akob dergisi 35. sayısını görüntülemek için bu satırı tıklayınız.

Transkript

akob dergisi 35. sayısını görüntülemek için bu satırı tıklayınız.
Mediterranean Opera and Ballet Club Culture and Art Magazine
A Chat
with Composer
Jake Heggie
Besteci
Jake Heggie
İle Bir
Sohbet
Dansa Âşık Bir Kuğu:
Meriç Sümen
35
Othello in the
Seraglio
Othello Sarayda
FLÜTİST
HALİT
TURGAY
Fotoğraf: Mehmet Çağlarer
Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği
Adına İmtiyaz Sahibi - Dernek Başkanı
Fazıl Tütüner
18
Sorumlu Yazı İşleri Müdürü
A. Vahap Kokulu
Başkan Yardımcısı
Selami Gedik
Başkan Yardımcısı
Nihat Taner
Yayın Yönetmeni
İhsan Toksöz
Yardımcı Yayın Yönetmeni
Demet Şaman Tarlakazan
Reklamlar ve Finans Kaynakları
Bengü Yılmazer Hadra
6
Sayman
Eyüp Dinç
Genel Sekreter
Filiz Emine Sancar
Sanat Etkinlikleri
Mine Yalçın
Basın Yayın ve Halkla İlişkiler
Monika Kuki
Web Sitesi
Ziya Aykın
STK İlişkileri
Fatma Kozacıoğlu
Yayın Kurulu
A. Vahap Kokulu
Ziya Aykın
Semihi Vural
Nihat Taner
Berlin Correspondent
Alexandra Ivanoff
London Correspondent
Stephen Jackson
New York Correspondent
Meral Güneyman
Los Angeles Correspondent
Ömer Eğecioğlu
Yayına Hazırlık
ERİLYA TASARIM - MERSİN
Kapak ve Sayfa Tasarımı
Burçin Keseci
Baskı
Güven Ofset Ltd. Şti.
Uray Caddesi No:25/A Mersin
Tel: 0324 238 28 80 - 237 27 80
Basım Tarihi - 25.04.2016
Akdeniz Opera ve Bale Kulübü Derneği
The Association of Mediterranean Opera and Ballet Club
Bahçe Mh. 4606 Sk. İstiklal İşhanı Kat:2 Mersin
Tel: 0324 238 86 80 • [email protected] • www.akob.org
Bağışlarınız için: İŞ BANKASI
Uray Şubesi (6607) - Hesap No: 959250
IBAN: TR69 0006 4000 0016 6070 9592 50
Donations: İŞ BANK - Uray Branch
IBAN: TR69 0006 4000 0016 6070 9592 50
BIC: ISBKTRISXXX
Dergimize gönderilen yazı ve görseller yayınlansın
ya da yayınlanmasın iade edilmez.
Yayınlanan yazıların içeriğinden yazarlar sorumludur.
28
06-13
A Chat with Jake Heggie
Jake Heggie ile Bir Sohbet
Ömer Eğecioğlu
16
Sanatla Tanış Kendini
Unut
Peykan Demirkaya
18-28
Flütist Halit Turgay
ile Bir Söyleşi
Demet Şaman Tarlakazan
32-36
Kitap:
Dansa Âşık Bir Kuğu:
Meriç Sümen
Cengiz Kara
38
38-40
A unique blend of old and new
Mehmet Ali Sanlıkol's
Othello in the Seraglio
Eski ile yeninin benzersiz karışımı
Mehmet Ali Sanlıkol
Othello Sarayda
Alexandra Ivanoff
43-46
The Tragedy of "Sümbül" the
Black Eunuch:
Othello in the Seraglio
Siyahî Haremağası Sümbül'ün
Trajedisi
Othello Sarayda
Mark Exley
[email protected]
İhsan Toksöz
BİR DÜŞÜMÜZ
VAR BİZİM
B
aşlığa bakıp ta sadece
‘bir’ düşümüz olduğunu
sanmayın sakın. Aslında
birçok düşümüz var
bizim. Bazıları son altı yılda
gerçekleşti, birçoğu ise düşten
gerçeğe dönüştürülmek üzere tasarı
halinde uygun zamanı ve sponsor
katkılarını bekliyor. Ancak birisi
var ki gerçekleştirildiğinde Mersin
kenti ve içinde bulunduğumuz
bölgenin turistik açıdan tanıtılmasına
katkısının yanında, kültürel anlamda
kentimizin dünya ile entegrasyonunu
da hızlandıracak, kolaylaştıracak bir
proje.
Akdeniz Opera ve Bale Kulübü 2008 yılında kuruldu. Bugüne
değin gerçekleştirdiği kırktan fazla etkinlik, çıkardığı iki dergi
(AKOB ve OPERA BALE) ve çocuklara yönelik müzik akademisi
projesi ile kentin ve ülkemizin sanat yaşamına katkıda bulunuyor.
Ancak burada - kendimi “Mersinli” hissettiğimden - derneğimizin
kentten hak ettiği desteği layıkıyla alamadığını da belirtmeden
geçemeyeceğim. Bu sadece bir serzeniş değil, ayni zamanda şu ana
kadar bize destek ver(e)memiş (!) kent kurum ve kuruluşlarının
4 AKOB | NİSAN 2016
“yazıyla” kapılarını tekrar tıklattığımız anlamında algılanır diye
umuyorum. Dağarcığımızda bulunan daha nice projeyi hayata
geçirmekte zorlanıyoruz. Her şeye rağmen kendi yağımızda
kavrularak Mersin ve yöremiz için üstlendiğimiz tanıtım misyonunu
evrensel çoksesli müzik alanında kararlılıkla ve inatla sürdürmeye
çalışıyoruz.
Bu sayımızın kapağında MEÜ Devlet Konservatuvarı öğretim
görevlisi, flüt sanatçısı Halit Turgay var. Sevgili Demet Şaman
Tarlakazan kendisi ile sanatı, ileriye dönük projeleri ile ilgili bir
söyleşi yaptı. Kısa bir alıntı: “Popüler deyimle 'anı yaşamak' değil
vurgulamak istediğimiz. Bu geleceğini şöyle veya böyle garantiye
almış kişilerin uydurduğu bir 'mutluluk reçetesi'... Sanatçı ürettiği
ile mutlu olur… Bu demek değildir ki gelecek planları yapılmasın,
gelecek için çalışılmasın. İnsan planlı olmalı, disiplinli olmalı ve
ileriye dönük düşünmeli.” AKOB’un misyonu ile ne kadar örtüşüyor
değil mi Turgay’ın dedikleri…
Halit Turgay geçen yıl bir beste yaptı. Adını da yöremizin antik
ismine atfen “KİLİKİA” koydu. Eserin Dünya Prömiyeri 23 Kasım
2015 tarihinde Mersin’de yapıldı. İçeriden dışarıdan çok olumlu
eleştiriler aldı. Yıllardır kent ve bölge kültürünün tanıtımı için
yazan, çizen, kafa yoran birçok dostla defalarca tartıştığımız bir
konunun da tekrar gündeme taşınmasına neden oldu böylece. Komşu
bölgemiz KAPADOKYA ismi ile anılıyor, tanınıyordu da, bölgemiz
niçin KİLİKYA olarak tanıtılmamıştı? Bölgemiz asırlarca bu antik
ad ile tanınmakta iken neden bu isim bölgenin kültürel lansmanı için
kullanılmamıştı? KİLİKYA (Cilicia, Cilicie, Kilikien) kültür turizmi
meraklıları için çekici bir isim olmaz mıydı? Bölgedeki tarihi ve
arkeolojik değerlerin böylece daha çok ön plana çıkması sağlanamaz
mıydı?
Bu konu zihinlerde canlanınca Turgay’ın bestesi ile bölgenin
tanıtımının yapılabileceği konusu gündeme geldi. Turgay bu konuda
çok umutluydu. Yurtdışında sanatçıları ile ve onların eserleriyle
anılan birçok kent ve bölge ve hatta ülke yok muydu? Tarihi ve
arkeolojik değerlerinin yanı sıra kentler sanatçılarıyla ve onların
eserleriyle dünya vitrinine çıkarılmalıydı.
Mersin’de doğmuş veya kentimizi yurt edinmiş kişiler arasında
kimler var bir bakalım:
Mersinli bestecimiz Nevit Kodallı, besteci Özkan Manav,
yurtdışında onlarca sergi açan ressam Ahmet Yeşil, özgün ve
benzersiz tarzıyla resim tarihimizde yerini almış olan ressam
Nuri Abaç, ressamlar Etem Çalışkan, Cemal Turan, Doğan Akça,
Mehmet Ali Meriç, aşkın ve hüznün şairi Ümit Yaşar Oğuzcan,
Şair Turhan Oğuzbaş, Şair Ahmet Ada, gençlik romanları yazarı
İpek Ongun, yazar Suna Tanaltay, şair yazarlarımız; Özdemir
İnce, Celal Soycan, bir başka ülkede olsa ünü sınırları aşacak
şair-yazarımız İlyas Halil, akademisyen-heykeltraş Hüseyin
Gezer, heykeltıraş Kenan Yontunç, sinema yönetmeni Atıf Yılmaz
Batıbeki… Daha ismini buraya sığdıramayacağımız niceleri…
Peki aramızdan kaç kişi biliyor acaba Karacaoğlan’ın,
Musa Eroğlu’nun Mersinli olduğunu?
MAYIS 2016
AKOB - MEÜ DEVLET KONSERVATUVARI
EĞİTİMDE ELELE
Tarihi isimlere gelince: Felsefeci Aratos Soli - Mersin’de
doğmuş; Tarsus Aziz Pavlus’un (St. Paulus) kenti; Antonius ve
Kleopatra’nın aşkı birçok yazara ilham olmuş: Olba Kraliçesi
Aba’nın Altay Bayram tarafından balesi yapılmış vd…
Sanatçı, edebiyatçı, felsefecileriyle Mersin ve bölgemiz ne denli
dünyaya tanıtılabilmiş sorgulanmaya muhtaç bir konu. İşte bu
nedenle yöre antik ismi KİLİKYA’nın (Kapadokya örneğinde
olduğu gibi) ön plana çıkartılarak tekrar bir kent ve bölge lansman
projesi yapılması gerektiğine inanıyoruz. Turgay’ın bestesinin de
bu aşamada etkin bir şekilde kullanılarak projenin kaldıraçlarından
biri olacağına inanıyoruz. İşte bizim düşümüz bu… Gerisi kent
önderlerine kalmış! AKOB olarak bizler bu konuda lojistik destek
vermek için hazır olduğumuzu belirtiyor ve konuyu ilgililerin
değerlendirmelerine sunuyoruz.
Bu konuda süregelen başarılı bir uygulamaya da değinmek
isterim. Son yıllarda Mersin Uluslararası Müzik Festivali Beste
Yarışması’nda seçilen beste temalarında yöremiz antik değerlerine
vurgulama yapıldığını görüyoruz: Mersin Üç Güzeller İçin Beste
Arıyor! Mersin Korikos’un Tınısını Arıyor! Mersin Yumuktepe
İçin Beste Arıyor!... Bu konuda bir konsensus oluşmuşa benziyor.
Umarız dilekçemiz ilgili mercilere ulaşır.
PORTAKAL ÇİÇEĞİ KOKULARINA
KARIŞAN MÜZİK!
Bu sayımızdaki ilginç yazılar ise şöyle: Ömer Eğecioğlu, geçen
sayımızda tanıtımını yaptığımız Moby Dick operasının bestecisi
Jake Heggie ile bir sohbette buluştu "A Chat With Jake Heggie"
(EN/TR). Cengiz Kara Türk balesinin tarihi gelişimini gözler
önüne seren, Dansa Aşık Bir Kuğu - Meriç Sümen kitabının
yazarı Nevsâl Baylas ile bir söyleşi yaptı sizler için. Peykan
Demirkaya "Sanatla Tanış, Kendini Unut" başlıklı ilk yazısında,
içten gelen bir inançla ve bir "Yaşam Koçu" tavrı ile SANAT'ın
vazgeçilmezliğini vurguluyor. Duymayı özlediğimiz bu söylemleri
kesinlikle onaylayacağınıza inanıyoruz. Alexandra Ivanoff
ve Mark Exley ayrı ayrı sizlere Boston’da sahnelenen, iki kez
Grammy ödülüne aday gösterilen Mehmet Ali Sanlıkol’un “Kafe
Operası”nı (coffehouse opera) anlatıyorlar: Othello in the Seraglo
- Sarayda Opera (EN/TR). Konu tanıdık; Haremağası Sümbül’ün
trajedisi. Kurgulama ilginç; bir ortaoyunu havasında ‘meddah’
tarafından sunuluyor. Müzik ise Sanlıkol’a özgü, eski ile yeninin
harmanlandığı, konunun geçtiği dönemdeki Osmanlı ve erken
Avrupa çalgılarının kullanıldığı, içine kendisinin son bestelediği
müziğin katıldığı, İtalyan Barok ve eski Türk tarzlarının
kullanıldığı bir orkestrasyon - kendi deyimiyle bir “kahvehane
kantatı”. Verilen linklerden örneklemeleri dinleyebilirsiniz.
Kendinizi Boston’da oyunu izlerken düşleyeceğinize eminiz…
Günlük olumsuzluklardan ve sıkıntılardan bir an için ayrılmak için
müzik ısıtsın içinizi!
NİSAN 2016 | AKOB
5
Besteci Jake
Heggie İle
Bir Sohbet
Ömer Eğecioğlu
Santa Barbara, CA, ABD
[email protected]
6 AKOB | NİSAN 2016
Composer Jake Heggie (Photo by Art & Clarity).
A Chat with
Jake Heggie
San Francisco-based American composer Jake Heggie is the author of upwards of 250
art songs. Some of his work in this genre were recorded by most notable artists of
our time: Renée Fleming, Frederica von Stade, Carol Vaness, Joyce DiDonato, Sylvia
McNair and others. He has also written choral, orchestral and chamber works. But
most importantly, Heggie is an opera composer. He is one of the most notable of the
younger generation of American opera composers alongside perhaps Tobias Picker
and Ricky Ian Gordon. In fact, Heggie is considered by many to be simply the most
successful living American composer.
Heggie’s recognition as an opera composer came in 2000 with Dead Man Walking,
with libretto by Terrence McNally, based on the popular book by Sister Helen Préjean.
There followed a string of operas, including Three Decembers (2008), MobyDick (2010), The Radio Hour (2014), and Great Scott (2015). A happy mix of
collaboration with first rate librettists, an intuitive feeling for the stage and a gift for
melody made him very much in demand. His latest work, which is still in progress and
slated to open in December 2016 in Houston, is It’s a Wonderful World.
Two audio recordings of Heggie’s Dead Man Walking.
Left: San Francisco Opera Chorus and Orchestra, Patrick Summers, conductor (Alliance),
World premiere recording, Susan Graham (Sister Helen Prejean), John Packard (Joseph De
Rocher), Frederica von Stade (Mrs. Patrick De Rocher); Right: Live Recording from Houston
Grand Opera 2011, Patrick Summers, conductor (Virgin Classics), Joyce DiDonato (Sister
Helen Prejean), Philip Cutlip (Joseph De Rocher), Frederica von Stade (Mrs. Patrick De
Rocher).
Heggie’nin Dead Man Walking operasının iki kaydı:
Solda: San Francisco Opera Koro ve Orkestrası, Şef Patrick Summers (Alliance, 2000), Dünya
prömiyeri kaydı, Susan Graham (Rahibe Helen Prejean), John Packard (Joseph De Rocher),
Frederica von Stade (Bayan Patrick De Rocher); Sağda: Houston Grand Opera’dan canlı kayıt,
Şef Patrick Summers (Virgin Classics, 2011), Joyce DiDonato (Rahibe Helen Prejean), Philip
Cutlip (Joseph De Rocher), Frederica von Stade (Bayan Patrick De Rocher).
Heggie was born in Florida, lived in California and Ohio, and went to music school
at the University of California Los Angeles. He was classically trained in piano and
composition but a problem with his right hand forced him to change course. He started
working as a public relations marketing writer for the San Francisco Opera while
composing songs on the side. His work was championed by none other than mezzosoprano Frederica von Stade, and the impresario and general director Lotfi Mansouri of
San Francisco Opera took a chance on Heggie and gave him a major opera commission.
Mansouri also introduced him to Terrence McNally, which resulted in Dead Man
Walking. The opera was remarkably well received and has gone on to have the life that
it has seen with upwards of 50 productions worldwide to date. Based on the human
drama of a death row inmate - that also gave us the powerful movie of the same
name - Dead Man Walking is a poignant operatic experience based on an extremely
relevant topic structured around a well-written libretto and beautiful, accessible music.
Genç Amerikalı besteci Jake Heggie şimdiye
kadar 250’den fazla şarkıya imzasını atmış
bir müzisyen. Üstelik bu şarkılar günümüzün
en ünlü ses sanatçıları tarafından yorumlanıp
kaydedilmiş: Renée Fleming, Frederica von
Stade, Carol Vaness, Joyce DiDonato, Sylvia
McNair bu sanatçıların arasında yer alıyor.
Heggie’nin diğer eserleri arasında koro ve
orkestra için çalışmalar ve ayrıca oda müziği
parçaları var. Ama kendisi en başta bir opera
bestecisi olarak tanınıyor. Jake Heggie’nin
yanısıra günümüzde beğenilen Amerikalı
genç kuşak opera bestecileri arasında belki
Tobias Picker ve Ricky Ian Gordon sayılabilir.
Ama gerçek şu ki, Heggie yaşayan Amerikalı
bestecilerin en başarılısı olarak kabul ediliyor.
Heggie’nin opera bestecisi olarak parlamaya
başlaması Rahibe Helen Préjean’in popüler
kitabından Terrence McNally tarafından
uyarlanan libretto üzerine bestelediği ve ilk
gösterimi 2000 yılında yapılan Dead Man
Walking (Ölüm Yolunda) operasına gidiyor.
Bu operanın kazandığı başarıyı aralarında
Three Decembers (2008), Moby-Dick (2010),
The Radio Hour (2014) ve Great Scott (2015)
olmak üzere bir dizi opera izledi. Birinci
sınıf libretto yazarları ile çalışma şansını
elde etmesi, sahne sanatının inceliklerini
içgüdüsel olarak kolayca kavraması ve melodi
yazmaktaki yeteneği onu en talep edilen
besteciler arasında başa çıkarmakta gecikmedi.
Bestecinin şu anda üzerinde çalışmakta olduğu
ve 2016 Aralık’ta ilk gösterimi Houston’da
yapılması planlanan son eseri ise It’s a
Wonderful World (Şahane Hayat) filminin
operaya uyarlaması.
Heggie, ABD’nin doğu kıyısında, Florida
eyaletinde doğdu. Çocukluğunda ailesi ile
kısa bir süre Kaliforniya’da, daha sonra da
bir süre Ohio’da yaşadı. Müzisyen olmak
üzere Kaliforniya Üniversitesi Los Angeles’ın
Jake Heggie with one of the early champions of his
music, the eminent mezzo-soprano Frederica von
Stade (Photo: Courtesy San Francisco Opera).
Jake Heggie ve eserlerinin ilk destekçilerinden ünlü
mezo soprano Frederica von Stade
(Fotoğraf: Courtesy San Francisco Opera).
NİSAN 2016 | AKOB
7
Composer Jake
Heggie with soprano
Joyce DiDonato
(diva Arden Scott
in the opera) in the
premiere of Heggie’s
Great Scott in Dallas
(Photo: Courtesy of
Dallas Opera).
Besteci Jake
Heggie ve soprano
Joyce DiDonato.
DiDonato Great
Scott’un Dallas
prömiyerinde diva
Arden Scott’u
seslendirdi.
(Fotoğraf: Courtesy
Dallas Opera).
After the success of Dead Man Walking, Heggie continued his
ascent as an operatic composer in most notably the adaptation
of Herman Melville’s classic novel Moby-Dick with librettist
Gene Scheer.
Following its 2010 premiere in Dallas, Moby-Dick was shown in
many opera houses in the United States, Canada and Australia
and loved by the public. Los Angeles Opera’s 30th Anniversary
2015-16 season also included the company premiere of
Moby-Dick and the European premiere is in the works. The
Gramophone Magazine praised the opera as “Moby-Dick
emerges as an opera that has everything, and takes its place
alongside the esteemed oceanic operas Billy Budd and
L’amour de loin.” Indeed, the story of the making of the
opera was documented as a colorful book by Robert K. Wallace
appropriately titled “Heggie and Scheer’s Moby-Dick: A
Grand Opera for the 21st Century.”
Another cooperation with Gene Scheer was The Radio Hour,
a one act opera for chamber choir, silent actress and chamber
orchestra (clarinet, alto sax, percussion, piano, violin, cello, bass),
which premiered in Costa Mesa, California in 2014.
Heggie’s most recent opera Great Scott premiered at Dallas
at the end of October, 2015. It is set to open in San Diego in
May 2016. Based on an original libretto by Terrence McNally,
Great Scott is the story of the diva Arden Scott coming home
to save the local opera company, set in the world of contrasting
commercial and cultural interests, delineating the struggle and
human passions for arts on one hand and professional sports on
the other.
8 AKOB | NİSAN 2016
müzik okuluna yazıldı. Hedefi klasik piyano ve kompozisyon eğitimi
almaktı ama sağ elinde ortaya çıkan bir sorun onu ister istemez başka
bir yöne itti. San Francisco Opera’da Halkla İlişkiler bölümünde
pazarlamacı olarak çalışmaya başladı. Bir taraftan da şarkılar
besteliyordu. Şansı varmış ki bu şarkıları çok beğenen ünlü mezo
soprano Frederica von Stade, Heggie’ye destek oldu. Sonuçta San
Francisco Opera’nın genel yönetmeni ve menejeri Lotfi Mansuri,
Heggie’den yeni bir opera yazmasını istedi ve onu yazar Terrence
McNally ile tanıştırdı. Bu işbirliğinin sonucu Dead Man Walking
operası oldu. Çok sevilen bu eser günümüze kadar dünya çapında
gerçekleştirilen elliden fazla yapımla bir fenomen oldu denilebilir.
