TÜRK ‹SLÂM EDEB‹YATI

Transkript

TÜRK ‹SLÂM EDEB‹YATI
T.C. ANADOLU ÜN‹VERS‹TES‹ YAYINI NO: 2073
AÇIKÖ⁄RET‹M FAKÜLTES‹ YAYINI NO: 1107
Anadolu Üniversitesi
‹lâhiyat Önlisans Program›
TÜRK ‹SLÂM EDEB‹YATI
Editör
Prof.Dr. Hasan AKSOY
Yazarlar
Prof.Dr. Bilal KEM‹KL‹ (Ünite 1, 10)
Prof.Dr. Mustafa ‹smet UZUN (Ünite 2, 4)
Prof.Dr. Hasan AKSOY (Ünite 3, 8)
Prof.Dr. Alim YILDIZ (Ünite 6, 7)
Yrd.Doç.Dr. Ali ÖZTÜRK (Ünite 5, 9)
ANADOLU ÜN‹VERS‹TES‹
Bu kitab›n bas›m, yay›m ve sat›fl haklar› Anadolu Üniversitesine aittir.
“Uzaktan Ö¤retim” tekni¤ine uygun olarak haz›rlanan bu kitab›n bütün haklar› sakl›d›r.
‹lgili kurulufltan izin almadan kitab›n tümü ya da bölümleri mekanik, elektronik, fotokopi, manyetik kay›t
veya baflka flekillerde ço¤alt›lamaz, bas›lamaz ve da¤›t›lamaz.
Copyright © 2010 by Anadolu University
All rights reserved
No part of this book may be reproduced or stored in a retrieval system, or transmitted
in any form or by any means mechanical, electronic, photocopy, magnetic, tape or otherwise, without
permission in writing from the University.
Genel Akademik Koordinatörler
Prof.Dr. ‹brahim Hatibo¤lu (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi)
Prof.Dr. Ali Erbafl (Sakarya Üniversitesi)
Program Koordinatörü
Doç.Dr. Cemil Ulukan
Uzaktan Ö¤retim Tasar›m Birimi
Genel Koordinatör
Prof.Dr. Levend K›l›ç
Genel Koordinatör Yard›mc›s›
Ö¤retim Tasar›mc›s›
Doç.Dr. Müjgan Bozkaya
Ö¤retim Tasar›mc›s› Yard›mc›lar›
Arfl.Gör. Mehmet F›rat
Arfl.Gör. Nur Özer
Grafik Tasar›m Yönetmenleri
Prof. Tevfik Fikret Uçar
Ö¤r.Gör. Cemalettin Y›ld›z
Ölçme De¤erlendirme Sorumlusu
Ö¤r. Gör. Atilla Tekin
Kitap Koordinasyon Birimi
Doç.Dr. Feyyaz Bodur
Uzm. Nermin Özgür
Kapak Düzeni
Prof. Tevfik Fikret Uçar
Dizgi
Aç›kö¤retim Fakültesi Dizgi Ekibi
Türk ‹slâm Edebiyat›
ISBN
978-975-06-0756-1
3. Bask›
Bu kitap ANADOLU ÜN‹VERS‹TES‹ Web-Ofset Tesislerinde 60.000 adet bas›lm›flt›r.
ESK‹fiEH‹R, Ocak 2013
İÇİNDEKİLER
Ünite 1: Din ve Edebiyat……………………………………………………2
Ünite 2: Türk – İslâm Edebiyatının Kaynakları ………………………… 22
Ünite 3: Türk – İslâm Edebiyatında Nazım Şekilleri …………………… 52
Ünite 4: Türk – İslâm Edebiyatında Belâgat Başlıca Edebî Sanatlar …… 82
Ünite 5:
XV. Yüzyıla Kadar Türk – İslam Edebiyatı ……………………110
Ünite 6:
XVI – XX. Yüzyıl Türk – İslam Edebiyatı ……………………136
Ünite 7: Allah Teâlâ ile İlgili Edebî Türler………………………………156
Ünite 8: Hz. Peygamber ile İlgili Edebî Türler………………………… 182
Ünite 9: Dinî Tür ve Konular ……………………………………………208
Ünite 10: Tasavvuf ve Edebiyat …………………………………………234
iii
iv
ÖNSÖZ
Edebiyat, düşünce ve hayallerin duygularla birlikte heyecan ve estetik zevk
uyandıracak şekilde ifade edilmesidir. Binlerce yıldan bu yana varlığını sürdüren Türk edebiyatı İslâmiyet’le birlikte durmadan gelişmiş ve hatta yenilenmiştir. Türkler’in İslâmiyet’i kabul etmelerinden sonra İslâm kültür ve
medeniyetinin birleştirici, bütünleştirici etkisi altında ortaya çıkan İslâm medeniyeti tesiri altındaki Türk edebiyatı Osmanlı Dönemi boyunca varlığını
güçlendirerek devam ettirmiş, Fuat Köprülü, Ali Nihad Tarlan, Nihat Sami
Banarlı ve Neclâ Pekolcay gibi Cumhuriyet Dönemi edebiyat araştırmacıları
tarafından Türk-İslâm Edebiyatı adı altında bilim dalı haline getirilmiştir.
Ana hatlarıyla ifade edilecek olursa, Türk-İslâm edebiyatı, din ağırlıklı
edebî eser ortaya koyan şair ve yazarları inceleyen bir bilim dalıdır. Diğer İslâmî dallarda olduğu gibi, bu alanın da ilk kaynakları Kur’ân-ı Kerîm ve hadislerdir. Siyerler, kısas-ı enbiyâlar, tasavvuf ve akaid, tefsir, fıkıh gibi İslâmî
ilimler, devrin ilimleri, yerli malzeme, İran ve Arap Edebiyatı bu bilim dalının diğer kaynakları arasında sayılabilir.
Ön lisans öğrencilerine hitap eden elinizdeki kitapta Türk-İslâm edebiyatı
hemen bütün yönleriyle ele alınmaya çalışılmıştır. Birinci ünitede dinedebiyat ilişkisi incelenmiş, Türk-İslâm edebiyatının kapsamı ve diğer bilim
dallarıyla irtibatı anlatılmıştır. İkinci ünitede Türk-İslâm edebiyatının kaynakları bütün yönleriyle incelenmiştir. Bu ünitede önce Türk-İslâm edebiyatına konusunu ve özelliklerini veren kaynaklar tanıtılmış, sonra Türk edebiyatı metinlerinin kaynakları ve Türk-İslâm edebiyatı çalışmalarında başvurulacak kaynaklar hakkında bilgi verilmiştir. Üçüncü ünitede Türk-İslâm edebiyatında kullanılan nazım şekilleri, vezinler, eski Türk edebiyatında sıklıkla
kullanılan aruz kalıpları ve kafiyeler örneklerle anlatılmıştır. Dördüncü ünitede Türk-İslâm edebiyatında çoğunlukla başvurulan edebî sanatlar, belâgat
ve unsurları tanıtılmış, edebiyat-sanat ilişkisi üzerinde durulmuştur. Beşinci
ünitede Türk-İslâm edebiyatı tarihinin XV. yüzyıla kadar seyri hakkında bilgi verilmiş, Türkler’in müslüman olduktan sonra meydana getirdikleri ilk
eserlerin ortak özellikleri ana hatlarıyla aktarılmış, XIII-XV. yüzyılların edebî özellikleri anlatılmış, öne çıkan şair ve yazarlar eserleriyle birlikte kısaca
tanıtılmıştır. Altıncı ünitede Türk-İslâm edebiyatı tarihinin XVI-XX. yüzyıllardaki seyri takip edilmiş, yüzyılların özellikleri şiirlerden seçmelerle anlatılmış, bu edebiyatın canlı ve devam eden bir edebiyat olduğu gözler önüne
serilmiştir. Yedinci ünitede Türk İslâm Edebiyatı’nda Allah’la, sekizinci
ünitede Hz. Peygamber’le ilgili edebî türler hakkında genişçe bilgi verilmiştir. Bu iki ünitede önce türler genel olarak tanıtılmış, sonra her türün tarihî
gelişimi anlatılmış ve her tür önemli örneklerle desteklenerek okuyucunun is-
v
tifadesine sunulmuştur. Dokuzuncu ünitede dinî-edebî türler ile genel edebiyat türleri karşılaştırılmış, Türkçe dinî eserler edebî bakımdan değerlendirilmiş, dinî konulu destânî mahiyetteki eserlerle ramazâniyye, ıydıyye, fetihnâme, gazavatnâme, mersiye ve maktel gibi dinî-edebî türler hakkında etraflıca
bilgi verilmiştir. Onuncu ünitede ise tasavvufun edebiyatla irtibatı ele alınmış, kültür tarihimizde önemli bir edebiyat ve sanat ortamı olan tekkeler hakkında bir değerlendirme yapılmış, tasavvuf edebiyatının temel kavramları tanıtılmış, dinî-tasavvufî türler zengin örneklerle anlatılmıştır.
Önemli bir boşluğu dolduracağına inandığımız bu kitap bir ekip çalışmasının ürünüdür. 1. ve 10. ünite Uludağ Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim
Üyesi Prof. Dr. Bilal Kemikli, 2. ve 4. ünite Marmara Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mustafa Uzun, 3. ve 8. ünite Marmara
Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Hasan Aksoy, 5. ve 9.
ünite İstanbul Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim Üyesi Yrd. Doç. Dr.
Ali Öztürk, 6. ve 7. ünite Cumhuriyet Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Öğretim
Üyesi Doç. Dr. Alim Yıldız tarafında hazırlanmıştır. Yoğun mesai sarfederek
kitabın en güzel şekilde tamamlanması için titizlik gösteren ve büyük bir özveriyle çalışan ve hepsi de fakültelerinde Türk-İslâm Edebiyatı Anabilim dalı
öğretim üyesi olan kıymetli meslektaşlarıma teşekkürü borç bilirim.
Ön lisans kitaplarının koordinatörleri değerli meslektaşlarım Çanakkale
Onsekiz Mart Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı sayın Prof. Dr. İbrahim
Hatiboğlu ile Sakarya Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi Dekanı sayın Prof. Dr.
Ali Erbaş’a ve basım konusunda yardımlarını ve gayretlerini esirgemeyen
Eskişehir Anadolu Üniversitesi Rektörü ile Açık Öğretim Fakültesi Dekanı’na ve çalışanlarına en kalbî teşekkürlerimi sunarım.
Gayret bizden tevfik Allah’tandır.
Prof. Dr. Hasan AKSOY (Editör)
vi
1
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Din ve edebiyatı ilişkilendirebilecek,
• Türk-İslâm Edebiyatını tanımlayabilecek,
•
Türk-İslâm Edebiyatının kapsamını açıklayabilecek,
•
Türk-İslâm Edebiyatının diğer bilim dallarıyla ilişkisini belirleyebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Din
•
Edebiyat
•
Türkler
•
İslâm
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için öncelikle;
•
M. Fuat Köprülü’nün Edebiyat Araştırmaları adlı kitabından “Türk Edebiyatı’nın Menşe’i” başlıklı bölümü okuyunuz.
•
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nden “Edebiyat” maddesini
okuyunuz.
•
Agâh Sırrı Levent’in Türk Edebiyatı Tarihi I. Cilt Giriş adlı kitabın “Edebiyat Tarihimizin Başlıca Sorunları” başlıklı bölümü inceleyiniz.
2
Din ve Edebiyat
GİRİŞ
Din, farklı disiplinler açısından ele alınıp tanımı yapılan bir kavramdır. Kelimenin etimolojik kökeni ve tariflerinin yanında, kaynağı, tasnifi, bireyi ve
toplumu etkileyen ilkeleri ve esasları itibariyle de tanımlanmıştır. Bununla
birlikte edebiyat açısından dinin tarifini yapmak güçtür. Çünkü din, bir yönüyle edebiyatın kaynağıdır; diğer yönüyle de, tanınmasında, yayılmasında
ve kültürel değerlerini oluşturmasında edebî eserin dil, ifade ve formlarından
yararlanan bir sosyal kurumdur.
Din bireyi mukaddes duygu, ortak şuur ve vicdan etrafında birleştirir; ahlâkî bir kurum olarak insanlara yön verir, bireyi içten kuşatarak yönlendirir.
Bunu da büyük oranda sözün büyülü gücünden yararlanarak yapar. Her şeyden önce, her dinin bir kutsal metni vardır. Kutsal metin, bir yandan okuyana
dinin temel ilkelerini öğretirken, öte yandan da onu metafizik gerçeklikle buluşturur. Böylece dindar, kutsal kitabı okurken edebî bir bilince ve dil zevkine de ulaşır. Ulaşılan bu bilinç ve dil zevki, sanatın merkezinde ye alan estetik duyguyu ifade eder. Din, metafizik problemlere getirdiği çözümler, hayata
yüklediği anlam, varlık, bilgi ve ahlak anlayışıyla estetik duyguyu besleyen
en önemli kaynaktır.
Din ve edebiyat ilişkisi edebiyat bilimcilerinin ve eleştirmenlerin üzerinde
durduğu konulardan birisidir. Bu ünitede, öncelikle din ve edebiyat ilişkisi
inceleme konusu edilecektir. Daha sonra Türk-İslâm Edebiyatı’nın tanımı
yapılarak kapsamına işaret edilecek ve diğer ilimlerle olan ilişkisi ortaya konacaktır. Buradaki asıl amaç, kitabın diğer ünitelerinde ele alınan konuların
anlaşılmasına teorik bir temel oluşturmaktır.
DİN VE EDEBİYAT
Edebiyat, dile bağlı bir sanattır. Bir kavram olarak dilimizde Tanzimat sonrasında kullanılmaya başlayan edebiyat, insana ait bir duyguyu, düşünceyi, hayali, yorumları, tutumları, gözlemleri dilin imkânlarıyla en güzel şekilde anlatma sanatıdır. Diğer bir ifadeyle edebiyat, duygu, düşünce veya hayallerin
heyecan, hayranlık ve estetik zevk uyandıracak şekilde ifade edilmesidir
(Okay:1994, 395). Bu sanat, bir dönemin, bir toplumun hissiyatını, inançlarını, irfanını, bilgilerini, algılarını, kavrayışını ve estetik dünyasını yansıtan
ayna konumundadır.
3
Alman düşünürü Hegel, güzel sanatları, plastik, fonetik ve söz sanatı olmak üzere üç guruba ayırır. Plastik sanatlar, heykel ve dekoratif sanatlar,
mimari ve resimdir. Fonetik sanat, mûsikî; söz sanatı ise, edebiyattır. Beş
temel sanattan birisi olan edebiyatın insanı mukaddes duygu, ortak şuur ve
vicdan etrafında birleştiren ve ona ahlâkî açıdan yön veren dinle bir ilişkisi
var mıdır? Eğer var ise, bunun mahiyeti nedir? Her şeyden önce şunu ifade
etmek gerekir: Güzel sanatların başlangıcı hakkında araştırmalar yapan ilim
adamları ve estetik zevkin ortaya çıkışını ve gelişimini araştıran uzmanlar,
mûsikînin, raksın, şiir ve edebiyatın menşeinin din olduğu kanaatine sahiptirler (Köprülü: 1989, 49). Diğer bir ifadeyle sanatın ilk örnekleri ayinlerde ortaya çıkmıştır. Şiirin de ilk örnekleri bu ayinlerde söylenmiştir. En azından
Türk şiirinin, Şeylân, Sığır ve Yuğ adlarıyla bilinen ayinlerde söylenerek geliştiğini bilmekteyiz. Dolayısıyla buralarda söylenen yahut okunan şiirler de
dinî içeriğe sahiptir.
Bazı dilbilimciler insanın varoluşuyla birlikte sözün de var olduğu kanısındadırlar. Hatta bazı kutsal metinlerde, “önce söz vardı” denilmektedir. Bu
ifadeyi esas alan bazı dilbilimciler, sözün insandan eski olduğunu düşünmektedirler. Her halükarda söz, insanla yahut insandan evvel vardı ve bu söze
bağlı olarak da edebiyat sanatı ortaya çıktı. Demek ki, sözlü kültür içinde gelişen edebiyat sanatının kökleri insanlık tarihi kadar eskidir. Dil, insanın yaptığı yeni keşiflerle, içine girdiği yeni toplum ve medeniyetlerle birlikte değişen ve gelişen bir varlıktır. Edebiyat da dile paralel olarak gelişmiş, başlangıçta dinî törenlerde söylenen dua ve ilahilerle sınırlı iken, zamanla dünyevî
(maddi/seküler) alana doğru dönüşmüştür.
Edebiyat sanatının yegâne malzemesi sözdür, kelimelerdir. Din, bu söz
varlığını zenginleştiren, değiştirip dönüştüren bir özelliğe sahiptir. Diğer bir
ifadeyle din, kendi tefekkürünün ifadesini kendi dilinde taşır. Daha doğrusu,
dinî inanç, duygu, düşünce ve tecrübenin oluşturduğu sembollerden oluşan
bir din dili vardır. Bu dil, o medeniyet dairesine giren toplumun dili üzerinde
etkili olur. Toplumların geçirdiği tarihî süreç ve içine girilen kültürel ortamlar, sanatı, sahip olunan dili ve edebî duyguyu geliştirir. Edebiyat ve din öylesine iç içedir ki, “dinsiz edebiyat, edebiyatsız din olmaz” düşüncesini temel
ilke olarak benimseyenler olmuştur. Fuat Köprülü, sanat ve edebiyatın din ile
olan bağlantısı hakkında şunları dile getirir:
“Dinin mahiyeti hakkında yapılan tetkikler açıkça ortaya koymuştur ki,
günlük hayatın dayanılmaz meşakkatleri ile yorulan fikri eğlendirecek ve dinlendirecek oyun ve sanat gibi şeylere serbest bir saha bırakmak, dinin aslî tabiatında mevcuttur. Sanatı her ne şekil ve mahiyette olursa olsun, bütün ayinlerde mevcut bir zarûrî unsur gibi telâkkî etmeli, her dinde mutlaka şiir olduğunu bilmeliyiz… Manevî varlığın muntazam bir surette işlemesi için ona
olan ihtiyaç, maddî hayatın devamı için gıdalara olan ihtiyaçtan daha kuvvetsiz değildir, bir toplum ancak onunla varlığını devam ettirip kuvvetlendirebilir.” (Köprülü: 1989, 50-51)
Başlangıçta din adamları, aynı zamanda ilk sanatkârlardır. Dinî ayini idare eden şaman, bu görevinin yanında, şifacı, büyücü, mûsikîşinâs, rakkas ve
şairdir. Toplumun en önemli aktörü olan şaman, söylediği şiirlerle sözlü kültüre, sanata ve edebiyata hayat vermiştir. Bu dönemde Kam, Oyun, Bahşı ve
Ozan gibi isimlerle anılan şair (Köprülü: 1986, 67-69), toplumsal hadiseleri
destân şeklinde şiire dönüştürmenin yanında, ölenlerin arkasından sagu, lirik
duyguları ifade eden koşuk ve hikmete ilişkin savlar söylemiştir. İslâmlaşma
öncesi bu edebî eserlerde, içinde bulunulan dinin değerlerini, inanç esaslarını,
ilkelerini ve beslediği duyguyu bulmak mümkündür.
4
İslâmlaşmayla birlikte edebiyat ve din ilişkisi daha zengin bir mahiyet kazanmıştır. Nitekim Türkler İslâmlaşma sürecinde tabii bir kültür değişimi yaşamış, yeni bir estetik anlayış içerisinde kendilerini bulmuşlardır. Bu estetik
anlayış, dünya görüşünde, yaratılış telakkisinde, hayat ve varlık tasavvurunda
kendini göstermiştir. Bütün bunlar içine girilen yeni dil havzası içerisinde
yeni edebî eserlerin hayat bulmasını sağlamıştır. Bu dönemde doğrudan doğruya dinî kaynaktan beslenen edebî eserlerin iki koldan gelişim gösterdiğini
söylemek mümkündür:
1. Dinî metinleri açıklamayı ve öğretmeyi amaçlayan edebî eserler.
2. Dinî duyguyu ve tecrübeyi aktaran edebî eserler.
Her iki kol da Kur’an, Hz. Peygamber’in sünneti, İslâm Tarihi gibi dinî
metinlerden beslenerek gelişmiştir. Fakat ilkinde, İslâmi ilimlerin temel kavramları, mantığı ve metodundan yararlanarak gelişen bir edebiyat vardır. Daha doğrusu bu türden eserler, edebiyatın dil ve ifade imkânından yararlanarak
dinî düşünceyi ve ilmi birikimi sunan edebî eserlerdir. İkincisinde ise, din dilinin tecrübeyle, hayatla ve zamanla buluşması söz konusudur. Bu da kendi
içinde iki kategoride kendini gösterir: Sanatı önceleyen eserler ve sufi şairlerin eserleri.
Kitabınızın 2.ünitesinde Türk-İslâm Edebiyatı’nın İslâmî kaynaklarını okuyunuz.
Sanatı önceleyen eserler, dinî duyguyu ve düşünceyi edebî eserde söz ve
mana sanatlarıyla yoğuran eserlerdir. Şair, her şeyden önce sanatkârdır. Fakat
bu sanatını ortaya korken içinde yaşadığı kültürün dil zenginliklerinden yararlanır. Dinî duygu, düşünce ve semboller, bu türden eserler için, sadece
benzetme, tasvir ve çağrışımlar açısından bir araçtır. Oysa sufi şair, dinî duyguyu yoğun bir şekilde yaşadığından, bizzat tecrübe ettiği ve içselleştirdiği
konuları sanata dönüştürür. Sanat onun için duyumsadığı ve idrak ettiği hakikati sunmasına yarar. Her ne kadar o edebiyata faydacı nazarla baksa da, yine
de eserinde edebî heyecan, zevk ve ahengi ihmal etmez. Bu bakımdan onda
hikmetli söz sanata ve lirizme bürünmüştür.
İslâmlaşma sonrası edebî eserler bir bütün olarak değerlendirildiğinde şu
görülecektir: İçine girilen yeni hayatta edebiyat dinden; dinî kültür ve düşünce de edebiyattan etkilenmiştir. Bir bakıma bu dönemdeki edebî faaliyetler,
dinî kaynaklıdır. Bu edebî anlayış Tanzimat dönemine kadar devam etmiştir.
Tanzimat, Fransız aydınlanmasının etkisiyle dünyevî (seküler) algıyı ön plana çıkardığından bu dönemde din ve edebiyat ilişkisi etrafında tartışmalar
olmuştur. Yeni dönemde ortaya çıkan bu tartışmaları şu iki soruyla özetlemek mümkündür: Dinî duygu ve düşünceler edebî eserlere konu olabilir mi?
Edebî eserler dinî düşüncenin oluşmasına ve gelişmesine katkıda bulunur
mu? Bu sorulara cevap arayan edebiyatçılar öncelikle, “edebî eserin bir hedefi olmalı mıdır?” sorusuyla karşılaşmışlardır.
Bu soru, modern bir sorudur. Çünkü klasik dönem edebiyatçıları, edebî
eserin zevke ve duygulara hitabeden estetik yönünden başka, tematik yönünün
yani öğretici, mesaj verici ve etkileyici tarafının olmasına da dikkat etmişlerdir. Dolayısıyla onlara göre, edebî eserin hedefi vardır. Edebî eser, ya lirik
(garâmî) ya da didaktik (hikemî/felsefî) olmalıdır. Oysa Tanzimatla birlikte
içine girilen süreçte Fransız edebiyatından yapılan tercümelerle yeni bir edebî
anlayış gelişmiştir.
5
Batıda Yeni Eleştiri Okulu’nun kurucusu olarak kabul edilen T. S. Eliot şöyle
demektedir:
“Son yüzyıllarda edebiyat ve din ayrı kurumlar olarak düşünülmüştür. Bu
gerçek, edebî eserlerin belli bir din ve ahlâk ölçüleri dışında değerlendirilmesi anlamına gelmemelidir. Edebî eserlerde ifade bulan ahlâk hükümleri, kendileri ister bu değerlerle yaşasın, ister yaşamasın, çağdaş kuşağın tecrübesinin mahsulleridir. Belli bir dinden kaynaklanan ahlâk hükümlerine göre
yaşayan bir toplumda bu hükümler oldukça tutarlıdır. Öte yandan bir devrin
ahlâk ölçüleri, kendisini meydana getiren dinî kaynaktan koptuğu zaman, yani sadece bir alışkanlık meselesi halini aldığı zaman, değişmeye ve ön yargılarla değerlendirilmeye mahkûmdur. İşte böyle zamanlarda ahlâk, o devrin
edebiyatı tarafından etkilenebilir hale gelir. Hepimiz biliyoruz ki, bir nesli şaşırtan değerler, ondan sonraki kuşak için çok tabii sayılabilir. Ahlâk değerlerindeki değişmelere gösterilen bu uyum, bazen toplumdaki gelişmenin delili
olarak memnuniyetle kabullenilir. Hâlbuki bu değişme olayı, gelişmeden ziyade, insanların ahlâk hükümlerini ne tutarsız temellere oturtabileceklerinin
bir delilidir.” (Eliot: 1990, 98-99)
Bu yeni edebî anlayış, edebî esere farklı anlamlar yükleyerek yeni bir tartışma başlatmıştır. “Edebî eserin bir hedefi olmalı mıdır?” sorusu bu tartışmaların temelini teşkil eder. Buna göre iki görüş belirmiştir:
1. Sanat sanat içindir.
2. Sanat toplum içindir.
“Sanat sanat içindir” görüşünü benimseyen edebiyatçılar, din ve edebiyat
arasında herhangi bir ilişkinin kurulamayacağı ve dolayısıyla da dinin edebî
eserin oluşmasında herhangi bir katkısının olamayacağı fikrindedirler. Ancak
bu görüş, edebiyata bir bütün olarak bakan edebiyat tarihçileri tarafından eksik bulunmuştur. Zira en saf şiirin bile, yazıldığı çağın, toplumun ve çevrenin
düşüncesini, inançlarını yansıttığı muhakkaktır.
Resim 1.1: Şairler Sultanı Ahmet Paşa şiir okurken (Kaynak: Aşık Çelebi, Meşâirü’şşuarâ, Millet Kütüphanesi, Ali Emiri Bölümü, 772, 50b).
“Sanat toplum içindir” görüşünde olanlar, faydacı düşünceye sahiptirler.
Edebî eserin insana iyi, doğru ve güzel olanı öğreteceği ve dolayısıyla da topluma yararlı olacağı fikrindedirler. Bunların yaklaşımı, klasik dönemin sanat
6
anlayışını andırır. Zira edebî eser, tanıtıcı, öğretici ve hâli tasvir edici olmalıdır. Bu bakımdan da edebî eser, felsefi düşünce, ilmi bakış ve estetik kaygının yanında dinî mahiyete de sahip olabilir. Dolayısıyla din, edebî eserin
oluşmasında etkili olabilir. Sadece din değil, estetikle beraber felsefe, ahlâk,
psikoloji, sosyoloji, tarih gibi diğer fikir ve ilim alanları da edebiyatla ilgilidir. Fakat yine de edebî eserde temel belirleyici husus, estetik bir yapıya sahip olmasıdır; bu sebeple de sanat değerini tamamıyla ihmal eden, apaçık güdümlü bir edebiyat her zaman tenkide uğrar.
Günümüz edebiyatçıları edebiyat ve din ilişkisinden yola çıkarak edebî
eserleri, dinî edebî eserler ve profane (lâ-dînî/dünyevî) eserler şeklinde iki
grupta tasnif etmişlerdir. Türk edebiyatını da bu tasnife göre ele alan edebiyat
tarihçileri vardır. Ancak klasik dönem olarak nitelendirilen, İslâmlaşma sonrası süreçle birlikte başlayıp Tanzimat’a kadar devam edegelen edebî eserleri
böyle bir tasnife tabi tutmak güçtür. Çünkü profane (dindışı) olarak kabul
edilen bazı eserlerde din dilinin sembollerinden yararlanıldığı görülmüştür.
Tanzimat kavramı size ne anlatmaktadır? Araştırınız.
TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI
Toplum olarak yaşanan büyük hadiseler sanatı etkiler. Sanat, yapısı itibariyle,
sübjektif ve şahsi yaşantılara dayalı olsa da, toplumsal hadiselerden uzak da
değildir. Bir bakıma sanat, gerçekliği estetik ve zevk uyandıran sembollerle
ifade etmektir. Dolayısıyla göçler, savaşlar, yenilgiler, başarılar ve doğal felaketler sanatçı üzerinde derin tesir yaratır. Diğer bir ifadeyle, bu hadiseler
sosyal değişmeye sebep olduğu gibi, sanat anlayışının, formların, malzemenin ve dilin değişmesine de sebep olur. Sosyal değişme, sosyal ve kültürel
yapılarda, gözlenebilir farklılıkları ifade eden bir kavramdır (Turhan:1987,
49). Sanat, sosyal değişmenin göstergelerinden biridir. Toplumdaki değişmeleri sanat eserinden yola çıkarak izah etmek mümkündür.
Tarih içinde sanatın mahiyetine dair birçok teori geliştirilmiştir. Platon, sanatı
bir taklit olarak görürken; Aristoteles, gerçeğin taklidi diye nitelendirir.
Aristotelese göre, sanatın eğlendirme, eğitme ve arındırma etkisi vardır.
Türk toplumunun yaşadığı en önemli değişimlerden birisi İslâmiyet’le tanışmasıdır. İslâmiyet, sosyal ve kültürel yapıyı değiştirerek dönüştürmüştür.
Bu değişim, sanat ve edebiyatta da görülmüştür. Edebiyat açısından İslâmlaşma, sanat anlayışının, formların, malzemenin ve dilin değişmesidir. Daha
sonraki dönemlerde Tanzimat’la birlikte Batı kültürüyle yakın temasa geçilmiştir. Bu temas, sosyal değişmeye sebep olduğu gibi, sanat ve edebiyatın
seyrini de değiştirmiştir. Bu bakımdan Türk Edebiyatı, tarihi sosyal değişmeye göre üç aşamada ele alınıp incelenmektedir. Bunlar:
1.İslâm Öncesi Türk Edebiyatı
2.İslâm Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı
3.Batı Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı
Bu üç dönem, sanat anlayışı, formları, malzemesi, kaynakları ve dili itibariyle birbirinden farklı özelliklere sahiptir.
7
Türklerin kitleler halinde İslâm’a girmesi hangi savaştan sonra olmuştur? Araştırınız.
İslâm Öncesi Türk Edebiyatı, başlangıçtan İslâm’ın kabul edildiği zamana
kadar sürer. Yazılı metinleri itibariyle miladi VIII. yüzyıldan itibaren başlayan bu edebiyat, sözlü kültür içerisinde daha eskilere dayanır. Bu dönem, dil,
ifade, duyuş ve zevk itibariyle millî edebiyat dönemi olarak nitelendirilir.
Çünkü daha çok göçebe bir toplum özelliğine sahip olunması sebebiyle, başka toplumların ve kültürlerin etkisinden uzak kalınmıştır.
İslâm Öncesi Türk Edebiyatı yazılı ve sözlü olarak gelişmiştir. Yazılı edebiyatın iki önemli kolu vardır: Köktürk (Göktürk) dönemi ve Uygur dönemi.
Köktürkler, yazılı edebiyatı bulunan ilk devlettir. Bu dönemden geriye kalan en önemli eser, VIII. yüzyılın ilk yarısında dikilen Orhon Abideleri(Orhon Kitabeleri, Orhon Yazıtları)’dir. Miladi VIII. Yüzyılda Kül Tigin,
Bilge Kağan ve Tonyukuk adına dikilmiş olan bu abideler, dil, tarih ve edebiyat değeri bakımından önemlidir.
Orhun Abideleri hakkında daha geniş bilgi için Talat Tekin’in Orhun Yazıtları
(1988) adlı kitabını inceleyiniz.
İslâm Öncesi Türk Edebiyatı’nın ikinci kolu, Uygur dönemidir. Elimizde
bu döneme ait zengin malzeme vardır. Çince, Sanskritçe, Toharca, Sogdca ve
Tibetçe’den çevrilen dinî metinlere rastlanmaktadır. Uygurlar, Mani ve Buda
dinlerine girmişler ve bu kültürlerin etkisiyle eser vermişlerdir. Daha çok
Budizm’in etkisiyle, dinî, ahlâkî ve hamâsî eserler yazılmıştır.
Türklerin kabul ettikleri en eski din, Şamanizm’dir. Şamanizm, doğaya
tapma, doğaüstü güçlere inanma temeline dayanan bir inanç sistemidir. Şaman yahut kam, bu dinin rehberidir. Aynı zamanda şair de olan şaman yahut
kamın söyledikleri şiirler, İslâm Öncesi Türk Edebiyatı’nın ilk sözlü edebî
ürünleridir. Bunlar, destanlar, sagular, koşuklar ve savlardır. Destanların çoğu bu dönemde ortaya çıkmıştır. Türk destanlarından bazıları şunlardır: Yaratılış, Alp Er Tunga, Oğuz Kağan, Bozkurt, Ergenekon, Türeyiş ve Göç destanları. Bu destanlardan en önemlisi, Oğuz Kağan Destanı’dır.
İslâm öncesi sözlü edebiyat, daha sonraki dönemde Âşık Edebiyatı veya
Halk Edebiyatı’nın oluşmasına kaynaklık etmiştir. Şaman şairin söylediği
Sagu, Ağıt ve Mersiyelere ilham teşkil eder. Koşuklar ise, Koşma, Türkü ve
Şarkı gibi edebî eserlerin öncülleri olarak kabul edilebilir. Manzum olarak
söylenen atasözleri ve hikmetli söz anlamına gelen savlar ise, hikmetli söyleyişi, mesel ve irsâl-i mesel sanatını etkilemiştir.
Hikmetli söyleyiş, mesel ve irsâl-i mesel sanatı kavramlarının ne anlama geldiğini sözlüklerden öğreniniz ve kitabınızın 4. Ünitesini inceleyiniz.
Türk Edebiyatı, İslâmiyet’le birlikte yenilenmiş ve gelişmiştir. İslâm, semâvî dinlerin sonuncusudur. Miladi 610 tarihinde Arap yarımadasında doğan
İslâm’ı, Arabistan sınırları dışında ilk kabul edenler İranlılar olmuştur. Bu
bakımdan İslâm edebiyatı, eski Arap ve İran (Pehlevî) edebiyatlarının estetik
formlarından yararlanarak gelişmiştir. Bilhassa Cahiliye Dönemi olarak nitelendirilen İslâm öncesi Arap toplumu şiire büyük değer vermiştir. Arap yarımadasının çeşitli yörelerinde kurulan Ukaz gibi panayırlarda şiir yarışmaları
yapılmıştır. Buralarda eleştiri süzgecinden geçirilerek seçilmiş şiirler tomarlara yazılarak Kâbe’nin duvarına asılmıştır. Kâbe duvarına asılan bu tür şiir-
8
lere muallakât denir. Bu şiirlerin ve eski İran şiirinin müslüman şairleri etkilemediği düşünülemez.
Hz. Peygamber’in şairleri olarak bilinen şairler kimlerdir? Araştırınız.
İslâmî edebiyatı sadece şiire dayalı bir edebiyat değildir. Daha çok şiir yazılmıştır; ancak nesirle (düzyazı) de yazılan edebî eserler vardır. Bu eserlerin ilk
örnekleri, Arap edebiyatı içinde gelişen mürasalât, makâmât, hikâye ve masal
türüdür. Nesir bu türler içinde gelişmiştir.
İslâm’ın İran’da yayılmasıyla Türk toplumu da İslâm coğrafyasıyla komşu olmuştur. Böylece Türk illeri ve boyları İslâm’dan haberdar olmaya başladılar. Zamanla gelişen ticari ve siyasi ilişkiler, Emevîler devrinde askeri ilişkiye dönüşmüştür. Bu ilişki, Emevîler’in Horasan valisi Kuteybe b. Müslim’in Mâverâünnehr’i ve oraya sınır olan bölgeleri fethetmesiyle gelişmiştir.
Böylece Türkler arasında gelişen İslâmlaşma süreci, daha sonraki dönemlerde Ebû Müslim Horasânî’nin ve komutanlarının çaba ve gayretleriyle hız kazanmış ve güçlenmiştir. Özellikle Sâmânîler (892-999)’in Mâverâünnehir ve
Azerbaycan’a kadar sınırlarını genişletmeleri, buralardaki Türkler’in İslâmlaşmasını sağlamıştır. Ancak Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’ın İslâm’ı kabulüyle Türk illerinde yeni dini kitleler halinde kabuller başlamıştır.
Türkler’in İslâm’la tanışması ve kabulü dört asır sürmüştür. Bu süreç içerisinde, sosyal ve kültürel değişme kemale ermiştir. Böylece Karahanlılar döneminde, Türk-İslâm Edebiyatının ilk eserleri de yazılmaya başlanmıştır.
Türk-İslâm Edebiyatı’nın ilk eserlerini tanımak ve bu süreci değerlendirmek
için kitabınızın 5. Ünitesindeki ilgili bölümü okuyunuz.
Türk-İslâm Edebiyatı’nın Tanımı
Türkler, Müslüman olmadan önce Şamanizm, Budizm ve Maniheizm gibi
dinleri benimsemişlerdir. Fakat ne eski Türk dini olarak nitelendirilen Şamanizm, ne de diğer dinler ve kültürler, Türk diline ve edebiyatına büyük hamle
yaptıracak bir kudret göstermiştir (Banarlı: 1987, 81).
Ziya Gökalp eski Türk dinini toyunizm adıyla nitelendirerek millî bir din tasavvur etmiştir. Prof. Abdulkadir İnan, Eski Türk Dini Tarihi adlı kitabında
toyunizmin Budizmden başka bir şey olmadığını ifade ederek, Türkler’in eski
dinini Şamanizm olarak isimlendirmek gerektiğini söyler.
İslâm, Türk toplumlarının medeni hayatında etkili olmuş, sosyal ve kültürel alanda büyük değişmeler yapmış, dili ve edebiyatı geliştirmiştir. Türkİslâm Edebiyatı, her şeyden önce bu yeni edebiyatın adıdır. Diğer bir ifadeyle bu terim, hem müslüman hem de Türk olan şair ve yazarın ortaya koyduğu
edebî etkinlikleri ifade eder. Bu tanım genel bir tanımdır ve iki temel kavrama dayanır. Bunlar, Türk ve İslâm kavramlarıdır. Buradaki Türk, bir kültür
coğrafyasını işaret etmektedir. Bu kültür coğrafyasında Türkçe’den başka,
Arapça ve Farsça’yı da içeren zengin bir dil varlığı bulunmaktadır. Dolayısıyla herhangi bir edebî eserin Türk-İslâm Edebiyatı içerisinde değerlendirilmesi için, bu esere hayat veren sanatkârın etnik olarak Türk olması zorunlu
değildir. Temel belirleyici husus, edebî eserin, bu kültür coğrafyasında yazılmış olması ve Türk kültür değerleriyle uyumlu olmasıdır. Bu bakımdan
Türk-İslâm Edebiyatı, özellikle Osmanlı Devleti döneminde İranlı, Arap,
Boşnak, Arnavut gibi farklı etnik kökenden gelen edebiyatçıların yazdıkları
eserleri de içine alan geniş bir edebî alanı ifade eder.
9
Türk-İslâm Edebiyatı, İslâm Öncesi Türk Edebiyatı’na millî edebiyat
özelliği kazandıran millî üslûp ve karakteri yok saymamıştır. Millî üslûp, dil,
hece vezni, dörtlüklerle oluşan nazım şekilleri ve kafiye anlayışıyla belirginlik kazanır. Bu üslûp, Türk-İslâm Edebiyatı içinde kullanılarak gelişmiştir.
Halk Edebiyatı, Aşık Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı gibi isimlerle nitelendirilen edebî faaliyetler millî üslûpla varlık kazanmıştır. Tanzimat’tan itibaren
gelişen ve devam eden yeni edebî anlayışta millî edebiyatın formları şairler
için yeni imkânlar sunmuş; âşık yahut tasavvuf edebiyatı geleneğinde yetişmemiş şairler de millî üslûpta şiirler yazmışlardır. Türk milletini diğerlerinden ayıran değerler manzûmesi olan millî karakter ise, edebî eserde işlenen
yiğitlik, bilgelik ve doğruluk gibi kavramlar, ışık, ağaç, bozkurt, kadın, at ve
su gibi imgeler ve mitolojik temaları ifade eder. Millî karakter, İslâmlaşmayla
birlikte yeni bir ruha bürünmüştür. Bu ruhun temelinde tevhit ve iman vardır.
Sözlü kültürde aktarılarak gelen bazı destanların, özellikle de Oğuznameler’in
İslâmlaşma sonrası İslâmi karakter kazandığı bilinmektedir. Bu bakımdan
Dede Kokut Oğuznameler’i dikkat çeker.
Türk-İslâm Edebiyatındaki ikinci kavram, İslâm’dır. Buradaki İslâm kavramı, doğrudan doğruya İslâm dinini ifade etmekle birlikte, dinin kültürel ve
tarihi mirasını da ihtiva etmektedir. Daha doğrusu bir esere İslâmîlik vasfı
kazandıran şey, sadece Kur’an ve Sünnet kaynaklı olmak değildir; aynı zamanda o esere üslûp ve karakter kazandıran kültürel değerler, tarihi miras ve
formların da olması gerekir. Bu bakımdan İslâm bir medeniyetin adıdır.Bu
medeniyet, her hususta olduğu gibi zevk ve edebiyat hususunda da farklı dilleri konuşan ve farklı edebiyatlara sahip olan müslüman milletleri etkisine
almıştır. Dolayısıyla Türk-İslâm Edebiyatı, millî üslûp ve karakteri içinde
barındırdığı gibi, ortak İslâm kültür ve medeniyetinin üslûp ve karakterine de
sahiptir.
Bu konuda M. Fuad Köprülü Türk Edebiyatı Tarihi’nde şu değerlendirmeyi
yapar:
“İslâmiyetten evvel kavmî bir takım husûsiyetlere mâlik olan Arab Edebiyatı,
«Sâsânîler» devrindeki İran Edebiyatı, «Tu-kiie»ler zamanındaki Türk Edebiyatı birbirinden pek derin farklarla ayrılıyordu; hâlbuki İslâmiyet’ten sonra,
Arab edebiyatı -başka medeniyetlerle ve meselâ İran'la temas neticesindeeski çöl edebiyatından çok farklı bir hâle geldiği gibi, Arab istilâsından yüzyıllarca sonra meydana çıkabilen İslâmî İran Edebiyatı da, birçok bakımlardan, İslâmî Arab edebiyatına benzedi; Türkler, İslâmiyet dâiresine lâyıkıyla
girdikleri sırada, Arab ve Acem'lerin müşterek mahsûlü olarak «Klâsik bir
edebiyat» ve ona dayalı olan bir takım umumî «edebiyat esasları» takarrür
etmişti.” (Köprülü:1986, 99)
Türkler, İslâmlaşma sonrası bir edebiyat vücuda getirmek istediklerinde,
önceki tecrübelerden yararlanmışlardır. Her şeyden önce komşuları olan İranlıların edebiyatı, anlayış, form, estetik değer ve dil bakımından klasik bir
edebiyat halini almıştı. Bu sebeple de Türk sanatkârlar, İran-İslâm Edebiyatı’nın şekil ve esaslarını alarak edebî eserler yazdılar (Köprülü: 1986, 117).
İranlı şair ve yazarların da Arap-İslâm Edebiyatından yararlandığı düşünülürse, Türk-İslâm Edebiyatının mahiyeti daha iyi anlaşılmış olur. Dolayısıyla
Türk-İslâm Edebiyatı’nın, millî karakter ve üslûbu, ortak İslâm kültürü ve
medeniyetinin karakteri ve üslûbuyla mezceden edebî eserleri içerdiğini söyleyebiliriz.
10
Cumhuriyet döneminde Türk-İslâm edebiyatının temalarını kullanarak şiir
yazan şairler var mıdır? Araştırınız.
Türk-İslâm Edebiyatı’nın Kapsamı
Türk-İslâm Edebiyatı, İslâmlaşma sonrası edebî hayatı ifade eder. Bu edebiyat, Karahanlılar devrinde Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig
ile başlamıştır. Bu edebiyat, Türklerin Ortadoğu ve Anadolu’ya doğru cereyan eden göçleri neticesinde, yeni coğrafyalar, kültürler ve dillerin keşfiyle
tekâmül etmiştir.
Kronolojik olarak Karahanlılar döneminde ilk ürünlerini veren bu edebiyat, Selçuklular döneminde gelişmiş ve Osmanlı döneminde klasikleşmiştir.
Bu tarihi seyir, edebî eserin özünde herhangi bir değişikliğe sebebiyet vermez. Çünkü bu üç dönemde de sanatkâr, İslâm ilimlerinin ve düşüncesinin
imkânlarından yola çıkarak eserini yazmıştır. Dünya görüşü, hayat ve varlık
anlayışı, sanata yüklediği anlam, edebî eserden beklentileri gibi temel konular aynıdır. Bu aynilik, Tanzimat ile birlikte kırılmaya uğrayacaktır. Tanzimat, III. Selim döneminden itibaren bir devlet politikası olarak uygulanmaya
konan ıslahat hareketlerinin neticesi olarak hayata geçirilen modernleşme ve
yenilenme döneminin adıdır. 1839 yılında Gülhane Hatt-ı Şerîfi’nin okunmasıyla başlayan bu süreç, bir kısım sosyal ve kültürel değişmeleri içerir. Bu
değişim yeni edebî anlayışı da beraberinde getirmiştir. Dolayısıyla bazı edebiyat tarihçileri, İslâm uygarlığı çerçevesinde gelişen Türk-İslâm Edebiyatı’nın yerini Tanzimat Edebiyatına bıraktığını ileri sürmüşlerdir (Levend:
1962, 3).
Resim 1.2: Türk-İslâm Edebiyatı Karahanlılar döneminde başlamııştır
Kaynak: Çetin, O (2009), Türk-İslâm Devletleri Tarihi, Düşünce Kitabevi, Bursa.
Tanzimat bir devlet politikasıdır. Bu politikaya bağlı olarak uygulanan
zorunlu kültür değişimleri, zamanla Batılı değerler, düşünceler ve bilgilerle
birlikte gelişen yeni estetik zevki ve anlayışı toplumda egemen kılmıştır. Fakat şu var ki, bütün bu değişimler, her ne kadar bir kısım zihni değişimleri beraberinde getirse de millî üslûp ve karakteri bütünüyle etkisi altına alamamıştır. İslâmiyet’le birlikte millî karakter ve üslûp, tevhitçi dünya algısıyla yeni
bir şekil almıştır. Dolayısıyla Tanzimat döneminde uygulanan değişim politikaları, şiirde bir kısım biçimsel ve tematik değişikliklerin yanında, düz yazıda
roman, hikaye, fıkra, tiyatro ve makale gibi yeni türleri ve formları kazan-
11
dırmıştır. Batı’da gelişen maddeci görüşlere dayalı felsefe okullar, bilim ve
sanat anlayışları, din tasavvurları ve algıları zaman içinde Türk aydınını etkisi altına almıştır. Bu etki, doğal olarak zihni değişmi beraberinde getirmiştir.
Böylece seküler (dünyevî) konuların ağırlıklı varlığını gösterdiği yeni bir sanat anlayışı gelişmeye başlamıştır. Bu yeni anlayış içinde gelişen edebiyat,
Batı Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı olarak nitelendirilmektedir.
Batı Kültürü Etkisinde Gelişen Türk Edebiyatı iki koldan gelişme gösterir:
1.Devam eden klasik edebiyat,
2.Yeni edebiyat.
Kasideleri, gazelleri, mesnevileri, manzum ve mensur eserleriyle kendine
özgü bir dünya anlayışını aksettiren ve klasikleşen İslâm Kültürü Etkisinde
Gelişen Türk Edebiyatı, bu dönemde de varlığını korumuştur. Kullanılagelen
biçim, form ve zihniyetle eserler telif eden şair ve yazarların var olduğu bir
gerçektir. Hatta bu şairlerin bir araya gelerek Encümen-i Şuarâ adıyla bir topluluk oluşturdukları da bilinmektedir.
Encümen-i Şu’arâ topluluğu hakkında bir araştırma yapınız. Bu şairlerden
üçünü zikrediniz.
Yeni edebiyat, klasik edebiyatın aksine, daha çok nesre dayanan, tiyatro,
hikâye, makale, fıkra gibi yeni edebî türlerle birlikte, dindışı temalara öncelik
veren bir sanat anlayışını ifade eder. Bu edebiyat, eskiye ait unsurların bir
kısmını tasfiye eden, yaşatmak zorunda olduğu unsurları ise yaşanan sosyal
ve kültürel değişmenin gerektirdiği dil, tema ve form yapısı ile kaynaştıran
bir edebiyattır. Bu sebepledir ki, her ne kadar yeni türlere, dil, tema ve forma
sahip olsa da içinde eski olarak nitelendirdiği kültürden izler de taşır. Dolayısıyla bu dönem de ve daha sonraki dönemler de Türk-İslâm Edebiyatı içinde
ele alınıp incelenmesi mümkün olan eserlere sahiptir. Şu halde Türk-İslâm
Edebiyatı, Karahanlılar döneminden başlayan ve devam eden bir edebiyattır.
Necla Pekolcay, VI. Millî Türkoloji Kongresi’ne sunduğu “Yahya Kemâl’in Şair
Olarak İslâmî Türk Edebiyatındaki Yeri” başlıklı bildirisinde şunları söylemektedir:
“Şiir bâzı şahsiyetler için his ve inançları en iyi şekilde anlatma vasıtasıdır. Yahya Kemâl de, bu guruba dâhil etmemiz gereken şahsiyetlerden biri
olarak, İslâmî Türk Edebiyatı içinde belirli bir yere sahip olmuştur.
Yahyâ Kemâl'in yetiştiği devrede, İslâmî ve millî kültürün birçok sanatkârlar üzerindeki te'siri bârizdir. Fakat bu te'sir, bâzılarında sathî, bâzılarında
derin izlerle kendini gösterir. Yahyâ Kemâl ikinci tür sanatkârlardandır. Yaşadığı her an ve yerde, şâirimizin milletini ve dînini hemen dâima hatırladığı,
bu meyanda da eski ve yeniyi his ve ifadesiyle mezcettiği görülmektedir. Aynı zamanda, onun şiirinin, hakîkat ve hayâlin karıştığı gidiş yolu içinde millî
ve dinî duygu da birleşmektedir.
İslâmî konuları, bu hususta sâhib olduğu kültür sayesinde, gereğince sıralayıp işleyebilen Yahyâ Kemâl, vatanının her parçasına ve milletinin fertlerine karşı duyduğu içten sevginin ve millî kültüre vukufunun sâyesinde de,
Türk milletini ve Türk vatanını lâyıkı ile tanıtabilmiş, vatan ve vatandaşı
kendi öz benliğiyle kaynaştırmıştır. Milletine güvenme ve en zor anlarda bile
12
ümit, onda dâimâ mevcuttur. Onun için, zaferlerimiz birer cihad sonucudur;
aydınlık, ışık timsâlidir.” (Pekolcay:1986, 81)
Tarihi açıdan geniş bir alana sahip olan Türk-İslâm Edebiyatı’nın, edebî
eserin içeriği itibariyle sınırlandırılması mümkündür. Bilhassa yeni edebiyat
içinde, dinî ve tasavvufi konuları ele alan edebî eserler ve doğrudan doğruya
dinî ve tasavvufi konularda yazılmamakla birlikte, tasavvurları, imgeleri ve
motiflerinde bu kaynaklardan yararlanan eserler Türk-İslâm Edebiyatı içinde değerlendirilebilir.
Türk-İslâm Edebiyatı’nın Hedefi
Sanat eserinin hedefinin olup olmayacağı konusu tartışmalıdır. Genel olarak
edebî eserin, zevke, duygulara hitabeden estetik yönü ile birlikte mesajının da
olacağı düşünülmüştür. Bu bakımdan Türk-İslâm Edebiyatı içinde yazılan
eserleri iki gurupta ele almak mümkündür:
1. Dinî-tasavvufi bilgiyi, duyguyu ve düşünceyi öğretmek amacıyla yazılan
eserler.
Bu guruba giren eserler de kendi içinde ikiye ayrılırlar:
a.
Okuyucuda edebî bir zevk ve heyecan oluşturan eserler. Bu eserler, dinî-tasavvufi bilgiyi, duyguyu ve düşünceyi estetik kaygılarla sunan
eserlerdir. Bu eserlere örnek olarak, hilyeler, mevlidler, na’tlar, münacat ve tevhidler gibi dinî-edebî türlerin yanında hikemî tarzda yazılan
şiirleri de gösterebiliriz.
b.
Okuyucuda edebî bir zevk ve heyecan oluşturmaktan ziyade doğrudan
doğruya öğretici olan eserler. Bu eserleri didaktik edebî eserler olarak
nitelendirmek mümkündür. Bu türden eserlerde temel amaç öğretmektir. Dolayısıyla estetik kaygı ikinci planda yer alır. Bu tür eserlere örnek olarak, menâsik-i hac, ilmihal kitapları, tarîkat-nâmeler ve bazı tasavvufi mesnevileri gösterebiliriz.
2. Dinî-tasavvufi verilerden yararlanan edebî eserler.
Bu guruba giren eserler, dinî-tasavvufi kaynaklardan, bilgi ve tecrübeden
yararlanan ve bunları söz ve mana sanatları içinde değerlendiren eserlerdir.
Bunlar, eskilerin garâmî diye nitelendirdikleri lirik eserlerdir. Temel ilkesi
sanattır. Dolayısıyla bir mesaj taşıma niyetinde değildir. Bu türden eserler, dil
varlığını, bakış açısını ve kavrayışı geliştirmeleri bakımından önemlidir.
İlahiyat eğitimi ve araştırmalarında Türk-İslâm Edebiyatı’nın önemine ilişkin şu
değerlendirmeler önemlidir:
“Dînî Edebî türlere ilişkin yapılan çalışmalar, geleneksel dil formlarını
günümüze taşımaktadır. Meselâ münâcâtlara dair çalışmaların, Kelâm ve tasavvuf araştırmalarına zemin oluşturması beklenir. Osmanlı şairlerinin hemen
hepsi münâcât yazmıştır. Bunların her şeyden önce Tanrı tasavvurları, kutsal
olanı tasvirleri, hitap formları, varlık ve ahlak felsefesi açısından ilâhî olanı
anlama çabaları gibi hususlar dikkat çekicidir. Aynı durum tevhîd ve esmâ-i
hüsnâ türleri için de geçerlidir.
13
Tasavvuf edebiyatı araştırmaları, derûnî dil kazanımına katkı sağlayacaktır. Derûnî dil, dînî duygunun dilidir. Sûfî şairin sübjektif tecrübeleri, dînî
olanı içselleştirmelerine imkân vermiştir. Bu bakımdan derûnî dil, tecrübenin
dilidir. Daha doğrusu ilâhiyat araştırmalarında üzerinde durulan ve çözümlenmek istenen konular, ne kadar dışarıdan bakarak anlamaya, tahlil ve tenkit
etmeye çalışılırsa çalışılsın, o kadar da içten bakmayı gerektirir. İçten bakmak, tecrübe etmek yahut bir tecrübeden yola çıkarak tahlil ve tasvir etmektir. Bu bakımdan her ilâhiyat araştırmacısı, biraz da din felsefecisidir ve kendine has bir dil geliştirmek durumundadır. Derûnî dil, bu kendine haslıkla ortaya çıkar. Bu dili, Mevlânâ Celâleddîn er-Rûmî, Yûnus Emre, Sun’ullâh-ı
Gaybî gibi bilge şairler üzerinde yapılan çalışmaların izini sürerek öğrenmek
mümkündür.” (Kemikli:2009, 50)
Türk-İslâm Edebiyatı ve Diğer Bilimler
Türk-İslâm Edebiyatı kavramının iki boyutu vardır: Birincisi, bu alanda ortaya çıkan edebî eserleri; ikincisi ise, bu edebî eserleri inceleyen edebiyat bilimini ifade eder. Edebiyat eseri, her şeyden önce bir sanat eseri olması sebebiyle, onun kendine mahsus (öznel), sübjektif ve gerçeğimsi (kurgusal) bir dili varıdır. Bu dil, bilimin araştırmaya, incelemeye ve gözleme dayalı gerçeklik ifade eden dilinden farklıdır. Edebiyat bilimcileri ve eleştirmenler, bu iki
farklı dilin ilişkisini değerlendirmişlerdir. Bazıları bu iki dilin bir araya gelemeyeceğini, dolayısıyla edebî eserin bilimle herhangi bir ilişkisinin olamayacağını ileri sürmüşlerdir. Kimi edebiyatçılar ise, edebî eserin ilmi kaynaklardan ve bilimsel tespitlerden yararlanacağını söylemişlerdir. Hatta edebî eserin, ilmi kanaatleri ve bilimsel sonuçları geniş kitlelere tanıtacağını, ona meşruiyet kazandıracağını ve kültürel bir değere dönüştüreceğini düşünenler de
vardır.
Edebiyat ve bilim ilişkisine dönük farklı yaklaşımları değerlendirmek için,
Mermi Uygur’un İnsan Açısından Edebiyat adlı kitabından Edebiyatta Bilgi
başlıklı denemeyi okuyunuz.
Türk-İslâm Edebiyatı, hedefi olan bir edebiyattır. Bilgiye dayalı edebî
eserlerin yanında, hikemî tarzda didaktik eserler de yazılmıştır. Kur’an tercümeleri, Hadis tercüme ve şerhleri, Siyer-i Nebiler, Mirâciye, Menâsik-i
Hac ve Akâidnâme gibi türlerde görüldüğü gibi, doğrudan doğruya İslâmi
ilimlerle alakalı edebî eserler yazılmıştır. Bu türden eserlerin, öncelikle Tefsir, Hadis, İslâm Tarihi, Fıkıh ve Kelâm gibi İslâmî ilimlerin kaynaklarından
ve kavramlarından yaralanarak yazıldığı bir gerçektir. Bunlardan başka, görünürde her hangi bir temayı öğretme amacı olmayan lirik şiirler, sosyal ve
siyasi konuları tasvir eden eserler, devlet erkânına sunulan kasideler ve aşk
hikâyelerini konu edinen mesneviler gibi sanat yönüyle öne çıkan edebî eserlerde de temel İslâmî ilimlerin ve devrin ilim anlayışının izleri görülebilir. Bu
demektir ki, Türk-İslâm Edebiyatı içerisindeki edebî eserlerin bilimlerle ilişkileri iki açıdan izah edilir:
1. Sanatkâr, dönemin ilimlerini, edebî form içerisinde manzum ve mensur telif etmiştir.
2. Sanatkâr, dönemin ilim ve bilim anlayışından yararlanmış ve bunların
kavramlarını estetik değere dönüştürerek kullanmıştır.
Türk-İslâm Edebiyatı, İslâm ilim ve kültür ortamının içinde doğmuştur.
Bu edebiyata hayat veren sanatkârın varlık ve güzellik anlayışı, dünya tasav-
14
vuru, hayat algısı ve estetik telakkisinde Tasavvuf ve İslâm Felsefesi’nin derin izleri görülür. Kur’an ve Hadisler, sanatkârın tercüme, iktibas ve telmih
gibi sanatlarla müracaat ettiği temel kaynaklardır. Bu temel kaynaklardan
başka, Hz. Peygamber’i, dönemini, ailesini ve dört halifeyi anlatan ve mucizeleri nakleden İslâm Tarihi (Siyer-i Nebî) ve diğer peygamberlerin hayatlarını anlatan Kısâsu’l-enbiya türü eserler sanatkârın sıkça başvurduğu kaynaklardır. Aynı zamanda herhangi bir şiirde, eski kültürlere, efsane ve mitlere ait
bilgiler veren tarih ve halk kitapları, dönemin sağlık anlayışını ele veren tıp
kitaplarıyla tabiat bilgileri, gelenek ve göreneklerin tasviri, savaş ve cenk
bilgisi, atçılık ve okuçuluk gibi devrin spor anlayışını ele veren bilgiler ve tarihi hadiselerin izine rastlamak mümkündür. Ayrıca bu dönem eserlerde, kimi uydurma (bâtıl) ve doğru (hakîkî) bilgiler içeren kimya, simya, nücûm, zâyiçe, reml, sihir, tılsım, kıyâfet ve mûsikî gibi ilimlerin kavramlarını ve bilgilerini de bulabiliriz.
Türk-İslâm Edebiyatı’nın metinlerinin bir bölümü, dinî-edebî türler olarak bilinen, satır arası veya manzum Kur’an tercümeleri, Kırk Hadis, Hilye-i
Şerîf, manzum ilmihal, akaidnâme, Kâbe-nâme, Siyer-i Nebî, Tasavvufnâme
ve pendnâme gibi doğrudan doğruya dinî, ahlâkî ve tasavvufî konuları ele
almaktadır. Bunlardan başka, cenknâme, sihhatnâme ve kıyâfetnâme gibi tarih, sağlık ve ilm-i kıyâfet konularını anlatan eserler de yazılmıştır.
Bu konuyu daha iyi anlayabilmek için kitabınızın 7. Ünitesindeki türler, 9. Ünitesindeki dinî-edebî türler ve 10. Ünitesindeki Tasavvuf bölümlerini inceleyiniz.
Edebiyat bilimi olarak Türk-İslâm Edebiyatı, hem geleneksel hem de modern bilimlerle ilişkilidir. Edebiyatçı, sanat eserini analiz edebilmek için eserin yazıldığı dönemdeki bilgi anlayışını ve ilimleri dikkate almak durumundadır. O, analizleri, kendi döneminin dil ve anlayışıyla takdim edebilmek için
de filoloji, tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji ve felsefe gibi bilimlerin kuram
ve kavramlarına aşina olmalıdır.
Bu konuda ayrıntılı bir bilgiye ulaşmak için İsmail Çetişli’nin Edebiyat Sanatı
ve Bilim (Ankara, 2007) adlı kitabını okuyunuz.
TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI VE İSLÂMLAŞMA
Türkçede İslâmlaşmak, İslâmiyet’i benimsemek, Müslüman olmak, İslâmiyet’e yönelmek, İslâmî mahiyet kazanmak gibi anlamlara gelir. Sosyolojik
bir terim olan İslâmlaşma ise, bireyin yahut toplumun İslâm diniyle tanışması ve bu dinin esaslarını benimsemesi anlamında kullanılan bir kavramdır.
Edebiyatın, bireysel ve toplumsal değişmeyi ifade eden İslâmlaşmaya katkısı
olmuş mudur? Diğer bir ifadeyle Türk-İslâm Edebiyatının, Türkler arasında
İslâm’ın yayılmasında ve benimsemesinde herhangi bir katkısı olmuş mudur?
Bu sorular dikkate alınarak Türk-İslâm Edebiyatının eserlerini dört bölümde
ele almak mümkündür. Bunlar:
1. İslâm inancının, düşüncesinin ve değerlerinin anlaşılmasını ve öğrenilmesini sağlayan eserler.
2 .İslâm inancını, düşüncesini ve değerlerini yayma (tebliğ) niyetiyle yazılan eserler.
3. Sadece sanatı önceleyen, ancak kullandığı dil, sembol ve mazmunlarla İslâm dinine ilginin oluşmasını sağlayan eserler.
15
4. Herhangi bir dinî sembol ve mazmundan yararlanmayan, sadece estetik
değerleri öne çıkartan eserler.
Bu tasnif içerisinde, doğrudan doğruya İslâm inancını, düşüncesini ve değerlerini yayma (tebliğ) niyetiyle yazılan eserler pek azdır. Doğrudan doğruya dinî telkin (tebliğ) maksatlı eserlerin yerine, İslâm inancının, düşüncesinin
ve değerlerinin anlaşılmasını ve öğrenilmesini sağlayan eserler yazılmıştır.
Bu anlamda, Türk-İslâm Edebiyatının ilk ürünü olan Kutadgu Bilig’den başlamak üzere pek çok eser adı zikredilebilir. Bir siyâsetnâme olarak da nitelendirilen Kutadgu Bilig, İslâm ahlakını ve değerlerini sembolik bir dille takdim eder. Bunu takip eden Atabetü’l-Hakâyık, baştan itibaren bir ahlak ve
değerler kitabıdır.
Dinî-tasavvufî edebiyatın ilk temsilcisi olarak görülen Hoca Ahmet
Yesevî’nin hikmet adını verdiği şiirleri, dinî ve tasavvuf yolunu öğretmeyi
amaçlayan manzumelerdir. Bununla birlikte hikmetler, ata diye nitelendirilen
dervişler ve âşıklar tarafından kopuz eşliğinde ilâhî olarak okunmuştur. Musikîyle şiirin birleşmesi, atanın şamanı andırması bu kültüre aşina olan halkı
etkilemiş ve onların Müslümanlığı benimsemesini sağlamıştır. Belki bu özelliği dolayısıyla hikmetler, dinî düşünceyi ve inancı yayma niyetinde olan
edebî eserler olarak nitelendirilebilir.
Ahmet Yesevî’nin şiirleriyle başlayan hikmet geleneğinin günümüzdeki izlerine
ilişkin olarak şu adrese başvurabilirsiniz:
http://www.hbektasveli.gazi.edu.tr/dergi_dosyalar/33-231-252.pdf
Hikmet geleneği, Anadolu’da Yunus Emre’nin sehl-i mümtenî üslûbuyla
söylediği şiirlerle yeni bir tarza bürünmüştür. Yunus Emre, halkın kolayca
okuyup anlayacağı bir dille yazmıştır. Bu yüzden de yazılı edebiyatı olduğu
kadar, belki de ondan daha çok sözlü edebiyatı da etkilemiştir. Böylece Yunus tarzı yahut Yunus üslûbu adı verilen bir edebî anlayış ortaya çıkmış ve
Yunus Emre pek çok şair tarafından taklit edilmiştir. Yunus ve takipçilerinin
şiiri, dinî-tasavvufi düşüncenin ve inançların Anadolu ve Rumeli’de yaygınlık kazanmasını sağlamıştır.
İslâm inancının, düşüncesinin ve değerlerinin anlaşılmasını ve öğrenilmesini sağlayan eserleri içeren dinî edebî türlerin her biri, aynı zamanda dinin
yayılmasına da katkı sağlamıştır. Bunlardan farklı olarak sözlü ve yazılı edebiyat içerisinde gelişen ve halk irfanını besleyen Dede Kokut Hikâyeleri, Hz.
Ali Cenknâmeleri, Hamzanâmeler,
Battal-nâmeler,
Fütüvvetnâmeler,
Menâkıbnâmeler, Sohbetnâmeler ve gaza fikrini oluşturan bazı
gazavatnâmeler de İslâm ahlak ve değerlerini aktaran eserlerdir. Mevlânâ
Celâleddin-i Rûmî (ö. 1273)’nin Mesnevi’si, Âşık Paşa(ö.1333 )’nın
Garibnâme’si, Süleyman Çelebi (ö. 1422)’nin Vesiletü’n-necat’ı, Yazıcızâde
Muhammed Bîcân (ö.1451)’ın Muhammediye’si ve Eşrefoğlu Rûmî (ö.
1484)’nin Müzekki’n-Nufûs’u gibi eserler, dinî-tasavvufi düşünceyi geliştiren
ve halk irfânını besleyen eserlerdir.
Sanatı öncelemekle birlikte kullandığı dil, sembol ve mazmunlarla İslâm
dinine ilginin oluşmasını sağlayan eserler de yazılmıştır. Leylâ vü Mecnûn,
Mantıku’t-Tayr, Gül ü Bülbül, Şem ü Pervâne, Bülbülnâme ve Hüsn ü Aşk
gibi eserler; sanat ve estetik özellikleri öne çıkan eserlerdir. Bu eserlerde ele
alınan konu, tasavvuf düşüncesinin aşk ve güzellik anlayışından; sabır, yalnızlık, çile ve gaye gibi idealizmi besleyen fikirlerinden yararlanılarak oluşturulan alegorik sembollerle sunulmuştur. Türk-İslâm Edebiyatının en seçkin
16
eserleri olan bu türden aşk mesnevileri, İslâm sanatına ve dolayısıyla İslâm
düşüncesine ilginin oluşmasını sağlamıştır. Bunlardan başka Hayriye gibi,
sanat ve estetik yönü hikmetle buluşturan öğretici eserlerin de bu ilgiyi geliştirdiği söylenebilir.
Görüldüğü gibi, Türk-İslâm Edebiyatı, İslâm dininin anlaşılmasını, kavranmasını ve yayılmasını sağlayan eserlerin yazıldığı bir edebiyattır.
Özet
Din ve edebiyatı ilişkilendirebilmek.
Dile bağlı bir sanat olan edebiyat, başlangıçta dinî törenlerde ortaya çıkmıştır.
Zamanla dindışı konulara doğru kayan edebiyat sanatının, dinî duygu ve tecrübeye olan ilgisi hiçbir zaman bitmemiştir. Din dili, edebiyat ve şiir dilini
beslemiştir. Edebiyat da dinî düşünce, inanç ve değerlerin tanıtılması, anlaşılması ve öğretilmesi için imkanlar sunmuştur.
Türk-İslâm Edebiyatının tanımlayabilmek.
Türk tarihi içerisinde en önemli hadiselerden birisi İslâmlaşmadır. İslâmlaşma, millet olarak yaşanan toplumsal ve kültürel değişimi ifade eder. Bu değişimle birlikte Türkler, yeni bir kültür coğrafyasının içine girmişlerdir. Türkİslâm Edebiyatı, İslâm öncesi gelişen millî edebî formların yanında, içine girilen İslâm kültür coğrafyasının estetik değerleri, güzellik ve varlık anlayışı,
bilgi telakkisi, dil zenginliği ve mûsikîsinden yararlanılarak ortaya çıkarılan
edebiyattır.
Türk-İslâm Edebiyatının kapsamını açıklayabilmek.
İslâmlaşma sonrası edebî hayatı ifade eden Türk-İslâm Edebiyatı,
Karahanlılar devrinde Yusuf Has Hacib’in kaleme aldığı Kutadgu Bilig ile
başlamıştır. Tanzimat sürecinde Batı tarzı yeni bir edebiyat arayışının başlandığı dönemlerde, bu arayışlara uygun olarak form değiştirmiş ve günümüze
değin devam etmiştir. Bu kronolojik süreklilikle birlikte, edebî eserin içeriği
esas alınarak alanın sınırlandırılması mümkündür. Buna göre, dinî ve tasavvufi konuları ele alan edebî eserler ve doğrudan doğruya dinî ve tasavvufi
konularda yazılmamakla birlikte, tasavvurları, imgeleri ve motiflerinde bu
kaynaklardan yararlanan eserler Türk-İslâm Edebiyatı içinde değerlendirilmektedir.
Türk-İslâm Edebiyatının diğer bilim dallarıyla ilişkisini belirleyebilmek.
Edebî eserler yazıldığı dönemlerin bilimlerinden, kültür ve sanat anlayışından
etkilenirler. Edebiyat dili bu etkiyle oluşan bir dildir. İslâm ilim, kültür ve sanat ortamının içinde doğan Türk-İslâm Edebiyatı, Tefsir, Hadis, Tasavvuf gibi temel dinî ilimlerin yanında, kimya, simya, nücûm, zâyiçe, reml, sihir, tılsım, kıyâfet ve mûsikî gibi ilimlerden de yaralanmıştır. Bu alanları tanımlayan, anlatan ve çözümleyen bazı temel eserler, aynı zamanda birer edebî
eserdir.
Türk-İslâm Edebiyatı, bir edebiyat bilimi olarak, hem geleneksel hem de
modern bilimlerle ilişkilidir. Bu edebiyat içinde üretilmiş olan sanat eserini
analiz edebilmek, eserin yazıldığı dönemdeki bilgi anlayışını ve bilimleri ta-
17
nımayı gerekli kılar. Ayrıca filoloji, tarih, coğrafya, sosyoloji, psikoloji ve
felsefe gibi bilimlerin kuram ve kavramlarının da bilinmesi analiz ve değerlendirmeleri sağlıklı kılacaktır.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi İslâmlaşma Öncesi Türk Edebiyatında şair kavramını karşılamaz?
a. Kam
b. Uluğ
c. Ozan
d. Bahşı
e. Oyun
2. I- Mecaz
II- Tenasüp
III- İrsâl-i mesel
IV- Teşbih
İslâm Öncesi Türk Edebiyatında bir tür olan sav, yukarıdakilerden hangi
edebî sanatın oluşmuna katkı sağlamıştır?
a. Yalnız I
b. Yalnız II
c. Yalnız III
d. Yalnız IV
e. I-II-III-IV
3. Aşağıdaki edebî eserlerden hangisi İslâmî ilimlerle doğrudan ilgili değildir?
a. Kıyâfet-nâme
b. Tasavvuf-nâme
c. Mirâciye
d. Akâid-nâme
e. Siyer-i Nebî
4. Türk-İslâm edebiyatı hangi dönemde klasik hâle gelmiştir?
a. Babürlüler Dönemi
b. Selçuklular Dönemi
18
c. Osmanlılar Dönemi
d. Karahanlılar Dönemi
e. Beylikler Dönemi
5. Aşağıdaki şairlerden hangisi doğrudan İslâm’ı yayma niyetiyle hikmetler
yazmıştır?
a. Yunus Emre
b. Hakim Süleyman Ata
c. Süleyman Çelebi
d. Aşık Paşa
e. Hacı Bektâş-ı Velî
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. b
Yanıtınız doğru değilse, “Din ve Edebiyat” konusunu yeniden
okuyunuz.
2. c
Yanıtınız doğru değilse, “Türk-İslâm Edebiyatı” konusunu yeniden
okuyunuz.
3. a
Yanıtınız doğru değilse, “Türk-İslâm Edebiyatı ve Diğer Bilimler”
konusunu yeniden okuyunuz.
4. c
Yanıtınız doğru değilse, “Türk-İslâm Edebiyatının Kapsamı” konusunu yeniden okuyunuz.
5. b
Yanıtınız doğru değilse, “Türk-İslâm Edebiyatı ve İslâmlaşma”
konusunu yeniden okuyunuz.
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Tanzimat’ın, sözcük anlamı "düzenlemeler, reformlar" demektir. Tarihi bir
kavram olarak, Osmanlı İmparatorluğu'nda 1839’da Gülhane Hatt-ı Şerif'inin
okunmasıyla başlayan modernleşme ve yenileşme döneminin adıdır.
Sıra Sizde 2
Türkler’in kitleler halinde İslâm’a girmesi, Talas Muharebesi ya da Talas
Meydan Muharebesi adıyla bilinen savaştan sonra olmuştur. Talas Muharebesi, 751 yılında bugünkü Kırgızistan sınırları civarında, Abbasîler ve müttefiki olan Karluklar ile Çinliler’e karşı yapılan bir muharebedir. Türkler bu
savaşta Müslümanlığı yakından tanıma fırsatı bulmuştur. Bu sebeple Talas
Muharebesi, çoğu tarih kaynağında Türkler’in Müslümanlığı kabul etmesi
konusunda başlangıç noktası olarak kabul edilir.
19
Sıra Sizde 3
Hz. Peygamber’in şairleri şunlardır: Hassan b. Sabit El-Ensârî, Ka'b b.
Zuheyr b. Ebî Sulmâ ve Abdullah b. Revaha.
Sıra Sizde 4
Cumhuriyet döneminde Türk-İslâm edebiyatının temalarını kullanarak şiir
yazan pek çok şair vardır. Bunlardan bir kaçını zikredebiliriz: Mehmet Akif
Ersoy, Yahya Kemal, Necip Fazıl Kısakürek, Arif Nihat Asya, Asaf Halet
Çelebi ve Sezai Karakoç.
Sıra Sizde 5
Encemün-i Şuarâ, Tanzimat’la birlikte başlayan yeni arayışlara karşı klasik
edebiyatı canlandırmak ve yenilemek isteyen şairlerin oluşturduğu edebî bir
topluluktur. Hersekli Ârif Hikmet Bey’in evinde her hafta toplanan Encümen
üyelerinin şiirleri okunur, değerlendirmeler yapılırdı. Dönemin öne çıkan pek
çok şairi bu topluluğa katılmıştır. Özellikle Hersekli Arif Hikmet’ten başka,
Leskofçalı Galib ve Tanzimat döneminin ünlü şairi Namık Kemal bu toplulukta temayüz eden şahsiyetlerdir.
Yararlanılan Kaynaklar
Banarlı, N. S. (1987), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I, MEB Yayınları, İstanbul.
Eliot, T.S. (1990), Edebiyat Üzerine Düşünceler, (Çev. S. Kantarcıoğlu),
KB Yayınları, Ankara.
Kemikli, B. (2009), “İlahiyat Araştırmaları: Dil ve Edebiyat”, Türk Bilimsel Derlemeler Dergisi, II, 1, Bahar, Ankara, s. 45-50.
Köprülü, M. F. (1989). “Türk Edebiyatı’nın Menşe’i”, Edebiyat Araştırmaları 1, Ötüken Yayınları, İstanbul.
Köprülü, M. F. (1986). Türk Edebiyatı Tarihi, Ötüken Yayınları, İstanbul.
Levent, A.S.(1962),Ümmet Çağı Türk Edebiyatı, DİB Yayınları, Ankara
Okay, O. (1994). “Edebiyat”, Diyanet İslâm Ansiklopedisi, 10, İstanbul, s.
395-397.
Pekolcay, N (1986), İslâmî Türk Edebiyatı Metinlerini Tetkik Metodları,
Marmara Üniversitesi Yayınları, İstanbul.
Turhan, M. (1987), Kültür Değişmeleri, MÜİF Yayınları, İstanbul.
20
21
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Kaynak kavramını tanımlayabilecek,
•
Türk-İslâm Edebiyatının kaynaklarını sıralayabilecek,
•
Türk-İslâm Edebiyatının muhtevasını açıklayabilecek,
•
Türk-İslâm Edebiyatının özelliklerini ayırt edebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Kaynak
•
Muhtevayı belirleyen kaynaklar: Kur’an, Hadis, Kısas-ı Enbiya, Tasavvuf.
•
Metinlerin kaynakları: Divan, mecmua, cönk, vs.
•
Araştırma kaynakları: Tabakat, Tezkiretü’ş-şuarâ.
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce:
•
Ömer Faruk Akün, “Divan Edebiyatı”, TDV. İslam Ansiklopedisi, İstanbul
1994, IX, 389.
•
M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul 1980, s. 5.
•
Mustafa Uzun, “Kur’an ve Edebiyat (Türk Edebiyatı), Kur’an ve Tefsir
Araştırmaları II, İstanbul 2001, s. 21-38.
•
Mustafa Uzun, “Kur’an (Edebiyat)” DİA, XXVI, 414-417.
22
Türk-İslâm
Edebiyatının Kaynakları
GİRİŞ
Türk-İslâm edebiyatının kaynakları üç alt başlık altında ele alınmaya müsaittir. Bunu Türkçe’de kaynak kavramına bir terim olarak verilen manalardan
çıkarmak da mümkündür.
Türk-İslâm edebiyatının kaynaklarından ilk kısmını, bu edebiyata genel
özelliklerini ve muhtevasını veren kaynaklar meydana getirmektedir. İkincisi, edebî metinlere ulaşmada başvurulacak başlıca kaynaklar olan divan, mecmua ve cönk vs. gibi yazma ve matbu eserlerdir. Üçüncü kısım
ise Türk-İslâm edebiyatı araştırmalarında, bir başka deyişle bu edebiyatı tanımak, öğrenmek ve doğru biçimde günümüze aktarmak için yapılacak
araştırma ve çalışmalarda başvurulacak kaynaklardan oluşmaktadır. Bu
son kısma giren eserler için her tür araştırmada rastlanılan bibliyografya,
kaynakça, müracaat eserleri ve başvuru kaynakları gibi terimler kullanıldığını hatırlamakta fayda vardır.
TÜRK-İSLÂM EDEBİYATINA MUHTEVASINI
VE ÖZELLİKLERİNİ VEREN KAYNAKLAR
Türk-İslâm edebiyatına sahip olduğu özellikleri, bir başka deyişle muhtevasını veren kaynakları incelemeden önce, edebiyatla dinin irtibatını ele alan
ilk ünitedeki bilgileri yeniden hatırlamakta fayda vardır. Bu alâka dinin edebiyat üzerindeki derin ve köklü etkisini yeterli bir biçimde ortaya koyduğundan konuyu, Türk edebiyatı üzerinde İslâm dininin ne derecede etkili olduğu
noktasından incelemeye başlayabiliriz.
Türklerin müslüman olmalarından itibaren İslâm kültür ve medeniyetinin
birleştirici, bütünleştirici etkisi altında ortaya çıkan İslâm medeniyeti tesiri altındaki Türk edebiyatı, yuvarlak bir hesapla on asra yakın süren en uzun devre olmuştur. Bu devrede ortaya konan bütün edebî ürünlerin değişik mâhiyet
ve nisbetlerde bu etkiyi taşıdığı, Türk edebiyatını adlandırmak için kullanılan
bazı isimlendirmelerde de açıkça görülmektedir.
Türk Edebiyatının İslâmiyet’in kabul edilişinden sonraki dönemi, bir ders
olarak yer aldığı Yüksek İslâm Enstitüleri programında İslâmî Türk Edebiyatı, son yirmi yıldan bu yana İlâhiyat Fakülteleri programındaki adıyla
Türk-İslâm edebiyatı şeklinde anıldığı gibi edebiyat fakültelerinde Divan
23
edebiyatı, Eski Türk edebiyatı, Klasik Türk edebiyatı, Osmanlı edebiyatı
v.b. isimlerle anılmıştır.
Bu adlandırılmalar arasında, Türk edebiyatının İslâmî karakterini açık bir
surette ortaya koyacak ve konumuza ışık tutacak en güzel ifade, edebiyat
araştırmacısı Nihat Sami Banarlı’ya aittir. Banarlı, bu devreyi “İslâm Medeniyeti Çağlarında Türk Edebiyatı” genel başlığı altında, İslâmî Türk Edebiyatı olarak adlandırmıştır. (bk.Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul
1971, I, 81, 127.)
Pek çok başka araştırmacı tarafından da kabul gören bu değerlendirmeler
ve isimlendirme, İslâm medeniyetine ve milletlerine olduğu gibi bu edebiyata
da hayat veren en önemli kaynağın İslâm dini ve onun birinci derecede kaynağı olan Kur’ân-ı Kerîm olduğunun da ifadesi demektir. Nitekim Banarlı
bunu, “bu edebiyatın ilim ve fikir kaynağı başlangıçta tamamiyle
Kur’an’dır. Devrin ilim ve tefekkür hayatı da esasen aynı kaynaktan nemâlanmıştır” cümleleriyle (age., I, 102) açıklamaktadır.
Ayrıca, Tanzimat’tan beri itham ve redde başlanmış olmakla birlikte,
özellikle Osmanlı devletinin tarihe karışmasından sonra, çoğu kere karalayıcı,
küçümseyici veya reddedici maksatlarla yapılan adlandırmalardan biri de bu
edebiyatın varlığını sürdürdüğü devrin bir ümmet çağı olduğu fikrinden hareketle “Ümmet Çağı Türk Edebiyatı”dır. Farklı bir hareket noktasına dayanmakla birlikte bu isimlendirme, Türk Edebiyatının bu en zengin devresinin, İslâm dini ve İslâm ümmetinin müşterek değerlerinden kaynaklanarak var olmuş bir edebiyat olduğunu kesin bir açıklıkla ortaya koymaktadır.
Nitekim, ismi ilk defa ortaya atan ve aynı adla bir kitap yazan Agah Sırrı
Levend de eserinde: “Ümmet çağı Türk edebiyatı İslâm dininin ortaya koyduğu hükümlere dayanır. Eski metinlerde hemen hiçbir sayfa yoktur ki, içinde
Kur’an’dan bir âyet, Peygamber hadisinden bir cümle bulunmasın ve düşünceler bunlara bağlanmış olmasın. Tefsir, Kelâm, Fıkıh gibi İslâmî bilimler
kültürün dayanağıdır. İman ve itikad, toplumun başlıca özelliği olarak göze
çarpar” diyerek (Ümmet Çağı Türk Edebiyatı, Ankara 1962, s.VII, 3). adını
koyduğu edebiyatın en belirgin vasıflarını açıklıkla aktarmıştır.
Türk edebiyatının, daha doğru ifadeyle eski edebiyatımızın dinî mahiyeti
ve muhtevasını daha isabetle anlamak için bir de ona hususiyetlerini kazandıran, muhtevasını belirleyen kaynaklar açısından bakmak gerekmektedir.
1. Türk Edebiyatına Şekil ve Muhtevasına Ait Özelliklerini
Kazandıran Kaynaklar
Bunların en önemlilerinden biri, Doç. Dr. Neclâ Pekolcay’dır. Bu adı Yüksek
İslâm Enstitülerinde okutulmak üzere yazdığı iki ciltlik bir eserle, daha belli
bir alanı ifade etmek üzere kullanarak temellendirmişti: İslâmî Türk Edebiyatı (İstanbul 1967-1972). Sonraki yıllarda birçok baskı yapan İslâmî Türk
Edebiyatında Neviler (İstanbul 1981) ve ardından gelen İslâmî Türk Edebiyatı Metinlerini Tetkik Metodları (İstanbul 1982) gibi eserleriyle bu kavramı,
Türk Edebiyatı literatürüne daha kuvvetle yerleştirmiştir. Enstitü yıllarında
olduğu gibi müesseselerimizin İlâhiyat Fakültesine dönüştürülmesinin ilk yıllarında da bu ad kullanılmış olmakla birlikte bilahare Türk-İslâm Edebiyatı
şeklinde değiştirilmiştir.
24
Eski Türk edebiyatının kaynakları genellikle dinî ve din dışı olmak üzere ikiye ayrılarak incelenmektedir. Ancak, İslâm dini toplumu, hayatı ve değerleri
bütünüyle kuşatıcı olduğundan edebiyatı etkileyen unsurların, doğrudan dinî
olanlar ve doğrudan dini olmayanlar şeklinde tasnifi daha isabetlidir. Şimdi
bunları ana hatlarıyla ele alabiliriz.
A) Doğrudan Dinî Kaynaklar:
İslâm dininin ve kültürünün Türk Edebiyatına kaynak olmak bakımından
önemi, araştırıcıların bu edebiyatın kaynaklarını dinî ve din dışı olarak iki bölümde ele almasında da görülmektedir: Dini kaynakların başında gelen
Kur’ân-ı Kerîm, bu edebiyatın şekle ait birtakım özelliklerinden, muhtevasına ve bazı türlerin ortaya çıkışına kadar hemen her alanda esas vasfını veren
ana kaynağı olmuştur. Hadis veya sünnet-i nebevî, kısas-ı enbiya ve buna
bağlı olarak eski kavimlerle ilgili tarihi bilgilerle, tasavvuf şeklinde sıralanabilecek olan diğer doğrudan dini kaynaklar da yine Kur’an’la yakın irtibatlı ve ondan doğup gelişmiş alanlarlardır.
Dikkat edilirse Türk edebiyatının ilk iki kaynağı, aynı zamanda fıkıh literatüründe edille-i şer’iyye olarak adlandırılan dört ana kaynağın da ilk ikisi
olmaktadır. Son iki kaynak ise, bütün İslâmî ilimler gibi esas olarak
Kur’andan doğmuş ve sonraki asırlarda başka menbalardan elde edilen bilgilerle gelişip zenginleşmiş sahalardır. Ayrıca bu kaynakların tamamı Türk
Edebiyatında manzum ve mensur olarak kaleme alınmış eserlere sadece malzeme temin etmek, muhtevalarını, aydınlatıcı ve yönlendirici bilgilerle zenginleştirip beslemekle kalmamış, bunların estetik yönünün oluşmasında da
başvurulacak esasları belirlemiştir.
Şimdi bunları teker teker inceleyebiliriz
1. Kur’ân–ı Kerîm
Yukarıda da ana hatlarıyla işaret edildiği üzere Kur’ân-ı Kerîm, İslâmî Türk
edebiyatına şeklinden, muhtevasına, sanat değerinin belirlenmesini sağlayan edebi sanatlarla (belâgat) ilgili ölçülerinden, bazı türlerin doğmasına kadar hemen her alanda esas vasfını veren birinci ve en önemli kaynaktır. Ayrıca Kur’an’ın belâgat yönüyle fevka’l-beşer, üstün bir îcaza sahip
olması, onu rehber edinen toplumların edebiyatları için de her yönüyle en
seçkin örnek kabul edilmesini sağlamıştır.
Öncelikle belirtmek gerekirse, Kur’an geniş ve zengin muhtevasıyla İslâmî Türk Edebiyatının hemen bütün malzemesini teşkil etmiştir. Bunun
boyutlarını anlamak için Kur’an’ın Türk kültüründe yer etmiş en kapsamlı
tanımına kulak vermek açıklayıcı olacaktır. Aslında bağlamı farklı olmakla
birlikte halkın, Kur’an’ın muhteva bakımından hudutlarının genişliğini anlatmak için bizzat bu ilâhî kitaptan aktardığı “kuru ve yaş her şey bu apaçık
kitapta mevcuttur” şeklindeki kapsayıcı bir ifade (el-En’am 6/59) dikkat çekicidir. Bu tanımlama, hayatını, ilim, kültür ve sanatını Kur’an’a göre şekillendirmeyi hedef alan müslüman topluluklar arasında özellikle de, müslüman
Türk halkının hayatında ve kültüründe ilâhî kitabın ne kadar çok yönlü ve kuşatıcı bir yeri olduğunu en kapsamlı v şekilde ortaya koymaktadır. Tabii olarak edebiyat ve sanat da bu geniş çerçevenin derin etkisi içinde kalmış ve ondan büyük ölçüde faydalanmış ve edebî metinlerde yer verdiği kâinat, mah-
25
lûkat, geçmiş ümmet ve milletler, onların peygamberleri ile başlarından
geçmiş olaylar, ibret verici kıssalar v.b. gibi hemen bütün malzemeyi bu
kaynaktan derleyip işlemiştir.
Kur’an ayrıca, Türk edebiyatının günümüz ifadesiyle edebî sanatlar, eski
ve özel ifadesiyle de belâgat anlayışını temellendirmiştir. Çünkü Arap dilinin
belâgati, aslında kendisi de bir söz mucizesi olan Kur’ân-ı Kerim’den, onu
daha iyi anlama zaruretinden doğmuş, belâgat ilmi en güzel örneklerini ilâhî
kelâmın eşsiz ifadelerinden oluşturmuştur. Nitekim Osmanlı-Türk dünyasında belâgat eğitimi, Cevdet Paşa’nın Belâgat-i Osmaniyye’yi (İstanbul 1209)
kaleme alarak ilk defa klasik İslâm belâgatini tam kadrosuyle veren ve örnekleri Türkçe olan bir eser ortaya koymasına kadar, asırlarca hem Arapça hem
de misalleri Kur’an’dan ve Arap edebiyatından derlenmiş eserlerin telifi,
şerh, haşiye ve talikatlarının yazımı ve okutulmasıyle gerçekleştirilmiştir.
Kur’an’ın Türk dili tarihi bakımından çok önemli olan bir başka etkisi de,
Türkçe Kur’an tercümeleri sebebiyle ortaya çıkmıştır. Bu alanda oldukça geniş bir malzeme ve bilgiye sahip olduğumuzu, bunu da Kur’an’a borçlu olduğumuzu belirtmeliyiz.
Türkçe Kur’an tercemeleri ve bunların Türk dili ve edebiyatı bakımından önemi
hakkında geniş bilgi için bu konuda kıymetli araştırmalar yapmış olan
Abdülkadir İnan’ın Makaleler ve İncelemeler (Ankara 1991, s.128-186) adlı
eserine bakılmalıdır. Elde mevcut en eski yazmaları on üç ve on dördüncü asırlara ait olan ve
XI. yüzyılda tercüme edilmiş bu metinler, özellikle Türk dilinin kelime kadrosu ve gramerine ait zengin araştırma alanlarından birini, “Türkçe Kur’an
Tercümeleri” sahasını teşkil etmektedir. Bu arada, son yıllarda belirli bir ilgiye mazhar olsa da henüz yeterince incelenmemiş bir diğer alan olarak Türkçe
tefsirlerin de aynı öneme sahip oldukları, araştırmacıların ilgisini bekledikleri
belirtilmelidir.
Ferişteoğlu ve Kanun-ı İlâhî vb. gibi Kur’an lügatleri de yine Kur’an’ın
etkisiyle, onu en iyi şekilde anlama niyetinden ortaya çıkmış ve Türk dili tarihi bakımından eski ve değerli malzemelerin bir araya toplanmasına imkân
vermiştir.
Edebiyatımıza kazandırdığı başlıbaşına manzum tür ve eserlere geçmeden
önce Türk nesrinde Kur’anın örnek alınışına da dikkat çekmek gerekmektedir:
Eski Türk edebiyatında inşâ adıyla anılan nesir dilinde Kur’anın, cümle
kuruluşundan metnin örgüsüne kadar geniş bir etkiye sahip olduğu görülmektedir. Nitekim “sözlerin en güzeli” olan bu mukaddes ve taklid edilemez örnek ana özellikleriyle Türk nesrine aktarılarak ta Dede Korkut Hikayeleri’ndeki sade nesirden başlayarak, Sinan Paşa ve emsâli gibi büyük sanatkârlar elinde çok âhenkli ve zevkle okunup-dinlenen eserler vermiştir. Banarlı
bunun sebebini, “Kur’an diliyle daha iyi anlaşan ve sözün mûsıkîleşmesinden
büyük zevk alan Anadolu Türkçesi’nin Türk halk edebiyatındaki kafiye ve aliterasyon an’anesinden istifade etmesidir.” şeklinde açıklayarak, Kur’an âyetlerindeki ahengin en önemli unsurunu teşkil eden fasılaların seci adıyla Türkçe cümlelerin iç yapısıyla sonlarındaki ahenge etkisinden kaynaklandığını
izah etmektedir.
26
Kur’an’ın Türk nesri üzerindeki bir başka önemli etkisi de âyetlerin asıl
ibâreleriyle Türkçe’nin cümle yapısına girmiş olmasıdır. İktibas, istişhad denilen edebî sanatlara başvurarak manayı en güzel, en kuvvetli ve etkileyici
biçimde kullanılma olarak vasıflandırılacak bu anlayış Kutadgu Bilig’in mukaddimesiyle başlayıp Rabgûzî’nin Kısasü’l-enbiyâ’sı ile gelişerek Anadolu
sahasında Behçetü’l-hadâik, Merzuban-nâme, Tazarru’ât gibi eserlerle gelişmiştir. Hatta Veysî ve Nergisî’den Namık Kemal, Muallim Nâci ve Ziya
Paşa’nın eserlerine kadar her devirde çeşitli örnekleri görülen bu ifade tarzı,
mânayı en güzel ve kesin bir şekilde anlatmak bakımından önemlidir.
Kur’an’ın Türk şiir ve nesrine kazandırdığı bu ifade tarzının daha iyi anlaşılması için şu örnekler izerinde düşünmek yeterlidir:
“Hâk-i pâyin olduğum gördü dedi kâfir rakîb
Taş ile bağrın döğüp ‘yâ leytenî küntü türâb”
beytinde “aşığı sevgilisinin ayağı altındaki toprak olarak gören kâfir rakibin”
kıskançlığını ve pişmanlığını ifade için, tıpkı Nebe Sûresindeki (78/40) âyette
yer alan, kıyamet gününde, dünyadayken yaptıklarına pişman ‘kâfirler gibi’
taşlarla bağrını döğüp ‘keşke toprak olaydım’ diye döğünmesini ifade eden
‘yâ leytenî küntü türâb’ kısmı vezne uygun bir şekilde mısraa yerleştirilerek
beytin mânası te’kid edilmiş, itiraza yer kalmayacak şekilde kuvvetlendirilmiştir.
“Nağme-i bülbül yine remz eyledi gülşende kim
Hâzihî cennâtü adnin fe’dhulûhâ hâlidîn”
beytinde Ahmed Paşa, Tâhâ sûresindeki (20/76) ‘cennâtü adnin / adn cennetleri’ kelimelerinin başına Arapçada ‘bu’ mânasına gelen ‘hâzihî’ kelimesini eklemiş, ardından da ‘fe’dhulûhâ hâlidîn / ebedî olarak kalmak üzere
oraya girin’ mânasında Zümer sûresinde yer alan (39/73) âyetin bir parçasını
öncekiyle birleştirerek son beyti meydana getirmiştir. Böylece Sultan
Bâyezid için yazılmış olan bu bahariyyedeki beytin mânası “Bahar geldiğinde gül bahçesinde öten bülbüllerin nağmeleri ‘işte bu bir cennet bahçesidir.
Haydi oraya girin ve ebedî olarak kalın’ mânasını vermektedir” demek olur.
Kur’an âyetleri beyitlerde bazan sadece meâlen veya mânaya telmih olarak, bazan “rahmet âyeti, fetih âyeti, secde âyeti” gibi isimleriyle, bazan “tâhâ, ve’l-leyl, ve’d-duha, yâsîn, kevser, ihlâs, Yusuf, neml” gibi sûre adlarıyla, bazan da “elif lâm, elif lâm mîm, nûn ve’l-kalem” gibi sûre başlarında yer alan ve mukattaât denilen, rumuzlu mânalar taşıyan harflerin anılmasıyla, bazan ise sadece mânalarının iktibasları sûretiyle yer almıştır.
Aydınlı Dede Ömer’in tevşih olarak bestelenmiş meşhur na’tinin makta
beyti olan:
“Ve’d-duhâ virdine ve’l-leyl okuram sünbülüne
Rûşenî virdi budur küllü gadâtin ve aşiy”
beytinde adları zikredilen Duhâ (93) ve Leyl (92) sûrelerinde Hz. Peygamber’in İslâmiyet’i insanlara getirişi karanlıktan aydınlığa geçişe benzetilerek
anlatıldığından, şair tarafından da ismen beyte yerleştirilmiştir. İkinci mısraın
sonundaki Arapça cümle ise “küllü” kelimesi hariç En’am (6/5) ve Kehf
27
(18/28) sûrelerinden kısmen iktibas edilmiş âyet parçalarıdır. Nesîmi’nin bir
na’tindeki:
“Vasfını ve’n-necmi, ve’ş-şemsi, tebârek söyledi
Şânına Tâ-hâ vü Yâ-sîn geldi Hak’dan beyyinât”
beytinde ise Hz. Peygamber’le alâkalı belli başlı sûre adları zikredilerek onun
vasıflarının, isimleri anılan sûrelerde topluca anlatıldığı ifade edilmek istenmiştir.
Türk-İslâm edebiyatının en zengin türlerinden biri olan Tevhidler ile
Münacaatlar hakkında ileride geniş bilgi verileceğinden şu kadarını söyleyebiliriz. Bu türler, özellikle tevhid Kurân’ın tebliğ ettiği ana fikirden doğmuştur. Yani doğrudan Kur’andaki Allahın varlığı, birliği, esmâ ve sıfatı ile
bunları kâinattaki tezahürleri karşısında insanın aczi ve Allah’a sığınması,
dua ve münacatta bulunması hakkındaki âyetlere dayanmakta, bunların mana
ve lafızlarından hareketle şair ve ediplerin hayal-hanelerinden süzülerek beslenen estetik unsurlarla lafza aktarılmış, nazma yahut nesre çekilmiştir.
Kur’an hakkında, bu mukaddes kitabın tanınması, sevilmesi, emir, yasak
ve tavsiyelerinin benimsenmesi hakkında kaleme alınmış müstakil manzumeler de bir hayli yekûn tutar. Bu şiirler Kur’an’ın bizzat kendisi hakkında sanatkârın muhayyilesine ilham ettiği düşüncelerin edebiyatımızın estetik ölçüleriyle harmanlanmasından doğmuştur.
İsmail Safa’nın:
“Bir şâhika balasına inseydi kitabın
Ey kahir-i mübdi’
Eylerdi serâpâ cebeli havf-i hitâbın
Hâşi’, Mütesaddi’
mısralarıyla başlayan Kitabullah şiiri bunların son devirde kaleme alınmış en
güzellerinden biridir. Şair bu mısralarda Haşr suresinin (59) 21. âyetini nazmen ve çok güzel bir şekilde tercüme etmiş, ayetteki hâşi’ ve mütesaddi’ kelimelerini son mısraya ustaca yerleştirerek güzel bir iktibas örneği de vermiştir.
Mehmed Âkif’in yayımlanan ilk şiirlerinden biri:
Ey nüsha-i cânı ehl-i dînin
Ey nâsih-i şânı münkirînin”
mısralarıyla başlayan 28 beyitlik Kur’ân’a Hitab’tır. Bu şiiri dışında seçtiği
âyetlerin mânasını müstakil manzumeler halinde nazma çekerek bu tarzı geliştiren Mehmet Âkif, Safahât’ında bu tarz bir çok şiire yer verdiği gibi, pek
çok beytinde de Kur’anı anlatan, geleneksel çizgide beyitler kaleme almış, bu
yüzden Kur’an şairi olarak tanınmıştır.
