1422.bülten .docx

Transkript

1422.bülten .docx
1977
2013 - 2014
Ron BURTON (UR Bşk.)
Tarih:
08.10.2013
Haluk ULUSOY
Toplantı No: 1807
Tarkan UĞUR (.Guv.Yrd.)
(2420.Böl.Guv.)
Bülten No: 1422
Kuruluş: Mart !977
Charter : Mart 1980
DUYURULAR
Edirne Rotary kulübünün değerli üyeleri;
Bildiğiniz üzere Ekim ayı Rotary de Meslek Hizmetleri ayıdır. Bu nedenle mesleğinde başarılı olmuş
toplum tarafından sevilen bir meslek sahibini ödüllendireceğiz. Bu nedenle tavsiye edeceğiniz kişi
isimlerini meslek hizmetleri komitesi başkanımız sedat ÖNENGÜT dostumuza yada bana bildirirseniz
sevinirim.
Ataşehir Rotary kulübünün organize ettiği 7-8 Kasım da yapılacak olan ATA yı ziyaret
organizasyonuna 3. Grup kulüpleri olarak destek olacağız.
Konya Rotary kulübünün düzenlediği Mevlana Etkinlikleri 6-8 aralıkta yapılacaktır. Davetiyeler
tarafınıza dağıtılmıştır. Katılmak isteyen dostlarımız gidebilir.
Önümüzdeki haftanın kurban bayramı olması nedeniyle toplantımız olmayacaktır.
Bu vesileyle tüm Rotary ailemin mübarek kurban bayramını kutlar
sevdiklerinizle iyi bir bayram geçirmenizi dilerim.
Bayramdan sonra görüşmek üzere şimdilik hoşçakalın.
Rotaryen sevgi ve saygılarımla
Bülent EGELİ 2013 – 2014 Dönem Başkanı
Bültenimiz_13 sayfadır
28.Haziran itibarıyla Dünyada 1.220.115 Rotaryen ve 34.558 kulüp bulunmaktadır.
MAZERETLİ ÜYELERİMİZ
:
İsmail GÜMÜŞDERE
ARAMIZDA GÖREMEDİKLERİMİZ:
Cevat GÜLER – Gürkan KÖMÜRCÜ – Oktay ALEMDAR
DEVAM DURUMU
:
76.47
MUTLU GÜNLERİMİZ
:
10 EKİM İrfan KIZANLIK
Doğum Günü
10 EKİM Serhad CEYLAN
Doğum Günü
21 EKİM Kemal KARAKUŞ
Doğum Günü
25 EKİM İsmail GÜMÜŞDERE
Doğum Günü
26 EKİM Yasemin BİLGİ
Doğum Günü
KUTLARIZ…….
Önümüzdeki hafta toplantımız: 22.Ekim.2013 Salı saat 20.oo de ROTARY EVİ nde
Başkan : Bülent EGELİ
Üye
:
Bülten irtibat : Faruk ETKER
Sekreter +Gel.D.B.: Cengiz TUĞLU
Sayman : İsmail BİLGİ
Geç.D.B. : Halil ALTUĞ
Tel: (284) 225 25 10 - 213 25 13 [email protected] - www.edirnerotary.com
GELMİŞ GEÇMİŞ EN BÜYÜK MAFYA BABALARI
(Fazla bilginin zararı olmaz)
Vito Cascio Ferro
"Vito" olarak tanınan Vito Cascio Ferro, 1862
yılında Palermo'da doğdu. 1901 yılında göç ettiği
New York'ta, mafya içinde hızla yükseldi. "Pizzu"
olarak bilinen haraç alma tekniğini geliştirerek ün
kazandı. 1909 yılında, bir polisi öldürmekten
hüküm giydi ve Sicilya'ya kaçtı. 1929 yılında
tutuklanarak, 50 yıla mahkûm oldu. 1943 yılında
ise, hapishanede yaşamını yitirdi.
Al Capone
,
Al Capone, 1899 yılında, New York'ta doğdu.
1920'li yıllarda yaptığı içki kaçakçılığından, çok
büyük paralar kazandı. Chicago'nun banliyölerinden
Cicero'da, kendi adamını belediye başkanı seçtirdi
ve gücünü arttırdı. 1929 yılında, vergi
kaçakçılığından tutuklandı ve ünlü Alcatraz
Hapishanesi'ne gönderildi. 1947 yılında, burada
öldü.
Michele Navarra
1905 yılında, Carleone'de doğdu. Doktora
derecesine sahip bir fizikçi olan Navarra, mafya
işlerinde olan bir kadınla evlenince, hayatı birden
değişti. Kısa sürede Cosa Nostra içinde yükselerek,
1940'lı yıllarda, Carleone Ailesi'nin başına "Baba"
olarak geçti. 1958 yılında ise, müttefiki olan
Luciana Leggio'nun adamları Salvatore Riina ve
Bernardo Provezano tarafından öldürüldü.
