kasım/aralık 2012/06 fiyatı 2 tl ıssn 1302-692x160

Transkript

kasım/aralık 2012/06 fiyatı 2 tl ıssn 1302-692x160
İKİ AYLIK
SİYASİ / TEORİK
GAZETE
Karkerên jin û mêr!
Ji xeynî zencîrên we tiştekî
we yê wendakirinê tune!
Hûn dikanin cîhanekê
nu wergirin!
Kadın ve erkek işçiler!
Zincirlerinizden başka
kaybedecek birşeyiniz yok!
Kazanacağınız
yeni bir dünya var!
KASIM/ARALIK 2012/06 ❍ FİYATI 2 TL ❍ ISSN 1302-692X160
•
EDİTÖRDEN
editörden - içindekiler
Değerli okuyucu,
2012 yılının son sayısı ile tekrar biraradayız.
Bu sayımızın başyazısını AKP hükümetinin
‘ileri demokrasi’ vaadleri ile iktidara gelmesinin
ardından bugüne kadar yaşanan hak ihlalleri,
işkence, faili meçhul cinayetler, yargısız infazlar,
gözaltında yaşanan ölümlerin vs. ne boyutta
olduğuna ayırdık. İkinci yazı ise yine AKP’nin
yeni ve daha demokratik bir yapılanma olarak
bizlere yutturmaya çalıştığı ,“Özel Yetkili Ağır
Ceza Mahkemeleri“ yerine “Bölgesel Terör
Mahkemeleri”ni irdeleyen geniş bir makale. Her iki
yazıyı da ilgiyle okuyacağınızı umuyoruz.
“Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması,
Kürt halkının anadilde eğitim ve savunma
taleplerinin karşılanması” talepleri ile bedenlerini
açlığa yatıran yüzlerce tutsağın durumuna dikkat
çeken bir yazıyı Halkların Kardeşliği sayfalarında
bulabilirsiniz.
“AB İlerleme Raporu Üzerine” yazısı Güncel
bölümde okuyabileceğiniz bir diğer yazı.
Kadın sayfalarımızda 25 Kasım Kadına Yönelik
Şiddete Karşı Mücadele Günü dolayısıyla 2012
yılında kadına yönelik şiddetin boyutlarını ortaya
koyan bir yazıya yer verdik.
Panoramanın bu sayıki konusu Venezüella’da
seçimler ve Güney Afrika’daki sınıf ayrımı.
Sayfalarımızın devamında geçtiğimiz ay içerisinde
bizlerin de örgütleyicisi olduğumuz biri Arap
Baharı ve diğeri Troçkizm olmak üzere iki panel
haberine yer verdik.
Kavganın Doğrusu Doğrunun Kavgası
sayfalarımızda Troçkizm dosyasının ardından
bu kez Komintern’in dağıtılması ve sonrasında
yaşanan tarihsel gelişmelerin etraflı bir şekilde
incelendiği bir yazı okuyabilirsiniz.
Son olarak bir okurumuzun Mısır ve Tunus’ta
yaşanan gelişmelerin devrim olarak adlandırılıp
adlandırılamayacağını tartışan ve buna YDİ
Çağrı olarak takındığımız tavrı okuyabilirsiniz.
Yeni yılda yeni bir sayı ile buluşmak dileğiyle...
YDİ Çağrı
Kasım 2012 ✓
İÇİNDEKİLER
GÜNDEM
AKP’den “İleri Demokrasi” manzaraları. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 3
Tabela Birkez Daha Değiştirildi. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 14
HALKLARIN KARDEŞLİĞİ İÇİN
DUYDUNUZ MU? HAPİSHANELERDE AÇLIK GREVİ VAR!. . . . . . . . . . 18
GÜNCEL
AB „İlerleme Raporu“ Üzerine . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 20
Irk ayrımcılığından sınıf ayrımına... . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 30
GÜNCEL
“Arap Baharının Suriye, Batı Kürdistan ve Türkiye’ye Etkileri,
Sosyalistlerin Önündeki Görevler” Paneli yapıldı . . . . . . . . . . . . . . 34
“Komünistler Troçkizm’e Karşı Neden Ve Nasıl Mücadele Etmeli?”
Paneli yapıldı. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 37
KAVGANIN DOĞRUSU / DOĞRUNUN KAVGASI
Komintern’in Dağıtılması Ve Sonrası…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 41
YENİ KADIN DÜNYASI
Şiddete Karşı Mücadele, Erkek İktidarına Karşı Mücadele İle SERBEST KÜRSÜ
Mümkündür!. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 23
Mısır ve Tunus’daki “Siyasi Devrimler” Üzerine… . . . . . . . . . . . . . 53
“Mısır ve Tunus’daki ‘Siyasi Devrimler’ Üzerine” başlıklı yazı hakkında
PANORAMA
tavrımız…. . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 56
Chavez, bir kez daha başkanlığa seçildi! . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . . 26
2
Yeni Dünya İçin ÇAĞRI Gazetesi adına Sahibi: Aziz Özer • Sorumlu Yazıişleri Müdürü: Metin Yoksu •
Yönetim Yeri ve Adresi: Fatih Mah. Bahçeyolu Cad. Ülbeği İş Merkezi No: 9 Kat: 4 Esenyurt/İstanbul • Tel/Fax: (0212) 620 67 57 • Sayı: 160 · Kasım/Aralık 2012 • ISSN 1301692X160 • Fiyatı: Türkiye: 2 TL · Türkiye Dışı: 3,00 Euro • Baskı: Berdan Matbaacılık Davutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No: 215-216-239 Topkapı/İstanbul Tel: (0212) 613 11
12 • Yayın Türü: Yerel Süreli • www.ydicagri.net · [email protected]
A
KP, 3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimler ile
12 Eylül rejiminin eseri olan seçim sisteminin
de sayesinde tek başına hükümet kuracak bir çoğunluğu sağlayarak “iktidara” geldi. AKP, 3 Kasım 2002
genel seçimlerinde esas olarak “merkez sağ”ın oyları
ile iktidara gelmişti. Süreç içerisinde AKP, “merkez
sağ”ın esas partisi haline geldi. 2002 ertesi yapılan
iki genel seçimden de oylarını arttırarak tek başına
hükümet kuracak çoğunluğu kazanarak çıktı. Diğer
“merkez sağ partiler” AKP karşısında eridi. AKP şimdi önümüzdeki üç yıl içinde gerçekleşecek üç seçimde –Cumhurbaşkanlığı seçimi, yerel seçimler, parlamento genel seçimi- oylarını daha da yükseltmenin
peşinde. Bunun yolu milliyetçi/muhafazakar tabanı
azami ölçüde mobilize etmekten geçiyor. “Liberal”
söylemin fazla bir oy getirisi yok. Bu yüzden artan
ölçüde bir milliyetçilik ve muhafazakarlık vurgusu
öne çıkıyor. MHP’yi geriletmek ve onun oylarının
küçümsenmeyecek bir bölümünü daha AKP oylarına
katmak seçime dönük hesaplardan biri.
2002’de AKP tek başına hükümet kurmuştu, ama
devlete egemen değildi. AKP, ordu içinden ve çevresinden gelen darbe tehditlerinin hedefi idi. Egemenler arasındaki iktidar dalaşında, yüksek yargı da
AKP karşıtı cephe içerisinde yer alıyordu. Danıştay,
AKP’nin idari uygulamalarını durduruyor, Anayasa
Mahkemesi, AKP’nin çıkardığı kanunları iptal ediyor ve Yargıtay Ceza Daireleri verdiği kararlarla AKP
karşıtı cephe içerisinde yer alıyordu. Cumhurbaşkanlığı da Kemalistlerin elinde idi. AKP’nin Kemalist iktidarın hoşuna gitmeyen yasaları önce Cumhurbaşkanı tarafından geri çevriliyor; AKP’nin aynı yasayı
bir kez daha onaylayıp imzaya götürdüğü şartlarda,
Anayasa Mahkemesi devreye giriyordu. AKP’nin
başında yasaklanma tehditleri dolaştırılıyordu. Bir
bütün olarak özel sermayeli işbirlikçi büyük burjuvazinin çıkarlarının savunuculuğunu yapan AKP
hükümeti, öncelikle de bu burjuvazinin Anadolu’nun
giderek büyüyen “dinine bağlı” kesiminin temsilcisi olarak hareket ediyordu, ediyor. AKP ile bürokrat
burjuvazinin temsilcisi olan Kemalistler arasında kı-
gündem
AKP’den “İleri Demokrasi”
manzaraları
yasıya bir iktidar dalaşı yaşanıyordu. AKP bir yandan
iktidar dalaşını sürdürürken diğer yandan Türkiye
ekonomisinin dünya emperyalist ekonomisine tam
entegrasyonunu sağlamak için çalışıyor, RTE “benim
görevim Türkiye’yi pazarlamaktır” açıklamasını yapma gereği duyuyordu.
AKP, emperyalist devlet, kurum ve tekellerle ilişkilerde, işbirlikçi siyasete uygun bir politika izledi.
AKP, batılı emperyalist sermayenin ve işbirlikçi tekelci büyük Türk sermayesinin çıkarları doğrultusunda,
hem ekonomik alanda, hem de siyasi alanda ise sınırlı
olarak liberalleşme politikalarını uygulamaya soktu.
AKP, hem batılı emperyalistlerden, hem büyük Türk
burjuvazisinden, hem de halkın önemli bir bölümünden destek aldığı bu politikaları ile Kemalist bürokrat
elitin iktidarını geriletti. İktidar dalaşında süreç içinde Kemalistlerin denetiminde olan birçok kurum,
Kemalistlerin denetiminden çıktı. AKP, egemenlik
dalaşında iktidarını büyük ölçüde sağlamlaştırdı.
AKP Türkiye’deki gerçek güç dengelerinin bilincinde
olarak, iktidar yürüyüşünü ordu ile doğrudan çatışmaya girmeden sürdüren bir siyaset izledi. Ordununbürokrat burjuvazinin açık tepki verdiği bir dizi konuda geri adım atılıp, beklemekte sakınca görmedi.
Zaman AKP’nin lehine işledi. Gelinen aşamada ordunun siyasete müdahale etme imkânı geriletilmiş
durumdadır. Yüksek yargının henüz denetime alınmamış olan kesimlerinin de bütünüyle ele geçirilmesi
mücadelesi ise sürmektedir.
Demokrasi konusunda Turnusol kağıdı
Kuzey Kürdistan, Türkiye’de demokrasi konusunda
durumun ne olduğuna cevap vermek için en önemli
kıstaslardan biri, bugünkü şartlarda en başta geleni,
hükümetin başının, şimdi AKP iktidarı döneminde
yapılmış olan kimi reform adımlarını gösterip, “Yok”
ilan ettiği “Kürt sorunu”dur. Evet, şimdi devletin
resmi TV kanalı 24 saat Kürtçe yayın yapmaktadır.
Evet, şimdi artık kart/kurt politikası terk edilmiş,
Kürtlerin varlığı kabul edilmek zorunda kalınmıştır. Evet, şimdi artık okullarda Kürtçe seçmeli ders
3
gündem
olarak müfredatta vardır vs.vs. Bunlar bundan önceki on yıllarla karşılaştırıldığında küçümsenmeyecek reform adımlarıdır. Bu reform adımları AKP
tarafından adeta bir lütufmuş gibi sunulup, bu kadar
şey verdik, daha ne istiyorlar tavrı takınılıyor. Burada bunların lütuf filan olmadığı, aslında Kürt ulusal
mücadelesi tarafından söke söke alındığı gerçeği atlanıyor, unutturulmak isteniyor. Şimdi AKP başkanı,
başbakan RTE bu reform adımlarını gösterip, “Kürt
sorunu yoktur” diyor. Şimdi artık hükümetin siyasetinde yalnızca “Kürt vatandaşların bireysel” sorunlarının varlığı kabul ediliyor. Türkiye’de yaşayan bütün
milliyetlerden vatandaşların bireysel sorunları gibi,
Kürt vatandaşların da bireysel sorunları vardır denerek, Kürt sorununun gerçekte ulusal baskıya karşı
ulusal hakların talep edildiği bir toplumsal/milli sorun olduğu gerçeği reddediliyor. Bu inkarcılığın yeni
biçimidir. Kürt ulusal mücadelesi, bu temelde yürüyen savaş “terör sorunu” ilan ediliyor.
AKP hükümeti de PKK’yi yok etme adına Kürt
halkına karşı on yıllardır süren savaşı yükselterek
sürdürüyor. Kürt halkı üzerinde açık terör, hukuksuzluk, “ileri demokrasi”den çokça söz eden AKP’nin
de yönetim biçimidir. Kürt halkının çocukları öldürülüyor. Her gün burjuva basını bilmem kaç PKK’li
öldürüldü haberlerini manşetlere taşıyor. AKP, Kürt
basını üzerinde amansız bir baskı uyguluyor. AKP,
PKK’ya, silahları tümüyle bırakmadıkça, gerilla
mücadelesine katılmış PKK’liler teslim olmadıkça,
PKK’nin yok edileceğini açıkca söylüyor. Kürt ulusuna yönelik imha ve inkar politikalarına devam ediyor. Kürt halkının seçilmiş temsilcileri hakkında davalar açılıyor, cezalar veriliyor ve dokunulmazlıkları
kaldırılmak isteniyor. KCK operasyonları adı altında,
belediye başkanları, BDP yöneticileri ve insan hakları
savunucuları hapsediliyor. Aralık 2011’de Roboski’de
yaptığı katliamın tüm belgeleri açığa çıkmasına rağmen katliamın üzerini örtmek için konuşan herkesi
susturmaya çalışıyor. Roboski katliamı yetmiyormuş
gibi katliamda mağdur olan aileler hakkında davalar
açılıyor ve çocukları tutuklanarak hapsediliyor.
AKP’nin “ileri demokrasi”sinin Kürt cephesindeki
görünüşü gerçekte bilinen faşizme devamdır!
AKP ve Uluslararası Sözleşmeler
4
AKP’nin iktidara yürüyüş süreci hakkında yaptığımız bu kısa değerlendirmelerden sonra, yazımızın
esas konusu olan AKP’nin insan hakları “ileri demokrasi” karnesi üzerinde durmak istiyoruz. AKP
programında söylenenleri aktardıktan sonra, pratikte uygulamaların ne olduğu sorusuna cevap vereceğiz. Şöyle yazılıyor AKP programında:
“Temel hak ve özgürlüklerle ilgili olarak partimiz
aşağıdaki hedefleri gerçekleştirecektir:
Başta İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi, Paris Şartı ve Helsinki
Nihai Senedi olmak üzere Türkiye’nin taraf olduğu
uluslararası sözleşmelerin insan hakları alanında getirdiği standartlar uygulamaya geçirilecektir. İnsan
hakları alanında faaliyet gösteren gönüllü kuruluşların, sivil toplum örgütlerinin görüş ve önerileri dikkate
alınacak, devlet organları ile bu kuruluşlar arasında
sıkı bir işbirliği oluşturulacaktır. İnsan hakları ihlallerinin tespiti, çözüm önerilerinin geliştirilmesi, insan
hakları eğitimi ve kolluk güçlerinin denetimi konularında bu kuruluşların katılımına ağırlık verilecektir.”
(Bkz.http://www.akparti.org.tr/site/akparti/partiprogrami#bolum_)
Türkiye birçok uluslararası sözleşmeye imza atmıştır. İmzalanan uluslararası sözleşmelerin bir bölümüne çekince konulmuştur. Yani Türkiye uygulamasında şimdilik “sakınca” gördüğü maddelere çekince
koymuştur. Türkiye’nin taraf olduğu diğer uluslararası sözleşmeler yanında, özellikle İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (Sözleşme) ve bu sözleşmeyi yorumlayıp uygulayan İnsan Hakları Avrupa Mahkemesi
(Mahkeme) kararları, Türkiye’nin insan haklarının
hukuki kaynakları arasındadır. Türkiye, 1987 yılında Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkı tanıdı. 1989 yılından itibaren AİHM’nin
tam yargı yetkisi kabul edildi. Anayasa’nın 90. maddesi değiştirildi. 90 madde, AİHM kararları ile yasalar arasında bir çelişki varsa, AİHM kararlarının esas
alınmasını öngörüyor. Başka bir deyişle, AİHM kararları ulusal yasalardan önce geliyor. Kağıt üzerinde
böyle ama uygulama tam tersi.
İnsan hakları ihlalinde şampiyon!!!
Şubat 2012’de AİHM, 52 yıllık süre zarfında başvuru ve mahkûmiyetlerle ilgili istatistikleri açıkladı.
(Bkz.http://www.echr.coe.int/NR/rdonlyres/
E58E405A-71CF-4863-91EE-779C34FD18B2/0/
APERCU 19592011_EN.pdf) 1959-2011 arasındaki
başvurular ve çıkan mahkûmiyetler esas alındığında, Türkiye, 2 bin 404 mahkûmiyetle, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi’ni (AİHS) en çok ihlal eden ülke
oldu. AİHS’nin ihlal edilen maddeleri üzerinden yapılan istatistiklerde de Türkiye, çok sayıda alanda en
Türkiye insan haklarına ne kadar saygı
gösteriyor? İnsan hakları alanındaki temel
sorunlar ne?
Bu soruların yanıtlarının bir bölümünü AİHM Türkiye kararlarında, insan hakları örgütleri raporlarında ve Avrupa Komisyonu izleme raporlarında
bulabiliriz. Türkiye, Rusya’dan sonra, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi’nde aleyhinde en çok bireysel
başvuru bulunulan devlettir.
AKP hükümeti, Türkiye aleyhinde en çok başvuru yapılan ikinci ülke olma konumundan rahatsızdı. İhlal sıralamasında Türkiye’nin birinci ülke
olmasına son vermek gerekiyordu! AKP hükümeti,
Türkiye‘nin itibarının zedelenmesini önlemeye karar
verdi! AİHM’e bireysel başvurulara fiilen set çekilerek, başvuru sayısından doğan rahatsızlık giderilmek
isteniyordu. Halk oylamasına sunulan ve kabul edilen Anayasa’nın 148. maddesi bireylere de Anayasa
Mahkemesi’ne başvuru hakkı tanıdı.
Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolu açıldığına göre bu yol tüketilmeden AİHM’e başvurmak
mümkün olamayacaktır. Şimdiye kadar kural olarak
Türkiye’de bir ceza davası 4 ile 6 yıl arasında sonuçlanabiliyordu. Yargıtay’ın verdiği kararın kesinleşmesiyle birlikte iç hukuk yolları tükeniyordu. Yargıtay kararından sonra AİHM’e başvurulabiliniyordu.
Yeni Anayasa değişikliği ile artık bu mümkün değil.
Yargıtay kararından sonra Anayasa Mahkemesi’ne
başvurmak gerekiyor.
Önünde mevcut bulunan, uzmanlık gerektiren davaları dört, beş yıl gibi sürelerle ancak karara bağlayabilen, karar verdikten sonra da gerekçeli kararın yazımı
aylar alan bir Anayasa Mahkemesi var. Bundan sonra,
yaşam hakkının ihlali, haksız gözaltına alınma, haksız tutuklanma, tutukluluk süresinin uzun sürmesi,
yargılamaların makul sürede sona erdiril(e)memesi,
yargılamada hakkaniyete uygun davranılmaması,
tarafsız veya bağımsız yargılama hakkından yararlandırılmama, işkence görme, özel hayatın dokunulmazlığının ortadan kaldırılması, telefon dinleme, görüntü ve sesi kayda alma vb. hak ihlalleri, düşünce ve
örgütlenme özgürlüğünün engellenmesi, masuniyet
karinesine aykırı olarak kesin bir mahkûmiyet kararı
olmaksızın teşhir edilme, sendika hakkını layığı ile
kullanamama, ayrımcılığa tâbi olma, inançları sebebi ile özgürlüğünü yaşayamama gibi pek çok alanda,
vatandaşın AİHM’e gitmeden önceki mecburi durağı
Anayasa Mahkemesi olacaktır.
Anayasa Mahkemesi’nin bugüne kadar bildiğimiz
görevleri çerçevesinde, yasaların Anayasa’ya uygunluğu denetiminde bireylere yeni bir hak tanınıyor
değildir. Bu bir yanılsamadır. Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi’ne gitmeden önce Anayasa Mahkemesi’ne
başvurma mecburiyeti getirildi. Burada amaçlananın da AİHM’ne başvuru sayısını düşürmek olduğu
açıkça ifade edilmektedir. 24 Eylül 2012’de Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvurular başladı. Ama
harç ödenmeden Anayasa Mahkemesi’ne başvurmak
mümkün değil. Oysa AİHM’e yapılan başvurularda
harç ödemek gerekmiyordu. Anayasa Mahkemesi
yargısı labirentinden çıkarak AİHM’ne ulaşmak kolay olmayacaktır.
Görünürde Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuru yolunun açılması hukuki alanda bir iyileştirme
olarak görülebilinir. Burjuva hukukunun egemen
olduğu bir ülkede, Anayasa Mahkemesi’ne bireysel
olarak başvurmak, hak arama mücadelesinde önemli
bir adımdır. Hukukun siyasileştiği, devleti koruma,
kollama misyonunu üzerlendiği bir ülkede, Anayasa
Mahkemesi’ne bireysel başvuru hakkının getirilmesi-
gündem
çok mahkûm olma unvanını kimseye kaptırmadı.
Yaşam hakkı ve işkence gibi alanlarda Rusya’yı geride
bırakan Türkiye “şampiyonluğu”nu korudu. 47 ülkenin Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yargılama
yetkisini tanıdığı bilinmelidir. Şubat 2012 verilerine
göre; AİHM’de Türkiye aleyhinde 15 bin 940 başvuru
bulunuyordu. İhlal kararlarının türlerine bakıldığında da 52 yıllık dönemde, Türkiye, birkaç alan dışında,
birinciliği kimseye kaptırmadı. Türkiye, “etkin soruşturma yokluğu” nedeniyle 135 kez, “Özgürlük ve
güvenlik hakkı” konusunda 554 kez, “adil yargılanma
hakkı” konusunda 729 kez, “ifade özgürlüğü” konusunda 207 kez, “Toplantı ve gösteri yapma özgürlüğü”
konusunda 53 kez, “mülkiyet hakkı” konusunda 611
kez mahkûm oldu ve AİHS’nin bu maddeleri ile ilgili
açılan davalarda mahkûmiyet sayısı bakımından bütün ülkelerin üzerinde yer aldı.
Hakkında 2 bin 747 kararın verildiği Türkiye’yi, 2
bin 166 kararla İtalya, bin 212 kararla Rusya izledi.
Türkiye, 52 yıllık dönemde karara bağlanan 2 bin 747
davanın 2 bin 404’ünde AİHS’nin en az bir maddesini ihlal ettiğinden tazminata mahkûm oldu. 57 davada haklı bulunan Türkiye’nin 204 dosyası dostane
çözüm ya da düşme kararı ile sonuçlandı. Türkiye,
toplam kararların yüzde 87,5’inde mahkûm oldu. Bu
rakamlar, Türkiye’ye “en çok mahkûm olan ülke” unvanını kazandırdı.
5
gündem
nin bir önemi yoktur. Anayasa Mahkemesi’ne bireysel
başvuru hakkının tanınmasının esas işlevi AİHM’e
gidecek başvuruların önünü kesmektir. AKP‘nin esas
derdi; Türkiye’nin AİHM nezdinde zedelenen imajının düzeltilmesi ve hakkında en fazla mahkûmiyet
verilen bir ülke konumundan çıkmasıdır.
AKP ve Din Özgürlüğü
6
AKP programında yazılanlar şöyle:
“Partimiz, kutsal dini değerlerin ve etnisitenin istismar edilerek siyaset malzemesi yapılmasını reddeder.
Dindar insanları rencide eden tavır ve uygulamaları
ve onların, dini yaşayış ve tercihlerinden dolayı farklı
muameleye tâbi tutulmalarını anti-demokratik, insan
hak ve özgürlüklerine aykırı bulur. Öte yandan dini,
siyasi, ekonomik veya başka çıkarlara alet etmek veya
dini kullanarak farklı düşünen ve yaşayan insanlar
üzerinde baskı kurmak da kabul edilemez.” [Bkz: agy]
AKP güya dinin istismar edilmesine karşıdır! AKP
güya farklı düşünen insanlar üzerinde baskı kurulmasına karşıdır! AKP güya “dini yaşayış ve tercihlerinden dolayı farklı muameleye tâbi tutulmalarını
anti-demokratik, insan hak ve özgürlüklerine aykırı”
bulduğunu açıklamaktadır! Din ve vicdan özgürlüğü, kişinin dini inanç ve pratiklerine ilişkin davranış
içinde bulunma veya bulunmama özgürlüklerini içerir. Din özgürlüğü, herhangi bir dine inanan kişi ve
toplumların o dinin ritüellerini hiçbir engelle karşılaşmadan yerine getirebilme halidir. Din özgürlüğü,
bireyin dine inanmama özgürlüğünü de içerir. AKP
programından yaptığımız alıntıda, Avrupa İnsan
Hakları Sözleşmesi ve İnsan Hakları Beyannamesi’ni
temel aldığını söylemektedir. Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 9. maddesi, bu konuyu şöyle düzenlemektedir:
“Herkes düşünce, din ve vicdan özgürlüğüne sahiptir; bu hak, din veya inancını değiştirme özgürlüğünü,
din veya inancını, tek başına ya da topluluk halinde,
alenî veya gizli olarak ibadet, öğretim, uygulama biçiminde açığa vurma özgürlüğünü de içerir.” [Temel
Belgelerle İnsan Hakları, İHD-Yayını, Derleyen ve
Çeviren Doç. Dr. Mehmet Semih GEMALMAZ, 2,
Basım, Ocak 1996, sf:152] İnsan Hakları Evrensel
Beyannamesi’nde ise din özgürlüğü konusunda şöyle
deniliyor:
“ Madde 18- Herkesin düşünce, vicdan ve din özgürlüğüne hakkı vardır.” [age., sf:25] Devletin din
karşısında tarafsız kalması, inanan, farklı inançlara
sahip olan veya inanmayan bireylere eşit mesafede
bulunması gerekir. Din ve vicdan özgürlüğü sorununun çözümünün ilk ve temel şartı, devletin din
ve inanç alanından elini çekmesidir. Herkesin kendi
inancının gerektirdiği sivil ve siyasî örgütlenmeleri
serbestçe gerçekleştirebilmesi, kendi inancında eğitim verebilmesi, ibadetini yapabilmesi, ibadethanelerini bizzat kurup işletebilmesi, ifade ve propaganda
hakkını kullanması gerekir.
AKP’nin uygulamalarının uluslararası sözleşmelerde tanımlanan din özgürlüğü ile hiçbir ilişkisi yoktur. T.C kurulduğundan bu yana, “Sünni mezhep” dışındaki bütün dinler yok sayıldı. Devlet, din ve inanç
alanını belirlemektedir. AKP de “Sünni mezhep”
dışındaki dinleri yok saymakta, hatta onlar adına
yorum yapmaktadır. AKP hükümeti, “Sünni İslam”
yorumunu kontrol etmekte, geliştirmekte, Aleviler ve
Müslüman olmayan azınlıklar üzerindeki baskıları
sürdürmektedir. Ülkelerimizde, “Sünni İslam” yorumu temel alınmakta ve cem evleri ibadethane olarak
kabul edilmemektedir. Okullara zorunlu “din dersi”
konulmakta ve ibadet edeceklere cami yolu gösterilmektedir. AKP’nin din özgürlüğü, “Sünni İslam”a
inanma özgürlüğüdür. Ne yazık ki ülkelerimizde
“Sünni İslam”a inanmayan Aleviler ve Müslüman
olmayan azınlıklar üzerindeki baskılar devam etmektedir. T.C tarihi boyunca, “Sünni İslam “ adına
Aleviler katledilmiş ve Müslüman olmayan azınlıkların mallarına el konulmuştur. T.C devletinin uygulamalarını AKP devralmış ve “İslam’ın Sünni” yorumu
devletin dini haline getirilmiştir. AKP’nin programına yazdığı ve uluslararası sözleşmelerde ifade edilen
din özgürlüğü ile AKP’nin hiçbir ilgisi yoktur.
AKP ve Medya Özgürlüğü
Basın özgürlüğü, basın yoluyla görüş ve düşüncelerini açıklayabilme ve yayabilme hakkıdır. AKP programında basın özgürlüğü bağlamında şöyle denilmektedir:
“Partimiz bütün vatandaşlarımızın özgür haber
alma ve düşüncelerini yansıtma hakkını esas kabul
eder. Çağımız demokrasilerinin vazgeçilmez koşullarından biri, özgür medyanın varlığıdır. Başta anayasa olmak üzere medyaya ilişkin tüm yasal çerçeve ele
alınarak, medyanın ifade özgürlüğüne getirilen ve demokratik toplum düzeninin gerekleri ile bağdaşmayan
yasak ve cezalar kaldırılacaktır. Yazılı ve görsel medyanın özgürlükleri, titizlikle korunacak ve tekelleşmeye fırsat tanınmayacaktır.” [Bkz: agy]
Burada yazılanlarla AKP’nin uygulamaları arasın-
miyor. Onların basın özgürlüğü anlayışı, tek sesli ve
hükümete yardakçılık yapan bir basın özgürlüğü anlayışıdır. Onların basın özgürlüğü anlayışı, kendileri
gibi düşünmek, kendileri gibi konuşmaktır.
Basına, gazetecilere ve insan hakları savunucularına karşı açılan davaların Türk Ceza Kanunu’ndaki
yasal dayanakları şunlardır: Hakaret (madde 125);
anayasal düzeni sona erdirmek amacıyla suç örgütü
kurmak (madde 314); askeri personeli itaatsizliğe teşvik etmek (madde 319); halkı askerlikten soğutmak
(madde 318); Türklüğü, Cumhuriyet’i, devleti, Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni, hükümeti veya yargı
organlarını aşağılamak (madde 301); suç işlemeye
tahrik etmek (madde 214); suçu ve suçluyu övmek
(madde 215); halkı suç ve düşmanlığa tahrik etmek
(madde 216) ve müstehcen görüntü, yazı ve sözleri
basın yoluyla yayımlamak (madde 226). Soruşturmaların gizliliğini ihlal etmek (madde 285) ve adil yargılamayı etkilemeye teşebbüs etmek (madde 288). 3713
sayılı „Terörle Mücadele Kanunu“, Toplumla Mücadele Yasası olarak ün kazanmıştır. RTE hükümeti, hükümeti eleştiren yazı ve haber kaleme alan gazeteciler
hakkında sıklıkla hakaret davası açmaktadır. Sadece
2011’de 24 gazeteci bu suçtan dolayı toplam yirmi bir
yıl dokuz ay hapis ve 48.000 TL para cezasına çarptırılmıştır. Aynı suçtan dolayı iki gazete toplam 50.000
TL para cezasına mahkûm edilmiştir.
Devrimci sosyalist basın üzerinde baskılar devam
ediyor. Sosyalist basın hakkında toplatma kararları
veriliyor, davalar açılıyor ve para cezaları veriliyor.
Dergi büroları basılıyor, haber peşinde koşan muhalif
gazeteciler tutuklanıp hapsediliyor. Sosyalist basına
getirilen yasaklamalar, bürolara yapılan polis baskınları ve Kürt basınına yönelik ‘KCK’ adı altındaki siyasi operasyonlar gözaltı ve tutuklamalar devam ediyor. AKP’nin „ileri demokrasi“ parolası “basın ancak
iktidarı desteklediğinde hürdür.” şeklindedir. Gazetemize ve gazetemiz bünyesinde yayınlanan Güney
dergisi üzerindeki baskılar devam ediyor. Yazı işleri
müdürümüz hakkında davalar açılıyor ve para cezaları kesiliyor. AKP hükümeti, dikensiz gül bahçesini
sürdürebilmek için her türlü özgür sesi, düşünceyi
boğmaya çalışıyor. Ama yıllardır dergimize verdikleri onlarca para, hapis ve kapatma/toplatma cezalarına
rağmen susturamadılar, susturamayacaklar.
Eskiden apoletli olandan, ordudan talimat alan
medya artık RTE hükümetinden talimat alır duruma
gelmiştir, getirilmiştir. RTE, Ekim 2011’de medya sahipleri ve yöneticileriyle yaptığı toplantıda, medyanın
gündem
da nitel bir farklılık var. Ülkelerimizde yaşayan her
birey, özgür haber alma ve düşüncelerini özgürce
yayma hakkına sahip değildir. Basın özgürlüğünün
ne olduğu, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin
19. maddesi ve Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde
10. maddesinde tanımlanmıştır. Ülkelerimizde tekelleşen medya kuruluşları, patronlarının çıkarları
ve istekleri doğrultusunda yayın yapıyor. Tekelleşen
medya, bir yandan ekonomik alanda önemli bir güce
ulaşırken, öte yandan haber alma özgürlüğünü kısıtlıyor, medya gücünün çıkar amaçlı kullanılmasına
hizmet ediyor. Medya patronları, yayın kuruluşlarını sadece kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıyor. Medya patronları ticaret yaptığı için, basının /
medyanın desteğine sürekli ihtiyaç duyan AKP ile
aralarında bir menfaat ilişkisi ortaya çıkıyor. AKP‘ne
sağlanan medya desteğine karşılık, bu desteği sağlayanlar açısından holdingin çıkarları da hükümet tarafından korunuyor. Medya patronlarının yalnızca
ticaret kültürü olan iş adamları ve büyük bir tekelleşmenin söz konusu olması, gazeteciliği, iş adamlarının
gazetelerini ticarethane olarak görüp daha çok para
kazanma politikası haline getirmiştir. Medya patronları, gazeteleri halkın bilgi kaynağı değil de, kendilerine para getirecek bir işyeri veya çeşitli siyasi ve benzeri konularda propaganda aracı olarak görmektedir.
Türkiye’de gerçek anlamda basın özgürlüğü yoktur. Muhalif basın üzerinde AKP tarafından amansız
baskı uygulanmakta, muhalif gazeteciler hapsedilmekte ve verilen para cezaları ile muhalif basın yayın
yapamaz bir hale gelmektedir. AKP hükümeti önemli
oranda yandaş medyasını kurmuş durumdadır. Yandaş olmayan, Kemalist çizgide hareket etmeye çalışan burjuva medya da hizaya sokulmaya çalışılıyor.
Türkiye’de 95 gazeteci hapsedilmiş durumda. Sınır
Tanımayan Gazeteciler Örgütünün verilerine göre;
Türkiye basın özgürlüğü sıralamasında 179 ülke arasında 148. sırada bulunuyor.
RTE her yaptığı konuşmada, hükümet aleyhinde
haber yapan, eleştiri getiren medyayı ve köşe yazarlarını hedef tahtasına koyuyor. Aykırı görüş savunan
köşe yazarlarının, gazetelerinden uzaklaştırılması
için talimat veriyor. Kemalist ajitatörlerin bir bölümü
merkez medyadan ayrılmak zorunda kaldı. (Emin
Çölaşan, Bekir Çoşkun vb.) Liberal görüşleri savunan
gazeteciler de işlerini kaybettiler. Şimdilerde liberal
görüşleri savunan kimi köşe yazarları hedef tahtasına konulmuş durumdadır. AKP hükümeti, “ustalık”
döneminde aykırı seslerin çıkmasına tahammül ede-
7
gündem
nasıl haber yapması gerektiğinin talimatlarını verdi.
Bu toplantıdan birkaç gün sonra, en büyük beş haber ajansı Anadolu Ajansı (AA), Ajans Haber Türk
(AHT), Ankara Haber Ajansı (ANKA), Cihan Haber
Ajansı (CİHAN) ve İhlas Haber Ajansı (İHA) bir deklarasyon yayımlayarak “yetkili mercilerin yasaklarına uyacaklarını” açıkladılar. Kuzey Kürdistan’da bir
savaş yürüyor, yürütülüyor. RTE hükümeti, Kuzey
Kürdistan’da yürüyen savaş hakkında basında haberlerin çıkmasını istemiyor. Bölgede ne olup bittiği, Genelkurmayın servis ettiği, “bitirdik, yok ettik”
açıklamaları manşetlere taşınıyor. Aralık 2011’de
Hakkâri’nin Uludere (Roboskî) köyünde otuz dört
kişi savaş uçakları tarafından bombalanarak öldürüldü. Tekelci medya konuyla ilgili ilk haberi olayın
gerçekleşmesinden on sekiz saat sonra, hükümetten
gelen açıklamanın ardından verebildi. Bu arada kamuoyu Kürt haber kaynakları ve sosyal medya yoluyla konu hakkında bilgi sahibi olmuştu. Görüldüğü
gibi AKP dikensiz bir gül bahçesi yaratmak istiyor.
AKP basın özgürlüğünü değil, biat yükümlülüğünü
savunmaktadır.
İşkence, Faili Meçhul Cinayetler, Yargısız
İnfazlar ve AKP
AKP iktidara geldiğinde, “işkenceye sıfır tolerans”
söylemini geliştirdi. AKP programında bu konuyla
ilgili söylenenler şöyle:
“İşkence, gözaltında ölüm, kayıp, faili meçhul cinayetler gibi demokratik hukuk devletinde kabul
edilemez uygulamaların üstüne ciddiyetle gidilecek
ve şeffaflık sağlanacaktır. Bu konuda her vatandaşın
şikâyeti değerlendirilecek, caydırıcılığı sağlayan gerekli
düzenlemeler yapılacak, sorumlular cezasız kalmayacaktır.”
Pratikte AKP döneminde işkence devam etti. Gözaltında ölüm vakaları yaşandı. Yargısız infazlar evet
geriledi, fakat bütünüyle ortadan kalkmadı. İşkence,
esas olarak cezasız kalmaya devam etti. Hatta kimi
İşkenceciler terfi bile ettirildi, ödüllendirildi. Bu bağlamda 2011’in İnsan Hakları istatistiklerine bakmakta fayda var.
Yargısız İnfazlar
8
“2011 yılında kolluk kuvvetlerinin (polis, jandarma,
asker) açtıkları ateş sonucu veya kullandıkları gaz
bombaları sonucu (yoğun gaza veya gaz bombasının kapsülüne bağlı olarak) veya savaş uçaklarından
atılan bombalar sonucu toplam 59 insan yaşamını
yitirdi; 25 insan da yaralandı. Söz konusu olayların
sonrasında 102 kişi gözaltına alınırken 1 kişi de tutuklandı. Ölen 59 insanın 5’i gaz bombasının kullanımı
nedeniyle 53’ü de ateşli silah ve bombalama sonucu
yaşamını yitirdi. 1 kişinin ölüm nedeni belirlenemedi.