Bir idam mahkûmunu konu alan opera bütün insanları ilgilendiren
bir çıkmazı ve temel soruyu anlaşılabilir bir müzikle ifade ediyor.
1995’te Susan Sarandon ve Sean Penn’in rol aldığı aynı adlı film de
çok beğenilmişti.
2010 yılındaki Dallas dünya prömiyerinden sonra Moby-Dick
operası Amerika Birleşik Devletleri, Kanada ve Avustralya’da birçok
operanın repertuvarında yer aldı ve izleyicilerin büyük beğenisini
kazandı. Los Angeles Opera’nın 30. kuruluş yıldönümü olan 201516 sezonunda bu şehirde gösterildi. Yakında eser Avrupa yolcusu
olacak. Gramophone dergisi “Moby-Dick her açıdan mükemmel
olarak Billy Budd ve L’amour de loin gibi denizciliği konu alan
saygıdeğer operaların yanında yerini alacak” diyerek eseri övüyordu.
Robert K. Wallace’ın da Moby-Dick’in yaratılış serüvenini
belgelediği çok renkli bir kitabı var. Kitabın başlığı operanın
karakterine uyar bir şekilde “Heggie ve Scheer’in Moby-Dick’i: 21.
Yüzyıl için bir Büyük Opera.”
Bestecinin librettist Gene Scheer ile ortak gerçekleştirdiği bir başka
yapıt da The Radio Hour. Küçük koro, sahnede sessiz bir oyuncu
ve oda müziği topluluğu (klarnet, alto saksofon, vurmalı çalgılar,
piyano, keman, viyolonsel, bas) için yazılan bu eserin prömiyeri
2014 yılında Kaliforniya’da Costa Mesa şehrinde yapıldı.
Heggie’s current project is titled It’s a Wonderful
Life. It is of course is based on the unforgettable
1946 Frank Capra movie starring James Stewart
and Donna Reed, in which an angel comforts a
despairing businessman on the verge of suicide
by magically showing to him what life would have
been like without his presence. According to Heggie,
the libretto by Gene Scheer is not simply the movie
adapted to stage, it is a whole new world invented by
him to tell that story. The work was commissioned
by the Houston Grand Opera and will open there in
December of 2016. Following that there are plans to
do it in San Francisco as well.
I had the following chat with the friendly, humorous
and highly articulate Jake Heggie in December, 2015.
Composer Jake Heggie (Photo by Ellen Appel)
Hi Maestro.
Oh, please call me Jake!
Thank you for taking the time to talk with
me. I have a few questions for you for the
Mediterranean Opera and Ballet Magazine
"AKOB" published in Mersin. This interview will
appear there in English and in Turkish.
That’s wonderful!
First of all, congratulations on the Dallas
premiere and the success of your latest opera,
Great Scott. It must have been very satisfying.
What did you think of the final result?
I was thrilled. It took four years of work to create
it and you are going on the goodwill of everyone
involved, because of course creating an opera is so
massive and all so abstract - until the opening night.
That’s the first time not only the audience hears it
but it’s really the first time that everyone involved in
creating it hears it too. We don’t get to do preview
performances like they do with Broadway plays and
musicals where you can change things every day in
front of the audience. I believe that the audience is
that last character in any piece that you write in the
theater. You have to have the audience there to see if
it is working or not. It was a very gratifying opening
night in Dallas, we got such an amazing audience
response: wonderful laughter, lots of tears. The
audience seemed very connected to what was going
on and we felt very very proud of the entire project.
Massive relief!
I have not seen Great Scott yet, but I’ll ask this
based on what I have read. Do you think the
football component, which seems central to it,
is going to make it an opera that makes sense
in American only? If it is produced in Brazil,
are they going to have to substitute soccer for
football?
No. Actually the football element is not central to it,
Heggie’nin en son opera çalışması olan Great Scott’ın ilk
gösterimi ise 2015 Ekim ayının sonunda Dallas’ta yapıldı. Bu
eser 2016 Mayıs’ında San Diego’da gösterilecek. Terrence
McNally’nin özgün librettosunda yerel opera şirketini iflastan
kurtarmak amacıyla doğduğu yere geri dönen diva Arden Scott’un
öyküsü anlatılıyor. İnsanların sanata olan ihtiyaçları ile çok para
getiren profesyonel spora olan tutkularının yarattığı çelişki dile
getiriliyor.
Heggie’nin şu sıralarda üzerinde çalıştığı proje It’s a Wonderful
Life (Şahane Hayat). Başrollerini James Stewart ve Donna
Reed‘in oynadığı 1946 tarihli unutulmaz Frank Capra filmi esas
alınmış. Filmde bir melek intihar eşiğinde olan umutsuz bir
işadamına onsuz geçen hayattan sahneler sergileyerek varlığının
değerini gösterir. Heggie’ye göre Gene Scheer’in librettosu
sadece filmi sahneye taşıyan bir uyarlama değil, sahne için
yaratılan yepyeni bir dünya. Houston Grand Opera için tasarlanan
operanın ilk gösterimi 2016’nın sonunda olacak, daha sonra da
San Francisco’da gösterilecek.
Konuşmayı seven, ifade gücü kuvvetli, esprili ve cana yakın
besteci Jake Heggie ile 2015’in son ayında sohbet ettim.
Merhaba Maestro.
Lütfen bana Jake de!
Benimle konuşmaya zaman ayırdığınız için teşekkür
ederim. Bu söyleşi Mersin’de çıkan Akdeniz Opera ve
Bale dergisi AKOB’da yayımlanacak.
Harika birşey.
NİSAN 2016 | AKOB
9
Sailors from the Pequod in three whale boats giving chase after the sighting of Moby-Dick.
The seascape shows the sophistication of the Leonard Foglia production of Heggie and Sheer’s
Moby-Dick in Los Angeles Opera’s 2015-16 season. (Photo: Craig T. Mathew)
I don’t know where that rumor started. It is tangential to the
piece. What is central to the work is the struggle for the arts
to survive and whether it is worthwhile to do old operas, new
operas, or any opera at all. Especially in a world that is obsessed
with making money – and professional sports is a big money
maker – whereas the performing arts is not a big money maker,
but it has always been central and essential to our culture as
human beings. So it’s really asking the big question of what
matters to us. What we do and the choices and the sacrifices we
make for our dreams. I think anyone can relate to that: whether
you are in the arts, in the sports or in journalism, or you are a
teacher or a doctor.
How optimistic are you about the future of opera? The
music education is slowly disappearing it seems, at least in
the USA.
Yes it is and that is a big concern. I also feel that in a way
politically the arts have been under attack for many years. But
what’s been surprising and encouraging to me is the number
of smaller opera companies that have popped up all over, and
the number of new operas that have been commissioned lately.
When I wrote Dead Man Walking in 2000, it was one of
maybe three or four premieres that year. I don’t know the exact
number but someone told me this year it is about forty world
premieres in North America. That’s a huge difference. That tells
me something about innovation, connection, and not depending
on the way we did things before. So I do feel optimistic about
the future of the art form. I know that it won’t be the same that
it was a few years ago, but that’s OK.
10 AKOB | NİSAN 2016
Öncelikle daha geçenlerde Dallas’ta prömiyeri yapılan
son operanız Great Scott’un başarısını tebrik ederim. Çok
tatmin edici olmuş olmalı. Açılış gecesi hakkında kişisel
düşüncelerinizi öğrenebilir miyim?
Çok heyecan vericiydi. Bu operayı bir araya koymak dört yıl aldı. Bu
süreç içinde herkesin iyi niyetle çalıştığı şüphe götürmez ama opera o
kadar büyük bir uğraş ki açılış gecesine kadar her şey soyut kalmaya
mahkûm. Prömiyerde eseri sadece seyirci değil onu yaratmakta rolü
olan herkes ilk defa duyuyor denebilir. Broadway’deki müzikallerin
aksine operada açılış öncesi izlemelerle seyirci önünde her gün
bir şeyler değiştirip ince ayar yapmanız mümkün değil. Sahne için
yazılmış eserlerde izleyici her zaman eserin son karakteridir; eserin
çalışıp çalışmadığını anlamak için izleyicinin reaksiyonunu görmek
gerekir. Bu açıdan Dallas’ta çok tatmin edici bir açılış gecesi oldu,
izleyicinin tepkisi mükemmeldi: kahkahalara ve gözyaşlarına şahit
olduk. Seyirciler sahnede olanlarla kendi aralarında bir bağ kurmuş
gibiydi. Bu nedenle projenin sonucu beni çok gururlandırdı. Rahat bir
nefes aldım!
Great Scott’u daha izlemedim ama okuduklarıma
dayanarak bir soru sormak istiyorum. Amerikan
futbolunun öyküde oynadığı rol acaba bu operayı sadece
Amerika için geçerli bir eser mi yapıyor? Yani Brezilya’da
sahneye konulsa Amerikan futbolunun yerine futbol mu
koymak gerekecek?
Hayır! Aslında futbol öğesi o kadar önemli değil, bu söylentinin
nerede başladığını bilmiyorum. Konuyla ilgisi yüzeysel. Oyunun
temel fikri günümüzde sanatın verdiği yaşam savaşı. Klasik operaları,
veya yeni operaları göstermenin anlamı var mı? Kısacası opera
sanatının değeri var mı? Para kazanma saplantısı hastalık halinde
olan bir dünyada yaşıyoruz – özellikle profesyonel sporda çok para
I’ve read that the number of world-wide
productions of Dead Man Walking is fifty and
climbing.
Yes, I am very pleased with that.
I saw Moby-Dick a while ago in Los Angeles.
Leonard Foglia’s production was incredible. So
much so that I thought maybe it would be difficult
to come up with a new approach to it.
It will have its European premiere and there will be a
second production without the projections and other
bells and whistles so that smaller companies can do
it. That’s the wonderful thing about directors and
designers; every now and then you see something like
the Leonard Foglia production of Moby-Dick and you
think ”My, God. How can it be done any other way?
How can it be done any better or any more exciting?”
But then there comes along a new designer and
director and then it is equally exciting – it’s just that we
do not see it yet.
Heggie ve Sheer’in Moby-Dick
operasından bir sahne
(Fotoğraf: Craig T. Mathew, Los Angeles Opera).
But you are not redacting the music in any way,
are you?
No, the score is staying absolutely the same.
The chorus had a big part in Moby-Dick. Also your
Radio Hour is termed a ‘choral opera.’ Can you tell
me about place of choral writing in your work?
Well, I’ve always liked choral writing and the chorus
in opera is very special because it can represent many
different things. It can represent the psychology of a
group of people, it can represent a mob mentality, it
can represent nature. Choral writing is a very versatile,
flexible medium. So I’ve always enjoyed it in my
work. In Dead Man Walking, it’s very specific, it’s
mostly prisoners on death row in prison or groups of
nuns and children. In Moby-Dick it’s the sailors. So
writing a choral opera is a wonderful challenge. It was
demanding but it was all about what story we were
going to tell and how the chorus was going to be
used. Gene Scheer and I came up with the idea that
we’d split the chorus in two and half of this chorus
would be inside this woman’s head, and the other
half the chorus would be the world outside her head.
We would get the perspective from the inside and the
outside of her world as a silent actress moves through
the production. I just loved the idea so much and
especially as the piece progresses and those two worlds
combine, the inside and the outside end up both
speaking to her at the same time in a similar voice.
At that point she can find peace – when she resolves
the inside and the outside and she finds her place. It
was a wonderful, challenging way to tell the story of
this woman. I loved it, I was really really proud of the
production that they did.
You have recently written an acapella piece for
The King’s Singers, haven’t you?
That’s true. Unfortunately there is no recording of it yet.
dönüyor – bunun yanı sıra sahne sanatları para getirmiyor, ama insan olarak
kültür hayatımızın vazgeçilmez bir yönünü, bir odak noktasını oluşturuyor. Bu
opera bu nedenle bizim için gerçekten önemli olan bir soruyu dile getiriyor.
Hayallerimiz için hangi fedakârlıkları yapmaya değer? Bu toplum içinde herkesi
ilgilendiriyor: sanatçıları, sporcuları, gazetecileri, öğretmenleri, doktorları...
Opera sanatının geleceği hakkında iyimser misiniz? En azından
ABD’de müzik eğitimi yavaş yavaş ortadan kalkıyor gibi görünüyor.
Evet öyle, bu büyük bir sorun. Ben sanatın uzun yıllardır politikacıların saldırısı
altında kaldığına da inanıyorum. Beni şaşırtan ve sevindiren şey son zamanlarda
ortaya çıkan küçük opera toplulukları ve ısmarlanan yeni operaların sayısı.
2000’de Dead Man Walking’i yazdığım zaman o sene açılışı yapılan üç ya da
dört yeni operadan biriydi. Kesin sayısını bilmiyorum ama duyduğuma göre bu
sene sadece Kuzey Amerika’da dünya prömiyeri yapılan kırk opera var. Aradaki
fark müthiş. Bu bana daha önce yaptıklarımızdan bağımsız bir yaklaşımın,
yeniliğe açıklığın ve izleyici ile arada kurulan bir bağın olduğunu söylüyor. Yani
bu sanat formunun geleceği hakkında iyimser hissediyorum. Birkaç yıl önceki
gibi olmayacak biliyorum ama bu bir sorun değil.
Dead Man Walking’in şimdiye kadar dünya sahnelerinde elliden
fazla değişik gösterimi olduğunu duydum.
Evet, bundan çok memnunum.
Bir süre önce Moby-Dick‘i Los Angeles’te izledim. Leonard
Foglia’ın sahneye koyuşu inanılmazdı. O kadar ki başka bir
yaklaşımla nasıl gösterilebilir düşünmek zor.
Avrupa prömiyerini ikinci bir yapımcı gerçekleştirecek. Bu sahnelenmesinde
projeksiyonlar ve diğer süslemeler olmayacağı için küçük opera toplulukları
için daha uygun olacak. Bu opera yöneticileri ve tasarımcılarının ne harikalar
yaratabileceğine işaret; Leonard Foglia’nın Moby-Dick’i gibi bir yapım görme
fırsatını yakalayınca insan “Tanrım, bu başka türlü nasıl yapılabilir ki? Nasıl
bundan daha iyi ve heyecan verici olabilir ki?” diye düşünmekten kendini
NİSAN 2016 | AKOB
11
Soprano Joyce DiDonato,
besteci Jake Heggie ve mezo
soprano Frederica von Stade
(Fotoğraf: Pam Pagels).
Can we say that redemption, transformation, hope are the
central elements of drama that resonate with you?
Yes. Loss, life and death.
Now you are working on It’s a Wonderful Life. Would you
say this is an exception?
Not really. If you recall the story or the movie, it’s a man thinking
about killing himself, because he hasn’t realized that his life has
any value. A magical thing happens and an angel comes and
visits him and shows him very specifically all the lives he has
touched and transformed and changed, and how the world is a
better place because of him. To me, that is extremely operatic.
The fact that this man is thinking of taking his life and leaving
everything behind, and it takes other people in his life to make
him realize how special his presence on the planet has been. This
seems very operatic to me.
The James Stewart film always felt like a feel-good movie.
That’s why I asked the question.
Yes, it does have a sense of redemption. He finds something very
special that he did not know about himself with the guidance
of this angel, and the fact is we all have angels in our lives that
are there to show us how special we are on the planet if we
12 AKOB | NİSAN 2016
alamıyor. Ama sonra başka bir yönetmen ve tasarımcı ortaya çıkıyor
ve aynı derecede heyecan yaratabiliyor. Daha görmediğimiz için
nasıl olabileceğini tahmin edemiyoruz.
Ama müziğin değiştirilmesi söz konusu değil, değil mi?
Hayır, partisyon kesinlikle aynı kalıyor.
Moby-Dick’te koronun büyük rolü var. Ayrıca Radio
Hour adlı eseriniz bir ‘koral opera’ olarak adlandırılıyor.
Çalışmalarınızda koronun yeri üzerine bana neler
söyleyebilirsiniz?
Koro için yazmak her zaman hoşuma giden bir şey olmuştur.
Operada koronun özel bir yeri var çünkü çok farklı şeyleri temsil
edebiliyor; örneğin bir grup insanın psikolojisini, bir kalabalığın
zihniyetini, veya doğrudan doğayı anlatabiliyor. Koral yazım esnek
ve çok yönlü bir araçtır, bu yüzden her zaman çalışmalarımda yeri
olmuştur. Dead Man Walking‘de koro olarak çok belirli gruplar söz
konusuydu; hapishanede idam mahkûmları ya da rahibeler veya
çocuklar. Moby-Dick’te ise koro denizcilerden oluşuyordu. Bu
nedenle koral bir opera yazmak beni bazı sorunlarla karşı karşıya
bıraktı. Gene Scheer’le beraber sonunda verdiğimiz karar koroyu
ikiye bölerek kullanmaktı. Bir yarı öyküdeki kadının kafasının
içindekileri dile getirecekti, diğer yarı ise onun dışarısındaki
dünyayı. Sahnede şarkı söylemeyen bir aktörün hareketini izlerken
bu kadının dünyasına hem içeriden hem de dışarıdan bakma olanağı
Piyano hep yakınımdadır ama ben
UCLA’de öğrenciyken çok değerli
bir öğretmenim “Fikirlerini mutlaka
piyanodan uzak geliştir” demişti. Ben
bir piyanistim, piyano çalarak büyüdüm,
ama beste yaparken piyanodan uzak
durmak gerekiyor, aksi takdirde fikirleriniz
ellerinizin yapabileceği şeylerle
sınırlanabilir. Ben fikirlerimi piyanodan
uzak geliştiririm, daha sonra gerekirse
bazı şeyleri piyanoda denerim.
I compose near the piano. A great teacher
of mine when I was back at UCLA told me
“Make sure you get your ideas away from
the piano.” Because I am a pianist, I grew
up playing the piano. You need to get your
ideas away from the piano so that you
don’t get locked into only what your hands
can do. I try to get my ideas away from the
piano and then work them out near or at
the piano afterwards
bulunacaktı böylece. Bu fikir benim çok hoşuma gitti, özellikle eser
ilerledikçe bu iki dünyanın bir araya gelmesi ve onunla konuşan
iki sesin yavaş yavaş birbirine yakınlaşmaya başlaması güzel
oldu. Zaten işte bu noktada dış ve iç dünyalar birbiriyle buluştu ve
karakter de artık kendisiyle barıştı. Bu kadının hikâyesini anlatmak
için harika ama zorlu bir yoldu. Ortaya çıkan yapıma da bayıldım,
her yönüyle gurur duydum.
Yakınlarda King’s Singers topluluğu için acapella bir
parça yazdınız değil mi?
Evet. Ne yazık ki daha kaydı yok.
Kurtulma, dönüşüm ve ümit sizin için en ağırlık taşıyan
dramatik öğelerdir diyebilir miyiz?
Evet. Kayıp, yaşam ve ölüm...
Şimdi It’s a Wonderful Life üzerine çalışıyorsunuz. Bu
açıdan karakteri değişik mi sayılır?
Hayır değil. It’s a Wonderful Life’ın hikâyesini veya filmini
hatırlarsak, hayatının herhangi bir değeri olmadığını düşüncesiyle
aklından kendini öldürmeyi geçiren bir adamın öyküsüdür. Bir
mucize olur ve bir melek tarafından ziyaret edilir. Melek ona yaşamı
süresince dokunup değiştirdiği hayatları gösterir, dünyanın onun
sayesinde daha iyi bir yer olduğuna onu ikna eder. Bana sorarsanız
bu son derece operatik bir konu. Bu adam intihar edip her şeyi
geride bırakmayı düşünürken aslında diğer insanların yaşamında ne
kadar olumlu etkisi olduğu ve varlığının bu dünya için ne kadar özel
olduğunu anlıyor. Bana bu çok operatik geliyor.
James Stewart’ın o filmi bana hep kendimizi iyi
hissetmemiz için yapılmış gibi görünmüştü. Yukarıdaki
soruyu onun için sordum.
Evet, bir kurtuluş anlamı bulmak mümkün. Bu meleğin rehberliğinde
kendisi hakkında bilmediği şeyler keşfediyor. Gerçekte hepimizin
hayatında ne kadar özel ve değerli olduğumuzu gösterecek melekler
var, yeter ki bunu anlamak için durup düşünelim. Bu tüm zamanlar
ve tüm insanlar için geçerli bir kavram; bizi insanoğulları olarak
ilgilendiren bir konu. Tek bir insan hayatının bile hepimiz için ne
kadar önemli olduğunu gösteriyor.
Bu operayı bitirdiniz mi?
take the time to recognize it. I think it is a story for all time and
all people; it is very human, it is a story anyone can relate to.
It is recognizing that one life can make a difference in such a
profound way.
Is it finished?
No, I am still working very hard on it. I wish it were finished!
Those are the favorite pieces of mine: the ones that are done!
Hayır, hala üzerinde çalışıyorum. Keşke bitmiş olsa! Zaten benim en
sevdiğim çalışmalar bunlardır: bitmiş olanlar!
Messiah ya da Fındıkkıran gibi Noel’de çalınan bir
standart haline gelse harika olmaz mı?
Kesinlikle. Bu harika olurdu. Bana uyar!
Beste yapma yönteminiz üzerine bir kaç soru sorabilir
miyim?
Ben her şeyi kalem ve kağıt kullanarak elle yazıyorum. Çalışma
odamda önümde boş kağıt, kalem ve silgi bulunur, o kadar.
Wouldn’t it be great if it became a standard Holiday staple
like the Messiah or the Nutcracker?
Absolutely. That would be wonderful. No problem. I’ll take it!
Gerçek kağıt mı?
If I may ask a few questions on the manner you compose?
I write everything by hand with pencil and paper. In my studio, I
have blank paper, pencil and eraser, and that’s it.
Hayır. Piyano hep yakınımdadır ama ben UCLA’de öğrenciyken çok
değerli bir öğretmenim “Fikirlerini mutlaka piyanodan uzak geliştir”
demişti. Ben bir piyanistim, piyano çalarak büyüdüm, ama beste
yaparken piyanodan uzak durmak gerekiyor, aksi takdirde fikirleriniz
ellerinizin yapabileceği şeylerle sınırlanabilir. Ben fikirlerimi
piyanodan uzak geliştiririm, daha sonra gerekirse bazı şeyleri
piyanoda denerim.