Gaetano Badalamenti
Sicilyalı mafya ailesi Cinisiler'e mensup olan "Don
Tano" Badalamenti, pizza dükkânları aracılığıyla,
1,65 milyar dolarlık uyuşturucu ticareti yaptı.
Özellikle 1970'li yıllarda, pizza trafiği üzerinden
yürüttüğü eroin ticaretiyle büyük servet elde etti.
2004 yılında, kalp yetmezliği nedeniyle bir klinikte
öldü.
Bernardo Provazono
Provazono, 1993 yılında, Sicilya mafyasının başına
geçti. Şiddet yanlısı bir mafya babası olmaması
nedeniyle, onun zamanında mafya, sessiz bir dönem
geçirdi. Döneminde, mafyalar arasında bölünmeler
olduğuna dair çok sayıda spekülasyon ortaya çıktı.
Ünlü mafya babası, 40 yıl boyunca kanun
adamlarından kaçtıktan sonra, 2006 yılında
yakalandı.
Pratik bir bilgi..
''Ben bir turist rehberiyim.
Yaz sezonunda Güney'de çalışır, düzenlenen turlarda müşterileri gezdirir, onlara bilgi veririm.
Mesleğim sezon ile kısıtlı ama bahşiş, yevmiye, komisyonlar derken yuvarlanıp gidiyoruz işte...
Bu sezon başlarken restoran işletmeciliğine soyundum.
Soyundum soyunmasına da on beş gün içinde vazgeçtim.
Şimdi tekrar acente acente dolaşıp iş arıyorum. Neden..? Anlatayım:
Her şey, yaz sezonundan bu yana görmediğim bir dostumla karşılaşınca başladı. Hal hatır sorup
üç - beş çay yuvarladıktan sonra bizimki birdenbire sordu: 'Bu yaz bir şirketle anlaştın mı?'
İçimden bir ses bunun devamında bir şey geleceğini söylüyordu ve ben kendimi; her zaman
verdiğim cevabı vermeye hazırlayarak 'Yok' dedim, 'Henüz değil...'. Arkasından da eklemeyi ihmal
etmedim; 'Ama biliyorsun, turların nerede alış-veriş molası vereceklerine operasyon karar veriyor.
Ben rehberim. O yüzden sen operasyoncularla konuş...'.
Dostum büyük çaplı bir lokum imalathanesi işletiyordu. Yabancı gruplara satış yapıyor ve işin
raconu gereği acenteye ve rehbere satıştan komisyon ödüyordu. Bir otobüs dolusu turist dükkana
girdiğinde güzel satış oluyordu ve kar marjı da oldukça yüksekti. Ben de bir turist rehberi olduğum
için arkadaşım bana kancayı takmış; vereceği yüzdeyi habire arttırır, grupları oraya götürmemi
isterdi. Ben de her defasında kibarca reddederdim.
Yok, bu kez yanılmışım. Hem de ne yanılmak...
Arkadaşım 'Yok yok... Grup işi falan değil. Benim senden istediğim çok başka bir şey. Hazır
sezonluk anlaşmanı da yapmamışsın, gel benim restorana ortak olalım' deyivermez mi? Yahu, daha
sezon başı... Kışı güç bela geçirmişim zaten. Restorana ortak olacak para bende ne arar? Bu işin
olamayacağını anlattım. Adam zamk gibi... Yakamı bırakmıyor. 'Ben senden para falan
istemiyorum ki' dedi. 'Yer benim. Sen işleteceksin, masrafları düşeceğiz, kalanı fifti fifti...''.
Allem etti, kallem etti beni restorana götürdü. Tam tekmil; temizlik yap, malzemeni al, personeli
tut, aç kapıyı çalışmaya başlasın. Mekan güzel, yeri iyi. Sezon başladığında güzel iş yapacak bir
yer. Eh, bende aşçılık da var. Teklif süper. Havaya girdim, 'Olur' deyiverdim.
Demez olaymışım.
Sezon henüz başlamamıştı ama buna rağmen ortalıkta tek tük turist dolaşıyordu. Deneme olur
düşüncesi ile, biraz da can sıkıntısından gidip alışveriş yaptım. Menüye bir - iki yemek koyup biraz
da içecek stokladıktan sonra restoranı açtım. Hayrettir, bir - iki müşteri de geldi.
Fakat restoranın açılması müşterilerden çok toptancıların ilgisini çekmişti. İlk gelen; sezonluk su
stoğumu bana satmaya çalışan bir bayi oldu. Toptan alırsam büyük su 35 Kr.'a, küçük su da 15
Kr.'a geliyordu. Onun ardından toptan gıdacı, meşrubatçı ve biracılar da geldi tabii. Buraya kadar
her şey normaldi. Ancak arkası kapalı, üzerinde hiç yazı bulunmayan bir kamyonet restoranın
önüne geldiğinde ilk şokumu yaşadım.
