Risale-i Nur`da Sima

Transkript

Risale-i Nur`da Sima
Risale-i Nur’da Sima
Bismillahirrahmanirrahim'in bir cilvesini şöyle gördüm ki: Kâinatsîmâsında, arz sîmâsında ve
insan sîmâsında, birbiri içinde, birbirinin numunesini gösteren üç sikke-i rubûbiyet var.
Biri, kâinatın hey'et-i mecmûasındaki teâvün, tesânüd, teânuk, tecâvübden tezâhür eden sikke-i
kübrâ-i Ulûhiyettir ki, "Bismillah" ona bakıyor.
• İkincisi: Küre-i arz sîmâsında nebâtât ve hayvanâtın tedbîr ve terbiye ve idaresindeki
teşâbüh, tenâsüb, intizam, insicam, lütuf ve merhametten tezâhür eden sikke-i kübrâ-i Rahmâniyettir
ki, "Bismillahirrahman" ona bakıyor.
• Sonra, insanın mahiyet-i câmiasının sîmâsındaki letâif-i re'fet ve dekâik-ı şefkat ve şuâât-ı
merhamet-i İlâhiyeden tezâhür eden sikke-i ulyâ-i Rahîmiyettir ki, "Bismillahirrahmanirrahim" 'deki
"erRahman" ona bakıyor.
..Rahmetin vücudu ve tahakkuku, güneş kadar zâhirdir. Çünkü, nasıl merkezî bir nakış, her
taraftan gelen atkı ve iplerin intizamından ve vaziyetlerinden hâsıl oluyor; öyle de, bu kâinatın dairei kübrâsında bin bir ism-i İlâhînin cilvesinden cilvesinden uzanan nurânî atkılar, kâinat sîmâsında
öyle bir sikke-i rahmet içinde bir hâtem-i Rahîmiyeti ve bir nakş-ı şefkati dokuyor ve öyle bir hâtemi inâyeti nesc ediyor ki, güneşten daha parlak kendini akıllara gösteriyor.
..Kemal-i intizam ile, hikmet ve inayet ile terbiye ve idare eden ve küre-i arzın simasında hatemi ehadiyeti vaz' eden, bilbedahe, belki bilmüşahede, rahmettir. ve o rahmetin vücudu, bu küre-i
arzın simasındaki mevcudatın vücudları kadar kat'i olduğu gibi, o mevcudat ... ve sikke-i ehadiyet
bulunduğu gibi, insanın mahiyet-i maneviyesinin simasında dahi öyle bir sikke-i rahmet vardır ki,
küre-i arz simasındaki sikke-i merhamet ve kainat simasındaki sikke-i uzma-i rahmetten daha aşağı
değil. adeta bin ... ey insan! hiç mümkün müdür ki, sana bu simayı veren ve o simada böyle bir
sikke-i rahmeti ve bir hatem-i ehadiyeti vaz' eden zat, seni başıboş bıraksın
İşte Kur'ân-ı Hakîm bu sırr-ı azîmi ifade içindir ki, kâinatın daire-i âzamında, meselâ semâvât ve arzın
hilkatinden bahsettiği vakit, birden, en küçük bir daireden ve en dakîk bir cüz'îden bahseder; tâ ki,
zâhir bir sûrette hâtem-i ehadiyeti göstersin. Meselâ, hilkat-i semâvât ve arzdan bahsi içinde, hilkatı insandan ve insanın sesinden ve sîmâsındaki dekâik-ı nimet ve hikmetten bahis açar; tâ ki fikir
dağılmasın, kalb boğulmasın, ruh Ma'budunu doğrudan doğruya bulsun. Meselâ,
--------------------------------------------------------------------------------------------------------------
Bu hadîs-i şerîfi, bir kısım ehl-i tarîkat, akâid-i imâniyeye münâsip düşmeyen acîb bir tarzda tefsir
etmişler. Hattâ onlardan bir kısım ehl-i aşk, insanın sîmâ-i mânevîsine bir sûret-i Rahmân nazarıyla
bakmışlar….
