havası vermesine sebep
olmaktadır.
Muş ilinde özellikle göç ile birlikte oluşan eşitsizlikler kent içi mekânlarda
da kendini göstermektedir. Hiyerarşi ve dolayısıyla eşitsizlik ilişkileri sadece
mekânların birbirlerine göre ilişkilerinde açığa çıkmamakta, ayrıca 'zaman-Mekân
sıkışması' olarak tanımlanan süreçte aynı Mekân üzerinde yaşayanlar açısından da
güç ilişkileri belirleyici durumdadır. (Ercan, 2000: 225) “Yaşadığımız kentte
kalemle çizilmemiş, görünmez bir sınır başka insanları sizlerden ayırmaktadır. Ne
denli kolay aşılabilir görünse de bu sınırların aşılmadığının, aşılamadığının en
büyük kanıtı da gündelik yaşamın ta kendisidir”(Işık, 1994: 64). Kentteki
görünmeyen duvarlar nedeniyle teknolojinin sağladığı olanaklarla dünyanın
herhangi bir yerinde gerçekleşen olaylardan anında haberdar olan birey hemen
yanı başında yaşananlardan uzakta kalabilmektedir. Bu anlamda, kültürel
farklılıkların toplumlar arasından daha ziyade toplumlar içinde bulunabileceği
savı geçerlilik kazanmaktadır. Kentlere yönelik olarak yoğun bir şekilde
gerçekleşen insan akışı, kentsel mekânın bu parçalanmışlığının açıklanmasında en
önemli faktörlerin başında yer almaktadır. Göçlerle birlikte kentte bilinmeyen
olgusu giderek artmıştır. Bu bilinmeyen olgusu ise insanları korkutarak kamusal
alandan çekilmelerine ve özel yaşamın yüceltilmesine neden olmuştur. Sennett'in
“Kamusal İnsanın Çöküşü”adlı kitabında belirttiği gibi; kentler insanlarla
doldukça bu insanlar birbirleriyle işlevsel bağlarını yitirmeye başladırlar. “Bu
yoğun insan akını ile kentsel yaşam gittikçe renksizleşmekte ve nihayet kamusal
alan ortadan kaybolmaktadır” (Sennett,1996:176). Kent merkezinde yer alan ve
daha çok üst gelir grubuna hitap eden konutlar, sınırlı orandaki arazilerin üzerinde
dikey bir yapılanmaya sahiptirler. Rezidans ve / veya yalıtımlı yapı olarak
tanımlanan bu dikey yerleşmelerde; mimari tasarımla simgeselleştirilerek birer
seçkinlik ve kalite imajı olarak kentsel mekânda varlık bulmaya çalışmaktadırlar.
Rezidans/yalıtımlı yapılar olarak adlandırılan bu yaşam alanları, genellikle her
44
türlü işlevi kendi içinde toplayan çok katlı tek bir bina şeklindedir. (Gökgür,
2006:144) Rezidansların/yalıtımlı yapıların hedef kitlesi zamanı kısıtlı, gelir
düzeyleri yüksek serbest meslek sahipleri, üst düzey yöneticiler, yalnız yaşayanlar,
kent dışında yaşayan ama sık sık kente gelip burada kalmak zorunda olan kişilerdir.
(Bali, 2002:122)
Muş'ta ise bu durum daha yeni yeni başlamış sayılmaktadır. İlin almış
olduğu göç ve tayinlerle buraya gelen memur kesimleri için yeniden
oluşturulmaya başlanan kentsel yapı, özellikle siteler ile kendisini göstermektedir.
Evlerin artık tek haneli değil de site şeklinde yapılması ve bu yapıların “tatil evleri”
gibi bir dış yapı ile benzetilmesi, kentsel dönüşümden binalarında pay aldığını
göstermektedir. Böylece kente/kentliliğe ait ortak paylaşımlar miadını
doldurmuşlardır. Orta ve üst gelir grupları yerleşim bölgelerinin kentin geri
kalanından ayrılmasına etki eden bir diğer unsur ise, tüketim toplumu felsefesi
çerçevesinde iletişim olanaklarının yaygınlaşmasıyla kişilere bir “ev” düşletilmiş
olmasıdır. Televizyonlardaki, gazetelerdeki ve dergilerdeki ilanlarda, yayınlanan
broşürlerde kentin keşmekeşinden uzak, tertemiz, geniş, huzur dolu bir ortam
yaratılmıştır. Artık sadece bir ev değil aynı zamanda bir yaşam tarzı pazarlanan
reklamlar oldukça sık rastlanır olmuştur. “Görüntüler piyasasında üretilen
“idealinizdeki ev” mitolojisinin İstanbul'un apartman yaşamına alışkın üst ve orta
sınıfları için en kışkırtıcı yönü, kentin dağınıklığından, kalabalıklığından,
pislikten, trafikten uzak, steril sosyal mekânlarda, homojen bir yaşama biçimi
oldu. İdealinizdeki ev görüntüleri, kentin içinde apartman yaşamının ne denli
sağlıksız olduğunu ortaya koydu, yepyeni bir dizi özlem oluşturdu”(Öncü,1999:
30). Reklamlar aracılığıyla yaratılan bu 'ideal ev' kurgusu orta ve üst sınıfın kenti
terk ederek kent etrafında oluşturulan 'adacıklara' taşınmalarının nedenlerinden
birisi olmuştur ve bu da kentsel mekânsal ayrımlaşma yolunda önemli adımlardan
birisi olmuştur. Özellikle binaların dış yapılarının reklamların doğrultusunda
gidiyor görünmesi özellikle dikkat çekicidir. Bu binaların orta sınıf insanlara hitap
ediyor görünmesi ve binalar aracılığıyla “sınıf” hiyerarşisinin de yavaş yavaş
başladığı söylenebilir.
İnsanın mekân ile ilişkisi, günlük hayatın içinden sürekli beslenen acık
uçlu bir sarmal ilişki halinde evrimleşmektedir. Bu yaklaşım, mekân kavramının
karmaşık ve çok katmanlı yapısını algılamayı ve mekânsal deneyimi olanaklı
kılmaktadır. Mekânsal deneyim, özneyi etkin, mekânı ise edilgen bir nesne
konumuna itmek yerine; özne, mekân, zaman ve yasam boyutlarının karşılıklı
etkileşiminin bir bütün olarak algılanmasıyla gerçekleşmektedir. Mekânsal
deneyimin doğasında var olan olasılık potansiyeli, deneyimin yeniden ve yeniden
kurulmasına olanak vermektedir (Aydınlı, 2008). Bu durum, yeniden kurulan
küçük ilişkilerin sonucu büyük oranda değiştireceği ilkesi ile beraber
düşünüldüğünde, mekânsal deneyim olasılıklarının nasıl çoğaldığını
açıklamaktadır (Çetin, 2008: 3-4).
41
3.2. Kentsel Mekânın Bileşeni: Bahçeler
Kentsel mekân tanımında, doluluklar kadar boşlukların da varlığı ve
önemi yadsınamaz. Bu anlamda avlu ve bahçeler, kentsel mekânın bileşenleri
olarak algılanır. Avlu, bir yapının veya yapı grubunun ortasında kalan, duvarla
çevrili alandır (Erdoğan 1996). Bahçe ise içinde çiçek, ağaç ve sebze yetiştirilen
topraktır (Hasol 1995). Avlu ve bahçeler, yarı kapalı mekânları ve dam, depo,
hayvan barınakları gibi ek servis yapılarını da barındırır. Ayrıca içlerinde yetişen
bitkisel elemanlarıyla kentsel mekânlara kütle, renk ve doku açısından katkıda
bulunurlar. Muş'taki evlerin avlu özelliğine sahip olduğu pek söylenemez, nadir
olarak bazı mahallelerde avlulu evler olsa da, avlunun Muş evlerinde yer alması
pek mümkün görülmemektedir. Bunun temel sebebi ise iklim olabilir, çünkü
karasal iklim ve soğuk havanın etkili olduğu Muş'ta, eve gidiş yolunda
oluşturulabilecek ya da yazın altında oturulabilecek bir avlunun olması pek
mümkün görülmez. Mekânsal olarak avlu, bütünü ya da kısmen yapı veya yüksek
duvarlarla çevrili, üstü açık, yer aldığı yapı bütününün form ve Mekân karakteri ile
uyumlu olarak genelde dörtgen ya da kare biçimli, bina içindeki yaşamı kısmen
açık mekândaki yaşamla bütünleştirmek gereksinmesininin oluşturduğu bir
Mekân çözümüdür (Erdoğan 1996). Kavramsal olarak ise avlunun hem yapısal
hem de kullanıma yönelik bir boyutu vardır. Yapısal olarak bakıldığında genelde
merkezde yer alan avlu, konumu ne olursa olsun yapının tüm birimlerine geçişin
sağlandığı toplayıcı ve dağıtıcı mekândır. Yapısal olarak içe dönüklüğü getirirken,
özellikle iç avlu niteliğinde yapının ayrılmaz bir parçası ve çekirdeğidir.
Kullanıma yönelik 'sosyal' boyutu ile bakıldığında ise mahremiyeti sağlanmış,
kapalı hacimlerle bağlantılı bir dış mekândır. İçinde doğal öğelerin de yer aldığı
açık bir odadır (Erdoğan 1996). Tabi Muş için böylesine bir mahremiyet oldukça
önemlidir. Evlerin bahçe duvarlarının yüksek olması, belki de bu mahremiyetin bir
kanıtı sayılabilir. Bahçelerinde meyve ağaçları bulunduran Muş'lu aileler oldukça
fazladır. Özellikle sokak aralarında yer alan müstakil evlerin bahçeleri buna
oldukça müsaittir. Ev, doğurmanın, beslenmenin, uyumanın, şefkatin,
korunmanın, içsel olanın; bahçe ve sokak da dışa açılmanın, hayatı öğrenmenin
yeridir. Bu yüzden işlevine uygun düzenlenmeli, işlevlerine uygun davranış
biçimlerine sahne olmalıdır. Bu işlev ise insanlara hizmet verme ile alakalıdır.
Çünkü bu tür evlerde yaşayan ailelerde, içinde yaşayan yaşlı amca ve teyzelerin,
sabahın erken saatlerinde bahçenin içinde dolaştıklarını ve bir oturağın üzerinde
oturarak güneşin doğuşuna kadar orda kaldıklarını görebilirsiniz. Kahvaltı için
yakılan semaverin dışında, bu yaşlı aile bireyleri yorgunluk sonrası ya da yemek
sonrası da bu tür semaver çayı uygulamasını diğer aile bireylerine aşılamak
istercesine alışkanlıklarına devam etmektedirler. Bir de buna akşam çayı
eklenebilir. Normalde İngilizlerin yaşam tarzı içerisinde yer alan “beş çayı”,
özellikle Doğu ve G.Doğu illerinde akşama doğru süregelen bir adet niteliğine
kavuşmuştur. Yeni yürümeye başlayan çocuklar için de müstakil evler bulunmaz
bir nimet gibidir, kapının sıkı sıkı kapatılması ile güvenliği sağlama alan anne ve
baba, çocuklarını bahçe içerisinde gönül rahatlığıyla serbest bırakmaktadırlar.
Bahçeli evlerin diğer bir özelliği ise odunluk türü yapılan da bu sınırlar içerisinde
yer almasına olanak sağlamasıdır. Kışlık ihtiyaçların giderilmesinde ve kümes
42
hayvanlarının yetiştirilmesinde bu tür yapılan önemi, müstakil evler için büyüktür.
Yaz aylarında, güzel bir sabah kahvaltısı için taze yumurtadan daha güzeli yok
gibidir (Besim, 2007: 10-11).
3.3. Kentsel Mekânın Bileşeni: Camiler
Dini ritüellerin süreklilik arz etmesi ve bunun günlük hayatın bir parçası
haline gelmesi nedeniyle camilerin Muş halkı içersinde büyük bir önemi vardır.
Kırsal kesimde dinsel törenler ve ibadetler (Ritüeller) topluluğu birleştirici,
bütünleştirici bir işlevi yerine getirmektedir. Birlikte camide kılınan namaz,
yağmur duasına çıkma, kurban kesme ve dağıtma, mevlit okutma, sünnet töreni,
kız isteme, düğün töreni, cem töreni, hacı uğurlaması ve karşılaması doğum ve
ölüm törenleri, hep tüm köylünün birlikte katılımıyla gerçeklesen dinsel ya da
dinsel katkılarla donanmış törenlerdir. Bireylerin bir topluluğa, bir dine ait olma
duygularını pekiştirici ve birlikte sorun çözme, paylaşma işlevlerini yerine getiren
özellik taşırlar. Özer Ozan kaya'nın köy araştırmasına göre, İslam'ın temel
direkleri arasında sayılan namaz, oruç, zekât, kurban kesilmesi ve Kur'an veya
mevlit okutulması gibi önemli sayılan bes ibadetten hiç birini yerine getirmediğini
söyleyen hiç bir kadın çıkmamıştır. Bu konuda köyler arasındaki farklar önemli
olmadığı gibi bu ibadetler gelişmiş bölgelerde de aynı hatta daha büyük
yaygınlıktadır (Ozankaya, 1971: 256). İslâm dininin temel kaynağı durumunda
olan Kur'an-ı Kerim'i Arapça'sından okumayı bilmek ve Kur'an'ı zaman zaman
okumak, Muş ilinde ve çevresinde bir ibadet olarak telakki edilmektedir. Okul
çağındaki çocuklar yaz tatillerinde mutlaka camilerde veya Kur'an kurslarında
açılan yaz Kur'an kurslarına gönderilir, Kur'an'ı Arapça'sından okumak öğretilir,
namaz için gerekli olan sure ve dualar ezberletilir ve diğer bazı dinî bilgiler verilir.
Cami bu iletişim için en uygun mekândır. Ayrıca Muş'ta cami yaptırmak da
oldukça önemli ama maddi yükümlülük isteyen bir gelenektir. “Öbür dünya”,
“Ölümden sonraki hayat” seklinde tanımlanan ahret inancı kadın dindarlığında
önemli bir güdülmeyici özelliğindedir. Çeşme, cami, okul yaptırma ya da
yapımına yardım etme gibi kalıcı hayır isleri ahret inancının şekillendirdiği
etkinliklerdir. Dünyada yapılan her türlü iyi ya da kötü davranış biçiminin ahrette
karşılığını bulacağına inanılmaktadır. Tabi kadınlar açısından da camilerin önemi
büyüktür. Çünkü Muşlu genç kızlar ramazan ayı boyunca ev işlerinde annelerine
yardım etmekte, aynı zamanda oruçlarını tutup anneleriyle birlikte ibadetlere
özellikle de teravih namazına ve Kur'an okuma toplantılarına iştirak etmektedirler.
Ramazan ayının kadınların cami ve cemaat ibadetlerine katılımını artırdığı
gözlenmiştir. Kadınlar ramazan ayı dışında cami ibadetlerine katılmamakta,
ramazan ayı süresince de camiye ancak, erkeklerden ayrı bir yerde ve örtülü olarak
girmektedirler. Farz bir namaz olmayışına ve yılda bir ay kılınmasına karsın
teravih namazına duyulan yoğun ilgi, ramazan ayında toplumsal dindarlığın
artısında etkili olmaktadır. Kadınların teravih namazına katılım düzeyi oldukça
yüksektir. Son olarak ise küçük erkek çocukların açısından caminin önemine
değinmek gerekir. Küçük yaslardaki çocuklara İslam'ın ve imanın şartları aile
büyükleri tarafından ezberletilmektedir. Allah, melek, peygamber, kitap inancı
yerleştirilmeye, ibadet esasları anlatılarak beraber tatbik edilmeye çalışılmaktadır.
Erkek çocukları küçük yaşlarda dedeleri tarafından camiye götürülmekte ve dinî
43
hayatın pratik boyutuna alışması sağlanmaktadır. Aile içinde çocuğun dinî hayata
olan ilgisini artırmak için bazı teşviklere de başvurulmaktadır. Hatta Muş'ta bazı
ailelerde aile büyüklerince çocuğa oruç tuttuğu gün sayısınca para verilmekte,
böylece çocuk oruç tutmaya teşvik edilmektedir.
3. 4. Kentsel Mekânın Bileşeni: Alışveriş Merkezleri
Temelleri üretilen malın değiş tokuşuna dayanan insanlığın en eski
faaliyetlerinden, bir malın el değiştirmesi ile oluşan alışveriş eylemi, günümüze
kadar planlı ve plansız pek çok mekânda gerçekleşmiş, yaşanan toplumsal,
ekonomik ve teknolojik değişiklikler alışveriş merkezlerini oluşturmuştur.
Türkiye'de alışveriş merkezleri, 1990'larda küreselleşme sürecinin
yoğunlaşmasıyla birlikte ortaya çıkmıştır. Alışveriş sürecini hızlandırıp
akılcılaştıran teknolojilerin yaygınlaşması, batı türü bir alışveriş biçiminin
gelişmesine yol açmıştır. Genellikle kent merkezinin dışında ana ulaşım aksları
üzerinde yer alan, alışveriş ve sosyal faaliyetleri bünyesinde barındıran ve yeni
teknoloji olanaklarından kaynaklanan bu merkezler, öncelikle kent merkezinde
daha sonraki yıllarda ise kent dışında yer almaya başlamıştır. (Akbalık 2004: 92)
Batı tarzı alışveriş biçiminin bir örneği olan alışveriş merkezleri, Türkiye'de ilk
olarak İstanbul'da ortaya çıkmıştır. İstanbul'da modern anlamda ilk alışveriş
merkezi, 1988 yılında açılan Ataköy Galleria'dır. İstanbul'dan sonra kısa süre
içinde Ankara, İzmir, Adana ve diğer kentlerde de alışveriş merkezleri açılmaya
başlamıştır. 2000'lerin sonlarından itibaren Muş'da da geleneksel alışveriş mekânı
olan bazı mağazaları dışında çağdaş tüketim mekânları olan alışveriş merkezleri
tek tek ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu alışveriş merkezlerinin, kişilerin boş
zamanlarını geçirebilecekleri çeşitli aktiviteleri bünyesinde barındırdığı pek
söylenemez, diğer büyük alışveriş merkezleri gibi aktivitelerden yoksundur.
Sadece Sinema salonları, restoran ve kafeyi bünyesinde bulunduran alışveriş
merkezi, Muş'un yeni kamusal mekânları olarak kentsel mekânda önemli bir yere
sahip olmaya başlamış ve Muş kent makro formunun şekillenmesinde etkili
olmuşlardır. Muş'da alışveriş merkezlerinin sayısının artması ve kişilerin, bu
mekânları tüketim yapmak dışında boş zamanlarını geçirebilecekleri mekânlar
olarak algılamaya başlanması ile birlikte, kentte sosyal ve kültürel yaşamda da
önemli dönüşümlere yavaş da olsa tanık olunmaktadır. Neticede kentte, tüketime
dayanan yeni bir sosyal ve kültürel yaşam şekillenmeye başlamıştır. Bugün Muş'da
modern denemeyecek ama yeni atılan bir adım olarak alışveriş merkez örneği
Ceylan Plaza Alışveriş Merkezidir.
Ceylan Plaza Alışveriş Merkezi, kentin merkezinde ve Muş merkezin
kuzey doğusunda yer almaktadır. 2010 yılında açılmıştır ve Muş'un modern ilk
alışveriş merkezidir. Alışveriş merkezinde yaklaşık 30 mağaza vardır. Araçlar için
kapalı bir otoparkı yoktur. Alışveriş merkezinde mağazalar dışında, sinema
salonları, restoran ve kafe vardır. Ceylan Plaza'nın, kent merkezinde yer alması
nedeniyle ulaşım problemi yoktur, Bu durumun bir sonucu olarak her yaş, her
meslek, her sosyal ve ekonomik yapıdan kişilerin uğrak yeri olmaktadır. Ceylan
Plaza, hem yerleşim mekânlarına hem de geleneksel alışveriş mekânlarına çok
yakındır. Muş'da nüfus yoğunluğunun en yüksek olduğu merkezde yürüme
44
mesafesinde bir sorun yoktur. Dolayısıyla Ceylan Plaza alışveriş Merkezi, kentteki
trafik yoğunluğunun yüksek olduğu bir bölgede yer almaktadır. Bu durum, özel
araç sahipleri için bir dezavantaj oluşturmaktadır; fakat toplu taşıma araçlarının
güzergâhı üzerinde yer alması nedeniyle araç sahibi olmayan ev kadınları,
öğrenciler ve gençler açısından önemli bir avantajdır. Ceylan Plaza'nın belki de em
önemli özelliği bütün dükkân sahiplerinin birbirini tanıyor olmasıdır. Muş,
yerleşim yeri itibariyle küçük bir şehir ve buradaki insanlar genel itibariyle
birbirlerini tanışmaktandırlar. Bu tanışıklığı şehrin her yerine görebilirsiniz.
Ceylan Plaza'da bu tanışıklıktan pay almış gibi, hemen her dükkân sahibi birbirini
tanımaktadır ve pasaj çerisinde birbirlerini her gördüklerinde selamlaşmaktadırlar.
Bu duruma şahit olunca, neredeyse, bu dükkan sahiplerinin bir araya gelip,
anlaşarak bu alışveriş merkezini yaptığını zannedersiniz. Ceylan Plaza'ya ulaşımın
rahat olması nedeniyle buraya gelen kişiler, sadece alışveriş amacını
taşımamaktadırlar; aynı zamanda mağazaları dolaşmak, vitrin bakmak, kötü hava
koşullarından korunmak, sinemaya gitmek, yeme – içme, randevulaşmak, fast –
food bölümünde oturmak, zaman geçirmek ya da sadece içinden geçmek amacıyla
Ceylan Plaza'ya gitmektedirler. CEYLAN Plaza'nın beraberinde Muş'ta, BİM,
AKSA ve MUGİ alışveriş merkezleri mevcuttur, fakat bu marketler alışveriş
dışında farklı bir sosyal imkân sahip değillerdir.
3. 5. Kentsel Mekânın Bileşeni: Sokaklar
Aslında kentin kimliğini belirleyen veya kente kimlik kazandıran en
önemli kentsel mekânlardan biri sokaklardır (Krier 1990). Genel bir tanımla
sokaklar, doğrusal gelişmiş kamusal alanlardır. Sokakların ilk görevleri kentiçi
“ulaşım ve servis” imkânlarını sunmaktır (Köroğlu 1999). Ancak sokaklar, sadece
kent erişebilirliğini sağlayan fiziksel mekânlar değildir. Aynı zamanda toplumsal
bir iletişim ortamıdır (Kılıçarslan 1996). Sokaklar, sosyal yaşamın geçtiği,
konutların veya kentsel yapıların açıldığı, yaya ve taşıtın ortaklaşa kullandığı
kentsel mekânlardır (Bakan ve Konuk 1987). Bu özelliklerinden dolayı toplumsal
değerlere ve ihtiyaçlara uygun biçimlenirler. Kendilerine özgü yapılarıyla
toplumsal değerleri yansıtır hatta yönlendirirler. Sonuçta sokaklar, insanlarla
görsel teması ve pasif iletişimi olanaklı kılan; aynı zamanda korunmalı bir ortam
olarak yarı kamusal alanlardır. Ancak günümüzdeki sokaklar, geçmişten miras
kalan sokak kavramından kullanım biçimi ve amaçlarına göre çok farklıdır (Krier
1990). İnsan ve motorsuz taşıma biçimlerine uygun olarak doğal bir şekilde
gelişmiş olan sokaklar, artık hem yaya hem de motorlu araçların dolaşım ve
aktivitelerini içlerinde barındırmak zorundadır.
Muş'ta, Muş Alparslan Üniversitesi'nin açılmasıyla birlikte ana cadde olan
ve şehrin merkezinde yer alan Cumhuriyet Caddesi önem kazanmıştır. Zamanla
buralarda çeşitli dükkânlar ve mağazalar da ortaya çıkmış ve bu hat önemli bir
alışveriş güzergâhı haline gelmiştir. Bu bölgede giyim mağazalarından, kafe –
restoranlara, kitapevlerine kadar çok çeşitli hizmetlere ulaşmak mümkündür.
Böylece Alparslan Heykel'inden başlayarak, Eski Muş Çarşısı'na kadar uzanan
bölge, kentin en önemli mekânlarından birisi olmuştur. Fakat Muş kentinin
topoğrafik yapısının da bir yansıması olarak bu bölge, araç ve insan yoğunluğunu
45
taşımakta zorlanmaya başlamıştır. Bugün hem İstiklal Caddesi hem de
Cumhuriyet Caddesi'nden başlayarak uzanan hat boyunca yer alan dükkân ve
mağazalar, bu bölgelerde yoğun trafik ve park problemi nedeniyle, bazen sıkıntı
yaratmaktadır. İstiklal Caddesi, Cumhuriyet Caddesine göre daha fazla işlek olan
ve daha konforlu mekânlara sahip olan bir cadde niteliğindedir. Yeni kurulan Muş
Alparslan Üniversitesi Fakültelerinin bu cadde üzerinde olması, bu konforlu
mekânların burada toplanmasının en önemli sebebidir. Hem öğrencilerin ve
öğretim elemanlarının ihtiyaçlarını karşılama hem de onların zaman
geçirebileceği alanlar için bu cadde üzerinde seçenekler arttırılmıştır. Ayrıca
İstiklal Caddesi, cadde üzerinde yer alan ve daha çok orta ve orta – üst gelir
gruplarına hitap eden mağazalar ve benzeri yapılara sahiptir. Cumhuriyet Caddesi
ise tam olarak böylesine bir durum arz etmemektedir, bu cadde üzerindeki yapılar
daha çok orta sınıfın altındaki gelir gruplarına hizmet vermektedirler. Cadde
üzerinde işletme yerleri olan hemen herkes birbirini tanımaktadır. Muş'un yerlisi
olan biriyle bu caddeleri dolaştığınız zaman hemen her dükkan sahibine selam
verildiğini görürsünüz. Bu olgu, Muş ilinin hala göç almadığını ve Muş'un
yerlilerinin birbirlerini hala iyi tanıdıklarının bir göstergesidir. Muş sokakları ise
diğer büyük illerle karşılaştırıldığında tabi ki büyük farklılıklar taşımaktadır fakat
kendi içerisinde bu tür bir farklılık yoktur. Sokaklar genellikle asfalt yada parke
taşları ile döşenmiştir. Merkeze takın olan sokaklar, daha doğrusu İstiklal ve
Cumhuriyet Caddelerine yakın olan sokaklar, kentin diğer sokaklarına göre daha
düzenli ve temizdir. Fakat merkezden uzaklaştıkça sokakların toprak olduğu
görülmekte ve yağmur aylarında bu sokaklarda yürümek oldukça zorlaşmaktadır.
Her şeye rağmen, sokakların gülen yüzü olan çocuklar, buralara ayrı bir renk
katmaktadır. Hemen her sokakta top oynayan çocuk kalabalığı bulabilirsiniz.
Çocukların o cıvıl cıvıl neşesi, onları da izleyenlerin yüzünü gülümsetmektedir.
Sokakların diğer bir ev sahipliği ise evlenen çiftlere sağladığı “düğün mekânı”
özelliğidir. Muş'ta özellikle yaz aylarında sıklaşan düğünler, genellikle sokak
aralarında yapılmakta, sokaklar trafiğe kapatılmakta ve çocukların şu bağırışı
bunu size haber vermektedir: “Mahlede düğün var”. Muş'ta sokakların son bir
özelliği ise kadınların dedikodu alanı olmasıdır. Akşam vakitlerin, mahallenin
kadınları bir araya gelip uzun bir süre sohbet etmektedirler. Bu da “sokakların dili
olsa da konuşsa, bakalım bize neler anlatacak” demenin gereğini oluşturmaktadır.
4. Kentsel Mekânın Bitmeyen Derdi: Siyaset
Siyasetin kentler üzerindeki etkilerini kavrayabilmek ise öncelikle iyi bir
siyaset tanımlamasını ve siyasetin konusunu iyi bilmeyi gerektiriyor. Genellikle
siyaset denildiğinde ilk çağrışım yapan kavram hiç kuşkusuz yönetim sanatıdır.
Yani siyasetle uğraşanlar yöneticilik yapmaktadır veya o konumu elde etme savaşı
vermektedirler. Lakin siyasetin yanında bir diğer kurumunda büyük önemi vardır.
Bu kurumun adı ise ekonomidir. Siyaset ve ekonominin iç içe geçmişliği, iktidarı
ve uygulamalarını etkileyen ve biçimlendiren bir etkendir. Bu biçimlenme
temelinde iki türlü kent oluşmuştur. Birincisinde kent mekânı bir yaşam mekânı
olarak algılanan ve kenti kullanım değeri etrafında toplayan bir örgütlenme ağıdır.
Bu tür kentlere sosyalist sistemlerde rastlıyoruz. İkincisinde ise kent mekânı bir
sermaye birikimi ve rant aracı olarak algılanan ve kenti değişim değeri etrafında
46
kavrayan bir örgütlenme ağı oluşturmuştur (Kaval, 2005: 20-21). Bu kapitalist
sistemlerde rastlanan bir biçim olup, kapitalist kent değişim değerinin kullanım
değerine baskın olduğu bir kenttir. Bu iki kurgu arasındaki denge de siyasal
mücadeleler tarafından belirlenecektir. Çünkü bazen belli bir topluma ait belli bir
siyasal sistemde bile bu iki kurgu için farklı eğilimler oluşmakta ve belirlenmiş
çizgiden sapılmaya çalışılmaktadır. Burada bütün olarak siyasal sistem değil bir
kişinin siyasi eğilimi bile önem kazanabilir. Ama değişmeyen tek gerçek vardır, o
da siyasi grupların başarısının kentlerde elde edilen başarıyla bir tutulmasıdır. Bu
da siyasi politikaların kentsel mekânlar üzerinden üretilen bir biçim almasına
neden olur. Muş kentini biz de bu iki yaklaşımın perspektifinde okuyabiliriz. Ama
bizim seçebileceğimiz okuma tarzı ikinci yaklaşım olacaktır. Kentleşmeye yeni
başlayan bu memlekette, alanların bir rant mücadelesi haline geldiği söylenebilir.
Özellikle kent merkezine yakın arsaların, site inşaatlarının hayata geçtiği bir
dönemde prim yapması, bu kapitalist düzenin bir getirisi olarak algılanabilir. Tabi
kapitalizmin çarklarının dönemsi beraberinde bir siyasi mücadeleyi de
getirmektedir. Muş'ta ise iki tür siyasi çekişmeden söz edilebilir. Siyasetin
gösterdiği yolda ilerleyen kentleşme, buraların değişim ya da gelişiminde oldukça
etkili olmuştur. Muş'un siyasi çizgisinde ise bu yol gösterimin bir tarafı AK Parti,
diğer tarafı ise BDP'dir. Seçim dönemlerinin en ateşli geçtiği dönemlerde özellikle
kahvehanelere büyük paylar düşmektedir. Kahvehanelerin bir kemsi AK Parti
flamaları asarken, diğer kesim kahvehaneler ise BDP flamaları ile donatılmaktadır.
“Bayram değil seyran değil eniştem beni niye öptü” sözü işte tam bu siyasi tablo
için geçerli bir olguyu temsil eder. Gün ne bayram ne de bir kutlama günüdür, gün
seçim günüdür. Siyasi partilerin şehrin göbeğinde yer alan mekânlarda kendilerini
halka sürekli hatırlatmaları ve bunu görünür kılmak için ellerinden gelenleri
yapmaları sadece bu günlere mahsustur. Yine bu günlere mahsus olan uygulamalar
arasında o mekân içerisindeki dükkanların ya da alışveriş yerlerinin bizzat siyasete
aday olanlar tarafından gezilmesidir. Siyasi seçimlerden sonra ise bu turlara artık
son verilmekte, mekânlar yine eski konumlarına geri döndürülmektedir.
Unutulmamalıdır ki Doğu ve Güneydoğu Bölgeleri, Kürt nüfusunun
dinamiklerini içinde barındıran bir yapıya sahiptir. Bu dinamiklerin biri de
Kürtlerin kendi aralarında önemli bir yere sahip olan iktisadi birlikteliktir. Kürtler,
akrabalık ya da aşiret bağlarının getirdiği yakınlıklar sayesinde kendi aralarında
bir ekonomik dinamizm oluşturmuşlardır. Bu her ne kadar Muş için geçerli olmasa
dahi Muş'u da içine alan bu coğrafya için, bu iddia ileri sürülebilir. Bugüne kadar
Kürt ya da Güneydoğu meselesi olarak gündemden düşmeyen tartışmada
imparatorluk dahilindeki iktisadi bölgelerin parçalanmasıyla çok yakından
bağlantılıdır. Ulusal olmayan bir iktisadi alanın (Osmanlı İmparatorluğu) yerine üç
farklı ulusal bütünün (Türkiye, Suriye ve Irak) geçmesiyle Kürdistan olarak
adlandırılan bölge parçalanmış ve Kürtler arasında iletişim yolları nerdeyse
tamamen ortadan kalmıştır. Netice de Türkiye, Irak ve Suriyeli Kürtleri birbirinden
ayıran ulusal sınırlar Kürtler arasında iktisadi etkinliğin kaçakçılığa, yani yasal
olmayan bir eyleme dönüşmesine yol açmıştır. Bu durumda Kürtlerin Türkiye
Cumhuriyeti tarafından hayata geçirilen ulusal projeye mekânsal dinamikler
aracılığıyla direndiğini söylemek mümkündür. Bu da mekânın modern bilimsel
47
paradigmalarca resimlendirildiği gibi sabit ve durağan bir sahne olmayıp
toplumsal ve siyasal dinamiklerin aktörleri arasında yer aldığını göstermektedir
(Özkan, 2002: 151). Muş, böylesine bir yapıyı yukarıda belirttiğimiz gibi pek
temsil etmez ama özellikle göç ile mekânın sabitliğini kırmış gibidir, çünkü göç
edenler genellikle Kürt ailelerdir ve bu aileler ayrılmamış sınırlar içinde ekonomik
dinamiklerini beslemişlerdir. Bu ya yakın dükkanların birbirleriyle olan ilişkilerle
ya da aynı iş merkezinde satın alınan dükkanlarla sağlanmaktadır. Zaten aynı aşiret
mensuplarının yaptırdığı binalara yerleşmeleri ve köylerindeki komşuluk
ilişkilerini siteleri içerisinde devam ettirmeleri, Kürtlerdeki akrabalık ilişkilerinin,
mekân düzemlinde devam ettiğinin de önemli kanıtıdır.
Muş, göç alan bir yer olduğu için göç edenler siyasetin dengesini
değiştirebilmektedir. Kentin yenisinin, kentin yerlisine (Torlak-Polat, 2006: 171)
olan etkisi siyasetin şehirleşmesinde etkisini göstermektedir. Bu etkinin neticesi
olarak Muş'un merkez kesimlerinde AK Parti daha güçlü görünmekteyken,
ilçelerinde BDP'nin şansı daha fazla görünmektedir. Aslında temel sorun biraz da
hizmet ile alakalıdır. Belediye hizmetlerinde aranan kalite anlayışı, hem yerel hem
de genel seçimlerde oldukça etkilidir. Sadece bir husus bu seçimlerden farklı bir
gerçekliğe sahiptir. O da AK Parti Genel Başkanı ve Başbakan Recep Tayyip
Erdoğan'a duyulan ilgidir. Başbakan'ın şehri ziyaretinde belediye binasından Alp
Arslan Heykeli'ne kadar olan mesafenin dolu olması, Weber'in bahsettiği anlamda
karizmatik otoritenin önemini bir kez daha ortaya koymaktadır. Lakin Başbakan'ın
bu özelliğinden ziyade, kendisinin dindar olması Muş halkı tarafından
sevilmesindeki en önemli faktördür. Çünkü Muş halkı geleneklerine bağlı,
muhafazakâr ve dindar bir yapıya sahiptir. Bu özellikleri kendisinde barındıran
siyasilerinde burada başarılı olma imkânları oldukça yüksektir. Buna karşın ise
BDP'nin de kent siyasetine etkisi söz konusudur. Özellikle ilçelerde (BulanıkVarto-Malazgirt) başarılı olan BDP, hemen her seçimde Sırrı Sakık'ı buradan aday
göstermektedir. Buradan anlaşılan merkezi yerlerdeki konforizmin biraz daha
yüksek olduğu yerlerde merkezi siyaset takip edilirken, biraz daha kent dışı
yerlerde ise merkezi siyasetin muhalifi desteklenmektedir. Siyasette olan bir
gerçek burada da söz konusudur. Kentlere göç edenler sosyal ve kültürel
faaliyetlerin yanı sıra siyasi partiler ile etkileşime girerek, seçim zamanları
milletvekili adayları ile temas kurarak kendi çıkarlarını korumak ve siyasi girdi
yapabilmek için faaliyete geçtiler. Bireyler hemşehri dernekleri vasıtasıyla siyasal
sistemden taleplerde bulunabilmekte, siyasal yaşama daha yoğun biçimde
katılabilmektedirler. Hemşehriler bir dernek etrafında kümelendiklerinde önemli
bir siyasal kaynak oluşturmaktadırlar. Bu kaynak dolayısıyla çeşitli istek, dilek,
şikayet veya kısaca talebin siyasi otoritelerce ve mercilerce algılanabilecek
biçimde ifadesi mümkün olmaktadır. Bir siyasi partiye destek verme karşılığında
hemşehri dernekleri klientalistik bir ilişki zinciri içinde üyelerine bazı imkanlar
sağlarlar (Narlı- Narı, 1999: 176-184). Bu durumun özellikle Muş için geçerliliği
oldukça yüksektir. Milletvekillerinin bir siyasi akraba olarak görülmesi,
“sizdeniz” kabullenmesi ve kimliği, siyasetin güncel hayat mücadelesi içindeki
önemini arttırmakta ve özellikle de küçük yerleşim yerlerindeki gücünü gözler
önüne sermek için iyi bir anlatımdır. Siyasetin, kentsel mekâna dahil olmasının bir
48
diğer sebebi ise yeni kurulan Muş Alparslan Üniversitesi'dir. Üniversitenin
yarattığı ortam, siyasal düşünüşün penceresini genişletmiş ve böylece farklı
düşünce yaklaşımları burada da görülmeye başlanmış hatta siyasi protestolar
üniversite öğrencileri ile aktif bir hal almıştır. Bu aynı zamanda kentsel mekâna
postmodern bir tavırda kazandırmıştır. Çünkü kimliklerin bu denli açık bir biçimde
ifade edilebilmesi için bir zeminin olması gerekmektedir, işte bu zeminin bir
parçası kurulan yeni üniversite ile elde edilebilmiştir.
5. Kentsel Mekânın Farklı İki Yüzü: Kadınlar ve Çocuklar
Mekânın, toplumsal cinsiyet rejiminin ve toplumsal cinsiyet rollerinin
birbirlerini nasıl yapılandırdıklarına ve yeniden ürettiklerine bir başka deyişle
mekân ile cinsiyetin ilişkiselliğine dair çalışmaların tarihi görece yenidir. Batı'da
mekânı araştırma konusu yapan şehircilik, şehir planlama, mimarlık, coğrafya gibi
disiplinlerin analizlerine toplumsal cinsiyet ilişkilerini dâhil etmeleri ancak
1980'lerde mümkün olmuştur. Türkiye'de ise, mekân ile cinsiyet arasındaki
rabıtayı gören akademik literatürün oldukça zayıf olduğu söylenebilir. Yakın
zamanlarda yayınlanan bir iki çalışma istisna tutulursa Ayten Alkan'ın çalışmaları
bu alanda öncü rol oynamıştır. Akademik/teorik üretiminin temeline Serpil
Sancar'ın “sosyal bilimlerin bütün disiplinlerinin kendi kavram ve yönteme dair
araçlarını cinsiyet perspektifinden yeniden okumayı/kavramayı deneme”
önerisini yerleştirerek kente ve feminizme metinler arası okumalar yapmış olan
Alkan, yerel yönetimler ve cinsiyet üzerine kaleme aldığı doktora tezinde
kadınların kentteki görünmez varlığını görünür kılma çabasına girişmiştir
(Altunpolat, 2009: 187-188).
Muş'ta göçün kadınlar ve çocuklar üzerindeki etkisi çok büyüktür. Çünkü
Göç süreci bireylerin uyum sorunlarıyla karsı karsıya gelmelerine neden
olmaktadır. Özellikle kadınların ve yaşlıların çoğunun Türkçe'yi bilmemesi, kapalı
bir aile yapısı içerisinde yasamaları, onların bu yeni durumdan nasıl
etkilendiklerini bir problematik haline getirmektedir. Göç öncesinde eğitim
olanaklarından yeterince yararlanamayan kadınlar, sosyal ve kültürel olarak
oldukça geri kalmışlardır. Bunun yanı sıra aynı sebepten dolayı Türkçe'yi de
öğrenememişlerdir. Sağlık olanaklarının yeterli olmaması ve geleneksel
değerlerin hâkim olması nedeniyle kadınlar çok sayıda çocuk sahibi olmaktadır.
Bu durum da var olan yoksulluğun giderek artmasına neden olmaktadır.
Geleneksel yaklaşımların hâkim olduğu bu yerlerde kadınlar dini ve muhafazakâr
bir yasam sürmektedir. Kapalı bir aile yapısı içinde, belli rolleri yerine getirerek
yasayan bu kadınlar üretimden tüketime, bos zamanları değerlendirmeden çocuk
doğurmaya kadar her alanda modern öncesi bir hayatı sürmektedirler. Yine aynı
şekilde kontrolsüz bir biçimde ve oldukça hızlı artan nüfus olgusunun yol açtığı
beslenme, sağlık ve eğitim olanaklarındaki yetersizlikler ile birlikte azalan gelir
düzeyi ve yoksulluk da en çok kadınlar ve çocukları etkilemektedir. Göç öncesi
yasadıkları yerlerde yukarıda sayılan çok sayıda sorunla bas etmek zorunda kalan
kadınlar, göç ettikleri yeni yerlerde de benzer sorunları yasamanın yanı sıra daha
pek çok yeni sorunla karşılaşmaktadırlar. Alıştıkları hayatı yasamaya devam
etmek isteyen bu kadınlar kendilerini zorlayan değişimlere çoğu zaman ayak
uyduramamaktadırlar. Okuma-yazmanın yanı sıra dil bilmiyor olmaları kent
49
yaşamında kendilerine büyük zorluklar çıkarmaktadır. Göç edilen bu yerlerde hem
ekonomik hem de sosyal olarak bambaşka bir bilgi gerekmektedir. Oysa kadınlar
bu bilgi ve becerilerden yoksun olmalarının yanı sıra eskiden bildiklerini de
uygulayacakları bir alan bulunmamaktadırlar. Böylece kadınların nasıl
değerlendireceklerini bilmedikleri kocaman ve yepyeni bir bos zamanı olmuştur.
Kadınların yasadıkları ailelerinde genel olarak evlilikler eski alışkanlıklara göre
devam etmektedir. “Kuma” adı verilen ve doğu ve güney doğu Anadolu
bölgelerinde uygulamalarına sıkça rastlanan evlilik türleri görüşme yapılan
ailelerde de görülmektedir. Evliliklerin erken yaslarda yapıldığı bu ailelerde
kadınlar erken ve geç yaslarda doğum yapmaktadırlar. Kadınların genel olarak
doğum kontrol yöntemlerini kullanmamaları ailelerdeki çocuk sayısının oldukça
fazla olmasına neden olmaktadır. Özellikle erkek çocuk yerine getirdiği işlevler
açısından oldukça kıymetlidir. Emeğe dayalı bir aile ekonomisi içinde çocuk emek
süreçlerine katılımı açısından değerlendirilmektedir. Özellikle erkek çocuk aynı
zamanda ailenin korunup kollanmasında bir güç kalkanı görevi görmektedir.
Ayrıca ata soyuna dayalı bir aile yapısı içinde erkek soyun devamı anlamına da
gelmektedir. Bunun yanı sıra çocukların Kürt soyunun devamcısı olarak
algılanması çocuk sahibi olmaya politik bir de anlam yüklenmesine neden
olmaktadır. Tüm bu nedenler yüzünden çocuk ama özellikle erkek çocuk
kadınların da çevrelerinde sosyal statülerinin artmasına neden olmaktadır. Çocuk
sahibi olmak konusunda yukarıda sayılan nedenlerin yanı sıra kadınların doğum
kontrol yöntemlerinden faydalanmamalarının özel nedenleri de bulunmaktadır.
Öncelikli olarak bu kadınların resmi kurum ve kuruluşlardan yardım alacak bilgi
ve deneyimden yoksun olması, bu kurumlarla iletişime geçebilmek için gerekli
olan Türkçeyi bilmiyor olmaları onların buralardan uzak durmasına neden
olmaktadır. Bu kurumlara başvurmada gerekli olan belgelerden ya da paradan
yoksun olmaları da bir diğer nedendir.
Kadınların toplumsal alanda varoluşları başlı başına bir sorun iken,
varoluşsal bir eylem olarak bir kadın için politika yapmak ve politik düşünebilmek
daha derin bir sorun olarak ortaya çıkmaktadır. Çağdaş, demokratik toplumlarda
siyasal karar verme aşamasına dahil olmak ya da karar verme mekânizmalarının
içinde olmak bir vatandaşlık hakkıdır ve bu hak hiçbir fark gözetilmeksizin tüm
vatandaşlara eşit bir biçimde tanınmıştır. Fakat bu eşit haklar eşit bir biçimde
kullanılamamıştır. Bu eşitliğin Muş kadınları için de geçerli olmadığı söylenebilir,
çünkü kadınların esas görevi “ev işleri” ile sınırlı görünmektedir. Muş, kadınlar
açısından oldukça kozmopolit bir yapı da barındırmaktadır. Özellikle cemaatlerin
etkin olduğu bir yer olan Muş'ta, kadınların giyimleri bile bu dini yaşam tarzının
belirtilerini ortaya koymaktadır. Çarşaflı, peçeli, türbanlı ve başları örtük olmayan
kadınların hepsinin bir arada bulunabileceği bir yer olan Muş'ta, ili temsil eden
kadınların geneli türbanlı olarak görülmektedir. Türbanlı olamayan bayanlar ise
daha çok il dışından gelen, çalışan ve orta sınıfı temsil eden kadınlar olarak
görülmektedir. Bu kadınlar Türkiye şartları içinde “ortasınıf” olarak
kategorilendirilebilirken, Muş için bu değerlendirme farklılaşmaktadır. Çünkü bu
sınıf, Muş için elit kesimi temsil edebilmektedir. Devlet işinde (kamuda) çalışan
kadınların, yerliliği temsil eden kadınlarla aralarındaki en bariz fark ise giyiniş
50
tarzıdır. Muhafazakar ve dindar bir görüntü veren Muşlu kadınların giyimleri daha
çok örtülü olarak ifade edebileceğimiz türden iken, çalışan kadınların kıyafetleri
hem daha modern hem de daha modavari görünüm sergilemektedir.