Türk-İslâm edebiyatı metinlerinin büyük çoğunluğu doğrudan veya dolaylı olarak tasavvufla bağlantılıdır. Tasavvufî düşünce ve yaşama biçiminin
esası, Kur’anda zühd ve takva kavramları etrafında yer almıştır. Bu konulara
28
temas eden birçok sûre ve âyet, manzum-mensur, lirik-didaktik tasavvufî veya edebî pek çok esere ve metne intikal etmiştir. Bu durum âyetlerin tasavvufî manalarının daha geniş çevrelere yayılmasına, mutasavvıf şairler yanında,
sanatkâr hüviyetleri gereği, sözün yoruma açık söylenmesinden hoşlanan diğer şuarayı da farklı ölçülerde etkilemesiyle neticelenmiştir. Hatta tasavvufla
irtibatı olsa da olmasa da bütün şairler, bu âyetlerden istifade etmek; telmih,
iktibas, istişhad, irsal-i mesel gibi sanatların gösterilmesinde bu malzemeden faydalanma imkânı bulmuştur. Bir başka deyişle tasavvuf edebiyatımıza
her yönüyle önce Kur’an kaynaklı olarak girmiştir.
Kur’an’ın dışındaki kaynaklar da yine onunla yakın irtibatlı ve
Kur’an’dan geniş çapta etkilenmiş, onu tamamlayan ve daha iyi anlaşılmasına imkân veren kaynaklardır. Bu kaynakların başında Hadis veya sünnet
gelmektedir.
Türk-İslâm edebiyatının doğrudan Kur’an’la beslenen türleri hangileri olabilir,
araştırınız.
2. Hadis veya Sünnet–i Nebevî
Bu kaynaklara Hadis yanında Hz. Peygamberin hayatı demek olan Siyer-i
Nebi’yi de ilâve etmek icap etmektedir.
Bilindiği gibi hadis veya sünnet esas itibariyle Kuran’ın ana hatlarıyla,
özet olarak verdiği pek çok bilgilerin (mücmel) doğru ve geniş bir biçimde
açıklanarak anlaşılması (tafsil) yanında, ilâhi bir hikmet sebebiyle âyetlerde
açık seçik bir şekilde ifade edilmemiş (müphem) manaların murâd-ı İlahî’ye
en uygun biçimde izah edilmesini (temyiz) sağlayan bir göreve sahiptir. Bu
sebeple hadis veya sünnet dini noktadan birbirini tamamlayan iki esas kaynak
olduğu gibi, kültür, edebiyat ve sanat bakımından da birbirini destekleyen ve
besleyen iki ana kaynaktır.
Türk-İslâm edebiyatında başka hiçbir müslüman milletin edebiyatında
olmadığı kadar Hz. Peygamber konulu manzum ve mensur tür ve eser ortaya
konmuştur. Bunların hemen hepsi peygamber sevgisinden doğmuştur. Bu konuda Türk toplulukları diğer İslam milletlerinden daha farklı bir yere ve nasibe sahip olmuştur. Bunu Türk-islâm edebiyatında bu konuda ortaya konmuş
eserlerin hem tür olarak hem de sayıca zenginliği yeterince ortaya koymaktadır. Hz. Peygamber konulu manzum ve mensur tür ve eserlerin başlıcalarını
Na’at, Mevlit, Miraciye, Hilye, Kırk Hadis, Siyer, Esmâ-i Nebi, Mûcizâtı Nebî vb. olarak sıralamak mümkündür. Özelikle Mevlit, Miraciye, Hilye,
Kırk Hadis, Siyer, Mûcizât-ı Nebî türlerinin ana kaynağı hadisler olmuştur.
Hadislerin tasavvufla irtibatı, bu konudaki rivayetlerin tıpkı âyetler gibi
temin ettiği malzemenin zenginliğinden kaynaklanmaktadır. Ayrıca, ilgili
âyetlerin doğru anlaşılmasında hadislerin açıklayıcı görevleri bulunduğu âşikârdır.
Burada işaret edilmesi gereken bir başka husus ise bazı hadislerin sıhhati
hakkındaki değerlendirmeler arasında tasavvuf literatüründe “mükaşefe yoluyla sahih” şeklinde ifade edilebilecek bir anlayışın ortaya çıkması olmuş,
hatta bu değerlendirmeye sahip hadisler üzerinde büyük bir tasavvuf literatürü oluşmuştur. Buna tasavvuftaki “fakr” anlayışının temelini teşkil eden “elfakru fahrî/fakirlikle iftihar ederim” hadisi ile aşk anlayışının temelinde yer
alan “Küntü kenzen mahfiyya.../Ben bir gizli hazine idim...” hadîs-i kudsîsi
29
gibi tanınmış örnekler verilebilir. Böylece zühd ve takva konusunda hadisler, bir taraftan tasavvufî âyetlerin doğru şekilde anlaşılması ve hayata nasıl
aktarılması gerektiğinin belirlenmesine yardımcı olmakta, diğer taraftan da
bu tasavvufla ilgili meselelerde yeni ve tamamlayıcı bilgiler vermektedir.
Bu irtibatın bir ayağını da, tasavvufi hayatın en güzel şekilde yaşanması
konusundaki en mükemmel örneğin Hz. Peygamber’in şahsında ve hayatında
gerçekleşmiş olması teşkil eder.
Bir yönüyle Hadis, diğer tarafıyla Kısas-ı Enbiya ile irtibatlandırılabilecek
olan Siyer/sîre türünün ana kaynağı da hadis ve sahabe rivayetleri olduğundan konuyu burada işlemek daha uygun görünmektedir. Vakıa Hz.
Peygaber’in hayatı Kısas-ı Enbiya’nın son halkasını teşkil etse de her iki
alan, özellikle Türk-İslâm edebiyatının en değerli ve zengin kaynaklarından
bulunduğu için ayrı ayrı ele alınması, gerektiğinde müşterek noktalara dikkat
çekilmesi yeterli olacaktır.
Türkçe’de siyer, başlangıçtan, özellikle de Osmanlı’dan Cumhuriyet öncesine kadar, tarih ilminin konusu olmaktan ve bu alanda gelişmekten ziyâde,
edebiyat sahasına kaymış ve bu vadide şekillenmiş görünmektedir. Kısas-ı
enbiyânın genel olarak Türk Edebiyatına, özel olarak da İslâmî Türk Edebiyatına en zengin malzemeyi sağlayan dinî kaynakların önemlileri arasında
yer alması bunda derinden etkili olmuştur.
Bu verimli kaynağın en geniş ve bazan yer yer İsrailiyyat’a varan teferruatlı bilgilerle donanmış, çeşitli mûcizelerle heyecan verici hale gelmiş kısmı
ise şüphesiz Hz. Peygamber’in şahsı, hayatı, ailesi (ehl-i beyt) ve başta
hulefa-i raşidin olmak üzere aşere-i mübeşşere, ashâb-ı suffe gibi yakın,
ashâb-ı kiram gibi geniş çevresiyle ilgili olan bölümdür. Bu sebeple sadece
dinî ve tasavvufî edebiyatta değil, halk edebiyatından divan edebiyatına varıncaya kadar Türk edebiyatının hemen bütün devre, tür ve şekillerinde bu
zengin malzemeden en geniş biçimde faydalanıldığı, bu konunun şair ve sanatkârların ilhamını besleyen lirik unsurlarla daha da ilgi çekici hale gelmiş
ana kaynak durumuna yükseldiğini söylemek yerinde olacaktır.
Bunda ilk eserlerin tercüme de olsa Hz. Peygamber’e duyulan derin sevgi
ve saygının etkisiyle samimi, hisli ve coşkun bir şekilde, bir başka deyişle lirik edebî unsurlar bakımından zengin olarak kaleme alınmasının tesiri de
vardır. Ayrıca bunların Türk edebiyatında başka örnekleri de görülen teliftercüme eserler denilen özellikte ortaya konması şair ve yazarına, esas metne
tamamen bağlı kalmak yerine, kalemini ilhâmının etkisine ve seyrine bırakma
imkânını vererek, duygularını bütün samimiyeti ile aktarma fırsatı tanımış
olmasını da ilâve etmek gerekir.
Ayrıca bütün müslüman milletlerin, özellikle de Türkler’in kültür hayatında önemli bir yeri olan sohbet meclislerinin en mühim ve devamlı konularının başında siyer mevzularının geldiği bilinmektedir. Padişah saraylarından
köy odalarına, tekkelerden kışlalara kadar yayılmış bu meclislerde okunan,
anlatılan, dinlenilen olaylar hemen bütünüyle Hz. Peygamber’in hayatı, şahsiyeti, mûcizeleri, savaşları yanında Hz. Ali başta olmak üzere halifeleri ve
yakın arkadaşlarının (sahabelerin) yer aldığı hadiseler etrafında geliştiğinden,
bunlar -bazen bizzat anlatıcılar tarafından- zamanla kitaplaştırılmış, ardından
da meclislerde artık bu kitaplar okunup dinlenmiştir.
Türk toplumu üzerinde yaygın din eğitimi yoluyla etkili olmuş en önemli
ilk eserlerden olan ve siyer-mevlid türünün en dikkate değer manzum örneği
30
sayılan Yazıcıoğlu Mehmed’in XV. yüzyıla ait Muhammediye’si de Arapça
Megâribü’z-zamân’ın Hz. Peygamber’le ilgili kısmının Türkçe’ye nazmen
tercümesinden doğmuştur. Hatta çok beğenildiği için eserin ilk kaleme alınmasından itibaren ezberlenerek dini törenlerde ve sohbet meclislerinde okunduğu bilinmektedir. Yine bu sebeple Muhammediye İslâmî Türk edebiyatında
siyer-mevlid türünün de ilk örneği kabul edilmektedir.
Siyerle ilgili eserlerin Osmanlı ülkesinin her yanında bu derece yayılmasına, Süleyman Çelebi’nin Mevlid’inin çok beğenilmesini, zamanla doğumdan ölüme kadar, her türlü toplantıda okunmasını ve halk arasında Hz. Peygamber’e duyulan bağlılığın artmasındaki derin ve yaygın etkisini de göz ardı
etmemek gerekir.
3. Kısas–ı Enbiyâ ve Tevârîh–i Hulefâ
Bu kaynak grubuna, İslâm kültürüne başka yazılı ve sözlü kaynaklardan intikal eden eski ümmet ve milletlerin başlarından geçenleri de eklemek gerekir. İsrailiyyat’tan gelen malzeme ve rivayetler dinî açıdan değerli ve önemli
olmasa da Türk-İslâm edebiyatının zenginleşmesine katkı sağlamak bakımından önemli bir kaynaktır. Bu alanın malzemesini önce Kur’an ve hadis sağlamakta, ardından semavî dinlerin -İslâm inancına göre tahrif edilmiş sayılsa
da- İncil ve Tevrat gibi mukaddes kitaplarıyla bunların tefsirlerinden gelen
bilgiler ciddi bir zenginliğe sebep olmakta, ayrıca doğruluğu tartışılsa da bu
dinlere inanan kavim ve milletler arasında dolaşan sözlü (şifâhî) rivayetler de
şair ve ediplerin anlatımını renklendirmektedir.
Nitekim bu anlayışın en güzel manzum örneklerini Yûnus’un mısralarında görmek mümkündür:
“Tevrât ile İncîl’i Zebûr ile Furkân’ı
Bunlardaki beyânı cümle vücutta bulduk”
veya:
“Sen seni ne sanırsan ayruğa da onu san
Dört kitâbın mânâsı budur eğer var ise”
gibi beyitler güzel örneklerdir. Ayrıca bu beraberlik Hz. Adem’den beri bütün peygamberlerin tebliğ ettiği hakikatlerin aynı olduğunu da ortaya koymaktadır:
“Dört kitâbın mânâsı bellidir bir elifte
Sen elif dersin hoca mânâsı ne demektir.”
Kısas-ı enbiyâ hakkında pek çok bilgi, Kur’an ve hadiste mevcut olduğu
halde onu müstakil bir kaynak olarak zikretmemizin sebebi yukarıda işaret
edildiği gibi bu alanın İslâm dışı yazılı ve sözlü başka kaynaklardan beslenen
malzeme ile zenginleşerek müstakilleşmesidir. Türk-İslâm edebiyatında aynı
adla anılan bir türün ortaya çıkmasının sebebi hakkında bir fikir vermek için
XV. yüzyılda Anadolu’da Hz. İbrahimi konu alan Halilname adlı eserin müellifi Abdülvâsi Çelebi’nin “Der medh ü sebeb-i nazm-ı kitab” bölümüne,
yani eseri neden yazdığını anlatan mısralara bakmak yeterlidir: Çelebi Sultan
31
Mehmed, şair Ahmedî’den Farsça Veys ü Ramin’i tercüme etmesini istemiş
onun çalışmaya başladıktan kısa bir süre sonra, tercümeyi tamamlayamadan
ölmesi üzerine mesneviyi Abdülvâsi Çelebi’ye havale etmişti. Çelebi bu eski
hikâyeyi:
Ne vaaz ü ne hikâyet, ne garâib
Ne pend ü ne nasihat ne acâib”
beytinde ifade ettiği gibi beğenmemiş;
Ne kim dünyada var maksûd u mahbûb
Bunun içinde vardır hûb u matlûb
Bunu nazmeylemek yeğ gördüm andan
Nebîler kıssası kandan o kandan”
beyitlerinde ifade ettiği üzre “peygamber kıssası nerde o nerde” diyerek
Halilnâme’yi kaleme almıştır.
Belli başlı peygamber kıssalarının Türk-İslâm edebiyatındaki yeri önemi ve
değeri hakkında daha geniş bir fikir elde etmek için Türkiye Diyanet Vakfı
İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Hz. İbrahim”, “Hz. İsâ” ve “Hz. İsmail” gibi
maddeler yanında, bütün peygamberler ve onlarla ilgili diğer olayların tasavvufi olsun olmasın, birer divan mazmunu olarak beyitlere nasıl intikal ettiği hakkında bilgi edinmek için Ahmed Talât Onay’ın Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar, (Ankara 1992) adlı eserinin ilgili maddelerine bakılmalıdır.
Peygamber kıssaları içinde en çok sevildiği için pek çok örneği kaleme
alınan “Ahsenü’l-Kasas / Kıssaların en güzeli” diye vasıflandırılan Yusuf u
Zeliha’lar da Kur’an ve Hadis yanında diğer kaynaklardan da beslenen türün
en dikkat çekici, karakteristik ve sayıca zengin örneğidir.
Türk edebiyatında telif veya tercüme, bazısı tasavvufi mahiyette bu konuda on yedisi elde bulunan otuzdan fazla mesnevi kaleme alınmıştır. (bk. “Yusuf ile Zeliha”, Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi, İstanbul 1998, VIII,
620-621)
Türk-İslâm edebiyatında kaleme alınmış en meşhur Yusuf u Züleyhâ
mesnevisi kime aittir, araştırınız.
Tasavvuf edebiyatı da, bu kaynağın sağladığı malzemeyi değerlendirme
yoluna gitmiş, Hz. Adem’den itibaren bütün peygamberlerin hayatlarına,
ümmetleriyle olan münasebetlerine ve maceralarına dair sûre, âyet ve hadislerde yer alan bilgileri tasavvufî bakış açısından yorumlayıp etkileyici örnekler çıkarmıştır.
Bu anlayışın en müessir ve seçkin örneklerinden biri Muhiddin İbnü’lArabî’nin Fusûsü’l-Hikem adlı eseridir (Geniş bilgi için bk. M. Erol Kılıç,
“Fusûsu’l-Hikem” DİA, XIII, 230-237). Yirmi yedi peygamberin her birinin
hikmetlerine izâfeten yirmi yedi bölüm halinde kaleme alınan Fusûs, aynı
zamanda hem tasavvufun, hem tasavvuf edebiyatının, hem de İslâmi Türk
Edebiyatının başlıca mevzuları arasında bulunan “hakîkat-i Muhammediye /
insan-ı kâmil” meselesi (Geniş bilgi için bk. Selçuk Eraydın, “Hakikat-i
Muhammediye ve İlgili Beyitler”, Tasavvuf ve Edebiyat Yazıları, İstanbul
32
1997, s. 289-300) üzerine bina edilmiştir. Nitekim ilk defa Ahmed Bican’ın
Türkçe’ye çevirdiği Fusûsü’l-Hikem, XV. asrın tanınmış mutasavvıf şairlerinden ve esere ayrı bir önem verdiği için “Fusûsîlerden” diye suçlananlardan
Dede Ömer Rûşeni’nin (ö. 982/1487) müntesiplerinden Bayezid Halife,
Arapça yazdığı Fusûs şerhinden hareketle eserin bazı konularını daha sonra
5500 beyit halinde nazma çekmiştir.
Neticede kısas-ı enbiya’nın Osmanlı şiirini kuvvetle etkilediği ve sağladığı malzemenin hemen her tür ve şekilde edebî-tasavvufî metinlere intikal ettiğini söylemek bir hakikatin ifadesi olmaktadır.
Ayrıca bu birikim arasında tefsir literatüründe “İsrailiyyat” adıyla anılan
Kur’an ve hadis dışındaki kaynaklardan intikal eden bilgilerin de yer aldığını
ve tasavvufî yorumlarla metinlere girdiğini söylemek gerekir. Bu bilgiler çoğu kere mesnevi formunda yazılan eserlerin malzemesini teşkil etmiş ayrıca
İslâmî Türk edebiyatının en zengin telmih hazinesini oluşturarak bütün şiirlere ve dolayısıyla da edebiyata mal olmuştur.
4. Tasavvuf ve Tarikatlerden Gelen Malzeme
Yukarıda zikredilen üç kaynağın dışında, İslâmî ilimlerin ortaya çıkması safhasında müstakil bir disiplin olarak gelişmeye başlayan tasavvuf, tekemmülünü tamamladıktan sonra fikri yönü yani teorisi, ilim ve sanat tarafı yani literatürü ve edebiyatı yanında, pratiği yani tekke zaviye gibi müesseseleri
ve burada yaşanan tasavvufî hayatın adabı ve merasiminden meydana gelen özel ritüelleri, bu mekânlar dışındaki genel yaşama/yaşanma biçimiyle,
İslâmî Türk edebiyatında yerini almıştır.
Bu konuda bir fikir edinmek için Hz. Mevlânâ’dan ve Mevlevîlik’ten hareketle örnek vermek uygun görünmektedir. Onun Divan-ı Kebir’i tasavvufun vahdet-i vücüd, aşk, devir vb. esaslarını edebî bir dille, yüksek felsefî bir
bakış açısıyla ortaya koymakta, Mesnevî’si aynı esaslarla tasavvufi ahlâk ve
anlayışları ibret verici bir takım hikâyelerle, geniş kitlelerin anlayabileceği
bir şekilde işlemekte, Mevlevî dergâhları olan Mevlevihânelerde yaşanan
tekke hayatı da pratiğini, merasim ve adabını meydana getirmektedir. Diğer
tarikatler için ise benzeri farklılıklara örnek olarak, metinleri Türkçe olduğu
için Türk-İslâm edebiyatıyla daha yakın ilgisi bulunan ilâhiler ve gülbankları hatırlamak yeterlidir. Nitekim her tarikatin ilahileri adlarından başlayarak,
muhtevası zikir esnasında okundukları yerler bakımından farklılık gösterdiği
gibi gülbank denilen manzum mensur, Türkçe, Arapça ve Farsça duaları da
tarikatlere ve okundukları yerlere göre farklıdır.
Netice olarak zamanla başlı başına özel bir alan halinde gelişerek Tasavvuf ve Tekke edebiyatı adı altında çok zengin bir saha teşekkül etmiş ve tasavvuf Türk edebiyatının klasik ve halk edebiyatı sahalarına da kaynaklık
yapmış, bu alanları da beslemiştir.
Burada Hz. Mevlânâ ve Mesnevî’sinin de ayrı ve önemli yerine işaret etmek gerekir. Hüsn ü Aşk müellifi Şeyh Galib’in, eserini Mesnevi’den intihal
etmekle suçlayanlara verdiği cevap bu etkiyi bütün Türk şiirine şâmil kılacak
kadar vecizdir:
“Esrarımı Mesnevî’den aldım
Çaldımsa da mîrî malı çaldım”.
33
Nitekim Türk edebiyatında başta tasavvufi mesneviler olmak üzere pek
çok eser Hz. Mevlâna ve Mesnevî’nin ilhamıyla yazılmıştır. Bunlardan ilk akla gelenler Aydınlı Dede Ömer Rûşenî’nin Miskinlik-nâme, Ney-nâme, ve
Çoban-nâme’sidir.
Yapılan araştırmalar Mevlânâ’nın edebiyatımız üzerindeki tesirinin eskisi
kadar olmasa bile günümüz Türk şiirinde devam etmekte olduğunu göstermektedir (Geniş bilgi için bk. Hasan Aktaş, Yeni Türk Şiirinde Mevlânâ Okulu ve Misyonu, Edirne 2002).
Tasavvufun Türk edebiyat ve sanatındaki yeri ve önemini anlamak için
tekke edebiyat ve musıkîsinde en kıymetli türünü meydana getiren, ilâhî’ye
daha genel olarak bakmak yeterlidir. Tasavvufî ve dinî yahut tekke ve cami
ilâhileri olarak iki kısımda incelenebilecek olan bu manzumeler, “Mağz-ı
Kur’an ve lübbü ehâdis /Kur’an ve Hadisin özü” tanımlamasıyla nitelenen
evliya sözlerinden oluşmaktadır. Burada söze ilâhî sıfatı verilmekle ondaki
rabbanî öze işaret edilmektedir. Nitekim Yunus Emre’nin:
“Yunus’un sözü şiirden amma aslı Kitaptan
Hadis ile denene key bil sadık olmak gerek”
ile
“Söz karadan aktan değil yazıp okumaktan değil
Bu yürüyen halktan değil Hâlik âvâzından gelir”
gibi beyitleri bu gerçeği bütün açıklığıyla ortaya koymaktadır.
Türk Edebiyatında mutasavvıfların nesirden ziyade manzum söze rağbet
etmelerinde birçok sebep yanında ilâhîlerin maddî mânada “sözün güzeli” nitelemesine daha uygun düşmesi, muhteva itibariyle ise “en güzel sözü” beşeri
ölçülerin en güzeliyle gönüllere aktarmada ve anlatmada etkili bir vasıta kabul edilmesinin önemi vardır. Bu etkide dinî Türk musıkîsinin önemli bir yeri
olduğu da gözden uzak tutulmamalıdır.
Tasavvufun Türk-İslâm edebiyatıyla yakın ilgisini gösteren bir başka
önemli taraf da her iki alanın özellikle terâcim-i ahvâl (biyografi) kaynaklarının büyük ölçüde müşterek oluşudur. Bunda bir taraftan Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Eşrefoğlu Rûmî, Niyazî-i Mısrî, Şeyh Galip gibi bir kısım şairlerin
aynı zamanda mutasavvıf kimliğine sahip olmaları, diğer yandan da divan şairi olarak tanınan Şeyhî, Fuzulî, Bakî, Nabî, Nef’î, hatta Nedim gibi isimlerin
farklı derecelerde olmakla birlikte, şiirlerinde tasavvufî mazmunları ustaca
kullanmış olmalarının etkisi çoktur.
Nitekim Sakıp Dede’nin, ağır bir inşa üslubuyla ve devrine göre bile son
derece ağdalı ifadelerle kaleme aldığı Sefine-i Nefise-i Mevleviyan’ı (I-III,
Kahire 1283), ile Esrar Dede’nin, 200’den fazla mevlevi şairinin biyografisine yer veren Tezkire-i Şuarâ-i Mevleviyye’si (nşr. İlhan Genç, Ankara 2000)
mevlevî şeyh, derviş ve şairlerinin hayatlarını anlatan eserlerin başında gelir.
Hulvî Mehmed Efendi’nin Lemezât-ı Hulviyye ez lemeât-ı ulviyye’si (yetersiz bir sadeleştirmesi Serhan Tayşi, İstanbul 1980;1993) halvetî meşâyih
ve şairleri hakkındaki en önemli tabakattır.
34
Bunlar bir yönüyle mevlevi mutasavvıfları tanıtırken diğer taraftan bir
tarikatle şu veya bu seviyede irtibatı olan şairlerin hayatı hakkında bilgi verirler.
Osmanzâde Hüseyin Vassâf’ın Sefîne-i Evliya’sı ise (I-V, İstanbul 2006)
XVII-XX. yüzyıllarda yaşamış, çoğu Osmanlı 2000 kadar mutasavvıfın hayatını eserlerini ve bunların manzum metinlerini aktaran önemli bir eserdir.
Netice olarak bu tasnifte yer alan unsurların tamamı Türk Edebiyatında
manzum ve mensur şekilde kaleme alınmış eserlere adeta tükenmez bir malzeme temin etmiş olmaktadır. Bir başka deyişle, edebî eserlerin muhtevasını,
Kur’an ve Hadis yanında, onlardan kaynaklanmakla birlikte farklı
menbalardan gelen bilgilerle zenginleşerek adeta müstakilleşmiş olan kısas-ı
enbiya, siyer ve tasavvufla daha kapsamlı, aydınlatıcı ve doyurucu bir şekilde beslemiştir.
B) Doğrudan Dinî Olmayan Kaynaklar:
İslâmî Türk edebiyatının, aynı dine inanmak, aynı değerlere bağlanmak, yakın coğrafyaları paylaşmak sebebiyle daha sıkı irtibat kurduğu Arap ve Fars
edebiyatı ve kültürü yanında Türk milletinin kendi yaşama biçimi, eğlenceleri, mühim gün ve geceleri kutlama şekli, ahlâkı, sahip olduğu âdet ve
an’aneler, devrin hakiki ve batıl ilimleri, efsâne ve masallar, savaşlar vb.
gibi doğrudan dini olmayan ikinci derece kaynakları da müslümanın hayatını
her yönüyle kuşatan İslâm dininin ve bu dinin mukaddes kitabı olan Kur’an-ı
Kerim’in geniş ve zengin izlerini aksettirir.
1. İslâm Öncesi ve Sonrası Arap Kültüründen Gelen Malzeme
Arap kültüründen gelen malzemeyi İslâm öncesinden intikal edenlerle başlatmak bazı cahiliye devri şahıs ve olaylarının müslüman olan diğer milletler
gibi müşterek kültürümüz üzerindeki etkilerine ve yerine işaret etmek içindir.
Türk-İslâm edebiyatına da kaynaklık yapmış bu malzeme kısaca Ahbâr veya
Ahbarü’l-Arap, Eyyâmü’l-Arap adlarıyla anılır. Araplarla ilgili olarak “Bir
kavim, kabile, şahıs, bir ülke, bölge veya şehir, bir hadise hakkında naklolunan bilgiler ve sözler” şeklinde tanımlanabilecek bu malzeme bazan kıssa diye adlandırılmış ve “çok uzak mazide cereyan etmiş olaylar ve hayalî unsurlarla süslenmiş remizli hikâyeler” suretinde de tarif edilmiştir. Araplar’ın eski tarihine dair destanî ve menkıbevî rivayetlerden ibaret bu birikimi tabii
olarak eski Arap şiirinden, atasözleri (emsâl) ve vecizelerden (kelâm-ı kibar),
kabile ve aile şecerelerinden (ensâb) ayırmak mümkün değildir. Böylece bu
malzeme aynı zamanda edebî hüviyet kazanmış olup başta şiir olmak üzere
edebî metinlerin muhtevalarına yerleşmiştir. Konuyu enine boyuna inceleyen
ve bunu “Ahbar” maddesinde derleyen Prof. Dr. Nihad Çetin meseleyi biraz
daha açarak şu bilgileri verir:
“Eski Araplar’da daha cahiliye devrinde iyi ahlâk ve iyi davranışlar
telkin eden, kötülüklerden korunmayı öğreten veya hoş vakit geçirmeyi sağlayan ahbâr ve kıssalar anlatmak hususi bir meslek olmuştu. Bu
mesleği icra edenlere kass (cemi kussâs) veya kasas denirdi. Cahiliye
devrinde anlatılan kıssaların içinde ehl-i kitaptan gelen unsurlar vardı. Gerek bu dini kıssalar gerek Araplar’a komşu kavim ve ülkelere
dair ahbâr, hem sözlü yoldan, hem yazılı kaynaklardan geliyordu.
35
Bunlar eski muhitlerinde ve eski kitaplarda mevcut, hususiyetle
Kur’ân-ı Kerîm’de adı geçen peygamberler vesâir şahsiyetlere, kavimlere dâir ahbâr ve kıssaları, hatta bu kıssaların benzerlerini Arapça’ya naklettiler (DİA, I, 488).
Nitekim Arap, Fars ve Türk edebiyatında cömertliğin timsali olarak kuvvetle yer bulmuş olan cahiliye dönemi Arap şairlerinden Hâtim/Hâtem et-Tâî
hakkındaki bilgiler Ahbâr’dan intikal etmiştir. Hatta onun menkabevi hayatını ve özelliklerini anlatmak üzere büyük Fars şairi Hüseyin Vâiz-i Kâşifi
Kısâs u Âsâr-ı Hâtim-i Tâ’î adıyla bir eser yazmış, bu Hikâye-i Hatim-i Tâ’î
adıyla Türkçe’ye çevrilmiş, çeşitli yazmaları yanında bir çok kere basılmıştır.
Bunlar Hâtim/Hâtem et-Tâ’î hakkındaki rivayetlerin Türk-İslâm edebiyatının
her tür ve şekildeki eserine intikal ettiğini göstermekte olup günümüzde bile
Anadolu halkı arasında kuvvetle yaşamasının sebebini de gözler önüne sermektedir.
Bu bilgiler Türk-İslâm edebiyatının, özellikle etkilenip beslendiği Arap ve
Fars edebiyatlarında yer bulmuş birikim ile daha İslâmiyet’le tanışır tanışmaz
karşı karşıya kaldığını gösterir. Hatta o zaman derlenerek kitaplara geçmiş ve
tedvin edilmiş bulunan bu malzemeyi kendilerinden önce müslüman olmuş
bulunan Farslar’la beraber, ayrıca onların kültüründen gelen unsurlarla birlikte alıp kullanmakta bir beis görmemişlerdir.
2. İslâm Öncesi ve Sonrası Fars Kültüründen Gelen Malzeme
Türk-İslâm edebiyatına Fars kültüründen gelen malzemenin de önemli bir bir
kısmı İranlılar’ın İslâm öncesi devirlerinden gelen dinî (ateş-perest) ve millî
rivayetlerinden kaynaklanmaktadır. Bunların tamamına yakın kısmını,
Gazneli Mahmud adlı bir Türk hükümdarının desteğiyle yazılması yanında,
pek erken zamanlarda Türkçe’ye de tercüme edilmiş bulunan ve Türk kültürü
üzerinde çok etkili olmuş bulunan İran milli destanı olan Şehnâme’de bulmak
mümkündür. Şehnâme aslında İran’ın Pişdâdîler, Keyanîler, Eşkânîler,
Sasanîler gibi eski devirlerinin tarihini ve bu devirlerde hüküm sürmüş sülalelerine ait padişahların efsanevî hayatlarını Farslar’ın gelenek, mitoloji, masal ve menkıbeleriyle kaynaşmış kahramanlarını ve kahramanlık hikayelerini,
millî kimliklerini her şeyden üstün tutan bir anlayışla anlatan bir destandır.
Onda mevcut malzeme her edebiyatın daima ihtiyaç duyduğu ve beslendiği
efsanevî ve destanî özellikleri her şeyden çok taşımaktadır. Hattâ Şehnâme
İranlılar ile Turanlılar arasındaki mücadelelerin destani hikayesi olduğuna
göre, belli miktarda da olsa Türkler’le alakalı malzemeye de yer verdiğinden
avam ve havas tarafından kolaylıkla benimsenerek okunmuş, Türk kültür ve
sanatı üzerinde etkili olmuştur.
Şehnâme’nin kahramanlarından birinin adının Rüstem oluşu ve bu ismin
Türk halkı arasında ne kadar benimsendiği düşünülürse bu etkinin boyutları
hakkında yeterli fikir edinilebilir. Buna Türk-islâm edebiyatı metinlerinde
çokça zikredilen Nuşirevân-ı Âdil’in (Kisrâ) adaleti, adalet sarayı olan kasrı,
kaşa benzetilen tâkı (tak-ı Kisra, eyvan-ı Kisrâ), daima onunla birlikte anılan
tâcı, adalete ihtiyacı olan herkesin kendisine kolayca ulaşmasını sağlamak
maksadıyla kapısına astığı zencir-i adl’i hakkındaki teşbih, telmih vs. sanatların da yer aldığı manzume ve beyitler örnek gösterilebilir. Bursalı Ahmed Paşa’nın:
36
“Kisrâ-yı hüsndür ki bugün kaşı tâkına
Zencir-i müşk asar ham-ı gisûsu Kasımın”
beyti bu unsurların pek çoğunu bir arada zikreden karakteristik bir örnektir.
3. Devrin ilimleri
Türk-İslâm edebiyatını her yüzyılda o devirde mevcut veya kuvvetli olan her
türlü ilim ve fen etkilemiştir. Bunları devrin dinî ilimleri ile hakiki olan ve
olmayan ilimler şeklinde sıralamak mümkündür. Aşağıda yeri geldikçe sayılacak bütün ilimler yanında özellikle sayılan alanların, önde gelen isimleri,
kitapları, terimleri, başlıca meseleleri edebiyatımızın çeşitli metinlerinde
açık/kapalı bir biçimde, mazmun ve remiz halinde, kültürümüzde yer etmiş
unsurlarıyla zikredilmiştir.
1. Dini ilimler. Bunların her birinin edebiyat üzerinde etkili olmasının sebebi bu edebiyatı inşa edenlerin büyük çoğunluğunun medrese ve tekke gibi
günümüz tabiriyle örgün ve yaygın birer dini eğitim kurumu sayılacak
eğitim kademelerinden geçmesi, bilgi ve kültürlerini buralardan elde etmiş olmasıdır. Bu zevatın çoğu mezuniyetlerinden sonra da müderrislik,
kadılık, şeyhlik gibi dinî-idârî görevler ifâ etmişlerdir. Ayrıca Osmanlı
devletinin yönetiminde dinin hatırı sayılır bir etkiye sahip olması da, resmi görevlerde bulunanların ahlâk, adalet, mes’uliyet, yardım severlik, insanları Hakk’a ve hayra yöneltme hizmeti gereği dini özelliklere sahip
olmalarını icap ettirmiştir. Bu gibi sebeplerleTürk-İslâm edebiyatını ortaya koyan, destekleyen ve yaşatanlar resmi veya özel manada hatırı sayılır
derecede dinî birikmleri olan kişilerdir. Neticede fıkıh, tefsir, hadis, kelâm
ve akaid gibi klasik dini ilimler, bunların kavram ve terimleri, hayata, bakış açısına getirdikleri izah ve çözümler edebî eserlere doğrudan veya dolaylı olarak, açık/kapalı şekillerde intikal etmiştir. Bu noktada verilebilecek pek çok örnek yanında sadece büyük sanatkâr Fuzûlî’nin Matlau’li’tikad adlı bir akaid kitabı yazdığını hatırlamak yeterlidir. Ebu Hanife gibi mezhep imamları, İmam Gazalî gibi alim ve ahlâkçılar, Fahreddin-i
Razî gibi müfessirler vs. de edebiyatımızın isimlerini sıkça andığı şahıs
kadrosunun başında gelmektedir.
a. Gerçek İlimler: Bu tabirin içine felsefe, matematik (riyaziye), mûsıkî,
astronomi, fizik, kimya, tıp vs. gerçek ilimler girmektedir. Burada zikredilen ve edilmeyen bütün ilimler yanında özellikle sayılan alanların,
önde gelen isimleri, eserleri ve kavramlarına manzum-mensur metinlerde sıkça rastlanmaktadır. Buna karakteristik bir örnek olarak musiki
terimleriyle yazılmış kaside ve gazellerle, kâr-ı nâtık denilen büyük
mûsıkî formunun güftelerini vermek mümkündür.
b. Gerçek olmayan ilimler: Bunlar astroloji (ilm-i tencim), simya, büyü
(sihir) vs. gibi havas yahut gizli ilimler denen alanlara ait bilgilerdir.
Devrinde avam-havas ayırımı yapmadan Padişahından sade vatandaşa
kadar hemen herkesi ilgilendiren bu ilimler de edebiyatımıza, alanlarının önde gelen isimleri, eserleri ve kavramlarıyla girmiş bulunmaktadır. Bu alanların çoğunu beraberce ilgilendiren ve kabaca gelecekten
haber vermeye yönelik bir alan olan fal ve bunun edebiyata aksi olan
fal-nâme karakteristik bir örnektir. Havas ilimlerine ait pek çok özelliğe dayanan bu alanda ortaya konan eserlerden bir kısmı İmam Ali,
İmam Cafer (Cafer es-Sadık), Muhiddin Arabî gibi dinî hüviyeti önde
37
gelen kişilere atfedilirken, bazıları da Kur’an falnâmeleri, Falnâme-i
nebî/esmâ-i nebî, Kur’a falnameleri, Çiçek falnameleri gibi manzummensur eserdir. Bunun yanında Hz. Mevlâna’nın Mesnevi’si ile Divan-ı Kebir’i, Sa’dî’nin Gülistân’ı, Hafız-ı Şirâzî’nin, Yunus Emre ve
Niyazi-i Mısrî’nin divanlarıyla, Ahmediye, Muhammediyye ve
Envârü’l-Âşıkîn gibi eserler de tefe’ül maksadıyla başvurulan diniedebî metinlerdir.
4. Yerli Malzeme
Bu başlık altında, Türk milletinin kendine has yaşama biçimi, eğlenceleri,
mühim gün ve geceleri kutlama şekli, sahip olduğu âdet ve an’aneler gibi
hususlar toplanabilir. Bu malzemenin en bol biçimde kullanıldığı, değerlendirildiği alan edebî metinler olmuştur. Savaş-barış, düğün (sûr/hıtan)-eğlence,
ramazan gün ve geceleri, Ramazan, kurban, nevruz gibi bayramlar, Kadir gecesi, Mevlid, Mirac, Berat, Regaip kandilleri, bahar, yaz, kış gibi mevsimler
daima şiire konu edinilmiştir.
Burada önemli olan husus bu konuların Türk kültür ve adetleri arasındaki
yeri özelliği hem yeni türlerin ortaya çıkışına, hem de bu zaman dilimlerinin
Türk kültüründe karşılanması, kutlanması, bu esnada yapılan törenlerin de
Türk milletinin değerlerini aksettirmesi sebebiyle mahallî unsurlar bakımından kendine has özellikler taşımasıdır. Nitekim hem Hz. Peygamber’le ilgisi,
hem din ile alâkası olduğu halde, milletimizce büyük bir samimiyet ve heyecanla kutlanan, diğer müslüman milletlerden daha esaslı bir surette ve derinlikte benimsenen bu konular daha farklı ele alındığından bu türlerin bazıları
Türk edebiyatına hastır. Nitekim ilk mevlid kutlamaları bir Türk Atabeği olan
Selahattin Gökbörü tarafından başlatılmış, zaman içinde Türkçe’de ikiyüze
yakın manzum mevlid kaleme alınmış olduğu halde, Arapça mevlidler mensur olanlar da dahil onu geçmemekte, Farsça’da ise Hz. Ali ve Fatıma mevlidi bulunduğu halde, Peygamberimiz hakkında XIX. asırda İstanbul’da yaşamış İran asıllı bir Osmanlı şairinin kaleme aldığı mevlid dışında başka bir
eser bulunmamaktadır. Ayrıca Sûriyye/Sûrnâme, Ramazâniyye, Bayramiyye,
Nevrûziyye, Bahâriyye, Şitâiyye, Mevlid, Mi’râciyye, Regâibiyye vb. türler
de Türk-İslâm edebiyatı şairlerince mahallî renkleri ağır basacak şekilde ortaya konmuştur.
Türk Edebiyatı Metinlerinin Kaynakları
Bu kısımda Türk-İslâm edebiyatının metinleriyle ilgili başlıca kaynaklar
anahatlarıyla tanıtılacaktır. Böylece bu metinlerle karşılaşmak isteyenler bunların başlıca kaynakları olan divan, mesnevi, mecmua,
cönk ve
müntehâbât (seçki, antoloji), münşeât gibi eserler hakkında, başlıca özelliklerini kavrayarak yeterli bilgi sahibi olacaklar, bunları nerelerde bulabileceklerini ve bu tür kaynaklardan nasıl faydalanabileceklerini öğrenmiş olacaklardır.
Bilindiği gibi Türk-İslâm edebiyatında edebî eser denince akla önce şiir,
yahut manzum eserler gelmektedir. Bu, eski edebiyatımızın şiire düz yazıdan
yani nesirden daha fazla değer vermesiyle ilgilidir. Vakıa şiirin yanında ikinci plana düşen nesir, inşa denilen üslüp ile sanatkârâne ifade yolunda ciddi
merhaleler kazanmış, bazı sanatkarlar tanıtılırken “şi’r ü inşâda mâhir, nazm
ü nesre kâdir” gibi ifadelerle her iki fende de başarılı oldukları özellikle vur-
38
gulanmış olsa da şiir nesirden, şâirlik nâsirlik ve münşîlikten üstün tutulmuştur. Bu bakımdan metinlerin kaynaklarını ele alırken de öncelikle şiiri ve şiiri
aktaran kaynakları ele almak daha isabetli olacaktır.
1. Divan
Türk şiirinin en önemli yazılı kaynaklarının başında Divan denilen şiir kitapları gelmektedir.
Bir divan, “bir şairin hayatı boyunca yazdığı şiirleri toplayan kitab” şeklinde tarif edilebilir. Yani Türk-İslâm edebiyatı şairleri şiirlerini bir yönüyle
anonim bir ad altında tek kitapta toplamışlardır. Divanlarda çoğu kere şairlerin eski ve yeni bütün şiirleri bir araya getirilmiştir. Buna divan tertib etmek
denir. Bazı şairler divanlarını kendileri tertib ederken bazılarının şiirleri
ölümlerinden sonra yakınları tarafından derlenmiştir. Ancak bazı şairler divanlarının, yazdıkları şiirlerin dağılıp kaybolmaktan korunmasını sağladığını
açıkça ifade etseler de divan tertibinden sonra yazdıkları şiirler bunun dışında
kaldığı gibi, bazan önce yazıldığı halde beğenmedikleri manzumelere de divanlarında yer vermemişlerdir. Böylece her şairin bir miktar şiiri divan dışında kalmış olmaktadır.
Divanlarda şiirler nazım şekillerine göre sıralanır. En başta büyük nazım
şekilleri yer alır: kasideler (Tevhid, na’t, münacaat, medhiye), terkib-bend,
terci'-bend ve musammatlar. Ardından orta hecimde şiirler sayılacak gazeller
yer alır. Bu bölümdeki şiirlerin her biri kafiyelerine göre elif’ten ye’ye kadar
sıralanır. Hemen hemen her harfte bir gazel yer almışsa bu divan mürettep
kabul edilir. Divanın son kısmında küçükten en küçüğe doğru şu nazım şekilleri yer alır: rubâî, kıta, nazım, müstakil beyit ve mısralar.
Bu konuda daha fazla bilgi için Ömer Faruk Akün’ün Diyanet Vakfı Ansiklopedisi’ndeki “Divan” maddesine bakılmalıdır.
Divanların genel ve kalıplaşmış şekli yukarıda belirtildiği gibi olmakla
beraber, musammat ve şarkıların gazellerden sonra yer alması suretiyle alışılmış tertibin kısmen dışına çıkıldığı da olmaktadır. Fakat böyle yer değiştirme ve kaymalar olsa da usulün şaşmaz prensibi, her divanda kasidelere diğer bütün nazım şekillerinden önce yer verilmesi, gazellerin ortada bulunması ve son kısımda da rubaîlerden başlayarak, müstakil beyit ve âzâde (serbest)
mısralarla divanın son bulmasıdır.
Anadolu Türkçesi'nin en eski divanlarının başında, çoğu hece ile yazılmış
şiirlerden ibaret ve klasik ölçülere uygun olmasa da Yunus Divan’ı gelir. Orta
Asya sahasında hatırlanacak ilk eser de Ahmet Yesevî’nin Divân-ı Hikmet’idir. Bu iki eser Türk-İslâm edebiyatının en eski ve değerli mahsullerini
topladıkları için çok öremlidir. Osmanlı edebiyatı sahasının klasik ölçülere
uygun ve aruzla yazılmış şiirleri toplayan divanlarının başında Ahmedî’nin
eseri gelmektedir. Ahmed-i Dâî ve Şeyhî’nin divanları bundan sonraki önemli divanlardır.
2. Mesnevi
Bir nazım şeklinin de adı olan mesnevî, Türk-İslâm edebiyatında “kahramanları hep aynı olan aşk maceralarının anlatıldığı uzun manzumeler” olarak
tanımlanabilir. Mesneviler klasik edebiyatın divanlar kadar önemli ve onlardan hacimli metinleridir.
39
Mesnevî bir nazım şekli olarak başlangıçta Arap edebiyatında yoktur.
Kökü Pehlevî edebiyatına kadar giden bu şekil, Fars edebiyatının İslâmî devrinde X. asırda Rûdegî gibi şairlerin eserleriyle ortaya çıkmış, Firdevsî ile
büyük bir gelişme gösterdikten sonra Araplar'a geçmiştir. Türk edebiyatına
da İran şiirinden gelmiş olması düşünülebilirse de Dîvânü lugati't-Türk'teki
manzum parçalar arasında rastlanması, Türk şiirinin İslâm öncesi devresinde
bu nazım şeklinin bilindiğini ve kullanıldığını göstermektedir. İslâmî Türk
edebiyatının bilinebilen ilk büyük manzum eseri Kutadgu Bilig'in mesnevi
şeklinde oluşunu, böyle bir birikime bağlamak mümkündür.
Divanların aksine her mesnevînin daima bir özel adı vardır: Yûsuf u
Züleyhâ, Leylâ ve Mecnûn, Şâh u Gedâ, Şem' u Pervane, Hüsn ü Aşk vb. bir
kısmı başlıca iki mühim kahramanının adıyla anılırlar. Bazıları ise
Ferhadnâme, İskender-nâme gibi esas kahramanlarına göre isimler taşırlar.
Bir kısmı nazma çekilmiş küçük hikâyeleri anlatırlar: Hilyetü'l-efkâr,
Nefhatü'l-ezhâr, Suhbetü'l-esmâr, Cilâü'l-kulûb, Riyâzü'l-gufrân, Nakş-ı Hayâl, Hayrâbâd, Gencîne-i Râz, Gülşen-i Aşk, Gülşen-i Envâr. Bazan da eserin
adı, konusunun belirten kelimenin sonuna "nâme" sözü eklenerek oluşturulmuştur: Pendnâme, firkatnâme, sergüzeştnâme, Har-nâme, Hûban-nâme,
Zenân-nâme, Sur-nâme, Selim-nâme, Süleyman-nâme, Gazavat-nâme vb.
3. Mecmua
Mecmualar, aynı veya farklı türden seçilmiş çeşitli büyüklükteki metinlerin
ve risâle denilen küçük kitapçıkların derlenip bir araya getirilmesiyle oluşturulan ve bazen derleyicisi belli çoğu kere de derleyeni bilinmeyen eserler olarak tarif edilebilirler.
Kelime, sözlükte “dağınık şeyleri bir araya getirmek, toplamak” anlamındaki cem’ masdarından türeyen mecmû’ kalıbından (bir araya getirilmiş, toplanmış) gelmektedir. Mecmûanın yanı sıra mecâmî’, mecma’, câmi’ gibi aynı
kökten türemiş kelimelerle -yalnız Osmanlı Türkçesi’nde- cüzdan, defter ve
cerîde isimleri de aynı mânada kullanılmıştır. Ancak bu isimlerden herhangi
birini taşımadığı halde mecmua özelliğine sahip pek çok eser bulunmaktadır.
Mecmualar, genelde bir veya daha fazla yazar yahut şaire ait çeşitli şekil
ve hacimlerdeki dinî, din dışı, nesir ya da şiirlerden oluşan derleme kitaplardır: Dinî olanları mecmûatü’l-ehâdîs, mecmûa-i fetâvâ, mecmûa-i ed’iye, gibi
isimlerle anılmıştır. Edebî olanları ise, mecmûa-i eş’âr, mecmûa-i tevârîh,
mecmûa-i münşeât, mecmûa-i ebyat gibi adlar taşır. Mecmua başlangıçta,
birçok bakımdan benzediği cönk gibi âyetler, hadisler, fetvalar, dualar, hutbeler, şiirler, ilâhiler, şarkılar, mektuplar, latifeler, lugaz ve muammalarla ilâç
tariflerinin ve faydalı bilgilerin (fevâid), notların, tarihî belge ve kayıtların
derlendiği bir not defteri halinde ortaya çıkmış, zamanla gelişip düzenli bir
tertip ve şekle kavuşarak benzerlerine göre bazı farklılıklar gösteren bir kitap
veya telif çeşidi özelliği kazanmıştır.
İslâm kültüründe mecmua türü, henüz adı konulmadan Hz. Peygamber’in
hadis yazımına izin vermesiyle birlikte ortaya çıkmıştır. Bu iznin ardından
bazı sahâbîler Resûlullah’tan duyduklarını mecmua tertip etme anlayışı içerisinde kendi seçimlerine, ihtiyaç ve değerlendirmelerine göre bir araya getirince hadis literatüründe sahîfe, cüz ve kitap adıyla anılan ilk derlemeler
doğmuştur.
Daha çok Osmanlı ve İran sahasında rağbet gördüğü anlaşılan mecmuaların kâğıdının kalitesi, rengi, boyutları, cildi, yazısı, tezhibi, şekli gibi vasıfları
40
ve maddî nitelikleri itibariyle birbirlerinden çok farklı olduğu, bir kısmının
düzensiz, âdeta karalama defteri, bir kısmının çok düzenli ve özenli bir sanat
eseri niteliği taşıdığı görülmektedir. Düzensizlerin çoğu doğrudan derleyicisinin eliyle yazılmış olduğu için okunaksız ve istinsah hatalarıyla dolu, babadan oğula veya elden ele intikal ettiğinden dolayı farklı kişilerin yazısına ve
ilgisine göre şekillenmiş, değişik konulara yer veren güvenilmez metinler halindedir.
Mecmualar Arapça, Farsça, Türkçe olarak tek bir dille kaleme alındığı gibi derleyenin bu dilleri bilip bilmemesine ve derlenen metinlerin diline göre
bunların ikisinin veya üçünün birlikte kullanıldığı metinler halinde de yazılmıştır. Çoğunlukla ilmî ve dinî konularda derlenmiş mecmuaların mensur ve
Arapça, edebiyat ve sanat konularındakilerin ise manzum ve FarsçaTürkçe
olduğu görülmektedir.
Pek çoğu bir tür el kitabı mahiyetinde olduğundan fazla rağbet gören, ayrıca iddiasız bir isim taşıdığı için kitap yazmaktan kaçınan müellifler tarafından tercih edilen mecmua bundan dolayı Osmanlı dünyasında çok yaygınlaşmış ve ilim dallarına göre çeşitli türlere ayrılmıştır. Bunlardan içinde edebî
metinlerin yer aldığı başlıcaları şunlardır: divan, şiir, nazîre, kaside, gazel,
na’t, medhiye, mersiye, muamma, lugaz, rubâî, letâif, destan, lugat; münşeat,
inşâ, vefeyât, biyografi (terâcim); risâle; fevâid; musiki. Bunlar çoğu kütüphane kataloglarına mecmua adıyla girmiş bulunan edebiyat ve kültürümüzün
kaynaklarını muhafaza eden önemli eserlerdir.
4. Cönk
Genellikle âşık edebiyatı, halk edebiyatı ve folklor ürünlerinin toplandığı
anonim mahiyette bir mecmua türü olarak tarif edilen bu gruptaki eserlere ad
olan kelimenin, sözlüklerle ansiklopedilerde aslı, mâna ve muhtevası hakkında farklı bilgiler verilmektedir. Cava ve Malaya dillerindeki djong (conk) kelimesinden gelen cönk batı dillerine de yakın bir telaffuzla geçmiş olup, “Çin
denizlerinde kullanılan dibi düz ve dört köşeli, puruvası, çıkıntılı baş bodoslaması ve kıç pupası, dümeni muallakta olan yelkenli gemiler için de genel bir ad olmuştur (Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi).
Resim 2. 1: XIX. yüzyılın sonlarına ait dinî-tasavvufî muhtevalı bir cönkten iki sayfa (M.
Uzun özel kitaplığı)
41
Kelimenin Türkçe olduğunu söyleyen bazı araştırıcılar cöngü "türlü konuların, özellikle çeşitli şairlerden seçilmiş şiirlerin yazılı olduğu kitap veya
defter" şeklinde tarif eder ve "büyük gemi, fakirlerin kullandığı satrançlı çul
ve kilim, büyük nesne" anlamlarında kullanıldığını söyler (Ferheng-i Nizâm,
II, 408). Şeyh Süleyman Efendi de cönge "gemi, sefîne" karşılığını verir ve
bir edebiyat terimi olarak "mecmua" anlamına da geldiğini belirtir (Lugat-ı
Çağatay ve Türkî-i Osmanî, s. 142).
Cönk ansiklopedilerde genellikle "uzunlamasına açılan ensiz, uzun yazma
mecmualara verilen ad" olarak tanıtılmış ve "mecmua"nın belli konularda seçilmiş örnek metinlerden oluşan yazma ve basma kitaplar için kullanıldığı
söylenerek cönkle mecmua arasında bir ayırım yapılmamıştır. Cönk kelimesi
gerek gemi anlamıyla gerekse mecmua ve diğer anlamlarıyla XV. yüzyıldan
beri Türkçe'nin çeşitli lehçelerinde kullanılmıştır.
Kütüphanecilik açısından bir kitap şekli olarak da değerlendirilebilecek
olan cönklere şekillerinden dolayı "dana dili" denilmekte; halk arasında ise
"sığır dili" olarak adlandırıldığı bilinmektedir. Cönkler kütüphane
kataloklarında çoğu kere "mecmûa-i eş'âr" adıyla fişlenerek, fişin bir köşesine "cönktür" kaydı konulur.
Bazı cönklerde bulunan farklı yazılardan metnin tek elden çıkmadığı anlaşıldığı gibi imlâ değişiklikleri de yine bu sebepledir. Ayrıca cönklerin ilk
sahibinden sonra kaç el değiştirdiğini anlamak kolay değildir. Bir cönkte ayrı
yüzyıllarda yetişmiş şairlerden örneklere rastlanması da bu durumun başka
bir tanığıdır. Okunamayacak kadar kötü yazılmış olanlar yanında çok düzgün
ve okunaklı, hatta hattat elinden çıkmış kadar güzel olanları da vardır.
Genellikle âşıkların, seyrek olarak da divan şairlerinin bir kısım şiirlerini
ihtiva eden cönklerde çeşitli dualar, sihirle ilgili notlar, ilâç tarifleri, sahibini
ilgilendiren doğum ve ölüm tarihleri, alacak verecek hesapları, anonim türkü,
mâni ve ilâhiler, halk hikâyeleri ve daha birçok konu ile ilgili bilgiler bulunmaktadır. Halk, gezgin şairlerin uğradıkları yerlerde söyledikleri türkü, koşma, destan ve fıkraları, hikâyeleri çok defa aklında tutabildiği kadarıyla eksik
ya da yanlış olarak kâğıda geçirmiş, böylece sayısız ve birbirinden çok farklı
muhtevaya sahip cönkler meydana gelmiştir.
Günümüzde âşık edebiyatı, dinî-tasavvufî edebiyat ve birçok folklor örneklerinin yazılı kaynaklarının başında cönkler gelmekte ve bu eserler ilk
derlemelerin bulunduğu yazılı kaynaklar olarak büyük önem taşımaktadır.
Cönklerin bir başka özelliği de bunlarda çok önemli dil malzemesi bulunmasıdır.
5. Müntehabât
Sözlükte “seçilmiş, seçilerek bir araya getirilmiş” anlamındaki müntehab kelimesiyle çoğulu olan müntehabâtın İslâm dünyasında bir telif türünü ifade
eden terim olarak yaygın bir kullanım alanı vardır. Geniş hacimli eserlerin
içinden belirli kısım veya konuların seçilmesi, tekrarlardan arındırılıp özetlenerek bazan müelliflerince yeniden düzenlenmesiyle meydana gelen kitaplarla tanınmış müelliflerin eserlerinden yapılmış manzum-mensur derlemelere
müntehab (müntehabât) adı verilmiştir. Aralarında bazı küçük farklar bulunmakla birlikte mecmûa, muhtâr / muhtârât, muktetaf / muktetafât gibi adlar
taşıyan derlemelerle muhtasar / muhtasarât, mülahhas, telhîs, hulâsa, tehzîb,
zübde başlığını taşıyan eserlerin bir kısmı da bir tür müntehabât sayılır.
42
müntehabat Türk edebiyatında manzum-mensur eserlerden yapılmış seçkilerin adlandırılmasında görülmektedir
Türk-İslâm edebiyatı metinleri için kullanıldığında, günümüz Türkçesi’nde “seçki, şiir seçkisi” kelimeleriyle karşılananan müntehabât, daha yaygın bir ifade ile antoloji manasına gelmektedir. Edebiyatımızın ekseriyetle
kasideden mısra’ya kadar manzum eserlerini derleyen kitaplar bu adla anılmaktadır. En eski örnekleri nazire mecmuaları olan bu metin kaynağı, bizde
daha çok XIX. yüzyıldan sonra gelişmiştir.
Manzum edebî eserlerden seçilerek oluşturulmuş mecmuaların birçok
özelliği müntehabât adı taşıyan eserler için de söz konusudur. Bu yakınlığı
Mecmûa-i Müntehabât, Mecmûa-i Müntehabât-ı Eş’âr, Mecmûa-i
Müntehabât-ı Şi’riyye-i Arabiyye ve Fârisiyye, Mecmûa-i Müntehabât-ı
Kasâid ve Eş’âr-ı Fârisiyye gibi derlemelerle mecmûa-i edebiyye,
mecmûatü’l-eş’âr, mecmûatü’l-ebyât gibi adlarla anılan manzum eserlerin
isimlerinden başlayarak tespit etmek mümkündür.
XIX. yüzyıldan sonra gelişmiş müntehabatlara Şinâsi’nin (İstanbul 1289)
Müntehabâtı Eş’âr’ı ve Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’nin Müntehabât-ı Dîvân-ı Fevzî adlı eserleri (İstanbul, ts.) örnek verilebilir. Müntehabâtların Türk
edebiyatında en tanınmış örneği Ziyâ Paşa’ya aittir. 432 Türk, 448 Fars ve
382 Arap şairinin 1262 şiirini ihtiva eden Harâbât’ı Türk edebiyatında bütünüyle şiire tahsis edilen müntehabâtların en hacimli ve en önemli örneğidir (I,
İstanbul 1291; IIIII, 1292).
XX. yüzyıl başlarında edebî metinleri derleyen antoloji niteliğindeki kitaplar arasında Bulgurluzâde Rızâ Bey’in Müntehabât-ı Bedâyi’-i Edebiyye’si
(I, İstanbul 1326 [manzum]; II, İstanbul 1326 [mensur]; İstanbul 1326 [zeyil]), Re’fet Avni ve Süleyman Bahri’nin birlikte hazırladıkları Resimli
Müntehabât-ı Edebiyye (İstanbul 1329), Fâik Reşad’ın Muharrerât-ı Nâdire
yâhud Hazîne-i Müntehabât’ı (İstanbul 1307), Mehmed Cevdet’in
Müntehabât-ı Sahâif-i Nefîse’si (İstanbul 1330) zikredilebilir. Sadece beyit
ve mısraları derleyen müntehabâtlar da vardır.
TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI ÇALIŞMALARINDA
BAŞVURULACAK KAYNAKLAR
Bu gruba giren kaynaklar daha önce de ifade edildiği üzere Türk-İslâm edebiyatı araştırmalarında, bir başka deyişle bu edebiyatı tanımak, öğrenmek,
doğru ve anlaşılır biçimde günümüze, günümüzün her seviyeden okuruna aktarmak için yapılacak araştırma ve çalışmalarda başvurulacak
kaynaklardan oluşmaktadır. Bu son kısma giren eserler için her tür araştırmada rastlanılan bibliyografya, kaynakça, müracaat eserleri ve başvuru kaynakları gibi terimler kullanıldığını hatırlamakta fayda vardır.
Türk-İslâm edebiyatı araştırmaları söz konusu olduğunda öncelikle şair ve
nasirler için İslâm telif geleneğinde tabakat adıyla anılan eserleri tanımak
özelliklerini bilmek, kullanımını öğrenmek gerekmektedir.
43
1. Tabakat
Bir telif tarzı olarak İslâm dünyasındaki ilk örnekleri, Araplar arasında ortaya
konulmuş ve onlardan İslâm kültürü etkisiyle Farslara intikal ettikten sonra
Osmanlı öncesinden itibaren Türk dünyasında da yaygın bir gelişme göstermiştir. Tabakatlar zamanla farklı özellikler kazanarak gelişmişse de esas itibariyle günümüzdeki ansiklopedik biyografi kitaplarına benzeyen bir telif türüdür. Bu grupta yer alan kitaplar Osmanlı sahasında daha çok terâcim/
terâcim-i ahvâl kitapları adıyla anılmıştır. Ancak aşağıda zikredilecek örneklerden de anlaşılacağı üzere Osmanlı devrinde bu tür kitapların adlarında hemen hiç rastlanmayan “tabakat” kelimesi gibi “teracim” de pek az kullanılmış, bunların yerini “tezkire” kelimesi almıştır. Nitekim Mehmet Süreyya
Beyin Meşhur eseri Sicill-i Osmani veya Tezkire-i Meşahir-i Osmâniyye’nin
adında ise tezkire kelimesi yer almaktadır.
Bu tür eserlerdeki hal tercemeleri (terâcim-i ahvâl) ve biyografiler
(terâcim) genellikle alfabetik bir sıralamayla ve ele alınan kişinin kısaca ailesi, hayatı ve yetişmesi, hocaları, önde gelen arkadaşları, beraber ders okuduğu kişiler (ders şerikleri), ve eserleriyle bunların kısa tanıtımlarıyla biyografi
sahibinin, ilmî ve edebî hüviyetine dair bilgiler, hakkındaki bazı rivayetler,
şahsı ile ilgili nükteler, fikirleri ve sanatı üzerine bazı tenkidler, belli eserleri,
yazı ve şiirlerinden kısa örnekler aktarılmaktadır. Ancak tabakatlarda, bazen
yukarıda sayılan her hususta yeterli malumatın bulunması mümkün olamayacağı gibi bazan da bilgi verilen konular, işaret edilen hususların ötesinde, çok
zengin ve çeşitli olabilmektedir. Bunun hudutlarını ise ele alınan kişi hakkında, yazarın ulaşabildiği bilgiler yanında onunla çağdaş veya arkadaş olması
da belirlemektedir.
Osmanlı tabakat kitapları daha çok devlet adamları (vezirler ve sadrazamlar, şeyhülislamlar, kaptanpaşalar, reisülküttaplar), alimler, şeyhler, şairler,
hattatlar, kitap sanatkârları başlığı altında toplanabilecek mücellit, müzehhip,
nakkaş, minyatürcü, mücellit vb. gibi üstadlar ile musikişinaslar hakkında yazılmıştır. Bunların içinde en zengin Türkçe tabakat, şairlerle ilgili olandır.
Ardından ulema ve meşâyih hakkındaki eserler gelir. Dikkat edilirse bu sayılan sınıflarda yer alan pek çok kişi Türk-İslâm edebiyatıyla ilgili manzummensur eserler ortaya koymuş kişiler, bir başka deyişle, aynı zamanda şair,
nasir, âlim ve sanatkârlardır. Tabiî olarak bunlarla ilgili araştırma yapılırken
çeşitli meslek gruplarıyla ilgili tabakatları tanımak ve onlardan faydalanma
yollarını bilmek gerekir.
Bu alan çok zengin olmakla birlikte belli başlı tabakat kitaplarından daha
önce değişik ünitelerde temas edilenler dışında şunlar zikredilebilir:
Molla Cami’nin Farsça yazdığı bir sûfi tabakatı olan Nefehâtü’l-üns, önce
Ali Şîr Nevâî tarafından 170 kadar Türk ve Hind sûfîsinin terceme-i hali eklenerek 901’de (1495) Nesâyimü’l-mahabbe min şemâyimi’l-fütüvve adıyla
Çağatay Türkçesi’ne (nşr. Kemal Eraslan, İstanbul 1979), Bursalı Lamii Çelebi tarafından da Fütûhul’-mücâhidîn li-tervîhi kulûbü’l-müşâhidîn adıyla
Anadolu Türkçesi’ne tercüme edilmiş ve otuz kadarı kadın olmak üzere 629
sufînin hayat hikayesini kapsamaktadır. Eser, Osmanlı çevrelerinde Nefehât
Tercümesi olarak tanınmış (İstanbul 1270,1289; bugünkü yazıyla 1970; S.
Uludağ’ın girişiyle tıpkı basım 1980) ve Lamiî’nin daha geniş çevrede tanınmasını sağlamıştır.
44
Feridüddin Attar’ın yetmiş iki mutasavvıfın hayatına dair Farsça yazdığı
Tezkiretü’l-evliya’sı da Osmanlı sahasında çok rağbet bulmuş ve Türkçe’ye
Sinan Paşa (nşr. E. Gürsoy Naskali, Ankara 1987) başta olmak üzere birkaç
kere tercüme edilmiş sûfî tabakatlarındandır. En güvenilir Türkçe tercümesi
ise Süleyman Uludağ tarafından yapılmıştır (İstanbul 1984, 1991). Osmanlı
dünyasında rağbet bulmuş olan sufi tabakatlarına İsmail Hakkı Bursevî’nin,
Silsile-i Celvetiyye (İstanbul 1291), Sadık Vicdânî’nin Tomâr-ı Turuk-ı
Aliyye dizisi (I Melâmilik, İstanbul 1338; II Kadiriyye, İstanbul 1340; III
Halvetiyye İstanbul 1341; IV Sûfî ve Tasavvuf, İstanbul 1342) eklenebilir.
Osmanlı alimleri, edip ve yazarları, devlet adamları, sanat ve zanaatkârlarının gerek alfabetik sıralama suretiyle gerek devirlere ve tabakalara ayrılarak
toplandığı tabakat türü pek çok eser değişik konularda tanınmış isimlerin bir
araya getirildiği genel tabakat kitaplarıdır ve farklı adlarla bu alandaki yerini
almıştır: Bunların başında Taşköprülü-zade’nin Osman Gazi’den başlayarak
Kanunî devri dahil olmak üzere on padişah zamanında Osmanlı coğrafyasında yaşamış beş yüzden fazla alim ve şeyhi tanıtmak üzere on tabaka halinde
Arapça kaleme aldığı eş-Şaka’iku’n-nu’mâniyye fî ulema-i devlet’iOsmâniyyesi gelmektedir (nşr. Ahmet Suphi Fırat, İstanbul 1985). Bu tipteki
eserlerin ilki sayılabilecek bu hacimli kitap daha müellifi hayatta iken Âşık
Çelebi, Hakî Efendi gibi isimlerin Türkçe’ye tercüme edilmiştir. Ancak en
değerli tercümesi esere birçok kaynaktan derlediği yeni bilgileri ekleyerek telif-tercüme suretiyle adeta yeni bir tabakat meydana getiren Edirneli Mecdî
Efendi olmuştur. Gördüğü rağbet üzerine eş-Şaka’iku’n-nu’mâniyye zamanla
Osmanlı sahasında tercüme, tezyil, telhis, ta’lik, tahşiye suretiyle kaleme
alınmış başka eserlerle desteklenerek bu vadide önemli bir faaliyetin gelişmesine ve ortaya konan eserlerle türün zenginleşmesine yol açmıştır. Hatta
Osmanlı medeniyetine şu veya bu şekilde katkı sağlamış her tabaka ve alandan zevatın tercüme-i halleriyle âdeta müstakil bir vadi oluşturmuştur (bk.
Taşköprülüzâde). Bu genel manadaki Osmanlı tabakat kitaplarına çok sonraları kaleme alınmış Mehmed Süreyya Bey’in Sicill-i Osmanî veyâ Tezkire-i
Meşahir-i Osmaniyye’si (I-IV, İstanbul 1308-1316; ) ile Bursalı Mehmet Tahir Bey’in Osmanlı Müellifleri’ni (I-III, İstanbul 1333-1342) ilave etmek gerekir. Hacı Zihni Efendi’nin Meşâhiru’n-nisa’sı (I-II İstanbul 1294-1295) da
İslâm öncesinden itibaren Arap, Fars ve Türk dünyasında ilim, edebiyat, tasavvuf ve siyaset alanlarında meşhur olmuş 1165 kadınla ilgili genel bir eserdir.
Türk mûsıkîsi alanında ilk tabakat Şeyhülislâm Ebûishakzâde Esad Efendi tarafından Atrabü’l-âsâr fî tezkireti urefâi’l-edvâr adıyla kaleme alınmıştır.
Üzerinde Zeynep Sema Yüceışık’ın bir doktora tezi hazırladığı eser (b. bibl.)
XVII-XVIII. yüzyıllar arasında yaşamış Osmanlı musıkîşinaslarından yüze
yakın bestakârın kısa biyografisiyle eserlerinden bazı örnekleri ağır bir inşa
üslubuyla aktarmaktadır. Bu alandaki son ve mühim tabakat İbnülemin
Mahmut Kemal İnal’ın kaleme aldığı Hoşsada’dır (Ankara 1958).
Osmanlı hattatları hakkındaki tabakatların başında Gelibolulu Mustafa
Âlî’nin hattat, nakkaş ve mücellitler hakkında bilgi veren Menâkıb-ı
Hünerverân’ı (nşr. İbnülemin, İstanbul 1926) gelmektedir. Onun Künhü’lahbâr’ının dördüncü rüknü de Osmanlı devlet adamları, alim ve şairlerinin
hayatlarına ait bilgiler ihtiva eden bir tabakat sayılır. Bu kısım Mustafa İsen
tarafından müstakil olarak Künhü’l-ahbârın Tezkire Kısmı adıyla (Ankara
1994) neşredilmiştir. Buna büyük Osmanlı biyograflarından Müstakimzâde’nin Tuhfe-i Hattâtîn (nşr. İbnülemin, İstanbul 1928) adlı eserini ilave
etmek gerekir. Nefeszâde İbrahim Efendi’nin Gülzar-ı Savab’ı (nşr. Kilisli
45
Rıfat (İstanbul 1939), Suyolcuzâde’nin Devhatü’l-küttâb’ı (nşr. Kilisli Rıfat,
İstanbul 1942), Habib Efendi’nin Hat ve Hattâtân’ı (İstanbul 1305), İbrahim
İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın Son Hattatlar’ı (İstanbul 1955) ile Nurullah Tilgen’nin Eyüplü Hattatlar’ı (İstanbul 1950) bu konudaki diğer eserlerdir.
Osmanlı devlet adamlarıyla ilgili tabakat kitaplarının en önemlileri arasında sadrazamlarla ilgili olarak kaleme alınmış bulunan Osmanzâde Taib’in
Hadîkatü’l-vüzerâ’sı gelir (İstanbul 1271, Freiburg 1969). Bu esere zeyil olarak Dilâver Ağa-zâde Ömer Vahid, Şehrî-zâde Mehmed Said (Gül-i Zîbâ),
Cavid Ahmed (Verd-i Muattara), Bağdatlı Abdülfettah Şefkat, Ahmet Rıfat
(Verdü’l-hadâyık, İstanbul ts.; Freiburg 1970) gibi kitaplar yazılmıştır. Bu seriyi İbnülemin Mahmut Kemal İnal’ın, Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar’ı
(14 fasikül, İstanbul 1940-1953) ile Mehmet Zeki Pakalın’nın Son Sadrazamlar ve Başvekiller’i (I-V, İstanbul 1940-1948) tamamlar.
Şeyhülislamlar hakkındaki ilk tabakat Müstakimzâde’nin Devha-i
Meşâyih-i Kibâr’ıdır. Müellif eserine iki de zeyl yazmıştır. Ahmet Rıfat
Efendi’nin bu esere yazdığı zeyil ile birlikte hepsi Devhatü’l-meşâyih maa
zeyl adıyla yayımlanmıştır (İstanbul ts.; tıpkıbasım:İstanbul 1978).
Müstakimzade’nin eserine sonraki şeyhülislamların da ilâvesiyle zeyiller yazılmıştır.
2. Tezkiretü’ş-Şuarâ
Türk-İslâm edebiyatı araştırmalarına kaynaklık yapan eserlerin başında özellikle XV. yüzyıldan sonra ve Osmanlı sahasında şairler hakkında bilgi veren
en önemli kaynaklar Sehi Bey’in Tezkire’sinden itibaren Tezkire-i Şuarâ
adıyla müstakil bir alan ve tür oluşturan tezkireler gelmektedir. Genel özellikleri itibariyle tabakatlarla aynı hususiyetleri taşısalar da bunlar öncelikle
devirlerinde şiir ve edebiyatla doğrudan meşgul olmuş kişiler hakkında bilgi
vererek şiirlerinden örnekler aktararak sanatları hakkında değerlendirmeler
yaparlar.
Türk edebiyatın XV. Yüzyıl sonlarında Ali Şîr Nevâî tarafından Çağatayca kaleme alınan ilk tezkiresi Mecâlisü’n-Nefâis 455 şairin hayat hikayesini
aktarır. Osmanlı sahasında ilk eser Sehî Bey’in XVI. asır Osmanlı şairlerinden 229’unu anlatan Heşt Bihişt’idir. Bu asırda kaleme alınmış tezkirelerin
ikincisi, Latifî tarafından kaleme alınan Tezkiretü’ş-şuarâ ve Tabsıratü’nnuzamâ olup 334 şair hakkında bilgi vermektedir. Bağdatlı Ahdi ise Gülşen-i
Şuarâ’sında 384 şairi söz konusu eder. Ardından Meşâiri’ş-şuarâ adlı eseriyle Âşık Çelebi gelir. Hasan Çelebi ise Tezkiretü’ş-şuarâ adıyla yazdığı kitabında 631 şairin hal tercümesini ele almıştır. Gelibolu Mustafa Âlî ise Künhü’l-ahbâr adıyla yazdığı tarihinin dördüncü rüknünü teracimi ahvale ayırmış
ve bu kısım devrin 130 kadar ulema, şuarâ ve fuzalasından bahseden önemli
bir tezkire değeri kazanmıştır. Tezkirecilik bu ilk ve önemli örneklerden sonra başlıcaları, Beyânî, Riyazî, Faizî, Rıza, Yümnî, Âsım, Güftî, Safâî, Sâlim,
Beliğ, Râmiz, Şeyhülislâm Ârif Hikmet, Fatin gibi isimlerin eserleriyle iyice
zenginleştikten sonra, İbnülemin Mahmud Kemal İnal’ın Son Asır Türk Şairleri isimli dört ciltlik eseriyle (İstanbul 1930-1941) XX. asra bağlanmıştır.
Sadettin Nüzhet Ergun’un tamamlayamadığı Türk Şairleri ise tezkirneler başta olmak üzere çeşitli tabakat kitaplarındaki bilgilerin derlenmesi ve şairlerin
şiirlerinden geniş çaplı örnekler aktarılmasıyla oluşturulmuş bir kaynaktır.
46
İbnülemin Mahmmud Kemâl’in Son Asır Türk Şâirleri dışında yazdığı
biyografik eserler hangileridir?
Özet
Türk-İslâm edebiyatına özelliklerini ve muhtevasını veren kaynakları belirleyebilmek.
İslâm dininin ve kültürünün Türk Edebiyatına kaynak olmak bakımından
önemi, araştırıcıların bu edebiyatın kaynaklarını dinî ve doğrudan dinî olmayan kaynaklar olarak iki bölümde ele almasında da görülmektedir:
Dinî kaynakların başında Kur’ân-ı Kerîm gelmektedir. İkincisi hadis
veya sünnet-i nebevîdir. Üçüncüsü kısas-ı enbiyâ ve buna bağlı olarak eski kavimlerle ilgili tarihi bilgilerdir. Bir diğeri ise tasavvuftur. Doğrudan
Dinî Olmayan Kaynaklar’a gelince bunları Arap ve Fars edebiyatı ve kültürü, Türk milletinin kendi yaşama biçimi, eğlenceleri, mühim gün ve geceleri kutlama şekli, ahlâkı, sahip olduğu âdet ve an’aneler, devrin hakiki
ve batıl ilimleri, efsâne ve masallar, savaşlar vs. olarak sıralamak mümkündür.
Edebî metinlere ulaşmada başvurulacak başlıca kaynaklar olan divan, mecmua ve cönk vs. gibi yazma ve matbu eserleri tanıyabilmek.
Bilindiği gibi Türk-İslâm edebiyatında edebi eser denince akla önce şiir, yahut manzum eserler gelmektedir. Bu eski edebiyatımızın şiire düz yazıdan,
bir başka ifade ile nazma nesirden fazla değer vermesiyle ilgilidir. Vakıa şiirin yanında ikinci plana düşen nesir, inşa denilen üslüp ile sanatkârâne ifade
yolunda ciddi merhaleler kazanmış, bazı sanatkarlar tanıtılırken “şi’r ü inşâda
mâhir, nazm ü nesre kâdir” gibi ifadelerle her iki fende de başarılı oldukları
özellikle vurgulanmış olsa da şiir nesirden, şâirlik nâsirlik ve münşîlikten üstün tutulmuştur. Bu bakımdan metinlerin kaynaklarının başında divan, mecmua ve cönk gibi şiire ve şiiri aktaran kaynakları tanımak önemlidir.
Türk-İslâm edebiyatı araştırmalarında, bu edebiyatı tanımak, öğrenmek ve
doğru biçimde günümüze aktarmak için yapılacak araştırma ve çalışmalarda
başvurulacak kaynakları tanıyabilmek.
Bu kısma giren eserler için bibliyografya, kaynakça, müracaat eserleri ve
başvuru kaynakları gibi terimler kullanıldığını hatırlamakta fayda vardır. Ancak bu eserlerin kendileri bir taraftan edebi eser hüviyetini taşımakta diğer taraftan da devrin anlayışına göre şekillenmiş bulunmaktadır. Bunlar genel olarak tabakat adını taşır. Türk-İslâm edebiyatını daha doğrudan ilgilendiren
biyografik eserler ise Şuara Tezkireleri başlığını taşırlar. Bunların sayısı ilk
örneklerin ortaya konduğu XVI. yüzyıldan bu yana yazılanlar dikkate alındığında 30’u aşmıştır.
47
Kendimizi Sınayalım
1.Aşağıdakilerden hangisi Türk-İslâm edebiyatının doğrudan dinî kaynaklarından sayılmaz?
a. Sünnet
b. Ahbârü’l-Arab
c. Kısas-ı Enbiyâ
d. Fıkıh
e. Tasavvuf
2. Genellikle âşık edebiyatı, halk edebiyatı ve folklor ürünlerinin toplandığı
anonim mahiyette bir mecmua türü olarak tarif edilen eserlere ne ad verilir?
a. Cönk
b. Tabakat
c. Müntehabât
d. Mesnevî
e. Divan
3.Ali Şîr Nevâî tarafından Çağatayca kaleme alınan tezkirenin adı aşağıdakilerden hangisidir?
a. Atrabül-âsâr
b. Tezkire-i Şuarâ-yı Bağdâd
c. Mecâlisü’n-nefâis
d. Gülşen-i Şuarâ
e. Menâkıb-ı Hünerverân
4. Aşağıdakilerden hanğisi Türk-İslâm edebiyatını tanımak, öğrenmek ve
doğru biçimde günümüze aktarmak için yapılacak araştırma ve çalışmalarda başvurulacak klasik kaynaklardan biri değildir?
a. Sufi tabakatları
b. Tezkiretü’ş-Şuarâlar
c. Tezkire-i Hattâtîn
d. Harabât
e. Hadîkatü’l-vüzerâ
48
5. “Kur’an ve hadisin kaynak oluşu” kavramı ile ilgili aşağıdaki ifadelerden
hangisi doğrudur?
a. Kur’an dinin kaynağıdır.
b. Hadis dini yaşamanın rehberidir.
c. Tasavvuf bir müslümanın asla ihmal etmemesi gerekli bir alandır.
d. Peygamber kıssaları dini hayatın vazgeçilmezidir.
e. Dinimiz ve kültürümüz en gür ve etkili şekilde bu kaynakların tamamından beslenmiştir.
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. b
Yanıtınız doğru değilse “Doğrudan Dinî Kaynaklar” konusunu
yeniden okuyunuz.
2. a
Yanıtınız doğru değilse “Türk Edebiyatı Metinlerinin Kaynakları”
konusunu yeniden okuyunuz.
3. c
Yanıtınız doğru değilse “Tezkire” konusunu yeniden okuyunuz
4. d
Yanıtınız doğru değilse “Türk-İslâm Edebiyatı Araştırmalarında
Bavurulacak Kaynaklar” konusunu yeniden okuyunuz
5. e
Yanıtınız doğru değilse “Doğrudan Dinî Kaynaklar” konusunu
yeniden okuyunuz
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Türk-İslâm edebiyatının doğrudan Kur’an’la beslenen türleri arasında tevhid,
münâcât, esmâ-i hüsnâ sayılabilir.
Sıra Sizde 2
Türk-İslâm edebiyatında kaleme alınmış en mehur Yusuf u Züleyhâ mesnevisi Fâtih’in hocası Akşemsedin Hazretlerinin oğlu Hamdullah Hamdi’ye aittir.
Türk Edebiyatı tarihçisi M. Fuat Köprülü’ye göre “bu mesnevi, gerek zamanında ve gerek XVI. asırda umumi rağbete mazhar olarak, onun şöhretini teminde başlıca amil olmuştur. Şairimizden bahseden bütün tezkireciler ve
terâcim müellifleri bu hususta müttefiktirler.”
Sıra Sizde 3
İbnülemin Mahmmud Kemâl’in Son Asır Türk Şâirleri dışında yazdığı
biygrafik eserler Son Sadrazamlar, Hoş Sadâ, Son Hattatlar,
49
Yararlanılan Kaynaklar
M. Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası, İstanbul
Agah Sırrı Levent, Ümmet Çağı Türk Edebiyatı, Ankara
Nihat Sami Banarlı, Resimli Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul
İsmail Ünver “Mesnevi” Türk Dili Türk Şiiri Özel Sayısı II (Divan Şiiri),
Ankara
M. Fuad Köprülü, Türk Edebiyatı Tarihi, İstanbul
Cemal Kurnaz, Türküden Gazele:Halk ve Divan Şiirinin Müşterekleri Üzerine Bir Deneme, Ankara
Amil Çelebioğlu, “XIII-XV. Yüzyıl (ilk yarısı) Mesnevîlerinde Mevlânâ Tesiri” III. Uluslarası Mevlânâ Semineri, Ankara
Mustafa Uzun, “Dede Ömer Rûşenî” DİA, IX, 81-83.
a. mlf., Ney-nâme (Tenkidli Basım), İstanbul 1990,
a. mlf., “İlâhî”, DİA, XXI, 225
a. mlf., “Hz. İbrahim”, DİA, XXI, 272-273;
a. mlf., “Hz. İsâ”, DİA, XXIII, 473;
a. mlf., “Hz. İsmail” DİA, XXIII. 80-82
50
51
Amaçlarımız Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Türk-İslâm Edebiyatında kullanılan nazım şekillerini açıklayabilecek,
•
Türk Edebiyatında kullanılan vezinleri tanıyabilecek,
•
Eski Türk Edebiyatında sıklıkla kullanılan aruz kalıplarını sıralayabilecek,
•
Türk-İslam Edebiyatında kullanılan kafiyeleri sıralayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Mısra-Beyit-Kıta-Bend
•
Aruz-Hece-Serbest
•
Açık hece-Kapalı hece
•
Kafiye-Redif
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Metin içerisinde tanımı verilmeyen kelimeler için Misalli Türkçe sözlüğe
başvurunuz.
•
Metin içerisinde geçen terimler hakkında daha fazla bilgi için Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerine ve Necla
Pekolcay’ın İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş adlı eserinde ilgili yerlere bakınız.
52
Türk-İslâm
Edebiyatında
Nazım Şekilleri
GİRİŞ
Divan Edebiyatı Türkler’in İslâm dinini benimsemesinden sonra ortaya çıkan
yazılı edebiyattır. Arap ve Fars Edebiyatlarının etkisi altında gelişmiştir. Bu
etki, Arapça ve Farsça kelimelerin Türkçe’ye girmesinin yanı sıra, bu dillerin
anlatım biçimlerinin benimsenmesiyle de kendini gösterir. Bu akımın “Divan
Edebiyatı” olarak adlandırılmasının sebebi, şâirlerin, şiirlerini divan denen
kitaplarda toplamış olmalarıdır.
Kur’an’ın Arapça olmasından dolayı pek çok toplumun kültürü ve dili
değişime uğramıştır. İranlılar, IX. yüzyılda edebiyat ürünlerini, “Yeni Farsça” diye adlandırılan bir dille vermeye başlamışlardır. Fars Edebiyatı’nın bu
ürünlerinden Türk Edebiyatı büyük ölçüde etkilenmiştir. Öte yandan, Anadolu’da kurulan Türk devletleri, ilk zamanlarda resmî yazışma dili olarak Arapça ve Farsça’yı kullanmışlardır. Bu durum, edebî dilin değişmesine de yol
açmış; özellikle Saray çevresindeki şâirler ve yazarlar, eserlerini Arapça ve
Farsça yazmaya başlamışlardır. Osmanlı Devleti döneminde Arapça ve Farsça’nın yoğun etkisinde kalmış olan Osmanlı Türkçesi, Divan Edebiyatı’nda
kullanılan ana dildir.
DİVAN EDEBİYATI’NDA NAZIM BİRİMİ
Nazım, sözlük anlamıyla “sıra”, “düzen” demektir. Ama Divan Edebiyatı’nda
nazım dendiğinde şiir anlaşılır. Divan şiirinde nazım birimi genellikle beyit
olup şiirler çeşitli nazım şekilleri içinde kurallarını Arap ve Fars Edebiyatı’ndan alan aruz vezniyle yazılmıştır. Bununla beraber, Nedim ve Şeyh Galip
gibi bazı şairlerin hece ölçüsüyle yazılmış şiirlerine rastlamak mümkündür.
Aruz vezninde açık ve kapalı heceler çeşitli kalıplarda, kendilerine özgü bir
düzen içinde sıralanır. Şairler eserlerini yazarken seçtikleri kalıba mutlaka
uymak zorundadır. Aruz, esas olarak hecelerin uzunluğu ve kısalığı temeline
dayanan bir şiir ölçüsüdür. Türkler’in İslamiyet’i kabul etmelerinden sonra
medrese kültürü ile yetişen şairlerin Farsça’yı edebiyat dili olarak benimsemeleri, aruzun Türk Edebiyatına da girmesini sağlamıştır.
53
MISRA
Arap, Fars ve Türk edebiyatlarında beyti oluşturan bir satırlık nazım parçası
demektir. Sözlükte “yıkıp yere çalmak” mânasına gelen sar’ / sır’ kökü “şiirin
beytini iki mısralı yani iki kafiyeli, kapıyı iki kanatlı yapmak” anlamlarını da
ifade eder. Ayrıca “ev” mânasındaki “beyt”in kapısındaki her bir kanada mısra denildiğine işaret edilir. Nitekim eve kapıdan girildiği gibi şiire de mısra
ile başlanmaktadır. Bu açıklamalardan hareketle gerçek anlamı “ev, çadır,
oda, mesken, konak” olan beyit, bir edebiyat terimi olarak aynı vezinde iki
mısradan meydana gelen nazım birimini ifade ettiği gibi gerçek anlamı “çadır
kapısının iki yanı, kapı kanadı ve pervazı” olan mısra da terim olarak beyti
meydana getiren iki parçadan biri için kullanılır.
Son dönemlerde dize kelimesiyle karşılanan mısra hakkında Türk edebiyatı kaynakları, “ölçülü veya ölçüsüz bir satırlık nazım parçası” tarifinde birleşmiş gibidir. Divan edebiyatında mısra beytin yarısıdır; mânalı en küçük
nazım birimidir. Diğer bir ifadeyle bir nazım parçasını oluşturan her bir satıra
mısra adı verilir. Mısra en küçük nazım birimi olduğu gibi aynı zamanda en
küçük nazım şeklidir.
Divan edebiyatında kaside, gazel, mesnevi, terkib-bend ve tercî-bendde
nazım birimi beyittir. Müşterek bir iç kafiye ile mısraların birbirine bağlandığı bendlerden meydana gelen musammatlarda ise nazım birimi mısradır. Diğer nazım şekillerinde beyitler nasıl bir bütünlük gösteriyorsa musammatlarda da mısralar aynı görevi yerine getirmektedir. Son dönem Türk edebiyatında Batı edebiyatının da etkisiyle mısradaki mâna bütünlüğü kaybolmuş, serbest şiirlerin bir kısmında daha ileri gidilerek mısraın sınırları belirsizleştirilmiş, bazan tek kelimeden ibaret mısralar yazılmış, bu da şiiri nesre
daha fazla yaklaştırıp boğmuştur.
Divan edebiyatında bir mânayı en kapsamlı şekilde ifade edebilecek,
âhengiyle hâfızalarda yer alacak kadar dikkat çekici bir ustalık ve güzelliğe
sahip mısralar “mısra-ı berceste” (son derece latif ve sağlam) veya “şah mısra” adını almıştır. Bunlar eser değerinde kabul edildiğinden mısraı berceste
söyleyebilen kişinin de şair sayılmasına yeterlidir. Böyle mısralar şiirin en
güzel parçası olup mânasının derinliği ile dillerde dolaşan, kolayca hatırlanabilen, ifadeler olmasının yanında sağlam kuruluşu ile âdeta atasözü gibi kullanılan örneklerdir. Bâkî’nin, “Âvâzeyi bu âleme Dâvûd gibi sal / Bâkî kalan
bu kubbede bir hoş sadâ imiş”; Bursalı Tâlib’in, “Çeşm-i insâf kadar kâmile
mîzân olmaz / Kişi noksânını bilmek kadar irfân olmaz” ve Koca Râgıb Paşa’nın, “Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun / Şecâat
arzederken merdi kıptî sirkatin söyler” beyitlerinin ikinci mısraları bugün de
dillerde birer atasözü halinde dolaşmaktadır.
Divan şiirindeki örneklerden hareket edildiğinde mısraa beyit gibi kısa bir
nazım şekli olarak bakmak da mümkündür. Divanların sonunda herhangi bir
manzume içinde yer almadan başlı başına bir şiir gibi yazılmış mısralar bulunmaktadır. Bir manzume içinde yer almayan, bazan diğer mısraları tamamıyla unutulan ve mânaları kendi içlerinde tamamlanan, mısra-ı bercesteler
gibi dillerde dolaşan bu tek mısralara “mısraı âzâde” veya yalnızca “âzâde”
denilmektedir. II. Mahmud’un hekimbaşısı Abdülhak Molla’nın ecza dolabının kapısı üzerine yazdırdığı, “Ne ararsan bulunur derde devâdan gayrı” ve
Muallim Nâci’nin gülümserken çekilmiş bir resminin altına yazdırdığı,
“Mudhikât-ı dehre ben ölsem de tasvîrim güler” örnekleri birer mısraı âzâdedir. Bunlar manzumelerden kopuk ya da tamamlanmamış şiir parçaları şek-
54
linde kalmayıp “müfred” adını alan tek beyitler gibi genellikle divanların son
taraflarında “mesâri’(mısralar)” adıyla anılan özel bir bölümde yer alır.
BEYİT
Arapça “ev” anlamına gelen beyit iki mısradan oluşan nâzım parçasıdır. Divan edebiyatında nâzım birimi sayılan beyit, anlam bütünlüğüne sahiptir. Beyit, kafiyeli iki mısradan meydana gelirse “beyt-i musarra”, bir gazelin en
seçme beyti olursa “beytü’l gazel” bir kasidenin en güzel beyti olursa
“beytü’l kaside”, içinde şairin adının ya da mahlasının bulunduğu beyitse
“tac beyit” bir kasidenin ya da gazelin ilk beyti ise “matla” son beyti ise
“makta” adını alır.
Kafiyeli bir beyite “beyt-i musarra”, kafiyesiz olanlara “ferd” ya da
“müfred” denir. Divanlarda müfredler müfredat adıyla ayrı bir bölümde toplanır. Kafiyeli beyitlerin olduğu bölüme de “metali’” denir.
BEND
Bend, sözlük anlamıyla “bağ, bağlanan şey, kuşak; fıkra ve makale gibi yazıların kısımları” demektir. Nazım terimi olarak da Bend, birbirine vezin ve
kafiyeyle bağlanmış ikiden çok mısra topluluğudur. Bendler 3-10 mısra olabilir. Bunlara parça anlamında kıt’a dendiği de olmuştur. Bendlerden meydana gelen nazım şekilleri tek ya da birden çok bendliler olmak üzere ikiye
ayrılırlar. Tek bendli nazım şekilleri rubâ’î, tuyuğ, çoğu zaman kıta; çok
bendli nazım şekilleri ise murabba ve bunun değişik türleri olan terbî’ ve şarkı; muhammes ve tahmis, taştîr, tardiyye; müseddes ve tesdîs; müsebba’ ve
tesbî’; müsemmen ve tesmin; mütessa’ ve tetsî’, muaşşer ve ta’şîr; terkibbend ve tercî’-bend’dir.
KASİDE
Arap, Fars ve Türk şiirinde en çok kullanılan eski ve uzunca bir nazım şeklidir.
Anadolu’da XIV. yüzyılda oluşmaya başlayan divan edebiyatı Arap ve
İran edebiyatlarının nazım şekillerini kabul ederken konu yönünden eski koşuklara benzeyen kasideyi de kolaylıkla benimsemişti. Türkler’in müslüman
olmadan önceki ozanlarının, hakanları yahut beyleri övmek için kopuz eşliğinde söyledikleri koşuklarla kaside arasında muhteva yönünden fazla fark
görülmüyordu. Türk edebiyatında ilk örnekleri XIV. yüzyılda yazılmaya başlanan kasidelerin Türk beyliklerinin ileri gelenleri hakkında düzenlenmiş olmasıyla ilk mükemmel örneklerin ortaya çıktığı XV. yüzyılda sultanlar ve
devlet büyüklerini övmek için yazılmaya başlanması koşuk geleneğinin bir
devamı gibi kabul edilebilir. Türk edebiyatının klasik özelliklerinin bütünüyle teşekkül ettiği XVI. yüzyılda ise kasidenin bu edebiyata has kuralları iyice
belirlenip şekil ve bölümleri oluşmuştur. Konusu diğer İslâmî edebiyatlarda
görülmediği kadar genişleyen kaside buna bağlı olarak değişik isimlerle
anılmaya başlar. Hicviyye, mersiye, hasbihal, arzıhal gibi konuları da ihtiva
edecek çeşitlilikte yazılan kaside Hz. Peygamber’i ve diğer din büyüklerini,
şairin çağında yaşamakta olan bir kişiyi öven örnekler yanında Allah’a yakarış, Resûli Ekrem’den şefaat dileme, bir devlet büyüğünden mansıp ve me-
55
muriyet talebi, himaye görme arzusuna yönelik istekte bulunma, bir cezadan
kurtulmak için af dileme, hamâsî duyguları açıklama, vatan sevgisini dile getirme gibi sebeplerle de düzenlenmiştir.
Türk edebiyatında kasideler hemen hemen en az otuz ile en fazla doksan
dokuz beyit arasında değişen uzunlukta düzenlenmiştir. Bazan bu sınırların
dışına çıkıldığı olmuşsa da şairlerin genelde kırk-elli beyit uzunluğundaki kasideleri tercih ettikleri görülür. Kasidede ilk beyte matla’, son beyte makta’
denir. Şairin mahlasını söylediği beyit taç beyit, kasidenin en güzel beyti
beytü’l-kasîd olarak isimlendirilir. Kafiye örgüsü “aa/ ba/ ca…” şeklindedir.
Türk şairleri kasidenin altı bölümden oluşmasını benimsemiş ve buna uymaya özen göstermişlerdir. 1. Nesîb (teşbîb). Kasidenin giriş bölümüdür. Genelde bir gazel gibi âşıkane duygulardan bahseder. Bu şekilde olan girişler
nesîb, aşk dışında tasvir vb. herhangi bir konu işlenmişse teşbîb adını alır. İşlediği konuya göre de kaside özel bir adla anılır. Nesîb veya görev süresi
teşbîb ortalama on-on beş beyit uzunluğunda olur. 2. Girizgâh (giriz /
güriz). Şairin methiyeye geçtiğini bildiren bir ya da iki beyitten ibaret olup
konuya uygun bir nükte taşımasına ve nesîble methiye arasında anlam ilişkisi
kurulmasına dikkat edilir. 3. Methiye. Kasidenin maksadına uygun olarak
övülen kişi veya şeyden bahseden bölümdür. Kasidenin en sanatkârane bölümü olup uzunluğu konuya ve şaire göre değişir. 4. Tegazzül. Kaside içinde
tecdîdi matla’ ile başlayan bir gazel olup beş-on beyit arasında değişir. Bir
kasidenin başında yahut sonunda yer alabildiği gibi tegazzül bölümü olmayan
kasideler de vardır. 5. Fahriyye. Şairin kendisini övdüğü ve bazan da dileğini
bildirdiği bölümdür. Beyit sayısı şairlere göre değişebildiği gibi fahriyye bölümü konulmamış kasideler de mevcuttur. Türk kasideciliğinin üstadı sayılan
Nef’î’nin fahriyyeleri sanatlı bir üslûpla yazılmış olup beyit sayısı hayli kabarıktır. 6. Dua. Övgüsü yapılan kişi veya şey ile şairin kendisi hakkında dua
edilip iyi dileklerde bulunulan son birkaç beyitten ibarettir.
Türk edebiyatında kasideler üç şekilde adlandırılmıştır. Bunlardan ilki
teşbîb veya methiyede ele alınan konuya göre yapılan adlandırmadır. Diğer
nazım şekilleriyle yazılabilmekle birlikte daha çok kaside biçiminde kaleme
alınmalarından dolayı münâcât, tevhid, na’t, mersiye, hicviyye gibi manzumeler kasidenin konu bakımından değişik türlerini oluşturur. Bu tanımlama
genellikle şairin kasidesine koyduğu başlığı esas alır. “Tevhîd-i Hazret-i Bârî” “der Na’t-ı Seyyidi’l-Mürselîn”, “Der Sitâyîş-i Sultan (...)”, “Kasîde der
Medh-i (...)”, “Hicviyye der Hakkı (...)” gibi ibarelerin yer aldığı bu başlıklar
aynı zamanda kasidenin türünü de belirtmiş olur. Bir kasidenin teşbîb bölümünde yer alan konuya göre bahardan bahseden kasidelere bahâriyye
(rebîiyye), kıştan söz eden kasidelere şitâiyye denmesi gibi ramazâniyye,
ıydiyye (bayramiyye), sayfiye, nevrûziyye gibi zaman dilimlerini;
İstanbuliyye ve Bağdâdiyye gibi şehirleri; sünbüliyye ve rahşiyye gibi çiçek
veya hayvanları; sûriyye, hamâmiyye, cülûsiyye, kudûmiyye, istikbâliyye gibi olaylara dayalı bir hayat kesitini; kasriyye, dâriyye gibi bir bina tebrikini
konu alan kasideler de yine teşbîbinde işlenen konuya göre isim almıştır. Kasidelerin ikinci tür adlandırması redifine göre yapılır. Redifi güneş olan methiyeye güneş kasidesi (şemsiyye), gül olana gül kasidesi (verdiyye), sünbül
olana sünbül kasidesi (sünbüliyye) gibi isimler verilir. Türk edebiyatında su,
tîğ, hançer, benefşe, lâle, kalem, sühan, gül vb. kelimelerin redif olarak kullanıldığı kasideler ünlüdür. Son adlandırma şekli Arap edebiyatında olduğu
gibi kafiye harfine göre yapılandır. Kafiye harfi râ ise râiyye, mîm ise
mîmiyye, tâ ise tâiyye gibi.
56
Kaside yazan şair için kasîdegû, kasîdeperdâz vb. tabirler kullanılmıştır.
Âşık Paşa’nın Garibnâme’deki na’tlarıyla Ahmedî’nin divanındaki kasideler
bu şeklin ilk örnekleri sayılır. Türk edebiyatında gerçek anlamda kasidecilik
ise divanında yer alan on altı kasidesiyle bu nazım şeklini klasik özellikleriyle Türk edebiyatının malı yapan Şeyhî ile başlamıştır. Daha sonra Karamanlı
Nizâmî on bir, Bursalı Ahmed Paşa otuz bir, Necâtî Bey yirmi altı kaside
yazmıştır. Bu yüzyıldaki en güzel örnekler Ahmed Paşa’nın kasideleridir.
XVI. yüzyıl kasidede İran örneklerinin aşılmaya çalışıldığı ve abartmalara
yol açıldığı bir dönemdir. Övülen kişilerin devlet ihtişamının gölgesinde
kalmaması için mübalağalı bir şekilde methedildiği bu dönemde Bâkî özellikle nesîb kısımlarında parlak tasvirlerin yer aldığı yirmi yedi, Hayâlî Bey zengin hayallerle övdüğü yirmi yedi, Nev’î elli, Rûhî-i Bağdâdî yirmi dört kaside
yazar. Ancak bu yüzyılın kasideciliğinde en önemli yer Fuzûlî’ye aittir. Onun
na’tları da dahil divanında otuz yedi kaside mevcuttur.