Şu mezkûr hadîs-i şerîfin çok makâsıdından birisi şudur ki:
İnsan, ism-i Rahmânı tamamıyla gösterir bir sûrettedir. Evet, sâbıkan beyân ettiğimiz gibi,
kâinatın sîmâsında bin bir ismin şuâlarından tezâhür eden ism-i Rahmân göründüğü gibi ve zemin
yüzünün sîmâsında rubûbiyet-i mutlaka-i İlâhiyenin hadsiz cilveleriyle tezâhür eden ism-i Rahmân
gösterildiği gibi, insanın sûret-i câmiasında, küçük bir mikyasta, zeminin sîmâsı ve kâinatın sîmâsı
gibi yine o ism-i Rahmânın cilve-i etemmini gösterir demektir. 14. Lem’anın İkinci Makamı
Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin, seslerinizin ve sîmâlarınızın farklılığı da yine Onun
âyetlerindendir. Rum Suresi 22 Meali Onuncu Sözün Mühim Bir Zeyli ve Lâhikasının Birinci Parçası
Hem meselâ, rızık vermek ve muayyen bir sîmâ vermek, birer ihsan-ı mahsus eseri gibi, ummadığı
tarzda olması ne kadar güzel bir sûrette meşîet ve ihtiyâr-ı Rabbâniyeyi gösteriyor. Daha, tasrif-i
hava ve teshîr-i sehâb gibi şuûnât-ı İlâhiyeyi bunlara kıyas et. 16. Söz Küçük Bir Zeyl
Evet, bir Sâni-i Hakîme şehâdet eden sahâif-i âlemin birinci derecesi, semâvât ve arzın asl-ı
hilkatleridir; sonra gökleri yıldızlarıyla tezyin ile zeminin zîhayatlarla şenlendirilmesi, sonra güneş
ve ayın teshîriyle mevsimlerin değişmesi, sonra gece ve gündüzün ihtilâf ve deverânı içindeki
silsile-i şuûnâttır. Daha gele gele tâ kesretin en ziyâde intişâr ettiği mahâl olan sîmâların ve
seslerin hususiyetlerine ve imtiyazlarına ve teşahhuslarına kadar; mâdem ki, en ziyâde intizamdan
uzak ve tesadüfün karışmasına mâruz olan ferdlerin sîmâlarındaki teşahhusâtta hayret verici bir
intizam-ı hakîmâne bulunsa, üzerinde gayet san'atkâr bir Hakîmin kalemi işlediği gösterilse, elbette
intizamları zâhir olan sâir sayfalar kendi kendine anlaşılır; Nakkaşını gösterir. Hem mâdem, koca
semâvât ve arzın asl-ı hilkatinde eser-i san'at ve hikmet görünüyor; elbette kâinat sarayının
binâsında temel taşı olarak gökleri ve zemini hikmetle koyan bir Sâniin sâir eczâlarında eser-i
san'atı, nakş-ı hikmeti pekçok zâhirdir. 25. Söz
Mâdem herbir zerrenin hareketi ve vazife görmesi Onun kanunuyla, izniyle, emriyledir; elbette
teşahhusât-ı vechiye ve herkesin yüzünde herkesten onu temyiz edecek birer alâmet-i fârika
bulunması ve sîmâlar gibi, seslerde, dillerde ayrı ayrı farklar bulunması, bilbedâhe Onun ilim ve
hikmetiyledir. İşte şu silsileye mebde' ve müntehâyı zikrederek işaret eden şu âyete bak:
32. Söz
Hem, acîb ve garip san'atlar içinde rengârenk acîb hikmetli zemin yüzünün sîmâsındaki bu nakışlı
çizgilere bak; nasıl sekenelerine enhâr ve çayları, deniz ve ırmakları, dağ ve tepeleri ayrı ayrı
mahlûklarına ve ibâdına lâyık birer mesken ve vesâit-i nakliye yapmış. 33.Söz
"Otuz İkinci Sözün İkinci Mevkıfı"nda izah ve ispat edildiği üzere, semâvâtın halk ve tesviyesine
muktedir olmayan, beşerin sîmâsındaki teşahhusu yapamaz. Demek bütün semâvâtın Rabbi
olmayan, birtek insanın sîmâsındaki alâmet-i fârika olan nakş-ı sîmâvîyi yapamaz. 33. Söz
Dehâ dimağda işler; kalbi de karıştırır. Hüdâ ruhu eder tenvir, dâneleri sümbüllettirir. Karanlıklı
tabiat onunla ışıklanır.