Real paper?
Yes, I write on real paper.
Evet, gerçek kağıt.
Bestelerinizi genellikle piyanoda mı yaparsınız?
NİSAN 2016 | AKOB
13
Do you compose on the piano?
I compose near the piano. A great teacher of mine when I was
back at UCLA told me “Make sure you get your ideas away from
the piano.” Because I am a pianist, I grew up playing the piano.
You need to get your ideas away from the piano so that you
don’t get locked into only what your hands can do. I try to get
my ideas away from the piano and then work them out near or
at the piano afterwards.
Do you change the libretto as you go along and how does
that work with your librettists?
Yes. I need to work with librettists who are very comfortable
with language and situations because ultimately when you are
writing a big drama like an opera, the music has to lead. You
need to get the primary information from the music and so that
even if you don’t understand every word, you’ll understand
emotionally what’s going on. That means when the music has
to lead, sometimes the words that are on the page might not
be the right words, or there might be too many words. I need
to be able to tell that to my librettist and have discussions about
new words, or no words or a new section. Also, when I’m
composing, sometimes we’ll find out more information about
a character because of the music, more information than we
knew before. And that means we need to rewrite the character.
That happened in Moby-Dick with the character of Pip, the
young cabin boy. We found out more about Pip in the second
act, and then we had to go back and change things in the first
act to catch up with the character. So I work very closely with
the librettist, all the way through. The libretto is done when the
music is done.
This is all in a healthy, collaborative spirit I assume?
JH: Absolutely. Every project is about the people you are in
the room with, who you want to spend time with and who
you respect creatively. An opera can take two to four years, so
you’d better enjoy being with that person and have a very good
working relationship.
The poster for Frank Capra’s 1946 movie It's
a Wonderful Life starring James Stewart
and Donna Reed. Composer Jake Heggie and
librettist Gene Scheer’s opera of the same
name will premiere in Houston, Texas in
December 2016.
Başrollerini James Stewart ve Donna Reed‘in
oynadığı 1946 tarihli unutulmaz Frank Capra
filmi It’s a Wonderful Life (Şahane Hayat)
afişi. Heggie ve Scheer’in aynı adlı operasının
dünya prömiyeri Aralık 2016’da Houston’da
yapılacak.
14 AKOB | NİSAN 2016
Beste çalışmalarınız devam ederken librettoyu
değiştirdiğiniz oluyor mu? Bunu libretto yazarınız ile nasıl
ayarlıyorsunuz?
Evet oluyor. Bir opera gibi büyük bir dram yazarken müzik her
zaman başı çeker, dolayısıyla libretto yazarınızın dile hâkim ve
esnek olması gerekir. Dinleyici ana fikri müzikten alır, söylenen
her kelime anlaşılmıyor olsa bile müzik duygusal olarak sahnede
ne olup bittiğini ifade eder. Bu anlamda müzik yol gösterir. Sayfa
üzerindeki sözcükler bazen uygunsuz veya gerektiğinden çok sayıda
olabilir. Bunu libretto yazarıyla tartışıp kelimeleri değiştirmek,
azaltmak, veya yeni bir bölüm yaratmak üzere anlaşmak söz
konusudur. Ayrıca bazen müzik size bir karakter hakkında daha
fazla bilgi verip daha önce bilmediğiniz bazı şeyleri işaret ediyor
olabilir. O zaman bu karakterin tekrar kaleme alınması gerekir. Bu
Moby-Dick’teki miço Pip karakteri için söz konusu olmuştu. İkinci
perdede müziksel olarak Pip hakkında daha fazla bilgiye sahip
olduk, karakterin tutarlı olması için geri dönüp birinci perdedeki
yazımı değiştirmemiz gerekti. Yani libretto yazarım ile çok yakından
ve aralıksız çalışıyorum. Libretto ancak müziğin bestelenmesi bittiği
zaman bitiyor.
Sanırım bu sağlıklı bir işbirliği ruhu içinde yapılıyor?
Kesinlikle. Kendinizi aynı projede bulduğunuz, yaratıcılığına saygı
duyduğunuz kişilerle çalışmak güzel bir şey. Bir operanın ortaya
çıkışı iki ile dört yıl arasında bir zaman alabilir. Bu uzun süre içinde
beraber çalıştığınız kişiden hoşlanmanız, iyi bir çalışma ilişkisi
içinde olmanız çok önemlidir.
Yakın arkadaşlarım var, eleştirileri
okuyup iyi ya da kötü olduğunu
bana söylüyorlar. Eğer sürekli
olarak problem olarak ortaya çıkan
bir şey varsa buna tabii ki dikkat
etmem gerekiyor. Eleştirmenlere ve
yazarlara son derece saygım var,
benim kişisel sorunum ise - eleştiri
iyi de olsa kötü de olsa – kullanılan
dilin beynimde yer etmesi ve
üzerinde çalıştığım parçadan çok
kafamın buna takılması. Bunu
yapamam.
Do you care what the critics think?
I actually don’t read reviews. I did through the premiere of
Dead Man Walking. I have very good friends who read reviews
for me and they tell me whether it is good or bad. If there is
something that’s consistently coming up that doesn’t work,
then that’s something I need to pay attention to. I respect
reviewers and writers enormously, but my personal problem is whether it’s a good review or a bad review - if I read the specific
language, that gets in my brain and then I am thinking more
about that than the piece I am writing, and I can’t do that. But
they matter enormously and I respect them very much.
What are your all-time favorite operas?
How many can I have?
Let’s say three?
Peter Grimes was a very important piece for me formatively. I
also admire Cosi Fan Tutte and La Traviata.
I have very good friends who read
reviews For me and they tell me
whether it is good or bad. If there
is something that’s consistently
coming up that doesn’t work, Then
that’s something I need to pay
attention to. I respect reviewers
and writers enormously, but my
personal problem is - whether it’s
a good review or a bad review - if
I read the specific language, that
gets in my brain and then I am
thinking more about that than the
piece I am writing, and I can’t do
that.
Eleştirmenlerin yazdıklarını önemsiyor musunuz?
Ben aslında eleştirileri okumuyorum. Son okuduğum Dead Man
Walking’in prömiyeriydi. Yakın arkadaşlarım var, eleştirileri okuyup
iyi ya da kötü olduğunu bana söylüyorlar. Eğer sürekli olarak
problem olarak ortaya çıkan bir şey varsa buna tabii ki dikkat etmem
gerekiyor. Eleştirmenlere ve yazarlara son derece saygım var, benim
kişisel sorunum ise - eleştiri iyi de olsa kötü de olsa - kullanılan
dilin beynimde yer etmesi ve üzerinde çalıştığım parçadan çok
kafamın buna takılması. Bunu yapamam. Ama eleştirmenlerin son
derece önemli olduğunu biliyorum ve çok saygı duyuyorum
En sevdiğiniz operalar hangileri oluyor?
Kaç tane seçebilirim?
Üç diyelim?
Peter Grimes benim opera anlayışımı şekillendiren eserler arasında
en önemlilerinden oluyor. Sonra hayran olduğum operalar arasında
Cosi Fan Tutte ve La Traviata var.
What do you do in your free time?
I love to read, I love movies, I love traveling and seeing the
world, I have a dog I love taking to the beach and walking. In
fact I get a lot of ideas when I’m walking my dog. I have very
close friends and family, I love spending time with them. I’m
actually a very private, quiet and shy person. I know how to be
in public, I like people and I like meeting people but my innate
nature wants me to stay very private.
Boş zamanınızı nasıl değerlendiriyorsunuz?
Thank you Maestro - I meant Jake.
It’s my pleasure.
Teşekkürler Maestro - yani Jake demek istedim.
Kitap okumayı ve film seyretmeyi severim. Seyahat etmek ve
dünyayı görmek, köpeğimle plajda oynamak hoşuma giden şeyledir.
Zaten köpeğimle yürürken aklıma bir sürü fikir geliyor. Yakın
arkadaşlarımla ve ailemle vakit geçirmeyi severim. Ben aslında
içine kapanık, sessiz ve utangaç bir insanım. Toplum içinde nasıl
davranmam gerektiğini elbette ki biliyorum, insanları ve yeni
insanlarla tanışmayı da severim, ama doğuştan içine kapanık bir
kişiliğim var. Benim yapım böyle.
Bu benim için bir zevk.
NİSAN 2016 | AKOB
15
SANATLA TANIŞ
KENDİNİ UNUT!
Peykan Demirkaya
Ne basit bir başlık diyorsunuz değil mi?
Belki de basit olan zordur şu hayatta!
Hep sorunlar, hayatın yorgunluğu, gündelik yaşamımızda dayatılan
binlerce istemediğimiz ama yapmamız gerekenler, kalp ve akıl
savaşları, sabretmeler, sabır çekmeler, çile doldurmalar… Bunlar
insana dair ve yaşanılası şeyler. Kurduğumuz düzende doğal
hatta… Ama bir de insanın kendisiyle yaşadıkları var. Giderek
içselleştirdiğimiz, kanıksayıp kabullendiğimiz, bizi dibe çeken,
hayattan koparan, her şeye veya her duruma kendi açımızdan
bakmamıza neden olan bir gizli etken var. Kendimiz!
Takıntılar, tatminsizlikler, yalanlar, aldatmalar, çekişmeler, nefretler,
kıskançlıklar, eksiklikler, utançlar, övünçler, kendini beğenmişlikler,
kendine acımalar, dengesizleşmeler, çiğlikler, çığlıklar,
yalnızlaşmalar, hayata küsmeler, kafayı toplayamamalar, depresyon
ve daha kim bilir neler neler... Neden: Kendimiz!
Kendisiyle bu kadar uğraşması tuhaf değil mi insanın? Hiç mi
sıkılmaz insan kendisiyle girdiği bu mücadelede? Ya da - çok klişe
ama - şu sonsuzlukta çok mu değerliyiz? Yakışıyor mu bu kibir? Bu
kadar kendini düşünmek, bu kadar kendini sevmek ya da kendini
suçlamak, kendine acımak ya da kendine tapmak… Ya tüm insanlar
böyle olsaydı ne olurdu? Kim medeniyetleri kurar, kim bilimi,
sanatı yaratır, geliştirirdi? İyi ki bazılarımız kendinden vazgeçmiş de
yaşanabilir bir dünya ortaya çıkmış!
16 AKOB | NİSAN 2016
Herhangi bir şeyle yüzleşilir ve biter. Bu yüzleşmeyi bireysel
yapabilseydik bu yazıyı yazmamıza da gerek olmazdı. O halde
bu kısır döngüyü, nasıl ve neyin yardımıyla kıracağız? Nasıl
yüzleşip bitireceğiz kendimizi? Bu hedonizme varan tutsaklığımızı
(yani; zevk tutsaklığımızı ya da zevkin esiri olmamızı veya sonsuz
yararcılığımızı) nasıl bitireceğiz?
Bir şey ya da bir durum zevk vermiyorsa, o bir şeyi ya da o bir
durumu anlamaya çalışmayıp bir kalemde silmemizi nasıl yok
edeceğiz? Mazoşizme varan özgürlüğümüzü, acıların çocuğu olup
kıyasıya kendimizi hırpalayabilme rahatlığımızı, takıntılarımızı, ne
zaman, nasıl, neyle ve kimle bırakacağız? Tekrar tekrar sormanızı
istiyorum kendinize… Kendimizden nasıl sıyrılacağız, kendimizi
nasıl, ne aracılığıyla bırakacağız ya da bulacağız?
Bize kendimizi unutturacak ve bulduracak sihirli ayna…
Yüzleşmelerin en insancılı, en sancılısı, en anlamlısı, en soyutu…
Kendimizi bizden sıyıracak tek karşılaşma…Bize bizi bizsiz
anlatacak tek araç...
Sonsuz ânı, boşluğu, hiçliği öğretecek tek boyut…
SANAT!
YAŞAM DÖNEMEÇLERİ
VE SON BESTESİ
KİLİKİA
FLÜT KONÇERTOSU
ÜZERİNE
FLÜTİST
HALİT
TURGAY
İLE BİR SÖYLEŞİ
Demet Şaman Tarlakazan
[email protected]
18 AKOB | NİSAN 2016
Sanat bir bütündür. Sanat dalları da gerek kendi
aralarında gerekse diğer disiplinlerle bağlantı
halindedir. Bir müzisyen için doğa, edebiyat, tarih,
arkeoloji, resim gibi sanatın dallarıyla veya diğer
disiplinlerle ilgilenmek, bunları araştırmak ve kendi
sanatına aktif olarak uygulamak onu sadece nota
çalan bir çalgıcı olmaktan çıkarıp yorumculuğa
ve yorumculuğun da ötesine taşıması anlamında
oldukça önemlidir.
Geçtiğimiz Kasım ayında MEÜ Nevit Kodallı Oda
Müziği Uygulama ve Araştırma Merkezi Konser
Salonu’nda flütist Halit Turgay’ın bestelediği
“Kilikia Flüt Konçertosu”nun Dünya Prömiyeri
yapıldı. “Portakal Bahçeleri/Mersin”, “Kleopatra
Kapısı/Tarsus” ve “Kaşık Havası/Silifke” adlı üç
bölümden oluşan konçertoyu Halit Turgay ve MEÜ
Devlet Konservatuvarı Akademik Oda Orkestrası
birlikte seslendirdi. Çok katmanlı etkiye sahip ve
gittikçe artan bir ilgiyle karşılanan beste, müzikal
değeri ve evrensel kültür mirasına katacakları
yanında, Bölge’nin tarihsel değerine de dikkatleri
çekmesi açısından oldukça önemli. Söz konusu
bestenin, tarih boyunca medeniyete çok önemli
hizmetler vermiş -Antik adıyla, “Kilikia” bölgesinin
tanıtımı için önemli bir etki yaratma potansiyeline
sahip olduğunun da altını çizmek lazım.
Bir sanat ürünü gerçekleşip de gün yüzüne çıkmışsa
dünyada artık bir şeyler değişmiş demektir… Bu
değişimin hayatımıza yansımasına, şüphesiz ki o
sanat ürününün sahiplenilme süreciyle ilintisi etkili
olacaktır. Birlikte göreceğiz.
MEÜ Devlet Konservatuvarı Öğretim görevlisi, flüt
sanatçısı Halit Turgay ile 6 Ocak 2016 tarihinde
bir söyleşi gerçekleştirdik. Son bestesi “Kilikia”
Flüt Konçertosu ve hayatındaki önemli dönemeçler
hakkında konuştuk, bugünden ileriye kuşlar
uçurduk.
Sınavsız olarak Londra Kraliyet Müzik Akademisi’ne
kabul edilmişsiniz! Bu hayatınızdaki en önemli
dönemeçlerden biri olmalı…
Kraliyet Müzik Akademisi’ne gitmem tabii ki bir dönüm noktası
oldu benim için ama onun öncesi de var. Anlatayım:
Tamamen bir tesadüf sonucu -arabada radyo dinlerken, o güne
kadar hiç duymadığım bir flüt sesi işittim. Arabayı kenara çekip
dinledikten sonra “İngiliz Oda Orkestrası solo flüt William
Bennett” anonsu yapıldı… Bizler öğrenciyken öğretmenlerimizin
hep “şu kişiyi, bu kişiyi dinleyin, onun gibi çalın” şeklinde
yönlendirmeleri olurdu. Benzetme yaparak çalmak gibi bir
anlayış vardı. Ben hiçbir zaman o benzetmeleri çalmayı kendime
yakıştıramadım. Hep kendime özgü bir şeyler yapmayı hayal
ettim. Öyle olduğu için de o flüt sesi ilgimi çekti. Çünkü sıra
dışıydı.
O dönem - ’88 senesiydi sanırım - hocam Japon Sadoko
Özistek’in yanına gittim. “William Bennett kimdir” diye sordum.
İngiliz Kraliyet Müzik Akademisi’nde flüt hocası olduğunu
ve yüksek kariyeri olan bir öğretmen olduğunu söyledi. Yeri
gelmişken hocam Sadoko’dan kısaca bahsetmek isterim; Çok
iyi okullarda okumuş, İsviçre’de yüksek lisans, Amerika’da
doktora yapmış, iyi hocalarla çalışmış olan Sadoko eşinin Türk
olması nedeniyle Türkiye’ye gelmiştir. Hocam Sadoko benim
hayatımdaki ilk dönüm noktasıdır. Başta insanlık olarak çok şey
borçluyum kendisine…
Hocama, mutlaka bu öğretmenle çalışmak istediğimi söyledim.
Benim bu kararlı isteğim karşısında ,“Öyleyse tamam. Onun
da eşi Japon, bir kayıt yollayalım” dedi. O zaman yurt dışına
kaset gönderilmesinin zorlukları vardı. Biraz ironik olacak belki
ama, Mc Donalds’ta patates kızartan bir arkadaşımız yurt dışına
çıkıyordu. Ondan rica ettik, kaseti elden o götürdü. Arkasından
bana Bennett’ten 3 sayfalık bir mektup geldi “Seni kabul
ediyorum öğrenci olarak” diye. Gelmeden önce çalışmam için 2
sayfayı bulan yoğun da bir çalışma programı yazmış. Sayfanın
altına da parantez içinde, “Eğer bu çalışmaları anlarsan?” diye
bir de not eklemişti.
O zamana kadarki bildiklerinizden farklı çalışmalar
mıydı?
Verdiği program bildiğim şeylerdi elbette ama dikkat çeken
farklılık, özgür yorumlama vurgusundaydı. Elbette ben de notayı
nota olarak görmedim hiçbir zaman. Benim için do, do değil,
re de re değil. Benim için hepsi çaldığınız müziğe göre değişen
bir su sesi, bir koku veya bir renk. Doğaya baktığım da hiçbir
zaman çiçeği çiçek olarak, ağacı ağaç olarak görmemeyi, hepsinin
birbirini tamamlayan ve bambaşka şekillere gelebilecek bir ögeler
zinciri olarak görmeyi çok küçük yaşlarda öğrendim. Bu annemin
bana öğretisidir.
Kendinizi tanımlarken William Bennett’in sizin için
söylediği “doğal bir müzisyen” yorumunun ipuçlarını
vermiş oluyorsunuz. Annenizin ya da aile fertlerinizin
müzikle ilgisi var mıydı?
Annemin müzikle profesyonel bir ilgisi yoktu. Ama bir
Cumhuriyet kadını olarak her şeye ilgiliydi. Öğrenmeye ve
öğretmeye açıktı. 4 yaşında iken evimizde 1500 plak vardı, her
yerde her zaman müzik dinlenirdi. Herkes kitap okurdu. Ondan
çok şey öğrendim. Yüzmeyi ve dikiş dikmeyi de bana o öğretti.
5 yaşında kendimi sinemalarda, tiyatrolarda, resim sergilerinde
hatırlıyorum. Walt Disney’in Fantasia’sını izlediğimi hala
hatırlarım. Üç ağabeyim vardı, hepsi amatör seviyenin üstünde
NİSAN 2016 | AKOB
19
enstrüman çalardı, resim de yaparlardı. Çevremizde çalgı çalmayana,
resim yapmayana, tiyatroya gitmeyene, kitap okumayana pek
rastlayamazdınız, bir eksiklik gibi görülürdü.
Nerede geçti çocukluğunuz?
Ben Ataköy’de büyüdüm. Söylediklerim 1969 yıllarında geçiyor.
Ama aile 11 kuşak Suriçi’nde yaşamış. Gerçek İstanbulluyuz yani.
İngiltere’ye hemen gidemediniz ama bir yaz okulu ve bir
yarışma yolunuzu açtı…
Londra Kraliyet Müzik Akademisi’ne sınavsız olarak kabul
edilmeme rağmen, 2 yıl kadar burs bulamadım. Sonra British
Council’da o zaman müdirelik yapan Victoria Field - onun da adını
anmak isterim, bir gün beni çağırdı. 10 günlük bir yaz okuluna beni
göndermeyi düşündüklerini söyledi. Memnuniyetle gideceğimi
söyledim. Yaz okulunun hazırlıklarını sürdürürken Konsolosluktan
Aberdeen’deki Uluslararası Genç Müzisyenler Festivali kapsamında
düzenlenen bir yarışma için de davet aldım. Hemen kabul ettim. Bu
yarışmayı hayatımda ele geçirdiğim bir fırsat olarak düşünüp, 2.5 ay
boyunca her şeyi bırakıp sadece o yarışmaya çalıştım.
Kaç flütist katılmıştı bu yarışmaya?
Bu sadece flüt yarışması değildi. Tüm enstrümanlara açıktı ve
dünyanın bütün konservatuvarlarından yarışmacılar vardı. Tüm
yarışmacılar içinde sadece 5 flütist vardı. Toplamda 24 ülkeden 88
kişi katılmıştı. Bir çeşit yetenek avcılığı da diyebiliriz… Ön eleme
yapıldı ve finale 5 kişi kaldı. Finale kaldıktan sonra derecelerde
ismim okunmuş, 21 senelik konservatuvar eğitimim boyunca
“yeteneksiz, bundan bir şey olmaz” diye zar zor eğitildiğim için ben
nasıl olsa kazanamam diye oralı bile olmamıştım… Fakat Birinci
oldum.
Bence kendinize haksızlık ediyorsunuz. Alınan sonuç bu
alçakgönüllülüğün gerekli olmadığının bir göstergesi
oluyor. Yarışmanın bir de öncesi var. Yaz okulunda neler
oldu?
Yarışma öncesi yaz okulunda 5 gün boyunca birlikte çalıştığım bir
flüt hocası vardı. İskoç BBC Orkestrası’nın 1. flütistiydi. Önüme
ne koyarsa çaldığımı fark etti. “Sen nereden öğrendin bunları?”