XVII. yüzyılda Türk edebiyatının en büyük kaside şairi olan Nef’î, İran
ve Arap kasidecilerini geride bırakmıştır. Divanında en geniş yeri işgal eden
elli dokuz kasidesi fahriyye bölümleriyle ünlüdür. Yüzyılın diğer kaside ustalarından Sabrî de Nef’î’nin etkisinde kalmıştır. Nâilî’nin otuz beş, Nâbî’nin
otuz iki kasidesiyle bu yüzyıl Türk kasideciliğinin en parlak devri olmuştur.
XVIII. yüzyılın başlarında Yahyâ Nazîm büyük bir cilt tutan divanının
tamamını na’tlara ayırmış, bunların pek çoğunu da kaside nazım şeklinde kaleme almıştır. Nedîm’in ince ve zarif bir âhenkle yazdığı kasidelerinin adedi
otuz sekizdir. Onu değişik konularda yirmi dokuz kaside ile Şeyh Galib takip
eder. Yüzyılın sonlarında ise kasideleriyle dikkat çeken Sünbülzâde Vehbî elli dört, Enderunlu Fâzıl seksen dört ve Keçecizâde İzzet Molla kırk sekiz kaside söylemiştir.
Divanındaki az sayıda kasidelerden bir veya birkaçı ile ün kazanmış yahut
söylediği kasidelerden biri diğerlerinden daha çok tanınmış şairler de vardır.
Sünbülzâde Vehbî’nin “Sühan Kasidesi” ile Sâbit’in ramazâniyyesi, Tanzimat döneminde Âkif Paşa’nın ilk defa bir soyut kavramı konu edinen “Adem
Kasidesi” ve Nâmık Kemal’in “Hürriyet Kasidesi” diye meşhur olan şiiri
bunlardandır. Divan edebiyatında kaside yazma geleneği Tanzimat’tan sonra
da sürmüş, hatta Cumhuriyet’in ilk yıllarında kaside düzenleyen şairler çıkmışsa da modern Türk şiiri bu nazım şeklini tamamen terketmiştir.
Daha geniş bilgi için bk. Mehmet Çavuşoğlu, “Kasîde”, Türk Dili Dergisi, Türk
şiiri Özel sayısı II (Divan şiiri), Sayı: 415-417, ss. 1-38.
GAZEL
Eski şiirin en çok kullanılan ve sevilen nazım şeklidir.
Gazel kelimesi sözlükte “kadınlarla sevgi üzerine konuşmak, söyleşmek”
anlamına gelir. Arap edebiyatında gazel bir nazım şekli olmayıp kasidelerin
başında aşktan, sevgiliden söz eden bölümlere verilen addır ve “nesîb” karşılığında kullanılmıştır. Daha sonraları şairin aşk, sevgili, şarap, bahar gibi
coşkulu haller karşısındaki duygularını anlatan şiirlere uzun yahut kısa olsun
gazel denilmiştir.
İran’ın İslâmiyet’i kabulünden sonra gazel, Arap şiirinin etkisi altında
oluşan yeni İran edebiyatında lirik şiirin en beğenilen şekillerinden biri ol-
57
muştur. Yeni İran şiirinde de ilk dönemlerde kasidelerin nesîb veya teşbîb
kısmını oluşturmuştur. Gazel tarzının gelişmesinde kasidelerden pek zevk
almayan Moğol hükümdarlarının da rolü olmuştur. İranlı şairler bu hükümdarlar hakkında kaside yazma yerine onların yol açtığı tahribattan duydukları
elem ve kederleri gazellerle dile getirmeyi tercih ettiler. Ferîdüddîn-i Attâr ve
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî gibi sûfî şairler gazellerinde ilâhî güzellik ve ilâhî aşk konularını işlediler. Onlardan sonra gelen Hafız-ı Şîrâzî ise gazellerinde rindce hayal kurmaya, felsefî ve ahlâkî düşüncelere de yer vererek türün
konusunu genişletti.
Türk edebiyatına gazel XIII. yüzyılda İran’dan Fars edebiyatı yoluyla
geçmiştir. Anadolu edebiyatı sahasında yazılan ilk gazellerde daha çok dinî,
ahlâkî ve tasavvufî konuların işlendiği görülür. XIV. yüzyıldan başlayarak
Kadı Burhâneddin, Nesîmî ve Ahmedî ile gelişmesini sürdüren gazel türü
XV. yüzyılda Şeyhî, Ahmed Paşa, Necâtî ve Çağatay edebiyatında da Ali Şîr
Nevâî ile mükemmellik kazanmıştır. Zatî, Hayalî Bey, Nev’î, Rûhî-i Bağdadî
XVI. yüzyılın tanınmış gazel şairleridir. Bu yüzyılda Anadolu’da Bakî, Azerî
alanında Fuzûlî gazeli doruğa eriştirmişlerdir. XVII. yüzyıla gelindiğinde gazel, Nâilî’nin öncülüğünü yaptığı sebk-i Hindî üslubuyla yeni bir incelik ve
zarafet kazanır. Bu yüzyılın sonunda Nâbî gazele fikrî bir ağırlık kazandırmıştır. XVIII. yüzyılda Nedîm rindliği ve coşkunluğu, Şeyh Galib inceliği,
duyarlılığı ve Mevlevîlik neşvesiyle büyük gazel şairleri olmuşlardır. Tanzimat’tan sonra Encümen-i Şuarâ şairleri gazelde yeni bir atılıma girmişlerse
de onu daha ileriye götürecek bir başarı ortaya koyamamışlardır.
Kafiye örgüsü “aa/ba/ca ...” olan gazelin bazı beyitleri ve içindeki kısımları özel adlar alır. Gazelin iki mısraı kafiyeli olan (musarra’) ilk beytine
“matla”“, matla’dan sonra gelen beytine “hüsn-i matla’”, son beytine “makta’” ve makta’dan önceki beytine de “hüsn-i makta’” denir. Hüsn-i matla’ın
matla’dan olduğu kadar hüsn-i makta’ın da makta’dan güzel olmasına özen
gösterilir. Gazelin en güzel beytine “şah beyit” veya “beytü’l-gazel” adı verilir. “Tahallus” denilen makta beytinde mahlas söylenir. Mahlas yerine doğrudan doğruya kendi asıl adını yazan şairler de vardır. Kadı Burhâneddin ve
Kemalpaşazâde gazellerinde mahlas kullanmayan böyle ender şairlerdendir.
Türk edebiyatında gazellerin beyit sayısı genellikle dört-on beş arasında
değişir. Dört beyitli gazellere çok az rastlanır. En çok yazılanlar beş ve yedi
beyitli gazellerdir. Bakî’nin gazelleri genellikle beş, Fuzûlî’nin yedi beyitlidir. Şeyh Galib’de daha uzun, on bir-on beş beyitli gazellerle karşılaşılır.
Kesin bir kural olmamakla birlikte gazeller genellikle beş, yedi, dokuz, on
bir gibi tek sayılı beyitlerle söylenmiştir. On beş beyitten uzun gazellere “gazel-i mutavvel” adı verilir. Ahmedî ve Nesîmî’nin otuz ve elli beyte kadar
uzayan gazelleri vardır. Matla’ mısralarından bîrinin makta’ beytinde tekrarlanmasına “redd-i matla’”, öteki mısralardan herhangi birinin tekrarlanmasına
“redd-i mısra” denir. Redd-i mısra’ daha çok Tanzimat’tan sonraki dönemin
şairlerince rağbet görmüştür.
Şairler bazan mahlas beytinden sonra gazellerini bitirmeyip bir ya da birkaç beyit daha eklerler. Bunlara “müzeyyel gazel”, adı verilir. Arapça, Farsça
ve Türkçe’den ikisi veya üçüyle karışık surette söylenmiş gazellere “mülemma’ gazel”(kaside için de geçerlidir) denir. Matla’dan sonra gelen beyitlerin
mısra ortalarının baştaki ilk mısra ile kafiyelendiği gazellere “musammat gazel”, bunların mısra ortalarındaki kafiyelerine “iç kafiye” adı verilir. Bu tür
gazeller dört mefâîlün, dört müstef’ilün gibi ortalarından iki eşit parçaya ayrılabilen aruz kalıplarıyla yazılır.
58
Gazelin esas konusu aşk ve sevgili, sevgilinin güzelliği, ona duyulan hasret ve bundan dolayı çekilen üzüntüdür. Sevgiliyle bağlantılı olarak ayrıca şaraptan ve tabiat güzelliklerinden de söz edilir. Bunun yanı sıra bir düşüncenin, bir hayat görüşünün, bahttan yakınma gibi başka konuların da işlendiği
olur. XVIII. yüzyıldan sonra gazelin konusunun daha da genişlediği görülmektedir.
Gazelde öncelikle beyit güzelliğine önem verilir. Her beytin kendi içinde
bir anlam bütünlüğü vardır. Bundan dolayı gazelin her beytinde değişik konuların işlenmesi kusur sayılmamıştır. Bütünüyle belirli bir konuyu işleyen
gazeller “yek-âhenk”, bütün beyitleri aynı güzellik ve kuvvette söylenen gazeller de “yek-âvâz” adını alır.
Gazelden bazı nazım şekilleri de türetilmiştir. Çerçeve olarak gazelin her
mısraının altına gelmek üzere “ziyade” denilen kısa mısralar eklenerek
müstezad yapılmış, ayrıca her beytine değişen sayıda mısra katmak suretiyle
bendlerden meydana gelen daha hacimli şekiller elde edilmiştir. Bir şairin
gazeline her beytin mısraları arasına iki ya da üç mısra konularak taştîr, yine
her beytin önüne iki mısra eklenerek terbî’, üç mısra eklenerek tahmîs ve daha çok sayıda mısra eklenerek sırasıyla tesdîs, tesbî’, tesmîn vb. yapılmıştır.
Bunlardan en çok kullanılanları tahmîs ve tesdîs şekilleridir.
Gazel söylemeye “tegazzül”, başka bir şairin gazeline aynı vezin ve kafiyede benzer bir gazel söylemeye “tanzîr etme” ya da “cevap verme”, bu gazele de “nazire” denir. Hemen her şairin çok sayıda naziresi vardır. Nazireler,
XV. yüzyıldan başlayarak “mecmûatü’n-nezâir” denilen şiir mecmualarında
toplanmıştır. Nazirenin tanzîr edilen gazelle aynı anlam ve üslûp doğrultusunda olması gerekir. Mürettep divanlarda daima kasidelerden sonra gelen
gazeller kolayca bulunabilmeleri için Arap alfabesine göre kafiyelerinin son
harfleriyle sıralanırlar. Şuarâ tezkirelerinde çok defa şiirle eş anlamda kullanılan gazel, Tanzimat’tan sonraki yenilik dönemine kadar Türk edebiyatında
çok önemsenen ve her şairin kullandığı başlıca nazım şekli olmuştur.
Divan Edebiyatı’nda en çok kullanılan nazım şekilleri nelerdir, araştırınız.
MÜSTEZAD
Divan edebiyatında her mısra veya beytin sonunda aynı veznin bir cüzüyle
yazılmış birer kısa mısra bulunan manzumelerdir.
Arapça’da “artmış, ziyadeleşmiş” anlamına gelen müstezâd kelimesi edebiyat terimi olarak uzunlu kısalı (bir uzun, bir kısa) mısralar halinde yazılan
nazım şeklini ifade eder. Divan edebiyatında en çok gazel tarzında görülür;
bunun dışında nadiren rubâî, kıta, kaside, beyit ve mesnevi şeklinde
müstezadlar da bulunmaktadır.
Müstezadların asıl vezni “mef’ûlü mefâîlü mefâîlü feûlün” kalıbıdır. Bu
vezinde ziyade mısralar “mef’ûlü feûlün” cüzüyle yazılır. Az miktarda da olsa diğer aruz kalıplarıyla beraber ziyade mısralar da hesaba katılarak
müstezadlarda yirmi dört kalıbın kullanıldığı belirlenmiştir.
Türk edebiyatında tesbit edilen ilk müstezad örnekleri XIV. yüzyıl şairi
Nesîmî’ye (ö. 821/1418) aittir. Daha sonra gelen belli başlı müstezad şairleri
Şeyhî, Ali Şîr Nevâî, Necâtî, Rûhî-i Bağdâdî, Nâilî, Nâbî, Nedîm,
Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin, Şeyh Galib, Enderunlu Fâzıl, Leylâ Ha-
59
nım’dır. Tanzimat’tan sonra müstezada rağbet eden sanatçıların başında
Abdülhak Hâmid ve Servet-i Fünûn edebiyatçıları gelmektedir. Vezin, şekil
ve kafiye özelliklerinde birçok değişiklik yapılarak ziyade mısraların düzenli
düzensiz dağılımlarıyla müstezadlar yazılmıştır. Böylece müstezad geniş
müstezad, serbest müstezad basamaklarından geçerek özellikle II. Meşrutiyet’in ardından hece veznine de uygulanmış, Türk şiirinin serbest nazma doğru gelişmesine yol açmıştır. Müstezadların bazıları bestelenmiştir.
MESNEVİ
Arapça’da ikişerli anlamına gelmekte olup Fars, Türk ve Urdu edebiyatlarında birbiriyle kafiyeli beyitlerden oluşan nazım şeklidir.
Fars ve Türk edebiyatlarındaki mesneviler arasında tertip, konu ve muhteva bakımından büyük ölçüde benzerlikler görülmektedir. Bu, mesnevi nazım şeklinin önce Fars edebiyatında ortaya çıkması ve Türk edebiyatındaki
ilk örneklerin bundan büyük ölçüde etkilenmesinin tabii bir sonucudur. Türk
şairleri, Fars edebiyatından daha çok tasavvufî konulu eserlerle İslâm âlemindeki ortak konuları işleyen bazı mesnevilerden etkilenmişlerdir. Buna
karşılık bazı ortak yönleri olmakla beraber kırk hadis ve yüz hadis çeviri ve
şerhleri, menâkıbnâmeler, gazavatnâmeler, fetihnâmeler, zafernâmelerle
şehrengizler, sûrnâmeler, sergüzeşt, hasbihal, ta’rîfat gibi eserler özellikle
muhtevaları bakımından Fars edebiyatı etkisi dışında kalmıştır; mevlid,
mi’râciyye ve hilye gibi dinî türler ise tamamen Türk edebiyatına ait orijinal
mesnevilerdir.
Türk şairleri tasavvufî mesnevilerde Senâî’nin, Ferîdüddin Attâr’ın, Nizâmî-i Gencevî’nin, Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin, Molla Câmî’nin mesnevilerinden ve özellikle tasavvuf edebiyatının en önemli şairi Mevlânâ Celâleddîni Rûmî’nin Mesnevî’sinden etkilenmişlerdir. Mesnevi Türk şairlerine sadece
tasavvufî açıdan değil Farsça’yı şiir yazacak kadar ilerletmeleri, edebî bilgi
ve zevklerinin gelişmesi açısından da tesir etmiş, üzerlerinde her yönüyle eğitici bir rol oynamıştır.
Türk edebiyatında ilk mesnevi Yûsuf Has Hâcib’in (ö. 1077) Kutadgu
Bilig adlı eseridir. XIII. yüzyılda Sulî Fakih’in Yûsuf u Züleyhâ adlı mesnevisi kadar Ahmed Fakih’in Kitâbü Evsâfı Mesâcidi’ş-şerîfe’si de önemlidir.
XIV. yüzyılda Yûnus Emre’nin Risâletü’n-nushiyye’si, Şeyyad Hamza’nın
Yûsuf u Züleyhâ’sı ile Altın Orda sahasında Kutb’un Hüsrev ü Şîrîn’i,
Gülşehrî’nin Mantıku’t-tayr çevirisi, Âşık Paşa’nın Garibnâme’si, Hoca
Mesud’un Süheyl ü Nevbahâr’ı, Yûsuf Meddah’ın Varka ve Gülşâh’ı,
Şeyhoğlu Mustafa’nın Hurşîdnâme’si, Ahmedî’nin İskendernâme’si ile
Cemşîd ü Hurşîd’i değerli örneklerdir. Bu yüzyılda yazarı bilinmeyen pek
çok mesnevi bulunmaktadır.
Mesnevinin XV. yüzyılda Türk edebiyatında gelişme gösterdiği görülmektedir. Ahmed-i Dâî’nin Çengnâme’si, Süleyman Çelebi’nin Mevlid olarak tanınan Vesîletü’n-necât’ı, Şeyhî’nin Hüsrev ü Şîrîn’i ile Harnâme’si,
Hamdullah Hamdi’nin Hamse’si ve bilhassa Yûsuf u Züleyhâ’sı, Çağatay sahasında Ali Şîr Nevâî’nin Hamse’si bu yüzyılın önemli mesnevileri arasındadır.
XVI. yüzyılda Lâmiî Çelebi ve Taşlıcalı Yahyâ gibi hamse sahibi şairler
yetişmiş, Mesîhî’nin Şehrengîz’i, Câfer Çelebi’nin Hevesnâme’si,
60
Kemalpaşazâde’nin Yûsuf u Züleyhâ’sı, Zâtî’nin Şem’ ü Pervâne’si, Fuzûlî’nin Leylâ vü Mecnûn’, Hâkanî Mehmed Bey’in Hilye’si gibi müstakil mesneviler kaleme alınmıştır.
Ganîzâde Mehmed Nâdirî Şehnâme’si Nev’îzâde Atâî de Hamse’siyle
XVII. yüzyılda tanınmışlardır. Edirneli Güftî’nin Teşrîfâtü’ş-şuarâ adlı manzum tezkiresi, Nâbî’nin Hayriyye’si ve Sâbit’in Edhem ü Hümâ’sı da bu yüzyılın önemli mesnevilerindendir.
Mesnevi yazımının azaldığı XVIII. yüzyılda Şeyh Galib türün Türk edebiyatındaki en muhteşem örneği olan Hüsn ü Aşk’ı kaleme almıştır. Nahîfî’nin Mesnevî-i Şerîf Tercümesi ve Sünbülzâde Vehbî’nin Lutfiyye’si diğer
mesnevilerdir.
XIX. yüzyılda mahallî hayata ait bilgilerle mesnevi şekline Türk edebiyatına has bir mahiyet kazandırmış olan Enderunlu Fâzıl’ın Hûbannâme ve
Zenannâme’si, İzzet Molla’nın Mihnet-keşân ve Gülşen-i Aşk’ı ile Tanzimat
döneminde Ziyâ Paşa’nın Harâbât’ı önemlidir. Mesnevi şeklinin Türk edebiyatına ait bir özelliği de eserlerdeki kahramanların ağzından yazılmış gazellerin vezin ve şekil bakımından divanlardaki gazellerle aynı özelliği taşımasıdır.
Türk edebiyatında mesnevilerin halk edebiyatına yönelik örnekleri de bulunmaktadır. Pek çoğunun müellif veya musannifi bilinmeyen bu tür mesneviler için genellikle mevlidlerin sonunda yer alan Dâsitân-ı Kesikbaş, Dâsitân-ı Geyik, Dâsitân-ı Güvercin, Dâstân-ı İbrâhim Edhem ve Hikâyet-i Kız ve
Cehûd gibi eserler örnek verilebilir. Türk edebiyatında mesnevi hemen her
dönemde gazel ve kasideden geride kalmış, hatta yalnızca mesnevi yazan şairler küçümsenmiştir.
Türk-İslâm edebiyatında dinî- destanî manzumeler, kıssa ve hikâyeler hangi
nazım şekliyle kaleme alınmıştır?
KIT’A
İran ve bilhassa Türk edebiyatında kullanılan bir nazım şeklidir.
Sözlükte “parça, kısım” anlamına gelen kıt’a, Arap şiirinde mâna bütünlüğü taşıyan aynı vezin ve kafiyedeki beyitler topluluğu için kullanılmaktadır.
Eski Arap şairlerinden intikal eden bazı kısa manzumeler arasında uzun şiirlerden kalmış parçalar kadar kıta şeklinde söylenmiş kısa şiirler de vardır.
Daha sonraki dönemlerde aşka dair konularla dinî, felsefî konuların işlendiği
kıtaların çıkış noktası bu şiirler olmuştur.
İran edebiyatında kıta, İranlılar’ın İslâmiyet’i kabul ettiği tarihlerden itibaren hem kaside veya gazelden ayrılmış parçalar hem de müstakil bir nazım
şekli olarak kullanılmıştır. Müstakil kıtalar en az iki, en fazla yedi ilâ on beyit
kadardır. Türk edebiyatında kıta iki veya daha çok beyitten meydana gelmiş
bir nazım şekli olup matla’ ve mahlası (taç beyti) bulunmayan bir gazel gibi
beyitlerinin ikinci mısraları birbiriyle kafiyelidir. Dört mısralık kıtaların birinci ve üçüncü mısraları da genellikle birbiriyle kafiyeli olur. Türk edebiyatında bu tür kıtalar daha çoktur. Kıtanın beyitlerle yazılan nazım şekillerinden
ayrılmasını sağlayan en belirgin özelliği, birinci beytinin mısralarının aynı
kafiyede olmaması ve umumiyetle bütün beyitlerinde aynı konunun ele alınmasıdır. Öte yandan bendler halinde yazılan nazım şekillerinin her bendine
61
de kelimenin sözlük anlamından hareketle kıta denilmektedir. Çok sayıda beyitten oluşan (iki beyitten daha fazla olan) kıtalara “kıt’ai kebîre” denilmektedir. Bazan kıtanın birinci beytindeki mısralar birbiriyle (musarra’), ikinci
beytinin ikinci mısraı birinci beyitle kafiyeli olabilmektedir. Bu şekilde kafiyeli olan kıtalara diğer nazım şekillerinden ayırt edilmesi için “nazım” adı
verilmektedir. Çok beyitli olanların gazel ve kasideden farkı nazmın konu bütünlüğü içinde bulunmasıdır. İki beyitten meydana gelen nazımların
kafiyelenişi aynı olan rubâîden farkı rubâîlerin özel aruz kalıplarıyla yazılması ve daha çok hikemî konuları ele almasıdır. Çeşitli konularda bir bütünlük
içinde yazılmakla birlikte bilhassa düşünce, hikmet, nükte ve hicve dair kaleme alınan kıtalar divanlarda “mukattaât” veya “kıtaât” başlığı altında toplanmıştır. Eski Türk edebiyatında hemen her şair kıta yazmış ve bunlara divanında yer vermiştir.
RUBÂÎ
Dört mısralı nazım şeklidir.
Rubâî nazım şekli Türk edebiyatına İran edebiyatından geçmiştir. Eski
Türk şiirinde nazım biriminin dörtlük olması rubâînin Türk şairleri tarafından
kolayca benimsenmesini sağlamıştır. M. Fuad Köprülü’nün Türk şairlerinin
XII. yüzyıldan itibaren rubâî veznini kullandıklarını belirtmesi bununla alâkalı olduğu gibi İran’da rubâînin ortaya çıkışında İslâmiyet öncesi Türk şiirinin etkisi büyüktür. Divan edebiyatı şairlerinin çoğu bu nazım şeklini bir millî şiir gibi kabul ettiğinden her biri birkaç rubâî yazmıştır. Hikemî ve felsefî
düşüncelerin yer aldığı rubâîleriyle Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî bu nazım biçiminin Anadolu’da fikir öncüsü olmuş, Dîvân-ı Kebîr’de yer alan rubâîleri
pek çok Türk şairini etkilemiştir.
Türk edebiyatında rubâî XVI. yüzyılda olgun örneklerini vermeye başlamış ve yaygınlaşmıştır. Fuzûlî (81 rubâî) ve Rûhî-i Bağdâdî (28 rubâî) XVI.
yüzyılda rubâî yazan diğer şairler arasında önemli bir yere sahiptir. XVII.
yüzyıl Türk edebiyatında rubâînin altın çağı kabul edilebilir. Azmîzâde Hâletî
1000 kadar rubâîsiyle Türk edebiyatının en çok ve en güzel rubâîlerini yazan
şairi olmuştur. Daha sonraki dönemlerde tesbit edilebilen örneklerine göre
Cevrî (37), Nâbî (218), Sâbit (24), Sezâî-yi Gülşenî (49), Erzurumlu İbrâhim
Hakkı (82) ve Esrar Dede (145) gibi rubâî yazmaya önem veren şairler yetişmiştir.
Rubâî, modern Türk edebiyatı şairleri tarafından da kullanılmış, Cumhuriyet döneminde rubâî yazan önemli şairler ortaya çıkmıştır. Bunların başında
Yahya Kemal Beyatlı gelir. Arif Nihat Asya, Rıfkı Melûl Meriç, Bekir Sıtkı
Erdoğan, Fuat Bayramoğlu, Bedri Gürsoy, Talat Sait Halman ve Yılmaz Karakoyunlu gibi isimler bu dönemde rubâî yazan diğer şairler arasında yer alır.
Muhtevalarından dolayı rubâî adı taşımalarına rağmen vezin yönünden klasik
rubâîye benzemeyen dörtlükler yazan şairler arasında Ümit Yaşar Oğuzcan,
Recep Bulut, Feyyaz Sağlam ve Yusuf Ahıskalı gibi isimler sayılabilir.
Rubâînin kafiye düzeni a a x a şeklindedir; ancak sonraları kafiyelenişi x
a x a şeklinde olan veya bütün mısraları birbiriyle kafiyeli rubâîler de ortaya
çıkmıştır. Rubâînin tuyuğdan ve diğer dört mısralık şiirlerden farkı, sadece
hezec bahrinin bu nazım şeklinde kullanılan yirmi dört özel kalıbıyla yazılmış olmasıdır. Bunlardan “mef’ûlü” ile başlayan on iki kalıba “ahreb”,
“mef’ûlün” ile başlayan on iki kalıba da “ahrem” denir. Türk şairleri daha
62
çok ahreb kalıplarını tercih etmiş, ahremin yalnız ilk iki kalıbıyla rubâî yazmıştır. Türkçe rubâîlerde kullanılan sekiz kalıp şunlardır: Ahreb. 1. Mef’ûlü /
mefâîlü / mefâîlün / fâ’. 2. Mef’ûlü / mefâîlü / mefâîlü / feûl. 3. Mef-’ûlü /
mefâilün / mefâîlün / fâ’. 4. Mef’ûlü / mefâilün / mefâîlün / feûl. 5. Mef’ûlü /
me-fâîlün / mef’ûlün / fâ’. 6. Mef’ûlü / mefâî-lün / mef’ûlü / feûl. Ahrem. 1.
Mef’ûlün / fâilün / mefâîlün / fâ’. 2. Mef’ûlün / fâilün / mefâîlü / feûl.
Rubâîler çok zengin bir mâna ve muhteva örgüsüne sahiptir. Aşk, hâtıra,
yalnızlık, talihten şikâyet, hiciv gibi ferdî; Allah, tasavvuf, rintlik, ölüm gibi
dinî ve metafizik; adalet, zulüm, barış gibi toplumsal yahut siyasî, millî, tarihî, felsefî, ahlâkî vb. pek çok konu rubâîde dile getirilebilir. Bununla birlikte
rubâî oldukça zor söylenen bir şiir biçimidir.
Yahya Kemâl kimin rubailerini Türkçe’ye çevirmiştir, araştırınız.
KOŞMA
Şekil, konu ve ezgi özellikleri bulunan ve Türk halk edebiyatında en çok kullanılan nazım şeklidir.
Türkçe koşma kelimesi koşmak (eklemek, katmak) fiilinden türemiş olup
“güfteye beste ilâvesi” demektir. Tarihî metinlerin raks ile beraber söylenen
“koşuk”una çok benzeyen koşma “saz eşliğinde okunmak için hece ölçüsüyle
yazılmış, ilk parçanın birinci, ikinci ve dördüncü mısralarıyla öteki parçaların
dördüncü mısraları birbiriyle, diğer mısralar kendi aralarında kafiyeli, konuları sevgi ve tabiat olan halk şiiri türü” olarak tanımlanmaktadır. Türkler’in
İslâmiyet’in etkisi altında meydana getirdikleri ilk manzum eserlerden
Kutadgu Bilig’in asıl metninde koşmaya rastlanmamakta, ancak esere daha
sonra ilâve edilmiş bir manzum parçada koşuğ kelimesi geçmektedir. Koşuğa
göre daha yeni bir kelime olan koşma, küçük farklarla günümüzdeki çeşitli
Türk lehçelerinde de mevcuttur. Türk edebiyatında hece vezniyle yazılmış ilk
şiirlerin koşmalar olduğu söylenebilir.
Türk edebiyatında hece vezninin kullanıldığı şiirler içinde ilk sırada yer
alan koşmanın kafiye şeması birinci dörtlük abab (veya aaab), diğer dörtlükler ise cccb/dddb... şeklinde düzenlenir. Baştan sona kadar devam eden ana
kafiye (b) şekil birliğini sağlar. Ana kafiyenin bulunduğu mısralara “bağlama
mısraı” denir. Koşmanın diğer özellikleri değişse bile bağlama mısraı ve kafiyesi değişmez. Buradaki bağlama mısraı bazan nakarat da olabilir. Hece
vezninin genellikle 4 + 4 + 3 = 11’li veya 6 + 5 = 11’li kalıbıyla yazılan koşmanın değişik hece kalıplarıyla olan örnekleri de vardır. Âşık edebiyatı ile
bazı tekke edebiyatı mensuplarının koşmalarında son dörtlükte şairin adı ve
mahlası geçer. Dörtlük sayısı çoğunlukla üç olmakla birlikte dört, beş ve daha fazla da olabilir.
Şekil özellikleri bakımından koşmalar şu adları alır:
1. Düz (âdi) koşma. Âşık edebiyatında en çok rastlanan ve her mısraı on
bir heceli olan koşmadır.
2. Yedekli koşma. Doğu Anadolu ve Âzerî sahasındaki saz şairlerinin kullandıkları bir şekildir. İki çeşidi vardır: Birincisi koşma-mâni karışımıdır. İkincisi yedekli beşli koşmadır. Hece ölçüsü sekizdir. Her bentte ilki beş, ikinci ve yedek sayılan kıta dört mısralıdır. Birinci bent
aaabb + cncn, ikinci bent dddee + cncn, üçüncü bent fffgg + cncn ...
63
şeklinde kafiyelenir. Her bendin ikinci kıtasında ikinci ve dördüncü
mısralar nakarattır.
3. Musammat koşma. Her mısraı iki bölümden oluşan ve bu bölümleri
aynı kafiyeyi taşıyan koşmadır. 6 + 5 durakla yazılan musammat koşmalarda iç kafiye genellikle altıncı hecenin üzerinde olur.
4. Ayaklı koşma. İlk dörtlüğü oluşturan iki beyitle diğer dörtlüklerin sonuna “ziyade” adı verilen beş heceli mısraların eklenmesinden oluşur.
5. Zincirleme koşma. Her dörtlüğün son mısraında kafiyenin bulunduğu kelimenin sonraki dörtlüğün ilk mısraının başında tekrar edilmesiyle oluşur.
6. Zincirbent ayaklı koşma. Ayaklı koşmadaki ziyadelerin zincirleme
koşmadaki kafiye kelimesi gibi kullanılmasıyla oluşan koşmadır.
7. Koşma-şarkı. İlk dörtlüğün ikinci ve dördüncü mısralarının her dörtlüğün sonunda tekrarlandığı koşmadır.
8. Tecnis. Bütün kafiyeleri cinaslı olan koşmadır.
9. Şatranç. Aruz vezninin dört “müfteilün”den oluşan kalıbıyla yazılan ve
musammat özelliği taşıyan koşmadır.
Koşmalar genellikle lirik şiirlerdir. Bu özellikleriyle divan edebiyatındaki
gazeli hatırlatırlar. Halk edebiyatında aşk, üzüntü, çeşitli acılar, sevgiliye kavuşma isteği, ayrılıktan yakınma, tabiatla ilgili duygu ve düşünceler koşma
vasıtasıyla anlatılır. Konularına göre özel adlar alan koşmalar şunlardır:
Ağıt, Güzelleme, Koçaklama, Taşlama. Koşmalar şekilleri ve konuları yanında müzikle ilgili özellikler de taşır. Koşma nazım şekli bazı küçük farklarla türkü, semâi, varsağı, destan, ilâhi ve nefesler için de yaygın olarak kullanılır. Cönklerde koşma başlığı altında toplanan manzumelerin bir nazım şeklini değil bir ezgiyi ifade ettiği aynı ölçü ve uzunluktaki manzumelere koşma,
türkü, türkmani gibi değişik adlar verilmesinden anlaşılmaktadır.
TUYUĞ
Tuyuğ, Türkler’in yaratıp Divan şiirine kazandırdığı nazım şeklidir. Maninin
divan edebiyatındaki karşılığı sayılabilir. Klasik Türk Edebiyatı’nda aruzun
fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla yazılan dört dizelik milli bir nazım biçimidir.
Tek dörtlükten oluşur. Kafiyelenişi rubaiyle aynıdır: aaxa. Genellikle lirik
tarzda olan ve aaaa şeklinde kafiyelenen tuyuğlara “Musarra Tuyuğ” denir.
Manide olduğu gibi, cinaslı kafiye kullanılır. Halk şiirinde 11’li kalıpla söylenen mani biçimindeki şiirlere de tuyuğ denir. Rubaide işlenen konular tuyuğda da işlenir. XIV. yüzyıl Azerî şairi Kadı Burhanettin bu türün kurucusu
sayılır. Çağdaşı Azerî şairi Nesimi ve XV. yüzyıl Çağatay şairi Ali Şir Nevaî
bu türde çokça ürün vermişlerdir.
MUSAMMAT
Bendlerden kurulu nazım şekillerinin genel adıdır.
Sözlükte “inci dizilen iplik, gerdanlık” anlamındaki sımt kökünden türeyen musammat “inci dizisi” demektir. Arap edebiyatında daha çok müveşşah
adıyla ele alınan musammat, bünyesinde kafiyedaş kelimeler ve söz bölükleri
içeren beyitleri tanımlamak için de kullanılmıştır.
64
İran edebiyatında ilk defa müseddes şekliyle Menûçihrî tarafından kullanılan musammat daha sonra Türk edebiyatına da geçmiş ve dört, beş veya altı
bendli olanları divan şairlerinin gazelden sonra en çok tercih ettikleri nazım
şekli olmuştur. Bu tercihte musammatlardaki kafiye örgüsünün şaire sağladığı imkânlar da rol oynamıştır. Kaside veya gazelde olduğu gibi beyit sonlarında aynı kafiyeyi uygulamak yerine musammatta üç, dört, beş, altı ... mısradan sonra aynı kafiyeye dönülerek vezinde ortak, ama bend içi kafiyede
farklı mısra öbekleri sayesinde anlatım gücüne yeni ve zengin imkânlar sağlanır. İlk bendin mısraları kendi arasında diğer bendlerin son mısraı ilk
bendle diğerleri ise kendi arasında kafiyeli olursa “müzdevic musammat”,
bendlerin bütün mısraları kendi içinde kafiyelenir ve sonlarındaki mısralar
aynen tekrarlanırsa “mütekerrir musammat” denir. Genelde beş-yedi bend
olarak düzenlenen musammatların bendlerindeki mısra sayısı birbirine eşit
olup üç ile on arasında tekrarlanan bu mısralara göre müselles, murabba / terbî, muhammes / tahmîs gibi adlar alır. Musammatlar bir şair tarafından başka
bir şairin gazeli esas alınarak bu gazelin beyitlerine mısra ilâvesiyle de meydana getirilebilir. Bu tarz musammatlarda şair, bir başka şairin gazelini aynı
ustalıkta veya daha üstün derecedeki mısralarla zenginleştirmek ve meydana
getirdiği musammat dolayısıyla kendi değerini ispatlamak amacını taşır. Şairlerin kendi gazellerini musammata dönüştürdüğü örnekler de vardır.
Musammat üç büyük İslâmî edebiyat içinde (Arap, Fars, Türk) yaygın olarak
Türk edebiyatında kullanılmıştır.
Hemen bütün kaynakların musammat başlığı altında tanımladıkları nazım
şekilleri şunlardır:
1. Müselles: Her bendi üçer mısradan oluşur. Türk şairleri musammatın
bu çeşidine itibar etmemiştir.
2. Dört mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Murabba: Bend
sayısı genelde beş-yedi arasında değişirse de en az üç, en çok yirmi yedi
bendden müteşekkil murabbalar da mevcuttur. Aşk, ayrılık, bahar, bayram,
savaş, ölüm manzum mektuplar gibi değişik konuları içeren murabbaların
pek çok örneği mevcuttur. Bilindiği kadarıyla Türk edebiyatında ilk murabba
Nesîmî (ö. 821/1418) tarafından yazılmış, XVI. yüzyılda Türk şairleri arasında murabba yazma moda haline gelmiş, hatta nazîre murabbalar yazan şairler
görülmüştür. Mesîhî’nin murabba şeklinde nazmettiği bahâriyyesi türünün
güzel örneklerinden olup Batı dillerine de çevrilmiştir. Edirneli Nazmî çoğu
mütekerrir 519 murabba ile bu alanda ilk sırayı alır. Onu Enderunlu Vâsıf
194, İlhâmî (III. Selim) doksan yedi, Üsküdarlı Aşkî elli dokuz, Nâfiz elli bir,
Nedim ve Şeref Hanım otuz beşer, Muhibbî (I. Süleyman) otuz bir, Hayretî
yirmi altı ve Taşlıcalı Yahyâ yirmi beş murabba ile takip eder. Murabbalarda
daha ziyade “fâilâtün fâilâtün fâilâtün fâilün” veya “feilâtün feilâtün feilâtün
feilün” gibi hece vezninin 4 + 4 + 4 + 3 = 15’li kalıbına veya bunların bir
tef’ile eksiğiyle 4 + 4 + 3 = 11’li kalıbına (feilâtün feilâtün feilün) uyan işlek
kalıplar tercih edilmiştir. Bunun en önemli sebeplerinden biri, murabbaın eski
Türk şiirindeki koşukla bunun halk şiirindeki uzantısı olan türkü veya koşmaya çok benzemesidir. Nitekim halk şairleri aruzla şiir söyleyecekleri zaman mütekerrir murabba tarzını kullanmışlardır. b) Terbî’: Bir şairin yazdığı
gazele ait beyitlerin önüne aynı vezin ve kafiyede iki mısra ilâvesiyle meydana getirilir. Terbîin mütekerrir türüne rastlanmaz. Terbî’de ilâve mısralar beyitlerin arasına konursa “taştîr” adını alır. Son bendde hem gazel şairinin hem
de onu musammata dönüştüren şairin mahlasının yer aldığı terbî’lerde bazan
gazel beyitlerinden birkaçının atlandığı da olur. Mehmed Aydî Baba’nın (ö.
1865) tanınmış şairlerin gazellerine yaptığı terbî’ler meşhurdur. c) Şarkı:
65
Türk halk şiirindeki türkünün karşılığı olup yalnız Türk edebiyatında görülür.
Genelde dört mısralı bendler halinde ve bestelenmek için yazılan şarkılarda
daha çok aşk ve ayrılık konuları işlenir. Mûsiki literatüründe bu bendlerin ilk
mısraına “zemin”, üçüncü mısraına “miyan” (miyanhâne), sonda tekrarlanan
mısraına “nakarat” denir. Bestelenmek maksadıyla yazıldığı için şarkıların
dili oldukça sadedir. Bend sayısı çoğunlukla ikibeş arasında değişir. Şarkı
adıyla yazılan ilk musammatlar XVII. yüzyılda ortaya çıkmış, daha önceki
dönemlere ait aşk konulu mütekerrir murabbaların gittikçe daha yalın dille
söylenmesi ve besteye uygun şekle dönüşmesi şarkının yaygınlaşmasına yardımcı olmuştur. Murabba ile şarkıların kafiye düzeni aynıdır. XVII. yüzyıldan itibaren şarkıların ilk bendindeki kafiyeleniş biçiminde büyük bir zenginlik görülür. Türk edebiyatında şarkı formuna uyan ilk şiirleri Nâilî, en güzel
şarkıları Nedîm, şarkı formunda en çok musammatı (211 adet) Enderunlu
Vâsıf kaleme almıştır. Şeyh Galib, Enderunlu Fâzıl, İlhâmî (III. Selim), Leylâ
Hanım, Şeref Hanım, Osman Nevres şarkı formunda musammatlar yazan diğer şairler arasında sayılabilir. Bazı şairlerin özellikle iki-üç bendden oluşan
şarkılarında mahlas kullanmadıkları olmuştur.
3. Beş mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Muhammes: Aynı
vezinde ve genellikle dört-sekiz bend halinde yazılır. Konuları çeşitli olmakla
birlikte felsefî, tasavvufî düşünceleri, aşkı ve övgüyü ele alan muhammesler
çoğunluktadır. Altmış bir şiirle Edirneli Nazmî Türk edebiyatında en çok
muhammes yazan şairdir. b) Tahmîs: Bir gazelin her beytinin önüne aynı vezinde üç mısra ilâve edilerek yazılır. Tahmîsin başarısı, esas alınan beyitlerle
ilâve edilen mısralar arasındaki anlam bütünlüğünün derecesine göre ölçülür.
Tahmîsler genellikle beş-yedi bend arasında tertiplenir ve son bendle her iki
şairin de mahlası yer alır. Kasidelere yapılan tahmîslerde bend sayısı beyit
sayısı kadar olabilir. Musammatlar içerisinde en çok örneği bulunan nazım
şekli olan tahmîse XV. yüzyıldan itibaren hemen her şairin divanında rastlamak mümkündür. Şeyh Galib (17), İzzet Molla (12) ve Leylâ Hanım (12) en
çok tahmîs yazan şairlerdir. Fuzûlî ve Bâkî gibi şairlerle I. Süleyman ve III.
Selim gibi şair padişahların şiirleri çokça tahmîs edilmiştir. c) Taştîr: Bir gazelin beyitlerinin mısraları arasına aynı vezinde ve anlam bütünlüğünü koruyacak şekilde üçer mısra ilâvesiyle yapılır. “Tahmîsi mutarraf” da denilen
taştîr XVIII. yüzyıldan sonra pek kullanılmamıştır. Dört mısra ile yapılmış
taştîrler beş mısralı taştîrler kadar yaygın değildir. Türk edebiyatında Nedîm’in Nedîm-i Kadîm’e, Yahya Kemal’in Bâkî’ye ait gazeller üzerindeki
taştîrleri meşhurdur. İslâm edebiyatında pek çok şair Kâ’b b. Züheyr’in
Kasîdetü’l-bürde’sine tahmîs ve taştîr yazmıştır. d) Tardiye: Aslında bir
mesnevi içinde gazel veya kaside yazmanın adı iken Şeyh Galib’in Hüsn ü
Aşk’ında musammat şekliyle kullanılmış ve bu isimle anılır olmuştur. Muhammesin özel bir şekli olup aruzun yalnız “mef’ûlü mefâilün feûlün” vezniyle nazmedilir. Kafiye düzeni aaaab, ccccb ... biçiminde olup âşıkane konularda yazılmıştır.
4. Altı mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Müseddes: Aynı
vezinde ve genellikle beş-yedi bend halinde tertiplenir. Bazan on iki bende
kadar uzatılmış müseddeslere de rastlanır. Müseddesin mütekerrir şekli yaygın olup terkibibend gibi son iki mısraı kendi arasında kafiyeli olanlar daha
çok tercih edilmiştir. Hemen her konuda yazılabilirse de tasavvufî düşünceleri işleyen müseddesler daha fazla itibar görmüştür. Muhammes ve murabbadan sonra en çok kullanılan musammat şekli olarak müseddesin hemen her
divanda örnekleri bulunabilir. Türk edebiyatında en çok müseddes yazan şair
yirmi iki manzume ile Şeref Hanım’dır. Rûhî-i Bağdâdî’nin ve Cevrî’nin divanlarında yedişer, Şeyh Galib’in divanında sekiz müseddes yer alır. b) Tes-
66
dîs: Bir gazelin her beytinin önüne aynı vezinde dört mısra ilâvesiyle düzenlenen tesdîs, çok kullanılan bir musammat şekli olmayıp örneklerine nâdiren
rastlanır. Türk şiirinde bu nazım şeklini Fevrî meşhur etmiştir.
5. Yedi mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Müsebba’: Genellikle beş-yedi bend halinde tertiplenir. Türk edebiyatında örnekleri az olup
bunlarda da nakaratla bağlanan mütekerrir şekli kullanılmıştır. b) Tesbî’: Bir
gazelin beyitleri önüne aynı vezinde beş mısra ilâvesiyle yazılır, ancak Türk
edebiyatında hiç kullanılmamıştır. İzzet Molla Fuzûlî’nin, Leylâ Hanım da
İzzet Molla’nın birer beytini tazmin yoluyla nakarat gibi kullanarak tesbî’
etmişlerdir.
6. Sekiz mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Müsemmen:
Bend sayısı değişken olan müsemmenin müzdevic örnekleri pek azdır.
Mütekerrir şekli daha çok terciibendlerle karıştırılmış ve divanlarda bu adla
yer almıştır. b) Tesmîn: Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde altı mısra
ilâvesiyle yazılır. Nâdir rastlanan örneklerinde ise bir gazelin matlaının tazmin yoluyla tesmîn edildiği görülür.
7. Dokuz mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Mütessa’: Türk
edebiyatında tek örneği Refîi Kalâyî’ye aittir. b) Tetsî’: Bir gazelin beyitleri
önüne aynı vezinde yedi mısra ilâvesiyle yapılan tetsîin Türk edebiyatında
örneği bulunmamaktadır.
8. On mısralı bendlerden oluşan musammatlar: a) Muaşşer: Aynı vezinde ve genellikle beş-yedi bend halinde tertiplenir. Çok mısralı
musammatlar içerisinde müseddesten sonra en çok kullanılanıdır. Bunun bir
sebebi de tercî-bend ile olan yakın benzerliği ve sürekli onunla karıştırılmasıdır. Pek çok şairin sonradan tertip edilen divanlarında tercî-bend başlığı altında yer alan manzumelerden bazıları gerçekte birer muaşşerdir. Türk edebiyatında Yahyâ Bey, Hayâlî Bey, Rûhî-i Bağdâdî, Muhibbî, Üsküdarlı Aşkî ve
Pertev Paşa’nın mütekerrir muaşşerleri bu şeklin güzel örneklerindendir. b)
Ta’şîr: Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde sekizer mısra ilâvesiyle tanzim edilir. Bazan bir gazelin matla’ beytini tazmin yoluyla da ta’şîr elde edilebilir. Türk edebiyatında örnekleri nâdirdir. Yahyâ Bey’in Muhibbî’ye ait
“(devlet) gibi” / “(sıhhat) gibi” redifli gazeli ta’şîri bu şeklin güzel bir örneğidir
Terkib-bend: Bentlerle kurulan uzun bir nazım biçimidir. Yaşamdan, talihten şikâyet; felsefî düşünceler, dinî, tasavvufî konular ve toplumsal yergilerin
işlendiği şiirlerdir. En az beş en fazla on bentten oluşur. Her bent de beş ila
10 beyitten oluşur. Bentlerin kafiye düzeni gazele benzer. Her bendin (terkibhane, kıta) sonunda vasıta beyti denen bir beyit vardır. Her bendin sonunda
farklı vasıta beyitleri kullanılır. Bunlar bentlerden ayrı olarak kendi aralarında kafiyelenir. Bentlerin kafiyelenişi gazeldeki gibidir. aa xa xa xa xa xa bb/
cc xc xc xc xc xc dd/ … (aa aa aa aa aa aa bb/ cc cc cc cc cc cc dd) Edebiyatımızda Bağdatlı Ruhî ve Ziya Paşa bu türün iki önemli şairidir. ikisi de toplumsal konularda yazmıştır.
Tercî-bend: Kafiyeleri gazel biçiminde düzenlenmiş “hane” adı verilen 5-10
beyitlik şiir parçalarının (genellikle 5-12 hane) “vasıta” denen ve sürekli tekrarlanan bir beyit ile birbirine bağlanmasından oluşan nazım biçimidir. Bent
sayısı ve bentlerdeki beyit sayısı bakımından terkib-bendle aynıdır. Beyitler
terkib-bend gibi kafiyelenir. Tercî-bendde bentleri birbirine bağlayan vasıta
beyiti her bentten sonra aynen tekrarlanır burada vasıta beyiti aynen tekrar-
67
landığı için konular arasında uyum olmak zorundadır. Dolayısıyla tercîbendde konu bütünlüğü vardır. Vasıta beyitinin kafiyelenişi ise farklıdır.
Buraya kadar anlatılan nazım şekillerihakkıda daha geniş bilgi için bkz. Necla
Pekolcay, İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş, İstanbul 1997.
MÂNİ
Divan edebiyatındaki tuyuğun karşılığı olan mâni, başta aşk olmak üzere hemen her konuda yazılabilen bir halk edebiyatı nazım türüdür. Çoğunlukla 7
heceli dört mısralık bir bendden meydana gelir. Ama mısraları 4-5-8-10-14
heceli kalıplarla söylenmiş mâniler de vardır. Birinci, ikinci dördüncü mısralar birbirleriyle kafiyeli, üçüncüsü serbesttir. Yani kafiye dizilişi aaxa’dır. İlk
iki mısra hazırlık dizeleridir. Son iki mısra ile anlam bağlantısı yoktur. Asıl
anlatılmak istenen son iki mısrada verilir. Mâniler çok çeşitlidir. En çok kullanılanları düz ya da tam mâni, kesik mâni, cinaslı mâni, yedekli mâni, artık
mâni’dir.
Mâniler şekillerine göre 4’e ayrılırlar.
1. Düz (tam) mâni:
- 7’li hece ölçüsüylesöylenir, dört mısradan oluşur, aaxa şeklinde kafiyelenir,
mâninin en yaygın şeklidir.
Şu dağlar olmasaydı
Çiçeği solmasaydı
Ölüm Allah’ın emri
Ayrılık olmasaydı
2. Kesik (cinaslı) mâni:
-İlk dizesi cinaslı bir sözden oluşur. Bu ilk mısra hece sayısı bakımından diğerlerinden eksiktir. Kesik mânilere, cinaslı mâni, hoyrat da denir.
Güle naz
Bülbül eyler güle naz
Girdim bir dost bağına
Ağlayan çok gülen az
Bağ bana
Bahçe bana bağ bana
Değme zincir kâr etmez
Zülfün teli bağ bana
68
3. Yedekli (artık) mâni:
-Düz mâninin sonuna anlamı tamamlamak ya da pekiştirmek için iki mısra
daha eklemek suretiyle elde edilir. Bunlara artık mâni de denir.
Ağlarım çağlar gibi
Derdim var dağlar gibi
Ciğerden yaralıyım
Gülerim sağlar gibi
Her gelen bir gül ister
Sahipsiz bağlar gibi
4. Ayaklı Mâni:
-Kesik mânilerin birinci dizesinin doldurularak söylenen şeklidir. Bunlara
doldurmalı kesik mâni de denir.
Ah o beni o beni
Kâkül örtmüş o beni
Ben yarimi unutmam
Unutsa da o beni
AĞIT
Ağıt, genellikle bir ölüm’ün ya da acı, üzücü bir olayın ardından söylenen
halk türkü’südür. Doğal afet’ler, ölüm, hastalık gibi çaresizlikler karşısında
korku, heyecan, üzüntü, isyan gibi duyguları ifade eden ezgili sözlerdir. Ağıt
söylemeye ağıt yakma, ağıt söyleyenlere ise ağıtçı denilmektedir.Ağıtın halk
edebiyatındaki adı anonim, divan edebiyatındaki adı ise mersiyedir.
Türklerde ağıt geleneği çok eskidir. Anadolu’nun hemen her yerinde söylenir. Ağıtlar yarı anonim folklor ürünleri arasında da sayılabilir. Türkçede 7,
8 ve 10 heceli ağıtlar yaygındır. En çok rastlanılanı 8 hecelilerdir. Gösteri bölümüyle tiyatro, söyleniş biçimiyle şiirseldir. Ağıtlar türkü ve destanla yakın
ilişki içindedir. Erkeklerin söylediği ağıtlar varsa da ağıtları daha çok kadınlar söyler.
VARSAĞI
Güney Anadolu bölgesinde yaşayan Varsak Türkleri’nin özel bir ezgiyle söyledikleri türkülerden gelişmiş bir şekildir. Dörtlük sayısı ve kafiye düzeni
“Semâi” gibidir. Varsağılar yiğitçe, mertçe bir üslupla söylenir. 4+4 şeklinde
8’li ölçüyle söylenen bu dörtlüklerde üslup “bre” “hey” “behey” gibi ünlemlerle sağlanır. Halk edebiyatında en çok varsağı söylemiş şair Karacaoğlan”dır.
69
SEMAİ
Hece ölçüsünün sekizli kalıbıyla yazılır (4+4 duraklı ya da duraksız). Dörtlük
sayısı üç ile beş arasında değişir. Semâilerin kendine özgü bir ezgisi vardır ve
bu ezgiyle okunur. Kafiye düzeni koşma gibidir: baba “ ccca “ ddda
Semâilerde daha çok sevgi, doğa, güzellik gibi konular işlenir.
İncecikten bir kar yağar
Tozar Elif Elif diye
Deli gönül abdal olmuş
Gezer Elif Elif diye
DESTAN
Dört mısralı bentlerden oluşan, oldukça uzun bir nazım biçimidir. Kimi destanlarda dörtlük sayısı yüzden fazladır. Genellikle hece ölçüsünün on birli kalıbıyla yazılır. Kafiye düzeni koşma gibidir: baba “ ccca “ ddda
Destanın son dörtlüğünde şair mahlasını söyler. Konuları bakımından destanları savaş, yangın, deprem, salgın hastalık, ünlü kişilerin yaşamları, mizahi
gibi gruplandırabiliriz.
TÜRKÜ
Türlü ezgilerle söylenen anonim halk şiiri nazım şeklidir. Söyleyeni belli
Türküler de vardır. Halk edebiyatının en zengin alanıdır. Anadolu halkı bütün
acılarını ve sevinçlerini Türkülerle dile getirmiştir. Türkü iki bölümden oluşur. Birinci bölüm asıl sözlerin bulunduğu bölümdür ki buna “bent” adı verilir. İkinci bölüm ise bentlerin sonunda tekrarlanan nakarattır. Bu bölüme
“bağlama” ya da “kavuştak” denir. Türküler, genellikle yedili, sekizli, on
birli hece kalıplarıyla yazılmıştır. Konuları çok değişik olabilir. Ninniler de
bu gruptandır.
Söğüdün yaprağı narindir narin
İçerim yanıyor dışarım serin
Zeynep”i bu hafta ettiler gelin ( bent )
Zeynebim Zeynebim anlı Zeynebim
Üç köyün içinde şanlı Zeynebim ( nakarat )
KAFİYE
Şiirlerin mısra sonlarındaki yazılış ve okunuşları aynı olan ses benzerliğine
denir. Kafiye, manzumenin dış yapı özelliklerinden olup âhengi temin eden
en önemli unsurdur.
70
Kafiye bir ses, bir hece veya bir kelimeden meydana gelir. Kafiye usulünü
ilk ortaya koyanlar Araplar’dır. Bu sebeple Arap edebiyatında aruzla kafiyenin birlikteliği esası II. (VIII.) yüzyılda yazıya geçirilmeye başlanmış ve daha
sonra da yüzyıllar boyunca Arap, Fars ve Türk edebiyatları başta olmak üzere
Doğu edebiyatlarında kafiyenin ayrıntıları ve biçimleri üzerine kitaplar yazılmıştır. Beyit sonlarındaki uyumla (tenâsüp) bunu bozan unsurları inceleyen kafiye ilmi retorik kitaplarının en önemli bölümlerinden birini meydana
getirmiştir.
Türk dilinde uzun ünlünün olmayışı, kafiyede elif, vav ve yâ ünlülerinden
oluşan kafiye harfleri yerine kafiye düzeninde daha basit ve anlaşılır bir sıralamayı gündeme getirmiştir.
Kafiye, Arap ve Fars edebiyatlarında beyit temeline dayandığı için genelde kafiye düzeni ve harflerin diziliş esasına göre adlandırılmıştır. Türk divan
edebiyatının İran edebiyatı örneğinden yola çıkmış olması bu tür beyit esasına dayalı kafiye kullanımını yaygınlaştırmışsa da Türkler’in en eski şiirlerinden yola çıkarak kullandıkları bir de dörtlük düzeninde kafiyeleri vardır ki bu
şiirlerde kafiyelerin şekil ve yapı bakımından farklı biçimleri ortaya çıkar.
Yenisey mezar kitâbeleri ve Orhun âbideleri gibi nesir örneklerinde bile izleri
bulunan sese dayalı kulak için kafiye Türkler’in İslâmî edebiyat dönemlerinde halk şiiri geleneği içinde devam etmiş ve divan edebiyatının Arap ve Fars
kafiye geleneğine ve yazıya dayalı göz için kafiye ile paralel yürümüştür.
Cumhuriyet döneminde kafiye genellikle halk şiirine göre incelenmiş, yapı ve
şekil bakımından ayrı tasniflere tâbi tutulmuştur.
Yapı Bakımından Kafiye
Kafiyeyi meydana getiren seslerin azlığı veya çokluğuna göre kafiye yarım,
tam, zengin ve cinaslı olabilir. Yarım kafiye, mısra sonlarında yalnızca bir
sessiz harfin benzeşmesiyle olur (Ecel büke belimizi / Söyletmeye dilimizi;
Yûnus Emre); daha çok halk şiirinde ve redifle birlikte kullanılmıştır. Tam
kafiye, mısra sonlarında iki sesin (ünlü + ünsüz, ünsüz + ünlü; çift ünsüz veya uzun ünlü) benzeşmesiyle olur (Bir garip rüya rengiyle / Uyumuş gibi her
şekil / Rüzgârdaki yaprak bile / Benim kadar hafif değil; Ahmet Hamdi Tanpınar). Zengin kafiye, mısra sonlarında ikiden fazla sesin benzeşmesiyle olur
(Dünya nedir, anmasak unutsak / Âvâreyiz âşîyâna tutsak; Muallim Nâci).
Zengin kafiyede üçten fazla sesten oluşan bir kelime diğer kafiye kelimesi
içinde tekrarlanıyorsa buna “tunç kafiye” denilir (N’oldu sana? Yeşil
pancurun indi / Karanlık akşamlara döndü ikindi; Oktay Rıfat). Cinaslı kafiye
anlamları ayrı, fakat yazılış ve söylenişleri aynı olan kelimelerin kafiye olarak kullanılmasıyla olur (Her nefeste eyledik yüz bin günâh / Bir günâha etmedik hiçbir gün âh; Süleyman Çelebi). Cinaslı kafiye halk şiirinde daha ziyade ayaklı mani nazım şekliyle kullanılmıştır (Gül erken / Bilmem ki yaz mı
gelmiş / Niçin açmış gül erken / Aklımı kayıp ettim / Nazlı yarim gülerken).
Şekil Bakımından Kafiye
Kafiye mısra sonlarındaki dizilişine göre düz, çapraz, sarma ve karma olabilir. Buna göre beyit, bend veya dörtlüklerin bütün mısraları birbiriyle kafiyeli
olursa (aa, aaaa ... gibi) düz (bk. yarım kafiye örneği); koşma ve manilerde
dörtlüklerin tek rakamlı (1 ve 3) mısraları ile çift rakamlı (2 ve 4) mısraları
birbiriyle kafiyeli olursa (xaxa, bcbc, dede veya dcdc ... gibi) çapraz (bk. tam
71
kafiye örneği); dörtlük veya bendlerde mısraların bir-dört, iki-üç sırasına göre
kafiyeli olursa (abba cddc veya abbba cdddc ... gibi) sarma
Cânân aramızda bir adındı
Şîrin gibi hüsn ü âna unvân
Bir sâhile hem şerefti hem şân
Çok kerre hayâlimizde cânân
Bir şi’ri hatırlatan kadındı
(Yahya Kemal Beyatlı)
Bendlerin mısraları arasında kafiye bulunmakla beraber dizilişlerinde düzensizlik ve değişkenlik olursa karma kafiye ortaya çıkar.
Ah şu ufkun arkasında
Sonsuz bahar havasında
İşitiyorum kuşların
Kuşların ötüştüğünü
İşitiyorum bir narın
Çatlayarak düştüğünü
(Ziya Osman Saba)
Divan Edebiyatı ve divan şiirinde nazım şekilleri hakkında daha geniş bilgi için
bkz. Ömer Faruk Akün, “Divan Edebiyatı”, DİA, IX (İstanbul 1994).
VEZİN (ÖLÇÜ)
Türk Edebiyatında başlangıcından günümüze kadar üç çeşit vezin kullanılmıştır. Bunlar Hece, Aruz ve Serbest vezindir. Şimdi bunları tek tek ele alalım:
ARUZ
Aruz, Arap Edebiyatı’nda manzum sözlerdeki ahenk ölçülerini konu alan ilmin adı olup Arapça bir kelimedir ve “Çadırın ortasına dikilen direk” anlamına gelir. Bir edebiyat terimi olarak “hecelerin uzunluk ve kısalıkları temeline dayanan nazım ölçüsü” demektir. Hecelerin uzunluk ve kısalıkları(kapalı-açık) dikkate alınarak belli kalıplara göre düzenlenmiş bir vezindir.
Bu vezin Arap’lardan İranlılar’a, onlardan da bize geçmiştir.
İranlılar İslâmiyet’i kabul edince, Arap kültürünün de büyük tesiri altında
kaldılar. Şiirde, Araplar’ın kullandığı nazım ölçüsü olan aruz’u kullanmaya
başladılar. Ancak Araplar’ın kullandıkları aruz ölçüsünü olduğu gibi kabul
etmediler. Kendilerine göre bir ayıklamaya tabi tutarak kulaklarına hoş, tabiatlarına uygun gelenleri seçtiler ve kullandılar. Aruz vezni, V-XI. yüzyıllarda
Hakaniye Türkçesi’ne, VII-XIII. yüzyıllarda Anadolu Türkçesi’ne, VIII-XIV.
72
yüzyıllarda Çağatay ve Azeri Türkçesi’ne girmiş ve zamanımıza kadar birçok
şiir bu vezinle yazılmıştır.
XI.-XVII. yüzyıllar arası ve sonrası bu vezinde edebiyatımızın Anadolu
Türkçesi döneminde bazı aruz şairleri ile bazı halk şairleri birbirlerinden karşılıklı olarak etkilenmişlerdir. Bir kısım divan şairleri hece vezniyle, bir kısım
saz şairleri de aruz vezniyle şiirler söylemişler, Milli Edebiyat döneminde ve
zamanımızda ise şairler aruz veznini bırakarak hece veznine ve serbest tarza
yönelmişlerdir.
Aruzda heceler uzun ve kısa(açık-kapalı) olarak ikiye ayrılır. Uzun heceler çizgi (-), kısa heceler nokta (.) ile gösterilir. Uzun ve kısa heceler çeşitli
biçimlerde yan yana gelerek bahir denilen aruz kalıplarını oluşturur. Bu kalıplar yan yana geliş biçimlerine göre, fâilâtün, fâilün, mefâilün ve benzeri
değişik adlarla anılır. Aruz ölçüsüyle şiir yazmak için kelimeleri bu kalıplara
uydurmak gerekir. Aruzda kelimeleri ses özelliklerini bozmadan kullanmak
her zaman mümkün olmayabilir. Bu yüzden heceleri kimi zaman uzun, kimi
zaman da kısa okumak gerekir. Sık rastlanan bu iki duruma imâle (uzun
okuma) ve zihaf (kısa okuma denir. Zihaf, aruzda kusur sayılır. Aruz ölçüsünde hece ölçüsündeki duraklar yoktur. Dolayısıyla mısralardaki hece sayıları eşit olmayabilir. Mısra sonlarındaki heceler kısa da olsa uzun kabul edilir. Aruzda bir kelime sessizle biter, ondan sonra gelen de sesli harfle başlarsa, bu sesli harf birincinin sonundaki sessiz harfi kendisine çeker. Böylece birinci kelimenin sonundaki sessizle biten uzun hece kısa hece durumuna gelir.
Bu duruma da vasl (ulama) denir.
1. Aruz ölçüsü ilk olarak Arap edebiyatında kullanılmıştır. Daha sonra İran
Edebiyatı’na geçen bu ölçü, XI. yüzyıldan itibaren Türk şairlerince de
uygulanmaya başlanmıştır.
2. Rahat kullanılabilmesi için bol miktarda uzun heceye ihtiyacı olan bu ölçü,
aslında Türkçe’nin kelime yapısına pek uygun değildir.
Bundan dolayı Aruzu ilk defa kullanan Karahanlılar Türkçe’nin kelimelerini bozarak kısa heceleri uzun okuma yoluna gitmişlerdir. Türk şairleri daha
sonraları Türkçe’deki sonu sessizle biten kapalı heceler uzun, sonu sesliyle
biten açık heceler ise kısa hece olarak değerlendirmişlerdir.
Zamanla bu da yeterli olmamış; şairler, Arapça ve Farsça kelimeleri sık
sık kullanmaya başlamışlardır. Bu durum giderek Türkçe’ye yabancı kelimelerin girmesine yol açmıştır. Diğer yandan Türkçe, aldığı bu yabancı kelime
ve kavramları Türkçeleştirdiği zaman güçlü bir dil olmuştur. Aruzla birlikte,
halk arasında yaşamaya devam eden vezin ise millî şiir ölçümüz ola hece
veznidir.
3. 1908’den sonra şairler arasında başlayan aruz-hece tartışmasında hece ön
plana çıkmış, ancak Divan Edebiyatı nazım ölçüsü olan aruzun da artık
bir Türk şiir ölçüsü olduğu kabul edilmiştir.
4. Aruzla yazılan ilk Türk eseri Yusuf Has Hacib’in yazdığı Kutadgu
Bilig’dir.
5. Aruz XI. asırdan beri heceyle beraber kullandığımız ölçüdür. Bu ölçü zamanla Türkçe’ye en iyi şekilde uygulanmış. Mehmet Âkif, Yahya Kemâl,
Faruk Nafiz gibi şairlerimizin elinde ustalıkla kullanılmıştır.
73
Aruz vezninde heceler iki şekilde değerlendirilir:
Açık / kısa heceler ( . ) ( v ) | Kapalı / uzun heceler ( - )
1.Açık / Kısa Heceler
Seslilerle biten hecelerdir.
Bu heceler aruz incelemesinde ( . ) ve ( v ) işaretleriyle gösterilir.
Açık - kısa hecelerin ses değerleri “yarım” kabul edilir.
2. Kapalı / Uzun Heceler
Tam ses değeri taşıyan hecelerdir.
Sessizlerle ve dilimize Arapça ve Farsça’dan geçmiş uzun ünlüler (â, î, û
)’le biten hecelerdir.
Bu heceler aruz incelemesinde (-) işaretiyle gösterilir.
Kapalı- uzun hecelerin ses değeri “tam”dır.
Arapça ve Farsça’dan gelme uzun ünlülerle kurulan ( âb, ûl…) gibi iki
sesli hecelerle; ( rûy, rûy, cûy…) gibi üç sesliler yerine göre, aruzda bir buçuk hece değerinde tutulur ve (- . ) işaretiyle gösterilir. Yine bu dillerden gelen iki ünsüz bitişik düzende olan (aşk, ahd…) gibi heceler de, yerine göre bir
buçuk hece değerinde kabul edilir.
Farsça tamlama eki olan “-i” ile “ve” anlamındaki “ü, vü” bağlacı vezin
gereği uzun da kısa da olabilir.
Medli heceler hafif bir “i, ı” sesi varmış gibi okunur. Bahâr kelimesi bahâr[ı], eşkden kelimesi ise eşk[i]den şeklinde söylenmelidir.
Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün kalıbıyla yazılan şiirlerde ilk tef’ile
bazı mısralarda Fâilâtün, son tef’ile ise Fa’lün olabilir. Bu sadece bu kalıba
özgü bir durumdur. Bu kalıpla yazılan şiirlerde başta imale yapmaya gerek
yoktur. Farklı tef’ile parantez içinde hemen altında gösterilir.
Türkçe kelimelerle aruz veznindeki başarı Muallim Naci ile başlamış olup
Türk aruzu daha çok Tevfik Fikret, Yahya Kemal Beyatlı ve Mehmet Âkif
Ersoy tarafından gerçekleştirilmiştir. Hatta Mehmet Âkif o kadar başarılı olmuştur ki bir çok kişi İstiklâl Marşı’nın hece ölçüsüyle yazıldığını zanneder.
Oysa bu marş aruzun “Fe i lâ tün / Fe i lâ tün /Fe i lâ tün /Fe i lün” kalıbıyla
yazılmıştır.
1. Bir şiirin vezni bulunurken şunlara dikkat edilmelidir:
a) Veznini bulacağımız mısraların hecelerindeki uzun seslilere dikkat ederek
yazmalıyız.
b) Önce mısralardaki hecelerin açık mı kapalı mı oldukları tesbit edilir.
74
c) Uzatmalı hece olup olmayacağı özellikle kontrol edilmelidir. Bu ihmal edilirse bir mısradaki hece değeri eksik çıkar. Mısralardaki heceler sayılarak
uzatmalı hece olup olmadığı konusunda bir ipucu yakalayabiliriz.
d) Hecelerin açık kapalı değerleri karşılıklı kontrol edilir. Önce imkân varsa
ulama, yoksa imale yapılır. Zihaf çok az bulunduğu için en son ihtimal
olarak düşünülür.
e) Hecelerin karşılaştırılması yapıldıktan sonra açık kapalı değerleri çizgi ve
nokta şeklinde ayrı bir yere işaretlenir. Mısra sayısına göre tef’ile sayısı
tahmin edilmeye başlanır. İlk tef’ile genellikle az heceden oluşur. Genelde az heceli Fa’, Fe i lün, Fâ i lün gibi tef’ileler sonda bulunur.
f) Yazılan aruz kalıbı ile işaretler arasında uyum olmasına dikkat edilmelidir.
ARUZ KALIPLARIYLA İLGİLİ UYGULAMALAR
1. Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün
Saçma ey göz/ eşk[i]den gön / lümdeki od / lare su
_.__/_.__/_.__/_._
Kim bu denlü / tutuşan od / lare kılmaz / çâre su
_ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ _ / _ . _Fuzûlî
2. Fâilâtün / Fâilâtün / Fâilün
Dinle neyden / kim hikâyet / etmede
_.__/_.__/_._
Ayrılıklar / dan şikâyet / etmede
_ . _ _ / _ . _ _ / _ . _ Nahifî
3. Feilâtün / Feilâtün / Feilâtün / Feilün
(Fâilâtün) (Fa’lün)
Hani ol gül / gülerek gel / diği demler / şimdi
..__/..__/..__/__
Ağlarım hâ / tıra geldik / çe gülüştük / lerimiz
_ . _ _ / . . _ _ / . . _ _ / . . _Mâhir
4. Feilâtün / Feilâtün / Feilün
(Fâilâtün) (Fa’lün)
Ne Süleymân / ne Selîm’in / kuluyuz
75
..__/..__/.._
Hazret-i Rab / b-i rahîmin / kuluyuz
_ . _ _ / . . _ _ / . . _Esrar Dede
5. Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün / Mefâîlün
Anı hoş tut / garîbindir / efendi iş / te biz gittik
.___/.___/.___/.___
Gönül derler / ser-i kûyun / da bir dîvâ / nemiz kaldı
. _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _ / . _ _ _Hayâlî
6. Mefâîlün / Mefâîlün / Feûlün
Geçer firkat / zamânı böy / le kalmaz
.___/.___/.__
Sağ olsun sev / diğim Mevlâ / kerimdir
. _ _ _ / . _ _ _ / . _ _Nâilî
7. Mefâilün / Feilâtün / Mefâilün / Feilün
Cihânda â / şık-ı mehcû / r[ı) sanma râ / hat olur
._._/..__/.___/_._
Neler çeker / bu gönül söy / lesem şikâ / yet olur
. _ . _ / . . _ _ / . _ . _ / _ . _Şeyhülislâm Yahya
8. Mef’ûlü / Mefâîlü / Mefâîlü / Feûlün
Ağlatma / yacaktın yo / la baktırma / yacaktın
__./.__./.__./.__
Ol va’de / -i tekrâr[ı] / -be-tekrârı / unutma
_ _ . / . _ _ . / . _ _ . / . _ _Esrar Dede
9. Mef’ûlü / Fâilâtü / Mefâîlü / Fâilün
Gül hasre / tinle yolla / ra tutsun ku / lağını
__./_._./.__./_._
Nergis gi / bi kıyâme / te dek çeksi / n intizar
_ _ . /. _ _ . / . _ _ . / _ . _Bâkî
XX. yüzyılda aruz vezni ile yazdığı şiirlerle ön plana çıkmış şairlerimiz kimlerdir, araştırınız.
76
HECE VEZNİ
Türkçe’de heceler uzunluk kısalık bakımından hemen hemen aynı değerdedir. Bu yapısal özellik şiirde hece vezninin kolayca kullanılmasına imkân verir. İlk yazılı Türk edebiyatının ürünleri olarak bilinen Göktürk Yazıtları’nda
şiir bulunmamasına rağmen şiirsel özellikler taşıyan ve hece veznine uyan
bölümler vardır. Kaşgarlı Mahmut’un Dîvânü Lugati’t Türk eserindeki şiirler
de hece vezniyle yazılmışlardır. Türkler’in İslâmiyet’i kabulünden sonra divan edebiyatı ve aruz vezninin yaygınlaşması hece ölçüsünün yalnızca tekke
ve âşık edebiyatına özgü bir ölçü olmasına yol açtı.
Hece vezninde kalıbı mısralardaki hecelerin sayısı belirler. Her mısrasında 11 hece bulunan bir şiirin kalıbı “11’li hece ölçüsü” olarak gösterilir. Bir
hecenin belli bölümlere ayrılmasına “durgulanma”, bu bölümlerin okuma sırasında hafifçe durularak vurgulanan yerlerine de “durak” denir. Kalıplar
2’liden başlayarak 20’lilere kadar çıkar. Az heceli, yani 2’liden 6’lıya kadar
kalıplar tekerleme, atasözü, bilmece gibi ürünlerin şiirsel parçalarında uyum
öğesi olarak yer alır. Bu tür kısa kalıpların durakları mısranın sonundadır.
Hece vezninde durağın önemi büyüktür. Bir kalıp en az 2, en çok 5 duraklı olabilir. Bir durakta bulunan hece sayısı ise 1 ile 10 arasında değişir. Hece
kalıpları duraklar ve duraklardaki hece sayıları bakımından bölümlenir. Bu
kalıplar içinde en çok kullanılanlar 7’li, 8’li, 11’li ve 14’lü olanlardır. 7’li ölçü daha çok mânilerde kullanılmıştır. 8’li kalıp semâi, varsağı, destan ve türkülerin ölçüsüdür. 11’li kalıp ise başta koşma ve destan olmak üzere aşık ve
tekke edebiyatı şiirlerinde kullanılmıştır. 14’lü hece veznine ise daha çok
tekke şiiri ve çağdaş Türk şiirinde rastlanır...
Maddeler halinde sıralayacak olursak:
1. Şiirde mısralar arası hece sayısı eşitliğine dayanır.
2. Türkçe kelimelerde hemen hemen bütün heceler eş değerde söylenir.
Hecelerde kalınlık, incelik, uzunluk, kısalık farkı gözetilmez. Bu bakımdan hece vezni Türk dilinin yapısına da en uygun ölçüdür.
3. Milli veznimizdir.
4. Hece veznine parmak hesabı da denilir.
5. Hece vezni, Türk edebiyatının başlangıcından bu yana kullanılmıştır.
İslâmiyet’ten sonra Divan edebiyatında aruz vezni kullanılırken, Halk
edebiyatında hece ölçüsü kullanılmaya devam edilmiştir.
6. Hece vezninin “hece sayısı” ve “duraklar” olmak üzere iki temel özelliği vardır.
a. Hece Sayısı: Hece vezniyle yazılmış bir şiirin bütün mısralarında
eşit sayıda bulunur. Hece sayısı aynı zamanda o şiirin kalıbı demektir.
Bu va tan top ra ğın ka ra bağ rın da
Sı ra dağ lar gi bi du ran la rın dır
Bir ta rih bo yun ca o nun uğ run da
Ken di ni ta ri he ve ren le rin dir
77
Bu dörtlükteki bütün mısralar 11 heceden oluşmaktadır. Dolayısıyla bu şiir
Hece vezninin 11’li kalıbıyla yazılmıştır.
SERBEST VEZİN
Serbest vezin, hece, aruz gibi herhangi bir ölçüye bağlı kalınmayan vezindir.
Hecelerin açık veya kapalı olmasına ya da sayılarına bakmaksızın şairin tamamen kendi üslubuna göre yazmasıdır. Serbest vezin, Türk şiirinde
1940’lardan sonra Orhan Veli Kanık ile yaygınlaşmaya başlamıştır. Günümüzde yazılan şiirlerin çoğu serbest vezinde yazılmaktadır. Herhangi bir ölçü
veya şekille kayıtlı değildir.
Bu nazım şeklinde uzun, kısa, çok kısa dizeler bazen düzenli, bazen de
düzensiz olarak tekrarlanırlar. Kısa mısraların ölçüsü, şiirin ölçüsünün bir
parçasıdır. Bu şiirde kafiye düzeni belirli bir kurala bağlı değildir. Bu nazım
biçiminde düşünceler mısradan mısraya atlayarak devam eder. Nazım, giderek nesre yaklaşmış olur.
KIŞ
Yine kış,
Yine şems-i mesâda, ah o bakış,
Yine yollarda serseri dolaşan
Âşiyânsız tuyur-ı pür-nâliş( inleyen yuvasız kuşlar)Tehi kalan ovalar
Sükût eder sanılır mevsimin gumûmuyla
Harab olan sarı yollarda kalmamış ne gelen,
Ne giden,
Şimdi yalnız kavafil-i evrâk (yaprak yığını)
Mütemadî sürüklenir bir uzak
Ufk-ı pür-ıztırab u nermide. Yine kış, yine kış
Bütün emelleri bir ağlayan duman sarmış
Ahmet Hâşim
Özet
Divan Edebiyatında nazım birimini açıklayabilmek.
Divan şiirinde nazım birimi genellikle beyit olup şiirler çeşitli nazım şekilleri
içinde kurallarını Arap ve Fars Edebiyatı’ndan alan aruz vezniyle yazılmıştır.
Bununla beraber, Nedim ve Şeyh Galip gibi bazı şairlerin hece ölçüsüyle ya-
78
zılmış şiirlerine rastlamak mümkündür. Aruz vezninde açık ve kapalı heceler
çeşitli kalıplarda, kendilerine özgü bir düzen içinde sıralanır. Şairler eserlerini
yazarken seçtikleri kalıba mutlaka uymak zorundadır. Aruz, esas olarak hecelerin uzunluğu ve kısalığı temeline dayanan bir şiir ölçüsüdür.
Türk-İslâm Edebiyatında en çok kullanılan nazım şekillerini sıralayabilmek.
Türk-İslâm edebiyatında en çok kullanılan nazım şekillerinin başında gazel,
kaside, musammatlar, kıt’alar gelir.
Halk Edebiyatında en çok kullanılan nazım şekillerini sıralayabilmek.
Halk edebiyatında en sık kullanılan nazım şekilleri koşma, mani, destan, türkü, varsağıdır.
Türk-İslâm Edebiyatında kullanılan vezinleri açıklayabilmek.
Türk Edebiyatında başlangıcından günümüze kadar üç çeşit vezin kullanılmıştır. Bunlar Hece, Aruz ve Serbest vezindir. Aruz, manzum sözlerdeki
ahenk ölçülerini konu alan bir ilimdir. Divan edebiyatının vezni aruz veznidir. Hece, millî veznimiz olup, yüzyıllar boyunca halk şâirlerimiz ve ozanlarımız tarafından kullanılmıştır. Divan şâirleri de nadiren de olsa bu vezni tercih etmişlerdir. Serbest vezin ise son dönemde revaç bulmuştur.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi divan edebiyatı nazım şekillerinden değildir?
a. Tuyuğ
b. Kıt’a
c. Semai
d. Rubai
e. Gazel
2. Aşağıdakilerden hangisi bendlerle kurulan nazım şekillerindendir?
a. Mâni
b. Kaside
c. Koşma
d. Muhammes
e. Mesnevi
3. Bir gazelin beyitleri önüne aynı vezinde sekizer mısra ilâvesiyle tanzim
edilen nazım şekline ne ad verilir?
a. Ta’şir
b. Müsemmen
c. Tesdis
d. Kaside
e. Müseddes
79
4. Aşağıdakilerden hangisi kasidenin bölümlerinden değildir?
a. Tegazzül
b. Medhiyye
c. Fahriyye
d. Dua
e. Mersiye
5. Divan edebiyatında her mısra veya beytin sonunda aynı veznin bir cüzüyle
yazılmış birer kısa mısra bulunan manzumelere ne denir?
a. Müsebba
b. Müstezad
c. Kaside
d. Taştir
e. Terbi
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. c
Cevabınız doğru değilse, “Semâî” kısmını yeniden okuyunuz.
2. d
Cevabınız doğru değilse, “Bend” kısmını yeniden okuyunuz.
3. a
Cevabınız doğru değilse “Musammat” kısmını yeniden okuyunuz.
4. e
Cevabınız doğru değilse “Kaside” kısmını yeniden okuyunuz.
5. b
Cevabınız doğru değilse “Müstezad” kısmını yeniden okuyunuz.
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Divan Edebiyatı’nda en çok kullanılan nazım şekilleri gazel, kaside,
musammatlar, kıt’a, rubaidir.
Sıra Sizde 2
Türk-İslâm edebiyatında dinî- destanî manzumeler, kıssa ve hikâyeler mesnevi nazım şekliyle yazılmıştır.
Sıra Sizde 3
Yahya Kemâl Ömer Hayyam’ın rubailerini Türkçe’ye çevirmiştir.
80
Sıra Sizde 4
XX. yüzyılda aruz vezni ile yazdığı şiirlerle ön plana çıkmış şairlerimizin başında Mehmed Âkif Ersoy ve Yahya Kemal Beyatlı gelir.
Yararlanılan Kaynaklar
Aksoy, Hasan, “Kıta”, DİA.
Aksoy, Hasan, “Mısra”, DİA.
Albayrak, Nurettin, “Koşma”, DİA.
Albayrak, Nurettin, “Rubai”, DİA.
Çetin, Nihad M., “Aruz”, DİA.
İpekten, Haluk, Eski Türk Edebiyatı Nazım Şekilleri ve Aruz, İstanbul 2003.
İpeten, Haluk, “Gazel”, DİA.
Kılıç, Filiz, “Müstezad”, DİA.
Kurnaz, Cemal-Çeltik, Halil, Divan Şiiri Şekil Bilgisi, İstanbul 2010.
Levend, Âgâh Sırrı, Divan Edebiyatı, İstanbul 1984.
Olgun, Tahir, Edebiyat Lügati, İstanbul 1973.
Onay, Ahmet Talat, Türk Halk Şiirlerinin Şekil ve Nev’i, Ankara 1996.
Onay, Ahmet Talat, Türk Şiirlerinin Vezni, Ankara 1996.
Pala, İskender- Kılıç, Filiz, “Musammat”, DİA.
Pala, İskender, “Kaside”, DİA.
Pekolcay, Necla, İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş, İstanbul
1996.
Ünver, İsmail, “Mesnevi”, DİA.
81
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Türk-İslâm Edebiyatına ait eserlerin sanat değerini belirlemede kullanılan
klasik ölçme-değerlendirme birimi olan belâğat ilminin tarihçesini
anahatlarıyla tanıyabilecek,
•
Bu ilim dalını oluşturan Bedî’, Beyan ve Meâni’nin ele aldığı farklı konuları kavrayarak muhtevalarını açıklayabilecek,
• Bu bilgilerin ışığında, günümüzde edebî sanatlar adıyla bilinen Türkİslâm Edebiyatında sıkça karşılaşılan sanatları açıklayabilecek, onları daha iyi tanıyıp, sanatkârın ortaya koyduklarını yorumlayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Belâgat,
•
Bedî’, Beyan, Meânî
•
Başlıca edebî sanatlar: Teşbih, istiâre, telmih, leff ü neşr, iktibas, irsâl-i
mesel, vs.
•
Metin değerlendirme.
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
TDV İslâm Ansiklopedisi’ndeki “Belâgat, Bedî’, Beyân, Meânî” maddelerini, Türk edebiyatı bölümleri üzerinde daha dikkatle durarak, okuyunuz.
•
TDV İslâm Ansiklopedisi’nin “Divan Edebiyatı” maddesinde yer alan sanatkârın dünyasıyla ilgili kısmı okuyarak onu tanımaya çalışınız.
•
İskender Pala’nın, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü’ndeki (İstanbul 2000)
“Teşbih, istiâre, telmih, leff ü neşr, iktibas, irsâl-i mesel, vs. gibi edebî sanatlarla ilgili bilgileri değerlendiriniz.
•
Menderes Coşkun’un, Sözün Büyüsü Edebi Sanatlar, (İstanbul 2007) adlı
eserinin ilgili maddelerini inceleyiniz.
82
Türk-İslâm Edebiyatında
Belâgat Başlıca
Edebî Sanatlar
GİRİŞ
İslâm dünyasında, Türkçe, Arapça, Farsça yanında müslüman milletlere ait,
edebiyat dili seviyesine yükselmiş bütün dillerle ortaya konulan edebî ürünlerin sanat değerini belirlemede kullanılan ölçü müşterektir ve adına da Belâgat
denilmektedir.
İkinci ünitede, Kurân’ın Türk-İslâm Edebiyatına etkisini incelerken Belâgatin bu etki altında ortaya çıkarak şekillendiğinden bahsedilmişti. Müslümanların kullandığı hemen bütün dillerde aynı adı taşıyan bu ilim, eski adıyla
ilm-i Belâgat üç ana konudan meydana gelir. Bunlar Meânî, Beyan ve Bedî’dir. İlerleyen zamanlarda, fesâhat, aruz ve kafiye, lügaz ve muammâ,
ebcedle tarih düşürme gibi “levâhik/mülhâkât” denilen ek konularla tamamlanan belâgat, İslâmî ilimler arasında bağımsızlığına en geç kavuşan ve en
sonra teşekkül etmiş bir disiplindir.
Belâgat, Araplar arasında büyük bir edebi varlığa ve değere sahip olan
cahiliye şiiri üzerinde, edebî tenkid maksadıyla yapılan çalışmalardan doğmuştur.
İslâm’ın ilk asırlarından sonra Arapça konuşan yeni nesillerle, İslâm câmiasına katılan ana dili farklı olan toplulukların, Kur’an ve hadisi doğru anlama, onlardaki güzellikleri lâyıkıyla kavrama ihtiyacı arttı. Bu sebeple, belâgat konuları, önceleri “İ’câzü’l-Kur’ân, Mecâzü’l-Kur’ân, Beyânü’l-Kur’ân,
Müşkilü’l-Kur’ân, İ’râbü-Kur’ân, Belâgat ve delâilü’l-i’câz” gibi adlar taşıyan kitaplarda yer aldı. Kur’an ve tefsir ilmi içinde gelişti.
Kur’an’ın Arap diliyle ortaya konmuş bir belâgat mucizesi oluşu, onu anlamak için Arap dili, grameri ve edebiyatı konularını da bilmeyi gerektiriyordu. Bu sebeple X-XIV. yüzyılları kapsayan bu ikinci devre, belâgatin bir ilim
dalı olarak teşekkül etmeye başladığı, terimlerinin ortaya çıktığı, yazılan
eserlerde belâgat bahislerinin ağırlık kazandığı ve böylece söz konusu ilim
dalının Meânî, Beyan ve Bedî’den ibaret klasik şeklini alarak teşekkülünü
tamamladığı bir zaman dilimi oldu. Ayrıca bu devrede, sonraki yıllarda Türk
ve Fars belâgati üzerinde tercüme ve şerhleriyle asırlarca etkisini sürdürecek
olan Abdülkâhir el-Cürcânî’nin (ö. 1079), Delâilü’l-i’câz ve Esrârü’l-belâğa
adlı kitapları ile Ebû Ya’kûb es-Sekkâkî’nin (ö.1229) Miftâhu’l-ulûm’u gibi
sonradan sahanın klasikleri sayılan eserler de kaleme alınmıştı.
XIV. yüzyıl ortalarından XIX. yüzyıl sonlarına kadar devam eden uzun
süreyi kapsayan üçüncü safha yeni eserler yerine, bu konudaki şerh, haşiye
83
ve talikatların kaleme alındığı duraklama yahut derinleşme devresidir. Nitekim Türkçe, Farsça ve Arapça bilen ünlü dil bilgini Hatip el-Kazvinî (ö.
1338), es-Sekkâkî’nin Miftâhu’l-ulûm’unun üçüncü bölümününden faydalanarak Telhisü’l-Miftâh’ı kaleme almış, belâgat çalışmalarında mantıkî tarif,
tasnif ve değerlendirmelerle kelâm ve felsefe mektebinin en önemli eserini
ortaya koymuştur. Bu dönemin edebiyat bakımından işaret edilmesi gereken
önemli bir özelliği, Arap edebiyatında, her beytinde en az bir bedîî sanat kullanarak Hz. Peygamberin medhini yapan bediiyyât adlı bir nazım türünün ortaya çıkması olmuştur. Bu diğer edebiyatlarda da Hz. Peygamberle ilgili olarak kaleme alınan eserlerin daha sanatkârâne metinler olmasına yol açmıştır.
Son devir, İslâm dünyasının Batı ile temasa geçmesinin etkisiyle, biri klasik anlayışı devam ettirmeye, diğeri batı retoriği ile belâgat konularını kaynaştırmaya çalışan yenilikçi yazarların eserleri olmak üzere, iki farklı istikamette gelişmiştir. Bunlardan birincisine Türk edebiyat camiasından Ahmed
Cevdet Paşa’nın kaleme aldığı Belâgat-i Osmaniyeniyye’si, ikincisine
Recâizade Ekrem’in Talîm-i Edebiyat’ı örnektir. İkinci yolu seçen yazarlar
belâgat meselelerini daha çok edebî tenkid ve estetik endişelerle birlikte ele
almışlardır.
Türk-İslâm Edebiyatı metinlerinde klasik belâgatin bütün kadro ve konularına ait örneklerle karşılaşılmakla birlikte Teşbih, İstiâre, Mecaz, Kinâye,
Telmih, Tecahül-i ârif, Hüsn-i ta’lil, Tevriye, Teşhis ve intak, Tenâsüp,
Leff ü neşr, Seci gibi sanatlarla daha çok yüz yüze gelinmektedir.
Edebî metinlerden zevk almayı kolaylaştıran sanat unsurları arasında
hangilerini sayabilirsiniz?
Divan şiirinin kendine mahsus dünyası içinde gelişen ve onu derinlemesine
anlayıp zevkine varabilmeyi üst seviyelere taşıyan özelliği sebebiyle bilinmesi
gereken Remiz ve Mazmunlar da başlı başına önemli bir alandır.
TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI METİNLERİNİN
DEĞERLENDİRİLMESİNDE VAZGEÇİLMEZ
ÖLÇÜ
BELÂGAT
1. Tanım
Arapça “be-le-ga” kökünden gelen belâgat, sözlükte, sözün “fasih ve açık
seçik olması” demektir. Aynı kökten gelen “el-belîg”, fasih ve açık karşılığında kullanılmış olup “sözün maksadı en güzel şekilde ifade edebilme özelliğini” anlatır. Nitekim Kur’ân-ı Kerîm’de bu özelliğe sahip olan kitap anlamında “el-belâgu’l-mübîn/benzeri ortaya konamayacak apaçık söz” olarak
adlandırılmıştır.
Belâgatin bir edebiyat terimi olarak iki manada kullanıldığı görülmektedir. Birincisi meleke ve kabiliyet manasını taşır. Batı dillerinde
“eloquence/elokuans” kelimesiyle karşılanan belâgatin bu yönü “bir fikrin
yazılı ve sözlü olarak yerinde, yeterince ve zamanında ifadesi” manasına gelir. Bu tanım klasik belâgat kitaplarında “Sözün fasih olmak şartıyla mukte-
84
zâ-yı hâle mutabık olması” şeklindedir. Bu anlamıyla belâgat insanda doğuştan var olan ve ona has bir melekedir. Nitekim bu gerçek Kur’ân-ı Kerîm’de
“Allah insana beyânı (düşündüğünü açık bir şekilde ifade etmeyi) öğretti”
(er-Rahmân 55/3-4) âyetiyle ifade edilmiştir.
Kelimenin, batı dillerinde “rhetorique/retorik” terimiyle karşılanan ve belâgat ilmini ifade eden ikinci anlamı ise “en açık, akıcı, zamanında ve yerli
yerinde söz söyleme/yazma kâidelerini inceleyen” bir ilmî disiplinin adı şeklinde tanımlanabilir. Bu tanım klasik belâgat kitaplarında yine “Kelâmın fasih
olmak şartıyla muktezâ-yı hâle mutabık olmasının usûl ve kaidelerini bildiren” ilim şeklinde yer almıştır. Belâgatin bu maksadına ulaşılabilmesi için şu
üç bahis ve ekleri hakkında bilgi sahibi olmak gerekir:
1. Meânî denilen ve “kelâmın mukteza-yı hâle uygunluğunu sağlamak için
gerekli olanları bilme” şeklinde tanımlanabilecek konular.
2. Beyân, “sözün açık-seçik, kolay ve anlaşılabilmesini temin etme yolları.
3. Bedî’, sözü güzel, süslü ve etkili söyleme usulleri.
Bu sayılan vasıflara sahip olan söz, manzum olsun, mensur bulunsun kısa
ve veciz, kolay anlaşılır, manaca zengin ve derin olur; okuyana-dinleyene
zevk ve haz verir. İşte bu sebepten dolayı da bütün edip ve yazarların maksadı da böyle bir söz söyleyebilmektir.
2. Konu
Belâgat ilminin içina aldığı konular yukarıda zikredilen Meânî, Beyân ve Bedî’ bahisleri altında yer almış ana meseleler ile, tevâbi denilen ve belâgati
tamamlayıcı edebî unsurlardan meydana gelmektedir. Muhtevada yer alan
başlıca konuları şöylece sıralamak mümkündür.
Ana hatlarıyla söylemek gerekirse, klasik belâgat kitapları fesâhat konusuyla ilgili bir girişle başlar. Burada fesâhati bozan tenâfür, zincirleme tamlamalar (tetâbu-i izâfât), sık tekrarlar (kesret-i tekrar), bir ifadedeki kelimeler
arasında kulakla farkedilebilen uyuşmazlık (lüknet), alışılmamış sözlerin kullanılması (garabet), kelimenin dil kaideleri ve yazarların kullanışlarına aykırılığı (kıyasa muhalefet), ifade zayıflığı (za’f-ı telif), ifadenin kasdedilen manayı anlamayı zorlaştıracak şekilde kapalı olması (ta’kîd) ve yazım hataları
(imlâsızlık) hakkında bilgiler verilmiştir.
Meânî konularının başlıcaları şunlardır: İsnad, inşâ, dilek (temenni),
emir, nehiy, ünlem (nidâ), yüklem (müsned), özne (fail, nâib-i fail), cümle ve
unsurları, kısaltma veya daraltma (kasr), bağlama (vasıl), ayırma (fasl), ölçülü söz söyleme (müsâvât), sözü bir maksatla kısa söyleme (icâz), maksadı gereğinden fazla sözle ve uzun ifade etme (itnâb).
Beyân konuları ise şöylece sıralanabilir: Lafzın manaya delâleti, hakikat,
mecaz, kinâye, teşbih, istiâre, mecâz-ı mürsel, ta’riz vb.
Bedî’. Vücûh-ı tahsin/ sözü güzelleştirme yolları olarak da adlandırılan
bu bahis genel olarak edebî sanatları içine alır. Lafız ve mânâya ait olmak
üzere ikiye ayrılan bu sanatların başlıcaları şunlardır: İrsâl-i mesel, tecâhül-i
ârifâne, mezheb-i kelâmî, tevriye, îham, teşhis ve intak, hüsn-i ta’lil, mübalağa, nidâ, rücû, iltifat, tekrir, istifham, telmih, iktibas, tazmin, mülemmâ,
85
tenâsüb, tensîk, cem ve taksim, leff ü neşr, kelâm-ı edebî, cinas, kalb ve aks,
secî.
Tarihçeye geçmeden önce, Kuran, tefsir, hadis ve kelâm ilimleriyle ciddî
bir biçimde ilgilenmesi gereken ilâhiyatçıların, söz konusu ilim dallarıyla ilgili kaynakları doğru bir şekilde anlayıp onlardan günümüz problemlerine
çözümler çıkarabilmesi için âlet ilimlerinin en mühimlerinden sayılan belâgat
hakkında yeterli bilgiye sahip olmaları gereğine işaret edilmelidir. Bu sebeple
sadece edebiyat bakımından değil, belki daha çok dinî ilimler açısından da
belli bir seviyeye ulaşmak için, önce Kaya Bilgegil’in Edebiyat Bilgi ve Teorileri Belâgat (İstanbul 1989) isimli eserini, ardından Cevdet Paşa’nın Belâgat-i Osmaniye’sini, daha sonra M. A Yekta Saraç’ın Klâsik Edebiyat Bilgisi
Belâgat (İstanbul 2000) isimli eserinin okunması tavsiye edilir.
Tarihçe
Daha önce de belirtildiği gibi belâgat bütün İslâm dünyasındaki gibi bizde de,
XIX. yüzyıla kadar genellikle önce Arapça kitaplardan, sonra Arapça ve
Farsça’dan tercüme eserlerden, örnekleri çoğu kere Arapça ve Farsça metinler üzerinden okutulmuştur. Ancak özellikle belirtilmelidir ki, İslâm ilim ve
kültürüne başından beri büyük katkıları olanTürkler’in bu ilme hizmetleri pek
erkenden başlamış ve meselâ büyük Türk dil bilgini es-Sekkâkî Miftahu’lulûm adlı eserinin üçüncü kısmını belâgat konularına ayırmıştır. Şam camii
hatibi, Türkçe, Farsça ve Arapça bilen ünlü dil bilgini Hatip el-Kazvini (ö.
1338) ise, es-Sekkâkî’nin Miftâhu’l-ulûm’unun bu bölümünü tercüme, kısaltma ve değerlendirme suretiyle Telhisü’l-Miftâh’ı, daha sonra da bunu
açıklayan el-İzah’ı kaleme almıştır. Çok rağbet gören bu eserler sondaki asırlarda bütün İslâm dünyasında defalarca şerhedilmiş ve devrin çeşitli ilim müesseselerinde okutulmuştur.
Belâgat konusunda benzer etki ve rağbete kavuşan diğer kitap ise
Taftâzânî’nin (ö. 1390) Telhisü’l-Miftâh’a yazdığı el-Mutavvel isimli şerhtir.
Onun kaleme aldığı el-Muhtasar’la birlikte bu eserler Osmanlı medreselerinde de asırlarca okutulmuştur. Ayrıca Abdünnafi Efendi, bu eserleri XIX.
yüzyılda, en-Nef’u’l-muavvel fi-tercemeti’t-Telhis ve’l-Mutavvel adıyla (İstanbul 1290) Türkçe’ye çevirmiştir. Mesnevî’yi şerhetmesiyle tanınan İsmail
Ankaravî ise, belâgati hemen bütün kadrosuyla veren Miftâhu’l-belâga ve
misbâhu’l-fesâha isimli telif tercüme bir eser kaleme almıştır.
Tanzimattan sonra yaklaşık dokuz asırlık bir gelenek kırılarak, telif tercüme belâgat kitaplarının hazırlanmasında batılı eserlerden faydalanma adımı
atılmıştır. Süleyman Paşa Mebâni’l-inşâ’yı klasik belâgat kitapları yanında,
Fransız yazar Emil Lefranc’dan faydalanarak kaleme alırken batı retoriğinin
birçok konusunu Türk belâgatına sokmuştur. Ayrıca nesir örnekleri de önceki
anlayışın aksine bu kitapta hatırı sayılır derecede yer bulmuş olur.
Türk belâgat literatüründe klasik özellikteki ilk Türkçe eser, örnekleri bakımından zayıf olsa da Ahmed Hamdi’nin Belâgat-ı Lisân-ı Osmânî adlı kitabıdır (İstanbul 1293).
Bu eseri, büyük hukuk külliyatı Mecelle’yi de kaleme alan, Ahmed Cevdet Paşanın Mekteb-i Hukuk’ta okuttuğu belâgat derslerine ait notlar takib
eder. Belâgat-i Osmâniye adıyla kısım kısım (cüz cüz) yayımlandığında (İstanbul 1298) büyük bir yankı uyandıran kitap, klasik Türk belâgati literatüründe bir dönüm noktası olmuş ve sekiz defa basılmıştır. Belâgat-i Osmâniye
86
dibâce, mukaddime ve lâhika başlıklarını taşıyan bir giriş bölümünden sonra
üç ana bölüm ve lâhika’dan (ek) meydana gelmektedir. Eserin önemli bir yanı da artık Türkçe’ye mahsus bir belâgat kurulması fikrini kuvvetlendirmesi
ve bu alanda yeni eserler kaleme alınmasına zemin hazırlamasıdır.