İstidad-ı kemâli birden bire yol alır. Nefs-i cismanî yapar hizmetkâr-ı emirber. Melek-sîmâ ediyor
insan-ı himmetperver.
Dehâ ise, evvelâ nefse ve cisme bakıyor, tabiata giriyor, nefsi tarla ediyor. İstidad-ı nefsânî neşv
ü nemâ buluyor.
Ruhu eder hizmetkâr; taneleri kuruyor. Şeytanın sîmâsını beşerde gösteriyor. Hüdâ, hayatına
saadet veriyor, dâreyne ziyâ neşrediyor, insanı yükseltiyor. | Lemeat
Hasletlerin yerleri değişse, mahiyetleri değişir
Bir haslet; yer ayrı sîmâ bir. Kâh dev, kâh melek, kâh sâlih, kâh tâlih. Misâli şunlardır:
Zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi sayılan bir sıfat, ger olursa kavîde, tekebbür ve gururdur. |
Lemeat
Şimdi, "Böyle bir eser bu asırda var mıdır?" diye bir suâlin içinizde hâsıl olduğu, nurânî bir
heyecanı ifâde eden sîmâlarınızdan anlaşılmaktadır.| Konferans
Şimdi, şu zâtın delâil-i sıdkı ve berâhin-i nübüvveti, yalnız mu'cizâtına münhasır değildir. Belki,
ehl-i dikkat için, hemen umum harekâtı ve ef'âli, ahval ve akvâli, ahlâk ve etvârı, sîret ve sureti,
sıdkını ve ciddiyetini ispat eder. Hattâ, meşhur ulema-i Benî İsrailiyeden Abdullah ibni Selâm gibi pek
çok zatlar, yalnız o Zât-ı Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın simasını görmekle, "Şu simada yalan yok;
şu yüzde hile olamaz" diyerek imana gelmişler. | 19. Mektup | 2 Nükteli İşaret
Elhasıl: Nasıl ki eşyada, meselâ hayvânattaki ehemmiyetli âzânın, esasat ve netâiç itibarıyla
birbirlerine benzeyişleri ve tevafukları ve birtek sikke-i vahdet izhar etmeleri, nasıl kati olarak
delâlet ediyor ki, umum hayvânâtın Sânii birdir, Vâhiddir, Ehaddir. Öyle de, o hayvânâtın ayrı ayrı
teşahhusları ve simalarındaki başka başka hikmetli taayyün ve temeyyüzleri delâlet eder ki, onların
Sâni-i Vâhidi, Fâil-i Muhtardır ve iradelidir; istediğini yapar, istemediğini yapmaz, kast ve irade ile
işler. | 20. Mektup | Dokuzuncu Kelime
-1"Göklerin ve yerin yaratılışı ile dillerinizin ve renklerinizin farklılığı da Onun âyetlerindendir." (Rum
Sûresi: 30:22
-2- "Gökler Onun kudret elinde dürülmüştür." (Zümer Sûresi: 39:67)
-3"O
sizi,
annelerinizin karnında, üç karanlık içinde, bir yaratılıştan diğerine çevirerek yaratıyor." (Zümer
Sûresi: 39:6)
-4- "Gökleri ve yeri altı günde yarattı." (A'râf
Sûresi: 7:54)
-5- "Zerre kadar Bir şey bile Ondan uzak kalamaz." (Sebe' Sûresi:
34:3)
-6- "Allah, kişi ile kalbi arasına girer." (Enfâl Sûresi: 8:24)
-
-7- "O geceyi
gündüze, gündüzü de geceye geçirir. Gönüllerde saklı olanı hakkıyla bilen de Odur." (Hadîd Sûresi:
57:6)
-8- "Yine
Onun âyetlerindendir ki, gök ve yer Onun emriyle ayakta durur. Sonra O sizi bir emirle çağırdığında
derhÂl kabirlerinizden çıkarsınız." (Rum Sûresi: 30:25)
gibi âyetlerle, o derece harika bir ulviyet-i üslûp ve i'câzkârâne bir cemiyet içinde hâllâkıyetin
hakikatini hayale tasvir ediyor, gösteriyor ki:
"Sani-i Âlem olan şu kâinatın ustası, iş başında olarak şems ve kameri hangi çekiçle yerlerine
çakıyorsa, aynı çekiçle, aynı anda zerreleri yerlerine, meselâ zîhayatların gözbebeklerinde
yerleştiriyor. Semâvâtı hangi ölçüyle, hangi mânevî âletle tertip edip açıyorsa, aynı anda, aynı
tertiple gözün perdelerini açar, yapar, tanzim eder, yerleştirir. Hem Sâni-i Zülcelâl, mânevî kudretin
hangi mânevî çekiciyle yıldızları göklere çakıyorsa, aynı o mânevî çekiçle, beşerin simasındaki
hadsiz alâmet-i farika noktalarını ve zâhirî ve bâtınî duygularını yerlerine nakşediyor" diye ifade
eder. | 29. Mektup
ALTINCI KISIM OLAN ALTINCI RİSÂLENİN ZEYLİ
-1- O bize
yollarımızı dosdoğru gösterdiği halde, bize ne oluyor ki Ona tevekkül etmeyelim? Bize yaptığınız
ezâlara karşı sabredeceğiz. Tevekkül etmek isteyenler Allah'a güvensinler. (İbrahim Sûresi: 12.)
âyetinin sırrına istinâden, dünyanın hiçbir usûl ve kânununa tatbik edilmeyen vicdansız insanların
bize karşı tecavüzâtına sabır ile ve Hakka tevekkül ile beraber; istikbâlde gelecek nefret ve
tahkirden sakınmak için ve istikbâl asırları, bu asrın sîmâsına ve gayretsiz adamların yüzlerine
"Tuh!" dedikleri zaman, tükürükleri yüzümüze gelmemek için veya silmek için yazılmış bir lâyihadır.
Ve Avrupa'nın insâniyetperver maskesi altında sağır kulaklarını çınlatmak ve bu vicdansız gaddarları
bize musallat eden o insafsız zâlimlerin görmeyen gözlerine sokmak ve bu asırda, yüz bin cihetten
"Yaşasın Cehennem!" dedirten "mim"siz medeniyetperestlerin başlarına vurmak için yazılmış bir
arzuhâl ve ehl-i ilhad ve bid'atçıları ilzam ve iskât edecek Altı Suâldir. | Fihriste-i Mektup
Kaldı ikinci mesele: Röntgen şuâıyla rahm-ı mâderdeki çocuğun erkek ve dişisini bilmekle
-1- "Rahimlerde olanı O bilir." (Lokman Sûresi: 31:34.)
âyetinin meâl-i gaybîsine münâfi olamaz. Çünkü, âyet yalnız zükûret ve ünûset keyfiyetine değil,
belki o çocuğun acip istidad-ı hususîsi ve istikbalde kesb edeceği vaziyetine medar olan mukadderâtı hayatiyesinin mebâdileri, hattâ simasındaki gayet acip olan sikke-i samediyet muraddır ki, çocuğun
o tarzda bilinmesi, ilm-i Allâmü'l-Guyûba mahsustur. Yüz bin röntgen-misal fikr-i beşerî birleşse, yine
o çocuğun umum efrad-ı beşeriyeye karşı birer alâmet-i farikası bulunan yalnız hakikî sima-yı
veçhiyesini keşfedemez. Nerede kaldı ki, sima-yı veçhîsinden yüz defa daha harika olan,
istidadındaki sima-yı mânevîyi keşfedebilsin!
Başta dedik ki: Vücut ve hayat ve rahmet, bu kâinatta en mühim hakikatlerdir ve en mühim
makam onlarındır. İşte onun için, o câmi hakikat-i hayatiye, bütün incelikleriyle ve dekaikiyle iradei hassaya ve rahmet-i hassaya ve meşiet-i hassaya bakmalarının bir sırrı şudur ki:
Hayat, bütün cihazatıyla şükür ve ubudiyet ve tesbihin menşe ve medarı olduğundandır ki, iradei hassaya hicap olan yeknesaklık ve kaidelik ve rahmet-i hassaya perde olan vesâit-i zâhiriye
konulmamıştır.