Adam kaşar peyniri satıyordu. Kilosu 6,5 Lira'dan... Ben 'Nasıl böyle ucuz satıyorsun?' deyince
adam açık açık söylemekten çekinmedi; 'Abi bu dandik kaşar ama kimse ayırt edemez. Bak, al bi'
parça...'.
Nutkum tutulmuştu.
'Zararlı değil abi, patates püresine yağ ve kaşar aroması koyuyorlar.'.
O şok ile adamı nasıl gönderdiğimi hatırlamıyorum.
Ertesi gün daha beteri; kıymacı - köfteyi idi gelen. Kilosu 3,5 Lira'dan kıyma satıyordu. Sinirlerime
hakim olup kıyma dediği şeyin muhteviyatını sordum. Et aroması, tavuğun deri ve kemikleri, soya
gibi 'zararsız' maddelerden üretiliyormuş.
Adam övünerek 'Her şey dahil otellerden alan var abi.' dediği an tekmeyi yedi. Adamı kovdum
kovmasına da, bu iş fena halde aklıma takıldı. Kardeşim, bu memlekette sahte olmayan bir şey yok
mu? Ben de bu tip restoranlarda yemek yedim mi acaba? Yediysem kaç kere..? Bu işin ucu nereye
kadar gidiyor..?
Oturdum bilgisayarın başına, başladım araştırmaya...
Aman Tanrım! Neler neler varmış bu memlekette?
Neredeyse gerçek bir şey yok piyasada. Her şeyin aroması var. Üstelik hepsi internette, online
satılıyor. Aromalar saymakla bitmiyor. Acı biber aroması, acıbadem aroması, ahududu aroması,
(...) ceviz aroması, çikolata aroması, cheddar peyniri aroması, et aroması, (...) keçi peyniri
aroması, keçi sütü aroması, kekik aroması, (...) tereyağı aroması, yoğurt aroması, zeytin aroması,
zeytinyağı aroması... Ekmek aroması!
Yahu, ekmeğin bile aroması var. Çakma ekmeği nasıl yapıyorsunuz? Neden yapıyorsunuz?
Araştırdım. Durum bildiğiniz gibi değil. Unun beyazlatıcısından tutun da maya besleyicisine,
hacim aromasına kadar neler neler var.
Kahvelere köpük yapıcı satıyorlar!
Köfte kızartılırken hacminin küçülmesini engelleyen kimyasallar var. Bilumum E Bilmem kaç
maddeleri gördüm. Yeminle bin civarında 'E'li madde var. Bir o kadar da 'E'siz katkı maddesi
piyasada.
Tam bunları okurken sahte kolacı, ucuz viskici, yaban domuzcu akın akın geldi. Bunca gelen
arasında bana da toplu halde geldiler, iyi saatte olsunlar...
Pılımı pırtımı toplayıp dükkanı kapattım ve bu işe bir daha girmemeye;
hatta iyi tanımıyorsam restoranlarda yemek yememeye karar verdim.
Bütün bunları yaşayıp öğrendikten sonra tımarhanelik olmadığım için
şanslı olduğumu düşünüyorum. ''
Yukarıdaki satırları adaşım sevgili Pınar Başol sayesinde bugün tesadüf ettiğim, Bursa'nın yerel
haber sitesi Yeni Eksen İnternet Gazetesi yazarı Sn. Ahmet Alpan'ın ''Neden Restoran Açamadım?''
başlıklı yazısından alıntıladım.
Çünkü Ahmet Bey'in tecrübe ettiği hemen her şeyi, yıllar boyunca ben de yaşadım.
Tıpkı onun gibi bizim kapımızdan da eksik olmadı gıda mucitleri. Ya da tarım dehaları... Tarlalarda
nasıl mucizevi biçimde daha fazla ürün alabileceğimizi anlatanları mı, yoksa ''İstediğiniz sertifika,
istediğiniz madalya sizin olur. Sen seç biz postalarız.'' diyenleri mi ararsınız?
Pul biberin daha albenili olması için boya satanlar... Pekmezi en az üç misli çoğaltmak için bin tür
içerikli tuhaf tuhaf sıvılar getirenler... ''Arıya glikoz verilmezse bal soğukta donar; ver abla glikozu
uğraşma hiç.'' diyen arıcılık sektörü pazarlamacıları... Asla küflenmeyen, ekşimeyen reçel
üretebilmek için enzim satanlar... Onlarcası; belki yüzlercesi...