Recaizade Ekrem’in Talîm-i Edebiyat’ı bu alanda atılmış önemli bir
adımdır. Bu eserin diğer mühim tarafı ise batı retoriğinden de faydalanarak
konuları çeşitlendirmesi ve klasik belâgat bahislerine bile farklı izahlar kazandırmasıdır. Bu eserlerden sonra belâgat artık Türk edebiyatının hayatî konuları arasına girmiştir.
Muallim Naci’nin Istılâhât-ı Edebiyye’si (İstanbul 1307) bazı belâgat bahisleri dahil bir kısım edebiyat kavramlarını belirli bir anlayışa bağlı kalmadan açıklayan günümüzde de rağbet bulmuş bir eserdir. Buna Tahirü’lMevlevî’nin Edebiyat Lügati (İstanbul 1973) eklenebilir.
Manastırlı Mehmet Rıfat’ın Mecâmiu’l-edeb’i, bir taraftan yeni anlayışın
ortaya koyduğu bütün edebi meseleleri ele almaya çalışırken klasik kadroyu
oluşturan üç ana konunun her birine bir cilt ayırarak üç cilt halinde yazılmış
hacimli bir eserdir.
Belâgat konusundaki son çalışmalar arasında eski ve yeni anlayışları birleştirmeye yönelen Kaya Bilgel’in Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Belâgat) (İstanbul 1989) ile Menderes Coşkun’un, Sözün Büyüsü Edebi Sanatlar, (İstanbul 2007) adlı eserleri dikkat çekmektedir. M.A.Yekta Saraç’ın Klâsik Edebiyat bilgisi Belâgat’ı (İstanbul 2000) ise klasik kaynaklardaki bilgileri bol
Türkçe örneklerle, anlaşılır bir şekilde günümüz okuyucusuna sunması bakımından önemlidir.
İskender Pala’nın, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü (İstanbul 2007) de
sadece belagat ve edebi sanatlar konusunda değil, eski Türk edebiyatını ilgilendiren hemen her konuda başvurulacak bir ilk kaynak özelliğine sahiptir.
TÜRK-İSLÂM EDEBİYATI METİNLERİNDE
KARŞILAŞILAN BAŞLICA EDEBÎ
SANATLAR
Ünitemizin bu bölümünde, Türk-İslâm edebiyatı metinlerinde karşılaşılacak
başlıca edebî sanatlar ele alınacaktır. Ancak önce bütün İslâm edebiyatlarının,
şiirin gölgesinde kalmış ama sanat değeri ve kültürümüzdeki yeri bakımından
ondan çok da geride bulunmayan bir yönü üzerinde durmak faydalı olacaktır.
Bu da inşâ terimiyle ifade edilen ve münşeât denilen bir türün doğmasına
sebeb olmuş nesir sanatıdır.
1. İnşâ
İnşâ Türk, Arap ve Fars edebiyatlarında “Resmî yazışmalarda kullanılan nesir
dilini ifade eden edebî tür ve dil bilimi” için kullanılmış, zamanla genel olarak her türlü nesir ve düz yazı karşılığını da kazanmıştır. Bu çerçevede inşâ
“yazıların münşî adıyla anılan usta yazarların beğenecekleri özelliklere sahip olması için bilinmesi gerekenleri öğreten fen” olarak tarif edilmiştir
(Taşköprüzâde, I, 250). Benzer bilgileri tekrarlayan Kâtib Çelebi buna, “İfadede yerine, konusuna ve amacına yakışan güzel ibareler kullanmaktır” şek-
87
linde bir ilâvede bulunur (Keşfü’z-zunûn, I, 181). Ayrıca yeni Türk edebiyatında bir tür kompozisyon tekniği ve güzel yazı yazma sanatı olarak da anlaşılmıştır. Nitekim Ziyâ Paşa’nın, “Şiir ve İnşâ” adlı makalesinde kelimeyi
doğrudan doğruya nesir yerine kullanması dikkat çekmektedir. Ayrıca inşa,
kelimelerin cümle içinde söz dizimi (terkîb-i kelâm) kurallarına göre sıralanmasını da ifade etmektedir.
Genellikle nesir halinde yazılan mektup türünün de inşâ içinde özel bir
yeri vardır. Nitekim Kâtib Çelebi mektubu inşânın bir dalı olarak ele almıştır.
Tanzimat’tan sonra orta öğretim kurumlarına “usûl-i kitâbet ve inşâ” adıyla
bir ders konulması, bu ders için hazırlanan kitapların Usûl-i İnşâ ve Kitâbet
(Mehmed Tevfik, İstanbul 1307), İlâveli Hazîne-i Mekâtîb yahut Mükemmel
Münşeât (Ahmed Râsim, İstanbul 1318) gibi adlar taşıması, nesir/mektup beraberliğinin son zamanlara kadar sürdüğünü göstermektedir.
Tercüme ve (nr. 77-80) Türk Dili (nr. 274) dergilerinin mektup özel sayıları, bu alâkayı ortaya koyan çeşitli örneklere yer vermenin yanı sıra, mektup
türünde başlangıçtan beri ortaya konan edebî birikimi büyük ölçüde yayımlayarak, türün gösterdiği gelişmenin metinler üzerinden takip edilmesinı kolaylaştırmıştır.
İnşâ kelimesi dar anlamda, daha çok münşeât adıyla anılan her türlü resmî yazışma ile bunların bir parçası sayılabilecek mektup vb. metinlerin kaleme alınmasının yollarını ve bu hususlarla ilgili kuralların bilgisini ifade eder.
Selçuklular’da Dîvân-ı İnşâ, Osmanlılar’da Dîvân-ı Hümâyun denilen, devletin resmî yazışmalarının yürütüldüğü dairede sultanlar adına kaleme alınan
hatt-ı hümâyun, irâdei seniyye, menşur, emirnâme gibi resmî yazıların tamamı inşânın bu türü içinde yer alır. Ayrıca buyruldu, telhis, takrir, tahrirat, tezkire, kaime, temessük, sened, ilmühaber, müzekkire, mazhar, mazbata, lâyiha
adını taşıyan belgelerle fetva, i’lâm, hüccet ve vakfiyeler de inşânın konusunu teşkil etmektedir. Münşeât mecmualarını, öğretici mahiyette eserlerle antoloji özelliği gösteren ve sadece örneklerden ibaret olanlar şeklinde iki grupta ele almak gerekir. Dîvânı Hümâyun ve diğer devlet kurumlarında nişancı,
münşî, küttâb denilen kâtipler ve kalem efendilerinin yazdıklarıyla mahkemelerde ve özellikle Tanzimat’tan sonra gelişen nezâret kalemlerinde yazılan
yazılar ayrı bir nesir dili ve üslûbunu geliştirmiştir. Bunlardan mahkeme yazışmalarında kullanılan ve ilm-i sak adıyla anılan yazı türü konusunda müstakil kitaplar hazırlanmış, Çavuşzâde Aziz Mehmed Efendi’nin Dürrü’ssükûk adlı eseri gibi bazıları da basılmıştır (İstanbul 1277).
Resmî ve hususi yazışmalarda ortaya koydukları usûl ve kaideler yanında
geliştirdikleri imlâ ve üslûpla bir gelenek oluşturan, kendilerinden sonra adları
inşâda ortaya koydukları esaslarla birlikte anılan bazıları aynı zamanda divan
sahibi şair olan Osmanlı münşîlerinden de bahsetmek gerekir. Tâcîzâde Câfer
Çelebi ve Koca Nişancı lakabıyla bilinen Celâlzâde Mustafa Çelebi bunların
başında gelir. Celâlzâde kadar şöhret bulduğu için “Küçük Nişancı” lakabıyla
tanınan Ramazanzâde Mehmed Çelebi ile Münşeâtü’l-inşâ adlı eserin müellifi
Okçuzâde Mehmed Şâhî ve Hamza Paşa da bu sahanın tanınmış isimleridir.
Bunlara Münşeât sahibi Nergisî ile Veysî ve değişik yönleri olan Sinan Paşa,
Lâmiî Çelebi, Âlî Mustafa Efendi, Kemalpaşazâde, Ganîzâde Mehmed Nâdirî
ve Azmîzâde Mustafa Hâletî gibi bazı şahısları da eklemek mümkündür.
2. Secî
İnşa ile yakın ilgisi bulunan ve daha çok bir nesir sanatı kabul edilen secî, söze güzellik ve süs katan hususlardan biri kabul edilmiştir. Secîin biri klasik
88
anlayışa göre, diğeri yeni anlayışa göre, Recâizâde Mahmud Ekrem tarafından yapılmış iki türlü sınıflandırılması vardır. Klasik anlayışta secî mensur
bir sözün son kelimesinin, şiirde ise mısraın son kelimeleri olan ve kafiyesini
meydana getiren iki fâsılanın tek bir harfte birleşmesi üzerine kurulmuştur:
''Kesâfet-i sehâbda letâfet-i şihâbı unutmuştuk'' cümlesindeki ''kesâfet-letâfet''
ve ''sehâb-şihâb'' arasında secîyi ''t'' ve ''b'' harfleri sağlamaktadır. Buna karşılık ''hâlemiz'' ve ''lâlemiz'' kelimelerini içeren bir cümlede her iki kelimenin
son hecesi olan ''le'' secîyi meydana getirir. Klasik anlayışta secîyi oluşturan
kelimeler arasındaki ses benzerliğinin azlığı veya çokluğu esasına dayalı olmak üzere üç çeşit secî vardır: Yalnız fâsılalar sonundaki harflerin aynı olduğu mutarraf secî, fâsılaların vezin bakımından birbirine uygun olduğu mütevazi secî ve cümlenin iki tarafının sonunda yer alan kelimelerin revî harfinin
vezin ve harf sayısı bakımından birbirine uygun olmasıyla gerçekleşen murassa‘ veya müvâzî seci. Yerlerini esas alarak secileri yeniden tasnif eden
Recâizâde Ekrem’e göre ise iki çeşit secî vardır. Birincisi cümle ve fıkraların
arasında olup bir kelime ile birbirine bağlanmayan mutlak secîdir. Buna Nâmık Kemal’in şu sözleri örnek verilebilir: ''Sevk-i rüzgâr eczâ-yı vücûdunu
târumâr ettiğinden'' Burada secîyi meydana getiren ''rüzgâr'' ve ''târumâr'' kelimelerinin son heceleridir. Bunlardan ikincisinin ardından gelen ''ettiğinden''
kelimesini rüzgâra bağlamak imkânsız olduğundan secî burada mutlaktır.
Mukayyed veya rabtî secî denilen ikincisi cümle ve fıkraların sonunda bulunup aralarında bir kelime ile bağ kurulan şekillerdir. ''İlâhî, vâkıf-ı keyfiyyet-i
hâl ve âlim-i dekayık-ı ef‘âlsin'' cümlesinde ''hâl'' ile ''ef‘âl'' kelimeleriyle biten cümleler ''ve'' ile birbirine bağlanmaktadır.
Secîin tekellüfsüz olması, az ve eşit sayıda kelimelerden meydana gelmesi, bu eşitlik sağlanamazsa ikinci cümlenin son kısmında yer alan kelimelerin
öncekinden az olması gerekir. Seci yapmak için mânanın tekrarı, lafza tâbi
olması veya lafza feda edilmesi önemli birer kusurdur. Belâgat kitaplarında
tasrî‘, muvâzene, mümâsele, lüzûm-ı mâ lâ yelzem, tarsî‘ gibi seci ile ilgili ve
ona bağlı sanatlardan da bahsedilmiştir (Bilgegil, s. 338-341
Türk edebiyatında secî uygulamasına düz yazı dilinde (inşâ) ve resmî yazışmalarda daha önemle yer verildiği açık olmakla birlikte bazı örneklerin
konuşma diline de girdiği görülmektedir. Türk hitabet sanatının en eski belgesi kabul edilen Orhon yazıtlarında ve konuşma dilinin zengin ve etkili örneklerini içine alan Dede Korkut hikâyelerinde bu husus dikkat çekmektedir.
Vaaz ve hutbe gibi dinî konuşmaları da içine alan hitabet sahası secîin en etkili olduğu alandır. Nitekim günümüze intikal etmiş metinlerde bu özellik
açıkça görülmekte, çoğu Arapça kaleme alınmış vaaz ve hutbe mecmualarında bu tarz örnekler bulunmaktadır. Kelime gruplarında da rastlanan secîler
daha çok atasözleri ve vecizelerde bir âhenk unsuru olarak yer almış, secînin
sağladığı âhenk unsuru onların ezberlenmesini kolaylaştırmıştır. Bunlara,
''Abdal tekkede hacı Mekke’de bulunur''; ''Aç koyma hırsız edersin, çok söyleme arsız edersin''; ''Açın amanı olmaz, tokun imanı olmaz''; ''Bir şeyi murad
etme, olduysa inad etme''; ''Yağmur yel ile, düğün el ile'' gibi atasözleri örnek
gösterilebilir. Sözlü edebiyat alanının önemli bir bölümü olan dua metinlerinde secî etkili bir ifade tarzı olarak dikkat çekmektedir. ''Duâ-nâme'' adıyla
anılan bu Türkçe eserlerin bilhassa mensur olanları bu üslûpla kaleme alınmıştır. Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’nin Mevhibetü'l-vehhâb adlı 30’a yakın
baskı yapmış eserindeki Türkçe, Arapça ve Farsça dualar, secili ifadenin başarılı örnekleridir. Daha çok Mevlevîlik ve Bektaşîlik gibi tarikatlara ait manzum ve mensur dua metinleri sayılabilecek gülbanklar ve tercümanlar da secîli olarak tertip edilmeleriyle dikkat çekmektedir.
89
Secînin yazılı edebiyattaki kullanımı daha geniş ve daha itinalıdır. Özellikle mensur divan dîbâceleri başta olmak üzere manzum ve mensur eserlerin
başlangıçlarında bu üslûba daha çok önem verilmiştir. Bunlar birer mukaddime olmaktan öte müellif veya şairin ifade sanatındaki gücünü gösteren metinler haline gelmiştir. Bütünüyle secîli ifadelerle kaleme alınmış olduğu için
burada özellikle anılması gereken eserlerin en önemlisi secî sanatının Türk
dilindeki en mükemmel örneği olan Sinan Paşa’nın Tazarru‘nâme’sidir. Bu
eserin açtığı yolda kaleme alınan Müzekki'n-nüfûs, Tezkiretü'l-evliyâ,
Menâkıbnâme gibi tasavvufî kitaplarla Erzurumlu İbrâhim Hakkı’nın
Ma‘rifetnâme’si gibi ansiklopedik eserler, vak‘anüvis tarihleri başta olmak
üzere çeşitli tarih kitapları, Siyer-i Veysî, Şekåik tercüme ve zeyilleriyle şuarâ
tezkireleri gibi biyografik eserlerde de bol secili ifadeler görülmektedir. Tanzimat’tan sonra Şinâsi, Nâmık Kemal ve Recâizâde Ekrem gibi ediplerin bu
konudaki tenkitleriyle secîli ifadeye rağbet ciddi ölçüde azalmıştır.
3. Itnâb
“Bir düşüncenin gereğinden fazla sözle ifade edilmesi” anlamına gelen bu belâgat terimi, hem olumlu hem de olumsuz olarak ele alınmıştır. Genellikle
“sözü gereksiz yere uzatmak, lafı dolaştırmak” biçiminde menfi mânasıyla
anlaşıldığı için belâgat kitaplarında çok defa “haşiv” yahut onun zıddı olan
“îcâz” ile beraber işlenmiştir. Ancak anlamı bütün yönleri kapsayacak genişlikte ve kuvvetle belirtmek için yapılan gerekli uzatmalar da ıtnâbla ilgili bulunmuş, böylece ortaya makbul olan ve olmayan ıtnâb çıkmıştır. Türkçe belâgat kitaplarında ıtnâbın üçe ayrılarak incelendiği görülmektedir.
1. Itnâb-ı Makbûl. Mânayı açıklığa kavuşturma, pekiştirme, mübalağa ve
tasvir amacına yönelik bir fayda elde etmek üzere sözü uzatma veya tekrarlamadır. Câiz görülen bu ıtnâb bir yahut birden fazla unsurla gerçekleştirilebilir. Nedim’in,
“Sen kim gelesin meclise bir yer mi bulunmaz
(Baş üzre yerin var)
Gül goncesisin kûşe-i destâr senindir”
mısraları arasında paranteze alınmış olan cümle açıklama (tafsil) için yapılmış makbul ıtnâba örnektir.
2. Itnâb-ı Mümil. “Bıktıran, usandıran uzun söz” demek olan bu tabirle ya
manzumede vezin doldurma veya gereksiz yere sözü uzatma, ifadeye lüzumsuz kelime veya cümle katma işi kastedilmiştir. Bazı kitaplarda
“ıtnâb-ı muhil” şeklinde de zikredilmektedir. Sünbülzâde Vehbî’nin:
“Harfgîr olma zerâfet satma
Sözüne kizb ü dürûğu katma”
beytinde “yalan” mânasına gelen “kizb” ve “dürûğ” kelimeleri haşvi
kabîh olarak ıtnâb-ı mümille örnek gösterilmiştir.
3. Itnâbı Ma’nevî. Belâgat kitaplarında “haşv-i ma’nevî” şeklinde de yer
alan bu ıtnâb türü “ifadede mânanın farklı lafızlarla tekrarı” şeklinde tarif
edilmiştir. “(İtaat kıl) sözüme (olma âsî)” mısraı buna örnektir.
90
4. İktibas
“Kur’an ve hadisten alınmış bir ibareyi beyte/mısraa/cümleye yerleştirmek”
şeklinde tanımlanabilecek bu sanatla, Türk-İslâm edebiyatı metinlerinde çokça karşılaşılmaktadır. Türk edebiyatında yenileşme dönemine kadar âyet ve
hadislerden seçilen ibarelerin aktarılması şeklinde kullanılmışken sonraları
iktibas edilen metinler çok çeşitlenmiş ve her türlü nakil bu kapsama dahil
edilmiştir. İktibas, ayrıca benzer özellikler gösteren irsâl-i mesel (îrâd-ı mesel), telmih ve mülemma’ (ilmâ’) gibi sanatlarla karıştırılmıştır. Ancak atasözleriyle örnek verme açısından irsâl-i meselden, cümle veya beytin tamamını aktarma bakımından tazmin, taştîr ve tahmisten, ibareyi esas lafzıyla
nakletme yönünden telmihten ayrılmaktadır.
İktibas genel olarak iki başlık altında ele alınabilir.
Müstahsen İktibas. Söz veya yazıda dini ölçülere aykırı düşmeyecek şekilde yapılan nakillerdir. Bu türde esas özellik aktarılan sözün asıl anlamı dışında kullanılamaz oluşudur. Müstahsen iktibas da ikiye ayrılır.
a) Ahsen İktibas. İktibas edilen âyet veya hadis arasındaki uygunluğun hoş
bir tesir bırakması, muhatapta heyecan uyandırması ve anlamı güçlendirmesinin yanında öğüt özelliği de taşımasıdır:
“Katl ile zulm-i beşer eylemeden eyle hazer
‘Beşşiri’l-katile bi’l-katli’ dedi Peygamber.”
İkinci mısrada tırnak içinde verilen hadis “katili ölümle cezalandırılacağını belirterek ikaz edin” demektir.
b) Hasen İktibas. Nakledilen âyet veya hadisle içinde zikredildiği ibare arasındaki ilginin öğüt verme dışında yukarıdaki şartları taşımasıdır. Yahya
Kemal’in:
“Mesâğ olaydı eğer ‘lâ şerike leh’ derdim
Nazîri gelmedi âlemde hüsn ü ân olalı”
beytinin birinci mısraında iktibas edilen, “Onun eşi ve benzeri yoktur”
(el-En’âm 6/163) manasındaki âyet güzel bir örnektir.
c) Müstehcen İktibas. Âyet ve hadislerden dinin ölçülerine aykırı ve İslâm
âdâbına uygun düşmeyecek şekilde yapılmış aktarmalardır. Özellikle hiciv ve hezel türü şiirlerde dinî esasları hafife alan bu çeşit iktibaslardan
kaçınılması tavsiye edilmiştir
Bunun dışında iktibas tam ve nâkıs olarak da ikiye ayrılır. Bu türler, nakledilen âyet veya hadisin bütününün yahut bir kısmının aktarılmasıyla ortaya
çıkmıştır. Bilhassa kısmî iktibaslarda vezin zarureti sebebiyle nakledilen metinler üzerinde birtakım değişiklikler yapıldığı görülmektedir.
Metinde kullanılan lafzın Kur’an ve hadiste aynen yer almadığı, fakat bu
mânaya gelen farklı ibarelere dayandırılarak yapılan iktibaslar da vardır.
Şeyhî’nin bir na’tındaki:
91
“Ey fahr-i halk kimde ola zehre utsa e
Çün Hak dedi “leamrüke levlâke ve’d-duhâ”
beytinin ikinci mısraında önce Hicr sûresinin 72. âyetinin başında yer alan,
Allah’ın Hz. Peygamber’in hayatı üzerine yemin edişine ait ibare, ardından,
“Sen olmasaydın âlemleri yaratmazdım” anlamındaki kutsî hadisin ilk kelimesi, sonra da Resûl-i Ekrem’e müjde vermek için indirilen Duhâ sûresinin,
“Kuşluk vaktine yemin olsun ki” mânasına gelen ilk âyeti nakledilerek tam
ve nâkıs iktibaslar bir mısrada toplanmıştır.
Günümüzde edebî veya ilmî her türlü iktibasa “alıntı” denilmektedir.
Tanzimattan sonra âyet ve hadislerden başka Arapça ve Farsça kelâm-ı kibarlar (vecize) yanında meşhur mısralar ve sözler de iktibas kapsamına girmiş,
hatta âyet ve hadisleri meâlen zikretmenin de iktibas çerçevesinde değerlendirildiği olmuştur. Sözlüklerde âyetlerden, hadislerden ve edebî eserlerden
örnek (şevâhid) aktarmanın adı olan istişhâd da bir nevi iktibastır.
Manzum kırk hadis tercümelerinde, hadis metinlerinin kıtaların son mısralarına yerleştirilmek suretiyle nakledilmesi de iktibas sayılabilir. Âlî utsafa
Efendi’nin kırk hadis tercümesinden alınan:
“San’at-ı kesbe rağbet et her gâh
Onu bil devlet-i ma’âşa güvâh
Hak sever kâsibi niteki Resûl
Dedi ‘el-kâsibü habîbullah’”
kıtası buna bir örnek teşkil eder, (Aksoy, s. 52-53).
5. İstişhad
Türk edebiyatında bir edebî sanat olarak istişhâddan ziyade ona çok benzeyen
“irsâl-i mesel” veya “iktibas” tercih edilmiş, bu sebeple Türkçe belâgat kitaplarının çoğunda istişhâd bahsi yer almamıştır. İrsâl-i meselde, örnek olarak
atasözleri veya benzer özlü sözler, iktibasta, âyet ve hadisler zikredilir.
İstişhâdda ise örnek söz veya mısraların kime ait olduğunun belirtilmesi gerekir. Belâgat terimi olarak istişhâdın asıl malzemesini doğruluk, güzellik,
yaygın kullanım gibi farklı özelliklere sahip kalıplaşmış ifadeler oluşturur.
Şair veya yazarın ifadeyi kuvvetlendirmek, anlamı zenginleştirmek, sözü daha sanatlı hale getirmek gibi amaçlarla âyet veya hadis, atasözleri, vecize,
mısra ve beyit zikretmesi istişhâdı ortaya çıkarır.
Türk nesrinin başlangıcından itibaren istişhâdın kullanıldığı görülmektedir. Orta Asya devresinde kaleme alınan Kutadgu Bilig’in mukaddimesiyle
başlayıp kısa ve secili cümle yapısına sahip Rabguzî’nin Kısasü’l-enbiyâ’sı
ile gelişen bu anlatım tarzı, Dede Korkut hikâyelerinden bu yana atasözlerinin de bu amaç için kullanılmaya başlanmasıyla zenginleşmiştir. Anadolu sahasında kaleme alınan ilk eserlerde çok sayıda istişhâd örneğinin bulunduğu
görülmektedir.
“Divan nesri” adıyla anılan yazı dilinde Sinan Paşa’nın Tazarruât’ından
itibaren rağbet gören bu üslûp özellikle sanatkârane nesirde yaygın bir kulla-
92
nım alanı bulmuştur. Başlangıçta daha çok eserlerin mukaddime kısımlarında
görülen ve âyet, hadis, İslâm büyüklerinin ifadelerinden seçilmiş sözler,
Arapça ibareler, XV. yüzyılın ikinci yarısından sonra gelişen inşâ anlayışının
da etkisiyle bilhassa mensur eserlerin bütününe yayılmıştır. Ayrıca özellikle
şiir şerhlerinde istişhâd için âyet ve hadislerden özlü sözlere, mısralardan
manzumelere kadar her çeşit malzemenin kullanıldığı görülür. İktibas ve
istişhâd yoluyla ifadeyi zenginleştirme ve süsleme anlayışı Türk nesrinde ayrı
bir yeri olan divan mukaddimelerine de yansımış bulunmaktadır.
Türk nesrinde en sanatkârane istişhad örneklerine hangi müelliflerin eserlerinde rastlayabiliriz, araştırınız.
Teşbih
Klasik İslâm belâgatıyla Batı retoriğinde, mecazla birlikte ele alınmış bir sanat olarak üzerinde çok geniş bir şekilde durulmuştur. Teşbihle mecazın esas
farkı kelimelerin gerçek anlamıyla kullanılmasıdır. Türkçe’de teşbih edatı
günümüzde kullanılan “gibi” takısıdır. Ancak eski edebî metinlerde bunun
yanında “tek, sanki, nitekim, çün, güya, gûne, mânend, kadar, sıfat, misal”
kelimeleriyle “-casına, -cılayın, -âsâ, -veş, -vâr” ekleri de çokça kullanılmıştır.
Teşbihler şekil ve muhtevalarına göre farklı gruplar halinde incelenmiştir.
Hepsinde belirleyici unsur teşbihin dört rüknüdür: Benzeyen (müşebbeh),
benzetilen (müşebbehün bih), benzeme yönü (vech-i şebeh) ve teşbih edatı
(edât-ı teşbih). Bir teşbihte ya bütün teşbih unsurları yer alır veya bunlardan
en az ikisi bulunur. Dört çeşit teşbih vardır.
1. Mufassal teşbih. Tam teşbih adı da verilen bu çeşit teşbihlerde bütün unsurlar zikredilir. Bâkî’nin:
“Açılma ey yüzü gül şahs-ı nâdâna kitâb-âsâ” mısraında yüzü gül, benzeyen; kitap, benzetilen; açılmak, benzeme yönü; -âsâ, benzetme edatıdır.
2. Mücmel yahut muhtasar teşbih. Bu türde benzeme yönü zikredilmez. Bu
teşbih mufassal teşbihe göre daha abartılı bir söyleyiş olup belâgat açısından daha makbul sayılır. Yahya Kemal’in:
“Rûyâ gibi bir yazdı yarattın hevesinle”
mısrasında yaz benzeyen, rüya benzetilen, gibi benzeme edatı olup benzeme
yönü ise okuyucunun anlayış ve hayaline bırakılmıştır. Mücmel teşbih herkes
tarafından anlaşılması biraz zor olan bir sanattır.
3. Müekked (mûcez) teşbih. Diğerlerine daha sanatlı ve üstün kabul edilen bu
tür teşbih, unsurlarının mümkün olduğunca azaltılımasıyla ifadenin güçlendirildiği bir söyleyiştir. Yûnus Emre’nin:
“Bu dünya bir gelindir yeşil kızıl donanmış
Kişi yeni geline bakubanı doyamaz”
beytinde dünyayı süslerle bezenmiş geline benzeten şair, böyle bir geline
bakmaya nasıl doyulamazsa dünya süslerine de doyulmayacağını dile getirmektedir. Burada benzeme yönü “bakmaya doymamak” fiilidir.
93
4. Beliğ teşbih. Teşbihin iki ana unsurunun yani benzeyen ve benzetilenin
kullanıldığı teşbihtir. Mana daha etkili ve abartılarak ifade edildiğinden
teşbih türlerinin en makbulü sayılır. Batı retoriğinde “metafor” (istiâre)
olarak tanımlanan bu teşbihte benzetme niyetinden ziyade istiârede olduğu gibi anlam aktarımı söz konusudur. Yahya Kemal’in, “Bu dil ağzımda
annemin sütüdür” mısraı bir teşbîh-i belîğ örneğidir. Şair konuştuğu dili
doğrudan anne sütüne benzetmektedir. Burada benzeme yönü muhatabın
anlayışına bırakılmıştır.
Belâgat kitaplarında yer alan teşbih türlerinin sayısı ve sıralanması hususunda farklılıklar görülmektedir. Bu husus konuya yaklaşım biçiminden kaynaklanmakta, böylece teşbih çeşitlerinin sayısı da mefrûk, melfûf, tesviye ve
teşbîh-i cem‘ vb. şeklinde artmaktadır.
Teşbihler farklı bakış açılarına göre daha değişik biçimlerde de sınıflandırılmış olup bu hususta kesin bir sınır çizmek mümkün değildir.
6. İstiâre
Sözlükte ''ödünç istemek, ödünç almak'' anlamına gelen istiâre kelimesi bir
belagat terimi olarak, ''bir kelime veya ibarenin, teşbihi kuvvetlendirmek, onu
abartarak muhataba daha güçlü yorum imkânı sağlamak için benzeşme ilgisiyle ve bir karîneye dayalı olarak gerçek anlamı dışında kullanılması'' şeklinde tarif edilmiştir. İlk devrede bazı belâgat âlimleri istiâreyi bir teşbih türü
olarak kabul etmişlerse de daha sonra gelenler onu bir mecaz türü olarak da
görmüşlerdir. Ancak teşbihte benzeyen ve benzetilen birlikte kullanılırken istiârede bunlardan yalnızca biri yer alır. Mecazda ise istiârenin aksine benzetme amacı bulunmaz. Kur’ân-ı Kerîm en güzel istiâre örnekleri bakımından
zengin olduğundan bu vadide çok etkili anlatıma sahip örnek bir metin kabul
edilmiştir. Onun îcâzını sağlayan özelliklerden biri de engin tasvir ve mâna
yüklü bu istiarî mecazlar olduğundan Türk-İslâm edebiyatı şair ve yazarları
da eserlerinin bu vasıflara sahip bulunmalarının onları okuyanlar üzerindeki
üzerindeki etkilerini artıracağından bu sanatı özellikle benimsemişlerdir.
İstiâre, Türk dilinin tabii yapısında ve özellikle deyimlerde çok yer bulmuş bir sanattır. Hatta günlük konuşma dilindeki istiâreli anlatım Türkçe’yi
güzelleştiren dil husûsiyetlerinin başında gelmektedir. Bir kelimeyi asıl anlamını akla getirmeden kullanmanın, mânayı güzel ifade etmede en etkili yol
kabul edilmesi istiârenin önemini arttırmıştır. Bir süsten ziyade dilin tabii bir
parçası olarak günlük dilde de yer alan bu tür kelimelere: “sersem yerine
''kaz'', inatçı yerine ''keçi/katır'', asık suratlı veya zalim yerine ''Nemrut'', âşık
veya şaşkın yerine ''Leylâ'' gibi” örnekler verilebilir. Ayrıca dilimizde pek
çok benzeri bulunan “ağır söz, baştan çıkmak, kulak kabartmak, sözünde
durmak, yufka yürekli” gibi istiâreye dayalı bazı deyimler de önemli bir
yekün tutmaktadır.
Belâgat kitaplarında istiâre genellikle üç ana başlık altında incelenmiştir.
1. Açık İstiâre (istiâre-i musarraha). Yalnızca benzetilenle yapılan istiaredir. Benzetilen unsurun açık olarak zikredildiği bu türe güzel bir misal
olarak Yahya Kemal’in:
''Zaman o gül gibi gül görmemiş zamân olalı
Gülün güzelliği dillerde dâstân olalı''
94
beyti verilebilir. Burada gül kelimesiyle Peygamber Efendimiz kastedilmiştir. Çünkü Türk edebiyatında gül remzi öncelikli olarak peygamberimiz için kullanıldığından açık istiâre yapmıştır.
2. Kapalı İstiâre (istiâre-i mekniyye). Yalnızca benzeyenle yapılan bu türde benzetilen öğe zikredilmeyip okuyucunun onu belirlemesini sağlayacak bir ipucu mevcuttur. Bâkî’nin:
''Eşcâr-ı bâğ hırka-i tecrîde girdiler
Bâd-ı hazan çemende el aldı çenârdan''
beytinde bahçedeki ağaçların dervişlere benzetilmesi kapalı istiâredir. Burada ağaçlar (benzeyen) söylenmiş, fakat derviş (benzetilen) söylenmeyerek, onun yerine ''tecrid hırkasına girmek'' ve ''el almak'' gibi dervişlere ait
iki özellik ipucu olarak zikredilmiştir. Her kapalı istiârede, ona bağlı biçimde hayal gücüne dayanan ''istiârei tahyîliyye'' adı verilen bir istiâre türü daha ortaya çıkar. Bâkî’nin bu beytinde hayal gücünün benzetilenin
özelliklerini benzeyene (ağaçlar) isnat etmesi de aynı zamanda istiâre-i
tahyîliyye olur.
3. Mürekkep istiâre (İstiâre-i temsîliyye). Batı retoriğinde bu türe “alegori” denilmektedir. Bu sanat istiârede yer alan bir unsurun değişik yönleri ve özelliklerinin benzetme konusu yapılmasıyla gerçekleştirilmiştir. Gizl gizli iş yapan bir kimse hakkında, ''Saman altından su
yürütüyor'' denilmesi de bu tür bir istiâredir. Bu tür istiâreler dilde
yaygınlık kazandığında mesel/atasözü haline gelir: “Ayağını yorganına göre uzat!” atasözünde olduğu gibi.
Temsilî istiarenin en güzel ve beğenilmiş yeni örneklerinin başında
Faruk Nafiz’in:
''Bin gemle bağlanan yağız at şaha kalkıyor
Gittikçe yükselen başı Allah’a kalkıyor''
mısralarıyla başlayan ''At'' şiiri gelmektedir. Türk milletinin Kurtuluş Savaşı'ndaki şahlanışını yağız atla temsil eden bu şiir, temsilî istiare üzerine
kurulmuş ve her beyitte benzetmenin farklı yönleri sıralanmıştır. İstiârenin bunların dışında da istiâre-i asliye, istiâre-i tebeiyye vb. başka bazı sınıflamaları da yapılmıştır.
İstiârenin okuyucu ve dinleyicinin tasavvuruna etkisi ne olabilir, araştırınız.
İstiare sanatına Türk edebiyatında en çok klasik şairler ilgi duymuştur. Bunun
sebebi, Osmanlı şiirinin klasik üslûbu ve mazmun denilen klişeleşmiş mecazlar yaratma gayretidir. Sevgili yerine “nigâr, büt, âfet” vb.; boy yerine “nihâl,
servi, ar‘ar, şimşâd; dudak ve ağız yerine “la‘l, kadeh, hokka, nokta, gonca,
gül” gibi klişeler kullanmak hep istiâreli ifadelerdir.
Mecaz
Bir ilgi veya ipucu ile gerçek anlamı dışında kullanılan kelime veya terkibi
ifade eden bu belâgat terimi, kelimelerin mânalarına dayalı edebî sanatların
en önemli ve yaygın olanıdır. Bu konuyla ilgili bilgilere geçmeden önce ke-
95
limelerin anlam bakımından üç farklı özelliği bulunduğunu hatırlamakta fayda vardır. Bunların ilki kelimenin manâ-yı hakîkî/aslî de denilen asıl anlamıdır. Günümüzde ise “öz anlam, temel anlam, düz anlam” terimleri
kulanılmaktadır. “Göz” kelimesinin görme organının adı olarak kullanılması
onun hakiki mânasını karşılamaktadır. “Su kaynağı, su menbaı” yerine kullanılması da böyledir. İkincisi manâ-yı tâlî de denilen yan anlamdır. Kelimenin
kullanımı sırasında zamanla kazandığı ikinci derecedeki manasıdır. Günümüzde buna “türeme anlam, üreme anlam, kullanış anlamı” gibi adlar da verilmiştir. Terazi kefesi için “göz” denilmesiyle kelimenin yan anlamı ifade
edilmiş olur.
Üçüncüsü mecâzî anlamdır (ma’nâ-yı mecâzî). Kelimenin asıl ve yan anlamlarının dışında ilişki ve benzerlik yoluyla daha başka ve farklı bir kavramı
ifade etmek üzere kazandığı yeni manadır. Günümüzde “mecâzî mâna” denildiği gibi “iğreti anlam, imgesel anlam, değişmece anlamı” gibi yeni isimlendirmeler de kullanılmaktadır. “Gözü doymaz” veya “aç gözlü” deyimlerindeki “göz” mecazi anlamdadır. İşte mecaz sanatı bu anlamdan hareketle
doğmuş, kelimenin lafzı ile mânası arasındaki alâka üzerine kurulmuştur.
“Mecazda esas olan anlaşılır bir müphemiyettir. Yani kelimenin hakiki mânası ile mecaz anlamı arasında bir taraftan bir ilginin, diğer taraftan gerçek mânasının anlaşılmasına “karîne-i mânia” denilen aklî bir engelin mevcudiyeti
lâzımdır. Bu ise sözün gerçek anlamında kullanılmadığını gösterir. Bu delil
bazan ibarenin içinde yer alır, bazan da “siyak ve sibak” denilen sözün bağlamından anlaşılır veya hissedilir. Nitekim, “Onun otomobili uçuyor” cümlesindeki “uçmak” kelimesi, otomobilin uçması mümkün olmadığı için gerçek
anlamının dışında ve mecaz olarak kullanılmıştır. “Gözü açık” deyiminin
“becerikli”, “kulağı delik” tabirinin ise “olan bitenden haberdar” mânasına
kullanılmasında da aynı özellikler bulunmaktadır.
Mecazlar söze güzellik, canlılık ve etkinlik katar; konuşanın ifade etmek
istediğinin daha kuvvetle anlaşılmasına imkân tanır; muhatabın kavrayışını
arttırdığı gibi ona güzel bir duygu ve bir nevi heyecan verir. Ayrıca mecaz
denildiğinde umumiyetle mecâz-ı mürselin anlaşılması gerektiği hususunda
bir görüş birliği bulunmaktadır.
Türkçe belâgat kitaplarında mecazlar yapılarına göre kaç kısımda ele alınmışlardır, araştırınız.
7. İrsâl-i Mesel
“Îrâd-ı mesel” diye de adlandırılan bu sanat manzum yahut mensur bir ifadede söze destek sağlamak, onu daha kolay benimsetmek için herkesçe kabul
edilmiş bir başka sözü, özellikle “atasözünü kullanma” olarak tanımlanabilir.
Bu bakımdan iktibasa, kullanılan sözle asıl anlatımdaki mana benzerliği dolayısıyla teşbihe ve anlatımla örnek gösterilen öğelerin denkliği yönünden
leff ü neşre benzer.
Manzum yahut mensur her tür ve şekilde edebî metinde yer almakla birlikte çoğunlukla beyitler halinde yazılan şiirlerin ikinci mısraında bulunan
atasözü üzerinde, onu mısraa veya vezne uydurmak için küçük değişiklikler
yapılabilir. Ayrıca ibarenin atasözü olduğuna veya herkesçe kabul gören bir
ifade bulunduğuna dair ‘’meşhurdur, meseldir, derler, denilmişdir, zira, elbette, nitekim’’ gibi kelimeler de kullanılabilir. Nakledilen söz başka dillerden
geçmiş ve dilimizde de atasözü gibi kullanılmakta olan bir hükmü ifade edebilir. Fuzûlî’nin:
96
“Geçtiğim dünyadan vü ukbadan seninçün oldu fâş
Doğru derler ‘küllü sırrı câveze’l-isneyni şâ’”
beytindeki kullanım buna iyi bir örnektir. Şair burada “bir sır iki kişiyi aşarsa
fâş olur, onu herkes duyar” manasına gelen Arapça atasözünü ustaca beyte
yerleştirerek “doğru derler” hükmüyle bunun bir atasözü olduğuna, işaret etmiş olmaktadır.
Şair herkesçe bilinen bir gerçeği örnek verirse buna ‘’îrâd-ı mesel’’ denir.
İrsâl-i mesel belâgat açısından daha değerli olup mısraı berceste gibi kolayca
hâfızada kalır. Ayrıca vezne uygun atasözlerinin bir kısmının, ilk mısraları
unutulmuş irsâl-i mesel örnekleri olduğu düşünülebilir. Koca Râgıb Paşa’nın:
‘’Miyân-ı güft ü gûda bed-meniş îhâm eder kubhun
Şecâat arzederken merd-i kıbtî sirkatin söyler’’
beytiyle Nev‘î’nin:
‘’Geldimse ne var ben şuarâ bezmine âhir
Âdet budur âhirde gelir bezme ekâbir’’
beytinin ikinci mısraları gibi.
8. Tazmin
Tazmin “başka bir şaire ait olan mısranın bir şiirde kullanılması”anlamına gelir. Eskiden nazım ve nesir için müştereken kullanılırken gazeteciliğin yayılmasından sonra tazmin nazma, iktibas nesre ait bir terim haline dönüşmüştür.
Tazmin daha ziyade gazel ve kasidede uygulanır. azen tek beytin başına mısra ilâvesiyle birden fazla bent oluşturularak tazmin beytinin her bentte tekrarlandığı musammatlara da yazılmıştır. Tazminde alıntılanan şiir parçasının
kime ait olduğunu söylemek bir kuraldır. Nef‘î’nin:
“Bihamdillâh zamânında be-kavl-i Sabri-i Şâkir
Girîbân-ı felek mehcûr-ı dest-i âh-ı şekvâdır “
beyti buna iyi bir örnektir. Çok bilinen bir mısra veya beytin iktibas edilmesi
halinde şairin adının söylenmemesi kusur sayılmamaktadır.
9. Tecâhül-i ârifâne
Osmanlı edebiyat çevrelerinda kısaca “tecâhül” veya “tecâhül-i ârifâne” şeklinde anılan tecâhül-i ârif sanatı, şiir ve nesirde, “bilinen bir hususun bir nükteye bağlı olarak bilinmiyormuş gibi ifade edilmesi”şeklinde tarif edilebilir.
Batı retoriğindeki karşılığı ironidir. Şair bunun için muhatabına aslında cevabını bildiği sorular sorar. Böylece hem maksadı doğrudan söylemenin basitliği yahut yeknesaklığı kırılmış olur, hem de söze nükte ve zarâfet kazandırılır.
Tecâhül-i ârifte gözetilen nükteler muhatabı neşelendirmek, azarlamak, şaşırmasına sebep olmak, hislerinin şiddetini ortaya koymak ile övme ve yermede abartı şeklinde sıralanabilir. Şeyhî’nin:
97
“Melek misin yâ perîsin yâ rûh-ı kudsî aceb
Bu hüsn ile bu melâhat beşerde buluna mı?”
beytinde başvurduğu tecâhül güzel bir örnektir. Şair, sevgilisinin güzelliğini
övmek için onun insan üstü bir varlık olmadığını bildiği halde bilmez görünmekte onu melek, peri hatta Cebrâil’e benzeterek güzelliğini abartmaktadır.
Azarlama yahut şaşırma amacıyla tecâhül-i ârife başvurulmasına
Hüsnî’nin şu beyti örnek gösterilebilir:
“Ey hâk-i Kerbelâ nedir ol sebz câmeler
Eyyâm-ı mâtemin bu mudur resm ü âdeti.”
Baharın gelişiyle Kerbelâ toprağının yeşillere büründüğünü gören şair
onu Muharrem matemine kayıtsız kalmakla suçlamakta matem renginin siyah
olduğunu bildiği halde, “Yoksa oralarda, matem günlerinde de yeşil giyinme
âdeti mi vardır?” diyerek tecâhül göstermektedir.
Tecâhül-i ârif daha çok soru sorma (istifham) yoluyla oluşturulduğundan
klasik belâgat kitaplarında istifham konusu bu bahis içinde ele alınmışsa da
ilk defa Ta‘lîm-i Edebiyyât’ta ayrı bir edebî sanat şeklinde tanımlanmıştır
Buna göre istifhamda sorulan soruya cevap beklenmez. Ancak ifadeyi güzelleştirmek, bir düşünceyi vurgulamak, dikkat çekmek, söze samimiyet katmak
gibi sebeplerle soru sorulması bir sanattır. İstifhama başvuran kimse bazan
konuyu tam bilmeyen, onu anlamaya çalışan bir kişi hüviyetine bürünür; bu
durumda istifham tecâhül-i ârife yaklaşır. Tecâhül-i ârifte istifham çoğunlukla bir üslûp özelliği olarak kullanılmaktadır. İstifham sanatında düşünce soru
şeklinde dile getirilir. Tecâhül-i ârifte cevap sorunun içine yerleştirilerek muhataba sezdirilir, ayrıca burada mecâzî anlam gözetilir. Aksi takdirde ifade,
beklenen etkiyi meydana getirmeyeceği gibi, muhatabı incitici bir söz haline
de dönüşebilir. İstifhamda ise kelimeler gerçek anlamıyla kullanılır. Bununla
birlikte istifhamla tecâhül-i ârif arasında kesin bir ayırım yapmak her zaman
mümkün değildir.
Tecâhül-i ârif en çok hangi sanatlarla birlikte kullanılabilir, araştırınız.
10. Teşhis ve İntak
Tahayyüle bağlı sanatlardan olan teşhis “varlıkların kişileştirilerek yeni kimlikler kazanması” şeklinde tanımlanabilir. Genelde intak ile bütünlük kazandığından her intak sanatına başvurulduğunda orada teşhis de bulunur. İntak
ise “konuşma, insan gibi dile gelme” demektir. Pek çok eski örneği bulunmakla birlikte müstakil olarak Batı retoriğinin etkisiyle Türk belâgatına girdiği kabul edilen bir sanat görünümündedir. Nâmık Kemal’in “Baykuş Sesi”
adlı manzumesindeki:
“Serilip hâk-i hakarette vatan can veriyor
Yetişin son nefesimdir, gelin imdâda diyor
Sevgili vâlidemiz âkıbet elden gidiyor
Vatanın bağrına düşman dayadı hançerini
98
Yok imiş kurtaracak bahtı kara mâderini”
kıtası hem teşhis hem intak sanatına güzel örnektir. İlk mısrada canlı varlıklarla ilgili olan “can vermek” fiili vatan için kullanılarak teşhis yapılmakta,
vatanın, “Yetişin son nefesimdir” diye imdat istemesiyle intak ortaya konmaktadır. Divan şairleri teşhisi intak dolayısıyla daha sık kullanırlar. İstiare,
mecâz-ı mürsel veya teşbih gibi sanatlarda, insana ait özellikler insan dışı
varlıklar için kullanıldığında kısmen teşhis içerir.
Ta‘lîm-i Edebiyyât’tan önceki edebiyat nazariyesine dair eserlerde ve klasik belâgat kitaplarında teşhis terimi yer almadığı gibi başka bir adlandırma
ile de geçmez. Teşhis ve intakı “mecazın en etkili türleri” diye tanımlayan
Recâizâde Mahmud Ekrem bunların gerçek sanatkârlar tarafından kullanıldığında söze bir değer katabileceğini, aksi takdirde anlatımda basitliğe düşüleceğini ileri sürer.
Günümüzde çocuklar ve gençler için yazılan fabllerde bu sanattan bolca
yararlanılmaktadır.
11. Hüsn-i ta’lil
Türk edebiyatında hüsn-i ta‘lîl’e, ''hüsn-i tevcîh'' de denilir. Hüsn-i ta‘lîl, “bir
olayın gerçek sebebinin göz ardı edilerek heyecan unsurunun ön plana çıkarılması” şeklinde tarif edilebilir. Hadiselere o andaki ruh halinin yorumunu
katmak, hayatı ve dış dünyayı gönlüne aksettiği gibi algılamak isteyen her
sanatkâr hüsn-i ta‘lîle başvurur. Böylece, “yağmurun yağışı semanın kendisi
için ağlamasına, güneşe bakınca gözlerinin yaşarması güneşe benzeyen sevgiliyi hatırladığında hasretle göz yaşı dökmesine, miskin siyahlığı yüzünün karalığına, yol kenarlarındaki servilerin sıra sıra dizilişi oradan geçecek olan
servi boyluyu seyretme arzusuna” bağlanır. Genellikle ilk mısrada sözü edilen husus, ikinci mısrada alışılmışın dışında bir sebeple izah edilir. Zikredilen
gerçek dışı sebep, muhatabın da aynı hislere dalmasına ve hayrete düşmesine
sebep olur. Fuzûlî ''Su Kasidesi''ndeki:
''Hâki pâyine yetem der ömrlerdir muttasıl
Başını taştan taşa vurup gezer âvâre su''
beytinde suyun gürül gürül akışını, Hz. Peygamber’in ayağının toprağına ulaşabilmek için hasretle başını taştan taşa vurarak akması şeklinde göstermektedir.
Hüsni ta‘lîl Türk-İslâm edebiyatı eserlerinde özellikle şiirde sıkça kullanılmıştır.
12. Tenâsüb
Sözlükte “uyum, orantı, yakışma” anlamına gelen tenâsüb kelimesi, edebiyat
terimi olarak “aralarında karşıtlık dışında bir ilgi bulunan iki veya daha çok
kelimenin anlam güzelliğini ve bütünlüğünü sağlamak amacıyla aynı sözde
bir araya getirilmesini” ifade eder. Eski belâgat kitaplarında aynı veya yakın
anlamda “cem‘iyyet, mürâât-ı nazîr, tevfîk, telfîk, i’tilâf” gibi terimler de kullanılmıştır. Tenâsübün sağlanması için genellikle birbirine yakın veya farklı
ilim dallarına ait terim ve kavramların, tarihî ve efsanevî kahramanları yahut
bu isimler etrafında gelişen olayları hatırlatan kelimelerin, birbiriyle alâkalı
hayvan, bitki ve çiçek adlarının aynı ibare, mısra veya beyit içerisinde zikredilmesi gerekir.
99
Tenâsübün edebî sanat derecesine ulaşabilmesi için kelime seçiminde titiz
davranılması gerekir. Anlamca yakın kelimelerin gelişigüzel veya zorunlu biçimde bir araya gelmesiyle tenâsüp gerçekleşmez. Meselâ, “Öğrenci bugün
okulda öğretmenini dinlemedi” cümlesinde öğrenci, okul ve öğretmen kelimeleri anlamca birbirleriyle ilgili olmakla birlikte cümlede tenâsüp sanatı
yoktur.
Tenâsüp, diğer edebî metinlerde de yer almakla birlikte özellikle şiirde
çok kullanılmıştır.
Divan şairleri tenâsübü bir nükte oluşturacak biçimde kullanmıştır. Bursalı Ahmed Paşa’nın:
“Mest oluptur çeşm ü ebrûnun hayâlinde imam
Okumaz mihrâpta bir harf-i Kur’ân’ı dürüst”
beytinde imam, mihrap ve Kur’an kelimeleriyle tenâsüp yapılmış, imamın
mihrapta sevgilinin kaşı ve gözünün hayaliyle (divan şairleri mihrabı sevgilinin kaşına benzetirler) kendinden geçtiği için âyetleri doğru okuyamayacak
duruma geldiği nükteli bir şekilde anlatılmıştır. Necâtî Bey’in:
“Hâk-i kûyun var iken cennet anılmak sanemâ
Şuna benzer ki teyemmüm edeler su olıcak”
beyti de dinî terimlerin bir anlam uyumu içerisinde, başka bir anlama zemin
hazırlanması ve sevgilinin mahallesi varken cenneti arzulamanın anlamsız olduğunun söylenmesi bakımından tenâsübe örnektir.
Bazı şairler sırf tenâsüp sanatına dayalı şiirler yazmayı denemiştir.
Âgehî’nin, “Keştî Kasidesi” yalnız gemici deyim ve terimleri kullanılarak
meydana getirilmiş, daha sonra tahmîsleri yapılmış, nazîreleri yazılmıştır.
13. Leff ü neşr
Sözlükte ''toplama, dürme, bükme'' anlamına gelen leff ile ''dağıtma, yayma''
mânasındaki neşr kelimelerinden oluşan leff ü neşr “cümlenin kuruluş ve dizilişiyle ilgili, anlama güzellik katan” söz sanatlarından biri olarak tanımlanabilir. Bu sanatta önce iki veya daha fazla unsur ayrı ayrı yahut kısaca zikredilir (leff), ardından bunların her biriyle ilgili öğeler anılır (neşr). İlk bölümde yer alan öğelerin ikinci bölümdeki unsurlardan hangisine ait olduğu
açıkça belirtilmeden aralarındaki ilgiye göre, bunları belirleme işi okuyucuya
bırakılır. Neşr’e âit unsurlar, leff bölümündekileri tamamlayıcı ve açıklayıcı
nitelikte olur. Bu unsurlar ayrı ayrı zikredilmişse buna ''tafsilî'', birden çok
(müteaddit) cüz veya unsuru içine alan bir tek lafız halinde anılmışsa ''icmâlî
(mücmel)'' denir. Leff ü neşr, kelimelerin zikrediliş sırasına göre ikiye ayrılır;
sıraya riayet edilmişse ''mürettep”, edilmemişse “gayr-i mürettep” diye ayrılır.
14. Telmih
Arap-Fars-Türk kültür ve edebiyatına ait “bir metinde bu kültürlerin örnek
gösterilecek değerlerine sahip kişi ve olaylarla âyet, hadis kelâm-ı kibar, atasözü vb. kalıplaşmış ibarelere gönderme yapma sanatı” olarak tarif edilebilir.
100
Lügatte “göz ucuzla bakmak, ışığın çakması, parıl parıl parlamak” gibi manalara gelen Arapça “lemh” kökünden türemiştir.
Günümüz edebiyatında telmih yerine gönderme ve anıştırma, batı edebiyatında ise “allusion” ve “metalepsis” terimleri kullanılmaktadır.
Telmih sanatı ve malzemesi, Türk edebiyat ve belâgatine Arap-Fars edebiyatından intikal etmiş olup, bu iki edebiyatın İslâm öncesi ve sonrasında
sahip olduğu kültürel ve dini unsurlardan meydana gelmektedir.
İktibas ile îrâd-ı mesel ve tazminin telmihten farkı, ilkinde ibârenin lafzen, bütünüyle veya kısmen metne aktarılması, ikincisinde ise atasözünün
bazı değişiklerle zikredilmesidir. Telmihte ise bu gibi ibârelere sadece işaret
edilir. Ancak bu işaretlerin açık (âşikâre) ve kapalı (müphem) olmasına göre
iki türlü telmihten söz etmek mümkündür. Bunlardan birincisinde, beyitte
telmih edilen unsura delalet eden uygun bir kelime yer alır: Neşatî’nin:
“Hâl-i dili ne yâr u ne ağyâr ile söyleş
Ferhad-ı belâ-keş gibi kühsar ile söyleş”
beytinde “Ferhad” ve “kûhsâr” kelimleri telmihin adresini açıkça göstermektedir: Aşkı uğruna dağları delen Ferhad’ın macerası. Kapalısında ise telmih
edilen husus okuyucunun üzerinde düşünüp bir tür isabetli yoruma erişmesiyle ortaya çıkar: Şeyhî’nin:
“Zaif ü acz ile sıkl-i tekellüfata hamûl
Zalûm u cehl ile himl-i emânete hammal”
beytinde Ahzâb sûresinin “Biz emaneti taşımayı göklere, yere, dağlara teklif
ettik. Onlar bunu yüklenmekten çekindiler. İnsan onu yüklendi. Çünkü o pek
zâlim çok cahildir” şeklinde tercüme edilebilecek 72. âyetine telmih bulunduğu Kur’an kültürüne vukuf yanında, insana yapılan ilahî teklifi bilme ve
adem oğlunun bunu kabule yönelmesinin cehaletinden kaynaklandığını anlama nüktesi vardır.
Telmih divan edebiyatıyla, dinî ve tasavvufî edebiyat üzerinde yoğunlaşan Türk-İslâm edebiyatında, müslüman milletlerin İslâm öncesi ve sonrasına
ait müşterek kültürlerinde yer almış peygamberler, onların içinde yaşadıkları
kavimlerle olan maceraları, yakın ve uzak çevresi, o devirde ahlâkî özellikleriyle öne çıkmış önemli şahıslar, mühim tarihî ve destanî olaylar, bunları kalıplaşmış bir şekilde anlatan ifadeler olan atasözleri, beyit ve mısralar, kelâmı kibarlar yanında, benzer muhtevaya sahip âyet ve hadislere yapılan göndermeleri içine almaktadır. Fuzûlî’nin “Su Kasidesi”ndeki:
“Hayret ilen parmağın dişler kim etse istimâ
Parmağından verdiği şiddet günü Ensâr’a su”
beytinde ise Hz. Peygamber’in Tebük gazvesi sırasında su sıkıntısı çeken ashâbının ihtiyaçlarını karşılamak için parmaklarından su akıtması mucizesine
ve bu hususu nakleden rivayete de telmih vardır.
Türk-İslâm edebiyatında kullanılan telmih malzemesinin bir kısmı İslâmiyet öncesindeki cahiliye kültürü ile Arap edebiyatının ahbaru’l-Arap başlığı altında toplanabilecek rivayetler, kıssalar, hikâyeler, ensab ve nevâdir gibi
kadim malzemesinden -bunun içinde Leylâ ve Mecnun kıssasının ayrı bir yeri
vardır- gelmektedir. Ayrıca Fars edebiyatının destanî ve hamasî -bu alandaki
101
en önemli malzemeyi veren Findevsî’nin Şehname’si ile başta İskendernâme,
Tarîh-i Taberî, Âsâr-ı Bâkıye, Siyeru’l-Mülûk gibi tarihlerde yer alan isimler
ve olaylardan gelen millî veya tarihi malzeme de denebilir- birikiminden gelenler olarak iki grupta toplamak mümkündür. Buna Hind destanlarından ve
mukaddes kitaplarından gelerek Fars kültürüne girmiş malzemeyi de eklemek
lâzımdır. Her iki edebiyatta da ilk devir şair ve yazarları telmihlerinde İslâm
öncesi yerli, destanî, millî, ahlâkî ve hamasi malzemeyi daha çok kullanmışlar.
X. asırdan sonra ise Türk edebiyatının da katılmasıyla her üç edebiyatın
telmihlerinde kullanılan malzeme, bu eskilerle birlikte Kur’an, tefsir ve hadislerde yer alan peygamber kıssaları (kısas-ı enbiya, özellikle Hz. Âdem ile
Havva, cennetten çıkarılmaları; Hz. Nuh ve Tûfan; Hz. İbrahim, putları kırması ve ateşe atılması; Hz. Yusuf, babası Ya’kub ve kardeşleri, Züleyha ile
macerası; Hz. Musa, doğumu, Nil’e bırakılması, Peygamberliği, Firavunla ve
Karun ile maceraları, Tur’a çıkması, Hızır ile ab-ı hayatı aramak maksadıyla
yolculuğu ve karşılaştığı olaylar; Hz. Süleyman’ın başından geçenler: Saba
melikesi Belkıs ile münasebeti, cinlere ve hayvanlara hükmetmesi, hüthüt ve
karınca hikayeleri vs.; Hz. İsa ve annesi Meryem’den babasız doğması, beşikteyken konuşması, nefesinin ölüleri diriltmesi gibi mucizeleri ve ashab-ı kefh
konusundaki bilgiler –bu bilgilere israiliyyattan gelen malzemeyi de eklemek
lazımdır.-), Hz. Peygamber’in hayatı (siyer, özellikle mucizât-ı nebi, mi’rac),
ehl-i beyt ve hulefa-i raşidinin içinde bulunduğu mühim olaylar, Kerbelâ hadisesi, tasavvuf ve ilk mutasavvıfların içinde yer aldığı ibretlik keramet ve
hadiseler olmak üzere dini-İslamî bir mahiyet kazanmıştır.
15. Ebced
Arap alfabesinin “ilk tertibi ve harflerinin taşıdığı sayı değerlerine dayanan
hesap sistemi” olarak tanımlanabilir.
Arap alfabesi hakkında bilgi veren klasik kaynaklarda, harflerin önceleri
“et-tertîbü’l-ebcedî” denilen “ebced, hevvez, huttî, kelemen, sa’fez, karaşet,
dazığ” sıralamasıyla düzenlenmiş oldukları ifade edilmektedir. Türkçe’de bu
tertibin son kelimesi, ayrı bir rakam değerine sahip olmayan lâmelif ile bitirilerek “dazığlen” şeklinde söylenmekte ve ardına da daima Mü’minûn sûresinin 14. âyetinin sonunda yer alan “fe-tebâreke’llahü ahsenü’l-hâlikın/her şeyi
en güzel şekilde yaratan Allah mubarek kılsın” ibaresi eklenmektedir.
Ebced tertibinde sıralanan harflerin oluşturduğu kelimelerin ilk üçü birler
(âhâd: 1-10), ortadaki ikisi onlar (aşerât: 20-90) ve son üçü de yüzler (miât:
101-1000) basamağında bulunan rakamları gruplandırır.
Bu konuda açık bir fikir vermek için, aynı veya yakın anlamlara gelen bazı değişik kelimelerin ebced karşılıklarının aynı sayıyı verdiği örneği gösterilebilir: Meselâ zebân/dehân=60, ilim/amel=140, ayak/kadeh=112,
tevbe/peşîmân=413, dîvâne/gönül=66 gibi. Nitekim “Allah” ve “hilâl” kelimelerinin ebced değerleri (66) eşit olduğundan Türk bayrağındaki hilâlin Allah’ı sembolize ettiği kabul edilmiştir. Lâle de ebcedle aynı rakamı verdiği
için, bu çiçek de aynı sembolik değeri taşır. Ayrıca Türkçe bir deyim olan “işi
66’ya bağlamak” da bu sebeple meseleyi Allah’a havale etmek şeklinde izah
edilmiştir. “
Vak’anüvislerin çeşitli olayların tarihlerini tesbit maksadıyla bunların
ebced karşılıkları olan kelimeleri yazdıkları, vakıf kayıtlarında da aynı usule
102
başvurulduğu bilinmektedir. Meselâ İstanbul fetih yılı Kurân-ı Kerim’deki
“beldetün tayyibe” kelimesinin ebcedle karışılığı olan (h. 857/1453) yılına
rastgelmekte, bu ise müslüman topluluklar tarafında ilâhî/Kur’anî bir mucize
olarak kabul edilmektedir. Ayrıca pek çok alim ve şairin vefat tarihleri “fevt,
mevt, adn” gibi kelimelerin ebcedle karşılıklarıdır. Devlet tarafından yaptırılan bazı sayım ve tesbitlerde ortaya çıkan rakamların değiştirilmesini önlemek için bunların yine ebced tertibindeki kelimelerle ifade edildiği bilinmektedir.
Ebced tasavvufta ayrı bir öneme sahiptir. Genel olarak Şiî kaynaklı zannedilen, gerçekte kökenleri Mısır ve Hint gibi geleneksel medeniyetlere dayanan, evrensel gerçeklerin sırrî niteliklerine ulaşmayı amaçlayan bu harf
sembolizmiyle ilgilenenlerin başında gelen Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde konuyla ilgili geniş açıklamalar vardır. XVII. yüzyıl mutasavvıflarından İsmâil Hakkı Bursevî, tasavvuf ehli arasında ebced harfleriyle ilgili olarak yapılan izahları Esrârü’l-hurûf adlı eserinde toplamıştır
Bilhassa Hurûfîlik’le Bektaşîlik’te ve genel olarak bütün tasavvufî edebiyatlarda ebced harflerinin bazı sırları ve rakam değerlerinin de çeşitli havassı
olduğu yolunda yaygın bir kanaati yansıtan manzum veya mensur birçok örnek bulmak mümkündür.
16. Tarih Düşürme
Türkçe’de tarih manzumesi yazarak vuku bulan hadiselerin tarihlerini zikretmeye “tarih düşürme, tarih yazma, tarih söyleme” denilir. Tarih düşürme
sanatı, XII. yüzyılda önce Fars edebiyatında ortaya çıkmış, XIV. yüzyılda
Türkler’e, XV. yüzyılın ortalarından sonra ise Türkler’den de Araplar’a geçmiştir.
Kanûnî devrine kadar mimari eserlerin çoğunlukla Arapça ve Farsça yazılan tarih kitâbeleri XVI. asırdan itibaren daha çok Türkçe ve manzum olarak
kaleme alınmıştır. Cevdet Paşa, Türk edebiyatında manzum tarihin ilk defa
Hızır Bey tarafından 850 (1446) yılında Fâtih Sultan Mehmed’in yaptırdığı
bir cami için söylenen, “Câmi’un zîde ömrü men a’merehû/Bu camiyi imar
edenin ömrü uzun olsun” mısraı ile başladığını söylemişse de (Belâgat-ı
Osmâniyye, s. 170), mevcut bilgiler daha XIV. yüzyılda Türkler tarafından tarih manzumeleri yazıldığını göstermektedir. Türk edebiyatında tarih manzumelerinin en başarılı ve zengin örnekleri XVIII. yüzyılda ortaya çıkmıştır.
Başlangıçta öğrenme ve ezberleme kolaylığı için ortaya çıktığı tahmin
edilen tarih düşürme, daha sonra şairliğin gereklerinden biri sayılarak bir nevi
sanat gösterme aracı ve sanatkarın kudretinin göstergelerinden biri sayılmıştır. Türk edebiyatında XV, asırda Ahmed Paşa’dan itibaren başlayan tarih düşürmeye rağbet, XIX. yüzyılda Nâmık Kemal, Muallim Nâci, Recâizâde
Mahmud Ekrem, Üsküdarlı Talat gibi birçok şair tarafından devam ettirilmiş
ve sanatkarane tarih manzumeleri kaleme alınmıştır. Başta alfabe değişikliği
olmak üzere eski edebiyat gibi kültürel unsurların Cumhuriyetten sonra gittikçe gözden düşürülmesi/düşmesi sonucunda azalarak da olsa devam eden
tarih manzumesi kaleme alma işi Tâhirülmevlevî, Halil Nihat Boztepe, Hamâmîzâde Mehmed İhsan, Kemal Edip Kürkçüoğlu, Ali Nihad Tarlan,
Abdülbaki Gölpınarlı, Mehmed Çavuşoğlu ve özellikle Arif Nihat Asya gibi
şairler tarafından sürdürülmüştür.
103
Tarih düşürmede genellikle hicrî kamerî yıl kullanılmakla birlikte son devirlerde hicrî şemsî, malî (rûmî) ve milâdî tarihe göre düzenlenmiş beyit ve
şiirlere de rastlanmaktadır.
Tarih manzumeleri divan edebiyatının hemen bütün nazım şekilleriyle yazılmakla beraber eldeki örnekler daha ziyade kıta şekline rağbet edildiğini
göstermektedir. Bunlar yazıldığı nazım şekline göre divanların da aynı türden
şiirlere ayrılan bölümlerinde (kasâid, mukattaât, musammat vb.) yer alır. Birçok şair ise bu tür şiirlerini divanlarının “tevârîh” başlığı altında ayrı bir bölümde toplanmıştır.
Tarihler farklı biçimlerde düzenlenmiştir.
1. Lafzan (lafzî/sûrî) tarih. Tarihi verilecek olayın rakamla değil sözle zikredildiği tarihtir. Buna “düz tarih” adı da verilir. Kâtip Feyzi Efendi’nin kendi ölümü için söylediği böyle bir tarih daha sonra mezar taşına yazılmıştır:
“Sıhhatimde Feyziyâ lafzan dedim târîhimi
Bin yüz elli sâlde (1737) kıldım âlem-i lâhûtı câ”
2. Mânen (mânevî) tarih. Olayın tarihinin ebced hesabına göre harflerin
sayı değerlerinden çıkarıldığı tarihtir. Zor söylenmesine rağmen en
çok kullanılan şekil budur. III. Ahmed’in 1139’da (1726) yaptırdığı
köşke Nedim’in düşürüğü:
“Duâ edip Nedîmâ söyledi bu mısrâı ol dem
Bu kasr-ı pâk Sultân Ahmed’e yâ Rab saîd olsun”
beyti gibi.
3. Lafzan ve mânen tarih. Söylenmek istenen yılı hem sözle hem de harflerinin sayı değerleriyle ifade eden tarihtir. 1030 (1620-21) yılında İstanbul Boğazı’nın donmasına Neşâtî’nin düşürdüğü tarih gibi:
“Lafzan vü mânen ona dedi Neşâtî târîh
Be-meded dondu sovukdan bin otuzda deryâ”
Tarihin hesaplanma şekline göre genellikle üç türlü tarihle karşılaşılmaktadır.
1. Tam (müstevfâ/mutlak) tarih. Hesaplandığında yılın tam olarak ortaya
çıktığı tarih olup en makbul ve en güç söylenen çeşittir: İstanbul’un
fethinin müjdelendiği yılı belirten Kur’an’daki “beldetün tayyibetün”
(857/1453) ibaresi gibi.
2. Ta‘miyeli tarih. Tarih mısraındaki harflerin sayı değerinin istenen tarihi
karşılamadığı durumlarda ekleme veya çıkarma şeklinde bir hesap yapılması gereğinin bir önceki mısrada söylendiği tarihtir. Bu türde bazı
kelime oyunlarıyla bir sayı veya bu sayının karşılığı olan bir harf, kelime yahut tamlamanın tarih mısraından çıkarılması ya da eklenmesi
suretiyle yılı gösteren sayı tamamlanır. Tarih mısraındaki eksik veya
fazla sayı bir muamma, bir bilmece özelliği taşıdığından bu türe
“ta‘miyeli tarih” denmiştir. Bu da açık ze gizli ta‘miye şeklinde iki
türlü olur. İlkinde işaret edilen eksik veya fazla sayı kolayca bulunur-
104
ken ikinci türün çözümü oldukça zordur. Üsküdar’da Şehzâde
Seyfeddin Efendi Çeşmesi’nin kitâbesi ikinci türe örnektir:
“Itâş-ı ‘nâse’ işrâb eyledim târîhin ey Rahmî
Ne a‘lâ çeşme âbâd eyledi Şehzâde Seyfeddin”.
Birinci mısradaki “nâse” kelimesi hem “insanlara, halka” hem de “nâ-se”
şeklinde “üç yok” anlamı taşıdığından tarih (1144-3= 1141) (1728-29)
şeklinde hesaplanacaktır.
3. Dütâ (dübâlâ/muzâaf) tarih. Tarih mısraını meydana getiren harflerin
toplamından çıkan tarih hadisenin cereyan ettiği yılın iki katını verdiği
tarihtir.
Harflerin kullanılışından doğan özelliklere göre tarihler birkaç türlü olur.
1. Bütün harflerle söylenenler. Bu tür tarihlerde noktalı olup olmadığına
bakılmaksızın bütün harfler hesaba katılır.
2. Mu‘cem tarih. Sadece tarih mısraındaki noktalı harflerin hesap edilmesiyle ortaya çıkan bu tarih ayrıca “münakkat, menkut, mücevher, cevher, cevherî, cevherdâr, cevherîn, gevher, güher” adlarıyla da anılmaktadır. Şairler, düşürdükleri tarihin mu‘cem olduğunu genellikle tarih
mısraından önce bu kelimelerden birini zikrederek belirtirler.
3. Mühmel Tarih. Yalnız noktasız harflerin hesap edilmesiyle söylenen tarihtir. Bu tür tarihe “bî-nukat, bî-cevher, sâde tarih” de denir. Noktasız
harflerin ebced sisteminde sayı değeri çok olmadığından mühmel tarih
çok zor söylenir.
Mu‘cem ve Mühmel Tarih: Tarih mısraı veya beytindeki noktalı ve noktasız harflerin ayrı ayrı sayı değerleri toplamının aynı yılı göstermesi şeklinde
düzenlenen tarihtir.
Türk edebiyatında tarih düşürme bilhassa XVIII. yüzyıldan sonra bir tür hüner
gösterme yarışına dönüşmüş, şairler muamma veya lugaz biçiminde, kinaye,
taklîb veya tashîf yoluyla, akrostiş veya vefk tarzında anlaşılması çok zor
sanatlı tarihler söylemiştir.
Özet
Türk-İslâm Edebiyatına ait eserlerin sanat değerini belirlemede kullanılan
klasik ölçme-değerlendirme birimi olan belâğat ilminin tarihçesini
anahatlarıyla tanımlayabilmek.
Türk-İslâm edebiyatında metinlerin sanat değerini ölçe işi Belâgat ilmine havale edilmiştir. Bu ilim önce Cahiliye şiirini değerlendirme maksadıyla Araplar arasında başlamıştır. İslâmdan sonra ise bir belâgat mucizesi olan Kur’an-ı
Kerim’in İlâhî maksadını bütün yönleriyle anlama kaygısı bu konudaki çalışmaları daha da gerekli kılmıştır. Bunun neticesinde belâgat konuları
başlangiçta “İ’câzü’l-Kur’ân, Mecâzü’l-Kur’ân, Beyânü’l-Kur’ân, Müşkilü’lKur’ân, İ’râbü-Kur’ân, Belâgat ve delâilü’l-i’câz” gibi adlar taşıyan kitaplarda yer aldı. Kur’an ve tefsir ilmi içinde gelişti..
105
Bu ilim dalını oluşturan Bedî’, Beyan ve Meâni’nin ele aldığı farklı konuları
kavrayarak muhtevalarını açıklayabilmek.
Yine Kur’an’ın Arap diliyle ortaya konmuş bir metin oluşu, Arap dili, grameri ve edebiyatı konularını da bilmeyi gerektiriyordu. Bu sebeple X-XIV. yüzyılları kapsayan bu ikinci devre belâgatin bir ilim dalı olarak teşekkül etmeye
başladığı, terimlerinin ortaya çıktığı, yazılan eserlerde belâgat bahislerinin
ağırlık kazandığı ve böylece söz konusu ilim dalının Meânî, Beyan ve Bedî’den ibaret klasik şeklini alarak teşekkülünü tamamladığı bir zaman dilimi
oldu. Yine bu devrede, sonraki yıllarda Türk ve Fars belâgati üzerinde tercüme ve şerhleriyle asırlarca etkisini sürdürecek olan Abdülkâhir elCürcânî’nin (ö. 1079), Delâilü’l-i’câz ve Esrârü’l-belâğa adlı kitapları ile
Ebû Ya’kûb es-Sekkâkî’nin (ö.1229) Miftâhu’l-ulûm’u gibi sonradan sahanın
klasikleri sayılan eserler de kaleme alınmıştı.
XIV. yüzyıl ortalarından XIX. yüzyıl sonlarına kadar devam eden uzun
süreyi kapsayan üçüncü safha yeni eserler yerine, bu konudaki şerh, haşiye
ve talikatların kaleme alındığı duraklama yahut derinleşme devresidir.
Son devir, İslâm dünyasının Batı ile temasa geçmesinin etkisiyle, biri klasik anlayışı devam ettirmeye, diğeri batı retoriği ile belâgat konularını kaynaştırmaya çalışan yenilikçi yazarların eserleri olmak üzere, iki farklı istikamette gelişmiştir. Birincisine Türk edebiyat camiasından Ahmed Cevdet Paşa’nın kaleme aldığı Belâgat-i Osmaniye, ikincisine Recâizade Ekrem’in Talim-i Edebiyat’ı örnektir. İkinci yolu seçen yazarlar belâgat meselelerini daha
çok edebî tenkid ve estetik endişelerle birlikte ele almışlardır.
Bu bilgilerin ışığında, günümüzde edebî sanatlar adıyla bilinen Türk-İslâm
Edebiyatında sıkça karşılaşılan sanatları açıklayabilecek, onları daha iyi tanıyıp, sanatkârın ortaya koyduklarını yorumlayabilmek.
Türk-İslâm Edebiyatı metinlerinde klasik belâgatin bütün kadro ve konularına ait örneklerle karşılaşılmakla birlikte Teşbih, İstiâre, Mecaz, Telmih,
Tecahül-i ârif, Hüsn-i ta’lil, Teşhis ve intak, Tenâsüp, Leff ü neşr, Seci
gibi sanatlarla daha çok yüz yüze gelinmektedir Ayrıca belâgat konularının
eklerinden olan ebced hesabı ve tarih düşürme bahisleri de edebî metinlerden zevk almayı kolaylaştıran sanat unsurlarındandır. Edebiyat konularıyla
meşgul olacak her seviyedeki kişilerin bu konuları asgari özellikleriyle bilmesi ve elde ettiği bilgileri metin üzerinde değerlendirmesi gerekmektedir.
Bu konuda başarılı olmanın çok metin okuma ve okunanlar üzerinde çok
yönlü olarak durmayla elde edileceği açıktır.
Kendimizi Sınayalım
1. Belâgatin size sağladığı en önemli husus aşağdakilerden hangisi değildir?
a. Metinleri derinliğine anlamayı sağlar.
b. Belâgat konuları hakkında bilgi sahibi olmayı temin eder.
c. Şiirlerdeki edebi sanatları bulmamıza yardımcı olur.
d. Türk-İslâm edebiyatı metinlerini doğru okumayı sağlar.
e. Okuduğumuz şiirlerden zevk almamıza imkân verir.
106
2. Belâgat ilminin klasik tarifi aşağıdakilerden hangisidir?
a. Kelâmın fasih olmak şartıyla muktezâ-yı hâle mutabık olması.
b. Kısa, veciz, kolay anlaşılır, manaca zengin ve derin; okuyana-dinleyene
zevk ve haz veren söz söyleme yollarını gösteren bir ilim dalı.
c. Kelâmın fasih olmak şartıyla muktezâ-yı hâle mutabık olmasının usûl
ve kaidelerini bildiren bir ilmi disiplindir.
d. Sözü güzel, süslü ve etkili söyleme usûlleri hakkında bilgi veren ilimdir.
e. Kelâmın fasih olmak şartıyla muktezâ-yı hâle mutabık olmasının usûl
ve kaideleri.
3. Resmî yazışmalarda kullanılan nesir dilini ifade eden edebî tür ve dil bilimi aşağıdakilerden hangisidir?
a. İnşâ
b. Telmih
c. Mecaz-ı mürsel
d. Ebced
e. Seci
4. Bir ifadede söze destek sağlamak, onu daha kolay benimsetmek için herkesçe kabul edilmiş bir başka sözü, özellikle “atasözünü kullanma” olarak
tanımlanabilecek belagat unsuru aşağıdakilerden hangisidir?
a. Mecâz
b. İrsâl-ı Mesel
c. İstişhad
d. İktibas
e. İnşâ
5. Başka bir şaire ait olan mısranın bir şiirde kullanılmasına ne ad verilir?
a. Tecâhül-i ârifâne
b. İktibas
c. Teşhis
d. İntak
e. Tazmin
107
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. d
Yanıtınız doğru değilse Belâgat bahsini yeniden ve daha dikkatle
okuyunuz.
2. c
Yanıtınız doğru değilse Belâgat konusunun girişindeki tanım ve tarif bölümünü yeniden okuyunuz.
3. a
Yanıtınız doğru değilse İnşâ kısmını gözden geçiriniz.
4. b
Yanıtınız doğru değilse “İrsâl-ı mesel” kısmını yeniden okuyunuz.
5. e
Yanıtınız doğru değilse “Tazmin” kısmını yeniden okuyunuz.
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Belâgat konularının eklerinden olan aruz ve kafiye, lügaz ve muammâ, ebced
hesabı ve tarih düşürme bahisleri edebî metinlerden zevk almayı kolaylaştıran
sanat unsurlarındandır.
Sıra Sizde 2
XVI. yüzyıldan itibaren süslü anlatıma yönelme eğilimi yanında, Türk nesrinin külfetli ve ağır bir ifade tarzına rağbet etmesinde iktibas ve istişhâd yoluyla anlatımın önemli bir rolü olmuştur. Sanatkârane Türk nesrinin en mükemmel örnekleri sayılan Veysî ve Nergisî’nin eserlerinde görülen istişhâd
örnekleri bu konudaki en uç misaller olarak kaydedilebilir.
Sıra Sizde 3
İstiâre, okuyucu veya dinleyicinin tasavvur ve tahayyül imkânını zenginleştirip aktarılmaya çalışılan mânaya parlaklık kazandırır. Alegori ve sembolleri
kullanarak zihindeki bir kavramı benzer başka bir şeyle, özellikle soyut varlıkları somutlarla değiştirmek suretiyle daha etkili bir anlatım gücü sağlar.
Sıra Sizde 4
Türkçe belâgat kitaplarında mecazlar yapılarına göre dört kısımda ele alınmıştır: Kelime veya lafızların sözlük mânası dışında kullanılmasından kaynaklananlarına “lügavî”, bir fiilin asıl fâilinden başkasına isnat edilmesiyle
yapılanına “aklî” adı verilir. Ayrıca “örfî” ve “şer’î” olarak da bir ayırım yapıldığı görülmektedir. Bir örnekle açıklayacak olursak “toprak” kelimesinin
“mezar” mânasında kullanılması lügavîye, hasretin ifadesi olarak kullanılan
“toprak gözümde tütüyor” cümlesindeki örfîye, namaza delâlet eden “salât”
kelimesiyle dua kastedildiği zaman şer’îye, “Ağustos buğdayları iyice sararttı”, örneklerinde olduğu gibi zaman, mekân ve sebebe bağlanarak yapılanları
ise aklî mecazlara örnektir.
108
Sıra Sizde 5
Tecâhül-i ârif en çok teşbih, istiare, tenâsüp ve mübalağa sanatlarıyla birlikte bulunabilir.
Yararlanılan Kaynaklar
Ahmed Cevdet (Paşa), Belâgat-i Osmâniye (nşr. Mehmed Çavuşoğlu), İstanbul 1299;
Recâizade Ekrem, Ta’lîm-i Edebiyat, İstanbul 1330;
Kaya Bilgel, Edebiyat Bilgi ve Teorileri (Belâgat), İstanbul 1989;
Mübahat S. Kütükoğlu, Osmanlı Belgelerinin Dili (Diplomatik), İstanbul
1994;
Hulûsi Kılıç, “Bedîiyyât”, TDV İslâm Ansiklopedisi,V, 323-324;
a. mlf., “Belâgat”, TDV İslâm Ansiklopedisi,V, 380-383;
Kazım Yetiş, “Belâgat (Türk Edebiyatı)”, TDV İslâm Ansiklopedisi,V, 384387;
a. mlf., “Belâgat-i Osmâniye”, TDV İslâm Ansiklopedisi,V, 387-388;
Ömer Faruk Akün, “Divan Edebiyatı”, TDV İslâm Ansiklopedisi, IX,
İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, İstanbul 2000;
a. mlf., “İrsâl-i Mesel”, TDV İslâm Ansiklopedisi,XXII, 451-452;”, Hüsn-i
Ta’lil”, TDV İslâm Ansiklopedisi, XIX, 33-34;
İsmail Durmuş-İskender Pala, “İstiâre”, TDV İslâm Ansiklopedisi,XXIII,
315-318;
Hasan Aksoy, Mustafa Ali'nin Manzum Kırk Hadis Tercümeleri. İstanbul
1991, s. 52-53;
M. A. Yekta Saraç, Klâsik Edebiyat bilgisi Belâgat, İstanbul 2000;
Menderes Coşkun, Sözün Büyüsü Edebi Sanatlar, İstanbul 2007;
Ayrıca bk., TDV İslâm Ansiklopedisi’nin, ünitede zikredilen ve çoğu tarafımdan yazılan veya redakte edilen “edebi sanatlar”la ilgili maddeleri;
109
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Türklerin müslüman olduktan sonra meydana getirdikleri ilk eserlerin ortak özelliklerini açıklayabilecek,
•
Türk İslâm Edebiyatına ait eserlerin dini ve tasavvufi vasıflarını ayırt
edebilecek,
•
Türk İslâm edebiyatının Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan tarihi gelişimini açıklayabilecek,
•
Tarihî hadiseler ve edebî ürünler arasındaki etkileşimleri yorumlayabilecek,
•
Türk edebiyatının XV. yüzyıla kadar gelişim seyrini aktarabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Orta Asya sahası Türk edebiyatı
•
Anadolu sahası Türk edebiyatı
•
Tekke ve tasavvuf edebiyatı
•
Dîvân edebiyatı
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Türk dilinin tarihi dönemleri hakkında bilgi edininiz.
•
Necla Pekolcay’ın İslamî Türk Edebiyatı kitabından ilgili bölümü okuyunuz.
•
Nihad Sami Banarlı’nın Resimli Türk Edebiyatı kitabından “Dinî Edebiyat Cereyanı” ile “Tekke ve Halk Edebiyatı” konularını okuyunuz.
110
XV. Yüzyıla Kadar
Türk-İslâm Edebiyatı
GİRİŞ
VIII. yüzyıldan itibaren Türkler’in Müslüman Araplar’la ilişki kurmasıyla
başlayan süreç, bu milletin hayatında yepyeni bir dönemi başlatmış; pek çok
alanda olduğu gibi edebî sahada da etkisini göstermiş, İslâmî konu ve motiflerin hâkim olduğu bir edebiyatın ortaya çıkmasına zemin oluşturmuştur.
Türklerin Müslüman olmadan önce elbette bir edebiyatları vardı. Daha çok
hafızalarda kayıtlı bu sözlü edebiyat, dâhil olunan yeni medeniyet çevresinin
etkisiyle yeni bir ruh ve heyecanla yoluna devam etmiştir. İslâm öncesinde
Türk boyları arasında yaşayan bazı destanlar sonradan İslâmî karaktere bürünerek Müslüman Türk toplulukları arasında varlığını sürdürmüştür.
Müslüman Türkler’in kabul ettikleri yeni dinin kurallarını öğrenmek amacıyla Kur’an-ı Kerim’in tercüme ve tefsiri işine giriştikleri bilinmektedir. Dolayısıyla İslâmî dönemde Türklere ait ilk yazılı ürünlerin Kur’an tercüme ve
tefsirleri olması muhtemeldir. Bununla birlikte Türklerin İslâmiyet sonrasında meydana getirdikleri müstakil eserler Karahanlılar dönemine (840-1212)
rastlamaktadır. Karahanlı hükümdarı Satuk Buğra Han’ın Müslüman olmasıyla devletin resmî dini haline gelen İslâmiyet Türkler arasında hızla yayılmıştır. Buhara, Semerkant, Kaşgar, Fergana gibi Karahanlıların hâkimiyeti
altında bulunan kültür merkezlerinde Türk halkına hitap edecek olan ilmî ve
edebî eserler meydana getirilmeye başlanmıştır. Paralel dönemlerde hüküm
süren Gazneliler (999-1030) devrinde Türkçe yazılan eserlere rastlanmamıştır. Gazneliler sahasında, devlet yöneticileri her ne kadar Türk de olsa Farsça
konuşan toplulukların çoğunluğu oluşturması sebebiyle Farsça eserlerin yazıldığı görülmektedir. Şöhreti günümüze kadar ulaşmış olan İranlı büyük şair
Firdevsî (ö. 1020) Şehnâme isimli mesnevisini Gazneli Mahmud (ö. 1030)’a
sunmuştur.
Orta Asya’da Karahanlılar döneminde ortaya çıkan Türk İslâm edebiyatı
bilinen büyük eserlerini XI ve XII. yüzyıllarda meydana getirmiştir. Bu dönemde kullanılan Türkçe, Hâkâniye Türkçesi olarak da isimlendirilen
Karahanlı Türkçesidir. Bu dönemde yazılan eserlerde Uygur yazısı ile birlikte
Arap yazısı da kullanılmıştır. Anadolu’nun Türk ve İslâm yurdu olmasından
sonra Türk İslâm edebiyatı varlığını burada devam ettirmiştir. Selçuklular
hâkimiyetindeki Anadolu coğrafyası, Türk edebiyatı bakımından en zayıf dönemini yaşamıştır. Beylikler devri ile birlikte canlanma aşamasına geçen
Türk edebiyatı, Osmanlı İmparatorluğu döneminde zirveye tırmanmıştır.
111
Türk edebiyatının tarihi dönemleri ilgili daha geniş bilgi ve örnek metinler için
www.turkceciler.com sitesini inceleyiniz.
XI-XII. YÜZYILLAR (ORTA ASYA SAHASI)
Türklerin İslamiyeti kabul ettikten sonra meydana getirdikleri ilk müstakil
eserler, Orta Asya’da Karahanlılar döneminde Hakaniye Türkçesi ile yazılmıştır. Günümüze kadar ulaşan bu eserler, Kutadgu Bilig, Dîvânu Lugati’tTürk, Atabetü’l-hakâyık ve Dîvân-ı Hikmet’tir.
Kutadgu Bilig (Yusuf Has Hâcib)
Kutadgu Bilig, Türk İslâm edebiyatının bilinen ilk eseridir. Arapça ve Farsçaya hâkim, iyi eğitim almış bir kişi olan Balasagunlu Yusuf tarafından yazılmıştır. Eser, Balasagun’da yazılmaya başlanmış olmakla birlikte 10691070 yıllarında Kaşgar’da tamamlanarak dönemin hükümdarı Tavgaç Kara
Buğra Han’a sunulmuştur. Balasagunlu Yusuf, hükümdara sunduğu ve huzurunda okuduğu eseri sebebiyle Has Hâciplik (Başmabeyincilik) göreviyle
mükâfatlandırılmıştır.
Kutadgu Bilig, devlet içerisinde yönetenleri ve yönetilenleri bilgilendirmeyi hedefleyen siyasetname türünde 6645 beyitlik bir mesnevîdir. Mutluluk veren bilgi anlamına gelen Kutadgu Bilig’in amacı, insanları şairin tasavvur ettiği ideal hayat tarzına kavuşturmaktır (Arat, 1991). Aruzun feûlün
feûlün feûlün feûl kalıbıyla yazılmıştır; ancak, bazı şiirleri 6+5’li hece ölçüsüne de uymaktadır. Ayrıca eserde halk şiir geleneğine uygun olan 173 dörtlük bulunmaktadır. Kutadgu Bilig’in üç nüshası bilinmektedir. Bunlardan
Herat Nüshası Uygur harfleriyle, Kahire ve Fergana nüshaları Arap harfleriyle yazılmıştır. Reşit Rahmetî Arat, her üç nüshaya dayanarak tenkitli metin
hazırlamıştır (Arat, 1991).
Kutadgu Bilig, şark-İslâm geleneğine uygun olarak Allah’ı Peygamber’i,
dört sahabeyi ve dönemin hükümdarı Büyük Buğra Han’ı öven medhiyeler
ile başlamaktadır. Eserin aslını oluşturan dört temsili şahsiyet bulunmaktadır.
Bu şahsiyetler, 1. Kün Togdı, 2. Ay Toldı, 3. Ögdülmiş, 4. Odgurmış’tır. Kün
Toğdı, hükümdarın şahsında doğruluğu ve adaleti; Ay Toldı, vezirin şahsında
mutluluğu; Ögdülmiş, vezirin oğlunun şahsında aklı; Odgurmış da vezirin
kardeşi şahsında kanaati temsil etmektedir. Eser, bu temsili kişilerin karşılıklı
soru-cevap tarzında karşılıklı konuşmalardan meydana gelmektedir.
Dîvânu Lugati’t-Türk (Kaşgarlı Mahmud)
Türk dillerinin dîvânı (lugatı, kitabı) anlamına gelen Dîvânu Lugati’t-Türk,
Türkçe’nin ilk sözlüğüdür. Satuk Buğra Han’ın altıncı kuşaktan torunu olan
Kaşgarlı Mahmud tarafından yazılmıştır. Mahmud, dönemin önde gelen bilginlerinin bulunduğu medreselerde yetişmiş, Arapça ve Farsça’yı iyi bilen,
Türk dilinin inceliklerine vâkıf bir kişidir. Yıllarca Türk boylarının yaşadığı
bozkırları, şehirleri gezerek Türk lehçelerini ve manzumelerini öğrenmiştir.
1072 yılında yazmaya başladığı eserini 1077 yılında tamamlayarak Abbâsî
halifesi Muktedî Biemrillâh (1075-1094)’a sunmuştur. Dîvânu Lugati’t-Türk,
Araplar’a Türkçe’yi öğretmek maksadıyla yazılmıştır.
Eserin tek nüshası Ali Emirî Efendi tarafından 1917 yılında sahaflar çarşısındaki bir kitapçıda bulunarak satın alınmıştır. Nüsha, Fatih Millet Kütüpha-
112
nesi Ali Emirî Efendi kütüphanesinde muhafaza edilmektdir. Eserin tıpkıbasımı ve günümüz Türkçesine çevirileri yayımlanmıştır.
Dîvânu Lugati’t-Türk, Türk dilleri sözlüğü olmasının yanı sıra tarih, coğrafya, folklor, kültür, edebiyat, vb. alanlarda Türk millî hafızasına ait zengin
malzemeler ihtiva eden en önemli yazılı kaynaklardan biridir. Eser, oldukça
sistematik bir tarzda hazırlanmıştır. Dilin bütün gramer özelliklerini kapsayacak şekilde sekiz ana bölümden meydana gelmektedir. Türkçe’den Arapça’ya
bir sözlük şeklinde düzenlenmiş olan eserde kelimelerin sınıflandırlmasında
Araplar’ın kolay anlaması için Arapça kelime türetme sistemindeki tasnif
yöntemleri kullanılmıştır. Türkçe kelime ve ekler alfabetik olarak sıralanmıştır. Kelimelerin Arapça anlamı verildikten sonra sözcüklerin kullanıldığı atasözü, hikmetli söz ve manzumelerden örnekler getirilmiş ve bu örnekler
Arapça olarak açıklanmıştır. Eserde yer alan şiirlerin çoğu anonim mahiyette
savaş ve kahramanlık şiirleridir. Bu şiirler büyük ölçüde dörtlükler, kısmen
de beyitler halinde yazılmış ve koşma tarzında kafiyelenmiştir. Alp Er
Tunga’nın ölümü (m.ö. VII. Yüzyıl) üzerine söylenen dörtlükler Türk şiirinin
bilinen en eski örneği kabul edilmektedir. Eserde ayrıca Türkler’in yaşadıkları bölgeleri göstermek üzere Kaşgarlı Mahmud’un çizdiği dünya haritası yer
almaktadır.
Resim 5.1: Kaşgarlı Mahmud’un dünya haritası (Kaynak: Caferoğlu, A. (1970) Kaşgarlı
Mahmud, Mili Eğitim Basımevi, İstanbul).
Atabetü’l-hakâyık (Edip Ahmet Yüknekî)
Türk İslâm edebiyatının üçüncü önemli eseri manzum bir ahlâk kitabı olan
Atabetü’l-hakâyık’tır. Hakîkatler eşiği anlamına gelen eser, Edib Ahmed bin
Mahmud Yüknekî tarafından yazılmıştır. Edib Ahmed’in Türkistan’da Taş-
113
kent yakınlarındaki Yüknek şehrinde XI. yüzyılın sonları ile XII. yüzyılın
başlarında yaşadığı tahmin edilmektedir. Edib Ahmed, dinî ilimlere vâkıf,
Arapça ve Farsça’yı bilen takva sahibi bi zattır. Eserin sonunda yazarı belli
olmayan bir dörtlükte Edib Ahmed’in gözlerinin doğuştan görmediği ifade
edilmiştir.
Atabetü’l-hakâyık, aruzun feûlün feûlün feûlün feûl kalıbıyla yazılmıştır.
Medhiyyeler hariç eserin asıl kısmı mâni tarzında kafiyelenen (aaxa) dörtlükler halindedir. Eser, Emîr Muhammed Dâd Sipehsâlâr Bey adındaki bir hükümdara takdim edilmiştir.
Müellif, geleneksel tertibe uygun olarak Allah, peygamber, dört sahabi ve
hükümdarın övgüsüyle eserine başlamaktadır. Bu kısımlar beyit düzeninde
yazılmış, kaside ve gazellerde olduğu gibi kafiyelenmiştir. Kitabın esasını
oluşturan ve dörtlükler halinde yazılan kısımda ahlâkî konular nasihat üslubuyla ele alınmaktadır. İyi huylar zikredilerek övülmekte kötü huylar da yerilmektedir. Bilginin faydası, dilin korunması, dünyanın aldatıcılığı, zamanın
kötüleşmesi gibi konular sade bir dille anlatılmaktadır. Eserin sonunda kimin
tarafından yazıldığı belli olmayan muhtemelen Edip Ahmed’in çağdaşı bir şair tarafından yazılan müelliften bahseden ilave şiirler bulunmaktadır (Arat,
1992).
Karahanlılar döneminde medana getirilen ilk edebî eserlerin muhtevalarında
hangi unsurlar öne çıkmıştır?
Hoca Ahmed Yesevî (ö. 1166) ve Hikmetleri
Ahmed Yesevî, Türkler arasında kendi adıyla tarikat kurmuş bir mutasavvıftır. Onun tarihî hayatı ile ilgili bilgiler oldukça azdır. Ahmed Yesevî Batı
Türkistan’ın Sayram kasabasında dünyaya gelmiştir. Çocuk yaşta iken anne
ve babasını kaybetmiş ve bakımını ablası Gevher Şehnaz Hanım üstlenmiştir.
Ablasıyla birlikte Yesi’ye göç etmişlerdir. Ahmed, eğitimine bu şehirde başlamıştır. Daha sonra Yesi’de bulunan mutasavvıflardan Arslan Baba’ya intisap ederek tasavvuf yoluna yönelmiştir. Arslan Baba vefat edince Buhara’ya
giderek Şeyh Yusuf-ı Hemedânî’ye intisap etmiştir.
Yusuf-ı Hemedânî’nin ölümünün ardından yerine geçen iki halifesinin de
vefat etmesiyle üçüncü olarak Ahmed Yesevî irşad makamına geçmiştir.
Bundan sonra Yesi şehrine dönerek irşad görevini burada sürdürmüştür. Çok
sayıda müridi olmuştur. Mansur Ata (ö.1197), Said Ata (ö. 1218-19), Süleyman Hakîm Ata (ö. 1186) bunlardan en meşhur olanlarıdır. Ahmed Yesevî,
rivayete göre, altmış üç yaşına eriştiğinde Hz. Muhammed’in bu yaşta vefat
etmesi sebebiyle, ona olan saygısının bir işareti olarak bir kuyu kazdırıp ömrünün geri kalanını yerin altında geçirmiştir.
Ahmed Yesevî’nin hayatı hakkında menkıbeler de teşekkül etmiştir. Bunlardan en dikkat çekici olanı Arslan Baba ile karşılaşmasıdır. Menkıbeye göre, Arslan Baba Hz. Muhamed’in sahabilerinden birisidir. Gazvelerden birinde yiyecek bulamayan sahabe Hz. Muhammed’e gelerek yiyecek ricasında
bulunurlar. Hz. Peygamber’in duası üzerine Cebrail tarafından bir tabak hurma getirilir. Sahabiler tabaktan hurma alırken bir hurma yere düşer. Cebrail
Hz. Peygamber’e “Bu hurma, ümmetinizden Ahmed adlı birinin kısmetidir.”
der. Bunun üzerine Hz. Peygamber emaneti kimin teslim edeceğini sorar.
Sahabilerden cevap gelmeyince orada bulunanlardan Arslan Baba Allah’ın
inayeti ve Hz. Peygamber’in delaletiyle görevi yerine getireceğini bildirir.
114
Hz. Peygamber mübarek hurmayı kendi eliyle Arslan Baba’nın damağına
yerleştirir. Arslan Baba bu işaretle Yesi’ye gelerek küçük Ahmed’i aramaya
başlar. Onu arkadaşlarıyla oynarken bulur. Arslan Baba henüz hurmadan
bahsetmeden Ahmed emaneti vermesini ister. Arslan Baba beş yüz yıldır damağında sakladığı hurmayı ağzından çıkararak sahibine teslim eder (Eraslan,
1993).
Ahmed Yesevî Orta Asya bozkırlarında kendisine tabi olan dervişlerine
dinî ve tasavvufî hakikatleri, tarikatın âdâb ve erkânını öğretmek gayesiyle
“hikmet”ler söylemiştir. Hikmet, kelime anlamı itibarıyla hâkimlik, bilgelik,
sebep anlamlarına gelmektedir. Edebî olarak ise Ahmed Yesevî’nin dinîtasavvufi manzumelerine hikmet denilmektedir. Bu manzumelerin toplandığı
esere de Dîvân-ı Hikmet adı verilmiştir. Hikmet söyleme geleneği Yesevî
dervişleri tarafından devam ettirilmiştir. Sonradan söylenilen bazı hikmetlerin
Ahmed Yesevî’ye mal edildiği de görülmektedir. Zaman içerisinde Ahmed
Yesevî’nin söylediği hikmetlerle müridlerin söyledikleri hikmetler karışmıştır. Hatta bazı hikmetlerin dil özellikleri bakımından Yesevî’nin yaşadığı
dönenmin dil özelliklerini yansıtmadığı görülmektedir. Bu bakımdan elimizdeki Dîvân-ı Hikmet nüshalarındaki bütün hikmetlerin Ahmed Yesevî’ye ait
oldukları söylenemez. Hatta bu hikmetlerin hangisinin Ahmed Yesevî’ye,
hangisinin dervişlerine ait olduklarını belirlemek de mümkün değildir. Bununla birlikte hikmet adı altında yazılan şiirler temelde Ahmed Yesevî’nin
inanç ve düşünce dünyasını yansıtmaktadır. Hikmetlerin ana çerçevesini şeriat ve tarikat esasları, ahlakî düsturlar, ilâhî aşk, peygamber sevgisi, dünya hayatı, kıyamet, cennet ve cehennem vb. konular oluşturur.