Cenâb-ı Hakkın, rahm-ı mâderdeki çocukların sima-yı maddî ve mânevîlerinde iki cilvesi var:
Birisi: Vahdetini ve ehadiyetini ve samediyetini gösterir ki, o çocuk âzâ-yı esasîde ve cihazat-ı
insaniyenin envâında sair insanlarla muvafık ve mutabık olduğu cihetle, Hâlık ve Sâniinin vahdetine
şehadet ediyor. O cenîn bu lisanla bağırıyor ki: "Bana bu sima ve âzâyı veren kim ise, bütün esasatı âzâda bana benzeyen bütün insanların sânii dahi Odur. Ve hem bütün zîhayatın sânii Odur."
İşte, rahm-ı mâderdeki cenînin bu lisanı, gaybî değil, kaideye ve ıttırada ve nev'iyete tâbi olduğu
için malûmdur, bilinebilir. Âlem-i şehadetten âlem-i gayba girmiş bir daldır ve bir dildir.
İkinci cihet: Sima-yı istidadiye-i hususiyesi ve sima-yı veçhiye-i şahsiyesi lisanıyla Sâniinin
ihtiyarını, iradesini ve meşietini ve rahmet-i hassasını ve hiçbir kayıt altında olmadığını, bağırıp
gösteriyor. Fakat bu lisan gaybü'l-gaybdan geliyor. İlm-i Ezelîden başkası, kablelvücut bunu
göremiyor ve ihata edemiyor. Rahm-ı mâderde iken bu simanın binde bir cihazatı, görünmekle
bilinmiyor!
Elhasıl: Cenînin sima-yı istidadîsinde ve sima-yı veçhiyesinde hem delil-i vahdâniyet var, hem
ihtiyar ve irade-i İlâhiyenin hücceti vardır. Eğer Cenâb-ı Hak muvaffak etse, Mugayyebât-ı Hamseye
dair bazı nükteler yazılacaktır. Şimdilik bundan fazla vaktim ve halim müsaade etmedi; hâtime
veriyorum. | 16. Lem’a
Senin ikinci sualin olan, mânâ-yı ismî ile mânâ-yı harfînin bahsi ise, ilm-i nahvin umum kitapları
başlarında o mesele izah edildiği gibi, ilm-i hakikatin Sözler ve Mektubat'lar namındaki risalelerinde
temsilâtla kâfi beyanat vardır. Senin gibi zeki ve müdakkik bir zata karşı, fazla izahat fazla oluyor.
Sen ayineye baksan, eğer ayineye şişe için bakarsan, şişeyi kasten görürsün. İçinde Re'fet tebeî,
dolayısıyla nazar ilişir. Eğer maksat, mübarek simanıza bakmak için ayineye baksan; sevimli Re'fet'i
kasten görürsün.
-1- "Yaratıcılık mertebelerinin en güzelinde olan Allah'ın şânı ne
yücedir." (Mü'minûn Sûresi: 23:14.)
dersin. | 16. Lem’a
Nakkaş-ı Ezelî, hadsiz kudretiyle, nihayetsiz cilve-i esmâsını her vakit tazelendirmekle ayrı ayrı
şekilde göstermek için, eşyadaki teşahhusları ve hususîsimaları öyle bir surette halk etmiştir ki,
hiçbir mektub-u Samedânî ve hiçbir kitab-ı Rabbânî, diğer kitapların aynı aynına olamıyor.
Alâküllihal, ayrı mânâları ifade etmek için, ayrı bir siması bulunacak. Eğer gözün varsa,
insanın simasına bak, gör ki: Zaman-ı Âdem'den şimdiye kadar, belki ebede kadar, bu
küçük simada, âzâ-yı esasîde ittifakla beraber, herbir sima, umum simalara nispeten, herbirisine
karşı birer alâmet-i farikası var olduğu kat'iyen sabittir. Bunun için, herbir sima ayrı bir kitaptır.