Muşlu kadınların bir diğer niteliği de siyasetin alanına dahil
olamamalarıdır. Muş ilinden kadın bir milletvekilinin olmayışı hatta
milletvekilliğine adaylığın bile söz konusu olmaması, kadınların aktif siyasette
pek de yer almadıklarının göstergesidir. Ataerkil bakışa göre siyasetle ilgilenmek,
iktidar sahibi olmak, yönetmek gibi kavramlar erkeklere daha uygun görülmüş,
kadınla özdeşleşen kavramlar toplum ve siyaset dışı olmuştur. Özellikle aile
yapısının Ataerkil olması kadınların ikinci planda kalmasındaki diğer faktör olarak
görülebilir. Yolda yürürken bile önden erkeğin, arkadan da kadının yürümesi
toplumsal analiz açısından yeterli sayılabilir. Erkeğe, etken, güçlü, yöneten,
rasyonel, dayanıklı, koruyan, kollayan gibi özellikler yüklenirken; kadına,
edilgen, güçsüz, yönetilen, duygusal, dayanıksız, korunmaya muhtaç gibi
özellikler yüklenmiştir. Bu bakış açısından dolayı kadınlar toplumsal ve siyasal
hayatta erkeğe göre daha düşük statüde olmuştur. Toplumsal cinsiyet rollerinden
ötürü kız ve erkek çocuklar küçüklüklerinden itibaren farklı ilgi alanlarına ve
meslek kollarına yönlendirilmiştir. Erkekler çoğunlukla karar verici rollere sahip
iken, kadın, ikincil, edilgen, bağımlı roller içerisinde olmuştur. Bu sebeplerden
dolayı kız çocuklarının ilgileri de daha çok ev içinde kalmıştır. Evi ve aileyi
yücelten söylemleriyle gelişen burjuva kültürü de bu savın yüzyıllar boyu yeniden
üreticiliğinde rol oynamıştır. Kadını ev, aile gibi kavramlarla tanımlamak, çocuk
bakımı gibi sorumlulukları salt kadının görevi sayan toplumsal yapıdan ötürü
birçok kadın siyasal etkinlikten uzak kalmakta ya da bu tarz etkinlikleri çocuklar
büyüdükten sonra düşünmektedir. Aile yapısı da ataerkil, babasoylu, baba-yerli,
aile içi evlilik ve kısmi olarak çokeşli bir temele dayanır. Birçok temele dayalı bu
yapı cemaatlerin haneye dair konularını düzenlemenin yanında, mensup olunan
dini ve etnik cemaatin siyasi ve iktisadi yapılanmasını belirler (Moghadam, 2003).
Bu etki, aileyi toplumun merkezine oturturken, aile üyelerine kendilerini kamusal
ve özel alandaki yaşamlarında statü ve kimliklerini tayinde belli bir dayanak
oluşturur. Bu dayanağın kendisi aile üyelerinin geniş bir grubun üyesi olarak
kadından kocasına, çocuktan anne ve babasına, erkek çocuktan kız kardeşi ve
annesine, aileden diğer akraba üyelerine kadar bir dizi sorumluluk ilişkisini
düzenler (Nas, 2007: 6). Mesela yedi yaşındaki küçük bir erkek çocuk bile, güzel
bir genç kıza bekçilik yapmak üzere yetiştirilir ve onu ne tür tehlikelerin
beklediğini çok iyi bilir. İşte bu tehlike çocuğa, namuslu bir ailenin tümünü yerin
dibine sokacak, hatta şerefli ataların bile mezarlarında dönmelerine yol açacak
kadar korkunç bir utanç kaynağı olarak anlatılmıştır. Ve onun burnunu bile
silmekten aciz oğlan, aile efradına karşı, biraz hizmetçisi, biraz annesi, sevgisinin,
tiranlığının, kıskançlığının nesnesi –kısacası kız kardeşi- olan güzel genç kızın
küçük ve mahrem sermayesini korumaktan kişisel olarak sorumludur (Tillion,
2006: 128–129).
Ayrıca Muşlu ailelerde çocuk, saflığı ve masumiyeti sembolize
etmektedir. İlk çocuğun doğumu, yeni evli bir çiftin tam anlamıyla aile olmasının
51
sembolik göstergesi olarak kabul edilmektedir. İlk çocuğun doğumuyla, kadın
farklı bir statü kazanmakta ve her bir erkek çocuğun doğumuyla bu statü
artmaktadır. Erkek çocuklarla ilgili kutlamalar ve törenler daha kalabalık ve parlak
olmaktadır. Ancak bunun yanında kız çocuğun olması da istenmektedir, kız çocuk
anne için bir yardımcı ve arkadaştır, ayrıca anne-babalarına daha çok özen
gösterdikleri, ilgilendikleri düşünülmektedir (Yount, 2005: 410; Amin ve AlBassusi, 2004: 1287'dan aktaran: Aksoy-Gür, 2008: 50). Çocuklar arasında yaş ve
doğum sıralaması oldukça büyük bir önem taşımaktadır. En büyük ve en küçük
çocukların ailede ayrı bir yeri bulunmaktadır. İlk doğan çocuk diğer
kardeşlerinden saygı görme gücünü elinde tutmaktadır. Saygı konusunda cinsiyet
de önemli bir faktör olmaktadır. Her zaman olmamakla birlikte çoğunlukla erkek
çocuk ablasını yönetmektedir. En küçükler ise her zaman daha çok korunmakta ve
ilgi görmektedir. Çocukla yakın ilişkilerde anne tarafı hakimdir. Aile geniş olduğu
için bazı ailelerde anneanne ve babaanne de birlikte yaşamaktadır. Babaanne kendi
kızının çocuklarına daha çok ilgi göstermektedir. Anneanne ve teyze, babaanne ve
halaya tercih edilmektedir (Wikan, 1996:149'dan aktaran: Aksoy-Gür, 2008, 50).
Çocuğun sevgiye boğulduğu yaşamın altın yılları olmaktadır. Çocuk sürekli olarak
kucakta, ten teması-dokunulma ile büyütülmektedir. (Wikan, 1996:146'dan
aktaran: Aksoy-Gür, 2008: 51). Yaşamın ilk yıllarında; disiplin yok gibidir. Eğer
çocuk, ailenin en son doğan çocuğu ise bu aşırı ilgi ve bakım daha uzun sürmekte,
bu süreç 4 yıla çıkabilmektedir (Wikan, 1996:148'dan aktaran; Aksoy-Gür, 2008:
51). Bebeği beslemek için çalışan bir annenin orada bulunmamasından
kaynaklanan zorunluluk dışında, biberon hiçbir zaman kullanılmamaktadır.
Annenin sütü olmadığı durumlarda çocuğunu beslemek için başka bir arkadaşını
süt anne olarak kullanmakta veya bir süt anne bulmaktadır. (Wikan, 1996:150'dan
aktaran; Aksoy-Gür, 2008: 51). Özellikle çalışan kadınların çocukları için özel
kreşler tercih edilmekte ve çocukların eğitimi küçük yaşlardan itibaren başka
ellerden sağlanmaktadır. Buna karşın geleneksel yerli aileler için ise bu durum pek
geçerli değildir. Bunun iki sebebi söz konusudur. İlk sebep ekonomik
yetersizlikken ikinci sebep ev erkeklerinin buna izin vermemesidir. Ataerkil
düzenin hakim olduğu illerde, kadın yani anne en iyi öğretmendir ve çocuğun onun
yanında öğrendiğinin başka yerde öğrenilmesi mümkün görülmemektedir,
özellikle de kız çocuklar için (Palabıyık, 2010).
6. Kentsel Mekânın Düşünce Dünyası: Üniversite ve Üniversite
Gençliği
Diğer ülkelerde olduğu gibi ülkemizde de üniversiteler ilk olarak büyük ve
gelişmiş kentlerde kurulmuştur. Zamanla gelişmişlik düzeylerine göre diğer
kentlere de kurulması devam etmiştir. Ülkemiz açısından günümüzü
değerlendirecek olursak 1992 yılından itibaren çok sayıda özel ve devlet
üniversitesi açılmıştır. Özellikle bu süreçte kurulan devlet üniversiteleri gerek
fiziki gerekse de akademik şartlar bakımından hâlâ oluşumunu yeterli hâle
getirememişlerdir (Çitil, İspir, Söğüt, Büyükkasap, 2006: 70).
Üniversite, “gerçekleri arayan, 'bilim' üreten ve onu yayan” bir kurumdur.
Bilgiyi belli bir kurumsallık içinde üreten, arayan, geliştiren ve çeşitli imkanlara
52
dönüştürme çabasında olan bir etkinliktir. Kurumsallığı nedeniyle bilgi, yüksek
düzeyde bir uğraşı alanına dönüşmektedir. Birçok uzmanlık disiplinleri olarak
örgütlenerek hem araştırma hem de öğretim boyutları biçiminde somutlaşır
(Şahin-Yıldırım, 2006: 21). Araştırmacı bilim adamları, yöneticililer, öğrenciler,
vb. gruplardan oluştuğu için, üniversite aynı zamanda bir “bilim topluluğu”
özelliğine sahip bulunmaktadır. Bu özellikleriyle, genel toplumsal bağlamdan
ayrışarak özerk bir dünya meydana getirmektedir. Bu nedenle P. Bourdieu,
üniversiteyi “homo academicus” olarak adlandırır (Bourdieu, 2006: 2003).
Üniversite kavramını daha iyi anlayabilmek amacıyla, üniversitenin
fonksiyonlarına bakmak yaralı olacaktır. Bu bağlamda sosyolog Parsons'a göre
üniversitenin üç temel işlevi vardır: a-Yeni bilimleri ve bilim adamlarının eğitimi
ile bunların araştırma faaliyetleri; b- Mesleklerin teknik öğretimi için akademik
çalışmalar; c- Genel eğitim konuları; d-Entelektüel aydınlanma (Şahin-Yıldırım:
2006: 22).
Yukarıda anlatılanların yanında sanayileşme ile hız kazanan toplumsal
değişmeler, bilim ve bilimsel bilginin toplumda en üstün değer olarak
benimsenmesini sağlamıştır. Bilimsel bilgiye ve bu bilgiyi temin eden eğitim
kurumlarına böyle bir ilginin başlangıcı, sanayileşmeyle birlikte doğan kalifiye
işgücü ihtiyacı ile açıklanabilir. Eğitim sürecinin önem kazanması, gençlerin
yetişkinler arasına ya da iş yaşamına katılma sürelerini uzatmış; kadınların da
çalışma yaşamına yoğun katılımıyla birlikte gençler, ev dışında daha fazla vakit
geçirmeye başlamışlardır. Bu gelişmeler o zamana kadar gencin sosyalleşmesinde
birincil sosyalizasyon aracı olma özelliği taşıyan ailenin önemini azaltmış ve
eğitim kurumları ile arkadaş gruplarını gencin topluma hazırlanmasında temel
referans noktaları haline getirmiştir (Poyraz, Zorlu, Gökçen, Arıkan, 2003: 1).
Eğitim-öğretim programları, demokratikleşme, evrensel ve ulusal kültür bileşimi
oluşturabilme, hukukun üstünlüğünü sağlayabilme, insan özgürlüğünün ve
bilginin değerini yerleşik kılabilme bu noktada her toplum için önem
kazanmaktadır (Tüzmen-Meder, 2002: 129). Çünkü kendi kendisini yönetmek
isteyen bir halkın, kendisini bilgiden gelen güçle donatımı şarttır ve bilgi her
zaman cehaleti yönetir (Keane, 1991:156). Şüphesiz "bilgi", belirli müştereklerin
bileşkesidir ve ayrıca bir toplumun eğitim düzeyi, maddi kaynakları, yasal ve
politik düzeni vb. birbirleri ile tutarlı bir bütün oluşturur (Öncü, 1976: 60). Nitekim
toplumsallaşma sürecinde bilgi, değer, duygu ve davranış kalıplarının bir kuşaktan
diğerine aktarılması, toplumlar için son derece önemlidir. Ancak toplumların
varlığı kadar eski olan bu olgunun bilimsel yöntemlerle incelenmesi ise yenidir
(Alkan, 1979: 18). Buradan hareketle ülkelerin geleceklerini özellikle entelektüel
bireylerin şekillendirdiği ve bunların da, üniversitelerden çıkacağı görüşünden
hareketle bu "genç kuşak" ayrı bir değer taşımaktadır.
Muş Alparslan Üniversitesi de işte böylesine bir yapıyı temsil etmektedir.
Üniversitenin kente kazandırdığı genç nüfus ya da genç kuşak Muş şehri için
olumlu anlamda bir katkı sunmaktadır. Bu katkı sadece bir yönden değil, birden
fazla açıdan devam etmektedir. Genç kuşağın şehir merkezinde olması tüketimin
artması ve ticaretin canlanması anlamına gelmektedir. Nüfusu genç olan bir kentin
53
de bu ihtiyaçları karşılamak için cazip bir Pazar yaratması gerekmektedir. İşte bu
Pazar anlayışı Muş ilinde yeni yeni oturmaktadır. Anlaşıldığı kadarıyla Muş
esnafının üniversite öğrencileri gelmeden böylesine bir pazara hazırlık yaptıkları
söylenemez. Çünkü görüştüğüm esnaflar ürünlerinin kısa sürede bittiğinden
şikayetçi. Sohbet faslında “ağabey, mal yetiştiremiyoruz” diyorlar. Üniversitenin
ekonomik işlevi doğrudan ve dolaylı katkılar biçiminde şekillenmektedir.
Üniversitenin yerel ekonomiye doğrudan katkıları, üniversitenin istihdam
yaratması; dolaylı katkıları ise, üniversitenin, çalışanlarının ve öğrencilerin yerel
ekonomiyi oluşturan unsurlardan mal ve hizmet talebinde bulunmaları olarak
sıralanabilir. Üniversitenin ekonomik işlevinin yanı sıra, sosyal gelişme
hedeflerinden biri olan bölgelerarası farklılıkları da azaltacağı, bu hizmetin
ülkenin az gelişmiş bölgelerinde gerçekleştirilmesi ile düşük gelirli grubun eğitim
ve kültür düzeyinin yükseleceği görüşü de dillendirilmektedir. İlde, önceki
yıllarda tüketim yönü daha çok öğretmenler, askerler ve polislere yönelikken şimdi
öğrencilerin sunduğu cazip tüketim alışkanlığı, esnafları da hareketlendirmiş
durumda. Şu an rekabet daha yeni yeni başlamakta ve kent esnafının buna ayak
uydurması için biraz zamanın geçmesi gerekmektedir. Muş Alparslan
Üniversitesi'nin yeni kurulan bir üniversite olmasından dolayı binalarının şehir
içinde olması da ayrıca bir avantajdır fakat rektör Nihat İnanç'ın, üniversiteyi 2012
yılı içinde kampus alanına taşıyacağını söylemesi, esnaflar açısıdan tedirginlikle
karşılanmıştır. Çünkü yaklaşık iki yıldır üniversite öğrencileri merkezdeki
alışveriş yerleri ya da kafeleri kullanmaktaydılar, hatta bazı esnaflar bunun için
yeni dizaynlar bile gerçekleştirmişti, fakat öğrencilerin kampus alanı içinde
olması, buraların bir anlamda kazanç azalımı yaşayacağını da göstermektedir.
Şunu kabul etmek gerekir ki üniversite öğrencisi ne yetişkindir ve ne de
çocuktur. Çocukluktan yetişkinliğe geçme döneminin sıkıntılarını taşımaktadır.
Kendi kimliğini bulma, toplumsal yönden yerel ve çocukluk döneminin
değerlerini daha geniş toplumun ulusal ve evrensel değerlerini benimseme ve
uzlaştırma, toplum değerlerine uyum sağlama, sosyal olgunluğa erişme
durumundadır. Üniversite gençleri, sosyal olgunluğa erişmenin iki önemli boyutu
olan "bağımsızlık" ve "cinsel" kimliğine uygun olan davranışları kazanmak
zorundadır. Bağımsızlık, kişinin otonom hale gelebilmesi, kendi kendini
yönetmesi, toplumun genel ve evrensel değerlerine, kişisel niteliklerine, mevcut
durum ve koşullara uygun bağımsız ve gerçekçi kararlar alabilmesi anlamına gelir.
Bazen yanlış yorumlandığı şekilde, bağımsızlık, kişinin aklına estiği gibi
davranması, toplumun, diğer insanların ve ailesinin aksine düşünce üretmek ve
davranmak değildir. Aksine bağımsızlık, rasyonel düşünme, topluma karışma ve
onunla başkalarının özgürlüğünü sınırlandırmama anlamına gelmektedir. Ama
gençlerin bu tür hususlarda pek de istenildiği gibi davrandığı söylenemez. Bunu
ancak bir toplum içerisinde yaşamayı öğrenerek yenebilecektir. Çünkü "genç"
farklılıklara, değişik düşüncelere, aykırı fikirlere hoşgörü ve tahammülü ile
birlikte kendi ilkeleri ve bilimsel bilgisindeki ısrarını da bu yolla pekiştirecektir.
Çünkü genç bilecektir ki, düşüncenin varlık koşulu, kendisi değil, karşı
düşüncelerdir (Tüzmen&Meder, 2002: 130). Düşüncenin varlığı yetmez, karşı
düşüncelerin de özgür olması gerekir. Karşıtına var olma hakkı tanımayan
54
düşünce, güçlü olsa da özgür sayılmaz (Güvenç, 1996, 66). Şüphesiz genç bunu
kazanırken "kimlik" kazanması ve kültürel devamlılık konusunda da farklı
algılamalarla karşı karşıyadır. Nitekim Bilgin'e göre, kimlik duygusu zamansal bir
boyut içerir. Böylece birisi olmak, bir geçmişi "olmak" değer ifade eder ve
süreklilik kazanır. Ayrıca bu kişisel kimlik bir birlik ve tutarlılık duygusu
içermekte ve çok sayıda kimliği bütünleştiren bir sistem olarak kendini ortaya
koymaktadır. Yine her kişisel kimlik bir değer olarak yerleşir ve her birey, bir öz
–saygı ihtiyacı duyar (Bilgin, 1994: 240-241). Aslında bu saygı bireysellik
içermekle beraber, toplumsal yapıda "birlikte yaşamak" ve "bir kültürü"
farklılıkları ve çeşitlilikleri ile birlikte üretebilmek içinde gereklidir. Çünkü
insanların topluma bağlanmaları sürecince "kimlik" birincil bir süreçtir. Muş
Alparslan Üniversitesi gençliğinin bir üniversite kimliği yansıttığı söylenebilir mi,
orası tartışılır fakat yeni kurulan bir üniversitenin, üniversite öğrencisi kimliği
oluşturması biraz zaman alabilir. Tabi ki bu kimlik oluştuktan sonra yeni ideolojik
oluşumlar başlayabilir. Muş Alparslan Üniversitesi üçüncü yılını doldurmakta ve
bu kimlik yavaş yavaş oluşmaktadır. Bunun bir belirtisi siyasi kimliğe sahip olan
öğrencilerin, kimlikleri gereği davranmalarında aranabilir. Çünkü sosyalist
ilkeleri benimsemiş bazı öğrenciler, kapitalizmi protesto için pahalı elbiselerin
bulunduğu yerlerden kıyafet almanın yanlış olduğunu diğer arkadaşlarına
anlatmaya çalışmaktadırlar, radikal Kürt hareketine gönül veren bazı öğrencilerin
çay içmek için Sırrı Sakık'ın genel seçimlerde konuşma yaptığı kahvehaneleri
tercih etmektedirler ya da sömürü düzeninin zirveye çıktığı ve öğrencilerin
ekonomik anlamda sömürüldüğü kafelere gitmemektedirler. Aynı tür
yaklaşımların muhafazakâr ve dindar öğrencilerde de görüldüğünü söyleyebiliriz.
Bu öğrencilerin inanç biçimlerine göre mekân seçimi yaptıkları ve onlar göre
“günah” ya da “israf” sayıldığı için bu tür mekânlardan uzak durulduğunu
belirtebiliriz. Bunların beraberinde özellikle batı illerinden gelen öğrencilerin,
yöre öğrencilerine göre daha rahat olduklarını ve kendilerine daha fazla
güvendikleri söylenebilir. Düzgün Türkçeleri ve giyinme biçimleri, onları
diğerlerinden farklı kılmaktadırlar. Bu öğrencilerin alışveriş mekânları, diğer
öğrencilere nispeten daha pahalı ürünlerin olduğu mekânlardır. Örneğin bu
öğrencilerin israf sayılacak miktarda bir çay parası vermeleri, onlar için çok da
önemli bir şey değildir. Mekânın sunduğu konforun derecesi arttıkça, bu tür
öğrencilerin o mekânları tercih etmesi de artmaktadır. Bunun yanında her tür sınıf
içerisinde değerlendirdiğimiz öğrencilerin Muş gençlerine yönelik etkileri de
oldukça fazladır. Muşlu gençler, üniversite öğrencilerinin gittikleri mekânlara
artık rağbet göstermektedirler. Onların giyindikleri gibi giyinmek, onların
konuştukları gibi konuşmak ve onlar gibi davranmak, bir taklit kültürünü de
beraberinde getirmektedir. Tabi durum böyle olunca, önceki yıllarda normal
görüntü veren mekânlar kendilerini, bu yeni kuşağı cezp etmek için sürekli
yenilemek zorunda kalmaktadırlar. Ürün çeşitlerinin artması, sunum hizmeti ve
görsel açıdan doyurucu olabilmek, bu tür mekânların yaşadıkları yeni sorunların
başında gelmektedir. Fakat her ne olursa olsun, üniversite personeli ve
öğrencisinin Muş iline getirileri şimdilik olumsuz bir tablo yansıtmamaktadır.
Oluşturulan tablonun kalitesi her geçen gün artarken, Muş Alparslan
Üniversitesi'nin, kent için oluşturacağı yeni dinamiklerin ileri ki yıllarda da daha
55
fazla artacağı söylenebilir. Ve yarıca bu tür işaretler, üniversiteli kimliğinin yavaş
yavaş oluştuğunun belirtileri olabilir, şehrin muhafazakarlığına verdiği tahribatı
saymazsak…
Kişinin toplum yapısının neresinde yer aldığı, buna göre hangi
davranışları benimseyeceği (Mardin, 1992, 149) ciddi bir tavır almıştır. Ayrıca bu
süreç içerisinde görülen toplumsal değişme, mevcut biçimdeki rollerin, kodların
veya normların yapısı ve doğasındaki değişikleri içermektedir (Smith, 1996: 30).
Ancak toplumsallaşma sürecinde akran grupları ile birlikteki iletişim ve
etkileşimde önemlidir. Nitekim bu süreç esnasında alkol, uyuşturucu vb.
alışkanlıklar da kazanıldığı, siyasal ve kültürel etkilenmelerde ciddi ölçekte
gerçekleştirilmektedir. Ne var ki bu durum "genç" kavramı ile açılanabilir. Çünkü
genç, toplumun en dinamik ve hareketli kesimidir (Gökçe, 1984: 2). Bireylerin
gençlik dönemlerinde bulundukları üniversite ortamı, onların yeni bir dönemde
farklı etkileşimlerle beraber ve iç içe oldukları alandır. Ayrıca insanların
düşünebilme, düştüğünü karşısındakine anlatabilme yeteneği, insan ancak
ilişkileri içinde var olabilen bir yaratık olduğundan, toplumsal yaşamın temelini
oluşturur (Cüceloğlu, 1987: 285) ve sadece bir "kültür" taşıyıcısı değil, yaratıcısı
olarak da insan kendi önemini kavrar.
Tüm bunlara rağmen hızla ve mevcutların gelişmesi yeterince
desteklenmeden yeni üniversitelerin kurulması sorununun yanı sıra bu
üniversitelerin nerede ya da bir diğer ifade ile hangi kent sınırları içinde kurulacağı
hala tartışılmaktadır. Bu konuda da yeterince planlı davranılmadığına ilişkin ciddi
eleştiriler vardır. Özellikle yer seçim kararlarının uzun vadeli bir planlama
eşliğinde yapılmadığı ve üniversitelerin sınırları içerisinde kurulduğu kent ile
etkileşimi üzerine çalışmaların yapılmadığı bu eleştirilerin içerisinde yer
almaktadır. Kaldı ki kurulma aşamasından sonra özellikle gelişmemiş kentlerde
bulunan üniversitelerin gerek kentle ilişkileri, gerekse üniversite gelişimi
açısından yaşadığı sorunlar bu eleştirileri haklı çıkarır niteliktedir. Bu noktada
yapılan tartışmalardan birisi de üniversitelerin kurulacağı kentin kalkınmasını
sağlayacak bir kurum olmasının gerekliliği üzerinedir.
7. Kentsel Tasarım Açısından Toplum ve Mekân İlişkisi
Mekân, hangi ölçekte olursa olsun, sosyal yapının sadece temsili ya da yan
ürünü değildir. Mekân kurgusu, sosyal yapıyı ve hatta onu oluşturan farklı
katmanları da etkileyen bir boyuttur. Dolayısıyla, sosyal yapı ile mekân arasındaki
ilişki karşılıklıdır ve her mekân örgütlenmesinin ise kullanıcılarını birbirleriyle
kaynaştırıcı ya da birbirlerinden koparıcı bir etkisi vardır. Bu neden-sonuç ilişkisi
bağlamında katı bir ilişki olmasa da, mekân kurgusu, sosyal katmanda ve gündelik
yaşamda insanların birbirleriyle karşılaşmasında önemli bir etki yapar. Bu etkinin
en net şekilde görünür olduğu yerler kentsel açık alanlar, bir başka deyişle, sosyal
mekânın ya da kamusal alanın oluşmasına imkan veren yerlerdir. Şüphesiz,
sosyalleşme ne sadece kentsel açık alanlarla ne de internet siteleriyle sınırlıdır;
kamusal bina olarak adlandırdığımız ve bu ikisinin dışında kalan binalar da buna
dahil edilebilir. Burada, 'kamusal' terimini resmi ya da devlete ait olan mekân
parçalarıyla sınırlı tutmamak; devlete ait olanı da içeren ve herkesin teklifsizce bir
araya gelebileceği mekânlar olarak düşünmek gerekmektedir.
56
Yirminci yüzyılda bilim ve teknolojideki hızlı gelişmeler, insan
toplumlarının yasam şartlarını hem iyileştirici hem de bozucu yönde büyük ölçüde
değiştirmiştir. Çağımız insanı, mekân, enerji ve hammadde sorununa çözüm
getirmek ve gereksinimleri karşılamak amacıyla, doğal ortamlardan aşırı
yararlanma yoluna gitmiştir. Bu aşamada, doğaya bağımlılığın bilincinde olmayan
insan gelişmesinin ürünü olan yapay yasam ortamları çoğalmıştır. Yoğun
yapılaşmanın bir sonucu olarak ortaya çıkan tomografik yapıdaki değişmeler, su,
toprak ve bitki arasında var olan dengeyi bozmaktadır. Öte yandan, gerek
konutlardan kaynaklanan, gerekse çeşitli teknolojik ürünlerin kullanımı ve üretimi
sırasında ortaya yayılan zararlı maddeler, ortam kirlenmesi ya da baksa bir ifade ile
çevre kirlenmesi denilen sorunları yaratmaktadır. Konut sosyal bir olaydır.
Konutların niteliğini belli eden, toplumun psiko-sosyal yapısı olup, konutların ve
kentlerin nitelikleri ülkenin uygarlık düzeyini belli eden en önemli
göstergelerindendir. Barınma koşullarını belirleyen konut nitelikleri; konutun
sağlamlılık durumu, sahip olduğu teknik özellikler, barınma yoğunluğu, oda
sayıları ve hane halkının özellikleri seklinde sıralanabilir (Ekinci-Ozan, 2006: 3).
İkamet edilecek konutlarda barınma koşulları, konutun, özellikle fiziksel
çevre koşulları, es zamanlı olarak ele alınması gereken hususlar arasındadır.
Muş'ta yapılan planlarda, sadece yapı adasının sınırları belirlenmekte ve ada içinde
yapılabilecek toplam inşaat alanı verilmektedir. Gerekli görüldüğünde, yapıların
yola yaklaşma mesafeleri kontrol altına alınmaktadır. Artık Muş'ta konut yapıları,
ada içerisine; otopark, yeşil alan ve oyun alanı gibi altyapılara yer ayrılarak ve
komşuluk iliksilerini güçlendirici çevre düzenlemeleri öngörülerek
yerleştirilmektedir. Muş halkının önceki yıllarda yurt dışına göç etmiş olması,
Fransa ve Almanya gibi ülkeler yerleşmeler, onların, memleketlerine dönüklerinde
farklı yapıları tasavvur etmelerine neden olmaktadır. Özellikle tatil beldelerinde
görülen yapılan Muş'un yeni yerleşim yerlerine inşası da bu durumu
göstermektedir. Artık evler dıştan kaplamalı, geniş ve ahşap parke döşeli bir
biçimde yapılmaktadır. Siteleşmenin yavaş yavaş başladığı Muş'ta, site içerisine
park alanı, çocuk parkı, vb., gibi günlük hayatı kolaylaştıran alışkanlıklar da site
alanına dahil edilmektedir. Büyüklükle ilgili karar verirken, kentin yakın
gelecekteki konut gereksinimi ve bunun ne kadarının proje içinde karşılanacağı
hususu önem taşımaktadır (Ekinci, 2005). Kişi yaşamının büyük bölümünü
konutlarda ya da onun yakın çevresinde geçirir. Konu ile ilgili yapılan araştırmalar,
kişi sağlığını etkileyen parametrelerin basında, konutların ve binaların niteliği ve
niceliği gösterilmektedir. Kalabalık halinde yaşanan konutlarda enfeksiyon
hastalıklarının bulaşma olasılığının artması, bireylerin özel yaşamlarının
sınırlanması ve gençlerle yaşlılar arasında sürtüşmelerin daha yoğun olması gibi
sorunlar da (Dirican, 1993) kentleşmenin bir etkisi olarak görülmeye başlanmıştır.
8. Sonuç
Bugüne kadar, kentsel ortak kullanım alanları üstüne yapılan çalışma ve
tartışmaların ortak argümanı, kentsel mekânlardaki bireylerin -birbirleriyle
doğrudan iletişimde bulunsunlar ya da bulunmasınlar- bir araya gelme olanağının
olmasının sağlıklı bir toplum için gereken en önemli faktörlerden biri olduğudur.
Çok kabaca tanımlanacak olduğunda sağlıklı bir toplumun içermesi gereken asgari
57
özelliklerin başında, demokratik yapı, suç oranının azlığı ve ekonomik dengenin
varlığı gelir. Ancak, tüm bunların mekânsal düzenlemeler ile sağlanabileceğini
zannetme gafletine düşülmemesi gerekir; dahası, mekân dizimsel analizin bu
sosyal olguları mekânda okuyabildiğini farz etmek yanıltıcı olur. Mekân dizimsel
analizin argümanı, kentlilerin etkileşim potansiyelinin dolaylı da olsa fiziksel
çevrenin ürünü olduğudur. Ancak bu noktada, insanların bir araya gelişlerinde,
önceden anlaşılarak olanla, kendiliğinden olan arasında da ayrım yapmak gerekir,
zira birincisi herhangi bir yerde olabilecekken, ikincisi mekânın örgütlenmesinden
doğar (Çil, 2006: 222-223).
Mekân üretiminde, her toplum kendi yeniden üretimine uygun mekânı
üretmektedir ve bu süreç, Lefebvre'nin tanımıyla, “mekânın temsilleri - temsilin
mekânları” diyalektiğinin bir sonucu olan “mekânsal pratikler” üzerinden
gerçekleşmektedir. Toplumsal deneyim sonucu oluşan somut mekânlar ile
projelerin soyut mekânları, mekânsal pratikler içinde karsı karsıya gelmekte;
toplumsal aktörler ve tasarım sureci acısından çatışmalı bir durum ortaya
çıkmaktadır. Günümüz kentsel sistemini oluşturan kent dinamikleri, karşılıklı
etkileşim halinde bulunmakta ve bu etkileşimleri ile sistemin sürekli değişim ve
dönüşüm sureci içinde bulunmasına neden olmaktadır. Bu dönüşüm sureci, sayısız
bileşenin beklenmeyen yeni sonuçlara yol açtığı karmaşık bir yapı içinde
gelişmektedir. Kentsel sistemdeki bütün değişimler, toplum ve mekân iliksisine
yansımakta ve bu iliksiyi dönüştürmektedir. Günümüz kent dinamikleri içinde
toplum ve mekân iliksisine bakıldığında, ayrışmaya ve kutuplaşmaya meyilli bir
toplumsal ve mekânsal yapı ile karşılaşılmaktadır. Bu yapı içinde, toplumsal
aktörlerin uzlaşmaz tavırları sonucunda parçalanmanın hızla devam ettiği ve
“birliktelik” olgusunun yitirilmekte olduğu gözlenmektedir.
Modernistlerin kente bakışları hep işlevsel olmuş ve modernist
reformcular her zaman kenti kendi idealleri doğrultusunda, ihtiyaçlarına göre
biçimleyebilecekleri bir mekân olarak görmüşlerdir” (Işık, 1993: 30).
Modernleşme sürecinde kentlere bakıldığı zaman, kentsel mekânın kapitalizmin
ilkeleri çerçevesinde yeniden şekillendirildiği görülmektedir. Sermayenin
akışkanlığını kolaylaştırmak ve birikimini arttırmak yönündeki eğilim
beraberinde yeni mekânsal düzenlemeler getirmekte, eski çevreler sürekli olarak
bir değişim döngüsü içine girmektedir. Eski çevrelerin değişime ayak
uyduramadığı yerlerde ise bir çarpıklık yaşanmaktadır. Muş bu çarpıklığın yavaş
yavaş içine gömülüyor gibidir, çünkü üniversitenin açılmasından sonra üniversite
personeline ve öğrencilerine “ev yetiştirme” çabası, bu çarpıklığın hızlı bir
biçimde ilerlemesine vesile olmuştur. Olup olmadık yerlere dikilen binalar, estetik
anlamda da görüntü bozukluğuna sebep olmaktadır. Yan taraflarındaki tek katlı
evlerle birlikte verilen pozlar, niteliksiz yapılaşmanın örneklerini gözler önüne
sermektedir. Mekânın, kapitalist ekonominin gereklilikleri doğrultusunda bir
değişim geçirerek niceliksel değerlerinin ön plana çıkması, bulunduğu yer ve
coğrafyayla arasındaki bağların gevşemesi modern zamanlara özgü bir mekân
olgusu olarak kendisini göstermektedir. Mekânsal süreksizliklerin yapısı sermaye
tarafından belirlenmekte; sermaye, mekânın bu özelliğini kullanarak, kendi
karlılığını arttıracak yeni düzenlemeler ve tanımlamalar yapmaktadır.
58
Geçmişten kalma görüntülere, geleneksel yaşamın el aletlerine,
alışkanlıklarına, şivelerine, giysilerine daha çok tepelerde rastlanır (Braudel,
1990) diyor Braudel. Aslında Doğu'ya batlığımızda pek haksız sayılmaz.
Geçmişin izlerinin en çok görüldüğü yer Doğu ve Güneydoğu Anadolu'dur. Çünkü
buralar Türkiye'nin en dağlık ve yüksek bölgeleridir. Fakat kentleşme sistemi bunu
da zaman için içerisinde değiştirmektedir. Günümüz kentsel sistemini oluşturan
kent dinamikleri, karşılıklı etkileşim halinde bulunmakta ve bu etkileşimleri ile
sistemin sürekli değişim ve dönüşüm sureci içinde bulunmasına neden olmaktadır.
Bu dönüşüm sureci, sayısız bileşenin beklenmeyen yeni sonuçlara yol açtığı
karmaşık bir yapı içinde gelişmektedir. Bu karmaşık yapının Muş için gereçli
olduğu da söylenebilir. Özellikle kent indeki sistemsiz yapılanma ve ulu orta
yerlere dikinle binalar bunların en somut örneğidir. Ayrıca kentin genelensel
mekân yapısına da ters düşmektedir., bu tür yapılanmaların sonucu mahallelerin
yok olmasıdır. Kentsel sistemdeki bütün değişimler, toplum ve mekân ilişkisine
yansımakta ve bu ilişkiyi dönüştürmektedir. Günümüz kent dinamikleri içinde
toplum ve mekân ilişkiyi bakıldığında, ayrımsaya ve kutuplaşmaya meyilli bir
toplumsal ve mekânsal yapı ile karşılaşılmaktadır. Bu yapı içinde, toplumsal
aktörlerin uzlaşmaz tavırları sonucunda parçalanmanın hızla devam ettiği ve
“birliktelik” olgusunun yitirilmekte olduğu gözlenmektedir. Postmodern dünyada;
özneler ve nesneler parçalanmakta, dağılmakta, her seferinde yeniden
tanımlanmayı gerektirmekte, yeniden kurulmakta ve yeniden bozulmaktadır.
Postmodern dünyada kentsel tasarım; kent, toplum ve mekân ilişkileri bağlamında
birçok küçük değişkenin varlığının bastan kabul edilmesini ve tasarım süreçlerinin
her aşamasında bu değişkenlerin ilişkilerinin dikkate alınmasını gerektirmektedir.
Toplumsal ve mekânsal ilişkilerin ayrışma ve parçalanma eğiliminde olduğu, her
olgunun her an bozulup yeniden kurulduğu günümüz dünyasında, tasarım olgusu
karmaşıklaşmakta ve zorlaşmaktadır. Toplumsal deneyim içinde şekillenen somut
mekân karsısında kentsel tasarım pratikleri, Lefebvre'nin tanımladığı mekânın
temsilleri projeleri içinde yer almakta ve soyut mekânlar üretmektedir (Çetin,
2008: 123-124). Bu durumda projeler, çeşitli otoritelerin kent mekânına atfettikleri
değer ve işlevler üzerinden geliştirilmektedir. Toplumsal deneyim sonucu oluşan
somut mekânlar ile kentsel tasarım projelerinin soyut mekânları, mekânsal
pratikler içinde karsı karsıya gelmektedir. Bu durum, toplumsal aktörler ve tasarım
sureci acısından çatışmalı bir durum ortaya çıkarmakta; aynı zamanda uzlaşma
zeminini de kendi içinde taşımaktadır (Çetin, 2008). Türkiye'deki kentsel/kamusal
ortamın parçalanmaya meyilli yapısının, toplumsal ve mekânsal sorunlar
hakkında tartışma ve uzlaşma zemininden yoksun olduğu görülmektedir. Kent,
toplum ve mekân üzerine düşünmeyi gerektiren kentsel tasarım pratiklerinin bu
açığı kapatacak şekilde; demokratik, katılımcı ve bütünsel yaklaşımlar
geliştirmesi gerekmektedir. Bütünsel yaklaşımı geliştirirken, farklı disiplinler ile
diyalog içine girerek dinamik ve çok boyutlu bakış acıları kazanmak ve ortak
açılımları demokratik ve uzlaşmacı tartışma ortamlarına taşımak gerekmektedir.
Bu bağlamda kentsel tasarım pratikleri, toplumsal ve mekânsal ilişkilerin karşılıklı
etkileşimlerini dikkate alacak şekilde, dinamik ve çok boyutlu bir model
oluşturmalıdır.
59
KAYNAKÇA
Akbalık, E. (2004) Tüketim Kültürünün Etkisinde Değişen Kentsel Yaşam
Biçimleri ve Küresel Kentler: İstanbul Örneği, İstanbul Teknik Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul.
Aksoy, A. B. – Gür, Ç. (2008) “Ortadoğu Ülkelerinde Aile Yapısı ve Çocuğa
Bakış”, Kastamonu Eğitim Dergisi, Cilt: 16, No: 1, Mart, ss, 49–60.
Alkan, T. (1979). Siyasal Toplumsallaşma. Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Altunpolat, R. (2009) “Mekânda Cins(iyet)in İzini Sürmek ya da Cins Cins
Mekân”, Eğitim Bilim Toplum Dergisi, Cilt: 7, Sayı: 26, Bahar, s, 187-196.
Amin, S.ve AL-Bassusi, N.H. (2004) Perspectives of Egyptian Working
Women, Journal of Marriage and Family, Vol.66, Issue 5, pp, 1287–1299.
Aytaç, Ö. (2007) “Kent Mekânlarının Sosyo-kültürel Coğrafyası” FÜ Sosyal
Bilimler Dergisi, Cilt: 17, Sayı: 2, s, 196-226.
Bakan, K. ve Konuk G. 1987. Türkiye' de Kentsel Dış Mekânların
Düzenlenmesi, TÜBİTAK: Yapı Araştırma Enstitüsü Yayın No:U5, Ankara.
Bali, R. (2002) Tarz-ı Hayat'tan Life Style'a: Yeni Seçkinler, Yeni Mekânlar,
Yeni Yaşamlar, İletişim Yayınları, İstanbul.
Besim, D. Y. (2007) “Özgün Kentsel Mekânların Okunması ve Belirlenmesi
Üzerine Analitik Bir Çalışma: Bodrum Türkkuyusu Örneği” Ankara Üniversitesi Fen
Bilimleri Enstitüsü Peysaj Mimarlığı Anabilim Dalı Yayınlanmamış Doktora Tezi.
Ankara.
Bourdieu, P. (2003) Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, çev: Nazlı
Öktem, İletişim Yayınları. İstanbul.
Braudel, F. (1990) Akdeniz Mekân ve Tarih, çev: A. Derman-N. Erkurt, Metis
Yayınları. İstanbul.
Bütüncül Yaklaşım, Çevre Planlama ve Tasarım Haftası' 96 Etkinlikleri
Sempozyumu, Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü, s. 38-50,
Ankara.
Cüceloğlu, D. (1987) İnsan İnsana. İstanbul, Altın Kitaplar
Çetin, D. (2008) Toplum ve Mekân İlişkisinin Kent Dinamikleri İçinde
İncelenmesi ve Tarlabaşı Örneği, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri Enstitüsü,
Disiplinler Arası Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul.
Çil, E. (2006) “Bir Kent Okuma Aracı Olarak Mekân Dizim Analizinin
Kuramsal ve Yöntemsel Tartışması”, Mugaron YTÜ Mimarlık Fak. E-Dergi, Cilt:1,
Sayı: 4, ss, 218-223.
Çitil, M. İspir, E. Söğüt, Ö. Büyükkasap, E. (2006) “Fen Edebiyat Fakültesi
Öğrencilerinin Profilleri ve Başarılarını Etkilediğine İnandıkları Faktörler; K. S. Ü.
Örneği” Erzincan Eğitim Fakültesi Dergisi, Cilt: 8, Sayı: 2, ss, 69-81.
Dirican, R. (1993) Sağlığı Etkileyen Önemli Fiziksel etmenler ve Bunların
Zarar Vermesini Önleme Yöntemleri (Halk Sağlığı,2. Baskı). Uludağ Üniversitesi
Basımevi. Bursa.
Eczacıbaşı Sanat Ansiklopedisi, (1997). Cilt 2, YEM Yayınları, İstanbul.
Eken, M. (2008) Kültürel ve Sosyal Mekânlara Dönüşen Alışveriş Merkezleri:
Günümüz Kentlisinin Yeni Yerlileri, İstanbul Teknik Üniversitesi Fen Bilimleri
Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul.
Ekinci, C. E.- Ozan, S. S. (2006) Yapı-Çevre ve İnsan-Mekân İlişkileri”, 4.
Cografi Bilgi Sistemleri Bilisim Günleri, 13 – 16 Eylül 2006 / Fatih Üniversitesi /
İstanbul-Türkiye. Erişim:
http://dis.fatih.edu.tr/store/docs/ekinci_yapcevinsnYdrhpMe.pdf
60
Ekinci, C.E- Ozan, S. S. (2006) “Yapı-Çevre ve İnsan –Mekân İlişkisi”, 4.
Coğrafi Bilgi Sistemleri Bilişim Günleri, 13 – 16 Eylül, Fatih Üniversitesi, İstanbulTürkiye.
Ekinci, C.E, (2005) Bordo Kitap: Yapı ve Tasarımcının İnşaat El Kitabı.
Üniversite Kitapevi. Elazığ
Ercan, F. (1996), “Kriz ve Yeniden Yapılanma Sürecinde Dünya Kentleri ve
Uluslar arası Kentler: İstanbul”, Toplum ve Bilim Dergisi,Ankara,Sayı:71,s, 61-95.
Erdoğan, E. 1996. Anadolu Kültür Mozaiğinde Avlu, Çevre Planlama ve
Tasarımına
Göka, Ş. (2001) İnsan ve Mekân, Pınar Yayınları. İstanbul.
Gökçe, B. Ortaöğretim Gençliğinin Beklenti ve Sorunları. Ankara. MEB
Yayınları.
Göktur, P. (2006) “Rezidanslar ve Gentrified Konutlar”, İstanbul'da
Soylulaştırma: Eski Kentin Yeni Sahipleri, der. David Behar – Tolga İslam, İstanbul
Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, s, 143-146.
Gür, S.Ö. (1996) Mekân Örgütlenmesi, Gür Yayıncılık, Trabzon.
Güvenç, B. (1996) Kültür ve Demokrasi. Ankara, Gündoğan Yayınları.
Hasol, D. (1998) Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü, YEM Yayın, İstanbul.
Hasol, D. 1995. Ansiklopedik Mimarlık Sözlüğü, İstanbul.
Işık, O. (1993) “Modernizm Kenti/Postmodernizm Kenti”,Birikim Dergisi,
İstanbul, Sayı: 53, s,27-34
İzgi, U. (1999) Mimarlıkta Süreç: Kavramlar-İlişkiler, Yapı-Endüstri Merkezi
Yayınları, İstanbul.
Kahvecioğlu, H.L. (1998) Mimarlıkta İmaj: Mekânsal İmajın Oluşumu ve
Yapısı Üzerine Bir Model, Doktora Tezi, İ.T.Ü. Fen Bilimleri Enstitüsü, İstanbul.
Karakurt, E. (2006) “Kentsel Mekânı Düzenleme Önerileri: Modern Kent
Planlama Anlayışı ve Postmodern Kent Planlama Anlayışı”, Erciyes Üniversitesi
İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Sayı 26, Ocak – Haziran, s, 1-25.
Kaval, B: (2005) “Siyaset Bilim ve Planlama-Kentleşme İlişkisi: Burhan
Özfatura Dönemi İzmir Örneği”, Dokuz Eylül Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü
Şehir ve Bölge Planlama Bölümü Şehir ve Bölge Planlama Anabilim Dalı,
Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, İzmir.