Karahanlılar döneminde yazılan Kutadgu Bilig, Dîvânu Lugati’t-Türk, ve
Atabetü’l-hakâyık isimli eserler, dinî muhtevalı olmakla beraber tasavvufî özellik taşımamaktadır. Zira bu eserlerin yazıldığı dönemde Türkler arasında tasavvuf henüz yayılmamıştı. Orta Asya’da tasavvuf edebiyatı Ahmed
Yesevî’nin hikmetleri ile başlamıştır.
Orta Asya’da Ahmed Yesevî’nin önde gelen halifelerinden Süleyman Hakîm
Ata’nın eserleri hakkında bilgi edininiz.
Dîvânu Lugati’t-Türk’de Geçen Bazı Atasözleri
1. Biş erngek tüz ermes. Beş parmak düz (bir) olmaz.
2. Arpasız aşumas, / Arkasız alp çerig sıyumas. Arpasız at koşmaz, / arkasız
kahraman çeriyi bozamaz.
3. Tay atasa at tınur / Oğul eredse baba dinlenür. Tay yetişirse at dinlenir
/Oğul erleşirse baba dinlenir.
4. Öldeçi sıçgan muş ayakı kaşır. Ölecek sıçan kedi ayağını kaşır.
5. Korkmuş kişige koy başı koş körünür. Korkmuş kişiye koyunun başı koç
görünür.
6. Teve silkinse eşgekke yük çıkar. Deve silkinse eşeğe yük çıkar.
7. Ermegüge bulut yük bolur. Tembele bulut (dahi) yük olur.
8. Bir karga birle kış kelmes. Bir karga ile kış gelmez.
115
9. Kanı Kan ile yumas. Kanı kan ile yıkamazlar.
10. Bir tilkü terisin ikile soymas. Bir tilkinin derisi iki kere soyulmaz.
Ahmed Yesevî’nin Hikmetlerinden
Bismillâh dip beyân eyley hikmet aytıp
Tâliblerge dürr ü güher saçtım muna
Riyâzetini katığ tartıp kanlar yutup
Min defter-i sânî sözin açtım muna
Sözni aydım her kim bolsa dîdâr-taleb
Cânnı cânğa peyvend kılıp rengni ulap
Ğarîb fakîr yetîmlerni könglin avlap
Köngli bütün halâyıkdın kitçim muna
Kayda körseng köngli sınuk merhem bolğıl
Andağ mazlûm yolda kalsa hemden bolğıl
Rûz-ı mahşer dergâhığa mahrem bolğıl
Mâ vü menlik halâyıkdın kitçim muna
Ğarîb fakîr yetîmlerni Resûl sordı
Uşol tüni Mi’râc çıkıp dîdâr kördi
Kaytıp tüşüp ğarîb yetîm izlep yördi
Ğarîblemi izin izlep tüştim muna
Ümmet bolsanğ ğarîblerge tâbî’ bolğıl
Âyet hadîs her kim aytsa sâmî’ bolğıl
Rızk u rûzî her ne birse kâni’ bolğıl
Kâni’ bolup şevk şarâbın içtim muna
Bugünkü Türkçesi
Bismillah’la başlayarak hikmet söyleyip
Tâliplere inci, cevher saçtım işte.
Riyâzeti katı çekip, kanlar yutup,
Ben defter-i sâni sözünü açtım işte
Sözü didar isteyen herkes için söyleyip,
Canı cana bağlayarak damarları ekleyip,
Garip, fakir, yetimlerin gönlünü avlayıp,
Gönlü bütün kimselerden geçtim işte.
Nerde görsen gönlü kırık, merhem ol sen;
Öyle mazlum yolda kalsa, hemdem ol sen;
Mahşer günü dergâhına mahrem ol sen
Ben-sen diyen kimselerden geçtim işte.
Garip, fakir, yetimleri Resûl sordu;
Hem o gece Mirâc’a çıkıp didar gördü;
Geri inip garip, yetim izleyip yürüdü;
Gariplerin izini izleyip indim işte.
Ümmet olsan, gariplere tâbi ol sen;
Âyet, hadis her kim dese sâmi ol sen;
116
Rızık, nasip her ne verse, kani ol sen;
Kani olup şevk şarabını içtim işte.
(Eraslan, 1993;48)
XIII. YÜZYIL (ANADOLU SAHASI)
Malazgirt zaferiyle birlikte Anadolu’nun kapıları Türkler’e açılmıştır. XIII.
yüzyılda Moğol akınları ve çeşitli sebeplerle çok sayıda Oğuz Türk’ü Orta
Asya bozkırlarından Anadolu’ya göç ederek burayı yurt edinmişlerdir. Türkler’in Anadolu’da yerleşmeleri ile bu coğrafyada İslâmî Türk edebiyatının gelişimi arasında sıkı bir münasebet vardır. Özellikle Orta Asya’dan göçen ve
hikmetler söyleme geleneğine sahip Yesevî dervişlerinin Anadolu’da Türk
edebiyatının gelişmesinde önemli rolü olmuştur (Köprülü, 1991). Diğer taraftan Anadolu’da gerçekleştirilen fetihlerde adı öne çıkan kahramanların mücadeleleri destanî anlatımlarla yaşatılmıştır. Bu dönemde, Bizanslılar’a karşı
savaşlarda gösterdiği kahramanlık sebebiyle Battal Gazi’nin ismi etrafında
Battalnâme, Orta Anadolu’ya kadar birçok şehri fethetmiş olan Dânişmend
Gazi’nin ismi etrafında da Dânişmendnâme ve Anadolu ve Rumeli’nin fethinde önemli rolü bulunan Saru Saltuk’un menkabelerini anlatan
Saltuknâme isimli destanlar meydana getirilmiştir. Bu eserlerde, eski Türk
destanlarındaki “alp” tipinin İslâmî hüviyete bürünerek “gazi” tipine dönüştüğü görülmektedir. Bu destanlar başlangıçta eski Türkler’deki destan geleneğine uygun olarak sözlü olarak söylenmiş, sonraki yüzyıllarda yazıya geçirilmiştir.
XIII. yüzyıl Anadolu’sunda Türk-İslâm edebiyatının temsilcilerinin mutasavvıf, ilk yazılı ürünlerin de dinî tasavvufî mahiyette eserler olduğu görülür.
Türk asıllı olan ancak eserlerini Farsça yazmış olan Mevlâna Celâleddin-i
Rûmî bu yüzyılın en büyük şairidir. Mevlâna, bugün Afganistan sınırları içerisinde kalan Belh şehrinde dünyaya gelmiştir. 1212 yılında ailesiyle birlikte
önce İran’a, sonra da Anadolu’ya gelmişlerdir. İlk eğitimini babası
Burhaneddin Veled (ö. 1231)’den alan Mevlâna, daha sonra babasının öğrencisi Seyyid Muhakkik Tirmizî (ö. 1242)’nin yanında tasavvufi eğitim almıştır. Seyyid Burhaneddin’in vefatından sonra Konya’ya gelen Şems-i Tebrizî
ile tanışmıştır. Şems, Mevlâna’nın duygu ve düşünce dünyasının şekillenmesinde fevkalade etkili olmuştur. Şems’in ortadan kaybolmasıyla Mevlâna derin bir yalnızlığa düşmüştür. Bir süre sonra babasının öğrencilerinden
Selahaddin Zerkub isimli bir kuyumcu ile dostluk kurmuş, onun da vefatıyla Mesnevi’nin yazılmasını teşvik etmiş olan Hüsameddin Çelebi ile arkadaş
olmuştur. Mevlâna, 17 Aralık 1273 yılında Konya’da vefat etmiştir.
Mevlâna eserlerini Farsça yazmış olmasına rağmen Türk edebiyatı üzerinde en etkili şairlerden biri olmuştur. Şiir tekniği bakımından Divan şairlerine öncülük etmekle birlikte tasavvufi düşüncesi itibarıyla da hemen hemen
bütün tasavvuf şairlerini, özellikle de Mevlevîliğe mensup şairleri derinden
etkilemiştir. Mevlâna’nın üçü mensur beş adet eseri bulunmaktadır. Hepsi de
dönemin edebî geleneğine uygun olarak Farsça yazılmıştır. Mevlâna’nın sanatçı kişiliğini ortaya koyan ve lirik şiirlerini ihtiva eden eseri Divân-ı Kebir’dir. Divandaki şiirlerinde Şems mahlasını kullanmıştır. Bu yüzden esere
Divânı-ı Şems-i Tebrizi de denilmiştir.
Mevlâna’nın ikinci eseri, ona dünya çapında şöhret sağlamış olan Mesnevi’sidir. Mevlâna’nın olgunluk dönemi eseridir. Mevlâna Mesnevî’nin özü
117
kabul edilen ilk on sekiz beytini bizzat yazmış, geri kalan yaklaşık 25600
beytini Hüsameddin Çelebi’ye yazdırmıştır. Eser, mesnevî nazım biçiminde
aruzun Failatün failatün failün kalıbıyla yazılmıştır. Mesnevî’nin İçerisinde
çok sayıda ayet, hadis, atasözü ve eğitici hikâyeler bulunmaktadır. Abdülbâkî
Gölpınarlı, Mesnevî’nin muhteva özelliklerini şöyle açıklamaktadır:
“Mesnevî’nin hemen her bahsinde Kur’an kıssaları geçer. Birçok beyitlerinde âyet ve hadislerden lâfzî ve manevî iktibas ve tazminler vardır. Bu bakımdan Mesnevî’ye ‘Magz-ı Kur’an-Kur’an’ın içyüzü’ diyenler tamamıyla
haklıdırlar. Mevlâna, kitabında kelâm kaidelerinden, Yunan felsefesiyle bu
felsefenin İslâmî şekli olan Hükemâ felsefesinden, bu sistem içinde yaradılış
ve dünya telâkkilerinden, büyük sofilerin menkabelerinden bahseder. Mesnevî’de yer yer realiteye de ehemmiyet vermiştir. Bu yalnız hikâyelerde değildir. Mevlâna gezdiği yerleri, gördüğü şeyleri anlatırken de realiteye büyük
ehemmiyet verir. Bütün bir devrin âdetleri, gören[ek]leri, düşünce ve sezişleri
elle tutulur, gözle görülür bir halde canlanır. Bazen da Mevlâna, kendi maceralarını kapalı yahut açık bir surette anlatır, fikirlerini izah eder.” (Gölpınarlı,
1988;V).
Mesnevî, Türkçe başta olmak üzere birçok dünya diline çevrilmiştir.
Mesnevi etrafında Türk edebiyatında bir çeviri ve şerh edebiyatı meydana
gelmiştir. Ankaralı İsmail Rusuhî Efendi (1631), Bursalı İsmail Hakkı (ö.
1725), Ahmet Avni Konuk (ö. 1938), Tahir Olgun (ö. 1951), Abdülbaki
Gölpınarlı (ö. 1981), Şefik Can (ö. 2005) tanınmış Mesnevî şârihleridir. Süleyman Nahîfi (ö. 1738-39 ) şair Mesnevi’yi aynı aruz kalıbıyla nazmen tercüme etmiştir. Şerh ve tercüme faaliyetleri günümüzde de devam etmektedir.
Mevlâna’nın bir diğer eseri çeşitli konulardaki sohbetlerininin
derlenmersinden oluşan Fihi Ma fih’tir. “Yedi meclis” anlamına gelen
Mecalis-i Seb’a Mevlâna’nın gençlik döneminde yapmış olduğu yedi vaazı
ihtiva eden mensur bir eserdir. Son eseri Mektubat, Mevlâna’nın dönemin
önde gelen kişilerine yazdığı 145 mektuptan oluşmaktadır.
XIII. yüzyılın eser sahibi mutasavvıflarından biri Mevlâna ile çağdaş olan
Hacı Bektaş-ı Veli (ö. 1277)’dir. Horasan’dan Anadolu’ya göç etmiş ve
Sulucakarahöyük’e yerleşmiştir. Menkabelerde göre Ahmed Yesevi’nin
müridlerinden olduğu, irşad göreviyle Anadolu’ya gönderildiği nakledilmiştir. Bektaşîlik tarikatının kurucusu olan Hacı Bektaş-ı Veli, çok sayıda derviş
yetiştirmiştir.
Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makâlât, Kitâbü’l-fevâid, Fatiha Sûresi Tefsiri,
Besmele Şerhi, isimli eserleri vardır. Bunlardan başka nasihat ve şathiyelerini
içeren risaleleri bulunmaktadır. Hacı Bektaş-ı Veli’inin tasavvufi görüşleri en
ayrıntılı olarak Makâlât isimli eserinde yer almaktadır. Makâlât, Arapça yazılmış, sonradan mensur ve manzum olarak Türkçe’ye tercüme edilmiştir.
Makâlât’ın temel konusunu dört kapı (şeriat, tarikat, marifet ve hakikat), ve
her bir kapıda on prensibi ihtiva eden kırk makamın açıklaması oluşturmaktadır.
XIII. yüzyıl sona ererken edebî eserlerde Farsça ile birlikte Türkçe de kullanılmaya başlamıştır. Karamanoğlu Mehmed Bey’in 1277 yılında devletin
idaresini ele aldıktan sonra yayımlamış olduğu “Bu günden sonra hiç kimse
divanda, dergâhda, bargâhta, mecliste ve meydanda Türkçeden başka dil konuşmayacak.” şeklindeki fermanı, Türkçe yazma konusunda âlim ve edipleri
cesaretlendirmiş olmalıdır. Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled (ö. 1312) eserlerini genel olarak Farsça yazmakla birlikte eserlerinin içinde Türkçe beyitler de
118
bulunmaktadır. Sultan Veled’in Divan, İbtidanâme, İntihanâme, Rebabnâme
isimli manzum; Maarif adıyla da mensur eseri bulunmaktadır. Bu eserlerden
İbtidanâme’de, 76, Rebabnâme’de 162 Türkçe beyit bulunmaktadır. Çok eser
yazmakla birlikte Sultatn Veled babası kadar güçlü bir şair değildir. Onun
asıl önemi, temel prensiplerini Mevlâna’nın koymuş olduğu Mevlevîliği sistemli bir tarikat haline getirmiş olmasıdır.
Yüzyılın sonlarında yaşadığı söylenen şairlerden biri hakkında fazla bilgi
bulunmayan Şeyyad Hamza’dır. Şeyyad Hamza’nın 1529 beyitlik Yusuf u
Züleyha isimli mesnevisi, 36 beyitlik Dasitan-ı Sultan Mahmud adlı küçük
bir mesnevisi ile az sayıda dini-tasavvufi şiirleri bulunmaktadır.
On üçüncü yüzyılda yaşamış ve eserleri günümüze ulaşan şairlerden biri
de Ahmed Fakih’tir. Aslında bu yüzyılda birden fazla Ahmed Fakih adına
rastlanmaktadır. Dünyanın geçiciliği, ölüm ve ahiret hayatına hazırlanmanın
gerekliliğinden bahseden ve bazı araştırmacılar tarafından edebiyatımızda ilk
mevlid örneği olarak da kabul edilen Çarhnâme; Şam, Mekke, Medine, Kudüs gibi şehirleri ile buradaki kutsal mekânların anlatıldığı Kitâbü Evsâf-ı
Mesâcid isimli eserler Ahmed Fakih ismine izafe edilmektedir (Sertkaya,
1989).
Türk tasavvuf edebiyatının şüphesiz en dikkate değer şairi Yunus Emre
(ö. 1320) de bu yüzyılda yaşamıştır. Hayatı hakkında bilinenlerin çoğu
menkabelere dayanmaktadır. Kesin olmamakla birlikte Orta Anadolu ve Batı
Anadolu bölgelerinde yaşadığı kabul edilir. Eski kaynaklarda Yunus’un ümmî bir kişi olduğu nakledilmiştir. Eldeki bilgiler onun tahsil yapıp yapmadığını açıklamaya yetmemektedir. Bununla birlikte o, tekke çevresinde yetişmiş, ilahî bilgiyle donanmış âlim ve ârif bir kişidir (Tatçı, 1990).
Yunus Emre’nin Divan’ı ve Risâletü’n-nushiyye isimli mesnevisi bulunmaktadır. Yunus şiirlerinde aruzun hece veznine uyan basit kalıplarını kullanmıştır. Dîvân’da daha ziyade ilâhi aşkı konu edinen ilâhî, nutuk, nefes türünde şiirler yer almakla birlikte Münâcât, Na’t, Miraciye, Nasihatnâme vb.
türlere de rastlanmaktadır (Tatçı, 1990). Risâletü’n-nushiyye, Yunus Emre’nin altı yüz beyitlik didaktik bir mesnevîsidir. 1307 yılında yazılmıştır.
Eser, Ruh ve akıl, kibir ve kanaat, buşu (gazab), sabır, buhl ve hased, gıybet
ve bühtan olmak üzere altı başlık halinde yazılmıştır (Tatçı, 1991).
Yunus Emre’yi önemli kılan onun dili, sanatı, âşıkane üslubu ve kendisinden sonra gelen bütün mutasavvıf şairleri etkileme gücüne sahip olmasıdır.
Kullandığı Türkçe dönemin karakteristik özelliklerini yansıtır. Şiirlerinde bugün arkaik kabul edilen pek çok Türkçe kelime kullanmıştır. Bunun yanı sıra
dile yerleşmiş olan ve yaşadığı dönemde kolayca anlaşılabilecek Arapça ve
Farsça kelimeleri de kullanmaktadır. Türkçe tasavvufî terim dilinin kurucusu
sayılmıştır (Tatçı, 1990). Tasavvuf edebiyatının bütün ürünlerinde olduğu gibi Yunus’un şiirlerinin de amaç öğretmek olup şiir araç olarak kullanılmıştır.
Bununla birlikte Yunus’un şiirlerindeki lirizm, şiirsellik öylesine yoğundur ki
öğreticilik vasfı, dâhi bir sanatkârın dilinde âdeta eriyip gitmektedir. Onun şiirlerinin dikkat çekici bir yönü de âşıkane bir üslupla yazılmış olmasıdır.
Hemen hemen bütün şiirlerine hâkim olan bu üslup “Yunus tarzı” olarak
ekolleşmiştir. Sonraki yüzyıllarda yetişen Kaygusuz Abdal, Eşrefoğlu Rûmî,
İbrahim Ümmi Sinan, Aziz Mahmud Hüdayi, Vâhib Ümmî, Elmalılı Ümmî
Sinan, Niyazi-i Mısri gibi meşhur mutasavvıf şairler Yunus’un açtığı yolda
yürümüşlerdir.
119
Fuad Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar isimli eserini okuyunuz.
Anadolu’da meydana getirilen tasavvufî edebiyat iki ana koldan ilerlermiştir.
Birincisi, Mevlâna ve Sultan Veled çizgisinde divan edebiyatının nazım şekillerini; İkincisi, Yunus Emre çizgisinde daha çok halk edebiyatı nazım şekillerini
kullanarak ilerlemiştir.
Makâlât’tan
“Hakîkat Makâmın Beyân ider:
Hakîkatun Evvel Makâmı: Toprak olmakdur.
İkinci Makâmı: Yetmiş iki milleti ayıblamamakdur.
Üçünci Makâmı: Elinden geleni men’ itmemekdür.
Dördünci Makâmı: Dünyâ içinde yaradılmış nesneye emîn olmakdur.
Beşinci Makâmı: Mülk ıssına yüz sürüp, yüz suyın bulmakdur. Zîrâ kim vahdet evindedür.
Altıncı Makâmı: Sohbetdür ve esrâr-ı hakîkat söylemekdür.
Yedinci Makâmı: Seyrdür.
Sekizinci Makâmı: Sırdur.
Dokuzuncı Makâmı: Münâcâtdur.
Onuncı Makâmı: Müşâhededür ve Çalab’a ulaşmakdur.”
(Yılmaz, 2005;81).
Yunus Emre Dîvânı’ndan
İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür
Sen kendüni bilmezsin yâ niçe okumakdur
Okumakdan ma’nî ne kişi Hakk’ı bilmekdür
Çün okudun bilmezsin ha bir kuru emekdür
Okıdum bildüm dime çok tâ’at kıldum dime
Eri Hak bilmezisen abes yire yilmekdür
Dört kitâbun ma’nîsi bellüdür bir elifde
Sen elif dirsün hoca ma’nîsi ne dimekdür
120
Yûnus Emre dir hoca gerekse bin var hacca
Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür
(Tatçı, 1990)
Mevlâna ve Yunus Emre’den sonra Anadolu’daki Türk edebiyatı ne şekilde bir
gelişim seyri izlemiştir?
Mesnevî’nin İlk On Sekiz Beyti (Nahîfî Tercümesinden)
Dinle neyden kim hikâyet etmede
Ayrılıklardan şikâyet etmede
Der kamışlıkdan kopardılar beni
Nâlişim zâreyledi merd ü zeni
Şerha şerha eylesin sînem firâk
Eyleyem tâ şerh-i derd-i iştiyâk
Her kim aslından ola dûr u cüdâ
Rûzgâr-ı vaslı eyler muktedâ
Ben ki her cem’iyyetin nâlâniyem
Hem dem-i hoş-hâl ü bed-hâlâniyem
Her kişi zu’munca bana yâr olur
Sohbetimden tâlib-i esrâr olur
Sırrım olmaz nâlişimden gerçi dûr
Lîk yok her çeşm ü gûşa feyz-i nûr
Birbirinden cân ü ten pinhân değil
Lîk yok destûr-ı rü’yet câna bil
Oldu âteş sıyt-ı ney sanma hevâ
Kimde bu âteş yoğ ise hayf ana
Âteş-i aşk iledir te’sîr-i ney
Cûşiş-i aşk iledir teşvîr-i mey
121
Yârdan mehcûra hem-derd oldu ney
Çâk-sâz-ı perde-i merd oldu ney
Ney gibi bir zehr ü tiryâk olamaz
Ney gibi dem-sâz ü müştâk olamaz
Ney verir bir râh-ı pür-hûndan haber
Aşk-ı Mecnûn kıssasın takrîr eder
Bî-dilândır mahrem-i esrâr-ı hûş
Yok zebâna müşterî illâ ki gûş
Derdimizden rûzlar bî-gâh olur
Rûzlar çok söz ile hemrâh olur
Gam değildir günler eylerse güzer
Sen hemân bâkî ol ey pâkize-ter
Mâhiyi bahr olamaz sîrâb-sâz
Rûz-ı bî-rûzî olur gâyet dirâz
Puhte hâlin hîç fem etsin mi hâm
İhtisâr üzre gerek söz vesselâm
(Çelebioğlu,1967)
XIV. YÜZYIL
On dördüncü yüzyıl, Anadolu’da Türkçe’nin yazı dili haline gelmesinde bir
dönüm noktasıdır. Selçuklular’ın yıkılmasından sonra Anadolu’da kurulan
Beylikler, siyasi tarih bakımından olduğu kadar edebiyat tarihi bakımından
da bir geçiş dönemini temsil ederler. Bu dönem, konuşulan ve yazılan dilin
özellikleri itibarıyla Eski Anadolu Türkçesi veya Erken Dönem Osmanlı
Türkçesi olarak adlandırılan Türk dilinin özel bir devresi kabul edilmiştir
(Özkan, 1999). İyi eğitimli Selçuklu sultanlarına göre Türkçe’den başka dil
bilmeyen Beyler, etrafında toplanan âlim ve sanatkârlardan Türkçe eser yazmalarını istemişlerdir. Bu durum, Anadolu’da edebî dilin gelişmesinin itici
gücü olmuştur. Bu yüzyılda yazılan ve Anadolu’daki çeşitli Beylere takdim
edilen kısa surelerin (Yasin, Tebareke, Fatiha ve ihlâs sureleri) tefsirleri, Kısas-ı Enbiya ve Tezkiretü’l-evliyâ çevirileri Türk dilinin tarihi gelişimi bakımından kıymetli belgeler olarak değerlendirilmiştir (Levend, 1949).
122
Anadolu’da Türkçenin edebî dil haline gelmesinde siyasî hadiselerin ne tür bir
etkisi olmuştur?
On dördüncü yüzyıl dinî-tasavvufi edebiyatın verimli bir dönemi olarak
göze çarpmaktadır. Bu yüzyılda eser vermiş olan müelliflerden biri Gülşehrî
(ö. 1317’den sonra)’dir. Kırşehir’in Gülşehir kasabasında yaşadığı için bu
mahlası kulanmıştır. Asıl adı Süleyman’dır. Gülşehrî, Feridüddin Attar’ın
Mantıku’t-tayr isimli eserini bazı ilave ve değişiklerle çevirerek Türkçe’ye
kazandırmıştır. Eser, vahdet-i vücud anlayışını işleyen yaklaşık 5000 beyitlik
bir mesnevidir. Gülşehrî’nin Türkçe ve Farsça başka eserleri de bulunmaktadır.
Yüzyılın önde gelen mutasavvıf şairlerinden biri, Garibnâme isimli eseriyle şöhret bulmuş olan Âşık Paşa (ö. 1332)’dır. Kırşehir’de doğmuş olup
asıl adı Ali’dir. Soylu bir aileye mensuptur. Adı, Babaîler isyanına karışan
Baba İlyas Horasanî’nin torunu; XV. Yüzyılın ünlü tarihçisi
Aşıkpaşazâde’nin büyük dedesidir. Âşık Paşa, zahirî ve batınî ilimleri tahsil
etmiş, babasının ölümü üzerine Kırşehir’deki zaviyede şeyh olmuştur.
Âşık Paşa’nın Garibnâme isimli eseri aruzun fâilâtün fâilâtün fâilün kalıbıyla yazılmış dinî- tasavvufî öğütler içeren bir mesnevîdir. Yazımı 1330 yılında tamamlanmıştır. Eserin matematiksel bir düzeni vardır. Başlıca on bölüme, her bölüm ayrı ayrı on kıssaya yer vermiştir. Beyit sayısı on iki bin olarak bilinmekle birlikte eser üzerinde çalışanlar farklı sayılar ileri sürmüşlerdir. Garibnâme’yi yayımlayan Kemal Yavuz 10.613 beyit tespit etmiştir
(Yavuz, 2000). Garibnâme, Allah aşkı, peygamber sevgisinden alimlere saygı ve muhabbete; hastalıklar ve çarelerinden aile, toplum ve devlet anlayışına
uzanan oldukça geniş ve çeşitli konu kadrosuna sahiptir. Yavuz’un tepsilerine
göre işlediği konu sayısı 550’yi bulmaktadır. Âşık Paşa’nın Garibnâme’den
başka Fakrnâme, Vasf-ı Hal, Kimya Risalesi, Sema Risalesi ve Tasavvuf Risalesi adlı eserleriyle muhtelif şiirleri vardır.
Garibnâme’nin sanat düşüncesinden ziyade okuyanları bilgilendirme
amacına yönelik olarak yazıldığı aşikârdır. Bununla birlikte şairin samimi üslubu okuyucularda tesir uyandıracak niteliktedir. Garibnâme ayrıca, Süleyman Çelebi’nin mevlid manzumesine kaynaklık eden eserlerden biridir. Âşık
Paşa’nın Türkçeye verdiği değer onun eserinin kıymetini artırmaktadır. Türk
dilinin hakir görüldüğü bir dönemde her türlü eleştiriye göğüsleyerek, halkı
Hak’tan mahrum etmemek için eserini Türkçe yazmıştır.
Âşık Paşa’nın oğlu Elvan Çelebi (ö. 1368) de mutasavvıf bir şairdir. Bugün Çorum’un Mecitözü ilçesine bağlı, kendi adıyla anılan köyde yaşamıştır.
Menâkıbü’l-kudsiyye isimli 2081 beyitlik bir mesnevisi bulunmaktadır.
On dördüncü yüzyılda yetişen dinî edebiyatın temsilcilerinden biri Erzurumlu Kadı Mustafa Darîr’dir. Gözleri görmediği için anadan doğma kör
anlamına gelen “Darîr” lakabını kullanmıştır. Hafıza gücüyle ilimleri tahsil
ederek kadılık makamına ulaşmıştır. Onun en mühim eseri, İbn Hişam,
Vakıdî gibi siyer müelliflerinin eserlerinden yararlanarak meydana getirdiği
altı ciltlik Siretü’n-Nebî‘dir. Himayesinde bulunduğu Mısır meliki Mansur
Ali’nin isteği üzerine yazmıştır. Eser, mensur olmakla birlikte zaman zaman
manzum parçalar da ihtiva etmektedir. Konusu itibarıyla Türk İslâm edebiyatında siyer türünün müstakil bir örneğidir. Âşık Paşa’nın eseri gibi Süleyman
Çelebi’nin mevlid manzumesine kaynak oluşturmuştur. Darîr’in Siretü’n-
123
Nebî’den başka Fütuhu’ş-Şam Tercümesi, Yüz Hadis Tercümesi ve Kıssa-i
Yusuf isimli eserleri vardır.
Türk İslâm edebiyatına dair bu yüzyılda eser veren diğer temsilcilerini de
şöylece sıralayabiliriz. Âzeri sahasında olmakla birlikte Seyyid Nesimî (ö.
1404) Türk tasavvuf edebiyatının bu asırdaki en büyük şairlerinden biridir.
Hurufiliğin kurucusu Fazlullah-ı Hurufî (ö. 1393)’ye intisap etmiş, onun fikirlerini savunmuştur. İnancı yüzünden Halep’te derisi yüzülerek öldürülmüştür.
Divan şiirinin öncülerinden olan Ahmedî (ö. 1412), İskendernâme isimli
meşhur mesnevisine dinî edebiyata ait bir tür olan “Mevlid” manzumesini eklemiştir. Yine Ahmedî’nin kardeşi Hamzavî’nin Hz. Muhammed’in amcası
Hz. Hamza’nın kahramanlıklarını konu edinen Hamzanâme isminde mensur
bir eseri vardır. Bunlardan başka yüzyılın dikkate değer simaları arasında
Kıssa-i Yusuf isimli mesnevisi ile Sulu Fakih’i, Hz. Ali Gazavatnâmeleri ve
Muhammed Hanefi Cenknâmeleri’nin müellifi Dursun Fakih (ö. 1331’den
sonra)’i, Hacı Bektaş-ı Veli’nin Makalât’ını Türkçeye tercüme ettiği rivayet
edilen ve Yunus tarzı şiirleriyle tanınan Said Emre’yi ve Hacı Bektaş’ın takipçilerinden olup Nasihatnâme’siyle tanınan Abdal Musa’yı sayabiliriz.
Garipnâme’den
Kim alursa bu kitâbı yâdına
İre cümle ma’nînün murâdına
Gerçi kim söylendi bunda Türk dili
İlle ma’lûm oldı ma’nî menzili
Çün bilesin cümle yol menzillerin
Yirmegil sen Türk ü Tâcik dillerin
Kamu dilde varıdı zabt-ı usûl
Bunlara düşmüşidi cümle ukûl
Türk Diline kimsene bakmazıdı
Türklere hergiz gönül akmazıdı
Türk dahi bilmezidi ol dilleri
İnce yolı ol ulu menzilleri
Bu Garib-nâme anın geldi dile
Kim bu dil ehi dahi ma’nî bile
124
Türk dilinde ya’nî ma’nî bulalar
Türk ü Tâcik bile yoldaş olalar
Yol içinde birbirini yirmeye
Dile bakup ma’nîsin hor görmeye
Türk dilinde anlayalar ol Hakk’ı
Tâ ki mahrûm kalmaya Türkler dakı
Tebâreke Tefsîri’nden
“Sual: Eger sorarlarısa ki Tangrınun ne ihtiyacı vardur sınamağa. Sınamak
(25/a) bir kişiye gerek ki ol işlerün sonı ne olasın bilmeye, ol bilür Tangrıdur,
kimden ma’siyet ve kimden tâ’at gelsin. Pes sınamağa ne ihtiyacı varıdı?
Cevab: Sınamakdan murad kendü bilmek degüldür, belki halk arasında
bellü ola ve firişteler bileler ki anun kulları, dünya zevkine aldanup ölümlerin unıtmadılar, dünyanun az hoşlığıyıçün Tangrı rızasın terk idüp kendülerin
azâba giriftar kılmadılar.
Nite kim meselde gelmişdür: Bir kişi bir girmiş deveyi urdı. Deve kasd
eyledi ol kişiyi helâk kılmağa. Ol kişi deveden kaçdı, kaça kaça ardı. Deve
dahı yaklaşdı. Nâgah bir kuyuya irişdi. Ol kuyunun ağzına yakın ağaç köki
arkurı durdı. Ol iki köke yapışdı, kuyuya aslındı, deve üstine çökdi. Iki ayağı
barmağı yire irdi. Bakdı gördi, ayağı altında dört ılan başları birbirine çatılmış, ol ılanlardan aşağa bir ejdeha ağzın açmış. Döndi, giru bakdı, gördi Iki
sıçan: biri ak, biri kara, ol köke yapışmış keserler. Cânına korku düşdi. Bu
korku içinde dururken gördi; birkaç aru kuyu kıranında dirilmiş birkaç gömeç
bal eylemiş. Ol balı yimege meşgul oldı, korkusından unutdı. Ol iki sıçan ol
köki kesdiler. Aşağa düşdi. Hâli ma’lûmdur ki ne oldı. Murâd ol deveden
eceldür ki issinün üstine çökmiş durur. Ol iki kökden murâd ömrdürür. Ol iki
sıçandan murâd gündiz-ile gicedür (25/b) ki âdem oğlanının ömrin keserler.
Ol dört ılandan murâd vücûdumuzdur ki dört nesnedür, biribirine düşmandur.
Ol dört nesne od, yil, su, toprak bir yirde cem olup dururlar biribirine düşman; ecel vaktinde biribirin helâk kılurlar. Murâd ol ejdehadan tamudır. Ol
baldan murad dünyâ zevkidür. Murâd ol kişiden gâfillerdür ki ol balun
tatlucağına aldandılar ölümi unutdılar. Pes âkıl oldur ki bu dünyâ zevkine
mağrur olup ölümi unutmaya, yüz, deve issine duta. Deve issine yalvara, deve issi deveyi durdura, elin ala kuyudan çıkara uçmak yazusına irişdüre.
Nükte: Bir it deniz kenarına su içmege vardı. Su üstinde bir pâre etmek
gördi. Diledi ki alayıdı. Sunun altında etmegün gölgesin gördi. Etmegi kodı
gölgesin dutmağa meşgûl oldı. Gölgeyi dutamadı, etmegi dahı mevc aldı. İt
mahrûm kaldı. Pes dünya âhiretün gölgesidür. Gölge elde kalmaz. Elde kalmaz gölgeye inanan gölgeden yadakalır. Uslu kişi oldur ki Tangrıya mutî’
ola, nefsine uyup Tangrınun buyrığın sımaya. Tangrınun ukubeti katıdur ana
âsî olanlara.”
Kaynak: Mülk Sûresi Tefsîri, Adnan Ötüken Ktp. nr. 329
125
XV. YÜZYIL
On beşinci yüzyıl Anadolu’nun siyasî coğrafyası önemli değişikliklere uğramıştır. İstanbul fethedilmiş, İmparatorluğun başkenti yapılmıştır. İki büyük
beylik olan Karamanoğulları ve Candaroğulları yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devletine iştirak etmiştir. Yüzyılın başında Yıldırım Bazyezit (13891402)’in Ankara Savaşında Timur’a yenilmesi Osmanlı Devletinde siyasi
çalkantılara sebep olmuşsa da Çelebi Mehmed (1413-1421) siyasi birliği tekrar sağlamıştır. Fetihle birlikte başkenti yapılan İstanbul, ilim, kültür, sanat,
edebiyat faaliyetlerinin de merkezi haline gelmiştir.
On beşinci yüzyıl, Türk edebiyatının Anadolu’da gelişiminin hız kazandığı, müellif ve eser bakımından geçmiş yüzyıllara oranla hayli kalabalık olduğu bir dönemdir. Dinî-tasavvufî gayelerle yazılan manzum-mensur eserler de
sayıca çoğalmıştır. Bu yüzyılda İslâmî Türk edebiyatının şaheserleri sayılacak kitapların yazıldığı görülmektedir.
Dinî edebiyatımız açısından on beşinci yüzyıla baktığımızda Vesîletü’nnecât isimli mevlidiyle Türk halkının gönlünde taht kurmuş olan Süleyman
Çelebi (ö. 1422) ilk göze çarpan müelliflerimizdendir. Süleyman Çelebi’nin
hayatı hakkında pek fazla bilgi yoktur. Kaynaklarda Ahmet Paşa’nın oğlu
olan ve Orhan Gazi’nin değer verdiği Şeyh Mahmud’un torunu olduğu belirtilmiştir. I. Bayezid’in dîvân-ı hümayun imamlığı, Bursa Ulu Camii imamlığı
görevlerinde bulunmuştur. Gerek üstlendiği görevlerden gerekse yazdığı eserinden iyi bir eğitim aldığı anlaşılmaktadır. Süleyman Çelebi Vesiletü’nnecât’ı 1409 yılında altmış yaşındayken tamamlamıştır. Eserin yazılışına Ulu
Cami’de görevli olduğu sırada meydana gelen bir olay sebep olmuştur. Rivayete göre, İranlı bir vâiz, Bakara sûresinin 285. ayetini tefsir ederken 253.
ayeti ile karıştırmış ve Hz. Muhammed’in Hz. İsa’dan üstün tutulmadığını
açıklamıştır. Camide bulunanlardan bir şahıs, Bakara sûresinin 253. ayetinin
delil getirerek vâizi susturmuştur. Ancak halk vâizin tarafını tutmuş; bunun
üzerine o kişi, Arabistan, Mısır ve Halep’ten vaizin aleyhine fetvalar almış,
hatta katline hükmettirmiştir. Bu hadiseye çok üzülen Süleyman Çelebi, Hz.
Peygamber’e duyduğu derin sevgi ve saygının bir ifadesi olarak “Ölmeyüp
İsâ göğe bulduğu yol / Ümmetinden olmağiçün idi ol” beytiyle başlayan beş
beyit yazmış, arkasından meşhur eserini tamamlamıştır (Pekolcay, 1980).
Vesilet’n-necât, Hz. Peygamber’in doğum hadisesini konu edinen
“mevlid” türünün en meşhur örneğidir. Aruz vezninin remel bahrinde fâilâtün
fâilâtün fâilün kalıbıyla mesnevî nazım biçiminde yazılmıştır. Sade ve külfetsiz bir dil, samimi bir üslupla kaleme alınmıştır. Kendisinden sonra yazılan
mevlidlere örnek oluşturmasına rağmen onlarca mevlid metninden hiç biri
Süleyman Çelebi mevlidinin şöhretini yakalayamamıştır. Bu yüzden sehl-i
mümteni (kolay görünmesine rağmen benzerinin söylenmesi zor söz) tarzının
güzel örneklerinden biri kabul edilmiştir. Daha önce de belirtildiği gibi Süleyman Çelebi eserini yazarken Erzurumlu Mustafa Darir’in Sîretü’n-Nebî’si
ile Âşık Paşa’nın Garibnâme’sinden faydalanmıştır.
Anadolu’nun manevî önderlerinden biri ve Bayramiyye tarikatının kurucusu olan Hacı Bayram-ı Velî (ö. 1430), sayıca az, ancak tesiri çok olan şiirleriyle yüzyıl edebiyatına katkı yapmış mutasavvıf şairlerdendir. İkisi aruzla
üçü de heceyle yazılmış olan beş şiiri bulunmaktadır. Bu şiirler tekkelerde
ilahî olarak okunmuştur. “Çalabım bir şâr yaratmış iki cihân âresinde /
Bakıcak dîdâr görünür ol şârın kenâresinde” beytiyle başlayan meşhur ilahisine şerhler yazılmıştır.
126
Kaygusuz Abdal lakabıyla tanınmış olan Alaaddin Gaybî (ö. 1444), şiir
tarzı bakımından Yunus Emre’nin en eski takipçilerinden biridir. Alâiyye
Sancak Beyi’nin oğlu iken Elmalı’da Abdal Musa’ya intisap ederek tasavvufî
hayata yönelmiştir. Hicaz, Irak ve Suriye’yi dolaşmış, Mısır ve Rumeli’de
bulunmuştur. Çok sayıda eseri vardır. Manzum eserleri: Dîvân, Gülistan,
Mesnevîler, Gevhernâme, Minbernâme. Mensur eserleri: Budalanâme,
Kitâb-ı Miglâte, Vücûdnâme. Manzum-mensur karışık eserleri: Dilgüşâ,
Saraynâme (Güzel, 1981).
XV. yüzyılın dinî edebiyat sahasında haklı bir üne sahip şairlerinden biri
de, yüzyıllar boyu geniş halk kitleleri arasında okunan Muhammediye isimli
eseriyle şöhret bulmuş olan Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 1451)’dir. Doğum yeri
belli olmamakla birlikte Gelibolu’da yaşamıştır. Babası, devlet hizmetinde
yazıcı (kâtip) olarak çalıştığı için Yazıcı Salih olarak tanınan ve Şemsiyye
isimli astrolojiye dair manzum eser yazmış bir kişidir. Yazıcıoğlu Mehmed
ilk eğitimini babasından almış, mükemmel derecede Arapça ve Farsça öğrenmiştir. Kardeşi Ahmed-i Bîcân ile beraber Hacı Bayram-ı Velî’ye intisap
etmişlerdir.
Yazıcıoğlu’nun ünlü eseri Muhammediye, müellifin daha önce yazmış olduğu Megâribüz-zamân isimli Arapça eserinin manzum çevirisidir. Eser 1449
yılında tamamlanmış olup dokuz bin beyit civarındadır. Müellif eserini dostlarının, kardeşinin ısrarı ve rüyasında gördüğü Hz. Peygamber’in teşvik ve
telkinleriyle yazdığını söylemiştir. Hz. Peygamber’in hayatı, kıyamet alametleri ve ahiret hayatı olmak üzere üç bölümden oluşmaktadır. Eserin Hz. Peygamber’i anlattığı kısmı “manzum siyer” türünün güzel bir örneğidir.
Muhammediye çok okunduğundan dolayı kütüphanelerde ve özel kitaplıklarda çok sayıda yazma ve basma nüshaları bulunmaktadır. Eser, Türkiye dışında, Kırım’da, Kazan’da ve Başkurt Türkler’i arasında da kutsiyet kazanmıştır
(Çelebioğlu, 1996) Yazıcığlu’nun kardeşi Ahmed-i Bîcân (ö. 1465’ten sonra) da ağabeyi gibi âlim ve fâzıl bir kişidir. Envârü’l-âşıkîn ismiyle şöhret
bulmuş olan eseri Megâribü’z-zamân’ın mensur tercümesidir.
Bu yüzyılda Yunus tarzı şiirleriyle meşhur olan mutasavvıf şairlerden biri
de İznikli Eşrefoğlu Rûmî(1469-70)’dir. Eşrefoğlu Rûmî, ileri yaşlarda Bursa Çelebi Mehmed Medresesi’nde tanınmış müderrislerden ders okumuştur.
Gördüğü bir rüya üzerine medreseyi terk ederek Abdal Mehmed isimli bir
meczubun yönlendirmesiyle Emir Sultan’a başvurmuştur. Ancak, Emir Sultan yaşlılığını bahane ederek onu Ankara’da Hacı Bayram-ı Veli’ye gönderir.
Eşrefoğlu, Hacı Bayram dergâhında on bir yıl hizmet ettikten sonra önce dergâh imamlığına getirilir, sonra da Hacı Bayram’ın kızıyla evlendirilir. Tasavvuf yolunda daha da ilerlemek için Hacı Bayram’ın tavsiyesiyle Kâdirî şeyhi
Hüseyin Hamevî’ye intisap etmek üzere Hama’ya gitmiştir. Eşrefoğlu burada
tasavvufî eğitimini tamamlayarak İznik’e dönmüş ve dergâhını kurarak irşada
başlamıştır (Pekolcay-Uçman, 1995).
Eşrefoğlu’nun şiirleri Divan’da toplanmıştır. Divan’da ilâhî aşkı, vahdet
düşüncesini, dünyanın faniliğini, nefsin hallerini çarpıcı benzetmelerle anlatmıştır. Şiirlerinde aruzun yanında ve hece veznini de kullanmıştır. Tasavvufî
ahlâkı anlttığı Müzekki’n-nüfûs, tarikat âdâbından ve ehl-i beyt sevgisinden
bahseden Tarikâtnâme ve bazı küçük risaleleri vardır.
Yunus Emre’nin mutasavvıf şairler üzerinde etkisi olduğu bilinmektedir. XV.
yüzyılın sonuna kadar Yunus tarzı şiirleriyle tanınan beş şair ismi tespit ediniz.
127
Yüzyılın yetiştirdiği bilginlerden Sinan Paşa (ö. 1486), secili nesrin en
başarılı örneklerini vermiştir. Fatih Sultan Mehmet(1451-1481)’in İstanbul’a
atadığı ilk kadı olan Hızır Bey(ö. 1459)’in oğludur. Çok iyi bir eğitim almış,
Edirne ve İstanbul medreselerinde müderrislik yapmıştır. Tasavvufî bir mahiyette yazılan Tazarrunâme, varlık, aşk ve âşıkın halleri, Allah’a karşı yakarış ve duaları içerir. İçinde çok sayıda manzum parça yer almaktadır.
Maarifnâme (Nasîhatnâme), ahlâkî öğütler içeren bir eserdir. Tezkiretü’levliyâ ise Feridüddîn-i Attar’ın eseri esas alınarak yazılmıştır. Bunların yanı
sıra çok sayıda Arapça eseri bulunmaktadır.
Yüzyılın ünlü mutasavvıf şairlerinden biri de Halvetiyye tarikatı mensubu
olmakla birlikte Mevlâna ve Mesnevî hayranlığı ile tanınan Aydınlı Dede
Ömer Rûşenî (ö. 1487)’dir. Dede Ömer gençliğinde nefsanî bir hayat sürmüş, içkiye düşkün bir şair olarak bilinen Melihî ile de arkadaşlık yapmıştır.
Bu dönemde daha çok hiciv ağırlıklı şiirler yazmıştır. Hatta kendisini dahi
hicvettiği söylenir. Aydınlı olduğu için şiirlerinde “Rûşenî” mahlasını kullanıştır. Daha sonra tövbe ederek Halvetî şeyhi ağabeyi Alaaddin Ali(ö.
1462)’nin yanına Karaman’a gitmiştir. Daha sonra ağabeyinin tavsiyesiyle
Bakû’ya giderek Yahya Şirvânî’nin müridi ve halifesi olmuştur. Mürşidinin
vefatından sonra Halvetiyyenin Ruşeniyye şubesini kurarak irşad faaliyetlerini Tebriz’de sürdürmüştür.
Ruşenî’nin eserlerinin tamamı manzum olup dini-tasavvufî mahiyettedir.
Divan’ından başka, tasavvufî inceliklerden bahsettiği Miskinnâme, Mesnevî’yi öven Der Medh-i Mesnevi, Ney’den bahseden ve Mesnevi’nin on sekiz
beytinin tercümesini içeren Neynâme, Mesnevî’de geçen Musa ile Çoban hikâyesinin genişletilmiş manzum bir çevirisi niteliğinde olan Çobannâme, maşukun nezdinde âşıkın durumunu, kâtibin elindeki kaleme benzeterek anlatan
Kalemiyye isimli mesnevileri bulunmaktadır.
Yukarıda bahsedilenlerden başka bu yüzyılda Türk-İslâm edebiyatı sahasında eser veren pek çok müellif ve mütercim bulunmaktadır. Özellikle dinî
konulu eserlerin manzum ya da mensur tercüme edildiği dikkat çekmektdir.
XIV. yüzyılın ikinci yarısı ile on beşinci yüzyılın ilk yarısında yaşayan Divan
şairi Ahmed Dâi (ö. 1421’deb sonra)’nin çok sayıda mensur tercümeleri bulunmaktadır. Bunlardan biri Ebu’l-Leys Semerkandi Tefsiri’nin tercümesi
olup manzum bir mukaddimesi vardır. Miftâhu’l-cennet isimli, cennetin sekiz
tabakasına nisbetle sekiz meclisten oluşan fezâil kitabı ile Vesiletü’l-mülûk liehli’s-sülûk isminde âyete’l-kürsi tefsiri tercümeleri vardır. Ayrıca yine ona
atfedilen Tezkiretü’l-evliya tercümesi bulunmaktadır. (Ertaylan, 1952). Şeyh
Elvân-ı Şirazî (ö. 1425’ten sonra), Mahmud Şebusterî (ö. 1320)’nin Gülşen-i
Râz isimli eserini nazmen tercüme etmiştir. Kaynaklarda hayatı hakkında
fazla bilgi edinilemeyen, yaptığı manzum çevirilerle kendisinden söz ettiren
bir şair Hatiboğlu Muhammed (1435’ten sonra)’dir. Hatiboğlu, Hacı
Bektaş-ı Veli’nin Makâlât’ını nazmen tercüme etmiş ve eserine Bahrü’lhakâik adını vermiştir. Muslihuddin Muhammed isminde bir müellifin Mülk
Suresi Tefsirini Letâyifnâme adıyla nazma çekmiştir. Bir de Ferahnâme
adında manzum yüz hadis tercümesi bulunmaktadır (Coşan, 2008). Balıkesirli Devletoğlu Yusuf, Vikâye Tercümesi diye bilinen 6960 beyitlik fıkhî
mesnevisini bu yüzyılda yazarak II. Murad (1421-1451)’a ithaf etmiştir. Yine
II. Murad’ın isteği üzere Muînüddîn bin Mustafa (ö. 1436’dan sonra) Mesnevî’nin birinci cildini Mesnevî-i Murâdiye adıyla tercüme ve şerh etmiştir.
Fatih Sultan Mehmet’in hocası ve devrin tanınmış âlim ve mutasavvıflarından biri olan Akşemseddin (ö. 1459)’in din, tasavvuf ve tıp konularında
eserlerinin yanı sıra tasavvufî mahiyette hece ve aruzla yazdığı az sayıda şiir-
128
leri de bulunmaktadır. Yunus Emre tarzında şiirler yazan, Divan ve didaktik
muhtevalı Kırk Armağan isimli mesnevileri ile Kemal Ümmî (1475), bu
yüzyılda yetişen şairlerdendir. Vahdetnâme mesnevisi ve Kaside-i Bürde tercümesiyle bilinen Abdurrahim-i Karahisâri (ö. 1494) de on beşinci yüzyılda yaşamıştır. Karahisârî’nin ayrıca Minyetü’l-ebrâr isminde tasavvufi mahiyette yazılmış bir eseri vardır. Bu yüzyılda yaşayan mutasavvıf şairlerden biri
de Yunus tarzı ilahileri ve dinî-ahlâkî mahiyette beş bin beyit civarında
Gülzâr-ı Manevi’si ile Akşemseddin’in müridlerinden İbrahim Tennûrî (ö.
1482)’dir. Tennûrî’nin müridlerinden Akşemseddin’in oğlu Hamdullah
Hamdi (ö. 1503) de Yusuf u Züleyha, Mevlid-i Nebi, Leylâ İle Mecnûn
Tuhfetü’l-uşşâk, Kıyâfetnâme isimli beş mesnevisiyle Anadolu’da ilk “hamse
sahibi” şair olarak tanınmıştır.
Tazarru’nâme’den
İlâhî! Sen ol pâdişâhsın ki, lütfun hazînesi bî-pâyân; keremün deryâsı bîkerân. Cûdun sehâb-i kâyim; feyzun bârân-ı dâyim. Rahmetün in’âm-ı şâmil;
kudretün âsâr-ı kâmil. Cûdun denizinden dü âlem bir katre; mihrün havâsında
iki cihân bir zerre.
İlâhî! Eğer halk-ı evvelîn ü âhırîn cem’ olup etbâk-ı âsümânı evrâk-ı
defâtir itseler, bir demde ittügün eltâf u in’âmun yüz binde birinün hisâbını
göremeyeler ve eger benî-âdemün her kılı dil ve her ahşâsı gönül olsa, bir nefeste kılduğun ihsân ü ikrâmun bahirden katresinün, zemînden zerresinün
şükrin edâ idemeyeler.
İlâhî! Çün evvel bizden sevâbık-ı tâ’at ve levâhik-ı hizmet olmadın,
kendü lütfı amîm ve hulk-ı kerîmünden tevhîd milkine mâlik ve tefrîd silkine
sâlik idüp “kâlû belâ” ahdini alup tâc-ı “le-kad kerremnâ”y-ile müzeyyen ü
mükerrem eyledün, gine ol lutf-ı bî-ivaz ve kerem-i bî-garazundan, bu mücrim âsîlerün taksîr ü küfrânü’n-ni’meleri sebebi-y-ile, kaht-ı târâcını musallat
idüp, îmân tâcını başumuzdan alma. Şol şarâb-ı ezelî ki elst güninde içirdün,
ebedî eksük eyleme.
İlâhî! Âsîlere azâb itmek adl-ise, afv itmek dahı ahdündür. İlâhî! Mücrimlere ikâb itmek hakk-ise, bağışlamak dahı va’dündür.
(Tulum, 1971;82)
Eşrefoğlu Rûmî’den
İy aceb bilsem nedür yâ Rab bu derdün çâresi
Gün gün artar hiç onulmaz yüreğümün yâresi
Yüreğümün yâresine hiç tabîb kılmaz ilâç
İy âceb var mı dahı bencileyin bî-çâresi
Çâresi bî-çârelikdür yine bu derdün hemân
Çün belâ burcındadur âşıklarun sitâresi
129
Gözi yaşlu bağrı başlu ciğeri delük delük
Olmuşam âlem içinde ışkınun avâresi
Her kim inler bu belâdan varsun ol âşık değül
Görsün ol bir ana neyler dünyânun mekkâresi
Dünyâ-yı mekkâreye her kim tolaşdı tâ ebed
Gitmedi gitmeyiser anun yüzinün karesi
Her kimün gönlinde zerre denlü dünyâ hubbı var
Anı mahrûm itdi bilsün nefsinün emâresi
Dôst yolında âşıkı ger kılsalar yüz bin pâre
Düşmeye dôst dôst diyü çağıra her bir pâresi
Eşrefoğlu Rûmî bu derde giriftâr olalı
Düşdi bir deryâya kim yokdur anun kenâresi
(Güneş, 2000;409)
Özet
Türkler’in müslüman olduktan sonra meydana getirdikleri ilk eserlerin ortak
özelliklerini açıklayabilmek.
Türkler’in Müslüman olduktan sonra meydana getirdikleri ilk müstakil eserler, Orta Asya’da Karahanlılar zamanında Hâkâniye Türkçesiyle yazılmıştır.
Bu dönemde yazılan eserler dinî muhtevalıdır ve didaktik gayelerle yazılmıştır.
Türk İslâm edebiyatına ait eserlerin dinî ve tasavvufî vasıflarını ayırt edebilmek.
Tasavvuf cereyanının Türkler arasında yayılması İslâmiyet’e girmelerinden
çok sonradır. Dolayısyla meydana getirilen ilk eserler sadece dinî eserlerdir.
Tasavvufî edebiyat, ilk tarikat kurucusu olarak kabul edilen Ahmed-i Yesevî
ile Orta Asya’da başlamıştır. Yesevî’nin takipçileri Anadolu’da tasavvufî
edebiyatın temellerini atmışlardır. Anadolu coğrafyasında meydana getirilen
ilk edebî ürünlerin çoğu tasavvufî içeriklidir. Dinî eserler, akaid, tefsir, fıkıh
gibi dinin zahirine yönelik bilgileri; tasavvufî eserler ise ilâhî aşkı, varlık bilgisini, nefsin mertebelerini, seyru sülûk yollarını öğreten bilgileri içerirler.
130
Türk-İslâm edebiyatının Orta Asya’dan Anadolu’ya uzanan tarihi gelişimini
açıklayabilmek.
Her edebiyat eseri şüphesiz meydana getirildiği dönemin bir ürünüdür. Bununla birlikte tıpkı tarihi olaylarda olduğu gibi edebî eserelerde de süreklilik
esastır. Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk toplulukları arasında âlim, şair
ve mutasavvıflar da bulunuyordu. Onlar bu yeni vatanlarında ilmî, edebî ve
tasavvufî faaliyetlerine devam ettiler. Anadolu’da yazılan llk eserlere bakıldığı zaman tarihî sürekliliğin izlerini görmek zor değildir. Ahmed Yesevî ile
Yunus Emre arasında pek çok benzerlik vardır. Bununla birlikte Orta Asya’daki yazı dili, Anadolu’ya gelmemiştir. Anadolu’da Oğuz Türkçesi kullanılmıştır.
Tarihi hadiseler ve edebî ürünler arasındaki etkileşimlerini yorumlayabilmek.
Tarihî hadiseler edebî eserleri doğrudan etkilemektedir. Ancak bu etkinin hızı
farklı olmaktadır. Türkler’in İslâm dinini kabul etmeleri, Fetihler, Anadolu’ya göçler, yapılan savaşlar, hâkimiyetin el değiştirmesi, fetret dönemleri,
hepsi edebiyat eserleri üzerinde belirleyici role sahiptir. Sözgelimi Selçuklular’ın dağılmasıyla ortaya çıkan yeni siyasî durumda, Beylikler’in başında
bulunan beylerin Türkçe dışında dil bilmemeleri, himayelerindeki âlim ve şairlerin eserlerini Türkçe yazmalarına yol açmıştır. Bu vesileyle Türkçe eserler
çoğalmış, Türk dilinin gelişmesini hızlandırmıştır.
Türk edebiyatının XV. Yüzyıla kadar gelişim seyrini aktarabilmek.
Yüzyıllara kabaca bakıldığında her yeni yüzyılda bir öncekine göre daha fazla eserin telif edildiği görülmektedir. Özellikle edebî esererlere bakıldığında
sadece nicelik olarak değil; kullanılan dil, nazım tekniği, üslup vb bakımlardan nitelik olarak da gelişmektedir. Eserlerin mevzuları çeşitlenmiş, Arapça
ve Farsça’dan yapılan tercümeler bu çeşitliliği artırmıştır. Pek çok mütercim,
tercümeyle yetinmeyip ilaveler yaparak yarı tercüme yarı telif eserler meydana getirmişlerdir.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi İslâmiyet sonrası meydana getirilen eserlerin ortak
özelliklerinden biri değildir?
a. Öğreticilik vasfı hâkimdir.
b. Eski Türk geleneklerinden izler taşımaktadır.
c. Türk kültürüne ait bazı öge ve motifler İslâmî hüviyete bürünmüştür
d. Sadece yöneticilerin okuması için yazılmışlardır.
e. İslâm öncesi Türk edebiyatının şekil yapısını kısmen korumuşlardır.
2. Aşağıdaki eserlerin hangisi tasavvuf ile ilgilidir?
a. Battal Gazi Destanı
b. Kur’an Tercümeleri
131
c. Sîretü’n-nebî
d. İskendernâme
e. Garibnâme
3. Aşağıda ismi verilen mutasavvıf şairlerden hangisinde Ahmed Yesevî’nin
etkisi görülmez?
a. Hacı Bektaş-ı Velî
b. Nesîmî
c. Kaygusuz Abdal
d. Yunus Emre
e. Âşık Paşa
4. Oğuz Türkçesi’nin edebiyat dili haline gelmesi aşağıdaki siyasi olayların
hangisinden sonra gerçekleşmiştir?
a. Selçuklu Devletinin Kuruluşu
b. Karahanlı Devletinin Kuruluşu
c. Göktürk Devletinin Kuruluşu
d. Karamanoğlu Beyliğinin kuruluşu
e. Osmanlı Devletinin Kuruluşu
5. XV. Yüzyıl Türk İslam edebiyatıyla ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi
yanlıştır?
a. İslâmî Türk edebiyatının en meşhur eserleri bu yüzılda yazılmıştır.
b. Arapça ve Farsça’dan yapılan tercümeler yavaşlamıştır.
c. Türk nesrinin en güzel örnekleri verilmeye başlanmıştır.
d. Şairler Türkçe’yi Arapça ve Farsça’ya tercih etmişlerdir.
e. Anadolu’da ilk hamse sahibi şair bu yüzyılda yetişmiştir.
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. d
Yanıtınız doğru değilse, “XI-XII. Yüzyıllar” bölümünü yeniden
okuyunuz
2. e
Yanıtınız doğru değilse, “XIV. Yüzyıl” konusunu yeniden okuyunuz.
3. b
Yanıtınız doğru değilse, “XV. Yüzyıl” konusunu yeniden okuyunuz.
4. a
Yanıtınız doğru değilse, XIII. Yüzyıl konusunu yeniden okuyunuz.
5. b
Yanıtınız doğru değlse, XV. Yüzyıl konusunu yeniden okuyunuz.
132
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Karahanlılar döneminde yazılan Kutadgu Bilig’de siyaset düşüncesi, Dîvânu
Lügâti’t-Türk’te dil düşüncesi, Atabetü’l-hakâyık’ta da ahlâk düşüncesi ağır
basmaktadır.
Sıra Sizde 2
Süleyman Bakırgânî olarak da bilinen Süleyman Hakîm Ata, Yesevî’nin
üçüncü halifesidir ve hikmetler ve manzumeler söylemekle meşhur olmuştur.
Ahir Zaman Kitabı, Meryem Kitabı ve Bakırgan Kitabı adlı üç manzum eseri
günümüze ulaşmıştır.
Sıra Sizde 3
Anadolu’da meydana getirilen tasavvufî edebiyat iki ana koldan ilerlermiştir.
Birincisi, Mevlâna ve Sultan Veled çizgisinde divan edebiyatının nazım şekillerini; İkincisi, Yunus Emre çizgisinde daha çok halk edebiyatı nazım şekillerini kullanmıştır.
Sıra Sizde 4
Selçuklu Döneminde Anadolu’da Türkçe sadece halkın konuştuğu bir dil olarak varlığını sürdürmüştür. Bu dönemde Türkçe yazılan eserlerin sayısı oldukça azdır. Anadolu Selçuklu Devletinin dağılma süreci, her bölgede ayrı
bir Beyliğin kurulmasıyla sonuçlanmıştır. Beyliklerin başında bulunanların
çoğunlukla Arapça ve Farsçayı bilmemeleri, resmi yazıların Türkçe yazılmasını zorunlu kılmıştır. Ayrıca Beylere sunulmak amacıyla Türkçe eserler yazılmasının yanı sıra Arapça ve Farsça bazı meşhur eserleri Türkçeye kazandırma faaliyetleri de hız kazanmıştır. Bu da Türkçenin edebî ve ilmî bir dil
olarak gelişmesine katkıda bulunmuştur.
Sıra Sizde 5
Yunus Emre tarzında şiirleriyle tanınmış olan şairler: Said Emre (ö. ?),
Kaygusuz Abdal (ö. 1444), Kemal Ümmî (ö. 1475 ), Eşrefoğlu Rûmî (ö.
1469-70 ), İbrahim Tennûrî (ö. 1482 ).
Yararlanılan Kaynaklar
Arat, R.R. (1991).Kutadgu Bilig I Metin, Ankara.
Arat, R.R. (1992). Atabetü’l-hakâyık, Ankara.
Caferoğlu, A. (1970). Kaşgarlı Mahmud, Ankara.
Çelebioğlu, A. (1967). Mesnevî-i Şerif, Aslı ve Sadeleştirmesiyle Manzum
Nahifi Tercümesi, İstanbul.
133
Çelebioğlu, A. (1996). Muhammediye, İstanbul.
Sertkaya, O.F. (1989). “Ahmed Fakih”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, İstanbul.
Eraslan, K. (1993). Dîvân-ı Hikmet’ten Seçmeler, Ankara.
Ertaylan, İ.H. (1952). Ahmed-i Dâi Hayatı ve Eserleri, İstanbul.
Gölpınarlı, A. (1981). Mesnevi I, Ankara.
Güneş, M. (2000). Eşrefoğlu Rûmî Dîvânı, İnceleme Karşılaştırmalı Metin,
Ankara.
Güzel, A. (1981). Kaygusuz Abdal, Ankara.
Hacı Bektaş-ı Veli, (2009), Makâlât (haz. Ali Yılmaz-Mehmet Akkuş-Ali
Öztürk), Ankara.
Köprülü, F. (1991). Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara.
Mülk Sûresi Tefsîri, Adnan Ötüken Ktp. Nu: 329.
Özkan, M. (1999). “Eski Dönem Osmanlıca Türkçesi”, Osmanlı c.I-VII, Ankara.
Pekolcay, N. Uçman, A. (1995). “Eşrefoğlu Rûmî”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, İstanbul.
Sinan Paşa, (1971). Tazarru’nâme, Haz. A. Mertol Tulum, İstanbul.
Tatçı, M. (1990). Yunus Emre Dîvânı, Ankara.
Tatçı, M. (1991). Risâletü’n-nushiyye, Ankara.
Yavuz, K. (2000). Âşık Paşa-Garibnâme, İstanbul.
134
135
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Türk-İslâm Edebiyatının mahiyetini açıklayabilecek,
•
Hangi yüzyıllarda hangi şairlerin yetiştiğini aktarabilecek,
•
XVI-XX. yüzyıllarda yazılmış bir çok şiiri tanıyabilecek,
•
Türk-İslâm Edebiyatının canlı ve devam eden bir edebiyat olduğunu açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Türk-İslâm Edebiyatı
•
XVI-XX. Yüzyılda Edebî Durum
•
XVI-XX. Yüzyılda Şair ve Yazarlar
•
XVI-XX. Yüzyıl Şiirimizden Örnekler
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Diyanet İslâm Ansiklopedisi “Divan Edebiyatı” maddesini okuyunuz.
•
Mine Mengi’nin Eski Türk Edebiyatı Tarihi kitabını inceleyiniz.
•
H. İbrahim Şener ve Alim Yıldız’ın Türk-İslâm Edebiyatı adlı kitabının
“Tarihi Süreç” kısmını gözden geçiriniz.
•
Mehmet Akif Ersoy, Necip Fazıl Kısakürek ve Sezai Karakoç’un beşer
adet şiirini okuyarak üzerinde düşününüz.
136
XVI-XX. Yüzyıl
Türk-İslâm Edebiyatı
GİRİŞ
Türk-İslâm Edebiyatı, Türkler’in İslâm’ı kabul etmelerinden başlayarak, klasik olarak değişikliğe uğramadan Tanzimat Dönemi’ne ve oradan da çeşitli
değişiklerle günümüze kadar ulaşan din ağırlıklı edebî ürünlerle müellif ve
şairleri inceleyen bir bilim dalıdır. Tüm İslâmî ilimlerde olduğu gibi, bu alanın da ilk kaynakları Kur’ân-ı Kerîm ile hadislerdir. Kısas-ı Enbiyâlar (Siyerler ve diğer peygamberlerin kıssaları), Tasavvuf (Umumî tasavvuf, TarikatTekke Edebiyatı ve Menâkıb-ı Evliyâ), devrin ilimleri, yerli malzeme ve İran
Edebiyatı da bu edebiyatın diğer kaynaklarıdır.
Türk-İslâm Edebiyatı, Eski Türk Edebiyatı yahut yaygın adıyla Divan
Edebiyatı’ndan bazı farklarla ayrılan bir edebiyattır. Eski Türk Edebiyatı,
Türk edebiyatının gelişimi içinde İslâm kültürü ve İran edebiyatı etkisiyle
Anadolu’da XIII. yüzyıldan başlayarak klasik dönemin sona erdiği Tanzimat’a kadar gelen, Türk şair ve müelliflerinin oluşturduğu bir edebiyattır.
Türk-İslâm Edebiyatı ise Türklerin müslüman olmalarından başlayarak günümüze kadar gelir. Bu itibarla Eski Türk Edebiyatı başlangıcı ve sonu itibariyle belli bir zaman dilimi içerisinde yer alan bir edebiyatı incelerken, Türkİslâm Edebiyatı hala ürün vermeye devam eden ve canlılığını devam ettiren
bir edebiyatı incelemektedir. Birincisi tarihi temel alırken, ikincisi dini merkez kabul eder. Her iki alanın ortak çalışma sahası Anadolu’da XIII. yüzyıldan Tanzimat Edebiyatı Dönemi’ne kadar olan dönemdir.
Eski Türk Edebiyatı kendi alanı içerisinde mütalaa edeceği eserlerde seçici davranır. Manzum eserlerde İran şiirinin bütün geleneklerini benimsemiş
ve onu kendisine yegâne örnek almış olan eserler bu edebiyatın ilgi alanıdır.
Bu kıstasa uymayan eserleri vezni aruz bile olsa kendisinden saymaz (Akün:
1994: IX/389). Türk-İslâm Edebiyatı ise bu dönem içerisinde meydana getirilen eserlerde bir ayrıma gitmez ve hepsini kendi bünyesinden kabul eder.
XVI. Yüzyıl Osmanlı’nın en güçlü olduğu ve hemen her alanda mükemmeliyete eriştiği dönemdir. XV. Yüzyılın ortalarından itibaren edebiyatımız
kurallarıyla, remiz ve mazmunlarıyla klasik bir hale gelmiş ve XVI. yüzyılda
zirve şairlerin eserleri edebiyat dünyamızda kendilerini göstermişlerdir. Osmanlı’nın duraklama ve gerileme dönemleri diğer alanlara olduğu kadar edebiyatımıza da yansımıştır. XVII. yüzyıldan itibaren edebiyatımızda görülen
bu duraklama XVIII. yüzyılın iki büyük şairi Şeyh Gâlib ve Nedim ile bir soluk almışsa da XIX. yüzyılın ortalarında klasik dönem sona ermiştir.
137
Bundan sonra Tanzimat ve Yeni Türk Edebiyatı dönemleri başlayacaktır.
XX. yüzyılın başlarında aruz Mehmet Akif, Yahya Kemal gibi şairlerce mükemmeliyete ulaşmışsa da hece karşısında hayatiyetini devam ettirememiştir.
Sosyal hadiselerin bir anda başlayıp bir anda bitmesi mümkün değildir.
Her ne kadar XX. yüzyılın başlarında önce hece daha sonra serbest vezinle şiir yazımı ağırlık kazansa da eski edebiyatımıza uygun aruz vezniyle şiir yazmaya devam eden ve divan meydana getiren şairler de olmuştur.
Şekil açısından olmasa da içerik açısından Divan şiiri geleneğinin tekrar
başlaması, eski edebiyatımızın kaynaklarından yararlanarak yeni ve modern
tarzda eser veren şairlerin edebiyatımızda görülmesi 1950’den sonraki yıllara
rastlar.
Bu dönemde dergilerin büyük bir öneme sahip oldukları görülür. Hisar,
Büyük Doğu, Diriliş, Edebiyat, Türk Edebiyatı, Dergah, Yedi İklim, Hece gibi
edebiyat dergileri gelenekten beslenen şair ve yazarların ürünlerinin yayımlandığı dergilerdir. Bu etki günümüzde de devam etmektedir.
XVI. YÜZYIL
Divan edebiyatı ve şiiri için XVI. yüzyıl bir ihtişam dönemi, bir altın çağı
mesâbesindedir. Bu yüzyıl, aynı zamanda Divan şairlerinin istiklâllerine kavuştukları bir yüzyıldır. Bu yüzyılın başta gelen şairleri, başta Âzerî lehçesiyle şiir yazmakla beraber, yüzyıllar boyunca bütün Türk ülkesinde tanınan, sevilen ve okunan, şiirdeki kudret ve şöhretleriyle yaşadıkları çağı aşan Fuzûlî
(ö. 1556) ve gazelde ileri giden ve İstanbul Türkçesi’ni genel bir şiir dili hâline getirerek yüzyıllar boyunca unutulmayan Bâki (ö. 1600) olmak üzere, geniş hayal gücüne sahip olan Zâtî (ö. 1546), aşk ve rindâne hayatın usta sözcüsü Hayâlî (ö. 1557), sâde diliyle Nev‘î (ö. 1599), insan ruhunu tahlilde gerçekten başarılı olan tenkitçi ve terkîb-i bendleriyle isim yapmış olan Rûhî-i
Bağdâdî (ö. 1605) bu yüzyılın usta şairleridir. Fuzûlî Divan’ı, Leylâ vü Mecnûn mesnevisi ile önem arz ederen, devrinin “sultânü’ş-şuarâ”sı olan Bâki
Divan’ı ile, Câmî-i Rûm lâkabıyla anılan Lâmii Çelebi (ö. 1532) Şevâhidü’nNübüvve, Nefehâtü’l-Üns Tercümesi, Risâle-i Tasavvuf ve Hüsn-i Dil gibi
eserleriyle şöhret bulmuştur. Yine Fuzûlî, hamse alanında önem arz eden
Taşlıcalı Yahya (ö. 1582), Lâmiî Çelebi ve Kara Fazlı (ö. 1564) mesnevi tarzında eser yazan şairlerin başında gelmektedirler. Bu yüzyılın diğer önemli
şairleri olarak Emrî (ö. 1575), Figânî (ö. 1532), Hayretî (ö. 1534) ve büyük
bir aşkın mahsûlü olan ve Hz. Peygamber’in fizikî yapısı, tavrı ve ahlâkı
hakkında hadislerden derlediği esasları genişleterek mesnevî tarzında kaleme
aldığı Hilye’siyle Hâkânî Mehmed Bey (ö. 1606) sayılmalıdır. Bu yüzyıl, nesir alanında da önemli temsilcileri olan bir yüzyıldır. Tezkire alanında Sehî
Bey (ö. 1548), Lâtîfî (ö. 1582), Âşık Çelebi (ö. 1572), Kınalızâde Hasan Çelebi (ö. 1603), Beyânî (ö. 1597) ve Ahdî (ö. 1593); tarih alanında Lütfi Paşa,
Hoca Sadeddîn (ö. 1599), Gelibolulu Mustafa Âlî (ö. 1600) ve
Kemâlpaşazâde (ö. 1534); denizcilik alanında Seydi Ali Reis (ö. 1562) ve Pîrî Reis (ö. 1554); münşeât alanında Feridun Bey (ö. 1583) Osmanlılarda nesrin birdenbire gelişmesinde yardımcı olmuşlardır.
Hz. Peygamber dışında hakkında hilye yazılan kimseler var mıdır? Araştırınız.
138
Bu yüzyılda, Edirneli Nazmî (ö. 1555) ve Tatavlalı Mahremî (ö. 1535),
Arapça ve Farsça’nın dil ve edebiyatımıza en çok girdiği bir sırada, yepyeni
bir iddia ortaya atmışlardır. Bu iki şair, aruzla yazdıkları bazı şiirlerde Arapça
ve Farsça kelime ve terkip kullanmayarak Türkî-i basit adını verdikleri yeni
bir tarz oluşturmuş ve sâde Türkçe ile şiir yazmışlardır. Bu iki şair, dil açısından oldukça önemli olan bu Türkî-i basit hareketini, bir yandan arûzla
öztürkçe şiir yazmanın güçlüğü ve bu veznin Türkçe’ye uygulanabilmesinin
mümkün olmayışı, diğer yandan, şairlik yönlerinin zayıf olması nedeniyle, bu
Türkî-i basit hareketini bir heves olmaktan öteye götürememişlerdir.
M. Fuat Köprülü’nün “Millî Edebiyatın İlk Mübeşşirleri” diye vasıflandırdığı ve haklarında makâle yazdığı bu iki şairden biri olan Tatavlalı Mahremî, Türkî-i basit hareketinin öncüsü kabul edilmektedir. Âşık Çelebi, Mahremî’nin biyografisi hakkında bilgi verirken, onun Türkî-i basit tarzında şiir
yazmasını hiç önemsemeden, şöyle diyor: “...ve bir Basit-nâmesi vardır ki
elfâz ve teşbîhât ve temsîlâtı Türkî’dir; içlerinde lafz-ı Arabî ve Acemî yoktur. Bu uslûbla bir iki gazel dahi derc eylemişti. Bu dahi andandır: “Gördüm
seğirdir ol ala gözlü geyik gibi / Düştüm saçı tuzağına bön üveyik gibi”. Görüldüğü gibi Âşık Çelebi, Mahremî’nin Basit-nâme isimli bir eserinden ve
manzum veya mensur mu olduğu bile anlaşılamayan bu eserin “elfâz ve
teşbîhât ve temsîlâtı Türkî” olduğundan söz edilmekte ve hiçbir önem atfedilmemektedir.
M. Fuat Köprülü, Tatavlalı Mahremî için, millî edebiyat tarihinde ona ayrı bir
yer verilmesinin gerektiğini vurgulayarak şöyle demektedir:
“Her nereden mülhem olursa olsun, önce Türkî-i basit ile şiirler yazdığından,
millî lisan ve edebiyat cereyânının âdeta ilk müjdecisi sayabileceğimiz bu şair
için, Millî Edebiyat tarihimizde çok mühim bir yer ayırmak mecbûriyetindeyiz.”
(Köprülü 1986: 281 vd.)
Durum böyle olmakla beraber, sonradan bazı şairler, Türkî-i basit çeşidi
de bulunsun diye bu tarzda da birkaç şiir yazmışlardır.
İbrahim Gülşenî (ö. 1534), Ahmed Sârbân (ö. 1546), Muhyiddin Üftâde
(ö. 1580), Şah Hatâyî (ö. 1524), Vâhib Ümmî (ö. 1595), Pir Sultan Abdal (ö.
1590), Hâşimî Emir Osman (ö. 1595), Şemseddin Sivâsî (ö. 1597), Kul
Himmet ve Muhiddin Abdal bu dönemin mutasavvıf şairlerindendir.
XVI. Yüzyılda kaleme alınan ve klasik bir mesnevî örneği olan Fuzulî’nin Leylâ
vü Mecnun isimli eserini, modern roman tarzı ile benzerlik ve farklılıklarını göz
önünde bulundurarak inceleyiniz.
Gazel
Beni cândan usandırdı cefâdan yar usanmaz mı
Felekler yandı âhımdan murâdım şem’i yanmaz mı
Kamu bîmârına cânan devâ-yı derd eder ihsân
Niçin kılmaz bana dermân beni bîmâr sanmaz mı
139
Gamım pinhân dutardım ben dediler yâre kıl rûşen
Desem ol bî-vefâ bilmen inanır mı inanmaz mı
Şeb-i hicrân yanar cânım döker kan çeşm-i giryânım
Uyarır halkı efgânım kara bahtım uyanmaz mı
Gül-i ruhsârına karşı gözümden kanlı akar su
Habîbim fasl-ı güldür bu akar sular bulanmaz mı
Değildim ben sana mâil sen etdin aklımı zâil
Bana ta‘n eyleyen gâfil seni görgeç utanmaz mı
Fuzûlî rind-i şeydâdır hemîşe halka rüsvâdır
Görün kim bu ne sevdâdır bu sevdâdan usanmaz mı
Fuzûlî
Gazel
Vâsıl olmaz kimse Hakk’a cümleden dûr olmadan
Kenz açılmaz şol gönülden tâ ki pür-nûr olmadan
Sür çıkar gayrı gönülden tâ tecellî kıla Hak
Pâdişah konmaz saraya hâne ma‘mûr olmadan
Mûtü kable en temûtü sırrına mazhar olan
Gördü onlar haşr u neşri nefha-ı sûr olmadan
Sen müyesser eyle yâ Rab bizlere beytin tavâf
İlmin ile âmil eyle va‘de tekmîl olmadan
Hak cemâlin Ka‘be’sini kıldı âşıklar tavâf
Yerde Ka‘be gök yüzünde Beyt-i ma‘mûr olmadan
Mest hem mestâne geldim tâ ezelden tâ ebed
İçmişim aşkın şarâbın âb-ı engûr olmadan
Mest olanların cevâbı gayriden gelmez velî
Pes ene’l-hak nice söyler kişi Mansûr olmadan
140
Bir devâsız derde düşmüş bu dil-i Şemsî müdâm
Hakk’a makbûl olmak ister halka menfûr olmadan
Şemseddin Sivâsî
Resim 6.1: Şemseddin Sivasî’nin Gülşen-âbâd isimli mesnevisinin ilk sayfası.
Kaynak: Süleymaniye Ktp. H Semsi F Guneren Blm. No: 49
XVII. YÜZYIL
XVII. yüzyıl Osmanlı İmparatorluğu’nun yükselişin hemen ardından gelen
bozgun, yenilgi ve iç karışıklıklarla siyasi ve ekonomik gücünü giderek kaybetmeye başladığı duraklama dönemidir. Askerin bazı güçsüz padişahlar karşısında her fırsatta kazan kaldırması, rüşvet olayının yaygınlık kazanması,
Celali İsyanları adı altında devlete karşı çeşitli ayaklanmaların düzenlenmesi
gibi belli başlı olaylar yüzyılın portresini meydana getirir.
Nihat Sami Banarlı bu dönemi anlatırken şöyle demektedir:
“Bir cemiyette idarî, medenî ve ictimâî hayat ileri ise sanat ve edebiyat hayatı
da ileridir, diyen Edebiyat Tarihi’nin bu asırda yanıldığı görülür: XVII. asırda
idarî ve ictimaî hayattaki gerilemenin edebiyat hayatına tesiri olmamıştır. Bu-
141
nun belli başlı sebebi, sanat ve edebiyat sahasında geçen asırlarda atılan temellerin ve varılan seviyenin sağlamlığıdır” (Banarlı 1987: II/649)
Gerçekten de dışta ve içte çeşitli karışıklıkların yaşandığı bir dönem olan
XVII. yüzyıl, ilim ve fikir adamları ile sanatkârlar açısından oldukça zengin
bir görünüm arz eder. Bu dönemde, mimarî, musikî ve edebiyat alanlarında
önemli temsilciler yetişmiştir.
Dönemin en önemli gelişmesi musikî alanında olmuştur. Bu yüzyıl Türk
mûsikîsi açısından çok önemli bir zaman dilimi ve aşamasıdır. Genişleyen
mûsikî hayatı yalnız sarayla sınırlı kalmamış, devlet adamları ve sultanların
saraylarına, varlıklı kimselerin konaklarına kadar girmiştir. Mûsikî, en parlak
yıllarından birini Sultan IV. Murad’ın saltanatı sırasında yaşamıştır. Mûsikîyi
seven, aynı zamanda bestekar olan bu padişah, Enderûn’a yeni sanatkarlar
kazandırmış, her gittiği ülkeden tanınmış sanatkarları İstanbul’a getirmiştir.
Örneğin, neyzen ve çengi Mevlevî Yusuf Dede onun döneminde saraya girmiş ve onun ölümünden sonra saraydan ayrılmıştır. Aynı padişah “Bağdat
Seferi” dönüşünde hanende Mehmed Bey ile şeştârî Hacı Murad Ağa’yı beraberinde getirmiştir (Özalp 2000: I/356).
Yahya Kemal’in de bir şiirine konu ettiği XVII. yüzyılın büyük bestekârı Itrî’nin
hayatı hakkında kısa bir araştırma yapınız.
Enderûn, gelişmesini ve sanat akademisi durumunu almasını, öğrenci
yetiştirmesini sürdürmüş, bu sayede büyük mûsikîşinaslar yetişmiş, ünlü mûsikî üstatları burada hocalık etmiştir.
Başta Mevlevîlik olmak üzere bütün tekkelerde dinî mûsikîmizin her formunda eserler verilmiştir. Bayatî makamındaki Mevlevî âyini bu dönemde
bestelenmiştir. Edirneli Derviş Mustafa Dede, Zâkirî Hasan Efendi, Bezcizâde Mehmed Muhiddin ile Kovacızâde Mehmed Efendi bu yüzyıldaki dinî
mûsikînin gelişmesinde büyük katkısı bulunanlardandır. Hafız Post’un öğrencisi olan Itrî ise devrin üstad şahsiyetlerindendir. (Özalp: 359).
XVII. yüzyıl, Türk edebiyatının her dalında olduğu gibi, şiirde de en gelişmiş bir dönemdir. Her ne kadar, şairler üzerinde İran şiirinin etkileri görülmeye devam ediyorsa da, Türk şairleri nazım ve ahenk inceliğinde İran
edebiyatı temsilcilerinden geri kalmamışlar, hatta onlardan üstün olduklarını
iddia eder duruma gelmişlerdir. Bu devir divan edebiyatımız, başka bir devrede görülmesi mümkün olamayacak çok geniş bir temsilci kadrosuna sahip
bulunmaktadır (Üzgör, 1991: 1-2). Sarayın, geçmiş asırlarda olduğu gibi, şair
ve ilim adamlarını korumaya devam etmesi, XVI. yüzyılda ulaşılan edebî seviyenin bu yüzyılda da muhafaza edilmesine sebep olmuştur. Dönemin padişahlarından III. Murad “Murad, Muradî”, III. Mehmet “Adnî, Muhammed”, I.
Ahmet “Bahtî”, II. Osman “Fârisî”, IV. Murat “Murâdî” ve IV. Mehmet
“Vefaî” mahlaslarıyla şiir yazan birer şairdirler (Ak 2001).
Divan edebiyatında, 1603 yılında klasik devir sona ermiş, onun yerine
“Sebk-i Hindî” diye isimlendirilen yeni bir akım başlamıştır. Şiir, bir önceki
yüzyılın sağlam temelleri üzerinde gelişmiştir. Türk edebiyatı, bu dönemde
gazel ve kasîde alanında altın çağını yaşar. Bu yüzyılın temsilcileri olarak kasîde ustası Nef‘î (ö. 1635)’yi, hikemiyât şairi Nâbî (ö. 1712)’yi, samîmî edâlı
Şeyhülislâm Yahya (ö. 1644) ve Sebk-i Hindî akımının ilk temsilcileri olan
Nâilî (ö. 1666) ile Neşâtî (ö. 1674) bu yüzyılın usta şairleridir. Bunlardan ayrı
Bahâî (ö. 1654), Fehîm-i Kadîm (ö. 1648), Sâbit (ö. 1712) ve Nâdirî (ö.
1626) de ilk akla gelen diğer şairlerdir.
142
Şeyhülislâm Bahaî (ö. 1653), Fehîm-i Kadim (ö. 1648), Sâbit (ö. 1712),
Sabrî (ö. 1645), Alî (ö. 1648), Riyazî (ö. 1645), Şehrî (ö. 1660), Nedîm-i Kadim (ö. 1670), Sabûhî (ö. 1647), Vecdî (ö. 1660) gibi şairler gazel ve kasideleri ile tanınmışlardır (Banarlı; II/651-736). Gani-zâde Nadirî (ö. 1626),
Nev‘î-zâde Atâyî (ö. 1635), Nergisî (ö. 1635), Müftî Aziz (?) ve Hulvî
Mahmud (?) ise dönemin önemli hamse yazarlarıdır (Kortantamer 1997: 1016).
Bu dönemde yazılan mensur edebî eserlerin başında “Şuarâ Tezkireleri”
yer almaktadır. Tamamı yedi adet olan bu tezkireler şunlardır: Sadıkî’nin
Mecmau’l-Havâs, Riyâzî (ö. 1644)’nin Riyâzu’ş-Şuarâ, Kaf-zâde Fâizî (ö.
1622)’nin Zübdetü’l-Eş‘âr, Rızâ (ö. 1671)’nın Tezkire-i Şuarâ, Yümnî (ö.
1662)’nin Tezkiretü’ş-Şuarâ, Âsım (ö. 1675)’ın Zeyl-i Zübdetü’l-Eş‘âr ve
Güftî (ö. 1677)’nin Teşrifâtü’ş-Şuarâ’sıdır (Kılıç 1998).
Nesir alanında sâde ve süslü eserler verilmiştir. Veysî (ö. 1627) ve Nergisî (ö. 1635), sanatlı ve süslü nesir üslubunun temsilcileridir. Bu yüzyılın nesir
ürünleri olarak bir tarafta Evliya Çelebi (ö. 1682)’nin Seyâhat-nâme’si, diğer
yanda ise Veysî (ö. 1628)’nin Siyer-i Veysî’si vardır. Kâtip Çelebi (ö.
1657)’nin, başta Keşfü’z-zunûn olmak üzere, çeşitli alanlarda yazdığı ilmî
eserlerle, Naîmâ (ö. 1716) ve Peçevî (ö. 1649) tarihleri; Koçi Bey’in Risâle’si
(telifi: 1631) bu yüzyılın önemli çalışmalarıdır. Tarih sahasında ise Peçevî (ö.
1649) ve Nâimâ (ö. 1716) bulunmaktadır.
Koçi Bey, 1631’de telif edip IV. Murad’a sunduğu 22 adet layihadan oluşan
Risale’sinde yöneticilerin zulm etmekten kaçınmalarına dair şunları söyler:
“Memâlik-i İslâmiyye’den bir memlekette zerre kadar bir ferde zulm olsa rûz-ı
cezâda mülûkdan suâl olunur… Küfr ile dünya durur; zulm ile durmaz. Adâlet
tûl-ı ömre sebebdir ve intizâm-ı ahvâl-ı fukarâ Pâdişâhlara mûcib-i cennetdir”.
Tezkireci olarak da Sadıkî, Yümnî (ö. 1662), Riyâzî (ö. 1644), Kaf-zâde
Fâizî (ö. 1622), Rızâ (ö. 1671), Âsım (ö. 1675) ve Güftî (ö. 1677) anılması
gereken isimlerdendir.
XVII. yüzyıl tekke mensupları ile medreselilerin birbirlerini suçlayarak
hararetli münakaşalara giriştikleri bir dönemdir. Bu dönemde birçok divan
şairi de tasavvufun etkisi altındadır. İlahi aşkı temiz bir dil ve üslûpla anlatan
Şeyhülislâm Yahya, halvetiye tarikatına bağlı yoğun hayallere, orijinal mazmunlara ve güçlü bir söyleyişe sahip Nâilî, divan ve hilye-i enbiya sahibi
Edirne, Muradiye mevlevihanesi şeyhi Neşati Ahmet Dede dönemin tasavvuf
etkisindeki başlıca divan şairleridir.
Hüseyin Lâmekânî (ö. 1624), Aziz Mahmud Hüdâyî (ö. 1628), Ankaravî
İsmail Efendi (ö. 1631), Abdülmecid Sivâsî (ö. 1639), Abdülahad Nûrî (ö.
1650), Akkirmanlı Nakşî (ö. 1651), Oğlan Şeyh İbrahim (ö. 1655), Elmalılı
Ümmî Sinan (ö. 1657), Sarı Abdullah Efendi (ö. 1660), Fenâyî (ö. 1665),
Sun‘ullah Gaybî (ö. 1676), Niyazi Mısrî (ö. 1693) de bu asırda yaşayan
önemli mutasavvıf şairlerdendir.
Gazel
Dil aşk ile yâr oldu yâ Hû haberin söyler
Kapında kulun oldu tapu haberin söyler
143
Aşk câmını dil içdi sarhoş-ı ezel oldu
Buldu ebedî sıhhat mûtû haberin söyler
Benzettim idi verde nâzik lebini yârin
Dil mağlatasın bildi tûbû haberin söyler
Sabr edemedi gamma dil sâha-ı aşkında
Rûh ceyşine anun’çün sîhû haberin söyler
Şimden geri cân murgı eski vatanın ister
Her demde hitâb edip rüddû haberin söyler
Abdülmecid Sivâsî
Gazel
Vücûdum dârını ma‘mûr eden yâr
Beni zâkir iken mezkûr eden yâr
Celâli perdesin ağyâre çekmiş
Cemâliyle bizi mesrûr eden yâr
Aradan kaldırır bir gün hicâbı
Cemâlin gösterip pür-nûr eden yâr
Ene’l-Hak sırrının izhârı için
Nice âşıkları Mansûr eden yâr
Tecellî gösterir Mûsâ-yı rûha
Beden dağın aña ol Tûr eden yâr
Velâyet bahrinin tâliblerine
Kerâmet lü’lü’in mensûr eden yâr
Kimini irgörüp vahdet iline
Kimin kesret ilinde dûr eden yâr
Devâsın lütf eder ey Nûri bir gün
Seni derdi ile meşhûr eden yâr
Abdülahad Nûrî
144
XVIII. YÜZYIL
Her yüzyılın, bir önceki yüzyıldan farklı tarafları olacağı şüphesizdir. Teknik
ve estetik açıdan aynı temel ve esaslara dayanmakla beraber, birbirinden bazı
fark ve özellilerle ayrılan XVII. yüzyıl divan edebiyatı, XVIII. yüzyılda her
alanda usta şairlerini vermiştir. Bu yüzden XVII. yüzyıl bir hazırlanma ve
geçiş devri, XVIII. yüzyıl ise verim devridir (Gölpınarlı 1954).
XVIII. Yüzyılda Osmanlı Devleti siyasi alanda otoritesini kaybetmeye
başlamasına rağmen edebî açıdan gelişimini sürdürmüş, edebiyatta nazım ve
nesir alanında önemli eserler verilmiştir. III. Ahmet ve III. Selim’in de sanatçı kişilikleri sayesinde edebi hayat canlı kalmıştır. Bu yüzyılın edebi özelliklerinin en belirgini Nedim’in öncülüğünde başlayan Mahallileşme Akımı’dır.
Ülkenin içinde bulunduğu rehavet yüzünden şiire, eğlenceye olan düşkünlük
artmış ve bu eğlenceler dönemin bütün şairlerinin şiirlerinde ve divanlarında
yer almaya başlamıştır. Şiirin merkezi Bağdat’tan İstanbul’a taşınmıştır. Şairler İstanbul’un güzelliğinin farkına varmışlar ve şiirlerinde hayali olarak yer
verdikleri Bağdat yerine canlı bir İstanbul’u işlemişlerdir. Mahallileşme sadece coğrafi açıda olmamıştır. Divan şiirinin anlaşılmaz aristokrat yapısı çatırdatılarak, şiirlerinde halkın adetlerine, atasözlerine, deyimlerine ve kısmen
de olsa günlük konuşmada kullanılan kelimelere yer verilmiştir. Hatta Divan
Edebiyatı’nın iki önemli ismi Nedim ve Şeyh Galip hece vezniyle türküler
kaleme alarak Divan Edebiyatı ve Halk Edebiyatı arasındaki bağları güçlendirmişlerdir.
Daha önce XVI. yüzyılda Edirneli Nazmi ve Tatavlalı Mahremi’nin de ortaya attıkları ama başaralı olamadıkları bu düşünce XVIII. yüzyıla damgasını
vurmuştur.
Edebiyatımız, İran edebiyatının tesirinden kurtularak kendi benliğine kavuşmuş ve mahallîleşmiştir. İstanbul Türkçesi’nin başta gelen temsilcisi ve
büyük şairi Nedîm (ö. 1730), kendi döneminin orijinal şairi olduğu gibi, Divan edebiyatı döneminin de nev’-i şahsına münhasır şairi sayılır. Şeyh Gâlib
(ö. 1799) ise Sebk-i Hindî akımının ve bu dönemin en güçlü temsilcisi ve şairidir.
Bu yüzyılda anılması gereken diğer şairler ise Nazîm Yahya (ö. 1727),
Sünbül-zâde Seyyid Vehbî (ö. 1736), Nahîfî Süleyman (ö. 1738), Koca Râğıb
Paşa (ö. 1763), Haşmet (ö. 1768), Fıtnat Hanım (ö. 1780), Esrâr Dede (ö.
1796), Enderunlu Fâzıl (ö. 1810), Sürûrî (ö. 1814), gibi şairlerdir.
Nesir alanında tarihçilerden Silahdâr-zâde (ö. ?) ve Râşid (ö. 1735), tezkirecilerden Sâlim (ö. 1743), Safâyî (ö. 1725), Belîğ (ö. 1729), Râmiz (ö. 1785)
ve Esrâr Dede’dir. Değişik konularıyla Kâmî (ö. 1723), bu yüzyılda dikkat
çeken diğer yazarlardandır.
XVIII. yüzyıl tasavvuf şiirinde Lale Devri’nin etkisiyle genel olarak bir
duraklama söz konusu olmuştur. Dil ve söyleyiş tarzı açısından özgün eserlerin sayısında bir azalma görülmüş, kelime kullanımında tekrara çokça yer verildiği gibi kafiye ve vezin yanlışlıklarının yapıldığı eserler kaleme alınmıştır.
Çeşitli tekkelerin etrafında toplanan kişiler Yunus Emre geleneğini devam ettirerek özgün olmayan ilahiler yazmışlardır.
Şeyh Gâlib’in Hüsn ü Aşk mesnevisini konu alan W. Holbrock’un Aşkın
Okunmaz Kıyıları isimli eserini okuyunuz.
145
Dönemin önemli mutasavvıf şairlerinden ikisi Bursalı İsmail Hakkı (ö.
1724) ile Erzurumlu İbrahim Hakkı (ö. 1772)’dır. Nasûhî (ö. 1717), Neccarzâde Şeyh Rızâ, Cemâlî (ö. 1750) Salâhaddîn Uşşâkî (ö. 1782) ve Üsküdarlı
Haşim (ö. 1782) de bu dönemde yaşayan diğer mutasavvıf şairlerden bazılarıdır.
Na‘t
Senin vasfın leb-i takrîre gelmez yâ Rasûlallâh
Nikât-ı midhatin tahrîre gelmez yâ Rasûlallâh
Okundu mushaf-ı hüsnün debistân-ı hakîkatde
Rumûz-ı âyetin tefsîre gelmez yâ Rasûlallâh
Ta‘ayyün cilve-gâhında erişdin sûk-ı imkâna
Bahâ-yı cevherin takdîre gelmez yâ Rasûlallâh
Senin zâtın tasavvurdan berî bir sırr-ı mübhemdir
Murâd etsem dahi ta‘bîre gelmez yâ Rasûlallâh
Olursa sırr-ı zâtında olur bir remz-i icmâli
Anı tafsîl ile tastîre gelmez yâ Rasûlallâh
Sebak-hân-ı rumûz-ı “men ‘aref” anlar mikâtimden
Çü kîl ü kalîle teşhîre gelmez yâ Rasûlallâh
Müdâm-ı cân-ı ‘aşkınla yitirdi re’y ü tedbîrin
Salâhî bir dahi tedbîre gelmez yâ Rasûlallâh
Salâhî
Gazel
Efendimsin cihânda i‘tibârım varsa sendendir
Miyân-ı ‘âşıkânda iştihârım varsa sendendir
Benim feyz-i hayâtım hâsılı rûh-ı revânımsın
Eğer sermâye-i ömrümde kârım varsa sendendir
Veren bu sûret-i mevhûma revnak reng-i hüsnündür
Gülistân-ı hayâlim nev-bahârım varsa sendendir
146
Felekden zerre mikdâr olmadım devrinde rencîde
Ger ey mihr-i münevver âh u zârım varsa sendendir
Senin pervâne-i hicrânınım sen şem‘-i vuslatsın
Beher şeb hâhiş-i bûs ü kinârım varsa sendendir
Şehîd-i ‘aşkın oldum lâlezâr-ı dâğdır sînem
Çerâğ-ı türbetim şem‘-i mezârım varsa sendendir
Gören ser-geştelikde gird-bâd-ı deşt zanneyler
Fenâ-ender-fenâyım her ne varım varsa sendendir
Niçin âvâre kıldın gevher-i galtânın olmuşken
Gönül âyînesinde bir gubârım varsa sendendir
Şafak-tâb eyledin peymânemi hûn-âb ile sâkî
Sabâh-ı sohbet-i meyde humârım varsa sendendir
Sanadır ilticâsı gâlib’in yâ Hazret-i Monlâ
Başımda bir külâh-ı iftihârım varsa sendendir
Şeyh Gâlib
XIX. YÜZYIL
XVIII. yüzyılda divan edebiyatı en büyük üstadlarını vermişti. Şeyh Gâlib,
İran’ın neo-klâsik şiirini Türkçe’de örneği görülmemiş bir tarzda kullanmış
ve başarıya da ulaşmıştır. Kasîde, gazel, mesnevî nazım şekilleri bütünüyle
işlenmişti. Nedîm ise, daha önce en ince hayalleri örmüş, en şuh şarkıları
söylemişti.
Artık Türk divan edebiyatının ekseni İran değil, Batı dünyası veya Fransız
edebiyatı idi. Türk edebiyatı, İran edebiyatından nasîbini aldığı kadar, bu
edebiyattan, Fransız edebiyatından da alacaktı.
Bu yüzyılın başında Arapça’dan Fîrûzâbâdî (ö. 817/1414)’nin elKâmûsu’l-muhît’ini, Farsça’dan Burhân-ı Kâtı‘ isimli lügatleri dilimize çeviren Mütercim Âsım (ö. 1819)’ı görüyoruz. Bu yüzyılda, gözden kaçırılmaması gereken bir şey vardı ki o da, mahallîleşme cereyanının hızla ilerlemiş ve
gelişmiş olmasıydı. Fakat, bu yerlileşme ve ilerleyiş, Nedîm’de olduğu gibi
estetik incelikte olmasa da, eskiyi istediği kullanamayan Enderunlu Vâsıf (ö.
1824), örnek alıp taklit ettiği eskiyi giyim-kuşama, kadın konuşmalarına, mahallî tabirlere varıncaya kadar yerlileştirerek döneminin özelliklerini tespit
ediyordu. Keçeci-zâde İzzet Molla (ö. 1829) da, divanında, güçlü bir divan şiiri temsilcisi olmakla beraber, Mihnet-keşân isimli mesnevîsinde İstanbullu
147
ile taşralının görüş, düşünüş, anlayış, hatta anlatış özelliklerini belirtmiş, bize,
henüz sosyal hayatımızda ele alınıp incelenmemiş fakat, incelenmeye hazır
bir belge vermişti.
