Birinci Kısım

Transkript

Birinci Kısım
XV. İLE XX. YÜZYILLARDA BÜYÜK GÜÇLER
Ders Notları (Birinci Kısım)
Yrd. Doç. Dr. Oktay BERBER
“Güç” Kavramı
Devletlerin uluslararası politikalarının analizleri yapılırken ve bu
çerçevede uluslararası ilişkiler kapsamında yeni teoriler ortaya konulurken
en çok değinilen kavram güç olgusudur. Güç kavramı için ortaya konulan
bütün tanımlamalar dikkate alındığında, bu kavramın net bir çerçeveye
oturtulmadığı görülecektir. Buna göre güç kavramını oluşturan unsurlar ile
ilgili askeri, ekonomik, siyasi, coğrafi vb. birbirinden farklı görüşler ortaya
konulmaktadır. Kimilerine göre bunlardan herhangi biri güç kavramını
ortaya çıkarmaya yeterken; kimilerine göre de bütün etkenlerin birbiri
arasında ilişki olma zorunluluğu vardır.
Özdemir‟in çalışmasında değindiği bazı temel yaklaşımlar, güç
kavramını şu şekilde ilişkilendirmektedir:
İdealist yaklaşım da uluslararası ilişkilerde gücün önemini
kabul ederken, güç mücadelelerinin savaş-dışı ve özellikle
ekonomik yöntemlerle yürütülebileceğini savunur. Marksizm
ve feminizm gibi eleştirel teorilerin analizlerinin odak
noktasında da yine güç ve güç ilişkileri vardır. Eğer güç
merkezli bir uluslararası ilişkiler yaklaşımı ile yalnızca
realizm özdeşleştirilmiş olsaydı herkes realist olurdu.
Realizme özgü olan asıl varsayım, gücün yalnızca kaba
somut uygulamalar (“brute material forces”) yoluyla sonuç
doğurabileceğidir (WENDT, 2006: 97). Diğer yaklaşımlar
da analizlerinde güce merkezi bir yer vermekte, ancak
tanımlarında kaba kuvvet yerine fikirlere ve kültürel ya da
kurumsal bağlamlara yaptıkları vurgu nedeniyle realizmden
farklılaşmaktadır.
“Büyük Güç” Kavramı
Güç kavramı ve bunu oluşturan unsurlar ne kadar tartışmalı olsa
da, büyük güç kavramının içeriği hemen hemen bellidir. Tarihsel bağlamda
ele aldığımızda, başka devletler veya milletler üzerinde politik, ekonomik
ve kültürel nüfuzu kuvvetli olan ve bunu kullanabilen ülkeler için büyük
güç kavramı kullanılmaktadır. Dolayısıyla dersin kapsamını oluşturan 15.
yüzyıldan itibaren bakıldığında, İngiltere, Fransa, Portekiz, İspanya ve
Osmanlı devleti için büyük güç sıfatına sahiptir diyebiliriz. 18. yüzyıl
başlarından itibaren ise bu grup içerisinde Birleşik Krallık ve Habsburglar
ile birlikte Rusya, Prusya, Avusturya gibi ülkeler yerini almıştır.
Söz konusu devletlerin büyük güç olarak algılanması, bu
devletlerin askeri ve ekonomik durumlarındaki değişimle meydana
gelmiştir. Buradaki değişim bu devletlerin kendisini etkilerken, diğer
yandan dünya düzeninin yeniden şekillenmesine yol açmıştır. Batı
Avrupa‟nın 1500‟lü yıllarla başlayan güçlenme süreci, o güne kadar var
olan siyasi, askeri, ekonomik sistemi değiştirmiştir. Bu yeniden şekillenme
Osmanlı Devleti, Rusya, Çin, Türk-Moğol devletleri gibi o güne kadar
önemli güç olarak varlığını sürdüren siyasi yapılanmayı sarsan süreci
başlatmıştır.
Alan ile ilgili önemli tespitlerde bulunan Kennedy bu süreci şu
şekilde yorumlar:
Doğu imparatorlukları ne kadar etkileyici ve düzenli
görünseler de, ticari etkinliklerde ve silah geliştirmekte
başarı göstermiş olsalar da düşünce ve uygulama
birliği üzerinde baskıcı bir merkezi otoritenin varlığı
her zaman için gelişmenin önündeki engel olarak
görülmüştür. Oysaki Avrupa’da bir üst otoritenin
bulunmayışı krallıklar ile şehir devletleri arasında
rekabeti kızıştırmış ve bu rekabet, askerî alanda
gelişme sağlamak için devletleri sürekli arayış içine
sokan itici bir güç olmuştur. Merkezî otoritenin
olmaması, gelişmenin ve değişimin daha kolay
2
1
olmasına olanak sağlamıştır ve bu sayede Avrupa
devletleri kısa zamanda doğunun her alandaki
üstünlüğünü batıya transfer edebilmişlerdir.
Coğrafi Keşifler ve Değişen Dünya Düzeni
XV. yüzyılın ortalarında Avrupa modeli, yerel özellikler içeren bir
kurgu üzerine seyretmekteydi. Bu dönemde çoğu insan köyünden uzağa
hiç seyahat etmemişti. Üretilen ürünler yalnızca gün içerisinde gidilip,
dönülebilecek kadar uzaklıktaki yakınlardaki bir kasaba pazarına
götürülürdü. Zihinsel dünya da bu şekilde yereldi. Ancak az olmakla
birlikte bir kısmı da kendi bölgesinin sınırlarının dışına çeşitli yollarla
ulaşmak için çaba göstermekteydi. Daha çok denizlerde seyahat eden az
sayıda insan, hızla gelişmekte olan Viyana dışında çok ücra köşelere
eşyalar, yeni fikirler ve değişim getiren bir etkileşime girmişti.
Keşifler öncesi dönemde Avrupa‟nın dünyaya dair bilgisi çoğu kez
efsaneler, mitler ve dini yapının tasvirine dayalıydı. Çoğu gerçek dışı olan
bu bilgilerin yanı sıra, bazen bir kaşifin seyahat notlarına dayalı olarak
doğru bilgiye ulaşmak mümkün olmaktaydı. Marco Polo, Plano Carpini,
Rubruck, Sir John Mendeville gibi kişilerin seyahatlerinden edinilen bilgi
doğu hakkında Avrupa‟ya önemli bilgilerin aktarılmasını sağlamıştı.
Coğrafi Keşifler Tarihi‟ni kaleme alan Arnold‟a göre efsanelere,
korkulara, kilise verilerine dayanan bu sığ düşünce, korku verici ve cesaret
kırıcıydı. Bu durum soruşturmacı zihniyetin ve araştırmacı ruhun önündeki
önemli engellerdendi.
Keşifler öncesinde haritacılık da bu kapalı görüş nedeniyle gelişme
imkanı bulamamıştı. Daha çok kilise eliyle çizilen ve adına Mappe Mundi
denilen haritalar mevcuttu. Bu haritalar Hıristiyanlığın manevi merkezi
olarak gösterilen Kudüs‟ü merkeze koyarken, o güne kadar bilinen kıtaları
ise buranın etrafında simetrik olarak yerleştirmişti.
(Merkeze Kudüs‟ü (Jerusalem) alan bir Mappe Mundi haritası)
Dini amaca hizmet maksadıyla çizilen bu haritaların denizci ve
gemicilere de en ufak faydası yoktu. Bunlardan başka Batlamyus‟un
eserinden hareketle çizilen haritalar mevcuttu. Bunlar Asya‟nın batısı ve
Afrika‟nın kuzeyi konusunda başarılı olsa da Afrika‟nın güneyi, Hint
Okyanusu konusunda başarısızdı. Ayrıca Antartika, Avustralya ve Pasifik
bu haritalarda yer almıyordu. Bütün bu eksikler keşifler çağının ilk
haritacıları tarafından doldurulmaya çalışılmış, hayali bilgilerle
3
4
doldurulmuştur. Ancak ne kadar hatalı olursa olsun tüm bu bilgiler insanın
doğasında var olan merak duygusunu harekete geçiren faaliyetleri ortaya
koymaya başlamıştır.
Dünya üzerine birbirinden habersiz toplulukların varlığı devam
ederken, diğer yandan dönemin belirli bir düzeni, ekonomik, askeri ve
siyasi sistemi de vardı. Ancak bu dönemde 1348-1349 yıllarında Avrupa‟yı
kasıp kavuran “Kara Ölüm” adı verilen veba salgınının etkisinden de söz
etmek gerekir. Bu salgın Avrupa‟da nüfusun üçte birinin yok olmasına
neden oldu. Nüfustaki bu hızlı erime ekonomik bunalıma neden olmuştu.
Bu durumdan çıkış için yeni ticari arayışlar ortaya çıkmış, bu da iki temel
gereksinim etrafında şekillenmişti: İşgücü ve ekonomiyi yeniden
güçlendirecek değerli madenler. 14. yüzyılın ortasında yaşanan bu önemli
gelişme, içine kapanık yaşamını sürdüren Avrupa‟nın ufkunu açacak
gelişmelere zemin hazırlamıştı.
1492 yılında Müslümanların İber yarımadası‟ndaki son bölgeyi
(Granada) kaybetmeleri, İspanya ve Portekiz‟in yeniden fethi (reconquista)
anlamına geliyordu. Potekizliler ve İspanya‟da Kastilyalılar bu yeniden
fetih sürecini bir Haçlı Seferi olarak nitelendirip, bu hareketi İber
Yarımadası‟nın ötesine yani Afrika‟ya da taşımışlardı. Bu hareketin
sonucunda Potekiz 1415 yılında Fas‟taki Ceuta Limanı‟nı da ele geçirmişti.
İşte Avrupalı tarihçiler, Portekiz‟in bu hareketini keşifler çağının
başlangıcı olarak saymaktadırlar. Bu hareketin daha ileriye taşınamaması
ve Gemici Henrique‟in1 denize yönelmeye mecbur kalması, coğrafi
keşiflerin başlamasında önemli bir katkı sağlamıştır.
Osmanlı Devleti‟nin XV. ve XVI. yüzyıldaki başarıları güney
Akdeniz‟in Osmanlı hakimiyetine geçmesini sağladığı gibi, Osmanlı‟nın
Fas‟tan Balkanlar‟a ve Karadeniz‟e uzanan varlığı Hıristiyan Avrupa için
büyük bir sınırlama anlamına gelmekteydi. Çünkü Avrupa‟nın Afrika ve
Asya yönünde ilerlemesi için bilinen ve kullanılan yollar, Osmanlı
hakimiyetine geçmişti. Bu da Avrupa‟yı alternatif yol aramaya iten önemli
bir etkendi. Ayrıca Avrupa‟ya göre zengin Afrika ve Asya kıtalarından
Avrupa‟ya pazarlanan ürünler, Avrupa‟nın dünyanın bu bölgelerine olan
1
Portekiz Prensi olan Henrique‟nin başlattığı keşifler, kendisinden sonra Gine
Körfezi, Ümit Burnu ve Hindistan‟a ulaşılmasında oldukça önemlidir.
5
ilgisini artırıyordu. Altınlar, mücevherler, ipekler, halılar, porselen,
baharatlar bulunmadıkları fakat tüketildikleri Avrupa‟da Afrika ve Asya‟yı
merak konusu haline getiriyordu.
Müslümanların İberya‟dan çıkarılması ve Kara Ölüm‟ün etkilerine
bağlı olarak, Yeniçağ başlarında Portekiz‟in özellikle güney bölgelerinde
önemli bir nüfus açığı ortaya çıkmıştı. Altın ticareti ile eş zamanlı olarak,
bu nüfus açığını kapatmak üzere köle ticareti de canlılık kazandı. Erken
keşif seferleri sırasında Portekizliler, Portekiz‟deki malikânelerde işçi
olarak çalıştırılmak, daha sonra da Atlantik‟teki adalardaki şeker
plantasyonlarında kullanılmak üzere Afrika‟dan bazen satın almak bazen
de kendi olanaklarıyla ele geçirerek çok sayıda köle edindiler. Bundan
dolayı da Avrupalıları keşiflere götüren tek dürtünün Avrupa ürünlerine
pazar arama kaygısı olduğu söylenemez.
Keşiflerin başarıya ulaşmasında devletlerin verdikleri destekleri de
göz ardı edemeyiz. Ayrıca özellikle İtalyan şehir devletlerinde çok iyi
yetişmiş denizciler bulunmaktaydı. Denizci, tüccar, kaşif gibi çeşitli
kollarda olan bu kişilerin bir başka devletin hizmetine kolayca
geçebilmeleri, keşiflerin başarıya ulaşmasında önemli bir etken olmuştu.
Christopher Colombus, John Cabot, Amerigo Vespucci gibi ünlü kişiler bu
kapsamda değerlendirilmelidir.