Keane, J. (1991). Medya ve Demokrasi ( çev.H.Şahin). İstanbul, Ayrıntı
Yayınları.
Kılıçarslan, T. (1996) Kent Sokakları, Yapı 175, s, 81-86.
Köroğlu, A. (1999) Kent İçi Sirkülasyon ve Peyzaj Mimarlığı, Bornova
Örneği'nde İrdelemeler, Yüksek Lisans Tezi, İzmir.
Krier, R. (1990) Urban Space, Rizzoli, Inti Publisher.
Kuban, D. (1998) Mimarlık Kavramları: Tarihsel Perspektif İçinde Mimarlığın
Kuramsal Sözlüğüne Giriş, Yapı-Endüstri Merkezi Yayınları, İstanbul.
Lefebvre, H. (1995) The Production of Space. Cambridge: Blackwell.
Mardin, Ş. (1992) Siyasal ve Sosyal Bilimler. İstanbul, İletişim Yayınları.
Moghadam, V. M. (2003) Modernizing Women: Gender and Social Change in
the Middle East, 2nd ed., Boulder CO: Reinner.
Narlı, N.- Yaşar, N, (1999) “Türkiye'de Hemşeri Derneklerinin Siyasete
Katılması ve Demokratikleşme Sürecine Etkileri: Bursa Örneği”, Yeni Türkiye, Yıl 5,
Sayı 29, Eylül/Ekim, Cilt I: 176-184.
Nas, M. F. (2007) Bölgesel ve Küresel Dinamikler Bağlamında Ortadoğu'da
Kadın Hareketleri, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kadın Çalışmaları
Anabilim Dalı, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Ankara.
61
Öncü, A. (1976). Örgüt Sosyolojisi. Ankara, Sosyal Bilimler Derneği Yayınları.
Öncü, A. (1999) “ 'İdeal Ev' Mitolojisi Sınırları Aşarak İstanbul'a Ulaştı”,
Birikim Dergisi, İstanbul,Sayı: 123, s, 26-34.
Özkan, H. (2002) “Tek Parti Dönemi Coğrafya ve Mekân Anlayışları”, Toplum
ve Bilim, Güz, Sayı: 94, ss, 143-174. Birikim yayınları. İstanbul.
Palabıyık, A. (2010) “The Conditions of the Middle East: A Sociological
Approach to Social Gender”, Arab-Turkish Conferences of Social Sciences: Culture and
Middle Eastern Studies, TOBB University Conference Halls, 10-12 December 2010,
Ankara, TURKEY.
Poyraz, T, Zorlu, A., Şahin, B., Arıkan, G., (2003) “Üniversite Gençliğinin
Sosyal Sorunlara Bakışı” Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:20,
Sayı: 1, ss, 1-32.
Sennett, R. (1996) Kamusal İnsanın Çöküşü, Çev:S.Durak ve A.
Yılmaz,İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Smith, A. D. (1996) Toplumsal Değişme Anlayışı (çev.Ü.Ozkay). Ankara,
Gündoğan Yayınları.
Şahin, M.-Yıldırım, E. (2006) Küreselleşen Dünyada Üniversiteler, Şelale
Yayıncılık. İstanbul.
Tillion, G. (2006) Harem ve Kuzenler, çev: Şirin Tekeli-Nükhet Sirman, Metis
Yayınları. İstanbul.
Torlak, S. E. – Polat, F. (2006) “Kentlileşme Sürecinde Kimlik Farklılaşması
Açısından Denizli'de İki Mahallenin Karşılaştırmalı Analizi”, GÜ İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi Dergisi, 8/2 (2006), s, 167-186.
Tüzmen, H. Meder, M. (2002) “Pamukkale Üniversitesi Öğrencilerinin
Toplumsal, Ekonomik ve Siyasal Eğilimleri Üzerine Bir Araştırma”, Pamukkale
Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi Yıl:2002 (1) Sayı:11, ss, 128-149.
Urry, J. (1999) Mekânları Tüketmek, çev: R. G. Öğdül, Ayrıntı Yayınları,
İstanbul.
Von M. P. (1990) Elements of Architecture: From Form to Place, Van Nostrand
Reinhold Pub., New York.
Yount, K.M. (2005) “Women's Family Poweer and Gender Preference in
Minya- Egypt”, Journal of Marriage and Family, Vol.67, Issue 2, pp, 410–428.
62
MUŞ ALPARSLAN ÜNİVERSİTESİ`NİN İLİN SOSYO- EKONOMİK
GELİŞMESİNDEKİ ETKİLERİ ÜZERİNE TEORİK BİR İNCELEME
Yrd. Doç. Dr. Veli SIRIM
Muş Alparslan Üniversitesi
İİBF İktisat Bölümü
Arş. Gör. Mücahit ÇAYIN
Batman Üniversitesi
İİBF İktisat Bölümü
Özet
Üniversiteler kuruldukları şehirlerin sosyo-ekonomik gelişmesinde
önemli yere sahiptirler. Kısa dönemde bulundukları şehrin gelir ve istihdamını
artırırlar. Uzun dönemde de yaptıkları Ar-Ge harcamaları, oluşturdukları
inovasyon ve teknoloji sayesinde şehrin sosyo-ekonomik gelişmesine katkıda
bulunurlar.
Bu çalışmamızda uzun bir geçmişi olmayan Muş Alparslan
Üniversitesinin kurulduğu yıldan itibaren ilin sosyo-ekonomik gelişmesindeki
katkıları teorik bir şekilde incelenmiştir. Üniversitenin yıllar itibariyle gelir ve
istihdamı artırmadaki katkısı, yaptığı bilimsel ve sosyo-kültürel etkinlikler
sayesinde şehrin sosyo-ekonomik gelişmesinde tuttuğu önemli yer hakkında bilgi
verilmiştir.
Anahtar kelimeler: Muş, Muş Alparslan Üniversitesi, Gelir, İstihdam
Sosyo-Ekonomik Gelişme.
63
1.Giriş
Sosyo-ekonomik gelişme, kişi başına gelirin artırılması şeklinde
özetlenebilecek ekonomik büyüme tanımıyla birlikte, yapısal ve insani gelişmeyi
kapsayan sosyal değişkenleri de içermektedir (www.dpt.gov.tr). Özellikle yapısal
ve insani gelişmeyi kapsadığı içindir ki, sosyo-ekonomik gelişme, ekonomik,
sosyal, ahlaki, kültürel ve politik çağrışımlı bir içeriğe sahiptir. Ekonomik ve
ekonomik olmayan faktörlerin birbiriyle etkileşimlerini bir neden-sonuç ilişkisi
içerisinde barındırmakta olup, bir ülkenin ekonomik, siyasal, kültürel ve sosyal
yapılarındaki ilerlemeyi göstermektedir (Karataş, 2002:7). Diğer bir ifadeyle
sosyo-ekonomik gelişme; sanayileşme, çağdaşlaşma, ilerleme, büyüme ve yapısal
değişme ya da ekonomik, sosyal ve kültürel yapının değiştirilmesi olarak
bilinmektedir. (Ada ve Bilgili, 2007:2). Bu nedenle çok boyutlu ve çok geniş yönlü
bir kavramdır (Karataş, 2002:7). Zira ülkemizde 2011 yılında ilçelerin, illerin ve
bölgelerin sosyo-ekonomik gelişmişlik endeksi araştırması yapan Kalkınma
Bakanlığı birçok değişken kullanmıştır. Bu değişkenler;
Ÿ
Ÿ
Ÿ
Ÿ
Ÿ
Ÿ
Ÿ
Ÿ
Demografik Göstergeler
İstihdam Göstergeleri
Eğitim Göstergeleri
Sağlık Göstergeleri
Rekabetçi ve Yenilikçi Kapasite Göstergeleri
Mali Göstergeler
Erişilebilirlik Göstergeleri
Yaşam Kalitesi Göstergeleridir.
Kısacası sosyo-ekonomik gelişmişlik endeks değerleri demografik yapı,
eğitim ve sağlık hizmetleri, sanayileşme düzeyi, işgücü kompozisyonu, altyapı
olanakları ve gelir düzeyi gibi etkenlere bağlıdır (Albayrak vd., 2013:32). Bir ilde
veya ülkede bu etkenlerin değişmesi ve iyileşmesi de değişik faktörlere bağlıdır.
Bu faktörlerden en önde gelenlerinden birisi eğitim kurumlarıdır. Bu nedenle tüm
dünyada eğitim ile sosyo-ekonomik gelişme arasındaki bağıntı kurulmaya
çalışılmış ve bu kurumların işlevleri üzerinde durulmuştur (Ada ve Bilgili,
2007:2). Yani sosyo-ekonomik gelişmenin sağlanabilmesi için gerekli toplumsal
değişimde, eğitim sistemi ve eğitim kurumlarının önemli yer tuttuğu
söylenilmektedir (Çınar ve Emsen, 2001:93). Toplumsal eğitim düzeyinin
yükseltilmesi ve bilimsel araştırmaların yapılması ise, günümüzde ağırlıklı olarak
eğitim kurumlarının üst kademesi olan üniversiteler sayesinde gerçekleşmektedir.
Hatta son zamanlarda üniversitelerden bu geleneksel işlevleri yanında, ülkelerin
ekonomik ve sosyal kalkınmalarına katkı sağlamaları da beklenmektedir (Sürmeli
vd., 2008:2).
Bir diğer ifadeyle üniversiteler bilimsel araştırma yapma, kültür aktarma,
meslek edindirme gibi geleneksel işlevlerinin yanı sıra topluma iktisadi, sosyal,
kültürel, siyasal ve sağlık alanında bilimsel öncülük yapmaktadır. Özellikle son
yüz yılda üniversiteler faaliyetlerinde hukuki, ekonomik sosyal, sağlık ve teknik
konulara öncellik vererek toplumların ilerlemesinde katkıda bulunmuşlardır
(Karataş, 2002: 210). Nitekim 2547 sayılı YÖK kanununda yükseköğretimin
amaçları arasında bulunan;
64
“Ülkenin bilimsel, kültürel, sosyal ve ekonomik yönlerden ilerlemesini ve
gelişmesini ilgilendiren sorunlarını diğer kuruluşlarla işbirliği yaparak, kamu
kuruluşlarına önerilerde bulunmak suretiyle öğretim ve araştırma konusu yapmak,
sonuçlarını toplumun yararına sunmak ve kamu kuruluşlarınca istenecek inceleme
ve araştırmaların sonuçlandırarak düşüncelerini ve önerilerini bildirmek”
“Yörelerindeki tarım ve sanayinin gelişmesine ve ihtiyaçlarına uygun
meslek elemanlarının yetişmesine ve bilgilerinin gelişmesine katkıda bulunmak,
sanayi, tarım ve sağlık hizmetleri ile diğer hizmetlerde modernleşmeyi, üretimde
artışı sağlayacak çalışma ve programlar yapmak, uygulamak ve yapılanlara
katılmak, bununla ilgili kurumlarla işbirliği yapmak ve çevre sorunlarına çözüm
getirici önerilerde bulunmak” şeklindeki ifadelerde üniversitelerin bulunduğu
bölgenin sosyo-ekonomik gelişmesinin katkıda bulunması gerekliliği
vurgulanmaktadır.
Üniversitelerin bulunduğu ilin sosyo-ekonomik yapısının gelişmesinde
önemli katkılarda bulunduğu gerçeğinden hareketle, bu çalışmada Muş Alparslan
Üniversitesi`nin (MŞÜ) Muş ilinin sosyo-ekonomik gelişmesine etkileri örnek
alınarak ortaya konulan teori somutlaştırılmaya çalışılmıştır. Ancak bu etkiler
incelenmeden önce Muş ilinin bazı sosyo-ekonomik göstergeleri sunulmuştur.
Kalkınma Bakanlığı`nın 2011 yılında yaptığı “İllerin sosyo-ekonomik gelişmişlik
sıralaması araştırmasına” göre Muş ili Türkiye`nin 81 ili içeride 81. sırada yer
alarak sonuncu olduğu tespit edilmiştir (www.dpt.gov.tr). Bu bağlamda söz
konusu üniversitenin Muş ilinin sosyo-ekonomik gelişmesinde şu ana kadar
yaptığı katkı ve bundan sonra sağlayacağı katkıların önemi daha açık bir şekilde
görülecektir. Hazırladığımız bu makalenin bahsettiğimiz katkının daha belirgin
hale gelmesine hizmet edeceğini umuyoruz.
2. Muş İlinin Sosyo-Ekonomik Durumuna İlişkin Bazı Göstergeler
Doğu Anadolu Bölgesinde yer alan Muş ili, doğudan Ağrı ve Bitlis,
kuzeyden Erzurum, batıdan Bingöl, güneyden ise Diyarbakır ve Batman illeri ile
çevrilidir. Muş ilinde iklim karasal olup, kışları soğuk ve kar yağışlı, yazları ise
çoğunlukla kısa ve serin geçmektedir. İl, alanı yaklaşık 1650 km^(2 )ve
Türkiye'nin en büyük ovalarından birisi olan Muş Ovasına sahiptir
(www.mus.gov.tr). Şehirde kırsal nüfus yoğunluğu fazla olup, sürekli göç
olmaktadır. Ancak son yıllarda ilin net göç hızı azalmıştır. ilin 2007-2008
döneminde net göç hızı %-38,4 iken 2011-2012 döneminde %10`dan fazla
azalarak %-25,6 olmuştur (www.tuik.gov.tr). İlde göçen genç nüfus nedeniyle
çalışma çağı nüfusu oldukça düşüktür. Yine ilden batı bölgesindeki illere süregelen
göçün hızı azalsa da, hala yüksek olmasından dolayı Muş, Türkiye'de şehir
nüfusunun ve şehirleşmenin en düşük olduğu illeri arasındadır. Şehirleşmenin
düşük olması da ilin eğitim potansiyelini olumsuz etkilemiştir. Örneğin Muş kadın
okur-yazar oranı ve yüksekokul veya fakülte mezunu nüfusu itibariyle en düşük
iller arasında iken, şehirleşmenin yüksek olduğu Ankara ve İzmir gibi kentlerde bu
oranlar en yüksek olmuştur (www.kalkınma.gov.tr).
65
Ancak son yıllarda şehir merkezine olan göç artmaktadır. Dolaysıyla ilde
sağlık altyapısı bakımından yeni yatırımlar yapılmasına rağmen, göçün
oluşturduğu hızlı şehir nüfusu artış hızı bu altyapıyı yetersiz bırakarak ilin kişi
başına düşen uzman hekim, diş hekimi, yatak sayısı ve eczane oranında Türkiye
ortalamalarının altında kalmasına neden olmuştur (www.daka.gov.tr).
Doğu Anadolu Bölgesi Türkiye'deki sanayi işletmelerinin sayısında
sadece %2 pay alırken, Muş ili de ancak bu bölgedeki sanayi işletmelerinden
sadece %2 pay almaktadır. Yani ilin sanayisi yok denecek kadar az olup, ekonomisi
daha çok tarım ve hayvancılığa dayanmaktadır. Dolayısıyla, yerel hammadde
kaynaklarına bağlı olarak ildeki sanayinin büyük bir bölümü de gıda sanayinde
faaliyet göstermektedir. İlde ticaret, tarım ve Devlet hizmetlerinden sonra
gelmektedir (www.sanayi.gov.tr).
Kente sektörlere göre istihdam oranlarına bakıldığında, 2006 yılına kadar
istihdamda hakim sektör tarımdır. Öyle ki nüfusun %50`sinden fazlası bu sektörde
çalışmaktadır. 2007 yılından itibaren istihdamda hakim sektör olan tarımın payı
azalmıştır. 2008 yılına gelindiğinde ise istihdamda hizmetler sektörü hakim sektör
olup, tarım sektörünün payı %35`lere kadar gerilemiştir. Bundan sonra da yıllar
itibariyle hizmetler sektöründe çalışanların sayısı gittikçe artmışken, tarım
sektöründe çalışanların sayısı ise azalmıştır (www.daka.org.tr). Tarım sektöründe
istihdam oranının azalması ve hizmet sektöründe istihdam olunanların sayısının
artmasına rağmen sosyal güvenlik kapsamı dışında kalan nüfus oranı bakımından
Muş Türkiye`de ilk sırada bulunmaktadır (www.kalkınma.gov.tr).
İlde tarım da yeterince gelişmemiştir. Toplam 819.600 hektar olan il
yüzölçümünün 342.198 hektarı tarım arazisidir. Tarım arazisinin 335.049 hektarı
tarla arazisi, 7.149 hektarı da bağ-bahçe'dir. Diğer bir ifadeyle Muş Türkiye'nin en
büyük ovalarından birisine sahip olmasına rağmen, ovadan yeterince fayda
sağlanamamaktadır. Sert iklim koşulları, Muş Ovası'nın drenaj sorunu, biriken
suların taşkın ve erozyon tehdidi oluşturması gibi nedenler, ovada tarımsal
faaliyetleri sınırlayan faktörlerin başında sayılmaktadır (www.mus.gov.tr).
Muş'ta hayvancılık, tarım kesiminin en önemli alt sektörüdür. Hatta
Türkiye'nin en büyük canlı hayvan depolarından biri olmasıyla hayvancılıkta
Türkiye'de önemli bir yere sahiptir. Şehir hem kişi başına canlı hayvanlar değeri
bakımından hem de kişi başına hayvansal ürünler bakımından ilk sıralarda yer
alarak Türkiye ortalamasının üzerindedir. Buna karşın az sayıda süt ve süt ürünleri
imalathanesi haricinde ilde et sanayii, gübre sanayii, süt sağım sistemleri sanayii
gibi hayvancılıkla ilgili yatırımlar mevcut değildir (www.daka.org.tr). Büyükbaş
hayvan sayısı bakımından önde bulunan il, süt verimi ve et verimi açısından
gerilerde kalmaktadır. Sağılan hayvan başına süt ve kesilen hayvan başına et
miktarları Türkiye ortalamasının altındadır (www.serka.gov.tr).
66
Muş, Kalkınma Bakanlığınca illerin sosyo-ekonomik durum analizlerinde
değişken olarak kullandığı erişilebilirlik göstergeleri itibarıyla ele alındığında ise,
asfalt-beton köy yolu oranının iklim ve coğrafya koşullarının da etkisiyle, Türkiye
ortalamasının çok gerilerindedir. Kişi başına düşen GSM abone sayısı ve geniş
bant internet abone sayılarında Muş Türkiye`de son sıralarda yer almaktadır. İlin
internet erişim durumu teknoloji altyapısını ve dışa açıklığını yansıtırken ilin GSM
kullanım yoğunluğu, iletişim imkânlarını ve altyapı yeterliliklerini
göstermektedir. Böylece kent altyapı, teknolojik altyapı ve iletişim imkânları
noktasında çok yetersizdir. Tüm bu nedenlerdendir ki Muş ili 2003 yılında Devlet
Planlama Teşkilatı ve 2011 Kalkınma Bakanlığı tarafından yapılan “İllerin sosyoekonomik gelişmişlik sıralaması araştırmasında” Türkiye`nin sonuncu ili
olmuştur.
Aslında tarihsel olarak daha gerilere gidildiğinde de Muş kenti sosyoekonomik gelişmişlik kıstasların çoğunda geri kalmış ve bu geri kalmışlığın
giderilmesi için halk nezdinde “Alparslan Üniversitesi” adında bir üniversitenin
kurulması gerektiği vurgulanmıştır (Ekici, 1995:14). Çünkü bu kurulan üniversite
ilin eğitim seviyesini yükseltecek, tarımsal eğitim düzeyine katkı sağlayacak ve
kültürel mirasını koruyacaktır. Kısacası kurulacak üniversitenin, ilin sosyoekonomik gelişmesinde temel aktör olacağı beklenilmiştir (Ekici,1998:42-43).
3. Muş Alparslan Üniversitesi ve İlin Sosyo-Ekonomik Gelişmesine
Etkileri
Muş Alparslan üniversitesi 29 Mayıs 2007 tarihli Resmi Gazetede
yayımlanarak yürürlüğe giren Kanun ile kurulmuş 17 yeni Üniversiteden birisidir.
Üniversite bünyesinde; Eğitim Fakültesi, Fen Edebiyat Fakültesi, İktisadi ve İdari
Bilimler Fakültesi, İletişim Fakültesi, Mühendislik-Mimarlık Fakültesi ile İslami
İlimler Fakültesi olmak üzere altı fakülte, Fen Bilimleri Enstitüsü ve Sosyal
Bilimler Enstitüsü olmak üzere iki enstitü, Meslek Yüksekokulu ve Malazgirt
Meslek Yüksekokulu olmak üzere iki meslek yüksekokulu ile bir yüksekokul
(Sağlık Yüksekokulu) bulunmaktadır. Daha önce söz konusu akademik birimlerin
tamamının şehir merkezinde farklı yerleşkelerde bulunması nedeniyle “Şehir
Üniversitesi” olarak adlandırılan üniversite 2012 yılından itibaren akademik
birimlerinin çoğunun kampüs yerleşkesine taşınmasıyla “Kampüs Üniversitesi”
unvanını almıştır.
2007 yılında “Şehir Üniversitesi” olarak adlandırılan üniversite, beş yılın
sonunda “Kampüs Üniversitesi” kimliğine kavuşuncaya kadar pek çok yatırım
gerçekleştirilmiştir. Zira kampüsü oluşturmak için fakülte binaları, spor tesisleri,
araştırma laboratuarı, merkezi derslikler ile lojman ve sosyal tesisler gibi onlarca
bina yapılmıştır. Bununla beraber üniversiteye kayıt olan öğrencilerin sayısı yıllar
bazında sürekli artmıştır. (www.alparslan.edu.tr).
67
«Bu büyük yatırım harcamaları ile öğrenci harcamaları ilin ekonomisini
canlandırarak Muş iline gelir katkısı oluşturmuştur. Aslında üniversite sadece gelir
katkısı değil, çalıştıranları sayesinde de istihdam etkisini meydana getirmiştir
(Çayın, 2012:2). Bir üniversitenin mal ve hizmet alımları için yaptığı
harcamaların, öğrenci ve ailelerin harcamaları ile kurumda çalışanların maaş ve
ücretlerin tüketim harcamalarında kullanımının bölge halkının gelirini artırdığı,
yeni iş sahaları ve olanakları oluşturduğuna (Hoffman, 2008:2) dair Batılı
akademisyenler tarafından önemli araştırma ve tespitler söz konusudur. Örneğin
Pastor vd (2008) Valencia`daki devlet üniversiteleri üzerinde yaptığı
çalışmalarında şehirdeki üniversitelerin oluşturdu gelir katkısının yanında
çalıştırdığı 16124 kişiyle direk istihdam sağladığını ve bu istihdamın Valencia
istihdamının %0,72 tekabül ettiğini söylemişlerdir. Ayrıca üniversite, öğrenci,
üniversiteden dolayı şehre gelenler ile üniversitelerdeki konferanslara katılmak
için gelenlerin harcamalarıyla oluşan gelir katkısı bazı sektörlerdeki talebi
etkileyerek bu sektörlerdeki istihdamı artırmıştır. Böylece hesaplamalarına göre
üniversiteler sayesinde istihdam olanların sayısı Valencia`da istihdam olanların
%2.43`ne denk gelmiştir.
Yine Robert ve Philip (1996) Güney Doğu Galler'deki Cardiff
Üniversitesi ile bölgesel kalkınma arasındaki ilişkiyi incelerken bahse konu
üniversitenin o bölgede sadece yılda yaklaşık olarak £100 milyon gelir değil,
bunun yanında 3000`nin üzerinde istihdam sağladığını da vurgulamışlardır.
Kısaca üniversitelerin kuruldukları yerlere olan ekonomik katkıları, üniversite
sayesinde yapılan harcamalar ve oluşturulan istihdam olarak değerlendirilebilir.
Bu tespitlerden hareketle MŞÜ'nün Muş iline gelir katkısı tahmini
üniversite harcamaları ve öğrenci harcamaları üzerinde yapılmıştır. Aslında
üniversitelerin, personellerinin, öğrencilerinin yaptıkları harcamalar şehrin
ekonomisinde doğrudan veya dolaylı, uyarılmış etkiler oluşturur (Ceyhan ve
Güney, 2011:183). Ancak çalışmamızda amaç üniversitenin yıllar bazında yaptığı
etkiyi tahmin etmek olduğundan ya da sadece bir akademik dönem baz alınmadığı
için üniversitenin oluşturduğu gelir etkisi bir bütün olarak ele alınmıştır. Bu
nedenle üniversitenin bütün harcamaları (Personel Giderleri, Sosyal Güvenlik
Kurumlarına Devlet Primi Giderleri, Mal ve Hizmet Alım Giderleri, Cari
Transferler ve Sermaye Giderleri) için Tablo:1 ve üniversite öğrencilerinin
harcamalarını tahmin için ise öğrenci sayılarını gösteren Tablo:2 oluşturulmuştur.
68
Tablo:1- Üniversitenin Yıllar Bazında Harcamaları TL.
Yıl
Üniversite harcamaları
2009
11.372.367,84
2010
28.426.782,00
2011
42.062.410,00
2012
60.743.050,00
2013
27.966.950,00*
Kaynak: Strateji Geliştirme Dairesi Başkanlığı
*2013'teki harcama veri yetersizliğinden dolayı sadece Ocak-Haziran dönemindeki
harcamayı kapsamaktadır.
Tablo:1 incelendiğinde üniversite harcamalarıyla oluşan gelir katkısı
2009 yılından itibaren büyük oranlarla sürekli arttığı gözlemlenmiştir. Çünkü 2009
yılında 11.372.367,84 TL olan üniversite harcaması yaklaşık 2,5 kat artarak 2010
yılında 28.426.782,00 TL olmuştur. Keza diğer yıllardaki artışlarında büyük oranlı
olduğu anlaşılmaktadır. Yıllar bazında bu harcamaların tamamının il ekonomisine
yansımadığı düşünüldüğünde dahi gelir katkısının yüksek olduğu aşikârdır.
Üniversitenin şehre olan gelir katkısını oluşturan önemli etkenlerden birisi
de öğrenci harcamalarıdır. Öğrenci sayısının yıllar bazında sürekli artığı
Tablo:2`den anlaşılmıştır. 2009 yılından itibaren öğrenci sayısının artması
harcamalarında arttığı anlamına gelmektedir. Zaten Mayıs 2011 yılında söz
konusu üniversitenin öğrencilerine uygulanan anket neticesinde bir öğrencinin
aylık ortalama harcaması 460,30 TL olduğu anlaşılmıştır (bkz. Çayın,2012: 71).
2011 yılında öğrencilerin ortalama 8 ay şehirde kalmaları göz önünde
bulundurarak bu değeri 2011 yılındaki öğrenci sayısı olan 4215 ile çarptığımızda
2011 yılında 15.521.316,00 TL gelir katkısı öğrenci harcamaları neticesinde
oluştuğu görülmektedir. Bu çalışmanın verilerinin güncelleştirilmiş değerlerle ele
alınması ve 2012 ile 2013 yılındaki öğrenci sayıları ile düşünüldüğünde söz
konusu yıllarda bu katkının daha fazla arttığı ortaya çıkmaktadır. Yani gerek
kurumun yaptığı harcamalar gerekse öğrenci harcamaları neticesinde olsun
üniversitenin şehre olan gelir katkısı sürekli artmıştır. Diğer taraftan bu harcamalar
neticesinde il ekonomisinde yüksek talebin oluştuğu ve bu talebin karşılanması
için ekonomisi tarım ve hayvancılığa bağlı bulunan bölge halkını farklı ekonomik
faaliyetlere yönlendirdiği söylenilebilir.
69
Tablo:2- Üniversitenin Yıllar Bazında Öğrenci Sayıları.
Yıl
Öğrenci Sayısı
2009
1570
2010
2920
2011
4215
2012
6246
2013
7494
Kaynak: Öğrenci İşleri Dairesi Başkanlığı
MŞÜ'nün şehirdeki istidama katkısı da doğrudan ve dolaylı bir şekilde
gerçekleşmektedir. Üniversitede doğrudan çalışanların yanı sıra üniversite
öğrencileri, üniversite çalışanları ve ziyaretçiler tarafından yapılan mal ve hizmet
harcamalarının etkisi ile dolaylı olarak oluşturulan bir istihdam söz konusudur
(Ceyhan ve Güney, 2011:201). Yani üniversite bünyesinde çalışan akademik
personel, idari personel ve güvenlik temizlik, kantin çalışanları üniversitenin direk
istihdam katkısını oluştururken, üniversite sayesinde yapılan toplam harcamalarla
yerel iş yerlerinde oluşan istihdamda dolaylı istihdam katkısını oluşturur.
MŞÜ'nün ilde oluşturduğu direk istihdam katkısı Tablo:3`ten de
görüldüğü gibi 2009 yılından itibaren sürekli artış göstermiştir. Tablodaki
rakamlar küçük gibi görülse de Muş ilindeki en büyük bir işletmede dahi 400`ün
üzerinde çalışan olmaması nedeniyle üniversite, 2011, 2012 ve 2013 yıllarında
şehir için büyük bir işletme veya fabrika niteliği taşımıştır. Bununla birlikte
üniversitenin dolaylı olarak meydana getirdiği istihdam da düşünüldüğünde
üniversitenin şehir için önemini daha da artırmaktadır.
Tablo:3- Üniversitenin Yıllar Bazında Personel Durumu.
Yıl Akademik Ders
2009
115
2010
244
2011
325
2012
363
2013
422
İdari Personel Diğer Pers*
77 60
113 42
142 97
171 130
220 140
Toplam
252
399
564
664
782
Kaynak: Personel Dairesi Başkanlığı
*Güvenlik ve temizlik hizmetinde çalışanları kapsamaktadır.
Üniversitenin dolaylı şekilde oluşturduğu istihdam katkılarından bir diğer
kurum örneği olarak Muş Havalimanını gösterebiliriz. Zira Sürmeli vd (2008)
çalışmalarında Sarılgan (2007) Avrupa'daki araştırmalar sonucunda
havaalanlarındaki her 1.000 yolcunun ortalama 4 kişiyi istihdam ettiğini
belirtmesine istinaden Anadolu Üniversitesi`nin 2007 yılı için 63 kişiye dolaylı
olarak yeni iş imkânı sağlayarak yerel istihdama katkıda bulunduğunu
söylemişlerdir. Keza MŞÜ de Muş Havalimanında istihdam olanların sayısını
artırarak yerel istihdamda dolaylı olarak katkıda bulunmuştur. Şöyle ki Tablo:4'te
Muş Havalimanına gelen-giden yolcu sayıları incelendiğinde 2007 yılında 23.905
70
olan yolcu sayısı yaklaşık olarak dört kat artarak 2008 yılında 88.875`e ulaşmıştır.
Yolcu sayısı yıllar bazında sürekli artarak 2013 yılının on ayında 218.577
yükselmiştir ki bu rakam 2007 yılının neredeyse on katı olmuştur.
Ortalama 1000 yolcunun dört kişiyi istihdam ettiği (Sarılgan, 2007, Akt:
Sürmeli) düşüncesinden hareketle yolcuların istihdam katkısının 2013 yılında 872
kişi olduğu görülmüştür. Muş Havalimanı Personel Şefliğin`den alınan bilgilere
göre havalimanında bilfiil çalışanların 200`den fazla olduğu ve her bir kişinin
ortalama dört kişiye bakmasından ötürü bu katkının 800`ü aştığı düşünülmüştür.
Nihayetinde yolcu sayısındaki artışların tamamının üniversite sayesinde olmasa
dahi büyük bir kısmının üniversite çalışanının, öğrenci ve öğrenci yakınlarının
sürekli artmasından kaynaklandığı düşünülmektedir. Yani havalimanındaki artan
istihdamın tamamı olmasa da çoğunluğun üniversitenin il ekonomisinde
oluşturduğu dolaylı istihdam olarak değerlendirilebilir.
Tablo:4- Muş Havalimanı Gelen- Giden Yolcu Sayıları.
Yıl
2007
2008
2009
2010
2011
2012
2013
Gelen-Giden Sayısı
23.905
88.875
115.795
179.808
196.543
207.248
218.577*
Kaynak: Devlet Hava Meydanları İşletmesi İstatistikleri
*2013 yılının ilk on ayın verisidir.
Üniversitenin dolaylı olarak yerel istihdama katkı oluşturduğu
kurumlardan bir diğeri bankalar olarak değerlendirilmiştir. Nitekim İlde yeni
açılan banka şubeleri olmuş ve bu bankalarda istihdam olanların sayısı artmıştır.
Tablo:5`den de görüldüğü gibi 2007-2012 döneminde 4 yeni banka şubesi
açılmıştır. Bu bankalar 2007 yılında 97 kişiye iş kapısı olurken, 2012 yılında 35
kişiyi daha istihdam ederek 132 kişiye iş kapısı olmuştur. Buna karşılık 2002
yılından 2007 yılına kadar banka şube sayısında herhangi bir değişim olmadığı
görülmektedir (www.tbb.org.tr). Üniversitenin kuruluş tarihi olan 2007 yılından
sonra şube sayılarının ve bu nedenle de istihdam oranının artması bütünüyle
olmasa da büyük çoğunluğunun üniversiteden kaynaklandığı söylenebilir.
71
Tablo:5- Yıllar İtibariyle Muş'taki Banka Şube ve Çalışan Sayısı.
Yıl
Banka Şube Sayısı
Çalışan Sayısı
2007
9
97
2008
9
110
2009
11
127
2010
12
140
2011
12
138
2012
13
132
Kaynak: Türkiye Bankalar Birliği
Diğer taraftan üniversitenin kuruluş tarihinden itibaren şehir merkezinde
kurulan işletme sayısı da gittikçe artmış ve bu işletmelerde yüzlerce kişi istihdam
edilmiştir. Nitekim üniversiteden dolayı açılan işletmeler ve bu işletmelerde
istihdam edilenler için oluşturulan Tablo:6 incelendiğinde 2007 yılından itibaren
açılan yeni işletme sayısında artış yaşanmış, açılmış işletme sayısının en az olduğu
yıl olan 2009`da dahi 110 kişi çalıştırılmıştır. 2011 yılından itibaren ise bu
işletmelerde çalışanların sayısı 200`ü geçmiştir. İlde üniversitenin sayesinde
meydana gelen doğrudan gelir etkisiyle yükselen talebi karşılamak amacıyla
faaliyette bulunan işletmelerinin bu faaliyetlerini yürütmek amacıyla insan gücü
istihdamına gitmeleri, üniversitenin bölge halkına gelir ve istihdam noktasında ne
denli önemli katkı sağladığına işaret etmektedir. Her ne kadar hala göç veren bir il
konumunda olsa bile verilen göçün yıllar bazında azalması üniversitenin direk ve
dolaylı olarak oluşturduğu istihdam katkısının bir yansıması olarak da
algılanabilir. Yine ilin tarım sektöründeki istihdam payının yıllar bazında azalması
ve hizmetler sektöründeki istihdam payının yıllar bazında artması üniversitenin il
ekonomisinde oluşturduğu gelir ve istihdam katkısından kaynaklandığı
söylenilebilir.
Tablo:6- Muş'ta Üniversiteden Dolayı Açılan İşletme Sayısı ve Çalışanları.
Yıl
Açılan İşlet. Say.
İşlet. Çalış. Say.
2007
85
107
2008
102
180
2009
65
110
2010
122
190
2011
135
200
2012
156
210
2013
108
190
Kaynak: Muş Esnaf ve Sanatkârlar Odası Başkanlığı
72
Aslında üniversitelerin kuruldukları yerlerde sadece gelir ve istihdamı
artırma fonksiyonu olmayıp, bunun yanında üniversitedeki veya toplumdaki
insanları eğiterek beşeri sermaye stokunu artırmak, Ar-Ge faaliyetlerinde
bulunmak ve teknoloji ile inovasyonu sağlamakla sosyo-ekonomik gelişmeye etki
etme fonksiyonu da bulunmaktadır (Hoffman, 2008:2). Oluşan beşeri sermaye
stoku sosyo-ekonomik gelişmeye kısa dönemde pozitif etki oluştursa da Ar-Ge
harcamaları ve teknoloji oluşturmanın da sosyo- ekonomik gelişme üzerindeki
etkileri ancak uzun dönemde belirlenir (Dutch vd, 2011:12).
Bu bağlamda Muş Alparslan Üniversitesi tarafından yapılmış olan proje
ve bilimsel etkinlikler (çalıştay, konferans, kongre ve sempozyum gibi) ile sosyal
ve kültürel etkinlikler (şenlik, yürüyüş, ve konser gibi) de ilin sosyo-ekonomik
gelişmesinde önem arz ettiği düşünülerek incelenmiştir. Muş Alparslan
Üniversitesinin 2011, 2012 ve 2013 yıllarında yaptığı bilimsel ve sosyal-kültürel
etkinlileri için Tablo:7 oluşturulmuştur.
Tablo:7- Üniversitenin Yaptığı Bilimsel ve Sosyo-Kültürel Etkinlikleri.
Yıl
2011
2012
2013*
Bilimsel Etkinlikler
7
24
18
Sosyo- Kültürel
Etkinlikler
14
7
17
Projeler
4
6
4
Kaynak: Üniversitenin Faaliyet Raporları ile Sağlık Kültür ve Spor Dairesi B.
*Bu yıla ait veriler Ocak-Ekim dönemindeki verilerdir.
Tablo:7 incelendiğinde üniversite tarafından 2011 yılında 7 bilimsel
etkinlik, 14 sosyo-kültürel etkinlik ve 4 proje gerçekleştirilmiştir. Hazırlanan
projelerden iki tanesinin Kalkınma Bakanlığı SODES tarafından desteklenen
“Gençler İş İstiyor” ile “Sağlıklı Yaşam Güvenceli Gelecek” projeler olması söz
konusu projelerin ilin sosyo-ekonomik gelişmesiyle doğrudan ilgili olduğu
görülmüştür. (www.alparslan.edu.tr). Üniversite 2012 yılında ise 24 tane bilimsel
etkinlik gerçekleştirmiştir. 2012 yılında bu etkinliklerin çoğalması hem eğitim
açıdan hem de etkinlikler için şehir dışından gelenlerin yaptığı harcamalar
neticesinde üniversitenin şehrin sosyo- ekonomik gelişmesine daha fazla katkı
sağladığı söylenilebilir.
2013 yılında yapılan sosyo-kültürel etkinlikler sadece yılın on ayını
kapsamasına rağmen toplamda 2012 yılına göre artmıştır. Bilimsel etkinlikler ise
2012 yılına göre azalmış ancak on ayın verileri olması nedeniyle bu etkinliklerin
de artabileceği tahmin edilmektedir. Netice itibariyle üniversite tarafından yapılan
etkinlik ve projelerin genel olarak artığı görülmüştür. Bu nedenle üniversitenin ilin
sosyo-ekonomik gelişmesine katkısı sadece gelir ve istihdamı artırmak olmayıp,
bunun yanında ilin teknik konularda eğitimini sağlamak ile sosyal ve kültürel
aktivitelerini de artırmak olarak ele alınabilir.
73
4. Sonuç ve Öneriler
Üniversiteler kuruldukları illerin sosyo-ekonomik gelişmesinde hem kısa
dönemde hem de uzun dönemde önemli yer tutarlar. Kısa dönemde şehrin istihdam
ve gelirinde önemli derecede artışlar meydana getirmektedirler. Çünkü üniversite
ve öğrencilerin yaptığı harcamalar şehirdeki talebi artırarak yerel halkı bu talebi
karşılamak için farklı ekonomik faaliyetlere yönlendirir. Özellikle tarım ve
hayvancılıkla uğraşan halkı bu sektörlerin yanı sıra giyim, kırtasiye, barınma,
yiyecek, içecek, sağlık, ulaşım, barınma ve bankalar gibi hizmetler sektörüne
yönlendirmektedir. Böylece yeni istihdam alanları açılmakta ve yerel halkın geliri
artmaktadır. Yine üniversiteler uzun dönemde de yaptıkları Ar-Ge harcamaları,
oluşturdukları yenilik ve teknolojilerle şehrin sosyo-ekonomik gelişmesinde
görevler üstlenmektedir.
Çalışma konusu olan MŞÜ de daha 6 yıllık bir geçmişe sahip olmasına
rağmen gerek yaptığı harcamalar sayesinde olsun gerekse istihdam ettiği personel
sayesinde olsun şehrin sosyo-ekonomik gelişmesinde önemli etkilerde
bulunmuştur. Öyle ki sanayii gelişmemiş Muş ili için büyük bir endüstriyel kurum
fonksiyonunu üstlenmiştir. Çünkü kurulduğu yıldan itibaren öğrenci ve çalışan
sayısını artırarak şehrin gelir ve istihdamına çok büyük katkılarda bulunmuştur.
Halkın büyük çoğunluğu tarım sektöründe istihdam olunan Muş`taki hizmet
sektörünü geliştirerek halkın büyük kısmının hizmetler sektöründe istihdam
edilmesine kapı aralamıştır. Muş ilinin hala göç veriyor olmasına rağmen son
yıllarda net göç hızının azalması üniversitenin şehre getirdiği ekonomik canlılık
sayesinde olduğu düşünülmektedir. Yine ilin kalkınması için verilen eğitim,
düzenlenen konferans ve gerçekleştirilen projeler de ilin sosyo-ekonomik
gelişmesinde üniversitenin etkilerinin boyutunu göstermektedir.
Bununla birlikte Muş ili sosyo-ekonomik gelişmişlik kıstaslarının
çoğunda Türkiye`nin hala sonuncu ili olması üniversiteye daha fazla görev
yüklediği düşüncesinden hareketle bazı öneriler sıralanmıştır.
a) İlin ekonomisinin daha çok tarım ve hayvancılığa dayanması sebebiyle
üniversite bünyesinde Ziraat Fakültesi ve Veteriner Fakültesinin açılması veya en
azından Meslek Yüksek Okulu bünyesinde tarım biyoteknolojisi, bitkisel ve
hayvansal üretim ve hayvan sağlığı ile ilgili programların açılması
düşünülmektedir. Böylelikle Türkiye`nin en büyük ovalarından birisi olmasına
rağmen tarımın bilinçsiz olarak yapıldığı ve verimin düşük olduğu Muş ovasındaki
verim ve toprağın getirisi olan rant artacaktır. Keza açılan Veteriner Fakültesi
sayesinde hayvancılıkta sayı olarak Türkiye ortalamasının üzerinde olan, ancak
hayvancılık getirilerinde son sıralarda olan kent halkı daha bilinçli ve verimli bir
şekilde hayvancılık yapma imkânı bulacaktır.
74
b) Sanayisi yok denecek kadar az olan Muş`un sanayi bakımından
gelişimine daha fazla katkı sağlanması için üniversite bünyesinde yine akademik
birim olarak “Üniversite-Sanayi İşbirliğini Geliştirme ve Araştırma Merkezi”
kurulması faydalı olacaktır.
c) İldeki merkezi ve yerel yöneticiler ile sivil toplum kuruluşlarının ilin
sosyo-ekonomik gelişmesinde temel aktörlerinden birisinin MŞÜ olduğunun
farkına varmalarının, böylelikle üniversite ile işbirliğinin daha sıkı ve güçlü hale
getirmelerinin sağlanması şarttır. Örneğin üniversiteden teknik konularda yardım
almak, üniversite ile birlikte ortak projeler hazırlamak ve yerel halkı teknik
konularda eğitmek üzere üniversitenin akademik kadrosundan faydalanmalarının
önü açılmalıdır. Diğer yandan ilgili dış paydaşların, üniversitenin uzun bir
geçmişinin olmaması hasebiyle üniversitenin kurumsal yapısını tamamlamasında
üniversiteye yardımcı olmayı bir gereklilik olarak görmeleri gerekir.
d) Üniversitenin kurumsal altyapısının tamamlamasında Muşlu büyük
girişimci kesimlerin ve iş adamların da büyük görevler üstlenmesi gerektiği
düşünülmektedir. Bunlar tarafından üniversiteye yapılacak nakdi yardımlar,
üniversite kampüsünde oluşturulan laboratuar ve araştırma merkezleri sayesinde
üniversite kurumsal yapısını daha hızlı tamamlayacak, böylece ilin sosyoekonomik gelişmesine daha çok katkı sağlayacaktır.
75
KAYNAKÇA
Ada, Şükrü; Bilgili, A. Sinan, “Üniversitenin Şehrin Sosyo-Ekonomik
Kalkınmasına Etkisi: Atatürk Üniversitesi Örneği”,
www.deu.edu.tr/userweb/iibf_kongre/dosyalar/ada.pdf, Erişim Tarihi: 25.10.2013
Albayrak, A. Sait (Proje Yöneticisi), Türkiye`de İllerin Sosyo-Ekonomik
Gelişmişlik Düzeylerinin En Önemli Belirleyicileri ve İllerin 2012 Sosyo-Ekonomik
Gelişmişlik Sıralaması, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Rize, 2013.
Ceyhan, M. Said; Güney, Gül, “Bartın Üniversitesi`nin Bartın İli`nin
Ekonomik Gelişimine 20 Yıllık Projeksiyonda Katkılarının Değerlendirilmesi”, Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 21 (2), 2011, s. 183-207.
Çayın, Mücahit, Muş Alparslan Üniversitesi`nin İl Ekonomisindeki Yeri,
Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi),
Erzurum 2012.
Çınar, Recai; Emsen, Ö. Selçuk, “Eğitim ve İktisadi Gelişme: Atatürk
Üniversitesi`nin Erzurum İl Ekonomisi ve Sosyal Yapısı Üzerindeki Etkileri”, .Atatürk
Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, 15(1-2), 2001, s. 91-104.
Duch, Néstor; García-Estevez, Javier; Parellada, Martí, “Universities and
Regional Economic Growth in Spanişh Regions”, Documents de Treball de l'IEB, 6,
2011, 1-22.
Ekici, M. Sena, Alparslan Üniversitesi ve Barajının Muş İli Kalkınmasına
Muhtemel Katkıları, Şanlıurfa 1995.
Ekici, M. Sena, Muş Dosyası, Muş Eğitim ve Kalkındırma Vakfı Yayınları,
İstanbul 1998.
Hoffman, Dennis, The Contribution Of Universities To Regional Economies,
Arizona State University, 2008.
Karataş, Muhammed, Üniversitelerin Sosyo-Ekonomik Gelişmedeki Rolü ve
Önemi: Muğla Üniversitesi Örneği, Muğla Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
(Yayımlanmış Doktora Tezi), Muğla 2002.