Yaralanan 25 insanın 4’ü gaz bombası nedeniyle 21’i
de ateşli silah ve bombalama sonucu yaralandı.” (bkz.
Türkiye İnsan Hakları Raporu, TİHV Yayınları, s. 7,
Mart 2012 Ankara) Söylenenlere yorum yapmaya gerek yok.
Faili Meçhul Cinayetler
“2011 yılında 15 faili meçhul cinayet işlendi. Öldürülenlerin 4’ünün köy korucusu olduğu belirlenirken; Hakkâri ve Tunceli’de 3’er
cinayet işlendiği tespit edildi.” (Age. s.18)
Kuşkusuz bu faili meçhullerin tümü doğrudan
AKP’ne mal edilemez. Fakat AKP bugün iktidar partisi olarak bütün bu faili meçhullerin de siyasi sorumluluğunu taşımaktadır.
Gözaltında Ölüm
2011 yılında beş kişi gözaltı merkezlerinde öldü. Fuat
Bayoğlu, Eyüp Işıktan, Hamedu Loufa Sayıd, Willem
Tyas ve H.A. gözaltı merkezlerinde ölen kişiler. (Age.
s. 80-81)
Hapishanelerde İşkence ve Kötü Muamele
“2011 yılında cezaevlerinin en önemli sorunu yine
işkence oldu. İşkence iddialarının etkin şekilde soruşturulmamasının ve cezaevlerinin bağımsız ve uzman
kurullarca izlenememesinin bir sonucu olarak cezaevlerinde “A Takımı” diye adlandırılan işkence timlerinin oluştuğu,“kameraların kayıtta olmadığı” sırada
veya kameraların görmediği kör noktalarda işkence
olaylarının meydana geldiği; tutuklu veya hükümlülerin süngerli oda diye tabir edilen her şeyden yalıtılmış
hücrelere konulduğu; sıcak ve soğuk su kullanımının
asgari düzeye bile
ulaşamadığı; koğuşları lağım sularının bastığı iddiaları ortaya çıktı. 2011 yılında 2 vakada sayısı belirsiz
olmak üzere; 137 kişinin işkence gördüğünü; 2 vakada
yine sayısı belirsiz olmak üzere 6 kişinin temizlik ve
hijyene bağlı olmak üzere uzun süreli sorunlar yaşadığını tespit ettik.” (Age. s.110)
Hapishaneleri
İzleme
Kurulu
bileşenleri (KESK, TTB, TİHV, İHD, ÇHD ve TAYAD) 14 Eylül 2012’de “Hak İhlalleri - 2011” raporunu açıkladı.
Rapora göre; işkence hapishanelerde de devam edi-
Hapishaneler Hak İhlalleri Tablosu 2011
İşkence ve kötü muamele
724
Sağlık Hakkı ihlali ve tedavisi
yapılmayanlar
617
Disiplin Cezası ve Görüş yasağı
629
Sevk uygulamaları ihlali (sürgün ve sevk
istemleri reddedilenler dahil)
698
İletişim, haberleşme ve anadil
uygulamalarından doğan ihlaller
407
Beslenme, ısınma ve fiziki koşullardan
doğan hak ihlalleri
316
Diğer yaşanan hak ihlalleri
128
Düşünce özgürlüğünün olup olmadığına bakmak
gerekir. İfade özgürlüğü, bir insanın ya da grubun,
yazı veya konuşma yoluyla düşüncesini yaygınlaştırma özgürlüğü demektir. Bir özgürlükten söz edilebilmesi için, bu özgürlüğün kullanılabilir olması gerekir. Bu da, bir düşüncenin açıklanmasından sonra
takibata uğramaması demektir. İfade özgürlüğü, aynı
zamanda kişinin, farklı fikir ve düşüncelere özgür bir
şekilde ulaşmasını, bu fikirler arasında tercih yapabilmesini ve tercih ettiği düşünce ve inancı başkalarıyla
paylaşma özgürlüğünü içerir. Bir bireyin, herhangi
bir düşüncenin doğru olduğuna karar verebilmesi ve
tercih edebilmesi özgür bir ortamın varlığını zorunlu kılmaktadır. Bununla birlikte, ifade özgürlüğünün
önündeki en önemli ve en temel sorun, devletin kendini korumayı merkeze koyan bir resmi ideolojisi olmasıdır. Bireyin değil, devletin ön planda olduğu ve
kutsal sayıldığı bu sistem, devlet tarafından formüle
edilmiş bir resmi ideolojiye dayanmakta ve bunun dışındaki fikirler baskı altında tutulmaktadır. Şimdiye
kadar bu resmi ideolojinin adı Kemalizm’dir. AKP de
şimdilik içini kendinin doldurduğu biçimde bir Kemalizmi resmi ideoloji olarak kabul ede gelmektedir.
AKP, yaşamın her alanını kendi denetimine tâbi tutGözaltında İşkence ve Kötü Muamele
310
Gözaltı Yerleri Dışında İşkence ve Kötü
Muamele
517
2010 yılı içinde TİHV Tedavi ve Rehabilitasyon merkezlerine işkence ve kötü muameleye maruz kaldığını
belirterek başvuran kişi sayısı 362’dir.
2011’de işkence görenlerin dökümü şöyledir:
Köy Korucuları Tarafından Yapılan
İşkence ve Kötü Muamele
15
İşkence, Kötü Muamele, Onur Kırıcı
Ve Küçük Düşürücü Davranış Ve
Cezalandırma
Kolluk Güçleri Tarafından Tehdit
Edilenler
Hapishanelerde ölümler
44
İşkence ve AKP
(Bakınız yandaki tablo.)
(Bkz. 2011 Yılı Türkiye İnsan Hakları İhlalleri Raporu, s. 7, İHD Yayınları, 2012, Ankara)
Düşünce özgürlüğü ve AKP
AKP programında düşünce ve ifade özgürlüğü ile ilgili yazılanlar şöyle:
“Düşünce ve ifade özgürlükleri uluslararası standartlar temelinde inşa edilecek, düşünceler özgürce
açıklanabilecek, farklılıklar birer zenginlik olarak görülecektir.” [agy]
gündem
yor. 2011‘de 724 kişi hapishanelerde işkence ve kötü
muamele gördü, 44 mahpus yaşamını yitirdi. Tutuklu
ve hükümlüler, aile görüşü yasakları, mektup yasakları, gazete ve kitap yasakları, telefon yasakları, ortak
kullanım alanlarına çıkma yasakları, hücre cezalarıyla dış dünyadan soyutlanıyor. Tedavisi yapılmayan
ve sağlık hakkı ihlal edilen tutuklu ve hükümlü sayısı
da 617.
Cezaevlerinde İşkence ve Kötü Muamele 724
102
1425
Toplumsal Gösterilerde Güvenlik
Güçlerinin Müdahalesi Sonucu Dövülen
ve Yaralananlar
Özel Güvenlik Görevlileri Tarafından
58
İşkence ve Kötü Muameleye Maruz
Kalanlar
119
Okulda Şiddet
TOPLAM
3252
maktadır. Denetimine, alamadığı düşünce dünyasına
aktif müdahalelerde bulunmaktadır. Müdahalelerin
9
gündem
10
temel gerekçesi, her şeyden önce kişinin rasyonel bir
varlık değil, kendisine yön verilmeye muhtaç biri olarak algılanmasıdır. Gerçeğin ya da doğrunun tespiti
yöneticilerin tekelinde görüldüğünden, farklı olmaya
ve farklı/aykırı düşünceyi ifadeye izin verilmemektedir. Farklı fikirlerin öne sürülmesi, toplum düzenine karşı yönelen bir tehdit olarak görülmektedir.
Gerçekte, farklı fikirleri özgürce ileri sürmek, serbest
fikir akışının sağlandığı, halkın haber ve bilgilere
serbestçe ulaşabildiği bir ortamda mümkündür. Oysa
antidemokratik olan bu sistemde, halkın haber alma
kanalları tek bir çizgiye yönlendirildiğinden, sadece
belli doğmaların ezberlenmesi söz konusudur. Dolayısıyla bireylerin haber alma ve bilme hakkının yerini, bu sistemde belli doğmalara inanma yükümlülüğü
almıştır. Böyle olunca, anda ilerici- devrimci muhalif
fikirlerin hükümet politikalarına şekil vermek ya da
onları düzeltmek gibi bir fonksiyonları yoktur. Esas
itibariyle ifade özgürlüğü, sadece andaki yöneticiler
ve egemen sınıf içinde yer alanlar için bir haktır. Toplumun geri kalanı için, devletin uygulamalarına karşı
gelmede kullanılabilecek bir ifade özgürlüğü yoktur.
İfade özgürlüğü yalnızca rejimin savunulması ve geliştirilmesi için kullanılabilir. Siyasi alanın ayrıcalıklı bir elit zümrenin tekeline alınmasının yanında,
toplumsal alanların denetlenmesi için harcanan çabaların nihai amacı, toplumu belirli bir kalıba sokmak ve bireyleri her bakımdan standartlaştırmaktır.
Tek sesliliğin hâkim olduğu bu sistemde, aykırı sesler
„suç“ sayılmaktadır. Rejimi ve sistemi eleştiren fikirler üzerinde baskı uygulanmaktadır. Resmi ideolojiyi
savunmayan, muhalif olan devrimci ve komünist örgütlere “terörist” etiketi yapıştırılmaktadır.
AKP
programında,
“Düşünce
ve
ifade
özgürlükleri”nin uluslararası normlar temelinde inşa
edileceği, düşüncelerin özgürce açıklanabileceği ve
“ farklılıklar birer zenginlik olarak görülece”ği yazılmasına rağmen, pratik uygulama başkadır. 2011’in
verileri AKP programında yazılanların tersini ortaya
koyuyor.
İşte veriler:
(Bakınız yandaki tablo.)
Üçüncü Yargı Paketi olarak adlandırılan ve 5 Temmuz 2012’de yürürlüğe giren 6352 sayılı Kanun’da,
Basın Kanununa geçici bir madde eklendi. Eklenen
geçici madde şöyledir:
“Geçici Madde 3 - 31.12.2011 tarihine kadar mahkemeler, yetkili mülki idari amirlikleri ve diğer makamlarca basılı yayınlarla ilgili olarak verilmiş top-
latma, yasaklama, dağıtım ve satışın engellenmesi
kararları, bu Kanunun yayımı tarihinden itibaren
altı ay içinde, yetkili ve görevli mahkemeden bu yasaklılığın devamı niteliğinde bir karar alınmamış
olması durumunda kendiliğinden hükümsüz hale
gelir. Bu tür kararlarla ilgili mevcut bilgi ve deliller
kolluk tarafından iki ay içinde yetkili Cumhuriyet
Başsavcılığına iletilir. Mahkemelerce, bu yönde alınmış olan kararların bir örneği İçişleri Bakanlığına
gönderilir.”
Geçici madde de belirtildiği gibi „yasak yayınlar“
hala var bu ülkede. Toplatma kararlarının hükümsüzlüğü 31.12.2011 tarihine kadar verilmiş kararlar
için uygulanıyor. Bu düzenleme gazete, dergi ve kitaplar hakkında bir düzenlemedir. Filmler, tiyatrolar,
müzik eserleri, plaklar, teyp bantları gibi diğer kitle
iletişim araçları ile ilgili “yayınlar” kapsam dışıdır.
Örneğin basılı bir tiyatro eseri veya bir filmin senaryosu kitap olarak yayınlanmışsa ve eğer bu kitap
hakkında toplatma kararı verildiği için yasak yayın
sayılıyorsa, toplatma kararı kaldırılabilir ve yasak yayın kategorisinden çıkar. Ama seyredilen filmi veya
oynanan tiyatro oyunu basılı eser olmadığı için, kitabı hakkındaki yasak kalkmış olduğu halde, film ve
Gözaltına
Alınanlar
12685
Tutuklananlar
2922
Yasaklanan
Etkinlikler
26
Toplatılan,
Yasaklanan ve
Para Cezası
Uygulanan
Yayın Organları
7 gazete toplam 11 kez,
9 dergi ise toplam 16 kez
toplatıldı. 9 afiş, 2 pankart,
3 kitap ve yasaklandı veya
toplatıldı, 1 kitap hakkında
inceleme başlatıldı. 33
televizyona toplam 41 kez,
1 radyoya toplam 3 kez
uyarı cezası verildi. (RTÜK
2011 yılında 20’si radyo,
480 TV kanalı olmak üzere
89 tl para cezası, 383 uyarı,
27 program durdurma
ve 1 tebliğ cezası verdi./
Bianet 2011 Medya Gözlem
Raporu)
Baskına
Uğrayan
Gazete ve Yayın
Organları
16 (1 Dergi Bürosu, 10
Gazete temsilciliği, 1
Gazete Genel Merkezi, 3 TV
Kanalı, 1 Kitap)
Engellenen
İnternet Siteleri
6504
Hukuk ve AKP
AKP programında hukuk ve hukuk devleti bağlamında şöyle yazılmaktadır:
“Hukukun üstünlüğünü esas alan devlet, vatandaşlarının özgürlük ve haklarının teminatıdır. Dolayısıyla hukuk devleti olmayan ve hukukun hâkim olmadığı
bir toplumda demokratik rejimden bahsedilemez.
Demokrasinin hukuk yoluyla varlık kazandığı demokratik hukuk devletinde; hukukun evrensel ilkelerine saygı, hak arama yollarının açık tutulması, kanun
önünde eşitlik, bireysel hak ve özgürlüklerin korunması, devletin hukuka bağlılığının güvence altına alınması temel değerlerdir. Bu değerlerin hayata geçirilmesi
anayasa, yasalar ve bağımsız bir yargı ile mümkündür.
Partimiz hukukun üstünlüğüne dayalı yönetim anlayışının teminatı olacaktır.
Ülkemiz bugün hukuk devletinden ziyade kanun
devleti görüntüsü vermektedir. “Devletin Hukuku” yerine “Hukuk Devleti” anlayışının esas olması gerekir.
Kanunları hukuka, hukuku evrensel adalet ve insan
hakları esaslarına dayandırmadıkça, Türkiye gerçek
bir hukuk devleti olamaz ve uluslararası camiada saygın bir yer edinemez.“ [agy]
AKP programında yazılanlar uygulansa, bu burjuva demokrasisine geçişte önemli bir etken olabilir.
AKP iktidara geldiğinde “kanun devleti” görüntüsünü değiştireceğini programına yazdı. Hatta tüm vatandaşların, yasalar önünde eşit olacağını da belirtti.
Peki ya uygulama? Eğer programınızda belirli tespitler yapıyorsanız ve bunları uygulamaya geçirmiyorsanız, programda yazılanların hiçbir değeri yoktur.
Kanun devleti genellikle yöneticilerin toplum üzerindeki keyfi yönetimine dayanan bir model olarak
karşımıza çıkmaktadır. Burjuvazinin “hukukun üstünlüğü” dediği şey teorik olarak evrensel (burjuva)
hukuk ilkelerinin herkes için geçerli olması, ve eşit
uygulanmasıdır. “Kanun devleti” ise evrensel hukuk
ilkelerinden çok, duruma göre değiştirilen yasalara
dayalı, bu anlamda keyfi bir modeldir. Kanun devleti, örneğin Kuzey Kürdistan/Türkiye’de olduğu gibi
bireyin çıkarlarını değil, devletin bekasını ön planda
tutabilir. Evrensel hukukun yani burjuvazinin hukuk
sisteminin temel prensibi, teoride, devletin tüm aygıtlarını insanın hizmetine sokmasıdır. Bu anlamda
bürokrasi, ordu, siyasal partiler, dernekler, kanunlar,
ekonomik hayat, kısaca tüm resmi ve gayri resmi kurumlarıyla sistem bireylerin hizmetine girer; onların
temel hak ve özgürlükleri ilkesine göre işler. Birey bu
sistemlerde ulus, devlet, vatan, cemaat gibi kolektif
varlıklardan önce gelir; hatta bu varlıkların üzerinde
yer alır. Bu sistemde yöneticilerin devlet otoritesine
sahip olmaktan kaynaklanan her hangi bir üstünlüğü
yoktur, olmamalıdır. Kısaca devlet bir hizmetçidir.
Evrensel hukuk devleti, kanun devletinden çok
farklı uygulamalara sahiptir. Hukuk devleti her şeyden önce eşitlik ilkesine dayanır. Tüm bireyler arasında ayrım yapmaz. Bununla birlikte devletin bütün
kurallarını, faaliyetlerini ve kurumlarını hukukun
üstünlüğü ilkesine dayandırır. Burada esas alınan
hukuk, insanların vazgeçilmez, temel ve evrensel
haklarla dünyaya geldiğini kabul eden tabii hukuktur.
Tabii hukuk ilkesi hem devletin üzerinde yer alır, hem
de üretilen pozitif hukuk (toplumun ürettiği yasalar)
gündem
tiyatrosu hakkındaki yasaklama sürer. Bu kitabına
uydurulmuş bir düzenlemedir. Yasaklama kararlarının hükümsüz sayılması, basılı eser veya değil gibi bir
seçime tabi olmamalıdır.
6352 sayılı Kanuna eklenen geçici maddeye göre;
yasak basılı yayınlar, eğer yetkili ve görevli mahkemelerden bu yasaklılığın devamı niteliğinde bir karar
verilmemişse, yasaklar kendiliğinden hükümsüz hale
gelecektir. Geçici Madde 3’e göre bu uygulama altı aylık sürenin bitiş tarihi olan 05 Ocak 2013 tarihinde
sona erecektir. Mahkemeler 6 ay içinde yeniden karar
vermediği takdirde basılı eserler hakkındaki kararlar
kalkacak ve önceki tüm kararlar hükümsüz sayılacaktır.
İkinci düzenleme ise, basılı eserlerden hangisinin
yasaklılık kararının devamı isteniyorsa, kolluk güçleri
tarafından iki ay içinde yetkili Cumhuriyet Başsavcılığına başvurulması gerekiyordu. Bütün bu işlemler
için iki ay içinde, yani 05.09.2012 tarihine kadar kolluk
güçleri Cumhuriyet Başsavcılıklarına „mevcut bilgi
ve delilleri“ vermeleri gerekiyordu. Kolluk güçlerine
tanınan sürenin bitiminden altı gün sonra medyada,
bugüne kadar yasak olan ve yasağın devamı istenen
basılı eserlerin listesi yayınlandı. Ankara mahkemeleri
ve Bakanlar Kurulu kararıyla bugüne kadar 453 kitap
ile 645 gazete, dergi, broşür ve pankart hakkındaki
yasaklama kararının olduğu ortaya çıktı. Ankara Emniyet Müdürlüğü, 67 kitap ve 16 gazete ve dergi hakkında yasak kararının sürmesi için savcılığa başvurdu.
Yasaklık kararının devamı istenenler arasında, Nâzım
Hikmet, Yaşar Kaplan, Lenin, Sultan Galiyev, İsmail
Beşikçi, Karl Marx ve Abdurrahim Karakoç’un eserleri
de var. (Cumhuriyet Gazetesi 11.09.2012) İşte AKP’nin
„ileri demokrasi“si bu.
11
gündem
12
için bir referans oluşturur. Başka bir deyişle, hukuk
devleti ilkesine göre işleyen bir toplumda tabii hukukun gereği olarak temel hak ve özgürlüklere aykırı
yasa üretilemez. Yasalar burjuvazinin topluma hibe
ettiği bir bağış değil; aksine toplumun kendi temsilcileri aracığıyla tabii hukukun ışığı altında formüle
ettiği kurallardır. Evrensel hukuk devletinde, yasalar
yaptırımcı değil, yapıcıdır; daraltıcı değil, genişleticidir; yasaklayıcı değil, özgürleştiricidir. Hukuk devletinde yasaların kabul ettiği temel ilke, özgürlüklerin
esas, sınırlamaların ise kural dışı olmasıdır. İstisnai
bir durum olmadıkça temel haklar ve özgürlüklerle
ilgili bir sınırlama getirilemez.
AKP hukuku, kanun devleti hukukudur. Devlet,
millet, cemaat, vatan, ordu, bürokrasi, parti, şef, lider
gibi varlıklar bireylerin mutlak anlamda üzerinde yer
alıyor. Yöneticilerin gücü devlet otoritesidir. Otoriteyi sağlam temele dayandırmak için ekonomik kaynaklara olduğu gibi kültürel ve sosyolojik kaynaklara
da mutlak anlamda hükmediyorlar. Yönetenler ile
yönetilenler arasındaki bağ korku ve zora dayandırılmıştır. AKP hükümetinin en fazla ürettiği değer korkudur. Bir yandan iç ve dış düşman korkusu, diğer
yandan iktidar gücünü kullanarak bir korku toplumu
yaratılmak isteniyor. En üstün değer devlettir, vatandır. Devlet hem hukukun yapıcısı, hem kaynağı hem
de koruyucusudur. Devlet yöneticileri neredeyse birer
“ölümlü tanrı” olarak kabul edilir. Onların tanrıdan
farkları ölümlü olmalarıdır. Bu bakımdan devlet yöneticilerinin beyanları, emirleri, buyrukları kanunlar
için önemli bir referans olarak kabul edilir. AKP hukukunda, yasaların amacı özgürleştirmek, temel hak
ve özgürlükleri genişletmek ve koruma altına almak
değil; devlete sorgulanamayan bir kutsallık atfetmek
ve devlet otoritesini bu kutsallık üzerinden topluma
hâkim kılmaktır. T.C devleti, insanı esas almadığı
için insanlar arasındaki eşitlik ilkesine de fazla itibar
etmiyor. Devletin dostları ve düşmanları vardır. Ötekiler “düşmandır”, “vatan hainidir” vb. Devlet, korku
mitosundan beslendiği için kendi bekasını sürdürmek için düşman üretmek zorundadır. Sonuç olarak;
uygulamaya bakıldığında, Türkiye’de uygulanan hukuk, kanun devleti hukukudur. “Öteki” olarak adlandırılanlar adil yargılanmıyor, yasa metinlerine göre
değil, devletin korunması ilkesine göre kararlar veriliyor. Yargılananlar ve hapsedilenler yasalar önünde eşit değil. Özel mahkemeler, Toplumla Mücadele
Yasası, Kürt halkı, devrimci ve komünistler üzerinde
Demokles’in Kılıcı gibi işlev görüyor.
“İleri Demokrasi”de çocuklar…
AKP’nin “ileri demokrasisi, hak arama mücadelesi
yürütenlerin coplanması, biber gazına maruz bırakılmaları ve hatta ölümlerdir. “İleri demokrasi”, çocukların hapsedilmesi, hasta mahkûmların ölüme terk
edilmesidir. “İleri demokrasi”, Kürt Ulusal Hareketinin öncü güçlerinin yok edilmesi için savaş yürütme
ve Kürt halkı üzerindeki ulusal baskıdır. “İleri demokrasi” tek sesliliğin yaratılması ve aykırı görüşler
üzerinde amansız baskı uygulamasıdır.
Adalet Bakanı Sadullah Ergin, Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek”in soru önergesine verdiği cevapta
2009 ve 2010 yıllarında toplam 5 bin 348 çocuğun yargılandığı ve 3 bin 111 çocuk hakkında mahkûmiyet
kararı verildiğini açıkladı.
31 Ağustos 2012’de Taraf Gazetesi’nde yayınlanan
Adnan Keskin imzalı bir yazıda çocuklar ve hukuk
konusunda şu döküm vardı:
“AKP’nin dokuz yıllık iktidarında 9 bin 931 çocuk
terörden yargılandı. AKP iktidarı döneminde Devlet
Güvenlik Mahkemeleri (DGM) ile Özel Yetkili Mahkemelerde (ÖYM) çocuklar hakkında açılan davaların ayrıntıları açıklandı. Buna göre AKP’nin iktidara geldiği 2002’den 2011 yılı sonuna kadar ilk iki yıl
DGM’de, diğer yıllarda ise ÖYM’lerde 18 yaşın altındaki 9 bin 931 çocuk, çoğu siyasi olan davalarda “terörist” sıfatıyla yargılandı. Bu sayı 2012 yılında yargılanan yeni çocuklar eklendiğinde 10 bini geçtiği gibi
mahkûm edilen çocuk oranı da arttı. Bakanlık verilerine göre, sadece 2009’da yargılanan 2 bin 36 çocuktan
bin 522’si hüküm giydi.
Çocuk sanık ve çocuk mahkûm sayısında ürkütücü
tablo, CHP Kırklareli Milletvekili Turgut Dibek’in,
Adalet Bakanlığı’na yönelttiği soru önergesine verilen
yanıtla bir kez daha gündeme geldi. Dibek, 2004’te kapatılan DGM ile onun yerine kurulan ve geçen temmuz ayında 3. Yargı Paketi ile kapatılan ÖYM’lerde
kaç kişinin yargılandığını, bunlardan kaçının 18 yaşın
altında olduğunu ve bu yargılama sonuçlarının ne olduğunu sordu. Adalet Bakanı Sadullah Ergin’in yanıtı
2002’den bu yana yargılanan 18 yaş altı çocuk sayısının 2011 sonu itibariyle 10 bin sınırına dayandığını,
içinde bulunduğumuz yıl hesaba katıldığında ise bu
sayının da ziyadesiyle aşıldığını gösterdi.
Yıl yıl dava ve mahkûmiyet sayısı
Bakan Ergin’in verdiği bilgiye göre, 2002’den önce
DGM, ardından da ÖYM’lerde yapılan yargılamalar
ile bunların içinde çocukların durumuyla ilgili tablo
Faşizmin yeni maskesi: “İleri Demokrasi”
Bize halk demokrasisi gerek!
AKP’nin saldırıları yoğunlaşarak devam ediyor. AKP
politikalarına biat etmeyen, karşı duran herkes cezalandırılıyor AKP sistem içerisinde yerini sağlama
aldıktan sonra artık gerçek yüzünü net bir şekilde
göstermeye başladı. AKP, 2002 ile 2012 arasındaki süreçte hükümet olmaktan çıkıp, iktidar olma yönünde
önemli adımlar attı ve bugünkü dönemde ülkelerimizde faşizmin uygulayıcısı bir partidir. AKP bugün
esas olarak Müslümanlıkla barıştırılmış bir Kemalizm çizgisi uyguluyor. Uyguladığını yer yer “Muhafazakar Demokrasicilik”, “Milliyetçi/Mukaddesatçılık”, “İleri Demokrasi”cilik vs. olarak adlandırıyor.
AKP’nin esas istediği Kemalizmi tümden silmektir.
Ama henüz buna hazır değiller. Çünkü bir takım
yandaş gazetecilerin deyimiyle “gürültücü azınlık”
Kemalizmin tümden silinmesini engelliyor. AKP bu
yüzden adım adım ilerliyor. AKP devraldığı faşist
sistemi uygulamaya devam ediyor. Ordunun vesayeti kırıldı, kırılıyor. Bu ama otomatikman ve kendiliğinden “demokrasiye geçiş” anlamına gelmiyor.
Çünkü kırılan ordu vesayetinin yerini bu kez AKP
iktidarının “sivil” vesayeti alıyor. AKP iktidarı, emek
ve demokrasi karşıtı politikalarına karşı duran, başta
sosyalistler, devrimciler ve Kürtler olmak üzere, tüm
toplumsal muhalefeti, bir yandan polis gücüyle, diğer
yandan yargı erki vasıtasıyla, gözaltı ve tutuklamalarla, bastırmaya, sindirmeye ve yok etmeye çalışıyor.
Bu çerçevede parasız eğitim isteyen öğrenciler, puşi
takan gençler, demokratik kitle örgütlerinde mücadele yürüten muhalifler, muhalif düşüncelerini gizlemeden görev yapan gazeteciler, “Özel Yetkili Mahkemeler” tarafından tutuklanıyor. AKP, bugün işçilere,
emekçilere, devrimcilere, Kürt halkına ve azınlık
milliyetlere baskı uygulayan bir partinin adıdır.
Bugünün Kuzey Kürdistan/Türkiye somutunda,
açık terörün sistemli uygulanması ve esas yönetim
aracı olmasının adıdır „ileri demokrasi.“ „İleri demokrasi“ bir şef etrafında kişiye tapmanın yaygınlaştırıldığı bir temelde “mukaddesatçı milli birliğin”
sağlanması çabasıdır. „İleri demokrasi“ kitlelerin
gerçekleri kavramasını engellemek, kendi baskı ve
terörcü yüzünü gizlemek için toplumsal demagojidir.
„İleri demokrasi“ imtiyazlı sınıf ve katmanların, burjuvazinin çıkarlarının korunmasıdır. „İleri demokrasi“ çeşitli ulus ve milliyetlerden işçilerin, emekçilerin
ırkçılık-milliyetçilik temelinde birbirlerine düşürülmesi, dinsel-mezhepsel çatışmaların körüklenmesidir. AKP’nin „ileri demokrasisi“ işçiler-köylüler üzerinde katmerli baskı uygulamasının adıdır.
İşçilere-emekçilere AKP’nin „ileri demokrasisi“
değil, gerçek demokrasi için mücadele gereklidir.
Demokrasi için mücadele ancak işçilerin, köylülerin, emekçilerin iktidarı için mücadelenin bir parçası
olarak yürütüldüğünde, devrim mücadelesi olarak
yürütüldüğünde gerçek anlamını bulur. Bırakalım
AKP “ileri demokrasisini” tartışa dursun, biz gerçek
demokrasi için mücadelede örgütlenelim! İşçilerin,
emekçilerin görevi bu gerici, faşist devleti yerle bir etmek; yerine işçilerin-köylülerin devrimci demokratik
diktatörlüğünü, halkın demokratik diktatörlüğünü
kurmaktır. Sosyalizmin, komünizmin yolunu açacak,
gerçek kurtuluşun yolunu açacak tek çözüm budur!
Ekim 2012 ✓
gündem
şöyle:
2002 Yılı: 5 bin 390 dava açıldı. 358’i 18 yaşından küçük, 16 bin 481 sanık yargılandı. 129’u çocuk toplam 7
bin 986 sanık mahkûm edildi
2003 Yılı: 5 bin 784 dava açıldı. 545’i 18 yaşından küçük, 16 bin 382 kişi yargılandı. 93’ü çocuk 5 bin 855
sanık mahkûm edildi.
2004 Yılı: 5 bin 267 dava açıldı. 134’ü 18 yaşından küçük toplam 14 bin 926 sanık yargılandı. 13’ü küçük 3
bin 645 sanık mahkûm edildi.
2005 Yılı: 3 bin 983 dava açıldı. 150’si 18 yaşından küçük 12 bin 169 sanık yargılandı. 12’si çocuk 3 bin 907
sanığa mahkûmiyet verildi.
2006 Yılı: 6 bin 433 dava açıldı, 474’ü 18 yaşından küçük 21 bin 710 kişi yargılandı. 23’ü çocuk toplam 6 bin
404 sanık mahkûm edildi.
2007 Yılı: 7 bin 502 dava açıldı. 900’ü 18 yaşından küçük 29 bin 574 kişi yargılandı. 211’i çocuk yaşta 8 bin
509 sanık, mahkûm edildi.
2008 Yılı: 7 bin 138 dava açıldı. 948’i 18 yaşından küçük 27 bin 636 sanık yargılandı. 178’i çocuk toplam 9
bin 823 sanık mahkûm edildi.
2009 Yılı: 7 bin 238 dava açıldı. 2 bin 36’sı 18 yaşından
küçük 29 bin 242 kişi yargılandı. Bin 589’u çocuk 35
bin 362 mahkûm oldu.
2010 Yılı: 7 bin 3 dava açıldı. 3 bin 312’si 18 yaş altında
toplam 31 bin 732 kişi yargılandı. Bin 522’si çocuk 33
bin 405 kişi mahkûm edildi.
2011 Yılı: 6 bin 920 dava açıldı. 874’ü 18 yaşından küçük 26 bin 379 kişi yargılandı. 166’sı çocuk toplam 38
bin 221 sanık mahkûm edildi.”
13
gündem
Tabela Birkez Daha
Değiştirildi
Varlığını korumak, güvenliğini sağlamak için bağımsız yargıyı
yeterli görmeyip bunun yanında özel mahkemelere gereksinim
bulunduğunu savunan bir devlet, kendini toplumun ve bireyin
üstünde bir yere koymuş demektir. Bu tavır, antidemokratik
bir anlayışın, “üstün devlet” kurumlarını öngören ideolojilerin
yansımasının bir sonucudur.
AKP
14
iktidarı, tabela değiştirme şampiyonluğu ile ön plana çıkıyor. Güya yeni
olduğu söylenen ve propagandası yapılan “yeni yasalar “getiriliyor! Ama çoğunlukla değişen bir şey yok!
Değişen bir çok durumda sadece tabeladır. Zamanı
gelince yeni bir tabela asıyorlar. İktidar erkini kullanarak, astıkları yeni tabelanın ne kadar iyi olduğunu anlatıyorlar! CMK 250. madde ile “Özel Yetkili
Ağır Ceza Mahkemeleri” tabelaları söküldü ve yerine “Bölgesel Terör Mahkemeleri” ya da sadece “Terör
Mahkemeleri” tabelaları asıldı. Tabela değişiklikleri,
Kürtlere, kadınlara, çocuklara, ezilenlere, devrimcilere, muhaliflere “cezaevi, işkence, haksız gözaltı”
vb. nin sürmesi olarak geri dönüyor. Bu yazımızda
son bir tabela değişikliği hakkında durmak istiyoruz.
Kemalist diktatörlüğün ilk yıllarında “Özel Mahkeme” görevini “İstiklal Mahkemeleri” yerine getiriyordu. Darbe dönemlerinde bu mahkemelerin tabeladaki
“istiklal”i silindi, yerine “Sıkıyönetim Mahkemeleri”
yazıldı. “Sıkıyönetim” kaldırılıp yerine “olağanüstü
hal” getirildiği dönemlerde de yine tabeladaki sıkıyönetim sözcüğü silindi, yerine “Devlet Güvenlik Mahkemeleri” adı yazıldı. AKP iktidara geldiğinde “olağanüstü hal”i kağıt üzerinde kaldırdı. “Olağanüstü hal”
kaldırılınca da, “özel mahkemelerin” tabelasındaki
“DGM” silindi yerine ise “Özel Yetkili Mahkemeler”
ismi yazıldı. Bu özel yargılama zihniyeti isimleri değiştirilerek tam 89 yıldır sürüyor.
AKP yargısı ve hukuku her gün hiçbir delil gerek-
sinimi aramadan, eylem ve etkinliklere katılmayı
yeterli sebep görerek “örgüt üyeliği” iddiasıyla tutuklama terörünü sürdürmektedir. İnsanca yaşam için
talepler ileri süren işçilere, suyuna ve toprağına sahip
çıkan köylülere, parasız eğitim isteyen öğrencilere,
muhalif basın ve gazetecilere, Kürt halkına ve onun
siyasi temsilcileri olan milletvekilleri ve belediye başkanlarına kadar her aykırı ses yargı terörünün hedefi haline getirilmiştir. “Özel Yetkili Mahkemeler” ve
hep yenilenen “Terörle Mücadele Yasası” ile binlerce
insan hala neyle suçlandıklarını bilmeden hapishanelerde tutulmaktadır. Adalet Bakanlığı’nın verilerine göre; hapishanelerde toplam 130 bin tutuklu ve
hükümlü bulunmaktadır. “İleri demokrasi” demogojilerinin yapıldığı bir dönemde, T.C tarihinde neden
hapsedilenlerin rekor bir seviyeye ulaştığını herkes
sorgulamalıdır.
Neden Özel Güvenlik Mahkemeleri?
Genel olarak herkes için kurulmuş, görev ve yetkileri
yasa ile (önceden) belirlenmiş olan mahkemeler tabii mahkeme, bunların hakimleri de tabii hakimdir.
Bunların dışında bulunan mahkemeler özel olup tabii
hakimlik ilkesine aykırıdır. Herkesin, yasanın genel
olarak koyduğu, görev ve yetkileri, esasları ile belli
olan hakimler tarafından yargılanması kişi güvenliğinin baş koşuludur. Kişinin yasal, yani tabii hakimden başka mercilerde yargılanması, bu alanda özel
muameleye tabi tutulması burjuva hukukun bile asla
Devlet, kendi güvenliği söz konusu olduğunda, genel
adli sisteme güvenmiyor ve yeterli görmüyor, olağandışı mahkemeler kurma gereği duyuyor ise “yargı
kuruluşlarının bağımsızlığını ve güvenirliğini sağlayacak koşulların yerleşmesi” amacında sapma var
demektir.
Varlığını korumak, güvenliğini sağlamak için bağımsız yargıyı yeterli görmeyip bunun yanında özel
mahkemelere gereksinim bulunduğunu savunan bir
devlet, kendini toplumun ve bireyin üstünde bir yere
koymuş demektir. Bu tavır, antidemokratik bir anlayışın, “üstün devlet” kurumlarını öngören ideolojilerin yansımasının bir sonucudur. Gerçek bir burjuva
„hukuk devleti“nde bağımsız ve yansız yargıya, “doğal yargıç” ilkesine aykırı olağanüstü mahkemelere
yer verilmesi söz konusu değildir.
gündem
kabul edemeyeceği bir durumdur.
✓ Tabii hakimlik kavramının özü, sanığın ceza
usulünde bir “hak sujesi” olmasına ve sanık haklarının korunmasına dayanır. Amaçları ise;
✓ Kişilerin hangi mahkeme önünde yargılanacaklarını kesin olarak bilmelerini mümkün kılmak,
✓ Bunların bağımsız ve tarafsız mahkemeler önünde yargılanma haklarını güvence altına almak,
✓ Yargıya güveni sağlamak,
✓ Yürütmenin yargı üzerindeki etkisini önlemektir.
Normal burjuva hukuk sistemi içinde, olağan yargı yerleri arasındaki görev ve yetki paylaşımına uymayan, hakimin bağımsızlık ve tarafsızlık teminatının zedelendiği olağanüstü mahkemeler, yukarıda
belirtilen amaçlara bakıldığında da tabii hakimlik
ilkesine uygun sayılamaz. Esasen olağanüstü mahkemeler, mevcut olağan bir mahkemeye itimat etmemek
veya belirli maksatlara uygun mahkeme kurmak ihtiyacından doğarlar. Dolayısıyla ceza yargılaması usulü
hukukunun genel ilkelerinden uzaklaşılır. Gericileşmiş burjuva demokrasilerinde, burjuvazi iktidarını
korumak için „hukukun üstünlüğü“ adına, yer yer
lafta savunduğu ilkelerden uzaklaşır, yasalarla özel
mahkemeler kurar. Faşist yönetimlerde ise bu özel
mahkemeler aslında kural dışı değil, kuraldır. Hukukun üstünlüğü değil, şekli olarak yasalara bağlı yargı
yöntemi benimsenir.