Gemici Henrique‟nin faaliyetleri nedeniyle keşiflerin başlatıcısı
sayılan Portekizliler Ümit Burnu‟ndan geçip Hint Okyanusu‟na
ulaştıklarında Asya‟daki deniz teknolojilerini daha yakından tanıma fırsatı
buldular ve daha hızlı bir gelişim süreci içerisine girdiler. Bu gelişim de
Asyalı kılavuzların ve denizcilerin bilgi ve ustalıklarının da ayrı bir yeri
vardır. Vasco da Gama 1498‟de Doğu Afrika‟nın Malindi Limanı‟ndan
Hindistan‟ın Kalküta limanına gerçekleştirdiği seyahati Hint
Okyanusu‟nun Muson rüzgârlarını iyi bilen Müslüman bir Hintlinin
yardımına borçluydu. Bundan dolayı, Portekizlilerin, Fas‟tan Ümit
Burnu‟na seyahati seksen yıllık deneme keşifleri sonucunda
gerçekleşirken; Ümit Burnu‟ndan Çin‟e ulaşmaları Müslüman kılavuzların
bilgi birikimi sayesinde yalnız 15 yıllarını almıştır. Bütün bu örnekler,
keşiflerin Avrupalı-Asyalı bilgi birikiminin ortak bir sonucu olduğunu
göstermesi açısından önemlidir. Ne var ki, Avrupa‟nın, dış kaynaklardan
aldığı bilgi ve teknolojiyi uyarlama ve daha da geliştirme becerisi, zaman
6
içerisinde onu Asya‟nın önüne geçirecektir. Ümit Burnu üzerinden
Hindistan‟a ulaşılmasında özellikle Basra körfezi ve Çin arasında 8. ve 9.
yüzyıllardan beri devam eden ticarette tecrübe kazanan denizcilerden
yararlanıldığını belirtmek gerekir. Bu bölgede Müslümanların sahip olduğu
birikim ile ilgili bu yüzyıllardan kalma seyahatname gibi önemli kaynaklar
bizlere yeterli bilgi vermektedir. Daha Abbasi döneminde oluşturulan yapı
ile Müslüman denizci ve tüccar, Hindi Çini, Endonezya, Doğu Çin
bölgelerindeki şehirlerde koloniler oluşturdular. Aynı şekilde Çin de Basra
körfezine kadar uzanan bir ticari ağ oluşturmuştu.
1400-1600 yılları arasında Portekizlilerin ve İspanyolların dini
görünümle yola çıktıkları keşifler zamanla siyasi, ekonomik ve sosyal
açıdan kendi nedenlerini hazırlayarak küresel ve küçülen dünya için atılan
ilk adımlar oldu. Keşiflere daha sonra İngiltere, Hollanda, Fransa ve
diğerleri de katıldı. Şaşılacak bir şekilde çok uzak bölgeleri keşfeden
Avrupalılar, Afrika‟nın iç bölgelerini derin korkuları nedeniyle daha geç
keşfedebildi. Kutuplar, bir önceki yüzyılın ilk yarısında kaşiflerin durağı
olabildi. Yeniçağ başlarında doğan bu keşifçi ruh yalnızca bilinmeyen
yerlerin keşfi sürecini değil birçok alandaki icadı da tetikledi. Ortaya çıkan
merak duygusu, doğayla insanın mücadelesinde yeni bir dönem başlattı ve
keşifler için gerekli azmi ve cesareti kamçıladı. Gerçekleştirilen ilk
keşiflerin bu denli başarıya ulaşması ve dünya tarihinin farklı bir yöne
evrilmesi, ilk keşiflerin yapıldığı zaman diliminde kendi dışındaki
dünyanın zayıflığından ve bölünmüşlüğünden büyük ölçüde yararlanmıştı.
1400‟lü yıllarla birlikte Avrupa‟daki rekabet ve mücadeleler,
1500‟lü yıllarla birlikte değişime uğramıştı. Yapıla savaşlar hem yoğunluk
hem de coğrafi kapsam açısından farklılaşmıştı. Bunun asıl nedeni iki
etken etrafında toplanmaktadır. Birincisi, Reformasyon yani Protestan
reform hareketidir. 31 Ekim 1517 tarihinde Martin Luther‟in başlattığı bu
hareket ile Avrupa‟daki hanedanlar arası geleneksel rekabet farklılaşmıştır.
Protestanlar-Katoliklar arasında mücadeleyi kızıştıran bu hareket,
Avrupa‟nın güneyi ile kuzeyini ve gittikçe yükselen kent tabanlı orta
sınıflar ile feodal düzeni birbirinden ayırmaya başlamıştır. Bu Hıristiyan
Avrupa‟yı bölerken, tarafları uluslarötesi bir mücadeleye çekmiştir. İkinci
etken, birleşik bir hanedan düzeninin ortaya çıkmasıydı ki, bunun en
önemli örneği de Habsburglar olmuştur.
7
XVI. yüzyıl ile birlikte Amerika kıtası İngiliz, İskoç, İrlandalı,
İspanyol, Portekizli, Alman ve sair pek çok ulusun koloniler hâlinde
yerleşme ve yurt tutma mücadelelerine sahne olur. Anglo-sakson ve Kelt
kökenli Alman, İngiliz, İskoç ve İrlandalılar Kuzey Amerika‟yı;
İspanyollar ve Portekizliler ise Meksika‟nın yanı sıra tüm Orta ve Güney
Amerika‟yı işgal ederler. Yenidünyada bayrağını dalgalandıracak bir karış
toprağı bulunmayan Almanya‟nın milyonlarca vatandaşının da yeni
topraklara göç etmesi dikkat çekicidir.
Fransızlar, askerî müdahalelerle topraklar kazanmaya çalışmanın
yanı sıra Fransa‟dan Missisippi ve Kanada‟ya yapılan göçler aracılığıyla
koloniler oluşturmaya başlar. Emperyal devletlerle sürekli rekabet ve
mücadele hâlindeki bu genişleme çabalarının başlangıçta sistemli bir
faaliyet olmadığı görülmektedir. Bunun yanında İtalya ve İspanya ile sürüp
giden savaşlar veya iç karışıklıkların da etkisiyle Fransa Avrupa‟da
İtalya‟dan sonra en az sömürgeye sahip devlet konumundadır.
Portekiz, İspanya ve İngiltere‟nin Amerika kıtasında
gerçekleştirdiği katliamlar; İngiltere‟nin Hindistan‟da her türlü şiddet ve
entrika malzemesini kullanarak bölgeye nüfuz etme çabaları; yine
İngiltere‟nin Fransa, Belçika, Almanya ve Danimarka ile birlikte Afrika‟yı
paylaşım sürecinde yerli halkın maruz kaldığı muamele, zulüm ve katliam
insanlık tarihini dehşete düşürecek boyutlara ulaşmıştır.
15. Yüzyıla Girilirken Avrupa’daki Genel Siyasi Durum
İngiltere ve Fransa arasında 1337‟de başlayıp, 1453 yılına değin
tam 116 yıl süren Yüzyıl Savaşları sonucunda, Fransa‟daki İngiliz
hakimiyeti Calais2 kentine gerilemişti. İngiltere‟de 15. yüzyılın
başlarındaki zayıf krallar ve savaşlar feodal soyluların güçlerinin artmasına
sebep olmuştu. İngiliz soylularının sahip olduğu topraklar, Fransa‟daki
soylularınki kadar bağımsız değildi. Yalnızca Galler ve İskoçya sınırı
yakınındaki topraklar bağımsızdı ve İngiliz kralları buradaki soylulardan
çekinmekle birlikte, sınır güvenliği konusunda onlara güvenmekteydiler.
2
Fransa‟nın en kuzeyinde yer alan kent, Manş Denizine kıyısı ile İngiliz
topraklarına en yakın konumdadır.
8
İngilizler, Anglo-İrlanda ile Galler bölgeleri arasında kesin bir çizgi
çizerek iki nüfusun karışımını engellemeye çalışıyorlardı.
15. yüzyıl ortalarında Almanya‟yı da içine alan Kutsal Roma
İmparatorluğu Avrupa‟nın tam göbeğinde yer alıyordu. Krallıklar,
kontluklar, dukalıklar, bağımsız şehirler, piskoposlar, rahipler, rahibeler
veya papa tarafından yönetilen din devletleri ve önemsiz soylular
tarafından yönetilen küçük topraklarla dolu bir yapı söz konusuydu. Bu
bölünmüş görüntü aynı zamanda iç içe geçmiş bir yapıyı da ortaya
çıkarmıştı. Bazı bölgeler veya bireyler, aynı anda birkaç siyasi yapının
hakimiyetinde kalabiliyor ve her birine vergi ödemek zorunda olabiliyordu.
İtalya yarımadası, Almanya‟dan da fazla bölünmüştü. 15. yüzyıla
gelindiğinde kuzey İtalya, her biri tüccar aristokrasisi veya bir birey
tarafından yönetilen irili ufaklı çok zengin şehir devletlerinden oluşuyordu.
Ancak Floransa gibi bazı şehirler, 13. yüzyılda kısa bir süre varlık bulan
cumhuriyet yönetimini sürdürür bir görüntüdeydi. Orta İtalya‟daki Papalık
devletlerinde papalar, 15. yüzyılın ortalarında aile hanedanlıkları kurmak
ve bu bölgedeki askeri-siyasi nüfuzlarını güçlendirmekle meşguldü. Güney
İtalya ve Sicilya, Napoli Krallığı elindeydi. Her bir bölge diğeri üzerinde
güç sağlamaya çalışıyor ve denge arıyordu. Her başkentte daimi
temsilcilikler bulundurmak suretiyle modern diplomasiyi icat etmişlerdi.
İspanya‟da da durum aynıydı. En büyük siyasi birimler Aragon ve
Kastilya Krallıklarıydı. Navarra, Portekiz, Müslüman Granada tamamen
bağımsızdı. Her krallığın kendi parası, hukuk sistemi, bürokrasisi vardı.
Kuzey Avrupa‟da 1397 yılında Danimarka Kraliçesi Margrethe
önderliğinde Kalmar Birliği kurulmuş, böylelikle Danimarka, Norveç ve
İsveç Krallıkları tek bir kralın egemenliğinde birleşmişti. Ancak 15. yüzyıl
ortasında İsveç soyluları, birliğin krallarını Danimarka yanlısı olarak
gördüklerinden ayaklanmaya başlamışlardı.
Baltık‟ın doğu ve güney bölgelerindeki Prusya dükleri3, Litvanya
arşidükleri4, Polonya kralları ve Moskova prensleri her türlü sınır
anlaşmazlığı ve taht kavgalarında soyluların desteğine güvenmekteydi.
Yerel beyler kendi topraklarının en büyük yetkilisi ve gücü olarak halkın
haklarını kısıtlamakla meşguldüler. Buna karşın Osmanlı, sürekli
genişleyen topraklarında hüküm sürebilmek için merkezi imparatorluk
kurumları geliştirmekle uğraşıyordu. 15. yüzyıl ortalarında genel siyasi
görüntü bu şekildeyken ve sınırlar sürekli değişirken, kültürel ve
entelektüel yaşam da halen din ile ilişkiliydi. Üniversite denilecek yapılar
da bu hayatın şekillenişinde önemliydi. 12. yüzyıldan başlayarak sayıları
artan ve içerisinde pansiyon, yatakhane, taverna, genelev, çeşitli dükkanlar
barındıran karmaşık üniversite yapıları, 14. yüzyıl başında 15-20 iken; 16.
yüzyılın hemen başında 50‟yi aşmıştı.
Osmanlı’nın Yükselişi
1299 yılında bir uc beyliğinden devlete dönüşen Osmanlı, daha
beyliğinden itibaren izlediği önemli bir fetih stratejisinin sonucunda
kurulmuş ve gelişme imkanı bulmuştu. Daha İstanbul fethedilmeden
Karesioğulları‟nın da yardımıyla Rumeli‟ye geçilmesi ve 1353 yılında
Çimpe Kalesi‟nin Osmanlı‟ya geçmesi, ileriye yönelik fetih stratejisinin
önemli bir göstergesiydi. 1363‟te Edirne‟nin ele geçirilmesi ve başkentin
buraya taşınması da bu stratejinin önemli bir adımı olmuştur.
Osmanlı Devleti‟nin Balkanlar‟daki ilerleyişi ve buraya kesin
olarak yerleşmesini sağlayacak en önemli adım İstanbul‟un fethi ile
atılmıştır. Bu fetih yalnızca Doğu Roma İmparatorluğu‟nun ortadan
kalkması anlamına gelmez, aynı zamanda Hıristiyan Avrupa için son
derece tehlikeli bir sürecin başlaması demektir. Kennedy, İstanbul‟un
fethinin batı için yüklendiği anlama büyük önem atfetmektedir.
Kennedy‟nin bu ifadeleri Osmanlı‟nın yükselişini özetleyen ve önemli
noktalara vurgu yapar niteliktedir:
“…Batı dünyasının büyük bölümünde İstanbul’un 1453’te
düşmesinin yarattığı şok hala etkisini sürdürmekteydi. Bu olay,
Osmanlı Türklerinin ilerleyişinin durduğunu göstermediği için
3
Dük: Monarşi ile yönetilen Avrupa ülkelerinde imparator, kral ve prensten sonra
gelen soylu kişi. Dükalık adı verilen ve imparatorluk veya krallığa bağlı yarı
bağımsız eyaletleri yönetmektedirler.