20 AKOB | NİSAN 2016
“Benim için do, do değil,
re de, re değil. Benim için
hepsi çaldığınız müziğe
göre değişen bir su sesi, bir
koku veya bir renk. Doğaya
baktığımda hiçbir zaman
çiçeği çiçek olarak, ağacı
ağaç olarak görmemeyi,
hepsinin birbirini tamamlayan
ve bambaşka şekillere
gelebilecek bir ögeler zinciri
olarak görmeyi çok küçük
yaşlarda öğrendim.”
diye sordu bana. “Bilmiyorum, ben notayı görünce çalıyorum”
dedim. Sonra müthiş bir referans mektubu yazmış benim için -o
mektubu ben görmedim, bana başka bir mektup verildi çünkü. Daha
sonra öğrendim ki, benim için, - nasıl diyeyim; “bir an önce burs
verilsin, bu adam dahi, normal değil” diye yazmış! Arkasından bir
gazete benimle röportaj yaptı. Bu da etkili oldu tabii. Türkiye’ye
geldim, İngilizce sınavına bile girmeden, 500 kişi içinden iki kişiye
verilen bursu aldım - daha doğrusu bu burs bana hediye edildi. Ben
de böylece Londra Kraliyet Müzik Akademisi’ne kaydoldum. Asıl
amacım Londra ve okul değildi, o öğretmene gidebilmekti. William
Bennett’le çalışabilmekti… Bunu başardım.
Nasıl bir öğretmendi William Bennett?
Öğretmenim William Bennett’dan çok şey öğrendim… İnsanlık,
meslek ahlakı, müzisyenlik, flüt çalma konusunda sayısız şeyler...
Kendini bu mesleğe adamış yaşayan en iyi hocalardan biridir.
Bugün dünyada 18-20 marka O’nun adına flüt üretiyor. Bunun
yanında hiçbir şekilde popülist bir insan olmamıştır. Tam aksine,
entelektüel derinliği olan biridir. Kendisiyle çok iyi anlaştık. Ben
de küçük yaştan beri kitapların ve plakların içinde büyüdüm,
hiçbir zaman popülist kültürle büyütülmedim. Herkesin bir duruşu
vardır ya hayatta. Benim de kendime göre bir duruşum var. Bana
göre, sanatçı mütevazı olmalı, alçak gönüllü olmalı. Zaten sanatçı
kendiyle boğuşmakta, iç dünyasında daha iyi ne yapabilirim diye
sorgulamakla meşguldür. Hocam da o sorgulamalara çok daha fazla
soru eklemiş oldu.
William Bennett’le çalışmaya ne kadar devam ettiniz? Bir
geri dönüş hikâyeniz var.
Londra Kraliyet Müzik Akademisi’ne “Advanced course - İleri
kurs” için 2 yıllık öğrenci olarak gitmiştim. Maalesef vatandaşlıktan
atılmamak için, Akademi’deki eğitimimi bırakmak zorunda kaldım.
Askerliğim bir türlü tecil edilmeyince Türkiye’ye geri geldim.
Okulunuzun Türkiye’de denkliği mi yoktu?
Denklik de yok, hiçbir şey yok. Bursum tamamen İngiliz
Hükümeti’ndendi. Derdime çare bulmak için başvurduğum Türk
Konsolosluğu’dan kapı dışarı ettiler beni. Türkiye’ye geldim,
Genelkurmay’da Askere Alma Dairesi’ne çıkıp eğitimimi
sürdürebilmem için izin istedim. Bu kadar insan ölürken benim
flütümle uğraşamayacaklarını söylediler. Bunları çekinmeden
söylüyorum çünkü bu nedenle benim gibi genç yaşta mesleğinden ve
kariyerinden vazgeçmek zorunda kalan o kadar çok insan var ki…
Bu gençlerin bir kısmı da kendilerini yeni bir hayat
planına adapte edemediler…
Evet, o girdabın içinden kendisini kurtaramayan insanlar da var
maalesef. Başvurularımdan ve çabalarımdan bir sonuç alamayınca
eğitimimi bırakıp Türkiye’ye dönmek zorunda kaldım. Askerliğimi
Sarıkamış’ta tamamladım..
Vatandaşlıktan atılmak gibi bir yaptırımın yol ayrımı!
Sonra…
Yol ayrmıydı, evet. Ailem Türkiye’de. Ben bir Türk çocuğuyum.
O zaman eşim de buradaydı. 24 yaşımdayım. Çok erken yaşta
evlendim. Kendi kişisel çıkarlarım için başkalarının mutsuzluğuna
neden olmak hakkaniyetli değil diye düşündüm ve döndüm.
Askerliğim bitince İstanbul Üniversitesi Devlet Konservatuvarı’nda
öğretim üyesi olarak göreve başladım.
Eğitmenlik projelerinizde var mıydı?
Yurtdışı bursunu almadan önce bana 500 soruluk bir anket
yollanmıştı. Kendiniz ve ailenizin sağlık durumu dahil, iç dünyanızı
psikolojik yapınızı, üretici yanlarınızı ve hayallerinizi kapsayacak
şekilde hazırlanmış birçok soru vardı içinde. En sonunda ise ileride
ne yapmayı düşündüğümüz soruluyordu. Ben de ülkeme dönüp
bu işi öğretmek istediğimi yazmıştım. Ve bunu gerçekleştirdim.
Şimdiye kadar yetiştirdiğim öğrenciler 36 yarışma kazandılar.
Bunların arasında uluslararası yarışmalar da var. Bu kadar öğrencinin
arasında ben de aktif olarak, çalabildiğim kadar çaldım. Hem ulusal,
hem de uluslararası platformlarda. Onun dışında, son 3 yılda da
müzik yazarak kendimi bulmaya çalışıyorum. Kilikia Konçertom da
bu dönemin en son ürünü.
Yorumculuktan Besteciliğe Geçiş...
Kilikya Konçertonuz ile ilgili detaylara geçmeden
önce şunu sormak isterim; Sizin üç şapkanız var:
Yorumculuğunuz, eğitmenliğiniz ve besteciliğiniz.
Yorumculuktan besteciliğe geçişinizde nasıl bir süreç
yaşadınız? Çünkü her yorumcuyu aynı zamanda besteci
şapkasıyla görmüyoruz.
Aslında bestecilik okumadım ben… Öyle bir formasyonum
yok. Benim besteciliğim, kişisel çabalarımla öğrenmiş olduğum
armoni, özel dersler veya özel ilgiyle okulun dışında gelişmiştir.
Dolayısıyla bir alt yapısı var tabi ki bunun. Ama müzik yazmak
bambaşka bir şey. Flüt literatüründe sayılı konçerto ve sayılı sonat
var. Yeni yazılan şeyler de var. Onları da çalmaya çalışıyoruz.
Fakat ülkemizde avangard müziğin pek fazla sahnelenemediğinin
farkındayım. Sahnelendiği zaman da iyi bir etki, olumlu bir dönüşü
olmuyor. Günümüzde artık bu her düzey için geçerli; entelektüel
düzeyde de, halk düzeyinde de aynı sonuçları görüyoruz. Buradan
yola çıkarak bir Caz Kuartet oluşturdum. Yorumculuğumda, bir
dönem sonra caz kuartetlerde çalmaya başladım. Günümüzde
yaşamış dünyanın en büyük flütistlerinden biri kabul edilen, efsane
Jean Pierre Rampal için yazılmış caz kuartetlerini çaldım. Daha
sonra iyi de etki alınca, bu tarz çalışmaları sürdürdük ki sadece
klasik müzik dinleyicisine değil, başka kitlelere de ulaşalım, Çünkü,
flütün bilinirliğini arttırmayı ve çalgının daha yaygın olmasını
sağlamayı arzu ediyordum. O repertuvar tükenince aranjman
yapmaya niyetlendim. Aranjmanları yapma sürecinde, artık kendi
müziğimi çalma zamanımın geldiğini düşündüm. 10 yıldan beridir
kendi müziğimi yazıp çalma arzumu dile getirmişimdir.
Böylece “Türk Caz Süiti”nin zamanı gelmiş oldu…
Kendi müziğimi yazma çalışmam “Türk Çayı Caz Süiti” ile başladı.
Bunun için de yerel ezgiler, ulusal ritim ve temalar, evrensel armoni
veya evrensel caz ritimlerinin birleşmesiyle bir senteze varıldığını
söyleyebilirim. Bu kendi kendine ortaya çıktı. Şu ölçüsünde şöyle
yapayım, burada böyle yapayım diye düşünmeden. Bir besteci
arkadaşımın dediği gibi - karşı çıkanlar olacaktır ama - “besteci
olmak için ille de bestecilik okumak gerekmez, ama çok müzik
dinlemek gerekir”. Bende öyle oldu… 4 yaşımdan beri müzik
dinliyorum. Benim bestecilik sürecimde bu altyapı var.
Arkası çorap söküğü gibi geldi…
İkinci albümüm “Benim Adım İstanbul” tınısal olarak daha fazla
insana ulaştı. Ardından Cevat Şakir Kabaağaçlı’ya ithaf ettiğim,
flüt, viyola ve arp için klasik anlayışta yazılmış “Halikarnas” Trio
geldi. Besteleriniz arasında “Halikarnas”tan diğerleri kadar
bahsedilmiyor.
Doğrudur. Bodrum Festivali’nde çaldık bir kez. Kaydı elimde fakat
miks’i bitmedi. Bitince tekrar çalmayı arzu ediyorum. Festivalde
Cevat Şakir’in torunları da konseri dinlediler. Çok memnun oldular.
NİSAN 2016 | AKOB
21
Ben, onun ardından küçük bir müzik yazayım istedim. Parçayı
çello için yazıp sonra flütle ve piyanoyla birleştirmekti düşüncem.
Bir karalamamdan yola çıkıp konçertonun 1.bölümünden değil de
2.bölümünden başlamış oldum.
Cevat Şakir benim için çok önemlidir. yıllar sonra “Mavi sürgün”ü
tekrar okudum. Yazdığım melodi aynen Mavi sürgün akışıdır. O
öyküyü “Halikarnas” ile okumak çok güzel oluyor.
Bir ödül de Mersin’de aldınız!
“Halikarnas” bestemden sonra Mersin Uluslararası Müzik
Festivali’nde düzenlenen “Üç Güzeller”* beste yarışmasına katıldım.
Yarışma keman, çello ve piyano formatlı bir yarışmaydı. Orada
da İkincilik Ödülü aldım. Sonrasında ise gece gündüz yazıyorum.
Örneğin “Türk Çayı Suiti” birbirini tamamlayan 6 parçadan oluşur.
Fakat onun dışında 58 tane parça, 58 melodi yazmışım. Hepsi
işlenebilir nitelikteki eskizler. Bunlardan 6 tanesi birbiriyle uyumlu
oldu. Bu tamamen hayal gücüyle, parmaklarınızın, armoninin,
seslerin, melodinin, her şeyin bir andaki uyumuyla ilgili. Yaratıcılık
planlı bir şey değil. Hani birdenbire oturup ta bir konçerto yazayım
demekle olmuyor.
Kilikia Flüt Konçertosu “ Kleopatra
Kapısı” İle Açılır
Kilikya Flüt Konçertosu süreci nasıl başladı?
“Kilikya” adı başlangıçta yoktu. Çok sevdiğim arkadaşım Ayşe
Pelin Coşkuner’in vefatından dolayı büyük üzüntü yaşadım. 35 yıla
dayalı arkadaşlığımız vardı. Beraber çalıyorduk belli zamanlarda.
22 AKOB | NİSAN 2016
Sevgili Ayşe Pelin’in ardından yazmak isteğiyle yola
çıktığınız müzik Antik Çağ’ın en çok ilgi çeken bir
figürü olan Kleopatra adı etrafında notalara dönüşerek
Konçertonun 2. bölümünü oluşturdu. Bu öykü bir kez
daha, müzik yoluyla ölümsüzleşmiş oldu.
Sevdiğiniz insanlar ölmüyor. Sadece aranızdan ayrılıyor. Anılarda
yaşıyorlar. Benim sevgili arkadaşım için yazdığım ezgi “Kleopatra
Kapısı”na dönüşerek bir dostluğu da ölümsüzleştiriyor.
Neden “Kleopatra Kapısı”?
Mersin’de bulunduğum o sıralarda bazı dostlarımdan Mersin için
bir çalışma yapmamız konusunda öneriler geliyordu. Bu bölgede ne
bilinir diye sorduğumda bici biciden yoğurda, tantuniden kerebiçe
kadar birçok şey söylediler…
Kültürlerin Buluşma Noktası olmasına rağmen yiyecek
içecek kültürünün bölgenin bilinirliğinde ön plana
çıkması tuhaf değil mi? Türkiye için de öyle: Şiş kebap,
göbek dansı, lokum…
Öyle tabi. İşte bunun değişmesi, kültürel değerlerin ön plana çıkması
lazım. Tarsus’u ve Kleopatra ve Antonius’un aşkını biliyordum.
Sonrasında Sezar’la olan ilişkisini ve onun ölümünden sonra dahi
nasıl bir tutkuyla dünyayı ele geçirmek istediğini biliyordum. Ayşe
Pelin’le bir projemiz vardı. Tarsus’ta St. Paul Kilise Müzesi’nde
Mozart Kuartetlerini kaydedecektik. Kaymakamlıktan gerekli izin
alınmıştı. Tarsus Belediyesi ile görüşecektik. Hastalığı dönemindeydi
ve ansızın kendisini kaybettik .
Farz edin ki öğrencilerinize öğretiyorsunuz!
Portakal Bahçeleri’nden Karatavuğun
Seslenişlerine
Birinci Bölüm’e dönelim. Neden “Portakal Bahçeleri”?
1. Bölüm “Portakal Bahçeleri” ni yazmaktaki amacım çarpık
kentleşmeye dikkat çekmek içindir. Uzun yıllardır ders vermek ve
konserler için Mersin’e gelip gidiyorum. Süreç içinde kentin kıyı
şeridinde nasıl verimli toprakları, portakal bahçelerini yok ederek
geliştiğine (!) şahit oldum. Kuzeye genişlemesi gereken kent sahil
şeridinde verimli alüvyon ovasını yok ederek genişledi. Bu tüm
Türkiye’nin sorunu. Bugün dahi çok hatalı kentleşme politikaları ile,
çevreye zarar veren enerji ve de maden arama politikaları ile doğa
mahvediliyor. İleride bestemi dinleyenler 1. bölümü dinlerken belki
de “Aaa Mersin’in yerinde bir zamanlar ‘portakal bahçeleri’ varmış”
diyecekler. Çok üzücü…
4 vurmalı çalgı, klarnet, fagot, piyano, yaylı çalgılar ve
bir “kuş” için yazılan bestenizde sonuncu “enstrümanı”
nasıl buldunuz? Portakal Bahçeleri’nin başında işittiğimiz
“kuş” seslerinin güzelliği dinleyiciyi mest etti.
Narlıkuyu’da Türkmen ailelerin sunduğu kahvaltımı yaparken bir
gün bir kuş sesi işittim. Ömrümde duymadığım, eksilmiş beşlileri
böylesine pırıl pırıl çıkarabilen bir canlı… Oturdum, bütün seslerini
cep telefonuma kaydettim.
İzninizle burada araya girmek isterim. Kilikya Flüt
Konçertosu - konser programı da dahil - bütünsel olarak
oldukça iyi tasarlanmış bir proje. Konser programı
tasarımı Şafak Işık imzasını taşıyor ve alıştığımız konser
programlarındaki yorumcu-enstrüman görsellerinden
farklı bir şekilde kuş ve buna eşlik eden fırça darbeleri
dikkat çekiyor. Bunun parçanın içeriğine göndermeleri
parça dinlendikten sonra daha iyi anlaşılıyor. Bu kuş bir
enstrüman türü olarak hangi cins bir kuş acaba?
Bunu öğrenene kadar ben de epey uğraştım. Meğer “Karatavuk”muş
bu kuş.
Konçertonuzun çok katmanlı etkilerden biri de
"Bölge"nin aynı zamanda Türkiye’nin en fazla kuş
çeşitliliğinin barındığı bir “kuş cenneti” olduğu gerçeğine
bir göndermede bulunuyor olması.
Evet, doğrudur. Bölgenin eşsiz doğasına bir hatırlatma…
Nasıl bir kuş bu “Karatavuk”?
İşittiğim sesleri kaydettikten sonra kuşun ismini bulmak için epeyce
tarama yaptık. Sonra internette bülbülden bile güzel öten bir kuş
diye görünce başka bir kayıta ulaştım. Karatavuk “Blackbird” diye.
Fransız besteci Messian’ın da “Karatavuk” diye bir eseri vardır
flüt için. Oraya da bir gönderme yaptım bir anlamda. Messian da
Hindistan’da ormanlarda dolaşıp yabani kuşların seslerini kaydeder,
yazar, sonra da bir form verip kendi müziğini oluştururmuş.
Peki ama flütten o sesler nasıl çıkıyor?
Tamamen teknik ve müziksel bir uygulama…
Nasıl bir uygulama?
İllüzyonistler sırlarını verirlerse nasıl ilgi çekerler? Şimdi ben de
bunu açıklarsam ileride parçayı ilk kez dinleyecek olanlar için işin
esprisi kaybolacak…
Güzel bir öneri. Belki de dinleyiciler bu teknik detayları bilince daha
bir kulak kesilecekler ve değişik sesleri algılamak için çaba sarf
edeceklerdir.
Konçerto solo flüt içindi. Ama dinlerken kuş
cennetindeymişçesine, şaşkınlık uyandıran zenginlikte
sesler doldu kulaklarımıza.
Tam benim istediğim şey oluşmuş. Evet, konçerto solo flüt için ama
ben küçük bir mizansen ile anlaşılamayan bir etki yaratsın istedim.
Ben yöresel bir ağıt çalıyordum. Ama ağıtın üzerine o kuşları çalan,
gizlenmiş iki flüt daha vardı. Biri orkestranın arkasında yani kuliste
saklı, bir diğeri de seyircilerin arkasında kayıt odasında saklanmış
olarak çalıyordu. Onlar karşılıklı birbirleriyle konuşurken ben de
üzerine ağıtı çalıyordum. Bu şekilde 32 ölçülük bir girişti. O girişten
sonra naif bir melodiyle takip edip, sonrasında da bizim kendi
ritimlerimizle devam eden bir akıştı. Tabi en vurucu kısmı da mehter
marşına bir gönderme oldu.
Evet, Konçertoda “Ceddin deden” ezgisini
kullanıyorsunuz. Bu Kilikya Bölgesi’nin 16.yüzyılda
Osmanlı’ya geçmesine bir gönderme oluyor. Müzikal
olarak nasıl bir göndermeden bahsedebiliriz?
Müzikal olarak; mehter marşının altında saklı Barok müzik var
aslında. Net bir şekilde anlaşılmıyor. Ancak ritmik ögeleri Barok
müziğin canlı, hızlı bölümlerinde incelediğiniz zaman, ritmik yapı
mehterin çaldığı ritimle birebir aynisi diyebilirim.
Aslında Osmanlı’nın da burada izleri olduğuna ve bunların etkisine
yer vermek istedim. Burada biz de yaşadık. Bizim ağıtımız da var,
bizim mehterimiz de var, ama Batı’nın armonisi de var. Armoni
kuralları, ilk nota yazımı, müziğin ilk halka yayılması Avrupa’da
gelişti ancak bizim de varlığımızın, bizim de müziğimizin var
olduğunu söylemek istedim. Çünkü pek bilinmiyor. Belki etnik
anlamda biliniyor mehterin varlığı fakat evrensel boyutta yapılan
işlerde pek fazla işlenmemiş. Mesela Hintlilerin birçok teması
işlenmiştir. Pakistan müziğinin de birçok teması işlenmiştir. Klasik
müzik eserleri içerisinde rastlarız bu temalara. Hatta Afrika’nın ve
oryantalizmin etkisi de bilinir. Böyle bir süreç yaşanmıştır müzik
tarihinde.
Buraya nereden ulaştığıma gelirsek, Atatürk “kendi müziğimizi,
kendi ezgilerimizi evrensel boyuta taşımalıyız” demiş. Bunun
için Adnan Saygun, Ulvi Cemal Erkin, Bartok’u buluşturmuş
ve böylelikle Çukurova’da köy köy dolaşıp ezgiler toplamışlar.
Oradan yola çıkıp ben de bir Cumhuriyet çocuğu olarak bir katkıda
bulunmak istedim.
Mehter marşına göndermenin dışında en etki yaratan
bölümlerden biri de sizden sadece flüt değil aynı zamanda
ney tınılarını da işittiğimiz bölümdü. Flütün ney tınısıyla
çalınması konusunda neler söylemek istersiniz?
Evet, bir bölümde flütün tınısını değiştirip ney'e benzetiyorum.
Bize ait bir enstrümanmış gibi ve aslında flütün o şekilde de
çalınabileceğini göstermek için. Çalgı tekniği açısından ustalık
gerektiren bir şey bu. Çok esneklik gerektiriyor. Neyin kullandığı
koma sesler bizim içimizde mevcut, yani kültürümüzde var. Nasıl
bir Avusturyalının içinde genetik olarak Mozart ritmik yapısı varsa,
işte bizde de belli şekilde koma sesler genetik olarak taşınıyor.
Doğduğumuzdan beri dünyanın zenginliğini de oluşturan zaten bu.
Flütün ney olarak kullanılmasının yanında avangard teknikler
dediğimiz ileri tekniklerden de bahsetmek isterim. Bunlar
konçertonun içerisinde sıklıkla yer alıyor. Mesela flüt tek sesli
NİSAN 2016 | AKOB
23
“9000 yıllık Yumuktepe’yi Hititler
karakol olarak kullanmış, Antik
Çağ’ın önemli limanlarından biri
Soli Pompeipolis, Kızkalesi korsanlar
yatağı olmuş. Kleopatra bölgedeki
sedir ağaçlarının kullanımı için yerel
yönetici Kraliçe Aba ile bir antlaşma
yaparak yöreye özerklik tanımış,
1800’lerin başından beri gelişen
Modern Mersin günümüzde de
Akdeniz’in en önemli limanlarından
biri. Kilikia Konçertosu da tüm
bunların toparlayıcısı bir eser. O
kadar çok kültürel iç içelik var
ki yörede, bu eserin uluslararası
kimlikte bir orkestra tarafından
seslendirilmesi bence buna vurguyu
artıracaktır.”
bir çalgıdır aslında. Fakat flütü ben burada polifonik olarak
kullanıyorum. İki ses de çalıyorum. Ve bunu yaparken yalnızca
üfleme tekniğinden yardım almayıp, flütün bilinen parmak
pozisyonlarının dışında parmak pozisyonları üretip, hatta bedeninizi
de bir çalgı gibi kullanıp “dem sesi” dediğimiz bir sesi gırtlağınızda
dümdüz tutup, onun üzerine - 3.bölümde var - bir vokal çalgı olarak
da kullanabiliyorsunuz.