Çağdaş demokrasilerde ve hukuk devletinde teoride “güvenliği sağlamak” yürütme organının görevidir. Ceza yargılamasının tek bir amacı vardır; “maddi
gerçeği aramak”. Cezanın, toplumda suç işlenmesini
önlemeye yönelik genel bir işlevi mevcuttur ve bu,
uygulanan ceza adaleti politikasının bir sonucu olup
mahkemelerin görevi değildir. “Güvenlik Mahkemeleri” adı altında mahkemeler kurarak devletin iç ve
dış güvenliğinin sağlanması görevinin yargı organına verilmesi, yargının doğrudan doğruya yürütmeye
tabi kılınması anlamına gelmektedir.
“Yargı bağımsızlığı” kavramı, burjuva demokrasilerinde teoride savunulan kuvvetler ayrılığı ilkesinin
özünü oluşturmaktadır. Bu kavramın belirleyici özelliği de ‘yürütme organına karşı tamamen bağımsız
olma’ noktasında toplanmaktadır. İlgili yasal düzenlemeler dikkate alındığında „Özel Mahkeme“lerin bu
niteliğe sahip olduğunu söylemek mümkün değildir.
Yargı kuruluşlarının bağımsızlığını ve güvenirliğini sağlayacak koşulların yerleştirilmesi, öncelikle
devletin, kendi yargı organlarına güvenmesi ile olur.
Devlet Güvenlik Mahkemeleri’nin
Kuruluşu
Bu yazıda sadece son 42 yıllık dönem içerisinde, Özel
Mahkemelerin kuruluşu ve yargılamaları hakkında durmak istiyoruz. 1970’li yıllarda DGM‘ler gündeme getirildi. 1961 Anayasası‘nın 136. maddesine
1699 sayılı kanunla DGM‘lerin kurulacağı yönünde
hükümler eklendi.11.07.1973’de yürürlüğe giren 1773
sayılı kanunla DGM‘ler kuruldu. Ancak DGM serüveni uzun sürmedi. Anayasa Mahkemesi, bu kanunu
(1773 sayılı kanun) 6.5.1975’te biçim yönünden anayasaya aykırı bularak iptal etti. Bir yıl içinde yeni bir
kanun çıkarılmamış olduğundan1976’da söz konusu
kanun yürürlükten kalktı. Bu gelişmelerden sonra,
1976’da Devlet Güvenlik Mahkemeleri ile ilgili yeni
bir kanun teklifi verildi. Ama bu kanun teklifi yasalaşmadı ve DGM’ler kurulamadı. Bu durum faşist
1982 Anayasası‘nın hazırlanmasına kadar sürdü. 1982
Anayasası‘nın 143. maddesine DGM‘lerin kurulması
yönünde bir hüküm konuldu. Bu hüküm ışığında,
2845 sayılı DGM‘lerin Kuruluş ve Yargılama Usulleri Hakkında Kanun çıkartıldı ve böylece DGM‘ler
1984’te T.C hukuk sistemindeki yerini aldılar. Anayasa 143. maddesi gereğince, DGM’ler bir başkan iki
asıl ve iki yedek üye ile bir savcı ve yeteri kadar savcı
yardımcısından oluşuyordu. Asıl üyelerden bir tanesi
askeri hakimdi.
Mahkeme heyetinde bulunan üç üyeden biri askeri yargıç olduğu gibi iki yedek üyeden biri de askeri
yargıçtı. Böylece siviller, DGM’ler aracılığı ile karma
sistemle askeri yargıçlar tarafından yargılanıyordu. İşkence ile alınmış sanık ifadeleri DGM’de gö-
15
gündem
rülen davaların asıl dayanağını oluşturuyordu. Yasa
gereği DGM’lerin görev alanına giren suçlamalarda
uygulanan gözaltı sürelerinin uzunluğu işkence yapılmasına olanak tanıyordu. DGM’ler tarafından verilen cezaların infazı da farklılık arz ediyordu. 3713
sayılı „Terörle Mücadele Yasası“nın 16. maddesine
göre; DGM’lerde yargılanan kişiler, aldıkları cezanın
dörtte üçünü çektikten sonra şartlı tahliyeden yararlanıyorlardı. Siyasi olmayan nedenlerle her türlü suç
isnadıyla yargılanan kişiler, aldıkları cezanın beşte
ikisini çektikten sonra şartlı tahliye olanağına sahip
oluyorlardı.
DGM’ler, toplumsal muhalefeti sindirmenin temel araclarından biri olarak tasarlandı ve kuruldu.
DGM’ler adı üstünde devleti bireylere ve muhalif toplumsal kesimlere karşı koruma görevini üstlendi ve
devlet ile birey arasındaki çelişkide “adalet ilkesi” yerine “devletin korunması” ilkesini esas aldı. DGM‘ler
ulusal üstü insan hakları belgelerine dayandırılmayan ve evrensel hukuk normlarını boşa çıkaran
özel mahkemelerdi. DGM’lerce verilen cezalar, bu
mahkemelerin yapısı üzerine sürekli tartışılıyordu.
Bu mahkemeler adil yargılama yapmıyor ve savunma hakkını kısıtlıyordu. AİHM, DGM’lerde Askeri
Hakim olgusunu dikkate alarak, Türkiye’yi sürekli
mahkum ediyordu. Avrupa İnsan Hakları Komisyonu, 14 Nisan 1997’de yapılan bir başvuruyla ilgili olarak DGM’lerin Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin
6. maddesine aykırı olarak kurulmuş, bağımsız ve tarafsız bir mahkeme olmadığı kararını verdi. Abdullah Öcalan 15 Şubat 1999’da uluslararası bir komplo
sunucu Türkiye’ye getirildi. Öcalan’ın yargılanması
sırasında, 22.06.1999’da 4390 sayılı kanunla askeri
hakim DGM bünyesinden çıkarıltıldı. DGM’lerde
askeri hakimin bulunmasının yoğun olarak eleştirilmesi ve Türkiye’nin bu sebeple Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi nezdinde tazminatlara muhatap kalması,
söz konusu değişikliğin itici gücü olmuştu.
„Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri“
16
Yirmi yıl görev yapan DGM’lerin tabelasının değiştirilmesi gündeme geldi. 5190 sayılı kanunla „Ceza
Muhakemeleri Usulü Kanununda“ değişiklik yapıldı.
„Devlet Güvenlik Mahkemeleri“nin tabelası indirilerek yerine “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri“
tabelası asıldı. Yeni tabela değişikliği, 17.12. 2004’te
Resmi Gazete’de yayınlandı ve 1 Haziran 2005‘te
yürürlüğe sokuldu. Bu tabela değişikliğine CHP’de
onay vermişti. Burjuva medyası „DGM“lerin tarihe
karıştığını yazıyordu. Oysa özde değişen bir şey olmamıştı. DGM’lerde görev yapmakta olan hakimler
ve savcılar, „Özel Ağır Ceza Mahkemeleri“nde görev
yapmaya başladılar. DGM’lerde görülmekte olan bütün davalar „Özel Ağır Ceza Mahkemeleri“nde görülmeye devam edildi. DGM’lerin arşiv, kalem, emanet
gibi birimleri „Özel Ağır Ceza Mahkemeleri“ne devredildi. „DGM“ ile „Özel Ağır Ceza Mahkemeleri“
arasında şekilsel bir fark vardı. Daha önce „DGM“ binaları, Adliye binalarından ayrıydı. „Özel Ağır Ceza
Mahkemeleri“ adliye binalarının içine taşındı. Süreç
içerisinde “Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri“nin
özde „DGM“lerden bir farkının olmadığı görüldü.
„Özel Yetkili Ağır Ceza Mahkemeleri“ aracılığıyla
DGM‘lerden devralınan aynen sürdürüldü. Hapishanelerde yer kalmayınca, yeni hapishanelerin kurulmasına hız verildi. Bu mahkemelerde “düşman
hukuku”na göre yargılama yapılıyordu. Resmi ideolojiyi savunmayan, muhalif olan, devrimci, komünist ve Kürt ulusal harekinin öncü güçleri „düşman“
olarak görülüyordu! Uzun tutukluluk süreçleri, uzun
yargılama süreleri, işkence, onur kırıcı davranış biçimleri, gizli tanık uygulaması gibi pek çok hak ihlali bu mahkemelerin uygulama pratiğinde mevcuttu. Hukukta, bir kişi cezası kesinleşmeden, masum,
suçsuz sayılması gerekiyordu. Hukukun bu en basit
kuralı bile „Özel Mahkemeler“ için geçerli değildi.
Gözaltına alınan kişi, kişiler en başından „suçlu“ olarak görülüyor ve daha yargılama başlamadan basında
teşhir ediliyordu. „Özel Mahkemeler“in bu uygulaması „düşman hukuku“ alanına giriyordu. Yani ortaçağ dönemindeki engizisyon hukukundaki ön hapis
şüphe cezası uygulanıyordu.
Bu arada fakat egemenlerin kendi içlerindeki iktidar dalaşında dengeler değişmiş, AKP yönetimi tedricen devlet kurumlarını ele geçirmeye başlamış, yargıda da Kemalist egemenliği geriletmeye başlamıştı.
Yargının en siyasallaşmış kesimi olan ÖYM’ler bu
süreçte cuntacı Kemalistlere de yönelmeye başladı.
Düne kadar Özel Mahkemelerde devrimcilere, demokratlara, Kürt ulusal hareketine karşı bu mahkemelerin egemenleri olarak kan kusturanlar, bu Mahkemeler Ergenekon, balyoz gibi davalarda kendilerine
karşı silah olarak kullanılmaya başlandığında birden
bire „hukukun üstünlüğü“ nü hatırlayarak, yaygarayı
bastılar.
Ve Tabela Birkez Daha Değiştirildi
„ÖYM“ler, süreç içinde yer yer sıkı yönetim uygula-
Bizler yeni bir dünyanın yaratılması
için mücadele yürütüyoruz.
Bizim yeni dünyamızda, hukukun
üstünlüğü gerçek anlamda
sağlanacaktır.
AKP hükümeti, “Terörle Mücadele Kanunu”nda
ve “ÖYM”lerde cisimleşen polis-yargı gücü ile devlet bünyesindeki egemenlik alanını giderek genişletmiştir. Devlet içinde güç hesaplaşmaları ve hangi güç
odağının baskın olduğu/olacağı işçi ve emekçiler için
özünde bir şeyi değiştirmemektedir. Çünkü egemen
güçlerin tümü, toplumsal muhalefeti susturmak istemektedir. Bu yüzden “ÖYM” gibi kurumlara her
zaman ihtiyaç duyacaklardır. Onların derdi bu mahkemelerin hangi güç odağının yanında, denetiminde
olacağıdır. Hakim sınıflar, “ÖYM” gibi mahkemelere ve antidemokratik yasalara her zaman başvuracaktır.
Bu düzende hukuk, burjuva sınıfının çıkarına göre
şekillenmektedir. Toplumsal muhalefetin güçlü olduğu durumlarda, temel hak ve özgürlüklere dair birtakım yasal kazanımlar elde edilse de, kurulu düzen
sürdükçe, bunların hiçbir kalıcılığı olamaz. Çünkü
bu düzende bağımsız bir yargıdan ve hukuktan bahsedilemez. Temel hak ve özgürlüklerin güvencesi ancak bu sisteme son verilmesi ile olur.
Bizler yeni bir dünyanın yaratılması için mücadele yürütüyoruz. Bizim yeni dünyamızda, hukukun
üstünlüğü gerçek anlamda sağlanacaktır. Bizim yeni
dünyamızda, yargı gerçek anlamda işçilerin, emekçilerin çıkarları temelinde hareket edecektir. Bizim
yeni dünyamızda, işkence, kötü muameleye yer yoktur. Bizim yeni dünyamızda, yargılamada adil yargılanma temel kural olacaktır. Bizim yeni dünyamızda,
yargılamaların en kısa sürede sonuçlandırılması için
gerekli önlemler alınacaktır. Bizim yeni dünyamızda,
sosyalist demokrasi en geniş şekliyle uygulanacaktır.
Hiç kimse fikir ve savunduğu aykırı görüşler yüzünden yargılanmayacaktır. Özlemini duyduğumuz
bu yeni dünyanın yaratılması için mücadele etmeye
değer. Bu sistemden memnun olanlar kalsın olduğu
yerde. Memnun olmayanlar bizimle yürüsünler ve
davamıza destek versinler. Er veya geç hasret kaldığımız yeni dünya mutlaka kurulacaktır.
20 Ekim 2012 ✓
gündem
malarını bile geride bıraktı. Ve öyle bir canavar yaratıldı ki artık o canavarı yaratanlar da ondan ürkmeye
başladı. Bu nedenle de canavara bir makyaj değişikliği yapmanın zamanı gelmişti. Peki AKP’yi makyaj
tazelemeye iten durum neydi? Bilindiği gibi PKK
ile MİT Oslo’da görüşmeler yapmış ve bu görüşmeler „birileri tarafından“ basına yansıtılmıştı. Oslo’da
PKK ile görüşme yapanlardan bir tanesi, dönemin
Başbakan müşteşarı ve şimdiki MİT müşteşarı Hakan Fidan’dı. KCK soruşturması bağlamında, Hakan
Fidan ve diğer MİT görevlileri ifadeye çağrıldı. AKP
hemen düğmeye bastı. Hakan Fidan ve diğer Mitçileri ifadeye çağıran Sadrettin Sarıkaya görevden alındı.
İstanbul emniyetinde KCK operasyonlarını yürüten
müdürler görevden alındı. Apar topar MİT yasasında değişiklik yapıldı ve Mitçilerin yargılanabilmeleri
için Başbakan’dan izin alma zorunluluğu getirildi.
Mitçilerin ifadeye çağrılması ertesinde, AKP cephesinde, “Özel Mahkemeler”in kaldırılacağı dillendirilmeye başlandı. Devamında Erdoğan, eski Genelkurmay başkanı İlker Başbuğ’un tutuklanmasına
gönlünün razı olmadığını ve tutuksuz yargılanmasından yana olduğunu açıkladı. Canavarı yaratanlar, canavardan ürkmeye başlamıştı. Artık tabela
değiştirmenin zamanı gelmişti. Ve öyle de yaptılar.
Üçüncü „Yargı Paketi“ olarak adlandırılan, 6352 sayılı “Yargı Hizmetlerinin Etkinleştirilmesi Amacıyla
Bazı Kanunlarda Değişiklik Yapılması Ve Basın Yayın Yoluyla İşlenen Suçlara İlişkin Dava Ve Cezaların Ertelenmesi Hakkında“ kanun 2 Temmuz 2012’de
TBMM’de kabul edildi. Cumhurbaşkanı tarafından
4 Temmuz’da onaylandı ve yürürlüğe girdi. Bu yasa
tasarısı Mecliste görüşülürken AKP’nin son yaptığı bir hamle ile CMK’nın 250-251 ve 252. maddeleri
yürürlükten kaldırıldı. Yani „Özel Yetkili Ağır Ceza
Mahkemeleri“ kaldırıldı. Kaldırılan mahkemeler
yerine „Bölge Ağır Ceza Mahkemeleri“ veya „Terör
Mahkemeleri“nin kurulması karara bağlandı. Günün
ihtiyacına uygun olarak, tabela birkez daha değiştirildi.
Tarih, sınıf mücadelesi tarihidir. Baskı ve sömürünün ortaya çıkışı ile birlikte, sınıflar mücadelesi de
ortaya çıktı. Sınıf mücadelesi tarihsel süreç içerisinde,
değişik büçimlere bürünerek bugüne kadar geldi. Sınıflı toplumda iktidarı elinde bulunduran burjuvazi,
burjuvazinin çıkarlarını korumak amacıyla, yasama,
yürütme ve yargı güçlerini ellerine alarak kullandılar. Bu güç ve yetkilerin tek elde toplanması, zulmün,
baskının ve keyfi uygulamaların kaynağı oldu.
17
✌
halkların kardeşliği için
DUYDUNUZ MU?
HAPİSHANELERDE AÇLIK
GREVİ VAR!
PKK
18
ve PAJK’lı tutsaklar 12 Eylül 2012’de izole etme uygulamaları görmezden geliniyor. Mahhapishanelerde açlık grevine başladı- kum yakınları, Kürt basını ve devrimci basın, hapislar. PKK lideri Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin hanelerde yankılanan mahkum çığlıklarını duyurkaldırılarak sağlık, güvenlik, özgürlük koşullarının maya çalışıyor. Egemen sınıfların medyasında Kürt
sağlanması, Kürt halkının anadilde eğitim ve sa- tutsakların açlık grevinin suskunlukla geçiştirilmeye
vunma taleplerinin karşılanması için hapishanelerde çalışılması; medyada bu eylem yokmuş gibi davranılPKK ve PAJK’lı tutsakların 12 Eylül’de başlattıkları ması; gerçekte psikolojik savaşın ürünü olan bir tasüresiz, dönüşümsüz açlık grevleri yüzlerce tutsağın vırdır. “Dışarda” bu eylem, egemen sınıfların bilinçli
katılımıyla devam ediyor. 12 Eylül öncesi 63
suskunluk siyaseti sonucu olarak da, ne yazık
Kürt tutsak açlık grevine başlamıştı.
ki halk yığınlarının büyük çoğunluÇe12 Eylül sonrası açlık grevine
ğu açısından, gündemde olmabaşlayan
mahkumların
yan bir eylem durumundaşitli ulus ve milliyetsayısı giderek artmaya
dır. Destek ne yazık ki,
lerden işçiler ve emekçiler, açlık
başladı.
devrimci örgütlerin
19
Aralık
kendi çevreleri; tutgrevleri karşısında sessiz kalamazlar, kal2000’de
devlet
sak yakınlarının
mamalıdırlar.
Çünkü
Kürt
tutsaklar,
Kürt
halgüçlerinin devörgütlü kesimi
rimci tutsaklara
kının çıkarlarını savundukları için, baskı altında ve kimi demokkarşı giriştiği
ratik kitle kurututan devletin gerçekte kimlerin devleti olduğunu luşları, aydınlar
barbarca saldırı
sonucu devletin
söyledikleri için hapsedildiler. Çeşitli ulus ve milli- vb. ile sınırlıdır.
yıllardır
haVe egemen sıyetlerden
emekçiler,
kendi
çıkarları
için
mücadezırlandığı F tipi
nıflar desteğin
tecrit zindanlarıbu kesimlerle sılede tutsak düşen Kürt tutsakların açlık grevna geçiş operasyonırlı kalması ve
lerine ve eylemlerine destek vermeli;
nu gerçekleştirildi.
hatta daha da gerileŞimdi Kürt tutsakların
tilmesi için ellerinden
dışarıda geniş çaplı mücadeleyi
önemli bir bölümü F tipi
geleni yapmaktadır.
örgütlemelidir.
tecrit zindanlarında bulunuDevrimcilerle devlet arasınyor. F tipi tecrit hapishanelerinin
da hapishanelerde yürüyen irade
açılması ile yetinilmedi. F tipi hapishanesavaşında bugüne dek onlarca devrimci
lerden sonra yüksek güvenlikli D, L tipi hapishaneler yaşamını yitirdi, yüzlercesi sakat kaldı, bilinçlerini
devreye sokuldu.
yitirdi. Faşist devletin saldırıları karşısında devrimci
Kürt tutsakların hapishanelerde yürüttükleri açlık tutsakların direnişi dışarıda yeterli desteği bulamadı.
grevleri, burjuva medyanın manşetlerinde yer alamı- Geniş işçi ve emekçi kesimler devrimci katliamına
yor! AKP hükümetinin hapishanelerde yürüttüğü, sessiz kaldı, kalıyor. Bu durum faşist devletin “sessizdevrimci ve Kürt tutsakları yalnızlaştırma, tecrit ve lik içinde” katliamlarına, teslim alma politikalarına
✌
halkların kardeşliği için
objektif olarak destek sunuyor. Devletin barbarlığı
sessizlik içinde boğuluyor. Sessizlik içinde boğulan
sadece devrimci tutuklu ve hükümlülerin katli, onların haklı talepleri değil. Haklı talepleri savunma
temelindeki direnişte devrimci tutuklu ve hükümlülerin yaşamlarını yitirmesi, sakat kalması karşısında sesini biraz olsun yükseltmeye çalışan, mahkum
yakınları, Kürt basını ve devrimci basın sessizlik or-
T.C devleti 89 yıllık
tarihi boyunca işçiler,
emekçiler üzerinde baskı
ve dipçiğini eksik etmedi.
Türk devleti, devrimcileri, ilerici ve komünistleri
katletti. Kürt halkı katliamdan geçirildi. AKP hükümeti devraldığı faşist
sistemi aynen uygulamaya
devam ediyor. Hapsedilen
tutsaklar tecrit ve imha
politikalarıyla teslim alınmaya çalışılıyor. Sınıf bilinçli işçiler, devletin devrimci tutsaklara yönelttiği
saldırıların karşısında olmalı, açlık grevlerine destek amacıyla dışarıda mücadeleyi örgütlemelidir.
Çeşitli ulus ve milliyetlerden işçiler ve emekçiler,
açlık grevleri karşısında sessiz kalamazlar, kalmamalıdırlar. Çünkü Kürt tutsaklar, Kürt halkının çıkarlarını savundukları için, baskı altında tutan devletin
gerçekte kimlerin devleti olduğunu söyledikleri için
hapsedildiler. Çeşitli ulus ve milliyetlerden emekçiler,
kendi çıkarları için mücadelede tutsak düşen Kürt
Tarih, sınıf mücadelesi tarihidir. Baskı ve sömürünün ortaya çıkışı ile birlikte,
sınıflar mücadelesi de ortaya çıktı. Sınıf mücadelesi tarihsel süreç içerisinde,
değişik büçimlere bürünerek bugüne kadar geldi. Sınıflı toplumda iktidarı elinde
bulunduran burjuvazi, burjuvazinin çıkarlarını korumak amacıyla, yasama,
yürütme ve yargı güçlerini ellerine alarak kullandılar. Bu güç ve yetkilerin tek elde
toplanması, zulmün, baskının ve keyfi uygulamaların kaynağı oldu.
tamında seslerini duyuramıyor. Şüphesiz böyle bir
ortamın oluşmasında, devletin cezaevleri saldırılarına karşı başından beri destek veren, katliamlarda
gerçekleri açıkça çarpıtarak devleti aklayan sahibinin
sesi burjuva medyanın da önemli etkisi oldu, oluyor.
Hapishanelerde Kürt tutsakların öne sürdüğü iki reform talebi var. Kürt halkının ana dilde eğitim talebi
demokratik bir taleptir. Bu talebe ek olarak Abdullah
Öcalan üzerinde uygulanan tecridin sonlandırılması
talebi de desteklenmesi gereken bir taleptir. 27 Temmuz 2011’den bu yana Abdullah Öcalan avukatları ile
görüştürülmüyor.
tutsakların açlık grevlerine ve eylemlerine destek vermeli; dışarıda geniş çaplı mücadeleyi örgütlemelidir.
Görev, açlık grevi eylemi konusunda egemen sınıfların toplumun etrafına çektiği sessizlik zincirini
parçalamak; açlık grevlerinin haklı taleplerini emekçi yığınlara mal edebilmek için yapılabilecek her şeyi
yapmaktır. Hapishanelerden yükselen çığlıklara kulak verilmelidir. Hapishanelerdeki mücadele, sonuçta
kazanılmış kimi hakların savunulması mücadelesidir.
19.10.2012 ✓
19
güncel
AB „İlerleme Raporu“
Üzerine
AB
20
emperyalist bir birliktir. Bu birliğin başını
Almanya ve Fransız emperyalistleri çekmektedir. AB, Alman ve Fransız emperyalizminin
diğer emperyalist büyük güçlerle dünya hegemonyası
dalaşında rekabet güçlerini arttırabilmesinin, hem
AB içinde hem de AB dışındaki emekçilerin daha
yoğun sömürülebilmesinin bir aracıdır. AB içindeki
emperyalist büyük güçlerin kendi aralarındaki çelişmeler sürüp gitmektedir. AB içindeki emperyalist
güçler, tek başlarına ABD ile ve Japonya ile, Çin ile
rekabet edecek güçte değildir. Bu yüzden AB içinde
diğer emperyalist güçlerle ittifak yapmaktadır. AB,
Avrupa’daki emperyalist burjuvazinin bir projesidir.
Bu proje, Türkiye gibi bağımlı ülkelerde de, emperyalizme bağımlı, işbirlikçi büyük burjuvazinin, büyük
toprak beylerinin projesi oldu. Bugün de bu durumda
bir değişiklik yoktur.
Bir ülkenin anayasası devlet erkinin faaliyetini düzenleyen bir programdır. Anayasa, insanlar arasında
fiilen var olan toplumsal ilişkileri yasalar biçiminde
güvenceye alır ve yasama organlarının çalışmalarının hukuki temelini oluşturur. Anayasasının incelenmesi yoluyla, bir devletin yapısını ve özünü anlamak
mümkündür. Herhangi bir anayasanın incelenmesinde göz önünde bulundurmamız gereken temel soru
şudur: Söz konusu anayasa, hangi çıkarlara hizmet
etmektedir? Günümüzde Türk anayasası, ırkçı ve faşist bir anayasadır. Bu yüzden ülkelerimizde faşizmin
uygulanmasının temel yasal dayanağı anayasadır. AB
anayasası, sermayenin çıkarlarını temel almakta ve
sermayeye hizmet etmektedir. İşçilere ve emekçilere
burjuva demokrasisi değil, işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlarını merkeze koyan bir demokrasi gereklidir.
Aralık 1999‘da Helsinki Zirvesinde Türkiye’ye aday
ülke statüsü verildi. Türkiye ile katılım müzakereleri
Ekim 2005’te başladı. Türkiye ile AB’nin önceki adı
olan AET (Avrupa Ekonomik Topluluğu) arasında
Ortaklık Anlaşması 1963 yılında imzalandı ve Aralık 1964’te yürürlüğe girdi. Türkiye ve AB, 1995 yı-
lında bir gümrük birliği oluşturdular. AB, Türkiye
hakkında 1998’den beri „İlerleme Raporları“ hazırlamaktadır. AB kendi içindeki gerici burjuva demokrasisi kriterleri temelinde, Türkiye’de ki insan hakları
karnesini incelemektedir. Avrupa Komisyonu’nun
Türkiye’ye ilişkin 2012 İlerleme Raporu 10 Ekim’de
açıklandı. Açıklanan rapor hem AB Bakanlığı hem de
Dışişleri Bakanlığı’nca tepkiyle karşılandı. AB Bakanı Egemen Bağış, raporun bir karne olmadığını belirterek özellikle siyasi kriterlerinin “hayal kırıklığı” ile
karşılandığını belirtti. Dışişleri Bakanlığı ise yaptığı
açıklamada, geçtiğimiz yıllar içinde yayınlanan raporlarla kıyasla “olumlu unsurlardan ziyade, olumsuz
unsurlara odaklanıldığı ve ağırlık verildiğinin müşaade edildiğini, bu haliyle raporun dengesiz olduğunu” belirtti. Meclis Anayasa Komisyonu Başkanı
Burhan Kuzu, katıldığı bir televizyon programında,
“rezil, çöpe atılacak bir rapor. Çöp yok ama aşağıya atıyorum...” şeklinde seviyeli (!) bir tavır takındı.
AKP hükümetini kızdıran ve medyada “şimdiye kadar yayınlanan en sert İlerleme Raporu“ olduğu belirtilen raporun siyasi kriterler bölümü hakkında kısaca
durmak istiyoruz. İlerleme Raporunun Türkçesi Avrupa Birliği Bakanlığı internet sitesinde yayınlandı.
(bkz. http://www.abgs.gov.tr/index.php?p=123&l=1)
Raporun siyasi kriterleri
Komisyon raporunda, değerlendirme süresi olarak,
Eylül 2011 ile Ekim 2012 arasındaki bir yıllık dönem
ele alınıyor. Bu dönemde gündemde olan dava süreçleri ile hukuk ihlallerine uzun ve detaylı bir şekilde
yer veriliyor. Komisyon, temel haklarda ilerleme olmadığını, düşünce özgürlüğüne yönelik artan ihlallerin endişe verici olduğunu, basın özgürlüğünün de
uygulamada kısıtlanmaya devam ettiğini ve bağımsız, tarafsız ve etkin bir yargı sistemi için daha fazla
çaba gösterilmesi gerektiğinin altını çiziyor. Raporda
yazar ve gazetecilere çok sayıda dava açıldığına ve oto
sansürün yaygınlaştığına da dikkat çekiliyor.
„İlerleme Raporu“nun üzerinde durduğu siyasal
güncel
konular yukarıda sayılan ana başlıklar altında toplanıyor. Raporda, ülke gündeminde yer alan tüm siyasi
başlıkların özetlenerek, alt maddelerin hukuki, siyasi
bir bakış açısıyla değerlendiriliyor.
Rapor, Ergenekon ve Balyoz davalarının yasal
süreçlerine değinerek başlıyor. Kopenhag Siyasi
Kriterleri’nin uygulanması gereğinin altını çizen başlıkta, bu dava süreçleri öncesinde yapılan soruşturmaların hızlıca genişletildiği ve yargının genel olarak
toplanan ya da gizli tanıklar tarafından sağlanan kanıtları temel aldığı belirtildikten sonra dava süreçlerinin uzunluğunun yarattığı sıkıntılar vurgulanıyor.
Yargısal süreçlerin, savunma hakkını garantiye almak ve bu davalarda şeffaflığı desteklemek için hızlandırılması gerektiği de altı çizilen konular arasında.
Rapor, ifade özgürlüğü ihlallerinin arttığını ve medya özgürlüğünün pratikte, geçtiğimiz yıllara kıyasla
daha çok kısıtlandığını da belirterek 95 gazetecinin
cezaevinde, 2800 öğrencinin tutuklu olduğunu da belirtiyor.
Kürt Sorunu “Türk demokrasisi için hala kilit bir
sınav” olarak tanımlanırken, Balyoz ve Ergenekon
gibi, KCK davasında da soruşturma kapsamının çok
hızlıca genişletildiği ve dava süreçlerinin uzunluğunun yarattığı sıkıntılara değiniliyor. Balyoz, Ergenekon ve KCK gibi davaların ülkede siyasi kutuplaşmaya neden olduğu da vurgulanıyor.
Uludere Olayı’nda 34 sivilin öldürülmesi konusunda, Türkiye’nin soruşturmada ve kamuoyuna yansıtmada şeffaf olmadığı belirtilerek, ülkenin Kopenhag
siyasi kriterlerine uygun bir şekilde davranmadığı
saptamasında bulunuluyor. Kürt sorunu konusunda
AKP ve CHP’nin ortak çözüm arama yollarının kapatıldığı da raporda değinilen siyasi konular arasında.
İlerleme Raporu’nda, 2009 yılında yapılan Alevi
açılımının somut bir devamının olmadığına vurgu
yaparak, Alevilerin ayrıcılıklarla karşı karşıya kaldığına dikkat çekiliyor. Raporda, din hakkında bilgilerinde yer aldığı nüfuz cüzdanı gibi kişisel belgelerin
bazı ayrımcı eylemlere ve İslam’dan başka bir dine
geçen kişilerin yerel yetkililer tarafından “rahatsız
edilmesine” neden olduğu ifade edilerek nüfuz cüzdanlarında dini üyeliklerin belirtilmesinin Avrupa
İnsan Hakları Sözleşmesi’nin ihlali olduğu belirtiliyor.
Müslüman olmayan toplulukların durumuna da
değinen Komisyon, yerel yetkililer tarafından imar
yasalarının uygulanmasında tutarsızlıkların olduğunu ve ibadet yerlerinin yapı ve yenileme izinlerinin keyfi olarak reddedildiği kaydediliyor. Raporda
ayrıca, Müslüman olmayan toplulukların sorunlarla
karşı karşıya kalmaya devam ettiklerine vurgu yapılarak mülkiyet hakkı, adalete erişim, iş bulma kabiliyeti gibi konularda zorluklar yaşamayı sürdürdüğüne
dikkat çekiliyor.
Avrupa Komisyonu 2012 „İlerleme Raporu“nda kadınlara yönelik şiddet, kadınların iş gücüne katılımı,
erken yaşta ve zorla yaptırılan evlilikler ve lezbiyen,
gay, biseksüel ve transeksüellere yönelik ayrımcılık
konusunda da eleştirilere yer veriliyor. Raporda, kadınlara yönelik şiddet davalarının kaygıları arttırdığı vurgulanarak, bazı davalarda polis memurlarının
aile içi şiddet kurbanlarına yardım etmek yerine kendilerine kötü davranan kişilere dönmeleri için ikna
etmeye çalıştıkları ifade ediliyor. Komisyon ayrıca,
erken yaşta ve zorla yaptırılan evlilikler sorununda
de kaygıların devam ettiğine vurgu yapıyor. Öte yandan raporda, homoseksüelliğin Türkiye’de suç olmadığı ancak lezbiyen, gay, biseksüel ve taranseksüellere
yönelik ayrımcılık ve tehditlerin devam ettiği ve bu
kişilerin şiddet suçu kurbanı oldukları kaydediliyor.
Yeni Anayasa konusu
Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun eşit kurulumuna
değinen raporda, katılımcı ve müzakereci bir anayasa yazım sürecinin önemine vurgu yapılıyor. Ancak
Türkiye’nin yeni bir anayasa yapımı sürecine girmesine karşın, “siyasi kriterleri karşılamak için esaslı bir
ilerleme” sağlaması konusundaki kaygıların büyüdü-
21
güncel
22
ğü de belirtiliyor.
ların giderilmesi için, üçüncü yargı reformunun arAnayasa Uzlaşma Komisyonu’nda olası çatışma dından “ek adımların atılması gerektiğini” belirtiyor.
alanları ise şöyle belirleniyor: yasama – yürütme ve
AB Komisyonu, Türkiye’nin insan hakları karyargının ayrımı, devlet- toplum – din ilişkilerinin nesinin burjuva demokrasisi düzeyinde olmadığıyeniden düzenlenmesi ve Kürt sorunu konusunda va- nı örnekleri ile ortaya koyuyor. Emperyalist AB’nin
tandaşlık, anadilde eğitim ve özerk yönetim meselele- „İlerleme Raporu“nda, Türkiye’de ki insan hakları
ri. BDP’nin, Temmuz ayında, temel hak ve özgürlük- karnesinin notu iyi değildir. Emperyalist AB, bütün
ler başlığı altındaki tartışmaları sonucunda, tarafını
emperyalist güçler gibi, işçi sınıfının ve emeken çok belli eden parti olarak öne çıktığı
çilerin düşmanıdır. AB Komisyonu,
da belirtiliyor. Başkanlık ve yarı
Türkiye’de burjuvazinin ihtiyacı
Günübaşkanlık sistemlerinin ve sisolan “demokratikleşme” sümüzde Türk anayatem tasarımlarının da günrecinin hızlandırılmasını
sası,
ırkçı
ve
faşist
bir
anademe geleceği belirtiliyor.
istemektedir. Türkiye’de
Temelde anayasa konuki insan hakları uyguyasadır. Bu yüzden ülkelerimizde
sunda olumlu adımlar
lamaları, AB’nin temel
faşizmin uygulanmasının temel yasal
atıldığını vurgulayan
aldığı burjuva dedayanağı
anayasadır.
AB
anayasası,
rapor, Anayasa Uzlaşmokrasisinin seviyema Komisyonu’nun
sermayenin çıkarlarını temel almakta ve sinde değildir. AB,
bu değişiklikleri nasıl
Türkiye’den
siyasi
sermayeye hizmet etmektedir. İşçilere ve
yapabileceği konusunkriterlerini burjuva
da bir belirsizlik oldudemokrasisi düzeyiemekçilere burjuva demokrasisi değil,
ğunu belirtiyor. Mevcut
ne çıkarmasını talep
işçi sınıfının ve emekçilerin çıkarlaAnayasanın 175. maddeetmektedir. Türkiye’ye
rını merkeze koyan bir demoksinin, var olan metin üzedemokrasi burjuvazinin
rinde değişikliği öngördüğü
isteğiyle, AB’nin “Kopenhag
rasi gereklidir.
ifade edilen raporda, hazırlanaKriterleri”nin savunulmasıyla
cak yeni anayasanın hangi yasal süvb. gelmez, gelmeyecektir. Demokreci takiben hayata geçeceği konusu da altı
rasiyi kazanmanın tek yolu işçilerin, köyçizilen bir not olarak yer alıyor.
lülerin tüm emekçilerin, sömürücülerin saltanatına
Aynı zamanda, raporda, hazırlanacak yeni anaya- son vermesi ve kendi iktidarlarını kurması ile olur.
sanın kurumlar arası ilişkileri güçlendirerek, demok- Kuşkusuz burjuvazinin “vardır”, “uygulanmalıdır”
rasiyi güvence altına alması, hukukun üstünlüğü il- dediği tek tek reformlar için de mücadele edilmelidir!
kesinin hayata geçirmesi, insan hakları ve azınlıklar Fakat reform mücadelesi, devrim mücadelesine bağlı
konusunda uzun süredir gündemde olan sorunların ve onun bir yan ürünü olarak ele alınmalıdır. Gerçek
çözüm metni olması ifadeleri yer alıyor.
demokrasi, Türkiye’nin emperyalist Avrupa Birliği’ne
üyeliği ile gelmeyecektir. Biz, Avrupa Birliği’nin burYargı reformu konusu
juva demokrasisi için değil, işçi sınıfı önderliğinde
Yargıda, raporun değerlendirildiği tarihte yürürlüğe halkların emekçilerin demokrasisinin uygulanması
giren 3. Yargı Paketinin olumlu olduğu ve yeni yar- için mücadele yürütüyoruz. Özgür ve eşit halkların,
gı reformu stratejisinin de beklenildiği belirtiliyor. özgür iradeleriyle bir arada yaşayabilecekleri, gerçekYargı reformlarındaki problemlere değinilerek, yar- ten bağımsız ve demokratik bir Türkiye, ancak işçigının etkinliğini ve verimliğini arttıracak yöntemle- lerin köylülerin bugünkü TC’nin kalıntıları üzerinde
rin gerekliliği vurgulanıyor. Türkiye’nin temel haklar kuracağı bir Türkiye olabilir! İşçilere, köylülere tüm
konusundaki eksikliklerinin, terörizm ve organize emekçilere çağrımız kendi iktidarları için, sosyalizsuçlarla ilgili hukuki çerçevenin ifade, toplantı ve ör- min yolunu açacak halk demokrasisi için mücadelegütlenme özgürlüğü ile adil olarak yargılanma hak- dir. Bize burjuva demokrasisi değil, halk demokrasisi
kını kısıtlamasından kaynaklandığı ifade ediliyor.
gereklidir. Görev, gerçek demokrasi için mücadele
Avrupa Komisyonu, yargı önüne çıkarılmadan ön- etmektir.
ceki tutukluluk süresinin uzunluğu gibi diğer sorun20 Ekim 2012 ✓
Şiddete Karşı Mücadele, Erkek
İktidarına Karşı Mücadele İle
Mümkündür!