Bu yüzyılda, Şeyhülislâm Ârif Hikmet (ö. 1859), divan şiirinde ustaca
eserler veren şairlerle birlikte, Âkif Paşa (ö. 1845) gibi bazı nesirlerinde sâde
dil kullanan, hatta hece vezniyle bir de şiir yazan, sonradan yanlış bir hükümle Avrupaî edebiyatın müjdecisi sayılan, veya Sadullah Paşa (ö. 1891) gibi
divan şiiri tekniğine uyarak, içinde bulunduğu yüzyılın keşif ve îcâtlarını dile
getiren şairler de vardır.
Bu yüzyıl, Batı tesirindeki Türk edebiyatı karşısında Divan edebiyatının
gerilemeye yüz tuttuğu dönemdir. Artık, önceki yüzyıllar gibi usta şair ve yazarlar yetişmemekte, son demlerini yaşamaktadır. Ancak, eskinin tekrarı gibi
de olsa, Enderunlu Vâsıf (ö. 1824), Keçeci-zâde İzzet Molla (ö. 1829), Âkif
Paşa (ö. 1845), Şeyhülislâm Ârif Hikmet (ö. 1859), Leskofçalı Gâlib (ö.
1864), Yenişehirli Avnî (ö. 1883), Osman Nevres (ö. 1876), Âdile Sultan (ö.
1899) ve Kâzım Paşa (ö. 1889) bu edebiyat ve bu yüzyılın son temsilcileridir. Ayrıca, Ahmed Sûzî (ö. 1830), Müştak Baba (ö. 1832) ve Turâbî (ö.
1868) dönemin önemli mutasavvıf şairlerindendir.
Daha sonra yetişecek ve Tanzimat dönemini temsil edecek olan Şinâsî (ö.
1871), Ziya Paşa (ö. 1880), Nâmık Kemâl (ö. 1888) gibi şairler ise, Divan
edebiyatını çok iyi bilen ve o kültürle yetişen kişiler olmakla beraber, yüzyıllarca devam eden Divan edebiyatının yıkılışına zemîn hazırlayan ve yardımcı
olan kişilerdir. Bu dönemin nesir yazarları ise Şânî-zâde Atâullah (ö. 1826)
ile Mütercim Âsım (ö. 1819), tarihçi Es‘ad Efendi (ö. 1848) anılması gereken isimlerdir. Bu dönemin tezkirecileri olarak da Fatîn (ö. 1867) ve
Mehmed Emin Bey (ö. 1874) sayılmaya değer isimlerdir.
Gazel
Ne beyân-ı hâle cür’et ne figâna tâkatim var
Ne recâ-yı vasla gayret ne firâka kudretim var
Yanayım mı hasretinden geçeyim mi ülfetinden
Hele derd ü firkatinden sana bin şikâyetim var
Nice etmem âh u efgân beni yâre geçdi yârân
Nigeh etmez oldu cânân buna pek kasâvetim var
Düşüp ol cefâ-şiâre gönül oldu pâre pâre
Çekerim gamın ne çâre geçemem muhabbetim var
O fısıltıyı işitdim düşüp ardı sıra gitdim
Yanılıp bir işdir etdim şu kadar kabâhatim var
148
Gece bir yana varılmış orada biri sarılmış
Ya bana niçin darılmış duyarım ferâsetim var
O meh işte bana nisbet ediyor seninle ülfet
Bana Vâsıf açma sohbet sana pek adâvetim var
Enderunlu Vâsıf
XX. YÜZYIL
XIX. yüzyılın ortalarında edebiyatımıza daha önceden kullanılmayan yeni tür
ve şekiller girmeye başlamış ve edebiyatımız klasik tür ve nevilerin dışında
eserler vermeye başlamıştı. Tanzimatla başlayan bu süreç yeni toplulukların
oluşmasına ve bazı dergilerin etrafında toplanan yazar ve şairlerle farklı isimler altında çeşitli edebiyat akımları olarak ortaya çıkmıştı. Tanzimat, Servet-i
Fünûn, Edebiyat-ı Cedide gibi adlarla devam eden edebiyatımız, XX. yüzyılda Milli Edebiyat akımıyla devam etti. Edebiyatımızın yenileşmesinde Tanzimat ve Edebiyat-ı Cedide edebiyatçıları büyük bir rol oynamış olmalarına
rağmen, bunlar edebiyatımızı daha çok Avrupalılaştırmışlardı. Ancak dil ve
üslup olarak Arap ve Acem terkiplerini kullanıyorlar, Fransız edebiyatına
bağlı kalarak aruz veznini muhafaza ediyorlardı (Kocatürk 1964: 196). Roman ve tiyatro türlerinde ise konular halkın hayatından oldukça uzaktı.
XX. yüzyılın ortalarına kadar, Mehmed Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı, Asaf Halet Çelebi (ö. 1958) gibi br kaç şairi istisna edersek, Türk-İslâm
edebiyatı sahasında eser veren şair sayısı oldukça sınırlıdır. Cumhuriyet sonrasında yeni estetik anlayışın tesiriyle eskiye ait ne varsa kötülenmeye tabi tutulmuş, özellikle klasik edebiyatla ilgili olumsuz bir hava oluşturulmuştur.
XX. yüzyılın ilk yarısında klasik edebiyatımız, hayattan kopuk, yüksek
zümrenin uğraştığı bir edebiyat olarak görülmüş, kullandığı remiz ve mazmunlar yönüyle, daha sonraları “Divan Edebiyatı Uzmanı” ünvanıyla karşımıza çıkan isimlerce bile küçük görülen ve hafife alınan bir edebiyat olarak
gösterilme gayreti içerisine girilmiştir.
Ağustos 1930’da Ankara’da düzenlenen Türkçe ve Edebiyat Muallimleri Kongresi’nde klasik şiirimizin lise ders müfredatından çıkarılması hususunda Ahmet
Hamdi Tanpınar bir önerge vermiştir. Ahmet Hamdi Tanpınar, Mustafa Nihat
Özön ve Abdülbaki Gölpınarlı gibi klasik şiirimizi çok iyi bilen ve o kültürle yetişmiş olan edebiyatçılar tarafından savunulan bu görüş toplantı sonunda oy
çokluğuyla reddedilmiştir.
XX. yüzyılda az da olsa aruz veznini kullanarak geleneğe uygun şiirler
kaleme alan ve Divan teşkil eden mutasavvıf şairler de bulunmaktadır. Avlarlı Efe olarak da tanınan Erzurumlu Muhammed Lutfî (ö. 1956), Sivaslı
Şeyh Halid (ö. 1931), Osman Kemâlî (ö. 1954), Mustafa Fehmi Gerçeker (ö.
1950), Darendeli Osman Hulusî (ö. 1990) bunlardan bir kaçıdır.
Geleneksel edebiyatın yeniden ve fakat öncekinden farklı bir tarzda gündeme gelişi Necip Fazıl (ö. 1983) ile başlar. Necip Fazıl, Nur Harmanı isimli
eseriyle geleneksel edebiyatımızdaki manzum kırk hadis türünü yeniden gündeme getirmiştir.
149
Necip Fazıl’ın Esselâm –Mukaddes Hayattan Levhalar- adlı eseri Hz.
Muhammed’in 63 yaşında vefat etmesi dolayısıyla Hz. Peygamber’in hayatının devrelerini konu alan 63 ayrı şiirden oluşan manzum siyer diyebileceğimiz modern bir mesnevîdir.
Necip Fazıl’ın çıkarmış olduğu Büyük Doğu mecmuası (1943), özellikle
ikinci dönemi olan 1945’ten sonra geleneğin dirilişi anlamında önemli bir görev üstlenmiştir.
Necip Fazıl’ın başlatmış olduğu bu hareketin ikinci ismi ise hiç şüphesiz
Sezai Karakoç’tur. Şiirinde kullanmış olduğu sembollerle geleneği güne ve
geleceğe taşıyan Sezai Karakoç, Leyla ile Mecnun gibi modern anlamda mesnevi tarzında yazmış olduğu eserler ve denemeleri, hikaye ve monografileriyle edebiyat geleneğimizin yeniden inşası yolunda örnekler meydana getirmiştir. Kurmuş olduğu Diriliş dergisi (1960) gençlerin yetiştiği bir okul olmuş,
Diriliş Yayınları ile de Türk-İslâm edebiyatının günümüzdeki örneklerini
vermiştir.
Cahit Zarifoğlu’nun bir şiir kitabına da isim olan “Yedi Güzel Adam” kimlerdir?
Araştırınız.
Türk-İslâm edebiyatının XX. yüzyıldaki üçüncü adımı ise Maraş’ta
başlayan ve Nuri Pakdil’in Ankara’da çıkardığı Edebiyat dergisi (1969) etrafında devam eden edebî harekettir. Bu dergi ve daha sonra çıkan Mavera dergisi (1976) çevresinde yer alan M. Akif İnan, Cahit Zarifoğlu (ö. 1987), Erdem Beyazıt (ö. 2008), Rasim Özdenören, Alaattin Özdenören, Ebubekir
Eroğlu, İsmet Özel gibi yazar ve şairler, Necip Fazıl’la başlayan Türk-İslâm
edebiyatı geleneğini devam ettirmişlerdir.
Hazırlıklarına 1949 yılı sonlarında “eski şiirimizden millî kültür ve edebiyatımızdan kopmadan yeni ve güzel bir şiir sergilemek o yıllarda şiirimizi çıkmaza
sokanlara ve yozlaştıranlara karşı çıkmak ve tavır almak” parolasıyla başlanan
Hisar dergisi ilk sayısını 16 Mart 1950'de yayımlamıştır.
Gelenekten beslenen, Milliyetçi ve İslâmcı dünya görüşünü savunan yazar
ve şairlerin çıkarmış olduğu dergiler günümüz Türk-İslâm Edebiyatı alanında
ürünler vermeye devam etmişler ve etmektedirler. Hisar, Türk Edebiyatı ve
Dergah dergileri de bu anlamda önemli dergilerdendir.
Yunus Emre
Kaç mevsim bekleyim daha kapında,
Ayağımda zincir, boynumda kement?
Beni de, piştiğin bela kabında,
Kaynata kaynata buhara kalbet.
Bekletme Yunus'um, bozuldu bağlar,
Düşüyor yapraklar, geçiyor çağlar;
Veriyor, ayrılık dolu semalar,
İçime bayıltan, acı bir lezzet.
150
Rüzgara bir koku ver ki, hırkandan;
Geleyim, izine doğru arkandan;
Bırakmam, tutmuşum artık yakandan,
Medet ey şairim, Yunus'um medet!!
Necip Fazıl Kısakürek
Adsız Gazel
Yanışlar ağıtlar elimde değil
İçimin sesi hiç üzmesin seni
Kaçmak mı mümkün mü alınyazımdan
Kaderdir yüklendim yıkılmışlığı
Sen attın bilmeden kuyuya taşı
Dinemez yankısı mahşerde bile
Bir kutsal emanet gibi sır gibi
Ve bir ayıp gibi saklarım seni
Başımda kavganın kıyameti var
Okşadım ismini kitap içinde
Her akşam bir düşle kundaklanırım
Sözümün bittiği yerde başlarsın
Yılların alnıma çektiği çizgi
Kocalttı başımı bir ehram gibi
Yaslasam gövdemi karlı dağlara
Sonsuz bir uykuya kavuşsam bir gün
Mehmet Akif İnan
Özet
Türk-İslâm Edebiyatının mahiyetini açıklayabilmek.
Türk-İslâm Edebiyatı, Türkler’in müslüman olmalarından itibaren günümüze
kadar meydana getirmiş oldukları, referanslarını İslâm’dan alan bir edebiyatın adıdır. Eski Türk Edebiyatı ile bazı ortak yönleri olmasına rağmen, zaman
151
itibariyle Eski Türk Edebiyatı XIX. yüzyılın ortasında sona ererken Türkİslâm Edebiyatı hayatiyetini devam ettirmektedir.
Hangi yüzyıllarda hangi şairlerin yetiştiğini aktarabilmek.
XVI. yüzyıldan günümüze kadar her yüzyılda çok sayıda şair yetişmiştir. Fuzulî, Zâtî, Bağdatlı Ruhî, Nâbî, Neşatî, Nedim, Şeyh Gâlib, Yenişehirli Avnî
gibi Divan Edebiyatı içerisinde eser veren şairlerin yanında, Şemseddin
Sivasî, Aziz Mahmud Hüdayî, İsmail Hakkı Bursevî, İbrahim Gülşenî gibi
mutasavvıf şairler ile XX. Yüzyılda içerik açısından geleneğe bağlı M. Akif
Ersoy, A. Nihat Asya, Necip Fazıl Kısakürek, Sezai Karakoç gibi şairler yetişmiştir.
XVI-XX. Yüzyıllarda yazılmış bir çok şiiri tanıyabilmek.
Osmanlı devletinin ihtişamlı çağı olan XVI. yüzyıldan günümüze kaynağı İslâm olan bir edebiyat var olagelmiştir. Bu dönemler içerisinde XIX. yüzyılın
ortalarına kadar aruz ve hece vezni ile şiirler kaleme alınmış, XIX. yüzyılın
ortalarından günümüze kadar ise hece ve serbest vezinle binlerce şiirler yazılmıştır. Ünite içerisinde dönemlerin önemli şairlerinden örnek şiirlere yer
verilmiştir.
Türk-İslâm Edebiyatının canlı ve devam eden bir edebiyat olduğunu açıklayabilmek.
Türklerin İslâm dinini kabul etmelerinden itibaren ilk iki kaynağı Kur’an-ı
Kerim ve Hz. Peygamber’in hadisleri olan Türk-İslâm Edebiyatı XX. yüzyılın ilk yarısında bir süre sekteye uğrasa da ikinci yarısında içerik ve muhteva
anlamında tekrar ürün vermeye başlamış ve vermeye de devam etmektedir.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi XVI. yüzyılda yaşayan şairlerden biri değildir?
a. Fuzulî
b. Hayretî
c. Zatî
d. Nedim
e. Hayâlî
2. Aşağıdakilerden hangisi Türkî-i basit hareketinin öncülerindendir?
a. Tatavlalı Mahremî
b. Enderunlu Vasıf
c. Şeyh Gâlib
d. Keçecizade İzzet Molla
e. Bursalı İsmail Hakkı
152
3. Edebiyatımız ve kültürümüzde önemli bir yere sahip olan Seyâhat-nâme,
Siyer-i Veysî ve Keşfü’z-zunûn isimli eserler hangi yüzyılda kaleme alınmışlardır?
a. XV. yüzyıl
b. XVI. yüzyıl
c. XVII. yüzyıl
d. XVIII. yüzyıl
e. XIX. yüzyıl
4. XVIII. Yüzyıl edebiyatımız ile ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi doğrudur?
a. Verim devri
a. Geçiş devri
c. Hazırlık devri
d. Gazel devri
e. Yükseliş devri
5. Aşağıdakilerden hangisi XX. yüzyılda geleneğe uygun ve tasavvufî
neş’eyle eser veren şairlerden biridir?
a. Mehmet Akif Ersoy
b. Yahya Kemal Beyatlı
c. Muhammed Lutfî
d. Ahmet Hamdi Tanpınar
e. Arif Nihat Asya
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. d
Yanıtınız doğru değilse, “XVI. Yüzyıl” kısmını yeniden okuyunuz.
2. a
Yanıtınız doğru değilse, “XVI. Yüzyıl” kısmını yeniden okuyunuz.
3. c
Yanıtınız doğru değilse, “XVII. Yüzyıl” kısmını yeniden okuyunuz
4. a
Yanıtınız doğru değilse, “XVIII. Yüzyıl” kısmını yeniden okuyunuz
5. b
Yanıtınız doğru değilse, “XX. Yüzyıl” kısmını yeniden okuyunuz
153
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Hz. Peygamber dışında diğer peygamberler ve dört halifeye de hilyeler yazılmıştır. Neşatî’nin Hilye-i Enbiya’sı ile Cevrî’nin Hilye-i Çâr-yâr-i Güzîn’i
bu sahada yazılan örneklerden ikisidir.
Sıra Sizde 2
Asıl adı Buhûrîzâde Mustafa olan Itrî, XVII. yüzyılın başında İstanbul’da
doğmuştur. Çocuk yaşlarda Yenikapı Mevlevihanesi’ne devam ederek tasavvuf musikisiyle haşir neşir olmuştur. Musikideki asıl üstadı Hafız Post olarak
bilinen Tanburî Mehmed Çelebi’dir. Tekbîr’in de bestekârı olan Itrî dinî ve
lâdinî bir çok bestenin sahibidir. 1712’de İstanbul’da vefat etmiştir.
Sıra Sizde 3
Bu yedi güzel adamın altısı şair, hikayeci ve yazardır. Kurucu altı kişi şu
isimlerden oluşmaktadır: Erdem Bayazıt, Ersin Gürdoğan, M. Akif inan,
Aleaddin Özdenören, Rasim Özdenören, Cahit Zarifoğlu. Yedincisi ise yazar
olmayıp ancak sözü, saatlerce konuşsa bile dinlenebilen, dönemin en önemli
sohbetçisi diye bilinen Hasan Seyithanoğlu'dur.
Yararlanılan Kaynaklar
Ak, C. (2001), Şair Padişahlar, Ankara.
Akün, Ö. F. (1994) “Divan Edebiyatı”, TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul.
Banarlı, N. S. (1987), Resimli Türk Edebiyatı Tarihi I-II, İstanbul.
Gölpınarlı, A. (1954) Divan Şiiri, İstanbul.
Kemikli, B. (2000), Sun‘ullâh-ı Gaybî Dîvânı İnceleme – Metin, İstanbul.
Kemikli, B. (2009), “İlahiyat Araştırmaları: Dil ve Edebiyat”, Türk Bilimsel Derlemeler Dergisi, II, 1, Bahar, Ankara, s. 45-50.
Kılıç, F. (1998), XVII. Yüzyıl Tezkirelerinde Şair ve Eser Üzerine Değerlendirmeler, Ankara.
Kocatürk, V. M. (1964), Türk Edebiyatı Tarihi, Ankara.
Kortantamer, T. (1997), Nev‘î-zâde Atâyî ve Hamsesi, İzmir.
Köprülü, M. F. (1986), Edebiyat Araştırmaları, Ankara.
Levend, Â. S. (1988), Türk Edebiyatı Tarihi I, Ankara.
Özalp, M. N. (2000), Türk Mûsikîsi Tarihi, İstanbul.
Pala, İ. (1996) “Osmanlı Edebiyatı”, Osmanlı Ansiklopedisi, İstanbul.
154
Pekolcay, N. (1976), İslâmî Türk Edebiyatı, İstanbul.
Şener, H. İ.- Yıldız A. (2003), Türk-İslâm Edebiyatı, İstanbul.
155
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Türk İslâm Edebiyatı’nda Allah ile ilgili edebî türlerin neler olduğunu sıralayabilecek,
•
Allah’ın güzel isimlerinin edebiyatımızda nasıl yer bulduğunu ifade edebilecek,
•
Şairlerimizin eserlerine başlarken nasıl bir gelenek takip ettiklerini belirleyebilecek,
•
Tevhid ve münâcâtlarda hangi konuların üzerinde durulduğunu açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Esmâ-ı hüsnâ
•
Tevhîd
•
Münâcât
•
Edebiyatımızda adet ve gelenek
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nden Esmâ-ı hüsnâ, Tevhîd ve
Münâcât maddelerini okuyunuz.
•
Bulabildiğiniz bir Divan ve Mesnevî’nin ilk şiirlerini inceleyiniz.
156
Allah Teâlâ ile
İlgili Edebî Türler
GİRİŞ
Eski edebiyatımız dinî temele dayanır ve ilk kaynağı da İslâmî ilimlerin tümünde olduğu gibi Kur’ân-ı Kerîm’dir. Hiç kuşkusuz şiir, bu edebiyatımız
içerisinde önemli bir yere sahiptir. Şairlerimiz anlatmak istedikleri hemen her
şeyi çeşitli nazım şekilleriyle kaleme almışlardır. Kasidelerle tevhid, münacat
ve naatlar yazdıkları gibi din ve devlet büyüklerine de methiyeler meydana
getirmişlerdir. Aslen bir aşk şiiri formu olan gazel ile zamanla felsefî ve mizahî konuları da ele almışlardır. Mesnevî nazım şekliyle dinî ve dünyevî hemen her konuda kalem oynatmışlardır. Öyle ki bazen Arapça veya Farsça bir
sözlüğün bazense bir dilbilgisi kitabının bile manzum olarak yazıldığını görmekteyiz.
Her ne kadar Eski edebiyatımızla ilgili olarak “dinî” ve “lâ-dinî” gibi
tasniflere rastlasak da dinin yaşanan hayatın bir parçası olduğunu düşündüğümüzde “la-dinî” nitelemesinin çok da ayaklarının yere basmadığını görürüz. Belki bu tasnifle kastedilenin, içeriğin tamamen dinî bir konu olup olmasına göre şeklinde anlamamız gerekir ki burada da yine “lâ-dinîlik” tasnifi
yerli yerine oturmaz.
Türklerin İslâm’ı kabul etmelerinden sonra yazılan eserlerin hemen hepsinde önce Allah’ın birliği ve ululuğunu anlatan, O’na yalvarma ve duâyı ifâde eden, Hz. Peygamber’i medh edip öven parçalar ve manzûmeler bulunmaktadır. Eserlere bu şekilde başlamak İslâm sonrası edebiyatımızın ilk eserlerinden itibaren herkesce uyulan bir âdet ve gelenek olagelmiştir. Bu âdet ve
geleneğin dayanağını şu şekilde açmak ve açıklamak mümkündür.
Her şeyden önce eserlerin, mensûr ve manzûm olmak üzere iki tarz ve
şekilde yazılmaları usûldendir. Müslüman bir müellif ve şâirin eserine “Besmele” ile başlayarak “Hamdele” ve “Salvele” ile devam etmesi ve “ammâ
ba‘dü” sözü ile de asıl konuya geçmesi “âdet ve gelenek” idi. Ancak, bu âdet
ve geleneğin bir dayanağı olmalıydı. İşte bu âdet ve geleneğin delil ve dayanakları hakkında şu bilgileri vermek faydalı ve yerinde olacaktır.
Bu âdet ve geleneğin mensur eserlerde nasıl ve hangi sıraya göre uygulandığına bakalım. Mensur eserlerde müellifin âdet ve geleneğe göre, takip
ettiği sıra: “Besmele, hamdele, salvele, ammâ ba‘dü” sözleridir. Manzum
eserlerde ise bu sıra: “Besmele, Tevhîd-Münâcât, Na‘t, Sebeb-i Te’lîf-i
Kitâb” şeklindedir. Divanlarda bu sıraya uyulduğu gibi, mesnevîlerde de, genel olarak, böyledir. Bunları sıra ile açıklayalım.
157
1. Mensur Eserlerde
Besmele; “Rahman ve Rahîm olan Allah’ın adıyla” demek olan Besmele’nin
dayanağı, Hz. Peygamber’in: “Her iyi ve güzel bir işe “Rahmân ve Rahîm
olan Allah’ın adı” ile başlanmamışsa, o işten hayır gelmez, sonu güdük ve
verimsizdir.” (Aclûnî: 1352) anlamındaki hadîsidir.
Hamdele; “Allah’a şükretme” anlamına gelen “el-Hamdü li’llâh” cümlesinin kısaltılmış şeklidir. Hamdele’nin delîli, Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi
olan Fâtiha Sûresi-ilk âyetinin “Hamd” kelimesiyle başlamış olması ve bir de
Hz. Peygamber’in hutbelerinin Allah’a “Hamd ü senâ” ile başlamış olmasıdır. Çünkü Câhiliye döneminde okunan hutbelerde “Hamd ü senâ ” yoktur
(Şener: 1995). Âyetten delîli ise Kur’ân-ı Kerîm’in ilk suresi olan Fatiha’nın
ilk âyetinin: “Âlemlerin Rabbi Allah’a hamd olsun.” ifadesiyle başlamasıdır.
Salvele: “Allâhümme salli alâ seyyidinâ Muhammed” cümlesinin kısaltılmış şeklidir. Hz. Peygamber’e salât ü selâm getirmenin Kur’an’daki delili:
“Allah ve melekleri, peygambere salât etmekte (onun şerefini gözetmeğe, şânını yüceltmeğe özen göstermekte)dir. Ey inananlar, siz de ona salât edin
(onun şânını yüceltmeğe özen gösterin); içtenlikle selâm edin (Ahzab,
33/56).” anlamındaki âyettir. Âyetin asıl metninde geçen “sallû” ve “sellimû”
emirleri, Hz. Peygamber’e “salât ü selâm” getirme görevini Müslümanlara
yüklemektedir.
Ammâ ba‘d: “Allah’a hamd, Peygambere salât ü selâm’dan sonra” anlamında bir deyimdir ki, bundan sonra asıl konuya geçilir. Asıl konu ile
Hamdele ve salvele faslını ayırdığı için “ammâ ba‘dü” sözüne “faslu’l-hitâb”
da denir.
2. Manzum Eserlerde
Manzum eserlerde de bu geleneğe bağlı kalınarak, önce yine “Besmele”, sonra “Hamdele” yerine Tevhîd ve Münâcât, “Salvele” yerine ise Na‘t sıralamasına uyulur. “Ammâ ba‘dü” deyimi yerine de özellikle mesnevîlerde “Sebeb-i
te’lîf-i kitâb” ibaresi yer alır.
Manzum eserlerde “Besmele”den sonra, öncelikle Tevhîd, bazan da
Tevhîd-Münâcât birlikte bulunur. Türk İslâm Edebiyatı konularından olan
Tevhîd, Münâcât ve Na‘t, konu olarak, yerinde daha detaylı işleneceğinden,
burada kısa bilgiler verilecektir.
Tevhîd’in kelime anlamı, “Vahdet” kökünden “birkaç şeyi bir etme, birleştirme, bir addetme, bir nazarıyla bakma” anlamlarına geldiği gibi, Allah
hakkında: “Allah’ın bir olduğuna inanma, kâil olma, birleme” demektir. “Lâ
İlâhe ille’llâh” cümle ve terkîbinin söylenmesine de, İslâmî literatürde,
“Tevhîd” veya “Kelime-i Tevhîd” denilmektedir.
Kelime-i tevhidin anlamı nedir?
Edebî ıstılâh olarak Tevhîd, şâirlerin “Allah’ın varlığına ve birliğine dâir
yazdıkları manzûmeler”e verilen isimdir. Şâirler, yazdıkları “Tevhîd” ve
“Münâcât”ları Divan’larının başına koymayı kendileri için bir şeref saymış
ve bunu âdet hâline getirmişlerdir (Olgun, 1973).
158
Tevhîdlerde, Allah’ın büyüklüğü, isimleri, sıfatları, kuvvet ve kudretinin
sonsuzluğu, zâtının tasvîr ve hâyâl edilebilir şeylerden soyutlanması, hiçbir
şeyin ona eş ve benzer olmayışı, kâinâtta ondan başka müessir bulunmaması,
bütün kudret ve ilimlerin ona âit oluşu gibi konular, sanatlı bir uslupla işlenir.
Allah’ın karşısında kulun âcizliği vurgulanır. Mutasavvıf şâirler tarafından
yazılmış olan tevhîdlerde “vahdet-i vücûd” felsefesinden de söz edilir. Kasîde
tarzında yazılan tevhîdlerde, diğer bölümlere yer verilmeden, doğrudan konuya geçilir. Şâir Nâbî (ö. 1712)’nin yazdığı, 91 beyitten oluşan manzûme,
tevhîdin en güzel örneğidir. Tevhîdler, manzûm olarak yazıldığı gibi, mensûr
olarak da yazılmıştır. Mensûr olanlarına “Tazarru‘-nâme” denilir.
Münâcât, Arapça olup “Neciv” kökündendir. Kelime anlamı “fısıldamak,
kulağa söylemek” demektir. Münâcât denilmesinin sebebi, bir kimsenin ellerini kaldırıp dilediği şeyi Allah’tan gizlice istemiş olmasındandır. Münâcâtın
ıstılah anlamı ise: “Allah’tan bir şey istemek için, ona yalvarmak ve yakarmak için yazılmış olan manzûmeler”, “Allah’a duâ ve niyâz etme”, “Allah’a
hitâbederek duâ ve niyâzı ihtiva eden şiir” demektir.
Arap ve İran edebiyatlarında yer alan münâcât türü, XII. yüzyıldan itibaren bizim edebiyatımızda da yer almaya ve şâirlerimiz tarafından yazılmaya
başlanmıştır. Şairlerimiz tertip etmiş oldukları Divanlarda tevhîdlerden sonra
en az bir tane münâcât koymayı da bir kural ve âdet hâline getirmişlerdir. Ayrıca, mesnevîlerde de mesnevî tarzında yazdıkları münâcâtlara yer vermişlerdir.
Münâcâtlarda dînî konulara daha çok yer verilmiştir. Şâirler, en büyük
güç, kudret ve azamet sâhibi olan Allah’ın yüceliği ve ululuğu karşısında çâresiz, zavallı kullar olarak Allah’a yakarışta bulunur, ona muhtâç oluşlarından bahseder, düşüncelerini âyet ve hadislerden yaptıkları lafzî ve manevî
alıntılarla ifâde ederek kuvvetlendirmeye çalışırlar. Münâcâtlar çoğunlukta
manzûm olmasına rağmen, mensûr münâcâtlar da yazılmıştır. Mensûr olan
bu münâcâtlara da “Tazarru‘-nâme” denilmektedir.
Türk İslâm Edebiyatı’nda Hz. Peygamber’in hayatını, vasıf ve güzelliklerini, mucizelerini anlatan; hadislerinden kırk kadarını bir araya getirerek
“Hadîs-i Erba‘în/Kırk Hadîs”i oluşturan eserler de oldukça yekün tutmaktadır. Peygamber kıssaları, evliyâ menkıbeleri, önemli dînî savaşlar, bazı olaylar, belirli gün ve aylar, dînin esasları, inanç, tasavvuf esasları, nasîhat ve ahlâkî öğütler, dînî eserlerin konularını oluşturmuştur. Bu eserler, edebî bir üslûp ve kisve içerisinde verilmektedir. Bunların büyük bir kısmı manzûm olarak yazıldıklarından, Eski Türk Edebiyatı içerisinde, çok geniş ve çeşitli türleri içerisine alan Türk İslâm Edebiyatı meydana gelmiştir.
Dînî edebiyatımızın, bir başka deyişle Türk İslâm Edebiyatı’nın en sevilen, en tanınmış ve yaygın hâle gelmiş eserleri, Ahmed Yesevî’nin hikmetleri
yerine, Yûnus Emre’nin ilâhileri, Süleyman Çelebi (ö. 1422)’nin Mevlid’i,
Yazıcıoğlu Mehmed (ö. 855/1451)’in Muhammediyye’si, Fuzûlî (ö.
1556)’nin Hadîkatü’s-su‘adâ’sı, Ahmed Cevdet Paşa (1822-1895)’nın
Kısasu’l-Enbiyâ’sıdır.
İçeriğinin tamamen dinî olmasını göz önünde bulundurarak edebiyatımızdaki bir dinî-edebî nazım türlerinden bahsedebiliriz. Bu tasnifi kullandığımızda da üç ana başlık karşımıza çıkar: Allah’la ilgili nazım türleri, Hz. Peygamber’le ilgili nazım türleri ve dinî-ahlaki diğer nazım türleri.
159
Bu ünitede Allah’la ilgili edebî türlerden bahsedeceğiz. Allah’la ilgili
edebî türleri de üç ana başlık altında inceleyeceğiz: Allah’ın Güzel İsimleri
olan Esmâ-i Hüsnâlar, Allah’ın zatî ve sübûtî sıfatlarından bahseden
Tevhidler ve kulun acziyetini dile getiren Münâcâtlar.
1. ALLAH’IN GÜZEL İSİMLERİ: ESMÂ- I HÜSNÂLAR
Allah’la ilgili edebî türlerden ilki Esmâ-ı hüsnâ ya da Arapça söyleyişle
Esmâü’l-hüsnâlar’dır. En güzel isimler anlamına gelen bu isim tamlaması
“Allah’ın Güzel İsimleri” anlamıyla edebiyatımızda bir tür olarak kabul
edilmiştir.
Esmâü’l-hüsna ifadesi, Kur’ân-ı Kerîm’de dört ayrı surede yer alan birer
ayette geçmektedir. Bunlardan ilki Araf suresinde yer almaktadır. Bu ayette
Allah’ın güzel isimleriyle dua edilmesinin gereği belirtilmektedir.
“En güzel isimler Allah’ındır. O’na o isimlerle dua edin. O’nun isimleri
konusunda eğriliğe sapanları bırakın. Onlar yaptıklarının cezasını göreceklerdir.” (Araf 7/180).
Diğer âyetlerde de en güzel isimlerin sadece Allah’a ait olduğu vurgulanmaktadır.
“De ki: Gerek Allah deyin, gerek Rahmân deyin, hangisini derseniz deyin, en güzel isimler onundur.” (İsra 17/110)
“Allah’tan başka ilah yoktur, en güzel isimler onundur.” (Tâhâ 20/8)
“O, var eden, güzel yaratan, yarattıklarına şekil veren, en güzel adlar kendisinin olan Allah’tır.” (Haşr 59/24)
Bu âyetlerde Allah’a ait güzel isimlerin sayısının kaç tane olduğuyla ilgili
bir ibareye yer verilmemiştir. Bu isimlerin sayısı ve neler olduğuyla ilgili bilgiler hadislerde yer almaktadır. Kütüb-i Sitte olarak bilinen altı hadis kitabından Buharî, Müslim, Tirmizî ve İbn-i Mâce’nin çeşitli bölümlerinde birbirine
yakın ifadelerle yer alan bir hadiste “Allah’ın doksan dokuz, yüzden bir eksik, ismi vardır. Bu isimleri kim sayarsa (veya ezberlese) cennete girer” ifadelerinden sonra Tirmizî ve İbn-i Mâce’de bu 99 isme yer verilmiştir.
Kitabınızın 1. Ünitesinden Din ve Edebiyat kısmını okuyunuz.
Edebiyatımızda Esmâ-ı hüsnâların oluşumunda hiç kuşkusuz bu hadisin
büyük bir etkisi vardır. Edebiyatımızdaki dinî edebî türlerin birçoğunda da
olduğu gibi bu hadisteki cennete girme müjdesinden dolayı Arap, Fars ve
Türk birçok müellif ve şair bu türde eserler kaleme almışlardır.
Konuyla ilgili olarak Prof. Dr. H. İbrahim Şener (ö. 2006) tarafından bir
doktora tezi hazırlanmıştır. Bu alandaki ilk ve tek olan araştırmada Arap, Fars
ve Türk edebiyatlarında mensur ve manzum olarak hazırlanan Esmâ-ı
hüsnâlar hakkında detaylı bilgiler verilmektedir (Şener: 1985).
Hadislerde sayılan Allah’ın güzel isimlerinden her birinin farklı anlamları
vardır. Birer Esmâ-ı hüsna şerhleri olan ve bu türde verilen mensur eserlerde
isimlerin anlamları detaylı olarak verilmektedir. Bu tür eserlerde, “Esmâ-ı
160
Hüsnâ Havâssı” olarak da nitelenen, hangi ismin hangi bir faydaya yönelik
olduğu belirtilen özelliklerinden bahsedilmektedir. Müslümanların herhangi
bir isteklerini Allah’a arzedip dua ederlerken bu isteklerini karşılayan İsim ile
dua etmeleri tavsiye olunmaktadır. Bu eserlerin bazılarında duadaki beklentinin karşılığı olan Allah’ın İsmi’nin günde kaç kez okunacağı belirtilirken bazılarında da hangi vakitte okunması gerektiğine işaret edilmektedir.
Örneğin; bol rızık isteğinde bulunan bir müslümanın günde 308 defa erRezzâk ismini, çocuğu olmayan birinin de yedi gün oruç tutup iftar vaktinde
yirmi bir kez el-Musavvir ismini okuması tavsiye edilmektedir. Bu isimlerin
hangi vakitte ve kaç kez okunacağı ile ilgili farklılıklar olsa da bu türdeki
hemen her eserde ilgili ismin hangi maksat ve isteğe yönelik olduğu mutlaka
ifade edilir.
Tasavvuf ve tarikatlarda Esmâ-ı hüsnâ zikrine çok önem verilmekte olduğu gibi, hangi ismin hangi durumda okunacağı meselesi halk arasında da oldukça yaygındır. Dert ve sıkıntılardan kurtulmak, eşler arasında sevginin
meydana gelmesi, çocuk, makam, rütbe, zenginlik sahibi olmak ve benzeri
birçok konuda insanların birçoğu bu isimlerle Allah’a yakarmaktadırlar. Aslında bir sihir ve büyü kitabı olmakla birlikte içerisinde Esmâ-ı hüsnâ havâssının da yer aldığı Seyyid Süleyman Hüseynî’nin Kenzü’l-Havâss isimli eseri
bundan dolayı halk arasında yaygın olarak okunan kitaplardan birisidir.
Esmâ-ı hüsnâ ile ilgili en çok eser verilen dil Arapçadır. Bunu sırasıyla
Türkçe ve Farsça izler. Ayrıca İngilizce olarak da yazılan biri manzum diğeri
mensur iki eser vardır (Şener: 1985).
Arapçada, bu konuda çoğunluğu mensur olmak üzere seksen küsur eser
verilmiştir. Bunlardan manzum olanların sayısı sekizdir.
Türkçe kaleme alınan Esmâ-ı hüsna sayısı elliye yakındır ve bu eserlerden
on dokuz tanesi manzumdur.
Farsça olarak da mensur ve manzum Esmâ-i hüsnâlar yazılmıştır. Ancak,
Arapça ve Türkçe mensur ve manzum Esmâ-i hüsnâlar, oldukça hacimli ve
muhtevalı olmalarına mukabil, Farsça yazılanlar kısa ve hacimsiz ve daha
çok manzum olarak yazılmışlardır. Mensur ve manzum olmak üzere Farsça
altı tane eser bulunmaktadır.
Her üç dilde manzum olarak yazılan Esmâ-ı hüsnâ otuza yakındır ve bunların üçte ikisi Türkçe yazılmıştır. Bu da Türk edebiyatında bu türe gösterilen
ilgi açısından dikkate değer bir noktadır. Her ne kadar sayı belirtsek de yapılacak yeni araştırmalarla bu türdeki eser sayısının artacağında kuşku yoktur.
Arapça olan mensur eserlerden Gazâlî’nin (ö. 1111), Maksadu’l-Esnâ fî
Şerhi Esmâillâhi’l-Hüsnâ’sı, Beyzâvî’nin (ö. 1286), Müntehe’l-Münâ fî Şerhi
Esmâillâhi’l-Hüsnâ’sı, Fahreddîn Râzî’nin (ö. 1209), Levâmiu’l-Beyyinât
Şerhu Esmâillâhi Teâlâ ve’s-Sıfât’ı ilk akla gelenlerdendir.
Farsça eserlerden Abdurrahman Câmî’nin (ö. 1492) Risâle-i Muammâ-yı
Nefîse’si ile Lamiî Çelebi tarafından Türkçe’ye tercüme edilen Mîr Hüseyin
eş-Şirâzî’nin (ö. 1499) Şerhu’l-Esmâi’l-Hüsnâ’sı en çok bilinenlerdendir.
Şeyhoğlu Mustafa (ö. 1401), Îsâ Saruhânî (ö. 1559), Ahmed Şâkir Paşa
(ö. 1818), İbrahim Cûdî (ö. 1926), Bıçakcızâde İsmail Hakkı (ö.1933) Türkçe
manzum Esmâ-ı hüsnâ kaleme alan şairlerden sadece bir kaçıdır.
161
Örnekler
Âlimü’l-gaybi ve’ş-şehâdeh:
Her kim etse edâ namâzını
Cân u dilden kılıp niyâzını
Akabince bu ismi yâd etse
Bu safâyı revâna zâd etse
Anı keşf ehli eyleye Rahmân
Ere Hak’dan revânına ihsân
Kılsa beş vakt namâzını âdem
Okusa yüz kerre bunu ol dem
Ana mekşûf ola kamu esrâr
Dola gönlü safâ ile envâr
es-Selâm :
Kim ki bir derd ile ola bîmâr
Bunun ile olur ana tîmâr
Ger yüz on bir kez okısa anı
Bula sıhhat-i safâ-y-ıla cânı
el-Cebbâr :
Kim okursa yigirmi bir nevbet
Ermeye her güzin ana nikbet
Ger olursa dilinde bu virdi
Zulm-i zâlimden olmaya derdi
el-Bârî :
Her ki yüz kerre okusa zâhir
Dahi yitmiş bir okusa âhir
162
Kabre vardığı dem işit anı
Yalınuz olmaya anun cânı
Hak musâhib vere ana anda
Kalmaya havf ile gidüp anda
el-Musavvir :
Her kimin olmasaydı ferzendi
Bu hevâ olsa gönlünün bendi
Yedi gün pâk olup ola sâim
Dilde bu ismi zikrede dâim
Vakt-i iftâr olıcak her bâr
Okuya bîst ü yek anı ey yâr
Ya‘ni su üzre okuya anı
İçe ol dem safâ bula cânı
Yedi gün eylese bu hâl üzre
Hak murâdın vere kemâl üzre
Hak ana bir oğul verse âşık
Ola ilmi ile izzete lâyık
el-Gaffâr :
Her ki yüz nevbet okusa sâfî
Ola her derdine anun şâfî
Cum‘adan sonra okusa her gâh
Açıla lûtf ile ana dergâh
el-Hâfız :
Her ki havf eyleye adûsundan
Ya adû ins ola yâhûd cinden
163
Ede bir halveti hemân hâlî
Okuya yetmiş ile bin hâli
Ref‘ ola düşmanın o dem şerri
Ere Hakkın emân ile birri
es-Semî‘ :
Her kim ister murâdını hâsıl
Ola maksûduna o dem vâsıl
Okuya beş yüz ismi her demde
Kalmaya kalbi hasret ü gamda
Hak du‘âsın kabûl ede anı
Ola şâd akl ile dil ü cânı
el-Vedûd :
Er ü avret miyân-ı ceng olsa
Dilleri gussa ile teng olsa
Okur ise bu ismi ol dâyim
Ola tevfîk-i sulh ile kâyim
el-Latîf :
Her kimin kim ma‘aşı dar olsa
Gussa vü gam anunla yâr olsa
Okusa yüz kerre bunu her rûz
Ere her kûşeden ana sad rûz
et-Tevvâb :
Her ki nisyân ile ede isyân
Erişe fazl-ı Hak ile gufrân
164
Okusa ger duhâ zamânında
Ola da‘im Hudâ emânında
es-Sabûr :
Her ki bir derde mübtelâ olsa
Ya meşekkatle bâtını tolsa
Ger otuz bin okursa bu ismi
Ola hâlis revân ile cismi
Hak devâ ede derdine ol dem
Ola zevk ü safâ ile hurrem
Verdiğimiz bu örnekten sonra, Türkçe ilk manzum Esmâ-ı hüsnâlar arasında yer alan İbn Îsâ Saruhânî’nin Şerhu Esmâi’l-Hüsnâ isimli eserinden sâdece, Allah’ın Güzel İsimleri’nden olan Rahmân adının şerhi ile ilgili kısmı,
ikinci örnek olarak, veriyoruz.
Türkçe ilk manzum Esmâ-ı Hüsnalar arasında yer alan İbn Îsâ Saruhânî’nin
Şerhu Esmâi’l-Hüsnâ isimli eserinde Rahmân ismi şu şekilde anlatılmaktadır.
Yâ Rahmân: (aded 298, sâat : Güneş)
Gel ey tâlib edin vird ism-i Rahmân
Ki rahmetden erişe lûtf u ihsân
Şumarınca sürersen her gün anı
Sa‘âdetle dutasın dû-cihânı
Bunu terk etme dâim virdin olsun
Ki sürdükce gönül nûr ile dolsun
Kesâfet yerine gelsin letâfet
Nühûset yerine dönsün sa‘âdet
Kasâvet kalmasın bulsun safâ dil
Ziyâlar bağlar ol vakt hemçü kandîl
Ola ger nûr-ı Rahmân mazhar-ı dil
Elest ahdine bulsun hem vefâ dil
165
Eger vird edine bu ismi nâ-kes
Sahî olur ana bî-kes dimez hâs
Olursan nâ-kesin birine meşgûl
Sahî olup atâ eyler sana bol
Bunu kim vird edine mâlı artar
Kovan cismi içinde balı artar
Hem artar mansıb u kadr u sehâsı
Anılır Hâtem-i Tây’ın atâsı
Sehâvet her kime olduysa âdet
Ölünce gitmez andan ol sa‘âdet
Şumarı iki yüz toksan sekiz hem
Güneşdir sâ‘ati va’llâhü a’lem
Kur’ân-ı Kerîm’de Allah ismi ilk olarak hangi surede yer almaktadır? Araştırınız.
2. TEVHÎDLER
Allah’ın birliği ve yüceliği konusunda yazılan manzûm ve mensûr eserlere
tevhîd denir. Tevhîd konusu, daha önce kısmen işlenmişse de, Türk İslâm
Edebiyatı konularının başında gelmesi nedeniyle, burada daha geniş olarak
üzerinde durulacaktır.
Kök itibâriyle vahdet kelimesinden gelen ve tef‘il kalıbıyla ifâde edilen
Tevhîd, kelime olarak birlemek anlamına gelmektedir. Istılah olarak da, “Allah’ın varlığına ve birliğine dâir yazılan manzum ve mensur eserler”e Tevhîd
ismi verilmiştir. Şairlerimiz Divanlarına tevhîd ve münâcâtla başlamayı bir
âdet hâline getirmiş ve böyle başlamayı kendileri için de bir şeref kabul etmişlerdir.
Manzum tevhîdler, çoğunlukla kasîde, gazel, mesnevî nazım şekilleriyle
yazılmıştır. Tevhîderde işlenen konular, âyet ve hadislerden alıntılar yapılarak veya bu iki ana kaynaktan faydalanılarak kaleme alınmışlardır.
Konuyla ilgili yayın yapan araştırmacıların edebiyatımızda biri tasavvufî,
diğeri dînî olmak üzere iki tür tevhîdden bahsetmektedirler. Ancak, tasavvufî
tevhîdlerle dînî tevhîdleri birbirinden ayırdetmek de oldukça güçtür. Nihayetinde tasavvuf da dinin içerisindedir.
Tevhîdlerde, öncelikle, Allah’ın zâtî (selbî) ve sübûtî sıfatları yer almaktadır. Allah’ın zâtî sıfatları altı tanedir. Bunlar: Vücûd, kıdem, bekâ, vahdâniyet, muhâlefetün li’l-havâdis ve kıyâm bi-nefsih denilen sıfatlarıdır. Sübûtî
166
sıfatlar ise sekiz tanedir. Bunlar da: Hayat, ilim, semî‘, basar, irâde, kudret,
kelâm ve tekvîn, sıfatlarıdır.
Dînî tevhîdlerde, Âdem peygamberi topraktan yaratmış olan Allah’ın ilminde saklı ve gizli varlıkların kudret kalemiyle meydana gelişi, zuhûr edişi
anlatılır. Tasavvufî tevhîdlerde ise “Kenz-i mahfî / Gizli hazîne” esasına dayalı bir anlatım yer almaktadır.
“Kenz-i mahfî” terkibi bir kudsî hadiste geçmektedir ki bu hadis şöyledir: “Hz. Dâvûd (a.s), Allah’a: “Yâ Rabbi! Lime halakte’l-halka / Ey
Allahım! Bu mevcûdâtı niçin yaratttın?” der. Cenâb-ı Allah Hz. Davud’un
bu sorusuna: “Küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbebtü en u‘rafe, fe-halaktü’lhalka li-u‘rafe” diye cevap verir. Ehl-i tasavvuf’a göre: “Ben, gizli bir hazîne idim, bilinmek ve tanınmak istedim. Bu yüzden de, bilinmem ve tanınmam için bütün varlıkları yarattım.” anlamına gelen bu kudsî hadisin dayanağı, “Ben, cinleri ve insanları, ancak bana kulluk etsinler diye yarattım”
(Zâriyât: 51/56) anlamındaki âyettir.
Bu kudsî hadîsten hareketle, özellikle İran ve Anadolu şâirlerinde, kâinâtın yaratılış nedeni olarak “Allah’ın kendi güzelliğini temâşâ ve yokluk
aynasında tecellî etmesi” sonucu mevcudatın var oluşu inancı önem
arzeder. Şâir, sanki şu beytinde, söz konusu kudsî hadîsi tercüme edercesine, şöyle diyor:
Kendi hüsnüñ hûblar şeklinde peydâ eyledin
Çeşm-i âşıkdan dönüp soñra temâşâ eylediñ
Tevhîdlerde yer alan ve işlenen diğer esas ve konuları şu şekilde sıralamak mümkündür:
Vahdet-i vücûd (varlıkta birlik) inancına göre, kâinâtta var olan her şey
vehim, hayal, aynadaki akis ve gölgeler gibidir.
Kâinât, Allah’tan bir nişan ve alâmettir. Eserden müessire (cüz’den
kül’e) intikâl edip, kesrette vahdeti (çoklukta birlik), mahlûkta Hâlık’ı idrâk
etmeli, anlamalıdır.
Allah, akıl sahipleri tarafından bilinir fakat, gözlerden gizlenmişdir. Onu
dünya gözüyle görmek mümkün değildir. Bunun delîli: “Gözler onu görmez,
o gözleri görür; O latîf (gözle görülmez veya lûtuf sahibi), her şeyi haber
alandır.” (En’am: 6/103) anlamındaki âyettir.
Allah’ın zâtı idrâk edilemez ve buna insan güç yetiremez. İnsan aklı onu
anlamaktan âcizdir. Hz. Ebû Bekir’in, “el-aczü an-derki’l-idrâki idrâkü ” mısrâında çok açık bir şekilde, beşer aklının Allah’ın zâtını idrâk etmekten âciz
olduğu ifâde edilmektedir.
Allah mülkün sâhibi, şehâdet ve gayb âleminin Hâlık’ıdır. Bunun delîli,
şu iki âyettir: “(O), her şeyin yaratıcısıdır.” (En’am, 6/102) ve “O, öyle Allah’tır ki ondan başka tanrı yoktur. Görülmeyeni ve görüleni bilir. O, çok
esirgeyen, çok acıyandır.” (Haşr, 59/22)
Allah, nasıllık (kemmiyet) ve nicelikten (keyfiyet) münezzehtir. “O’na
benzer hiçbir şey yoktur. O, işitendir, görendir.” (Şûrâ, 42/11) âyeti bunun
delîlidir. “Allah’ın nimetleri hakkında istediğiniz kadar düşünün, kafa yorun;
167
fakat, sakın Allah’ın zâtı hakkında kafa yormayın, düşünceye dalmayın.” hadisi de, bunun sünnetteki delilidir. O’nun keyfiyyetini anlamak isteyen sapıklıkta ve yanlış yoldadır.
O, kıyısı olmayan bir okyanustur. Bu, Hakk’ın sonsuz ve sınırsız, zaman
ve mekân kayıtlarından uzak olduğunu ifâde eder.
Allah’ın eşi ve ortağı yoktur. Herkes O’na muhtaçtır ama o hiç kimseye
muhtaç değildir. Bir adı da Tevhîd sûresi olan İhlâs sûresi, Allah’ın “eşi ve
ortağı” olmadığının açık delîlidir. “De ki: O Allah birdir. Allah Samed’dir
(her şey varlığını ve bekâsını ona borçludur. Her şey ona muhtaçtır, o, hiçbir
şeye muhtaç değildir. Her şeyin başvuracağı, yardım dileyeceği tek varlık
odur.). Kendisi doğurmamıştır ve (başkası tarafından) doğurulmamıştır. Hiçbir şey onun dengi (ve eşi) olmamıştır.”
Evvel, âhir, zâhir ve bâtın odur. Bütün varlık ve eşyâda onun nûru zâhir
olmuş, tecellî etmiştir. Eşya, vehimler ve hayallerden ibarettir. Halbuki, bizâtihî mevcut ve var olan sâdece Allah’tır. O, ezelî ve ebedîdir. Cemâl ve Celâl sahibidir. “O, İlk’tir (kendisinden önce hiçbir varlık yoktur); Son’dur
(kendisinden sonra hiç bir varlık yoktur, her şey yok olurken O, kalacaktır);
Zâhir’dir (delilleriyle varlığı gün gibi açıktır); Bâtın’dır (Zâtı’nın hakîkatı
gizlidir, akıllar O’nun zâtını idrâk edemez). O, her şeyi bilendir.” (Hadîd,
57/3) âyeti, bunu açıkça ifâde etmektedir.
O, merhametlilerin en merhametlisi (Erhamü’r-râhimîn) ve Ekremü’lekremîn’dir. Kur’an’da, bu ifade dört ayrı yerde geçmektedir: “Merhametlilerin en merhametlisi sensin ! ”(Âraf, 7/151)
Gönül levhasından mâsivânın (Allah’tan gayri her şeyin) silinmesi şarttır. Çünkü Allah’a yakın olmak ve onun rızâsını kazanmak için gerekli olan
amel ve ibâdet, gönülden mâsivânın uzaklaştırılmasıyla gerçekleşebilir. Allah’a olan bağlılık ve muhabbet, dünyaya bağlılık nisbetinde zayıflar ve azalır.
Mutasavvıf şâirlerin tevhîdlerinde, göze çarpan hususlar ise, daha çok
vahdet-i vücûd’la ilgilidir.
O, öyle bir “Vahdet denizi”dir ki, onun dalgaları (isim ve sıfatlarının tecellîleri) hiçbir zaman kesilmez. Çokluk (kesret), işte bu tecellîlerden, zorunlu olarak ortaya çıkmıştır. “Göklerde ve yerde bulunanlar (her şeyi) ondan isterler (çünkü tüm varlıklarını ona borçludurlar). O, her gün (her an) yeni bir
iştedir (kimilerini yaratırken, kimilerini öldürür, her ân hayatı tâzeler, bir hâli
giderir, başka hâller getirir).” (Rahmân, 55/29) âyeti bunun açık delîlidir.
Tasavvufta gerekli ve önemli olan vahdet, kesret içinde olan vahdettir.
Bunun anlamı, toplum ve halkla birlikte, işiyle-gücüyle meşgul iken bile herkesin ve her şeyin Allah’ın kudreti ile meydana geldiğini idrâk etmekten ibarettir. El yârda, gönül kârda olmalıdır. İşte bundan yola çıkarak Vahdet-i
vücûd nazariyesi doğmuştur. Bütün varlıkların Vücûd-ı mutlak olan Allah’ın
isim ve sıfatlarından tecellî ettiği nazariyesine dayanan Vahdet-i vücûd, bir
çeşit tasavvuf yoludur. Buna göre Vücûd (varlık) birdir ve o da Allah’ın varlığıdır. Bütün varlıklarda çeşitli şekillerde tecellî eden de odur. Her şey, onun
varlığına ve birliğine delâlet eder. Kâinât, onun varlığının alâmetidir. Onsuz
hiçbir şey olamaz. Vahdet-i vücûd nazariyesi XIII. yüzyldan itibâren,
Muhyiddin İbnü’l-Arabî (1165-1240), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-
168
1273), Sadreddin-i Konevî (1210-1274) gibi bilgin ve şâirlerle büyük ilerleme kaydetmiştir.
Burada Vahdet-i vücûdla ilgili bir noktayı, önemli olması nedeniyle,
açıklamakta fayda vardır. Vahdet-i vücûd, panteizm değildir ve onunla hiçbir
ilgisi yoktur. Çünkü Allah, hiçbir şeyle ittihâd hâlinde bulunmaz. Allah, Allah’tır, âlem de âlemdir. Âlem, Allah’ın gayrıdır. Vücûdu vâcib olan, varlığı
mümkün ve sonradan olanla birleşemez. Allah, her şeyden münezzeh ve mutlak kudret sahibidir. Allah, nasıllık ve nicelikten münezzeh, âlem ise bunlarla
sınırlıdır. Münezzeh olana, sınırlı olanın aynı demek ve Allah’ı, sonradan
olan şeyle bir ve aynı kabul etmek imkânsızdır. Ezelî olan Allah, asla sonradan olanın aynı değildir.
Mekândan münezzeh olan Allah, mekâna sığmaz. Mekândan münezzeh
olanı, mukayyet olan eşya ve varlıktan ayrı düşünmek gerekir. Dış dünya ve
iç âlemde görünmüş olanlar, Allah’ın varlığına delâlet eden şâhitlerdir; yoksa
Allah demek değildirler. Eşyânın Allah’ın aynı olduğu inancı, Vahdet-i
vücûd demek değildir. Çünkü bu makâmda ittihâd (birleşme), ayniyet (tıpkısı
olma), tenezzül (inme) ve teşbih (benzetilme) yoktur. Allah, zâtı ile de, sıfâtıyla da değişmez, sonradan olanlara aslâ benzemez (Pekolcay: 1976). Çünkü
O, “muhâlefetün li’l-havâdis” sıfatıyla muttasıftır. Anlamını vereceğimiz şu
âyete dikkatle bakılırsa, Vahdet-i vücûda kâil olan ve inananların dediği gibi,
Allah’ın eşyâda görünmesinden (cem‘) ziyâde farka delâlet ettiği, mahlûk ile
Hâlık’ın birbirinden tamamıyla ayrı olduğu anlaşılır: “De ki: İşte benim yolum budur: ‘Allah’a basîretle davet ederim. Ben (böyle olduğum gibi) bana
uyanlar da böyledir. Allah’ı şânına lâyık olmayan şeylerden tenzîh ederim ve
ben Allah’a ortak koşanlardan değilim.” (Yûsuf: 12/108)
Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273)’nin şu beyti, Vahdet-i vücûd
inancına kâil olanları, onu savunanları kökünden reddetmektedir: “Peygamberler, halkı Hakk’a ulaştırmak, îsâl etmek için gönderilmişlerdir. Halk ile
Hak, (Vahdet-i vücûd’a inanan ve onu savunanların dedikleri gibi) yek-vücûd
(aynı) olsalardı neyi îsâl edecek, ulaştıracaklardı?” (Tahirü’l-Mevlevi: 1966)
Ehl-i tasavvufun, vahdet-i vücûd hakkındaki görüşü, birtakım şüphelerle
dolu bir yol ve metotla değil, tarîk-ı bedâhet (apaçık) ile şâhid olmuşlardır ki,
buna göre, mevcûd-ı hakîkî ancak, Allah’tır. Sonradan olan mümkinâta
mevcûd demek ise tecellî alâkasıyla mecâzîdir. Çünkü bir kısmı Allah ile, diğer bir kısmı da yaratılmış olan şeylerle var olan çeşitli varlıklar yoktur. Varlık, Bir’dir, o da Allah’ın zâtından başka bir şey değildir (Kam: 1994).
Bu kısa bilgiden sonra, Vahdet-i vücûd inancının temel düstûrunun, şu
iki sözde, özetlenmiş olduğunu söyleyelim: “Lâ-mevcûde ille’llâh / Allah’tan
başka varlık yoktur” veya “Leyse fi’l-vücûdi ille’llâh / Mevcudatta Allah’tan
başkası yoktur”. Aşağıdaki, biri Arapça, diğeri Türkçe olan beyitlerde Vahdet-i vücûd inanç ve akîdesi “uslûb-ı şâ‘irâne” ile şu şekilde ifâde edilmiştir.
Leyse fi’l-kâinâti gayruke şey’ün
Ente şemsü’d-duhâ vü gayruke fey’ün
Küllü mâ-fi’l-kevni vehmün ev hayâl
Ev ‘ukûsün fi’l-merâyâ ev zılâl
169
“Kâinâtta senden başka hiç bir şey yoktur; sen kuşluk güneşisin, senden
başka varlıklar gölgeden ibârettir. Kâinâtta mevcut olan her şey, vehim ya da
hayâlden ibârettir; veya aynadaki akisler, ya da gölgelerden ibârettir.”
Şair Nev‘î’nin şu kıtası Vahdet-i vücûdu çok güzel bir şekilde özetlemektedir.
Ben bilmez idim gizli ayân hep Sen imişsiñ
Tenlerde vü cânlarda nihân hep Sen imişsiñ
Senden bu cihân içre nişân ister idim ben
Âhir bunı bildim ki cihân hep Sen imişsiñ
Nev‘î
Tevhîdlerde âyetlerden zaman zaman alıntılar ve âyetlere telmih ve işâretler yapılmaktadır. Bir fikir verebilmek için, bu alıntı, telmih ve işaretlerle
ilgili bazı beyitleri, örnek olarak, veriyoruz.
Varır her zerreye bir râh Sen’den
Dü-âlem “semme vechü’llâh” Sen’den
Lâ-mekânî
Bu beytin ikinci mısraında Bakara sûresi 2/115’den sâdece “semme
vechu’llâh” kısmı iktibâs edilmiştir. Âyetin tamâmı ise “Fe-eynemâ tüvellû
fe-semme vechü’llâh..”tır.
Çıhâr rükn-i anâsır olunca mazhar-ı “Kün”
Mürekkeb oldı ‘ademden cevâhir-i eczâ
Râmî
Debistân-ı kıdemde ol Debîr-i Lem-yezel’sin kim
İki harf ile kıldıñ on sekiz biñ ‘âlemi imlâ
Âlî
Bu iki beyitte, sâdece “Kün” emrini almak sûretiyle, Kur’an’da sekiz
yerde geçen âyetlere telmih ve işârette bulunulmuştur. “Kün” emrinin geçtiği
sekiz âyetten ilki olan Bakara Sûresi 2/117’de yer alan âyetin metni: “Ve izâ
kazâ emran fe-innemâ yakûlü lehû kün fe-yekûn” : “Bir şeyi yaratmak istedi
mi, ona sâdece “ol” der, o da hemen oluverir.”
Eyledi Âdem’i hem ol Mevlâ
Vâkıf-ı ilm-i “alleme’l-esmâ”
Subhî
Bu âyette de, Bakara Sûresi 2/31’den “alleme’l-esmâ” kısmı, aslı biraz
değiştirilerek, alıntı yapılmıştır. Âyetin bu kısmı, tam olarak, “Ve ‘alleme
170
Âdeme’l-esmâe..” şeklindedir. “Âdem’e isimlerin tamâmını öğretti..” anlamına gelmektedir. Bu örnekler daha da çoğaltılabilir.
Tevhîdler, genel olarak, kasîde şeklinde yazılır ve kasîdenin türlerinden
biri olarak kabul edilir. Edebiyatımızda terkîb-i bend, tercî-i bend ve
musammat şekilleriyle yazılmış tevhîdler de vardır. Özellikle tercî-i bendler,
konu yönünden, tevhîde daha elverişli şiirlerdir. Kasîde tarzında yazılan
tevhîdlerde, kasîdenin bölümlerinden olan nesîb, tegazzül, fahriye gibi bölümler bulunmayıp, doğrudan doğruya konuya geçilir (İsen: 1992).
Edebiyatımızdaki en güzel tevhîdlerden biri Niyazii Mısrî (ö. 1694)’ye
aittir. Tasavvufî bir tevhîdin tüm özelliklerini taşıyan bu şiir şöyledir:
Zihî kenz-i hafî k’andan gelir her var olur peydâ
Gehî zulmet zuhûr eder gehî envâr olur peydâ
Zihî deryâ-yı vahdet kim kesilmez hergiz emvâcı
Bu kesret âlemi andan doğup nâçâr olur peydâ
Ne sihr-i bü’l-acebdir kim bu yüzden görünür ağyâr
O yüzden gayri yok tenhâ gelir dildâr olur peydâ
O yüzden görülen ağyâr döner şem’-i cemâlinden
Felekler de görüp anı döner edvâr olur peydâ
Taşınır günde yüz bin cân adem iklîmine her dem
Gelir yüz bin dahi andan bulur a‘mâr olur peydâ
Dışın içe hayâlâtı için dışa zuhûrâtı
Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peydâ
O devr ile gelipdir enbiyâ mürsel merâtibce
Gehî mü’min zuhûr eder gehî küffâr olur peydâ
Tecellî eyledikçe ol sarây-ı sırr-ı ahfâda
Bu sûret âlemi içre satû bâzâr olur peydâ
Anın zâtına gâyet sun‘una hergiz nihâyet yok
Anınçün her bir isminden gelir bir kâr olur peydâ
Tecellî eyler ol dâim celâl ü geh cemâlinden
Birinin hâsılı cennet birinden nâr olur peydâ
171
Cemâli zâhir olsa tez celâli yakalar anı
Görürsün bir gül açılsa yanında hâr olur peydâ
Bu sırdandır ki bir kâmil zuhûr etse bu âlemde
Kimi ikrâr eder anı kime inkâr olur peydâ
Velî ârif celâl içre cemâlini görür dâim
Bu hâristânın içinde ana gülzâr olur peydâ
Ne sırdır ki iki kimse nazar eyler bu ekvâna
Biri ancak görür dârı bire deyyâr olur peydâ
İçi ummân-ı vahdetdir yüzü sahrâ-yı kesretdir
Yüzün gören görür ağyâr içinde yâr olur peydâ
Alan lezzâtı birlikden halâs olur ikilikden
Niyazî kanda baksa ol hemân dîdâr olur peydâ
Osmanlı padişahlarından Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kanuni Sultan
Süleyman (ö. 1566)’ın bir tevhîdini de yine örnek olarak verelim
Osmanlı padişahlarından bir çoğu şairdir. Şair padişahlar da geleneğe uygun
olarak tevhidler kaleme almışlardır. Muhibbî mahlasıyla şiirler yazan Kanuni
Sultan Süleyman (ö. 1566)’ın bir tevhîdi şöyledir:
Dest-i kudretle yoğ iken âlemi var eyledin
Kimini müslim kılıp kimini küffâr eyledin
Hârdan güller bitirdin nahlden hurma-yı ter
İbret için kullarına hikmet izhâr eyledin
Kimine verdin behişt ü hil‘at u tâc u kemer
Kiminin yerin cehennem menzilin nâr eyledin
Kiminin kaddini kıldın serv ü ‘ar‘ardan yüce
Gözleri yaşın kiminin cû-yı enhâr eyledin
Rûzı rûşen eyledin emrinle gün etdi tulû‘
Geceyi encümler ile zeyn edip târ eyledin
172
Güller ile gülşen içre hârı kıldın hem-nişîn
Geceler tâ subha dek bülbülleri zâr eyledin
Zâhide erzâni kıldın kevser ü hûr u behişt
Bu Muhibbî bendeni müştâk-ı dîdâr eyledin
3. MÜNÂCÂTLAR
Münâcât, kelime olarak “fısıldamak, kulağa söylemek, iki kişi arasında geçen
gizli konuşma” anlamları taşımaktadır. Bir kimsenin ellerini semaya kaldırarak dilediği şeyi Allah’tan gizlice istemesine münâcât denilmekle birlikte,
edebiyâtımızda, bağışlayıcı olan Yüce Allah’tan bir dilekte bulunmak için
yazılan manzûmelere verilen isimdir.
Kelime anlamı olan “kulağa fısıldamak ve iki kişi arasındaki gizli konuşma” münacatı tam olarak karşılamamaktadır. Kulağa fısıldamak normal konuşmalarda hoş karşılanmayan bir iletişim şeklidir. Münâcât aslında kulun
acziyetini ifade halidir. Kişinin yüce Allah karşısında kulluğunun farkında
olarak, edeple kendi eksiklik ve noksanlığını itiraf edip Allah’tan kısık bir
sesle yardım istemesidir.
Eski edebiyatımızın vazgeçilmez şiir türlerinden biri olan münâcât, hemen her şairin divan ve mesnevisinde ya ilk ya da ikinci şiir olarak yerini
alır. Bu yönüyle de mensur eserlerdeki “hamdele”nin şiirdeki karşılığıdır.
Bununla birlikte mensur olarak yazılan münâcâtlar da vardır ki bunlara da
“Tazarrû-nâme” adı verilir.
Divan edebiyatı şairlerince kaside, gazel, kıta, mesnevi, rubai gibi hemen
her nazım şekliyle yazılmasına rağmen Halk ve Yeni Türk edebiyatı şairleri
tarafından da hece ve serbest vezinle verilen yüzlerce güzel örnekleri de vardır.
Dinî ve edebî bir nazım türü olan münâcâtlar ayet ve hadislerden alıntılarla İslâm’ın iki ana kaynağından faydalanılarak kaleme alınmışlardır.
Allah’la ilgili edebî bir nazım türü olan münâcâtlar, tevhîdlerle benzerlik
göstermesine rağmen aralarında bazı farklılıklar da bulunmaktadır.
Tevhîdlerde Allah’ın zât ve sıfatlarından, yüceliğinden ve kudretinden bahsedilirken münâcâtlarda kulun hatalı, kusurlu ve aciz olduğu vurgulanarak
Allah’tan yardım isteği ön plana çıkar.
Kul, kusurludur. Yapmış olduğu ibadetler ve amelleri Allah’a layık değildir. Buna rağmen Allah kulun ameline göre ceza vermez. Fuzulî bir münâcâtında bu durumu
Yok bende bir amel sana şâyeste âh eğer
A’mâlime göre vere adlin cezâ bana
mısralarıyla ifade eder.
173
Cumhuriyet döneminde münâcât yazan şairler var mıdır? Araştırınız.
Yegâne Ganiyy-i Mutlak olan sadece Allah’tır. Kul, daima zayıf, aciz ve
ihtiyaç sahibidir. Yüce Allah karşısında insan aczini itiraf etmeli, geçmiş günahlarına pişmanlık duymalı ve bir daha yapmamaya karar vererek, tövbe ve
istiğfar etmelidir. Çünkü veren odur ve o dilemedikçe hiçbir şey meydana
gelmez.
Arif Nihat Asya da bir münâcâtında bu durumu şöyle ifade eder
Zaîfiz, güçsüzüz biz, el
Elindir, kol kolun, Tanrı’m!
Ne oldurmak murâd etsen
Yeter bir tek “ol!”un Tanrı’m
Allah, sonsuz lütuf, rahmet ve mağfiret sahibidir. Tevvâb ismiyle, günahından pişman olan ve tövbe eden kulunun tövbesini kabul eder.
Bir kul olarak insan, ibadetlerine güvenmemeli, daima korku ve ümit arasında olmalıdır. Çünkü “Allah’ın rahmetinden ümit kesmemek” bir mü’minin
uyması gereken kurallardandır. Eğer Allah’ın rahmet ve mağfireti olmazsa
kulun durumu perişandır. Yunus Emre bu hususu iki farklı şiirinde şöyle anlatır.
Ne ilmim var ne tâatim ne gücüm var ne tâkatim
Meğer kıla inayetin yüzümüzü ak Çalab’ım
Rahîm dürür senin adın Rahîmliği bize dedin
Mürşidlerin müjdeledi “Lâ taknetû” hitap nedir
Münâcâtlarda Allah’ın bazı sıfatlarından da söz edilir. Celal ve Cemal,
kerem, lütuf ve yardım sahibi olduğu, ilim ve kudretinin sonsuzluğu, Kıdem
ve Bekâ sıfatları ön plana çıkarılır. XVII. Asır mutasavvıf şairlerinde Fenayî
Cennet Efendi’nin bir münacatının ilk dörtlüğü şöyledir.
Celâlin nârına yakma ibâdı
Kerem lutf u inâyet senden olur
Cemâlinle münevver et fuâdı
Kerem lutf u inâyet senden olur
Allah, kâinatın yegâne hâkimi, ezel ve ebedin padişahıdır. Mevcut olan
her şey onun kudretinin eseridir ve var olan her varlık bizlere onun kudretini
göstermektedir. Şahlığa lâyık olan odur. Bütün padişahlar onun kuludur.
174
Çok sayıda örneği bulunan münacatlarla ilgili Prof. Dr. Cemal Kurnaz tarafından hazırlanan Münâcât Antolojisi (Ankara 1992)’nde türün güzel örnekleri bir araya getirilmiştir.
Cahit Zarifoğlu’nun “Sultan” isimli şiiri de son dönemlerde yazılan en
güzel münâcâtlardan biridir:
Seçkin
Bir kimse değilim
İsmimin baş harfleri acz tutuyor
Bağışlamanı dilerim
Sana zorsa bırak yanayım
Kolaysa esirgeme
Hayat bir boş rüyaymış
Geçen ibadetler özürlü
Eski günahlar dipdiri
Seçkin bir kimse değilim
İsmimin baş harflerinde kimliğim
Bağışlanmamı dilerim
Sana zorsa yanmaya razıyım
Kolaysa affı esirgeme
Eski şâirlerimiz, tertip ettikleri Divanlarına ve kaleme aldıkları mesnevîlere tevhîd ve münâcâtla başlamayı bir kural olarak kabul etmişlerdir.
İslâm’ın etkisiyle Arap edebiyatında ortaya çıkmış olan münâcât türünün,
X-XI. yüzyıllarda İran edebiyatında; XII. yüzyıldan itibaren de Türk şiirinde
kullanılır olduğu görülür.
Geçmişten günümüze güzel münâcât örnekleri için Cemal Kurnaz tarafından
hazırlanan Müünâcât Antolojisi adlı kitabı okuyunuz.
175
Örnekler
Sun‘ullah Gaybî (ö. 1677)’den
Cehâlet perdesin kaldır
İnâyet eyle yâ Mevlâ
Ma‘ârifle dili doldur
İnâyet eyle yâ Mevlâ
Şarâb-ı aşkını içtim
Hicâblardan kamû geçtim
Bilip nefsim seni seçtim
İnâyet eyle yâ Mevlâ
Vücûdum aşk ile kül et
Dehir bağında bir gül et
Geçir cüzden beni küll et
İnâyet eyle yâ Mevlâ
Fenâ eden kamû vârın
Bugün oldu aña yârın
Temâşâ etmede yârin
İnâyet eyle yâ Mevlâ
Dile ilhâm-ı Gaybî ver
Kemâlâtı gönülde der
Kamû halde bana irgör
İnâyet eyle yâ Mevlâ (Kemikli: 2000)
Ümmî Sinan (ö. 1657)’dan
Ey cümle halkın maksûdu
Al gönlümü senden yana
Ey küllî şey’in mevcûdu
Al gönlümü senden yana
176
Budur yüreğim yâresi
Gitmedi yüzüm karası
Ey bîçâreler çâresi
Al gönlümü senden yana
Nefs elinden âvâreyim
Hırs elinden bîçâreyim
Gayri kime yalvarayım
Al gönlümü senden yana
Kurtar nefsin belâsından
Can bu lütfu bula senden
N’ola ihsân ola senden
Al gönlümü senden yana
Elim sana ermekliğe
Gözüm seni görmekliğe
Tapuna yüz sürmekliğe
Al gönlümü senden yana
Nefsin meyine kanmasın
Firkat oduna yanmasın
Mâsivâya aldanmasın
Al gönlümü senden yana
Dâim sen ol dilde sözüm
Seni fikreylesin özüm
Gayrıya bakmasın gözüm
Al gönlümü senden yana
Mustafâ’nın minnetine
Murtazâ’nın himmetine
177
Şol birliğin hürmetine
Al gönlümü senden yana
Gözlerimi giryân eyle
Hem ciğerim biryân eyle
Esrârına hayrân eyle
Al gönlümü senden yana
Evliyâlar hürmetine
Enbiyâlar izzetine
Mukarrebler kurbetine
Al gönlümü senden yana
Aşkına yoldaş olmağa
Derdine dildaş olmağa
Sırrına haldaş olmağa
Al gönlümü senden yana
Ey keremler kânı hâce
Sensin yücelerden yüce
Ayrılmasın bir zerrece
Al gönlümü senden yana
Ümmî Sinan der Yaradan
Götür perdeyi aradan
Kurtar beni bu yaradan
Al gönlümü senden yana (Bilgin: 2000)
Özet
Türk İslâm Edebiyatı’nda Allah ile ilgili edebî türlerin neler olduğunu sıralayabilmek.
İçeriğinin tamamen dinî olmasını göz önünde bulundurarak edebiyatımızdaki
bir dinî-edebî nazım türlerinden bahsedebiliriz. Bu tasnifi kullandığımızda da
üç ana başlık karşımıza çıkar: Allah’la ilgili nazım türleri, Hz. Peygamber’le
ilgili nazım türleri ve dinî-ahlaki diğer nazım türleri.
178
Allah’la ilgili edebî türleri şunlardır: Allah’ın Güzel İsimleri olan Esmâ-i
Hüsnâlar, Allah’ın zatî ve sübûtî sıfatlarından bahseden Tevhidler ve kulun
acziyetini dile getiren Münâcâtlar.
Allah’ın güzel isimlerinin edebiyatımızda nasıl yer bulduğunu ifade edebilmek.
Esmâ-ı hüsnâ “Allah’ın Güzel İsimleri” anlamıyla edebiyatımızda bir tür olarak kabul edilmiştir. Esmâü’l-hüsna ifadesi, Kur’ân-ı Kerîm’de dört ayrı surede yer alan birer ayette geçmektedir. Edebiyatımızda Esmâ-ı hüsnâların
oluşumunda hiç kuşkusuz “Allah’ın doksan dokuz, yüzden bir eksik, ismi
vardır. Bu isimleri kim sayarsa (veya ezberlese) cennete girer” hadisinin büyük bir etkisi vardır. Edebiyatımızdaki dinî edebî türlerin birçoğunda da olduğu gibi bu hadisteki cennete girme müjdesinden dolayı Arap, Fars ve Türk
birçok müellif ve şair bu türde eserler kaleme almışlardır.
Şairlerimizin eserlerine başlarken nasıl bir gelenek takip ettiklerini belirleyebilmek.
Türklerin İslâm’ı kabul etmelerinden sonra yazılan eserlerin hemen hepsinde
önce Allah’ın birliği ve ululuğunu anlatan, O’na yalvarma ve duâyı ifâde
eden, Hz. Peygamber’i medh edip öven parçalar ve manzûmeler bulunmaktadır. Eserlere bu şekilde başlamak İslâm sonrası edebiyatımızın ilk eserlerinden itibaren herkesce uyulan bir âdet ve gelenek olagelmiştir. Müslüman bir
müellif ve şâirin eserine “Besmele” ile başlayarak “Hamdele” ve “Salvele”
ile devam etmesi ve “ammâ ba‘dü” sözü ile de asıl konuya geçmesi “âdet ve
gelenek” idi. Mensur eserlerde müellifin âdet ve geleneğe göre, takip ettiği sıra: “Besmele, hamdele, salvele, ammâ ba‘dü” sözleridir. Manzum eserlerde
ise bu sıra: “Besmele, Tevhîd-Münâcât, Na‘t, Sebeb-i Te’lîf-i Kitâb” şeklindedir. Divanlarda bu sıraya uyulduğu gibi, mesnevîlerde de, genel olarak,
böyledir
Tevhid ve münâcâtlarda hangi konuların üzerinde durulduğunu açıklayabilmek.
Allah’la ilgili edebî bir nazım türü olan tevhîdler ve münâcâtlar arasında benzerlikler olmasına rağmen ikisi arasında bazı farklılıklar da bulunmaktadır.
Tevhîdlerde Allah’ın zât ve sıfatlarından, yüceliğinden ve kudretinden bahsedilirken münâcâtlarda kulun hatalı, kusurlu ve aciz olduğu vurgulanarak
Allah’tan yardım isteği ön plana çıkar.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi Allah’la ilgili edebî türlerden biridir?
a. Kırk Hadis
b. Na’t
c. Tevhîd
d. Besmele
e. Âdet ve gelenek
179
2. Aşağıdakilerin hangisinde tevhid türleri tam ve doğru olarak verilmiştir?
a. Dinî-edebî
b. Ahlâkî-dinî
c. Dinî-tasavvufî
d. Tasavvufî-ahlakî
e. Edebî-tasavvufî
3. Tevhîdlerde işlenen “varlığın birliği” esası aşağıdakilerden hangisidir?
a. Kenz-i mahfî
b. Esmâ-ı hüsnâ
c. Muhâlefetün li’l-havâdis
d. Vahdet-i vücûd
e. Alleme’l-esmâ
4. Aşağıdaki isimlerden hangisi Esmâ-ı hüsna kaleme alan Türk şairlerden biri değildir?
a. Şeyhoğlu Mustafa
b. Îsâ Saruhânî
c. Ahmed Şâkir Paşa
d. İbrahim Cudî
e. Abdurrahman Câmî
5. Mensur olarak yazılan Münâcâtlara ne ad verilir?
a. Tegazzül
b. Tercî-i bend
c. Terkîb-i bend
d. Tazarru‘-nâme
e. Kasîde
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. c
Yanıtınız doğru değilse, “Giriş” kısmını yeniden okuyunuz.
2. c
Yanıtınız doğru değilse, “Tevhîdler” konusunu yeniden okuyunuz.
3. d
Yanıtınız doğru değilse, “Tevhîdler” konusunu yeniden okuyunuz.
180
4. e
Yanıtınız doğru değilse, “Esmâ-ı Hüsnâlar” konusunu yeniden
okuyunuz
5. d
Yanıtınız doğru değilse, “Münâcâtlar” konusunu yeniden okuyunuz
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Kelime-i tevhid Allah’ı birleme, bir kabul etme anlamında olup Lâ ilâhe illa’llâh Arapça lafzının “Allah’tan başka ilah yoktur” şeklinde Türkçe’ye tercüme edilmiş şeklidir.
Sıra Sizde 2
Besmele’nin âyet olup olmadığı İslam alimleri tarafından tartışılmıştır. Allah
ismi Besmele’de yer almaktadır. Besmele ayet olarak görülmese bile Allah
adı ilk olarak Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresi olan Fatiha’da yer almaktadır.
Sıra Sizde 3
Cumhuriyet Dönemi’nde münâcât yazan oldukça çok şair bulunmaktadır.
Ünite içerisinde bunlardan A. Nihat Asya ve Cahit Zarifoğlu’nun şiirleri örnek olarak verilmiştir. Ayrıca Türkiye Diyanet Vakfı tarafından yapılan ve
Bahattin Karakoç’un Beyaz Dilekçe isimli şiirinin 1. olduğu yarışmada dereceye giren şiirler de bir kitap halinde yayımlanmıştır.
Yararlanılan Kaynaklar
Bilgin, A. (2000), Ümmî Sinan Divanı, (İnceleme – Metin), İstanbul.
İsen, M. (1992), Türk Edebiyatında Tevhidler, Ankara.
Kam, F. (1994), Vahdet-i Vücûd (sâdeleştiren Ethem Cebecioğlu), Ankara.
Kemikli, B. (2000), Sun‘ullâh-ı Gaybî Divanı İnceleme – Metin, İstanbul.
Kurnaz, C. (1992), Münâcât Antolojisi, Ankara.
Levend, A. S. (1989), “Dînî Edebiyatımızın Başlıca Ürünleri”, Türk Dili
Araştırmaları Yıllığı-Belleten, Ankara, s. 45-50;
Şener, H. İ. (1985), Türk Edebiyatında Manzum Esmâü’l-Hüsnâlar, İzmir
(Basılmamış Doktora tezi.).
Olgun, T. M. (1973), Edebiyat Lügatı (haz. K. Edib Kürkçüoğlu), İstanbul.
Olgun, T. M. (1966), Şerh-i Mesnevî, İstanbul.
Uludağ, S. (1991), Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul.
Yıldız, A. (2008), “Allah'ın Güzel İsimleri: Esmâ- ı Hüsnâ”, Ay Vakti, Sayı 90.
Yılmaz, A. (1998), “Türk Edebiyatında Esmâ-i Hüsnâ Şerhleri ve İbn-i
İsâ-yı Saruhânî’nin Şerh-i Esmâ-i Hüsnâsı”, C.Ü. İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Sivas, II, 1-34.
181
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Türk-İslâm Edebiyatında Hz. Peygamber’le ilgili türleri sıralayabilecek,
•
Bu türlerin birbirleriyle olan irtibatını açıklayabilecek,
•
Bu türde yazılmış eserleri tanıyabilecek,
•
Örnek metinleri okuyarak bu türler hakkında tartışabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Na’t, mevlid, siyer, hicret-i nebî
•
Hilye, mucizât-ı nebî, şemâil
•
Mi’raciyye, regaibiyye, hadis-i erbaîn
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Metin içerisinde tanımı verilmeyen kelimeler için Misalli Türkçe Sözlük’e
başvurunuz.
•
Metin içerisinde geçen terimler hakkında daha fazla bilgi için Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi’nin ilgili maddelerine ve Necla
Pekolcay’ın İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş adlı eserinde ilgili yerlere bakınız.
182
Hz. Peygamber ile
İlgili Edebî Türler
NA‘T
Sözlükte bir şeyi vasıflandırma, medhederek anlatma mânâlarına gelen na’t
Hz. Peygamber için yazılan medih şiirleridir. Türk edebiyatında diğer türler
içinde örnekleri en bol ve yaygın olan na‘t XI. yüzyıldan itibaren Türkler’in
yaşadığı hemen bütün bölgelerde yazılmış, günümüze kadar da kuvvetli bir
gelenek halinde devam etmiştir. Sayıları binlerle ifade edilebilecek olan
na‘tlar ayrıca bestelenerek cami ve tekkelerde okunmuş, birçok beyti hattatlar
eliyle levhalara nakşedilip mescid, dergâh, ev ve dükkân gibi mekânları süsleyen birer sanat eseri olarak itibar görmüştür.
Şairleri na‘t yazmaya yönelten çeşitli sebeplerin başında Hz. Peygamber’e
duyulan sevgi gelir. Kur’ân-ı Kerîm’in birçok âyetinde ahlâkı ve üstün şahsiyeti methedildiğinden Cenâb-ı Hakk’ın da habibi olan Resûl-i Ekrem’e duyulan bu sevgi aynı zamanda Allah’ın arzusuna uymayı ifade etmektedir. Na‘t
yazma geleneğinde bir diğer amaç da Resûlullah’ın şefaatine nâil olma isteğidir. Kâ‘b b. Züheyr’in Kasîde-i Bürde’yi yazmak suretiyle Hz. Peygamber’in affına mazhar olması gibi şairler de na‘tları ile Resûl-i Ekrem’in mahşerde tecelli edecek olan şefaatini ümit etmişlerdir.
Na’tlar divan ve mesnevilerde genellikle tevhid ve münâcâtlardan sonra
yer almaktadır. Bazı mürettep divanların doğrudan doğruya na‘t ile başladığı,
bunun yanında bazı şairlerin divanlarının mukaddimesinden itibaren hemen
her bölümünde na‘ta yer verdikleri görülmektedir. Daha çok kaside nazım
şeklinde yazılmakla birlikte, gazel, mesnevi, kıta, müstezad, terci-bend ve
terkib-bend, musammat, rubâî, tuyuğ, müfred ve mısra şeklinde pek çok na‘t
örneği bulunmaktadır. Na’tlarda şairler Hz. Peygamber’i överken onun üstünlüğü, bütün âlemin onunla ilgili olarak yaratıldığı hakkındaki ayet ve hadislere telmihte bulunmuş veya onlardan alıntılar yapmışlardır.
Na‘tlarda şairler Hz. Peygamber’i tavsif için divan şiirinin bütün söz sanatlarını, belâgat kurallarını ve geleneğin kültür birikimini kullanarak hünerlerini gösterme imkânını bulmuşlardır. Bununla beraber şairler Kur’ân-ı Ke-
183
rîm’i Resûlullah’ın şanını âleme ilân eden bir methiye kabul ederek Allah’ın
övdüğü o yüce zâtı övmekteki âcizliklerini de itiraf etmişlerdir.
Muhteva itibariyle na‘tlarda Hz. Peygamber’in isim ve sıfatları, kâinatın
efendisi, yaratılışın gayesi ve Allah’ın sevdiği oluşu, örnek ahlâkı, üstün vasıfları, fizikî özellikleri, mûcizeleri, diğer peygamberlerden üstünlüğü âyet ve
hadislere dayanılarak dile getirilir; son bölümlerde şair günahkârlığını itiraf
edip şefaat talebinde bulunur. Ardından kıyamet gününün tasviri, o çetin
günde şefaat yetkisinin yalnız Peygamber’e ait olduğu belirtilerek onun âlemlere rahmet olarak gönderildiği vurgulanır.
Türk edebiyatında ilk na‘t örneğine Kutadgu Bilig’de rastlanmaktadır.
Yûsuf Has Hâcib ile başlayan bu gelenek Edib Ahmed Yüknekî’nin
Atebetü'l-hakåyık ve Ahmed Yesevî’nin Dîvânı Hikmet’inden sonra Anadolu
sahası dışında pek çok şair tarafından devam ettirilmiştir. Çağatay edebiyatında Ali Şîr Nevâî, divan ve mesnevilerinin tamamında ve mensur eserlerinde çok sayıda na’t yazmış, bu yüzden de na‘t şairi unvanına lâyık görülmüştür.
Anadolu sahasında Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî’nin Farsça, Yûnus Emre’nin Türkçe na‘tlarıyla bu tür XIII. yüzyıldan itibaren edebiyatın vazgeçilmez bir türü halini almıştır. XVII. yüzyıldan başlayarak yalnızca nat‘lardan
oluşan divanlar tertip edildiği görülmektedir.
Bazı şiir mecmuaları tamamıyla na‘tlara hasredilmiş olup bunlar ''mecmûa-i nuût'' olarak anılmıştır.
Divan edebiyatındaki binlerce na‘t içinde en çok tanınanlar arasında ilk
sırayı Fuzûlî’nin ''Su Kasidesi''adıyla da meşhur olan na‘tı alır. Daha sonra
Şeyh Galib’in, ''Sen Ahmed ü Mahmûd ü Muhammed’sin efendim / Hak’tan
bize sultân-ı müeyyedsin efendim'' beytiyle mütekerrir müseddes şeklindeki
na‘tı, Fehîm-i Kadîm’in daha çok edebî muhitlerde şöhret kazanan ve Nazîm,
Neşâtî, Şeyh Galib gibi şairler tarafından nazîre yazılan ''rûz ü şeb'' redifli
na‘tları zikredilebilir. Nâbî’nin, hac yolculuğu esnasında Medine yolunda
söylediği bildirilen ''Sakın terk-i edebden kûy-ı mahbûb-ı Hudâ’dır bu /
Nazargâh-ı ilâhîdir makam-ı Mustafâ’dır bu'' matla‘ beyitli na‘tı meşhurdur.
Divan edebiyatında Peygamberimiz için yazılan na’tlar ekseriyet teşkil
etmekle beraber peygamberler, veliler, din büyükleri, halifeler hakkında da
na’tlar kaleme alınmıştır. Dört halife için yazılanlara na’t-ı çehâr-yâr-ı güzin,
veliler için yazılanlara nuût-ı evliyâ denir.
Na‘tlar, Tanzimat’tan sonra gelişen yeni Türk edebiyatındaki örneklerle
günümüze kadar devam etmiştir.
Na’t Örneği
Saçma ey göz eşkden gönlümdeki odlara su
Kim bu denlü dutuşan odlara kılmaz çâre su
184
Âb-gûndur künbed-i devvâr rengi bilmezem
Yâ muhît olmış gözümden künbed-i devvâra su
Zevk-ı tîğından aceb yoh olsa gönlüm çâk çâk
Kim mürûr ilen bırağur rahneler dîvâra su
Vehm ilen söyler dil-i mecrûh peykânun sözin
İhtiyât ilen içer her kimde olsa yara su
Suya virsün bâğ-bân gül-zârı zahmet çekmesün
Bir gül açılmaz yüzün tek virse min gül-zâra su
Ohşadabilmez gubârını muharrir hatuna
Hâme tek bakmakdan inse gözlerine kara su
Ârızun yâdıyla nem-nâk olsa müjgânum n’ola
Zayi olmaz gül temennâsıyla virmek hâra su
Gam güni itme dil-i bîmârdan tîgun dirîğ
Hayrdur virmek karanu gicede bîmâra su
İste peykânın gönül hicrinde şevkum sâkin it
Susuzam bir kez bu sahrâda menüm-çün ara su
Men lebün müştâkıyam zühhâd kevser tâlibi
Nitekim meste mey içmek hoş gelür hüş-yâra su
Ravza-i kûyuna her dem durmayup eyler güzâr
Âşık olmış galibâ ol serv-i hoş-reftâra su
Su yolın ol kûydan toprağ olup dutsam gerek
Çün rakîbümdür dahı ol kûya koyman vara su
Dest-bûsı ârzûsıyla ölürsem dostlar
Kûze eylen toprağum sunun anınla yâra su
Servi ser-keşlük kılur kumrî niyâzından meger
Dâmenin duta ayağına düşe yalvara su
185
İçmek ister bülbülün kanın meger bir reng ile
Gül budağınun mizâcına gire kurtara su
Tıynet-i pâkini rûşen kılmış ehl-i âleme
İktidâ kılmış târîk-i Ahmed-i Muhtâr’a su
Seyyid-i nev-i beşer deryâ-ı dürr-i ıstıfâ
Kim sepüpdür mucizâtı âteş-i eşrâra su
Kılmağ içün tâze gül-zârı nübüvvet revnakın
Mu’cizinden eylemiş izhâr seng-i hâra su
Mu’cizi bir bahr-ı bî-pâyân imiş âlemde kim
Yetmiş andan min min âteş-hâne-i küffara su
Hayret ilen barmağın dişler kim itse istimâ
Barmağından virdügin şiddet günü Ensâr’a su
Dostı ger zehr-i mâr içse olur âb-ı hayât
Hasmı su içse döner elbette zehr-i mâra su
Eylemiş her katreden min bahr-ı rahmet mevc-hîz
El sunup urgaç vuzû içün gül-i ruhsâra su
Hâk-i pâyine yetem dir ömrlerdür muttasıl
Başını daşdan daşa urup gezer âvâre su
Zerre zerre hâk-i dergâhına ister sala nûr
Dönmez ol dergâhdan ger olsa pâre pâre su
Zikr-i na’tün virdini dermân bilür ehl-i hatâ
Eyle kim def-i humâr içün içer mey-hâra su
Yâ Habîballah yâ Hayre’l beşer müştakunam
Eyle kim leb-teşneler yanup diler hemvâra su
Sensen ol bahr-ı kerâmet kim şeb-i Mi'râc’da
Şebnem-i feyzün yetürmiş sâbit ü seyyâra su
186
Çeşme-i hurşîdden her dem zülâl-i feyz iner
Hâcet olsa merkadün tecdîd iden mimâra su
Bîm-i dûzah nâr-ı gam salmış dil-i sûzânuma
Var ümîdüm ebr-i ihsânun sepe ol nâra su
Yümn-i na’tünden güher olmış Fuzûlî sözleri
Ebr-i nîsândan dönen tek lü’lü şeh-vâra su
Hâb-ı gafletden olan bîdâr olanda rûz-ı haşr
Eşk-i hasretden tökende dîde-i bîdâra su
Umduğum oldur ki rûz-ı haşr mahrûm olmayam
Çeşm-i vaslun vire men teşne-i dîdâra su
(Fuzuli’nin Su Kasidesi)
Açıklaması için bk. Necmettin Halil Onan, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, İstanbul
1940)
SİYER
Kelime anlamı bir kimsenin hâli, tavrı, gidişi, ahlâkı, hâl tercümesi demek
olan siyer, Arapça sîret kelimesinin cem’i olup edebiyatımızda Peygamberimiz’in hayatını anlatan eserler için kullanılır bir terim olmuştur. Zaman içinde soyu, doğumu, çocukluğu, gençlik yılları, peygamberliği, Mekke ve Medine’de meydana gelen olaylar ve gerçekleşen savaşları da içine alacak şekilde, doğumundan vefâtına kadar Hz. Peygamber’in hayatından söz eden kitaplara da siyer / siyer-i nebî denmiştir.
Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber’in söz ve davranışlarından bahseden
hadis ilmi siyerin en önemli kaynaklarındandır. Sahabeden gelen rivayetler
ve Hz. Peygamber’in savaşlarının anlatıldığı Megazi kitapları da siyerin kaynakları arasında sayılır.
Siyer/sîre türü, Türkçe’de özellikle Osmanlı’dan Cumhuriyet öncesine
kadar, tarih ilminin konusu olmaktan daha çok edebiyat alanında şekillenmiş
görünmektedir. Kısas-ı Enbiyânın genel olarak Eski Türk Edebiyatı’na, özel
olarak da Türk-İslâm Edebiyatı’na en zengin malzemeyi sağlayan dinî kaynakların önemlileri arasında yer alması bunda etkili olmuştur. Bu verimli
kaynağın en geniş ve bazen israiliyyata varan derinlemesine bilgilerle donanmış, çeşitli mucizelerle heyecan verici hale gelmiş kısmı ise daha çok Hz.
Peygamber’in şahsı, hayatı ve çevresiyle ilgili olan bölümdür. Bu sebeple sadece dinî ve tasavvufî edebiyatta değil, halk edebiyatından divan edebiyatına
varıncaya kadar Türk edebiyatının hemen bütün devre, tür ve şekillerinde bu
zengin malzemeden en geniş biçimde faydalanıldığını ve dolayısıyla da ana
kaynak durumuna yükseldiğini söylemek yerinde olacaktır.
187
Bunda ilk eserlerin tercüme de olsa Hz. Peygamber’e duyulan derin sevgi
ve saygının etkisiyle samimi ve hisli bir şekilde, bir başka deyişle lirik edebî
unsurlar bakımından zengin olarak kaleme alınmasının tesiri de vardır. Ayrıca bütün müslüman milletlerin, özellikle de Türklerin kültür hayatında önemli bir yeri olan sohbet meclislerinin en mühim ve devamlı konularının başında
siyerleri geldiği bilinmektedir. Padişah saraylarından köy odalarına, tekkelerden kışlalara kadar yayılmış bu meclislerde anlatılan-dinlenilen olaylar hemen bütünüyle Hz. Peygamber’in hayatı, ahlakı, mûcizeleri, savaşları ve Hz.
Ali başta olmak üzere halifeleri ve yakın arkadaşlarının (sahabelerin) yer aldığı hadiseler etrafında geliştiğinden bunlar zamanla kitaplaştırılmış, ardından da meclislerde okunup dinlenmiştir. Nitekim bilinen en eski Türkçe siyer
kitabı olan Darîr’in XIV. yüzyıla ait eseri de, Memlük Sultanlarının sohbet
meclislerinde âmâ olan müellifin, kendisine okunan Arapça bir siyer kitabını
mecliste bulunanlara Türkçe anlatması suretiyle ortaya çıkmıştır.
Türk toplumu üzerinde yaygın din eğitimi yoluyla etkili olmuş en önemli
ilk eserlerden olan ve siyer-mevlid türünün en dikkate değer manzum örneği
sayılan Yazıcıoğlu Mehmed’in XV. yüzyıla ait Muhammediye’si de Arapça
Megâribü’z-zamân’ın Hz. Peygamberle ilgili kısmının Türkçe’ye manzum
olarak çevrilmesinden doğmuştur. Hatta çok beğenildiği için eserin ilk kaleme alınmasından itibaren ezberlenerek dini törenlerde ve sohbet meclislerinde okunduğu bilinmekte ve Türk edebiyatında siyer-mevlid türünün de ilk
örneği olarak kabul edilmektedir.
İslâmî Türk edebiyatında siyer türündeki ilk eserlerin Arapça ve Farsça’dan yapılmış tercümeler oluşu, konunun hassasiyetinden kaynaklanmıştır.
Çünkü Hz. Peygamber hakkında doğru bilgiye ulaşmak dinin bir gereği olduğu gibi, ondan yanlış ifadeler aktarmak da dinî sorumluluğu gerektiren bir
husustur. Bu arada Türk müelliflerin Arapça yazdıkları kitaplarla siyer türüne
erken devirlerden itibaren önemli katkıları olmasına rağmen, Türk edebiyatında türün gelişmesi ve Türkçe kaleme alınmış metinlerin ortaya çıkması diğer müslüman milletlerin edebiyatlarına nazaran daha gecikmiş ve dolayısıyla da teliften ziyade Arapça ve Farsça’dan tercüme veya telif-tercüme eserlerle başlamıştır.
Türk edebiyatında en eski Türkçe siyer, Darîr’in 790’da (1388) Kahire’de
tamamladığı ve muhtemelen Mısır Memlük Sultanı Berkuk’a takdim ettiği
Tercüme-i Siyer-i Nebî adlı beş cildlik manzum-mensur eserdir. Lamiî Çelebi
(ö. 938/1532)’nin Terceme-i Şevâhidi’n-Nübüvve li-takviyeti yakîni ehli’lfütüvve’si, Altıparmak lakabıyla tanınmış Üsküplü Çıkrıkçızâde Muhammed
b. Muhammed’in (ö. 1033/1624-25) Delâil-i Nübüvve’si önemli tercüme siyerlerdir. Bunların yanında mensur ve manzum olarak kaleme alınmış bir çok
telif siyer mevcuttur. Veysi’nin Dürretü’t-tâc fî siret-i sahibi’l-mi’rac’ı, Nabî’nin (ö. 1124/1712) Zeyl-i siyer-i Veysî’ ismiyle basılan ve edebi değeri çok
yüksek olan zeyli, Nazmizâde Murtaza Efendi'nin Siyer-i Veysî’ye yazdığı
zeyl, Şeyhülislâm Karaçelebizâde Abdülaziz Efendi (ö. 1068/1657) tarafından yazılan el-Fevâyihu’n-Nebeviyye fi’s-sireti’l-Mustafaviyye adlı eser,
Eyüp Sabri Paşa’nın Mahmûdü’s-siyer’i önemli örneklerdendir.