9
4
Arşidük: Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu‟nun Avusturya kolunda
hükümdarlara verilen unvandı. Kral ve grandük arasında kalan bir rütbedir.
10
yüklendiği anlam daha da büyüktü. Yüzyılın sonuna (15. yüzyılın
sonu) gelindiğinde Osmanlı Türkleri, Yunanistan’ı ve İyonya
Adalarını, Bosna’yı, Arnavutluk’u ve geriye kalan Balkan
topraklarının çoğunu almışlardı. Bundan da beteri, yüreklere
kordu salan yeniçeri ordularının Budapeşte ve Viyana’ya doğru
ilerledikleri 1520’li yıllardı. Güneyde Osmanlı kadırgalarının
limanlarına baskılar yaptıkları İtalya’da, papalar, Roma’nın
kaderinin de yakında İstanbul’unkine benzeyeceğinden korkar
olmuşlardı.”
İstanbul‟un fethi, Osmanlı Devleti‟nin ufkunu daha da açan bir
süreci başlatmıştı. Avrupa tarihi için bunun önemi ise, önemli ticari
yolların Osmanlı Devleti‟nin eline geçmesi nedeniyle Avrupa‟nın yeni
arayışlara girmesine neden olmasıdır. Fethin, Asya ve Avrupa arasında
sıkışmış bir devlet olan Rusya‟nın da kaderinin değişmesinde önemli etkisi
olacaktır.
Askeri bir mekanizma olmanın da ötesinde fetihçi bir topluluk
olarak hareket eden Osmanlı Devleti, askeri ve bürokratik sisteminde
devşirme usulü gibi önemli uygulamaları hayata geçirdi. Osmanlı‟nın
yükseliş döneminde bu sistem çok başarılı örnekler verdi. 16. yüzyıl
ortalarına geldiğimizde (Kanuni Sultan Süleyman dönemi) Osmanlı
hakimiyetinde 14 milyonluk bir nüfus söz konusu olmuştu. Osmanlı‟nın
çağdaşlarına göre (İngiltere 2,5 milyon; İspanya 5 milyon) kat kat fazla bu
nüfusu ile dönemin askeri ve ekonomik şartlarında büyük bir güç teşkil
etmekteydi.
Habsburg Hanedanı’nın Yükselişi
1500‟lü yıllarla birlikte ortaya çıkan savaşlar önceki dönemlere
göre çok daha yaygın ve birbirleriyle bağlantılı bir düzen içerisinde
ilerlemekteydi. Hıristiyan Avrupa‟da Reformasyon hareketi ile başlayan
Protestan-Katolik mücadelesinin yanı sıra birleşik bir hanedanlık düzeni
ortaya çıkmıştı. Bu birleşik hanedanlık düzenini ise, Cebelitarık‟tan
Macaristan‟a, Sicilya‟dan Amsterdam‟a uzanan geniş topraklar üzerinde
Habsburglar oluşturmuştur.
Kökenleri Avusturya‟da olan Habsburg hükümdarları, kendilerini
Kutsal Roma İmparatoru olarak seçtirmekle kalmamış, bunun düzenli
11
olarak devamını da tesis etmişlerdi. Habsburgların bu başarısı bir dizi
önemli politikaların takibi ile gerçekleşmişti. Bu politikaların en
önemlilerinden birinin toprakların evlilik ve veraset yoluyla arttırılması
olduğu konusunda şüphe yoktur. Avusturya Kralı I. Maximilian‟ın veraset
yoluyla zengin Burgonya topraklarını5 ve onunla birlikte de 1471‟de
Hollanda‟yı kazanması çok önemli bir başarıydı. 1515 tarihli bir evlilik
sözleşmesi ile Macaristan ve Bohemya toprakları da eklenmişti.
Maximilian, oğlu Philip‟i İspanya Kralı Ferdinand ve Kraliçesi İsabella‟nın
kızları Johan ile evlendirmişti. Böylelikle Kastilya ve Aragon da
Habsburglara dahil edilmiştir. Bu evlilikten doğan Charles, 1516‟da
İspanya Kralı olarak V. Charles adını aldı. I. Maximilian‟ın Haziran
1519‟da ölümü ile birlikte Alman İmparatoru seçildi. V. Charles böylelikle
Kutsal Roma İmparatoru unvanı da almak suretiyle, Alman İmparatoru,
İspanya Kralı, Hollanda-Belçika Kralı sıfatlarıyla bu dört mirasın sahibi
olarak Avrupa‟nın en büyük gücü haline gelmişti.
5
Fransa‟da bir bölge.
12
İspanya’nın Yükselişi
8. ve 10. yüzyıllar arasındaki Endülüs döneminden sonra 11. yüzyıl
İspanya için iç karışıklıkların yaşandığı bir süreç oldu. Bu süreçten
faydalanan Hıristiyan birlikleri kuzeyden başlayarak ülke topraklarını ele
geçirmeye başladılar. Bu süreç sonunda Müslüman topluluğun elinde kalan
Granada Krallığı da 1492 yılında yıkılmıştı. Ayrıca veba salgını olan Kara
Ölüm Fransa ve Büyük Britanya‟da olduğu gibi çok yüksek ölüm oranıyla
İspanya‟da eski kırsal ekonomi dengesinin bozulmasına yol açmıştır.
İspanya‟da reconquista olarak adlandırılan yeniden fetih
faaliyetleri neticesinde Granada ele geçirilmiş ve İber Yarımadasındaki
Müslüman hakimiyetine son verilmişti. Ayrıca ülkedeki Museviler de
kitleler halinde buradan sürülmüşlerdi. Yine 1492 yılı içerisinde Aragon
Karalı Fernando ile Kastilya Kraliçesi Isabel‟in evliliği gerçekleşmiş,
böylelikle hanedanlar bir bayrak olarak birleşmiş olmakla İspanya‟da
siyasi birliktelik sağlanmıştı. Bütün bu gelişmeler İspanya‟da iç işlerinin
düzene ulaşmasını ve yeniden fethin başarıyla tamamlanmasını sağlamış,
İspanya yönetimi de yönünü dışarıya çevirebilmişti.
Gemicilik teknikleri ve coğrafya bilgisinin gelişmesiyle 15.
yüzyılda İspanyollar ve Portekizliler altın ve baharat ülkesi olan
Hindistan‟a ulaşmak üzere deniz seferlerine başladılar. İspanya‟da bu
gelişmeler yaşanırken diğer taraftan da İspanya Kralı‟nın desteğini alan
Kristof Kolomb (Christopher Columbus) Amerika‟ya ulaştı. Hindistan‟a
ulaştığını zanneden Kolomb, Orta Amerika, Karayipler ve Honduras‟taki
tüm büyük adalara ulaştı İspanya Krallığı, Kolomb‟un bıraktığı yerden
devam etmek üzere pek çok denizciyi yeni kıtayı bulmak üzere teşvik etti.
Keşif hareketlerini gerçekleştiren İspanyol denizciler, Amerika Kıtası‟nda
zamanın oldukça gerisinde bir dönemde yaşayan halklarla karşılaştılar.
Kendilerini oldukça misafirperver karşılayan yerli halkı barbar, gelişmemiş
ve sapkın buldular. Bununla birlikte İspanyollar kıtaya ayak bastıklarında
Latin Amerika‟da üç büyük uygarlığın varlığı söz konusuydu: Maya, İnka
ve Aztek uygarlıkları. Keşif hareketlerinin ardından fetih hareketlerini
başlatan İspanyollar ilk fetihlerde önce bu uygarlıkları ortadan kaldırdılar.
Avrupalıların beraberlerinde Amerika‟ya getirdikleri ve Avrasya‟da yaygın
olan kızamık, kabakulak, veba, grip ve çiçek gibi hastalıklara karşı hiçbir
direnci olmayan Amerikan yerlileri üzerinden bu hastalıklar Karayip
13
14
Adaları‟nda yayıldı ve oradan Orta ve Güney Amerika‟nın daha yoğun
nüfuslu bölgelerine sıçrayarak bazı yerlerde yerel nüfusun neredeyse yüzde
90‟ını öldürdü. Kolomb‟un bu keşif başarısı ve ardından İspanyolların
Latin Amerika‟daki hızlı yayılışı ile birlikte çok değerli madenlerin ele
geçirilmesi, İspanya‟ya dünya tarihinin seyrini değiştirecek gelişmeleri
yaşatmasına neden olmuştur. Nitekim bu tarihten sonra (1492) İspanya,
dünyanın en büyük sömürge devletlerinden birini oluşturmuş oldu.
İspanyollar, Latin Amerika‟da kiliseler inşa ettiler; tarım ve
madencilikle de uğraşarak buraya hiç ayrılmamak üzere geldiklerini
kanıtladılar. Kıtada iyice yerleşik hayat sürmeye başlayan İspanyollar, yerli
halkın doğal evrimini de engelleyerek yeni bir Amerikalı topluluk
oluşturmak üzere Latin Amerika‟da asırlarca sürecek olan sömürge
yönetimlerini kurdular.
Amerika kıtasının keşfinin ardından bölgenin zenginliklerini ele
geçirmek ve egemenlik kurmak isteyen İspanyollar, kıtaya yönelik seferler
düzenlemeye devam ettiler. Amerika‟ya gelenler denizcilik mesleğiyle
uğraşan İspanyol fatihlerdi. İspanyol fatihlerinden Cortez‟in Meksika‟yı,
Pizarro‟nun da Peru‟yu fethetmesi özellikle büyük önem taşımaktadır.
Cortez Meksika‟daki Aztek, Pizarro da Peru‟daki İnka uygarlıklarını
tümüyle yok ettiler. İspanyolların Latin Amerika‟yı fetihleri 17. yüzyıl
sonuna kadar devam etti. Bu dönemde Latin Amerika‟nın tüm kaynakları
sömürgeleştirildi. İspanyolların fetih hareketi, Amerika‟nın yerli halkı için
tutsaklık, yoksulluk, yıkım getiren bir sömürge düzeninin yerleşmesi
anlamına geldi. Ateşli silah nedir bilmeyen, ama birçok bakımdan gelişmiş
uygarlıklar yaratmış bulunan Mayalar, İnkalar, Aztekler eriyip gittiler.
Latin Amerika‟nın İspanyollar tarafından sömürgeleştirildiği
dönemde kıta nüfusunun yanı sıra bölgenin coğrafi yapısı da altın, gümüş
gibi değerli madenlere ulaşmak için değiştirildi. 1545‟te Potosi
Dağları‟ndaki büyük gümüş madenleri bulunmuştu. Avrupa‟nın yıllık
üretiminin 60.000 kilo olmasına karşılık, burada 266.200 kilo gümüş
üretilmekte gecikilmedi. Altına gelince, Avrupa‟da yılda 1000, Afrika‟da
2000 kilo üretildiği halde, Amerika yılda 5400 kilo altın üretiyordu.
Potosi‟den sonra Zacatecas bölgesinde çok zengin gümüş yatakları
keşfedildi. Zacatecas ve Potosi 16. ve 17. yüzyıllarda İspanya‟nın güç ve
zenginliğinin başlıca kaynaklarını oluşturdu.
15
İspanyollar 16. yüzyılda dünyanın en büyük sömürge
imparatorluğunu kurmuş bulunuyorlardı. Fetih hareketlerinin sonunda
sınırların genişlemiş olması, fethedilen bölgelerde idari yapılanma ve
kurumsallaşmayı zorunlu hale getirdi. Bu nedenle askerlere ve kâşiflere
vali veya kraliyet görevlisi gibi makamlar verildi, kısa bir süre sonra da
yerleşimciler geldi.
İspanyol krallar, Yeni Dünya‟ya, mutlak otoritelerini ve
monarşik merkeziyetçiliklerini yaymak için büyük çaba harcadılar.
Amerika‟da ele geçirilen topraklar İspanyol tacına aitti. Dolayısıyla
kanunlar ve yönetim her iki yerde de mümkün olduğu kadar birbirine
benzemeliydi. Nitekim öyle de oldu; Amerika‟da ağır ağır bir kurumlar
mekanizması ortaya çıktı. Taht İspanya‟nın denizaşırı topraklarını (Leyes
de Indias / Yerli Yasaları adı altında geniş çaplı bir mevzuatın ortaya
çıkmasına yol açan bir kararla) metropolden yönetme ve kökleri İspanyol
geleneğine dayanan bir dizi belediye ve siyaset-adliye kurumu (audiencia)
oluşturma yoluna gitti. İlk olarak sömürgelere, merkeze bağlı valiler
atandı.
İspanyol Amerikası‟ndaki en büyük kurumsal yenilik 1524‟te V.
Karl tarafından kurulan ve Casa de Contratacion (1503) ile işbirliği içinde
hareket eden Yerliler Konsili idi. Bu iki kurum sömürge bürokrasisinin
tepesine yöneticiler atayarak ve onlara talimatlar yollayarak, sömürge
yönetimlerinin her aşamada düzgün işlemesinden sorumluydular.