Pınar Kaftancıoğlu
Haluk DURDU’nun katkısı ile
Harley Gazlı Ferguson
ESKİ SİNEMALAR
Beyoğlu sinemalarına giden yol, Galatasaray'dan başlardı
Orta okul ve lise yıllarımızda, sinema bizim en önemli eğlencemizdi. O günlerde televizyonun esiri olmadığımız için, bizim
dünyamız, sinemalardı. Beyoğlu sinemalarının çoğu, lisemiz ile Taksim arasına sıralanmışlardı. İstanbul’da sinema deyince
Beyoğlu, Beyoğlu deyince de akla ilk İstiklal caddesi gelirdi. Beyoğlu’nda sinemaya gitmek ayrıcalıktı. Çarşamba ve
cumartesi günleri, öğleden sonra seanslarını kaçırmazdık. Pazar günleri ise, herkes kendi semtindeki, sinemalara giderdi.
Yeni başlayacak (vizyona girecek) birçok filme bir hafta öncesinden bilet alınırdı. Simdi olduğu gibi, internet ortamı
olmadığından, bilet almak için sinemaya kadar gitmek gerekirdi. Sinemaların, bilet gişelerinin etrafında ise, mutlaka
karaborsacılar bulunurdu. Karaborsacılar, biletleri daha önceden almış olurlar, sizin gitmek istediğiniz seansta yer yoksa,
bilet fiyatına biraz komisyon ekleyerek, size satarlardı. Karaborsacıları hatırlıyor musunuz ?
Emek sineması girişi
Emek sineması "fuaye"si
Galatasaray'dan başlayarak Taksim'e doğru yürürken, ilk önce Atlas sinemasıyla karsılaşırdınız. Biraz daha ilerleyip, sağa
sokağın içine dönerek Yeni Melek sinemasına giderdiniz. Cadde üzerinde, Rüya sineması sizi çağırırdı. Caddenin solundaki
sokağa girince, Emek (eski adi Melek, bina Emekli Sandığına ait olduğu için, sonradan adi Emek olarak değiştirilmiş) ve
Yeni Ar sinemaları (şimdiki adi Sinepop) bulunurdu. Ar sinemasının hemen yanındaki Bab Kafeterya'ya de uğramadan
geçemezdiniz. Bab Kafeterya'da, bozuk para ile çalışan, 45'lik plak çalan, müzik kutusu bulunurdu. Bab Kafeterya'da önce
tepsinizi alır, beğendiğiniz yemekleri seçer, kasada parasını öder, koltuklu masalara otururdunuz. Bir seferinde Altan
Erbulak'la birlikte oturmuştum. Hemen yanımdaki beyaz kutulu sigara paketinin üzerine imza atmasını rica etmiştim. Simdi,
kim bilir nerededir o sigara paketi ! Taksim' e doğru devam ederseniz, Saray ve Lüks sinemalarını görürdünüz. Fransız
Konsolosluğuna gelmeden Lale sinemasını, karşısında, o zamanın en genç Sinemleri olan Fitaş ve Dünya sinemalarını
bulurdunuz. Taksim'e çıkmadan, Sıraselviler caddesinin hemen başında da Venüs (eski Taksim) sineması bulunurdu. Saray,
Emek sinemaları basta olmak üzere, sinemalarda konserler de verilirdi. MFO'yu, ilk Fitaş sinemasında izlemiştim (büyük
salon Fitaş miydi, Dünya mıydı ?). O dünyalar güzeli Elhamra sinemasını da anımsayalım. Elhamra'nın lüks locaları ve
koltukları vardı. Kültür merkezi ve tiyatro olarak da hizmet veriyordu.
Sinema salonlarının bir ritüeli verdi. Önce, pirinç çerçeveli camekan arkasındaki yaşlı bayandan biletinizi alırdınız. O satıcılar,
neredeyse, yıllar yılı hiç değişmezlerdi. Sinema ile bütünleşmişlerdi. Sonra, kapı girişinde kontrol olur, biletinizi kestirip
fuayeye girerdiniz. Fuaye, sinema salonu kadar önemliydi. Son dakika gelmediyseniz, fuayede biraz zaman geçirmek
adettendi. Duvardaki büyük boy afislere bakardınız. Arkadaşlarınızla biraz sohbet ederdiniz. Fuayede, hiç yüksek sesle
konuşulmazdı. Bağırılıp, çağırılmazdı. Orada, ağır bir hava vardı. Bir köşede duran büfeden gazoz ya da " Sinalco-cola",
"Grappe-fruits" gibi, zamanın modası olan sodalı içeceklerden alırdınız. Eğer yanınızda kız arkadasınız varsa, fuayede bir
sigara yakardınız. Derken " Gong" çalardı. Emek sinemasının, altın sarısı perdesi, alttan başlayarak, büzüle büzüle
yukarıya doğru kalkardı. Bu arada, salonun lambaları söner, projektörler, perdeyi aydınlatırdı. Görsel bir şölendi. West Side
Story filmini, Emek Sinemasında seyretmiştim. Gençlerin tel örgüye çıkma sahnesinde, salonun her tarafından, şıkır, şıkır
metale tırmanma sesleri gelmişti. Bazı önemli filmleri kaç defa seyrettiğini arkadaşlarınıza sorardınız.