Kaşık Oyunu / Silifke
Konçertonun 3. bölümünde bildiğimiz kaşık oyununu flüt
ve kastanyetle canlandırıyorsunuz...
Yeri gelmişken bu konserde kaşık dansçıları kullanmadık ama bir
dahaki konserde kullanmak istiyorum… Konçertonun bu bölümünde
flütün sadece nefesli bir çalgı olmadığı, aynı zamanda perküsyon
gibi kullanılabileceği de görülüyor. Kaşık havasını kastanyetle
canlandırdık. Flütle kastanyeti karşılıklı dans ettirdik ki buna
“atışma” diyoruz. Bu karşılıklı bir atışma süreci dönüştürülüp tekrar
müziğin içerisinde belli hecelerle bir noktaya, bir geçiş noktasına
bağlanıyor. Ona da “kadans” diyoruz -o da ustalık gerektiren bir
şey. Mesela birinci bölümün başında portakal bahçelerinin içinde
yürürken -dinleyici farkında ya da değil, ben bir rüzgâr sesi çaldım
flütle. O öyle bir ses ki -elektronik değil, sadece flütün içinden çıkan
fakat orkestrayla o kadar homojen bir beraberlik oluşturuyor ki,
sadece bir rüzgâr sesi duyuluyor.
24 AKOB | NİSAN 2016
Orkestranın içine bir de tamamen bize özgü bu folklorik
oyunu icra eden dansçılar ve tahta kaşıklar da girerse,
eser değişik ülkelerde çalınırken büyük sükse yapacaktır.
Tahta kaşıklar; işte Türkiye’nin evrensel müziğe yeni bir
perküsyon enstrümanı armağanı…
Evet, gerçekten de öyle. Çok güzel olacak. Bildiğimiz gibi dansçılar
tarafından oyunda kullanılan kaşıklar kekliğin kanatlarını çırpış,
kalkış ve uçuş anını, ürkerek geri geri çalılıklar içine çekilişini ve
ıssız yerlerdeki sekişini ve ötüşünü canlandırıyor. Dansçılar da
kullanılırsa çok güzel bir mizansen olur diye düşünüyorum. Yabancı
ülkelerde çalınırken bu efektin dinleyici tarafından algılanabilmesi
için program açıklama notlarında bu izah edilebilir.
Bir Sanat Eseri Gün Yüzüne Çıktığında
Dünyada Bir Şeyler Değişmiş Demektir
Kilikya Flüt Konçertosu’nu çalacak olan yabancı
flütistlerin, flütü ney gibi çalabilmeleri için bizim
enstrümanımızı kültürel ve mistik anlamda da tanımaları
gerekecektir. Böylece bize ait olanı, evrensel kültür
mirasına armağan etmiş oluyorsunuz.
İşte flütün evrensel olarak değişik bir tarzda çalınmasının getireceği
avantaj burada. Bu çalgının bilinmeyen özelliklerini birileri
ortaya çıkardıkça enstrümanın solo ve gruplarla çalınmasında
müthiş melodik ve parlaklık etkileri gittikçe daha bilinir olacaktır.
Çok ilginç ve güçlü bir çalgıdır flüt. Usta sanatçıların keşif ve
uygulamalarına açık yapısıyla çok değişik şekillerde kullanılabilir.
Benim tarzımın evrensel boyutta yabancı müzisyenler tarafından
uygulanması ile - sizin tabirinizle “bize ait olanı” dünya müzik
platformuna ihraç edebiliyorsak ne mutlu bana…
Bestenizle, Kilikya Bölgesi’nin tanıtımına da önemli bir
katkı yapmış oluyorsunuz.
Benim için bu bağlamda şu an en önemli olan şeyi söylemek
isterim: Bu konçerto yazıldı ve Mersin’de MEÜ Nevit Kodallı
Oda Müziği Uygulama ve Araştırma Merkezi Konser Salonu’nda
Dünya Prömiyeri gerçekleştirildi. Bundan 50 sene sonra böyle bir
eserin burada çalınmış olması birçok insan için çok önemli olacak
ve o insanların hayat görüşlerine yaşam şekillerine şüphesiz etki
edecek. Biz Goethe’yi, Shakespeare’yi, Nietszche’yi veya Sartre’ı
veya benzer edebiyatçıları okuduğumuz zaman nasıl 18. yüzyıla,
19. yüzyıla inip de oradaki hayatlardan kendimize bir şeyler alıp
çıkartıyorsak, benim yaptığım çalışmanın da bölgeyi tekrar dünya
gündemine taşıyarak zengin kültürüyle ileriye taşımak için bir
misyonu var.
Bunu nasıl gerçekleştirmeyi düşünüyorsunuz?
İlk çalınış haliyle, ilk çalan müzisyenlerle bir araya gelerek eserin
ivedilikle - Dünya Prömiyeri henüz gündemdeyken - bir CD’sinin
yapılması öncelikli olarak ele alınmalıdır diye düşünüyorum.
Böylelikle eser taşınabilir, dinlenebilir, DVD’si yapılırsa görsel
olarak izlenebilir olacak ve daha kolaylıkla dünya müzikseverleri
ve müzisyenlerinin değerlendirme ve kullanımına sunulmuş
olacak. Sadece notada kalırsa, uluslararası tanınırlığı o kadar kolay
olamayabilir. Dünyada binlerce müzisyen, besteci sayısız besteler
yapıyorlar ama çoğu nota basılmadan arşivlerde çürüyüp gidiyor.
İkinci sırada eserimin bir yabancı orkestra - müzisyen topluluğu
tarafından çalınması geliyor. Bir Avrupa, bir Amerikan, bir Japon
orkestrası vs. bu eseri çalabilir. Böylelikle Kilikia bölgesi, içinde
yaşadığımız Mersin kenti Türkiye, başka ülke insanlarıyla müzik
vasıtası ile etkileşime geçecek ve bize kalan tarihi kültür mirası
Dünya’ya tanıtılmış ve taşınmış olacaktır. Eser kaydı yapılmadığı
takdirde kalıcı bir şey bırakmamış olacağız. Günümüzde sanal
etkileşim ile kültürlerin tüm dünyaya tanıtılması artık olmazsa olmaz
bir media gerçeğidir. Eserin uluslararası platforma taşınması ancak
bu yolla olabilecektir.
Umarım bu düşünüz gerçekleşir. Bu konuda yerel
yönetimlere, sanata değer veren kurum ve kuruluşlara ve
hatta Kültür Bakanlığı’na iş düşüyor sanırım.
Bu konuda tanıtım için taslak bir sunum ve destek arama projesini
tamamlamak üzereyim. Önerdiğiniz yerlere başvuracağım. Bestemin
en önemli misyonu bence budur. Bölge ve ülke tanıtımına evrensel
bir müzik bestesi ile katkı… Bu çok denenmemiş ve üzerinde
durulmamış bir yöntem. Umarım “Kilikia” ile bir başlangıç yaparız.
Konçertonuz - suya atılan bir taş gibi - gittikçe genişleyen,
kendi kendini yeniden üretebilen bir doğurganlığa
sahip. Kilikya Bölgesi prehistorik devirlerden beri, tarih
boyunca onlarca yerleşime yuva olmuş, Hitit, Roma,
Bizans, Pers, Arap, Ermeni, Türk Beylikleri, Osmanlı
vs. kültürlere ev sahipliği yapmıştır. Sizin bir düşünüz
var; Bu dokuyu sembolik olarak canlandıracak çeşitli
milliyetlerden oluşacak çok kültürlü bir orkestra ile
eserinizi icra edebilmek… Nasıl olacak bu, gerçekleşebilir
mi?
Neden olmasın? 9000 yıllık Yumuktepe’yi Hititler karakol olarak
kullanmış, Antik Çağ’ın önemli limanlarından biri Soli Pompeipolis,
Kızkalesi korsanlar yatağı olmuş. Kleopatra bölgedeki sedir
ağaçlarının kullanımı için yerel yönetici Kraliçe Aba ile bir antlaşma
yaparak yöreye özerklik tanımış, 1800’lerin başından beri gelişen
Modern Mersin günümüzde de Akdeniz’in en önemli limanlarından
biri. Kilikia Konçertosu da tüm bunların toparlayıcısı bir eser. O
kadar çok kültürel iç içelik var ki yörede, bu eserin uluslararası
kimlikte bir orkestra tarafından seslendirilmesi bence buna vurguyu
artıracaktır. Böyle bir şeyi çok yapmak isterim. Böylelikle sanat
kültürlerin bir araya gelmesinde, her zaman olduğu gibi, birleştirici
bir öge olacaktır. Örnekleri var bunun dünyada; Daniel Barenboim
Doğu-Batı Divanı Orkestrası’nı kurarak 17 ülkeden 110 müzisyenle
- yaşanmışlıkları ve bize öğretilen olumsuzlukları bir kenara bırakıp
- kültürlerarası beraberliği güçlendirmek için müzik yoluyla bir
diyalog kurulmasını sağladı. Bizler çok kültürlü yaşamı geçmişte çok
iyi bir şekilde yaşıyorduk. Kendimden örnek vereyim: İstanbul’da
kapı komşumuz Ermeni, alt komşumuz Yahudi, bizler Türk olarak
uzun yıllar birlikte yaşadık. Kimse kimsenin, diniyle, kültürüyle,
örf ve adetleriyle uğraşmazdı. Yumurta gelir, paskalya çöreği gelir,
lokum giderdi… Mersin ise bu konuda geçmişin en güzel örneklerini
veren, bugün bile çok kültürlü yapısıyla değişik dinden kişilerin
bir arada defnedildiği mezarlığıyla en güzel birlikte yaşam dersi
veren kentlerimizden biri. Neden bunu bölgeyi tanıtacak Kilikia
Konçertosu ile, çok kültürlü bir orkestra yapısı içinde yaşatmayalım.
Dünyaya verilecek mesajın güzelliği işte burada…
Çalgısının Sınırlarını Genişleten
Bir Sanatçı
Solisti olduğunuz ODAMER konserlerinde ve diğer
kayıtlarınızda “flütünüzü” dinleyenler, çalgınızın ne denli
zengin, canlı ve parlak bir sese sahip olabildiğini fark
edince şaşkınlığa düşüyorlar. Bize çalgınızı tanıtır mısınız?
Müzik benim için bir yaşam biçimi, flüt benim kendimi ifade aracım.
Bilinmeyen, pek farkına varılmayan şudur: Flüt bütün enstrümanlar
NİSAN 2016 | AKOB
25
içinde en fazla renk çeşitliği üretebilen bir enstrümandır. Bir
dezavantajı da var tabii; Üflenen havanın yarısı dışarı gider çalarken;
normal nefesli çalgılara göre flütçü üç misli hava tüketir.
Peki bu dezavantajı nasıl avantaja dönüştürüyorsunuz?
Biz onu renk ve tını anlamında kullanıyoruz. Böylelikle onlarca renk
üretebiliyorsunuz. Değişik parmak pozisyonları kullanarak efektler
yaratabiliyorsunuz. O efektler insanların hayal güçlerini - her izleyici
ve dinleyicinin hayal gücü vardır - bir şekilde tetikler. Sanatçının
görevi o hayal gücünü uyandırabilmektir, etkileyebilmektir…
Enstrüman çalmak bazı kişilere göre yavan bir iş, bir görev. Herkes
enstrüman çalabilir ama “müzik yapmak”, müziği sanat aşamasına
getirmek için çok “beslenmek” gerekiyor. Yoksa notaları herkes
çalabilir, enstrümanlar zaten notaları çalabilmek için dizayn
edilmişler. Mühim olan müziğe hayat verebilmektir. Kilikia Flüt
Konçertosu’ndan da örnekleyerek çalgımla ilgili şunların altını
çizebilirim: Flüt tek sesli bir enstrüman değildir. 2 sesli, 3 sesli
olabilir. Yeri geldiğinde perküsyon enstrümanı gibi kullanılabilir.
Birçok efekti üretebilir ve tüm bunların müzik içerisinde yer bulması
gerekir. Bu yer bulmalarda flüt, bizim kültürümüzde var olan,
neye benzeyen tınılar çıkarmaya, veya kaşık dansı gibi perküsyon
enstrümanlarıyla karşılıklı kullanılmasına da imkan vermektedir.
“Sanat için, sanatçıyı teşvik etmek
ve katkıda bulunmak için herkesin
çalışması gerekiyor. Sanatçı böyle bir
ortamda kendini güvenli hissederek
sadece üretmeyi düşünüyor ve
mutlu oluyor, bu mutluluk yeni
eserler üretmesi için gereken ortamı
hazırlıyor.”
Ben tüm bu yukarıda sıraladıklarımı çalgımla ortaya çıkararak
özel şeyler üretmeye çalıştım. Diğer ülke çalgılarının kendi yerel
ve ulusal müziklerine olduğu kadar uluslararası müzik normlarına
taşınan etkileri varsa (Çin, Japon, Hint vs.), neden bizim de etkimiz
olmasın, neden başka bir boyuta taşınmasın? Yapmak istediğim
budur.
Biraz da diğer şapkanızdan, eğitmenlik yönünüzden
bahsetsek! Konservatuvar hocalığınız yanında uzun
zamandır sürdürdüğünüz yaz okullunuz da var…
2003 yılından beridir de tamamen çocuklara yönelik “Yaz Okulu”
yapıyorum. Yaz okullarının amacı iyi birer “meslektaş etiği”
sahibi olmaları üzerine odaklanıyor. Örneğin sınıfımdan bir
seçmeye veya bir yarışmaya 3-4 öğrencim girip biri ödül alıyorsa
diğerleri onu tebrik edip arkadaşlarının yanında durabilecek
“etik” anlayışa sahip olmalılar. Başarının ödüllendirildiğini ve
bunu başaranın takdir edilmesi gerektiğinin altı çiziliyor böylece.
Bunda başarıya ulaştığımızı söyleyebilirim. Bu çok önemlidir.
Ödül kazanamayanlara daha fazla çalışmaları için büyük bir
motivasyondur ayni zamanda.
Çocuk yaz okullarında sponsor kabul etmiyorum. Amacım 5
günlük bir süre içinde çocuklarla, sadece müzik yaparak değil,
birlikte müzik dinleyerek, kitap okuyarak, film seyrederek yorum
yapmalarını, sosyalleşmelerini, dostluklar kurmalarını ve yaşamı
paylaşmayı öğrenmelerini sağlamak.
Benim için Master Class öğrenciyi 45 dakika önüne alıp, ders verip,
“teşekkür ederim, güzel oldu” demekten ibaret değil.
Çocukların yanında yaz kurslarında “amatör” yetişkinler için de
bir programım var. Bir tatil döneminde disiplinli bir rahatlama
sağlamak ve müziği yaşamlarına kalıcı bir şekilde sokmak için
amatör insanlara da kurs veriyorum. 24 - 25 yıldır öğretim üyeliği
yapıyorum. Öğretimim içerisinde bir müzisyenin nasıl yaşaması,
toplum içinde nasıl davranması, nasıl yönlendirici olması gerektiği
konularında önerilerde bulunuyorum. Bir sanatçının idealleri olması
gerektiği ve ideallerinden asla ödün vermemesi gerektiği hakkında
paylaşımlarda bulunuyorum.
26 AKOB | NİSAN 2016
Karamsarlığa Kapılmamak,
Çalışmak ve Üretmeye Devam Etmek
Gerekiyor.
Genç müzisyen ve adaylarına neler söylemek istersiniz?
İçinde bulunduğumuz dönemde gençler oldukça
karamsar ve gelecekten beklentileri konusunda oldukça
umutsuzlar…
Günümüz yaşam gerçeklerine aykırı gelse de, gerçek sanatçının
bir kazanç elde etmek için sanat yapmadığını, kendi için ürettiğini
savunan biriyim. Popüler kültür, sanatı popülist anlamda “satmak”
için yapıyor ama bizim öyle bir derdimiz yok. Biz sadece
kendimizi iyi hissetmek için üretiyoruz. İstediği kadar yatı, katı
olsun, bir insan ruhunu beslemezse, huzurlu ve mutlu değilse
yaşamıyor demektir. Bu bakımdan genç müzisyen adaylarına
ideallerinden vazgeçmemelerini, bir sanatçı için yaşamın - diğer
birçok meslekte de var olduğu kadar – güçlüklerle dolu olduğunu,
bu yüzden karamsarlığa kapılmamalarını öneririm. Örnek vermek
gerekirse, ressam Gaugin’in, Van Gogh’un, Lautrec’in, Fikret
Mualla’nın yaşamlarını anımsayınız yeter. Müzisyenlerin durumu
da çoğunlukla aynidir. Tarihsel süreç içinde tüm besteciler arasında
bir tek parası olan Mendelssohn’muş. Çünkü babası zengin bir
Halit Turgay'ın öğrencisi Peri Kunt (Doğum tarihi: 15.06.2005 - Mef Ortaokulu, İstanbul)
tarafından yapılan "Flüt Şenliği " resmi.
işadamı imiş! Besteciler, kralların, prenslerin, zengin asılzadelerin
katkılarıyla yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Bir dönem Fransa’da
yaşayan Amerikalı iş kadınlarının da bestecilere destek verdiğini
biliyoruz. Bugün de durum değişik değildir. Kıssadan çıkarılacak
hisse şudur: Demek ki sanatçılara belirli kurum, kuruluş ve sektör
temsilcilerinden destek gelmesi gerekiyor. Sanatçının hamisi
olmayan ülkelerde sanatçı yaşayamaz, sanat yeşermez
Bugünü kurtarmak mı sanatçının amacı? Bu müthiş bir
belirsizlik. Bugün geleceğini göremeyen insanlar nasıl
sanatçı olsunlar?
Popüler deyimle “Anı yaşamak” değil vurgulamak istediğimiz. Bu
geleceğini şöyle veya böyle garantiye almış kişilerin uydurduğu bir
“mutluluk reçetesi”. Yukarıda değindiğimiz ruhu huzurlu olamayan,
mutsuz kişilerin uyduruğu. Sanatçı ürettiği ile mutlu olur demiştik
yukarıda. Bu demek değildir ki gelecek planları yapılmasın,
gelecek için çalışılmasın. İnsan planlı olmalı, disiplinli olmalı ve
ileriye dönük düşünmeli. Ancak gelecekte neler olacağını da kimse
bilmiyor. Bununla yatıp bununla kalkamayız. Yurt dışında da,
Avrupa’da Amerika’da birçok orkestra kapatılıyor. Sponsorlarla
çalışmak zorunda kalıyorlar. Aynı şekilde uluslararası festivallerin
sayısı düşüyor bütçe bulamıyorlar. Daha bir yıl önce bile değil
Dünya’nın en büyük menajerlik şirketlerinden biriyle görüştüm.
Onlar dahi bünyelerinde bulunan artistlerin sayısını yarıya indirmeye
karar vermişler. Bu demek oluyor ki; artık başka bir şeyler yapmak
gerekli...
Benim yaptığım da bu “başka bir şey”; Kilikia Konçertosu ile
bölgenin, kentin, ülkemin geleceğine yatırım yapmak oluyor. Bunu
yaparken de özde kendim için, kendimi iyi hissetmek için, mutlu
olabilmek için ürettiğimi biliyorum. Gelecekteki kazanımlar - olursa,
bu mutluluğumu daha da artıracaktır. Elbette bunun hemen tınlaması
gerekmiyor. Belki 50 sene sonra, belki 100 sene sonra. Ama şu an
yapılması gereken şey üretmeye devam etmek. Bu da benim genç
müzisyen adaylarına bir mesajımdır.
Ben bu konçertoyu yazdığım için kimse bana destek vermedi,
ekonomik anlamda. Ama yaşadığım şu ortamda, tanıştığım insanlar,
konservatuvar içindeki çaba, Üniversite içindeki çaba beni manevi
olarak besliyor ve gelecek için umutlarımı sıcak tutmamı sağlıyor.
Buradan çıkarılacak sonuç şudur: Sanat için, sanatçıyı teşvik etmek
ve katkıda bulunmak için herkesin çalışması gerekiyor. Sanatçı böyle
bir ortamda kendini güvenli hissederek sadece üretmeyi düşünüyor
ve mutlu oluyor, bu mutluluk yeni eserler üretmesi için gereken
ortamı hazırlıyor.
Sanırım Mersin kentine ve Kilikia Bölgesi’ne ithaf edilen
ilk beste sizin “Kilikia Konçertosu” oluyor?
Bildiğim kadarıyla başka bir örnek yok!
Dünya Prömiyeri sonrasında aldığınız tepkiler nasıl?
Çok olumlu tepkiler… Akademik çevrelerden sevindirici yorumlar
alıyorum. Cumhuriyet tarihine baktığımızda flüt için sadece bir tek
NİSAN 2016 | AKOB
27
konçerto bestelendiğini görüyoruz. Ekrem Zeki Ün tarafından 1975
yılında yazılmış. Oysa keman ve piyano repertuvarı ya da yaylı çalgılar
için yazılmış çok sayıda beste var. Avrupa’ya baktığımızda da flütün
solo bir enstrüman olarak kabul edilmesi 1940-1950’leri bulmuş. Ama
bunun öncesinde 60 senelik müthiş bir yatırım var. Fransa’da başlayan
bir yatırım. Flüt öğrencilerine ayni zamanda bestecilik okutulmuş.
Hepsi birbirleri için eserler yazmışlar. Yazılırsa çalınır. Bugün olmasa
yarın çalınır. Bugün repertuvarda flüt için yazılmış 14 caz kuartet, 3-4
trio var. Ben Kilikia Konçertosu’ndan sonra şu anda flüt ve arp için bir
konçerto üzerine çalışıyorum.
Müzisyenlerin çalmak için ihtiyacı olan yeni eserlere biz
dinleyicilerin de gereksinimi var. Değişik renk, ses ve çeşit
zenginliğini arıyor bizim de kulaklarımız. Yani gösterişten
çok içsellik arıyor dinleyiciler.
Bunları duymak sevindiriyor beni. Heyecanlandırıyor, umutlandırıyor.