Pastor, J. Manuel; Pérez, Francisco; Guevara, J. Fernández, “Measuring the
Local Economic İmpact of Universities: An Approach that Considers Uncertainty”,
www.2010.economicsofeducation.com/user/.../048.p... Erişim Tarihi: 28.10.2013
Robert, Huggins; Philip, Cooke, “The economic impact of Cardiff University
:innovation, learning and job generation”, GeoJournal, 41 (4), 1997.
Sarılgan, A. Emre, Bölgesel Havayolu Taşımacılığı ve Türkiye'de Bölgesel
Havayolu Taşımacılığının Geliştirilmesi İçin Yapılması Gerekenler, Anadolu
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü (Yayınlanmamış Doktora Tezi), Eskişehir 2007.
Sürmeli, Fevzi (Editör) Anadolu Üniversitesinin Eskişehir'e Etkileri ve Şehrin
Üniversiteyi Algılayışı” Anadolu Üniversitesi, Eskişehir 2008.
www.alparslan.edu.tr
www.daka.org.tr
www.dpt.gov.tr
www.dhmi.gov.tr
www.kalkınma.gov.tr
www.mus.gov.tr
www.sanayi.gov.tr
www.serka.gov.tr
www.tbb.org.tr
www.tuik.gov.tr
76
MUŞ ESNAFININ SOSYO-EKONOMİK DURUMU ÜZERİNE
SOSYOLOJİK BİR ÇALIŞMA*
Yrd. Doç. Dr. Reşat AÇIKGÖZ
Muş Alparslan Üniversitesi FEF Sosyoloji Bölümü
Özet
Bu çalışmada Muş esnafının sosyo-ekonomik durumu ele alınmaktadır.
Çalışma, Muş esnafına yönelik yapılan uygulamalı bir araştırmaya dayanmaktadır.
Çalışmada öncelikle esnaflık mesleği ve lonca teşkilatı tarihsel olarak ele
alınmakta, esnaflığın Doğu (Osmanlı) ve Batı toplumlarındaki özelliklerine ve
tarihsel süreçte geçirmiş olduğu gelişim ve dönüşümlerine değinilmektedir.
Esnaflığın el becerilerine dayalı kadim bir meslek olduğu ve sanayi öncesi
dönemde toplumların iktisadi hayatlarında önemli roller yerine getirdiği
vurgulanmaktadır. Ayrıca, esnafların hem iktisadi faaliyetlerini düzenlemek hem
de iç ve dış tehlikelere karşı kendilerini korumak için dinî ve ahlâkî bir özelliğe
sahip olan lonca teşkilatını kurduklarına, ama bu teşkilatın esnaflık meslekleri gibi
değişen koşullara ayak uyduramayıp ortadan kalktığına değinilmektedir.
Çalışmanın ikinci bölümünde Muş esnafıyla yapılan araştırmanın
bulguları ele alınmaktadır. Araştırma, yirmi farklı meslekten 35 esnafla görüşme
tekniği kullanılarak yapılmıştır. Araştırmanın demografik soruları SPSS programı
frekans dağılımı tekniğiyle hesaplanmış, diğer sorular ise verilen cevaplara göre
kategorize edilerek yorumlanmıştır. Araştırmanın temel amacı, Muş esnafının
sosyo-ekonomik sorunlarını tespit etmektir. Bunun yanında, esnafın sosyal hayatı,
yaşanılan şehirden memnuniyet ve ilde yeni kurulan üniversiteyle ilgili bilgi elde
etmek amacı da güdülmüştür. Araştırmanın bulgularına göre, Muş esnafı sosyoekonomik açıdan ciddi sorunlar yaşamaktadır. Yaşanılan sorunların başında
elverişsiz iklim koşulları ve şehrin altyapı yetersizliği gelmektedir. Bunlardan
başka çalışma saatlerinin düzensizliği, belediyecilik hizmetlerinin yetersizliği,
deneyimli eleman bulma sıkıntısı, büyük market ve marka firmalarla rekabet
edememe gibi birtakım sorunlar da vardır. Esnafın büyük çoğunluğunun yaşadığı
şehirden memnun olmaması dikkat çekici bir bulgu olarak görülmüştür.
Üniversiteyle ilgili olarak da hem olumlu hem de olumsuz görüş bildiren esnaflar
olmuştur.
Anahtar Kelimeler: Esnaflık, Muş, Muş esnafı, esnafın sosyo-ekonomik
durumu, lonca teşkilatı.
*Bu çalışmanın uygulama kısmı 2012 yılında sosyoloji bölümü 2. sınıf öğrencileri
tarafından yapılmıştır. Verdikleri destek için öğrencilere teşekkür ediyorum.
77
1. Giriş
Esnaflık, hemen hemen bütün toplumlarda görülen tarihsel bir olgudur.
Hem Doğu hem de Batı dünyasında esnaflık, oldukça eski bir tarihe
dayanmaktadır. El sanatlarına dayanan ve kişinin mesleğiyle bütünleşmesini
sağlayan esnaflık, uzun yıllar fazla bir değişime uğramadan varlığının devam
ettirebilmiştir. Esnafların kendi aralarında kurdukları “lonca” tipi örgütlenmeler
de esnaflığı iç ve dış tehlikelere karşı korumuş ve adeta bir zırh vazifesi görmüştür.
Lonca tipi örgütlenmelerle esnaflar sadece iktisadi hayatı düzenlemekle
kalmamışlar, aynı zamanda, başta kendi üyeleri arasında olmak üzere, birtakım
ahlâkî ve mesleki değerlerin toplumda yerleşmesini de sağlamışlardır. Bu açıdan,
esnaflığa sadece iktisadi bir kurum olarak değil, toplumsal bir müessese gözüyle
de bakmak gerekir.
Zanaata dayalı iktisadi bir meslek olarak esnaflık, toplumların ekonomik
hayatını düzenlemede oldukça önemli roller yerine getirmiştir. Bir toplumun
iktisadi hayatı için tarım ve ticaret ne kadar önemliyse, zanaatkârlık mesleği olan
esnaflık da o denli hayati bir öneme sahiptir. Hatta bazı dönemlerde esnaflık tarım
ve ticaretten daha önemli ve etkili bir konuma gelmiştir. Özellikle, tarımın henüz
yapılmadığı veya gelişmediği toplumlarda çeşitli esnaflık mesleklerinin (terzilik,
çömlekçilik vb.) çok daha önceden ortaya çıktığı görülmektedir. Dolayısıyla,
esnaflığın en kadim mesleklerden biri olduğunu söylemek mümkündür.
Endüstriyel çağdan önceki dönemlerde iktisadi hayatı, temel olarak tarım,
ticaret ve zanaatkârlık meydana getirmekteydi. Her biri her toplumda görülmekle
birlikte, yerine getirdikleri işlevleri ve sahip oldukları önem bakımından
toplumdan topluma farklılık göstermekteydiler. Örneğin, Ortaçağda hem
Avrupa'da hem de Osmanlı İmparatorluğunda zanaatkârlık (esnaflık) benzer bir
öneme sahipken, tarım ve ticaret ise farklı nitelikler sergilemekteydi. Bunun
yanında, iktisadi hayatın düzenleme biçimi de (ki bu da toplumlara göre farklılık
göstermektedir) bu üç iktisadi dal üzerinde etkili olmuştur. İktisadi hayatın devlet
kontrolünde olması veya rekabete dayalı olması, sınırlı/kontrollü üretim veya
serbest üretim, malların ülke içinde serbest dolaşımı veya belirli sınırlamaların
olması, ithalat ve ihracatın serbest veya yasak olması gibi hususlar iktisadi hayat
üzerinde doğrudan etkili olmuştur.
Bununla birlikte, iktisadi hayatın da kendine özgü örgütlenmeleri
olmuştur. Bu noktada, özellikle esnafların oluşturmuş olduğu birlikleri ve
örgütlenmeleri zikretmek gerekir. Esnaf birlikleri ve örgütleri devlet müdahaleleri,
iktisadi krizler ve doğal afet gibi durumlara karşı esnafları korumak ve iktisadi
faaliyetlerin yürütülmesini sağlamak için çeşitli önlemler almışlardır. Bu önlemler
sadece dışarıya karşı değil, içeriye (kendilerine) yönelik de olmuştur. Bu amaçla
esnaflar arasında birliği ve düzeni sağlamak için ciddi yaptırımlar konulmuştur.
Kuralları çiğneyen esnaflar için idam cezasından toplum önünde teşhir edilmeye
kadar çeşitli cezalar öngörülmüştür. Sıkı örgütlenmeyle güçlü bir birlik meydana
getiren esnaflar, ağır yaptırımlarla da bu birliğin uzun yıllar bozulmadan hayatta
kalmasını sağlayabilmişlerdir.
78
Ancak, 15. ve 16. yüzyıllardan itibaren çeşitli gelişmelere bağlı olarak
hem Avrupa'da hem de Osmanlı'da esnaflıkta birtakım değişmeler meydana
gelmiştir. Ticaretin gelişmesi, sanayileşmeye yönelik adımların atılmaya
başlanması, ehil olmayanların esnaflık mesleklerine girmeleri, esnafa yönelik
artan devlet müdahaleleri gibi hususlar, hem çeşitli esnaf ayaklanmalarına yol
açmıştır, hem de esnaflığın giderek gerilemesine ve önem kaybetmesine sebep
olmuştur. Bu süreçte esnaf birlikleri ve örgütleri de güçlerini giderek
kaybetmişlerdir.
Bunlara ek olarak, 18 yüzyılın ikinci yarısında Avrupa'da (başta
İngiltere'de) başlayan sanayileşme hareketi de esnaflığı olumsuz etkilemiştir.
Gerçi sanayileşmeyle birlikte birtakım yeni meslek dalları ortaya çıkmıştır; fakat
bir bütün olarak bakıldığında sanayileşmenin esnaflığı oldukça olumsuz etkilediği
görülmektedir. Zira sanayileşme, iktisadi hayatı baştan aşağıya dönüşüme
uğratmıştır. Serbest piyasanın gelişmesi, kapitalist değerlerin iktisadi sahaya
egemen olması, kâr ve kazanç önündeki engellerin ortadan kalkması yeni bir
ekonomik insan tipini ortaya çıkarmıştı. Eskiyle olan bağlar kopmaktaydı.
Sombart'ın (2008: 31) belirtmiş olduğu gibi, kapitalist zihniyet (girişimcilik ve
burjuva zihniyeti) eski dünyayı paramparça etmişti. İktisadi zihniyetteki değişime
paralel olarak yeni iktisadi kurumlar da doğmaya başlamıştı. Atölyenin yerini
fabrika, ustanın yerini patron, çırak ve kalfanın yerini ise işçi almıştı. Kısacası, eski
toplum kurum ve değerleriyle birlikte çözülmekteydi. Bu yeni gelişmelere ayak
uyduramayan esnaf örgütlenmeleri de (loncalar) yavaş yavaş ortadan kayboldular.
2. Esnaflık ve Lonca Teşkilatı
Sınıf kelimesinin çoğulu olan esnaf, sözlük manasıyla küçük sermaye ve
sanat sahibi anlamına gelmektedir. Esnaflık, temelde zanaata dayalı küçük
mesleklere karşılık gelen bir kavramdır. Esnaflığın özünde el becerileriyle imal
edilen mallar (ürünler) ve bunların satışı bulunmaktadır. Bir esnaf aynı dükkânda
hem mal üretimini yapar hem de ürettiği malını müşterilere satar. Yani esnafın
dükkanı hem bir atölye hem de bir satış yeridir; esnafın kendisi de hem bir üretici
hem de bir satıcıdır. “Fazla sermayeye gerek yoktu. Oturduğu evin bir odası
zanaatkârın atölyesi olabiliyordu. İşini iyi bilmesi, bir de yaptıklarını satacak
müşteri bulması yetiyordu” (Huberman, 2012: 67).
Esnaflık birden çok meslek ismini içinde barındıran bir kavram olduğu
için, başlangıçta meslek gruplarını birbirlerinden ayırt eden farklı isimler
kullanılmıştır. Evliya Çelebi 17. yüzyılda Osmanlı'da halkın kazanç gruplarına
göre sınıflara ayrıldığını beyan etmektedir. Örneğin, farklı meslek grupları olarak
şunları zikretmektedir: Esnaf-ı Reisan-ı Bahr-i Sefid (Akdeniz armatörleri),
Esnaf-ı Tüccaran-ı Kahveciyan (Kahve ithalatçıları), Esnaf-ı Bezirgan-ı
Pirinççiyan (pirinç tüccarları), Esnaf-ı Karhane-i Şem-i Asel-i Sultani (Beyaz bal
mumu fabrikatörleri), Esnaf-ı Emin-i Darbhane-i Al-i Osman (Osmanlı Devlet
darphanesi sanatkarları), Esnaf-ı Katiban-ı Kütüp, (Yazma kitap kopya edenler).
Fakat daha sonra bu isimlerdeki zorluk ve kullanışsızlık yüzünden, esnaf kelimesi
79
h e p s i n i k a p s a y a c a k ş e k i l d e k u l l a n ı l m a y a b a ş l a n m ı ş t ı r.
(http://tarih.sitesi.web.tr/esnaf-nedir.html).
Esnaflar, oldukça farklı meslekleri çarşı ve hanlar gibi mekânlarda icra
etmekteydiler. Barkan'ın belirttiğine göre, aynı meslekten olan esnaf, genellikle
aynı çarşıda ve diğerlerini kontrol ederek çalışmaktaydı. Çırakların sayısı, çalışma
saatleri, üretim kuralları ve tekniği, malların cinsi ve şekli hep aynıydı. Ham
madde ihtiyaçları hep beraber aynı pazardan ve aynı şekilde sağlandığı, yeni
modalar çıkarmak ve reklam yapmak yasak olduğu, icat ve yenilik imkânları
ortadan kaldırıldığı için, aynı meslekten olanlar arasında rekabet ve farklı kazanç
imkânları en aza indirilmişti (Barkan, t.y.: 39-40). Esnaflık, temelde çırak-kalfausta şeklinde hiyerarşik bir kademeye dayanmaktaydı. Fakat hiyerarşik bir
yapılanma olmasına rağmen, bütün çalışanların hakları loncalar tarafından
güvence altına alınmıştı. Huberman'ın (2012: 68) belirttiği gibi,
“Aynı işi yapan herkes -çırak, kalfa, usta- aynı loncadandı. Hem ustalar
hem de yardımcılar aynı örgütten olup aynı şeyler için mücadele edebiliyorlardı.
Mümkündü bu, çünkü işçiyle patronun arasında fazla fark yoktu. Kalfa ustayla
birlikte oturup kalkar, aynı yemeği yer ve aynı şeylere inanırdı; aynı eğitimi
görmüşlerdi, fikirleri aynıydı. Çırak ya da kalfanın zamanla kendi başına buyruk
usta olması istisna değil kuraldı. Bu geçerli kaldıkça, işverenle işçi aynı loncanın
üyeleri olabiliyorlardı.”
Esnaflık tarihsel süreçte, esas olarak, toplumların ekonomik, siyasal ve
toplumsal koşullarına göre şekillenmiştir. Her toplum kendine has esnaflık
meslekleri ve örgütleri meydana getirmiştir. Esnaflığın tarihsel gelişiminde ise
şehirlerin payı büyük olmuştur. Hatta Pirenne'ye (2011: 100) göre, zanaatkârlık ve
ticaretin gelişimi kentlerin gelişimiyle birlikte olmuştur. Esnaflık, özünde bir şehir
mesleğidir. Şehirlerin oluşumundan önce zanaatkârlıktan söz edilse bile, zanaata
dayalı mesleklerin asıl gelişimi şehirlerle birlikte olmuştur. Bu noktada, Ortaçağ
Avrupa ve Osmanlı şehirleri özellikle zikretmeye değerdir.
Bir bütün olarak iktisadi hayat ve özel olarak esnaflık açısından
Ortaçağ'daki Avrupa ve Osmanlı şehirleri birbirlerine benzemekteydiler.
Barkan'ın belirttiği gibi, Ortaçağ'da Batı Avrupa şehirlerinde görülen iktisadi
zihniyetin ve teşkilatın bir benzeri Osmanlı İmparatorluğu'nda da bulunmaktaydı
(Barkan, t.y.: 39). Bu benzerlik, sadece iktisadi hayatın işleyişinde değil, esnafların
örgütlenmesi ve dayanışmasında da görülmekteydi. Hem Avrupa'da hem de
Osmanlı'da esnaflar, hem kendi iktisadi faaliyetlerini güvenli bir şekilde yürütmek
hem de devletle olan ilişkilerini makul düzeyde tutmak için lonca tipi örgütler
kurmuşlardır. Çarşı ve hanlarda iktisadi faaliyetlerini yürüten esnaf için
örgütlenmek zorunlu bir ihtiyaçtı. Çünkü doğal afetlere, kıtlık ve üretim azlığı gibi
ekonomik buhranlara, devletten gelebilecek tehditlere ve dış ekonomik baskılara
karşı ancak bu şekilde kendilerini koruyabilirlerdi.
80
Bir esnaflık örgütlenmesi olan loncalar, kökenleri daha eskiye
dayanmakla birlikte, esas olarak 11. yüzyılda ortaya çıkmışlardır. Ülgen'in (2013:
473) belirttiği gibi, loncalar 11. yüzyıl boyunca kasabaların gelişimine bağlı olarak
Avrupa'da etkili olmuşlardır. Zira kentlerde üretimin kaliteli olmasını sağlamanın
en iyi yolu, zanaatkârları mesleklerine göre ayırmak ve onları denetlemekti.
Loncalar böyle bir işleve hizmet etmekteydiler.
“Loncalar, özgür insanların ve zanaatkârların oluşturduğu ve birbirlerini
destekleyen insanların kurduğu birliklerdir. Bunlar, Ortaçağ İngiltere'sinde
karşılıklı yardımlaşma ve karşılıklı disiplin esasına dayalı zanaatkâr
gruplarıydılar. Ancak bunlar, yapı ve işleyiş yönünden komün değillerdi; çünkü
her bir grubun başında bir efendi ya da bir usta bulunmaktaydı” (Ülgen, 2013:
473).
Zanaat ve ticaret alanında birçok lonca vardı. Zaten loncalar, Ülgen'in
(2013: 474) belirttiğine göre, zanaatkâr loncalar ve tüccar loncaları olmak üzere iki
ayrılmıştı. Tüccar loncaları sayıca az ama zengindiler; buna karşılık zanaatkâr
loncaları ise sayıca fazla ama zengin değillerdi. “Tüccar loncaları, zanaatkâr
loncalarından önce kurulmuş olmalarına rağmen, her ikisi de XII. yüzyıla kadar
Avrupa'da var olmuşlardır. Bu loncaların her ikisi de XVI. yüzyılda güç
kaybetmeye başlamıştır. Ancak Fransa, Almanya'nın büyük bir kısmı, İtalya,
İskandinavya ve İberya Yarımadasında varlıklarını XVIII. yüzyıla kadar devam
ettirmişlerdir” (Ülgen, 2013: 474). Burada şunu da belirtmek gerekir ki, loncalar
sadece tüccar ve zanaatkârlarla sınırlı değildi. Huberman'ın (2012: 70) belirttiğine
göre Ortaçağ Avrupa'sında Basle ve Frankfurt gibi şehirlerde dilenciler bile lonca
kurmuş ve yabancı dilencilerin, yılda iki kez hariç, bu şehirlerde dilenmelerine izin
vermemişlerdir. Zira o dönemde genel bir kural şuydu: Bir şehirde herhangi bir
zanaatta çalışmak için esnaf loncasından izin almak gerekiyordu. Lonca dışından
biri, loncadan izin almadıkça o zanaatta çalışamıyordu.
Esnafların kurmuş olduğu örgütler (loncalar) Barkan'a göre, serbest
rekabet prensibi yerine, karşılıklı kontrol ve yardım esasına ve imtiyaz ve inhisar
usullerine dayanmaktaydı. Liberal ekonomik düzenin aksine herkesin istediği
mesleği istediği yerde ve istediği şekilde yapmasına, fiyatların serbest pazar
şartlarına ve arz-talep kanunlarına göre oluşmasına izin verilmemekteydi (Barkan,
t.y.: 39). Dolayısıyla, loncaların esnaflar arasında bir otokontrol mekanizması
olarak işlev gördüğünü söylemek mümkündür. Loncalar esnaf örgütleri olmalarına
rağmen, örgütlenme biçiminden dolayı, devlet yararına olacak birçok hizmeti de
ifa ediyorlardı. Bunun farkında olan devlet loncaları hem desteklemiş hem de
kontrol etmiştir. Loncalar sayesinde devlet, iktisadi hayatın canlılığını sağlamakta,
dış ticaret imkânlarını genişletmekte, kentlerin ve devletin birtakım ihtiyaçlarını
karşılamakta, vergilendirme yoluyla kendisi için gelir kaynağı oluşturmakta,
üretimi ve yabancıların faaliyetlerini kontrol etmekte, kent nüfusu ve ekonomisini
denetleme imkânı bulmaktadır (Pamuk'tan akt. Özgen, 2000: 104; Cem, 2010: 60).
81
Loncalar sadece ekonomik örgütler değillerdi. Ahiliğin temel
prensiplerini benimseyen loncalar dinsel ve toplumsal bir kurum niteliğindeydiler.
Sadece ekonomik hayatı tanzim etmemekte, aynı zamanda birtakım dini ve ahlâki
değerleri benimsemekte ve üyeleri arasında güçlü bir toplumsal dayanışma da
öngörmekteydiler. Örneğin, Barkan'ın belirttiğine göre, esnaf birlikleri muhtaçlara
yardım etmek ve sermaye tedarik etmek, arkadaşlarının cenaze merasimlerini
düzenlemek, dul ve yetimlerini korumak, vermek zorunda oldukları ortak vergileri
toplamak gibi hususlarda, yardımlaşma işlerine ayrılmak üzere, yardım sandıkları,
vakıf paraları ve birtakım eşyaya da sahiptiler. Ayrıca, diğer sınıfların rekabetine
ve devrin asayiş ve güvenlik zaaflarına karşı kendi imtiyaz ve tekellerini
koruyabilmek için, aralarında dayanışma esasına dayanan bir meslek ve sınıf
düzeni meydana getirip muhafaza etmişlerdi (Barkan, t.y.: 40).
Bu ve benzeri toplumsal, ekonomik ve yardımlaşma faaliyetleri yerine
getiren loncalar, kendi içlerinde sıkı bir şekilde örgütlenmişlerdi. Loncalarda farklı
görevleri farklı kişiler yerine getirmekteydi. Cem'in (2010: 60) belirttiğine göre,
lonca örgütü içinde ahi babası, ihtiyarlar heyeti, kethüda ve yiğitbaşları gibi
görevli kişiler bulunmaktaydı. Bunlar hem çalışanları sıkı bir disiplin altında
tutmakta hem de vergi ve asayiş gibi devlete ait işlerin yürütülmesinde dolaylı
olarak devlete yardımcı olmaktaydılar.
Örgütlenme sıkı bir disiplini gerektirince, haliyle disiplin dışı davranışlar
da sert bir şekilde cezalandırılmaktaydı. Osmanlı devleti için söylemek gerekirse,
gerek Osmanlı hukuk sistemi gerekse de loncaların örgütlenme biçimi, Osmanlı
esnafı üzerinde güçlü bir denetim mekanizması oluşturmuştu. Bu mekanizmanın
bir yönünü de kurallara uymayan esnaflara verilen cezalar meydana
getirmekteydi. Çapacı'ya (2013) göre, Osmanlı devletinde esnafa verilen cezalar
şunlardı:
82
Ÿ Uyarı cezası: Kurallara uymayan esnafa önce uyarı cezası verilirdi. Burada
Ÿ
Ÿ
Ÿ
Ÿ
Ÿ
özellikle ceza konusunda esnafı uyarmak ve bir daha yapmamasını tavsiye
etmek esastı.
Teşhir cezası: Bu ceza, hileli mal üreten esnafa uygulanırdı. Bu cezayla hem
esnafın ürettiği hileli mal teşhir veya yok edilirdi, hem de esnafın kendisi,
başına tahta külah konularak, eşek üzerinde dolaştırılırdı. Burada asıl amaç,
esnafı pişmanlığa sevk edip caydırmaktı.
İşyeri kapatma cezası: Bu ceza, özellikle çevreye zarar ve halka rahatsızlık
veren esnafa uygulanırdı. Bozahaneler buna örnek verilebilir. Bazı bozahaneler
içki sattıkları ve çevreye rahatsızlık verdikleri için kapatılmıştır.
Meslekten çıkarma cezası: Bu ceza; iş yapmamak, ödenmesi gereken vergileri
vermemek, fitneye sebebiyet vermek, sahtekârlık yapmak, ahlâksızca
davranışlar sergilemek ve diğer esnafa kötü söz söylemek gibi durumlarda
verilirdi.
Mala el koyma cezası: Bu ceza, özellikle İstanbul'a getirilmesi gereken
zahirenin yabancı tüccarlara yüksek fiyatla satılması durumunda uygulanırdı.
Bu tip durumlarda esnafın hem parasına hem de malına el konulurdu.
İdam cezası: Bu ceza, sık olmamakla birlikte, özellikle ekmeğin gramajıyla
oynayan esnafa ibretlik maksadıyla verilirdi. Bunların yanında, yine çok sık
görülmeyen bir ceza yöntemi de esnafı kulağından duvara çivilemekti. Bu da
daha çok fırıncı esnafa uygulanan bir cezaydı.
Benzer şekilde, esnaf cemiyetlerini inceleyen Barkan da şunları ifade
etmektedir: Esnaf örgütlerinde önemli görevleri olan kâhya ve yiğitbaşılar, çarşı ve
pazarları dolaşır ve ölçüleri, fiyatları ve imal edilmiş malın vasıflarını kontrol
ederek mevcut kurallara aykırı hareket etmiş olanlara dayak, para cezası,
dükkânını kapatmak, hapis ve teşhir etmek gibi cezalar verirlerdi. Esnaf grupları
da bu gibi yaptırımların daha tesirli bir şekilde uygulanması için, aralarında
verdikleri kararları kadı mahkemesindeki defterlere tescil ettirirler ve genellikle
kadıdan “nizam-ı umuru cumhur için” istekleri “kabul edildi” şeklinde bir karar
alırlardı (Barkan, t.y.: 42).
Görüldüğü üzere, esnaflık serbest piyasa kurallarına göre değil, hem
devlet tarafından konulan hem de esnafın kendisinin koymuş olduğu birtakım
disiplin ve ahlâk kurallarına göre işlemektedir. Sanayi dönemi öncesi esnaflığın
belki de en önemli özelliği buydu. Bu yönüyle esnaflık, uzun yıllar değişmeden
varlığını koruyabilmiştir. Fakat kuralların sıkılığı ve devletin esnaflara
müdahalesi, zaman zaman esnaf isyanlarına yol açmıştır. Barkan, özellikle 17. ve
18. yüzyıllarda İstanbul'da meydana gelen ve çoğu zaman vezirlerin azli veya katli
ve hatta padişahların tahttan indirilmesiyle sonuçlanan isyan ve karışıklıklarda
esnaf takımının büyük payı olduğunu ifade etmektedir. Esnaf özellikle, Barkan'a
göre, piyasaya ayarı düşük para sürüldüğünde ve devlet adamları bazı malları zorla
atmak istediğinde ayaklanmaktadır (Barkan, t.y.: 44).
83
3. Günümüzde Esnaflık
Ortaçağ'ın sonlarından itibaren ticaretin canlanması ve buna bağlı olarak
pazarların genişlemesi, yerel olarak faaliyet gösteren tüccar ve zanaat esnafını
oldukça olumsuz etkiledi. Lonca teşkilatının hayat bulduğu Ortaçağ toplumu farklı
koşulların bir arada bulunmasıyla hızlı bir şekilde değişmekteydi. Zira pazarlar
genişliyor, şehirler büyüyor, ticaret gelişiyordu… Eski toplumun kökleri
sarsılırken yeni toplumun temelleri atılıyordu. Bir Ortaçağ esnaflık örgütü olan
lonca teşkilatı, bu yüzden, yeni koşullara ayak uyduramadı. Yeni durumu
Huberman (2012: 126), şu şekilde dile getirmektedir: “Esnaf loncası kuruluşu
küçük mahalli pazara uygun bir kuruluştu; Pazar ulusal ve uluslararası olunca
lonca buna uymaz oldu. Mahalli zanaatkâr bir şehrin zanaatını anlayabiliyor,
yürütebiliyordu, ama dünya ticareti apayrı bir sorundu.”
Huberman (2012: 126-127) ayrıca, lonca ustası zanaatkârın sadece mal
üreten bir kişi olmadığını, bundan başka dört işlevi daha yerine getirdiğini
belirtmektedir. Zanaatkâr usta, tek başına beş kişilik bir iş yaptığı için aynı
zamanda bir işçiydi; kullandığı hammaddeyi arayıp bulduğu ve pazarlığını yaptığı
için bir tüccardı; yanında kalfa ve çıraklar çalıştırdığı için bir işverendi; çalışanları
denetlediği için bir formendi; üretilen malı tezgâhta müşteriye sattığı için bir
dükkâncıydı. Aracı kişinin ortaya çıkmasıyla zanaatkâr ustanın işlevleri üçe indi
(işçi, işveren, formen). Zanaatkâr usta zamanla diğer işlevlerini de yitirdi ve ücretli
işçi konumuna geldi. Zanaatkâr usta gibi, ait olduğu lonca teşkilatı da işlevini
yitirmişti. “Sayısız kuralları ve yönetmelikleriyle lonca kuruluşunun modası
geçmiş, günü dolmuştu- endüstrinin daha fazla gelişmesine ayak bağı oluyordu.
Yıkılması gerekti. Yıkıldı” (Huberman, 2012: 128).
Başta İngiltere olmak üzere Avrupa'da başlayan sanayileşme süreci bu
çözülmeyi daha da hızlandırdı. Ancak, esnaflığın ve lonca teşkilatının birden
ortadan kalktığını düşünmemek gerekir. Zanaatkâr ustalar bir bir mesleklerini
kaybettiler ve çoğu ya ustabaşı ya da fabrika işçisi oldu. Zaman fabrika zamanıydı
ve en çok ihtiyaç duyulan şey de fabrikada çalışacak elemandı. Bu elamanların
büyük çoğunluğu da lonca üyesi olan çırak, kalfa ve ustalardı. Ustalar eski
önemlerini kaybetmişlerdi; ama onları koruyan teşkilatları hemen yok olmadı ve
önemini kaybetmedi, aksine yeni sistem içinde uzun yıllar yaşadı. Hatta bazı
loncalar 19 yüzyılın sonlarına kadar ayakta kaldılar. Fakat sonuçta kaderlerine razı
oldular ve tarih sahnesinden çekildiler.
Sanayileşmeyle birlikte başlayan yeni dönemde genişleyen pazarın
ihtiyaçlarını karşılamak için seri ve kitlesel üretime geçmek gerekiyordu.
Fabrikalar bu ihtiyacı gidermek için meydana getirildi. El becerisine dayalı
esnaflık meslekleri önemlerini yitirmişlerdi; çünkü yeni koşullarda rekabet etme
şansları kalmamıştı. Bu tip esnaflık meslekleri tamamen ortadan kalkmamış ve
dünyanın değişik yerlerinde küçük çaplı üretim yapıyor olsalar bile, artık yeni
dünyada ayakta kalamazlardı. Dönüşüm geçirmeleri gerekiyordu, nitekim onlar da
dönüştüler.
84
Sanayileşen dünyada yeni bir esnaflık modeli ortaya çıktı: başkaları
tarafından üretilen malları satan dükkâncı esnaf. Esnaf artık üreten değil sadece bir
satıcıydı; esnafın (zanaatkâr ustanın) el becerisine dayalı hüneri gitmiş, yerine
başka şeyler gelmişti. Bununla birlikte, el becerisine dayalı bütün mesleklerin
ortadan kalktığını düşünmek hatalı olur. Zira terzilik ve bakırcılık gibi meslekler,
özellikle sanayileşmenin henüz girmediği ya da az olduğu yerlerde, el becerisi
temelinde varlıklarını devam ettirmektedirler. Bu noktada hem sanayileşmiş ve
yeterince sanayileşmemiş ülkeleri, hem de büyük ve küçük şehirleri karşılaştırmak
mümkündür. Sanayileşmiş bir ülkedeki meslek dalları sanayileşmemiş veya az
sanayileşmiş bir ülkedeki meslek kollarından farklı olduğu gibi, metropol
kentlerdeki meslekler de nispeten daha küçük şehirlerdeki mesleklerden farklılık
göstermektedir. Zira kentlerin sadece ekonomik yapıları değil, tarihsel-kültürel
yapıları, coğrafi konumları vb. özellikleri de oradaki mesleklerin mahiyet ve
biçimini belirlemektedir.
Bu çalışmanın uygulama kısmı da, nispeten küçük bir şehirde yapıldığı
için yukarıdaki hususların dikkate alınması gerekmektedir. Şehrin küçüklüğü ve
dolayısıyla iktisadi faaliyetlerin sınırlı olması esnaflığa ve esnaf ilişkilerine de
yansımaktadır. Bu çalışmanın yapıldığı Muş şehri de böyle bir özelliğe sahiptir.
4. Muş Esnafıyla İlgili Araştırma
Muş Doğu Anadolu Bölgesinin ortasında yer alan bir şehirdir. Dağ eteğine
kurulan şehir büyük bir ovaya sahiptir. Murat ve Karasu nehirleri Muş ovasında
akmaktadır. Tarıma elverişli ovasıyla Muş, bu ova her ne kadar yeterince verimli
kullanılmasa da, Türkiye'nin istisnai yerlerinden biridir. Diyarbakır, Erzurum ve
Van gibi büyük şehirlere komşu olan ve yakınlığı bulunan Muş şehri, ulaşım
açısından da önemli bir kavşak noktasında bulunmaktadır. Bu olumlu özelliklerine
rağmen, Muş ili iktisadi ve kültürel açılardan fazla gelişmemiştir. Bu
gelişmemişliğin nedenleri arasında elverişsiz iklim koşulları (sert karasal iklim),
şehre fazla yatırım yapılmaması, ilin dışarıya fazla göç vermesi, birtakım
geleneksel yapılar ve 1990'lardaki çatışma ortamı gösterilebilir. Buna başta altyapı
eksikliği olmak üzere belediyecilik hizmetlerinin yetersizliği de eklenince, şehrin
oldukça olumsuz bir görünüm sergilediği görülmektedir. Dolayısıyla, şehrin
geleneksel bir şehir ve/veya modern bir kent görüntüsüne sahip olduğunu
söylemek mümkün değildir. İkili yapıların bolca bir arada bulunduğu bir şehirdir
Muş. Bir tarafta eski taş ve kerpiç yapılı müstakil evler, diğer tarafta modern
apartmanlar ve siteler; bir yanda küçük çaplı geleneksel işyerleri, diğer yanda
büyük ve modern alışveriş merkezleri; bir tarafta geleneksel değerlerle yaşamak
isteyenler, diğer tarafta modern bir hayat sürmek isteyenler…
Şehir küçük olunca ilişkiler de ona göre biçim almaktadır. Muş'ta, halkın
deyişiyle, herkes birbirini tanır. Şehirde hukuki kurallardan ziyade toplumsal
normlar, resmi (ikincil) ilişkilerden çok yüz yüze (birincil) ilişkiler egemendir;
çatışmadan ziyade yardımlaşma ve dayanışma esastır. Kentsel ilişkilerden ziyade
köysel ilişkiler ağırlıktadır. Bu yüzden, Muş'a köy görünümlü bir şehir gözüyle
bakılabilir. Fakat bu yapının hızlı bir şekilde değişmekte ve dönüşmekte olduğunu
önemle belirtmek gerekir.
85
Muş'ta esnaflık ve esnaflık ilişkileri de şehrin genel yapısıyla (toplumsal,
kültürel, mekânsal vb.) uyumludur. Şehirde irili ufaklı birçok esnaflık mesleği
(dükkâncı esnaf) vardır. Muş gibi küçük ve gelişmemiş bir şehirde esnaflık
mesleklerini icra eden esnaflar, tabiri caiz ise, kendi yağlarında kavrulmaktadırlar.
Şehirde üretici esnaf oldukça azdır. Esnafın genelinde kâr etmekten ziyade
geçinmek esastır. Hatta denilebilir ki, büyük alışveriş merkezleri ve marka
mağazalar karşısında esnafın temel derdi ayakta kalabilmektir.
Bu araştırmada, Muş esnafının sosyo-ekonomik durumu genel hatlarıyla
saptanmak istenildiği için, her meslek grubundan esnafla görüşmek
amaçlanmıştır. Bu amaçla görüşmeler çok çeşitli mesleklerden ama az sayıda
kişiyle yapılmıştır. Görüşülen esnaflardan hareketle Muş esnafının sosyoekonomik durumuyla ilgili genel değerlendirmeler yapmanın mümkün olduğu
düşünülmektedir. Görüşülen esnafın demografik yapısıyla ilgili veriler tablolar
halinde gösterilecek; esnafın diğer konulardaki görüşleri ise kategorize edilerek
sunulacaktır.
86
4. 1. Görüşülen Esnafın Mesleklere Göre Dağılımı
Tablo 1: Görüşülen Esnafın Mesleklere Göre Dağılımı.
Esnaflık
mesleği
Sayı
%
Eczane
4
11.4
Bakkal
3
8.6
Ayakkabı
3
8.6
Fırın /
Tandır
3
8.6
Giyim
2
5.7
Terzi
2
5.7
Çay Ocağı
2
5.7
Kuaför
2
5.7
Otogar
2
5.7
Kozmetik
2
5.7
Kuyumcu
1
2.9
Manav
1
2.9
Lokanta
1
2.9
Hal
Esnafı
1
2.9
Pastane
1
2.9
Çiçekçi
1
2.9
Otel
1
2.9
Kırtasiye
1
2.9
İnternet
Kafe
1
2.9
Fastfood
(Pizzacı)
1
2.9
87
Tabloda görüldüğü gibi, 20 meslekten esnafla görüşülmüştür. Görüşülen
esnafın % 11.4'ünü eczacılar oluşturmakta, % 8.6'sını ise aynı orana sahip 3 esnaf
grubu (bakkal, ayakkabıcı ve fırıncı/tandırcı) meydana getirmektedir. Diğer
esnaflardan giyim, terzi, çay ocağı, kuaför, otogar ve kozmetikçi esnafın oranı %
5.7 iken, geriye kalan esnafın (kuyumcu, manav, lokanta, hal esnafı, pastane,
çiçekçi, otel, kırtasiye, internet kafe ve pizzacı) oranı ise % 2.9'dur.
4.2. Görüşülen Esnafın Cinsiyet Dağılımı
Tablo 2: Görüşülen Esnafın Cinsiyet Dağılımı.
Cinsiyet
Sayı
%
Erkek
32
91.4
Kadın
3
8.6
Toplam
35
100.0
Tablodan anlaşıldığı üzere, görüşülen esnafın büyük çoğunluğu
erkeklerden meydana gelmektedir (%91.4). Buradan hareketle esnaflığın bir
erkeklik mesleği olduğu yorumu yapılabilir. Ancak, kadınların oranı da
azımsanacak kadar az değildir. Günümüzde kadınların giderek artan oranda
meslek hayatına atıldıkları gözlemlenen bir durumdur. Hatta tamamen erkeklere
özgü olarak görülen mesleklerde bile kadınlara rastlamak mümkündür. Örneğin,
bu araştırmada görüşülen kadın esnaflardan biri, otogar gibi erkeklerin yoğunlukta
olduğu bir alanda çalışmaktadır. Dolayısıyla, esnaflıkta, özellikle cinsiyet
bağlamında, erkek hâkimiyetinin giderek azalmakta olduğunu söylemek
mümkündür.
4. 3. Görüşülen Esnafın Medeni Durumu
Tablo 3: Görüşülen Esnafın Medeni Durumu.
Medeni
Durumu
Sayı
%
Evli
18
51.4
Bekâr
16
45.7
Dul
1
2.9
Toplam
35
100.0
88
Görüşülen esnafın yarıdan fazlası (%51.4) evli olmakla birlikte, bekâr
olanların oranı da (%45.7) oldukça dikkat çekmektedir. Dul olan esnafın oranı ise
%2.9'dur. Bu verilerden hareketle, bir sonraki tablodan da anlaşılacağı üzere,
esnafın genç ve orta yaş grubundan yer aldığını söylemek mümkündür. Genç
oldukları (30 yaş altı) hesaba katılırsa, bekârların oranının fazla olması ise iki
şekilde yorumlanabilir. Birincisi, gençlerin girişimci bir ruha sahip oldukları ve
dolayısıyla erken yaşta meslek hayatına atılmak istediklerini söyleyebiliriz.
İkincisi, işsizlik nedeniyle başka yapacak bir iş bulamadıkları için mecburiyetten
babalarının yanında çalıştıkları veya baba mesleğine yöneldiklerini söylemek
mümkündür. Sebep ne olursa olsun ve veriler nasıl yorumlanırsa yorumlansın,
sonuçta bekâr erkek ve kadınların meslek dallarında önemli bir yer tuttuğu
görülmektedir.
4. 4. Görüşülen Esnafın Yaş Durumu
Tablo 4: Görüşülen Esnafın Yaş Durumu.
Yaş
durumu
Sayı
%
19-29
14
40.0
30-39
14
40.0
40-49
4
11.4
50 ve üstü
3
8.6
Toplam
35
100.0
Tablodan anlaşılacağı üzere, görüşülen esnafın büyük çoğunluğu (%80)
genç yaş diyebileceğimiz 19-39 yaş grubunda yer almaktadır. 19-29 ile 30-39 yaş
gruplarının oranı aynıdır (%40). 40-49 yaş grubunda yer alanların oranı %11.4
iken 50 yaş ve üstünde olanların oranı ise %8.6'dır. Buradaki veriler tablo 3'teki
verilerle uyumluluk göstermektedir. İki tablodaki verilerden hareketle, esnafın
çoğunun orta yaş grubunda yer aldığı rahatlıkla söylenebilir.
89
4. 5. Görüşülen Esnafın Eğitim Durumu
Tablo 5: Görüşülen Esnafın Eğitim Durumu.
Eğitim Durumu
Sayı
%
Okuryazar değil
1
2.9
İlkokul mezunu
3
8.6
Ortaokul mezunu
7
20.0
Lise mezunu
16
45.7
Üniversite mezunu
5
14.3
Üniversite terk
3
8.6
Toplam
35
100.0
Tabloda görüldüğü üzere, görüşülen esnafın önemli bir kısmı (%45.7) lise
mezunudur. Türkiye'deki okuryazarlık oranı ve eğitim düzeyi dikkate alındığında
(TÜİK 2013 verilerine göre Türkiye'de 15 yaş üstü nüfusta lise mezunlarının oranı
%22'dir), esnafın eğitim düzeyi oldukça dikkat çekicidir. Görüşülen esnaftan
üniversite mezunu olanların oranı ise %14.3'tür. Bu oran da, üniversiteyi terk
edenlerin oranı da (%8.6) göz önünde bulundurulursa, oldukça dikkat
çekmektedir. Ortaokul mezunlarının oranı %20'dir. Eski sistemde ortaokul kritik
bir öneme sahipti; zira erken yaşta meslek hayatına atılmak isteyenler ortaokuldan
sonra öğrenimlerine devam etmiyorlardı. 90'lı yılların sonunda bu sistem değiştiği
için, ortaokul mezunu oranlarında bir azalma yaşandı. Sonuçta esnafın büyük
çoğunluğunun ortaokul ve üstü bir eğitim seviyesine sahip olduğu görülmektedir
ki, bu da oldukça önemli bir göstergedir. Okuryazar olmayan ile ilkokul
mezunlarının oranı ise oldukça düşüktür (sırasıyla %2.9 ve %8.6).
5. Yaşanılan Şehirle İlgili Görüşler
Görüşülen esnafın büyük çoğunluğu yaşadığı şehirden şikâyetçi olmasa
da, olumsuz iklim koşullarından, şehrin gelişmemişliğinden, belediye
hizmetlerinin yetersizliğinden, şehrin sahipsiz olmasından vs. dert yanmaktadır.
Bir esnaf, Muş'taki en temel sorunun “kalkınma” olduğunu söylemekte, ayrıca
“sosyal ve kültürel olmak üzere her türlü zihniyet ayrımcılığının” bulunduğunu ve
bunun değişmesi gerektiğini belirtmektedir. Bir başka esnaf ise Muş'un “unutulan
bir şehir” olduğunu dile getirmekte ve şunları söylemektedir: “Servis ve yol
sorunları var. Altyapı yetersiz. Ekonomik olarak küçük ve kendi kendine yeten bir
90
şehir değil. Yatırım olmadığı için bir gelişme olmuyor.” Başka bir esnaf da, “sanayi
bakımından sıkıntı yaşandığını, şehirde çok fazla kahvehane bulunduğunu ve
işsizlikten dolayı gençlerin hep kahvehanelerde” vakit geçirdiklerini
belirtmektedir.
Görüşülen esnaf, şehrin gelişmemişliğini çeşitli faktörlerle
açıklamaktadır. Örneğin, bir esnaf şunları dile getirmektedir: “Bana göre Muş'un
az gelişmesinin en büyük nedeni, bu toprakların insanlarının dışarıya yatırım
yapmasıdır. Para Muş'ta kalmıyor; ya başka şehirlere yatırım yapılıyor ya da para
öylece yastıkların altında kalıyor. Yatırımların dışarıya yapılmasının en büyük
nedeni de, Muş halkının birbirlerini çekememesidir. Bizim dedelerimizin güzel bir
lafı var: 'Muş'un aklı mideye, Batının aklı kafaya çalışıyor.'” Muş'un kalkınması
hakkında bir başka esnaf da şunları söylemekte: “Muş'un hırsızı olmazsa
kalkınacak. Muş aslında fakir bir yer değil, yoktır diyisen x5 binmeyi bilisen, bu
nasıl iştir?”
Bir diğer esnaf, yaşanılan bir çelişkiye dikkat çekmektedir: Muş'ta yeterli
iş imkânları yok, ama Türkiye geneline bakıldığında en fazla araba kredisi çeken il
yine Muş'tur. Aynı esnaf, belediye hizmetlerinin yetersiz olduğunu ve çevrelerinin
çok kirli olduğunu da dile getirmektedir. Bir başka esnaf ise, Muş'taki en büyük
sorunun “işsizlik” olduğunu ve bunun da çeşitli sorunlara yol açtığını dile
getirmektedir. Örneğin, esnafa göre, işsizlikten dolayı insanlar kahvehanelerde
oturmakta, gençler sokaklarda gezmekte ve aslında paraları olduğu halde kendi
memleketlerine yatırım yapmamaktadırlar. “İnsanların tarlaları var, ama
değerlendirmiyorlar. Çiftçinin yazın ektiği şeyler genelde elinde kalıyor. Eskiden
pancar ve tütün satışları iyi bir şekilde yapılırdı. Şu an hepsi devlet tarafından
kapatıldı.”