Yalnız san'atın tanzimi için ayrı bir yazı takımı ve ayrı bir tertip ve telif ister. Ve maddelerini hem
getirmek, hem yerleştirmek ve hem de vücuda lâzım olan herşeyi derc etmek için, bütün bütün
başka bir tezgâh ister. | 23. Lem’a
İnsan, hemşire misilli mahremlerine karşı fıtraten şehvânî his taşıyamıyor. Çünkü
mahremlerin simaları, karâbet ve mahremiyet cihetindeki şefkat ve muhabbet-i meşruayı ihsas
ettiği cihetle, nefsî, şehvânî temâyülâtı kırar. Fakat bacaklar gibi şer'an mahremlere de göstermesi
caiz olmayan yerlerini açık saçık bırakmak, süflî nefislere göre, gayet çirkin bir hissin uyanmasına
sebebiyet verebilir. Çünkü mahremin siması mahremiyetten haber verir ve nâmahreme benzemez.
Fakat meselâ açık bacak, mahremin gayrıyla müsavidir. Mahremiyeti haber verecek bir alâmet-i
farikası olmadığından, hayvânî bir nazar-ı hevesi, bir kısım süflî mahremlerde uyandırmak
mümkündür. Böyle nazar ise, tüyleri ürpertecek bir sukut-u insaniyettir! | 24. Lem’a
En evvel, herkesi korkutan, en korkunç tevehhüm edilen ölümün yüzüne baktım. Nur-u Kur'ân ile
gördüm ki, ölümün peçesi gerçi karanlık, siyah, çirkin ise de, fakat mü'min için asıl siması
nuranîdir, güzeldir gördüm.
…Sekizinci Söz ve Yirminci Mektup gibi çok risalelerde izah ettiğimiz gibi, ölüm, idam değil, firak
değil, belki hayat-ı ebediyenin mukaddemesidir, mebdeidir. Ve vazife-i hayat külfetinden bir
paydostur, bir terhistir, bir tebdil-i mekândır. Berzah âlemine göçmüş kafile-i ahbaba kavuşmaktır.
Ve hâkezâ, bunlar gibi hakikatlerle ölümün hakikî güzel simasını gördüm. | 26. Lem’a
Elli sene sonra, bu kemâl-i neşe ile gülen ve eğlenen zavallılardan elliden beşi, beli bükülmüş,
yetmiş yaşlı ihtiyarlar gibi; kırk beşi, mezaristanda çürümüş bulunacaklar. O güzel simalar, o neşeli
gülmeler, zıtlarına inkılâp etmiş olacaklar.
kaidesiyle, madem yakında gelecek
şeylerin gelmiş gibi görülmesi bir derece hakikattir; elbette gördüğün hayal değildir. | 28. Lem’a
İKİNCİ SİKKE: Zeminin yüzünde ve bahar simasında öyle bir parlak hâtem-i ehadiyet ve sikke-i
vahdâniyet, ism-i Ferdin cilvesiyle görünüyor ki, küre-i arzın yüzünde bütün zîhayatı bütün
efradıyla ve ahval ve şuûnâtıyla idare etmeyen ve umumunu birden görmeyen ve bilmeyen ve icad
etmeyen bir zat icad cihetinde hiçbir şeye karışmadığını ispat ediyor.
ÜÇÜNCÜ SİKKE.. zeminin simasında o keyfiyet, o tedbir, o idare öyle bir hâtem-i vahdâniyet ve
öyle bir sikke-i ehadiyettir ki, bütün o mevcudatı birden hiçten icad edip beraber idare etmeyen bir
zat, rububiyet ve icad cihetiyle hiçbir şeye karışamaz.