Atlas Sineması bileti, 1968, Koltuk sıra 11 no 10, 150 kuruş
Sinema, büyük bir endüstriydi. Kapıda bilet kontrolcüleri, salonda yer göstericileri, antrakta (arada) dondurma benzeri
Kasato ya da Frigo, içecek olarak Fertek gazozu satıcıları, yukarıdaki küçük odada makinistleri, karaborsacıları, hatta
arada bir gördüğümüz patronlarıyla, başlı başına bir sektördü. Antrakta, satıcılar, tek kollarıyla tuttukları tahta bir tepsiye
alttan, bozuk para ile vurur " Frigo-buz, frigo-buz" diye seslenirlerdi.
Bilet ile birlikte size bir de yer kuponu verilirdi. Yer kuponları, bilet satıcısının yanında durur, oradan yırtarak, bilete
eklerlerdi. Önden ya da en arkadan yer istediğinizi önceden söylemeliydiniz. Çok geç kalmışsanız, salon da doluya
yakınsa, birlikte gelen arkadaşlar, ayrı ayrı yerlere oturmak zorunda kalırlardı. O günlerin, sinema deyimlerini bugün bile
günlük hayatımızda kullanıyoruz. " Balkondan bakanlar" Yeni Melek gibi sinemaların en üst balkonuna oturup, sesleri hiç
çıkmayanlardı. "Parterde kiler" sinemanın zemin katındaki salonunda oturanlardı.
Film makinesi
Eğer üst balkonda, en arka sıralarda oturuyorsanız, film makinesinin çalışma sesini hafiften duyabilirdiniz. Arkanızdaki
duvarda bulunan, küçük bir pencereden çıkan ışık huzmesi, uzakta, bütün perdeye yayılırdı. Siz, yanlışlıkla, o pencerenin
önünden geçecek olursanız, perdede sizin gölgeniz oynardı. Filmin heyecanına kapıldıktan sonra, artik o sesi duymazdınız.
Siz de filmin içine giriverirdiniz.
Sinemalarda oynayan 35 mm'lik film şeridinin kısa bir bölümüne baktığınızda, sanki karelerdeki bütün resimler ayni olurdu.
Ama, onu bir elinizle göz hizanıza tutup, obur elinizle hızla yukarıya çektiğinizde, görüntü hareketlenirdi.
Lise sonlara doğru, lisemizin konferans salonunda, bir şiir günü düzenlemiştik. Rahmetli Işık Bozkurt ve sevgili Mehmet
Karafakioğlu ile birlikte yeni şiir akimini sunacaktık. Bu söyleşiye, görsel bir katkı olabilmesi için, Sirkeci'deki birçok
sinemanın makinistini ziyaret ettim. Onlardan, kullanmayıp, kenara attıkları bölümleri rica ettim. Elimde bir tomar film şeridi
olmuştu. Uğraştım, didindim, onları asetonla birbirine yapıştırdım. Yapıştırdığım bölümlerin, birbirleriyle hiç ilgisi yoktu.
Tevfik Fikret salonundaki söyleşi gününde, karartılmış salonda biz " yeni akım”dan şiirler okurken, perdede de, benim
hazırladığım film gösterilmeye başladı. Yeni şiir akımındaki şiirleri anlaması zaten zordu; perdedeki görüntü de bir dereden,
bir tepeden olunca, görüntü ve şiir, birbirlerini pek bütünledi. İzleyiciler ne yaptı, onu ise hiç bilmiyorum.
35 mm film
Makinist
Makinistler, filmi başlattıktan sonra, ilk bobin bitinceye kadar, daha başka deyimle antrakt (ara) oluncaya kadar, rahatlardı,
keyiflerine bakarlardı. Bu arada, film kopabilir, netliği bozulabilir ya da sesi kısılabilirdi. Salondaki herkes, hep bir ağızdan "
Makiniiiiiiiiist, ses" diye bağırırdı. Yetmezdi, ıslık çalardık. Neden sonra, makinist uyanır, arızayı giderirdi. Ama, bu arada,
esas oğlan kızı öpmüş muydu, katil pencereden atlamış miydi, bengal kaplanı Mihrace'yi yemiş miydi, onu kaçırırdık.