K
asım ayı deyince biz kadınların aklına ilk anda
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele Günü gelir.
25 Kasım’ın uluslararası alanda Kadınlara Şiddete
Karşı Mücadele Günü olmasının arka planında yine
kadınlara yönelik şiddet ve buna karşı mücadele duruyor.
25 Kasım 1960 tarihinde Dominik Cumhuriyetinde üç kız kardeş, Mirabel kardeşler arabalarında
saldırıya uğrayarak öldürüldüler. Onların suçu diktatörlüğe karşı mücadele etmekti. Kadınları aşağılayan ve küçümseyen her türden gerici anlayışa karşı
koymalarıydı. Rejimin tüm baskı ve işkenceleri onları
yıldırmadı ve sonunda vahşice katledildiler.
O günden bu güne Latin Amerika’da ve dünyanın
bir çok ülkesinde 25 Kasım kadına yönelik her türlü
şiddetin protesto edildiği bir mücadele günü olarak
kutlanıyor.
Her yılın 25 Kasım günü televizyonlarda izlediğimiz haberlerde kadına yönelik şiddete ilişkin spike-
yeni kadın dünyası
25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü
rin sunduğu birkaç dakikalık haber ve bilmem hangi
uluslararası sözleşmelere ilk imza atan ülke olarak bu
konuda ne kadar hassas ve duyarlı olduğumuz ile ilgili sahtekarlık dışında bir şey görmemiz pek mümkün
değildir.
Türkiye; kadına yönelik şiddete karşı çıkardığı yasalar ve altına imza attığı uluslararası sözleşmelerle
övüne dursun 2012 yılında da kadına yönelik şiddet
tüm vahşetiyle devam etti, ediyor.
Kadına yönelik şiddette 2012 verileri
Bianet’in yerel ve ulusal basından derlediği erkek şiddeti çetelesine göre 2012 yılının Ocak ayında 12 kadın; Şubat’ta 24 kadın; Mart’ta 12 kadın; Nisan’da 9
kadın; Mayıs’ta 15 kadın; Haziran’da 7 kadın 1 çocuk;
Temmuz’da 20 kadın, 3 erkek, 2 çocuk; Ağustos’ta 16
kadın ve Eylül ayında 13 kadın katledildi. Öldürülen
bu kadınların büyük çoğunluğu kocaları tarafından
öldürüldü. Cinayetlerin yaşandığı illerin başında İstanbul geliyor.
23
yeni kadın dünyası
24
Bianet’in araştırmasına göre yine 2012 yılının ilk
üç ayında koruma talep ettiği, savcılığa veya polise
şikayette bulunduğu ya da sığınmaevlerine yerleştirildiği halde dört kadın öldürüldü ve dört kadın yaralandı.
Yasalar kağıt üzerinde
“Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”, çalışmalarına Mart 2011 yılında
başlanan, çok sayıda kadın örgütü ile Aile ve Sosyal
Politikalar Bakanlığı ve Fatma Şahin arasında yaşanan sancılı bir sürecin ardından 8 Mart 2012 yılında yürürlüğe girdi. Fatma Şahin böyle bir yasanın 8
Mart’a yetiştirilmiş olmasını çok anlamlı bulduğunu
ve kadınlara güzel bir 8 Mart armağanı olduğunu
söyledi. Kadın kurumları ise henüz Bakanlık ile kadın kurumları arasında görüşmeler devam ederken
kanunun yangından mal kaçırır gibi apar topar kabul
edilmesini eleştirdiler. Kadın kurumlarının birçok
önemli talebine yasada yer verilmedi.
Bu yasada kadın örgütlerinin bir çok talebi yer almamış olsa da Türkiye tarihinde ilk defa yasal düzeyde bu genişlikte kadına yönelik şiddete karşı bir dizi
tedbirin alınmış olması olumlu idi. Fakat görüyoruz
ki bu yasalar da esasta kağıt üzerinde kalmaya devam
edecek.
Şubat ayında öldürülen 24 kadından birisi, kocası
hakkında uzaklaştırma kararı çıkartmış olmasına
rağmen ve bir kadın kocasından şiddet gördüğüne
dair dokuz kez şikayet dilekçesi vermiş olmasına rağmen kocaları tarafından öldürüldüler.
“Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun”a göre savcı tedbir alsaydı belki
de ölmeyecek olan kadınlardan birisi de 23 Nisan’da
kocası tarafından bıçakla öldürülen Ayşe İnce idi.
Ayşe İnce boşanmak istediği için kocası tarafından
ölümle tehdit ediliyordu. Öldürülmeden 2 ay önce ve
en son bir hafta önce kocasının iki kez bıçaklı saldırısına uğradı. Bunun üzerine kocasını savcılığa şikayet
edip koruma istedi. Şikayeti üzerine gözaltına alınan
koca savcılık ifadesinin ardından serbest bırakıldı.
Halbuki yeni yasaya göre savcılık olayı derhal polise
bildirip kadın için yakın koruma tedbiri aldırması ve
kocaya da uzaklaştırma kararı çıkarttırması gerekirdi. Bütün bu önlemler alınmadığı için bir kadın daha
göz göre göre katledildi.
Bu katliamın ardından Fatma Şahin yaptığı açıklamada; yeni yasaya göre savcının Ayşe İnce’nin kocası M. İnce’yi tutuklama yetkisi olduğunu ancak bu
yetkisini kullanmadığını belirterek söz konusu savcı
ile ilgili Başbakan Erdoğan ‘la konuşacağını söyledi!
Fatma hanım kocayı Erdoğan’a şikayet edecekmiş!
Her fırsatta kadınları aşağılamaktan geri durmayan,
çok değil bundan sadece birkaç ay önce polisin dayağı sonucu çocuğunu kaybeden üniversiteli genç kadın
için yaptığı açıklamalarıyla nasıl bir zihniyete sahip
olduğunu bildiğimiz başbakanın bu olay ile ilgili yapacakları konusunda çok fazla beklentiye girmemenizi tavsiye ederiz.
Kadınların, yaşadıkları şiddete artık susmayıp polise, jandarmaya veya savcılığa başvurmalarına rağmen çoğu halde hiçbir önlem alınmadan evlerine geri
gönderilmeleri sıkça yaşanan durumlardır. Fakat bu
tesadüf değildir. Çünkü bu toplum, tüm kurumları
ile birlikte en ince hücresine kadar erkek şovenisti bir
toplumdur. Bu toplu için kadın namustur ve ancak
anne, eş olarak değerlidir. Aile, çoğu zaman her ne
olursa olsun bütünlüğü bozulmaması gereken kutsal
bir yapıdır. Bu kutsal yapının bozulmaması için tüm
toplum elinden ne geliyorsa ardına koymamalıdır.
Hal böyle olunca aşağıda vereceğimiz örneğin bizi
şaşırtmaması gereklidir.
Erkek şovenisti HSYK’dan bir inci daha!
Nisan ayında Vatan gazetesinin haberine göre Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun taleplerinin
yer aldığı raporda kadınlara ve aile bireylerine yönelik basit yaralama suçlarında şikayet olmasa veya
şikayet geri çekilse bile ceza verileceğine ilişkin düzenlemenin Türk Ceza Kanunu’ndan çıkarılması ve
uzlaşma kapsamına alınması talep ediliyor! Önerinin
gerekçesinde şunlar ifade ediliyor: “Kasten yaralamanın, basit tıbbi müdahale ile giderilebilir nitelikte
olmasına ve tarafların barışmalarına rağmen kamu
davasının devam ediyor olması, toplumsal barışı zedelediği gibi aile bütünlüğüne de zarar verici hale gelebilmektedir”
HSYK bu önerinin “faydalarını” ise şu şekilde açıklıyor: “Tarafların barışmaları yada uzlaşmaya varmaları durumunda toplumsal barış sağlanacak, aile
bütünlüğü de zedelenmeyecektir. Aynı zamanda bu
neviden suçlar hakkında şikayet yokluğu şikayetten
vazgeçme yada uzlaşma sebebiyle kovuşturmaya yer
olmadığına dair kararların verilebilecek olması sebebiyle yargıda iş yükü de azalmış olacaktır.”
Bu erkek şovenisti beyefendilerin kadına yönelik
şiddete karşı mücadele konusundaki çözüm yolu bu!
Kadınlara söyledikleri şudur: ‘Kocandır döver de se-
Ve Kürtaj tartışmaları...
Kadın gündemi açısından bu yılın yaz aylarına damgasını vuran kuşkusuz kürtaj hakkı konusunda egemenlerin yapmak istediği değişiklikler ve bununla
ilgili tartışmalar idi. Kürtaj ile ilgili tavrımızın ne
olduğunu gerek daha öncesi sayılarımızda yayınladığımız yazılarda gerekse çıkardığımız bildirilerde
ortaya koyduk. Bu yazılarda çok genel olarak kürtajın bir hak olduğunu ve yasaklanamayacağını ortaya
koyduk. Kürtaj konusunda yürütülen tartışmalarda
bir kez daha erkek egemen kadın düşmanı yaklaşımlar ortalığa saçıldı.
Başbakanın kürtajı Uludere katliamı ile eşitlemesi,
kürtajı cinayet olarak nitelemesi ve bu oyunu bozacağını (Bizans oyunu olabilir mi bu acaba?) söylemesinden tutun da, Diyanet İşleri Başkanının kürtajın
‘haram’ olduğunu söylemesine, tecavüz sonucu hamile kalan kadına “doğur biz bakarız”a kadar, “çocuğun ne suçu var, anası kendisini öldürsün” diyen
Ankara Belediye Başkanı Melih Gökçek’e kadar tüm
erkek iktidar kadına düşmanlığını kustu.
Kadın düşmanlıklarını çokça kürtajı ’vicdani
bulmamakla’ ve ‘yaşam hakkının kutsallığı’ gibi
ikiyüzlüce büyük lafların arkasına gizlediler. Egemenlerin asıl dertlerinin hiçte yaşam hakkının kutsallığı vb. olmadığını yaşanan katliamlardan biliyo-
ruz. Tam da Uludere katliamı ve ardından yaşanan
gelişmeler ne kadar ‘vicdan sahibi’ ve ‘yaşam hakkı
savunucusu’ olduklarını görmek isteyen herkese gösterdi. Kürtaj tartışmaları da bir kez daha gösterdi ki
egemenlerin tek derdi vardır. O da sömürücü burjuvazinin çıkarlarıdır. Egemenler şunu gördü: Bugün
Türkiye’de kürtajın serbest olması hiçte, büyümek ve
uluslararası alanda diğer emperyalist güçlerle rekabet
etmek isteyen Türkiye’nin kapitalist çıkarlarına uygun değildir. Bu amaca hizmet eden her şey, örneğin
kadın düşmanlığı, işçi düşmanlığı, Kürt düşmanlığı,
Ermeni düşmanlığı vs.vs. mubahtır. Üst tarafı kocaman bir palavradır!
Kürtajda dört haftaya düşürülmesi istenen yasal
süreç, 4 haftalık gebeliğin tespit edilmesinin çok zor
olduğundan, yasal kürtaj hakkı süresinin eski düzenlemede olduğu gibi 10 hafta olarak korunmasına
rağmen kadınlar aleyhine başka bir dizi düzenleme
getirilmeye çalışılıyor.
Birkaç örnek vermek gerekirse:
➢ Sağlık personeline kürtaj yapmama hakkı tanınacak. Yani eğer doktor istemezse kürtaj yapmayacak ve
siz herhangi bir hak iddia edemeyeceksiniz.
➢ Kürtaj özel doktor muayenehanelerinde yapılamayacak. Ancak devlet hastanelerinde yapılabilecek.
➢ Kürtajda 10 hafta sınırı korunacak. Fakat kürtajdan vazgeçirmek için çalışma yapılacak. ‘İkna Odaları’ devreye sokulacak.
➢ 10 haftalık gebelik süresini geçmemek koşuluyla 2
ila 4 gün düşünme süresi verilecek.
➢ 10 hafta sınırını geçenlerin cezaları arttırılacak.
➢ Tıbbi zorunluluk olmadan 10haftayı geçen gebeliklerde kürtaj yaptıran kadına 1 yıldan 3 yıla kadar
hapis cezası verilebilecek.
➢ Tecavüz sonucu hamile kalmış ve 15 yaşından küçüklere yapılacak kürtajda veli izni değil hakim kararına göre işlem yapılacak vs.
yeni kadın dünyası
ver de. Fazla abartma. ‘Ailenin bütünlüğü’ senin yaşadığın şiddetten çok daha önemlidir. Sineye çek. Bizim
de zaten fazla olan iş yükümüzü boş yere daha da ağırlaştırma.’
Bu baylarında nedense iş yükü, hep kadınlar sözkonusu olunca akıllarına geliyor. Hatırlayacağınız
üzere HSYK’nın Ekim 2011’de hazırladığı bir başka
raporda yine yargının yükünün azaltılması için tecavüze uğrayan kadınların tecavüzcüyle evlendirilmesini önermekten başka bir anlam ifade etmeyen
‘tecavüze uğrayan kadının tecavüzcüsüyle evlenmesi
halinde davanın düşürülmesi’ ve Adli Tıp’tan cinsel
suçlarla ilgili daha hızlı rapor alabilmek için ‘beden
ve ruh sağlığının bozulup bozulmadığı’ araştırması
yerine sadece ‘beden sağlığının bozulup bozulmadığı’
araştırılması ve ‘15 yaşından küçüklere karşı rızaen
cinsel ilişki suçlarının ceza miktarlarının düşürülmesi’
gibi öneriler yer alıyordu.
Şimdi istediğiniz kadar iyi yasalar çıkarın. Eğer
yasaların uygulayıcıları olması gerekenler, bu en kaba
erkek egemen anlayış ve zihniyetlere sahip iseler pratikte değişen hiç bir şey olmayacaktır.
Sonuç olarak…
Kadınlara yönelik her türlü ayrımcılığın, kadın düşmanlığının, şiddetin son bulması ancak, bütün erkek
iktidarların yerle bir edilmesiyle mümkündür. Bugünkü erkek iktidarlar erkek egemen emperyalist kapitalist iktidarlardır. Mücadelemiz bir bütün olarak buna karşı yönelmelidir. Burjuvazinin yasaları
çerçevesinde kadına yönelik şiddete karşı mücadele
etmek sadece kırıntılarla yetinmek olacaktır.
Biz kırıntı değil dünyayı istiyoruz!
Kasım 2012 ✓
25
panorama
PA NOR A M A
Chavez, bir
kez daha
başkanlığa
seçildi!
- VENEZÜELA -
Chavez’in yeniden başkanlığa seçilmesi kimileri tarafından kutlandı, kimileri de
Chavez’i kutladı. Chavez karşıtı cepheden yumuşayan bir tavır izlenirken, Chavez’i
ezilenlerin umudu olarak gösterenler gerçekleri çarpıtmaya devam ettiler.
7
26
Ekim 2012 tarihinde Venezüela’da başkanlık
için seçim yapıldı. Başkanlık için adaylığını ilan
edip seçimlere katılanların sayısı altı olarak verilse
de, seçim yarışının esasta Hugo Chavez ile Henrique
Capriles arasında olacağı seçimlerden önce de belliydi. Chavez 12, Capriles ise 18 değişik parti ve örgütün desteklediği “blok”ların adayıydılar. Venezüela
Komünist Partisi (PCV) de Chavez’i destekleyenler
arasındaydı.
Seçim yarışının esasta bu iki aday arasında yürümesinin perde arkasında yatan gerçeklik, Venezüela’da
Chavez önderliğinde neoliberalizme, özellikle de
Amerika kıtasında bu siyasetin baş temsilcisi ABD’ye
karşı milli burjuvazinin görece bağımsızlık siyasetinin ve de geniş emekçi kitleler için uygulamaya konan „misyon“ların, devlet sübvansiyonlarının sür-
dürülmesi siyaseti ile bu siyasete son vermek isteyen
özellikle ekonomide neoliberal siyasete geri dönme,
„misyon“lara ve halk için devlet sübvansiyonlarına
son verme, ABD ile ilişkileri iyileştirme –bu esasında ABD’ye bağımlı olmak anlamına geliyor-, yanlısı siyasettir. Buna bağlı olarak da seçim, Chavez ve
Capriles şahsında Venezüela’nın 1998’den bu yana
uygulanan siyasete devam mı, yoksa bu siyasete son
vermek mi arasındaki seçim idi.
Bu durum Chavez yanlısı kesimler tarafından, seçim sonuçlarının Venezüela’da „devrimin ilerletilmesi, 21. yüzyıl sosyalizminin gerçekleştirilmesi, derinleştirilmesi“ için belirleyici önemde olduğu yönünde
propaganda edildi. Böylece, seçimin kapitalist sistem
içinde görece bağımsız olma, somutta milli burjuvazinin siyaseti ile emperyalizme bağımlı olma, neoli-
olarak lanse edilen Anayasa’nın hiç de kapitalist ilişkilerle çelişen, sistemi soru işareti haline getiren bir
anayasa olmadığını görüp kabullenmiştir. Devletleştirme yerine özelleştirmeden yana olsalar da, Chavez
döneminin de en karlı kesiminin kapitalisler olduğunu da yaşayıp gördüler. Buna bir de Chavez’in geniş
kitleler üzerindeki nüfuzunun güçlü olduğu gerçeğini kabul etmeleri eklenince, Chavez’e karşı geçmişte
takınılan tavırlarda da değişiklik olmuştur. Ülkede
kaos yaratma, ya da Chavez’e darbe gerçekleştirme
yerine, kaos yaratma adımlarından gerileme –ama
bunu elden bırakmama-, “düşman” gibi cephe tutma
yerine, Chavez’in iyi işler yaptığı ama yeterli olamadığı, kendilerinin –somutta Capriles- daha iyi
işler yapacağı yönlü tavırlar temelinde
seçim propagandası yolu seçilmiştir. Öyle ki Capriles kendi
gerçek programını kitlelerden gizlemeye çalışmıştır.
Örneğin bir televizyon
programında, kendisinin Valilik yaptığı Miranda eyaletinde kanun dışı hareketlerin
çokluğunun sorumlusu olarak eğitime
ayrılan bütçeyi göstermesi, protestolara yol
açtı.
Muhalefetin seçim propagandasında başvurduğu
bu yol, kuşkusuz, Chavez’in
siyasetinin belli oranda muhalefet tarafından kabul edildiğini ve
seçimleri kazanmak için taktik değiştirildiğini göstermektedir.
Capriles’in gizlemediği kimi noktalar ABD emperyalizmiyle iyi ilişkiler oluşturma, Latin Amerika
ülkeleriyle ilşkilerde, yardım programlarında köklü
değişiklik yapma, anlaşma ve ilişkileri revizyondan
geçirme; Çin ve İran ile anlaşmaları gözden geçirme
vb. vb. noktalardı. Capriles’in bu siyasetinin destekleyicilerinden Dünya Bankası Şefi Robert Zoellick
“Chavez’in günleri sayılıdır” biçiminde propaganda
ile seçim kampanyasının parçası olmaya çalıştı.
Chavez cephesi ise esasında 1998’den bu yana Chavez önderliğinde yürürlüğe konulan siyasetin devam
ettirilmesi, “derinleştirilmesi”, “21. yüzyılın sosyalizminin ilerletilmesi” vb. propaganda temelinde seçim
panorama
beral siyaset arasındaki bir seçim olduğu gerçeğinin
üstü de örtülmeye çalışıldı. 14 yıllık Chavez iktidarı
döneminin tüm verileri, Venezüela’da yaşananların
–halk için iyi olan önlemler de dahil- sosyalizmle
uzaktan yakından hiç bir ilgisinin olmadığını göstermiştir aslında. Ama sözü edilen „21. yüzyıl sosyalizmi” ve buna bağlı olarak „sosyalizm“den bahsedilmesi, Venezüela’da yaşananların sosyalizmle ilişkisi
olmadığı gerçeğinin üzerini örtmeye ve kitlelerin bilincini karartmaya hizmet etmektedir. Venezüela Komünist Partisi de revizyonist çizgisine uygun olarak
siyasetini, kitlelerin bilincini karartma çabalarının
hizmetine sunmuştur.
Seçimlerden önce yürütülen kampanya
esasta bu iki yaklaşım tarafından belirlenen bir seçim kampanyasıydı. Chavez karşıtı kesimlerin
ülkede kaos yaratarak yönetime el koyma çabalarında gözle görülür bir
gerileme vardı. Petrol
rafinerisinde yaşanan
patlama ve muhalefet
yanlısı kimi siyasetçilerin öldürülmesi
vb. gelişmeler de bu
durumu özde değiştirmedi. Chavez karşıtı
kesim manipülasyon ve
karışıklık yaratma silahını elden bırakmadan, esas
olarak propaganda yoluyla
seçimleri kazanacakları yönlü
tavırlar takındı. Bu bağlamda 2006
yılındaki seçim kampanyasındaki gibi değişmeyen propagandaların başında, Capriles’in oylarının Chavez’in alacağı oylardan fazla olacağı yönlü
“tahminler”, ya da istatistiklerin yaygınlaştırılmasıydı. Kimi yorumcular tarafından bu tavır, Chavez’in
az bir oy farkıyla seçimi kazandığı durumda muhalefet tarafından “seçim sahtekarlığı” yapıldığı iddiasıyla, seçim sonucunu reddetmek için kullanılma olasılığını hesaplama temelinde takınılan bir tavır olduğu
biçiminde yorumlandı.
Muhalefetin geçmiş seçimlere göre saldırgan tavır
yerine “sakin” ve ılımlı tavır takınmasının perde arkasında ise değişik nedenler ve hesaplar var. Muhalefet, en başta eskiden kabul etmediği ve Chavez yanlıları tarafından “devrimin”, “sosyalizmin” anayasası
Seçim
sonuçlarına bakıldığında Chavez’in muhalefetinin oylarını önemli oranda
çoğalttığı görülür. Örneğin Chavez
2006 yılındaki seçimlerle karşılaştırıldığında oylarını 827.884 kadar arttırırken, muhalefet oyunu 2.207.109
kadar arttırmıştır. Veriler,
Chavez’in esasta yoksul kesim
tarafından seçildiğini
göstermektedir.
27
panorama
kampanyası yapma yolunu seçti. Bu seçimlerde Chavez yönetiminin olumlu kazanımı olarak propaganda
edilen noktalardan biri, yeni “İş Yasası” idi. Capriles
Chavez’in seçimleri kazanmak için gündeme getirdiğini söylediği bu yasa, geçmişe göre işçilerin haklarını iyileştirme durumundadır. Bu temelde de bu yasanın sonuçlandırılıp yürürlüğe konması Chavez’e olan
desteğin korunmasına hizmet etmiştir.
Özetle bu temelde yürüyen seçim propagandası, 7
Ekim’de meyvesini şöyle verdi.
SEÇİM SONUÇLARI
28
Resmi rakamlara göre seçmen sayısı 18.903.937’dir.
Seçime katılım oranı da %80,67 olarak açıklandı. Bu
oran en azından 1998’den beri en yüksek katılım oranıdır. 2006 yılındaki katılım 74,69 idi. Chavez oyların
%55,25’ini alarak yeniden başkanlığa seçildi. Capriles
ise oyların %44,13’ünü aldı.
Seçimden önce muhalefetin seçimi kaybetmeyi kabul etmeyeceği, karışıklık çıkarmak için bahane arayacağı vb. yönlü tahmin ve spekülasyonlar boş çıktı.
Kimi yorumcular Capriles’in yenilgiyi kabul etmesini ve seçimlerde sahtekarlık yapılmadığı yönlü açıklamasını, Chavez ile arasındaki oy farkının büyüklüğüne bağladı. Kuşkusuz ki bu da rol oynamıştır. Ama
muhalefetin taktiğinin değiştiği ve aynı zamanda
seçimleri normal prosedürle kazanabileceğine “inandıkları” olguları belirleyici rol oynamıştır. Muhalefetin bu seçimlerde “kadife” ya da “portakal devrim”
gibi bir siyaseti, taktiği yoktu.
Davulun sesi uzaktan “güzel gel”meye devam edip
“bizim” kimi “sol”cularımızı oynatmayı sürdürse de,
Venezüela’da burjuvazi Chavez’in gerçekte sosyalizmin temsilcisi olmadığını anlamıştır. Chavez’i istemeseler de, Chavez yönetimine karşı mücadelede,
ülkeyi, anda kendi karlarına da zarar verecek bir karmaşıklığa sürme yanlısı değiller.
Chavez’in kendisi de kendi yönetimi döneminde pastanın büyük
payını “zenginlerin” kaptığını,
yani kapitalistlerin karlı olan tabaka olduğunu teslim etmiştir.
Ayrıca 14 yıllık yönetimi döneminde, yiyiciliğe, rüşvete vb. olgulara karşı mücadelede başarılı
olmadığını da teslim etmiştir.
Seçim sonuçlarına bakıldığında Chavez’in muhalefetinin oylarını önemli oranda çoğalttığı
görülür. Örneğin Chavez 2006
yılındaki seçimlerle karşılaştırıldığında oylarını 827.884 kadar arttırırken, muhalefet oyunu 2.207.109 kadar arttırmıştır.
Veriler, Chavez’in esasta yoksul
kesim tarafından seçildiğini göstermektedir. Örneğin zengin kesim denen tabakanın
%55’inin Capriles’i, %35’inin Chavez’i seçtiği bilgisi
verilmektedir. Buna rağmen Capriles’in aldığı oy sayısı gözönüne alındığında yoksul kesimden de küçümsenmeyecek oranda oy almıştır.
Chavez’in sağlığı elverirse 2019 yılı başına kadar
başkanlık yapacak. Sağlık durumundan dolayı Chavez cephesinde gündeme gelen tartışmalardan biri de
Chavez’in yerine geçebilecek bir liderin ya da liderlerin olup olmadığı meselesidir. Öyle ya da böyle bir
dahaki başkanlık seçimlerinde muhalefetin seçimi
kazanma olasılığı vardır. Chavez cephesinde destek
alma, güçlenme bağlamında belli bir durgunluk yaşanmaktadır. Bunun gerileme durumuna dönüşüp
dönüşmemesi ise Chavez yönetiminin önümüzdeki
altı yıllık süreçte yürüteceği siyasete, atacağı adımlara bağlıdır.
Chavez seçim sonuçlarının belli olması ertesinde yaptığı konuşmada “21. yüzyıl sosyalizmini inşa
etme”nin yanısıra “Son yıllarda olduğundan daha
iyi bir devlet başkanı olmayı” vaadetti ve muhalefete “Size her iki elimi ve kalbimi veriyorum, çün-
KİMİ RAKAMLAR
Gerek ekonomik verilerde, gerekse de seçim sonuçlarının hesaplanmasında ve benzeri değerlendirmelerde yüzdelerın ya da oranların kullanılması normaldir.
Fakat bu oranların somut hangi verilere dayandığı
bilinmezse ve gözönüne alınmazsa, bu oranlar yanlış
değerlendirmelere de yol açabilirler. Bu bağlamda bir
örnekle sorunu bilince çıkaralım.
Venezüela’daki başkanlık seçimleri hakkında “t24.
com.tr”den alınan ve “katilimcisosyalizm.blogspot.
de” adresinde “Emeğin Özgürlüğü” başlıklı sitede yayınlanan haberde: “Chavez, 1998’den bu yana
katıldığı devlet başkanlığı seçimlerindeki en düşük
oyu aldı.” tespiti yapılmaktadır. Oy oranıyla mutlak
rakam olarak oyların sayısı birbirine karıştırıldığından, Chavez’in 1998’den bu yana katıldığı seçimlerde
en düşük oyu aldığı söylenmektedir. Bu bilinçli olarak yapılmamış olsa da, böylesi hesaplarla gerçekler
manipüle edilebilir, edilmektedir.
Olgu nedir? Chavez, seçimlerde kullanılan ve geçerli olan oy sayısına göre en yüksek oyu almıştır. Bunu
somut rakamlarla karşılaştırdığımızda karşımıza şu
veriler çıkmaktadır:
Yıl 1998. Seçmen sayısı 10.959.530. Chavez’in aldığı
oy sayısı 3.673.685. Seçmen sayısına oranı %33.5, kullanılan ve geçerli oy sayısına göre oran %56,2.
Yıl 2006. Seçmen sayısı 15,9 Milyon. Chavez’in aldığı oy sayısı 6.857.485 –sonradan düzeltilen sayı
7.309.080. Seçmen sayısına oranı % 43, kullanılan ve
geçerli oy sayısına göre oran %62,84.
Yıl 2012. Seçmen sayısı 18.903.937. Chavez’in aldığı
oy sayısı 8.136.964. Seçmen sayısına oranı % 43, kullanılan ve geçerli oy sayısına göre oran %55,25.
Bu veriler açıkça Chavez’in bu seçimlerde en yüksek
oyu aldığını göstermektedir. Oyların oranı geçmiş seçimlere göre düşük olması ama Chavez’in 1998’den
beri en düşük oy aldığının belgesi, isbatı değildir.
Verilerde dikkat çeken iki nokta var: Biri Chavez’in
oylarını 1998 ile 2006 arasındaki dönemde neredeyse
ikiye katlaması –3.673.685’ten 7.309.080’e yükseltmesi-, buna karşın 2006 ile 2012 arası dönemde, seçmen
sayısı 3 milyon kadar artmışken, oylarını 827.884 kadar arttırabilmesidir. İkincisi ise 2006 yılı ile 2012 yılı
seçimlerinde seçmen sayısına göre %43’lük oranın
değişmemesidir.
Chavez’in yeniden başkanlığa seçilmesi kimileri tarafından kutlandı, kimileri de Chavez’i kutladı. Chavez karşıtı cepheden yumuşayan bir tavır izlenirken,
Chavez’i ezilenlerin umudu olarak gösterenler gerçekleri çarpıtmaya devam ettiler.
Türkiye’de buna bir örnek ÖDP’dir. ÖDP Eş Genel
Başkanları Chavez’i kutladıkları mesajda şunu savunmaktadırlar: “Chavez halkın bu isyanının ve umudunun simgesi olarak bu kez de seçimlerden zaferle çıktı.
Venezuela’da halkın ve Chavez’in başarısı, dünyanın
pek çok yerinde yeni bir dünya arayışı ile gelişen direnişler için bir umuttur. Halkın bu zaferini kutluyor ve
paylaşıyoruz.” (Etkin HA 9 Ekim 2012)
Halkın zaferi denen şey gerçekte seçmenlerin
%43’ünün Chavez’i seçmesidir. Kullanılan ve geçerli
oyların %55,25’i halkın çoğunluğunu ifade etmiyor.
Bunun da ötesinde, diyelim ki halkın çoğunluğu
Chavez’i seçti. Peki nasıl oluyor da Chavez’in yeniden
seçilmesi “yeni bir dünya arayışı ile gelişen direnişler
için bir umut” oluyor ki? Chavez’i “sosyalist”, “devrimin lideri” olarak görenler için bu tespit normaldir.
Ama yanlıştır.
Chavez, yeni bir dünya arayışı ve direnişleri için
umut değil engeldir! Chavez’i ezilenlere, sömürülenlere umut olarak propaganda edenler de yeni bir dünya arayışı ve direnişleri önündeki engellerdendir. Bir
başka dünya ancak ve ancak sosyalizmde mümkündür. Sosyalizm ise proletarya diktatörlüğü olmadan
olmaz! Burjuvazinin egemenliği şartlarında sosyalizmin mümkün olduğunu söyleyenler sahtekarlık yapıyor. Burjuvazinin iktidarını sosyalist iktidar olarak
görüp göstermekle de bu sahtekarlık ortadan kalkmıyor.
Çağrımız, YENİ DÜNYA İÇİN, Marksizm-Leninizm bilimini kuşanmaya, Proleter Dünya Devrimi
için örgütlenmeye ve mücadeleye ÇAĞRI’dır!
24 Ekim 2012 ✓
panorama
kü Bolivar’ın ülkesinde hepimiz kardeşiz.” diyerek
“ulusal birlik” çağrısında bulundu. Bu çağrının nasıl
yanıt ve de yankı bulacağını önümüzdeki dönemde
göreceğiz.
Şimdiden kesin olan şey ise, ne kadar lafzı geçse de, kapitalizmden sosyalizme geçişten bahsedilse de, Chavez’in bu altı yıllık başkanlık döneminde
de Venezüela’da sosyalizmin s’sinin olmayacağıdır.
Venezüela işçi sınıfının, emekçilerin bu tespitimizi geçersiz kılması durumunda da en çok sevinen,
Venezüela’nın gerçek devrimine destek vermek için
tüm gücümüzü harekete geçirecek olanlardan oluruz!
Böylesi bir sürprizi ümit etmek bile güzel! Nazım’ın
dediği gibi “Ümitsiz yaşanmıyor” ve “Umut büyük
insanlıkta”!
29
panorama
Irk
ayrımcılığından
sınıf ayrımına...
- GÜNEY AFRİKA -
D
30
ergimizin 79. sayısında “Apartheid’sız on yıl”ın
kısa değerlendirmesini yaparken, yazımızın sonunda şu tespitleri yapmıştık:
“Bir yandan beyazlar dümeni ellerinde tutarken,
aynı zamanda siyahlar içinde de sınıfsal farklılıklar
giderek daha çok derinleşmektedir. Hepsini birleştiren
temel – aynı deri rengine sahip olmaktan dolayı baskı
altında olmak- ortadan kalkmış, zengin-fakir, kapitalist-işçi, toprak sahibi-topraksız köylü-kır işçisi vb.
farklılaşma öne çıkmıştır.
Geçmişte yaşam dünyalarını ayıran Apartheid idi,
şimdi ise ekonomik ve sosyal alanlardaki eşitsizlik, birbirinden çok farklı yaşam koşullarıdır. Kimi batılı gazetecilerin yaptığı tespit gibi, Güney Afrika’da ‘siyasi
Apartheid ölmüş, sosyal Apartheid yaşamaya devam
ediyordu’. (...)
İşsizlerin, topraksız-yoksul köylülerin ve genel olarak yoksul tabakaların Güney Afrika’nın siyasi yaşamında önemli rol oynayacağı bir dönem önümüzde
duruyor. Mücadele, beyazlarla siyahlar arasında değil,
burjuvazi ile işçiler arasında, toprak sahipleriyle yoksul köylüler arasında yürüyecektir.” (YDİ Çağrı, sayı
79, 2004)
Bu tespitleri yaptığımızdan beri Güney Afrika’da
yaşananlar Apartheid’ın 1994’te son bulmasından
sonraki dönemde sınıf ayrımının tüm çıplaklığıyla
ortaya çıktığını hep yeniden gözler önüne serdi, seriyor. Bu konuda en başında bilince çıkarılması gereken gerçeklik, ırkçı rejimin son bulmasının, işçile-
Güney Afrika’da genelde işçi
sınıfını ilgilendiren ve üzerine
tartışılan konulardan biri “kiralık
iş” sorunudur. Bu noktada
Namibya’yı örnek alan COSATU
“kiralık iş”in yasaklanmasını
talep etmektedir. Fakat bu konuda
iktidardaki müttefikler (ANC, SACP
ve COSATU) arasında çelişkiler
varlığını sürdürüyor.
rin emekçilerin sınfsal temelde mücadele vermesinin
önündeki engelin de ortadan kalkması anlamına geldiğidir.
Milyonlarca Güney Afrika’lı siyah tenli insan ülkenin siyahlar tarafından yönetilmeye başlanmasını sınırsız bir sevinçle kutlamış ve kelimenin gerçek
anlamında kölece yaşamın son bulduğuna inanmış
ve siyah tenli yeni yöneticilere umudunu bağlamıştı.
26-29 Nisan 1994 tarihlerinde yapılan seçimlerde ülkenin nüfusunun %85’ini oluşturan siyahlar ilk kez
kendileri hakkında karar vermek için oy kullanabiliyordu... Apartheid’ı seçmeyecekleri aşikardı! Artık
kağıt üzerinde yazılı olanlara göre, renklerinden dolayı dışlanmayacak, baskı altına alınmayacaklardı.
Sonuçta, Apartheid’ın son bulması önemli bir değişiklikti.
Fakat kağıt üzerinde haklara sahip olmakla bu hakların pratikte yaşam bulması bir ve aynı şey değildir.
Beyaz egemenler siyasi hayata siyahların da katılmasını kabule zorlanmışlardı ama onların, ülkenin
kaderini belirleyen ekonomik egemenliği devam ediyordu. Fiili eşitsizlik bu temelde varlığını koruyordu.
Nisan 1994’ten itibaren siyahların yönetime geçmesiyle birlikte yavaş da olsa giderek siyah tenli burjuvazi de gelişmeye başladı. Siyah tenli burjuvazi özellikle
Afrika Ulusal Kongresi (ANC), sendikalar birliği olan
COSATU ve bunlarla ittifak içinde olan Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) içinden, yani yöneticiler
ve yönetimdekilerin akrabaları, yakınları, tanıdıkları
GREV, KATLİAM VE GREVİN YAYILMASI...
Güney Afrika’da genelde işçi sınıfını ilgilendiren ve
üzerine tartışılan konulardan biri “kiralık iş” sorunudur. Bu noktada Namibya’yı örnek alan COSATU
“kiralık iş”in yasaklanmasını talep etmektedir. Fakat
bu konuda iktidardaki müttefikler (ANC, SACP ve
COSATU) arasında çelişkiler varlığını sürdürüyor.
Gidişat COSATU’nun bu talebini gözden geçireceğine işaret ediyor. Taşeron işçiliğe, “kiralık iş”e karşı
grevler yaşandı ve önümüzdeki dönemde de yaşanacağa benziyor. “Kiralık iş, insanlarla meta olarak ticarettir” deyip karşı çıkanların sayısı hiç de az değil.