Portekiz’in Yükselişi
XV. yüzyılın geleneksel ticaretinde Venedik ve Ceneviz tekeli söz
konusuydu. Doğu‟nun kıymetli mallarının Avrupa‟ya ulaşmasını sağlayan
bu ticaret sisteminin önemli bir kısmı Moğol İmparatorluğu içerisinden
çıkan devrin önemli güçlerinin ve 1453 yılında İstanbul‟a hakim olan
Osmanlı Devleti‟nin hakimiyetinde idi. Dolayısıyla Avrupa‟nın kendi
kontrolünde olmayan bir durum söz konusuydu. Ayrıca her geçen gün
artan taşıma maliyeti de zaten uzun sürelerde gerçekleşen ticarette yeni
arayışları getirmişti.
Bu şartlar altında, Akdeniz yollan pratik olarak kesildi ve Dogu
ticaretinin merkezi Batı Avrupa'ya doğru kaydı. Yeni deniz güçlerinin
gelişmekte olduğu Batı Avrupa limanlarından okyanus ötesi seyahatler
16
gerçekleştirmeye başlandı. Gemici Henri'nin baharat tekelini
Venediklilerin elinden almak ve Hindistan'a okyanuslardan ulaşmak
amacıyla 1415'te başlattığı girişimler, yüzyılın son on-on beş yılında Diaz,
Kolomb, Cabot ve Vasco da Gama gibi denizcilerin gerçekleştirdikleri
Ümit Burnu'nun dönülmesi, Afrika kıtasının dolaşılması, Hindistan'a
ulaşılması ve bu arada Amerika kıtasının bulunuşu vb. bir dizi meşhur
"cografi keşif' ile sonuçlandı. 1498'de Vasco da Gama Ümit Burnu'nu
dönmesiyle birlikte Avrupa'daki Hindistan ticaretinin merkezi kesin olarak
Akdeniz bölgesinden Atlantik kıyılarına kaydı.
Bir Portekizli olan Vasco da Gama‟nın 18 Mayıs 1498 tarihinde
Hindistan‟ın Kaliküt (Calicut) Limanı‟na demir atması, Portekiz için
önemli bir dönüm noktası olmuştu. Portekiz Kralı I. Manuel‟e bağlı olarak
gerçekleştirilen bu önemli sefer, Asyalı denizcilerin de rehberliği ile
olmuştu. Vasco da Gama Hindistan‟dan dönüşünde yanında bolca baharat
götürmekle birlikte, Hindistan‟da ihtiyaç duyulan mallar ve buradaki
siyasi, ekonomik ortam ile ilgili çok önemli bilgileri de Portekiz kralına
iletmişti. Gama‟nın Portekiz‟e geri dönüşünden hemen sonra Alvares
Cabral komutasında ticari eşya ve askeri teçhizatla donatılmış on üç
gemiden oluşan bir filo Hindistan‟a gönderildi. Bu filonun Hindistan‟a
ulaşması ardından bölge ticaretine hakim olan Arapları buradan çıkarmak
için buradaki bazı şehirlere saldırılar gerçekleştirilmişti. Gerçekleştirilen
faaliyetlerin iki ana amacı bulunmaktaydı: Birincisi, Hindistan ile
Kızıldeniz arasındaki ticareti durdurmak veya zorlaştırmak; ikincisi ise
Doğu ülkeleri ile Avrupa arasındaki ticaret tekelini ele geçirmek.
Hindistan‟a ulaşılmasından sonra geçen 15-20 yıllık süre bu
bölgede Portekiz‟in askeri altyapısını sürekli güçlendirdiği dönem olmuştu.
Bununla birlikte Hindistan ve Kızıldeniz arasında ticaretle uğraşan
Araplara sürekli saldırılıyor, yağma ediliyordu. Hindistan‟ın pek çok
yerleşimi de baskı görmekteydi. Portekizli birliklerin gerçekleştirdikleri
faaliyetler bir yandan Arapları, diğer yandan da Venedik ve Ceneviz‟i zora
sokmakta, onların yürüttüğü ticaretin maliyetini arttırmaktaydı. Bütün
bunlar neticesinde Portekiz 16. yüzyıl için önemli bir güç elde etmiştir.
İngiltere’nin Yükselişi
Yüzyıl savaşları (1337-1453) ile Fransa karşısında geri çekilmek
zorunda kalan İngiltere‟de bu süreç sonrası soylular, Lancaster ve York adı
verilen iki düklük arasındaki taht kavgalarına katılmışlardı. Seçilen
simgeler nedeniyle (York-Beyaz gül; Lancaster-Kırmızı gül) Güller Savaşı
olarak bilinen bu süreç sonunda 1485 yılında Lancaster Hanedanına
mensup olan Henry Tudor, York güçlerini mağlup etmeyi başardı. Kral
VII. Henry adıyla tahta çıktıktan hemen sonra hakimiyetini güçlendirmek
için York Hanedanının tek popüler kralı olan IV. Edward‟ın kızıyla
evlenmiştir. Hakimiyetinin ilk dönemlerinde ülke yönetimi için
parlamentoyu toplasa da ülkeyi yüksek soylular, din adamları, şövalyeler
ve profesyonel memurlardan oluşan kraliyet konseyi aracılığıyla
yönetmiştir.
Hukuk alanında yeni düzenlemelere giderek, adalet mahkemesi
(Court of Chancery), sulh mahkemesi (Court of Requests), kraliyet
mahkemesi (Star Chamber) adlarıyla yeni birimler oluşturdu. Stratejik
evlilikler siyasetine devam ederek, büyük kızı Margaret‟i İskoçya Kralı IV.
James ile; oğlu Arthur‟u da İspanya kralının kızı Aragonlu Catherine ile
evlendirdi. İngiltere‟yi savaş dışında tutan Kral VII. Henry, böylelikle ülke
hazinesinin gelişmesini sağladı. Bu arada denizcilik faaliyetleri
desteklendi, gemiciliği korumak adına ticaret filosu oluşturuldu.
Colombus‟un Amerika‟dan dönüşü sonrası sağlanan faydayı gören VII.
Henry, uzun süredir devletten destek talep eden John Cabot‟a olumlu yanıt
verdi ve onu İngiltere himayesine aldı. Aslen bir İtalyan olan Cabot,
İngiltere kralından aldığı destekle 1498 yılında harekete geçmiştir. Kuzey
Amerika ile ilgili faaliyetleri, İngilizlerin Kanada topraklarındaki hak
iddialarının temelini teşkil etmektedir6.
Coğrafi keşifler İspanya, Portekiz gibi devletlere nasıl Yenikapılar
açmışsa, İngiltere için de aynı durum söz konusu olmuştur. John Cabot ile
Amerika‟nın kuzeyinde faaliyetler yürüten İngiltere, bir yandan da
Portekizlilerle karşılaşmadan Hindistan‟a ulaşma yolları aramıştır.
İspanya‟nın Sevilla kentinte uzun süre bulunan İngiliz tüccar Robert
6
Kral VII. Henry, Cabot‟un Kuzey Amerika‟ya yaptığı başarılı seyahatinden
dolayı 22 Şubat 1498‟de yıllık £20 emekli maaşı bağlanmasını emretmiştir.
17
18
Thorne, Kral VIII. Henry‟e İngiliz ticaret burjuvazisinin Hindistan‟a
gidilebileceği önerisini sundu. İlk deneme 1527 yılında gerçekleşmiştir.
Ancak Portekiz‟in Ümit Burnu yolunu kullanması, İngiltere‟ye yeni rota
aratmış; kuzeydoğu istikametinde gerçekleştirilen sefer başarısızlıkla
sonuçlanmıştır. Daha sonra da başarısız birkaç sefer gerçekleştirilmiştir.
1580 yılında ise Kaptan Drake, New Hemisphere‟den yola çıkarak Ümit
Burnu‟nu dolaşmış ve geri döndüğünde İngiltere Krallığının bir yıllık
gelirine denk olan yarım milyon poundluk bir ganimet getirmiştir. Onun bu
başarısı İngiltere ve İngiltere ticaret burjuvazisinin Portekiz‟e rağmen Ümit
Burnu‟nun dolaşılabileceği ümidini arttırmıştır.
I. Elizabeth (1558 – 1603), İngiltere‟nin resmi kilisesi sayılan
İngiltere Kilisesi‟ne has doktrin, ilke ve kurumlardan oluşan Anglikanizm‟i
benimsemiş, böylelikle Katolik direnişi de kırılmıştır. Kraliçe, Avrupa‟nın
en güçlü donanması olarak kabul edilen İspanyol donanmasını 1588
yılında yenerek Britanya İmparatorluğu‟nun temellerini atmıştır. Evlilikler
yoluyla İngiltere‟deki Tudor Hanedanı ile İskoçya‟daki Stuart Hanedanı iki
düşman tarafı birbirine yaklaşmasına yol açmıştır. Bu yaklaşımın esas
sonucu Elizabeth‟in ardından 1603 yılında İskoçya Kralı, I. James adı ile
İngiltere Kralı oldu. Böylece iki krallığın birleşmesi yönünde önemli bir
adım atılmış oldu. Ancak bu dönemde İngiltere‟nin esas başarısı, 1607
yılında oluşturulan Jamestown kolonisi ile Kuzey Amerika‟da yerleşimler
oluşturulması, İngiltere‟den buraya pek çok İngiliz‟in yerleşmek üzere
gönderilmesiydi. 1642‟den 1651‟e kadar Cumhuriyetçiler ve Kraliyet
mensupları arasında süren iç savaşlar İngiltere‟ye güç kaybettirse de ülke
yükselişine devam etmiştir. Britanya için en önemli gelişme ise, 1707
yılında yaşandı. III. William‟ın krallık döneminden sonra 1702‟de tahta
geçen kızı Anne, İngiltere Kraliçesi, İskoçya Kraliçesi ve İrlanda Kraliçesi
unvanlarını üzerinde toplamış olarak 1707 yılında Birlik Kanunlarını kabul
ederek İskoçya ve İngiltere krallıklarının resmen birleştirdi. Böylelikle
Büyük Britanya Krallığı (Birleşik Krallık) da kurulmuş oldu. Hukuksal ve
siyasi gücü kendinde toplamış olan yönetim, Britanya tarihindeki
demokratik kültürün tarihsel temelini oluşturmuştur.
Fransa’nın Yükselişi
İngiltere‟de olduğu gibi Yüzyıl Savaşları (1337-1453), Fransa‟da
da yüksek soyluların güç kazanmasına neden olmuştu. Valois
hanedanından kral seçilen VII. Charles, Batı Avrupa‟daki ilk daimi kraliyet
ordusunu oluşturdu, kraliyet konseyini yeniden düzenledi. Krala karşı
papayı güçlü kılan bazı yetkileri ve hatta vergi koyma hakkını iptal eden
Bourges Fermanı‟nı (Sanction Pragmatique de Bourges) kabule zorladı.
Ardından gelen oğlu XI. Louis de çeşitli ticari anlaşmalar ve ipek
dokumacılığı gibi faaliyetler üzerinden topladığı yüklü vergilerle ordunun
büyümesini sağladı. Burgonya dükü ile çeşitli anlaşmazlıklar da
gündemdeydi. Hatta Burgonya dükleri İngiltere ile evlilik veya anlaşmalar
yoluyla ittifak içerisindeydi. Hatta topraklarını her geçen gün
genişletiyordu. Ancak XI. Louis, Burgonya topraklarının büyük kısmını
tamamen Fransa hakimiyetine almayı bildi. O dönemin önemli stratejik
anlaşmaları olarak bakabileceğimiz evlilikler yoluyla Fransa, topraklarını
doğu ve batıya doğru genişletmeyi başarmıştı.
Yüzyıl savaşlarını takip eden dönemde krallık topraklarının
İngiltere, Burgonya ve Bretonya‟ya kıyasla sürekli genişlemesi, Genel
Meclise başvurmadan doğrudan vergi koyma hakkı ve güçlü topçu birliği
olan güçlü bir Krallık Ordusunun varlığı, Fransa‟yı başarılı kılmaya
yetmişti. Feodalizm sonrası bir monarşi dönemi görüntüsü ile 16. yüzyıla
giren Fransa‟da bir süre sonra işler tersine dönmüştü. İtalya ile girişilen
savaşlar, nüfuz kurma çabasını boşa çıkarmış, 1557 yılındaki iflas ilanı
ekonomiyi çok kötüleştirmişti. Bu durumdan çıkış için yollar arasında
çeşitli yönetim mevkilerinin satışı, bu satıştan talep edilen paraların sürekli
arttırılmasıydı. Bu kötü görüntü IV. Henry‟nin tahta geçmesi ile sona erdi.