Siyer Örneği
Andan Âmine hâtun katı ağladı, çok zârılıh eyledi. Abdulmuttalib Resûl
anasınun gönlüni ala getürdi, and içdi, eyitdi: Yâ Âmine hâtun sana kulluh,
hızmat ben eyleyem, senün tapuna ben turayım, oğlunı ben bisleyem, dahi
gişiye inanmayam, didi. Şeybe anun bigi eyledi ki söyledi, Âmine hâtunun
188
hızmatına turdı, işine yumuşına yügürdi. Kaçan kim sekiz ay oldı, Âmine hâtunun gözine firişteler kuş sûratında görinürler, yaşıl kanatlar ile gökyüzinde
uçarlar idi. Hâtiften ün işidür idi kim “Behhun leki yâ Âmine” yani bahtlısın
yâ Âmine hâtun kim âhiri’z-zamân peygamberinun anası olısarsın diyü, beşâret işidür idi. Kaçan kim ay tokuz ay oldı, Rebîü’l-evvel ayınun on iki gicesi
isneyn gicesine geldi, eyyâme’l-beyz gicelerinün evveli oldı;
Abdulmuttalibün âdeti ol idi kim eyyâm-ı beyz giceleri, yani ayun on iki
gicesinden on beşine değin üç gün gice ve gündüz aydınlıh olur; ol üç günün
gicelerinde Abdulmuttalib Kabe’den evine varmaz idi, irteye değin Kabe’yi
tavâf eyler idi. Çün ol isneyn gicesi kim Resûlün mevlûdi gicesiydi. Şeybe
Âmine hâtun katına geldi, eksügin, geregin gördi, dahi kapusını üsdine
kilidledi, kilid dilini bile aldı; zîrâ korkar idi, eydür idi olmasun kim düşmanlar kulların, kırnakların yoldan çıkaralar, eve yol bulalar, Âmine hâtuna kasd
ideler dirdi, ihtiyât ider idi. Ol gice Şeybe oğlanları birle yine tavâfa meşgûl
oldılar. Âmne hâtun hücresinde yalunuz oturupdur. Ol gice Resûlün mevlûdi
gicesiydi. Acâyiblerden ne göründi, Resûl nice vücûda geldi, uçmak hûrilerinden, ulu firiştelerden ne söylendi, nice göründiler, ne iş işlediler, ol gice
olan ahvâlun râvisi, habar viricisi Âmine hâtundur. Cemî-i nakl idenler, andan nakl eylediler, anun dilinden söylediler.
Kulağun aç kim işidesin ol habîb sözin
Nicesi oldı cihânda hikâyet-i mevlûd
Vücûda gelmek içün ol Muhammed-i Muhtâr
Vücûda geldi ademden bu cümle-i mevcûd
Zihî kabûl ü zihî sevgü vü zihî hürmet
Kim ol şerîf vücûda virip durur ma’bûd
Muhammed oldur u Ahmed Hamîd ü Hâmid ol
Acab mı ümmetine olsa âkıbet Mahmûd
Sev anı sünnetini dut muhabbeti birle
İbâdetünden anun sevgüsi durur maksûd
Kaynak: Darîr, Tercüme-i Siyer-i Nebî, Topkapı Müzesi Kütüphanesi, Koğuşlar Bölümü, nr 1001, vr. 91a
MEVLİD
Arapça “velede” fiilinden türeyip sözlükte doğum, doğum yeri ve zamanı
mânâlarına gelen mevlid terim olarak Hz. Peygamber’in doğumunu anlatan
manzum eserlere denir. Mevlid İslâm edebiyatı ve sanatında Hz. Peygamber’in doğum yıl dönümünde yapılan törenlere verilen isim; ayrıca bu törenlerde okunmak üzere yazılmış eserlerin ortak adıdır.
189
Diğer İslâm edebiyatlarına nisbetle mevlidlerin Türk edebiyatında ayrı bir
yeri vardır. Çoğunlukla manzum kaleme alınan bu eserler, Türk halkının
peygamber sevgisinin bir göstergesi olarak sayı itibariyle de hemen hemen
dinî türlerin hiç birinde görülmeyecek zenginliktedir. Süleyman Çelebi’nin
nazmettiği mevlidin herkes tarafından beğenilip okunmasından dolayı bu konu sonraki yıllarda da çokça işlenmiştir.
İlk Türkçe mevlid metni hakkında kaynaklarda kesin bilgi yer almamakla
birlikte Süleyman Çelebi’nin 812’de (1409) kaleme aldığı Vesîletü'n-necât
adlı mesnevinin ilk mevlid olduğu görüşü yaygın bir şekilde kabul görmektedir. Ancak bundan önce Türkçe yazılmış mevlid benzeri eserlerin varlığı da
bilinmektedir. Bunlardan biri Ahmed Fakih’e (ö. 650/1252) ait Çarhnâme
olup Vesîletü't-necât’ın hâtime kısmında Çarhnâme’dekine benzer ifadeler
yer alır. Süleyman Çelebi’den kısa bir süre önce Erzurumlu Mustafa Darîr’in
yazdığı manzum-mensur eseri Tercüme-i Siyer-i Nebî de yer yer mevlidi hatırlatmaktadır. Şiirlerin yanı sıra mensur kısımdaki bazı ilâvelerle Darîr’in
yaptığı bu tercüme bir telif mahiyetindedir.
Türkçe’de kaleme alınan mevlidlerin sayısı 200 civarındadır. Bunlar üzerinde yapılan çalışmalar bir kısmının Süleyman Çelebi’nin eserine aynen
benzediğini, bir kısmının bazı motifler yönünden ayrılık gösterdiğini, geri kalanların ise tamamen farklı olduğunu ortaya koymuştur.
Türkçe mevlid metinlerinin çoğu aruzun ''fâilâtün/fâilâtün/fâilün'' kalıbıyla ve mesnevi tarzında yazılmıştır. Ortalama 600-1400 beyitten oluşan
mevlidlerde genellikle Hz. Peygamber’in doğumu üzerinde durulmakta, ardından mi‘racı ele alınmakta, çeşitli mûcizeleri anlatılmakta, daha sonra vefatından bahsedilmektedir. Bu eserlerin hemen hepsi Ehl-i sünnet inancı doğrultusunda kaleme alınmış, yer yer âyet ve hadislerden iktibaslarla veya bunlara telmihlerle desteklenmiş, birtakım iddiaların aksine çoğunda bid‘at denebilecek fikirlere yer verilmemiştir. Vesîletü'n-necât’ın ve diğer bazı
mevlidlerin sonundaki ''Hikâye-i Deve, Hikâye-i Geyik, Hikâye-i Güvercin''
gibi Hz. Peygamber’e nisbet edilen bazı mûcizevî olaylara dair hikâyeler
eserlere sonradan ilâve edilen destanî manzumelerdir ve bunların asıl mevlid
metinleriyle hiçbir ilgisi bulunmamaktadır.
Mevlidler umumiyetle tevhid, münâcât ve na‘t ile (bazılarında ashâb-ı kirâma, çehâryâr-ı güzîne methiye ile) başlamakta, kâinatın zuhur kaynağı olan
nûr-ı Muhammedî’den bahsedilerek Hz. Peygamber’in doğumuna geçilmekte, onun mi‘racı ve diğer mûcizelerinin anlatılmasının ardından vefatı konusuna yer verilmekte, en sonunda Resûl-i Ekrem ve ashabı başta olmak üzere
eseri yazan, okuyan ve dinleyenler için bir dua ile sona ermektedir. Hemen
her faslın bitiminde içinde Hz. Peygamber’e salâtın da bulunduğu tekrar beyitleri yer almaktadır. Bu beyitler Vesîletü'n-necât’ta, ''Haşre dek ger denilirse bu kelâm / Niçe haşrola bu olmaya tamâm / Ger dilersiz bulasız oddan necât / Aşk ile derd ile eydin es-salât''; Şemseddin Sivâsî’nin mevlidinde, ''Olmak istersen habîbe âşinâ / Ver salâtı bul onunla rûşenâ'' şeklindedir.
Mevlid Örneği
Âmine Hâtun Muhammed anesi
Ol sadeften doğdu ol dürdânesi
190
Çünki Abdullah’dan oldu hâmile
Vakt irişti hefte vü eyyâm ile
Hem Muhammed gelmesi oldu yakîn
Çok alâmetler belirdi gelmedin
Ol Rabîu’l-evvel ayın nicesi
On ikinci gice isneyn gicesi
Ol gece kim doğdu ol hayrü’l-beşer
Anesi anda neler gördü neler
Dedi gördüm ol habîbin anesi
Bir acep nûr kim güneş pervânesi
Berk urup çıktı evimden nâgehân
Göklere dek nur ile doldu cihân
Gökler açıldı ve feth oldu zulem
Üç melek gördüm elinde üç alem
Biri meşrik biri mağribde anın
Biri damında dikildi Kâbe’nin
İndiler gökten melekler saf saf
Kâbe gibi kıldılar beytim tavaf
(Süleyman Çelebi’nin Vesiletü’n-necât’ından.)
Metnin açıklamasi için bk. Necla Pekolcay, Mevlid, İstanbul 1992
Türkiye’de mevlidler ve özellikle Süleyman Çelebi’nin mevlidi hakkında hangi
bilim adamları çalışmalar yapmıştır, araştırınız.
HİLYE
Sözlük anlamı süs, zinet, cevher, güzel sıfatlar, güzel yüz demek olan hilye,
Türk İslâm edebiyatında bilhassa Hz. Peygamber’in fizikî özelliklerini, vasıflarını ve güzelliklerini anlatan edebî eserlerle aynı konuda hüsn-i hatla yazılmış levhalar için kullanılan terimdir.
191
Sahâbîler, Resûl-i Ekrem’in vasıflarını kendi ilim ve idrakleri nisbetinde
tesbit etmeye çalışmış, bu durum hilye konusunda değişik rivayetlerin ortaya
çıkmasına sebep olmuştur. Söz konusu rivayetlerde Resûl-i Ekrem’i lâyıkıyla
tavsif edebilmek için devrin Arapça’sında pek sık rastlanmayan kelimelerin
kullanıldığı dikkati çekmektedir. Bu sebeple ilgili rivayetlerin anlaşılmasını
sağlamak amacıyla bunların şerhedilmesi yoluna gidilmiş ve bu ihtiyaç aynı
zamanda tercümeyi de gerekli kılmıştır. Tirmizî’nin şemâil ve hilye türü eserlere kaynaklık eden eş-Şemâ’ilü’n-nebeviyye’sinin pek çok şerhi bulunmaktadır. Diğer bazı Türkçe eserler de “şemâil” adını taşımakla birlikte sadece
hilye hadislerinin tercüme ve şerhinden ibarettir. Bu husus şemâil kelimesinin
hilye anlamında da kullanıldığını gösterir.
Hâkanî Mehmed Bey’in 1015’de (1606) Hilye adlı manzum eserini kaleme
almasından sonra hilye türü eserlerin yaygınlaştığı görülür. Hâfız Osman da
(ö. 1110/1698) hilyeye dair rivayetlerin metinlerini hat ve tezhip sanatının estetik ölçüleri içinde levha olarak düzenlemiştir. Böylece Hz. Peygamber’in
fizikî özelliklerini anlatan eserlerle hattat ve müzehhiplerin ortaya koyduğu
levhalar “hilye-i şerif, hilye-i saâdet, hilye-i Resûlullah, hilyetü’n-nebî” gibi
adlarla anılmıştır.
Hilyenin müstakil bir tür olarak gelişmesinin en önemli sebepleri, Hz.
Peygamber’i rüyada gören bir müslümanın onu gerçekten görmüş sayılacağına dair hadisle, peygamber sevgisini her şeyin üstünde tutan Türkler’in bu
sevgiyi diğer milletlerde görülmeyen bir şevkle edebiyata aktarmaları konusundaki gayretleridir denebilir. Hz. Ali’den rivayet edilen, “Hilyemi gören
beni görmüş gibidir. Beni gören insan bana muhabbetle bağlanırsa Allah ona
cehennemi haram kılar; o kişi kabir azabından emin olur, mahşer günü çıplak
olarak haşredilmez” meâlindeki hadis de bu rağbetin sebeplerinden birini teşkil etmiştir. Herhangi bir dinî dayanağı tesbit edilememekle birlikte içinde
hilye bulunan evin felâkete uğramayacağı ve üzerinde hilye taşıyan kişinin
her türlü musibetten korunacağına inanılması da bu hususta teşvik edici bir
rol oynamıştır.
Hilyelerde genellikle Resûli Ekrem’in her vasfı ayrı ayrı ele alınarak önce
bunu ifade eden ibarenin Arapça aslı verilmiş, ardından on beş-yirmi beyit
halinde tercüme ve şerhi yapılmıştır. Bazı müellifler ise hilye hadislerindeki
kelimelerin gramer özelliklerine dair çalışmalar yapmışlardır.
Hilyelerde esas olarak Hz. Peygamber’in fizikî özellikleri anlatılmakla birlikte bazı eserlerde ruhî portresiyle ilgili hususlara da yer verilmiştir. Bu tarzın
en tanınmış örneği Nahîfî’nin Hilyetü’l-envâr’ıdır. Zamanla diğer peygamberler, Hulefâ-yı Râşidîn ve aşere-i mübeşşere ile din ve tarikat büyükleri için
de bu tür eserler kaleme alınmıştır.
Hilye Örneği
Dedi ol mazhar-ı envâr-ı celî
Esedullâh-ı velî yani Ali
Rûy-ı rahşânı değirmiydi anın
Nitekim cirmi meh-i tâbânın
192
Yüzü benzerdi müdevver aya
Zâtı âyîne idi Mevlâ’ya
Sâğar-ı ârız-ı meh-sîmâsı
Bâde-i aşkın idi meclâsı
Arz-ı hüsn etse o mahdûm-ı Halîl
Yûsuf’un anmaz idi İsraîl
Şöyle pür-nûr idi ol vech-i hasen
Ana bakılmaz idi şevkinden
Âlemi devlet-i nâgâh gibi
Tâbnâk eyler idi mâh gibi
Vâzı’ etmişti o yüzden Fettâh
Neydiğin âyet-i “Fîhâ misbâh”
Ka’be-i vechine ettikçe nazar
Secde eylerler idi şems ü kamer
Deyr-i âlemde o rûy-ı pür-tâb
Etti âteşgede-i dehri harâb
(Hakani Mehmed Bey’in Hilye’sinden.)
Açıklama için bkz. İskender Pala, Hilye-i Saadet, İstanbul 2002, s. 114-117.
Türk edebiyatında şöhret bulmuş en önemli hilyeyi kim kaleme almıştır?
Mİ’RÂCİYYE
Kelime anlamı merdiven, göğe çıkma demek olan mirac, Hz. Peygamber’in
göğe çıkmasıyla meydana gelen mucizesidir. Mi’râciyye ise İslâm edebiyat
ve sanatlarında Hz. Peygamber’in hicrî aylardan recep ayının 27. gecesinde
yaptığı mi’racı konu alan eserlerin genel adıdır. Bu gecede Hz. Peygamber
Allah tarafından Mekke’den Kudus’e götürülmüş, oradan da semaya yükseltilmiştir. Bu konu Kur’ân-ı Kerîm’de İsra suresinin ilk ayeti ile Necm suresinin ilk yirmi ayetinde ele alınmaktadır.
Mi’rac mûcizesi hemen bütün müslüman milletlerin medeniyetlerine edebiyat, mûsiki, minyatür, hat ve kitap sanatları bakımından kuvvetle yansımıştır. Ancak bu konudaki eserlerin mi’râciyye veya mi’râcnâme adıyla daha
193
çok İranlılar’la Türkler tarafından ortaya konulduğu, en çok eserin verildiği
edebiyat alanını minyatür, hat ve kitap sanatlarının takip ettiği, mûsikinin ise
sadece Osmanlılar’da mevlid gibi bir form oluşturduğu görülmektedir.
Mi’rac Türkçe eserlerde çokça işlenmiştir. Müstakil olanların dışında siyer ve mevlidlerle mu’cizât-ı nebî gibi eserlerin, Muhammediyye ve
Garibnâme gibi kitapların birer bölümü de mi’raca ayrılmıştır. Ayrıca divanlarla din dışı mesnevilerde bu konuda şiirlere yer verilmesi bir gelenek halini
almış, zamanla kasidelerin mi’râciyye, mesnevilerin ise mi’racnâme adıyla
anıldığı zengin bir edebî tür oluşmuştur. Konunun genellikle dinî kaynaklara
dayanarak didaktik bir şekilde ele alındığı eserlerde müellifin sanatkâr yönünün ikinci planda kaldığı, tasavvufî açıdan işlenen mesnevi ve kasidelerde ise
daha lirik ve sanatkârane bir üslûbun ön plana çıktığı, şairlerin hayal dünyalarının zenginliğine göre olaya şahsî yorumlar getirdiği görülmektedir.
Aruzun en çok “fâilâtün fâilâtün fâilün” ve “mefâilün mefâilün feûlün”
kalıplarının kullanıldığı mi’râciyyelerin kaside formuyla yazılanlarında konu
ortalama elli-altmış beyit içinde özetlenirken mesneviler-de 2000’e yaklaşan
beyit hacminin sağladığı imkânla daha geniş bir şekilde işlenmektedir. Kasidelerin nesîb kısmı, mi’rac gece meydana geldiğinden bu mânaya gelen
Arapça ve Farsça kelimeler üzerinde kurulmuş söz sanatlarıyla başlar; hadise,
küfür karanlıklarını ortadan kaldıran nûrânî ve ilâhî bir mûcize şeklinde takdim edilerek gecenin önemi vurgulanır. Ardından gecenin ve gökyüzünün
tasvirine geçilir. Bazan da mi’rac öncesi yine gece gerçekleşmiş olan şakk-ı
sadr mûcizesine temas edilir ve mi’racın safha safha tasvirine girişilir. Ümmü
Hânî’nin evinden başlayan bu yolculukta Cebrâil’in burağı cennetten getirişi
anlatılır. Burağın uzun uzadıya tasviri mi’râciyyelerin en önemli konularındandır. Daha sonra Hz. Peygamber’in Mescid-i Aksâ’ya gidişi, orada diğer
peygamberlere namaz kıldırması ve onlardan üstünlüğü vurgulanır. Kudüs’ten tekrar semaya yükselişi (urûc) sırasında sahrenin Resûl-i Ekrem’in
ardından harekete geçmesi ve “dur” ihtarıyla havada asılı kalması (hacer-i
muallak) mûcizesi telmihler, tecâhül-i ârifler, hüsn-i ta’lîllerle süslenerek
nakledilir. Bunu gökyüzünde dolaşma, sema katlarında diğer peygamberlerle
tanışma, cennet, tûbâ, hûriler, köşkler, ırmaklar ve cehennem hayatı tasvirleri
takip eder. Resûlullah’ın “kabe kavseyn” makamına ulaşması, Allah ile mülâkatı ve rabbi katındaki değeri anlatılarak sanatkârın bakış açısına göre farklı
yorumlarla şekillendirilir. Namazın mi’racda farz kılınması, Hz. Peygamber’in dönüşte hadiseyi ashabına müjdelemesi, müminlerin kabulü ve müşriklerin inkârı gibi hususlar işlenir. Bu muhteva Ganîzâde Mehmed Nâdirî’nin
mi’râciyyesinde en güzel ifadesini bulmuştur. Mesnevilerde ise tevhid, na’t
ve münâcâtın ardından yukarıdaki konuların her biri bir kaside hacmine ulaşan bölümler halinde bazan İsrâiliyat’a dayanan rivayetlerle anlatılır. Bu arada na’t ve münâcâtlara, kaside ve gazellere de yer verildiği, namaz ve diğer
ibadetler hakkında bilgiler aktarıldığı dikkat çeker.
Anadolu sahasında ilk müstakil mi’râciyye XV. yüzyılın başında
(808/1405) Ahmedî tarafından yazılmıştır. Tahkik-i Mi’râc-ı Resûl başlıklı
497 beyitlik eser, şairin divanındaki kısa mi’râciyyelerden farklı olduğu gibi
İskendernâme’sindeki mevlid bölümünden de ayrıdır. Zaman içinde belirgin
özellikler kazanan mi’racnâmeler XV. yüzyıldan itibaren daha fazla rağbet
bulmuş, manzum, mensur yahut çoğu manzum karma metinler halinde gelişimini sürdürmüştür. Dinî-tasavvufî manzum eserlerin içinde mi’rac hadisesine bir bölüm ayrılması da yine XV. yüzyılda yaygınlık kazanmıştır. XIV.
yüzyıla ait Âşık Paşa’nın Garibnâme’sinde, XV. yüzyılda Yazıcıoğlu’nun
194
Muhammediyye’sinde, Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ında, Hâkanî
Mehmed Bey’in Hilye’sinde mi’rac hadisesine temas edilmiştir.
XVI. yüzyıldan itibaren divanların içinde mi’râciyyelerin artmaya başladığı, XVII ve XVIII. yüzyıllarda ise hemen her şairin divanında bir veya birkaç mi’râciyyenin yer aldığı görülmektedir. Bunların en eski örneği Lâmiî
Çelebi’ye aittir. Ganîzâde Mehmed Nâdirî ise türün meşhur mi’râciyyesinin
şairidir.
XVIII. yüzyılda Nâyî Osman Dede’nin mi’rac kandillerinde okunmak
üzere yazıp bestelediği Mi’râcü’n-nebî aleyhisselâm adlı 102 beyitlik eseri
türün en tanınmış örneğidir. Nahîfî’nin Mi’râcü’n-nebî isimli 1157 beyitlik
eserinde ilgili âyetler ve sahih hadisler başta olmak üzere diğer rivayetler ve
ulemânın mi’raca dair görüşleri değerlendirilmiştir.
Mi’râciye Örneği
1. Seyyid-i kevneyn ü Habîb-i Hudâ
Nûr-i ferîkayn ü Nebiyyü’l-hüdâ
2. Hatm-i nebiyyîn ü şeh-i mürselîn32
Mefhar-i âhir şeref-i evvelîn
3. Sâhib-i mi’râc şeh-i enbiyâ
Dâver-i zî-tâc u meh-i pür-ziyâ
4. Dest-res-i mu’ciz-i Şakku’l-kamer
Eşref-i mahlûk-ı ma’âlî-siyer
5. Mazhar-ı sıdk-ı haber-i mâ-raâ
Server-i sâhib-i nazar-ı mâ-tağâ
6. Muhterem-i sümme denâ iştihâr
Mahrem-i sırr-ı fe-tedellâ şi’âr
7. Seyyid-i mev’ûd-i fe-terdâ meâl
Ayn-ı atâyâ-yı şefâ’at-nevâl
8. Zâtın idüp iki cihân seyyidi
Hak ve refa’nâ leke zikrek didi
195
9. Âyet-i ferhunde-i feth-i mübîn
Oldı aña zîver-i levh-i cebîn
10. Mazhar-ı levlâk ü le-amrük hitâb
Rehber-i hakk hâdî-i râh-ı savâb
1. İki cihanın efendisi ve Allah’ın sevgilisi, iki cihanın nuru ve hidayet yolunun peygamberi.
2. Peygamberlerin sonuncusu ve padişahı, sonradan gelenlerin iftihar kaynağı öncekilerin şereflisi, büyügü.
3. Mirac sahibi; peygamberler şâhı, taç sahibi hükümdar ve ışık dolu ay.
4. Şakku’l-kamer (ayın yarılması) mucizesinin sahibi, yüce vasıflarıyla yaratılmışların en şereflisi.
5. “Mâ kezebe’l-fuâdü mâ reâ” (Gözleriyle gördüğünü kalbi yalanlamadı.)
âyetindeki (Necm 11) doğru haberin mazharı; “Mâ zâga’l-basaru ve mâ
tegâ” (Bakış kaymadı ve haddi aşmadı.) âyetindeki (Necm 17) nazarın
sahibi ve seyyidi…
6. “Sümme denâ” hürmetiyle şöhret bulan, “fe-tedellâ” sırrının alâmeti.
(sümme denâ fe tedellâ: Sonra yaklaştı, derken daha da yaklaştı. (Necm
8)
7. “fe-terdâ” (razı olacaksın) (Duhâ 5) âyetindeki va’din muhatabı, şefaat
hediyesinin ve ihsanının kaynağı…
8. Zâtını iki dünya efendisi eyleyen Allah onun için “ve refa’nâ leke
zikrek” (Biz senin şanını ve ününü yücelttik) (İnşirah 4) dedi.
9. O öyle yüce bir peygamberdir ki, feth-i mübîn (Mekke’nin fethi) ile ilgili
âyetler onun alnının süsü oldu.
10. O “levlâk” ve “le-amrük” hitabıyla şereflenen, hak ve hidayet yolunun
rehberidir. (“levlâk” kelimesi “Levlâke levlâke lemâ halaktü’l eflâke”
[Sen olmasaydın kâinatı yaratmazdım.] hadisinden iktibastır. “le amrük”
ise Hicr Sûresi’nin 7. ayetinin “Habibim, senin ömrüne yemin ederim ki”
mealindeki başlangıç kısmından alınmıştır.)
Kaynak: Süleyman Nahîfî, Mi’râcü’n-nebî, Süleymaniye Ktp. Aşir Efendi Bölümü, nr. 323, 2b
Metin Akar, Türk Edebiyatında Manzum Miracnâmeler, Ankara 1987.
Türk-İslâm edebiyatında en tanınmış miraciye kim tarafından kaleme alınmıştır?
196
KIRK HADİS
II. (VIII.) asrın sonlarında derlemeler halinde ilk basit örneklerini veren,
“kırk hadis”, “hadîs-i erbaîn”, “tercüme-i hadîs-i erbaîn”, “şerh-i hadîs-i erbaîn”, “çihl hadis”, “hadîsü’l-erbaîn”, “erbaîn” gibi adlarla anılan kırk hadis türü dinî, ahlaki, toplumsal ve edebî özellikleri ile hem Arap ve Fars hem de
Türk edebiyatında önemli bir tür halini almıştır.
İslâmî edebiyat türleri içerisinde en az mevlid, hilye, mirâciye, siyer,
maktel, megâzi türleri kadar başarılı örnekleri verilmiştir. Kırk hadis türü
Arap, Fars ve Türk ediplerinden büyük alaka görmüş ve “hadis” ile “edebiyat” kavramlarının yan yana gelmesiyle kıymetli eserler hazırlanmıştır.
Peygamberimize ait hadislerden genellikle kırk adedinin bir araya gelmesiyle oluşan kırk hadis tertib, şerh ve tercümelerini şekil bakımından mensur,
manzum ve hem manzum hem mensur olarak üçe ayırmak mümkündür.
Mensur olanların bir kısmı hem tercüme hem şerh iken, manzum tercümelerde genellikle tercüme bir kıta ile yapılır hadis metni bu kıtadan önce veya
sonra verilir. Bunun dışında az da olsa metin ve tercümenin aynı kıtada verildiği de görülmüştür. Böyle bir durumda hadis metnini vezne uydurmak kolay
olmadığından mevzu bütünlüğü her zaman sağlanamamaktadır. Mustafa
Âlî’nin Manzum Kırk Hadis Tercümeleri buna örnek gösterilmektedir.
Farsça ve Arapça kırk hadis tercümeleri daha çok kıt’a ve mesnevi nazım
şekliyle kaleme alınırken aruzun en çok “fe’ilâtün mefâ’ilün fe’ilün”,
“fâ’ilâtün fâ’ilâtün fâ’ilün” ve “müfte’ilün müfte’ilün fâ’ilün” vezinleri kullanılmıştır. Kıt’alar halinde yazılan çihl hadis tercümelerinin en ünlüsü
Abdurrahman Câmî (ö.898/1492)’nin eseridir. Mesnevi şeklinde yazılanların
en meşhurları ise Hakânî Mehmed Bey’in (öl. 1015/ 1606) ve Hazînî’nin
eserleridir.
Kırk hadis türü çalışmalar müstakildir. Az sayıda da olsa divanların veya
başka eserlerin belli bölümlerinde yer alan kırk hadis tercüme ve şerhleri de
mevcuttur. Bu türün örnekleri arasında içindeki hadis sayısı kırkın üzerinde
olanlar olduğu gibi sadece hadis metinlerinin derlenmesiyle oluşan ve din
eğitim ve öğretimine dayalı örnekler de mevcuttur.
Kırk hadis türündeki eserleri muhteva bakımından aşağıdaki gibi tasnif
etmek inceleme açısından kolaylıklar sağlamaktadır.
a. Kutsi hadislerden seçilenler
b. Peygamberin hutbelerinden seçilenler
c. Senetleri sahih hadislerden seçilenler
ç. Zıt isnatlı, 7 ve 10 ile alakalı veya isnatsız hadislerden seçilenler
d. 40 rakamına dayanılarak tertip edilenler
e. Ezberlenmesi kolay ve kısa hadislerden seçilenler
f. Veciz, camialı hadislerden seçilenler
g. Fasih ve sahih hadislerden seçilenler
h. Noktasız harflerden seçilenler
197
Kırk hadisler dinî her konuyu ihtiva edebilirler.Eser Kur’ân’ın faziletleri,
İslamın şartları, Hz. Muhammed, âl ve ashabı, ilim, âlim, siyaset ve hukuk,
toplumsal ve ahlaki hayat gibi konularla ilgili söylenen kırk hadis bir araya
getirilerek oluşturulur.
Bazı kırk hadis kitapları tek bir konuyu ele alsa da çoğunluğu farklı konuları içeren hadislerden oluşur.
Yazılma Sebepleri
Kırk hadis türündeki eserlerin yazılış sebepleri eserin içeriğinden ve özellikle
müellifin önsözde veya ilk tercümesindeki ifadelerinden anlaşılmaktadır. Bu
sebepleri şöylece tasnif etmek mümkündür:
a. Hz. Peygamber’in “Ümmetim içinde din emirlerine dair kırk hadis ezberleyeni Allahü Teâlâ fakihler ve âlimler zümresi arasında haşreder.”
hadisindeki müjdeye nail olmak,
b. Hz. Peygamber’in şefaatine ulaşma umudu,
c. Daha evvel kırk hadis yazanların geleneğini sürdürüp onların kervanına dahil olmak,
d. Okuyanların hayır duasını almak,
e. Hocasının veya dostlarının arzusu üzerine,
f. Devlet başkanı vb. tarafından görevlendirilmiş olmak,
g. İlgi duyulan bir konuda hadis derleme arzusuyla,
h. Hastalıklardan kurtulmak ve şifa bulmak beklentisiyle.
Kırk hadis tercüme ve şerhlerine edebî bakımdan en fazla kıymet gösteren
ve en çok manzum örneğini veren Türkler’dir. Osmanlı müellifleri çoğunlukla Arapça ve Farsça kırk hadisler kaleme almışlarsa da bunların hiçbiri Türkçe yazılanlar kadar edebî-didaktik bir kıymete ulaşamamıştır.
XIV. asırda Mahmud b. Ali’nin (öl.761/1360) Nehcü’l- Ferâdis adlı eseriyle ilk örneğini veren Türkçe kırk hadis geleneği XV, XVI ve XVII asırlarda gelişip genişlemiş, XVIII. asrın ikinci yarısından sonra –ara sıra
Köstendilli Şeyhî gibi dikkate değer manzum kırk hadis mütercimleri ortaya
çıkmış olsa da- sanat yönünden zayıf örnekler görülmeye başlanmıştır. Buna
rağmen didaktik mahiyetteki bu tür yayılmaya devam etmiştir.
XV. asırda Ali Şîr Nevâî, XVI. asırda Hazînî (trc. 930/1524), Usûlî (öl.
945/1538), Fuzûlî (öl. 963/1556), Nev’î (trc. 977/1569), Âşık Çelebi (trc.
979/1571), XVII. asırda Hâkânî (trc. 1012/1603), Ankaralı İsmâîl Rüsûhî (öl.
1041/1631), XVIII. asırda Osmanzâde Tâ’ib (trc. 1120/1708), Bursalı İsmail
Hakkı (trc. 1137/1724), Müstakimzâde Sâdeddin (trc. 1200/1786), XIX. asırda Köstendilli Şeyhî (öl. 1232/1827), Hüseyin Remzî (trc. 1309/1892) önemli
isimler arasında sayılabilir.
198
Kırk Hadis Örneği
Edeb ile hayâda itme gümân
Anı bil fer-i zübde-i edyân
Ki buyurdı habîb-i kevn ü mekân
“el-Hayâu şu’betün mine’l-îmân”
İlm-i hıfz u tilâvet-i Furkan
Hayr-ıla eylesün sizi zi-şân
Ki olupdur hadîs-i fahr-i cihân
“Hayrüküm men tealleme’l-Kur’ân”
Az yimek çünki sıhhattendür
Çok yimek tûl-i ömre rehzendür
Az ye çok yaşa didi Resûl
“Kül kalîlen ta’iş tavîlen”dür
(Mustafa Âli’nin Hadis-i Erbain’ininden.)
Daha geniş bilgi için bkz. Hasan Aksoy, Mustafa Âlî’nin Kırk Hadis Tercümeleri, İstanbul 1991, s. 47-49.
Türk-İslâm edebiyatında kırk hadis kitaplarının özelliklerini araştırınız.
REGAİBİYYE
Regaib kandilinde okunmak üzere yazılıp bestelenmiş manzumelere verilen
isimdir.
Hz. Peygamber’in ana rahmine düştüğü kabul edilen receb ayının ilk cuma gecesi, bilhassa Türk-İslâm kültüründe cami ve tekkelerde özel programlarla Regaib kandili olarak kutlanmaktadır. Bu vesileyle mevlid türüne benzeyen manzumeler yazılmış, bunların bir kısmı kandil gecesi okunmak üzere
bestelenmiştir. Bu manzumelerde Resûl-i Ekrem’in anne ve babasının birbirine lâyık temiz gençler oluşu, ahlâkî özellikleri, evlenmeleri ve Hz. Peygamber’in ana rahmine düşmesinin kâinat için büyük bir rahmet olduğu anlatılmaktadır.
Regaibiyyelerde daha çok mesnevi nazım şeklinin kullanıldığı, bazılarında ise kıta, ilâhi, gazel ve kaside gibi şekillerin tercih edildiği görülmektedir.
Selâhaddin Uşşâkı’ye (ö. 1197/1783) atfedilen Matlau’l-fecr adlı mesnevi ile
Edirne Müftüsü Fevzi Efendi’ye ait Envârü’l-kevâkib fî leyleti’r-Regâib adlı
manzume türün önemli örneklerindendir.
199
Regaibiyye Örneği
1. Girdi çün mâh-ı Receb şehr-i Hudâ
Leyle-i Cum’a olunca ibtidâ
2. Mâder-i pâki Emine hazreti
Kıldı Abdullah ile çün halveti
3. Burc-ı ismette bi-izni Müsteân
Kevkeb-i sa’deyn itdi iktirân
4. Oldılar çün dâhil-i beyt-i şeref
Eyledi ol dürri ilka-yı sadef
5. Ya’ni ol şems-i Hudâ-yı pür ziyâ
Ol şeb-i rahmet-fezâda gâlibâ
6. Burc-ı rahm-ı ismete itdi nüzûl
Ol gice ıyd itdi ervâh u ukûl
7. Kudsiyân ol giceye rağbet tamâm
İtdiler andan Regâib oldu nâm
Kaynak: Salâhî, Daha geniş bilgi için bk. Mehmet Akkuş, “Edebiyatımızda
Regaibiyye ve Salahî’nin Matlau’l-fecr’i”, A.Ü. İlâhiyat Fakültesi Dergisi, c.
XXXII (Ankara 1992), s. 129-153.
MU’CİZÂT-I NEBÎ
Na’tlarda, siyerlerde ve bazı mesnevilerde kimi zaman Hz. Peygamber’in
mûcizelerine yer verildiği gibi bazen de başlı başına eserler halinde de mucizelerin anlatıldığı görülmektedir. Bunlara örnek olarak, Güvercin Hikâyesi,
Kesikbaş Destanı, Deve Hikâyesi, İzzetoğlu’nun Tavus Destanı, Sadreddin’in
Geyik Hikâyesi gibi halk tipi mesneviler gösterilebilir.
Hikâye-i Geyik’ten Örnek:
1. Yine başlarım söze Allah deyu
Evvelinde fazl-ı bismillah deyu
200
2. Başladım bir mucize uş gül gibi
Şerh edeyüm tapuna bülbül gibi
3. Mustafâ’nın mucizâtın söyleyim
Dinler isen ben şerh eyleyim
4. Dinle imdi bir acâib hoş haber
Mustafâ’dan ideyüm sahib hüner
5. Gör ne kıldı Tanrı’nın Peygamberi
Yaratılmışta oldurur serveri
6. İşit imdi bir acâib mucizât
O Resuldendir ki oldurur pâk zât
7. Ol Habibullah Muhammed Mustafâ
Din adın pak kendüsi o safâ
8. Oturur idi söykenüb mihrabına
Vaaz eder idi cümle ashabına
9. Cümle ashabı dahi anda bile
Sohbet eder bular Resul ile
10.Gördüler karşudan kırk atlı gelür
Kırkı dahi heybetlü gelür
11.Sürüben mescide değin geldiler
Çünki mescid kapusuna yettiler
12.Mustafâ’nın anda olduğun bildiler
Cümlesi anda aşağı indiler
Kaynak: Devamı için bk. Mevlid-i Süleyman Çelebi, İstanbul 1311
201
ESMÂ-İ NEBÎ
Esmâ kelimesi Arapça isim kelimesinin çoğuludur. Terim olarak esmâ-i nebî
Hz. Peygamber’in isimleri hakkında yazılan eserlere denmektedir.
Eski Türk edebiyatında Cenâb-ı Hakk’ın isimlerini anlatan Esmâ-i Hüsnâ
türü gibi Hz. Muhammed’in mübarek isimlerini konu alan Esmâ-i Nebî’ler de
kaleme alınmıştır. Hz. Peygamber’in dinî kültürümüzde yer alan isimlerinin
manzum veya mensur müstakil eserler hâlinde toplanılması bir gelenektir. Bu
eserlerde; Hz. Peygamber’in isimleri ile dinî kültürde ona verilen adlar ve
künyeler bir araya getirilir. Bu isimlerde Hz. Peygamber’in üstünlükleri, hidayeti, rahmeti, şefaati, Cenab-ı Hakk’ın huzurundaki konumu, seçkin oluşu,
ümmetinin gözündeki değeri ile ona duyulan sevgi ve hürmet anlatılır. Hz.
Peygamber’in medhine mahsus bir tür olan na’tlarda da bu isimlere yer verilirken, şairler bu adları şairane benzetmeler veya hüsn-i ta’lillerle ele alırlar
ve bazı adlarındaki harflerden yola çıkarak ilginç tespitlerde bulunurlar. Diğer yandan dinî ve tasavvufî eserlerde de Esmâ-i Nebî’deki harflere dair yorumlar mevcuttur.
Genellikle mensur olan bu türdeki eserlerden Hasib Efendi’nin Esmâ-ı
Nebi’si 1000 beyit olup Delail-i Hayrât’tan istifade ile yazılmıştır.
Esmâ-i Nebî Örneği
1. Muhammedün Ahmedün Hâmidün Mahmûdün
Ahîdün Vahîdün Mâhün Hâşirün
2. Âkıbün Tâhâ Yâsin Tâhirün
Muahherün Tayyibün Seyyidün Rasûlün
3. Nebiyyün Rasûlü’l-melâhımi Kayyimün Câmiun
Muktefin Mukaffî Rasûlü’l-melâhimi Rasûlü’r-râheti
4. Sen murâdım vir İlâhî kim penâh itdüm bunı
Ol Habîbün Mustafâ’dur yâ Ra’ûf
5. Kâmilün İklîlün Müddessirün Müzzemmilün
Abdullâh Habîbullâh Safiyyullâh
6. Neciyyullâh Kelîmullâh Hâtemü’l-enbiyâ
Hâtemü’r-rusüli Muhyî Müncî Müzekkirun
202
7. Nâsırun Mensûrun Nebiyyu’r-rahme
Nebiyyü’t-tövbeti Harîsun ‘aleyküm Ma’lûmun
8. Sen murâdım vir İlâhî kim penâh itdüm bunı
Ol Muhammed Mustafâ’dur yâ Rahîmü yâ Ra’ûf
9. Şehîrun Şâhidün Şehîdün Meşhûdun
Beşîrun Mübeşşirün Nezîrün Münzirün
10. Nûrun Sirâcun Misbâhun Hüden
Mehdiyyün Münîrun Dâin Med’uvvün
11. Mücíbün Mücâbün Hafiyyün Afüvvün
Veliyyün Hakkun Kaviyyün Emînün
Kaynak: Daha geniş bilgi için bk. İbrahim Sarıtaş, Külliyât-ı İsmail Gürünî,
(yüksek lisans tezi 2008), C.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, s. 279.
HİCRET-NÂME
Sözlük anlamı ayrılmak, göç etmek, ayrılış olan hicret, Farsça mektup, kitap
vb. mânâlara gelen nâme ile birleşik isim olarak Hz. Peygamber’in hicretini
konu alan eserlere isim olmuştur. Siyerlerin bir bölümü olduğu gibi bağımsız
eserler olarak da kaleme alınan Hicret-nâme, Hz. Muhammed’in Mekke’den
Medine’ye hicretini ele alır. Mevlid, mi’raciye ve hilyeler kadar olmasa da bu
türde eserler yazılmıştır. Bu konuda Süleyman Nahifî’nin (öl. 1551/1738-39),
takriben 88 beyitlik Hicreti’n-Nebî’si bilinmektedir. Bu eserde, Hz. Peygamber’in doğumundan başlayarak çocukluğu, Hz. Hatice ile evlenmesi, miracı
ve peygamberliğe gelişi anlatılarak 162. beyitten itibaren hicret konusuna yer
verilir.
Özet
Türk-İslâm Edebiyatı’nda Hz. Peygamber ile ilgili türleri sıralayabilmek.
Türk-İslâm Edebiyatında Hz. Peygamber ile ilgili türler denince akla na’t, siyer, hilye, mevlid, miraciye, kırk hadis, esmâ-i Nebî, mu’cizât-ı nebî, hicretnâme gelir.
Hz.Peygamberi öven, üstünlüklerini anlatan türler na’tlardır.
203
Doğumundan vefatına kadar Hz. Peygamber’in hayatını anlatan türleri açıklayabilmek.
Soyu, doğumu, çocukluğu, gençlik yılları, peygamberliği, Mekke ve Medine’de meydana gelen olaylar ve gerçekleşen savaşları da içine alacak şekilde,
doğumundan vefâtına kadar Hz. Peygamber’in hayatını ele alan türe ve bu
türde yazılan kitaplara siyer / siyer-i nebî denmiştir.
Daha çok tercüme ile edebiyatımızda ağırlık kazanan türleri sıralayabilmek.
II. (VIII.) asrın sonlarında derlemeler halinde ilk basit örneklerini veren,
“kırk hadis”, “hadîs-i erbaîn”, “tercüme-i hadîs-i erbaîn”, “şerh-i hadîs-i erbaîn”, “çihl hadis”, “hadîsü’l-erbaîn”, “erbaîn” gibi adlarla anılan kırk hadis türü dinî, ahlaki, toplumsal ve edebî özellikleri ile hem Arap ve Fars edebiyatında önem kazanmıştır. Te’lifleri de olmakla beraber özellikle tercümeler ile
ön plana çıkan bu tür Türk edebiyatında en az na’t, mevlid ve miraciye kadar
önem arz etmektedir.
Hz. Peygamber’in doğumundan bahseden türleri sıralayabilmek.
Hz. Peygamber’in doğumunu anlatan manzum eserlere mevlid denir. Çoğu
mevlide Peygamberimiz’in doğumunun yanı sıra mucizeleri de yer alır. Türkİslâm edebiyatında yazılmış en öenmli mevlidlerin başında Süleyman Çelebi’nin Vesîletü’n-necât’ı gelir.
Kendimizi Sınayalım
1. Hz. Peygamber medhetmek için yazılan şiirlere ne ad verilir?
a. Mi’raciyye
b. Medhiyye
c. Na’t
d. Hilye
e. Şemail
2. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’le ilgili türlerden biri değildir?
a. Hicretnâme
b. Na’t-ı çehâr-yâr
c. Regaibiyye
d. Mevlid
e. Hilye
3. Kısaca “erbaîn” adıyla da anılan Peygamberimiz’le ilgili tür aşağıdakilerden hangisidir?
a. Mevlid
b. Mu’cizât-ı nebî
204
c. Kırk hadis
d. Esmâ-i hüsnâ
e. Münâcât
4. Aşağıdakilerden hangisi Hz. Peygamber’in fizikî özelliklerini, vasıflarını
anlatan edebî eserlere verilen addır?
a. Siyer
b. Mevlid
c. Mucizât-ı nebî
d. Evsâf-ı nebî
e. Hilye
5. En önemli örneklerini Darîr, Yazıcıoğlu Mehmed, Altıparmak ve
Veysi’nin verdiği Peygamberimiz’le ilgili tür aşağıdakilerden hangisidir?
a. Na’t
b. Mi’raciyye
c. Muhammediyye
d. Siyer
e. Mevlid
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. c
Cevabınız doğru değilse, “Na’t” kısmını yeniden okuyunuz
2. b
Cevabınız doğru değilse, “Na’t” kısmını yeniden okuyunuz
3. c
Cevabınız doğru değilse, “Kırk Hadis” kısmını yeniden okuyunuz
4. e
Cevabınız doğru değilse, “Hilye” kısmını yeniden okuyunuz
5. d
Cevabınız doğru değilse, “Siyer” kısmını yeniden okuyunuz
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Türkiye’de mevlidlerle ilgili en önemli çalışmalara Neclâ Pekolcay, Faruk
Kadri Timurtaş, Ahmed Ateş, Hasan Aksoy imza atmışlardır.
Sıra Sizde 2
Türk edebiyatındaki en önemli hilye Hakani Mehmed Bey tarafından yazılmıştır.
205
Sıra Sizde 3
Türk-İslâm edebiyatında en tanınmış miraciye Ganizâde Nadirî tarafından kaleme alınmıştır.
Sıra Sizde 4
Kırk hadislerle ilgili eserler Kur’ân’ın faziletleri, İslâm’ın şartları, Hz. Muhammed, âl ve ashabı, ilim, âlim, siyaset ve hukuk, toplumsal ve ahlaki hayat
gibi konularla ilgili söylenen kırk hadis bir araya getirilerek eser oluşturulur.
Yararlanılan Kaynaklar
Akar, Metin, Türk Edebiyatında Manzum Miracnâmeler, Ankara 1987.
Aksoy, Hasan, "Eski Türk Edebiyatında Mevlidler", TALİD, Eski Türk Edebiyatı Tarihi I, sy. 9 (İstanbul 2007), s. 323-332.
Aksoy, Hasan, “Mevlid”, DİA.
Aksoy, Hasan, Mustafa Âlî’nin Kırk Hadis Tercümeleri, İstanbul 1991.
Karahan, Abdülkadir, “Kırk Hadis”, DİA.
Onan, Necmettin Halil, İzahlı Divan Şiiri Antolojisi, İstanbul 1940.
Pala, İskender, Hilye-i Saadet, İstanbul 2002.
Pekolcay, Necla, İslâmî Türk Edebiyatında Şekil ve Nevilere Giriş, İstanbul
1997.
Pekolcay, Necla, Mevlid, İstanbul 1992.
Uzun, Mustafa, “Hilye”, DİA.
Uzun, Mustafa, “Miraciyye”, DİA.
Uzun, Mustafa, “Regaibiyye”, DİA.
Uzun, Mustafa, “Siyer”, DİA.
Yeniterzi, Emine, “Na’t”, DİA.
206
207
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Dinî-edebî türleri ile genel edebiyat türlerini karşılaştırabilecek,
•
Edebiyatımızda gelişen dinî- edebî türleri tanımlayabilecek,
•
İslâmiyet’in Türk edebiyatına katkısını açıklayabilecek,
•
Türkçe dinî eserleri edebî bakımdan değerlendirebilecek,
•
Dinî konulu destânî mahiyetteki eserleri ayırt edebileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Dinî-edebî tür
•
Mersiye-maktel
•
Ramazâniye-Bayramiye
•
Gazavâtnâme- Fetihnâme
•
Nasîhatnâme-Pendnâme
•
Menkabe-menâkıb
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için okumaya başlamadan önce;
•
Agâh Sırrı Levend’in “Dinî Edebiyatımızın Başlıca Ürünleri” başlıklı
makalesi ile Âmil Çelebioğlu’nun “Türk Edebiyatında Manzum Dinî
Eserler” başlıklı makalesini okuyunuz.
•
Diyanet İslâm Ansiklopedisi ve Türk Dili ve Edebiyatı Ansiklopedisi’ndeki “Fetihnâme”, “Gazavatnâme”, “Iydiye”, “Maktel”, “Mersiye”, “Pendnâmeler” ve “Ramazan” maddelerini inceleyiniz.
208
Dinî Tür ve Konular
GİRİŞ
Edebiyatımızda tür ve şekil konusu üzerinde tam bir uzlaşma sağlanabilmiş
değildir. Bununla birlikte bir edebî ürünün dış yapısı ile ilgili unsurların şekil;
muhtevası ile ilgili unsurların da tür kapsamında değerlendirilmesi yaygınlaşmıştır. Dinî türler denildiğinde dinî içeriğe sahip ve türe adını veren
aynı konudaki edebî ürünler kastedilmiş olur.
Tarih boyunca din, kimi zaman amaç olarak, kimi zaman da araç olarak
edebiyata konu olmuştur. Sanat gayesiyle dini araç olarak kullananlar bir tarafa; dini amaç olarak görenlerin vasıtasıyla zengin bir dinî edebiyat meydana
getirilmiştir. Dinî duyguların etkisiyle doğup gelişen bu edebiyatta, çok defa
dini tebliğ etme, öğretme gibi pratik hedeflere yönelik olarak sanat değeri zayıf eserlerin yanı sıra fevkalâde sanatkârane bir üslûpla dinî lirizmin zirvesine
yükselen eserler de meydana getirilmiştir.
Türk-İslâm edebiyatında dinî türlere baktığımızda en çok türün Hz. Peygamber ile ilgili olarak geliştiği görülür. Allah ile ilgili daha az tür gelişmiştir. Hz. Peygamber’in bir beşer olması sebebiyle kendisini hiç görmeyenler
tarafından dahi kolayca anlatılabilmesine karşılık Allah’ın yüceliği ve varlığının insan idrakini aşması, ne kadar çaba gösterilirse gösterilsin O’nun hakkıyla anlatılmasını imkânsız kılmıştır. Dolayısıyla bu alanda gelişen edebî
türler, O’nun vahdâniyeti, esma ve sıfatları ile O’na karşı sığınmayı, af dilemeyi içeren edebî ürünlerle sınırlı kalmıştır.
Konusu Allah ve peygamber olan edebî eserler dışında dinî hayatın pek
çok veçhesi ile ilgili hayli eser yazılmıştır. Klasik edebiyatın ürünlerini verdiği tarihî ve kültürel ortam, yüzyıllar boyu dinî karakteriyle temayüz ettiğinden, din, edebiyatın hem ilham hem de bilgi kaynağı olagelmiştir. Şairler, yaşadıkları dönemlerde üzüldükleri sevindikleri ve heyecan duydukları her hadiseyi edebî bir form içerisinde kültür dünyamıza kazandırma gayreti içerisinde olmuşlardır. Ramazan ayının coşkusundan, ölen kimsenin ardından duyulan üzüntüye kadar insanı ilgilendiren her hadise, dinî edebiyatımız içerisinde yerini almıştır. Klasik şiir ustalarının birçoğu, asırlarca toplum hayatında yer etmiş ve özellikle törensel içeriğe sahip dinî hadiselerin heyecanını
hissedip duygularını nazma dökmüşlerdir. Günümüzde de bu vadide eserler
yazılmaya devam etmektedir.
Allah ve Hz. Peygamber ile ilgili türler müstakil üniteler halinde işlendiği
için bu ünitede diğer dinî tür ve konular ele alınacaktır. Bu tür ve konuları üç
209
başlık halinde tasnif etmek mümkündür. Birincisi, Mersiye, Maktel,
Ramazâniye gibi ortak bir ad altında anılan türler; ikincisi, Kısas-ı enbiyâ,
Tezkiretü’l-evliyâ ve Menâkıbnâme gibi biyografik bilgi ihtiva eden yaşam
öyküleri etrafında gelişen türler ile Kur’ân-ı Kerîm’in tercüme ve tefsiri, itikat, ibadet, ahlâk vb. konularında yazılan eserler; üçüncüsü de destânî anlatım tarzının benimsendiği dinî konulu eserlerdir.
Resim 9.1: Satır arası Kur’an Tercümesi (Kaynak: Prof. Dr. Hüseyin Elmalı’nın özel kitaplığı, İzmir).
DİNÎ TÜRLER
Mersiyeler ve Makteller
“Mersiye”, dinî edebiyatımızda bir kimsenin vefatı üzerine duyulan üzüntüyü
ifade etmek üzere, ölenin meziyetlerini anlatmak suretiyle yazılan duygu yoğunluğu yüksek manzumelere denir. Ölenin arkasından söz söyleme geleneği
İslâmiyet öncesi Türk şiirinde “sagu”, Türk halk şiirinde ise “ağıt” olarak
isimlendirilmiştir.
Mersiye daha çok bir yakının, sevilen bir şahsın, şair ile maddi manevi bir
bağı bulunan kişinin ölümü üzerine yazılır. Klasik edebiyatımızda mersiyeler
genellikle, padişahlar, şehzadeler, vezirler, devlet büyükleri, şeyhler, aile fertleri, dost ve arkadaşların kaybı üzerine yazılmıştır. Mersiyenin muhtevası
şöyledir: Şair şiirin giriş kısmına dünyanın geçici olduğunu, bu güzelliklere
aldanmamak gerektiğini ve dünyanın ne kadar acımasız olduğunu vurgulayarak başlar. Daha sonra vefat eden kişinin övgüsünü ve böyle bir kişiyi kaybetmekten dolayı duyduğu üzüntüyü dile getirir. Bu bölüm şairin yasına tabiatın da katılmasıyla farklı bir hal alır. Kahramanın ölümüne âdeta bütün âlem
210
ağlamaktadır. Ardından böylesine değerli ve genç bir kişiye kıymış olmasından dolayı feleğe sitem edilir. Mersiyelerin son bölümü genellikle dua ve temennilerden meydana gelir (İsen, 1994). Klasik edebiyatımızın Şeyhî,
Ahmed Paşa, Necâtî, Zâtî Bakî, Fuzûlî, Hayâlî, Taşlıcalı Yahyâ, Nev’î, Nâilî,
Şeyh Gâlib gibi önde gelen şairleri mersiyeler yazmışlardır.
Mersiye genel olarak vefat hadisesini ele alırken, maktel sadece Hz. Hüseyin’in Kerbelâ’da şehid edilmesini konu edinir. Dinî edebiyatımızda “maktel” ya da “maktel-i Hüseyin” denildiğinde Hz. Hüseyin ve arkadaşlarının
Kerbelâ’da hunharca şehid edilmesini acıklı bir biçimde anlatan şiirler anlaşılmalıdır. Hz. Hüseyin’in şehadetiyle ilgili şiirlere Kerbelâ mersiyeleri de
denilmiştir. Mersiye genel anlamda kullanıldığı için aslında her maktel bir
mersiye sayılır. Ancak maktel hususi bir anlamda kullanıldığından her mersiye maktel sayılamaz. Maktel türünün en güzel örneğini Hadîkatü’s-süedâ
isimli eseriyle Fuzûlî vermiştir. Lâmii Çelebi’nin Maktel-i Hüseyin’i de
önemli örneklerdendir.
Kanunî Sultan Süleyman Mersiyesi’nden
Ey pây-bend-i dâmgeh-i kayd-ı nâm ü neng
Tâ key hevâ-yı meşgale-i dehr-i bî-direng
An ol güni ki âhır olup nev-bahâr-ı ömr
Berg-i hazâne dönse gerek rûy-ı lâle-reng
Âhır mekânun olsa gerek cür’a gibi hâk
Devrân elinden irse gerek câm-ı ayşa seng
İnsân odur ki âyineveş kalbi sâf ola
Sînende n’yler âdem isen kîne-i peleng
İbret gözinde niceye dek gaflet uyhusu
Yetmez mi sana vâkı’a-i Şâh-ı şîr-ceng
Ol şeh-süvâr-ı mülk-i sa’adet ki rahşına
Cevlân deminde arsa-i âlem gelürdi teng
Baş eğdi âb-ı tîgına küffâr-ı Üngürûs
Şemşîri gevherini pesend eyledi Freng
Yüz yire kodı lutf ile gül-berg-i ter gibi
Sandûka saldı hazîn-i devrân güher gibi
(…)
(Küçük, 1988;130)
211
Fuzûlî, Âl-i abâ Mersiyesi’nden
(…)
Ey derd-perver-i elem-i Kerbelâ Hüseyn
V’ey Kerbelâ belâlarına mübtelâ Hüseyn
Gam pâre pâre bağrını yandurdı dâğ ile
Ey lâle-i Hadîka-i Âl-i abâ Hüseyn
Tîg-ı cefâ ile bedenün oldı çâk çâk
Ey bûstân-ı sebze-i tîg-ı cefâ Hüseyn
Yakdı vücûdını gam-ı zulmet-serây-ı dehr
Ey şem’-i bezm-i bârgeh-i Kibriyâ Hüseyn
Devr-i felek içürdi sana kâse kâse kan
Ey teşne-i harâret-i berk-ı belâ Hüseyn
Yâd it Fuzûlî Âl-i abâ hâlin eyle âh
Kim berk-ı âh ile yakılur hirmen-i günâh
(Pekolcay, 1994; 234)
Ramazâniyeler
Ramazan ayı, genel olarak fıkıh ve ilmihal kitaplarında dinî bir konu olarak
yer almakla birlikte, sosyal hayata kattığı canlılık ve renklilik sebebiyle edebiyatın da ilgi alanına girmiştir. Bu ayda, gerek dinî duyarlılıklar bakımından
ortaya çıkan manevi atmosfer, gerekse dindar olan ve olmayan bütün toplum
kesimlerinde oluşan Ramazan’a özgü hava, eski ve yeni şairlerimiz tarafından gayet güzel değerlendirilmiş ve pek zengin bir Ramazan edebiyatı meydana getirilmiştir. Edebiyatımızda Ramazan’a dair şiirler, XVI. yüzyıldan itibaren yazılmaya başlanmıştır. XVIII. yüzyıla gelindiğinde sayıca artarak
müstakil bir tür oluşturacak boyutlara ulaşmıştır. İşte klasik dinî edebiyatımızda konusunu Ramazan ayından alan bu şiirlere “Ramazâniye” denir.
Ramazâniyeler, Ramazan ayı dolayısıyla, şairlerin, padişaha veya devlet büyüklerine yahut dostlarına sunmak amacıyla yazdıkları kaside nazım biçiminde şiirlerdir. Bu şiirlerde, Ramazan ayının girmesi dolayısıyla sunulan kişinin Ramazanı tebrik edilir, o kişi padişah veya devlet büyüğü ise pek tabii
olarak övgüsü yapılır. Klasik edebiyatımızda bu türün en güzel örneklerini,
Sâbit (öl.1712), Nazîm (öl.1726), Nedim (öl.1730), Enderunlu Fâzıl (ö.1810)
ve Enderunlu Vâsıf (ö.1824) vermişlerdir. Ramazan ile ilgili dinî ve tasavvufî
amaçla yazılan eserler dışında, edebî alanda yazılan eserler şöyle tasnif edilebilir. 1. Ramazâniyeler, 2. Ramazan ilâhîleri, 3. Ramazan mânileri, 4. Ramazan ile ilgili gazel, rubâî, koşma vs.
212
Klasik edebiyatımızda, dört mevsimin, belli ayların, bayramların, özel
günlerin konu edildiği şiirler vardır. Bu şiirler, özellikle kasidelerin nesîb denilen giriş bölümlerinde bir mevsimin veya hususi ay ve günlerin gelmesiyle
yazılır. Bahar mevsiminin gelmesiyle “bahâriye”ler, kışın gelmesiyle “şitâiyeler”, nevruz için “nevrûziye”ler, bayramları karşılamak için “ıydiye”ler yazıla gelmiştir. Toplum hayatında fevkalade önemi hâiz olan Ramazan ayının
gelmesiyle de eski şairler, oruç ayının maddi ve manevi güzelliklerini, feyiz
ve bereketini, günahlardan arınma ayı oluşunu vesile ederek insanlara öğüt ve
irşad mahiyetinde şiirler yazmışlardır.
Ramazâniyelerin konusu, ilk başta Ramazan ayının rahmet ve bereket ayı
oluşudur. Allah’ın nimet ve rahmeti bu ayda dünyayı doldurmuştur. Mağfiret
kapıları sonuna kadar açılmış, bu aya mahsus olmak üzere şeytan zincire vurulmuştur. Bin aydan daha hayırlı olan Kadir gecesi bu aydadır.
Ramazâniyelerde ayrıca bu ay dolayısıyla girilen manevî ortam ve buna paralel olarak sosyal hayatta meydana gelen değişiklikler de yer almıştır. Hilâlinin görülmesi dolayısıyla yaşanan tatlı telaştan tutun, Ramazan mukabeleleri,
teravih namazları ve Ramazan eğlencelerine kadar bu aya mahsus çeşitli faaliyetler Ramazâniyelerde dile getirilmiştir. Osmanlı toplumunda Ramazan ayı
ve müteakiben kutlanan bayram vesilesiyle tertip edilen eğlenceler, sohbetler,
kandillerle ve mahyalarla süslenen camiler, iftar için hazırlanan türlü yemekler, bir sevinç ifadesi olarak Ramazan şiirlerine yansımıştır. Diğer taraftan,
Ramazan münasebetiyle toplumun dindar kesimlerindeki hareketlilik ve buna
ilaveten Ramazan öncesi ve sonrasında dinî hayata mesafeli kişilerin, Ramazanın girmesiyle birlikte Ramazana özgü dindarlıkları şairlerin gözünden
kaçmamıştır. Bu tip kimseler ‘Ramazan sofusu’ olarak nitelendirilmiş ve dindar kimseleri kıskandıracak derecede alışılmadık davranışları iğneleyici bir
üslûpla dile getirilmiştir (Uzun, 1994).
Ramazâniyelerden bu mübarek ay dolayısıyla tasavvufî mekânlarda ve
camilerde okunan Ramazan ilâhîleri vardır. Bu ilâhîlerin bir kısmı Ramazanın gelişini konu edinen şiirleridir ve Ramazanın başladığı günlerde okunur.
Bir kısmı da Ramazan ayını uğurlamak maksadıyla yazılan ve bu kutlu ayın
sona ermesinden dolayı duyulan üzüntüyü dile getiren ilâhîlerdir. Bunlardan
bazıları bestelenmiş olup günümüzde okunmaya devam etmektedir. Aziz
Mahmud Hüdâyî (ö.1628)’nin hocası Üftâde’nin bir Ramazan karşılaması
mahiyetinde olan ilâhîsi şöyledir:
Âşıklara eydin salâ
Oruç ayı geldi yine
Rahmet denizi cûş edip
Âlemlere doldu yine
Kur’an’da Allah öğüdü
Cümle nebîler sevdiği
Ümmete Allah verdiği
Oruç ayı geldi yine
213
Cümle aya sultan olan
Dertlilere sultan olan
Hak’dan bize ihsan olan
Oruç ayı geldi yine
XVII. yüzyılın meşhur mutasavvıf şairi Niyazî-i Mısrî (ö. 1694)’ye ait
ilâhînin ilk iki dörtlüğü veda mahiyetindeki ilâhîlere örnek teşkil eder:
Yine firkat nârına yandı cihân
Hasretâ gitdi mübarek Ramazan
Nûriyle bulmuştu âlem yine cân
Firkatâ gitti mübârek ramazân
İndi Kur’an sende ey nûru güzel
Leyle-i kadrinde ey kadri güzel
Gitti ey tehlil ü tekbîri güzel
Elvedâ gitti mübârek ramazân
Ramazâniyelerden, Ramazan ilâhîlerinden başka bir de Ramazan manileri
vardır. Geniş toplum kesimleri arasında yaygın olan Ramazan manileri, özellikle de Ramazan bekçilerinin halka mahsus bir ifade ve eda ile söyledikleri
maniler, dini hoşgörünün sınırları çerçevesinde zengin bir birikimi ve halk
kültürünü yansıtmaktadır. Bir Ramazan bekçisi manisi şöyledir:
Âlem bu gece nûr oldu
Kalbimize sürûr oldu
Ey benim ağam efendim
Kalkın vakt-i sahûr oldu
Ramazâniyelerden veya Ramazan konulu diğer şiirlerden, yazıldıkları döneme ait Ramazan kültürünü yansıtan pek çok uygulamayı tespit etmek
mümkündür. Ramazana dair şiirler, sadece klasik edebiyatımızla sınırlı kalmış değildir. Çağdaş edebiyatımızda da bir takım üslup ve muhteva farklılıklarıyla Ramazanı konu alan şiirler yazılmaya devam etmektedir.
Ramazan ayına dair şiirler için Filiz Kılıç ve Muhsin Mâcit’in hazırladığı Türk
Edebiyatında Ramazan Şiirleri (Güldeste) adlı kitabı okuyunuz.
Gazavâtnâmeler
Gazavât, cenk, savaş anlamına gelen gazâ/gazve kelimesinin çoğuludur. Gazâ kelimesi din uğruna savaş anlamına gelen cihad kelimesi ile aynı anlamda
kullanılmıştır. İslâm tarihinde Hz. Peygamber’in fiilen iştirak ettiği savaşlara
da gazve denilmektedir. Bir dinî edebiyat terimi olarak gazavâtnâme, düşmanlara karşı mukaddes değerler uğruna yapılan savaşların anlatıldığı eserlerdir. Manzum ya da mensur olarak yazılmışlardır. Tek bir savaş anlatılmış-
214
sa gazânâme, birden fazla savaş anlatılmışsa gazavâtname şeklinde isimlendirilmiştir. İlk örnekleri Arap edebiyatında görülür. Arap edebiyatında savaşları
ve bu savaşlarda gösterilen kahramanlıkları anlatan eserlere megâzî denilmiştir.
Gazavâtnâmeler, genel olarak savaşları anlatan eserlerdir. Gazavatnâmelere benzeyen zafernâme ve fetihnâmeler, küçük farklarla gazavâtnâmlerden ayrılır. Eğer savaş zaferle neticelenmişse galibiyeti anlatan eserlere
zafernâme; savaş sonunda bir kale ya da şehir zaptedilmişse bu hadiseyi hikâye eden eserlere de fetihnâme denilmiştir. Gazavâtnâmelerde savaşın bütün
ayrıntıları anlatılmış olduğu için tarih bilimi bakımından önemli bir bilgi
kaynağı durumundadır.
Gazavâtnâmeler başlıca şu konularda yazılmıştır:
1. Padişahlardan birinin hayatını esas alarak onun zamanında meydana
gelen olayları mensur ya da manzum olarak anlatan Selimnâme,
Süleymannâme gibi eserler.
2. Vezirlerin veya ünlü komutanların gazalarını tasvir eden gazavâtnâmeler. Bu eserlerde çoğunlukla Barboros Hayrettin, Köprülü Fâzıl Ahmed, Özdemiroğlu Osman gibi bazı paşaların şahsiyetleri ele
alınmıştır.
3. Bir seferi ya da bir kalenin fethedilmesini konu edinen gazavâtnâme,
fetihnâme ve zafernâmeler (Levend, 1956).
Sûzî Çelebi Gazavâtnâmesi’nden
Çü togdı matla’-ı rahmetden âftâb-ı gazâ
Götürdi zulmeti ref’ eyledi hicâb-ı gazâ
Bu bezme cân sakınan gelmesün yasag eylen
Ki ser piyâle ciğer kanıdur şerâb-ı gazâ
Ne gam kalursa bu yazıda teşne-dil gâzî
Şerâb-ı kevser olur âkıbet şerâb-ı gazâ
Fezâ-yı rıf’atına Cebrâ’il akıl irmez
Bülendimiş felek ü sidreden cenâb-ı gazâ
Bu yolda toprak ol iy Sûzî kim kıyâmete dek
Saça gubâruna rahmet suyın sehâb-ı gazâ
(Levend, 1956;266)
Yukarıda anlatılan türlerin dinî edebiyat içerisinde değerlendirilmesinin en
önemli sebebi ne olabilir?
215
Fetihnâmeler
İslâm ve Türk-İslâm devletlerinde fethedilen beldeleri, kazanılan zaferleri
haber veren mektup ve fermanlarla bu fetihleri anlatan tarihî eserlerin genel
adıdır. Ortaçağ İslâm dünyasında hükümdarlar, ülke içinde ve dışında otoritelerini ve güçlerini göstermek için süslü ifadelerle yazılmış mektup ve fermanlar göndererek kazandıkları zaferleri bildirme ihtiyacı duyarlardı. Genellikle
sefaret heyetleri vasıtasıyla ve ganimet olarak alınmış hediyelerle, bazan da
savaşta öldürülenlerin başları ve alınan esirlerle birlikte gönderilen bu mektuplar dost devletler için bir müjde, düşman devletlere karşı ise bir tehdit mahiyetinde idi. Bundan dolayı fetihnâmeler bazan “zafernâme”, “beşâretnâme”, bazan da “tehditnâme” diye anılmıştır.
Osmanlı Devleti’nde fetihler, büyük zaferler, özellikle hıristiyan dünyasına karşı kazanılan başarılar “nâme-i hümâyun” kategorisinde değerlendirilebilecek fetihnâmelerle İslâm devletlerinin hükümdarlarına bildirilmekteydi.
Osmanlılar’da yabancı devlet hükümdarlarına gidecek fetihnâmeler o ülkenin
diliyle ve genellikle Türkçe, Arapça, Farsça olarak yazılırdı. Mukaddime sayılabilecek baş kısmı gönderildiği yerin durumuna uygun âyet, hadis ve kelâm-ı kibarlarla süslenen ve Osmanlı diplomatiğinin mühim belgelerinden
olan nâme-i hümâyun grubu belgeleri içinde yer alan fetihnâmelerin özel yazılış şekilleri vardı. Osmanlı padişahlarına ait fetihnâmeler genellikle Allah'a
hamd, Hz. Peygamber'e salât, padişah için tebaanın işlerinin düzenlenmesi ve
zulmün önlenmesinin gereği, düşmanın ne sebeple cezalandırıldığı, padişahın
hareketi, askerin çokluğu, düşmanın durumu ve cesaretinin anlatılması, Allah'ın padişaha yardımı, düşmanın yenilmesi. Allah'a şükür, düşman ülkesinin
zaptının anlatılması, hükümdarlara zafer haberinin gönderilmesi, fetihnâmenin kiminle gönderildiği ve padişahın Allah'a duası gibi on beş esasa dikkat
edilerek yazılmaktaydı. Fetihnâmelerde mutantan bir ifade kullanılır, ülke
zaptında padişahın kudretini göstermek için düşman askerinin fazlalığından
bahsedilir ve olaylar genellikle uzun uzadıya anlatılırdı. Düşmanlara gönderilen tehditnâmelerde ise ağır ve küçültücü ifadeler yer alırdı.
Fetihnâmeler, ilgili oldukları savaşın bir tarihçesini ihtiva ettiklerinden ve
zaferin hemen ardından kaleme alındıklarından aynı zamanda değerli birer tarihî kaynak niteliği taşırlar. Edebiyat tarihiyle ilgili kitaplarda ise fetihnâme
ayrı bir edebî tür olarak bir seferin başlangıcından sonuna kadar geçen olayları, bir şehrin, kalenin alınışı veya bir savaşın kazanılmasını konu edinen
eserler şeklinde ele alınmaktadır. Ancak bu tür eserler doğrudan doğruya tarihin bir parçasıdır ve bunları gazavatnâme, zafernâme, sefernâme, hatta
Selimnâme ve Süleymannâme adlarıyla anılan eserlerden hem konu hem de
üslûp bakımından ayırt etmek mümkün değildir. Umumi tarihlerin dışında
pek çok türü görülen bu tarz eserlerin başlıkları da böyle bir tasnif yapmayı
zorlaştırmaktadır. Dolayısıyla bunları adlarından hareketle ayrı birer tür olarak gösterilmesi karışıklıklara yol açmaktadır. Aslında fetihnâme, doğrudan
doğruya resmî bir hüviyeti olan, nâme-i hümâyunlarla fermanların edebî bir
türü gibi ele alınmalıdır.
Türk edebiyatında XV. yüzyıldan itibaren doğrudan doğruya müelliflerince “fetihnâme” olarak adlandırılan manzum ve mensur eserler arasında
Kıvâmî’nin Fetihnâme-i Sultan Mehmed’i, Sa’yi’nin Fetihnâme-i Bağdad’ı,
Murâdî’nin Fetihnâme-i Hayreddin Paşa’sı, Nâbi’nin Fetihnâme-i
Kamaniçe’si sayılabilir.
216
Fetihnâmeler hakkında daha geniş bilgi için Hasan Aksoy’un "Tarihî Bir Belge
ve Türk-İslam Edebiyatında Bir Tür Olarak Fetihnâmeler" başlıklı makalesi
(İlam Araştırma Dergisi, II/2 (İstanbul 1997), s. 7-19) ve aynı müellifin DİA’daki
“Fetihnâme” maddesine bakınız.
Kısas-ı Enbiyâlar
Kısas-ı Enbiyâ, Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e kadar gelip geçen peygamberlerin hayat hikâyelerinin anlatıldığı eserlere verilen isimdir. Kur’ân-ı
Kerîm’de yirmi sekiz peygamberin adı geçmekte ve bunların kıssalarına yer
verilmektedir. İslâmiyet’in ilk asrından itibaren yahudi ve hıristiyanlarla temas kuran müslümanlar, bu din mensuplarının yazılı ve sözlü kültürlerinde
var olan geçmiş peygamberlerle ilgili bilgilere vâkıf oldular. Efsanevî ve destanî unsurları ihtiva eden bu tarz bilgilere dayanarak ciltler dolusu peygamber
kıssaları meydana getirdiler.
Arap edebiyatında yazılan ilk kısas-ı enbiyâlar, Kisâî (ö. ?)’nin Kitâbu Kısası’l-enbiyâ’sı ile ondan sonra yazılan Sa’lebî (ö. 1035)’nin Kısasu’l-enbiyâ
(Arâisü’l-mecâlis) isimli eseridir. Sa’lebî’nin eseri kimliği bilinmeyen bir
mütercim tarafından Türkçe’ye tercüme edilerek Aydınoğlu Mehmet Bey (ö.
1334)’e sunulmuştur. Türk edebiyatındaki kısas-ı enbiyaların çoğu adı geçen
eserlerin doğrudan çevirileri ya da bazı ilavelerle hazırlanan genişletilmiş çeviri mahiyetindeki eserlerdir. Son dönemlerde de Peygamber kıssalarıyla ilgili kitaplar yazılmıştır. Bunların en meşhuru Ahmed Cevdet Paşa (ö. 1895)’nın
yazmış olduğu Kısas-ı Enbiyâ ve Tevârîh-i Hulefâ isimli eser olup günümüz
harfleriyle de yayımlanmıştır.
Bütün peygamberlerin hikâyelerini ihtiva eden kısas-ı enbiyâlardan başka
tek bir peygamberin hayatını anlatan eserler de yazılmıştır. Hz. Yusuf ile ilgili kaleme alınan Kıssa-i Yûsuf’lar ve Hz. Süleyman ile ilgili yazılan
Süleymâniyye’ler bu tür eserlerdir.
Sa’lebî’nin Arâisü’l-mecâlis Tercümesinden
Kaabil eyitti: “Ey ata! Kardaşum Hâbil’den ulu değül miven? Ol işe ben
hakluven değül miven?” Âdem eyitti: “Ey oğul! Fazıl Tangrı elindedür.”
Kaabil eyitti: “Böyle değüldür, belkim sen anı kendü re’yünden benüm üstüme yegledün.” Âdem eyitti: “Eğer haklu kimdügin bilmek dilersen, varun
ikinüz kurbân eylen. Kangunız kurbanı kabul olursa ululuğa ol yegrekdür. Ve
haklu oldur.” Ve ol vaktin kaçan kurbanlar kabûl olsa gökden od ineridi,
kurbanı yiridi. Kaçan kabûl olmasa od inmezidi, kuşlar ve geyikler yiridi. Bes
ol iki çıkdılar kim kurban eyleyeler. Kaabil ekinciyidi. Biraz yetilü buğday
kurban iletdi. Gönlünden geçeridi gerek kabul olsa gerek olmasa kız
kardaşumı ana virmeyem. Ve Hâbil davarlu ve koyunluyidi. Bes bir semiz
kuzı, biraz sâfi süt, biraz kereyağı kurban iletdi. Gönlünden Tanrı işin râzılık
ve anun buyruğına boyun virmek geçeridi. İsmail bin Dafi’ eyitti: “Haber
degdi bana kim Hâbil koyunından bir kuzı doğdı. Hâbil anı yavlak sevdi. Şöyle kim cümle mâlinden ana sevgülürek idi. Anı arkasına götürdi. Kaçan ana
kurban buyruldı. Ol kuzuyı kurban iletdi. Andan ol iki kurbanı bir tağ üstinde
kodılar. Bes gökden od indi. Ol kuzuyı ve südi ve kereyağın yidi. Bir dene
Kaabil kurbanından yimedi. Anuniçün kim gönül arılığıla degülidi. Ve Hâbil
kurbanı kabûl oldı. Anuniçün kim gönül arılığı varıdı. Bes ol kuzı uçmaka
vardı otladı. Tâ kim İbrahim oğlın kurban eylemeğe fermanladı. Tanrı ol koçı
217
fidi viribidi… Pes ol tağdan indiler ve dağıldılar. Kaabil kurbanı kabul
olmaduğıçün kakıdı. Gönlünde hased bitti. Ve düşmanlıkın gizledi. Ta ol
vaktedegin kim Âdem peygamber Mekke’ye vardı, Kâbe ziyâret kılmağa …
Bes kaçan Âdem Mekke’ye gitdi, Kaabil Hâbil’e geldi ve ol koyun
katındayıdı, eyitti: “Seni depelerven” Hâbil eyitti: “Neden ötrü?” Eyitti:
Anuniçünkim Tanrı senün kurbanunı kabûl eyledi ve benüm kurbanumı red
eyledi ve sen benüm görklü kız kardaşumı evlendün ve ben senün çirkin kız
karındaşunı evlendüm. Bes âdemiler seni benden ulu ve yiğrek söyleşe.” Bes
Hâbil eyitti: “Eğer sen beni depelemeğe el uzadurısan ben seni depelemeğe
el uzatmasven. Ben âlemler Tanrısından korkarven.” … Bes kaçan anı
depeledi, yirinde kodı, nidesin bilimezidi. Anuniçünkim âdem oğlanından evvel yir yüzinde ölen olidi. Bes canavarlar anı yimeğe kasd eyledi. Kaabil anı
tağarcukına koydı. Bir yıl tamam arkasına götürdi. Hattâ kim yiyidi. Kuşlar
ve canavarlar üşdi anı yiyevüz diyü. Bes Tanrı ana iki karga viribidi.
Birbirile savaşdılar, birisi birin depeledi. Andan burnile ve ayağıla çukur
kazdı, ol çukura bırakdı ve üstüne doprağın girü örtdi. Kaabil ana bakarıdı
kaçan böyle gördi…”
(İz, 1996;196)
Tezkiretü’l-Evliyâlar
Tezkire, bazı meslek sahipleri için yazılan biyografik eserlere verilen isimdir.
Veliler tezkiresi anlamına gelen Tezkiretü’l-evliya da İslâm velilerinin hayat
hikâyelerinin yazıldığı eserlerdir. Tasavvufun yayılmasıyla birlikte isimleri
öne çıkan tasavvuf büyüklerinin tanıtılması amacıyla telif edilmişlerdir.
Feridüddîn-i Attâr’ın Tezkiretü’l-evliyâ adını taşıyan eseri bu türdeki ilk
örkektir. Türk edebiyatında tezkiretü’l-evliyâlar, Feridüddin Attâr’ın eserinin
tercümesiyle başlamıştır. Bu tercümeler ya doğrudan çeviri ya da Attâr’ın
eserini esas alarak bazı ilavelerle yeniden telif şeklindedir. Tespit edilebilen
ilk tezkiretü’l-evliyâ çevirisi XIV. yüzyılda Aydınoğlu Mehmet Bey’e sunulmuştur. Klasik Türk nesrinin büyük temsilcisi Sinan Paşa’nın Tezkiretü’levliyâ’sı yazarın güçlü üslubu sayesinde telif hususiyeti göstermektedir (İz,
1996).
Türk edebiyatında meşhur olmuş bir evliyâ tezkiresi de Lâmiî Çelebi (ö.
1531)’nin Nefhâtü’l-üns çevirisidir. Lamîî Çelebi, Molla Câmî (ö. 1492)’nin
eserini çevirmekle yetinmemiş, kendi zamanına kadar yaşamış olan tasavvuf
büyüklerini de ekleyerek ilaveli bir çeviri meydana getirmiştir.
Anonim Tezkiretü’l-Evliyâ Tercümesi’nden
İbrâhim Edhem
İbrâhim Edhem eydür: “Bir gün bir yerde giderdim. Akşam erişdi. Karanuluk
oldu. Yolı yavı kıldım. Mütehayyir oldum. Nâgâh bir it ünin işitdim… Ol yana
gitdim. Ta bir köye erdim. Nâgâh yüzüme bir kişi bir şapla vurdı ki iki gözümden od çıkdı. Darb yedim, oturu vardım. Ellerim yüzüme tutdum. İnen katı zahmet çekdim. Gözlerimden yaş geldi. Başım kaldırdım. Ben eyitdim: “Ey
Bâr-ı Hudâyâ! Her kimse kim sana gide şöyle mi ederler?” dedim. Henüz
dahi yerimden turımadım. Bir kimesne gördüm. Geldi, ol bana şapla vuran
kişinün başın önümde kodı. Eydür: “Yâ İbrâhîm! Bizden gile etme. Her ki bizim emrümüzde ola azîz ü mükerrem olur, sen bizim emrümüzden çıkdın. İt
218
ününe uydun gitdin.” der. Korkdum, secdeye vardım, tevbe eyledim kim
“ayruk küstahlık etmem ey Çalabım” dedim.
(İz, 1996;206)
Tezkire adıyla yazılan başka biyografik eserler var mıdır? Varsa kimlerle ilgili
yazılmıştır?
Menâkıbnâmeler
Menâkıbnâmeler, tasavvufun yaygınlaşmasıyla birlikte tarikat pîrlerinin hayat
hikâyelerini ve kerametlerini müridlere anlatma ihtiyacından doğmuştur.
Menâkıbnâmeler genellikle mensur olarak yazılmış olmakla birlikte bazılarında manzum parçalar da bulunmaktadır. Bu türdeki eserler, tarikat müntesibi kimselerin kolayca anlayabilmeleri için sade bir dille yazılmışlardır.
Menâkıpnâmeler, XIV. yüzyılın başlarından itibaren Anadolu sahasında
yazılmaya başlanmıştır. Halvetiyye, Bayramiyye gibi bir tarikat zümresi hakkında Menâkıbnâmeler yazılmakla beraber bir mürşdin hayatını anlatan türleri çoğunluktadır. Hacı Bektaş-ı Velî, Emir Sultan, Hacı Bayram-ı Velî,
Eşrefoğlu Rûmî, İbrahim Gülşenî, Şemseddin-i Sivâsî, Niyazî-i Mısrî gibi
pek çok tarikat önderine ait Menâkıbnâmeler bulunmaktadır. Ayrıca Fatih’in
hocası Akşemseddin ve veziri Mahmud Paşa gibi bilge kişilikleriyle meşhur
olmuş bazı devlet görevlileri hakkında da Menâkıbnâmeler yazılmıştır.
Kısasü’l-enbiyâ ve Tezkiretü’l-evliyâlar çeviriye dayanan eserler olmasına
karşılık Menâkıbnâmeler Türkçe olarak kaleme alınmışlardır. Bir tarikat
silsilesindeki mürşidlerin ya da tek bir kişinin menkabevi hayatı anlatılmıştır.
Menâkıbnâmelerde sade bir dil kullanılmıştır. Tezkiretü’l-evliyâlar ile kıyaslandığında daha abartılı bir üslup hâkimdir.
Menâkıb-ı Halvetiyye’den
“Zikrü menâkıb-ı Hazret-i Sünbül Sinân
Çelebi Efendi’nin halîfesi ve kâim-makâmı ve dâmâdı Şeyh Sünbül Sinan
Efendidür ki mevlidi Merzifon ve neşv ü nemâsı Hamîd ilinin Borlu olup ilm-i
zâhirde Hidâye ve Şerhu Mevâkıf hıfzında idi. Mevâlîden Efdalzâde hizmetinde olup gâhî meşâyih meclisine varırdı. Bir gün bir vâkı’a görür ki halk
bir kuyudan su alur. Bu dahi almak murâd idinür. Su kuyunun ağzına çıkup
bilâ-ta’ab alur. Çelebi Efendi’ye ta’bîr etdürmeğe geldikde hemân “Mevlânâ! Vücûdunda mevcûd olan füyûzât-ı ilâhiyyenün galeyânı var, ancak eller
ta’ab ve nasb sebebi ile tahsîl etdikleri feyzler sana karşu gelür. Niçün
kuvvetüni fi’le getürmezsin?” deyü işrâk-ı mâ fi’z-zamîr ider ve Sünbül Efendi’yi alup sînesine basup “sende râiha-i mahabbetu’llâh var” deyü Sünbül
ile koklaşırlar. Hemân Şeyh Sünbül örf ü izâfeti ve câh ü riyâseti terk idüp
mücâhede kemerin beline berk ider. Ol kadar şugl üzre olur ki Çelebi Efendi
hazretleri Sum’asında huzûr idemeyüp muttasıl Sünbül’ün hücresin devr
idermiş. Üç yıldan sonra hilâfet virüp diyâr-ı Mısr’a göndermiş. Çerâkise
zamânında diyâr-ı Mısr’da küllî i’tibâr bulup fazl ve irfânına cemî’-i ulemâ-i
Mısr ikrâr itmişlerdir…”
(Yusuf b. Yakub, 1290[1873]; 32)
219
DİNÎ EDEBÎ ESERLER
İslâmî Türk Edebiyatı’nın ürünleri sadece bir tür adı altında yazılan eserlerle
sınırlı değildir. Bunların dışında herhangi bir türe sığdırılamayan, dinî konularda yazılan ve edebî değeri olan pek çok eser mevcuttur. İslâmiyet’in Türkler arasında yayılmaya başlamasının hemen ardından yazılmaya başlanan
Kur’an-ı Kerîm’in Türkçe’ye tercüme ve tefsirleri bu eserlerin başında gelmektedir. İslâm dinine ait bazı temel bilgilerin yer aldığı akâid ve fıkıh kitapları, ahlâka dair kitaplar, dua kitapları müslümanların günlük ihtiyaçlarını
karşılamak üzere kaleme alınan dinî eserlerdir ve bunların bir kısmı manzûm
olarak kaleme alınmışlardır.
Türkler Müslüman olmadan önce başka hangi dinlerin kutsal metinleriyle ilişkileri olmuştur? Araştırınız.
Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye Tercüme ve Tefsirleri
Türkler, İslâmiyeti kabul etmeleri ile birlikte dinin birinci kaynağı Kur’ân-ı
Kerîm’i Türkçe’ye çevirmekte gecikmemişlerdir. İslâmiyetin kabulünden günümüze kadar çok sayıda tercüme ve tefsir yapılmıştır (Cunbur, 1959).
Kur’ân-ı Kerîm önce Samanoğulları döneminde Emîr Mansur b. Nuh (961977)’un oluşturduğu bir kurul tarafından Taberî Tefsiri esas alınarak Farsça’ya çevrilmiştir (Topaloğlu, 1976). Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye ilk tercümesi yine Farsça’ya yapılan tercüme ile aynı dönemde muhtemelen aynı heyetin Türk üyesi tarafından meydana getirilmiştir. Bu tercüme satır arası bir
tercüme olup, Taberî Tefsiri’nden yapılan kelime kelime Farsça tercümeye
dayanmaktadır (Togan, 1964). Söz konusu tercümenin bir nüshası bugün İstanbul Türk-İslâm Eserleri Müzesi’nde sergilenmektedir.
Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye ilk çevirileri satır arası çevirilerdir. Bu yöntemde satırların araları açılarak her bir Arapça kelimenin altına Türkçe karşılıkları yazılmaktadır. Bunu, Fatiha, Yasin, Tebareke, İhlâs gibi kısa surelerin
tefsirleri takip etmiştir. Kısa sûre tefsirleri sonraki dönemlerde Kur’ân-ı Kerîm’in birçok sûresinin müstakil tefsirinin yapılmasına örnek teşkil etmiştir.
Anadolu’da Türkçe büyük tefsir ve tercüme faaliyetleri ise mevcut en eski
nüshalara göre Osmanlı Devleti’nin kuruluşundan bir asır sonra yani on dördüncü yüzyılda başlamıştır. Bu faaliyet satır arası tercüme ve uzun tefsirlerle
tercüme şeklinde iki koldan ilerlemiştir. Mevcut tefsirlerin çoğu Ebu’l-Leys
Semerkandî’nin tefsiri esas alınarak yapılmış veya onun aynen tercümesidir.
Tefsirli tercümelerde bir Arapça kelimenin bir Türkçe kelimeyle karşılanmasından ziyade bütün bir ayetin uzun cümlelerle açıklanması esas alınmıştır
(Topaloğlu, 1976).
Türkçe’ye tercüme ve tefsirlerin, Türkler’in arasında İslâmiyet’in yayılması, dinin asıl kaynağının anlaşılması yanında Türk dilinin olgunlaşma ve
gelişme süresini takip etme ve inceleme bakımından önemi büyüktür. Ahmet
Caferoğlu, Kur’an’ın Türkçe tercüme ve tefsirlerinin dil tetkiki bakımından
önemini şöyle anlatır:
“...mümkün olduğu kadar mukaddes ve dini bir eserin, aslına sadık kalabilmek gayesi ile izahına ve tercümesine azami derecede dikkat edilmiş ve bu
yüzden bu Türkçe metinlerin şive ehemmiyetleri yükselmiştir. Bahusus, bu gibi eserler, umumiyetle, kelime kelime ve alt alta tercüme edildikleri için tercümedeki her bir sözün karşılığı kolaylıkla tespit edilebilmektedir. Bu yüzden
220
bu eserler bir nevi lügat mahiyetini almış olup muhtelif şekil ve mefhumların
inkişaf merhalelerinin tespitinde ayrıca bir kaynak rolü de oynamaktadır.”
(Caferoğlu, 1943;89).
Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye ilk tercümelerinde Arapça ve Farsça kelimeler yok denecek kadar azdır. Kur’an’da geçen terimlerin karşılarına bundan
altı yüzyıl önce bile kullanılmayan Türkçe karşılıkları konulmuştur. Türkİslâm eserleri müzesi 73 numarada kayıtlı, mevcut en eski tercüme kabul edilen nüsha üzerinde yapılan incelemede, mükerrerler hariç 2.500’e yakın kelimeden sadece on kadar Arapça ve Farsça kelimeye rastlanmıştır. Mesela
şeytan kelimesi “yak” ile tercüme edildiği halde, melek kelimesinin karşılığı
bulunamamış ve Farsça “ferişteh” kelimesi ile karşılanmıştır (Erdoğan,
1969).
Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe’ye ilk tercümeleri dil bakımından ne gibi bir katkı
sağlamıştır?
Satır Arası Kur’an Tercümesi’nden
Sûretü’l-Fâtiha
[Bismillâhirrahmânirrahîm]
Tanrı adı-y-ıla ya’nî başların yâ okırın gey rahmat kılıcı, rahmat kılıcı
1. Ögmek Tanrı’nundur; âlemlere issi – yâ bisleyicisi2. Gey rahmat kılıcı, rahmat kılıcı
3. Yanut güni issi ya’nî kıyamat güninde hükm eylemege mâlik olan
4. Sana taparuz; dakı senden arka virmek isterüz.
5. Yol göster bize toğru yol
6-7. Yol anlarun kim eylük eyledün anlarun üzerine; kakınılmışlar degüller
ya’nî cuhûd degüller; dakı azmışlar degüller ya’nî Nasrânî degüller.
(Muhammed bin Hamza,1976)
Türkler ilk dönemlerden beri Kur’an’ı Türkçe’ye tercüme etmişlerdir. Kelimelerin anlamları satır arasına yazıldığından dolayı bu tercümeler, satır arası
Kur’an tercümeleri olarak nitelendirilmiştir. Satır arası Kur’an çevirileri ve sonra yazılan Türkçe tefsirler özellikle dil tarihi bakımından çok kıymetlidir.
Kur’ân-ı Kerîm’in Türkçe tercüme ve tefsirleri Türkçe’nin edebî bir lisan haline
gelmesine katkı sağlamıştır. Eski Kur’an çevirilerinde dil Türkçe olmasına
rağmen cümleler Arapça’nın söz dizimine (sentaks) uygundur. Bu şekil cümleler Türkçe’nin söz dizimine aykırı olup anlaşılmayı zor hale getirmektedir.
Akâid ve Fıkıh Kitapları
İnanç ve ibadet hayatıyla ilgili eserler, bazı dinî kuralları halka öğretme ihtiyacından kaynaklanan, dinî edebiyatımızın öğretici vasfının öne çıktığı didaktik eserlerdir. İnanç alanında manzum akâidler, Âmentü şerhleri, kazâ ve
kader ile ilgili eserler yazılmıştır. Bu alanda yazılan eserlerin en meşhuru,
Mehmed İlmî Efendi (ö. 1636)’nin Manzum Akâid’idir. Birgili Mehmed b.
221
Pîr Ali(ö. 1573)’nin kaleme aldığı Vasiyetnâme isimli risâlesi, ezberlenebilmesi amacıyla, Bahtî tarafından 1642 yılında nazma çekilmiştir
(Çelebioğlu, 1983).
Fıkıh alanında da aynı öğretici gayelerle pek çok eser yazılmıştır. Bu
alanda bilinen ilk manzum eser, Gülşehrî’nin Manzum Kudûrî Tercümesi’dir.
Ancak bu eser ele geçmemiştir. Diğer bir eser Balıkesirli Devletoğlu Yusuf’un 1425’te tamamladığı Vikâye Tercümesi olarak tanınan ilmihal konularını içeren mesnevîsidir. Eser Sultan İkinci Murad (1451-1455)’a sunulmuştur (Çelebioğlu, 1988). İmam A’zam Ebû Hanîfe’nin Fıkh-ı Ekber’inin tercüme ve şerhleri de önem arz etmektedir.
Fıkhın bazı konularında müstakil manzumeler yazıldığı da olmuştur. Namazın ibadetinden bahseden Şurûtü’s-salât, orucun çeşitleri ve faziletini anlatan Fezâilü’s-sıyam, hacca dair bilgilerin yer aldığı Menâsikü’l-Hac, miras
konularının ayrıntılı bir şekilde anlatıldığı Manzûme-i ferâiz türünden eserlerdir. Ayrıca günlük dinî meselelere verilen cevapları ihtiva eden manzum
ve mensur olan fetvâ kitapları yazılmıştır.
Akâid ve fıkha dair eserler, öğretici amaçlarla yazılmış dinî eserlerdir. Bu eserlerin bazılarında, inanç ve amele dair bazı mevzuları öğrencilere daha kolay
öğretmek, okuyanların aklında kalmasını sağlamak amacıyla manzum anlatım
tekniğinden yararlanılmıştır. Böylelikle manzum akâidler, manzum ilmihaller,
manzum menâsik-i haclar, manzum feraizler vb. ile din, dil ve edebiyat tarihi
bakımından önemli bir külliyat meydana getirilmiştir.
Ravzatü’l-îmân’dan
(Halîlî, ö. 1578’den sonra)
Bâb-ı Sünenü’l-vuzû’
Gel beru gel ey Muhammed ümmeti
On durur bil âbdestin sünneti
Besmeleyle başlamakdır evvelâ
Besmeleyle cümle uzvun pâk ola
Ellerin üç kez yumakdır ey âzîz
Dâhil olmadan inâya kıl temiz
Su bulunan yerde istincâ ile
Pâk olanları sever Hak ey dede
Su bulunmazsa kesekle taş ile
Pâk olacak mevzi’i muhkem sile
222
Eyle misvâk ağzına hem sağ u sol
Anı isti’mâl ediptir bil Rasûl
Hem birisi eylemekdir mazmaza
Ya’nî su vermek dürür bil ağıza
Eyle istinşâk burnun pâk ola
Cennet içre hoş kokularla dola
İki kulaklarına mesh et velî
Başa mesh olan sudandır bil yolu
Ol mübârek lihyene eyle hilâl
Öyle buyurmuş Rasûl-i Zü’l-Celâl
Hem hilâlle iki ellerin dahi
Hem ayakların hilâlle ey ahi
Ağzın u burnun yüzün yu ey hümâm
Hem kolun hem ayağın üç kez tamâm
(Şener-Yıldız, 2008;235)
Ahlâk ve Nasîhate Dair Eserler
Dinî edebiyatın öğretici karakteri dikkate alındığında yazılan eserlerin büyük
çoğunluğunun dinî ve ahlâkî nasihatleri içerdiği görülecektir. Kutadgu Bilig
ve Atabetü’l-hakâyık’tan başlayarak hemen her devrin özelliklerine uygun
olarak ahlâkî konuları işleyen telif ve tercüme pek çok eser meydana getirilmiştir. Dinî, ahlâkî, tasavvufî konular çoğu zaman iç içe geçtiği için bu türdeki eserleri birbirinden ayırmak zordur. Bununla birlikte insanların sahip
olmaları gereken iyi huylar ile uzaklaşmaları gereken kötü huyları müstakil
olarak anlatan kitaplar da yazılmıştır. Kınalızâde Ali Çelebi (ö. 1571)’nin Ahlâk-ı Alâî’si, Şemseddin Ahmed Sivâsî (ö. 1597)’nin Mir’âtü’l-ahlâk’ı,
Muhyî-i Gülşenî (ö. 1605)’nin Ahlâku’l-kirâm’ı, bu tür eserlerdir.
Ahlâk kitaplarının önemli bir bölümünü nasihat/öğüt tarzındaki kitaplar
oluşturur. Feridüddîn-i Attar’ın Pendnâme isimli eserinin tesiriyle çok sayıda
eser yazılmıştır. Edebiyatımızda, insanları iyiye ve güzele yönlendirmek,
İslâmiyetin erdemlerini şahsında yaşayan, iyi ahlâklı, topluma ve devlete faydalı fertler yetiştirmek, amacıyla yazılan bu eserlere hepsi de aynı anlama gelen “nasîhatnâme”, “pendnâme” ve “öğütnâme” adları verilmiştir. Çeşitli
meslek mensuplarını uyarmak maksadıyla da nasîhatnâmeler yazılmıştır. Nasîhatnâmelerin amacı, İslâmiyet’in iyiliği emir ve kötülükten sakındırma esasına dayanmaktadır. Âyet ve hadislerdeki “öğüt” içerikli ifadeler, medrese
223
eğitiminden geçmiş divan şairlerinin nasîhatnâme türünde eserler yazmasına
zemin hazırlamıştır (Kaplan, 1).
Nasîhatnâme türünde yazılan eserlerden bazıları şunlardır: Yunus Emre
(ö. 1320), Risâletü’n-nushiyye, İbrahim Gülşenî (ö. 1534) Pendnâme, Sinan
Paşa (ö. 1486) Nasîhâtnâme (Ahlâknâme), Zaifî (ö. 1553?) Bûsitân-ı
Nasâyıh, Güvâhî (ö. 1519) Pendnâme, Azmî (ö. 1582) Pendnâme, Nâbî (ö.
1712) Hayriyye, Zarifî Ömer Baba (ö. 1795) Pendnâme, Sünbülzâde Vehbî
(ö. 1799) Lutfiyye.
Nasîhatnâmelerin belli bir hedef kitlesi var mıdır? Araştırınız.