Az da olsa, yaşanılan şehirle ilgili olumlu görüş bildiren esnaf da vardır.
Örneğin bir esnaf, aslında memleketlerinin güzel olduğunu ama insanlarının
gelişmesi ve modernleşmesi gerektiğini vurgulamaktadır.
Kendileriyle görüşülen esnafın yaşadıkları şehirle ilgili beyan ettikleri
görüşlerinden anlaşılacağı üzere, esnafın geneli yaşadığı şehirden memnun
değildir. Esnafın, başta şehrin coğrafi yapısı ve iklim koşulları olmak üzere, şehrin
gelişmemişliği, iş imkânlarının kısıtlı olması, altyapı sorunları, belediye
hizmetlerinin yetersizliği gibi pek çok konuda muzdarip olduğu görülmektedir.
6. İcra Edilen Mesleğin Sosyal Hayata Etkisi
Esnaflık yorucu ve sabır gerektiren bir meslek olduğu için, ister istemez
esnafların sosyal ve aile hayatını etkilemektedir. Zira esnaf memur ve işçilerden
farklı olarak belli bir zaman diliminde değil, kendilerinin ya da çevrenin belirlemiş
olduğu zaman aralığında (çoğunlukla sabah erken saatlerden akşam geç saatlere
kadar) çalışmaktadır. Çalışma saatlerinin düzensizliği, haliyle sosyal hayatı ve aile
ortamını olumsuz etkilemektedir. Verilen cevaplarda bu açıkça görülmektedir.
91
Her meslek dalında aynı sıkıntılar olmasa bile, çoğu esnaf sosyal hayat
konusunda benzer sorunlar yaşamaktadır. Örneğin, kırtasiyecilik mesleğini icra
eden genç bir esnaf şunları söylemektedir: “Ne sosyal hayatı! O dediğinden bizden
hiç kalmadı. Sabah 8, gece 11. Geri kalan zamanda uyumaktan başka bir etkinlik
kalmıyor ki. Sosyalite sıfır. Hayattan yoksun kaldım artık.” Bir başka esnaf ise
ilginç bir duruma dikkat çekmektedir. “Ailemize yeteri kadar zaman ayıramıyoruz.
Ailemizden çok bu mesleğe zaman ayırıyoruz (fırın). Yaptığımız bu meslekten
dolayı ailemizle olan ilişkilerimiz biraz zayıf.”
Esnaflıkta sosyal hayatın en çok olumsuz etkilendiği meslekler fırıncılık
ve çay ocağı gibi mesleklerdir. Zira bu tür mesleklerde işin yapısı gereği sabah
erkenden işe gitmek ve akşam geç saatlerde dükkânı kapatmak gerekmektedir.
Görüşülen esnaflardan biri şunları söylemekte: “Hiç sosyal hayatım olmadı.
Fırsatım olsa da sosyallik nedir bilmem. Zaten sabah 4,5 gibi kalkıp gece 11'e
kadar çalışıyorum.” Bir başka esnaf, hafta sonları tatillerinin bile olmadığını ve
günde 12-13 saat ayakta kaldıklarını ifade ederken, diğer bir esnaf ise zamanının
hepsinin işyerinde geçtiğini, sosyal hayatının hiç olmadığını ve ancak bayramdan
bayrama tatil yapabildiğini belirtmektedir.
Verilen cevaplardan anlaşıldığı kadarıyla esnafın sosyal hayatının oldukça
sıkıntılı olduğu görülmektedir. Birçok esnaf yaptığı işten ötürü ailesine yeterince
vakit ayıramamakta, sosyal etkinliklere katılamamakta ve dinlenmek için yeterli
vakit bulamamaktadır. Çalışma saatlerinin belirsiz veya uzun olması ve hafta sonu
tatillerinin olmaması da bu durumu tetikleyen unsurlardır.
7. Esnaflararası İlişkiler
Muş şehrinde geleneksel yapı egemen olduğu için (yüz yüze ilişkiler ön
planda ve toplumsal normlar daha bağlayıcı olduğu için) esnaflar arasında rekabet
ve çatışmadan ziyade dayanışma ve yardımlaşmanın esas olduğu görülmektedir.
Ancak bu, esnaflar arasında hiç rekabetin ve çatışmanın olmadığı anlamına
gelmemektedir. Az da olsa hem aynı meslekten hem de farklı meslekten esnaflar
arasında rekabet görülmekte; fakat esnafın çoğu birbirini tanıdığı için, işbirliği ve
dayanışma rekabet ve çatışmaya üstün gelmektedir. Esnaf dayanışmasını
güçlendiren önemli bir unsur da, büyük alışveriş merkezleri ve marka mağazalar
karşısında esnafın ayakta durmasının giderek daha zorlaşmasıdır. Görüşülen
esnafın da belirttiği gibi esnaflar arasında ciddi bir rekabet ve çatışma
bulunmamaktadır.
“Muş'ta esnaf olmak zor mu?” sorusuna bir esnaf “her yerde esnaf olmak
zordur. Muş'ta da zor. Özellikle ikliminin soğuk olması işlerimizi etkiliyor.”
Esnaflığın zor bir meslek olduğunu belirten esnaf, bunun sebebi olarak
esnaflararası ilişkileri değil de iklim şartlarını göstermesi oldukça dikkat
çekmektedir. Aslında bu, Muş esnafıyla ilgili genel bir durumdur. Zira çoğu esnaf,
aralarındaki ilişkilerden ziyade iklim koşullarını sorun olarak görmektedir.
92
8. Mesleğe Dair Sorunlar
Her mesleğin kendine has sorunları ve sıkıntıları vardır. Örneğin, fırıncılık
mesleği için sabah çok erken kalkmak, eczacılık mesleği için ilaç sıkıntısı çekmek,
ayakkabıcılar için kış ve yaz sezonları için uygun ayakkabı bulmak, berberler için
müşteriyi memnun etmek vs. bir sorundur. Her mesleğin kendine özgü sorunları
olduğu gibi bütün esnafların birtakım ortak sorunları da bulunmaktadır. Şehrin
coğrafi, kültürel ve ekonomik yapısı, dükkân açma ve vergi vermeyle ilgili
sorunlar, eleman çalıştırma ve ücret gibi konular ortak sorunlara örnek verilebilir.
Bir esnaf yaşadığı bazı sıkıntılarını şu şekilde dile getirmektedir: “zaman
zaman hırsızlık ya da küfür gibi kötü durumlar oluyor. Gece onda adam bir liralık
mala yüz lira veriyor, git bozdur bakalım nerede bulacaksın? Bu bize işkencedir.”
Bir başka esnaf, mesleklerinin (fırıncılık) zor bir meslek olduğunu, sabah ezanıyla
kalkıp gece geç saatlere kadar çalıştıklarını, uyku düzenlerinin bozulduğunu ve
herhangi bir sosyal ortama katılamadıklarını belirtmektedir. Birkaç esnaf ise
müşterileriyle herhangi bir sorun yaşamadıklarını, en büyük sıkıntılarının
deneyimli personel bulmak olduğunu söylemektedir.
Ayakkabıcı esnafı farklı bir sıkıntı çekmektedir. Bir ayakkabıcı esnafı,
“ara sezonlara (ilkbahar ve sonbahar) giremiyoruz. Ya kış ya da yaz sezonuna
giriyoruz, çünkü ara sezonlar elimizde kalıyor ve bunu zararına veriyoruz. En
kârlı sezonlar ara sezonlar görülmesine rağmen, aslında en çok zarar ettiğimiz
aylardır” demektedir.
Farklı sorunlar yaşayan bir başka esnaf da otogar esnafıdır. Otogar esnafı,
zor bir meslek icra ettiklerini, bu yüzden de çeşitli sıkıntılar yaşadıklarını, örneğinyazıhane çalışanları pek etkilenmese de- özellikle araç personellerinin ciddi
zorluklarla (uzun süre aileden uzak kalma, sosyal etkinliklere katılamama,
uykusuzluk vb.) yüzleştiklerini beyan etmektedir. Bununla birlikte, mesleğin
birtakım güzel yönlerinin (yeni yerler görmek ve yeni kültürlerle tanışmak gibi)
bulunduğunu da söylediler.
Market (bakkal) ve manav gibi küçük dükkân sahibi esnaf ise bir başka
sorunla karşı karşıya kalmıştır. Aslında bu sorun bütün esnafı etkilemekte, ama bu
sorundan en çok “bakkal” ya da “market” diye tabir edilen esnaf etkilenmektedir.
Sorun ise kentleşmeyle ilgilidir. Kentler büyüdükçe giderek daha fazla çekim
gücüne sahip olmaktadırlar. Muş da son yıllarda, özellikle nüfusça ve yapıca,
büyümektedir. Bu da ister istemez büyük alışveriş merkezlerinin ve marka
firmaların şehre gelmelerinin önünü açmaktadır. Bu durum da küçük esnafı
oldukça olumsuz etkilemektedir. Zira küçük esnafın çoğu, müşterinin ihtiyacı olan
her şeyi kendi dükkânında bulunduramamak ve müşteriye kredi kartı gibi
imkânları sunamamak gibi birtakım sorunlar yaşamaktadır.
9. Üniversiteyle İlgili Görüşler
Üniversiteler kuruldukları şehirleri toplumsal, ekonomik ve kültürel
açılardan etkilemektedirler. Özellikle, Muş gibi geleneksel yapının egemen
olduğu ve kentleşmenin yeni başladığı şehirlerde üniversitelerin etkisi daha fazla
93
olmaktadır. Başta öğrenciler olmak üzere, üniversitenin açılmasıyla birlikte Muş'a
önemli oranda bir nüfus akışı olmuştur. Bu nüfusun, başta esnaf olmak üzere,
şehirde ekonomik faaliyet gösteren kesimlere önemli katkılar sağladığı göz ardı
edilemez. Ülkenin değişik yerlerinden gelenler, kendileriyle birlikte kültürlerini,
âdet ve göreneklerini, toplumsal ilişki biçimlerini vs. de getirmektedirler.
Dolayısıyla, şehir halkıyla şehre gelen nüfus arasında ister istemez toplumsal ve
kültürel bir etkileşim de meydana gelmektedir. Bu yüzden, esnaftan yeni kurulan
üniversiteyle (Muş Alparslan Üniversitesi 2007 yılında kurulmuştur) ilgili
düşüncelerini öğrenmek önemli görülmüştür. Burada son olarak esnafın
üniversiteyle ilgili görüşlerine değinilecektir.
Genel olarak bakıldığında, esnafın Muş'ta üniversitenin kurulmasını
olumlu bulduğu görülmektedir. Çoğunluk üniversitenin şehre bir canlılık
getirdiğini, şehrin ekonomisine katkı sağladığını, farklı kültürlerin etkileşime
girdiğini, şehre yatırım yapmayı teşvik ettiğini, okuryazarlık oranını etkilediğini
vs. belirtmektedir. Bunun yanında, birtakım olumsuz görüşler de ifade edilmiştir.
Bazı esnaflar üniversitenin yanlış bir yere kurulduğu ve toplumdan kopuk olduğu,
toplumun ahlâkî yapısını dejenere ettiği, geleneksel değerlere zarar verdiği ve
kültürel bir ikilik meydana getirdiğini beyan etmişlerdir.
Üniversite hakkında olumlu görüş bildirenler özellikle şu hususlara dikkat
çekmişlerdir. Bir esnaf “hayatımıza renk geldi. Monoton hayatımız renklendi,
hayatımız daha eğlenceli hale geldi. Ahlâkî açıdan da bozulduğunu
düşünmüyorum.” derken, bir başka esnaf “üç kişi üç ekmek yer, beş kişi beş ekmek
yer. Üniversiteye gelen kitle tüketimini burada yapıyor. Her sektör de bundan
faydalanıyor” demektedir. Bir diğer esnaf ise, üniversitenin Muş için bir velinimet
olduğunu beyan etmektedir.
Başka bir esnaf, farklı bir konuya dikkat çekerek üniversitenin
kurulmasıyla öğrenci endeksli işyerlerinin (kafe, kafeterya, kırtasiye, fastfood vb.)
açıldığını ve bunların şehrin ekonomisini olumlu yönde etkilediğini
belirtmektedir. Bu olumlu etkiyi bir esnaf, satışlarının iki katına çıktığını
söyleyerek dile getirmiştir. Benzer şekilde bir başka esnaf, üniversitenin şehrin
gelişmesine katkı sağlayan en büyük “işletme” olduğunu vurgulamaktadır. Bir
esnaf meselenin eğitim boyutuna dikkat çekmekte ve “iyi bir eğitim olursa
geleceğin yön vericisi olabilir. Geleneklerin değişmesinde de önemli rol oynayan
bir kurumdur” demektedir. Bir esnaf da üniversitenin toplumsal hayata olan
etkisini şu şekilde dile getirmekte: “Halk biraz daha anlayışlı oldu. Bakış açıları
değişti. Kılık kıyafetlerinde değişiklik oldu.”
Bir başka esnaf, üniversitenin açılması hususunda “kesinlikle çok faydası
vardır. Hem ekonomik hem de kültürel anlamda bizi ilerletecektir. Bazı insanlar
üniversitenin çocuklarımızı yoldan çıkardığını savunur, ama o üniversitenin
etkisinden dolayı değil kişinin kendisinden kaynaklanır.” demektedir. Bir diğer
esnaf da şu ifadeleri kullanmaktadır: “İlimizde üniversitenin açılması çok faydalı
oldu. Çocuklarımız okuyan kesimi gördükçe okumaya heveslenir, ne çektikse
94
cahillikten çektik çünkü. Ekonomik ve kültürel anlamda ilimize katkısı oldu. Muşlu
hemşerilerimizin üniversite öğrencilerinin geleceğimiz olduğunu bilmesi ve
onlara yardımcı olması gerekiyor.”
Üniversitenin açılmasıyla ilgili olumsuz görüş bildirenlerin görüşleri ise
şu şekilde özetlenebilir: Bir esnaf, üniversite öğrencilerinin insanlara kötü örnek
oluşturduğunu savunmakta ve “keşke açılmasaydı!” diye bir dilekte
bulunmaktadır. Bir diğer esnaf ise, üniversitenin olumsuz yönlerinin olumlu
yönlerinden daha çok olduğunu söylemekte, örnek olarak da gençlerin açılmasını
göstermektedir. “Ben çocuklarımı dışarı çıkarmaya korkuyorum.” Bir başka esnaf
da şunları dile getirmektedir: “Farklı kültürler bir araya gelince insanlar bunu
benimseyemiyor. Şunu da itiraf etmeliyim ki, üniversitenin açılmasıyla ahlâkî
anlamda bir zayıflama oldu.” Bir diğer esnaf da maddi ve manevi açıdan bir
karşılaştırma yapmakta ve üniversitenin maddi getirisi olduğunu ama manevi
götürüsünün de bulunduğunu söylemektedir: “Ahlâk olarak insanlarımız bozuldu.
Gençlerin giyim kuşamı değişti. Erkekler düşük bel pantolon giymeye başladı. Ben
olsam böyle birini sınıfa almam.”
Bir esnaf ise dolaylı bir olumsuz etkiye dikkat çekmektedir. Üniversitenin
açılmasıyla büyük işyerlerinin de Muş'ta açıldığını, bunun da hem müşteri
açısından hem de satış noktasından kendilerini olumsuz etkilediğini
belirtmektedir. Büyük işyerleri “işimizin % 60'ını öldürdü. Nakitleri kendi
yanlarına çektiler. Milletin cebinde para kalmadığından bizden borç alıyorlar.
Peşin için ise büyük marketlerden alışveriş yapıyorlar. % 70 veresiye, % 30 ise
nakit çalışıyorum.”
10. Sonuç
Şehrin kentleşme sürecinde geleneksel yapıyla modern yapının çatıştığı
bir ortamda mesleklerini icra eden Muş esnafı, ciddi sorunlarla yüz yüze
bulunmaktadır. Hem şehrin geleneksel yapısından, hem şehrin ikliminden, hem
şehrin kentleşmesinden, hem de üniversitenin kurulması gibi birtakım yeni
gelişmelerden kaynaklanan sorunlar mevcuttur. Esnafın çoğu ne yaşadığı şehirden
ve sosyal hayatından memnundur ne de belediyecilik hizmetlerini beğenmektedir.
Sorunlarının farkında olan esnaf, çözüm noktasında ise bir şey yapamamaktadır.
Zira koşulların değişmekte ve yeni şeylere gebe olduğunun bilincindedir. Büyük
alışveriş merkezleri karşısında hayatta kalma mücadelesi veren esnaf, geleneksel
yapının getirmiş olduğu saikle birbiriyle dayanışma ve yardımlaşma içine
girmektedir. Bu yüzden, Muş esnafı arasında fazla bir rekabet ve çatışmanın
bulunmadığı görülmüştür.
Yeni şeyler (örneğin üniversite) karşısında esnafın ikiye bölündüğü, bir
kısmının yeni gelişmeleri olumlu karşıladığı, bir kısmınınsa olumsuz gördüğü
sonucuna varılmıştır. Özellikle bazı esnafın ahlâk ve kültür noktalarından birtakım
kaygılar taşıdığı gözlenmiştir. Sonuç olarak, toplumsal, ahlâkî, kültürel ve
mekânsal alanda görülen ikiliklerin Muş esnafını derinden etkilediğini ve
endişelendirdiğini söylemek mümkündür.
95
KAYNAKÇA
BARKAN, Ömer Lütfi (T.Y.), “Osmanlı İmparatorluğu'nda Esnaf Cemiyetleri”.
CEM, İsmail (2010), Türkiye'de Geri Kalmışlığın Tarihi, 3. Baskı, İstanbul:
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
ÇAPACI, Fikret (2013), “Osmanlı'da Esnaflık Anlayışı ve Verilen Cezalar”,
http://www.fibhaber.com/osmanlida-esnaflik-anlayisi-ve-verilen-cezalarmakale,103.html, (Erişim Tarihi: 18 Haziran 2013).
ÖZGEN, Ferhat B. (2000), “Osmanlı Devletinin Diğer Devletlerle İktisadi
İlişkileri”, Yeni Türkiye Osmanlı Özel Sayısı II, 6 (32), S. 101-111.
PIARENNE, Henri (2011), Ortaçağ Kentleri- Kökenleri ve Ticaretin
Canlanması, 10. Baskı, (Çev: Şadan Karadeniz), İstanbul: İletişim Yayınları.
SOMBART, Werner (2008), Burjuva- Modern Ekonomi Dönemine Ait İnsanın
Ahlâkı ve Entelektüel Tarihine Katkı, (Çev: Oğuz Adanır), Ankara: Doğu Batı Yayınları.
ÜLGEN, Pınar (2013), “Geç Ortaçağ Avrupa'sında Lonca Teşkilatı”, History
Studies, 5 (2), 471-487.
http://tarih.sitesi.web.tr/esnaf-nedir.html (Erişim Tarihi: 15 Eylül 2013).
96
İSMET ÖZEL'İN 'MUŞ'TA BİR GÜZ İÇİN PRELÜDLER' ADLI
ŞİİRİNDE DEVRİMCİ BİR ÖZNENİN MUHASEBE MEKÂNI OLARAK
MUŞ
Okt. Ferhat ÇİFTÇİ
Muş Alparslan Üniversitesi MYO
Özet
Barındırdığı yargılar bakımından bir edebiyat eserinin değişken algılara
ve yorumlara olanak sağlaması, edebiyat incelemelerinde oldukça mühim bir yer
tutmaktadır. Nesnel ve öznel yaklaşımların farklı şekillerde sergilendiği bu durum,
eleştirel çoğaltımın gerçekleşmesini sağlamaktadır. Bu, daha çok sanatsal bir
nesnenin farklı metotlar eşliğinde ele alınmasıyla söz konusu olmaktadır. Bu
bakımdan edebi incelemelerde bağlam, kurguyu sağlayan en önemli
unsurlardandır. Alımlayıcı okur veya eleştirmence tespit edileceklerin ve verilecek
hükmün tuttuğu reel karşılıklar buraya dayanmaktadır. İsmet Özel'in “Muş'ta Güz
İçin Prelüdler” adlı şiirine, yukarıda zikredildiği şekilde çözümleyici bir gözle
baktığımızda, devrimci bir özne olarak şairin iç muhasebesi yanında, buna olanak
sağlayan güçlü bir mekân unsurunun varlığı dikkatleri çeker. Bu şiirde Muş,
doğasıyla şairin iç dünyasının somutlaşma imkânı bulduğu önemli, güçlü bir
mekân olarak bizleri karşılar. İsmet Özel ve Muş arasında şiirsel özne açısından
rollerin zaman zaman değiştiği görülür. Bu bakımdan, daha çok şairin yaşam
tecrübesi ve ilk zamanlardaki ideolojik tercihlerinin anlam belirleyici olarak ön
plana çıktığı bu şiirde, Muş ve tabii görüngüleri, yüzeyde bir nesne, arka planda ise
şair kadar olmasa da estetik bir özne olarak okunabilmektedir. Bu anlamda Muş'un
poetik malzeme boyutunu aşarak tabii özellikleriyle şairin ideolojik çıkarımlarının
sağlayıcısı olduğu görülür. Bu makalede, devrimci bir özne olarak vasıflandırılan
şair İsmet Özel'in muhasebe mekânı olarak Muş irdelenmiş ve şiire sunduğu
katkılar söz konusu edilmeye çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Şiir, mekân, İsmet Özel, Muş'ta Güz İçin Prelüdler,
Muş.
97
1. Giriş
Edebi esere anlam katan birtakım unsurlar vardır. Bunlar, edebiyat alanına
dair incelemelerin konusu iken, genel olarak daha kendinden sanatsal görünümler
ve algılarla da anlaşılabilecek bir özellik gösterirler. Herhangi bir esere yönelik
beğeniler ve kabuller, sıkılıkla bunlar üzerinden söz konusu olur. Bu açıdan, bir
esere değer atfetmek, edebi eleştirinin konusu olduğu gibi popülist tercihlerin
etkisiyle de açıklanacak bir şeydir. Bu anlamda “beğeni”nin mantığı ve gerekçesi,
estetik bir mevzu olarak değişkendir. Öznelliği işaret eden bu durum, sanat eserine
yönelik kuramsal belirlemelerin de oluşmasına olanak sağlamıştır. Herhangi bir
kuramı, sosyal ve psikolojik bağlardan bağımsız düşünmek, bu yüzden pek
sağlıklı bir durum değildir. Değişken algılar ve yorumlarla farklı açıların söz
konusu olmasını sağlayan eleştirel dilin, edebi incelemeler için önemli kayıtlar
barındırdığı muhakkaktır.
Bugün herhangi bir metni anlamanın üç ayrı yolu olduğunu belirten Berna
Moran, bunları, yazar, metin ve okur odakları olarak sıralar (2012:135). Şüphesiz
her üçünün de sanatsal okumayı zenginleştiren boyutları vardır. Farklı kuramsal
tartışmalara girmeden, bu incelemede her üçünün de vazettiği genel ilkeler
çerçevesinde bir söylem tutulabileceği düşünülmüştür. Ayrıca İsmet Özel'in
“Muş'ta Bir Güz İçin Prelüdler” şiiri, mekânın ön planda olduğu bir şiir olması
bakımından, incelemede mekânı merkeze almanın böyle bir gereklilik
oluşturduğu düşünülmektedir. Söz konusu yöntemlerin karşıt değillemeleri
dışında, ortaya koydukları belirlemelerin kısmi gerçekliklere sahip olduğu
söylenebilir. Verilecek hükümler ve sonuçlar; okurun, şairin, bazen de metnin
tetiklediği bir şey olarak düşünülmelidir. Şiirde güçlü bir özne olarak şair, bu
özneyi konuşturan ve adeta şiiri mayalayan Muş şehri ve bu ilişki üzerinden anlam
yüklemelerinde bulunacak okur, dengeleyici roller içerisinde görülmüştür.
Moran, önemli bir kişinin biyografisini ele almanın dışında, sanatçı ve
eseri arasında ilişki kuran, önemli bağları söz konusu eden yazara dönük
biyografik eleştiri üzerinde durur (2012: 131). Buna, sanatçı ve eseri arasındaki
bağı kuran bu yaklaşımın iki amaçla kullanılabileceğini ekler. Bunlar, a. Eserleri
aydınlatmak için sanatçının hayatını, kişiliğini incelemek, b. Sanatçının
psikolojisini, kişiliğini aydınlatmak için eserlerini bir belge gibi kullanmak,
şeklinde karşımıza çıkar. “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiirine ilişkin bu incelemede,
daha çok birinci ilkenin söz konusu olabileceği görülmektedir. Çünkü eserde yer
alan bir unsur olarak mekân ve mekâna yüklenen anlam, bu durumun gerçek öznesi
olarak İsmet Özel'i işaret eder. Öte yandan, İsmet Özelin hayatı ve mücadelesine
dair bu yaklaşımlar, bu şiirde güçlü bir kullanım alanı bulan Muş'a da anlam
katacak bir bileşen olarak görülür. Dolayısıyla bu şiir özelinde, İsmet Özel ve Muş
arasında karşılıklı bir ilişkiden, etkileşimden bahsetmek mümkündür. Bu
bakımdan şairin hayatını ve mücadelesini, şiirini anlamak noktasında önemli bir
kaynak olarak almak gerekir. Çünkü Özel'e kendi şiirinin karakteri olarak bakmak
mümkündür (Çıraklı, 2006: 114). Buna, yukarıda zikredilen okuma biçimlerini de
eklediğimizde, bu makalenin amaçladığı mekân merkezliliğin sınırlarının
çizileceği düşünülmektedir.
98
2. Şiir-Mekân İlişkisi
Zaman ve mekânın, insan yaşamı için anlam boyutu oldukça geniştir. Bu
yüzden zamanı ve mekânı, yaşamsal her türlü durumun ve değininin temel
kavramları arasında görmek gerekir. Bu önemlilik, edebi eser için de geçerlidir.
Gerek içerik gerekse teknik olarak zamanın ve mekânın edebi incelemelerde söz
konusu olduğu bilinmektedir. Bu ikiliden mekâna, edebi eserlerden ise şiire
odaklandığımızda, mutlaka bazı estetik karşılıklar söz konusu olacaktır. Fakat
mekânın, şiirde tuttuğu karşılıklar, roman türü kadar geniş değildir. Bu açıdan şiir,
roman kadar mekân sanatı olarak görülmez (Narlı, 2007: 9). Yine de şiirin mekânla
kurduğu ilişkiyle mekânın yaşanılan bir yer olmanın ötesine geçip genişlediği
görülür (Narlı, 2007: 9). Çünkü şiir, farklı duyguların yoğun temsiller yaşadığı bir
tür olarak kullanım alanına soktuğu her türlü kavram için bu genişletmeyi
sağlayacak bir etkiye sahiptir. Bu boyutuyla düşünüldüğünde, mekânın şiirde
teknik bir unsur olarak söz konusu edilmesinden ziyade, daha önemli, kopmaz
ilişkiler içerisinde değerlendirilmesi anlaşılabilir bir durum olacaktır.
Mehmet Narlı, şiir-mekân ilişkisinde herhangi bir tasnife gidilecekse,
düzenlenmiş yerler, doğal yerler, kozmik yerler, mitolojik yerler, var olduğuna
inanılan kutsal yerler ve hayal edilen yerlerden bahsedilebileceğini ifade eder
(2007: 14-15). Şiirsel mekân olarak şehirler, bu tasnifte “düzenlenmiş yerler”
olarak geçer. Dolayısıyla şairin bakış açısına ve yüklediği anlama göre şehirlerin
çeşitli özellikleriyle ya da bütüncül bir imge etrafında şiirde güçlü bir yer ettiğini
söyleyebiliriz. Hatta birçok şairin şehirlerle edebi varlığı arasındaki ilişkisi,
şiirinin karakterini belirleyecek boyuttadır. Gerek medeniyet görüngüsü olarak
büyük, kadim şehirler gerekse kırsal yaşamın özlendiği daha küçük yerleşim
birimlerinin şiir ve şair için önemli olduğu görülmektedir. Bu açıdan genelde şiir
ve mekân, özelde ise şehir ve şiir ilişkisinden bahsedilmesi bir edebi mevzu olarak
mümkündür. Özel'in önemli bir yapıtı olan Erbain'deki (1993) şiirleri tek bir anlatı
olarak gören Mehmet Zeki Çıraklı, bunu şiirlerdeki aynı sesle beraber zamanmekân-kahraman örgüsünün izdüşümlerine bağlar (2006: 112). Aynı şekilde,
hangi duygunun nerede, ne zaman gerçekleştiğinin belirsiz olduğunu
vurgulamasına rağmen bu anlatının zamanını mekânsal olarak görür (2006: 114).
Bu belirlemeler doğrultusunda düşünüldüğünde, mekânın şiir için ne denli önemli
olduğu anlaşılacaktır. İncelediğimiz “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri de, gerek
başlık gerekse içeriğinden anlaşılacağı üzere, şairi İsmet Özel ve Muş arasında
kurulacak ilişki açısından bazı karşılıklara sahip görünmektedir. Şairin bir mekân
olarak anlam yüklediği Muş ve özelliklerinin, şiirsel söylemin gerçekleşmesinde
büyük bir rol oynadığı görülmektedir. Muş'un, bu şiirde poetik bir etki göstermesi
bu şekilde mümkün olmaktadır.
3. İsmet Özel ve Poetikası
İsmet Özel, düşünce ve sanat anlayışıyla edebiyat dünyasında önemli bir
yer edinmiştir. Güçlü şiiri, düşünsel derinliğiyle fikir ve sanat çevrelerinin
vazgeçilmezi haline gelen şair, aynı zamanda ideolojik değişimleri ve politik
çıkışlarıyla da gündem konusu olmuştur. Bu açıdan şairi, Türkiye'nin yakın zaman
içersindeki siyasal, fikri hareketliliğinin önemli takipçilerinden ve taraflarından
biri olarak görmek mümkündür. Reşit Güngör Kalkan da, Özel'i, Türkiye'nin son
99
otuz yıllık düşünsel dokusunda önemli açılımlar sağlayan biri olarak görür (2010:
12). Fakat onun bütün yönleri içerisinde şiirin oldukça önemli bir konuma sahip
olduğunu belirtmek gerekir. O, içinde olduğu siyasal durumlara mukabil,
kendisinde şiirin hep özge bir yere sahip olduğunu vurgulamıştır. Şair, şiiri kendisi
için gerçek kılan şeyin şiirin üstün, ince, yüksek düzeyde bir söz sanatı oluşu değil,
ona tutunma tercihi olduğunu belirtir (Özel, 2007: 17). Bu anlamda İsmet Özel'de
şiirin hayatla kopmaz bir bütünlük içerisinde düşünüldüğü rahatlıkla söylenebilir.
Yine, toplum olaylarına bakarken işlekliğinden istifade edilecek özsuyun şiirde
olduğunu belirten şair, (Özel, 2007: 68) şiirle mümkün olacak bir mücadelenin ve
idealin peşinde olduğunu göstermektedir. Fakat şiir, İsmet Özel tarafından, bu
ifadelerin akla düşüreceği muhtemel, basit bir işlevsellik içersinde değil, doğrudan
bu ideal çerçevenin olmazsa olmazı olarak görülmektedir. Dolayısıyla şiir ve fikir,
İsmet Özel poetikasında önemli karşılıklara sahip olmakla beraber, şairin
mücadeleci kimliğinin belirlenmesinde önemli bir yer tutmaktadır.
Özel şiirini önemli kılan birçok unsur bulunmaktadır. Çatışmanın
beslediği kavgacı bir üslubun belirgin olduğu Özel şiirinde, itici bir güç olarak
inanç kavramının da büyük bir yer tuttuğu görülmektedir. Şiirin kendisi için uğraş
verilecek bir şey olduğunu söyleyen Özel, sonuç almada inancın önemli olduğunu
belirtir (2007: 65). Bu açıdan Özel'in şiirinde, doğru bilinende gösterilen ısrar,
poetik çerçeveyi belirleyen önemli bir gösterendir. Kendisini şair sanarak değil,
şair olmanın gereğine inanarak ve şiirin gereğini yerine getirmeksizin bu alanda
gerçek bir çalışma yürütülemeyeceğini kabul ederek işe başladığını belirten şair,
“yolumun her durağında, yürüdüğüm mesafenin, göze aldığım mesafe yanında
kısa kaldığını anlayacak bir hazırlığım vardır” (Özel, 2007: 19) ifadesini
kullanmaktadır. Dolayısıyla Özel şiirine, gerçekliğin ideal olan peşinde olduğu
şiirsel bir mümkünlük arayışı olarak bakmak gerekir. Karşılaşılan bunalımlı
durumlara, “bunların hepsi masal” denilemeyeceğini, fizikçilerin masalının atom
bombası olduğunu ve bu masalın patladığını söyleyen Özel ( 2007: 12) gerçeklik
ve ideallik arasında kesişmesi beklenilen düşünsel bir çizgi ortaya koymaktadır.
Bu çaba, onun kendisini, zaman içerisinde, topluma ilişkin bir ayrımın birimi
olarak değil, “iyilerin” savunmasını bile isteye seçtiği gözü pek ve tavizsiz bir
tarzda yapmaya aday biri olarak görmesini mümkün kılmıştır (2007: 22). Bu
durum, onun farklı düşünsel yönelimler içerisinde olduğu zamanlarda bile hep bir
mücadele vermesini sağlayan önemli bir özelliktir. Özel'in, ilk gençlik yıllarında
eylem yönü belirgin bir entelektüel olduğunu söyleyen Selahattin Yusuf, (2005:
13) şairin Sosyalizme girişinde isyancı kişiliğinin önemi olduğu gibi, Müslüman
olmasında da aynı şey geçerlidir, demektedir (2005, 34). Kalkan da, Özel'in
şahsiyetinin en belirgin özelliği olan itaatsizliğini erken çocukluk döneminde de
görmek mümkündür, der (2010: 32). Tüm bunlar, şairin ne düşündüğüyle değil,
düşünüyor olmakla bir meselesi olduğunu göstermektedir. Bu da, doğru bilinenler
için verilmesi gereken mücadeleyi ve şairin bunu şiirle ilişkilendirmesinin
mantığını ortaya koymaktadır.
Yukarıda zikredilen mücadelecilik vasfı yanında, Özel şiirinin birtakım
açmazları olduğunu da söylemek mümkündür. Özel, şiirlerini kaleme alırken, şiir
100
üzerine söz söyleyen ve böylece kendi poetikası hakkında beyanda bulunan ender
şairlerdendir (Tüzer, 2008: 69). Bu açıdan kendi poetikası hakkında müdahil olan
şairin, şiiri için ileri sürülen şüphelere karşı savunmacı, karmaşık bir dil ürettiği de
söylenebilir. Şiirlerin ve ileri sürmüş olduğu düşüncelerin oluşturduğu
tartışmalarda sürekli olarak bir izahatın gerekli olması, onu, kendisi hakkında
konuşturmaya zorlamıştır. Sanat eseri, sanatçının “nasıllığını” değil, “niçinliğini”
düşündürür ve ifşa edilen bir şey varsa o bizim de kendimizin, kendimize,
kendimiz hakkındaki ifşaatını içine alır, (Özel, 2007: 25) diyen şair, şiirle ontolojik
bir ünsiyet kurar. Fakat bu ontolojik ünsiyet, kimi zaman öznel yüklemelerin
olduğu ve dinleyici veya okuyucuya karmaşık ve çelişik bir içerikle yansımaktadır.
Bu, onun şiirsel gerçeklik ile siyasal ve düşünsel gerçeklik arasında kurmaya
çalıştığı sıradışılığı daha belirgin kılmaktadır. Asım Öz, şairin kimi zaman
anlaşılamamasındaki en önemli unsurun gösteri olduğu, hatta Hüseyin Su'nun
deyimiyle “konuyla, kendisiyle, izleyicilerle ve sözcüklerle oynaması olduğu”
aktarımında bulunur (Öz, 2008). Gerek fikir gerekse şiir kavramı etrafında,
alışılmış izahatların dışına çıkarak kendine seçkin bir konum arayan şair, bu
çabaları doğrultusunda özelleşmiş ve fakat aynı zamanda yalnızlaşmıştır. Bu
açıdan uçlarda gezinmenin huzurunu ve huzursuzluğunu bir arada yaşayan bir şair
olarak Özel, cesur ifadelerin, protest çıkışların adresi haline gelmiştir. Bu durum,
Özel'de, hükmün altında kırılmaya matuf bir şiir üretmekle sonuçlanmıştır.
Hükmün, önce ve sonraya dair muhtemel boşlukları dolduracak bir akışkanlık
göstermesi kimi zaman zordur. Bu bakımdan, fikri çıkışların ahlaki çeperi
gözetmesi, hayati bir önem arz etmektedir. İddia edildiği gibi Özel'in,
kazanmaktan çok haklı olmak ve insan kalmak derdinin (Çıraklı, 2006: 117), bunu
göz önünde bulundurması elzemdir. Özel'in inandığı değerler için gösterdiği
kararlığın kuşatıcı olamamasının nedenlerini burada aramak gerekir. Bu durum,
daha çok şairin kendi kabulleri ve beyanları üzerinden söz konusu olmuştur.
Çünkü Özel'in poetikası ve üslubu, ilk zamanlardaki edebi, düşünsel değerden
ziyade politik mevzulara dair yıkıcı çıkışlarla varlık bulmuştur. Bu bakımdan,
Özel nezdinde konuşmanın gereği düşünce ve düşünce arayışıyken; bu, okur
nezdinde kaleyi korumak olarak da algılanabilmektedir. Özel'deki düşünsel
temayüller, sahip olduğu güçlü poetik yapıyı hasara uğratmıştır. Bu durumu, Özel
şiirinin düşünce arayışındaki uslanmazlığının bedeli olarak görmek gerekir. Bunu
Asım Öz, sanat ve siyaset pratiklerinin aynı olması üzerinden anlayıp İsmet
Özel'in “tükenerek çoğaldığı” şeklinde (2008), Ali Emre ise, “matarasındaki suya
sürekli tuz ekleyen adam” olarak beyan eder (2008).
Gelinen noktada, Özel'in şiirine bir konum biçmek oldukça zor
görünmektedir. Bu durum, onun poetik malzemesine mercek tutulduğunda
çözümleyici ama uzlaşmaz fikirlerin oluşmasına kapı aralamıştır. Cemal Süreya,
fikri değişimlerine rağmen onun şiirinin değişmediğini ileri sürerken (Akt.
Kalkan, 2010: 173) ve bu konuda Özel de dâhil olmak üzere birçok benzer görüş
ileri sürülürken, Özel'in şiirini birçok bakımdan ele almanın mümkün olduğunu
belirten Hakan Arslanbenzer, solcu dönemi-Müslüman olduktan sonrası
şeklindeki dönemleştirmeleri kuşkulu bulduğunu belirtir (2012: 180-181). Özel'in
bütün şiirlerini anlama noktasında kilit rolde olduğunu düşündüğü “Zalim Şüphe”
101
şiiri üzerine bir değerlendirmede bulunan Arslanbenzer, bu şiirde farklı olarak
asrısaadete dönüşün izlerini bulur. Şairin arayışlarının yeni bir öneriyle
sonuçlandığı şiirin bu şiir olduğunu dile getirir. Bu bakımdan Özel'in şiirinin
Müslüman olduktan sonra değişmediği fikrinin reddedilmesi gerektiğini söyler
(2012: 182-185-186). Fakat Arslanbenzer de, Hz. Ömer'in “öfkesi” ile Özel'in şiiri
arasında bağdaşık bir durumu izah ederken, Ömer'in Resulullah'a kılıç çekmesiyle,
sosyalist ateizmi arasında bir akrabalık olduğu açıktır, demektedir. İkisinin de bir
öneriye, öğretiye meydan okurken o öneri ve öğretinin de üzerinde kendini ihdas
etmek istediği temellere dayanmaktadır, şeklinde bir açıklamada bulunur (2012:
191). Bu belirlemenin, şairin şiirinin hiç değişmediğini ileri sürenler için temel
saik olduğu görülmektedir. Ayrıca “Ömer öfkesi” üzerinden Müslümanca bulunan
Özel şiirinin, diğer Müslüman şahsiyetlerin meşreplerini atlaması doğru olamaz.
Yapılan yanlışlara karşı “öfke”nin gerekliliği, başta Peygamber olmak üzere diğer
sahabe, âlim ve düşünürlerin gösterdikleri hikmeti kuşatacak bir bütünlükle ancak
makul bir durum alır. Bu nedenle Özel şiiri üzerinden Müslümanlık vasfını
“öfke”ye endekslemek doğru değildir. Hz. Ömer'in “öfke”sinin bir de çok önemli
bir kurucu rol üstlendiği düşünüldüğünde, bunu sadece “öfke”nin başarısı olarak
görmek mümkün değildir. Öfkeyle beraber gizil başka tutum ve taktiklerin tarihsel
genişleme gerçekleştirildiğinde düşünülmesi son derece makuldür. Diğer türlü bir
Ömer'in mitolojik bir etkiyle ele alındığı çok açıktır. Özel'de Waldo Sen Neden
Burada Değilsin (2007) adlı eserinde Che ve Fidel Castro arasındaki tercihini,
mitolojik kurguyu dışlayarak inşa edici vasfıyla Castro'dan yana kullanır (2007:
57). Bu bakımlardan, Özel şiirinde tebarüz eden ve üzerinde düşünülen “öfke”nin,
Özel'den beklenen poetik ve düşünsel uzama varamadığını söylemek mümkündür.
4. Devrimci Bir Öznenin Muhasebe Mekânı Olarak Muş
İsmet Özel, hayatındaki tüm açılım ve yönelimi şiir merkezli olarak
yaşamıştır ve ilk şiir kitabından son şiir kitabına dek hayat-şiir serüveni hep söz
konusu olmuştur (Tüzer, 2008: 135). Şairin askerlik dönemi, bu serüvenin bir
parçasıdır. Zorlu bir yaşam ve kavgacı kişiliğin şiirine yansıdığı İsmet Özel, 1967
yılının Ekim ayında askerlik durum belgesi almak için gitmiş olduğu askerlik
şubesinde beklenmedik bir şekilde askerliğe alınır ve tam yirmi dört ay askerlik
yapar. Bu dönemde şairin adresi, sırayla Sivas, Konya, Elazığ ve Muş'tur. On sekiz
ayla askerliğinin çoğunu Muş'ta geçirir (Tüzer, 2008: 46). “Muş'ta Güz İçin
Prelüdler” şiirini Özel, 1968 yılında askerliğini yapmak üzere Muş'ta bulunduğu
sırada yazmıştır (Özel, 1993: 144). Bunu, şiirin bazı göndermelerinden de anlamak
mümkündür. Şiir, 1969 yılının Ocak ayında, Yeni Dergi'nin 52. sayısında
yayımlanır (Tüzer, 2008: 590). Ayrıca şair, söz konusu şiirin de içinde olduğu Şiir
Sanatı, Papirüs, Yeni Dergi ve Halkın Dostları gibi dergilerde yayımladığı on dört
şiirini, Evet, İsyan adıyla kitaplaştırır (Tüzer, 2008: 146). “Evet, İsyan”, şairin
ikinci kitabıdır. Dolayısıyla “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri, şairin ilk şiirleri
arasında yer alır.
İsmet Özel'in yaşam tecrübesinde üç dönem oldukça belirgindir. Bu
dönemleri fikri yönelimi çerçevesinde ele almak mümkündür. İlk zamanlardaki
102
düşünsel tercihlerini, daha çok sosyalist görüşlerden yana koyan Özel, daha sonra
İslâmî tercihlerin belirlediği bir düşünsel yönelme yaşamış ve en nihayetinde bu
yöneliminden bağımsız düşünülemeyecek milliyetçi tezler ortaya koymuştur. Bu,
onun şiirle olan ilişkisini de belirleyecek önemli bir durumdur. Çünkü Özel'de şiir
ve hayat, bağımsız bir şekilde ele alınamaz. Şairin şiirlerine bakıldığında, İbrahim
Tüzer'in belirlediği şekilde altı safhayı görmek mümkündür (2008: 136-137). Bu
safhalar başlıklar halinde şunlardır:
“Serbest bırakılan zihin: Şiire başlaması, ilk şiirler ve Geceleyin Bir Koşu /
1954-1965”, Gırtlaktan taşan şiir: Evet, İsyan / 1965-1970”, Geçiş sürecinin
işareti: Cinayetler Kitabı / 1971-1975”, 'Yeni Hayat'ın içinden verilen poz:
Cellâdıma Gülümserken Çektirdiğim Son Resmin Arkasındaki Satırlar / 19811993”, Yarım kalmış bir metin: Bir Yusuf Masalı /1993-1999” ve “Kırılan kalp,
'azalan yaratıcı güç': Of Not Being A Jew /2003-2006”
“Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri, şairin ikinci safhası içinde yer
almaktadır. Dolayısıyla şairde Evet, İsyan, Tüzer'de ise “gırtlaktan taşan” şeklinde
karşılıklar bulmaktadır. Tüzer, şairin, “Partizan” şiiriyle yeni bir safhaya geçtiğini,
ilk kitabı Geceleyin Bir Koşu'yu dolduran bireysel duyarlılıkla kaleme alınan
şiirlerin dışına çıkarak toplumsal şiire yöneldiğini söyler (2008: 146). Ayrıca,
şairin, şiirlerinde ben'inden hareket ettiğini ve bu ikinci safhayla ben'inin bu
seferki dayanağının çocukluğu ya da geçmiş yaşantılara ait birtakım anılar değil,
bizzat içinde yaşanılan hayatın kendisi olduğunu ileri sürer. “Muş'ta Güz İçin
Prelüdler” şiirine bakıldığında, zor bir coğrafya olarak Muş, şairin askerliğin
vermiş olduğu sıkıntılar ile hayatın kendi zorluklarının örtüştüğü bir kullanım
içerisindedir. Bu durum şairin, ideal olan için bir muhasebe içine girmesine olanak
sağlamış ve şiirde ideal iç dünya ile reel dış dünyanın çatışması söz konusu
olmuştur. Ahmet Örs'ün haklı tespitiyle, şairi, çalkantılı bir dünyanın ortasından
“kapı kulunun rezil tel örgüsü” içine hapseden hayatın, bu eşsiz ovanın şaşırtıcı
oyununu, oyun dengesi belki de iyice sarsılmış dünyasına bir armağan olarak
sunduğu gözlerden kaçmayacaktır (2009: 5).