Henry, 1598 yılında İspanya ile barış yapmış, bu Fransa‟nın bağımsız bir
güç olarak kalmasını sağlamıştı. 1600‟den sonra devlet bütçesi denk hale
getirilmeye başlandı. 1618 yılında başlayan ve Protestanlar ile Katolikler
arasında ortaya çıkan Otuz Yıl Savaşları‟na7 1636 yılında dahil olan
7
Protestanlar ile Katolikler arasındaki bir mücadele gibi görünen bu süreç, 1555
Augsburg Antlaşması ile belirlenen hükümlerin çeşitli ve yeni ortaya çıkan dini
grupları kapsamaması, Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu içerisindeki grupların
19
20
Fransa, bir Katolik olmasına rağmen Protestanların yanında savaşa dahil
oldu. 1648 yılında Vestfalya Barışı ile sona eren bu savaş süreci sonunda
Protestanlar galip geldi. Savaş sırasında İspanya bir ara Paris yakınlarına
kadar gelse de savaşı Protestanların kazanması, Fransa‟yı galip devletler
arasına sokmaya yetti. Vestfalya Barışı sonucu Almanya ve Avusturya‟dan
oluşan Roma Cermen İmparatorluğu topraklarında birçok irili ufaklı siyasi
yapı ortaya çıktı. Fransa‟nın payına ise, Mets, Toul ve Verdun düştü,
böylelikle Fransa topraklarında Almanya‟ya doğru önemli bir genişleme
gerçekleşti. Fransa, Otuz Yıl Savaşları ardından Avrupa‟nın en önemli
gücü haline gelmiş ve Avrupa‟nın liderliği rolünü almaya başlamıştır.
Doğu ve Kuzey Avrupa’da Durum
Bu başlık altında değerlendireceğimiz siyasi güçler, İsveç, Norveç,
Danimarka, Polonya, Litvanya‟dır. Birkaç siyasi gücün bir arada verilmesi,
aşağıda da değineceğimiz üzere zaman zaman kendi aralarında birleşmeleri
ve bu şekilde hareket etmeleri ile ilgilidir. Dolayısıyla bu devletler için,
değineceğimiz 14-16. yüzyıllar arasında, ortak ilerleyen bir tarihi süreç
mevcuttur. Bu grup içerisine Moskova yani Rusya dahil edilmemiştir.
Çünkü Rusya için herhangi bir devletle birleşme süreci değil, tek başına bir
güç olma gayreti ve bu kapsamda diğerlerinden farklı ilerleyen tarihi süreç
söz konusudur.
Daha önce Aragon ve Kastilya‟nın birleşiminden söz ettiğimiz gibi
bir başka birleşme de 1386 yılında Polonya ve Litvanya arasında evlilik
yoluyla gerçekleşmiştir. Bu birleşme ile birlikte iki ülkenin özerkliğini
devam ettirdiğini de söylememiz gerekir. Jagiello hanedanı egemenliğinde
olmak üzere Polonya-Litvanya‟nın toprakları genişletilmiş, bugünkü
Belarus ve Ukrayna toprakları hakimiyet altına alınmıştır. 1569 yılında ise
Polonya ve Litvanya‟nın tek parlemento altında birleştiğini görmekteyiz.
1572 yılında Jagiello hanedanının son temsilcisi öldükten sonra ülkedeki
soylu ailelerden birine mensup bir kral seçilmesine son verilmiş, yerel
güçlerle ilişkisi olmayan yabancılar seçilmeye başlanmıştır. Bunun
muhtemel iki sebebi olabilir. Birincisi, o dönemde oldukça etkili olan ve
Baltık bölgesinin büyük kısmını elinde bulunduran Töton Şövalyeleri‟nin8
Polonya-Litvanya birliği üzerindeki etkisi. Çünkü Polonya-Litvanya
birliği, Töton Şövalyeleri ile hareket ederek egemenliğini
genişletebileceğini düşünüyordu. Nitekim Livonya Kılıç Kardeşliği de bu
şekilde yenilmişti. İkinci sebep de bir hanedanın etrafında birleşmenin
daha sonra hanedanlar arası güç mücadelesine dönüşeceğinin düşünülmüş
olması ihtimalidir. Bu noktada kesin bir yargıya varmak güç olup, yoruma
açıktır.
8
ayrı hareketleri sonucu çıkmıştı. İsveç, Danimarka, Fransa‟nın da dahil olduğu
savaş sonunda Vestfalya Barışı imzalandı.
21
Orta Avrupa‟da Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu‟na bağlı olarak hareket
eden bu grup, Polonya üzerinde ciddi bir nüfuza sahipti. Napolyon dönemine
kadar da varlığı devam etmişti.
22
Polonya-Rusya-İsveç üçgeni içerisinde bir Prusya dükalığının
varlığı da bilinmelidir. Ancak bu yapı henüz bir krallık olmaktan uzak
olup, esas etkisini 18. yüzyılda gösterecektir.
İsveç ile Kalmar Birliği arasında devam mücadele 1523 yılında
Danimarkalıların yenilmesi ile son bulmuş, soylu ailelerden biri olan
Gustaf Vasa hakimiyetinde İsveç Krallığı oluşturulmuştur. Kral Vasa, kısa
sürede güçlü bir ordu ve donanma oluşturmuştur. Oluşturulan bu güçlü
askeri yapı ile Kuzey Avrupa ülkeleri arasında devam eden mücadelelerde
aktif şekilde rol almışlardı. Danimarka ile zaman zaman birlikte hareket
eden İsveç, 1563-1570 yılları arasındaki Kuzey Savaşı‟nda Danimarka‟yı
yenilgiye uğratmıştı. Hem Danimarka hem de İsveç hanedan mensupları
Avrupa ülkelerindeki güçlü kişi veya hanedanlarla, tıpkı diğer Avrupa
ülkelerinin yaptığı gibi, evlilik yoluna da başvurmaktaydı.
Rusya’nın Yükselişi
1235 yılında Cengiz soylu Batu Han tarafından Doğu Avrupa
üzerine başlatılan batı seferlerinin başarıya ulaşması ile birlikte,
Karadeniz‟in kuzeyi ve Deşt-i Kıpçak‟ta 1242 yılında Altın Orda Devleti
kurulmuş oldu. Batu Han‟ın Macaristan‟a kadar uzanan başarılı seferleri
Avrupa‟nın büyük bir korku yaşamasına sebep olmuştur. Ancak başkent
Karakurum‟da büyük han olan Ögedey‟in ölümü üzerine Batu Han geri
dönmüş ve Avrupa toprakları da istiladan kurtulmuştu. Batu Han giriştiği
başarılı seferler neticesinde knezlikler şeklinde var olan Rus idaresi 1240
yılında Kiyev‟in ele geçirilmesi ile de Altın Orda‟ya bağlanmış oldu.
Altın Orda döneminde Rus knezliklerinin varlığını devam ettirmesi
ve kendilerine verilen ticari, hukuki, dini haklar knezliklerin varlıklarını
devam ettirebilmesini sağlamıştır. Verilen haklar çerçevesinde bir büyük
knezlik var olmuş ve diğer knezlikler de buraya bağlanabilmiştir. Zamanla
Moskova‟nın siyasi ve dini bir merkez haline gelmesi Moskova
Knezliği‟nin yükselmesine neden olmuştur.
1453 yılında İstanbul‟un Osmanlı Devleti‟nin eline geçmesi, tüm
Hıristiyan dünyasında olduğu gibi Moskova‟da da büyük rahatsızlığa
neden olmuştu. Daha önce de 1439 yılında Floransa Anlaşması ile Roma
Katolik Kilisesi tüm Ortodoksları itaat altına almayı istemişti. Ancak bu
23
hareket, Rus din adamları ve Knez II. Vasiliy tarafından hoş
karşılanmamış, 1448 yılındaki piskoposlar toplantısında Piskopos İvan,
İstanbul‟un onayını almadan Rus knezliklerinin metropoliti seçilmiştir.
Böylelikle bağımsız hale gelen Rus kilisesi, 1453 yılında İstanbul‟un
Türklerin eline geçişini de Bizans‟ın Katoliklerle işbirliğine Tanrı‟nın bir
cezası şeklinde yorumlamıştır. Aynı tarihlerde Altın Orda Devleti de
parçalanma sürecinde idi.
Altın Orda‟nın içerisinde bulunduğu parçalanmış yapı, Moskova
ile ilişkilerin zayıflamasına neden olmuş ve III. İvan‟ın Altın Orda‟nın
büyük hanına karşı sağladığı başarı, kendisinin 1485 yılından sonra bütün
Rus topraklarının hükümdarı unvanını almasını sağlamıştı. III. İvan da
kendisini Çar ilan eden ilk knez olarak bundan sonra Rusya terimi
kullanılmıştır.
III. İvan‟ın Bizans soyundan Sophia Palaiologina ile evlenmesi
adından Sophia‟nın, Papa‟nın amacına aykırı olarak, Ortodoksluğu
benimsemesi ve ardından Bizans gelenek-göreneklerinin Moskova‟ya
taşınması, Çar III. İvan‟a ve dolayısıyla Moskova‟ya yeni bir ufuk
açmıştır. Artık Moskova‟nın Üçüncü Roma olması önünde bir engel
kalmamıştı. Çünkü Hıristiyanlık‟taki Baba-Oğul Kutsal Ruh üçlemesine
göre, birinci Roma batı Roma‟nın merkezinin 476 yıkılmasıyla; ikinci
Roma İstanbul‟un 1453 yılında Türklerin eline geçmesiyle ortadan
kalkmıştır. Bu aşamadan sonra Moskova, yeni bir imparatorluğun ve
Hıristiyan dünyanın merkezi iddiasıyla sonsuza kadar varlığını
sürdürecektir.
1547 yılında taç giyen son Moskova knezi IV. İvan (Korkunç İvan)
ile birlikte Moskova Knezliği‟nin tam anlamıyla çarlığa dönüştüğünü
söyleyebiliriz. 1550 yılında soylular ve ruhani liderlerden oluşan “sobor”
adlı bir meclis oluşturmuş, buradaki toplantıda Rusya‟da mevcut kanunlar,
işleyiş ve kurumlar ile ilgili bir takım görüşler ortaya konulmuştur. Var
olan düzende iyileştirmeler yapılması gerektiği fikrine varılarak, karar
mekanizmasını oluşturan bir heyet oluşturulmuştur. Bu sıralarda Altın
Orda Devleti‟nin dağılmasıyla ortaya çıkan hanlıklar birer birer Rus
hakimiyetine girmiştir. 1552‟de Kazan Hanlığı, 1556‟da Astarhan
(Astrahan; Hacı Tarhan) Hanlığı ele geçirilmiş; böylelikle Aşağı İdil
boyundaki Türk hakimiyeti de ortadan kalkmıştır. 1598 yılında da Sibir
24
Hanlığı ele geçirilecek ve Altın Orda mirası, şimdilik Kırım hariç olmak
üzere, Çarlık Rusya‟nın eline geçmiş olacaktır.
IV. İvan dönemi Rusyası‟nın Altın Orda topraklarına hakim olması
dışında en önemli dönüm noktası, 1564 yılında Kremlin‟i terk etmesidir.
Sobor‟da (meclis) oluşturulan heyet, İvan‟ın gözünden düşmüştür. Bu terk
edişin nedeni olarak soyluların ihanetini gösteren IV. İvan, iki ay sonra
geri döndüğünde kendisine “Korkunç” unvanını bahşedecek uygulamalara
girişmiştir. Neredeyse bütün idare kademesi IV. İvan‟ın gözünde hain
olduğundan, geri döner dönmez pek çok kişiyi öldürtmüştür. IV. İvan bu
uygulamaları Opriçina adı verilen gizli bir polis teşkilatı ile birlikte
gerçekleştiren Çar, kendisine muhalif olan bütün aristokratların mallarına
müsadere yoluyla el koymuştur. Çarlığının son 20 yılında gerçekleştirdiği
kanlı baskınlar neticesinde ki, oğlunu da 1582‟de öldürtecektir, Çarlık
Rusya‟ya tek adamlık sistemini de yerleştirmiştir.
IV. İvan dönemi Türk illeri üzerinde önemli toprak kazanımlarının
ve buraların ekonomik, jeopolitik kazanımlarının Rusya eline geçtiği
dönemdir. Rusya bu kazanımlar üzerine 17. yüzyılın sonlarında başa gelen
I. Pyotr‟ın (Petro) izlediği siyaset neticesinde imparatorluğa dönüşecektir.
Çarlık Rusyasını geri kalmışlık içerisinde gören Pyotr, Rusya‟yı Asyalı bir
devlet olmaktan ziyade Avrupalı bir kimliğe dönüştürmeyi temel alarak bir
dizi yeni politika belirleyecektir.
Çar Pyotr‟ın ilk önemli hareketi 1696‟da Azak‟ı ele geçirmek oldu.
Onun bu girişimi daha sonra Azak tekrar Türklerin eline geçse de Rusya‟yı
Karadeniz‟e açan ve bu doğrultuda politikaların geliştirilmesinde cesaret
veren bir eylemdi. Ancak Pyotr, bu hareket sırasında Rus askeri
kabiliyetinin yetersizliğini görmüş, bunun üzerine 1697-1699 yılları
arasında kimliğini gizleyerek Avrupa‟ya bir seyahat gerçekleştirmiştir.