Alkazar sinemasının girişi
Olağanüstü tavan süsleri
İnci pastanesi
Eski sinema salonlarının her biri, neredeyse, birer sanat eseriydi. Atlas sineması, saray gibiydi. Alkatraz sinemasının
(önceleri ismi Elektra'ydı) girişinde, heykeller, oymalar sizi karşılardı. En eski yapılardan biriydi. Emek sinemasının
perdeleri, insani büyülerdi. Daha niceleri ..... hepsi, sinemayı bir sanat ve hayal dünyasına dönüştürürdü.
Beyoğlu’nda sinemaya gitmek ana amacımız olmasına rağmen, bu konunun bir dizi tamamlayıcısı vardı.
Henüz öğle yemeği yememişseniz (ki genellikle öyle olurdu), ya Levent büfe’ye gidip, acı hardallı sosisli bir sandviç
yiyecektiniz, ya Amerikan salatası eşliğinde kadın budu köfteli bir sandviç alacaktınız, ya da paranız varsa (o, hiç olmazdı)
Hacı Salih gibi biraz daha nezih lokantalara gidecektiniz. Sinema çıkışına kadar bekleyemeyecekseniz, hemen yemek
sonrasında İnci Pastahanesi'ne uğrayıp, profiterol kaşıklayacaktınız. İstiklal caddesinde bazen, çift kapaklı, beyaz tahta
kutuları kollarına takarak dolaşan lahmacunculara da rastlardınız. Saray Muhallebicisi'ne gitmek de Beyoğlu’nun
gelenekleri arasındaydı. İki katli salonu vardı. Keşkül, tavuk göğsü, muhallebi derken iyice doyardınız.
Daha, sinema saatine vakit varsa (bu saat hiç değişmezdi, 14.15 ya da 14.30 seansına giderdik), "Topal Saim" ya da "
Tivoli" salonlarında, biraz langırt ya da tilt oynayabilirdiniz. Rahmetli Bülent Duran arkadaşım tilt makinelerine sari 25
kuruşluk yetiştiremezdi (Rahmet içinde yatsın). Yeni Melek sokağında Pasifik Büfe vardı. Atlantik Büfe de uğrak
yerlerimizden biriydi. Atlantik Büfe’de, sosisi tabakta yerdiniz. Yanında, patates tava ya da pilav olurdu.
Biraz daha delikanlıysanız, Çiçek Pasajı’nda Arjantin bira içerdiniz (çekerdiniz). Haftalık kırtasiye ihtiyacınızı, bu arada
halletmeliydiniz. Sonra, sinema saati gelirdi.
Saat 16.30 gibi çıkışta ise, hepimizin üzerine tatlı bir hüzün çökerdi. Gün bitmiş, okula geri dönme saati gelmiş olurdu. Ağır,
ağır yola koyulurdunuz. Hala yiyecek yeriniz varsa, bir büfede ambalajsız olarak satılan, meşhur, Beyoğlu çikolatalarından
bir baton alırdınız. Suarelere pek gidemezdik. Hafta içinde olanak bulamazdık. Hafta sonlarında ise, çalışacak derslerimiz
olurdu.
John Wayne
Canim bir türlü bu fotoğrafı küçültmek istemedi. Madem sinemadan konuşuyoruz, o havayı sizlere yeniden yaratmam
lazımdı. Dev ekran değilse bile, büyük boyutlu bir fotoğraf, sizi o eski günlere götürebilirdi. İşte John Wayne, bütün
haşmetiyle atinin üzerinde. Ne günlerdi onlar ! Biz de seyrettiğimiz kovboylarla birlikte dört nala, Arizona çöllerini dolaşır,
Kızılderililerle savaşırdık.
Başlangıçta, filmler siyah-beyaz olurdu. Başka türlüsünü bilmediğimiz için, bunu hiç yadırgamazdık. Sonra, sonra, renkli
filmler çıktı. Çıktı dediğime bakmayın, birden bire değil, yavaş yavaş çıktılar. Ne mi demek istiyorum ? " Kismenrenkli"
filmleri hatırlıyor musunuz ? Zeki Müren de filmlerini kısmen renkli çekmeye başlamıştı. Film siyah beyaz baslar, şarkı
bölümlerine geldiği zaman, birdenbire renklenirdi. O bölümleri, seyrederken, nefesimizi tutardık.
İsterseniz, simdi, Eski Sinemalar isimli güzel şiire bir daha kulak verelim. Bakin, Attila İlhan bize nasıl sesleniyor ?