Bu konuyla ilgili grevler gibi ücret artışı ve çalışma
koşullarının iyileştirilmesi için de son dönemlerde
on binlerce işçinin katıldığı grevler yapıldı. Özellikle
Ocak 2012 ve Mart-Nisan 2012 tarihlerinde yapılan
grevlerde ücretler önemli oranda arttırıldı. Sözkonu-
su grevlerde de işçiler yaşamını yitirdi, öldürüldü. Fakat öldürülen insanların sayısı “fazla” olmadığı için
medyada da “normal”miş gibi ölüm haberleri geçerken verilen haberler olmanın ötesine geçmedi.
Lonmin Platin Madeni’ndeki grev ve gelişmeler
de genelde yaşanan bu mücadelelerin bir parçasıydı.
Bunu uluslararası düzeyde haber konumuna getiren
ise yaşanan katliamdı.
Lonmin Platin Madeni’nde COSATU’ya bağlı olan
ve üye bakımından en büyük sendika olan “Madenciler Ulusal Birliği” (NUM) adlı sendika ile, bu sendikadan ayrılan ve hükümetten bağımsız ve antikomünist (bu da Komünist Parti’nin ANC ve COSATU ile
müttefikliğine, hükümete karşı olmakla örtüşen bir
tavır) olarak kendisini tanımlayan, 1998’de kurulan
“Maden ve İnşaat İşçileri Birliği Sendikası” (AMCU)
arasında, hangi sendikanın görüşmelerde işçileri
temsil edeceği hakkında rekabet ve mücadele var.
AMCU’nun 50.000 üyesi olduğu söyleniyor.
İşçilerin önemli bir bölümü NUM’un iktidarı destekleme tavrına ve işverenlerle sosyal ortaklık siyasetine karşı çıkarak AMCU’ya üye olmuştur, olmaktadır. Bunun pratiğe yansıması ise AMCU üyeleri
grev yaparken NUM üyelerinin grev kırıcı konuma
düşmeleridir. Bu da aralarında çatışmalara da yol
açan bir neden olabilmektedir. NUM’un devlet ve
patronlarla ilişkileri ve somut olarak işçilerin mücadelelerindeki esas rolü işçilerin çıkarlarını değil,
patronların çıkarlarını savunmasıdır. NUM’un eski
başkanlarından Cyril Ramphosa, Lonmin şirketinin
“başkanlık” yöneticilerinden biri olmuştur. Bu kuşkusuz ki tek ve istisna örnek değildir. Başkan Zuma
veya önceki başkan Mbeki ve aileleri de maden şirketlerinde hisse sahipleridir.
Lonmin’de grev, işverenin temsilcilerinin işçilerle/
temsilcileriyle yapılması planlanan görüşmelere katılmamasıyla gündeme gelmiştir. 10 Ağustos’ta madende en ağır ve tehlikeli işi yapan ve adına “matkapçılar”
denen 3000 kadar işçi grevi başlatır. Bu arada nedeni
ve nasıl ortaya çıktığı konusunda net bilgi verilmeyen
bir çatışma yaşanır. Çatışmada altı işçi, iki polis ve iki
güvenlik görevlisi ölür. Özellikle iki polisin de ölmesi
kolluk güçlerini daha da saldırganlaştırır. Bu arada
Lonmin Platin şefleri polislere, işçilere ateş edilmesi
gerektiğini söyler... NUM temsilcileri polis arabalarıyla grev yerine gidip işçilerle greve son vermeleri
için görüşmeye çalışır, ama işçiler NUM’un devlet
ve polisle işbirliği yaptığını söyleyerek görüşmeyi red
ve protesto ederler. Polis tel örgülerle alanı kapat-
panorama
içinden çıktı. Adam kayırmacılık, yiyicilik, rüşvet vb.
edimler Güney Afrika’nın siyah tenli yöneticilerinin,
yönetimdeki örgütlerin de bulaştığı bataklık olarak
ülkenin sorunları arasında yerini aldı.
Siyah tenli yönetim sadece kendi çıkarlarını değil,
genel olarak kapitalist sömürücü sistemin çıkarlarını koruma görevini de en başından itibaren üzerlenmişti. Bu görevine uygun olarak da milyonlarca siyah
tenli emekçiye verilen sözler, verilmiş vaatler olarak
kaldı. Milyonlarca emekçinin umudu boşa çıktı ve
hayal kırıklığı yaşandı. Böylece milyonlarca emekçi
de giderek kendi teninin rengindeki yöneticilere karşı
da mücadele etmeye başladı. İşçilerin yoksul köylülerin kendi yaşam koşullarını iyileştirmek için mücadeleleri değişik biçim ve düzeyde sürekli yaşandı,
yaşanıyor. Örneğin 2004/2005’te şiddeti içeren kitlesel çatışmaların sayısı 622 olarak verilirken bu rakam
2011/2012 (2012 için Ağustos’a kadarki veriler sözkonusudur) için 1091 olarak verilmektedir. Öne çıkarılan bir olgu da bu çatışmalarda hem polisin hem
de protestocuların giderek daha fazla sert/ saldırgan
davranmasıdır. Sözkonusu mücadelelerde devletin
kolluk güçleriyle çatışmalar da ve bu çatışmalarda
ölümler de sık sık yaşandı. Fakat Apartheid’ın son
bulmasından bugüne kadar yaşanan en kanlı grev
mücadelesi 16 Ağustos 2012 tarihinde yaşandı. Devletin kolluk güçleri işçilere saldırarak birkaç dakika
içinde 34 işçiyi katletti 78’ini yaraladı ve 259 işçiyi de
tutukladı. Bu olayla ilgili bilgiyi Yeni İşçi Dünyası’nın
Eylül sayısında vermiştik, burada kısaca olayın perde
arkasına ve gelişmelere değineceğiz.
31
panorama
32
maya/ sarmaya çalışır.
İşçiler yapılan uyarılara
uymaz ve eylem alanını
terketmez (kimi haberlere göre bazı işçiler alanı
terkederken, geriye kalan
çoğunluk türküler eşliğinde barışçıl protestolarını sürdürür) ve polis bu
arada otomatik silahlarla
işçilere kurşun yağdırır.
Sonuç, 34 ölü, 78 yaralı ve 259 kişi tutuklanır.
Yaralılardan
kimileri
hastahaneden taburcu
edildikten hemen sonra tutuklanır. Medyaya
yansıyan haberlere göre
olayı yaşayan kimi tanıklar, polisin önceki çatışmada ölen iki polisin intikamını almak için bu katliamı gerçekleştirmiştir.
Bunu da polislerin katliamdan sonra “intikam böyle
alınır” vb. ifadelerine dayandırmaktadır. Ayrıca bir
işçinin tanıdığı olan bir polis kendilerine ateş etme
emrinin yazılı olarak verildiğini söylemiştir. Sonuçta
nedeni ne olursa olsun, bu katliam Apartheid’ın son
bulmasından bugüne kadar yaşanan en kanlı grev
ve katliam olmuştur ve Güney Afrika’nın siyah tenli
emekçilerine Apartheid rejiminin 1960’da Sharpeville ve 1976’da Soweto’daki katliamları hatırlatmaktadır.
Bu katliama karşı AMCU protestoyla yanıt verirken
ve başta Başkan Zuma olmak üzere devlet yönetimini
ve polisin suçlu olduğunu ilan ederken, NUM polisin elinden geleni yaptığını, yapabileceği başka şeyin
olmadığını açıklayarak katliamı haklı göstermeye
çalıştı. Polis yetkilileri de “kendilerini savunmak
için” ateş açtıklarını açıkladılar. Devlet yetkililerinin tarafı açıkça ortadaydı: Kendi kolluk güçleri ve
maden sahipleri! Başkan Zuma protestoları dindirmek için olayları araştıracak bir komisyon kurulması
konusunda yetki verdiğini açıklasa da, gerçekte sorumlu ve suçluların ortaya çıkarılıp cezalandırılmayacağı da belliydi. Polis yetkililerinin yoğun protestolar sonrasında yaptıkları “özeleştiri”, “dengesiz güç
kullanıldığı”nı “kabul” etmeleri oldu. Apartheid döneminden kalma kanuna dayanarak 270 işçi hakkında, 34 işçinin ölümünden sorumlu oldukları gerekçesiyle mahkemede dava açılacağı açıklandı. Yoğun
protestolar sonucu bu konuda geri adım atıldı. Şimdi
değil de araştırma sonucu ortaya çıkacak duruma
göre işçilerin mahkemeye verilip verilmeyeceği kararlaştırılacak. Bu süreçte devletin kolluk güçleri işçilere yönelik baskılara yenilerini eklediler. İşçiler sopa
ve mızraklarla bıçak ve değişik kesici aletlerle baştan
aşağı modern silahlarla donanmış kolluk güçlerine
karşı kendilerini korumaya çalışmaktadırlar.
Katliam grevi sonlandırma yerine, mücadeleyi teşvik etti. Grev başka platin ve altın madenlerine de sıçradı ve giderek başka iş alanlarına da yayıldı. Örneğin
TIR şoförlerinin greve gitmesi ya da kamu alanında
maden işçileriyle dayanışmak için de yapılan grevler
vb. eylemler sürmektedir. Otomotif sektöründe Toyota, grev nedeniyle gerekli malzeme teslimi yapılamadığından iki kere üretimi durdurmak zorunda kaldı.
Lonmin Platin grevi 19 Eylül’e gelindiğinde ücretlere yapılan zamların işçiler tarafından kabulüyle geçici olarak son buldu. Ücretler %11 ile 22 arttırıldı. %22
“matkapçılar” denen en ağır işi yapanlara verildi, ki
grevi başlatan bunlardı. AMCU yetkilileri sözkonusu
anlaşmanın onlarca işçinin katledilmeden de mümkün olduğunu ifade ederken, Ekim ayında yeniden
tarafların görüşeceği ve ücret ve çalışma koşulları
hakkında pazarlık yapacakları belirtildi. Lonmin’deki grevde taraflar anlaşmışlardı ama grevler diğer madenlerde başlamış ve sürüyordu. Bu arada ölenlerin
sayısı da 50’yi geçmişti. Başkan Zuma Lonmin’deki
bu grevle maden sektöründe 548 milyon Dolar zarar
edildiğini açıkladı. Bu da aslında Lonmin şirketi adı-
kimi sistem yanlılarınca “gerçekçi olmayan” talepler
olarak ve bunun siyasi sorunlarla bağlantılı ele alınmasının “çözümü zorlaştırdığı” biçimde değerlendirilmektedir.
COSATU ve ANC’nin denetiminde olmayan bir
sendikanın kurulmasını isteyen grev komitelerinin
(AMCU dışında bir sendikanın kurulması istemi
sözkonusudur burada) bağımsız ve işçiler tarafından
denetlenen bir sendika talebi doğru ve haklıdır. Grevler sadece ücret artışı talepleriyle sınırlı olan grevler
değil, devlete, somutta ANC ve COSATU’ya (NUM
da COSATU’nun çatısı altındadır) karşı tavırlarıyla,
NUM’un yetkilerinin iptal edilmesi talepleri, yasallığı çiğneyerek haklarını arama mücadelesi vermeleri
vb. tutumlarıyla, grevlerin siyasi yönleri de giderek
çehresini oluşturmaktadır.
ANC’nin Aralık ayında yapılacak “Program
Kongresi”nde Zuma’nın yeniden ANC başkanlığına
seçilip seçilmemesi yönlü tartışmalar, yaşanan grevler sonucu giderek yoğunlaştı. Zuma da 17 Ekim’de
takındığı tavırla “yeter artık greve son verin” diyerek
işçilere kızgınlığını gösterdi!
Bu satırları yazdığımızda işçilerin grevleri, mücadelesi devam ediyordu, kolluk güçlerinin işçilere karşı şiddeti, baskısı da yoğunlaşmış haliyle sürüyordu.
Ağustos ayının ortalarından beri işçiler ülkenin gündemini belirlemektedir. Dünya çapında platin rezervlerinin ve üretiminin %75-80’inin Güney Afrika’da
olması ve işçilerin madencilik alanında egemen olan
tekellerin üretimini haftalarca, hatta aylarca değişik
düzeylerde sekteye vurması, durdurması vb. olgular,
egemenlerin karlarına zarar vermektedir. Bu da onların daha da saldırganlaşmasını beraberinde getirmektedir. Ne de olsa iktidarda olanlar onlardır!
İşçilere, emekçilere devrimci, komünist temelde bir
önderlik yapacak örgüt ise anda yok. Adı Güney Afrika Komünist Partisi (SACP) olan örgüt ise işçilerin
emekçilerin karşısında ANC ve COSATU ile ittifak
içinde hükümetin ve de yönetimin bir parçası olma
durumunda.
Grev komitelerinin bunlardan bağımsız ve işçiler
tarafından denetlenen, yönetilen bir bağımsız sendika kurma talepleri haklı bir taleptir. Arzumuz işçilerin böylesi mücadeleler içinde, kendi gerçek devrimci,
komünist örgütlenmesini yaratmasıdır. Dayanışmamız ezenlere, patronlara karşı kendi hakları için ve
işçilerin birliği için mücadele eden işçi sınıfıyladır!
26 Ekim 2012 ✓
panorama
na ücret zammını kabul edenlerin platin üretiminin
durmasından doğan zararın daha fazla olmasını göze
almadığına işaret etmektedir.
Lonmin’deki %22’lik ücret artışı diğer madenlerdeki grevciler için bir örnek oldu ve grevlerin yaygınlaşması patronların işini zorlaştırdığından, hem
diğer madenlerin sahipleri hem de devlet ve hükümet yetkilileri Lonmin tekelinin yetkililerini %22’lik
zammı kabul etmesi nedeniyle suçladılar. Buna göre
grevlerin yaygınlaşmasının sorumluluğu bu zamdı!
Grevlerin yaygınlaştığı Eylül ortası ve Ekim ortası
dönemde yaklaşık 100.000 işçinin -madencilik alanında çalışanların sayısı verilere göre 500.000 olarak
kabul edildiğinde, işçilerin %20’sinin- greve gittiği
bir durum sözkonusuydu.
Grevlerin NUM önderliğinde değil de bunlara rağmen ve bunlara karşı olması egemenlerin grevleri
illegal ilan etmesini de beraberinde getirdi. Devlet
yetkilileri başta olmak üzere sermayedarların çıkarlarını korumaktan yana olan kesimler “illegal grevlere”
“mücadeleye” izin verilmeyeceğini ilan ettiler. Buna
uygun olarak da baskıları yoğunlaştırdılar. Hükümetin kararıyla grevdeki işçileri “silahsızlandırma”
adına barakalarına baskınlar gerçekleştirildi. Baskın
yapılan barakalarda “silah” olarak düşünülen her tür
malzemeye el konuldu. İşçilere “terörist” damgası vurulacak nitelikte açıklamalar yapıldı.
Devlet yetkilileri, kolluk güçleri bu ve benzeri tavırlarla işçileri korkutup teslim almaya çalışırken maden
şirketlerinin patronları işçilere, greve son verip işbaşı
yapmazlarsa işten atılacakları yönlü ültimatomlarını
açıkladılar...
Anglo Amerikan Platinum da bu ültimatomu yapanlardandı. Lonmin dünyanın platin üreten en büyük üçüncü tekeli iken, Anglo Amerikan Platinum
dünyanın en büyük platin üreticisi konumundadır.
Şirketin çalışanlarının %80’i greve gitti. Şirketin toplam çalışanlarının sayısı 35.000 olarak verilmektedir.
Bu durumda işçilerle anlaşmayı deneme yerine Anglo
Amerikan Platinum Ekim ayı başında 12.000 işçiye
çıkış verdi. Hem de mahkemeden aldığı özel yetkiyle... Mahkeme işçilerin greve son verip işlerinin başına dönmesi için kararname çıkarıyor ve işçiler buna
uymayınca da şirket çıkış veriyor. Devletin şirketle
içiçeliğine bundan daha açık örnek az bulunur.
İşçiler işlerine geri alınmaları için mücadele ediyorlar. Grevler bu işten atmayla da sonlanmadı ve mücadele devam ediyor. İşçilerin %22 civarında ücret artışı talepleri –yer yer daha yüksek ücret talepleri var-,
33
güncel
“Arap Baharının Suriye, Batı Kürdistan ve
Türkiye’ye Etkileri, Sosyalistlerin Önündeki
Görevler” Paneli yapıldı
Batı Kürdistan’da Kürtler; hem Esad rejimine, hem dış müdahaleye, hem muhalefete
karşılar. Savaş istemiyorlar. Esad rejimi Kürtler ile savaşmayı gerektirecek bir durum
olmadığı için askeri güçlerini muhalefet güçleri ile savaşa yoğunlaştırdı. Bu durumu
Kürtler iyi kullandı. Doğan iktidar boşluğunda kendi özyönetimlerini oluşturmaya
başladılar. Bu önemli bir kazanımdır. Bu durumun devrim olarak adlandırılması
yanlıştır.
İ
34
şçi ve emekçilerin yoğun olarak yaşadıkları
Esenyurt’ta 7 Ekim Pazar günü, “Arap Baharının
Suriye, Batı Kürdistan ve Türkiye’ye Etkileri, Sosyalistlerin Önündeki Görevler” konulu bir panel yapıldı. Halkların Demokratik Kongresi (HDK), Yeni
Dünya İçin ÇAĞRI gazetesi (YDİ Çağrı) ve KÖZ gazetesinin örgütleyicisi oldukları panel, Esenyurt BDP
ilçe binasında yapıldı. Her kurum adına birer konuşmacının sunum yaptığı panel saat 14.00 da başladı.
Mücadelede yaşamını yitirenler adına bir dakikalık
saygı duruşunda bulunuldu. İki ayrı dilde sunumun
yapıldığı panele 130’a yakın kişi katıldı.
Üç bölüm halinde yapılan panel toplam üç saat
sürdü.
I.bölümde konuşmacılar 20’şer dakika konuştu.
Konu hakkında görüşler ortaya konuldu.
II.bölümde çok sayıda dinleyici konu hakkında düşüncelerini dile getirip, konuşmacılara sorular sordu.
III.bölümde konuşmacılar kendilerine sorulan sorulara 20’şer dakika içinde cevap verdiler.
HDK adına araştırmacı yazar Faik Bulut, YDİ Çağrı gazetesi adına gazeteci Çetin Desde, Köz gazetesi
adına Çetin Eren, panele konuşmacı olarak katıldı.
Faik Bulut konuşmasında kısaca şunları söyledi: “Arap baharı aslında bir bahar değildir, Batı’nın
bize dayatmasıdır. Halkın ekonomik talepler için
ayaklanma sürecidir. Halkın, kendi başına, haklarını
aramak için sokağa çıkması, siyaset yapması devrim-
bir fırsat yakaladılar ve bu fırsatı kullandılar. “Arap
baharı”nın etkisi Suriye’ye yansıyınca, Esad rejimini
yıkmak için batılı emperyalistler harekete geçtiler. Bugün Suriye’de iki tarafı da gerici, faşist olan bir savaş
yaşanıyor. Bu savaşta haklı olan, desteklenecek olan bir
yan yoktur. Emperyalistlerin Suriye’ye müdahale etme
hakları yoktur. Esad rejimini yıkacak olan güç Suriye
halklarıdır. Türk devletinin Suriye’ye girme hakkı da
yoktur. Meclisten savaş tezkeresi geçti. Savaş kapıda!
Bu savaşa her türlü aracı kullanarak karşı çıkmalıyız.
Düşman ne Suriye, ne de Esad rejimidir. Düşman içeridedir. Düşman sömürgeci Türk devletidir!
Batı Kürdistan’da Kürtler; hem Esad rejimine, hem
dış müdahaleye, hem muhalefete karşılar. Savaş istemiyorlar. Esad rejimi Kürtler ile savaşmayı gerektirecek bir durum olmadığı için askeri güçlerini muhalefet
güçleri ile savaşa yoğunlaştırdı. Bu durumu Kürtler iyi
kullandı. Doğan iktidar boşluğunda kendi özyönetimlerini oluşturmaya başladılar. Bu önemli bir kazanımdır. Bu durumun devrim olarak adlandırılması yanlıştır. Devrimin bir dar, bir geniş anlamı vardır. Dar
anlamda devrim siyasi bir iktidarın, hükümetin halk
hareketi sonucu yıkılmasıdır. Geniş anlamda devrim,
bir toplumsal düzenin yıkılması, onun yerine ondan
daha ileri bir toplumsal sistemin kurulmasıdır. Biz genelde geniş anlamda devrim kavramını kullanıyoruz.
Fakat Tunus’ta, Mısır’da olan dar anlamda devrimdir.
Kendiliğinden halk hareketi sonucu, Bin Ali iktidarı,
Mübarek iktidarı yıkıldı. Yıkılanın yerine halk içinde
örgütlü, ona önderlik edecek devrimci komünist bir
örgüt olmadığı için halk iktidara gelmedi. Burjuvazinin diğer kanadı iktidara geldi. Bu nedenle Tunus’ta,
Mısır’da yarı yolda kalan siyasi devrimler söz konusudur. Bu tartışma bizim için teorik bir tartışmadır.
“Arap baharı”ndan öğrenilmesi gereken, çıkarılması
gereken asıl dersler kısaca şunlardır: objektif koşullar
hazır olduğunda, hiç harekete geçmeyecekmiş gibi
görünen emekçi kitlelerin harekete geçmesine bir
kıvılcım yeterli olmaktadır. Halk “artık yeter” diyerek
harekete geçtiğinde, onun önünde hiçbir güç duramaz.
Halkların devrimlerinin yarı yolda kalmaması için,
halkların kendi kaderlerini kendi ellerine almaları
için komünist önderlik mutlak gerekliliktir. Günümüzde en büyük eksiklik budur. Görev halkların mücadelesine önderlik edecek komünist bir örgütlenmeyi yaratmaktır.”
Desde’nin konuşmasından sonra Köz gazetesi adına Çeten Eren de konu hakkında görüşlerini sıraladı.
Eren şunları söyledi: “Niye Arap baharı konuşuluyor
güncel
sel bir süreçtir. İyidir. Ancak buna tam bir devrim diyemiyoruz, çünkü devrim diyebilmemiz için devrimci bir
örgütün önderlik etmesi gerekiyor. Tüm bunlara rağmen yaşanan devrimsel bir süreçtir. Bunun Suriye’ye
yansıması kaçınılmazdı. Çünkü Suriye nüfusunun
%2’si çok zengin, geri kalanı fakirdir. Bu bir ekonomik
sebeptir, diğer sebep ise baskılardır. Mezhepsel ve etnik
sebepler de vardır. Suriye rejimi kendisinden olmayanı
eziyordu. Suriye’de bunlar olunca dış müdahale açık
hale geldi. Dışarıdan İslamcı militanların ve silahların Suriye’ye girmesi artık Suriye’de ki durumu değiştirmiştir. Silahlı gruplar, İslamcılar ve rejim arasında
mücadeleye dönüşmüştür. Suriye’deki muhalefet çok
parçalıdır. Birincisi: dış muhalefettir, İstanbul’da üs
oluşturuyor. On dört ayrı gruptan oluşuyor. Aslında
temelinde Müslüman kardeşler var. Muhalefet içinde
bunlar güçlü. İkincisi: iç muhalefettir. Biri hükümete
muhalefet ve hükümetle yürüyen muhalefettir. Diğeri
diyalog yapalım ama sistemi de devirelim diyen aydın
kesimidir. Yüz binlik kitle tabanı vardır. Üçüncüsü:
halk komiteleri muhalefetidir. Esas isyan yürüten,
kitleyi ayağa kaldıran ancak en çok kayıp verendir. 60
bölgesi (birimi) var dışa karşı, ancak rejimin düşmesini
istiyor. Dördüncüsü: Kürt muhalefetidir. 8-9 bloktan
oluşuyor. Dış müdahaleye, özellikle Türkiye’nin müdahalesine karşıdır. Anadilde eğitim, Kürtlere hak tanınması ve özyönetimlerinin olmasını istiyorlar. Türkiye bu işe neden bulaştı? Birincisi ideolojiktir. AKP
Ortadoğu’da İslam konfederasyonu kurmak istiyor.
İkincisi AKP kendi sermaye grubunu büyütmek istiyor. Üçüncüsü ABD’ye ve NATO’ya bağlıysanız, bunlar
Suriye’yi devirmek istiyorlarsa, sizde kuzu kuzu gidip
devirmelisiniz. Ilımlı İslam siyasi bir proje, ABD’nin
uşaklarını yaratma projesidir. Bu proje BOP’den önce
de vardı. Ilımlı İslam projesi Müslümanı Müslümana
kırdırma projesidir. Arap ülkelerinde AKP projesinin
hayata geçiriliyor.”
Faik Bulut’un konuşmasının ardından YDİ Çağrı gazetesi adına Çetin Desde konuştu. Çetin Desde
konuşmasında şunları söyledi: ”17 Aralık 2010’da
Tunus’ta polisin baskılarını protesto etmek için bedenini ateşe veren Mohammed Buazizi isimli genç; bu
eyleminin bir halk hareketini tetikleyeceğini, Kuzey
Afrika’da, Ortadoğu’da, siyasi iktidarların yıkılacağını elbette bilemezdi. Emperyalistler de bilmiyordu.
Halk hareketi gelişince, emperyalistler kendi çıkarları
için bu hareketten yararlanmaya çalıştılar. Tunus’ta,
Mısır’da aralarının iyi olduğu diktatörlerin arkasında durmadılar. Libya’da Kaddafi rejimini yıkmak için
35
güncel
36
da, Kürt baharı konuşulmuyor. Arap Baharı; Tunus’ta
başladı, Libya, Mısır, Bahreyn ve Suriye’yi de etkiledi.
Ancak Suriye’ye gelince işler karıştı. Diğerlerini bir şekilde bitirdiler. Tunus’a, Mısır’a, Libya’ya atak bir şekilde cevap verildi, Suriye’ye gelince yalpalamaya başladı
dış güçler. Dış basında Suriye’yle ilgili çok şey yazılmadı. Suriye de bir egemenlik değişimi var. Artık bu değişim Türkiye ve İran’da da olacak. Batı Kürdistan’da
bir kırılma oldu, Suriye’de de olacak. Kürt meselesinde
artık Kürtlerin esaret içerisindeki hali bitti. Suriye’de
bir değişim var, bu yüzden buna Kürt baharı dememiz
şı çıkmalıdır. İkincisi müzakereye kimler oturacak?
AKP oturacak. Savaşın muhatabı kimse barışında
muhatabı da odur. Üçüncüsü savaşa karşı sınıf savaşı.
Asıl düşman kendi ülkemizde. Sınıf mücadelesini
yükseltmemiz lazım.”
Soru ve görüşler bölümünde, çok sayıda
dinleyici konu hakkında düşüncelerini dile getirip,
konuşmacılara sorular sordu. Sorulan sorulardan bazıları şöyleydi: Ortadoğu’da ki bu sorunları aşmak
için sosyalistlerin mevcut projeleri var mı? Varsa nelerdir? AKP hükümetinin almış olduğu tezkerenin
lazım. Suriye’deki Kürtler hem Türkiye Cumhuriyetine, hem de ABD’ye “biz kendi egemenliğimizi burada
kurmak istiyoruz” diyorlar. Batı Kürdistan’da devrim
yaşanıyor. İşçiler emekçiler adına bir değişim var. Bunun Türkiye’ye etkileri de var. Türkiye de bu konum da
güç kaybetti. Ortadoğu’da bir Kürt baharı yaşanıyor.
Burada bizim görevlerimiz ne? ABD, AKP çelişkisinden bahsetmemiz lazım. Bunlar emekçi, işçi ve Kürtlere karşı sinsidir. ABD Türklere Kürtleri ezebilirsin
diyor. Batı Kürdistan’a karışıyor. Biz neyi yapamadığımıza bakalım. Beş yıl öncesinde ABD, AKP bölgede
daha zayıftı ve çelişkileri daha fazlaydı. Bölgede kendi
denetimini kullandı. AKP, ABD’nin aracılığıyla geldi.
Onun projelerini gerçekleştiriyor. Halklara demokrasi
sunmadılar. AKP zayıflayan bir partidir. Demokratikleşme ve Kürt açılımında köstekledi. Çünkü ortada
örgütlü bir halk vardır. Her yaptığı reform elinde kaldı,
giderek zayıfladı. Tüm bunları Kürtler ona yaptırdı.
Bizler açısından önemli olan AKP Kürt düşmanıdır,
ama karşısındaki halk güçlü olduğu için çıkmazdadır.
Sosyalistlerin görevi nedir? Birincisi Suriye meselesinde emperyalist müdahaleye somut bir şekilde kar-
amacı nedir? Başbakan Barzani’ye geçmişte aşiret
reisi derken, şimdi neden Kongresine çağırdı? Ulusal
sorunun çözümü Kürdistan’da olabilecek mi, ezilen
halklar nasıl kurtulacak? Bir yandan yıkımlar yapılırken diğer yandan milletvekilleri tutuklanıyor.
HDK’nın bunlara karşı bir planı var mı? Rejimlerde
iktidar değişimi var dediniz hangileri değişti? Batı
Kürdistan’a saldırılar konusunda biz kendi topraklarımızda neler yapmalıyız? Kürtler üzerinde devlet
terörü estiriliyor. Sosyalistlerin Kürtlerle birlikte mücadele etmediklerini görüyorum. Neden? YDİ Çağrı
gazetesi Tunus ve Mısır’daki halk ayaklanmalarını devrim olarak görüyor. Batı Kürdistan’daki halk
ayaklanmalarını devrim olarak görmüyor. Neden?
Türk sosyalistlerin ulusal sorunda projeleri nelerdir?
III.Bölümde konuşmacılar kendilerine sorulan sorulara cevap verdi.
Panel, bu tür panellerin yapılmasının ihtiyaç olduğu, gelecekte de yapılmasının iyi olacağı vurgusu ile
sonlandırıldı.
10.10.2012 ✓
21
Ekim Pazar günü saat 18.00’de Güney Kültür Merkezi’nde YDİ ÇAĞRI ve KÖZ’ün
ortak örgütledikleri “Komünistler Troçkizme Karşı
Neden ve Nasıl Mücadele Etmeli?” konulu bir panel
gerçekleştirildi. Mücadele içinde kaybettiğimiz devrimcilerin anısına yapılan saygı duruşundan sonra
panele başlandı. Üç bölümden oluşan panele 80 kişi
katıldı.
I.Bölümde ilk konuşmayı YDİ Çağrı adına Çetin
Desde yaptı. Çetin Desde konuşmasında şunları söyledi:
Troçkizm Rus devrimi içinde şekillendi. Troçkizmi
anlamak için Troçki’nin siyasi yaşamının gelişimini bilme yanında, Rus devriminin gelişme sürecini,
RSDİP’nin gelişme sürecini bilmek gerekiyor. Troçki
RSDİP’nin II. Kongresine katıldı. Parti tüzüğünün
üyelik bölümünde çıkan görüş ayrılığı noktasında,
Troçki Menşevikler ile birlikte hareket etti. 1917 Temmuz ayına kadar, Bolşevik Partiye girene kadar da sürekli Bolşeviklere karşı mücadele etti. Kah Menşevik
oldu. Kah tasfiyeci oldu. Kah Bolşeviklere karşı çıkan
başka akımları savundu. Yer yer “hizipler üstü”, “hizipleri birleştirici” tavırlar takındı. Siyasi yaşamında
merkezci tavırlar takınması onun en önemli özelliği
oldu. Troçki 1905 devrimine katıldı. Devrim başarıya
ulaşmadı yenildi. Troçki sürgüne gönderildi. Sürgünde
Troçki “Sonuçlar ve Perspektifler” adlı eserini yazdı.
Bu eserde Troçkizmin teorik temelleri ortaya konuldu. Sürekli devrim düşüncesi, tek ülkede sosyalizm
inşa edilemez düşüncesi bu eserde ortaya konulmuş,
daha sonraki süreç içinde Troçki tarafından daha da
geliştirilmiştir. Lenin’in “aşamalı kesintisiz devrim”
teorisi ile Marks, Engels’in “işçi sınıfının devrimi ileri götürmesi, devrimi sürekli kılması” düşüncesi ile
Troçki’nin sürekli devrim anlayışı arasında hiçbir benzerlik yoktur. Sürekli devrimde köylülük yoktur. Troçki
köylülüğün işçi sınıfının müttefiki olarak demokratik
devrimde oynadığı devrimci rolü yadsır. O’na göre işçi
sınıfının görevi her yerde sosyalist devrimi yapmaktır.
Sürekli devrim teorisi aslında devrim yapmama teorisidir. Nitekim aradan 100 yıl geçmiş olmasına rağmen
bu teoriyi doğrulayan bir gelişme olmadı. 1917 Temmuz ayında Troçki Bolşevik partiye katıldı. Bunun nedeni şu: Bolşevikler Troçki’yi önemli yanlışlarına rağmen Marksist gördükleri ve emperyalist savaşa karşı
doğru görüşler savunduğu için partiye aldılar. Ekim
devriminden sonra Troçki ile ideolojik mücadele sürdü. Brest Litovsk anlaşması, sendikaların rolü, NEP,
köylülük, tek ülkede sosyalizm konularında vb. mücadele yürütüldü. Bu mücadele sonucu 13 parti konferansı Troçkizmi Marksizm’den küçük burjuva sapma
olarak adlandırdı. Lenin’in ölümünden sonra ideolojik
mücadele sertleşti. Troçkistlerin, muhalefetin oluşturdukları platformlar üzerine açık tartışma yürütüldü.
Oylama yapıldı. 1917 yılında 724 000 parti üyesi partinin politikasından yana, 4 000 üye muhalefetten yana
oy verdi. 1927’den sonra Troçkizm Sovyet iktidarını
yıkmak için gizli örgütlenmeye gittiğinde, ekonomik
alanda sabotajlar yapılmaya başlandığında, komploculuğa yöneldiğinde, MK üyesi Kirov’u öldürdüğünde;
sorun artık devrim karşı devrim sorunu haline geldi.
Sovyet iktidarının kendisini korumak için tedbirler
alması, muhalefetin üzerine gitmesi, yapılan yargılamalar doğrudur. 1927’den sonra Troçkizm karşı devrime doğru evrimlenmiş, SB’de karşı devrimci bir rol
oynamıştır.
Troçkizmin özellikleri kısaca şunlardır:
Troçkizm; objektif olgulara sırtını çevirir, gerçekleri
şemaya uydurmaya çalışır.
Troçkizm; eklektiktir. Troçkizmin kendine özgü, kendi içinde tutarlı sistemli siyasi bir çizgisi yoktur.
Troçkizm; ilkesizdir, faydacıdır. Bugün söylediğinin
yarın tersini söyler.
Troçkizm; merkezcidir.
Troçkizm; oportünist bir akım olup ML’e düşman bir
ideolojidir.
İkinci konuşmayı Köz adına Çetin Eren yaptı. Çetin Eren konuşmasında şunları söyledi:
güncel
“Komünistler Troçkizm’e Karşı
Neden ve Nasıl Mücadele Etmeli?”
Paneli yapıldı
37
güncel
12 Eylül döneminde bu gibi ideolojik konuların çokça tartışıldığını, bugün bunların pek yapılmadığını ve
bundan dolayı da paneli çok anlamlı bulduğunu belirti. Troçkist gruplar bu tür panellere yanaşmıyor. Biz
Çağrı’nın bu konudaki tavrını ve söylemlerini önemsiyoruz. Bu tartışmanın da bu şekilde sürmesini umut
ediyor ve Çağrı’ya teşekkür ediyoruz. Troçkizmin bir
özgünlüğünün olmadığını düşünüyoruz. Sadece Troçkist akımlar kendilerine Troçkist dedikleri için bu kavramı kullanıyoruz. Tek ülkede sosyalizmi savunan,
sürekli devrimi savunan, köylülük ile ilgili söylemlerde
bulunan gruplar var ve bunlar Troçkist değiller.
Kendilerine belli akımlar Troçkist
diyor. Maoist, Stalinist olarak
adlandıranlar var. Bu şekilde karakterize etmenin doğru olduğunu
dü ş ünmüyor u z .
Bizim önerimiz
Troçkizmi daha
çok darlaştırmadan geniş
ele almaksa,
daha berrak
olmak için 2.
Enternasyonal oportünizme karşı olmak
gerekir.
Troçkizm şeklinde bir
adlandırma Troçkizmi darlaştırır. Biz
II. Enternasyonal oportünizmi kavramının kullanılmasından yanayız. II. Enternasyonal oportünizminden ayrı bir Troçkizm yok.
1890’dan 1930’lara kadar düşünce akımlarına karşı
nasıl mücadele edil diye soru sormak lazım. 2. Enternasyonalizme karşı neden ve nasıl mücadele etmeli
dedik, bunun özellikleri nelerdir? 1.Avrupa meselesi. 2.devrimci şiddet konusunda tavır 3. Parlamento
mu Sovyetler mi? diye ele almak gerekir. Kautsky ve
Bernstein’i ele almak gerekir. Bunların ortak özelikleri
nelerdir? Parti meselesi önemlidir. 2. Enternasyonalde
parti konusu farklıdır. Parti meselesi önce tartışmaya
girer. Tüm siyasi meseleler aslında buradan çıkar. 2.
Enternasyonal de parti çalışması ve parti disiplini var.
Alman Sosyal Demokrasisinin de bir partisi var. Mesele parti ve işçi sınıfı arasında ilişkidir. Genel olarak
çoğunluk yani kitleyi kuşatan bir parti anlayışı var.
Bunda da kitleyi yani öncü partisini savunur. Troçki
de bunu savunur. Troçki’nin parti meselesinde bunu
kabul etmesinin sebebi tüm işçileri kapsasın diyedir.
Kautsky ve Bernstein da bunu savunuyor. Kautsky ve
Bernstein madem ki biz bir sınıf partisiyiz o zaman
savaş konusunda işçilerden farklı düşünemeyiz diyorlar. Troçki bağımsız bir sınıftan bahsetmek sahtekarlık olarak kavrıyor. Bolşeviklerin bir çok söylemlerini
kabul etse de ayrı kaldığı noktalardan dolayı farklı
bir parti kullanmak istemiyor. Sınıftan kopmaktansa
parti içinde çalışıyor. Bu onun oportünistlerle
ayni parti içinde çalışmasına neden
oluyor. Leninizmin öyküsü esas
olarak oportünist bir partiden kopup, dünya partisi olması için çalışmasıdır. İlk planda
Lenin ekonomizme karşı mücadele de ayrım
çekiyor. Dünya
çapında
menşevizme,
oportünizmle mücadele
de Lenin hep
yalnız. Lenin
Stokolm’e gitmemiz lazım diyor
ama kabul edilmiyor. 4 yılık mücadele boşa gidiyor. KE 1919
yılında ancak kuruluyor.