Evet, insanın yüzüne o sikkeyi koyan Zat, elbette bütün efrad-ı insaniye nazar-ı şuhudunda ve
daire-i ilmindedir ki, herbir insanın siması göz, kulak, ağız gibi âzâ-yı esasîde birbirine benzediği
halde, birer alâmet-i farika ile hiçbirisine tamam benzemez. Nasıl ki o simada göz, kulak gibi
âzâların umum efradında birbirine benzemesi, o nev-i insanın Sânii bir ve vâhid olduğuna şehadet
eden bir sikke-i tevhiddir; öyle de, hukuk-u insaniyenin muhafazası için sair envâın fevkinde olarak
o simalarda birbirine iltibas olmamak ve birbirinden tefriki için, hikmetli pek çok alâmet-i farika ile
iftirakları, o Sâni-i Vâhidin iradesini, ihtiyarını ve meşietini göstermekle beraber, ayrı ve çok dakik
bir sikke-i ehadiyet oluyor ki, bütün insanları, hayvanları, belki kâinatı halk etmeyen bir zat, bir
sebep, o sikkeyi koyamaz. | 30. Lem’anın 4. Nüktesi
…Ve heyet-i mecmuasındaki vahdet-i tedbîr ve vahdet-i idâre ve vahdet-i neviye ve vahdet-i cinsiye
ve umûmun yüzlerinde göz, kulak, ağız gibi noktalardá ittifak cihetinde müşâhede edilen sikke-i
fıtratta birlik ve herbir nevin efrâdı sîmâlarında görülen sikke-i hikmette ittihat ve iâşede ve îcadda
beraberlik ve birbirinin içinde bulunmak gibi keyfiyetlerinden hiçbirisi yoktur ki, Senin vahdetine
katî şehâdette bulunmasın. Ve herbir ferdinde, kâinata bakan bütün isimlerin cilveleri bulunmakla,
vâhidiyet içinde Senin ehadiyetine işareti olmasın. | Lem’alar Münacaat
Üçüncü Sikke: Hazret-i Âdem'den, tâ kıyâmete kadar gelmiş ve gelecek bütün insanların âzâ-yı
esâsîde bir olan sîmâlarındaki sikke-i Vahdâniyettir. | Lem’alar Fihrist
Tevhid ve vahdette cemâl-i İlâhî ve kemâl-i Rabbânî tezahür eder. Eğer vahdet olmazsa, o
hazine-i ezeliye gizli kalır.
Evet, hadsiz cemal ve kemâlât-ı İlâhiye ve nihayetsiz mehasin ve hüsn-ü Rabbânî ve hesapsız
ihsanat ve bahâ-i Rahmânî ve gayetsiz kemâl-i cemâl-i Samedânî, ancak vahdet aynasında ve vahdet
vasıtasıyla, şecere-i hilkatin nihâyâtındaki cüz'iyâtınsimalarında temerküz eden cilve-i esmâda
görünür.
..hem meselâ, dalâletin gayet müthiş mânevî elemini hisseden bir adama İmân ile hidayet ihsan
etmek, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden, o cüzî ve fâni ve âciz adam, bütün kâinatın Hâlıkı ve
Sultanı olan Mâbudunun muhatap bir abdi olmak ve o İmân vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve
şahane ve çok geniş ve şâşaalı bir mülk-ü bâki ve bâki bir dünyayı ihsan etmek; ve onun gibi bütün
müminleri dahi derecelerine göre o lûtfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve simasında
bir Zât-ı Kerîm ve Muhsinin öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemâl-i lâyezâlîsi görünür ki, bir
lem'asıyla bütün ehl-i imanı kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor. | 2. Şua Birinci Makamın
Birinci Meyvesi
Hem Fettâh ve Musavvir isimlerinin tecellîleriyle başta insan olarak bütün hayvanatın su
katrelerinden açılan pek çok mânidar suretlerine ve bahar çiçeklerinin habbe ve zerreciklerinden
açtırılan çok cazibedar simalarına bak, fettâhiyet ve musavviriyet-i İlâhiyenin mu'cizâtlı cemâlini gör.
| 4. Şua 4. Nokta
İkincisi: O hadsiz masnularda birbirinden simaca farikalı ve şekilce ziynetli ve miktarca mizanlı
ve suretçe intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat
görünür ki, Kâdir-i Külli Şey ve âlim-i Külli Şeyden başka hiçbir şey, bu her cihetle binlerle harikaları
ve hikmetleri gösteren ihatalı fiile sahip olamaz ve hiçbir imkân ve ihtimali yok.