Şunu belirtmek isterim. Kilikia Konçertosu’nu bir İtalyan flütist
dinlemiş ve “İtalyan flütistler kesinlikle bu eseri öğrenmeli” demiş,
“Bir zamanlar bizler de 'Cilicia'da bulunduk” demiş. Onlar ve İngilizler
“Cilicia” diye yazıyorlar. Fransızlar ise “Cilicie” diye. Almanca’da
ise bölgenin ismi, “Kilikien”… Bölgenin asırlardır bilinen ismi bu.
Bestemde bilinçli olarak bu ismi kullandım. Destek bulabilir ve eserin
kaydını gerçekleştirebilirsem bölgenin dünyaya tanıtılması için kolaylık
sağlayacaktır.
Bu konuda AKOB olarak sizin yanınızdayız ve elimizden
gelen yardımı yapacağız elbette.
Teşekkür ederim. Oluşturacağımız halkalardan meydana gelecek
zincir ne kadar uzun ve sağlam olursa sonuca ulaşmamız o denli çabuk
olacaktır. Herkesten destek bekliyorum.
Bu güzel söyleşi için çok teşekkür ederim size…
Ben de AKOB’lu dostlarıma selam ve sevgilerimi gönderiyorum sizin
aracılığınızla…
28 AKOB | NİSAN 2016
Mersin Uluslararası Müzik
festivali Yarışması her yıl
yörenin özelliklerini, tarihi
değerlerini ortaya çıkaran
tematik bir başlıkla yapılıyor.
“Üç Güzeller” Narlıkuyu’da
IV. yüzyıl Roma dönemine
tarihlenen bir hamamın
tabanında bulunan bir
mozaikte betimlenen Zeus’un
kızları Kharitler; Aglaia,
Euphrosyne ve Thalia’dır.
Jüri Başkanı
Vladimir MALAKHOV
5.
ULUSLARARASI
İSTANBUL
BALE
YARIŞMASI
VE
FESTİVALİ
8-13 TEMMUZ 2016
İSTANBUL GRAND PRIX: 8.000 €
(Büyükler kategorisinde verilecektir.)
1. : 4.000 €
2. : 3.000 €
3. : 2.000 €
1. : 4.000 €
2. : 3.000 €
3. : 2.000 €
DVD SON BAŞVURU
1. : 3.000 €
2. : 2.000 €
3. : 1.500 €
1. : 3.000 €
2. : 2.000 €
3. : 1.500 €
30 MAYIS 2016
www.istanbulballetcompetition.gov.tr
info@ istanbulballetcompetition.gov.tr
KİTAP
NOTALARI HARFLERE
ÇEVİRMEK
Cengiz Kara (*)
Dansa Âşık Bir
Kuğu:
Meriç Sümen
Nevsâl Baylas
Yapı Kredi Yayınları, 2010
Nevsâl Hanım, aslında bu söyleşiyi çok daha önce
yapmalıydık. Sadece derginin “Notaları Harflere Çevirmek”
bölümünün yazarı değil, sanatsever bir okur olarak da
mahcubum inanınız. Kitabınızı henüz edinmemişken, bu
denli kapsamlı olabileceğini tahmin etmediğimi itiraf edeyim.
Elime geçtiği an, şöyle bir karıştırdığımda bile yeni bir
başucu kitabına sahip olduğumu duyumsadım. Okuduktan
sonra da fikrim değişmedi. Eminim değerli okurlarımız
merak edeceklerdir; bu eseri yazmaya nasıl karar verdiniz?
Dünyaca ünlü İngiltere Kraliyet Balesi’nin kurucusu Dame Ninette de
Valois’nın aynı zamanda Türkiye’de Devlet Balesi’nin oluşmasında
çok büyük rol oynamış olduğunu gerek Türkiye’de gerek İngiltere’de
pek az kişi bilir. Dame Ninette de Valois 2001 yılı Mart ayında öldüğü
sırada ben Londra’da BBC World Service, yani Dünya Servisi’nin
Türkçe Bölümü’nde muhabir, sunucu ve program yapımcısı olarak
çalışıyordum. BBC Türkçe’nin radyo yayınları genelde siyasi içerikliydi
ama haftada bir yayınladığımız bir sanat programımız vardı. İşte Dame
Ninette’in ölümünden sonraki ilk sanat programını ona ayırdık.
Ben eskiden beri baleye meraklıydım. Babamın görevi nedeniyle
Ankara’da uzun yıllar oturmuştuk. Annem ve babam, ben on üç,
on dört yaşına geldikten sonra çok sık götürürlerdi beni baleye ve
operaya. Dame Ninette’in Türk balesiyle ilintisini de daha sonraki
yıllarda öğrenmiştim. Londra’da program hazırlığı sırasında görüştüğüm
İngilizlerin yanı sıra, Türkiye’de onun sevgili öğrencisi Meriç Sümen’le
görüşmemin de şart olduğuna karar verdim. İstanbul Devlet Opera ve
Balesi’nde çalışmakta olduğunu biliyordum. Telefonla yaptık mülakatı
ve program radyoda yayınlandıktan sonra, bir kopyasını kendisine
gönderdim. O gün telefon hatları hiç iyi olmadığından, kayıttaki ses
kalitesinin bozukluğu nedeniyle kendisinden özür dilemeyi de ihmal
etmedim. Program kaseti eline geçtikten sonra hemen beni aradı.
“Benim sesimin kalitesi önemli değil. Program çok güzel olmuş. Size
Türk Balesi adına teşekkür etmek isterim” dedi. Bir dahaki sefer
İstanbul’a gittiğimde bir araya gelmeyi kararlaştırdık. İşte onunla
yaptığım bu görüşmeden sonra Meriç Sümen’in yaşamını, aynı zamanda
Türkiye’de Devlet Balesi’nin oluşumunu ve gelişimini anlatan bir kitap
yazmaya karar verdim. Ama yıllar aldı kitabı hazırlamam. Çünkü önce
kendimi eğitmem gerekiyordu.
Belli ki Meriç Sümen büyük bir yıldız olduğu kadar, son
derece etkileyici ve karizmatik bir insan. Bunu kitabınızın
her bölümünde duyumsuyoruz. Dolayısıyla hakkında
bir kitap yazmaya karar vermenizin, kendisiyle yüz yüze
yaptığınız ilk görüşmeden sonraya rastlamasına şaşırmadım.
O yurdumuzun bir şansı ama kendi de şanslı bir insan,
daha doğrusu sanatına ilişkin fırsatları göz ardı etmemiş,
hayran olunacak ve hayret edilecek denli iyi ve doğru
kullanmış. Ayrıca kitabınızı, kendisinin bir başka şansı
olarak değerlendirmek istiyorum. Hayatı yazılmaya değer
birçok sanat insanımız var. Bir kısmı için hazırlanmış
kitapları biliyoruz ama sizinki okuduklarım arasında en
kapsamlı olanı. Konuyu ele alış biçiminiz ve yöntemleriniz
yönünden benzerine rastlamadığımı belirtmeliyim. Kanımca
bu yalnızca bir biyografi kitabı değil, başka boyutları da
var ama şimdilik, aynı zamanda Türk bale tarihine ilişkin
bir çalışma olduğunu vurgulamakla yetineyim. Kolay değil,
8 yıl emek vermişsiniz ve adeta bir dedektiflik hikâyesi bu,
yanılıyor muyum?
Çok hoş bir benzetme yaptınız. Okumadığım kitap, peşinden gitmediğim
kimse kalmadı diyebilirim. Evet, Meriç Sümen’i anlayabilmek, ondaki
32 AKOB | NİSAN 2016
olmasa, bu kitabın çok eksik kalacağını
düşündüğümü de vurgulayayım.
Meriç Sümen - Siyah Kuğu'yu oynarken Copyright Ozan Sağdıç
Kitabımı yazmaya başlamadan Ankara
Devlet Konservatuvarı’nın açıldığı
yıllara döndüm. Önce 1948 yılında,
İstanbul'da eğitime başlayan okulun iki
yıl sonra Ankara’ya taşındığını ve Devlet
Konservatuvarı'nda bir bale bölümü
oluşturulduğunu görüyoruz. Ama o günlere
ait kayıtları bulmak çok zaman aldı.
Ankara'da ve Londra'da kütüphanelerde
yaptığım araştırmaların yanı sıra
Moskova'daki bir Türk meslektaşımın
yardımıyla Sovyet arşivlerini de taramaya
çalıştım, çünkü Meriç ünlü Bolşoy
Balesi’yle birlikte dans etmiş ilk Türk
balerin.
bale aşkının ne demek olduğunu kavrayabilmek için biraz zaman harcamam gerekti. Kendimi
bale konusunda eğitmem, Türkiye’de balenin nasıl geliştiğini öğrenmem lazımdı. Türkiye’de
tiyatro konusunda yazılmış birçok araştırma var. Edebiyat deseniz öyle. Ama bale konusunda
kitap, belge o kadar az ki. Bu bağlamda Meriç Sümen özel arşivini bana açmasa, aradığım her
türlü bilgi ve belgeyi büyük bir titizlikle bana ulaştırmaya çalışan eşi Önaç Kanan'ın yardımları
Londra'da oturuyorum ve çalışıyorum
ama aklım Türkiye'de. Fırsat buldukça
Ankara'ya, İstanbul'a ve araştırmaların
gerektirdiği doğrultuda başka kentlere
giderek hem Meriç Sümen'le hem de Devlet
Balesi çevresinden birçok kişiyle görüştüm.
İngiltere'de, Türk Devlet Balesi’nin de
kurucusu olan Dame Ninette de Valois ile
çalışmış, onu yakından tanıyan kişileri bulup
konuştum. Ama bir bale dansçısının nasıl
eğitim aldığını, her gün nasıl çalıştığını
da görmek gerekiyor. Bu nedenle gerek
Ankara'da gerek İstanbul'da günlük egzersiz
derslerine katıldım, provaları izledim. Hem
artık emekli olmuş hem de yeni yetişen
dansçılarla Türkiye’de Devlet Balesi'nin
geçmişini ve geleceğini tartıştık.
Yalnız dans değil, kostüm, dekor ve sahne
düzeni, müzik, koreografi... Saymakla
bitmeyecek o kadar farklı disiplini içeriyor
ki bale. Her yönüyle araştırmam gerektiğini
düşündüm. Geçen yıl yitirdiğimiz Türkiye
Devlet Opera ve Balesi›nin baş dekoratörü
Osman Şengezer, Dame Ninette'in
Türkiye’de kendi ayakları üzerinde
durabilecek bir bale kuruluşu oluşturmak
için kendisini nasıl Londra’da kostüm ve
dekor konusunda eğitime gönderdiğini,
bir yandan dansçıları, bir yandan
koreografları, koreolojistleri İngiltere'de
nasıl eğittiğini anlatmıştı bana. Bir İngiliz
balerinin yaşamını veya İngiltere Kraliyet
Balesi’nin tarihini yazmaya kalksam çok
daha rahat çalışırdım diye düşünüyorum,
çünkü İngiltere'de bu konuda yazılmış
çizilmiş çok şey var. Türkiye'de eksikliğini
en çok duyduğum konulardan biri de
bale eleştirmenliği oldu. Gazetelerde,
dergilerde Meriç Sümen'in dans ettiği
baleler konusunda yazılmış, Batı ülkelerinde
görmeye alıştığım türden o kadar az yazı
vardı ki. Metin And'ın yazdıkları gibi güzel
örnekler hariç... 2002’de başlayan söyleşiler
ve araştırmalar 2009 yılına kadar sürdü.
NİSAN 2016 | AKOB
33
bir edebiyatçı aslında. Türkiye’nin ilk Kültür Bakanı aynı zamanda,
fakat politikaya atılıp bakan olmuş bir kişi değil. 12 Mart 1971’de
Silahlı Kuvvetler muhtırasından sonra kurulan Birinci Nihat Erim
Hükümeti’nde ilk kez bir Kültür Bakanlığı oluşturulunca, o göreve
davet edilmiş bir kişi.
Ama şimdi siyasete dalmadan sizin sorunuzu yanıtlamaya devam
edeyim. Sanatın sürdürülebilmesi, halk tarafından erişilebilmesi,
toplumun tüm katmanlarına yayılabilmesi için hükümetin tutarlı bir
kültür politikası olması gerekir. Ben biyografisini yazmaya karar
verdiğim Meriç Sümen'in yaşamını incelerken, onun doğduğu ve
sanatının doruğuna çıktığı dönemin siyasi ve kültürel yapısını
değerlendirmenin de gerekli olduğu savıyla çıktım yola. Hatta daha
da gerilere gidip 1940 yılında Ankara'da Devlet Konservatuarı'nın
resmen göreve başladığı yıllara döndüm. Konservatuvarın
kuruluşunda büyük katkıları olan Profesör Carl Ebert ve Profesör
Paul Hindemith, bu konservatuvarın bünyesi içinde oluşturulması
gerekli bir bale bölümünün önemi üzerinde durmuşlardı. O dönemde
hazırlanan bir raporda, “milli bir dans kültürünün temeli olarak Türk
milli danslarının işlenmesinin, umumi bir sanat estetiği bakımından
da sanatkârane dans eğitiminin önemi” vurgulanır.
Kültür, sanat ve politika konusuna ilerde yeniden değinmek isterim
ama baleden söz ederken Türkiye'den çok çok önce Avrupa'da doğan
baleden bir örnek vereyim. Bale sanatının kökeni olarak Fransa'da
saray davetlerinde, asil konukların yaptığı danslar gösterilir. Kralın
ve kraliçenin önderliğinde yapılır bu danslar. Balenin profesyonel
dansçıların çalıştığı bir sanat biçimine dönüşmesi Fransa Kralı XIV.
Louis'nin tahtta olduğu döneme rastlar. Kralın onayıyla, 1661'de
kurulan Kraliyet Dans Akademisi, sarayda verilecek temsillerde dans
edecek kişileri eğitmeye başlar. Tüm dünyada bale dilinin Fransızca
olmasının nedeni de işte ilk bale okulunun Fransa'da kurulmasıdır.
Fransa Kralı XIV. Louis'den “Le Roi Soleil” yani “Güneş Kral” diye
söz edildiğini daha lisedeyken duymuştum ama doğrusu bu adın
nereden geldiğini ancak bale tarihini araştırdığım zaman öğrendim.
Rivayete göre saray balelerinde başrolde dans etmeye meraklı olan
Fransa Kralı, güneş tanrısı rolünde, altın rengi güneş ışınlarını
simgeleyen pırıl pırıl parlayan kıyafetlerle dans etmeyi çok sevdiği
için verilmiş bu ad ona.
Sait Sökmen, Ayten Gökçer, Dame Ninette de
Valois ve Meriç Sümen Copyright Ozan Sağdıç
Hani mümkün olsa kitap baskıya girerken bile yeni bilgiler eklemek
peşindeydim. Ama tabii bir yerde noktayı koymak gerekiyor.
Kitabınızdaki bir başka önemli katman da sanat ve
politika ilişkileri. Önsözü bile bir siyasetçi (!) tarafından
yazılmış. Bu aşamada, yakın diyebileceğimiz bir süre önce
yitirdiğimiz Talât Halman’ı saygıyla anıyorum. Sırası
gelmişken, kitabınızda ilgiyle izini sürdüğüm Osman
Şengezer’i de elbette. Sanırım demin söz ettiğiniz BBC
yıllarınızda siyasi içerikli radyo programlarında yer almış
bulunmanızın, konuyu bu açıdan kavramanız, işlemeniz
ve aktarmanıza yardımı dokunmuş olmalı.
Sizin de şaka yollu siyasetçi diye atıfta bulunduğunuz Profesör
Halman evet, bizim siyasetçi olarak betimlediğimiz tarife uymayan
34 AKOB | NİSAN 2016
Sanata devletin, dolayısıyla da siyasetçilerin etkisi
büyük elbette; her anlamda… Geçmişte yurdumuzun
önde gelen siyasi simalarının sanatı ve sanatçıyı nasıl
el üstünde tuttuğunun birçok örneği var kitabınızda.
Bunlar arasında tahmin edilebilir isimler var, ancak
satırlarınızda rastlayınca bizi şaşırtan adlar da. Ve
bir de onların hatırı sayılır uluslardan mevkidaşları
karşısında ve sanatçılarımız sayesinde başlarını nasıl
dik tutabildiklerinin pek çok örneği… Dame Ninette
de Valois'nın bir sözüne atıfta bulunmuşsunuz, “Tek
bir kişinin yarattığı bale topluluğu olamaz”. Çok basit
görünen ama derinlikli bir cümle. Bu bağlamda, devletin
hemen arkasından sivil kuruluşların, mesenlerin ve
ebeveynlerin önemine işaret ediyor kitabınız. Aslında
en çok da taleplerinde ısrarcı sanatseverlerin önemine...
Bu aşamada şu sav da doğru olmalı sanırım: “Tek
bir kişinin yok ettiği bale topluluğu olamaz”. Meriç
Sümen’in hayatını irdelerken tüm Türk bale tarihini
gözden geçirdiniz. Kitabınızın yayınlanması üzerinden
belli bir süre geçti. Görece hem yakın, hem de uzaktan
değerlendiren biri olarak Türkiye’deki sanat eğitimine
bakışınız nasıl?
sanatçı konusunda bazı siyasetçilerin yaptıkları açıklamalar,
seviyesi düşük değerlendirmeler insanı üzüyor. Bırakın olanı
geliştirmeyi, geriletmek için elden gelen yapılıyor. İstanbul’daki
Atatürk Kültür Merkezi’nin kapıları yıllardır kapalı. AKM
kapandığından beri İstanbul Devlet Opera ve Balesi, Kadıköy’deki
küçücük, eskiden Süreyya Sineması diye bildiğimiz Süreyya
Operası’nda sahneliyor eserlerini. Yeterli bir sahne olmadan opera
ve bale eserlerinin hakkı verilmediği gibi, özveriyle çalışan opera
ve bale üyelerinin potansiyellerine erişemediği kaygısı içindeyim
doğrusu. Sorunuza içime sinecek biçimde yanıt verebilmek için bu
söyleşiyi gereğinden fazla uzatacağımı düşünüyorum. Onun
için beni bağışlayın. Sanat eğitimi tartışmasına girmeyeceğim
burada. Çünkü önce eğitim nedir onu tanımlamak lazım. “Dindar
gençlik yetiştirme”nin eğitimin neredeyse birincil hedefi sayıldığı
günümüzde, Türkiye’deki eğitim amaçlarının önceliklerinin
değiştiğini gözlemliyorum. Dışarıdan bakınca en çok dikkatimi
çeken de eleştirel görüşlerin dışlanması. Eleştirel düşüncenin
egemen olmadığı bir ülkede uygar eğitimin de köklenemeyeceği
inancındayım.
Bu arada, Dame Ninette' in “tek bir kişinin yarattığı bir bale
topluluğu olamaz” sözünden yola çıkarak, sizin “o zaman tek bir
kişinin yok ettiği bale topluluğu olamaz” savının doğru olabileceği
şeklindeki değerlendirmenize değineyim. Bu kitap için araştırmalara
başladığım yıllarda Talât Halman'la genel olarak sanata bakış
konusunu, özellikle balenin geleceğini tartışıyordum. Yıl 2004. O
günlerde Türkiye'de sanata karşı tutum, bugün içinde bulunduğumuz
duruma bakışla görece daha hoşgörülüydü diyebilirim. Ama
herhalde gelecekten kaygılanmış olmalıyım ki kendisine şöyle bir
soru yöneltmiştim - daha doğrusu şöyle bir görüş bildirmiştim:
“Bence devlet balesini ortadan kaldırmaya, onun gelişmesini
engellemeye, ya da repertuvarına müdahale etmeye kalkışılsa,
belki halkın tümü olmasa da bir kesimi, sanat çevreleri, aydınlar
ayağa kalkar, değil mi?” Bu gözlemime, “Hayır hiç öyle bir şey
olmaz. Kimsenin kılı kıpırdamaz” diye karşılık vermişti. İnanmak
istememiştim aldığım bu yanıta. Çok haklıymış.
Bizim bu sohbetimizin üzerinden on yıldan fazla zaman geçti.
Ülkedeki sevgisizlik ortamı gün geçtikçe artıyor. Sanat ve
O kadar az söz ettik ki, okuyucularımız kitabınızın Meriç
Sümen hakkında olmadığını düşünecek! Onu sahnede
izleme şansına erişemedim ne yazık ki. Ama onunla
aynı havayı solumuş gibiyim ve bu elbette kitabınız
sayesinde. Aile büyüklerinin yaşamlarından doğumuna, ilk
anılarından oyunlarına, ilkokuldan konservatuvar yıllarına,
balerinliğinden genel müdürlüğüne dek izini sürmüşsünüz
kendisinin. Kim bilir kaç kez görüştünüz! Kendimce ben
onu büyük bir beyin olarak algıladım. Dans ederken insan
her yerini kullanır şarkı söylemek dışında, ama belki de
içinden şakıyordur ve aslında dans eden beynin ta kendisidir.
Beyni ile ilgili bir değerlendirmesi dikkatimi çekti; “Dans
etmeye başladığım zaman sanki iki beynim vardır benim
sahnede. Biri arkada devamlı akan bir beyin; o beynimdeki
düşünceler hiç durmadan akıyor. Bir de ön beynim var
akan. Ön beynimde güzellik, sevgi ve kişiliğine bürüneceğim
herhangi bir rol. "Beynini, insan beynini, aslında kendini o
kadar güzel özetlemiş ki. Böylesi bir farkındalığa ancak daha
önce tanıtmaya çalıştığım "Proust Bir Sinirbilimciydi" adlı
kitapta söz edilen büyük sanatçılarda rastlanılabilir. Onu
daha iyi tanımak isteyenler kitabınızı okuyacaklar çaresiz ve
buna değecek. Ancak yine de - mümkünse kitapta olmayan
kabilinden - ağızlarına bir parmak bal çalmak ister misiniz?
Nasıl biri Meriç Sümen? Kitabınızı nasıl karşıladı? Hala
görüşüyor musunuz?
Meriç Sümen'in insan beynini çok güzel özetlediğini belirtiyorsunuz.