Lenin’den ilham alarak mücadele
edilmeli, yoksa mücadele edilemez. Madem
Komünist Enternasyonal yaratılmış, yaratılmış bir
partinin kapatılmasını sorgulamak gerekir. Kapatılmasını sorgulamadan gerçek anlamda mücadele edilemez.
Verilen 20 dakika aradan sonra II. Bölüme geçildi.
Bu bölümde dinleyiciler soru sorup görüşlerini dile
getirdiler. Sorulan soruların bir bölümü şöyle:
Troçkizmi 1980 öncesi ve sonrası diye ikiye ayırdınız. Biraz daha ayrıntılı bilgi verir misiniz? Sosyalizmin tek ülkede zaferi konusunda ne düşünüyorsunuz? Troçkizmi 2. Enternasyonal oportünizmi olarak
allandırdınız. Troçkizmin buna benzer ve benzemez
yönleri nelerdir? Köze yarı Troçkist denildi, siz bu ko-
Komintern’in (KE)
dağıtılması konusunda; 1943
yılında 31 seksiyonun onayı ile KE
dağıtıldı. Dağıtmanın gerekçeleri var. Bu
gerekçelere bakmak lazım. “Tek merkezden
yönetilmenin partilerin operatif hareketliliğini engellediği ve partilerin yeterince yetkinleşmiş olduğu gerekçeleri ile” KE dağıtıldı.
Dağıtma kararı içinde Marks ve Engelsin
I.Enternasyonalin görevini tamamladığı gerekçesi ile dağıttıklarına
atıf var.
38
için harekete geçen bir Troçkizm var. 1927’e kadar
küçük burjuva sapmadır Troçkizm. 1927’den sonra
karşı devrimcidir. “Yozlaşmış, bürokratlaşmış işçi iktidarını yıkmak” isteyen, harekete geçen, örgütlenen
sabotajlar yapan bir Troçkizm var. 1927’den sonra
Troçkizmi karşı devrimci olarak adlandırmamız, bugün de Troçkizmi karşı devrimci gördüğümüz anlamına gelmez. Bugün Troçkizmi karşı devrimci olarak
görmüyoruz. Bugün gerçek bir sosyalist ülke olsa, o
ülkeyi gerçek komünistler yönetse, Troçkistler o iktidarı da yıkmak isteyeceklerdir. Çünkü Troçkizme
göre tek ülkede sosyalizm olmaz! Bugün bu durumda
değiliz. Olmadığımız için de Troçkizm bu rolünü oynayacak durumda değil.
Komintern’in (KE) dağıtılması konusunda; 1943
yılında 31 seksiyonun onayı ile KE dağıtıldı. Dağıtmanın gerekçeleri var. Bu gerekçelere bakmak lazım.
“Tek merkezden yönetilmenin partilerin operatif
hareketliliğini engellediği ve partilerin yeterince yetkinleşmiş olduğu gerekçeleri ile” KE dağıtıldı. Dağıtma kararı içinde Marks ve Engelsin I.Enternasyonalin
görevini tamamladığı gerekçesi ile dağıttıklarına atıf
var. İşçi sınıfının uluslararası örgütlenmesi, dünya
komünist partisi, enternasyonal tipi örgütlenmelerin biçimi değişen koşullara göre değişiklik gösterebilir. Tek tek komünist partilerin birliğinden oluşan
Komintern ilelebet var olacaktır şeklinde bir anlayış,
bu örgütlenmeye ilke düzeyinde bakmak yanlıştır.
Örgütlenme ve mücadele, sınıf mücadelesinin içinde bulunduğu durumlara göre değişiklikler gösterir.
KE 1919 yılında kuruldu. Dünyada komünistlerin
izleyeceği çizgiyi rotayı belirledi. Mücadele içinde
komünist partiler yetkinleşti, kitleselleşti. Anti faşist mücadelede komünistlerin elinde doğru bir çizgi
vardı. KE görevini yerine getirdi. 1943 yılında artık
görevini yerine getiremez duruma geldi. Bu durumda
KE’in dağıtılması, yeni araçların devreye sokulması
doğrudur. Nitekim savaştan sonra yeni araçlar devreye sokuldu. 60’lı yıllarda başka araçlar devreye sokuldu. Bugün yeni KE ihtiyaçtır. Komünistler arasında
ideolojik birlik yok. Uluslararası bir örgütlenme yok.
Komünistler arasında ideolojik birliğe bağlı olarak
örgütsel birlik de yaratılacaktır.
Sorulan sorulara konuşmacıların verdiği cevaplardan sonra, konuşmacılar son olarak 20 dakika konu
hakkında düşüncelerini anlattılar.
Çetin Eren bu bölümde konuşmasında kısaca şunları ifade etti: Bugün 2012’de karşı devrimci gördüğümüz akımlar karşı devrimcidir. Böyle görüyoruz.
güncel
nuda ne düşünüyorsunuz? Troçkizme karşı mücadele
etmenin siyasi tavrı nedir? Troçkizmin özelliklerinden biri köylülüğü reddetmek dediniz. Avrupa’da
ki bir ülkede köylülükle devrim nasıl olur? Sürekli
devrim konusunda Troçkizmin söylediklerine ne
diyorsunuz? Köylülükle ittifak bağlamında ne düşünüyorsunuz? Sovyetler Birliğinde sosyalizm yaşandı
mı? Troçkizmi karşı devrimci olarak değerlendirenler aslında Troçki’nin görüşlerini savunuyorlar dediniz, bunu açar mısınız? Komünist Enternasyonal’in
ilk dört kongresine katılıyorsunuz. Troçki de bunu
aynen kabul ediyor. Bu bir rastlantı mıdır? 1924’ten
sonra parti içerisinde bir öndersizlik söz konusu ve
gerisinde tufan olduğunu söylediniz, bunu neye bağlıyorsunuz? Nesnel koşullara göre değil, iradeye göre
parti kurulur. Parti kapatılır mı? Doğru mudur? Bu
konuda ne düşünüyorsunuz? Komünist Enternasyonalin dağıtılması konusunda ne düşünüyorsunuz?
Troçki, Marksizm, Leninizme düşman bir ideolojidir.
Troçki’yi karşı devrimci değerlendiriyorsunuz. Nasıl
oluyor da yarı Troçkist olan Köz’le ortak etkinlik yapıyorsunuz? Herkes kendi akımlarını referans ederse,
sizin referansınız komünistlerin birliği midir? İç savaşta Troçki Alman emperyalizmi ile ajanlığa oynamıştır. Troçkizmi bu haliyle nereye koyabiliriz? Ekim
Devriminin kazanımları nelerdir? Lenin’in ölümünden sonra kazanımlardan bahsetmiyorsunuz. Bunu
açıklar mısınız?
Panelin III. Bölümünde konuşmacılar sorulan sorulara cevap verdi.
Ben literatürde yarı Troçkist kavramını duymadım.
Bize yarı Troçkist denilmesinin sebebi, Staline usta
demediğimiz içindir. Troçkizm karşı devrimci ise
karşı devrimciler ile panel olmaz.
Troçki’yi köylülüğü ihmal ediyor diyebiliriz. Ama
böyle düşünmeyen Troçkist akımlar da var. Biz işçiköylü ittifakını savunuyoruz. Köylülüğü ihmal eden
reformisttir. İşçi sınıfı moderndir. Kendi partisini
kurabilir. Ama köylülük gerici ve zamanla yok olan
bir sınıftır. Bir parti kuramaz. İşçi köylü temeline dayalı proleter devrimi savunuyoruz.
1917 Ekim Devrimi demokratik devrimdir. Şubat
devrimi başarıya ulaşmamış demokratik devrimdir.
Çetin Desde kendisine sorulan sorulara şu şekilde
cevapladı:
1927 yılına kadar ki Troçkizm ile 1927 sonrası
Troçkizm bir ve aynı değil. 1927’e kadar ideolojik mücadele verilen bir Troçkizm var. 1927’den sonra ideolojik mücadelede yenilen Sovyet iktidarını yıkmak
39
güncel
40
Soyut olarak bir akımın karşı devrimci olduğunu
söyleyemeyiz. Komünist Enternasyonalin doruk noktası olarak 4.Kongre olduğunu düşünüyoruz. Daha
sonra tufan olmuştur. Ustaları hatasız bulma yaklaşımlarını doğru bulmuyoruz. Lenin’in her yaptığını,
her dediğini doğru bulmasak da Lenin’i usta olarak
görüyoruz.2.Enternasyonalin tartışmasında oluşan 3.
Komünist Enternasyonalin dağıtmak tasfiyeciliktir.
4.Kongreden sonra sapmalar Komünist Enternasyonale girmiştir ve KE yozlaşmıştır. Avrupa’daki oportünistler partiye girmiştir ve yozlaşma başlamıştır.
Devrimi yaptıktan sonra iktidarı emekçi, işçi, köylü
tasında ki tavırları Troçkizmden etkilenmedir. Köz
KE’in ilk dört kongresinden sonra, ne KE’de ne de
Sovyetler Birliği’nde savunulacak bir şey bulamıyor.
Yozlaştı diyorlar.
Köz Troçkizme karşı 1927’e kadar açık ideolojik
mücadele verildiği gerçeğini es geçiyor. Troçkizm
dosyası yazı dizisinde takınılan tavır sanki başından itibaren Troçkist muhalefete karşı idari tedbirler
alınmış gibi soruna yaklaşılıyor. “Troçkizme karşı
ideolojik ve siyasal mücadele fiilen devre dışı almış
ve ihmal edilmiş olmaktadır.” “Troçkizm politik
değil adeta polisiye yöntemlerle alt edilecek bir mu-
alacaktır. Biz olmayacağız. Önderlik boşluğu konu- sibet olarak görülmesinin”, “Troçki ve Troçkizmin
sunda, bizim dediğimiz şey olarak önder değil, parti- SSCB’de politik bir mücadele konusu olmaktan çok
siz olunması konusudur.
bir dizi mahkemelerin ardından mahkum ve tasfiye
edilmiş olmasıdır.” Bu tavır Troçkizmi aklama tavBu bölümde Çetin Desde şunları söyledi:
rıdır. Köz 1927 yılına kadar olan dönemi ve sonrasıKöz’ü neden yarı Troçkist grup olarak görüyoruz? nı bir ve aynı görüyor. Diğer yandan sanki başından
Bu panelde Köz adına yapılan konuşma tam da Köz’ü itibaren ideolojik mücadele verilmemiş gibi duruma
neden böyle gördüğümüzü ortaya koyuyor. Köz yaklaşıyor. Bu tavır objektif gerçeklere uymuyor. BelTroçki’nin görüşlerinden önemli oranda etkilenme gelere dayanmıyor.
durumundadır. Troçkinin kimi önemli görüşlerini
Çetin Desde’nin yaptığı konuşmadan sonra, iki kosavunuyor. Troçki’nin bütün önemli görüşlerini sa- nuşmacı da paneli önemli ve olumlu bulduklarını bevunsaydı, o zaman Troçkist derdik. Durum bu ol- lirterek, bu tür tartışma panellerinin sürdürülmesimadığı için Troçki’nin kimi, önemli görüşlerini sa- nin iyi olacağı tavrını takındılar. Panel saat 22.00’da
vundukları için yarı Troçkist grup diyoruz. Örneğin sona erdi.
KE’in ilk dört kongre savunusu Troçkist bir tavırdır.
Sovyetler Birliği’nde sosyalizmin kazanımları nok27.10.2012 ✓
Komintern’in dağıtılması öncesinde
dünyadaki durum
1920’li yıllardan itibaren Avrupa’da faşizm gelişmeye başladı. Benito Mussolini faşizmin babası olarak
bilinir. İtalya’da 1922’de Mussolini iktidara gelmişti. Almanya’da Hitler 1933’te iktidarı ele almasından
hemen sonra savaş hazırlığına başladı. Hitler’i iktidara Alman tekelci sermayesi taşıdı. Birinci Dünya
Savaşından yenik çıkan Alman ağır sanayisinin kurulması ve savaş sanayinin geliştirilmesinde de diğer
emperyalist güçler –çıkarları gereği- gereken desteği
sunuyordu. Kısa bir süre içerisinde, Amerikan tekel-
lerinin finansman desteği ile Alman faşistleri binlerce tank, uçak, top, en yeni tipte savaş gemileri ve diğer silah türlerini üretebilecek duruma geldi. Birinci
paylaşım savaşında yenilen ve Versay Barış Anlaşmasını imzalamış olan faşist Almanya, savaş
hazırlıkları tamamladıktan sonra
bu anlaşmayı tek yanlı olarak
yırtıp attı. Faşist Almanya
savaşa hazırlanıyor ve
Avrupa haritasının
değiştirilmesi için
plan yapıyordu.
Alman faşistleri,
komşu
devletleri boyunduruk altına almayı ya
da en azından
bu
devletlerin Almanlarla
meskûn bölgelerini ilhak etmeyi
amaçladık larını
gizleme gereğini duymuyorlardı. Bu dönemde açık saldırgan konumunda bulunan emperyalist büyük
güçler, aynı zamanda “Anti Komintern
Paktı” içinde birleşmiş olan Almanya ve Japonya,
İtalya idi.
1935’te faşist İtalya Habeşistan’a saldırdı. Japonya ise
Mançurya’dan Çin’e saldırıyordu. 1936’da Almanya
ve İtalya Franko faşistinin destekçisi olarak İspanya
Cumhuriyeti’ne karşı saldırdılar. Faşist Almanya 12
Mart 1938’de Avusturya’yı ilhak etti. Avusturya’nın
ilhak edilmesi Fransa’nın ve İngiltere’nin çıkarlarına indirilmiş bir darbeydi. Avusturya’dan sonra Çekoslovakya işgal edildi. 1 Eylül 1939’da faşist
Almanya’nın Polonya’ya saldırısı ile 2. Dünya Savaşı
resmen başlamış oldu. Savaşın resmen başlamasın-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
K
omintern’in dağıtılmasının üzerinden 69 yıl
geçti. Bugüne kadar Komintern’in dağıtılmasının doğruluğu yanlışlığı üzerinde çok tartışıldı,
tartışılıyor. Bu tartışma güncelliğini koruyor, korumaya da devam edecek gibi görünüyor. Kimi
“sol”, “komünist” etiketli kişi ve gruplar Komintern’in dağıtılmasının
“Stalin’in emri” ile gerçekleştiğini, “Komintern’in SB’nin
ulusal çıkarları için feda
edildiğini” iddia ediyor.
Komintern’in
dağıtılması, 1940’lı
yıllardaki
genel
durum, faşizmin
birçok ülkede güçlenmesi ve savaş
koşullarından bağımsız olarak ele
alınamaz, alınmamalıdır. Bu yazımızda Komintern’in
dağıtılması
üzerinde
duracağız. Ama önce dönemin koşullarına ve kimi
tarihsel gerçekliklere bakmakta
fayda var.
✒
Komintern’in Dağıtılması
ve Sonrası…
41
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
42
dan bir hafta önce Ağustos 1939’da Sovyetler Birliği
ile Almanya arasında saldırmazlık anlaşması imzalandı. Sovyetler Birliği, saldırmazlık anlaşmasını
imzaladığında, Hitler’in er ya da geç SSCB’ne saldıracağından bir an bile kuşku duymuyordu. SB için bu
saldırmazlık anlaşması, aslında Alman Faşizminin
SB’ne saldırısını mümkün olduğunca ertelemek, savaşa hazırlık için zaman kazanmak anlamına geliyordu.1 Mart 1941’de Nazi Almanyası Bulgaristan’ı işgal
etti. Naziler 22 Haziran 1941’de Sovyetler Birliği’ne
saldırdı. İtalya, Romanya, Macaristan ve Finlandiya,
Almanya’nın safında Sovyetler Birliği’ne karşı savaşa
girdiler. SSCB’ye Hitler’in saldırmasının mimarları
aynı zamanda ABD ve İngiltere idi. Hitler’in SSCB’ye
saldırmasının ertesi günü daha sonra ABD başkanı
olacak senatör Trumann şu açıklamayı yapıyordu:
“Almanya’nın kazandığını gördüğümüzde, Sovyetler Birliği’ne; Sovyetler Birliği’nin kazandığını gördüğümüzde Almanya’ya yardım etmeliyiz ki, bu şekilde
birbirlerini mümkün olduğunca çok kırsınlar” (New
York Times’ten alıntı, Tarih Çarpıtıcıları, s. 76, İnter
Yayınları).
Emperyalistler Almanya’ya büyük ümitler besliyordu. Hitler Almanya’sının Sovyetler Birliği’ni zayıflatacağı ve diğer bütün ülkelerdeki devrimci işçi
hareketlerinin parçalanacağı düşünülüyordu. Böylece kapitalizmin genel durumu sağlamlaşacaktı! Ancak İngiliz, Fransız ve Amerikan emperyalistlerinin
Nazilere karşı besledikleri umutlar boşa çıktı. Çünkü
Hitler’in açıklanmış hedefi dünya hegemonyası idi.
Bu hedef onu emperyalist diğer büyük güçlerle de
karşı karşıya getiriyordu.
İkinci Dünya Savaşı öncesinde ve savaş sırasında,
SSCB’de sosyalizmin inşasında muazzam başarılar
kazanılıyordu. Uluslararası Komünist Hareketin otoritesi büyüyor ve saygınlığı artıyordu. Sosyalizmin
muaazzam başarıları sonucu, SSCB’ye dünya halklarının sürekli büyüyen bir sempatisi vardı. Bu, işçi
hareketinin ve ezilen halkların mücadelesinin önemli
bir güç olduğu dönemdi.
Sovyetler Birliği, Nazilere karşı sosyalist anavatanı
koruma savaşı yürütüyordu. Dünya halklarının ezici
çoğunluğu SSCB’den yanaydı. Nazilerin Fransa, İngiltere ve Amerika’nın çıkarlarını tehdit etmesi sonucu, anti-Hitler koalisyonunun objektif şartları oluşmuş durumdaydı. Diplomasi alanında da Anti-Hitler
koalisyonu oluşturulmuştu; ama Sovyetler Birliği’nin
tüm çabalarına rağmen, Nazilere karşı ikinci bir cephe açılmıyordu. Naziler güçlerinin esasını SSCB’ye
karşı yöneltmişlerdi. Savaşın dönüm noktası Stalingrad idi. Naziler 1943’te Stalingrad’ta yenildi. Nazilerin bu yenilgisi ile savaşın seyri Sovyetler Birliği lehine değişmeye başladı. Kızıl Ordu’nun Stalingrad’da
kazandığı zafer, Kızıl Ordunun şimdi Berlin’e doğru
ilerlemesinin yolunun açılması anlamına geliyordu.
Savaşın SSCB lehine geliştiğini gören ABD ve İngiltere Haziran 1944’te Normandiya’dan çıkartma
yaptılar. Savaş dönemi içerisinde Almanya, İtalya ve
Japonya’ya karşı bir ittifak kurulmuştu. ABD ve İngiltere savaşta başka bir hedefi önlerine koymuşlardı. Onlar, pazar uğruna mücadelede kendilerine rakip olan Almanya ve Japonya’nın egemenliğine son
verilmesi ve kendi egemenliklerinin kurulması için
çalışıyorlardı. Sovyetler Birliği ise savaşın ana hedefi olarak; Avrupa’da demokratik koşulların yeniden
yaratılmasını, faşizmin tasfiye edilmesini ve yeni bir
Alman saldırganlığına karşı önlem alınmasını belirlemişti.
İngiliz, Fransız ve Amerikan emperyalistlerinin,
Nazi sürülerini doğuya, SSCB’ye doğru yönlendirme stratejileri sonuçta başarısızlığa uğradı. SSCB ve
Komintern 1935’ten itibaren, faşist ülkelerin saldırganlığını dizginlemek amacıyla “barışsever ülkelerin
kolektif güvenliği” için ortak bir politikanın belirlenmesi konusunda ısrar ettiler. ABD, İngiltere ve Fransa ise SSCB’yi izole etmek için Hitler’le anlaşma ve
Nazilerin savaş sanayisinin geliştirilmesi için didinip
durdular.
1941’e gelindiğinde, faşist saldırganlık ve onun
dünyaya egemen olma tehdidi, saldırıya uğramış emperyalist ülkelerin ve sömürge halkların, SSCB ile antifaşist blokta fiilen ittifak kurmalarını sağladı. Emperyalistlerin anti-Hitler koolisyonuna katılmaları
zorunluluktan kaynaklanıyordu. Çünkü besledikleri
ve destedikleri Nazi Almanyası kendi çıkarlarını tehdit eder bir duruma gelmişti.
İkinci Dünya Savaşı başladıktan sonra, Komintern’e
bağlı bölgesel merkezler kurma sorunu gündeme geldi. Brüksel’de Komintern’e bağlı bir merkez vardı. Bu
merkez, Belçika savaştan etkilenmediği sürece çalışmalarını sürdürdü. Savaşın dünyaya yayılmasıyla,
Komünist Enternasyonal üyelerine ve komünistlere
yönelik saldırılar artıyor ve bu merkezlerin çalışmaları güçleşiyordu. Bölgesel merkezlerin KEYK (Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi) ile ilişkileri giderek daha fazla kesintiye uğruyor ve düzensiz
hale geliyordu. Komintern giderek artan bir biçimde
merkezi bir örgüt olmaktan çıkıyor, her ülkedeki bi-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
ğü ölçüde, Goebbels tarafından hazırlanan ve amacı
antifaşist ittifakı parçalamak olan müthiş bir propaganda kampanyası başlatıldı. Bu kampanyanın işlediği temalar, “Avrupa’nın üstüne inen demirperde”,
“Avrupa halklarının bağımsızlıkları ve demokratik
özgürlükleri için mücadele”ye çağrı, “Bolşevik barbarlığı ve totalitarizmi” tehdit veya tehlikesi, vs. idi.
İngiliz ve Amerikalı müttefikler tarafından SSCB’ye
karşı, özellikle de ikinci cephenin açılması konusunda, açık ya da gizli gerçek anlamda birçok provokasyona giriştiler. SSCB bu dönemde Avrupa’daki savaşın tüm ağırlığını tek başına üstlenmişti. Avrupa’daki
ikinci cephe, İngiliz ve Amerikan birliklerinin
Fransa’ya çıkarma yapmasıyla açılmalıydı. Başlangıçta ikinci cephenin 1942’de açılması ön görülmüştü.
Ama müttefik emperyalistler hep yan çizdi. Onlar
savaşın kimin lehine gelişeceğini beklediler. Savaşın
seyri SSCB lehine gelişince ikinci cepheyi açtılar. Onlar aynı zamanda, Nazilerin yenilmesi ve SSCB’nin
Avrupa halklarını özgürleştirmesini istemiyorlardı.
Nazi barbarlığına karşı en büyük bedeli ödeyenlerin
Kızıl Ordu ve SSCB halkları olduğu unutulmamalıdır. Batılı müttefikler Fransa’da ikinci cephe açılması
görevlerini sözlerine sadık kalarak 1942’de gerçekleştirmiş olsalardı, 20 milyonu aşan Sovyet kaybı daha
az olabilirdi. Komintern’in dağıtıldığı dönemde, dünyadaki koşullar kısaca böyleydi.
✒
rimleri merkezden habersiz ve bağımsız hareket eder
duruma geliyordu. Bu savaş şartlarında varlığı biçimsel hale gelen Komintern’i ayakta tutmaya çalışmak,
faşizme karşı mücadelenin güçlendirilmesini ve desteklenmesini gerektiren mevcut göreve hizmet etmeyen bir edim olacaktı.
Savaş döneminde her komünist parti, çalışmalarını ulusal alandaki somut gerçeklikten hareket ederek
yürütmek zorunda idi. Komünist partileri, her ülkedeki antifaşist özgürlük mücadelesinde yer aldılar
ve birçoğunda başı çektiler. Komünist Partilerin antifaşist özgürlük mücadelesinde böyle bir konumda
yer almaları, Komünist Enternasyonal’in 1935’teki
son kongresi sırasında yapılan hazırlıkların sonucudur. KEYK, VII. Kongre tarafından kendine verilen
merkezi yönlendirme görevini, savaş şartlarında tam
anlamıyla yerine getiremez duruma gelmiş; burjuvazinin açık faşist olmayan kesiminin Komintern’in
varlığını, Anti Hitler koalisyonunun kuruluşunu engellemede gerekçe olarak kullanma durumu ortaya
çıkmıştı.
Nazi Almanya’sının Sovyetler Birliği’ne saldırması,
faşist Almanya’ya karşı anavatanın savunulmasını
ön plana geçti. Artık esas sorun sosyalist anavatanın savunulması mücadelesi idi. Naziler tüm savaş
makinaları ile Sovyetler Birliği’ne yüklenmişlerdi.
1942’de 240 Alman tümeninin 179’u SSCB’ye karşı
Doğu Cephesinde savaşıyordu. Bunlara, İngiltere ve
ABD ile diplomatik ilişkilerini muhafaza eden ve resmi olarak savaşa girmeyen Franco’nun İspanya’sına
mensup tümenlerin de aralarında bulunduğu Nazi
Almanya’sı ile müttefik ülkelerin birliklerini de eklemek gerekir. SSCB’ye karşı savaşan toplam 240 tümen
vardı. SSCB, İngiltere ve ABD ile anti-Hitler koalisyonu oluşturmak için uğraşıyordu. Görünürde antiHitler koalisyonu oluşturulmuştu ama müttefikler
Nazilere karşı ikinci bir cephenin açılmasına andaki
durumda yanaşmıyorlardı. SSCB bir ölüm kalım mücadelesi veriyordu.
Naziler, Bolşeviklerin işini çabuk bitireceklerini
düşünmüşlerdi! Kızıl Ordu’nun kazandığı zaferler,
Nazileri şaşırtmakla kalmadı, SSCB’nin antifaşist
cephedeki emperyalist müttefiklerini de hazırlıksız
yakaladı. Müttefik emperyalistler, SSCB’nin muhtemel bir zaferinin olası sonuçları üzerine endişeye
kapıldılar. Nazi Almanya’sı da aynı anda iki cephede
birden savaşamayacağını anlamıştı. Bu yüzden İngiliz ve Amerikalılarla bir anlaşmaya varmak için uğraşıyorlardı. Kızıl Ordu’nun saldırısı gelişip büyüdü-
Komintern’in dağıtılmasına giden süreç
Komintern’in dağıtılması dönemin koşulları ve İkinci Dünya Savaşından bağımsız olarak ele alınamaz,
alınmamalıdır. Komintern 1919’da, komünist partilerin güçsüz olduğu, değişik ülkelerin işçi sınıflarının arasındaki ilişkilerin olmadığı ve işçi hareketinin sosyalizmden ayrı bir kulvarda hareket ettiği bir
dönemde kurulmuştu. Komünist Enternasyonal’in
kurulmasının ertesinde, değişik ülkelerin işçileri arasında ilişkiler kuruldu. Dünya Komünist Hareketi
tek merkezden yönetilmeye başlandı. İşçi hareketinin
teorik sorunları ortaya konuldu. Komünizmin propagandası ve ajitasyonu için genel normlar belirlendi.
Komünist partilerin, işçilerin kitlesel partileri haline
dönüştürülmesi için genel koşullar yaratıldı.
Komintern VII. Kongrede anti-faşist cephe taktiğini ortaya koymuştu. Komintern’in anti-faşist cephe
taktiği bütün Komintern seksiyonlarına yol gösteriyordu. Anti-faşist cephe siyaseti sosyal-demokrat
işçilerin büyük bir bölümü arasında da olumlu karşılanıyordu. Komintern’in katettiği yol ve başarılar-
43
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
dan emperyalist burjuvazi rahatsız oluyordu. 1935’te
yapılan Komintern’in VII. Kongresi, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesinin genel yönlendirmelerinin yerel hareketin gelişimini engellememesi
için, Yürütme Komitesi’nin ulusal durumların somut
gerçekliklerini yakından tanıması gereğinin altını
çizmişti. Kongre bu planı hayata geçirmek için bir
dizi karar aldı:
- Büyük coğrafi bölgelerden sorumlu komisyonların hazırlanması;
- Her merkez komitesi nezdinde danışmanların yer
alması;
- Yürütme Komitesi’nin daha sık ve daha düzenli
toplanması;
- Daha büyük sayıda ülkenin ve partinin temsil edilebilmesi için, Komite’nin üye sayısının artırılması;
- Kendi ülkelerindeki durumun tahlili için, komünist partilerden kadrolarını Yürütme Komitesi’ne
göndermeleri talebi.
ABD Komünist Partisi’nin sorusu ve
KEYK’in tavrı
44
ABD’de 17 Ekim 1940’da Roosevelt tarafından bir
yasa yürürlüğe sokuldu. Bu yasaya göre; Amerikalı
örgütlerin her türlü uluslararası bağlantıya geçmesi
yasaklanıyordu. ABD Komünist Partisi, Komünist
Enternasyonal’e üye olduğu için kapatılma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. O dönemde partinin genel
sekreteri Earl Russell Browder hapisteydi. 1940 Ocağında “pasaport sahteciliğinden” dört yıl hapis cezası almıştı. Earl Russell Browder KEYK’ye (Komünist
Enternasyonal Yürütme Komitesi) ABD Komünist
Partisinin kapatılmasını engellemek için Komünist
Enternasyonal üyeliğinden ayrılmasının uygun olup
olmayacağını sordu. KEYK’e iletilen bu talep hakkında Dimitrov günlüklerinde şöyle yazıyor:
“16 Kasım 1940.
Amerikan KP’nin olağanüstü kongresiyle ilgili olarak yönelttiği soruyu görüşmek için Erkoli, Marti ve
Gotvald yanımdalar.
Şu cevabı vermeyi kararlaştırdık: ‘Eğer (örgütünüzün Kominterne)aidiyeti konusunda karar verilmesi
kesin zorunluluk ise, bu durumda, söz konusu kararda, legal olarak çalışmak için, yasal olanakları korumak amacıyla geçici olarak KE ile biçimsel bağlarını
kesmek zorunda kaldığı bugünkü dönemde de parti,
Marksizm-Leninizme, proletarya enternasyonalizmine bağlılığını vurgulamak durumundadır.” (Georgi
Dimitrov, Günlük-2, Tüstav Yayınları, s. 35, Birinci
Basım, Ekim 2004 İstanbul)
Dimitrov Nisan 1941’de KEYK yöneticileri ile Stalin arasında geçen diyaloğu şöyle aktarıyor:
“20 Nisan 1941.
(…) Y[osif] V[isarionoviç] şöyle dedi: D[imitrov]’un
oradan, Komintern’den partiler ayrılıyor (Amerikan
Komünist Partisini ima ediyordu). Bu kötü değil. Tam
tersine, komünist partileri tamamen bağımsız olmalı,
KE’in şubeleri durumunda olmamalı. Onlar, değişik
adlar altında –işçi partisi, Marksist parti vb. adlar
altında ulusal komünist partileri haline gelmelidirler.
İsimler önemli değildir. Önemli olan kendi halklarnın
arasına girmeleri ve kendilerine özgü görevler üzerinde yoğunlaşmalarıdır. Onlar komünist programlara
sahip olmalı, Marksist analize dayanmalı, boyuna
Moskova’ya bakmamalı, her ülkedeki somut sorunlarını kendileri çözmelidir. Değişik ülkelerde durum
ve görevler ise tamamen farklıdır. İngiltere’de başka,
Almanya’da başkadır vb. Komünist partileri böylece
güçlendiğinde, işte o zaman uluslararası örgütleri yeniden kurulsun.
Enternasyonal, Marks’ın zamanında uzak olmayan dünya devrimi beklenirken kuruldu. Komintern,
Lenin’in zamanında, yine böyle bir dönemde kuruldu.
Şimdi ise her ülke için ulusal görevler ön plana çıkıyor.
Oysa, komünist partilerinin KE Yürütme Kurulu’nun
emrinde, uluslararası örgütün birer şubesi durumunda olmaları, buna engel oluyor.
Dün olanlara tutulup kalmayın. Oluşan yeni koşulları titizlikle gözönünde tutun...
Kurumsal çıkarlar (KE) açısından bu hoşa gitmeyebilir. Ama, çözümleyici olan, bu çıkarlar değildir!
Bugünkü
koşullarda
komünist
partilerinin
Komintern’e bağlı olmaları, burjuvazinin onlara karşı
kovuşturulmalarını, onları kendi ülkelerinde yığınlardan yalıtlama planlarını kolaylaştırıyor, komünist
partilerine ise, bağımsız bir şekilde gelişmeleri ve sorunlarını birer ulusal parti olarak çözmelerinde engel
oluyor...
KE’in en yakın zamandan itibaren varlığını sürdürüp sürdürmeyeceği sorunu ve dünya savaşı koşullarında uluslararası bağların, uluslararası çalışmaların
yeni biçimleri sorunu, ivedilikle ve açıkca ortadadır.
(age. s. 72-73)
ABD Komünist Partisinin önerisi üzerine, Dimitrov KEYK ile bir toplantı yapar. Bu toplantı hakkında
günlüklerde yazılanlar şöyle:
“21 Nisan 1941.
Komünist partilerinin, yönetim mercii olarak
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
2)Bu adım çok ciddi ve ardıcıl olmalıdır. Geri kalan
herşey eskisi gibi olacakmış da, yalnız giysi değişecekmiş, yani KEYK kapatılacak, ama uluslararası direktif
merkezi aslında devam edecekmiş gibi hareket edilmemeli.
3) Bu değişikliğin kimin girişimiyle yapılacağı sorunu son derece önemlidir: Yönetimin kendi girişimiyle
mi, yoksa birçok partinin önerisi üzerine mi? Anlaşılan, sonuncusu daha uygun.
4) Bu iş o kadar acil değil-acele edilmemeli, ama ciddiyetle görüşülüp hazırlanmalıdır.
Üç sorunun görüşülmesi zorunlu:
İlkesel olarak gerekçe ne olmalı;
Karar kimin girişimi üzerine alınmalı;
KE’in mirası-bundan böyle ne olmalı?
5) Bu adımın atılmasından komünist hareket her
durumda yararlı çıkacaktır:
a) Bütün Komintern karşıtı paktların zemini birden
yok olacaktır;
b) Burjuvazinin en önemli kozu, komünistlerin yabancı bir merkeze bağlı oldukları, yani “hain” oldukları iddiası çürütülmüş olacaktır;
c) Her ülkede komünist partileri bağımsızlığını güçlendirecek ve ülkelerinin gerçek halk partileri durumuna gelecektir;
ç) Partiye girerlerse, halklarından uzaklaşacaklarını
sanarak üyeliği göze alamayan aktif işçilerin de komünist partisine girmeleri kolaylaşacaktır. (age. s. 80-81)”
Dimitrov’un aktardığına göre, ABD Komünist
Partisi’nin Komintern üyeliğinden ayrılma talebi
üzerine, 16 Kasım 1940’da görüşülmeye, konuşulmaya başlanmıştır. En son günlüklerde aktarıldığına göre; SBKP MK üyesi Jdanov’un yanında, yapılan
toplantıda veya konuşmalarda Komintern’in dağıtılması konusunda fikir birliği var. Jdanov’un yanında,
yapılan görüşme, Nazilerin SSCB’ye saldırısından altı
hafta öncesine tekabül ediyor.
✒
KEYK’nun çalışmalarına en yakın zamanda son verme, her komünist partisine tam bağımsızlık tanıma,
herbirinin kendi ülkesinde komünist programı kılavuz
edinerek, ancak sorunlarını kendi ülkelerindeki koşullara göre kendi yöntemleriyle çözüp, aldıkları kararların ve yürüttükleri eylemlerin sorumluluğunu da
kendileri taşıyan gerçekten ulusal parti olma sorunlarını, Erkoli, Moris[Torez]’in önüne koyup tartışmaya
sundum. KEYK’nun yerine, komünist partilerinin
enformasyon, ideolojik ve politik yardım organı kurulsun görüşünü de bu kapsama aldım.
Her ikisi de, soruna böyle yaklaşılmasını genel hatlarıyla doğru ve uluslararası işçi hareketinin... bugünkü
durumuna tamamen uygun buldu.” (age. s. 73)
Daha sonra Dimitrov Manuilski ve Jdanov’la ABD
Komünist Partisinin önerisi üzerine konuşur. Bu konuşma ile ilgili günlüklerde anlatılanlar şöyle:
“12 Mayıs 1941.
“-MK’nde (Jdanov’un yanında) Komintern konusunu görüştük.
1) Kararın gerekçeleri ilkeli olmalı. Çünkü, bu adımın niçin atıldığını dış ülkelerde olduğu gibi, bizim
Sovyet komünistlerine de ciddi bir şekilde anlatmak
gerekecek. Büyük bir tarihe sahip bir Komintern vardı
ve birden uluslararası birlik merkezi olarak varlığına
ve faaliyetlerine son veriliyor.
Kararda düşmanın olası darbeleri, örneğin, bunun
bir manevra olduğu ya da komünistlerin enternasyonalizminden ve uluslararası proletarya devriminden
vazgeçmekte oldukları iddiaları öngürülmelidir.
Bizim gerekçelerimiz öyle olmalı ki, matem havası ve
şaşkınlık yaratmamalı, tersine, komünist partilerinde
yükselişe neden olmalıdır.
Şunu belirtmek gerekir ki, bugünkü aşamada önemli
olan değişik ülkelerde hareketin uluslararası bir merkezden yönlendirilmesi değil, ama her ülkede ağırlığın,
bu ülkedeki harekete ve yönetime verilmesi, kendi ülkelerinde işçi sınıfını yönetebilecek, stratejilerini, taktik ve örgütlenmelerini belirleyebilecek, işçi hareketinin sorumluluğunu taşıyabilecek ve tamamıyla kendi
gücüne ve yeteneklerine güvenebilecek komünist partilerin bağımsızlığının güçlendirilmesidir.
(…)
Şunu açıkça göstermek gerekir ki, KEYK’in faaliyetlerine son vermek, uluslararası proleter dayanışmadan
vazgeçmek anlamına gelmiyor. Tersine, onun ifade biçimleri ve yöntemleri değişiyor. Uluslararası işçi hareketi için bugünkü aşamada daha uygun biçim ve yöntemlere geçiliyor.
Komintern’in dağıtılması
Nazilerin SSCB’ye saldırmasından 11 ay sonra, Dimitrov, günlüklerinde Mayıs 1943‘te Komintern’in
dağıtılması konusunda şöyle diyor:
“8 Mayıs 1943.
Gece Manulski’yle birlikte Molotov ailesinde..