…bu kâinatın heyet-i mecmuasından, arzın yevmî ve senevî devranından tâ insanın simasına ve
başının duygular manzumesine ve kandaki beyaz ve kırmızı küreyvâtın devranına ve cereyanına
kadar küllî olsun cüz'î olsun herbir şeyde hikmetli ve dikkatli bir intizam var. | 7. Şua
Görüyoruz ki, bu masnuatın herbiri muayyen zatı, mahsus sıfatı, ayrı hususi mahiyeti, mümtaz
farikalı sureti, hadsiz imkanat ve başka tarzlarda olabilir, Teşvişçi ihtimalat içinde, neticesiz çok
yollarda ve sel gibi akan ve karıştıran ve birbirine zıt unsurların müdahaleleri içinde ve sehiv ve
iltibasa sebebiyet veren ve birbirine benzeyen emsalleri içinde bu karma karışık hallere karşı, o her
bir masnuu ince, tam, düzgün bir nizam altına almak ve hassas, cessas, mükemmel bir ölçü ve
mizanla her uzvunu ve cihazını tartmak, takmak ve yüzüne süslü, düzgün bir sima, bir teşahhus
vermek ve birbirine muhalif azalarını basit, camid, ölü bir maddeden zihayat olarak gayet sanatlı
yaratmak,..
.. ilm-i İlahinin sabıkan mezkur bütün delilleri, aynen iradenin dahi delilleridir. Çünkü, ikisi
kudretle beraber iş görüyorlar. Biri birisiz olmaz. her bir nevin ve cinsin efradı, aza-i neviye ve
cinsiyede tevafukları nasıl delalet eder ki Sanileri birdir, vahiddir, ehaddir; öyle de, yüzlerinin simaları
hikmetli bir tarzda birbirinden farikalı ve ayrı olması kati delalet eder ki, o Sani-i Vahid-i Ehad, bir
Fail-i Muhtardır, irade ve ihtiyar ve meşiet ve kast ile her şeyi yaratır. | 15. Şua
Maahaza, o gibi şeyler kasti olmasaydı, şekillerinde hikmetli tehalüf olmazdı. Evet, tehalüfte kasıt
ve ihtiyar vardır. Her insanın bütün insanlara simaca muhalefeti buna delildir. | M. Nuriye 10. Risale
Delaletçe siması bir Hu lafzına benzer ki, o Hü'nun herbir cüz'ü küçük Hü'lardan, herbir küçük
Hü'da küçücük Hü'lardan teşekkül etmiştir. | M. Nuriye Nokta
O hadsiz masnularda birbirinden simaca farikalı ve şekilce ziynetli ve miktarca mizanlı ve suretçe
intizamlı bir tarzdaki temyizden, tezyinden, tasvirden öyle azametli ve kuvvetli bir hakikat görünür.
|Asay-ı Musa İkinci Kısım
Aziz Üstadım, anlıyorum ki, kaybolmuş ümitlerimin, hayatımın semâsında sönen yıldızlarımın
ufûlüne teessüf edip, bir fecr-i sabah ararken, bir nur sîma, bir nur sabah karşımda parladılar. | Barla
L. 27. Mektup 3. Zeyli
..çok derin muhabbet hissiyle bu mübarek zâta selam durarak mütebessim ve nuranî simalarıyla
ve keskin nazarlarıyla selamlarına ve manevi nazarlarıyla iltifatlarına mazhar olduğum günden beri
artan muhabbet ve alâkamı, otuz senelik hatırımdan kat'iyen silinmediğini aynelyakîn görüyordum. |
Kastamonu L. Emin İle Feyzin Sordukları Bir Suale Üstaddan Aldıkları Cevap
Herbirimizin kalblerimizdeki Nura karşı incizap, simalarımızda okunuyor. | Emirdağ Lâhikası |
İkramı İzhar Mektubunun Tetimmesi
O vakitlerde kendisi on üç, on dört yaşlarında idi. Sonra, ulemadan mümtazsîmalarla mülakat
etmeye karar verdi. | Tarihçe-i Hayat | Birinci Kısım : İlk Hayatı
Belki yirmi yedi, yirmi sekiz sene oldu Üstadı görmeyeli. Onu görmek, mübâreksîmâsını doya
doya seyretmek için her zaman gidip ziyâret etmek istediğim halde, meşguliyetten bir türlü vakit
bulamadım. Fakat o, kalblerde yaşadığı için, mânevî varlığı ile dâimâ beraberdik. Bu, gönüllerdeki
iştiyâkı bir dereceye kadar tatmin etmez miydi? Kendisini görüp kucaklaştığımız zaman, onun
nûrânî sîmâsının verdiği zevk, maddî hasretin de ne kadar büyük olduğunu gösterdi. | Tarihçe-i
Hayat | Sekizinci Kısım : Isparta Hayatı