Evet, çok doğru kullandığı aklı ve disiplinli çalışması bence onun en
öne çıkan özellikleri. Sert sırtını yumuşatmak için ne çok uğraşıyor
bilseniz. Yaptığımız sohbetlerden birinde, “vücudu çalıştırmak
ve vücuda hükmetmek lazım” demişti bana. Don Kişot balesine
çalışırken ayağını yere güzel vuruyor ama kan fışkırıyor. Ayağını
korumak için daha dikkatli, daha özenli biçimde vuruyor, bu sefer
de hareket istediği gibi güzel olmuyor. Onun üzerine ayağına, “Sen
patla istersen ama ben zıplayacağım” deyip her türlü acıya rağmen
gerekli hareketi mükemmel hale getirmeyi başarıyor. “Olanla
yetinmeyip daha iyisini yapmaya çalışmak bence iyi huy ama bazen
kendimi aşırı yıprattığım zamanlar da olmuştur” demişti bana. Metin And da Meriç Sümen'i anlatırken, “adamak” sözcüğünü
vurgulamış ve “Türkiye’de onun gibi hiç kimse kendini adamamıştır
baleye” demişti. Ben de ilk önce kitabımın adını, “Dansa Adanan
Yaşam” diye düşünmüştüm ama şimdiki adı bence daha hoş oldu... Biliyor musunuz, kitabın adının bir öyküsü var mı diye
sormaya hazırlanıyordum! O kadar yakışmış ki kitabın
adı…
Kuğu gerçekten Meriç'i betimliyor. Buna örnek olarak ince uzun
boynunu, zarafetini ve Meriç Sümen'in adını Türk bale tarihine
kazıyan Kuğu Gölü balesindeki performansını göstermek lazım
belki de. Bence bir başka ilginç bağlantı da şu; Kuğu deyip
NİSAN 2016 | AKOB
35
Nevsâl Hanım, görünen o ki bu sohbet bitmeyecek ama
dergiye alabileceğimiz bölümü sınırlı. Nedense söyleşi
tarzı yazılara bir şiir eklemeden edemiyorum. Bu kez
kitabınızda rastlayıp hayran kaldığım bir tanesini
okurlarımızla paylaşmak istiyorum. Editörümüzü
çok zorlayabilir belki ama olsun (!). Dame Ninette de
Valois’nın şair yönünü de sizden öğreniyoruz. Madam’ın
anısına Londra’da 28 Eylül 2001’de Westminster
Abbey’de düzenlenen törende okunmuş bir şiirini
sunalım; “I Love Pubs”. Gündüz Vassaf kitabınızda
karşılaştığım sürpriz eski dostlardan biriydi. Ne güzel
çevirmiş; buyurunuz:
İhtiyar içeri girer
İçkisini ısmarlar
“Ben yalnızım” der
“Burada ve her yerde”
Ama meyhanelerde
geçmemek lazım. Çok kuvvetli kuşlar kuğular; tıpkı Meriç gibi.
Kitabımda anlattım; Kuğu Gölü'ne hazırlanırken Dame Ninette
Meriç'e, Ankara'da Kuğulu Park'a gidip bu kuşları izlemesini, nasıl
hareket ettiklerini öğrenmesini söyler. “O kuşlara baka baka daha
iyi anladım boyun hareketini. Başını suya daldırmasını, gagasını
oynatmasını, kanatlarını çırpmasını” diye anlatmıştı bana. Yalnız
bacaklarını değil kollarını da çok güzel, çok bilinçli kullanmasını
gerektirir bu rol. Çok güzel anlatıyordunuz ama dayanamayıp böldüm.
Peki; sanatçılığı dışında Meriç Sümen’e devam dersem?
Çok da güzel bir kadın Meriç. Bir salona girdiği zaman herkesin
başını çevirip baktığı, alımlı, gözlerinin içi gülen bir kadın.
Eğlenmeyi, gülmeyi seven ama laubalilikten kesinlikle hoşlanmayan
bir insan. İyi bir dost, düşünceli bir arkadaş. Boş konuşmayı
sevmeyen, dedikodudan hoşlanmayan, ama doğru bildiğini dobra
dobra söylemekten de kaçınmayan bir kişi. Kitabı hazırlarken
saatlerce, günlerce sorularımı yanıtladı. Hazırlığın yıllarca sürmesini
anlayışla karşıladığını sanıyorum çünkü benim de mükemmelin
peşinde koştuğumun farkındaydı. O nedenle sabırla bekledi kitap
bitsin diye. Ve çok beğendiğini sanıyorum. Araştırmalarım sırasında
başlayan dostluğumuz sürüyor. Evet, her yıl Türkiye’ye gittiğimde
görüyorum onu. Görmediğim zaman da özlüyorum doğrusu.
Karşılaştığınızda, ‘hayranları zincirinin bir halkası’
sıfatımla saygılarımı iletin lütfen. Meriç Sümen’in özel
yaşamını öylesine bir nezaketle yerleştirmişsiniz ki
kitaba… İşte o kısımları okurken, romancı olsaydım
“Bir Roman Kahramanı Olarak Meriç Sümen” üzerinde
hemen çalışmaya başlardım, diye düşündüm. Kolay gibi
görünen zor bir iş... Çünkü görüyoruz ki hayatı zaten
roman; yarı şaka bile değil bence bu dediğim, ne dersiniz?
Doğru. Nelerin yazılıp yazılmayacağını, biyografisi yazılan kişinin
yaşamının ne kadarının okuru ilgilendirip ilgilendirmeyeceğini ve
daha da önemlisi ne kadarının kitap kapsamına alınmasının doğru
olduğunu kestirmek kolay değil. Aslında bu kitaba sığmayan kim
bilir neler geçti Meriç Sümen'in başından. Belki bir gün bir romancı
çıkıp yazar. Ama ona bakarsanız hepimizin hayatı bir roman. Boşuna
dememişler, gerçek hayatta olanlar romanlarda okuduğumuz kurgu
yaşamlardan daha gariptir diye... 36 AKOB | NİSAN 2016
Ne bir terk edilmişlik var
Ne de düşünmeye mecbur insan.
Nevsâl Hanım, ellerinize, gönlünüze sağlık. Lütfen
okurlarımıza son sözü siz söyleyin:
Umarım Dansa Aşık Bir Kuğu bale aşıklarının bildiklerine
yenilerini ekler. Belki daha önce baleyle ilgilenmemiş olanlarda
bu sanat dalına karşı biraz olsun ilgi yaratır. İsterim bir yandan
da kısacık Cumhuriyet tarihimizde başarılan güzel işleri ortaya
koymak açısından kültür yaşamımıza bir hizmet oluşturur.
Kitabın içeriğiyle ilgili saptamalarınız ve bir yandan bana
yönelttiğiniz ama diğer yandan okurlarınızı kitap hakkında
bilgilendirdiğiniz ilginç sorularınız için ben de size çok teşekkür
ederim Cengiz Bey.
*CENGİZ
KARA
Mersin 1964 doğumlu. Kabataş
Erkek Lisesi 1981, Çukurova
Üniversitesi Tıp Fakültesi 1987
mezunu.Uğur Mumcu Araştırmacı
Gazetecilik Vakfı›nda yazarlık, roman
inceleme ve ileri öykü seminerlerine
devam etti. Öykülerinden bazıları
edebiyat dergilerinde yayınlandı.
Kurşun Kalem Öykü Ödülü
kapsamında yayınlanan “Zayak” adlı
bir öykü kitabı var. Çanakkale’de
beyin ve sinir cerrahisi uzmanı
olarak çalışmaktadır.
[email protected]
A Unique Blend of Old and New
Mehmet Ali Sanlıkol’s
OTHELLO IN
THE SERAGLIO
Two-time Grammy Award-nominated composer-singer-pianist
Mehmet Ali Sanlıkol has the enviable ability to lead parallel lives
- and in two different centuries. Without missing a beat, literally,
he jumps from the Ottoman Empire’s makam universe to the 21st
century’s most avant-garde western idioms.
Turkish styles, layered with his own newly-composed music. It
was performed by 10 musicians who are specialists in the field of
European period instruments and traditional Turkish instruments,
four of whom were singers who double on instruments (including
Sanlıkol), and a dramatic storyteller.
Whether it’s modern keyboard jazz, electronic music, Mehter
marches, or intoning the revered tropes from the Lale Devri
(Tulip Era), Sanlıkol is busy weaving musical tapestries that not
only bridge the gap between civilizations, but illustrate timeless
characters and stories that serve his heritage as a Turk and his
reputation as a leading East Coast (U.S.) musical innovator.
By bridging the musical cultures of the formal opera house and
the intimate coffee house, “Othello in the Seraglio,” which had
also used “Un Capitano Moro” (A Moorish Captain) (1565) by
Giovanbattista Giraldi and “Kizlarağası’nın Piçi” (The Bastard
of the Chief Black Eunuch) (1933) by Reşat Ekrem Koçu as its
sources, was designed to draw the audiences into a meditation
on race, slavery, sexuality and the entwined histories of Europe
and the Ottoman Empire.
His recent project, “Othello in the Seraglio, the Tragedy of
Sümbül the Black Eunuch” was premiered in Boston and Salem,
Massachusetts in early March. A re-telling of the Shakespeare
story of “Othello, the Moor of Venice” (1603) set in the Ottoman
Court in the 17th century, this “coffeehouse cantata,’ as Sanlıkol
refers to it, is a score that employs both Italian Baroque and old
38 AKOB | NİSAN 2016
This unorthodox music drama (although one that undoubtedly
reaches back into the early years of historical opera development)
was a winner of the Eastman School of Music’s Paul R. Judy
Center for Applied Research Grant Award. Sanlıkol had arranged
the early music scores for his ensemble, to which
he added his own music, original poetry written in
17th century Turkish and classical Ottoman poetic
forms, and a storyteller script by Robert Labaree. A
press review from the Boston Intelligencer said:
“[Sanlıkol’s score] brings timeless enchantment
to this age-old tragedy … Gorgeous music …
beautifully played and sung.”
Turkish Music Came
After a Jazz Career
Oddly enough, Sanlıkol, who hails from Cyprus and
Bursa, Turkey, had little interest in Turkish music of
any kind when he was growing up. Playing western
classical piano as a kid (his mother was his teacher),
he was subsequently drawn intensely to progressive
rock and jazz, and studied jazz piano with one of
Turkey’s foremost jazz composers and keyboardists,
Aydın Esen.
After winning a scholarship to Boston’s Berklee
College of Music, where he studied jazz
composition with prominent professors, Sanlıkol
went on to forge an impressive career in that genre
(with a bit of folkloric crossover), performing with
Bob Brookmeyer, Esperanza Spalding, Tiger Okoshi,
Horacio “El Negro” Hernandez, Anat Cohen, Okay
Temiz, Erkan Oğur, Omar Faruk Tekbilek and Brenna
MacCrimmon.
Sanlıkol, in a telephone interview, told me that
in the first years of the new century he “had
a sudden and unexpected interest in classical
Ottoman and Turkish music” that happened to
have evolved alongside his study of Osmanlica,
which he chose as his third language requirement
for his ethnomusicology degree from Boston’s New
England Conservatory of Music.
“Here I was, a full-time jazz composer and pianist,
and I had a sudden hunger to explore my Id [part
of the unconscious mind]! I composed little for ten
years, and instead became an orientalist.” During
Eski İle Yeninin Benzersiz Karışımı
Mehmet Ali Sanlıkol
OTHELLO
SARAYDA
Çeviri: İhsan Toksöz
[email protected]
Genel anlamda, tek ritim ıskalamadan Osmanlı “makam” dünyasından 21. yüzyıl
yenilikçi batı tarzına atlayıveren, kıskanılası bir paralel yaşam yeteneği olan - hem
de iki değişik asırda - besteci, şarkıcı ve piyanist Mehmet Ali Sanlıkol iki kez
Grammy Ödülü’ne aday gösterilmiş.
Modern klavye caz müziği olsun, elektronik müzik, Mehter marşları veya Lale
Devri kutsal tropeleri olsun, Sanlıkol sadece kültürlerarası farklılıklar arasında
köprü görevi görmekle kalmıyor, ayni zamanda önde gelen bir Doğu Sahili (ABD)
müzik yaratıcısı olarak ölümsüz kişi ve efsaneleri örnekleyen müzikal işlemeler
ile kendi Türk kimliği mirasına da katkıda bulunuyor.
Sanlıkol’un son projesi “Othello Sarayda, Siyahî Haremağası Sümbül”ün
Prömiyeri Mart ayı başında Boston ve Salem, Massachusetts’de yapıldı.
Shakespeare’in “Othello, Venedik’in Mağribisi” (1603) öyküsünün 17. yüzyıl
Osmanlı Sarayı’na uyarlaması olan - Sanlıkol’un deyişiyle - bu “kafe - kahvehane
kantatı”, içine kendisinin son bestelediği müziğin katıldığı İtalyan Barok ve eski
Türk tarzlarının kullanıldığı bir orkestrasyon. Eser, her biri dönemsel Avrupa ve
geleneksel Türk enstrümanlarında uzman olan - içinde Sanlıkol’un da bulunduğu,
çalgı da çalan dört şarkıcı ve bir dramatik anlatıcı ‘meddah’ dahil - 10 müzisyen
tarafından icra edildi.
Geleneksel opera ve samimi “kafe” müzik kültürünü birleştiren; Giovanbattista
Giraldi’nin (1565) “Mağribi Kaptanı” ve Reşat Ekrem Koçu’nun (1933)
“Kızlarağası’nın Piçi” eserlerinden de yararlanılan “Sarayda Othello”, seyirciyi
ırk, esaret, cinsellik ve Avrupa ve Osmanlı’nın iç içe girmiş tarihi konusunda derin
bir düşünceye davet ediyor.
Bu alışılmadık müzikli oyun (hiç şüphesiz operanın tarihi gelişim tarihlerine
kadar gidiyorsa da), Eastman Müzik Okulu, Paul R. Judy Merkezi, Uygulamalı
Araştırma Ödülü’nün de sahibi oldu. Sanlıkol erken müzik notalarını kendi
topluluğu için düzenleyerek içine kendi müziğini de katarken 17 yüzyılda yazılmış
Türk ve klasik Osmanlı şiirsel formlarını ve Robert Labaree tarafından “meddah”
için yazılan metni de kullanmış. Boston Intelligence’te çıkan bir basın eleştirisinde
şöyle deniyor: “Sanlıkol’un büyüleyici müziği bu asırlık trajediye sonsuz bir keyif
katıyor... Muhteşem müzik… Harika bir şekilde çalınıyor ve söyleniyor.”
NİSAN 2016 | AKOB
39
this time, he “questioned everything. I met people
with no filters. They helped me. I had unexpected
meetings in which I discovered Byzantine music,
Greek Orthodox church music, neumatic notation,
late Medieval Russian polyphony, mean-tone
tuning -- these things changed my world. I started
experimenting. I realized I could write makams with
polyphony. Out of that period I emerged much
stronger; I seem to have a stronger voice too.”
Another product of this period of reflection
and study was the formation of "Dünya", his
production company, recording label, and music
collective. Founded twelve years ago with his wife
Serap Kantarci and Labaree, Dünya synthesizes all
his ethnomusicological and modern mode elements
into projects that mix up the myriad interests and
skills of his career thus far.
Five years ago, Sanlıkol, a Turkish Cypriot, began to
reimagine the character Othello, a Muslim Cypriot.
“All the facets came together,” he explained.
“Everything converged. This ‘Othello’ is the first
version of a pluralist, cosmopolitan vision.” The
“coffeehouse cantata” sorted itself into a kind of
“pasticcio” he says. “It has elements of commedia
del’arte, Turkish Karagöz, early European
polyphony, Turkish makams, and my new pieces
knit the whole thing together. This is the unique
thing about it. Everyone’s amazed at the way it
works. When we speak of ‘new music’ - edgy and
out there - this piece has none of it. Yet it’s harder
to classify, it’s so unlike anything else.”
The company first performed “Othello” for the
Cambridge Society for Early Music last year,
ostensibly to iron out the wrinkles and see where
it needed revisions. “We didn’t have to do much at
all,” he said. “For the next version we were working
with a stage director.”
“Othello in the Seraglio”’s next performance,
touring under the aegis of Dünya, is on April 8 at
National Sawdust in Brooklyn NY, then June 12
at the Rockport (Mass.) Festival, two dates in the
fall at the College of the Holy Cross in Worcester
(Mass.), where Sanlıkol is a faculty member,
followed by the University of Massachusetts at
Amherst. “By the end of October, we will have
performed in 14 times,” he declared. “[“Othello
in the Seraglio”] gives a whole new meaning to
coming out the past. The way that is achieved is
how grounded in the past it is.”
“I would love to bring this project to Turkey and to
Cypress,” Sanlıkol admits. “There’s actually a castle
of Othello in North Cypress. Now, to do it there -that would be an amazing project!”
40 AKOB | NİSAN 2016
Caz Müziği Kariyerinden
Türk Müziğine
İşin tuhafı şu ki, Kıbrıs ve Bursa’dan gelen Sanlıkol’un yetişim sürecinde
herhangi bir Türk müzik türüne karşı hiçbir ilgisi yoktu. Çocukluğunda
annesinden batı müziği piyano dersleri alan Sanlıkol zaman içinde Türkiye’nin
önde gelen caz besteci ve icracılarından olan Aydın Esen ile çalışarak yoğun
olarak yenilikçi rock ve caz müziğine yöneldi.
Boston Berklee Müzik Koleji bursunu kazandıktan ve orada seçkin hocalarla caz
kompozisyonu üzerine çalıştıktan sonra, Bob Brookmeyer, Esperanza Spalding,
Tiger Okoshi, Horacio “El Negro” Hernandez, Anat Cohen, Okay Temiz, Erkan
Oğur, Omar Faruk Tekbilek ve Brenna MacCrimmon ile birlikte sahne alarak, caz
türünde (biraz da folklorik geçişlerle) hızla etkileyici bir kariyer yaptı.
Telefonla yaptığım röportajda Sanlıkol bana Boston New England
Konservatuvarı’nda okuduğu etnomüzikoloji derecesi için gerekli olan üçüncü
yabancı dil olarak Osmanlıca’yı seçmesinin bir sonucu olarak yeni yüzyılın
başlangıcı ile birlikte ani ve beklenmedik bir şekilde klasik Osmanlı ve Türk
Müziği ile ilgilenmeye başladığını anlattı.
“İşte böyle, bir caz bestecisi ve piyanist oldum ve birdenbire zihnimin
derinliklerindeki kimliğimi araştırma isteği oluştu. 10 yılda bir doğu bilimci
(oryantalist) oldum ve pek az beste yaptım.” Bu süre içinde” diyor Sanlıkol; “her
şeyi sorguladım. Hiçbir ayrım yapmadan insanlar tanıdım. Hepsi bana yardımcı
oldular. Hiç umulmadık şekilde tanışmalarımda Bizans müziğini keşfettim, Yunan
Ortodoks Kilise müziğini tanıdım. (Ortaçağ ve sonrasında Gregoryan şarkı
ve Roma Katolik kilise müziğinde kullanılan) neumatik notasyon,Geç ortaçağ
Rus çoksesli müziği, ortaton akortlama – bunlar benim dünyamı değiştirdi.
Denemelere başladım. Çok sesli makamlar yazabileceğimin farkına vardım. Bu
dönemin içinden çok daha güçlenerek çıktım. Sanırım sesim bile güçlendi sanki.”
Bu düşünsel çalışma döneminin bir başka sonucu da üretim şirketi, kayıt markası
ve müzik topluluğu “Dünya” oldu. Eşi Serap Kantarcı ve Labaree ile on iki
yıl önce kurdukları “Dünya” Sanlıkol’un bu güne kadarki başarılı kariyerinde
ilgilendiği pek çok etnomüzikolojik ve modern üslupların sentezlenerek projeye
dönüştürülmesini yapmaktadır.
5 yıl önce, Kıbrıslı Türk Sanlıkol, bir Kıbrıslı Müslüman olan Othello karakteri
üzerine tekrar düşünmeye başladı. “Bütün safhalar bir araya geldi” diyor,
“Herşey birleşti. Bu ‘Othello’ çoğulcu ve kozmopolit bir adaptasyon. İçinde
Commedia dell arte ögeleri bulunan, Karagöz, erken Avrupa çoksesli müziği,
Türk makamları ve benim parçalarımdan oluşan ‘Kafe Kantatı’ kendiliğinden
bir potpuri’ye (pasticcio – pastiche) dönüştü. Bu onu benzersiz kılıyor. Herkes
tüm bunların nasıl bir araya geldiğine hayret ediyor. Bu parçanın - kışkırtıcı
ve mükemmel - ‘Yeni Müzik’le ilgisi yok. Sınıflandırma yapmak zor, hiçbirine
benzemiyor."
Görünen o ki Kumpanya “Othello”yu, gerekli revizyonları yapmak için ilk
kez geçen yıl Cambridge Erken Müzik Derneği’nde sahneledi. “Pek fazla bir
şey yapmamız gerekmedi” dedi Sanlıkol. “Sonraki performans için bir sahne
Yönetmeni ile çalıştık.”
‘Dünya’nın desteğinde “Sarayda Othello”nun gelecek temsilleri 8 Nisan’da
Brooklyn NY, National Sawdust, 12 Haziran’da ”Rockfort (Mass.) Festivali’nde,
Sonbaharda iki gün Sanlıkol’un öğretim üyesi olduğu Holy Cross Koleji
Worcester (Mass.)’de ve takiben Amherst Massachusetts Üniversitesi’nde
sahnelenecek. Sanlıkol, “Ekim sonunda 14 kez sahnelenmiş olacak” diye
belirtiyor. “Sarayda Othello, geçmişi anlamamıza tamamen yeni bir yorum
getirecek. Bunun ne şekilde başarıldığı geçmişin temellerinin ne denli sağlam
olduğu ile ilintilidir.”
“Projemi Türkiye ve Kıbrıs’a götürmek isterim. Aslında Kuzey Kıbrıs’ta bir
Othello Kalesi var. Orada sahnelemek - harika olur!”