Şiiri, “sağlam bir kalkan” olarak gören Özel, şiirin düşünsel kararlığını
pekiştirdiği üzerinde durur (2007: 80). Şiir, birçok dönemde şair için kurtarıcı bir
rol üstlenmiştir. Şairin, “yolumun her durağında, yürüdüğüm mesafenin, göze
aldığım mesafe yanında kısa kaldığını anlayacak bir hazırlığım vardır” sözünün bu
şiir için de geçerli olduğunu söylemek mümkündür. Çünkü Muş, askerliğini
yaptığı bir yer olarak şairin bahsettiği duraklardan biridir. Şair, sonu gelmez fikri
rahatsızlıklarının fakülteyi bırakmasına, askere alınmasına, hem politik alanda
hem şiir sebebiyle ilintili olduğu kişilerle arasına bir mesafe koymasına sebep
olduğunu söyler (Özel, 2007: 67). Bu mesafeliliğin askerlik döneminde de
sürdüğü ve şairin arayışlarının, fikri bir muhasebe içerisine girmesinin nedeni
olduğu görülmektedir. Zor bir coğrafya olarak Muş'un, şairin yaşadığı fikri
zorluklarla kesişim yaşadığı nokta burasıdır. Bu açıdan, şiirde ortaya konan
muhasebenin, şairin ifade ettiği “yolun ileride kalan kısmıyla ilgilenmek”
amacıyla gerçekleştiği bütüncül bir okuma sonrasında rahatlıkla görülmektedir.
103
Şiir, dural bir yapıda “dışarıdaki yağmur”a dair izlenimci bir aktarımla
başlar. Durum tespitlerinin yer aldığı şiirde şair, şiirsel söylenin öznesi olarak bir
muhasebe içindedir. Bu muhasebe, “yağmur”un kendisine ettiklerinden haberdar
olduğu bir duruma işaret etmektedir. Şair için yeni bir arayışın ilk vuruşları
aşağıdaki dizelerde belirir:
“1.
bütün renklerimi siliyor dışardaki yağmur
derin bir bıçak izi olduğum için
artık beyaz bir yumruk gibi kaldım diye
hayatın karşısında bütün kurnazlığımı siliyor dışardaki yağmur.
…” (Özel, 1993: 78).
Tüzer'e göre, bu ilk bölümde hayat “dış” (renkli) tır, şairin kendisi ise “iç”
(beyaz) tir. Yağmur yağdıkça hayattaki renkler dağılmakta ve hayat ile şairin içi
arasında bir benzeşim gerçekleşmektedir (2008: 266). Muş'a veya tabii
özelliklerine dair belirgin bir kullanımın burada yer aldığı söylenemese de, bu ilk
bölümün sonraki mekânsal göndermeler için bir başlangıç olduğu söylenebilir.
Özellikle “dışarıdaki yağmur”un, şairin mekânsal seyre iştirakini sağlayan önemli
bir alıcı olduğu görülmektedir. Şiirde mekânın ve yaşanan tabii olayların, şiirsel
anlatımı başlatması bu şekilde vuku bulmuştur. Ali İhsan Kolcu, anlatımcılığı
“sanatçının iç dünyasına, ruhuna açılan bir pencere” olarak görerek dış dünya,
doğa ve çevrenin sanatçıya etki ettiğini, onun ruhunun biçimlenmesine katkıda
bulunduğunu ileri sürer (2008: 91-92-93). Bu belirlemenin, yukarıdaki dizeler için
de söz konusu edilmesi mümkündür. Burada dışsal etkinin şiirde belirleyici bir
rolde olduğu söylenebilir. Karşıt bir duruma, Moran'ın biyografik eleştiri
kapsamında dile getirdiklerinde rastlıyoruz. Moran, bu yaklaşımı benimseyenlerin
“eserin gerçek anlamı yazarın kafasında düşündüğü, tasarladığı, dile getirmek
istediği anlamdır” şeklinde düşündüklerini belirtir (2012: 132). Dolayısıyla içsel
etkinin ön planda tutulduğu görülmektedir. Her iki belirleme doğrultusunda
söylenecek olunursa, Özel ve Muş arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur.
Fikri rahatsızlıkların yoklamalar, belirlemeler ve kararlılığa dönüştüğü bir
seyrin hâkim olduğu şiir, Muş ve görüngüleri üzerinden şairin muhasebesinin
devamına tanıklık etmektedir. Çünkü sonda söylenecek olan “beyaz bir şiir için
artık / tüfeğimi doğrultuyorum” dizeleri, yeni bir zamana kapı aralamanın
kararlılığına odaklanmıştır. Bu odaklanma, reel duruma karşı verilmesi gereken
mücadeleyi mümkün kılacaktır. Fakat savaşımın verilmesindeki buruk tat
gizlenemeyecektir:
“…
8.
kirpiklerimin ucundaki bulutlar
muş'ta güzün artık son kelimeleridir
yüzümde serin soluğunu duyuyorum dünyalı meleklerin
kar düşmeye başladı tepelerimize
beyaz bir şiir için artık
104
tüfeğimi doğrultuyorum.” (Özel, 1993: 85).
Muş'ta hayat bulmuş bu son dizelerde, Ataol Behramoğlu'yla beraber ülke
şiirine açtığı savaşın işaretlerini görmek mümkündür. Bu savaş, Halkın Dostları
dergisi hakkında verdikleri bir röportajla ilan edilir (Kalkan, 2010: 108). Özel, bu
röportajda “Bize kaynaklık edecek şeylerin başında halkımızın değerleri
gelmektedir.” şeklinde bir beyanda bulunur (Kalkan, 2010: 112). Bu bakımdan,
ortaya konacak çabanın kış mevsimiyle çetin bir görünüm kazanması ile beyaz
renk üzerinden umudu imlemesi oldukça önemli bir kullanım olarak
kaydedilmelidir.
İsmet Özel, eğilmiş olduğu medeniyet mevzuu bağlamında şehre dair
bilindik yüceltmeler veya olumlamalar karşısında farklı bir düşün ortaya
koymuştur. Bu, onun şehre olumsuz bir bakış yöneltmesiyle sonuçlanan bir durum
oluşturmuştur. Bu yüzden erken dönem şiirlerinden başlayarak şehir imgesi İsmet
Özel'in şiirinde hep olumsuz çağrışımları barındırır (Tural, 2010: 1350). Fakat bu
olumsuzluğa mukabil, şehrin, şairin poetik malzemesi olarak şiirlerinde bu kadar
fazla yer etmesi de düşünülmesi gereken bir husustur. Erbain'de mekânın önemli
bir yer tuttuğunu belirten Mehmet Zeki Çıraklı, özellikle şehrin belirginliği
üzerinde durur (2006: 112). Ona göre Özel, Erbain'de, dağı olumlayan bir seyir
ortaya koysa da, mücadele veren anlatıcı şehirlidir ve bu mücadeleyi şehirde
vermektedir (2006: 113). Bu nedenle Özel şiirinin şehirle ilişkisi, karşıtlığın
kuruculuk etkisi bağlamında düşünülmelidir. Bu açıdan, şiirin düşünceyle değil,
kelimelerle yazıldığını varsayan bir anlayışın, kelimelerin estetik potansiyellerini
merkeze alarak şiirde kuruculuk rollerini ön plana çıkarması muhtemeldir. Buna
göre şehrin, olumlanmasa da, Özel şiirini ayakta tutacak önemli etkiler
gösterdiğini söyleyebiliriz. Nitekim “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiirinde, şairin
şehre dair olumsuz sayılabilecek düşüncelerinden ziyade, reel durumun kendisine
yaşattığı zorluğun ön plana çıkarıldığı görülür. Bu zorluğun şiire kattığı tat,
mücadeleci şiir anlayışının estetik boyutuyla ilgilidir. Bu yüzden Muş'un, tabii
özellikleriyle şaire adeta bir sunuda bulunduğu söylenebilir. Ayrıca, Muş'un
burada bir kent olmaktan çok, dönemin olumsuzluklarını taşıyan bir taşra şehri
olduğu unutulmamalıdır. Bu belirleme, şairin medeniyet eksenli olumsuz şehir
algısı ve anlayışının bu şiir ekseninde Muş için geçerli olamayacağını
göstermektedir. Bakir, çetin ve bir o kadar da anlam yüklü olan Muş, şairin
çalkantılı dünyası ve arayışları için adeta bir elbisedir. Ova, sis, dik bayırlar,
Zülküf, Zülküf'ün anasının… bu hissin yüklenicileri olduğu görülmektedir.
Muş, dik bayırlı dağların eteğinden ovaya doğru yayılan bir şehirdir. Bu
bayırlarda üzüm bağları bulunmaktadır. Muş'un herhangi bir noktasından
bakıldığında, bu dik bayırları görmek mümkündür. Bu yüzden Örs, “Dik bayırların
üstündeki bağlar” mısrası, şair için zor olmayacak bir “geliş”le söylenmiştir
şeklindeki bu ifadelere yer verir (2009: 4). Bu mısralara odaklandığımızda, şiirin
arka planında yatan çetin durumun Muş'un “dik bayırlar”ı ve “gökgürültüsü” ile
ilişkilendirildiği görülür. “Kızıl, kahverengi, ıslak yapraklar”ın, “titrek öpücükler
gibi” kendini “gökgürültüsüne doğru serme”si, masumiyetin tehlikeye duçar
105
kalması anlamına gelecek şekilde kullanılmıştır. “Muş'un ve mezarlığın uğultusu”,
yaşanmış ya da yaşanacak olan ölümler üzerinden geleceği düşünülen kıyımı
hissettirmektedir. “Kargalar” uzun yaşamlarıyla şiirde kötü durumlar için önemli
bir tanıktır. Ayrıca şairin burada, Âdem'in çocuklarından Kabil'e bir göndermeyle
ölümü imleyip imlemediği tartışılabilir. Bu zor durum, Muş gibi mekânlarda
hayatın devamı ve akışı anlamına gelen “çorap örmek”le ilişkilendirildiğinde,
Zülküf'ün anası “dağlı kadınlardan uzakta”, içli bir hal içindedir. Çünkü ölüm
haberi ya da tedirginliği, bu sınanmanın ağırlığını kendisine hissettirmektedir.
“Evine bir kumru tadı bırakarak” dizesi ise, “kumru”ya odaklanmamız gerektiğini
göstermektedir. Kumru, eşi öldükten sonra eşleşmeyen ve yuvayı tek başına
bekleyen bir kuştur. Dolayısıyla Zülküf'ün anası, evden uzaklaşmış ya da ölmüş
eşinin veya birinin yokluğuna katlanmaktadır. Bu yüzden normal hayat akışı
içerisindeki çatışmanın, zorluğun adresi olarak belirmektedir. Örs, bir
arkadaşından hareketle, şiirde geçen Zülküf'ün şair gibi solcu, hareketli bir adam
olduğunu ileri sürer (2009: 5). Zülküf'ün anasının da, siyasal süreçlere tutsak oğlu
üzerinden yeni bir dert sahibi olmasının yeni bir dönemi işaret ettiğini belirtir.
“Evet, İsyan” şiirinin “vursun isyanın bacısı olan kanım karanlığa/zülküf de
vursun” (Özel, 1993: 96) dizlerinde de “Zülküf” geçer. “Zülküf”ün burada da belli
bir misyonu destekler konumda olduğu görülür. Dolayısıyla Muş'ta, şairin
kendisiyle özdeşlik kuracağı kişiler bulunmaktadır:
“…
2.
dik bayırların üstündeki bağlar
titrek öpücükler gibi yapraklarını
kızıl, kahverengi, ıslak yapraklarını
gökgürültüsüne doğru sermektedir
kargalar muş'un ve mezarlığın uğultusunu
tartarken kanatlarıyla
çoktan çorap örmeye başlamış dağlı kadınlardan uzakta
evine bir kumru tadı bırakarak
zülküf'ün anası
düşünmektedir.
…” (Özel, 1993: 79).
“…
3.
güzdür ama
avanti popolo şarkısı değildir bir ağızdan
günler ellerimi sildiğim birer üstüpüdür buralarda
kapıkulunun rezil tel örgüsü içinden
ve şakrak dostlarımdan uzakta.
…” (Özel, 1993: 80).
Yukarıdaki dizelere baktığımızda, şiirde güz mevsiminin önemli bir yer
tuttuğu görülür. Bu öneme Özel'in diğer şiirlerinde de rastlamak mümkündür.
Çıraklı'ya göre güz, Erbain'de önemli bir zaman olup genel olarak özlenen hasat
mevsimine (gelecek) işaret eder (2006: 114). Dolayısıyla olumlanan bir kullanıma
106
sahiptir. Fakat “güz” ve “avanti popolo şarkısı”nın “bir ağızdan” söylenişi “ama”
bağlacıyla ayrılmaktadır. Bu, şiirde değişen ve yeni bir zamanı işaret eden önemli
bir kırılmadır. Ayrıca “hep bir ağızdan” söylenme durumu, yerini yalnızlığa ve
“zor zaman”a bırakmıştır. İçinde olunan zaman, devrimci ruhun silikleştiği ve
anlamsızlaştırdığı bir zaman olarak “günlerin ellerini sildiği bir üstüpü” olarak
mekâna yansır. “Buralarda” geçirdiği zaman “kapıkulunun rezil tel örgüsü içinden
/ ve şakrak dostlardan uzakta” bir zamandır. Hem zorlu bir süreci hem de
muhasebeyi dayatan bir halde şair, zaman ve mekânın nabzını tutmaktadır.
Dolayısıyla “Muş” ve “güz”, şairin devrimci duygularının, içinde olduğu durumun
özetleyici iki kavramı olarak bizleri karşılamaktadır. Dostlarla geçirilen günlere
bir özlemin de aktarılmak istendiği bu dizeler, şair yalnızlığının ve acısının
göstereni olarak okunabilir. Acının, bir tür şiirsel arzu olarak bulduğu karşılık,
edebi çerçeve için oldukça anlamlıdır. Dolayısıyla bu dizeler için bunu da
söylemek mümkündür.
Zihni bir faaliyet olan düşünme, insanda bir takım gerekler üzerine
gerçekleşir. Bu, kimi zaman bir durumla ilgili sonuç, kimi zaman da bir sonuca
ilişkin konum elde etmek için söz konusu olur. Her iki halde de zihni bir
hareketlilik ve akışkanlık vardır. Özel'in bu tarz bir düşünsel mücadeleye giriştiği
mekânlardan biri Muş'tur. Aşağıdaki dizelere, bu gözle baktığımızda önemli
ipuçlarının söz konusu olduğunu söyleyebiliriz. Taşrada, “şakrak dostlardan
uzakta” olmanın getirdiği bir gözlem ve gerçeklik durumu, şairin farklı duygu ve
düşünceler içine girmesini mümkün kılmıştır. Şairin yalnızlığının, mekânın
kuruluğu ve yavanlığıyla gün yüzüne çıktığı bir muhakemeyi, aşağıdaki
dizelerden okumak mümkündür:
“…
4.
Şayaktan bir sabah örtüsü takılıyor aklıma
kağnılar ve mali sermaye üstüne düşündüklerim
halkın alkışlarıyla kuracağı dünya üstüne düşündüklerim
ve artık sarışın olmayan
gövdemi dünyaya bulayan sevgilim
sarışın yapraklarıyla dökülüyor aklıma.
…” (Özel, 1993: 81).
“Şayaktan bir sabah örtüsü”nün bütün taşralılığıyla, şairin düşünü
kurduğu ideale dönüşümünün zorluğu kendini dayatır. Çok önceden birikmiş ve
gerçekleşmesinin güç olduğu bir ekonomik değişimin, kendini dizelerde şiir hüznü
ve burukluğuyla hissettirdiği gözlerden kaçmaz. Bu, Özel'in, devrimci bir düşünür
olarak reel durumu sürekli gözeten ve yanlış bir pozisyona düşmeme hesabı olarak
görülebilir. Ayrıca şair, Tüzer'in belirttiği üzere, bu şiiri nişanlıyken yazmıştır ve
bu durum şiire cinsel bir gönderme şeklinde sirayet etmiştir (2008: 207). Nişanlılık
kararını, kendi düşünsel mücadelesini yönlendirecek bir girişim olarak şairin
çatışmalar içersine girmesine neden olacak şekilde okumak mümkündür. Çünkü
“kağnılar ve mali sermaye üzerine düşündükleri”ne, bir de “artık sarışın olmayan
gövde”sini dünyaya, yani devrimdışılığa bulayan bir sevgili vardır. Muş'ta bir güz
107
mevsiminin baskın bir şekilde gözü doldurduğu sarı rengin, sarı saçlı sevgiliyi
andıracak bir geçiş sağlaması bu nedenledir.
Muş'un en önemli tabii özellikleri bu şiirde geçmektedir. Bu yüzden şiiri,
mekânsal açıdan ele almanın okuru veya eleştirmeni önemli bulgulara ulaştıracağı
söylenebilir. “Sis”, “yamaç” ve “ova”nın ilk iki dizede güçlü bir karşılık
barındırdığı görülmektedir. “Sis”teki hareket unsurunun, “yamaç” gibi zorluk
yüklü bir kelimeyle “ayaklandırma”/isyan kurgusu içinde düşünülmesi; yine
“sis”le “böğür”lerdeki “ova”nın “çalkalanıyor” olması, devrimci bir özne olarak
şairin şiiriyet atfettiği mekânın ön plana çıkmasını sağlamaktadır. Muş ve tabii
özellikleri olan “sis”, “ova” ve “yamaç”ın burada güçlü mimetik bir kullanım
bulduğu görülmektedir. Bu yüzden mekân üzerinden bir mümkünlük durumu
gözetilmekte ve bu çaba hem düşünsel bir konum hem de şiirsel bir malzeme
ortaya çıkarmaktadır. Özel'in şiir ve düşünce arasında kurduğu bağlam, burada
güçlü bir şekilde hissedilebilir:
“…
5.
Sis sanki ayaklandırıyor yamaçları
sisle çalkanıyor böğrümüzdeki ova
bana çarpıp kırılıyor mahpusluk düşüncesi
ben güya şiirler yazdığım için mahpusmuşum
mahpus olduğu için şiirler yazarmış Ho amca.
…” (Özel, 1993: 82).
Muş'un bir şiir mekânı olarak tabii özelliklerinin güçlü karşılıklar
barındırdığı ifade edilmişti. Bu güçlülüğün, Muş'un şiire söylem düzeyinde zemin
hazırlayan bir mekân oluşuyla gerçekleştiği söylenebilir. Başka bir açıdan, Muş'a
dair farklı çıkarımlar içine girilmesi mümkündür. Yavan, kuru, uzak bir yer olarak
Muş, şiirde düşünsel ve siyasal durumun zor tarafını temsil etmektedir. Fakat yer
yer de bu zorluğun aşılması yönünde şehre bir yüceltme kazandırıldığı
görülmektedir. Bu açıdan olumlu-olumsuz bir kurgu içersinde, anlam belirleyici
mekân parçalarına rastlamak mümkündür. Muş'un halk nezdinde “gariban”
olduğuna dair bir yaklaşımın olduğunu söyleyen Örs, bu şiirde geçen “karga,
bağlar, ova ve ovanın etrafındaki dağları ayaklandıran sis”le, bu garibanlığın
yerini sonsuz bir heybete bıraktığını ifade eder (2009: 5). Aşağıdaki dizelerde ise
Muş, olumsuz bir tablo içersindedir. “Güz güneşi” “toprak damlara değ”mekte ve
bu “nafile” olarak görülmektedir. Çünkü güz, Özel'de olgunlaştırıcı ve
tamamlayıcı bir dönem (Çıraklı, 2006: 114) olmasına rağmen, etki gösterdiği
yüzey “toprak damlar”dır ve bu çoraklığı artırmaktadır. “Yaşanılan”ın “Nafile bir
zamanın takvimi” olarak görülmesi bundandır. Bu yüzden şairin içinde bulunduğu
zaman için, amaçsızlık, hiçlik hissi, Muş'ta “güz güneşi” ve “toprak damlar”
üzerinden söz konusu olmaktadır. “Çekiç örse var gücüyle vurmazsa neye yarar /
Partizan varlığımı dünyaya çakmadıkça” dizeleriyle bu hiçliğin devam ettirildiği
görülür. Dördüncü kıtada yer alan “Günler ellerimi sildiğim birer üstüpüdür
buralarda” dizesi de benzer anlama sahiptir. Ayrıca “sabahın bekâreti karşısında
kargalar” dizesi de, aynı koşutluk içerisindedir. Bu koşutluğu sağlayan bir unsur
108
olarak “karga”nın, mekânsal bir karşılığa sahip olduğu görülmektedir. Çünkü
Muş, halkın dilinde kargasının bol olduğu bir şehir olarak bilinmektedir. Muş'un
neyle hatırlanacağı sorusunun cevabını Ahmet Örs, “ova”, “karga” ve artık
“Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri olarak vermektedir (2009: 4). Yine bu son dizeye
ilişkin olarak şairin muhalif duruşuyla çığırtkan “kargalar” arasında ince bir
ilişkinin varlığından bahsedilebilir. Bu, şair için bir temkin durumu oluşturmuştur.
Ayrıca, küçüklüğünde karga beslemiş bir çocuk olan Özel (Kalkan, 2010: 32)'de
kargaya dair gözlemlerin Muş'la tazelendiğini düşünmek mümkündür. Şiirin farklı
anıştırmalar ve göndermelerle çoklu okumalara kapı aralayan bir metinsellik
içerdiği düşünüldüğünde, bu anlamlara varmak mümkündür:
“…
6.
Nafile bir zamanın takvimidir
güz güneşi toprak damlara değince yaşanılan
çekiç örse var gücüyle vurmazsa neye yarar
partizan varlığımı dünyaya çakmadıkça
sabahın bekâreti karşısında kargalar.
…” (Özel, 1993: 83).
Şiirin yedinci bölümünde, devrimci duygunun ve düşüncenin kendini
yokladığı ve verilen sözler ve ortaya konan çabalarla bir kararlılığın söz konusu
edildiği görülmektedir. Bu açıdan bu bölümde, şiirin mekânı olarak Muş'un
temsiliyetine ilişkin herhangi bir durum yoktur. Fakat şiirin varlık bulmasının en
önemli etkenlerden birisini, şairin söz konusu ideolojik bilenmişlik durumunun
oluşturduğunu belirtmek gerekir. İsmet Özel'in, modernizmin önemli itici
güçlerinden ve aynı zamanda sonuçlarından biri olan kapitalizmi, kapitalizmin
toplumda yarattığı sınıf farklılıklarını, bu farklılıklar sonucu ezilenler sınıfının
oluşmasını, modernliğin getirilerini insanlığın aleyhine kullanan zihniyeti
kabullenmediğini, tüm bunlara başkaldırdığını belirten Sevda Geçen, bunların
Özel şiirlerinde eleştirel söylem ve mücadeleyi imleyen bir başkaldırıyla aşılmaya
çalışıldığını söyler (2012: 1217). Geçen'in ayrıntılı şekilde sıraladığı Özel
karşıtlığının, bu şiirde oldukça belirgin olduğu söylenebilir. Muş'un, bu dizelerde
ismen geçmese de, bir mekân olarak bu karşıtlığı doğuran, besleyen bir etki
gösterdiği açıktır.
Şiirde son kıta, zamanı da, mevsimi de kapatan ve her şeye rağmen ideal
olan şiirin aranması gerektiğine hükmeden bir içeriğe sahiptir. Şair için ideal olan
şiir, ideal olan hayattır. Bu, o zamanda, şair için Muş'ta beliren bir gerçekliktir. Bu
nedenle mekânın zamanla olan kopmaz ilişkisini aşağıdaki dizelerde görmek
mümkünüdür. Zaman, mekân ve ideolojinin güçlü bir şekilde mezcolduğu bu şiire,
Özel'in şiiri yüceltişi de dâhil olmaktadır. Yüceltilen bu şiir, “beyaz bir şiir”dir:
“…
8.
Kirpiklerimin ucundaki bulutlar
Muş'ta güzün artık son kelimeleridir
yüzümde serin soluğunu duyuyorum dünyalı meleklerin
109
MUŞ ALPARSLAN ÜNİVERSİTESİ
kar düşmeye başladı tepelerimize
beyaz bir şiir için artık
tüfeğimi doğrultuyorum.
…” (Özel, 1993: 85).
Kış ve sonbahar arasındaki geçişgenliğin Muş'ta çok kısa olduğunu
belirten Örs, şairin bu son dizelerde geçen “beyaz bir şiir için tüfeğini
doğrultma”sını, kışın sessiz beyazının içindeki okyanusu biçimlendirmesine bir
karşılamayı haber vermek olarak yorumlar (2009: 6). Güz sonrası beklenen kış,
“karın düşmeye başlaması”yla yeni bir duruma işaret eder. Buruk bir mevsim olan
güz ile uzak bir mekân olan Muş'un, devrimci bir şairin kaleminden hem bir
muhasebeye hem de bir kararlığa dönüşmesi açısından bu dizeler oldukça
anlamlıdır. Özel'in başka şiirlerinde de kar, benzer ilişkiler içersinde
düşünülmüştür. “Kar yağarken kirlenen bir şeydi benim yüzüm” (Özel, 1993: 45),
“Kar vakti tarlaları kımıldatan soluğum” (Özel, 1993: 69) dizelerini, diriltici etkiyi
aramak olarak görmek mümkündür. Kelimelerin şiirsel düşünme içersinde
kurduğu ilişkilerin somutlaştığı bu örnek dizelerin, özellikle mekâna dair
gözlemlerle gerçekleştiği açıktır. Bu açıdan “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri,
zaman ve mekân vurgusu güçlü bir şiir olarak görülmelidir. Bu şiirin
mayalanmasında Muş ve tabii özellikleri önemli bir kullanım alanı bulmuştur.
5. Sonuç
“Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri, İsmet Özel'in ilk dönem şiirleri arasında
yer alır. Bu şiirde şairin, zaman ve mekân kullanımları çerçevesinde devrimci
düşüncenin olanaklarına odaklandığı görülür. Güz mevsimi, Muş ve tabii
özellikleri şiire bu anlamda önemli katkılar sunar. Bu bakımdan devrimci bir özne
olarak şairin yanında, Muş'un da poetik kurguyu sağlayacak bir rol aldığı görülür.
Böylece Muş ve tabii özelliklerinin, şairin içinde bulunduğu durumu ve varmak
istediği ideali dillendirecek bir imkân oluşturduğunu söylemek mümkündür. Şair,
bu anlamda tam bir muhasebe içerisindedir. Söz konusu muhasebenin yapıldığı bir
edebi eser olarak “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiirine, mekân merkezli bir yaklaşım
sergilendiğinde, Muş'un estetik karşılıklara sahip olduğu görülmektedir. Bu
durumun, “Muş'ta Güz İçin Prelüdler” şiiri özelinde, şair İsmet Özel ve Muş
arasındaki karşılıklı ilişkiyi ortaya çıkarması açısından önemi büyüktür.
110
KAYNAKÇA
Arslanbenzer, Hakan (2012), Neo-Epik Şiir, Okur Kitaplığı, İstanbul.
Çıraklı, Mustafa Zeki (2006), “Şiir Versus Anlatı: Erbain'de Mekân, Zaman,
Kahraman”, Hece, Y.10. S. 113, Ankara.
Emre, Ali (13 Temmuz 2008), “Matarasına Sürekli Tuz Ekleyen Adam: İsmet
Özel”, http://www.haksozhaber.net.
Geçen, Sevda (2012), “İsmet Özel Şiirlerinde Başkaldırı / Modernizmin
Yozlaştırdığı Düzene Başkaldırı”, Turkish Studies International Periodical Forthe
Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, Volume 7/3.
Kalkan, Reşit Güngör (2010), Ben İsmet Özel Şair…-Bir Portre Denemesi-, Okur
Kitaplığı, İstanbul.
Kolcu, Ali İhsan (2008), Edebiyat Kuramları Tanım-Tenkit-Tahlil, Salkımsöğüt
Yayınları, Ankara.
Moran, Berna (2012), Edebiyat Kuramları ve Eleştiri, İletişim Yayınları, İstanbul.
Narlı Mehmet (2007), Şiir ve Mekân, Hece Yayınları, Ankara.
Örs, Ahmet (2009), “İsmet Özel'in “Muş'ta Bir Güz İçin Prelüdler” Şiiri”, Tasfiye,
Y.5, S.20, Tokat.
Öz, Asım (17 Mayıs 2008), “İsmet Özel Dosyasında Bir Şeyler Anlatılıyor mu?”
http://www.haksozhaber.net.
Özel, İsmet (2007), Waldo Sen Neden Burada Değilsin, Şule Yayınları, İstanbul.
Özel, İsmet (1993), Erbain Kırk Yılın Şiirleri, Çıdam Yayınları, İstanbul.
Tural, Secaattin (2010), “İsmet Özel Şiirinde Şehir Algısı”, Turkish Studies
International Periodical Forthe Languages, Literature and History of Turkish or Turkic,
Volume 5/1.
Tüzer, İbrahim (2008), İsmet Özel Şiire Damıtılmış Hayat, Dergâh Yayınları,
İstanbul.
Yusuf, Selahattin (2005), Bir Masal İsmet Özel'i, Şule Yayınları, İstanbul.
111
TBMM'DE MUŞ MİLLETVEKİLLERİ [1923-1943]: BİYOGRAFİK
BİR DENEME
Yrd. Doç. Dr. Ercan ÇAĞLAYAN
Muş Alparslan Üniversitesi FEF Tarih Bölümü
Özet
Türkiye'de parlamento tarihi, siyasal elitler ve seçimler üzerine çok
kıymetli çalışmalar yapılmışsa da aynı konularda lokal düzeyde yeterli
çalışmaların yapıldığı pek söylenemez. Bu çalışmada, söz konusu alanlara lokal
düzeyde bir katkı sağlamak gayesiyle, 1923-1943 dönemi seçimlerini Muş
milletvekilleri örnekliğinde ele alacağız. Esasında bu çalışmada, 1923-1943 yılları
arasında TBMM'de Muş'u temsil eden milletvekillerinin biyografileri ortaya
konmaya gayret edilecektir. Çalışma, Muş milletvekillerinin biyografilerine
yoğunlaşmakla birlikte Muş milletvekillerinin yerellik, eğitim ve meslek gibi
sosyo-ekonomik profillerine de odaklanacak ve böylece tek partili dönem boyunca
Muş'u temsil eden milletvekillerinin Muş'u ne kadar temsil ettikleri de masaya
yatırılacaktır. Ancak, çalışmanın daha iyi anlaşılabilmesi için dönemin milletvekili
seçimleri ile milletvekili adaylarının belirlenmesi hakkında genel bilgi vermenin
daha doğru olacağını düşünmekteyiz. Bu nedenle çalışmanın birinci bölümü, tek
partili dönem seçimleri ve milletvekili adaylarının belirlenmesi konusuna
ayrılırken, ikinci bölümü ise esas konumuz olan Muş milletvekilleri konusuna
ayrılacaktır. Kısacası bu çalışma, bir nebze de olsa, bir taraftan tek partili dönemin
seçimler ve adaylar bağlamında siyasal biçimlenişini, diğer taraftan Muş
milletvekillerinin sosyo-ekonomik profilini daha yakından tanıma gayretinin bir
ürünü olarak kaleme alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Tek Partili Dönem, TBMM Seçimleri, Muş
Milletvekilleri.
112
1. Giriş
İmparatorluk bakiyesi üzerine kurulan Cumhuriyet Türkiye'sinin temelleri
23 Nisan 1920'de TBMM'nin açılması ile atılmıştır. Kuşkusuz, TBMM'nin açılması
Türkiye siyasi tarihinde önemli bir kilometre taşı olup, Birinci TBMM 1923 yılına
kadar çalışmalarını sürdürmüştür. Aynı yıl Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk
Cemiyeti, Halk Fırkası adıyla partileşmiş ve ikinci dönem TBMM seçimlerini
gerçekleştirerek Cumhuriyet'i ilan etmiştir. Fırka, Cumhuriyet'in ilanından sonra
Cumhuriyet Halk Fırkası, 1935 yılında yapılan dördüncü kurultayda ise Cumhuriyet
Halk Partisi [CHP] adını almıştır. 1923-1946 yılları arasında Türkiye'de mevcut tek
siyasi parti olan Cumhuriyet Halk Partisi ve onun hükümetleri bulunduğundan söz
konusu dönem “Tek Partili Dönem” olarak adlandırılmaktadır.1 Bu dönemde,
Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası [TCF] ve Serbest Cumhuriyet Fırkası [SCF]
deneyimleri gerçekleşmişse de, CHP'nin kendi iktidarını pekiştirme adına mezkûr iki
partiyi kapattığı bilinmektedir. Söz konusu iki partinin kapatılması Türkiye
demokrasisi adına önemli bir kayıp olmanın yanı sıra otoriter tek parti iktidarının
pekişmesine de büyük ölçüde katkı yapmıştır. Türkiye tarihinde TCF deneyiminden
ancak yirmi iki, SCF deneyimden ise on altı yıl sonra, CHP'nin dışında bir partinin
kurulmasına izin verilmiştir. 1946 yılında Demokrat Parti [DP]'nin kurulmasıyla
Türkiye, Cemil Koçak'ın yerinde tanımlamasıyla iki partili hayata geçebilmiştir.2
Türkiye'de parlamento tarihi, siyasal elitler ve seçimler üzerine çok kıymetli
çalışmalar yapılmışsa da aynı konularda lokal düzeyde yeterli çalışmaların yapıldığı
pek söylenemez. Bu çalışmada, söz konusu alanlara lokal düzeyde bir katkı sağlamak
gayesiyle, 1923-1943 dönemi seçimlerini Muş milletvekilleri örnekliğinde ele
alacağız. Esasında bu çalışmada, 1923-1943 yılları arasında TBMM'de Muş'u temsil
eden milletvekillerinin biyografileri ortaya konmaya gayret edilecektir. Çalışma,
Muş milletvekillerinin biyografilerine yoğunlaşmakla birlikte Muş
milletvekillerinin yerellik, eğitim ve meslek gibi sosyo-ekonomik profillerine de
odaklanacak ve böylece tek partili dönem boyunca Muş'u temsil eden
milletvekillerinin Muş'u ne kadar temsil ettikleri de masaya yatırılacaktır. Ancak,
çalışmanın daha iyi anlaşılabilmesi için dönemin milletvekili seçimleri ile
milletvekili adaylarının belirlenmesi hakkında genel bilgi vermenin daha doru
olacağını düşünmekteyiz. Bu nedenle çalışmanın ilk bölümü, tek partili dönem
seçimleri ve milletvekili adaylarının belirlenmesi konusuna ayrılırken, çalışmanın
ikinci bölümü ise esas konumuz olan Muş milletvekilleri konusuna ayrılacaktır.
Kısacası bu çalışma, bir nebze de olsa, bir taraftan tek partili dönemin seçimler ve
adaylar bağlamında siyasal biçimlenişini, diğer taraftan Muş milletvekillerinin
sosyo-ekonomik profilini daha yakından tanıma gayretinin bir ürünü olarak kaleme
alınmıştır.
1Tek parti hakkında ilk ve mühim çalışmalardan biri için bkz. Mete Tunçay, Türkiye Cumhuriyeti'nde
Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması [1923-1931], [4. Baskı], Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2005.
2Konu hakkında geniş bilgi için bkz. Cemil Koçak, İkinci Parti: Türkiye'de İki Partili Siyasi Sistemin
Kuruluş Yılları [1945-1950], c. I, İletişim Yayınları, İstanbul 2010; Cemil Koçak, İktidar ve
Demokratlar: Türkiye'de İki Partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları [1945-1950], c. II, İletişim
Yayınları, İstanbul 2012.
113
2. Tek Partili Dönemde Seçimler ve Milletvekili Adaylarının
Belirlenmesi
Türk tarihinde ilk parlamenter rejim uygulaması 1876 yılında ilan edilen
Kanun-i Esasi ile başlamış ve yapılan seçimler neticesinde Mebusan Meclisi
açılmıştır. Ancak Mebusan Meclisi açıldıktan kısa süre sonra padişahın kararıyla
kapatılmıştır. Uzun bir süre kapalı kalan Mebusan Meclisi 1908'de yeniden
açılmıştır. Bu tarihten itibaren, 1908, 1911-Ara seçimler-, 1912, 1914 ve son
olarak 1919 seçimleri olmak üzere toplam beş genel seçim gerçekleştirilmiştir.3 16
Mart 1920'de İstanbul'un işgal edilmesi ve akabinde Mebusan Meclisi'nin
kapatılması üzerine Nisan 1920'de yapılan seçimlerle Türkiye'nin ilk meclisi
açılmıştır.
Birinci TBMM 1 Nisan 1923'te 120 milletvekilinin imzaladığı bir
önergeyle milletvekili seçimlerinin yapılmasını talep etmiştir. Bunun üzerine
TBMM'ye verilen bir kanun teklifi ile seçimlerin yenilenmesine karar verilmiştir.4
3 Nisan 1923 tarihinde İntihabat-ı Mebusan Kanunu'nda bazı değişiklikler
yapılmıştır. Yapılan değişikliklere göre her yirmi bin erkek nüfusun bir milletvekili
seçmesi, seçme yaşının yirmi beşten on sekize indirilmesi ve birinci, ikinci seçmen
ile milletvekili olmak için vergi verme şartının kaldırılması kararlaştırılmıştır. İki
dereceli ve mutlak çoğunluk esasına göre yapılan seçimler Halk Fırkası
adaylarının kesin zaferiyle sonuçlanmış, sadece Gümüşhane'den Zeki
[Kadirbeyoğlu] Bey ile Eskişehir'den Emin [Sazak] Bey bağımsız milletvekili
olarak TBMM'ye seçilmiştir.5 Şüphesiz, Türkiye demokrasi tarihi açısından 1923
seçimlerinin en önemli özelliği İkinci Grup'un tasfiye edilmiş olmasıdır. İkinci
Grup'un tasfiye edilmesiyle birlikte ülkede hızla “otoriter bir tek parti
yönetiminin” temelleri atılmıştır.6
Türkiye siyasal hayatında tek parti olarak CHP'nin bulunduğu 1923-1943
yılları arasında dört yılda bir olmak üzere toplam altı genel seçim yapılmıştır.
Seçimler iki dereceli, açık oy-gizli sayım ve çoğunluk esasına göre yapılmaktaydı.
Bu sistemde seçim gününe bir hafta kala, merkezden aday listeleri ilan edilir ve
seçmenler de sonucu baştan belli olan adaylara oylarını verirdi. İki dereceli seçim
sisteminde birinci seçmenler [müntehib-i evvel], yani halk, ikinci seçmenleri
[müntehib-i sani] seçiyor; ikinci seçmenler de milletvekillerini seçiyordu. Ancak
burada belirtilmesi gereken önemli bir husus şudur: İkinci seçmenler CHP
üyesiydiler ve parti tüzüğü gereği parti üyelerine oy vermek zorundaydılar. Bu
durumda yapılan, seçimden ziyade iki dereceli bir onaylamadan ibaretti. Mete
Tunçay'ın “oybirlikli demokrasi” dediği bu sistemde milletvekilleri müttefikan
3Osmanlı dönemi seçimleri için bkz. Fevzi Demir, Osmanlı Devleti'nde II. Meşrutiyet Dönemi
Meclis-i Mebusan Seçimleri 1908-1914, İmge Kitabevi Yayınları, Ankara 2007.
4TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: I, c. 28, s. 283-293.
5 Ahmet Demirel, Tek Partinin İktidarı: Türkiye'de Seçimler ve Siyaset [1923-1946], İletişim
Yayınları, İstanbul 2013, s. 35.
6Ahmet Demirel, Birinci Meclis'te Muhalefet İkinci Grup, [5. Baskı], İletişim Yayınları, İstanbul
2009, s. 598.
114
[oy birliğiyle] seçiliyordu.7 Aslında iki dereceli seçim sistemi, genel oya duyulan
güvensizliği yansıtmaktaydı.8 İki dereceli seçim sistemiyle ilgili önemli bir husus
da, bu sistemde birinci seçmenlerin seçimlere katılımı çok düşük olduğundan
seçimlere katılım oranı ikinci seçmenler üzerinden hesaplanıyordu.9
Tek partili dönemde yapılan seçimlerde bağımsız olarak ikinci seçmenliğe
ya da milletvekilliğine soyunanların şansı yoktu. CHP'li ikinci seçmenler, partinin
olur verdiği “müstakil” milletvekili adaylarına oy verebiliyordu.10Ancak tek partili
dönemde ilk kez 1931 seçimlerinde bazı seçim bölgelerinde CHP dışında
“müstakil” adaylar seçime girmiş ve milletvekili seçilmiştir. 1935 seçimlerinde de
“müstakil mebusluk” uygulaması devam etmiştir. 1939 yılına gelindiğinde ise tek
parti yönetimi, meclisi ve hükümeti murakabe etmek [denetlemek] amacıyla
CHP'ye bağlı “müstakil” bir grup kurmuştur. “Müstakil grup”, 1939 ve 1943
seçimlerine girmiş, 1946'da çok partili sisteme geçilmesiyle kaldırılmıştır.11 Tek
partili dönem boyunca genel seçimler dışında, vefat, istifa, milletvekilliğinin
düşmesi ve benzeri durumlardan dolayı ara seçimler yapılmıştır.
Tek partili dönemde milletvekili adaylarının belirlenmesi büyük bir önem
arz etmekteydi. Tek partili dönem boyunca yapılan iki dereceli seçimlerde ikinci
seçmenleri ve milletvekili adaylarını CHP genel başkanı belirlemekteydi. Alkan'ın
dikkat çektiği üzere, bu durumda seçmene yüklenen tek misyon, seçimlere
katılmak, sistemin meşruluğunu devam ettirmekti.12 Tek partili dönemde
milletvekili adaylarında, “milliyetperver olması, beynelmilel cereyanlara aleyhtar
olması, CHF'ye ve onun bütün prensiplerine, akidelerine, hareketlerine tam
sadakat sahibi olması, Milli Mücadele'de bir lekesi olmaması, mütegallibe
7 Tek parti seçimleri hakkında ayrıntılı bilgi için bkz. Ahmet Demirel, Tek Partinin İktidarı:
Türkiye'de Seçimler ve Siyaset [1923-1946], İletişim Yayınları, İstanbul 2013; Hakkı Uyar, “Tek
Parti Döneminde Seçimler”, Toplumsal Tarih, S. 64, [Nisan 1999], s. 21-31; Cemil Koçak,
“Parliament Membership during the Single-Party System in Turkey [1925-1945]”, [Erişim Tarihi: 12
Nisan 2011], European Journal of Turkish Studies [Online], S. 3, [2005],
http://ejts.revues.org/index497.html; Mehmet Ö. Alkan, “Osmanlı'dan Günümüze Türkiye'de
Seçimlerin Kısa Tarihi”, Görüş Dergisi, Mayıs 1999, ss. 48-61.
8 Mehmet Ö. Alkan, “Türkiye'de Seçim Sistemi Tercihinin Misyon Boyutu ve Demokratik Gelişime
Etkileri”, Anayasa Yargısı Dergisi, c. XXIII, [2006], s. 153.
9Konu hakkında bkz. Esat Öz, Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım [1923-1945], Gündoğan
Yayınları, Ankara 1992.
10 Tek parti yönetiminin sona erdiği 1946 yılına kadar yapılan yedi genel seçimde seçilen 1.037
milletvekilinden sadece beşi Meclis'e bağımsız olarak girmeyi başarabilmiştir. Söz konusu beş kişi,
1923 seçimlerinde Gümüşhane'den seçilen Zeki Kadirbeyoğlu ile Eskişehir'den seçilen Emin Sazak;
1924-25 ara seçimlerinde Kayseri'den seçilen Zeki Karakimseli, Kırklareli'nden Şevket Ödül ve
Bursa'dan [Sakallı] Nurettin Paşa'dır. Geriye kalan 1.032 aday ise ya CHP adayı ya da CHP'nin
desteklediği “bağımsız” adaylardır. Bkz. Demirel, Tek Partinin İktidarı: Türkiye'de Seçimler ve
Siyaset [1923-1946], s. 18.
11 Konu hakkında detaylı bilgi için bkz. Murat Yılmaz, Tek Parti Döneminde Müstakil Mebuslar ve
CHP Müstakil Grubu [1931-1946], [Yayınlanmamış Doktora Tezi], Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Ankara 2002.
12Alkan, “Türkiye'de Seçim Sistemi Tercihinin Misyon Boyutu ve Demokratik Gelişime Etkileri”, s.
157.
115
olmaması, Fırka'ya hizmet etmiş olması veya muhalif olmaması” aranan temel
şartlardandı.13 Tek parti döneminde milletvekili adayları arasında daha ziyade,
asker, bürokrat, çiftçi, yazar, gazeteci ve tüccar gibi adayların tercih edildiği
görülmektedir. Tek parti döneminde milletvekilleri merkezden belirlendiği için
milletvekillerinin büyük çoğunluğu Kemalist harekette yer alan asker ve
bürokratlardan oluşmaktaydı. Elbette, bu durum Muş için de geçerli bir durumdu.
Tek parti iktidarı boyunca asker ve bürokrat kökenli milletvekillerinin, dört dönem
gibi uzun bir süre Muş milletvekilliği yaptıkları görülmektedir. Bu da, tek parti
dönemi boyunca milletvekilliğinin belirli kişilerin tekelinde olduğuyla ilgili
yerinde bir eleştiriye yol açmıştır.
3. Tek Partili Dönemde Muş Milletvekilleri
Cumhuriyet'in ilk yılarında bir vilayet statüsünde olan Muş, 30 Mayıs
1926 tarihinde kabul edilen 877 sayılı Teşkilat-ı Mülkiye Kanunu ile ilçe
statüsünde Bitlis vilayetine bağlanmıştır.14 Tek partili dönemde her il bir seçim
çevresi olarak belirlendiğinden ve 1927 yılında Muş ilçe statüsünde olduğundan
1927 seçimlerinde Muş TBMM'de doğrudan temsil edilmemiştir. 8 Haziran 1929
tarihinde kabul edilen 1509 sayılı Muş Vilayeti Teşkiline Dair Kanun ile Bitlis
vilâyeti ilga olunarak Bitlis, Varto, Bulanık, Malazgirt ve Mutki kazaları ile Elaziz
[Elazığ] ve Siirt vilâyetlerinden irtibatları kesilen Çapakçur, Genç ve Sason
kazalarından mürekkep Muş vilayeti kuruldu.15 Bu tarihten itibaren Muş tek partili
dönemde yapılan diğer seçimlerin tamamında TBMM'de doğrudan temsil
edilmiştir. Bu durumda, 1923, 1931, 1935, 1939 ve 1943 genel seçimlerinde
TBMM'ye seçilen Muş milletvekillerini ve biyografilerini konu edineceğiz.