Eski sinemalar
karanlığa dağılan o çocuk ben miyim
beni mi kovalıyor tabancalı adamlar
issiz sarayların güngörmez prensiyim
yalnızlığımı belki de ask tamamlar
bilmek zor hangi filmin neresindeyim
ne yapsam içimde o eski sinemalar
galiba tahta bacak korsan gemisindeyim
prensesler cariyem Akdeniz bana dar
günlerdir teksas`ta eşkıya izindeyim
hızlı tabanca çeken üstüme kim var
Tarzan zor durumda yetişmeliyim
ne yapsam içimde o eski sinemalar
kanlı bir sarışınla Şanghay trenindeyim
takma kirpiklerinde hülyalı dumanlar
yabancılar lejyonu`nda Fransız teğmeniyim
belki harp divanından idamım çıkar
bitmiyor nedense başlayan hiçbir film
ne yapsam içimde o eski sinemalar
Attila İlhan
Robert Taylor
Quo Vadis
Rüzgar gibi geçti
Robert Taylor, müthiş bir adamdı. Hepimiz onu tanırdık. Quo Vadis filmi, belki de bizi Latince ile tanıştıran ilk olaydı.
Başlangıçta "Quo Vadis"in ne olduğunu anlamamıştık. Sonraları, tam tercümesinin " Nereye gidiyoruz ?" , yorumunun ise
"Bu işin sonu ne olacak ?" demek olduğunu öğrendik. Quo Vadis filmini, Çemberlitaş sinemasında seyrettiğimi çok iyi
hatırlıyorum. Roma’nın alevler içinde yandığı sahne beni çok etkilemişti. Nasıl etkilemesin, film, alır bizi içine çekerdi. O ani,
o olayları yaşardık.
Rüzgar Gibi Geçti, dillerden düşmeyen, dünyayı saran bir filmdi. Biraz uzundu ama, savaş, ask, nefret, kin, düşmanlık,
duygu ....her şey vardı. Bu filmden de aklımda kalan, gerçekten yukarıdaki afisteki fondu. Uzakta, şehir alev alev yanıyor,
biz uzaklardaki bu şehri görmüyor ama göğün kızıllığı karşısında derin derin iç çekiyorduk. Müthiş bir sahneydi.
Doktor Jivago
Doktor Jivago ! Kim bilir kaç defa seyrettim ? İlk defa
1984 yılında Paris'te staj yaptığım sırada seyrettim. O
zaman, filmler, günü gününe Türkiye’ye gelmezdi. Bazen
6 ay, çoğu zaman 1 yıl sonra gelirdi. " Sinemaya gitmek
istiyorsan, güzel bir film başladı" dedi dostlarım.
Oralarda, önceden bilet alamıyorsunuz. Karaborsayı
önlemek için, her seansın bileti, saatinde satılıyor. Ben de
kuyruğa girdim. Daha Dr Jivago filminin konusunun ne
olduğunu bilmiyordum. On yargısız, salona girdim.
Derken, film başladı (Bu arada filmin, doğal olarak, alt
yazısız olduğunu da söylemeliyim). Derken müthiş bir
müzik ruhumun derinliklerine isledi. İki ask arasında kalan
Ömer Şerif’in kimi tutması gerektiğine karar veremedim.
Olağanüstü kar sahneleri, dev ekranda beni büyüledi.
Hele su en son sahne ! Ömer Şerif, pardon Dr Jivago,
tramvayda giderken, yıllardır aradığı kadını kaldırımda
yürürken görüyor, tramvay kadının yanından geçiyor, Dr
Jivago seslenmek, el etmek için çırpınıyor ............ ve
kalbi bu heyecana dayanamayarak yığılıp kalıyor !
Olacak şey miydi bu ! Tam da yakalamışken ! Film
bittiğinde, ben hala yerimde oturmuş, buğulu gözlerle
beyaz ekrana bakıyordum.
Ben-Hur da dev prodüksiyonlardan biriydi. Muhteşemdi.
Sonraları birkaç defa daha televizyondan seyrettim ama,
ne yalan söyleyeyim, bir filmi televizyondan seyretmek,
Leonardo da Vinci'nin bir eserini pul üzerinde
seyretmekle eşdeğer. O karanlık salon, o büyük ekran, o
ses düzeni bambaşka. Gerçek sinema keyfi, sinema
salonlarında yaşanmalı. Simdi ise, her aksam,
televizyonlarda, en 10'a yakin film karşımıza geliyor ama
o an, etrafınızdaki seslerden ve olaylardan, film kendi
başına oynuyor, biz, göz ucuyla takılıyoruz
Ben-Hur
Planete interdite - Yasak Gezegen
Hepimiz gizemli filmlere bayılırdık. Bilim Kurgu ile bir kere
tanışmıştık, artik ondan vazgeçemezdik. Bay tekinler artik
hayatımızdaydı. Bugünkü teknolojinin yanında, o günün
filmleri çok komik kalabilirdi. Olsun, biz, 36 kısım, tekmili
birden filmler seyretmeye alışmıştık. Yasak Gezegen,
Star Wars'tan çok önce hayatımıza girmişti.