Komintern’in geleceğini konuştuk. Komünist partileri
içi bir yönetim merkezi olarak Komintern’in oluşmuş
bulunan koşullarda komünist partilerinin bağımsızca
gelişmeleri ve özgül sorunlarını çözmeleri önünde bir
engel oluşturduğu görüşüne vardık. Bu merkezin dağı-
45
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
46
tılması için bir belge hazırlanmalı.” (age. s. 288)
Manulski ve Dimitrov, Komintern’in dağıtılması
için KEYK Prezidyumu karar tasarısına son şeklini
verirler. Tasarı Stalin’e gönderilir. Stalin, hazırlanan
tasarıyı onaylar. Kararın nasıl alınacağı üzerine tartışılır. Varılan ortak görüşe göre; Komintern’in dağıtılması ile ilgili karar tasarısı, KEYK Prezidyumu’nda
tartışıldıktan sonra, Komintern Seksiyonlarına gönderilecek ve seksiyonların onayı alındıktan sonra, karar tasarısı yayınlanacaktır.
13 Mayıs 1943’te, KEYK Prezidyumu’nun kapalı oturumu yapılır. Oturuma KEYK Prezidyumu
üyeleri ve partilerin temsilcileri katılır. Önerilen
Komintern’i dağıtma tasarısı oybirliği ile kabul edilir. Karar tasarısı üzerinde, değişiklikler vb. yapmak
amacıyla 17 Mayıs’a kadar süre tanınır. Stalin, kapalı
oturumdan önce Dimitrov’a bir not gönderir. Notta
şunlar söylenir:
“1. Bu işte acele etmeyin. Tasarıyı tartışmaya sunun,
KEYK Prezidyumu üyelerine iki-üç gün düşünme ve
düzeltmeler yapma olanağı tanıyın. Kendisinin de
kimi düzeltmeleri olacakmış.
2. Tasarı şimdilik yurt dışına gönderilmesin. Kararı
sonra vereceğiz.
3. Yabancı yönetici yoldaşları adeta kovuyormuşuz
izlenimi yaratılmamalı. Adamlar gazetelerde çalışacaklar. Dört gazete (Almanca, Romence, İtalyanca ve
Macarca) çıkartılmalı, ayrıca Almanların vb. ayrı ayrı
anti-faşist komiteleri kurulabilir.” (age. s. 289)
17 Mayıs 1943’te KEYK Prezidyumu kapalı oturumu
yapılır. Karar tasarısı üzerinde, içerikle ilgili olmayan
düzeltmeler yapılır. Karar tasarısını redakte etmek
için bir komisyon kurulur. Karar tasarısı, SSCB’de
bulunan Prezidyum üyelerinin imzasıyla yayınlanma kararı alınır. Bu oturumun protokolü, redaksiyon
komitesinin protokolü ve değiştirilecek yerlerin işaret edildiği karar tasarısı Stalin’e gönderilir. Stalin,
ek önerilerini ve çıkartılması gerekenleri Dimitrov’a
söyler. Stalin, Komintern’in dağıtılması sorununun
“savaş sırasında birçok seksiyon tarafından ortaya
konduğu”nun mutlaka tasarıya eklenmesini önerir.
Ayrıca karar yayınlanmadan önce tüm seksiyonlara
bildirilmesi uygun bulunur. Komintern’in dağıtılması ile ilgili karar tasarısı 22 Mayıs 1943’te Pravda’da
yayınlanır.
15 Mayıs 1943’te, KEYK Başkanlığı, tek merkezden yönetilmenin partilerin operatif hareketliliğini
engellediği ve partilerin yeterince yetkinleşmiş olduğu gerekçeleri ile “aynı zamanda şimdiki savaşın
akışı boyunca bir dizi seksiyonun, uluslararası işçi
hareketinin yönetici merkezi niteliğindeki Komünist
Enternasyonal’in dağıtılması sorununu gündeme getirmesi olgusunu göz önünde tutarak” ( “III. Enternasyonal 1919-1943, Belgeler, Belge Yayınları, sayfa
284, Birinci Baskı, Ekim 1979) Komintern’in dağıtılması önerisini partilerin tartışmasına sundu. Savaş
içinde kongre toplama imkânı olmadığından, KEYK
Başkanlığı’nın dağıtma önerisi, tek tek seksiyonların
onayına sunuldu. Onaya sunulan karar tasarısı ve bunun KEYK Başkanlığı tarafından gerekçelendirilmesinin tam metni şöyledir:
DAĞITILMA KARARI METNİ:
“1919 yılında, savaş öncesi dönemin eski işçi partilerinin ezici çoğunluğunun siyasal çöküşleri sonucunda
oluşan Komünist Enternasyonal’in oynadığı tarihi rol,
Marksist öğretinin işçi hareketinin oportünist öğelerince törpülenme ve çarpıtılmasına karşı savunulması;
bir dizi ülkede ileri işçilerin öncülerinin gerçek işçi partileri içinde toplanmasının teşvik olunması; ekonomik
ve siyasal çıkarlarını savunmaları, faşizme ve onun
hazırladığı savaşa karşı mücadele etmeleri ve faşizme
karşı temel dayanak olan Sovyetler Birliği’ni desteklemeleri için yığınları harekete geçirmede bu partilere
yardım edilmesiydi. Komünist Enternasyonal, Hitlercilerin savaş hazırlama aracı olarak kullandıkları “anti-Komintern Paktı”nın gerçek anlamını zamanında
açığa çıkardı. Savaştan önce, yorulmak bilmeden, Hitlercilerin başka devletler içinde sürdürdükleri ve sözde
Komünist Enternasyonal’in bu devletlerin içişlerine
karışması üzerine yaygara çıkararak maskelemeye çalıştıkları fesatçılıklarını teşhir etti.
Savaştan uzun zaman önce, tek tek ülkelerin gerek
iç gerekse uluslararası durumlarının karmaşıklaşması
sonucunda, her ülkenin işçi hareketinin görevlerinin
herhangi bir uluslararası merkez tarafından yerine
getirilme çabasının aşılmaz güçlüklerle karşılaşacağı
gitgide daha açıkça ortaya çıkıyordu.
Dünyadaki ayrı ayrı ülkelerin tarihi gelişim yollarının bu farklılığı, toplumsal yapılarının farklı, evet
hattâ karşıt niteliklerde olması, toplumsal ve siyasal
gelişimlerinin düzey temposundaki farklılık, nihayet
işçilerin bilinçlilik ve örgütlülük derecesindeki farklılık, aynı zamanda, her ülkenin işçi sınıfının önünde
değişik görevlerin bulunmasına yol açıyor. Geçen çeyrek yüzyıl içinde olayların bütün akışı ve Komünist
Enternasyonal’in yaşadığı deney gösterdi ki, Komünist
Enternasyonal’in Birinci Kongresince işçileri biraraya
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
çimde başkaldırıya ve harekete geçirilmesi, kendi devletleri çerçevesinde çok daha iyi ve çok daha verimli
olmaktadır.
Gerek uluslararası durumda gerekse işçi hareketi içinde meydana gelen değişiklikleri gözönüne alan
ve Komünist Enternasyonal’in seksiyonlarından büyük bir hareketlilik ve bağımsızlık isteyen, Komünist
Enternasyonal’in 1935 yılındaki Yedinci Kongresi, daha
o zaman, Komünist Enternasyonal Yürütmesi’nin, işçi
hareketinin bütün sorunları üzerine karar alırken “her
ülkenin somut koşul ve özelliklerinden yola çıkması ve
kural olarak, komünist partilerin örgütsel içişlerine doğrudan müdahale
etmekten kaçınması gerektiğini” vurgulamıştı.
Komünist Enternasyonal, Amerika Birleşik Devletleri Komünist Partisi’nin
Kasım 1940’da
aldığı Komünist
Ente r na syonal
saflarından ayrılma kararını
dikkate alır ve
onaylarken,
bu
görüşlerden yola
çıkmıştı. MarksizmLeninizmin kurucularının öğretilerine göre
davranan komünistler, hiç
bir zaman gününü doldurmuş
örgütsel biçimlerin ayakta tutulmasından yana olmadılar; işçi hareketinin örgüt biçimlerini ve bu örgütlerin çalışma yöntemlerini
her zaman, bütün işçi hareketinin temel siyasal çıkarlarına, somutta varolan tarihi durumun özelliklerine
ve doğrudan doğruya bu durumun doğurduğu görevlere tâbi kıldılar. İleri işçileri Uluslararası Emekçiler
Birliği saflarında toplayan ve Birinci Enternasyonal’in
bu tarihi görevinin –Avrupa ve Amerika ülkelerinde
işçi partilerinin gelişmesi için gerekli temeli yaratmak–
yerine getirilmesinden sonra, ulusal, kitlesel işçi partilerinin yaratılması zorunluluğunun dayatısı sonucunda, bu örgütlenme biçimi zorunluluklara karşılık
düşmediği için Birinci Enternasyonal’i dağıtmaya yönelen büyük Marx’ın ortaya koyduğu örnek komünistlerce hatırlanmaktadır.
Belirtilen görüşlerden hareketle, tek tek ülkelerdeki
✒
getirmek için seçilen ve işçi hareketinin yeniden doğuşunun başlangıç döneminin gereklerine uygun düşen
örgütlenme biçimi, işçi hareketinin tek tek ülkelerdeki
büyümesi ve onların görevlerinin karmaşıklaşması ile
birlikte gitgide eskidi, evet hattâ ulusal işçi partilerinin daha fazla güçlenmesinin önünde bir engel haline
geldi.
Hitlercilerin yol açtığı Dünya Savaşı ayrı ayrı ülkelerin durumlarındaki farklılıkları daha da keskinleştirdi, Hitler tiranlığının taşıyıcısı olmuş ülkelerle,
kudretli anti-Hitler koalisyonu içinde içiçe geçen özgürlüksever ülkeler arasında derin bir
uçurum yarattı. Hitler bloku ülkelerinde işçilerin, emekçilerin
ve bütün dürüst insanların
ana görevi, Hitler’in savaş makinesini içten
kemirerek bu blokun yenilmesi için
her yönden çaba
harcamak, savaş
suçlusu hükümetlerin devrilmesine çalışmak
iken, anti-Hitler
koalisyonu ülkelerinde geniş halk yığınlarının ve herşeyden önce ileri işçilerin
kutsal görevi, Hitler blokunu en hızlı bir biçimde
ezmek ve ulusların eşit haklar
temeli üzerinde ortak çalışmasını
güven altına almak için bu hükümetlerin
savaş çabalarını her yönden desteklemektir. Bu arada,
anti-Hitler koalisyonuna dâhil olan tek tek ülkelerin
özel görevleri bulunduğunu da gözden kaçırmamak
gerekir. Örneğin Hitlercilerle istila edilmiş ve devlet
olarak bağımsızlıkları ellerinden alınmış ülkelerde ileri işçilerin ve geniş halk yığınlarının ana görevi, Hitler
Almanyası’na karşı ulusal kurtuluş savaşına doğru
gelişecek olan silahlı mücadelenin ilerletilmesidir. Özgürlüksever ülkelerin Hitler tiranlığına karşı kurtuluş
savaşları, aynı zamanda parti ve din aidiyetlerine bakmaksızın güçlü anti-Hitler koalisyonunun saflarında
toplanan en geniş halk yığınlarını da seferber etti ve
açıkça gösterdi ki, düşmana karşı en kısa zamanda
zafer kazanmak için her tekil ülkenin işçi hareketinin
öncüsü tarafından, yığınların bütün ulusu kapsar bi-
8 Haziran
1943’de, Komintern’in dağı-
tıldığı resmen açıklandığında, bütün
dünyada antifaşist mücadelede en ön
saflarda mücadele eden önemli bölümü kit-
lesel komünist partileri vardır. Bu partilerin
elinde Komintern’in Yedinci Kongresi’nde
formüle edilmiş doğru bir antifaşist
mücadele çizgisi vardır.
47
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
komünist partilerin büyümesini ve onların ve yönetici
kadrolarının siyasal olgunluğunu dikkate alarak, aynı
zamanda şimdiki savaşın akışı boyunca bir dizi seksiyonun, uluslararası işçi hareketinin yönetici merkezi
niteliğindeki Komünist Enternasyonal’in dağıtılması sorununu gündeme getirmesi olgusunu gözönünde
tutarak, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi
Prezidyumu –Dünya Savaşı koşullarında Komünist
Enternasyonal Kongresi’ni toplama imkânı bulunmadığından– Komünist Enternasyonal seksiyonlarının
aşağıdaki önerisini onaya sunma hakkını kendinde
bulmaktadır:
Uluslararası işçi hareketinin yönetici merkezi olarak
Komünist Enternasyonal’in dağıtılması ve Komünist
Enternasyonal seksiyonlarının Komünist Enternasyonal tüzüğü ve kongre kararlarından doğan yükümlülüklere bağlanması (Doğru tercümesi: “yükümlülüklerden azat edilmesi!” BN).
Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu, Komünist Enternasyonal’in bütün taraftarlarını, emekçilerin can düşmanının –Alman faşizmi,
müttefikleri ve vasalleri– en kısa sürede ezilmesi için,
bütün güçlerini anti-Hitler koalisyonuna dâhil ulus ve
devletlerin kurtuluş savaşını her yönden desteklemek
ve bu savaşa aktif olarak katılmakta yoğunlaştırmaya
çağırır.
Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu üyeleri:
Dimitrov, Ercoli (Togliatti), Florin, Gottwald, Kolarov, Kopling, Kuusinen, Manuilski, Marty, Pieck, Jdanow, Thorez.
Bu karara aşağıdaki komünist partilerin temsilcileri
uyacaklarını bildirmişlerdir: Bianco (İtalya), Dolores
İbarruri (İspanya), Lehtinen (Finlandiya), Pauker (Romanya) Rakosi (Macaristan).
15 Mayıs 1943.”
(Bkz. “III. Enternasyonal 1919-1943, Belgeler, Belge
Yayınları, sayfa 282-285, Birinci Baskı, Ekim 1979)
Dünya Komünsit Hareketinin ortak kararı
48
Hiçbir seksiyon Komintern’in dağıtılma önerisine karşı çıkmadı. Komintern’in 31 seksiyonu
Komintern’in dağıtılma önerisini onayladı. Kalan
seksiyonlar ise görüşlerini savaş koşulları yüzünden
bildirmeyi başaramadılar. Komintern’in dağıtılması
tepeden alınmış bir karar değil, kararlarını bildirecek
durumda olan bütün seksiyonların onayı ile kolektif
olarak alınmış demokratik bir karardır.
Stalin Reuter Ajansı muhabirinin sorularına 28
Mayıs 1943’de verdiği cevapta, bu dağıtılma kararının doğru ve zamanında olduğunu, çünkü bu kararın Hitlerizme karşı genel saldırıyı örgütlemeyi kolaylaştıracağını savunmaktadır. Reuter muhabirinin
sorduğu soru ve Stalin’in mektupla verdiği yanıtı şöyledir:
“Bay King,
Komünist Enternasyonal’in feshedilmesiyle ilgili bir
soruyu yanıtlamamı istemişsiniz. Yanıtımı gönderiyorum.
Soru: ‘Komintern’in tasfiyesi üzerine İngiliz yorumları son derece olumluydu. Bu soruna ilişkin ve bu durumun gelecekte uluslararası ilişkilere yapacağı etkiler
hakkında Sovyetlerin bakış açısı nedir?’
Yanıt: Komünist Enternasyonal’in feshedilmesi, ortak düşman Hitler faşizmine karşı özgürlük yanlısı
bütün ulusların ortak saldırısının örgütlenmesini kolaylaştırdığı için doğru ve zamana uygundur.
Komünist Enternasyonal’in feshedilmesi doğrudur,
çünkü
Böylece Hitlercilerin ‘Moskova’nın öteki devletlerin içişlerine karışmayı ve onları ‘bolşevikleştirmeyi’
amaçladığı yalanı boşa çıkıyor. Bu yalana artık son
verilmiştir.
b- Böylece işçi sınıfı içerisinde komünizme karşı
olanlarca yaygınlaştırılan, çeşitli ülkelerin Komünist
Partilerinin, kendi halklarının çıkarları doğrultusunda değil, dışarıdan aldıkları emirle hareket ettikleri
yönündeki iftira teşhir ediliyor. Bu iftiraya artık bir son
verilmiştir.
Böylece, özgürlük yanlısı ülkelerin yurtseverlerinin,
ülkelerinin bütün ilerici güçlerini –parti üyeliklerinden ve dini inançlarından bağımsız olarak–, faşizme
karşı mücadelenin geliştirilmesi amacıyla birleşik ulusal özgürlük kampında toplama çalışmaları kolaylaşıyor.
d- Böylece, bütün ülkelerin yurtseverlerinin, Hitler
faşizminin dünya egemenliği kurması tehlikesine karşı
mücadele için, bütün özgürlük yanlısı ülkeleri birleşik
uluslararası kampta biraraya getirme çalışmalarını
kolaylaştırıyor ve gelecekte eşitlik temelinde kurulacak
halkların dostluk birliğinin örgütlenmesinin yolunu
açıyor.
Öyle inanıyorum ki, bütün bunlar, müttefiklerin ve
öteki birleşmiş ulusların birleşik cephesini Hitler zorbalığına karşı mücadelede daha da sağlamlaştıracaktır.
Ben, faşist canavarın son güçlerini harcadığı şu
anda, bu canavarın işini bitirmek ve halkları faşist bo-
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
tanya, Macaristan, Almanya, İrlanda, İspanya, İtalya,
Kanada Komünist Partileri; Katalonya Birleşik Sosyalist Partisi; Çin ve Kolombiya Komünist Partileri;
Küba Devrimci Komünist Birliği; Meksika Komünist
Partisi; Polonya İşçi Partisi; Romanya, Suriye, Sovyetler Birliği, Uruguay, Finlandiya, Fransa, Çekoslovakya, Şili, İsviçre, İsveç, Yugoslavya, Güney Afrika Birliği
Komünist Partileri ve (bir seksiyonun tüm haklarına
sahip olarak Komünist Enternasyonal’in içine alınan)
Komünist Gençlik Enternasyonali.
Komünist Enternasyonal’in var olan seksiyonlarından hiçbiri Yürütme Komitesi Prezidyumu’nun önerisine itiraz etmemiştir.
Bütün bunları dikkate alan Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu bildirir:
Komünist Enternasyonal’in dağıtılması önerisi, bütün en önemli seksiyonlar dahil, kararlarını gönderebilen bütün seksiyonlar tarafından oybirliğiyle onaylanmıştır.
10 Haziran 1943’ten başlayarak, Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi, Yürütme Komitesi Prezidyumu ve Sekretaryası gibi, Uluslararası Denetleme
Komisyonu’nun da, dağıtılmış olduğunu göz önünde
tutar.
Dimitrov (başkan), Manuilsky, Ercoli ve Pieck’ten
oluşan bir komiteye Komünist Enternasyonal’in organlarına, aygıtına ve mülküne ilişkin işlerin sonuçlandırılmasını yürütme sorumluluğunu verir.”
(imza) KEYK Prezidyumu adına: Dimitrov.
Dimitrov günlüklerinde Komintern’in dağıtılma
sürecini geniş olarak anlatmaktadır. Her taşın altında
Stalin’i arama hastalığına kapılanlar, Komintern’in
dağıtılmasının „Stalin’in emri“ ile olduğunu söyleyip durdular. Komintern burjuva tarih yazıcılarının
iddia ettiği gibi, Stalin’in dağıttığı bir örgüt değildir.
Komintern’in dağıtılması kararı dünya komünist ha­
reketinin birlikte aldığı bir karardır. Stalin bu dağıtma kararını doğru bulmakta ve savunmaktadır. Fakat kararın onun tarafından alındığı vs. burjuvazinin
yalanıdır.
8 Haziran 1943’de, Komintern’in dağıtıldığı resmen açıklandığında, bütün dünyada antifaşist mücadelede en ön saflarda mücadele eden önemli bölümü
kitlesel komünist partileri vardır. Bu partilerin elinde
Komintern’in Yedinci Kongresi’nde formüle edilmiş
doğru bir antifaşist mücadele çizgisi vardır. Yedinci Kongre’nin hemen ertesinden başlayarak partiler
yetkinleşmiş görüldüğünden merkezi enternasyonal
yönetim zaten önemli ölçüde koordinasyonla sınırlı
✒
yunduruktan kurtarmak için, bütün özgürlük yanlısı
halkların ortak saldırısını örgütlemek zorunlu olduğundan, Komünist Enternasyonal’in feshedilmesinin
son derece zamana uygun olduğu düşüncesindeyim.
Saygılarımla
J. Stalin
28 Mayıs 1943”
(Stalin, Eserler Cilt 14, sayfa 347-348, İnter Yayınları, İstanbul, 1993)
Burada çok açık olarak Stalin’in Komintern’in dağıtılmasını, anti-Hitler koalisyonunu kolaylaştıracak
taktik bir karar olarak savunmaktadır.
Devam edelim, Dimitrov günlüklerinde şöyle yazıyor:
“8 Haziran 1943.
KEYK Prezidyumu’nun son oturumunu gerçekleştirdim:
Komintern’i dağıtma önerisinin (mevcut olan ve kararlarını bildirme olanağı bulunan) tüm seksiyonlar
tarafından oybirliği ile onaylandığını ve bu öneriye
karşı hiçbir seksiyondan tek itiraz gelmediğini tespit
ettik.
Komünist
Enternasyonal’in,
Prezidyum’un,
Sekreterlik’in
ve
Enternasyonal
Denetim
Komisyonu’nun kapatıldığını ilan ettik.
KE’in işlerini, organlarını, araç ve mülklerini fiilen
ortadan kaldırmayı gerçekleştirecek bir komisyon atadık: Dimitrov (Başkan), Manulski, Pik, Erkoli ve İvedi
Ekonomik İşler Dairesi Başkanı, Suharev (Sekreter).
Basında, bu anlamda bir bildirge yayınlanmalıdır.”
(age. s. 299)
8 Haziran 1943’te KEYK Prezidyumu’nun son toplantısı yapılır ve Komintern’in dağıtılması kararı ile
ilgili bildirge hazırlanır. Dimitrov, Komintern’in dağıtılması hakkında hazırlanan bildirgeye son şeklini
verir ve 10 Haziran’da yayınlanması için Pravda’ya
gönderir. Pravda gazetesi, KEYK Prezidyumu’nun 8
Haziran 1943 tarihli kararıyla ilgili bildirgeyi yayınlar. Komünist Enternasyonal’in dağıtılması üzerine
KEYK Prezidyumu açıklaması şöyledir:
“Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesi Prezidyumu, 8 Haziran 1943’te yaptığı son toplantısında,
Komünist Enternasyonal’in dağıtılması üzerine 15
Mayıs 1943 tarihli önerilerine ilişkin olarak seksiyonlarından gelen kararları göz önünde tuttu ve aşağıdaki
kararı aldı:
Komünist Enternasyonalin dağıtılması önerisi aşağıdakiler tarafından onaylanmıştır: Avusturalya,
Avusturya, Arjantin, Belçika, Bulgaristan, Büyük Bri-
49
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
50
bir yönetim haline gelmiştir. Savaş içinde de bu da
iyice sınırlanmıştır. Merkezle, tek tek partiler arasındaki bağlar zorunlu olarak zayıflamıştır.1943’e gelindiğinde zaten her parti çizgiyi kendi inisiyatifi ile ve
kendi sorumluluğunda uygulamak durumundadır.
Fakat resmen bir merkezin varlığı, hem tek tek partilerin attığı her adımın sorumluluğunu bu merkezin
de taşıması durumunu doğurmakta; hem de Stalin’in
belirttiği gibi burjuvazi tarafından da tek tek ülkelerde anti-Hitler koalisyonunun sabote edilmesinde
kullanılmaktadır. Komintern’in resmen dağıtılması
kararı işte bu ortamda alınmış bir karardır. Komünist Enternasyonal üyesi partilerin bir bölümünün
(örneğin Fransa Komünist Partisi’nin) şimdi Komünist Enternasyonal Merkezi’nin denetiminden formel
ve resmen de “kurtulmaları”, kuşkusuz sağ hatalarını
geliştirmeleri için daha uygun bir ortam yaratmıştır.
Fakat uluslararası komünist harekette özellikle İkinci
Dünya Savaşı sonrasında iyice gelişen revizyonizmin
Komünist Enternasyonal dağıtılmasa idi, engellenebilir olacağı; Komünist Enternasyonal’in dağıtılmasının revizyonizmin gelişmesinde belirleyici bir
rol oynadığı vb. söylenemez. Komintern’in dağıtılması hakkında Jdanov Eylül sonu 1947’de kurulan
Kominform’un kuruluş toplantısına sunduğu raporda, Komintern’in neden dağıtıldığı sorunu hakkında
şöyle der:
“Komintern’in dağıtılması, işçi hareketindeki gelişmelerin yeni tarihsel ilişkiler sonucu ortaya çıkardığı
ihtiyaçlara denk düşüyordu ve olumlu bir rol oynadı.
Komintern’in dağıtılması, komünizmin ve işçi hareketinin karşıtları tarafından ileri sürülen, Moskova’nın
diğer devletlerin içişlerine karıştığı ve komünist partilerin kendi halklarının çıkarları doğrultusunda değil,
dışarıdan gelen emirler doğrultusunda hareket ettiği
iddalarına kesin olarak son verdi.
Komintern, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra; komünist partilerin henüz güçsüz olduğu, değişik ülkelerin işçi sınıflarının arasında ilişkilerin olmadığı
ve komünist partilerin, işçi hareketinin genel kabul
gören önderlerinden yoksun bulunduğu bir dönemde
kurulmuştu. Komintern’in başarıları; değişik ülkelerin emekçileri arasında ilişkiler kurup sağlamlaştırmasında, işçi hareketinin teorik sorunlarını savaş
sonrası gelişmelerin ortaya çıkardığı ilişkilerin ışığında çözmesinde, komünist düşüncenin propagandası
ve ajitasyonu için geçerli olan genel normların belirlemesinde ve işçi hareketinin önderlerinin yetiştirilmesini kolaylaştırmasında yatmaktadır. Böylece genç
komünist partilerin, işçilerin kitlesel partisi haline
dönüştürülmesi için gerekli koşullar yaratıldı. Ancak
genç komünist partilerin işçilerin kitlesel partisi haline
dönüştürülmesi ile birlikte, bu partilerin bir tek merkezden yönetilmesi de olanaksız, amaca uymaz hale
geldi. Bunun sonucunda, başta komünist partilerin gelişmesini teşvik eden bir etken olan Komintern’in, bu
gelişmesinin önünde bir engel haline gelmesi tehlikesi
başgösterdi. Komünist partilerin gelişimindeki yeni
aşama, partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlere
geçilmesini gerekli kılıyordu. Bu durum, Komintern’in
dağıtılması ve partiler arasındaki ilişkilerde yeni biçimlerin yaratılması zorunluluğunu dayattı.(abç)”
(Çeviri belgesi, Özgürlük Dünyası, Sayı 85, Haziran
1997, s. 95)
Görüldüğü gibi Jdanov, Kominform’un kuruluş
toplantısına sunduğu raporda, Komintern’in neden
dağıtıldığı sorusuna cevap vermektedir. Komintern
tipi bir örgütlenme, Uluslararası Komünist Hareketin
tek örgütsel biçimi değildir. Komintern’in dağıtılmasını “sol”dan eleştirenler, bu dağıtılma kararının ilkesel olarak yanlış olduğunu savunanlar, Komintern
tipi bir örgütlenmenin Uluslararası Komünist Hareketin tek örgütsel biçimi olduğu anlayışına yakınlar.
Komintern’in dağıtılması ilkesel olarak reddedilemez, edilmemelidir. Yukarda Jdanov’dan yaptığımız
alıntıda, altını çizdiğimiz satırlarda, “Komünist partilerin gelişimindeki yeni aşama, partiler arasındaki
ilişkilerde yeni biçimlere geçilmesini gerekli” olduğu
savunulmaktadır. Komintern’in dağıtılması taktik
bir karardır. Komintern’in dağıtılma gerekçeleri bütünlük içinde ele alınmalıdır. Komintern’in dağıtılması, bizim gördüğümüz kadarıyla esas olarak savaş
koşulları ve anti-Hitler koolisyonunun oluşturulması
ile bağlantılıdır. Komintern’in dağıtılması, komünist
partiler arasındaki işbirliğinin ortadan kaldırılması
anlamına gelmez, gelmemelidir. Tabii ki savaş koşulları içerisinde Komünist Partiler arasındaki ilişkiler
önemli ölçüde kesintiye uğramıştı. Bu ama arzu edilen bir şey değil, objektif koşulların bir sonucuydu.
Komintern’in dağıtılmasından dört yıl sonra Eylül
1947’de Kominform kuruldu.
Kominform’un kuruluşu
Eylül sonu 1947’de, dokuz Avrupa ülkesinin (Bulgaristan, Çekoslavakya, Fransa, Macaristan, İtalya,
Polanya, Romanya, Sovyetler Birliği ve Yugoslavya)
komünist partileri, Polanya’da „Komünist Partileri
Enformasyon Bürosu“nun kuruluş toplantısını ger-
Kominform Konferansları
Ocak 1948’de Kominform’un ikinci konferansı yapıldı. Bu konferansın gündeminde sadece basın ve
propaganda vardı. İkinci konferansa katılan SBKP(B)
delegesi Yudin başkanlığında bir redaksiyon kurulu
oluşturuldu. Mart 1948’de Kominform’un üçüncü
konferansı yapıldı. Bu konferanstan itibaren SSCB,
Kominform ile Yugoslavya Komünist Partisi arasındaki sorunlar tartışılmaya başlandı. Yugoslavya’da
gelişen ve giderek partiye hâkim olan revizyonizme
karşı mücadele edildi. 1949’da Kominform oybirliği
ile Yugoslavya Komünist Partisi’ni Kominform’dan
çıkardı (Bkz. TKP/ML İçindeki İki Çizgi Mücadelesinin Bazı Belgeleri II, Bolşevik Partizan Yayınları, s.
231-232) Kominform’un dördüncü konferansı Kasım
1949’da Macaristan’da yapıldı. Bu konferansta üç karar kabul edildi. SBKP(B) adına Mikhail Suslov’un,
„Barışın Savunulması ve Savaş Kışkırtıcılarına Karşı Savaşım“ başlıklı karar tasarısı kabul edildi. İkinci
karar tasarısı Togliatti’nin sunduğu „Sınıfın Birliği
ve Komünist ve İşçi Partilerinin Görevleri“ üzerineydi. Üçüncü karar tasarısı Romanya’dan GheorghiuDej’un sunduğu Yugoslavya Komünist Partisi üzerineydi.
1956’ya kadar Kominform dergisi yayınını sürdürmeye devam etti. Stalin’in ölümü ertesinde Kominform dergisinde Tito revizyonistleri hakkında
olumsuz yazılar yer almadı. Nisan 1956’da Pravda’da
yayınlanan bir yazıda Kominform’un sekiz üyesinin
oybirliği ile aldığı karar gereği dağıtıldığı ve Kominform dergisininde yayın hayatına son verildiği açıklandı.
Komintern’in dağıtılması ve gerekçelerini kısaca
anlattık. Bugün Dünya Komünist Hareketi en zayıf
dönemlerinden birini yaşıyor. Komünizm insanlığın
geleceği açısında tek kurtuluş yoludur. Bugün Dünya Komünist Hareketinin üzerinde birleşebileceği
ortak hazırlanmış, ortak kabul gören bir program
yok. Dünya Marksist-Leninist hareketinin birliğini
sağlamak için bugün dünya komünist hareketinin
platformunun yaratılması komünistlerin önünde bu
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
köleleştirme
planlarını
gerçekleştiremeyecektir.“
(Jdanov’un Kominform’un kuruluş toplantısına sunduğu rapor, Çeviri Belgesi, Özgürlük Dünyası, Sayı
85, s.96, Haziran 1997) Görüldüğü gibi Tito revizyonizmden önce İtalya ve Fransız komünist partileri
eleştirilmekte ve onlara görevlerinin ne olduğu doğru
bir şekilde anlatılmaktadır.
✒
çekleştirdiler.
Enformasyon Bürosu’nu oluşturan partiler, uluslararası durum üzerine bir deklarasyon yayınladılar.
Bu deklarasyonda, İkinci Dünya Savaşı sonucunda ve
savaş sonrası dönemde, uluslararası alanda esaslı değişikliklerin ortaya çıktığı ve böylece iki kampın ortaya çıktığı ortaya konuldu. Enformasyon Bürosunun
kuruluşunun amacı şöyle açıklanıyordu. „Karşılıklı
deney aktarımına ve tek tek partilerin hareketlerinin
gönüllü koordinasyonuna olan ihtiyaç, özellikle bugün,
uluslararası durumun savaş sonrasında karmaşıklaştığı ve komünist partilerin birbirlerinden kopukluğunun işçi sınıfına zarar verebileceği koşullarda güncellik
kazanmıştır.“ (“Bazı Komünist Partisi Temsilcilerinin
Polanya’daki Enformasyon Konferansı, 1947, Çeviri
belgesi, Özgürlük Dünyası, Sayı 85, s. 80) Kominformun amacı, karşılıklı bilgi alışverişi şeklinde konmasına rağmen, esasında Kominformun oynadığı
rol Dünya Komünist Hareketinin ideolojik-siyasi çekirdek rolüdür. Enformasyon Bürosu, her Komünist
Partisinin MK’sından ikişer kişiden oluşturulmuştu.
Jdanov ve Malenkov SBKP(B)’nin Enformasyon Bürosundaki temsilcileri idi. Enformasyon Bürosu önce
iki haftalık, daha sonra da haftalık bir yayın organı
çıkarma kararı aldı. Yayın organı Fransızca ve Rusça dillerinde ve olanaklar ölçüsünde başka dillerde
de yayınlanacaktı. Enformasyon Bürosu’nun merkezi
Belgrad olarak belirlendi.
İkinci Dünya Savaşı içerisinde ve sonrasında birçok
Komünist Partisi içerisinde revizyonizm gelişmeye
başlar. Stalin ve Kominform revizyonizme karşı mücadele eder. Jdanov, Kominform’un kuruluş toplantısına sunduğu raporda, İtalya ve Fransız Komünist
Partilerine yönelik eleştirilerde bulunur. Kominform
kurulduğu dönemde, İtalya ve Fransa Komünist Partisi iktidar ortağıdır. Jdanov raporunda, iki kampın
ortaya çıkışını ve ABD’nin Avrupa’yı köleleştirme
planlarını anlattıktan sonra şöyle der:
„Fransa, İtalya, İngiltere ve diğer ülkelerdeki kardeş
komünist partilere de özel bir görev düşmektedir. Ülkelerinin ulusal bağımsızlık ve egemenliğini savunmada
bayrağı ele almak zorundadırlar. Komünist partiler bu
konumlarından geri adım atmaz, yıldırma ve şantajlara boyun eğmez, cesaretle sürekli halk demokrasisini,
ulusal egemenliği ve ülkelerin özgürlüğünü savunur,
ülkelerin ekonomik ve politik açıdan köleleştirilmesi
çabalarına karşı namus ve ulusal bağımsızlık davasını savunmaya hazır olan bütün güçleri kendi etraflarında birleştirmeyi başarırlarsa; hiçbir güç, Avrupa’yı
51
✒
kavganın doğrusu / doğrunun kavgası
bağlamdaki esas görev olarak durmaktadır. Ülkelerimizin Bolşevikleri, Dünya Komünist Hareketinin
yaratılmasının teorik temellerini ortaya koymuş durumdadır. Ülkelerimizin Bolşevikleri, geçmişin hatalarından dersler çıkararak geleceğe doğru yürüyeceklerdir. Bu alanda en acil görev, böyle bir harekete
temel olacak teorik temeller üzerinde, devrimci ve
komünist olma iddiasındaki gruplarla açık ideolojik
mücadele ile tartışmaktır. Bolşevikler bu onurlu ve
zorlu görevi yerine getirmek için çalışıyor, çalışmaya
da devam edeceklerdir.
Tarihi bir belge
Aşağıda H. Yeşil’in “Stalin eleştirileri üzerine” adlı
kitabından Komintern’in dağıtılması konusunda
Stalin’e yöneltilen eleştiriler konusunda tavır takınılan bölümü yayınlıyoruz. Yazar daha sonra bu bölümde yapılmış olan “Komintern’in dağıtılmasının
gerekçeleri bütünlük içinde ele alınıp incelendiğinde,
bunların tutarlı gerekçeler oldukları görülür.” tespiti konusunda bir açıklama ve düzeltme yapmış; gerekçeler içinde yer alan “tek tek ülkelerdeki komünist
partilerin… yönetici kadrolarının siyasal olgunluğu”
gerekçesinin doğru bir gerekçe olmadığının sonraki
gelişmeler içinde net olarak ortaya çıktığını tespit etmiştir.
Komintern Sovyetler Birliği’nin dar
milliyetçi çıkarları için mi dağıtıldı?
52
Stalin’e çokca gelen eleştirilerden bir başkası da
Komintern’in dağıtılması ile ilgili olandır. Bilindiği gibi Komintern, 1943 yılının ortalarında Komünist Enternasyonal Yürütme Komitesinin önerisi ve
Komünist Enternasyonal üyesi olan bütün önemli
partilerin karara katılması ile; bu anlamda oybirliği ile dağıtılmıştır. Komintern’in dağıtılması, önce,
Stalin’in değil, dünya komünist hareketinin birlikte
aldığı karardır. (Bu kararın ilk selamlayıcılarından
biri Mao Zedung olmuştur. Bu şimdi “Mao Zedung
Düşüncesi”ni savunma adına bu konuda Stalin’i
“eleştiren”ler açısından ilginç olsa gerekir!) Bu kararın (doğruluğu/yanlışlığı bir yana) bütün sorumluluğunu Stalin’e yüklemek, dünya Komünist hareketinden Stalin’i anlamak demektir ki, bunun yanlışlığı
ortada olsa gerektir.
İkinci olarak, Komintern belli şartlarda kurulan
bir örgüttür. Kuşkusuz kurulduğu dönemde Komintern örgütlenmesi o günkü görevlere uygun bir örgütlenme idi. Komünistler için örgütlenme biçimleri
şartlara göre değişen olgulardır. 1943’te dünya Komünist hareketinin ilerlemesi açısından Komünist
Enternasyonal’in varlığı bir etken olmaktan çıkmıştı.
Komünist Enternasyonal kendini bu gerekçe ile dağıttı.