Çalışmanın başında da belirttiğimiz üzere, Osmanlı Mebusan Meclisi'nin
dağılmasıyla birlikte Ankara'da bir meclisin açılması için çalışmalara başlanmış ve
meclise seçilecek milletvekillerinin belirlenmesi için seçim kararı alınmıştır.
Seçim kararının alınmasından sonra tüm seçim bölgelerinde Nisan ayı içerisinde
seçimler yapılmış ve sonuçlanmıştır. Konumuz olan Muş'un bağlı olduğu Bitlis
vilayetinde ise seçimler Bitlis, Siirt, Muş ve Genç [Bingöl] olmak üzere dört
merkezde yapılmıştır. Bitlis valisi tarafından 12 Nisan 1920'de Heyet-i Temsiliye
Riyaseti'ne çekilen telgrafta Bitlis vilayetine ait seçimlerin sonuçlandığı, Muş
livasında 15 Nisan'da, Siirt ve Genç livalarında ise 20 Nisan'da sonuçlanacağı
belirtilmekteydi.16 Muş vilayetinde yapılan ilk Meclis seçimlerinde Muş'u temsilen
Abdulgani [Ertan] Bey, Ahmet Hamdi [Bilgin] Efendi, İlyas Sami [Muş] Efendi,
13Hakkı Uyar, Türkiye'de Tek Parti Dönemi'nde İktidar ve Muhalefet [1923-1950], [Yayınlanmamış
Doktora Tezi], Dokuz Eylül Üniversitesi, Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, İzmir 1998, s.
191-193.
14 Bkz. Resmi Gazete, 26 Haziran 1926, Sayı: 404.
15 Bkz. Resmi Gazete, 11 Haziran 1929, Sayı: 1213
16 Bkz. Sedat İşık, Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Bitlis Milletvekilleri
[Biyografileri ve Faaliyetleri], [Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi], Atatürk Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2011, s. 44.
116
Kasım [Dede] Bey, Mahmud Said [Yetgin] Bey, Osman Kadri [Bingöl] Bey ve
Rıza [Kotan] Bey olmak üzere yedi milletvekili Meclis'e girmiştir.17
1923-1943 yılları arasında yapılan seçimlerde Muş'u temsilen toplam on
beş milletvekili seçilmiştir. 1923 [ikinci dönem] seçimlerinde Muş'u temsilen
İlyas Sami Bey, Osman Kadri Bey ve Rıza Kotan Bey olmak üzere üç milletvekili
seçilmiştir.18 Mezkûr üç mebus aynı zamanda birinci TBMM'de de Muş
milletvekilliği yapmıştır. Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, 1927 [üçüncü dönem]
seçimlerinde Muş kaza statüsünde olduğundan TBMM'de doğrudan temsil
edilmemiştir. 1931 [dördüncü dönem] seçimlerinde Muş'tan TBMM'ye İsmail
Hakkı Bey, Hasan Reşit Bey ve Muhittin Nami Bey olmak üzere üç kişi seçilmiştir.
Ancak Muhittin Nami Bey'in 18 Şubat 1932'de vefat etmesi üzerine 20 Şubat
1932'de yapılan ara seçimle Naki Bey Muş milletvekili olarak seçilmiştir.19 1935
[beşinci dönem] seçimlerinde Muş'tan İsmail Hakkı Kılıçoğlu, Naci Yücekök,
Şevki Çiloğlu ve Ahmet Şükrü Ataman olmak üzere dört milletvekili seçilmiştir.20
1939 [altıncı dönem] seçimlerinde Muş milletvekilliğine Ahmet Şükrü Ataman ve
İsmail Hakkı Kılıçoğlu seçilmiştir.21 1943 [yedinci dönem] seçimlerinde Muş
milletvekilliğine İsmail Hakkı Kılıçoğlu ile Kamil Kotan seçilmiştir.22
Tablo 1. Tek Partili Dönemde Muş Milletvekilleri [1923-1943].
Seçildiği
Dönem
Adı-Soyadı
Doğum Yeri
Eğitimi
Mesleği
Müderris
Eğitimci
Eğitimci
1923
İlyas Sami Muş
Muş
Medrese
1923
Osman Kadri Bingöl
Muş
1923
Rıza Kotan
Muş
Rüşdiye
Mektebi/Medrese
Rüşdiye Mektebi
1931
1931
1935
1939
1943
1931
1931
1935
1935
1939
1935
1943
Hasan Reşit Tank ut
İsmail Hakkı
Kılıçoğlu
Elbistan
Niş
Mülkiye Mektebi
Harbiye Mektebi
Çiftçi
Tüccar
Bürokrat
Asker
Muhittin Nami Basay
Mehmet Naki
Yücekök
Ahmet Şükrü Ataman
Bitlis
Nasliç-Makedonya
Erkan-ı Harbiye
Harbiye Mektebi
Asker
Asker
Rodos
Mülkiye İdadisi
Bürokrat
Ahmet Şevki Çiloğlu
Kamil Kotan
Zarayatak
Muş
Atina Dişçi Mektebi
Ortaokul
Diş Hekimi
Memur
17TBMM Albümü [1920-2010], [Ed. Sema Yıldırım-Behçet Kemal Zeynel], [2.Baskı], TBMM Basın
ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Yayınları, c. I, [1920-1950], Ankara 2010, s. 52-53.
18TBMM Albümü, s. 113-114.
19TBMM Albümü, s. 218.
20TBMM Albümü, s. 281.
21TBMM Albümü, s. 348-349.
22TBMM Albümü, s. 419.
117
Yukarıda ifade ettiğimiz üzere, 1923-1943 yılları arasında yapılan altı
milletvekili genel seçiminden beşinde Muş TBMM'de doğrudan temsil edilmiştir.
Beş dönemde Muş'tan toplam on beş milletvekili Meclis'e girmiştir. Bu durumda
her dönem için Muş'tan üç milletvekili seçilmiştir. Ancak birçok milletvekili
birkaç dönem seçildiğinden 1923-1943 dönemi boyunca Muş'tan TBMM'ye giren
milletvekili sayısı toplamda on olmuştur. Söz konusu dönemde Muş'tan üç
milletvekili iki ve daha çok kez milletvekili seçilmiştir. Muş'tan bir kereden fazla
milletvekili seçilen milletvekillerinden İsmail Hakkı Kılıçoğlu dört kez, Mehmet
Naki Yücekök ile Ahmet Şükrü Ataman ise ikişer kez seçilmiştir. Muş'tan birkaç
kez seçilen mezkûr milletvekillerinin üçü de bugünkü Türkiye sınırlarının dışında
doğduğu, ikisinin asker ve birinin bürokrat olduğu görülmektedir. Bu durum, tek
parti iktidarının güvenlikçi ve elitist yaklaşımının somut bir tezahürüdür.
Yukarıdaki tabloyu esas alarak tek partili dönemde Muş milletvekillerinin
yerellik, eğitim ve meslek profilleri üzerinde durmaya çalışacağız. Burada
üzerinde durmamız gereken ilk şey milletvekillerinin yerellik profilidir. Zira
demokratik toplumlarda milletvekillerinin yerellik durumu büyük önem arz
etmektedir. Siyaset biliminde lokalite veya bölge köklülük olarak da ifade edilen
bu kıstas ile milletvekilinin seçildiği seçim bölgesinin aynı zamanda doğum yeri
olması kastedilmektedir. Bir seçim bölgesinde yerellik oranı arttıkça, siyasî temsil
oranı da artacaktır. Bu bağlamda, yukarıdaki tablo dikkate alındığında, tek partili
dönemde 1923-1943 arasında Muş'u temsilen TBMM'ye seçilen toplam on beş
milletvekilinden sadece dördünün Muş doğumlu olduğu görülmektedir. Bu
durumda 1923-1943 tarihleri arasında Muş'un yerellik oranı % 26,66 düzeyinde
kalmaktadır. Bu da Muş'un temsil oranının oldukça düşük olduğunu
göstermektedir. Muş'u temsilen TBMM'ye seçilen söz konusu dört
milletvekilinden üçü 1923 seçimlerinde, biri ise 1943 seçimlerinde seçilmiştir.
Daha açık bir biçimde ifade edersek, tek parti iktidarının iyice pekiştiği 1927-1943
yılları arasında Muş'u temsilen TBMM'ye giren milletvekillerinden sadece birinin
Muş doğumlu olması dikkat çekicidir. Bu durumda, 1927-1943 tarihleri arasında
sadece 1943 seçimlerinde TBMM üyeliğine Muş doğumlu olarak seçilen Kamil
Kotan dışında, Muş'u temsil eden milletvekillerinin hiçbiri Muş doğumlu veya
Muşlu değildi.
1923-1943 yılları arasında görev yapan altı mecliste bulunan
milletvekillerinin eğitim düzeyi oldukça yüksekti.23 Buna bağlı olarak Muş
milletvekillerinin eğitim düzeyi de büyük oranda eğitim seviyesi yüksek
kişilerden oluşuyordu. Muş milletvekillerinin üçü askeri mektep, üçü Rüşdiye
Mektebi/ortaokul, ikisi Mülkiye Mektebi, ikisi medrese ve biri de Dişçi
Mektebi'nden mezundu. Bu bölümde, 1923-1943 arasında Muş milletvekillerinin
biyografileri ele alınacaktır.
23Ahmet Demirel, Tek Partinin İktidarı, s. 326.
118
3.1. Hasan Reşit [Tankut] Bey
1891 yılında Reşit Bey ve Fatma Hanımın oğlu olarak Elbistan'da
doğmuştur. Mülkiye Mektebi'ni bitiren Hasan Reşit Bey az düzeyde Almancanın
yanı sıra Fransızca ve Arapça bilmekteydi. Çeşitli kurumlarda memuriyetinin yanı
sıra ilkokullar müfettişliği, mülkiye müfettişliği ve kaymakamlık gibi görevlerde
bulunmuştur. İstiklal Madalyası sahibi olan Hasan Reşit Bey Kemalist rejimin
yerleştirilmeye çalışıldığı dönemde Türk Ocakları Genel Müfettişi, Dil Tarih ve
Coğrafya Fakültesi öğretim görevlisi, Türk Dili Tetkik Cemiyeti üyesi,
Etimolojik-Lenguistik-Filoloji kolları başkanı, ikinci başkanı ve genel sekreteri
görevlerinde bulunmuştur.24
Hasan Reşit Bey, Türk Ocaklarında görevliyken Şark vilayetleri hakkında
çeşitli araştırmalar yapmıştır. Bu bağlamda, 1926 yılında Ankara'da Türk Ocakları
Genel Merkezi'nde Doğu vilayetlerinin sorunlarıyla ilgilenmek üzere kurulan
“Şark Bürosu”, Doğu'yla ilgili teftiş çalışmalarını arttırarak Diyarbakır, Malatya
ve Van'da üç şube açmıştır. Büronun Diyarbakır şubesine atanan Hasan Reşit Bey,
bölgede etno-dilsel çalışmalar yaparak Diyarbakır'ın Türklüğünü ispat için
Diyarbakır Adı Üzerinde Toponomik Bir Tetkik adıyla bir kitap yayınlamıştır.25
Daha açık bir ifadeyle Hasan Reşit Bey, Türkiye'nin etnik, dini, kültürel ve dilsel
yapısıyla ilgili yaptığı araştırmalar ve hazırladığı raporlarla tanınmaktadır. Hasan
Reşit Bey, Türk Ocakları'ndaki görevi sırasında ve milletvekili olduğu dönemlerde
Dersim, Bingöl ve Muş gibi Alevi ve Kürt nüfusun yoğun olduğu yerleri dolaşarak
raporlar ve kitaplar hazırlamıştır. Nusayriler ve Nusayrilik Hakkında ile Zazalar
Hakkında Sosyolojik Tetkikler konuyla ilgili en mühim çalışmalarıdır. Hazırladığı
raporlardan birinde Doğu ve Güneydoğu'yu Kuzey'de Zaza Kızılbaşlar, Batı'da
Alevi-Kızılbaş Kurmançlar ve Doğu'da Şafii Kurmançlar olarak üçe ayıran Hasan
Reşit Bey, bu unsurları birbirinden ayırmak için aralarına 'Türklük barajı'
konulmasını önermiştir: “Kurmançlıkla Zazalığın arasında bir Türklük barajı
kurmak. […] Erciyes'ten Tunceli yakınlarına kadar uzanan bir hattın güneye doğru
elli kilometre derinliğinde bir yerleştirme bölgesi saptamak amaca çabuk ve kolay
varmak bakımından gerekli görünür. Bu yerleştirme, bölgeyi ikiye bölen Türk
barajı olacaktır.”26
Etno-mühendislik alanında yaptığı çalışmalarla tanınan Hasan Reşit Bey,
aynı zamanda Güneş-Dil Teorisine Göre Toponomik Tetkikler (1936), Güneş-Dil
Teorisine Göre Dil Tetkikleri (1936), Dil ve Irk Münasebetleri Hakkında Tetkik
(1937), Dil ve Tarih Tezlerimiz Üzerine Geçerli İzahlar (1938) adlı eserler yazarak
Güneş-Dil Teorisinin önemli savunucuları arasında yer almıştır.
24 TBMM Albümü s. 326.
25 Bkz. Ercan Çağlayan, Tek Parti Döneminde Diyarbakır [1923-1950], [Yayınlanmamış Doktora
Tezi], Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2012, s. 224-227, 257.
26 Mehmet Bayrak, [Haz.], Açık-Gizli/Resmi-Gayriresmi Kürdoloji Belgeleri, Özge Yayınları,
Ankara 1994, s. 220, 230.
119
Hasan Reşit Bey dördüncü dönem Muş, beş, altı, yedi ve sekizinci
dönemlerde Maraş milletvekilliği yapmıştır. Evli ve üç çocuk babası olan Hasan
Reşit Bey 18 Şubat 1980 tarihinde vefat etmiştir.27
3.2. İsmail Hakkı [Kılıçoğlu] Bey
Kılıçzade Hakkı Bey olarak bilinen İsmail Hakkı Bey 1872 yılında
Sırbistan'ın Niş şehrinde Ali Bey ve Nazife Hanım'ın oğlu olarak dünyaya
gelmiştir. Mühendishane-i Berri-i Hümayun [Kara Harp Okulu] mezunudur.
Topçu Binbaşılık, yazarlık, Bağdat Askeri İdadisi Kitabet öğretmenliği, İttihat ve
Terakki Cemiyeti üyeliği, İstanbul Sütlüce Silah Deposu Müdürlüğü, Merkez
Komutanlığı Divan-ı Harp Üyeliği, İçtihat, Hürriyeti Fikriye, Serbest Fikir
mecmuaları yazarlığı, Çanakkale Göçmen Kâtipliği, İzmit Göçmen Müdürlüğü,
Avukatlık, İzmit Hür Fikir gazetesi sahipliği ve yazarlığı yapmıştır.28
İsmail Hakkı Bey, eğitim hayatının ilk kademesini Manastır'da İbtidâî,
Askerî Rüşdîye ve İdâdî tahsil ederek tamamladı. İlk eğitimini aldığı ve gençliğini
geçirdiği Manastır, İsmail Hakkı Bey üzerinde derin siyasi ve fikri tesirler bıraktı.
Abdullah Cevdet ve Celal Nuri [İleri] ile birlikte pozitivizm, biyolojik
materyalizm ve sosyal darwinizm fikirlerinden etkilenen İsmail Hakkı Bey II.
Meşrutiyet döneminde İçtihad mecmuasında daha ziyade siyaset, askerlik, eğitim,
kadın, ekonomi, din, dil, hukuk, mahallî idare ve kılık kıyafet gibi konular ile ilgili
yazılar kaleme alarak Batılılaşmayı hararetle savunmuştur.29 Bilhassa Latin
alfabesi ve kadın konusunda çok sayıda yazı yazarak Latin harflerinin
kullanılmasının ve kadının modernleşmesinin elzem olduğunu belirtmiştir. Kendi
tabiriyle, “Softa Efendilere” cevap olarak kaleme aldığı bir risalesinde Latin
harfleri ile ilgili olarak şunları söylemiştir: “Latin hurûfâtı hurûf-ı munfasıladır;
hurûf-ı munfasılanın kıraate suhulet bahş olmaktaki mucizesini ancak softalar
veyahut onlar gibi nakıs ve karanlık düşünenler inkâr edebilir. Hurûf-ı
munfasılanın fazileti teslim olunduktan sonra Latin hurufatını kabul etmek en
doğru harekettir. Zira o hurufatın fevkinde kıraati teshile kabiliyetli yeni hurufat
icadı mümkün değildir. Latin hurufatı beşeriyet-i mütefekkirenin asırlarca süren
bir tecrübesi mahsulüdür.” Abdullah Cevdet ve Selahaddin Asım gibi İsmail Hakkı
Bey de kadın ve tesettür konusunda dönemine göre çok radikal yazılar kaleme
almıştır. İsmail Hakkı Bey İçtihad'ta yayınlanan “Pek Uyanık Bir Uyku” adlı
makalesinde, kadınların istediği kıyafetleri giymeleri, sosyal hayatın her alanında
varlık göstermeleri, kızların eğitim süresince ve evleninceye kadar tesettürlü
olmamalarını savunmuştur.30Ancak, bu yazı aynı zamanda İçtihad mecmuasının
kapatılmasına neden olmuştur. İsmail Hakkı Bey'in “Pek Uyanık Bir Uyku” adlı
27 TBMM Albümü, s. 491.
28 TBMM Albümü, s. 418.
29 M. Şükrü Hanioğlu, “Batılılaşma [Garplılaşma]”, Osmanlı Araştırmaları Ansiklopedisi, www.osar.com. [Erişim Tarihi: 1 Eylül 2013].
30 Konu hakkında detaylı bilgi için bkz. Melek Öksüz, “Tesettür Tartışmalarının Dünü: II. Meşrutiyet
Dönemi”, Turkish Studies, Volume 7/4, [Fall 2012], p. 477-487.
120
yazısı Şeyhülislam tarafından “hissiyat-ı diniyyeyi rencide ettiği” gerekçe
gösterilerek İçtihad mecmuası kapatılmıştır.31
İsmail Hakkı Bey İçtihad'ta yayınlanan yazılarının bir kısmını daha sonra
İtikad-ı Batılaya İlan-ı Harb adlı kitabında bir araya getirmiştir. Söz konusu
kitabında dini tezyif ettiği için mahkemeye sevk edildiyse de beraat etmiştir.
Milli Mücadele yılarında Mustafa Kemal'in yanında yer alarak halkı Yunan
işgaline karşı örgütlemiştir. Cumhuriyet'in ilanından sonra Mustafa Kemal'in
isteği üzerine 11 Ocak 1924 tarihinde Hür Fikir gazetesini kuran İsmail Hakkı Bey,
inkılâbın felsefesine dair yazılar yazarak Garpçı ve Türkçü bir ideolojinin
yerleşmesi için mesai harcamıştır. “Katı kuralları nedeniyle” İslam'ı, toplumsal
gelişmenin önünde bir engel olarak gören İsmail Hakkı Bey, Mustafa Kemal'in
isteği üzerine siyasete atılarak 1927 seçimlerinde Kocaeli'den milletvekili
seçilmiştir. 1931-1943 yılları arasında dört dönem CHP Muş milletvekili olarak
görev yapmıştır. Yaklaşık yirmi yıl TBMM'de milletvekili olarak görev yapan
İsmail Hakkı Bey, bu sürede dinin kamusal alanda yer almamasını ve laik bir
yönetim biçimini savunmuştur.32 Evli ve sekiz çocuk babası olan İsmail Hakkı Bey
14 Nisan 1960 tarihinde hayatını kaybetmiştir.33
3.3. İlyas Sami [Muş] Bey
İlyas Sami Bey, Abdulhamit Bey ile Hatun Hanımın oğlu olarak 1879
yılında Muş sancağında dünyaya gelmiştir. İlk eğitimini Muş'taki medreselerde
aldıktan sonra Mısır'da Şark İlimleri konusunda ihtisas yaparak Müderris
olmuştur. Bir süre Muş'taki medreselerde müderrislik yaptıktan sonra İstanbul'da
Murat Paşa Camisi'ne müderris olarak atanmış ve ayrıca Dârülfünûn [İstanbul
Üniversitesi] Edebiyat Fakültesinde Arapça dersler vermiştir. Bir müderris olarak
İlyas Sami Bey, anadili Kürtçenin yanı sıra Türkçe, Arapça, Farsça, Ermenice ve
İngilizce bilmekteydi.34
İlyas Sami Bey ilmi kişiliğinin yanı sıra geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet
döneminde önemli politik bir figür olarak boy göstermiştir. İlk olarak II.
Meşrutiyet döneminde politikaya atılan İlyas Sami Bey Osmanlı Mebusan
Meclisi'nde birinci, ikinci ve üçüncü dönemlerde Muş mebusu olarak görev
yapmıştır. İlyas Sami Bey, Osmanlı Mebusan Meclisi'ndeki milletvekilliği görevi
devam ederken, “Ermeni kırımı ve tehciri” suçuna iştirak etmekten dolayı
İngilizler tarafından tutuklanarak Ağustos 1920'de Malta'ya sürgüne gönderilmiş
ve 30 Ekim 1921 tarihinde Malta'dan dönen son sürgünler arasında yer almıştır.
31 Bkz. Mustafa Gündüz, II. Meşrutiyet'in Klasik Paradigmaları: İçtihad, Sebilü'r-Reşad ve Türk
Yurdu'nda Toplumsal Tezler, Lotus Yayınları, Ankara 2007, s. 71.
32 İsmail Hakkı Bey hakkında önemli bir çalışma için bkz. Celal Pekdoğan, Batıcı Bir Düşünür
Olarak Kılıçzade Hakkı [1872-1960], [Yayınlanmamış Doktora Tezi], Hacettepe Üniversitesi
Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü, Ankara 1999.
33 TBMM Albümü, s. 418.
34 TBMM Albümü, s. 52-53.
121
İlyas Sami Bey, Malta'da sürgündeyken, TBMM'de 5 Haziran 1920 tarihinde
yapılan toplantıda, İstanbul Meclisi Mebusan azasından iken İngilizler tarafından
tutuklanarak Malta'ya gönderilmiş olan Muş Mebusu İlyas Sami Bey'in Büyük
Millet Meclisi azası addolunması kararlaştırılmıştır.35
İlyas Sami Bey, Malta'dan döndükten sonra siyasi hayatına kaldığı yerden
devam ederek TBMM'de sırasıyla 1920 ve 1923 seçimlerinde Muş, 1927
seçimlerinde Bitlis ve 1935 seçimlerinde ise Çoruh [Artvin] milletvekilliği
yapmıştır. İlyas Sami Bey, TBMM'de milletvekilliği görevi sırasında Müdafaa-i
Hukuk Grubu Yönetim Kurulu üyeliği ve ikinci dönem Tetkik-i Hesabat Encümeni
Başkanlığı görevlerinde bulunmuştur. Milletvekilliği sırasında İlyas Sami Bey,
verdiği kanun teklifleri ve soru önergelerinin yanı sıra çeşitli konularda söz alarak
Meclis kürsüsünde görüşlerini açıklamıştır. Evli ve iki çocuk babası olan İlyas
Sami Bey 27 Aralık 1945'te vefat etmiştir.36
3.4. Osman Kadri [Bingöl] Bey
Osman Kadri Bey, 1881 yılında Talip Bey ile Dilber Hanımın oğlu olarak
Muş'ta dünyaya gelmiştir. Medrese eğitimi gören Osman Kadri Bey, birçok
kurumda memur olarak görev yapmıştır. Osman Kadri Bey, Liva Tahrirat Kalemi,
Kâtip ve Başkâtip, Tahrirat Müdürü ve Göçmen İşleri memurluğu görevlerinin
yanı sıra Varto, Sason, Çölemerik [Hakkâri] ve Mahmudiye kaymakam vekilliği
görevlerinde bulunmuştur. Eğitimci kimliği de olan Osman Kadri Bey Muş
İdadisi'nde tarih ve coğrafya öğretmenliği, Diyarbekir [Diyarbakır] Yetim
Yurdu'nda öğretmenlik ve başöğretmenlik yapmıştır.
Osman Kadri Bey, bürokrat ve eğitimci kimliğinden çok siyasetçi kimliği
ile bilinir. Elbette bunda, Osman Kadri Bey'in biri Osmanlı Mebusan Meclisi, ikisi
de TBMM'de olmak üzere üç dönem milletvekilliği yapmış olması belirleyici
olmuştur. Osmanlı Mebusan Meclisi'nde dördüncü dönem Muş mebusu olan
Osman Kadri Bey, birinci ve ikinci dönem TBMM'de Muş milletvekilliği
yapmıştır. Milletvekilliği sırasında Osman Kadri Bey, Muş'taki bulaşıcı
hastalıkların yaygınlığından ve doktor eksikliğinden dolayı yöre halkının büyük
zorluklar yaşadığını bu nedenle Muş'a acilen bir doktorun atanması hakkında
TBMM'ye önerge vermiş ve konuyla ilgili söz almıştır.37 Evli ve dört çocuk sahibi
olan Osman Kadri Bey 8 Ağustos 1930 tarihinde vefat etmiştir.38
35Bkz. TBMM Zabıt Ceridesi, Devre: I, c. 2, s. 73-74.
36TBMM Albümü, s. 52-53, 113, 139, 251.
37TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem: I, c. 27, s. 308
38TBMM Albümü, s. 113.
122
3.5. Rıza [Kotan] Bey
Ali Galip Bey ile Hırma Hanım'ın oğlu olarak 1890 yılında Muş
sancağında dünyaya gelmiştir. Rüşdiye mektebinden mezun olduktan sonra ziraat
ve ticaretle uğraşmıştır. Belediye Meclisi, Liva Genel Meclisi ve Liva Daimi
Encümen üyeliği yapmıştır. Nisan 1920 tarihinde Muş sancağında yapılan TBMM
birinci dönem milletvekili olarak Meclise girmiştir. Birinci dönem TBMM'de Muş
milletvekilliği yaparken Batı cephesinde Yunanlılarla yapılan savaş nedeniyle üç
ay izin alarak cephede görev yapmıştır. Bu hizmetinden dolayı, TBMM'nin 21
Kasım 1923 Çarşamba günü altmış beşinci toplantısında aralarında Rıza Bey'in de
bulunduğu yirmi beş kişiye kırmızı-yeşil şeritli istiklal madalyası verilmiştir.391923
yılında ikinci dönem TBMM Muş milletvekili olarak görev yapmıştır. Rıza Bey,
TBMM'de birinci ve ikinci dönem milletvekilliği sırasında çeşitli konularda üç kez
söz almıştır. Evli ve iki çocuk sahibi olan Rıza Bey 20 Ekim 1951 tarihinde vefat
etmiştir.40
3.6. Kâmil [Kotan] Bey
1886 yılında Muş'ta doğmuştur. Babası Sincar Bey, annesi Yadigâr
Hanım'dır. Rüşdiye mektebi mezunu olan Kamil Bey, Osmanlı'nın son,
Cumhuriyet'in ilk yıllarında devletin çeşitli kurumlarında memurluk yapmıştır.
Kamil Bey'in görevleri arasında, Muş Evkaf komisyonu başkanlığı, Muş Ziraat
Bankası muavin vekilliği, Muş Ziraat Bankası sandık başkanlığı ve Himaye-i Etfal
Cemiyeti başkanlığı gibi mühim görevler bulunmaktaydı. Mütareke döneminde
Muş Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti başkanlığı görevinde bulunan Kamil Bey,
Cumhuriyet döneminde de çeşitli mühim görevlerde bulunmuştur. Bu görevleri
arasında Muş Halkevi başkanlığı, Muş Umumi Meclis ve Daimî Encümen üyeliği,
Muş Tayyare Cemiyeti üyeliği ve Millet Mektepleri Tedrisat Meclisi üyeliği yer
almaktaydı. Muş Belediye başkanlığı görevinde de bulunan Kamil Bey yedinci
dönem Muş milletvekili olarak seçilmiştir. TBMM Tutanakları'nda yaptığımız
tarama neticesinde Kamil Bey'in, TBMM'deki dört yıllık milletvekilliği sırasında
ne Muş ile ilgili ne de herhangi başka bir konuda çalışması [soru önergesi, kanun
teklifi, vs] olmamıştır. Evli ve dört çocuk sahibi olan Kamil Bey 12 Aralık 1952
tarihinde vefat etmiştir.41
3.7. Muhittin Nami [Basabay] Bey
1884 yılında Bitlis'te İbrahim Bey ile Fatma Hanım'ın oğlu olarak dünyaya
gelen Muhittin Nami Bey, Harbiye Mektebi'nden mezun olmuştur. Erkân-ı
Harbiye'de Askerlik Sevkiyat ve Nakliyat Umum müdürlüğü ve Erkan-ı Harbiye
Talim ve Terbiye Dairesi ikinci başkanlığı gibi önemli görevlerde bulunmuştur.
39TBMM Zabıt Ceridesi, Dönem II, c. 1, s. 494.
40TBMM Albümü, s. 113.
41TBMM Albümü, s. 419.
123
Muhittin Nami Bey, Birinci Dünya Savaşı sırasında 29 Ağustos 1914 ile Şubat
1916 tarihleri arasında, İran Sefer Ordusu ile Kerbelâ, Bağdat, Hankın, Mutki
dolaylarında görev yapmıştır. 1918 yılında kurulan Kürdistan Teali Cemiyeti'nin
kurucuları arasında yer alan42 Muhittin Nami Bey, daha sonraki yıllarda Kemalist
harekette önemli görevlerde bulunarak üç dönem milletvekilliği yapmıştır.
TBMM'nin ikinci döneminde yapılan ara seçimle Bitlis milletvekili seçilen
Muhittin Nami Bey, üçüncü dönemde Bitlis ve dördüncü dönemde Muş
milletvekilliği yapmıştır. Kürtçe ve Türkçenin yanı sıra Fransızca, Almanca ve
İngilizce bilen Muhittin Nami Bey, evli ve bir çocuk sahibiydi. Muhittin Nami Bey
19 Kasım 1932 tarihinde zatürreden vefat etmiştir.43
3.8. Ahmet Şükrü [Ataman] Bey
1882 yılında Rodos'ta Mustafa Lütfü Bey ile Hatice Hanım'ın oğlu olarak
dünyaya gelmiştir. İzmir Mülkiye İdadisi'nden mezun olan Ahmet Şükrü Bey, Tire
Maârif komisyonu kâtipliği, Bayındır ilçesi tahsil memurluğu, Aydın vilayeti
Muhasebe Kalemi Hesabı Cari kâtipliği, Divan kâtipliği, Maliye müfettiş
muavinliği, Maliye müfettişliği, Taahhüdat murakıbı, Türkiye Ziraat Bankası
Umûm Müdür muavinliği ve Türkiye Kredi Bankası ve Genel Sigorta kurucu ve
yönetim kurulu üyeliği gibi görevlerde bulunmuştur. Fransızca bilen Ahmet Şükrü
Bey, beşinci dönem Muş milletvekili olarak seçilmiştir. Evli ve iki çocuk babası
olan Ahmet Şükrü Bey, 19 Mart 1955 tarihinde vefat etmiştir.44
3.9. Ahmet Şevki [Çiloğlu] Bey
1876 yılında Mehmet Bey ile Zeliha Hanım'ın oğlu olarak Zarayiatik'te
doğdu. Çocukluk yıllarında özel eğitim alan Ahmet Şevki Bey, daha sonra Atina
Dişçi Mektebi'nden mezun oldu. Ahmet Şevki Bey, Berlin'de diş hekimliği ihtisası
yaptıktan sonra bir süre serbest diş hekimi olarak çalıştı ve akabinde üçüncü ordu
karargâhı diş tabipliğine atandı. Söz konusu görevinin dışında Darü'l-Eytam
Mektepleri ve Haseki Kadın Hastanesi'nde diş tabibi olarak çalıştı. Hilal-ı Ahmer
[Kızılay] üyesi olan Ahmet Şevki Bey, aynı zamanda beyaz kurdeleli istiklal
madalyası sahibi olup beşinci dönem milletvekili genel seçimlerinde Muş
milletvekili olarak seçilmiştir. Evli ve dört çocuğu olan Ahmet Şevki Bey 10 Mart
1970 tarihinde vefat etmiştir.45
3.10. Mehmet Naki [Yücekök] Bey
1866 yılında Makedonya Nasliç'te doğdu. Babasının adı Ahmet Bey
annesinin adı Penbe Hanım'dır. Harp Okulu mezunu olan Mehmet Naki Bey,
Selanik Askeri Rüşdiye Mektebi'nde Fransızca öğretmenliği yaptı. Fransızca ve
Rumca bilen Mehmet Naki Bey, kırk ikinci Selanik Redif Alayı Kumandanlığı,
Selanik Jandarma Alayı Komutanlığı, elli birinci Alay Komutanlığı, Giresun Reji
42 Tarık
Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler-Mütareke Dönemi [1918-1922], c. II, [3. Baskı],
İletişim Yayınları, İstanbul 2008, s. 198.
43TBMM Albümü, s. 218; Cumhuriyet, 20 Kasım 1932.
44TBMM Albümü, s. 281.
45TBMM Albümü, s. 281.
124
Müdürlüğü, İstanbul İnhisarlar Baş müdüriyeti Birinci Şube Müdürlüğü ve
kaymakamlık görevlerinde bulundu. Daha sonra siyasete atılan Mehmet Naki Bey,
üçüncü dönem Elaziz [Elazığ] milletvekilliği yaptıktan sonra dördüncü dönem ara
seçimleri ve beşinci dönem seçimlerinde Muş milletvekilliği yapmıştır. Mehmet
Naki Bey, evli ve iki çocuk babası olup 2 Şubat 1947 tarihinde vefat etmiştir.46
4. Sonuç
Tek partinin olduğu otoriter rejimlerde iktidarın meşruluğu açısından
seçimler önemli bir yere sahiptir. Bu önemine rağmen bu tür rejimlerde seçimler,
tek partinin adaylarını onaylamaktan öteye geçmemektedir. Türkiye'de, 19231943 dönemindeki seçimler, siyasal hayatta sadece CHP'nin bulunduğu tek partili
bir siyasal atmosferde gerçekleşti. Söz konusu dönemde dört yılda bir yapılan
seçimler, iki dereceli, açık oy-gizli sayım ve çoğunluk esasına dayanıyordu.
Kuşkusuz, tek partili dönem genel seçimleriyle ilgili olarak söylenmesi gereken en
mühim şey, milletvekillerini seçen ikinci seçmenlerin CHP üyesi olması ve parti
tüzüğü gereği parti adaylarına oy vermek mecburiyetinde olmaları gerçeğidir. Bu
durum CHP için seçimlerin baştan garantiye alınması demekti.
Tek partili dönemde milletvekili adaylarının belirlenmesi büyük bir önem
arz etmekteydi. Bilhassa, CHP'nin iktidarını pekiştirmek için adayların seçimine
büyük özen gösterilmekteydi. Aday belirleme CHP genel başkanının inisiyatifinde
olduğundan, adaylar Atatürk döneminde Atatürk tarafından, İnönü döneminde ise
İnönü tarafından belirleniyordu. Adayların merkezden belirlenmesi nedeniyle
seçimler, milletvekilleri aday listelerinin halk tarafından onaylanmasından ibaret
olmaktan öteye bir anlam taşımıyordu. Bu sistemin bir neticesi olarak
milletvekillerinin önemli bir kısmı kendi seçim bölgelerinden olmadıkları gibi,
birçok milletvekili de kendi seçim bölgesini dahi görmemişti. Bu durum, yerellik
düzeyinin düşük olmasına ve dolayısıyla milletvekillerinin temsil oranının
oldukça düşük bir düzeyde kalmasına neden oluyordu. Bu da milletvekillerinin
seçim bölgelerinin sorunlarını tespit etmede ve mevcut sorunları çözmede yetersiz
kalmalarına sebebiyet veriyordu.
1923-1943 döneminde yapılan altı seçimin beşinde Muş TBMM'de temsil
edilmiş, 1927 seçimlerinde ise Muş ilçe statüsünde Bitlis'e bağlı olduğundan
TBMM'de doğrudan temsil edilmemiştir. Söz konusu beş seçimde Muş'u temsilen
TBMM'ye on milletvekili seçilmişse de bazı milletvekillerinin birden çok kez
seçilmesi nedeniyle toplamda Muş'tan on beş milletvekili TBMM'ye seçilmiştir.
Tek partili dönemde seçilen on beş milletvekilinden sadece dördü Muş doğumlu
46TBMM Albümü, s. 281.
125
olduğundan Muş milletvekillerinin yerellik ve temsil oranı oldukça düşük
kalmıştır. Mesleki bakımdan Muş milletvekillerini birinci sırada askerler, ikinci
sırada bürokratlar ve üçüncü sırada eğitimciler oluşturuyordu. Muş
milletvekillerinin eğitim durumuna baktığımızda ise milletvekillerinin büyük bir
çoğunluğunun Harbiye, Mülkiye, İdadi, Rüşdiye ve Medrese mezunu olduğu
görülmektedir.
Son bir hatırlatma olarak, tek partili dönemde Muş milletvekilliği yapan
Hasan Reşit Tankut, İsmail Hakkı Kılıçoğlu, Ahmet Şükrü Ataman ve İlyas Sami
Muş gibi isimlerin, Kemalist ideolojinin ve hareketin önemli simaları arasında yer
aldığını belirtmek gerekir. Mezkûr milletvekilleri bir taraftan siyasal, toplumsal ve
iktisadi alanlarda Batılılaşmayı/modernleşmeyi savunurken, diğer taraftan
Türkçülüğü esas alan bir milliyetçilik fikrini savunuyordu. Elbette bu durum, Kürt,
Arap ve muhafazakâr nüfusun yoğun olduğu Muş'ta yeni bir toplum
mühendisliğinin icrasının habercisi anlamına geliyordu.
126
KAYNAKÇA
Arşivler , Gazeteler ve Resmi Yayınlar
Cumhuriyet Gazetesi
Resmi Gazete
TBMM Arşivi
Kitap, Makale ve Tezler
Alkan, Mehmet Ö., “Türkiye'de Seçim Sistemi Tercihinin Misyon Boyutu ve
Demokratik Gelişime Etkileri”, Anayasa Yargısı Dergisi, c. XXIII, [2006], ss. 133-165.
________________, “Osmanlı'dan Günümüze Türkiye'de Seçimlerin Kısa
Tarihi”, Görüş Dergisi, Mayıs 1999, ss. 48-61.
Bayrak, Mehmet, [Haz.], Açık-Gizli/Resmi-Gayriresmi Kürdoloji Belgeleri,
Özge Yayınları, Ankara 1994.
Çağlayan, Ercan, Tek Parti Döneminde Diyarbakır [1923-1950],
[Yayınlanmamış Doktora Tezi], Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum
2012.
Demirel, Ahmet, Birinci Meclis'te Muhalefet İkinci Grup, [5. Baskı], İletişim
Yayınları, İstanbul 2009.
_____________, İlk Meclis'in Vekilleri Milli Mücadele Döneminde Seçimler,
İletişim Yayınları, İstanbul 2010.
_____________, Tek Partinin İktidarı: Türkiye'de Seçimler ve Siyaset [19231946], İletişim Yayınları, İstanbul 2013.
Gündüz, Mustafa, II. Meşrutiyet'in Klasik Paradigmaları: İçtihad, Sebilü'rReşad ve Türk Yurdu'nda Toplumsal Tezler, Lotus Yayınları, Ankara 2007.
Hanioğlu, M. Şükrü, “Batılılaşma [Garplılaşma]”, Osmanlı Araştırmaları
Ansiklopedisi, www.os-ar.com. [Erişim Tarihi: 1 Eylül 2013].
İşık, Sedat, Birinci Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nde Bitlis Milletvekilleri
[Biyografileri ve Faaliyetleri], [Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi], Atatürk Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Erzurum 2011.
Koçak, Cemil, “Parliament Membership during the Single-Party System in
Turkey [1925-1945]”, [Erişim Tarihi: 12 Nisan 2011], European Journal of Turkish Studies
[Online], S. 3, [2005], http://ejts.revues.org/index497.html.
____________, İkinci Parti: Türkiye'de İki Partili Siyasi Sistemin Kuruluş Yılları
[1945-1950], c. I, İletişim Yayınları, İstanbul 2010.
____________, İktidar ve Demokratlar: Türkiye'de İki Partili Siyasi Sistemin
Kuruluş Yılları [1945-1950], c. II, İletişim Yayınları, İstanbul 2012.
Öksüz, Melek, “Tesettür Tartışmalarının Dünü: II. Meşrutiyet Dönemi”, Turkish
Studies, Volume 7/4, [Fall 2012], p. 477-487.
Öz, Esat, Tek Parti Yönetimi ve Siyasal Katılım [1923-1945], Gündoğan
Yayınları, Ankara 1992.
Pekdoğan, Celal, Batıcı Bir Düşünür Olarak Kılıçzade Hakkı [1872-1960],
[Yayınlanmamış Doktora Tezi], Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi
Enstitüsü, Ankara 1999.
Tunaya, Tarık Zafer, Türkiye'de Siyasal Partiler-Mütareke Dönemi [1918-1922],
c. II, [3. Baskı], İletişim Yayınları, İstanbul 2008.
Tunçay, Mete, Türkiye Cumhuriyeti'nde Tek Parti Yönetimi'nin Kurulması [19231931], [4. Baskı], Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul 2005.
Uyar, Hakkı, “Tek Parti Döneminde Seçimler”, Toplumsal Tarih, S. 64, [Nisan
1999], s. 21-31.
Yılmaz, Murat, Tek Parti Döneminde Müstakil Mebuslar ve CHP Müstakil Grubu
[1931-1946], [Yayınlanmamış Doktora Tezi], Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Ankara 2002.
127
EKLER
Ek 1. Osman Kadri Bingöl'ün Hal Tercümesi.
128
Ek 2. İlyas Sami Muş'un İkinci Dönem Seçim Mazbatası
129
Ek 2'nin Devamı. İlyas Sami Muş'un İkinci Dönem Seçim Mazbatası
130
MUŞ'TAN TARİHİ BİR PORTRE: İLYAS SAMİ [MUŞ] BEY
Arş. Gör. İrşad Sami YUCA
Muş Alparslan Üniversitesi FEF Tarih Bölümü
Özet
Beşeri ilgilendiren ve etkileyen her türlü olay tarih ilmine konu
olmaktadır. Tarihçilerin geliştirdikleri özgün araştırma yöntem ve tekniklerin
kullanımıyla bu olaylar kronolojik bir dizge içerisinde incelenir. Tarihte özgün bir
yöntem olan biyografi çalışmaları, kimi tarihi olayların oluşum ve gelişim
süreçlerinde önemli bir özne olan bireylerin vakıalar arasındaki rolleri ve
sonuçlara olan etkilerinin bilinmesine olanak sağlar. Biyografi çalışmalarına
örnek teşkil eden bu makale, 20. yüzyılın başlarında çöken Osmanlı Devleti yerine
kurulan modern Türkiye Cumhuriyeti'nde geleneksel tutum ve düşüncelerden
kopup çağdaş tutum ve düşünceleri benimsemeye geçişte önemli bir şahsiyet
(Hacı) İlyas Sami Muş'un biyografisi ele alınmaktadır. Tarih ilmine yardımcı olan
diğer ilimlerin sağladığı bazı olanaklar ile (Hacı) İlyas Sami Muş'un yaşam
öyküsü, siyasal ve sosyal görevleri, içinde yaşadığı devrin ve toplumun önemli
tarihi tecrübeleri ekseninde şekillenen fikir dünyası ve tercihleri belirlenmeye
çalışılacak. Dolayısıyla bu yazıda bir birey üzerinden yakın dönem Cumhuriyet
tarihinin siyasal ve toplumsal özelliklerinin bazı yönleri de incelenecektir.
Anahtar Kelimler: Osmanlı, Cumhuriyet, Seçimler, TBMM, Muş ve İlyas
Sami.
131
1. Giriş
Tarihin ana öznesi olan birey, tarihin yazımında önemli bir yöntem olan
biyografik çalışmalarla çok yönlü bir araştırmaya tabi tutulur. Biyografik
çalışmalar, bireyin yaşadığı dönem içerisinde anlaşılmasına gayret eder. Ayrıca
biyografik çalışmalar, bireyin yaşadığı dönemde toplumsal olaylar arasındaki
rolleri ve bağlantılardaki varlığının daha iyi anlaşılmasına da imkân sağlar. Tarihin
bir ilmi disiplin kabul edildiği modern asrın başlangıcından daha önceki asırlarda
tarihçilerin önemli şahsiyetlerin biyografilerini kaleme aldıkları bilinmektedir.
Tarihin bu realitesi hem doğu toplumlarında hem de batı toplumlarında süre gelen
bir tarih yazım tekniği olarak günümüze değin ulaşmıştır.1
Biyografi yazımının, hangi sosyal bilim dalına ait bir yöntem olduğuna
dair tartışmalar güncelliğini günümüze değin korumaktadır. Biyografi çalışmaları
bir yandan tarih ilminin bir yöntemi olarak kabul edilirken diğer taraftan
edebiyatın bir yöntemi olduğu fikri de kabul görülmektedir. Bu tartışmalar
beraberinde farklı biyografi tanımların doğmasına neden olmuştur. Genellikle
ilmi, askeri veya siyasal bir konumda kayda değer işlevler görmüş önemli kişilerin
hayatının tamamı, ya da bir bölümü derli toplu ve bir bütün halinde tanıtan yazılara
biyografi adı verilmektedir. Başka bir görüşe göre biyografi; edebiyat, siyaset,
sanat, spor gibi alanlarda başarı göstermiş veya önderlik etmiş kişilerin yaşamının
anlatıldığı kısa veya uzun metinlere verilen tanımdır. Diğer bir tanıma göre
biyografi; yaşayışları ve yaptıklarıyla ün kazanmış önemli kişilerin yaşamlarını
kanıtlara dayalı olarak inceleyen yöntemdir. Farklı bir tanımlamayla biyografi;
toplumların çeşitli alanlardaki gelişim ve değişiminde önemli roller üstlenmiş olan
kişilerin, yetişme tarzları, yaşadıkları olaylar, bu olaylardaki lider veya grup üyesi
olarak etkinliği, fikirleri, duygu ve hayal dünyalarını konu edinen bir edebiyat
türüdür.2
Biyografinin yukarıdaki genel tanımlarına bağlı olarak, 19. yüzyılın ikinci
yarısından itibaren Osmanlı Devleti'nin toplumsal hayatında büyük değişim ve
dönüşümlerin yaşandığı bir dönem olarak tarihe geçer. Bu değişim ve
dönüşümlerin yaşanması, hem ülke hem de dünya konjonktürlerinin ortak bir
neticesi olarak okunabilir. Söz konusu zaman diliminde meydana gelen askeri,
politik, bürokratik ve entelektüel değişimlerin sürekliliği, bireyleri yeni tutum ve
tercih almalarında bir değişime doğru sürüklemiştir.