Bazı sinemalarda, iki film birden oynardı. Siz, asil görmek
isteyeceğiniz filmin saatini iyi ayarlamalıydınız. Çoğu
zaman, birinci filmin yarısında girilir, ikinci film seyredilir;
sonra birinci filmin başı seyredildikten sonra çıkılırdı.
Sinemalarda oynayan filmler kadar, asil film başlamadan
önce oynayan "Pek yakında" , "Gelecek program " ya
da reklamlar çok ilgimizi çekerdi.
Yabancı film afisleri
Yazlık sinema
Okul döneminde kaçırdığımız filmler olursa, onları, "yazlık sinema"larda seyrederdik .Yazlık sinema ? Ne güzel günlerdi
onlar ! Bazen, haftanın her günü, ayrı bir yazlık sinemaya giderdik. Yazlık sinemaların tahta iskemleleri rahatsız olurdu.
Oturduğumuz yer yakınsa, kollarımızın altına minderlerimizi, ellerimize çekirdeklerimizi alır giderdik. Yazlık sinemalarda,
çekirdek "çıtlatmak" serbestti. Bu da büyük bir özgürlüktü. Hafif bir rüzgar, bizi serinletirdi. Hatta bazen üzerimize giyecek
bir şeyler alırdık.
1973'te Oyak-Renault'da ise başlamıştım. Yazları Mudanya'ya yakin, Burgaz'da otururduk. Bir aksam, çocukları ve
komşuların çocuklarını alarak "Jaws - Denizin Dişleri" filmini seyretmeye gittik. Her yer doluydu. Oturacak bir iskemle
aradım. Bir kenarda, bozuk ve kirik iskemleler üst üste yığılmıştı. Onlardan almak istedim. Hatırlarsanız, iskemlelerin sırası
bozulmasın diye, beşerli, altışarlı, arka ayaklarından uzun bir tahtaya çivilenirlerdi. Oradaki iskemleler de öyleydi. Onları
almak isterken, bir iskemle, arkasındaki çivili tahta ile birlikte kafama düştü. Birden başımdan kanlar akmaya başladı.
Üstümdeki giysi kanlar içinde kalmıştı. Ev yakindi. Çocukları orada bırakıp, üstümü değiştirmek için, eve geldim. Jaws filmi
zaten korkunçtu; herkes kanlar içinde kalıyordu. Ben de seyircilerin arasında kanlar içinde dolaşırken, herkes çok korkmuş
olmalı.
Yazlık sinemalar, yakin zamanlara kadar vardı; simdi onlar da tarihin derinliklerine gömüldüler. Sinemanın mertliğini
televizyon bozdu.
Yerli film afisleri
Ayhan Işık
Muzaffer Tema
Türkan Şoray
Vahi Öz
Yerli filmlerin de tadı bir başkaydı. Cahide Sonku'nun "Kahveci Güzeli", Ayhan Işık’ın "Şimal Yıldızı", Fikret Hakan’ın
"Dokuz Dağın Efesi", Nedret Güvenç ve Muzaffer Tema 'nin "Hıçkırık”ı, Belgin Doruk'un "Küçük Hanımefendi”si, Sezer
Sezin'in "Şoför Nebahat”ı, Eşref Kolçak’ın "Bir Şoförün Gizli Defteri", Çolpan İlhan’ın "Zümrüt”ü unutulmayanlar
arasındaydı.
Ayhan Işık, Türkan Şoray, Belgin Doruk, Filiz Akın, Muzaffer Tema, Erol Tas, Fatma Girik, Hülya Koçyiğit, Ediz
Hun.... daha niceleri, bizim aileden biri olmuşlardı. Vahi Öz’ün komik halleri, hepimizi güldürürdü. O yıllarda, yerli filmleri,
artistler seslendirmezdi. Seslendirmeler sonradan yapılırdı. " N'ayir, n'olamaz" gibi, zihnimize kazınan ses mimikleri olurdu.
Vahi Öz’ün Mualla'sıyla başı hep belaya girerdi.
Metin Oktay
Okulumuzun yetiştirdiği değerlerden, büyük futbolcumuz Metin Oktay da yerli filmler furyasına katılmış, gençliğinde filmler
çevirmişti.
Dünyayı Kurtaran Adam Cüneyt Arkın
Bir suredir CNBC televizyonunda, perşembe akşamları bir dizi oynuyor: 24. Ajan Bauer dünyayı kurtarmaya çalışıyor.
Galiba besinci bolumu izliyoruz. Hafta içindeki reklamlarında da, "Bir kişi, dünyayı kaç defa kurtarabilir ?" diye tanıtılıyor.
Oysa, bizim Cüneyt Arkın'ımız, o günlerde dünyayı çoktan kurtarmıştı ! Sen bir tanesin Malkoçoğlu, sen bir tanesin
Karaoğlan !

Benzer belgeler