Hayriyye-i Nâbî’den
İy sehî-serv-i hıyâbân-ı şuhûd
Nev-hırâmende-i bustân-ı vücûd
Âlemün meşgalesinden akdem
Budur insâna ehemmü elzem
İdüp encâm-ı umûrın tedbîr
Eyleye hâne-i dînin ta’mîr
İtdi endâze-i hikmetle kıyâm
Penc erkân-ı binâ-yı İslâm
Bu binâ içre olan râhatdur
Taşrası pâ-zede-i âfetdür
Bu binâ dâhilidür bâğ-ı na’îm
Hârici nâhiye-i nâr-ı cahîm
Dâhili ehl-i hidâyetdür hep
Hârici ehl-i gavâyetdür hep
Farzdur itme sakın fevt-i salât
İktidârun var ise hacc ü zekât
Kıl edâsında derûnî tek ü tâz
Birinün fevtine gösterme cevâz
224
Olma gerden-keş-i fermân-ı ganî
Her ne emr itdi ise eyle anı
Mü’mine hil’at-ı dîndür kat kât
Vâcibât ü sünen ü mendûbât
Sırrı var her birinün hikmeti var
Hasra gelmez nice hâsıyeti var
Eylemiş Hazret-i Vahhâb-ı kerîm
Her birin vâsıta-i lutf-ı azîm
Hak ganîdür senün a’mâlünden
Yine sensin yiyecek mâlundan
Sana râcî olur iy bahr-ı kemâl
Nîk ü bed her ne idersen a’mâl
Sâhib-i hamse ol iy pâk-meniş
Bilesin hams-i mübârek ne imiş
(Kaplan, 2008;182)
DİNÎ DESTANÎ METİNLER
Dinî-Destânî Eserler
Savaş kabiliyetine sahip Türkler’in yerleşecek yurt arama teşebbüsleri, Müslümanlıktaki cihad ve gaza ruhu ile birleşince fetihler kaçınılmaz hâle gelmiştir. Anadolu’nun Türk hâkimiyetine girerek müslümanlaşması sürecinde, bazı
gazi-mücahid komutanların savaşlarda gösterdikleri fedakârlık, yiğitlik ve kerametler destanlara konu olmuştur. Bu destanların en eskisi Hâricîlerin ünlü
kahramanı Hamza’nın adı etrafında gelişen Hamzanâmeler ile Horasanlı Ebû
Müslim’in destanî hayatını anlatan Ebu Müslim Kitabı’dır. Bunlardan başka,
Bizanslılara karşı giriştiği savaşlarda ismi öne çıkan Seyyid Battal Gâzi’nin
menkabelerini anlatan Battalnâme, Anadolu içlerine kadar birçok şehri fetheden Dânişmend Gâzi’nin fetihlerini anlatan Dânişmendnâme, Anadolu ve
Rumeli’deki fetihlerde gösterdiği kahramanlıklarla Sarı Saltuk’un maceralarını anlatan Saltuknâmeler meydana getirilmiştir. Söz konusu destanların tamamı başlangıçta sözlü olarak dilden dile aktarılmış, sonradan yazıya geçirilmiştir (İz, 1996).
Anadolu’nun Türklerin hâkimiyetine geçmesi bir dizi fetihlerin sonunda olmuştur. Bu fetihleri gerçekleştiren bazı komutanların, savaşlarda gösterdikleri
başarılar, destanlaştırılarak milli hafızaya kaydedilmiştir. Bu destanlarda, Müslüman Türk komutanların keramet motifleriyle zenginleştirilmiş kahramanlık
anıları anlatılmaktadır.
225
Battalnâme’den
…Seyyid çağırdı er diledi meydana kimsenün zehresi olmadı kim meydana
gire ayruk kimse meydana girmedüğin Seyyid Hazreti bildi atından aşağa indi kolanın muhkem berkitdi girü bindi sağ kola hamle eyledi yitmiş seksen kişi öldürdi birisi Seyyid’ün önüne turmadı yine meydan yirine geldi çağırdı
kim iy âsîler din düşmanları meydana gelsenüze didi bu yana Kayser kakıdı
çağırdı kim ne oldunuz ortanuzda bir er yokdurur kim işbu nâbkâre cevap
viremeyicek yüzi suyun yirine getüre diyü yürürken ezin cânib karşudan toz
uyandı gün yüzi tutuldı toz içinden yüz bir alay yüz bir alem çıka geldi İsmâil
Semerkandî irdi sünnîler karşu vardılar muâneka kıldılar Halîfe’i sordılar
İsmâil ayıtdı uş irişdi didi anun ardınca elli bin kişiyle Husrev Şah Şirvan
geldi saf bağladı durdılar anun ardınca Minuçihr-i Gîlânî çıka geldi otuz bin
er ile saf bağladılar turdı anun ardınca altı bin kişiyle Baturânî Hindî çıka
geldi ne kıssai draz idelüm tolup tolup müsülmanlar geldiler alaylar bağladılar durdular himmetleri budur kim Kayser’e kendüler uralar ezin cânib bu
tarafdan Kayser teferrüc iderdi nâgâh bir acâyib toz belürdi toz içinden Halîfe’nün alemi peydâ oldı ve Rasûlullâh’un alemi Ahmedî ve Muhammedî
peydâ oldı bir ak fil üzerine taht bağlamışlardı üstünde çetr-i hümâyun yeşil
atlastan dutulmuş kubbe içinde Halîfe-i rûy-ı zemîn oturmuşdı bin beşyüz
müftî ve müderris sağında ve solunda yidi yüz cârî hâfız-ı kelâmullah hoşâvâzla okırdı dört yüz hoş mugarri ve münevverin önünce âşıkâne ez-derûn-i
dil ü cân birle aydurlardı lâ ilâhe illallâh Muhammedü’r-rasûlullah dirlerdi
dört bin fülân bin fülân gömgök demür geyüp Halîfe’nün önünde yalın kılıçlar durup yürürlerdi dört bin has er sağ yanınca yayalar kabzasın durup oklar gizleyüp yürürlerdi dört bin er solunda gürzler getürürlerdi dört bin kişi
akabince ağır bozdoğanlar getürürlerdi bu azametle Halîfe nikaabı yüzinde
oturmışdı üç yüz altmış fil çünkü ardınca yürürlerdi bin yidi yüz altun eyerlü
bedevî ve arabî atlar önünce yidürleri bu vech ile çıkageldiler Emir Ömer ve
gaazîler karşu vardular piyâde olup görüşdiler yüz yire urdılar Halîfe
dükelin nevâhat kıldı çünkim Kayser bunı gördi kanı kudurdı gövdesine
ditreme düşdi dahi sıtma dutdı ezin cânib bu yana Seyyid dahi meydan içinde
at başın çeküp teferrüc iderdi Halîfe dahi tahtından ol kenâr-ı leşkerin
teferrüc iderken gözi Seyyid’e tokandı aydur şol meydan ortasında turan
kimdür didi ayıtdılar yâ Emîre’l-mü’minîn bir cins yiğitdür ne erlükler
idüpdür hiç kimse mukaabil olamaz bizüm leşkerümüzi ol turdurdı yohsa
Kayser bizüm günümüz keserdi ve külümüz göğe savururdı ammâ Hüdâvend
kad u kâmeti yâl ü bâli söz kelecisi yüzi gözi kaşları ve dişleri ve duruşı
oturuşı vurması dutması dükelisi ana benzer ammâ Battal ağ idi bu siyahdur
didiler şol karşu dağdan iner erlikler gösterür kim hezârân Rüstem destanlar
gerekdür kim bunun erlüğin kıla gice olıcak yine ol tağa gider didiler çünkim
Halîfe bu sözleri işitdi el getürdi Seyyid’e duâ kıldı sünnîlerden birisi
segirdüp Seyyid’e geldi aydur iy gâziler serveri Halîfe senünçün duâ kıldı
didi Seyyid bunu işidicek atınan sıçradı aşağa indi Halîfe’ye karşu yüz yire
urdı yine atına bindi bir müddet silâhşörlük gösterdi yitmiş iki lu’bile tarafeynden mütehayyir kıldı hayran oldılar Seyyid’ün yârenleri Halîfe’ye
ayıtdılar Şâh-ı âlem işbu hünerler kim gösterür hamusu Battal’dur illâ kim
bu siyahdur Halîfe ayıtdı Hakk Taâlâ kaadirdür her kimi kim dilerse Battâl
sûretinde viribir kim İslâma meded yitişe…
(Pekolcay, 1994; 282)
226
Cenknâmeler ve Muhtelif Dinî Hikâyeler
Savaşma, vuruşma anlamına gelen cenk kelimesinden türetilen cenknâme,
Hz. Ali ve oğlu Muhammed Hanefiyye’nin katıldığı çeşitli savaşları anlatan
dinî destanî mesnevîlere verilen genel isimdir. Mensur çeşitleri de bulunmaktadır. Türk edebiyatında XIV. yüzyıldan itibaren görülmeye başlanan
Cenknâmelerin önemli temsilcileri bu yüzyılda yüzyılda yaşamış olan Yusufı Meddah, Tursun Fakih, Kirdeci Ali ve Begpazarlı Maazoğlu Hasan isimli
müelliflerdir.
Türk-İslâm edebiyatında varlığından haberdar olunan, ancak üzerinde
fazla durulmayan edebî türlerden biri de halk diliyle yazılmış olan dinî hikâyelerdir. Hz. Muhammed başta olmak üzere hikâyelerdeki şahıslar kadrosunda gerçek kişiler olmasına rağmen anlatılan olaylar hayal gücünü zorlayıcı mahiyettedir. Daha çok Arap edebiyatından tercüme yoluyla geçen dinî
hikâyeler, ilave ve değişikliklerle geliştirilmiştir. Kütüphanelerde destan
mecmualarında kayıtlı bazen de mevlid metinlerinin arkasına ilave edilmiş
halde bulunan hikâyeler şunlardır:
Kesikbaş Destanı, Güvercin Hikâyesi, Geyik Hikâyesi, Ejderha Destanı,
İbrahim Destanı, İsmail Destanı, Fatıma Destanı, Ukkâşe Hikâyesi vb.
Bu hikâyeler çoğunlukla manzum olup bazılarının mensur sürümleri de
bulunmaktadır. Yazarları ise belli değildir. Anadolu’da, uzun kış gecelerinde
evlerde köy odalarında okunarak edebî zevkin gelişmesine hizmet etmiştir.
Mevlidlerin arkasına ilave edilmiş olması da çok okunduğunu göstermektedir.
Dinî hikâyeler, gerçek tarihî kişiliklere atfedilen gerçek ya da gerçek dışı bazı
olayların anlatıcının edebî kabiliyeti ölçüsünde yeniden üretildiği eserlerdir.
Kurguya dayalı metinler olduğu için tarihi gerçeklikle örtüşmesi beklenmez.
İslâm dinini ve kahraman öncülerini geniş halk kitlelerine tanıtmak ve sevdirmek amacıyla yazılmışlardır.
Muhammed Hanefî Cenknâmesi’nden
Çün Ali’nün işidür ceng ü gazâ
Başladı gâzîlerin adın yaza
Virdi Hasan eline bir ak alem
Kim çıka taşra dike evvel kadem
Gâzîler anda derilüp cem΄ ola
Kâfirin cem΄i tagılup gam ola
Ol Alî ma´deni cûd-ı vakâr
Düldüle bindi dakındı Zü’l-fekâr
Çün Muhammed Hanefî gördi anı
Aglar eydür bilece al git beni
227
Ben dahi kâfir kırup gâzî olam
Sag esen Allah getürürse gelem
Alî eydür ey ogul sen dön eve
Tarlıgansan hâtırun bingil ava
Medîne’nün tagların eyle şikâr
Allâh’ın avni olsun sana nigâr
Sen tıfılsın sana [farz] olmaz cihâd
Biz kılalum din yolunda ictihâd
Alî istemez gazâya ilete
Ol heves kılur bilesince gide
Çün Muhammed Hanefî turmagıla
Tarlıgandı evde oturmagıla
Av diledi evde nice bir yata
Aldı eline sünü bindi ata
Baglandı Alî kemendin beline
Karşu çıkdı çâk-seher tag yolına
Medînenün gün dogrısından yana
Azim kıldı Hâk Çalap yoldaş ana
Her canavar kim gözine dûş ola
Çâre yok kim kurtıla ger kuş ola
Seyr iderken bir gazâla ugradı
Bilmedi kim fi´l-i âle ugradı
Na´ra urdı girdi kâfir içine
Hamle kıldı önüne vü kıçına
Şöyle çâpuk süvâr idi harp ede
On kâfiri yıkardı bir darbede
Ol iki yüz ere baş bir pehlüvân
Cenk içinde ugradı ol nevcivân
Darb ile kıldı sünü zahmın ana
228
Pehlüvân oldı baş virdi ana
Sünü zahmın çıkdı gögsinden yere
Ol sâ’at can virüben düşdi yere
Anı gördi bir yavaş oglandur özi
İllâ od gibi yanar iki gözü
Hay deyince ol iki yüz kâfiri
Kırdı komadı hiç kimse[yi] diri
İndi kesdi pehlüvânun başını
At yanına götürüp asdı anı
Kaynak: Dursun Fakih, Milli Ktp. 06 Mil Yz A 3538/6
Özet
Dinî-edebî türleri ile genel edebiyat türlerini karşılaştırabilmek.
Bir edebî eser, doğrudan doğruya dinî bir konu üzerine yazılmış ya da dinî
konuları içermiş olabilir. Hatta dinî kavram, motif ve mazmunları ihtiva ediyor da olabilir. Bir eserin dinî edebiyat kapsamında değerlendirilebilmesi için
tek başına bunlar yeterli değildir; dinî bir gaye ve heyecanla yazılmış olması
da gerekir. Zira dinî amaç gözetilmeksizin sadece sanat kaygısıyla dinî kavram ve motifler kullanılmış olabilir. Bu tür edebî ürünleri dinî türler arasında
değerlendirmek mümkün değildir.
Edebiyatımızda gelişen dinî- edebî türleri tanımlayabilmek.
Dinî duygu ve heyecan uyandıran bazı olayların edebiyata yansıması tabii bir
durumdur. Birbirinin aynı veya benzeri hadiseler üzerine yazılan eserlerin
zaman içerisinde sayıca artmasıyla o konu etrafında edebî türler meydana
gelmiştir. Söz gelimi vefat hadisesi üzerine yazılan şiirler ağıt ve mersiyeleri,
savaşları konu edinen şiirler gazânâmeleri, ramazan ayı münasebetiyle ortaya
çıkan manevî havayı anlatan şiirler Ramazaniyeleri meydana getirmiştir.
İslâmiyetin Türk edebiyatına katkısını açıklayabilmek.
İslâmiyet’in tebliği, eğitim ve öğretiminde en önemli iletişim aracı olarak
“söz”e başvurulmuştur. Söz, lafzî, mecazî ve estetik unsurları içermektedir.
Dolayısıyla dinin öğretilmesini ya da dinî bir heyecanın ifade edilmesini
amaçlayan her anlatım, edebî alanın imkânlarını kullanmaktadır. Türk-İslâm
edebiyatının tarih içerisinde meydana getirdiği ürünlere bakıldığında dinin,
edebiyatı besleyen ana unsurlardan biri olduğu görülecektir.
Türkçe dinî eserleri edebî bakımdan değerlendirebilmek.
Klasik Türkçe dinî eserler, halkı dinî konularda aydınlatmak amacı taşıdığından sade bir dil ve üslupla kaleme alınmışlardır. Yine bu amaca hizmet
etmek amacıyla bazı dinî eserler manzum olarak yazılmıştır. Böylelikle dinî
229
konuların kolay öğrenilebilmesi hatta bazı kuralların ezberlenebilmesi imkânını doğurmuştur. Halkın dilinin kullanılmış olması sebebiyle söz konusu
eserler, dönemin dili ve edebiyatı hakkında çok değerli bilgiler ihtiva etmektedir.
Destânî mahiyetteki dinî konulu eserleri ayırt edebilmek.
Destânî konulardaki eserler genel olarak destansı anlatıma dayanan eserlerdir.
Anadolu’da gelişen savaş ve fetih konulu destanlar, kahramanlığı veya kerametleri sebebiyle halk üzerinde tesir bırakmış şahıslar etrafında gelişmiştir.
Bir de okuyan ya da dinleyeni heyecana getirmek için çeşitli dinî konularda
çoğunlukla manzum olarak yazılan hikâyeler vardır. Bu hikâyelerin birçoğunun başkahramanı Hz. Muhammed’dir. Yine dinî hikâye türünde olmakla beraber cenknâmelerde sadece Hz. Ali ve oğlu Muhammed Hanefiyye’nin savaşları anlatılmıştır.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi dinî-edebî türde yazılan eserlerin konusu olamaz?
a. Hac ziyareti
b. Kandil geceleri
c. Babanın oğluna tavsiyeleri
d. Düğün törenleri
e. Cenaze törenleri
2. Aşağıdaki türlerden hangisi toplum hayatıyla diğerlerine göre daha çok ilgilidir?
a. Zafernâme
b. Mersiye
c. Maktel
d. Gazavâtnâme
e. Ramazâniye
3. Yaşam öyküsüne bağlı gelişen edebî türlerle ilgi aşağıdaki yargılardan
hangisi yanlıştır?
a. Kısasü’l-enbiyâlarda gerçek ile gerçek dışılık çoğu kez iç içedir.
b. Menâkıbnâmelerde ağır ve ağdalı bir dil kullanılmıştır.
c. Evliya tezkirelerine ait bazı çeviriler, yapılan ilavelerle telif özelliği kazanmıştır.
230
d. Tek bir tarikat pîrin anlatıldığı Menâkıbnâmeler olduğu gibi bir tarikatın bütün pîrlerinin anlatıldığı Menâkıbnâmeler de vardır.
e. Bu türdeki eserler genellikle mensur olarak yazılmışlardır.
4. Aşağıdaki eserlerden hangisi Türkçe dinî kelimeler bakımından diğerlerinden daha zengindir?
a. Satır arası Kur’an Tercümeleri
b. Kısas-ı Enbiyâlar
c. Ahlâk kitapları
d. Menâkıbnâmeler
e. Dinî destanlar
5. Dinî-destânî metinlerle ilgili aşağıdaki ifadelerden hangisi yanlıştır?
a. Manzum metinlerin yanı sıra mensur olanları da vardır.
b. Tarih bilimi açısından doğrudan kaynak olarak kullanılabilir.
c. Çoğunlukla halkın anlayabileceği bir dille yazılmışlardır.
d. Kahramanları genellikle gerçek kişilerden oluşur.
e. Başlangıçta sözlü anlatıma dayanmakla beraber sonradan yazılı hâle getirilmiştir.
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. d
Yanıtınız doğru değilse, “Giriş” kısmını yeniden okuyunuz.
2. e
Yanıtınız doğru değilse, “Dinî Türler” konusunu yeniden okuyunuz.
3. b
Yanıtınız doğru değilse, “Dinî Türler” konusunu yeniden okuyunuz.
4. a
Yanıtınız farklıysa “Dinî Edebî Eserler” konusunu yeniden okuyunuz.
5. b
Yanıtınız doğru değilse, “Dinî- Destânî Metinler” konusunu yeniden okuyunuz.
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Bahsi geçen edebî türlerin konuları doğrudan ya da dolaylı olarak dinî hayatla
ilgilidir. Bu yüzden bu konularda meydana getirilen her bir eser, dinî duygu,
dinî heyecan ve dinî düşüncenin bir ürünüdür.
231
Sıra Sizde 2
Çeşitli meslek gruplarına ait kişiler için Tezkire adı altında biyografik eserler
yazılmıştır. Mesela şairler için Tezkiretü’ş-şuarâlar (şairler tezkiresi), tarikat
önderleri için Tezkiretü’l-meşâyihler (şeyhler tezkiresi), hattatlar için Tezkiretü’l-hattâtînler (hattatlar tezkiresi) yazılmıştır.
Sıra Sizde 3
Türkler müslüman olmadan önce Uygurlar döneminde Maniheizm ve Budizm dinleri ile münasebette bulunmuşlar ve bu dinlerin kutsal metinlerini tanımışlardır. Kur’ân-ı Kerîm çevirilerinde kullandıkları pek çok arkaik Türkçe
dinî kavramı bu dinlerden almışlardır.
Sıra Sizde 4
Eski Kur’an çevirilerinde Arapça kavramların yerine Türkçe karşılıklar bulunmuştur. Bu da Türkçe dinî terminolojinin oluşmasına katkı sağlamıştır. Bu
gün dahi kullandığımız kimi Türkçe dinî kavramlar o dönemin ürünüdür. Eski Kur’an çevirilerinde yer alan bazı Türkçe kelimeler şunlardır: “Allah” yerine “Tanrı”/”Çalap”, “Rab” yerine “İzi”, “cennet” yerine “uçmak”, “cehennem” yerine “tamu”, “mezar” yerine “sin”/”kör”, “günah” yerine “yazuk”,
“amel defteri” yerine “amel biti”, “can” yerine “tin”, “haşrolmak” yerine
“kopmak” vb.
Sıra Sizde 5
Nasihatnâmelerin hedef kitlesi genel olarak toplum olmakla birlikte bazen
babanın oğluna yönelik öğütleri, diğer yetişme çağındaki çocukları hedef almaktadır. Bir hükümdara yönelik tavsiyeler, o hükümdardan da öte bundan
sonra devleti yönetecek olanları hedef almaktadır. Tasavvufî bir nasihatnâmenin hedef kitlesi ise müritler olmaktadır.
Yararlanılan Kaynaklar
Asoy, H. (1997). "Tarihî Bir Belge ve Türk-İslam Edebiyatında Bir Tür Olarak Fetihnâmeler" İlam Araştırma Dergisi, II/2, İstanbul.
Caferoğlu, A. (1943). Türk Dili Tarihi Notları, İstanbul.
Cumbur, M. (1959). Türkçe Kur’an Tefsir ve Çevirileri Bibliyografyası,
Ankara.
Çelebioğlu, A. (1983). “Türk Edebiyatında Manzum Dînî Eserler”, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dergisi, (Şükrü Elçin Armağanı),
Ankara.
Çelebioğlu, A. (1988). “Balıkesirli Devletoğlu Yusuf’un Fıkhî Bir Mesnevîsi”, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü, (Mehmet Kaplan İçin), Ankara.
232
Dursun Fakih, Muhammed Hanefî Cenknâmesi, Milli Ktp. No: 06 Mil. Yz.
A 3538/6.
Erdoğan, A. (1969). “Kur’an Tercümelerinin Dil Bakımından Değerleri”,
Vakıflar Dergisi, Sayı: 1, Ankara.
İsen, M. (1994). Acıyı Bal Eylemek Türk Edebiyatında Mersiye, (2. baskı), Ankara.
İz, F. (1996). Eski Türk Edebiyatında Nesir, (2. Baskı), Ankara.
Kaplan, M. (2008). Hayriyye-i Nâbî, (Genişletilmiş 2. Baskı), Ankara.
Kılıç, F; Macit, M. (1995). Türk Edebiyatında Ramazan Şiirleri (Güldeste), Ankara.
Küçük, S. (1988). Baki ve Dîvânından Seçmeler, Ankara.
Levend, A.S. (1956). Gazavât-nâmeler ve Mihaloğlu Ali Bey’in Gazavâtnâmesi, Ankara.
Pekolcay, N.; Eraydın, S.; Tahralı, M.; Uzun, M.; Subaşı, M.H.(1994). İslâmî
Türk Edebiyatında Şekil ve Nev’îlere Giriş, (3. Baskı), İstanbul.
Şener, H.İ.; Yıldız, A. (2008). Türk-İslâm Edebiyatı, (2. Baskı), İstanbul.
Togan, Z.V. (1964). “The Earliest Translation of the Qur’an in to Turkish”
İslâm Tetkikleri Dergisi, cilt IV, İstanbul.
Topaloğlu,
A.
(1976).
Satır
233
Arası
Kur’an
Tercümesi,
Ankara.
Amaçlarımız
Bu üniteyi tamamladıktan sonra;
•
Tasavvuf ve edebiyatı ilişkilendirebilecek,
•
Kültür tarihimizde bir edebiyat ve sanat ortamı olarak tekke hayatı hakkında değerlendirme yapabilecek,
•
Tasavvuf edebiyatının temel kavramlarını tanımlayabilecek,
•
Tasavvuf edebiyatının türlerini açıklayabileceksiniz.
Anahtar Kavramlar
•
Tasavvuf
•
Edebiyat
•
Tekke
•
Tarikat
Öneriler
Bu üniteyi daha iyi kavrayabilmek için, okumaya başlamadan önce;
•
M. Fuat Köprülü’nün Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı kitabına
başvurunuz.
•
Mustafa Kara’nın Din Hayat Sanat Açısından Tekkeler ve Zaviyeler adlı
eserini inceleyiniz.
•
Bilal Kemikli’nin Dost İlinden Gelen Ses adlı kitabından “Temel Nitelikler Üzerine” başlıklı bölümü okuyunuz.
•
Mahmut Erol Kılıç’ın Sûfî ve Şiir Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası adlı kitabından “Tasavvufî Dünya Görüşü ve Osmanlı Şiiri” başlıklı kısmı
okuyunuz.
234
Tasavvuf ve Edebiyat
GİRİŞ
Türk-İslâm Edebiyatı’nda dinî konularla birlikte tasavvufî konular da ele
alınmıştır. Bilindiği gibi tasavvuf, Müslüman toplumlarda derin tesirler yaratmış bir düşünme ve yaşama biçimidir. Kelime olarak sof giymek, saf olmak, ilk safta bulunmak ve suffa ashabı gibi yaşamak anlamlarına gelen tasavvufun pek çok tanımı yapılmıştır. Genel olarak, bir mânâda tecrûbî bir
ilim ve insanın kendini tanıması yöntemidir. Bu yüzden o, bir öğretiyi (tarîk),
bu öğretinin öğretimini (sülûk) ve metodunu (usûl-erkân) bünyesinde bulundurur.
Tasavvuf, tefsir, hadis ve kelâm gibi dinî bir ilim olarak kabul edilir. Dolayısıyla onun bir ilim olarak kendine has kavramları, özel bir dili, konuları,
değerleri, anlayışı ve yöntemi vardır. Bu ilmin yegâne gayesi, sâlik, derviş,
tâlib, mürid ve cân gibi isimlerle anılan sûfiyi ma‘rifet kavramıyla ifade edilen bir bilgiye ulaştırmaktır. Bu bilgi, tecrübeyle elde edilen, irfân olarak nitelendirilen bilgidir.
Süleyman Uludağ Tasavvuf Terimleri Sözlüğü’nde marifet kavramını şöyle
açıklamaktadır:
“Marifet. Bilgi, tecrübî ve amelî bilgi, tanımak, âşinâlık. (Tas.) Sûfîlerin
rûhanî halleri yaşayarak, mânevi ve ilâhî hakikatleri tadarak (iç tecrübe ile ve
vasıtasız olarak) elde ettikleri bilgi, irfân. Bu yoldan Hakk'a dair elde edilen
bilgiye marifetullah, buna sahib olan kişiye ârif-i billâh (ârif, urefa) denir.
Sûfîler marifetin kendisinden çok onun sebep, sonuç ve belirtileri hakkında
açıklamalar yapmışlardır. Kuşeyrî'ye göre sâlik önce Hakk'ı, onun sıfat, isim
ve fiillerini tanır, sonra ibâdet ederek ve çile çekerek nefsini arındırır, ona
yaklaşır. O zaman Hak kendisini ona tarif eder. İşte marifet budur. Hakk'ın
kendi hakkında sâlike verdiği bilgidir. Bu bilgiyi alan sâlik artık ârif veya
ârif-i billâhtır. Sâlik kendine ve çevresine yabancılaştığı ölçüde Hak ile tanışır. Sûfîlere göre ulu ve yüce Allah hakkında tam anlamıyla marifet sahibi
olmak imkânsızdır. Bir insan onu tanımak için olanca gücünü harcadıktan
sonra onu tanımasının imkânsız olduğunu anladı mı, hakîkî ve en mükemmel
marifete ermiş olur.
İrfâna, seyr ve sülûk (seyr ü sülûk) kavramlarıyla işaret edilen bir süreç
içerisinde ulaşılır. Bu süreç, tarîkat adı verilen farklı irfan okullarının doğmasını sağlamıştır. Tarîkat, ma’rifete ulaşmak için tutulan, bir takım kuralları ve esasları (usûl-erkân) bulunan yol demektir. Tarihî süreç içerisinde
235
Bektâşîlik, Kadirilik, Yesevîlik, Nakşîlik, Mevlevîlik, Halvetîlik, Şazelîlik,
Bayramîlik ve Rifâilik gibi adlarla anılan tarikatlar olmuştur. Bütün bu yollar,
zamanla tekke adı verilen kurumların doğmasını sağlamıştır. Tekke, tarikatın
usûl ve erkânının öğretildiği, dervişlerin ruhen ve ahlâken eğitilip olgun ve
yetkin kişiler hâline geldikleri yerdir.
Tasavvuf, kendine özgü eğitim yöntemleri, kurumları, ilkeleri, bilgi ve
varlık anlayışı ve bu anlayışa bağlı olarak oluşan diliyle mûsikîşinasları, mîmarları, geleneksel güzel sanatlarla uğraşan hattatları, müzehhibleri, nakkaşları ve diğer sanatçıları etkilemiştir. Tasavvufun sanatkâr üzerindeki tesiri,
belki de en çok şairler ve yazarlarda görülür. Nitekim bu tesir, Türk-İslâm
Edebiyatı içerisinde, Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Türk Tasavvuf Edebiyatı, Tasavvufî Halk Edebiyatı ve Tekke Edebiyatı gibi adlarla anılan bir edebiyatın oluşmasını sağlamıştır.
TASAVVUF VE EDEBİYAT
Çeşitli tarifleri bulunmakla birlikte tasavvuf, daha çok bir hâl ilmi olarak kabul edilir. Sûfî, hâl sahibidir. Hâl sahibi, gönlü zengin, ruhu temiz, ahlâkı
düzgün, manevi yaşayışı güzel, Hakk’ın rızasını ve sevgisini kazanan kişidir.
Bu ise, zâhidâne yaşantıyla sağlanacaktır. Hz. Peygamber’in yaşadığı dönemde zâhidâne yaşayan pek çok sahabe vardı. Bu hayat biçimi daha sonraki
dönemlerde sistematik olarak gelişecek olan tasavvuf düşüncesinin habercisi
olarak değerlendirilmektedir. İlk sûfî adıyla anılan Kûfeli Ebû Hâşim (ö.
150/768)dir. Daha sonra Süfyânü’s-Sevrî (ö. 168/785), Zü’n-Nûn el-Mısrî (ö.
245/860), Horasanlı Bâyezid-i Bistâmî (ö. 261), düşüncelerinden ötürü idam
edilen Hallâc-ı Mansûr (ö. 309/922) ve Cüneyd-i Bağdâdî gibi sûfiler yetişmiştir. Ebü’l-Kâsım Abdü’l-Kerim el-Kuşeyrî (ö. 465/1073) ve İmâm-ı
Gazzâlî (505/1112) gibi büyük âlimlerin tasavvufu sistemleştiren eserler yazmalarıyla, bu cereyan kısa zamanda halk arasında yayılmıştır.
Başlangıçta herhangi bir kurumsallaşma içerisinde teşekkül etmeyen tasavvuf, IV. yüzyıldan başlayarak VI. asra kadar İslâm dünyasının her bölgesinde çeşitli isimlerle tarîkatler olarak kurumsallaşmıştır. İlk Abbâsî asrında
görülen sosyo-ekonomik refah, halk içerisinde zühdî hayatın gerekliliğine
ilişkin bir anlayışı da beraberinde getirmiştir. Farklı mezheplerin ilk dönemlerden itibaren yaydıkları itikatlar, eski Yunan filozoflarından yapılan tercümelerle gelişmeye başlayan felsefî hareketler, Hind ve İran’ın kültür ve dinî
geçmişinden alınan bazı nazariyeler, bilhassa Yeni Eflâtuncu varlık anlayışından da ilham alınarak zenginleştirilen bu zühdî hayat, İslâm tasavvufunun
oluşumuna kaynak teşkil etmiştir. Bu hareket, yaratılışın sırlarını anlamak istemeye yöneliktir. İlk sûfî yazar Basralı Haris b. Esed el-Muhâsibî (ö.
223/838)’den başlayarak, ünlü düşünür İbnü’l-Arâbî’ye kadar bütün büyük
sûfîlerin eserleri, tasavvuf dilini oluşturmuş ve sûfi düşüncesinin varlık, bilgi
ve ahlâk anlayışını ortaya çıkarmıştır. Edebiyatımızda bilhassa Horasan Melâmiliği ile İbnü’l-Arâbî ve Mevlânâ’nın tesiri çok açıktır. Bunların fikirlerinin temelinde vücûdiye mesleği (vahdet-i vücûd) olarak da ifade edilen varlık
düşüncesi egemen fikir olarak kabul edilebilir.
Başlangıçta Bağdatlı Cüneyd, Bâyezid-i Bistâmî ve Ebû Said Ebu’l-Hayr
gibi sûfilerin söz ve menkıbelerinde görülen vücûdiyye mesleği, İbn Sinâ,
Sühreverdi-i Maktûl gibi İşrâkî felsefeyi ve Yeni Eflâtuncu düşünceleri yayan
filozofların da katkısıyla gelişmiştir. Horasan Melamiliği ile İbnü’l-Arâbî’nin
eserlerinde sistematik bir mahiyet kazanan bu düşünce, sadece tasavvuf şii-
236
rimiz için değil, bütünüyle Türk şiiri için önemli bir tesir icra etmiştir. Kısaca
bu düşüncede vücûdun tek olduğu fikri işlenmektedir. Vücûd tektir; yegâne
sâhib-i vücûd, Vücûd-ı Mutlak olan Allah’tır. Vücûd-ı Mutlak, aynı zamanda mutlak hayır (hayr-ı mutlak) ve mutlak güzellik (hüsn-i mutlak)tir. Hâdiseler âlemi olan dünya hayatının kaynağı, O’dur. Sufilere göre, zaman yaratılmazdan önce, mutlak güzellik vardı; ancak o güzelliği temaşa edecek başkaca
bir göz yoktu. Hâlbuki güzellik (hüsn) doğası gereği görülmek, takdir edilmek ister. İşte varoluşun sebebi, güzelliğin kendini gösterme arzusudur.
Resim 10.1: Türkmen sûfi şairi Ebû Sâid Ebu’l-Hayr’ın Sultan Sencer tarafından yaptırılan türbesinin kapısı, Mehne-Türkmenistan (Kaynak: Bilal Kemikli fotograf arşivi)
Her şey zıddıyla bilinir. Bu itibarla Hüsn-i Mutlak ve Hayr-ı Mahz olan
Vücûd-ı Mutlak’ın bilinmesi, adem ile gerçekleşir. Adem, yokluk, hiçlik demektir. Adem, müstakil olarak mevcut değildir; zarûrî olarak Vücûd-ı Mutlak’ta dahildir. Adem bir hayalden ibarettir; tecellî dolayısıyla geçici bir süre
için varlık evreninde bulunur. Adem, Vücûd ile karşılaşınca, vücut bir aynada
aksetmiş gibi akseder. Bu akis gerçekte hayalden öte bir şey değildir. Durgun
bir göle akseden güneş gibi, göz makamında olan insanda da mutlak güzellik
akseder. Bu nedenledir ki, insan adem unsurunu mümkün olduğu kadarıyla
yok etmeli (mâsivâ), Hakk’ın visâline ulaşmak için Hak ile Hak olmalıdır.
Bu, fenâ kelimesiyle anlam kazanır. Fenâ, ancak nefsi adem, kubh ve şirkten
arındırmakla mümkün olacaktır. Bunun yolu ise aşktır. Hüsn-i Mutlak ancak
aşkla görülür; böylece tabii aşktan hakîkî aşka geçiş gerçekleşir. Tabii aşk,
ademe duyulan aşktır; karanlıklarla doludur. Oysa aşk-ı hakîkî, hakîkat dünyasıdır. Bu uzunca bir yolculuğu gerektirir (seyr). Aşkı, kitabi bilgileri okuyup öğrenmekle (ta’allüm) değil, bizzat yaşayarak, tecrübe ederek (tahalluk)
tatmak gerekir. Diğer bir ifadeyle aşk yolu olan tasavvuf, aklî bilgiye dayalı
sözle (kâl) değil, yaşananın dili olan hâlle öğrenilir.
Tasavvuftaki varlık ve aşk anlayışının şiir diline katkısına dair geniş bilgi için
Beşir Ayvazoğlu’nun Aşk Estetiği (İstanbul 1993) kitabını inceleyiniz.
Kısaca tarihsel sürecine ve felsefesine işaret edilen tasavvuf, insanı mutlak hakikatlerle yüzleştirerek kâinattaki umumi ahengin derin sırlarını ruhlara
duyurur. Bu düşünce biçiminin şairane hayaller için önemli bir kaynak teşkil
237
edeceği açıktır. Tasavvuf şiiri, başlangıçta Halac-ı Mansûr’dan başlayarak
Mısırlı şâir Ömer b. Fâriz’e kadar Arap edebiyatı içerisinde sınırlı bir daire
dâhilinde gelişti. Ömer b. Fâriz’in Kasîde-i Tâiyye isimli eseri tercüme, tahmis ve şerh olunarak tasavvuf edebiyatı içerisinde bir çığır açmıştır. İran’da
İbn Sinâ’nın sûfiliğe ilham teşkil edecek düşünceler serdetmesinin yanında,
Şeyh Ebû Sâid Ebu’l-Hayr da şiirleriyle bu çığıra katkıda bulundular. Bilhassa rubaileri ile tanınan Ebû Sâid, Rudegi, Firdevsî, Hâkim Senâî ve
Feridüddin-i Attâr’ın müjdecisi olmuştur. Daha sonraki dönemlerde eserlerini
Farsça yazan Mevlanâ, Abdurrahman Câmî ve Kâsimü’l-Envâr gibi büyük
şairler yetişmiştir.
Burada bir hususa işaret etmek gerekir; mutasavvıf düşünürler, tasavvuf düşüncesini felsefî anlamda sadece bir metafizik / ezoterik zeminden öte, başlı
başına bir ontolojik, epistemik ve etik anlayış olarak ortaya koymaya çalışmışlardır. Böylece tasavvuf, fikir ve sanat hayatına ışık tutmuş, ince sezgi, derin
ilâhî hayat ile İslâm düşüncesinin sanat formu almasını sağlamıştır. Dolayısıyla tasavvufun, sadece bu disiplinin öngördüğü içsel tecrübeye sahip olan mutasavvıf şâirleri değil, bir doktrin olarak tasavvufun geliştirdiği ritüelden haberdar olan şâirleri de etkilemiş olması kuvvetle muhtemeldir. Bu etkilenmeyi, yukarıda işaret edildiği gibi İran tesirinde gelişen edebî atmosfer ve tasavvufun
sosyal hayatta sahip olduğu seçkin mevki bağlamında değerlendirmek, izahı
zor olmayan bir durumdur. Ancak sadece İslâm’da değil, bütün uygarlıklarda
metafizik düzlemin sanata olan etkisinin bir takım haricî âmillerin ışığında değerlendirilmemesi gerekmektedir. Nitekim hem Doğu ve hem de Batı’nın bâtinî
yönelişleri hakkında karşılıklı mukayese yapabilecek yetkinlikte olan F.
Schoun’un da açıkça işaret ettiği gibi, bâtinî temâyülün geliştirdiği sembolik dil
zâhirî düzleme entellektüel bir nitelik ve derinlik kazandırmakta, bu yolla da
onun yitip gitmesini engellemektedir. Bu itibarla lâ-dini (din dışı) şiirde de estetik ve aşkın boyutta varlığını gösteren tasavvuf etkisinin felsefî ve metafizik bir
temele sahip olduğu açıktır. (Kemikli: 2004, 71)
Türk-İslâm Edebiyatı ve Tasavvuf
Türk boylarının İslâm’ı kabul etmesinde gönüllü dervişlerin önemli fonksiyonlar icra ettiği bilinmektedir. Tasavvuf, eski Türk inanç ve gelenekleriyle
paralellik arz eden metafizik tasavvurlarıyla kısa zamanda benimsenmiştir.
Dervişler bölgeyi bir ağ gibi sarmış; Herat, Nişabur, Merv, Buhara, Fergana
ve daha birçok yerde bu faaliyetlerini sürdürmüşlerdir (Köprülü: 1993; 1419).
XII. asra gelindiğinde, Türk illeri tasavvuf ve tarikatların en yoğun olduğu
bölgelerden biri hâline gelmiştir. İslâm’ı din olarak kabul eden halk kitlelerinin büyük bir çoğunluğu, Baba ve Ata olarak anılan dervişleri benimsemişlerdir. Bazı göçebe boyların içerisine de giren bu dervişler, hem bu boyların
İslâm dinini tanımalarına öncülük etmişler, hem de halkın anlayacağı bir dille
tasavvuf anlayışını onlara sunmuşlardır. Bu kesimlerde şair-şamanların yerini
dolduran Baba ve Ataların ilk temsilcileri, Korkut Ata ve Çoban Ata isimleriyle tanınan sûfîlerdir. Bu bölgelerde Muhammed Ma’şuk Tûsî ve Emir Ali
Ebû Hâlis gibi sûfîler de yetişmiştir. Bununla birlikte Türk sûfîliğinin en
önemli temsilcisi Hoca Ahmed Yesevî (ö. 1167)’dir. Ahmed Yesevî’nin tasavvufî anlayışıyla kurumsallaşarak bir tarikat hüviyetini kazanan Yesevîlik,
her bakımdan bir Türk tarikatıdır. Bundan başka, Kübrevîlik ve Nakşîlik de
Türk illerinde gelişen tarikatlardandır.
Hoca Ahmed Yesevî, Mansur Ata, Sa’id Ata, Süleyman Hakim Ata ve
Lokman Parende gibi hâlifelerini ve yüzlerce öğrencisini muhtelif bölgelere
238
göndermiş, hikmet adıyla anılan tasavvufî şiirleriyle Türk illerini aydınlatmıştır. Moğol istilasıyla birlikte Yesevî dervişleri olan Alperenler, Harezm, Horasan ve Azerbeycan yoluyla Türklerin yeni yurdu olan Anadolu’ya gelmişlerdir. Bu dervişlerin beraberinde getirdikleri Yesevîlik, bir yandan Anadolu’nun Türkleşmesi ve İslâmlaşmasına katkı sağladığı gibi, hikmetlerle oluşturulan edebî zevk de tasavvufî edebiyatın şekillenmesine imkân vermiştir.
Böylece tasavvuf, kısa zamanda Türk toplumunda yaygınlık kazanmıştır.
Özelikle Selçuklular ve Osmanlılar döneminde mülkî ve askerî bürokratların,
saray mensuplarının ve sosyal statüsü yüksek işçi, esnaf ve ahâlinin tekkelerde icra edilen ayin ve sohbetlere katılması yadırganmamıştır. Dolayısıyla sûfi
düşünce, geniş kitlelerin teveccüh ettiği bu mekânların ve şahsiyetlerin etrafında zümreleşmiştir. Zamanla bu zümrelerin düşüncelerini, duygularını ve
pir olarak kabul edilen tarikat büyüklerinin keramet ve hatıralarını, yazılı ve
sözlü ifade etmeleriyle, doğrudan doğruya tasavvuf disiplininden mülhem bir
edebî hayat neşet etmiştir.
Kitabınızın 1. ünitesinden Türk-İslâm Edebiyatı ve İslâmlaşma başlıklı kısmı
yeniden okuyunuz.
Tasavvufun Türk edebiyatına iki şekilde etkisinden söz edilmektedir:
1. Divan şiirine etkisi: Tasavvuf, vezin, şekil ve muhteva itibariyle İslâm
kültür coğrafyasının bir eseri olan, özellikle XVI. ve XVII. yüzyıllarda gerçek anlamda hüviyetini kazanan divan şiirine etki etmiştir. Tasavvufun divan şiirine etkisi, tasavvufî mesnevîler, menâkıbnâme ve
tezkiretü’l-evliyâ gibi türlerin doğmasına sebep olmuştur.
2. Halk şiirine etkisi: Bu etki, Ahmet Yesevî’nin başlattığı ve Yesevî
dervişlerinin geliştirip yaydığı hikmet geleneğinde ortaya çıkmaktadır.
Hikmet geleneği, halk dili, hece vezni ve milli formlara bağlı tasavvuf
edebiyatı yahut tekke edebiyatı adıyla bilinen yeni bir şiir anlayışının
doğmasına imkân vermiştir. Bu şiirde ele alınan konular, Acem kültürünün tesiri ile yazılan şiirlerden ayrı değildir; fakat gerek dil ve ifadede, gerekse üslup ve vezinde tamamıyla farklı ve orijinaldir. Başka
bir ifade ile Farsça ve Acem etkisiyle tasavvufî düşüncelerini yazan
büyük şair Mevlana (1207-1273) ile Türkçe ve hikmet geleneği etkisine bağlı olan Yunus Emre‘nin (1250-1320) şiirlerindeki ahlâkî öğreti
ve felsefe aynıdır; dil, eda, vezin ve şekil farklıdır.
Burada kısaca tasavvuf edebiyatının tarihsel sürecine işaret etmekte yarar
vardır. Bu bakımdan edebiyat tarihine bakıldığında, tasavvuf edebiyatı için
XIII. asrın büyük önemi olduğu görülür. Bu dönem, tasavvuf edebiyatı açısından hem kuruluş, hem ihtişam çağı olarak değerlendirilebilir. Zira bu asırda, Türk edebiyatına hayat veren büyük şairler yetişmiştir. Padişahtan tebaaya; sanatkârdan rençbere her sınıftan insanın aynı his ve fikir çevresinde toplanmasını sağlayan tasavvufun, Yesevîlik, Haydarîlik, Kalanderîlik, Mevlevîlik ve Bektâşîlik gibi tarikatlarla birçok koldan tesir alanını genişleterek yeni
yurdu sarmağa başladığı bu dönemde tasavvuf edebiyatı geniş bir sahada,
büyük insan yığınları arasında itibar görmüştür. Moğol istilasıyla birlikte alperen, abdal yahut Horasan erenleri gibi adlarla tarihe geçen Yesevî ve Haydarî dervişleri, göçebe halk topluluklarına katılıp Anadolu’ya göç ederek buralarda yerleşmişlerdir. Bu dervişlerin getirdiği hikmet geleneği, Anadolu’da
Yunus Emre ile yeni bir sese kavuşmuş ve yeni bir tarza bürünmüştür. Bu
yeni tarz, bilahare Yunus muâkkibleri (takipçileri) olarak tavsif edilen sûfî şairler tarafından sürdürülmüştür.
239
Yunus Emre’nin eserlerini araştırınız.
Öte yandan aslen Belh’li bir aileye mensup olan Mevlânâ’nın, İslâmî İran
edebiyatının tesirinde Farsça olarak kaleme aldığı tasavvufî manzûmeler de
farklı bir geleneği inşa etmiştir. Mevlevilik yolunu kurumsallaştıran Sultan
Veled (1226-1312) de Türk halkına hitap etmek amacıyla Türkçe şiirler yazmıştır. Buna mukabil daha çok halk kitleleri arasında etkili olan Hacı Bektaşı Velî ( ö.1210)’nin Arapça olan Makâlât isimli eseri, manzum ve mensur
olarak Türkçeye çevrilmiş; Ahmet Fakih ve Şeyyad Hamza gibi şairler, Türkçe yazdıkları şiirlerle Anadolu’da filizlenen edebî hayatı beslemişlerdir. Bütün bu şairler, Anadolu’da yoğrulan yeni bir medeniyetin de öncüleridir. Bu
yüzden dönemi, Anadolu’daki Türk kültür hayatının tedvin asrı olarak nitelendirmek mümkündür.
Mevlana’nın
Türk-İslâm
Edebiyatına
etkisi
için
http://akademik.semazen.net/author_article_detail.php?id=891
bakınız:
XIV. yüzyıl, daha çok Yunus takipçilerinin asrı olarak kabul edilir. Bu
dönemde bir yandan Yunus’un izinde giden şairler tekkelerde şiirler söylerken, öte yandan kurumsallaşarak Mevlevîlik adıyla bir tarikat hüviyetini kazanan Mevlana’nın açtığı çığır, ortak İslâm kültürünün ve bilhassa İran şiirinin etkisi altında, kendi elit zümresini oluşturma sürecinde önemli başarılar
sağlamıştır. Türk halkına tasavvufî ilkeleri öğretmek amacıyla Garibnâme’yi
kaleme alan Âşık Paşa (1272-1333), doğrudan doğruya tasavvufu konu edinen Fakrnâme ve Vasf-ı Hâl isimli mesnevîleri de telif etmiştir.
Menâkıbnâme tarzının ilk örneği olan Menâkıbü’l-Ârifîn’in yazarı Eflâkî
(ö.1360), Hacı Bektâşî Velî’nin müridi olup Yunus tarzını bu muhit içerisinde en güzel temsil eden Said Emre ve Attar’ın Mantıku’t-Tayr isimli ünlü
mesnevîsini Türkçe’ye kazandıran Gülşehrî’yi de bu dönemde anmak mümkündür.
Bu yüzyılın sonlarında, şiirlerinde ele aldığı konular şeriata aykırı bulunan ve bu yüzden idam edilen Nesîmî (ö. 1404) ile birlikte, tasavvuf düşüncesi içerisinde bâtinî tevil ve tefsirleriyle başlı başına bir ekol olan Hurûfîlik
de Türk edebî hayatına dâhil olmuştur. Bilhassa İslâmî edebiyatlarda aşk şehidi olarak kabul gören Hallac-ı Mansur’a benzetilen Nesîmî, yaşamı, düşünceleri ve şiirleriyle mutasavvıf şairleri etkilemiştir.
XV. asır, Timur’a karşı kaybedilen Ankara Savaşı’yla Anadolu’da Türk
birliğinin dağılmasıyla başlar. Bu dağınıklık Timur’dan da sonra devam etmiş, şehzâde ve beyler arasındaki iktidar mücadeleleri halkta siyasi ve iktisadi buhranların oluşmasına sebebiyet vermiştir. Bununla birlikte Çelebi
Mehmed’in etrafında yeniden bir toparlanma gerçekleşmiş, kısa zamanda toparlanan yönetim, daha güçlü bir devlet ve toplum oluşturmayı başarmıştır.
Bu yüzyılda İstanbul fethedilerek Türk-İslâm kültürünün merkezi hâline dönüştürülmüştür. Bazı tarihçilerin Fatih Rönesansı olarak nitelendirdikleri bir
süreci de içine alan bu dönem, fikrî, dinî, mimârî ve sanatsal açıdan tasavvufun geliştiği, merkezden muhite yayıldığı bir dönemdir. Bu gelişmelere paralel olarak tasavvuf edebiyatı da çığ gibi büyümüştür; bu bakımdan dönem,
gerek şâir, gerekse eser yönünden oldukça zengindir. Nitekim dönem içerisinde, Mevlid türünün oluşmasını sağlayan Vesîletü’n-Necât’ın şâiri Süleyman Çelebi (ö. 1422), Somuncu Baba ismiyle bilinen Hamîd-i Velî (13251413), Emir Sultan (1368-1429), Hâlilnâme’yi kaleme alan Abdülvâsî Çelebi, Ankara’yı merkez edinerek çiftçi ve esnaf üzerinde derin tesirler icra eden
Bayramiye Tarîkatı’nın kurucusu Hacı Bayram-ı Velî (1332-1429), Fatih’in
240
hocası Akşemseddin (1389-1458), Muhammediye’nin yazarı Yazıcıoğlu
Mehmed (ö. 1451), Yazıcıoğlu’nun kardeşi ve Envâru’l-Âşıkîn’in müellifi
Ahmed Bîcan (ö. 1466), Kaygusuz Abdal olarak da tanınan Alaiyeli Alaaddin
Gaybî (ö. 1444), Eşrefoğlu Rûmî (ö. 1469), Dede Ömer Rûşenî (ö. 1487),
Kemal Ümmî (ö. 1475), Cemâl-i Halvetî (ö. 1469) ve İbrahim Tennûrî (ö.
1482) gibi sûfi şairler yetişmiştir.
XVI. asır siyasi alanda yükseliş dönemini temsil eder. Anadolu merkez
edinilerek kurulan Osmanlı Devleti’nin coğrafî planda sınırlarının en geniş
olduğu bir dönemdir. Buna paralel olarak iktisadi ve sosyal gelişmeler de bariz bir şekilde kendini gösterir. İstanbul, sadece Türkler için değil, bütün bir
dünya için önemli bir kültürel ve siyasi merkez olmuştur. Bununla birlikte bu
dönemde tasavvuf edebiyatında güçlü temsilcilerin yetiştiğini söylemek güçtür. Yunus’u takip eden birkaç güçsüz soluk dışında mutasavvıf şair görülmemektedir. Bununla birlikte, Bayramiyye tarikatı içerisinden çıkan ve İkinci
Devre Melâmîliği olarak kabul edilen vahdet-i vücutçu tasavvufî yorumun,
Ahmed-i Sarban ve İdris-i Muhtefî ile edebî sahada yer edinmeye başladığı
görülmektedir.
Bu dönemde, Molla Câmi’nin ünlü eseri Nefehatü’l-Üns’ü tercüme eden
Nakşî şeyhlerinden Lamiî Çelebi (1473-1532), İbnü’l Arâbi’nin ünlü eseri
Fusûsu’l-Hikem’i tercüme eden Nev’î Yahyâ (ö. 1599), Gencine-i Râz ve Şâh
u Gedâ isimli ahlâkî ilkeleri telkin edici mesnevîlerin yazarı Dükâkinzâde
Taşlıcalı Yahya (ö. 1582), Kerbela faciasının destanı olarak nitelendirilmesi
mümkün olan Hadîkatü’s-Süedâ isimli makteli ve mecazî aşktan hakîkî aşka
geçişi anlatan Leylâ vü Mecnûn ile dinî edebiyata dair Hadîs-i Erbaîn Tercümesi’ni yazan Fuzûlî (1480-1556) ve sultânü’ş-şu’arâ olarak kabul edilen
Bakî (1526-1610) yetişmiştir. Bunlardan başka Kara Fazlî, Hilye-i Hakânî ve
Hadîs-i Erbâin Tercümesi ile haklı bir şöhrete ulaşan Hakânî Mehmed Bey
(ö. 1606), Dükâkinzâde Ahmed (ö. 1557), Halvetîlik içinde Gülşeniyye kolunun kurucusu olan İbrahim Gülşenî (ö. 1533), Ahmet Sarban (ö. 1545),
Vahib Ümmî, Üftâde (1477), Şemseddin Sivâsî (ö.1597), Seyyid Seyfullah
(ö. 1601), Hurûfî şâir Arşî ve şathiyyesi ile tanınan Azmî Baba dönemin sûfi
şairleri olarak kabul edilmektedir.
XVII. asır siyâsî alanda duraklama asrı olarak bilinir. Devlet, bozgun, yenilgi ve iç karışıklıklarla siyasi ve iktisadi alanda gücünü giderek kaybederken, içeride de iç ayaklanma ve fikrî tartışmalarla sosyal buhranlar artmıştır.
Siyasi alanda gelişen Celâlî isyanlarının yanında, dinî kültürel alanda da
Sivâsîler-Kadızâdeliler mücadelesi adıyla tarihe geçen tekke-medrese tartışmalarının ayyuka çıkmıştır. Bununla birlikte bu münakaşaların edebî hayatı
canlandırdığı ileri sürülebilir. Geçen asırda adeta sindirilen sûfî çevreler, entelektüel anlamda çıkışlarını yaparak medreseliler tarafından ileri sürülen
eleştirilere, ilmî ve edebî üslup içerisinde cevap vermişlerdir. Böylece dinîtasavvufî edebiyat alanında canlanma görülmüştür.
Kâtip Çelebi’nin dönemin tartışmalarını ele alarak yorumladığı ünlü eseri hangisidir? Araştırınız.
Bu dönem, sayıları gittikçe artan tekkelerde şiir ve mûsikînin ön plana
çıktığı ve hece-aruz ayrımı yapılmaksızın bol miktarda tasavvufî şiir örneklerinin verildiği bir çağdır. Dönemin sûfî şairleri içinde, Muhyî (ö. 1611), İdrisi Muhtefî (ö. 1615), Zâkirî (ö. 1622), Hüseyin Lâmekânî (ö. 1624), Derviş
Osman (ö. 1627), Aziz Mahmûd Hüdâyî (ö. 1628), Şeyhî (ö. 1639),
Abdulehad Nûrî (ö.1650), Akkirmanlı Nakşî (ö. 1651), Zâkirzâde Abdullah
Biçâre (ö. 1657), Cahîdî (1659), Sarı Abdullah Abdî (1584-1660), Sinan-ı
241
Ümmî (ö. 1664), Sunu’llâh-i Gaybî (ö. 1676), Divitçizâde Mehmed Talib (ö.
1679), Derviş Himmet (ö. 1683), Niyâzi-i Mısrî (ö. 1693) ve Mehmed Nazmî
(ö. 1700)’yi zikredebiliriz.
XVIII. asır, geçen asırdan miras kalan siyasi, iktisadi ve sosyal sıkıntılarla
geçmiştir. Lâle devrini kapatan Patrona Hâlil İsyanı ve ıslahat hareketlerinin
öncülerinden olan III. Selim’in ölümüne sebebiyet veren Kabakçı Mustafa
İsyanı gibi iki önemli sosyal hareket yaşanmıştır. Aynı şekilde bu dönem,
özellikle tasavvuf edebiyatda umumi bir duraklama ve gerilemenin ortaya
çıktığı çağ olarak da gösterilebilir. Çünkü sûfi şairlerde eski coşkunluk kalmamıştır. Bununla birlikte, Mesnevî Tercümesi ile tanınan Süleyman Nahifî
(1648-1738), tasavvufî yaşantıyı kendine şiar edinen Şeyh Galib (17571799), onun ünlü müridi Esrar Dede (ö. 1796), Mirâciye ve Rûh-ı Mesnevî
gibi pek çok eser bırakan Bursalı İsmail Hakkı (ö. 1724), Edirne’de Sezâî-i
Gülşenî (ö. 1738), Nakşî mürşidlerinden Neccarzâde Rıza (1679-1746) ve
Mârifet-nâme adlı ansiklopedik eseriyle tanınan Erzurumlu İbrahim Hakkı
(1703-1772) gibi şairler de yetişmiştir. Bunlardan başka, Mahvî, Mehmed
Nasûhî, Mehdî, Hasan Senâyî, Mustafa Azbî, Süleyman Zâtî, Cemâleddîn-i
Uşşâkî, Üsküdarlı Hâşim, Fahreddin Fahrî ve Mustafa Zekâî de tasavvufî şiir
vadisinde eserler ortaya koymuş şairlerdir.
XIX. asır, ıslahat hareketlerinin devletin temel politikalarını belirlediği
dönemdir. Yeniçeri Ocağı’na karşı Nizâmî-ı Cedîd Ocağı’nın kuruluşuyla
başlayan bu asırda, Tanzîmat Fermânı ve Islahat Fermânı gibi batılılaşma
yönünde güçlü adımlar atılmıştır. Sosyal değişmelerin hızla geliştiği, siyasîideolojik kutuplaşmaların olduğu bu çağda tasavvufî edebiyat zayıflamıştır.
Bununla birlikte, Târifü’s-Sülûk isimli eserin müellifi Nazif Dede (17941861), Kuddusî (1760-1848), Sivaslı Sûzî (1765-1830), Bektâşî mürşitlerinden Mehmed Ali Hilmi Dede (1842-1907), Edib Harâbî Baba (ö. 1918),
Hanya Mevlevîhânesi dedelerinden Kara Şemsî (1828-1884), Terzi Baba
adıyla anılan Hayyat Vehbî (ö. 1847), âşık tarzındaki deyişleriyle tasavvufî
duygularını ifade eden Dertli, Seyrânî ve Türâbî gibi şahsiyetler bu asırda yetişmiştir.
Tasavvuf Edebiyatında Zümreler
Tasavvufun temel konularından birisi, diğer ilmî disiplinler ve felsefî ekollerde olduğu gibi, varlık konusudur. Sûfi şair, varlık, varlığın mahiyeti, kozmogoni, insan, zaman ve mekân, insanın âlemle ve Tanrıyla ilişkileri, bilgi,
ilâhî bilgi, vahiy, peygamberlik ve velayet gibi konuları şiirlerinde ele alır.
Ancak bu konuları ele alırken, o, sadece bir şair yahut hayata ilişkin temel
konuları tartışan bir entelektüel değildir; o konuları birebir tecrübe etmiş, yaşamış ve yaşayarak ulaştığı irfanî bilgiyi şiirsel formla söylemiştir. Tasavvufî
tecrübe, sûfi şairi diğer herhangi bir şairden ayıran özelliktir. Bu tecrübe,
içinde bulunulan tasavvufî ekollerin (tarikat) metotlarındaki (usûl ve erkân)
çeşitlilik sebebiyle farklılık arzeder. Bu yüzden de manevi yolculuğun (seyr ü
sülûk) gerçekleştiği tekkelerin her biri birer edebi muhit olarak nitelendirilir.
Edebi muhit, edebiyatçının içinde yetiştiği, izini süreceği ustaların şiirlerini
ve sohbetlerini dinlediği, kendi şiirlerini okuduğu ve icabında eleştiriler alarak yetiştiği ortamlardır. Şairin içinden geldiği edebi muhit, ona ortak dil, tecrübe ve üslup kazandıran bir okuldur. Bu bakımdan sanatkâr, yetiştiği muhitin sesidir.
242
Sûfi şairin muhiti, içinde yetiştiği tekkedir. Tekkenin tarihi, yolun rehberlerinin tecrübelerini aktaran yazılı ve sözlü menkabeler, burada okunan kitaplar ve şiirler, dervişlerin (sâlik, tâlib, cân) bir birleriyle olan ilişkileri, hayat
ve dünya görüşleri, algıları, tasavvurları, konuları ele alış biçimleri, problemlere getirdikleri çözümler ve çözüm yolları gibi hususlar bir gelenek oluşturur. Bu gelenek, o muhit içinde yetişen şairi etkiler. Bu etki, muhit farklılığının yanında edebi zümreleri de oluşturur. Zümre, cemaat, topluluk; bölük,
grup, sınıf, takım, bölüm; cins, nevi gibi anlamlara gelir. Edebiyat biliminde
ise, edebi eserleri tasnif etmek için kullanılan bir tabirdir. Edebi eserler, dil,
üslup, konu gibi özellikleriyle tasnif edilir. Dolayısıyla, sûfi şairler de içinden
geldikleri muhite ve eserlerine göre zümrelere ayrılırlar.
Genel olarak her tekkenin kendisine has bir geleneğinden sözetmek
mümkündür. Bu itibarla her tekkenin bir zümre teşkil ettiği düşünülebilir.
Ancak bu türden bir tasnif, işimizi kolaylaştırmaz. Diğer bir ifadeyle, Yesevî
zümresi, Mevlevî zümresi, Bektâşî zümresi, Nakşî zümresi gibi bir tasnif, her
tarikatı bir edebi okul olarak ele almak anlamına gelir. Bu ise, tasnif yaparak
çözümleme yapmak isteyenlerin işini zorlaştırır. Bu bakımdan muhitten yola
çıkmakla birlikte edebi eserin mahiyetini dikkate alarak bir tasnif yapmak yerinde olur. Buna göre tasavvuf edebiyatı iki ana koldan gelişmiştir:
1. Tasavvufî halk edebiyatı
2. Klasik tasavvuf edebiyatı
Tasavvufî halk edebiyatı, Yesevî’nin hikmet geleneğiyle gelişen edebiyattır. Bu edebiyat, hece vezniyle, mâni ve koşma gibi nazım şekilleriyle oluşur ve hikmetten başka, ilâhî, nefes, nutuk, devriye, şathiye, destûr,
medednâme ve düvaz imam gibi türleri içerir.
Klasik tasavvuf edebiyatı, Mevlana çizgisinde gelişen bir edebiyattır. Bu
edebiyat, aruz vezniyle, gazel, kasîde, kıt’a, musammat, terkîb- bend, tercîbend, rubâî, tuyuğ ve mesnevi gibi nazım şekilleriyle oluşur ve tevhid, münacat, na’t, mevlid, hilye gibi dinî edebi türleri içerir.
Sûfî şairlerin eserlerini inceleyiniz ve bunlardan tasavvufî halk edebiyatı alanında eser veren iki şairi tespit ediniz.
Bu iki temel koldan başka konuları ele alış biçimlerine göre de üç temel
zümreden bahsetmek mümkündür. Bunlar;
1. Zühdî edebî zümre
2. Vahdetçi aşkın zümre edebiyatı
3. Bektâşî zümre edebiyatı
Zühdî edebi zümre, daha çok dinî ve tasavvufî düşünceyi telkin eden
eserleri içerir. Bu zümrede, ne Melâmî-Hamzavî edebiyatındaki irfan, vahdet
inancı, aşk ve cezbe; ne de Alevî-Bektaşî edebiyatının karakteri vardır. Bu
edebiyat içinde daha çok, ibadetlerden, peygamberlerin ve Hz. Muhammed'in
hayatından, hac yollarından, dünyanın geçiciliğinden, ölümden, cennet ve
cehennemden bahseden, bu arada bazı sahabenin ve velilerin menkabelerinden söz eden eserler yazılmıştır.
Vahdetçi aşkın zümre edebiyatı, vücûdun birliği ilkesini (vahdet-i
vücûd) benimseyen, aşk ve cezbeyi esas alan tasavvufî çevrelerin eserlerini
243
içermektedir. Bu zümre içinde daha çok lirik ve coşkun bir üslupla eserler
yazılmıştır. Bu eserleri, tecelli, vâridât ve sunuhât gibi tasavvufî kavramlarla, doğrudan doğruya ilâhî aşkın, mânevî sarhoşluğun ve cezbenin
eserleri olarak nitelendirilir. Bu zümre içerisinde vahdet neşesini tatmış, kalender-meşrep ve âşık şairler eser vermiştir. Bu türden şairlere hemen her
sûfi ekol içinde rastlamak mümkünse de, daha çok Bayramî-Melâmî muhitten
geldiklerini söylemek mümkündür.
Bilindiği gibi, Melâmiler, kendilerini zahitlikle, irfanla, iyilikle göstermeyi, kendini beğenme (kibir) kabul ederler. Onlara göre, kendilerini herkesten
aşağı görmek ve göstermek, her yaratıktan aşağı saymak, bir özellik olmuştur. Hatta şeriata aykırı olmayacak şekilde, toplumun hoşuna gitmeyen davranışlarda bulunarak, toplumun kınamasını sağlamayı tercih etmişlerdir. Bu
sebeple onların daha çok şatahata varan sözler söyledikleri görülür.
Şatahat ve şathiye konusunda ayrıntılı bilgi edinmek için Cemâl Kurnaz ve
Mustafa Tatcı’nın Türk Edebiyatında Şathiyye (Ankara 2001) adlı eserini
inceleyiniz.
Bu zümre içerisinde eser veren bazı şairleri zikredebiliriz: Yunus Emre
yolunda giderek şiir söyleyen Hacı Bayram-ı Velî, Sarban Ahmed, Kaygusuz
Vizeli Alaaddin, Emir Osman-ı Haşimî, Muhyî, İdris-i Muhtefî, Oğlanlar
Şeyhi İbrahim, Sunullah Gaybî, Sarı Abdullah Efendi, Dukâkinzâde Ahmed
Bey, Hüseyin Lâmekânî, Osman Kemâlî, Ahmed Rindî...
Oğlanlar Şeyhi İbrahim Efendi, bu zümrenin şiire yüklediği anlamı şu şiirinde
açıkça ortaya kor:
Derviş dilinden söyleyen kim idügin bilir misin
Yâ kulağunda dinleyen kim idügin bilir misin
Od u su toprak u yeli hep bir yere cem eyleyüp
Bunlara özüni gizleyen kim idügin bilir misin
Sıfâtında zâtunı gören mülkünde hem hükmün süren
Ârif gözünde gözleyen kim idügin bilir misin
Kendiligünden saf olan 'âriflerün kalbin alan
Zât-ı nûrun bağışlayan kim idügin bilir misin
Yerde yüzün yol eyleyen yokluğı kabul eyleyen
İbrâhimi kul eyleyen kim idügin bilir misin
(Kemikli: 2003, 86-87)
Bektaşî zümre edebiyatı, bir yönüyle vahdetçi aşkın zümre edebiyatını
andırmakla birlikte, kendisine has karakteri olan bir edebiyattır. Bu özel karakter, bir yönüyle Bektâşiliği öne çıkartmanın yanında, esas itibariyle ata ve
baba adlarıyla anılan Yesevî dervişlerinin edasına dayanan köklü bir geleneği
ifade eder. Bu eda, rindâne söyleyişi mûsikî ile buluşturur.
244
Zamanla Babâî, Kalanderî, Hurûfi, Kalenderi, Kızılbaş, ve Tahtacı gibi
isimlerle anılan muhitleri de içine alarak genişleyen bu zümre içerisinde, Hacı Bektâş-ı Velî’den başlamak üzere, Abdal Musa, Kaygusuz Abdal Viranî,
Teslim Abdal, Yemini, Muhyiddin Abdal, Şah İsmail Hataî, Pir Sultan Abdal, Kul Himmet, Seyrani ve Kalender Abdal gibi büyük şairler yetişmiştir.
TASAVVUFÎ TÜRLER
Sufi şairler, manzum (şiirsel) ve mensur (düzyazı) pek çok eser yazmışlardır.
Bazı sufi müellifler, aynı eser içinde şiiri ve düzyazıyı birleştirmişlerdir. Onların asıl maksadı bir düşünceyi, bir bilgiyi yahut bir manayı kaydetmek veya
okuyucuya ulaştırmaktır. Dolayısıyla heceyle aruzu bir arada kullandıkları
gibi, şiirle de düz yazıyı birleştirmişlerdir. Bununla birlikte sanatı öne çıkartan sûfi şairler de vardır. Bu şairlerin eserleri, klasik tasavvuf edebiyatına hayat vermiştir. Bu eserler, divan edebiyatında olduğu gibi, tevhid, münâcaat,
na’t, mirâciye, hilye, ramazaniye, maktel ve hicretnâme gibi dinî-edebi türlerde yazılmıştır. Bunlardan başka, özellikle tasavvufî halk edebiyatı yahut
tekke edebiyatı olarak kabul edilen saha içerisinde ortaya konan, ilâhî, nefes,
nutuk, devriye, tarîkatnâme, şefaatnâme, destur ve düvazdeh gibi türler de
vardır.
Tasavvufî eserleri genel olarak iki gurupta tasnif etmek mümkündür:
1- Tasavvufî düşünceyi öğretmeyi amaçlayan eserler.
2- Hâl dilinin dışa yansıdığı eserler.
Tasavvufî düşünceyi öğretmeyi amaçlayan eserler, uyarıcı, telkin edici,
yolun usul ve erkânını öğretici eserlerdir. Bunlar başta tasavvufî mesneviler
olmak üzere, tezkiretü’l-evliya, menakıbnâme, evliyânâme velâyetnâme ve
mansûrnâme gibi tekke geleneğini ve tarihini aktaran manzum ve mensur
eserler; nasihatnâme, sohbetnâme, ibretnâme, faziletnâme, tenbihnâme, minbernâme ve vasiyetnâme gibi yolun esaslarını telkin eden eserler; telkinnâme,
erkannâme, tâcnâme ve tarikatnâme gibi edeb ve erkânını gösteren eserlerdir.
Bunlardan başka, vahdetnâme, vücûdnâme, şathiye ve devriye gibi tasavvuf
düşüncesinin temel konularını açıklayan eserleri; şefaatnâme, desturnâme ve
istimdadnâme gibi ululardan yardım dilemeyi salık veren eserleri;
besmelenâme, ihlâsnâme ve ayetnâme gibi sûfiyi Kur’anın anlamıyla buluşturan eserleri ve salatnâme, oruçnâme, ramazannâme, hacnâme,
kıyametnâme, mahşernâme ve fetvanâme gibi dinî görevleri ve temel hukuki
meseleleri öğreten eserleri de zikretmek gerekir. Ayrıca istihracnâme gibi geleceğe ilişkin çıkarımlar yapan manzumeleri, tahassürnâme gibi gafletle geçen zamanın muhasebesini yapan eserleri de bu grupta değerlendirebiliriz.
Sûfi şair, edebi eseri çoğunlukla bir amacı yerine getirmek için yazar.
Onun öncelikli konusu sanat yapmak değildir. Dolayısıyla onun eserlerinde,
faydacılık esastır. Bu bakımdan hikmet ve ilâhî gibi musiki yönü öne çıkan
türlerde de öğretici ve telkin edici amaçlar güdülür. Ancak yine de tevhid,
münacat, na’t, miracnâme, ilâhî, nefes ve bazı hikmet, nutuk, devriye ve şathiyelerin, vecdin ve cezbenin tesiriyle söylendiği görülür. Bu eserler, hâl dilinin dışa yansıdığı eserlerdir.
245
Burada zikredilen türlerden bazıları kitabınızın önceki ünitelerinde ayrıntılı bir
şekilde açıklanmıştır. Bunun için özellikle 7., 8. ve 9. Üniteleri yeniden inceleyiniz.
Tasavvuf edebiyatının temel özelliklerini gösteren, hikmet, ilâhî, nefes,
devriye, gülbank ve menakıbnâme türlerini ayrıntılı olarak ele almakta fayda
vardır.
Hikmet
Hikmet, etimolojik olarak, herhangi bir konuda hüküm vermek ve yargılamak
anlamına gelir. Türkçede, mefhumları en iyi ve en doğru bilgiyle bilmek anlamına gelir. Bu bilgi, tecrübe ve test edilen bir bilgidir. Daha doğrusu, varlığı, eşyayı olduğu gibi bilmektir. Diğer bir anlamı ise, düşünme melekesinin
itidal hâlinde olmasıdır. Bu anlamda hikmet, daha önceleri felsefe kelimesinin yerinde kullanılmıştır. Filozofa ise, hakîm denmiştir.
Türk-İslâm edebiyatının bir türü olarak hikmet, ahlâk ve değerleri telkin
eden manzûmeleri ifade eder. Doğu edebiyatlarının temeli hikmetli (hikemî)
anlatıma dayanır. Kainata, dünya hayatına ve hadiselere ibret gözüyle bakan
sufi şair, görünenin arkasındakinin farkına varır. Bu farkedişi hikmet adı verilen şiire dönüştürür. Böylece o, insanların fark edemikleri yanlışlıkları, eksiklikleri ve aksamaları şiir diliyle göstererek doğru düşünmenin, bakmanın ve
anlamanın yolunu gösterir. Dolayısıyla hikmetlerde kötü huylar kınanır, güzel huylar övülür.
Hikmet daha çok pendnâme, hikemiyyat ve rubai tarzı söylenen şiirlerde
görülür. Ancak diğer türlerde de hikmetli söyleyiş bulunabilir. Hikmetli anlatım taşıyan şiirlerde didaktik (öğretici) bir üslup, bazen rindâne bir eda, dervişâne bir kanaat ve tevekkülü amaçlayan telkinler görülebilir. Hikmetler,
felsefe, tasavvuf, zühd, şeriat, ahlâk, adab, gelenek, adetler gibi konular üzerine söylenir.
Hikmet, öncelikle Ahmed Yesevî'nin manzumelerine verilen isimdir. Zaten onun eseri, Divan-ı Hikmet adıyla bilinmektedir. Ahmed Yesevî, hikmetleri İslâm’ın ve tasavvufun ilkelerini öğretmek için yazmıştır. Yesevî'nin heceyle yazdığı hikmetlerin ölçüsü 14'lü (7+7)'dür. Bu hikmetler zamanla dilden dile dolaşmış, sözlü kültür içinde bazı değişikliklere uğrayarak günümüze değin gelmiştir.
Ahmed Yesevî ve Divân-ı Hikmet üzerine yaptığı çalışmalarla tanınan Prof.
Dr. Kemal Eraslan, hikmet kavramını ve Yesevî’nin hikmetlerini şöyle değerlendirmektedir:
“Değişik telaffuzlarıyla îbranice (hakhmâ) ve Süryanlce'de (halkhmethâ) de
yer alan "hikmet" kelimesi, Kur'ân-ı Kerîm'in ilk nazil olan âyetlerinde "Hz.
Peygamber'in vaaz ve irşadları" mânasında kullanılmıştır. Ulema arasında
hikmet'e "Nazarî İlimler iktisap etmek ve yapılabildiği kadar iyi, müstahsen
ameller işlemek itiyadını kazanmak sâyesinde, insan ruhunun kemalini ifade
eder” veya “En iyi ilim vasıtası ile, en iyi şeyin bilinmesi” gibi mânalar verilip tarifler yapılmıştır. Sözlüklerde ise hikmet'e çok değişik mânalar verilmiştir: İlim
ve adaletin birleşmesinden meydana gelen sıfat-ı şerife, mârifet-i hakayık-ı
mevcûdât; âdet ve ahlâkla ilgili özlü söz; gizli sebep; insanın mevcudâtın hakîkatini bilip hayırlı işler yapmak sıfatı; eşyanın iç ve dış keyfiyetlerinden bahseden ilim; kâinat ve yaradılıştaki ilahî gâye; ahlâka faydalı özlü söz; Hakk'ı
hak bilip bağlanma, batılı batıl bilip kaçınma; Allah'a itaat ile salih amel sahibi
olma; akıl ve hareketlerdeki uygun Hak emrine mutlak şekilde uymak; Tanrı
246
hakikatini ifade eden dinî, tasavvufî, ahlâkî ve öğretici özlü söz ve benzerleri
gibi. Bu çeşitli tariflerde ağırlığı teşkil eden husus hikmet'in dinî, tasavvufî ve
ahlâkî hususiyet taşımasıdır. Bir başka deyişle hikmet, İslâmî esaslar içinde
kalmak şartıyla, metafizik mes'eleler üzerinde tefekkürdür, İnsanın Rabb'ini
bilmesi ve kendisinin âlemdeki yerini ve değerini idrâk edip özlü şekilde ifade
etmesidir. Allah ve insan sevgisini gönüllerde yerleştirmeği gâye edinen, Hz.
Peygamber'in şeriatına ve sünnetine uymağı telkin eden, insanı kötü amellerinden kurtarmağa çalışan ahlâkî prensiplerdir. Denilebilir ki hikmet, İslâmiyet'in manzum olarak ifadesidir.” (Eraslan: 1983, 154)
İlâhî
İlâhî, kelime olarak, ilâha ait, tanrısal demektir. Türk-İslâm edebiyatının bir
kavramı olarak ilâhî, Allah aşkıyla dile getirilmiş her türlü şiire denir. Diğer
bir ifadeyle, ilâhî; sûfi şairlerin Allah aşkıyla söylediği dinî ve ahlâkî manzumelerdir. Daha çok Allah'ın varlığını, birliğini, azamet ve kudretini, ilâhî
aşkı ve muhabbeti anlatan veya telkin eden eserlerdir.
Çeşitli usullerle bestelenip okunan ilahîlerde tasavvuf neşvesi hakimdir.
Mutlak varlık, yaratılış, rahmet kapısı, kerem denizi, çokluk âlemi, gönül
mülkü, cemal şevki ve celal ateşi, aşk, tevbe, gözyaşı, dünya hayatı, terk, fena, mürşide bağlanmak ve manevi zevklere ermek gibi konular işlenir. Bu
bakımdan hemen her tekkede, aruz yahut hece vezni kullanılarak ilâhîler yazılmış ve besteli olarak okunmuştur. Bazı tekkelerde farklı isimlerle anılsa da
özü itibariyle ilâhî olan türler şunlardır:
a. Âyin: Genel olarak dinî tören anlamına gelen âyin, Mevlevi tekkelerinde zikir ve semâ sırasında okunmak üzere çeşitli makamlarda bestelenen şiirlerdir. Âyinleri okuyan kişilere âyinhan adı verilir.
b. Tapuğ: Gülşenî tekkelerinde zikir esnasında mûsikî eşliğinde okunan
ilâhîlerdir.
c. Nefes: Alevî-Bektaşî ve Melâmî şairlerin vahdet telkin eden ilâhîlerine verilen addır. Bunlar vücûdun birliği ilkesini (vahdet-i vücûd) nefeslerle telkin ederler. Bektâşiler, na’t ve Hz. Ali medhiyesini de nefes
olarak isimlendirirler. Nefesler, gazel ve koşma tarzında heceyle yazıldığı gibi, aruzla yazılanları da vardır. Bektaşi tekkelerinde daha çok
âyin-i cemlerde saz eşliğinde okunur.
d. Duraklar: Ekseriyetle Halvetî tekkelerinde ve zikrin iki faslı arasında
bir veya iki zâkir tarafından okunan ilahîlerdir.
e. Cumhûr: Tekkelerde cemaat hâlinde okunan ilâhîlere verilen addır.
Edebiyatımızda ilahî denildiğinde akla gelen isim Yunus Emre’dir. Onun bir
ilâhîsini burada zikretmek mümkündür:
İlim ilim bilmekdür ilim kendin bilmekdür
Sen kendüni bilmezsin yâ niçe okumakdur
Okumakdan ma'nî ne kişi Hakk'ı bilmekdür
Çün okudun bilmezsin ha bir kurı emekdür
247
Okıdum bildüm dime çok tâ'at kıldum dime
Eri Hak bilmezisen abes yire yilmekdür
Dört kitâbun ma'nîsi bellüdür bir elifde
Sen elif dirsün hoca ma'nîsi ne dimekdür
Yûnus Emre dir hoca gerekse var bin hacca
Hepisinden eyüce bir gönüle girmekdür
(Tatcı: 1997, 148)
Devriyye
Devir kelimesi; dönme, bir şeyin kendi mihveri üzerine hareketi, bir şeyin etrafında dolaşma, bir memleketin her tarafını gezip dolaşma, bir şeyin diğerine
teslimi, askerî bölük veya takımın teftiş ve güvenlik için dolaşması, zaman ve
asır gibi anlamlara gelir.
Kelime tasavvufta iki farklı anlamda kullanılmaktadır: Bunlardan ilki, bazı tarîkatlarda dervişlerin dönerek icrâ ettikleri zikir ve semâ’ı ifade etmektedir. İkincisi ise, varlıkların Hak’tan gelişini ve tekrar ona dönüşünü açıklayan
tasavvufî bir nazariyedir. Esâsen semâ ve devrân da Hak’tan gelip ve yine
O’na gidişi sembolize eder. Tasavvuf şiirinde meleklerin arş, hacıların Kâbe
ve gezegenlerin güneş etrafında dönmeleri de devran mefhûmuyla ifade
edilmektedir.
Devir düşüncesinin bir izahı şöyledir: “Başlangıçta mutlak varlıktan ayrılan
ilâhî nur, sırasıyla “akl-ı küll” (taayyün-i evvel), “ukûl-ı tis’a”, “nüfûs-ı tis’a”,
“tabâyi-i erbaa” (dört mizac), “anâsır-ı erbaa” (toprak, hava, su ve ateş) ve
oradan da toprağa kadar inmiştir. İşte bu merâtib, “mebde” (başlangıç) veya
“kavs-i nüzûl”dür. Akl-ı kül, yaratıcı kudretin aktif kâbiliyeti olup “nefs-i kül” denilen pasif kâbiliyeti meydana getirmiştir. Akl-ı kül ve nefs-i külden “eflâk-ı
tis’a” (dokuz gök), “tabâyi-i erbaa” (dört mizac) ve “anâsır-ı erbaa” meydana
gelmiştir. Eflâk-ı tis’a ve anâsır-ı erbaanın birleşmesinden cansızlar, bitkiler ve
hayvanlar meydana gelmiştir. Bu oluş içerisinde insân en son ve en mükemmel varlık olduğundan, en yüce mertebede yer almaktadır. Bu nedenle insân,
en son durak kabul edilmiştir. Bütün bu mertebelerden sonra toprağa inmiş
olan ilâhî nur, aynı sırayı takip ederek topraktan madene, madenden bitkiye,
bitkiden hayvana, hayvandan insâna ve insândan da insân-ı kâmile geçmek
sûretiyle, ilk geldiği yere, yani mutlak varlığa ulaşır. Bu ikinci devreye “maâd”,
“suûd” (son) veya “kavs-i urûc” denilmektedir.” (Kemikli: 2004, 47)
Devriyeler işledikleri konulara göre ikiye ayrılmaktadır: Bunlardan dünyaya gelişi (kavs-i nüzûl) anlatanlara ferşiyye, insanın ahlâken olgunlaşarak
hakîkate ermesini (kavs-i urûc) anlatanlara ise arşiyye adı verilmektedir.
Ferşiyyelerde mutlaktan ayrılarak âlem-i süflîye geliş; arşiyyelerde ise dünyadan tekrar yüce âleme doğru yapılan seyâhat anlatılmaktadır. Üsküdarlı
Hâşim Baba (ö. 783/1371)’nın Devriye-i Ferşiyye’si ferşiyyelerin; ünlü mutasavvıf ve şâir Niyâzî-i Mısrî (ö.1694)’nin Devriye-i Arşiyye’si de
arşiyyelerin en tanınmış örnekleridir.
248
Yunus Emre'den Bir Devriye Örneği
Ey kardeşler ey yâranlar sorun bana kanda idim
Divanlar dinler isen diyivirem ezelî vatanda idim
Evvel dilimdeki budur Tanrı bir rasûl Hak'dürür
Anı böyle bilmez iken bir aceb gümânda idim
Kalû belâ dinilmeden tertip düzen eylenmeden
Hak'tan ayru değil idim ol ulu dîvanda idim
Eyyub ile derde esir inledim ben çektim ceza
Belkıs ile hem taht üzre mühr-i Süleyman'da idim
Yunus ile balık beni çekti demeye yuttu beni
Zekerriyya ile kaçtım Nuh ile tufanda idim
İsmail'e çaldım bıçak bıçak bana kâr etmedi
Hak beni âzâd eyledi koç ile kurbanda idim
Yusuf ile bir kuyuda yatdım bile çektim ceza
Yakub ile çok ağladım bulunca efganda idim
İsa ile Musa ile sürdüm çıktım Tür dağına
İbrahim ile Mekke'ye bünyad bırakanda idim
Mi'rac gicesi Ahmed'in döndürdüm arşda na'linin
Üveys ile öründüm taç Mansur'la urganda idim
Ali ile saldım kılıç Ömer ile adi eyledim
On sekiz yıl Kaf dağında Hamza'yla meydanda idim
Yunus senin âşık canın ezelî âşıklar ile
Allah'ın dergâhında cevlân-ü seyranda idim
Gülbank
Gülbank kelimesi; Farsça kökenlidir, gül sesi anlamına gelir. Terim olarak,
tekkelerde ayinlerde, bazı dinî ve resmî törenlerde belli bir makamla okunan
dualara denir.
Gülbanklar, yapılacak işin hayırlı, uğurlu olması veya sağlık, esenlik dileğiyle ve kalıplaşmış bir ifade tarzıyla Allah'a yalvarıp yakarmayı dile getiren dua metinleridir. Osmanlı cemiyet hayatında çeşitli toplantılar yanında
dinî törenlerde, özellikle tarikat âyinlerinde okunan birbirinden farklı gülbank
metinlerinin en belirgin vasfı, dualar gibi seci ve iç kafiyelerin de yardımıyla
249
ve belli bir eda ile yüksek sesle okunmaya elverişli melodik bir yapıya sahip
bulunmalarıdır. Gülbankler, genellikle bitirilen işin ardından gülbank çekmekle görevli kişi tarafından okunur.
Tekkelerde doğum, ad koyma, sünnet olma, mektebe başlama, tarikata giren yeni dervişe arakıyye giydirme, evlenme gibi törenlerde ve cenazelerde
bir şeyh veya hoca efendi tarafından gülbank okunurdu.
Mevleviyye, Bektâşiyye ve Halvetiyye'nin bazı kollarının yanı sıra Yeniçeri Ocağı'nda da gülbank okunması yaygın bir âdetti. Fütüvvet ehli esnaf
arasında yapılan yâran toplantılarıyla çıraklık, kalfalık, ustalık gibi esnaf teşkilâtı merasimlerinde de gülbangin önemli bir yeri vardı.
Abdulbâki Gölpınarlı Mevlevi Âdab ve Erkanı isimli kitabında Mevlevi
gülbanglerine de yer verir. Onlardan bir tanesi şöyledir:
"Vakt-i şerîf hayrola, hayırlar fethola, şerler defola. Allâhu azîmüşşân ism-i zâtının nûru ile kalbimizi pür-nûr eyleye. Demler safâlar ziyâde ola. Dem-i Hazret-i Mevlânâ, sırr-ı Şems-i Tebrîzî, kerem-i İmâm-ı Alî; hû diyelim, hû!"
Menâkıbnâme
Menâkıb, kelime olarak öğülecek iş, hareket ve meziyet anlamına gelir. Terim olarak, din büyüklerinin manevî hallerini ve durumlarını anlatan rivayetleri ifade eder.
Menâkıbnâme ise, bir velinin hayatının çevresinde oluşmuş menkabe veya
kerametleri anlatan eserlerdir. Edebiyatımızda iki çeşit menâkıbnâme yazılmıştır. Bunlar;
1. Din uğruna savaşanların hayatlarını, maceralarını ve manevî kuvvetlerini konu edinen destansı eserler.
2. Zühd ve takvasıyla ünlenen velilerden söz eden eserler.
Cenknâmeleri, Hamzanâmeleri, Battalnâmeleri ve bazı gazavatnâmeleri
birinci grubun içerisinde değerlendirmek mümkündür. İkinci grup eserler ise,
iki çeşittir:
1. Biyografik menâkıbnâmeler
2. Derleme menâkıbnâmeler
Biyografik menâkıbnâmeler, konu edilen velîlerin devrinde yahut çok kısa
bir zaman sonra kendisiyle aynı çevrede yaşayan kişiler tarafından kaleme
alınmıştır. Bu türden eserlerde, velînin doğumu, yetişmesi, şeyhliğe geçmesi,
çeşitli faaliyetleri ve vefatı bir irtibat dahilinde anlatılır.
Derleme Menâkıbnâmeler ise, velînin ölümünden uzun bir zaman sonra
yazılmış olan eserlerdir. Bu eserler, ayrı ayrı kişiler veya velînin takipçileri
tarafından yazılır.
250
Resim 10.2: Yahya b. Bahşı’nın Emir Sultan’ı konu edinen Menâkibü’l-cevâhir adlı eserinin başlangıcı.
Kaynak: Süleymaniye Kütüphanesi, Hacı Mehmet Efendi Bölümü, No: 4559.
Mevlânâ’nın menkabevî hayatını anlatan eserlerden birini inceleyiniz.
Hacı Bektaş Velî Menâkıbnâmesi’nden:
“Andan Horasan erleri Bektaş’ın ününü işidüp huzuruna vardılar.
Velâyetinüz nerden gelür didiler. Hünkar eyitti velâyetimüz iki cihan serveri
Hazret-i Muhammed yolağındayım. Şîr-i Rabbü’l-âlemin İmâm Ali’nin sırrındayım. Kerâmet, velâyet, kudret Hak Telâlâ’dan bize mirasdur. Velâyete
düçar olan ol Şîr’in borçlu iken devesinü satın alıp girüsün girü viren benim.
Erenler hep birlikte eyittiler. Siz Şahın sırrınu işler isenüz onun
nişanlarundan bir nişan kim gösteresüz, görelim. Pes Hünkar Veli ol mübarek
sağ ilen açup ayasında yeşil beni nişan gösterdi. Onlar eyittiler. Ol Şah-ı
Ali’nin kutlu alnında da bir ben nişaneydi. Pes Hünkar mubarek alnını açup
gösterdi. Anlar dahi birlikte Bektaş'a teslim oldular.
Horasan pirleri toplanup sual ettiler. Bu zamanda mürşidimiz kimdür?
Bektaş eyitti, eğer sizden biri susam üzerinde seccade salar ise piriniz ol
kişidür. Onlar dahi bunu göze alamadılar. Pes ol kutb-ı cihân Hazret-i Hünkâr
kaddesallahü sırrahü’l-azîz dest edüp ol seccadeyi eline heman alup Bismillah, bi-emrillah, kudretullah deyüp susam üzerine saldu. Kudretullah emri
üzerine seccade öyle kim boşlukta durdu. Hünkar seccade üzerinde Hak Teâlâ’ya namazın eda eyledi. Kerametin gören Horasan erleri toplaşup gelüp
Hünkâr’ın pirliğin tasdik ettüler.
Hünkar Hacı Bektaş Veli kaddesallahü sırrehü’l-azîz, ömri müddetinde
bir gün nefsine uymadı. Kimsecikler bir ayıbın görmedi, duymadı. Taharetsiz, abdestsiz bir gez yere ayak basmadı. Hünkâr’a babası yerini virdiler. Ol
pir kabul itmedi. Sultanlığı emmisi Hasan’a virdiler. Ol dahi Muhammed
Sani oğludur…”
Kaynak: Daha geniş bilgi için bk. Baki Yaşa Altınok, “Hacı Bektaş Veli Hakkında Yazılmış Bir Menâkıbnâme…”, Hacı Bektaş Veli Dergisi, sy. 27 (Ankara
2003), s. 177-194
251
Özet
Tasavvuf ve edebiyatı ilişkilendirebilmek.
İslâm toplumu içinde ortaya çıkan tasavvuf, insanın nefsini arındırması ve olgun ahlâka sahip olmasını sağlayan bir disiplindir. Bu ise, öncelikle insanın
kendini tanıması, çevresinin ve diğer varlıkların farkına varmasıyla mümkün
olacaktır. İnsanın kendi iç alemini tanıması, evreni tanıması ve bütün bu varlıklara hayat veren Allah’ı isim ve sıfatlarıyla idrak etmesi, sanatçı kişiliği
besleyen hususlardandır. Her şeyden önce sanat, yalnızlık ve derin düşünceyle beslenir. Tasavvuf bu anlamda sanatı besleyen en önemli kaynaklardan birisidir.
Tasavvuf düşüncesinde murâkabe ve müşâhâde gibi bilgi edinme yolları
vardır. Bu yollarla edinilen bilgiler, keşif, vâridât, tecelli, sünûhât ve ilham
gibi kavramlarla ifade edilen çok özel bilgilere dönüşür. Bu bilgiler, tecrübeyle elde edilen öznel bilgilerdir. Bu ise, sanatta aranan bir durumdur. Sanatkar, sezgisi, hayali ve ilhamıyla eserini anlamlı hâle getirecektir. Ancak
bunu yaparken tasvirlerinde ve konuyu aktarırken kullandığı dilde çok özneldir. Dolayısıyla tasavvuf, zikredilen bilgi kaynaklarına ilişkin görüşünün yanında, kendine has diliyle de şairleri etkilemiş ve edebiyata yön vermiştir.
Kültür tarihimizde bir edebiyat ve sanat ortamı olarak tekke hayatı hakkında
bir değerlendirme yapabilmek.
Tasavvufun düşüncesi zaman içinde gelişmiştir. Fetihlerle genişleyen İslâm
coğrafyası içerisinde değişik kültürlerle karşılaşyan sufiler, bu yeni kültürlerden de yararlanarak zamanla farklı tasavvufî görüşlere sahip olmuşlardır. Böylece tarikat adı verilen tasavvuf ekolleri ve yolları ortaya çıkmıştır. Tekkeler, bu yolların ve ekollerin kurumlaşmış hâlidir.
Tekkeler temsil ettikleri yolun ve ekolun usul ve erkanını öğreten kurumlardır. Bu kurumlarda, mürid, sâlik ve tâlib gibi isimlerle anılan öğrencinin,
yolun usul ve erkanını öğrenip manevi yolları katedebilmesi için bazı sanatlarla uğraşması telkin edilir. Geleneksel sanatların yanında mûsıkî ve şiir burada öğretilen başlıca sanat dallarıdır. Bu bakımdan hemen her tekke bir yönüyle edebiyat eğitimi veren bir okul gibi değerlendirilebilir.
Tekkelerde, yolun kurucu şahsiyetlerinin (pir) veya temâyüz eden rehberlerinin edebi eserleri, haklarında yazılan menkıbeler, tasavvuf düşüncesini
öğreten temel kitaplar ve divanlar grup hâlinde okunur. Bu türden uygulamalar da müridin dinleme, anlama, ezberleme ve benzeri metinleri yazma melekesini geliştirir. Böylece her tekkenin kendine has özel bir dili ortaya çıkar.
Bütün bu özellikler, tekkeleri tarihi süreç içerisinde edebi hayatın merkezi hâline getirmiştir. Çoğu tekke aynı zamanda bir edebi muhit (çevre) olarak da
kültür tarihimizde işlev görmüştür.
Tasavvuf edebiyatının temel kavramlarını tanımlayabilmek.
Tasavvuf edebiyatının temel kavramları, tasavvuf, sûfî, mürid, mürşid, vahdet-i vücûd, devir ve marifet gibi tasavvufî düşünce içerisinde kullanılan tabirlerdir. Bunun yanında, tasavvufî edebi zümrelerin isimleri, tekkeler, buralarda yazılan eserler ve tasavvuf edebiyatında kullanılan türleri de içerir. Bu
kavramlar ünite içinde yeri geldiğinde açıklanmış, bazı durumlarda ilgili
kaynaklar gösterilmiştir.
252
Tasavvuf edebiyatının türlerini açıklayabilmek.
Tasavvuf edebiyatında, divan edebiyatı ve halk edebiyatıyla birlikte kullanılan türler olmakla birlikte, özel türler de vardır. Bu türlerdeki ürünler, bazen divan edebiyatının, bazen de halk edebiyatının nazım şekilleri (formlar)
kullanılarak yazılmıştır. Bunlar içerisinde en çok kullanılan, hikmet, ilâhî, nefes, devriye, gülbank ve menâkıbnâme türleri ayrıntılı bir şekilde açıklanmıştır. Diğer türler ise, ilgili konu içerisinde açıklanmıştır.
Kendimizi Sınayalım
1. Aşağıdakilerden hangisi tasavvufî-edebî türlerden değildir?
a. Âyin
b. Nefes
c. Semâî
d. Tapuğ
e. Durak
2. Tekkede cemaat hâlinde okunan ilâhîlere ne ad verilir?
a. Ferşiyye
b. Medednâme
c. Desturnâme
d. Hikmet
e. Cumhur
3. Aşağıdaki eserlerden hangisi destansı menâkıbnâmelerden değildir?
a. Hamzanâme
b. Velayetnâme
c. Cenknâme
d. Gazavatnâme
e. Battalnâme
4. Aşağıdakilerden hangisi tasavvufî-edebî zümreler içerisinde değerlendirilmez?
a. Bektâşîlik
b. Mevlevîlik
253
c. Tâhirîlik
d. Melâmîlik
e. Halvetîlik
5. Aşağıdakilerden hangisi 15. yüzyılda yazılan tasavvufî-edebî eserlerden
değildir?
a. Vesîletü’n-Necât
b. Hâlilnâme
c. Muhammediyye
d. Fakrnâme
e. Envâru’l-Âşıkîn
Kendimizi Sınayalım Yanıt Anahtarı
1. c
Yanıtınız doğru değilse, “Tasavvufî Türler” konusunu yeniden
okuyunuz.
2. e
Yanıtınız doğru değilse, “Tasavvufî Türler” konusunu yeniden
okuyunuz.
3. b
Yanıtınız doğru değilse, “Menâkıbnâmeler”
okuyunuz.
4. c
Yanıtınız doğru değilse, “Tasavvuf Edebiyatında Zümreler” konusunu yeniden okuyunuz.
5. d
Yanıtınız doğru değilse, “Türk-İslâm Edebiyatı ve Tasavvuf” konusunu yeniden okuyunuz.
konusunu yeniden
Sıra Sizde Yanıt Anahtarı
Sıra Sizde 1
Yunus Emre’nin, Divân ve Risâletü’ün-Nushiyye olmak üzere iki adet eseri
vardır. Yunus Emre’nin şiirlerinin biraraya getirildiği Divan’ı, Mustafa Tatcı
tarafından yeniden yayınlanmıştır. Risâletü’n-Nushiyye ise tasavvuf düşüncesinin ele alındığı bir mesnevi olup, bu da Mustafa Tatcı tarafından yayınlanmıştır.
Sıra Sizde 2
Kâtip Çelebi’nin dönemin tartışmalarını ele alarak yorumladığı eseri,
Mizânü’l-Hak’tır. Bu eser İslâm’da Tenkit ve Tartışma Usûlü adıyla, Mustafa
Kara ve Süleyman Uludağ tarafından yeniden yayınlanmıştır.
254
Sıra Sizde 3
Birçok sûfi şair, halk edebiyatının nazım şekillerini kullanmıştır. Bu bakımdan onların çoğunu halk şâiri yahut halk âşığı olarak da zikretmek mümkündür. Ancak özellikle Bektâşî şairlerde bu durum daha açık bir şekilde görülür.
Bu şairlerden özellikle Kaygusuz Abdal ve Pir Sultan Abdal’ın halk şiiri açısından öne çıktığını görüyoruz.
Sıra Sizde 4
Mevlânâ’nın menkabevî hayatını anlatan en önemli eser, Ahmed Eflâkî’nin
yazdığı Menâkıbü’l-Ârifîn’dir.
Yararlanılan Kaynaklar
Artun, E. (2008), Dini Tasavvufî Halk Edebiyatı, İstanbul.
Eraslan, K. (1983), Hikmet Geleneği, II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, II, Ankara, 153-166.
Güzel, A. (2006), Dinî-Tasavvufî Türk Edebiyatı, Ankara.
Kemikli, B (2004), Dost İlinden Gelen Ses: Tasavvuf Edebiyatı Üzerine
Araştırmalar, İstanbul.
Kemikli, B. (2003), Oğlanlar Şeyhi İbrahim Müfid ü Muhtasar, İstanbul.
Köprülü, M. F. (1993), Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Ankara.
Tatcı, M. (1997), Yunus Emre Divanı II, İstanbul.
255

Benzer belgeler