1Mehmet Çoğ, “Biyografi Çalışmaları İçin Önemli Bir Kaynak: Emekli Sandığı Arşivi”, Fırat Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı: 9/2, 2004, s. 69-74.
2Şahin Oruç, Rıfat Erdem, “Sosyal Bilgiler Öğretiminde Biyografi Kullanımının Öğrencilerin Sosyal Bilgiler
Dersine İlişkin Tutumlarına Etkisi”, Selçuk Üniversitesi Ahmet Keleşoğlu Eğitim Fakültesi Dergisi, Sayı: 30,
2010, s. 215-229.
132
Geleneksel Osmanlı yönetim tarzında olduğu gibi, modern Cumhuriyet'e
de bir miras şeklinde geçen tepeden inme ve dar bir ideoloji kadrosunca
yönlendirilen yeniliklerin etkisi, somut bir şekilde bireylerin hayat öykülerindeki
keskin kırılmalarda görülmektedir. Yakın dönem Türk tarihinde yaşamış önemli
bazı şahsiyetlerin biyografileri Türk tarihsel sosyolojisinde önemli bir çalışma
alanı olarak göze çarpmaktadır.
İlyas Sami Bey şahsında taşıdığı yerellik, geleneksellik ve dini yaşayış
unsurlarını Osmanlı dönemindeki hayatında belirgin olarak gözükürken,
Cumhuriyet döneminde çağdaş batı menşeli tutumlara, düşüncelere ve tercihlere
bıraktığı görülmektedir. Yakın dönemin bireylerindeki bu değişimi anlamak,
aslında Osmanlı-Cumhuriyet arasındaki hayatın her bir alanında sürekliliğinin ve
kopuşlarının sağlayıcı unsurlarının benzerlikleri ve çelişkileri görülebilir.
Şüphesiz Osmanlı ile Cumhuriyet arasındaki kopuşlar, çekişmeler ve
devamlılıklar günümüze değin Türk tarihsel sosyolojisinin baş tartışma
alanlarından birisi olmaya devam etmektedir.
2. Hayatı
İlyas Sami mütevazı bir ailenin çocuğu olarak 1879 yılında Bitlis
Vilayetine bağlı olan Muş Sancağı'nda dünyaya gelir. Babası bugün Muş'ta “Toplu
Ailesi” olarak bilenen aileden Abdülhamit Bey, annesi ise Hatun Hanım'dır.3
İlyas Sami, Şarki Anadolu'da sancak statüsünde küçük bir yerleşim birimi
olan Muş'ta, dini yaşamın ve gelenekselliğin belirgin olduğu bir çocukluk ve
gençlik dönemi geçirir. Dini ve geleneksel yapıların Muş gibi Osmanlı Devleti'nin
merkezden uzak ve birincil yerel ilişkilerin baskınlığı İlyas Sami'nin karakterinde
etkiler bırakır. Uzun yıllar yerel kültürden edindiği bazı tutumlarını Cumhuriyet
dönemine değin devam ettirecektir. İlyas Sami'nin gençlik yıllarında Muş şehir
demografisinde Kürtler, Türkler ve Ermeniler bulunmaktadır. Bu etnik unsurlar
kendi dilleri ve kültürleri ile bir arada yaşamaktaydılar. Bu kozmopolit yapı içinde
İlyas Sami'nin kişiliği ve ilerdeki siyasal tutumlarına dair ilk etki bu esnada
gerçekleşir.4
3 TBMM Albümü (1920-2010), TBMM Basın ve Halkla İlişkiler Müdürlüğü Yayınları, Ankara,
Nisan 2010, s. 52.; Muş 19. Yüzyılda ve 20. Yüzyılın başlarında Bitlis'e bağlı bir sancak
konumundadır. Muş 1973 il Yıllığı, Bingöl Matbaası, Muş, 1973, s. 26.; Kamil Erdaha, Milli
Mücadelede Vilayetler ve Valiler, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1975, s. 157.
4 Sami YUCA, “Cumhuriyet Döneminin İlk Nüfus (1927) Göre Muş İlinin Nüfus Özellikleri”,
Akademik Bakış Dergisi, Sayı: 24, Nisan-Mayıs-Haziran 2010.
133
İlyas Sami, yetişme evresinde Muş'ta bulunan çeşitli medreselerde dersler
alır. Eğitim sürecini I. TBMM'de Muş mebusluğunda bulunan Osman Kadri Bey
ile beraber Muş'un eski camilerinden olan Alâeddin Bey Cami'sine bağlı
medresede 1900'lerin başlarında tamamlar. Dini eğitiminin geri kalanını
tamamlamak ve öğrendiği Arapçasını ilerletmek amacıyla Mısır'a gider. İslam'a ve
Şark'a ait ilimler üzerinde ihtisaslar yapar. Arapça ve Farsçasını geliştirir. Ana dili
Kürtçenin yanı sıra Türkçeyi ve yörede bulunan Ermeni nüfusuna bağlı olarak
Ermeniceyi de hayatının bu ilk devresinde öğrenmeyi başarır.5
İlyas Sami, artık bir zamanlar talebesi olduğu Muş'un medreselerinde
“hoca” unvanını almıştır. Arapça, İslami ilimler ve İslam edebiyatı üzerine dersler
verir. Muş yöresinde birçok ilim erbabının yetişmesinde ilmi gayretleri olur. Bu
zamanda Muş'ta bulunan Mahsut Paşa Medresesi, Osmanlı döneminde Muş ilinin
en büyük medresesi olup, yörenin bilenen diğer meşhur müderrislerinin arasında
genç yaştaki Hoca İlyas Sami de bu mezkûr medresede dersler verir. Mahsut Paşa
Medresesi bu dönemde genel olarak İslam Hukuku, Meal, Sarf, Mantık Beyan,
Hesap, Hadis, İçtimaiye gibi ilimlerin ağırlıklı olarak okutulduğu bir medrese
olarak bilinmektedir. Hoca İlyas Sami, Muş'taki ilmi mesaisine 1908 devriminden
sonra ara verip İstanbul'a yerleşerek devam eder. Hoca İlyas Sami, İstanbul'da
bulunduğu yıllarda, Murat Paşa Camii Medresesi'nde ve Darü'l Fünun Edebiyat
Fakültesi'nde Arapça ve İslami ilimler müderrisi olarak dersler verir. Bu dönemde
İslami ilimler hakkında çeşitli çalışmalar yapar. Eğitimci kimliği zamanla ona
kuvvetli bir belagat ve hitabet yeteneği kazandırır.6
Milli Mücadele yıllarında Siirt mebusu Hoca Halil Hulki ve Antalya
mebusu Hoca Rasih ile beraber bir reddiye kitapçığı yayınlar. Eser, Türk milli
tarihinde önemli bir kaynak sayılıp, cumhuriyet dönemi hakkında yapılan birçok
özgün çalışmada sıkça başvurulan bir eser olarak bilinir. Eserin yazılış amacı,
Hoca Şükrü Efendi imzasıyla yayınlanan “Hilâfet-i İslamiye ve Büyük Millet
Meclisi” eserinde geçen Millî Mücadele karşıtı fikirlerine karşı bir cevap
vermektir. Ayrıca kitapta yer alan ve Kuvay-i Milliye'ye atfen yapılan irtica
nitelemesine özellikle bir cevap olma niteliğini taşımaktadır. Kur'an'ı Kerim'den
ayetlerin referans kılınmasıyla, Milli Mücadele'ye yöneltilen ithamlara açıklık
getirilerek Milli Mücadele'yi dini referanslarla meşru bir konum verilmekte
olduğu anlaşılmaktadır. Böylelikle, Anadolu kamuoyunda Milli Mücadele'ye karşı
doğabilecek her hangi bir olumsuzluğun önüne geçmek ve ayrıca Anadolu'nun
Müslüman halklarını Milli Mücadele ekseninde doğru bir noktada tutmaktır.7
TBMM Albümü (1920-2010)…, s. 52.
TBMM Albümü (1920-2010)…, s. 52.
7 Mehmet Akif Tural, Hilâfet Sevdası Karşısında Milli Hâkimiyet Mücadelesi, Ankara, 2005, s.
21-49.
5
6
134
Hoca Şükrü Efendi'nin saltanatın kaldırılması akabinde bir tepki olarak
kaleme aldığı eserinde genel olarak şeriat, irticaya âlet edilmiştir diyerek Kuvay-i
Milliye'yi irtica olarak tanımlar. Eserde geçen bu ithama verilen cevapta saltanatın:
“doğrudan doğruya Teşkilat-ı Esasiye Kanunu ve dolayısıyla milli hâkimiyet
düşüncesiyle” çatışır olduğundan kaldırıldığı söylenmektedir. Reddiye eserinde
verilen bir diğer cevap ise: “Milli hâkimiyetimiz şeriat ışıklarından, inkılâp
konusundan, tabii hukuktan ve yaşanan durumdan doğmuş; kan dökülerek alınmış
ve Allah yolunda Türk milletinin savaşımıyla, zafer ve galibiyetiyle kazanılmıştır”
denilerek, Milli Mücadele'nin haklılığının dayandığı siyasal zemine vurgu
yapılmaktadır. Bu çerçevede, içtihat hakkı TBMM'ye ait olduğuna göre, verilen
karara halk nezdinde itaati meşru olarak görülür. Ayrıca eserde uzun bir giriş
yazısından sonra, İslam'da Hükümet Nedir? ve Nasıl kurulur? şeklindeki sorulara
da çeşitli yanıtlar verilir. Müslüman halkın şeriata uygun bir hükümet kurması
kabulünden yola çıkarak, hükümet kurmanın maddeleri sıralanır. Bu maddeler
ayrıntılı bir şekilde örneklerle açıklanır. Sonuç olarak dört halife döneminden
sonra şeriata en uygun hükümetin Büyük Millet Meclisi'nce kurulduğu ifade edilir.8
Eser, yazıldığı dönemin olağanüstü koşulları içerisinde ses getirmiş. Hoca İlyas
Sami Efendi'nin de yazarları arasında bulunduğu bu eser Ankara Hükümeti'nin
siyasal meşruiyetine önemli bir değer atfetmiştir. Anadolu Müslüman halkların
düşüncelerinde, Ankara Hükümeti aleyhine oluşmuş bazı siyasal meşruiyet
sorularının izalesini, İslam'ın temel referansları merkeze alarak gidermeye
çalışırlar.
3. Bir Siyasi Portre Olarak İlyas Sami Bey
3.1. Osmanlı Dönemi
Hoca İlyas Sami, Muş'ta müderrislik yaptığı zaman zarfında II.
Abdülhamid yönetimine karşı tıbbiye öğrencileri arasında başlayan ve zamanla
diğer kurumlarda da kuvvetli bir muhalif taraftar kitlesi oluşturan Genç/Jön Türk
hareketine ilgi duyar. Hareketin yazılarını ve öncü şahıslarını Jön Türklerin yayın
organlarının vasıtasıyla takip eder.9 1908'de gerçekleşen II. Meşrutiyet Devrimi ile
beraber yeniden açılan Meclis-i Mebusan'da Muş mebusu olarak siyasi hayata
aktif olarak dâhil olur. Mebus oluşu artık kendisini uzun bir siyasi hayatın
bekleyeceğine işaretti. II. Meşrutiyet Dönemi'nde uzun yıllar Meclis-i Mebusan'da
İttihat Terakki Fırkası'nın ateşli bir üyesi olarak birinci, ikinci ve üçüncü
dönemlerde Muş Mebusu olarak siyaset yapmaya devam eder.10
I. Dünya Savaşı'ndan sonra Osmanlı Devleti'nin parçalanmış siyasi
görüntüsü içerisinde, Wilson Prensipleri'nin maddeleri nazara alınarak etnik
8Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, İletişim Yay., İstanbul,
2006, s. 370.
9Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, s. 371.
10Osman Demirbaş, “Liderlerinin Yurt Dışına Kaçması Üzerine İttihat Ve Terakki İçinde Meydana
Gelen Tepkiler”, İstanbul Üniversitesi AİİTE Dergisi, Sayı: 1, Yıl: 1/2002, s. 131-145.
135
devletin unsurları bağımsızlıkları için cemiyetler kurma yoluna giderler. Bu
cemiyetlerden birisi olan Kürdistan Teali Cemiyeti, İstanbul'da bulunan bir grup
Kürt aydını tarafından kurulur. Cemiyet, Cağaloğlu'nda Sıhhat ve İçtimai
Muavenet Umum Müdürü Dr. Abdullah Cevdet Bey'in apartmanında, Seyit
Abdülkadir ve arkadaşlarınca 30 Aralık 1918'de resmi kuruluşu gerçekleştirilir.
Cemiyetin kuruluşunda üye olarak yer alan isimlerden birisi ise Muş mebusu İlyas
Sami Efendi'dir. Ancak, cemiyetin siyasi gelişim ve eylemleri sürecinde pek iştirak
etmez. Kürdistan Teali Cemiyeti'yle olan ilişkisini zayıf bir bağ şeklinde tutar.11
Aslında kendi siyasi çizgisini İttihat Terakki Fırkası ekseninde hala devam etmekte
karalı olup Türkçülerle beraber hareket etmeye devam eder.
İlyas Sami Efendi, Meclis-i Mebusan'da bulunduğu zaman zarfında siyasi
ve sosyal konularda birçok kanun maddesinin görüşülmesinde ve yapılmasında
ilgili komisyonlarda encümen üyeliklerinde vazifeler alır. Meclis bünyesinde
güncel toplumsal ve siyasal sorunlar hakkında birçok takrir verip, söz aldığı
görülmektedir. Ancak Meclis-i Mebusan zabıt ceridelerinden görüldüğü kadarıyla,
bilhassa Ermeni olayları hakkında meclis genel kurulunda çeşitli oturumlarında
söz alıp kendi düşüncelerini bu tarihin tartışmalı konusu hakkında bulmaktayız.
Ermeni olayları karşısında aslında Müslüman halkın eziyet ve katliamlara maruz
kaldığını meclis kürsüsünde tartışmaya açar. İlyas Sami Efendi, meclisin dikkatini
özellikle Şarki Anadolu'da Ermenilerin gerçekleştirdiği bazı olaylara çekmeye
çalışır. Meclis-i Mebusan'da Ermeni olayları hakkında Ermeni ve Müslüman
mebuslar arasında çıkan bir tartışmada meclis kürsüsünden şunları ifade eder:
“Bendeniz de bir hakikati tarihiyyenin yanlış olarak zapta geçtiğini
gördüm. Bütün katliamların “Muş” da olmayıp “Erzurum” da olduğunu
söyledim. Yani vesikalar, Erzurum'da olduğu müspettir. Ermeniler tarafından
İslamlara yapılan katliamın “Muş'ta değil “Erzurum”, “Erzincan” ve “Van” da
olduğunu söyledim.”12
Meclis-i Mebusan'da bir başka tarihte, Halep mebusu Artin Boşgezenyan
Efendi'nin, İttihat ve Terakki yönetimini silahlı bir çeteye benzeterek İttihat
Terakki döneminde Ermenilere yönelik gerçekleşen bazı politikaları sert ifadelerle
eleştirir. Paris Konferans'ından önce bütün bu işlenmiş olayların faillerinin
cezalandırılarak, ilgili konferans masasına eli boş bir biçimde gitmemeyi önerir.
Bu öneri mecliste büyük bir tartışmaya neden olur. Tartışma esnasında Sivas
Mebusu Dikran Barsamyan Efendi yeni hükümetin bir an önce “kılıç artığı” olarak
adlandırılan Ermeniler için bir şeyler yapılmasını talep eder. Meclis-i Mebusan'da
gerçekleşen bu hararetli tartışmalar içerisinde, Muş Mebusu İlyas Sami Efendi
meclis başkanından söz talebinde bulunarak bütün bu olan bitenlerin ne anlama
geldiğini şu ifadeleriyle açıklamaya çalışır: “Efendiler; bu mesele bir kâtl mi idi,
yoksa bir mukatele (karşılıklı öldürme) mi idi? Bunu huzurunuzda tespit edeceğim.
11Uğur Mumcu, Kürt-İslam Ayaklanması 1919-1925, Tekin Yay., İstanbul, 1991, s. 10.
12Meclis-i Mebussan Zabıt Ceridesi, Cilt: 1, Devre: 3, 14 Kânunuevvel 1918, s. 326.
136
(Artin Boşgezenyan Efendi) Türkleri tenzih ettiler. Bütün efradı milleti tenzih
ettikleri o cinayeti azimeyi, resmi bir ağızla ben de tekrar ile tespitini rica
ediyorum. Bu cinayet mi idi, yoksa mukatele mi idi? Bendeniz bütün vicdanımın
sedasıyla bütün bütün beşeriyete hitap ederek diyorum ki, talî mesaili (ikincil
meseleleri), fürüatı (teferruatı), tafsilatı acı, elim, feci olmakla beraber, bunun
mebadisini (başlangıcını), zannederim ki kimse parmak basarak kayıt etmedi. Bu
ahval mebdeinde (başlangıcında) bir mukatele idi. Efendiler, bunları bilmek
Meclis ve Hükümeti hazıraya ve bütün beşeriyete lâzım ise müsaadenizle bendeniz
de bu hakikatleri bütün açıklığı ile şurada arz edeyim. Yani sinirlenmeyin.”13
İlyas Sami Efendi, bu ifadeleriyle Osmanlı Devletinde ortaya çıkmış olan
Ermeni milliyetçiliğinin gelişimini özetledikten sonra, I. Dünya Savaşının başında
Şarki Anadolu'da vuku bulmuş olan “Van İsyanına” sözü getirir. Van'da Müslüman
nüfusun %70'nin yaşam koşulları açısından mahvolduğunu anlatır. İlyas Sami
Efendi'ye göre; Ermeni komitelerinin giriştikleri isyanlar sonucunda:
“Ermenilerin Hükümet-i Osmaniye'nin kalb ve canına sapladığı şu silah, kendisi
için de nefret ve istikrah ettiğini(tiksindiğini) feci şekilde neticelenmiştir.” diyerek
ayaklanmaya karşılık olarak, Müslüman halkların maruz kaldıkları bu tarz
katliamlara haklı bir cevap verdiğini belirtir. Kısacası, İlyas Sami Efendi'ye göre,
Şarki Anadolu'da karşılıklı katliamlar olmuş, fakat bunu ilk olarak Ermeniler
başlatmış olduğu düşüncesindedir. Mecliste bahsettiği olaylar iddiasını
desteklemeye yönelik açıklamalar niteliğindedir. İlyas Sami Efendi, ayrıca
Hükümet-i Osmaniye ve Müslüman halka karşı bu küstahlığa girişen “Müslüman,
Ermeni kim olursa olsun, ejder gibi başı kesilecek, ezilecek adamdır, böyle
kaydedilsin” diyerek, iki taraftan da bu katl ve isyan işlerine karışanların
cezalandırılmasını da önerir.14
Sait Halim ve Talat Paşa kabinelerinin devleti harbe soktukları bunun yanı
sıra ülkede baskı, sansür ve tehcir oluşturdukları gerekçesiyle Divan-ı Ali'de
yargılanmaları için Divaniye mebusu Fuat Bey tarafından meclise bir takrir verilir.
Bu takririn görüşülmesi esnasında, Ermeni mebusların İttihat Terakki yönetimine
tekrar ağır ithamlar yöneltmesi üzerine, İttihatçı mebus İlyas Sami Efendi cevaben
söz alarak şunları söyler: “Atiye ait, mevcudiyeti milliyyeyi lekeleyen, bir milyon
nüfusun bilasebeb Türkler tarafından canavarca kati edildiğini söylüyorlar. Kırk
asırdan beri memlekette medeniyetin amili hakikisi yalnız Rum unsuru olduğunu
13Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, İletişim Yay.,
İstanbul, 2006, s. 370.
14Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, s. 371.
137
söylüyorlar. Hükümet bunlara cevap verdi. Ben de Meclisi Âlinin nazarı dikkatini
bu töhmetlere celp ederim.”15
İlyas Sami Efendi, Meclis-i Mebusan'daki bir diğer konuşmasında ise
şunları dile getirir: “İngiltere'de benzer bir isyan hareketi olsa ve İngiliz
hükümetine karşı bir unsur ihanet etse, (İngiliz Hükümetinin) yapacağı şey taş,
demir gülleler yağdırarak onu tedip ve imha etmek olurdu” diyerek yapılanların
haklılığını savunmaya çalışır. İlyas Sami Efendi'nin verdiği cevapta İngiltere'yi
örnek vermesi çok anlamlıdır. Çünkü İngiltere Anadolu'da vuku bulan Ermeni
olaylarının bir siyasal destekçisidir. 1916 yılının Paskalya yortusunda, İrlanda
Bağımsızlık Hareketi'nin başlattığı bir ayaklanma sonucunda, Dublin'in yönetimi
bir süreliğine bağımsızlık hareketinin eline geçer. Ancak daha sonra ayaklanma,
İngiliz askeri kuvvetleri tarafından kanlı bir biçimde bastırılmıştır. İlyas Sami
Efendi'nin konuşmasının bu bölümünde, meclis sıralarından hararetli bir şekilde
“İrlanda'da olduğu gibi” sedaları yükselir.16
I. Dünya Savaşı'na İttifak Kuvvetleri'nin bir müttefiki olarak Osmanlı
Devleti'ni savaşa sokan İttihat ve Terakki iktidarı, müttefiklerinin 1918'de
teslimiyeti sonucu savaşta yenilen taraf olur. Alınan yenilginin tüm sorumluluğunu
İttihat ve Terakki Fırkası yönetimince üstlenilir. Bu süreçte Osmanlı Devleti'nin
daha sağlıklı koşullarda bir barış yapabilmesinin önünü açmak için Talat Paşa
Hükümeti 8 Ekim 1918'de istifa edip hükümetten çekilir.17
Ancak İttihat ve Terakki Fırkası, Osmanlı toplumu nezdinde büyük bir
tepki ve muhalefetten kurtulamaz. Bu tepkilerin şiddeti fırkayı bir anlamda son
kongresini yapmaya mecbur bırakır. Fırkanın üst yönetimince alınan karara bağlı
olarak, son kongresini 1 Kasım 1918'de fırkanın genel merkez binasında yapar.
Kongrede yaklaşık 120 kişi hazır bulunur. İttihat ve Terakki Fırkası'nın bundan
sonraki siyasal yaşamının ne olacağını belirlemek için birçok mülahaza yapılır.
Kongredeki tartışmalardan iki ana görüş ortaya çıkar. Birinci görüşe göre, İttihat
ve Terakki'nin tamamen fesh edilmesi gerektiğine karar verilmesini isteyenler
bulunmaktadır. Bu görüşü savunanlardan Ertuğrul mebusu Şemseddin (Günaltay)
15 Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Cilt: 3, Devre: 1, İçtima: 5, 4 Teşrinisani 1334 (1918), s. 111.
16 Ayhan Aktar, Türk Milliyetçiliği, Gayrimüslimler ve Ekonomik Dönüşüm, s. 371.
17 Osman Demirbaş, “Liderlerinin Yurt Dışına Kaçması Üzerine İttihat Ve Terakki İçinde Meydana
Gelen Tepkiler”, İstanbul Üniversitesi AİİTE Dergisi, Sayı: 1, Yıl: 1/2002, s. 131-145.
138
Bey, “… aslında cemiyetin Meşrutiyet'i kurduktan sonra işlevinin sona erdiğini”
söyleyerek feshini savunur. Kongrede Muş mebusu İlyas Sami Efendi de İttihat ve
Terakki erkânının I. Dünya Savaşı'nda izlediği bazı iç ve dış siyasetlerini
eleştirerek, feshinden yana görüşünü belirtir.181 Kasım 1918 gecesi İttihatçıların
önde gelen liderleri Enver, Talat ve Cemal Paşalar gece vakti yurdu terk ederler.
Fırka ciddi bir siyasi meşruiyet bunalımının yanı sıra liderlerini de kaybetmekle
çalkalanır. 14 Kasım 1918'de fırka resmen kendini fesheder ve Teceddüt Fırkası
adıyla siyasi teşkilatlanmasına yeni bir isimle devam etmeye başlar.19
Diğer taraftan ülkede Mondros Muahedesi'nce başlayan işgaller, yerel ve
ulusal direniş örgütlerinin doğmasına sebep olur. Anadolu'da Türk milli şuuru
ekseninde organizeli hareket eden ve Erzurum Kongresi'nde siyasi hayata
kavuşturulan Heyet-i Temsiliye, ülkenin içinde bulunduğu bu olağanüstü koşullar
içerisinde siyasi ve askeri faaliyet halindedir. Yürüttüğü bu faaliyetler sonucunda
Meclis-i Mebusan yeniden açılır. İlyas Sami Efendi'nin Muş mebusu olarak
bulunduğu bu olağanüstü mecliste 28 Ocak 1920 tarihinde siyasi bir kurtuluş planı
olan Misak-ı Millînin kabulü gerçekleşir. İtilaf kuvvetlerinin, Misak-ı Millîye
karşı tavrı siyasi ve askeri açıdan sert olup, itilaf kuvvetleri Meclis-i Mebusan'ı
dağıtırlar. Türk Milliyetçisi aydınların bir kısmı İngilizlerin adli kovuşturmalarına
maruz kalır. Bu süreçte sürgünler önce Mısır ve daha sonra Malta'ya yapılmaya
başlar. Sürgünler İngilizler tarafından Mart 1919'da ilk kez başlatılıp, Ekim
1920'ye değin devam ettirilen bir süreç olarak tarihe geçer.20
İlyas Sami Efendi, ülkenin bu olağanüstü tarihi sürecinde ittihatçı olmak
suçuyla suçlanır. Bunun yanı sıra Sevr Antlaşması'nın 10 Ağustos 1920 günü
imzalanmasından, IV. Damat Ferit Paşa Hükümeti'nin son bulduğu 16 Ekim 1920
gününe kadar iddia edilen “Hıristiyan Kırımı” suçuna iştirak etmek, ayrıca Meclisi Mebusan'da Misak-i Milli lehinde oy kullanıp, çalışmış olmaktan suçlarından
dolayı hakkında arama emri çıkartılır. İtilaf kuvvetlerinin askerleri tarafından
tutuklanır. İstanbul'da bulunan Britanya Yüksek Komiserliği'nce kendisine verilen
2810 tutuklu numarası ile 29 Ağustos 1920'de tutuklanarak Malta'ya siyasi
sürgüne gönderilir.21
18 Osman Demirbaş, “Liderlerinin Yurt Dışına Kaçması …, s. 131-145.
19 Tarik Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, Cilt: 1, Hürriyet Vakfı Yay., İstanbul, 1988, s.
37.; Görsel Köksal, “1 Kasım 1918'den Bir Anı: Talat, Enver ve Cemal Paşa'nın Romantik Sonu”,
Bianet, 7 Mayıs 2005.
20 Mesut Çapa, “Sakarya Savaşından Sonra İmzalanan Türk-İngiliz Esir Mübadelesi Anlaşmasının
Uygulanması ve Belgeler”, Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: 1, Sayı: 3, 1989, s.399-418.; Pelin Böke,
“Son Osmanlı Meclisi'nde Yunan İşgaline Dair Tartışmalar”, ÇTTAD, Sayı: VI/15, Güz 2007, s.
309-323.
21Bilal Şimşir; Malta Sürgünleri, Bilgi Yay., Ankara, 1985, s. 194.; Binnur Kurt, Malta Sürgünleri,
(Yayınlanmamış Yüksek Lisan Tez), Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 2008, s.
106.
139
İlyas Sami Efendi, Meclis-i Mebusan'da Muş mebusu olarak bulunduğu
üç dönem boyunca, Muş ve Şarki Anadolu ile ilgili sosyal, iktisadi ve idari
sorunları ve merkezi idarenin yatırımlarına dair konularda, devletin diğer genel
siyasi ve sosyal sorunlarına nazaran nispeten daha az değindiği görülür. Seçim
bölgesi ile alakalı önemli sayılabilecek şu konuları farklı tarihlerde meclisin
gündemine taşır. Muş Mebusu İlyas Sami Efendi'nin, Muş arazisinin irva ve iskası
(ıslah ve sulanması) hakkında bir takrir verir. Takririn görüşülmesi esnasında Muş
mebusu Keygam Efendi: “Muş ovasından Murat ve Karasu ırmaklarının sularını
çıkarmak ve bu ovaya sevk etmek için refikimin takriri faydalı ise de, Muş
Sancağında şimdiki zaruri ihtiyacata şümulü yoktur” der. Bu çerçevede Meclis
tarafından takrir tartışılıp meclisin gündeminden çıkarılıp, Nafia Nazırlığına
havale edilir.22
Muş mebusu İlyas Sami Efendi ve Keygam Efendi; “Muş'ta leylî ve
neharî bir idadi mektebinin tesisi ve küşadı ve Müslim ve Gayr-i Müslim
mekteplerin tamiri ve tezyidi” hakkında takriri. Mecliste görüşülerek Maarif
Encümenliğine havale edilir.23 Muş mebusları İlyas Sami Efendi ve Keygam Efendi
yine Muş Sancağı'nın içinde bulunduğu zor ekonomik koşullardan kurtulması için
demiryolunun Muş'a ulaştırmasını önerirler. Mecliste bu konunun iktisadi ve
sosyal önemi üzerinde dururlar. Muş ve Genç sancaklarına demiryolu ve şose
yapılmasına dair takrirleri, mecliste görüşülüp, alınan karar gereği takrir nazarı
itibara alınarak Nafia Encümeni'ne havale olunur.24
3.2. Cumhuriyet Dönemi
16 Mart 1920'de İstanbul resmen İtilaf Kuvvetleri tarafından işgal edilir.
Bu süreçte Meclis-i Mebusan feshedilip, dağıtılması üzerine, Anadolu'da faaliyet
halinde bulunan Türk milliyetçileri Ankara'da yeni bir milli meclis açarlar. 23
Nisan 1920'de açılmış olan I. TBMM, dağıtılan son Osmanlı Meclisi'nin bir kısım
mebuslarından ve Anadolu'da zor güvenlik şartlarına rağmen gerçekleştirilen
seçimlerin sonucunda seçilen bazı mebusların Ankara'ya ulaşması ile açılır. Bu
dönemde yapılan seçimler formalite olup, demokratik ve nizamî değildir.25 Ancak
işgal altındaki vatanın kurtuluşu için güçlü bir ülküye inanmışlıkları bulunan
22Meclis-i
Mebusan Zabıt Ceridesi, Cilt: 2, Devre: 1, İçtima: 1, 11 Şubat 1324, s. 40.
Mebusan Zabıt Ceridesi, Cilt: 1, Devre: 1, İçtima: 2, 25 Teşrin-i Sani 1325, s. 227.
24Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi, Cilt: 2, Devre: 1, İçtima: 1, 25 Şubat 1324, s.235-237.
25Sadi Irmak, “Atatürk ve Meclis”, ATAM Dergisi, Sayı: 8, 1986, s. 247-286.; Enver Behnan
Şapolyo, Mustafa Kemal ve Birinci Büyük Millet Meclisi Tarihçesi, Ülkemiz Matbaası, Ankara,
1969, s. 11-12.
23Meclis-i
140
kurucu meclis kimliğini toplumun farklı kesitlerini bünyesinde bulundurmasıyla
göstermekteydi. TBMM'nin açılmasından sonra 5 Haziran 1920 tarihinde mecliste
alınan karar gereği, Malta'da sürgün bulunan İlyas Sami Bey, Muş mebusu olarak
meclise intihabı kabul edilir.26
Malta sürgününde bulunanları kurtarmak amacıyla, Ankara Hükûmeti ile
İngilizler arasında uzun bir müddet esirlerin mübadelesi konusunda birçok defa
görüşmeler gerçekleşir. Nihayet, iki taraf arasında varılan mutabakat metni 16
Mart 1921 günü imzalanır. Anadolu'da bulunan bütün İngiliz savaş tutsakları ve
diğer sivil İngiliz tutsaklarına karşılık Malta'da sürgün olarak bulunan ve
yargılanmayacak olan Türk tutsaklar ile değiş tokuş yapılacaktır. Ortaya çıkan bu
mutabakata göre İngilizler, Malta sürgününde geride kalanları, bir İngiliz
gemisiyle İnebolu'ya getirebileceğini kabul eder.27 30 Ekim 1921'de aralarında
İlyas Sami Efendi'nin de bulunduğu sürgünün son kafilesi olan 59 kişi İnebolu'ya
getirilir ve burada İngiliz esir tutsaklar ile mübadele edilerek yurda dönüşleri
başarılı bir şekilde sağlanmış olunur.28
İlyas Sami Efendi, yurda dönüşünden sonra aktif siyasi hayatına kaldığı
yerden devam eder. Siyasi hayatının geri kalan zaman zarfında TBMM'de,
sırasıyla I. ve II. dönemlerde Muş mebusu, III. dönem Bitlis ve V. dönemde ise
Çoruh (Artvin) mebusluklarında bulunur.29 Mecliste bulunduğu sıralarda resmi
Kemalist iktidara veya hükümetlerinin aleyhine her hangi bir muhalif grup
içerisinde bulunmayıp, siyasi hayatının geri kalanını İttihat ve Terakki Fırkası'nın
ideolojik bir devamı niteliğinde olan Halk Fırkası'nın bir mebusu olarak devam
eder.30
26TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt: 2, Devre: I, İçtima: I, 5 Haziran 1920, s. 73-74.; Mecliste alınan
karar gereği, İlyas Sami Bey'in meclis azalığından doğan tahsisatı, kendisi sürgünde
bulunduğundan dolayı ailesine verilmesi kararı onanır. TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt: 4, Devre: I,
İçtima: I, 21 Eylül 1920, s. 241.
27Binnur Kurt, Malta Sürgünleri…, s. 145.
28Bilal Şimşir. Malta Sürgünleri…, s. 501-505.; Ayşe Hür, “Malta Sürgünlerini Nasıl Bilirsiniz”,
Taraf Gazetesi, 28 Şubat 2010.
29Fahrettin Çiloğlu, Kurtuluş Savaşı Sözlüğü, Doğan Kitap, İstanbul, 1999, s. 99-100.; Kazım
Öztürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi Albümü…, s. 59.; İhsan Ezherli, Türkiye Büyük Millet
Meclis 1923-1992, Osmanlı Meclisi Mebusanı 1877-1920, TBMM Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu
Yay., Ankara, 1993, s. 188.; Cemal Avcı, III. Dönem Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Yapısı ve
Faaliyetleri 1927-1931, A.K.D.T.Y.K. Yay., Ankara, 1920, s. 27.; Erol Şadi Erdinç, Haluk Oral,
Meclis-i Mebusan Birinci Seçim Dönemi, Türkiye İş Bankası Yay., İstanbul, 2008, s. 7.
30BCA, 490.01.518.2078.5.4., (5 Eylül 1941).; Emel Akal, Millî mücadelenin Başlangıcında
Mustafa Kemal, İttihat Terakki ve Bolşevizm, Türkiye Sosyal tarih Araştırma Vakfı Yay.,İstanbul,
2008, s. 26.
141
İlyas Sami Bey, Malta'dan yurda dönüşünden sonra meclis tarafından
kabul edilmiş olunan intihabının, gecikmiş olan mebus yemini ve takdimi yapılır.
Bu esnada meclis kürsüsünden yaptığı konuşmasında şu satırlar ile o dönem sahip
olduğu düşünce ve duygularına tarihi tanık kılar: “Arkadaşlar sakın doymayınız,
Milleti Osmaniye ikbal ve istikbal hususunda doymayacaktır. Efendiler üç senedir
mütareke devresinin her Türk kalbinde hakaret yaraları öyle az şey ile doymaz.
Sakın doymayalım. Cenabı hakkın eltafı mütevaliyen gelecektir. Benim ve mazlum
arkadaşlarımın huzurunuzda ispatı vücut etmesi, o tevali edecek naam ve
muvaffakiyeti illâhiyenin birer numunesidir. Cenabıhakk'a hepimiz birden
teşekkür edelim Ve hepinize sarihi- ve derâguş ederim. İstikbal ve ikbal bizimdir.
Yei'se meydan vermeyiniz, istiklâl İslamiyet'in ve Türk'lerinedir.”31 Bu
ifadelerinden anlaşılıyor ki Milli Mücadele'nin ilk zamanlarında İlyas Sami
Efendi'de birçok mebus gibi Anadolu'da verilen bağımsızlık mücadelesinin nedeni
İslam ve Türk milletinin istiklali içindir.
Genel olarak, I. TBMM'de bulunmuş olan mebusların ortak mefkûresi
memleketin işgalden kurtarılması yönündeydi. Ancak kurtuluşun zaferle
sonuçlanması zamanla siyasal gücün iplerini ellerinde tutan milliyetçi liderleri
ülke gündemine yeni siyasi süreçler sokacaklardı. Batılılaşma ideolojisi ekseninde
birtakım kültür devrimleriyle güncel siyasetin ve yaşamın değişimini
zorlamaktaydılar. Bu beklenmedik gelişmeler mecliste bulunan bazı üyeler için
sürprizdi. Çünkü yukardan aşağıya doğru gelişen bu yeni siyasal hareketler yeni
politik durumları ve tasfiyelerini içinde barındırmaktaydı.
Batılaşma ekseninde vuku bulacak yeniliklerin ve değişimlerin kapısını
aralayan sürecin mefkûresi geleneksel toplum algısı ile çatışmakta ve daha sancılı
sosyal ayrışmaların ortaya çıkmasını kolaylaştırmaktaydı. I. TBMM'nin genel
yapısına bakıldığında mebusların geneli askerlerden, okumuş kişilerden, eşraf
sınıfından ve ilmiye mensuplarından olması çoğulcu bir yapıyı resmetmekteydi.
İstiklal Harbinin bitiminde ilan edilen Cumhuriyet rejimiyle Kemalistler bütün
idari ve siyasi kuvveti tekelleştirmek için çalışmaktaydılar. Kuşkusuz bu dönemin
renkli kişilerinden birisi İlyas Sami Bey'dir. Kemalist'lerin ülkede uyguladıkları
ulusçu ve çağdaş toplumsal politikaların yarattığı değişimlerin keskin hatlarını
İlyas Sami Bey'de görmek mümkündür. Ancak sahip olduğu ilmiye sınıfı
geçmişiyle bir anlamda geleneksel olanla modern olan arasında bir kişi olması
kendisinde birtakım tercih zıtlıklarını meydana çıkarmaktaydı.32
31TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt: 14, Devre: I, İçtima: II, 1 Aralık 1921, s. 417-418.
32Sadi Irmak, “Atatürk ve Meclis”, ATAM Dergisi, Sayı: 8, 1986, s. 247-286.; Enver Behnan Şapolyo,
Mustafa Kemal ve Birinci Büyük Millet Meclisi Tarihçesi…, s. 36.; Kadir Mısıroğlu, Kurtuluş
Savaşı'nda Sarıklı Mücahitler, İstanbul, 1969, s. 109
142
Kürt kimliğine sahip olmak ile Kemalist ideolojinin bir siyasal plan
şeklinde yürüttüğü Türkçü ideoloji arasında zihinsel ve davranışsal köprüler
kurmada dönemin şartlarında bazı bireyler için bu durum bir hayli zor kalırken,
İlyas Sami Bey için bu durumun pek bir engel teşkil etmediği görülmektedir.
Muhtemelen, İttihatçı geçmişinde edindiği düşünceler Kemalist ideolojinin
kurulmaya başlandığı Cumhuriyet dönemiyle siyasi bağlar kurmak ve devrimlere
adaptasyon sağlamada kolaylıklar sağlamaktaydı. Mecliste yaptığı bir
konuşmasında İlyas Sami Bey'in Kemalist devrimlerin arifesinde sahip olduğu
düşüncelerin anlaşılmasına ışık tutar: “Muhterem arkadaşlar, milletler kuvvet ve
kudretlerin hazinesidir. Yeter ki, bunlar kendi harekâtlarında basiretkâr, bir nâzım
ve müdür bulsunlar. En güç şey onu bulmaktır. Fert için de böyledir. Bulursa feyzi
rehber-i basiret bir kemalinden, çıkartır bir hükümet bir avuç millet, hayalinden.
Hakkı hayatı uğrunda son merdaneyi gösteren milletler, harikalar icat ve ibda
etmişlerdir.”33 Görüldüğü üzere İlyas Sami Bey, Mustafa Kemal'in yeni ülkenin
rehber lideri olarak görmektedir.
İlyas Sami Bey'in, TBMM'de bulunduğu süre zarfında birçok kanun
maddesi ve siyasi konularda önerileri ve söz almaları olduğu görülmektedir. İlyas
Sami Bey'in, TBMM'deki bütün çalışmalarına yer vermek bu çalışmanın
imkânları ölçüsünden uzak kalmaktadır. Ancak, Türk toplumsal belleğinde önemli
bir yer tutan ulusal konulardaki meclis çalışmalarına ve seçim çevresi Muş ile ilgili
meclis çalışmaları ele alınacak. Ayrıca ülkenin Kemalist devrimler sürecinde
toplumun bazı kesitlerinden gelişen tepkilere karşı İlyas Sami Bey'in düşünce ve
tutumlarının anlaşılmasına çalışılacak. Böylelikle, İlyas Sami Bey'in, Cumhuriyet
Türkiye'sindeki toplumsal değişimlere bağlı olarak, düşünce algısının hangi
etkenler bağlamında nasıl değiştiğinin anlaşılmasıyla Cumhuriyet döneminin bir
bireyi üzerinden bir tarih okuması yapılmış olacak. Böylece ele alınan dönemin
bazı siyasi ve kültürel yönlerinin anlaşılmasına bir katkı sağlayabilir.
Milli Mücadele sürecinde Mustafa Kemal Paşa Başkumandan olarak
meclisten aldığı yetki çerçevesinde, Büyük Taarruz hazırlıklarını yapmakta idi.
Mustafa Kemal Paşa, bu hazırlıklar çerçevesinde meclisteki bazı mebusları da
vazife-i milliye ile görevlendirir. Bu görevlendirilen isimlerden birisi de Muş
mebusu İlyas Sami Bey'dir.
“Mebuslardan yedi zatın vazaif-i vataniyeye memur edildiklerine dair
Başkumandanlık tezkeresi Büyük Millet Meclisi Riyaseti Celilesine … Muş
Mebusu İlyas Sami Bey. Balâda muharrer-il esami zevat vazaif-i mühime-i
vataniyeye memur edilmişlerdir. Arzı malûmat eylerim efendim.”
Büyük Millet Meclisi Reisi ve Başkumandan
Mustafa Kemal34
33TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt: 14, Devre: I, İçtima: II, 1.12.1921, s. 417.
34 TBMM Zabıt Ceridesi, Cilt: 18, Devre: I, İçtima: III, 6 Mart 1922, s. 73.; TBMM Gizli Zabıt
Ceridesi, Cilt: 3, Devre: I, İçtima: III, & Mart 1922, s. 41.
143
Milli Mücadelenin akabinde İtilaf kuvvetleriyle Lozan'da barış masasına
oturulur. İlk seferinde kesintiye uğrayan görüşmelerin ikinci sürecinde varılan
antlaşmanın meclisteki onaylanması esnasında İlyas Sami Bey genel olarak
antlaşmanın lehinde kabul oyu kullanır.35
Bu dönemde Muş mebusları İlyas Sami Bey, Osman Kadri Bey ve Ali Rıza
Bey meclis başkanlığına verdikleri bir takrir ile: “Muş - Hınıs arasında (Aras)
nehri 'üzerimdeki köprünün Muş-Erzurum, Muş-Diyarbakır arasındaki şoselerin
tamirimi Nafıa Vekâletinden rica eylemiş.” olduklarını ve takrirlerine meclis
tarafından bir cevap arzu ederler. Nafia Vekili Muhtar Bey, ilgili takrire cevaben;
evvelden beri Şarki Anadolu'da yolların bozuk olduğunu ve verilen takrir üzerine
Muş-Erzurum ve Muş-Diyarbakır şoseleri yatırım planına dâhil edilmiş olduğunu
ifade eder.36
Lozan görüşmelerinin ilk aşamasında İngiliz Baş Murahhasası Lord
Curzon'un Türk delegasyonunda yer alan bazı Kürt üyelerine yönelik hakaret
içeren sözler sarf etmiş olması, Lozan'a giden üyelerin Kürtleri temsil etmediğini
ve bilakis onların Mustafa Kemal Paşa tarafından bilinçli olarak Lozan'a
gönderildiğini dair iddiaları mecliste sert yankı bulur. Şarki Anadolu'nun Bitlis,
Diyarbakır, Hakkâri ve Ergani illerinin mebusları Lord Curzon'un bu sözlerine
verdikleri tepkiler; Türkiye'nin tevhidi birliğine ve Türk-Kürt milletleri arasında
her hangi bir ayrılığın olmadığı aksine kader birliği yapmış iki milletin teşrik-i
mesaileri ve atileri var olduğu ve aynı olduğunu dile getirirler.37 Mecliste vuku
bulan bu tepkilerden birisi de Muş mebusu ve Kürt kimliğine sahip olan İlyas Sami
Bey tarafından yapılır. Meclis kürsüsünde yaptığı uzun hitabında şu sözleriyle
Lord Curzon'a cevaben Kürtlerin statüleri konusundaki kendi ama aslında yeni
milliyetçi karakterli resmi ideolojinin bakışını genel itibariyle dile getirmekteydi:
“Şimdi cahillerden daha büyük cahil olmak sıfatını kabul eden İngiltere
kendine mahsus bu cehaletin muannidi fitne ve fesad siyasetini yaydığı sahalarda
çıkardığı ateşler bombalar yetişmiyormuş gibi bu sahaya da hücum ediyor. Ve
Kürd, Türk ve muhtelif namlar altında müttehit bir kitlenin, bir milleti vâhidenin
bulunduğundan çoktan haberdar olduğundandır ki, bunları da tefrikaya, ihtilâle,
ihtilâfa sevk etmek istiyor. (Edemez sesleri) Efendim, İngiltere mümessili siyasisi
olan Curzon fesat ve fitne silâhını kadimen istimal ede geldiği için bugün de
vahdeti katiye ile tecelli eden hududu

Benzer belgeler