The Tragedy of “Sümbül”
the Black Eunuch:
Othello Sarayda:
Othello in the Seraglio
Siyahî Haremağası Sümbül’ün Trajedisi
Conceived and composed by
Mehmet Ali Sanlikol
Storyteller script by Robert Labaree
Tenor: Mehmet Ali Sanlikol
Sümbül Aga, the former chief black eunuch of the
Ottoman court
Soprano: Camilla Parias
Suzan, an Italian slave girl, who becomes his wife
renamed as muslim Layla
Baritone: Michael Barrett
Frenk Mustafa, Sümbül’s aide and a former
European slave,
Alto: Burcu Güleç,
Suzan’s (Layla) Anatolian servant.
Storyteller Meddah Hayali: Max Sklar
Instruments:
Michael Barrett (lute and recorders),
Beth Bahia Cohen (spike fiddle, çiftetelli - octave
violin),
Burcu Güleç (wooden spoons, finger cymbals,
castanets);
Robert Labaree (Ottoman harp, ‘lead’ backing
vocals along with others of the group);
Carol Lewis (gamba);
Steven Lundahl (sackbut, trumpet, recorders);
Mehmet Ali Sanlikol (short-necked lute, cane flute,
and double-reed pipe);
Dan Stillman (sackbut, trumpet, dulcian);
George Lernis and Bertram Lehmann, percussion
(small kettledrums, bass drum, hourglass-shaped
drum, frame drum, same with cymbals, bells,
talking drum, side drum and kettledrum).
‘Othello in the Seraglio’ is Based on:
The Tragedy of Othello, the Moor of Venice, by
William Shakespeare
Un Capitano Moro (A Moorish Captain), by
Giovanbattista Giraldi (Cinzio)
Kızlarağası’nın Piçi (The Bastard of the Chief Black
Eunuch), by Reşad Ekrem Koçu
Musical polyglot,
Dr. Mehmet Ali Sanlikol, PhD., is founder of Dunya
Musicians Cooperative (“Dunya” is the shared word
in Turkish, Arabic, Persian, and Greek for “World")
http://www.dunyainc.org
sanlikol.com/othello-in-the-seraglio/
42 AKOB | NİSAN 2016
Kurgu ve Beste: Mehmet Ali Sanlıkol
Meddah/ metin yazarı: Robert Labaree
Tenor: Mehmet Ali Sanlıkol
Sümbül Ağa, Osmanlı Sarayında Siyahi Haremağası
Soprano: Camilla Parias
Suzan, Bir İtalyan cariye, Sümbül’ün Leyla adını
almış karısı
Baritone: Michael Barrett
Frenk Mustafa, Sümbül’ün Yardımcısı - eski bir
Avrupalı esir
Alto: Burcu Güleç
Suzan, Leyla’nın Anadolulu hizmetçisi
Meddah Hayali: Max Sklar
Enstrümanlar:
Michael Barrett (lavta ve blok flütler)
Beth Bahia Cohen (kemane, keman, çiftetelli )
Burcu Güleç (tahta kaşık, parmak zili, kastanyet)
Robert Labaree (Çeng, ‘Baş vokalist - diğer
vokalistlerle birlikte’)
Carol Lewis (gamba)
Steven Lundahl (trombon, trompet, blok flütler)
Mehmet Ali Sanlıkol (ud, ney ve zurna)
Dan Stillman (trombon, trompet, fagot)
George Lernis and Bertram Lehmann, perküsyon
(nekkare, davul, darbuka, bendir, daire, ziller,
trampet, kös)
Othello Sarayda’nın konusu aşağıdaki
eserlere dayanmaktadır:
*W. Shakespeare Othello’nun Trajedisi,
Venedik’in Mağribisi
“The Tragedy of Othello, the Moor of Venice”
*Giovanbattista Giraldi (Cinzio), Mağripli Kaptan
“Un Capitano Moro (A Moorish Captain)
* Reşad Ekrem Koçu, Kızlarağası’nın Piçi
“The Bastard of the Chief Black Eunuch”
Çok dilli müzikal yaratı:
Dr. Mehmet Ali Sanlıkol
Dünya Musicians Cooperative’in kurucusu.
(“Dünya” Türkçe, Arapça, Farsça,ve Yunan dilinde
ayni anlamda kullanılmaktadır.)
http://www.dunyainc.org
sanlikol.com/othello-in-the-seraglio/
Oberon Theater, Cambridge, MA.
02138 USA, 02.03.2016
The Tragedy of “Sümbül” the
Black Eunuch:
Othello in the
Seraglio
Othello Sarayda:
Siyahî Haremağası Sümbül’ün
Trajedisi
Mark Exley
Çeviri: İhsan Toksöz
Boston-based composer and Grammy
nominee Mehmet Ali teaches a course
on "Perspectives in World Music" at
Emerson College, Boston. He also teaches
at the Greek Orthodox College of the
Holy Cross and is a fellow at Harvard
University’s Center for Middle Eastern
Studies. Mehmet Ali plays Ney, and piano
(all but the latter in this performance) as
well as sings.
Dünya plays a cosmopolitan mix of
Turkish and other traditions, usually in
collaboration with other musicians, mostly
of the formerly Ottoman peoples — Turks,
Greeks, Armenians, Arabs, Sephardim,
and Kurds. Dünya performs Ottoman
Music, Early European Music, Middle
Eastern Christian and Jewish Music, jazz,
and popular music.
Boston’da ikamet eden Grammy adayı
Mehmet Ali Sanlıkol, Boston Emerson
College’de, “Dünya Müziği Üzerine
Perspektifler” dersi vermektedir. Ayni
zamanda Yunan Ortodoks Koleji’nde
ders vermekte ve Harvard Üniversitesi
Orta Doğu Çalışmaları Departmanı’nda
öğretim görevlisi olarak çalışmaktadır.
Ney ve piyano çalan (bu performansta)
Mehmet Ali ayni zamanda şarkı da
söylemektedir.
“Dünya” özellikle eski Osmanlı
halklarından Türk, Yunan, Ermeni, Arap,
Safarad ve Kürtler ile işbirliği halinde,
Türk ve kozmopolit karışımlı diğer
geleneksel eserler sunmaktadır. “Dünya”
Osmanlı Müziği, Erken Avrupa Müziği,
Ortadoğu Hırıstiyan ve Musevi Müziği,
caz ve popüler müzik yapmaktadır.
NİSAN 2016 | AKOB
43
Othello in the Seraglio is set in the cosmopolitan setting of
a European-side Istanbul (Constantinople) Pera (Beyoglu)
coffeehouse in the seventeenth century. For all it’s faults, the
Ottoman Empire maybe considered the first multicultural society,
with clear lines of roles among the various ethnicities that for
hundreds of years maintained the whole. The house storyteller
tells the Othello story as an historically-based Ottoman love
triangle tragedy, involving as Dunya’s notes note: ‘the free and
the enslaved, white and black, Muslim and non-Muslim, East
and West’. This “coffeehouse opera” tells “an age-old story of passionate
love and murderous jealousy, of a Black slave at the 17th century
Ottoman Court who rises to power and riches, only to come to a
tragic end” (Dunya notes).
The score is by Mehmet Ali Sanlikol. The score brings in Italian
Baroque and Turkish music with his own composed music, which
is performed on European period instruments and classical
Turkish instruments by an ensemble of instrumentalists and
singers. A Janissary ‘Mehters’ Band March as overture opens the
opera. All is held and linked together by the brilliantly-acted storyteller,
Meddah Hayali (Max Sklar), who roams the whole theater
as chorus throughout. From beginning to ending, he helps
evoke the Ottoman World: “Welcome you of all faiths, Turks
from Anatolia, Greeks from Fener, Armenians from Samatya,
(Sephardic) Jews from Balat, vamos (dropping into Ladino), Serbs
and Bozniaks … Let me tell you of Sümbül Aga …” He tells us how Sümbül was born in Darfur, taken as a slave
boy to Coptic Monks who made him a eunuch. Then traded on
eventually to Istanbul, he rose through the ranks in the Saray
(Palace) Court and Harem (acceptable as a eunuch) to become
Chief Black Eunuch, an elevated role, including the only one who
could wash the body of the Sultan (also Khalif) before burial.
44 AKOB | NİSAN 2016
Othello Sarayda, Onyedinci yüzyılda İstanbul’un Avrupa yakasının
(Pera -Beyoglu) kozmopolit atmosferindeki bir kahvehanede
geçiyor. Her türlü eksikliğine karşın Osmanlı İmparatorluğu her
etnisitenin belirli rolleriyle yüzlerce yıl bir bütün oluşturduğu
kültürlerarası toplumların en başta gelen örneği olarak düşünülebilir.
“Dünya”nın notlarından öğrendiğimize göre eserdeki Meddah,
“özgür ve esir, beyaz ve siyah, Müslüman ve Gayri Müslim, Doğu ve
Batı bağlamında” Othello’ nun öyküsünü tarihi bir üçlü aşk trajedisi
olarak anlatmaktadır. . Bu “Kafe Operası” (coffeehouse opera) 17. yüzyılda, Osmanlı
sarayında eski zamanlarda güç ve servet kazanan bir siyahî esirin
tutkulu aşk ve ölümcül kıskançlık hikâyesinin trajik sonunu anlatıyor
(Dünya notlarından).
Mehmet Ali Sanlıkol’un İtalyan Barok ve Türk müziğini kendi
bestesinde bir araya getiren orkestrasyonu Avrupa dönemsel
çalgıları, klasik Türk müziği çalgıları eşliğinde bir müzisyen ve
şarkıcılar topluluğu ile seslendirildi. Uvertür olarak opera bir
Yeniçeri Mehter Takımı Marşı ile açılıyor.
Koro eşliğinde muhteşem oyunuyla tüm salonu dolaşan Meddah
Hayali (Max Sklar) konuları birbirine bağlıyor. Baştan sona Osmanlı
Dünyası’nı canlandırmaya çalışıyor: “Tüm inançlardan olanlar,
Anadolu Türkleri, Fener’den Rumlar, Samatya’dan Ermeniler,
Balat’tan (Safarad) Museviler, vamos (‘Haydi!’ Yahudi İspanyolcası
‘Ladino’) Sırplar ve Boşnaklar… Hoş geldiniz. Size Sümbül Ağa’yı
anlatayım!”
Meddah bize, Sümbül’ün Darfur’da (Sudan) doğuşunu, (Mısır’da)
koptik rahipler tarafından nasıl esir alınıp hadım edildiğini;
sonunda İstanbul’da satılıp nasıl Osmanlı Sarayı’nda kademe
kademe yükselerek (hadım olduğu için kabul edildiği) Harem’de
Haremağası olduğunu, (öldüğünde, gömülmeden önce Sultan’ı ve
‘Halife’yi yıkayabilecek tek kişi olarak) nasıl en yüksek mevkiye
yükseldiğini... anlatıyor.
Emekli olduğunda Sultan tarafından özgürlüğü verilen Sümbül,
efendisine bir hediye vermek ister ve üst düzey bir Osmanlı’nın tek
gittiği kötü şöhretli yer olan Pera esir pazarına giderek bir Avrupalı
kız satın alır (Haremağası’na kim karşı çıkabilir ki?). Ancak hamile
When Sümbül retires and is freed by the Sultan, he wants to
give his master a great gift, so at a discreet senior Ottoman’s
only part of the notorious Pera Slave Market, he purchases a
European slave girl, Suzan (“Who would dare to bid against the
Chief Black Eunuch” !?!), but she turns out to be with child, and
therefore can’t be given, so he keeps her and then falls in love
with her. His kindness makes her accept his unconsummatable
‘marriage’ to her, despite the age difference. Sümbül also
adopts her son as his. But Sümbül’s jealous servant Frenk
Mustafa (another European slave) also falls for Suzan. When
she prefers her loyal Sümbül, Frenk’s jealousy is turned to
destroy them both. He convinces Sümbül that Suzan is having
an affair with the (unseen) Rocer / Ruggiero, an Italian beau,
also in the service of the Sultan and with the entourage sent
to deal (politically or militarily) with the Venetian invasion of
Cyprus (Kibris). Sümbül kills Suzan, a so-called ‘honor killing’
all too familiar still in the 21st Century among certain groups.
When Suzan’s honest Turkish servant Saadet (who earlier gave
us an impressive song and dance) tells Sümbül he is mistaken,
he commits suicide. Finally, in Epilogue, Sümbül’s adopted
son, known as the Kızlarağası’nın Piçi (‘The Bastard of the Chief
Black Eunuch’) survives and prospers back in Istanbul, despite his
epithet!
The device of Venetian Carnival masks are used to good effect
for the cast, as the singers assume the roles and identities of the
fatefully joined protagonists. The singing begins with a duet between Sümbül and Suzan,
then first Suzan and then Sümbül and again Suzan and Sümbül
olduğu ortaya çıkınca ‘Suzan’ Sultan’a verilemez. Kızı alıkoyan
Sümbül ona aşık olur. Suzan, iktidarsız ve yaşlı olmasına rağmen,
iyi bir kalbi olan Sümbül’le evlenmeye razı olur. (ismi değiştirilerek
‘Leyla’ olur) Sümbül Suzan’ın oğlunu da nüfusuna geçirir.
Ancak kıskanç uşağı Frenk Mustafa da (bir diğer Avrupalı esir)
Suzan’ı sevmektedir. Suzan’ın Sümbül’ü tercih etmesi üzerine
her ikisini de ortadan kaldırmaya karar verir. Suzan’ın Sultan’ın
emrinde olan ve Venedik işgali nedeniyle (politik veya askeri
amaçla) Kıbrıs’a gönderilen yakışıklı İtalyan Rocer’e (Ruggiero)
aşık olduğuna Sümbül’ü inandırır. Sümbül - günümüzde 21. yüzyılda
dahi bazı yerlerde örneklerini gördüğümüz - ‘namus temizlemek’
adına Suzan’ı öldürür. Ama Suzan’ın sadık nedimesi (daha önce
etkileyici bir dans ve şarkı sunan) Saadet, Sümbül’e hatasını
söyleyince Sümbül de intihar eder. Son bölümde “Kızlarağası’nın
NİSAN 2016 | AKOB
45
sing solos with a duet to follow as their love of sorts develops,
annotated by ‘Chorus’ Meddah. Both sing of love’s joys and
pains. Suzan sings (gorgeously) primarily in Italian, Sümbül in
Turkish with echoes, for me at least, of the sufi and muezzin’s
declarations of love for God. Saadet is introduced to move the story forward with a seductive
dance with her very effective use of castenets around the
theater, accompanied by a polyphonic percussion and strings,
including the always excellent Labaree on Ottoman harp. Snake charmer-like pipes herald the Venetian attack on Cyprus.
The Janissary Mehters with brass, drums, and pipe represent
the Ottoman delegation’s procession to deal with this threat, as
lamented by Meddah. As politician, Meddah reports that Sümbül
points out that ‘you fight fire with water’. Now Meddah introduces Frenk Mustafa falling for Suzan: “to
the lover, Baghdad is close”! Mustafa’s impressive love song is
accompanied by Mehmet Ali on oud (Turkish lute). Layla joins
in in Italian, which of course he can understand, being from
‘Beyond the Danube”, but she cannot accept his love. Brokenhearted, Mustafa’s love turns to hate and he plots revenge.
Meddah tells us how in Cyprus, Italian Rocer is a hit, bringing a
blush to all the ladies of the Ottoman entourage, even Suzan.
Mehmet Ali plays ney with the orchestra and the group sings
“Viva Ruggiero”! This is followed by a jazz element with
Mehmet Ali on solo instrument. Next, Labaree on the harp
accompanies Saadet in a lament. Sümbül and Mustafa duet about Suzan, then Sümbül and
Suzan duet one last time, then finally these three joined by
Saadet conclude the opera together. We are not subjected to
the murder-suicide! The audience showed their appreciation
with extended applause, cheers for each of the musicians, and a
standing ovation.
The after-performance discussion, to which many of the
audience remained, confirmed the team approach to the
development of the work, lead of course by Mehmet Ali, with
Robert Labarre’s contribution to encouraging and contributing
to the conception. The story is based on the life of historical
Sümbül, who was Chief Black Eunuch, merged with the also
black Othello, Moor of Venice (Giraldi’s original 1565 story made
famous by Shakespeare’s 1603 adaptation), whose love turns to
jealous rage and tragedy. Max Sklar was younger than Mehmet
Ali and Labaree’s original concept for a storyteller and had
to grow a beard, but he was made for the role in every other
way. Current plans for the opera are to tour via New York City,
Western Massachusetts and other enlightened venues.
I recommend exploring the many variations of the Ottomanflavored World (appropriately enough) and beyond into
contemporary jazz of Dunya’s eclectic musical explorations, CDs
available: http://www.dunyainc.org
For another perspective on ‘Othello in the Seraglio’, read:
http://www.classical-scene.com/2015/04/09/delights-alla-turca/
46 AKOB | NİSAN 2016
Piçi” olarak tanınan evlatlığının yaşadığını ve lâkabına rağmen
İstanbul’da önemli mevkilere çıktığını öğreniyoruz.
Ayni zamanda oyuncu olan şarkıcılar, kaçınılmaz bir şekilde bir
araya gelen hikâye kahramanlarının kimliklerini canlardıkları
rollerini üstlenince, oyuncuların etkilerini vurgulamak için Venedik
karnaval maskeleri kullanıyorlar.
Şarkılar Sümbül ile Suzan’ın düeti ile başlar İlk olarak Suzan ve
sonra Sümbül’ün ikişer mükerrer solosunu takip eden bir düet ile
koro ve “meddah”ın anlatımlarından aralarında bir aşk başladığı
anlaşılmaktadır. İkisi de aşkın mutluluk ve acılarını dile getirirler.
Karşılıklı olarak önce Suzan (muhteşem bir şekilde) İtalyanca
söylerken Sümbül, - bana göre tasavvuf müziği ve müezzinin
namaza davetine benzeyen bir şekilde- Türkçe yanıt verir.
Çoksesli vurmalılar ve yaylılar ile Labaree’nin her zamanki harika
Osmanlı Arpi (Çeng) eşliğinde Saadet, öyküyü ileriye taşımak için
salonun içinde etkileyici bir şekilde kullandığı kastanyetleriyle
baştan çıkarıcı bir dansla devreye girer.
Yılan oynatıcısına benzer çalgı sesleri Venediklilerin Kıbrıs’a
saldırısını haber vermektedir. Yeniçeri Mehter takımının mızıka,
davul ve nefeslileri - meddahın kederli bir şekilde anlattığı Osmanlı
delegasyonunun tehdite karşı koyuşunu betimlemektedir. Meddah,
Sümbül’ün “Ateşe karşı su ile savaşın” dediğini anlatır.
Şimdi Meddah Frenk Mustafa’nın Suzan’a olan aşkını anlatmaktadır.
“Aşıka Bağdat yakındır! (Sorulmaz)”. Mustafa’nın etkileyici aşk
şarkısına Mehmet Ali ud ile eşlik etmektedir. Leyla İtalyanca
olarak araya girer. Tuna’nın ötesinden gelen Frenk Mustafa tabiî ki
anlamaktadır, Leyla aşkını kabul etmez. Kırgın kalpli Mustafa’nın
aşkı nefrete dönüşmüştür, intikam planları yapmaya başlar.
Meddah’ın anlattıklarından; Kıbrıs’ta maiyetteki tüm Osmanlı
kadınlarının - Suzan dahil - yüzünü kızartan İtalyan Rocer'in ününü
öğreniyoruz. Orkestra eşliğinde Mehmet Ali ney çalmakta ve koro
şarkı söylemektedir: “Viva Ruggiero!”. Takiben, Mehmet Ali solo
ney ile caz esintileri taşıyan bir parça çalar. Sonrasında Labaree
Saadet’in ağıtına çengi ile eşlik eder.
Sümbül ve Mustafa’nın Suzan hakkındaki düeti ve Suzan ve
Sümbül’ün soz kez söyledikleri düet ve en sonunda üçüne katılan
Saadet ile opera sona erer. Cinayet- intihara bizler şahit olmadık!
İzleyiciler beğenilerini uzun alkışlar, ayakta tezahüratla gösterdiler.
İzleyicilerin çoğunun katıldığı performans sonrası söyleşide Mehmet
Ali’nin rehberliğinde ve Labaree’nin desteği ve katkılarıyla takım
olarak esere nasıl karar verildiği ve çalışmanın gelişimi anlatıldı.
Hikaye, aşkı öfkeli bir kıskançlığa ve trajediye dönüşen, (Giraldi’nin
1565 yılındaki öyküsünden Shakespeare’nin 1603 yılındaki
adaptasyonu ile meşhur olan) kişiliği Venedik’in siyahi Mağriplisi
ile iç içe giren, siyahî Haremağası Sümbül’ün yaşamı üzerine
kurgulanmış. Sakal bırakmasına rağmen, Mehmet Ali ve Labaree’nin
orijinal kurgulamasında yer alan Meddah rolü için çok genç olan
Max Sklar, her halükarda rol için biçilmiş kaftandı. Operanın New
York, Massachussetts ve diğer kentlerdeki kültür mekânlarında
sahneye konması turneye çıkması planlanıyor.
Gereğince Osmanlı dünyası tadını veren, ötesinde çağdaş caza varan
Dünya’nın müzikal araştırma seçkileri içeren eseri tavsiye ederim.
CD’leri aşağıdaki web sitesinden edinilebilir.
http://www.dunyainc.org
Othello Sarayda’yı bir başka açıdan okumak isterseniz aşağıdaki
web sitesini ziyaret edebilirsiniz:
http://www.classical-scene.com/2015/04/09/delights-alla-turca/

Benzer belgeler

akob dergisi 33. sayısını görüntülemek için bu satırı tıklayınız.

akob dergisi 33. sayısını görüntülemek için bu satırı tıklayınız. Web Sitesi Ziya Aykın STK İlişkileri Fatma Kozacıoğlu Yayın Kurulu A. Vahap Kokulu Ziya Aykın Semihi Vural Nihat Taner Berlin Correspondent Alexandra Ivanoff London Correspondent Stephen Jackson Ne...

Detaylı

serkan gürkan

serkan gürkan operası oldu. Çok sevilen bu eser günümüze kadar dünya çapında gerçekleştirilen elliden fazla yapımla bir fenomen oldu denilebilir. Bir idam mahkûmunu konu alan opera bütün insanları ilgilendiren b...

Detaylı