Komintern’in dağıtılmasının gerekçeleri bütünlük
içinde ele alınıp incelendiğinde, bunların tutarlı gerekçeler oldukları görülür. Bazı arkadaşların “Eğer
Komintern olsa idi” şeklindeki hipotezi yanlış, gerçeklere uymayan, merkezi bir örgütlenme içinde
modern revizyonizmin yayılma imkanının az olduğu düşüncesinden yola çıkan bir hipotezdir. Bu, o
örgütün varlığına değil, o örgütün izlediği siyasete
bağlı olan bir sorundur. Bazı durumlarda –örneğin
revizyonizmin partilerin çoğunu sardığı bir ortamda– merkezi kararlar gelişmenin önünde engel olarak
çıkabilir.
Tespit etmemiz gerekli olgu şudur: Stalin ve komünistler için Komintern’in dağıtılması taktik bir
karardır ve Komintern’in dağıtılması hiçbir şekilde
Komünist Partileri arasındaki işbirliğinin ortadan
kaldırılması anlamına gelmez, gelmemiştir. Stalin’in
Komintern’in dağıtılmasını taktik bir karar olarak
kavradığının pratik ispatı, savaş sonrasında onun önderliğinde Kominform’un kurulmasıdır.
Stalin’e yöneltilen, Sovyetler Birliği’nin çıkarları
için Stalin’in Komintern’i dağıttığı şeklindeki “eleştiri”, gerçeklere uymayan bir suçlamadır.
(H. Yeşil, Stalin Eleştirileri Üzerine, Dönüşüm Yayınları, Temmuz 1990 İstanbul, s. 142-143)
Ekim 2012 ✓
serbest kürsü
Y
✒
SERBES T KÜRSÜ
Mısır ve Tunus’daki “Siyasi
Devrimler” Üzerine
Dİ ÇAĞRI gazetesinin Arap baharı üzerine yaptığı değerlendirmeler içerisinde geçen Mısır ve
Tunus’taki halk hareketleri sonucu, eski siyasi iktidarların yönetimden ayrılıp yeni siyasi iktidarların
yer değiştirmesi üzerine bu değişikliğin “siyasi bir
devrim” olarak nitelendirmesini hatalı bir tespit olarak görülmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu bölgelerde yaşanılanın yönetimden memnun olamayan halk
yığınlarının baskı altında yaşamak istememesi ve
ekonomik sorunların altında ezilmesi sonucu iktidardakilere yönelik bir hareket olarak değerlendirmek
gerektiğini ve bununla birlikte halkın taleplerinin
sadece reformlar ve ekonomik sıkıntılarının giderilmesi yönünde, demokratikleşme talepleri olduğu,
yapılması gereken tespit için yeterli olabileceğini düşünmekteyim. Tabi bu tespit burada ki gelişmelerin
önemi üzerinde yeterince durulmayacağı anlamına
gelmez. Aksine yaşanılanların proleter devrimler ve
emperyalizm çağı içinde değerlendirildiğinde halk
hareketlerinin neleri başarabileceğinin önemli bir
kanıtıdır. Bu gelişmeler işçi sınıfı tarihi açısından büyük bir deneyimdir.
Bir bütün olarak gelişmelerin seyri üzerinde detaylı açıklamalar yapabilecek durumda değilim. Bunun
düzenli bir araştırma ve kabul gören makale ve haberlerin takip edilerek, birlikte yapılması ile mümkün
olabileceğidir. Fakat genel bir değerlendirme sonucu
yaşanılanların devrim olarak nitelendirdiğimizde
Marksizmin Leninizmin evrensel ilkeleriyle örtüşmediği ortaya çıkmaktadır. Bizim anladığımız biçimde devrim eski yönetim biçiminin ve eski sistemin
zor yoluyla devrilip yerine daha ilerici bir sistemin
ve yeni bir yönetimin getirilmesi demektir. Kuşkusuz
bugün devrim kavramı birçok alanda kullanılmaktadır. Siyasi devrim kavramı da bu örnekler arasında
yerini alır ve bu anlam YDİ ÇAĞRI’nın da üzerinde
belirttiği gibi siyasi iktidarın yerine, daha önceki siyasi değişikliklere benzemeyen biçimde yaşanılan bir
siyasi değişikliktir. Mısır›da Mübarek rejiminin yerine halkın hareketleri sonucu iktidarı istemediği halde
bırakıp Müslüman Kardeşlerin iktidara gelme biçimi
v.b. ML temelde siyasi bir bakışa sahip olmayan birçok çevre için bu tanımlama anlaşılır bir durumdur.
Burada eleştirdiğim konu tamda bu anlayışa yöneliktir. Bugün devrim kavramı yukarıda bahsettiğim temelde kavranılmaktadır. Bunun açık örnekleri siyasi
literatürlerde ve ansiklopedilerde oldukça yaygındır.
Örneğin wikipedia.org internet sitesinde bu tarife en
uygun düşen tanımlama yapılmaktadır.
“Devrim, belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik; ihtilal. Toplumsal değişimlerin insan iradesiyle
hızlandırılması devrimleri oluşturur.
Kitle halindeki bir toplumsal hareketin başlatılmasının söz konusu olduğu, varolan bir rejimi şiddet
kullanımı sonucunda başarıyla yıkarak yeni bir hükümet biçimi oluşturan bir politik değişme süreci. Bir
devrim, coup d’etat hükümet HYPERLINK “http://
tr.wikipedia.org/wiki/H%C3%BCk%C3%BCmet_
darbesi”darbesi’dan ayrı tutulmalıdır, çünkü devrimde bir kitle hareketi ile politik sistemin bütününde
önemli bir değişmenin gerçekleşmesi söz konusudur.
Bir coup d’etat, iktidarın silah yoluyla, ancak hükümet sistemini kökten bir biçimde değiştirmeden var
olan politik liderlerin yerine geçecek olan kişiler tarafından ele geçirilmesine göndermede bulunmaktadır.
Devrimler, var olan politik otoritelere meydan okuyan
sistem ancak yine politik sistemi bütün olarak
dönüştürmekten çok otoriteyi temsil eden kişilerin
yerlerine başkalarının geçirilmesini hedefleyen
başkaldırılardan da ayrı tutulmalıdır.”
Bu tanımlamadan yola çıkarsak Mısır ve Tunus’ta
yaşanılanın “siyasi bir devrim” ve hatta “devrim” ol-
53
✒
serbest kürsü
54
duğu sonucu çıkarılabilir.
Bizler devrim sorununu öncelikli olarak siyasi iktidara kimlerin geçmesi gerektiği sorunu üzerinde
durarak çözebiliriz. Bu anlamda her devrimin aynı
zamanda siyasi devrim olduğunu YİD ÇAĞRI siyasetinin de savunduğunu biliyorum. Bunun sağlamasını
yaparak da değerlendirecek olursak siyasi devrimlerinde ML ilkeleri doğrultusun da bizim anlayacağımız biçimde bir devrim olacağı sonucunu çıkarırız.
Ne şekilde olursa olsun sistemin özüne dokunmayan
rim, “siyasi devrim” tespiti erken yapılmış bir tespit
olur.
Diğer önemli gördüğüm bir sorunda Lenin’in öne
sürdüğü belirtilerden “kitlelerin bağımsız tarihi eylemlerinde önemli artışın olması.” olgusu gelişen
halk hareketlerinin içeriğindeki temel çelişkileri bize
açıklamaktadır. Burada belirtilen herhangi bir ayaklanma değildir. Kitlelerin bağımsız eylemleridir. Biz
bağımsızlıktan herhangi bir siyasi kesimin içeriden
ya da dışarıdan halk hareketlerini doğrudan ya da do-
iktidar değişiklikleri devrim ya da “siyasi devrim”
olarak nitelendirilemez.
Bölgelerde yaşanılanlar devrimci durumun olduğu
tespiti doğru bir tespittir. Bu konuda Lenin devrimci
durum olmadan devrimin olmayacağı doğru tespitini yapmaktadır bizlere. Devrimci durumun ortaya
çıkardığı ve yine Lenin’in ileri sürdüğü üç temel belirti bu bölgelerde de görülmektedir. Kısaca bunlara
değinecek olursak. A) Yönetenlerin eski biçimde yaşayamayacak durumda olması. B) baskı altındaki sınıfların sıkıntılarının normalden öteye ilerlemesi. C)
kitlelerin bağımsız tarihi eylemlerinde önemli artışın
olması.
Bu üç temel belirti Tunus, Mısır ve diğer birçok Afrika ve Arap bölgelerinde görüldü. Fakat bu devrimci durum belirtileri yine Lenin’in öğrettiği gibi her
devrimci durumunda devrime götürmediği doğru
tespitini yapmalıyız. Buralarda yaşanılan devrimci
durumların kitleleri devrime götürdüğü noktasında
önemli bir ayrım yapmamız gerektirdiğini önümüze
koymaktadır. Buradan yola çıkarak yaşanılanın dev-
laylı kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmediği
sonucunu çıkarmalıyız. Mısırdaki ayaklanmaların
arkasın da Müslüman Kardeşler gibi güçlü bir siyasi
yapının olduğunu, kendiliğinden başlayan bu hareketlerde süreç içinde önemli bir etkisinin olduğunu
görmekteyiz. Bu ayaklanmaların homojen şekilde
bağımsız eylemler olduğunu iddia edemeyiz. Müslüman kardeşlerin ve bölgedeki diğer siyasi güçlerin
gerici ve emperyalizme hizmet eden güçler olduğu da
göz önüne alındığında bölgelerdeki devrimci durumlarında genel içeriği daha iyi anlaşılmış olunur.
Sonuç olarak. ML’lerin siyasi devrim kavramı ile
genel olarak bilinen devrim kavramlarını bir ve aynı
konumda değerlendirmemeliyiz. Birçok terimin, kelimelerin dar ve geniş anlamları olabilir. Fakat bir
olguyu analiz ederken sadece dar ve geniş anlam biçiminde ifade etmemeliyiz. Bizim için belirtilmesi
gereken ne ise o şekilde ifade etmeliyiz. Kaldı ki dar
anlam, geniş anlama hizmet eder. Burada yapılan ise
oldukça farklıdır. İki farklı anlam, iki farklı tespit
vardır ve biz bu tespitleri bir ve aynı gibi gösterme-
1904-1905 yılları arasında Çarlık ordularının Japon
emperyalizmi ile giriştiği savaşlarda uğradığı büyük
yenilgilerin ardından artan bunalım dönemi, siyasi
grev ve yürüyüşlerin Çarlık tarafından kanla bastırılması. Grev ve ayaklanmaların tüm Rusya çapına
yayılması ve bu gelişmelerle birlikte devrimin öne
çıkması bilinmektedir.
Ayaklanma ve grevlerin devam ettiği bu süreç içinde bütün köylü hareketleri ve işçilerin siyasi grevleri
ile Rusya’nın bütün şehirleri sarsılıyordu.
Potemkin Zırhlısı ile başlayan ordudaki isyanlar
baskı altındaki askerleri çara karşı harekete geçirmişti.
Bütün bu süreç proletaryaya önemli deneyimler kazandırmasıyla birlikte proletaryanın artık burjuvazinin bir yamağı değil onu devrimin önderi olduğunu
kanıtlıyordu.
1905 ayaklanmaları aynı zamanda işçi sınıfının en
büyük müttefikinin köylülük olabileceğini gösteriyordu.
Ayaklanmalar karşısında felce uğrayan çarlık hükümeti *17 Ekim manifestosunu hazırlamak zorunda
kalmıştı.
Bütün bu gelişmeler ışığında işçi sınıfı devrimci yaratıcı gücü sayesinde güçlü bir silah yarattı. İşçi Temsilcileri Sovyetleri.
Bu devrimci örgütlenme o güne kadar görülmemiş
bir güç idi. İşçi Temsilcileri Sovyetleri Çarlığın bütün
yasa ve yaptırımlarını yıktı. Sovyetler aynı zamanda
kitlelerin bağımsız eyleminin de kanıtıydı.
Moskova, Petersburg başta olmak üzere birçok
bölgede İşçi-Köylü Sovyetleri oluşturuldu. Sovyetler
Çarlık hükümetine rağmen çoğu zaman iktidar organı gibi hareket edip İşçi Sovyetlerinin hakim olduğu
fabrikalarda 8 saatlik işgücü ve basın özgürlüğünü
Başvurduğum kaynaklar
-YDİ Çağrı Eğitim Dizisi Devrim ve Devrim Tipleri
Cilt 3
-(SBKP(B) Tarihi Kısa Ders-Stalin Eserler Cilt 15
*17 Ekim 1905 manifestosu ile çarlık hükümeti artan isyanları önlemek için “yurttaşlık özgürlüklerinin
sarsılmaz temellerini: gerçek kişi dokunulmazlığını,
vicdan ve söz özgürlüğünü, toplantı ve örgütlenme özgürlüğünü vaat ediyordu. Bir Yasama Duması’nı toplantıya çağırmayı ve seçim hakkını bütün sınıfları kapsayacak şekilde genişletmeyi vaat ediyordu. (SBKP(B)
tarihi kısa der-Stalin Eserler Cilt 15-sayfa 96
serbest kürsü
1905 Devrimi’ni devrim yapan özellikler
nelerdir?
gerçekleştirdiler. Bazı durumlarda çarlık hükümetinin paralarına el koyup bunu devrimin ihtiyaçları için
kulandılar.1905 Aralık da başlayan ve doğrudan çara
yönelen silahlı ayaklanmaların başlama kararlarının
ardından bir dizi mücadele yürütüldü. Doğrudan işçilerin oluşturduğu kızıl müfrezelerin silahlı mücadelesi ve bir çok bölgeyi kuşatan silahlı mücadeleler
Bolşeviklerin ve Sovyet temsilcilerinin beklentilerini
karşılamadı. Aralık silahlı ayaklanmaları Çarlık
otokrasisi karşısında bir dizi yenilgi ile yaşanan bu
devrim geri çekilmek zorunda kaldı.
Bu kısa tarih deneyimi bugün yaşanan kitlesel eylem ve ayaklanmalar ile kıyaslanamayacak ölçüde
kapsamlı bir gelişmenin örneği olmuştur. Halk isyanlarını bütünlük içinde değerlendirdiğimizde nasıl
kategorize etmemiz gerektiğini, bunların proletaryanın mücadelesine nasıl ve ne şekilde kazanımlar
sunduğunu doğru tahlil etmemiz gerektiğini göstermektedir. 1905 Devrimi’ni devrim yapan en belirgin
özellik kitlelerin Çarlığın uydurma Duma’sından her
türden Menşevik siyasetten bağımsız büyük ve siyasi eylemleri ve Sovyet deneyimleri oluşturmaktadır.
Kitlelerin proletarya önderliğinde kendi iktidarını
silahla güvence altına almasının önemli deneyimidir.
Burada çarlık hükümetinin yıkılmamasına rağmen
bir devrimden söz etmek mümkündür ve fakat buna
rağmen bu koşullar altında otokrasiye karşı boyun
eğmeyen kendi sınıf inisiyatifini zor yoluyla oluşturan bir gelişmeden söz ediyoruz.
1905 devrimi devrimler tarihinin önemli bir deneyimidir. Bu deneyim bugün yaşanan halk hareketlerinin içeriğini ve “devrimin fırtına merkezleri” adı
altında genelleştirilen bölgelerde devrimden ne anlamamız gerektirdiğini bize kanıtlamaktadır.
YDİ ÇAĞRI Okuru
07.10.2012 ✓
✒
meliyiz. Bu yaklaşım bizleri ve Leninist devrim teorisini ikircikliğe düşürür ve kafalarda soru işaretleri
oluşturur.
YDİ ÇAĞRI’nın yakın zamanda gerçekleştirmiş
olduğu “Arap Baharı Üzerine” konulu panel ve toplantılarda 1905 devriminin yenilgiyle sonuçlandığı ve
buna rağmen komünistlerin 1905›de olanın devrim
olduğu ve çarlık rejiminin değiştirilmediği koşullarda dahi siyasi devrimlerin yaşanacağı örneği verilmektedir. Bu örneği Mısır ve Tunus’taki gelişmelerle
kıyaslamak yanlış olur.
55
✒
serbest kürsü
“Mısır ve Tunus’daki ‘Siyasi
Devrimler’ Üzerine” başlıklı yazı
hakkında tavrımız
Y
Dİ Çağrı okuru bir yoldaşımızın “Mısır ve Tunus’daki ‘Siyasi Devrimler’ Üzerine” başlıklı
bir yazısı elimize geçti. Okurlarımızın YDİ Çağrı’da
yayınlanan yazılarda yapılan değerlendirmeleri, eleştirici bir bakış ile okumaları, yanlış buldukları değerlendirmeleri eleştirmeleri ve eleştirilerini bize yazılı
olarak iletmelerini gayet olumlu buluyoruz. Biz de
bu tür yazıları dergimizde yayınlayarak, kamuoyu
önünde yürüttüğümüz tartışma ile hem tartışmayı
ilerletmek hem de okurlarımızın tartışmaya katılmalarını sağlamak istiyoruz.
Tartışma konusu nedir?
Yoldaşımız, halk hareketi, ayaklanması sonucu
Tunus’ta Bin Ali’nin, Mısır’da Mübarek iktidarının
yıkılmasını devrim olarak adlandırmamızı doğru
bulmuyor. Tartışmamız bağlamında gelen eleştiride
esas mesele, Tunus ve Mısır’daki gelişmeler bağlamında devrim tanımını kullanmış olmamızdır. Bu
iki ülkede olanın devrim olup olmadığı konusunda
anlaşabilmek için öncelikle hemfikir olunması gereken nokta, devrim tanımının sadece bir içerikle mi
kullanılacağı, yoksa dar ve geniş anlamıyla ve değişik durumlar için kullanılıp kullanılmayacağı konusudur. Buna bağlı olarak tartışılması gereken ikinci
nokta ise, yazılarımızda yaptığımız somut tespitlerimizin, olgularla örtüşüp örtüşmediği noktasıdır. Görünen odur ki eleştiriyi getiren yoldaş bu noktalarda
farklı düşünüyor.
Devrim tanımının kullanımı...
56
Devrim tanımının sadece eski yönetim biçiminin ve
eski sistemin zor yoluyla devrilip yerine daha ilerici bir
sistemin konması biçiminde kullanılmadığı, Dünya
Komünist Hareketi tarihinde sayısız örnekle ortadadır. Bu Lenin ve Stalin’in, Komünist Enternasyonal’in
değerlendirmelerine, tavırlarına bakıldığında da görülebilir gerçekliktir. Marksizm-Leninizm’in ustaları, işçi sınıfının kurtuluşunun bilimini ortaya ko-
yarken komünizme gidiş yolunu gösterdiler. Bu yolda
proletaryanın devrimdeki rolünü ve bunun için işçi
sınıfı önderliğindeki devrimlerin gerekliliğini ortaya
koyarken, insanlık tarihinde, özellikle de burjuvazinin iktidarı koşullarında ve de burjuvazinin önderliğindeki devrimleri yok saymadılar.
Burjuvazinin şu ya da bu temsilcilerinin, kesimlerinin önderliğinde yaşanan gelişmeler de, eğer bu gelişmeler andaki siyasi iktidarı değiştirmişse devrim
olarak değerlendirilmişlerdir. Nasıl olduğu, hangi
anlamda devrim olduğu, ya da yarı yolda kaldığı vb.
vb. de devrim tanımlamasının yanısıra somut olarak
tespit edilmiştir. Burjuva devrimlerinde ya da burjuvazinin önderliğindeki devrimlerde siyasi iktidarın değişip değişmediği konusunda sorun, burjuva
demokrasisinin gerçekleştirilip gerçekleştirilmediği
meselesine bakılarak değerlendirilmelidir. Örneğin
siyasi iktidar faşist ise, faşist iktidarı burjuva demokrasisine dönüştüren bir halk isyanı ya da feodal
despotluğun egemen olduğu bir ülkede, mutlakiyetçi bir yönetimin geri düzeyde bir parlamentarizme,
burjuva demokrasisine geçişi sağlayan halk isyanı,
geçmişteki siyasi iktidara göre ilerici bir siyasi sistemi
getirmiştir. Bu da devrim olarak tanımlanabilecek bir
gelişmedir. İlericilik her zaman somut duruma göre
ele alınmak zorundadır. Burjuva demokrasisinin
olduğu bir Avrupa ülkesinde meşruti monarşi talep
etmek gericilik iken, Bahreyn gibi ülkelerde mutlakiyetçi monarşiye karşı meşruti monarşiyi savunmak
ilerici olabilmektedir.
Yürüyen tartışmada, bilince çıkarılması gereken
noktalardan biri “sistem”den bahsedilirken neyin
kastedildiği meselesidir. Eğer sistemden kapitalizm,
kapitalist sistem anlaşılıyorsa –ki öyledir- o zaman
eleştiri getiren yoldaşın yaklaşımına göre, kapitalist
sistemin özüne dokunmayan, yani siyasi iktidarı ele
geçirip ekonomik olarak sömürücü sisteme darbe
vurmayan hiçbir siyasi iktidar değişikliği devrim
olarak adlandırılamaz. Devrim denebilmesi için işçi
✒
serbest kürsü
sınıfı önderliğinde bir iktidarın kurulması ve kapita- lışlığı hakkında tavır takınmamaktadır. Ki devrim
lizmin yerine demokratik halk iktidarı ya da prole- tanımlamamız somut gelişmeler ve değerlendirmetaryanın sosyalist iktidarının ekonomik sisteminin lere dayanılarak yapılmıştır. Eğer somutu, olgular ve
yerleştirilmesi gerekir. Yoldaş da bu yaklaşımı: “Ne gelişmeler temelinde değerlendirme durumu yoksa
şekilde olursa olsun sistemin özüne dokunmayan ik- bizim bu gelişmeleri devrim olarak nitelendirmemitidar değişiklikleri devrim ya da ‘siyasi devrim’ olarak zin ML’nin “evrensel ilkeler”iyle örtüşmediğini sanitelenemez.” diye ifade etmektedir. Bu yaklaşım ama vunmak, iddiadan öteye geçmez.
soruna dar bakış açısıyla bakan bir yaklaşımdır.
Eleştiriyi getiren yoldaş yazısında şöyle diyor: “Biz- Siyasi devrim nedir?
ler devrim sorununu öncelikli olarak siyasi iktidara Her devrimin temel sorunu siyasi iktidar sorunukimlerin geçmesi gerektiği sorunu üzerinde durarak dur. Siyasi devrim var olan siyasi bir iktidarın, hükümetin halk ayaklanması sonucu, zor ile
çözebiliriz.” Burada “atlar arabanın arkasıyıkılmasıdır. Siyasi devrim bir büna” bağlanmaktadır. Herhangi bir
Bizim toplumtün devrim süreci açısından
ülkedeki gelişmelerin devrim
esasta devrimin başlangıcı
olarak tanımlanması, iksal/sosyal devrim anlayışımız
olarak kavranmak zotidara kimlerin geçmerundadır. Siyasi devsi gerektiğine bağlı
şöyledir: Devrim eski toplumsal sistemin
rimin bu içeriği ile
olarak
yapılmaz.
gelişmeleri değerDevrimin
nasıl
yıkılması, yerine ondan daha ileri bir toplumlendirdiğimizde;
bir devrim olduhem Tunus’ta ve
ğu, burjuva devsal sistemin kurulmasıdır. Genelde kullandığımız hem de Mısır’da
rim, demokratik
yaşanan gelişdevrim, sosyadevrim kavramı, Marksist-Leninist devrim kav- melerin devrim
list devrim vb.
olarak tanımlanadlandırma ikramının içeriği budur. Var olan toplumsal yapı ması doğrudur.
tidarın kimlerin
Tunus’ta açık faelinde
olduğuna
çözülecek, yerine ondan daha ileri bir
şist bir polis rejimi;
bağlıdır, ama devrim
Mısır’da ise önceki dötanımı iktidara kimin
toplumsal yapı konulacak.
nemi bir kenara bıraksak
geçmesi gerektiğine göre
bile Mübarek’in başkanlığı
belirlenmez. Yoldaşın mantıdöneminin tümü, sıkıyönetimli,
ğı işçi sınıfı iktidara gelmemişse,
olağanüstü halli bir askeri faşist rejimin
bir burjuvanın gidip diğerinin yerine
gelmesi, hatta Müslüman Kardeşler gibi dincilerin yıkılıp gerici ve geri düzeyde bir burjuva demokrasiyönetime seçilmesi asla ve asla devrim olarak tanım- sine geçiş süreci sözkonusudur.
Yoldaşımız wikipedia.org’dan bir devrim tanımı
lanamaz. Burada toplumsal değişimin, Bin Ali ve
Mübarek rejimlerinin yıkıldığı, bunun da siyasi ik- aktarmakta, ardından “Bu tanımlamadan yola çıkartidar bağlamında bir altüst oluş olduğu olgularının sak Mısır ve Tunus’ta yaşanılanın ‘siyasi bir devrim’
ve hatta ‘devrim’ olduğu sonucu çıkarılabilir.” demekgözardı edildiği bir tavır kendisini gösteriyor.
Yoldaş, konu hakkında samimi biçimde “Bir bütün tedir. Fakat yoldaşımız “çıkarılabilir” olarak gördüolarak gelişmelerin seyri üzerinde detaylı açıklamalar ğü sonucun çıkarılmasına karşıdır. Devrim kavrayapabilecek durumda değilim.” tespitini yapmaktadır. mının “birçok alanda kullanıldığını”, “siyasi devrim
Buna rağmen ama “Fakat genel bir değerlendirme so- kavramı”nın da bu kavramlar içerisinde olduğunu
nucu yaşanılanları devrim olarak nitelendirdiğimizde söyleyen yoldaşımız şu tavrı takınıyor:
“Burada eleştirdiğim konu tamda bu anlayışa yöneMarksizmin Leninizmin evrensel ilkeleriyle örtüşmediği ortaya çıkmaktadır.” değerlendirmesini yap- liktir. Bugün devrim kavramı yukarıda bahsettiğim
maktadır. Bu arada bizim yazılarımızda sözkonusu temelde kavranılmaktadır. Bunun açık örnekleri siyasi
ülkelerdeki gelişmeler hakkındaki değerlendirmele- literatürlerde ve ansiklopedilerde oldukça yaygındır.”
Biz devrim kavramını sadece siyasi anlamı ile kulrimizin -devrim tanımı dışında-, doğru ya da yan-
57
✒
serbest kürsü
58
lanmıyoruz. Devrim kavramını genelde toplumsal
anlamı ile kullanıyoruz. Bunun en açık örneği “Devrim ve devrim tipleri” başlıklı eğitim dizisi broşürümüzdür. (Bkz. Devrim ve Devrim Tipleri, Eğitim
Dizisi No 3 YDİ Çağrı yayınları)
Bu eğitim dizisi broşüründe devrimin ne olduğu,
devrim kavramı siyasi ve toplumsal anlamı ile açıklanmış, bizim kullandığımız devrim kavramının genelde Marksist-Leninist toplumsal devrim olduğu örnekler ile ortaya konulmuştur. Kullandığımız devrim
kavramı, bir toplumsal sistemden, o toplumsal sisteme göre daha ileri olan bir başka toplumsal sisteme
geçişi ifade eden bir kavramdır. Fakat devrim denilince, devrimden sadece toplumsal devrimi anlamıyoruz. Tunus ve Mısır’da olduğu gibi gelişmede siyasi
devrim söz konusu ise, bu gelişmenin siyasi devrim
olduğunu da ortaya koymalıyız.
“Bizim anladığımız biçimde devrim eski yönetim
biçiminin ve eski sistemin zor yoluyla devrilip yerine
daha ilerici bir sistemin ve yeni bir yönetimin getirilmesi demektir.”
Bu devrim anlayışı yanlış değildir. Yanlışlık devrim
anlayışının darlaştırılması/tekleştirilmesi, devrimden sadece toplumsal devrimin anlaşılmasıdır.
Bizim toplumsal/sosyal devrim anlayışımız şöyledir: Devrim eski toplumsal sistemin yıkılması, yerine
ondan daha ileri bir toplumsal sistemin kurulmasıdır. Genelde kullandığımız devrim kavramı, Marksist-Leninist devrim kavramının içeriği budur. Var
olan toplumsal yapı çözülecek, yerine ondan daha
ileri bir toplumsal yapı konulacak. Devrimin öznesi
olan kitlelerin harekete geçmesi, ayaklanması şiddeti gündeme getirmesi ve kullanması sonucu alt üst
oluşun gerçekleşmesi, siyasi iktidarın ele geçirilmesi, yıkılanın yerine, daha ileri bir sistemin kurulması
vb.dir toplumsal devrim. Toplumsal devrimin bu içeriği ile baktığımızda Tunus ve Mısır’da olan toplumsal devrim değildir. Çünkü yıkılanın yerine, ondan
daha ileri bir düzen gelmedi. Sistem esasta değişmedi.
Yoldaşımız “Ne şekilde olursa olsun sistemin özüne
dokunmayan iktidar değişiklikleri devrim ya da “siyasi devrim” olarak nitelendirilemez.” dediği yerde siyasi
devrim ile toplumsal devrimi karıştırmakta, eşitlemektedir. Siyasi devrim tanımının içinde yıkılanın
yerine ondan daha ileri iktidar şartı yoktur. Her devrim siyasi devrim olarak başlar. Eğer yıkılanın yerine
ondan daha ileri bir düzen kurulursa bu toplumsal
devrimdir. Eğer yıkılanın yerine daha ilerisi gelmez,
esas olarak sistem değişmezse, egemen sınıfın başka
temsilcileri iktidara gelirse, bu durum gelişme olanın
siyasi devrim olduğu gerçeğini değiştirmez.
Bu bağlamda Lenin’den bir örnek vermek istiyoruz:
Lenin 1908 yılında İttihat ve Terakki’nin iktidara
gelmesini, mutlakiyetçi monarşi yerine meşruti monarşinin kurulmasını burjuva devrimi olarak adlandırıyor.
“Türkiye’de Jöntürklerin yönettiği, ordunun devrimci hareketi zafere ulaştı. Ne var ki, Türkiye’nin II.
Nikola’sı, ünlü Türk anayasasını yeniden tesis etme sözüyle şimdilik paçasını kurtardığı için, bu zafer sadece
yarım bir zaferdir ya da sadece bir zafer kırıntısıdır.
Ancak devrimlerde bu tür yarım zaferler, eski rejimden böyle zorla alınmış, acele tavizler, iç savaşın çok
daha tayin edici, çok daha şiddetli, büyük halk kitlelerini kapsayan yeni etapları için en emin garantidir.”
(Lenin, Ulusal ve Sömürgesel Ulusal Sorun Üzerine,
Sayfa 43, İnter yayınları)
“Türk devrimi”, “Hepsi de Türk devriminin başarısından korkuyorlar.” (a.g.e., sayfa 50,51)
Mutlak monarşi ile meşruti monarşi arasındaki
değişiklik sistemde temel bir değişiklik olmamasına
rağmen, yönetim biçimindeki bu değişikliği Lenin,
1908’de devrim olarak adlandırıyor. Lenin’in burada
kullandığı devrim kavramının siyasi olduğu açıktır.
Lenin’in bu tavrı da gözönüne alınması gereken bir
tavırdır.
“Sonuç olarak. ML’lerin siyasi devrim kavramı ile
genel olarak bilinen devrim kavramlarını bir ve aynı
konumda değerlendirmemeliyiz. Birçok terimin, kelimelerin dar ve geniş anlamları olabilir. Fakat bir olguyu analiz ederken sadece dar ve geniş anlam biçiminde
ifade etmemeliyiz. Bizim için belirtilmesi gereken ne
ise o şekilde ifade etmeliyiz. Kaldı ki dar anlam, geniş
anlama hizmet eder. Burada yapılan ise oldukça farklıdır. İki farklı anlam, iki farklı tespit vardır ve biz bu
tespitleri bir ve aynı gibi göstermemeliyiz. Bu yaklaşım
bizleri ve Leninist devrim teorisini ikircikliğe düşürür
ve kafalarda soru işaretleri oluşturur.”
Devrimin siyasi anlamı ile toplumsal anlamını bir
ve aynı görmüyoruz. Diğer bir ifade ile siyasi devrimler ile toplumsal devrimleri eşitlemiyor, ikisini
bir ve aynı görmüyoruz.. Tersine gelişmelere olduğu
gibi bakıyor, Tunus ve Mısır’da olanın siyasi devrim
olduğunu söylüyoruz. Yoldaş bizim olmayan bir pozisyonu bize mal edip eleştiriyor. Yazılarımızda tam
da“Bizim için belirtilmesi gereken ne ise o şekilde ifade
etmeliyiz.” dediği işi yaptık, yapmaya çalıştık. Sonuçta hep aynı kapıya varılıyor: Yoldaş devrimi sadece
Şöyle diyor yoldaşımız:
“YDİ Çağrı’nın yakın zamanda gerçekleştirmiş olduğu “Arap Baharı Üzerine” konulu panel ve toplantılarda 1905 devriminin yenilgiyle sonuçlandığı ve buna
rağmen komünistlerin 1905’de olanın devrim olduğu
ve çarlık rejiminin değiştirilmediği koşullarda dahi siyasi devrimlerin yaşanacağı örneği verilmektedir. Bu
örneği Mısır ve Tunus’taki gelişmelerle kıyaslamak
yanlış olur.”
Ardından yoldaşımız “1905 Devrimi’ni devrim
yapan özellikler nelerdir?” diye ara başlıkta soru
soruyor ve kendisine göre bu özellikleri aktarıyor.
1905 Devrimi’nin örnek olarak verilmesi sorununa
geçmeden, yoldaşın 1905 Devrimi’ni devrim yapan
özellikler olarak aktardığı noktalara kısaca bakmak
gerekiyor.
İlk iki noktayı –ayaklanma, grev ve isyan- bir kenara bıraktığımızda karşımıza şu noktalar çıkmaktadır: “Bütün bu süreç proletaryaya önemli deneyimler
kazandırmasıyla birlikte proletaryanın artık burjuvazinin bir yamağı değil onu devrimin önderi olduğunu
kanıtlıyor.
1905 ayaklanmaları aynı zamanda işçi sınıfının en
büyük müttefikinin köylülük olabileceğini gösteriyordu.
Ayaklanmalar karşısında felce uğrayan Çarlık hükümeti 17 Ekim manifestosunu hazırlamak zorunda
kalmıştı.
Bütün bu gelişmeler ışığında işçi sınıfı devrimci ya-
27.10.2012
YDİ ÇAĞRI ✓
serbest kürsü
1905 Devrimi
ratıcı gücü sayesinde güçlü bir silah yarattı. İşçi Temsilcileri Sovyetleri.”
Burada tespit edilen noktalar 1905 Devrimi’ni genel
olarak değerlendirme bağlamında önemli noktalardır, deneyimlerdir, sonuçlardır vb. vb. Fakat bunlar
1905 Devrimi’ni devrim yapan özellikler değil. Detaylara girmeden tespit yapılırsa, 1905 Devrimi’ni
devrim yapan esas şey ayaklanmadır, devlet güçleriyle çatışmalardır. Grevler ya da ordudaki isyanlar genel
ayaklanmanın parçalarıdır. SBKP(B) Tarihi Kısa Ders
tarafından “Buna rağmen. 17 Ekim Manifestosu halka karşı bir yutturmacaydı, Çarın safdilleri uyutmak,
kendi kuvvetlerini toparlamak üzere vakit kazanmak
ve toplayınca da devrime darbe indirmek için giriştiği
bir menavra, bir tür soluklanma molasıydı.” (sayfa 96)
biçiminde değerlendirilen 17 Ekim Manifestosu’nun
Çarlık tarafından yayınlanması nasıl oluyorsa, yoldaş
tarafından 1905 Devrimi’ni devrim yapan özellikler
arasında ele alınıyor? Neresinden bakılırsa bakılsın
yoldaşın soruna yaklaşımı yanlıştır.
“Arap baharı” üzerine yapılan panellerde, 1905
devrimi, sadece bir noktada örnek olarak verilmiştir.
O da şudur: 1905 devrimi başarıya ulaşmamasına,
yenilgiye uğramış olmasına rağmen Bolşevikler tarafından devrim olarak görülmüştür.
1905 devrimini bütün yönleri ile Tunus ve Mısır’da
yaşanılan bütün gelişmeleri eşitlemek, tartışmak elbette yanlış olur. 1905 devrimi ile Tunus ve Mısır arasında çok önemli farklılıklar vardır.
1905 yılında Rusya’da işçi sınıfı içinde örgütlü, işçi
sınıfının öncüsünü kazanmış (RSDİP içinde Bolşevik kanat olarak) bir Bolşevik Parti var. Bu parti önderliğinde silahlı ayaklanma yapılıyor. Gelişen kitle
hareketi Sovyetleri yaratıyor. Devrimin amacı Çarlık
rejimini yıkarak işçilerin, köylülerin devrimci demokratik diktatörlüğünü kurmaktır.
Tunus’ta, Mısır’da, 1905 devriminde olan özelliklerin hiçbirisi yok. Buna rağmen Tunus’ta, Mısır’da
kendiliğinden ayaklanan kitlelerin mücadelesi sonucu diktatörlerin yıkılışı var. 1905 Devrimi ile Tunus
ve Mısır’daki tek benzerlik ikisinin de siyasi devrim
olmasıdır. Halk Tunus ve Mısır’da diktatörleri yıktı.
Yerine kendi iktidarını kuramamasına rağmen gerici
burjuva demokrasisine geçiş temelinde kimi haklar
elde etti ve bu hakları bugün bu ülkelerde kullanma
durumundadır.
✒
toplumsal devrim olarak ele alıyor. Yaşanan gerçeği
yok sayıyor.
“Arap Baharı” üzerine tavır takındığımız yazılarda siyasi devrimin içeriğinin ne olduğunu açıkladık.
Kitleler içinde, onlar içinde örgütlü, onların mücadelesine önderlik edecek devrimci/ komünist bir önderlik olmadığı için siyasi devrimin başarıya ulaşmadığını, yarı yolda kaldığını, burjuvazinin diğer siyasi
kesiminin iktidara geldiğini yazdık/ söyledik.
Kitleler içinde örgütlü komünist bir öncü olmadığı
için devrimci ayaklanmalar en iyi halde burjuvazinin bir bölümünün siyasi temsilcilerinin iktidardan
uzaklaştırılması, bir başka bölümü ile yer değiştirmesi ile sonuçlanıyor. Bir kez daha temel görevin ne
olduğu ortaya çıkıyor: İşçi sınıfına, emekçi kitlelere
doğru bir temelde önderlik edecek Bolşevik Partilerin
mücadele içinde yaratılması, örgütlenmesi günümüzde komünistlerin önünde en temel görevdir.
59
25 Kasım: Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücadele Günü
KADIN KATLİAMLARINA SESSİZ KALMA!

Benzer belgeler