Buradaki amaç, Avrupa‟nın gelişmiş tekniğinin Rusya‟ya aktarılmasıdır.
İngiltere, Almanya, Hollanda gibi devrin önemli ülkelerine gerçekleştirdiği
seyahatte gerektiğinde en ağır işlerde bile çalışmıştır. Rusya‟ya geri
dönerken beraberinde başta gemi yapım tekniğini iyi bilen uzmanlar olmak
üzere 800 yabancı ile dönmüştür. Onlardan yararlanmak suretiyle başta
askeri olmak üzere, idari, hukuki, ekonomik reformlar gerçekleştirmiş,
Rusya‟ya yeni ufuklar çizmiştir. Öncelikle Baltık ülkeleri ile uğraşmış,
XII. Şarl‟ı Poltava‟da yendikten sonra, onun Osmanlı‟ya sığınmasını fırsat
25
bilerek Osmanlı topraklarına saldırmıştır. Pyotr tüm bunları yaparken
1700‟de imzalanan İstanbul Antlaşması ile elde ettiği İstanbul‟da daimi
elçi bulundurma hakkını çok iyi değerlendirmiştir. Elçi olarak
görevlendirilen Pyotr Andreyeviç Tolstoy vasıtasıyla başta İstanbul olmak
üzere, Osmanlı hakimiyetindeki Balkanları iyi analiz etmiş, Osmanlı‟nın
içinde bulunduğu siyasi, ekonomik, askeri durumu öğrenmiştir. İşte bu
bilgilerden hareketle Prut Savaşı‟na girişmiştir. Çar Pyotr‟ın tüm bu
hareketi ve planlaması Çarlık Rusyası‟nı imparatorluğa dönüştürmüş ve
18. yüzyıldan itibaren Avrupa‟nın önemli büyük güçlerinden biri haline
getirmiştir.
XVI.-XVII. Yüzyıl’da Avrupa’da Devlet-Toplum-Ekonomi
Döngüsündeki Değişiklikler
1492 yılı ile başlatılan coğrafi keşiflerle birlikte Avrupa‟nın
ekonomik, sosyal, politik ve kültürel tarihinde yeni bir sayfa açılmıştı.
Teknik alanda sağlanan başarı ile erken modern dönemde ekonomik askeri
ve politik yayılma dönemi başlamış oldu. 1453 yılında İstanbul‟un
Osmanlı Devleti‟nin eline geçmesi ve Balkan topraklarındaki ilerleyişi ile
kısa sürede Orta Avrupa‟ya, Afrika kıyılarına, Karadeniz‟in kuzeyine
uzanan hakimiyet alanı Avrupa‟nın Müslüman dünya tarafından
çevrelenmesi anlamına gelmişti. İşte bu açıdan coğrafi keşifler ve
arkasından yaşanan gelişmeler, Avrupa‟nın dünya çapındaki hakimiyetine
giden süreci açmış oldu. 15. ve 16. yüzyıllarda Osmanlı Devleti devrin en
büyük bir gücü iken, bundan sonra Avrupa‟nın yükselişi başlamış oldu.
Dünya tarihine önemli bir etkisi olması bakımından coğrafi
keşiflerin sonuçları şu şekilde özetlenebilir:
– Avrupa ile Asya Arasında yeni bir deniz yolu açıldı.
– Karasal ilerleme önce sınırlı kaldı, teknolojik gelişme ile
genişledi.
– Avrupa yeni ürünler ile tanıştı.
– Yeni Dünya‟da nüfus azaldı.
– Yerli kültürler yok edildi
– Ticaret hacmi arttı.
– Yeni Dünya‟ya köle taşınmaya başlandı
– Mısır ve patates üretimi nüfus artışına destek oldu
26
– Avrupa‟nın ekonomik merkezi değişti
Avrupa ve Asya arasında yeni ticaret yollarının ortaya çıkması, 16.
ve 17. yüzyılda ekonomik kaynak arzının önemli ölçüde genişlemesine
neden olmuştur. Silah teknolojisinin gelişmeye başlaması, sayısal olarak
üstünlüğü elde tutan ve bu sayede önemli bir güç olan kara devletlerinin
(örn. Osmanlı) bu üstünlüğünü önemsiz hale getirdi. Yeni ürünlerin keşfi,
Avrupa‟da daha önce olmayan tahıl, şeker kamışı, kahve, patates, domates,
fasulye, mısır ve kabak ve çeşitli meyvelerin Avrupa‟ya girişini sağlamış
oldu. Yeni ürünler Avrupa‟da artan nüfusun beslenme ihtiyacını karşılamış
oldu. Avrupa‟dan Amerika‟ya taşınan çiçek, tifüs, grip gibi bulaşıcı
hastalıklar ve ateşli silahlar Amerika‟daki yerli kültürlerin yok edilmesine
yol açtı. Ayrıca Avrupa‟daki işgücü eksikliği Afrika ve Amerika‟dan
getirilen köleler ile kapatılmaya çalışılmıştır. Ekonomi alanındaki
kazanımlar zengin ailelerin ön plana çıkmasını, daha doğru bir ifadeyle
yönetimlerle işbirliklerinin artmasını sağlamıştır. Bunların en
önemlilerinden biri Almanya‟daki Fugger ailesidir. Ailenin ekonomik
gücü, savaş finansörü olarak işlev görmesini sağlamıştır. Örneğin 16.
yüzyılın hemen başında Macaristan‟ın Osmanlı Devleti‟ne karşı giriştiği
hazırlığın finansörü bu ailedir.
15. yüzyıldan başlamak üzere, devlet ve ekonomi döngüsündeki
gelişimin temelinde merkantilizm9 yer almıştır. Külçecilik olarak
adlandırılan bu ekonomik politika ülke içinde mümkün olduğu kadar çok
altın ve gümüş biriktirmeyi amaçlıyordu. Bu sayede lehte dış ticaret
fazlası yaratmak mümkün olacaktı. Ekonomik milliyetçiliğin en tipik
örneği Fransa‟da Colbert Dönemi idi. Colbert‟in büyük etkisi nedeniyle
colbertizm ile merkantilizm kelimeleri eş anlamlı olarak
kullanılmaktaydı. İngiltere‟de Avrupa‟da kralların gücü artarken
İngiltere‟de anayasal bir monarşi doğmuştu. Bu nedenle İngiltere‟de
politikalar parlamentoda temsil edilen aristokratlar, toprak sahipleri,
zengin tüccarlar ve saray mensupları tarafından belirlenmekteydi.
9
Ülkenin zenginliğinin sahip olunan kıymetli maden stokları ile ölçüldüğü, ülke
içine altın ve gümüş girişini artırmak için müdahaleci bir dış ticaret politikası ile
mamul mal ihracatının teşvik edildiği, ithalatın ise önlenmek istediği iktisadi
görüşe merkantilizm denir.
27
Denizaşırı kavramının ortaya çıkması, Avrupa‟daki ticaret
merkezlerinin yerini değiştirmiştir. Ticaret için Kuzey İtalya önemli bir
merkez iken, İspanya ve Portekiz merkez haline gelmiştir. İspanya ise altın
ve gümüş ticareti ile Avrupa‟daki en zengin ülke haline gelmiştir.
Ekonomik anlamda ortaya çıkan tabloyu birkaç madde ile
özetleyebiliriz:
– Alman Hansa şehirleri önce canlanmış sonra gerilemiştir.
Gerilemenin temel nedeni Hollanda ve İngiliz
şehirlerinin ticari gücünü artırmasıdır.
– Güney Almanya ve İsviçre ise gerileme sürecine girmiştir.
Bunun temel nedeni en önemli ticaret yollarının dışında
kalmalarıdır.
– Büyük keşiflerden en kârlı çıkan bölgeler Alçak ülkeler,
İngiltere ve Kuzey Fransa olmuştur.
– Kısacası Atlantik’e açılan ve Kuzey ile Güney Avrupa
arasında kalan bölge gelişen dünya ticaretinden en
kazançlı çıkan bölge oldu.
Yaşanan ekonomik gelişmeler neticesinde toplum hayatında da
önemli değişiklikler yaşanmıştır. Bunlardan en önemlisi nüfus artışı
şeklinde olmuştu. 15. yüzyıl ortalarında Avrupa‟da nüfus 50 milyona yakın
iken, 16. yüzyıla gelindiğinde bu sayı 100 milyona ulaşmıştır. Bu durumun
en önemli nedenlerini ise şöyle özetlemek mümkündür:
– Veba gibi salgın hastalıklara karşı ilaçların bulunması
– İnsanların bağışıklık sisteminin gelişmesi
– Taşıyıcıları etkileyen ekolojik değişme sonucunda iklimde
yaşanan iyileşmeler
– Nüfus/toprak dengesinin iyileşmesi ve bunun sonucunda reel
ücretlerin artması
– Evlenme yaşının düşmesi
– Doğum oranlarının artması
Bütün bu gelişmelerin yanı sıra tarımda da önemli gelişmeler
yaşanmıştı. Örneğin; sürü sahipleri Mesta adı verilen güçlü bir birlik
oluşturmuşlardı. Sağladıkları vergi gelirleri yüzünden krallık bu birliğe
özel imtiyazlar vermekteydi. Sürü sahiplerinin mevsim dönümlerinde
28
yaylaklar ve kışlaklar arasında geçiş yapma isteğini krallığın olumlu
karşılaması, tarımda gerilemeye neden olan unsurlardan biridir. İspanyol
Krallığı‟nın tahıl fiyatlarına narh (fiyat sabitleme) uygulaması gibi
isabetsiz hükümet politikaları da tarımda gerilemeye neden olmuştur.
Batı Avrupa‟da Ortaçağ‟dan gelen açık tarla sistemi varken
Fransa‟da ortakçılık10 yaygındı. Şehir çevrelerinde küçük mülkler; kırsal
kesimde ise uzun dönem kiracılıklar söz konusuydu. 16. yüzyılda modern
tarıma geçen ilk ülke olan Hollanda en gelişmiş tarıma sahipti. Bunun
temelinde ihtisaslaşma yatıyordu. Yapılan ticari tarımla üretim pazar
için gerçekleştirilmekteydi.
Sanayi alanında ise en önemli gelişme gemicilikte yaşanmıştı.
Ayrıca silah sanayinde de önemli gelişmeler yaşanmıştı. Gemicilik
alanındaki gelişmeleri şöyle özetleyebiliriz:
– Gemi yapımındaki yenilikler gemicilik sanayini geliştirdi.
– Hollanda‟nın deniz ticareti hızla gelişti. Hollanda deniz filosu,
Avrupa‟nın en büyük filosuydu.
– Ahşap gemilerin kısa ömürlü oluşu gemi inşa sanayine büyük talep
yarattı.
– 16. yüzyıl sonunda ortaya çıkan Fluyt adlı özel ticari taşıma
gemileri ticaretteki artışı hızlandırdı. Günümüz tankerlerine
benzeyen bu gemiler sayesinde hacimli fakat düşük değerli
malların taşınmasına imkan sağlandı. Ayrıca haha az tayfa ile
faaliyette bulunulabiliyordu.
Savaş ve Büyük Güçler
Bu başlık altında savaş olgusu ve bunun büyük güçler üzerindeki
etkisine, tarihteki önemine değinilecektir. Öncelikle “savaşa ne neden
10
Toprak sahibinin emek dışındaki tüm üretim girdilerini sağladığı, riske ve
üretim kararlarına katıldığı, elde edilen ürünün ise yarı yarıya paylaşıldığı sisteme
ortakçılık denir.
29
olur?” sorusu11 üzerinde durmalıyız. Bu soru üzerinden büyük güçlerle
ilişki kurulacaktır. Aktarılacak bilgilerin bir kısmı yukarıda verilenler
arasında var olduğundan benzer konular yalnızca ismen veya başlık olarak
aktarılacaktır.
“Savaşa ne neden olur?” sorusunun cevabı olarak pek çok
seçeneği değerlendirebiliriz. Aşağıda verilen maddelere sizler de kendi
yorumunuza göre maddeler ekleyebilirsiniz:
 Hanedanlık yarışı
 Nüfuz elde etme
 Din
 Askeri faktörler
 Yanlış algılamalar
 Dış politikada veya diplomaside yapılan hatalar
 İmparatorlukların Çöküşü
 Sınıf faktörü
 Diğer nedenler
Savaşın nedenleri arasında gösterdiğimiz “hanedanlık yarışı”
kapsamında Yüzyıl Savaşlarını (1337-1453) ele alabiliriz. Yukarıda bu
savaş ile ilgili bilgi vermiştik. Savaşın nedenini İngiltere Kralı III.
Edward‟ın Fransa tahtında hak iddiası ile feodal yapıyla hanedanlıklar
arası yarışı gösterebiliriz. Bu savaş kapsamında 21 adet savaş gerçekleşmiş
ve Fransa bu savaşlar sonucunda galip gelmiştir. Bu savaşların ardından
yine yukarıda değindiğimiz Güller savaşı (1455-1485) yaşanmıştır. Savaşın
İngiltere üzerindeki etkisine “İngiltere‟nin Yükselişi” başlığında; Fransa
üzerindeki etkisine de “Fransa‟nın Yükselişi” başlığında değinmiştik.
Savaşa neden olan ikinci faktör “din mücadelesi ve nüfuz elde
etme” başlığı için en bilinen örnek Otuz Yıl Savaşlarıdır (1618-1648). Bu
savaş da 1555‟te imzalanan Augsburg Barışı ihlal edilmesi ve daha sonra
1609‟da Fransa ile İspanya arasında yapılan Protestanlara sınırlı ibadet
özgürlüğü verilmesinin yetersiz oluşu ile ortaya çıkmıştır. Kutsal Roma
Cermen İmparatorluğu içerisindeki küçük prensliklerin, krallıkların
11
Bu sorunun derse uyarlanmasında Prof. Stephen Van Evera‟nın “Savaşın
Nedenleri ve Önlenmesi” isimli dersinden yararlanılarak Büyük Güç kavramı ile
birleştirilmiştir.
30
mücadelesi olan bu savaşın, 1608‟de Protestan birliğinin, 1609‟da da
Katolik birliğinin oluşturulması sonrası ortaya çıkması kaçınılmaz
olmuştur. Savaşın başlamasından kısa süre sonra Protestan-Katolik
çekişmesine hanedanlar arası mücadele de eklenmiştir. Savaş sırasında
Habsburglu II. Ferdinand 1619‟da Kutsal Roma İmparatoru olduğunda zor
kullanarak din değiştirtmesi ve Protestanlığı Bohemya‟dan silmesi önemli
bir olay olarak karşımıza çıkar. 1629‟da ise Calvinciliği yasaklayan ve
Katolikliğe geri dönülmesini emreden Eskiye Dönüş Fermanı (Edict of
Restitution) yayınlanmıştır. 1636 yılında Protestanları destekleyen
Fransa‟nın savaşa dahil olması ile seyri değişen süreci sona erdiren
Westfalya Barışı olmuştur. Bu antlaşmayla;
• Calvenizm‟in kabulü
• Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu‟nun dağılışı
• Protestanların zaferi
• Fransa‟nın zaferi
• İsveç‟in yükselişi
• Hollanda‟nın bağımsızlığı
• Devletlerarası sistemin kuruluşu
gerçekleşmiştir. Fransa bu anlaşmadan en karlı çıkan ülke olarak
Avrupa‟nın en önemli büyük gücü haline gelecektir.
Savaşa neden olan faktörler arasında en önemlilerinden birisi de
“askeri faktörler”dir. Bu kapsamda yukarıda “Rusya‟nın yükselişi”
başlığında ele aldığımız Azak‟ın fethini, Baltık ülkeleri ile mücadele
sürecini ve Prut savaşını gösterebiliriz.
Yine askeri faktörler içerisinde ele almak üzere, yönümüzü bu
kez Doğu Asya topraklarına çevirerek Mançuların Çin‟in kuzeybatı
ülkelerinde gerçekleştirdiği saldırıları ve daha sonra 1755-1758 yılları
arasındaki Çin‟in büyük istila sürecini gösterebiliriz. Mançuların kuzeybatı
bölgelere askeri seferler düzenlemesi buradan sürekli olarak topraklarına
düzenlenen Cungar (Kalmuk) saldırıları ile ilgilidir ki, o dönemde bu süreç
Çin‟i zaman zaman güçten düşmesine neden olmaktadır. Bu bölgedeki
Cungar varlığına bir son vermek ve bölgeyi denetim altına almak için de
1755-1758 yılları arasında çok büyük bir istila süreci başlatacaktır. Togan,
bu süreci çok kanlı baskınların gerçekleştiği ve milyon insan kaybı ile
aktarmaktadır. Bu hareket ile Çin birlikleri, çok büyük katliamlar yapmış,
31
bölgedeki Cungar (Kalmuk) varlığının çok büyük kısmını sona erdirmiş,
Uygurlar ve bölgedeki diğer Türk boyları için telafisi mümkün olmayan
kayıp yaşanmıştır. Bugün “Doğu Türkistan Sorunu”nu ele alan
araştırmacıların 18. yüzyıl ortalarını iyi analiz etmeleri, sorunun kökenine
inilmesi bakımından oldukça önem taşır.
“Dış Politika ve Diplomaside Yapılan Hatalar ve Yanlış
Algılamalar” savaşa neden olan, daha doğrusu savaşın çıkarılmasındaki
görünen sebebi teşkil eden bir etkendir. Bu kapsamda kıtalararası mücadele
olarak baktığımızda ilk dünya savaşı diyebileceğimiz Yedi Yıl Savaşlarını
(1756-1763) tipik bir örnek olarak gösterebiliriz. Bu başlık altında savaşın
nedenlerini özetleyecek olursak;
 Virginia valisi Dinwiddie, İngiltere ile olan yazışmalarında Ohio
Vadisi‟ni „İngiliz Malı‟ olarak tanımlamıştı.
 Dinwiddie‟a göre, Fransızlar, Alleghani bölgesinin doğusunu işgal
ederek (ki etmemişlerdi), daha büyük bir Kuzey Amerika fethine
hazırlanıyorlardı.
 Massachusetts
valisi
Shirley,
Londra‟ya
Fransa‟nın
Massachusetts‟i işgal ettiklerini söylemişti. Oysaki bu gerçek
değildi.
 Dinwiddie, Londra‟ya Fransızlar‟ın Ohio Vadisi‟ndeki İngiltere
askerlerine saldırdığını söylemişti. Ancak Fransızlar Ohio
Şirketi‟nin paralı askerleriyle savaşmışlardı, İngiliz hükümetinin
birlikleriyle değil.
 Dinwiddie, Ohio Vadisi‟nde kendi başlattığı kale inşaatını
Londra‟ya bildirmemişti.
 Dinwiddie, Fransızlar‟a karşı savaşan yerlileri nasıl desteklediğini
de Londra‟ya bildirmemişti.
Savaşın sonrasına bakacak olursak;
•
•
•
Büyük Britanya dünya çapında bir deniz gücü ve
sömürgeci güç
Ekonomik ve politik olarak Fransa‟nın gerilemesi ve
Fransız Devrimi‟nin zemini
Prusya Avrupa‟nın büyük güçlerinden biri
32
•
•
•
•
Almanya‟nın birleşme süreci hızlandı
Amerika‟da artan vergiler, bağımsızlık hareketlerine
zemin hazırladı.
Amerika kıtasındaki kolonileşme süreci son buldu
Hindistan‟daki koloniler Britanya‟ya devredildi
Savaşa neden olan önemli etkenlerden biri de “İmparatorlukların
gerilemesi veya çöküşü” gösterilebilir. Basit bir denklem ile bunu
özetleyecek olursak; “Doğa, asla boşluk kabul etmez!” Burada vurgulamak
istenilen bozulan siyasi yapıların geri çekilmelere neden olması ve geride
kalan boşluğun devrin bir başka gücü veya güçleri tarafından doldurulmak
istenmesidir. Bu kapsamda kendi tarihimizden Osmanlı Devleti‟ni örnek
gösterebiliriz. Osmanlı tarihi ile ilgili en fazla bilgi sahibi olduğunuzu
düşünecek olursak, burayı kısaca şu örnekle özetleyebilirim. Fransız
Devrimi‟nin neden olduğu milliyetçilik akımı, beraberinde devletin
içerisinde var olan askeri, ekonomik, siyasi bozulmalar gerilemeyi veya
çöküşü hızlandıran en önemli etkenlerdir. Bu kapsamda 19. yüzyıldaki
özellikle Balkanlar‟daki toprak kayıpları üzerine düşünebilirsiniz.
Daha sonra değineceğimiz için savaşa neden olan etkenler
içerisinde “sınıf faktörü”nü sadece başlıklar halinde vermek istiyorum. Bu
kapsamda Karl Marks ve Friedrich Engels‟in “Komünist Manifestosu” ile
ortaya konulan ilkeler bağlamında 1848 İhtilallerini ve topraksız köylüler
ile işçi sınıfın isyanı olan Rusya‟daki 1917 Devrimini düşünebilirsiniz.
Siyasi Sitem ve Büyük Güçlerin Şekillenişi12
Bu başlık altında daha önce aktarılan bilgiler ışığında büyük
Avrupa güçlerinin siyasi sistemlerindeki değişim ve farklılaşmaya
değinilecektir. Bu farklılaşma konusunda İngiltere ve Hollanda örnekleri
ile Fransa, İspanya, Kutsal Roma Cermen İmparatorluklarının
12
Yeniçağ Avrupa‟sının en önemli devletlerinin büyük güç olma yolunda
izledikleri süreç ile birlikte şekillenen yönetim sistemi arasındaki ilişkinin
incelendiği bu bölüm, Prof. John Merriman‟ın “Avrupa Uygarlığı, 1648 – 1945”
adlı dersi temelinde ele alınmıştır.
33
sitemlerindeki dönüşüm, bu dönüşüm üzerindeki etkenler, toplumsal
yapılar üzerinde durulacaktır.
Avrupa‟daki siyasi sistem üzerine aktaracağımız bilgiler, aslında
modern devlete geçiş sürecini de özetleyecektir. Bu geçiş süreci ile büyük
güçlerin ilişkisi ön planda olacaktır.
Modern devlete geçiş süreci olarak adlandırılan zaman dilimi 17.
yüzyıl ile başlatılarak 18. yüzyılın ortalarına kadar uzatılan bir dönemi
ifade etmektedir. Bu süreç içerisinde, siyasi sitemlerinin farklılaşması
bakımından, iki önemli figür karşımıza çıkar. Bunlardan biri İngiltere,
diğeri de Fransa‟dır. Geçirilen sürecin sonunda İngiltere diğer Avrupa
devletlerine göre fazla merkezi olmayan bir siyasi yapı (İngiliz monarşisi)
olurken; Fransa aşırı merkeziyetçi bir siyasi yapıya (monarşi) dönüşecektir.
İki önemli büyük güç arasındaki yönetimsel veya siyasal bu fark,
kıta Avrupası‟nın yöneticilerinin kendi hanedanlıklarını genişletme veya
güçlendirme çabaları ile oluşmuştur. Gösterilen bu güç gayreti ise iki
özellik etrafında şekillenir:
1- Kendi halkından sağlanan kaynağın kapasitesini arttırma
telaşı,
2- Küçük devletleri evlilikler veya büyük devletlere karşı savaş
yoluyla kendi bünyesine alarak hanedanlık topraklarını genişletmek.
Kıta Avrupası‟nda girişilen hanedanlık yarışının en önemli
nedeni, Avrupa‟nın tam ortasında var olan ve diğer devletler için zaman
zaman büyük tehdit oluşturan Kutsal Roma Cermen İmparatorluğu‟na karşı
gerçekleşmekteydi. Bu imparatorluğun yapısına bakıldığında içerisinde beş
ayrı hanedanlığın varlığını görebilirsiniz:
– Habsburglar (Avusturya, Bohemya, İspanya kolu)
– Hohenzollern (Brandenburg ve Franken kolu)
– Wettin (Albrecht ve Ernst kolu)
– Wittelsbach (Bavyere ve Pfalz kolu)
– Oldenburg (Danimarka ve Holstein-Gottorp kolu)
Söz konusu hanedanlıklar arasından Habsburgların sıyrılması ve
ön plana çıkması ise, diğer Avrupa güçlerinin gözünü korkutan bir etki
ortaya koymuştu.
Avrupa‟daki bu hanedanlık ve merkezileşme yarışına karşın
İngiltere‟de ise ulusal kimliğin inşası süreci, kıta Avrupa‟sınınkinin tersi
34
bir süreç izlemektedir. 1642-1645 yıllarında birincisi; 1648-1649 yıllarında
ikincisi; 1649-1651 yıllarında da üçüncüsü gerçekleşen İngiltere İç
savaşlarından Parlamento galip çıkmıştır. Bu iç savaş sürecinin temel
nedeni, Cumhuriyetçiler ile kraliyet yanlıları arasındaki politik görüş
farklılığı ve mücadelelerdir. İç savaşlar Kral I. Charles‟in idamı ve
Cromwell‟in başa geçmesi ile başlamıştı. İç savaşın İngiltere‟deki yönetim
anlayışına etkisi ise, kralın devleti yönetme sürecindeki şahsiliğin sona
ermesi ile İrlanda, İskoçya ve Galler‟in katılımlarıyla oluşan parlamento ile
kral arasında denge oluşturulması idi. İşte bu süreç, daha önce
değindiğimiz ve Büyük Britanya‟yı ortaya koyan 1707 yılındaki Birlik
Kanunları‟nı ortaya çıkaran en önemli unsur olmuştur.
İngiltere‟de bu gelişmeler yaşanırken, Avrupa‟da geleneksel
ortaçağ devletlerinin bürokratikleşme sürecinin yaşandığını görmekteyiz.
Bu bağlamda yerel yönetimlerin sahip oldukları yetkileri sınırlandırılmıştır.
Çünkü yerel yönetimler ne kadar fazla yetkiye sahip olursa, devlet
merkezileşemeyecek yani kral mutlak güç olamayacaktır. Merkezileşme ve
birleşmenin diğerlerine göre geç gerçekleştiği ülkelerde buna sebep yerel
varlıklardır. Örnek verecek olursak; Alman liman kentleri Lübeck,
Hamburg ve bazı liman kentlerin katılımıyla oluşturulan Hansa Ligi
(Birliği) Almanya‟nın birleşmesinin 1871 yıla kadar gecikmesine neden
olmuştur. Çünkü Hansa ligi, “Almanya‟nın kuzeyindeki kentlerin ve
yabancı ülkelerdeki bazı Almanların çıkarlarını karşılıklı korumak” fikrine
dayanıyordu. Yani bütün bir Almanya ideali yoktu. Benzer şekilde
İtalya‟nın birleşmesi de 1860-1870‟lere kadar uzamıştır. Çünkü İtalya‟nın
kuzeyi, elinde pek çok hak barındıran küçük devletçiklerle doludur.
Fransa ve İspanya ise merkezileşme yani kralı mutlak güç yapma
fikriyle hareket eden ülkeler olarak, öncelikle şehirlerin etrafındaki surların
yıkılışı gerçekleşmiştir. Buna en tipik örnekler, Fransa‟daki Nimes;
İspanya‟daki Avila şehirleridir. Her iki ülkenin kralı da bu surları
yıkmakla, bu şehirlerde oluşan yerel yönetimin gücünü kırmayı amaç
edinmiştir. Bunun Fransa üzerindeki en önemli etkisi de burjuvazinin
gerilemesidir. Çünkü burjuva, şehirde yaşayan ve kendisiyle ilgili
kararların bazılarının yerel idare tarafından alındığı sınıfı teşkil etmektedir.
Fransa‟da merkezileşme çabaları birkaç unsura dayanmaktaydı:
– Yerel yönetimin memurlarının merkezden atanarak değiştirilmesi,
–
–
Vergiden muaf olma hakkının kaldırılması
Büyük merkezi bir ordunun oluşumu
Bütün bu sürecin en önemli göstergelerinden biri Otuz Yıl
Savaşları‟dır (1618-1648). Savaş ve sonuçları hakkında daha önce
aktarılan bilgilere ek olarak şunu belirtmeliyiz ki, savaşın en önemli
sonucu, merkezi otoritenin gücünün kabulüdür. Yani mutlaki yönetimin
Fransa‟da zirve yapmasıdır.
Bu noktada Jean Bodin‟in (1530-1596) “Devletin Altı Kitabı”nda
yer alan egemenliğin üç temel niteliğine atıfta bulunmalıyız:
1- Mutlaklık,
2- Süreklilik,
3- Bölünmezlik ve Devredilemezlik.
Bodin, bu üç önerme çerçevesinde egemenliği şekillendirmekte
ve aslında Fransa örneğinde anlatmaya çalıştığımız mutlak güç anlayışını
özetlemektedir:
– «Egemen majestelerinin ve mutlakiyetçi gücün temel
noktası, esas olarak yasalar çıkarıp, bu yasaları rızaları
gerekmeksizin insanların üzerine dikte etmekte
yatmaktadır.»
– «Kralın egemenlik hakkı ve yetkisi, babanın hükmetme
hakkı gibi mutlaktır.
Fransa‟yı bu kadar katı bir sisteme götüren pek çok etken
olabilir. Ancak yukarıda aktardığımız bilgilere ek olarak şunu da
söylememiz gerekir ki, hükmetme gücü elinde olan Kral IV. Henry, 1610
yılında Paris‟te sıradan bir suikast ile öldürülmüştü. Bu Fransa tarihi için
dönüm noktalarından biridir. Bunun üzerine Fransa‟da var olan Genel
Meclis (Estates General), bütün eyaletleri temsilen toplanmıştı. Fransa‟da
bu meclis 1789‟a kadar bir daha toplanmamıştır. Sonuç ise, meclisler,
parlamentolar var olsa da mutlak ve tek güç kral olmuştur. Çünkü kral
bunları toplamak zorunda değildir.
Merkezi büyük orduların kuruluşuna ve gelişimine de yine
merkezileşme çabası içerisinde bakabiliriz. Çünkü merkezi ordu demek,
istediğin anda vergi alabilmek, ülke içinde oluşan direnişi büyük bir
kuvvetle bastırmak demekti. Bu noktada rakamları örnek verebiliriz:
36
35
Ülke
1690 yılı
1756 yılı
Fransa
180.000
350.000
Habsburg
50.000
200.000
Prusya (Brandeburg
ile)
30.000
195.000
Örneğini verdiğimiz Fransa ve diğer Avrupa büyük güçlerine
karşın İngiltere ve Hollanda‟nın yönetim anlayışında farklı bir dönüşüm
görülür. Bu bağlamda İngiltere anayasal monarşi; Hollanda cumhuriyet
idaresini benimsemişti. Bu iki devletin Fransa‟dan farkını toplumsal
dinamikleri ile izah edebilmek mümkündür. O halde toplumsal yapıyı
şöyle özetleyelim:
– Çok geniş orta sınıf (Avrupa‟da hiçbir ülkede bu kadar geniş bir
orta sınıf yok!)
– İngiltere‟de ayrıcalık, soyluluktan ziyade zenginlikle ilgiliydi.
Zenginlik ise toprak sahipliği ile.
– İspanya, Fransa ve Prusya‟da ticarete yatırım yapmak çaptan
düşmek anlamında!
– Orta sınıf, siyasi haklar ve ayrıcalıklar için baskı kurabiliyordu.
Ticari olarak gelişmiş bir orta sınıfın elinde olan kuzey şehirleri,
ticari merkezin güneyden kuzeye kaymasını sağlamıştı. Bu bakımdan
İngiltere‟de Norwich, Exeter, York, Mancester, Liverpool‟un gittikçe
büyüdüğünü görürüz. Bu gittikçe büyüme, doğal olarak bazı hakların talep
edilmesini beraberinde getirecektir ki, bu da kralın tek otorite olmasının
önündeki en büyük engellerdendir.
İngiltere‟de Kral, Fransa‟dakine benzer şekilde otorite olmaya
çalışacaktır. 1640‟lı yıllara gelindiğinde bunu görmekteyiz. Yukarıda
İngiliz İç Savaşı‟ndan söz etmiştik. İşte bu iç savaş tam da kralın otorite
olma isteğine karşı konulan tepkidir. Bu tepki, hür doğmuş İngiliz ferdi
37
fikrine karşı kralın ve yetkilerinin tehdit olarak görülmesi ile ortaya
çıkmıştı.
Hollanda‟da da benzer şekilde merkezileşme denemeleri olmuştu.
Aile hanedanı olarak Orange ailesi, Hollanda‟daki en yüksek resmi
pozisyon olan Stadtholder‟ı ele geçirip onu gürleyen bir tür kısmimutlakiyetçi bir krala çevirmek istemişti. Bununla birlikte İspanya,
Hollanda üzerinde sürekli baskı kurmak istiyordu. Bu baskıyı din merkezli
gerçekleştirmekteydi. Çoğunluğunu Calvinistlerin (Protestan) oluşturduğu
Hollanda üzerinde Katolikliğe dönülmesi konusunda İspanya‟nın baskısı
mevcuttu. Fransa‟da XIV. Louis de Hollanda‟nın tamamını kontrol altında
tutmak istiyordu. Bu doğrultuda girişimler de söz konusuydu. Hollanda ise
bu dış baskılara boyun eğmeyi reddetmekte ve ayrıca var olan eyalet
siteminin devamını savunmaktaydı. Çünkü İngiltere ile aynı şekilde
ticaretin gelişkin olduğu şehirler mevcuttu.
Sonuç olarak baktığımızda, gelişen tarihi olaylar toplumsal hafıza
üzerinde son derece etkili olmuştu diyebiliriz. İşte oluşan bu toplumsal
hafıza “neden Fransa gibi mutlak gücün kral olduğu bir sistemin İngiltere
veya Hollanda‟da var olmadığı” sorusuna cevap olarak karşımıza
çıkmaktadır. Bu bağlamda baskı uygulayan büyük güçlere (Fransa,
İspanya) karşı bir sevimsizlik söz konusudur. Dolayısıyla Katolik dünya
aynı zamanda düşmandır (Buradan hareketle Reformasyon ortaya çıkar,
kendi İngiliz değerlerine özgü Anglikan kilisesi kurulur.). Yaşanan
gelişmeler tek otoritenin kralın elinde olduğu bir mutlak güç mü; yoksa
dengelenmiş, paylaşılmış bir güç mü seçeneğini ortaya çıkarmıştır. Bu
seçenekler farklı yönetim tarzları ve farklı istikametlere giden devletleri
ortaya çıkarmış olur. İngiltere ve Hollanda‟da ulusal kimliğin oluşumu da
bu çerçevede şekillenmişti:
 Katolik olmamak,
 Mutlakiyetçi olmamak,
 Fransız olmamak
38
DERS NOTLARININ HAZIRLANIŞINDA KULLANILAN
KAYNAKLAR
Abdurrahman Saygılı, “Jean Bodin‟in Egemenlik Anlayışı Çerçevesinde
Kralın İki Bedeni Kuramına Kısa Bir Bakış”, Ankara Ün. Hukuk
Fakültesi Dergisi, 63 (I) (2014), s. 185-198.
Ayşe Yarar, “Latin Amerika‟da İspanyol Sömürgeciliği ve Simon
Bolivar‟ın Bağımsızlık Mücadelesi”, History Studies, Vol. 5/1
(Ocak 2013), s. 391-403.
Enric Ucelay-da Cal, “İspanya. Kara Efsanenin Ötesinde”, Ülkelerin
Tarihleri. Ulusal Kimlikler Nasıl Oluşturuldu?, der.: Peter Furtado,
çev.: Şahika Tokel, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2014
Erdoğan Uygur-Fatma Uygur, “Fransız Sömürgecilik Tarihi Üzerine Bir
Araştırma”, Türkiye Sosyal Araştırmalar Dergisi-Turkish Journal
of Social Research, yıl 17, sayı 3 (Aralık 2013), s. 273-286.
Haluk Özdemir, “Uluslararası İlişkilerde Güç: Çok Boyutlu Bir
Değerlendirme”, Ankara Üniv. SBF Dergisi, 63-3, s. 113-144.
Helene Carrere d‟Encausse, Tamamlanmamış Rusya, çev.: Reşat Uzmen,
Ötüken Yay., İstanbul 2003.
İlyas Kamalov, Altın Orda ve Rusya. Rusya Üzerindeki Türk-Tatar Etkisi,
Ötüken Yay., İstanbul 2009.
İsabel De Madariaga, Korkunç İvan, İşbankası Kültür Yayınları, İstanbul
2012.
Jeremy Black, “Büyük Britanya Kurgulanmış Ulus Devlet”, Ülkelerin
Tarihleri. Ulusal Kimlikler Nasıl Oluşturuldu?, der.: Peter Furtado,
çev.: Şahika Tokel, Yapı Kredi Yay., İstanbul 2014.
M. Condon – E. T. Jones, “Warrant for the payment of John Cabot‟s
pension,
22
February
1498”,
http://researchinformation.bristol.ac.uk/files/3258589/2011cabotpensionwarrant.
pdf (ET.: 16.02.2015)
Mehmet Yetişgin, “Rusların Türk Toprakları Üzerine Yayılmasının
Sebepleri Üzerine Bazı Düşünceler”, Selçuk Üniv. Sosyal Bilimler
Enstitüsü Dergisi, S. 16 (2006), S. 671-702.
39
Merry E. Wiesner-Hanks, Erkan Modern Dönemde Avrupa 1450- 1789,
Türkiye İş Bankası Kültür Yay., İstanbul 2014.
Murat Hanilçe, “Coğrafi Keşiflerin Nedenlerine Yeniden Bakmak”, Tarih
Okulu Dergisi, S. VII (Mayıs-Ağustos 2010), s. 47-70.
P. Kennedy, Büyük Güçlerin Yükseliş ve Çöküşleri, çev.: Birtane
Karanakçı, İşbankası Kültür Yay., Ankara 1990
Süleyman el-Tâcir, Doğunun Kalbine Seyahat (Çin ve Hind Ülkeleri
Hatiraları ve İlaveleri), çev.: Ramazan Şeşen, Yeditepe Yay.,
İstanbul 2012.
Yalçın Alganer-Müzeyyen Özlem Çetin, “Avrupa‟da Birlik ve Bütünleşme
Hareketleri (I)”, Marmara Üniv. İ.İ.B.F. Dergisi, c. XXIII, S. 2
(2007), s. 285-309.
Z. Velidi Togan, Bugünki Türkili Türkistan ve Yakın Tarihi, Enderun Yay.,
1981.
İnternet Kaynakları
http://www.acikders.org.tr/
40